Professional Documents
Culture Documents
ARAŞTIRMA/İN CELEME
GÖRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM
DÜZELTİ
NEBİYE ÇAVUŞ
ISBN 978-605-360-698-7
BASKI
YAYLACIK MATBAACILIK
LİTROS YOLU FATİH SANAYİ SİTESİ NO: 12/197-203
TOPKAPI İSTANBUL
(0212) 612 58 60
SERTİFİKA No: 11931
Kültür Yayınları
• • •
iÇiNDEKiLER
Onsöz .. . . .. . . . .. . . . . . . .. . .. . XV
••
1
Dil Felsefesi ve Edebiyat _ . · · · ··· ····································· ·- - · · · . . ........... . .. · - . ..... 3
.
D·1·
ı ın G..orece1·1· � · ....................... ... . .......... ... . ....... ........ . ... ........................................................................................... 22
ı ıgı .
Harf Yazısı ve Bunun Dil Yapısı ile Bağıntısı.. . ........ .... .... . . .54
Boğumlama, Sesleri Anlama Dönüştürür 55
İnsan Dilinin Yapısının Farklılıkları Üzerine . . . ...... ... ...... .......5 9
Alımlama veya Anlama Nasıl Gerçekleşir? . . 60
Dil, Ulusu Ülküsel ve Tinsel Bütünlük Durumuna Getirir.. ..... 61
Tinsel Bir Gerçekleştirim Olan Dil, Yapıtlar Yoluyla Zamana
Müdahale Eder.......... ................................................................................ .............. . . . . . ........................................................65
Dilin Doğası ve İnsan ile İlişkisi . . . . . . . . . 67
Boğumlama, Dili ve Düşünceyi Açığa Çıkarır.. . .. . 68
Toplumsallık, Dilin Varlık Nedenidir ve Gelişim Ortamı dır 71
Edebiyat, Dilin En Zarif, En Tinsel Kullanım Tarzıdır . 72
Sözcük, Öznel Algılamadan Doğar . . .... .... .................................................................................. 73
Her Dil, Özgün Bir Var-oluş ve Dünya Görüşüdür 74
Biçem Oluşturma, Dil Üzerinde Şiddet Uygulamadır
ve Dili Başka Türlü Tarzlaştırma Eylemidir . ....... . . .. ... ...77
İnsan Soyunun Uluslara Bölünmesi ve Dil ............................................ . . . . . . . . . 79
. . . . . .. . ...
1. 3. Hegel Felsefesinde Dil ve Edebiyat İlişkisi . - . . ......... . .... .... . . ....... . .. .. . 131 . .
im veya Gösterge............ . ............... ......... .............. ...................... .................. .. . .... ............ ..... .. .. .............. ........ ..... ..152
Gösterge ve Simge.... ......................... . ....... ...................... ..... ............................ .......... ........................................... .....154
Genel Tümce Biçimi, Bir Değişkendir ................ . . . ........ ..... ........ . ...... ...... ................. 155
Çeviride Çevrilen Nedir?................................................................................................................................156
Dilimin Sınırları, Dünyamın Sınırlarıdır. .. .. . .. . . . . . . . . . . . . ... 15 7
1. 7. Valentin Voloşinov:
''Marksizm ve Dil Felsefesi'' ve Edebiyat . .. . .. . .. . . ... . .. . .. . .. . . 203 ...... . . . .... . . . . . . . . . . . . . . . .. . . ...
Tip Oluşturma Yetisi . . .. . .. . . . . . . . . . . . . . .... . . . . .... . . ... . . ... .. ... .... .. ... .. .... . ... . . . . . .. .. . . .... ... ........ . . . . . . . ... ... .... ... 222
. .... ...... . . ...... .. . . .
Her Şey Tiyatro mu? .. ................ . ... ... . . .... ..... . .. . .... . ...... . .... . ... ... .. . . .. . . .... ... .. . . . . . . .. . . . 230
.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . ........ .. .....
Tiyatro Olarak Kültür .. .... . ... ... .. ... .. .... . . . . ......... . .. . ... . .... . .. ...... . .... .... . .. . . . ... 23 1
. . . . .. . . ... .... . . . .. . .. . . . ... . . .. . . ... . . .. . .... ... .... ........
Edimsellik ve Canlandırma..... ....... ....... ..... ............... . .......... ...... ....... . ........ . .......... . ............... ...... . . . . . . . . 240
1. F. joachim Scharloth:
9.
"Eytişim Tarzı Olarak Tiyatral İletişim" . . ... . .... ........ . .... . .... . . .. . . . ...... . . .. ...... . . 25 8
Sahnede Oyuncular İletişir mi? ....................................................................................................... 25 8
Tiyatrodan 'Kültürel Edime' ............................................................................. .................................... 260
Kültürel Edimlerde Konuşma .... .................................................. . ................................................... 262
Sözel Anlatım Unsur!arı ................................................................................................... ... ........................... 264
Edimsel Eytişim Tarzının Belirtileri ............................................................................. .......... 265
Yazınsallık/Şiirsellik Nedir?.................................... ......... . .. . .......... ............... ....... ...... . .... ..... .. 299
Edebiyat, Sözel/Dilsel İmgelerle Düşünmedir 300
Biçimciliğe Karşı Marksist Eleştiri. . ............ . . ... ....... .... .... .... ..... . ........ .. ...... . . . ... .. .. 301 .
Her Yazınsal Metin Bir Çağrıdır. ..... ... . . ......... .. ... . ...... . . . . ... .. .. ... ... .. . .. ..... . ... .. . .... . 318 .
On söz
- 1 -
1
Her dilin bir dil bilgisi, ses bilgisi ve söz varlığı vardır. Dilbilgisi,
sözcüklerin birbiriyle ilişkisini, söz varlığı anlamsal içerikleri ve
bilgileri, ses bilgisi ise söyleyiş kurallarını belirler.
Dilin çeşitli tanımları arasında Edward Sapir'in şu tanımı
çoğunlukla öne çıkarılır: ''Dil, düşüncelerin, duyguların ve istem
lerin özgürce yaratılan simgelerin bir dizge aracılığıyla sadece
insana özgü, içgüdüden köklenmeyen aktarım yöntemidir. ''4
Çağdaş yapısalcı dilbilimin kurucusu olarak kabul edilen Fer
dinand de Saussure, dili açıklarken ''dil dizgesi'' ve ''söz'' kavra
mı çiftini temel alır.5 Bu bilimcinin Humboldt'un geliştirdiği kav
ram çiftiyle koşutluk taşıyan yaklaşımında bir ''dizge'' olarak dil,
başta sözcükler, söz-dizim ve anlam kuralları olmak üzere, dilin
konuşucuya sunduğu olanakların tümüdür. Dilsel gösterge ise bir
ses ile bir tasavvurun birleşimidir. Her sözcük ya da kavram, bir
göstergedir; düşüncenin ve bilişin ürünüdür.
Dili tanımlayan ikinci kavram olan ''söz'', konuşucunun dil
dizgesinin sunduğu olanakları kullanma yetisi, öznel dil beğenisi,
bireysel dil kullanımı anlamına gelir. Roland Barthes'ın yukarıda
anılan yapıtındaki belirlemesiyle, dil dizgesi olmaksızın söz ya da
konuşma; konuşma olmaksızın da dil dizgesi olmaz. Bu iki kav
ram birbirini gerektirir ve koşullar. Bireysel dil etkinliği ve edimi
•
4 Edward SAPİR: "Sprache- Dil "; Hueber Verlag, 2. Auflage, München, 1 972
5 Ferdinand de SAUSSURE: "Genel Dilbilim Dersleri''; çeviren: Berke Vardar, Multi
lingual, İstanbul 2001
6 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1-
Dil ve İletişim
lik '' gibi dilsel özellikler, salt dil bilimin değil, dil felsefesi ve yazın
bilimin de başlıca tartışma konusudur.
Dil Edinilebilir
Dil ve Bilinç
Dilin Göreceliliği
Dil Eleştirisi
Paul Ricoeur, başyapıtı olan '' Hafıza, Tarih, Unutuş'' 13ta hem
bireysel ve kolektif belleğin biçimlenişini, hem de temsil, anlatı,
retorik, anı, imge, anımsama ve unutma konularını derinlemesine
irdeler. Bu filozofun belirlemesi uyarınca, bellek zamanla ilişki
lidir ve belleğin ''geçmişe erişimi sağlayan özgül işlevi'' korun-
12 Jan ASSMANN: "Kültürel Bellek''; çeviren: Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
200 1 .
13 Paul RİCOEUR: ''Hafıza, Tarih, Unutuş''; çeviren: M. Emin Özcan, Metis Yayınları,
2012
26 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI · I •
l5 Paul RİCOEUR: "Zaman ve Anlatı: Bir''; çevirenler: Mehmet Rifat- Sema Rifat;
YKY, 2. Baskı, İstanbul 201 1
16 Gerard GENETIE: "Anlatının Söylemi"; çeviren: Ferit Burak Aydar, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 201 1
30 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI 1
• ·
Dil Felsefesi
rine Yazılar'' 18 adlı yapıtı, alanında yol gösterici olmanın yanı sıra,
dil ile edebiyat arasındaki ilişkiyi ortaya koyması bakımından da
önemlidir. Bu filozofun söz konusu yapıtını, dil felsefesi ile edebiyat
arasındaki ilişki açısından seçici bir okumayla irdelemeye çalıştım.
''Dil Felsefesi Üzerine Yazılar''ın birinci bölümü ''Dilin Geli
şiminin Çeşitli Dönemleri Açısından Karşılaştırmalı Dil Araştır
ması'' adını taşımaktadır. Humboldt'un burada yer alan değerlen
dirmesi uyarınca, ''dillerin etkisi, hem _ö nemi bakımından büyük
özgünlüklerden, hem de o dillerin unsurlarının benzer ve görüle
bilir izleniminden kaynaklanır. '' Aynı yerkürede olduğu gibi, dil
lerde de ''tümlenmiş düzenlemenin veya yapılanmanın ulaştığı bir
nokta vardır. Bu noktadan itibaren organik yapı, diyesi, yerleşik!
sabit biçim artık değişime uğramaz. '' Öte yandan, dillerde insanın
''tinsel etkinliğinin canlı üretimleri, verili sınırlar içinde sonsuza
değin yetkinleşmesini ilerletir. '' Dilin grameri, ''belli bir biçim
kazandıktan sonra pek değişime uğramaz. '' Türetimler, özellikle
ve sadece kavramların;
•''Sözcük birleştirimleri,
•Sözcüklerin içeriğinin içyapısının genişlemesi,
•Duyumsal bağlantılandırılması,
•Köken anlamlarının fantezileştirici kullanımı,
•Belirli durumlara ilişkin bazı biçimlerin doğru duyumsana
rak birbirinden ayrıt edilmesi,
•Gereksiz/erin/fazlalıkların yok edilmesi ve
•Ham tınıların düzgünleştirilmesi (veya olgunlaştırılması)
gibi incelikli dallanması/ayrımlaşması ''
yoluyla dil yetkinleşir ve ''belagatin (konuşma sanatının) görül
memiş bir parlaklığına '' ulaşabilir. Görüleceği üzere, söz varlığı
ve onunla ilgili olan anlam çoğullaşması, dili sürekli gelişime ve
yetkinleşmeye zorlayan alandır.
Dil, ''organik bir varlıktır ve öyle ele alınmalıdır. '' Dilin, daha
doğru söyleyimle, dili kullananın içinde barındırdığı ''genişleme
ve yetkinleşmeye yönelik canlı tinsel güdü '', aynı zamanda dilin
canlılığının kaynağıdır. Bu saptamalar uyarınca, dil sürekli deği
şim geçiren bir oluşumdur ve değişimin itici gücü de tinsel veya
düşünsel canlılıktır. Dolayısıyla, dilin gelişmişliği veya gelişme
mişliği, her zaman düşünme yeterliliğinin gelişmişliği veya geliş
memişliğiyle ilgilidir.
Her insanın, her ulusun ''dil gereksinmesi ve dil yeterliliği''
ilkesel olarak eşittir. Yaratılış olarak bu noktada eşitlik olmasına
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 37
Öte yandan, ulusun ve geçmişin bir aracı olan dil, ''insan için
yabancı bir şeydir. '' Bu nedenle, insan bir yandan ''bağlıdır'';
fakat öbür yandan daha önceki kuşakların yaratımlarını edindiği
için ''zenginleşmiştir, güçlenmiştir. '' İnsanı yeni üretimlere özendi
ren de budur. Biline bilenin karşısına ''öznel'' bir şey olarak çıkan
dil, insanın karşısına ''nesnel '' bir şey olarak çıkar.
Dilin insanın karşısına nesnel bir şey olarak çıkması demek,
her insanın, tarih boyunca kendisinden önce yaşayan kuşakların
yarattığı ve kalıcılaştırdığı dili ve dilin içerdiği kültürel bilgi biri
kimini bir dizge olarak önünde bulması ve onu edinmesi demektir.
Bireyin kendi istenci dışında var-olan ve aynı dil gibi kendi varlığı
nı adeta dayatan her şey nesneldir.
Bununla birlikte, ''insanlığın tümünün öznelliği, kendi içinde
yeniden nesnel bir şeye dönüşür. '' Böylece, ''hakikati bilmenin
olanağı/olabilirliğinin kaynağı olan dünya ve insan arasındaki
kökensel uyuşum, görüngü yoluyla parça parça ve ilerleyerek
yeniden kazanılır; çünkü her zaman nesnel olan asıl edinilmesi
gereken şey olarak kalır. '' İnsan, bu edinilmesi gereken nesnel
öğeye, ''özgün bir dilin öznel yoluyla yaklaştığında, ikinci bir
uğraşı '', bir başka anlatımla, ''bir dil öznelliğinin'' bir başkasıyla
değiş-tokuşuyla, ''öznel olanı ayırarak belirlemek ve nesneli ola
nak olduğunca bundan ayrı tutmak için '' çabası yinelenir.
Humboldt'un çözümlemesine göre, birçok dildeki ''duyusal
olmayan şeylerin anlatımı '' karşılaştırıldığında, ''bu anlatımlar
katıksız bir şekilde oluşturulabilir oldukları için, bunlardan sade
ce kendilerine içkinleştirilen şey aynı veya benzer olan, eş-anlamlı
•
olabilir. '' Kavramlara içkinleştirilen şey ise, tindir. Tin ise, tüm
insanlara özgüdür ve böyle olduğu için de evrenseldir. Dolayısıyla,
bir dilde üretilen tinsel bir kavram, örneğin, herhangi bir dünya
dilinde üretilen ''özgürlük, insan hakları ve demokrasi'' gibi tinsel
kavramlar, başka bir dile ''yabancı'' olamaz.
Buna karşın, duyusal nesnelerin anlatımları, sadece ''aynı
nesne düşünüldüğü zaman aynı olabilir. '' Fakat söz konusu anla
tımlar, aynı zamanda nesneleri ''tasavvur etmeyi de anlattıkları
için, anlamlar farklılaşır''; çünkü insanın ''nesneye ilişkin bireysel
görüşü, sözcüğün oluşumunu belirler. ''
44 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -
19 Wilhelm von Humboldt, aynı adı taşıyan konu hakkında 1 7 Ocak 1 822 tarihinde
Berlin Bilimler Akademisi'nde bir konferans vermiştir.
48 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · I •
Yukarıda yer alan ''dilde neyin olmadığı veya dil ile neyin üreti-
lebileceği söylenemez'' anlatımı, dil felsefesi açısından çok önem
lidir; çünkü dil, kendisini kullananların müdahalesi olmadan, bir
başına gelişen bir varlık değildir. Dilsel yeterlilik, dili kullananın
yazma ve konuşma yeterliliği olduğu için, dil, kendisini kullanan
neyi anlatmaya yetenekli ve yeterliyse, onu anlatır.
Bundan ötürü, herhangi bir dilde diğer dillerde olan bir sözcü
ğün veya anlatımın olmadığını söylemek, söz konusu dili konu
şanların, o sözcüğü üretmemiş olduğunu söylemek demektir. Bu
ilke özellikle çeviri için geçerlidir. Başka dillerden Türkçeye çeviri
yapanlar bazen o dillerde olan sözcüğün Türkçede olmadığını, bu
nedenle de çeviri sorunlarının yaşandığını dile getirirler. Burada
da sorumlu tutulması gereken dil değil, dili kullananlardır.
Humboldt'a göre, en ham dil bile ''belli gramer nitelemesi tür
lerine sahiptir'' ve ''daha mükemmel dillerin oluşturduğu kavrayış
onları başarıyla kullanır. ,, Gramer, ''sözcük anlamlarının geniş
lemesi ve yetkin/eşmesinden '' daha çabuk oluşturulabilir. Dola-
yısıyla, gelişmemiş bir dilde dahi ''en gelişmiş'' dillerde bulunan
•
20 Wilhelm von Humboldt aynı adı taşıyan bu konferansı, 20 Mayıs 1 824 tarihinde
Bilimler Akademisi'nde vermiştir.
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 55
başka bir kaynak tanımaz. " Dilin insanı etkilemesi demek, insa
nın ''dilde giderek artan ölçüde ve sürekli değişen çeşitlilik içinde
özünü tanıması '' demektir.
Dil, ülküsel ve metafizik anlamda bir insan ile kendisini ''özdeş
leştirmez''; dil kendisini ''gerçek anlamda yaşayan, canlı ve yeryü
zünün çok çeşitli yerel ve tarihsel koşullarıyla iç içe geçmiş insan ''
ile özdeşleştirir. Ayrıca, dil tekil insan ve ulus ile de özdeşleşmez;
dil, ''uzak veya yakın dilsel temas içinçi,e olan bütün halklar, şimdi
ye değin yaşamış bütün insan soyu '' ile kendisini bütünleştirir. Dil
böylece, tekil insanlar ve tekil uluslar için de bir ''dış güce'' dönü
şür; fakat bu bağlamda ''en yabancı'' ses bile insana tanıdık gelir.
Bu belirlemeler uyarınca, dil, gerçek anlamda yaşayan ve dili
kullanan insan tarafından korunur, aktarılır ve geliştirilir. Dilin
başlıca gelişim kaynağı, kullanım veya etkenliktir. Dil belli bir
toplum içinde tekil bireylerce geliştirilmesine karşın, dışa-vurulup,
genelleştirildikten sonra, kendisini geliştirene de ''yabancı'' veya
''dış güç'' gibi davranır. Bir başka deyişle, düşünülen ve dilselleşti
rilerek genelleştirilen her düşünce ve bunun anlatımı, o düşünceyi
düşünene karşı ''yabancılaşır. ''
Fakat dil ne denli yabancı olursa olsun, öz-yapısı gereği, hiç
bir dil veya dilsel ses, antropolojik bir varlık olan insana yabancı
olamaz; çünkü son çözümlemede Çinli de, Hintli de, Amerika
lı da insandır. İnsanın ürünü, dışlaştırılmak veya bir dış varlık
özelliği kazanmak suretiyle, kendisini üreten insana yabancıla
şır; ancak söz konusu yabancılaşma, insanı, insana bütünüyle
yabancılaştıramaz.
/iğini, söz konusu didişmede yükseltir. " Bir başka söyleyişle, ''bu
olanaksız uğraşta giderek artan ölçüde ilerleme kaydeder. ''
Humboldt'un ''dil, gücünü toprak anadan alır'' belirlemesi, dil
ile üzerinde yaşanılan toprak parçası veya ülke durumuna getiri
len coğrafya arasındaki kopmaz ilişkiyi dile getirir. Coğrafya veya
üzerinde yaşanılan toprak parçası, dili en kalıcı biçimde renk
lendiren ve biçimlendiren bir etmendir. Coğrafyanın dile etkisi,
Nazım Hikmet'in ''Memleketimden İnsan Manzaraları'' ve ''Kur-
-
biçimden ayırt edilir. '' Dile iki açıdan bakılabilir: ''Tinsel gelişim
ile kendisini bağlayan bağlar'' ve ''ulusların öz-yapıları, kurumla
rı, iç ve dış yazgıları '' dilde aranmak zorundadır.
Dil, içkin anlamda ''ulusun düşünce yeterliliğinin sesler/tınılar
yoluyla nitelendirilmesidir. '' Humboldt'un bu belirlemesi uyarın
ca, bir ulusun düşünce dünyası ne ölçüde zengin ve çeşitli ise, dil
sel anlatım olanakları da o ölçüde zengin ve çeşitlidir.
Ayrıca, bir ulusun ''özü ve yapıp-ettiği her şey, o ulusun dilini,
diliyse özünü ve yapıp-etmesini'' anımsatır.
Humboldt'un tartışmalı ve oryantalizm kokan savına göre,
tarihte önemli rol oynamış uluslar, ya Sanskrit ya da Semitik dil
köküne aittir. Bu iki dil kökü, ''yapısal açıdan birbirinden pek
farklı değildir. '' Bu dil köküne ait topluluklar, ''Avrupa'da geçici
görüngüdür''; fakat Avrupa'da geçici bir görüngü olan ''Türkler
ve Macarlar, Avrupa devlet ilişkisi açısından önemli ve dönemine
göre etkili olmuştur. '' Bu nedenle, dil araştırmaları uzun süre bu
halkların dili üzerinde yoğunlaşmıştır.
Humboldt diller arasındaki farklılıkları ve benzerlikleri, esas
olarak dillerin yapısal özleri tarafından veya ''bütün organizma/a
rınca biçimlendirilen düşünceyi anlatmak için yeğledikleri yöntem
veya yaklaşıma '' bağlar ve çünkü der, ''burada asıl önemli olan
yöntem farklılığıdır. Diller, yöntem farklılığı sayesinde düşünce
nin birliğini sesin öğesinden oluştururlar; bu birliğin kavranma
sına ilişkin anlama ile ilgili olan şeyi dilselleştirerek ve duyum
satarak, dile katılan şeyin ayrıştırılması '' da söz konusu farklılık
kapsamında düşünülmelidir.
Gramer ile ilgili olan şey, diyesi, bağlantılı/bütünlüklü konuşma;
• ''Sözcüklerin oluşturumu '',
• ''Seslerin dizgesi'' ve
• ''Kavramların nitelendirilmesi''
ile ilgilidir; çünkü ''seslerden sözcüklere, sözcüklerden konuşma
ya '' uzanan süreçte ''konuşma, asıl olandır, belirleyici olandır. ''
Konuşmayı üreten tin, ''her an ve bir dokunuşla sesi, sözcüğü ve
eklemeyi'' bireyselleştirir; bir başka anlatımla tikelleştirir.
Söz konusu nedenden ötürü, bu üç öğe, karşılıklı belirlenim
Dil FELSEFESi VE EDEBiYAT 67
yıdır ki, entelektüel etkenlik ile dil ''bir bütündür ve ayrılmaz bir
biçimde birbirine bağlıdır. '' Öyle ki, entelektüel etkenlik ''üreten
öğe''; dil ise ''üretilen öğe'' olarak görülemez; çünkü her ne kadar
''konuşulan şey tinin bir üretimi ise de, daha önce var olan dile
ait olduğu ve tinsel etkinliğin dışında, yeniden dile karışmak sure
tiyle, dilin sesleri ve kurallarınca belirlendiği ve etkili olduğu için,
geri dönüp tini belirleyici şekilde etkiler. ''
karşı öznel bir şeydir. '' Böyle olmasına karşın, sözcük, ''düşüne-
nin tininde, düşünen tarafından türetilen ve geri dönüp düşüneni
etkileyen '' bir nesneye dönüşür. Sözcük ile nitelendirdiği nesnesi
arasında ''yabancılaştırıcı bir uçurum '' kalır. Sözcük, daha çok
''göstermelik bir nesneye benzer. '' Dil de sadece ''gerçekleştirilen
bir denemeye bir başkasını eklemek suretiyle, gerçekliğe ulaştırı
lır. " Dolayısıyla, sözcük, ''bir dinleyende ve karşılık verende var
lık kazanmak zorundadır. ''
Düşünme gücü, hem kendisine ''benzer bir öğe '', hem de ''ben
zemeyen bir öğe '' gerektirir. Benzer öğe, düşünme gücünü ''ateş
ler'' ; benzemeyen öğeyse, düşünme gücünün ''içsel türetim/erinin
varlık olmasının denek taşıdır. '' Bu bağlamda dil, ''düşüncenin ilk
üretiminin ve tinin sürekli ilerleyen her yönüyle gelişiminin gerekli
koşuludur. ''
Humboldt'un belirlemesiyle, tinsel bildirim, ''birinden öbü
rüne geçerek, kendisiyle ortak yönlerilöğeleri olan şeyi gerekti
rir. " Örneğin, insan ''işittiği sözcüğü anlar''; çünkü ''kendisi de
aynısını söyleyebilir. '' Sözcük, ''ruhta yalnızca kendi etkenliğiyle
var olabilir'' ve konuşma gibi anlama da ''konuşma yeterliliğinin/
gücünün bir özendirmesidir. '' Bu nedenle, ''insan olağan bir eylem
olarak anladığını yeniden dile getirebilir. ''
Bu arada dil, gizil güç olarak her insanda ''bütün kapsayıcı
lığıyla '' bulunur. Bir başka deyişle, dil her konuşucu veya yazıcı,
içinde taşıdığı ''belirli tarzlaştırılmış bir güç sayesinde itici, sınır
layıcı ve düzenli bir çabayla bütün dili üretebilir ve üretilmiş olanı
anlayabilir. '' Bu ''tarzlaştırıcı güç'' , her güç gibi, bireysel, fakat
''bütün tür kavramlarına göre bireyselleştirilmiştir. ' Bu bireysel-
'
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 73
Dil, ulus ile çok sıkı bir biçimde ilişkili olduğu için, dil-ulus
etkileşimi ''kapsayıcı bir özgünlük ' orta ya çıkarır. Öte yandan,
'
dünya görüşü, ''salt dil değildir''; çünkü dünya görüşü, her ''kav
ramı kapsayabildiği için, dünyanın kapsamına da eşdeğer olmak
zorundadır. '' Bunun ötesinde, dünya görüşü, nesneleri dönüşü
me uğratır ve kendinde somutlaşan tinin, ''dünyayla bütünlüğün
ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunun ayrımına varmasını ''
sağlamalıdır.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 75
Aynı şekilde dil, insana ait değildir; çünkü insan, dili yapmaktan
başka türlü ortaya çıkaramaz ve bunun temeli, dilsel bildirimin
aralıksız sürmesi koşuluyla, ''bütün insan soyunun konuşmasında
ve konuşmuş olmasındadır. ''
Dilin kendisi, bu sınırlamanın ''deneyimlendiği'' şeydir. Dilde
insanı sınırlayan şeyi, dile katan etmen, insan doğasıyla ''içsel ola
rak bağlantılı olan '' şeydir. Bu nedenle, dilde ''yabancı olan'', insa
nın ''hakiki doğasına'' değil, ''anlık bi�eysel doğasına yabancıdır. ''
Bu değerlendirmeler, filozofun dili karmaşık ve çelişkili gibi
görünen, ancak kendi içinde yalın diyalektik ve dizgesel bir
tutumla ele aldığını göstermektedir. Humboldt'un da çok yerinde
belirlemesiyle, dil, kişisel temelde tümüyle öznel bir gerçekleşti
rimdir; ancak her öznel dil gerçekleştirimi, dışa-vurulup, başkala
rıyla paylaşıldığı andan itibaren nesnelleşir. Bir başka anlatımla,
her tikel dilsel bildirim, dışa-vurulduğu andan itibaren herkes için
vardır ve herkes için var olduğu için de tümel ve nesnel bir özellik
kazanır.
Humbold'un felsefi bakımdan çok yerinde olan savı uyarınca,
insan, ''dil kullanımında yabancı etkiye maruz kalır. '' Dilin öz-ya
pısından kaynaklanan bu dış etkinin yanı sıra, ''köken, çevresel
durum ve ortak yaşamın tarzı '' gibi, insanın dil dışındaki ilişki
lerinin bütünlüğünden türeyen etkiler de söz konusudur. Bundan
ötürü, bir yandan dili, ''bir ulus üzerine etki yapan durumlardan
yola çıkarak '' açıklamaktan sakınmak gerekir.
Öte yandan da, ''tarihsel olarak ulus tarafından '' süreklileş
tirilen dil ''inanılmaz görünen değişiklere uğrar. '' Bunun nedeni
ni, ''bütün insan soyunu ilgilendiren '' etkilemelerin dili, ''şeylerin
orta noktasına yerleştirmesinde'' aramak gerekir.
Filozofun açımlamasına göre, dil yüzyıllar boyunca birçok
etkilenmelere uğrar ve bir halkın tarihsel sürekliliğini sağlayan
kuşaklar üzerinde ''bağlayıcı'' etki yapar. ''Tekil kuşakların güç
leri '', dilin kuşakları birbirine bağlayan bu etkisiyle ilişkilenirler.
Birbirini izleyen kuşakların ''karışarak yan yana yaşamasına ''
bakıldığında, bu tekil kuşakların ''güçlerinin dilin kapsayıcı gücü
ne karşı ne denli az olduğu '' görülür.
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 77
özelliği taşır. ''Her türlü canlı tin '' , kuşaktan kuşağa geçen dil gibi,
''aktarılmış olan ölü öğeler üzerinde şiddet uygular. ''
Dilin tözsel öz-yapısını oluşturan bu sınırsız oluşturulabilirlik
ve aktarılan ölü dilsel malzemeyi kullanım sayesinde güncelleş
tirme, dilsel gelişimde süreklilik ve ''denge'' sağlar. Tekil insanın
''kendini insan soyunun bir yana ittiği cansız bir şey olarak '' algı
lamamasını sağlayan etmen dildir.
Ayrıca, dilin etkilediği her tekil insan, '' durmaksızın'' dönüp
yeniden dil üzerine etki ettiği için, ''her kuşak dilde köklü değişim
yaratır. '' Söz konusu değişim, sadece ''sözcüklerde ve biçimlerde''
gerçekleşmez; bunların ''başka türlü tarzlaştırılmış kullanımında''
ortaya çıkar. Başka türlü tarzlaştırılmış dil kullanımı, kendisini
yazıda, özellikle de ''edebiyatta'' somut olarak gösterir. Humbol
dt'un dizgeli biçimde ortaya koyduğu ''dilin sınırsız ölçüde oluş
turulabilirliği '' , ''aktarılan ölü dilsel malzemenin kullanım yoluy
la etkenleştirilmesi '' gibi anlatımlar, dilsel malzemenin bitimsiz
şekilde sanatsallaştırılabilirliğinin somut göstergeleridir.
Her kuşağın dili köklü biçimde değişime uğratması, yazınsal
bakımdan çeşitli tarihse! dönemlere özgü '' biçem'' yaratmanın
başlıca kaynağıdır. Bu belirleme, edebiyat tarihçilerin edebiyatı
dönemselleştirmelerinin de belirleyici bir ölçütüdür.
Dilde gerçekleştirilen köklü değişimlerin sadece sözcükler ve
biçimlerle sınırlı kalmaması ve bunun ötesinde, asıl olarak ''kulla
nım yoluyla dilsel malzemeyi başka türlü tarzlaştırma'' , yazınsal
biçemin oluşturucu kaynağıdır. Her edebiyatçı veya yazar, kendi
ne özgü bir beğeniyle dilsel malzemeyi başka türlü biçimlendir
mek suretiyle, Humboldt'un belirlemesiyle, dil üzerinde şiddet
uygulayarak ve dili başka türlü tarzlaştırarak, yazınsal özgünlü
ğünü belirginleştirir.
78 Dil FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI 1
- •
mede her insan ''kendi diline sahiptir. '' Her düşünmede ve duyum-
samada '' bireyliğin tekilliği'' sayesinde ''aynı farklılık'' geri döner
ve ''ayrımına varılmayan öğelerden oluşan bir kitle oluşturur. ''
Söz konusu nedenden ötürü, ''her türlü anlama, her zaman
aynı zamanda bir anlamamadır. '' Bu günlük ''edimsel yaşamda ''
da çok iyi kullanılan bir hakikattir; ''düşüncelerde ve duygularda
ki her tülü uyuşma, aynı zamanda bir ayrışmadır. ''
Bu ayrışma, sadece ''kavramın ve duyumsamanın tümelliği
altında '' kendisini gizlediği yerde görülemez; ancak kapsayı
cı ''tümel/iğin yüksek gücünün kırıldığı yerde ve bilincin daha
belirgin tikelleştiği yerde, açıkça ortaya çıkar. '' Bundan ötürü,
Humboldt'un belirlemesiyle, ''her önemli yazarın kendi özgün
dili vardır. '' Bu belirlemeye karşı dilin, ''çeşitli tikellik/ere ola
nak veren biçimlerin, sözcüklerin ve kuralların tümelliği'' oldu
ğu da ileri sürülebilir; ancak bu öne-sürüm, söz konusu gerçeği
değiştirmez.
Humboldt'un saptaması uyarınca, dilsel biçimlerin ''tüme/fiği
nin bu tarzda tikelleştiği çeşitli aşamalar vardır; fakat tikelleştirici
ilke hep aynıdır: Belli bir tikellik içinde düşünme ve konuşma! ''
Böylece, ulus gibi tekillerin dilindeki ''çeşitlilik'' oluşur. Söz konu
su aşamaların sınırı, ''tikel ayrımlaştırmayla birlikte'', dilin ''aynı
sözcükleri kullandığı yerdir. ''
Öte yandan bu bile ''bir ulusu oluşturan bütün sınıfiarda ''
tümüyle aynı değildir. Sınıflar bir yana, ''tekil kişi'' bile bazı söz
cükleri ''yeğler'' ; başkalarını ''sanki kendisine yabancıymış '' gibi
kullanır; diğerlerini ''dışlar'' ve böylece ''anlamdaki sapmalar
dışında kendi öz sözlüğünü oluşturur. ''
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 79
olarak düşünülebilir. '' Dil, halk ile öyle içi içe geçmiştir ki, ''nere
de belirleyen, nerede belirlenen olduğunu '' ayırmak boş bir çaba
olur. Ayrıca, ''insanlık tarihindeki büyük ve devindirici teklik/er,
sadece veya öncelikle dil ile nitelendirilir. ''
Dil üzerine etki eden etmenlerin başında '' din'' gelir. Budizm,
Hıristiyanlık ve Müslümanlık, ''dünya tarihini'' biçimlendiren ve
farklılaştıran büyük örneklerdir. İnsanlarda içkin olarak ''birbiri
ni ayıran dil farklılıklarını dengeleme '' eğilimi vardır.
fır. '' Dilin biçimi, dilin seslerinden arındırıldığı ve dilde geriye sadece
''bütünlüklü konuşmada dilin sözcüklerinin ele alınışı '' bırakıldığı
takdirde, dil, hiçbir ''tarihsel bağlantı'' kurma olanağı vermez.
Bütünsel olarak dilin konuşan insan tarafından geliştirildiği
gibi, her dilde ''gramerin oluşumu ve gelişimi de konuşmada ve
konuşma sayesinde '' gerçekleşir. Bütünlüklü konuşmada ''ses ve
kavram, gramer biçimini oluşturmak amacıyla bütünleşir. '' Ses,
''anlaşıma aracılık ettiği için, bu etkileşirrı sürecinde daha esnek
olan ve daha bağımlı olan öğedir. ''
laştırma '', her zaman '' tümlenmiş bir açıklığın anlatımı olan '' söz
cüğü önceler.
Humboldt'un oryantalizm kokan belirlemesiyle, ''gelişmemiş
bir halkın kavramlarında ve dilinde bile insani oluşum yeterlili
ğinin sınırsız kapsamına denk düşen bir tümlük vardır; insanlığı
kapsayan her tekil şey, yabancı katkı olmaksızın, bu tümlükten
türetilebilir. ''
Bu belirleme uyarınca, söz konusu oluşturumlar, dile ''yaban
cı '' olarak adlandırılamaz. GelişmemiŞ diller de ''yabancı katkı''
almaksızın, ''soyut kavramları '' adlandırabilir ve o dilleri konu
şanlar, bu kavramları anlarlar veya onlarla ilgili anlamsal çağrı
şım kurabilirler. Bu bağlamda önemli olan, ''bir dilin ne kadar
kavramı kendi sözcükleriyle nitelediği değildir. '' Dilin, insandaki
''asıl ve özsel etkinliği'' , insanın ''düşünen ve düşünmede yaratan
gücüne'' yöneliktir ve yaratıcı güç, ''çok daha derin bir anlamda
içkindir ve oluşturucudur. ''
Humboldt'un kavramlaştırmasıyla, uygarlık veya uygarlaşma,
''halkların dışsal kurumlarında, törelerinde ve bunlarla ilişkilenen
içsel zihniyetindeki insani/eşmedir. '' Kültür, ''toplumsal durumun
bu soy/ulaşmasına bilimi ve sanatı ekler. '' Uygarlık, bir halkın ''iç
dünyasından'' doğar. Fakat ''yaban ellerinden alınarak, bir ulusa
kaynaştırıldığında, daha çabuk yayılır; belki de toplumsal duru
mun bütün dal/anmalarına daha fazla nüfuz eder. ''
Bununla birlikte başka yerlerde geliştirilen ve oralardan alınan
uygarlık, ''tin ve karakter üzerine o denli enerjik bir etki yapmaz.''
Uygarlığı, ''yeryüzünün uzak bölgelerine taşımak, bu uğraşı her
girişimle bağlantılandırmak ve başka amaçlardan, güçten ve araç
tan uzak bir şekilde buna yönelik olarak kullanmak '', modern
zamanların bir kazanımıdır. ''Burada başat/aşan tümel insancılık
ilkesi bir ilerlemedir. ''
,
teknik türü, ''tekil biçimler, bir başka ve kulağa hoş gelen bir
kapsama sahip oldukları takdirde ve aynı kavram ve aynı iliş
ki için yalnızca anlatım yoluyla ayırıcı biçimler verdiği zaman
zengindir. ''
1 08 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-
hiçbir zaman ''şeyleri'' değil, ''her zaman dilsel üretimde tin ile
özerk olarak şeylerden üretilmiş kavramları anlatır. ''
Humboldt'un açımlaması uyarınca, ''duyusal görünün derinli
ği, diyesi, fantezi, bu ikisinin etkileşimi, tekil içsel ve dışsal şeyle
rin karakterine nüfuz eder''; çünkü burada ''doğa insan ile ve kıs
men gerçek özdeksel olan malzeme, biçimleyen tin ile bütünleşir. ''
Ulusal karakter, özellikle bu alanda ortaya çıkar. Bir halkın kendi
diline ''nesnel gerçeklik'' ve ''öznel içsellik'' ikilisinden hangisini
daha fazla yansıttığı ''büyük bir ayrım çizgisi'' oluşturur.
Dil duyarlılığı ''şeylerin betimlenmesinde aydınlık ve açıklık,
tinsel kavramlarda katıksız ve bedensiz olarak betimlenen belir
lilik gerektirdiği ölçüde, boğumlanan sesler daha kesin hatlarıyla
kendisini gösterir ve heceler kulağa daha hoş gelen bir tarzda sıra
lanarak sözcüğü dönüşür. ''
Ulusal özgünlük, dolayısıyla da ulusal biçem, dilde kendisini
''tekil kavramların oluşturulmasında '' ve ''belli türden kavram
ların zenginliğinde '' gösterir. Tekil nitelemelerde kah ''fantezi ve
duygu, kah ince bir şekilde ayrıştıran kavrayış, kah cesaretle bir
leştiren tin '' açığa çıkar. Böylece türlü çeşitli şeyleri anlatan ''aynı
renk, ulusun doğa anlayışının anlatımlarını '' gösterir. Bazen belli
bir ''tinsel yönelime'' ait olan anlatımlar başatlaşabilir.
Bu başat anlatımlar, ''yaşam tarzına ve edebiyatın bütünü
ne ve tinsel etkenliklere '' de yansır. Dil, edebiyat ve temel yapı,
''içte insan var-oluşunun ilk nedenlerine ve son amacına yönelişi''
uyumlu bir şekilde gösterir.
Her tekil konuşma ve yazma, dilde ''anlatımların çeşitliliğine
özgürlük ve kullanılan araçların zenginliğine '' ortam hazırlar. Bu
bağlamda edebiyatın işlevi belirgindir; çünkü edebiyat ''içsel insa
nı'' en derinden etkiler. Tinsel yönü zengin yazarlar, anlattıklara
şeylere ''yüksek bir içerik'' kazandırırlar ve ''canlı ve duyarlı ulus
lar bu yüksek içeriği edinerek, gelecek kuşaklara aktarırlar. ''
Humboldt ''Sesin İçsel Dil Biçimi ile Bağlantısı'' adlı bölümde
''ses biçiminin içsel dil yasaları bağlantısı, dilin yetkinliğini oluş
turur'' saptamasına yer verir. Bu filozofun anlatımı uyarınca, dilin
yetkinleşmesinin ''en üst noktası, bu bağlantının, dil üreten tinin
110 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -
Dillerin Öz-Yapılan/Karakterleri
Dil, gerçekte iki karşıt özgünlüğü, diyesi, ''tek bir dil olarak
aynı ulus içinde bitimsiz sayıda dillere bölünür. '' Fakat kendi için
de bitimsiz sayıda dile bölünen aynı dil, bir başka ulusun diline
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 115
karşı ''bu sayısız dili tek bir dilde bütünleştirir. '' Her tekil bireyin
''anadilini ne kadar farklı algıladığı ve kullandığı, her biri kendi
özgün dilini oluşturan büyük yazarlar karşılaştırıldığı zaman
görülebilir. ''
Dilin '' bu çelişkiyi'' veya karşıtlığı nasıl giderdiği araştırıldı
ğında, dilin farklı bireylere anlaşım aracı olarak hizmet etme ola
nağının, onun en derin doğasından kaynaklandığı görülür. Dilin
öğesi olan ''sözcük'', ''bir töz gibi, daha önce oluşturulmuş bir
şeyi bildirmez, bütünlüklü bir kavram da kazanmaz, tersine sade
ce kavramı bağımsız gücüyle, ancak belli bir tarzda oluşturmayı
özendirir. ''
İnsanlar, ''şeyleri göstergeleştirdikleri için veya bir birlerini
karşılıklı olarak belirledikleri için birbiriyle anlaşmaz, duyusal
tasavvurlarının ve içsel kavram üretimlerinin zincirinin bir hal
kası olarak karşılıklı bir birleriyle temas ettikleri için, duyusal
araçlarının aynı düğmesine bastıkları için ve bu düğme üzerinden
duruma uygun kavram ortaya çıkardıkları için'' anlaşırlar. Sadece
bu sınırlar içinde ve bu ''farklılıklar'' içinde hepsi ''aynı sözcükte
birleşirler. '' Alışılmış şeylerin, örneğin, bir atın ''adlandırılmasın
da'' hepsi ''aynı hayvanı'' kasteder; aricak her konuşucu ''sözcüğe
başka bir tasavvur'', diyesi, anlam katar. Bu nedenle, aynı şey için
birçok anlatım ortaya çıkar. Fakat bu tarzla ''zincirin halkasına,
aracın düğmesine dokunulduğunda, bütün titrer ve kavram olarak
ruhtan doğan şey, tekil halkayı çevreleyen her şeyle uyum/ulaşır. ''
Farklı durumlarda ''sözcük'' tarafından uyandırılan tasavvur,
''her tekil kişinin özgünlüğünün damgasını '' taşır; fakat taşımakla
birlikte bütün bu tekil kişiler tarafından ''aynı ses'' ile nitelendirilir.
Ayrıca, bir toplum veya ulus içinde yaşayan bireyleri, ''ulusal
bir aynılık '' çevreler. Bu ulusal aynılık veya benzerlik, ''her tekil
duyumsama tarzını '' diğer halkın duyumsama tarzından ayırır.
Söz konusu bu aynılıktan ve ''tikel, her dile özgü özendirmeden
toplumlarınlhalkların karakteri'' ortaya çıkar. Bu aynı zamanda
''ulusal biçem'' kavramının da başlıca kaynağıdır. Her dil, ''ulu
sun özgünlüğü'' sayesinde özgünlük kazanır ve '' benzeştirici etki
siyle'' bu özgünlüğü güçlendirir.
1 16 DiL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI - 1 -
Dile görülür bir etki yapan şey, salt ''ulusal özgünlüğün köken
sel yetisi değil, içsel yönelişin ve ulusun ruhunu ve tinsel sıçrama
sını yükselten veya alçaltan her türlü dışsal olayın zamanla ortaya
çıkan değişmesidir ve öncelikle muhteşem kafaların atılımıdır. ''
Hiçbir ulus, başka bir ulusun dilini, ''başkalaştırmaksızın,
kendi tini ile canlandıramaz. ''
Bu sözleri şöyle anlatmak olanaklıdır: Bir ulus, başka bir ulu
sun dilini kendi tiniyle canlandırdığı takdirde başkalaştırabilir.
Diller tarihinde böyle bir duruma seyrek rastlanılabilir.
si, ulusal özgünlükte ''aynı güçte değildir. '' Farkın nedeni, bire-
yin yaşamı boyunca geliştirdiği düşüncelerin ve duyumsamaların
'' bütünlüğünün gerekirliği'' ve bunların doğadaki benzerleridir.
Bu nedenle, ''ruhun yaratabildiği şey, sadece bir parçadır'' ve
ruhun etkenliği ''ne denli devingen ve canlıysa, yaratılan şeyle
benzerlik taşıyan şeyler o denli devingendir. ''
Her türlü betimleme ve gelişme, tekil bireylerce gerçekleştirilir
ve ''dilsel anlatım yoluyla başkasına aktarılır''; sözü edilen baş
kası, adeta ''kavrayışında eksik olan şeyleri, verili olan şeylerle
tümlemeye davet edilir. ''
1 18 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-
inceleme '' , salt dil ile bu iki alanın birbiriyle olan ilişkisini değil,
''özellikle bunların oluşum zamanını '' konulaştırmalıdır.
Şiire ve düz-yazıya aynı zamanda ''içerdikleri somut ve ülkü
sel'' yönden bakıldığında, her ikisinin de ''benzer amaca ulaşmak
için, farklı yolları '' izlediği görülür; çünkü ikisi de ''gerçeklikten
yola çıkarak, kendilerine ait olmayan bir şeye doğru devinir. ''
Şiir, örneğin, ''gerçekliği kendi duyusal görünüşü içinde, dışsal
ve içsel olarak nasıl duyumsanıyorsa, öyle kavrar. '' Bunun yanı
sıra, gerçekliğin ''nasıl gerçeklik durumuna geldiği ile ilgilenmez,
hatta bunu kendi karakterini bilerek yadsır. '' Şiir, daha sonra
duyusal görünüşü, ''imgelem gücünün önünde bağlantı/andırır ve
imgelem gücü aracılığıyla, sanatsal ve ülküsel bir bütünün görü-
sune goturur. ' '
. . .. .. . .
,,
rik düz-yazıya benzetir. Tin dolu bir düz-yazıda burada anılan
''tekil öğeler etkileşmek suretiyle, düz-yazıda düşüncenin canlı
oluşumu, tinin nesnesiyle irdeleşmesi'' görülür. Tinin buna izin
verdiği yerde, düşünce ''özgür ve dolaysız bir esine dönüşür ve
hakikat alanında edebiyatın özerk güzelliğine '' öykünür.
Humboldt'un değerlendirmesi uyarınca, şiir ve düz-yazıda
,
''içten gelen bir atılım, tini taşımalı ve yükseltmelidir. , İnsan,
''bütün özgünlüğü içinde düşünceyle dışs_al ve içsel dünyaya doğru
devinmek zorundadır ve tekil şeyleri kavramak suretiyle, tekil şey
lere de onları bütüne bağlayan biçimi'' vermelidir.
Şiir, ''özü gereği ayrılmaz bir şekilde müzik ile '' bağlantılıdır.
Buna karşın, düz-yazı, ''kendini salt dile emanet eder. '' Düşünce
ve dilin ''ne denli şiirsel olabileceği, müzikal öğe eksik olduğun
da duyumsanır. '' Şiir, müziğin eğilim olarak ''sınırsız bir özerklik
içinde gelişmesini, bilerek gölgelemesine karşın '', büyük şairler ile
büyük besteciler arasındaki ''doğal birliğin'' nedeni budur.
Şiir ve düz-yazı özsel olarak farklıdır. Düz-yazı ve şiirde tin
veya tinin özgünlüğü kendisini gösterir. Örneğin Yunan şiiri, tinin
''düz-yazı gereksinmesini ortaya çıkaran geniş ve özgür '' açılımını
gosterır.
•
• •
21 Ayrıntı için: Onur Bilge KULA: ''Batı Felsefesinde Oryantalizm''; ilgili bölüm, İş Ban
kası Kültür Yayınları, İstanbul 2010
Dil FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 29
deyişle, tekil bireyler, dilde kendi ''yurtlarını '' bulurlar. Dil, tekil
bireylerin öznel bilinçlerini dışavurumu olmakla birlikte, bu öznel
bilinçlerin tümünü kapsar; dil toplumunun kullanımına sunarak
genelleştirir. Bu nedenle, dilin varlığı, ''genel bir bulu şma'' dır. Dil,
''kendisi için olmanın eksiksiz tikelleşmesidir'', aynı zamanda
''sıvı'' dır, '' akışkanlık ''tır.
Hegel'in bu belirlemeleri uyarınca, öznel dil kullanımı, dilin tikel
dışa-vurumudur. Bütün tikel dilsel dışa-vurumların toplamı, dilin
-
Gösterge ve Dil
1. 4. Ferdinand de Saussure'ün
Dil Kuramı ve Edebiyat
Dilin belli bir durumu, ''her zaman tarihsel etkenlerin bir ürü
nüdür. '' Göstergenin değişime direnmesini veya kalıcılaşmasını
sağlayan etken, dilin tarihselliğidir. Dilin yazılaştırılmasının aracı
olarak kullanılan ve belli sayıda yazaçtan/harften oluşan alfabe
veya yazı dizgesi, değiştirilebilir; fakat bir dil bırakılıp, bir başka
dil alınamaz. De Saussure, bu durumu, ''dil göstergelerinin sayıca
.
imge
im veya Gösterge
•
Wittgenstein'a göre, ''mantıkla çelişen bir şeyi '' dil ile ortaya
koymak neredeyse olanaksızdır. Tümcede düşünce ''duyusal açı
dan algılanabilir olarak kendisini anlatır. '' İnsan, ''duyusal ola
rak algılanabilir bir tümce imini/göstergesini (ses veya yazı imini),
olgunun/durumun izdüşümü '' olarak kullanır_
Wittgenstein, ''düşüncelerimizi dile getirdiğimiz imi, tümce
imi '' olarak adlandırır. Tümce, bu filozofun açımlaması uyarınca,
''dünya ile kendi izdüşümsel ilişkisi içindeki tümce imidir. '' Dolayı-
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 53
sıyla, ''izdüşüme ait olan her şey, tümceye de aittir''; ancak ''izdüşü
mü yapılan şey '', tümceye ait değildir. Bir başka anlatımla, tümceye
ait olan, ''izdüşümü yapılan şeyin olanağıdır''; kendisi değildir.
Dolayısıyla, izdüşümü yapılan şeyin ''anlamı'' tümceye içe
rilmiş veya içkin değildir; tümceye içkin olan, söz konusu anla
mı ''ifade edebilme olanağıdır. '' Olanak, olabiliri de kapsadığı
için, tümce, ilkesel ve tözsel olarak, izdüşümü yapılan her şeyi
anlatabilir.
Bu belirleme yazın kuramı açısından önemlidir. Tümcenin içer
diği şey anlam değil, anlatabilme olanağı ise, söz konusu tümce,
aynı zamanda anlamayı veya yorumu değil, anlamlandırma ve
yorumlama olanağını içerir. Böyle bir şeyse, söz konusu tümcenin
sonsuz sayıda farklı yoruma açıklığı demektir.
Ayrıca, tümceye içerilmiş olan şey, izdüşümü yapılan şeyin
''içeriği değil, biçimidir. '' Tümce göstergesinin veya iminin özü,
kendi unsurları olan sözcüklerin ''kendisinde belli bir tarzda iliş
kili olmalarıdır. '' Tümce ''bir olgudur ve eklemlidir. ''
Wittgenstein'ın anlatımı uyarınca, olgular/durumlar ''betim
lenebilir''; ancak ''adlandırılamaz. '' Tümcede kullanılan ''yalın
imlere ad denir. '' Ad, anılan yapıtı Türkçeye çeviren Oruç Aruo
ba'nın söyleyişiyle, ''bir nesneyi imler ''; nesne, adın ''imlemidir. ''
Ad, tümcede nesneyi ''temsil eder. ''
Nesneler adlandırılabilir; imler/göstergeler ise, nesneleri ''tem
sil eder. " Nesneler hakkında ''konuşulur ''; ancak onlar ''konuşu
lur kılınamaz. '' Bir tümce, ''sadece bir şeyin nasıl olduğunu söy
leyebilir ''; ''ne olduğunu '' ·söyleyemez. Yalın bir göstergenin/imin
''olanaklılığını'' isteme, ''anlamın belirliliğini'' istemedir.
Anlamak için ilk göstergelere ilişkin ön bilginin gerekli oldu
ğunu vurgulayan Wittgenstein, anlamı oluşturan unsurlardan biri
olarak ''bütünlük'' veya ''bağlam'' kavramını görür. Bu filozofun
deyişiyle, ''sadece tümce bir anlam taşır; bir ad sadece tümcenin
bütünlüğü/bağlamı içinde bir imlem28 taşır. '' Tümce değişkeni-
Gösterge ve Simge
•
Birkaç tümce sonra ''bütün (veya her türlü) felsefe, dil eleştirisi
dir'' diyen Wittgenstein'a göre, ''tümce, gerçekliğin imgesidir/tasarı
mıdır. '' Tümce, ''biz gerçekliği nasıl düşünüyorsak, gerçekliğin öyle
bir modelidir. '' İmgesellik, gösterge veya ''im'' veya işaret dillerinin
temel özelliğidir. İmgesellik, edebiyatın da başlıca özelliklerinden
biridir. Dolayısıyla, imgesellik, dilin yazınsallaşmaya yatkınlığının
kaynaklarından biridir. Bu imgeselliğin özsel öğesine girmekle, söz
konusu ''imgesellik, görünür düzensizlikler ile bozulmaz. ''
Wittgenstein'ın şu belirlemesi, göstergesellik kavramını anla-
•
1. 4. B. �udwig Wittgenstein:
''Felsefi incelemeler'' de Edebiyatın Dilsel Kökleri
ları ''kalıcı, her zaman için verili'' değil, dilin ''yeni tipleridir, yeni
dil oyunlarıdır. '' Bu yeni dil oyunları, ''ortaya çıkarlar, eskirler ve
unutulurlar. '' Dil oyunları, filozofun açımlaması uyarınca, ''dili
konuşmanın, bir etkinliğin veya bir yaşam tarzının bir kısmı ''
olduğunu anlatır (Fİ 2 3 ) .
Wittgenstein'ın dil felsefesine yaptığı katkılardan biri, hiç kuş
kusuz ''dil oyunu'' kavramıdır. Dil oyunu, dilsel malzemeyi kullan
ma, bu malzeme ile oynama tarzıdır. Dil, öz-yapısı gereği, sonsuz
sayıda kullanma tarzı içerir. Dil oyunu, hem dilin tözsel yapısını,
hem de insanın dili tarzlaştırma yeterliliğini anlatır. Dilin esnekli
ğini veya ne denli esnetilebileceğini simgeleyen ''dil oyunu'' , aynı
zamanda dilsel bir etkinliktir. Humboldt ve Hegel'in vurguladı
ğı, dilsel gerçekleştirimdir. Dil oyunu, bu kitapta ele aldığım bir
başka kavram olan dilsel eylemin ''tiyatrosallığı'' dır.
Wittgenstein'ın sıraladığı bu dilsel etkinlikler arasında ''bir
göstergenin oluşumu'' , ''bir sürecin anlatımı'', '' bir hikaye kur
gulamak/uydurmak ve okumak'' , ''tiyatro oynamak'', '' bir fıkra
anlatmak'', ''bir dilden bir başka dile çeviri yapmak'' ve ''rica
etmek, intizar etmek, selamlamak, ibadet etmek, teşekkür etmek''
gibi anlatımlar da vardır.
Sözcükleri kullanma süreci, çocukların ana dillerini öğrendik
leri bir oyundur. Wittgenstein'ın adlandırmasıyla, ''dil oyunu''dur.
Bir şey için '' bir ad bulma '' da bir dil oyunudur (Fİ 27). Adlandır
ma veya tanımlama, çoğu kez varsaymadır. Örneğin, ''iki'' sayı
sını tanımlayan, ''neyi iki olarak tanımlamak istediğini bilmez '';
söz gelimi, bir küme fındığı '' iki'' olarak adlandıran, bunu varsa
yar (Fİ 2 8 ) Bir özel adı açıklayan, bunu bir ''renk adı'', bir ''ırk
.
nitelemesi'' veya bir ''yön '' olarak kavrayabilir. Bir başka anlatım-
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 61
Bir sözcüğün kullanımı, ''her yerde kurallar ile sınırlı değildir. ''
Bu kapsamda ''kuralların kullanımını kurala bağlayan '' bir kural
veya ''söz konusu kuralın ortadan kaldırdığı '' bir kuşku düşünü
lebilir mi? (Fİ 84). Bir kural, ''yol gösterici'' olarak ortada durur;
ancak gidilecek yol hakkında her türlü ''kuşkuyu'' ortadan kaldır
maz. Hangi yöne gidileceği kesin olarak belirlenmez (Fİ 8 5 ) . Bir
açıklama, ''yanlış anlamayı ortadan kaldırmaya veya önlemeye
hizmet eder'' (Fİ 87).
Öte yandan, ''dilin her tümcesi, nasılsa öyle düzen içindedir. ''
Anlamın olduğu yerde, ''eksiksiz bir düzen olmak zorundadır'';
dolayısıyla, ''en kesin olmayan tümcede bile eksiksiz bir düzen
olmak zorundadır '' ( 98 Fİ) . Bu nedenden ötürü, anlamlı bir
tümce ile düzenlilik arasında dolaysız bir ilişki vardır.
Tümce ''belli bir anlam'' taşımak zorundadır; ancak tümce
nin anlamı ''elbette şunu veya bunu açık bırakabilir'' (Fİ 99). Biz,
''idealin anlatım tarzımızda oynadığı rolü yanlış anlarız'' (Fİ 100).
Mantıksal tümce kuruluşunun açık kuralları, ''anlamının dolayı-
1 66 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -
rak ''bir tümce, doğru ve yanlış olabilen her şeydir '' açıklaması ile
aynıdır; çünkü bunun yerine ''bu ve bu doğrudur'' da denilebilir.
Ayrıca, tümce bir dilde ''hakikat işlevlerinin'' uygulanabileceği
şeydir. Tümce, bir bakıma ''tümce yapısının kuralları '' , bir başka
bakıma ''dil oyununda göstergenin kullanımı '' ile oluşturulan şey
dir (Fİ 1 35 ) . .
''Bir şey'' anlatımı, ''imge türü bir şey '' anlatır; çünkü bir söz
cük, ''doğru sözcük olarak duyumsanabilir''; konuşan veya yazan
kişi, sıklıkla benzer fakat aynı olmayan sözcükler arasında seçim
yapabilir. Fakat ''aynı imgeler'' arasında seçim yapmaz; çünkü
''imgeler sıklıkla sözcükler yerine, sözcüklerle serim/eme amacıy
la kullanılır'' (Fİ 1 3 9). İmgenin belli bir kullanıma ''zorlaması''
sanısı, ''insanın aklına o anda o durumun geldiği, başka durumun
gelmediği'' anlamını taşır.
Bu bağlamda önemli olan şudur: ''Bir sözcüğü işitme sırasın
da aynı şey tasarım/anabilir; fakat kullanımı bir başka olabilir''
(Fİ 140). Bu durumu açıklamak için, iki yol olabilir. Bir yandan,
••herhangi bir zamanda tasarımlanan imge '', öbür yandan, ••bu
tasarımdan çıkarılan uygulama'' önemlidir.
Peki, imge ile uygulama ''çatışabilir mi ? '' Wittgenstein'ın
yaklaşımı uyarınca, imge ''bir başka kullanım beklentisi yarat
tığı ve insanlar genel olarak bu imgeden bu uygulamayı yaptığı
için '' bir çatışma olabilir. Burada bir ''normal'' durum, birçok
''normal olmayan'' durumlar vardır (Fİ 1 4 1 ). Olağan durumda
sözcüğün kullanımını biliriz, kuşku duymayız. Olağan olmayan
durumda ''ne söyleyeceğimiz konusunda kuşku duyarız. '' Örne
ğin, ''acı, korku ve sevinç için karakteristik anlatım olmasa, kural
olan istisnaya, istisna olan ise kurala dönüşürdü veya her ikisi,
tahminen aynı sıklıktaki görüngü/ere dönüşürdü ve böylece dil
oyunları esprisini yitirirdi '' (Fİ 1 4 2 ) . Anlama, ''doğru kullanımın
kaynaklandığı durumdur. '' Uygulama veya kullanım, ''anlamanın
ölçütüdür'' (Fİ 146).
·
şey ''kural'' ile bağdaşır mı? Kural veya yol göstericinin yapılan
eylemler ile ne ilişkisi var? Aralarında nasıl bir ilişki vardır? İlişki
şudur: Belirli bir tepki amacıyla '' bu gösterge'' imlenir ve ''böyle
tepki gösterilir. '' Bu açıklama nedensel bir açıklamadır. Gösterge,
her zaman '' kullanım'' da imlenir ve izlenir. Bu anlamda kullanım,
''alışkanlıktır'' (Fİ 1 98 ) .
vur etmek zorunda olan '' birinin işi zordur; çünkü duyumsadığı
acıyı, ''duyumsamadığı '' acı olarak, diyesi, başkasının acısı olarak
duyumsamak durumundadır. Bunun nedeni, tasavvurda ''nasıl ki
eldeki acıdan koldaki acıya '' geçiş olmaz ise, ''acının bir yerinden
bir başka yerine geçiş '' de kolay olmaz (Fİ 302). Başkasının acısı
olduğuna ''inanabilirim"; ama kendi acımı '' bilirim'' ( Fİ 303).
Buradaki çelişki, Wittgenstein'ın öne-sürümü uyarınca, ''dil her
zaman aynı tarzda işler, her zaman aynı amaca, diyesi, düşünceleri
aktarmaya yarar'' düşüncesini köklü olarak bırakmakla ortadan
kalkar. Söz konusu düşünceler, ''evlere, acılara, iyi ve kötüye veya
başka şeylere dair olabilir'' (Fİ 3 04 ). İnsan davranışının dışında
''her şey kurgudur. " Wittgenstein, bu bağlamda ''gramatik'' bir
kurgudan söz eder (Fİ 307).
Dilde düşünürken ''dilsel anlatımların yanı sıra, 'im/emler' de
tasavvur edilmez ''; çünkü dilin kendisi ''düşünmenin aracıdır'' (Fİ
329). Düşünme, ''bir tür konuşma mıdır?'' Burada şu söylenebilir:
Düşünme, ''düşünen konuşmayı, düşüncesiz konuşmadan ayırır. ''
Böylece, düşünme, konuşmanın ''eşlikçisi'' olarak ortaya çıkar.
Düşünmeyi oluşturan şey, ''eğer sözcükler düşüncesiz olarak
dile getirilecekse, sözcüklere eşlik etmek zorunda olan bir süreç
değildir'' (Fİ 330). Önce düşünülür; düşünce belirginleştirilir. Daha
sonra o düşünceyi anlatan sözcükler bulunur (Fİ 336). Sözcüğün
veya dilin kullanımında ''erek'' veya niyet, ''duruma'' ; ''insani
alışkanlıklara ve içgüdülere yerleştirilir. '' Örneğin, ''satranç oyna
ma tekniği'' olmasa, bir ''parti satranç oynama '' ereklenmez.
Dolayısıyla, özgün bir durumda veya gerçeklikte edinilen dene
yim/yaşantı, adlandırmanın, bir başka deyişle, dilselleştirmenin
çıkış noktasıdır. Bir duyumsama veya deneyim sonucu ortaya
çıkan dilselleştirme, alışkanlığa dönüşerek, otomatik olarak yapı
lan veya yinelenen davranış özelliği kazanır.
Bir dilde tümcenin ''önceden ereklenmesi'', o dili konuşmanın
yarattığı bir olanaktır (Fİ 337). Sadece konuşmayı öğrenen insan
''bir şeyler söyleyebilir. '' Dolayısıyla, ''bir şey söylemek isteyen,
bir dile egemen olmayı öğrenmiş olmak zorundadır '' (Fİ 3 3 8 ) .
1 78 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI - 1 -
mu, dedi? ''Bu tasavvur'' sözcükleri neyi imler? Bir tasavvur nasıl
''gösterilir'' ? Aynı tasavvur, ''iki kez nasıl gösterilir? '' (Fİ 3 82 ) .
''Acı'' sözcüğü, daha önce de vurgulandığı gibi, dil ile öğrenilmiş
tir (Fİ 3 84 ) . Tasavvur, ''herhangi bir imgeden daha fazla nesnesi
ne benzemek zorundadır''; çünkü ''imge, anlatacağı şeye ne denli
benzetilirse benzetilsin, başka bir şeyin imgesi olarak kalır. ''
Bununla birlikte, imge, ''başka bir şeyin değil, bunun tasavvu
ru olduğu tasavvurunu içinde taşır. '' Dolayısıyla, tasavvur, ''imge
üstü'' bir şey olarak görülebilir ( Fİ 3 8 9 ) .
Dil, Güdümler
Her eylem gibi, bir söz söylemek, bir dil eylemi gerçekleştir
mek, çeşitli sonuçlara yol açar.
Peki, sözcüğün imlemi nedir? Sözcüğün imlemi, ''im/emin açık
lamasını açıklayan şeydir. ,, Dolayısıyla, örneğin, ''imlem'' sözcü
ğünün kullanımını anlamak için, ''imlemin açıklaması'' denilen
şeye bakmak gerekir (Fİ 560).
Dil bir ''araçtır; dilin kavramları birer araçtır'' ( Fİ 569).
Wittgenstein bu belirlemesiyle, salt bir dolayım olarak değil,
•
Gottlob Frege: ..
''Anlam ve Imlem Uzerine'' ve Edebiyat
31 Gottlob Frege: "Über Sinn und Bedeutung- Anlam ve İmlem Üzerine''; içinde: aynı
yazar: ''Funktion, Begriff, Bedeutung- İşlev, Kavram, İmlem''; Vandenhoecck/Rupre
cht, Göttingen 1 994.
1 84 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -
Buna göre, bir sözcüğün düz imlemi ile düz olmayan veya akta
rımsal imlemini ve düz anlamını düz olmayan veya aktarımsal
anlamından ayırmak gerekir. Bu duruma göre, bir sözcüğün ''düz
olmayan'' imlemi, o sözcüğün anlamıdır. Bir göstergenin imlemi
ile anlamını, ''o gösterge ile bağlantılandırılan tasavvurdan ayır
mak gerekir. '' Eğer bir göstergenin imlemi ''duyusal olarak algıla
nabilen bir nesne ise '', bu durumda tasavvur ''duyusal izlenimler
hakkındaki anımsamalardan ve yapılan iç ve dış etkinlik lerden ''
oluşan ''içsel bir imgedir. "
Frege'nin bu saptamaları, Wittgenstein'dan ne denli etkilendi
ğini göstermektedir.
Söz konusu içsel imge, çoğunlukla ''duygular'' tarafından
boğulur. Bu imgenin ''tekil parçalarının açıklığı farklıdır ve değiş
kendir. '' Ayrıca, aynı tasavvur, ''aynı insan tarafından aynı anlam
ile bağlantılandırılmaz. '' Tasavvur, ''özneldir; birinin tasavvuru,
diğerininki değildir. '' Böylece, ''aynı anlam ile bağlantılandırılan
türlü çeşitli ayrımlar'' orta ya çıkar.
Örneğin, bir ressam, bir at binici veya bir zoolog, ''Bucepha
lus '' adı ile büyük olasılıkla ''çok farklı tasavvurları '' ilişkilendirir.
Bu sayede tasavvur, ''büyük ölçüde bir göstergenin birçok kişinin
ortak malı olabilen, dolayısıyla da tekil bir ruhun (veya insanın)
tarzı veya parçası olmayan anlamından '' ayrılır; çünkü ''insanlı
ğın kuşaktan kuşağa aktardığı ortak bir düşünce hazinesine sahip
olduğunu '' kimse yadsıyamaz .•
Burada ''kesin'' olan bir yön vardır: Tümceyi yanlış veya doğru
sayan ve ''Odysseus'' adına da bir ''imlem'' kazandıran biri, ''salt
bir anlam '' vermez; çünkü ''adın im/emine bir yüklem uygun görü
lür veya görülmez. '' Bir ''imlemi'' kabul etmeyen, ''bir yüklemi ne
uygun görebilir ne de görmeyebilir. '' Sadece düşünce temel alınsa,
''adın im/emine değin ulaşma gereksiz/eşir ve anlam ile yetinilebi
lir. '' Tümcenin anlamı, diyesi, düşünce, belirleyici olsa, ''bir tümce
parçasının imlemi'' önemsizleşir. Tümcenin anlamı için, parçanın
-
1. 5 . Noam Chomsky: .
''Dil ve Zihin'' de Dil ve Edebiyat ilişkisi
32 Noam Chomsky: "Dil ve Zihin''; çeviren: Ahmet Kocaman, Ayraç Yayınevi, Ankara
2001
1 90 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -
denilir. Her dilbilgisi, ''belli bir yapı kümesi'' veya ''sonsuz sayıda
bir yapısal betimleme kümesi'' üretir.
Dilsel Edim
gibi dikkat çeken belli başlı yanlarına ışık tutan felsefi betimler
girişimi'' olarak tanımlar.34 Searle'ün aynı bölümde yer alan belir
lemesi uyarınca, bir dili konuşmak demek, ''kurala dayalı (son
derece karmaşık) bir davranış girişiminde bulunmak demektir. ''
Searle'ün ''dil eylem kuramı '' 35 uyarınca, en az iki kişi arasında
gerçekleşen konuşma, ''dil eylemi gerçekleştirmek ,, demektir. Dil
veya söz eylemi, her türlü dilsel bildirimdir. Bu bağlamda konuş
mak kadar, yazmak da dilsel bir eylemdir ve yazıya içkinleştiri
len göndermeler de dil eylemleri kapsamında değerlendirilir. Dil
eylemleri, dilsel öğelerin kullanım kurallarına dayanır.
Searle'ün açımlamasına göre, bir dili bilmek, ''o dilin öğele
rinin düzenli ve düzgün kullanmanın kaynağı olan bir kurallar
dizgesine hakim olmayı gerektirir. ,, Söz konusu kurallar dizgesi,
dilsel bildirimlerin ''genelliğinin güvencesidir. '' Bu belirlemeden
de görüleceği üzere, ''dil eylem kuramı'' veya ''söz edim kuramı''
uyarınca, anlam, dilsel öğelerin kurallı kullanımında aranmalıdır.
''Konuşmak, kurallara uygun davranışlarda bulunmaktır ''
türü belirlemeleri sürekli yineleyen bu filozofun ''Anlatımlar,
Anlatmak İstemek ve Söz Edimleri'' bölümündeki açımlaması
uyarınca, ''düzenleyici '' ve ''oluşturucu '' kurallar vardır. Oluştu-
34 John R. Searle: ''Söz Edimleri"; çeviri: R. Levent Aysever, Ayraç Yayınevi, Ankara
2000. Searle'ün bu yapıtında geliştirdiği dil edimleri kuramı üzerinde hocası John
L. Austin'in kalıcı etkisi olmuştur. "Söz edimleri'' veya "dil eylemleri'' kavramlarını
felsefileştiren Austin'in ''Dil Eylem Kuramı Üzerine'' adlı yapıtı, ''How to do things
with Words '' alt başlığını taşır ve bu dil filozofonun verdiği toplam on iki dersten
•
oluşur. Ayrıntı için: John Langshaw Austin: ''Zur Theorie der Sprachakte''; Almanca
çeviri, Eike von Savigny, Reclam, Stungart 1 994
35 ]. l. Austin'in öğrencisi olan John Rogers SEARLE ( 1 932), dil felsefesi, tinin felsefesi
ve metafizik alanlarındaki kuramsal görüşleriyle tanınır. 1959'dan beri Berkeley Üni
versitesi'nde profesör olarak görev yapmıştır. Öğrenci hareketlerini desteklemesiyle
öne çıkmıştır. Kendi anlatımıyla, 1 959'da Oxford'da verdiği ''Anlam ve Gönderme''
konulu doktora tezine dayanan ''Söz Eylemleri'' adlı bu yapıtını 1 969'da yayımla
mıştır. Searle, hocası olan John Austin ile birlikte "dil eylem kuramının'' en tanın
mış geliştiricisi ve savunucusudur. Bir öncek dipnotta Searle'ün kuramı Türkçeye
''Söz Edimleri'' başlığıyla aktarılmıştır. Batı dillerinde, örneğin Almancada Searle'ün
kuramı daha çok ''konuşma eylemleri kuramı'' olarak bilinir. Bu nedenle, ben her
iki kavramlaştırmayı da kullanmayı yeğledim. Searle'ün yaşamı ve felsefesine ilişkin
daha fazla ayrıntı için, ''Söz Edimleri"nin yanı sıra; ''http://de.wikipedia.org/wiki/
John_Searle ''
1 98 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-
bulunabilir. ''
Filozofa göre, ''bir yüklem, bir nesne için doğruysa, o nesne
ye özdeş olan başka bir şey için de, bu başka şeye göndermede
bulunmak için kullanılan anlatımlar ne olursa olsun, doğrudur. ''
Bu da ''özdeşlik'' koşulu olarak tanımlanabilir.
1. 7. Valentin Voloşinov:
''Marksizm ve Dil Felsefesi '' ve Edebiyat
sanata benzer.
• Hazır üretilmiş bir ürün (ergon) olarak dil, deyim yerin
deyse, dilsel yaratıcılığın sertleşmiş /avıdır, kımıldamayan
deposudur. ''
Bireysel öznelciler, Voloşinov'un öne-sürümü uyarınca, önce
likle Alman filozof Vossler'den etkilenmiştir. Vossler, yazarın
aktarımına göre, ''dilsel düşünce, özünde poetik düşüncedir; dilsel
hakikat sanatsal hakikattir, anlamlı güzelliktir'' demiştir.
bir varlık olma özelliğini korur. '' Bir başka anlatımla, sözcük,
''kullanıldığı bağlamların sayısı'' kadar yeni veya başka sözcükle
re ''bölünmez." Sözcüğün tekliği veya birliği, ses bileşiminin tek
liği ile değil, ''genel anlam birliği'' ile sağlanır. Her sözcük ilkesel
olarak ''çok-anlamlıdır. ''
Anlamdaki her değişim, ''özü itibari ile her zaman bir yeniden
değerlendirmedir. ''
Voloşinov'un ''değerlendirici vurgu'' diye adlandırdığı dilsel
öğenin, anlama kattığı renk veya ince ayrım, sözcüğün anlamı
nı çoğullaştıran önemli bir etmendir. Bu etmen, yazınsallaştırma
da da sıkça kullanılır. Değerlendirici vurgu, Orhan Veli'nin ''Sol
elim, zavallı elim'' dizesinde çok açık olarak görülebilir.
37 Walter BENJAMIN: ''Über Sprache überhaupt und über die Sprache des Menschen'';
içinde: aynı yazar: ''Gesammelte Schriften- Toplu Yazılar''; Yayımlayanlar: Rolf Tie
demann/Hermann Schweppenhaeuser: Band II. 1 , s. 140- 157, Suhrkamp Verlag,
Frankfurt am Main 1 977
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 209
,
dirir. , Bundan ötürü, insan ''doğanın efendisidir ve şeyleri adlan
,,
dırabilir. Sadece şeylerin dilsel özüyle, kendisinden yola çıkarak,
,
''adlarda şeylerin bilgisine ulaşabilir. , Benjamin'in sözleriyle,
''insan, şeyleri adlandırmak suretiyle '' Tanrı yaratımı tümlenir.
,,
İnsanın verdiği adlarda ''dil konuşur. Bu yüzden, ad, ''dillerin
dili '' olarak nitelenebilir.
Ad, dilin her türlü özünü yansıtır. Adda ''dilin öz yasası'' orta
,
ya çıkar. Dil, ''kendisini katıksız olarak adda dile getirir. , Bu yüz-
-
bunun ''simgesidir. '' İncil, ''Tanrı insana soluğunu üfledi '' sözüyle
bu simgesel olguyu anlatır. Bu söz, aynı zamanda ''yaşam, tin ve
dil'' demektir.
214 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -
Dilsel Yeti
''RUOK'' , diyesi, ''are you okay? '' (İyi misin ?) türü dilsel tip oluş
turumu örnek olarak verilebilir.
Bu tür örnekler, yaratıcı dilsel etkinlik ile dil oyunlarının ne
denli iç içe olduğunu da gösterir. Schneider'in deyişiyle, dolayım
''izlerini bırakır'' ; ancak aynı zamanda ''dolayım kullanıcısının
yaratıcılığı, beğenisi ve yargı gücü de'' belirleyici önemdedir.
Dolayımlar, ''özgür alanlar'' açar. Dolayım kullanıcısının tip
oluşturma yetisi, ''yeni dilsel biçimlerin oluşumunda '' açığa çıkar
ve sosyal kabul veya uzlaşım ise, kendisini ''bu tür biçimlerin kul
,,
lanımda yerleşmesinde gösterir.
Yansıtma Yetisi
le, her zaman ''etkileştikleri '' görülür. Dil bilimsel olarak ''önce bir
gösterge oluşturulur; sonra da bu gösterge kullanılır'' şeklinde bir
kural yoktur. Schneider'in doğru açımlaması uyarınca, bir dilsel
gösterge ancak ''dil oyunlarında kullanılınca '' varlık kazanabilir.
Bir başka anlatımla, bir gösterge, çok değişik durumlara yansıtıl
dığı ve işlevi kullanıldığı takdirde var olabilir.
De Saussure'ün belirlemesiyle, göstergenin ''dolaşımı, tip olu
şumunun gerekli koşuludur. '' Öte yandan, sadece ''tiplerin olduğu
yerde '', söz-dizimsel bakımdan örgütlü bir dilden söz edilebilir.
Dil oyunu yetisinin sosyal yönü, özellikle burada açığa çıkar.
Öte yandan, bir iletişimin gerçekleşebilmesi için, iletişime
katılanların ''öznel anlam dizgeleri''nin örtüşmesi veya ''belli bir
kesişme miktarı '' taşıması gerekir. Söz konusu kesişme miktarı ne
denli az ise, olası yanlış anlamalar o denli fazla olur. Buradan yola
çıkarak, Humboldt'un ''her anlama, aynı zamanda anlamama
dır'' belirlemesi daha iyi değerlendirilebilir.
Ayrıca, bu söylem örneksenerek, Schneider'in deyişiyle, ''her
yanlış anlama, bazı şeylerin anlaşılmış olmasını gerektirir; çünkü
böyle bir şey olmasa, yanlış anlama, yanlış anlama olarak belir
lenemez. '' Dolayısıyla, bireysel anlama ve anlamlandırma yeter
liliği ne denli farklı olursa olsun, dil sosyal olarak paylaşılan bir
gösterge dizgesidir ve dilsel tipler ve yansıtmalar yalnızca ''sosyal
kullanımda'' gerçekleşebilir.
Her dilsel tip oluşturma, ister metaforik olsun, ister olmasın
bir ''yansıtma'' veya aktarma ile başlar. Örneğin ''aşk acısı var''
türünden metaforik yansıtmalar, anlık dilsel tip oluşturumları
veya yansıtmalar olarak tanımlanabilir. Schneider'in açıklaması
uyarınca, tip oluşturma, her zaman ve ilkesel olarak ''yansıtma
/arın sonucu'' olarak gerçekleşir. Öte yandan, her yansıtmada
zorunlu olarak ''dilsel tipler''den yararlanılır. Tip, ''örnekleşti
rilir''; söz-dizimsel kullanım örnekleştirilir; anlam gönderge ve
edimsel rol örnekleştirilir. Bu bitimsiz gösterge dolaşımı süreci
içinde hem '' bilinen bağlamlar'' veya dilsel tipler kullanılır, hem
de sürekli olarak ''yenileri'' üretilir.
226 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · 1 ·
Çevri-yazı Yetisi
1. 9. B. Mareike Buss:
''Tiyatralite, Edimsellik ve Sahneleme''
1. 9. C. Frank Liedtke:
''Hakikat İçermeyen Eylem: Sahnede Edimsellik''
43 Frank LIEDTKE: ''Handeln ohne Wahrheit: Performativitaet auf der Bühne und im
Parkett''; içinde: Mareike Buss/Stefan Habscheld/Sabine Lutz/Frank Liedtke/Jan Ge
oerg Schneider (Hrsg.): "Theatralitaet des sprachlichen Handelns- Dilsel Eylemin
Oyunsallığı ''; s. 1 1 7- 1 4 1 , Wilhelm Fink Verlag, München 2009
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 239
Edim ve Edimsellik
Edimsellik ve Canlandırııı a
üzerine konuşmalarına '' indirger. Bu, ''dış bakış açısıdır. '' Bu kap
samda asıl önemli olan, ''kendilerine ve başkalarına gönderme
yapan, başkalarına karşı dil eylemleri gerçekleştiren ve böylece
iyi tanımlanmış belirlemelere ve gerekçelendirme/ere yer veren
eylemli figürlerin iç bakışıdır. ''
Anlatımların ve nedenlerin kurgusal alanındaki en küçük tutar
sızlık, ''kurguyu çökertir. " Bu yüzden, dilsel göstergenin betim
lenimi, ''tiyatro parçalarında veya oyunlarında tam geçerli dil
•
1. 9. D. Martin Steinseifer:
''Görülür Somut Anlatımlar- Edimselin Konjönktürü
ve Metin Kavramının Akıbeti Ne Olacak ? ''
İmgeler, Metinlerdir
'' kültürellik '' '' dolayımsallık '' ''örnekle ilintililik '' ''biçimlilik''
' ' ' '
47 Ulrich SCHMITZ: ''Und Bilder haben doch was mit Texten''; içinde: Angelika RED
DER (yayımlayan): "Texte und Diskurse''; s. 95- 1 04, Stauffenberg, Tübingen 2007
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 249
da bağlanır. '' Yazı ayrıca ''tarihsel bir dayanışma edimidir. '' Dil,
bir nesnedir; ancak yazı ''bir işlevdir: yaratım ile toplum arasında
bağıntıdır. Toplumsal amacıyla dönüşmüş yazınsal dildir; insansal
amacı içinde kavranan ve böylece tarihin büyük bunalımlarına
bağlanan biçimdir. ''
Yazı, yalnız kendisiyle başlayan ''yazınsal sorunsalın odağında,
öncelikle biçimin ahlakıdır. '' Yazı, yazarın kendi dilinin ''doğası
nı'' yerleştirmeye karar verdiği ''topl1:1-msal alanın seçimidir. '' Yazı
iki anlamlı bir gerçekliktir: Bir yandan, ''yazarla toplumun karşı
karşıya gelmesinden doğar; öbür yandan yazarı yaratımının araç
sal kaynaklarına gönderir. ''
Barthes'ın açımlamasına göre, yazının ''seçimi ve sorumluluğu,
bir özgürlük gerektirir. '' Belirli bir yazarın olası yazıları ''tarihin
ve geleneğin baskısı altında belirlenir. " Yazı, ''bir özgürlükle bir
anı arasındaki bir uzlaşmadır''; seçim ediminde özgürlük olan
ama ''süreminde özgürlük olmaktan çıkan anımsayan özgürlük
tür. '' Yazar veya yazan, ''şu ya da bu yazıyı seçebilir'' ve bu dav
ranışıyla ''özgürlüğünü kesinleyebilir ''; fakat bu sürem içinde baş
kasının, hatta kendi sözcüklerinin ''tutsağı'' olmaktan kendisini
kurtaramaz.
Bütün öbür yazıların ''geçmişinden gelen inatçı bir kalıntı,
''sözcüklerin şimdiki sesini'' bastırır. Her türlü yazı veya yazı
lı iz, ''önce saydam, arı ve yansız bir kimyasal öğe gibi çökelir''
ve zamanla ''bütün bir geçmişi '', ''bütün bir şifrelemeyi'' ortaya
çıkarır. Bu nedenle, yazı ''özgürlük olarak yalnızca bir andır'';
ama bu an, tarihin ''en açık anlarından biridir ''; çünkü tarih her
zaman ''bir seçim ve bu seçimin sınırlarıdır. ''
Edimsellik Estetiği
1. 9. E. Susanne Günthner:
''Tiyatralitenin Grameri mi ? ''
1. 9. F. J oachim Scharloth: .
''Eytişim Tarzı Olarak Tiyatral iletişim''
53 Mitsuya MORİ: "The Struckture of Theater''; içinde: ''SubTance ''; 3 1 , 2/3, s. 73- 93
260 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 · •
1 Georg Wilhelm Friedrich Hegel: ''Volesungen über die Aesthetik I''; Werke in zwan
zig Baenden, Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1 983
268 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-
özneldir; ''karşısında somut olanın durduğu içsel bir şeydir. '' Söz
konusu olan, bu ''özneli nesnelleştirmektir. ''
Sanatsal yaratımın doğmasına yol açan ''düşünsel ilgi ve amaç'',
ilkin salt öznel, içsel olarak bulunanı anlatılaştırarak, ''somutlaş
tırmaya ve somutlaşınca da doyum bulmaya yöneliktir. '' nedeni
buradan kaynaklanır.
Yazınsal açıdan ideden kaynaklanan bir duyumsama ya da
imgelem, anlatım yoluyla dışsala dönüşür; Hegel'in deyişiyle, dış
salda kendisini gerçekleştirir. Böylece, öznel olan tözsel öz-yapısı
nın bir sonucu olarak etkinlik alanını genişletir.
276 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI - 1 -
olmaları bu yüzdendir.
Shakespeare'in ''Romeo ve Juliet'' inde Romeo, ''aşkı başlıca
pathosu durumuna getirmesine karşın '', bu karakter ''çok çeşitli
ilişkilere'' sahiptir. Anne-babası, arkadaşları, dadısı, düello türü
çeşitli savaşımları, din adamlarına duyduğu saygı ve güven türün
den birçok ilişki bu karakteri güçlendirir ve canlandırır. Aynı şekil
de Juliet de ''ilişkiler tümlüğüne'' sahiptir. Ancak Juliet karakte
rinde bütün olarak ''tek bir duyumsama, aşk tutkusu '' egemendir.
Onda aşk tutkusu ''bitimsiz bir deniz gibidir. ''
Hegel'in ''karakter zenginliğinin başlıca ölçütü'' olarak gör
düğü ''ilişki zenginliği veya çeşitlenmesi'' bakımından Romeo ve
Juliet karşılaştırıldığında, Romeo'nun geliştirdiği çok-yönlü ilişki
ler ağından ötürü, öne çıkan kahraman olduğu söylenebilir. İlişki
yoksulu olan Juliet, bütün toplumsal-insansal ilişkilerini ''aşk tut
kusuna'' indirgediği için, tek-yönlü bir figür özelliği taşır.
Sanat yapıtı bir yandan ''idealin içeriğini belli bir hal, tikel bir
durum, karakter, olay ya da eylem olarak dış var-oluşun bir biçimi
içinde betimleyerek, idealin içeriğine gerçekliğin somut bir biçimi-
nı verır. ,,
. .
9 Friedrich NIETZSCHE: ''Jenseits von Gut und Böse'' ; WBG, Werke in drei Biinden,
Band 11, Darmscadc, 1 997, s. 573
290 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-
şır. Vaihinger'e göre, Kant burada hipotez ile kurguyu açık seçik
olarak ayırmıştır. Kant ayrıca, ''özgürlük idesini bulgusal kurgu ''
olarak belirlemiştir.
Kant'ın dışında kurgucu düşüncenin çok önemli bir işlev gör
düğü Nietzsche'nin kurguculuk hakkındaki önermeleriyle de
uğraşan Vaihinger, ''dünya olaylarını yanılsamalar ve kurgula
rın bir oyunu '' olarak gören bu düşünürün ''yanılmak, yaşamın
koşuludur'' belirlemesini aktarır. Bu kapsamda Vaihinger, ''maki
ne insanı'', '' kurgusal varlık olarak ben '', ''entelektüel görünün
kurgusu'' ve ''erek-bilimin/teleolojinin kurgusal öz-yapısı'' gibi
düşünce figürlerini de çözümler.
Kurguculuğun belirgin özelliklerinden biri, ''gerçekliğin iç anla
mı olarak görünüşü '' yüceltmesidir. Dolayısıyla buradan şöyle bir
çıkarım yapılabilir: ''Görünüş'' , hakikate yeğlenir. İnsan, ''yanıl
samalar olmaksızın yaşamını biçimlendiremeyen, yanılsamalara
muhtaç '' bir varlık olarak tanımlanır. Nietzsche bu bağlamda
''Batı metafiziğinin (birey, kişi, şey/nesne ve özelleri, neden-sonuç,
atom gibi) bütün kavram örgüsünü kurgusal öz-yapısı açısından
yapı-bozuma uğratır. ''
''Sanki felsefesi''ne, dolayısıyla da kurguculuğa duyulan ilginin
artması özellikle ''post-modern'' eğilimlerin yoğunlaştığı döneme
rastlar. Bu durum, rastlantı olamaz. Bu dönemde ''kitle iletişim ya
da dolayım araçları''nın gücünün yaygınlaşması, bunların kamu
oyu ve bireyin bilincini güdüleme gücünün artması, gerçekliği
değil, ''görünüşü'' öne çıkarma eğilimine uygun düşmektedir.
Ancak bütün bunlar; ''sanki felsefesi''nin eksiksiz olarak olgu
ve olayları açıklayabildiği anlamını taşımaz. Bu öğretinin felsefi
derinliği ve dizgeliliği de ayrı bir tartışma konusudur.
Sanki felsefesinin günlük yaşama yansıması da söz konusu
dur. Bir Alman günlük gazete15, konuya ilişkin bir yorum yazısı
yayımlamıştır. ''Söylenin/Mitin Kullanılırlığı'' başlığı altında Sol
vejg Müller tarafından ''sanki felsefesi'' kapsamında yayımlanan
bu yorum-değerlendirme yazısında şu görüşlerin altı çizilir: Her
15 Söz konusu Alman gazetesi, Süddeutsche Zeitungıtur (Nr. 1 6, 20/2 1 Ocak 1 996, s.
49).
296 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1 - -
Yazınsallık/Şiirsellik Nedir?
içinde bulunmaktadırlar.
302 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -
mak için iyice düzenlenmiş tikel bir konuşma tarzı '' olarak nite
lendirilebilir. Bu tümcedeki konuşma tarzı, aynı zamanda yazma
tarzı olarak anlaşılmalıdır.
Jakobson şu saptamalarla yazınsal dilin tikel özelliklerine iliş
kin bakışını belirginleştirir: ''Edebiyatın tikel belirtisi, bir sözcü
ğün sözcük olarak algılanmasında değil, sözlerin ve düzenleniş/e
rinin, anlamlarının, iç ve dış biçimlerinin bir başlarına bir değer
kazanmalarında yatar. '' •
21 Roman JAKOBSON: ''Was ist Poesie -ı 934-''; içinde: R. JAKOBSON: ''Poetik -Ya
zın Bilgisi-'', Suhrkamp, Frankfurt anı Main, 1 979, s. 67-82
22 Jaques DERRIDA: ''Diese merkwürdige Institution namens Literatur -Edebiyat De
nilen Şu Tuhaf Kurum-''; (içinde: ''Jürn GOTTSCHALK!fimann KÖPPE (Hrsg.):
Was ist Literatur -Edebiyat Nedir-n; (Mentis, Paderborn, 2006, s. 9 1 - ı 07) adlı söy
leşi-yazısında haklı olarak edebiyat/yazın anlamında "literatür'' kavramının 1 9. yüz
yıldan sonra Avrupa'da yerleşmeye başladığını dile getirir.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 31 3
büyük sanat yapıtı '' olarak görmüşlerdir. Rus şairler, bir şarap
tanıtım kartının (Vjazemskij ), bir gardırobun içindekiler yazısının
(Gogol), herhangi bir rehberin (Pasternak), bir çamaşır yıkama
dükkanının hesabının (Kruçenskij ) "yazınsallığına'' hayranlıkları
nı dile getirmişlerdir. Bir röportajın yazınsal değerini bir romanın
yazınsal değerinden daha yüksek bulan yazıncılar bile vardır.
Tolstoy, kendi yazınsal yaratımını kaldırıp atmıştır; ancak
yazıncı olmayı sürdürmüş, ''aşındırılmış biçimleri bırakıp, yeni
yollar açmıştır. ''
Jakobson'un söyleşiyle, yazıncı, hep aynı oyunu oynar; ''bu
kez kurgu değil, hakikat söz konusudur, dediğinde de aynı oyunu
oynar. '' Yazıncının sürekli oynadığı bu oyun ''kurgu'' dan başka
Edebiyat, Sessizliktir
23 Jean-Paul SARTRE: "Edebiyat Nedir? " ; çeviren: Berran Onaran, Payel, 3 . Ba
sım,1995, İstanbul.
318 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -
26 John Rogers SEARLE: ''Der logische Status fiktionaler Rede -Kurgusal Konuşmanın
Mantıksal Statüsü-''; içinde: Maria E. REICHER (yayımlayan): ''Fiktion, Wahrheit,
Wirklichkeit -Kurgu, Hakikat ve Gerçeklik-"; Mentis, Paderborn, 2007, s. 21- 36.
324 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -
27 Gerard Genene'in kurguya ilişkin görüşleri konusunda daha fazla ayrıntı için: Frank
ZIPFEL: ''Fiktion, Fiktivicaet, Fiktionalitaet -Kurgu, Kurgululuk, Kurgusallık-''; Eri
ch Schmidt Verlag, Berlin 200 1 , s. 203- 209.
332 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! · 1 -
28 Gregor CURRIE: ''Was ist fiktionale Rede -Kurgu Nedir ?-''; içinde: Maria E. REIC
HER: ''Fiktion, Wahrheit, Wirklichkeit"; Mentis, Paderborn, 2007, s. 37- 53. Cur
rie, özgün adı "What is Fiction'' olan yazısını 1 986'da yayımlamıştır. Ben, yazarca
da gözden geçirilen Almanca çeviriyi temel aldım.
29 Jacgues DERRIDA: "Diese Merwürdige lnsititution namens Literatur- Edebiyat De
nilen Tuhaf Kurum''; içinde: Jürn GOTTSCHALK!Tilmann KÖPPE: ''Was ist Litera
tur -Edebiyat Nedir?-''; Mentis, Paderborn, 2006, s. 9 1 - 107. Derrida'nın bu söyleşi
sinin Türkçesi için bak: Lacques DERRİDA: "Edebiyat Edimleri "; çeviri: Mukadder
Erkan/Ali Utku, Otonom Yayıncılık, İstanbul 2010
BAZI FİLOZOFL.AAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 333
30 Michel FOUCAULT: ''Sonsuza Giden Dil''; Seçme Yazılar 6, Ayrıntı Yayınları, İstan
bul 2006
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 339
31 Paul RİCCEUR: ''Zaman ve Anları III- Kurmaca Anlatıda Zamanın Biçimlenişi " ;
çeviren: Mehmer Rifar, YKY, İstanbul 2012
344 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -
32 Anılan yapıcı Türkçeye çeviren Mehmet Rifac, söz konusu kavramı bitişik, diyesi,
''olayörgüleşcirme'' şeklinde yazmaktadır. Ben anılan kavramı ''olay-örgüleşcirme''
şeklinde yazmayı ve yine çevirmenin kullandığı ''kurmaca'' yerine ''kurgu'' kavra
mını yeğledim. Bu nedenle, okuyucu, kurmaca ve kurgu kavramlarını aynı yerde
görebilir.
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 345
de, ''öz-göndergesel bir dili '', bir başka söyleşiyle, ''salt kendisi
üzerine konuşan bir dili'' kastederiz. Bu öz-göndergesel dilin gön
dergeleri kendisiyle sınırlıdır; kendisinin dışında başka şeylere,
gönderme yapmaz.
Ancak, Eagleton, ''yazınsal dilin öz-göndergeselliği'' özelliğinin
de edebiyatı tanımlamak için tek başına yeterli olmadığı, birtakım
sorunlar içerdiği kanısındadır. Düşünürün kanısınca, ''söylem ile
yarar gütmeyen ilişki bile edebiyat diye nitelendirilen şeyin belli
bir bölümünü oluştursa bile '', bu tanımın türevi olarak ''edebiyat,
nesnel olarak tanımlanamaz. ''
Bu çıkarım uyarınca, edebiyatın tanımı, ''yazılan şeyin doğa
sına bağlı değil, tekil okuyucunun bir şeyi nasıl okuduğuna iliş
kin kararla ilgilidir. '' Çünkü ''yazmanın -şiir, drama, roman- belli
tarzları vardır'' ve bunlar daha önce vurgulandığı gibi, ''yarar
cı olmayan'' etkinlik olarak tasarımlanmıştır. Bununla birlikte,
böyle bir şey, onların ''gerçekten de öyle okunduğu '' anlamına
gelmez.
Eagleton'un imlediği alımlayıcı odaklı yaklaşımın da sorunları
olduğu açıktır. Alımlayıcıların yazınsal beğenileri ve birikimleri
ayrıştığına göre, alımlayıcı çeşitliliği, rieyin edebiyat olarak adlan
dırılmasını da kaçınılmaz olarak ayrımlaştıracaktır. Dolayısıyla
salt okuyucuyu temel alan bir yaklaşım da edebiyata genel-geçer
bir tanım getiremez.
• Kuram,
• Yöntem(ler),
• Terminoloji,
• Bulgular veya çıkarımlar
gelir.
Bir başka anlatımla, yazın bilimin özgün kuram(lar)ı, yöntem
leri, Türkçe terminolojisi ve bulguları/çıkarımları olduğu düşünü
lür veya kabul edilir. Fakat durum sanıldığı gibi değildir; Türki
ye'de özellikle kuram ve terminoloji alanında görülür bir boşluk
vardır. Söz konusu boşluk, ancak edebiyat alanında dünyadaki
kuram üretiminden de yararlanarak, düşünsel derinlikli ve kap
samlı tartışmalar yürüterek doldurulabilir.
37 Gregory JUSDANİS: " Kurgu Hedef Tahtasında- Edebiyatın Savunusu''; çeviri: Çiçek
Öztek, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 201 0
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 371
219, 240, 240, 241 , 321, 323, 324, Vaihinger, Hans 287, 288, 290, 291, 292,
325, 326, 327, 328, 329, 330, 3 3 1 , 293, 294, 295, 332
332, 357 Veseloski 300
Semler, Christian 263 Voloşinov, Valencin 203, 204, 205, 206,
Shakespeare, W. 1 25, 284, 354 207, 208, 252, 255
Singer, Micon 261 Vossler 203, 204
Smiljanic, Damir 290, 291, 294
Sophokles 84 Weisgerber, Leo 4, 6
Scalin, J. 298, 299 Whorf, Benjamin 6, 22, 23
Sceinseifer, Martin 243, 244, 245, 246, Winko, Simone 368
247, 248, 249, 250 Wittgenscein, P. 7, 1 0, 32, 1 50, 1 5 1 , 1 52,
Scöckl 243, 245, 248 153, 1 54, 1 55, 1 56, 1 5 7, 158, 1 5 9,
1 60, 1 6 1 , 1 62, 164, 1 65, 166, 1 67,
Şems 3 1 168, 1 69, 171, 172, 1 73, 1 74, 1 75,
Şkolovski 297, 298, 300, 301, 303, 304, 176, 1 77, 178, 1 79, 1 8 0, 1 8 1 , 182,
306, 3 1 1 , 3 1 5 1 83, 1 85, 1 96, 2 1 9, 220, 224, 230,
324, 328, 372
Thukydides 325
Tolscoy 3 1 3 Yaşar Kemal 23, 1 98, 268
Tomaşevski, Boris 308 Yunus Emre 23, 3 1
Traccatus 1 50, 155, 1 5 7
Trocski, Lev 298, 301, 302 Zens, Maria 363, 364, 365
Turner, Mark 371 Zeuner, Ulrich 1 94
Tinjanov 297, 298, 301, 3 1 O, 314