You are on page 1of 401

Genel Yayın: 2625

ARAŞTIRMA/İN CELEME

PROF. DR . O N UR BİLGE KULA


DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2012


S ertifika N o: 11213

GÖRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM

DÜZELTİ
NEBİYE ÇAVUŞ

GRAFiK TASARIM UYGULAMA


TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

1. BASIM: EYLÜL 2012

ISBN 978-605-360-698-7

BASKI
YAYLACIK MATBAACILIK
LİTROS YOLU FATİH SANAYİ SİTESİ NO: 12/197-203
TOPKAPI İSTANBUL
(0212) 612 58 60
SERTİFİKA No: 11931

B u kitabın tüm yayın hakları saklıdır.


Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek
metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz,
yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI


İSTİKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOKAK NO: 2/4 BEYO�LU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Fax. (0212) 252 39 95
www .iskultur.com .tr
Prof. Dr. Onur Bilge Kula

Kültür Yayınları
• • •

iÇiNDEKiLER

Onsöz .. . . .. . . . .. . . . . . . .. . .. . XV
••

.. . . ... ... ....... . . . . .. .. . ........ ........ . ...... .......... ..... ...

1
Dil Felsefesi ve Edebiyat _ . · · · ··· ····································· ·- - · · · . . ........... . .. · - . ..... 3
.

1. 1. Dil ve Dilin Belirlenimleri. . .. ... . .. . . . .


. . . . .... ........... . -............. ............. ... ............... .. .. . . 3
Dilin İşlevleri Nelerdir? ......... .............................. ....
... ... ... ................. ........................................................................... 3
Dil Nasıl Tanımlanabilir? .............................................................................................. ......................................... 5
Dilin Ölçünlüleşmesi veya Ölçünlü Dil ?
Dil ve İletişim .......... ........................................ ................................... ............. . . . .
. ..... ........ . . . .. . . .
... ........ .. ..... . .... ... .......... .
.................. 8
Gösterge ve Dilin Göstergeselliği ....... . .......................................................... ........................................ 9
Dilsel Göstergelerin Başlıca Özellikleri ..................................... .................................. .. 1 O
....

Dil Edinilebilir ................................................................................ . .................... .


............................. . .
...... ........................ . .......... 11
Dil, Kültür ve Kimlik .......................................................................................................... ......................................... 13
Dil ve Bilinç .............................. ....................... .. . .
. .... ...... .......... . .. .. . .
. ..... .. . ............. .
............................................................................ 14
Dil Yoluyla Bilinç Etkileme ve Güdümleme. .... .. . . .. 16
Dil ve Dolayım İlişkisi ..................................... .. . .
. ... .......... . . . ..
... .... ... ......................................................................... 17
Dolayımsallık veya Dilin Dolayımsallığı ................................................ ....................... 19
Dil, Her Türlü Bildirimi Dolayımlar . .......... . . ... ........ .... .. 20 .

D·1·
ı ın G..orece1·1· � · ....................... ... . .......... ... . ....... ........ . ... ........................................................................................... 22
ı ıgı .

Dil-Toplum İlişkisi ve Dilin Gelişim Kaynağı 23


Dil Eleştirisi 24
................. ........................................... ............................................. ................................................................................

Dil ve Erk/Güç İlişkisi .. . . ... . . .. . . 24


. . . . . . . . . ................................ .................................... ......... ............ ........ ...... .. ... .... .. ........

Dil ve Bellek veya Sözcük Nasıl Oluşturulur? . 25 .

Dil-Edebiyat İlişkisi veya Anlatılaştırma 28 .......... ..................................... ....... .... . . .. .

Dil Felsefesi . ............................... ................ . 32


.................................................................... ....................... ........................................

1. 2. Wilhelm von Humboldt: ''Dil Felsefesi Üzerine Yazılar'' . .. . 33


. . . .

Düşünce Geliştirme ve Dilselleştirme Bitimsizdir . . ... 33


Söylenen Her Şey, Söylenmeyeni Oluşturur ve Hazırlar 35
VI

Dil, Canlıdır ve Sürekli Değişir............................................................................. ............... ............. .36


Dil, Düşünce Alanını İşlemeye Eğilimlidir........... . ... .. . . 38
Dil, Tekil İnsanın Değil, Toplumun Ürünüdür . . .. . ..... ............. 40 . . . .

Diller Arasındaki Fark, Dünya Görüşleri Arasındaki Farkor _ 41


Dillerin Farklı Karakterlerinin Edebiyat ve Tinsel Gelişim
Üzerine Etkisi ...................................................................................................... ............................................................................ 44
Gramer Biçimlerinin Oluşumu ve Düşünsel Gelişime Etkisi. ___ 47
Tin-Dil Etkileşimi .
....... .. ........................... .. ...... .......... . . . . .....
... .... . .. . . . . .
.............. .. ........................................................... ........ 48
Dillerin Ulusal Karakteri Üzerine
veya Her D·1
ı , B'ır D..unya G''oruşu ur............. ..... ..... ..... .. . .. ...................................... 50
....d.. .

Harf Yazısı ve Bunun Dil Yapısı ile Bağıntısı.. . ........ .... .... . . .54
Boğumlama, Sesleri Anlama Dönüştürür 55
İnsan Dilinin Yapısının Farklılıkları Üzerine . . . ...... ... ...... .......5 9
Alımlama veya Anlama Nasıl Gerçekleşir? . . 60
Dil, Ulusu Ülküsel ve Tinsel Bütünlük Durumuna Getirir.. ..... 61
Tinsel Bir Gerçekleştirim Olan Dil, Yapıtlar Yoluyla Zamana
Müdahale Eder.......... ................................................................................ .............. . . . . . ........................................................65
Dilin Doğası ve İnsan ile İlişkisi . . . . . . . . . 67
Boğumlama, Dili ve Düşünceyi Açığa Çıkarır.. . .. . 68
Toplumsallık, Dilin Varlık Nedenidir ve Gelişim Ortamı dır 71
Edebiyat, Dilin En Zarif, En Tinsel Kullanım Tarzıdır . 72
Sözcük, Öznel Algılamadan Doğar . . .... .... .................................................................................. 73
Her Dil, Özgün Bir Var-oluş ve Dünya Görüşüdür 74
Biçem Oluşturma, Dil Üzerinde Şiddet Uygulamadır
ve Dili Başka Türlü Tarzlaştırma Eylemidir . ....... . . .. ... ...77
İnsan Soyunun Uluslara Bölünmesi ve Dil ............................................ . . . . . . . . . 79
. . . . . .. . ...

Çevrilebilirlik, Dillerin Etkileşimi ve Dil Arılaştırmacılığı 80


Bir Ulus İçinde Var Olan Birey(lik)lerin Çeşitliliği ve Dil 80
Dilin Kaynağı, Sadece Halktır; Edebiyat Dili Boyutlandırır 82
Dillerin Uluslararasında Dağılımı... . . .. .... ...... ............................................................................85
Dilsel Biçim Nedir? ........................................... ................... .... ......................................................................................86
Edebiyat, Dili Halktan Koparmaksızın Soylulaştırır ... ... . . . ...88
Vll

1. 2. B. İnsan Dilinin Yapısının Farklılığı ve İnsan Soyunun


Tinsel Gelişimi Üzerine Etkisi. - · ·· · · · ··· · ·- · -· · · · -- -· · · · · · - · - --····· -·· · · · ·· · -· - -···· - · ······· · - · 89
İnsanın Gelişim Sürecine Genel Bakış.............................. .................... _.. .. . . . 90
. ........ . .

Tınsel Gücün, Uygarlığın, Kültürün ve Eğitimin Ekinleşmesi_ _ 91


Bireylerin ve Ulusların Etkileşimi...................... . ........ ..................... ... .......................... ................ 92
Dil, Tin; Tin ise Dildir.......................................... ..... ........ . . . ............ ........... ...... ...................................... . .. .. . 94
Dil, Hem Tümlenmiş Bir Yapıt Hem de Bir Etkinliktir 94
Dilin Doğası ve Öz-Yapısı..... ........ . ...... ............ ...... ............................... . ...... .................................. . 98
Doğal Nesnelerin Dışsal Güzelliği ve Dil.. . . .... . ........... ....... ..... ........ .101
Dillerin Ses Dizgesi, Boğumlanan Sesin Doğası.......................................104
Sözcükler, Dilin Tomurcuklarıdır................ .... ................................... ........................... .........105
Dillerin Ses Dizgesi, Dillerin Ses Biçimi. . . . . . . . 107
İçsel Dil Biçimi........................................................................................................................................................................108
Sözcük, Kavramın Biçimlendirimidir................................................................................11 O
Dilin Özü Boğumlama ve Simgeleştirmedir. .................................................112
Dillerin Öz-Yapıları/Karakterleri.............................................................. ..... .... .. . . ......... . . . 113
.
Tekil Özne, Dili Ayrımlaştırarak Biçemselleştirilir . 114
İnsan Hem Kendini, Hem de Dili Değiştirir . . . .. .. .. . .11 7
Dillerin Karakteri- Şiir ve Düz-Yazı 121
Edebiyatın Özerk Güzelliği Nasıl Oluşturulur? .......................................123
Edebiyat, Yaşamın Tekil Anlarını
ve Tinin Tekil Durumlarını Anlatır........................................................................................12 7
Şiir, Gönlü Her Duruma Sokma Yeterliliğidir . . . .. ..128

1. 3. Hegel Felsefesinde Dil ve Edebiyat İlişkisi . - . . ......... . .... .... . . ....... . .. .. . 131 . .

Dil, Hem Genel Bir .Buluşmadır, Hem de Bu Buluşmanın


Dolayımıdır ............................................................................................ ............................................... ......................................... 131
Her Sözcük, İstençsel/Keyfi Bir Oluşturudur 136
Gösterge ve Dil....................................................................... ......... ..... .......................... ....... ............ . . ........... .............13 6

1. 4. Ferdinand de Saussure'ün Dil Kuramı ve Edebiyat 140


Dilde Nedensizlik İlkesi Geçerlidir......... .... .... ..... ...... .......... ...... ...... . ........ . ... ..............140
Dile Her An, Herkes Katılır....................................................................................................................142
Dili Oluşturan ve Değiştiren, Bireysel Kullanımdır .. .144
Dilsel Değer, Yazınsal Değer (midir? ). ........ ........................................................ ..........146
vııı

1. 4. Ludwig Wittgenstein' a Göre Dilin Felsefi Temelleri


ve Edehiyat ·-·······-·-·····················-····-········ ···-··--··-··--·-···-··--·-···--·--··-···-·····--··················-·· ............ . . . . . . . .. . . . ... 15 O
. .... . .... . . . . ...... . .... . ..

1. 4. A. ''Tractatus'' ta Dilsel Anlam ve Edebiyat . . .. .. .. .. . . . . 150 .... . . . . . . ... . . . .

Betimlenebilen Şey, Farklı da Betimlenebilir 150


İmge ........................................................................................ ..................................................... ............................................... ...................... 151

im veya Gösterge............ . ............... ......... .............. ...................... .................. .. . .... ............ ..... .. .. .............. ........ ..... ..152
Gösterge ve Simge.... ......................... . ....... ...................... ..... ............................ .......... ........................................... .....154
Genel Tümce Biçimi, Bir Değişkendir ................ . . . ........ ..... ........ . ...... ...... ................. 155
Çeviride Çevrilen Nedir?................................................................................................................................156
Dilimin Sınırları, Dünyamın Sınırlarıdır. .. .. . .. . . . . . . . . . . . . ... 15 7

1. 4. B. Ludwig Wittgenstein: ''Felsefi İncelemeler'' de


Edebiyatın Dilsel Kökleri . . . . . _ . .. . 15 8
Bir Sözcüğün Anlamı, Onun Dilde Kullanımıdır. .... . .158
Dilin İçerdiği Kullanım Tarzları, Yeni Dil Oyunlarıdır 15 9
Bir Sözcüğün İmlemi, O Sözcüğün Kullanımıdır . . .. . . .161
Dil Oyununun Özü Nedir? ........................................... ..... ......................................................................162
Dil, Dünyanın Bir İmgesidir 165
Felsefe, Dili Temellendiremez, Ancak Betimleyebilir...................16 7
Anlamı veya İmlemi Belirleyen Şey Nedir? ..................................................... ...168
Okumak, Nasıl Bir Tinsel-Dilsel Etkinliktir? .................................................16 9
Sözcüğün İmlemi, Kullanımındadır............. ............. ... ..... .. . . ... . . ............. .... ........ . .....1 72
Dil, Birbirini Kesen Yollar Labirentidir . ...... . . . .. . ... . .. .. . . 1 73
Gösterge Nasıl Oluşturul ur? ........................................................ ........................................................1 74
Dilde İmgeselleştirme Nasıl Gerçekleşir? ................. ...............................................1
. 76
Kullanım, Sözcüğün İşleyişini Belirler l 78
Dilin Oyunlaştırılabilirliğiffiyatrosallığı Nedir? ............................. .. ..1
. 79
Dil, Güdümler.................................... ..... ................................................................................................................................180
Sözcüğün İmlemini/Anlamını Belirleyen Nedir? . . ..................................181

Gottlob Frege: ''Anlam ve İmlem Üzerine'' ve Edebiyat . 183


Aynı Anlam, Farklı Tarzda Dilselleştirilir . 183
Her İnsan, Sözcüklerle Farklı Çağrışımları İlişkilendirir l85
Her Sözcük, Kendi Anlamını/İmlemini Anlatır . . 18 7
IX

L 5. Noam Chomsky: ''Dil ve Zihin'' de Dil ve Edebiyat İlişkisi 189


Y üzey-Yapı ve Derin Yapı Kavramları Neyi Anlatır? . 1 90
Edinç ve Edim Kavramları Neyi Anlatır . . . . . . . ... ..... .. . . 1 91
Her Dil, Her İnsan Sonsuz Sayıda Anlatım Üretebilir .. . 1 93 . . .

Dilsel Edim. . .............. . ... . . . .. ... . . . .


. . . . . . .. .. .... . .....
..... . .. . . . . . . . .. . . . . . . ... . . . . . . . .. ...... ... . . . . . . . . . . . 1
. ... . .. . . ...... . . . .. . ...... ... . 95 .. . . . . .... . . ... . . . .. .. ... . . . . . . .. .

1. 6. John R. Searle'ün ''Söz Edimleri''nde Dil ve Edebiyat . . 196 . .. .

Konuşmak veya Yazmak, Dilsel Bir Eylemdir 1 96


Konuşmak, Dil Eylemleri Gerçekleştirmek Demektir... .. 1 98 . . .

Anlatılmak İstenen Her Şey Dilselleştirilebilir.. . . 200


Anlam Oluşturucu Temel Öğe, Bağlam ve Yönelimdir 201
Kurgusal Söylemin Özellikleri Nelerdir? .. 202

1. 7. Valentin Voloşinov:
''Marksizm ve Dil Felsefesi'' ve Edebiyat . .. . .. . .. . . ... . .. . .. . .. . . 203 ...... . . . .... . . . . . . . . . . . . . . . .. . . ...

Sözcük, Toplumsal Değişimin En Duyarlı Belirtisidir . .203


Anlatım veya Dilsel Dışa-Vurum . . . .. 205
Anlam Çoğulluğu, Sözcüğün Kurucu Özelliğidir... . .. .. . . . . 207 . .

1. 8. Walter Benjamin: ''Dil ve İnsan Dili Üzerine''-·· . 208


Her Dil Kendisini Bildirir................................................................. ....................................................... 208
İnsanın Dilsel Özü, Kendi Dilidir . . .. .. . .. .21 O
İnsan Adlandırır ve Ad, Dillerin Dilidir . . . . . . . . ... 211
Dil, Adlandıııııak Suretiyle, Yaratılanı da Kendisine Katarmmm 213
Her Dil, Diğer Dillerin Çevirisidir 215
S..oz veya s··ozcu
' ' k, B..uyu··ıu··d··ur ................................ .......... ..... ............... ........... ... ..... 216 .

1. 9. Dilin Tiyatralitesi/Oyunsallığı ve Edebiyat 218


1. 9. A. Jan Georg Schneider:
''Dil Oyunu Edinci Olarak Dil Edinci"····· -·········· .. . . . . . .. .. .... ... ...... 218
Dil Oyunu Edinci, Dilin Estetik, Tiyatral ve Eytişimci Y önünü
Anlatır.............. • ... . . . . . . . . . ... .. ...... . . . . .. . . . ... . . . .. . . . . . . . . . . . . . . .... . ... . . . . . . . . . . . . . . . ..218
. . . . .... . ...... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... ...... . ...... . ... .... . . . . . . . . . . . .

Dil Kullanımı ve Dil Dizgesi İlişkisi. ..... . . . . . . . . . .... . .. . 21 9


Dilsel Yeti ... .. ..... .... . . . . . . . . . . . . .... ..... .. ..... .. .. .. ....... .. ..... . ... .. .. .. . . . .. .. .... ... . . . .... .... .... ... ...... .... ... .. .. .. . .. .. .. ....... .... .. .. ... .. .. .. ................ .. ........ ... .... 220
x

Tip Oluşturma Yetisi . . .. . .. . . . . . . . . . . . . . .... . . . . .... . . ... . . ... .. ... .... .. ... .. .... . ... . . . . . .. .. . . .... ... ........ . . . . . . . ... ... .... ... 222
. .... ...... . . ...... .. . . .

Yansıtma Yetisi . ... ............................................................................................................ .................................................... 223


Çevri-Yazı Yetisi......... .............. ... ................................................................................................................. . . 226

L 9. B. Mareike Buss: "Tiyatralite, Dik ve Sahneluııe" 227


Her Türlü Sosyal Etkileşim Sahnelenebilir 227 .... . . . . . . . . . .. . . .. . . .. . ... .

Drama Metni, Tiyatroya Sanat Özelliği Kazandırır. . 229 . ..

Her Şey Tiyatro mu? .. ................ . ... ... . . .... ..... . .. . .... . ...... . .... . ... ... .. . . .. . . .... ... .. . . . . . . .. . . . 230
.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . ........ .. .....

Tiyatro Olarak Kültür .. .... . ... ... .. ... .. .... . . . . ......... . .. . ... . .... . .. ...... . .... .... . .. . . . ... 23 1
. . . . .. . . ... .... . . . .. . .. . . . ... . . .. . . ... . . .. . .... ... .... ........

Tiyatro Olarak Dil..................................... ............................. .... ......................................... ................................ 233


Doğaçlama Tiyatro Olarak İletişim . ..235 . .

Dilin Tiyatroya Özgü Metaforlaştırılması 235 . .

Sonuç: Her Şey Tiyatro mu? .. .. .. . 237


............ . . . . . . .. . . .... . . . .... . . . .. . . . . . .. . . . . . .

1. 9. C. Frank Liedtke: ''Hakikat İçerıııeyen Eylem:


Sahnede Edimsellik". . _ . . . . . . ... .. ... ....... ..._.2 38
Tiyatro Oyunu Edimseldir. .............. ...... ......... ... ....... ........ ..... ................... ....... .............. ......... ....... .... .23 8 . . . . . . . .

Edim ve Edimsellik.. . . .. ... . . . .. . .. . .. . . ...................... . . .. . . . .. .. ..


.. .... . .. ... ... . . ... . . . . . ... . . . ......... .... ............ . . . . . . . . . . .... .23 9
. . .... .. .

Edimsellik ve Canlandırma..... ....... ....... ..... ............... . .......... ...... ....... . ........ . .......... . ............... ...... . . . . . . . . 240

1. 9. D. Martin Steinseifer: ''Görülür Somut Anlatımlar- Edimselin


Konjönktürü ve Metin Kavramının Akıbeti Ne Olacak?'' 243
İmgeler, Metinlerdir . . . .... .. ..... . . . . . . . . .
.. . ... ...... ..... ....... ....... . . ... . . ............. .. . .. . . . .. . . . ..... ....... . . .. ...243
. ...... . ... . ... . .... . . .... .. .. ... . . . . . .

İmgeler, Deneyimler ve Yaşantılarla Bilinir 245 .. . .

İmge, Metin Değildir... . . .... ... . . ...... .. . .... . .... . . .. . . . . . . ... .


. . . .... ....... . . .. 247
.. . ...... . . ... . . . . ....... ... .. ...... ... ....... .. . ...................... .... ... .

İmge-Metin İlişkisi Nasıl Belirlenebilir . 24 8 .

Roland Barthes: Yazı, Tikelleştirir ve Bağlar .249


Edimsellik Estetiği . . . .. . ... ... .... .. ... ..... . . . .. . . ..... . . ..... ...... ....... ....... ....... ........ ... ............................. 250
....... .... . ... ...... . . . . . . .. .. . . . . . . .

1. 9. E. Susanne Günthner: "Tiyatralitenin Grameri mi?'' .. . 251


Dil, Hem Edimin Arka-Alanını Oluşturur,
Hem de Edimden Gelişir .. . .. . . .. .. . . ... . . . ... .... . ...... . . ... .... . ...... . ...........251 ..... . ..... ...... ... .. .. ....... ....... ..... . . .. ... . . .. . . .. . . .... . . .

Sahnesel Sunumlar Olarak Günlük Anlatılar .252 .


Yabancı Konuşmanın Sahnelenmeleri . . . 254
Dil Kullanımı, Gösteriye Dönüştürülür. . . ... . . ...... .. ..... ....256 .
XI

1. F. joachim Scharloth:
9.
"Eytişim Tarzı Olarak Tiyatral İletişim" . . ... . .... ........ . .... . .... . . .. . . . ...... . . .. ...... . . 25 8
Sahnede Oyuncular İletişir mi? ....................................................................................................... 25 8
Tiyatrodan 'Kültürel Edime' ............................................................................. .................................... 260
Kültürel Edimlerde Konuşma .... .................................................. . ................................................... 262
Sözel Anlatım Unsur!arı ................................................................................................... ... ........................... 264
Edimsel Eytişim Tarzının Belirtileri ............................................................................. .......... 265

il. Bazı Filozofların ve Kuramcıların Edebiyata Bakışı ...... . . . . . 267

il. 1. Hegel: İnsan Etkinliğinin Ürünü Olarak Sanat . . . . ... . 267


Edebiyat, İnsanın Derin İlgilerini
ve Onu Devindiren Güçleri Anlatır . . . . .. . . . . . . 267
Edebiyat, Sözcüklerde Kendisini Gösteren
Tasavvurun Ürünüdür . ..... 268
Sanatın /Edebiyatın Kökeni, Bilinç ve Duyumsamadır . .. 271
Dilin Tözü, Yazınsal Özgürlük ve Anlatılaştırma . . . . .. . . . . 273
Özgürlük İdesi ve Yazınsal Yaratım . 275
Dilin İçerdiği Güzellik ve Yazınsal Öznenin
Duyumsama Yeterliliği 278
..................................................................................................... ..................................

Yazınsal Özerklik ve Özgünlük .. .. . . .. .2 80 .

Sanatsal/Yazınsal Yaratımda Tikellik-Tümellik İlişkisi 282 .

Yazar Nasıl Özgürleşir? 284


................................................................................................................................

il. 2. Friedrich Nietzsche ve Hans Vaihinger'in


''Sanki Felsefesi" ve Yazınsallık 287
Yaşam, Öyle Gibi Göstermeye de Dayanır . ... .. . .287 .

Bütün Bilgiler ve Ülküler Kurgudur . 288 .

Görünüş, Yaşayan ve Etkinleşen Şeydir............. . .. .. .. . . .......... . . ..290


Kurgu, Çelişkili, Geçici ve Amaçlıdır 291 .

Dilde Farklı Yaşamlar Yan Yana Bulunur . .293 . . . .. .

Dünya Olayları, Yanılsamanın Bir Oyunudur 294

il. 3. Rus Biçimciliği ve Yazınsallık.. . . .. . . .. .. . . .... . .. . 296


Yazınsal Dilin Özellikleri Nasıl Belirlenebilir? ............. .. . ..296
xıı

Yazınsallık/Şiirsellik Nedir?.................................... ......... . .. . .......... ............... ....... ...... . .... ..... .. 299
Edebiyat, Sözel/Dilsel İmgelerle Düşünmedir 300
Biçimciliğe Karşı Marksist Eleştiri. . ............ . . ... ....... .... .... .... ..... . ........ .. ...... . . . ... .. .. 301 .

Trotski: Biçimcilik, Sözcük Tapıncıdı r . .. .. ... ... ... . 301


Biçimciliğin Temel Kavramları... .. ... .. . ...... . . ..... ........ . .... . . ........ . .. ............ .............. .... .. . 302
Edebiyat, Söz(cük) Sanatıdır . .... .... . ... ... . .. . 303
Yadırgatım veya Ayrı ksılaştırım ve Edebiyat 305
Roman Jakobson'un Biçimciliğe Yaptığı Katkılar 306
Biçimcilik Açısından Yazınsala ve Yazınsallığa İlişkin
Kavramlaştı rmalar... ........ . ........... . .... ... . . ........... .. ........ ................................. . . . . ...... .... ........ .... . .... . . .... . .. 311
. . . .

il. 4. Romanjakobson Açısından Yazınsal ve Yazınsallık .312


Her Sözel Bildirim, Betimlediği Olguyu
ve Olayı Biçemselleştirir.......... ........ ....... ........ ... .. ... .......... .... . ... . .. ... ...................... ................... . . . .. 314
. . . .

il. 5. Jean-Paul Sartre: ''Edebiyat Nedir?'' . 317


Edebiyat, Sessizliktir....... ........ . ....... . . ............................................... ...... . . . ...... . .. . . . . . ........ ..... .. . . . . .. . 317
. .

Her Yazınsal Metin Bir Çağrıdır. ..... ... . . ......... .. ... . ...... . . . . ... .. .. ... ... .. . .. ..... . ... .. . .... . 318 .

Edebiyat Kuramsal Olarak Kesinleştirilebilir mi? 319


Yazınsal Metinler, Öz-Göndergeseldir . 320
Edebiyatın Özü, Özgürleşme Çağrısıdır ... . .. ... .. ..321

il. 6. J. R. Searle'de Dilsel-Yazınsal Kurgu 323


Kurgu, Anlamı Nasıl Etkiler? .. . ... . .. . ..... . .... ..... . . . ... . . ...... . . ..... . 323 .

Edebiyat, Metnin İçkin Özelliklerini Nitelendirmez 324


Kurgulamak, Sanki Yapı yormuş Gibi Davranmaktır . . . .... 326
Kurgu, Çok Sayıda Dil Dışı Uzlaşımlar İçerir 327
Kurgu, Yazara Biçimsel Sözceler Üretme Olanağı Verir 329
Kurgusal Bir Metni Okumak, '' Öyleymiş Gibi Oyunu''
Oynamak Demektir.................... .......... ..... . .......... ..... .... ... ........... ...... ..... . . . .... ....... . ........... . . ..... . . .... . .... 331
. . . .

il. 8. Jacques Derrida: ''Edebiyat Denilen Tuhaf Kurum''


ve Yazınsallık................................ ............ .............. ...................... ..... . .... . ................... ............ . ........ ...................................... 332
Edebiyat, Yazara Her Şeyi Söyleme Olanağı Verir 332
Xlll

Yazınsallık, Sosyal Bir İlişkilendirmedir ...................................... . .............................. 333


Var-Oluşun Deneyimi Olarak Edebiyat,
Her Şeyin Kıyısında Durur . . . . . . . . .. . . . ..... . . ........ .... . .... .. . ... . .................... . ................. ... ....... . ...... ................ 335
Her Edebiyat, Her Yazınsal Metin Kurgudur 336
Kurum Olarak Edebiyat Kendini Oluşturur . . . . . . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . 337

il. 9. Michel Foucault: ''Sonsuza Giden Dil" ve Yazınsallık m 338


Dilde Öykünün Öyküsü Bitmez. . . . . . . . . 338 .. . . .... . .. . . . ........ . . . .. . .
. . .. . . ..... . ... . . ...... . . . ........ ........

Her Yapıt, Dili Katmanlaştırır .. ........ ..... ..... ........ . .. . . . 339 ..

Edebiyat, Kitaplar Tüketilince Başlar . . . . . .340 .

Yazmak, Kökene Geri Dönmektir 341 .

Edebiyat Kendi Uzağına Yerleşen Bir Dildir . . . . . . 343 . ....

il. 1 0. Paul Ricoeur: ''Kuııııaca Anlatıda Zamanın B içimlenişi''


ve Yazınsallık . ........................................... ............................. . . ....................................................................... ....................................... 343
... 343
Biçimleme ile Kurgulama Eş-anlamlıdır............... .... ................... . . . . ..

Modern Romanın Özellikleri Nelerdir? . ... ..... .. . 344


Yazınsal Eylem, Anlan Figürlerinin Değişimlerini Anlatır. 346

il. 1 1 . Terry Eagleton: ''Yazın Kuramına Giriş''


ve Yazınsallık ······················································································································ ························································· .3 48
. 348
Edebiyat, Dili Yoğunlaştırır ve Ayrıksılaştırır.. ... .. . .
Edebiyat, Dünyanın Genel Durumuna Gönderıııe Yapar . 350 . . ..

Edebiyatın Özü Diye Bir Şey Yoktur . 351 .

Değişmez Değerde ve Ortak İçkin Nitelikler Taşıyan Yapıtların


Listesi Anlamında Edebiyat Yoktur . . . .. . ...........353

il. 12. Jonathan Culler: ''Edebiyat Kuramı" ve Yazınsallık 354


Edebiyat, Yeniden Bağlamlaştırılmış Dildir.... . . .. ............ . 354
Yazınsal Metinler, Anlatı Örnekleridir 356
Edebiyat, Dili Ayrıksılaştırır . 35 8
Edebiyat; Figürler, Olaylar ve İçkin Bir Hedef Kitle İçeren
Kurgusal Dünyalar Oluşturur . . . . ....... . .. .......... ..... .. . 359
Yazınsal Kurgu, Yapıtın Gerçeklik ile İlişkisini Yorumlara
xıv

Açık Hale Getirir .......................................................................... . ..


......... . ............ ... . . .
. ... . .. .......... ... .. ... ........... .. . 360
. ........ ....

Yazınsal Dil, Dilin Estetik İşlevselleştirilmesidir . 360


Yazınsal Metin, Diğer Metinler ile Kurduğu İlişki İçinde
Anlam Kazanır ..................... .................................................... ..... .. ... ..
. ... . .. . ........ ... . .. . .
.... . ...... ........ ..................................... 361

il. 13. Rainer Baasner/Maria Zens'e Göre "Edebiyat Bilimi''


ve Yazınsallık........ . .... .. . . ...... . . . .. .. . ... . . . . . . . . . .. .... ... ....... ..................................... 3 63
. . .

Yazınsal Özgürlük, Belirlenmiş Dil Kullanım Tarzlarından


... . .
Sapmaya Ortam Hazırlar........ .. . ......... .. . 363
Edebiyatın Birincil Özelliği Kurgudur. . .. .. .. . . ... . . ........ .......... . . ..... .. . . . . . ........ . . . 364
. ... ...

Yazınsal Metinlerin İkinci Önemli Özelliği,


Anlam-Açıklığıdır . . . . ........ ... . ..... ............. . .. . . . . ..
.. . .. ... ...... .... . .............................................. .
............................... ............... 36 5
Edebiyat ve Deneyim Dünyası, Çözümlenemez
Bir Gerilim İlişkisi İçindedir .................................. . ................................... . ............... .. . .. . ... . 366
. ... ... . ... .. . . .. ..

Edebiyat, Bilginin Tümlenmemişliğini Gösterir 366

il. 14. Winko/Jannidis/Lauer, ''Tarih ve Sanatsal Anlatım"


ve Yazınsallık . 368
.................. .. .. ............................... .. .. ..................... ...... ................. .......... .... .... ................... .. ......... ........................ ......... .

Yazınsal Metinlerin Ayırıcı Özellikleri Nelerdir?. . .368 . .

il. 15. Gregory Jusdanis:


''Kurgu Hedef Tahtasında'' ve Yazınsallık . . . . . . .. . . ... .. . .. .... 3 70
. . . .. .. .

Edebiyat, İcat Edilmiş Biçimlerin Mekanıdır .. . . . . . . . . . . 370


. ... . . .. . . . . . . . . .

Sanatsal/Yazınsal Beğeni Nedir?. . . . . 372


Sadece Özerk Sanat Muhalif Olabilir . . . . . .. . . .
.. . . . . . . 373
Edebiyat, Olgusal ile Kurgusal Arasındaki Sınırın
Bulanıklığını Anımsatır. . . . . . .. .. . .... .. ... ..... ... ... . ........ ....... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .............................................................. 374
••

On söz

Son yıllarda Türkiye'de üretilen ve Türkçeye çevrilen kitap sa­


yısında belirgin bir artış gözlenmektedir. Örneğin, 201 1 'de yayıncı
kuruluşlar tarafından 43 .096 adet kitap için uluslararası standart
kitap numarası alınmıştır. Bunun yaklaşık on beş bini edebiyat­
la ilgilidir. Edebiyatla ilgili kitaplar arasında 185 1 adet roman ve
öykü bulunmaktadır. Türkiye aralarında çok sayıda başarılı kadın
yazarın da bulunduğu genç, devingen ve yabancı kültürleri ve dil­
leri bilen bir yazarlar topluluğuna sahiptir.
Bu olgu ve yukarıdaki sayılar temel alındığında, ülkemizde çok
canlı ve çeşitli bir edebiyat üretimi olduğu ve bu üretimin süreceği
rahatlıkla söylenebilir. Edebiyat üretiminin bolluğuna, çeşitliliğine
ve süreğenliğine karşın, edebiyat kuramı alanında gözle görülür bir
gelişme yoktur.
''Dil Felsefesi- Edebiyat Kuramı'' adını taşıyan bu kitap, edebi­
yatın malzemesi olan dili felsefi açıdan irdelemesi, edebiyatla ilişki­
lendirmesi ve edebiyat kuramının temelini oluşturan ''yazınsallığın
özü nedir? '' sorusu bağlamında edebiyatın belirleyici özelliklerini
öne çıkarması ve kapsamı bakımından Türkiye'de alanında bir
''ilk''tir.
Edebiyat kuramına ilişkin Türkçe yayınların sayısı ne yazık ki
bir elin parmaklarının sayısını geçmemektedir. Var olan yayınlar
XVI DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI . 1 •

da başta Kant ve Hegel olmak üzere, estetik ve edebiyat felsefesi­


nin yön belirleyici birikimini çoğunlukla içermemektedir.
Ayrıca, bu yayınların hemen tümünde edebiyatın malzemesinin
''dil'' olduğu ya hiç belirlenmemiş veya yeterince irdelenmemiştir.
Örneğin, Humboldt, Wittgenstein, Jakobson, Chomsky, Searle,
Bakhtin, Jakobson, Voloşinov ve W. Benjamin gibi düşünürlerin
dil felsefesi alanındaki önemli yapıtları, dil-edebiyat ilişkisi açısın­
dan konulaştırılarak, Türkçe yayına da dönüştürülmemiştir. Bütün
bu eksiklerin sonucu olarak Türkiye' de· dil felsefesi ve edebiyat ku­
ramı alanında belirgin bir boşluk ortaya çıkmıştır.
İki ciltten oluşan ''Dil Felsefesi- Edebiyat Kuramı'', söz konusu
boşluğun doldurulmasına katkı amacını taşımaktadır. Bu kapsam­
da ilk bölümde dilin belirlenimleri konulaştırılmış, ikinci bölüm­
de dil felsefesinin kurucusu Humboldt'un ''Dil Felsefesi Üzerine
Yazılar'' adlı başyapıtı, dil-edebiyat ilişkisi açısından seçici bir
okumayla ele alınmıştır. Hegel, De Saussure, Wittgenstein, Frege,
Chomsky, Searle, Voloşinov ve Benjamin'in yapıtları da aynı yak­
laşımla irdelenmiştir.
Anılan düşünürlerin dil-tin, dil-kültür, dil-edebiyat ilişkisini be­
lirginleştiren savları veya belirlemeleri öne çıkarılmıştır. Bu bağ­
lamda Humboldt'un ''insan hem kendini, hem de dili değiştirir'',
''her dil, bir dünya görüşüdür'', ''söylenen her söz, söylenmeyeni
hazırlar'', ''dil, tin, tin ise dildir'', ''dilin özü simgeleştirmedir'',
''edebiyat, dilin en zarif, en tinsel kullanım tarzıdır'', '' biçemsel­
leştirme, dil üzerine şiddet uygulamadır'' ve ''dilin kaynağı sadece
halktır'' gibi felsefi derinlikli belirlemeleri anılabilir.
Aynı şekilde 20. yüzyılın ilk yarısında dil felsefesinde öne çıkan
ve böylece edebiyat kuramına kalıcı katkı yapan Wittgenstein'ın
''dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır'', ''bir sözcüğün anlamı,
o sözcüğün kullanımındadır'', ''dilin kullanım tarzları, dil oyun­
larıdır'', ''dil, dünyanın bir imgesidir'' gibi çığır açıcı belirlemeleri
açımlanmıştır.
Wittgenstein'ın ''dil oyunu'' kavramını temel alan dilin tiyat­
ralitesi veya oyunsallığı kuramı, bu kitapta geniş yer bulmuştur.
Bu bağlamda ''dil oyunu, dilin estetik ve tiyatral yönünü anlatır''
ÔNSÔZ XVll

ve ''her türlü sosyal etkileşim sahnelenebilir'' anlatımları, edebiyat


kuramı açısından da önem taşımaktadır. Dilin oyunlaştırılabilme­
si, dilsel anlatım olanaklarının bitimsizliğini, dolayısıyla da her dil­
de sonsuz sayıda yazınsal yapıtın yaratılabileceğini imler.
Çeşitli filozofların ve edebiyat bilimcilerin edebiyata bakışlarını
konulaştırdığım bölümde Hegel, Nietzsche/Hans Vaihinger, Rus
biçimciler, Roman Jakobson, Brecht, Sartre, Derrida, Foucault,
Ricouer, Eagleton, Culler, Jusdanis gibi düşünür/bilimcilerin gö­
rüşlerine başvurdum. Bu bölümde ''Kant Estetiği ve Yazın Kura­
mı'' (Boyut, İstanbul 2008) adlı kitabımda yer alan bazı konuları
değerlendirmeye kattım.
Öncelikle NietzscheNahinger'in ''sanki felsefesi'' kapsamında­
ki ''yaşam ve sanat öyle gibi göstermeye de dayanır'' ve ''her şey
kurgudur''; Rus biçimcilerin veya kendi deyişleriyle özgüleştirici­
lerin ''edebiyat, dilsel imgelerle düşünmedir'' , ''edebiyat söz sana­
tıdır'' ve ''dil biçemselleştirilebilir ''; Sartre'ın ''her yazınsal metin,
bir özgürleşme çağrısıdır'' , ''yazınsal metin öz-göndergeseldir'';
Foucault'nun ''dilde öykünün öyküsü bitmez'', ''her yapıt dili kat­
manlaştırır'' ve ''yazmak, kökene geri dönmektir''; Ricouer'nün
''kurgulama, biçimlemedir'' ve ''edebiyat, anlatı figürlerinin deği­
şimini anlatır'' gibi söylemlerini açımlamaya çalıştım.
Her türlü sanatsallaştırma ediminin veya girişiminin temelini
''kurgulama'' oluşturduğu için, edebiyat kuramını öncelikle kur­
gu-yazın veya kurgusallık-yazınsallık kavramları çerçevesinde
tartışmaya çalıştım. Bu bölümde öncelikle Marksizm açısından
kurgulama eylemini ele aldım. Her türlü üreten etkinliği, insanın
içsel özelliklerinin dışsallaştırması olarak değerlendiren Marksist
''yabancılaştırım'' kuramını verimlileştirmeye özen gösterdim. Bu
bölümde de ''sanki felsefesi'' geleneğinden yararlandım.
Marksist bilgi kuramının temelini oluşturan diyalektik mater­
yalizm açısından biçim-içerik ilişkisini öne çıkardım. Bütünü oluş­
turan parçaların karşılıklı ilişkisi olarak tanımlanan biçim kavra­
mını, edebiyata uyarlamaya çalıştım. Bu yaklaşım uyarınca, yazın­
sal bir metnin biçiminin, dilsel dizgenin belirlenimlerinin etkileşimi
olduğunu ortaya koydum. İçerik-biçim ilişkisinde, her yeni içeriğin
xvııı DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

kendisini yeni bir biçim aracılığıyla ortaya koyduğunu, biçimin


içeriğin taşıyıcısı ve dolayımı işlevi gördüğünü açıklamaya özen
gösterdim.
İzleyen bölümde önemli biçem araçlarını ve böyle işlev gören
bazı önemli retorik figürleri konulaştırdım. Retorik figürler ara­
sında en fazla kullanılan metafor, metonomi, alegori, dönüştürüm
kavramlarının yanı sıra, yazınsallığın özünü oluşturan imge ve
simge gibi biçem araçlarını açımladım: Bu bağlamda öncelikle bi­
çem ve Yaşar Kemal romanını değerlendirdim.
Yazınsal çok-seslilik veya metinler-arasılık kavramlarının ku­
ramsallaştırılmasına en kalıcı katkıyı yapan Mihail Bakhtin'in
ardından Ernst Bloch'un İbni Sina'yı Doğu'lu filozof olarak de­
ğerlendirdiği ''Aristotelesçi Sol'' ve ''İlerleme Kavramında Ayrım­
laştırmalar'' yapıtlarını irdelemeye kattım. Böylece, düşüncenin
Doğu'dan Batı'ya dolaşımını dünyasallaşmasını açıkladım.
İzleyen bölümde 1 3 . yüzyılda Anadolu'da düşüncenin çoğullaş­
masını Mevlana'da örneklendirmeye çalıştım.
Son yıllarda yapıtları diğer dillere en fazla çevrilen bilimci/yazar
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın toplu üretimini, Türkiye' de edebiyat ve
dil kuramının evrimi açısından değerlendirdim.
Halk, dilin ve edebiyatın kaynağını oluşturduğu için, Anado­
lu'da geliştirilen Türk nalk edebiyatı birikimini önemsiyorum. Bu
birikimi, özgürleşme ve insanlaşma açısından konulaştırdım.
Edebiyat ve tarih arasında her zaman yakın bir ilişki olmasın­
dan ötürü, tarihsel birikimi yazınsallaştırma yollarını ve yöntemle­
rini, çeşitli romanlarla örneklendirdim.
Tarihin hemen her döneminde yazınsal özgürlüğe katlanama­
yan baskıcı yönetimlerin yol açtığı edebiyatta sürgün ve sığınmacı
motiflerini Oya Baydar romanı çerçevesinde açımladım.
Her sanatsal/yazınsal yaratımın vazgeçilmez önkoşulu olan ya­
zınsal özgürlük kavramını tartıştırmayı gerekli gördüm.
ÖNSÖZ XIX

Roman çözümleme ölçütlerini belirginleştirmek amacıyla, Ri­


couer, Barthes, Booth, Jose Ortega Y Gasset ve Jusdanis gibi düşü­
nür/bilimcilerin görüşlerine başvurdum.
Romancılığını Friedrich Schiller'in ''Saf ve Duygulu Edebiyat''
adlı yazısı üzerine kurduğunu söyleyen Orhan Pamuk'un yazınsal
üretimini ve yazınsallık anlayışını açımlamak için, Friedrich Schil­
ler'in anılan yazısını ve bu yazının Pamuk tarafından alımlanımını
irdeledim.
Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüş olan Umberto Eco ile
Orhan Pamuk'un neyi, nasıl okuduklarını, bu iki yazarın yapıtları
bağlamında ortaya koymaya çalıştım.
Roman çözümleme ölçütlerini temel alarak, Elif Şafak'ın ''Pin­
han'', ''Baba ve Piç'' ve ''Aşk''; Orhan Pamuk'un ''Masumiyet
Müzesi''; Zülfü Livaneli'nin ''Serenad'' ve Ahmet Ümit'in ''Sultanı
Öldürmek'' adlı romanlarını çözümledim.
Son iki bölümde Türkiye'de edebiyat kuramının durumunu,
yönelimini ve terminoloji sorunlarını tartıştım ve kavram önerile­
rinde bulundum.

Ankara/Bodrum, Temmuz 2012


• • •

Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI

- 1 -
1

Di l Fe lsefesi ve Edeb iyat

1. 1 . Dil ve Dilin Belirlenimleri

Dilin İşlevleri Nelerdir?

Dil filozoflarının veya dil üzerine de yazmış olan filozofların


yapıtlarını irdelemeden önce, dil ve dil felsefesine ''giriş'' işle­
vi taşıyan bir bölüm yapmayı düşündüm ve bu bölümü şöyle
tasarımladım.
Dilin belirlenimleri, dilin her türlü işlevini içerir. Dil üzerinden
düşünce, duygu, algı ya da bütün bunları kapsayan bir anlatımla
bilinç içerikleri başkasına iletilir. Bu açıdan bakınca, dil bir araç
işlevi görür. Dilsel iletişim, öncelikle konuşma ve yazmayla ger­
çekleştirilir; buna ayrıca çeşitli beden devinimleriyle gerçekleşti­
rilen ve ''beden dili'' diye adlandırılan iletişim türü de eklenebilir.
Dil, konuyla ilgili başvuru yapıtlarında genellikle ''iletişim
aracı'', ''düşüncenin dışa-vurum aracı'', '' düşüncenin oluşturucu­
su ve taşıyıcısı'', '' bilincin dışa-vurumu '' , ''konuşma gücü'' veya
''göstergeler dizgesi'' olarak nitelendirilir. Bütün bunların yanı
4 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

sıra, dil, Fredric Jameson'un belirlemesiyle, dil konuşma gücü


olmaktan çok, ''konuşmayı anlama gücüdür. ''1
Türkçede ''Hayvan koklaşa koklaşa; insan söyleşe söyleşe''
atasözünde dile getirildiği gibi, dil veya dil dolayımı ile bilinç içe­
riklerinin karşılıklı değişimi ve düşünce aktarımı, tümüyle insana
özgü bir yetenektir.
Dil, toplumsal bir görüngüdür. Toplum ya da topluluk olmak­
sızın dil oluşamaz ve gelişemez. Bu n_edenle, toplumsallık, hem
dilin önkoşulu, hem de tözsel niteliklerinden biridir. Roland Bart­
hes'ın ''Gösterge-Bilimsel Serüven '' in ''Dil ve Söz'' bölümünde­
ki belirlemesiyle, dil, ''hem bir toplumsal kurumdur, hem de bir
değerler dizgesidir. ''2
Bazı dil filozoflarının dile ilişkin ön-deyileri ya da felsefi yak­
laşımları hala geçerliliğini korumaktadır. Örneğin, ''Dil Felsefesi
Üzerine Yazılar'' adlı ünlü yapıtını çok ayrıntılı olarak irdelediğim
Wilhelm von Humboldt'a göre, dil iki-boyutlu bir dizgedir. Dil,
bir yönüyle o zamana değin üretilen dilbilgisi, ses bilgisi, söz-di­
zim kuralları ve söz varlığının toplamı anlamında tümlenmiş bir
''yapıt''tır veya '' ürün''dür. Öbür yönüyle de ''konuşma ve ''yaz­
ma'' da somutlaşan bir ''etkinliktir'' , bir ''eylemdir. "
Konuşma ve yazma biçiminde gerçekleştirilen dilsel etkinlikler,
dilin gelişme, değişme ve yenileşmesinin kaynağıdır. Hem düşün­
sel/tinsel bir çalışma, hem de bu çalışmanın ürünü olan dil, aynı
zamanda bir halkın zihniyetinin, özyapısının dışlaştırılmış görün­
güsüdür. Bu anlamda dil ve düşün (zihniyet) ayrılmaz bir bütün
oluşturur.
Bir başka dil filozofu, örneğin Leo Weisgerber, dil ile o dili
konuşan halkın düşünsel öz-yapıları arasındaki bağı saltlaştırır.3
Bu eğilime göre, dil salt bir iletişim aracı değil, insan düşüncesini
ve toplum davranışını belirleyen ''etkileyici güç''tür. Bu etkileyici

1 Fredric JAMESON: ''Dil Hapishanesi''; çeviren: Mehmet H. Doğan, YKY, 2. baskı,


s. 32, İstanbul 2003
2 Roland BARTHES: "Göstergebilimsel Serüven''; çevirenler: Mehmet Rifat- Sema Ri­
fat, YKY, 6 . baskı, İstanbul 201 2
3 Leo WEISGERBER: ''Sprachliche Gestaltung der Welt- Dünyanın Dil Yoluyla Biçim­
lendirimi "; Düsseldorf 1 973
Dil FELSEFESİ VE EDEBİYAT 5

güç, salt düşünce tarzlarını değil, dillerin konuşulduğu dünyaları


ve kültürleri de birbirinden ayırır.

Dil Nasıl Tanımlanabilir?

Her dilin bir dil bilgisi, ses bilgisi ve söz varlığı vardır. Dilbilgisi,
sözcüklerin birbiriyle ilişkisini, söz varlığı anlamsal içerikleri ve
bilgileri, ses bilgisi ise söyleyiş kurallarını belirler.
Dilin çeşitli tanımları arasında Edward Sapir'in şu tanımı
çoğunlukla öne çıkarılır: ''Dil, düşüncelerin, duyguların ve istem­
lerin özgürce yaratılan simgelerin bir dizge aracılığıyla sadece
insana özgü, içgüdüden köklenmeyen aktarım yöntemidir. ''4
Çağdaş yapısalcı dilbilimin kurucusu olarak kabul edilen Fer­
dinand de Saussure, dili açıklarken ''dil dizgesi'' ve ''söz'' kavra­
mı çiftini temel alır.5 Bu bilimcinin Humboldt'un geliştirdiği kav­
ram çiftiyle koşutluk taşıyan yaklaşımında bir ''dizge'' olarak dil,
başta sözcükler, söz-dizim ve anlam kuralları olmak üzere, dilin
konuşucuya sunduğu olanakların tümüdür. Dilsel gösterge ise bir
ses ile bir tasavvurun birleşimidir. Her sözcük ya da kavram, bir
göstergedir; düşüncenin ve bilişin ürünüdür.
Dili tanımlayan ikinci kavram olan ''söz'', konuşucunun dil
dizgesinin sunduğu olanakları kullanma yetisi, öznel dil beğenisi,
bireysel dil kullanımı anlamına gelir. Roland Barthes'ın yukarıda
anılan yapıtındaki belirlemesiyle, dil dizgesi olmaksızın söz ya da
konuşma; konuşma olmaksızın da dil dizgesi olmaz. Bu iki kav­
ram birbirini gerektirir ve koşullar. Bireysel dil etkinliği ve edimi

olarak söz ya da konuşma, dilin gelişim kaynağıdır.


Bir dili konuşan bireylerin düşünsel-bilişsel yetenekleri ne ölçü­
de gelişkinse, o dil de o denli gelişkindir. Dolayısıyla dilin gelişkin­
liğiyle o dili konuşan bireylerin düşünsel gelişkinliği doğru oran­
tılıdır. Bu karşılıklı bağımlılık ilişkisi şöyle özetlenebilir: Bir dil
veya bir dilin anlatma yeterliliği, ancak o dili konuşan insanların
düşünebildiklerini anlatır.

4 Edward SAPİR: "Sprache- Dil "; Hueber Verlag, 2. Auflage, München, 1 972
5 Ferdinand de SAUSSURE: "Genel Dilbilim Dersleri''; çeviren: Berke Vardar, Multi­
lingual, İstanbul 2001
6 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1-

Dil düşünmenin, bilincin dışa-vurumunun ve eylemenin orta­


mıdır ve dolayımıdır. Özgün bireysel bir algının ve düşüncenin
başkalarıyla paylaşımı ya da başkalarının algıları ve düşünceleri­
nin edinimi de kaçınılmaz olarak dil üzerinden olur. Bu yönüyle
dil, karşılıklılığı sağlayan amaca yönelik bir eylem aracıdır. Dil,
her türlü iletişimi, dolayısıyla da eşgüdümü ve birlikte üretimi de
olanaklılaştırır.
Dili, ''biçimlendirilmiş bir gereç '', temel işlevleri tanımlama,
anlatım ve sesleniş olan anlaşım eyleminin aracı olarak tanımla­
yan dilbilimciler de örneğin Karl Bühler6 vardır. Tanımlama, ger­
çeklikle ilintiyi; anlatım konuşucunun durumunu, sesleniş dinle­
yiciyi etkilemeyi anlatır.
Lewandowski'ye7 göre, tanımlama denemelerinde dil bakış
açısına ve öne çıkarılan yönüne uygun biçimde;
• Ses ile anlamı birbiriyle uygun/aştıran ya da bütünleştiren
bir işlev olarak;
• Düşüncenin ürünü (Platon, Aristoteles) ve tanım, anlatım
ve sesleniş işlevinin (Bühler) aracı olarak;
• İnsan düşünün/tininin devingen bir etkinliği (Humboldt)
olarak;
• Kuramsal kavrayış eylemi ve dışa-vurumu (Hegel) olarak;
• Düşüncenin ya da bilincin dolaysız gerçekliği (Marx)
olarak;
• İnsana özgü var-oluş, düşünce ve davranış biçiminin belirle­
yeni (Humboldt, Sapir, Whorf} olarak;
• Uzlaşımsal ve nedensiz (istençsel) göstergeler dizgesi ve sos­
yal nitelikli nesnel oluşum (Saussure, Weisgerber) olarak;
• Sözdizimsel, anlamsal ve edimsel göstergesel dizge (Moris)
olarak;
• İletişimin birincil kodu ve dizgesi olarak;
• Göstergelerin cebiri, bir başka anlatımla, özerk bir töz ola­
rak değil, ses ve anlam biçiminin dizgesi (Saussure, Hjelm­
lev) olarak;

6 Kari BÜHLER: "Sprachtheorie- Dil Kuramı"; Fischer Verlag, Stuttgart 1 982


7 Theodor Lewandowski: "Linguistisches Wörterbuch"; ilgili madde, Quelle/Meyer,
Heidelberg/Wiesbaden, 1 985
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 7

• Sosyal gerçekliğin oluşturumunun aracı (etno-kuramlar)


olarak;
• Sosyal davranışın biçim ve aracı (Bloomfield, Mead vd.)
olarak;
• İnsan türüne özgü, biyolojik-genetik bakımdan belirlenmiş
görüngü ve hiyerarşik biçimde yapılandırılmış kurallar diz­
gesi (Chomsky, Lenneberg) olarak;
• Kural yapısı üzerinde oynanamayan dil oyunu anlamında
dil kullanımı (Wittgenstein) olarak;
• Sosyal normların kısmi dizgesi ve sosyal katmanlaşmanın
biçimi ve aracı olarak;
• Toplumsal eylemin/davranışın biçimi ve koşulu (yeni davra­
nış konseptleri, dil-eylem kuramı) olarak;
• Tarihsel ve kültürel bakımdan biçimlendirilmiş, ayrımlaştı­
rılmış v e değişim yeteneğine sahip davranış aracı/enstrümanı
olarak tanımlanabilir.

Temel alınan kuramsal yaklaşıma uygun olarak dilin çeşit­


li yönlerini vurgulayan bu tanım denemelerinin tümünün ortak
yönü, dilin toplumsal ortamlarda iletişimi sağlayan bir gösterge­
ler dizgesi olduğu, taşıdığı kültürü biçimleyen ve onun tarafın­
dan biçimlenen, tarihsel-toplumsal gelişime koşut olarak değişime
uğrayan bir ürün ve etkinlik olduğudur.

Dilin Ölçünlüleşmesi veya Ölçünlü Dil

Dilsel ölçünleşme (standartlaşma), çoğunlukla bir kuralın dil­


bilgisinde ve sözlüklerde genel-geçerlileşmesi, dilsel anlatımların
bütün toplumsal alanlarda kullanılabilirleşmesi ve bu işlevine
göre biçemsel bakımdan ayrımlaşması demektir. Dilin bu nite­
likleri belli bir ''ölçün''ün (standardın) iyice oluşması sonucunda
ortaya çıkar. Ölçünlü dile ''yüksek dil'' , ''ulusal dil'' ya da ''ülke
dili'' de denilir.
Uzun tarihsel bir süreç içerisinde oluşan ve gelişen ölçünlü dil,
konuşulduğu coğrafyada kullanılan yöre ve sosyal küme dillerinin
8 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

özelliklerini kendi içerisinde özümsediğinden, dil-bilgisi, söz varlığı


ve söyleyiş bakımından genelgeçer kurallar içerir. Bu nedenle, ölçün­
lü dil, üst dildir. Bir başka anlatımla, söz konusu yöresel, sosyal ve
bireysel dillerin özelliklerini kapsar, ancak onların üzerindedir.
Ölçünlü dil eğitim-öğretim kurumlarında, sözlü ve yazılı basın­
da ve özellikle kent yaşamında ortak iletişim aracı olarak kullanıl­
dığından ve böylece ulusal düzeyde iletişimi sağladığından ''ulusal
dil'' olarak da nitelendirilir. Bu yüzden eğitim-öğretim süreçlerin­
de ve meslek yaşamında başarı ve ilerlemenin de aracıdır.

Dil ve İletişim

Dilin üzerinde görüş birliğine varılmış en yaygın tanımı, ''dil


bir iletişim aracıdır'' tanımıdır. Bu tanım kapsamında Kari Büh­
ler, göstergenin ''anlatım, tanım ve sesleniş işlevlerini'' birbirin­
den ayırır. Roman Jakobson da dilin iletişim işlevine, yazınsal
sanatsal anlatı işlevini ekler. İletişim, toplumsal ortamda düşünce,
bilgi ve yaşantıların paylaşımıdır; dil, yazı ve beden devinimleriyle
gerçekleşir.
Kitle iletişim araçlarının izleyen, dinleyen ya da okuyan üze­
rinde belli bir etki yaptıkları yadsınamaz bir olgudur. Bu etki iki
boyutlu bir olaydır. Birinci boyut, sosyal-psikolojik bir varlık ola­
rak bireydir. Bireyin bilişsel ve duyumsal gereksinmeleri ve yöne­
limler bu ''etki '' üzerinde etkili olan etmenlerdir. İkinci boyut,
tüm etmenleri ve yapılarıyla birlikte toplumdur. Toplum, başat
dolayımlar ve eğilimlerin etkisi altında kamuoyu düşüncesinin
oluştuğu ve biçimlendiği ortamdır.
İletişim, en genel anlamıyla ''canlılar arasındaki anlam aktarımı
süreci ve sonucudur. '' İnsanlar arası iletişim ''simgesel, aktarımlı
ya da dola yımlı etkileşimdir. " Kitle iletişimi ise, Gerhard Maletz­
ke'ye göre, ''söylemlerin, sözcelerin teknik yayım araçlarıyla açık,
dolaylı ve tek-yanlı olarak dağınık bir halk topluluğuna aktarıldı­
ğı süreçtir. ''8 Buradaki söylem ya da sözce için özünde ''söylenen''
denilebilir. Söylenen, hem içeriği, hem de iletinin biçimini kapsar.

8 Gerhard MALETZKE: ''Massenkommunikationstheorien- Kitle İletişim Kuramla­


rı''; Niemeyer Verlag, Tübingen 1 988
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 9

Yukarıda açıklanan ''dolayım''ın yanı sıra, temel kavramlardan


biri de ''alımlayıcı''dır. Alımlayıcı, söyleneni alan, yorumlayan ya
da içeriğini açımla yan kişi demektir. İletişimcilerin aktardığı içe­
riklerin araştırılması, öncelikle dolayımların aktardığı söylemlerin
ve anlatım biçimlerinin çözümlemesine dayanır.
İçeriğin doğruluğu ya da söylemlerin hakikatlik düzeyi sürekli
tartışılan konular arasındadır. Bu kapsamda eleştirel dil ve dola­
yım yaklaşımı, sürekli olarak ''medya gerçekliğini '' , neyin neden
anlatılaştırıldığını (haberleştirildiğini), neden o dolayımlar aracılı­
ğıyla aktarıldığı sorusunu irdelemeyi gerektirir.
Okuyucuda ya da dinleyicide ''güdümlü'' bir bilincin oluşma­
sını ve yerleşmesini önlemek için, dolayım çalışanlarının/oluşturu­
cularının tasarımlama, konu seçimi ve dilselleştirme yönelimleri
ve çıkarları eleştirel değerlendirilmelidir.
Ayrıca, alımlayıcıların gereksinmeleri ve amaçları, dolayım
kullanma ölçüleri ve özellikleri de göz önünde tutulur. Medya­
da ekonomik gücün yoğunlaşması, tekelleşme, medya hukuku,
medya politikası, medya etiği gibi konular kitle iletişimi kapsa­
mında eleştirel irdelenmesi gereken kavramlar ve alanlardır.

Gösterge ve Dilin Göstergeselliği

Dil, konuşucu, gösterge dizgesi ve toplumsal gösterge süreçleri­


ni dizgeli olarak açıklayan ve çözümleyen bilim alanına ''gösterge­
bilim'' (semiyotik) denir. De Saussure, dili ''düşünceleri anlatma­
ya yetenekli olan gösterge dizgesidir '' diye tanımlayarak, göster­
gebilimin kuramsal olarak belirginleşmesinin önünü açmıştır. Bu
birikime dayanan Charles Pierce, gösterge, göstergenin nesnesi ve
anlamı olmak üzere, üç boyutlu bir yapısal ilişkiyi vurgulamıştır.
Göstergenin anlamı aynı zamanda onun yorumudur. Dolayı­
sıyla yorumlama süreci, doğası gereği (yeniden) anlamlandırma
sürecidir ve bu nedenle bitimsizdir.
Roland Barthes, anlaşım kurallarını belirleyen dil dizgesi
(langue) ile söz (parole) arasında diyalektik belirlenim ilişkisi­
ni öne çıkarır. Barthes'ın değerlendirmesi uyarınca, konuşma
10 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

olmaksızın dil, dil olmaksızın konuşma olmaz. Eleştirel söylem


çözümlemesi bağlamında anlam sorununda dil ile toplum ara­
sında dolaysız bir bağ gören, yazılı yapıtların çok-anlamlılığı­
nın altını çizen Barthes'a karşın; Wittgenstein, ilgili bölümde
görüleceği üzere, ''bir sözcüğün anlamı, onun kullanımındadır ''
görüşünü savunur. Özellikle yazınsal yapıtların ''anlam-açıklı­
ğının sınırsız olamayacağını '' düşünen Umberto Eco'ya göreyse
yazınsal yapıtların alımlanımında özgürlük ve etkileşim belirle-
yici önemdedir.
·

Dilsel Göstergelerin Başlıca Özellikleri

Gösteren ve gösterilenin birleşiminden oluşan gösterge kavra­


mını, Ferdinand de Saussure ile ilgili bölümde ayrıca ele alacağım.
Burada gösterge ile ilgili olarak şu görüşlerle yetinmek istiyorum.
En genel anlamıyla, her sözcük, her kavram bir göstergedir. Söz­
cükler ve kavramların toplamı ve onların anlamlı kullanımını
olanaklılaştıran kurallar dizgesi olarak dilin en belirgin özellik­
leri arasında; toplumsallık, tarihsellik, nedensizlik, uzlaşımsallık,
farklılık, değişirlik, birikimlilik, bağlamsallık, durumsallık, erek­
sellik, yeniden anlamlandırılabilirlik, eğretilemesellik, işlevsellik
ve dizgesellik sayılabilir.
Paul Ricoeur, ''Zaman ve Anlatı: Üç''te yer alan "Anlatısallığın
Göstergebilimsel Zorlukları'' bölümünde dilin dizgeselliğini özel­
likle vurgular.9 Bu filozofa göre, dilin dizgesel olduğunu söylemek,
''aynı anda eşsüremli, bir başka deyişle, eşzamanlı özelliğinin,
artsüremli yani birbirini izleyen ve tarihsel özelliğinden soyutla­
nabileceğini kabul etmek demektir. '' Dilsel yapı, ''sonlu sayıdaki
öğeler arasında gerçekleşen iç ilişkilerin kapalı bir bütünü '' olarak
tanımlanabilir.
Bu nitelikler arasında öncelikle ''yeniden anlamlandırılabilir­
lik '' ''nedensizlik'' ''farklılık'' '' uzlaşımsallık '' ve '' eg�retilemesel-
' ' '

lik '' gibi dilsel özellikler, salt dil bilimin değil, dil felsefesi ve yazın
bilimin de başlıca tartışma konusudur.

9 Paul RİCOEUR: "Zaman ve Anlatı: Üç- Kurmaca Anlatıda Zamanın Biçimlenişi'';


çeviren: Mehmet Rifat, YKY, İstanbul 2012
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 11

Nedensizlik, sözcüklerin rastlantısallığını, bir başka anlatımla,


bir sözcüğü oluşturan içerik ile sesin birleştirilmesinin rastlantı­
sal olduğunu anlatır. Bu ilke gereği, örneğin, ekmek sözcüğünün
anlam ya da içerik boyutunu oluşturan nesne ile bu nesnenin dil­
selleştirmesini sağlayan ''ekmek'' sesinin birleştiriminin nedeni
aranmaz; bu böyle kabul edilir.
Buradan da dilin uzlaşımsallığı ilkesi çıkarımlanır. Adlandırıla­
bilecek ölçüde belirginleşmiş bir düşünce ya da içerik ile bu içeriği
adlandırmak için dilin içerisinde barındırdığı milyonlarca sesten
birini seçerek birleştirme işlemi, sözcük ya da kavram oluşturma­
nın temelidir. Bu işlem, de Saussure tarafından dil-bilimin başat ve
belirleyici ilkesi olarak nitelendirilir.
Farklılık, sözcüklerin anlamsal farklılığını ya da karşıtlığını
anlatır. Dilsel göstergelerin değeri, onların farklı anlam ve işlev
yüklenmelerinden kaynaklanır. Farklılık olmaksızın, dilsel göster­
ge, diyesi, sözcük olamaz. Anlam ve işlev bakımından farklılık,
sözcüklerin ve kavramların varlık nedenidir; iletişimse) değerleri­
nin kaynağıdır.

Dil Edinilebilir

Dilin en belirgin özyapısal özelliklerinden biri de ''öğrenilebi­


lirlik'' veya ''edinilebilirlik''tir. İnsanı insan yapan dil yetisi, dil
yaratmayı ve yaratılan dilleri edinme ve kullanma yeteneğini kap­
sar. Her birey, içerisine doğduğu ve yaratılmış bir dizge olarak
karşısında bulduğu, ailede ve yakın çevresinde doğal iletişim aracı
olarak kullanılan dil olan anadilini olağan bir olay olarak ayrımı­
na varmadan edinir.
Dil öğrenilir. Dil, dilsel yeteneğe sahip olan başkaları sayesinde
öğrenilir. Dil ile birlikte dili öğrenmemize katkıda bulunanların
dilsel becerisini ve her alanı kapsayan kültürel bilgisini de ediniriz.
Dil öğrenme, salt bir iletişim aracının kullanım becerisini edin­
meyle sınırlı değildir. Her dil taşıdığı kültürde yaratılan bilgile­
ri, değerleri ve değersizlikleri de biriktirir ve gelecek kuşaklara
aktarır. Dil, dünyayı deneyimlenebilir, bilinebilir duruma getirir.
12 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Dolayısıyla dil öğrenme, aynı zamanda dünyayı ve kültürel biri­


kimi edinme demektir. Dilin kültürelliği veya kültürün dilselliği
de buradan kaynaklanır. Dilin kültürelliği öncelikle deyimler ve
atasözlerinde kendisini gösterir. Türkçe, deyimler ve atasözleri
yönünden oldukça zengin bir dildir.
Anadili edinimi, eğitim-öğretim süreçlerinde dizgeli ve amaçlı
bir biçimde geliştirilir. Kurumsal öğrenmenin başlamasına değin
geçen süre içerisinde dil ediniminin belirgin yönü, yalın sözcük-

lerdir. Soyut ve bilimsel düşüncenin yapı taşları olan kavramla-


rın edinimi, yedi yaşından sonra okul eğitimiyle başlar ve eğitim
sürecine ve ders araç-gereçlerinin niteliğine koşut olarak gelişir.
Akıl yürütme, eleştirel düşünme ve sorgulama yeteneği, kavram
gelişim süreciyle yakından ilgilidir.
Dilin öğrenilebilirliği, yabancı dil öğrenmeyi de kapsar. Konu­
ya ilişkin araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre, yabancı dil
öğrenme, düşünsel esneklik nedeniyle erken yaşlarda daha hızlı
ve yoğundur. Ancak, öğrenme, yoğunlaşma, özdenetim ve amaçlı­
lık gerektirdiğinden ileri yaşlardaki insanlar da ilkesel olarak her
yabancı dili öğrenebilir.
Öğrenme bağlamında ''konuşma'' eğitiminin de gerekli olabi­
leceğini dile getirmek gerekir. Birçok insanın ''tonlama'' , konuş­
maya şiirsel nitelik kazandırarak çekicileştirme gibi konularda
zorluk çektiği yadsınamaz. Kulakları tırmalayan bir ses tonuyla
konuşmanın itici olacağı, konuşucu çok bilgili de olsa, kendisi­
ne ilişkin olumsuz izlenimi önleyemeyeceği açıktır. Bu nedenle ses
kullanımının, vurgulamanın, anlatım devingenliğinin öğrenilmesi
gerekir. Bu nitelikler, konuşmanın içerdiği söylemi daha da belir­
ginleştirir, konuşmacının etkileme gücünü yükseltir.
Dil öğrenme, salt bir iletişim aracının kullanım becerisini
edinmeyle sınırlı değildir. Her dil taşıdığı kültürde yaratılan bilgi­
leri, değerleri ve değersizlikleri de biriktirir ve gelecek kuşaklara
aktarır. Dil, dünyayı deneyimlenebilir, bilinebilir duruma getirir.
Dolayısıyla bir dili öğrenme, aynı zamanda o dilin konuşulduğu
dünyayı ve biriktirdiği kültürel birikimi edinme demektir. Dilin
kültürelliği ya da kültürün dilselliği de buradan kaynaklanır.
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 13

Dilin kültürelliği öncelikle deyimler ve atasözlerinde kendisini


gösterir. Türkçe, deyimler ve atasözleri yönünden oldukça zengin
bir dildir.

Dil, Kültür ve Kimlik

Batı dillerinde ''kimlik'' ya da ''özdeşlik'' anlamında kullanılan


'' identite '' , Latince ''identitas'' sözcüğünden türetilmiştir ve ''tam
eşitlik '', ''benzerlik'' gibi anlamlara gelir. Dil, kültür değerlerini
ya da değersizliklerini, tarihsel, ulusal ve yerel birikimi sürekli­
leştirme ve genç kuşaklara aktarma işlevinden dolayı ''kimlik''
oluşturucu bir etmendir. Her birey, anadilini ve öz-kültürünü
edinme sürecinde, toplumca benimsenen kimliği de doğal olarak
içselleştirir.
Dil, bireyin oluşumuna, gelişimine, dolayısıyla da öz-ya­
şam öyküsüne eşlik eder. Böylece, bireyin bir ''öz-benlik'' ya da
''özdeşlik'' duygusu ve bilinci geliştirme sürecini de biçimlendirir.
Toplumsal ve yöresel koşulların, ulusal duyarlılıkların ve eğitimin
etkisiyle belirginleşen ''aidiyet'' duygusu, bireyin öz-benlik duy­
gusunun ve bilincinin oluşum ve gelişiminde biçimlendirici olan
etmenlerin başında gelir. Birey, nasıl ki dil beğenisini ve duyar­
lılığını geliştirebilir ve değiştirebilirse, özdeşlik anlayışını da eği­
tim düzeyi, toplumsal konumu ve siyasal tutumuna koşut olarak
zaman içinde geliştirebilir ve değiştirebilir.
Kişinin dil kullanım özellikleri de onun kimlik anlayışı hakkın­
da ipuçları içerir. Birey, sözcük seçiminde dolayısıyla dil kullanı-

mında özgürdür. Dilde yaptırım olamaz; örneğin Türkçe konuşan


bir kişi, ''imkan'' ya da '' olanak'', '' hürriyet'' ya da ''özgürlük''
kavramlarından birini ya da bu kavramların ikisini de bir arada
kullanabilir. Sözcük seçimi tümüyle kişinin dil beğenisiyle ilgi­
li bir konudur; hiçbir kurum ya da kimse bireysel dil beğenisine
karışamaz ya da yaptırım uygulayamaz. Ancak, öneride buluna­
bilir; öneri, dil topluluğunca benimsenirse, dil kullanımına girer;
benimsenmezse girmez.
Belli bir kültürel ortam ve ulusal özellikler çevresinde biçimlen­
dirilen öz-benlik ya da kimlik de böyledir. Birey, dil yoluyla dünya
14 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI I
· ·

ya da toplum bilincini ve öz-bilincini oluşturur ve geliştirir; öz-bi­


linci temelinde ve güncel gereksinmesi, bilinci ve ereği doğrultu­
sunda öz kimliğini sürekli olarak yeniden tasarımlar. Dolayısıyla
dilde ve kültürel kimlikte ''var olan''la ''yeni olan'' sürekli olarak
etkileşir. Dolayısıyla dil ve kültürel kimlik gelişimi, bir bakıma
''eski'' ile ''yeni ''nin bireşimi sonucu gerçekleşir.

Dil ve Bilinç

''Sözler/sözcükler minik arsen tüpleri gibidir; bunlar fark edil­


meden yutulur/ar; hiç etkileri yokmuş gibi görünürler; ancak, bir
süre sonra sözcüklerin zehir etkisi ortaya çıkar. '' Bu sözleri söyle­
10
yen dil filozofu Victor Klemperer'dir.
Türkiye'de özellikle 1980 askeri yönetimin baskıcı ve tekleş­
tirici siyasal etkisi ve 1 984 yılından sonra giderek artan ayrılıkçı
terör gibi olayların yarattığı sorunların ve bu sorunlara çözüm
arayışının anlatımı doğal olarak Türkçede dolayısıyla da edebi­
yatta kendisini göstermiştir. Toplumsal siyasal olayların yol açtığı
ayrışma sürecinde belirginleşen yandaş ve karşıt kümelenmeler
veya topluluklar, düşünce ve eylemlerini anlatmak için propagan­
da yöntemine dayalı ''özgün'' biçemler, özgün bir dil kullanım
biçimleri geliştirmişlerdir. İçerikleri, sözcük seçimlerinin ve amaç­
larının farklı olması nedeniyle, genel dil kullanımı içerisinde yeni
siyasal söylemler ve biçemler oluşmuştur.
Dilbilimsel bir çözümleme amacıyla söz konusu söylem ve
biçemler, '' ulusalcılığı '', ''dinselliği'' ve ''ayrılıkçılığı'' öne çıkaran
söylemler ya da biçemler birbirinden belirgin olarak ayrılabilir.
Söz konusu söylemlerin yaygınlık düzeyi de değişiktir. Giderek
ortak iletişimi ve kamuoyunun dil kullanımını da belirler duruma

10 Bu yazıda Victor Klemperer'den yapılan ve tırnak içinde belirtilen alıntılar, Margret


Jaeger/Siegfried Jaeger: " Gefaehrliche Erbschaften. Die schleichende Restaurtaion
rechten Denkens" (Terhlikeli Miras. Sağcı Düşüncenin Sinsi Restorasyonu); Aufbau
Verlag, Bertin 1999) adlı yapıttandır.
1 8 8 1 - 1 960 yılları arasında yaşayan Prof. Dr. Victor Klemperer 1935 yılında Alman
faşistlerince üniversitedeki görevinden uzaklaştırılır. Prof. Dr. Klemperer'in başlıca
araştırma ve öğretim alanı romanistik, germanistik ve karşılaştırma edebiyat bilimidir.
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 15

gelen bu dil kullanım tarzlarını, şu sorular bağlamında irdelemek


olanaklıdır.
• Dil siyasal amaçlar uğruna araçsallaştırılarak, bir etkileme
aracı olarak kullanılabilir mi?
• Eğer dil araçsallaştırılabilir bir toplumsal dizge ise, belli
siyasal söylemleri kitleselleştirmek amacıyla dilin kötüye
kullanılmasında hangi yöntemler kullanılır?
• Toplumsal bir olgu olan dil ile bireysel bilinç arasında ne tür
bir ilişki vardır?
• Güdümleyici siyasal söylemlerin yaygınlaştırılması sürecin­
de hangi aşkın değerlere gönderme yapılır?
• Tüm ulus veya toplum için bir ''değer'' taşıyan, aşkın değer­
lerin kötüye kullanımında ''örtük'' ya da ''çok-anlamlı''
sözcüklere ne tür işlevler yüklenir?
• Ayrıca, yalın yurttaşlar siyasal etkileme ve yönlendirme
amacıyla kullanılan sözcükler, kavramlar ve anlatımların
ayrımına nasıl varabilir?
Propaganda ve kamuoyunu etkileme açısından bu ve benze­
ri sorulara yanıt arama bağlamında siyasal söylemleri değerlen­
dirmek için, 1933-1945 yılları arasında Almanya'da yönetimde
bulunan ve kendisini ''nasyonal sosyalizm'' olarak adlandıran
faşizmin dilini sorunlaştıran dil ve edebiyat bilimci Victor Klem­
perer'in gözlemlerinden söz etmek istiyorum. Klemperer, ünlü
''Üçüncü İmparatorluğun Dili'' (Lingua Tertii Imperii) adlı yapı­
tı ve güncelerinde Alman dilinin Nasyonal-sosyalistlerce kötüye
kullanıldığını ve bunun tekil ·bireylerin ve kamuoyunun bilincinin
istenilen yönde biçimlendirilmesine yol açtığını örneklerle ortaya
koymuştur.
Klemperer'in yaptığı önemli saptamalardan biri, faşizmin yer­
leştirmeye büyük özen gösterdiği ''Sen hiçbir şeysin, halkın her
şeydir! '' söylemidir. Burada ''halk'' sözcüğü ''ulus'' anlamında da
yorumlanabilir. Bu güdümleyici söylemin amacı, hak ve yüküm­
lülükleri bakımından somut bir varlık olan bireyi, soyut bir üst
bütünlük içinde eritmektir. Böyle üst bir bütünlük içerisinde eri­
yen ya da eritilen birey, her türlü hak, özgürlük ve sosyal eşitlik
16 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

istemini, ulusun çıkarlarına bağımlılaştırmaya hazır duruma ge(­


tiri) lir.
Tekil bireylerin bireyliklerinin baskılanması ve silinmesi süre­
cinde sürekli yineleme başta olmak üzere, etkileme ve güdüleme­
nin her türlü yöntemi kullanılır. Nasyonal sosyalistler, propagan­
da ve etkileme yöntemlerinin etkisini artırmak amacıyla öncelikle
eğitim ve bilimi kendi amaçları uğruna kullanmaya büyük özen
gösterir. Klemperer, nasyonal sosyalistlerin bu girişimini ''bilimin
-

köleleştirilmesi '' olarak nitelendirir.

Dil Yoluyla Bilinç Etkileme ve Güdümleme

Yukarıda sözünü ettiğim ''Üçüncü İmparatorluğun Dili '' dil


yoluyla tekil bireylerin bilinçlerini güdümlemenin yaşanmış en uç
örneğini oluşturur. Nazizm örneğinde görüldüğü gibi, bütün dev­
let aygıtının seferber edildiği merkezi bir tavırla yürütülen bilinç
güdümleme, çeşitli düzeylerde ve yoğunlukta gerçekleştirilebilir.
''Söylem'' bölümünde görüleceği gibi, etkin konumlarda bulu­
nan toplumsal kümeler öz-çıkarlarını korumak amacıyla, dilin
bilinç oluşturucu ya da biçimleyici niteliğini kullanarak, insan­
ların düşüncelerini ve davranışlarını etkileme, yönlendirme ve
güdümleme isteyebilirler. Dil güdümlemesi genellikle ''yurt'' ,
'' ulus'', ''din'' , ''namus'' gibi duygusal, değerlendirici ve yorum­
layıcı sözcük kullanımıyla gerçekleştirilir. Bu amaçla çoğunluk­
la siyasal partiler, basın ve çıkar kuruluşları gibi ''çarpan'' işlevi
gören kurumlar ve kişiler seçilir.
Özellikle siyaset kurumunca ''din'', ''ulus '' , ''ulusal çıkar'' gibi
duyarlı ve cepheleştirmeye elverişli kavramlar yeğlenir. İnsanla­
rın düşünce ve davranışlarını etkilemek amacıyla, bir iletinin ve
ideolojinin amaçlı ve örgütlü yaygınlaştırılması olan ''propagan­
da'' siyasal güdümlemenin en yaygın yöntemidir. Güdümlemenin
amacı, ''güdümlü'' bilinç geliştirmektir; çünkü ''güdümlü'' bilinç
sahibi kişiler, eleştirel değerlendirme yapma, kendi seçimini özgür­
ce belirleme gibi yeteneklerden yoksun olurlar. Bu nedenle de baş­
kalarınca kolayca etki altına alınabilirler ve yönlendirilebilirler.
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 17

Sözcüklere ve kavramlara, özellikle de tüm ulus için üstün


değerleri anlatan sözcüklere, yeni anlamlar yükleme ve böylece
insanları kendi düşüncelerinin etkisi altına alarak, onların davra­
nış biçimlerini ve seçimlerini yönlendirme, politikanın da sıklıkla
başvurduğu bir yöntemdir.
Bireylerin bilinçlerini etkilemek amacıyla genellikle olgu ve
olayları güzel gösteren, gizleyen, yorumlayan ve duygusallaştıran
dilsel anlatımlar, yazın-bilimsel anlatımla, çoğunlukla ''örtmece­
ler ve yerineler'' gibi dilsel figürler, belli bir partinin, toplumsal
kümenin ya da politikanın çıkarına olacak biçimde seçilmiş bilgi
içerikleriyle birleştirilir. Böylece, hem insanların bilinçleri, hem de
dil beğenileri biçimlendirilir.
Dil ve dil yoluyla bilinçleri etkileme ve yönlendirme çabası,
siyasetin dışında din ve tüketim amaçlı reklam dilinde belirgindir.
Öncelikle bu üç alanda üretilen dilsel bildirimler, olgu ve olayları
ve bunlar arasındaki bağıntıları bulandırarak, toplumda ve birey­
lerde söz konusu durumlar hakkında istenilen doğrultuda değer­
lendirme ve yorumlama eğilimi oluşturmaya yöneliktir. Bu amaçla
seçilen sözcükler ve kavramlar, akıldan çok yoğun duygu yüklü­
dür; desteklenen görüş ya da siyaset, en olumlu, hiçbir kuşkuya
yer bırakmayan saltlaştırıcı anlatımlar, karşı çıkılan ise, kuşku
yaratacak en olumsuz anlatımlarla nitelendirilir.
Dilin bilinçleri etkileme gücü ''dolayımların'' katkısıyla iyice
yaygınlaştırılabilir ve yoğunlaştırılabilir. Çoğunlukla geniş halk
kitleleri dolayımların güdümleyici etkisinin ve etkinlerinin ayrımı­
na bile varamayabilir.

Dil ve Dolayım İlişkisi

Dil, hem insanın bilişsel etkinlikleri sonucunda geliştirdiği


bilgilerin taşıyıcısı olan sözcüklerin, kavramların ve tasarımla­
rın sunumunu olanaklılaştıran ''yansız bir aygıt'' olarak, hem de
bir ''dolayım'' olarak değerlendirilebilir. Dolayım kavramı, Batı
dillerinde kullanılan ve ''orta nokta '' , ''ortada olan'' ''aktaran'' ,
''aracı olan '' gibi anlamlara gelen ''medium'' kavramına karşılık
olarak Türkçede yerleşmeye başlamıştır.
18 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1
· ·

Türkçede kullanılan ''medya'' kavramı özünde ''medium''un


çoğuludur. ''Medium'' ve ''medya'' sözcükleri, Türkçede kendi­
lerinden başka kavram türetmeye uygun kavramlar değildir. Bu
nedenle, kitle iletişimi alanında belirgin bir kavram gereksinmesi
bulunmaktadır. ''Medium'' karşılığı olarak kullanılan ''dolayım''
kavramı ise, Türkçenin öz-yapısına uygun olmasından dolayı,
yeni kavram türetimine elverişlidir. Dolayım kavramından ''dola­
yımsal '', ''dolayımlı '', ''dolayımlılık '', ''dolayımlamak '' , ''dola-

yımlayım'' ''dolayımlar-arasılık '' gibi yeni kavramlar türetilebilir.


Son bölümde bu konu yeniden ele alınmıştır.
Düşünsel-bilişsel ürün olan kavramlar ile bu kavramların ile­
timini olanaklılaştıran ''dolayım'' arasında dolaysız bir ilişki var­
dır. Buna kısaca '' düşünselliği olanaklı kılan dolayımlılıktır'' da
denilebilir. Dil bir ''dolayım'' olarak tanımlandığında, insansal
düşünüş ve biliş de doğası gereği ''dolayımsal'' demektir. İnsan
düşünüşünün ve bilincinin dolayımsallığı, sürekli olarak dilin
insan davranışını etkilemesini de birliğinde getirir.
Anadili de olsa, kullanılan dil, bireyin bir başına yarattığı bir
ürün olmadığından ve dil topluluğu içerisinde daha önce yaşamış
ve şimdi yaşayan tüm bireylerin ortak ürünü olduğundan, aslın­
da dilin belirleyici özelliği dolayımsallıktır. Çünkü bir başkasına
söylenen her sözde ya da oluşturulan her söylemde, sözü söylenin
oluşturduğu anlamın içerisinde başkalarının düşünsel-bilişsel izle­
ri bulunur.
Dilin dolayımsallığının belirginleşme biçimleri de çeşitlidir.
Örneğin, her biri ayrı bir dolayım olan müzik, film, tiyatro ve
operanın, duygu ve biliş alanlarını devindiren özgün dilleri vardır.
Bizzat kendisi bir dolayım olan dil, sayılan alanların dolayımlılı­
ğını katmanlaştırır ve karmaşıklaştırır.
Dil üzerinden belli düşünce içerikleri simgesel göstergelere
büründürülerek aktarılır. Bu simgesel göstergelerle sonsuz sayıda
dilsel anlatım oluşturulabilir. Bunlar dilde birikir. Dilsel gösterge­
lerin ve anlatımların göreceliliği, dil dizgesinin güdümlü gelişimi­
ne ortam hazırlar.
Özellikle toplumsal-siyasal erk yapıları ve ilişkileri de dilde
yeniden üretilir ve süreklileştirilebilir. Dil, korkutma ve sindirme
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 19

aracına dönüştürülebilir. Erk ve gücü temsil edenlerin dil kullanı­


mı, konumlarından bağımsız düşünülemez. Özellikle yaptırım ve
cezai işlem gibi konularda somutlaşan sözcük seçimi ya da anla­
tım, bu yönden eleştirel değerlendirilmelidir. Erk ve gücü temsil
edenlerin sözcük seçiminde Batı dillerinde (euphemism) denilen
çağrışım gücü ve anlam çevresi yüksek ''güzelleme'' ya da ''örtme­
celere'' başvurdukları sıkça rastlanılan bir durumdur.
Asıl durumu ve amacı gizlemek için kullanılan örtmeceleri
açıklamak için, Türkçe ''Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır'' ata­
sözü örnek olarak verilebilir. Yüz binlerce insanın öldürüldüğü,
sakat bırakıldığı, sayısız tarihsel-kültürel değerin yok edildiği
Irak'ın işgalini, Amerika'nın Irak'a ''demokrasi ve özgürlük getir­
mek '' sözleriyle haklı çıkarmaya çalışması, bu türden bir söylem­
dir. Eylemli işgal, demokrasi ve özgürlük gibi değerlerle örtül­
mek istenmektedir. Bu bağlamda demokrasi ve özgürlük, gerçek
anlamlarında değil, ''örtmece'' işlevinde kullanıldığı açıktır.

Dolayımsallık veya Dilin Dolayımsallığı

Bu türden örtmecelerle (euphemisrrt) insanların bilinç yapıları­


nı bulandırma ve karar eğilimlerini etkileme uğraşı ya da işlemi,
yazılı ya da sözlü anlatım yoluyla iletişim kuran, daha doğrusu
tek yanlı düşünce aktaran ''yazılı ve görsel medya'' da en genel
anlamıyla ''dolayım'' olarak adlandırılır.
''Medium'' kavramı gazetecilik ve iletişim bilimlerinde ''ile­
tişim aracı'', felsefede ''dolayım'', bilgisayar mühendisliğinde
''aktarım ve biriktirim aracı'', fizikte ''dalgaların taşıyıcısı'', kim­
yada '' başka maddeleri özümseyen madde'', biyolojide bakterile­
rin oluştuğu ''ortam'', eğitimde ''ders araç-gereci'' anlamlarında
kullanılır. Çoğul olarak yazılı, işitsel ve görsel ''medya'' ; '' bilgi
aktarıcılar'' , ''aktarım ortamı oluşturucular'' gibi anlamlar öne
çıkmaktadır.
Dolayım, bireysel ve kitlesel iletişim aracı ve ortamıdır. Dolayı­
sıyla, edebiyat da başlı başına bir dolayımdır; çünkü edebiyat bir
yönüyle yazınsal iletişim aracı ve ortamıdır.
20 DiL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI 1
· ·

Dolayımlar, eğlendirici, iletişimci, bilgilendirici ve eğitici işlev­


lerinin yanı sıra, kamuoyunun istenç ve tutum/görüş oluşturma­
sında etkileyici ve yönlendirici olabiliriler. Bu nedenle, dolayımla­
rın dilsel tutumlarına karşı eleştirel bir alımlama tavrının gelişti­
rilmesi, bireylerin ve kamuoyunun özgür istenç ve karar geliştirme
süreci açısından önemlidir. Unutmamak gerekir ki, bir dolayımın
yapısı, o dolayımın aktardığı içerikleri etkiler ve biçimler. İçerikler,
dolayımları değil, aktarım biçimleri içerikleri yapılandırır. Dola-

yısıyla, dil başta olmak üzere, bütün dolayımlar, örneğin, edebi-


yat, ''yansız'' araçlar değildirler; toplumsal tavır alışları belirleyici
biçimde etkilerler.
Bu bağlamda ''dolayım kuramcısı'' Marshall Mcluhan'ın şu
sözü göz önünde tutulmalıdır: ''Dolayım, iletidir/ '' 1 1
Sayılan gerekçelerle, dilin bilinç içeriklerinin değiş-tokuşunun
taşıyıcısı olduğu iletişim ortamlarında ''dolayımların'' olgu ve
olayları yansız yansıtması, ahlaksal bir görev olduğu gibi, yasal
bir zorunluluktur da.

Dil, Her Türlü Bildirimi Dolayımlar

Bir aktarım aracı ve etkileşimin taşıyıcısı olan dolayımlar '' bil­


gilendirme, sunum ve eğlendirmenin araçları'' olarak nitelendiri­
lir. Dolayımlar düzleminde kültür, bilgilendirme tekniğiyle ilgili
bir ortamda basın, radyo, televizyon ve teknik araçlarla sunulur,
tanıtılır ve açıklanır. Gerçekte dolayımlar, günlük yaşamın yoğun­
luğu içerisinde seçerek ve tek-yanlı aktardıkları bilgiler ve sunum
tarzlarıyla sıradan bilinçleri, edimsel bilinçleri biçimlendirirler. Bu
nitelikleri açısından ''dolayım'' bir kitle aracıdır; yalın olamayan
etkileşimin kitleselleş( tiril) mesinin aracıdır.
Bu kitlesel etki nedeniyle dolayımlar, çoğunlukla ön-gördükle­
ri çerçeve içerisinde ünlüyü ünsüz, ünsüzü ünlü yapabilirler. Her
şeyi görselleştirme olanağına sahip dolayımlar (medya ) çoğunluk-

11 Marshall Mcluhan: "The Medium is the Massage''; An Inventory of Effects with


Quencin Fiore, produced by Jerome Agel; 1 st Ed.: Random House; reissued by Ging­
ko Press, 2001
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 21

la eleştirel düşünme, hakikati arama ve kuramsal bilinç gelişimine


katkı gibi bir kaygı taşımazlar. Günlük konuşma dilinin yalınlı­
ğından yararlanarak insan yaşamlarına nüfuz ederler; dikkatleri
gerçek gereksinmelerden ve bağımlılıklardan başka yöne yönlen­
dirirler. İnsanların gerçeklik bilincini zayıflatarak, gündelik yaşa­
mın düşünsel sığlığını ve yalınlığı pekiştirirler.
Böylece, egemen yapıları ve söylemleri eleştirel değerlendiren
ve etken bir bilinç yerine, edilgen ve tepkisel bir düşünsel tutumu
özendirirler. Özerk ve özgür bilinç yerine, acıma, acındırma, ağla­
ma ve ağlatma gibi duygulanımları yaygınlaştırarak, reklam paza­
rının peşinden sürüklenen bağımlı ve izleyici bir bilinç durumunu
yaygınlaştırırlar. Gündelik yaşama özgü sıradan duygu, kendisini
dolayım üzerinden biçimlendiren ve ifade eden kitleyle buluşur.
Dolayımlar, belli ekonomik ve politik amaçlar doğrultusunda
tasarımladıkları ''ülküsel'' dünyayı sıradan insana ''doyum'' vere­
cek biçimde dilselleştirir ya da görselleştirirler. Böylece insanla­
rı gerçek gereksinmelerinden ve toplumsal konum bilincinden
uzaklaştırırlar.
Dolayımlar öz-tasarımlarını kitlelerin duygusuyla bütünleşti­
recek bir tarzda sunarak, istedikleri düşünce ve yargıyı kitlesel­
leştirirler. Öyle ki, kitleler bu düşünce ve yargıları öz düşünceleri
ve yargılarıymış gibi içselleştirirler. Bu süreç içerisinde dolayımlar
değerlendirme araçlarına dönüşürler. Bu yönüyle dolayımlar, bir
reklam ve propaganda aracı olarak değerlendirilebilir.
Dolayım, bir yönüyle ''genel araçlarla özel bir etki (yaratma)
aracıdır. '' Bu genel araçla"rla halkın ''öz-algılarıyla'' bağdaştı­
ğı ölçüde ''yabancı'' içerikler dolaysız olarak aktarılır. Böylece,
dolayımlar dilsel ve bilişsel ''yabancılaşmanın'' araçlarına dönü­
şürler. Ancak, bu yabancılaşmanın ayrımına varamayan kitleler,
dolayımların kendisini aktaran algı aracı olduğunu çoğunlukla
düşünemez. Bu yolla ''yabancı '' algı, ''öz-algı'' gibi algılanılarak,
kendisini kitlelerin dil kullanımında ve bilincinde süreklileştirir.
Söz konusu süreç öyle olağanlaşabilir ki, izleyici ya da okuyu­
cu, öz gerçekliğiyle ilgisi olmayan bir özdeşlik sunusuyla kendisini
özdeşleştirmeye başlar. Böylece, kendisini tümüyle dolayımların
22 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

sunuları doğrultusunda yeniden üretme tutumu geliştirir. Dola­


yımlar, amaçları ne olursa olsun, ''teknik'' belirlenimlidir. Algı
oluşturucu şeyleri teknik olarak aktarırlar.
Bu yüzden artık gerçek varoluş ''kültür'' değil, dolayımın
izlediği erek ve sahip olduğu araçtır. Dolayımlar kültürü dünya
ölçeğine çıkararak, insanların meraklarını törelerini ve öz-övgü
gereksinmelerini teknik bakımdan kendi iletilerinin içine katmak
suretiyle dolayımsal olarak biçimlendirirler. Kültür, böylece popü­
lerleştirilir, insanların öz-algılarına yönelik ''kültür politikasına''
dönüştürülür; kendisini hazırlayan, üreten ve yansılayan yapıya
kavuşturulur.
Dolayımlar kültürü taşısalar da kendi başlarına hiçbir zaman
kültür olamazlar; ancak kültürün görülmeyen sunu biçimi, ''poli­
tik kültürün biçimi'' olabilirler. Nazizmin propaganda bakanı
Goebbels'in propaganda politikasının amacı da budur. Goeb­
bels'in sözleriyle ''Basın öyle ince ayarlanmıştır ki, yönetimin/
hükümetin elinde istediği zaman çalabileceği bir piyanodur. ''

Dilin Göreceliliği

Dilin görecelilik niteliği ya da ''dilsel görecelilik kuramı'',


Edward Sapir ve Benjamin Whorf tarafından dizgeleştirilmiştir.
Bu bilimcilere göre, ''bazı düşünceler ancak belli dillerde anlatıla­
bilir, anlaşılabilir''; bu nedenle dil görecelidir. Bu bakımdan dilsel
görecelilik, örneğin, Türkçenin akraba ve renk adlarını ayrıntıla­
ma eğiliminde kendisini gösterir.
Dilin göreceliliği ayrıca, ''dillerin dil-dışı gerçekliği'' farklı
algılamalarına da dayanır; diller, gerçekliği değişik tasarımlayan
dizgelerdir. Dilsel görecelilikle ile düşüncenin dile bağlı olduğu
düşüncesine dayanan dilbilimsel görecelilik arasındaki ince bir
ayrım vardır. Dilbilimsel görecelilik için Heidegger'in ''dil düşün­
cenin evidir'' belirleyimi örnek gösterilebilir. Bu yaklaşım saltlaş­
tırılınca, Humboldt'a gönderme yaparak, ''dil, insanın dünyaya
bakışını belirler'' de denilebilir.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 23

Ancak, Sapir/Whorf kuramı, Türkçedeki renk nitelemeleri


örneğinde olduğu gibi, bazı olguları ve duyumsal durumları fark­
lı adlandırmayla sınırlı değildir. Bu kuram özellikle bazı dillerin
diğerlerine göre düşünsel bakımdan daha gelişkin olduğu ve diller
arasında anlatım yeterliliği bakımından aşılamaz duvarlar bulun­
duğu anlayışına dayanır. Bu nedenle adı geçen kuram bilimsel
bakımdan sorunludur; çünkü insanlar her dili öğrenebiliyorlar.
Bu da konuştukları dilden bağımsız olarak bütün insanların ortak
bir dil yetisine sahip olduklarını kanıtlıyor. Dolayısıyla da öğren­
dikleri dillerde anlatılan düşünceleri de anlayabiliyor ve seçici bir
yaklaşımla gereksinmelerine ve yönelimlerine uygun bulduklarını
ediniyorlar.

Dil-Toplum İlişkisi ve Dilin Gelişim Kaynağı

Humboldt'un ''Dil Felsefesi Üzerine Yazılar'' ile ilgili bölümde


ayrıntılı olarak irdelendiği üzere, sürekli değişim içinde olan insan
ve toplum, dili de değiştirir. Sosyal ve dilsel bulguların bireşimlen­
mesini amaçlayan dil sosyolojisi, asıl olarak dil-toplum ilişkisini
konulaştırır ve çözümler. Toplumsal konum, eğitim düzeyi, siyasal
tutum gibi konularla dil arasındaki bağıntı dil sosyoloji kapsa­
mında irdelenir.
Her ölçünlü (standart) dilin gelişim kaynağı olan dil değişken­
leri toplumsal küme dili (sosyolekt), örneğin köylülüğün ya da
işçi sınıfının dili, kentlilerin dili; halk dilinde ağız denilen yöre dili
(diyalekt), örneğin Ege, Karadeniz ya da Doğu Anadolu yörele­
rinin özgün dil kullanımları; birey dili (idyolekt), Yunus Emre ve
Pir Sultan gibi düşünür-şair, Yaşar Kemal gibi yazar, Bülent Ecevit
gibi siyasetçilerin şiirselliği yüksek bireysel dil beğenileri, ölçünlü
dili zenginleştirdiklerinden, dil sosyolojisinin araştırma konuları
arasında sayılabilir.
Dil politikası, dil planlaması gibi konular bağlamında tartışı­
lan ''dil arılaştırması ya da arılaştırmacılığı'' ve ''dil devrimi'' gibi
önemli dilsel-toplumsal ve kültürel olaylar da bu bilim alanında
betimlenir.
24 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

Dil Eleştirisi

Modern felsefenin başlıca konularından biri olan dil eleşti­


risi, dil toplum bağıntısından yola çıkarak, dili, dil eylemleri­
ni ve söylemleri irdeler. Çağdaş göstergebilimin kurucusu olan
Roland Barthes'a göre, dil eleştirisi aynı zamanda ''sosyal eleşti­
ri'' olmak zorundadır; çünkü dilin kendisi '' ideoloj ik '' bir öz-ya­
pıya sahiptir. Dili ve iletişimi koruma ve geliştirme açısından dil
eleştirisi, ''dilsel bildirimlerin değerlendirimidir. Dil eleştirisi,
''

dilin sosyal alanda ideolojik tutumları, çeşitli toplum kesimleri


arasındaki ilişkileri biçimlendirdiği, erki koruma/ kullanma ve
cinsiyet ayrımcılığının aracı olduğu savına dayanır. Bu açılardan
dil eleştirisi, toplum ve kültürü belirleyen egemen güçlerin uygu­
lamalarının eleştirisidir.
Amerika'da geliştirilen ve 1 980'li yıllarda Avrupa'da yaygın­
laşan ''political correctness'' (siyasal dürüstlük/düzgünlük) akımı
da dil eleştirisi bağlamında değerlendirilir. Siyasal Dürüstlük kav­
ramı, dilsel bildirimlerin öncelikle ''sömürgeci'' , ''ırkçı'' ve ''cin­
siyetçi'' anlamlar ve çağrışımlar içeren ''ayrımcı görüngülerden ''
arındırılmasını amaçlar.
Dil arılaştırmacılığını da dil eleştirisi bağlamında değerlendi­
renler vardır.

Dil ve Erk/Güç İlişkisi

Fransız düşünür Michel Foucault'ya göre, erki (iktidarı ) ele


geçirmenin yürütmenin ve meşrulaştırmanın toplumsal aracı­
dır. Bu düşünürün dizgeleştirdiği ''söylem kuramı '' na göre, erk
yapıları ve ilişkilerince belirlenmemiş ''söylem'' yoktur. Söylemin
kuralları belli bir bağlamda ''neyin söylenmesi neyin söylenme­
mesi gerektiğini, hangi konuşucunun neyi ne zaman söyleyebi­
leceğini'' belirler. Erk salt siyasal yönetimle sınırlandırılamaz.
Buyrum ve yaptırım gücü veren her türlü toplumsal konum, erki
simgeler.
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 25

Dilin erk sahiplerinin çıkarları ve gereksinmeleri doğrultusun­


da toplumsal sömürüyü ve eşitsizliği örtmek için araçsallaştırıl­
ması salt ekonomik alanda olmaz. Üretim ve bölüşüm ilişkileri­
nin türevleri arasında olan kadın erkek ilişkileri alanında da dil
güdümleyici amaçlarla kötüye kullanılabilir. Her kültürde değişik
yoğunluklarda var olan kadını aşağılayıcı anlatımlar, Türk kültü­
ründe de bolca vardır. Egemen anlayışın bir sonucu olarak ortaya
çıkan dil yoluyla kadının baskılanması ve ayrımcılığa uğratılma­
sı, kendisini örneğin stereo-tipleştirme ve aşağılayıcı anlatımlarda
somutlaşır.

Dil ve Bellek veya Sözcük Nasıl Oluşturulur?

Dilsel bir etkinlik olan anımsama, belleğin varlık nedenidir.


Bellek de anımsamayı olanaklılaştıran yeterliliktir. Jan Assmann,
'' Kültürel Bellek'' adlı yapıtının '' Bireysel ve Toplumsal Bellek ''
bölümünde bireysel belleğin ''toplumsal olarak belirlendiğini''
belirtir. 12 Bu araştırmacının deyişiyle, toplumların bir belleği
yoktur; ancak toplumsal anlatılar belleği ve anımsamayı biçim­
lendirir; çünkü ''farkında/ık olmadan hatırlamak '' olanaksızdır.
Anımsamayı olanaklılaştıran ''anımsama figürleri'' vardır. Söz
konusu anımsama figürleri, ''zaman ve mekı!ina bağlılık '', ''gruba
bağlılık '', ''tarihin yeniden kurulması '' ilkelerine göre biçimlenir.
Kültürel bellek ise, öncelikle ''gelenek oluşumu '', ''geçmişle iliş­
ki'', ''yazı kültürü'' ve ''kimlik kavramları'' etrafında belirginleşir
ve etkinleşir.
·

Paul Ricoeur, başyapıtı olan '' Hafıza, Tarih, Unutuş'' 13ta hem
bireysel ve kolektif belleğin biçimlenişini, hem de temsil, anlatı,
retorik, anı, imge, anımsama ve unutma konularını derinlemesine
irdeler. Bu filozofun belirlemesi uyarınca, bellek zamanla ilişki­
lidir ve belleğin ''geçmişe erişimi sağlayan özgül işlevi'' korun-

12 Jan ASSMANN: "Kültürel Bellek''; çeviren: Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
200 1 .
13 Paul RİCOEUR: ''Hafıza, Tarih, Unutuş''; çeviren: M. Emin Özcan, Metis Yayınları,
2012
26 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI · I •

malıdır. Belleği oluşturan ve biçimleyen etmenlerden olan anı


ancak ''imge/eşerek geri gelebilir. '' Anılan yapıtın ''Anı ile İmge''
ara-başlığını taşıyan bölümündeki anlatımla, imgelem, kurgusal
şeylerle '' ilgi kurar'' ; anı ise ''geçmişe ait şeyleri ortaya serer. ''
Bütün bu işlemler, dil dolayımıyla yapılır.
Şimdi zaman bakımdan biraz geriye gidip, Hegel'in yaklaşımı­
na bakalım. Hegel'in '' Felsefi Bilimler Ansiklopedisi''ndeki açım­
laması uyarınca, ad ile anlamın nesnel biçimde birleştirildiği genel
bağlantı, ''kalıcı'' dır. Bu genel bağlantı, ''ilk önce ad olan görüyü
bir tasavvura dönüştürür. ''14
Böylece, içerik veya anlam ve gösterge ''özdeşleştirilir '' ve yeni
bir tasavvur oluşturulur. Tasavvur etmenin içeriği, onun var-oluşu;
diyesi, dışsallığı olarak belirginleşir. Böylece, ''adları 'aklında tutan '
bellek '' oluşur. Adları akılda tutmak, ''somut tasavvurla bağlantı-

landırılan dilsel göstergelerde söz konusu göstergeleri anımsama


yeteneği '' taşımak demektir. Tasavvur etme ile ad arasındaki ilişki
nedeniyle, ancak ''tasavvurun alanı içinde var-olan ve geçerlilik
taşıyan şey'' ad niteliği kazanır, bir başka deyişle, dilselleştirilir.
Tekil adların yarattığı çağrışım, ''duyumsayan, tasarımlayan
ve düşünen kavrayışın belirlenim/erinin anlamından '' kaynakla­
nır. Bütün bu etkinlikler, dilde ve dil dolayımıyla gerçekleşir.
Örneğin, ''aslan'' söz konusu olduğunda, ne aslan adında böyle
bir hayvanın görüsünü, ne de imgenin görüsünü gereksiniriz.
Çünkü bu ad, ''bizim onu anlamamız'' suretiyle ''imgesiz yalın bir
tasavvur'' durumuna gelmiştir. Ancak adlarla ''düşünürüz. '' Bir
başka söyleyişle, düşünme aynı zamanda bir adlandırma; diyesi,
gösterge oluşturma eylemidir.
Tını ya da ton ile dışa vurulan sözcüğün sesel yönü, ''zamanla
yok olur. '' Bu nedenle zaman ''soyut'' bir şey olarak, ''yok edici
olumsuzluk '' olarak kendisini gösterir. Ancak, dilsel göstergenin
''hakiki somut olumsuzluğu '' kavrayıştır; çünkü kavrayış, ''dilsel

14 Georg Wilhelm Frierich HEGEL: ''Enzyklopedie der philosophischen Wissenschaf­


ten ''; Werke in zwanzig Baenden, Band 10, Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main,
1 9 8 1 , s. 229- 282. Bu ve benzeri konularda ayrıntı için: Onur Bilge KULA: ''Hegel
Estetiği ve Edebiyat Kuramı I"; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 20 1 O.
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 27

göstergeyi dışsal bir şeyden içsel bir şeye dönüştürür ve dönüş­


türdüğünü de bu yeniden biçimlendirilmiş biçim içinde saklar. ''
Başka bir anlatımla, dilsel göstergenin niteliğini değiştirir.
Böylece söz(cük)ler, ''bir düşüncenin canlandırdığı var-oluş ''
niteliği kazanır. Bu yargı herkesin düşüncesi için ''gereklidir.''
İnsan düşüncesini, ancak ''zaman'' bilir; çünkü insan, ''gerçek
düşünceye sahip olup olmadığını '', ancak ''düşüncesine nesne­
sellik biçimini'', ''içselliğinden ayrımlaşmış olma biçimini '', bir
başka söyleyişle, ''dışsallık biçimini''; diyesi, ''en yüksek içsellik
özelliği taşıyan dışsallık biçimini'' kazandırıp kazandırmadığını
zaman içinde '' bilir. ''
Böyle bir içsellik özelliği taşıyan ''dışsal'' ise, sadece ''dile
dökülmüş tını/ton ''; diyesi, ''sözcüktür. " Sözcük, içsel bir yeter­
lilik olan düşünmenin içeriği ile dışsal biçim olan ses imgesinin
birleştirilmesi, bir başka deyişle, bireşimleşmesi sonucu oluştu­
rulur. Sözcükler, düşünmenin yapı taşlarıdır. Onlar olmaksızın
düşünmek istemek, bu nedenle, ''akıl-dışılık'' demektir. Ayrıca,

''düşüncenin sözcüğe bağlı olmasını, düşüncenin eksiği '' sanmak


da gülünçtür.
Dile getirilemeyen/söylenemeyen şeyler, ''bulanık olan şeyler'' ,
''maya/anmakta/oluşmakta olan şeylerdir. '' Bu tür şeyler, ancak
''açıklık kazandıklarında söze dökülebilir. '' Dolayısıyla, sözcük,
''düşünceye uygun ve gerçek bir var-oluş '' kazandırır.
Bununla birlikte, ''konuyu kavramadan '' sözcüklerle de oyna­
nabilir. Bu durum, sözcüğün/dilin suçu değil, ''eksik, belirsiz, içe­
riksiz düşünmenin '' sonucudur. Nasıl ki ''hakiki düşünce nesne/
şey'' ise, ''hakiki düşünme tarafından kullanılan '' sözcük de nesne
ya da şeydir. Kavrayış, kendisini ''sözcük ile doldurmakla '', ''nes­
nenin doğasını da içselleştirir. '' Bu içine alma, aynı zamanda kav­
rayışın kendisini ''nesnel'' bir şeye dönüştürmesi; diyesi, ''nesnel­
leştirmesi'' demektir.
Bu sırada öznellik, ''boş bir şeye, sözcüklerin tinsiz bir kabı­
na '', kısacası, ''mekanik bir belleğe'' dönüşür. Böylece, ''sözcüğü
anımsamanın ölçüsüzlüğü, kavrayışın en yüksek dışsallaştırımı ' '

olarak ortaya çıkar.


28 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-

Hegel, yukarıda belirginleştirmeye çalıştığı bilen ve oluşturan


özne ile sözcük arasındaki diyalektik belirlenim ilişkisini şöyle
anlatır: ''Ben, sözcüğün anlamını ne denli tanırsam, sözcük benim
içselliğimle ne denli bütünselleşirse, o sözcüğün nesnelliği ve belir­
liliği o denli yok olur.''
Soyut bir var-oluş olan '' ben '' , öznellik olarak aynı zamanda
''çeşitli adların gücüdür. " Ben, ''adların sıralarını içinde kalıcılaş­
tıran ve kesin bir düzen içinde tutan b<;>ş bağdır. " Kavrayış, adla­
rın ''var-oluşudur'', varlık kazanmış durumlarıdır. Bu nedenle,
kavrayış, aynı zamanda ''tümüyle soyut öznellik '' olarak adların
gücüdür.
Ad olarak var-olan şey, ''nesne olabilmek için, hakiki nesnellik
olabilmek için, başka bir şeyi tasarımlayan kavrayışın 'anlamı­
nı' gereksinir. '' Belleğe ''düşünce ile akrabalık konumu sağlayan ''
başlıca etmen dildir.

Dil- Edebiyat İlişkisi veya Anlatılaştırııı a

Edebiyatın malzemesi ve dolayımı dildir. Bu belirleme, edebi­


yat ile dil arsındaki kuramsal ilişkiyi ve dolaysızlığı da dile getirir.
Yazın-kuramı açısından her türlü kuram gelişimi, başta Roman
Jakobson olmak üzere, önde gelen Rus biçimcilerin 20. yüzyılın
ilk yarısında dizgeleştirmeye çalıştıkları ''yazınsallık nedir, nasıl
oluşur? '' ya da ''yazınsallığı oluşturan özellikler nelerdir? '' gibi
sorulara verilen yanıtlarla yakından ilgidir.
Bu nedenle, bir anlatı sanatı olan yazına ilişkin kuramsal düşü­
nümler, asıl olarak ''yazınsal kurgu'' ve ''yazınsal dil'' ilişkisi etra­
fında yoğunlaştırılır ve belirginleştirilir. Burada bir başlam açıp,
iki önemli Fransız edebiyatçı ve düşünürün konuya ilişkin görüş­
lerine başvurmak yararlı olabilir.
Anlatılaştırma veya anlatı söylemi, Paul Ricoeur üç ciltten olu­
şan ve her biri ayrı alt-başlıkla yayımlanan ''Zaman ve Anlatı''da
''anlatı-zaman ilişkisini'', ''olay örgüsünü'' ve diğer anlatılaştırma
öğelerini üçlü mimesis kapsamında konulaştırır. Söz konusu üçlü
mimesisi, yapıtın çevirmeni Mehmet Rifat ''Zaman ve Anlatı: Bir-
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 29

Zaman Olayörgüsü Üçlü Mimesis'' 15 için yazdığı önsözde şöyle


açımlar:
Mimesis 1 : ''Ön-biçimlendirme düzlemi''; bu düzlem, ''metin­
selleştirmenin öncesinde yer alır ve eylem dünyasının bir ön-kav­
rayışını, ön-tasar/anışını ,, belirtir.
Mimesis 2: ''Biçimleniş düzlemi''; bu düzlem, ''çözümlemenin
temel aşamasıdır. ,, Burada olay örgüsü üretilir. Olay örgüsü üret­
mek demek, ''o/aylar/eylemler dizisini okurlar ya da dinleyenler
tarafından anlaşılır kılmak amacıyla, düzenli bir bütün haline
getirmek, dönüştürmek ,, demektir.
Mimesis 3: '' Yeniden biçimlendirme düzlemi''; bu düzlem,
''alımlama'' aşamasını kapsar. Yapıtın kurgusal dünyasıyla oku­
run alımlama eylemleriyle oluşan dünyanın ''kesişme noktasında
,
yer alır. ,
Gerard Genette, ''Anlatının Söylemi'' 16 adlı yapıtında anlatı
söylemini veya anlatılaştırmayı ''düzen'', ''süre'', ''sıklık '' , ''kip''
ve ''ses'' kapsamında irdeler. Genette'in ''Giriş'' bölümündeki
tanımlamasıyla, anlatı, ''anlatı bildirimini, bir olayı ya da olay­
lar dizisini anlatmayı üstlenen sözlü veya yazılı söylem ,, demek­
tir. Anlatı içeriği, kuramcılar açısından ''bu söylemin konuları­
nı oluşturan gerçek ya da düzmece olaylar dizisine ve bunların
birtakım bağlanma, karşıtlık, tekrar vb. ilişkilerine göndermede
bulunur. '' Bu anlamda anlatı çözümlemesi/analizi, ''kendi içinde
ele alınan bir eylemler ve durumlar bütünlüğünü, bu bütünlüğün
bilgisinin bize erişmesini sağlayan dilsel ya da diğer araçları bir
yana bırakarak incelemek ,; anlamını taşır. Anlatı, G. Genette'in
belirlemesi uyarınca, en eski anlamıyla, ''bir olaya göndermede
,,
bulunur. Anlatılama, bu bağlamda ''kendi içinde ele alınır. ,,
Anlatının söylemi de ''anlatma eyleminin ürünüdür. ,, Anlatının
söylemi, ''anlatı metnidir'', diyesi, yazınsal metindir. Anlatı söyle­
mi çözümlemesi, her zaman ''ilişkilerin incelenmesini gerektirir. ,,

l5 Paul RİCOEUR: "Zaman ve Anlatı: Bir''; çevirenler: Mehmet Rifat- Sema Rifat;
YKY, 2. Baskı, İstanbul 201 1
16 Gerard GENETIE: "Anlatının Söylemi"; çeviren: Ferit Burak Aydar, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 201 1
30 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI 1
• ·

Bir yandan, söylem ile aktardığı olayların ilişkisi, diğer yandan


''aynı söylem ile onu üreten edim arasındaki gerçek ya da kurma­
ca ilişki'' çözümlenmelidir.
Genette, ''gösterilen ya da anlatısal içerik için ''hikaye'' söz­
cüğünü; gösteren, bildirim, söylem ya da bizzat anlatı metni için
''anlatı'' sözcüğünü; eylemin gerçekleştiği gerçek ya da kurmaca
tüm durumlar için ise ''anlatılama'' sözcüğünü'' önerir.
Bir yazılı metni sanatsallaştırma; .diyesi, ona ''estetik nitelik''
kazandırma, yazarın dil beğenisi ve dilsel yaratım yeterliliği teme­
linde tümüyle dil ile ve dil üzerinden gerçekleştirilen bir edimdir.
Bu edimi, Mehmet Rifat, Paul Ricoeur'nün, ''Zaman ve Anla­
tı: Bir- Zaman, Olayörgüsü, Üçlü Mimesis'' için yazdığı Türkçe
önsözde ''biçimleniş düzlemi'' olarak adlandırır.
Aynı şekilde yazarca söz konusu yazılı metne içkinleştirilen
''estetik niteliği'' algılama ya da alımlama sürecinde duyum­
sama ve yazılı metni anlamsal düzeyde yeniden üreterek, onun
estetik-düşünsel niteliğini etkenleştirme de tekil alımlayıcının, bir
başka deyişle, tekil okuyucunun dilsel ve sanatsal duyarlılığı ve
birikimiyle yakından ilgilidir.
Nedensizlik ve uzlaşımsallık ilkeleri gereği, sözcükler, kullanıl­
dıkları bağlama ve konuşucunun/yazıcının ereğine uygun olarak
yeni anlam kazanabilirler, anlam genişlemesine ya da daralma­
sına uğrayabilirler. Anılan ilkeler, dilsel ürünler, yapıtlar için de
geçerlidir.
Bir anlatımda sözlükler gerçek ya da sözlük anlamları dışın­
da kullanılabilirler. Sözcüklerin bu tür kullanımına ''eğretileme''
(metafor) denir. Retorik figürler bölümünde ''eğretileme'' kav­
ramı ayrıntılı irdelenecektir. Örneğin, günlük dilde sevilen birisi
için kullanılan ''hayatım'' anlatımı, eğretilemesel bir anlatımdır;
çünkü burada söz konusu edilen kişi, gerçekte bu eğretilemeyi
kullananın yaşamı değildir. Yaşam sözcüğü, sözü edilen kişiye
gösterilen sevgiyi ve önemi vurgulamak için kullanılmıştır.
Eğretilemeler özellikle atasözleri ve deyimlerde bolca kulla­
nılır: ''Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır'' atasözündeki, ''dilinin
altındaki baklayı çıkarmak '' ya da ''dilinin ucuna gelmek'' gibi
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 31

deyimlerdeki sözcüklerin neredeyse tümü eğretileme işlevinde­


dir. Bu örneklerden anlaşılabileceği gibi, bir eğretileme iki şey,
durum ya da görüş arasındaki benzerliğe gönderme yapar. Eğre­
tilemeler, genellikle somut nesneler arasındaki benzerlikler için
kullanılmaz.
Yazın/edebiyat dilinde yazarın biçem özgünlüğünün oluşumun­
da ve yazınsal metinlere iki ya da çok-anlamlılık niteliği kazandır­
mada retorik figürler, bunlar arasında da çoğunlukla eğretilemeler
kullanılır. Bu yönüyle eğretilemeler, dili estetikleştirerek, yazınsal
dil düzeyine yükselten etmenlerin başında gelir. Yazma ve konuş­
ma, anlaşılabilirlik ölçütüne uymak koşuluyla, bireysel dil beğeni­
si doğrultusunda dili biçimlendirme eylemidir. Bu nedenle, yazılı
ya da sözlü her dilsel bildirim, özellikle de yazınsal söz ve söylem­
ler gizil-gücül olarak çok-anlamlıdır.
Yunus Emre'nin şu dörtlüğü eğretilemeler ve çok-anlamlılık
için açık bir örnektir:

'' Yol odur ki doğru vara


Göz odur ki Hak 'kı göre
Er odur ki alçakta dura
Yüceden bakan göz değil. ''
Burada yol ''anlayış'' ''ög�reti'' · Hak ''hakikat'' · er: ''insan''
' ' ' ' ' ' '

''kişi''; alçakta durmak, ''alçak gönüllü olmak'' ; yüceden bak-


mak, ''kibirlenmek'', '' böbürlenmek'', ''şişinmek'' gibi anlamlara
gelebilir.
Mevlana'nın Şems'i gö"rünce söylediği belirtilen

''Güneşim ayım geldi, kulağım gözüm geldi . . .


Yolumu vuran geldi, tövbemi bozan geldi ''
Dizeleri de eğretilemelerle örülmüştür.
Romancı Ahmet Altan'a ait ''Erguvanlar çiçek açınca, içim
dalgalanır'' ve ''insan en çok neyinden utanır? ''; Oya Baydar'ın
''Hiçbiryer'e Dönüş'' adlı romanında yer alan ''Bunu anladığım
zaman, mekandaki sürgünüm, zamanda sürgüne dönüştü. Bu
sürgünün sonsuz ve çözümsüz olduğunu fark ettim '' tümceleri,
32 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1-

düzyazı alanında da eğretilemelerin ne denli yaygın olduğunu gös­


teren örneklerdir. Metafor kavramını yeniden ele alacağım.
Yazınsal biçem (üslup) araçlarının da katkısıyla belirginle­
şen çok-anlamlılık, yazınsal yapıtların değişik okunmalarına ve
yorumlanmalarına ortam hazırlar. Dilin bu özyapısal niteliği
öncelikle şiir, öykü ve roman gibi yazınsal yapıtlar için geçerlidir.
Müzik, ezgi, ritim ya da melodi gibi tüm dillerde duyumsana­
bilen seslerin estetik biçimlendirimiyle 9luşur. Bu nedenle ''müzik
evrensel bir dildir'' denilir. Bu, farklı kültürlerden insanların
müziğin oluşturduğu duygu ve iletileri benzer biçimde duyumsa­
yabilecekleri ya da algılayabilecekleri anlamına gelir. Burada söz
konusu olan dil, müzik açısından estetikleştirilmiş duygu dilidir.

Dil Felsefesi

Dil-bilinç-gerçeklik ilişkisini inceleyen bilim alanı, dil felsefe­


sidir. Dil felsefesinde anlam, içerik ve kavram, dil çözümlemesi
yöntemiyle irdelenir. Dil felsefesinin araştırma alanlarından biri
olan ''ülküsel dil'' konusunda çalışmalarıyla tanınan dil felsefe­
cisi, aynı zamanda matematikçi ve mantıkçı olan Gottlob Frege
ve Bertrand Russell'dır. Ülküsel dil felsefecileri, olağan (normal)
dilleri eksikli bulurlar.
Olağan dil felsefesine göre, konuşulan diller, ''toplumsal
ortamda iletişim için yeterlidir. '' Bu okulun başlıca kuramcısı olan
Ludwig Wittgenstein'e göre, felsefe olağan dilin ''kavramsal ve
düzenleyici'' bağıntılarını betimlemelidir.
Dil ile gerçeklik bağlamında göndergesel (refenziell) anlatımlar
öne çıkar. Bir anlatımın göndergeselliği demek, o anlatımın anla­
mının göndergesinde bulunması demektir. ''Orhan Veli yirminci
yüzyılın en sevilen şairlerinden biridir'' tümcesinde ''en sevilen
şair'', anlamı taşıyan göndergedir.
Dil felsefesi, anlam irdelerken, bir göstergenin neden anlamı
olduğu sorusunu sorar. Bir anlatımın anlamı herhangi bir nesne
değildir; göstergenin kullanımıyla oluşmuştur. Paul Grice, bu kap­
samda '' bir göstergenin anlamı, konuşucunun ne demek istediği­
dir'' saptamasını yapar.
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 33

Dil felsefesinin bir başka araştırma alanı, ''dil-eylemleri'' <lir. Dil­


eylem kuramına göre, konuşan bir kimse salt bir şeyi anlatmaz; aynı
zamanda bir şey yapar, bir eylemde bulunur. Bu kuramın oluşturu­
cusu, John Searle'e göre, bir dilsel bildirimle ''bir şeyler söylenir; bir
şeyler yapılır ve onunla bir etki yaratılır. ''İfade özgürlüğü, çağdaş
demokrasinin vazgeçilmez önkoşullarından biridir'' tümcesi dilsel
bir bildirimdir. Bu tümceyi söyleyen kişi, düşünce açıklama eylemini
gerçekleştirir; bu dilsel bildirimle aynı zamanda bir etki de yaratır.
Edebiyatı her yönüyle anlayabilmek, öncelikle dil hakkındaki
felsefi birikimi anlamak ve onu dilsel malzemenin yazınsallaştı­
rılması açısından verimlileştirmekle olanaklıdır. Bu yüzden, başta
Wilhelm von Humboldt, Friedrich Hegel, Ferdinand de Saussure,
Roman Jakobson ve Noam Chomsky olmak üzere, dil felsefesini
geliştiren filozof, düşünür, yazar ve bilimcilerin yapıtlarını bu kitap­
ta irdelemeye çalıştım. Bu kitap, Türkiye'de dil felsefesi ve yazınsal
yaratım arasındaki dolaysız bağı ele alan ilk kapsamlı çalışmadır.

1. 2. Wilhelm Von Humboldt:


''Dil Felsefesi Üzerine Yazılar''

Düşünce Geliştirme ve Dilselleştiııııe Bitimsizdir

Dil felsefesinin tarihsel gelişimine Almanya'da ilk kapsamlı ve


dizgeli katkıyı yapan Humboldt'ur.17 Bu filozofun ''Dil Felsefesi Üze-

17 Türkiye'de Wilhelm von Humboldt üzerine çalışmalarıyla tanınan felsefecilerin ba­


şında Prof. Dr. Bedia Akarsu gelir. Akarsu Humboldt'un ''Dil Felsefesi Üzerine Yazı­
lar'' hakkındaki görüşlerini ''Wilhelm vun Humboldt'a Dil-Kültür Bağlantısı'' adıyla
yayımladı (İnkılap Kitapevi, 3. baskı, İstanbul 1 998, toplam 1 04 sayfa ) . Çukurova
ve Mersin Üniversitesi'ne çok yakından tanıma olanağı bulduğum ve dil felsefesi de
dahil birçok konuyu tartışdığım Bedia Akarsu'yu sevgi ve saygıyla anıyorum. Bedia
Akarsu'nun anılan incelemesi, ''Dilin Karakteri'', ''Dille Bireyin Birbiri Karşısında
Durumutt, "Dille Ulusun Karşılıklı İlgileri'' ve ''Dilin Gelişmesi'' olmak üzere top­
lam dört bölümden oluşmaktadır. Mehmet Akkaya "Filozofça- Dil Felsefesi (Belge
Yayınları, İstanbul 201 1 ) adlı yapıtında dil felsefesi alanında çalışanların görüşlerini,
doğal olarak kendi konumunu ve yorumunu da katarak irdelemiştir. Akkaya, Hum­
boldt'un felsefi kuramını, Akarsu'nun anılan yapıtını temel alarak değerlendirmiştir.
Bu çalışmada esas olarak dil-edebiyat ilişkisi söz konusu olduğu için, dil felsefesine
ilişkin tartışma dışarıda tutulmuştur.
34 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI 1 --

rine Yazılar'' 18 adlı yapıtı, alanında yol gösterici olmanın yanı sıra,
dil ile edebiyat arasındaki ilişkiyi ortaya koyması bakımından da
önemlidir. Bu filozofun söz konusu yapıtını, dil felsefesi ile edebiyat
arasındaki ilişki açısından seçici bir okumayla irdelemeye çalıştım.
''Dil Felsefesi Üzerine Yazılar''ın birinci bölümü ''Dilin Geli­
şiminin Çeşitli Dönemleri Açısından Karşılaştırmalı Dil Araştır­
ması'' adını taşımaktadır. Humboldt'un burada yer alan değerlen­
dirmesi uyarınca, ''dillerin etkisi, hem _ö nemi bakımından büyük
özgünlüklerden, hem de o dillerin unsurlarının benzer ve görüle­
bilir izleniminden kaynaklanır. '' Aynı yerkürede olduğu gibi, dil­
lerde de ''tümlenmiş düzenlemenin veya yapılanmanın ulaştığı bir
nokta vardır. Bu noktadan itibaren organik yapı, diyesi, yerleşik!
sabit biçim artık değişime uğramaz. '' Öte yandan, dillerde insanın
''tinsel etkinliğinin canlı üretimleri, verili sınırlar içinde sonsuza
değin yetkinleşmesini ilerletir. '' Dilin grameri, ''belli bir biçim
kazandıktan sonra pek değişime uğramaz. '' Türetimler, özellikle
ve sadece kavramların;
•''Sözcük birleştirimleri,
•Sözcüklerin içeriğinin içyapısının genişlemesi,
•Duyumsal bağlantılandırılması,
•Köken anlamlarının fantezileştirici kullanımı,
•Belirli durumlara ilişkin bazı biçimlerin doğru duyumsana­
rak birbirinden ayrıt edilmesi,
•Gereksiz/erin/fazlalıkların yok edilmesi ve
•Ham tınıların düzgünleştirilmesi (veya olgunlaştırılması)
gibi incelikli dallanması/ayrımlaşması ''
yoluyla dil yetkinleşir ve ''belagatin (konuşma sanatının) görül­
memiş bir parlaklığına '' ulaşabilir. Görüleceği üzere, söz varlığı
ve onunla ilgili olan anlam çoğullaşması, dili sürekli gelişime ve
yetkinleşmeye zorlayan alandır.

18 Wilhelm von HUMBOLDT: ''Schriften zur Sprachphilosophie''; Werke III, yayım­


layanlar: Andreas Flitner/Klaus Giel, J. G. Cotta'sche Buchhandlung, 6. Auflage,
toplam 762 sayfa, Stuttgart 1 988. Okuyucunun ayırabilmesi için, Humboldt'un bu
yapıtında yer alan özgün başlıkları ve ara-başlıkları düz ve kalın, kendi koyduğum
ara-başlıkları ise, italik ve kalın yazdım. Bu yöntemi, konulaştırdığım diğer yapıtlar­
da da uyguladım.
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 35

Humboldt'un dil felsefesi bakımından belki de en kalıcı belir­


lemesi şudur: ''Ham, barbar lehçeler bile, eksiksiz bir kullanım/
anlatım için gerekli olan öğelere sahiptir. '' Bu belirlemenin teme­
linde yatan felsefi düşünce şudur: Her dil, düşünceyi, algıyı ve
duyguyu eksiksiz olarak anlatabilir; ancak bunun için söz konusu
dili konuşanların, düşünce, algı ve duygu geliştirmeleri ve bunları
söze dökmeleri gerekir; çünkü dil kendi kendine gelişemez.
Bu ilkeden hareketle, dilsel biçimler, ''zamanın akışı içinde
bütün insan gönlünü '' anlatma yeterliliği taşırlar. Her dil, yalın
kavramların ilişkilendirilmesiyle, ''düşünmenin ulam/arının
bütün dokusunu '' devindirebilir; çünkü ''olumlu olumsuzu, parça
bütünü, birlik çeşitliliği, neden sonucu, gerçeklik olanağı ve olma­
sı gerekeni, koşullu koşulsuzu, uzamın ve zamanın bir boyutu
başka bir boyutunu, duyumsamanın her derecesi, duyumsamayı
kuşatanı gerektirir ve ortaya çıkarır. '' Bu nedenle, ''en yalın bir
şekilde ide/erin ilişkilendirilmesinin anlatımı, açıklık ve belir/ilikle
gerçekleştirilir. ''

Söylenen Her Şey, Söylenmeyeni Oluşturur ve Hazırlar

Bu kapsamda Humboldt'un hiçbir zaman felsefi değerini yitir­


meyecek olan bir başka belirlemesi şudur: ''Söylenen her şey,
ya söylenmeyeni oluşturur ya da onu hazırlar. '' Bunun nedeni,
dili kullanan insan, ''yerleşik dilsel öğeleri öngörülebilir düzey­
de bölümleme ve onları bitimsiz olarak yeniden ilişkilendirme''
yeterliliğine sahiptir. Söz· konusu bu iki yeterlilik, birbirini tümle­
yen bir ilişki içindedir.
Söylenenin, söylenmeyeni oluşturması veya hazırlaması ve
konuşan/yazan insanın dilsel öğeleri bitimsiz şekilde yeniden iliş­
kilendirmesi, dilsel gelişimin sürekliliğini ve kalıcılığını sağlar.
Düşüncenin birikimliliği de buradan kaynaklanır; çünkü dil son
çözümlemede düşünsel bir oluşum ve etkinliktir. Dilde düşünme
içermeyen hiçbir yön yoktur.
Ayrıca, insan, Humboldt'un söyleyişiyle, ''tinsel bakımdan
düşünüm yoluyla, bedensel bakımdan boğumlama yoluyla bu iki
36 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI · 1 -

alanı ayırma ve tinsel bakımdan kavrayışın bireşim/emesi, beden­


sel bakımdan heceleri sözcüğe, sözcükleri konuşmaya dönüştü­
ren vurgu yoluyla onları yeniden bütünleştirme gücüne sahiptir. ''
Aynı yeterlilikler, dinleyici veya okuyucuda da vardır.
Humboldt, diller arasındaki farklılığı iki kaynağa bağlar. Dil­
leri farklılaştıran birinci kaynak, ''doğal tarihsel bir görüngü olan
halklar arasındaki farklılık ve ayrım/aşmadır. '' İkinci kaynak ise,
''entelektüel- teleolojik bir görüngü ve ulusları oluşturan araç
olan, entelektüel ürünlerin büyük özgünlüğünün ve zengin çeşitli­
liğinin aracı olan, bireyliğin (veya tikel/iğin) karşılıklı duygusuna
dayanan ve bu özelliğiyle insan soyunun bir bölümünün içsel bağ­
lantısının yaratıcısıdır. ''
Halkları farklılaştıran etmenler arasında özgün yaşam koşul­
ları, yaşanılan coğrafyanın ve tarihin özellikleri sayılabilir. Söz
konusu etmenler, doğal olarak dilleri de farklılaştırır; çünkü her
dil, kendisini konuşan topluluk sayesinde var olabilir.
Bu filozofun çok tutarlı belirlemesiyle, dilin canlılığı ve özya­
pısı, ''insanın genel konuşma yetisi ve gereksinmesinden kökenle­
nir. '' Dilin bu yönünü, ''tüm ulus'' etkiler. Tekil bir kişinin kültü­
rü, ''büyük ölçüde giderek bir ulus içinde yetişen bireylerin tikel
yetilerine ve yazgılarına dayanır. '' Dil ile ilgili her şey, insanın dil
yetisi ile ilgilidir. Dolayısıyla, dil ile ilgili her konu, ancak insan ile
ilişkilendirilerek incelenebilir.

Dil, Canlıdır ve Sürekli Değişir

Dil, ''organik bir varlıktır ve öyle ele alınmalıdır. '' Dilin, daha
doğru söyleyimle, dili kullananın içinde barındırdığı ''genişleme
ve yetkinleşmeye yönelik canlı tinsel güdü '', aynı zamanda dilin
canlılığının kaynağıdır. Bu saptamalar uyarınca, dil sürekli deği­
şim geçiren bir oluşumdur ve değişimin itici gücü de tinsel veya
düşünsel canlılıktır. Dolayısıyla, dilin gelişmişliği veya gelişme­
mişliği, her zaman düşünme yeterliliğinin gelişmişliği veya geliş­
memişliğiyle ilgilidir.
Her insanın, her ulusun ''dil gereksinmesi ve dil yeterliliği''
ilkesel olarak eşittir. Yaratılış olarak bu noktada eşitlik olmasına
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 37

karşın, tinsel etkinliğin sürekliliği ve derinliğine göre, dilsel geli­


şim düzeyi farklılaşır.
Humboldt'un değerlendirmesi uyarınca, dilin canlılığının belir­
leyici ölçütü ''onun kullanımıdır''; çünkü dilin ''amaçlı kullanımı,
kavramlardan aldığını, yeniden kavramlara vererek, onları biçim­
ler ve zenginleştirir. ''
Burada dili kullanma kavramına da yakından bakmak yarar­
lı olabilir. Dili kullanmak demek, dil dolayımıyla düşünmek,
duyumsamak ve düşünüleni ve duyumsananı, yine dil dolayımıyla
anlatmak demektir. Dolayısıyla, dil hem çıkış noktasıdır, hem de
erektir.
Yetkin diller açısından bakıldığında şu soru önem kazanır:
''Acaba her dil, aynı veya önemli bir kültür geliştirmeye yetenekli
midir? '' Bu filozofun karısınca, dil, insanın özünde taşıdığı ''bir
yeterlilik olarak görülmek zorundadır ''; çünkü insanın ''tek bir
sözcüğü, boğum/anmış, bir kavramı gösteren/niteleyen bir ses ola­
rak anlayabilmesi için, dilin tümüyle ve bütünlüklü olarak insan­
da bulunması gerekir. '' Bu sözlerin anlamı açıktır: Dilsel yeterlilik
bakımından insanlar ve uluslar arasında bir fark yoktur.
Dilde ''tekil hiçbir şey yoktur''; dilin her öğesi, ''bir bütünün
parçası olarak ortaya çıkar. '' İnsan, ''yalnızca dil ile insandır;
fakat aynı zamanda dili bulabilmek için, insan olmak zorunda­
dır. '' Dilde hiçbir sözcük veya hiçbir dilbilgisi kuralı, bütünden
soyutlanarak, anlamlandırılamaz. Her şey, her öğe, dilin bütün­
lüğü içinde işlevli ve anlamlıdır. Dolayısıyla, dilin gelişmesine
koşut olarak insan, insanın gelişmesine koşut olarak da dil gelişir.
''İnsan bilinci ile dil ayrılmaz bir şekilde birbiriyle ilişkilidir. '' Tek
bir sözcüğü anlamak için gerekli olan ''kavrama eylemi, bütün
bir dili kapsar. '' Bu nedenle, ''dil tümlenmiş verili bir şey olarak
düşünülemez. '' Eğer böyle olsaydı, insan verili olanı anlar, ''onu
kullanabilirdi. ''
Dil, ''kaçınılmaz olarak insandan doğar. '' Dolayısıyla, dilin
organizması, ''ruhun karanlıklarında yatan ölü bir kitle değil­
dir. " Tam tersine, dil, ''düşünme gücünün işlevlerini koşullar'';
bu yüzden de ''ilk sözcük bile tüm bir dili dile getirir ve koşullar. ''
38 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAM! 1 -
-

Bu kapsamda şu ilke vurgulanmalıdır: İnsanın ''içgüdüsü bağlı/


bağımlı değildir ve bireyliğin/tikel/iğin etkisine olanak verir. '' Bu
nedenle, ''kavramlar ve göstergeleri hükümlüdür/esnektir. "
Humboldt'un belirlemesiyle, ''dile egemen olan temel ilke,
boğum/amadır. '' Boğumlama, sesi anlamlı hale getirmedir. Dilin
özü, ''görüngü/er dünyasının özdeğini biçimleyerek, düşünce­
lere dönüştürmektir. '' Dilin bütün verimi/uğraşı '' biçimseldir. ''
Sözcükler, ''nesnelerin yerlerini/konumlarını temsil ettikleri için,
sözcüklerin karşısında bağımlılaştırıldıkları bir özdek, bir biçim
olmak zorundadır. ''
Ayrıca, ''biçim'', düşüncelerde anlaşılır veya ''anlamlı bir söz­
cük yoluyla malzeme olarak verilidir. '' Biçim, ''konuşma anla­
mında tekil bir durum yoluyla adeta özdeksel olarak duyumsa­
tılır. '' Gramer veya dil bilgisi, dilde başat değildir; ''gereksinme
durumunda ortaya çıkar. '' Humboldt'un dil felsefesi açısından en
kalıcı katkısı, dilin sürekli değişim geçirmesi ve dilbilgisinin dilde
başat olmamasıdır. Bu iki saptama, dilsel öğelerin değişmezliğini
varsayan yapısalcılık açısından önem taşımaktadır.

Dil, Düşünce Alanını İşlemeye Eğilimlidir

Bütün diller, ''ideler alanını işlemeye eğilimlidir. '' Dil, tözsel


olarak düşünce alanını işlemeye yatkın ve eğilimli olduğuna göre,
düşüncenin önce düşünülmesi, daha sonra da dilselleştirilebilmesi
gerekmektedir.
Humboldt'un tanımlamasına göre, ''sözcük bir başına dili
oluşturmaz; ancak dilin en önemli bölümüdür. '' Sözcük canlı dün­
yadaki ''birey gibidir. '' Bu nedenle, ''bir dilin bir sözcük ile anlat­
tığı bir şeyi, bir başka dilin betimlemesi önemsiz bir şey değildir. ''
Kavramın '' birliğini/tekliğini'' oluşturan anlama eylemine, ''duyu­
sal gösterge olan sözcüğün göstergesi denk düşer. '' Bu nedenle, bu
ikisi ''konuşma yoluyla gerçekleşen düşünmede '' birbirine eşlik
eder; çünkü ''düşünümün gücü, boğumlama yoluyla sesleri/tını­
ları ayırdığı ve tikelleştirdiği gibi, düşünce malzemesi üzerine de
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 39

ayırıcı ve tikelleştirici etki yapar; bu işlem sırasında ayrımlaşma­


mıştan yola çıkarak, ayrımlaştırma sayesinde saltık tekliğe/birliğe
ulaşmaya uğraşır. ''
Öte yandan, düşünme, ''sadece dile bağımlı değildir; belli bir
dereceye kadar her tekil belirlenmişe bağlıdır. '' Bu kapsamda
''içsel algılamanın ve duyumsamanın malzemesinin kavramla­
ra dönüştürüldüğü yerde, önemli olan, insanın bireysel tasavvur
yeterliliğidir. '' Bireysel veya tikel tasavvur yeterliliği ile dil ''ayrıl­
maz bir biçimde'' ilişkilidir.
Bu saptamalar, edebiyat açsından önem taşımaktadır. Hum­
boldt'un öne çıkardığı tekil insanın bireysel tasavvur veya imge­
lem yeterliliği, dilsel malzemeyi estetikleştirmenin de kaynağıdır.
Yazan veya konuşan dilsel malzeme üzerinde biçimleyici çalışma
yapmak suretiyle, biçem oluşturur. Biçem veya biçemselleştirme,
estetik değeri ve etkiyi oluşturan başlıca kaynaktır.
Ancak sözcük, ''kavramı düşünce dünyasının bir bireyi duru­
muna getirir'' ve ''kendisinde olandan kavrama önemli şeyler
katar. '' İde, sözcük sayesinde ''belirlilik'' kazanır ve belli ''sınırlar
içinde tutulur.'' Sözcüğün ''tınısından, benzer anlamlı diğer söz­
cüklerle akrabalığından, sözcüğün içerdiği yeni nitelendirilecek
olan nesnelere geçiş kavramının büyük bir bölümünden, sözcü­
ğün içkinleştirildiği bu nesneden, onun algılama ve duyumsama­
ya yönelik yan ilişkilerinden belirli bir izlenim doğar. '' Bu yeni
izlenim ''alışkanlığa '' dönüşerek, ''kendi içinde belirsiz ve özgür
olan kavramın bireyselleş1r1esine (veya tikel/eşmesine) yeni bir öğe
katar''; çünkü ''anlamlı her sözcüğe, bu sözcüğün zamanla özen­
dirdiği duyumsamalar, görüler ve tasavvurlar eklenir. ''
Humboldt'un bu belirlemesi, anlamın oluşması ve çoğullaş­
masını anlatmaktadır. Söz konusu belirlemede yer alan ''sözcü­
ğün içeriğinin yeni nitelendirilen nesnelere geçmesi ve anlama ve
duyumsamaya yönelik yan ilişkilerinden doğan izlenimler'' , aynı
zamanda yazınsal metinlerde anlam oluşturumu ve çoğullaştırımı­
nın da başlıca kaynağıdır. Humboldt burada hem asıl anlamı hem
de yan anlamı imlemektedir.
40 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Dil, Tekil İnsanın Değil, Toplumun Ürünüdür

Humboldt'un özenle ve ısrarla vurguladığı bir başka nokta


dilin toplumsallığıdır. Anılan filozofun ''dil, tekil insanın özgür
bir ürünü değildir; her zaman bir ulusa aittir; o ulusun önceki ve
sonraki kuşakları tarafından duyumsanır'' belirlemesi, dilin top­
lumsallığını açık olarak anlatır.
Bu sözlerden anlaşılacağı üzere, hiçbir insan tek başına dil

yaratamaz ve geliştiremez. Dili oluşturan toplumdur. Toplum


olmaksızın dil, dil olmaksızın toplum olmaz. Dilin öz-yapısı top­
lumsal olduğu için, dil her bakımdan çoğuldur. Bu çoğul öz-yapı,
her şeyden önce anlam alanında geçerlidir.
Söz konusu ulusun veya toplumun ''her yaştan, her cinsten, her
kesimden insanlarının duyumsamaları, karakter ve tin farklılıkları ''
anlatımını dilde bulur. Dilde salt belli bir ulusun özellikleri somut­
laşmakla kalmaz; ''farklı ulusların sözcükleri ve dillerinin geçişim­
/eri, artan bütünleşmeye koşut olarak bütün insanlığın söz konusu
özellikleri birbirine karışır, bireşim/enir ve yeniden biçimlenir. ''
Böylece dil, ''öznellikten nesnelliğe geçiş noktası '', bir başka
deyişle, ''her zaman sınırlı olan bireylikten, her şeyi aynı zamanda
kapsayan var-oluşa dönüşür. '' Dilin öznellikten nesnelliğe geçişi,
bir dilsel anlatımın tikellikten tümelliğe dönüşmesi demektir. Dil
toplumun ürünü olmakla birlikte, dili geliştiren tekil insandır.
Tekil insan, düşüncesini ve duygusunu anlatmak için, yeni bir söz­
cük önerebilir. Bu öneri dil toplum tarafından benimsenerek kul­
lanılmaya başlarsa, dil öznellik aşamasından nesnellik aşamasına
yükselir. Bir başka deyişle, tikel olan tümelleşir. Daha önce hiç
işitilmemiş olan ''ses imgelerinin keşfi, her türlü insani deneyimin
ötesine giden dilin kökenini düşündürtür. ''
Humboldt'un bu bölümde dile getirdiği bir başka husus, dilin
sürekliliğiyle ilgilidir: İnsan, ''kendisine değin aktarılan anlamlı
sesleri bulduğu yerde kendi dilini, aktarılan üzerinde geliştirir. ''
Bu tutumun temelinde yatan başlıca etmen, ''her dilin parçaları­
nın ve öğelerinin kopuksuz bütünlüğü ve dil yeterliliğinin tekliği
içinde insanın kendisini anlaşılır kılma gereksinmesidir. ''
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 41

Bu anlatımda yer alan ''insan kendi dilini, önünde bulduğu dil­


sel birikim üzerinde geliştirir'' saptaması, dilsel anlamda tümel
olanın tikele dönüştürülmesi olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda
tümelin tikelleştirilmesi şöyle açıklanabilir. Toplumsal-tarihsel bir
ürün ve tümel bir oluşum olan dil, her tekil insanı kuşatır; onun
düşünme ve iletim olanaklarını biçimler. Böylece kendi varlığını
güvence altına alır.
Dilin bu dayatmacı öz-yapısına karşın, tekil insan, tümel bir
ürün veya birikim olarak önünde bulduğu ve edindiği dili, düşün­
mesinin ve davranmasının ortamı ve dolayımı olarak kullanmak
suretiyle, hem kendi bireysel dilini oluşturur, hem de böylece ve
genel veya tümel dili geliştirir. Bu süreçte tikel dil, Hegel'in belir­
lemesiyle, tümel dil üzerinde ''şiddet'' uygulamak suretiyle oluşur
ve gelişir. Tikel dilin en belirgin durumu, '' biçem'' aşamasına yük­
seltilmiş durumudur.
Dillerin ''ulustan ulusa dolaşan temel öğeleri, öncelikle söz­
cüklerdir. '' Gramer biçimleri, ''ince düşünsel doğaları gereği daha
çok kavrayışta yerleşik olmalarından ve özdeksel olarak kendile­
rini açıklayarak seslere tutunmalarından ötürü '', sözcükler gibi
kolay geçemezler. İnsanlığın evrimi içinde ''kuşaklar ebedi olarak
birbirini izlediği ve anlatılacak dünyanın nesneleri'' değiştiği için,
''köken olarak özgürlük yasaları uyarınca türetilen sonsuz sayı­
da sözcük her zaman bu tarzda kullanılır. '' Sözcüklerin ''sürekli
aktarımı ve sürekli üretimi, ancak insanlık son bulduğu zaman
son noktasını ulaşır. '' Humboldt'un bu vurgulaması uyarınca,
diller arasında gerçekleşen alış-veriş veya etkileşim öncelikle söz
varlığı alanında görülür.

Diller Arasındaki Fark, Dünya Görüşleri Arasındaki Farktır

Humboldt'un açımlaması uyarınca, uluslar ''kendilerinden


önce var olan dilsel öğeleri kullandıkları ve böylece nesnele­
rin anlatımına kendi doğalarını kattıkları için, anlatım rast­
lantısal (veya nedensiz) değildir ve kavram da dilden bağımsız
değildir. ''
42 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI 1 -
-

Bu belirlemede geçen anlatımların nedensizliği veya rastlan­


tısallığı, dil felsefesinin ve dilbilimin en önemli bulgularından
biridir. Humboldt'un dile getirdiği sözcüklerin veya anlatım­
ların nedensizliği, bu filozofun çağdaşı ve Berlin Üniversite­
si'nden meslektaşı olan Hegel ve bunlardan yaklaşık yüzyıl
sonra da, de Saussure tarafından dilbilimsel bir bulgu olarak
dizgeleştirilmiştir.
Aynı zamanda insanın dil oluşturma ve geliştirme yeteneğine
işaret eden bu bulgu, sözcüklerin, değişik bağlamlarda ve erekler­
le kullanımı yoluyla çok-anlamlılaşmalarının da kaynağını oluş­
turur. Dilsel malzemenin yazınsallaştırılması ve özellikle klasikleş­
miş yazınsal yapıtların değişik dönemlerde sürekli okunmalarının
ve okuyucular tarafından farklı alımlanması ve yorumlanması da
dilin bu özelliğinin bir sonucudur.
Humboldt'un açımlaması uyarınca, nasıl ki dil insanı ''koşul­
larsa '', insan da ''dili etkiler. " Dolayısıyla, her tikel dil, söz konu­
su nedenden ötürü, ''üç farklı etkilemenin bütünleşmesinin sonu­
cudur. '' Sözü edilen üç farklı etkileme veya etki,
• ''Nesnelerin insan gönlünü devindiren gerçek doğası '',
• '' Ulusun (veya dil topluluğunun) öznel doğası'' ve
• ''Dilin özgün doğası ''dır.
Düşünce ile dil arasında diyalektik bir belirlenim ilişkisi gören
Humboldt'a göre, ''düşünce ve dilin birbirine karşılıklı bağımlılı­
ğı, dillerin asıl olarak bilinen hakikati anlatmanın aracı olmadı­
ğını, bunun çok ötesinde daha önce bilinmeyen hakikati keşfet­
menin aracı olduğunu '' ortaya koyar. Bundan dolayıdır ki, diller
arasındaki fark, ''seslerin ve göstergelerin arasındaki fark değil,
dünya görüşleri arasındaki farktır. ''
İnsan tini tarafından işlemden geçirilen alan olarak '' bilinebi­
lenin toplamı dillerden bağımsız olarak bütün dillerin arasında
,
bulunan '' bir alandır. İnsan, katıksız nesnellik özelliği taşıyan bu
alana ancak ''bilme (veya ayrımına varma) ve duyumsama tarzı­
na göre, diyesi, öznel bir yoldan yaklaşabilir. '' Nesnel hakikat,
''öznel bireyliğin bütün gücünden doğar. '' Bu ise, ''yalnızca dil ile
olanaklıdır. ''
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 43

Öte yandan, ulusun ve geçmişin bir aracı olan dil, ''insan için
yabancı bir şeydir. '' Bu nedenle, insan bir yandan ''bağlıdır'';
fakat öbür yandan daha önceki kuşakların yaratımlarını edindiği
için ''zenginleşmiştir, güçlenmiştir. '' İnsanı yeni üretimlere özendi­
ren de budur. Biline bilenin karşısına ''öznel'' bir şey olarak çıkan
dil, insanın karşısına ''nesnel '' bir şey olarak çıkar.
Dilin insanın karşısına nesnel bir şey olarak çıkması demek,
her insanın, tarih boyunca kendisinden önce yaşayan kuşakların
yarattığı ve kalıcılaştırdığı dili ve dilin içerdiği kültürel bilgi biri­
kimini bir dizge olarak önünde bulması ve onu edinmesi demektir.
Bireyin kendi istenci dışında var-olan ve aynı dil gibi kendi varlığı­
nı adeta dayatan her şey nesneldir.
Bununla birlikte, ''insanlığın tümünün öznelliği, kendi içinde
yeniden nesnel bir şeye dönüşür. '' Böylece, ''hakikati bilmenin
olanağı/olabilirliğinin kaynağı olan dünya ve insan arasındaki
kökensel uyuşum, görüngü yoluyla parça parça ve ilerleyerek
yeniden kazanılır; çünkü her zaman nesnel olan asıl edinilmesi
gereken şey olarak kalır. '' İnsan, bu edinilmesi gereken nesnel
öğeye, ''özgün bir dilin öznel yoluyla yaklaştığında, ikinci bir
uğraşı '', bir başka anlatımla, ''bir dil öznelliğinin'' bir başkasıyla
değiş-tokuşuyla, ''öznel olanı ayırarak belirlemek ve nesneli ola­
nak olduğunca bundan ayrı tutmak için '' çabası yinelenir.
Humboldt'un çözümlemesine göre, birçok dildeki ''duyusal
olmayan şeylerin anlatımı '' karşılaştırıldığında, ''bu anlatımlar
katıksız bir şekilde oluşturulabilir oldukları için, bunlardan sade­
ce kendilerine içkinleştirilen şey aynı veya benzer olan, eş-anlamlı

olabilir. '' Kavramlara içkinleştirilen şey ise, tindir. Tin ise, tüm
insanlara özgüdür ve böyle olduğu için de evrenseldir. Dolayısıyla,
bir dilde üretilen tinsel bir kavram, örneğin, herhangi bir dünya
dilinde üretilen ''özgürlük, insan hakları ve demokrasi'' gibi tinsel
kavramlar, başka bir dile ''yabancı'' olamaz.
Buna karşın, duyusal nesnelerin anlatımları, sadece ''aynı
nesne düşünüldüğü zaman aynı olabilir. '' Fakat söz konusu anla­
tımlar, aynı zamanda nesneleri ''tasavvur etmeyi de anlattıkları
için, anlamlar farklılaşır''; çünkü insanın ''nesneye ilişkin bireysel
görüşü, sözcüğün oluşumunu belirler. ''
44 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Filozofun bu belirlemesi de ''dilin nedensizliği'' ilkesi ve yazın­


sallaştırmaya yatkınlığı kapsamında değerlendirilebilir. Tasavvur
etme, hem tinin, hem de imgelem gücünün katkısıyla gerçekle­
şen bir etkenliktir. Dolayısıyla, insan, imgelem gücünün ve tini­
nin sayesinde her türlü sözcüğü veya anlatımı anlam bakımından
çoğullaştırır.
Humboldt'un bu kapsamda vurguladığı ''dil, tümüyle nesne­
ye ilişkin izlenimin ürünü, tümüyle konuşucunun keyfinin türevi

değildir; aynı zamanda imge (resim) ve göstergedir'' belirlemesi


önemlidir.
Filozof, bu belirlemesiyle, göstergebilimin felsefi temelini belir­
ginleştirmiştir; çünkü hem imge ile gösterge arasındaki ilişkiyi,
hem de gösterge kavramını imlemiştir.
Anlatımların ayırt edilebilirliği, Humboldt'a göre, ''sözcü­
ğün daha çok imge/resim, daha çok gösterge '' olmasına dayanır;
çünkü insan gönlü, ''soyutlama gücü sayesinde imge ve gösterge­
lere ulaşabilir ve duyargalarını açmak suretiyle, dilin özgün mal­
zemesinin bütün etkisini alabilir. '' Konuşucu, ''ele almasıyla biri­
ne veya öbürüne yön verebilir ve düz-yazıya yabancı olan yazınsal
bir anlatımın kullanılması, gönlü devindirmekten başka, hatta dili
gösterge olarak görmenin dışında, bütün özgünlüğüyle dile ken­
disini vermekten başka bir etkisi yoktur. '' Filozofun yazınsal dil
bakımdan önemli olan bir başka belirlemesi şöyledir: ''Özgür dil
kullanımı, gönlün duyarlılığını bağlayan bağları çözer. ''
Yazınsal üretim ile gönlün duyarlılığının açık olması arasında
dolaysız bir ilişki vardır. Duyarsız bir gönlün, sanat veya edebi­
yat üretmesi düşünülemez. Özgür dil kullanımı ise, dili sanatsal­
laştırmanın veya yazınsallaştırmanın zorunlu önkoşuludur. Her
sanatsal yaratım gibi, dilin estetikleştirilmesi sonucu ortaya çıkan
edebiyat da ancak özgürlük ile olanaklıdır.

Dillerin Farklı Karakterlerinin Edebiyat


ve Tinsel Gelişim Üzerine Etkisi

Başlığından da görüleceği üzere, Humboldt bu bölümde ede­


biyatı veya yazınsal dili öne çıkarır. Bu filozofa göre, farklı diller,
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 45

''ulusların özgün düşünme ve duyumsama tarzlarını oluştururlar. ''


Nesnelerin veya şeylerin büyük bir bölümü, ''kendilerini nitelen­
diren diller tarafından yaratılır. '' Dillerin temel öğeleri, ''keyfilik
ve uzlaşı yoluyla değil, insan doğasının özünden doğar, korunur
ve yeniden üretilir. ''
Burada olası yanlış anlamaları önlemek amacıyla, şu noktaları
vurgulamak yararlı olabilir. Farklı diller, hem ulusların duyum­
sama ve düşünme tarzlarının farklılığından doğarlar, hem de bu
farklılığı yeniden üretirler ve pekiştirirler. Dil, her türlü dışa-vuru­
mun ortamı ve dolayımı olduğu için, doğal olarak farklılıklar da
hem dil üzerinden açığa vurulur, hem de dili renklendirir.
'' Dil keyfilik ve uzlaşı ile oluşmaz; insan doğasının özünden
doğar'' belirlemesi hakkında şu açıklama yapılabilir: Dili yara­
tan ve geliştiren elbette insandır; insan doğasının dile yatkınlığı­
dır. Bununla birlikte, sözcükler veya dilsel biçimleri tekil insanlar
yaratır ve topluma önerir. Bu süreç, tümüyle keyfidir ve özneldir.
Tekil bireylerce önerilen bu sözcükler veya dilsel biçimler, top­
lum tarafından kabul edilerek kullanılmaya başlarsa, bu dilsel bir
uzlaşıdır. Dolayısıyla, keyfilik ve uzlaşı, dilsel oluşumun ayrılmaz
parçasıdır.
Humboldt'un anlatımı uyarınca, kuşaklar gelip geçer; ancak
''diller kalır. Her kuşak, dili önünde bulur; onu olduğundan daha
güçlü duruma getirir; ancak tümüyle ve her yönüyle oluşturamaz;
kendisinden sonra geleceğe bırakır. ''
Bu belirlemeler, ilk bölümde ele aldığım dilin tarihselliğini,
birikimliliğini, edinilebilirliğini ve gelişiminin bitimsizliğini açıkça
ortaya koymaktadır.
Bir dilin öz-yapısı, bu filozofa göre, o dili konuşan bütün
kuşakların etkisiyle belirginleşir. Dil, ''kuşakları birbirine bağlar;
kuşaklar ise kendilerini dilde anlatır. '' Tekil dönemlerin ve kişi­
lerin dile ''katkıları'' belirlenebilir; fakat ''bütün zamanların ve
insanların dile borçlu oldukları belirlenemez. ''
Dil sadece parçalı seslerden veya tekil yapıtlardan oluşmaz;
''dilin diri ve canlı yaşamında ulusun iç ve dış özellikleri'' somut­
laşır; çünkü dil, ''insanın bedensel ve tinsel doğasındaki her şeyin
46 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

ulaşmaya uğraştığı gelişmenin doruğudur. '' Dil, içinde ''her türlü


belirsiz olanın biçimlendiği'' ortamdır. Dil aynı zamanda ''bütün
bir ulusun organizmasının gelişmesinin doruğudur''; çünkü tekil
insan dili bir başına yaratamaz; onu başkalarından alır. Dolayı­
sıyla, dilin ''kökeninin gizemi, ayrımlaşmış, ancak yine de bağımlı
bireyselliğin gizemindedir. ''
Humboldt, dilin ulus üzerine etkisi hususunda edebiyatı örnek
gösterir: Edebiyat ''çoğunlukla salt yapay, kendiliğinden olma-
-

yan ve öz dilin coşkulanımından değil, ulusun özünden doğan bir


yapıttır. '' Humboldt'un bu tanımlaması tartışmaya açıktır; çünkü
edebiyat, ulusun özünden doğmasına karşın, tekil bireylerin öznel
yazınsal yaratımlarından oluşur. Bu yönüyle edebiyat, ulus gibi
tümel bir yapının değil, birey gibi tikel bir yaratıcının ürünüdür.
Bir edebiyatın oluşumu, filozofun anlatımıyla, ''yaşlanmakta
olan bir insanın beden yapısındaki kemikleşme noktalarının olu­
şumuna benzer. '' Konuşma ve şarkıda ''özgürce yankılanan sesin,
yazının zindanına atıldığı andan itibaren dil, ne denli zengin ve
yaygın olursa olsun, ilkin arınmaya, sonra da yoksullaşmaya ve
en sonunda da kendi ölümüne doğru gider ''; çünkü '' harf'' , bir
süre daha yanında ''özgürce ve çeşitliliği içinde varlığını sürdü­
ren konuşma (konuşulan dil) üzerine donuklaştırıcı bir etki yapar.
Onun bağımsız patlamalarını (dışa-vurum/arını), katmanlı biçim­
lerini, en ince ayrımları imgesel olarak anlatma tarzlarını, açık-se­
çikliğiyle bastırarak halk diline indirger ve artık etrafında kendisi­
ne benzemeyen hiçbir şeye göz yummaz. ''
Öte yandan, bu durum, dilin kaçınılmaz yazgısıdır; çünkü yazı,
dili ''sabitleştirmediği, şimdinin, önceki dünyanın tınılarını alım­
layabilmek için, geçmişten gelen karanlık ve belirsiz birikimden
başka hiçbir şeyi olmadığı takdirde, hiçbir ilerleme belirlenemez. ''
Dolayısıyla, ''dillerin, tinin oluşumunu/gelişimini belirleyen'' baş­
lıca etmenlerden biri, edebiyattır. Edebiyat, ''dillerin etkisinin
belirginleştiği kalıcı ve güvenilir biçimleri'' açıklayabilir.
Yazı ile devingen dilsel etkinlik arasındaki ilişkiyi açıklayan
yukarıda belirlemeler dikkat çekicidir. Bir dilsel etkenlik olan
konuşma ne denli özgür ve bağımsız ise, yazı veya yazma, dil
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 47

kullanımını veya üretimini sabitleştirdiği ve kalıcılaştırdığı için o


denli bağımlıdır. Fakat söz konusu bağımlılık, yazının özünden
doğan kurallara uyma ile sınırlıdır ve tikel bireyin dil beğenisini
değiştiremez. Son çözümlemede yazı bireysel dil beğenisini ve kul­
lanımını belirlemez, tersine bireysel dil beğenisini ve kullanımı,
yazıyı biçimler.
Humboldt'un belirlemesi uyarınca, ''cılız ve ham diller de zarif
ve çok-yönlü bir gelişim için gerekli olan malzemeyi yeterince
içlerinde barındırırlar''; çünkü insan gönlünün ''beşiği, yurdu ve
konutu dildir. '' Dilin tözsel olarak içinde barındırdığı çok-yönlü
anlatım olanakları, üretken etkenliliklerle istenildiği ölçüde açım­
lanabilir. Edebiyatın bitimsiz kaynağı da dilin bu tözsel özelliğidir.

Gramer Biçimlerinin Oluşumu ve Düşünsel Gelişime Etkisi19

Humboldt'un bu bölümün girişindeki öne-sürümü uyarın­


ca, ''bütün dillerde zamanın etkinleşmesiyle ulusal özgünlüğün
etkinleşmesi'' birlikte görülür. Dil yeterliliği ''sürekli olarak geli­
şir''; dillerin farklılaşmasında başlıca etmen, dil yeterliliğinin
farklılaşmasıdır.
Filozofun sözünü ettiği dil yeterliliğinin farklılaşması, aslında
insanın farklılaşmasından başka bir şey değildir. Değişen ve gelişen
insan, dil yeterliliğini de değiştirir ve geliştirir. Bireysel dil beğenisi
ve biçem, söz konusu değişim ve gelişim sürecinde belirginleşir.
Bir insanın neyi anlatabileceği, Humboldt'un deyişiyle, dillerin
''eksik likleri ve fazlılık/arı konusunda ölçüt olamaz'' ; çünkü ''her
dil, tin üzerindeki güçlü ve canlı etkisine karşın, aynı zamanda ölü
ve edilgen bir araçtır'' ve bütün diller ''salt doğru kullanım yeterli­
liğini değil, yetkin kullanım yetisini de özünde taşır. ''
Her dil, belli zaman dilimi içindeki gelişmişlik durumunda söz­
cük, dilbilgisi ve ses bilgisi yönünden, Humboldt'un vurguladığı
gibi, ''ölü ve edilgen'' bir dizgedir. Dile canlılık kazandıran şey,
konuşma etkenliğidir.

19 Wilhelm von Humboldt, aynı adı taşıyan konu hakkında 1 7 Ocak 1 822 tarihinde
Berlin Bilimler Akademisi'nde bir konferans vermiştir.
48 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · I •

Filozofun belirlemesiyle, her türlü anlama, ''nesnel öğelerle


öznel öğelerin bir araya getirilmesiyle'' olanaklıdır. Bundan ötürü,
''dilde neyin olmadığı veya dil ile neyin üretilebileceği,, söylene­
mez. Eğer sadece bir dilde ''neyin ifade edilebileceğine bakılsa ''
,
''neredeyse bütün dillerin özleri bakımından yaklaşık olarak aynı/
benzer fazlalıkları ve eksiklikleri'' olduğu görülür. Sanıldığı gibi,
gramer ilişkileri, ''sözcüklere pek yapışmaz. ,, Bunlar ''konuşmayı
ve anlamayı ,, olanaklılaştırır. •

Yukarıda yer alan ''dilde neyin olmadığı veya dil ile neyin üreti-
lebileceği söylenemez'' anlatımı, dil felsefesi açısından çok önem­
lidir; çünkü dil, kendisini kullananların müdahalesi olmadan, bir
başına gelişen bir varlık değildir. Dilsel yeterlilik, dili kullananın
yazma ve konuşma yeterliliği olduğu için, dil, kendisini kullanan
neyi anlatmaya yetenekli ve yeterliyse, onu anlatır.
Bundan ötürü, herhangi bir dilde diğer dillerde olan bir sözcü­
ğün veya anlatımın olmadığını söylemek, söz konusu dili konu­
şanların, o sözcüğü üretmemiş olduğunu söylemek demektir. Bu
ilke özellikle çeviri için geçerlidir. Başka dillerden Türkçeye çeviri
yapanlar bazen o dillerde olan sözcüğün Türkçede olmadığını, bu
nedenle de çeviri sorunlarının yaşandığını dile getirirler. Burada
da sorumlu tutulması gereken dil değil, dili kullananlardır.
Humboldt'a göre, en ham dil bile ''belli gramer nitelemesi tür­
lerine sahiptir'' ve ''daha mükemmel dillerin oluşturduğu kavrayış
onları başarıyla kullanır. ,, Gramer, ''sözcük anlamlarının geniş­
lemesi ve yetkin/eşmesinden '' daha çabuk oluşturulabilir. Dola-
yısıyla, gelişmemiş bir dilde dahi ''en gelişmiş'' dillerde bulunan

''bütün biçimler'' bulunur. Bunun nedeni, dilin, insanı ''parçalı


olarak değil, tümüyle kapsamasında ,, aranmalıdır.

Tin- Dil Etkileşimi

Bütün bu nedenlerden ötürü, dillerin eksikliği ve fazlalığı konu­


sunda belirleyici önemde olan, ''bir dilde neyin ifade edilemeye­
ceği değil, o dilin öz gücüyle neye isteklendirdiği ve coşkulandır­
dığıdır. '' Bu konuda başlıca ölçüt, dilin kendisini oluşturan ulusta
Dil FELSEFESi VE EDEBİYAT 49

özendirdiği ''ide/erin/fikirlerin açıklığı, belirliliği ve canlılığıdır. ''


Burada temel alınması gereken ölçüt, ''bir araç olarak dilin neyi
yaratabileceği '' değildir. Böyle bir ilkeden yola çıkmak demek,
dili, üretken insandan ve toplumdan soyutlamak demektir; çünkü
konuşmada veya dil kullanımında ''oluşturulan her şey, tinin ve
dilin ortak ürünüdür. ''
Bu nedenle, her dil, ''kendisini geliştiren ulusun '' bir ürünü
olarak değerlendirilmelidir. Yukarıda değinildiği gibi, dil ''ger­
çek anlamda gramer biçimlerine sahip olmasa bile, özdeksel bir
ürün olan konuşma sayesinde pekala var olabilir. '' Bu bağlamda
''ince, ancak duyumsanabilir fark, özdeksel üründe ve biçimsel
etkileme/erdedir. ''
Düşünsel gelişim, ''tin salt düşünce oluşturmaktan haz duydu­
ğu zaman '' atılım kazanır. Dil tek başına bu ''ilgiyi'' veya hazzı
yaratamaz. Öte yandan, atılım kazanan düşünsel gelişim, ''dili
yeniden biçimlendirir'' ve yeniden biçimlendirilen dil, bu kez
düşünsel gelişimi özendirir. Öte yandan ''insan tini, doğası gereği
yetkinliğe ulaşmaya çalışır. ''
Bir dil, ''kökeninden (veya ilk durumundan) ne denli uzaklaşır­
sa, o denli biçim kazanır. ''
Humboldt aynı bölümde yer alan ''Gramer Biçimlerinin Olu­
şumu'' ara-başlığı altında şu görüşlere yer verir: ''Dil asıl ola­
rak nesneleri niteler ve konuşma bağlantılarını kuran biçimleri,
düşünmeyi anla yana bırakır." Biçimin ''özü, tekliğindedir ve ait
olduğu sözcüğün başat egemenliğindedir. '' Sözcüğün ''tekliği'' ise
''vurgu'' tarafından oluşturulur.
Filozof, yine aynı bölümde bulunan ''Gramer Biçimlerinin
Etkisi'' ara-başlığı'' altında düşünce-dil etkileşimi konusunda şu
belirlemeleri yapar: ''Dilin aracılığıyla gerçekleşen düşünme, ya
dışsal, bedensel amaçlara ya da özüne, diyesi, tine yöneliktir. ''
Bu ikili yöneliş açısından düşünme, ''dildeki gramer biçimlerinin
niteleme türünün açıklığını ve belirliliğini gereksinir. ''
Öte yandan, her türlü düşünme, ''gereksinmeye ve tekliğe
gider. '' İnsanlığın ''bütün uğraşı da aynı yöndedir. ''
50 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1
- •

Dil, ''düşünceye eşlik etmelidir. ,, Bir başka anlatımla, düşünce,


dilde ''bir öğeden bir başkasına geçebilmelidir ve bütünlük için
gerek duyduğu her şey için gösterge bulmalıdır. '' Tin, teklik ve gere­
kirlik ilkesini ''duyusal araçların yardımıyla ,, gerçekleştirebilir.
Bu bağlamda en özsel önemde olan şudur: Tin, dilden ''içerik
ve biçimi, konuyu ve ilişkiyi birbirinden ayırmasını talep eder. ,,
Dil bu ayrımı sağlayamazsa, tin '' felç olur'', tinin ''bütün içsel
etkinliği sahteleşir. ,,
Ayrıca, gramer bakımından gelişmiş dillerin ''düşünsel gelişime
eksiksiz uygunluk özelliği '' taşıdıkları yadsınamaz.

Dillerin Ulusal Karakteri Üzerine


veya Her Dil, Bir Dünya Görüşüdür

Ulus ile dil arasındaki ayrılmaz bağı ve karşılıklı belirlenim


ilişkisini sürekli vurgulayan Humboldt'a göre, sözcükler ve söz­
cük eklemeleri, aynı zamanda ''kavramları oluşturur ve belirler. ,,
Bilmeye ve duyumsamaya etkileri bakımından her dil ''bir dünya
görüşüdür. ,,
''Farklılığın birliği/tekliği'' olan bireylik veya bireyliğin yapısı,
dilleri birbirinden ayıran başlıca etmendir. Dillerin yapısal öğele­
rini ayrıştırmak veya çözümlemek, hem insanın dili ''nasıl oluş­
turduğunu'', hem de ''dillerin ve ulusların kökenini'' belirlemek
bakımından önemlidir.
Dilleri değerlendirirken, her şeyden önce şu sorular göz önün­
de tutulmalıdır:
• ''Her dil, farklı şekilde konuşma gereksinmesi sırasında
ortaya çıkan görevleri/işlevleri nasıl yerine getirir? ''
• ''Diller nasıl ve neden dolayı iç-yapılarında değişime
uğrarlar? ,,
• ''Sözcük yapısındaki ve konuşma akışında hangi fark/ılık­
/ar, aynı kökenden gelen dillerin yakın veya uzak akrabalık
derecesini göstermeye izin verir? ''
Zamansal dönemlerin ve ulusların ''özgünlükleri'' dilde içsel
bir biçimde birbiriyle bütünleşir görüşünü öne süren Humboldt'a
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 51

göre, ''tekil yazarlar, aynı sözcüklerle, aynı sözcük eklemeleriy­


le ve tin/erinin güçlü soluğuyla sadece farklı kullanım sayesinde
yapıtlarında dile yeni bir öz-yapı kazandırırlar. '' Bu nedenle, şu
hususlar öne çıkarılabilir:
1 . ''Dil, kendisine yapılan etkiyle, kendi öz-yapısına dönü­
şen bir bireylik kazanır ve bu öz-yapısıyla etkisini gösterir ve
kullanılabilir.
2 . Dilin öz-yapısını belirleyen etkilenme sonrasında birey üze­
rine yaptığı (geri) etki, etkileme nedenlerinin benzerliğiyle ben­
zer ruh hali kazanan bireyliğin pek karşı koyamayacağı bütün
zamanlar ve ulusların yaratımının etkisinden daha belirleyicidir.
3. Tekil bir özgünlük, dillere yeni bir öz-yapı kazandırabilir.
Dillerin kökensel öz-yapısına ait olan gelişebilirlik yeteneği de söz
konusu özgünlük arasında sayılır.
4. Nedenlerin ve sonuçların bütün türevleri sürüp giden hal­
kalar/diziler halindedir; bu halkalarda her nokta bir önceki nokta
tarafından belirlenir. Bütün bu gelişim dizileri, dillerin ve ulusla­
rın özgünlüğünü belirginleştirir.
5. Dil ve ulus birlikte düşünüldüğünde, dilin kökensel öz-ya­
pısının asıl olarak ulus tarafından belirlendiği ve bu ikisinin bir
tekte kaynaştığı '' görülür. Buradan da dildeki özgünlüğün ''etki­
leme tarzının'' bir türevi olduğu sonucu çıkarılabilir. Latin dille­
rinde görüldüğü gibi ve ''aynı eski dönemlerin edebiyatının yeni
döneminkini etkilediği'' gibi, ''değişim ve karışım'' yoluyla dille­
rin yepyeni bir yapı kazandığı yerde ''ortak yönlerin ve özgünlük­
lerin'' ayrımı, hem kolaylaşır hem de önem kazanır.
Filozofun ''tekil yazarlar, aynı sözcüklerle, aynı sözcük ekle­
meleriyle ve tinlerinin güçlü soluğuyla sadece farklı kullanım
sayesinde yapıtlarında dile yeni bir öz-yapı kazandırırlar'' belirle­
mesini, edebiyat kuramı açısından açımlamak gerekmektedir. Bu
belirleme, her yazarın dili kullanmak suretiyle, bir başka deyişle,
dilsel malzemeyi biçimlemek suretiyle, geliştirdiği öznel ve tekil
dil beğenisinin bir türevi olduğunu ortaya koymaktadır. Bir dilde
sonsuz sayıda yazınsal yapıt üretebilmek ve üretilen yapıtları
sürekli yeniden okuyabilmek, aynı dilsel malzemeyi farklı biçim­
lemekle ve farklı alımlamakla olanaklıdır.
52 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Humboldt'un değerlendirmesi uyarınca, ''zarif dil duyarlılığı


ve dil kullanım tarzları ile yazınsal türler arasında'' bir bağ vardır.
Yunanlar bu duruma güzel bir örnektir. Dor lehçesindeki ''epik
edebiyat'' ve İyon lehçesindeki ''lirik edebiyat'' düşünüldüğünde,
''seslerin değil, tin ve özün yer değiştirdiği'' görülebilir. Attika leh­
çesi olmasa, ''yüksek düzeyde düz-yazı edebiyatı, gerçek anlamda
serpilip gelişemezdi. ''
Farklı özgünlüklerin bir araya gelmesi, ''düşünmeye, birbirini
-

izleyen kuşaklara aktarılan veya geçen yeni biçimler kazandırır;


ide/erin gücü ve alanı bütünleşir ve her tekil kişinin ortak mülkü/
varlığı durumuna gelir. ''
Dilin etkisinden doğan kazanç/kazanım ''iki biçimde'' , diyesi
''yükseltilmiş dil yeteneği '' ve ''özgün dünya görüşü '' olarak ken­
disini dışa-vurur. Dil, nitelemek suretiyle, düşüncenin gelişmesine
ortam hazırlar; '' belirsiz'' düşünceye biçim ve öz-yapı kazandırır.
Dilselleştirilen düşünce de, dili biçimler ve yetkinleştirir.
Humboldt'un savı uyarınca, sadece edebiyat ''dilin değerini
belirlemez. '' Bu saptama uyarınca, dili salt edebiyattan oluşan bir
dizge olarak değerlendirmemek gerekir. Dil, edebiyatı da kapsa­
yan geniş bir olgu ve oluşumdur.
Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde dile ilişkin her türlü araş­
tırmanın temeli şöyle belirlenebilir: Dil, ''anlamanın aracı değil,
kendi içinde bir amaçtır; bir ulusun duyumsaması ve düşünme­
sinin dolayımıdır. '' Dil etkililiğinin ''yoğunluğuna '' göre üç türlü
amaç taşır:
• Dil, ''anlaşmaya aracılık eder; bu anlamda belirlilik ve
açıklığı gereksinir. ''
• Dil, ''duyumsamayı anlatır ve duyumsamalar yaratır; bu
anlamda güçlülük, zariflik ve yumuşaklığı gereksinir. ''
• Dil, ''kendisi yaratarak, düşünceye verdiği biçim sayesin­
de yeni düşünceleri ve düşünce bağlantılarını özendirir; bu
anlamda öz-yapısını, etkisinin izlerini sözcükte bırakan tini
gereksinir. ''
Humboldt'un açımlaması uyarınca, insan ''sadece dilde düşü­
nür, duyumsar ve yaşar; ancak önce dil tarafından oluşturulmak
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 53

zorundadır. Bu, insanın dil yoluyla etkisini gösteren sanatı anla­


yabilmesi için de gereklidir. ''
Öte yandan, insan, ''dilin kendisi için araç olduğunu, ancak dil
yoluyla yerleşebileceğini duyumsar ve bilir. '' Gündelik duyumsa­
ma ve ''en derin anlamlı düşünme, dilin yetersizliğinden yakınır;
bu alanı sadece dilin götürebileceği, ancak hiçbir zaman tümüyle
götüremeyeceği bir ülke olarak görür. ''
Bunun yanı sıra, ''her türlü yüksek konuşma, içinde bazen
daha çok gücün, bazen de özlemin duyumsanabileceği düşünce ile
bir didişmedir. ''
Özellikle bu belirlemeler, edebiyatın dili yazınsallaştırmak için,
onu biçimlendirdiği, onun üzerinde şiddet uyguladığı gerçeğinin
anlatımıdır.
Bir dilin sözcükleri daha çok ''duyusal görülürlük '' , bir başka
dilin sözcükleriyse daha çok '' ''içsel tinsellik '' , bir başkasınınkiyse
''kuru kavramsallık'' özellikleri gösterebilir. Sadece bu türlü-çeşit­
lilik, özellikle de ''nitelemedeki kavrayışın özgünlüğü '' genel kav­
ramlarla anlatılamaz.
Dil bir yandan ''sanat'' ile karşılaştırılabilir; çünkü dil, ''aynı
sanat gibi, görünmeyeni duyusal olarak anlatmaya uğraşır. '' Dil,
''bütün şeylerin tümel imgesini, sadece bunları da değil, bunla­
rın görünmeyen bağlantılarını '' kapsar. Sanatçının tablosu gibi,
''doğaya yakın durur; gizler, hatta sanatı gösterir; nesnesini yeğle­
mesine göre renklerin şu veya bu tonunda betimler. ''
Dil, öte yandan ''kendisini betim/enin aracı olarak gördüğü
için, belli ölçülerde sanatın· karşısında durur; gerçeklik ve ide bir­
birinden ayrı olarak var oldukları takdirde, sanatı yok ederek,
kendi yapıtını gerçeklik ve ide yerine koyar. '' Gösterge anlamında
dilin bu ''sınırlı özelliğinden yine dilin yeni öz-yapısal farklılıkları
oluşur. ''
Bir dil ''daha çok kullanımın ve uzlaşımın izlerini gösterir; daha
fazla keyfilik taşır; bir başkası daha çok doğallık taşır. '' Bu özellik­
ler, kendilerini öncelikle dillerin söz varlığında gösterir. Her dilde
''düşünmenin ve duyumsamanın gerçek nesnelerinin nitelemesi
dışında, sadece bağlantıya, gramatik tekniğe ait olan öğeler vardır. ''
54 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAM! - 1 -

Sonuç olarak şu belirleme yapılabilir: Dillerin farklılığının


öz-yapısı, ''tinin ruh halinde'' ve ''düşünme ve duyumsamanın tar­
zında '' kendisini gösterir. Bu durum, dilleri konuşanların tavırlarını
da belirler. Bundan dolayıdır ki, her dilin özgünlüğü, en fazla o dilin
''edebiyatında kendisini gösterir. '' Dil, tini en az edebiyatta sınırlar.

Harf Yazısı ve Bunun Dil Yapısı İle Bağıntısı20


Humboldt'un kavramlaştırmasıyla, ''harf yazısı ile dil yeti­


si arasında sıkı bir bağ'' vardır. Bir başına ''sese dönüşen'' veya
tınlayan sözcük, ''adeta düşüncenin bir bedenselleşmesidir; yazı
ise tonun/tınının bedene bürünmesidir. '' Yazının ''en genel etkin­
liği, dili sağlam bir şekilde sabitleştirmesi ve böylece dil üzerine
tümüyle farklı bir düşünceyi olanaklı kılmasıdır. ''
Bu saptamalardan da görüleceği üzere, yazı dili, daha doğrusu
dilsel üretimi sabitleştirmek suretiyle, kalıcılaştıran bir dolayım­
dır. Yazı, dili sabitleştirdiği için, düşünsel üretimin dilselleştiril­
mesine de sınır çizer. Yazının bu etkisi, bir kısıtlama olarak da
görülebilir.
Yazının ''tikel doğasının'', tinsel etkenlik üzerine ne tür bir
özendirme yaptığını önemseyen filozofun açımlaması uyarınca,
tinsel etkenliğin yasaları arasında ' düşünülebileni, görülebileni
'

gösteren ve gösterilen olarak '' algılamak vardır. Bunları ''farklı


konumlara'' yerleştirmek vardır. Bu yasalar arasında ''bir idede
veya bir görüde, bu ide veya görüye akraba olan ideleri ve görüleri
etkinleştirmek '' de vardır.
Böylece, önce ''ton/tını olarak sabitleştirilen düşüncenin gözle
görülen bir nesneye aktarımının türünün ölçüsüne göre tine çok
farklı yönler verilebilir. " Eğer ''tümel etki'' bozulmaz ise, ''dilde
düşünme, konuşma ve yazı, sanki bir kalıptan çıkmış gibi, uyumlu
geliştirilebilir. ''
Humboldt'un aynı bölümün devamındaki belirlemesine göre,
dilin özgünlüğü, ''insan ile dış nesneler arasında aracılık ederek,

20 Wilhelm von Humboldt aynı adı taşıyan bu konferansı, 20 Mayıs 1 824 tarihinde
Bilimler Akademisi'nde vermiştir.
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 55

bir düşünce dünyasını tonlara/tınılara bağlamakta yatar. '' Bu tekil


öğelerin her birinin ''bütün özellikleri, dildeki iki büyük temel
nokta ile ilişkilendirilebilir. Bunlar, dilin ülküsel/iği ve ses dizgesi­
dir. '' Dilin ülküselliğinin, ''eksiksizlik, açıklık, belirlilik ve saflığı
yönünden ses dizgesinin mükemmelliğine kazandırdığı şey'' , dilin
ülküselliğinin ve ses dizgesinin hem eksikliklerini, hem de fazla­
lıklarını oluşturur.
Filozof bu bağlamda ''her dilin ilişkilendirilmemiş sözcük diz­
gesinin de keyfi/nedensiz göstergeler alanından tümüyle çıkarak,
kendi başına bir varlık ve özerklik taşıyan bir düşünce dünyası
oluşturduğunu '' vurgular.

Boğumlama, Sesleri Anlama Dönüştürür

Humboldt'un belirlemesi uyarınca, yetkinleşmiş dillerin öz-ya­


pısını belirleyen şey, ''yapılarının doğasının, tin için önemli olanın
salt içerik değil, özellikle biçimin olduğunu '' kanıtlamasıdır.
Dilselleştirme kapsamında içerikten çok, biçimin öncelik taşı­
dığı bilinen dilbilimsel bir bulgudur. İçerik, anlatılan şeyi, biçim
ise bu şeyi anlatma biçimini dile getirir. Burada biçim ile dilsel
anlatım tarzı veya türünün, dillerin düşünceyi anlatma tarzının
imlendiğini vurgulamak gerekir.
Her ''imge dili, somut nesnenin görüsünün özendirmesiyle
dilin etkinliğini desteklemek yerine bozar. '' Dil, ''görüyü de talep
eder; fakat görüyü tonun/tınının aracılığıyla bağımlı sözcük biçi­
minde sabitleştirir. ''
İmge kendisini ''yazı, im düzeyine yükselttiği takdirde, iste­
meden göstermek/nitelemek istediği şeyi, sözcüğü geri plana iter.
Dilin özünü oluşturan öznelliğin egemenliği zayıflatılır; dilin
ülküsel/iği, görüngünün gerçek gücü sayesinde edilginleşir. Nesne,
bütün özelliklerine göre tini etkiler; fakat dilin bireysel tini ile
uyum içinde sözcüğü '', diyesi, ''seçerek kapsayan özellikleri açı­
sından tini etkilemez. ''
Dilin tikel tininin ve nesnenin özelliklerinin uyumluğu için­
de seçilen ve kapsanan sözcük, aynı zamanda ''yazı''dır. Yazı,
56 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAM! - 1 -

Humboldt'un belirlemesiyle, ''göstergenin göstergesidir ve nes­


nenin göstergesine dönüşür. '' Yazı, nesnenin dolaysız görüngüsü­
nü veya görünüşünü ''düşünceye sokmak suretiyle, sözcüğün bu
sayede yalnızca gösterge olmak istemekle gerçekleştirdiği etkiyi
zayıflatır. ''
Dil, ''imge sayesinde canlılık kazanamaz ''; çünkü ''canlılığın
bu türü, dilin doğasına uymaz. '' Buna karşın, ''kavramları nitele­
yen figürler yazısı dilin ülküsel/iğini geliştirmeye çok uygundur'';
,
çünkü bu yazı türünün ''keyfi olarak seçilen göstergeleri, aynı
harflerden oluşan yazı gibi, tinin dağıtabileceği şeye sahiptir ve
düşünceyi yeniden kendisine döndürür. ''
Humboldt'un bir başka önemli belirlemesi sözcük ve sözcüğün
bireyliği veya tikelliği ile ilgilidir: ''İçinde her zaman mantıksal
tanımın dışında daha başka bir şeyler '' taşıyan sözcüğün bireyliği
veya tikelliği, ''dolaysız olarak insan ruhunda kendilerine özgü
etkiyi uyandırdıkları ölçüde tona/tınıya bağlanmıştır. '' Kavramı
arayan ve ''sesi/tınıyı ihmal eden '' bir gösterge, dilin bireyliği­
ni veya tikelliğini ''sadece yetersiz olarak ifade edebilir. '' Bu tür
göstergelerin bir dizgesi, ''dış ve iç dünyanın ıssız kavramlarını ''
yansıtır. Böyle olmasına karşın, dil, ''bu dünyayı, gerçi düşünce
göstergelerine dönüştürerek, bütün zenginliği renkliliği ve canlı­
,
lığıyla içerir. ''
Öte yandan, dili ''yazı'' var ettiği ve süreklileştirdiği için, dil,
''her sözcük için bir gösterge arar ve bunları kendilerine bağımlı­
laştırılan sözcüklerin anlamından alır. '' Bundan dolayıdır ki, ''her
kavram yazısı, aynı zamanda bir ses yazıdır. ''
''Göstergenin hiçbir yan-anlamı ile dağılmayan göstergesi''
olan harflerden oluşan yazı, ''dile her yerde eşlik eder ve onun
önüne geçmeye çalışmaz. ''
Humboldt, dili geliştirici etkinliklerin başında gelen konuşma
hakkında şu belirlemelere yer verir: Konuşma, ''konuşanın zihnin­
de, bir düşünceyi tümüyle kapsayana değin, bağlantılı bir bütün
oluşturur; bu bütün içinde her şeyden önce düşünüm, tekil bölüm­
leri arayıp bulmak zorundadır. '' Bağlantılandırma, konuşmada
önemli bir etkendir. Humboldt'un söyleyişiyle, ''ayrılması gere-
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 57

keni bağlantılandırmak, her zaman için henüz alışılmamış (veya


başlangıç aşamasındaki) düşünme ve konuşmanın özelliğidir. ''
Ses öğelerinin ayrımlaştırılması ve özellikle katıksız telaffuz,
''boğumlama, boğumlanan tınıları tekleştirmek ve nitelemek
suretiyle, ruha tınıların boğum/anmasını gösterir. '' Alfabetik yazı,
''bunu daha açık ve daha görülür biçimde yapar. " Bu nedenle,
''alfabe, bir halka dilin doğasına ilişkin yepyeni bir bakış '' kazan­
dırır. Boğumlama, ''dilin özünü oluşturur. '' Dil duyarlılığının
''güçlü ve canlı'' olduğu yerde, halk ''bir alfabenin keşfi'' için
uğraşır. Bir ulusun alfabeyi ''dışarıdan'' aldığı yerdeyse, alfabe
''dilin gelişiminin belirginleşmesini özendirir ve hızlandırır. ''
Humboldt'un alfabe ile dil arasındaki ilişki hakkında bu belir­
lemeleri, Türkiye açısından da ilgi çekicidir. Alfabe veya alfabetik
yazı, hem sesi anlamlandırmanın yolu olan boğumlamayı görülür­
leştiren, hem de dilin kaynağı olan halkın dile bakışını etkileyen
en önemli araçtır. 1 92 8 yılında yapılan değişikle Arap alfabesi­
nin bırakılarak, Latin alfabesinin kullanıma sokulması, yukarı­
daki belirlemeler açısından değerlendirildiğinde ve Türkçenin her
bakımdan büyük gelişmeler gösterdiği göz önünde tutulduğunda,
söz konusu değişikliğin Türkçenin yapısına, dolayısıyla da Türk
halkının dilsel eğilimine uygun düştüğü söylenebilir.
''Dil, ruhtadır'' diyen Humboldt, ''dış duyarlılık eksik olsa
bile'' dilin yaratılabileceğini öne sürer.
''Dil, ruhtadır'' demek, ''dilin kaynağı, halkın tümel ruhudur''
demektir. Dilin gelişebilmesi, alfabenin, halkın tümel ruhuyla
uyum içinde olmasına bağlıdır. Türkçenin bugünkü gelişmişlik
düzeyi, kullanılmakta olan alfabe ile Türk halkının tümel ruhu­
nun örtüştüğünü göstermektedir.
Filozofun belirlemesi uyarınca, ''her dilin ses dizgesi, anlaşı­
labilir sesler türetmeye yönelik bireysel zorlamanın yapısından,
diyesi, ses duygusunun bireyselliğinden ve son olarak da işitme ve
konuşma organlarının bireyselliğinden oluşur. '' Dilin ses dizgesi,
hem bireyin bütün dil yetisiyle, hem de ''dilin öğeleri üzerinde­
ki belirlenmesi olanaksız binlerce etkisiyle, bütün bir dilin tikel
özgünlüğüne dönüşür. '' Ruhtan fışkıran özgün dil yetisi, ''kendi
58 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI · 1 ·

öz tınlamasını yabancı bir seslenme olarak algılamak suretiyle,


kendi özgünlüğü içinde gücünü pekiştirir. ''
Her gerçek ''etkinlik'' dile gerek duyar ve dilin temelini oluş­
turur; ancak ''dili sadece bir ulus az veya çok kendi düşünceler ve
duyumsamalar dünyasıyla bütünleştirir. ''
Öte yandan, daha önce de belirtildiği gibi, dilde ''ikili bir yön
vardır ''; bu ikili yön sayesinde gönül ''her zaman gerekli bütün­
leşme içinde duygulandırılamaz. '' Dil, kavramları oluşturur;

''düşüncelerin egemenliğini yaşama sokar'' ve bütün bunları ton


veya ''tını'' sayesinde yapar.
Humboldt'un açımlaması uyarınca, diller, ulusların ''tikellik­
leri '' ile karşılaştırıldığında, ilkin bunların ''tinsel yönelişi '' ve
sonra da ''tınıya eğilimler, tınının düşüncelerdeki bitimsiz renkle­
rinin ince ayrımlaştırma duygusu, düşünceye binlerce biçim verme
konusunda tını tarafından uyumlulaştırılmanın sessiz canlılığı ''
gibi yönlere dikkat edilmelidir.
Humboldt çok yerinde yaklaşımla şu ilkeyi belirler: ''Dil, ancak
insan sayesinde var olur; insan da ancak dil sayesinde insanlaşır. ''
Dil, düşünceye ulaşmayı ancak sözcükte arar; bir başka deyişle,
sözcük, düşünceyi anlatmanın yapı taşıdır.
Harf yazısının dile etkisi, asıl olarak iki hususta görülebilir:
Söz konusu iki husus, ''boğumlanan sesleri ayırma'' ve onların
''dış göstergeleri'' <lir. ''Boğumlanan ses '' , rastgele sesleri anlama
dönüştürür; bu nedenle de dili oluşturan temel kaynaktır. Burada
önemli olan bir başka nokta, harf veya alfabe yazısının, boğum­
lanan sesleri, bir başka deyişle, anlam kazandırılan sesleri ayırım­
laştırmaya uygun olmasıdır.
Bu kapsamda dil ile edebiyatın ''kardeşliğini'' vurgulayan
Humboldt'a göre, dil ve edebiyat, ''çok sayıda tinsel yeti'' saye­
sinde belirginleşir.
Gramer biçimlerinin özü, ''çekim'' <lir; çekim ise tekil boğum­
lamaların ayrımına varılmasını sağlar. Nasıl ki, ''dil duyarlılığı­
nın inceliği ve canlılığı, kalıcı gramer biçimlerinin '' oluşmasına
yol açarsa, gramer biçimleri de ''ses anlamında alfabenin kabul
görmesini'' özendirir.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 59

Tekil boğumlamaların ayrımlaşması, belirlenimi ve gösterge­


leştirilmesi olmaksızın, konuşmanın temel öğelerinin ayrımına
varılamaz. Dilin özünü oluşturan bir başka etmen, ''bölümleme''­
dir. Bölümlemede ''parçalarının bütünü olmayan hiçbir şey yok­
tur. '' Bölümlemenin her zaman yaptığı işin etkisi, ''ayırmalarının
ve bütünleştirme/erinin kolaylığı, kesinliği ve uyuşumuna daya­
nır. '' Bölümleme kavramı, düşünmenin mantıksal işlevi olduğu
gibi, dilin de mantıksal işlevidir.

İnsan Dilinin Yapısının Farklılıkları Üzerine

Humboldt kitabının bu yedinci bölümün girişinde ele aldığı


''Genel Dil Bilgisi ve Yazının Tikel Amaçları'' kapsamında ''çeşit­
liliğin kaynakları'' ve bunların ''konuşanların düşünme gücü,
duyumsama ve algılama tarzı üzerine etkisini'' irdeler.
Filozofun belirlemesine göre, bir ulusun ''edebiyat ve düz-yazı
yapıtları '', o ulusun ''dil duyarlılığının canlılığını ve doğruluğu-
nu gosterır.
,, . . .

Dil, ''insanda olandan daha fazlasını '', bütün insan soyunu


kapsar. Dil, ''tamda halkları birbirinden ayıran özelliğiyle yabancı
konuşmanın karşılıklı an/aşımı sayesinde bireylik/eri veya tikellik­
/eri bütünleştirir. ''
Buradaki ''yabancı konuşma', konuşan bireyin kendi dışın­
dakilerle konuşmasını anlatır. Konuşmanın aynı veya farklı dili
konuşanlarla yapılması önem taşımaz.
Dil araştırmalarında önemli olan, dilin ''tasavvurların oluşu­
mundaki payını '' ortaya çıkarmaktır. Tasavvurlar ''her şeyi içe­
rir ''; çünkü bunların toplamı, ''insanı oluşturur. '' Dilin tasavvur­
lardaki payı, dilin ''biçim/enim tarzını etkiler ve dile öz-yapısını
kazandırır. ''
İnsan, ''tamamlanmış düşünceleri sadece ses örtüsüne bürün­
düren bir tin tarzı '' olarak değil, ''ses veren bir varlık '' olarak
doğar. İnsanın verdiği sesten ''her türlü görkemli şey, saf/katıksız
şey ve her türlü tinsel'' gelişir. Bu bağlamda dil, ''insanın kendi­
sine aittir; dilin özünden başka bir kaynağı yoktur ve dil bundan
60 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

başka bir kaynak tanımaz. " Dilin insanı etkilemesi demek, insa­
nın ''dilde giderek artan ölçüde ve sürekli değişen çeşitlilik içinde
özünü tanıması '' demektir.
Dil, ülküsel ve metafizik anlamda bir insan ile kendisini ''özdeş­
leştirmez''; dil kendisini ''gerçek anlamda yaşayan, canlı ve yeryü­
zünün çok çeşitli yerel ve tarihsel koşullarıyla iç içe geçmiş insan ''
ile özdeşleştirir. Ayrıca, dil tekil insan ve ulus ile de özdeşleşmez;
dil, ''uzak veya yakın dilsel temas içinçi,e olan bütün halklar, şimdi­
ye değin yaşamış bütün insan soyu '' ile kendisini bütünleştirir. Dil
böylece, tekil insanlar ve tekil uluslar için de bir ''dış güce'' dönü­
şür; fakat bu bağlamda ''en yabancı'' ses bile insana tanıdık gelir.
Bu belirlemeler uyarınca, dil, gerçek anlamda yaşayan ve dili
kullanan insan tarafından korunur, aktarılır ve geliştirilir. Dilin
başlıca gelişim kaynağı, kullanım veya etkenliktir. Dil belli bir
toplum içinde tekil bireylerce geliştirilmesine karşın, dışa-vurulup,
genelleştirildikten sonra, kendisini geliştirene de ''yabancı'' veya
''dış güç'' gibi davranır. Bir başka deyişle, düşünülen ve dilselleşti­
rilerek genelleştirilen her düşünce ve bunun anlatımı, o düşünceyi
düşünene karşı ''yabancılaşır. ''
Fakat dil ne denli yabancı olursa olsun, öz-yapısı gereği, hiç­
bir dil veya dilsel ses, antropolojik bir varlık olan insana yabancı
olamaz; çünkü son çözümlemede Çinli de, Hintli de, Amerika­
lı da insandır. İnsanın ürünü, dışlaştırılmak veya bir dış varlık
özelliği kazanmak suretiyle, kendisini üreten insana yabancıla­
şır; ancak söz konusu yabancılaşma, insanı, insana bütünüyle
yabancılaştıramaz.

Alımlama veya Anlama Nasıl Gerçekleşir?

Humboldt'un anlama ve yorumlama hakkındaki şu belirlemesi


ilgi çekicidir: ''Dil, bir beden taşıyan somut bir şey olarak belirle­
nemez/kavranamaz; alımlayıcı dili hazırladığı kalıba döker; anla­
ma denilen şey budur. '' Alımlayıcı böylece ''yabancı biçimi, ya
kendi biçimine sokar ya da kendisini söz konusu biçimin yerleşik
olduğu konuma koyar. '' Farklılık, ''hem kendi öz dil biçiminin,
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 61

hem de yabancı dil biçiminin bilgisini gerektirir. '' Öte yandan, bu


her iki biçimin de '' bağımlı olduğu'' daha yüksek bir düzeye ulaş­
mış olmayı gerektirir ve böylece ''görünürdeki farklılığın, diyesi,
yabancının kendisini ve yabancıyı kendisinde özümsemeyi'' ola­
naksız kılar.
Humboldt'un saptamalarından da görüleceği üzere, anla­
ma veya alımlama da düşünsel etkenliği gerektirir. Her anlama,
anlaşılmak istenilen şeyi, anlamak isteyen tin ile buluşturmak ve
etkileştirmek demektir. Anlama, bir başkasının bilinç içeriğini,
kendi bilinç içeriği durumuna getirmedir. Bu açıdan, anlama, öz
ile yabancının bireşimidir.
Filozofun anlatımıyla, '' ortak öğe'' ise, dillerden çok ''insan­
dadır. " İnsanın, kendi dışındaki ''insanı'' kolay anlamasının asıl
nedeni budur. Dilin insanın ''duyusal bakımdan her zaman dıştan
uyarılan ve belirlenen iç dünyasının üzerindeki bitimsiz etkisinin ''
kaynağı da budur.
Humboldt'un açımlaması uyarınca, tinsel açıdan dillerin karşı­
lıklı etkileşimi, ''kalıcı sözcüklerde ebedileşir. '' Diller, aynı insanlar
gibi, ''zaman içinde donuklaşır/ar; zamanın özü olarak kalıcı/aş­
maya '' uğraşırlar. Dillerin donuklaşarak kalıcılaşan öğeleri, ''açık
ve eksiksiz olarak bilince çıkmak ve yeni ürünler ortaya koymak
için '' toplanır ve saklanır. Kalıcılaşmanın ''ilk aşaması'' alfabedir;
ikinci aşamasıysa ''edebiyattır'' ; bir başka deyişle, ''kalıcı yapıtla­
rın düşünce ve duyumsama değerinin oluşmasıdır. ''

Dil, Ulusu Ülküsel ve Tirisel Bütünlük Durumuna Getirir

Bu filozofun ''dillerin birbirine göre değerliliği görecedir'',


''görünüşte eksikleri olan dil bile yetkinleşme yeteneğini için­
de taşır'' ve ''uluslar dilleriyle sıkı bağ içinde edebiyat, düz-yazı
ve düşünsel yaratımın her türünde yeni yollar açma yeterliliği­
ne sahiptirler'' belirlemeleri, değerli dil, değersiz dil veya tözsel
özselliklerinden ötürü üstün ve gelişkin ulus olamayacağını açık
biçimde ortaya koyması bakımından çok önemlidir ve her zaman
geçerliliğini koruyacaktır.
62 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Humboldt'un yerinde saptamasıyla her ulus, her türlü yaratım­


larını ve kazanımlarını kendi öz dilinde saklar. Şu sözler bu dilbi­
limsel bulgunun anlatımıdır: '' Yüzyıllar boyunca bir ulus üzerine
etki eden her şey, o ulusun öz dilinde bulunur ve öz dili dolayımıy­
la oluşturulur; dil istenildiği gibi insana karşılık verir. ''
Bu saptama, hem dilin birikimlilik, süreklilik ve tarihsellik gibi
özelliklerini, hem de dil-düşünce ve dil-ulus ilişkisini açıklamak­
tadır. Dilin anlatım yeterliliği, insanın _a nlatım yeterliliğiyle doğru
orantılıdır. '' Dil istediği gibi insana karşılık verir'' tümcesi böyle
açımlanabilir.
Dil doğası gereği, ''mevcut olan her şeye, somutlaşmış her şeye,
tekil ve rastlantısal olan her şeye tutunur. Bunun yanı sıra, bütün
bu öğeleri, ülküsel, tinsel tümel ve gerekli alana taşıyarak, onlara
kendi kökenini anımsatan bir biçim verir. '' Bir başka anlatımla,
dil bu özellikleri taşıyan her öğede kalıcılaşır ve bu öğeleri veya
kazanımları dolayımlar. Böylece, hem biçimlenir, hem de biçim­
ler. İnsan da kendi öz bireyliği veya tikelliği içinde ''kendisine en
güçlü biçimde egemen olan dolayımı '', diyesi, dili bütün bu öğe­
lerden geçmeye zorlar.
Humboldt'un açımlamasına göre, ''diller, insanları ulusları,
daha derin ve daha güzel bir tarzda içsel olarak bağlantılandır­
mak için, ayırır. '' Bu bakımdan diller, ''başlangıçta korkulu şekil­
de gemisiyle dolaşan, ancak daha sonra ülkeleri birbirine bağla­
yan insanlara benzerler. ''
Bu sözler şöyle yorumlanabilir: Dil, toplumlara veya uluslara
kendi tikel damgasını vurmak suretiyle, onları ayrıştırır; fakat bu
ayrışmaya yol açan farklılıklar, kapsayıcı bir birlik içinde bağlan­
tılandırılır. Söz konusu kapsayıcı birlik, anlaşmadır, diyalogdur.
Gelişkin ulusların ''etkileşerek iç içe geçmeleri '', tinsel yaşa­
mın düşünsel gelişimlerinin yetkinleşmesini sağlayan bütün süre­
cini kapsar. Dil, tinsel yaşamda ''en önemli rolü oynar. '' Dilin asıl
belirlenimi de ''burada görülürleşir. '' Dil, ''nesneleri adlandırır/
niteler; duyumsamalara anlam verir; kendi özgün ses dizgesine,
sözcük oluşturmanın örnekseme/erine ve kendi gramer kuralları­
na sahiptir. ''
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 63

Dilin bu özelliği, ''onun dolaysız amacı olan anlaşımın geniş


ve gerekli temelidir. '' Dil, ''bu temel üzerinde ulusu yönlendirir
ve onu sınırlayıcı şekilde kuşatır. '' Aynı şekilde bu temel üzerinde
''ulusa dünyayı açar ve nesnelerin rengine kendi rengini katar. ''
Humboldt'un aynı yerdeki belirlemesi uyarınca, dil, ''insanın
en alt düzeyli amaçlarına ve gereksinmelerine hizmet eder; fakat
fark edilmeksizin ve kendiliğinden her şeyi daha tümele ve daha
yüksek olana doğru götürür. '' Bu kapsamda tinsel olan, sadece
dil yoluyla ''geçerlilik'' kazanır. Dil, ''bireyliklerin (veya tikellik­
/erin) çeşitliliğine aracılık eder; çınlayıp yok olacak olanı aktarım
ve yazı yoluyla kalıcılaştırır. Dil, tekil ulus ayrımına varmaksızın,
o ulusu, onun bütün düşünme ve duyumsama tarzını ayakta tutar;
onun bütün tinsel kazanımlarını korur; bu temel üzerinde ortaya
çıkan ve kanatlanan ayak her an sıçramaya dönüşebilir; zorlayıcı
bir daralmaya uğramayan bir yol olarak sınır/anım yoluyla coşku­
/anarak gücünü çoğaltır. ''
Yukarıdaki ''dil, tikelliklerin çeşitliliğine aracılık eder'' belirle­
mesi, ''tekil bireysel biçem, dil tarafından belirlenir'' anlamı taşır.
Belli bir toprak parçası üzerinde, tarihsel süreç içerisinde ve top­
lumsal-kültürel koşulların etkisiyle biçimlenen dil, kendisini kul­
lananın dil beğenisini, yazınsal söyleyişle, biçemini belirler.
Filozofun açımlaması uyarınca, dilin ancak bu kalıcılaştırı­
cı, yönlendirici ve oluşturucu etkisi sayesinde ''daha yüksek ve
yeterince açık bir şekilde ayrımına/bilincine varılmayan ulus kav­
ramı görülürleşir ve ulusların gelişim güdüsü ortaya çıkar.'' Bu
anlamda ulus, ''belirli bir dilin karakterize ettiği insanlığın tinsel
ve ülküsel tümlük açısından tike/leşmiş bir biçimidir. '' Bu tanım
uyarınca, ulusun öz-yapısını belirleyen, ulusu tinsel ve ülküsel bir
tümlük durumuna getiren etmen dildir ve ulus, dil yoluyla tinsel
bir var-oluş biçimi kazanır.
Bireylik veya tikellik, ''parçaları'' ; ancak ''mucizevi bir tarzda
ayırma suretiyle birlik duygusu uyandırır; hatta bunu en azından
idede oluşturmak için araç olarak görünür. '' İnsan derinliklerinde
''teklik veya çokluk için didinirken, toprak anaya temastan gücü­
nü alır; gücünü yalnızca toprak anada korur ve bireyliğini/tikel-
64 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

/iğini, söz konusu didişmede yükseltir. " Bir başka söyleyişle, ''bu
olanaksız uğraşta giderek artan ölçüde ilerleme kaydeder. ''
Humboldt'un ''dil, gücünü toprak anadan alır'' belirlemesi, dil
ile üzerinde yaşanılan toprak parçası veya ülke durumuna getiri­
len coğrafya arasındaki kopmaz ilişkiyi dile getirir. Coğrafya veya
üzerinde yaşanılan toprak parçası, dili en kalıcı biçimde renk­
lendiren ve biçimlendiren bir etmendir. Coğrafyanın dile etkisi,
Nazım Hikmet'in ''Memleketimden İnsan Manzaraları'' ve ''Kur-
-

tuluş Savaşı Destanı'' adlı şiirlerinde çok açık olarak görülebilir.


Humboldt'un anlatımıyla, ''tekleştirmek suretiyle bütünleş­
tiren '' dil, bu kapsamda ''hakiki anlamda mucizevi bir tarzda
insanın yardımına koşar ve tikel anlatım yığınına tümel anlayışın
olanağını katar. '' Öte yandan, diller, ''uluslar tarafından üretilir,
tutulur ve değiştirilir; insan soyunun uluslara dağılımı, sadece
insan soyunun dillere dağılımıdır. ''
Bu saptama, Humboldt'un ulus denilen karmaşık oluşumu,
dile indirgediği izlenimini güçlendirmektedir. Söz konusu indirge­
meci veya salt dil ile açıklayıcı yaklaşım, filozofun bazı görüşle­
rinde öne çıkmaktadır.
Humboldt belirlemelerini şöyle sürdürür: Bu sayede ve bu tarz­
da ''çokluğun tekliğinden beslenen insanlığın gelişimine uygun
ortam hazırlama yeteneği taşıyan '' tek güç, dildir. İnsana özgü
tinsel güç, ''tekil insanda '' tikelleşmesine karşın, ''hiçbir zaman
tekilin ürünü olmayan '' dilin kökü, ''toplumsallığın öz-yapısında­
dır'' ve dil, ''ortaklığa ulaşmaya çalışan düşünme ve duyumsama
tarzlarının yeterli çeşitliliğinden doğabilir. ''
Dil, ''kaynağını bu güce borçludur'' veya daha doğru anla­
tımla, ''belirli bir ulusal güç, belirli bir ulusal dilde; bu seslerde,
bu analojik bağlantılandırma/arda, bu simgesel duyumsatma/ar­
da, bu belirleyici kurallarda içsel olarak gelişime, dışsal olarak
da iletime ulaşır. " Dilin, ''ulus tarafından yaratılması '' denilen
şey budur; çünkü insan, ''öyle konuşmak istediği için değil, öyle
konuşmak zorunda olduğu için konuşur. '' İnsandaki ''konuşma
biçimi, onun düşünsel doğasının zorlamasıdır. '' Konuşma biçimi,
''özgürdür''; çünkü ''bu doğa, onun kendi öz kökenidir. ''
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 65

Tinsel Bir Gerçekleştirim Olan Dil, Yapıtlar Yoluyla Zamana


Müdahale Eder

Humboldt'un belirlemesiyle, dil, ''tikel yeterliliğini ( üretimleri


açısından yerkürenin dillerinin çeşitliliği), özünü yalnızca dil ola­
rak açığa vuran, ulusun tikel karakterini belirleyen gücün kendi­
sidir. " Dilin ''düşünceye ve düşünselliğe '' ; doğru yönlendirmesi ve
''duyumsamalara ve arzunun devinimlerine tümel bir biçim ver­
meye '' uğraşması; ancak yine de ''ulusların karakteriyle ve eylem
güçleriyle iç içe geçmiş olduğu '' artık anlaşılma ya başlamıştır.
Ayrıca, dil, bu duyumsamaları ve duygulanımları ''salt anlatmak''
ile kalmaz; bunlar dilde yalnızca ''anlatımlarını'' bulmakla kal­
maz; dil, bunları ''asıl olarak birlikte biçimlendiren özdür. ''
Diller, ''yapıtlar yoluyla zamanlar dizisine enerj iyle'' müdaha­
le ederler. En iç doğaları gereği, ''öz-üretken güçler'' olarak veya
''yeni dilsel üretim yeterliliği'' olarak kendilerini sürekli yeniden
üretirler ve böylece ''kuşakları birbirine bağlarlar. ''
Diller, ''yapıtlar yoluyla zamanlar dizisine enerjiyle müdahale
ederler'' söylemi, bir dilde yaratılan bütün yapıtları kapsadığın­
dan, edebiyat açısından da önemlidir. Her dilsel yapıt, belli bir
dilin içinde ve dil dolayımıyla ortaya çıkar. Dilsel yapıtlar, dillerin
nesnellik kazandıkları dışa-vurumlardır.
Her yapıt, yazarının dünyaya ve topluma ilişkin bir tasarımı­
dır; var-olan koşulların değişmesi gerektiğine veya nasıl değişe­
ceğine ilişkin bir öneridir. Bu yönüyle de bir yazılı yapıt, zamana
bir müdahaledir. Yazınsal · yapıtları kapsayan dilsel yapıtlar, belli
bir zamanın, belli toplumsal-kültürel koşulların izlerini taşırlar.
Bu özelliklerinden ötürü de üretildikleri zamana ilişkin her türlü
bilgiyi içerirler.
Humboldt'un açımlaması uyarınca, diller, her yerde ve her
zaman ''gerçek, canlı, insan soyunun gidişini belirleyen ve onu
bütün yazgılara uğratan '' etmendirler. Dil, ''düşünen, duyum­
sayan ve eyleyen '' insanda canlı bir güç olarak etkinleşir; ''belli
ölçülerde söz varlığı ve örnekseme/er ve kurallar dizgesi olarak
yabancı bir öğe olarak insanın karşısına çıkan ölü ve somutlaşmış
66 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

biçimden ayırt edilir. '' Dile iki açıdan bakılabilir: ''Tinsel gelişim
ile kendisini bağlayan bağlar'' ve ''ulusların öz-yapıları, kurumla­
rı, iç ve dış yazgıları '' dilde aranmak zorundadır.
Dil, içkin anlamda ''ulusun düşünce yeterliliğinin sesler/tınılar
yoluyla nitelendirilmesidir. '' Humboldt'un bu belirlemesi uyarın­
ca, bir ulusun düşünce dünyası ne ölçüde zengin ve çeşitli ise, dil­
sel anlatım olanakları da o ölçüde zengin ve çeşitlidir.
Ayrıca, bir ulusun ''özü ve yapıp-ettiği her şey, o ulusun dilini,
diliyse özünü ve yapıp-etmesini'' anımsatır.
Humboldt'un tartışmalı ve oryantalizm kokan savına göre,
tarihte önemli rol oynamış uluslar, ya Sanskrit ya da Semitik dil
köküne aittir. Bu iki dil kökü, ''yapısal açıdan birbirinden pek
farklı değildir. '' Bu dil köküne ait topluluklar, ''Avrupa'da geçici
görüngüdür''; fakat Avrupa'da geçici bir görüngü olan ''Türkler
ve Macarlar, Avrupa devlet ilişkisi açısından önemli ve dönemine
göre etkili olmuştur. '' Bu nedenle, dil araştırmaları uzun süre bu
halkların dili üzerinde yoğunlaşmıştır.
Humboldt diller arasındaki farklılıkları ve benzerlikleri, esas
olarak dillerin yapısal özleri tarafından veya ''bütün organizma/a­
rınca biçimlendirilen düşünceyi anlatmak için yeğledikleri yöntem
veya yaklaşıma '' bağlar ve çünkü der, ''burada asıl önemli olan
yöntem farklılığıdır. Diller, yöntem farklılığı sayesinde düşünce­
nin birliğini sesin öğesinden oluştururlar; bu birliğin kavranma­
sına ilişkin anlama ile ilgili olan şeyi dilselleştirerek ve duyum­
satarak, dile katılan şeyin ayrıştırılması '' da söz konusu farklılık
kapsamında düşünülmelidir.
Gramer ile ilgili olan şey, diyesi, bağlantılı/bütünlüklü konuşma;
• ''Sözcüklerin oluşturumu '',
• ''Seslerin dizgesi'' ve
• ''Kavramların nitelendirilmesi''
ile ilgilidir; çünkü ''seslerden sözcüklere, sözcüklerden konuşma­
ya '' uzanan süreçte ''konuşma, asıl olandır, belirleyici olandır. ''
Konuşmayı üreten tin, ''her an ve bir dokunuşla sesi, sözcüğü ve
eklemeyi'' bireyselleştirir; bir başka anlatımla tikelleştirir.
Söz konusu nedenden ötürü, bu üç öğe, karşılıklı belirlenim
Dil FELSEFESi VE EDEBiYAT 67

ilişkisi içindedir. Ses, boğumlanarak sözcüğe, sözcükler bir bütün­


lük içinde birbirine eklenerek söyleme veya metne dönüştürülür.
Ayrıca, ''asıl olarak yaşayan insan sürekli dönüşüm (veya biçim
değişimi) olanağında somutlaşan dilin hakiki taşıyıcısıdır. '' Dola­
yısıyla, dilin sürekli dönüşüm veya biçim değişimi olanağı içinde
bulunması, kaçınılmaz olarak ''insanı ve dilin kendi tümlüğünü''
de etkiler.
Bu açıklamalardan şu çıkarım yapılabilir: Gerçek doğasını
açığa çıkarabilmek için, dil, Humboldt'un belirlemesiyle, ''her
zaman canlı etkisi bakımından ele alınmak zorundadır. '' Dilin
canlı etkisi ise konuşma ile ortaya çıkar.
Bir dil içerdiği ''sözcük ve kural yığını''ndan oluşan bir ''mal­
zeme'' değildir; dil bir ''gerçekleştirimdir. " Bir yandan, dil ''tinsel
bir süreçtir. '' Dilde ''hiçbir şey durağan değildir; her şey devingen­
dir. '' Ölü diller bile bu konuda ''istisna'' oluşturmaz. Öte yanda
da ''sağlam ve tüm lenmiş bir bedendir/yapıttır. ''
Bu belirlemeler, Humboldt'un dil felsefesinin özünü ortaya
koymaktadır. Filozof, dilin söz varlığını ve dilbilgisi kurallarını
yok saymaz; ancak dili asıl olarak bir ''gerçekleştirim'' , ''tinsel bir
süreç'' , ''değişken bir dizge'' olarak tanımlamak suretiyle, geliştir­
diği dil felsefesini evrensel bir öze kavuşturarak kalıcılaştırmıştır.
Filozofun söyleyişiyle, her dil ''belirgin bir tikeiliğe sahiptir''
ve bu tikellik, dilin bütün öğelerinin ''etkileşimi'' içinde duyum­
sanır. Dilin özü, ''bağlantılı konuşmadır'' ve ''gramer ve sözlük
(veya söz varlığı), dilin ölü iskeletiyle karşılaştırılamaz. '' Bütün­
lüklü veya bağlantılı konuşma da tinsel bir etkinlik olduğu için,
dil ''tinsel bir bireylikltikelliktir. ''

Dilin Doğası ve İnsan ile İlişkisi

Humboldt, ''İnsan Dilinin Yapısının Çeşitliliği ''nin yukarıdaki


ara-başlığı taşıyan ikinci bölümünde dili ''düşüncenin oluşturucu
organı '' olarak tanımlar. Filozofun açımlaması uyarınca, tümüyle
içsel olan ve ''belli ölçülerde iz bırakmadan uçup giden '' düşünsel
veya entelektüel etkenlik, ''ton/ses ile dışsal olarak duyular için
68 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

algılanabilir duruma gelir ve yazı ile kalıcı bir beden/nesnellik


kazanır. '' Bu tarzda üretilen şey, ''her türden kaydedilen ve konu­
şulan şeydir. ''
Dil ise, ''entelektüel etkenlik ile bu tarzda üretilen ve üretile­
cek olan seslerin ve yine entelektüel etkenliğin doğasından ve ona
uygun olan ses dizgesinden doğan kurallara, örnekseme/ere ve
alışkanlıklara göre kaydedilen ve konuşulan şeylerin bütünündeki
olası bağlantılar ve dönüştürüm/erin toplamıdır. '' Bundan dola-

yıdır ki, entelektüel etkenlik ile dil ''bir bütündür ve ayrılmaz bir
biçimde birbirine bağlıdır. '' Öyle ki, entelektüel etkenlik ''üreten
öğe''; dil ise ''üretilen öğe'' olarak görülemez; çünkü her ne kadar
''konuşulan şey tinin bir üretimi ise de, daha önce var olan dile
ait olduğu ve tinsel etkinliğin dışında, yeniden dile karışmak sure­
tiyle, dilin sesleri ve kurallarınca belirlendiği ve etkili olduğu için,
geri dönüp tini belirleyici şekilde etkiler. ''

Boğumlama, Dili ve Düşünceyi Açığa Çıkarır

Humboldt'un belirlemesiyle, entelektüel etkenlik, ''ton/ses ile


bir bağlantıya girme gerekirliğine bağlıdır. '' Düşünme, ''başka
türlü açıklık/anlaşılırlık kazanamaz; tasavvur kavrama dönüşe­
mez. '' Ton/ses, ''bunları özgür kararından üretir ve kendi gücüyle
bu kararı biçimler''; çünkü kavram, ''boğum/anmış sese dönüşür. ''
Filozofun bu saptaması, tersten de okunabilir: Boğumlanmış
ses, kavramı veya anlamlı sözcüğü oluşturur. Bu açıdan bakınca,
boğumlanmış ses, aynı zamanda ''göster'' oluşturmanın da zorun­
lu önkoşuludur.
Humboldt'un çok yerinde ve kalıcılaşan bulgusu uyarın­
ca, ''boğumlanan ses'' veya genel anlamda söylemek gerekir­
se, ''boğumlama, aslında dilin özüdür; dili ve düşünceyi açığa
çıkaran kapı koludur; bu ikisinin içsel bağlantısının son yapı
taşıdır. '' Boğumlama, ''tinin, konuşma organları üzerindeki şid­
detine/gücüne dayanır ''; boğumlama, tinin konuşma organlarını
''kendi etkinleşme biçimine denk düşen bir işlemden geçirmesine
zorlamasıdır. ''
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 69

Söz konusu biçimin ve boğumlamanın ''adeta bağlantılandı­


rıcı bir araç olarak karşılaştıkları bu şey, her ikisinin de kendi
alanlarını temel parçalarına ayırmadır. '' Ayrılan bu temel parça­
ların ''bütünleştirilmesi yeni bütünler oluşturur''; bu yeni bütün­
ler, ''parçaların yeni bütünler olma itkisini veya uğraşını içinde
taşır. ''
Ayrıca, söz konusu şiddetin/gücün dışında tinde ''kendisini
konuşma organına bildirme ve söz konusu organları bu işlevde
kullanma zorlaması vardır. '' Dilin üretimi, söz konusu ''şiddete ve
bu zorlamaya '' dayanır. Sağır-dilsizler, ''işitilebilir ses olmaksızın
da dilin olanaklılığını '' gösteren güzel bir örnektir. Onların da ''dil
yeteneği taşımaları, düşüncelerinin konuşma organlarıyla uyuşu­
mu ve bu ikisini birlikte etkinleştirme zorlaması '', insan doğasının
bu eyleme yatkınlığının kanıtıdır.
Bununla birlikte, sağır-dilsiz, ''yalnızca dinleyenler/dili kulla­
nanlar arasında dile ulaşabilir. '' Düşüncenin, ''seslendirme araç­
larının ve işitmenin, dil ile ayrılamaz bağlantısı, insan doğasının
değiştirilemez bir şekilde kökensel yapılandırımından '' kaynak­
lanır. Tınının veya tonun, düşünce ile ''uyuşumu'' açık olarak
görülür. Bir yıldırıma veya anlık bir ışık parlamasına benzeyen
ve bütün gönlü kaplayan düşünce, ''tasavvur gücünü bir noktada
toplar. '' Tını ise ''nüfuz eden, bütün sinirleri titreten bir güçtür. ''
Humboldt'un anlatımıyla, tının dildeki payı üç türlüdür. Bunlar;

''Dışa-vuruma yönelik düşünsel .çaba '',

''Sesin üretimini duyumsama gereksinmesi'' ve

''Düşüncenin her bakımdan gelişmesi için toplumsal etkile­
şimin gerekliliğidir. ''
Bu üç öğeden her biri, ''tınının üretimine yol açar ve dil bunları
boğum/anmış seste bütünleştirir. ''
Humboldt'un aynı yerin devamındaki açımlaması uyarınca,
düşünme, ''tinsel bir eylemdir ''; ancak ''dile gereksinmesinden
ötürü nesnel bir itkiye dönüşür. '' Düşünme, ''sürekli ilerleyen bir
gelişmedir; içinde kalıcı ve dingin hiçbir şey kabul edilemeyen
içsel bir devinimdir; aynı zamanda karanlıktan çıkan, aydınlığa
duyulan bir özlemdir. ''
70 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Öznel etkinlik, düşünmede '' bir nesne'' oluşturur; çünkü


''tasavvurların hiçbir türü, salt bir bakma olarak '' görülemez.
Duyuların etkenliği, ''tinin içsel eylemi ile bireşimsel olarak bağ­
lantı/anmak zorundadır. '' Tasavvur, bu bireşimsel bağlantıdan
kendisini koparır ve ''öznel güce karşı, nesneye dönüşür ve yeni­
den öznel güce döner. ''
Konuşma, Humboldt'un deyişiyle, ''tekil insanın yalıtılmış bir
yalnızlık içindeki düşünmesinin gerekli koşuludur. '' Fakat dil,

''görüngüde yalnızca toplumsal olarak gelişir ve insan, sözlerin


anlaşılırlığını başkasında sınayarak görmek suretiyle, kendisini
anlayabilir. '' Bunun temel nedeni, ''hiçbir insani yeterliliğin top­
lumsallıktan uzak bir yalnızlık içinde gelişememesidir. ''
Yukarıdaki saptamada yer alan ''anlaşılırlık'' , her türlü ileti­
şimin vazgeçilmez öğesidir. Her dil eylemi gibi, anlaşılırlık da iki
yönlüdür. Verilen iletinin anlaşılır olması, onun doğru alımlana­
bilmesinin zorunlu önkoşuludur.
Ayrıca, Humboldt'un deyişiyle, insanın ''kendi oluşturduğu
sözcüğün başkasının ağzında yankılanması, nesnelliği yükseltir. ''
Konuşmadan duyulan ''hoşnutluk'', aslında düşünceyle ilgili ''dil
kullanımından duyulan hoşnutluktur. '' Dil, ''tümüyle insanidir''
ve ''duyusal algılamanın bütün nesnelerini/hususlarını kapsaya­
cak şekilde genişler. ''
Bu bağlamda bir not olarak bir noktayı vurgulamak gerekmek­
tedir. Humboldt, belki de o dönemde 1 82 1 'de patlak veren Yunan
ayaklanmasının bir sonucu olarak başta Almanya olmak üzere,
bütün Avrupa'da kabarmaya başlayan Filhelenizmin bir türevi
olarak ortaya çıkan oryantalist dalganın etkisiyle, kitabının bir­
çok yerinde uygar-barbar ayrımı yapar. Söz konusu uygar-barbar
karşıtlaştırmasının bir sonucu olarak sıkça ''barbarların dili bile''
anlatımını kullanır.
Filozof, dil ile tını arasındaki dolaysız bağı kon ulaştırdığı
yerde şunu belirler: Dil, ''dışa yönelik etkisi bakımından tınıyı
gereksinir. ''
Bu belirlemenin anlamı çok açıktır. Tonlama veya sesleme
olmaksızın, dilin ayrımına varmak söz konusu olamaz. Her türlü
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 71

dilsel iletişim, karşılıklı olarak bilinç içeriklerinin değiş-tokuşu­


dur. İnsan sessiz düşünebilir; ancak sessiz konuşamaz. Konuşma,
sesleme ve boğumlama yoluyla dışa-vurulan sözcüklerin, muhata­
bında yankı bulmasıdır.

Toplumsallık, Dilin Varlık Nedenidir ve Gelişim Ortamıdır

Dilin kaynağı, varlık nedeni ve gelişim ortamı, ''toplumsallık­


tır.'' İnsan tözsel özelliğinden ötürü kaçınılmaz olarak toplumsal­
lığa yönelir. Toplumsallık veya insanlık kavramı iki önemli öğenin
bütünleşimini içerir. Birincisi, Humboldt'un anlatımıyla, insana
özgü ''her türlü güç'' veya yeterlilik, ancak toplumsal ortamda
''her yönüyle gelişebilir. '' İkincisi, ''bütün insan soyunda ortak bir
yön/öğe vardır. ''
Her tekil kişi, bu ortak öğeden, ''yetkinleşme arzusunun
yoğunluğuna göre diğerlerinin özünde barındırdığı farklılıktan ''
yararlanabilir. Her iki öğe de ''dilde özellikle önemlidir'', çünkü
toplumsal etkileşim, dil üzerine ''ne ölçüde büyük ve devingen ''
bir güç olarak etki ederse, dil o ölçüde ''eşit koşullar altında'' ve
anılan ortak yönler temelinde ''anlaşım olanağı'' ve ''dillerin kar­
şılıklı yetkinleşmesinin aracını '' kazanır.
Öte yandan, toplumsallık, yalnızca ''gereksinmeden'' türetile­
mez. Hayvanlar arasında bile birliktelik eğilimi değişkendir. İnsa­
na gelince: İnsanda düşünme, ''büyük ölçüde toplumsal var-oluşa
bağlıdır. '' İnsan, bütün bedensel ve duyumsal ilişkilerin ötesinde,
''salt düşünmek için bile ben'e denk düşen bir sen'i gereksinir'';
çünkü kavram ''belirliliğini ve anlamsal açıklığını, yabancı bir
düşünme gücüne yansıtarak edinir. ''
Bu saptamanın gösterdiği gibi, insan tek ve yalnız olsa, ne dili
gereksinir, ne de düşünmeyi. ''Ben''in, diyesi, tekil insanın dışın­
da, '' sen'', dilin zorunlu önkoşulu olduğu gibi, düşünmenin de
zorunlu önkoşuludur. Ben, konuşabilmek ve düşünebilmek için,
''sen'i gereksinir. Bu nedenle, dil ve düşünme açısından ben ile sen
arasında karşılıklı belirlenim ilişkisi vardır.
72 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Edebiyat, Dilin En Zarif, En Tinsel Kullanım Tarzıdır

Kavram kendisini ''tasavvurun devindirici kütlesinden '' kopar­


mak ve ''özneye karşı nesneye dönüştürmek '' suretiyle, kavram
durumuna getirir. Öte yandan, dil iki farklı ''düşünme gücü'' ara­
sındaki aracıdır. Bu, düşüncenin yetkinleşmesi için, dilin gerekir­
liğini de anlatır.
Sözcük, Humboldt'un söyleyişiyle, ''nesne değildir; nesnelere
-

karşı öznel bir şeydir. '' Böyle olmasına karşın, sözcük, ''düşüne-
nin tininde, düşünen tarafından türetilen ve geri dönüp düşüneni
etkileyen '' bir nesneye dönüşür. Sözcük ile nitelendirdiği nesnesi
arasında ''yabancılaştırıcı bir uçurum '' kalır. Sözcük, daha çok
''göstermelik bir nesneye benzer. '' Dil de sadece ''gerçekleştirilen
bir denemeye bir başkasını eklemek suretiyle, gerçekliğe ulaştırı­
lır. " Dolayısıyla, sözcük, ''bir dinleyende ve karşılık verende var­
lık kazanmak zorundadır. ''
Düşünme gücü, hem kendisine ''benzer bir öğe '', hem de ''ben­
zemeyen bir öğe '' gerektirir. Benzer öğe, düşünme gücünü ''ateş­
ler'' ; benzemeyen öğeyse, düşünme gücünün ''içsel türetim/erinin
varlık olmasının denek taşıdır. '' Bu bağlamda dil, ''düşüncenin ilk
üretiminin ve tinin sürekli ilerleyen her yönüyle gelişiminin gerekli
koşuludur. ''
Humboldt'un belirlemesiyle, tinsel bildirim, ''birinden öbü­
rüne geçerek, kendisiyle ortak yönlerilöğeleri olan şeyi gerekti­
rir. " Örneğin, insan ''işittiği sözcüğü anlar''; çünkü ''kendisi de
aynısını söyleyebilir. '' Sözcük, ''ruhta yalnızca kendi etkenliğiyle
var olabilir'' ve konuşma gibi anlama da ''konuşma yeterliliğinin/
gücünün bir özendirmesidir. '' Bu nedenle, ''insan olağan bir eylem
olarak anladığını yeniden dile getirebilir. ''
Bu arada dil, gizil güç olarak her insanda ''bütün kapsayıcı­
lığıyla '' bulunur. Bir başka deyişle, dil her konuşucu veya yazıcı,
içinde taşıdığı ''belirli tarzlaştırılmış bir güç sayesinde itici, sınır­
layıcı ve düzenli bir çabayla bütün dili üretebilir ve üretilmiş olanı
anlayabilir. '' Bu ''tarzlaştırıcı güç'' , her güç gibi, bireysel, fakat
''bütün tür kavramlarına göre bireyselleştirilmiştir. ' Bu bireysel-
'
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 73

leştirilmiş veya tikelleştirilmiş tarz sayesinde her tür, ''daha yük­


sek bir tümel türe karşı tikel varlık olarak '' alınabilir. Söz konusu
tarzlaştırılmış güç veya yeterlilik, tümel veya genel dil gücüdür/
yeterliliğidir.
Bu tümel dil gücü, anılan özelliğinden ötürü, önce ''ulusal
köken, ulus veya lehçe tarafından belirlenen ve sonra ses gösterge­
lerinde sabitleştirilen, daha sonra kullanım tarzı içinde dilde etki­
sini duyumsatmak için, gönlü güçlü bir şekilde kapsayan bütün
içsel öz-yapı özellikleri ve dışsal rastlantısal/ıklar'' tarafından
biçimlenen ''tümel dil gücüdür.'' Tümel dil gücü, en son aşama­
da ''hiçbir tümel ulama (kategoriye) sokulamayan '' tikellik veya
bireylik tarafından belirlenir.
Anlama, Humboldt'un deyişiyle, ''bireylerin çeşitliliğinin bir­
liği içinde '' veya birliği sayesinde gerçekleşir ve ''tümüyle içsel
etkenliğe dayanır. ''
Dil, durağan, bütünüyle belirlenebilir bir iletim veya bildirim
malzemesi değildir; dil, ''kendisini her zaman yeniden türeten '' bir
malzemedir veya oluşumdur.
Ulusların ayrışması, insanları ayırır; ''birleşmesi onları birbi­
rine yaklaştırır. '' Bireyliğin veya tikel bireylerin ayrılması, ''insan
doğasının tekliğine/birliğine aykırıdır. '' İnsan doğasının birliği,
çocukların ''kendi dil yeterliliklerini geliştirdikleri dilin kucağına/
içine atılmalarında '' açıkça görülür. Dilin temeli, yalnızca ''insa­
nın insan ile bir ve bütün olmasında yatar. '' Bu nedenle, dil yeter­
liliğinin gelişmesi, ''bir başkasında verili olarak bulunan ancak
üretiminde çok farklı olan ·dil yeterliliğinde'' gerçekleşebilir. Özel­
likle de uluslara bölünme, dilin ''hiç dışsal olmayan, tümüyle içsel
olan '' doğasını gösterir. Bütün bu anlatılanlar, ''dilin en zarif, en
tinsel kullanım'' tarzı veya türü olan ulusal edebiyatlarda açığa
çıkar.

Sözcük, Öznel Algılamadan Doğar

Dil yoluyla, daha doğru söyleyişle, düşünme yoluyla üretile­


ne gelince, diye sürdürür Humboldt sözlerini, burada özellikle şu
74 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

ilkeyi vurgulamak gerekir: Dil yalnızca bir başına algılanan nesne­


leri göstermez; dışsal nesnelerin göstergeleştirilmesi, dilin ''derin
içeriğinin bütününü tüketemez. ''
Dilin oluşumunda ve kullanımında ''öznel algılama tarzı bütü­
nüyle nesnelere geçer''; çünkü sözcük, ''bu algılamadan oluşur ve
bir başına nesnenin kopyası değil, nesne tarafından insan ruhun­
da üretilen imgedir''; çünkü her türlü nesnel algılamaya ''kaçınıl­
maz olarak öznellik karıştığı için, dilde1:1 bağımsız olarak her tikel
bireylik, dünya görüşünün asıl zemini '' olarak adlandırılabilir.
Sözcük, ''kendisini ruha karşı, yeniden nesne durumuna getirdiği
ve yeni özneden ayrılan ek bir özgünlük ortaya çıkardığı için '',
söz konusu dünya görüşü, sözcükten çok, dil tarafından dünya
görüşüne dönüştürülür ve üç farklı öğe içerir. Bunlar;
• ''Nesnenin uyandırdığı izlenim,
• Nesnenin özündeki alımlanışı '' ve
• ''Dilsel ses olarak sözcüğün etkisi''
olarak ayrımlaştırıla bilir.
Dilsel ses olarak sözcüğün etkisinde ''kaçınılmaz olarak bütün
dili kapsayan bir örnekseme başattır. ''
Dilsel ses olarak sözcüğün yarattığı etkiyle dilde somutlaşan
dünya görüşü arasında da dolaysız bir ilişki vardır. Humboldt,
söz konusu karşılıklı belirlenim ilişkisini şöyle açıklar: ''Aynı ulus
içinde benzer bir öznellik, dil üzerine de etkide bulunur. Bu neden­
le, her dilde özgün bir dünya görüşü bulunur. ''

Her Dil, Özgün Bir Var-oluş ve Dünya Görüşüdür

Dil, ulus ile çok sıkı bir biçimde ilişkili olduğu için, dil-ulus
etkileşimi ''kapsayıcı bir özgünlük ' orta ya çıkarır. Öte yandan,
'

dünya görüşü, ''salt dil değildir''; çünkü dünya görüşü, her ''kav­
ramı kapsayabildiği için, dünyanın kapsamına da eşdeğer olmak
zorundadır. '' Bunun ötesinde, dünya görüşü, nesneleri dönüşü­
me uğratır ve kendinde somutlaşan tinin, ''dünyayla bütünlüğün
ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunun ayrımına varmasını ''
sağlamalıdır.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 75

Duyumsama ve eylemleri, tasavvurlarına bağlı olan insan,


''dilin önüne serdiği'' nesnelerle birlikte yaşar. Bu sayede ''insan,
dili özünden türeterek örgüler ve kendisini de dilin örgüsüne
katar. '' Her dil, ''ait olduğu ulusun etrafına bir daire çizer. '' Bu
dairenin dışına çıkmak, ancak ''bir başka dilin dairesi içine gir­
mekle olanaklıdır. '' Bundan dolayıdır ki, bir yabancı dili öğren­
mek, ''o zamana değin olan dünya görüşü içinde yeni bir konumu
kazanmak '' demektir; çünkü her dil, ''insanlığın bir bölümünün
kavramlarının ve tasavvur tarzının bütün örgüsünü/dokusunu içe­
rir. '' Fakat insan, ''yabancı bir dile farklı ölçüde kendi öz dünya,
hatta dil görüşünü '' taşır ve böylece bu ''başarı hiçbir zaman
katıksız ve tümüyle duyumsanamaz. ''
Sözcükler ve kurallar dizgesinin toplamı olan dil, Humboldt'un
açımlaması uyarınca, ''konuşmadan türer''; yüzyılların içinden
geçerek büyüyüp, ''her defa konuşandan, her defaki insan soyuna,
diyesi, ulusa, hatta insanlıktan belli tarzda bağımsız güce dönü­
şür. '' Dil aslında bütün insanlığa aittir ve yazının içinde barın­
dırdığı düşünceyi, tine açar; böylece ''kendisine özgün bir var-o­
luş kazandırır. '' Söz konusu özgün var-oluş, ''her zaman sadece
düşünmede geçerlilik kazanabilir; ancak tümlüğü içinde bundan
bağımsızdır. ''
Filozofun açımlaması uyarınca, burada sözü edilen ''dil,
ruha yabancıdır '' ve ''dil, ruha aittir'' veya ''dil, ruha bağım­
lıdır '' ve ''dil, ruhtan bağımsızdır'' şeklindeki birbiriyle çelişen
söylem, ''dilde bütünleşir. ve dilin özünü oluşturur. '' Söz konusu
nedenle, dil, ''öznel ve bağımlı olduğu ölçüde, nesnel ve bağım­
sızdır''; çünkü dilin ''hiçbir yerde, yazıda bile kalıcı/sabit bir
yeri yoktur. '' Dil, ''her zaman düşünmede yeniden üretilmek
zorundadır '' ve bu özelliğinden dolayı da ''tümüyle özneye geç­
mek zorundadır. ''
Bununla birlikte, ''dili nesneye dönüştürmenin temeli de bu
üretme eyleminde yatar. '' Dil, bu yolla ''bireyin her türlü etki­
lemesine maruz kalır''; ama bu etkileme, ''kendi içinde ne etki
yaptığına bağlıdır. '' Dil, insana aittir; çünkü dili yaratan insandır.
76 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Aynı şekilde dil, insana ait değildir; çünkü insan, dili yapmaktan
başka türlü ortaya çıkaramaz ve bunun temeli, dilsel bildirimin
aralıksız sürmesi koşuluyla, ''bütün insan soyunun konuşmasında
ve konuşmuş olmasındadır. ''
Dilin kendisi, bu sınırlamanın ''deneyimlendiği'' şeydir. Dilde
insanı sınırlayan şeyi, dile katan etmen, insan doğasıyla ''içsel ola­
rak bağlantılı olan '' şeydir. Bu nedenle, dilde ''yabancı olan'', insa­
nın ''hakiki doğasına'' değil, ''anlık bi�eysel doğasına yabancıdır. ''
Bu değerlendirmeler, filozofun dili karmaşık ve çelişkili gibi
görünen, ancak kendi içinde yalın diyalektik ve dizgesel bir
tutumla ele aldığını göstermektedir. Humboldt'un da çok yerinde
belirlemesiyle, dil, kişisel temelde tümüyle öznel bir gerçekleşti­
rimdir; ancak her öznel dil gerçekleştirimi, dışa-vurulup, başkala­
rıyla paylaşıldığı andan itibaren nesnelleşir. Bir başka anlatımla,
her tikel dilsel bildirim, dışa-vurulduğu andan itibaren herkes için
vardır ve herkes için var olduğu için de tümel ve nesnel bir özellik
kazanır.
Humbold'un felsefi bakımdan çok yerinde olan savı uyarınca,
insan, ''dil kullanımında yabancı etkiye maruz kalır. '' Dilin öz-ya­
pısından kaynaklanan bu dış etkinin yanı sıra, ''köken, çevresel
durum ve ortak yaşamın tarzı '' gibi, insanın dil dışındaki ilişki­
lerinin bütünlüğünden türeyen etkiler de söz konusudur. Bundan
ötürü, bir yandan dili, ''bir ulus üzerine etki yapan durumlardan
yola çıkarak '' açıklamaktan sakınmak gerekir.
Öte yandan da, ''tarihsel olarak ulus tarafından '' süreklileş­
tirilen dil ''inanılmaz görünen değişiklere uğrar. '' Bunun nedeni­
ni, ''bütün insan soyunu ilgilendiren '' etkilemelerin dili, ''şeylerin
orta noktasına yerleştirmesinde'' aramak gerekir.
Filozofun açımlamasına göre, dil yüzyıllar boyunca birçok
etkilenmelere uğrar ve bir halkın tarihsel sürekliliğini sağlayan
kuşaklar üzerinde ''bağlayıcı'' etki yapar. ''Tekil kuşakların güç­
leri '', dilin kuşakları birbirine bağlayan bu etkisiyle ilişkilenirler.
Birbirini izleyen kuşakların ''karışarak yan yana yaşamasına ''
bakıldığında, bu tekil kuşakların ''güçlerinin dilin kapsayıcı gücü­
ne karşı ne denli az olduğu '' görülür.
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 77

Biçem Oluşturma, Dil Üzerinde Şiddet Uygulamadır ve Dili Başka


Türlü Tarzlaştırma Eylemidir

Düşünen ve eyleyen insanın dil üzerinde şiddet uygularcasına


dili canlı tuttuğunu anlatan Humboldt'un belirmesine göre, dil,
''biçimlerini tümel anlaşmaya zarar vermeksizin, çok çeşitli tarz­
da algılama olanağı sayesinde sınırsız ölçüde oluşturulabilirlik ' '

özelliği taşır. ''Her türlü canlı tin '' , kuşaktan kuşağa geçen dil gibi,
''aktarılmış olan ölü öğeler üzerinde şiddet uygular. ''
Dilin tözsel öz-yapısını oluşturan bu sınırsız oluşturulabilirlik
ve aktarılan ölü dilsel malzemeyi kullanım sayesinde güncelleş­
tirme, dilsel gelişimde süreklilik ve ''denge'' sağlar. Tekil insanın
''kendini insan soyunun bir yana ittiği cansız bir şey olarak '' algı­
lamamasını sağlayan etmen dildir.
Ayrıca, dilin etkilediği her tekil insan, '' durmaksızın'' dönüp
yeniden dil üzerine etki ettiği için, ''her kuşak dilde köklü değişim
yaratır. '' Söz konusu değişim, sadece ''sözcüklerde ve biçimlerde''
gerçekleşmez; bunların ''başka türlü tarzlaştırılmış kullanımında''
ortaya çıkar. Başka türlü tarzlaştırılmış dil kullanımı, kendisini
yazıda, özellikle de ''edebiyatta'' somut olarak gösterir. Humbol­
dt'un dizgeli biçimde ortaya koyduğu ''dilin sınırsız ölçüde oluş­
turulabilirliği '' , ''aktarılan ölü dilsel malzemenin kullanım yoluy­
la etkenleştirilmesi '' gibi anlatımlar, dilsel malzemenin bitimsiz
şekilde sanatsallaştırılabilirliğinin somut göstergeleridir.
Her kuşağın dili köklü biçimde değişime uğratması, yazınsal
bakımdan çeşitli tarihse! dönemlere özgü '' biçem'' yaratmanın
başlıca kaynağıdır. Bu belirleme, edebiyat tarihçilerin edebiyatı
dönemselleştirmelerinin de belirleyici bir ölçütüdür.
Dilde gerçekleştirilen köklü değişimlerin sadece sözcükler ve
biçimlerle sınırlı kalmaması ve bunun ötesinde, asıl olarak ''kulla­
nım yoluyla dilsel malzemeyi başka türlü tarzlaştırma'' , yazınsal
biçemin oluşturucu kaynağıdır. Her edebiyatçı veya yazar, kendi­
ne özgü bir beğeniyle dilsel malzemeyi başka türlü biçimlendir­
mek suretiyle, Humboldt'un belirlemesiyle, dil üzerinde şiddet
uygulayarak ve dili başka türlü tarzlaştırarak, yazınsal özgünlü­
ğünü belirginleştirir.
78 Dil FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI 1
- •

Tekil bireylerin, hem dilden etkilenmeleri, hem de dili etkile­


melerinin yol açtığı ''dilin bireyliği'' veya tikelliği, ''hakiki anlam­
da sürekli konuşanın bireyliğiltikelliğidir. ''
Bu bağlamda vurgulamak gerekir ki, dil, bir başına tikelleşe­
mez; konuşan/yazan, kısacası dili kullanan insan, dile öz tikelliği­
ni katmak suretiyle, onu tikelleştirir; çünkü dil, ancak tikelleşmiş
insanda, diyesi, ''bireyde'' kendi ''sona/ belirlenmişliğini '' kazanır.
Dil, toplumsallık ile geçerlilik kazanmakla birlikte, son çözümle-

mede her insan ''kendi diline sahiptir. '' Her düşünmede ve duyum-
samada '' bireyliğin tekilliği'' sayesinde ''aynı farklılık'' geri döner
ve ''ayrımına varılmayan öğelerden oluşan bir kitle oluşturur. ''
Söz konusu nedenden ötürü, ''her türlü anlama, her zaman
aynı zamanda bir anlamamadır. '' Bu günlük ''edimsel yaşamda ''
da çok iyi kullanılan bir hakikattir; ''düşüncelerde ve duygularda­
ki her tülü uyuşma, aynı zamanda bir ayrışmadır. ''
Bu ayrışma, sadece ''kavramın ve duyumsamanın tümelliği
altında '' kendisini gizlediği yerde görülemez; ancak kapsayı­
cı ''tümel/iğin yüksek gücünün kırıldığı yerde ve bilincin daha
belirgin tikelleştiği yerde, açıkça ortaya çıkar. '' Bundan ötürü,
Humboldt'un belirlemesiyle, ''her önemli yazarın kendi özgün
dili vardır. '' Bu belirlemeye karşı dilin, ''çeşitli tikellik/ere ola­
nak veren biçimlerin, sözcüklerin ve kuralların tümelliği'' oldu­
ğu da ileri sürülebilir; ancak bu öne-sürüm, söz konusu gerçeği
değiştirmez.
Humboldt'un saptaması uyarınca, dilsel biçimlerin ''tüme/fiği­
nin bu tarzda tikelleştiği çeşitli aşamalar vardır; fakat tikelleştirici
ilke hep aynıdır: Belli bir tikellik içinde düşünme ve konuşma! ''
Böylece, ulus gibi tekillerin dilindeki ''çeşitlilik'' oluşur. Söz konu­
su aşamaların sınırı, ''tikel ayrımlaştırmayla birlikte'', dilin ''aynı
sözcükleri kullandığı yerdir. ''
Öte yandan bu bile ''bir ulusu oluşturan bütün sınıfiarda ''
tümüyle aynı değildir. Sınıflar bir yana, ''tekil kişi'' bile bazı söz­
cükleri ''yeğler'' ; başkalarını ''sanki kendisine yabancıymış '' gibi
kullanır; diğerlerini ''dışlar'' ve böylece ''anlamdaki sapmalar
dışında kendi öz sözlüğünü oluşturur. ''
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 79

Humboldt'un dilsel malzeme üzerinde şiddet uygulayarak onu


özgüleştirmesi hususundaki bir başka saptaması şöyledir: Dil
insan üzerinde bir erktir ve ''her bireyin dili tarz/aştırması, insa­
nın, dil üzerine uyguladığı bir şiddeti gösterir. '' İnsanın dili tarz­
laştırması veya özgüleştirmesi, dil kullanımının ''özgürlük ilkesin­
den'' kaynaklanan devingen bir etkinliktir.

İnsan Soyunun Uluslara Bölünmesi ve Dil

Bu ara-başlık altında dil-ulus arasındaki organik bağı irdeleyen


Humboldt'un belirmesine göre, ''toprak, insan ve dil, ayrılmaz bir
biçimde iç içe geçen bir bütündür. '' İnsan toplulukları yeryüzünün
değişik noktalarında yaşamalarına karşın, benzer söylenceler ve
mitler üretmiştir. Bu durum, insan soyunun ''benzer bir görüngü­
nün benzer bir açıklamasına '' yol açan etmenin ''tasavvur tarzının
benzerliği '' olduğunu imler. Aynı şekilde benzer tarihsel bütünlük
olmamasına karşın, ''benzer mitler üretmeleri, toplumların yarat­
tığı edebiyattan '' türemiş olabilir.
Humboldt'un tanımına göre, ulus, ''insanlığın bir bölümü­
dür''; her ulusu ''benzer ve diğerlerinden farklı nedenler etkiler
ve bu etkiler sayesi1ıde ona özgün bir düşünme, duyumsama ve
davranma tarzı kazandırır. '' Özgünlüklerin farklı alanları ve aşa­
maları olduğu için, ulus görece bir kavramdır.
Filozofun bu bağlamda belirleyici önemdeki saptaması uyarın­
ca, ''gerçek farklılık, dilde belirginleşen farklılıktır. '' Ulusal tarih
ve edebiyat, bir toplumu \.ıluslaştıran başlıca etmenlerden biridir.
Bir ulus, ''ulus olma düşüncesi içinde ne zaman gerçek anlamda
olgunlaşır, bu duygu şöyle veya böyle bir ulus olma konusunda
ruh/andırırsa, o zaman gerçek anlamda bir ulusa dönüşebilir. ''
Dil, ''ulusallıkta yaşar, örgüsünü örer ve dilin varlığının gizemli
öğesi her şeyden önce görünüşe göre karmaşık olan bireyliklerin
toplamından doğar. '' Bu karmaşık bireyliklerden hiçbiri ''ken­
disini özellikle öne çıkarmayı gereksinmez. '' Dil bütün biçimini,
''bilinmeksizin uyumlu/aşan yetilerin doğal etkileşiminin karanlı­
ğından kazanır. '' Bu nedenle, bir dil, ancak ''bir halk ile bağlantılı
80 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

olarak düşünülebilir. '' Dil, halk ile öyle içi içe geçmiştir ki, ''nere­
de belirleyen, nerede belirlenen olduğunu '' ayırmak boş bir çaba
olur. Ayrıca, ''insanlık tarihindeki büyük ve devindirici teklik/er,
sadece veya öncelikle dil ile nitelendirilir. ''
Dil üzerine etki eden etmenlerin başında '' din'' gelir. Budizm,
Hıristiyanlık ve Müslümanlık, ''dünya tarihini'' biçimlendiren ve
farklılaştıran büyük örneklerdir. İnsanlarda içkin olarak ''birbiri­
ni ayıran dil farklılıklarını dengeleme '' eğilimi vardır.

Çevrilebilirlik, Dillerin Etkileşimi ve Dil Arılaştırmacılığı

Humboldt'un şu belirlemesi çeviri ve dil arılaştırmacılığı açı­


sından verimlileştirmeye elverişlidir: ''Bir dilde üretilmiş olan bir
düşünceyi, başka birine aktarmak zorunda olmak, tin için çok
uygun bir alıştırmadır. '' Düşünce, böylece ''belli bir anlatım tar­
zından özgürleşir; düşüncenin hakiki içsel içeriği daha belirgin
olarak açığa çıkar; derinlik, açıklık güçlülük ve hafifl,ik, daha
uyumlu olarak buluşur. ''
Burada diller birbirini ''etkilemezler'' ; tersine ''konuşanların
tini, her iki dili kullanımı yoluyla daha tümel, daha doğru dil duy­
gusuna, hatta dil bilincine yükseltilir ve özgünlükleri içinde dilleri
etkiler. '' Bundan ötürü, ''başka bir dilin kullanımına karşı dire­
nenlerin ki hep anlaşılmaz/anlamsız bir ulusal gayrettir; kavrayışlı
olan düşmanca karşı çıkmaz; fakat toplumu her ikisinin yarışına
hazırlamak için, öz dilini canlandırır, besler ve daha özenli korur. ''
Çeşitli dillerin ''aynı anda veya eş-zamanlı kullanımı ne denli çok
genişlerse, birçok dil arasında toplum ne denli canlı olursa, dil­
lerin kazancı, düşünme ve dil becerisi üzerindeki verimli etkisi o
denli fazla olur." Tin, ''karışmanın ve karmaşık/aşmanın egemen­
leştiği yerde bile kendisine yakışan bir biçim yaratır. ''

Bir Ulus İçinde Var olan Birey( lik)lerin Çeşitliliği ve Dil

Humboldt'un anlatımıyla, ''dünyanın insana dokunması, dili


doğuran elektrik çarpması gibidir. '' Bu durum, salt dilin oluşma-
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 81

sı için değil, insanın sürüp giden ''düşünmesi ve konuşması için


de geçerlidir. '' Dili zenginleştiren başlıca iki kaynak, ''dünyanın
türlü-çeşitliliği ve insan gönlünün derinliğidir. '' Bu nedenle, ''ne
kadar çok ve ne kadar çeşitli nesne, insan doğalarında yansıması­
nı bulursa, malzeme o kadar zengindir; dil duyarlılığının gücü ve
imgelem gücünün canlılığı o kadar yüksektir. ''
Dilin hem ''anlamlarının içselliğinin tümlüğü, hem de yapısı­
nın yetkinliği açısından gereksindiği her şey, yetkin insan doğası­
nın bütünlüğü içinde vardır. " Her tekil kişiden ''aynı ışınlar gibi,
dünya görüşünün ve dil yapısının bütününü aynı anda kuşatan
yönler çıkar. '' Fakat böyle bir durum, ancak ''çoklar arasında bir
anlam ifade eder. '' Tekil insanın kendisini geliştirebilmesi için,
diğer insanlardan ''yeni biçimlendirmeler'' alabilmesi gerekir.
Yeni biçimlendirmeler konusunda başkalarından esinlenmek
ise, ''bireyliğin çeşitliliğini gerektirir. '' Hiçbir şey ''yabancılık (baş­
kalık) kadar insanı çekmez''; insan, kendisi için yabancı veya başka
olanın, yabancılığın ''derinliklerinde saklı olan uyuşumu '' arar.
Bireyliklerin ''büyük çeşitliliği içinde karşılıklı temas, her türlü
gelişimin ateşleyicisidir. '' Tümüyle gelişmiş dillerde dahi sözcük,
''var-oluşun en özü '' olarak kendisini ''gönülden çok zor koparır. ''
İnsan yaşamının her türlü gelişmesi ve yükselmesi, ''toplumsal­
lık'' gerektirir. Dilin oluşumu için, bireyliğin farklılığı gereklidir;
fakat tikel farklılık, ''ancak bir halk içinde olanaklıdır. ''
Dilin ilk farklılaşmasının kökenini bireysel tikelliklerde,
kadın-erkek farklılığında gören Humboldt'a göre, aynı ulus için-
deki toplumsal farklılaşma da dile dolaysız yansır. Dil, aynı ulus

içinde hem farklılıkları, hem de benzerlikleri içinde barındırır ve


aktarır. Dil, ''bilineni aktarır gibi görünmek suretiyle, anlamın
köklü biçimde değişim geçiren geçerliliği içinde ayrımına varma­
dan, anlama farklı öğeler katma ve yeniyi çoktan doğaya karışıp
gitmiş olanla bağlantılandırma sanatına sahiptir. ''
Burada sözü edilen ''anlamın köklü değişim geçirmesi'' ve
''anlama farklı öğeler katma'', hem dilin zenginleşmesinin, hem
de anlamın çoğullaşmasının başlıca kaynağıdır. Bu iki kaynak
olmasa, dillerin yazınsallaştırılması söz konusu olamazdı.
82 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Dilin Kaynağı, Sadece Halktır; Edebiyat Dili Boyutlandırır

Humboldt'un önemli belirlemesi uyarınca, ''sadece halk asıl


olarak dilin kaynağıdır''; dil, ancak halktan çıkar. Dili sürekli
güçlü ve diri tutan güç, halktır. Halk, ''canlı görüyü, fanteziyi ve
duyguyu besler ve korur. ''
Bu temel ilke uyarınca, dili var eden halk, dili sanatsallaştır­
manın da kaynağıdır, ortamıdır. O olmadan hiçbir dilsel etkinlik
kalıcılık kazanamaz. Türkiye'de hala süren Türkçe-Osmanlı tar­
tışmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Türkçeyi var eden, geliştiren ve estetikleştiren Türk halkıdır.
Bu nedenle, ''Edebiyat Yazıları'' adlı bölümde halk edebiyatı için­
de önemli bir yer tutan ''aşık geleneği''ni özellikle öne çıkardım.
Humboldt'a göre, dildeki ''yaratıcı öğe'' her zaman doğadır;
''dilin dolgunluğunu'' veya diriliğini üreten toplumsal etkileşim
içinde ''özünden yaratan insan tininin gücüdür. '' Bunun yanı sıra,
yabancıyla etkileşim içinde gerçekleşen çok-yönlü gelişme, dili de
''zenginleştirir. " Söz konusu gelişme, ''kavramları geliştirir, böler
ve böylece kavramların çevresini genişletir. ''
Bilim dili, ''halk gözlemlerinin ötesine geçerek, bütün doğayı
kapsar. '' Aynı zamanda bir uzmanlık dili olan bilim dili, ''yeni
sözcükleri'' ve kavramları gereksinir ve bunları ''var-olan söz
varlığından yaptığı türetim ve bütünleştirim yöntemiyle oluş­
turur veya bunları başka dillerden ödünçler. '' Bilim dili ayrıca
''sözcüklerin anlamını/imini, yeni kavramlara ve bunların ince
ayrımlarına yükseltmek ve onlara o zamana değin bilinmeyen
geçerlilik kazandırmak suretiyle, içsel zenginlik '' olarak etkisini
gosterır.
•• •

· Dili zenginleştiren bir başka etmen olarak edebiyatı dile getiren


Humboldt, bu bağlamda Homeros'un Yunan dilinin yetkinleşme­
sine ve estetikleşmesine yaptığı katkıyı örnek gösterir. Edebiyat,
aynı zamanda çeşitli dillerin buluştuğu ve etkileştiği sanat alanıdır.
Konuşmayı öğrenme, bu filozofa göre, ''dilsel yeterliliğin top­
lumsal gelişimidir. '' Her tekil insanda kaçınılmaz olarak ''bütün
dil'' bulunur.
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 83

Dilin öğeleri, ''bir başına tınılar bakımından zengindir. '' Söz­


cük, ''şeyin salt, hatta boş yankısıdır ve duyumsamanın karşısına
çıkarılabilir. '' Öte yandan, sözcük, ''fantezide ve duyguda kök
salar. '' Sözcük, nitelediği nesnede ''gizemli ve açıklanamayan bir
tarzda '' tınlar. Sözcük, ayrıca ''Almancada bulut, dalga, esmek,
yün, dokumak, katlamak, yuvarlamak '' sözcüklerinde görüldüğü
gibi, görülebilir ''ses bütünlükleri'' içinde bulunur.
Dolayısıyla, sözcük ve dil, akıl bağlamında ''daha boş, daha
kuru, daha soğuk ve tek-yanlı olabilir'' veya görü, imgelem gücü
ve duygu bağlamında olduğu gibi, ''daha dolu, daha taze, daha
canlı ve daha derin olabilir'' ve böylece ayrımına varılmaksızın
''dil duyusuna'' katılabilir.
Dil, her zaman ''yazgılarında ve gerçek konuşmada deneyimle­
nen kendi yaşamının soluğunu '' taşır. Daha çok ''görmek, duyum­
samak ve davranmak için kullanılan, daha güçlü düşüncelere, fan­
tezilere, duygulara ve tutkulara bağlı olan dil, bu sayede besleyici
ve ateşleyici güç'' içerir. Bu nedenle, dillerin ''tazeliği ve canlılığı'',
''halka karşı direndikleri sürece eğitimli sınıflarda '' değil, uluslar­
da aranabilir.
Dilde biçim, ''tinsiz/ruhsuz olarak ele alındığı takdirde, kolay­
ca boş kapçığa ' dönüşebilir. Dilin ''çekirdeği'' sözcüklerdir; söz­
'

cüklerde yatan '' ka.vramlar, duyumsatma/ar ve imgelerdir. ''


Dilde ufuk açan ide veya ''coşkunun gücü, felsefede, edebiyat­
ta ve sanatta '' bulunur. Bütün dilsel zenginlik, bir başka deyişle,
''halk dili'' veya halkın dilinde ''görü, fantezi, düşünme ve duygu
özgülük içinde ve güçlti bir şekilde devinir; uyum ve dengeyi
korur. '' Dil ''Cıdeta bir doğal varlık gibi, birlik içinde halk üzerine
etki yaptığı gibi '', halk da ''dilin en yüksek içsel duygusuna ulaşan
güç sayesinde tekrar dil üzerine etki yapar. ''
Dil, doğasına uygun olan bu ''karşılaşmayı'' isteyerek kabulle­
nir. Her yönlü gelişmesinin tamamlanması için, dil bu son aşama­
yı gereksinir. Bu amaca ulaşılması, ''yazı ve edebiyata bağlıdır. ''
Burada asıl sorulması gereken soru, dilin ''kendi kendini yaratan ''
bir edebiyata mı, yoksa ''salt toplayan, düzenleyen ve öykünen ''
'

bir edebiyata mı sahip olduğudur.


84 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Dilsel ve düşünsel gelişme açısından Humboldt'un şu belirle­


mesinin altı çizilebilir: Tin, ''hakiki anlamda yeni bir şey yaratır­
ken '' didindiği gibi, yarattığı bu yeni şeyi ''anlatmak için'' dil ile
de irdeleşmek zorundadır. Dil, söz konusu irdeleşme için, tine güç
verir ve ''bundan tinsel açıdan kazançlı çıkar. ''
İnsan ancak böylece ''güçlü şekilde dili etkiler. '' Bu düşünsel
uğraş içinde dil ''en önemli olan şeyi, en yararlı olan şeyi'' fel­
sefeden ve edebiyattan alır. Bu bağlamda edebiyat, ''tümüyle ve

sadece dile aittir. '' Dil, bu yüzden ''etkinliğini en içsel yaşamında


ve en gizli derinliklerinde '' duyumsar. Hakiki anlamda ve ''özgür­
lük içinde metafizik bakımdan oluşmuş bir dil, bir ulusta en yük­
sek düşünselliğe ulaşabilmek için, vazgeçilmez bir koşuldur. '' Bu
bağlamda felsefe önemlidir; çünkü felsefe ''tikeli tümele bağlar ve
insan ve doğanın bütünleştiği derinliklere iner. ''
Humboldt'a göre, dillerin gelişiminde iki belirleyici etmen var­
dır: Bunlar,
• ''Eylemle ortaya çıkarılan görüngünün oluşturduğu dilsel
malzeme '' ve
• ''Dile kazandırılan düşünsel coşkunun soluğuyla bu malze­
menin daha yüksek verimlileştirilmesidir. ''
Bu iki etmen, bütün dillerde gerçekleşen ''yeni yaratımların''
kaynağıdır. Söz konusu yeni yaratım, en belirgin olarak ''edebiya­
tın gelişiminin doruk noktasında '' görülür. Bu nedenle, dilin geliş­
kinliği ile edebiyatın gelişkinliği arasında dolaysız bir bağ vardır.
Öte yandan, Humboldt'un belirlemesiyle, ''dilsel malzemenin
oluşumu ve gelişimi'' kendisini en açık biçimde ''halk kitlesinde''
gösterir. ''Her zaman tekil kişilerin konusu '' olan gelişimin, söz
konusu dilsel malzemeyi ''yaratarak genişletmekten başka gücü/
yeterliliği '' yoktur.
Bir ulus içindeki ''sınıf farklılıklarını'' gerekçelendirmek veya
meşrulaştırmak için kullanılan ve ''gelişim, kültür veya uygarlık''
olarak adlandırılan şeyler, ''daha yüksek ve daha özgür bir düşün­
sellik '' düzeyine göre farklılık gösteren kazanımlar, çoğunlukla
''sınıfl.ara özgüdür/er ve ince ayrımlaştırma/ara dayanırlar. ''
Dil beğenisi ve yetisi yüksek tekil kişilerin dilin yetkinleşmesine
katkıları açıktır. Örneğin, Sophokles, Platon ve Demosthenes gibi
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 85

tekil bireyler ''Yunan dilini'' ; Dante ve Ariosto ''İtalyan dilini '' ve


Haller, Klopstock ve Goethe ''Alman dilini'' geliştirmiştir. Filozo­
fa göre, halkın dilin gelişimindeki payı ise, ''adeta bilincine var­
madan yığınlar içinde oluşan dili sadık bir koruma'' dan ibarettir.
Dolayısıyla, dilin güvencesi ve geleceği, ''halk'' ve halkın ara­
sından çıkan ''büyük tekil tin/erdir. " Toplumun üst katmanlarını
ve ''aydınları'' da kapsayan diğer eğitimli sınıflar, dilsel gelişme­
nin ürünlerini toplamak, '' öbeklendirmek, arındırmak ve seçmek ''
suretiyle, ''yoksullaştırıcı'' etki yaparlar; ''düzenlemek, kurallaş­
tırmak, biçimlemek '' suretiyle de ''özendirici'' etki yaparlar.
Humboldt'un bir başka önemli belirlemesi uyarınca, ''dil,
doğadır ''; bu nedenle, ''doğal olmayan her şey dil üzerine bozucu
etki yapar. '' Dil, ilişkilerde ve kullanımda ''özgürlük ve tümellik/
genellik'' talep eder; zorlama ve sınırlamadan hoşlanmaz.

Dillerin Uluslar Arasında Dağılımı

Humboldt, bu ara-başlığı taşıyan ilk tümcesinde şu saptama­


yı yapar: ''Dil, gerçeklikte sadece çok-katmanlı bir şey olarak
görünür. '' Genel anlamda dil, ''kavrayışın bir soyutlamasıdır. ''
Günlük yaşamda ve edimde dil, ''her zaman yalnızca tikel olarak,
hatta tümüyle tikel biçim içinde, ağız/lehçe olarak '' ortaya çıkar.
Bu ara-başlık da bu anlamda anlaşılmalıdır; çünkü bir ''ilk veya
köken dil, yeryüzündeki uluslar arasında yayılmamıştır. ''
Bu son saptama, dünya dillerinin tek bir dilden doğmadığını,
her birinin özgün tarihs�l-toplumsal koşulların etkisiyle ortaya
çıktığını göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
Humboldt'a göre yukarıdaki düşüncelerden şu çıkarım yapı­
labilir: Bir dil, ''kendisini konuşan ulus var-olduğu sürece '' var­
dır. Dilin değişimi, ulusun değişimine bağlıdır. Ulusun başkalaş­
ması, dili de başkalaştırır. Bunun dışında dilde gerçekleşen şeyler,
''zamanla oluşan değişikliklerin yol açtığı yeni biçimlenme/erdir. ''
Humboldt, dil-ulus bağlantısını, ''dil, ulusal tikel/iğin/bireyli­
ğin kopyasıdır'' sözüyle doruklaştırır. Bu belirlemenin doğal türe­
vi olarak, ulus içinde olagelen yenilikler ve değişmeler, dolaysız
olarak dile yansır. Dillerin çeşitliliğinin başlıca kaynağı da budur.
86 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAM! - 1 -

Öte yandan, bir tümel dil ''gerçek anlamda ve tikel olarak


sadece parçalı olarak tekil konuşmadan doğar. ,, Tümel veya '' bir
bütün'' olarak, ''hakiki bir düşünce varlığı gibi'' alınmak isten­
diğinde ''tekil insanın konuşmasından çıkarılıp, herhangi bir
mekana ve herhangi bir zaman aktarılmak zorundadır. ,, Bundan
ötürü, dile ilişkin bilimsel bilgi, asıl olarak ''dilin doğasını daha iyi
kavramaya ,, hizmet eder. Ayrıca, dile ilişkin her bilimsel irdeleme
veya araştırma, ''insan ile ilişkilendirilmek zorundadır. ,,
Bu saptamalardan da görüleceği üzere, bir tümel dil, örne­
ğin Türkçe, Türkçeyi kullanan tikel kişilerin gerçekleştirdikleri
her türlü konuşma, diyesi, dilsel eylemleriyle gelişir. Bu nedenle,
Türkçeye ilişkin her türlü araştırma, bu dili konuşanlarla ilişkilen­
dirilmek zorundadır.
Dili sürekli bir değişim içinde ele alan Humboldt'un anlatımıy­
la, hiçbir dil zaman içinde aynı kalmaz. Bu açıdan bakıldığında,
''dilin çok-katmanlılığı bitimsize gider. '' Bununla birlikte, ''mev­
cut farklılıklar, mekan açısından dilin tikelliğinde özsel bir değişi­
me yol açmazlar ise, dil aynı kalabilir. ''

Dilsel Biçim Nedir?

Dilin özdeşliği, ''ayrımlaşmış tikelliğine dayanır'' diyen Hum­


boldt'un yaklaşımı uyarınca, ''dilin öz-yapısal biçimi, her bir
tekil unsuruna yansır. '' Dili oluşturan her tekil öğe, '' bir biçim­
de'' tümel dil tarafından belirlenir. Bu karşılıklı belirlenim ilişkisi,
dilin doğasından kaynaklanır.
Dil-düşünme ilişkisi açısından bakıldığında, dil, ''konuşma
organlarının boğumlama yeterliliğinden başka bir şey değildir. ''
Bu nedenle, ''insana özgü düşünmenin benzerliği (aynı türdeşliği),
aynı zamanda dil oluşturucu genel yasalardan biridir. ,,
Tonlar/tınılar, ''anlamlarının (veya im/em/erinin) örnekseme/e­
ri ne tarzda bir araya getirilse getirilsin '', nesnelerin ve kavramla­
rın nitelendirilmesine hizmet ederler.
Öte yandan, dillerin tekil öğelerinde ''kalıcı olanı, akıp giden­
den (akıcı olandan) ayırmak '', bir başka deyişle, ''gerçek anlamda
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 87

dillerin tikel/iğini koşul/ayanı, belirleyeni, rastlantısal olandan ve


ilgisiz olandan '' kesinlik düzeyinde ayırmak olanaksızdır.
Humboldt'a göre, dilleri birbirinden ayıran üç husus;
• ''Sözcüklerinin malzemesi,
• Gramer olarak konu/aştırma ve bunların bütünleştirilmesi ''
ve
• ''Bu iki öğenin ortak yönü olan ses dizgesi''
olarak belirlenebilir.
Humboldt'un belirlediği bu üç öğe veya alan, söz varlığı, gra­
mer ve fonetik olarak ifade edilebilir. Bir dilin varlığı, bu üç alanın
birlikteliğini gerektirir. Daha açık anlatımla, grameri, söz varlığı
ve fonetiği olan dil, bağımsız bir dil olarak adlandırılmayı hak
eder.
Filozofun anlatımıyla, bu bağlamda ''sözcüklerin karıştırılma­
sı, dile özgü sözcük oluşturma ve gramer biçimi üzerine belirgin
bir etki yapar. '' Bütün olarak bakıldığında, ''yabancı sözcükler,
genellikle yerli dilin kurallarına uyarlanır. ''
Dilleri ayrımlaştıran ''dilsel biçim''e gelince: Dilsel biçim, ''gra­
matik yapıda bulunur. '' Dilsel biçim, Humboldt'un tanımlamasıyla,
''en genel anlamda'' bir dilin ''düşünceyi anlatmak amacıyla, sesleri
biçimleyip düzenlediği ve sözcüğe dönüştürdüğü biçimdir. '' Dilsel
biçim konusunda her dil, kendisine ''özgürlük'' tanır. Ayrıca, ''akta­
rılacak/bildirilecek şeyin yapılandırılışı, farklılığı gerekli kılar. '' Bun­
dan dolayı, dilin biçimi, ''anlatımın bu türlü-çeşitliliğini içinde taşı­
mak zorundadır. '' Dil oluşturucu yeterliliğin farklılığı, ''düşüncenin
biçimine de duyusal bir anlatım kazandırmaya '' uğraşır.
Gramer biçiminin benzerliği/aynılığı, ''sadece ve sadece dilin
tekilliğini koşullayan/belirleyen öğedir. '' Gramer biçiminin yanı
sıra, ''ses dizgesi'' de dillerin farklılaşmasında belirleyici etkenler­
den biridir. Humboldt'un söyleyişiyle, ses, ''dilin hakiki tikel/iğini
oluşturur. '' Bu bağlamda ''genel anlamda ses dizgesi ve sözcükler­
de ve gramer biçimlerindeki somut sesleri '' birbirinden ayırmak
gerekir. Ayrıca, seslerin ''iç içe geçmesi'' olağandır.
Humboldt'un yaklaşımına göre, dilin tikelliğinin yalnızca sese
dayanmasından ötürü, ''tikel dil biçimleri, seslerde birbirinden ayrı-
88 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAM! 1
• •

fır. '' Dilin biçimi, dilin seslerinden arındırıldığı ve dilde geriye sadece
''bütünlüklü konuşmada dilin sözcüklerinin ele alınışı '' bırakıldığı
takdirde, dil, hiçbir ''tarihsel bağlantı'' kurma olanağı vermez.
Bütünsel olarak dilin konuşan insan tarafından geliştirildiği
gibi, her dilde ''gramerin oluşumu ve gelişimi de konuşmada ve
konuşma sayesinde '' gerçekleşir. Bütünlüklü konuşmada ''ses ve
kavram, gramer biçimini oluşturmak amacıyla bütünleşir. '' Ses,
''anlaşıma aracılık ettiği için, bu etkileşirrı sürecinde daha esnek
olan ve daha bağımlı olan öğedir. ''

Edebiyat, Dili Halktan Koparmaksızın Soylulaştırır

Humboldt'un belirlemesiyle, edebiyat, ''yeni Yunanca '' örne­


ğinde olduğu gibi, hem dilde yeni biçimler ve içerikler kazanır,
hem de dili ''çok daha fazla görülür duruma getirir ve hakiki
anlamda yenileştirir. '' Şairler ve yazarlar, dili ''halktan koparmak­
sızın, soy/ulaştırır. '' Böylece, edebiyat ''özgürlük ve türlü çeşitlilik
içinde'' serpilip gelişir; hem dili geriye dönülmez biçimde yeniler,
hem de kendi özgünlüğünü belirginleştirir.
Bilimde ve edebiyatta boy veren düşünsel ve estetik coşkudan
kökenlenen ''yeni durumlar, kısmen özlerini yaratarak, kısmen de
niteleyerek kalıcılaşır/ar. '' Bununla birlikte, bir ulusun edebiya­
tı, ''doruk noktası'' olarak görülebilecek bir yüksekliğe eriştikten
sonra, dil bu aşamadan itibaren daha yavaş değişir. ''Aynı yapıt­
ların sürüp giden okunması, kavrayış kazanır''; daha önce yara­
tılan yapıtlara ''özenme uğraşı'', ulaşılan düzeydeki yetkinleşme­
den ''sapma'' olanağı vermez. Söz konusu etki, öncelikle ''yazı
dili'' nde görülür; ancak giderek bütün ulusu kapsayacak şekilde
genişler. Bu durum, dilsel gelişmeyi tümüyle durduramaz; ancak
''sakin'' bir ilerlemeyi başatlaştırır.
'' Peki, yazı ve edebiyat, dilin değişim akışını durdurur mu
veya hızlandırır mı? '' diye soran Humboldt, bu sorunun yanıtının
kolay olmadığını öne sürer ve ekler: ''Özellikle, hoşnutluk verici
bir yüksekliğe ulaşılana değin '', yazı ve edebiyat, dilin gelişimini
hızlandırır.
Dil FELSEFESİ VE EDEBiYAT 89

Yazı ve ''halkın dilsele bağlanması '' ve ''sözlü iletişimde aynı


sözcüklerin ve biçimlerin '' yinelenmesi, elbette dil üzerinde dura­
ğanlaştırıcı veya sabitleştirici bir etki yapar. Yazı, ''dile bakışı uya­
ran bir tarzda dili sabitleştirir. '' Öte yandan, tam da bu dile bakış,
''tarz değişikliğine '' yol açar.
Yazı ve edebiyat, aynı zamanda ''tinsel etkinliğe devingenlik ve
canlılık katar ve dili ve dilin biçimini geçerlileştiren etkenlikleri
üretir. '' Bu uğraş ne denli çok-katmanlı ve ne denli dilin kullanı­
mına yönelik ise ve ''dil ne kadar sık yeni kavramlara ve deyişle­
re kendisini uyarlamak zorunda ise, o ölçüde de kendisi olarak
kalır. ''
Dilsel değişim ile ulusun coğrafi konumu arasındaki dolaysız
ilişkiyi vurgulayan Humboldt'un aktarımıyla, A. W. von Schlegel
de dillerin ''her şeyin doğal değişimine kendilerini bıraktıkları­
nı '' dile getirmiştir. Yeni durumlar veya şeyler, konuşmayla dilde
süreklilik kazanırlar; konuşma ise bitimsiz bir ''sürekliliktir. ''

1. 2. B . İnsan Dilinin Y ap��ının Farklılığı ve İnsan


Soyunun Tinsel Gelişimi Uzerine Etkisi

Humboldt, '' Dil Felsefesine İlişkin Yazılar'' da yer alan bu ana


başlığın '' Bu Girişin Konusu'' adlı ikinci alt bölümünde insan
soyunun halklara ve dillere bölünmesine karşın, bunların ''dolay­
sız olarak birbiriyle bağlantılı '' olduğunu dile getirir. Filozofun
belirlemesiyle, söz konusu bölünme, ''üçüncü ve daha yüksek bir
görüngüye '', diyesi, ''insanın tinsel gücünün sürekli yeni ve daha
yüksek biçimlendiriminin ürünlerine '' bağlıdır.
Yüzyılların akışı ve ''yeryüzünün kapsamı içinde, derecesi ve
tarzına göre insanın tinsel gücünün çeşitli biçimlerde dışa-vuru­
mu ' olan bu üretimler, ''her türlü tinsel uğraşın en yüksek ereğidir
'

ve dünya tarihini özünden türetmeye uğraşmak zorunda olan son


idedir. '' İçsel var-oluşun bu yükselişi ve genişlemesi, ''tekil bireyin
,
buna katıldığı ölçüde, yıkılamaz bir mülkiyet olarak görebileceği
tek şeydir. '' Aynı kaynak, bir ulus içinde ''büyük tikellikler'' yara­
ta bilecek tek güçtür.
90 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Dil, sıkça vurgulandığı gibi, bir yandan ''ulusun tinsel gücü­


nün biçimlenimiyle bağlantılıdır. '' Öbür yandan da ''içsel oluşun
organıdır''; bir başka anlatımla, giderek ''içsel bilgiye ve dışa-vu­
ruma '' ulaşan oluşumun organıdır. Bu nedenle, dil, ''kökünün''
veya kökeninin bütün ''inceliklerini'' ulusun köküne yansıtır ve
ulus, dile ''ne denli uygun geri etki yaparsa '', dilin gelişimi o denli
''zenginleşir.''

İnsanın Gelişim Sürecine Genel Bakış

İnsanlığın gelişimi tarihine ''evrimsel bir yaklaşımla'' bakan


Humboldt'a göre, insanlığın ''politik, sanatsal ve bilimsel geli­
şiminin düzeyi '', birbirini karşılıklı olarak koşullayan ''nedenle­
rin ve sonuçların'' yüzyıllar içinde yarattığı bir ''zincir'' olarak
görülebilir.
Bu filozofun açımlaması uyarınca, Homeros'un dili gibi olgun­
laşmış bir dil, yüzyıllardan beri sürüp gelen ''şarkının'' güçlü dal­
galarından geçmiştir. Bu yüzden, dil, ''çok derin biçimde insanlığın
tinsel gelişimiyle bütünleşmiştir. '' Dil, insanlığın tinsel gelişimine
''herhangi bir yerdeki gerilemesinin veya ilerlemesinin her aşama­
sında eşlik eder ve her defasındaki kültür düzeyi, dilde tanınabi­
lir. '' Dilin, tinsel gelişime eşlik etmek yerine, ''onun yerine geçtiği ''
dönem de söz konusu olabilir.
Humboldt'un söyleyişiyle, dil, ''gerçi insanlığın derinliğinden
fışkırır''; söz konusu derinlik, dilin ''halkların asıl yapıtı ve yaratı­
mı '' olarak görülmesini yasaklar. Dil, ''kendisini görülebilir şekil­
de dışa vuran, ancak özü açısından açıklanamayan bir etkenliğe
sahiptir. '' Bu açıdan bakıldığında, dil, ''etkenliğin bir ürünü değil,
tinin istenç dışı bir parlamasıdır; ulusların bir yapıtı değil, onların
iç yazgıları sayesinde kendilerine nasip olan bir vergidir. '' Uluslar,
dili, ''nasıl oluşturduklarını bilmeden kullanırlar. ''
Bununla birlikte, diller, ''serpilip gelişen halk topluluklarıyla
ve bunlar üzerinde geliştirilmek ve onların kendilerine birtakım
sınırlamalar koymuş olan tinsel özgünlüklerinden çıkarak zengin­
leştirilmek zorundadır. '' Bu açıklamalar ışığında, dili ''öz etkenlik
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 91

içinde sadece kendinden fışkıran ve tanrısal anlamda özgür '' bir


oluşum olarak adlandırma ''boş bir sözcük oyunu '' değildir. Aynı
şekilde dillerin ''ait oldukları uluslara bağlı ve bağımlı oldukla­
rını'' da söylemek gerekir; çünkü ulus bağlamında diller, ''belli
sınırlamalara'' girerler.
Konuşma ve şarkı, Humboldt'un anlatımıyla, ''başlangıçta
özgürce serpilip geliştiği'' aşamada, dilin geçirdiği ''coşkunun
ölçüsüne ve etkileşen tinsel güçlerin özgürlüğüne ve gücüne göre ''
oluşmuş ve gelişmiştir. Dil, insanın ortaya çıktığı yerde ve anda
ortaya çıkar; ''insani etki gösterir; toplumsal olarak ilişki/enir;
kurumlar yaratır; kendisine kurallar koyar. ''
Daha önce de vurgulandığı gibi, dilin yaratımı, ''insanlığın içsel
gereksinmesidir; ortak iletişimin sağlanmasını amaçlayan salt dış­
sal bir gereksinme değil, kendi doğasında bulunan kendi tinsel güç­
lerinin gelişimine ve bir dünya görüşünün kazanılmasına yönelik
bir gereksinmedir. '' İnsanın bu gereksinmelere veya dünya görüşü­
ne ulaşması, ''sadece kendi düşünmesini, diğerlerinin ortak düşün­
mesi üzerinden açıklığa ve belirliliğe kavuşturması '' ile olanaklıdır.
İnsandaki veya insanlıktaki ''dil oluşturucu güç'', tekil veya çoğul
olarak, istemleri ''en fazla ve en eksiksiz'' olarak karşılayana değin,
''durmaz. '' Dolayısıyla, dil, ''genel anlamda insanın tinsel gücünün
sürekli işleyen bir etkinliğe girdiği yönlerden biridir. ''

Tinsel Gücün, Uygarlığın, Kültürün ve Eğitimin Ekinleşmesi

Dilsel gelişimi, uygarlaşmayı ve insanileşmeyi, kopuksuz ve


bitimsiz bir süreç olarak gören Humboldt'un belirmesiyle, insan,
yeni yaratımlarını sürekli olarak ''var-olana'' ekler. Her türlü tin­
sel ilerleme, ''içsel bir gücün dışsallaştırılması sonucu'' gerçekleşe­
bilir. Fakat bunun gerçekleşebilmesi için, tinsel etkinlik, ''düşünce
ile sesi kaynaştıracak '' düzeye ulaşmış olmalıdır.
Humboldt'a göre, uygarlık ve kültür, uluslara ya ''yaban elle­
rinde geliştirilen ve daha önce tanımadıkları kavramları ve değer­
leri ulaştırırlar ya da onları özlerinden geliştirmelerini'' sağlarlar.
Bir kavrama ilişkin gereksinme ve bu gereksinmeden doğan ''açık-
92 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

laştırma '', her zaman '' tümlenmiş bir açıklığın anlatımı olan '' söz­
cüğü önceler.
Humboldt'un oryantalizm kokan belirlemesiyle, ''gelişmemiş
bir halkın kavramlarında ve dilinde bile insani oluşum yeterlili­
ğinin sınırsız kapsamına denk düşen bir tümlük vardır; insanlığı
kapsayan her tekil şey, yabancı katkı olmaksızın, bu tümlükten
türetilebilir. ''
Bu belirleme uyarınca, söz konusu oluşturumlar, dile ''yaban­
cı '' olarak adlandırılamaz. GelişmemiŞ diller de ''yabancı katkı''
almaksızın, ''soyut kavramları '' adlandırabilir ve o dilleri konu­
şanlar, bu kavramları anlarlar veya onlarla ilgili anlamsal çağrı­
şım kurabilirler. Bu bağlamda önemli olan, ''bir dilin ne kadar
kavramı kendi sözcükleriyle nitelediği değildir. '' Dilin, insandaki
''asıl ve özsel etkinliği'' , insanın ''düşünen ve düşünmede yaratan
gücüne'' yöneliktir ve yaratıcı güç, ''çok daha derin bir anlamda
içkindir ve oluşturucudur. ''
Humboldt'un kavramlaştırmasıyla, uygarlık veya uygarlaşma,
''halkların dışsal kurumlarında, törelerinde ve bunlarla ilişkilenen
içsel zihniyetindeki insani/eşmedir. '' Kültür, ''toplumsal durumun
bu soy/ulaşmasına bilimi ve sanatı ekler. '' Uygarlık, bir halkın ''iç
dünyasından'' doğar. Fakat ''yaban ellerinden alınarak, bir ulusa
kaynaştırıldığında, daha çabuk yayılır; belki de toplumsal duru­
mun bütün dal/anmalarına daha fazla nüfuz eder. ''
Bununla birlikte başka yerlerde geliştirilen ve oralardan alınan
uygarlık, ''tin ve karakter üzerine o denli enerjik bir etki yapmaz.''
Uygarlığı, ''yeryüzünün uzak bölgelerine taşımak, bu uğraşı her
girişimle bağlantılandırmak ve başka amaçlardan, güçten ve araç­
tan uzak bir şekilde buna yönelik olarak kullanmak '', modern
zamanların bir kazanımıdır. ''Burada başat/aşan tümel insancılık
ilkesi bir ilerlemedir. ''
,

Bireylerin ve Ulusların Etkileşimi

Öz-oluşturum ve gelişim, diyesi, insanın kendi kendini oluş­


turması ve geliştirmesi, Humboldt'a göre, ''dünya biçimlendirimi­
ne katılmak '' suretiyle ilerleyebilir. İnsanları birbirine bağlayan,
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 93

''gönüllerinin gereksinmesi, fantezinin imgeleri, aile bağları, ün


ve şan uğraşı, gelişime ve geleceğe iyimser bakış'' gibi etmenlerdir.
Halkların ''ruh durumu, dil üzerinde tikel bir etki yapar. '' Kimi
uluslar yalnızlaşmayı, kimileri de ortak anlaşmayı yeğler. Örne­
ğin ''simgesel olan '', yalnızlaşmayı yeğleyen bir halk tarafından
''tümüyle başka türlü '' anlaşılabilir.
Diller veya unsurları, tarihsel akış içinde bir yüzyıldan öbürü­
ne aktarıldığı için, geçmiş-şimdi ilişkisi önem kazanır. Bu akta­
rım sayesinde dönemlerin özellikleri, dile yansır ve dil, ''toplam
düşünme ve duyumsama türünün kavrayış tarzı olduğu için '',
halkların davranışını biçimler.
Öte yandan, dile canlılık ve renklilik kazandıran tekil insan,
''her zaman bir bütün ile bağlantılıdır. '' Bu bütün, ait olduğu halk
veya ulus olabilir. Dil, tekil insanın dışında ''kendisini anlayan
bir varlık '' gerektirdiği için, tekil insanın yaşamı, ''toplumsallık''
özelliği taşır.
Ayrıca, her türlü toplumsal etkenlik, dil yoluyla gerçekleşir.
Dolayısıyla, dil, toplumsallaştırır. Dil, toplumsallığın güvencesi
olmanın ötesinde, bireyin tinsel ve kültürel gelişiminin de başlı­
ca kaynağıdır. Toplumsal bireyin tinsel gelişiminin ortamıdır ve
özendirici sidir.
Humboldt'un açımlaması uyarınca, ''boğumlanan ses '' , dil­
sel iletişimin aracı veya dolayımıdır. İnsan böylece hem öz dilsel
yeterliliğini, hem de kendi dışında aynı gereksinmelere ve yetenek­
lere sahip diğer varlıkların olduğunu keşfeder.
Tekil insan ile onu kuşatan bütün arasında kaçınılmaz bir kar­
şılıklı belirlenim ilişkisi söz konusudur. Dolayısıyla, tekilin dilde
somutlaşan düşünsel üretimi, bütünü; bütününki de tekili etkiler.
Bunun dışında, tekil tarafından yaratılmayan ve diğerlerinin
üstlenmediği; sadece ''herkesin eş-zamanlı etkenliğinin ürünü
olan '' tinsel üretimler de vardır. Bu yüzden, söz konusu üretimler,
dilde her zaman ''ulusal biçim'' taşırlar. Bu anlamda uluslar, ''asıl
ve dolaysız üretken '' olan bütünlüklerdir.
Öte yandan, ulusların ürünü olmakla birlikte, diller, ''her tekil
bireyde kendilerini herkesin anlayabileceği tarzda üretebildikleri
94 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

için ,, , her tekil kişi, ''kendisini herkesin anlayabileceğini varsa­


yar. '' Bu nedenle de diller, ''tekil bireylerin öz-yaratımları'' olarak
görülebilir.

Dil, Tin; Tin İse Dildir

Humboldt'un ''Dile Daha Yakından Bakış'' adlı bölümdeki


açımlaması uyarınca, her halk, ''insan etkenliğinin aracı'' olan

dili kendi ''içsel özgürlüğünden'' yaratır, geliştirir ve ''yazınsal


yaratımlar ve felsefi düşünüm/erle daha yüksek olanı, daha başka
olanı arar ve onları bulur. ,, Söz konusu daha başka ve daha yük­
sek olan, geri dönüp dili biçimler.
Bir halkın tinsel özgünlüğü ve dilsel biçimlenimi, ''içsel'' ola­
rak bireşimlenir; bunlardan biri veriliyse, ''diğeri bundan türer '';
çünkü düşünsellik ve dil, ''karşılıklı olarak uyumlu/aşan biçim­
leri '' özendirir. Filozofun deyişiyle, dil ''adeta bir halkın tininin
dışsal görünüşüdür; dili, tinidir; tini ise dilidir. ,, Bunlar özdeştir ve
birinin öbürüne karşı ''önceliği'' yoktur.
Bununla birlikte, ''dilsel çeşitliliğin hakiki belirlenim nedeni,
ulusların tinsel gücüdür''; çünkü sadece uluslar özerk bütünsel
yapı olarak vardır ve dil, ulusa ''tutunur. "
Ayrıca, dil kendisini ''yaratıcı öz-etkenlikte açığa vurduğu için,
görüngü/er dünyasının ötesine geçip, ülküsel bir varlıkta kendini
yitirir. '' Tarihsel açıdan dil söz konusu olduğunda ''gerçek yaşa­
yan insan '' akla gelir; ancak karşılıklı belirlenime dayanan insan­
dil ilişkisi her zaman göz önünde tutulur. Düşünsellik ve dil ayrı­
mı, gerçekte yoktur. Dil bize ''diğer tinsel ürünlere benzeyen bir
insan yapıtından daha yüksek bir şey'' olarak görünür.

Dil, Hem Tümlenmiş Bir Yapıt Hem de Bir Etkinliktir

Humboldt, dil felsefesi bakımından en fazla kabul gören ve


öne çıkarılan belirlemelerini ''Dillerin Biçimi'' adlı ara-başlık
altında yapmıştır. Filozof, bu ara-başlık altında dili ''üretilmiş ölü
bir şey'' olarak değil, bundan çok daha fazlası olan bir ''üretme '' ,
bir gerçekleştirim olarak görmek gerektiğini vurgulamıştır.
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 95

Humboldt'un buradaki açıklaması uyarınca, '' nesnelerin nite­


lemesi'' ve ''anlaşmanın aracı'' olarak etki eden şey soyutlanmalı­
dır. Dil, ''içsel tinsel etkenlik ile sıkıca örülmüş kökeni ve karşılıklı
etkisi '' açısından düşünülmelidir.
Humboldt'un bu bölümde dilin ikili öz-yapısı konusunda,
diyesi, ''ergon '' (tümlenmiş yapıt) ve ''energia '' (etkenlik) hakkın­
da yer alan belirlemelerine göre, dil, ''gerçek varlığı içinde hem
sağlam-kalıcı bir şeydir; hem de her an geçici bir şeydir. '' Dilin
yazıyla sabitleştirilmesi ve korunması bile ''eksik bir korumadır'';
bu etken ve tekil konuşma ile desteklenmelidir.
Filozofun dil felsefesinde çığır ve ufuk açan belirlemesiyle, dilin
kendisi ''bir yapıt (ergon) değil, bir etkenliktir (energia). '' Bundan
ötürü, dilin gerçek tanımı, ''sadece oluşumsa/ (genetik) bir tanım­
lama olabilir''; çünkü dil, ''tinin, boğum/anmış sesi, düşüncenin
anlatımına yeteneklendirmek amacıyla, kendisini sürekli yinele­
yen bir etkenliğidir. ''
Aslında söz konusu tanım, ''her defaki konuşmanın '' tanımı
olmakla birlikte, ''konuşmanın tümlüğü'' dil olarak görülebilir.
Bir başka anlatımla, dil, her konuşmada yeniden üretilir, biçim­
lendirilir. Konuşma, diyesi, kullanım olmaksızın, dil var olamaz
ve gelişemez.
Dil diye adlandırılan ''sözcükler ve kurallar karmaşası, aslında
her konuşma sayesinde ortaya çıkan tekil şey olarak vardır '' ve bu
oluşturucu tekil konuşma ve onun ürünü, ''hiçbir zaman tümlen­
miş '' değildir. Özellikle de ''en yüksek olan'' , ''en zarif olan '' , söz
konusu tekil öğelerde belitlenemez ve tanınamaz. Dil, özsel ola­
rak ''gerçek yaratımına yönelik eylemde'' bulunur ve ''bağlantılı/
bütünlüklü konuşmada'' algılanabilir.
Dili ''tinin bir çalışması '' olarak nitelemek, Humboldt'un
deyişiyle, ''tümüyle yerinde ve doğru bir anlatımdır ''; çünkü tin
''yalnızca etkenlik içinde '' var olabilir. Düşüncenin anlatımını
olanaklılaştıran ''tinsel etkenlik'', her zaman ''salt üretken olarak
değil, yeniden biçimlendirici olarak verili bir şeye yönelik tir. '' Söz
konusu çalışma, ''durağan ve tek-düze bir tarzda '' etkisini göste­
rir; çünkü etkileyen, ''belli sınırlar içinde hep aynı tinsel güçtür. ''
96 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

Bu tinsel gücün veya çalışmanın amacı, '' anlaşımdır." Herkes,


bir başkası ''kendisine hangi tarzda konuşuyorsa '', ona ''öyle
konuşur." Dil yoluyla aktarılan malzemenin de ''kökeni aynıdır''
ve tinsel yönelim ile yakından ilgilidir. ''Boğum/anmış sesi düşün­
cenin anlatımı düzeyine yükseltmeyi'' amaçlayan bu çalışma için­
de ''kalıcı öğeler'' ve ''tek-düze öğeler'' bulunur. Bu kalıcı öğeleri,
olanaklar ölçüsünde ''eksiz olarak bir bütün içinde toparlamak ''
ve dizgeli olarak açıklamak, ''dilin biçi�ini oluşturur. ''
Dilsel biçim, daha çok ''düşünce ve duyumsamasına dilde
geçerlilik kazandırdığı tikel zorlamadır. '' Özünde her zorlama,
''birdir ve canlıdır.'' Bir dilin ''en karakteristik biçimi, o dilin tekil
en küçük öğesine tutunur; her öğe, tekil olanda ne denli fark edi­
lemez ise de'', bir tarzda söz konusu ''biçim'' tarafından belir­
lenir. Belirgin tikellik/bireylik, ''mutlaka göze batar; yadsınamaz
bir şekilde kendisini duyguya dayatır. '' Tikellik, '' bütüne'' , diyesi,
tümele ve aynı zamanda ''tikel kavrayışa'' dayanır. Dil, her zaman
''ulusal tikel yaşamın tinsel soluğu '' olduğu için, yukarıda dile
getirilen her iki yöne de rastlanır.
Dil, ''ne denli sabitleştirilir, ne denli somutlaştırılır, ne denli
tekil/eştirilir ve parçalara bölünürse bölünsün '', dilde her zaman
''bilinemeyen '' bir şeyler kalır. Tam da bu belirlenemeyen veya
bilinemeyen şey, ''canlı bir şeyin tekliğidir. '' Dile çekicilik ve
gizemlilik kazandıran da budur. Dilin bu yapısal özelliğinden
ötürü, ''biçim'' hiçbir zaman eksiksiz olarak açıklanamaz.
Humboldt'un bu son belirlemesi, yapısalcılık yaklaşımının
sınırlılığını ve kuramsal sığlığını ortaya koyması bakımından
son derece önemlidir. Bilindiği gibi, yapısalcılık, her türlü yapısal
öğeyi ve etmeni açıkladığını savlar.
Bu açıklamalardan da görüleceği üzere, biçimden, Humbol­
dt'un söyleyişiyle, ''salt gramer biçimi'' anlaşılmaz. Biçim kav­
ramı, ''etkilemenin, etkilenmenin, tözün, özelliğin tümel mantık­
sal kategorilerini (veya ulam/arını) '' köklere ve temel sözcüklere
uygulamak koşuluyla, ''söz eklemelerinin, hatta sözcük oluştur­
ma kurallarının ötesine gider. '' Biçim kavramı, dilin özünü ger­
çek anlamda ortaya çıkarabilmek için, aslında ''temel sözcüklerin
oluşturumuna uyarlanabilir. ''
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 97

Biçimin karşısında ''elbette'' içeriğin taşıyıcısı olan bir mal­


zeme bulunur; fakat dilin biçiminin ''malzemesini'' bulmak için,
''dilin sınırlarının ötesine gitmek zorunludur. '' Dilin sınırları için­
de kalındığında, bir şey, '' başka bir şeye karşı'' malzeme olarak
görülebilir; örneğin, ''temel sözcükler, tanım ile ilişkileri açısın­
dan '' malzeme olarak değerlendirilebilir. Burada ''malzeme'' olan
şey, ''başka ilişkiler içinde yeniden biçim olarak görülür. ''
Bir dil, başka bir dilden ''yabancı sözcükler'' alabilir ve bun­
ları ''malzeme'' olarak değerlendirir. Mutlakçı bir yaklaşım açı­
sından ''bir dil içerisinde biçimlendirilmemiş hiçbir malzeme
yoktur''; çünkü dilde her şey ''belli bir amaca'' , diyesi, ''düşün­
ceyi anlatma '' amacına yöneliktir. Bu tinsel çalışma, daha ilk öğe­
sinde, diyesi, ''boğumlanmış ses''te başlar. Boğumlanmış ses ise,
''biçimlendirme'' sayesinde '' boğumlanmış'' ses özelliği kazanır.
Bu bakımdan, dilin ''gerçek malzemesi, bir yandan sestir''; öbür
yandan da ''duyusal izlenimlerin ve öz-etken tinsel devinimlerin
bütünüdür. '' Bu devinimler, ''dilin yardımıyla'' kavram oluşturu­
mundan önce gerçekleşir.
''Alfabe'', dilde biçimin araştırılmasının temelini ve başlangıcı­
nı oluşturur. Biçim, kavramıyla ''olgusal olan'' veya ''tikel olan''­
dır, dışlanmaz/ayrımlaştırılmaz. Sadece ''her şeyi tarihsel olarak
temellendiren öğe'' ve bu öğede bulunduğu kadarıyla ''en tikel
olan'' ayrımlaştırılır.
Biçim kavramında ''soyutlanmış olgular olarak ayrıntılar''
değil, alımlanabildiği ölçüde, biçimde sadece ''dil oluşumunun
yöntemi'' tanınabilir. Biçimin açıklanması, dilin ve ait oldu­
ğu ulusun ''düşünce anlatımı amacıyla hangi yolu'' izlediğiyle
belirlenebilir.
Her dilde, ''ulusu bütünleştiren'' bir birlik bulunur ve ulus bu
birlik sayesinde ''atalarının dilini kendi dili durumuna getirir. ''
Dilde mucizevi bir şekilde gerçekleşen ve birbirini gerekti­
ren ''tümel uyuşum'' ve ''tikelleşme'', bütün insanlığın ''tek bir
dili'' konuşması'' ve tekil kişinin ''tikel bir dili'' konuşmasıyla
örneklendirilebilir.
98 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

Dilin Doğası ve Öz-yapısı

Humboldt'un belirlemesiyle, diller arasındaki fark, ''biçimle­


rine ve biçimleri de ulusun tinsel yetileri ve üretim anında bunla­
ra nüfuz eden güce dayanır. '' Bu yüzden, söz konusu kavramları
açımlamak gerekmektedir.
Bu bağlamda özellikle ''ses biçimi'' ve ''nesneleri nitelemek ve
düşünceleri bağlantılandırmak amacıyla, ses biçiminin kullanı­
mı '' öne çıkar. Nesneleri nitelemek ve düşünceleri ilişkilendirmek,
''düşünmeyi dile bağlayan ve dilin genel yasalarının kaynaklandı­
ğı'' istemler ile ilgilidir. Her insan, bu sonuncu niteliklere sahiptir.
Buna karşın, ''dillerin farklılığının asıl oluşturucu ve yönlendi­
rici ilkesi'' ses biçimidir. Bu ilke, ses biçiminin ''dilin içsel eğilimi­
ne karşı çıkardığı geliştirici ve engelleyici güçtür. '' Humboldt'un
açımlaması uyarınca, ''bu iki ilkenin iç içe geçmesinden her dilin
tikel biçimi'' ortaya çıkar.
Dil, ''düşüncenin oluşturucu/kurucu organıdır. '' Tümüyle tin­
sel ve içsel olan entelektüel etkinlik, ''ses yoluyla konuşmada dış­
sal/aşır ve duyu/arca algılanabilir duruma gelir. '' Bu nedenledir
ki, dil ve entelektüel etkinlik ''ayrılmaz bir ilişki içindedir. '' Tinsel
veya entelektüel etkinlik, aynı zamanda ''dilsel seslerle bir ilintiye
girme'' gerekirliğine bağlıdır. Başka türlü düşünme ''açıklık kaza­
namaz''; tasavvur ''kavrama dönüşemez. "
Nasıl ki düşünme, ''karanlıktan çıkıp, aydınlanmaya; sınır/ılık­
tan sınırsızlığa yönelme özlemi ise'', ses de ''gönlün derinliklerin­
den dışa akın eder ve havada kendisine uygun ve kendisini dola­
yım/ayan bir malzeme bulur. '' İnsan, ''karşılaştırmaya, ayırmaya
ve bağlantılandırmaya '' eğilimlidir. Bu eğilimine uygun olarak
''şeyleri belirli bir birlik içinde kavramayı ve onları sesin birliğinin
temsil etmesini '' talep eder.
Humboldt, dil-düşünme ilişkisi hakkında şu belirlemeleri
yapar: Öznel etkinlik, düşünmede bir ''nesne'' oluşturur; çünkü
hiçbir tasavvur türü, ''mevcut bir nesnenin alımlayıcı bir bakışı''
olamaz. Duyusal etkinlik ise, ''tinin içsel davranışı ile bireşimsel
bir ilişkiye girmek zorundadır. '' Tasavvur, bu ilişkiden kendisini
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 99

''koparır'' ve öznel güce karşı ''nesneye dönüşür ve bu özelliğiyle


alım/anarak tekrar öznel güce döner. ''
Bütün bu oluşlar içinde dil vazgeçilmez önemdedir; çünkü
dilde tinsel uğraş, ''dudaklar üzerinden kendisine yol açar'' ve bu
tinsel uğraşın ürünü olan ''kendi kulağına geri döner. '' Bir başka
anlatımla, tasavvur, ''bu yüzden öznellikten yoksun kalmaksızın,
gerçek nesnelliğe çevrilir. '' Bütün bunları ancak dil başarabilir. Dil
olmaksızın bu süreçler gerçekleşemez. Konuşma, ''soyutlanmış
bir yalnızlık içinde tekil insanın düşünmesinin zorunlu ön-koşu­
ludur. '' En yalın konuşma bile ''tekil duyumsamaların, insanın
ortak doğasına eklemlenmesi veya bağlanmasıdır. '' Konuşma, bu
nedenle dili geliştiren başlıca kaynaktır.
Anlamda ''durum farklıdır'' diyen Humboldt'a göre, insan
ruhunda kendi etkinliğiyle var olan şeylerin dışında, ''başka hiçbir
şey olamaz. '' Anlama ve konuşma, ''aynı dil gücünün/yeterliliğinin
sadece farklı etkileridir. '' Ortak konuşma, ''bir malzemenin akta­
rımıyla karşılaştırılamaz. '' Konuşanda olduğu gibi, anlayanda da
''aynı şey, öz ve içsel güçten geliştirilmek zorundadır. '' Konuşanın
alımladığı şey, ''sadece uyumlulaştırılmış bir özendirmedir. '' Bu
yüzdendir ki, insana ''anladığını hemen dile getirme'' kolay gelir.
Öte yandan anlama, eğer tekil bireylerin ''farklılığında insan
doğasının tikellik/ere bölünmüş içsel öz etkinliğe dayanmasa, top­
lumsal konuşma, dinleyenin dil yeterliliğini karşılıklı olarak sade­
ce uyandırmadan ibaret olamaz. '' Sözcükleri kavrama, ''boğum­
/anmamış sesleri anlamadan başka bir şeydir ve duyumsatılan şey
ile sadece sesin karşılıklı olarak yaratılmasından çok daha fazla
şeyi kapsar. ''
Bunun yanı sıra, dil, daha önce de vurgulandığı gibi, sadece
''toplumsallıkta görünür'' ve insan, yalnızca ''kendi sözlerinin
anlaşılırlığını başkasında sınamak suretiyle, kendisini anlaya­
bilir''; çünkü ''insanın kendi ürettiği sesi başkasının ağzından
duyması nesnelliği yükseltir. '' Bu bağlamda öznellik de hiçbir
şey ''yitirmez'' ; çünkü insan, ''diğer insanla kendisini bir ve aynı
duyumsar. '' Bununla kalmaz; öznellik güçlendirilir; çünkü ''dile
dönüştürülen tasavvur artık sadece bir özneye ait olmaz. '' Tasav-
1 00 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

vur başkasına geçmek suretiyle, ''bütün insanlığa özgü olan şey­


lere eklenir. '' Her tekil insan, bu bütün insanlığın ortak malı olan
şeylerden ''içinde taşıdığı tarz/aştırma sayesinde olagelen yetkin­
leşme arzusuna'' göre yararlanır.
Humboldt'un anlama hakkındaki bu belirlemeleri, Kant'ın
tikel dilsel bildirimlerin tümelleşmesi, daha kısa anlatımla, tikelin
tümelleşme olanağı olarak nitelendirilebilir.
Öte yandan, düşünme gücü, Humbol�t'un açımlaması uyarın­
ca, ''hem kendisine benzeyeni, hem de kendisinden farklı olanı
gereksinir. '' Kendisine benzeyen şeyle ''ateşlenir''; kendisine ben­
zemeyen şeylerle ''iç üretimlerinin özelliğini '' sınama olanağı
bulur.
Humboldt'un açımlaması uyarınca, ''en yalınından başlamak
üzere, her türlü konuşma, tekil olarak duyumsanan şeylerin insan­
lığın ortak doğasıyla bağlantılandırmadır. ''
Anlamada da durum farklı değildir. Konuşma ve anlama, insa­
nın dilsel gücünün ''farklı şekillerde etkinleşmesidir. '' Anlama, bu
filozofun görüşüne göre, ''içsel öz-etkinliğe dayanamaz. '' Ayrı­
ca '' birlikte konuşma, tekilliklerin farklılığındaki insan doğası­
nın tikellikleri/bireylikleri bölen birliği veya tekliği değildir. '' Bu
nedenle de ''dinleyenin dilsel yeterliliğinin karşılıklı uyarımından
başka bir şey olmak zorundadır. '' Sözcükleri kavramak, ''boğum­
/anmamış sesleri anlamaktan başka bir şeydir; sesin ve imlenen
şeyin sadece karşılıklı olarak üretilmesinden öte çok daha fazla
şeyleri kapsar. ''
Öte yandan, insan, ''alfabetik bireşiminden emin olmaksızın,
yazıda bir sözcük öbeğinin anlamını tanıdığı için, sözcük, bölün­
mez bir bütün olarak alınabilir. '' Boğumlamanın, ''sözcüğün anla­
mının salt üretimine eklediği şey, sözcüğün, kendisini kendi biçimi
sayesinde bitimsiz bir bütün olarak, diyesi, dilin bir parçası ola­
rak '' tanımlamasıdır.
Humboldt'un belirlemesi uyarınca, dil salt kendisini bildiren
bir malzeme değil, ''kendisini sürekli üreten '' bir malzemedir. Dil­
sel malzemede ''üretimin kuralları'' belirli olmasına karşın, ''üre­
timin kapsamı ve tarzı tümüyle belirsizdir. ''
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 101

Doğal Nesnelerin Dışsal Güzelliği ve Dil

Her türlü nesnel algılamaya bir miktar öznellik karıştığını


ısrarla vurgulayan Humboldt'a göre, ''her insan bireyi, dünya
görüşünün özgün bir konumu '' olarak görülebilir. Öte yandan,
dünya görüşü veya dünya görüşüne ilişkin konum, asıl olarak
''dil yoluyla'' dünya görüşü özelliği kazanır; çünkü sözcük, ''ruha
karşı bir öz-anlam katkısıyla kendisini nesneye dönüştürür ve yeni
bir özgünlük kazandırır. '' Söz konusu anlamsal özgünlükte doğal
olarak ''aynı dilin her yönüne uzanan bir analoji'' egemendir.
Ayrıca, ulusun diline ''benzer bir öznellik etkide bulunduğu
için, her dilde özgün bir dünya görüşü '' başattır. Nesne ve insan
arasında bulunan ve aracılık eden ''ses'' örneğinde olduğu gibi, dil
de insan ve ''onu dışsal ve içsel olarak etkileyen doğa '' arasında
bulunur ve aracılık eder. İnsan kendisini, ''şeyler/nesneler dünya­
sını içine almak ve işlemek için, kendi ürettiği sesler dünyası '' ile
kuşatır.
İnsanın ''duyumsaması ve eylemi '' , tasavvurlarına bağlıdır ve
tasavvurları da dil dolayımıyla belirginleşir. Dilin kaynaklandığı
bu eylem sayesinde insan, dile kendisini içkinleştirir, bir başka
deyişle, ''dile kendisini oya gibi örer'' ve dil, ''ait olduğu halkı
çevreler. ''
Dil, doğadan aldığı malzeme yığınını '' biçimler. '' Her doğal
nesne belli ölçülerde ''dışsal güzellik'' içerir. Bu dışsal güzellik için­
de yasallık veya kurallılık, insanı ''tümüyle kapsayan ve sürükle­
yen duyusal malzeme ile a-çıklanamaz bir birlik telik '' kurar. İnsan
bütün bunları ''analog tınılar halinde dilde yeniden bulur '' ve dil,
tınıları ''anlatmaya yeterlidir''; çünkü dil, insanı ''sesler dünya­
sına'' sokar. İnsan sesler dünyasına girmekle, kendisini kuşatan
gerçek dünyayı terk etmez.
Öte yandan, dilin yapısal kuralları ile doğanın yasaları akra­
badır. Dilin yapısı, insanın ''en yüksek, en insani gücünü '' özendi­
rir ve onu ''doğanın biçimsel izlenimlerini anlamaya yaklaştırır. "
Bu da özünde ''tinsel güçlerin açıklanamaz bir gelişimi'' olarak
görülebilir. Farklı ilişkilenimleri içinde sese özgü ''ritmik ve müzi-
1 02 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

kal biçim '' sayesinde dil, ''doğanın güzellik izlenimini yükseltir'';


fakat bundan bağımsız olarak salt konuşma ile ''ruhun halini''
etkiler.
Humboldt'un deyişiyle, dil, ''ürünlerinin toplamı olarak her
defa konuşulandan ayrıdır. '' Bir dil, bütün kapsamı içinde '' ken­
disinin sese dönüştürdüğü şeyleri'' kapsar. Nasıl ki ''düşünmenin
malzemesi ve ilişki/enim/erinin bitimsizliği veya sonsuzluğu tüke­
tilemez ise, aynı şekilde dilde gösterile1J/erin ve ilişkilendirilen/erin
de miktarı '' tüketilemez. Dil, bu tözsel özelliğinden ötürü, '' biçim­
lendirilmiş öğelerin '' yanı sıra, özellikle de ''biçimini ve yolunu
önceden çizdiği tinsel çalışmayı sürdürmekten '' oluşur.
Gerçi ''daha önce biçimlendirilmiş öğeler belli ölçülerde ölü
bir yığın oluşturur''; ama bu ölü yığın, ''asla bitmeyen belirliliğin
canlı bir çekirdeğini'' de içinde taşır. Bu nedenle, dil, ''her çağda
ve her tekil noktada, aynı doğa gibi, insana, onun tarafından daha
önce bilinen ve düşünülen şeylerle karşıtlık içinde, tüketilemez bir
hazine gibi görünür. '' Bu tükenmez hazine içinde tin yine bilinme­
yeni keşfedebilir ve duyumsamayı, ''bu tarzda duyumsanmayan
şey olarak algılayabilir. '' Dile ilişkin her irdelemede bu durum
gerçekliğe yansır ve insan ''sürüp giden düşünsel uğraşı ve tinsel
yaşam malzemesinin açılımı içinde bunu gereksinir. ''
Dil aynı zamanda ''iki yöne doğru karanlık ve açığa çıkarılma­
mış bir derinlik içerir''; çünkü dil ''geriye doğru belli bir genişlik­
te bilinebilen, ancak sonra temeline ulaşılamazlık duygusu veren
bilinmeyen bir zenginlikten fışkırır. '' Dilin bu serüveni, insan için
''başlangıçsız ve sonsuz bir bitimsizliktir. '' Dil geçmişte yaşayanla­
rın duyumsamalarını ve onların ''soluklarını'' içinde saklar. Dilde­
ki bu ''kısmen sağlam şey, kısmen akıcı şey '', dil ile dili konuşan­
lar arasında özgün bir ilişki yaratır. Dilde ''bir sözcükler ambarı
ve kurallar dizgesi'', bir başka anlatımla, söz varlığı ve gramer
vardır. Bu iki öğe, yüzyılların akışı içinde dile ''özerk bir güç''
veya erk kazandırır.
Humboldt'un açımlamasına göre, dilin ruha ''yabancı'' olması,
ona ''ait olması ve ona bağımlı ve ondan bağımsız olması '' gibi
iki karşıt görüş, dilde birbiriyle ilişkilenir ve dilin ''öz-yapısının
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 03

özgünlüğünü'' oluşturur. Dil, ''öznel olarak etkide bulunduğu ve


bağımlı olduğu denli, nesnel olarak etkide bulunur ve bağımsız­
dır''; çünkü dilin ''hiçbir yerde, yazıda bile kalıcı bir yeri yoktur. ''
Dilin adeta ölü kısmı, ''her zaman düşünmede yeniden üretilmek
ve konuşmaya ve anlamaya, dolayısıyla da özneye canlı olarak
geçmek zorundadır. ''
Aynı şekilde bu üretim eylemi içinde dil yine ''nesneleşir. '' Dil
böylece her seferinde ''bireyin bütün etkisini'' deneyimler; fakat
bu etkileme, ''etkilemiş olduğu şeyle bağlıdır. '' Söz konusu karşıt­
lığın ''gerçek çözümü, insan doğasının birliğindedir. ''
Humboldt'un söyleyişiyle, ''benimle bir ve aynı olandan kay­
naklanan şeyde özne ve nesne kavramı, bağımlılık ve bağımsız­
lık kavramı iç içe geçer. '' Dil, '' bana aittir''; çünkü ''etkenleşmek
suretiyle ben onu yaratırım ve bunun nedeni, bütün insan soyu­
nun hem konuşmasında, hem de konuşmuş olmasındadır. '' Dilde
insanı ''sınırlayan ve belirleyen şey'', insan doğasınca dile içkin­
leştirilmiştir ve içkinleştirilir. Bu nedenle, dilde ''yabancı olan'',
sadece insanın ''anlık ve bireysel'' doğası için yabancıdır; yoksa
onun ''hakiki kökensel doğası için yabancı olan değildir. ''
Halk üzerinde ''bağlayıcı'' etki bırakan her şey, dilin geçmiş­
ten getirdiği şeydir. Dile gücünü veren yüzyılların bu birikimi
karşısında ''tekil bireyin gücü'' son derece azdır. Dilin ''muazzam
biçimlene bilirliği'' ve ''genel anlaşılırlığa zarar vermeksizin, dilin
biçimlerini çok farklı tarzlarda edinme veya alımlama olanağı
sayesinde ve her türlü canlı tinsel öğenin, aktarılan ölü şeyler üze­
rine uyguladığı şiddet sayesinde denge yeniden kurulur. '' Her şeye
karşın, tekil bireyin ''kendisini en canlı duyumsadığı şey dildir. ''
Her tekil insan "durmaksızın'' dili etkilediği için, her kuşak
dilde ''gözlemlenemeyen köklü bir değişim '' yaratır; çünkü deği­
şim, ''her zaman sadece sözcük lerde ve biçimlerde değil, tersine
başka türlü tarzlaştırılan kullanımdadır. '' Bir dilin tikelliği, ''ger­
çek anlamda konuşanın tikelliğidir ''; çünkü dil ancak ''bireyde
son belirliliğini'' kazanır. Hiç kimse, ''sözcükte'' karşıdakinin
''tam olarak'' ne dediğini düşünmez ve ''küçücük farklılık, sudaki
daire gibi, bütün dili kaplar. '' Bu nedenle, ''her türlü anlama, aynı
1 04 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · 1 -

zamanda anlamamadır; düşüncelerdeki ve duygulardaki her türlü


uyuşum, aynı zamanda ayrışımdır. ''
Dilin her bireyde ''farklı tarzlaşmasında'' bireyin dil üzerinde­
ki gücü, bir başka anlatımla, dilsel malzemeyi biçemselleştirmek
suretiyle estetikleştirme gücü ortaya çıkar. Dilin gücü ''fizyolojik
bir etkileme'' olarak görülebilir; ancak insandan türeyen güç ise
''saf dinamiktir/devingendir. '' İnsan üzerine yapılan etkide dilin
''yasası ve biçimleri '' başattır. Buna k�rşın, insanın dil üzerine
yaptığı (geri) etkide ''özgürlük ilkesi'' geçerlidir. Fakat özgürlük
de bir başına ''belirlenemez ve açıklanamaz'' bir şeydir.
Humboldt'un yukarıdaki belirlemeleri uyarınca, tümel bir
ürün ve dizge olarak dil kendisini konuşana veya yazana dayatır;
buna karşın tekil/öznel dil kullanımları dil üzerine sadece biçimle­
yici etki yaparlar. Öte yandan bu belirmeler, her ulusun, her döne­
min, her bireyin, dolayısıyla da yazarın dilsel malzemeyi biçim­
leme gücüne ve yeterliliğine sahip olduğunu bir kez daha açıkça
ortaya koymaktadır.

Dillerin Ses Dizgesi, Boğumlanan Sesin Doğası

İnsan, ''her türlü konuşmanın temeli ve özü olan '' boğumlan­


mış sesi, kendi bedensel ''konuşma organlarını'' zorlayarak üre­
tir. Dolayısıyla, Humboldt'un anlatımıyla, benzer bir iç zorlama
veya yatkınlık, hayvanda olsa, hayvan da konuşurdu. Bu yüzden,
dil, ''sadece ve yalnızca insanın tinsel doğasının ilk ve vazgeçilmez
doğasında yatar. '' Örneğin, sağırlar-dilsizler, içlerinde taşıdıkla­
rı ''boğumlama yeterliliği'' sayesinde, düşünmeyi dilsel üretim
organlarıyla uyumlulaştırma yoluyla ve bu iki etmeni bütünleştir­
me ''zorlaması'' ile iletişim kurmayı öğrenebilir.
Humboldt'un kavramlaştırmasıyla, ''anlamlılığa yönelik yete­
nek ve erek, düşünülen bir şeyin anlatımı sayesinde yalnızca
boğumlanan sesi '' oluşturur. Burada Humboldt'un belirlemesini
tümlemek amacıyla, şu eklenebilir: Boğumlanan ses, anlaşımı ve
iletişimi sağlamak suretiyle dili geliştirir. İnsanın dilsel yeterlili­
ği, aslında boğumlama yeterliliği olarak görülebilir. Boğumlama,

Dil FELSEFESİ VE EDEBiYAT 1 05

''tinin dilsel organlar üzerindeki şiddetine'', bunları ''tinin etkile­


me biçimine denk düşen sesleri üretmeye zorlamasına'' dayanır.
Düşünme, bunun dışında ''türlü-çeşit/inin teklikte bütünleşti­
rilmesini'' gerektirir. Bundan ötürü, ''boğumlanan sesin gerekli
belirtileri, kesin algılanabilir bir teklik '' olmak ve akla gelebilen
diğer boğumlanmış seslerle ''belirli bir ilişkiye'' girebilmek zorun­
dadır. Sesin kesin ve belirgin olarak tikelleşmesi ve ''kendisini
kuşatan ve saflığını bozan yan tınılardan '' ayrımlaşması, anlamsal
açıklığı bakımından zorunlu gereklidir.
Öte yandan, söz konusu ayrımlaşma, sesi, ''konuşmanın öğesi
durumuna getirme ereğinden '' doğar. Boğumlanmış sesin, ''kendi­
sine destek olan veya karşı olan seslerden oluşan bir dizgeye '' ken­
disini uyarlaması, '' üretimin tarzı tarafından'' belirlenir; çünkü
her tekil ses, ''kendisiyle birlikte konuşmayı özgürce tümlemek
amacıyla oluşturulan diğer seslerle ilişki içinde'' geçerlilik kazanır.
Öte yandan, Humboldt'un söyleyişiyle, ''bir halkın doğası ve
duyumsama tarzı bakımından ses yönünden zengin veya yoksul
olması, konuşkan veya suskun olması '' da büyük önem taşır;
çünkü ''boğum/anmış sese ilişkin beğeni'', bir halka veya top­
luma ''bağlantılandırma zenginliği ve çeşitliliği '' kazandırır. Bu
bağlamda ''boğum/anmamış seslerin üretimine ilişkin belli ölçü­
lerde özgür ve soylu bir beğeni'' söz konusudur. Özgür ve soylu
beğeni, ''zorunluluktan'' doğabileceği gibi, sesin ''çekicilik'' veya
''davetkarlık'' etkisi yapması da önemli olabilir. Ses, zorunluluk
veya amaçlılık olmaksızın, ''yaşamın sevecen duygularından fışkı­
rabilir. '' Bu salt ''ham bif haz duymadan değil, tınıların/tonların
sanatsallaştırılmasından '' da kaynaklanabilir. Seslerin veya tını­
ların sanatsallaştırılması, ''parıldayan bir ışık anlamında yazın­
sal-şiirsel olandır. ''

Sözcükler, Dilin Tomurcuklarıdır

'' Dillerin Ses Dizgesi, Seslerin Kavramlara Dağılımı'' adlı


bölümde dilin ''ses bağlantılarının temelini, tekil boğumlama/ar''
oluşturur diyen Humboldt'a göre, ''sözcükler, tekil kavramların
1 06 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI 1
• ·

göstergeleridir. '' Hece ise, ''sesin birliğini'' oluşturur ve ''kendi


başına anlamlılık kazandığı zaman '' sözcüğe dönüşür; ancak
bunun için ''birçok hecenin ilişkilenmesi '' gerekir. Bu yüzden, söz­
cükte sesin ve kavramın birliği olmak üzere, ''çift birlik'' söz konu­
sudur. Böylece, sözcükler ''hakiki konuşmanın öğelerine '' dönü­
şür; çünkü ''anlam'' taşımayan heceler, hece olarak adlandırılmaz.
Humboldt'un anlatımıyla, dil, insanın ''gerçek dünyadan edin­
diği izlenimlere göre kendi özünden dışsallaştırdığı ve somutlaş­
tırdığı ikinci dünya '' olarak da adlandırılabilir. Bu durumda söz­
cükler, ''biçimde de tikellik karakterinin korunması gereken dilsel
tekil şeylerdir/nesnelerdir. '' Konuşma, dilde ''kopuksuz olarak
akıp gider; dile yönelik düşünüm buna eklenene değin, konuşan,
konuşmada nitelenmesi gereken düşüncelerin tümünü göz önünde
tutar. ''
Dilin oluşumunu ''sözcüklerle şeylerin nitelendirilmesinden
başlayarak ve oradan da bütünleştirme/ere geçerek düşünmek
olanaksızdır. '' Aslında konuşma, kendisinden çıkan ''sözcükler­
le oluşturulmaz'' , tersine sözcükler, ''konuşmanın bütününden
çıkarlar. ''
Görüleceği üzere, bütünlük, anlam oluşturucu bir etmendir.
Her dilsel bildirim, gerçekleştirildiği bütünlükte ve güdülen erek
doğrultusunda anlam kazanır.
Bununla birlikte, ''asıl düşünüm olmaksızın, sözcükler en geliş­
memiş konuşmada bile duyumsanırlar''; çünkü ''sözcük oluştur­
ma, konuşmanın özsel bir gereksinmesidir. '' Sözcüğün kapsamı,
''dilin özerk olarak oluşturucu işlev gördüğü yerin sınırıdır. '' Yalın
sözcük, ''tümlenmiş, dilin çiçeğe vurmuş tomurcuğudur. '' Sözcük­
teki ''tümlenmiş ürünün kendisi'' dile aittir. Sözcükler, her zaman
''kavramlara karşı durdukları için, benzer kavramları benzer ses­
lerle nitelemek '' olağandır. Sözcükler, ''konuşmaya katılabilmek
için, farklı durumları imlemek zorundadır'' ve bunların ''nitelen­
mesi'' sözcükte gerçekleşebilir. Böylece, bir üçüncü, genellikle de
''genişletilmiş ses biçimi'' ortaya çıkar.
Dil, ''tümcenin ve konuşmanın kural koyucu biçimini belirler''
ve ''bireysel/tikel biçimlemeyi konuşanın keyfine bırakır. ''
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 07

Bu belirleme, yaklaşık yüzyıl sonra Ferdinand de Saussure


tarafından ''keyfilik'', ''nedensizlik'' ilkesi olarak adlandırılmıştır
ve dil ve göstergebilimin en önemli bulgularından biri durumuna
gelmiştir. Ayrıca, Humboldt bu sözleriyle anlam oluşumunu sağ­
layan ''bağlamı'' anlatmaktadır. Bağlam veya bütünlük, anlamı
belirlediği için, anlam taşıyıcı teklikler olan sözcükler, bağlamdan
ortaya çıkarlar.

Dillerin Ses Dizgesi, Dillerin Ses Biçimi

Filozofun bu ara-başlığın ilk tümcesinde belirttiğine göre, ses


biçimi, ''dilin, düşünce için yarattığı anlatımdır. " Ses biçimi, aynı
zamanda ''dilin kendisini adeta içine inşa ettiği bir örtü '' olarak
da görülebilir. Yalnızca ''gerçek biçimlenmiş ses'', dili oluşturur.
Dilin oluşum ve gelişimi, her zaman ''içsel dilsel amacın
gerektirdiği malzemeyi nitelemeye yönelik tinsel çabanın etkile­
şimi ve buna denk düşen boğum/anmış sesin üretilmesi'' olarak
düşünülebilir.
Dilsel oluşum ve gelişim, ''içsel idenin kendisini dışsallaştırmak
için, bir zorluğu/engeli aşmak zorunda olduğu bir üretimdir. '' Söz
konusu zorluk veya engel, ''sestir'' ve bu zorluğu aşma her zaman
aynı ölçüde başarılamaz. Bununla birlikte, ''ses biçimi '', adeta
kendi ''zayıflığını'' kullanır ve ''yeni biçimlendirimin üstesinden
gelir. ''
Humboldt'un ''Dillerin Tekniği'' adlı ara-başlık altında yer
alan belirlemesiyle, dilin öz amacına ulaşmak için, ''kullandı­
ğı araçların toplamı '', o dilin ''tekniği'' olarak adlandırılır. Söz
konusu teknik, kendi içinde '' fonetik'' teknik ve ''düşünsel'' tek­
nik olmak üzere, ikiye ayrılır.
Fonetik teknik deyince, ''sadece ses ile ilgili olduğu ve sesi
motive ettiği ölçüde, sözcük ve biçim oluşturumu ' anlaşılır. Bu
'

teknik türü, ''tekil biçimler, bir başka ve kulağa hoş gelen bir
kapsama sahip oldukları takdirde ve aynı kavram ve aynı iliş­
ki için yalnızca anlatım yoluyla ayırıcı biçimler verdiği zaman
zengindir. ''
1 08 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-

Buna karşın, düşünsel teknik, ''dilde nitelendirilmesi gereke­


ni ve ayrımlaştırılması gerekeni'' kapsar. Dolayısıyla, düşünsel
teknik; zaman, kişi ve tekillik-çoğulluk gibi anlatımları, ''zaman
kavramının bütün bağlantılandırma olanaklarını, eylemin akışı ile
ilişkilendirmeleri'' kapsar.
Bu açıdan bakıldığında, dil, ''bir amaca yönelik araç'' olarak
görülür.

İçsel Dil Biçimi

Humboldt'un açımlaması uyarınca, ''sanat dolu ve tını bakı­


mından zengin ve en devingen boğumlama duyarlılığıyla bağlantı­
lı'' ses biçimlerinin bütün avantajları, ''eğer dil ile ilişkilenen ide/e­
rin parlak açık-seçikliği dile ışığı ve sıcaklığıyla nüfuz edemez ise,
tine yakışan dilleri yaratmakta yetersiz kalabilir. ''
Dili asıl oluşturan da ''dilin bu tümüyle içsel ve katıksız düşün­
sel bölümüdür. '' Bu tümüyle içsel ve katıksız bölüm, ''kullanım­
dır. " Dilsel üretim, kullanımı sağlayabilmek için, ''ses biçimi ''nden
yararlanır. Dilin ''her şeyi anlatabilmesi de kullanıma dayanır. ''
Tinsel yeterlilik de ancak ''etkinlik'', bir başka deyişle, kullanım
ve gerçekleştirim ile olanaklıdır.
Ses biçiminde ''bitimsiz ve öngörülemez bir çeşitlilik '' vardır.
Humboldt'un söyleyişiyle, ''fantezi ve duygu '', söz konu­
su bitimsiz ve öngörülemez çeşitlilikten yararlanarak, ''birey­
sel biçimlemeler yaratır'' ve bu bireysel biçimlemelerde ''ulusun
karakteri'' ortaya çıkar. Bütün bireysel şeylerde olduğu gibi, ulu­
sun karakterinde ''tarzın türlü çeşitliliği, söz konusu olan şey ken­
disini farklı belirlenim/erde anlatabilir, bitimsize uzanır. ''
Sözcük, dışsal somut şeylerde de ''duyuların algıladığı şeyin
denkliği değildir, tersine sözcük bulmanın belli anında aynı şeyin
kavranmasının denkliğidir. '' Bu şeylerin anlatımlarının ''çok-kat­
man/ılığının başlıca kaynağıdır. ''
Bu nedenledir ki, örneğin, Sanskrit'te fil, ''bazen iki kez su
içendir; bazen iki dişli; bazen de bir elle donatılmış olan '' olarak
adlandırılır. Bütün bu anlatımlarla aynı şey anlatılır; çünkü dil,
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 09

hiçbir zaman ''şeyleri'' değil, ''her zaman dilsel üretimde tin ile
özerk olarak şeylerden üretilmiş kavramları anlatır. ''
Humboldt'un açımlaması uyarınca, ''duyusal görünün derinli­
ği, diyesi, fantezi, bu ikisinin etkileşimi, tekil içsel ve dışsal şeyle­
rin karakterine nüfuz eder''; çünkü burada ''doğa insan ile ve kıs­
men gerçek özdeksel olan malzeme, biçimleyen tin ile bütünleşir. ''
Ulusal karakter, özellikle bu alanda ortaya çıkar. Bir halkın kendi
diline ''nesnel gerçeklik'' ve ''öznel içsellik'' ikilisinden hangisini
daha fazla yansıttığı ''büyük bir ayrım çizgisi'' oluşturur.
Dil duyarlılığı ''şeylerin betimlenmesinde aydınlık ve açıklık,
tinsel kavramlarda katıksız ve bedensiz olarak betimlenen belir­
lilik gerektirdiği ölçüde, boğumlanan sesler daha kesin hatlarıyla
kendisini gösterir ve heceler kulağa daha hoş gelen bir tarzda sıra­
lanarak sözcüğü dönüşür. ''
Ulusal özgünlük, dolayısıyla da ulusal biçem, dilde kendisini
''tekil kavramların oluşturulmasında '' ve ''belli türden kavram­
ların zenginliğinde '' gösterir. Tekil nitelemelerde kah ''fantezi ve
duygu, kah ince bir şekilde ayrıştıran kavrayış, kah cesaretle bir­
leştiren tin '' açığa çıkar. Böylece türlü çeşitli şeyleri anlatan ''aynı
renk, ulusun doğa anlayışının anlatımlarını '' gösterir. Bazen belli
bir ''tinsel yönelime'' ait olan anlatımlar başatlaşabilir.
Bu başat anlatımlar, ''yaşam tarzına ve edebiyatın bütünü­
ne ve tinsel etkenliklere '' de yansır. Dil, edebiyat ve temel yapı,
''içte insan var-oluşunun ilk nedenlerine ve son amacına yönelişi''
uyumlu bir şekilde gösterir.
Her tekil konuşma ve yazma, dilde ''anlatımların çeşitliliğine
özgürlük ve kullanılan araçların zenginliğine '' ortam hazırlar. Bu
bağlamda edebiyatın işlevi belirgindir; çünkü edebiyat ''içsel insa­
nı'' en derinden etkiler. Tinsel yönü zengin yazarlar, anlattıklara
şeylere ''yüksek bir içerik'' kazandırırlar ve ''canlı ve duyarlı ulus­
lar bu yüksek içeriği edinerek, gelecek kuşaklara aktarırlar. ''
Humboldt ''Sesin İçsel Dil Biçimi ile Bağlantısı'' adlı bölümde
''ses biçiminin içsel dil yasaları bağlantısı, dilin yetkinliğini oluş­
turur'' saptamasına yer verir. Bu filozofun anlatımı uyarınca, dilin
yetkinleşmesinin ''en üst noktası, bu bağlantının, dil üreten tinin
110 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

eş-anlı eylemlerinde gerçekleşerek hakiki ve katıksız nüfuz etmeye


dönüşmesine'' dayanır.
Dil üretimi, ''daha ilk öğesinden itibaren bireşimsel bir yön­
temdir. '' Bu bağlamda ''dil biçiminin ve içsel biçimlemenin bütün
yapısı'' uyumlulaştığı zaman, amaca ulaşılmış olur. Bu bağlamda
dil, ''sanatı anımsatır'' ; çünkü gerçek bireşim, ''yüksek ve enerjik
güce özgü olan coşkudan kaynaklanır. ''
Dilin özünde taşıdığı ''sanatsal güzellik, rastlantısal bir süs''

değildir; sanatsal güzellik, daha çok ''dilin özünün bir türevidir ve


içsel ve genel yetkinlik '' kanıtıdır.

Sözcük, Kavramın Biçimlendirimidir

Humboldt'un ''Sözcük Akrabalığı ve Sözcük Biçimi'' ara-baş­


lık altında yer alan belirlemeleri uyarınca, kavramın ses ile nite­
lendirilmesi, ''doğaları asla bütünleşemeyen şeylerin bağlantılan­
dırılmasıdır. '' Nasıl ki insan yüz görünümünün çizgilerini değiş­
tiremez ise, ''kavram da kendisini sözcükte çözünümleyemez. ''
Sözcük, ''kavramın tikel biçimlendirimidir; kavram eğer sözcüğü
terk etmek isterse, kendisini ancak başka sözcüklerde yeniden
bulabilir. ''
Sözcükler, ''düşüncelerin ve duyguların canlılık kazandığı ölçü­
de daha kapsamlı ve daha derin bir im/em/anlam '' kazanır.
Kavramın ve sesin doğasının birleştirilmesi, kavramın ve sesin
''üçüncü bir etmenin aracılığıyla bir araya getirilmesini'' gerekti­
rir. Aracılık eden bu öğe, ''duyusal doğadır. '' Duyusal doğa, ''akıl­
da kalmanın tasavvurunun, kavrayışta durmanın tasavvurunun
ve serpilip gelişmede dışa taşmanın tasavvurunun aracısıdır. '' Ara­
cılık eden öğe olan duyusal doğa, ''dışsal ve içsel duyumsamalar
ve etkinlikler'' alanına girer. Eğer ''türetme'', aracılık eden öğe­
nin doğru bir şekilde bulgulanmasını sağlarsa, duyusal doğanın
yapısal özelliği, ''içlemi ve dışlamına veya bu ikisinde gerçekleşen
değişime '' bağlanabilir.
Bir dilin ''söz varlığı'' tümlenmiş birikimdir; ancak sürekli
olarak ''yeni sözcükler ve sözcük biçimlerinin '' oluşturulduğu da
aynı şekilde söz varlığı ile birlikte düşünülmek zorundadır.
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 111

Sözcüklerin ''ses bağıntı/arının özü '', söz varlığının temeli­


ni oluşturan ''sayısız ölçüde kök sesin ekler ve değişimler ile her
zaman daha belirgin ve daha fazla birleşik kavramlara uygulan­
masına dayanır. ''
Anlamın veya imlemin özünü, çoğu kez ''ilişkilendirme '' oluş­
turur. Anlamlandırmada ''konuşucunun kişiliği'' merkezi konum­
da bulunur. Konuşucu veya yazıcı, daha kapsayıcı söyleyişle, dil
kullanıcısı, doğayla dolaysız bir temas içindedir ve ''doğaya karşı
kendi 'ben'ini çıkarmaktan '' ve kendisini dilselleştirmekten başka
çaresi yoktur. Bu bağlamda şu ilkeyi vurgulamak gerekir: ''Ben'de
kendiliğinden sen de verilidir. ''
Humboldt'un sözünü ettiği ''ben-sen-diyalektiği'' , karşılıklı bir
eylem olan konuşmanın, anlaşmanın ve her türlü söyleşimin çıkış
noktasıdır. Bir '' ben''den kaynaklanan her dilsel bildirim, amacı­
na ulaşa bilmek için, bir ''sen'' i gerektirir.
Dil ve yaşam, Humboldt'un anlatımıyla, ''birbirinden ayrılmaz
iki kavramdır'' ve bu bağlamda öğrenme, ''her zaman bir yeniden
üretmedir. ''
Nitelemelerin oluşturulmasında ''belirli bir bireyliğin gerçek
coşku patlaması '' belirleyicidir.
Gerçek dil, ''salt konuşmada kendini açığa vurur. '' Konuş­
ma, daha önce de vurgulandığı üzere, ben ile sen arasında ger­
çekleşen bir eylemdir. Dili ilk ''devindiren öğe'' ise, her zaman
tinde aranmak zorundadır. Bununla birlikte, güdülen ''erek'' her
zaman önemli bir etmendir. Dilsel oluşturumlar, ''dışsal izlenim­
ler ile içsel duyguların etkileşiminden '' kaynaklanır. Bunlar aynı
zamanda ''içsel ve dışsal dünyayı ilişkilendirmeyen dilsel amaç ile
bağlantılı olarak ülküsel bir dünyanın yaratımındaki öznellik ve
nesnellik '' ile bağlantılıdır.
Salt simgesel olan ve ''salt imleyen (duyumsatan) değil, gerçek
anlamda gösteren/niteleyen de gereksinmesinin dili gerek tirdiği
yerde, konu/aştırma tarzından dolayı, bu son doğasını yitirebi­
lir. '' Simgesel olan, ''seslerin dolaysız örneksemesine (analojisine)
dayanmaz''; simgesel, ''sanatsal bir tarzda yerleştirilen dil görü­
şünden'' ortaya çıkar.
1 12 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KUAAMI - 1 -

Dilin Özü Boğumlama ve Simgeleştiııııedir

Dil, Humboldt'un '' Oluşturucu İlkelerinin Saflığı Açısından


Dillerin Temel Farkları'' adlı bölümdeki açımlaması uyarınca,
daha önce de sıkça vurgulandığı gibi, ''taş veya kaya benzeri
özdeksel bir şey'' değildir; dil, ''insanın bilincinde ve gönlünde
ülküsel bir var-oluş '' sürdürür ve duyumsandığı sürece ''artık
konuşulmayanın da gücünü '' içinde taş_ır. Bu açıdan dilin gücü,
büyük ölçüde insanın ''yeniden canlandırma ruhuna '' bağlıdır.
Bir halkın veya insanın ''düşünme gücünün'' dilsel öğeleri içine
alması veya kavraması, söz konusu öğeleri, ''istemeksizin ve açık­
ça bunların bilincine varmaksızın, bir bütünlüğe/birliğe bağlamak
zorundadır''; çünkü böyle bir işlem olmaksızın ''ne birey dil dola­
yımıyla düşünebilir, ne de karşılıklı anlaşım olanaklı olabilir. ''
Dil, ''aynı çeşitli düşünce bağlantılandırmalarında olduğu gibi,
bütün bu işlemlerde özgürlüğü gereksinir_ '' Katıksız ve başarılı bir
''dil yapısının belirtileri, sözcükleri biçimleme ve ekleme/erdir. ''
Böyle bir dil için bu ''sınırlamaların'' dışında, ''özgürlük ile kural­
lılığı (veya bağımlılığı) bütünleştirmekten başka gerekirlik yoktur. ''
Bir başka anlatımla, ''özgürlüğü, kendi asıl var-oluşunun engelle­
riyle '' güvence altına almaktan başka gerekirlik söz konusu değildir.
Dilin gelişim süreciyle ''düşünsel yeterliliğin gelişim süreci''
doğal bir uyum içindedir; çünkü düşünme gereksinmesi, ''insanda
dili uyandıran '' en önemli etkendir. Bundan dolayı dilin gelişmiş­
liğiyle düşüncenin gelişmişliği doğru orantılıdır ve toplumun ''tin­
sel tembelliği'' dolaysız olarak dile de yansır.
Dili canlı tutan ve geliştiren etken olan konuşmanın iki öğesi,
diyesi, ''nesnel im/em/anlam ve düşünceyle öznel ilişki'' , dilde
somutlaşır. Böylece, dilin özünü belirleyen ''boğumlama ve sim­
geleştirme '' en üst düzeye yükseltilir. Bu iki özellik, öncelikle
''Semitik diller'' için geçerlidir. Bu dil kümesinin hakiki ve belir­
leyici yönü, ''çekim'' ve bunun bağlantılı olduğu ''en ince simge­
leştirmedir. '' Ayrıca, ''çeşitli sesleme aşamalarında imlemilanlamı
ayrımlaştırmadaki incelikteki hayranlık uyandırıcı sanat'', bu dil­
lere özgüdür.
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 13
'

Bütün bu açıklamalar ışığında ''insan tini, hangi yola girerse


girsin, her zaman büyük şeyler ve insana geliştirici ve coşturucu
etki yapan şeyleri'' yaratmaya yeterli olduğunu göstermektedir.
Bir dilin ''hakiki'' olumlu özelliği, ''kendisine insanın her türlü
düşünsel yeterliliğini canlı bir etkinlik içinde koruma olanağı
veren bir ilkeden yola çıkarak, özgürlük içinde gelişmektir. ''

Dillerin Öz-Yapılan/Karakterleri

Humboldt'un bu bölümün girişinde yaptığı saptamaya göre,


insanlar veya toplumlar, " biçimlerin oluşumu'' aşamasında dil­
den çok ''dilin amacıyla'' ilgilenmiştir. Bunların başlıca amaçları,
''düşünceyi anlatmak'' olmuştur. Bu ''zorlama'' ve başarılan şey­
lerin özendirmesi, ''yaratıcı gücü ortaya çıkarır ve korur. ''
Dil, doğal bir benzetmeyle anlatmak gerekirse, ''doğada kristal
parçaların birbirine bağlanması gibi'' gelişir. Bu gelişme süreçsel­
dir ve kurallıdır. Başlangıçta tinden çok dil ile uğraşılması anlaşılır
bir şeydir. Dilin ''kristalleşmesi'' sonuçlandığında, dil adeta ''tüm­
lenmiş bir özellik kazanır. '' Böylece, araç işlevi gören dil ortaya
çıkmıştır; artık gerisi bu aracı ''kullanarak, onun içine kendisi­
ni inşa edecek '' tine kalmıştır. Tinin işleyiş ve kendini dışa vuruş
tarzı, ''dilin rengini ve karakterini'' belirler.
Dili hem bir tümlenmiş ürün, hem de bir etkinlik olarak değer­
lendiren Humboldt şu hususu özellikle ve sürekli yineler: ''Dili
oluşturan konuşmadır ve konuşma, düşünce ve duyumsamanın
anlatımıdır. '' •

Bir halkın dile ''renk ve karakter'' kazandıran düşünme ve


duyumsama tarzı, baştan sona dili etkiler. Bir dilin tikel özellikle­
ri, dilin bütün özelliklerine ve ''sesin bütün öğelerine '' nüfuz eder.
Dilin karakteri, o dilin ''yapısının yetkinleşme'' düzeyi ile
yakından ilgilidir. Bir dil topluluğunun etkinliği, zamanla dilden
dilin kullanımına kayar. Dil ve dilin kullanımı, birbirini gerektirir
ve koşullar; her biri öbürünün ''yardımını '' gereksinir. ''Hayranlık
ve beğenme, böylece tekile, diyesi, dile getirilene'' dönüşür. ''Şar­
kılar, dualar, özlü sözler, öyküler arzu uyandırır, korunur, değişti­
rilir ve var olanlar örnek alınarak yenileri oluşturulur. ''
1 14 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Humboldt'un belirmesiyle, bunlar ''edebiyatın temellerine


dönüşür ''; tinin ve dilin bu oluşumu, zamanla toplumun tümlü­
ğünden ''tekil bireylere geçer. " Bu süreçte dil, ''halkın şairlerinin
ve öğretmenlerinin eline geçer. '' Dil bu sayede ''ik i katmanlı bir
biçim kazanır. '' Bu iki katmanlı biçimden, ''karşıtlık doğru bir
oranı koruduğu sürece, gücün ve arınmanın birbirini karşılıklı
olarak tümleyen kaynakları '' doğar.
Bir halkın tini ''kendi içinde canlı bir özgünlük taşıdığı dili
etkilemeyi sürdürdüğü sürece, dil yetkinleşmesini ve zenginleşme­
sini sürdürür. '' Bu da tin üzerinde ''özendirici bir etki'' yapar.
Dil, öz-yapısını özellikle kendisiyle yaratılan ''edebiyatın dönem­
lerinde '' ve bu dönemleri hazırlama aşamasında bulur; çünkü dil,
zamanla ''özdeksel yaşamın tek-düzeliğinden '' kurtulmaya başlar
ve ''katıksız düşünce gelişimi ve özgür betimleme yönünde gelişir. ''
Her dil, ''tikel bireylere araç olarak hizmet ettiği için '', özgün
bir karakter kazanır. Ayrıca her toplum veya ulus, ''insani özgün­
lüğün bütün ince ayrımlarını '' kendi içinde taşır. Benzer dille bile
''aynı işi kavramada ve kendisi üzerine etki ettirmede '' farklı yolu
izler. Dil, ''tinin ve gönlün gizli katmanlarına '' işlediği için, söz
konusu farklılık her dil için geçerlidir. Her dil kullanıcı, ''kendi
tikel özgünlüğünü '' anlatmak amacıyla dili kullanır; çünkü dil,
''tekil konuşucudan'' doğar ve herkes dili ''kendisi için kullanır. "
Böyle olmasına karşın, dil, bireyler arasında ''köprü kurmak'' ve
''karşılıklı anlaşma ''yı sağlamak suretiyle, herkesin bu gereksin­
mesini karşılar.
Öte yandan, dil, ''kavramların tinsel yetiye nasıl kök saldıkları­
nı göstermek suretiyle, onların açıklık kazanmasını ve zarifleşme­
sini '' bilince çıkararak, ''farkı büyültür. '' Farklı insanlara ''anlatım
aracı'' olarak hizmet etme olanağı, görünüşe göre, dilde ''karak­
tersizlik'' gerektirmelidir; ancak dil böyle bir özelliği hak etmez.

Tekil Özne, Dili Ayrımlaştırarak Biçemselleştirilir

Dil, gerçekte iki karşıt özgünlüğü, diyesi, ''tek bir dil olarak
aynı ulus içinde bitimsiz sayıda dillere bölünür. '' Fakat kendi için­
de bitimsiz sayıda dile bölünen aynı dil, bir başka ulusun diline
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 115

karşı ''bu sayısız dili tek bir dilde bütünleştirir. '' Her tekil bireyin
''anadilini ne kadar farklı algıladığı ve kullandığı, her biri kendi
özgün dilini oluşturan büyük yazarlar karşılaştırıldığı zaman
görülebilir. ''
Dilin '' bu çelişkiyi'' veya karşıtlığı nasıl giderdiği araştırıldı­
ğında, dilin farklı bireylere anlaşım aracı olarak hizmet etme ola­
nağının, onun en derin doğasından kaynaklandığı görülür. Dilin
öğesi olan ''sözcük'', ''bir töz gibi, daha önce oluşturulmuş bir
şeyi bildirmez, bütünlüklü bir kavram da kazanmaz, tersine sade­
ce kavramı bağımsız gücüyle, ancak belli bir tarzda oluşturmayı
özendirir. ''
İnsanlar, ''şeyleri göstergeleştirdikleri için veya bir birlerini
karşılıklı olarak belirledikleri için birbiriyle anlaşmaz, duyusal
tasavvurlarının ve içsel kavram üretimlerinin zincirinin bir hal­
kası olarak karşılıklı bir birleriyle temas ettikleri için, duyusal
araçlarının aynı düğmesine bastıkları için ve bu düğme üzerinden
duruma uygun kavram ortaya çıkardıkları için'' anlaşırlar. Sadece
bu sınırlar içinde ve bu ''farklılıklar'' içinde hepsi ''aynı sözcükte
birleşirler. '' Alışılmış şeylerin, örneğin, bir atın ''adlandırılmasın­
da'' hepsi ''aynı hayvanı'' kasteder; aricak her konuşucu ''sözcüğe
başka bir tasavvur'', diyesi, anlam katar. Bu nedenle, aynı şey için
birçok anlatım ortaya çıkar. Fakat bu tarzla ''zincirin halkasına,
aracın düğmesine dokunulduğunda, bütün titrer ve kavram olarak
ruhtan doğan şey, tekil halkayı çevreleyen her şeyle uyum/ulaşır. ''
Farklı durumlarda ''sözcük'' tarafından uyandırılan tasavvur,
''her tekil kişinin özgünlüğünün damgasını '' taşır; fakat taşımakla
birlikte bütün bu tekil kişiler tarafından ''aynı ses'' ile nitelendirilir.
Ayrıca, bir toplum veya ulus içinde yaşayan bireyleri, ''ulusal
bir aynılık '' çevreler. Bu ulusal aynılık veya benzerlik, ''her tekil
duyumsama tarzını '' diğer halkın duyumsama tarzından ayırır.
Söz konusu bu aynılıktan ve ''tikel, her dile özgü özendirmeden
toplumlarınlhalkların karakteri'' ortaya çıkar. Bu aynı zamanda
''ulusal biçem'' kavramının da başlıca kaynağıdır. Her dil, ''ulu­
sun özgünlüğü'' sayesinde özgünlük kazanır ve '' benzeştirici etki­
siyle'' bu özgünlüğü güçlendirir.
1 16 DiL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Ulusal özgünlük, genellikle ''ortak yaşam alanında gerçekleşen


etkileşim '' ile biçimlenir; ancak ''ortak köken ile açıklanan doğal
yeterliliğin benzerliğine dayanır. ,, Doğal yeterlilik, aynı zamanda
''insan bireyliğinin özünü oluşturan tinsel gücün beden ile olan
binlerce çeşit bağlantısının gizeminin ,, de kaynağıdır. Doğal yeter­
lilik konusunda dil de gözetilmek zorundadır; çünkü dilde ''sesin
kendi anlamıyla kurduğu bağlantı ,, da gizemli bir şeydir.
Humboldt'un anlatımıyla, yapılabildiği ölçüde, ''kavram-

lar bölünebilir, sözcükler parçalanabilir ''; ancak bunu yapmak-


la ''düşüncenin sözcükle nasıl bütünleştiğinin gizemi ,, ortaya
çıkarılamaz.
Ulus veya toplum, dil oluşturucu bir insan ''yığınıdır. " Dil ayrı­
ca ''yabancılaştırma ve bütünleştirme'' gücüne sahiptir ve kendi
dola yımıyla '' ulusal karakteri'' bildirir.
Dil, insanı ''ulaşabileceği noktaya değin tinsel/eştirmek veya
düşünsel/eştirmek suretiyle, gelişmemiş alanın karanlık duyum­
samasından ,, uzaklaştırılır. Böylece, bu gelişmenin araçları olan
diller, belirli bir karakter kazanırlar ve bu dilsel karakter üzerinde
ulusal karakter; gelenek, alışkanlık ve eylemlerden daha iyi tanı­
nabilir. Bu yüzden, ''edebiyatı eksik olan '' uluslar, ''olduklarından
daha tek-düze '' veya benzeşik görünürler.
Humboldt'un belirlemesiyle, ulusun tinsel özgünlüğü, ''söz­
cüklerin genel imlerini her zaman aynı tikel tarzda algılar ve aynı
yan ideler ve duyumsamalar ile eşlik eder; aynı doğrultuda düşün­
celerin ilişkilerini kurar ve konuşma eklemelerinin özgürlüğünü
aynı ilişki içinde kullanır. ,,
Bu son belirleme, ulusal biçemin kaynağı olan ulusal özgünlü­
ğün yanı sıra, tikel dil kullanıcısının dilsel malzemeyi anlam bakı­
mından nasıl çoğullaştırdığının da anlatımıdır. Anlamı özgüleştir­
me ve çoğullaştırma, dil kullanım tarzını tikelleştirme ve sözcüğe
yan anlamlar katma yoluyla gerçekleşir.
Humboldt'un söyleyişiyle, bir ulusun veya bireyin düşünsel
''gözü pekliğinin kavrayış yeteneğine ölçüsü'' , bu ilişki içinde
belirginleşir. Söz konusu düşünsel gözü peklik, dile asıl rengini ve
tınısını kazandırır.
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 117

Dile görülür bir etki yapan şey, salt ''ulusal özgünlüğün köken­
sel yetisi değil, içsel yönelişin ve ulusun ruhunu ve tinsel sıçrama­
sını yükselten veya alçaltan her türlü dışsal olayın zamanla ortaya
çıkan değişmesidir ve öncelikle muhteşem kafaların atılımıdır. ''
Hiçbir ulus, başka bir ulusun dilini, ''başkalaştırmaksızın,
kendi tini ile canlandıramaz. ''
Bu sözleri şöyle anlatmak olanaklıdır: Bir ulus, başka bir ulu­
sun dilini kendi tiniyle canlandırdığı takdirde başkalaştırabilir.
Diller tarihinde böyle bir duruma seyrek rastlanılabilir.

İnsan Hem Kendini, Hem de Dili Değiştirir

Tin, filozofun anlatımıyla, durmaksızın dile ''yeni bir şeyler''


eklemeye ve bunların da dönüp kendisini etkilemesine uğraşır.
Fakat bu ''iki türlü bir şeyin'' varlığını gerektirir: Birincisi, ''dilin
dolaysız olarak içermediği bir şey yoktur''; ikincisi dilin devin­
genleştirdiği tin ''tümlenmek zorundadır'' ve ''ruhun duyumsadığı
her şeyi ses ile bütünleştirme güdüsü '' özendirilmelidir.
Her dil, aynı insan gibi, ''zaman içinde ve zamanla değişen son­
suz bir şeydir. '' Herhangi bir dili konuşanın ''bütün bireyliği'', dil
tarafından ve dil dolayımıyla ''başkalarına aktarılır. " Bu aktarım
ile öz kişiliği veya kimliği geri plana atmak değil, ''yabancı ve öz''
kimlikten ''yeni, verimli bir karşıtlık oluşturmak '' amaçlanır.
Ruhun algıladığı ve ürettiği malzeme ile ''bu çift etkenlikte itici
ve uyum/ulaştırıcı güç'' arasındaki, diyesi, ''etki ve etkileyen oluş ''
arasındaki fark duygusu, bu ikisinin doğru ve orantılı değerleme-

si, ulusal özgünlükte ''aynı güçte değildir. '' Farkın nedeni, bire-
yin yaşamı boyunca geliştirdiği düşüncelerin ve duyumsamaların
'' bütünlüğünün gerekirliği'' ve bunların doğadaki benzerleridir.
Bu nedenle, ''ruhun yaratabildiği şey, sadece bir parçadır'' ve
ruhun etkenliği ''ne denli devingen ve canlıysa, yaratılan şeyle
benzerlik taşıyan şeyler o denli devingendir. ''
Her türlü betimleme ve gelişme, tekil bireylerce gerçekleştirilir
ve ''dilsel anlatım yoluyla başkasına aktarılır''; sözü edilen baş­
kası, adeta ''kavrayışında eksik olan şeyleri, verili olan şeylerle
tümlemeye davet edilir. ''
1 18 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

Örneğin, bu alanda öne çıkan Yunanlar, ''edebiyatlarında,


özellikle lirik edebiyatlarında sözlerle şarkıyı, enstrümantal müzi­
ği, dans ve el yüz devinimlerini'' bütünleştirmiştir. Yunanlar, bun­
ları, ''duyusal izlenimi çoğaltmak ve katman/aştırmak yerine '',
bu tekil etkilemelere ''benzer bir karakter vermek '' için yapmıştır.
Böyle davranmakla Yunanlar, örneğin, şiirin düşüncesini ''belli
bir doğrultuda korumak, canlandırmak ve güçlendirmek için,
ruhtaki itici şeyleri ve uyum/ulaştırıcı şeyleri'' arayıp bulmuştur.

Edebiyatta ''sözcükler/sözler ve bunların düşünsel içeriği'' başat-


tır. Duyumsamalar, düşünceler ve eylemler, ''kendi özgürlükleri''
içinde coşkunun bağrından kökenlenir.
Nesnel olanın en üst bireyliği, ''duyusal ayrıntıların bütün
inceliklerine nüfuz etmek ve betimlemenin en yüksek görülürlü­
ğü '' ile olanaklıdır.
Bir ulusun düşünsellik düzeyinin yüksekliğinin ve derin içselli­
ğinin kanıtı, ''içsel özgürlük ve çok-yönlülükten '' ortaya çıkan ve
''amacını kendi yetkinleşmesi içinde arayabilen '' üretimdir.
Bu kapsamda ''duyusal görü, içsel duyumsama ve tekil düşün­
me alanındaki bireysel çeşitlilik '' önemlidir. Bunların her birinde
''insanı kuşatan dünya '' görünür; bu dünya, her birey tarafından
''bir başka yönden algılanır ve farklı biçimde dışa vurulur. ''
Humboldt'un belirlemesiyle, doğada her şey, ''eş-zamanlı göz­
lenen sürekli bir dizi; diyesi, durumların, koşulların gelişimi için­
de birbirini izleyen bir dizi'' oluşturur. Aynı durum, güzel sanat­
larda da söz konusudur. Örneğin, ''duyusal görüden her zaman
en eksiksiz, en zarif anlamları çıkaran '' Yunanlarda da durum
böyledir.
Humboldt, Yunanları söz konusu ettiği yerlerde belirgin bir
Filhelenizm, diyesi, Yunan hayranlığı sergiler. Filozofun bu tutu­
mu, 1 82 1 'den sonra tüm Almanya'da yaygınlaşan Yunanların
Osmanlı yönetimine karşı başkaldırısını yücelten ve destekleyen
kuruluşların ve aydınların yaklaşımıyla örtüşmektedir.
Tinsel etkenlik bakımından Yunanların ''en karakteristik özel­
liği '' , ''her türlü ölçüsüz şeyden ve her türlü abartılı şeyden kaçın­
madır. Özlerinde taşıdıkları imgelem gücünün her türlü canlılığına
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 19

ve özgürlüğüne, duyumsamanın her türlü bağımsızlığına, gönül


halinin her türlü değişebilirliğine ve her türlü devingenliğe karşın,
karar değiştirme, böyle olmasının yanı sıra, kendi içlerinde biçim­
lenen her şeyi her zaman ölçülülük ve uyum içinde tutmadır. ''
Yunanlar, ''her halktan daha fazla duyarlılık ve beğeni'' sahibi­
dirler ve bütün yapıtlarında ''duygunun zarifi.iğini, güce ve doğa
gerçeğine feda etmedikleri '' görülür. İçsel duyumsama, ''güçlü
çelişkilere, sert ve ani geçişlere ve gönlün onarılamaz biçimde par­
çalanmasına '' izin verir.
Humboldt'un açımlaması uyarınca, ''tinsel özgünlük farklılı­
ğının alanı, ölçülemez genişlik ve belirlenemez derinliktedir. '' Bir
ulusun özgünlüğü, asıl olarak ''gönlün içsel halinde'' aranmalıdır;
ancak bu özgünlük, dilin ve dilsel yapıtların dışında, ''fizyonomi,
beden yapısı, görenek, töreler, yaşam tarzı, aile ve yurttaş kurum­
ları ve özellikle de yüzyılların akışı içinde yapıtlarına ve eylemleri­
ne vurdukları damgada '' kendisini gösterir.
Ulusal özgünlüğün dil üzerine etkisine gelince: Dil, ''gerçek
dışa-vurum/arla dolaysız olarak her yerde ilişkilendirilemez. ''
Bu yüzden, ulusal özgünlük ile dilin buluşacağı ve ''bir kaynak­
tan çıkarak, çeşitli yollara gidebileceği bir ortam veya dolayım ''
bulunmalıdır. Söz konusu dolayım, ''gönlün en içsel dünyasıdır. ''
Toplumun tinsel bireyliğinin dile yansımasına gelince: Toplum­
sal tinsel bireylik, dilin bütününe siner; bunun etkisi, ''dönemlere
ve yazarlara göre '', dili ''farklılaştırır." Dilin karakteri, ''biçem ile
iç içe geçer''; ancak kendisi olarak, dilin karakteri olarak kalır;
çünkü ''biçemin bazı türleri, dil için hafif ve doğaldır. ''
Humboldt'un açımlaması uyarınca, Arapça ''imge bakımından
zengindir''; ancak imge zenginliği daha önce biçimlenen sözcük­
lerden kaynaklanır. Fakat Arapça, Yunancaya göre, ''her türden
edebiyatı özünden yaratabilmek için gerekli olan araçlar bakımın­
dan daha az zengindir. ''
Filozofun savlamasına göre, dilin ''çok sayıda yazınsal biçim
öğeleri içerdiği durumunu, dilin sesler, biçimler, özgür bırakılan
ilişkilendirmeler ve konuşma ekleme/erindeki organizmasına hep
serpilip gelişen edebiyatın yok edilemez çekirdeklerinin yerleşti-
1 20 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

rildiği'' durumundan ayırmak gerekir. Dilin birinci durumunda


''daha önce belirlenen biçim ve onun yazınsal içeriği '' zaman­
la donuklaşır ve ''heyecan verici'' olarak duyumsanmaz. İkinci
durumunda ise, dilin yazınsal biçimi, ''zamanın tinsel kültürüne
göre her zaman yeni tazelik içinde yazarların dehasından türeyen
malzeme olarak edinilebilir. ''
Bir dilin hakiki yararı ve önceliği, tini ''gelişimlerinin bütün
sonucuyla kurallı etkenliğe ve tekil yeterliliklerinin her yönden
-

oluşması ve gelişmesi için isteklendirmek veya böyle saf, kurallı


ve canlı bir enerjinin damgasını '' içinde taşımaktır.
Dilin biçimsel gelişmişliği, dikkatleri ''duyusal ses çokluğun­
dan ve biçimlerin çeşitliliğinden, kullanımının kesin inceliğine ve
belir/iliğine '' yöneltir. Dilin duyusal canlılığı ve çevikliği, ''içsel
düşünce anlatımına '' uygun ortam hazırlar. Tin, içsel etkenlikle,
dil ise kullanım yoluyla sürekli yetkinleşir; ancak ulusların kendi
dillerinin ''teknik araçlarını'' kullanma ölçüsü, onların ''farklı tin­
sel özgünlüklerine '' göre değişir. Örneğin, Sanskrit, ''birleşik söz­
cükleri çok geniş sınırlar içinde'' kullanır. Buna karşın Yunancada
söz konusu sözcük biçimin kullanımı sınırlıdır.
Humboldt, ''farklı dünya görüşlerinin, sözcüklerin geçerlilik­
/erine yapıştığını '' vurgular. Filozofun açımlaması uyarınca, ''her
dönem, her özerk yazar istenç dışı olarak '' dile renk katar; anla­
mı değişikliğe uğratır; çünkü ''kişiliğinin/bireyliğinin dile yapışıp
kalmasını engelleyemez. Ayrıca, öznel bireylik, bir başka anlam
gereksinmesini dile dayatır. '' Özellikle yazarlar, dillerin söz varlı­
ğını genişletir ve çeşitlendirir. Bir dilin salt kendine özgü ve aynı
türe ait söz varlığında ''benzerlik ve birlik'' belirginleşir.
Kavramların ve bunların göstergelerinin ''dizgesel ve kesin
sınırlandırılması ve belirlenmesinden '' bilimsel terminoloji ortaya
çıkar.
Tinin çalışması, ''biçimi açısından ne ise, o dilde görülür ve
dönüp içseli etkiler. '' Bu etkinin yol açtığı şeyler, ''kesin ola­
rak söze dökülemez''; ancak böylece ortaya çıkarılan farklı tin,
''görünmez bir soluk gibi, bütün üzerinde dolaşır. '' Humboldt'un
dil felsefesinin başlıca temellerinden biri, tinin dilin bütününe sin-
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 21

mesi ve dili özgünleştirmesidir. Filozofa göre, tin ve dil, birbirinin


belirleyeni, gelişim ortamı ve dolayımıdır. Buradan yola çıkarak
ve ''sanatta tinsel duyusallaşır; duyusal tinselleşir'' diyen Hegel'i
örnekseyerek şu belirleme yapılabilir: Düşünmede ve anlatımda
dil, tinselleşir; tin dilselleşir.

Dillerin Karakteri- Şiir ve Düz-Yazı

Ara-başlıktan da anlaşılacağı üzere, Humboldt, bu bölümde


dil-edebiyat ilişkisini öne çıkarır. Ulusların ve dillerin karakterle­
rinin etkileşimi ve bu etkileşimin sonuçları, filozofun çözümlemesi
uyarınca, şiirde ve düz-yazı ürünlerinde belirginleşir. Bu yüzden,
şiir ve düz-yazı, dilin ''görünüşleri'', bir başka deyişle, dışa-vu­
rumları olarak adlandırılmak zorundadır; çünkü ''biçim'' kavra­
mının gelişkin olduğu yerlerde ''kökensel bir yeti '', bu iki üretim
alanının eş-zamanlı gelişmesini olanaklılaştırır.
Humboldt'un ayrımıyla, şiir ve düz-yazı, her şeyden önce
''düşünsel/iğin gelişim yollarıdır'' ve bu iki alan, uygun ortam ve
koşullarda ''dilin özünden ortaya çıkar. Bu nedenle, ''özenli bir
"

inceleme '' , salt dil ile bu iki alanın birbiriyle olan ilişkisini değil,
''özellikle bunların oluşum zamanını '' konulaştırmalıdır.
Şiire ve düz-yazıya aynı zamanda ''içerdikleri somut ve ülkü­
sel'' yönden bakıldığında, her ikisinin de ''benzer amaca ulaşmak
için, farklı yolları '' izlediği görülür; çünkü ikisi de ''gerçeklikten
yola çıkarak, kendilerine ait olmayan bir şeye doğru devinir. ''
Şiir, örneğin, ''gerçekliği kendi duyusal görünüşü içinde, dışsal
ve içsel olarak nasıl duyumsanıyorsa, öyle kavrar. '' Bunun yanı
sıra, gerçekliğin ''nasıl gerçeklik durumuna geldiği ile ilgilenmez,
hatta bunu kendi karakterini bilerek yadsır. '' Şiir, daha sonra
duyusal görünüşü, ''imgelem gücünün önünde bağlantı/andırır ve
imgelem gücü aracılığıyla, sanatsal ve ülküsel bir bütünün görü-
sune goturur. ' '
. . .. .. . .

Buna karşın, ''düz-yazı'', öncelikle ''gerçekliğin var-oluşa


tutunduğu kökleri ve var-oluş ile bağlantılarını kuran lifieriliplik­
leri arar. '' Düz-yazı daha sonra ''düşünsel bir yol üzerinde olgula-
1 22 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

rı olgularla ve kavramları kavramlarla ilişkilendirir ve bir idenin


içindeki nesnel bağıntıyı '' bulmaya uğraşır.
Bu ikisi arasındaki '' fark'', bu alanların ''tindeki hakiki özle­
rine göre '' kendisini söze döker. Salt dildeki görünüşe göre, ''içsel
düz-yazısal yön, bağ(ım)lı konuşmada '' görülür. Buna karşın,
şiirsel yön, kendisini ''özgür konuşmada gerçekleştirilebilir. " Bu
gerçekleştirim çoğunlukla hem şiirin, hem de düz-yazının zararı­
na işler; çünkü ''şiirsel olarak anlatılan düz-yazı, ne düz-yazının

karakterini, ne de şiirin karakterini tümüyle içinde taşır. '' Aynı


şekilde ''düz-yazılaştırılan şiir de, ne şiirin, ne de düz-yazının
karakterini tümüyle içinde taşır. ''
Humboldt'un biçim-içerik ilişkisini anlatan şu belirlemesi ede­
biyat kuramı açısından çok önemlidir: ''Şiirsel içerik, şiddet kulla­
narak şiirsel örtüyü/biçimi de ortaya çıkarır. '' Şairlerin ''bu şiddet
duygusu içinde düz-yazıda başlanılan bir şeyi dizelerle sonuçlan­
dıklarını '' gösteren örnekler vardır.
Dolgun veya dişe dokunur bir içeriğin, kendisine uygun biçimi
ortaya çıkardığı savı, Hegel'de vardır. Bu sav tümüyle ve her içerik
için genelleştirilemez; ancak kendi içinde tutarlıdır; çünkü kendi­
sini dışsallaştırmak ve genelleştirmek isteyen öğe içeriktir.
Humboldt'un çözümlemesi uyarınca, şiirin ve düz-yazının töz­
sel bakımdan ortak yönleri, ''gerçekliğe tümüyle nüfuz etmenin
sonsuz çeşitliliğinin ülküsel bütünlüğüne ulaşılmasını gerekti­
ren gönül/ruh güçlerinin gerilimi ve kapsamıdır; gönlün belli bir
yolun kararlıca izlenmesine yoğunlaşmasıdır. " Fakat bu orta yön,
''karşıt yolun izlenmesini ulusun tini içinde dışlamaz, hatta özen­
dirir'' veya destekler.
Şiirsel ve düz-yazısal ruh hali, Humboldt'un belirlemesiyle, bir
ortak özellikte birbirini tümlemek zorundadır. Bu ortak özellik
veya yön, ''insanın, büyümesinin daha sevecen bir şekilde gerçek­
liğin üzerinde özgür öğeye yükselmesini kolaylaştırmak amacıyla,
derinlemesine gerçekliğe kök salmasını sağlamaktır. ''
Bir halkın şiiri, eğer ''kendi atılımının çok-yönlülüğü ve özgür
esnekliği içinde aynı zamanda düz-yazıda da denk bir gelişmeyi
ortaya koyamaz ise '', kendi gelişiminin ''en üst noktasına'' veya
doruğuna ulaşamaz.
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 1 23

İnsan tini, ''güç ve özgürlük'' açısından bakıldığında, her ikisi­


ni de '' biçimlemeyi '' başarmak zorunda olduğundan, şiir, düz-ya­
zıda, düz-yazı da şiirde görülür.
Bunun yanı sıra, düz-yazı, ''gerçekliğin, tümüyle dışsal amaç­
ların salt betimlemesinde çakılıp kalabilir'' ve belli ölçülerde ''ide­
/erin ve duyumsamaların değil, sadece şeylerin bildirimi olur. ''
Düz-yazının böyle bir durumda ''sıradan bir konuşmadan '' bir
farkı kalmaz ve düz-yazı ''kendi doruk noktasına da ulaşamaz. ''
Biçimsel ilişkileri olmayan ''salt özdeksel ilişkileri olan '' böyle bir
düz-yazı, ''düşünsel/iğin bir gelişim yolu '' olarak adlandırılamaz.
Düz-yazı, ''daha yüksek yollar izlediği yerde, amacına ulaşa­
bilmek için, gönle daha derinlemesine nüfuz eden araçları gerek­
sinir. '' Bu araçlara sahip olduğu zaman, ''düşünsel yolda şiirin
yol arkadaşı '' olmasını sağlayan ''zarif konuşma'' durumuna
yükselebilir.
Bu duruma yükselen düz-yazı, ''gönlün birleşmiş bütün güçle­
riyle nesnesini kapsamak ister'' ve böylece söz konusu nesnenin,
tinsel düz-yazının etkileyebileceği ''her yöne büyük parlaklıkla
gönderilmesi'' söz konusu olabilir. Bu kapsamda salt ''ayrıştıran
kavrayış'' değil, diğer güçler de etkileşirler ve ''daha yüksek bir
anlatımla tinle dolu '' bir anlayış oluştururlar. ·

Edebiyatın Özerk Güzelliği Nasıl Oluşturulur?

Tin bu birlik içinde ''nesnenin işlenmesinin dışında kendi ruh


halinin damgasını '' konuşmaya aktarır. D üşüncenin atılımıyla
yükseltilen dil, ''olumlu yönlerini geçerlileştirir''; ancak bunları
''kural koyucu amaca '' bağımlılaştırır. Töresel ''duygu hali, dile
kendisini bildirir ve ruh, biçemden parıldar. '' Düz-yazıda ''tümüy­
le kendisine özgü bir tarzda tümcelerin bağımlılaştırılması ve kar­
şılaştırmasıyla, düşüncenin gelişmesine uygun düşen orantısal
güzellik '' ortaya çıkar.
Söz konusu bu ölçülülük, ''kendi tikel amacı aracılığıyla genel
yükselmesi içindeki'' düz-yazısal konuşmaya kazandırılır. Eğer
şair, bu tür bir düz-yazıya ''kendisini tümüyle bırakırsa, şiiri, reto-
1 24 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

,,
rik düz-yazıya benzetir. Tin dolu bir düz-yazıda burada anılan
''tekil öğeler etkileşmek suretiyle, düz-yazıda düşüncenin canlı
oluşumu, tinin nesnesiyle irdeleşmesi'' görülür. Tinin buna izin
verdiği yerde, düşünce ''özgür ve dolaysız bir esine dönüşür ve
hakikat alanında edebiyatın özerk güzelliğine '' öykünür.
Humboldt'un değerlendirmesi uyarınca, şiir ve düz-yazıda
,
''içten gelen bir atılım, tini taşımalı ve yükseltmelidir. , İnsan,
''bütün özgünlüğü içinde düşünceyle dışs_al ve içsel dünyaya doğru
devinmek zorundadır ve tekil şeyleri kavramak suretiyle, tekil şey­
lere de onları bütüne bağlayan biçimi'' vermelidir.
Şiir, ''özü gereği ayrılmaz bir şekilde müzik ile '' bağlantılıdır.
Buna karşın, düz-yazı, ''kendini salt dile emanet eder. '' Düşünce
ve dilin ''ne denli şiirsel olabileceği, müzikal öğe eksik olduğun­
da duyumsanır. '' Şiir, müziğin eğilim olarak ''sınırsız bir özerklik
içinde gelişmesini, bilerek gölgelemesine karşın '', büyük şairler ile
büyük besteciler arasındaki ''doğal birliğin'' nedeni budur.
Şiir ve düz-yazı özsel olarak farklıdır. Düz-yazı ve şiirde tin
veya tinin özgünlüğü kendisini gösterir. Örneğin Yunan şiiri, tinin
''düz-yazı gereksinmesini ortaya çıkaran geniş ve özgür '' açılımını
gosterır.

• •

Bununla birlikte, şiirin ve düz-yazının özsel farklılıkları, ''dilde


de etkisini gösterir. '' Şiirsel ile düz-yazısalın ''özgünlükleri, anla­
tımların/sözcüklerin, gramer biçimlerinin ve eklemelerin seçi­
minde '' ortaya çıkar. Fakat bu ''ayrıntıların'' dışında her ikisinin
''derin özlerinde yatan bütünün tınısıyla '' birbirinden ayrılırlar.
Şiirsel olanın çevresi, ''içse/inde ne denli bitimsiz ve tüketile­
mez olursa olsun, yine de kapalıdır, her şeyi içine almaz veya içe
alınana da asıl doğasını bırakmaz. '' Hiçbir ''dışsal biçime bağlı
olmayan düşünce, hem tekilin kavranmasında, hem de genel ide­
nin birleştirilmesinde her yöne doğru özgür gelişim içinde'' devi­
nebilir. Bu açıdan düz-yazının her yönüyle gelişme gereksinmesi,
''dünse/fiğin zenginliğinde ve özgürlüğündedir. ''
Söz konusu gereksinme, tinsel gelişmenin belli dönemlerine
göre düz-yazıya özgünlük kazandırır. Düz yazıyı çekicileştiren
ve ''gönle hoş görünmesini'' sağlayan bir başka yönü, ''alışılmış
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 1 25

yaşam koşullarıyla benzerliğidir. '' Bu koşulların yetkinleşmesi


sa yesinde ''hakikat ve doğal yalınlıktan bir şey yitirmeksizin '',
düz-yazının tinselliği yükseltilebilir.
Bu yönden şiir de ''katıksız saflığı ve hakikati betimlemek için,
düz-yazısal bir örtüyü seçebilir. '' Şiir, özsel olarak ''her zaman bir
de dış sanat biçimini üzerinde taşır. ''
Humboldt'un savlamasına göre, Almanların duyuş tarzında
''doğaya eğilim'' vardır. Bu eğilimin de etkisiyle şair/yazar, ''bile­
rek gerçek yaşam koşullarına yakın durabilir ve eğer dehasının
gücü yeterse, düz-yazısal örtü altında hakiki bir şiirsel yapıt orta­
ya koyabilir. " Bu bağlamda Goethe'nin ''Werther'i'' anılabilir. Bu
yapıtı okuyan her okuyucu, ''dışsal biçim ile içsel içeriğin bütün­
leşmesinin '' ne denli gerekli olduğunu görebilir.
Çeşitli ruh hallerinden hareketle, ''şiir ile düz-yazının konum­
larının nasıl birbirine karşı olduğu ve içsel ve dışsal özlerinin bağ­
lantılarının nasıl oluşabileceği'' de anlaşılabilir.
Humboldt'un belirlemesiyle, hem şiir, hem de düz-yazı ''özgün
bir renk'' kazanır. Örneğin, Yunan şiirinde ''genel düşünsel özgün­
lüğe uygun olarak dışsal sanat biçimi'', diğer sanat biçimlerine
göre daha başattır. Bu özellik, Yunan şiirinin ''müzik ile olan sıkı
ve kopuksuz ilişkisinden '' kaynaklanır.
Bu kapsamda eski komedi (güldürü) ''en zengin, en çok-kat­
manlı ritmik bir örtüye bürünmüştür. '' Eski Yunan güldürüsü,
''betimlemelerde ve anlatımlarda alışılmışın düzeyine indiği ölçü­
de, dışsal biçime bağlılık ile tavır ve atılım kazanmayı '' gereksinir.
Yüksek şiirsel ton ile ''edimsel, geleneksel, töre yalınlığına ve yurt­
taş erdemine yönelik içerik dolgunluğunun bağlantısı, en derin
noktasında yeniden birleşen bir çelişki içinde gönlü kaplar. '' Bu
durum, Aristophanes'i okurken canlı biçimde duyumsanır.
Humboldt'un anlatımı uyarınca, Hintlilerde ve Shakespeare'de
görülen, ''düz-yazıyı şiire katma '' eğilimi, Yunanlara yabancıdır.
Sahnede ''konuşmaya yaklaşma gereksinmesi ve oyunculardan
birinin ağzına koyulan ayrıntılı öyküleme duygusu, rapsodun epik
anlatısından ayrılmak zorunda kalması, dramanın bu türü için şiir
sanat biçimi ile düz-yazının doğal yalınlığı arasında adeta arabu­
lucu olan hece ölçüsünü ortaya çıkarmıştır. ''
1 26 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Aynı genel ruh hali, ''düz-yazıyı da etkilemiş ve ona dışsal ola­


rak sanat dolu bir biçim '' vermiştir. Ulusal özgünlük, özellikle
''büyük düz-yazı yazanların yargılamasında veya eleştirel görü­
şünde '' kendisini gösterir. Bunun doğruluğu özellikle gramer ince­
liklerinde ve ''sanatsal konuşma figürlerinde '' aranır.
Filozofun ''sanatsal konuşma figürleri'' anlatımıyla dile getir­
mek istediği şey, güncel yazınsal söyleyişle, retorik figürlerdir.
Bu kitapta yeri geldikçe sıkça vurgula.dığım gibi, retorik figürler,
yazınsallaştırmanın zorunlu araçlarıdır. Onlar olmaksızın, dilin
sanatsallaştırılması söz konusu olamaz.
Humboldt'un anlatımıyla, ''bütünün etkileşimi, biçemi yan­
sıtan içsel düşünce gelişiminin görüsü ,,, öncelikle Halikarnaslı
Dionysius gibi yazarların yapıtlarında yok olur. Dehalarca yaratı­
lan yapıtlar, ''ulusun kavrayış tarzına göre'' etkilerini gösterirler.
Dil üzerine yapılan etkileme, öncelikle bu görüşe bağlıdır.
Tin, yetkinleşerek bilim ve bilgelik birikimini çoğaltır. Bilim­
sel kavramlar, dili boyutlandırır. Bilim, asıl olarak düz-yazısal bir
örtü gerektirir; bilimde şiirsel anlatıma sık rastlanılmaz. Bilim ala­
nında tin yalnızca nesnel olanlarla uğraşır; öznel olanla sadece
gerekli olduğu ölçüde ilgilenir. Tin, ayrıştırma yoluyla hakikati
arar. Dolayısıyla, dil, daha doğrusu bilimsel kavramlar, '' bu ayrış­
tırma işlemi'' sayesinde belirginleşir.
Humboldt'un açımlaması uyarınca, bilimsel kavram oluşturu­
mu, dile ''yücelik, ciddiyet ve açık-seçiklik ,, kazandırmakla bir­
likte, ''soğukluk ve duygudan yoksunluk, eklemelerde sanatsal ve
kavrayışın hafif/.iğine zarar veren hafif/.ikten sakınma ve nesneli
anlatma amacı '' da kazandırır. Bundan ötürü, düz-yazının bilim­
sel tınısı, ''olanak olduğu ölçüde düşünceye yakından eşlik eder
ve onu anlatır. ,,
Humboldt'a göre, tinin gelişmesi açısından Aristoteles, ''bili­
min kurucusu'' olarak adlandırılabilir. O, ''olguları araştırmış ve
toplamıştır'' ve bulgularını ''genel ideler'' düzeyine yükseltmeye
çalışmıştır. Kendisinden öncekilerin geliştirdiği ''dizgeyi'' eleşti­
rel değerlendirmiş, ''tutarsızlığını'' kanıtlamış, bilimsel bulgula­
rını düzene sokmuştur. Böylece, kendisinden önce yaşamış olan
Dil FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 27

Platon'un dilinden tümüyle farklı bir dilin gelişimine katkıda


bulunmuştur.
Humboldt'un değerlendirmesi uyarınca, Almanya'da felsefi
biçemi yetkinleştirenler arasında Fichte, Schelling Kardeşler ve
özellikle de Kant anılmalıdır.
Dilsel yapıtlar, Humboldt'a göre, kendisini her bakımdan
geliştiren ve dünyayla bağlantılandıran tinin katkısıyla nitelik
kazanırlar.

Edebiyat, Yaşamın Tekil Anlarını


ve Tinin Tekil Durumlarını Anlatır

Şiire veya edebiyata gelince: Humboldt'un '' Şiirin/Edebiyatın


Gelişmesi'' adlı ara-başlık altında yer alan açımlaması uyarınca,
düz-yazı, insana, tinsel etkinliğinin bütün dışa-vurumlarında ara­
lıksız eşlik etmesine karşın, şiir, ''yaşamın tekil anlarını/öğelerini
ve tinin tekil durumlarını'' dile getirir. Düz-yazı, ''kendisini her
düşünceye, her duyumsamaya '' uyarlar. Düz-yazı bir dilde ''belir­
lilik, açık-seçiklik, yumuşacık canlılık, hoş ses ve her noktadan
yola çıkıp, kendisini özgün uğraşa yükseltme ve aynı zamanda
ince yönlerini yetkinleştirme yeteneğini edindiğinde, tinin özgür,
hafif ve özenli gidişatını açığa vurur ve özendirir. '' Bu, dilin
''kendi karakterinin her bakımdan gelişiminde ulaşabileceği en
yüksek doruktur. '' Bundan dolayıdır ki, dilin karakteri ''dış biçi­
minin ilk çekirdeklerinden itibaren en geniş ve en güvenli temel-
leri'' gereksinir.
·

Düz-yazının böyle bir biçimlenimi karşısında, şiir ''geri kalmış


olamaz''; çünkü her ikisi de ''ortak kaynaktan '' akar. Öte yan­
dan, şiir, düz-yazının dilde ulaşabileceği ''doğruluk derecesine''
ulaşabilir.
Örneğin Yunan edebiyatı -Humboldt'un değerlendirmesi
böyle- dilin gelişimini ''daha eksiksiz ve daha saf'' gösterir. Bu
edebiyat, ''yabancılarca biçimlenen yapıtların görülebilir etkisi
olmaksızın ve yabancı ideleri tümüyle dışlamaksızın, Homeros'tan
Bizanslı yazarlara değin kendi özünden ve içsel ve dışsal tarihsel
1 28 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

dönüşümler sayesinde ulusal tinin başkalaşım/arından hareketle


gelişmesini sürdürmüştür. '' Yunan halk kümelerinin özgünlüğü
sürekli olarak aynı zamanda ''özgürlük ve üstünlük için uğraşan
geleneksel devingenliğinde'' somutlaşmıştır.
Filozofun sözleriyle, aynı kendilerini çevreleyen denizin dal­
gaları gibi, bu devingenlik, ''ölçülü sınırlar içinde durmaksızın
değişimler, yaşam alanının, büyüklük ve egemenliğin değişmesini
ortaya çıkarmış '' ve tini ''etkenliğin her. türünde kendisini rahatça
geliştirmesi'' konusunda desteklemiştir. Söz konusu durum sür­
dükçe, bu ilke, ''dile ve dilsel yapıtlara da nüfuz etmiştir. ''
Bu dönemde tinin bütün ritimlerinin ''canlı ve içsel bağlantısı '',
şiirle düz-yazının ''iç içe geçmesi'' de gerçekleşmiştir.
Büyük İskender'den beri Yunan dili ve edebiyatı ''fetihler
yoluyla yaygınlaştırılmıştır. '' Ancak daha sonra yenik bir halka
ait olarak ''dünyaya egemen olan yenenlerle bütünleşmiş '' bir dil
ve edebiyat olarak ''muhteşem düşünürler ve yazınsal yetenek­
ler'' çıkarmasına karşın, ''canlandırıcı ruhunu '', bu ruhla birlikte
''canlı ve öz gücünün birikiminden kaynaklanan yaratma '' yete­
neğini yitirmiştir. Özgürlük yitimi, Yunan dilinin ve edebiyatın
gelişim kaynağını da kurutmuştur. Yunan tini ve karakteri, ''her
ulustan daha fazla şiiri ve düz-yazıyı birleştirmiştir. '' Bu süreç­
te konuşma veya ikili konuşma, söz konusu birleştirmenin tuzu­
biberi olmuştur.
Filozofun yukarıdaki belirlemelerinde kullandığı ''yenenler''
Türkleri, yenilenler ise Yunanları anlatmaktadır. Yunanların
Osmanlı egemenliği altına girdikten sonra her türlü yaratıcı güçle­
rini yitirdikleri savı, Humboldt'tan önce Herder tarafından felsefi
düzeyde öne sürülmüştür. 21

Şiir, Gönlü Her Duruma Sokma Yeterliliğidir

Humboldt'un açımlaması uyarınca, mahkemelerdeki duruşma­


lar ve halk toplantıları, bireysel kanıları ve gönülleri yönlendiren

21 Ayrıntı için: Onur Bilge KULA: ''Batı Felsefesinde Oryantalizm''; ilgili bölüm, İş Ban­
kası Kültür Yayınları, İstanbul 2010
Dil FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 29

''belagatin'' gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu açıdan bakıldı­


ğında, '' Yunan tarih yazıcıları, hatipler ve filozoflarca geliştirilen
biçem '', örneğin Hintlilerde görülmez.
''Zengin, esnek, konuşmanın dolgun bir içerik, saygınlık ve
zarafet kazandığı araçlar'' ile donanmış bir dil, ''gerekli bütün
özleri/çekirdekleri içinde korumaktadır. ''
Humboldt'un değerlendirmesine göre, Roma düz-yazısı, şiir­
le ''bambaşka bir ilişki'' geliştirmiştir. Bunda Romalıların hem
Yunan birikimini ''taklit etmesi'' , hem de kendi ''özgünlüklerini''
geliştirmesinin payı olmuştur. Romalılar ''dillerine ve biçemlerine
içsel ve dışsal politik gelişmenin damgasını '' vurmayı başarmıştır.
Roma edebiyatında, Yunan edebiyatının ''Homeros döneminde''
görülen ''doğal gelişme'' olmamıştır.
Romalıların ''büyük ve özgün düz-yazısı, dolaysız olarak
gönül ve karakterden, eril ciddiyetten, töre sağlamlığından ve ayı­
rıcı anayurt sevgisinden '' kaynaklanır. Bununla birlikte, ''düşün­
sel rengi'' belirli değildir. Bütün bu nedenlerden ötürü, Romalılar,
''bazı Yunan yazarların saf/naif zarafetinden '' yoksundur. Roma­
lılarda ''gönlü her duruma sokma yeterliliği olan şiir'' öne çıkar.
Yunan ve Romalı yazarlar karşılaştırıldığında, Yunanların ''daha
yalın ve daha doğal oldukları '' görülür. Buradan iki toplumun
düz-yazısı arasında ''güçlü bir fark'' doğmuştur.
Düz-yazı ile şiiri, dil ile ilişkileri bakımından değerlendiren
Humboldt'a göre, bir halkın şiiri, ''yazının bulunmasından sonra
da kayıt altına alınmaksızın var olabilir. ''
Ayrıca, şiir, ''anı yüceltme ve şölensel fırsatları değerlendirme ''
konusunda daha önceleri ''yaşam ile sıkı ve içsel'' bir bağ içinde
olmuştur ve ''gönüllü olarak şairin imgelem gücünden ve okuyu­
cunun/dinleyicinin görüşünden '' doğmuştur. Şiir, eskiden ''ya bir
şairin ağzından dökülmüştür ya da o şairin şiirlerini birikimine
katan şarkıcı okulu '' tarafından canlı ve ''enstrümantal müzik''
eşliğinde söylenmiştir. Halkın tinsel yaşamında ''kök salan'' ve
ağızdan ağza aktarılan şiiri kayıt altına almak, kimsenin aklına
gelmemiştir. Kayıt altına alma düşüncesi, ancak tinsel gelişmenin
ilerlememiş aşamalarında öne çıkmıştır.
1 30 DiL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Halkların gelişiminin doğal akışı içinde ''yazının kullanıma ''


girmesiyle birlikte farklı türler ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri,
''doğal, sanat amacı ve bilinci olmaksızın coşkudan '' doğan şiir
türüdür; ikincisiyse, ''daha sonraları ortaya çıkan, daha sanatsal
ve en derin ve en hakiki şair tinine '' ait olan şiir türüdür.
Dil felsefesi hakkında Almanca ilk bütünlüklü ve dizgeli yapı­
tı ortaya koymuş olan Humboldt'un görüleri böyle özetlenebilir.
Bu özetleme, filozofun dil felsefesine �lişkin görüşlerini edebiyat
açısından seçici bir değerlendirmeye dayanmaktadır. Bu nedenle,
Humboldt'un dil felsefesine ilişkin görüşlerinin bütününe bura­
da yer verilmemiştir. Bu irdeleme, dil felsefesi- edebiyat ilişkisiyle
sınırlı tutulmuştur.
Bu açıklamalardan da görüleceği üzere, Humboldt ''Dil Felse­
fesi Üzerine Yazılar''da dil-kurgu ya da tek başına yazınsal kurgu
sorunsalını irdelemez; ancak bu dil filozofunun dile ilişkin açımla­
malarında ''dil-kurgu'' bağıntısı dolaylı olarak ortaya çıkar.
Humboldt'un anılan yapıtında dili bir yönüyle ''kalıcı'', öbür
yönüyle de ''geçici'' bir oluşum olarak değerlendirmesi, yazınsal
üretim bakımından önemlidir.
Dilin kalıcılık niteliği, dil dizgesinin bütününün o anki gelişmiş­
lik ya da gelişmemişlik durumudur. Geçiciliği ise, etkin ve yaratıcı
kullanım nedeniyle dilin sürekli bir oluşum ya da gelişim sürecin­
de bulunma durumudur. Bu iki nitelik arasında başat ve belirleyici
olan geçiciliktir. Dilin korunduğu bir araç olan yazı bile, yazılılık
niteliği kazandığı andan itibaren her yeni okuma ediminde değişik
anlamlandırılır ve alımlayıcı açısından yeni nitelikler kazanır.
Dil, Humboldt'a göre, başlı başına tümlenmiş bir ''yapıt ''
(Ergon) olmaktan çok, bir ''etkinliktir'' (energia) . Dil bu niteli­
ği nedeniyle ancak ''oluşum'' temelinde tanımlanabilir; çünkü dil
''düşünün/tininin dilselleştirilen işitim imgesini düşünceyi anlat­
maya yeteneklendirmeye yönelik sürekli yinelenen çalışmasıdır. ''
Daha dar anlamda bu tanım, ''toplamı dili oluşturan her konuş­
manın '' tanımıdır. Dil, ancak tekil konuşmada belli yönleriyle
ortaya çıkar; tekil konuşmalar da dilin tümlüğünü hiçbir zaman
artıksız olarak belirginleştiremez. Dili canlı tutan konuşucunun
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 131

düşünsel etkinliğidir. Düşünsel etkinliğin kendisi ve dilselleştiril­


mesiyse, başlı başına bir kurgulama eylemidir.

1. 3 . Hegel Felsefesinde Dil ve Edebiyat İlişkisi

Dil, Hem Genel Bir Buluşmadır,


Hem de Bu Buluşmanın Dolayımıdır

Hegel, Humboldt'un kurduğu Berlin Ünivesitesi'nde öğretim


üyesidir. Aynı üniversitede görev yapan bu iki önemli filozofun
birbirinin görüşlerini bilmemeleri söz konusu olamaz.
Başlıca uğraş alanı estetik felsefesi olan Hegel, edebiyat ile
onun malzemesi olan dil arasındaki karşılıklı belirlenim ilişkisi­
ni, Almanya'da felsefi bir dizge düzeyine yükselten en önde gelen
filozoftur. Dört temel sanattan biri olan edebiyat, bu filozofun
geliştirdiği estetik anlayışta özel bir konuma sahiptir. Edebiyatın
sanatlar arasında üstün bir konumda bulunmasının nedeni, mal­
zemesi olan dilin tinsel bir ürün veya oluşturu olmasından kay­
naklanır. Dilin tinsel bir ürün olmasından ötürü, edebiyat tinsel
bir malzemenin yeniden veya bir kez daha tinselleştirilmesi ve
estetikleştirilmesiyle ortaya çıkar.
Bu anlayışı felsefileştiren Hegel'in ''Tinin Görüngü Bilimi''­
nin ''Sanat Dini'' 22 bölümündeki söyleyişiyle, soyut sanat yapıtı
kapsamında dil ''daha yüksek'' öğedir. Dil, ''dolaysız öz-bilinçli
varlıktır; dil, bir oluşturumdur. Humboldt'un ''dil bir gerçekleş­
tirimdir'' belirlemesiyle benzerlik taşıyan bu anlatım, dilin bilinç
içeriklerinin taşıyıcısı olduğunu imler. Tekil öz-bilinçler, bir başka

22 Georg Wilhelm Friedrich Hegel: ''Phaenomenologie des Geistes"; Werke in zwanzig


Baenden, Band 3, Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main, 1 983, s. 5 12- 545. Hegel
felsefesini veya estetiğini, ''Hegel Estetiği ve Edebiyat Kuramı'' (İstanbul Bilgi Üni­
versitesi Yayınları, İstanbul, Eylül 2010) adlı üç ciltten oluşan kitabımda kapsamlı
olarak irdeledim.
Konuya ilişkin daha geniş bilgi için anılan kitabıma bakılabilir. Alıntıları tırnak için­
de verdim. Gönderme ve dolaylı aktarımları, ilgili filozofun veya bilimcinin anla­
tımıyla/deyişiyle/söyleşiyle ve benzeri anlatımlarla belirledim. Hegel'in toplu yapıt­
larını kapsayan söz konusu üç ciltlik kitabımda dolaşarak, edebiyat ve dil felsefesi
açısından önemli olan bölümleri öne çıkarmaya çalıştım.
1 32 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KUAAMI 1 -
-

deyişle, tekil bireyler, dilde kendi ''yurtlarını '' bulurlar. Dil, tekil
bireylerin öznel bilinçlerini dışavurumu olmakla birlikte, bu öznel
bilinçlerin tümünü kapsar; dil toplumunun kullanımına sunarak
genelleştirir. Bu nedenle, dilin varlığı, ''genel bir bulu şma'' dır. Dil,
''kendisi için olmanın eksiksiz tikelleşmesidir'', aynı zamanda
''sıvı'' dır, '' akışkanlık ''tır.
Hegel'in bu belirlemeleri uyarınca, öznel dil kullanımı, dilin tikel
dışa-vurumudur. Bütün tikel dilsel dışa-vurumların toplamı, dilin
-

tümel yapısını ve dizgesini oluşturur. Dilin sıvılığı veya akışkanlığı,


Humboldt'un ''dil bir etkinliktir'' saptamasıyla koşutluk taşır.
Dilin sıvılığı ve akışkanlığı, Hegel'in açımlaması uyarınca,
dilin sürekli bir gelişim, dolayısıyla da değişim içinde bulunduğu­
nu anlatır. Dilin akışkanlığı, sıvılığı ya da devingenliği, düşünme­
nin, düşünme eyleminin ürünlerini adlandırmanın sonsuzluğunu,
bitimsizliğini de anlatır. Düşünmek, insanın tözsel özelliğidir ve
insan düşündüğü sürece, düşüncesine ad verir. Dolayısıyla, dilin
gelişim kaynağı olan düşünme ve düşünceyi adlandırma, insanlık
var-olduğu sürece aralıksız olarak sürecektir. Bu da dile sürekli
akışkanlık kazandıran bir etmendir.
Dil, ''birçok özün ''; diyesi, çok sayıda yazan ve konuşan özne­
nin ''genel olarak bildirilmiş birliğidir. '' Dil, ''ruh olarak var-olan
ruhtur. ''
Bu belirlemeleri açımlamak yararlı olabilir. Dil, özellikle edebi­
yat açısından vazgeçilmez önemdedir; çünkü dil edebiyatın, teknik
söyleşiyle, anlatı sanatının hem malzemesi hem de dolayımıdır.
Hegel'in yukarıdaki ''dil daha yüksek bir öğedir'' saptaması,
dilin üst düzeyli düşünsel bir soyutlama ürünü olduğunu anla­
tır. Dil, söz varlığı bakımından sözcükler ve kavramlardan oluşur.
Sözcük, özellikle de kavram ise, bir düşüncenin dilselleştirilebile­
cek ölçüde bütün yönleriyle düşünüldükten sonra dil dizgesinin
içinde barındırdığı sonsuz sayıda seslerden biriyle istençsel ve
rastlantısal olarak birleştirilmesi sonucu ortaya çıkar. Bu yönüyle
dil, daha üst bir düşünce ürünüdür.
''Dil, dolaysız öz-bilinçli varlıktır'' sözü, uzun düşünmeler
sonucunda geliştirilen söz varlığı, dilbilgisi (gramer) ve ses bilgisi
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 33

(fonetik) gibi öğelerden oluşan dil dizgesini, bu dizgede somutla­


şan öz-bilinçli tinin ürünlerini anlatır.
Dil, ''kendisi için olmanın eksiksiz tikelleşmesidir'' saptama­
sına gelince: Dilselleştirilen tine, dolayısıyla da düşüncenin ürün­
lerine verilen adlar, söz konusu düşüncenin her yönüyle diğer
düşüncelerden ayrımlaştırılmasıdır. Bir başka anlatımla, dilsel
adlandırma, bir şeyi veya düşünceyi tikelleştirmedir. Her biri bir
tikelleştirme olan sözcükler ve kavramların toplamı olan dil, bu
niteliğiyle özerk; diyesi, kendisi için var-olan tikellikler toplamıdır.
Dil, '' birçok özün'' , öznenin ''genel olarak bildirilmiş birliği­
dir." Dil, ''ruh olarak var-olan ruhtur'' saptamaları da açımlayıcı
veya geliştirici bir yorumlamayı hak etmektedir. Şöyle ki: Dil bir
başına türemez. İnsanın olmadığı yerde dil de yoktur. Dolayısıy­
la, bir dili var eden ve geliştirenler, o dili konuşan, yazan veya
kullanan insanlardır; Hegel'in söyleyişiyle, ''tekil özneler'' dir.
Tekil öznelerin iletişim, ortak üretim ve etkileşim gereksinmesin­
den doğan dil, onların dışa-vurdukları, başkasıyla paylaştıkları
düşüncelerin ve duyumsamaların anlatımıdır. Bu açıdan dil, tekil
konuşucuların birbiriyle değiş-tokuş ettiği düşüncelerin, duygula­
rın ve anlatımların toplamıdır, birliğidir.
''Dil, ruh olan ruhtur'' anlatımı konusunda da şunlar söylene­
bilir. Dil, düşüncenin, duygunun, gelenek-görenek, töre ve ahlak
gibi insanları toplulaştıran birikimlerin üretildiği ortam ve dola­
yım olduğu denli, bu kazanımları, değerleri ya da değersizlikleri
saklayan, gelecek kuşaklara aktaran, böylece de insanın ve top­
lumun sürekliliğini sağlayan dizgedir. Dolayısıyla, dil duygu ve
düşünceyi ruhlandıran, onları canlandıran ve dolayımlayan canlı
ve ruhlu bir bütündür.
Hegel, konuya ilişkin irdelemesi uyarınca ''figürünün/biçimi­
nin öğesi olarak dile sahip olan '' her şey, ''dilde canlandırılan/ruh­
landırılan sanat yapıtıdır. '' Bu sanat yapıtı, ''katıksız etkinliktir. ''
Bir başka anlatımla, sanat yapıtı, öz-bilincin ''özünü nesnelleş­
tirmek suretiyle kendisini somutlaştırmasıdır. '' Öznel öz-bilincin
tikelleşerek, nesne niteliği kazanmasıdır. Her özgün sanat yapı­
tı, "katıksız düşünme'' ; ''ibadet'' ya da içselliğe methiye ya da ilahi
1 34 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI 1 -
-

türü şiirde varlık kazanan ''içrek dalgınlık'' olarak adlandırılabi­


lir. İbadet, ruhani ayin ya da içrek dalgınlık, ''öz-bilincin çok-kat­
manlılığı içinde herkesin benzer şeyi yapması ve yalın varlık ola­
rak bilinen '' tinsel akımdır. Genel öz-bilinç olarak tin, ''başkası
için var-olma '' ve ''tekil kişilerin kendileri için var-olmalarının ''
bir birlik oluşturduğunun ayrımındadır.
Bu saptamalar, Hegel'in sanatsal yaratımı, din ile özdeş ve
eşit saydığını çok açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu bağlam-

da şunu vurgulamak yerinde olur: Hegel, birlikte tasarımladığı


ve zaman içinde dizgeleştirdiği Romantik akımda öne çıkarılan
bir anlatım olan ''sanat dini'' kavramıyla, sanatın dinselleşmesini
değil, tam tersine, dinin sanatsallaşmasını dile getirmek istemiştir.
Bu dil, Hegel'in nitelemesiyle, ''Tanrı'nın bir başka dilinden '',
bir başka deyişle, ''genel öz-bilincin dili olmayan dilinden '' ayrılır.
Hem ''sanatsal dinlerin'' hem de daha önceki dinlerin Tanrı'sının
''kerameti'' , onun ''ilk dilidir. " Çünkü Tanrı kavramının teme­
linde tanrısal varlığın ''hem doğanın hem de tinin özü olduğu ''
düşüncesi yatar.
Dolayısıyla, tanrı salt doğal bir var-oluşa sahip değildir, aynı
zamanda ''tinsel bir var-oluş''tur. Bu öğenin Tanrı kavramının
temelinde yatması ve henüz dinde gerçekleşmemesi nedeniyle,
''dinsel öz-bilinç'' için dil, ''yabancı'' bir öz-bilincin dilidir.
Öz ya da özne, ''yalın '', yalın olduğu için de ''kendisi için
var-oluş ''tur.
Öte yandan, genel hakikatler, ''kendi başına olan şeyler'' ola­
rak bilindikleri için, bu hakikatlerin dili, ''bilen düşünme '' için
''yabancı'' değil, onun ''kendi dilidir. "
Tekil özne, ''öz''ünü kendi kavrayışıyla belirler ve kendisine
''yararlı olanı '' düşünerek seçer. Dolayısıyla, bu ''öz-belirlenimin
temelinde yatan şey, tikel karakterin belir/iliğidir. ''
Tartışmayı belirginleştirmek için, bir kez daha vurgulamakta
yarar vardır: Edebiyatın malzemesi ve dolayımı dildir. Yazın-ku­
ramı açısından her türlü kuram gelişimi, başta Roman Jakobson
olmak üzere, önde gelen Rus biçimcilerin 20. yüzyılın ilk yarısın­
da dizgeleştirmeye çalıştıkları ''yazınsallık nedir, nasıl oluşur? '' ya
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 35

da ''yazınsallığı oluşturan özellikler nelerdir? '' gibi sorulara veri­


len yanıtlarla yakından ilgidir.
Bu nedenle, bir anlatı sanatı olan edebiyata ilişkin kuramsal
düşünümler, asıl olarak ''yazınsal kurgu'' ve ''yazınsal dil'' ilişkisi
etrafında yoğunlaştırılmış ve belirginleştirilmiştir.
Bir yazılı metni sanatsallaştırma; diyesi, ona ''estetik nitelik''
kazandırma, yazarın dil beğenisi ve dilsel yaratım yeterliliği teme­
linde tümüyle dil ile ve dil üzerinden gerçekleştirilen bir edimdir.
Dili sanatsallaştırma, dilin içinde taşıdığı anlam bakımından
bitimsiz olan ''retorik figürler'' , bir başka deyişle, '' biçem araçla­
rı'' dolayımıyla gerçekleştirilir.
Aynı şekilde yazarca söz konusu yazılı metne içkinleştirilen
''estetik niteliği'' algılama ya da alımlama sürecinde duyum­
sama ve yazılı metni anlamsal düzeyde yeniden üreterek, onun
estetik-düşünsel niteliğini etkenleştirme de tekil alımlayıcının, bir
başka deyişle, tekil okuyucunun dilsel ve sanatsal duyarlılığı ve
birikimiyle yakından ilgili bir olaydır.
İnsanın tözsel nitelikleri arasında yer alan dil, tümüyle ''oluş­
turu''dur; oluşturulardan kurulmuş bir dizgedir. Sözcük, söz, kav­
ram gibi sesel-tinsel dışa-vurumlar, tarihsel-toplumsal koşullar
altında üzerinde görüş birliğine varılan kurgular/oluşturulardır.
Dilsel oluşturuları/kurguları, toplumsallaştıran ve kalıcılaştı­
ran etmen, birlikte üretmek ve yaşamak zorunda olan insanların
geliştirdikleri uzlaşı ya da uzlaşımdır. Dilsel uzlaşım da bir başına
toplumsallık niteliği kazanmış keyfiliktir; toplumsal istençtir; top­
lumsal istencin dilsel alanda gerçekleşmiş biçimidir.
Dilsel oluşturu dizgesi, insanın toplumsallığı ve tarihselliği­
nin hem nedeni hem de türevidir. Dilsel oluşturular, tekil öznenin
duyusal tasavvurlarının ve imgelem gücünün türevlerinin, uzlaşım
yoluyla toplumsallaşmış şeklidir.
Çağdaş dilbilimin kurucusu olarak kabul edilen Ferdinand
de Saussure'ün dizgeleştirmeye çalıştığı ''göstergenin nedensizli­
ği'' ya da ''göstergenin keyfiliği'' kavramını, felsefi açıdan açım­
lamak yazın-kuramsal bazı konuların belirginleşmesine katkıda
bulunabilir.
1 36 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

Ben bu amaçla, dil ve yazın felsefesi alanlarında yürütülen, daha


açık bir anlatımla, yürütülmeyen tartışmayı kuramsal bakımdan
derinleştirebileceği ve verimlileştirebileceği beklentisiyle, en derli
toplu ''estetik kuramını'' , dolayısıyla da ''yazınsal estetik'' ya
da ''yazın kuramı''nın temellerini ortaya koyan Hegel'in anılan
konulara ilişkin görüşlerini irdeleyeceğim.

Her Sözcük, İstençsel/Keyfi Bir Oluşturudur


İnsanın tözsel nitelikleri arasında yer alan dil, tümüyle oluştu­


rudur; oluşturulardan kurulmuş bir dizgedir. Sözcük, söz, kavram
gibi sesel-tinsel dışa-vurumlar, tarihsel-toplumsal koşullar altında
üzerinde görüş birliğine varılan kurgular/oluşturulardır.
Dilsel oluşturuları ya da kurguları, toplumsallaştıran ve kalıcı­
laştıran etmen, uzlaşı ya da uzlaşımdır. Dilsel uzlaşım da bir başı­
na toplumsallık niteliği kazanmış keyfiliktir; toplumsal istençtir;
toplumsal istencin dilsel alanda gerçekleşmiş biçimidir.
Dilsel oluşturu dizgesi, insanın toplumsallığı ve tarihselliğinin
hem nedeni, hem de türevidir. Dilsel oluşturular, tekil öznenin
duyusal tasavvurlarının ve imgelem gücünün türevlerinin, uzlaşım
yoluyla toplumsallaşmış şeklidir.
Çağdaş dilbilimin kurucusu olarak kabul edilen Ferdinand
de Saussure'ün dizgeleştirmeye çalıştığı ''göstergenin nedensizli­
ği'' ya da ''göstergenin keyfiliği'' kavramını, felsefi açıdan açım­
lamak yazın-kuramsal bazı konuların belirginleşmesine katkıda
bulunabilir.

Gösterge ve Dil

Gösterge-dil ilişkisi, Hegel'in ''Felsefi Bilimler Ansiklopedisi


III''te yer alan ''Tinin Psikolojisi''23 adlı bölümde yer alır. Hegel'in
burada yer alan belirlemesiyle, gösterge ve dil arasındaki ilişki,
''zihnin etkinlik dizgesi içindeki gerekirliği ve bağıntısıdır. ''

23 Georg Wilhelm Friedrich Hegel: ''Enzyklopedie der philosophischen Wissenschaften


ili''; Werke in zwanzig Baenden, Band 1 0, Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1 98 1 , s.
229- 282
Dil FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 37

Göstergenin ''hakiki konumu'' şöyle açımlanabilir: Gören kav­


rayış veya zihin ''zamanın ve ulamın biçimini türetir''; bu sırada
''duyusal içeriği alımlar ve bu malzemeden tasavvurlar oluşturur. ' '

Ayrıca, kavrayış, kendi bağımsız tasavvurlarına ''kendi özünden


belirli bir var-oluşu kazandırır. '' İçi doldurulan ''uzamı ve zama­
nı'', ''kendi görüsü olarak kullandığı görünün asıl içeriğini boşal­
tır ve ona herhangi bir içeriği anlam ve ruh olarak verir. ''
Bu, ''gösterge üreten'' etkinliktir. Gösterge üreten etkinlik,
Hegel'in tanımlamasıyla, '' üretken bellek'' olarak adlandırılabilir.
Bellek, günlük yaşamda ''anımsama '' , ''tasavvur'' ya da ''imgelem
gücü'' ile karıştırılmaktadır. Halbuki bellek, ''yalnızca göstergeyle
ilişkilidir. ''
Gösterge olarak kullanılmak için, ilkin ''verili bir şey'', ''uzam­
sal bir şey'' olan görü, ''ortadan kaldırılmış bir şey belirlenimi
kazanır. '' Zihin, bu niteliği içinde görünün ''olumsuzluğudur. '' Bir
gösterge olan görünün ''hakiki figürü'' ise, sadece ''zamanda bir
var-oluştur. ''
Her şey, ancak kendi karşıtıyla var olabildiği için, var-oluş,
gizil olarak yok-oluş olasılığını içerir. Sözcüğün ya da göstergenin
yok-oluşuysa, kavrayış tarafından ''kendi doğallığından türeti­
len belirlenmiş olma '' durumudur. Kavrayışın, göstergenin kendi
doğallığından türettiği ''belirleme'', aynı zamanda ''ses'' , ''ton''
ya da ''tınıdır. "
Ton, ses ya da tını, ''kendini bildiren içselliğin dışa-vuru­
mudur. '' Belirli tasavvurlar için kendini açığa vuran ''ton'' ise,
''konuşmadır. '' .

Yukarıdaki görüşleriyle Humboldt'un söylemlerine yaklaşan


Hegel'in açımlamalarının anlaşılmasını kolaylaştırmak için, şu
açıklama yararlı olabilir: D üşünürün sözünü ettiği ''ton '' , ''tını '' ,
ses ya da ''konuşma '' , dil bilimsel deyişle, yazılı ya da sözlü dil
kullanımıdır. Buna göre, her sözel ya da yazılı açıklama ya da
dışa-vurum, bir konuşmadır.
Hegel'e göre, konuşmanın dizgesiyse ''dildir. " Dil, ''duyumsa­
malara, görü/ere ve tasavvurlara ikinci ve daha yüksek bir var-o­
luş '' kazandırır. Dilin duyumsama ve görülere kazandırdığı varlık,
''tasavvur etmenin alanı içinde geçerli olan '' varlıktır.
1 38 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Bu bağlamda da şu açıklama gerekebilir: Dil genel olmasına


karşın, söz, konuşma ya da dil kullanımı, öznel ve tekildir. Dile
dolayısıyla da yazınsal dil kullanımına ''çok-anlamlılık'' kazandı­
ran etmen, sözün ya da dil kullanımının ''tekillik'' ve ''öznellik''
özellikleridir. Sözün, yazılı ve sözlü dil kullanımının tekil ve öznel
öz-yapısı, genel dil malzemesinden bitimsiz ölçüde ''tikel'' yazın­
sal yapıt üretimini olanaklı kılar.
Hegel'e göre, ''kavrayışın bir ürünü:' olan dil, ''tasavvurları­
nı dışsal bir unsurda somutlaştırdığı ve bildirdiği'' ölçüde önem
kazanır.
Daha açık bir anlatımla, düşünülen ya da duyumsanılan, ancak
dışa-vurulmayan, göstergeselleştirilerek; diyesi, sözcüğe dönüştü­
rülerek ve/veya dilselleştirilerek başkasıyla paylaşılmayan şeyler,
dilsel değer kazanamaz.
Hegel'in kuramı uyarınca, dil somut olarak ele alındığında,
''dilsel malzeme'' olarak ''sözlüksel öğeler'' , bir başka deyişle,
sözlüklerde toparlanmış olan ''söz varlığı'' boyutu öne çıkar. Dil,
''biçim'' açısından irdelendiğinde, ''dil bilgisel'' gözetilir.
Dilin ''tözsel malzemesi'' açısından bir yandan ''salt rastlantı­
sallık tasavvuru '' yok-olurken, öte yandan da ''öykünme ilkesi'' ,
alanını daraltarak, kendisini ''tınlayan ya da ses üreten nesneler''
ile sınırlandırır.
Hegel'in ''öykünme ilkesi'' ve ''tınlayan nesneler'' ya da ''ses
çıkaran nesneler'' anlatımı, nesnelerin ya da doğa olaylarının
çıkardığı sesler temel alınarak yapılan sözcükleri anlatmaktadır.
Doğal olgu ve olayların çıkardıkları seslere öykünülerek, oluştu­
rulan sözcükler, Türkçede ''yansıma'' (on omapoetika) sözcükler
olarak adlandırılır.
Hegel'e göre, ''Alman dili içerdiği birçok tikel adlandırmadan
dolayı '', bir başka anlatımla, ''tikel tonlar/tınılar (örneğin, şırıl­
damak, vınlamak, uğuldamak, çatırdamak) nedeniyle övülebilir. ''
Burada hemen vurgulamak gerekir ki, bu özellik salt Alman
diline özgü değildir. Bütün diller, yansıma sözcükler bakımından
övgüye değer üretimler gerçekleştirmiştir. Türkçe de bu tür söz­
cükler bakımından oldukça zengin bir dildir.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 39

Bunun yanı sıra, düşünürün deyişiyle, ''duyusaldaki ve önem­


sizdeki bu fazlalık, gelişkin bir dilin varsıllığını oluşturan şeyler''
arasında sayılmaz. Dilin varsıllığı ya da yetkinliği bakımından
''tözsel önemde olan etmen, dışsal nesneyle değil, içsel simgelerle
ilişkilenen'' etmendir. Bu bağlamda ''sözel dışa-vurumların beden­
sel devinimleri '' önem kazanır.
Dilin '' biçimsel yönü'' , ''kendi ulam/arını dile yerleştiren kav­
rayışın/an/ıkın yapıtıdır. '' Bu ''mantıksal iç-güdü, dilin dilbilgisini
de yaratır. ''
Hegel'in belirlemesi uyarınca, asıl dil olan ''tını dili'' ya da
''konuşma'' kapsamında ''yazı dili'' de ele alınabilir. Yazı dili,
genel dilin ''tikel bir alanda yetkinleşmesi'' olarak adlandırılabilir.
Yazı dili, ''göstergeleri aldığı ve yarattığı uzamsal görmenin '' ala­
nına doğru ilerler.
Yakından bakıldığında ''hiyeroglif yazı'' , ''tasavvurları uzam­
sal figürlerle '', buna karşın, ''yazaç/harf yazısı '' ise, ''kendileri
bizzat gösterge olan tınılarla/tonlarla (ya da sözcüklerle) '' anlatır.
Yazaç yazısı, ''göstergelerin gösterenlerinden veya gösterge­
lerinden'' oluşur. Bir başka anlatımla, yazaç yazısı, ''tını dilinin
somut göstergelerini''; diyesi, sözleri ''yalın öğelerine ayırır ve bu
öğeleri nitelendirir. ''
Hegel'in açımlaması uyarınca, yazaç/harf dili, ''iletişim gerek­
sinmesinden '' doğmuştur. Duyusal nesneler, gösterge oluşturmaya
uygundur; ancak ''tinsele ilişkin göstergeler''in yaratılmasına yol
açan asıl etmen, düşünsel yetkinleşme ya da ilerlemedir.
Adlar, sadece göstergeler durumuna geldikleri zaman, anlam
taşıyan ''anlamsız dışsallık/ardır. ''
Tını/ses dilinin her yönüyle gelişmesi, ''harf yazısı alışkanlığı''
ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yazaç/harf yazısı, tını diline ''belir­
ginlik ve arılık'' kazandıran unsurdur. Bu yazı, kavrayışa daha
uygundur.
Hegel'e göre, ''sözcük'', tasavvurları dışa-vuran, ''bilince çıka­
ran, düşünüm nesnesi'' durumuna getiren akılsal araçtır. Sözcük,
bu düşünsel etkinlik içinde ''kavrayış tarafından çözümlenir. '' Bir
başka anlatımla: Gösterge üretme, ''yalın öğelerine indirgenir. ''
1 40 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI 1 -

Söz konusu yalın öğeler, ''konuşmanın genellik biçimi kazan­


mış duyusal yönüdür. " Sözcük bu ''temel tarz'' ile aynı zamanda
''tam belirlilik'' ve ''arılık'' özelliğini kazanır. Yazaç veya yazı dili,
''tasavvurların birer ad taşıdığı ton/tını dilinin '', bir başka deyişle,
konuşma dilinin avantajına kavuşur.
''Ad'', Hegel' e göre, ''parçalarına bölünmeyen yalın tasavvu­
run yalın göstergesidir. " Ad, aynı zamanda ''zihnin ürettiği görü
ile o görünün anlamının bağlantılandırılmasıdır. '' Bu niteliğiyle
ad, ''tekil, geçici bir üretimdir. '' İçsel bir Şey olan tasavvurun dışsal
bir şey olan görü ile bağlantılandırılması da başlı başına ''dışsal''
bir olaydır. Bu dışsallığı anımsama ''bellek''tir. Dolayısıyla bellek
ile anımsama arasında karşılıklı bir belirlenim ilişkisi vardır.

1. 4. Ferdinand de Saussure'ün
Dil Kuramı ve Edebiyat

Dilde Nedensizlik İlkesi Geçerlidir

Humboldt'un dilsel görüngüleri çözümlemek için kullandığı


''Ergon- Energia '' kavram çifti, Ferdinand de Saussure'de yerini
''Langue-Parole'' kavram çiftine bırakır. De Saussure açısından
dilsel gösterge kendi içerisinde ''bir ad ile bir nesneyi değil, bir
tasavvur ile bir işitim imgesini birleştirir. ''24
İşitim imgesi fiziksel bir şey değil, sese ilişkin psikolojik bir
''izlenimdir. '' İşitim imgesi, ''Genel dilbilimin Temelleri''nin Berke
Vardar'ın çevirisiyle, ''sesin anlık izidir''; duyusal bir tasarım ve
duyumsal bir imgedir. İşitim imgelerinin psikolojik ''izlenim ''
olmaları nedeniyle, konuşucu, konuşma organını kullanmaksızın,
kendi içinde konuşabilir.
Saussure'ün altını çizdiği bir başka dilbilimsel belirleme, gös­
tergenin oluşumuyla ilgilidir. Dilsel gösterge, tasavvur ile işitim
imgesinin ''bağlantısıdır. ''

24 Ferdinand de Saussure: ''Grundlagen der allgemeinen Sprachwissenschaft''; 2. Auf­


lage, Walter De Gruyter, Berlin 1 967. De Saussure'ün Almancaya ''Genel Dilbilimin
Temelleri" adıyla çevrilen yapıtı, Türkçede ''Genel Dilbilim Dersleri'' (çeviren: Berke
Vardar, Multilingual, İstanbul 200 1 ) başlığıyla yayımlanmıştır.
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 41

Yazınsal kurgu ile dilsel gösterge arasındaki ilişki, gösterge­


nin doğası gereği, Saussure'ün ikinci kural olarak adlandırdığı
''göstergenin nedensizliği'' bağlamında daha açık olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu nedenle, ''göstergenin nedensizliği'' ilkesini açık­
lamak yararlı olabilir: De Saussure'ün anılan yapıtının '' Dil Gös­
tergesinin Öz Niteliği'' bölümündeki belirlemesiyle, ''göstereni,
gösterilenle birleştiren bağ nedensizdir. '' Gösterge, ''bir gösteri­
lenin bir gösteren ile birleşmesinden doğan bütündür. '' Bundan
ötürü, ''dilsel gösterge nedensizdir '' denilir.
Gösteren işitimsel öz-yapı taşıdığından ''yalnız zaman içinde
yer alarak gerçekleşir ve zamandan kaynaklanan özellikler taşır. ''
Bu nedenle,
• '' Yayılım gösterir ve
• Bu yayılım bir tek boyutta ölçülebilir: O da bir çizgidir. ''
Buradan da ''gösterenin çizgiselliği'' ilkesi türetilir. İşitimsel
gösterenlerin öğeleri ''birbirini izler ve bir zincir oluşturur. '' Üre­
tilen her yeni gösterge veya sözcük, bu zincirin yeni bir halkasını
oluşturur.
Dilbilimin kurucusunun yapıtının ''Göstergenin Değişmezliği
ve Değişebilirliği'' adlı bölümdeki öne sürümleri uyarınca, göste­
ren, ''belirttiği kavram (veya tasavvur) açısından özgür bir seçim
ürünüdür ''; ancak ''kendisini kullanan dil topluluğu bakımından
özgür değildir; zorunlu olarak benimsenmiştir. Bu konuda toplu­
ma görüşü sorulmaz; dilin seçtiği gösteren yerine bir başkası kul­
lanılamaz. '' Söz konusu dil toplumunun üyesi olan birey, yazınsal
anlatımla, o dili kullanan yazar, ''yapılan seçimi hiçbir yönden
değiştiremez. '' Ayrıca, dil, topluma da kendisini dayatır. Dil, ''her
zaman bir önceki çağın kalıtı/mirası olarak karşımıza çıkar. ''
De Saussure'ün yukarıdaki belirlemeleri uyarınca, bir dili ana­
dili olarak konuşan bir toplum, bir içeriği veya düşünsel bir tasa­
rımı, istediği ses/işitim imgesiyle bütünleştirmede özgürdür. Fakat
bir düşünsel tasarım, içerik veya göstergebilimsel söyleyişle, gös­
terilen, dilin içinde taşıdığı sonsuz sayıda işitim imgesiyle birleş­
tirildikten ve böylece oluşan gösterge üzerinde bir uylaşım/uzla-
1 42 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

şım oluştuktan sonra, söz konusu gösterge veya sözcük zorunlu


olarak kullanılır. Bir başka anlatımla, oluşturulan ve üzerinde
uzlaşıma varılan gösterge kendisini dayatır. Böylece dil kuşaktan
kuşağa aktarılır; bu aktarım yoluyla hem dil süreklileşir, hem de
dilin taşıdığı kültür.

Dile Her An, Herkes Katılır

Dilin belli bir durumu, ''her zaman tarihsel etkenlerin bir ürü­
nüdür. '' Göstergenin değişime direnmesini veya kalıcılaşmasını
sağlayan etken, dilin tarihselliğidir. Dilin yazılaştırılmasının aracı
olarak kullanılan ve belli sayıda yazaçtan/harften oluşan alfabe
veya yazı dizgesi, değiştirilebilir; fakat bir dil bırakılıp, bir başka
dil alınamaz. De Saussure, bu durumu, ''dil göstergelerinin sayıca
.

sınırsızlığına '' bağlar.


Cumhuriyet'in en önemli reformlarından biri olan alfabe deği­
şikliği bu kapsamda değerlendirilebilir. 1 92 8 'te Arap alfabesinin
bırakılarak, Latin alfabesinin uygulamaya koyulması, de Saussu­
re'ün belirlemesine uygundur. Burada dilin değil, alfabenin değiş­
tirildiğini bir kez daha vurgulamak gerekmektedir. Bundan ötürü,
geçmiş ile şimdi arasında kopukluk yaratıldığı savı, dilbilimsel
temelden yoksundur.
Her dil, bir dizgedir; dil dizgesi ise, ''karmaşık bir düzenektir''
ve ancak ''düşüncenin ışığında kavranabilir. " Dil, özyapısı gereği,
''her an herkesi ilgilendirir''; çünkü ''dile her an, herkes katılır. ''
Bundan ötürü, dil sürekli herkesin ''etkisi altındadır. ''
Dilin bir başka öz-yapısal özelliği, ''toplumsal yaşam ile kay­
naşmış olmasıdır. '' Toplumun devinimsizliği veya yetersiz devin­
genliği ve zamansallık, dilin değişimini zorlaştırır.
Öte yandan, toplumsallık ve zamansallık, dili süreklileştirme­
lerine karşın, aynı zamanda onu değişime zorlarlar. Dolayısıyla,
buradan yola çıkılarak, çelişkili görünse de, göstergenin hem
değişmezliği, hem de değişebilirliği öne sürülebilir.
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 1 43

De Saussure'ün kavramlaştırmasıyla, ''bu iki olgu dayanışık­


tır: Gösterge bozulma eğilimindedir; çünkü sürüp gider; ama her
bozulmada eski gereç yerinde kalır. '' Bu nedenle, kopuş görecedir.
Bundan ötürü de ''bozulma ilkesi, süreklilik ilkesine dayanır. ''
Bu bağlamda '' bozulma'', sözcüğün, ses veya anlam yönünden
uğradığı değişimdir. Bir başka anlatımla, de Saussure'ün sözü­
nü ettiği bozulma, ''gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntının
değişmesidir. '' Göstergenin nedensizliğinden ötürü, dil, ''göste­
rilenle gösteren arasındaki bağıntıyı her an değiştiren etkenlere
karşı kesinlikle savunmasızdır. ''
Bu belirleme uyarınca, sözcük zorunlu olarak değişime uğrar.
Anlam bakımından sözcüğün değişimi, kendisini ''anlam daral­
ması'', ''anlam genişlemesi'' veya ''anlam yitimi'' olarak gösterir.
Göstergenin/sözcüğün, ses ve anlam bakımından değişimi, kaçı­
nılmaz olarak edebiyata da yansır; çünkü dilsel değişim, öznel dil
beğenisini de değiştirir ve belli bir döneme özgü bir '' biçemin''
ortaya çıkmasına ve yerleşmesine yol açar.
Yine nedensizlik ilkesi uyarınca, dil, ''araç seçiminde hiçbir
sınır tanımaz ''; dili konuşan veya yazanın, herhangi bir içerik
tasarımı ile ''herhangi bir ses dizilişini'' birleştirmesini hiçbir şey
önleyemez. Bu yüzden dil kaçınılmaz olarak evrim geçirir. De
Saussure'ün söyleyişiyle, ''evrime karşı koyan dil görülmemiştir. ''
Ayrıca, ''dilde artsüremli ne varsa, onu yaratan sözdür. '' Bir başka
anlatımla, öznel ve güncel dil kullanımıdır. Öznel dil kullanımı,
tekil bir bireyin dili konuşması veya yazması demektir.
Yinelemek ve vurgulamak için: Nedensizlik ilkesi gereğince,
''göstereni gösterilenle birleştiren bağ nedensizdir. '' Bir başka
anlatımla: Dilbilim, gösterge oluşum sürecinin belirleyenlerini,
sonuçlarını betimler; ancak, örneğin, ekmek denilen nesneye niçin
ekmek adı verildiği sorusunu sormaz. Bu nedenle de ''dilsel gös­
terge nedensizdir. ''
Dil felsefesinin de önemli sorunsallarından biri olan ''dilsel
göstergenin nedensizliği'' kuralı, hem dilsel bildirimlerin, dolayı­
sıyla da metinlerin çok-anlamlılığı, hem de değişik anlamlandırma
1 44 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-

olanağı gibi çıkarımlar yapmaya elverişlidir. Bu nedenle de yazın­


sal dilin kurgusallığı bakımından verimlileştirilebilir belirlemedir.

Dili Oluşturan ve Değiştiren, Bireysel Kullanımdır

Ferdinand de Saussure'ün konuya ilişkin irdelemesini sürdüre­


lim: Bir dil topluluğunda kullanılan göstergeler özünde ''toplum­
sal/kolektif uy/aşıma (konvansiyona) ''. dayanır. Bu göstergelerin
kullanımını gerektiren şey, öz değerleri değil, anılan toplumsal
uylaşımdır. Gösteren, bir tasavvurun, bir düşünce ya da kavramın
anlatımı olan gösterilen ile ''gerçeklik düzleminde hiçbir ilişki''
kurmaz. Dolayısıyla, göstergeler yeni anlamlar üstlenmeye sürekli
olarak yatkındır.
De Sausure'ün bu saptaması, şu çıkarımı yapmayı olanaklılaş­
tırmaktadır: Yazınsal metinlerin hem kurgusallığı, hem de anlam
çoğulluğu göstergelerin/sözcüklerin sürekli olarak yeni anlamlar
yüklenmeye yatkınlığından türemektedir.
Sausure'ün anılan yapıtının ''Göstergenin Değişmezliği ve
Değişirliği '' bölümünde belirttiğine göre, gösterge, temsil ettiği
tasavvur açısından özgür bir seçim olarak ortaya çıkmasına kar­
şın, kullanıldığı dil topluluğu açısından özgür değildir. Dil toplu­
luğunca zorunlu olarak benimsenmiştir. Dil topluluğu yönünden
dil, içinde yaşanılan her dönemde daha önceki dönemlerin bir
kalıtı olarak aktarılır. Dilin zaman içinde var olması ve dil toplu­
luğunca bir kalıt olarak aktarılması, dilin değişmezliğinin, daha
doğrusu dil dizgelerinin unsurlarının tümden ve köklü bir değişi­
me uğramamasının kaynağını oluşturur. Gösterge seçimi özgür­
lüğü ve geçmiş ile uzlaşı, dil dizgesinde sürekli bir gerilim yaratır.
De Saussure'ün gösterge seçimi özgürlüğü olarak adlandırdığı
şey ile Humboldt'un ''Energia'' kavramı içerik bakımından aynı­
dır. Bu saptama, konuşucuların beceri ve beğenileri ölçüsünde dili
biçimlendirme ve biçemselleştirme etkinliklerini anlatır.
Dilin sürekliliğini güvenceleyen zamandır. Zaman aynı zaman­
da değişime direnen dil topluluğunun alışkanlıklarına karşın, gös-
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 45

tergeleri değişime uğratma etkisine de sahiptir. Dolayısıyla, dil


değişmezlik ile değişirlik arasında devinen dizgesel bir oluşumdur.
Dil dizgesini oluşturan gösterge, zaman içerisinde kendisini sürek­
li olarak yeniden ürettiği için, değişim geçirir. Gösterge salt fone­
tik açıdan değişim geçirmez. İşitim imgesinin simgelediği tasavvur
ya da içerik de değişir. Göstergenin değişimi, ''gösteren ile gösteri­
len arasındaki ilişkinin '' değişimi demektir.
Hiçbir dil, gösterilen ile gösteren arasındaki ilişkinin değişme­
sine direnemez. Bu durumun bir sonucu, göstergenin nedensizliği­
dir. Göstergenin değişimselliği nedeniyle anlam çoğulluğu özelliği
taşıması, yazınsal dilde genellikle metafor ve metonomi biçiminde
orta ya çıkar.
Burada Humboldt'un, de Saussure'ün tersine, göstergenin
''nedensizliği'' kavramı yerine göstergenin ''rastlantısallığı'' kav­
ramını kullandığını belirtmeliyim. Göstergenin nedensizliği ile
göstergenin ''rastlantısallığı'' ilkelerinin karşılaştırılması, konuyu
biraz daha belirginleştirmektedir.
Dilsel olgu ve oluşumları çözümlemek için kullanılan kavram
çiftlerini bir kez daha anımsatmak yararlı olabilir: Humboldt'un
dili çözümlemek için kullandığı kavram çifti ''Ergon-Energia ''dır.
Bu kavram çifti de Saussure'de yerini " langue-parole'' kavram çif­
tine bırakır. Dilbilimin kuramsal yetkinleşme sürecine önemli kat­
kılar yapan Chomsky ise aynı bağlamda ''kompetence-performan­
ce'' kavram çiftini yeğler. ''Ergon'' , ''langue'' ve ''kompotence''
kavramları tarihsel-toplumsal bir dizge olarak dilin sahip olduğu
nitelikler ve olanakların tümünü anlatır. ''Energia'', ''parole'' ve
''performance'' kavramlarıysa, konuşucu ve yazıcının söz konusu
olanakları ve nitelikleri özgün kullanma ve biçimlendirme yeter­
liğini dile getirir.
Roland Barthes, ''Energia '' , ''parole'' ve ''performance'' kav­
ramları bağlamında kullandığı ''söz'' için ''bireysel bir seçme ve
gerçekleştirme edimidir '' saptamasını yapar.25 Barthes'ın bireysel

25 Roland BARTHES: " Göstergebilimsel Serüven''; (Çevirenler: Mehmet RİFAT-Sema


RİFAT); YKY, İstanbul 1 993.
1 46 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

''dil yetisi'' anlamındaki bu belirleyimi, ''söz'' ile yazınsallığın


başlıca önkoşullarından biri olan ''kurgu'' bağıntısını daha açık
bir biçimde ortaya koyar.
John Searle ise, kurgu kavramını tümüyle ''konuşma'' edimi
bağlamında dizgeleştirir. 26 İlerleyen bölümde yazınsallık açısından
dil felsefesini daha geniş kon ulaştırdığım Searle açısından ''her
konuşma '' etkinliği belli bir ''erek '' güttüğünden, konuşma söz
konusu ereğe ulaşmak amacıyla konuşu€u tarafından kurgulanır.
Konuşmanın ''erekselliği'' ve ''kurgusallığı'' nitelikleri, konuşma­
nın iletisini anlam bakımından çoğullaştırır. İletinin çoğul anlam
katmanları, tümüyle konuşucunun ereğine uygun olarak açımla­
namamakla birlikte, ancak kullanıldığı bağlamda yaklaşık olarak
''uygun'' alımlanabilir.

Dilsel Değer, Yazınsal Değer (midir? )

Ferdinand De Saussure'ün ''Genel Dilbilimin Temelleri ''nde


yer alan ''Dilsel Değer'' bölümündeki görüşlerini de özet olarak
ele almak yararlı olabilir. Dili sese dönüşmüş düşünce olarak
algılayan de Saussure'e göre, özü gereği ''bulanık olan düşünce,
ayrışma yoluyla belirginleşmeye zorlanır. Demek ki ne düşünceler
özdekleşir, ne de sesler tinselleşir. Düşünce-ses, birtakım bölüm­
lemeler gerektirir ve dil, biçimlenmemiş iki yığın arasında oluşur­
ken kendi birimlerini yaratır. ''
Her dilsel öğe, diyesi, her sözcük, ''bir kavramın bir sesle
birleştiği ve bir sesin, bir kavramın göstergesi durumuna girdiği
küçük bir üye, bir parçacıktır. '' Ayrıca, dil bir kağıda benzetile­
bilir: ''Düşünce kağıdın ön yüzü, ses ise arka yüzüdür. " Kağıdın
ön yüzü kesilince, ''arka yüzü de kesilir. '' Bundan ötürü, ''ne ses
düşünceden ayrılabilir, ne de düşünce sesten. '' Söz konusu birle­
şim, ''bir töz değil, bir biçim yaratır. '' Biçim yaratımı, dili estetik­
leştirmeye elverişli duruma getirir.

26 John R. SEARLE: "Söz Edimleri-Dil Felsefesi Denemesi"; çeviren: R. Levent Aysever,


Ayraç Yayınevi, Ankara 2000.
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 1 47

De Saussure'ün açımlaması uyarınca, ''değerlerin yerleşebilme­


si için toplum zorunludur. Değer yaratan, yalnız toplumsal kulla­
nım ve genel onaydır. Birey tek başına hiçbir değer yerleştiremez. ''
Bir sözcüğün değeri, her zaman o sözcüğün '' bir kavramı'' ,
diyesi, içeriği/içeriksel tasarımı gösterme özelliği kapsamında
değerlendirilir.
Peki, dilsel değer, ''hangi bakımdan sözcüğün anlamından ''
ayrılır? De Saussure'ün söyleyişiyle, ''kavramsal yönü bakımından
değer, anlamın bir öğesidir. '' Dilsel değer, göstergenin veya sözcü­
ğün anlam içeriği ile bağlantılıdır; ancak ''anlam, işitim imgesinin
doğal bir karşılığından, bir karşı öğesinden başka bir şey değildir. ''
Bu belirlemeye göre, anlam, göstergenin ''gösterilen'' yönüyle ilgi­
lidir. Bu açıdan anlam, içerik veya düşünsel tasavvur ile eş anlamlı
olarak değerlendirilebilir. Gösterilenin karşı öğesiyse, ''gösteren'' -
dir, diyesi, göstergenin işitim imgesidir. Bu öğeler birbiriyle karşı­
lıklı bağımlılık ve belirlenim ilişkisi içindedir; çünkü dil, ''bütün
öğeleri dayanışık, birinin değeri yalnızca öbürlerinin de süremdeş
varlığından doğan bir dizgedir. ''
De Saussure'ün belirlemesiyle, bir değerin oluşabilmesi için, şu
etmenler zorunludur:
1 . ''Değeri belirlenecek şeyle 'değiştirilebilir benzemez' bir öğe;
2 . Değeri söz konusu olan şeyle 'karşılaştırılabilir' benzer
öğeler. ''
Değeri oluşturan ve belirleyen bu etmenler şu örnekle açıklana-

bilir: Bir Türk Lirasının değerini belirlemek için;


• ''Bu paranın belli miktarda başka şeyle '', örneğin, ekmekle
''değiştirilebileceğini'';
• ''Aynı dizgenin benzer bir değeriyle'', örneğin, Dolar ile ya
da başka bir para birimiyle ''karşılaştırılabileceğini '' bilmek
gerekir.
Buradan hareketle, bir sözcük de ''benzemez bir şeyle '', örne­
ğin ''bir kavramla değiştirilebilir. '' Ayrıca, ''aynı türden bir şeyle,
bir başka sözcükle karşılaştırılabilir. ''
1 48 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-

Görüleceği üzere, bir sözcüğün değeri, ancak o sözcüğü ''ben­


zer değerlerle '' ve ''karşıtlık ilişkisi kurabileceği öbür sözcüklerle
karşılaştırmak '' suretiyle belirlenebilir. Dolayısıyla, bir sözcüğün
içeriği, ''kendi dışındaki öğelerin yardımıyla '' ortaya çıkabilir.
Sözcük, karmaşık bir dizgenin ''parçasıdır'' ; bu nedenle, sade­
ce ''bir anlam içermekle kalmaz; özellikle de bir değer taşır. "
Sözcüğün değeri ile anlamı iki farklı şeydir. Buradan hareketle,
sözcüğün değerini, o sözcüğü ''çevreleyen öbür sözcükler'' belir­
ler. Ayrıca, bir sözcüğün değeri, o sözcüğün anlamının varlık
nedenidir.
Sözcüklerin görevi, ''önceden belirlenmiş kavramları göster­
mek değildir''; eğer böyle olsaydı, ''her dilde her sözcüğün anlam
bakımından tam bir anlamı olması gerekirdi. '' Bununla birlikte,
değerin kavramsal bölümü, ''yalnız dildeki öbür öğelerle kurulan
bağlantı ve ayrılıklardan oluşur. ''
Değerin işitimsel bölümü için de aynı şey söylenebilir: ''Söz­
cükte önemli olan sesin kendisi değildir; sözcüğü bütün öbür söz­
cüklerden ayırt etmemizi sağlayan ses ayrılığıdır; çünkü anlamı
taşıyan bu ayrılık/ardır. '' Buradan de dilin nedensizlik ve ayrım­
sallık özellikleri ortaya çıkar. Göstergeler, bir başka deyişle, söz­
cükler ''öz değerleriyle değil, görece konumlarıyla işlevlerini yeri­
ne getirirler. ''
Özdeksel bir öğe olan ses, ses olarak dilde yer almaz. Dil için
ses ''ikinci derecede önemi olan bir öğedir; yararlanılan bir özdek­
tir. Bütün saymaca değerlerin özelliği, kendilerine dayanak olan
somut öğeyle özdeşleşmek tir. '' Bu belirleme, özellikle dili ''göste­
ren'' ses için geçerlidir. De Saussure'ün belirlemesiyle, gösterileni
oluşturan, ''işitim imgesinin tüm öbür işitim imgeleriyle karışma­
masını sağlayan ayrılıktır/farktır''; çünkü dil, yalnızca ''ayrılık''
veya farklılık ister. Her ses öğesi veya gösteren, ''kesin sınırları
olan birbirim oluşturur. ''
Dil, ''bir dizi kavram ayrılığıyla birleşmiş bir dizi ses ayrılığı­
dır. '' İşitim imgelerinin, ''düşünce yığınında yapılmış aynı sayıda
bölümlemeyle karşılaşmasından '' bir değerler dizgesi doğar. Bu
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 1 49

değerler dizgesi, ''her göstergenin ses ve anlık öğeleri arasındaki


gerçek bağı kurar. ''
Bir başka göstergeler dizgesi olan yazıda da benzer durumlara
rastlanır:
• ''Yazı göstergeleri nedensizdir; örneğin, t yazacıyla onun
belirttiği ses arasında hiçbir bağıntı yoktur.
• Yazaçların değeri, salt eksili ve ayrımsa/dır; örneğin, aynı
kişi t'yi değişik biçimlerde yazabilir. '' Önemli olan bu gös­
tergenin, diğer göstergelerle karışmamasıdır.
• ''Yazıdaki değerler, işlevlerini yalnız belli sayıda yazaç­
tan oluşan belirli bir dizge içindeki karşıtlıklarıyla yerine
getirirler. ''
Bütün bu açıklamalar ışığında de Saussure, ''dil bir töz değil,
bir biçimdir'' saptamasını yapar. Bu saptama, yukarıda da vur­
guladığım gibi, dilin yazınsallaştırmaya yatkınlığının veya elve­
rişliliğinin felsefi kaynağıdır; çünkü her türlü sanatın özü, biçim­
lemedir. Dolayısıyla, anlatı sanatı olan edebiyatın özü de, dili
biçimlemedir.
Bu dilbilimcinin ''Genel Dilbilimin Temelleri''nin ''Dizimsel
Bağıntılar-Çağrışımsal Bağıntılar'' bölümünde yer alan dilin belli
bir durumunda ''her şey bağıntılara dayanır'' belirlemesi önem­
lidir. Dil dizgesini oluşturan farklılıklar ve benzerlikler, ''belli bir
değerler dizgesi'' yaratır. Dilsel öğelerin farklılıkları ve benzerlik­
leri veya bağıntıları, ''dilin varlığı için zorunlu olan, anlıksal etkin­
liğimizin iki biçiminin karşılığıdır. '' Bunlar, ''bir yandan söylem­
de, sözcükler birbirlerine zincirin halkaları gibi bağlanmaların­
dan ötürü, dilin dizgiselliğine dayanan bağıntılar kurarlar. '' Dilin
çizgiselliği ilkesi, ''iki öğeyi birden söylemeyi'' olanaksız kılar.
Dilsel öğeler, ''söz zincirinde birbiri ardınca sıralanır. '' Dayanağı
uzam olan bu bireşimler, ''dizim'' olarak adlandırılır. Öte yandan,
aralarında ''ortak bir yön '' bulunan sözcükler, söylem dışında,
''çağrışım yoluyla bellekte birbirine bağlanır. '' Sözcükler veya söz
birleştirimleri, ''her bireyde dili oluşturan iç gömünün bir parçası­
dır. '' Çoğu dilsel birimlerin ortak yönü, ''köken'' <lir. Bunlar, bazen
1 50 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

tasarım veya içerik imgesinin, bazen de işitim imgesinin ''ortaklı­


ğına'' dayanabilir. Bazen de ''hem anlam, hem de biçim ortaklığı ''
söz konusu olabilir. Bu yüzden, herhangi bir sözcük, ''şu ya da bu
yoldan kendisine bağlanabilecek her şeyi her zaman anımsatabi­
lir. '' Sözcüğün her şeyi, her zaman anımsatma özelliği, sezdirme,
duyumsatma ve anıştırma gibi anlatı araçlarını var eder. Yazınsal
metinlere anlam zenginliği kazandıran etkenlerden biri de budur.
-

1. 4. Ludwig Wittgenstein'a Göre Dilin Felsefi


Temelleri ve Edebiyat

1. 4. A. ''Tractatus''ta Dilsel Anlam ve Edebiyat

Betimlenebilen Şey, Farklı da Betimlenebilir

Avusturyalı filozof Wittgenstein'ın ''Tractatus''27 adlı yapıtı,


dil felsefesi ve edebiyat kuramı açısından da önemlidir. Bu neden­
le, anılan yapıtta dile getirilen bazı belirlemeleri ve sav-sözleri,
özellikle de dilin yazınsallaştırmaya yatkınlığı açısından irdeleme­
ye çalıştım. Wittgenstein'ın yapıtı, adından da anlaşılacağı üzere,
felsefe ve mantık üzerine bir denemedir. Dolayısıyla, dil ve dilin
tözsel olarak yazınsallaştırmaya yatkınlığı, felsefe ve mantık üze­
rine söylenenden çıkarımlanabilir.
Wittgenstein, olgu ile ilgili belirlemeleri bağlamında bir nesne­
nin biçimini, o nesnenin ''olgular/durumlar arasında yer alması ''
olarak tanımlar. Bir başka anlatımla, bir şeyin biçimi, o şeyin diğer
şeyler arasında yeriyle belirlenebilir. Bir biçim, var olabilmek için,
kendisi dışında başka biçimlerin varlığını gerektirir.
Filozofun bu belirlemesi, doğal ve somut nesneler ile ilgilidir.
Dil gibi soyut tinsel bir malzeme için geçerli olamaz. Bununla bir­
likte, her dil sonsuz sayıda içeriği anlatabilir. Dolayısıyla da son­
suz sayıda biçimi özünden türetebilir.

27 Ludwig Wittgenstein: "Tractatus Logico-Philosophicus"; Çeviren: Oruç Aruoba, Al­


manca aslı ile, Bilim/Felsefe/Sanat Yayınları, İstanbul 1 985. Filozofun anılan kitabı,
yine aynı çevirmenin çevirisiyle (Metis Yayınları, altıncı basım, İstanbul 201 1 ) ya­
yımlanmıştır.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 51

Bu filozofa göre, ''nesne yalındır'' ve ''karmaşıklar hakkındaki


her sözce bu karmaşıklar hakkındaki bir sözceye ve karmaşıkla­
,
rı eksiksiz olarak betimleyen tümceye ayrılabilir. " Töz, ''olduğu
gibi olandan bağımsız olarak olandır. ,, Töz, ''biçim ve içeriktir. ,,
Biçim, ''yapının içeriğidir. ''
Bu töz tanımı dile uyarlanabilir mi ? Töze ilişkin bu saptama,
dile de uyarlanabilir; çünkü her dil diğer dillerden bağımsız olarak
vardır. Dolayısıyla, her dil bir başına bir tözdür. ''Töz, biçim ve
içeriktir'' belirlemesi uyarınca, bir töz olarak dil, hem biçim, hem
de içeriktir; hem de sonsuz sayıda biçim ve içeriktir.
Filozofun ''biçim, yapının içeriğidir'' sözü, Hegel'in ''içerik,
biçimi özünden türetir'' belirlemesiyle çelişmektedir. Hegel, içe­
riğe öncelik vermesine karşın, Wittgenstein biçimi öne çıkarmak­
tadır. Diyalektik bakış, dil açısından Hegel'in belirlemesinin daha
tutarlı olduğunu ortaya koymaktadır.

imge

Avusturyalı filozofun açımlaması uyarınca, ''toplam gerçek­


lik, dünyadır. ,, İnsan, ''o/guların/gerçekliklerin imgesini kurar. ,,
İmge, tekil öznenin imgelem gücünün ürünüdür ve kurgusudur.
Bu açıdan bakınca, imge ile edebiyat arasında açık bir benzerlik
görülebilir. Edebiyatta da sıkça kullanılan imge kavramı, Witt­
genstein'ın anılan yapıtında geniş yer tutar. İmge, bu filozofa göre,
''olgu durumunu, olguların (veya durumların; OBK) var olma­
larını ve olmamalarını tanıtır. '' İmge, aynı zamanda ''gerçekliğin
modelidir. ,,
Nesneler, ''imgede, imgenin öğelerine tekabül ederler. ,, Buna
karşın, imgenin öğeleri/unsurları, imgede ''nesneleri'' temsil eder­
ler. İmgenin kaynağı, ''imgenin unsurlarının belli bir tür ve tarz­
,
da ilişkili olmalarıdır. ,, İmge, ''bir gerçekliktir. , Tasarımlamanın
veya yansıtımın biçimi, ''imgenin unsurları gibi şeylerin birbiriyle
,
ilişkilenme olanağıdır. ,, Wittgenstein, imge ile gerçeklik arasında­
ki ilişki hakkındaki bu açıklamalardan şöyle bir çıkarım yapar:
''İmgeyi imge yapan imgeleyici/tasarımlayıcı ilişki'' de imgeye
,
1 52 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

aittir. Filozof bu belirlemesinde imgeyi üreten özne ile imgeyi, bir


başka deyişle, üreten ile ürünü eşdeğer tutmaktadır.
Peki, olgu ile imge arasında nasıl bir ilişki vardır? Wittgenstein'a
göre, olgu, ''imge olabilmek için, imgelenen şey ile ortak bir yöne
sahip olmak zorundadır. '' Bir başka söyleyişle, imge ile imgelenen
şey arasında ''özdeş bir şeyin bulunması gerekir ki, bunlardan biri
öbürünün imgesi olabilsin. '' İmgenin gerçekliği ''kendi tarzında
imgeleyebilmek için '', bunun ''gerçeklik ile taşıması gereken ortak
yön, imgenin imgeleme biçimidir. '' İmge, ''biçimini, taşıdığı her
gerçekliği'' imgeleyebilir. Bu nedenle, ''her türlü uzamsal (olan),
uzamsal imge; her türlü renkli (olan), renkli imgedir. ''
Öte yandan, imge, ''kendi imgeleme biçimini imgeleyemez;
ancak onu serim/er. '' İmge nesnesini ''dışarıdan'' tanıtır/orta­
ya koyar; ''ortaya koyuş biçimi, imgenin konumudur. '' Bundan
dolayı, imge, nesnesini ''doğru veya yanlış'' ortaya koyar. Bunun­
la birlikte, imge kendisini ''anlatma biçiminin dışına koyamaz. ''
Her imge, aynı zamanda ''mantıksal'' bir imgedir; ancak her imge
uzamsal değildir. Mantıksal imge, ''dünyayı imgeler/tasarımlar. ''
İmge ile imgelenen arasındaki ortak yön, ''imgeleme biçimidir. ''
İmge, anlattığı veya ortaya koyduğu ''olgunun/durumun olana­
ğını (veya olabilirliğini) içerir. '' İmge, ''gerçeklik ile örtüşür veya
örtüşmez; doğrudur veya yanlıştır. '' Bu belirlemenin bir türevi
olarak imge, ''anlattığını anlatır''; bunu yaparken ''kendi doğru­
luğu ve yanlışlığından bağımsızdır. '' İmgenin anlattığı veya ortaya
koyduğu şey, onun ''içeriğidir. "

im veya Gösterge

Wittgenstein'a göre, ''mantıkla çelişen bir şeyi '' dil ile ortaya
koymak neredeyse olanaksızdır. Tümcede düşünce ''duyusal açı­
dan algılanabilir olarak kendisini anlatır. '' İnsan, ''duyusal ola­
rak algılanabilir bir tümce imini/göstergesini (ses veya yazı imini),
olgunun/durumun izdüşümü '' olarak kullanır_
Wittgenstein, ''düşüncelerimizi dile getirdiğimiz imi, tümce
imi '' olarak adlandırır. Tümce, bu filozofun açımlaması uyarınca,
''dünya ile kendi izdüşümsel ilişkisi içindeki tümce imidir. '' Dolayı-
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 53

sıyla, ''izdüşüme ait olan her şey, tümceye de aittir''; ancak ''izdüşü­
mü yapılan şey '', tümceye ait değildir. Bir başka anlatımla, tümceye
ait olan, ''izdüşümü yapılan şeyin olanağıdır''; kendisi değildir.
Dolayısıyla, izdüşümü yapılan şeyin ''anlamı'' tümceye içe­
rilmiş veya içkin değildir; tümceye içkin olan, söz konusu anla­
mı ''ifade edebilme olanağıdır. '' Olanak, olabiliri de kapsadığı
için, tümce, ilkesel ve tözsel olarak, izdüşümü yapılan her şeyi
anlatabilir.
Bu belirleme yazın kuramı açısından önemlidir. Tümcenin içer­
diği şey anlam değil, anlatabilme olanağı ise, söz konusu tümce,
aynı zamanda anlamayı veya yorumu değil, anlamlandırma ve
yorumlama olanağını içerir. Böyle bir şeyse, söz konusu tümcenin
sonsuz sayıda farklı yoruma açıklığı demektir.
Ayrıca, tümceye içerilmiş olan şey, izdüşümü yapılan şeyin
''içeriği değil, biçimidir. '' Tümce göstergesinin veya iminin özü,
kendi unsurları olan sözcüklerin ''kendisinde belli bir tarzda iliş­
kili olmalarıdır. '' Tümce ''bir olgudur ve eklemlidir. ''
Wittgenstein'ın anlatımı uyarınca, olgular/durumlar ''betim­
lenebilir''; ancak ''adlandırılamaz. '' Tümcede kullanılan ''yalın
imlere ad denir. '' Ad, anılan yapıtı Türkçeye çeviren Oruç Aruo­
ba'nın söyleyişiyle, ''bir nesneyi imler ''; nesne, adın ''imlemidir. ''
Ad, tümcede nesneyi ''temsil eder. ''
Nesneler adlandırılabilir; imler/göstergeler ise, nesneleri ''tem­
sil eder. " Nesneler hakkında ''konuşulur ''; ancak onlar ''konuşu­
lur kılınamaz. '' Bir tümce, ''sadece bir şeyin nasıl olduğunu söy­
leyebilir ''; ''ne olduğunu '' ·söyleyemez. Yalın bir göstergenin/imin
''olanaklılığını'' isteme, ''anlamın belirliliğini'' istemedir.
Anlamak için ilk göstergelere ilişkin ön bilginin gerekli oldu­
ğunu vurgulayan Wittgenstein, anlamı oluşturan unsurlardan biri
olarak ''bütünlük'' veya ''bağlam'' kavramını görür. Bu filozofun
deyişiyle, ''sadece tümce bir anlam taşır; bir ad sadece tümcenin
bütünlüğü/bağlamı içinde bir imlem28 taşır. '' Tümce değişkeni-

28 Almanca ''Bedeucung'' kavramına karşılık olarak kullandığım ''im lem" kavramını,


Oruç Aruoba'dan ödünçledim. ''Bedeucung'' kavramı, ''dış veya yorumsal anlam''
olarak da karşılanabilir.
1 54 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

nin ''hangi değerleri'' alabileceği belirlenir. Değerlerin belirleni­


mi ''değişkendir. '' Tümce değişkenlerinin belirlenmesi, ''değişke­
nin'' tümcelerin ''ortak belirtileri'' olduğunu gösterir. Dolayısıyla,
belirleme, ''simgeleri'' söz konusu eder; simgelerin imlemlerini
veya dış anlamlarını değil.

Gösterge ve Simge

Wittgenstein, bir dilbilimin temel kavramlarından biri olan


gösterge'' ile önemli bir retorik figür, dolayısıyla da yazınsallaş­
tırma aracı olan simge arasında yakınlık görür. Bu filozofa göre,
belirleme, sadece ''simgelerin'' bir betimlemesidir ve ''gösterilen''
üzerine hiçbir şey söylemez. Bu, belirlemenin özsel özelliğidir.
Gösterge, ''simgede duyusal olarak algılanabilir olandır. '' Dola­
yısıyla, iki farklı simge, ''göstergeye/ime (yazılı gösterge veya sözlü
gösterge) ortaklaşa sahip olabilirler. '' Tümcenin anlamı değiş­
meden, ''simgenin özsel öğesi değişmez. '' Böyle durumlarda söz
konusu simgeler, ''farklı tarzda '' nitelendirirler. Wittgenstein'ın
anlatımıyla, ''aynı gösterge ile asla iki ayrı nesnenin ortak belirti­
si'' imlenemez; aynı gösterge ile sadece ''iki farklı imleme/niteleme
tarzı'' imlenebilir; çünkü gösterge ''keyfidir'' veya nedensizdir.
''Yeşil yeşildir'' tümcesinin birinci sözcüğünün ''özel ad''; ikin­
ci sözcüğünün ise ''sıfat'' olduğunu belirten filozofun öne sürümü
uyarınca, bu sözcüklerin ''farklı imlemleri'' veya dış anlamları
yoktur; bunlar aynı zamanda ''farklı simgelerdir. '' Göstergedeki
veya imdeki ''simgeyi'' tanımak için, ''anlamlı kullanıma bakmak
zorunludur. '' Gösterge, ''ancak mantıksal-söz dizimsel kullanı­
mıyla birlikte mantıksal bir biçim belirler. '' Wittgenstein'ın yuka­
rıdaki belirlemede kullanım ile anlam arasında kurduğu bağ veya
ilişki dikkat çekicidir.
Wittgenstein'a göre, ''gösterge, özsel ve rastlantısal çizgilere/
niteliklere sahiptir. '' Dolayısıyla, ''aynı anlamı dile getiren bütün
tümcelerin ortak yönü, tümcedeki özsel olandır. '' Bu nedenle de
''genel olarak simgede özsel olan, aynı amacı yerine getirebilen
bütün simgelerin ortak yönüdür. '' Ayrıca, ''simgede imleyici/nite-
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 55

leyici olan, mantıksal sözdizimi kurallarına göre, onun yerine


koyulabilecek olan bütün simgelerin ortak yönüdür. ''
Bu filozofun tikel imleme veya gösterme tarzı hakkındaki şu
belirlemesi, genel dilsel malzeme ile öznel/tikel anlatım tarzı ara­
sındaki diyalektik ilişkiyi ortaya koymaktadır: ''Tikel bir imleme/
niteleme tarzı önemsiz olabilir; ama asıl önemli olan bunun 'olası'
(vurgu; bana aittir; OBK) bir imleme/niteleme tarzı olmasıdır. ''
Felsefede de durum aynıdır. ''Tekil olan, hep önemsiz görülür;
fakat her tekilin olanağı (veya olabilirliği; OBK), dünyanın özü
hakkında bilgi verir. ''
Wittgenstein'ın imleme, niteleme ve/veya anlatma tarzı kap­
samında öne çıkardığı ''ola bilirlik'' ilkesi, tümüyle yazınsal dil
kullanımına uygundur. Bu çalışmada sıkça vurgulandığı gibi, ede­
biyat olmuş olanı veya somut olguların yanı sıra, asıl olarak ''ola­
biliri '' anlatır.

Genel Tümce Biçimi, Bir Değişkendir

Wittgenstein, ''Tractatus ''un dil, düşünce ve tümce ile ilgili


bölümünde ''düşünce, anlamlı tümcedir'' ve ''tümcelerin toplamı
dildir'' dedikten sonra şu belirlemeyi yapar: ''İnsan, her sözcüğün
nasıl ve neyi imlediği konusunda hiçbir fikri olmaksızın, her türlü
anlamın dile getirilmesini sağlayan diller inşa etme yeteneğine
sahiptir. ''
İnsanın dil yeterliliği hakkındaki antropolojik bakımdan tutar­
lı bu saptamaya göre, her türlü anlamı dile getiren bir dil yarat­
ma yeteneği taşıyan insan, doğal olarak her türlü estetik-yazınsal
anlamı anlatan bir dil de yaratabilir. Böyle bir dil yaratma yeterli­
liğine sahip olan özne, o dilin içinde taşıdığı içerikleri ve biçimleri
de bulgulayabilir ve betimleyebilir.
Bu filozofun açımlaması uyarınca, dil, ''düşünceyi örter. " Öyle
örter ki, ''örtünün dış biçimine göre, örtülen düşüncenin biçimi
konusunda bir çıkarım yapılamaz; çünkü örtünün dış biçimi, göv­
denin biçimini tanınır kılmak için değil, tümüyle başka amaçlara
göre oluşturulmuştur. ''
1 56 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Birkaç tümce sonra ''bütün (veya her türlü) felsefe, dil eleştirisi­
dir'' diyen Wittgenstein'a göre, ''tümce, gerçekliğin imgesidir/tasarı­
mıdır. '' Tümce, ''biz gerçekliği nasıl düşünüyorsak, gerçekliğin öyle
bir modelidir. '' İmgesellik, gösterge veya ''im'' veya işaret dillerinin
temel özelliğidir. İmgesellik, edebiyatın da başlıca özelliklerinden
biridir. Dolayısıyla, imgesellik, dilin yazınsallaşmaya yatkınlığının
kaynaklarından biridir. Bu imgeselliğin özsel öğesine girmekle, söz
konusu ''imgesellik, görünür düzensizlikler ile bozulmaz. ''
Wittgenstein'ın şu belirlemesi, göstergesellik kavramını anla-

tım tarzının ve imgelemenin temeli olarak değerlendirdiğini ortaya


koymaktadır: ''İfade ediş/dile getiriş tarzımızın bütün imgeselliği,
her türlü benzetmenin olanağıdır. '' Tümce ise, ''gerçekliğin imge­
sidir ''; çünkü tümcenin ortaya koyduğu olgu veya durum, ancak
''tümce anlaşıldığı zaman, bilinebilir. Tümce, anlamı açıklan­
maksızın anlaşılır. '' Wittgenstein, tümce-anlam ilişkisini, ''tümce
kendi anlamını gösterir'' sözleriyle anlatır.

Çeviride Çevrilen Nedir?

Bu filozofun açımlaması uyarınca, çeviri sürecinde tümce bütü­


nüyle çevrilmez. Bir dilden bir başka dile çeviri sırasında ''bir dil­
deki bir tümce, öbür dildeki tümceye çevrilmez. Sadece tümcenin
öğelerilparçaları çevrilir. ''
Bu görüş, ''tümel sanat yapıtı'' anlayışını ülküselleştiren
Romantik edebiyat akımının çeviri hakkındaki görüşü ile büyük
ölçüde uyuşmaktadır. Romantiklere göre, tümel bir sanat/edebi­
yat yapıtı tümüyle çevrilemez.
Wittgenstein'ın öne sürümüne göre, yalın göstergelerin veya
sözcüklerin imlemleri (veya dış anlamları), ''anlayabilmemiz için ''
açıklanmak zorundadır. Bunun yanı sıra, ''tümceler ile anlaşırız. ''
Tümcenin ''yeni bir anlam '' bildirebilmesi, onun özsel özelliğidir.
Bir tümce ''bütün eski dile getiriş/er ile yeni bir anlam bildirmek
zorundadır. ''
Burada dile getirilen ''bütün eski dile getirişler'' anlatımı, bir
dilde belli zamana veya ana değin üretilen anlatım olanaklarının
tümünü ortaya koyar. Yazan veya konuşan öznenin söz konusu
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 1 57

anlatım olanakları birikimini kullanarak, oluşturduğu yeni anlam,


o öznenin dil beğenisini ve tikel biçemini oluşturur.
Yeni bir tümce, bir olgu veya bir durum bildirir; dolayısıyla
olgu veya durum ile ''özsel olarak bağlantılı olmak zorundadır. ''
İşte bu bağlantı/bağıntı, dilin ''mantıksal imgesidir. '' Tümce,
''ancak bir imge olduğu kadarıyla, bir şeyler söyler. '' Tümcenin
olanağı veya olabilirliği, ''nesnelerin göstergeler ile temsil edilmesi
ilkesine dayanır. ''
Tümcenin biçimi, ''öngörülebilir, bir başka deyişle, oluşturu­
labilir. '' Oluşturulabilirlik, tümcenin varlık nedenidir ve ''genel
tümce biçimi, bir değişkendir. '' Gösterge, ''keyfi uzlaşıma daya­
nır. '' Bütün tümcelerin ''ortak yönü, mantıksal bir sabittir. '' Söz
konusu mantıksal sabit veya değişmez, ''tümcenin genel biçimidir. ''
Yukarıdaki belirlemelerde geçen ''oluşturulabilirlik'' kavramı
ve ''gösterge, keyfi uzlaşıma dayanır'' tümcesi,
Bir bakıma, Humboldt, Hegel ve Ferdinand de Saussure'ün
dilin tözsel yapısı hakkındaki görüşlerinin yinelenmesidir.

Dilimin Sınırları, Dünyamın Sınırlarıdır

Wittgenstein, dil-dünya, dil-düşünme ve dil-anlatım yeterliliği


arasındaki karşılıklı belirlenim ilişkisini, ''dilimin sınırları, dünya­
mın sınırlarıdır '' belirlemesiyle anlatır.
Bu dil felsefesinde ufuk açıcı bir saptamadır; çünkü insan neyi
düşünebiliyorsa, onu anlatabilir. Neyi anlatabiliyorsa, onu ger­
çekleştirebilir. Dolayısıyla, insanın dünyası, düşünebildiği ve anla-

tabildiği şeylerle sınırlıdır; dil yeterliliği, dünyayı algılama, tanıma


ve değiştirebilme gücüyle, kişinin öz-gerçekleştirim yeteneğiyle
doğru orantılıdır.
Burada bir başlam açıp, Wittgenstein'ın bu kitabı ''bütün
sorularımı yanıtlamadı; ama düşünmeme yardımcı oldu'' diyen
Pierre Hadot'nun ''Wittgenstein ve Dilin Sınırları''29 adlı yapıtın­
da dile getirdiği bazı görüşlerine yer vermek istiyorum. Hadot,
anılan araştırmasının ''Wittgenstein'ın ''Tractatus logico-philo-

29 Pierre HADOT: ''Wittgenstein ve Dilin Sınırları''; çeviren: Murat Erşen, Doğubatı


Yayınları, Ankara 201 1
1 58 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1
- -

sophicus'u Açısından Dilin Sınırları Üzerine Düşünceler'' bölü­


münde ''dilde anlatılan, dil ile anlatılamaz'' sözünü alıntılar ve şu
soruyu ekler: ''Hangi sınıra kadar dil bir anlama sahip olabilir? ''
Bu Fransız araştırmacının yanıtı şöyledir: ''Dil kendini dil olarak
ifade etmek istediğinde bir anlama sahip olmayı keser; yani temsi­
li olmayı keser; dil kendini söyleyemez. " Dolayısıyla, dil '' bir tür
bizzat kendinin sınırıdır. '' Öte yandan, ''söylenemeyen, belli bir
ölçüde gösterilebilir. " Dil, ''dile getirile!Jleyeni '' insana açar.
Yeniden Wittgenstein'a dönelim. Dil-mantık ilişkisi ise, düşü­
nürün ''mantık, dünyayı doldurur''; dolayısıyla, dünyanın sınır­
ları, ''mantığın da sınırlarıdır'' sözlerinde somutlaşır. Filozof,
dil-düşünce arasında şöyle bir ilişki kurar: ''Düşünemediğimiz
şeyi düşünemeyiz; dolayısıyla, düşünemediğimizi 'söyleyemeyiz'
(vurgu, Filozofundur; OBK) de. '' Dünyanın benim dünyam oldu­
ğu, kendisini ''dilin sınırlarının, benim dünyamın sınırlarını imle­
mesinde '' gösterir. Bu nedenle, ''dünya ve yaşam birdir. '' Buradan
şu çıkarım yapılabilir: ''Ben, kendi dünyamım. '' Özne, ''dünyanın
bir sınırıdır. ''
Wittgenstein'ın şu deyişi yorum veya alımlama estetiği açısın­
dan verimlileştirmeye oldukça elverişlidir: ''Gördüğümüz her şey,
başka türlü de olabilir. Betimleyebildiğimiz her şey, başka türlü de
olabilir. ''
Görüleceği üzere, her özne, dış dünyayı, toplumu veya insanı
başka türlü algılar, anlamlandırır ve anlatır. Aynı konuyu değişik
kişilerin farklı biçimde anlatmasının nedeni budur. Farklı yazarla­
rın, aynı dilsel malzemeyi farklı biçimlemeleri veya biçemselleştir­
meleri, aynı şeyi farklı görmeleri ve farklı anlamlandırmalarıdır.

1. 4. B. �udwig Wittgenstein:
''Felsefi incelemeler'' de Edebiyatın Dilsel Kökleri

Bir Sözcüğün Anlamı, Onun Dilde Kullanımıdır

Wittgenstein'ın 1 945'te Cambridg'te yazdığı önsözde belirt­


tiğine göre, kendisini on altı yıl uğraştıran ve 1 953'te yazarın
ölümünden sonra yayımlanan, çoğunlukla ''aforizmalar'' ve not-
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 1 59

lar şeklindeki ''Felsefi İncelemeler''30, bu filozofun ''daha sonra


okuduğumda içinde ağır yanılgılar belirledim '' dediği ''Mantık ve
Felsefe Üzerine Denemeler''den sonra kaleme aldığı ikinci temel
yapıtıdır.
Dil Eylem Kuramı'nı dizgeleştiren Austin ve Searle'ü etkileyen
bu yapıtın başlıca konusu dil ve dile ilişkin çözümleme deneme­
leridir. Oluşturuculuk akımını da etkileyen bu yapıt, filozofun
sıralamasıyla öncelikle ''imlem'' ''anlama'' ''tümce'' ''mantık''
' ' ' '

kavramlarını, ''matematiğin temellerini'' ve ''bilinç durumlarını''


ıçerır.
• •

Bu çalışma açısından özellikle ''imlem'' (veya dış anlam),


'' anlama '' ve daha az ölçüde ''tümce'' önem taşımaktadır.

Dilin İçerdiği Kullanım Tarzları, Yeni Dil Oyunlarıdır

Wittgenstein'ın birinci bölümün girişinde belirttiğine göre, bir


dildeki sözcükler, ''nesneleri adlandırır. '' Filozof burada tümüyle
somut şeylere verilen adları düşünmüş olmalıdır; çünkü bir dilin
söz varlığı somut adların yanı sıra soyut sözcükler ve kavramlar­
dan oluşur.
Tümceler, ''bu adlandırmaların bağlantılarıdır. " Bu dil kavra­
yışı uyarınca, ''her sözcüğün bir imlemi vardır. '' Anlam, ''sözcü­
ğün temsil ettiği nesnedir. ''
Wittgenstein'ın anlatımıyla, sözcük, ''imler'' (Fİ, 10) veya nite­
lendirir. Daha açık anlatımla, sözcük nesneyi, anlattığı şeyi imler.
Dil, Wittgenstein'ın an·l atımı uyarınca, ''sokaklardan, mey­
danlardan, eski ve yeni evlerden ve çeşitli dönemlerden kalma ek
yapılardan oluşan eski bir kent'' olarak görülebilir (Fİ 1 8 ) . Bir
dili tasavvur etmek demek, ''bir yaşam biçimini tasavvur etmek ''
demektir ( Fİ 1 9) .

30 Ludwig Wittgenstein: "Philosophische Untersuchungen- Felsefi İncelemeler''; içinde:


Ludwig Wittgenstein Werkausgabe Band 1 (Frankfurt am Main: Suhrkamp 1999) S.
23 1 - 485. Bu incelemede Wingenstein'dan yaptığım dolaylı ve dolaysız aktarımları,
''Felsefi İncelemeler''in kısaltması olan (Fİ ve ilgili sayı, örneğin, Fİ 10) şeklinde belir­
ledim. Wingenstein'ın bu yapıtı, Metis Yayınları tarafından "Felsefe Soruşturmaları"
(İkinci Basım, Kasım 2010, çeviren: Haluk Barışcan) başlığıyla yayımlanmıştır.
1 60 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

Wittgenstein'ın bu belirlemesi, Humboldt'un ''her dil, bir


dünya görüşüdür'' saptamasının bir başka anlatımıdır. Yaşam
biçimi, dil beğenisini ve dünya görüşünü biçimleyen önemli etken­
lerden biridir.
Bu düşünürün anlatımı uyarınca, dil, o zamana değin üretil­
miş olan tümcelerin yanı sıra, başka tümcelerin de olabilirliğini
veya olanağını içerir. Ayrıca, dil, ''gösterge, sözcük ve tümce '' gibi
öğelerin ''sayısız kullanım tarzını'' da kapsar ve bu kullanım tarz-

ları ''kalıcı, her zaman için verili'' değil, dilin ''yeni tipleridir, yeni
dil oyunlarıdır. '' Bu yeni dil oyunları, ''ortaya çıkarlar, eskirler ve
unutulurlar. '' Dil oyunları, filozofun açımlaması uyarınca, ''dili
konuşmanın, bir etkinliğin veya bir yaşam tarzının bir kısmı ''
olduğunu anlatır (Fİ 2 3 ) .
Wittgenstein'ın dil felsefesine yaptığı katkılardan biri, hiç kuş­
kusuz ''dil oyunu'' kavramıdır. Dil oyunu, dilsel malzemeyi kullan­
ma, bu malzeme ile oynama tarzıdır. Dil, öz-yapısı gereği, sonsuz
sayıda kullanma tarzı içerir. Dil oyunu, hem dilin tözsel yapısını,
hem de insanın dili tarzlaştırma yeterliliğini anlatır. Dilin esnekli­
ğini veya ne denli esnetilebileceğini simgeleyen ''dil oyunu'' , aynı
zamanda dilsel bir etkinliktir. Humboldt ve Hegel'in vurguladı­
ğı, dilsel gerçekleştirimdir. Dil oyunu, bu kitapta ele aldığım bir
başka kavram olan dilsel eylemin ''tiyatrosallığı'' dır.
Wittgenstein'ın sıraladığı bu dilsel etkinlikler arasında ''bir
göstergenin oluşumu'' , ''bir sürecin anlatımı'', '' bir hikaye kur­
gulamak/uydurmak ve okumak'' , ''tiyatro oynamak'', '' bir fıkra
anlatmak'', ''bir dilden bir başka dile çeviri yapmak'' ve ''rica
etmek, intizar etmek, selamlamak, ibadet etmek, teşekkür etmek''
gibi anlatımlar da vardır.
Sözcükleri kullanma süreci, çocukların ana dillerini öğrendik­
leri bir oyundur. Wittgenstein'ın adlandırmasıyla, ''dil oyunu''dur.
Bir şey için '' bir ad bulma '' da bir dil oyunudur (Fİ 27). Adlandır­
ma veya tanımlama, çoğu kez varsaymadır. Örneğin, ''iki'' sayı­
sını tanımlayan, ''neyi iki olarak tanımlamak istediğini bilmez '';
söz gelimi, bir küme fındığı '' iki'' olarak adlandıran, bunu varsa­
yar (Fİ 2 8 ) Bir özel adı açıklayan, bunu bir ''renk adı'', bir ''ırk
.

nitelemesi'' veya bir ''yön '' olarak kavrayabilir. Bir başka anlatım-
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 1 61

la, ''yol gösterici'' veya ''imleyici tanımlama, her durumda farklı


yorumlanabilir'' (Fİ 2 8 ) . Bu farklı yorum, tanımlamanın yapıldı­
ğı ''durumlara'' ve tanımlamanın verildiği ''insana'' bağlıdır. Bu
insanın açıklamayı nasıl kavradığı ise, ''açıklanan sözcüğü, nasıl
kullandığında '' kendisini gösterir. Her açıklama, ''yanlış anlaşıla­
bilir'' ( Fİ 29).
Bunun tersi de doğru olmak zorundadır: Yanlış anlaşılan bir
açıklama, doğru da anlaşılabilir.
Wittgenstein'ın açımlamasına göre, imleyici tanım, ''sözcüğün
kullanımını'', bir başka deyişle, sözcüğün ''imlemini'' açıklar ( Fİ
30). Yorum, açıklanan sözcüğün veya dilsel bildirimin ''kullanı­
mında'', daha açık deyişle, kullanım tarzında yatar.
Dili kullanma, her zaman bir bağlam içinde ve erek doğrultu­
sunda gerçekleşir. Bu yüzden, hem anlatmayı, hem de anlatılanı
yorumlamayı belirleyen öğe, kullanımdır; çünkü bu iki eylem de
dil dolayımını gereksinir.

Bir Sözcüğün İmlemi, O Sözcüğün Kullanımıdır

Peki, ad ile adlandırılan arasında nasıl bir ilişki vardır? Witt­


genstein'a göre, bu ilişkinin özü şudur: Bir adı işitme, ''adlandı­
rılanın imgesini'' gözümüzün önüne getirir. Bir başka seçenek, ad
adlandırılanın üzerine yazılmıştır veya ''adlandırılanın gösteril­
mesi sırasında '' dile getirilir (Fİ 37). Ad ile pek çok şey adlandırı­
lır; ad ''sözcüğü'', sözcüğün, ''çok farklı, birbiriyle farklı tarzlarda
akraba olan '' tarzlarını karakterize eder.
Tanımlamada adlandırılan gösterilerek, ''ad söylenir. '' Örneğin,
bir nesneyi göstererek '' bu'' deriz. Adlandırma, ''bir sözcüğün bir
nesne ile tuhaf ilişkisi'' olarak görünür (Fİ 3 8 ) . Adlandırma veya
sözcük, tümce bütünlüğü içinde anlam kazanır (Fİ 39). Kendisine
hiçbir şey tekabül etmeyen sözcüğün ''imlemi'' yoktur (Fİ 40). Bir
sözcüğün imlemi, ''o sözcüğün dildeki kullanımıdır'' (Fİ 43 ).
Adlandırma, ''betimleme için hazırlıktır. '' Wittgenstein'ın
anlatımıyla, Frege'nin ''bir sözcük, tümce bütünlüğü içinde imlem
taşır'' demesinin nedeni budur (Fİ 49).
1 62 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1
- •

Dil oyununda bir ''rolü'' olan unsurlar, ''anlatmanın aracıdır. ''


Eğer '' bu'' olmasa, '' bu'' denilen şey, dil oyununda kullanılmaz.
Dolayısıyla, ''görünür olmak zorunda olan, dile aittir'' (Fİ 50).
Dilsel göstergeleri kullananlar, o göstergeleri ''şu veya bu tarz­
da'' öğrenmiştir (Fİ 5 3 ) . Ada denk düşen ve ''o ad olmaksızın
im lem taşımayan '' ve ''dil oyununda ad ile bağlantılı kullanılan ''
şey paradigmadır (Fİ 5 5 ) . Örneğin, ''kırmızı bir şey yok edilebilir;
ancak kırmızı yok edilemez. '' İşte bu n.edenle, ''kırmızı'' sözcüğü­
nün imlemi, ''kırmızı bir şeyin varlığından bağımsızdır'' (Fİ 57).
''Kırmızı vardır'' demek, ''kırmızı bir imlem taşır'' demektir (Fİ
58).
Adlar, ''gerçekliğin öğesini'' nitelendirir. Gerçekliğin öğesiy­
se yok edilemeyen, ''her türlü değişimde aynı kalandır. '' Bu aynı
zamanda konuşanın veya yazanın ''kullanmak istediği belirli bir
imgedir ''; çünkü ''deneyim'' bu unsurları göstermez. Örneğin, söz
konusu öğeler, bir koltuğu oluşturan parçaların malzemeleridir.
Koltuk hakkında dilsel bildirimde bulunan, bu malzemelerden
yola çıkarak ''gerçekliğin imgesini'' oluşturur (Fİ 5 9 ) .
Karmaşık bir dilsel bildirimde tekil öğelerin kullanımı konu­
sunda bir görüş birliği oluşmamışsa, söz konusu tekil birimlerin
''anlamı'' da belirsizliğini korur (Fİ 60). Her dilsel bildirimde
adlar ve imgeler ilişkilendirilir. Kullanım bütünlüğünde belirgin­
leşen söz konusu ilişkilendirme, anlamın belirleyicisidir (Fİ 62).

Dil Oyununun Özü Nedir?

Peki, ''dilin'' ve ''dil oyununun özü '' nedir? Bütün bu süreçle­


rin ''ortak yönü'' nedir, onları ''dilin parçaları'' durumuna geti­
ren nedir? Wittgenstein'a göre, bu soruya şu yanıt verilebilir:
Bu görüngülerin, ''aynı sözcükle'' anlatılabilecek ''tek bir ortak
yönü '' yoktur. Bunlar ''çok değişik tarzlarda '' birbiriyle akrabadır
ve '' bu akrabalıklar'' nedeniyle, biz onları ''diller'' olarak adlan­
dırmaktayız (Fİ 65).
Önce ''oyunlar'' diye adlandırılan süreçlere bakılabilir. İskam­
bil oyunu, satranç, top oyunu vb. oyunların ''ortak yönü'' nedir?
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 63

Bunların ortak yönü, ''karmaşık iç içe geçen ve kesişen bir dizi


benzerlik/erdir, akrabalık/ardır. '' Bütün oyunlar, ''eğlendiricidir''
(Fi 66).

Söz konusu benzerliklerin öz-yapılarını ortaya koyabilecek en


iyi sözcük, ''aile benzerlikleri'' dir; çünkü birbirini aşan, kesişen
farklı benzerlikler, ancak ''bir ailenin üyeleri arasında olabilir:
Boy bos, yüz çizgileri, göz rengi, yürüyüş, heyecan '' bütün bun­
lardan ötürü, oyunlar ''bir aile'' oluşturmaktadır.
Aynı şekilde ''sayı türleri'' de bir aile oluşturur. Bir şey neden
''sayı'' diye adlandırılır? Düşünürün yanıtı şöyledir: ''Şimdiye
değin sayı olarak adlandırılan şeylerle dolaysız akrabalığından
ötürü '' (Fİ 67). Nasıl ki, sayı akraba kavramların veya çeşitli sayı
türlerinin ''mantıksal bir toplamı'' ise, oyun kavramı da ''kısmi
kavramların mantıksal bir toplamıdır. ''
Ayrıca, sayı sözcüğü, ''sınırları kesin belirlenmiş bir kavramın
nitelemesi '' olarak kullanılamaz. Öte yandan, bu kavramın kap­
samı, ''belli bir sınır ile çevrilmiş olarak '' da kullanılmaz. ''Oyun''
sözcüğünü de aynı şekilde kullanılır. Oyunun sınırları da kesinleş­
tirilemez. Neyin oyun, neyin oyun olmadığı konusunda da sınır
belirlenemez; ancak ''sınır çizilebilir'' ; çünkü oyunun kesin belir­
lenmiş kuralları yoktur. Örneğin, teniste ''topun ne kadar yukarı
atılabileceğinin bir kuralı yoktur '' (Fİ 6 8 ) .
Oyun bir başkasına çok kesin olarak anlatılamaz; çünkü kesin
ve değişmez kuralları yoktur. Oyunda ancak ''tikel bir amaç'' için
sınır çizilebilir (Fİ 69). Öte yandan, tümüyle kuralsız bir oyun
olamaz. Dolayısıyla, oyun kavramı belirsizlikler içerir; fakat belir­
siz bir kavram, kavram olamaz. Oyun, bu yönüyle, bir insanın
belirsiz bir fotoğrafı ile karşılaştırılabilir. Oyunu anlatmak için,
''belirli bir tarzda '' kullanılması umulan ''örnekler'' verilir.
Böylece ''dil oyunları '' oynanır (Fİ 7 1 ) . Ortak yönlerin algı­
lanması istenir. Karşılaştırmalar yapılır; insan ''karşılaştırmayı
genişletmeye eğilimlidir'' ve açıklamayı anlamış olmak demek,
''açıklanan şeyin kavramına tinsel olarak sahip olmak '' demek­
tir. Bu ise, '' bir örnek'' veya ''bir imgedir. " Çeşitli ''yapraklar''
gösterilerek, ''buna yaprak denir'' açıklamasından yola çıkılarak,
1 64 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

''yaprak biçimi'' kavramı elde edilir ve zihinde bu yaprak biçimi­


nin bir imgesi oluşturulur.
Peki, belirli bir biçim taşımayan ve ''bütün yaprak biçimle­
rinin ortak yönünü'' içeren ''bir yaprak imgesi'' nasıl görünür?
Zihindeki bu örneğin rengi nedir? Yeşilin bütün tonlarının ''ortak
özelliği'' olan yeşil rengi midir? (Fİ 73 ). Bu kapsamda söz konusu
örneğin veya örneklerin ''uyarlanması'' anlamın belirleyici öğesi­
dir. Ayrıca, burada ''yeşil rengin örneğinin biçiminin hangisi oldu-
-

ğu'' da sorulabilir. Dörtgen midir veya ''yeşil, dörtgenin örneği


midir? '' ya da ''düzeni midir? '' Onu ''düzensiz biçimin örneği''
olarak kullanmamızı engelleyen nedir? (Fİ 73 )
Deneyimlere göre, söz konusu örnek ''genel yaprak biçimi''
kapsamında veya ''belli bir biçimde'' görülebilir. Onu belli biçim­
de gören biri, ''şöyle veya şu ya da bu kurallara göre kullanır. ''
başka türlü gören ise, ''başka bir tarzda kullanır '' ( Fİ 74) .
Peki, bir oyunu ''bilmek ne demektir? '' Onu bilmek, ama ''söy­
leyememek ne demektir?'' Bu bilme, ''dile getirilmeyen bir tanı­
mın herhangi bir denkliği midir? '' Dile getirilse, ''bilgimin anlatı­
mı olarak kabul edebilir miyim? '' Çeşitli türden oyunlara ilişkin
örnekler, ''diğer olası türlerin örneksemesi''ne göre, yapılan açık­
lamalar temelinde ''diğer oyunlar oluşturulabilir'' (Fİ 75 ).
Bir başkası ''daha kesin sınırlar çekse, ben bu sınırı, daha önce
çekmek istediğim sınır olarak kabul edemem ''; çünkü ''ben hiçbir
sınır çekmek istemedim. '' Bu durumda, sınır çekenin kavramının,
''benim kavramım olmadığı, ancak onunla akraba olduğu söyle­
nebilir. '' Bu, ''iki farklı imgenin akrabalığıdır. '' Akrabalık inkar
edilemediği gibi, '' farklılık'' da inkar edilemez ( Fİ 76). Söz konu­
su imgelerin ayırıcı özellikleri, ''belirlilik dereceleridir'' (Fİ 77).
Wittgenstein'a göre, ''Musa, hiç var olmadı '' tümcesi ''farklı
şeyleri'' imleyebilir. Bu söz, ''Mısır' dan çıktıklarında, İsraillilerin
bir önderleri olmadığı'' veya ''önderlerinin adının Musa olmadı­
ğı'', hatta ''İncil'in Musa hakkında anlattığı bütün olayları yapan
bir insanın olmadığı '' gibi anlamlara gelebilir. Hangi anlam kabul
edilirse edilsin, bu tümce veya ''Musa'' adı '' başka bir anlam''
kazanır (Fİ 79).
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 65

Bir sözcüğün kullanımı, ''her yerde kurallar ile sınırlı değildir. ''
Bu kapsamda ''kuralların kullanımını kurala bağlayan '' bir kural
veya ''söz konusu kuralın ortadan kaldırdığı '' bir kuşku düşünü­
lebilir mi? (Fİ 84). Bir kural, ''yol gösterici'' olarak ortada durur;
ancak gidilecek yol hakkında her türlü ''kuşkuyu'' ortadan kaldır­
maz. Hangi yöne gidileceği kesin olarak belirlenmez (Fİ 8 5 ) . Bir
açıklama, ''yanlış anlamayı ortadan kaldırmaya veya önlemeye
hizmet eder'' (Fİ 87).

Dil, Dünyanın Bir İmgesidir

Wittgenstein, dile ilişkin belirlemelerin görüngülerle değil,


''görüngülerin olanakları'' ile ilgili olduğunu ve ''görüngü/ere/
görünüşlere ilişkin sözlerin (veya dile getiriş/erin) tarzı '' üzerine
yoğunlaştığını özellikle vurgular (Fİ 90). Anlatımlar ''daha kesin
duruma getirilmek suretiyle '', yanlış anlamalar yok edilir (Fİ 9 1 ).
Böylece ''eksiksiz kesinlik'' durumuna yaklaşmaya uğraşılır.
Bu uğraş, ''dilin özüne, tümcenin ve düşünmenin özüne ilişkin
soruda '' dile gelir. İnsan, ''olduğu gibi olmayanı düşünebilir'' (Fİ
9 5 ) . Düşünme ve dil, ''dünyanın kendine özgü bir bağlı/aşımı '',
bir başka deyişle, imgesidir (Fİ 96).
Düşünmenin özü, ''olanaklar düzeni, dünya ve düşünmenin
ortak yönü olmak zorundadır'' varsayımına dayanır (Fİ 97). Dile
ilişkin incelemeler, ''tümce, sözcük, çıkarsama, hakikat ve dene­
yim kavramları '' arasında bir ''düzen'' olduğu düşüncesine daya-
nır (Fi 97).

Öte yandan, ''dilin her tümcesi, nasılsa öyle düzen içindedir. ''
Anlamın olduğu yerde, ''eksiksiz bir düzen olmak zorundadır'';
dolayısıyla, ''en kesin olmayan tümcede bile eksiksiz bir düzen
olmak zorundadır '' ( 98 Fİ) . Bu nedenden ötürü, anlamlı bir
tümce ile düzenlilik arasında dolaysız bir ilişki vardır.
Tümce ''belli bir anlam'' taşımak zorundadır; ancak tümce­
nin anlamı ''elbette şunu veya bunu açık bırakabilir'' (Fİ 99). Biz,
''idealin anlatım tarzımızda oynadığı rolü yanlış anlarız'' (Fİ 100).
Mantıksal tümce kuruluşunun açık kuralları, ''anlamının dolayı-
1 66 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

mındaymış gibi görünür'' ( Fİ 1 02). İdeali, ''gerçek dilde bulmak


zorunluluğuna '' inanmak, ''tümce '', ''sözcük" , ''gösterge'' diye
adlandırılan şeylerle ''hoşnut olmamak'' demektir.
Göstergenin asıl özü, acaba ''göstergenin tasavvuru'' mudur?
veya ''şu andaki tasavvur mudur? '' (Fİ 105). Dile ne denli kesin
bakılırsa, ''dil ile istemimiz arasındaki çelişki o denli güçlü olur ''
( Fİ 1 07). Tümce veya dil olarak adlandırılan şeyler, ''tasavvur edi­
len biçimsel bir birlik ,, değil, ''az veya çok birbiriyle akraba olan

oluşturular ailesidir. ''


Filozofun açımlaması uyarınca, mantık felsefesinde dil, ''uzam­
sal ve zamansal bir görüngü '' olarak görülür. Dilden söz ederken,
dil sanki ''oyunun kuralları belirlemekle birlikte, fiziksel özellikle­
ri betimlenmeyen satranç oyununun figür/eriymiş '' gibi düşünülür
(Fi 1 08 ) .

Felsefe, ''kavrayışımızın dilimizin araçlarıyla cadılaştırılmasına


.

karşı bir savaşımdır '' ( Fİ 1 09 ) . Dilsel biçimlerin ''yanlış yorumlan­


masıyla oluşan sorunlar derinlik karakteri taşır; bu sorunlar, aynı
dilimizin biçimleri gibi derinlere kök salar. Bu sorunların imle­
mi, dilimizin önemi denli büyüktür'' (Fİ 1 1 1 ). Dilimizin biçimle­
ri içine girmiş olan bir ''benzetme, bizi endişelendiren yanlış bir
görünüme yol açar: 'Elbette böyle değildir!' deriz; 'ancak böyle
olması gerekir!' diye söyleniriz '' (Fİ 1 1 2 ) .
Wittgenstein'ın bu açıklamaları, dilin göreceliliğini anlatmak­
tadır. Anlamanın ve anlaşılanı yeniden anlamlandırmanın, durum­
sallığını öne çıkarmaktadır.
Filozofa göre, bazen bir imge ''bizi tutsak eder''; söz konusu
imgenin kökleri dildedir; çünkü ''dil bu imgeyi durmadan yine­
ler. " (Fİ 1 1 5). Her tümce, kullanıldığı ''tikel koşullarda'' anlam
kazanır (Fİ 1 1 7). Dil hakkında konuşulduğunda, ''günlük dil üze­
rine konuşulmalıdır. ''
Humboldt'un ''dilin kaynağı halktır'' sözüyle koşutluk taşıyan
bu belirleme, günlük konuşma dilinin, diğer bütün dil kullanım
tarzlarına temel oluşturduğu, tikel biçemlerin kaynağı olarak işlev
gördüğünü ortaya koymaktadır.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 67

Felsefe, Dili Temellendiremez, Ancak Betimleyebilir

Wittgenstein'ın açımlaması uyarınca, sözcük değil, sözcüğün


'' imlemi '' önemlidir; im lem hem sözcüğün bir öğesidir, hem de
sözcükten ayrıdır. ''Sözcük şurada; im/em buradadır. '' Sözcük
ile imlem arasındaki ilişki, aynı ''para ve bu para ile satın alınan
inek '' arasındaki ilişki gibidir (Fİ 1 20). Örneğin, felsefe sözcüğün
kullanımından söz ediyorsa, o zaman ''ikinci düzenden bir felsefe
olmak zorundadır''; fakat durum pek de öyle değildir ( Fİ 1 2 1 ) .
Anlama, ''bağıntıları görmek ve ara unsurları bulmak '' ile ola­
naklıdır (Fİ 122).
Wittgenstein'ın deyişiyle, ''kendimi bütünüyle tanımıyorum ''
söylem biçimi, felsefi bir sorundur ( Fİ 123 ). Felsefe, ''dilin gerçek
kullanımına hiçbir biçimde dokunmamalıdır''; felsefe dili yalnız­
ca '' betimleyebilir''; çünkü dili ''temellendiremez'' ( Fİ 1 24). İnsan
kural koyar; fakat teknik bir özyapı taşıyan kuralları ''izleme­
nin sonuçları sanıldığı gibi olmaz''; insan ''Cıdeta kendi koydu­
ğu kurallar içine hapsolur. '' Anlama, koyulan kurallardan ötürü,
''öngörüldüğünden'' farklı gerçekleşir. Bu nedenle, söz konusu
çelişkiyi açıklamak için, 'ben böyle demek istememiştim!' deriz
(Fi 125).

Dil oyunları, ''benzerlik ve benzemezlik yoluyla dil ile ilişkileri­


mize ışık tutan karşılaştırma nesneleridir '' (Fİ 1 30); çünkü ancak
ortada olan örneği, karşılaştırma nesnesi, diyesi, ölçüt olarak
almak suretiyle, ''savlarımızın boşluğundan ve adaletsizliğinden
sakınabiliriz '' ( Fİ 1 3 1 ) . ·
Dilin kullanımına ilişkin ''bilgimizde bir düzen kurarız. '' Bu
düzen, ''belirli bir amaca yönelik çok sayıda olası düzenlerden
biridir''; tek geçerli ''düzen'' değildir. Söz konusu amaca yönelik
olarak ''alışılmış dil biçimlerimizle'' tümüyle uyuşmayan ''ayrım­
lar'' yaparız. Bu dili ''düze/timden geçirme (reforme etme) '' görü­
nümü uyandırabilir. Ayrıca, ''belli edimsel amaçlar için '', örneğin,
''edimsel kullanımdaki yanlış anlamaları önlemeye yönelik olarak
terminolojimizin düzeltilmesi amacıyla elbette bir reform olası­
dır'' (Fİ 1 32).
1 68 Dil FELSEFESİ-EDEBiYAT KUAAMI 1
- -

Şöyle veya böyle olabilir, tümcesine bakalım: ''Bunun tümce­


nin genel biçimi olduğu nasıl söylenebilir?'' Bu sadece bir tüm­
cedir. Bu tümcenin günlük dilde nasıl kullanıldığı önemlidir ( Fİ
1 34).

Anlamı veya İmlemi Belirleyen Şey Nedir?

''Durum şöyle şöyledir'' tümcesinin tümcenin genel biçimi ola-


-

rak ''bir tümce, doğru ve yanlış olabilen her şeydir '' açıklaması ile
aynıdır; çünkü bunun yerine ''bu ve bu doğrudur'' da denilebilir.
Ayrıca, tümce bir dilde ''hakikat işlevlerinin'' uygulanabileceği
şeydir. Tümce, bir bakıma ''tümce yapısının kuralları '' , bir başka
bakıma ''dil oyununda göstergenin kullanımı '' ile oluşturulan şey­
dir (Fİ 1 35 ) . .

Peki, ''bir sözcüğün benim anladığım imlemi, tümcenin benim


anladığım anlamına veya bir sözcüğün imlemi, bir başkasının
im/emine uyamaz mı ? '' Sözcük ile gerçekleştirilen ''kullanım
imlem ise elbette. " Başka türlü ''uymak''tan söz etmek saçmalık­
tır (Fİ 1 3 8 ) . Sözcüğü duyduğumuz zaman anlamını anlayabiliriz.
Örneğin, biri ''zar'' sözcüğünü söylese, bunun ''neyi imledi­
ğini'' biliriz; ancak bu sözcüğün ''bütün kullanımlarını'' bilme
anlamını taşımaz. Sözcüğün anlamı, kullanım ile belirleniyorsa,
söz konusu '' belirlenimler'' çelişebilir mi ? Anlık tasavvurlar, bu
kullanıma uyabilir mi ? Bir sözcüğü anladığımızda, ''tasarımladı­
ğımız'' veya tasavvur ettiğimiz şey nedir? Bu ''bir imge gibi bir şey
midir, bir imge olabilir mi? '' Zar sözcüğünü işittiğinizde, ''belli bir
imgeyi'' , örneğin, '' bir zarın çizimini'' tasarımladığınızı varsayın.
''Bu imge, 'zar' sözcüğünün kullanımına ne ölçüde uyabilir veya
ne ölçüde uymayabilir?''
Wittgenstein'ın açımlaması uyarınca, zar imgesi, '' belirli bir
kullanımı'' öne çıkarabilir; ancak konuşan/yazan, onu ''başka
türlü'' de kullanabilir. Örneğin, ''sanıyorum, bu durumda doğru
sözcük . . . dır'' anlatımı, sözcüğün imleminin, tasavvur edilen ''bir
şey'' olduğunu ve deyim yerindeyse ''kullanmak istediğimiz kesin
imge olduğunu '' göstermez mi? (Fİ 1 3 9).
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 69

''Bir şey'' anlatımı, ''imge türü bir şey '' anlatır; çünkü bir söz­
cük, ''doğru sözcük olarak duyumsanabilir''; konuşan veya yazan
kişi, sıklıkla benzer fakat aynı olmayan sözcükler arasında seçim
yapabilir. Fakat ''aynı imgeler'' arasında seçim yapmaz; çünkü
''imgeler sıklıkla sözcükler yerine, sözcüklerle serim/eme amacıy­
la kullanılır'' (Fİ 1 3 9). İmgenin belli bir kullanıma ''zorlaması''
sanısı, ''insanın aklına o anda o durumun geldiği, başka durumun
gelmediği'' anlamını taşır.
Bu bağlamda önemli olan şudur: ''Bir sözcüğü işitme sırasın­
da aynı şey tasarım/anabilir; fakat kullanımı bir başka olabilir''
(Fİ 140). Bu durumu açıklamak için, iki yol olabilir. Bir yandan,
••herhangi bir zamanda tasarımlanan imge '', öbür yandan, ••bu
tasarımdan çıkarılan uygulama'' önemlidir.
Peki, imge ile uygulama ''çatışabilir mi ? '' Wittgenstein'ın
yaklaşımı uyarınca, imge ''bir başka kullanım beklentisi yarat­
tığı ve insanlar genel olarak bu imgeden bu uygulamayı yaptığı
için '' bir çatışma olabilir. Burada bir ''normal'' durum, birçok
''normal olmayan'' durumlar vardır (Fİ 1 4 1 ). Olağan durumda
sözcüğün kullanımını biliriz, kuşku duymayız. Olağan olmayan
durumda ''ne söyleyeceğimiz konusunda kuşku duyarız. '' Örne­
ğin, ''acı, korku ve sevinç için karakteristik anlatım olmasa, kural
olan istisnaya, istisna olan ise kurala dönüşürdü veya her ikisi,
tahminen aynı sıklıktaki görüngü/ere dönüşürdü ve böylece dil
oyunları esprisini yitirirdi '' (Fİ 1 4 2 ) . Anlama, ''doğru kullanımın
kaynaklandığı durumdur. '' Uygulama veya kullanım, ''anlamanın
ölçütüdür'' (Fİ 146).
·

Okumak, Nasıl Bir Tinsel-Dilsel Etkinliktir?

Okumak, Wittgenstein'ın belirlemesiyle, ''yazılı şeyi veya


basılmış şeyi, seslere dönüştürme etkinliğidir. '' Okumak, günlük
yaşamda çok bilinen bir etkinlik olmasına karşın, ''okuma söz­
cüğünün yaşamımızda oynadığı rol ve bununla bağlantılı olan
bu sözcüğü kullandığımız dil oyunu, zor veya kaba çizgileriyle
anlatılabilir. " Okuma; ''tikel, bilinçli tinsel etkinliktir'' (Fİ 156).
1 70 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Okuma etkinliğinin geniş kullanım olanakları düşünüldüğünde,


''okuma'' sözcüğünün ''durumlar ailesi'' olduğu söylenebilir (Fİ
1 64).
Bir süreç olan okuma edimi sırasında ''tikel bir şeyler'', ''olduk­
ça karakteristik şeyler'' olur. Okuma ediminin ''karakteristik yön­
leri''nin kaynağı nedir? Okuma sırasında sözcüklerin özel tarzda
bulunmalarının yanı sıra, ''sözcük tınıları'' akla düşer. Fakat bası­
lı sözcük ''hiçbir şey''in, her zaman hiçpir şey ''sesini'' anımsattığı
da söylenemez ( Fİ 1 65).
Okuma sırasında söylenen sözcükler ''tikel bir tarzda'' kullanı­
lır. Peki, bu tikel tarz, ''bir kurgu değil midir? '' (Fİ 166).
Okuma, ''yeniden tanıdığımız'' belirli bir süreçtir; ancak
''tek-düze'' bir süreçtir; çünkü ''basılmış bir dizenin görünüşü
son derece karakteristiktir '', bir başka deyişle, ''tümüyle özgün
bir imgedir: Bütün harfler neredeyse aynı büyüklüktedir, şekilleri
bakımından akrabadır ve sürekli yinelenen sözcükler bize oldukça
tanıdık gelir. '' Elbette ''her gösterge biçimi, belleğimizde derin bir
yer edinmemiştir; örneğin, mantığın cebirinde bir gösterge, bizi
derinden etkilemeksizin, istenilen bir başkasıyla değiştirilebilir. ''
Görülen sözcük imgesi, ''işitilen'' sözcük imgesiyle aynı ölçüde
tanıdıktır (Fİ 1 67).
Okuma, ''sözcük imgeleri'' ile konuşmaya yol açar (Fİ 16 9).
Harfler, okuyanın üzerinde belli bir etki bırakır; okuyucu, ''söz­
cük imgesi ile ses arasında ilişkilendirici bir mekanizmanın '' oldu­
ğu sanısına kapılır ( Fİ 1 70). Bu, ''daha içsel bir şeylere, daha özsel
bir şeylere '' yol açan ''yönlendirilme yaşantısı '' olarak algılanır
(Fİ 173).
''Makine, işleyiş tarzını içinde taşıyora benzemektedir'' tümce­
si, ''biz makinenin gelecekteki devinimlerini kendi belirliliği içinde
durduğu raftan çıkardığımız nesneler ile karşılaştırmaya eğilimli­
yiz '' demektir. Fakat bir makinenin ''gerçek davranışı ''nı önceden
söylemek söz konusu olunca böyle konuşmayız. Bununla birlikte,
nasıl bir makineyi ''bir devinim tarzının simgesi '' olarak kullana­
bileceğimiz hakkında şaşkınlığa düşünce, böyle konuşuruz; çünkü
makine ''bana başka türlü de devinebilir. ''
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 71

Bu nedenle, makine veya onun imgesi, ''bizim bu imgeden


türetmeyi öğrendiğimiz imgeler dizisinin başlangıcıdır'' diyebili­
riz. Sonuç olarak: ''Makine simgesinin devinimi, verili gerçek bir
makinenin deviniminden başka bir tarzda önceden belirlenmiştir''
(Fi 1 93 ) .

Görüleceği gibi, sözcük ve sözcük ile ilişkilendirilen imge, yeni


imgeler türetmek için başlangıç oluşturur. Konuşanın veya yaza­
nın imgelem gücü ne denli büyükse, bir imgenin yarattığı çağrı­
şımlar o denli çoktur. Bu açıdan bakınca, dil bir imge yaratma
etkinliğidir.
Peki, ''makinenin olası devinimlerini gizemli bir tarzda içinde
taşıdığı '' ne zaman düşünülür? Wittgenstein'a göre ''felsefe yapıl­
dığı zaman '' düşünülür. Bunu düşünmeye iten nedir? ''Makine
hakkında konuşmamızın türü ve tarzıdır. '' Örneğin, makinenin
''bu devinim olanaklarını veya olasılıklarını '' taşıdığını söyleriz.
''Şöyle ve şöyle devinebilen ülküsel durgun '' makineden söz ederiz.
Peki, devinim olasılığı veya olanağı nedir? Bu, devinim değil­
dir; ama ''devinimin salt fiziksel koşulu '' da değil gibidir. Devi­
nim olasılığı, ''devinimin gölgesi'' olmalıdır. Bu devinimin olası­
lığı veya olanaklılığı, ''tam da bu devinimin olanaklılığı olmak
zorundadır. '' Dolayısıyla, ola bilirlik veya ''olanaklılık, gerçekliğe
benzer bir şeydir. '' Genellikle makine ''henüz devinmiyor; ama
devinebilme olanağına sahiptir'' denilir. Dolayısıyla, olanaklılık
''gerçekliğe oldukça yakın olan bir şeydir. ''
Bir başka anlatımla, devinimin olanaklılığı, devinimin kendi­
siyle tikel bir ilişki içindedir. Bu ilişki, ''imgenin nesnesiyle olan
ilişkisinden daha sıkıdır''; çünkü bu imgenin ''bu ya da başka bir
nesnenin imgesi olup olmadığından '' kuşku duyulabilir. Bu konu­
lara, ''anlatım tarzımıza'' özen gösteririz; fakat ''onları anlama­
yız, tersine yanlış yorumlarız. '' Biz felsefe yaparken, aynı ''uygar
insanların anlatım tarzlarını işiten vahşi ilkel insanlar gibi'', bun­
ları ''yanlış yorumlarız'' ve yorumlarından tuhaf sonuçlar çıkarı-
rız'' (Fi 1 94).

Wittgenstein'ın burada dile getirdiği imgeye yakıştırılan ola­


bilirlik özelliği, Humboldt'un ''dilsel etkinlik'', de Saussure'ün
1 72 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

'' söz'', Chomsky'nin ''performans'' kavramlarıyla benzerlik taşı­


dığı açıktır. Ayrıca, dilsel olabilirlik ilkesinin Searle'ün ''dil eylem
kuramını'' etkilediği, ona kaynaklık ettiği de görülmektedir.

Sözcüğün İmlemi, Kullanımındadır

İletişim veya anlaşım sırasında güdülen amaç/erek, anlam oluş­


turucu bir işlev taşır. Bu genel bir dilb!limsel bulgu olarak kabul
görmektedir. Bu işlev, kullanımda ortaya çıkar ve geçerlilik kaza­
nır. Wittgenstein'ın şu açımlamaları, bu kapsamda değerlendirile­
bilir. Kavrama sırasında şimdi yapılan şeyler, ''gelecekteki kullanı­
mı nedensel ve deneyimsel olarak belirlemez''; fakat bu kullanım
''tuhaf bir biçimde ve herhangi bir anlamda '' günceldir (Fİ 1 95).
''Bir sözcüğü anlıyoruz '', deriz. Öte yandan, o sözcüğün imle­
mi ''kullanımındadır. " Satranç oynamak istiyorum; fakat oyna­
mıyorum. ''Dolayısıyla, oynamadan önce, ne oynayacağımı bil­
miyorum. " Bir başka anlatımla, bütün kurallar, ''benim ereğimin
eylemine içkindir. '' Bana ''ereğin bu eylemini genellikle oynama­
nın bu türünün izlediğini '' öğreten deneyim midir? Ereklenen şey
ile ereğin eylemi arasında nasıl bir ilişki vardır? (Fİ 1 97).
Dilsel ereğin dil kullanımına veya dil oyununa içkinliği, önemli
bir kuramsal açılımdır. Fakat bu açılımın sınırlılığının belirgin­
leşmesi için, dil oyunlarının, en azından başlangıç aşamasında
öğrenilerek içselleştirilmiş davranışlara dayandığı vurgulanmalı­
dır. Her dil kullanıcısı, kaçınılmaz olarak dil ile oynar; Wittgen­
stein'ın kavramlaştırmasıyla dil oyunu oynar.
Dil oyunu başlangıçta içselleştirilmiş dil bilgisine dayanmakla
birlikte, büyük ölçüde kuralsız olarak ve kendiliğinden gelişir. Dil
oyunu oynayan her dil kullanıcı, bu öngörülemez ve kendiliğinden
gelişen oyun sürecinde öznel tarzını ortaya koyar. Bu öznel dil kul­
lanım tarzı, her türlü anlatım biçeminin de çıkış noktasını oluşturur.
Wittgenstein'ın deyişiyle, yaptığım her şey, ''herhangi bir
yorum sayesinde kural ile bağdaştırılabilir mi? '' Hayır, bu şöyle
söylenebilir: ''Her yorum, yorumlanan şey de dahil, havada asılı­
dır. " Yorumlar, bir başına ''imlemi'' belirlemez. Peki, yapılan her
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 1 73

şey ''kural'' ile bağdaşır mı? Kural veya yol göstericinin yapılan
eylemler ile ne ilişkisi var? Aralarında nasıl bir ilişki vardır? İlişki
şudur: Belirli bir tepki amacıyla '' bu gösterge'' imlenir ve ''böyle
tepki gösterilir. '' Bu açıklama nedensel bir açıklamadır. Gösterge,
her zaman '' kullanım'' da imlenir ve izlenir. Bu anlamda kullanım,
''alışkanlıktır'' (Fİ 1 98 ) .

Dil, Birbirini Kesen Yollar Labirentidir

Bir kuralı izlemek, ''bir bildirimde bulunmak, bir buyruk ver­


mek, bir parti satranç oynamak '' gibi şeyler ''alışkanlıklardır''
veya geleneklerdir, içgüdülerdir. Bir tümceyi anlamak, Wittgen­
stein'ın belirmesiyle, ''bir dili anlamak demektir. ''
''Bir tümceyi anlamak, bir dili anlamak demektir'' saptaması,
felsefi bakımdan son derece özlüdür. Nasıl ki, denizden alınan bir
damla su, uçsuz bucaksız denizin bütün özelliklerini taşırsa, bir
dilde söylenen bir tümce de o dilin bütün özelliklerini taşır. Dola­
yısıyla, tümce-dil ilişkisi, bütün-parça ilişkisidir.
Wittgenstein'a göre, bir dili anlamak ise, ''bir tekniğe egemen
olmaktır '' (Fİ 1 99 ) . Kurala göre davranma, ''bir yorumlamadır. "
Yorumlama ise, ''kuralın bir kavramının yerine bir başkasını
koymadır'' (Fİ 201 ) . Bu nedenle, ''kuralı izleme, bir edimdir'' (Fİ
202 ) . Dil, ''yollar labirentidir; bir yerden dışarı çıkarsınız ve orayı
iyi tanırsınız. Bir başka yerden de aynı yere gelirsiniz ve orayı iyi
tanımazsınız'' (Fi 203 ).

Wittgenstein'ın ''bir dili anlamak, bir tekniğe egemen olmak­


tır'' belirlemesi, indirgemeci bir söylemdir. Bir dilin dil bilgisi
kuralları, teknik olarak adlandırılabilir; ancak dil bütünüyle salt
tekniğe indirgenemez; çünkü her türlü dilsel etkinlik, son çözüm­
lemede tinsel bir eylemdir. Her tinsel eylemin bir sonucu veya
ürünü vardır. Bu sonuç veya ürün son derece karmaşıktır.
''Dil bir yollar labirentidir'' sözü, yazınsal bakımdan da verim­
lileştirilmeye uygun bir felsefi öz taşımaktadır. Konuşma veya
yazma eyleminde sayısız dilsel anlatım olanaklarından veya seçe­
neklerinden biri seçilir. Her dil, sonsuz sayıda anlatım olanağı
1 74 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

veya yolu içerir. Anlatım olanaklarından veya yollarından birini


seçme, seçenin dil beğenisiyle, içinde bulunduğu ortamla, oluştur­
duğu bütünlük ve güttüğü amaçla yakından ilgilidir.
Wittgenstein'ın çözümlemesine göre, ereğin veya niyetin �cilginç
yönü, onun için alışkanlık ve tekniğin var olmasının gerekli olma­
masıdır'' (Fİ 205 ). Bir kuralı izlemek, ''bir buyruğu izlemeye ben­
zer. '' Buyruğu izlemeye zorlananlar veya yöneltilenler, 'cbuyruğa
farklı tarzda '' tepki gösterirler. İnsana özgü ortak davranış tarzı,
-

'<yabancı bir dili yorumladığımız bir ilişki dizgesidir'' (Fİ 206 ) .


Uyuşma veya örtüşme sözcüğü, ''kural'' sözcüğü ile akrabadır.
Bir sözcüğün kullanımını öğrenmek, ''diğer sözcüğün kullanımı­
nı '' öğrenmeyi birliğinde getirir (Fİ 224 ) .
Dilin öğrenilebilirliği, öğretilebilirliği ve dili kullananın üret­
kenliği de buradan türer.
İnsanlar, dilde uyuşurlar; bu uyuşma veya görüş birliğine
varma, ''görüşlerin/kanıların uyuşması değil, yaşam biçimlerinin
uyuşmasıdır'' (Fİ 241 ) .
Filozofun bu belirlemesi ile Humboldt'un ''her dil bir dünya
görüşüdür'' belirlemesi arasındaki anlamsal örtüşme çok açıktır.
Bu ilke, aynı zamanda dilin kültür oluşturucu ve kalıcılaştırıcı
özelliğini de anlatır. Her dil, coğrafyanın, tarihin ve toplumsal-si­
yasal koşulların etkisiyle, yaşam biçimlerini benzeştirir.
Wittgenstein'ın söyleyişiyle, dil üzerinden anlaşma, ''salt
tanımlarda görüş birliğine varma değildir; bu aynı zamanda yar­
gılarda görüş birliğine varmadır. ' Bunlardan birincisi, ''ölçme
'

yöntemini '' betimlemedir; ikincisiyse, ''ölçme sonuçlarını bulma


ve dile getirmedir'' (Fİ 242).

Gösterge Nasıl Oluşturulur?

Gösterge, ad ile adlandırılan arasındaki doğal ve nedensiz iliş­


kinin sonucudur. Her göstergede ses ile anlam, ayrılmaz bir bütün
oluşturur. Gösteren-gösterilen-gösterge ilişkisinin kökeni budur.
Gösterge oluşturmada sözcük ile algılama veya duyumsama
bağlantılandırılır.
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 75

Wittgenstein'ın bu bağlamdaki anlatımıyla, sözcükler, duyum­


samalar ile nasıl ilişkilendirilir? Ad ile ''adlandırılan arasındaki
ilişki nasıl kurulur? '' Bu soru, ''bir insan duyumsamaların adla­
rının im/emini nasıl öğrenir? '' sorusuyla aynıdır. ''Acı'' sözcüğü­
nü alalım: ''Bu bir olanaktır: Sözcükler, duyumsamanın köken­
sel, doğal anlatımı ile ilişkilendirilir ve onun yerine geçirilir. '' Bir
çocuk kendisini yaralamıştır ve acıdan çığlık atmaktadır; yetişkin­
ler onu yatıştırıcı sözler söylemektedir ve ona bazı ünlemleri ve
tümceleri, böylece de çocuğa ''yeni bir acı davranışını '' öğretmek­
tedir: Acı sözcüğünün anlatımı, ''çığlık atmanın yerine geçmekte
ve onu betimlemektedir'' (Fİ 244 ).
Yukarıdaki ''acı'' duyumsamasını anlatmak için seçilen '' acı''
sözcüğünün sadece bir ''olanak'' olduğu görüşü, önemlidir ve
açımlanmalıdır. Acı duyumsaması için seçilen ve üzerinde uzla­
şıma varılan ''acı '' sözcüğü yerine, bir başka sözcük de seçilebilir
ve yerleştirilebilirdi. ''Acı'' duyumsamasını anlatmak için, ''acı''
sözcüğünün seçilmesi, ne denli nedensiz ise, bu sözcüğün ''acı''
duyumsamasının doğal kökensel anlamı ile ilişkilendirilmesi de o
denli nedensizdir. Nedensizlik ilkesi, sözcük veya gösterge oluş­
turma için de geçerlidir.
Wittgenstein'ın anlatımı uyarınca, ''yalan söylemek'' , bir dil
oyunudur ve her dil oyunu gibi, ''öğrenilmek ister '' (Fİ 249). Kır­
mızı sözcüğü, hepimizin tanıdığı bir şeyi nitelendirir; herkes için,
''o neyi tanıyorsa'' onu imler (Fİ 273 ) .
Varsayalım ki, biri ''bir tiyatro sahnesini nasıl tasarımladığını
göstermek için '' bir resim çizer. Wittgenstein'ın açımlaması uya­
rınca, bu resim ''ikili bir işlev'' taşımaktadır. Söz konusu resim,
imgeler ve sözler bir şeyler bildirdiği gibi, ''başkalarına bir şeyler''
bildirmektedir. Aynı resim, bildirimde bulunan için, ''başka türden
bir anlatımdır (veya bildirimdir; OBK). '' Onun için söz konusu
resim, bir başkasının değil, ''onun tasavvurunun resmidir. '' Onun
resim hakkındaki ''kişisel izlenimi, ona, başkasının tasavvur ede­
meyeceği neyi tasavvur ettiğini söylemektedir'' (Fİ 280).
Betimlemeler, ''tikel kullanımların araçlarıdır. '' Bir betimleme­
yi, ''olgulara ilişkin bir sözcük imgesi (veya resmi) '' olarak görmek
1 76 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAM! 1 -
-

yanıltıcıdır: Burada ''sadece duvarlarımızda asılı olan ve bir nesne


gibi resimlenebilen resimler '' düşünülmektedir (Fİ 29 1 ) . Sözcükler
yerine, ''çizilmiş alegorik bir resim '' düşünelim. Wittgenstein'ın
deyişiyle, ''felsefe yaparken içimize baktığımızda sıkça böyle bir
resim görürüz. '' Bu, '' biçimsel'' bir resimdir, ''gramerimizin resim­
sel bir anlatımıdır. '' Olgular değil, ''adeta resimleştirilmiş dil kul­
lanımlarıdır (veya konuşmalardır) '' (Fİ 295) .

Dilde İmgeselleştirme Nasıl Gerçekleşir?

İmge oluşumuna yol açan duyumsamalar ve tasavvurlar, adlan­


dırma sırasında imgeyi de belirginleştirir. Wittgenstein, söz konu­
su karşılıklı belirlenim ilişkisini şöyle açıklar: Tencerede su kayna­
dığında, ''tencereden buharın ve buharla birlikte buhar resminin
de yükseldiğini görürüz. '' Peki, bu durumda, ''tencere resminin
içinde bir şeyler kaynamak zorundadır'' denilebilir mi? (Fİ 297).
Elbette böyle bir şey denemez; çünkü imgeselleştirme, resimsel
izlenimleri sözcüklerle ilişkilendirmedir. Bu örnekler, dış dünya­
ya ilişkin nesnel algılar, görüler ve duyumsamaların, öznel olarak
işlemden geçirilmek suretiyle, imgeselleştirildiğini anlatmaktadır.
Bu açıdan bakılınca, nesnel durumlar ile öznel izlenimlerin karışı­
mı olan imgeler, yine aynı yolla yeniden üretilir.
Filozofun deyişiyle, ''ağrıları var'' tümcesi, sözcükler ile yapı­
lan bir dil oyunudur. Bu dil oyunu, salt ''davranışın resmini/
imgesini'' içermez; ''acının/ağrının da imgesini'' içerir. Bir başka
deyişle, ''davranışın paradigmasını değil acının da paradigması­
,
nı '' kapsar. Acının imgesi, ''acı 'sözcüğü ' ile dil oyununa girer''
demek, bir ''yanlış anlamadır. '' Acının ''tasavvuru'', imge değildir
ve bu tasavvur, dil oyununda ''imge diye adlandırılan bir şeyin ''
yerini alamaz.
Elbette ''acı tasavvuru'' bir anlamda dil oyununa girer; ancak
'' bir imge'' olarak dil oyununa girmez (Fİ 300). Şu önemli belir­
leme, imge ile tasavvur arasındaki ilişkiyi açıklamaktadır: ''Bir
tasavvur, imge değildir; ama bir imge tasavvura tekabül edebilir''
,
(Fİ 3 0 1 ) . Kendi acısını ''örnek '' alarak, başkasının acısını ''tasav-
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 1 77

vur etmek zorunda olan '' birinin işi zordur; çünkü duyumsadığı
acıyı, ''duyumsamadığı '' acı olarak, diyesi, başkasının acısı olarak
duyumsamak durumundadır. Bunun nedeni, tasavvurda ''nasıl ki
eldeki acıdan koldaki acıya '' geçiş olmaz ise, ''acının bir yerinden
bir başka yerine geçiş '' de kolay olmaz (Fİ 302). Başkasının acısı
olduğuna ''inanabilirim"; ama kendi acımı '' bilirim'' ( Fİ 303).
Buradaki çelişki, Wittgenstein'ın öne-sürümü uyarınca, ''dil her
zaman aynı tarzda işler, her zaman aynı amaca, diyesi, düşünceleri
aktarmaya yarar'' düşüncesini köklü olarak bırakmakla ortadan
kalkar. Söz konusu düşünceler, ''evlere, acılara, iyi ve kötüye veya
başka şeylere dair olabilir'' (Fİ 3 04 ). İnsan davranışının dışında
''her şey kurgudur. " Wittgenstein, bu bağlamda ''gramatik'' bir
kurgudan söz eder (Fİ 307).
Dilde düşünürken ''dilsel anlatımların yanı sıra, 'im/emler' de
tasavvur edilmez ''; çünkü dilin kendisi ''düşünmenin aracıdır'' (Fİ
329). Düşünme, ''bir tür konuşma mıdır?'' Burada şu söylenebilir:
Düşünme, ''düşünen konuşmayı, düşüncesiz konuşmadan ayırır. ''
Böylece, düşünme, konuşmanın ''eşlikçisi'' olarak ortaya çıkar.
Düşünmeyi oluşturan şey, ''eğer sözcükler düşüncesiz olarak
dile getirilecekse, sözcüklere eşlik etmek zorunda olan bir süreç
değildir'' (Fİ 330). Önce düşünülür; düşünce belirginleştirilir. Daha
sonra o düşünceyi anlatan sözcükler bulunur (Fİ 336). Sözcüğün
veya dilin kullanımında ''erek'' veya niyet, ''duruma'' ; ''insani
alışkanlıklara ve içgüdülere yerleştirilir. '' Örneğin, ''satranç oyna­
ma tekniği'' olmasa, bir ''parti satranç oynama '' ereklenmez.
Dolayısıyla, özgün bir durumda veya gerçeklikte edinilen dene­
yim/yaşantı, adlandırmanın, bir başka deyişle, dilselleştirmenin
çıkış noktasıdır. Bir duyumsama veya deneyim sonucu ortaya
çıkan dilselleştirme, alışkanlığa dönüşerek, otomatik olarak yapı­
lan veya yinelenen davranış özelliği kazanır.
Bir dilde tümcenin ''önceden ereklenmesi'', o dili konuşmanın
yarattığı bir olanaktır (Fİ 337). Sadece konuşmayı öğrenen insan
''bir şeyler söyleyebilir. '' Dolayısıyla, ''bir şey söylemek isteyen,
bir dile egemen olmayı öğrenmiş olmak zorundadır '' (Fİ 3 3 8 ) .
1 78 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Kullanım, Sözcüğün İşleyişini Belirler

Wittgenstein'a göre, düşünme, ''konuşmaya yaşam ve anlam


katan bedensel olmayan ve konuşmadan ayrılabilecek bir süreç
değildir. '' Öte yandan, ''düşünme, bedensel, diyesi, nesnel olma­
yan bir oluştur'' anlatımı, '' düşünme'' sözünün gramerini, örne­
ğin, ''yemek'' sözcüğünün gramerinden ayırmak için kullanılır (Fİ
339). .

Bir sözcüğün ''nasıl işlediğini'' çıkarabilmek için, ''kullanımına


bakmak ve ondan öğrenmek gerekir. " Fakat buradaki zorluk, ''bu
öğrenmeye direnen '' önyargıyı yok etmektir. Bu önyargı, ''aptalca
bir önyargı ' değildir.
'

Wittgenstein, kullanımın sözcüğün işleyişini belirlediği savını


gerekçelendirmek için, şu belirlemeyi yapar: ''Anılarımı dile getir­
diğim sözcükler, benim anımsama tepkimdir'' (Fİ 343 ) . Sadece
konuşabilenler, ''kendi içinde, kendisiyle konuşabilir'' (Fİ 344 ) .
Sözcükler ve imgeler, ''alışılmış koşullarda, yaygın uyarlanmaları/
kullanımları '' ile kullanılırlar.
Kullanımın ortadan kalktığı '' bir durum'' düşünelim. Bu
durumda ''ilk kez sözcüklerin ve imgenin çıplaklığının bilinci­
ne varırız '' (Fİ 349). Söz konusu durum veya örnek, ''Bunun ne
demek olduğunu biliyorsun '' tümcesinde görülebilir. Bu tümcede
''ne demek olan şey'', her şey olabilir. Duyu izlenimlerinin dili de
''her dil gibi, uzlaşıma dayanır '' (Fİ 355).
Tümceye anlam kazandıran şey, Wittgenstein'ın anlatımıyla,
''bizim demek istememizdir'' ve ''demek istemek '', ruhsal alana
aittir ve bu nedenle de ''kişiseldir'' (358 ). Ruhsal alana veya öznel
iç dünyaya ait olan ''tasavvur imgesi, bir kimse tasavvurunu
betimlediğinde betimlenen bir imgedir'' (Fİ 367). ''İki tasavvurun
eşitlik ölçütü nedir? Bir tasavvurun kırmızılığının ölçütü nedir? ''
(Fİ 3 77) Bu rengin ''kırmızı'' olduğunu nasıl tanıyabilirim? Yanıt,
''Almanca öğrendim. '' Bu tümcedeki Almanca yerine herhangi bir
dil adını kullanabiliriz (Fİ 3 8 1 ) .
Peki, bu sözcük üzerine ''bir tasavvur geliştirdiğimi nasıl gerek­
çelendirebilirim ? ' Biri bana ''mavi rengi'' gösterip, ''bu odur''
'
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 1 79

mu, dedi? ''Bu tasavvur'' sözcükleri neyi imler? Bir tasavvur nasıl
''gösterilir'' ? Aynı tasavvur, ''iki kez nasıl gösterilir? '' (Fİ 3 82 ) .
''Acı'' sözcüğü, daha önce de vurgulandığı gibi, dil ile öğrenilmiş­
tir (Fİ 3 84 ) . Tasavvur, ''herhangi bir imgeden daha fazla nesnesi­
ne benzemek zorundadır''; çünkü ''imge, anlatacağı şeye ne denli
benzetilirse benzetilsin, başka bir şeyin imgesi olarak kalır. ''
Bununla birlikte, imge, ''başka bir şeyin değil, bunun tasavvu­
ru olduğu tasavvurunu içinde taşır. '' Dolayısıyla, tasavvur, ''imge
üstü'' bir şey olarak görülebilir ( Fİ 3 8 9 ) .

Dilin Oyunlaştırılabilirliği/Tiyatrosallığı Nedir?

Wittgenstein'ın şu açıklamaları, dilin, daha kesin anlatımla,


bir şeyi tasavvur etmek ve anlatmanın ''tiyatrosallığı'' veya oyun­
laştırılabilirliği kapsamında değerlendirilebilir: ''Bir tiyatro rolü
oynayana, bu adamın acıları olduğunu, ancak onları gizlediğini
tasavvur et! '' denir ve izleyiciler, ''bu durumu tasavvur eden oyun­
cuyu '' izler (Fİ 393 ) . Bir tümcenin anlaşılması için, o tümcede bir
şeyi tasavvur etmekten çok, o tümceye göre ''bir çizim tasarımla­
mak '' önem taşır (Fİ 396).
Bu kapsamda ''tasavvur edilebilirlik'' yerine ''anlatımın belirli
bir aracıyla anlatılabilirliğinden '' söz edilebilir ve bu anlatımdan
''daha güvenli bir yol diğer kullanımlara götürebilir. '' Başka türlü
''bir imge kendisini bize dayatabilir ve hiçbir şeye yaramayabilir''
(Fİ 397).
Her gösterge, ''tek başına ölüdür; ona can veren kullanımıdır''
( Fİ 432). Biri, ''tümce bunu nasıl anlatmaktadır? '' diye sorduğun­
da, şu yanıt verilebilir: ''Tümceyi kullandığın zaman görürsün ''
(Fi 435 ) .

Filozofun öne sürümü uyarınca, ''dilde beklenti ile doyum/ger­


çekleşim yan yanadır'' (Fİ 445 ) . Beklentiyi algılayan, ''dolaysız
olarak ne beklenildiğini de '' algılamalıdır (Fİ 453 ) .
Bir şey demek istemek, '' birine yaklaşmak'' demektir ( Fİ 457).
''Dil olmaksızın anlaşamayız'' demek yerine, ''dil olmaksızın,
diğer insanları şöyle şöyle etkileyemeyiz; yollar, makineler yapa-
1 80 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

mayız'' demek ve buna ek olarak ''konuşmanın ve yazının kulla­


nımı olmaksızın, insanlar anlaşamazlar'' demek gerekir ( Fİ 4 9 1 ).
Bir dil uydurmak demek, ''bir oyun uydurmak '' demektir. Wit­
tgenstein burada ''dil'' sözcüğünün gramerini ''uydurmak'' söz­
cüğünün grameriyle ilişkilendirdiği vurgular (Fİ 492 ) . Dil diye
adlandırdığımız şey, ''alışılmış dilimizin, öncelikle sözcük dilimi­
zin cihazıdır'' ( Fİ 494 ).
-

Dil, Güdümler

Dilin bilinci güdümleyici ve yönlendirici işlevi, Wittgenste­


in'ın ele aldığı konular arasındadır. Bu filozofun anlatımı uyarın­
ca, insanlar, ''bazı göstergelere istenildiği gibi tepki gösterirler'';
bazılarına göstermezler. Herhangi bir dili öğrenmiş olan bir insan
''yönlendirilebilir'' (Fİ 495). Her dilin ''belli bir etkileme tarzı ''
vardır.
Bir dili edinmek, o dilde başkaları tarafından üretilmiş bilinç
içeriklerini ve davranış biçimlerini de edinmek demektir. Dil, yan­
sız ve politik çıkarlardan arınmış bir iletişim aracı değildir. Dili
kullananlar, dile kendi çıkarlarını da içkinleştirirler. Dil insanla­
rın bilinç durumunu ve davranışlarını etkiler ve yönlendirir. Bu
nedenle, dile karşı eleştirel bir tutum, her zaman gereklidir.
Wittgenstein'ın deyişiyle, gramer, ''amacını karşılamak için,
insanları şöyle veya böyle etkilemek için '', dilin yapısını açıkla­
maz. Sadece betimler, ''hiçbir biçimde göstergelerin kullanımını''
açıklamaz ( Fİ 496 ) . Gramerin amacı, ''sadece dilin amacı olarak
görülürse '', gramer kuralları ''nedensizdir'' denilebilir (Fİ 497).
''Dilin amacı, düşünceyi anlatmaktır/dile getirmektir'' denilir.
Tümcenin amacı da düşünceyi dile getirmektir. Peki, ''yağmur
yağıyor'' tümcesi hangi düşünceyi dile getirir? ( Fİ 501 ) .
''Anlamlı bir tümce'' sadece söylenebilen değil, aynı zamanda
düşünülebilen tümcedir (Fİ 5 1 1 ).
Bir resim veya imge ne söyler? ''Kendisini! '' Bir resmin veya bir
imgenin '' bir şeyler söylemesi, yapısında, biçimlerinde ve renkle­
rinde'' vardır (Fİ 523 ) .
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 81

Edebiyat, ''uydurulmuş öyküleri ile (okuyucuyu) eğlendirir ve


tini meşgul eder. " Bu olağan değil, ''ilginç bir olgudur'' (Fİ 525).
Edebiyat, Wittgenstein'ın söyleyişiyle, ilginçtir; bir başka anla­
tımla, olağan dışı bir dilsel-sanatsal bir iletişim tarzıdır. Edebi­
yat kurgusal öyküleriyle sadece eğlendirmez; aynı zamanda tini
uğraştırır, diyesi, düşünmeye iter.
Bir resmi, bir çizimi '' anlamak'' ne demektir? Burada da ''anla­
mak ve anlamamak '' vardır ve bu anlatımlar, ''değişik şeyleri
imleyebilir. '' Resim, ''durağan bir yaşam gibidir ve ben bunun bir
bölümünü anlamıyorum '': Bu durumda ''ben orada beden/cisim
görme yeteneği '' taşımıyorum; sadece tuval üzerinde boyalı alan­
ları görüyorum (Fİ 526 ).
Dilin bir tümcesini anlamak ile ''müziğin konusunu/temasını ''
anlamak, birbirine sanıldığından çok yakındır (Fİ 527). ''Gülüm­
seyen bir insan kafasını'' betimleyen bir resim görüyorum.
''Gülümsemeyi, dostçul olarak algılayınca ne yaparım, düşman­
cıl olarak algılayınca ne yaparım? '' Örneğin, gülümseyen kişiyi,
''oyun oynayan bir çoc11-ğa bakarak '' veya ''bir düşmanın acıları­
na '' bakarak tasavvur edebilirim. Bu iki durum, farklı zaman ve
uzamda farklı algılanabilir ve betimlenebilir. Tikel durumlar algı
ve yorumu etkiler. Burada '' olasılık'' ve ''sıklık'' kavramlarından
söz edilebilir (Fİ 539).

Sözcüğün İmlemini/Anlamını Belirleyen Nedir?


Bildiğimiz bir dilin ''sözcüklerini tümüyle belirli bir tarz­


da duyumsarız'' (Fİ 542 ) . '' Umuyorum, gelecektir '' tümcesinde
''ummak'' sözcüğüne imlemini kazandıran, ''tikel bir tını'' veren
öğe ''duygu'' değil midir? Dolayısıyla, ''duygu'' sözcüğe anlamını
veya imlemini kazandıran öğe olduğuna göre, burada ''imlem'' ,
''söz konusu olan şeydir'' (Fİ 545 ).
Sözcükler, ''aynı zamanda eylemlerdir '' (Fİ 546). Örneğin,
''olumsuzlamak'', ''tinsel bir etkinliktir; bir şeyi olumsuzla, ondan
sonra da ne yaptığını gözlemle! '' (Fİ 547).
1 82 DiL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI · 1 -

Her eylem gibi, bir söz söylemek, bir dil eylemi gerçekleştir­
mek, çeşitli sonuçlara yol açar.
Peki, sözcüğün imlemi nedir? Sözcüğün imlemi, ''im/emin açık­
lamasını açıklayan şeydir. ,, Dolayısıyla, örneğin, ''imlem'' sözcü­
ğünün kullanımını anlamak için, ''imlemin açıklaması'' denilen
şeye bakmak gerekir (Fİ 560).
Dil bir ''araçtır; dilin kavramları birer araçtır'' ( Fİ 569).
Wittgenstein bu belirlemesiyle, salt bir dolayım olarak değil,

oluşturucu bir öğe olarak değerlendiren Humboldt'tan Heideg-


ger'e değin uzanan çizgiden uzaklaşır.
Kavramlar, Wittgenstein'ın deyişiyle, ''ilginin anlatımıdır ve
ilgiyi yönlendirirler'' ( Fİ 570). Bu belirleme de yukarıda değinildi­
ği üzere, dilin güdümleyici özelliğini anlatır.
Bellek, ''daha önce görülen şeyin imgesini saklar ve geçmişe
bakmaya izin verir'' ( Fİ 604).
Bellek, sözcükler ve imgeler üzerinden insan deneyimini içe­
rir. Bellekte geçmişe yolculuk yapma da dil üzerinden gerçekleşir.
Dolayısıyla, dil belleği oluşturur; bellek ise dilsel birikimi korur,
saklar ve aktarır.
Wittgenstein'ın anlatımı uyarınca, bir atmosferi veya ortamı
betimleme, ''özel amaçlara yönelik özel bir dil kullanımıdır'' (Fİ
609 ) .
Bu söz şöyle açıklanabilir: Her durum, her ortam, bir kerecik­
tir. Dolayısıyla, yinelenemez ve tikeldir. Böyle bir şeyi anlatmak,
tikel amacı gerçekleştirmeye yönelik, özel bir dil kullanımıyla
olanaklıdır.
İstemek, ''eylemek ile aynı olmak zorundadır. " Eylemek ise,
konuşmak, yazmak, gitmek, tasavvur etmek veya denemek, uğraş­
mak gibi şeylerdir (Fİ 6 1 5 ) .
Geçmişle ilgili bir arzu bildirimi için, öncelikle dil oyununa, bir
başka anlatımla, ''bakış tarzına, yoruma'' bakılmalıdır (Fİ 656).
Görüleceği üzere, Wittgenstein, her bakış tarzını, her yorumu
bir fil oyunu olarak değerlendirir. Buradan yola çıkarak, şu belir­
leme yapılabilir: Her dil oyunu, öznel bir dil kullanımı ve anlam
vermedir.
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 83

Dil felsefesi ve edebiyat bakımından verimlileştirmeye çok elve­


rişli olan bu önemli yapıt, ''Wittgenstein, Ludwig 1 95 3 '' notuyla
burada son bulur.
Toplam 693 bölümden oluşan ''Felsefi İncelemeler'' içerisinde
dil felsefesi ve edebiyat felsefesi arasındaki dolaysız ilişkiyi belir­
ginleştirmek için yaptığım seçici okuma ve doğal olarak yorumla­
ma denemesini, Wittgenstein'ın kavramlaştırmasıyla, dil oyununu
veya oyunlarını yukarıda somutlaştırmaya çalıştım.

Gottlob Frege: ..
''Anlam ve Imlem Uzerine'' ve Edebiyat

Aynı Anlam, Farklı Tarzda Dilselleştirilir

Gottlob Frege'nin Wittgenstein'ı da etkileyen ''Anlam ve


İmlem Üzerine'' adlı bu yazısı ilk kez 1 892'de yayımlanmıştır.31
Frege'nin anılan yazısındaki önermeleri uyarınca, adlar ve göster­
geler arasındaki ilişki, ''bir şeyi adlandırdığı veya imlediği (veya
nitelendirdiği) '' sürece söz konusu olabilir. Bu ilişki, ''iki göster­
geden (veya gösterenden) her birinin aynı gösterilen ile aktarımsal
bağlantısı '' sayesinde gerçekleşir. Söz konusu bağlantı, ''keyfidir''
veya nedensizdir. Keyfi veya nedensiz şekilde bir süreci veya nes­
neyi '' bir şeyin göstergesi '' olarak kabul etmek yasaklanamaz.
Durum böyle olunca, ''imleme tarzı'' veya ''göstergeleştirme''
tarzı öne çıkar. Bir çeşitlilik/farklılık, ''göstergenin farklılığının,
gösterilenin verili oluşunun türündeki farklılığa tekabül etme­
siyle '' ortaya çıkar. Bir gösterge (ad, sözcük bağlantısı, harf) ile
''göstergenin im/emini dışa-vuran gösterilenin dışında, gösterge­
nin anlamı '' da birlikte düşünülür. ''Verili oluşun türü '' , gösterge­
nin anlamında içkin olarak bulunur. Buna göre, ''Akşamyıldızı ''
ve ''Sabahyıldızı'nın imlemi aynı olabilir; ancak anlamı aynı ola­
maz. '' Frege'nin anlatımı uyarınca, bu bağlamdan ''gösterge'' ve

31 Gottlob Frege: "Über Sinn und Bedeutung- Anlam ve İmlem Üzerine''; içinde: aynı
yazar: ''Funktion, Begriff, Bedeutung- İşlev, Kavram, İmlem''; Vandenhoecck/Rupre­
cht, Göttingen 1 994.
1 84 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

'' ad'' ile ilgili olarak şu çıkarım yapılabilir: Gösterge ve ad denil­


diğinde, ''imlemi belirli bir nesne olan bir özel adı temsil eden ve
kavram veya ilişki olmayan herhangi bir nitelendirme '' anlaşılır.
Tekil bir nesnenin nitelemesi, ''birçok sözcükten veya diğer gös­
tergelerden '' oluşabilir. Kısaltma amacıyla bu tür niteleme ''özel
ad'' olarak adlandırılır.
Bir özel adın ''anlamı '', ''dili veya nitelemeler toplamını yete­
rince tanıyan herkes tarafından '' anlaşılır. Böylece, şayet var ise,
''im/em, tek-yanlı olarak aydınlatılmış olur. " İmlemin ''çok-yönlü
bir bilgisi'' için, ''her verili anlamın aynı şekilde '' bu bilgiye ait
olup olmadığı belirtilebilir. Buna ise, ''asla varılamaz. ''
Gösterge ile düzenli bağlantı açısından anlam ve imlem konu­
suna bakıldığında, ''bir imleme (bir nesneye) salt bir gösterge ait
olmamasına karşın, göstergeye belirli bir anlam ve belirli bir im/e­
min tekabül ettiği'' görülür. Aynı anlamın, ''çeşitli dillerde, hatta
aynı dilde farklı dile getirişleri vardır. ''
Aynı anlamın, aynı dilde farklı tarzda dile getirilmesi olasılığı
veya olanağı, daha önce de vurgulandığı gibi, yazınsallığı oluştu­
ran ve yazınsal yapıtı çekileştiren en önemli etkendir.
Öte yandan, Frege'nin deyişiyle, elbette ayrıksı durumlar var­
dır; her kavramın ''tek anlamı'' olması iyidir; ancak diller bu iste­
me uymaz. Bu nedenle, gramer bakımından doğru oluşturulmuş
bir özel adı temsil eden bir sözcük her zaman tek anlam taşır.
Dillerin tek-anlamlılık istemine uymamalarının nedeni, dili
oluşturan ve geliştiren insanın duyumsama ve düşünmesinin fark­
lı olmasından kaynaklanır. Ayrıca, insan, özü gereği çoğulluğa
eğilimlidir.
Bunun yanı sıra, bir sözcüğün ''aynı bağlamda aynı anlamı ''
taşıdığından hoşnut olmak gerekir. Bir anlamı kavramak, '' bir
imlemin'' güvencesi olamaz. Sözcükler alışılmış tarzda kullanıl­
dığında, ''sözü edilmek istenilen şey'', o sözcüklerin veya sözlerin
''imlemi''dir. Bir anlatımın ''anlamı'', kullanımıyla belirginleşir.
Bir başkasının yazısı/konuşması aktarıldığında, ''aktarımsal kul­
lanım'' ve buna bağlı olarak aktarımsal ''imlem'' söz konusudur.
.

Dil FELSEFESİ VE EDEBİYAT 1 85

Her İnsan, Sözcüklerle Farklı Çağrışımları İlişkilendirir

Buna göre, bir sözcüğün düz imlemi ile düz olmayan veya akta­
rımsal imlemini ve düz anlamını düz olmayan veya aktarımsal
anlamından ayırmak gerekir. Bu duruma göre, bir sözcüğün ''düz
olmayan'' imlemi, o sözcüğün anlamıdır. Bir göstergenin imlemi
ile anlamını, ''o gösterge ile bağlantılandırılan tasavvurdan ayır­
mak gerekir. '' Eğer bir göstergenin imlemi ''duyusal olarak algıla­
nabilen bir nesne ise '', bu durumda tasavvur ''duyusal izlenimler
hakkındaki anımsamalardan ve yapılan iç ve dış etkinlik lerden ''
oluşan ''içsel bir imgedir. "
Frege'nin bu saptamaları, Wittgenstein'dan ne denli etkilendi­
ğini göstermektedir.
Söz konusu içsel imge, çoğunlukla ''duygular'' tarafından
boğulur. Bu imgenin ''tekil parçalarının açıklığı farklıdır ve değiş­
kendir. '' Ayrıca, aynı tasavvur, ''aynı insan tarafından aynı anlam
ile bağlantılandırılmaz. '' Tasavvur, ''özneldir; birinin tasavvuru,
diğerininki değildir. '' Böylece, ''aynı anlam ile bağlantılandırılan
türlü çeşitli ayrımlar'' orta ya çıkar.
Örneğin, bir ressam, bir at binici veya bir zoolog, ''Bucepha­
lus '' adı ile büyük olasılıkla ''çok farklı tasavvurları '' ilişkilendirir.
Bu sayede tasavvur, ''büyük ölçüde bir göstergenin birçok kişinin
ortak malı olabilen, dolayısıyla da tekil bir ruhun (veya insanın)
tarzı veya parçası olmayan anlamından '' ayrılır; çünkü ''insanlı­
ğın kuşaktan kuşağa aktardığı ortak bir düşünce hazinesine sahip
olduğunu '' kimse yadsıyamaz .•

Frege'nin açımlaması uyarınca, anlam konusunda ''endişe''


olmamasına karşın, tasavvur hakkında ''kimin ve hangi zamanın
tasavvuru olduğu '' eklenmelidir.
Ayrıca, bir kimse ''aynı sözcük ile şu tasavvuru, bir diğeri bu
tasavvuru ilişkilendirebildiği gibi, biri şu anlamı, diğeri de öbür
anlamı '' ilişkilendirebilir. Böyle durumlarda ''fark, ilişkilendirme
tarzından '' kaynaklanır ve bu her ikisinin de ''aynı anlamı'' kav­
ramasını engellemez; ancak bu kişiler ''aynı tasavvura '' sahip ola­
maz. Her iki kişi de aynı şeyi tasavvur etse bile, ''herkesin tasav­
vuru kendisinindir. ''
1 86 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · 1 ·

Bir özel adın imlemi, ''bu im/em ile imlenen/nitelenen nesnenin


kendisidir. ,, Bu sırada geliştirilen tasavvur ''tümüyle özneldir. ''
Bu ikisinin arasında tasavvur denli öznel olmayan ve artık ken­
disi nesne olmayan ''anlam'' bulunur. Bu durum, şöyle bir ben­
zetme ile açıklanabilir: Birisi dürbün ile aya bakmaktadır; ''ben
ayı im/em ile karşılaştırırım; ay dürbünün içinde objektif camı
,
ve gözlemleyenin gözü tarafından tasarımlanan gerçek resim ile
aktarılan (veya dolayım/anan) gözlemin nesnesidir. ,,

Biri ''anlam'' ile öbürü ''tasavvur'' veya ''görü'' ile karşılaştırı­


labilir. Dürbündeki resim, ''gerçi tek-yanlıdır; konuma bağlıdır ,, ;
ancak birçok gözlemciye ''hizmet edebildiği ölçüde nesneldir. ,,
Öte yandan, bu resim, ''birçok kişinin aynı anda kullanabileceği ,,
şekilde düzenlenebilir. Gözdeki imgeler, herkeste farklı olur.
Sözcüklerin, anlatımların ve bütün tümcelerin ''üç çeşitlilik
aşaması'' belirlenebilir. Söz konusu üç fark,
• ''Tasavvurları,
• İm/em olmaksızın anlamı ,, ve son olarak da
• ''İmlemi ,,
kapsar. Birinci farklılık aşaması olan ''tasavvurlar'' hakkında şun­
lar söylenebilir: Tasavvurların sözcükler ile '' belirsiz bağlantısı''
nedeniyle, biri için '' bir farklılık/çeşitlilik'' var olabilir; başkası
bunu böyle değerlendirmeyebilir. İlk yazılı metnin çevirisi, ''birin-
cı aşamayı aşamaz. ,,
.

Buraya ait olası farklılıklar arasında ''edebiyat sanatının ve


belagatin duyulara vermeye uğraştığı renklendirme/er ve ışıklan­
dırmalar ,, sayılabilir. Söz konusu renklendirmeler ve ışıklandır­
malar, ''nesnel '' değildir; ''her dinleyici ve okuyucu, yazarın/şairin
veya konuşmacının işaretlerine göre bunlara yaklaşmak zorun­
dadır. '' Bu bağlamda vurgulamak gerekir ki, ''insana özgü olan
tasavvur etmenin akrabalığı olmaksızın, elbette ki sanat olanaklı
olamaz. '' Bununla birlikte, ''yazarın/şairin niyetlerine ne ölçüde
yaklaşıldığı asla kesin olarak belirlenemez. ''
Frege, bu belirlemesiyle, edebiyatı, tasavvurun veya imgelemin
bir ürünü olarak değerlendirir. Edebiyat, aynı dilsel malzeme­
nin farklı renklendirilmesi ve ışıklandırılmasıyla ortaya çıkar. Bu
Dil FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 87

farklılaştırmaya karşın, her insanın özünde taşıdığı imgelem gücü


veya tasavvur yeterliliği, sanatın kaynağıdır.
''Yazarın niyetine ne ölçüde yaklaşıldığı asla kesin olarak belir­
lenemez'' saptaması, bir yazınsal yapıtı okuma ve yazarının ama­
cına uygun olarak alımlama ile ilgilidir. Burada Frege, çok yerinde
ve tutarlı bir yaklaşımla, yazınsal yapıtları anlama ve anlamlan­
dırma süreci olan alımlamanın düzeyinin asla kesin olarak belirle­
nemeyeceğinin altını çizer.

Her Sözcük, Kendi Anlamını/İmlemini Anlatır

İkinci farklılık aşaması olan '' anlatım''a gelince: Bir özel ad


(sözcük, gösterge, gösterge bağlantısı, anlatım), ''kendi anlamını''
dile getirir veya anlatır ve ''imlemini'' imler veya niteler. Bir gös­
terge ile onun ''anlamı'' dile getirilir ve ''o anlam ile onun imlemi''
imlenir. Örneğin, ''ay'' adının bir imlemi olup olmadığı sorulabi­
lir. Ay denildiğinde, ''bir imlem '' varsayılır. Burada ''ay, dünyadan
küçüktür'' tümcesinde ayın imlemi söz konusu olsa, anlam kaçı­
rılır. Bu varsayımda ''yanılma'' olasılığı vardır ve ''bu tür yanılgı­
lar'' olmuştur; ancak hep bunda mı yanılgıya düşüldüğü sorusu,
''yanıtsız kalabilir. ''
Bu kapsamda bir göstergenin ''imlemini'' haklı çıkarabilmek
için, ''konuşma veya düşünme sırasındaki niyeti, doğal olarak
böyle bir niyet var ise'' öne çıkarmak yeterlidir. Şimdiye değinki
açıklamalarda ''özel ad'' olarak adlandırılan bu tür anlatımların,
''sözcüklerin ve göstergelerin im lemi ve anlamı '' ele alınmıştır.
Bütün bir ''sav tümcesinin'' de anlamı ve imlemi'' sorgulanabi­
lir. Bu tür tümceler, ''bir düşünce içerir. '' Söz konusu düşünce, tüm­
cenin ''anlamı'' veya ''imlemi '' olarak görülebilir mi? Yanıt açıktır:
Düşünce, ''tümcenin imlemi olamaz''; ancak ''anlamı'' olarak kav­
ranabilir. ''İmlem olmaksızın, özel adlar '' içeren tümceler, bu tür­
dendir. Örneğin, ''Odysseus derin uykuda İthaka'da karaya çıka­
rıldı '' tümcesinin bir ''anlamı'' olduğu açıktır. Öte yandan, tümce­
deki ''Odysseus'' adının bir ''imlemi'' olduğu kuşkulu olduğu için,
''bütün tümcenin bir imlemi olup olmadığı da kuşkuludur. ''
1 88 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Burada ''kesin'' olan bir yön vardır: Tümceyi yanlış veya doğru
sayan ve ''Odysseus'' adına da bir ''imlem'' kazandıran biri, ''salt
bir anlam '' vermez; çünkü ''adın im/emine bir yüklem uygun görü­
lür veya görülmez. '' Bir ''imlemi'' kabul etmeyen, ''bir yüklemi ne
uygun görebilir ne de görmeyebilir. '' Sadece düşünce temel alınsa,
''adın im/emine değin ulaşma gereksiz/eşir ve anlam ile yetinilebi­
lir. '' Tümcenin anlamı, diyesi, düşünce, belirleyici olsa, ''bir tümce
parçasının imlemi'' önemsizleşir. Tümcenin anlamı için, parçanın
-

imlemi değil, ''sadece anlam'' söz konusu olur. D üşünce, ''Odys-


seus'' adının bir imlemi olsa da olmasa da, ''aynı kalır. "
Bir tümce parçasının ''imlemi'' için uğraşmak, ''tümce'' için de
bir imlemi kabul etmenin ve istemenin göstergesidir. ''Parçacıkla­
rının birinin imlemi'' eksik olduğunda düşünce ''önemini'' yitirir.
Dolayısıyla, bir tümcenin anlamı ile yetinmemek, ''imlemini'' de
sormak gereklidir.
Peki, her özel adın ''salt bir anlam'' değil, aynı zamanda bir
''imlem'' taşıması niçin istenir? Örneğin, ''bir masal dinlerken
dilin hoş tınısının yanı sıra, özellikle tümcenin anlamı '' ve bu
anlamdan çıkarılan ''tasavvurlar ve duygular '', insanı büyüler.
Bir dilsel bildirimin ''hakikat'' olup olmadığına ilişkin soru,
sanat ve sanat beğenisi ile değil, bilim ile ilgilidir. Bu açıdan, ''şiir,
bir sanat yapıtı olarak algılandığı sürece, örneğin, Odysseus adı­
nın bir imlemi olup olmaması '' pek önemli değildir. Dolayısıyla,
''hakikate ulaşma çabası, bizi anlamdan imleme doğru gitmeye ''
yöneltir.
Bir tümcenin ''hakikat değeri'', o tümcenin doğru veya yanlış
olmasıdır. Bunun dışında başka bir ''hakikat değeri'' yoktur.
Sözcüklerin ''imleminin'' önem taşıdığı her sav tümcesi, ''özel
ad'' olarak kavranabilir. Bu tümcenin imlemi, doğal olarak eğer
varsa, ''ya doğru ya da yanlıştır. ''
Bir nesnenin ''nasıl adlandırıldığı, kesin olarak kavram ile ilinti
bütünlüğü içinde açıklanabilir. '' Özne ve yüklemin ''bir araya geti­
rilmesi'' sa yesin de sadece bir '' anlama'' ulaşılır; asla bir anlamdan
o anlamın ''imlemi''ne, bir düşünceden o düşüncenin ''hakikat
veya doğruluk değerine'' ulaşılmaz.
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 1 89

Bunun nedeni, dilin veya gösterge dilinin ''yetersizliğidir. ''


Gösterge dilinde de ''bazı şeyleri imlediği görünüşünü uyandıran,
ancak hiçbir şeyi imlemeyen gösterge bağlantıları '' vardır. Mantık
bakımından ''eksiksiz'' bir dilden ''kullanılan göstergelerden gra­
mer bakımından doğru bir tarzda oluşturulan ve gerçekten de bir
nesneyi niteleyen özel ad olan her anlatımın bir imlemi'' olduğu
beklenmelidir.
Mantık açısından bakıldığında ''anlatımların çok-anlamlılığı ''
mantıksal hataların bir kaynağı olarak görülür. Çok-anlamlılar,
''demagojik'' amaçlar için kötüye kullanılabilir. ''Halk iradesi/
istenci '' , söz konusu kötüye kullanma için örnek gösterilebilir;
çünkü bu örnek ''anlatımın genel kabul görmüş bir imlemi'' olma­
dığını göstermektedir.

1. 5 . Noam Chomsky: .
''Dil ve Zihin'' de Dil ve Edebiyat ilişkisi

Noam Chomsky'nin dizgeleştirdiği '' üretimsel dönüştürüm dil­


bilgisi '' kuramında herhangi bir dili konuşanların nasıl olup da
''sınırlı sayıda dilbilgisel kural ile sınırsız sayıda tümce ürettiğini''
ve dinleyicilerin/okuyucuların ''daha önce hiç işitmediği tümceleri
anladığı '' sorusunu irdeler. Wilhelm von Humboldt'tan beri bili­
nen bu düşüncelere dayanılarak, üretimsel dönüştürüm dilbilgisi­
nin ''dil üretiminin ve dil alımlamasının dinamik sürecinin betim­
lemesine '' yönelik bir model olduğu söylenebilir.
Chomsky, '' Dil ve Zihin'' adlı yapıtının ''Doğal Dillerde Biçim
ve Anlam'' bölümünde olağan dil kullanımını ''yaratıcı ve insana
özgü bir etkinlik ''31 olarak niteler. Bu bilimciye/düşünüre göre, dil
kullanımının olağan biçimi, ''yeni ama uygun anlatımların üre­
tilmesidir. '' Dil, yaratıcı bir öz-yapı taşır. ''Dili öğrenme ve kul­
lanma yeteneği '', insan türüne özgüdür. Dilbilgisi, belli bir dilin
''ses-anlam bağıntısını belirleyen kural dizgesidir. '' Chomsky'nin
kavramlaştırmasıyla, buna ''üretimsel (veya üretici) dilbilgisi'' de

32 Noam Chomsky: "Dil ve Zihin''; çeviren: Ahmet Kocaman, Ayraç Yayınevi, Ankara
2001
1 90 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

denilir. Her dilbilgisi, ''belli bir yapı kümesi'' veya ''sonsuz sayıda
bir yapısal betimleme kümesi'' üretir.

Yüzey-Yapı ve Derin Yapı Kavramları Neyi Anlahr?

''Her dil, sonsuz sayıda yapısal betimleme kümesi üretir'' sap­


taması, daha önceki filozoflarca da benzer şekilde dilselleştirildiği
üzere, her dilin, her şeyi, yazınsal söyleyişle, her izleği veya öykü­
yü sonsuz farklılıkta anlatma yeterliliğini içinde taşıdığını anlatır.
ilkesel olarak her dil, aynı izleği/öyküyü, farklı yazarlarca farklı
şekillerde sonsuz sayıda anlatabilir.
Chomsky'nin açımlaması uyarınca, her yapısal betimleme,
''belirli bir sesi, belirli bir anlamı ve ses ile anlam arasındaki bağın­
tıyı '' anlatır. Doğal dil ortamında dili edinenler ve kullananlar, ayrı­
mına varmadan yapısal anlatım birimlerini veya tümceleri ''içsel­
leştirir ve içsel olarak tasarımlar. '' Böylece, dilsel bildirimleri üret­
me ve başkalarınca üretilenleri anlama kendiliğinden gerçekleşir.
Bu da yazınsallığın, bir başka anlatımla, yazınsal üretimin ve
alımlamanın önemli bir kaynağını oluşturur.
Chomsky, dilsel bir anlatımı oluşturan ''söz öbeklerinin ve
bunların girdiği ulam/arın tasarımını'' anlatmak için ''yüzey yapı''
kavramını kullanır. Yüzey yapı, öncelikle söz-dizimi ve sözcükleri
birbirine bağlayan dilbilgisi kurallarını kapsar.
Bunun yanı sıra, bu dilbilimci bir tümcenin veya dilsel bil­
dirimin ''anlam açımlaması veya yorumlamasında'' temel işlev
gören söz öbeklerine ilişkin tasarımlamayı ise, ''derin yapı'' ola­
rak adlandırır. Yüzey yapı ile derin yapı arasındaki bağıntıyı dile
getiren kurallara ''dil bilgisel dönüşümler'' denilir. Düşünür, kendi
kavramlaştırmasıyla '' üretici dönüşümsel dilbilgisi'' anlatımını bu
nedenle kullanır.
Derin yapılar, ''onları yüzey yapıya bağlayan dönüşüm kural­
ları ve derin yapıyla yüzey yapıyı, ses ve anlam tasarımlarına
bağlayan kurallarla birlikte, bir dili öğrenmiş olan kimsenin ege­
men olduğu kurallardır. '' Yüzey yapı, ''sesçil biçimi''; bir başka
anlatımla, sözcüklerin dilbilgisi kurallarıyla anlamlı bir biçimde
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 91

birbirine bağlanmasını; buna karşın derin yapı, ''anlamı'' belirler.


Bununla birlikte, yüzey yapının da anlamın oluşmasına katkı yap­
tığı kabul edilir.
Derin yapı, anlamı belirleyen ''yükleme ve niteleme gibi dilbil­
gisi bağıntılarını '' sağlar. Yüzey yapıysa, bir ölçüde ''odaklama,
öznelik ve yüklemlik, mantıksal öğelerin kapsamı ve adıl gönder­
mesi'' konularını belirler. Dilbilgisel kuralların ve dilsel anlatım
olanaklarının tümü, ''dil edinci '' ; öznelerin/dil kullanıcılarının
bunlardan yararlanarak, dilsel bildirimler üretme yeterliliğineyse
''dil edimi'' denir.

Edinç ve Edim Kavramları Neyi Anlatır?

Chomsky, anılan yapıtının ''Dilin Biçimsel Yapısı'' bölümünde


''edinç'' ve ''edim'' kavramlarını açımlar. Bu düşünürün buradaki
açımlamaları uyarınca, her dil, ''ses ile anlamı belirli bir biçimde
birleştirir. '' Bir dile egemen olmak demek, ''söyleneni anlayabile­
cek, bir belirtkeyi amaçlanmış bir anlam yorumlamasıyla üretebi­
lecek durumda olmak '' demektir. Dile egemen olan bir kimsenin
''tümcenin sesçil biçimini, hem de içkin anlam içeriğini belirleyen
kurallar dizgesini bir yolla içselleştirmiş olduğu ''; bir başka deyiş­
le, ''özgül bir dil edinci'' geliştirdiği söylenebilir.
Buna karşın, özne tarafında gerçekleştirilen ''dil kullanımı'' ise
''edim'' olarak tanımlanabilir. Edim veya dil kullanımı, salt ''dil
kuralları dizgesi tarafından kurulan içkin ses-anlam bağıntıları­
nı '' yansıtmaz. Edim, Choriısky'nin deyişiyle, ''daha başka birçok
etmeni gerektirir. '' Söylenilen şey, ''yalnızca sözcenin ses ve anlam
özelliklerini belirleyen dilsel ilkeler'' temelinde yorumlanamaz.
''Konuşan kimse ve durumla ilgili dil dışı inançlar da konuşmanın
üretilme, ayırt edilme ve anlaşılma yollarının belirlenmesinde''
temel bir rol oynar.
Konuşmayı ve anlamayı belirleyen dil dışı etmenlerin ve
durumların tümü, kültür kavramı altında toplanabilir. Dolayısıy­
la, düşünürün bu sözleri, aynı zamanda dil-kültür bağıntısını da
ortaya koymaktadır.
1 92 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Dil edimi, ''dilin görünümleri olmayan bilişsel yapının sınırla­


rı '' tarafından da belirlenir. Edimi tümleyen ve birlikte belirleyen
''edinç'' ise, Chomsky'nin tanımlamasıyla, ''ülküsel bir konuşa­
nın-dinleyenin, seslerle anlamları, her bakımdan, konuştuğu dilin
kurallarına uygun bir biçimde birleştirebilme yeteneğini anlatır. ''
Edim, ''dil edinci incelemesi için veriler sağlar. ''
Dil bilgisinin ürettiği ses ve anlam tasarımları ''sonsuzdur. ''
Chomsky'nin belirlemesiyle, ''bir dilin dilbilgisi, her birinin ken­
dine göre içkin bir anlam yorumlaması olan rasgele karmaşıklıkta
tümceler kurmayı olanaklı kılar. '' Dilin, dilbilgisine uymak koşu­
luyla, olağan gündelik dil kullanımında veya dil ediminde ''yeni­
lik'' esastır. Dil ve dilbilgisi, bir ''kurgulamadır. "
Bu belirleme, dil-edebiyat bağıntısını çok açık olarak ortaya
koymaktadır. Bu kitapta ele aldığım hemen her filozofun da vur­
guladığı gibi, bütün öğeleriyle birlikte dil bir kurgulama ürünüdür.
Yazınsallaştırmak amacıyla, dilsel malzeme ikinci kez kurgulanır.
Bu bağlamda kurgulama, biçemselleştirme ve sanatsallaştırmanın
ön aşamasıdır.
Chomsky'e göre, bir başka önemli ilke şudur: ''Anlam bile­
şeni ile sesbilim bileşeni bütünüyle yorumsa/dır. '' Anlam bileşen
kapsamında derin yapılar için '' anlam yorumlamaları'', yüzey
yapılar için ''sesçil yorumlamalar'' belirleyicidir. Anlamlandırma,
bir bakıma bir yorumlamadır. Bir başka anlatımla, anlam, yorum
yoluyla ortaya çıkarılır.
Chomsky'nin bu belirlemesi, dil ile ilgili her öğenin veya her
etkinliğin, bir yeniden oluşturma eylemi olduğunu ortaya koyma­
sı bakımından, yüksek bir yazınsal değer taşımaktadır. Yorumla­
ma, öncelikle bir yazınsal yapıtı okuma ve yeniden anlamlandır­
ma süreci olan alımlama ile ilgili bir işlemdir.
Söz konusu kuram, ''ideal konuşucunun/dinleyicinin dilbilgisel
anlatımları türetme ve anlama yeteneğini'' irdeler. Konunun bu
boyutunu ''dil yetisi'' kavramı kapsamında yine ele alacağım.
Chomsky'nin anlatımı uyarınca, dilsel bildirimlerin ''çok-kat­
manlı yapıları ve im/em/eri, (yüzey yapı) dilbilgisel bir kurallar
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 1 93

dizgesine (derin yapı) bağlanabilir. '' Bu kurallar dizgesi veya derin


yapı, bir yandan ''dönüştürümler'' yoluyla ''dil kullanımını'' türe­
tir; diğer yandan da ''anlamayı'' olanaklılaştırır.

Her Dil, Her İnsan Sonsuz Sayıda Anlatım Üretebilir

Noam Chomsky ve Jerry Fodor ''genetik bir dağılım'' dan yola


çıkarlar ve şunu varsayarlar: ''Her insan, bir dil yetisi'' ile dona­
tılmıştır. Chomsky'ye göre, bir dili konuşan veya yazan, ''tümce­
nin imlemini '', o tümceyi oluşturan ''tekil parçaların im/emini''
açımlamak ve/veya yorumlamak suretiyle ''anlar. " Dil kullanımı,
Chomsky'nin deyişiyle, ''dil edimi''dir.
Chomsky tarafından geliştirilen ''üretimsel dilbilgisi'' kura­
mına göre, bir dildeki tümceler ''yeniden üretilebilir. '' Üretimsel
dil bilgisine göre, insanın ''konuşma yeterliliği'', bir başka deyişle,
''dilbilgisi bakımından doğru sözce/er üretmesi '', genetik olarak
alınan ''bilişsel yapılara'' dayanır. Söz konusu genetik özellik,
zaman içinde yetkinleştirilir.
Üretimsel veya yorumsal anlam kapsamında dil yetisiyle
donanmış bir konuşucu veya dinleyici, salt bir dilde öykünme
yoluyla anlaşılır tümceler türetmek ve anlamakla kalmaz, ''gerek­
sinmesine göre yeni tümceler oluşturur. '' Bilinen kurallar, ''sonsuz
sayıda ve bu zamana değin bilinmeyen dilsel bütünleştirimler''
gerçekleştirmeye olanak sağlar.
Humboldt'tan bu yana dil felsefesinin kabul gören bu bul­
gularına göre, dil yeterliliğiyle donanmış olan insan, bilinenler
temelinde sonsuz sayıda bilinmeyen tümceler üretir. Dilin tözsel
olarak yazınsallaştırılmaya, insanın da dilsel malzemeyi yazınsal­
laştırmaya yetenekli ve yatkın oluşunun nedeni, bu belirlemede
aranmalıdır.
Chomsky'ye dönelim: Çocukluktan beri edinilen dilsel birikim
ve kullanım kuralları, dil içi ve dil dışı anlatımları ''şifrelemeye''
ve şifrelenen anlatımların ''şifresini çözmeye'' ortam hazırlar.
Tümceye ''imlem'' kazandıran kurallar bütününe veya anlam öğe­
lerine, ''anlamsal yorumlama '' adı verir.
1 94 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

Chomsky'nin kuramı kapsamında iki kavram öne çıkar:


'' Competence'' ve ''performance." Bu iki kavram veya kavram
çifti, ''Humboldt'un ''ergon- energia '' ve Saussure'ün ''langue-pa­
role'' kavram çiftinin güncel devamı olarak değerlendirilebilir.
Competence ''dile ilişkin her türlü bilgi ve yeterlilik''; performans
ise, bu bilgileri bireysel olarak kullanma yeterliliği, diyesi, bireysel
dil kullanım becerisi anlamındadır.
Türkçede ''competence'' için ''dil yetisi '', ''performance'' için
''dil edimi'' anlatımları kullanılmaktadır. Dil yetisi, her türlü tasa­
rımlamanın yanı sıra, dilbilgisi kuralları uyarınca dilsel içerikleri
dile getirmeyi de kapsar. Dil yetisinin bir başka öğesi, kişinin ken­
disini toplumsal bağlamda uygun bir şekilde anlatma yeteneğidir.
Dil yetisi veya dilsel yetenek, '' dil dışı gerçeklerin'' sunumu ve
işlenimini de içerir. Dil yetisi;
• Bir konuşucu, ''ses, sözcük gibi bitimli sayıda öğelerin ve
bunları bağlantılandırma kurallarının varlığıyla, dil edimi
kapsamında ilkesel olarak bitimsiz sayıda dilsel bildirim ''
üretebilir.
• Bir dinleyici, ''edindiği dilsel bilgiyle daha önce hiç işitmedi­
ği dilsel bildirimleri anlayabilir ve belirli farklarla eş anlamlı
bildirimleri'' belirleyebilir.
• Konuşucular ve dinleyiciler, dilsel bildirimleri ' dilbilgisi,
'

çok-anlamlılık ve sözel/eştirme ilişkilerini'' yargılayabilir.


Dil yetisi, ayrıca konuşucunun ilgili bağlam içinde dilsel olarak
uygun bir şekilde kendisini anlatabilme yeteneğini kapsar. Bunun
anlamı şudur: Dilsel iletişime katılanlar, ''beklentilere uygun ve
anlaşılır'' dilsel anlaşım biçimini seçebilir.
Bu kapsamda ''iletişim yetisi'' kavramına da değinmek gerekir.
İletişim yetisi, Ulrich Zeuner'e göre, şu alanları kapsar:
• Dilbilgisi yetisi, ''söz varlığına, tümce bilgisine, sözcük oluş­
turma kurallarına, söyleyiş ve yazış gibi dilsel kodlama öğe­
lerine '' egemen olmayı anlatır.
• Toplumsal-dilsel yetisi, ''farklı durumlarda ve kültürel bağ­
lamlarda dilsel bildirimleri üretmek ve anlatmak '' demektir.
Burada dilsel iletişime katılanların toplumsal konumu, ara-
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 95

larındaki rol ilişkileri, eytişimin ereği ve dilsel bildirimlerin


duruma uygunluğunun imlern ve biçim bakımından önemli
olduğu unutulmamalıdır.
• Söylem yetisi, ''konuşucu/arın konuşma ve anlama sırasın­
da, metinlerin ve söylemlerin oluşabilmesi için, dilbilgisel
biçimleri ve imlemleri nasıl bağlantı/andırdıklarını '' dile
getırır.
• •

• Stratejik yeti, ''konuşucu/arın, iletişime katılanlar arasında­


ki iletişimi koparmak için veya bir başka iletişim alanına
geçmek için gerekli olan sözel ve sözel olmayan iletişim stra­
tejilerini'' içerir. 33
Her türlü iletişimde salt iletişim yeteneği yeterli olamaz; ile­
tişim için hazır ve istekli olmak da önemli önkoşuldur. İletişim
yeteneği, en genel anlamıyla, insanın kendisini ''anlaşılır ve alım­
layıcıya yönelik olarak '' anlatabilmesidir. İletişime hazır olmak,
başkalarıyla görüş alış-verişine istekli olmak dernektir.
Küreselleşme sürecinin yoğunlaşmasına koşut olarak ileti­
şim yetisi, ''kültürler arası iletişim yetisi '' anlatımını da içerecek
biçimde genişlemektedir. Kültürlerarası iletişim yetisi, her şeyden
önce diğer kültürlerin geleneklerini, alışkanlıklarını ve algılama ve
da vranrna biçimlerini bilmeyi gerektirir.

Dilsel Edim

Performans veya edim . kavramı, bu bağlamda '' dil kullanımı'',


en geniş anlamıyla, dil eylemi veya konuşma demektir. John L.
Austin bu kavramı ''dil eylemlerini '' anlatmak için geliştirmiştir.
Dil eylemi, belirleme, yanlışlama veya doğrulamadan çok, dilsel
bildirimlerin, buradaki kullanım biçimiyle, dil edimlerinin ''dile
getirilmeleri sayesinde toplumsal dünyadaki durumları değiştir­
dikleri '' görüşüne dayanır.

33 Ulrich ZEUNER: "Paedagogische Fachbegriffe in der beruflichen Bildung- Kommu­


nikative Kompetenz�; www. schulministerium.nrw.de ve www.pub.zih.ru-dresden.
de/uzeuner/texte/
1 96 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Bu görüşü doğrulamak veya kanıtlamak için, evlilik birliğinin


kurulması için söylenen ''evet'' bildirimi gösterilir. ''Evet-bildiri­
mi '', doğru veya yanlış diye ulamlandırılamaz; ancak konuşma
edimine katılanların ''toplumsal gerçekliklerini'' değiştirir. Bu
bağlamda dil edimi, ''simgesel bir eylemi'' gerçekleştirme işlevi
taşır.
Dil edimleri veya dil edimsel yaklaşım, kültürel durumlarda
iletişime katılanların ''eylem yetisini'' _öne çıkarır. Ritüeller, tiyat­
ro oyunları ve toplumsal-kültürel yorumlar, edim olarak değerlen­
dirilir. Bu kapsamda ''salt değer tasarımları aktarımı ve özdeşlik
kurumu '' olmakla kalmaz; aynı zamanda ''toplumsal eleştiri dile
getirilir; kültürel değişim özendirilir. '' Cinsiyetler açısından edim,
''cinsiyetin kimliğinin veya özdeşliğinin oluşturulduğu '' etkinlik
olarak görülür. Özdeşliğin veya kimliğin erilliği/dişilliği ''gösterge
veya dil eylemiyle '' belirginleştirilir.
Konuya ilişkin tartışmada ''edim'' ve ''edimsellik'' kavram­
ları ayrıştırılır. Edim, bir olayın veya eylemin gerçekleştirimidir;
bu eylemli bir özneyi gerektirir. Buna karşın, bir dilsel bildirimin
edimselliği, bildirimi, bildirim öznesini ve onu imleyen eylemi öne
çıkarır.
Bir dilsel bildirimin başarılı olabilmesi için o edimin alıntıla­
nabilir olması toplumsal dizge içinde kabul görmüş uzlaşımlara
dayanması ve bu yönden yinelenebilir olması gerekir.

1. 6. John R. Searle'ün '' Söz Edimleri''nde


Dil ve Edebiyat

Konuşmak veya Yazmak, Dilsel Bir Eylemdir

Amerikalı filozof John Rogers Searle'ün yanında doktora yap­


tığı Austin'den ve Ludwig Wittgenstein'dan da esinlenerek geliştir­
diği dil eylem kuramı, ''yazınsal anlam'' bakımından da önemlidir
ve yazınsal anlamın felsefi kökleri bakımından irdelenmesi gere­
kir. Searle, ''Söz Edimleri ''nin ''Yöntem ve Kapsam'' bölümünde
dil felsefesini dilin ''gönderme, doğruluk, anlam ve zorunluluk
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 97

gibi dikkat çeken belli başlı yanlarına ışık tutan felsefi betimler
girişimi'' olarak tanımlar.34 Searle'ün aynı bölümde yer alan belir­
lemesi uyarınca, bir dili konuşmak demek, ''kurala dayalı (son
derece karmaşık) bir davranış girişiminde bulunmak demektir. ''
Searle'ün ''dil eylem kuramı '' 35 uyarınca, en az iki kişi arasında
gerçekleşen konuşma, ''dil eylemi gerçekleştirmek ,, demektir. Dil
veya söz eylemi, her türlü dilsel bildirimdir. Bu bağlamda konuş­
mak kadar, yazmak da dilsel bir eylemdir ve yazıya içkinleştiri­
len göndermeler de dil eylemleri kapsamında değerlendirilir. Dil
eylemleri, dilsel öğelerin kullanım kurallarına dayanır.
Searle'ün açımlamasına göre, bir dili bilmek, ''o dilin öğele­
rinin düzenli ve düzgün kullanmanın kaynağı olan bir kurallar
dizgesine hakim olmayı gerektirir. ,, Söz konusu kurallar dizgesi,
dilsel bildirimlerin ''genelliğinin güvencesidir. '' Bu belirlemeden
de görüleceği üzere, ''dil eylem kuramı'' veya ''söz edim kuramı''
uyarınca, anlam, dilsel öğelerin kurallı kullanımında aranmalıdır.
''Konuşmak, kurallara uygun davranışlarda bulunmaktır ''
türü belirlemeleri sürekli yineleyen bu filozofun ''Anlatımlar,
Anlatmak İstemek ve Söz Edimleri'' bölümündeki açımlaması
uyarınca, ''düzenleyici '' ve ''oluşturucu '' kurallar vardır. Oluştu-

34 John R. Searle: ''Söz Edimleri"; çeviri: R. Levent Aysever, Ayraç Yayınevi, Ankara
2000. Searle'ün bu yapıtında geliştirdiği dil edimleri kuramı üzerinde hocası John
L. Austin'in kalıcı etkisi olmuştur. "Söz edimleri'' veya "dil eylemleri'' kavramlarını
felsefileştiren Austin'in ''Dil Eylem Kuramı Üzerine'' adlı yapıtı, ''How to do things
with Words '' alt başlığını taşır ve bu dil filozofonun verdiği toplam on iki dersten

oluşur. Ayrıntı için: John Langshaw Austin: ''Zur Theorie der Sprachakte''; Almanca
çeviri, Eike von Savigny, Reclam, Stungart 1 994
35 ]. l. Austin'in öğrencisi olan John Rogers SEARLE ( 1 932), dil felsefesi, tinin felsefesi
ve metafizik alanlarındaki kuramsal görüşleriyle tanınır. 1959'dan beri Berkeley Üni­
versitesi'nde profesör olarak görev yapmıştır. Öğrenci hareketlerini desteklemesiyle
öne çıkmıştır. Kendi anlatımıyla, 1 959'da Oxford'da verdiği ''Anlam ve Gönderme''
konulu doktora tezine dayanan ''Söz Eylemleri'' adlı bu yapıtını 1 969'da yayımla­
mıştır. Searle, hocası olan John Austin ile birlikte "dil eylem kuramının'' en tanın­
mış geliştiricisi ve savunucusudur. Bir öncek dipnotta Searle'ün kuramı Türkçeye
''Söz Edimleri'' başlığıyla aktarılmıştır. Batı dillerinde, örneğin Almancada Searle'ün
kuramı daha çok ''konuşma eylemleri kuramı'' olarak bilinir. Bu nedenle, ben her
iki kavramlaştırmayı da kullanmayı yeğledim. Searle'ün yaşamı ve felsefesine ilişkin
daha fazla ayrıntı için, ''Söz Edimleri"nin yanı sıra; ''http://de.wikipedia.org/wiki/
John_Searle ''
1 98 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

rucu kurallar, ''yeni davranış biçimleri oluştururken ''; düzenleyi­


ci kurallar, ''var-olan davranış biçimlerini düzenlerler. '' Örneğin,
trafik, kurallar ile düzenlenir; ancak bu kuralların hiçbiri trafik
için zorunlu koşul değildir. Buna karşın, satranç oyunu için kural­
lar oluşturucudur. Bir başka anlatımla, kurallara uymayan sat­
ranç oynayamaz.

Konuşmak, Dil Eylemleri Gerçekleştirmek Demektir


Bu açıklamalar ışığında Searle'ün baştaki tanımı genişler.


Düşünürün savı uyarınca, dil, oluşturucu kurallar yoluyla olu­
şur. Dolayısıyla, ''dili konuşmak, oluşturucu kurallar dizgesiyle
uygunluk içinde dil eylemleri gerçekleştirmek demektir. ''
Yazınsalı ve yazınsallığı belirleme konusunda sıkça sözü edilen
''ereksellik'' kavramı, Searle'ün dil felsefesi ile tin felsefesi arasın­
da bağlantı noktasını oluşturur. Bu dil filozofuna göre, söz eylem­
leri gerçekleştirmek, bir başka anlatımla, ''bildirimde bulunmak,
emir vermek, soru sormak, söz vermek, göndermede bulunmak
ve yüklemek, biraz daha soyut eylemlerde bulunmak demektir. ''
Bu dilsel eylemleri olanaklılaştıran şeyse, ''dilsel öğeleri yöneten
kurallardır; bu edimler de bu kurallara göre yerine getirilir. ''
Searle'ün ''Söz Edimleri'' nin ''Neden Söz Edimlerini İncelemek
Gerek ? '' başlıklı bölümdeki belirlemesiyle, dili kullanma veya söz
eylemleri gerçekleştirme ''kurala dayalı ve yönelimli bir davranış­
tır. '' Bu saptama, filozofun deyişiyle, dilsel bildirimlerin ''olanak­
lılığını'' dile getirir.
Ereksellik, düşünsel hallerin/durumların yönelikliliği, düşünsel
durumların dünyasal olgu ve olayların yönelmişliği olarak anlaşı­
lır. Ereklilik kapsamında gerçekleştirilen ilişkilendirme biçimleriyle
düşüncelerin doğru ya da yanlış olduğu belirlenebilir. Düşünce, var­
olan bir konuyla ilişkileniyorsa, gerçektir. Tersi durumda yanlıştır.
Searle'ün yaklaşımı uyarınca, örneğin, Yaşar Kemal, ''Çukuro­
va'yı yazınsallaştırmıştır'' tümcesi doğrudur; ancak ''Yaşar Kemal
iyi bir komutandır'' tümcesi yanlıştır; çünkü Yaşar Kemal, bir
yazardır, asker değildir.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 1 99

Searle, ''ereksellik'' veya ''yönelimlilik'' kavramını felsefi tar­


tışmaya katan düşünürdür. Dil eylemlerinde de ''ereksellik'' mer­
kezi bir rol oynar; çünkü iletişime katılanların ereksel ilişkilendir­
mesi olmaksızın, dilsel eylemlerin anlamları belirginleşemez.
Ereksel ilişkilendirme şu örnekle açıklanabilir. Elimde bir
roman tutarak, karşımdakine ''çok iyi bir roman'' dediğimde,
karşımdaki kimse, bağlamı gereği, bu tümceyi elimdeki roman
ile ilişkilendirerek, bana karşılık verir. Böyle yaparak da anlamı
belirginleştirir.
Bu belirleyim uyarınca, genel iletişimin bir alt alanı olan
''yazınsal iletişim'' sürecine katılanlar, yazınsal metinde yer alan
anlatımları ''ereksel olarak ilişkilendirirler'', bir başka deyişle, o
yapıt temelinde bağlantılandırırlar. Bu ereksel bağlantılandırma,
yazınsal iletişimde anlam oluşturmanın başlıca yoludur.
Searle'ün sosyal gerçeklerin oluşturumu anlayışı yazınsal söy­
lem oluşturma açısından da ilginçtir ve işlevselleştirilmeye elveriş­
lidir. Searle'e göre, insan, ''soysal gerçekliğin gizemli bir görüngü­
sünün var olduğunu düşündüğü için, söz konusu görüngü vardır. ''
Bu belirleme, Kant, Nietzsche ve ''sanki felsefesi''nin büyük ölçü­
de ruhuna uygun düşmektedir.
Bu bağlamda da ereksellik ve oluşturucu kurallar önemlidir.
''Kolektif işbirlikçi davranış ve ortak erek kapsamında '' ereksel­
lik, orkestra örneğiyle açıklanabilir. Örneğin, orkestra kavramı
gereği, bir kimse bir orkestranın üyesi olarak bir çalgı aletini çalar
ya da bir takımın üyesi olarak futbol oynar.
Searle tarafından geliştirilen ''oluşturucu kurallar'' anlayışı,

edebiyat ve yazınsallık alanında sıkça kullanılan ''gelenekselleş-


miş kavrayış ve davranış biçimi'' anlamında ''uzlaşım'' kavramını
açıklamaya elverişli görünmektedir. Şöyle ki: Searle'ün açımlama­
sı uyarınca, bir toplumda oluşturucu kurallar, ''kolektif ereksellik
ile işlev atfetme arasındaki etkileşim sonucu ortaya çıkarlar. ''
Bu kapsamda bir nesneye, o nesnenin fiziksel özellikleri­
ne uymayan özellikler atfedilebilir. Örneğin, bir duvara fiziksel
özelliği uyduğu için ''sınır'' işlevi atfedilebilir. Öte yandan, eğer
toplum kabul ederse ya da ediyorsa, fiziksel özellikleri uymadığı
halde, bir çizgiye de bu işlev verilebilir.
200 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Searle'ün savına göre, gözlemciye bağlı olan ve bağlı olmayan


görüngüler vardır. Sosyal dünya, gözlemciye bağlı olan görüngü­
lerden oluşur. Bu nedenle, sosyal gerçekliklerin ''oluşturumun­
dan '' söz edilir. Gözlemciye bağlı görüngülere ilişkin tasarımlar,
bu nitelikleriyle, öznel oluşturulardır.

Anlatılmak İstenen Her Şey Dilselleştirilebilir


Searle'ün ''Söz Edimleri ''nin anılan bölümünde yer alan bir


başka önemli belirlemesi şudur: ''Anlatılmak istenen her şey, dile
getirilebilir. '' Filozof, dilin bu özelliğini ''dile getirilebilirlik ilkesi''
olarak kavramlaştırmıştır. Burada, söz konusu belirlemenin Hum­
boldt'tan kaynaklandığını vurgulamam gerekir.
Bu belirleme uyarınca, söz varlığı, söz dizimi ve diğer dilbilgisel
öğeler açısından yoksul bir dil bile gelişebilir ve anlatılmak isteni­
len her şeyi anlatabilecek bir gelişmişlik düzeyine ulaşabilir.
Türkçedeki ''At binicisine göre kişner'' atasözü, dil ile konuşu­
cu arasındaki karşılıklı belirleyim ilişkisini açıklamak için, güzel
bir örnektir. Bir dili kullanan, Humboldt'un sürekli vurguladığı
bir ilkeyi yineleyen Searle'ün deyişiyle, bir dilde söz edimleri veya
eylemleri gerçekleştiren kişi, neyi düşünebiliyor ve adlandırabi­
liyorsa, dil de o şeyi anlatır. Dolayısıyla, dili geliştiren, o dilde
yazma ve konuşma eylemi gerçekleştirenlerdir. Dil kendi başı­
na gelişmez; dili toplumsal-kültürel ortamda etkinleşen üretken
insanlar geliştirir.
Dile getirilebilirlik ilkesi, Searle'ün açımlaması uyarınca, ''din­
leyen kişi üzerinde yaratılmak istenilen bütün etkileri '' yaratmak
anlamı taşımaz. Bu ilke, örneğin, ''yazınsal ya da şiirsel etkiler,
duygulanımlar, inançlar vb. yaratacak bir anlam ve anlatım biçimi
bulmanın ya da uydurmanın, her zaman olanaklı olduğu'' şeklin­
de yorumlanamaz.
Ayrıca, anlatılmak istenilen her şeyin dile getirilebileceği ilkesi,
''söylenebilecek her şeyin diğerleri tarafından anlaşılabileceğini''
one surmez.
• • • •

Dil ve edebiyat ilişkisi kapsamında önem taşıyan bir başka


kavram ''gönderme''dir. Searle ''Söz Edimleri''nin ''Bir Söz Edimi
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 201

Olarak Gönderme'' ara-başlığı altında gönderme anlatımlarını


şöyle tanımlar: ''Bir nesneyi, bir süreci, bir olayı, bir eylemi ya da
başka bir 'tikeli' ya da 'bireyi' belirlemeye yarayan anlatımlardır. ''

Anlam Oluşturucu Temel Öğe, Bağlam ve Yönelimdir

Filozofun gönderme kavramına ilişkin aynı yerdeki şu görüş­


leri yazınsal dil kullanımı açısından verimlileştirilebilir: ''Gön­
derme anlatımları, dikkatleri belli nesnelere çeker; 'Kim?', 'Ne?',
'Hangi?' sorularına yanıt verir. Bu anlatımlar, sözlüklerdeki dilbil­
gisel biçimleriyle ya da işlevlerini yerine getirme şekilleriyle değil,
'işlevleriyle' (vurgu; OBK) ayırt edilirler. ''
Searle, anılan kitabının ''Anlamı Olmak-Bir Şey Anlatmak
İstemek'' ara-başlığını taşıyan bölümünde anlamı olmak ile bir
şey anlatmak istemek arasında bir bağ olduğunu belirtir. Bu düşü­
nürün konuya ilişkin açımlaması uyarınca, bir kişinin bir başkası­
na bir şey anlatmak istemesi, o kişinin bir şeyler anlatmak istediği
kişinin kendi amacını, ereğini veya yönelimini anlamasını sağlaya­
rak, üzerinde bir etki yaratması demektir.
Dolayısıyla, her şeyden önce ''anlatmak istemek ile yönelimler
arasında dolaysız bir bağ '' vardır. Searle'ün söyleyişiyle, ''konu­
şurken, beni dinleyen kişiye, belli birtakım şeyleri iletme yöne/imi­
mi kavramasını sağlayarak, o şeyleri iletmeye çalışırım. Dinleyen
kişide oluşturmaya yöneldiğim etkiyi, onun, o etkiyi oluşturma
yöne/imimi kavramasını sağlayarak oluşturmaya çalışırım. Din­
leyen kişinin, oluşturmaya çalıştığım etkinin ne olduğunu kavra­
masıyla birlikte de yönelimim gerçekleşir. '' Örneğin, ''bir kişiye
'Merhaba!' dediğimde yönelimim, dinleyen kişide selamlandığı
bilgisini oluşturmaktır. ''
Anlamın belirginleşebilmesi için, anlatmak veya söylenmek
istenilen şeyin '' bir işlevi'' olması gerekir. Searle'ün söyleyişiyle,
anlatmak istemek, ''bir yönelim işi olmaktan fazla bir şeydir; hiç
olmazsa kimi durumlarda bir uylaşım işidir. '' Bir şey anlatmak
istenilince, ereklenen veya yönelinen ''etki'', karşıdaki kişinin ''bu
şeyi anlamasıdır. '' Yönelim veya erek kavramının yanı sıra, dilsel
202 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

bildirimlerin anlamını belirginleştiren bir başka önemli kavram


'' bağlam'' dır.
Anlamsal bir işlev karşılayabilmesi için, göndermenin başlıca
koşullarından biri, ''göndermede bulunulan şeyin var olmasıdır. ''
Bunu ''varlık'' koşulu olarak adlandıran Searle'ün açıklaması
uyarınca, var olmak, ''zaman dışı olarak yorumlanmak zorun­
dadır. İnsan şimdi var olan bir şeye göndermede bulunabileceği
gibi, var olmuş bir şeye ya da var olacak bir şeye de göndermede

bulunabilir. ''
Filozofa göre, ''bir yüklem, bir nesne için doğruysa, o nesne­
ye özdeş olan başka bir şey için de, bu başka şeye göndermede
bulunmak için kullanılan anlatımlar ne olursa olsun, doğrudur. ''
Bu da ''özdeşlik'' koşulu olarak tanımlanabilir.

Kurgusal Söylemin Özellikleri Nelerdir?

Searle, ''varlık'' koşulunu irdelemek amacıyla, ''şu anda var


olmadıkları ya da şimdiye kadar hiç var olmadıkları halde '' Noel
Baba'ya ve/veya Sherlock Holmes'a göndermede bulunulabilece­
ğini öne sürer. Filozofa göre, kurgusal kahramanlar veya varlık­
lara yapılan göndermeler, ''varlık'' koşuluna ''karşı örnek'' oluş­
turmaz. ''Aslında kurmaca/arda var oldukları için, insan onlara
'birer kurmaca kahramanları olarak ' göndermede bulunabilir. ''
Kurgusal söylemleri, ''asalak söylem biçimleri'' niteleyen Sear­
le'ün açımlaması uyarınca, ''olağan gerçek dünya konuşmasın­
da, böyle bir kişi olmadığı için, Sherlock Holmes 'a göndermede ''
bulunulmaz. O nedenle, ''Sherlock Holmes bir avcı şapkası giydi''
veya ''Sherlock Holmes bu gece benim evime yemeğe geliyor''
denildiğinde, göndermeler başarısız olur.
Buna karşın, ''kurgu, oyun ve ''-mış gibi'' söylem biçimine
geçildiğinde, ''Sherlock Holmes bir avcı şapkası giydi '' denildi­
ğinde ''gerçekten de bir kurmaca kahramanına '' göndermede
bulunulmuş olur. Ayrıca, kurgusal söylem biçiminde de ''Sherlock
Holmes bu gece benim evime yemeğe geliyor '' denilemez; çünkü
''benim evime'' yapılan gönderme, ''gönderme yapanı, yine ger­
çek dünya konuşmasına döndürür. ''
Dil FELSEFESi VE EDEBiYAT 203

Öte yandan, kurgusal söylem biçiminde de ''Bayan Holmes bir


avcı şapkası giydi'' denildiğinde, ''Bayan Holmes diye hiçbir kur­
maca kahramanı olmadığı için '', gönderme başarısız ol ur.
Dolayısıyla, gerçek dünya konuşmasında herhangi bir şeye
göndermede bul unrnak, o şeye ''bir özellik'' yüklemek dernektir.

1. 7. Valentin Voloşinov:
''Marksizm ve Dil Felsefesi '' ve Edebiyat

Sözcük, Toplumsal Değişimin En Duyarlı Belirtisidir

Marksist dil felsefesinin edebiyata bakışını, V. N. Voloşinov'un


''Marksizm ve Dil Felsefesi ''36 adlı yapıtı temelinde irdelemeye
çalıştım. Anılan yapıtın ''Alt-yapıyla Üst-yapılar Arasındaki İlişki
Üzerine'' bölümündeki belirlemeyle, bir gösterge olarak sözcük,
''toplumun her yerinde hazır bulunur'' ve ''toplumsal değişimlerin
en duyarlı belirtisidir. ,,
Aynı yapıtın ''Dil Felsefesinde İki Yönelim'' bölümünde söz
konusu iki yönelim, '' bireyci öznelcilik'' ve ''soyut nesnelcilik''
olarak belirlenir. Voloşinov'un açırnlarnası uyarınca, bireyci öznel­
cilik akımı temsilcilerine göre, ''bireysel yaratıcı söz edimi, dilin
kaynağıdır. '' Bu akımın dile yaklaşımı şu dört ilkede somutlaşır:
• ''Dil, etkinliktir; bireysel söz edimlerinde maddeleşen bir
yaratım (energia) sürecidir.
• Dilsel yaratıcılığın yasaları, bireysel psikolojik yasalardır.
• Dilin yaratıcılığı, anlamlı bir yaratıcılıktır; dil, yaratıcı

sanata benzer.
• Hazır üretilmiş bir ürün (ergon) olarak dil, deyim yerin­
deyse, dilsel yaratıcılığın sertleşmiş /avıdır, kımıldamayan
deposudur. ''
Bireysel öznelciler, Voloşinov'un öne-sürümü uyarınca, önce­
likle Alman filozof Vossler'den etkilenmiştir. Vossler, yazarın
aktarımına göre, ''dilsel düşünce, özünde poetik düşüncedir; dilsel
hakikat sanatsal hakikattir, anlamlı güzelliktir'' demiştir.

36 V. N. Voloşinov: ''Marksizm ve Dil Felsefesi''; İngilizceden çeviren: Mehmer Küçük,


Ayrınrı Yayınları, İsranbul 2001 .
204 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Bu akımı etkileyen bir başka filozof İtalyan Benedetto Cro­


ce'dir. Dil felsefesi ve edebiyat arasındaki ilişkiyi inceleyen Croce,
dili ''estetik bir görüngü'' olarak nitelemiştir. Croce'ye göre, ''dile
getiriş'' veya ''anlatım'' temel kavramdır ve ''herhangi bir anla­
tım, kökleri bakımından sanatsa/dır. ''
Voloşinov'un deyişiyle, bireysel öznelcilere göre, ''dilin gerçek­
liği aslında dilin üretimidir. ''
Voloşinov, bireysel öznelcilik olarak ulamladığı dil anlayışı

kapsamında sadece Vossler Croce'ye atıf yapar. Halbuki, bu akı-


mın dile ilişkin görüşleri, özellikle Humboldt, Chomsky, Searle
gibi dil filozoflarının geliştirdiği kuramdan çok büyük ölçüde
etkilenmiştir.
Voloşinov ''soyut nesnecilik'' akımının temel özelliklerini şöyle
sıralar:
• ''Dil, bireysel bilincin hazır üretilmiş olarak bulduğu ve
bu bilincin tartışamayacağı dural (durağan olmalı; OBK),
değiştirilemez, kurallı özdeş dilsel biçimler sistemidir.
• Dilin yasaları, verili, kapalı bir dilsel sistem içerisinde
bulunan dilsel göstergeler arasındaki bağlantının dile özgü
yasalarıdır.
• Dile özgü bağıntıların ideolojik değerlerle hiçbir ortak nok­
tası yoktur.
• Bireysel konuşma edimleri, dilin konumundan bakıldı­
ğında, yalnızca normatif olarak özdeş biçimlerin rastlan­
tısal saptırım/arı ve çeşitlemeleri ya da açık seçik ve yalın
çarpıtma/arıdır. ''
Yukarıdaki alıntılardan da görüleceği üzere, Voloşinov kendi
belirlediği iki eğilimin temel belirtilerini sıralar. Bu belirtiler, daha
önce görüşlerini irdelediğim filozofların yaklaşımlarıyla bazı açı­
lardan benzerlik taşımaktadır.
Yazar, '' Dil, Söz ve Sözcelem'' adlı bölümde dili ''sürekli geli­
şen bir oluş ve bunun akışını gösteren bir manzara '' olarak nite­
ler. Aynı bölümde yer alan belirlemelere göre, konuşucu açısından
önemli olan, ''tikel, somut sözce/emdir''; ''biçimin tikel bağlamda
edindiği yeni ve somut anlamdır. '' Dilsel biçimin ''verili, somut
bağlama katılabilmesini, somut durumun koşullarına uygun bir
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 205

göstergeye dönüşmesini sağlayan boyutudur. ''


Dili kullanan, yazan ve konuşan da bu kavram altında toplanır,
Dolayısıyla, dil felsefesi açısından önemli olan, dilsel biçimin ''her
zaman değişebilir ve uyarlanabilir bir gösterge olmasıdır. '' Anla­
ma, kullanılan dilsel biçimin kullanıldığı tikel, ''somut durumda''
veya bağlamda gerçekleşir.
Voloşinov'un yerinde saptamasıyla, dilsel biçimin oluştu­
rucu etkeni, değişmezliği değil, ''değişkenliğidir. " Dilsel biçimi
anlama ise, ''belli bir tikel bağlamdaki ve belli bir tikel durum­
daki yönelimdir. '' Söz konusu yönelim, ''oluş sürecinin dinamik
yönelimidir. ''
Bu bağlamda yönelim, dilsel erek olarak adlandırılabilir. Bu
kitapta yeri geldikçe dilsel ereğin anlam oluşturucu özelliğini
belirginleştirmeye çalıştım.
Dilsel bilincin oluşturucu öğesi, Voloşinov'un deyişiyle, ''tikel
bir dilsel biçimin olanaklı (veya olası; O BK) kullanım bağlamla­
rı yığını olarak dil (ve/veya) sözdür. '' Dilsel biçim, dili kullanan
açısından ''yalnızca özgül sözce/emler bağlamında var olur. '' Hal­
kalardan ''yalnızca biridir. " Her sözcelem, ''bir şeylere tepki verir
ve bunun karşılığında tepki görür. " Sözcelem, ''kesintisiz bir söz
edimleri zincirindeki halkalardan yalnızca biridir. ''
Voloşinov sözcük ve anlam hakkında şu görüşleri öne sürer:
Sözcükler, ''her zaman davranış ya da ideolojiden türeyen içerik
ve anlam ile doludur. '' Sözcüğün anlamı tümüyle ''bağlamı tara­
fından belirlenir. '' Dolayısıyla, ''bir sözcüğün ne kadar bağlamı
varsa o kadar da anlamı vardır. '' Bununla birlikte, sözcük ''tekil
, •

bir varlık olma özelliğini korur. '' Bir başka anlatımla, sözcük,
''kullanıldığı bağlamların sayısı'' kadar yeni veya başka sözcükle­
re ''bölünmez." Sözcüğün tekliği veya birliği, ses bileşiminin tek­
liği ile değil, ''genel anlam birliği'' ile sağlanır. Her sözcük ilkesel
olarak ''çok-anlamlıdır. ''

Anlatım veya Dilsel Dışa-vurum

Voloşinov'un değerlendirmesi uyarınca, anlatım, iki koşulun


veya öğenin bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Herhangi anlatımın
206 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

gerçekleşmesi için, birincisi, ''anlatılabilir içsel bir şey'' ; ikincisi


ise, bu içsel şeyin başkaları için ''dilsel dışa-vurumu'' gereklidir.
Anlatılabilir olan, anlatımdan bağımsız olarak biçimlenebilir veya
var olabilir ve daha sonra ''bir başka biçime dönüşür. ''
Voloşinov'a göre, ''içsel bir öğe'' olan anlatılabilir olan, anla­
tımdan önce var olmak zorundadır; çünkü her anlatım/dışa-vurum
veya nesneleştirme, ''içeriden dışarıya doğru yol alır. '' Dolayısıyla,
anlatımın kaynağı, içtedir, içseldedir. . Yazarın deyişiyle, ''gerçek
bir önem taşıyan her şey içeridedir ''; dışsal öğe ancak içselin dola­
yımı olarak, ''tinin anlatımı/dışa-vurumu'' olarak gerçekleşebilir.
Her durumda anlatımın veya dilsel dışa-vurumun ''tüm yaratı­
cı ve örgütleyici güçleri içeridedir. '' İçsel etkendir; dışsal ise doğal
olarak edilgendir. Bu nedenle, anlatım önce kişinin iç dünyasında
biçimlenir ve dil dolayımıyla dışsallaşır. Voloşinov'un açımlaması
uyarınca, bireyci öznelciliğin anlatım veya dilsel dışa-vurumuna
bakışı böyledir.
Voloşinov bu bakış tarzına katılmaz. Ona göre, anlatılır olan
ve anlatım, ''aynı malzemeden yaratılır. '' Göstergelerde ''yaşan­
tı diye bir şey yoktur. '' Bundan dolayı, içsel ile dışsal arasında
''temel, nitel bir farklılık'' olamaz. Ayrıca, anlatımın veya dilsel
dışavurumun ''örgütleyici ve oluşturucu merkezi, içerde değil,
dışarıdadır.'' Anlatımı/dışa-vurumu örgütleyen veya düzenleyen
öğe ''yaşantı'' değildir; tersine anlatım veya dilsel dışa-vurum,
''yaşantıyı örgütler. ''
Dilsel dışa vurumun bir türü olan söz ''iki yönlü bir edimdir. ''
Sözü belirleyen, ''hem kimin sözü olduğudur, hem de kimin için
söylendiğidir. '' Söz tümüyle, ''gönderen ile gönderilen arasında
ilişkinin ürünüdür. '' Her söz, ''birisini, öteki ile bağıntılı olarak
anlatır. '' Dili kullanan, kendisine '' başkasının bakış açısından '',
sona! olarak ''ait olduğu'' dil topluluğu açısından ''biçim'' verir.
Her söz, söyleyen ile söylenilen arasında ''bir köprüdür. " Bu köp­
rünün bir ayağı söyleyende, öbür ayağı da söylenendedir. Dolayı­
sıyla, söz, ''gönderen ile gönderilenin, konuşucu ile muhatabının
paylaştıkları bir alandır. '' Fakat her şeye karşın, söz, söyleyenin
ürünüdür.
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 207

Voloşinov, dili salt üretilmiş ve tümlenmiş bir ürün (ergon) ola­


rak gören ''soyut nesnelcilik'' akımına ilişkin gerekçelerini şöyle
sıralar:
• ''Durağan biçimler sistemi olarak kimliğini biçime dayandı­
ran bir dil anlayışı uydurmadır.
• Dil, konuşucu/arın toplumsal-dilsel etkileşiminde uygula­
maya konan kesintisiz bir üretim sürecidir.
• Dilsel üretim süreçlerinin yasaları öznel değildir; ama bu
yasalar, konuşucunun etkinliklerinden de ayrı tutulamaz.
• Dilsel yaratıcılık, sanatsal yaratıcılıkla çatışmadığı gibi,
başka herhangi bir özel ideolojik yaratıcılık tipiyle de çatış­
maz. Ama aynı zamanda dilsel yaratıcılık, dili dolduran ide­
olojik anlamlar ve değerlerden ayrı olarak anlaşılamaz.
• Sözce/emin yapısı sadece sosyolojik yapıdır. ''

Anlam Çoğulluğu, Sözcüğün Kurucu Özelliğidir

Voloşinov'un anılan yapıtının ''Dilde Konu ve Anlam'' bölü­


mündeki belirlemesi uyarınca, konu, ''üretici sürecin verili bir
anında upuygun olmaya çalışan karmaşık, dinamik bir gösterge­
ler sistemidir. Konu, var-oluş sürecine, bilincin kendi üretici süre­
cinde verdiği tepkidir. Anlam, konunun uygulamaya koyulması
için gerekli teknik aygıttır. '' Öte yandan anlamların çoğulluğu,
''sözcüğün kurucu özelliğidir. ''
Yazarın açımlamasına göre, konu, ''dilsel anlamlandırmanın
en üst, gerçek sınırıdır. '' ·Buna karşın, anlam, ''dilsel anlamlandır­
manın alt sınırdır. '' Anlam, yalnızca ''gizil güçtür''; anlam, ancak
''somut bir konu içerisinde bir anlamı olma olanağına sahiptir. ''
Herhangi bir ''hakiki anlama'', ''doğası gereği diyalojiktir '' ,
diyesi, söyleşimseldir. Diyalog esnasında ''bir satırın öbürüyle
bağıntısı neyse, anlamın da sözcükle bağıntısı odur. '' Anlama,
''konuşucunun sözcüğünü mukabil (denk) bir sözcükle eşelemeye
uğraşır. '' Anlama, ancak ''etken ve mukabeleci anlama sürecinde
gerçekleşir''; sözcükte ya da konuşucunun ve dinleyicinin ''iç dün­
yasında, ruhunda bulunmaz. ''
208 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Anlam, ''konuşucu ile dinleyici arasında tikel bir ses kompleksi,


malzemesi yoluyla üretilen etkileşimin sonucudur. '' Dilsel bildirim­
de kullanılan sözcüğün ''yalnızca konusu ve göndergesel ya da içe­
riksel çerçevede anlamı olmakla kalmaz, aynı zamanda değer yar­
gısı da vardır. '' Bir başka anlatımla, ''canlı sözde üretilen tüm gön­
dergesel içerikler özgül bir 'değerlendirici vurguyla' söylenir ya da
yazılır. Değerlendirici vurgusu olmayan sözcük yoktur. '' Sözcükleri
anlamlandırmada Humboldt'un vurgulamanın ve boğumlamanın
-

belirleyici rol oynadığını burada anımsatmak yararlı olabilir.


Voloşinov'un anlatımı uyarınca, sözcüğün dokusunda yer alan
''toplumsal değer yargısının en açık, ama aynı zamanda en yüzey­
sel boyutu, anlatımsal vurgulamanın yardımıyla iletilen boyut­
tur. '' Her söz, her dilsel bildirim, her şeyden önce ''değerlendirici
yönelimdir. '' Bundan dolayı, her söz ediminin bir anlamı, bir de
değeri vardır.
·

Anlamdaki her değişim, ''özü itibari ile her zaman bir yeniden
değerlendirmedir. ''
Voloşinov'un ''değerlendirici vurgu'' diye adlandırdığı dilsel
öğenin, anlama kattığı renk veya ince ayrım, sözcüğün anlamı­
nı çoğullaştıran önemli bir etmendir. Bu etmen, yazınsallaştırma­
da da sıkça kullanılır. Değerlendirici vurgu, Orhan Veli'nin ''Sol
elim, zavallı elim'' dizesinde çok açık olarak görülebilir.

1. 8. WaJter Benj a�in:


''Dil ve insan Dili Uzerine''

Her Dil Kendisini Bildirir

Almanya'da ortaya çıkan ve edebiyatı köklü biçimde etkileyen


Romantik akımın ''yazınsal eleştiri'' anlayışını doktora çalışması
kapsamında inceleyen Walter Benjamin'in ''Dil ve İnsan Dili Üze­
rine''37 adlı yazısını, bu kitaba katmak yararlı olabilir. Benjamin'in

37 Walter BENJAMIN: ''Über Sprache überhaupt und über die Sprache des Menschen'';
içinde: aynı yazar: ''Gesammelte Schriften- Toplu Yazılar''; Yayımlayanlar: Rolf Tie­
demann/Hermann Schweppenhaeuser: Band II. 1 , s. 140- 157, Suhrkamp Verlag,
Frankfurt am Main 1 977
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 209

anılan yazısında yer alan ve Humboldt'u anımsatan belirlemele­


ri uyarınca, ''insanın tinsel yaşamının her türlü dışa-vurumu '' dil
olarak değerlendirilebilir.
Bu açıdan dil, teknik, sanat, hukuk ve din gibi alanlardaki
''tinsel içeriklerin bildirimidir. '' Bir başka deyişle, ''tinsel içerik­
lerin her türlü bildirimi, dildir. '' Söz konusu bildirimin sözcük
yoluyla yapılmasıysa, edebiyat alanında olduğu gibi, ''tikel bir
durumdur. ''
Her türlü tinsel özün dilselleştirilerek dışa-vurumu, genel dilsel
malzemeyi oluşturur ve geliştirir. Genel dilsel malzeme, her türlü
iletişimin, doğal olarak yazınsal iletişimin de temelidir. Buradan da
anlaşılacağı üzere, yazınsal biçemin temeli ve kaynağı sözdür, dildir.
Benjamin'e göre, dilin var-oluşu, ''dilselliği özünde taşıyan
insani tinsel dışa-vurum alanlarının'' dışında kalan alanları da
kapsar. Tinsel bir içerik bildirimi özelliği taşıyan ''her olayda, her
şeyde'' dilin payı vardır. Dil dolayımıyla dışa-vurulamayan düşün­
ce, duygu veya algılar, nesnellik kazanamaz.
Her anlatım, ''öz-yapısı gereği, dil olarak anlaşılmalıdır. '' Tersi
durumda, bu anlatımın ''hangi tinsel varlık için'' olduğu sorul­
mak zorundadır. Bir başka anlatımla; örneğin, Alman dili, ''bizim
onunla ifade edebileceğimiz her şey için bir anlatım değildir. ''
Almanca, ''Almancada kendisini bildiren şeyin dolaysız anlatı­
mıdır. " Bu tümcede geçen ''kendisi'' , tinsel bir varlıktır. Buradan
görüleceği üzere, ''dilde kendisini bildiren tinsel varlık, dilin ken­
disi değil, ondan ayrıştırılması gereken şeydir. ''
Tinsel varlık ile bu tinsel varlığın kendisini bildirdiği dil arasın­
daki ayrım, ''dil kuramının en kökensel'' ayrımıdır.
Peki, ''dil neyi bildirir?'' Walter Benjamin'e göre, dil, ''kendisi­
ne denk düşen tinsel varlığı '' bildirir. Burada en temel ilke şudur:
Söz konusu tinsel varlık, ''kendisini bir dil dolayımıyla değil, bir
dilin içinde bildirir. '' Bir başka anlatımla: Bu tinsel varlık, ''dış­
tan dile benzemez. " Sadece dil yoluyla ''bildirilebilir olan '' tin­
sel varlık, ''dil ile özdeştir. '' Dolayısıyla, dil, ''söz konusu şeylerin
dilsel özünü bildirir ''; o şeylerin tinsel özü, ancak ''dile içkin ise,
bildirilebilirdir. ''
210 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

İnsanın Dilsel Özü, Kendi Dilidir

Benjamin'in çıkarımı uyarınca, dil, ''şeylerin dilsel özünü bil­


dirir. " Şeylerin dilsel özünün ''en açık görünüş biçimi'', dildir.
Bu nedenle, ''dil neyi bildirir ? '' sorusunun yanıtı şudur: ''Her dil
kendisini bildirir. '' Örneğin, ''şu lambanın dili, lambayı bildirmez
(çünkü lambanın tinsel özü, bildirilebilir olduğu sürece, hiçte lam­
banın kendisi değildir); tersine dil-lambası, diyesi, bildirimdeki
-

lamba, anlatımdaki lambayı bildirilir. ''


Dil şöyle işler: ''Şeylerin dilsel özü, o şeylerin dilidir. '' Bu belir­
leme şöyle açımlanabilir: ''Bir tinsel özde bildirilebilir olan, o
tinsel özün dilidir. '' Burada her şey, ''dir'' üzerine kurulmaktadır.
Bildirilebilir olan, ''dolaysız dildir. " Bir başka söyleyişle: ''Bir tin­
sel özün dili, dolaysız olarak o tinsel özdeki bildirilebilir olandır. ''
Daha açık anlatımla: Her dil, ''kendisinde kendisini bildirir. '' Dil,
''en katıksız/saf anlamıyla bildirimin 'dolayımı'dır. '' Her türlü tin­
sel bildirimin ''dolaysızlığı'' olarak dolayımsal olan, ''dil kuramı­
nın temel sorunudur. ''
Söz konusu dolaysızlık, ''büyüsel olarak adlandırılmak istenil­
diğinde, dilin asıl/ilk sorunu, büyüsüdür. " '' Dilin büyüsü'' anla­
tımı, dilin '' bitimsizliğini'' imler. Dili koşullayan, dolaysızlıktır;
çünkü ''dil ile hiçbir şey kendisini bildirmediği için, dilde ken­
disini bildiren şey, dışarıdan sınırlandırılamaz ve ölçülemez. '' Bu
nedenle, her dile ''kendi ölçülemez ve özgün bitimsizliği '' içkindir.
Dilin ''sınırlarını niteleyen/gösteren şey, dilin sözel içerikleri değil,
kendi dilsel özüdür. ''
'' Şeylerin dilsel özü, o şeylerin dilidir'' tümcesi, insana şöyle
uyarlanabilir: ''İnsanın dilsel özü, kendi dilidir. " Bu tümcenin
açık anlamı şudur: ''İnsan kendi tinsel özünü, kendi dilinde bil­
dirir. '' Öte yandan, insan dili, ''sözcükler'' ile konuşur. İnsan, bil­
dirilebilir olduğu ölçüde, ''kendi tinsel özünü, diğer bütün şeyleri
'adlandırmak ' suretiyle bildirir. '' Adlandırmak, insana özgüdür.
İnsan dilinden başka da ''adlandıran'' dil yoktur. Benjamin bura­
dan şu önemli çıkarımı yapar: ''Dolayısıyla, insanın dilsel özü,
onun şeyleri adlandırmasıdır. ''
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 21 1

Benjamin'in bu belirlemesi şöyle açımlanabilir: İnsan, doğa,


toplum ve diğer insanlarla ilişkisinin zenginliğine göre, sonsuz
ve bitimsiz bir adlandırma yeterliliğine sahiptir. Bu adlandırma
yeterliliği, hem genel anlamıyla insan dilinin, hem ulusal dillerin,
hem de o diller içinde oluşturulan ve geliştirilen tikel bireysel dil­
lerin doğduğu ve geliştiği kaynaktır.
Peki, ''insan niçin adlandırır'' ve adlandırdığı şeyleri ''kime bildi­
rir? '' İnsan, ''adlandırmak suretiyle, kendisini bildirir. '' Bu durumda,
''insan kendisini kime bildirir?'' İnsan, ''şeylere verdiği adlarla mı,
adlarda mı tinsel özünü bildirir?'' Benjamin'in deyişiyle, bu sorunun
yanıtı, ''kendi çelişkiselliğinde '' aranmalıdır. Bildirimin ''aracı'' veya
dolayımı, sözcüktür; ''konusu'' şeydir; hedefi ''insandır. "
Bunun yanı sıra, ''diğer bildirimin aracı, konusu ve hedefi yok­
tur. '' Bir başka deyişle: ''Adda insanın tinsel özü kendisini Tanrı'ya
bildirir. '' Ad, Benjamin'e göre, ''sadece dilde bu anlamı taşır '' ve
bunun anlamı yüksektir: Bu anlam, ''dilin en içsel özünün kendi­
sidir. '' Ad, ''kendisinde dilden başka hiçbir şeyin kendisini bildir­
mediği şeydir. '' Adda ''kendisini bildiren tinsel öz, dildir. ''38 Dilin
''mutlak olarak kendi bütünlüğü içinde kendisi olduğu yerde ''
ancak ve sadece ad vardır.
Her dilin ''adeta insanın tini olmasını sağlayan '' etmen addır.
Bu nedenledir ki, ''her türlü tinsel öz arasında sadece insan tözü,
kendisini tümüyle bildirir. '' İnsan dilini, ''şeylerin dilinden ayı­
ran '' ölçüt budur. Bu yüzden, insanın tinsel özü, ''dilin kendisi
olduğu için'' , insan kendisini dil aracılığıyla değil, ''sadece dilde
kendisini bildirir. ''

İnsan Adlandırır ve Ad, Dillerin Dilidir

İnsanın tinsel özünün ''bu yoğun tümlüğü '', addır. İnsan


''adlandırandır. '' Bu özellikten ötürü, ''insandan konuşan katıksız
dildir. '' Her türlü doğa, dilde, dolayısıyla ''insanda kendisini bil-

38 Besim F. Dellaloğlu "Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya" (Ayrıntı Yayınları, İstan­


bul 2012) adlı yapıtının "Dil'' adlı bölümünde, Walter Benjamin'in öne-sürümlerini,
Ahd-i Atik 'i de gözeterek ve Alman Romantizminin dile ilişkin kuram birikimini
gözeterek, tutarlı bir yaklaşımla açımlamıştır.
21 2 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

,
dirir. , Bundan ötürü, insan ''doğanın efendisidir ve şeyleri adlan­
,,
dırabilir. Sadece şeylerin dilsel özüyle, kendisinden yola çıkarak,
,
''adlarda şeylerin bilgisine ulaşabilir. , Benjamin'in sözleriyle,
''insan, şeyleri adlandırmak suretiyle '' Tanrı yaratımı tümlenir.
,,
İnsanın verdiği adlarda ''dil konuşur. Bu yüzden, ad, ''dillerin
dili '' olarak nitelenebilir.
Ad, dilin her türlü özünü yansıtır. Adda ''dilin öz yasası'' orta­
,
ya çıkar. Dil, ''kendisini katıksız olarak adda dile getirir. , Bu yüz-
-

den, ''mutlak bildirilebilir tinsel öz olarak dilin yoğun tümlüğü


ve evrensel bildiren (adlandıran) öz olarak dilin tümlüğü '', ancak
adda doruk noktasına ulaşır.
Benjamin'in belirlemesiyle, dilin evrenselliği, bir başka deyiş­
le, genel-geçerliği onun ''bildiren özüdür. " Dil evrenselliği veya
bildiren özü açısından ''dilden konuşan tinsel tinin eksik olduğu
yerde ,, dilsel tin, ''bütün yapısı içinde dilseldir '' ; bir başka deyiş­
le, '' iletilebilirdir. '' Bundan ötürü, yalnızca insan, ''evrenselliği ve
yoğunluğu açısından eksiksiz dile sahiptir. ''
Eğer tinsel öz, dilsel öz ile ''özdeş'' ise, bu durumda ''şey, tinsel
özü gereği, bildirimin dolayımıdır. '' Şeyde kendisini bildiren şey,
' dolayımsal ilişkiye uygun olarak, bu do/ayımdır, diyesi, dildir. ,,
'

Dolayısıyla, tinsel öz, ''daha baştan bildirilebilir olarak ,, , daha


açık deyişle, '' bildirile bilirlik'' kapsamında değerlendirilir. Bura­
dan şu sav çıkarımlanabilir: ''Şeylerin dilsel özü, eğer tinsel öz
bildirilebilir ise, o şeyin tinsel özü ile özdeştir. '' Bu sav, ''eğer'' inde
totolojiye dönüşür. Bu nedenle şu belirlenebilir. ''Dilin bir içeriği
yoktur; bildirim olarak dil, bir tinsel özü, diyesi, mutlak bir bildi­
rilebilir/iği bildirir. ''
Walter Benjamin'in belirlemesiyle, dil ile dolayımlar arasında­
ki farklar, ''yoğunluk'' a göredir, bir başka deyişle, dereceseldir.
Bu farklar, ''bildirenin (adlandıranın) ve bildirilebilirin (adların)
bildirimdeki yoğunluğunda '' ortaya çıkar. Bildiren ve bildirilebi­
lir olanın alanları, ''yalnızca insanın ad dilinde doğal olarak ve
sürekli şekilde birbirine denk düşer. ''
Dilsel öz ile tinsel özün özdeşliği, ''dil felsefesi ile din felsefesi
arasındaki en güçlü bağlantıyı '' oluşturur. Bu en güçlü bağlantı
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 213

''vahiy'' kavramıdır. Her türlü dilsel biçimleme içinde ''dile geti­


rilen ve dile getirilebilir olan ile dile getirilemeyen ve dile getiril­
meyen arasındaki çekişme'' başattır. Bu çekişmede ''dile getirile­
meyenin perspektifi içinde aynı zamanda son tinsel öz'' görünür.
Buradan şu çıkarım yapılabilir: ''En kesin olarak dile getirilen, en
katıksız tinsel olandır. ''

Dil, Adlandıııııak Suretiyle, Yaratılanı da Kendisine Katar

Yazısının bu bölümünden itibaren büyük ölçüde İncil' deki yara­


tım anlatımını ve aktarımını temel alan Benjamin'in öne sürümü
uyarınca, ''vahiy kavramı'', ''eğer sözcüğün dokunulmazlığını, bu
kavramda kendisini bildiren tinsel özün tanrısallığının biricik ve
yeterli koşulu ve nitelemesi'' olarak görürse, tam da bunu imler.
Vahiy kavramında dinin ''en yüksek tinsel alanı, aynı zamanda
dile getirilemeyeni tanıyan/bilen '' tek alandır; çünkü ''adda bu en
yüksek tinsel alana değinilir '' ve bu alan ''kendisini vahiy olarak
dile getirir. ''
Buradan da şu anlaşılır: ''yalnızca bu en yüksek tinsel alan
,
dinde ortaya çıktığı gibi, kendi içindeki insana ve dile dayanır. ''
Buna karşın, ''şiir de dahil her türlü sanat, dilsel tinin en son top­
lamına değil, ''yetkin güzelliği'' içindeki şeysel dilsel tinin topla­
mına '' dayanır. Bu nedenle, örneğin Hamann, dil için ''aklın ve
vahyin anası '' demiştir.
Öte yandan, ''şeylerin dili, tümlenmemiştirleksiktir ve sağır­
dır''; çünkü şeylerin dil·leri, ''dilsel biçimleme '' aracı olan ''ses'' -
ten yoksundur. Şeyler, ''sadece malzeme birlikteliği/topluluğu '' ile
kendilerini birbirine bildirebilirler. Bu topluluk, ''her dilsel bil­
dirim topluluğu gibi, dolaysız ve bitimsizdir; büyüseldir; çünkü
özdeğin büyüsü vardır. ''
İnsan dilinin karşılaştırılamazlığı, bu dilin ''şeylerle büyü­
sel birlikteliğinin özdeksel olmaması, saf tinsel olmasıdır. ' Ses, '

bunun ''simgesidir. '' İncil, ''Tanrı insana soluğunu üfledi '' sözüyle
bu simgesel olguyu anlatır. Bu söz, aynı zamanda ''yaşam, tin ve
dil'' demektir.
214 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Benjamin, Kutsal Kitap'ta dilin ''açıklanamaz ve büyülü bir


gerçeklik '' olarak görüldüğünün altını çizer. Bu düşünüre göre,
İncil ''kendisini de bir vahiy olarak görmek suretiyle, doğal olarak
dilsel temel olguları geliştirmek zorundadır. '' Tanrı'nın ''soluğu­
nu üflemesini'' konulaştıran yaratım öyküsü, aynı zamanda şunu
aktarır: ''İnsan, topraktan yaratılmıştır. '' Tek bir yerde bulunan
bu anlatım, ''yaratıcının özdeğini '' dile getirir.
İkinci yaratım öyküsünde insana ''dil yetisi'' verilerek, insan

doğanın üzerine çıkarılmıştır. Bu anlatımlarda ''dilin yaratma


gücü'' görülür. Dil, adlandırmak suretiyle, ''yaratılanı da kendisi­
ne katar. '' Dolayısıyla, dil, ''yaratandır, tümleyendir''; dil ''sözdür
ve addır. '' Benjamin'in deyişiyle, Tanrı' da ''ad, söz olduğu için,
yaratıcıdır. '' Tanrı sözü ''bilendir'' ; çünkü addır.
Benjamin bu açıklamalardan şöyle bir sonuç çıkarır: ''Adın
bilgiyle mutlak ilişkisi, Tanrı'dadır. " Ad sadece orada ''bilginin
katıksız dolayımıdır''; çünkü ''en iç noktada yaratan söz ile özdeş­
tir. '' Bir başka anlatımla: ''Tanrı, şeyleri, adlarında bilinebilir kıl­
mıştır. '' Buna karşın, insan, ''adları bilgi aracılığıyla adlandırır. ''
İncil'de insanın yaratımına ilişkin anlatımlar uyarınca, Tanrı, insa­
nı ''sözden yaratmamıştır ve onu adlandırmamıştır; dile bağımlı­
laştırmak istememiştir. '' Tersine ''yaratım dolayımı olarak kendi­
sine hizmet etmiş olan dili insanda özgür bırakmıştır''; insandaki
''yaratıcı öğeyi '' salıvermiştir. Tanrısalın güncelliğinde kurtulan
bu yaratıcı öğe, ''bilgiye dönüşmüştür. " İnsan, ''Tanrı'nın yaratan
olduğu dilde bilendir. " Tanrı, ''bileni, yaratana benzetmiştir. "
Bu gerekçeler ışığında ''insanın tinsel özü dildir'' tümcesi, Ben­
j amin'in tümüyle metafizik yaklaşımı uyarınca, açıklamaya muh­
taçtır: İnsanın tinsel özü, varlıkların ''yaratıldığı'' dildir. Bu öz,
''sözde yaratılmıştır ve Tanrı'nın dilsel özü, sözdür. '' Bütün insani
diller, ''addaki sözün sadece yansımasıdır. '' Dolayısıyla, ''bilgi,
yaratmaya ne kadar ulaşırsa, ad da söze o kadar ulaşır. '' Her türlü
insani dilin bitimsizliği, ''mutlak, sınırsız ve yaratıcı olan Tanrı
sözünün bitimsizliğiyle '' karşılaştırıldığında, sınırlı kalır.
İnsan, bütün varlıklar içinde ''kendi türünü adlandıran tek var­
lıktır. '' Özel adlar, insana Tanrı tarafından yaratıldığını anımsatır.
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 21 5

Bu bakımdan insan ''kendi kendini yaratandır. '' Bunlar insanın,


''Tanrı'nın yaratıcı sözüyle kurduğu birlikteliktir. ''
İnsan, ''söz(cük) ile şeylerin diline bağlıdır. " İnsana özgü söz/
sözcük, ''şeylerin adıdır. " Dil, ''hiçbir zaman salt uzlaşım değil­
dir. '' Dilin sözü, ''şeylerin dilinin, insanın diline çevrilmesidir. ''

Her Dil, Diğer Dillerin Çevirisidir

Çeviri kavramına derin bir felsefi anlam yükleyen Benjamin'e


göre, Tanrı sözü dışında, ''her yüksek dil, diğer dillerin çevirisi
olarak görülebilir. '' Çeşitli yoğunluktaki dolayımların ilişkisi
anlamında dilin bu ilişkisi, ''dillerin birbirine çevrilebilirliğini''
içerir. Çeviri, ''bir dilin sürekli dönüştürüm/er yoluyla bir başkası­
na aktarımıdır. '' Çeviri de ölçü koyucu olan, ''eşitlik ve benzerlik
alanları değil, dönüştürüm süreklilik/eridir. ''
Şeylerin dilinin insan diline çevirisi, ''salt sessiz olanın sesli
olana çevirisi değil, adsız olanın adı olana çevirisidir. '' Bu eksik
bir dilin, ''eksiksiz bir dile çevirisidir. '' Bu çeviri türü, sadece
''bilgiye'' hizmet eder. Bu çevirinin ''nesnelliği, Tanrı'da güvence
altına alınmıştır''; çünkü nesneleri yaratan Tanrı'dır; Tanrı, ''her
türlü şeyi yarattıktan sonra, onları adlandırmıştır. '' ve nesnelerde­
ki ''yaratıcı, söz bilen adın çekirdeğidir. '' Söz konusu adlandırma,
''Tanrı'nın yaratan sözü ile bilen adının özdeşliğinin anlatımıdır;
Tanrı'nın insanlara bıraktığı şeyleri adlandırma görevinin çözümü
değildir. ''
Benjamin'in anlatımıyla, insan, ''şeylerin adsız dilini alımla­
mak ve seslerden oluşan adlara aktarmak suretiyle '', söz konu­
su ödevi yapar. İnsanlarca yaratılan ''ad dili olmasaydı ve şey­
lerin adsız dili Tanrı tarafından oluşturulmasaydı '', söz konusu
görev, çözülemezdi. Tanrı, bu dili ''yaratan sözden'' kurtarmıştır.
Yaratan söz, ''büyülü toplulukta şeylerdeki özdeğin bildirimidir;
insanda tinsel adların ve bilmenin dilidir. ''
Benjamin bu bağlamda bir kez daha Hamann'ı alıntılar: ''İnsa­
nın başlangıçta kulaklarıyla işittiği, gözleriyle gördüğü, elleriyle
dokunduğu her türlü şey, canlı sözdü ''; çünkü Tanrı, ''sözdü."
216 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Ağızdaki ve kalpteki bu söz ile ''dilin kökeni son derece doğal,


yakın ve çocuk oyunu gibi kolaydı. ''
Görme ve adlandırmanın bütünleşmesinde içsel olarak ''şeyle­
rin (hayvanların) bildiren dilsizliğinin'' insanın söz diline aktarımı
söz konusudur.
Şeylerin dili, Benjamin'in belirlemesiyle, ''bilginin ve adın dili­
ne yalnızca çeviride girebilir. '' İnsan ''sadece tek bir dili tanıdığı
cennetten çıktıktan sonra '', diller çoğalmış; dillerin sayısı kadar
da çeviri ortaya çıkmıştır.
Her türlü bilgi, ''dilin türlü-çeşitliliği içinde bitimsiz şekilde
ayrım/aşır. ''

Söz veya Sözcük, Büyülüdür


.

Bu düşünürün tümüyle volontarizm/idealizm karışımı anla-


tımıyla, ''iyi ve kötüye ilişkin bilme, adı terk eder''; bu bilme,
''dışarıdan edinilen bilimsel bir bilgidir; yaratan sözün yaratıcı
olmayan taklididir. '' Bu bilgide ad ''kendi özünden dışarı çıkar:
Günah olayı, ''insan sözünün'' (vurgu, yazarındır; OBK) doğum
anıdır. '' İnsan sözünde ad ''yaralanarak yaşamını sürdürmüştür. ''
Ad dilinden ortaya çıkan insan sözü, adeta büyülü olmak için,
''kendi içkin büyüsünden '' ortaya çıkmıştır. Söz, ''bir şey bildir­
melidir. '' Bildirilmesi gereken bu şey ''gerçekten dilsel tinin günah
olayıdır. '' Dışsal olarak bildirilebilir olan söz, ''kesinlikle dolaylı
sözün dolaysız söze, diyesi, yaratan Tanrı sözüne bir paradidir. ''
İncil'de yılanın müjdelemesine göre, ''iyi ile kötüyü bilen söz ile
dışsal olarak bildirimde bulunan söz arasında temelde bir özdeşlik
vardır. " Şeylerin bilgisi, ''ada dayanır'' ; iyi ile kötünün bilgisiyse,
derin anlamıyla Kierkegaard'ın kavramlaştırmasıyla ''gevezeli­
ğe'' dayanır. Bu söz ''geveze ve günahkar insanın içine sokulduğu
yalnızca bir arınma ve yükselme tanır. '' Bu arınma ve yükselme,
''mahkeme veya yargılama'' dır.
Öte yandan, ''yargılayan söze, iyinin veya kötünün bilgisi
dolaysızdır. '' Yargılayan sözün büyüsü, ''adın büyüsünden fark­
lı olmakla birlikte daha çok büyüdür. '' Bu yargılayan söz, ''ilk
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 217

insanları cennetten kovmuştur. '' Bizzat cennetten kovulanlar, bu


yargılayan sözü ''uyandırmıştır. '' Bu yargılayan söz, ebedi bir
yasa uyarınca, ''kendi uyanışını tek ve derin bir ceza olarak ceza­
landırmıştır. '' Günah olayında/durumunda ''adın ebedi safi.ığı
bozulduğu için, yargılayan sözün en sert safi.ığı olan yargı ayağa
kalkmıştır. ''
Benjamin'in açımlaması uyarınca, dilin özü açısından ''günah
olayı ''nın üç katmanlı bir imlemi/anlamı vardır: Birincisi, insan,
''ad dilinin safiığından dışarı çıkmak suretiyle, dili araç durumu­
na getirir; böylece dilin bir bölümünü 'salt' göstergeye indirger. ''
İkincisi, günah olayının özünden ''kendisinde adın yaralanmış
dolaysızlığının ilk durumuna getirilmesi, diyesi, kendi içinde din­
gin olmayan yargının büyüsü ayağa kalkar. '' Üçüncüsü, dilsel tinin
''soyutlama yeterliliğinin kökeni de günah olayında '' aranmalıdır.
Buna göre, ''iyi ve kötü, adlandırılamaz ve bunlar adsız olarak '

ad dilinin dışında dururlar''; insan, bu dili ''söz konusu sorunsalın


derinliklerinde terk eder. '' Ad, var-olan dil için ''somut öğeleri­
nin kök saldığı temeli'' sunar. Soyut dil öğelerinin kökleri, ''yar­
gılayan sözdedir'' ; bir başka deyişle, ''yargıdadır." Soyutlamanın
''dolay/ılığının dolaysızlığı, yargılayan yargıda verilidir. ''
Benjamin'in öne sürümü uyarınca, günah olayının ''dilin dolay­
lılaştırılmasında dillerin çokluğunun temelini atmasından sonra,
diller karmaşasına sadece bir adım kalmıştır. '' Şeyler karmaşık­
laşınca, ''göstergeler de karmaşıklaşır. '' Dil, gevezeliğin '' uşağı
durumuna'' getirilir.
Dili bireysel-toplumsal bütünlükten tümüyle koparıp, İncil'de­
ki yaratım anlatımına göre yorumlayan düşünür, anılan yazısının
son bölümünde şu belirlemeleri yapar: ''Edebiyatın dilinin temeli,
insanın ad dilindedir. '' Buna karşın, ''plastiğin veya resmin dilinin
temelinin, şey dillerinin belli türünde olduğu'' düşünülebilir. Şey
dilleri, ''adsız, akustik olmayan, malzemeden doğan '' dillerdir. Bu
bağlamda ''şey dillerinin ortak yönlerinin malzeme'' olduğu düşü­
nülebilir. Şeylerin bildiriminin böyle bir ortak yönünün olması,
''onların dünyayı ayrımlaşmamış bir bütün olarak '' kavramaları­
na bağlanabilir.
218 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · 1 ·

Sanat biçimlerinin bilgisi açısından ''bunların tümünü diller


olarak kavramak ve onların doğa dilleriyle bağıntılarını '' aramak
denenmelidir. Şarkı ile kuşların dili arasındaki benzerlik bu kap­
samda düşünülebilir.
Öte yandan, ''sanatın dili '' , ''gösterge öğretisiyle derin bir iliş­
ki içinde anlaşılabilir. '' Gösterge öğretisi olmaksızın, her türlü dil
felsefesi ''parçalı'' olarak kalır; çünkü dil ile gösterge arasındaki
ilişki ''kökensel ve temelseldir. '' .

Bu durum, bir başka ''çelişkiyi'' açığa çıkarır. Dil, sadece ''bildi­


rilebilirin bildirimi değildir; aynı zamanda bildirilemeyenin simgesi­
dir. '' Dilin bu simgesel yönü, onun ''gösterge ile ilişkisiyle bağlantı­
lıdır ve belli ölçülerde adın ve yargının ötesine gider. '' Bunlar sadece
bir ''bildiren işlev" taşımazlar; ayrıca ve çok büyük bir olasılıkla
''bununla sıkı sıkıya bağlantılı olan simgesel bir işlev '' de taşırlar.
Benjamin'in şu belirlemesi felsefi derinliğinden ötürü verim­
lileştirilmeye elverişli görünmektedir: ''Bir varlığın dili, o varlı­
ğın tinsel özünün kendisini bildirdiği do/ayımdır. '' Bu bildirimin
''kesintisiz akışı, en aşağı canlıdan insana değin bütün doğadan
geçip, insandan Tanrı 'ya ulaşır. " İnsan, Tanrı'ya ''kendisini doğa­
ya ve kendi türünden olanlara verdiği ad ile iletir. '' Doğadan aldı­
ğı '' bildirimlere'' göre, doğaya ad verir; çünkü bütün doğa ''sessiz
bir dil ile doludur. '' Tanrı'nın yaratıcı sözünün ''oturduğu yer''
doğadır. Bu söz, ''insanda bilen ad ve insanın üzerinde yargılayan
yargı olarak varlığını sürdürmüştür. ''

1. 9. Dilin Tiyatralitesi/Oyunsallığı ve Edebiyat

1. 9. A. Jan Georg Schneider:


''Dil Oyunu Edinci Olarak Dil Edinci''

Dil Oyunu Edinci, Dilin Estetik, Tiyatral ve Eytişimci Yönünü


Anlatır

Dilin tiyatralitesi, oyunsallığı ve/veya oyunsallaştırılabilirliği,


son dönemlerde dil felsefesinde ve dil kuramında en fazla tartışı-
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 219

lan konulardan biridir. Dilin oyunsallığı ve tiyatralitesi kavramı,


tahmin edilebileceği gibi, bu kitapta yapıtlarını ayrıntılı olarak
irdelemeye çalıştığım Wittgenstein, Austin ve Searle'ün geliştirdiği
kuram birikimine dayanır.
J. G. Schneider '' Dil Oyunu Edinci Olarak Dil Edinci ''39 adlı
makalesinde Wittgenstein'a dayanarak, dil edincini ''dil oyunu
edinci'' olarak kavramak gerektiğini öne sürer. Wittgenstein'ın
''bir öykü uydurmak'' ve ''tiyatro oynamak'' kavramlarını da dil
oyunları arasında değerlendirdiğini anımsatan Schneider, ''oyun
metaforu''na dayanan bu kavramlarda dilin ''estetik, oyunsal/
tiyatral ve eytişimci boyutunun'' açığa çıktığını belirtir.

Dil Kullanımı ve Dil Dizgesi İlişkisi

Schneider'in aktarımı uyarınca, ''bir dil dizgesinin yeniden


oluşturumu '', her zaman ''edim'' kavramından kaynaklanmak
zorundadır. Austin'e göre, her dilsel bildirim, anlamsal ve dilbil­
gisel (veya söz-dizimsel) olmak üzere, iki katmanlı bir eylemdir.
Dilbilgisel eylemde konuşucu ''tümüyle dil dizgesi düzeyinde ''
devinir. Bu eylemin dilsel bir bildirime dönüşebilmesi için, ''bir
anlamsal eylem '' gerçekleştirilir. Dilsel bildirim isteği, ''belirli
eylem durumuna yansıtılır''; belirli ''gönderge nesneleri ile ilişki­
lenilir ' ve böylece ''belirli bir anlam anlatılır. ''
'

Bu sürecin ilginç yanı şudur: Dilbilgisel veya sözdizimsel eylem,


''imlemi oluşturan anlamsal (veya semantik) eylemin gerekli
önkoşuludur. '' Dilsel bildirimi tümleyen ve ona imlem özelliği
kazandıran ''anlamsal eylem '', dilin kullanımı ile ilgilidir. Dilin
kullanımı, de Saussure tarafından ''parole'', Chomsky tarafından
da ''performans'' olarak adlandırılmıştır.
Dolayısıyla, dil dizgesi, dilin gramer ve sözdizimi gibi yönleri,
her türlü dil kullanımının kaynağı, ortamı ve dolayımıdır.

39 Jan Georg SCHNEIDER: ''Sprachkompetenz als Sprachspielkompetenz''; içinde:


Mareike Buss/Stefan Habscheid/Sabine Lutz/Frank Liedtke/Jan Geoerg Schneider
(Hrsg.): ''Theatralitaet des sprachlichen Handelns- Dilsel Eylemin Oyunsallığı''; s.
59- 78, Wilhelm Fink Verlag, München 2009
220 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Dilsel Yeti

Peki, edim kavramı için buradan hangi çıkarımlar yapılabilir?


Soruna yukarıda betimlenen kuramsal çerçeveden yaklaşınca,
Schneider' in açımlama sına göre, dilsel göstergenin ''dolayımsallık
ve doğrusallık '' özellikleri önem kazanır. Göstergenin doğrusallı­
ğının ''zaman ve uzam bakımından nasıl düzenlendiği '' üzerinde
durmak gerekir. Yeti (kompetens), her zaman ''belli dil oyunları
ile ilişkilidir. " Bu yüzden, doğru olarak yeti, ''dil oyunları yetisi''
olarak adlandırılabilir.
Farklı dilsel bildirim tarzları olan sözellik ve yazısallık kav­
ramlarında sözel ve sözel olmayan eylem, bir birlik veya bütün­
lük oluşturur. Her türlü dilsel bildirim, belli bir sosyo-kültürel
bağlamda gerçekleştiği için, oyun metaforu, ''çok-dolayım/ılık ve
sosyal edimin (praksis) iç içe geçmesini'' vurgular. Bu kapsamda
birbiriyle iç içe geçen dil ve dil etkinliklerinin bütünü ''dil oyunu''
diye niteleyen Wittgenstein anımsanabilir. Bu filozofun ''tiyat­
ro oyunu '' nu dil oyunu olarak adlandırması bu bütünlük içinde
anlam kazanır.
J. G. Schneider'in belirlemesiyle, ''her türlü gösteri oyunu,
özü gereği eytişimsel ve sosyaldir. '' Kostüm, sahne tasarımı veya
görünümü ve diğer tümleyici öğeler gibi sözel olmayan etmenlerin
yanı sıra, ''seslerin estetiği, el-yüz devinimleriyle anlatma ve oyun­
laştırılan metin '' de önemlidir. Bunun ötesinde, tiyatro metaforu,
''dilin 'kültürel bir görüngü' olduğunu ve buna uygun olarak bir
kültür içinde öğrenilmesinin zorunlu olduğunu '' öne çıkarır.
Ayrıca, ''sosyal ve kültürel yön ve iletişimse/ edimlerin deği­
şebilirliği ve çoğulluğu '' dil oyunu yaklaşımında belirgin olarak
ortaya çıkar. Bu bağlamda Wittgenstein'ın ''Felsefi İncelemeler''
de yer alan şu saptamalarını anımsamak yararlı olabilir: Dil,
''gösterge, sözcük ve tümce'' gibi öğelerin ''sayısız kullanım tarzı­
nı '' kapsar ve bu kullanım tarzları ''kalıcı, her zaman için verili''
değil, dilin ''yeni tipleridir, yeni dil oyunlarıdır. '' Bu yeni dil oyun­
ları, ''ortaya çıkarlar, eskirler ve unutulurlar. '' Dil oyunları, filo­
zofun açımlaması uyarınca, ''dili konuşmanın, bir etkinliğin veya
bir yaşam tarzının bir kısmı '' olduğunu anlatır (Fİ 23).
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 221

Bu açımlama uyarınca, dil oyunları, ''sosyal, değişebilir kül­


türel edimlerdir. " Dil oyunu kavramı, ''dil dizgesi'' ile ''dil kulla­
nımı'' ikileminden kurtulma için de uygundur. Bu kavram, dilsel
bildirimleri oluşturmak için yararlanılan kuralların da dil edimi
içinde değiştiğini anlatır.
J. G. Schneider'in tanımıyla, dil oyunu yetisi, ''dilsel anlatım­
ları, somut durumlarda ve somut iletişimse/ edimler çerçevesinde
belli kurallara uygun olarak kullanabilme yeteneğidir. '' Örneğin,
üniversite öğrencisi, bir rektörü olağan günlük iletişimde ''merha­
ba, ne haber? '' diye selamlamaz.
Ayrıca, dil oyunu yetisi, ''durumsal uygunluk ölçütünü dola­
yımsallık düşüncesiyle bütünleştirir. '' Dolayım, sadece üzerinden
bir şeyler anlatılan bir araç değildir; dolayımlar, dolayımlanan şey
için ''oluşturucu yöntem biçimleridir. '' Bu belirlemeden yola çıkıl­
dığında, dolayımlardan bağımsız ''düşünsel içerik ve yeti '' olma­
dığı görülür. Araç ve amaç olmayan dolayım, ''özgün edimler için
oyun alanları '' hazırlar. Dolayımlar, göstergelerin ''konturlarını''
ortaya çıkarırlar; ama onları '' belirlemezler. ''
Oyun alanı, bu bağlamda serbest alan anlamındadır ve ''oyun
metaforu '' burada da önemli bir işlev taşımaktadır. Oyun alanı
anlatımı, yukarıdaki bütünlük içinde ''çok-anlamlılık'' boyutunu
belirginleştirmektedir. Her şeyden önce iletişim eylemlerinin ger­
çekleştiği özdeksel ve yapısal mekanları üreten dolayımlar, ''insani
iletişimin gerekli koşuludur. '' Bu belirlemeyi açıklamak amacıyla
şu örnek verilebilir: yazılı dil ve resim, ''görselliğe'' ; sözel dil ve
müzik, ''sesellik '' ilkesine bağlıdır.
Ayrıca, dolayımlarda ''farklı gösterge dizgeleri belirginleşir. ''
Bu kapsamda oyun alanı anlatımı günlük dildeki anlamına uygun
olarak kullanılır.
De Saussure'ün belirlemesiyle, göstergeler, ''diğer göstergelerle
farklılık içinde'' kullanılır ve anlamlandırılır. Burada önemli olan,
söz konusu oyuncunun ''ortaya çıkan anlamsal oyun alanları­
nı '' kullanma, bir başka deyişle, ''imlem alanlarını'' kullanma ve
onlardan yararlanma ve ''hangi dolayımın hangi eylem bağlamın­
da daha uygun olduğu konusunda duyarlılık geliştirme yetisidir. ''
222 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Schneider'in ayrımlaştırmasına göre, dil oyunu yetisi, üç farklı


yetiyi kapsar: Tip oluşturma yetisi, yansıtma yetisi ve çevri-yazı
(transkripsiyon) yetisi.

Tip Oluşturma Yetisi

Edimsel dil bilim kuramı uyarınca, dilsel tipler ''verili'' değildir;


sosyal kullanım içinde ''üretilirler. '' Tip oluşturmanın kaynakları
veya gizil gücü, söz-diziminde içkin olarak bulunur. Dilsel tipler,
''bir başlarına var-olan ülküsel şeyler değildir; yeterince benzer
özellikler taşıyan edimler, özgünü bulunmayan 'kopyalar' topla­
mıdır. '' Tekil edimlerden kopmuş dilsel tipler yoktur. Dolayısıyla,
''ilk tip'' diye adlandırılabilecek bir dilsel tip de yoktur. Bu neden­
le, dilsel anlatım tiplerinin özgünü veya kökensel tipi olmaz.
Schneider'in açımlaması uyarınca, her gösterge kullanımı, ''tipi
örneklendirir; bir söz-dizimsel kullanım için, anlamsal bir gönder­
ge ve edimsel/yararsa/ bir rol için örnek oluşturur. '' Dilsel edim­
ler çok büyük farklılıklar gösterir. Dil dizgesinin ''değişebilirliği''
buradan kaynaklanır. Bu bağlamda dilin ''simgeselliği'' öne çıkar.
Dilin oyunsallığı veya tiyatralitesi kavramı, dilin değişebilir­
lik ve simgesellik özelliklerini belirginleştirir; dilin içinde taşıdığı
değişebilirlik ve simgesellik gizil gücünü ortaya çıkarır.
Dilsel tipler, araştırmacının deyişiyle, ''sosyal olarak paylaşılan
dil oyunlarında ve dolayım/arda '' belirginleşir. Dolayısıyla, edim­
den bağımsız bir kural dizgesi yoktur. Buna bağlı olarak sözellik
ve yazısallık da temel dilbilimsel bir sorunsal olarak algılanabilir;
çünkü özellikle sözellikte veya günlük konuşma dilinde gerçekleş­
tirilen edimlerde sayısız anlık dilsel tipler oluşturulur.
Bu anlık dilsel tipler, edimsel dil kullanım tarzında önemli
anlam oluşturucu kaynaktır. Konuşma dilinde üretilen bu bildi­
rimlerin yapıları, ' konuşucudan konuşucuya ve dil oyunundan
'

dil oyununa '' göre değişir.


Söz konusu değişim, yazı dili için geçerli olan ''tipik'' söz-di­
zimsel biçimleri de kapsar. E-mail, chat ve SMS gibi yeni dola­
yımlar da dilsel tip oluşturumunu etkilemektedir. Bu bağlamda
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 223

''RUOK'' , diyesi, ''are you okay? '' (İyi misin ?) türü dilsel tip oluş­
turumu örnek olarak verilebilir.
Bu tür örnekler, yaratıcı dilsel etkinlik ile dil oyunlarının ne
denli iç içe olduğunu da gösterir. Schneider'in deyişiyle, dolayım
''izlerini bırakır'' ; ancak aynı zamanda ''dolayım kullanıcısının
yaratıcılığı, beğenisi ve yargı gücü de'' belirleyici önemdedir.
Dolayımlar, ''özgür alanlar'' açar. Dolayım kullanıcısının tip
oluşturma yetisi, ''yeni dilsel biçimlerin oluşumunda '' açığa çıkar
ve sosyal kabul veya uzlaşım ise, kendisini ''bu tür biçimlerin kul­
,,
lanımda yerleşmesinde gösterir.

Yansıtma Yetisi

Dilsel kullanım, dil oyunu yetisinin özünü oluşturur. Bu bakım­


dan, Schneider'in söyleyişiyle, dil yetisi, ''dil kullanım yetisidir ''
denilebilir. Dil dizgesi kavramı ile yeti kavramı arasındaki bağıntı,
''dizgenin sunduğu dilsel farklılıkların kendilerini kamusal/ortak
,,
dil kullanımında göstermek zorunda olmasına dayanır. Bu bağ­
lamda dil oyunu yetisi, ''dilsel anlatımları somut durumlara uyar­
layarak '', diyesi, durumlara uygun ''kullanma yeteneği '' demektir.
Schneider, dil oyunu yetisinin bu önemli yönünü, ''yansıtma yeti­
si'' olarak tanımlar.
Anılan araştırmacı, bu tür dilsel yöntemlerin ''eğretileme/meta­
for yansıtımı'' olarak da adlandırılabileceğini dile getirir. Yansıt­
ma işlemi, ''belli bir dilsel örneğin, yeni bir bağlama aktarılma­
sı '' ile gerçekleştirilir. Dilsel yaratıcılığın ve fantezinin kaynağı da
yansıtma edimleridir.
Konuya bu açıdan bakınca, yansıtma yetisinin, yazınsallaştır­
ma işleminin de önemli bir kaynağı olduğu görülür; çünkü yazın­
sal yaratımda da dilsel yaratıcılık ve fantezi oluşturucu öğelerdir.
Örneğin, ''ne malı mülkü ne de ahlakı ve karakteri var'' tümce­
si veya Schneider'in aktardığı ''fırıncının ekmeği, fırıncının kolu,
fırıncının sevinci, fırıncının ölümü '' anlatımları bu bağlamda
değerlendirilebilir. Birinci tümcede ''sahip olma'' anlamında ''var''
sözcüğü, tümcenin ilk bölümünde somut veya özdeksel mülkiyet
224 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

bağlamında kullanılmasına karşın, tümcenin ikinci bölümün­


de özdeksel olmayan ''gönderge'' lere aktarılmıştır. Böylece, söz
konusu anlatımlar, ''yansıtma eğretilemesi'' özelliği kazanmıştır.
Schneider'in aktardığı anlatımlar zincirinde de sahip olma söz
konusudur. Bunlarda söz-dizim şeması, yeni anlamsal bağlamlara
yansıtılmıştır. Böylece, bir yandan iletişim olanaklarını genişleten
ve değiştiren dilsel anlatım biçimleri, diğer yandan da ''yanıltıcı
örnekseme/er ve metaforlar '' oluşmaktadır.
Wittgenstein bu tür anlatım örneklerini yeterince konulaştır­
mıştır. ''Ağrıları var'' tümcesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu
tümce, insanı ''ağrının yerelleştirilebilir bir nesne '' olarak tasav­
vur etmesine ve ''acı'' ile ''acı'' sözcüğünü ''nesne ve gösterge''
örneğine göre tasarımlamaya ortam hazırlamaktadır.
Özetlemek gerekirse: Metaforik yansıtma, Schneider'in anlatı­
mıyla, ''belirli bir dilsel örneğin, yeni bir 'derin dilbilgisi' özelliği
kazandığı yeni bir bağlama aktarılmasıdır. '' Bu yöntem, ''yaratıcı
dil üretimlerinin ve dilin değişiminin '', dolayısıyla da edebiyatın
kaynağıdır.
Metaforik/eğretilemesel yansıtma, dil oyunu yetisi konsep­
ti içinde ''yansıtma yetisi'' olarak adlandırılabilir. Bu bağlamda
yansıtma yetisi ise, yetkin dil kullanıcısının anlamlı dilsel birim­
leri veya örnekleri, ''söz konusu dolayım içinde uygun bir tarzda
somut durumlara yansıtmadır. '' Yansıtma yetisinin dilsel bir işlev
karşılayabilmesi için, ''belli kurumsal bağlamlarda beklentile­
re uygun tepki gösterebilme '' işinin başarılması gerekir. Burada
''kuralları izlemenin ölçü koyucu boyutu '' öne çıkar. Dolayısıy­
la, dilsel bildirimlerin uygunluğu, ''belli bir kurumsal bağlamda ''
iletişimin başarısını sağlayan türden uygun etmenlerin bir araya
getirilmesidir.
Ayrıca, gelişkin bir dil oyunu yetisi, ''kültürel kurallar ile oyna­
ma '', onları ''ironikleştirme '' gibi amaçlarla da kullanılır. Bu tür
kullanımları anlayıp, bu tür anlık anlamlandırmalara uygun dilsel
tepki gösterme yeteneği de yansıtma yetisi olarak değerlendirilir.
Yansıtma yetisi ile tip oluşturma yetisi arasındaki ilişkiye bakıl­
dığında, bunların ayrı olmalarına karşın, Schneider'in söyleyişiy-
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 225

le, her zaman ''etkileştikleri '' görülür. Dil bilimsel olarak ''önce bir
gösterge oluşturulur; sonra da bu gösterge kullanılır'' şeklinde bir
kural yoktur. Schneider'in doğru açımlaması uyarınca, bir dilsel
gösterge ancak ''dil oyunlarında kullanılınca '' varlık kazanabilir.
Bir başka anlatımla, bir gösterge, çok değişik durumlara yansıtıl­
dığı ve işlevi kullanıldığı takdirde var olabilir.
De Saussure'ün belirlemesiyle, göstergenin ''dolaşımı, tip olu­
şumunun gerekli koşuludur. '' Öte yandan, sadece ''tiplerin olduğu
yerde '', söz-dizimsel bakımdan örgütlü bir dilden söz edilebilir.
Dil oyunu yetisinin sosyal yönü, özellikle burada açığa çıkar.
Öte yandan, bir iletişimin gerçekleşebilmesi için, iletişime
katılanların ''öznel anlam dizgeleri''nin örtüşmesi veya ''belli bir
kesişme miktarı '' taşıması gerekir. Söz konusu kesişme miktarı ne
denli az ise, olası yanlış anlamalar o denli fazla olur. Buradan yola
çıkarak, Humboldt'un ''her anlama, aynı zamanda anlamama­
dır'' belirlemesi daha iyi değerlendirilebilir.
Ayrıca, bu söylem örneksenerek, Schneider'in deyişiyle, ''her
yanlış anlama, bazı şeylerin anlaşılmış olmasını gerektirir; çünkü
böyle bir şey olmasa, yanlış anlama, yanlış anlama olarak belir­
lenemez. '' Dolayısıyla, bireysel anlama ve anlamlandırma yeter­
liliği ne denli farklı olursa olsun, dil sosyal olarak paylaşılan bir
gösterge dizgesidir ve dilsel tipler ve yansıtmalar yalnızca ''sosyal
kullanımda'' gerçekleşebilir.
Her dilsel tip oluşturma, ister metaforik olsun, ister olmasın
bir ''yansıtma'' veya aktarma ile başlar. Örneğin ''aşk acısı var''
türünden metaforik yansıtmalar, anlık dilsel tip oluşturumları
veya yansıtmalar olarak tanımlanabilir. Schneider'in açıklaması
uyarınca, tip oluşturma, her zaman ve ilkesel olarak ''yansıtma­
/arın sonucu'' olarak gerçekleşir. Öte yandan, her yansıtmada
zorunlu olarak ''dilsel tipler''den yararlanılır. Tip, ''örnekleşti­
rilir''; söz-dizimsel kullanım örnekleştirilir; anlam gönderge ve
edimsel rol örnekleştirilir. Bu bitimsiz gösterge dolaşımı süreci
içinde hem '' bilinen bağlamlar'' veya dilsel tipler kullanılır, hem
de sürekli olarak ''yenileri'' üretilir.
226 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · 1 ·

Çevri-yazı Yetisi

Çevri-yazı yetisi bağlamında ''meta-dilsellik '' ve ''çok-dolayım­


lılık'' kavramları önemlidir. Konuşma veya iletişim, her zaman bir
dolayım içinde ve bir dolayım üzerinden gerçekleşir. Dolayımların
dışında düşünce alış-verişi yoktur. Dolayımlar, dili ve düşünceyi
kuşatır ve biçimler.
Schneider'in aktarımı uyarınca, ileçişim ve anlaşım sürecinde
karşılıklı olarak ''simgesel edimler '' aktarılır. Bu ''çevri-yazı yön­
temi '' olarak adlandırılır. Bu bağlamda tek bir dolayım içinde
kalan (intra-medial) yöntem ve birçok yöntem (enter-medial) bir
arada veya etkileşim içinde kullanılır.
Schneider'in değerlendirmesi uyarınca, klasik dolayım içi yön­
temler, ''yorumlama, başka sözcükle anlatma ve açımlama '' gibi
meta-dilsel yöntemlerdir. Görüleceği üzere, dil üzerine dil anlamı­
na gelen meta-dil kavramına uygun olarak ''dilin dil ile ilişkilen­
dirildiği '' yöntemlerdir.
Çevri-yazı yetisi, bir başkasının dilini açımlama veya düzelt­
me yeteneğidir. İnsan dili edindikten sonra, meta-dilsel yeterliliği
geliştirir. Meta dil, diyesi, dil üzerine dil, genel dil yeterliliğinin
ayrılmaz bir parçasıdır.
Dolayımlar-arası yöntemler, çoğunlukla ''dil-imge-ilişkilerini''
kapsar. Dil oyunu kavramı, özellikle dil-imge ilişkilerini açımla­
maya elverişlidir. Bu nedenle, '' dil-imge-oyunları'' kavramını kul­
lanan ve bunu kuramsallaştırmaya çalışan dilbilimciler de vardır.
Bu nedenle burada önemli olan bir şeyin, bir '' imge'' olarak kulla­
nıldığı farklı bağlamlardır ve çevri-yazılaştırma süreçlerini betim­
lemedir. İmge olmaksızın, metin tümüyle anlaşılamaz. Bu nedenle,
anlamı tümleyebilmek için, dil ve imge ''bir metinde bütünleşir. ''
Bu bütünleşimin anlam kazanabilmesi, ''dil-imge'' ilişkilerini
anlama yeterliği gelişkin olan konuşucu gerektirir.
Çevri-yazı yetisi, bu tür anlama süreçlerinden geçmenin öte­
sinde, ''söz konusu dolayım/ar-arası yöntemleri ve bunlarda görü­
len dolayım farklılığını tanıma ve konu/aştırma yeterliliğini'' de
kapsar. Çok katmanlı hypermediacy efektleri'', dolayım kulla-
''
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 227

nıcılarının bakışını sürece katılan ''dolayım/arın özgün dolayım­


sallığı ''na yöneltmek suretiyle, ''katalizatör'' işlevi görürler. Bu,
dil oyunu yetisinin, ''dolayımlar yetisine'' dönüşmesine de ortam
hazırlar. Hiper-dolayımsallık etkileri, kullanıcıyı bir dolayımın
özellikleri hakkında bilinçlendirmek suretiyle, genel anlamda
dolayımlar yetisinin yetkinleşmesini özendirir ve dolayımların
edimde ''uygun kullanılabilmesinin önk oşullarını ,, yaratır.

1. 9. B. Mareike Buss:
''Tiyatralite, Edimsellik ve Sahneleme''

Her Türlü Sosyal Etkileşim Sahnelenebilir

Mareike Buss ''Tiyatralite/Oyunsallık, Edimsellik ve Sah-ne­


leme''40 adlı yazısında Austin'in ''edimsellik kuramı''nda dilsel
bildirimleri '' belirleyiciler'' ve ''edimleyiciler'' olmak üzere, ikiye
ayırdığını vurgular. Belirleyiciler, Buss'un değerlendirmesi uya­
rınca, insanın dünyadaki ''nesneler, hususlar ile bağlantı kurdu­
ğu hakikat içerikli sözce/erdir. ,, Örneğin, ''otomobil kırmızıdır''
tümcesi böyle bir sözcedir.
Edimden türetilen edimleyiciler41 ise, ''dünyayı betimlemediği­
miz, tersine dil eylemleri gerçekleştirdiğimiz ve böylece dünyaya
müdahale ettiğimiz'' dilsel bildirimlerdir.
Aynı araştırmacıya göre, sahneleme kavramı, ''izleyici üzerinde
belli bir etki yaratmaya yönelik ereksel süreçtir. ,, Bu bağlamda
kitle iletişimini, dolayımlar aracılığıyla ve siyasal amaçları gerçek-

40 Mareike BUSS: ''Theatralitaet- Performativitaet- lnszenierung"; içinde: Mareike


Buss/Stefan Habscheid/Sabine Lutılfrank Liedtke/Jan Geoerg Schneider (Hrsg.):
''Theatralitaet des sprachlichen Handelns- Dilsel Eylemin Oyunsallığı"; s. 1 1 - 29,
Wilhelm Fink Verlag, München 2009
41 Performans kavramına karşılık olarak ben de dilbilim çevrelerinde, örneğin "Dil­
bilim Sözlüğü''nde (Kamile İmer/Ahmet Kocabaş/A. Sumru Uslu (Yayımlayanlar),
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, ilgili madde, İstanbul 201 1 ) kullanılan ''edim'' kav­
ramını kullandım. Bununla birlikte, performans kavramının, ''edim''in yanı sıra,
''başarım''ı da kapsadığını düşünüyorum. Edim, Batı dillerindeki ''praksis'' kavra­
mına denk düşmektedir. Bu nedenle, çok yerinde olarak teori için kuram ve praksis
için edim �kavram çifti'' oluşturulmuştur.
228 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

leştirmeye yönelik ''güdümleyici etki'' yapma da sahneleme kav­


ramı içinde değerlendirilir.
Oyunsallık/tiyatralite, edimsellik ve sahneleme kavramlarının
ortak yönü, tiyatro metaforundan yola çıkılarak, ''performans''
olarak belirlenebilir. Sahneleme, bir oyun sergilemenin yanı sıra,
''her türlü sosyal eytişimin/etkileşimin genel olarak sahnelene­
bilir/iği'' ilkesini, dolayısıyla da sosyal etkileşimin edimselliğini
anlatır. •

Oyunsallık/tiyatralite ise, olağan tiyatro ediminde oyuncu-


nun ''bedeniyle şimdi ve burada göstergesel anlam yüklü oyunsal
eylemler ve durumlar'' üretmesi demektir. Bu bağlamda tiyatro
ediminden çok, dili oyunlaştırarak, yazınsallaştırma söz konu­
su olduğu için, tiyatralite kavramı yerine oyunsallık kavramını
yeğledim.
Mareike Buss'a göre, tiyatralite veya oyunsallık ''dört öğeye''
bağlanabilir:
1 . ''Bedensellik,
2 . Algılama,
3 . Sahneleme
,
4. Oyunlaştırma. ''
Bedensellik, oyuncunun işlevine gönderme yapar. Algılama,
oyunun izleyicilerinin işlevini dile getirir. Sahneleme ise, ''oyun­
laştırmayı hazırlamaya yönelik her türlü eylemi ve etkinliği '' kap­
sar. Sahneleme, ''oyun/aş tırmanın gerçekleştiği çerçeve koşulları ''
belirler ve ''oyuncunun bedenselliği ile izleyicinin algılamasının
etkileşimini '' de kapsar. Bütün bu eylemler ''edimsel'' nitelik taşı­
dığı için, oyunsallık ile edimselliği kesin olarak birbirinden ayır­
mak zordur.
Oyunsallık açısından insanlar arasındaki dilsel etkileşim ve ile­
tişim, her şeyden önce ''dil eyleminin sosyal ve eytişimsel öz-yapı­
sını '' öne çıkarır; çünkü her türlü eytişim ve iletişim sosyal ortam­
larda olur.
Dil eylemlerinin oyunsallığı/tiyatralitesi, ''çeşitli dolayımsal
koşulların '' etkisi altında olagelen dilsel iletişim yoluyla ulaşılan
''uyuşum süreçlerini'' anlatır.
Dil FELSEFESİ VE EDEBiYAT 229

Günlük dilde çoğunlukla eş-anlamlı olarak kullanılan ''sahne­


leme'' ve ''oyunlaştırma'' kavramlarını ayrıştırmak aslında zor­
dur. Kültür-bilimsel bakımdan her türlü dilsel bildirim, özünde
bir ''sahneleme '', bir başka deyişle, bir ''edim'' olarak görülebilir.

Drama Metni, Tiyatroya Sanat Özelliği Kazandırır

Öte yandan, ''sahneleme ve oyunlaştırma'' yoluyla sahne­


ye koyulan drama metni veya yapıtı, tiyatroya ''sanat karakte­
ri kazandırır. '' Bu bağlamda ''sahneleme'' tümüyle bir ''anlatım
stratejisi ''ne dönüşür. Sahneye koymak, ''dışsal araçlarla yazarın
ereğini tümlemek ve dramanın etkisini güçlendirmek için, drama­
tik bir yapıtı tümüyle görünürleştirmek '' demektir.
Buss'un açımlaması uyarınca, 20. yüzyılda post modern tiyatro
anlayışında sahneleme ile piyes oynama arasındaki ilişki, drama
metninden bağımsız olarak şöyle tanımlanabilir: ''Sahneleme,
yepyeni bir sanat yapıtının, diyesi, bir tiyatro sanat yapıtının orta­
ya çıkarıldığı üretim stratejisidir. ''
Sahneleme, ''oynamanın maddi çerçeve koşullarını '' belirler;
ancak ''oynamanın ayrıntılarını tümüyle denetleyemez''; çünkü
söz konusu ayrıntılar ancak ''oyuncular ve izleyicilerin etkileşi­
mi'' içinde oluşur. Sahneleme süreci, ''oynamada planlanmayan,
sahnelenmeyen ve öngörülmeyen şeylerin olabilmesi için '' özgür
alanlar bırakır. Sahnelemeler, ''ereksel planlama ve sınama süreç­
leridir'' ; buna karşın oynama, ''rastlantısallık ve olasılık '' içerir.
Oyun(ama) ile dil arasındaki tözsel benzerlik buradan
kökenlenir.
Bir üretme stratejisi olan sahneleme, dilsel ve dil bilimsel çözüm­
lemeler bakımından öne çıkar; çünkü bu kavram ''dilin retoriksel
kullanım tarzlarının işlevselliğini'' aydınlatabilir.
Hemen belirtelim: Dilin retoriksel kullanım tarzları, dilsel mal­
zemeyi biçimleyerek yazınsallaştırmanın da kaynağıdır. Bir yazar,
dilsel malzemeyi biçimlemek suretiyle, özgün ve tikel biçemini
oluşturur.
230 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Mareike Buss'un çözümlemesi uyarınca, tiyatroda sahneleme,


''oynamanın çerçeve koşullarını '' belirlediği gibi, ''belirli dilsel
araçların kullanımı, konuşma sıra/ılığının akışını bağlamlaştırır. ,,
Edimsellik kavramına gelince: Bu kavram, birçok açıdan
''oyunsallık'' veya tiyatralite kavramıyla örtüşür. Tiyatralite ve
edimsellik kavramları, ''oyunlaştırma ve oynama ,, ile ilgili sözcük
alanlarıyla bağlantılıdır. Edimsellik, ''dil eylem kuramıyla ilgi­
li kuramsal çağrışımı ''ndan ötürü, tiyatraliteten çok daha fazla
-

''kültürel ve sosyal edimlerin {pratiklerin) süreçsel öz-yapısını ve


gerçekliği oluşturucu başarımı ,, öne çıkarır.
Her türlü ''tiyatral öğe'' veya ''oyunsal öğe'' edimsel olmak­
la birlikte, her türlü edimsel öğe, oyunsal değildir. Başkalarıyla
''eytişim içinde gerçekleştirilen ve gerçeği oluşturan ,, her türlü
sosyal ve kültürel pratikler edimseldir; ancak bunlar ''ille de tiyat­
roya özgü bir öz-yapı taşımak ,, zorunda değildir.
Buss'un anlatımıyla, ''dilbilimsel bir çözümleme ulamı'' ola­
rak edimsellik, ''somut süreçsel akışı içinde eytişimler'' açığa çık­
tığı ölçüde ilgi çekicidir. Böylece, bir yandan ''sosyal eytişimin/
etkileşimin dolayımsal ve maddi oluşturucu koşulları ,,, bir başka
deyişle, ''bunların bedensel/eşme/somutlaşma koşulları ,, açığa
çıkarılabilir. Dolayımlar, ''her zaman edimsel öğelerin gramerini''
oluşturur. Öte yandan da ''her zaman başarısızlıkla '' diyesi, edim­
sizlikle sonuçlanabilen ''sosyal eytişimin çetrefil karakteri'' ortaya
koyulabilir.

Her Şey Tiyatro mu ?

Mareike Buss aynı kaynakta yer alan ''Tiyatralite ve Dil Oyun­


ları'' bölümüne yazdığı ''Giriş''te tiyatro kavramının bir metafor/
eğretileme olarak ''dile ve dilin kullanımına yönelik eytişimci yak­
laşım açısından '' verimlileştirilmeye elverişli olduğunu vurgular.
Bu metafor, ''konuşucu, erek kitle, izleyici, dinleyici ve dramatik
yapıt'' kavramlarını ilişkilendirmeye elverişlidir.
Ayrıca, Wittgenstein tarafından geliştirilen ''dil oyunu'' kavra­
mı veya kuramı, ''dil ve dil ile gerçekleştirilen etkinliklerin ,, yanı
Dil FELSEFESi VE EDEBiYAT 231

sıra, ''tiyatro oyununu'' da içine alır. Dilin kullanımıyla güdülen


amaçlara ulaşmak için, dili bir araç olarak gören her türlü kuram,
Buss'un öne-sürümü uyarınca, ''tiyatro dünyasından alınmıştır. ''
Mareike Buss yine aynı kitapta yer alan ''Her Şey Tiyatro mu ?''
başlıklı yazısında, metafora ''bilgi oluşturucu bir işlev'' yükler ve
metaforların ''sözlüksel görüngü'' olmaktan çok ''kuramsal ve
gerekçeli temel yapılarını oluşturdukları söylemlerde '' dile getiril­
diklerini öne-sürer. Yazara göre, ''theatrum mendi'', diyesi, dünya
tiyatrosu metaforu, ''insan var-oluşunu, asıl oluştan türeten ve
bunun tarafından belirlenen '' bir metafordur. Bu metafor, birey
yaşamını, ''tarihsel-kültürel bağlama göre değişen, daha büyük ve
daha anlamlı bir yorum çerçevesine '' sokar.
Bilindiği gibi, eski Yunancada tiyatro ''oyun meydanı'' anla­
mına gelir. Tiyatro, oyun meydanı ise, bu meydanda oynanan
''oyunlara bakanlar'', onları ''izleyenler'' de var demektir. Dola­
yısıyla, tiyatro, oyuncularla, onları izleyenleri buluşturan gösteri
meydanı olarak görülebilir.

Tiyatro Olarak Kültür

Mareike Buss, aynı yazının ''Tiyatro Olarak Kültür'' bölümün­


de edimsel yaklaşım uyarınca, kültürün ''imlem ortaya koyma
süreçleri'' olarak tanımlandığını belirtir. Yazara göre, edimsellik
söylemi, ''tiyatro olarak kültür'' metaforunu içerir. Tiyatro ola­
rak kültür demek, ''kültürün özgün oyunlaştırma karakterini''
öne çıkarmak demektir: Bu söylemde ''temsil etme yerine sunma,
kültürel yapılar yerine kültürel olaylar, yinelenebilir öğeler, tipik
öğeler yerine yinelemez ve biricik öğeler'' önem kazanır.
Oyunlaştırmalar, ''edimsel özdeksellik, dolayımsallık, göster­
gesellik '' gibi özellikleriyle kültürel varlıklardan ayrılırlar. Belirli
zaman diliminde olup biten anlık oyunlaştırmalar veya oynama­
ların ''özdekselliği '', söz konusu zaman dilimine bağlıdır. Dolayı­
sıyla, bu oynama bittiğinde, özdeksellik, artık geçmişte kalır, geç­
miştir. Oynamanın özdekselliği, kendisini ''bedensellik, mekansal­
lık ve sesellik '' gibi boyutlarda gösterir. Bedensellik, ''oyuncunun
232 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

oynama mekı!inındaki varlığına ve oyuna tepki veren ve akışını bir


biçimde etkileyen izleyicilere '' bağlıdır.
Bu kapsamda ''mekansallık'' da edimsel bir öğedir ve ''oyu­
nun oynandığı mekı!in ile özdeşleştirilmemelidir. '' Tiyatro mekanı,
gerçi ''tiyatro binasının mimarisi, oyun alanının biçimlendirilme­
si'' gibi etmenlerce ''önceden yapılandırılır ''; ancak bu mekan,
''edimsel alanda ve edimsel alan yoluyla oluşur'' ve bu etmenlerce
belirlenen koşullara göre ''algılanır. "
Sesellik, ''akustik öğe olarak oyunun oynadığı yer ve oyuncu­
ların bedensel sesliliği '' ile bağlantılıdır. Edimsel özdekselliğin bu
üç boyutu da ''oynamaya'' bağlıdır ve oyun sırasında ''oyuncular
ve izleyiciler tarafından oluşturulur. ''
Oyunların dolayımsallığı da ''oyuncular ve izleyicilerin beden­
sel olarak yan yana bulunmaları '' sayesinde ortaya çıkar; çünkü
oyun, ''oyuncularla izleyicilerin oyunun oynadığı mekı!indaki eyti­
şimi içinde'' ortaya çıkar. Bu etkileşim, ''verili özdeksel ve sahne­
sel mekı!inda ve koşullarda '' olmakla birlikte, oyuncularla izleyici­
ler arasındaki ilişki, ''her oyunda farklı biçimlenir. '' Oyuncularla
izleyicilerin her zaman ''yeni ve yinelenemez'' olan konfigüras­
yonundan veya yapılandırmasından oyunların ''yaşantısal/ığı ve
tekilliği '' doğar.
Oyunların özdekselliği ve dolayımsallığı, bunların ''gösterge­
selliği '' açısından da birtakım sonuçlara yol açar. Oynama veya
oyunlaştırma, her zaman ''bir şeyleri anlatmayı '' içerir. Örneğin,
bir piyeste ''bir figürün temsili ve aynı zamanda bir-şey-olma'';
örneğin, ''belirli bir oyuncunun sahnedeki varlığı '', Buss'un akta­
rımıyla, ''anlatımlar, kendi anlatılan öğelerini edimselleştirirler. ''
Anlatımlara, ''kendi asıl içeriklerinin yanı sıra, bir kendini anlat­
ma, bir öz-gönderge '' içkindir. Bu açıdan, anlatımlar her zaman
''göndergesel ve öz-göndergeseldir. '' Dolayısıyla, anlatımlarda
''özdeksellik ile göndergesellik arasında, var olma ile temsil etme
arasında tuhaf bir git-gel vardır. '' Söz konusu git-geller, ''alışılmış
anlamsal belirlemelerin aşılmasına'' olanak verir ve oyunu, ''yine-

lenemez olaya dönüştürür.''


DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 233

Edimsellik, Buss'un aktarımı uyarınca, ''bir olay ile o olayın


algılanışı arasındaki gerilim ilişkisindeki bütün kültürel edimleri
kapsayan bir boyuttur. '' Söz konusu gerilim ilişkisi içerisinde ''bir
oyuncunun ortaya koyduğu şey, izleyiciler tarafından bu gerçek­
leştirimin simgeselliğini ve anlatım özelliklerini aşan bir tarzda ''
alımlanabilir.
Kültürel edimler, oyun olarak görüldüğünde, onlara ''özgün
özdeksel, dolayımsal ve göstergesel özellikler'' yüklenir. İzleyici­
ler önünde sergilenen kültürel pratikler/edimler, ''yaşantı niteliği''
taşırlar.
''Performans-sanatı '' metaforu, ''farklı kültürel konuların ve
edimlerin oyun karakterini açığa çıkarmak için, politik konuşma­
lar, güzel sanatlar, yazınsal yapıtlar ve doğal olarak dil gibi farklı
kültürel konulara ve edimlere '' yansıtılır.

Tiyatro Olarak Dil

Performans, dilbilimde ''dönüşümse/ dilbilim, dil eylem kura­


mı, folklor ve gelenek-görenek araştırmaları gibi farklı kullanım
bağlamlarına '' gönderme yapar. Bu kavram, Noam Chomsky
tarafından dizgeleştirilen ''kompetens/performans'' kavram çifti
bağlamında '' bireysel konuşma ''yı imler. Dil eylem kuramı uya­
rınca, ''sadece bir sözcede bulunmayıp, bir şeyler yaptığımız '' dil­
sel bildirimler, edimseldir.
Kullanım değerini, diyesi, yararı ve süreci öne çıkaran bir yak­
laşımla dil, ''edim ve tiyatroyla ilgili öğeler'' ile ilişkilendirilebilir.
Kültür bilim açısından edimsellik söylemi kapsamında ''per­
formans sanatı olarak kültür '' ile ilgili tiyatro metaforu, ''merkezi
bir anlam '' taşır. Aynı metafor, ''performans sanatı olarak dile '' de
yansıtılır. Bu kapsamda ''bir başına sanatsal performansı ortaya
çıkaran sanatçıların etkileşimi içindeki söyleşimsel ilk sahnedir. ''
Sahneler, ''aynı oyuncular gibi, oyuncuların dil ve konuşmalarının
oluştuğu '' gösteri meydanlarıdır. Nasıl ki, ''sahnede oynamaktan
bağımsız bir tiyatro ve performans olmaz ise'', sosyal iletişim ve
etkileşimden bağımsız dil ve konuşma da olmaz. Bu açıdan bakın-
234 Dil FELSEFESi-EDEBİYAT KUAAMI - 1 -

ca, ''konuşma, sahnede olma, sosyal olanda olma'' dernektir.


Konuşma, her zaman ''diyalog içinde olunan ve kendisine yanıt
verilen bir başkası'' ile ilişkili olarak düşünülebilir.
Konuşmanın sahnesi, Buss'un açırnlarnası uyarınca, ''olay ve
algılamanın karşılıklı ilişkisi içinde oyuncu ve izleyici rollerini de
içeren 'sahneye koyulan' (vurgu, yazarındır) bir olay söz konusu
olduğu zaman '' bir oynama olayı özelliği kazanır. Bu bağlamda
konuşma, ''bir drama metninin vey� bir senaryonun aktarımı
değildir ''; konuşma, ''oyuncunun/konuşucunun ve izleyicinin/din­
leyicinin edimsel eytişimi içinde ortaya çıkar. ''
Burada kullanılan edirnsel (lik) kavramı, ''gerçekleştirimin
anına, söz konusu eylemin 'görünür/eşme' anına ve bu olayın
algılanması ve 'aisthesis'42 ile ilişkisinin anına, tekilliğin yinele­
nemez/iği ile ilişkisinin anına'' vurgu yapar. Performans sanatı
rnetaforu açısından bakınca, ''her konuşma eylemi, kendi niteli­
ği içinde yinelenemeyen tekil/özgün bir olay olarak '' tasarımlanır
veya kavramlaştırılır.
Toparlamak gerekirse: Performans sanatı rnetaforu, dilin dört
boyutunu öne çıkarır:
• ''Dil, iletişimden bağımsız olarak düşünülemez; çünkü 'söy­
leşimsel ilk sahne' dile içkindir.
• Oynama olarak konuşma, konuşucunun/oyuncunun beden­
selliğinin ve izleyicinin algılamasının etkileşimi içinde oluşur.
• Oyuncuların ve izleyicilerin tikel bütün/eşim/eri her zaman
konuşmanın olay karakterini koşullar.
• Yinelenemez olan konuşma, simgesel öğeleri de aşan edim­
sel bir fazla/ık taşır. ''
Burada dilin değil, özellikle konuşmanın öne çıkarıldığı açık
olarak görülmektedir. Bir dil kullanımı olan konuşma ise sürekli
olarak ''önceden biçimlendirilmiş '' konuşma örneklerine daya­
nır. Söz konusu konuşma örnekleri, ''dil kullanımının temel öğe­
leridir. '' Konuşma eylemi veya edimi, ''dil kullanım tarzlarında''
belirginleşir. Dolayısıyla, en genel anlamıyla konuşma, dil kulla­
nım tarzlarının toplamıdır.

42 Aisthesis, sanat yapıtını uygun bir şekilde alımlama yeterliliği demektir.


DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 235

Doğaçlama Tiyatro Olarak İletişim

Mareike Buss'un bu ara-başlık altındaki belirlemeleri uyarın­


ca, konuşmalar, ''doğaçlama tiyatro'' olarak ele alınabilir. Böyle
olunca, doğaçlama tiyatro geleneğinin birikiminden yararlanmak
kolaylaşabilir. Doğaçlama tiyatro, çoğunlukla bir drama metnini
temel almaz. Bu tür tiyatro, doğaçlama gelişen günlük iletişimi
örnekseyen bir yaklaşımla ve ''izleyicilerden gelen özendirmelerle
veya oyun kurallarına göre '' doğaçlama olarak yapılır.
Aynı performans sanatı metaforu veya kültürel performans
metaforunda olduğu gibi, doğaçlama tiyatro metaforu da tiyat­
roya özgü olan ''oyuncu-izleyici-oyun'' temel üçlü bütünleşime
dayanır veya buna gönderme yapar.
Doğaçlama gelişen günlük iletişimde iletişenler, ortak konuş­
mada ''bireysel katkılarını '' eşgüdümleştirirler. Yaratıcı oyun ola­
nakları, ''tekil eytişimcilerin kafasında '' değil, bu ''özneler arası
alanda '' açımlanır. Bununla birlikte, ''her eytişimsel iletişim, aynı
biçimleme özgürlüğüne '' açık değildir. Her iletişim kültüründe
''doğaçlamaya serbest alan bırakan az veya çok önceden yapılan­
dırılmış eytişim çerçeveleri '' vardır.
Peki, doğaçlama ile tiyatro nasıl bir arada düşünülür? Arala­
rında nasıl bir ilişki vardır? Hiçbir doğaçlama, ''yoktan var edile­
mez ''; doğaçlama, her zaman ''olağanlaşmış bir edimi gereksinir. ''
Doğaçlama tiyatro, geleneksel tiyatro gibi drama metnini temel
alarak çalışmasa dahi, doğaçlama oynayan oyuncular, ''provalar­
da birlikte oluşturdukları anlatım tarzları ve iletişimse/ örnekler
repertuarından '' yararlanırlar. Bu durum, günlük iletişimde de
görülür.

Dilin Tiyatroya Özgü Metaforlaştınlması

Dil-tiyatro metaforunda her zaman ''oyuncu-izleyici-oyun(laş­


tırma) ' üçlüsü temel kavramdır. Bu üçlü birleştirimden biri öne
'

çıkarılmak istenildiğinde sözü edilen metaforlar, ''yeniden düzen­


lenir ve iyice belirgin/eştirilir. ''
236 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KUAAMI - 1 -

Yukarıda açımlanan üç tiyatro metaforunun ''rekonfigü-ras­


yonları''ndan biri olan tiyatro olarak dil, ''temel kavramsal değiş­
mezi'' oluşturur. Bu kapsamda öncelikle ya ''oyuncu-izleyici eyti­
şimi'' üzerine yoğunlaşılır (kültürel performans) ya ''oyuncuların
kendi aralarındaki etkileşimi '' öne çıkarılır (doğaçlama tiyatro)
ya da bu iki öğe ''aynı değerde '' tutulur (performans sanatı). Per­
formans sanatında doğal olarak oyun veya oyunlaştırma önem
kazanır.
Böyle olmakla birlikte, irdelenen her üç metaforda da ''metin
olmadan oynanan oyunun oluşturucu olduğu tiyatro edimleri '' ön
plandadır. Dolayısıyla, bütün bu üç metafor, ''oyun(laştırma)ların
özgün uzamsal-zamansal bütünlükler içinde gerçekleşen anlık
olaylar '' olduğunu anlatır. Performans sanatı metaforu, öncelikle
''oyunlaştırma olaylarının tikel/biricik ve yinelenemez karakterini
koşullayan oyuncu-izleyici eytişimini '' vurgular. Buna karşın, kül­
türel performans metaforu, yönelimi veya bakışı, ''var-olan örnek­
lere '' yöneltir; doğaçlama tiyatro metaforu ise, dikkatleri, ''oyun­
cuların özneler arası, yaratıcı başarımları '' üzerinde yoğunlaştırır.
Farklı yapılandırılmış bu ''köken alanların metaforik yansıtı­
mı '', ''dilin, konuşmanın ve iletişimin belli yönlerinin '' geri plana
itilmesine veya vurgulanmasına yol açar. Örneğin, ''performans
sanatı metaforu ' , ''her türlü iletişimse/ ve eytişimsel olayın kül­
'

türel bir çerçevede gerçekleştiğini, bundan ötürü de tarihsel bir


boyutu olduğunu '' gizler.
Kültürel performans metaforu, ''iletişimse/ örneklerin uzlaşım­
sallaşmasına ve pekişmesine yönelik süreçlere yoğunlaşmak sure­
tiyle, yaratıcı doğaçlamanın ve değişimin bazı yönlerini'' kısmen
gerıye ıter.
• •

Doğaçlama tiyatro metaforuysa, ''ortak oyunlaştırmayı '' öne


çıkarmakla, ''konuşucu/arın günlük iletişim bağlamlarında çoğu
kez stratejik çıkarların ardına düştüklerini ve sosyal erk uygula­
dıklarını '' göz ardı eder.
Öte yandan, bu üç metaforun temel benzerliği, ''yapı ve edimini
performansın etkileşimi içinde oluşan iletişim ve sosyal eytişimin
dolayımı olarak dil '' ile ilgili olmalarıdır. Böyle olmakla birlikte,
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 237

bunlardan biri ''konuşmanın olay niteliğini '' öne çıkarır; diğeri


konuşmayı ''kültürel ve sosyal-tarihsel edim '' olarak tasarımlar,
bir diğeriyse, konuşmayı, ''dilsel yaratıcılık ile rutinleştirme ara­
sındaki gerilim '' olarak tanımlar.
Görüleceği üzere, her üç metaforda ''dil ile konuşmanın veya
dil ile iletişimin etkileşimi'' söz konusudur. Tiyatro oynamak söz
konusu olunca, ''dilin süreçselliği ve devingenliği'' vurgulanır.
Dilin ve konuşmanın ''temel koyucu olan eytişimsel ve sosyal
öz-yapısı, hem sahnede gösteri oyunlarına özgü anlam oluşturu­
mu, hem de oyuncu-izleyici eytişimi'' içinde ortaya çıkar.

Sonuç: Her Şey Tiyatro mu ?

Mareike Buss'un yazısının sonuç bölümündeki saptamalarına


göre, oyunsallık/tiyatralite kavramı söz konusu olduğunda, dil,
''kullanımlardaki yapılar '' olarak tasarımlanır. Bir başka anlatım­
la, dil bu bağlamda ''sosyal iletişim edimlerinde (pratiklerinde)
oluşturulan ve sosyal iletişim edimleriyle değiştirilen '' bir dizge
olarak düşünülür. Dil aynı zamanda ''normatif bir karakter ve
dönüştürümü için yıkıcı serbest alanlar '' taşır. Dil bu kapsamda
ayrılmaz bir biçimde ''kullanıldığı kültürün görenekleri ve değer­
leriyle iç içe geçmiştir ve her bakımdan somutlaştırılmış bir simge
dizgesidir. ''
Gerçekten de tiyatral oyunların veya oyunlaştırmaların bir dizi
özelliği, örneğin, ''somutlaştırılmış performans anlamında beden­
selliği, sosyal eytişimsel öz-yapısı ve olaysallığı '', gündelik perfor­
mans içinde oluşturucu işlev taşır.
Bunun yanı sıra, her türlü iletişimin performans, her türlü
performansın da tiyatro olduğu söylenemez. Her türlü benzerli­
ğe karşın, ''tiyatral olan ve olmayan eytişimler arasında belirgin
farklar'' da vardır. Söz konusu farklar, ''ele alınan konuların nesi
ve nasılı ile ilgilidir; iletişimse/ eytişimin türü ve son olarak da
iletişimse/ görüşler/alışkanlıklar ile ilgilidir. ''
Dilsel bildirimlerin ''olağan kullanımdan tiyatral kullanıma
geçişte bir sürekliliği'' vardır. Aynı durum, ''diyalojik kullanımın
,
238 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

monolojik kullanım üzerinden tiyatral iletişim durumlarına geçiş­


te de'' olduğu söylenebilir. Tiyatral olan ile olmayan, ''farklı ile­
tişim biçimlerinin sürekliliğinde bu iki uç kutbu '' anlamlandırır.

1. 9. C. Frank Liedtke:
''Hakikat İçermeyen Eylem: Sahnede Edimsellik''

Tiyatro Oyunu Edimseldir •

Frank Liedtke'nin ''Hakikat İçermeyen Eylem: Sahnede Edim­


sellik''43 adlı yazısını da dilin oyunsallığı kapsamında konulaştır­
mak yararlı olabilir.
Dilsel bildirimlerin farklı anlamlar kazanmasına neden olan
etmenin ''dil kullanım tarzlarının farklılığı '' olduğunu vurgulayan
Liedtke'ye göre, ''kurumsal-durumsal çerçeve '' ve ''oyuncuların
buna denk düşen ön bilgileri '' temelinde değişen iki farklı ''sah­
neleme türü '' vardır. Yazarın kavramlaştırmasıyla, günlük konuş­
ma durumlarında görülen ''vernaküler bildirimler, sahnesel ve
özellikle anlatıcı öz-yapılarını '' ortaya çıkarmak için, tikel ayırıcı
belirtileri gereksinirler.
Buna karşın, bir tiyatro oyunu çerçevesinde gerçekleştirilen ve
''vernaküler olmayan bildirimler'', söz konusu tikel ayırıcı özel­
likleri gereksinmezler; çünkü söz konusu çerçeve, ''dil eylemle­
rinin anlatıcı öz-yapısı hakkında genel bir ön-bilgi '' sağlar. Bu
ayrımlaştırma, ''sahneleme'' anlatımının kullanımında ''anlamlı
bir fark'' oluşturur: Söz konusu fark, ''eylem olarak okuma türü ''
olan vernaküler bağlamda ''sahneleme etkinliği'' anlamında kul­
lanılır. ''Nesne olarak okuma türü '' olan vernaküler-olmayan bağ­
lamdaysa, ''sahneleme etkinliğinin sonucu'' anlamında kullanılır.
Bu ikincisinde ''başarılı bir sahneleme'' den söz edilir. Vernaküler
durumda ''sahnelemenin taşıyıcısı '' oyuncunun kendisidir; ikinci­
sindeyse, ''oyuncunun anlatımını sahneleyen '' rejisördür. Her ikisi

43 Frank LIEDTKE: ''Handeln ohne Wahrheit: Performativitaet auf der Bühne und im
Parkett''; içinde: Mareike Buss/Stefan Habscheld/Sabine Lutz/Frank Liedtke/Jan Ge­
oerg Schneider (Hrsg.): "Theatralitaet des sprachlichen Handelns- Dilsel Eylemin
Oyunsallığı ''; s. 1 1 7- 1 4 1 , Wilhelm Fink Verlag, München 2009
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 239

de ''gösteri oyununda sahnelemenin bir başka '' güce ait olduğu­


nun göstergesidir. Günlük konuşmadaki sahnelemeyse tümüyle
farklıdır. Bu bağlamda oyunsallığın/tiyatralitenin bir başka ''tikel­
liği'' ortaya çıkar.
Modern tiyatro oyun anlayışında betimleme yerine ''edimsel­
lik'' kavramının önem kazandığını belirten Liedtke'nin J. L. Aus­
tin'e dayanan öne-sürümü uyarınca, ''tiyatro oyunu, sav/amacı bir
şey anlatmadığı için, belir/emeci değil, edimseldir ''; çünkü tiyatro
oyununda bir şeyler yapılır; bir eylemde bulunulur.
Bununla birlikte, bir tiyatro oyununa rahatlıkla ''edimsel­
lik '' özelliği de atfedilebilir. Bir dil eylemi ile bir de betimlenen
dil eylemi ayrımına dayanarak, bir betimleyici, bir de betimleyici
olmayan edimsellik olduğu söylenebilir. Bu bağlamda ''betimleme
kavramından oyunsal/ık ile betimleme arasındaki ilişkiye '' ulaşa­
bilmek için, edimsellik kavramını açımlamak gerekmektedir.

Edim ve Edimsellik

Herhangi bir '' belirleme'' yapmayan dilsel bildirimlerin varlığı,


J. L. Austin'in ''dil eylem kuramı''nın başat özelliklerinden biridir.
İngilizce ''to perform'' , Türkçede etmek, icra etmek, gerçekleştir­
mek gibi anlamlara gelir. Buna göre, bir dilsel bildirimde bulunan
kişi, salt bir şeyler söylemez, aynı zamanda bir şeyler eyler; kısa­
cası, bir eylem gerçekleştirir.
Örneğin, Liedtke'nin anlatımıyla, ''Parlamento oturumunu
açıyorum '' şeklinde bir dilsel bildirimde bulunan konuşucu, par­
lamentoyu açtığını betimlemez; parlamentoyu açar. Bu dilsel bil­
dirimden sonra parlamento oturumu açılmasa, bu dilsel bildiri­
mi gerçekleştiren kişi, ''yalan veya yanılgıyla '' suçlanmaz; sadece
amaçlanan etkinin ''ortaya çıkmamasının nedenleri'' araştırılır.
Austin'e göre, ''açıkça edimsel olan bildirimin '' belirleyici
yönü, ''dönüşümsellik''tir: Yukarıdaki türden bir tümce söylemek
suretiyle, ''bu tümcenin belirleyici bir kullanımının doğru olması ''
için gerekli koşullar yaratılmış olur. Tümce daha önce ''başarılı''
olamamışsa, ''gerçek'' olamaz.
240 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-

Bir başka örnek olarak ''kütüphaneyi açıyorum '' tümcesini ala­


lım. Bir kütüphanenin açılması, sadece bir ''dil eylemi'' değildir.
Bu durumda dil eylemi, ''eşlik eden bir bildirimdir. '' Söz konusu
bildirim, ''özdeksel eylemi '', diyesi, kütüphanenin açılması eyle­
mini ''özgüleştirir. '' Bildirimin işlevi, ''bir kapının anahtar ile açıl­
masını değil'', bir kurumun açılışını ve sonrasını açıklığa kavuş­
turmak suretiyle, ''törensel değeri'' açıklamaktır. Açılıştan sonrası
ise, kütüphanenin kullanılabileceğidir.
Austin'e göre, herhangi bir tümceyi söylemek demek, ''o tüm­
ceyi yapmak '' demektir. ''Yardımından dolayı teşekkür ederim ''
tümcesi, dile getirildiği bağlam içinde ne için teşekkür edildiğini
gösterdiği gibi, teşekkür etme eylemini de gerçekleştirir.
Liedtke'nin anlatımı uyarınca, ''tiyatro oyununda edimsellik,
bildirim ve bildirimi kuşatan eylem gerçekleştirimlerinin etkileşi­
mine bağlıdır. '' Betimleyici olmayan edimsellik ise, ''bildirim ile
bildirimi kuşatan kurumsal günlük eylemin etkileşimine '' bağlıdır.

Edimsellik ve Canlandırııı a

Liedtke'nin belirlemesi uyarınca, J. R. Searle'ün ''kurgusal söy­


lemlerin mantığı'' ile ilgili çözümlemesi kapsamında genel olarak
kurgusal metinler, özel olarak da drama metinleri hakkındaki bir­
takım gözlemleri önem taşımaktadır. Searle'e göre, kurgusal dil
kullanımında ''dil eyleminin gerçekleştirimi için gerekli olan birta­
kım oluşturucu kurallar '', örneğin, konuşmayı başlatma kuralları,
ciddiyet kuralları ve diğer önemli kurallardan bazıları, ''tikel bir
tarzda değiştirilir veya kullanım dışı bırakılır. '' Anılan düşünür,
''dil ile gerçeklik arasındaki ilişkileri'' oluşturan bu tür kuralları
''dikey kurallar '' olarak adlandırır.
Searle'ün öne-sürümü uyarınca, kurgu, ''sözcükler ile
dünya arasındaki ilişkiyi bozan yukarıda belirtilen dil dışı ve
anlam (semantik) ile ilgili olmayan uzlaşımlarla '' olanaklı olur.
Dikey kuralların oluşturduğu/kurduğu ''bağlantıları/ilişkileri
bozan '' kurgusal söylem uzlaşımları, ''yatay uzlaşımlar'' olarak
nitelenebilir.
DiL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 241

Liedtke'ye göre, bu açıklamada ''dil ile dünya ilişkisine yönel­


mek ve bunları bozmak suretiyle '', kullanılan dilsel göstergelerin
''imlemini'' etkilemeyen yatay uzlaşımların dil-dışı öz-yapısının
vurgulanması ilgi çekicidir. Kullanılan anlatımların ''kurgusal
bir kullanım tarzı '' içinde betimlenmeleri, bu anlatımlarda hiç­
bir değişikliğe yol açmamaktadır. Bu anlatımların ''bir öyküde,
romanda veya şiirde kullanımındaki özgün yönleri '', dil eylem
kuramına göre, '' sanki'' , bir başka anlatımla, ''gerçekte değil,
sözüm ona gerçekleştirilir. '' Kurgusal metinlerin yazarları, bir
şey yazmak suretiyle bir eylem gerçekleştirir gibi görünür; ancak
gerçekleştirmezler.
Searle, yazınsal metinleri de kendi içinde ayrımlaştırır; bunları
''epik kurgusal metinler'' ve ''drama metinleri'' olarak öbeklen­
dirir. Drama metinleri, özellikle ''oyunculara yönelik talimatlar''
içermek suretiyle, epik metinlerden ayrılırlar. Söz konusu talimat­
lar ve yönlendirimler, ''belirleme yapma '' izlenimi uyandırırlar. Bir
drama metninin dil-dışı rolü, ''pasta tarifine '' benzetilir. ''Öyley­
miş gibi yapma '' unsuru, oyun düzeyinde ortaya çıkar.
Tiyatral dil kullanımının ''tikelliği'' , ''kurgusallığın özünü
belirleyen yapıyormuş gibi yapma unsurunun, drama metnin­
de değil, oyun sırasında gerçekleşmesiyle '' belirginleşir. Drama
metni, ''yapıyormuş gibi görünmenin kendisi olarak değil, yapı­
yormuş gibi görünmenin '' talimatıdır. Sözüm ona gerçekleştirim­
ler, ''dilsel bildirimlerin edimsel belirlemelerini ortadan kaldıran
yatay uz/aşımları devreye sokar. ''
Öte yandan, Liedtke'nin saptaması uyarınca, yukarıda yer alan
Searle'ün açıklamaları tümlenmeye muhtaçtır; çünkü kurgusal
söylem, örneğin oynanan oyun veya piyes, bir başına ''özgün bir
söylem dünyası'' olarak görülmemelidir. Bu özgün söylem dünya­
sında gerçekleştirilen bildirimler, dil-dışı bir ''güce sahiptir. '' Söz
konusu bildirimlere bu gücü kazandıran şeyse, ''gerçekleştirilen
bildirim tipine uygun olan dikey uzlaşımdır. ''
Searle, ''kurgusal gönderme ve kurgusal kişiler'' olduğu gerçe­
ğini, ''bir romanın okuyucularının o romanda yer alan bir figür
242 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

üzerine konuşmalarına '' indirger. Bu, ''dış bakış açısıdır. '' Bu kap­
samda asıl önemli olan, ''kendilerine ve başkalarına gönderme
yapan, başkalarına karşı dil eylemleri gerçekleştiren ve böylece
iyi tanımlanmış belirlemelere ve gerekçelendirme/ere yer veren
eylemli figürlerin iç bakışıdır. ''
Anlatımların ve nedenlerin kurgusal alanındaki en küçük tutar­
sızlık, ''kurguyu çökertir. " Bu yüzden, dilsel göstergenin betim­
lenimi, ''tiyatro parçalarında veya oyunlarında tam geçerli dil

eylemlerinin yapıldığı '' seçeneğini açık bırakmalıdır. Bu saptama,


özellikle bütün oyun açısından görülebilir ''yapı-bozucu sonuçla­
ra yol açabilen edimsel bildirimler'' için geçerlidir.
Kurgusal söylemde ''yapay olarak bozulmuş dikey uzlaşım­
ların olduğu ve kurgusal olmayan söylemde de yatay olarak
bozulmamış dikey uzlaşımların olduğu '' varsayılmalıdır. Bu şöyle
örneklendirilebilir: ''Bir tiyatro yapıtında açık şekilde edimsel bir
dilsel bildirim yoluyla miras olarak bırakılan bir saatin 'belirtilen
kişiye' ait olduğu '' sonucunu doğurur. Buradaki ''mülkiyet ilişkisi,
oynanan piyesin söylem dünyasıyla sınırlıdır. ''
Bu ilişki, ''canlandıran oyuncuyu kapsamaz ''; ancak ''can­
landırılan figürü de içine alır. '' Bir dil eyleminin kurgusal olarak
gerçekleştirilmesinden söz etmenin anlamı veya nedeni budur. Bir
başka anlatımla, ''saatimi sana miras olarak bırakıyorum '' anla­
tımının kullanımının anlamı budur. Burada gerçekleştirilen miras
bırakma eyleminin kendisi değil, gerçekleştirim canlandırılır veya
betimlenir.
Bu kapsamda kullanım ile canlandırma arasındaki fark, Lie­
dtke'nin söyleyişiyle, ''genel olarak kurgusallığın, özel olarak da
tiyatralitenin merkezi öğesidir ''; çünkü buradan çıkan ''izleyici­
nin yargı gücü '', bir başka deyişle, ''estetik etki'', ''kullanım ve
canlandırmanın kutupları arasındaki gerilimden, geçişlerden ve
bu çelişkinin ortadan kaldırılmasına değin uzanan karşılıklı nüfuz
etmelerden türetilir. '' Öte yandan, kurgusallık ile oyunsallık ara­
sındaki ilişki elbette sorgulanabilir.
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 243

1. 9. D. Martin Steinseifer:
''Görülür Somut Anlatımlar- Edimselin Konjönktürü
ve Metin Kavramının Akıbeti Ne Olacak ? ''

Steinseifer ''Görülür Somutlukta Anlatımlar- Edimselin Kon­


jonktürü Nedeniyle Metin (Kavramının) Akıbeti Ne Olacak? ''44
adlı bu yazısında edimselliğin, metin kavramını etkisizleştireceği
endişesini konulaştırır. İmge kavramının dilbilimsel araştırmalar­
da giderek önem kazandığını örnekleriyle açımlayan Steinseifer,
''dönüm'' metaforunu kullanarak, dil kuramında imgenin lehine
bir ''pragmatik dönüm '' gerçekleştiğini öne sürer.

İmgeler, Metinlerdir

Hartmund Stöckl'ün ''İmgede Dil, Dilde İmge''45 adlı kitabına


gönderme yapan Steinseifer'in aktarımı uyarınca, Stöckl, imgele­
ri, metinler olarak anlamak gerektiği savını şiddetle savunmuştur.
Stöckl, anılan yapıtında ''dilsellik ile imgesellik arasındaki ilişki''
üzerine yoğunlaşmıştır. Söz konusu yapıt, dil-imge ilişkilerinin
tipleştirilmesi konusunda ''ufuk açıcı yaklaşımlar'' içermektedir.
Bu bağlamda çoğunlukla özdeksel imgeler ile dilsel imgeler ara­
sındaki bağıntı incelenmektedir.
Stöckl, Steinseifer'in değerlendirimi uyarınca, ''dil ile imgenin
kitlesel bir dolayım olan metindeki bağlanımını '' modellemeyi
amaçlar. Bu bağlamda ''kitlesel bir dolayım olarak metin'' ifade­
si, öncelikle ''yazılı dolayım/arda yer alan yazılar, redaksiyonel
katkılar ve reklam '' gibi alanlardaki metinleri kapsamaktadır.
İletişim sunularının bu alanı, ''farklı nitelikler taşıyan imgeleri'',

44 Martin STEINSEIFER: ''Sichtbar verkörperte Artikulationen- Was wird aus dem


Text(-begriff) angesichts der Konjunktur des Performativen''; içinde: Mareike Buss/
Stefan Habscheid/Sabine Lutz/Frank Liedtke/Jan Geoerg Schneider (Hrsg.): ''Theat­
ralitaet des sprachlichen Handelns- Dilsel Eylemin Tiyatralitesi/Oyunsallığı" ; s. 1 43-
1 63, Wilhelm Fink Verlag, München 2009
45 Hartmund STÖCKL: ''Die Sprache im Bild- Das Bild in der Sprache''; De Gruyter,
Berlin/New York, 2004
244 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

örneğin, ''fotoğraf/,ar, grafikler, diyagramlar ve bunların karışık


biçimleri olan, üst-başlık, alt-başlık, iç-başlık, alt-yazı gibi yazı
karakterinin değişik biçimlerini '' kapsar. Bu bağlamda ''imgeler
ve yazı her zaman bir arada bulunur. ''
İletişim sunuları, ''böyle biçimlendirilmiş görsel yüzeyler'' kap­
samında değerlendirildiğinde, imgeyi metin olarak tasarımlamak
''mantıklı'' görünmektedir. Metni, ''işlevli bir dilin dışa-vurulmuş
tekil görüngüsü ' ve ''özgün dilsel göst�rge'' olarak tanımlayan
'

Steinseifer'in açıklamasına göre, bu tanım, örneğin, metni ''dilsel


dizgedeki sözcük-gösterge olarak göstergesel dilsel temel birim­
ler'' olarak tasarımlayan de Saussure'ün tanımıyla örtüşmez.
Bunun yanı sıra, söz konusu tanım, ''somut iletişim durumlarında
edinilen deneyimler ve bu iletişim durumlarında ortaya çıkan bil­
dirim oluşturularını '' temel alan yaklaşımla benzerlik taşır.
Bütün bu açıklamalar, yeni yaklaşımlarda dilin iletişim işlevi­
nin ve dilsel malzemenin biçimlenebilirliğinin bitimsizliğinin öne
çıkarıldığını göstermektedir. İşlevsel-iletişimsel yönelim, doğal
olarak ''sözellik/sözlülük'' ile ''yazılılık'' kavramlarının ''eşdeğer''
tutulmasını gerektirir. Burada ''konuşma'' sözcüğünün metni de
kapsayan bir genişlikte ele alındığını vurgulayalım.
Bu bağlamda metin kavramının oluşturucu özellikleri olan
'' bağlam'', ''bağlaşım'' , ''durumsallık'', ''erek sellik'', '' bilgilen­
diricilik '' , ''kabul edilebilirlik'' ve ''metinler-arasılık'' kavramla­
rına ek olarak, Steinseifer'in sıralaması uyarınca, ''görece tüm­
lenmişlik '', '' bölümlenmişlik '', ''öz-anlamlılık '', ''kültürellik '',
''dolayımsallık '', ''örnekle ilinti/ilik '', ''biçimlilik '', ''alım/amada
eğilimsel kendiliğindenlik '', ''imge-dünya eşitlemesi '' gibi özellik­
ler eklenebilir. Kimi metni oluşturucu, kimi düzenleyici olan bu
özelliklerin bazıları, belirgin bir '' benzemezlik'' taşımaktadır.
''İmge, metindir'' anlayışı temel alındığında, metin için sıra­
lanan bu özelliklerin hemen tümünün imge için de geçerli olması
gerekir. Dolayısıyla, imgenin de '' bağlam '', ''bağlaşım'' , ''durum­
sallık'' , '' ereksellik '', '' bilgilendiricilik '', ''kabul edilebilirlik''
''görece tümlenmişlik'' , '' bölümlenmişlik'' , ''öz-anlamlılık '' ,
DİL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 245

'' kültürellik '' '' dolayımsallık '' ''örnekle ilintililik '' ''biçimlilik''
' ' ' '

'' alımlamada eğilimsel kendiliğindenlik'' gibi özellikler taşıdığı


veya taşıyabileceği kabul edilmelidir. Ayrıca, imgede görme ve
çağrışım yeterliliği ve imgenin yarattığı ''retorik etkileri'' de göz
önünde tutmak gerekir.

İmgeler, Deneyimler ve Yaşantılarla Bilinir

Steinseifer, imge çözümlemesinde yukarıda anılan özellikleri


arasında ''imge-dünya eşitlemesi'' özelliğinin '' bağlam'' kavra­
mı ile ilişkilendirilebileceğini öne sürer. ''İmge-dünya eşitlemesi''
anlatımıyla söylenmek istenilen şey, ''imgeye bakış'' ile ''dünyayı
görme''nin eşitlenmesi veya benzeştirilmesidir. Dünyayı görme ile
imgeye bakışı benzeştirmek, ''gösterge/erce temsil edilen ve dış
dünyada edinilen deneyim yoluyla bilinen nesneler veya husus­
lar'' gibi imgeler de deneyim ve yaşantılarla bilinir duruma gelir.
İmgelere anlam yüklemenin temeli budur.
Steinseifer'in Stöckl'ü alıntılamasına göre, nesnel imgele­
re anlam yüklemenin bu tarzı veya yöntemi, '' betimleyici'' veya
''temsil edici'' imgeler için anlaşılır bir durumdur; ancak bu yazılı
anlatımlar, renkler ve biçimler daha önce edinilen görme ve algıla­
ma deneyimleri ve yeterliliğiyle çağrıştırılır ve böylece ''kurgusal
imgeler'' anlamlandırılır.
Bu işlem, örnekseme ve anlam aktarımı, duyumsal bilinç içe­
riklerini ve yaşantılarını bağlantılandırma gibi yollarla zenginleş­
tirilir. Bu bağlamda ''imge dışı algılama süreçlerini ve deneyimleri
biçimleyen şemaların, imgelerin yorum yoluyla anlamlandırılma­
sında '', bir başka deyişle, ''görsel sunu/ara iletişimse/ bir anlam
yüklemede'' hangi rolü oynadığı önem kazanır.
İmgeler, ''görülebilirlik olgusu '' ve ''çağrışım yükü '' ile dilsel­
leştirilir ve iletişimi etkilerler. Özellikle ''nesnesi olmayan/nesnel
olmayan'' imgeler, ''görülebilirlik'' özelliği taşımaz. Öte yandan,
''gazete türü basılı dolayım/arda kullanılan ve nesnelilkonulu
imgeler için prototip olarak kabul edilen '' fotoğraf imgelerle bağ-
246 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

lantılandırılan imlem/anlam, bu imgelerin ''yeniden bilinebilir ''


duruma getirdikleri şeyin ''toplamı'' değildir.
Anlam/imlem, ''diğer imgelerin de ilişkilenebileceği sınırlı
yüzeydeki/alandaki tekil öğelerin düzenlenimine bağlıdır. ,,
Bu kapsamda örneğin, ''merkezinde tahrip olmuş bir taşıtı,
onun yanında insanları, ön kısmında cadde yüzeyini ve arkada
da ağaçları ve evleri gösteren '' bir gazete fotoğrafı, başka bilgile­
re gerek kalmaksızın, ''bombalı bir saldırının olay yerinin resmi/

imgesi '' olarak anlaşılır. Bu, ''resimlerle ilişkilerde'' veya resim-


lerin kullanımında ''bir olay yerinin nasıl betimlendiğinin veya
anlatıldığının '' öğrenilmiş olmasıyla açıklanabilir. Bu tür görece
''kalıcı anlamlarınlimlemlerin '' yerleşmesinin nedeni, örnekseme­
ler ve çıkarımları ''diğer görme deneyimleri'' ile ilişkilendirmedir.
Bu bağlamda ''imge-dünya'' eşitlemesi ilkesi çerçevesinde düşünü­
len ''özgün imgesel şema/aştırmalar '' geçerlidir.
Steinseifer, bu kuramsal yaklaşımda ''nesnel/konulu imgelerin''
imlemini çözümlemede, bu imgelerin ''yeniden bilinebilir ola­
rak gösterdikleri ile imge olarak neyi beklenebilir şekilde temsil
ettiklerini/anlattıklarını '' ayırmak gerektiğini vurgular. İmlemin
bu yönlerini ayrıca bir imgeye ''iletişimse/ kullanımda yüklenen
anlamdan ,, da ayırmak gerekir. Steinseifer'in belirlemesiyle, ne
anlam, ''çözümleyici karşılaştırmalar yoluyla yeniden oluşturu­
labilir betimleme im/eminde ,, belirlenmiştir, ne de söz konusu
betimleme imlemi, ''imgenin yeniden bilinebilir şekilde göster­
diği şeye bağlanabilir. '' Zira imgesel imlemler, varlıklarını ''salt
soyutlanmış imge deneyimine değil, diğer imgelerle olan şematik­
leştirilmiş ilinti/erin yanı sıra, ortak bir çerçevedeki metin bölüm­
leriyle birleştirme yoluyla iletişimse/ kullanımdaki yüklemelere''
borçludurlar.
Steinseifer, bu açıklamalar ışığında ''imge'' kavramını ''metin''
kavramı içinde değerlendirmek yerine, ikon ve simge kavramla­
rını da kapsayan ''gösterge'' kavramı altında incelemenin daha
yerinde olacağını öne-sürer. Söz konusu araştırmacı, bu öne-sürü­
münü bir sonucu olarak ''imge, metin değildir '' ara-başlığı altında
gerekçelendirmeye çalışır.
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 247

İmge, Metin Değildir

Steinseifer, bu bölümde ''İmgeler, Metinler midir? ''46 adlı yazı­


sında imgeyi ''görülebilir oluşturu '' olarak niteleyen Konrad
Ehrlich'ten şu görüşleri aktarır: İmge/resim, özgün bir ''algılama
eylemi '' gerektirir. Bu özellikle ''perspektif aracılığıyla bir yüzey
üzerindeki üç boyutlu mekanı anlatan/betimleyen '' imgeler için
geçerlidir. Ehrlich'e göre, özellikle ''fotoğraf tekniğiyle üretilen ''
resimler/imgeler, ''gösterici'', ''anlatıcı'' , '' çizimleyici '' ve ''temsil
edici'' olmak üzere, dört kümede öbeklendirilebilir. Temsil edici
resimler/imgeler, özellikle '' Hıristiyan Ortodoksisinin ikonları ''nı
kapsar.
Bu bilimcinin açımlaması uyarınca, resimler, ''çerçeve'' ve
''bütünleştirici düzenleme '' ile de öz-yapısal özellikler kazanırlar
ve bunların temel özelliği ''belli bir yüzeye '' yayılmalarıdır. Belli
bir yüzeye yayılan ve biçimleriyle izleyicinin dikkatini üzerinde
toplayan resimler, ''kendilerine rasgele anlam yüklenemeyen ile­
tişim sunu/arıdır. '' Ehrlich'in bu açıklamalarından yola çıkarak,
resimlerin ''ilk bakışta'' kavranamayacağı söylenebilir. Resimlerin
gerektirdiği ''alımlama biçimi'' , resim ile metin arasındaki ''temel
farktır. ''
Bir resimsel imgenin ''anlam gizil gücünün '' bakışta veya izle­
mede ortaya çıkması, ''birincil bir holistik (tümcü) yaklaşım tarzı ''
gerektirir. Buna karşın, bir metnin anlam gizil gücünün açımlan­
ması veya anlaşılması için, ''tutarlı ve doğrusal bir çalışma olan
okuma'' gerekir; çünkü -''metnin bölümlerinin verili olan sırala­
masının '' okuma eylemiyle ayrımına varılır. Dolayısıyla, resim
bakmak, metin okumak suretiyle alımlanır.
Steinseifer'in açımlamasına göre, doğrusal okuma ile ''yine­
leyici bakış'' ayrımı, ilk bakışta ''açık ve mantıklı'' görünmek­
tedir. Fakat bunun da zorlukları vardır. Yerleşik metin tanımla­
rını reddeden Ehrlich'e göre, metin ''işlev taşıyan her türlü dil''
ya da ''dilsel eylemin ürünü'' diye tanımlanamaz ve ''anlamsal

46 Konrad EHRLICH: ''Sind Bilder Texte''; içinde: Der Deutschunterricht 57, 4, s. 5 1 - 60


248 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI · 1 ·

bağlam'' metinselliğin ''merkezi belir/eyim ölçütü '' olarak görüle­


mez. Ehrlich, dilsel eylemlerin biçimlerini, ''söylem'' ve ''metin''
olmak üzere, iki ana bölümde toplar. Eğer bir toplantı arasında
çay molasında yapılan konuşma "söylem'', bir bilimsel makale
de ''metin'' olarak adlandırılırsa, bu öbeklendirme veya ayrım
sorunsuz olarak görülebilir.
Burada hemen şu görüşler dile getirilebilir: Bu bağlamda­
ki ''konuşma'' sözel, makale ise yazılı iletişim aracıdır. Ehrlich,

Steinseifer'in aktarımı uyarınca, metin kavramını tanımlamada


''özdeksellik'' kavramını değil, işlevsellik kavramını öne çıkarır.
Ehrlich için metin, ''yan yanalığın zaman ve mekan bakımından
sınırlı bir durumu ötesinde, anlık dilsel eylemlerin süreklileştiril­
mesine hizmet eden iletişim biçimidir. ''
Bu bağlamda metin geçmişi şimdiye bağlayan bir aktarım aracı
işlevi kazanır. Aktarımı olanaklılaştırmak için, ''anlatım biçimle­
rinin nesnelleştirilmesi'' gerekir. Söz konusu nesnelleştirme saye­
sinde anlatım biçimleri, belli ölçülerde ''bildirim durumundan ''
ayrıla bilir.
''Kalıcı ve görülür bir biçim '' olan yazı, bu iş için oldukça
uygun koşullar taşır. Halk arasında yazı ile metnin çoğu kez aynı
bağlamda, hatta eşdeğer tutulması, bu yaklaşımı kolaylaştırmak­
tadır. Yazılı veya sözlü metnin aktarım işlevi, diyesi, süreklileştiril­
mesi önemli olunca, aktarım aracı ikincil duruma düşer.

İmge-Metin İlişkisi Nasıl Belirlenebilir

''İmge, metindir'' diyen Stöckl ile ''imge, metin değildir'' diyen


Ehrlich'in savlarını karşılaştıran Steinseifer, ''göstergenin dola­
yımsal somut/aşım koşullarını '' temel alan bir metin kavramını
onerır.
• • •

Bu önermesini gerekçelendirmek için, Ulrich Schmitz'in ''İmge­


ler Elbette Metinle Ortak Yönler Taşır''47 adlı yazısında geliştir­
diği görüşlere başvurur. Schmitz'in değerlendirmesi uyarınca,

47 Ulrich SCHMITZ: ''Und Bilder haben doch was mit Texten''; içinde: Angelika RED­
DER (yayımlayan): "Texte und Diskurse''; s. 95- 1 04, Stauffenberg, Tübingen 2007
DİL FELSEFESİ VE EDEBiYAT 249

''metinler imgelerde, imgeler de metinlerde ortaya çıkar; metinle­


rin yerine imgeler veya metinlerde imgeler ortaya çıkar. İmge, yazı
olur; yazı da imge. ''
Bu açıklamadan da görüleceğe üzere, dilsel bildirimin yazı
biçimi, Steinseifer'in anlatımıyla, metinlerle imgeleri ''her türlü
birleştirmenin ve karıştırmanın '' koşulu olarak görülmektedir.
Bu belirlemeden yola çıkan Steinseifer yeni bir metin tanımı öne­
rir: Metin, salt ''iletişim eyleminin işlevsel birimi'' olarak değil,
''yüzey, diyesi, bu eylemi olanaklı/aştıran dokuntu/örüntü ''48 ola­
rak belirlenmelidir.
Bu belirleme uyarınca, metinler, hem iletişimi sağlayan işlevsel
birimlerdir, hem de görsel birimlerdir. Bu görsel birimler, ''doğ­
rusal ve bir tümlük olarak algılanan biçimlerdir. '' Böylece metin,
işlevci geleneğin tersine, ''yazı biçimine'' bağlanır.
Yazı biçimi, ''doğrusallığı içinde sabit yazılı metinlerin ses biçi­
mi ve el-yüz-devinimi biçimindeki anlık dilsel anlamlandırmalar
ile ilişkilenebilirliğini '' güvence altına alır.
Yazı ayrıca, ''görsel-yüzeysel biçim olarak metin örüntüleri ile
imgeleri birleştirerek, karmaşık iletişim sunu/arına dönüştürür. ''
İletişim işlevi dışında ''karmaşık bir anlatım biçimi'' olarak metni
oluşturan şey ve ''metinsel anlam oluşturma olanaklarının '' mik­
tarını belirleyen şey, ''dilsel-imgesel bir ikili/çift biçimin somutlaş­
tırılmasıdır. '' Böyle bir metin anlayışı, ''yazınsal anlatım biçimle­
rinin rolü '' ile de uygunluk taşır.

Roland Barthes: Yazı, Tikelleştirir ve Bağlar

Burada bir başlam açıp, Roland Barthes'ın yazı hakkındaki


bazı görüşlerini irdelemeye katmak yararlı olabilir. Barthes '' Yazı
ve Yorum'' adlı kitabının ''Yazı Nedir ? ''49 bölümündeki belirleme­
leri uyarınca, yazar veya yazan ''yazıda bireyselleşir; çünkü bura-

48 Sceinseifer, burada text kavramının kökenine gönderme yaparak, ''textur" kavramını


kullanır. Ben de sözcüğün bu anlamını temel alarak, ''örüntü'' veya ''dokuntu '' söz­
cüklerini yeğledim.
49 Roland BARTHES: "Yazı ve Yorum''; çeviren: Tahsin Yücel, Metis, üçüncü basım,
İstanbul 2009.
250 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

da bağlanır. '' Yazı ayrıca ''tarihsel bir dayanışma edimidir. '' Dil,
bir nesnedir; ancak yazı ''bir işlevdir: yaratım ile toplum arasında
bağıntıdır. Toplumsal amacıyla dönüşmüş yazınsal dildir; insansal
amacı içinde kavranan ve böylece tarihin büyük bunalımlarına
bağlanan biçimdir. ''
Yazı, yalnız kendisiyle başlayan ''yazınsal sorunsalın odağında,
öncelikle biçimin ahlakıdır. '' Yazı, yazarın kendi dilinin ''doğası­
nı'' yerleştirmeye karar verdiği ''topl1:1-msal alanın seçimidir. '' Yazı
iki anlamlı bir gerçekliktir: Bir yandan, ''yazarla toplumun karşı
karşıya gelmesinden doğar; öbür yandan yazarı yaratımının araç­
sal kaynaklarına gönderir. ''
Barthes'ın açımlamasına göre, yazının ''seçimi ve sorumluluğu,
bir özgürlük gerektirir. '' Belirli bir yazarın olası yazıları ''tarihin
ve geleneğin baskısı altında belirlenir. " Yazı, ''bir özgürlükle bir
anı arasındaki bir uzlaşmadır''; seçim ediminde özgürlük olan
ama ''süreminde özgürlük olmaktan çıkan anımsayan özgürlük­
tür. '' Yazar veya yazan, ''şu ya da bu yazıyı seçebilir'' ve bu dav­
ranışıyla ''özgürlüğünü kesinleyebilir ''; fakat bu sürem içinde baş­
kasının, hatta kendi sözcüklerinin ''tutsağı'' olmaktan kendisini
kurtaramaz.
Bütün öbür yazıların ''geçmişinden gelen inatçı bir kalıntı,
''sözcüklerin şimdiki sesini'' bastırır. Her türlü yazı veya yazı­
lı iz, ''önce saydam, arı ve yansız bir kimyasal öğe gibi çökelir''
ve zamanla ''bütün bir geçmişi '', ''bütün bir şifrelemeyi'' ortaya
çıkarır. Bu nedenle, yazı ''özgürlük olarak yalnızca bir andır'';
ama bu an, tarihin ''en açık anlarından biridir ''; çünkü tarih her
zaman ''bir seçim ve bu seçimin sınırlarıdır. ''

Edimsellik Estetiği

Yeniden Steinseifer'e dönebiliriz: Metinsel örüntüler, salt


okuma için değil, ''oyunlaştırma için de '' temel olarak alınabilir.
Oyunlaştırma, ''çocuklara masal okumadan, konferans konuşma­
sına, televizyonda haberleri okumaya ve bir drama metnini temel
alan geleneksel tiyatro edimine'' değin uzanır. Yazılı bir metin
DiL FELSEFESİ VE EDEBİYAT 251

okunmasında vurgulama, boğumlama ve el-yüz-devinimlerinin


anlam oluşturucu özelliği gözetilmek zorundadır.
Burada anlamı renklendiren '' bedenselleştirme'' veya ''somut­
laştırma'' etkisini düşünmek ve ayarlamak önemlidir. Bütün bun­
ları kapsayan ''edimsellik estetiği'' anlatımı, söz konusu duyarlı­
lıkları kapsar. Bu konunun bir yönüdür; bir başka yönüyse, ''tekil­
lik'' ilkesi uyarınca metinlerin ele alınmasıyla ilgili edim-dilbilim
ile ilgili çıkarımları kapsar.
Edim-dilbilimsel araştırmalarda tekil metin biçimlendirimleri­
nin ''yinelenebilir olan'', ''tipik olan'' yönleri öne çıkarılır. Estetik
bakış açısından özellikle ''yinelenebilir oyunlaştırma olaylarının
anlam efektleri ''ne ilgi duyulur. Bu bilimsel disiplin için tek bir
anlatımın anlamı önemli olmakla birlikte, ''belirli iletişimse/ bağ­
lamlarda veya söylemlerde beklenebilir düzenleme biçimleriyle
ilintilendirilen im/em/erdir. ''

1. 9. E. Susanne Günthner:
''Tiyatralitenin Grameri mi ? ''

Dil, Hem Edimin Arka-Alanını Oluşturur,


Hem de Edimden Gelişir

S. Günthner, ''Oyunsallığın Grameri mi? Günlük Anlatılarda


Dil bilgisel ve Prozodik Sahneleme Yöntemleri '' 50 adlı yazısında
1 970'li yıllardan sonra sosyoloji, felsefe, etnografi ve dil eylem
kuramı gibi alanların bulgularının, dil ve konuşma kavramlarının
çözümlemesinin, insanın dilsel davranışları üzerinde yoğunlaşma­
sına yol açtığını belirtir.
Yukarıda geçen '' prozodik '' sözcüğü, ''prozodi'' den türetil­
miştir. Prozodi, ''dilin dizelerde incelenmesine ilişkin öğreti'' veya
kuramsal yaklaşım; ses/tını ile sözcük arasındaki ilişkiyi, dilde
müzikaliteyi öne çıkaran yaklaşım anlamı taşır.

50 Susanne GÜNTHNER: ''Eine Grammatik der Theatralitaet? Grammatische und


Prosodische Inszenierungsverfahren in Alltagserzaehlungen"; içinde: '' Mareike Buss/
Stefan Habscheid/Sabine Lutz/Frank Liedtke/Jan Geoerg Schneider (Hrsg. ): Theatra­
litaet des sprachlichen Handelns- Dilsel Eylemin Oyunsallığı''; s. 293- 3 1 7, Wilhelm
Fink Verlag, München 2009
252 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Bu araştırmacıya göre, ''edimsellik'' kavramını öne çıkaran söz


konusu bu yeni eğilim, dilsel olguları veya görüngüleri, ''gerçek,
bağlamsal ve yaşam dünyası ile ilintili kullanımı '' temel almakta­
dır. Bu yaklaşım uyarınca, ''dilsel yapılar ve örnekler, eytişimsel
işlevlerin ve kullanım tarzlarının sonucudur. '' Voloşinov'un deyi­
şiyle, ''sosyal iletişimin canlı edimine'' yönelim, aynı zamanda
dilsel görüngülerin ''dizgesel dilbilim anlayışıyla bir dilsel türdeş­
liğin/homojenliğin ülküselleştirilmesinçf.en ve yazı merkezcilik ''ten
kopuşu simgeler. Bunun yerine, ''sözlü ve yazılı dil kullanımının ''
özgün belirtilerini öne çıkarır.
Bu yönelim, ''edimsellik'' kavramında anlatımını bulmuştur.
Edimselliği temel alan dil anlayışında doğal olarak ''zamansal
akış içindeki dilsel görüngü/erin süreçselliği '', ''söyleşimsellik ve
ortak iletişimse/ im/emin birlikte belirlenmesi '', ''dilsel heterojen­
liğe yöneliş '', ''endeksikal yöntemler'', ''sözlü dile yönelim '', ''dil­
sel yöntemlerin bağlamsal/ığı '' öne çıkar.
Dilsel süreçlerin çözümlenmesinde edimsellikten yola çıkan
bu yaklaşım, grameri de etkilemiştir. Bu yaklaşımda, Günthner'in
deyişiyle, ''gramer bilgisinin'' tasarımlanması yerine, ''gramer
yapıları ve örnekleri'' eytişimde ortaya çıkan, ''yerleşen ve orada
tarzlaştırılan ' dilsel görüngüler olarak değerlendirilir. Dil dizgesi,
'

hem ''edimden'' gelişir, hem de edimin ''arka alanını'' oluşturur.


S. Günthner, ''sahne/eminin aracı olan ve oyunlaştırma/tiyat­
ro/aştırma yöntemi'' olarak işlev gören gramer görüngülerini ele
alır ve gramer yapılarının ''prozodik ve sözlüksek -anlamsal belir­
tiler'' de görülen, ''söyleşi sürecinde çözümlenen, söyleşimsel ve
bağlamsal'' türleri üzerinde yoğunlaşır. Edimi temel alan dilbilim­
sel yaklaşım, ''gramer yapılarının kullanım tarzlarını ve işlevleri­
ni'', iletişimsel edim içinde inceler.

Sahnesel Sunumlar Olarak Günlük Anlatılar

Günthner'e göre, Erwin Goffman'ın ''tiyatro metaforu '' ,


''sahne ile günlük konuşmayı karşılaştırması '', son otuz yıldan
beri ''anlatı'' araştırmasını belirlemiştir. Bu araştırmacının aktarı-
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 253

mıyla, Goffman'ın ''Konuşma/Söyleşi Çözümlemesi ''51 adlı yapı­


tında yer alan şu görüşleri önemlidir: ''Konuşucu/ar, çoğu kez bir
alıcıya bilgi aktarmazlar, tersine bir izleyici kitlesine bir drama
sunarlar. ''
Her türlü dilsel edim, aynı zamanda bir drama sunumu oldu­
ğuna göre, salt bilgilerle değil, ''oyunsal sunumlar'' ile de ilgilenil­
melidir. Goffman'a göre, söz konusu tiyatralite veya oyunsallık,
günlük yaşamda ''küçümyesici '' bir tavırla bakılan ''salt duygu­
ların gösterilmesi'' veya ''kendiliğinden/iğin oyunlaştırılması ''
anlamında tiyatro değildir; çünkü ''sahne ile konuşma arasındaki
koşutluk çok daha derinlere gider. ''
Günthner'in değerlendirmesi uyarınca, günlük konuşmalarda
''anlatıcıların'' başlıca arzusu, bir olayı ''karşıdakini içine alacak
tarzda yeniden oluşturmaktır. '' Söz konusu içine alıcı etkiyi yara­
tabilmek için, anlatıcılar, gösteriler tasarımlar, Goffman'ın sözünü
ettiği ''küçük dramalar'' oynarlar.
Günthner, günlük anlatımın ''kültürel edimlerini'' ve ''geçmiş
bir olayın anlatısal sahnelenişini'' göstermek için belli dilbilgisel
ve prozodik yöntemler geliştirir ve bunları ''oyunsa/lığın grameri''
olarak kavramlaştırır. Bu kapsamda eytişim sürecine katılanların
''karşısındakine bir drama sunmak ve olayı sanki karşıdakinin
gözleri önünde cereyan ediyormuş gibi yeniden tasarımlamak ''
için uyguladıkları iletişim stratejileri görselleştirilir.
Günlük anlatımlarda ortaya çıkan, tiyatronun ve oyunların
edimselliğini çağrıştıran. iletişim tarzları, Günthner'in Fischer-Li­
chte'nin ''Edimselin Estetiği İçin Bir Model Olarak Tiyatro '' 52 adlı
yazısından aktardığına göre, ''sabitleştirilemez ve aktarılamaz '';
çünkü bunlar ''anlıktır, geçicidir. " Bunların akışı içinde ''bitim­
lerinden sonra özdeksel bir sonuç olarak geriye kalan herhangi
bir şey üretilmez. '' Bunlar ''geriye hiçbir şey bırakmaksızın yok
olurlar. " Bunların ''özdekselliği'', diyesi, ''duruma göre özgün

51 Erwin GOFFMAN: ''Rahmenanalyse des Gespraechs''; Suhrkamp Verlag, Frankfurt


a. Main 1989
52 Erika FISCHER-LICHTE: ''Theater als Model für eine Aesthetik des Performati­
ven ''; içinde: Kretscher, Jens/Mersch, Dieter (yayımlayan): ''Performativitaet und
Praxis '', s. 97- 1 1 1 , Fink Verlag, München 2003
254 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

bedenselliği/somutluğu, mekansallığı ve sese/fiği edimsel olarak


üretilir. ''
Günthner'in öne-sürümü uyarınca, günlük anlatılarda ayrıca
''dilsel eylemin söyleşimselliği'', ''iletişimse[ im/emin işbirliği için­
de ortaya çıkarılması '' ve ''gramer yapılarının ve prozodik yön­
temlerin üretim bağlamlardaki etkileşimi'' önem taşır. Bu nedenle,
''dinamik, süreçsel ve söyleşim odaklı '' bir edim kavramı belirleyi­
cidir. Böyle bir edim kavramı, ''edim ile izleyici kitlesini'', ''dilsel
olay ile sosyo-kültürel ve politik-ekonomik bağlamı '' temel alır.
Her edim, ''bağlamsal'' bir süreç olarak gerçekleştirilir; her edimin
''daha önce olan ve sonrasını izleyen bildirimleri'' vardır. Edim,
bu özelliklerinden ötürü '' durumlaştırılan, konuşucu ile alımla­
yıcı arasındaki sosyal eytişimin bir parçasıdır. '' Böyle bir edim
anlayışı, ''doğal olarak ortaya çıkan söylemine'' ve dilin ''türdeş
olmayan ve çok işlevli yapısına '', ''bağlamsal-duyusal imlemlere''
vurgu yapar ve kültürü ''metin'' olarak okumaya yönelimlidir.

Yabancı Konuşmanın Sahnelenmeleri

Ara-başlıkta yer alan ''yabancı konuşma', başkalarının konuş­


masıdır. Kişinin kendi konuşması dışındaki her türlü konuşma,
her türlü dilsel bildirim, ''yabancı'' konuşmadır. Günthner'in
belirlemesiyle, geçmiş olayların ''sahnesel yeniden oluşturumu­
nun merkezi aracı, diyalogların 'yeniden bağlamlaştırılması'dır. ''
Günlük anlatılarda ''geçmiş konuşma kesitleri, asıl bağlam/arın­
dan koparılır'' (bağlamını bozma) ve yeni bir imlem bağlamına
sokulur (yeniden bağlamlaştırma). ''
Söz konusu yeniden bağlamlaştırma, her zaman ''asıl bildiri­
min'' değiştirilmesiyle gerçekleştirilir; çünkü konuşucu ''alıntıla­
nan konuşmayı, kendi iletişim ereğine bağlı olarak '' işlevselleşti­
rir. Bu sırada salt tekil bildirimler taklit edilmekle kalınmaz, nere­
deyse bütün diyalog ''sahnesel olarak yeniden bağlamlaştırılır ve
karakterler sergilenir. ''
Aynı anda alımlayıcılar, ''salt aktarılan karakterlerin 'sesleri­
ni' işitmekle kalmaz ''; her zaman Bakhtin anlamında ''polifoni/
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 255

çok-seslilik'' görüngüleri ve ''seslerin katman/aşmalarını '' da yaşan­


tılarlar. Bir başka anlatımla; ''Sunulan karakterlerin konuşması,
onların sesleriyle, aynı zamanda anlatıcıların aktarılan konuşmaya
ilişkin yorumlarını da birlikte işiteceğimiz tarzda '' sunulur.
Voloşinov'un söyleyişiyle, ''sözcüğün sözcüğe bu tepkisi'' sıra­
sında ''endeksikal görüngüler'' merkezi bir rol üstlenirler. Diyesi,
''prozodi, ses niteliği, kod değişimi ve dolaylı ve dolaysız konuşma
biçimlerinin değişimi'', imlem oluşturma açısından önem kazanır.
S. Günthner, yaptığı görgün araştırma sonucunda tonlama,
vurgulama, ses tonunu değiştirme, tümceyi kesme, sözcükleri
seçme gibi dilsel gerçekleştirimlerin yanı sıra, gülümseme, kültürel
olarak edinilmiş el-kol-yüz devinimleri gibi '' anlık'' veya ''geçi­
ci'' etmenlerin, imlem oluşturucu işlevini ortaya koymuştur. Söz
konusu anlık ve aktarılamaz öğelerin renklendirdiği '' imlem'',
belli bir ortamı simgeleyen ''anlatı dünyası''nda belli katılımcı­
ların varlığını anlatan ''figür dünyası''nda gerçekleştirilen günlük
konuşma edimlerinde somutlaşır.
Özellikle bir başkasının konuşması, diyesi, ''yabancı konuş­
ma'' aktarım sırasında öznel olarak yukarıda sayılan etmenlerin
kullanımıyla anlam veya imlem değişimine uğratılır. Bu anlama/
imlem değiştirme, kimi zaman konuşmanın önemsiz bir bölümü­
nü, vurgulama, abartma veya karikatürize etme gibi yöntemlerle
önemliymiş gibi öne çıkarmakla, kimi zamanda önemli bir bölü­
münü önemsizleştirmeyle yapılabilir. Yeniden bağlamlandırma
olarak da adlandırılan bu süreç, ''seslerin katman/aşması '' veya
''çok-sesli/eşme '' olarak nitelendirilebilir. Başkasının sözünü
aktarma, imlem değiştirmenin yanı sıra, anlatım tarzının, diyesi,
biçem özelliklerinin de birbirine karşımasına yol açar.
Günthner'in vurgulaması uyarınca, söz konusu yeniden bağ­
lamlandırma ve anlamlandırmada bazen sesler örtüşmediği gibi,
konuşmada güdülen amaçlar da tümüyle karşıtlaşabilir. Bir başka
anlatımla, asıl konuşmacının ''asıl ereği '', ters yüz edilerek, tümüy­
le karşıt bir ereğe dönüştürülebilir. Bunun için özgün konuşmanın
belli öğeleri ''seçilir'' ve yeni bir bağlamda yeni bir ''im lem'' kaza­
nacak şekilde yeniden üretilir.
256 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

Günthner, bu durumu, konuşmacıların günlük dilsel edim­


lerinde farklı sözelleştirme yöntemleri, örneğin, ''prozodik ve
sese/ araçlar'' kullanmak suretiyle, ''dilsel kaynakların hetero­
jenliğinden yararlanmaları '' olarak niteler. Bu sırada muhatapla­
rına, diyesi, alımlayıcılara ''yorumlama yönelimleri'' verirler ve
sunum sırasında ''bağlamsal-duyusal imlemi'' oluştururlar veya
renklendirirler.
Günlük anlatılarda edimler, ''mönolojik ürünler'' değildir;
bunlar her zaman muhatap ile sürekli değiş-tokuşta biçimlenir.
Söz konusu edimlerde ''sözel olmayan'' öğelerin kullanımı, gös­
tergeselliğin ötesinde, dilin ''imgeselliğine ve ritmik biçimlenimi­
ne'' gönderme yaparlar.
Konuşmada ''yabancı sesi biçemsel bakımdan gereğinden fazla
yükseltme'' ve çeşitli metin bölümlerinin örtüşmesi, Günthner'in
saptamasıyla, ''günlük anlatılarda da tiyatral sunum aracı'' ola­
rak kullanılan estetikleştirme yöntemleridir. Dolayısıyla, günlük
iletişim ile ''estetik iletişimi '' kesin olarak birbirinden ayırmak
olanaksızdır. Günlük edimlerde de ''konuşma'', diyesi, dil kulla­
nımı, ''gösteriye dönüştürülür. ''

Dil Kullanımı, Gösteriye Dönüştürülür

Oyunlaştırmaya dönüştürülen günlük anlatılar edimsel üretim­


leri ve biçemselleştirimi bakımından izleyicinin/dinleyicinin ilgisini
çekebilir. Bu tür anlatıların da ''göndergesel ve edimsel işlevleri''
vardır. Bunlar söyleşimsel özelliklerinden ötürü, izleyicinin etken
ve ''yaratıcı biçimde oyunlaştırmaya katılmasına '' olanak verirler.
Günthner'in anılan araştırmasının sonuç bölümünde yaptığı
çıkarımların bazıları şöyle sıralanabilir:
• Günlük anlatılarda konuşucular, ''geçmiş bir olayı yeni­
den oluştururken '', bu olayı sadece aktarmazlar; bu olayı
''sahneleme'' ve karşısındakine ''küçük bir drama'' olarak
sunma konusunda çeşitli dilsel araçlar kullanırlar.
• Sahneleştirme sırasında kullanılan ''retorik süsleme araçla­
rının '' yanı sıra, sahnesel sunumda ''anlatıcının, anlatıma
DiL FELSEFESi VE EDEBİYAT 257

içkin olan olaya mesafesi azaltılır; böylece alımlayıcı anlatı­


nın içine çekilir. ,,
• Günlük anlatıların sahnesel sunumunda dolaylı/dolaysız
konuşma, ''polifoni teknikleri, yüklemin anlatısal değerini
yükseltme ,, gibi farklı gramer ve prozodi yöntemleri kulla­
nılır. Bu yöntemler, ''günlük bir anlatı sahnesi kurma, figür­
leri alımlayıcının tinsel gözünde canlandırma ve değerlen­
dirme ve eylem akışlarını devingen, canlı ve etkili ', şekilde
biçimlendirme işlevi görür.
• Günlük anlatının oyunlaştırılması, ''sabit metin oluşturula­
rı ,, olmadıkları, ''anlık ve geçici'' olmaları ve bedensel ola­
rak sese (ve jest ve mimiklere) bağlı olmalarından ötürü,
''tiyatral öğenin'' veya oyunsallığın '' belirtilerini'' taşırlar.
• Bunlar, ''oyunlaştırma sürecinde izleyicilerle sıkı eşgüdüm
içinde oluşurlar ,,; bir başka anlatımla, ''somut eytişimin
'

akışı içinde devingen şekilde gelişirler. ,,


• Günlük anlatılar, ''saf göndergesel işlevin dışında, edimsel
bir işlev de taşırlar,,: Oyunsal sunumun türü, ''karşıdaki/
muhatap tarafından değerlendirilir, ödüllendirilir. ,, Bu da
anlatıcıyı ''sunumları sürdürme ve genişletme ,, konusunda
özendirir.
• Öte yandan, ''tiyatro metaforiği '', günlük anlatıların oyun­
laştırılmasında veya oyunsal sunumunda yetersiz kalmakta­
dır. Günlük edimler, tiyatro edimlerinin tersine, ''çoğunluk­
la kendiliğinden ve_ planlanmaksızın ,, gerçekleştirilir.
• Günlük anlatılar, ''bağlama bağlıdırlar ,, ; bir başka söyleyiş­
le, bu anlatılar daha önce olan olaylara yönelirler ve bunları
da daha sonraki bildirimler izler. Böylece, günlük anlatılar,
önceki olaylara göre biçimlendirilirler ve kendilerinden
sonra gelen olayları biçimlendirirler. Bundan dolayıdır ki,
bunların başlangıcı ve bitimi devingendir.
• Günlük anlatılar, sürekli olarak ''eytişimciler arasındaki
bağlantı/anma ve eş-zamanlı/aşma ,, içinde gerçekleşirler.
Bir başka anlatımla, bunlar, ''söyleşimsel olarak üretilir. ,,
Bu nedenle, bunlar, ''estetik'' edimlere veya ''sözel sanat
258 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

sunumlarına'' kesintisiz geçişleri olan '' kültürel edimler''


olarak tanımlanabilir.
• Edimsellik, ''dilin ve gerçekliğin yapılmış olduğunu '' imler.
Bundan ötürü, ''dil ile hangi eylemlere yol açılabilir; ger­
çeklik nasıl üretilir ve sahnelenir? '' gibi sorular sorulabilir.
Burada gerçekliğin ''günlük iletişim durumlarında oluştu­
rulduğunu, çimento/aştırıldığını veya değiştirildiğini '' de
göz önünde tutmak gerekir. -
• Günlük sahneleme yöntemleri, ''doğal olarak ortaya çıkan
söyleme'' dayanan çözümleme, edimselliği, ''sözel, söy­
leşimsel-durumsal, bağlamsal'' iletişimin tipik öz-yapısal
özelliklerini açıklar. ''Kod değişimi, prozodi, ses '' gibi gön­
dergesel göstergelerin işlevi, ''söyleşimsellik ve dilsel imlemi
birlikte belirleme, süreçsellik '' de buna aittir.
• Günlük anlatıların edimsel çözümlemenin amacı, ''dil­
sel kaynaklardan yararlanma, bu kaynakların ve tarzla­
rın heterojenliğini, bağlamsal-duyusal im/em/erin 'on-line'
olarak nasıl oluşturulduğunu ve böylece sosyal gerçekliğin
söyleşimsel ve durumsal-süreçsel olarak nasıl üretildiğini ''
göstermektir.

1. 9. F. J oachim Scharloth: .
''Eytişim Tarzı Olarak Tiyatral iletişim''

Sahnede Oyuncular İletişir mi?

Genel iletişimin tikel bir tarzı olan tiyatral iletişim, tümüyle


kurguya dayanır. Aslında tiyatro kurumu bütün öğeleriyle kur­
gusaldır. J. Scharloth'un deyişiyle, tiyatro sahnesinde ''sözel bil­
dirimler ve diğer göstergesel davranışlar, belirlenen rolleri izler
ve birbiriyle eytişim içinde olan bağlamsal figürlerin kurgusunu
oluşturur. ''
• Bu kapsamda şu tür sorular ortaya atılabilir: ''Sahnede
oyuncular birbiriyle mi konuşur, diyesi, iletişir/er mi? ''
Scharloth 'un ''iletişim'' kavramını, bu çalışmada daha önce
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 259

alıntıladığım Theodor Lewandowski'nin ''Dilbilim Sözlü­


ğü ''ne dayanarak açımlar. T. Lewandowski'ye göre, dilbi­
limsel anlamda iletişim şu öğeleri kapsar veya şu önkoşulla­
rın gerçekleştirilmesini gerektirir: İletişim,
• ''insanlar arası anlaşımdır; düşünümsel dilsel eylemdir; gös­
tergelerin amaçlı (erekli) bildirimidir.
• Bütün bunlar her şeyden önce dil yoluyla gerçekleşir ve özel
olarak da sosyal eytişimin temel biçimidir. ''
• İletişim, ''belli bir amaca yönelik, karşıdakinin bilincini
etkileyen ve öz-bilinci değiştiren bir eylemdir. ''
Lewandowski'nin geliştirdiği bu iletişim tanımı uyarınca,
hemen şu belirlemeler yapılabilir: Tiyatro oyuncuları, Scharloth'un
anlatımıyla, ''kendilerini bildirme ereği gütmezler. '' Onlar, ''daha
önce kararlaştırılan metni konuşurlar. '' Bu metin üzerinde gelişti­
rilen ''olası öznel anlam '', eytişimin son ucunu ''etkilemez. ''
Scharloth'un53 bu belirlemesini paylaşmanın olanaksız olduğu­
nu belirtmem gerekir; çünkü her iletişim, dolayısıyla tiyatral ileti­
şim, karşıdaki kişinin bilinç durumda değişiklik yaratır.
Scharloth'un anlatımıyla, tiyatrodaki eytişimin akışı için ''bir
oyuncu tarafından dile getirilen sözler, karşıdaki oyuncu için paro­
la (veya anımsatı) anlamında sinyal karakteri'' taşır. Dolayısıyla,
tiyatroda gerçekleşen iletişim için oyuncu, drama metni, sahne
düzenlemesinin dışında, ''başka öğeler '' tanımlamaya katılmalı­
dır. Bu öğelerin başında ''izleyiciler'' veya izleyici topluluğu'' gelir.
J. Scharloth'un Japon tiyatro bilimci Mitsuya Mori'nin ''Tiyat-

ronun Yapısı'' adlı yazısına gönderme yaparak aktardığına göre,


• Oyuncuyla rol arasındaki ilişki ''tiyatro oyununun öz-yapı­
sını oluşturur.
''

• İzleyici topluluğu ile rol arasındaki etkileşimden ''dramatik


olay anlamında öykü'';
• Oyuncular ile izleyici topluluğu etkileşiminden de ''tiyatral
mekan '' doğar.
İlk iki temel öğe, ''tiyatral olanın diğer öğelerini'' oluşturmakla
birlikte, üçüncü öğe olan ''tiyatral mekan'', ''her zaman belir/eyi-

53 Mitsuya MORİ: "The Struckture of Theater''; içinde: ''SubTance ''; 3 1 , 2/3, s. 73- 93
260 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 · •

ci arka-alan '' işlevi görür. Örneğin, oyuncularla izleyici toplulu­


ğu arasındaki eytişim, her zaman ''öyküyü geliştiren tasarımsal/
hayali roller ile ilgilidir. '' Rol ise, izleyici kitlesinin oyuncunun
eylemlerine ''özgün bakışı '' temelinde oluşur.
J. Scharloth'un belirlemesiyle, yukarıda betimlenen ''rol '' ,
''izleyici'' ve ''oyuncu''nun bu devingenliği veya dinamiği, ''tiyat­
ro rnetaforunu '' sosyal bilimler açısından ''verimli'' kılmıştır.
Erving Goffrnan ''The Presentaition of·Self in Everday Live''54 adlı
yapıtında kabul gören bir drarnaturj i yaklaşımı geliştirmiştir. Bu
drarnaturji yaklaşımı uyarınca, ''kimlikler, karşılıklı ilişki içindeki
temsil etmelerin bir sonucu olarak biçimlenirler. '' İzleyici toplu­
luğu, bu süreçte ''temsil etmeyi '' veya betimlemeyi onaylar; bir
başka deyişle, betimlemenin/anlatımın ''başarılı olup olmadığını ''
değerlendirir.
Öte yandan, Scharloth'un saptamasıyla, izleyici topluluğu ile
oyuncular arasındaki ''rol dağılımı'', tiyatrodan farklı olarak
''durağan'' değildir; tersine her birey, ''hem oyuncu, hem de izle­
yicidir. '' Ayrıca, ''kendini sahneleme olanakları sınırlıdır. ''
Her toplumun bir ''donanımı '', diyesi, ''bitimli bir sosyal roller
toplamı '' vardır. Bu, ''kişisel'' (giysi, mimik, jestler, dil) ve ''sosyal
dış görüntü'' (role önce len en beklentiler) tarafından oluşturulur.
Tiyatro rnetaforu, iletişimin ''süreçsel öz-yapısını'' ve ''konuş­
manın hedef kitleye özgü görünümünü'', ''tiyatral olanın özdek­
selliğini ve çok-tarzlılığını'' öne çıkarmasından ötürü, dilbilirn için
ilginçtir.

Tiyatrodan 'Kültürel Edirne'

Tiyatralite, kültüre ve zamana özgü ''sahne modeli'' ile sınır­


landırılamayacak denli geniş bir kavramdır. Scharloth'a göre,
tiyatronun gelişim sürecini biçimleyen dört kavram çifti, bir başka
deyişle,
• ''sahne ve izleyici mekanı ayrımı '',

54 Söz konusu yapıt, ''Biz Hepimiz Tiyatro Oynuyoruz'' şeklinde Almancalaştırılmıştır.


''Günlük Yaşamda Özün Sunumu'' olarak Türkçeleştirilerbilir.
DİL FELSEFESi VE EDEBiYAT 261

• ''oynama ile rol ayrımı '',


• ''temsil etme ile dramatik metin ayrımı '',
• ''izleyici ile oyunca arasındaki rol ayrımı '', Avangard tiyat­
ronun oyunlarında ve performans sanatında giderek ''orta­
dan kalkmıştır. ''
Tiyatro edimindeki gelişmeler, ''tiyatral olanın kuramlaştırıl­
ması '' ve böylece tiyatral iletişim için uygun bir ''model '' gelişti­
rilmesi sonucuna yol açmıştır. Ayrıca, Scharloth'un anlatımıyla,
tiyatral olan salt ''tiyatro ile de sınırlandırılamaz. '' Her şeyden
önce izleyicinin bakışı, bir başka deyişle, ''bakanın, ilişkileri oluş­
turucu/kurucu eylemi '', tiyatral olanı oluşturur.
Buna göre, tiyatral olan, ''öznelerin, mekanların veya nes­
nelerin/şeylerin özelliği değildir''; izleyicinin ''bakışı'' ile oluşur.
Tiyatral olan, tiyatronun ötesine geçerek, ''günlük dünyaya ''
girer. Dolayısıyla, her zaman ''birinin veya bir şeyin bilinçli olarak
sergilendiği ve izlenildiği '' yerde kültürün tiyatral bir ''boyutu ''
vardır.
Bu kapsamda Erika Fischer-Lichte, Milon Singer'ın ''cultu­
ral performance'' kavramını tiyatroya uyarlamıştır. Her kültür,
''öz-anlayışını ve öz-imgesini'', kültürel edim kavramında dışa-vu­
rur ve bu kavram, kültürün yapılanmasına katkıda bulunur. Kül­
türel görüngüler, ''metinleri okumada '' ve kültürel olan, yazmada
olduğu gibi, ''metinlerde salt yapılandırılmış gösterge topluluğu
ve im/em dokusu '' olarak bulunmaz. Bu görüngelerde daha çok
''oyuncular için gerçek,eştirilen eylemlerin özdekselliğinin ve
dolayımsallığının im/emine ve her türlü göstergesel/iğin ötesinde
özgün gerçeklik karakterine bakış '' önemlidir.
Scharloth'un anlatımıyla, kültürel edimlere atfedilen ''sosyal
oluşturusallık ' veya sosyal yapılandırılmışlık boyutu, kültür-bi­
'

limleri bakımından önemli olan ''edimsellik'' kavramına gönder­


me yapar.
Bu kitapta yeri geldikçe vurgulandığı gibi, edimsellik kavra­
mı, John L. Austin'in ''söz eylem kuramı'' kapsamındaki ''edim­
sel'' ve '' saptayıcı'' bildirimler ayrımına dayanır. Austin'e göre,
edimsel anlatımlarla ''herhangi bir konu betimlenmez, eylemler
262 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

gerçekleştirilir. '' Bunlar, ''belirli anlatımların bildirimi, gelecekteki


davranışların uygunluğu hakkında koşullar koyduğu için '', sosyal
açıdan ''oluşturucudurlar. ''
Simgesel eylemlerin ''sosyal gerçekliği üretebileceği '' yolunda­
ki bu temel düşünce, bütün çağdaş edim kuramları için geçerli­
dir. Austin'in bu önemli kuramsal açılımı, dilden başka dizgelere,
örneğin, cinsel aidiyet ve kimlik araştırmaları türünden ''gösterge
dizgelerine'' de aktarılmıştır. -
Yapısalcı cinsel aidiyet ve kimlik yaklaşımı uyarınca, bu kav­
ramlar artık ''sadece eylemlerde, pozlarda ve jestlerde temsil edi­
len biyolojik değişmez'' değildir. Cinsel kimlik, insanlar tarafın­
dan ''yalnızca sahnelenen tözsel bir öz'' taşımaz; tersine cinsel
aidiyet ve kimlik, ''simgesel eylemlerle oluşturulur/yapılandırılır. ''
Bunlar, ''öz 'psikolojik içselliğin', eril veya dişil bedenin 'sosyal
kurgusu'nu (vurgu, ]. Scharloth 'undur) yapılandıran bir eylemler
dizisidir. ''
Özetlemek gerekirse: Scharloth'un anlatımıyla, tiyatralite kav­
ramı, ''algılanmanın ve sergilemenin tarzında (olagelen) davra­
nış/eylem '' olarak belirlenebilir. Bu tanımsal belirleme, kavramın
anlam alanını veya dışlamını genişletmektedir. Tiyatralite, artık
''tiyatrodaki davranışların/eylemlerin bir özelliğini değil, kültürel
edimlerin bütün türlerini'' kapsamaktadır.
Tiyatralite kavramının bu tanımı, Amerika'da ''ağızdan ağıza
geçen öyküleri, resitasyonları ve törensel konuşmaları '' öne çıka­
ran ve ''etno edebiyat bilgisi'' olarak adlandırılan folklor araş­
tırmalarını anımsatmaktadır. Konuşmanın tiyatral biçimlerinde
''konuşma tarzının '' belirlenmesi önemlidir; çünkü bunlar ''tikel
konuşma tarzında '' veya ''oyunlaştırmanın tikel biçimleniminde''
somutlaşırlar.

Kültürel Edimlerde Konuşma

Scharloth'a göre, günlük durumlarda rastlanan konuşma


''sıra-dışılık'' özelliğiyle belirir. Örneğin, ''tren ve otobüs durak­
larında yapılan duyuruların, kavuşma ve vedalaşmaların, alım-sa-
DiL FELSEFESi VE EDEBiYAT 263

tım konuşmalarının, büyük alış-veriş merkezlerindeki duyurula­


rın prozodik biçimlenimi, tumturaklılığı '' hep dikkat çeker. Bun­
lar, çoğunlukla kendiliğinden tahmin edilebilen ve taklit edilebilen
konuşmalardır.
Scharloth bu bağlamda Almanya'da kurulan bir meclis ince­
leme komisyonu oturumunda belli ritüellere göre gerçekleşen
iletişim türü olarak diyalogları, uzman dinlemelerini, tanık anla­
tımlarını ele alır. Her bir ritüelleştirilmiş bir iletişim edimi olan
bu konuşma türlerini de kendi içinde ayrımlaştırır. Örneğin, tanık
dinleme Almanya' da; ''hukuki bilgilendirme, kişiye ilişkin sorgu­
lama ve konuya ilişkin sorgulama '' diye üç bölüme ayrılır.
Anılan araştırmacının, ''edimsel bir eylem'' için örnek olarak
seçtiği metin, Berlin'deki öğrenci olaylarıyla ilgili bir transkrip­
tir: Haziran 1967'de İran Şahı'nın Berlin ziyareti sırasında gösteri
eylemleri tırmanır ve Benno Ohnesorg adlı kişi, açılan ateş sonu­
cu öldürülür. Bunun üzerine Berlin Eyalet Meclisi, olayların ger­
çek nedenlerini açığa çıkarmak amacıyla bir araştırma komisyonu
kurar. Komisyon, ''öğrenci protestolarının kökenini öğrenmek için,
Alman Sosyalist Öğrenci Birliği'nin temsilcileri olarak Hans-foac­
him Hameister ve Christian Semler'i de'' tanık olarak çağırır.
Komisyon Başkanı, Hameister'i ''hukuki haklarına '' ilişkin
olarak bilgilendirir. Bu bilgilendirme, ''tanığı hakikati söylemeye
yükümlendirdiği için '' bir edimsel eylem olarak değerlendirilebi­
lir: Transkript şöyledir:
'' - Bay Hameister, �en, Ceza Yasası'nın çeşitli maddelerine
gönderme yaparak, sizi bilgilendirmekle yükümlüyüm.
- Bu, bütün tanıklara uygulanan bir yöntemdir ve tanığa karşı
güvensizlikten değildir, yasanın verdiği görevi yerine getirmek
içindir.
- Bu Parlamento Araştırma Komisyonu'na karşı, Ceza Yasa­
sı'nın 55. Maddesi uyarınca, yanıtlanması sizi veya yakınlarınızı
cezai soruşturma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan soruları yanıt­
lamayabileceğinizi anımsatırım.
- Tüm hakikati söylemek zorundasınız ve hiçbir şeyi suskun­
lukla geçiştiremezsiniz.
264 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · I ·

- Araştırma Komisyonu, tanık anlatımlarınızı yeminle pekiştir­


meye yetkilidir.
- Bu nedenle, önlem olarak yeminin anlamına dikkatinizi
çekerim.
- Yalan yere yemin, hapis cezasıyla cezalandırılır; yemin edil­
meden verilen yanlış ifade de aynı cezayı gerektirir.
- Bilerek edilen yanlış yemin de cezalandırılır. ''
Bu transkripte dikkat çekici yönler, Scharloth'un çözümlemesi
uyarınca, ''uzun prozodik birimlerle donatılmış hızlı konuşmanın
görece uzun aşamasıdır. ,, Tümceler ve tümce parçacıkları arasın­
da bırakılan ''çok sayıda uzun ara '' vardır. Bu çevri-metin, ara
vermelerin çoğunlukla ''prozodik birimlerin'' sonunda gerçekleş­
tirildiği günlük dilden bir ''sapma'' oluşturmaktadır. Tanık anla­
tımlarında da benzer özellikler görülmektedir. Edimsel konuşma­
ların bir başka prozodik belirtisi, ''eş-zamanlılık '' ve ''birbirini
izleme''nin ortaya çıkması ve sıralılığıdır.

Sözel Anlatım Unsurları

Scharloth'un saptamasıyla, ''konuşmanın edimsel tarzının


tikelliği'' de önemli bir ölçüttür. Bu ölçütün belirlenmesi gerekir.
Sözel anlatım düzeyinde konuşmanın edimsel boyutunun ''en dik­
kat çekici belirtisi formülleşmişliktir. ,, Kalıplaşmışlık anlamında
formülleşmişlik, ''pek az veya hiç değişmeyen anlatım kalıpları ''
için kullanılır. Bu belirti gereği, eytişim, ''pek az değişen sözel
örnekler üzerinden ,,, ''aynı şemalara ,, göre ''benzer süsleme par­
çacıkları ,, ile gerçekleştirilir. Örneğin, tanıkları hukuki haklarına
ilişkin bilgilendirme amacıyla söylenmesi gereken sözler ''az çok
önceden belirlenmiştir. ''
Bu tür anlatımların tumturaklılığı, bir yandan ''yinelemelerden,
benzer bağlamlardaki benzer işlevsel dil eylemlerinin sık gerçek­
leştiriminden , doğar. Bu özellik, kısmen de ''edimsel eylemlerin
,

pragmatik tikelliği'' ile de açıklanabilir. Edimsel eylemlerin ''başa­


rılı olabilmesi '', eytişime katılan tarafından ''beklenebilir biçim­
lerde '' olmasına bağlıdır. ''Gizemli konuşma, yemin veya dua '' ,
DİL FELSEFESi VE EDEBİYAT 265

bu tür görüngüler arasında sayılabilir. Bu tür edimsel konuşma


tarzlarında ''belirlenen formüllere (veya kalıplara) göre doğru
gerçekleştirim'' yapılandırıcı önemdedir.
Edimsel tarzdaki anlatımlar, dilbilgisi kuralları açısından yazılı
ölçünlü dilde uyulan kurallar bakımından da çoğunlukla eksik­
tir. Özellikle propaganda ile ilgili dilsel bildirimler, sloganlar vb.
söz-dizim açısından eksikli olabilir. Bu dilsel edimlerde çoğu kez
yüklem kullanılmaz, ad tamlamaları öne çıkarılır. Scharloth,
edimsel konuşma tarzının bu söz-dizimsel belirtilerini, ''edimsel
eylemlerin yinelenebilirliği'' ve bunların taşıdığı ''pragmatik tikel­
likler''e bağlamaktadır.

Edimsel Eytişim Tarzının Belirtileri

Scharloth, edimsel eytişim tarzının belirtileri olarak;


• ''Belli prozodik (düz tını vurguları, merdiven benzeri
boğumlama konturları, eş-zamanlı sıra/ılıkların daha sık
ortaya çıkışı),
• Söz-dizimsel belirtiler (genişletilmiş partisip/erin/ortaçların
tümce değeri taşıyacak şekilde kullanımı, yüklemsiz adıl
anlatımları,
• Konuşmanın formülleşmişliğine veya kalıplaşmışlığına ''
bağlar.
Edimsel eytişim tarzının tikelliklerini ortaya çıkaran edim-

sel konuşma (veya dil kullanım) tarzının belirtilerini ele almak


gerekmektedir.
Söylem düzenlemesi bakımından bu konuya ilişkin şu belirle­
meler yapılabilir: Scharloth'un açımlaması uyarınca, edimsel-sö­
zel eytişim tarzının ''en önemli tikellik/eri'', söz konusu dil kulla­
nım tarzının daha belirgin olarak ''örnek anlatımları '' temel alma­
sıdır. Bunun nedeni, edimsel eytişimin daha çok ''konuşmanın
karmaşık kurallarına '' bağlı olmasıdır. Söz konusu dilsel örnek
anlatımlara yönelim, bu eytişim tarzının diğer ''özgülüklerini'' de
belirlemektedir.
266 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Bu durum, örneğin, iki kişinin karşılaştıkları zaman kullandık­


ları ''selamlaşma'' ve onu izleyen ''hal hatır sorma'' anlatımların­
da görülebilir. Bu tür anlatımlarda çoğunlukla ''içeriksel bütün­
lük'' veya dizgelilik söz konusu olmaz; birbirini izleyen sıralılık
içinde farklı konulara değinilir. Dolayısıyla, sıralılık bakımından
''bağlam'' pek gözetilmez. Sıkça ve hızla konu değişikliği olur.
Selamlaşanlar ve hal hatır soranlar, ''birbirini konuk ve ev sahi­
bi ve/veya arkadaş '' gösterirler; ''cinsel rollerine bürünürler. '' Bu
nedenle, edimsel konuşma tarzı ile ''sosyal yapılanmış/ık '' karşı­
lıklı olarak ilişkilenir.
Scharloth, eytişim tarzı kavramını, konuşmanın veya ''dil
kullanım tarzının gerçeklik ilişkisinin türü '' olarak tanımlar. Bu
araştırmacıya göre, eytişim tarzı, ''anlam alanları ve bir anlatı­
ma, davranışa veya duruma özgün simgesel im/em/ilik kazandıran
yöntemler'' üzerine kuruludur. Bu bağlamda söz konusu davra­
nışların, anlatımların veya durumların ''oyun, rüya, katılanların
bilgisi ve ereği veya kurumsal bir durum gibi oluş dünyası ile olan
tikel ilintisi '' biçimleyici işlev görür.
Bu açıdan bakılınca, Scharloth'un deyişiyle, edimsel konuşma
tarzı, ''simgeleştirmenin eytişimcilere konuşulanı hangi tarzda
anlamak gerektiğini ve uygun bir tepki için hangi özgün beklen­
tilerin olduğunu gösteren bir yöntemi '' olarak değerlendirilebilir.
Edimsel konuşma tarzında bilgi paylaşımından çok, ''sosyal
bağlayıcılıkları anımsatan ve yaratan dilsel örneklerin eşgüdümlü
gerçekleştirimi '' söz konusudur.
Eşgüdümlü davranış gerçekleştirimi, ''geleneksel tiyatrodaki
konuşmanın da '' karakteristik özelliğidir. Eytişimcilerin konuşma
kurallarına bağlı kalmaları ve ''bilinen örnekleri '' kullanmaları,
eytişimin ''sosyal yapılanmışlığını '' ve başarısını sağlayan etmen­
dir. Eytişimciler, edimsel tarzda üretilen bildirimler yoluyla ''ile­
tişimse/ bir alan '' yaratırlar. Bu iletişimsel alanda salt iletişilmez,
aynı zamanda dilsel bildirimler ile ''sosyal bağlayıcılık yaratılır. ''
11

Baz ı Fi lozofl arı n ve Ku ramc ı l arı n


Edebiyata Bakı ş ı

il. 1 . Hegel: İnsan Etkinliğinin Ürünü Olarak Sanat

Edebiyat, İnsanın Derin İlgilerini


ve Onu Devindiren Güçleri Anlatır

Hegel'in ''Estetik Üzt;rine Dersler I''de yer alan ''İnsan Etkin­


liğinin Ürünü Olarak Sanat Yapıtı'' bölümündeki belirlemeleri
uyarınca, edebiyatta önemli olan, ''insanın derin ilgilerinin, onu
devindiren güçlerin içerik ve düşünce dolu bir biçimde betimlen­
mesidir. "1 Yazınsal deha, ''henüz yetkin, içerikli ve kendi içinde
eksiksiz ürünler vermeden önce, tin ve ruh, yaşam, deneyim ve
düşünümden geçerek zenginleşmiş ve derinleşmiş olmalıdır. ''
Hegel, bu sözlerle bir bakıma edebiyatı tanımlar. Bu tanım­
da ''derin ilgi'', ''insanı devindiren güçler'' ve bunların '' içerik ve

1 Georg Wilhelm Friedrich Hegel: ''Volesungen über die Aesthetik I''; Werke in zwan­
zig Baenden, Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1 983
268 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

düşünce dolu bir biçimde betimlenmesi'' öne çıkan anlatımlardır.


''Düşünce dolu bir biçimde betimleme'' , anlatı sanatının vazge­
çilmez dayanağı ve kaynağıdır. Böyle bir betimleme yeterliliği
olmaksızın, anlatı sanatının gelişimi söz konusu olamaz.
Tanımın ikinci kısmı, ''tinin ve ruhun, yaşam, deneyim ve
düşünümden geçerek zenginleşmesidir. " Yazarın/şairin birçok
şeyi yaşantılaması ya da yaşanmışlık, deneyimlilik ve düşünsel
birikim, gerçekten de yazınsal yapıtların yetkinliği bakımından
önemli etkenlerdir.
Yaşanmışlık ve edebiyat arasındaki ilişki konusunda Türk ede­
biyatından çok sayıda örnek verilebilir; ancak ben son dönemler­
de yayımladıkları romanlarla öne çıkan Yaşar Kemal, Oya Baydar,
Orhan Pamuk ve Nedim Gürsel örnekleri ile yetinmek isterim.
Yaşar Kemal, Çukurova yöresinde birlikte yaşadığı insanları,
içinde yaşadığı ve derin bireysel gözlemler yaptığı doğayı öyküle­
miştir. Oya Baydar, özellikle toplumsal-siyasal savaşımda edindiği
deneyim ve birikimi romanlarında estetikleştirme yolunu seçmiş­
tir. Deneyim ve değişik yoğunluklarda düşünsel derinlik, anılan
yazarın yazınsal ürünlerinin belirgin yönlerinden biri olarak öne
çıkmaktadır. Benzer özellikler, Orhan Pamuk ve Nedim Gürsel
için de geçerlidir.
Deneyim birikimi ve düşünsel yetkirtlik, Hegel'e göre, kalıcı
yazınsal yapıtlar üretmenin başlıca koşulları arasındadır.

Edebiyat, Sözcüklerde Kendisini Gösteren Tasavvurun Ürünüdür

Sanat yapıtının insan etkinliğinin ürünü olmasına ilişkin şu


noktaların altını çizmek gerekmektedir: Hegel'in anlatımıyla,
sanat yapıtının bu yönü, ''doğanın dışsal görüngü/erine karşı
konumu ile ilgilidir. '' Sanat yapıtı ''kendi içinde devingen ve canlı
değildir''; sanat yapıtı ''dış yapısında canlılık görüntüsü '' kazan­
masına karşın, iç-yapısında edebiyatta görüldüğü gibi ''sözcükler­
de kendisini gösteren tasavvurdur. ''
Bu saptamalar, sanat, dolayısıyla da yazın yapıtlarının töz­
sel niteliklerini ortaya koymaktadır. Sanatsal yaratım sürecinde
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCIL.ARIN EDEBİYATA BAKIŞI 269

sanatçı, öznel nitelikleri ve konumu temelinde olgu ve oluşlara


bakar. Bu bakış, dış görüngüleri tümüyle kavrayamaz ve yansı­
tamaz; ancak nesneyi ya da malzemeyi biçimlendirmede etkili
olur.
Sanat yapıtının iç ve dış görünüşü ya da iç ve dış yönüne gelin­
ce: Bu konuda Hegel'in değerlendirmesi son derece tutarlıdır;
çünkü sanat yapıtının dış-görünüşü ya da dış-yapısı, onun biçimi­
dir. Yazınsal metnin iç-yapısı, ilk bakışta, iletişim beklentisini kar­
şılayacak düzeyde metinselliğin başlıca oluşturucu özellikleri olan
söz-dizimi ve içsel anlam oluşturma gibi kurallara uygun olarak
düzenlenmiş sözcük topluluğu olarak görülebilir.
Bununla birlikte, yazınsal yapıtın iç-yapısına canlılık kazan­
dıran soyut sözcük topluluğu değil, o sözcüklere içkinleştirilen
içeriksel, tinsel ve duyumsal zenginliktir. Martin Heidegger'in
1 950'de yazdığı ''Dile Yolculuk'' adlı yapıtının ''Dil'' bölümünde
yer alan ''dil konuşur ''2 belirlemesiyle söylemek istediği bu dilsel
çağrışım zenginliğidir. Yazınsal yapıtların her okumada yeniden
ve değişik biçimde anlamlandırılmalarının başlıca nedeni de söz
konusu çağrışım zenginliğindir.
Yazınsal yapıtların iç ve dış-yapılarının bu özelliği, onları yara­
tan ve okuyan insanın özelliklerinden, konumundan ve anlatılaş­
tırma aracı olan dilin tözsel niteliklerinden kaynaklanır. Hegel bu
durumu, ''insan ilgisi''ne bağlar.
Hegel'e göre, ''bir bireysel karakterin, bir eylemin/davranışın
gerçekleştirimindeki ve sonucundaki düşünsel değerini'' oluşturan
etmen olan ''insan ilgisi'' , sanat yapıtında kavranır ve görülebilir
biçimde belirginleştirilir. Bu niteliği nedeniyle, sanat yapıtı, ''bu
düşünsel süreçten geçmeyen doğa ürününün üzerindedir ''; çünkü
ilke olarak ''her türlü düşünsel şey, her türlü doğa ürününden
daha değerlidir. '' Nitekim hiçbir doğa varlığı, ''sanatın yapmaya
yeterli olduğu yüce ülküleri anlatılaştıramaz. ''

2 Martin HEİDEGGER: ''Unrerwegs zur Sprache- Dile Yolculuk''; Gesamrausgabe,


Band 1 2, Vittorio Klosrermann, Frankfurr anı Main, 1 985. Heidegger, bu yapıtında
dili ''var-oluşun evi'' olarak tanımlar. Bu anlarım, dilin yaşamı var eden ve süreklileş­
tiren özelliğini anlatır
270 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

Tözel ya da türsel bir özellik olarak her insanda değişik bir


biçimde ve yoğunlukta var olan ''ilgi'' ya da ''yönelim'' , sanat
yapıtını kavranabilir/anlaşılabilir kılan ve onu görülürleştiren
temel etmenlerden biridir. İnsansal ilgi, bu yönüyle, sanat yapı­
tının oluşumunu belirleyen iki etmeni, bir başka anlatımla, hem
düşünselliği hem de duyusallığı içerir.
Hegel'in ''her türlü düşünsel şey, her doğa ürününden daha
değerlidir'' belirlemesi, dil ile yazıns�l metin arasındaki ilişkiyi
açıklamaya elverişli görünmektedir.
Şöyle ki: Dil, tarihsel-toplumsal bir olgu ya da dizgeli bir yapı
olarak sanatsallaştırılmamış durumuyla ''doğal bir ürün'', ''doğal
bir dolayım '' ya da ''doğal bir malzeme'' <lir.
Dil, bu niteliği içinde ''geneldir.'' Bu genelden üretilen dilsel
sanat yapıtı ise, söz konusu genelin biçemselleştirilerek tikelleşti­
rilmesi yoluyla ortaya çıkan tekil üründür.
Daha önceki birikimleri içeren bu doğal malzeme, yaratan özne
tarafından özgün düşünsellik katılarak ve retorik figürler kulla­
nılarak biçimlendirildikten sonra, düşünsel-sanatsal bir ürüne ya
da yapıta dönüşür. Söz konusu bu özgün düşünsel-sanatsal yapıt,
biçimlendirilmiş bir dil ürünü olması nedeniyle, edebiyatın malze­
mesi olan işlenmemiş dilden üstün bir nitelik kazanır.
İnsan, hem sanat yapıtının yaratıcısı, hem dolayımı, hem de
alımlayıcısıdır. İnsan tarafından yaratılan her sanat yapıtı, kendi­
sini yaratanı yeniden yaratır. Dolayısıyla insan, bir yandan ''tümel
bir dolayım'' dır; öbür yandan da bu tümel dolayımı oluşturan
parça dolayımların etkileşimi sonucu ortaya çıkan ''ara-dolayım''­
dır. Bir başka anlatımla, insan, dolayımlar-arası bir dolayımdır.
Sanatçı ya da yazıncı, etken ve yaratıcı düşünsel gizil gücünü,
bir dolayımdan geçirerek dışa vurur. Yazınsal yapıtlar açısından
söz konusu dolayım, dildir. Dil, yazınsal anlamda etken ve yaratı­
cı düşünün hem malzemesi hem de dolayımı olmakla birlikte, bu
iki özelliğiyle sınırlı bir yapı veya dizge değildir.
Heidegger, yukarıda andığım yapıtında haklı olarak dili yalnız­
ca malzeme ve dolayım olarak görmenin '' indirgemeci'' bir yak­
laşım olacağını öne sürer. Toplumsal-tarihsel koşullarda konuşan
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 271

ve üreten insan etkinliğinin bir ürünü olan dil, üretildikten sonra


kendisini de üreten tinsel gücü içinde barındırmaya ve biçimlen­
dirmeye başlar. Heidegger'in yukarıda anılan yapıtının hemen
başında ''insan konuşur'' derken, ortalarında ''dil konuşur''
demesinin nedeni budur.
İnsanı sanat yapıtı üretmeye yönelten gereksinme, Hegel'in
söyleyişiyle, bir yandan ''rastlantıların oyunundan, ansızın akla
gelen fikirlerden '', öbür yandan da ''sanata ilişkin genel dünya
görüşleri, çağın ve halkların ilgileri kapsamında daha üst bir itki­
den ve daha üst gereksinmelerden '' doğmaktadır.

Sanatın /Edebiyatın Kökeni, Bilinç ve Duyumsamadır

Bu sözler, sanatsal yaratımın iki kaynağını imlemektedir.


Sanatsal ya da yazınsal yaratımın birinci kaynağı, Hegel'in ''rast­
lantıların oyunu'' olarak adlandırdığı '' özgür rastlantısallık'' ve
''kendiliğindenlik''tir. Bu iki kavram, imgelem gücünün özgür
işleyişini anlatır. İkinci kaynağı ise, çağa ve uluslara özgü ''üst
itkiler ve gereksinmeler'' dir. Yüksek sanatsal duyarlılığıyla bu iki
kaynağın ayrımına varan ve bunları etkinleştirme yeteneği taşıyan
insan sanatçı olabilir.
Sanatın bu iki kaynağını ''tam ve kesin'' olarak belirlemek ola­
naklı değildir. Buna karşın, Hegel'in yaklaşımı uyarınca, sanatın
kaynaklandığı ''genel ve salt gereksinmenin kökeni, insanın düşü­
nen bilinç olmasında yatmaktadır. ''
Düşünen bilinç olarak insan, ''kendisinden çıkarak kendisi için
ne yapıyorsa odur. '' Doğa nesneleri tekil ve dolaysız olmalarına
karşın, ''tin olarak insan, kendisine bakmak ve kendisini tasavvur
etmek ve etken olarak kendi başına olmak suretiyle kendisini çift­
ler '', bir başka söyleyişle kendisini çoğaltır.
Sanatsal/yazınsal üretimin kaynağı, ''insanın düşünen bilinç
olmasıdır. '' Biçimlendirilerek üretilmiş her şeyin kaynağı, insa­
nın bilinçli etkinliğidir. Öz-düşünüm, örneğin, sanatsal yara­
tım, ortaya konulan yazınsal ürün, insanı çoğaltan etkinliğin
sonucudur.
272 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Hegel'in sözünü ettiği insanın kendisini ''çiftlemesi'' , insanın


öz-düşünüm yoluyla kendisini başkalaştırması, bir başka anlatım­
la, bilinç durumunu değişikliğe uğratarak geliştirmesi demektir.
Olumlu anlamda düşünsel başkalaşmayı anlatan bu önerme, daha
sonra Marx'ın ''yabancılaşım kuramına'' temel oluşturmuştur.
Öte yandan Hegel'in ''düşünen insan kendisini çiftler'' sap­
taması, romantiklerin dönemin toplumsal-siyasal koşullarından
kaynaklanan ''güçsüzlük'' duygusunuı:ı ve bu duyguyu aşma iste­
ğinin anlatımı olarak edebiyat üretimine taşıdıkları ve sıkça kul­
landıkları '' benzer'' ya da ''ikiz'' motifini de çağrıştırmaktadır.
Hegel'in bu bağlamda geliştirdiği düşünce uyarınca, insan,
kendisini aşmasını sağlayan sanatsal yaratımın kaynağı ve ereği­
dir; çünkü insan, Hegel'in anlatımıyla, ''kendi içinde devineni ve
devindireni'', diyesi, özünü/kendisini bilince çıkarır. ''İç görü ve
tasarım yoluyla kendisini sabitleştirir. Özünden yarattığı ve dıştan
duyumsadığı şeyde kendisini yeniden tanır. Bu, kuramsal bilinç
oluşturma yoludur. İnsanın sahip olduğu itki, kendisinde dolay­
lı ve dışsal olarak verili olarak bulunan şey yardımıyla kendisini
yeniden yaratır ve bu süreçte kendisini yeniden tanır. Bu da edim­
sel bilinç oluşturma yoludur. ''
İnsanın kendisini sabitleştirmesinin yollarından ya da dola­
yımlarından biri de yazıdır. Sabitleştirici etkinlik, bu yönüyle
yazılılaştırmadır; çünkü yazı, insanın etken ve yaratıcı bilincini
somut metinlere ya da yapıtlara dönüştürerek kalıcılaştıran baş­
lıca araçtır.
İnsan, yarattığı yazınsal yapıtlarla irdeleşmek suretiyle, özünü
yeniden tanır; özünün yeniden bilincine vararak, özünü ve bilin­
cini bir üst aşamaya çıkarır. Böylece kendisini aşar; değiştirir ve
geliştirir. Tarihsel ilerlemeyi sağlayan etmen veya kaynak, düşü­
nen insanın bu tözsel özelliğidir.
İnsan doğası gereği biçimlendirmeye ve değiştirmeye eğilimli­
dir. Her türlü çekicileştirme ve süslemenin nedeni de budur.
İnsan, türsel niteliklerini oluşturan içsel itkiler ile dışsal şeyle­
ri dolayımlı olarak, diyesi, bir başka şey üzerinden alımlayarak
bireşimler. Düşünen bilinç olarak insan, dış varlıkları değiştirme
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 273

ve değiştirdiği şeylerde özünü yeniden bulgulama yeterliliği ve


eğilimine sahiptir. İnsanın içsel ve dışsal özelliklerinin diyalektik
belirlenmişliği ve etkileşimi, sanatsal ya da yazınsal yaratım bakı­
mından belirleyici önemdedir.
İnsan, nesnelerin biçimlerinde kendi dışsal yönünün ya da
Hegel'in deyişiyle, dış gerçekliğinin tadına varmak ister. Bu tadına
varma isteğinden kökenlenen ve insanda var olan biçimlendirme
ve değiştirme, onun tözsel ya da türsel özelliğidir. Sanatsalı, dola­
yısıyla da yazınsalı yaratma isteği ve yeterliliği de insanın bu türsel
özelliğinden kaynaklanır. Sanatın eğlendirme işlevinin kaynağı da
budur.
İnsan bir yandan içsel olarak sahip olduğu gizil gücü kendisi
için dönüştürmek ve öbür yandan da ''bu kendi başına olmayı '',
diyesi, bağımsız ya da özerk bir özne olma}'ı ''gerçekleştirmek ve
onda olanın içinde kendi ikileşmesini görülür/eştirmek ve bilince
çıkarmak suretiyle söz konusu düşünsel özgürlük gereksinmesi­
ni giderir. '' Bu olay, insanın ''özgür akılsallığıdır. '' Bütün davra­
nışların ve bilgilerin kökeni olan bu özgür akılsallık, ''sanatın da
kökenidir. ''

Dilin Tözü, Yazınsal Özgürlük ve Anlatılaştırma

Herhangi bir şeye ilişkin bir anlam oluşturmak, o şeyi dilsel­


leştirmek, bir başka deyişle, o şeyi sözcük ya da kavram ile kar­
şılamak, diyesi, adlandırarak diğer şeylerden ayırmak ve ortak
dile sokmak demektir. · Metni anlama veya çözümleme sürecinde
anlam oluşturma, söz konusu yazınsal metin üzerinde bir yaza­
rın biçeminin özgünlüğünü ortaya çıkarma sürecidir. Bu nedenle,
yazınsal ürünlerde anlam oluşturma, aynı zamanda yazınsallığı
oluşturmadır.
Dili salt kullanmakla, konuşmacının ya da yazarın isteği
tükenmez. İnsanda türsel ve içsel bir özellik olarak bulunan istek/
arzu, dil denen malzemeyi, kendi özgürlüğü içerisinde var etmeye
yönelimlidir; çünkü arzunun dili kullanma itkisi, dilin özerkliği­
ni ve özgürlüğünü kaldırarak korumaya ve dilin ''kullanılmak ve
274 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAM! 1 -
-

darmadağın edilmek/yok edilmek '' için var olduğunu göstermeye


zorlanır.
Hegel'in ''dili darmadağın etmek'' dediği şey, yazınsal üretimin
temel malzemesi ve dolayımı olan dilin kullanımı açısından belir­
leyici önemdedir. Dili darmadağın etmek ya da yok etmek, dili
biçimlendirerek, onu bir başka düzlemde yeniden üretmek ve bu
yeniden üretilen dilde, yazınsal anlatımla, dilsel biçemde kendisini
yeniden bulgulamak ya da tanımak demektir. Bu durum, Hegel'in

deyişiyle, yazınsal yaratımla insanın kendisini ikileştirmesi, hatta


çoğaltması demektir.
Ayrıca, dili darmadağın etmek ya da yok etmek, dilin içinde
özgürce dolaşmak, sözcükleri keyfi olarak seçmek, sıralamak,
müzikalite yaratabilecek bir biçimde düzenlemek, öznel dil beğe­
nisi doğrultusunda ona sanatsallık niteliği kazandırmak demektir.
Yazınsal yaratımın malzemesi ve dolayımı dil olduğundan, dili
yoğurmadan, hatta bir heykeltıraşın malzemelerinden biri olan
mermer üzerinde yaptığı gibi, dil üzerinde ''şiddet uygulamadan'',
özgün yazınsal ürün üretilemez.
Hegel'in ''sanatın malzemesi üzerine şiddet uygulama'', bir
başka söyleyişle, sanatçının malzemeyi öznel beğenisi doğrultu­
sunda özgürce biçimlendirme söylemi, öncelikle Roman Jakob­
son, Boris Eichenbaum, Victor Jirmunski gibi Rus biçimcilere,
daha sonra da başta Michel Foucault ve Jacques Derrida olmak
üzere, Fransız yapı-bozumculara esin kaynağı olmuştur. Ayrıca,
söz konusu belirleme, sanatsal yaratım sürecinin zorunlu ön-ko­
şulu olarak sanat kuramına yerleşmiştir.
Dolayısıyla, kimi yazın eleştirmenlerinin bile zaman zaman yap­
tığı gibi, bir yazarın yapıtlarında somutlaşan dil kullanım tarzı ya
da dilsel biçem, günlük dil bilinci ve beğenisiyle değerlendirilemez.
Her yazar, özgün dil beğenisi ve estetik algısı doğrultusunda
dili biçemselleştirir. Hegel'in ''dil üzerinde şiddet uygulamak''
dediği şey budur. Dolayısıyla, her yazar, yazınsal yaratım sürecin­
de kendi gücü ve yeterliliği ölçüsünde dil üzerinde şiddet uygular.
Böylece dile özgünlük ve sanatsallık kazandırır; dilin gelişimine
katkıda bulunur. Bazı büyük yazarların dil kullanımı ve dil beğe­
nisine ilişkin sözlük yapılması bu yüzdendir.
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 275

İnsan, Hegel'in belirlemesiyle, ''sanat yapıtını kendisi için var


eder; sanat yapıtıyla arzusuz biçimde tinin sadece kuramsal yönü
olan bir nesne olarak ilişki/enir. '' Bu nedenle, sanat yapıtı ''duyu­
sal bir var-oluşa sahip olmasına karşın '', düşünsel ilgileri gider­
mek ve bütün arzuları dışlamak açısından ''duyusal-somut bir
var-oluş aşamasında kalmaz. ''
Hegel yukarıdaki önermeleriyle, belli ölçülerde Kant'ın sanat
bağlamında geliştirdiği ''ilgisiz ilgi'' ya da ''amaçsız amaçlılık''
söylemine yaklaşır. İlgisiz ilgi, ilgi duyulan şeyden herhangi bir
yarar beklememek, o şeyi siyasal-düşünsel olarak biçimlendirmeyi
amaçlamamak demektir.
Hegel'e göre, arzunun edimsel ilgisi ile sanat ilgisinin ayrıldığı
yön şudur: ''Sanat ilgisi, nesnesini kendisi için özgür olarak var
eder. " Arzu ise, onu ''kendi yararı için yok edici bir biçimde''
kullanır. ''Sanat yapıtındaki duyusal öğe kendisi için özgürce var
olmak zorundadır; ancak bu duyusal öğe sadece yüzey olarak,
duyusalın görünüşü olarak '' görünebilir.

Özgürlük İdesi ve Yazınsal Yaratım

Herhangi bir içeriğin veya öykünün anlatılaştırma yoluyla/


dolayımıyla somutlaştırılmaya; bir başka anlatımla, yazınsal
ürüne dönüşmeye yatkınlığı ya da elverişliliği, yazınsal üretimin
gerçekleşmesi için tek yeterli ön-koşul değildir. Buna ek olarak
içeriğin anlatılaştırılmaya yatkınlığını yaratıcı olarak kullanma
yeteneğine sahip bir yazınsal özne gereklidir. Bu yönüyle içerik,

özneldir; ''karşısında somut olanın durduğu içsel bir şeydir. '' Söz
konusu olan, bu ''özneli nesnelleştirmektir. ''
Sanatsal yaratımın doğmasına yol açan ''düşünsel ilgi ve amaç'',
ilkin salt öznel, içsel olarak bulunanı anlatılaştırarak, ''somutlaş­
tırmaya ve somutlaşınca da doyum bulmaya yöneliktir. '' nedeni
buradan kaynaklanır.
Yazınsal açıdan ideden kaynaklanan bir duyumsama ya da
imgelem, anlatım yoluyla dışsala dönüşür; Hegel'in deyişiyle, dış­
salda kendisini gerçekleştirir. Böylece, öznel olan tözsel öz-yapısı­
nın bir sonucu olarak etkinlik alanını genişletir.
276 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Sanatsal yaratımın belirleyici ön-koşulu olan özgürlük, Hegel'in


nitelemesiyle, ''öznelin kendi içinde uğraşması gereken en yüksek
içeriktir''; çünkü özgürlük, tinin ''en yüksek belirlenimidir.
Hegel'in kişi ya da özne için ''en yüksek içerik'' , ''en yüksek
belirlenim'' olarak nitelendirdiği özgürlük, sanatsal anlamda
öznenin en yüksek düzeyde üreterek, türsel özelliklerini gerçek­
leştirmesi ve böylece de tekilleşmesinin ya da bireyleşmesinin hem
dolayımı hem de sonal ereğidir. •

Bu açıdan bakıldığında özgürlük, Kant'ın da öne sürdüğü gibi,


hep ulaşılmak istenen, ancak bir türlü ulaşılamayan ülküdür.
Açık veya örtük olarak sanatsal etkinliğin ve üretimin hem çıkış
noktası, hem de ereği olan özgürlük için sürekli savaşım ve uğraş
vermek gerekir. İnsan, savaşım vermek suretiyle özgürlük idealine
ulaşmaya çalışır. Fakat o yaklaştıkça, özgürlük ideali uzaklaşır.
Bu döngü içinde özgürlük · idealine ulaşılamaz; ancak özgürlük
uğruna verilen savaşım, özgürlük alanını genişletir. Böylece görece
özgür olan bireyin sanatsal yaratım olanakları çoğalır.
Hegel'in felsefesinde özgürlük, öznenin ''içinde kendisini bul­
duğu şeydir. '' Bu biçimsel belirleyim içinde ''öznel, dünya ile barı­
şır, onda doyuma ulaşır ve her türlü karşıtlığı ve çelişkiyi çözer. ''
Görüldüğü gibi, özgürlük, öznenin her türlü çelişkiyi çözerek,
dünya ile barışmasının ve dünya içinde özünü gerçekleştirmesinin
ön-koşulu ve olanağıdır. Özne, dünyasal varlığını sürdürebilmek
için, en yüksek belirlenimi olan özgürlüğe yazgılıdır. Öte yandan,
öznenin özgülüğe yazgılı olması demek, edilgen ve tembel bir
öznenin de özgürleşebileceği anlamı taşımaz.
Peki, öznenin en yüksek belirlenimi ve ereği olan özgürlü­
ğün içeriği nedir? Hegel'e göre, özgürlüğün içeriği ''akılsal olan­
dır'' ; özgürlüğün içeriği ''davranışta ahlaksallık ve düşünmede
hakikattir. ''
Özgürlük, ilk aşamada öznel olduğundan, '' özgür olmayan şey,
öznenin karşısına nesnel olarak, doğa gerekirliği olarak çıkar. '' Bu
durum, öznenin özgürlük eğilimiyle çelişir. Buradan da '' bu çeliş­
kinin çözümü istemi doğar. " İçselde ve öznelde de ''aynı karşıtlık
bulunur. "
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 277

Bu bakımdan özgürleşmek, bireysel ve toplumsal yaşamda


ortaya çıkan çelişkileri ve çatışkıları çözmekle olanaklıdır. Çeliş­
kilerin üretken çözümü, aynı zamanda tarihsel ilerlemenin de kay­
nağıdır. Çelişkileri çözemeyen bireyler veya toplumlar, yerlerinde
saymaya ve giderek kokuşmaya yazgılıdır.
Bilgi açısından özgür olmak, bilmekle olanaklıdır; bilgi özgür­
lüğün olanağı, olabilirliğidir. Bilmeyen, ''özgür değildir. '' Bilme­
yene göre dünya, ''yabancı bir dünya ve dışarıdaki, oradaki bir
yerdir. ''
Bu nedenle, insanın tözsel niteliği olan bilme itkisi ya da
güdüsü ''özgürsüzlüğü ortadan kaldırma, dünyayı tasavvurda ve
düşünmede edinme'' isteği ve çabasıdır. İnsanın kendisini, doğayı
ve toplumu değiştirme ve özgürleş(tir)me gücü, istenci ve yeteneği
buradan kaynaklanır.
Öte yandan eylemde özgürlük veya eylemli özgürlük, ''isten­
cin aklının gerçekliğe dönüşmesine yöneliktir. '' Keyfilik, özgür­
lük değildir; keyfilik yalnızca ''akıl-dışı özgürlüktür. '' Keyfilikte
''seçme ve öz-belirleme, istencin aklından değil, rastlantısal güdü­
lerden ve bunların duyusala ve dışsala bağımlılığından doğar. ''
Bilme ve isteme gibi gereksinmeler, ''dünyada doyuma ulaşır ve
öznel ile nesnel karşıtlığını, içsel özgürlük ile dışsal gerekirlik ara­
sındaki karşıtlığı özgür bir tarzda çözer. ''
Bu yönden bakıldığında, yazma ya da yazın üretme, aklın
bilinçli ve amaçlı kullanımı kapsamında içsel ile dışsalı, somut
yazınsal yapıtta özgürce bireşimleme uğraşı veya etkinliğidir.
Yazınsal yapıt üretimi, öznel ile nesnel veya tikel ile tümel arasın­
daki çelişkiyi çözme ve uyuma ulaştırma eylemidir.
Düşünsel bir sanat olan yazın, Hegel'in açıklamalarına göre,
tasavvur eden bilinç için ''anlam ile bireysel biçimlendirmenin
birleşmesidir. ''
Sanat alanları arasında edebiyata tinsel bir üstünlük niteliği ve
merkezi bir konum atfeden Hegel'in anlatımı uyarınca, edebiyatı
oluşturan içerik, dolaysız ve öznel olarak tasavvur edilir ve kavra­
nır. Ancak edebiyat yaratmak için bu koşul yeterli değildir. Bunun
dışında anlam, bireysel biçimlendirim ile birleştirilmelidir. Anla-
278 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · I ·

mın bireysel biçimlendirme ile birleştirilmesi de yazınsal yapıtlara


tekillik özelliği kazandıran '' biçemi'' ortaya çıkarır. Genel dilsel
malzemeyi biçemselleştirme, onun üzerinde ''şiddet'' uygulaya­
rak, onu yoğurarak estetikleştirmeden başka bir şey değildir.

Dilin İçerdiği Güzellik ve Yazınsal Öznenin Duyumsama Yeterliliği

Sanatçı ya da yazar, kendini bir başına özgür olarak bulu-


nan, Heidegger'in söyleyişle, ''konuşan'' dil dizgesine göre ayar-


lar. Edebiyatın malzemesini ve dolayımını oluşturan dil dizgesi,
yazınsal açıdan güzel olanın ''bitimsiz/iğini ve özgürlüğünü '' için­
de barındırır. Dil ayrıca kendi özünden türeterek tikelleştirdiği her
''yazınsal güzel'', bir başka deyişle, her yazınsal ya pıt ile kendisini
de estetikleştirerek, bir üst düzeye taşır.
Öte yandan dil dizgesinin içinde barındırdığı bu bitimsiz ve
özgür güzelin geçerlileşebilmesi için, güzeli duyumsama yeterlili­
ğine sahip olan yazınsal özne gereklidir. Dolayısıyla, dil dizgesinin
içinde barındırdığı bitimsiz ve özgür güzellik ile onu duyumsaya­
bilen yazınsal özne, birbirini gerektiren iki boyuttur. Bu iki öğe­
nin veya ön-koşulun bir araya gelmesi, edebiyatın oluşmasının ve
gelişmesinin zorunlu ön-koludur. Söz konusu iki öğenin biri olma­
dan öbürü var olamaz ve bir başına kendisini geçerlileştiremez.
Soyut bir dizge olan dilin kendi başınalığı, Hegel'in deyişiyle,
''tek-yanlı özgürlüğü '', yazarın ''öznel bakışının ve duyumsaması­
nın bağımlılığına '' yol açar; çünkü öznel bakış için ''içerik verili­
dir'' ; hem de anlatımın dolayımı olan dilde verilidir. Yaratıcı özne
olarak yazarın ' öz-belirleyiminin yerini, var-olanı kavrama '' ve
'

var olanı kavrayarak biçimlendirme, dolayısıyla da yazınsallaş­


tırma alır.
Bu nedenle, dili somut yazınsal metne dönüştürme anlamın­
da yazınsal olarak ''hakikate ulaşma'', ancak yazarın öznelliğini
dilsel dizgeye bağımlılaştırmasıyla olanaklı olabilir. Bir iletişim
aracı olan dil, her türlü öznelliğin üstünde soyut bir genelliktir;
dilbilgisel, söz-dizimsel ve anlam-bilgisel kurallarını dayatır. Dilin
bu dayatıcı özelliği ile yazarın dili biçimlendirme girişimi çelişir.
BAZI FILOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBiYATA BAKIŞI 279

Yazar, dilin dayatıcı yönlerine karşın, dili sanatsallaştırmak sure­


tiyle bu çelişkiyi çözmeye uğraşır.
Dil bu tözsel özelliklerini dayattığı için, yaratıcı özne olan
yazar, dilsel tümlüğü tikelleştirmek amacıyla, yazınsallaştırma
sürecinde dil üzerinde şiddet uygulamak zorunda kalır. Bu neden­
le, dile yönelik her öznel anlatım etkinliği, tümel dilsel yapıyı
özgüleştirebilmek için, değişik yoğunluklarda söz konusu tümel
yapıyı değiştirir. Böylece tümel dilsel dizgeye şiddet uygular.
Öte yandan, dil söz konusu nitelikleri nedeniyle, yazınsal ileti­
şim amacıyla kendisini kullanan yazarı ya da şairi kuşatır ve ken­
disine bağımlılaştırır. Ancak bu bağımlılaştırma yazarın tüm yara­
tıcı öznelliğini yok-edemez. Yazar, dil beğenisi ve anlatılaştırma
yeterliliği ile orantılı olarak, kendisini dilin dayatıcı öz-yapısın­
dan göreceli olarak bağımsızlaştırmak suretiyle, özgün biçemini
oluşturur.
Biçemleştirme, yaratıcı ve istençli özne olarak yazarın öz-belir­
lenimidir. Bir yazar, dilin tözsel öz-yapısı gereği kendisini dayatma
eğilimi ile genel dili tikelleştirerek biçemselleştirme yeterliliği ara­
sındaki çelişkiyi ne denli başarılı çözümleyebilirse, o denli başarılı
bir yazar olarak nitelendirilebilir.
Dilsel biçem oluşturma yeterliliğinin temelini oluşturan öznel­
liğin biçimlendirici etkisinin kaynağı, öznenin bilgileri, ilgileri,
amaçları ve yönelimidir. Bu tümce, öznenin yerine yazar; öznelli­
ğin yerine de yazarlık konularak da okunabilir.
Dolayısıyla, dil ile yazar arasında karşılıklı bir bağımlılık iliş­
kisi vardır. Dil, özgürlüğü sınırlayıcı ve dayatıcı nitelikte olmakla
birlikte, her iki tarafın Ôzgürlüğü de son çözümlemede göreceli
özgürlüktür.
Öznenin ya da yazarın bitimli ve bağımlı olmasının nedeni nes­
nelerdir; ''kendi dışında var-olan dış-dünyadır. '' Örneğin, öznenin
istenci dışında var-olan dildir; ancak, Hegel'in estetik öğretisi uya­
rınca, nesne de bitimli ve bağımlıdır. Nesnenin özerkliği ve özgür­
lüğü ''göstermelik'' bir özgürlüktür. Nesne, yazınsal söyleyişle,
dil, öznenin/yazarın ''değiştirici gücüne, şiddetine '' açıktır. Bu
bağlamda nesnenin; diyesi, dilin özgür var-oluşunu bozan öznedir,
yazardır; öznenin/yazarın değiştirici müdahalesidir.
280 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI I
· ·

Hegel'in bu nesnenin özerkliğinin ve özgürlüğünün de son


çözümlemede salt olmadığı, nesnenin öznenin değiştirici gücüne
ve şiddetine açık olduğu biçimindeki belirlemeleri, yazın-kuramı­
nın özünü de ortaya koymaktadır. Buna göre, yazarın değiştirici
gücü ve şiddeti, dili işleyerek biçemselleştiren başlıca etmendir.
En genel anlamıyla sanatsal yaratım, nesne ile öznenin har­
manlanımıdır; karışarak yeni nitelik kazanmasıdır. Bu durumda
da yazınsal yaratım, soyut genel olan dil ile onu biçimlendiren

yazarın yeterliliğinin harmanlanarak, yeni bir nitelik kazanması-


dır. Bir başka anlatımla, dilsel dizge ile öznel ve yaratıcı yeterli­
liğin bireşimlenerek, somut yazınsal ürün olarak ortaya çıkması
demektir.
Hegel, güzel diye duyumsanan nesnenin özelliklerine ilişkin
olarak şu değerlendirmeyi yapar: Güzelin özü gereği, ''güzel nes­
nede hem kavram, amaç ve ruh, hem de onun dış belirlenmişli­
ği, çeşitliliği ve gerçekliği vardır. '' Hegel'e göre, sanatta katıksız
''yazınsal/şiirsel (poetik) olan, sadece ideal'dir. ''
Yukarıda genel hatlarıyla belirtildiği gibi, bu yaratım süre­
cinde kullanılan malzeme; diyesi, dil, biçimlendirmeye direnç
gösterir; kurallarını ve mantığını dayatmaya uğraşır. Salt biçim­
lendirilen malzeme direnç göstermekle kalmaz; içerik de kendi­
sini açığa vurduğu, anlatılaştırdığı biçimi ''genişletir ve değişime
uğratır. '' Yazınsalın/şiirselin ülküselliği, salt biçimsel bir yapmayı
yansıtmaz.
Bu bağlamda sanat yapıtının görevi, ''nesneyi genelliği için­
de kavramaktır ve gereksizi bir yana bırakmaktır. '' Bu nedenle,
sanatçı ya da yazar, dış-dünyada bulduğu biçimlerin ve anlatım
tarzlarının tümünü almaz; ''gerçek edebiyat yaratmak için '',
konunun kavramına uygun olanları alır.

Yazınsal Özerklik ve Özgünlük

Hegel felsefesinde değişmez gerçekliği ya da varlığı anlatan


töz ve tözsellik ile birlikte özerklik kavramı önemli bir yer tutar.
Özerklik ya da kendi-başınalık, Hegel'in belirlemesiyle, kendi
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 281

içinde ''tözsel olan, bu tözsellikten ve nedensellikten dolayı özerk


olan, bir-başına olandır. '' Gerçek özerklik, ''genel olan'' ile ''tekil
olanın'' somut bir gerçeklik kazanarak, ''bireylik ile genelliğin
birliği ve iç içe-geçmesidir. ''
Özgün özne, genellik sayesinde temelini ve hakiki içeriğini
bulur; çünkü ''genellik'' öznenin tikelleştiği ortamdır. Genellik
ve tikellik, birbirini gerektiren ve belirleyen; bazen çatışan, bazen
uyumlulaşan iki karşıt boyuttur. Bunlardan biri olmadan, öbürü
olamaz. Dolayısıyla, özerklik, genellik ile tikelliğin bireşimi ola­
rak ortaya çıkar. Genellik-tikellik ilişkisi, bütün sanat dallarına
uyarlanabilir. Bu ilişkinin edebiyata yansıma biçimini yukarıda
belirginleştirmeye çalıştım.
Hegel'e göre, genellik içinde canlanan özerklik ya da bir-ba­
şınalık, tinselin bir türevi olarak ortaya çıkar. Genellik ile tekil­
liğin birliği/özdeşliği olan özerkliğin ''görünüş biçimi, düşünme­
dir''; çünkü düşünme bir yönüyle öznel, öbür yönüyle de kendi
etkinliğinin ürünü olarak geneldir. Dolayısıyla da hem öznel hem
de nesneldir; bunun ikisidir; genellik ve öznelliğin ''özgür birliği­
dir. " Bireysel özerklik içinde genel olan, öznel olana göre, ''daha
kapsayıcı, dolaysız ve rastlantısaldır; genel olan, öznel duyguyu,
ruhu/gönlü, öz-yapısal nitelikleri kapsar. ''
Özerkliğin temel dayanağı olan öz-yapı/karakter, Hegel'e göre,
''genelin bireysel tekillik içinde bütünlüğe, birliğe '' ulaşmasıdır.
Bu tümlük, ''somut tinselliği ve öznelliği'' içerisinde bulunan
insandır; insanın ''tümel bireyliği'' ise, karakterdir/öz-yapıdır.
Karakter/öz-yapı, insanırı bütün özelliklerini kapsadığından, ide
gibi, tümeldir.
Hegel'in öz-yapı/karakter kapsamında irdelemeye kattığı bir
diğer kavram ''pathos'tur. " Düşünürün anlatımıyla, somut etkin­
likte ortaya çıkan pathos, ''insanın öz-yapısıdır. '' Bu yüzden,
öz-yapı veya karakter; etmenleri, anları ve nitelikleri kendi tümlü­
ğü içerisinde bütünleştirdiği ölçüde ''sanatsal betimlemenin odak
noktasını '' oluşturur.
Hegel'in bu savı uyarınca, öz-yapı, sanatsal, dolayısıyla da
yazınsal betimlemenin belirleyici koşullarından biridir. Yazınsal
282 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

betimlemeyi gerçekleştiren yazar olduğuna göre, yazarın karakte­


ri yazınsal betimlemenin odak noktasını oluşturur. Bu sav, birçok
'

bakımdan eleştirel bir irdelemeye tabi tutulabilir. Her şeyden önce


karakter bakımından pek ülküselleştirilemeyecek yazar/şair sayı­
sının oldukça yüksek olduğunu vurgulamak yeterli olur sanırım.
Tinsel etkinlik içinde duyusal tasavvur ve görü için biçimlen­
dirilen ve kendini gerçekleştiren ideal/ülkü anlamında ide, doğası
gereği, kendisiyle bağlantılanan ''öznel tekliktir. "
Bu bakımdan idenin özgürlüğü, öznenin özgürlüğünün ortamı­
dır. Hegel'in anlatımı uyarınca, gerçek ''özgür teklik'', kendisini
salt genellik olarak değil, aynı zamanda ''somut tikellik'', genel­
lik ile tikelliğin bütünlüklü bir aktarımı ve karışımı olarak ortaya
koymak zorundadır. Somut özelliklerin ve/veya tikelliklerin topla­
mı olarak öz-yapı/karakter, ''tümel bireylik '' ya da ''karakter zen­
ginliği'' olarak öz-yapıdır; ''öznel kendi-başınalık'' olarak açığa
çıkmak zorundadır.
Öz-yapının ortaya çıkış biçimlerine ilişkin belirlemeler, yazın­
sal ürünün görünüş biçimleri için de geçerlidir.
Tözel niteliklerini etkinleştirerek, öz-yapısını ve bireyliğini
yaratan insan, çok yönlü çelişkileri, ''çokluğun çelişkilerini'' için­
de barındırmaktan öte, bunları verimli bir biçimde bireşimlemek;
bunu yaparken de ''kendisi kalmak zorundadır. "
Öz-yapı veya karakter, ''tikel/iğini öznelliği ile bütünleştirmek
zorundadır. '' Öz-yapı, belli bir biçimde ve belirlenmişlik içinde
''kendisine sadık kalan bir pathosun gücüne ve sağlamlığına ''
sahip olmalıdır.

Sanatsal/Yazınsal Yaratımda Tikellik-Tümellik İlişkisi

Karakter, kişi ya da figür, yazınsal yaratımın temel oluşturucu


öğesi ve kurgusal ürünüdür. Hegel'in anlatımı uyarınca, ''eylemin
genel ve tözsel güçleri '', etkinleşebilmek ve gerçekleşebilmek için,
''insan bireyliğini '' gereksinirler. İnsan bireyliği, bu güçlerin pat­
hos olarak ortaya çıktığı ortamdır. Ancak, söz konusu güçlerin
''genel yönleri'', kendi içinde bütünleşerek, ''tikel bireylerde 'tüm­
lüğe ve tekilliğe' dönüşmek zorundadır. ''
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 283

Söz konusu tümlük, ''somut tinselliği içindeki insandır ve bu


tümlüğün öznelliği karakter olarak tümel insan bireyliğidir. ''
,
Somut etkinlik içinde pathos, ''insansal karakterdir. ,,
Hegel'e göre, ''duyusal tasavvur ve görü için tasarımlanan ve
eylemde kendisini gerçekleştiren ide, belirlenmişliği içinde kendi­
siyle ilişkilenen 'öznel teklik 'tir. " Hakiki özgür teklik ise, ''kendi­
sini salt genellik olarak değil aynı zamanda somut tikellik ve her
,
ikisinin bütünlüklü olarak birbirine nüfuz etmesidir. '' Söz konu­
su bu durum, ideali, bir başka anlatımla, ''öznelliğin zengin gücü
içinde yoğunlaşan karakterin gücünü oluşturur. ''
Hegel, bu kapsamda Homeros'ta ''her kahramanın özelliklerin
ve karakter niteliklerinin canlı bir toplamı '' olarak betimlenmiş
olmasını örnek gösterir. Örneğin, Akhilleus ''genç bir kahraman­
dır; ama diğer insani nitelikleri de eksik değildir. ,,
Ayrıca, Akhilleus, bütün olumlu özelliklerine karşın, ''sinirli,
öfkeli, öç düşkünü ve düşmanına karşı acımasız'' bir figürdür. Bu
kişilik özelliklerinden dolayı Hektor'u öldürdükten sonra ara­
basının arkasına bağlayarak, Truva'nın surları etrafında üç kez
sürüklemiştir.
Öte yandan Akhilleus, yaşlı Priamus çadırına geldiğinde yumu­
şar; kendi babasını düşünür; Priamus'a öz oğlu olan Hektor'u
öldürdüğü elini uzatır. Bütün bu olumlu ve olumsuz karakter özel­
liklerinin ışığında, Hegel'in deyişiyle, Akhilleus için ''Akhilleus
,
bir insandır'' denilebilir. Soylu insansal doğanın ''çok-yönlülüğü,
bütün zenginliğiyle bu tekil bireyde kendini açımlar. ''
Homeros'un diğer karakterleri de, Hegel'in değerlendirme­
si uyarınca, böyledir: Odysseus, Diomedes, Aias, Agamemnon,
Hektor. Bu karakterlerden her biri ''bir bütündür; kendi başına
bir dünyadır; her biri tüm ve canlı insandır; herhangi bir karakter
özelliğinin yerinesellalegorik soyutlaması değildir. '' Ancak böyle
bir ''çok-yönlülük karaktere canlı bir ilgi kazandırır. "
,
Hegel'e göre, karakter, insan yüreğinin ''çeşitli yönlerine gir­
meli, orada kendisi olmalı, özünü onlarla doldurmalıdır''; ancak
bunlarla yetinmemelidir; kişiliğini ''ilgilerin, amaçların, özellik­
lerin, öznellikte somutlaşmış karakter özelliklerinin tümelliğinde
belirginleştirmelidir. ''
284 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI 1
• •

Böyle tümel karakterlerin ''betimlenmesi için epik edebiyat,


daha uygundur; dramatik ve lirik şiirse, bu tür karakterlerin
betimlenmesi için pek uygun değildir. ''
Sanat, ''tümlük ile yetinemez. " Burada önemli olan ''kendi
belirlenmişliği içinde idealdir''; karakterin ''tikelliği ve bireyliği''
istemi de buradan kaynaklanır. ''Kendi çatışması ve tepkisi için­
de eylem, biçimin belirlenmişliği ve sınırlılığını '' ister. Dramatik
kahramanların epik kahramanlara göre çoğunlukla ''daha yalın''

olmaları bu yüzdendir.
Shakespeare'in ''Romeo ve Juliet'' inde Romeo, ''aşkı başlıca
pathosu durumuna getirmesine karşın '', bu karakter ''çok çeşitli
ilişkilere'' sahiptir. Anne-babası, arkadaşları, dadısı, düello türü
çeşitli savaşımları, din adamlarına duyduğu saygı ve güven türün­
den birçok ilişki bu karakteri güçlendirir ve canlandırır. Aynı şekil­
de Juliet de ''ilişkiler tümlüğüne'' sahiptir. Ancak Juliet karakte­
rinde bütün olarak ''tek bir duyumsama, aşk tutkusu '' egemendir.
Onda aşk tutkusu ''bitimsiz bir deniz gibidir. ''
Hegel'in ''karakter zenginliğinin başlıca ölçütü'' olarak gör­
düğü ''ilişki zenginliği veya çeşitlenmesi'' bakımından Romeo ve
Juliet karşılaştırıldığında, Romeo'nun geliştirdiği çok-yönlü ilişki­
ler ağından ötürü, öne çıkan kahraman olduğu söylenebilir. İlişki
yoksulu olan Juliet, bütün toplumsal-insansal ilişkilerini ''aşk tut­
kusuna'' indirgediği için, tek-yönlü bir figür özelliği taşır.

Yazar Nasıl Özgürleşir ?

Sanat yapıtı bir yandan ''idealin içeriğini belli bir hal, tikel bir
durum, karakter, olay ya da eylem olarak dış var-oluşun bir biçimi
içinde betimleyerek, idealin içeriğine gerçekliğin somut bir biçimi-
nı verır. ,,
. .

Görüleceği üzere, idealin gerçekliğin anılan iki var-oluş tarzını


kazanma süreci, ilkin idealin tözsellikten çıkarılarak, özerk bir dış
varlığa dönüştürülmesiyle olanaklıdır. Bu aşamada idealin içeri­
ği ile dış gerçekliğin somut biçimi harmanlanır; söz konusu har­
manlanım yepyeni bir nitelik olarak ortaya çıkarılır. Bu aşamada
BAZI FİLOZOFL.AAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBiYATA BAKIŞI 285

sözü edilen iki etmenin bireşimlenmesi süreci, aynı zamanda sanat


yapıtının; örneğin, bir yazınsal yapıtın figürlerinin, konusunun
vb. yönlerinin belirginleştirildiği süreçtir.
Sanatın ''dışsallığın en sonuna değin uzanması'' söylemi, ede­
biyata uyarlanabilir. Yazınsal yaratım açısından kuşatıcı ''soyut
dışsallık'' , soyut dil dizgesidir. Bu ilke uyarınca, yazınsallaştırma
veya yazınsal yapıtın yaratımı sürecinde yazar/şair, dilin olanak­
larının sonuna değin gitmelidir. Bir başka anlatımla, dilin olası
bütün olanaklarını kullanarak tüketmelidir.
Bu nedenle, yazın sanatının oluşabilmesi için, yazarın soyut
dil dizgesinin en sonuna değin uzanması gerekir. Ancak böyle bir
tutum sergileyen yazar ya da şair, idealini dil dizgesiyle en yoğun
ve derin biçimde karıştırarak, hem idealini hem de soyut bir genel­
lik olan dil dizgesini özgüleştirebilir.
Söz konusu özgüleştirme, anlatım aracı olan retorik figürler
yoluyla gerçekleştirilen biçemsel tikelleştirme etkinliğinin bir türe­
vidir. Biçemsel tikelleştirme ise, yazınsal yapıtı yapıt durumuna
getiren estetikleştirme işlemidir.
Hegel'in kullandığı ''duyusal malzeme'' kavramı, öznel sanat
yaratıcısının istenci dışında var-olan ve her sanat dalının kullan­
dığı özgün malzemedir. Bu açıdan bakılınca, edebiyatın duyusal
malzemesi dildir. Heykelin duyusal malzemesi, taş, kaya, demir,
ahşap; resmin duyusal malzemesiyse boya, tuval, çerçeve benzeri
şeyler; müziğinkiyse, sesten türeyen ve sesi ayrımlaştıran ve çeşit­
lendiren ezgiler/melodiler ve enstrümanlardır.
Hegel'in yukarıda vurguladığı iki yönü, dile şöyle uyarlamak

olanaklıdır. Dili biçimlendirerek, tikelleştiren yazar/şair, dil kul-


lanım tarzını özgürce belirlemekle birlikte, asgari ölçüde iletişi­
mi sağlayabilmek için, dilin kurallarına ve yasallıklarına uymak
zorundadır. Yazarın/şairin dil beğenisine koşut olarak dilsel mal­
zemenin yalınlığı ve arılığı belirginleşir.
Dil, malzeme ve dolayım olarak yazın yapıtını bütünüyle kuşa­
tır; yazarca özgüleştirilerek, biçemselleştirilir. Dolayısıyla, yazın­
sal yapıtta somutlaşan dil, öznel olarak biçemselleştirilmiş, este­
tikleştirilmiş olan dildir; dilin öznelleştirilmiş kullanım tarzıdır,
öznelleştirilmiş halidir.
286 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · I ·

Yazınsal yaratım alanı ile dışsallık arasındaki ilişki konusun­


da şu anımsatma yapılabilir. Bir yazınsal yapıtın dış yönü denil­
diğinde, yazınsal metnin dilselleştirmeden kaynaklanan yapısal
özellikleri ve yazarın bu özellikleri oluşturma ve ayrıksılaştırma
sürecinde soyut dışsal olan dil dizgesinin dayattığı her türlü kural
anlaşılır.
Yazıncı/şair, dili ne denli özgür biçimlendirirse biçimlendirsin,
hiç olmazsa asgari düzeyde yazınsal iletişimi olanaklılaştırmak

için, dil-bilgisel, söz-dizimsel, anlam-bilimsel birtakım kurallara


uymak zorundadır.
Metin kuramında bağlaşım, bağlam, durumsallık, ereksellik,
kabul edilebilirlik, bilgisellik/bilgilendiricilik ve metinler-arasılık,
''metin oluşturucu'' ilkeler olarak adlandırılır.
Etkililik, verimlilik/ekonomiklik ve metinsellik ölçütlerine ve
alımlayıcı beklentilerine uygunluk ilkeleriyse ''metnin düzenleyici
ilkeleri'' olarak nitelendirilir.
Her yazar/şair, yapıtının okunmasını istediğinden yazınsal ile­
tişimi güvencelemek amacıyla, istençli veya istençsiz olarak asgari
ölçüde bu kurallara uyma gereksinmesi duyumsar.
Öte yandan, söz konusu kurallar veya ilkeler, yazınsal yaratımı
bağımlılaştırıcı bir işlev görür. Bu yüzden, başarılı yazar/şair, asga­
ri ölçüde bu kurallara uymak zorunluluğu ile söz konusu zorunlu­
luğun yol açtığı bağımlılıktan kurtulma isteminin yarattığı gerilim
ve çelişkiyi yaratıcı bir biçimde çözebilen yazar veya şairdir.
Hegel açısından '' a, e, i, o, u'' gibi ünlüleri belirgin ve saf olan
bir dil, örneğin, İtalyanca ''kulağa hoş gelen, şiirsel bir dildir. ''
Ünlülerin şiirselliğe yol açmasına karşın, ''ünsüzlerin her
zaman karışık bir tonu/tınısı vardır. '' Yazıda ya da yazmada dilsel
sesler ''sürekli olarak çok az sayıda aynı göstergeye bağlanırlar. ''
Bu nedenle de ''yalın belir/ilikleri içinde ortaya çıkar. '' ·
Hegel'in bu belirlemesine göre, ünlüleri belirgin ve katıksız bir
dil olan Türkçe, en geniş anlamda şiirseldir, denilebilir. Dolayı­
sıyla da yazınsallığa yatkın bir dildir. Üretim bolluğu içerisinde
tür, içerik, biçim, biçem ve bütün bunların etkileşimi bakımından
önemli bir gelişme gösteren Türk edebiyatının güncel durumu,
Hegel'i doğrulamaktadır.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 287

il. 2 . Friedrich Nietzsche ve Hans Vaihinger'in3


''Sanki Felsefesi '' ve Yazınsallık

Y aşanı, Öyle Gibi Göstermeye De Dayanır.

Alman ''Felsefe Tarihi Sözlüğü''ne4 göre, ''sanki'' (als ob),


Kant felsefesi kapsamında önem kazanmış bir ilgeçtir. Bu ilgeç,
' düşünümsel yargı gücü açısından aklın, aşkın-gerekli ve eleştirel
'

ilkesi'' olarak değerlendirilir. Söz konusu ilgeç, ayrıca dizgesel bir


erek içinde bilime '' bulgusal'' bir kural da getirir.
Sanki ilgeci, Vaihinger'de ''yazınsal yanaç ile gerçek örnek­
seme arasında orta konuma '' sahiptir ve ''kurgusal bir yargıyı''
başlatır. Kurgusal yargılarda ''bir karşılaştırmanın ya da bir yar­
gının olabilirliği ve gerekirliği '' dile getirilir; ancak bu yargıların
''öznel bir geçerlik'' taşıdığı, ''nesnel bir öneme'' sahip olmadığı
da vurgulanır.
''Sanki Felsefesi''5, ''kurguculuk'' olarak da adlandırılır ve
''idealist pozitivizmin dizgesi'' olarak değerlendirilir.
Estetikleştirme ya da yazınsallaştırma açısından belirleyici önem­
de bir kavram olan ''kurgu(sallık) '' , kurguculuğun da temel kav­
ramlarından biridir.6 Bu felsefi akım, aynı zamanda Nietzsche'nin

3 Hans Vaihinger ( 1 852- 1933) yeni-Kantçılığın ve "sanki felsefesi''nin (die Philosop­


hie des Als Ob) geliştiricisidir. Vaihinger'in geliştirdiği ''sanki felsefesi'', idealizm,
pozitivizm, yararcılık ve Darwinciliğin karışımıııdan oluşan felsefi bir öğretidir ve
edebiyatın temel niteliği o.lan kurgu(sallık) kavramının düşünsel dayanağıdır. Daha
fazla ayrıntı için: (hnp://www. bbkl.de/v/vaihingen_h.shtml)
4 ''Historisches Wörterbuch der Philosophie'': Yayımlayan: Joachim RITIER, Band I,
Schwabe, Basel. Stuttgart, 1 97 1 , ilgili madde.
5 Hans Vaihinger'in aynı adlı kitabına dayanan ''Sanki Felsefesi", hakkında daha ay­
rıntılı bilgi için: http://www. philosophia-online.de/mafo/heft, 2008- 1/Smi_Vai.htm
6 Ansgar NÜNNING (Hrsg): "Grundbegriffe der Literaturtheorie -Yazın Kuramının
Temel Kavramları-"; ( Metzler, Stutıgart. Weimer, 2004, s. 63- 64) adlı başvuru ya­
pıtında kurgu ve kurgusallık kavramlarına ilişkin verilen bazı bilgiler, yazınsallık ve
Vaihinger'in "sanki felsefesi''ni açıklamaya yardımcı olabilir. Anılan kaynağa göre,
Latince ''fingere'' (kurgulamak, öyle göstermek, oluşturmak) sözcüğünden türetilmiş
olan kurgu, yazınsal yapıtlarda betimlenen dünyanın buluntu ve imgelemsel öz-yapı­
sını nitelendirir.
Yazınsal metinlerdeki anlatımların ve sav-sözlerin ''hakikat savı" bakımından ''özel
bir konuma'' sahip olduğu anlayışı, yazın-kuramsal oluşumun bütün yönleri ve aşa-
288 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

düşüncesiyle ve 1 900'lü yıllardan sonra yaygınlaşan ''yaşam felsefe­


si'' ile de koşutluk gösterir.
Burada bir başlam açıp, Nietzsche'nin ''yaşam'' kavramına
bakmak yararlı olabilir. Nietzsche, ''Tragedyanın Doğuşu''nda7
yaşamı şöyle nitelendirir: ''Bütün yaşam, görünüşe, sanata, yanılt­
maya/öyle gibi göstermeye, görselliğe ve yanılgının gerekirliğine
dayanır. " Nietzsche'nin yaşamı ''görünüş '', ''sanat'' ve özellikle
''öyle gibi gösterme'' anlatımları bağlamında değerlendirmesi,
''sanki felsefesi'' açısından oldukça özendirici bir düşünsel kay­
nak işlevi görmüş olmalıdır. Bu kavramlar, şeyleri algılama, tasa­
rımlama ve biçimlendirme ya da kurgulama yönünden önemlidir.
Düşünüre göre, Hıristiyanlıkta yaşam, ''bir başka ya da daha
iyi bir yaşam kılığına bürünen yaşamdan bıkkınlık '' niteliği
kazanmıştır. Burada yaşam, ''bu dünyayı karalamak için, dünya­
ya duyulan öfke, duygulara sığınma, güzellikten ve duyusallıktan
korku, bir öte-dünya '' niteliği kazanmıştır.
Aynı yerde düşünürün öne sürümüne göre, ''yaşamsal yok­
sullaşma'' sonucu yaşam, ''koşulsuz Hıristiyan ahlakı karşısında
sürekli ve kaçınılmaz olarak haksızlığa uğramak zorundadır '';
çünkü yaşam, Nietzsche'nin nitelemesiyle, ''özü bakımından
ahlak-dışı bir şeydir. ''

Bütün Bilgiler ve Ülküler Kurgudur

''Böyle Buyurdu Zerdüşt''te8 Nietzsche, yaşama ilişkin keyfili­


ği, özgürlüğü, dolayısıyla da istençsel oluşturuları ve kurguları da
içeren şu belirleyimi yapar. ''Sadece yaşamın olduğu yerde istenç
vardır; ancak bu istenç, yaşam istenci değil, erk istencidir. ''

malarında görülebilir. Bu yelpaze, "edebiyatın ''yalanlığından'', ''buluntu" bir ger­


çeklik çerçevesinde daha üst bir hakikat olduğu" savına değin uzanır. Öykünme kav­
ramıyla birlikte, "hakikat sorunu", "olasılık ya da belki sorunu"na dönüşmüştür.
Ancak bu kapsamda olasılık-dışı ve fantastik olan tümüyle dışlanmıştır.
Her yönüyle belirginleştirilmiş bir "kurgu kuramı'' bulunmamakla birlikte, Vaihin­
ger'in ''sanki felsefesi'', bugünkü kuram oluşumunun temeli olarak kabul edilir.
7 Friedrich NIETZSCHE: "Die Geburt der Tragödie -Tragedyanın Doğuşu-"; WBG,
Werke in drei Banden, Band 1 , Darmstadt, 1 997, s. 1 5
8 Friedrich NIETZSCHE: "Also sprach Zarathustra ''; WBG, Werke in drei Bande,
Band il, Darmstadt, 1 997, s. 372
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 289

Nietzsche'nin ''İyi ve Kötünün Ötesinde''deki9 yaşama bakışını


belirginleştiren şu belirlemesi, yaşam felsefesi açısından da işlev­
selleştirilmeye uygun görünmektedir. Nietzsche'nin söz konusu
belirleyimi uyarınca, yaşam, ''doğanın olduğundan başka türlü
olmak istemektir; yaşam, kestirmek/tahmin etmek, yeğlemek,
haksız olmak, sınırlı olmak, farklı olmak istemektir. '' Dolayısıy­
la, yaşam, birbiriyle karşıtlaşan çeşitliliklerin, hatta karşıtlıkların
istençlerini gerçekleştirmeye uğraştıkları alandır. Ayrımlaşmanın
kaynağı olan yaşam bu nitelikleriyle sanatsal biçimlendirimin
ortamıdır.
Yeniden ''sanki felsefesi'' ne dönebiliriz. Yaşam felsefesi anlayı­
şına göre, düşünme, ''yaşam amaçlarına ulaşmanın aracıdır. '' Bu
anlamda düşünme ''istence bağlıdır'' ve ''kurgusal bir öz-yapıya ''
sahiptir.
Düşünme, kurgusal öz-yapılı olunca, düşüncenin anlatımı olan
dil de kaçınılmaz olarak kurgusal olmak zorundadır. Bu mantık
zinciri içinde düşünüldüğünde, malzemesi ve dolayımı dil olan bir
anlatı sanatı olarak edebiyat, kaçınılmaz olarak ''çok-katmanlı
bir kurgu'' ürünü olarak tanımlanır.
''Sanki felsefesi'' uyarınca, ''bütün bilgi ulam/arı, kavramlar,
ülküler, birer kurgudur. '' Dünya, insansal ''bir tasavvur oluşturu­
sudur ve mantıksal çelişkiler ile dolu kurgular dokusudur. '' İnsana
özgü tasavvurlar ya da tasarımlar oluşturusu olan dünya ''edimsel
amaçlara yönelik bilimsel kurgular '' ya da ''gerçekle uygun/aşma­
sı olanaksız olan öznel ve imgesel tasavvur tarzları '' ile doludur.
Atom, Tanrı, ruh gibi (yapay) kavramlar, bu tür bilimsel kur­
gulara örnek olarak gösterilebilir. Bu tür bilimsel kurgular, uygu­
lanımları sırasında, bilinçli olarak gerçeğe aykırı olsalar bile,
''sanki'' gerçekmiş gibi değerlendirilirler.
Gerçeğe aykırı olan bu tür kurgulara ''yarım kurgular '' denir.
Bunların dışında bizzat kendilerine de ''aykırı'' olabilen kavram­
lar da vardır. Böyle öz-çelişkili kavramlar, ''tam kurgular '' diye
nitelendirilir.

9 Friedrich NIETZSCHE: ''Jenseits von Gut und Böse'' ; WBG, Werke in drei Biinden,
Band 11, Darmscadc, 1 997, s. 573
290 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Söz konusu kavramlar, gerçeğe aykırı, hatta özlerine aykırı


olmalarına karşın, yine de bir değer taşırlar. Bu değer, yaşam­
da edimsel amaçlar alanında yararlık ilkesinde kendisini göste­
rir. Bilimsel kurgular, öz-yapıları gereği, ''hem bilimsel, hem de
edimsel, estetik ve dinsel alan açısından vazgeçilmez'' nitelikte­
dir. Böylece, düşünce dolambaçlı olarak ''kurgular yoluyla'', bir
başka anlatımla, ''meşru yanılgılar '' aracılığıyla ''verili olan şeye
egemen olur. ''

Görünüş, Yaşayan ve Etkinleşen Şeydir

Hans Vaihinger'in öğretisini dizgeleştirdiği ''Sanki Felsefe­


si'' adlı yapıtı uzun süre unutulmuştur. Anılan yapıt, çok uzun
bir aradan sonra 2007'de yeniden yayımlanmıştır. Damir Smil­
j anic10 kitabın bu son baskısına ilişkin derli toplu bir eleştirel
değerlendirme yapmıştır. Smiljanic'in bu değerlendirmesini temel
alarak, Hans Vaihinger'in ''sanki felsefesi'', ana-hatlarıyla şöyle
betimlenebilir.
İdealizm ile pozitivizmin bir bireşimi olan kurguculuk, ''man­
tıksal düşünme'' işlevinin kurgusal etkinliğini ya da kurgularını,
gerçek yaşamda karşılaşılan sorunları etkin bir şekilde betimle­
mek ya da çözmek için araç olarak kullanmayı amaçlar.
Bu yönüyle düşünmenin edimsel boyutunun değerini yükselten
kurguculuk, yararcılık ile benzerlik taşır. Bununla birlikte, Vai­
hinger, ''mantıksal düşünme süreçlerinin amacını organizmaların
yaşamını sürdürmesinde ve zenginleştirmesinde'' görür. Burada
da Darvinciliğin etkisi açığa çıkar.

10 Vaihinger'in ''Sanki Felsefesi'' adlı yapıtını Almanya'dan ısmarlamama karşın, he­


nüz edinemedim. Bu nedenle, Damir Smiljanic'in ''Sanki Felsefesine" ilişkin ayrıntılı
değerlendirmesiyle yetinmek zorunda kaldım. Smiljanic'in değerlendirmesine konu
olan baskı (http://www.hyperkommunikation.ch/personen/vaihinger.htm): Hans Va­
ihinger: "Die Philosophie des Als Ob. System der theoretischen, praktischen und
religiösen Fiktionen der Menschheit auf Grund eines idealistischen Positivismus. Mit
einem Anhang über Kant und Nietzsche'', neu herausgegeben von Esther von Krosi­
gk, Edition Classic, Saarbrücken: VDM Verlag Dr. Müller, 2007.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 291

Var-oluş ile düşünme arasında özdeşlik olduğu savını yadsıyan


kurgucu düşünür, Nietzsche'nin1 1 geliştirdiği ''görünüş'' kavramı­
nı önemser. Burada yeniden Nietzsche'ye başvurma gereği doğ­
maktadır. Nietzsche'ye göre görünüş, ''etkinleşen şeyin, yaşayan
şeyin kendisidir. ''
Dolayısıyla, yukarıda da belirtildiği gibi, ''düşünme dolam­
baçlı yoldan var-oluşa ulaşır. '' Smiljanic'in Vaihinger'e dayanarak
yaptığı belirleyimiyle, ''düşünmenin asıl görevi, var-oluşun izledi­
ği yolların dışında başka yollardan var-oluşa ulaşmaktır''. Buysa
ancak, düşünürün nitelemesiyle, ''çelişkili oluşturular'' olan ''kur­
gular yardımıyla '' olası olabilir.
Söz konusu çelişkili oluşturular, gerçeğe uymazlar; ancak çeliş­
ki gibi görünseler de, Nietzsche'nin de vurguladığı gibi, insanı
gerçeğe yaklaştırırlar. Buradan şu sonuç çıkarımlanabilir: İnsan,
''yanlış varsayımlar '' yoluyla gerçeğe yakınlaşır.
Vaihinger, Damir Smiljanic'in değerlendirmesi uyarınca, anı­
lan kitabın birinci bölümünde hakikat ilkesine dayanan bilimsel
kurgular ile güzellik ilkesine dayanan estetik kurguları birbirin­
den ayırır. Ayrıca, doğruluğunun ya da yanlışlığının kanıtlanabilir
olması gereken hipotez ile ''meşrulaştırılması'' gereken kurguyu .

da birbirinden ayrı tutar.


·

Kurgu, Çelişkili, Geçici ve Amaçlıdır

Bu ayrımlaştırmalardan sonra, Vaihinger, kurgunun dört belir­


tisini/özelliğini belirler: Kurgular;
1 . ''Gerçeklik ile çelişirler, hatta öz-çelişki içerirler''; öz-çelişki­
li kurgular, ''tam kurgular'' ; gerçeklikle çelişkili kurgular, ''yarım
kurgulardır. ''

11 Friedrich NIETZSCHE: "Fröhliche Wissenschaften -Şen Bilimler-''; (WBG, Werke in


drei Baenden, s. 73 ) adlı yapıtında "görünüş" kavramı üzerine şu görüşleri dile geti­
rir: Görünüş, Nietzsche'ye göre, düşleme, düş görme ile yakından ilgilidir. Görünüş,
bir varlığın ''karşıtı'' değildir. Bir varlığa ilişkin bilinen şey, "o varlığın nitemlerinden
ibarettir." Görünüş, "etkinleşen şeyin, yaşayan şeyin ta kendisidir."
Ayrıca, Nietzsche aynı ciltte yer alan "Jenseits von Gut und Böse -İyi ve Kötünün
Ötesinde-" adlı yapıtında (s. 599) ''Hakikatin görünüşten daha fazla değere sahip
olduğu (savı), ahlaksal bir önyargıdır" saptamasını yapar. Dolayısıyla, bu düşünüre
göre, hakikat/gerçeklik ile görünüş en azından eşit değerde iki kavramdır.
292 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

2. ''Geçici bir öz-yapıya sahiptir ''; söz konusu geçici öz-yapıla­


rı gereği, ''daha sonraki bilimsel gelişmeler gerektirdiği takdirde,
hem tarihsel, hem de mantıksal olarak ortadan kalkarlar. ''
3 . Kurgulara ''eşlik eden bir kurgusallık bilinci '' vardır.
4. Kurgular, ''amaçlılık'' niteliği taşırlar.
Vaihinger, ''kurgusal tasavvur oluşturularına ilişkin genel bir
kuram denemesini'' öncelikle ''ideler kayması yasası'' ya da ilke­
sine dayandırır. İdeler kayması yasası ya da ilkesi uyarınca, ideler,
''kurgu aşaması, hipotez aşaması, dogma aşaması '' gibi gelişim
aşamalarından geçebilirler.
Vaihinger'e göre, ''düşünme, var-oluştan farklı ve benzeşik
olmayan bir etkinlik olduğu için, düşünmenin var-oluş ile uyu­
şabilmesi için, düşünmenin biçimleri var-oluşun biçimlerinden
başka türlü olmak zorundadır. '' Dolayısıyla, düşünme, amacına
ulaşmak için, ''kurgu türünden hilelere '' başvurur. Kurguların
''düşünme mekanizması, şey ve özellikleri, neden ve sonuç gibi
ulam çiftleri'' örneğinde açıklanır.
Bu açıklama denemesi sırasında ''iç deneyimin ulam/arının
ödünçlenmiş örnekseme/er olduğu '' açığa çıkar. Bir başka deyişle,
''duyumsama malzemesinin yapılandırılmasının temelinde, şey ve
özellikleri, neden ve sonuç ulam/arının oluşturulması '' yatar. Bu
ulamların başarılı ve işlevli olabilmesi için belli bir ''bağlamsal
ilişki'' olması gerekir.
Bütün konuşma eylemlerinde, dolayısıyla da yazınsal metinler­
de anlamın oluşmasında belirleyici iki koşul vardır. Bunlar, bağ­
lam ve erektir. Dolayısıyla, sanki felsefesi kapsamında '' bağlamsal
ilişki''nin anlam oluşturucu işlevinin vurgulanmış olması önemli
bir düşünsel açılımdır.
Bu kapsamda Vaihinger, dile ''yükü azaltıcı bir işlev '' yükler.
Dil, düşünürün önermesi uyarınca, ''ruhu, maruz bırakıldığı bas­
kıdan kurtarır. '' Dil, ruhu yük ya da baskıdan kurtarmak için,
''ulam/arı temsilen soyut sözler oluşturur ve birbirinden ayrı ola­
rak var olan şey ve özellikler türünden yanılgıyla ayrılmış öğeleri
yeniden buluşturur. ''
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 293

Kurguların uygulandığı diğer durumlarda olduğu gibi, ''var-o­


lanın dilsel araçlarla oluşturulan keyfi ulam/ar altına sokulması/
düzenlenmesiyle edimsel amaçlara ulaşılır. ''

Dilde Farklı Yaşamlar Yan Yana Bulunur

Bu kapsamda Vaihinger'in etkilendiği Nietzsche'nin de dil üze­


rine görüşlerine değinmekte yarar vardır. Nietzsche dili ve öne­
mini şöyle değerlendirir: ''Kültürel gelişme açısından dilin anla­
mı, dilde her insanın kendi dünyasını başka dünyanın yanına
''12
koymasındadır.
Nietzsche'nin dilin özü ve işlevi hakkında vurguladığı şey,
bireysel-öznel dünyaların belirginleştirilmesinde dilin bir oluştu­
ru, bir kurgu aracı olarak kullanılmasıdır. Dolayısıyla, bu belirle­
me, yazınsallık sorununun özünü imlemektedir. Her insanın kendi
dünyasını başkalarının dünyasının yanına koyması, dilbilimde
''birey dili'' (idyolekt) olarak adlandırılan bireysel dil kullanım
tarzının, diğer dil kullanım tarzlarıyla birleştirilmesinden başka
bir şey değildir. Her dili geliştiren kaynaklardan biri de budur.
Nietzsche'nin kavrayışı uyarınca, dili oluşturanlar, salt nesne­
lere/şeylere ad vermezler. Öznel dünyaları adlandıran ve aktaran
dil, adlandırmanın ötesinde bir işlev taşır. Öznel dünyanın dışına
taşan bu dilsel işlev, özneler-arasılık kavramının da çıkış noktasını
oluşturur.
Nietzsche ''Zamansız Düşünceler'' adlı yapıtının ''Richard
Wagner Bayreuth'ta '' 13 adlı bölümünde dil-konuşucu ilişkisi­
ni irdeler ve dilin kendi başına bir güce dönüştüğünü vurgular.
Düşünürün açımlaması uyarınca, insan, uygarlığın getirdiği zor-

12 Friedrich NIETZSCHE: ''Menschliches, Allzumenschliches -İnsanca, Pek İnsanca-'';


WBG, Werke in drei Biinden, Band 1 , Darmstadt, 1 997, s. 453. Nietzsche'nin bu ya­
pıtı ''İnsansal Şeyler, Gereğinden Fazla İnsansal Şeyler'' olarak da Türkçeleştirilebilir.
Böyle olmasına karşın, daha önce yapılan çeviriye uyarak, yerleşik başlığı kullandım.
13 Friedrich NIETZSCHE: ''Unzeitgemiisse Betrachtungen. Richard Wagner in Bay­
reuth"; WBG, Werke in drei Biinden, 1 . Band, s. 387- 388. Bu yapıt da aslında
''Zamansız Bakışlar'' olarak Türkçeleştirilebilirdi. Yine aynı kaygıyla, bilinen başlığı
yeğledim.
294 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

lukları nedeniyle ''dil aracılığıyla kendisini tanıtabilecek, tam ola­


rak iletebilecek durumda değildir. ''
Bu nedenle, dil ''her yerde canavar kollarıyla insanı saran ve
gitmek istemediği yöne iteleyen bir güce dönüşmüştür. '' İnsanın
kendini iletememe durumu nedeniyle, ortak duyuyu olanaklılaş­
tıran iletişim göstergeleri de giderek boş kapçıklara dönüşmekte­
dir. Böylece de insanın zorluklarına bir yenisi daha eklenmekte­
dir. Bu sıkıntı ''uzlaşım '' sıkıntısıdır; bir başka anlatımla, ''duy-

guların uy/aşımı olmaksızın sözlerde ve eylemlerde görüş-birliği''


zorluğudur.

Dünya Olaylan, Yanılsamanın Bir Oyunudur

Nietzsche ''Ahlakın Soy Kütüğü''nde14 yazınsallık kavramı­


nın anlaşılmasına katkı yapabilecek türden düşünceler gelişti­
rir. Düşünürün burada vurguladığı ''dilin baştan çıkarıcılığı '' ve
''dilde taşlaşmış olarak bulunan aklın yanılgıları '' anlatımları,
''sanki felsefesini'' ya da ''kurgucu! uğu '' kavramsal bakımdan
desteklemektedir.
Vaihinger, Smiljanic'in aktarımı uyarınca, kitabının ikinci
bölümünde bilimsel bağıntılar içinde kurgular için çeşitli örnek­
leri irdeler. Bu örnekler, doğa-bilimlerindeki soyut-kurgusal kav­
ramlar ve yöntemlerden edimsel felsefedeki kurgusal düşünme
araçlarına değin uzanır. Bu bölümde ayrıca ''sanki öğretisine''
ilişkin dil felsefesiyle ilgili örnekler de yer alır. Düşünür, söz konu­
su örneklerde ''sanki'' ilgecinin eklenmesi suretiyle ''genel yargı
biçimlerinin mantıksal işlevlerinin '' nasıl ve ne ölçüde değiştikleri
sorununu irdeler.
Vaihinger, ''Sanki Felsefesi ''nin üçüncü bölümünde Kant fel­
sefesinde kurgusal düşüncelerin köklerini belirlemeye çalışır. Bu
bağlamda Vaihinger, öncülü Kant'ın ''Salt Aklın Eleştirisi''nde
ideleri ''düzenleyici ilkeler'' olarak belirlemesi üzerine yoğunla-

14 Friedrich NIETZSCHE: "Genealogie der Moral"; WBG, Werke in drei Biinden,


Band 2, Darmstadt, 1 997, s. 789. Almanca ''Genealogie'' kavramı, aslında "soy-bil­
gisi" anlamındadır.
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBiYATA BAKIŞI 295

şır. Vaihinger'e göre, Kant burada hipotez ile kurguyu açık seçik
olarak ayırmıştır. Kant ayrıca, ''özgürlük idesini bulgusal kurgu ''
olarak belirlemiştir.
Kant'ın dışında kurgucu düşüncenin çok önemli bir işlev gör­
düğü Nietzsche'nin kurguculuk hakkındaki önermeleriyle de
uğraşan Vaihinger, ''dünya olaylarını yanılsamalar ve kurgula­
rın bir oyunu '' olarak gören bu düşünürün ''yanılmak, yaşamın
koşuludur'' belirlemesini aktarır. Bu kapsamda Vaihinger, ''maki­
ne insanı'', '' kurgusal varlık olarak ben '', ''entelektüel görünün
kurgusu'' ve ''erek-bilimin/teleolojinin kurgusal öz-yapısı'' gibi
düşünce figürlerini de çözümler.
Kurguculuğun belirgin özelliklerinden biri, ''gerçekliğin iç anla­
mı olarak görünüşü '' yüceltmesidir. Dolayısıyla buradan şöyle bir
çıkarım yapılabilir: ''Görünüş'' , hakikate yeğlenir. İnsan, ''yanıl­
samalar olmaksızın yaşamını biçimlendiremeyen, yanılsamalara
muhtaç '' bir varlık olarak tanımlanır. Nietzsche bu bağlamda
''Batı metafiziğinin (birey, kişi, şey/nesne ve özelleri, neden-sonuç,
atom gibi) bütün kavram örgüsünü kurgusal öz-yapısı açısından
yapı-bozuma uğratır. ''
''Sanki felsefesi''ne, dolayısıyla da kurguculuğa duyulan ilginin
artması özellikle ''post-modern'' eğilimlerin yoğunlaştığı döneme
rastlar. Bu durum, rastlantı olamaz. Bu dönemde ''kitle iletişim ya
da dolayım araçları''nın gücünün yaygınlaşması, bunların kamu­
oyu ve bireyin bilincini güdüleme gücünün artması, gerçekliği
değil, ''görünüşü'' öne çıkarma eğilimine uygun düşmektedir.
Ancak bütün bunlar; ''sanki felsefesi''nin eksiksiz olarak olgu
ve olayları açıklayabildiği anlamını taşımaz. Bu öğretinin felsefi
derinliği ve dizgeliliği de ayrı bir tartışma konusudur.
Sanki felsefesinin günlük yaşama yansıması da söz konusu­
dur. Bir Alman günlük gazete15, konuya ilişkin bir yorum yazısı
yayımlamıştır. ''Söylenin/Mitin Kullanılırlığı'' başlığı altında Sol­
vejg Müller tarafından ''sanki felsefesi'' kapsamında yayımlanan
bu yorum-değerlendirme yazısında şu görüşlerin altı çizilir: Her

15 Söz konusu Alman gazetesi, Süddeutsche Zeitungıtur (Nr. 1 6, 20/2 1 Ocak 1 996, s.
49).
296 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1 - -

söylense! tümce ''bir sanki tümcesine'', dolayısıyla da ''kurgusal


bir söylene dönüştürülebilir ve şimdiki zamandaki işe-yararlılığı
açısından sınanabilir. ''
Yorumcu, Heinrich Heine'nin yaşamının son dönemlerin­
de söylenleri kullanmaya başladığına değinerek, ''kurgu olduğu
ortaya çıkarılan söylen/erin işlevi nerede yatar? '' sorusunu sorar.
Köken olarak Yahudi olan Heine, ölüm döşeğindeyken sonradan
geçtiği Hıristiyanlık çerçevesinde inanca ve söylenlere yönelmiştir.

Öte yandan aynı yorumcuya göre, yetmişli yıllardan beri öne-


mini koruyan ''ideoloji eleştirisi'' , günümüzün ''yeniden söylen­
leştirme'' eğilimine koşut olarak güncelleştirilmektedir.

il. 3 . Rus Biçimciliği ve Yazınsallık

Yazınsal Dilin Özellikleri Nasıl Belirlenebilir?

Ansgar Nünning tarafından yayımlanan ''Edebiyat ve Kül­


tür Kuramı Sözlüğü ''nde16 verilen bilgilere göre, Rus biçimcili­
ği, 20.yüzyılın ilk çeyreğinde ''dilbilimsel yazın bilgisi'' (poetik)
kavramının gelişim süreci içinde Rusya'da dizgeleştirilmiştir. Rus
biçimciliği olarak adlandırılmasının nedeni budur. Bu yaklaşım
kapsamında yazın-bilimcilerce ''yazınsal metinlerin dilsel yönü­
ne'' duyulan ilginin yüksek olmasına karşın, yazınsal çevre, tarih­
sel-toplumsal bağlam gibi yazın dışı etmenler ihmal edilmiştir.
Bunun nedeni, şiirin ve edebiyatın ''salt dilsel görüngüler'' olarak
değerlendirilmesi ve buna uygun olarak dil-bilime yönelmedir.
Rus biçimciliği kapsamında öne çıkan ve asıl olarak Saussu­
re'ün yapısalcı anlayışından esinlenen dil-bilimciler ise, ''edim­
sel dil '' ile ''yazınsal/şiirsel dil '' ayrımını öne çıkarmışlardır. Bu
anlayışın olağan bir sonucu olarak Rus biçimciliği içinde ''tekil
yazınsal yapıtlar'' yerine, ''yazınsal dil '' başlıca araştırma nes-

16 Rus Biçimciliği (Russischer Formalismus), Ansgar NÜNNING tarafından yayımla­


nan ''Edebiyat ve Kültür Kuramı Sözlüğü -Literatur- und Kulturtheorie-'' (Metzler,
Stungart, 200 1 , ilgili madde) adlı başvuru kaynağına göre, bu akımın niteleyici özel­
liklerinin başında dil-bilimciler ile yazın-bilimciler arasındaki ''sıkı işbirliği" gelir.
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBiYATA BAKIŞI 297

nesi durumuna getirilmiştir. Fredric Jameson'un ilk bölümde


andığım yapıtının ''Biçimci Tasarı'' bölümündeki deyişiyle, Rus
biçimlerinin ''biricik savları, aslında yazınsal olana inatla bağlı
olmalarıdır. ''
Ancak, bu akım, ''yapıta içkinlik'' ya da ''yeni eleştiricilik''
akımlarıyla özdeşleştirilemez; çünkü Rus biçimcilerin ''metin bağ­
lantısı'' ve ''yapıt çözümlemesi'' , ne ''öz-amaçtır, ne de özerk sanat
yapıtı'' anlayışına götürür. Rus biçimciler, ''metinlerin yazınsallı­
ğını oluşturan yapısal özellikleri ya da yasallıkları'' bilinçli olarak
öne çıkarırlar.
Rus biçimciliğinin bir başka öz-yapısal özelliği, Boris Eichen­
baum'un ''Biçimsel Yöntemin Kuramı''nda yer alan şu saptama­
sında görülür: ''Somut ilkeler belirliyor ve malzeme tarafından
doğru/andıkları ölçüde bunlara uyuyoruz. Malzeme, bu ilkelerin
değiştirilmesini ve ayrımlaştırılmasını gerektiriyorsa, değiştiriyor
ya da ayrım/aştırıyoruz. Bu açıdan kendi kuramımızdan bağım­
sız davranıyoruz. Tamamlanmış bilim yoktur; bilim, hakikatle­
rin belirlenmesiyle değil, yanılgıların aşılmasıyla gerçekleşir. '' Rus
biçimciler, edebiyatın bir bilim alanı olarak özerkleşmesini başlıca
görev saymışlardır.
Edebiyat alanındaki devingenlik sonucu simgeciliğin yerini,
Chlebnikov ve Mayakovski gibi yazarlarca ''sözcüğün öz-değe­
rinin '' savunulduğu gelecekçilik almıştır. Şkolovski ve Jakobson
gibi biçimciler, gelecekçilere yakın konumlanmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi'nin yol açtığı devingen­
lik ve karmaşa içinde Rus biçimciler, yandaş çevresini genişletmiş
ve kuramlarını sağlamlaştırmıştır. Jirmunski, Eichenbaum, Şkolo­
vski, Tinjanov gibi biçimciler Rus üniversitelerinde etkin olmuş­
tur. Jakobson'un Rusya'dan ayrılması, bu akım için büyük boşluk
olmuştur.
Rus biçimciliğinin birinci aşamasında ( 1 9 1 5- 1 920) dilbilim ile
yazınbilim arasındaki ''dallar-arası söyleşim/diyalog'' belirleyici­
dir. Ortak araştırma ilgisi, ''yazınsal dil'' üzerinde yoğunlaşmıştır.
Yazınsal dil kavramı, edebiyat ile edebiyat olmayanı ayırma ölçü­
tü olmuştur. Yazınsal dil kapsamında öncelikle tını, ritim/taylam,
298 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

dize yapısı, anlatısallık araştırılmıştır. Örneğin, Şkolovski ''Yön­


tem Olarak Sanat''ta algıya yönelimi yeğlemiştir. Bu kapsamda
'' öz-devinirnsizleştirirn '' (Alnı. Enta u tornatisierung), '' yineleme­
nin yadırgatırnı '' (Alnı. Verfrerndung) ve ''koşutculuk'' gibi ilke­
sel kavramlar, anılan bilimci açısından yazınla ilişkiyi belirleyen
''algılamanın biçiminin temelini '' oluştururlar.
Buna karşın, Roman Jakobson gibi dilbilirnciler, ''yazınsal
dilde işlevsel dil modelinin doğrulanmasını '' başlıca amaç olarak

görmüştür. Yazınbilirnciler ile dilbilirncilerin bu yöntemsel görüş


ayrılığı Rus biçimciliği içinde pek konulaştırılrnarnıştır.
Yine bu aşamada Şkolovski, ''yöntem ile öz-devinirnsizleştir­
rne'' yaklaşımını tarihselleştirrniş, yadırgatım, öz-devinirnsizleşti­
rirn, yazınsal oluşturu(rn) ilkelerini konulaştırrnıştır. Rus biçirnci­
liğinin ikinci aşaması ( 1 920- 1 926), ''en üretken dönem '' olarak
değerlendirilir. İkinci aşamada Rus biçimciler, geliştirdikleri yak­
laşım ve kuramı, yazınsal metinleri çözümleyerek temellendirme­
ye uğraşmıştır.
Bu uğraşların odak noktasını, ''bir metnin yapılması/yazılma­
sı '' sorunu oluşturmuştur. Örneğin, Şkolovskij bu bağlamda dilsel
açıdan temel alınan malzeme anlamında ''fabl'' kavramını, ''yazın­
sal yapılandırma'' anlamında da ''süj e'' kavramını kullanmıştır.
Söz konusu kavramlaştırma, yazın-bilimde hala kullanılmaktadır.
L. Trotski'nin ''Edebiyat ve Devrim'' ( 1 924) adlı yapıtının
yayımlanması ikinci aşamaya rastlar. Önce Trotski, daha sonra da
Medvedev ''Yazın-Bilimde Biçimsel Yöntem'' ( 1 92 8 ) adlı yapıtla­
rıyla, Marksist açıdan biçimciliğe köktenci eleştiriler yöneltmişler­
dir. Anılan Marksistlere göre, biçimciler, edebiyatı ''dile indirge­
miş'' , yazınsal görüngülerin araştırılmasında ''tarihsel-toplumsal
görüngüleri'' göz ardı etmişlerdir.
Rus biçirnciliğinin üçüncü aşamasında ( 1 927- 1 930), örneğin,
Tinjanov eleştirileri yanıtlamak amacıyla, ''edebiyatın evrimi ve
toplum ile döngüsünü '' kurarnsallaştırrnıştır. Stalin döneminin
siyasal baskıları sonucu, Rus biçimciler, ''suçlarını kabul edip '' ( ! ),
etkinliklerine son vermişlerdir. Rus biçimciliği daha sonra özellik­
le Fransız yapısalcılığı ve yapısalcı anlatı kuramı üzerinde etkili
BAZI FILOZOFLAAIN VE KU AAMCIL.AAIN EDEBiYATA BAKIŞI 299

olmuş, özellikle ''Dilin Hapishanesi''nin yazarı Fredric Jameson


gibi bilimcilerce Marksist açıdan eleştirilmiştir.

Yazınsallık/Şiirsellik Nedir?

1 9 1 5 - 1 930 yılları arasında Rusya'da gelişen ve Stalin döne­


minde yasaklanan ''edebiyat kuramı'' okulu olan Rus biçimcili­
ği, edebiyat tarihinde ilk kez salt ''yazınsal metni'' temel alan ve
''bir yazınsal yapıtı, yazınsal yapıt yapan nedir? '' ve ''yazınsallık
nedir? '' ya da ''bir yazınsal yapıtın yazınsallığı nedir? '' sorularını
kuramsal düzeyde irdelemiş ve bulgularını dizgeleştirmiştir.
Rus biçimcilerinin bu kuramsal yönelimleri, yazın kuramı
açısından çığır açıcı olmuştur. Bunlar, tekil yazınsal yapıt ya da
edebiyatın koşunlanımı (kanonlaştırımı) için kullanılan ölçütlerle
değil, ''yazınsal metinlerin nasıl yapıldığıyla '' ve ''yazınsal metin­
lerin üretildiği yöntemlerle '' ilgilenmişlerdir.
Bu kapsamda öncelikle yazınsallığın özelliklerinden biri olan
''yadırgatım'' yöntemini tartışmaya sokarak, okuyucunun dikka­
tini içerik ya da anlamdan ''metnin nasıl yapılmış olduğu'' soru­
suna yöneltmeyi ereklemişlerdir. Hegel ve Marx'ın felsefileştirdiği
Bertolt Brecht'in edebiyat kuramına kattığı ''yadırgatım'' veya
''ayrıksılaştırma '' yöntemi, Rus biçimciler açısından ''yazınsal
metinlerin oluşturucu/kurucu ilkesidir. '' Biçimciler, bu ilkeyi ''dil­
sel sanat yapıtlarının ve onların yazınsal işlevinin öz-düşünümsel
boyutu '' olarak nitelendirmişlerdir.
Rus biçimciliğinin g-elişim süreci ve yazın-kuramsal niteliği
üzerine temel başvuru kaynaklarından biri olarak görülen Victor
Erlich'in ''Rus Biçimciliği '' 1 7 yapıtına dayanarak, yazın kuramı­
nı kalıcı bir biçimde derinleştiren ve yazın-bilimi özerkleştiren bu
akımı ana-hatlarıyla tanıtmak istiyorum.

17 Victor ERLICH: ''Russischer Formalismus''; Suhrkamp, 1 973.


1 9 1 4 Petersburg/Rusya doğumlu Victor Erlich, 1 942'de Amerika'ya yerleşmiş ve
1 949'tan itibaren Washington ve Yale üniversitelerinde Slav Dilleri ve Edebiyatları
profesörü olarak görev yapmıştır. İngilizce olarak 1 955ıte yayımlanan bu yapıt, ilk
olarak 1964 yılında Almancaya çevrilmiştir.
300 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-

Edebiyat, Sözel/Dilsel İmgelerle Düşünmedir

Erlich, ''Rus Biçimciliği''nin ''Öncüler'' bölümünde Rus ede­


biyatı içinde 1 9. yüzyılın sonlarına doğru dağınık ve dizgesiz de
olsa, ''yazınsal dil'', ''yan-anlamsal zenginlik'', ''edebiyatın özerk­
liği'', ''edebiyatta imge kullanımı'', ''eğretilemenin egemenliği''
kavramının tartışılmaya başladığını, hatta ''edebiyat sözel imge­
lerle düşünmedir'' türünden tanımların gündeme geldiğini belirtir.
Söz konusu kavramların gündeme getirilmesi, doğal olarak
edebiyat biliminin asıl nesnesini belirleme ya da tanımlama eği­
limini özendirmiştir. Bu kapsamda, örneğin, Veseloski ''yaratıcı''
edebiyatı ''imgeler yaratmanın ve gerçeği kavramanın devingen
süreci'' olarak tanımlar. Anılan bilimci, ''yazınsal biçimlerin iç
dinamiğini '', '' biçim-içerik ilişkinin'' diyalektiğini tartışır.
Erlich'in yapıtının ikinci bölümü ''Biçimciliğe Giden Yollar.
Simgeler Ormanından Öz-değerli Sözcüğe'' başlığını taşır. Burada
göze çarpan ilk belirleme, Rus biçimciliğinin Alman romantizminin
belirgin izlerini taşıyan Rus simgeciliğinin verilerini bireşimine kat­
masıdır. Bu bölümde irdelenen önemli kavramlardan ya da anla­
tımlardan bazıları ''çift-anlamlılık'' ve ''simgesel sapkınlık/herezi '' ,
''yazınsal çok-seslilik'', ''imgesellik'', ''sözcük orkestrasyonu'' ,
''öz-amaç olarak yazınsal dil'' , ''yeni biçim, yeni içerik yaratır'',
'' biçim, içeriği belirler'', ''yan-anlamsallık '' , ''yazınsal sözcüğün
tam özerkliği'', ''her türlü sanat simgeseldir'' olarak belirlenebilir.
Yapıtın ''Biçimci Okulun Oluşumu'' bölümünde Erlich,
yeni-Kantçı bilgi kuramının Rus biçimciliği üzerine etkilerine
değinir ve giderek, ''edebiyat, söz(cük) sanatıdır'' anlayışının yer­
leşmeye başladığını belirtir. Artık, yazınsallık kavramının gelişti­
ricisi olan Roman Jakobson'un işlevi ve rolü giderek belirginleşir.
Erlich'in ''Savaşım ve Polemik Yılları'' ( 1 9 1 6- 1920) olarak
nitelendirdiği dönem Victor Şkolovski ve Eichenbaum'un yazın­
sal dil kapsamında ''kurgu'' kavramını kullanmaya başladıkları
dönemdir. Ayrıca, ''erek(sellik ) '' ve ''gönderge'' ya da ''öz-gönder­
ge'', ''yazınsal figür'' , ''yazınsal anlatım araçları '' , yöntem olarak
''yadırgatım'' gibi kavramlar kuramsallaştırılır.
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 301

Biçimciliğe Karşı Marksist Eleştiri

Erlich'in anılan yapıtının '' Sel Gibi Büyüme'' adlı bölümde


''yazınsallaştırmanın araçları ve yolları'', ''sanat yapıtının özel­
likleri'' kavramlarının kullanılmasının yanı sıra, ''sanat yapıtı'',
örneğin, Şkolovski tarafından ''içinde uygulanan biçemsel araç­
ların toplamıdır '' şeklinde tanımlanır. Tinjanov, sanat yapıtının
birliğini ''devingen bütünlüğünde'' görür. Bu yazın-bilimciye göre,
''sanat yapıtının tikel işlevi, her tikel duruma göre belirlenmelidir. ''
Tinjanov'un sanat yapıtının birliğini ''devingen bütünlük'' ola­
rak tanımlaması, Sartre'ın yukarıda değinilen ''anlam, örgensel
bütünlüktür'' belirleyimiyle benzerlik taşımaktadır. Söz konusu
benzerlik, yazın-kuramının tarihsel evrimini göstermesi bakımın­
dan da ilginçtir.
Bu durum, ayrıca, '' özneler-arasılık'' yoluyla, öznel yazınsal
belirlemelerin, Kant'ın deyişiyle, ''ortak duyu ''ya ya da öznel
genelliğe dönüşmesinin de bir kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Biraz da kökten Marksistlerin eleştirisinin zorlamasıyla, biçim­
ciler, edebiyatın özgül özellikleri kapsamında ''edebiyatın evrimi''
ya da ''tarihselliği ''nden söz etmeye başlarlar.
Jakobson, ''edebiyat, estetik işlevi içindeki dilden başka bir şey
değildir'' belirlemesiyle yazın-kuramsal tartışmayı boyutlandırır.
Jirmunski, Alman romantizminin birikimini tartışmaya başlar.
''Marksizm Biçimciliğe Karşı'' bölümünde edebiyatı ''sınıf
savaşımında bir silah '', biçimcileri de ''zavallı, naif ve çağlarıy­
la her türlü bağlarını yitirmiş uzmanlar '' olarak değerlendiren

Marksistler ile biçimcilerin karşıtlaşması betimlenir.

T rotski: Biçimcilik, Sözcük Tapıncıdır

Lev Trotski, ''Edebiyat ve Devrim'' ( 1 924) adlı yapıtında


Marksist eleştiriyi dizgeleştirmiştir. Trotski'ye göre, biçimciler,
''yeni-Kantçıdırlar '', ''sınırlılıklarını'' görememekte, ''yöntemleri­
nin tek-yanlı, dizgesiz öz-yapısını '' yüceltmekte, ''yazınsal ide/erin
toplumsal çevreye bağlı olduğunu '' yadsımakta, ''sözcük tapıncı ' '

içinde bulunmaktadırlar.
302 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

Bütün eleştirilerine karşın, Trotski, biçimcilerin ''yazınsal


biçimlerin tikel/iğini'' açıklamaya katkı yaptıklarını söylemeyi
ihmal etmez. Edebiyatın ''sanatın kurallarına uygun olarak ger­
çekliği değiştirme, yeniden biçimlendirme'' etkinliği ya da edimi
olduğunu, ''tarihsel materyalizmin sanatsal görüngü/eri değerlen­
dirme ölçütleri sunmadığını '' da vurgular.
Marksist eleştirinin ya da yaklaşımın temelini oluşturan ''ede­
biyat sınıf savaşımında bir silahtır'' anl.a yışında görüleceği üzere,
amaçlılık ve yararlılık kavramları başattır. Bu anlayışın temelinde,
Aydınlanma'dan bu yana, ''edebiyata bir işlev yükleme'' ve gide­
rek ''komünist partisi önderliği '' kapsamında ''edebiyatı bir güce
ya da erke'' bağlama eğilimi açıkça görülmektedir.
Bu iki sakıncanın edebiyat üretiminin niteliğini ne denli olum­
suz etkilediği yadsınamaz . . Söz konusu sakınca ya da olumsuz
etki, bazı yazarların bağımsız yazarlar olarak verdikleri yazınsal
ürünlerle, parti üyesi olduktan ve partinin erkine bağımlılaştıktan
sonraki yazınsal yaratımları karşılaştırıldığında açıkça görülebilir.

Biçimciliğin Temel Kavramları

Rus biçimciliğinin ''Temel Kavramları''na gelince: Erlich'in


aynı adı taşıyan bölümde toparladığı temel kavramlar şunlardır.
Eichenbaum'un deyişiyle, biçimciler kendilerini biçimci olarak
değil, ''özgüleştiriciler'' olarak nitelendirirler. Dolayısıyla, ''yazın­
sal dilin tikelliğinin özgüleştirilmesi'' , ''yazınsal yapıtın tikelliğinin
özgüleştirilmesi '' , özerkliğini ve araştırma nesnesini özgüleştirerek
''yazın-bilimin özgüleştirilmesi '' , ''yazına özgülük'' ya da ''yazınsal­
lık'' kavramının özgüleştirilmesi öne çıkan kavramlar arasındadır.
Rus biçimciler, yeni-Kantçılardan etkilenmelerine karşın,
Kant'ın estetiğini dizgeleştirmek için kullandığı ''içgüdü'' , ''imge­
lem gücü'' ve ''dahi'' gibi kavramlara kökten karşı çıkarlar. Onla­
ra göre, ''yazınsallığın yeri, yazıncının/şairin ya da okurun ruhun­
da değil, yapıtın içinde aranmalıdır. '' Dolayısıyla da Kant estetiği­
nin yukarıda sayılan temel kavramları, biçimcilere göre, yazınsal
yapıtı özgüleştirmeye elverişli değildir.
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 303

Rus biçimciler, yazınsallığın temel belirtisi olarak ''kurgu(sal­


lık ) '' kavramını kuramsallaştırmışlardır. Kurgu( sallık), biçimcile­
re göre, ''yaratıcı edebiyatın temel belirleyenidir. '' Edebiyat olan
ile olmayan arasındaki başlıca ayrım, ''içerikte'', bir başka anla­
tımla, yazarca konulaştırılan gerçeklik alanında değil, ''betimleme
tarzında aranmalıdır. '' Dolayısıyla, biçimciler açısından '' betimle­
me tarzı '' , bir başka deyişle, '' biçem'' edebiyat olan ile olmayanı
ayıran temel ölçüttür. Bu yüzden, yazınsallığın temel özelliklerin­
den biri de '' biçemselliktir. ''
Biçimcilerin bir başka kuramsal başarımı, ''imgesel anlatım,
konuşma figürü, eğretileme, yanaç '' gibi retorik figürleri tartışma­
ları ve belirlemeye çalışmalarıdır. Yazınsal dilin tikelliğini özgü­
leyen en önemli bulgulardan biri, ''biçemselliği'' ortaya çıkaran
retorik figürlerdir.

Edebiyat, Söz(cük) Sanatıdır

Öncelikle Jirmunski, dile içkin olan biçimsel-mantıksal ilişki­


ler kapsamında şu saptamayı yapar: ''Yazının/şiirin malzemesi,
ne imgeler, ne de duygulardır; yazının malzemesi, söz(cük)lerdir.
Yazın/şiir, söz(cük) sanatıdır. '' Bu tartışma kapsamında anılan
Rus biçimci ''yazınsal söylem'' kavramını da gündeme getirmiştir.
Böylece, yazınsallığı oluşturan bir başka özellik olarak ''söylem­
sellik '' kavramının kalıcılaşmasını sağlamıştır.
Şkolovski, ''yazıncı/şair, imge yaratmaz, onları alışılmış dilde
bulur ya da anımsar '' · diyerek, edebiyatın imgelerin varlığında
değil, ''kullanımında'' aranması gereğini vurgulamıştır. Böyle­
ce, bu bilimcinin kuramsal katkısıyla ''imgesellik'' kavramı da
''yazınsallığın özellikleri arasına girmiştir.
Şkolovski'nin bir başka önemli kuramsal başarımı, ''yadır­
gatım '' kuramıdır. Betimlenen nesnenin ''yadırgatımı '' yoluyla
vurgu ''imgenin yazınsal kullanımından yazın sanatının işlevine''
kaydırılmıştır. Bu bağlamda ''yanaç'', yazarın kullanabileceği
araçlardan biri olarak anlaşılmaya başlamıştır. Yanaçın yol açtığı
anlamsal kayma, ''edebiyatın varlık nedeni'' olarak ilan edilmiştir.
304 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Aynı yazın-bilimci, edebiyatın ''alışılmışı'' yapı-bozuma uğra­


tarak, gösterge-bilimsel anlatımla, alışılmışı öz-devinimsizleştire­
rek, sorgulanabilir duruma getirilmesinin önemini vurgulamıştır.
Böylece, Şkolovski, aslına bakılırsa, Marksistlerin edebiyattan
bekledikleri eleştirel işlevi ya da eleştirel bilinç gelişimine katkı
yapma işlevini öne çıkarmıştır. Şkolovski'ye göre, yadırgatım ''ille
de yalın öğenin yerine yetkinleşmişi geçirmek değildir. Yadırgatım
aynı şekilde tersi de olabilir. Önemli olqn anlamsal kaydırmanın
yönü değil, ölçünden sapılarak böyle bir şeyin olmuş olmasıdır.
Ayrım niteliğini oluşturan da bu sapmadır. ''
''Yadırgatma'' yazınsal biçimlendirme sürecinde ''teşhir edici
bir sanat aracı ''; yazınsal yapıtta ''uygulanan sanat araçlarının
toplamı '' olarak tanımlanmıştır. Bu bağlamda Boris Eichenba­
um'un ''edebiyat, her zaman yapılmış bir şeydir; biçimlendirilmiş
bir şeydir; buluntu/anmış/kurgulanmış bir şeydir'' tanımlaması
yol göstericidir.
Victor Şkolovski ''yadırgatma '' yöntemini açıklamak için,
bu yöntemin tuhaflık duygusundan ya da etkisinden söz etmiş­
tir. Anılan kuramcıya göre, söz konusu tuhaflığın birçok nedeni
bulunabilir; ancak ana neden, ''sanattaki uzlaşımsallıktır. '' Sana­
tın uzlaşımsallığı, Erlich'in nitelemesiyle, Rus biçimciliğinin ana
konularından biridir.
Sanatın uzlaşımsallığının niçin ana konu olduğunun nedeni,
edebiyatın ''algılanabilir bir şekilde biçimlendirilmiş olan bir gös­
terge dizgesi'' olarak görülmesinde aranabilir. Edebiyat ''algılana­
bilir bir şekilde biçimlendirilmiş bir gösterge dizgesi'' olarak görü­
lünce, ''her dönem için, her yazınsal/aştırma tarzı için bir ilke,
'malzemelere' taşınan uzlaşımların bir estetik 'modus operandi'si­
nin belirlenmesi'' gerekir. Modus operandi anlatımı, ''işlem tarzı''
olarak Türkçeleştirilebilir.
Biçimciler açısından artık önemli olan, ''estetik nesnenin niçin,
kim tarafından biçimlendirilmiş '' olması değildir; tersine önem­
li olan, estetik nesnenin ''nasıl yapıldığıdır. '' Araştırma konuları,
toplumsal, siyasal ya da psikolojik olgu ve oluşlar değil, ''yazın
sanatına içkin olan ve toplumsal koşullarına ve sanatsal yetene-
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 305

ğine bakmaksızın, kendilerini yazara dayatan estetik ölçün/erdir


(normlar). ''
''Yadırgatımı'' toplumsal eleştirinin aracı olarak gören bu
yazın-bilimci aynı zamanda Marksist yazar ve tiyatrocu Bertolt
Brecht'in18 öğretse! tiyatro kuramının temel kavramları olan
''yadırgatım '' ve ''öz-devinimsizleştirim '' kavramlarını yazın-ku­
ramsal tartışmaya sokarak kalıcılaştırmış ve böylece edebiyatın
kuram birikimine katkıda bulunmuştur.

Yadırgatım veya Ayrıksılaştırım ve Edebiyat

Burada bir başlam açıp, Brecht'in ayrıksılaştırım kuramından


söz edelim. Bertolt Brecht tiyatro öğretisinin ve ediminin temel
kavramı olan Almanca ''Verfremdung'', çoğunlukla Türkçeye
''yabancılaşma'' olarak çevrilmektedir. Bu çeviri, kavramın içe­
riğini tam olarak yansıtmamaktadır. Yabancılaştırma, Marx'ın
sömürü sürecini, insanın insanlığından uzaklaştırılmasına yönelik
edimleri anlatmak için kullandığı temel kavram olan ''Entfrem­
dung'' kavramının- karşılığıdır. Bu nedenle, ''Verfremdung'', bu
kitapta ''yadırgatım'' ya da ''ayrıksılaştırım'' olarak çevrilmiştir.
Brecht, toplu yapıtları arasında yer alan ''Yazılar''da, Rus
biçimciliği doğrultusunda, ''yadırgatım'' kavramını, eleştirel tutu­
mu ve düşünmeyi belirginleştirmenin yöntemi olarak kavrar ve
kullanır. Brecht anılan kaynakta eleştirel tutum anlayışını şöyle
açıklar: ''Eleştirel tutumu sanata sokmak için, kuşkusuz var-olan
olumsuz öğeleri olumlulukları içinde göstermek gerekir. Dünya­
ya yönelik bu eleştiri, etken, eylemli ve olumlu bir eleştiridir. Bir
ırmağın akışını eleştirmek demek, onun akışını düzeltmek demek­
tir. Toplumun eleştirisi, devrimdir; bu sonuca ulaştırılmış yürütü­
cü eleştiridir. Bu türden eleştirel bir tutum, üretkenliğin bir öğe­
sidir ve derin haz vericidir. İnsan yaşamını iyileştirmeye yönelik
operasyonları, yalın anlatımla, sanat diye adlandırıyorsak, sanat
niçin bu tür sanatlardan uzaklaşsın ki? ''

18 Bertolt BRECHT: ''Schriften -Yazılar-''; Werke in Fünf Baenden, Band 5, Auf­


bau-Verlag, Berlin. Weimar (DDR), 1 98 1 , 304- 3 1 3 . )
306 DiL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

Brecht, aynı yerde ''Yadırgatımın Siyasal Kuramı'' başlığı altın­


da tiyatronun daha önce dünyaya ''egemen sınıflar'' gibi baktığı­
nı, ''yeni bir sınıf olan proletaryanın bir ülkede erki eline geçir­
dikten sonra, yeni bir tiyatro '' anlayışının geliştiğini belirtir. Bu
yeni tiyatro anlayışı, ''dünyayı tümüyle izleyicilere teslim etmiştir
ve onu, politik eylemin sınırsız alanı durumuna getirmiştir. Böy­
lece dünyayı gelişim sürecinde olan gelişebilecek bir şey '' olarak
betimlemeye başlamıştır. Brecht'in deyişiyle, izleyici edilginlikten

etkenliğe geçmiştir. ''Yeni izleyici için artık dünya, kendisinin ve


etkenliğinin alanı '' olmuştur.
Brecht aynı yerde ''Yadırgatımın Diyalektiği'' başlığı altında şu
savları geliştirmiştir:
• Anlama olarak yadırgatım (anlama, anlamama, anlama),
olumsuzluğun olumsuzluğu.
• Anlaşılmazlıkların, anlama ortaya çıkana değin sıklaştırıl­
ması (niceliğin niteliğe dönüşmesi).
• Genelin veya tümelin içindeki tikel (kendi tekilliği ve bir­
kezliği içinde süreç).
• Gelişimin öğesi/anı (duyguların karşıt türden başka duygu­
lara dönüşmesi, eleştiri ve duyumsama bir arada).
• Çelişkililik (bu ilişkiler içindeki bu adam, bu eylemin bu
sonuçları) .
• Biri, öbürü sayesinde anlar (sahne, başka sahnelerle ilintisi
aracılığıyla, başka bir anlamı bulgular).
• Sıçrama (saltus naturae, sıçramalı epik gelişim).
• Karşıtların birliği (bütünlüklü olanda karşıt aranır; ''Ana'' -
da ana-oğul, dışa karşı birlik içinde, birbirine karşı ücret
nedeniyle savaşım içinde) .
• Bilginin edimselliği/uygulanabilirliği (kuram ve edim birliği).

Roman Jakobson'un Biçimciliğe Yaptığı Katkılar

Rus biçimciliği kapsamında Roman Jakobson'un kuramsal kat­


kıları konusunda Erlich'e dayanarak şunlar söylenebilir: Büyük
ölçüde Şkolovski tarafından geliştirilen ''yadırgatım'', ''öz-devi-
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 307

nimleştirim'' ve ''algılanabilirlik'' kavramları, bu akımın gelişim


süreci üzerinde etkili olmuştur.
Erlich'in aktarımı uyarınca, Roman jakobson 1 933'te edebiya­
tın işlevi üzerine şunları yazmıştır: ''Göstergenin gösterdiği nesne
ile özdeş olmadığını açığa çıkarmak edebiyatın işlevidir. '' Bu
özdeşliğin yetersizliğine ilişkin geliştirilmesi gereğini vurgulayan
Jakobson'a göre, ''bu karşıtlık özsel önemdedir; çünkü bu olmak­
sızın, gösterge ile nesne öz-devinimlileştirilmekte '', 1 9 gerçekliğin
algılanımı belirsizleşmektedir.
Bu belirleme, Jakobson'un edebiyatın işlevini Frankfurt Oku­
lu'nca geliştirilen ''Eleştirel Kuram'' akımına yakın bir bakışla
değerlendirdiğini göstermesi bakımından ilginçtir. Böylece, Mark­
sistlerin biçimcilere yönelttiği eleştirinin de belli ölçülerde görece­
lileştirilmesi gerektiği savlanabilir.
Jakobson, yazınsal süreçleri değerlendirirken, ''algılayan özne
ile algılanan nesneyi değil, gösterge ile gösterilen nesne arasındaki
ilişkiyi, okuyucunun gerçekliğe karşı tavrını değil, yazıncının/şai­
rin dile ilişkin tutumunu '' öne çıkarır.
Bu yaklaşım uyarınca, ''yazınsallık '', ''yazıncının/şairin dola­
yımını kullanma tarzında '' aranması gereken özellikler bütününe
dönüşür. Yazıncının dolayımı dil olduğuna göre, yazınsal dil kul­
lanımının tarzını, genel dil kullanım tarzından ayıran özellikleri
belirleme, yazınsal dilin tikelliğini, dolayısıyla da yazınsal yapıtın
tikelliğini belirlemenin ön-koşuludur. Daha somut bir anlatımla,
Jakobson'un yaklaşımına göre, edebiyat, ''estetik bir etki yarat-

19 Jakobson tarafından yukarıdaki belirlemede kullanılan Almanca ''automatisieren''


fiiline karşılık olarak "öz-devinimlileştirmek '' eylemini kullandım. Otomatikleştir­
mek ya da öz-devinimlileştirmek, bir şeyi ayrımına varmaksızın, kendiliğinden ya­
par duruma gelmek demektir. Dolayısıyla, böyle durumlarda eleştirel irdeleme ve
sorgulama, kısacası eleştirel bilinç devre dışı kalmakta, giderek bağımlı bir bilinç
başatlaşmaktadır.
'' Automatisieren" eyleminin karşıtı olan ''entautomatisieren" ise, "öz-devinimsizleş­
tirmek '' olarak Türkçeleştirilebilir. Öz-devinimsizleştirmek, alışılmış, otomatik ola­
rak yapılan davranışları ve düşünme tarzlarını, olağanlaşmış olgu ve olayları, ayrık­
sılaştırma ya da yadırgatma yöntemiyle açığa çıkarma ve böylece bireye görece daha
özgür, daha özerk bilinç geliştirme olanağı ve seçeneği yaratma anlamında kullanılır.
308 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

mak için iyice düzenlenmiş tikel bir konuşma tarzı '' olarak nite­
lendirilebilir. Bu tümcedeki konuşma tarzı, aynı zamanda yazma
tarzı olarak anlaşılmalıdır.
Jakobson şu saptamalarla yazınsal dilin tikel özelliklerine iliş­
kin bakışını belirginleştirir: ''Edebiyatın tikel belirtisi, bir sözcü­
ğün sözcük olarak algılanmasında değil, sözlerin ve düzenleniş/e­
rinin, anlamlarının, iç ve dış biçimlerinin bir başlarına bir değer
kazanmalarında yatar. '' •

Boris Tomaşevski bu görüşü, ''yazınsal dil, dilsel dizgelerden


biridir. Yazınsal dil dizgesinde iletişimse/ işlev değil, sözcük yapı­
larının özerk değerleri önemlidir '' saptamasıyla destekler. Görüle­
ceği gibi, yazınsal yaratımın dolayımı olan dil ve ''anlatım tarzla­
rının ayrımının algılanabilirliği '' öne çıkarılmaktadır.
Estetikleştirme yoluyla tikelleştirilen yazınsal dil, ''sözcüğün
karmaşık dokusunun, yoğunluğunun '' ortaya çıkarılmasıyla,
genel dilden ayrımlaşabilir. Sözcüğün yoğunluğu, genel dil kul­
lanımına özgü olan ''düz-anlamsal kesinlik'' ile değil, ''yan-an­
lamsal yoğunluk'' ile ''çağrışımın zenginliğiyle'' görülür duruma
getirilebilir.
Tikel ya da özgün bir dil kullanım biçimi olan yazınsal dilin en
belirgin özelliği, ''anlamların çokluğu''dur. Dolayısıyla, Eichen­
baum'un nitelemesiyle, edebiyatın amacı, ''sözcüğün dokusunu
bütün yönleriyle algılanabilirleştirmektir. '' Bir başka anlatımla,
edebiyat ya da estetik etki açısından önemli olan, ''sözcüğün iç
biçimi, sözcüğe içkin olan anlamsal örgüdür. ''
Rus biçimciler, içerik-biçim ilişkisi konusunda Kant ve Hegel'in
görüşlerine yakın bir yaklaşım sergilemişlerdir. Önde gelen biçim­
cilerden biri olan Jirmunski'e göre, ''yazıncının/şairin ide/erinin
örtüsü, içeriğin içine döküldüğü boş kap değildir. '' İçerik, edebi­
yatta ''biçim aracılığıylaldolayımıyla görünürleşir. Edebiyatta bir
düşünsel içerik, içerik olduğu için var olamaz; biçim dolayımıyla
var-olabilir. ''
Dolayısıyla, edebiyatta ''içeriğin öğeleri, bağımsız bir varlık
olamaz; estetik yapının genel yasalarının dışında değildir_ '' İçeri­
ğin öğeleri, ''yazınsal bir izlek , sanatsal bir motif ya da imge özel-
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 309

liğiyle, yazınsal yapıtın erek/ediği estetik etkide pay sahibi olabi­


lir. '' Bazı biçimciler, biçimin önemini daha fazla vurgulamak için,
içerik-biçim kavram çifti yerine, ''malzeme-sanatsal araç'' kav­
ramını kullanmışlardır. Hatta bazıları, içerik ve biçimin iki ayrı
etmen olarak yan yana var-olduğunun altını çizmek için, estetik
nesnede bulunan malzemeler ve sanatsal araçlar diye çoğul biçimi
yeğlemişlerdir.
''Malzemeler'' anlatımı, edebiyatın estetik ''etkinlik'' kazanan
''ham maddesi'' anlamında kullanılmıştır. Ham madde, sanatsal
araçlarla yapılan müdahalelerle yazınsal yapıta katılma yetene­
ği kazanan öğelerdir. Yazınsal yapıtlara içkinleştirilen ideler ve
duygularda betimlenen olaylar, ''sözcükler ve sözcük bağlantıla­
rıyla eşit düzeyde olan sanatsal oluş turunun yapı taşları '' olarak
değerlendirilmiştir.
Dil felsefecisi Anton Marty, Erlich'in anlatımıyla, ''edebiyatı,
sözcüklerle yapılan bir sanat'' olarak nitelendirmiştir. Bu tanım
denemesinden şu çıkarım yapılabilir: Edebiyat sözcüklerle, daha
genel bir söyleyişle, dil ile yapılan bir sanat olduğuna göre, dilde
geçerli olan kurallar ve yasalar, edebiyatta da geçerli olmak zorun­
dadır. Dolayısıyla, bu anlayış, edebiyatı kaçınılmaz olarak dilin
egemenliğine, dolayısıyla da yazınbilimi de dilbilimin boyunduru­
ğu altına sokma sakıncasını içinde taşımaktadır. Edebiyatın özerk­
leşebilmesi için, bu sakınca her zaman göz önünde tutulmalıdır.
Öte yandan bu tanımlama, biçimcilik ile yapısalcılığın öz bakı­
mında ne denli birbirine. yakın olduğunu açıkça ortaya koymak­
tadır. Jirmunski ve Jakobson gibi önemli biçimciler de ''edebiya­
tın malzemeleriyle, bu malzemelerin sözcük katmanını '' eşit tut­
muşlardır. Bu biçimcilerin anlayışına göre, ''bir müzisyen tonlarla
nasıl çalışırsa, bir ressam renklerle nasıl çalışırsa, bir yazıncı/şair
de dil ile öyle çalışır. ''
Biçimlendirici özne ile biçimlendirilen nesne arasındaki ilişki­
yi, Kant'ın, özellikle de Hegel'in çok daha belirgin olarak benzer
biçimde değerlendirmesi, yazın kuramsal birikimin bir göstergesi
olarak değerlendirilmelidir.
310 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Biçimcilerin ''edebiyat, dilsel-göstergesel bir görüngüdür'' ya


da edebiyat ''sözcük malzemesinin açımlamasıdır '' gibi belirleme­
leri, biçimci kuram oluşumunda gösterge-bilimsel yaklaşımın açık
izlerini taşır.
Bu kapsamda Erlich'in çalışmasından ayrılıp, Tinjanov ve
Jakobson tarafından 1 928'de yayımlanan ''Edebiyatın Sorunları
ve Dil Araştırmaları''20 adlı bildirgeden söz etmek istiyorum. Söz
konusu bildirge dokuz sav içermektedir.
Bildirgenin içerdiği dokuz sav şöyle özetlenebilir.
1 . Rusya'da edebiyat ve dilbilimi, oluşturulacak kesin
olarak belirlenmiş bir platform aracılığıyla her bakımdan
bağımsızlaşmak zorundadır.
2. Edebiyatın/sanatın tarihi çok-katmanlı ve karmaşık
yapısal özellikler taşır. Bu özgül yapısal yasalar aydın­
latılmaksızın, edebiyat ile diğer bilimlerin ilişkisi belirlenemez.
3 . Yazınsal oluşum/evrim, yazın-dışı etmenlere bağlı
olarak açıklandığı sürece, edebiyat kavranamaz. Yazınsal
malzeme, işlevsel açıdan değerlendirilmelidir.
4 . Dilbilimde uygulanan art-zamanlı ve eş-zamanlı
yöntem ya da bakış açısı edebiyatta da uygulanmalı,
eş-zamanlı bakış açısının gereği olarak görüngülerin anlatımı
''dizge'' ve ''yapı'' kavramlarıyla olmalıdır. Ancak katıksız
eş-zamanlılık, bir yanılsamadır. Geçmiş ve gelecek, her
eş-zamanlı dizgenin yapısal öğeleridir. Buna örnek, biçem
oluşturucu eski ve yeni sözcüklerdir. Her dizge, bir evrimdir;
her evrim, dizgesel bir öz-yapıya sahiptir.
5. Eş-zamanlı yazınsal dizge kavramı, salt kronolo­
j ik olarak birbirine ait olan şeyleri değil, başka dillerde
ve dönemlerde geliştirilen edebiyatı da içerir. Söz konusu
dönemlerin değer hiyerarşisi önemlidir.
6 . Söz ve dil kavramlarının ayrımı ve bağlantılarının
çözümlenmesi, dilbilimsel açıdan çok verimli olmuştur. Bu

20 ]. TİNJANOV/R. JAKOBSON: "Probleme der Literatur und Sprachforschung'';


içinde: Roman JAKOBSON: ''Poetik. Ausgewahlte Aufsatze 1921- 1 971 ''; Suhr­
kamp, Frankfurt am Main, 1 979, s. 63- 66
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 31 1

örneksenerek, genel dil dizgesi ile bireysel dil kullanımı


arasındaki ilişki incelenmelidir. Bireysel ya da tikel dil, genel
dilsel ölçünlerin altında ezilmemelidir.
7. Dil ve edebiyatın yapısal yasalarının ve evrimlerinin
çözümlenmesi, doğal olarak var olan yapı tiplerinin belirlen­
mesine yol açacaktır.
8 . Edebiyatın ve dilin tarihinde içkin yasaların açığa
çıkarılması, yazınsal ya da dilsel dizgelerin daha somut
karakterize edilmesini olanaklılaştıracaktır.
9 . Bütün bunlar, Victor Şkolovski'nin başkanlığında
yazınsal dilin araştırılmasının yeniden canlandırılmasına
ortam hazırlayacaktır.

Biçimcilik Açısından Yazınsala


ve Yazınsallığa İlişkin Kavramlaştırmalar

Erlich'e dayanarak, Rus biçimciliğinin her üç aşaması boyunca


geliştirdiği kuram birikimini yansıtan ve bugün de büyük ölçüde
yazınsallığın temel kavramları olarak kabul edilen şu kavramları
oluşturdukları ve yazın-kuramsal tartışmaya yerleştirdiklerini öne
sürebilirim:
• Edebiyatın özü nedir?
• Yazınsal dil ve bu dilin tikelleştirici araçları nelerdir ?
• Yazınsal koşun(sallık),
• Yazınsal metinlerin temel özelliği olarak yan-anlamlılık,
• Yazınsallaştırma araçları ya da retorik araçlar nelerdir?
• İmgesellik,
• Edebiyat, sözcükler/dille yapılan bir sanattır; sözcük
sanatıdır.
• Dilsel göstergesellik,
• Ereksellik,
• Öz-göndergesellik,
• Bağlam(sallık ) ,
• Uzlaşımsallık,
• Sanatsal bir araç/yöntem olarak yadırgatım,
312 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

• Anlam, devingen bütündür,


• Özneler-arasılık,
• Edebiyatın evrimi ya da tarihselliği,
• Yazınsal biçimlerin tikelliği,
• Kurgu(sallık),
• Biçem(sellik),
• Yazınsal söylem( sellik) ,
• Dili yapı-bozuma uğratma,
• Öz-devinimsizleştirme/edebiyatıiı. öz-devinimsizleştirici
işlevi,
• Yazınsal dilin tikelliği,
• Yazınsal dilin algılanabilirliği,
• Gösteren ile gösterilenin örtüşmezliği
• Yan anlam yoğunluğu, çok-anlamlılık ve sözcük
orkestrasyonu.
Edebiyatın hem üretiminin, hem de kuramının özünü belirle­
yen yukarıdaki kavramlar, anlatımlar ya da tanımlardan bazıları,
edebiyatın dışında başka alanlar için de geçerli olabilir. Ancak,
bu durum, söz konusu kavram, anlatım ve tanımların asıl olarak
Rus biçimciler tarafından yazın-kuramsal birikime kazandırdıkla­
rı gerçeğini değiştirmez.

il. 4. Roman Jakobson Açısından


Yazınsal ve Yazınsallık

Rus biçimcilerin, öz-nitelemeleriyle, özgüleştiricilerin


'' ''

yazın-kuramsal kazanımlarını Roman Jakobson'un ''yazınsallık''


kavramını belirginleştirdiği 1934 tarihli ''Yazın/Şiir nedir? ''21 adlı
yazısıyla noktalamak istiyorum. Jakobson, anılan yazısında önce­
likle ''Yazın/şiir nedir? '' 22 sorusunu yanıtlayabilmek için, karşıt

21 Roman JAKOBSON: ''Was ist Poesie -ı 934-''; içinde: R. JAKOBSON: ''Poetik -Ya­
zın Bilgisi-'', Suhrkamp, Frankfurt anı Main, 1 979, s. 67-82
22 Jaques DERRIDA: ''Diese merkwürdige Institution namens Literatur -Edebiyat De­
nilen Şu Tuhaf Kurum-''; (içinde: ''Jürn GOTTSCHALK!fimann KÖPPE (Hrsg.):
Was ist Literatur -Edebiyat Nedir-n; (Mentis, Paderborn, 2006, s. 9 1 - ı 07) adlı söy­
leşi-yazısında haklı olarak edebiyat/yazın anlamında "literatür'' kavramının 1 9. yüz­
yıldan sonra Avrupa'da yerleşmeye başladığını dile getirir.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 31 3

soru olan ''yazın/şiir ne değildir ? '' sorusunun yanıtlanması gerek­


tiğini vurgular. Böylece, bir şeyi belirlemek ya da tanımlamak için,
o şeyin karşıtını belirlemek gerektiği düşüncesinden yola çıkar.
Hiçbir şeyin yazınsalın dışında olmadığını dile getiren düşü­
nür-bilimciye göre, ''yazınsal izlek''e ilişkin soru artık anlamını
yitirmiştir. Sürekli değişim geçiren yazınsal araçların ya da yazın­
sal müdahale tarzlarının sayısını belirlemek bile olanaksızdır.
Biçimsel aracın ''erekselliği'' de yazın için bağlayıcı özelliğini
yitirmektedir. ''Büyük Rus şair, Chlebnikov, baskı yanlışlarından
dolayı sevinç duymuş, bunları 'mükemmel şair' diye nitelendir­
miştir. '' Bu örneği anımsatmak bile her şeyin, yazınsalın alanına
girdiği yolundaki savını açıklamaya yeter.
Dolayısıyla, Jakobson'a göre, belli bir dönemin şairi için geçer­
li olan '' biçimsel araçlar'' ile ''yazınsal'' belirlenemez. Belirlene­
mediği için de ''yazınsal yapıt ile yazınsal olmayan arasındaki
sınır, geçişkendir. ' Örneğin, Novalis ve Mallarme, ''alfabeyi en
'

büyük sanat yapıtı '' olarak görmüşlerdir. Rus şairler, bir şarap
tanıtım kartının (Vjazemskij ), bir gardırobun içindekiler yazısının
(Gogol), herhangi bir rehberin (Pasternak), bir çamaşır yıkama
dükkanının hesabının (Kruçenskij ) "yazınsallığına'' hayranlıkları­
nı dile getirmişlerdir. Bir röportajın yazınsal değerini bir romanın
yazınsal değerinden daha yüksek bulan yazıncılar bile vardır.
Tolstoy, kendi yazınsal yaratımını kaldırıp atmıştır; ancak
yazıncı olmayı sürdürmüş, ''aşındırılmış biçimleri bırakıp, yeni
yollar açmıştır. ''
Jakobson'un söyleşiyle, yazıncı, hep aynı oyunu oynar; ''bu
kez kurgu değil, hakikat söz konusudur, dediğinde de aynı oyunu
oynar. '' Yazıncının sürekli oynadığı bu oyun ''kurgu'' dan başka

Derrida 'nın bu saptamasını, Kant ve Hegel de estetiğe ilişkin yapıtlarında yeğledik­


leri kavram(laştırma) ile doğrulamaktadır. Örneğin, Kant ve Hegel, Almanca ''Lite­
ratur'' yerine ''Dichtung" kavramını kullanmışlardır. Dichtung, Almancada bugün
de çoğunlukla şiiri adlandırmak için kullanılır. Kavramın bu anlam boyutunun, şi­
iri adlandırma yönünün 19. yüzyılda başat olduğu bilinmektedir. Bu nedenle, bazı
kullanım bağlamlarında Almanca ''Dichtung'' ya da ''Poesie'' kavramlarına karşılık
olarak ''yazın/şiir''; "Dichter'' kavramına karşılık olarak ''yazıncı/şair'' kavramlarını
kullanma gereksinmesi duydum.
314 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI · 1 •

bir şey değildir. Yazıncı, hakikati temel aldığını söylediği durum­


larda da yazınsal ürünü kurgular.
Birçok yazın tarihçisi ya da bilimcisinin sandığı gibi, yazınsal
metinlerde gösteren ile gösterilen nesne örtüşmez; çünkü duygu­
lar benzeştirilemez. Bunlar, ''çok-değerlilik'' ya da ''çok-anlamlı­
lık'' ilkesine göre işler. Dolayısıyla, ''psikolojik gerçeklik-yazınsal
kurgu'' şeması her zaman geçerli değildir. Bunlar arasında meka­
nik bir nedensellik ilişkisi yoktur.

Her Sözel Bildirim, Betimlediği Olguyu ve Olayı Biçemselleştirir

Öte yandan ''kurgu'' ve ''hakikat'' , Jakobson'a göre, ''eş-de­


ğerli iki öğedir. Eş-değerli olmalarına karşın, farklı anlamlardır,
,,

bilimsel anlatımla, ''aynı nesne ve aynı olayın iki ayrı anlamsal


boyutudur/ar. ,, Yazın/şiir ve özel yaşam yazınsal yapıtta iç içe
geçer; yazınsal motifler, yaşamı etkiler; yaşam yazınsal motifleri
üretir. Bu kapsamda ''sadece acılar, hakiki yazının/şiirin anasıdır''
sözü anlam kazana bilir.
Bununla birlikte, ''her sözel bildirim, betimlediği olguyu/olayı
belli anlamda biçemselleştirir, dönüştürür. ,, Bu kapsamda önemli
olan ''eğilim, pathos, hedef kitle, öz-sansür, tümlenmiş şema var­
lığıdır. ,, Ayrıca, sözel bir bildirimin yazınsallığı, genel anlamda ile­
tişimin söz konusu olmadığını imlediği için bu kapsamda sansür
etkisini yitirir.
Jakobson, çağdaş görüngü-bilimin ''dilsel kurguları dizgesel
olarak açığa çıkardığını ,, ve ''gösteren ile gösterilen arasındaki
ilkesel ayrımı'' , bir başka deyişle, ''sözcük anlamı ile sözcük anla­
mı üzerine kurulan içerik arasındaki örtüşmez/iğini '' dile getirdi­
ğini yineler.
Bu kapsamda Jakobson'un özellikle vurguladığı şey şudur:
Yazınsalın kurgulanması ve sözcüğün öz-yasallığı'' , bir başka deyiş­
le, sözcüğün öz-değeri, anlatı sanatının belirleyici yönlerindendir.
Jakobson, biçimlere yöneltilen Marksist eleştirinin ''tek-yön­
lü'' bakışı nedeniyle, Marksist eleştirmenlerin kendilerini ''sözcük
sanatını salt/aştırmak ,, ile suçladıklarını, kendisi de dahil, Tinja-
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 315

nov, Mukaroski ve Şkolovski gibi biçimcilerin, ''köktenci Mark­


sist eleştirmenlerin'' öne sürdüklerinin tersine, ''sanatın toplumsal
dizgenin bir öğesi'' olduğunu sürekli vurguladıklarını belirtir.
Sanat, toplumsal dizgenin bir parçası olarak diğer etmenlerle
ilişkili olan ''değişken '' bir unsurdur. Hem sanat, hem de sanatın
bağlantılı olduğu toplumsal yapının diğer unsurları ''sürekli ve
eytişimsel değişim içinde bulunmaktadırlar. ,, Biçimcilerin vurgu­
ladığı şey, Jakobson'un deyişiyle, ''sanatın ayrılıkçılığı değil, este­
tik işlevin özerkliğidir. ,,
Yazın/şiir, içeriği bakımından ''kırılgan ve zamana bağlı ,, bir
kavram olmamasına karşın, ''yazınsal işlev, yazınsallık/şiirsellik '',
biçimciler açısından ''kendine özgü bir unsurdur. Bu öğe, açığa
çıkarılabilir; ancak mekanik olarak başka öğelere bağlanamaya­
cak bir öğedir. ,, Düşünürün anlatımıyla, ''nasıl ki, kübik imgele­
rin betimleme araçları açığa çıkarılmış ve özerkleştirilmişse, bu
,
öğe de açığa çıkarılabilir ve özerkleştirilebilir. ,
Bununla birlikte, ''yazınsallık, kendi varlık nedenine sahip
olan özel bir durumdur. ,, Yazınsallık, genellikle ''karmaşıklaşmış
bir yapının parçasıdır''; ancak aynı rastlantısal bir eklenti olma­
yan ve bütün yemeğin tadını değiştiren yağ gibi, ''diğer parçaları
zorunlu olarak değiştiren ve bütünün niteliğini/öz-yapısını belir­
leyen ,, bir parçadır.
Jakobson bu bağlamda şöyle bir tanım denemesi geliştirir.
''Dilsel/sözcüksel sanat yapıtı, yazınsallık, yazınsal işlev, yol gös­
terici anlam kazandığı takdirde, yazından/şiirden söz ederiz. ,,
Peki, yazınsallığı gösteren/açığa çıkaran nedir? Jakobson'un
bu soruya yanıtı şöyle: Yazınsallığı ortaya çıkaran şey, ''sözcü­
ğün sözcük olarak kullanılması, adlandırılan nesnenin temsilcisi
olarak ya da duygu coşumu olarak duyumsanmamasıdır. " Yazın­
sallık, ''sözcüklerin, birleşimlerinin, anlamlarının iç ve dış biçim­
lerinin ayrımsız bir şekilde gerçekliğe gönderge değil, öz- değer ve
öz ağırlık kazanmalarıyla '' oluşur.
Jakobson bir başka soruyla yazınsallığa ilişkin irdelemesini
sürdürür: ''Peki, bütün bunlar niçin? Neden, gösterenin gösterilen
nesne ile özdeşleşmediğini belirtmek gereklidir? '' Düşünür-bilim-
316 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

ciye göre gereklidir; çünkü ''gösteren/gösterge ile nesnenin özdeş­


liğine ilişkin dolaysız bilincin (A Aı) yanı sıra, yetkin olmayan
=

özdeşliğe ilişkin bir dolaysız bilinç de gereklidir ( A - A ı). Bu


karşıtlık kaçınılmazdır ''; çünkü ''çelişki olmaksızın kavramların
devinimi, göstergelerin devinimi olmaz; kavram ile gösterge ara­
sındaki ilişki özdevinimlileştirilir (otomatik /eştirilir}; olay durma
noktasına gelir; gerçeklik bilinci ölüp gider. ''
Jakobson'un izleyen saptamaları da yazınsallık kavramını
aydınlatması bakımından önemlidir. Jakobson'un savı uyarınca,
bir yandan ''yazınsal işlev, zorunlu ve gerekli olmadıkça göze bat­
maksızın, yazınsal yapıtı örgütler, düzenler. '' Öte yandan yazınsal
yapıt, ''toplumsal değerlerin bütün karmaşık lığının dışına çıkma
eğilimi taşır; diğer değerleri gölgelemez; ancak böyle olmasına
karşın, ideolojinin temel oluşturucu ve amaçlı örgütçüsüdür. ''
J ako bson, kimliğini belirttiğim ''Yazın Bilgisi-Poetik '' adlı
yapıtında yer alan ''Dilbilim ve Edebiyat Bilgisi'' (Linguistik ve
Poetik) adlı 1 960 tarihli yazısında üreten ve tüketen öznenin tutu­
mu açısından anlatım ve göstergeye yönelik edebiyatın tanımının
yanı sıra, ''yapısalcı bir tanımın '' daha geliştirildiğini vurgular.
Söz konusu yapısalcı tanıma göre, ''yazınsal bildirimi belirleyen
şey, (benzerlik ve karşıtlık ilişkilerinin) denklik ilkesi yoluyla
ayrıştırmanın yararcı düzleminden bütünleştirimin sentaksmatik
düzlemine aktarımıdır. ''
Bu belirleyimle Jakobson'un söylemek istediği şudur: Yapısal
tanıma göre, yazınsal bildirim ya da söylemde tek tek sözcüklerin
anlamsal özellikleri önemli değildir; önemli olan her sözcüğün bir­
biriyle ilişkileri ve bütün içinde kazandıkları bireşimsel anlamdır.
Edebiyatın geleneksel tanımında ''öznenin dilsel bildirime iliş­
kin özgül ilişkisi '' söz konusudur. Söz konusu yapısalcı tanım­
la geleneksel tanıma ''nesnel bir ölçüt'' eklenmiştir. Buna göre,
''bütün yazınsal metinlerde belirlenebilen ve tekil sanat türleri ve
biçemleri için (aliterasyon, uyak, ritim/taylam, koşut(çu)luk vs. )
karakteristik olan tikel yöntemleri kapsayan ve/veya bağımlılaşan
ve dönüşen genel bir yöntem vardır. ''
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 31 7

Bu kapsamda sentaksmatik bütünlük ilişkilerinin benzerlik


ilişkileriyle örtülmesi, örneğin, ''her ad-değişmesinin eğretileme­
sel, her eğretilemenin ad-değişmese/ bir renk kazanmasına yol
açmaktadır. '' Ayrıca, bu işlem, yazınsal metinlerin ''çok-anlamlılı­
ğı '' açısından bir mekanizma olarak orta ya çıkmaktadır.

il. 5 . Jean-Paul Sartre:


''Edebiyat Nedir?''

Edebiyat, Sessizliktir

Jean-Paul Sartre'ın ''Edebiyat Nedir''de ''niçin yapıyoruz ? ''23


sorusu bağlamında çok yerinde ve öğretici bir yaklaşımla açım­
ladığı üzere, birbirini koşullayan ve eytişim içinde olan yazma ve
okuma edimi, öznel bir girişimdir. Öznel bir yaratım olan yazma,
düşünürün söyleyişiyle, ''yazınsal nesnenin devingen ufkunu ''
açımlamanın yanı sıra, bir yeniden yaratım denemesi olan okuma
da öznelliğinin dışında tümüyle özgür bir belirlenim içerir.
Sartre, anılan yapıtında edebiyatın değinilen niteliklerinden
kökenlenen söz konusu '' belirsizlik ögesini'' şu sözleriyle dile geti­
rir: ''Yaratıcı edim, bir yapıtın ortaya çıkışındaki eksik ve soyut
bir andan başka bir şey değildir. ''
Bu belirleme, sanatsal/yazınsal yaratımın özünü ortaya koy­
ması bakımından önemlidir. ''An '' kavramının bu bağlamda
''moment'' kavramı karşılığı olarak kullanılmış olması büyük
olasılıktır. Batı dillerinde ''moment'', '' an'', anlamının yanı sıra,
''öğe'' , ''nitelik'' gibi anlamları da taşır.
Bu varsayım uyarınca, özgür imgelem gücü ve kavrayışın etki­
leşimi sürecinde gerçekleşen estetik yaratım, ''eksik'' ve ''soyut''
bir an ya da öğedir. Alımlayıcının özgür katılımı/paylaşımı süre­
cinde tümlenecek ve somutlaşacak demektir.
Bu ünlü Fransız düşünür-yazarın, bir yazınsal yapıtın ancak
yazarla okuyucunun ortak ve öznel uğraşları sonucu tümlenebi-

23 Jean-Paul SARTRE: "Edebiyat Nedir? " ; çeviren: Berran Onaran, Payel, 3 . Ba­
sım,1995, İstanbul.
318 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

leceği savı da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bunların dışında


yazınsal bir yapıtın varlık nedeni kazanabilmek için, başka öznel
bir dolayımın, okuyucunun değerlendirici/yorumlayıcı katılımını
gerektirdiği de yadsınamaz. Okuma, yapıtın yapıtsallığını tümle­
yen ve var eden; tümüyle özgür ve keyfi bir edimdir; okuma, sonu
belirsiz bir bulgulama eylemidir.
Sartre'ın yapıtın anlamına ilişkin belirlemesi, dil dolayımıyla
gerçekleşen yazma ve okuma edimlerini kapsayan yazınsal sürecin
daha derinlikli olarak irdelenmesi gereğini de dile getirir.
Yapıtın dilselliğini didiklemeyi özendirmeyi erekleyen düşünü­
rün söyleyişiyle, yazar, ''sözcüklerin ötesinde bireşimsel bir biçim
tasarlar. '' Her tümce bu bireşimsel biçim içinde izlek, konu ya da
anlam bağlamında ''ufak bir işlev '' taşır. Böylece daha ''işin başın­
da anlamın tekil sözcüklerde olmadığı '' görülür.

Her Yazınsal Metin Bir Çağrıdır

Yazınsal metinde anlam sözcüklerde değil, ''sözcüklerin her


birinin im/emini almamıza yardım eden şeydir ''; anlam, ''dil ara­
cılığıyla gerçekleşmesine karşın, yazınsal nesne hiçbir zaman dilin
içinde verilmemiştir. ''
Sartre'ın bu saptamaları, dilin dışında anlam oluşturucu bir
iletişim dizgesi olduğu anlamında yorumlanmamalıdır. Kanımca,
düşünürün vurgulamak istediği şey, yazınsal metinlere içkinleşti­
rilen anlamın tekil sözcüklere, sözcük öbeklerine, hatta yan yana
sıralanmış sayısız sözcüğe sığmamasıdır.
Yazınsal nesne, düşünüre göre, ''yapısı gereği, sessizliktir;
sözün yadsınmasıdır. '' Bir yapıtta yer alan yüz binlerce sözcük
''birer birer okunsa bile, yapıtın anlamı ortaya çıkmayabilir'';
çünkü anlam, ''sözcüklerin toplamı değildir ''; anlam sözcüklerin
''örgensel bütünlüğüdür. '' Anlamı çözümleme ya da bulgulama,
Sartre'ın savı uyarınca, okuyucunun, yazarın yapıta içkinleştir­
diği ''sessizliği kafasında uydurmasında '', sonra da sözcükleri ve
tümceleri yeniden canlı bir biçimde bireşimleyerek, anlamı ortaya
çıkaracak ''örgensel bütünlüğü'' oluşturmasında aranmalıdır.
BAZI FILOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBiYATA BAKIŞI 31 9

Yazar, ''okuyucunun bilinci aracılığıyla kendisini yapıtının


önemli bir öğesi'' durumuna getirdiğine göre, Sartre'ın çıkarımı
uyarınca, ''her yazınsal yapıt bir çağrıdır. ,, Her çağrı ise ucu açık
bir bulgulama ve yeniden kurgulama serüvenidir. Bir serüvenin
nasıl biteceğiyse baştan bilinmez; serüven, bilinmezlerle dolu
olaydır.
Burada Sartre'ın kullandığı '' uydurma '' sözcüğü, ''yeniden
bulgulama'' ya da ''kurgulama'' olarak okunmalıdır. Bu yeniden
bulgulama ya da kurgulama, alımlayıcı tarafından gerek yazma,
gerekse okuma aşamasında gerçekleştirilen eylemlerin tümü, tekil
öznel kurgular ve oluşturular niteliğindedir. Dolayısıyla da sözü
edilen belirsizliğe yol açan etmenlerdir.
Bu bağlamda düşünürün ''sanat ancak başkası için ve başka­
sının aracılığıyla vardır'' saptamasının anlamı belirginleşmekte­
dir. Bu saptamayı edebiyata uyarlayarak, şu çıkarımı yapabiliriz:
Yazınsal yapıt, ancak okuyucu için ve okuyucunun aracılığıyla/
dolayımıyla vardır. Alımlayıcısı olmayan yapıt yoktur. Görüle­
ceği üzere, tümüyle öznellik ve özgürlük belirlenimi taşıyan ede­
biyat alanındaki kesinlik beklentisi, gerçekleştirilmesi zor bir
beklentidir.

Edebiyat Kuramsal Olarak Kesinleştirilebilir mi?

Sartre'ın açıklamalarından da görüleceği üzere, genel anlam­


da edebiyat ve yazın-kuramıyla uğraşanlar, kuramsal gerekirlik
olan ''kesinliğe ulaşma'' isteri ile yazınsallaştırmanın öz-yapı-

sın dan doğan ''kesinsizlik eğilimi'' arasındaki gerilim alanında


devinmek zorundadırlar. Birbirini gerektiren, içleyen ve dışlayan
bu gerilimin öğelerini uyumlulaştırmak ve verimlileştirmek, önce­
likle yazın üreticilerinin, daha sonra da edebiyatı düşünülmeyen
yazın-kuramcılarının başlıca görevidir.
Öte yandan, özellikle vurgulamak gerekir ki, anılan gerilim
ilişkisinin varlığı, edebiyatın özerkleşerek, bir bilim dalına dönü­
şemeyeceği anlamına da gelmez. Her türlü öznelliğine ve özgürlük
isterine karşın, yazınsal metinler üzerinde şimdiye değin bilimsel
olarak çalışılarak, belli bulgular ortaya koyulmuştur. Bundan
320 DİL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAM! - 1 -

sonra da bu çalışma sürecektir ve yeni veriler geliştirilecektir. Böy­


lece, yazınsal kuramsal birikim sürekli geliştirilecektir.
Söz konusu kesinlik daha doğrusu ''kesinsizlik'' ilkesi uyarın­
ca, bulgu ve verilerin değerlendirilmesi, beşeri bilimlerde yöntem
olarak genellikle ''özneler-arasılık ''24 ( inter-sübjektivite) kavramı
kapsamında tartışılır.
Özneler-arasılık, bir bilgi ya da bulgunun tekil bir birey ile
sınırlı olmadığı, benzer koşullarda diğer bireylerce de edinilebile­
ceği ya da paylaşılabileceği anlamında kullanılır. Buna göre, her
araştırmacı, alımlayıcı ya da bilimci, ''benzer'' veriler ve benzer
yöntemlerle benzer sonuca ulaşabilir. Böylece, edebiyat alanında
da bilimsel bulguların belli ölçülerde doğrulanabilmesi söz konu­
su olabilir.

Yazınsal Metinler, Öz-göndergeseldir

Rus biçimciler tarafından yazınsalı ve yazınsallığı, dolayısıy­


la da yazın-bilimin nesnesini belirlemek amacıyla geliştirilen bu
kavramlar, kimi zaman değişik adlandırmalar altında olsa da,
başka düşünür, yazın kuramcı, dil felsefecisinin yapıtlarında da
yer almıştır. Yaygınlık, genel kabul görme gibi ölçütler temelin­
de başka düşünür ya da yazın-kuramcılardan da örnekler vermek
ıstıyorum.
• •

Örneğin, Jean-Paul Sartre ''Edebiyat Nedir? ''de yazınsallık


kapsamında irdelenen şu kavramların altını çizer: Biçim ile içerik,
eytişimsel bir ilişki içinde birbirini belirleyen bir kavram çiftidir.
Yazınsal metinler, ''kendi dışlarında hiçbir şeye götürmezler'', bir
başka anlatımla, gönderme yapmazlar.
Sartre'ın bu saptamasında dile getirdiği önemli görüş, diyesi,
''yazınsal metinler, kendi dışlarına bir yere götürmezler'' sapta­
ması, yukarıda da yeri geldikçe vurgulandığı gibi, çağdaş yazın
kuramında '' öz-göndergesellik''25 olarak adlandırılmaktadır.

24 Özneler-arasılık kavramına ilişkin ayrıntı için: http://wikihost.org/wiki/klx/wiki/


intersu bjektivitaet
25 Öz-göndergesellik kavramını İngilizce ''self-referenciality", Almanca "Selbstreferen­
zialitaet" kavramlarına karşılık olarak öneriyor ve kullanıyorum. Anılan dillerdeki
''reference'' ve "Referenz'' "gönderge''; ''referenciality" ve "Referenzialitaet'' kav­
ramlarıysa Türkçede "göndergesellik'' ile karşılandığına göre, "Selbstreferenzialita­
et" kavramının ''öz-göndergesellik'' olarak çevrilebileceğini düşünüyorum.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 321

Yazınsal metinler, salt kendileriyle ilişkilenirler. Yazınsal metinle­


rin ''öz-ilintililiği'' ya da ''öz-ilintesilliği'', çağdaş yazın kuramında
''öz-göndergesellik'' olarak nitelendirilir. Dolayısıyla, Sartre'a daya­
narak, ''öz-göndergesellik, yazınsalın başlıca özelliğidir'' denilebilir.
Sartre'ın altını çizdiği bir başka kavram, yazınsal metinle­
rin çok-anlamlılığıdır. Gösterge, diyesi, sözcük en azından ''iki
anlamlı'' bir oluşturudur. Yazıncı ya da şair, Sartre'ın deyişiyle,
''sözcüğü kullanmadığı için, sözcüğün çeşitli anlamları arasında
bir seçim yapmamakta ve bu anlamlardan her biri ona, başlı başı­
na bir işlev gibi görünmeyip, sözcüğün bütün öteki anlamlarıyla
karışıp kaynaşan somut bir nitelik gibi gelmektedir. ''
Düşünür bu kapsamda ''yazınsal nesnenin devingen ufku '',
''metne içkinleştirilen boşluklar '', ''yazınsal yapıtın tümlenmemiş­
liği '' gibi anlatımları da kullanır.
Sartre, Searle'ün ''dil eylem kuramında'' öne sürdüğü gibi, söz
söylemeyi bir eylem olarak değerlendirir. Her dilsel eylem de içkin
olarak bir erek içerir. Ereksellik, yazınsal dil kullanımı da dahil,
her dilsel etkinliğin içkin özelliğidir.

Edebiyatın Özü, Özgürleşme Çağrısıdır

Hegel'ci gelenek çizgisinde edebiyatı, özgürlük bağlamında


değerlendiren Sartre açısından ''öz-devinimsizleştirme'', bir başka
anlatımla, olağan-dışlaştırarak, olgu ve olayları algılanabilirleş­
tirme, yazınsal metinlerin başat özelliğidir. Brecht'in epik tiyat­
ro için geliştirdiği ''yadırgatım'' yaklaşımıyla örtüşen bu düşün­
celeri geliştiren düşünüre göre, edebiyatın özü olan özgürlük ya
da yapıtın ''özgürlük çağrısı '', olağanlıkları, alışılmışlıkları aşma
anlamında en etkin öz-devinimsizleştirici etkendir.
Ayrıca, Sartre'ın ''yazar, toplumun bilincini rahatsız eder'' ve
''adlandırmak göstermek, göstermek de değiştirmek demektir''
belirlemeleri de bu kapsamda değerlendirilebilir. Sartre'ın ısrarla
vurguladığı edebiyatın özgürleştirici ve eleştirici bilinç geliştirme
işlevinin, ''yadırgatım'' kuramı ya da yöntemi bağlamında Brecht
tarafından sanata uyarlandığını yukarıda belirtmiştim.
322 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI · 1 ·

Bir başka öne çıkan kavram, yazın dilinin tikelliğidir. Yazar,


oluşturduğu bağlam ve güttüğü erek doğrultusunda dilsel anla­
tım araçlarını farklı kullanarak, söylemek istediği şeyleri belli
bir biçimde söyleyerek tikelleştirir, özgüleştirir. Dolayısıyla da
bağlamlaştırır.
Yazınsal yaratım ve alımlama bağlamında ''öznellik'', Sartre'ın
sürekli vurguladığı bir başka kavramdır. Düşünür-yazar, öznellik
ile özgürlük arasında dolaysız bir bağ kurar. Yazında ''nesnelliğin
türlü görünüşleri altında kendini belli eden öznellik, büyük bir
ustalıkla düzenlenir. ''
Çok-anlamlılığı, öznelliği, öz-devinimsizleştirmeyi belirgin
duruma getirmek için, yazarın kullandığı başlıca kavram ''kur­
gu''dur. Kurgu, örneğin, ''insan özgürlüğünü gerektiren düşsel bir
canlandırılış '' anlatımında da görülebilir. Edebiyatın özünü özgür­
lük olarak tanımlayan Sartre, ''kurgusallık'' kavramını adıyla
anmaktan çok içerik olarak belirler. Bu yönüyle, ''kurgu( sallık) '' ,
sıkça görülen dilsel-yazınsal bir özelliktir.
Sartre'ın ''Edebiyat Nedir? ''de geliştirdiği düşünceler ve savlar
temel alındığında, bu düşünür-yazarın, asıl olarak iki gelenekten
yararlandığı öne sürülebilir. Birinci gelenek, Aydınlanma akımıdır.
Sartre, edebiyata bireyin özgürlüğünü ve özerkliğini geliştirme ve
toplumsal adaletsizliklere karşı duyarlılığı özendirerek, eleştirel
aklın ve bilincin ufkunu genişletme işlevi yüklediği ölçüde Aydın­
lanma birikimini üstlenir ve güncelleştirir.
Bu tavır, esas olarak edebiyata yükümlülük yükleme tavrıdır.
Edebiyata yüklenen yükümlülüğün, insana insanlaşma olanağı
yaratmak ya da toplumsal ilerlemeyi desteklemek amacını gütme­
si, edebiyatı bir şeye yükümlendirme gerçeğini ortadan kaldırmaz.
İkinci gelenek, Romantik akım ve bu akım etrafında oluşan
kuram birikimidir. Sartre'ın estetik/yazınsal nesneye ilişkin, yazar
ve alımlayıcıya ilişkin düşüncelerinin büyük bölümü, Kant'ın da
katkısıyla biçimlenen imgelem gücünün özgür oyunu, dilin/gös­
tergenin çok-katmanlılığı, yazınsalın çeşitlenmesi, duyusallığın
işlevi gibi düşünceler, Romantik birikimin izlerini taşımaktadır.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 323

Sartre, edebiyatı duyusallık-tinsellik ilişkisi kapsamında ''orta


noktada'' konumlandırdığı ölçüde de Hegel estetiğine yaklaşır.
Aydınlanma ile Romantik akımı birikimini harmanlayan Hegel'e
göre, sanatsal yaratım, duyusallık ile tinselliğin birbirine dönüştü­
ğü, bireşimlendiği bir sürecin türevidir. Sartre'da da bu yaklaşımın
izlerini belirlemek olanaklıdır.

il. 6. J. R. Searle' de Dilsel-Yazınsal Kurgu

Kurgu, Anlamı Nasıl Etkiler?

Bu bölümde daha önce ele aldığım ''dil eylem kuramı'' veya


''söz edimleri kuramı'' ile yazınsallık arasındaki ilişkiyi biraz daha
belirginleştirmek amacıyla, Searle'ün ''Kurgusal Konuşmanın
Mantıksal Statüsü''26 adlı yazısını irdelemek istiyorum.
İlkin herhangi bir yanlış anlamayı önlemek amacıyla, yukarı­
daki başlıkta yer alan ''konuşma'' kavramını açıklamak yararlı
olabilir. Dil eylem kuramında ve dil bilimde ''konuşma'', her türlü
dilsel etkinliği, örneğin, konuşma ve yazma gibi dilsel eylemle­
ri anlatmak için kullanılır. Dolayısıyla, edebiyat bağlamında
''konuşma'' sözcüğü, her şeyden önce yazma ve yazınsal değerlen­
dirme yapma olarak anlaşılmalıdır.
Searle, yukarıda belirtilen yazının girişinde şu belirlemeyi
yapar: ''Bir dilde konuşmak ya da yazmak, dil eylemlerinin belli
bir türünü gerçekleştirmek demektir. '' Bunlar aynı zamanda genel
iletişimde kullanılan bir şey söylemek, sormak, buyurmak, söz
vermek, özür dilemek gibi söz eylemleridir.
Kurgu kavramını dil eylem kuramı bağlamında gerekçelendi­
ren Searle'e göre, ''kurgusal dil eylemlerinde durum biraz kar­
maşık laşmakta, hatta çelişkili bir görünüm kazanmak tadır. '' Bu
karmaşık durumun nedenini şöyle açıklar Searle: ''Kurgusal bir
öyküde sözcükler ve diğer unsurlar nasıl olur da bir yandan ola­
ğan anlamlarını korurlar, öte yandan da anlamlarını belirleyen

26 John Rogers SEARLE: ''Der logische Status fiktionaler Rede -Kurgusal Konuşmanın
Mantıksal Statüsü-''; içinde: Maria E. REICHER (yayımlayan): ''Fiktion, Wahrheit,
Wirklichkeit -Kurgu, Hakikat ve Gerçeklik-"; Mentis, Paderborn, 2007, s. 21- 36.
324 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

kuralları ihlal ederler. Nasıl ol ur da, ''Kırmızı Başlıklı Kız'' da


"

''kırmızı'' kırmızı anlamını korurken, aynı zamanda ''kırmızıyı


kırmızıyla ilişkilendiren kuralları devre dışı bırakır? ''
Searle bu soruyu yanıtlamak amacıyla, ilkin ''kurgu ve edebi­
yat arasındaki ayrım'' bağlamında şu açılımları geliştirir: ''Bazı,
yazınsal yapıtlar, kurgusaldır; bazıları değildir. ''
Searle'ün bu savını dil felsefesi açısından sorunlu en azından
tartışmalı buluyorum. Yukarıda sözcüklerin, dolayısıyla dilin
tümüyle bir ''oluşturu'' olduğunu, her oluşturunun da uzlaşım­
lara dayanan öznel-genel yaratımlar olduğunu açıklamaya çalış­
tığım bölümlerden de anlaşılacağı üzere, her oluşturu, özü gereği
kurgusaldır.
Edebiyat ise, malzemesi ve dolayımı dil olması nedeniyle,
''çok-katmanlı'' bir kurgu ürünüdür. Dolayısıyla, ''bazı yazınsal

yapıtlar kurgusaldır; bazıları değildir'' saptaması, bu bağlamda


tutarlı değildir.

Edebiyat, Metnin İçkin Özelliklerini Nitelendirmez

Searle, yukarıdaki saptamasının devamında iki noktayı öne


çıkarır. Birinci nokta, Searle'ün anlatımıyla, ''bütün yazınsal yapıt­
ların ortak yönünü oluşturan bir dizi belirti vardır ve bu belirtiler
temelinde bir şeyin yazınsal bir yapıt olduğu belirlenir'' savıdır.
Düşünür, aynı bağlamda Wittgenstein'a dayanarak, ''edebiyat,
bir aile benzerliği kavramıdır'' saptamasını yapar. Aile benzerliği
anlatımı, ''yazınsal yapıtların ortak yönünü oluşturan belirtiler''
için kullanır.
İkinci olarak düşünür şu noktayı vurgular: Edebiyat, ''bizim
bir metne karşı takındığımız bazı tutumları nitelendirir. '' Edebi­
yat, ''metnin içkin özelliklerini nitelendirmez. '' Bunun yanı sıra,
elbette ki ''takındığımız tutumların nedeni, metnin özelliklerinin
bir kurgusudur ve salt keyfilik değildir. '' Düşünür, bu saptamala­
rından şu çıkarımı yapar: ''Bir yapıtın yazınsal olup olmadığına
ilişkin karar okurdadır; kurgusal olup olmadığına ilişkin karar
ise yazardadır. '' ''Yazınsal yapıtın kurgusal olup olmadığı kararı
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 325

yazardadır'' belirlemesi, yine Searle'ün sorunlu ya da tartışma­


lı bulduğum ''kurgu'' anlayışından kaynaklanmaktadır. Yazılan
her şey, konuşulan her şey, özünde bağlam ve erek çerçevesinde
yapılan bir kurgudur. Bu nedenle, ''yazınsal metinlerin kurgu
olup olmadığına yazar karar verir'' anlayışı, açıkladığım nedenle,
bilimsel bakımdan dayanıksız ve sorunludur.
Searle'ün üçüncü olarak altını çizdiği nokta şudur: '' Yazınsa/­
dan yazınsal olmayana geçiş süreklidir. Arada belirgin bir sınır
olmadığı gibi, sınır olarak görülebilecek hiçbir şey de yoktur. ''
Örneğin, Thukydides ve Gibbon, ''bugün edebiyat olarak göre­
bileceğimiz ya da görmeyeceğimiz '' yazılar yazmıştır. Bu sav, her
bakımdan doğrudur; çünkü genel dil ile yazınsal dil arasındaki
geçişimler süreklidir.
Searle'ün belirginleştirmek istediği bir başka konu ''kurgusal
konuşma ile imgesel konuşma ayrımıdır. " Bu bağlamda, Searle'e
göre, ''kurgusal konuşmada belli tarzda semantik kurallar dönüş­
türülür ya da ortadan kaldırılır''; ancak bu durum, ''imgesel
konuşma için de geçerlidir. '' Bununla birlikte, kurgusal konuşma­
da olup-bitenler, ''imgesel konuşmadan bağımsız ve farklıdır. '' Bir
eğretileme, hem kurgusal, hem de imgesel konuşmada kullanıla­
bilir. Searle'ün deyişiyle, anlatımların eğretilemesel kullanım tarz­
ları ''sözcüksel anlamda değildir'', kurgusal bildirimler de ''ciddi
anlamda değildir. ''
Düşünür bu bağlamda ''bir roman ya da şiir yazmak, ciddi bir
etkinlik değildir '' derken, yazma işinin kendisinin ciddi olmadığı­
nı değil, ne yazıldığının ''ciddi olmadığını '', bir başka anlatımla,
yaşamda bire bir karşılığı olmadığını belirtmek istediğini vurgu­
lar. Örneğin, bir yazar, romanında yağan yağmuru betimliyorsa,
ille de dışarı da yağmur yağması gerekmez. Searle'ün ''ciddi değil''
dediği de budur. Bu bağlamda ''ciddi değil'' sözü, ''gerçekle örtüş­
mek zorunda değil'' biçiminde anlaşılmalıdır.
Kurgu ile hakikat ilişkisini sorunlaştıran Searle, anılan yazısı­
nın devamında günlük dilde başat olan ve sınanması kolay olan
anlatımcı dilsel eylemler (saptamalar, savlamalar, açıklamalar,
betimlemeler gibi) ile '' kurgusal edebiyatta'' başat olan (öykü
326 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

yazmak, roman yazmak, şiir yazmak, drama yazmak vb.) dilsel


eylemlerin ayrımına dikkat çeker.
Düşünürün anlatımı uyarınca, ''kurgusal metnin yazarının
anlatımcı dil eylemlerine ilişkin kendi özgün repertuarı vardır. ''
Bunlar, gerçek anlatımcı dil eylemlerine de uyarlar; ancak ''bu
anlatımcı dil eylemlerine ek olarak var-olurlar. ''
Searle kendi kurguladığı bu varsayımını ''yanlış'' olarak nite­
lendirir. Söz konusu yanlışlığın kaynağını, ''anlatımcı eylemlerin
tümcenin anlamsal işlevini'' vurgulamasında görür.

Kurgulamak, Sanki Yapıyormuş Gibi Davranmaktır

Bu bağlamda ''kurgusal yapıtlardaki sözcükler alışılmış anlam­


larını taşımazlar'' diyenlerin de yanılgı içinde olduklarını öne
süren Searle'e göre, ''eğer bu doğru olsa, yeni anlamlar öğren­
meden hiç kimsenin kurgusal bir yapıtı anlayamaması gerekir. ''
Ayrıca, yazınsal dil, tikel bir dil kullanım biçimiyse, ''yazınsal bir
yapıtı anlamak için, bu tikel dili yeniden öğrenmek gerekir. ''
Peki, kurgusal konuşma ya da yazma gerçekleştirilirken yapı­
lan nedir? Searle'ün bu soruya verilecek yanıtı kolaylaştırıcı öneri­
si uyarınca, yanıt şurada gizlidir: Kurgusal bir şey yazanlar, ''öyle
yapıyormuş gibi yaparlar; biçimsel olarak yaparlar. '' Öyle yapı­
yormuş gibi yapmak, birincisi ''yanıltmak '', ikincisi ''sanki yapı­
yormuş gibi davranmak '' olmak üzere, en azından iki anlamlıdır.
Sanatta, dolayısıyla da edebiyatta geçerli olan ''sanki yapıyor­
muş gibi yapmak'', yanıltma amacı gütmez. Searle, konuyu aydın­
latmak için şöyle bir örnek verir: ''Gizli Servis'i atlatarak beni
Beyaz Saray'a almasını sağlamak için kendimi Nixon gibi göste­
rirsem, sözcüğün gerçek anlamında 'öyle gibi' gösteririm. ''
Kurgusal metinlerde söz konusu olan sözcüğün ikinci anla­
mıdır. Kurgusal metinlerde yapılan ''yanıltma içermeyen sahte
gerçekleştirimdir. '' Dolayısıyla, diye sürdürür Searle çıkarımını,
''kurgusal bir yapıtın yazarının yaptığı şey, savlayıcı türden bir
dizi anlatımcı dilsel eylem gerçekleştirmektir. ''
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBiYATA BAKIŞI 327

Savlayıcı dil eylemlerinin ''söylemek, savlamak, betimlemek,


karakterize etmek, özdeşleştirmek'' gibi dilsel eylemleri içerdiğini
de belirtelim.
Öyleymiş gibi göstermek, ''ereksel bir eylemdir'', bir başka anla­
tımla, ''ereksellik kavramını içeren eylemdir. ,, Searle, bu bağlamda
yazınsalı ve yazınsallığı belirlemeye elverişli olan şu önemli çıkarımı
yapar: ''Kurgusal bir metnin/yapıtın özdeşlik ölçütü, zorunlu olarak
yazarın anlatımcı ereğindedir. Bir metnin kendisini yazınsal yapıt
durumuna getiren bir özelliği yoktur. Metni yazınsal yapıt yapan,
yazarın metne karşı takındığı anlatımcı tutumdur ve bu tutum, yaza­
rın metni yazarken taşıdığı karmaşık anlatımcı ereklere bağlıdır. ,,
Searle, bu belirleyimiyle, biçimciliğin yerleştirdiği ve yazın­
sal metinde somutlaşan dil kullanım tarzını öne çıkarma yakla­
şımdan belirgin biçimde uzaklaşır. ''Yazarın metne karşı takın­
dığı anlatımcı tavır ve karmaşık erekler'' söylemi somut bir şey
değildir. Bu anlatım, yazınsallığı tümüyle öznel ve belirlenemez
bir alana sokmaktadır. Bu alana ilişkin açıklamalar ya da savlar
ancak psiko-çözümlemenin verilerinden yararlanılarak geliştirile­
bilir. Bu tür açıklama ya da savlar da kuramsal olarak pek geçerli
sayılmaz. Dolayısıyla, Searle'ün bu belirlemeyle edebiyatı psikolo­
jikleştirerek, bilimsel alanın dışına çıkardığı savlanabilir.
Buraya değin kurgusal bir yapıtın yazarının anlatımcı eylemler
gerçekleştirdiğini, ancak aslında bu eylemleri gerçekleştirmediği­
ni göstermeye çalıştığını belirten Searle, ''öyle gibi göstermenin
tikel türü/tarzı '' sorununu ya da sorusunu ortaya atar. Bu sorunun
yanıtı, düşünüre göre, ''kurgusal konuşmaya olanak veren insan­
sal dilin tuhaf ve şaşırtıcı yönünde '' gizlidir.
Buna göre, yazınsallığı, dilin kurgulamayı olanaklılaştıran
tuhaf ve şaşırtıcı yönünde aramak ve gerekçelendirmek gerekmek­
tedir. Dolayısıyla, bu açıklama da nesnellikten çok, öznellik ve
gizemlilik içermektedir.

Kurgu, Çok Sayıda Dil Dışı Uzlaşımlar İçerir

Searle'ün açıklaması uyarınca, bazı kurallar, uyuldukları


takdirde, ''sözcük leri/tümceleri dünya ile ilişkilendirirler. Bun-
328 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-

lar, dil ile gerçeklik arasındaki dikey ilişkileri kuran kurallar­


dır. '' Searle'ün yaklaşımı gereği, ''kurgusal konuşmanın olanak­
lılaştırdığı şey, bir yığın dil-dışı ve anlam-dışı uzlaşım/ardır. ''
Bu uzlaşımlar, yukarıda anılan kuralların kurduğu ''dünya ile
sözcükler arasındaki bağlantıyı koparırlar. Kurgusal konuşma­
nın uz/aşımları, dikey kuralların kurduğu kuralları yıkan yatay
uzlaşım/ardır. ''
Bu uzlaşımlar, söz konusu kuralların belirlediği ''alışılmış
koşulları devre dışı bırakırlar. '' Ayrıca, yatay uzlaşımlar, ''anlam
kuralları değildir''; konuşucunun ya da yazarın ''anlamsal yeter­
liliğinin bir parçası da değildir. '' Bunlar konuşucuya sözcükle­
ri ''sözcüksel anlamlarında kullanma olanağı verirler''; ancak
bu sırada normal olarak söz konusu anlamlarla bağlantılı olan
''belirlemelerelkesinlemelere girmezler. ''
Searl'ün bir başka önemli çıkarımı şöyledir: ''Kurgusal bir yapı­
tı oluşturan verili anlatımlar, bir dizi uzlaşımın varlığıyla olanaklı
olurlar. Bu uzlaşımlar, anlatımcı eylemlerle dünyayı ilişkilendiren
kuralları geçersizleştirir/er. Söz konusu açıdan öykü anlatmak,
Wittgenstein'ın kavramıyla, gerçekten de kendine özgü bir sat­
ranç oyunudur. Bu oyunun oynanabilmesi için, anlam kuralları
olmasalar bile özgün uzlaşımlara gerek vardır. ''
Searle'ün vurguladığı şu noktalar, yazınsal metinlerde anlam
oluşturmayı açıklaması nedeniyle öne çıkarılmalıdır: Verili anla­
tımların, bir başka deyişle, bir dilde bulunan anlatım olanakları­
nın yazınsal nitelik kazanabilmeleri için, yazınsalı ve yazınsallığı
belirleyen uzlaşımlara gerek vardır. Bu uzlaşımlar, dil ile dünya
arasındaki ilişkiyi belirleyen kuralları geçersizleştirirler. Bir başka
deyişle, söz konusu kuralların geçersizleştirilmesi, genel dilin alı­
şılmış ve bildik anlatımlarını yazınsal bağlamda ve erekle özgüleş­
tirmek, böylece onlara yazınsallık niteliği kazandırmak için baş­
vurulan dilsel işlemler bütünüdür. Bu işlemler, yazınsal iletişimi
yadırgatıma uğratırlar; ancak olanaksızlaştırmazlar.
Sanatın biçimlendirme etkinliği olduğu düşünüldüğünde, söz
konusu dilsel işlemler bütünü, özünde edebiyatın malzemesi olan
dili, biçimlendirmeye ve başkalaştırmaya yöneliktir. Sanat malze-
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 329

mesini başkalaştırır, yadırgatır. Başkalaştırım ve yadırgatım, sana­


tın varlık nedenidir. Dolayısıyla, edebiyat da dili başkalaştırmak
ve yadırgatmak zorundadır. Dili başkalaştırmadan yadırgatıma
uğratmadan, anlatı sanatı gerçekleşemez.
Bu bağlamda ve açıklamalar ışığında, Türkiye'de sık rastla­
nan ve edebiyat adına edebiyat-dışılığı savunan tikel dil kullanım
tarzlarını ortaöğretim dilbilgisi anlayışla değerlendiren görüşlerin
tutarsızlığını bir kez daha vurgulamak isterim.
Kurgu kavramı, sanatı/edebiyatın dışında özellikle siyasal alan­
da ''gerçek-dışı'' , ''aldatma'', ''kandırma'' , ''sahte'' ya da ''yalan''
gibi anlamlarda da kullanılır.

Kurgu, Yazara Biçimsel Sözceler Üretme Olanağı Verir

Bu kapsamda ''yalan'' ile ''kurgu'' arasında bir bağ olup olma­


dığı sorusuna da değinen Searle, dilsel kurguyu belirginleştirmek
ve sanat-dışı kurgu kavramından ayırmak amacıyla, şu sonuca
varır: ''Kurgusal konuşma, yalandan çok daha iddialıdır. Kur­
gusal konuşmanın uzlaşımlarını anlamayana kurgusal konuşma
yalan gibi görünebilir. Kurgusal konuşmayı yalandan ayıran şey,
kurgusal konuşmanın kendi uzlaşımlarının olmasıdır. Bu uzlaşım­
lar, yanıltma ereği gütmemesine karşın, yazara hakiki olmadıkla­
rını bildiği biçimsel sözce/er üretme olanağı verirler. ''
D üşünür, yazarın sözcüklerin anlam boyutunu çoğaltma süre­
cinde yaptığı işlemler ile ilgili olarak şu soruyu ortaya atar: ''Yazar,
yatay uz/aşımları nasıl oyuna sokar? Bu sırada hangi yöntemleri
kullanır? '' Yazar, gerçekte anlatımcı dilsel eylemler gerçekleştir­
mediğine, sadece öyle yapıyormuş gibi göründüğüne göre, önemli
olan, öyle yapıyormuş gibi görünme ereğidir. Dolayısıyla, Sear­
le'ün çıkarımı uyarınca, ''bir metnin kurgusal yapıt olup olmadı­
ğını belirleme ölçütü, yazarın anlatımsal ereklerinden '' kaynak­
lanmak zorundadır.
Bu çıkarım, yazınsal metin üretimi sürecinde kurgu ile ilgili­
dir. Buna üretimsel kurgu da denilebilir. Searle'ün bu çıkarımının
sakıncalarını yukarıda vurgulama ya çalıştım.
330 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Searle'ün önemsediği dördüncü çıkarım şöyle betimlenebilir:


''Kurgusal bir yapıtın yazımını oluşturan anlatımsal eylemlerin
sözde gerçekleştirimleri, bildirimsel eylemlerin gerçekleştirimi
yoluyla var-olurlar. Ancak söz konusu bildirimsel eylemler, dil­
sel bildirimlerin alışılmış anlatımsal açıdan kesinleştirilmelerini
geçersizleştiren yatay uzlaşımların geçersizleştirilmesi ereğiyle
yapılırlar. '' Düşünür bu dördüncü savını açıklamak için şu örneği
verir: ''Birinci tekil şahısta yazılmış olan anlatı metinlerinde yazar,
kendisini çoğunlukla kendi açısından bir şeyler savlayan başka
birisiymiş gibi gösterir. ''
Genel bir sonuç çıkarmak gerekirse, Searle'ün ''dil eylem kura­
mı'' açısından kurgusal metinlerin mantıksal statüsüne ilişkin
düşüncelerini ve savlarını belirginleştiren kavram ve anlatımlar
arasında öne çıkanlar şunlardır: Her öykü belli bir bağlam içinde
ve erek doğrultusunda anlatilır. Dolayısıyla, bağlam ve erek, hem
yazınsal anlamı belirginleştirme, dolayısıyla da dilsel kurgulama,
hem de alımlama sürecinde oluşturucu kavramlardır.
Burada bir kez daha vurgulamak gerekir: Bağlam, somut ve
deneyimlenebilir bir durum olmasına karşın, erek son derece
soyuttur. Bu nedenle, bağlam üzerine kuram kurmak, anlaşılabilir
ve özneler-arasılık ilkesi kapsamında genelleşebilirler. Buna kar­
şın, erek üzerine kurulan açıklamalar tekil kalmaya yazgılıdır.
Her yazınsal metinde ya da öyküde yazar, kahramanları hak­
kında gerçekle örtüşen anlatımda bulunmaz; sadece bulunuyor­
muş gibi yapar. Burada yer alan temel kavram, ''sanki-felsefesi''
kapsamında ''öyleymiş gibi yapmaktır. "
Her yazınsal metnin ya da dilsel eylemin başarısının koşulu,
''dilsel eylemin ilişkilendirme '' yönünün gerçekleşmesine bağlıdır.
Bu kapsamda temel kavram ise, ''ilişkilendirmedir. " Bir yazınsal
metinde bir kimseyle ilişkilendiriyormuş gibi yapmak, ''kurgusal
bir figür yaratmaktır. ''
Dolayısıyla, ilişkilendirme ile kahraman yaratma, olay, motif
ya da izlekleri anlatılaştırma arasında dolaysız bir bağ vardır. İliş­
kilendirme, kurgusal kişi ve olay yaratmanın yolu ve yordamıdır.
İlişkilendirmeler, kurgusal öyküleri, ''bilgi dağarımızın genişleme­
si olarak algılamamızı '' olanaklılaştırır.
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 331

Kurgusal ilişkilendirmenin ''bir başka ilginç belirtisi, kurgusal


yapıtta yer alan ilişkilendirmenin tümünün öyleymiş gibi gösteri­
len ilişkilendirme eylemleri olmamasında '' somutlaşır. Kurgusal
metinde yer alan bazı ilişkilendirmeler, hakiki ilişkilendirmeler
olabilir.
Yazar, okuyucuyla görüş-birliği içinde kurgusal konuşmanın
yatay uzlaşımlarının ciddi ya da gerçek konuşmanın dikey bağ­
lantılarını ne ölçüde bozduğunu ortaya koyar.
Searle'ün deyişiyle, ''yazar, dayandığı ya da yarattığı uzlaşım­
lara uyduğu sürece/ölçüde, uzlaşımların zemininde kalır. '' Bu kap­
samdaki temel kavram, ''uzlaşım'' ve ''uzlaşımı bozma ve yeniden
üretmedir. '' Her yazınsal metinde okuyucunun bildiği ve uyacağı
varsayılan uzlaşımlar ya da okuma tutumu, oluşturulur, bozulur,
yeniden bağlamlaştırılır. Bu döngü, yazınsal yaratım süreçlerinin
öz-yapısal bir özelliği olarak sürekli yinelenir. Burada sözü edilen
uzlaşımlar, ''kurgu sinyali'' olarak da adlandırılabilir.
Searle'ün ''dil eylem kuramı'' kapsamında geliştirdiği kurgu
kavramını günümüzün en önde gelen yazın-bilimcilerinden Fran­
sız düşünür G. Genette üstlenmiş ve daha da belirgin duruma
getırmıştır.
• • •

Kurgusal Bir Metni Okumak,


''Öyleymiş Gibi Oyunu'' Oynamak Demektir

Metinler-arasılık kuramına katkılarıyla ve anlatı kuramını


belirginleştirmesiyle tanınan Genette, Searle'ün yaklaşımını biraz
daha genişleterek, kurgunun üretimini ''kurgulanmış sav/amala­
rın dile getirilmesinin özgün buyrumsal ve bildirimci dil eylemle­
rinin dolaylı gerçekleştirimi ''27 olarak değerlendirir. Bu bağlamda
yazarın kurgu eylemleri, ''okuyucuya, kurgusal bir evrene girme
çağrısı '' olarak nitelendirilmelidir.

27 Gerard Genene'in kurguya ilişkin görüşleri konusunda daha fazla ayrıntı için: Frank
ZIPFEL: ''Fiktion, Fiktivicaet, Fiktionalitaet -Kurgu, Kurgululuk, Kurgusallık-''; Eri­
ch Schmidt Verlag, Berlin 200 1 , s. 203- 209.
332 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! · 1 -

Gregor Currie de ''Kurgusal Konuşma''28 adlı yazısında benzer


görüşleri öne sürmüştür. Currie'ye göre de ''anlatımsal bir eylemin
gerçekleştirilmesi anlamında kurgusal bildirim, savlama düze­
yinde'' olur. Currie, ''belirlenim ilkesini ihlal ettiği '' gerekçesiyle
Searle'ün kurgusal anlatım yaklaşımını eleştirir. Yazar, bağlamın,
anlamı sezinleme olanağı yarattığını belirtir ve ekler: Bir yapıtı,
kurgusal olarak okumak demek, ''içselleştirilmiş bir 'öyleymiş-gi­
bi-oyunu-oynamak demektir. ''

Dolayısıyla, salt kurgusal metinlerin yazarları, öyleymiş gibi


yapmazlar, okuyucuları da oluşan uzlaşımlar sonucu, öyleymiş
gibi yapma oyununu oynarlar. Kurgu, böylece hem yazma, hem
de okuma düzeyinde/düzleminde yeniden yaratılır.
Bildirimsel eylem, yazarın ereğinin işlevi ve belirtisidir. Bu
nedenle, bir yazınsal yapıtı ''kurgusal olarak okumak, o yapıtın
belli bir ereğin ürünü olduğunu kavramak '' anlamını da taşır.
Biçem araçlarını kullanma, Currie'nin yerinde belirlemesi uya­
rınca, bir metne kurgusallık niteliği kazandırmanın yoludur. Cur­
rie yazınsal kurguyu açıklamada Vaihinger'in ''sanki felsefesi'' n­
den çok daha belirgin olarak yaralanır.

il. 8. Jacques Derrida: ''Edebiyat Denilen Tuhaf


Kurum'' ve Yazınsallık

Edebiyat, Yazara Her Şeyi Söyleme Olanağı Verir

Derrida ''Edebiyat Denilen Tuhaf Kurum''29 adlı söyleşi-yazı­


sında her şeyden önce edebiyatın ''kurgu(sallık) '' özelliğini vur­
gular. Edebiyat, Derrida'nın yaklaşımı uyarınca, kurgu bağlamda

28 Gregor CURRIE: ''Was ist fiktionale Rede -Kurgu Nedir ?-''; içinde: Maria E. REIC­
HER: ''Fiktion, Wahrheit, Wirklichkeit"; Mentis, Paderborn, 2007, s. 37- 53. Cur­
rie, özgün adı "What is Fiction'' olan yazısını 1 986'da yayımlamıştır. Ben, yazarca
da gözden geçirilen Almanca çeviriyi temel aldım.
29 Jacgues DERRIDA: "Diese Merwürdige lnsititution namens Literatur- Edebiyat De­
nilen Tuhaf Kurum''; içinde: Jürn GOTTSCHALK!Tilmann KÖPPE: ''Was ist Litera­
tur -Edebiyat Nedir?-''; Mentis, Paderborn, 2006, s. 9 1 - 107. Derrida'nın bu söyleşi­
sinin Türkçesi için bak: Lacques DERRİDA: "Edebiyat Edimleri "; çeviri: Mukadder
Erkan/Ali Utku, Otonom Yayıncılık, İstanbul 2010
BAZI FİLOZOFL.AAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 333

yazıncıya veya yazara ''söylemek istediği ve söyleyebileceği her


şeyi söyleme'' olanağı verir. Her şeyi söyleme özgürlüğü, doğal
olarak dilsel göstergelerin bağlamsal ve ereksel kullanımıyla
biçimlenen kurgudan kaynaklanır.
Her şeyi söyleme özgürlüğü, yazara bu olanağı sağlayarak,
''demokrasi'' idesinin ve ülküsünün gelişmesinin de önünü açar. Bu
özgürlük, Derrida'nın söyleşiyle, ''güçlü bir siyasal silahtır; ancak
bu silah bir kurgu olarak hemen ve kolayca yansızlaştırılabilir. ''
Dolayısıyla, ''bu devrimci güç, çok tutucu/aşabilir de. '' Bu
tutuculaşma olasılığı nedeniyle, Derrida'nın sözünü ettiği her şeyi
söyleme özgürlüğü, iki yanı keskin bir bıçaktır. Bu özgürlük, hem
değiştirici, dönüştürücü amaçlar için kullanılabilir, hem de tutucu
ve gerici amaçlar için araçsallaştırılabilir.
Peki, bu iki yönlülükten nasıl bir çıkarım yapılmalıdır? Derri­
da'ya göre, yazara ne özgürleştirici, eleştirel işlev, ne de tersi bir
görev yüklenmelidir. Eğer yazara ille de bir yükümlülük yükle­
mek gerekiyorsa, bu yükümlülük, ''sorumsuzluluk yükümlülüğü ''
olmalıdır. Yazar ya da yazın, estetik özüne uygun olan işlevini
yerine getirebilmek için, her türlü yükümlülükten uzak tutulma­
lıdır. Daha açık bir anlatımla, yazar ve/veya yazın ''yükümsüzlük
yükümlülüğü '' ile baş başa bırakılmalıdır. Böylece yazın, ''hoşnut­
suzluk deneyimi '' ve ''sabırsız bir arzulamayı '' geliştirebilir.
Bu kapsamda Derrida'nın ''edebiyat bir Avrupa ürünüdür''
savına katılmanın olanaksızlığını belirtmek isterim. Bu, son dere­
ce indirgemeci ve bilim-dışı bir savdır. İndirgemecidir; çünkü
edebiyatın salt Avrupa'da üretilen biçimini edebiyat olarak nite­
lendirmektedir. Sakıncalıdır; çünkü evrensel edebiyat kavramını,
dolayısıyla da insanlığın ortak kültürel-sanatsal yaratımını parça­
lamaktadır. Ayrıca, bu yaklaşım, ideolojik bir Avrupa merkezcili­
ğin tipik bir belirtisidir.

Yazınsallık, Sosyal Bir İlişkilendirmedir

Derrida 'nın yazınsallığa ilişkin düşünceleri felsefi bir açılım


niteliğindedir. Derrida'ya göre, ''yazınsallık, doğal bir öz değil-
334 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI 1 -
-

dir; metnin içkin özelliği de değildir. Yazınsallık, daha çok metne


yönelik bir bağıntılandırmanın, bir temel öğe olarak, ereksel bir
katman olarak içkin biçimde bir kural bilinci içeren, uzlaşımsal ya
da kurumsal, ancak her durumda sosyal olan bir bağıntılandırma­
nın karşılığıdır. ''
Öte yandan yazınsallık, ''görgün öznellik ve tekil bir okuyu­
cunun keyfi anlamında salt öznel bir yansıtım değildir. '' Bir met­
nin yazınsal karakteri/öz-yapısı, ''düşünsel/bilgisel eylemin öznel
boyutunda değil, ereksel nesnenin noematik yapısında '' aranma­
lıdır. Metinde ''yazınsal okumayı talep eden, edebiyatın tarihini,
kurumunu ve uz/aşımını anımsatan '' özellikler vardır. Derrida 'nın
deyişiyle, ''bu 'noematik ' yapı, öznelliğe içkindir. '' Ancak bu
öznellik, ''görgün değildir ve özneler-arası ve aşkın bir topluluğa
bağlıdır. ''
Bu saptamalar, yazınsallık kavramını açıklamanın yanı sıra, bir
başka yazınsal, yazın-kuramsal bir kavramı daha belirginleştir­
mektedir. O kavram, erekselliktir. Ereksellik, metinselliği oluştu­
ran bir özellik olmanın ötesinde, yazınsal metni, dolayısıyla da
yazınsallığı belirginleştiren önemli etmendir.
Derrida ''kendilerini yapı-bozumculukla bağlantılandıran
bazı yazın kuramcıları ve tarihçileri açısından bir metin, aşkın
bir okuma tarzına direndiği zaman yazınsa/dır'' sorusuna yanıt
olarak şu düşünceleri geliştirir. Derrida'nın kavrayışı uyarınca,
''anlam ve göndergeyi yok saymaksızın, bir yaratıcı uğraş yoluyla
bu aşkın okuma tarzına karşı direnişle bir şeyler yapan bir metin
yazınsal metindir. '' Böyle bir tanım ya da niteleme, ''uzlaşımla­
rın ve ereklerin çeşitli, incelikli ve çok-katmanlı tarz/ama/arını ''
gözetmenin yanı sıra, ''belli bir noktadan sonra ereğin ve uzlaşı­
mın değerini de sorgulamayı '' hesaba katmalıdır.
Her yazınsal metin ''göndergesel naifliğin devre dışı bırakılma­
sı ile oynasa, bunu tartışsa da, bu işi her metin başka türlü ve tekil
bir biçimde yapar. '' Derrida'nın burada kastettiği şey, ''gönder­
ge ya da ereksel bağıntılandırma'' değil, '' belirleyimci/savlayımcı
göndergeselliktir. ''
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 335

Var-Oluşun Deneyimi Olarak Edebiyat, Her Şeyin Kıyısında Durur

Derrida, gönderge ve öz-gönderge kavramlarını da içeren açım­


lamalarını şöyle sürdürür: ''Eğer edebiyatın özü yoksa bir başka
deyişle, yazınsal nesnenin kendi özdeşliği yoksa edebiyat olduğu
ilan edilen şey, kendisini edebiyat olarak sunmuyorsa, bu edebi­
yat üzerine konuşan edebiyat ya da öz-göndergesel olan bir yapıt
hemen geçersiz/eştirilir demektir. Böyle bir durumda söz konusu
olan şey, edebiyat adı altında arzumuzu uyandıran hiçin hiçlenme­
si deneyimidir. Var-oluşun deneyimi olarak edebiyat, metafiziğin
kıyısında, neredeyse kendisini kuşatan her şeyin kıyısında durur.
Edebiyat, dünyanın en ilginç şeyidir; belki de dünyadan daha
ilginçtir. Edebiyat nitelemesi altında övülen ve yerilen şey için bir
tanım olmamasına karşın, edebiyat denilen şey, başka hiçbir söy­
lem ile özdeşleştirilemez. ''
Derrida'ya göre, edebiyat, bilim, felsefe ve günlük söyleşi söy­
lemi de olamaz. Öte yandan edebiyat, ''bu söylemlerden birine
açılmadan, edebiyat da olamaz. '' Anlam ve gönderge ile ''gerilim­
li bir ilişki'' içinde olmayan edebiyat yoktur. Bu bağlamda geri­
lim, aynı zamanda ''bağımlılık, koşul, k oşulluluk/koşullanmışlık ''
anlamları da taşır. Edebiyat, ancak ''gerilimli/iği içinde kendisinin
ötesine gidebilir. '' Kuşkusuz, dil ''her zaman kendisi dışında başka
bir şeye ya da başka bir şey olarak dile gönderme yapar. ''
Derrida, ''peki, yazınsal dilin ayırıcı özelliği nedir? '' sorusu
üzerine şu açıklamayı getirir: Edebiyat, sürekli olarak edebiyat
olmayan ile ilişki içindedir� Bu yüzden, edebiyat, ''kendi özdeşliği­
ni belirleyemeyen bir kurum olarak, örtmeksizin hiçbir şey göster­
mez. '' Edebiyatın gösterdiği şey, ''o şeyi göstermesidir. ''
Böyle bir belirleme, salt yazınsal dil için değil, her türlü dil
için geçerlidir. Bunu Derrida da kabul eder. Dolayısıyla, edebiyata
ilişkin soru, henüz yanıt bulmamıştır. Ancak bu sorunun yanıtı,
Derrida'nın yaklaşımı uyarınca, ''hakikat sorunuyla, dilin özü
sorunuyla, hatta öz sorunuyla '' bağlantılıdır. Dolayısıyla, diye
düşünür Derrida, ''Edebiyat, bu sorunun yeri 'dir' ya da bu bizim
dilin özü sorunuyla, hakikat sorunuyla, 'özün dili' sorunuyla olan
bu 'sorunumuzun ' deneyimidir. ''
336 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Buradan da görüleceği gibi, Derrida, ne Sartre anlamın­


da ''edebiyat nedir? '' sorusunu, ne de biçimcilerin ''yazınsallık
nedir ? '' sorusunu anlamlı bulur. Derrida'ya göre, edebiyata ilişkin
deneyim, içinde bulunduğumuz yüzyılda artık ''yapı-bozumcu''
depremle örtüştüğü için, ''nedir . . ? '' biçiminde öze yönelik soru
.

''yetkesini ve işe-yararlığını '' yitirmiştir. Bu nedenle, edebiyatın bu


''yerine'' yerleşilemez; bu yerle ilgili soru ve sorunlar, her zaman
felsefe ve metafizik ile ilgili olacaktır ve belirsizliğini koruyacaktır.

Her Edebiyat, Her Yazınsal Metin Kurgudur

Derrida, ''kurgu '' kavramına ilişkin olarak da benzer savları


geliştirir: Derrida'nın kanısınca, ''yazınsal metinler her zaman fel­
sefi savlar içerirler. '' Yazınsal metinlerin anlamsallığı ve izleksel­
liği, belli ölçülerde ''metafizik '' öğeleri kapsar. Söz konusu içerik
''çok-katmanlı da olabilir'' ve ''izlekler, sesler, biçimler ve çeşitli
biçimler olarak karşımıza çıkarlar. ''
Edebiyatın bir gerilim ilişkisi içermesi, ''birlikte getirdiği 'koşu­
lu' yansızlaştırır. Bu gerilimli/buhranlı olma öyle bir yeteneğe
sahiptir ki, yazarın, yorumcunun, okuyucunun bilinci, bu yetene­
ği tümüyle etkinleştiremez ve ortaya çıkaramaz. '' Derrida'ya göre,
bu yeteneğin iki yönü vardır.
Bu yetenek hem ''iki-anlamlıdır'', hem de ''çelişkilidir; bağla­
nır, araya girer ve bağımsızlaşır. '' Bu yetenek, ''hem yapılan, hem
de gerilimlileştirilen bir 'koşuldur'. '' Çoğu kez yanlış bir biçimde
edebiyatla yan yana konulan ''çok-anlamlı'' sözcük kurgu, ''yuka­
rıda betimlenen soruna ve yeteneğe ilişkin bir şey söyleyebilir. ''
Derrida'nın savlamasına göre, ''her yazın türü kurgu tipine gir­
mez; ancak her edebiyatta kurgusallık vardır. '' Bu kurgusallık ile
''dilin özü ya da hakikati konulaştırılır. '' Derrida bu kapsamda
Paul de Man'ın ''son çözümlemede her türlü retorik kendi kendini
yapı-bozuma uğratır'' saptamasının pek de haksız olmadığını da
vurgular.
Derrida'nın dile ilişkin belirlemeleriyle, konuşucular toplulu­
ğunun ya da toplumun varlığından doğan dili, toplumsallığından
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 337

ayırarak, saltlaştırma eğilimi içinde olduğunu belirtmeliyim. Elbet­


te dil, birey-üstü bir dizgedir ve görece bir özerk yapıya sahiptir;
ancak bireysel katkılardan ve toplumsal bağlamından kopmuş bir
dil dizgesinin canlılığını yitireceği de açıktır.
Derrida, ''çok-anlamlılık'' kavramına ilişkin olarak kısa
bir açıklamayla yetinir. Çok-anlamlılık, Derrida'ya göre,
''tanım olarak sona/ bir biçimde belirlenemez ve kalıcı olarak
biçimselleştirilemez. ''
Derrida, anılan söyleşi-yazısının sonunda yeniden yazınsallık
kavramına döner. Bu soruyu iki nedenle irdeler. Nedenlerden biri,
yazınsal yazma eyleminin ''Gasche'nin alt-yapı diye nitelendirdiği
metinselliğin genel yapısına girişi '' olanaklılaştırmasıdır. Edebi­
yatın ''dil ile ne yaptığı'' sorusunun ''gizleri açığa çıkarıcı gücü ''
vardır.

Kurum Olarak Edebiyat Kendini Oluşturur

İkinci neden, Derrida'nın anlatımı uyarınca, edebiyatın her


kurum gibi bir ''kurum olmasıyla '' ilgilidir. Edebiyat kurumunun
varlık nedeni, ''kendini aşmada, dönüştürmede ve kendi oluşum
yasasını yaratmada '' yatmaktadır. Daha başka ve daha iyi bir
söyleyişle, bu kurumun varlık nedeni, ''söylemsel biçimler, 'yapıt­
lar', 'olaylar' yaratmasında '' aranmalıdır. Söz konusu söylemsel
biçimlerde, diyesi, ''yapıtlarda köklü bir oluşturumun söz edilen
olanağı en azından 'kurgusal olarak ' reddedilir, tehlikeye sokulur,
yapı-bozuma uğratılır ve bütün çetrefil öz-yapısıyla gözler önüne
serilir. ''
Sonuç olarak Derrida'ya göre, ''yazınsal gerçeklik diye bir
şeyin varlığı sürekli olarak sorun olarak kalacaktır. Yazınsal olay,
belki diğer olaylardan daha olaysaldır; ancak 'doğrulanması' olası
değildir. '' Düşünürün sonal çıkarımı uyarınca, ''hiçbir iç ölçüt, bir
metnin tözsel yazınsallığını güvenceleyemez. Edebiyatın kesinleş­
miş özü ya da var-oluşu yoktur. '' Bir toplumda geçerli olan ''uzla­
şımlar'' bile edebiyatın konumu üzerine görüş birliği oluşturmaya
yetmez.
338 Dil FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

Derrida'nın edebiyatın özüne ve yazınsallığa ilişkin öne-sü­


rümleri, biçimci birikimin izlerini taşımasına karşın, biçimciliğin
yazınsal dilin tikelliğini belirleme, dolayısıyla da edebiyatın özünü
ve yazınsallığı oluşturan özellikleri açığa çıkarma girişimine karşı
ödünsüz bir karşı- çıkıştır.
Derrida'ya göre, edebiyatın özü, dolayısıyla da yazınsallık
hiçbir yöntemle ya da yaklaşımla belirlenemez; çünkü edebiyatın
belirlenebilir bir yönü yoktur. Bu nedenlerle, edebiyat, özünü sor­
gulayarak, yıkarak, yeniden yaparak, yeniden bozarak; var-olan
düşünüş ve davranışları, algıları, kurumları, işleyişleri, alışkanlık­
ları yıkma, yeniden kurma, kurduğunu bozma sürecidir, olanağı­
dır, hatta olasılığıdır.
Edebiyata böyle bakınca, ''edebiyata hiçbir işlev, hiçbir yüküm­
lülük yüklenmemelidir; olsa olsa yükümsüzlük yükümlülüğü yük­
lenebilir'' diyen Derrida'nın son çözümlemede edebiyata yine de
bir yükümlülük yüklediği sonucu çıkarılabilir.

il. 9. Michel Foucault:


'' Sonsuza Giden Dil'' ve Yazınsallık

Dilde Öykünün Öyküsü Bitmez

''Bilginin Arkeolojisi'' ve '' Söylemin Düzeni''nde söylemi


konulaştıran veya sorunlaştıran Foucault için ''dil'' en önemli
araştırma ve sorgulama nesnesidir. Foucault'nun ''Sonsuza Giden
Dil''in ''Pek Zalim Bir Bilgi''30 bölümündeki belirlemesi uyarınca,
dil ''söylenmeyen her şeyi gösterir ve kapsar ve kapsamalıdır. Asla
susmaz; çünkü dil durumların canlı ekonomisidir; onların görü­
nür damarıdır. ''
Foucault, anılan yapıtın ''Sonsuza Giden Dil'' bölümünde dili
sonsuz bir uzama yerleştirir ve ekler: ''Ölümün her an gelme teh­
didi karşısında dil aşırı bir aceleyle yoluna devam eder; ama aynı
zamanda yeniden başlar, kendini anlatır, öykünün öyküsünü ve

30 Michel FOUCAULT: ''Sonsuza Giden Dil''; Seçme Yazılar 6, Ayrıntı Yayınları, İstan­
bul 2006
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 339

bu iç içe geçişin asla bitmeyeceğini keşfeder. '' Yazarın söyleyişiyle,


dil, kendisini durduracak olan ölümü durdurmak için, yalnızca
''sınırsız bir ayna oyununda kendi imgesini doğurur. ''
Aynı yerin devamında şu belirleme yer alır: ''Alfabetik yazı
zaten kendi içinde bir kopyalama biçimidir; çünkü gösterileni
değil, onu gösteren fonetik öğeleri temsil eder. '' Yazı, ''bir şeye
değil, söze gönderme yapar'' diyen Foucault'ya göre, bir dil, yapıtı
''aynanın elle tutulmaz yoğunluğunda daha derinlere doğru iler­
letebilir; yazı olan bu tekrarı tekrarlatır. '' Böylece olanaklı veya
olanaksız ''bir sonsuzluğu keşfettirir; durmaksızın sözün peşinden
koşturur. ''

Her Yapıt, Dili Katmanlaştırır

Yinelenen sözün yazı içindeki mevcudiyeti, dil yapıtı denilen


şeye ''ontolojik bir statü sağlar. '' Dilin gizli bir biçimde ''kat­
lanması'', dili bir yapıt olarak ''var eder. " Her yapıtta dil, ''gizli
bir dikeysellik içinde kendi üzerine binebilir. '' Her yapıt, ''son­
suz sözün hükümranlığını yeniden kurduğu bir sessizlik içinde
tamamlanmak, orada susmak için yapılmıştır. ''
Foucault'ya göre, dilin her şeyi anlatma iddiası, ''yalnızca
yasakları kırmak değil, mümkün olanın sonuna kadar gitmektir. ''
Saturnyen dil, ''gerçek varoluşları içinde tükenmiş pek çok beden
aracılığıyla muhtemel tüm sözcükleri, henüz doğmamış tüm söz­
cük leri yutar. '' Bu dilin görünen yüzündeki her bir sahneye, ''onu
yineleyen ve ona evrensel bir öğe değerini veren bir ispat eşlik
ediyorsa, bunun nedeni bu ikinci söylemdeki ve başka bir tarzda
tüketilen şeyin tüm diller değil, telaffuz edilmiş her dil olmasıdır. ''
Dehşet romanlarının ''okunmak için'' yazıldıklarını belirten
Foucault'nun söyleyişiyle, söz konusu olan, bu tür romanla­
rın ''yazıldıkları düzeyde ya da dillerinin özgül boyutları içinde
okunması değildir; anlattıkları şeyler için, sözcüklerin aktarmakla
yükümlü olduğu, ama saf ve basit saydamlık/arıyla ilettiği coşku,
korku, dehşet ya da acıma nedeniyle okunmayı '' istemeleridir.
340 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

Bu tür yapıtlarda dil, öyküyü öne çıkarabilmek için, ''kendisini


olabildiğince grileştirirken, uysallaşmış ve ürkmüş okuyucusuna,
acınası olanın tarafsız öğesinden başka bir şey olmayan bir olayı''
aktarır. Bir başka anlatımla, dil ''kendisini asla kendi başına suna­
mazdı; kendi öz imgesinin sınırsız uzamını açabilecek, söylemin
yoğunluğuna gömülü hiçbir ayna yoktu. ''
Foucault'nun belirlemesi uyarınca, dehşet veya korku romanla­
rında kullanılan ''dalga dalga sonsuza gitme figürü '' kapsamında
her bir epizot birikimli olarak birbirini izler. Bu kapsamda dilin,
''güçsüz sözcüklerinden her biri aracılığıyla korku doğurarak,
mutlak gücünü ortaya koyacağı ana hep daha fazla yaklaşmak
gerekir; ama bu, dilin kaçınılmaz bir şekilde ik tidarını yitirdiği,
soluğunun kesildiği, konuşmayı kestiğini bile söylemeden kendini
yatıştırması gerektiği andır. Dil taşıdığı ve aynı anda hem hüküm­
ranlığını, hem de bunun sınırını gösteren bu sınırı sonsuza doğru
itmelidir. Böylece her romanda sonsuz bir epizotlar dizisi ortaya
çıkar. ''

Edebiyat, Kitaplar Tüketilince Başlar

Sadizm ve dehşet romanları, Foucault'nun öne-sürümüne göre,


''dil yapıtlarına temel bir dengesizlik getirirler; onları hep aşırı
ve yetersiz olmaya zorlarlar. '' Böyle yapıtlarda ''aynanın fiili uza­
mında dili yeniden üretmek ve hep yeni bir aynayı, yeniden bir
başkasını ve sonsuza kadar hep bir başkasını yaratmak '', dile
meydan okumak anlamına gelir.
Foucault'nun deyişiyle, edebiyat XVIII. yüzyılın sonunda ''tüm
öbür dilleri kendi yıldırımlarında sahiplenen ve tüketen; ölümün,
aynanın ve ikizin, sözcüklerin dalga dalga sonsuza gidişin yer
aldığı belirsiz, ama hakim bir figürü var eden bir dil ortaya çıkar­
dığı anda'' doğmuştur.
Bu düşünüre göre, her şeye karşın, ''bütün sözcüklerin üzerin­
de, onları yeniden elde eden, onların öyküsünü anlatan ve ger­
çekte onların doğuşundan sorumlu olan katı ve hükümran bir dil
vardır. ''
BAZI FILOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 341

Ayrıca, klasik retorik ''bir dilin yasalarını ya da biçimlerini


anlatmaz; sözleri ilişkilendirir. " Bu gün ''dilin uzamını'' retorik
değil, kitaplık tanımlamaktadır. Kitaplıklar ile ilgili olarak bir
''ikilem'' olduğunu öne süren Foucault'ya göre, ''ya bütün kitap­
lıklar sözün içerisinde zaten içerilmiş/erdir ve yakı/malıdırlar ya
da söz ile çelişirler ve yine yakılmaları gerekir. Retorik, kitaplıkla­
rın yakılmasını bir an için ertelemenin aracıdır. ''
Tüm kitapları ''anlatan'' bir kitap olabilir mi? Bu kitap, başka
kitaplar gibi, ''kendi kendisini mi anlatmalıdır? '' Foucault bu nok­
tada ''işte edebiyat, bu paradoks, bu ikilemin yerine koyulduğu
zaman başlar '' saptamasını yapar. Bu düşünüre göre, ''kitap artık
sözün bir biçim (biçem biçimleri, retorik biçimler, dil biçimleri)
edindiği uzam değil de kitapların yeniden ele geçirildiği zaman
ve tüketildiği yer olduğu zaman '' edebiyat başlar. Bu yer, ''geçmi­
şin tüm kitaplarını bu imkansız cilt içinde topladığından, aslında
hiçbir yerde olan bir yerdir. '' O cildin ''mırıltısı, kitaplıkta birçok
kitaba yerleştirilecektir. ''
Foucault ''Sonsuza Giden Dil-Uzamın Dili'' bölümünde dil ve
yazmak ile ilgili irdelemesini sürdürür. Bu filozofun burada yer alan
belirlemesi uyarınca, ''dil, uzamın içinde kendini aktarır; varlığı
bile orada 'metaforlaşır' (vurgu, yazarındır) '' görüşüne yer verir.
Ayrıca, ''uzaklık, mesafe, aracı, dağılma, kırılma, farklılık günü­
müz edebiyatının temaları değildir; ama şu anda dilin bize verildiği
ve bize kadar geldiği şeydir: Dilin konuşmasını sağlayan şeydir. ''
Söz konusu boyutlar ''şeylerde ve dilin kendisinde ortaktır. ''

Yazmak, Kökene Geri Dönmektir

Yazmaya gelince: Foucault'ya göre, yazmak, ''çağlardan beri


zamana uyarlanmıştır. '' Gerçek veya kurgusal anlatı, ''bu aidiyetin
tek biçimi değildir. '' Yazı, yüzyılların akışı içinde ''temel bir eğri
içine kapatılmıştır. '' Söz konusu eğri, ''Homerosvari geri dönüşün,
aynı zamanda Yahudi kehanetlerinin gerçekleşmesinin eğrisiydi.
Bizim doğum yerimiz olan İskenderiye, bu çemberi tüm Batı dil­
lerine buyurmuştu: Yazmak, geri dönmekti; kökene geri dönmek,
342 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! - 1 -

ilk anı yeniden yakalamaktı; yeniden sabahta olmaktı. Edebiyatın


bize kadar uzanan mitik işlevi buradan kaynaklanır; eskisiyle iliş­
kisi buradan kaynaklanır; analojiye, aynıya, özdeşliğin tüm muci­
zelerine atfettiği ayrıcalık buradan kaynaklanır. Özellikle edebiya­
tın varlığını belirleyen tekrar yapısı buradan kaynaklanır. ''
Foucault aynı yapıtının ''Raymond Roussel'in Eserleri Niçin
Yayımlanıyor? '' bölümünde dil hakkında şu belirlemeleri yapar:
''Dil, yatay olarak şeylerin üzerine konmuştur; titiz bir şekilde
ayrıntıların içinden geçer; ama perspektif ya da oran yoktur. Her
şey uzaktan görülür; ama öyle keskin, öyle egemen öyle tarafsız
bir bakışla ki, görünmez olan bile kımıltısız ve kaygan tek bir ışık
içinde yüzeye çıkar. ''
Filozof bu yapıtının ''Yazma Zorunluluğu'' bölümünde şunları
öne çıkarır: Nerval'in metinleri, ''bize bir eserin parçalarını değil,
yazmak gerektiğinin; yalnızca yazmak için yaşandığının ve ölün­
düğünün tekrarlanan tespitini bırakmıştır. ''
Bunu izleyen ''Arka Fabl '' da anlatı biçimindeki her yapıtta
''fabl ile kurgu arasında ayrım yapmak '' gerektiğini vurgulayan
Foucault'ya göre, fabl ''anlatılmış olan şeydir (epizotlar, kişiler,
anlatıdaki işlevleri olaylar). Kurgu, anlatının rejimi, daha doğ­
,
rusu 'anlatıldığı ' farklı rejimlerdir. " Fabl, ''belli bir düzen içine
yerleştirilmiş öğelerden oluşur. '' Kurgu ise, ''konuşan ile üzerinde
konuşulan arasındaki, söylemin kendisi aracılığıyla kurulu ilişki­
lerin örgüsüdür. Kurgu, fabl'ın 'veçhe'sidir. '' Yapıt, ''fab/'ın sözcesi
tarafından dolaylı olarak belirtilen kurgu kip/erince tanımlanır. ''
Filozofun açımlaması uyarınca, bir anlatının fabl'ı, ''kültürün
mitik olanakları içine dahildir; yazısı, dilin olanakları içine dahil­
dir; kurgusu, söz ediminin içine dahildir. '' Anlatıcı, söylem ve fabl
arasındaki ''bağ'' hiç durmadan çözülür ve ''yeni bir desene göre
yeniden oluşur. " Anlatan metin, ''her an parçalanır; işaret değiş­
tirir, tersine döner, mesafe alır; başka yerden ve sanki başka bir
sestenmiş gibi gelir. " Örneğin, Bin Bir Gece Masalları'nda ''her
fabl'ın kendi sesi, her sesin yeni bir fabl'ı vardır; tüm 'kurgu' bir
kişinin ait olduğu fabl'ın dışına çıkarak, bir sonraki fabl'ın anlatı­
cısı olma hareketinden ibarettir. ''
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 343

Edebiyat Kendi Uzağına Yerleşen Bir Dildir

Foucault yine aynı yapıtın ''Dışarı Düşüncesi- Yalan Söylüyo­


rum, Konuşuyorum'' adlı bölümünde ''konuşuyorum'' tümcesinin
''tüm modern kurguyu sınamadan geçirdiğini'' öne sürer. Filozo­
fun deyişiyle, dilin yeri, ''konuşuyorum'' un ''ıssız egemenliğinde
ise, hiçbir şey onu sınırlandıramaz. '' Bu bağlamda konuşan özne,
''artık söylemin sorumlusu değil, boşluğunda dilin sınırsız iç-dö­
küşünü aralıksız sürdürdüğü varoluşsuzluktur. '' Dil, ''söylemin
varlık kipinden kurtulur''; yazınsal söz ''kendinden yola çıkarak
gelişir; bir ağ oluşturur. '' Bu ağın ''her noktası, tüm diğer nokta­
larla bağlantılı olarak, hem onları yerleştiren, hem de ayıran bir
uzam içinde '' yer alır. Edebiyat, ''tezahürü kendini yakacak kadar
kendine yaklaşan bir dil değildir; kendinin en uzağına yerleşen bir
dildir. '' Edebiyatın öznesi, ''pozitivitesi içindeki dil değil, ''konu­
şuyorum'un çıplaklığı içinde dile geldiğinde kendi uzamını bulan
boşluktur. ''
Foucault'nun anılan yapıtının '' Düşünüm, Kurgu'' bölümünde
yer alan öne-sürümü uyarınca, kurgusal olan, ''asla şeylerin ve
insanların içinde değildir; onların arasında olan imkansız haki­
kate uygunluğundadır. Demek ki kurgu, görünmez olanı görü­
nür kılmaktan değil, görünmez olanın görünmezliğinin ne kadar
görünmez olduğunu göstermekten ibarettir. ''

Il. 10. Paul Ricoeur:


''Kurmaca Anlatıda Zamanın Biçimlenişi''
ve Yazınsallık

Biçimleme ile Kurgulama Eş-anlamlıdır

Paul Ricoeur ( 1 9 1 3- 2005 ), ''Zaman ve Anlatı ili- Kurma­


ca Anlatıda Zamanın Biçimlenişi''3 1nin ilk bölümünün girişin­
de ''biçimleme ile kurmacanın eşanlamlı'' olduğunu kabul eder.

31 Paul RİCCEUR: ''Zaman ve Anları III- Kurmaca Anlatıda Zamanın Biçimlenişi " ;
çeviren: Mehmer Rifar, YKY, İstanbul 2012
344 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

Çevirmenin aktarımı uyarınca, ''kurmaca'' kavramını ''yazınsal


yaratımlar'' için kullandığını belirten Ricoeur, ''tarihsel anlatı ile
kurgusal anlatıyı '' ayırır.
Anlatı-bilimin ''kurmaca anlatı'' üzerine yoğunlaştığını, ancak
tarih yazımı alanına da bazı ''sıçramalar'' yaptığını öne süren bu
yorum bilimci ve düşünürün değerlendirmesine göre, ''olay örgü­
leştirme''32 anlatılaştırmanın temel kavramlarından biridir. Tarih­
sel anlatı, yazınsal anlatıdan farklı olarak, ''zaman akışını'' izler;
kişilerine ''doğumlarından ölümlerine kadar kesintisiz '' eşlik eder
ve bu süredeki ''bütün ara boşlukları '' doldurur.
Ricoeur'nün anlatımıyla, Eski Yunan'da ''trajik mitos ile eşan­
lamlı sayılan '' olay-örgüleştirme kavramı ''Aristoteles'çi mythos
kavramının, kimliğini yitirmeden değişme yeteneğini kanıtlamak­
tır öncelikle. '' Olay-örgüleştirmenin söz konusu değişebilirliği,
''anlatısal kavrayış gücünün çapını '' belirler. Olay-örgüleştirme ve
ona bağlı ''anlatısal zaman'' kavramını zenginleştirmek, ''kurma­
ca anlatıya özgüymüş gibi görünen anlatısal biçimlenişin kaynak­
larını araştırmaktır. ''
Olay-örgüleştirme ve anlatısal zaman kavramlarını ''dışarıya
açmak'', bu filozofun anlatımıyla, kurgusal yapıtın ''aşkınlık''
devinimini izlemektir. Söz konusu devinim, yapıtın kendisi dışına
''bir dünya yansıtma '' devinimidir. Bu, ''yapıtın dünyası'' olarak
adlandırılabilir. Nitekim ''destan, dram, roman kurmaca biçimi
üzerinden dünyada yaşama tarzları '' yansıtırlar.

Modem Romanın Özellikleri Nelerdir?

Okuma, yazınsal yapıtın dünyası ile okurun dünyası arasın­


da '' bir karşılaşma uzamı '' sağlayabilir. Yeniden biçimlendirme,
söz konusu ''karşılaşma içinde'' ve bu ''karşılaşma'' ile başlar. Bu
bağlamda ''zamanın kurmaca deneyimi''nden söz edilir. Zamanın

32 Anılan yapıcı Türkçeye çeviren Mehmet Rifac, söz konusu kavramı bitişik, diyesi,
''olayörgüleşcirme'' şeklinde yazmaktadır. Ben anılan kavramı ''olay-örgüleşcirme''
şeklinde yazmayı ve yine çevirmenin kullandığı ''kurmaca'' yerine ''kurgu'' kavra­
mını yeğledim. Bu nedenle, okuyucu, kurmaca ve kurgu kavramlarını aynı yerde
görebilir.
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 345

kurgusal deneyimi, bir yandan dünyada yaşamanın ''zamansal


tarzlarını'' , öte yandan da bu tarzların yol açtığı ''okurun dün­
yasıyla çatışmaya kesinlikle izin veren 'içkinlik içinde aşkınlık '
(vurgu, yazarındır) oluştururlar. '' Yaşamın zamansal tarzları,
ancak ''metin içinde ve metin aracılığıyla var olurlar''; bundan
ötürü ''düşseldir/er. ''
Ricoeur'nün anılan yapıtının '' Olay Örgüsünün Değişimleri''
bölümündeki açımlaması uyarınca, romanın ortaya çıkması, ede­
biyatı büyük bir ''deneyim'' alanı durumuna getirmiş ve ''her türlü
uzlaşımın'' bir yana itilmesine ortam hazırlamıştır. Bu durum,
olay-örgüsü kavramının ''k ökünü oluşturan düzen '' kavramının
ve sınırlarının sorgulanmasına yol açmıştır. Edebiyatın evrimi,
''kendini eski türler içinde yeni tipler, yazınsal biçimler topluluğu
içinde de yeni türler'' olarak ortaya çıkarmıştır.
Bu belirlemeden de görüleceği üzere, edebiyatta hiçbir şey
ebedi ve değişmez değildir: Yazınsal izleklerin, yazınsal kuram ve
beğeni birikimine koşut olarak yeni yazınsal türler ve anlatı tarz­
ları ortaya çıkar ve yazınsal üretimi zenginleştirir.
Peki, Ricoeur'nün anılan yapıtında merkezi bir konumda bulu­
nan ''olay-örgüsü'' nedir? Düşünürün, anılan kitabının ''Trajik
Mitosun Ötesinde'' bölümünde yer alan tanımlaması uyarınca,
olay-örgüsü, ''en 'biçimsel' düzlemde, çeşitli 'olaylar' bütününden
bir tek ve eksiksiz bir öykü 'çıkaran' (vurgular, yazarındır) bütün­
leştirici bir dinamizmdir. '' Bir başka deyişle, olay-örgüsü, ''çeşitli­
liği, tek ve eksiksiz bir öyküye dönüştürme'' edimidir. Olay-örgü­
sünün değişimleriyse, ''zamansal biçimlenişin kesin ilkesinin; tür­
lerin, tiplerin ve benzersiz (tekil) yapıtların içine her zaman yeni
yaptırımlar olarak uygulanması '' demektir.
Olay-örgüleştirme kavramı, en fazla ''modern roman'' için
geçerlidir. Modern roman, ''her biçime giren '' tür olarak kendini
gösterir; örneğin, ''zamanın düzenlenmesi ve anlatılması konu­
sunda '' bir deneyim laboratuvarı olmuştur. Modern romanla bir­
likte ''karakter'' kavramı, olay-örgüsü kavramından kurtulmuş,
hatta onu ''gölgede bırakmıştır. ''
346 DİL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Modern romanın yol açtığı bu ''devrim'', roman türünün ''üç


önemli genişlemesinin '' karakter başlığı altında ele alınmasını
sağlamıştır:
• Birincisi, roman, ''olayların geçtiği 'toplumsal alanı' büyük
ölçüde genişletir. '' Söz konusu genişleme sayesinde tarihsel
kahramanların yanı sıra, sıradan insanların yaşamı, edebi-
yata gırmıştır.
• • •

• İkincisi, karakterin genişlemesi, ''Schiller ve Goethe ile


doruk noktasına '' ulaşmıştır. Söz konusu genişleme, ''yetiş­
me romanı'' ( Bildungsroman) ile gerçekleşmiştir. Bu roman
türünde her şey, ''ana karakterin büyümesi, gelişmesi çev­
resinde '' döner. Bu kahramanın ''olgunlaşması'', olay-ör­
güsünü belirler. Yazınsal anlatı, ''toplumsal karmaşıklık ile
ruhsal karmaşıklığı '' bütünleştirir.
• Üçüncüsü, ''bilinç akışı'' romanı, yeni bir karmaşıklık
yaratmıştır. Bu roman türünde ''kişiliğin tamamlanma­
mışlığı, bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı düzeylerin çeşitliliği,
dile getirilmemiş arzuların kaynaşması, duygusal oluşum­
ların başlama ve yitip gitme özelliği'' öne çıkar. Bilinç akışı
romanında ''bilinç yıkımları ve dilin kendini toparlamadaki
ve bir biçime bürünmedeki güçsüzlüğü '' ortaya çıktığı için,
olay-örgüsünden pek söz edilemez.

Yazınsal Eylem, Anlatı Figürlerinin Değişimlerini Anlatır

Bütün bunlara karşın, Ricoeur'nün deyişiyle, ''Aristoteles'in


mythos'a ilişkin yaptığı 'bir eyleme öykünme' tanımı '' geçerlili­
ğini korumaktadır. Olay-örgüsüyle birlikte, ''eylemin alanı da
genişler. '' Yazınsal bakımdan eylem sözcüğü, ''anlatı kişilerinin
dış yazgısındaki baht dönüşümlerini'' ve ''duygusal yaşamının
karmaşıklığını''; ''duygulanmaların, heyecanların zaman içindeki
gelişmesini etkileyen iç değişiklikleri '' anlatır. Eyleme öykünme,
ayrıca, ''eylem romanının ötesine yayılabilir'' ve böylece ''karak­
ter romanı ile düşünce romanını da '' içerebilir.
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 347

Anlatının konusunu ''öyküleme stratejisiyle 'yansıtma yetene­


ği' nereye kadar yayılıyorsa, eyleme öykünme (mimesis prakseos)
kavramıyla sınırlandırılmış alan da oraya kadar yayılır. '' Bu bağ­
lamda kullanılan öyküleme stratejileri, ''çıkarımlar, beklentiler
ve heyecan verici yanıtlar yorumuyla okurda 'özel bir haz' yara­
tabilir. '' Bu açıdan, öykünülen eylem, olabildiğince genişletilebi­
lir. Örneğin, ''biçimsel'' bir bütünleştirim (kompozisyon) ilkesi,
''benzer insanları etkileyebilecek değişiklikleri'' özendirdiği tak­
dirde, ''öykülenen eylem'' anlatımından söz edilebilir.
'' Gerçeğe benzerlik'' sağlama uğraşının olay-örgüsü kavramını
zayıflattığını öne süren Ricoeur're göre, gerçeğe benzerlik sava­
şımı, bir başka anlatımla, gerçekliğe bağlı kalmak, ''sanatı yaşa­
ma eşit kılmak anlamındaki gerçeği yaratma kaygısı'', anlatılaş­
tırma sorunlarını ve uğraşlarını olumsuz etkilemiştir. Söz konusu
olumsuzluk, dili ''salt süs öğesi olarak görülen her türlü figüratif
öğeden arındırma '' eğiliminde ortaya çıkmıştır. Dili salt deneyim
ile sınırlayan bu eğilim, ''örtük biçimde mimesisin 'kopya-öykün­
me'ye indirgenmesinde'' kendini gösterir.
Ricoeur'nün açımlamasıyla, ''eylem romanı, karakter roma­
nı ve düşünce romanı, ikili bir tarihi belirtir. '' Üç aşamaya denk
düşen bu üç roman türü, ''biçimlemenin kesin ilkesi aracılığıyla
yeni bölgelerin fethedilmesi tarihi; ama aynı zamanda daha uzla­
şımsal olan niteliğinin keşfedilmesi tarihi''dir. Bu aynı zamanda
''romanın, 'kurmaca sanatı ' olarak biçimlenmesinin tarihidir. ''
İlk aşamada, ''biçime gösterilen dikkat, kendisini yaratmış olan
gerçekçilik gerekçesine bağlıdır; hatta temsil etme amacı altında
gizlenir. '' Filozofun deyişiyle, ''gerçeğe en fazla benzer olan; alışıl­
mış, sıradan ve gündelik olana en fazla yaklaşmış olandır. '' Bu da
''destan geleneğindeki olağanüstü olana ve klasik dramdaki yüce
olana karşıt bir durumdur. '' Bunun yanı sıra, gerçeğe benzerlik,
''yalnızca gerçeğe benzerlik değil'', aynı zamanda gerçeğe ''görü­
nüşteki benzerliktir.''
Bu kapsamda romanın XIX. yüzyıldaki ''altın çağının '' özel­
liği, gerçeğe bağlı kalma ''amacı'' ile başarılı bir ''kompozisyon
tekniği'' arasındaki ''denge'' ile açıklanabilir. Gerçeğe benzerlik,
348 DİL FELSEFESİ-EDEBİYAT KURAMI - 1 -

''gerçekle yalnızca görünüşteki benzerlik '' olduğundan, kurgu,


estetik işlevi açısından ''bir inandırma ustalığı '' olarak nitelendiri­
lebilir. Bu inandırma ustalığı sayesinde kullanılan ''anlatım tekni­
ği'' , ''gerçeklik ve yaşam üstüne sahici bir tanıklık yerine geçer. ''
Böylece, kurgulama sanatı, ''yanılsama sanatı'' olarak görül­
meye başlar. Gerçeğe benzerlik tartışmasının geldiği nokta dola­
yısıyla, edebiyat, ''gerçekliğin kaosunu anlatının kaosuyla artıra­
rak, mimesisi en zayıf işlevine '', bir başka deyişle, ''kopya ederek
gerçeğe karşılık verme işlevine indirger. '' Bu paradoksun sürmesi
nedeniyle, kurgu, ''teslimiyetini tekniklerini çoğaltarak '' açığa
vurur.
Ricoeur'nün anlatımı uyarınca, kurgusal biçimler, ''yalnızca
anlatı içi yapısal ilişkilerle bağıntılıdır ''; konu, ''dışta tutulur. "
Kurgusal biçimlerin dağılımı, ''kahramanın eylem gücüne göre
ayarlanır. '' Mitler genel olarak ''tanrılar üstüne öykülerdir '' diyen
filozofa göre, trajedide ''ölmekte olan tanrıları yücelten Dionysos
mitleri'', komedideyse ''tanrısal kahramanın, tanrılar toplumuna
kabul edildiği Apollon mitleri'' vardır. Kahramanın öteki insan­
larla tümüyle eşitleşmesi, edebiyatın kitleselleşmesini de birliğinde
getirir. Kahramanın gücünün azalması sayesinde ''ironinin değer­
leri özgürleşir ve çoğalır. '' Mitosa içkin olan ironi, ''bütün kurma­
ca nitelikli biçimlere bağlıdır. ''

il. 1 1 . Terry Eagleton:


''Yazın Kuramına Giriş'' ve Yazınsallık

Edebiyat, Dili Yoğunlaştırır ve Ayrıksılaştırır

Eagleton'un yazınsala ve yazınsallığa ilişkin önermelerini


''Yazın Kuramına Giriş ''33 adlı yapıtının ''Edebiyat Nedir'' bölü­
mü kapsamında irdeleyeceğim. Eagleton'a göre, edebiyatı ''kurgu
anlamında imgelemsel yazma'' olarak tanımlayanlar vardır. Ancak

33 Terry EAGLETON: "Einführung in die Lirerarurtheorie -Yazın Kuramına Giriş-";


Almancalaşrıranlar: Elfi Berringer/Elke Henrschel, Merzler, Scuttgarr-Weimar, 1 994,
s. 1 - 1 8 .
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 349

bu tanıma göre, edebiyat, sözcüğün gerçek anlamıyla ''hakiki''


olmayan bir yazma edimine indirgenmiş olmaktadır. Ayrıca, tarih,
felsefe, hatta doğa bilimlerinde bile ''imgelemsel ya da yaratıcı
yazma'' söz konusu olabilir.
Dolayısıyla, imgelemsel yazma, salt edebiyata özgü değildir ve
bir başına edebiyatı nitelendiremez.
Olgu ve kurgu arasındaki ayrımı kesin olarak belirlemenin
zorluklarına değinen Eagleton, edebiyatın özüne ilişkin belirsiz­
liği belli ölçülerde kabul etmesine karşın, yukarıda görüşlerine
başvurulan Fransız düşünür-yazarların tersine, edebiyat, ''imge­
lemsel ya da kurgusal olup olmaması'' nedeniyle tanımlanama­
sa bile, ''yazınsal dil kullanım türünün/tarzının belirlenmesiyle ''
tanımlanabilir.
Eagleton bu bağlamda ayrıntılı olarak Rus biçimciliğinin kaza­
nımlarından söz eder; temsilcilerini anar ve Roman Jakobson'un
''edebiyat, yalın dil üzerine uygulanan örgütlü bir şiddettir '' anla­
tımını anımsatır.
Jakobson'un bu çok yerinde belirlemesi, aslında Hegel'e daya­
nır. Hegel estetiği bağlamında bu konuyu biraz daha açımlamaya
çalışacağım.
Bu İngiliz yazın-kuramcısına göre, edebiyat, ''günlük dili değiş­
tirir, yoğunlaştırır ve dizgesel biçimde günlük dilden sapma göste­
rir. " Böylece, günlük dil, ''yabancılaştırılmış'' ya da ''ayrıksılaştı­
rılmış'' bir dil olarak görünür.
Sadece günlük dil değil, Eagleton'un biçimci ''yadırgatım''
yöntemini üstlenerek belirlediği gibi, ''günlük olaylar da birden
bire tuhaf görünmeye'' başlar. Günlük dilin ''öz-devinimleştirici''
yönleri açığa çıkarılır.
Bu anlatımlar, Eagleton'un Rus biçimciliğinin yazınsal dili
özgüleştirme, yazınsal metinleri tikelleştirme önermelerini ve
''yadırgatım '' yöntemine ilişkin anlayışlarını eleştirel bir değerlen­
dirim ile kuramına kattığını göstermektedir.
Yadırgatım yöntemi konusundaki eleştirileri arasında ''hiç­
bir yazma tarzı yoktur ki, yeterli keskin görü ile okunduğunda
''yadırgatıcı bir etki bırakmasın '' savı anılabilir.
350 Dil FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

Eagleton da ''yazınsallık'' kavramını önemser; ancak yazın­


sallığın belirlenmesindeki zorluklara da dikkat çeker. Biçimcile­
rin ''yazınsallığı, ayrıcı ilişkilerin oluşturduğu bir işlev '' olarak
tanımlamalarının yetersizliğini dile getirir. Eagleton'a göre, ede­
biyatı ''dilin özgün kullanım türü '' olarak tanımlayanlar yanıl­
gı içindedir; çünkü ''eğretileme, ad-değişimi, kapsam/ama gibi
yazınsal söylemde olup da günlük dilde olmayan 'yazınsal yön­
tem' yoktur. ''
Bu bağlamda kullanılan eğretileme, ad-değişimi, kapsamlama
gibi anlatım araçlarını ya da ''retorik figürleri '', Eagleton'un yazın­
sal yöntem olarak nitelendirmesinin sorunlu olduğunu belirtmek­
te yarar var. Bunlar, yazın-kuramsal tartışmada ''yöntem'' olarak
değil, ''yazınsal figür'' olarak adlandırılır.

Edebiyat, Dünyanın Genel Durumuna Gönderme Yapar

Eagleton da yazınsal metinlerin '' bağlamsallık'' ve ''söylemsel­


lik '' özelliğini vurgular. Bu bilimcinin yaklaşımı uyarınca, önce­
likle ''bağlam'' yazınsalın ya da yazınsallığın göstergesidir. Biçim­
cilerin öne sürdüğü gibi, dil, ''kendisini başka söylem türlerinden
ayırabilecek içkin özellik ya da yetenek taşımaz. '' Biçimciler, ede­
biyatın tümünü ''şiire indirgemişlerdir. ''
Romantik akımın yarattığı birikimden yaptığı çıkarım uyarın­
ca, Eagleton, edebiyatın ''yararcı-olmayan bir söylem '' olduğu­
nu, ''dolaysız edimsel bir amaç gütmediğini '' ve ''dünyanın genel
durumuna gönderme '' yaptığını vurgular.
Bu Marksist yazın kuramcı söz konusu belirlemeleriyle, salt
Romantik öğretinin edebiyata bakışını değil, aynı zamanda
Kant'ın ''ilgisiz ilgi'' ya da '' amaçsız amaçlılık'' kavramlarını da
belirli ölçülerde üstlendiğini ortaya koyar.
Eagleton, yukarıdaki saptamaları kapsamında edebiyatın
''konuşmanın tarzına gönderme yaptığını '', bir başka anlatımla,
yazınsal dil kullanımının tikelliğini ya da özgülüğünü imlediğini,
öne sürer. Bu öne sürüm bağlamında yazınsalın ya da yazınsallığın
bir başka özelliğini tartışır. Eagleton'a göre, edebiyat dediğimiz-
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 351

de, ''öz-göndergesel bir dili '', bir başka söyleşiyle, ''salt kendisi
üzerine konuşan bir dili'' kastederiz. Bu öz-göndergesel dilin gön­
dergeleri kendisiyle sınırlıdır; kendisinin dışında başka şeylere,
gönderme yapmaz.
Ancak, Eagleton, ''yazınsal dilin öz-göndergeselliği'' özelliğinin
de edebiyatı tanımlamak için tek başına yeterli olmadığı, birtakım
sorunlar içerdiği kanısındadır. Düşünürün kanısınca, ''söylem ile
yarar gütmeyen ilişki bile edebiyat diye nitelendirilen şeyin belli
bir bölümünü oluştursa bile '', bu tanımın türevi olarak ''edebiyat,
nesnel olarak tanımlanamaz. ''
Bu çıkarım uyarınca, edebiyatın tanımı, ''yazılan şeyin doğa­
sına bağlı değil, tekil okuyucunun bir şeyi nasıl okuduğuna iliş­
kin kararla ilgilidir. '' Çünkü ''yazmanın -şiir, drama, roman- belli
tarzları vardır'' ve bunlar daha önce vurgulandığı gibi, ''yarar­
cı olmayan'' etkinlik olarak tasarımlanmıştır. Bununla birlikte,
böyle bir şey, onların ''gerçekten de öyle okunduğu '' anlamına
gelmez.
Eagleton'un imlediği alımlayıcı odaklı yaklaşımın da sorunları
olduğu açıktır. Alımlayıcıların yazınsal beğenileri ve birikimleri
ayrıştığına göre, alımlayıcı çeşitliliği, rieyin edebiyat olarak adlan­
dırılmasını da kaçınılmaz olarak ayrımlaştıracaktır. Dolayısıyla
salt okuyucuyu temel alan bir yaklaşım da edebiyata genel-geçer
bir tanım getiremez.

Edebiyatın Özü Diye Bir Şey Yoktur

Bu kapsamda Eagleton, edebiyatın bir başka özelliğine dikkat


çeker. Bu özellik, kurgu(sallık) olarak belirlenebilir. Anılan yazın
kuramcı, bu bağlamda ''kurgu'' kavramının kendisini kullanmak­
sızın, edebiyatın kurgusallığını dile getiren şu belirlemeyi yapar:
''Akademik kurumlarda edebiyat olarak incelenen birçok yapıt,
edebiyat olarak okunmak için 'oluşturulmuştur'; ancak bu, söz
konusu yapıtların birçoğu için geçerli değildir. Bazı metinler, daha
sonra edebiyat olarak nitelendirilmek için, önce tarih ya da felsefe
yapıtı olarak doğarlar. Bazıları da yaşamlarına edebiyat olarak
352 DiL FELSEFESi-EDEBİYAT KURAMI 1 -
-

başlarlar; ancak zamanla arkeolojik anlamlarından dolayı değer


görürler. Bazı metinler yazınsal olarak doğarlar; bazıları yazınsal­
lığa zamanla ulaşırlar. '' Bu döngü böyle sürüp gider.
Bu belirlemede kurgusallığı imleyen temel kavram ya da
anlatım, yazınsal metinlerin ''edebiyat olarak okunmak için
oluşturulduğudur. ''
Eagleton'un bütün bu açıklamalardan yaptığı çıkarım uya­
rınca, ''edebiyatın 'özü' diye bir şey yoktur. '' Her metin '' yarar­
cı olmayan'' bir şekilde okunabilir. Her metin ''şiirsel/yazınsal
olarak da okunabilir. '' Dolayısıyla, ''edebiyatı oluşturan'' şey,
''yararcı olmama'' özelliği olamaz.
Eagleton, John Ellis'in edebiyatı ''zararlı ota '' benzetmesi­
ni ya da zararlı ot eğretilemesiyle açıklamasını güncelleştirerek,
şu sonuca varır: ''Zararlı ot, belli bir bitki türü değildir; tersine
bahçıvanın herhangi bir nedenle istemediği herhangi bir bitki­
dir. '' Dolayısıyla, Eagleton'un söyleşiyle, ''edebiyat, kendi tersi­
dir. " Daha açık bir anlatımla, edebiyat, ''bir kimsenin herhangi
bir nedenle özellikle değer verdiği herhangi bir metin türüdür. ''
Edebiyat ve zararlı ot, Eagleton'un anlatımıyla, ''ontolojik değil,
işlevsel kavramlardır. ''
Edebiyat gibi işlevsel kavramlar, ''bizim ne yaptığımız hakkın­
da bir şeyler söylerler; ancak şeylerin özüne ilişkin bir şey söyle­
mezler. " İşlevsel kavramlar, ''bir metnin sosyal bağlam içindeki
işlevine, çevresi ile ilişkilerine ya da çevresi ile farkına, hizmet
ettikleri amaçlara ve kendilerini kuşatan insansal edim alanlarına
ilişkin sav-söz/sözce/er geliştirirler. '' Bu anlamda edebiyat, Eagle­
ton'un çıkarımı uyarınca, ''tanımın salt biçimsel, boş bir türüdür. ''
Eagleton, neyin edebiyat olduğuna ilişkin değer yargılarının
önemine değinerek, yazınsal yapıtların koşunlaştırımı (kanonlaş­
tırımı) sorununu gündeme getirir_
Doğaldır ki, değer yargıları özneldir. Dolayısıyla, edebiyat tari­
hi yazımında neyin edebiyat olduğu, hangi yazarın yazınsal değe­
rinin yüksek olduğu, yazınsal yapıtlar arasındaki değersel ya da
hiyerarşik sıralamaya ilişkin kararlar tümüyle özneldir. Bu yüz­
den, yazınsal yapıtların değer sıralamasına sokulması, tartışıldığı
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 353

üzere, tanımı bile nesnel ölçütlere bağlanamayan edebiyata ilişkin


olarak edebiyat tarihi yazımcısının öznel '' beğeni yargısı'' ve konu
bilgisi ile sınırlıdır.

Değişmez Değerde ve Ortak İçkin Nitelikler Taşıyan Y apıtlann


Listesi Anlamında Edebiyat Yoktur

Yeniden Eagleton'a dönelim. Bu yazın bilimcinin deyişiyle,


''bazı kurgu, edebiyattır; bazısı değildir. Edebiyat kısmen kur­
gusal, kısmen değildir. Bazı edebiyat, dilsel olarak salt kendisiy­
le bağlantı/anır; bazıları çok karmaşık retorik içerse de edebiyat
değildir. Güvencelenmiş ve değişmez değerde ve ortak içkin nite­
likler taşıyan yapıtların listesi anlamında edebiyat yoktur. ''
Buradan çıkarılabilecek başlıca yazın-kuramsal sonuç şudur:
Edebiyatta koşun (kanon) oluşturma girişimi, tümüyle özneldir.
Söz konusu öznellik, bazen edebiyat tarihi adına, bazen de siya­
sal amaçlara ulaşmak adına yapılabilir. Bu kapsamda değişmeyen
bir gerçek vardır: Edebiyat adına öznel amaçlarla yapılan ede­
biyatı koşunlayıcı girişimler mutlaka kuşkuyla karşılanmalı ve
sorgulanmalıdır.
Edebiyat ve dil ile ilgili her şey, Eagleton'un da vurguladığı gibi,
''bir oluşturu'' dur. Dolayısıyla, edebiyat denildiğinde, bütün bu
sakıncalar göz önünde tutularak tanım denemeleri ve çözümleme
girişimleri geliştirilmelidir.
Öznel estetik ya da yazınsal beğeni yargıları sonucu, yazın­
sal yapıtlar koşunlanmaktadır (kanonlaştırılmaktadır). Yazınsal
koşun, bir kez yerleştikten sonra bir daha pek sorgulanmamakta­
dır. Edebiyatta koşunlama çoğu kez sorgulanmazken, öznel yargı­
lar, değer yargıları, bakış açıları zamanla köklü olarak değişmek­
tedir. Eğitim kurumlarının, kitle iletişim araçlarının da katkısıyla,
yazınsal koşunun görece (kanonun) değişmezliği ile yazınsal koşu­
nu yaratan öznel yazınsal beğeni yargılarının değişirliği ilişkisi,
sürekli anımsanmalıdır. Bu nedenle, edebiyat alanında koşunlayıcı
etkiye sahip siyasal-eğitsel kararlara karşı sürekli olarak eleştirel
bakış ya da tutum yeğlenmelidir.
354 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Eagleton, Kantçı idealist estetik anlayışı sonucu tartışmaya


giren ve ''Yargı Gücünün Eleştirisi'' ile ilgili bölümlerde ayrıntılı
tartışmaya çalıştığım sanatta ''ilgi'' kavramına ilişkin şu görüşleri
öne sürer. ''Biz yazınsal yapıtları belli bir düzeyde öz ilgilerimi­
zin ışığında yorumlarız. İlgilerimiz dışında da davranamayız. ,,
Örneğin, ''ne 'bizim' Homeros 'umuz Orta Çağın Homeros'uyla
özdeştir; ne 'bizim' Shakespeare'imiz, onun çağdaşlarının Shake­
speare'idir. Her tarihsel dönem, kendi öz amaçları açısından bir
başka Homeros ve Shakespeare oluşturmuştur. ,, Dolayısıyla,
''bütün yazınsal yapıtlar, bilinçsiz de olsa, kendilerini okuyan top­
lumlar tarafından 'yeniden yazılmıştır'; gerçekten de bir yapıtın
'yeniden yazma' olmayan bir okuması yoktur. ''
Eagleton'un, ilgi hakkındaki şu belirlemesi ufuk açıcı nitelik­
tedir: ''İlgiler, bilgimiz açısından 'oluşturucu' ve bilgimizi tehdit
eden önyargılar değildir. Bilginin 'değer içermediği' savının kendi­
si bir değer yargısıdır. ,, Bu kapsamda ''katıksız yazınsal eleştiri ve
yorum da yoktur. ''
Böylece, Eagleton, ''ilgi '', ''ol uşturu '' , ''öznel beğeni yargısının
genelleştirilmesi'' ve ''her okuma, bir yeniden yazmadır'' gibi bir­
kaç önemli yazınsal soruna ya da sorun öbeğine birden değinir.
Eagleton'a dayanarak şu çıkarım yapılabilir: Edebiyatı oluş­
turan değer yargıları, öznel beğeni yargılarıdır ve bu nitelikle
sınırlıdır. Tarihsel bakımdan değişmeyen değer yargısı da yoktur.
Dolayısıyla, her konuda değişebilirlik ve görecelilik, edebiyat için
özellikle geçerlidir.

il. 1 2 . jonathan Culler:


''Edebiyat Kuramı'' ve Yazınsallık

Edebiyat, Yeniden Bağlamlaştırılmış Dildir

Amerikalı yazın bilimci Culler'ın Oxford yayınları arasında


çıkan ''Edebiyat Kuramı''34 adlı yapıtının özellikle ''Edebiyat
Nedir ve Neden Önemlidir? '' bölümünde yazınsalı ve yazınsallığı

34 Jonathan CULLER: ''Literaturtheorie- Edebiyat Kuramı-''; Almancalaştıran: Andre­


as MAHLER, Reclam, Stuttgart, 2004, s. 3 1 - 63.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 355

belirlemeye yönelik görüşlerini önemi ve değeri nedeniyle incele­


meye kattığımı belirtmek isterim.
Culler, ilgili bölümün girişinde ''tarihsel anlatı modelinin öykü­
lerin mantığına dayandığını '', bir başka anlatımla, ''bir öykünün,
belli bir olayın nasıl olduğunu gösterdiği tarza '' dayandığını belir­
tir. Bu yazın kuramcının çıkarımına göre, ''bir öykünün anlaşıla­
bilirliğine yönelik model, yazınsal anlatı modelidir. ''
Culler da daha önce irdelediğim yazın kuramcıların çoğu gibi,
retorik yöntemlerin yazınsal söylemi belirlemeye yetmediği kanı­
sındadır. Culler'a göre, ''yazınsal olmayan metinlerde de yüksek
bir düzeyde yazınsallık '' vardır ve bu durum, yazınsal ile yazınsal
olmayanı birbirinden ayırmayı zorlaştırmaktadır.
Dolayısıyla, bu kapsamda sorulacak sorunun ''tipi'' ya da
''türü'' belirleyici önemdedir. Örneğin söz konusu soru, ''edebiyat
nedir? '' biçiminde sorulabileceği gibi, ''Edebiyat olarak bilinen
metinlerin özgüleştirici belirtileri nedir? '' biçiminde ya da ''Yazın­
sal metinleri yazınsal olmayanlardan ayıran nedir? '' ya da ''Ede­
biyatı, diğer insan etkinliklerinden ayıran nedir'' biçimin de soru­
labilir. Bu temelde daha belirgin olan soru, Culler'a göre, ''salt
yazınsal metinlerin ortak yönü olan özgün ayrım belirtileri var
mıdır? '' şeklinde formüle edilebilir.
Culler, edebiyatın tarihsel evrim sürecini irdelediği bölümde
edebiyatı imgelemsel yazma olarak tasarımlayan ''modern Batı­
lı anlayışın, erken dönem Alman romantiğinin ürünü'' olduğu­
nu vurgular. Bu yazın kuramcıya göre, aynı gelenek çizgisi içinde
edebiyat, ''ölçü koyucu kültür temsilcilerinin edebiyata ait diye
nitelendirdikleri metinler dizisi'' olarak tanımlanır.
Culler'ın haklı olarak belirttiği gibi, Almanya'da gelişen ve
dünyaya yayılan ''Romantik'' akım, gerçekten de Aydınlanma'nın
işlevselci edebiyat anlayışının yol açtığı türsel ve anlatımsal tek-dü­
zeleşmenin aşılmasında, edebiyatın sanat-birey, sanat-toplum iliş­
kisi bağlamlarında çeşitlenmesine ve çekicileşmesine önemli kat­
kılar yapmıştır.
Bununla birlikte, her tepki devinimi gibi, Romantiğin de Aydın­
lanma'ya karşı tepkisinde sanatta/edebiyatta salt duyusallığı öne
356 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

çıkarma, tinselliği ihmal etme eğilimi geliştirdiğini de unutmamak


gerekir.
Culler, Eagleton gibi, imgelemsel yazma ile edebiyat arasındaki
bağıntıya değinir ve edebiyat alanında ''edimsel yarar'' ilkesinin
geçerli olamayacağını vurgular. Çeşitli tanım denemelerinin ede­
biyatı bütün yönleriyle yansıtamadığını savlayan bu Amerikalı
yazın bilimciye göre edebiyat, dilin ''bağlamlarından çıkarılmış ve
alışılmış amaçlarından kurtarılmış '' şekli olarak yorumlanabilir.
Bu belirlemeyle, Culler, görülür ölçüde biçimci kurama yaklaşır.
Culler'a göre, edebiyat, ''yeniden bağlamlaştırılmış dildir'',
bir başka anlatımla, ''işlevlerinden ve amaçlarından ayrılmış dil­
dir. '' Bu nedenle, ''edebiyat dikkatin tikel biçimlerini gerektiren ve
talep eden bağlamın bir türüdür. '' Bu durumda, Culler'ın anlayışı
uyarınca, ''okuyucu yazınsal bildirimin kendisini somut bir şeyler
yapmaya çağırdığını düşünmeksizin, karmaşık yapıların ardına
düşebilir ve örtük anlamları arayabilir. ''
Buradan yapılabilecek olası bir çıkarım şudur. Edebiyatı betim­
lemek demek, ''okuyucunun yazınsal metinlerde göz önünde tut­
tuğu belli sayıda temel varsayımı ve yorumlama yöntemini araş­
tırmak demektir. ''

Yazınsal Metinler, Anlatı Örnekleridir

Rus biçimcilerin öne çıkardığı edebiyatın uzlaşımları çerçeve­


sinde Culler, ''iletişimin temel oluşturucu uzlaşımlara dayandı­
ğını, iletişime katılanların işbirliği içinde olduklarını ve bir kim­
senin diğerine söylediği bir şeyin anlamlı olduğunu '' dile getirir.
Söz konusu uzlaşımlar temelinde ''yazınsal anlatı metinleri daha
büyük bir öyküler kümesinin bir parçası, bir başka deyişle, anla­
tısal örnek metinler olarak görülebilir. ''
Bu tür anlatısal metinlerin ya da bildirimlerin dinleyici/okuyu­
cu açısından önemi, ''aktardıkları bilgide değil, anlatısallıkların­
da '' yatar. Dolayısıyla, Culler'ın içkin olarak geliştirmeye çalıştı­
ğı sav, yazınsalı ve yazınsallığı belirginleştiren ölçütlerin başında
yazınsal metinlerin ''anlatısal/ığı '', daha açık söyleşiyle, anlatısal-
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 357

laştırılabilirliğidir. Bu nitelik de büyük ölçüde alımlayıcının değer­


lendirimine ya da tepkisine bağlıdır. Culler, alımlayıcıyı temel alan
bu saptamasıyla da açık biçimde Eagleton'un kuramına yaklaşır.
Edebiyata ilişkin uzlaşımlar, eğitim, kitle iletişim, edebiyat
yayıncılığı gibi kurumlar aracılığıyla yerleştiğinden, Culler, söz
konusu uzlaşımları temel alarak, edebiyatı, ''okuma için harcanan
emeğin 'değebileceği' varsayımına ulaşılmasını sağlayan kurumsal
bir nitelendirme'' olarak tanımlar. Bu kapsamda edebiyatın ''bir­
çok özelliği, okuyucunun dikkatli bir biçimde tek anlamlı olma­
yan şeylerin peşine düşmeye hazır olmasından '' kaynaklanır.
Buradan yapılabilecek bir çıkarım uyarınca, edebiyat, ''dikka­
tin tikel biçimleri1ıi kışkırtan bir dilsel eylem ya da bir metinsel
olaydır. '' Bu anlamda edebiyat, ''bildirimde bulunma, soru sorma
ve söz verme gibi'', dilsel eylemlerden ayrılır. Okuyucuyu, bir şeyi
edebiyat olarak değerlendirmeye iten şey, okuyucunun edebiyatla
''edebiyat olarak beliren bir bağlamda karşılaşmasıdır. " Bu bağ­
lam, bir roman, bir öykü ya da şiir kitabı olabilir.
Edebiyatı dilsel eylem olarak niteleyen Culler, bu yaklaşımıy­
la, büyük ölçüde Searle'ün yukarıda betimlemeye çalıştığım ''dil
eylem'' kuramına yaklaşır. Dil eylem kuramında da erek ve bağ­
lam, anlam oluşturucu iki belirleyici etmendir. Özellikle bağlam
kavramı, Culler'ın edebiyat anlayışında belirgindir.
Bu açıklamalar sonucunda Culler, yazınsal yapıtları ''tikel özel­
likleri ve belirtileri olan dil ve uzlaşımların ve dikkat yöneltmenin

belli bir türünün ürünü '' olarak tasarımlar. Yazınsal yapıtlara


yönelik bu tanım denemesinde öne çıkan birinci yön, Culler'ın
çok açık biçimde Rus biçimciliğinin ''yazınsal dil'' önermesini üst­
lenmesidir. İkinci yön ise, uzlaşımların neyin edebiyat olduğunun
belirlenmesindeki yönlendirici işlevidir.
Bu kapsamda bir noktaya ya da sakıncaya dikkat çekmek gere­
kir. Yazınsal yapıtları ya da edebiyatı tanımlamada uzlaşımların
belirleyiciliğini kabul etmek, yazınsalın ve yazınsallığın belirlen­
mesinde okuyucunun özgür ve özerk kararını, tümüyle uzlaşımı
oluşturan kurumsal etmenlerin etkisine bağımlılaştırmak demek­
tir. Dolayısıyla bu tutum, okuyucuyu salt edilgin, salt etkilenen bir
358 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1 -
-

varlık düzeyine indirgeme sakıncasını içinde taşımaktadır. Elbette


okuyucu, söz konusu etmenlerden etkilenebilir; ancak bu durum
saltlaştırılamaz.

Edebiyat, Dili Ayrıksılaştırır

''Edebiyatın özü'' kapsamında Culler, ad vermeksizin, biçimci­


liğe gönderme yapar ve şöyle der: ''Sıkça edebiyatın özünün, ede­
biyatı başka türlü kullanılan dilden ayıran dil kullanım tarzında
yattığı söylenmektedir. Buna göre, edebiyat, bizzat dili güncelleş­
tirerek öne çıkaran dildir. Edebiyat, dili yadırgatır; okuyucunun
önüne fırlatır: Bak bana; ben dilim! '' Edebiyatın dili yadırgatım
yöntemiyle özgüleştirerek biçimlendirdiğini vurgulayan . bilimci,
özellikle lirik şiirde dilin tını düzeyinde edebiyatın dili ayrıksılaş­
tırdığını belirtir.
Culler, anılan yapıtının ''Birçok Kez Kodlanmış Dil Olarak
Edebiyat'' adlı bölümünde edebiyatı ''metnin çeşitli öğelerinin
ve parçalarının karmaşık bir ilişkiye sokulduğu dil'' olarak nite­
lendirir. Culler'ın açıklaması uyarınca, edebiyatta ''tını ile anlam
arasındaki ilişki ya da yapılar ile çeşitli dilsel düzeyler arasındaki
karşıtlık, dilbilgisel yapı ile içeriksel bölümleme arasındaki karşıt­
lık '' özellikle vurgulanmalıdır.
Söz konusu bağıntıyı ya da karşıtlığı belirginleştirmek amacıy­
la, Roman Jakobson'u anan Culler, Jakobson'un ''şiirsel/yazınsal
dil'' kavramını açıklamak için şiirsel bir dizeyi değil, Amerikan
başkanı Dwight D . adına yürütülen siyasal kampanyada kullanı­
lan ''I like Ike'' tümcesini irdelediğini dile getirir.
Jakobson'a dayanarak bu sloganı çözümleyen Culler'a göre,
bu sloganda sözcük oyununun çekiciliğinden yararlanılarak,
''hem sevilen nesne (lke), hem de seven özne (l), hoşlanma/sevme
eyleminde (like) bağlantılandırılmıştır. Sloganın etkisi açıktır:
''

Ben ve Ike, hoşlanma eyleminde içerilmiş olduğuna göre, nasıl


olur da ben I'dan hoşlanmam. Dolayısıyla, bu slogan uyarınca, I'ı
sevmek, ''dilin yapısının içine işlenmiş bir gerekirlik tir. ''
BAZI FILOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBiYATA BAKIŞI 359

Buradan da görüleceği üzere, dilin çeşitli düzeyleri arasında­


ki ilişkiler, salt edebiyatta önemli değildir. Bu nedenle, edebiyatta
özellikle ''biçim ile içerik'' ya da '' izlekler ile dil bilgisi'' arasındaki
ilişkiler araştırılarak, ''her öğenin tümel etkideki payı, örneğin, iç
uyumluluk, uyak, gerilim, uyumsuzluk '' gibi öğelerin payı orta­
ya koyulmalıdır. Culler, bu saptamasıyla, Jakobson'un kuramına
yaklaşır.
Culler, buradan şöyle bir sonuca varır: ''Güncelleştirici dil kul­
lanımı ya da dilin çok-katmanlı kodlanmasına ilişkin kuramlara
dayanan yazınsallık açıklamaları, yazınsal yapıtları diğer metin­
lerden ayıran metin yöntemleri sunmazlar. ''

Edebiyat; Figürler, Olaylar ve İçkin Bir Hedef Kitle İçeren


Kurgusal Dünyalar Oluşturur

Culler, ''Kurgu Olarak Edebiyat'' ara-başlığı altında şu görüş­


leri geliştirir: Çeşitli okurların edebiyata değişik biçimde tepki
göstermeleri, ''edebiyatta dile getirilen bildirimlerin gerçekliğe
karşı tikel bir ilişki içinde olmasından kaynaklanır. '' Bu tikel iliş­
ki, '' kurgu'' olarak adlandırılır. Buna göre, yazınsal ya pıt, ''bir
konuşucu, figürler, eylemler/olaylar ve içkin bir hedef kitle içeren
kurgusal bir dünya '' tasarımlayan dilsel bir olaydır. Bu kurgusal
dünyanın içkin hedef kitlesi üzerinden yazınsal yapıtta açıklanan
ve bilindiği varsayılan şeyler biçim kazanır.
Yazınsal yapıtlar, ''tarihsel bireylerden çok, imgelemsel birey­
lere gönderme yapsa da, kurgusallık, figürler ve eylemler ile sınırlı
değildir. '' Culler'ın kurgunun yol açtığı anlam belirsizliğine ilişkin
şu saptaması ilgi çekicidir: ''Kurgusal metinlerde konuşucu/arın
söylediği şeyle, yazarların düşündüğü şey arasındaki ilişki, her
zaman bir yorum sorunudur. Anlatılan olaylar ile yaşam dünyasal
durumlar arasındaki ilişkide de aynı şey söz konusudur. '' Kur­
gusal metinlerin iletisi ya da söylediği şey, yan-anlam içeriklidir;
alışılmış bağlamlar gibi düz-anlam içerikli değildir.
Culler'ın da yer yer dile getirdiği gibi, ''yan-anlamsallık '',
anlam belirsizliği, çok-katmanlı dilsel kodlama, çok-anlamlılık,
360 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

ses çokluğu gibi yazınsal-kurgusal metinleri nitelendiren anlatım­


ların çıkış noktasıdır.

Yazınsal Kurgu, Yapıtın Gerçeklik ile İlişkisini


Yorumlara Açık Hale Getirir

Kurguların bağlamı, Culler'ın söyleşiyle, ''kurgularda neyin


söz konusu olduğu sorununu açık bırakır. Gerçeklik bağıntısı,
yazınsal metinlerin özelliği olmaktan çok, yazınsal metinlerin
yorumlarla kazandığı bir işlevdir. ''
Bu açık-uçluluk, kurgusallığın belirgin özelliklerinden biridir
ve yazınsal metinleri çekicileştiren önemli bir etmendir.
Edebiyatın kurgusallığı, ''dili, somut olarak kullanılabileceği
bağlamlardan ayırır ve metnin gerçeklik ile ilişkisini yorumlara
bırakır. ''
Okuyucu ya da alımlayıcı ilgisinin yazınsal metinlere yönelme­
sinin nedeni, kurgusallığın yarattığı bu nitelikte, bir başka anla­
tımla, ''metnin gerçeklik ile ilişkisini yorumlara bırakmasında
aranmalıdır. Metnin gerçeklikle ilişkisini kuracak olan alımlayıcı­
dır. Yazınsal yapıtı kendince okuyan, yorumlayan da odur.

Yazınsal Dil, Dilin Estetik İşlevselleştirilmesidir

Culler, ''Estetik Nesne Olarak Edebiyat'' bölümünde edebi­


yatın dilsel düzenlenişinin/örgütlenişinin tümleyici yapısı, somut
bildirim durumlarından kopukluğu, gerçekliğe yönelik kurgusal
gönderge karakteri gibi yönlerinin ''dilin estetik işlevi paydası
altında toplanabileceğini '' öne sürer.
Culler', ''çağdaş Batı estetiğinin en önemli kuramcısı'' ola­
rak nitelendirdiği Kant'a dayanarak, estetiği, ''özdeksel (maddi)
dünya ile tinsel dünya arasındaki boşluğu doldurma denemesi''
olarak tanımlar. Tablolar, yazınsal yapıtlar gibi estetik nesneler,
''duyusal biçim (renkler, tınılar) ve tinsel içerik (ideler) arasında­
ki bağlantısıyla, özdeksel ve tinsel yönü birleştirme olanağını ''
simgelerler.
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 361

Yazınsal yapıt, Culler'ın anlatımıyla, ''diğer iletişimse/ işlev­


lerle birlikte, okuyucuyu biçim ile içerik ilişkisine daha yakından
bakma noktasına getiren estetik bir nesnedir. '' Estetik nesnele­
rin, Kant'ın estetik kuramı uyarınca, ''ilgisiz ilgi'' niteliğine sahip
olduklarını belirten Culler, estetik nesnelerin yapısında ''amaca
yöneliklik '' olduğunu, ancak ''estetik nesnelerin parçalarının belli
bir amaca yönelik etki yarattığını '' dile getirir. Burada sözü edilen
erek ya da amaç, ''sanat yapıtının kendisidir '', bir başka anlatım­
la, ''sanat yapıtına yönelik hoşlanma ya da sanat yapıtı yoluyla
hoş/anmadır. ''
Dolayısıyla bu amaç, sanat yapıtının dışındaki bir amaç, dışsal
bir amaç değildir. Culler'ın deyişiyle, ''öyküler, özü, 'anlatılabilir­
lik/erinde yatan bildirimlerdir'' anlatımı, öykülerin ''amaca yöne­
lik'' olduğu; bu öykülerin kendilerini ''iyi öykü durumuna getiren
özelliklere sahip oldukları '' düşüncesini içerir.
Bu açıklamalar temelinde Culler'ın yazınsal görüngüleri
''istençsel'' olarak değerlendirdiği savlanabilir. İstençsel yakla­
şım, yazınsal nesneleri ya da metinleri yazar-dil-okuyucu ve bütün
bunları kuşatan tarihsel-toplumsal bağlamı gözeterek çözümleme
yerine, daha çok '' bu böyledir'' anlayışı olarak ortaya çıkmaktadır.

Yazınsal Metin, Diğer Metinler ile Kurduğu İlişki İçinde


Anlam Kazanır

Culler tarafından öne çıkarılan bir başka özellik, ''Metinler-a­


rası ya da Öz-göndergesel Bir Oluşturu Olarak Edebiyat'' ara-baş­
lığında somutlaşmaktadır.
Bilindiği gibi, Bakhtin ve Kristeva ile birlikte metinlerin, dola­
yısıyla da yazınsal metinlerin kendilerinden önceki metinlerden
oluştuğu ya da en azından önceki metinlerin belirgin izlerini
taşıdığı, metin ve yazın kuramcıları arasında yaygın bir kanıdır.
Metinler, önceki metinlerle ilişkilenirler, onları yinelerler, değiş­
tirirler, sorgularlar ve özgün biçimde yeniden üretirler. Bütün bu
metinler arası etkileşim sürecini ve bu sürecin sonucunu anlatmak
üzere ''metinler-arasılık'' kavramı kullanılır.
362 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1
• •

Culler da metinler-arasılık kavramına ya da kuramına dayana­


rak, ''bir yapıtın kurduğu ilişkilerle diğer metinlerin arasında ya
da yanında durduğunu '' belirtir. Bu varsayıma göre, ''bir metni
edebiyat olarak okumak, o metni, anlamını diğer metinlerle kur­
duğu ilişkilerde bulan dilsel bir olay olarak görmek '' demektir.
Örneğin, bir romanı bu açıdan okumak demek, o romanın
yazınsal anlamını, diğer romanlarla bağlantılı olarak ve yazıldığı
dönemin siyasal retoriği bağlamında yorumlamak demektir.
Bu yönden bir şiire yaklaşmak, o şiirin anlamını kendisini ola­
naklılaştıran gelenekte/birikimde görmek ve irdelemek demektir.
Bir şiiri, diğer şiirlerle ilişkilendirerek okumak, o şiirin anlam
kazanma tarzını belirlemeye, bu tarzı diğer tarzlarla karşılaştır­
maya yönelik bir eylemdir.
Culler'a göre, metinler-arası etkileşimin süreci ve sonucu ola­
rak bir şiiri irdelemek, bu şiir bağlamında bizzat edebiyatı, irde­
lemenin konusu durumuna getirmek ile eş-anlamlıdır. Böylece söz
konusu şiir, hem metinler-arası olası geçişlerin izlerine, hem de
''yazınsal imgelem ve yorumlama süreçlerine'' göndermeler yapar.
Culler bu kapsamda edebiyat kuramına yapılan güncel katkı­
larda ''edebiyatın öz-göndergeselliği'' kavramından da söz edildi­
ğini belirtir ve öz-göndergesellik kavramına ya da kuramına iliş­
kin olarak şu düşünceleri geliştirir: Düz-yazının başat türü olan
romanlarda belli bir düzeyde ''söz konusu olan yine romandır. ''
Bir başka anlatımla, romanlarda söz konusu olan ''romanın ola­
nakları, sınırları ve deneyimidir; romana biçim ve anlam kazan­
dırmadır. '' Örneğin, Culler'ın anlatımıyla, ''Madame Bovary'' gibi
bir roman, ''Emma Bovary ile 'gerçek yaşam' arasındaki ilintileri
belirleme '', onun okuduğu romantik romanları anlamlandırma
olarak okunabilir.
Culler'a göre, bir roman ya da şiir, ''içkin olarak anlam üretimi
hakkında ne söylediği ile bizzat kendisinin gerçekleştirdiği anlam
üretiminin nasıl gerçekleştiği '' açısından sorgulanabilir. Buradan
da görüleceği gibi, bir yazınsal yapıtın yazınsal söyleme içkinleş­
tirdiği anlam ile ürettiği anlam, bir yazınsal yapıtın göndergesi ya
da gönderge bütünü kendi içinde aranır.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 363

Edebiyat, yine aynı bağlamda Culler'ın söylediği gibi, ''yazar­


ların edebiyatı ilerletme ve yenileme etkinliğidir ve içkin bir biçim­
de edebiyata ilişkin düşünümü de içerir. '' Edebiyatın tarihsel biri­
kimini ya da evrimini olanaklılaştıran etmen de budur.
Öte yandan içkin göndergesellik, yazın alanında belirgin olma­
sına karşın, salt yazınsal söyleme özgü de değildir. Diğer söylemler
de değişik yoğunluklarda öz-göndergesellik özelliği taşıyabilirler.

il. 1 3 . Rainer Baasner/Maria Zens'e Göre


''Edebiyat Bilimi'' ve Yazınsallık

Yazınsal Özgürlük, Belirlenmiş Dil Kullanım Tarzlarından


Sapmaya Ortam Hazırlar

Almanca yazın-kuramı ya da yazın-bilim alanında yazılmış


kitaplar arasında yazınsalı ve yazınsallığı oluşturan ya da nite­
lendiren kavramlara ilişkin yaklaşımları bakımından konulaştır­
mak ve irdelemek istediğim son yapıt, Baasner ve Zens tarafından
hazırlanan ''Edebiyat Biliminin Yöntemleri ve Modelleri''35 adını
taşımaktadır.
Anılan bilimciler, ilkin yazın-bilimin araştırma nesnesini oluş­
turan yazınsal metinleri ya da edebiyatı belirlemenin zorluğuna
değinerek, edebiyat alanında benzerliklerin ve ayrımların geçer­
liliklerinin sınırlılığını öne sürerler. Bu bilimcilere göre, her türlü
zorluğa karşın, yazınsal gelenek bir biçimde yazınsal birikimi
olanaklılaştıran görece sabitliklerin varlığını belirtirler. Bununla
birlikte, ''özgün gelişim süreçleri, sürekli yeni görüngülerin doğ­
masına yol açarlar.
''Yazınsal özgürlük'', Baasner ve Zens'in sapması uyarınca,
''belirlenmiş yazınsal biçimlerden ve görüş-birliklerinden sapma­
lara '' ortam hazırlar. Yazınsal özgürlüğün özendirdiği belirlenmiş­
liklerden sapma, günümüzde artık olağanlaşmıştır.

35 Rainer BAASNER/Maria ZENS: "Methoden und Modelle der Literaturwissenschaft


-Edebiyat Biliminin Yöntemleri ve Modelleri-''; Erich Schmidt Verlag, 2. überarbei­
tete und erweiterte Auflage, Berlin 2001 , s. 1 1 - 3 1
364 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

Bu iki bilimcinin açıklamaları temelinde ''yararcı'' (pragma­


tik) anlayışa göre, ''edebiyat, belli bir toplumsal kümenin belli bir
zamanda ve belli koşullarda edebiyat diye nitelendirdiği '' yazınsal
yapıtlardan oluşur. Doğal olarak anılan bilimciler de bu ''yararcı''
tanım denemesinin edebiyat-erk, toplumsal konum ve erk arasın­
daki ilişki açısından olası sakıncalarını dile getirirler.
Kanımca, bu yararcı tanım denemesi kapsamında dile getiril­
mesi gereken bir başka önemli yön, böyle bir yaklaşımın yol açtı­
ğı yazınsal koşunlandırımdır (kanonlaştırımdır). Özellikle siyasal
yönetim erkini elinde bulunduranların eğitsel önlemlerle edebiyat­
ta da ''koşun'' oluşumunu sağlayabilecekleri veya bunu yapmaya
çalıştıkları bilinen bir şeydir.
Baasner ve Zens'in vurguladığı bir başka nokta ''edebiyat ile
dil'' arasındaki dolaysız bağdır. Dili temel alarak, yazınsal yapıt­
lar, ''tümlenmiş, bağıntılı, yazılı olarak bulunan ve yeniden üreti­
lebilen dilsel bildirimler'' olarak belirlenir.
Sözel anlatı geleneğinin de yazınsal evrimde etkin olduğunu
belirten bilimcilere göre, dili temel alan yukarıdaki tanım dene­
mesi, ''daha geniş ve betimleyici'' bir yazın tanımına olanak
vermektedir.

Edebiyatın Birincil Özelliği Kurgudur

Edebiyata ilişkin daha kesin belirtilerden yola çıkıldığında ''dar


anlamda'' yazın kavramının başlıca ölçütleri arasında öncelikle
''kurgusallık'' gelir. Kurgu, kavramını yukarıda yeterince açıkla­
maya çalıştığım için, burada daha fazla ayrıntıya girmiyorum.
Bu iki yazın-bilimci, yazın kuramında artık genel olarak payla­
şılan bir bilgi anlamında edebiyatın ''deneysel gerçeklikle dolaysız
olarak ilişkilenen '' sav-sözler üretmediğini, dolayısıyla '' belli bir
göstergesi'' olmadığını dile getirirler. Edebiyat belli göstergeler
üretmez. Yazın, özerktir. Yazınsal anlatımlar, sözceler, her zaman
kendileriyle ilişkilenirler, bağlantılanırlar. Salt kendisiyle ilişkilen­
me ya da bağıntılanma '' öz-gönderge'' olarak adlandırılır. Bura­
dan da yazınsallığın özelliklerinden biri olarak '' öz-göndergesel­
lik '' türetilir.
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBİYATA BAKIŞI 365

Edebiyat, görgün dünyayla ilintilendirilen belli göstergeler


üretmek yerine, ''kurgu'' üretir. Kurgu, konu ve olaylara ilişkin
''öyle gibi'' , ''sanki öyle gibi'' duygusu ya da izlenimi yaratır.
Kurgu nedeniyle, edebiyat, olabiliri, olasılığı anlatır.
Edebiyatın kurduğu dünyanın, kahramanların ve olayların
gerçek olup olmadığı sorulmaz, sorunlaştırılmaz. Buna edebiyat
kuramında ''kurgu uzlaşımı/sözleşmesi'' de denir. Kurgu(sallık),
yazınsallığı oluşturan özelliklerin en önemli öğesidir.

Yazınsal Metinlerin İkinci Önemli Özelliği, Anlam-Açıklığıdır

Baasner ve Zens'in yaklaşımı uyarınca, yazınsal metinlerin


bir başka başat özelliği ''anlam açıklığı '', bir başka deyişle, anla­
mın açık-uçlu olmasıdır. Bir yazınsal metnin sav-sözü, o yapıtın
tümünden çıkan anlamdan anlaşılır. Anlam, yukarıda da vurgu­
landığı gibi, parça-bütün ilişkisi, hatta bağımlılığı içinde görülür­
leşir. Bununla birlikte yazınsal metinlerin anlamı açık seçik değil­
dir; bir başka anlatımla, yazınsal metinler, ''tek-anlamlı'' ya da
''düz-anlamlı'' değildir.
Yazınsal metinler, takınılan tavra, yaklaşıma ve güdülen ereğe
göre anlamlandırılabilir; çünkü ''çok-anlamlıdırlar. '' Yazınsal
metinlerin ''anlam ilintisi miktarı sınırsızdır. '' Bir başka söyleşiyle,
yazınsal metinler istenildikleri kadar yeni anlam ilişkilerine ya da
bağlamlarına sokulabilirler.
Bu iki bilimciye dayanarak, ''anlamın'' şu anlamlarda anlaşıl­
dığını ve kullanıldığını belirtmeliyim: Anlam, birincisi, metnin iç
ya da mantıksal tutarlılığı olarak anlaşılır; ikincisi, ''bir deneyim
dünyasında göndergeselleştirilebilirlik '' olarak kullanılır. Buradan
da yazınsal metinlere ilişkin bir başka özellik olan ''göndergesel­
leştirilebilirlik '' türetilebilir.
Öz-göndergesellik ile göndergeselleştirilebilirlik kavramları
karıştırılmamalıdır. Öz-göndergesellik kavramını daha önce yete­
rince açıklamaya çalıştım. Bu yüzden ona değinmeden gönder­
geselleştirilebilirlik kavramını kısaca açıklamak yararlı olabilir.
Göndergeselleştirilebilirlik, alımlayıcının yapıtın öz-göndergesel-
366 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

liği çerçevesinde kendince kurguladığı ya da tasarımladığı gönder­


gesel bağıntıları anlatmak için kullanılır.
Bu yazın-bilimciler, ''anlam açıklığı '' kavramını, ''çok-anlamlı­
lık '' ile eş-anlamlı olarak ya da onun yerine kullanırlar.

Edebiyat ve Deneyim Dünyası, Çözümlenemez


Bir Gerilim İlişkisi İçindedir

Edebiyat ve ''deneyim dünyası'', bir başka deyişle gerçek dünya


sürekli olarak ''çözümlenemez bir gerilim ilişkisi'' içindedirler.
Yazınsal metinler, gerçek dünyanın ürünleri olmalarına karşın,
gerçek dünyanın ölçütlerinden uzaklaşırlar.
Metin ile gerçeklik ilişkisi, ''gerçekte olan ve yazınla ilişkilenen
olay/eylem '' anlamında deneysel dünya ile ''özgün araçları olan
simgesel anlatım arasındaki çok-katmanlı karşılıklı ilişki '' olarak
değerlendirilir. Bu ilişki, kısaca, ''görgün dünyanın edebiyatta
temsili'' olarak adlandırılabilir.
Edebiyat her zaman ''uydurulmuş'' bir dünyayı gösterir. Bu
kapsamda ''mimesis '', bir başka söyleyişle, doğanın ya da dene­
yimlenebilir gerçekliğin öykünmeci anlatımı ile ''poiesis'' , diyesi,
yazınsal kurgulama, çeşitli yazın geleneğinde ya da programında
farklı değerlendirilir.
Edebiyatın kurgu ürünü, estetikleştirilmiş nesne olmasına
karşın, yazınsal metinleri anlayabilmek için ''günlük bilgiler''
de gereklidir. Günlük bilgiler, aynı zamanda ''uzlaşımlaştırılmış
göstergelerdir. ''

Edebiyat, Bilginin Tümlenmemişliğini Gösterir

Uzlaşımsallaştırılmış göstergeler, yazınsal alanda tekil anlam­


larıyla kullanılamazlar. Yazınsal iletişimin özgülükleri gözetilmek
zorundadır. Buradan yola çıkarak, ''edebiyat bilginin tümlen­
memişliğini gösterir '' saptaması yapılabilir. Tümlenmemişlilik,
yazınsal metinlerin sürekli olarak yeniden okunmasının nedeni ve
anlatımı olarak görülebilir.
BAZI FILOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 367

Yazınsal metinler de kendi içlerinde genel söylem içinde ''parça


söylem'' , tutum alışlarına göre, ''karşıt söylem'' olarak nitelen­
dirilebilir. Michel Foucault ve Derrida'nın katkıları başta olmak
üzere, Fransız düşünce birikimine dayanarak, yazınsallığın bir
özelliğinin de ''söylemsellik '' olduğu söylenebilir.
Edebiyatta ya da edebiyat yoluyla bir toplumun ''kolektif bilgi
varlığı'' oluşturulur, korunur, aktarılır ve sınanır. Edebiyat, kültü­
rel belleği taşır, besler: Bu yüzden de '' kültürellik '' özelliği ya da
işlevi taşır.
Bu iki yazın-bilimci, daha önce pek dile getirilmeyen bir kavra­
mı sezinletirler. Bu kavram, ''dolayım''dır. Edebiyatın malzemesi
ve dolayımı olan dil, bilgileri saklar, aktarır, biçimler ve bu sırada
kendisi de biçimlenir.
Edebiyat bir başına kendisini aktaramaz. Aktarmak için bir
dolayımı gereksinir. Bu yönüyle edebiyat dolayımsaldır. Bundan
dolayı da yazınsallığın özelliklerinden biri de ''dolayımsallık'' ola­
rak belirlenebilir.
Tarihin her döneminde, egemen anlayışın yönlendirdiği edebi­
yata ilişkin uzlaşımlar olmuştur. Yazarların ve okuyucuların yazı­
na ilişkin bilgilerinden etkilenen bu uzlaşımlar, ''estetik biçimleri
ve yöntemleri'', hatta yazınsal türleri büyük ölçüde belirlemiştir.
Dolayısıyla, yazınsallığın bir özelliği de '' uzlaşımsallık '' olarak
belirlenebilir.
Böylece, yazınsala ve yazınsallığa ilişkin çeşitli düşünür, bilim­
ci ve/veya yazar tarafından geliştirilen felsefi-kuramsal bilgi biri­
kimini ortaya çıkarmaya ve tartışmaya açmaya yönelik gezintiyi
tamamlamış olduk.
Görüleceği üzere, irdelediğim temsili düzeyi yüksek yazın-ku­
ramsal metinlerde çoğu kavramlarda bir ''uzlaşım'' gerçekleşmiş
durumdadır. Bu, yazın-kuramının evriminin süreklileşmesi bakı­
mından önemli kazanımdır.
Söz konusu yazın-kuramsal irdeleme gezisi, ayrıca, bazı kav­
ramların yinelendiğini de açığa çıkarmıştır. İrdelediğim yazın­
kuramsal metinlerin içerik bütünlüğünü belirginleştirebilmek açı­
sından, söz konusu yinelemeler kaçınılmaz olmuştur.
368 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

Bütün bunlar, yazın kuramında ''öznel genellik'' ve ''özneler-a­


rasılık'' kavramları yoluyla üzerinde görüş-birliğine ulaşılmış olan
birçok bilgi ve bulgunun yerleştiğini ortaya koymaktadır. Bu bilgi
ve bulgular temelinde daha verimli bir tartışma yürütmek artık
kolaylaşmıştır.

il. 14. Winko/Jannidis/Lauer36,


''Tarih ve Sanatsal Anlatım'' ve Yazınsallık

Yazınsal Metinlerin Ayırıcı Özellikleri Nelerdir?

Simone Winko/Fotis Jannidis/Gerhard Lauer, ''Tarih ve Sanat­


sal Anlatım'' adlı irdelemelerinin ''Kuramsal Tartışmalarda Yazın
Kavramları ve Nesne Belirleyimleri'' bölümünde edebiyat kavra­
mının, ''kullanıldığı bağlama'' göre tanımlandığını belirlemiştir.
Anılan yazarlar, edebiyata ve edebiyat bilimine ilişkin tartışmalar­
da şu dört sorunun öne çıktığını saptamışlardır.
1 . Edebiyata hangi özellikler atfedilmektedir?
2. Yazınsal metinler diğer metinlerden nasıl ayırt edilmektedir?
3 . Edebiyat kavramı ne kadar geniştir ya da bu kavramın içine
neler girmektedir?
4. Edebiyat biliminin nesnesi nasıl belirlenmektedir?
Bu dört temel soru kapsamında geleneksel edebiyat anlayışı­
nın yetersiz kaldığını savlayan yazarlar, yapısalcı, alımlayıcı, top­
lumsal-tarihselci, görgün edebiyat bilimci, söylem çözümlemeci,
yeni-tarihselci ve kültür bilimselci yaklaşımları eleştirel irdele­
yerek, daha geniş bir yazın anlayışını öne çıkarırlar. Söz konusu
bilimci ya da araştırmacılara göre;
1 . Edebiyat kavramının kapsamı '' dar'' ile ''geniş'' kutbu ara­
sında devinebilir. Bir başka anlatımla, edebiyat, geleneksel anla­
yışla ''dar'' anlamda da, yeni bir anlayışla ''geniş'' anlamda da
tanımlanabilir.

36 Simone WINKO/Fotis JANNIDIS/Gerhard LAUER: " Geschichte und Emphase. Zur


Theorie und Praxis des erweiterten Literaturbegriffs -Tarih ve Sanatsal Anlatım. Ge­
niş Anlamıyla Yazın Kavramının Kuramı ve Edimi-''; (içinde): Jürn GOTTSCHALK/
TILMANN KÖPPE (Hrsg.): ''Was ist Literatur. Basistexte Literaturtheorie"; Mentis,
Paderborn, 2006, s.123- 154
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 369

2. Yazın kavramları ''ölçüncü'' (normatif) ya da '' betimleyici''


olabilir.
3 . ''Estetik nitelik boyutu'' geniş anlamıyla anlaşılabilir. Estetik
nitelik, bir yandan yazınsal metinlerin içinde bulunulan andaki
etki gücünü, yazınsal deneyimi olanaklılaştırma özelliklerini erek­
leyebilir. Öte yandan da estetik nitelik, yazınsal metinlerin tarihsel
olarak yeniden oluşturucu özelliklerinin toplamı olarak anlaşıla­
bilir. Birinci durumda '' ölçün'' (norm) söz konusudur. Bir başka
anlatımla, yazınsal metinlerin arasından bazıları estetik bakımdan
daha değerli olarak öne çıkarılabilir. İkinci durumda betimleme
söz konusudur. Bir başka anlatımla, bir yazınsal metnin estetik
niteliklerine yönelik her ilişkilendirme, ille de ölçüncü bir yazın
kavramı gerektirmez.
4. Edebiyatın tikel işlevselliği hakkında olumlayıcı ya da olum­
suzlayıcı bir tutum takınılabilir. Olumlayıcı tutum, kendisini tekil
ve sadece edebiyat tarafından ortaya koyulacak bir başarımdan
yola çıkan sanatsal edebiyat kavramında gösterir. Olumsuzlayıcı
tutum, edebiyatı, sıradan bir kültür ürünü olarak, başarımını da
sıradan bir kültürel başarım olarak değerlendirir.
Yukarıda sadece kuramsal çıkarımları bakımından aktardığım
bulgular, edebiyatın tek bir tanımı olamayacağını, buna bağlı ola­
rak yöntemsel zorlukları olduğunu, çıkarımlarının kesinlik savının
görecelileştirilmesi gerektiğini, dolayısıyla da özellikle edebiyat
biliminin bir bilim alanı olarak kendisini sürekli yeniden tasarım­
lamak ve yapılandırmak zorunda olduğunu ortaya koymaktadır.
Batıda tartışılarak, edebiyat ile ilgili '' belirsizlikler'' belirginleş­
tirilmeye çalışılırken, Türkiye'de yeterince tartışılmadığı için, söz
konusu ''belirsizlik'', bütün yönleriyle açığa çıkmaktadır.
Öncelikle üniversite çevreleri, bir araştırma alanı olarak sıkça
yazın-bilim kavramını kullanmakla birlikte, araştırma ve çözüm­
leme nesnesi yazınsal metinler olan gelişkin bir bilim dalından,
diyesi, yazın-bilimden söz edebilmek iyice zorlaşmaktadır. Çünkü
bütün alanlarıyla kuramsallaştırılmış bir yazın-bilimin de, her
bilim dalı gibi, en azından bazı koşulları karşılaması gerekir. Bu
koşulların başında;
370 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAM! 1 -
-

• Kuram,
• Yöntem(ler),
• Terminoloji,
• Bulgular veya çıkarımlar
gelir.
Bir başka anlatımla, yazın bilimin özgün kuram(lar)ı, yöntem­
leri, Türkçe terminolojisi ve bulguları/çıkarımları olduğu düşünü­
lür veya kabul edilir. Fakat durum sanıldığı gibi değildir; Türki­
ye'de özellikle kuram ve terminoloji alanında görülür bir boşluk
vardır. Söz konusu boşluk, ancak edebiyat alanında dünyadaki
kuram üretiminden de yararlanarak, düşünsel derinlikli ve kap­
samlı tartışmalar yürüterek doldurulabilir.

il. 1 5 . Gregory Jusdanis:


''Kurgu Hedef Tahtasında'' ve Yazınsallık

Edebiyat, İcat Edilmiş Biçimlerin Mekanıdır

Gregory Jusdanis ''Kurgu Hedef Tahtasında-Edebiyatın Savu­


nusu''nun ''Kitabın Otobiyografisi ''37 bölümünde sanat ve ede­
biyat ile ilgili alanın ''icat edilmiş bir dünya '' olduğunu belirtir.
Yazarın burada ''icat edilmiş dünya '' anlatımını, kurgulanmış
dünya anlamında kullandığı ve böylece sanatın edebiyatın özsel
niteliğinin ''kurgu'' olduğunun altını çizdiği açıktır.
Jusdanis'in aynı yerdeki belirlemesi uyarınca, ''edebiyatın
parabatik kapasitesi, icat edilmiş bir dünyayla gündelik dünya
arasındaki sınıra ışık tutar. '' Özerk bir estetik alan olan edebiyat,
''toplumsal olanla iç içedir. '' Parabasis kuramına göre, sanatsal
üretim ''biçimsel bir yaratıdır. '' Dolayısıyla parabatik, ''estetik
betimleme ile doğa, sanat ile ampirik gerçeklik, kültür ile siyaset
arasında süregiden düetle'' ilgilenir.
Bu yazarın açımlaması uyarınca, yazınsal gerçeklik, hem
bağımlıdır, hem de bağımsız. İnsanlık tarihi kadar eski olan ede-

37 Gregory JUSDANİS: " Kurgu Hedef Tahtasında- Edebiyatın Savunusu''; çeviri: Çiçek
Öztek, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 201 0
BAZI FİLOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 371

biyat, ''toplum içinde kök salmış ve siyasi mücadelelere, ekono­


mik düzenlemelere maruz kalmış toplumsal bir kurumdur. '' Öte
yandan, edebiyat sanatsal özerkliğini korumak amacıyla, her
türlü dilsel, toplumsal ve kültürel bağlayıcı kuraldan uzak durur.
Edebiyatın dünyayı sürekli ''yeniden inşa edebilecek bir hareket
alanı '' vardır. ''Böyle bir özgürlük, ancak rüyalarda ve delilikte
bulunur. '' Edebiyat, ''doğru söylediğini iddia eden kurgudur. Biz
de onun hakikatlerine bel bağlarız. ''
Jusdanis'in deyişiyle, edebiyat, ''icat edilmiş biçimlerin meka­
nıdır''; yaşam ile yaşama benzer şeyler arasındaki ''farklılıkla­
rın'' deneyimlendiği yerdir; ''daimi/iğin ve metamorfozun yeri­
dir. '' Edebiyat, ''doğrulanabilir bir gerçeklik ile onun çarpıtılmış
yeniden üretimi arasındaki gerilim '' üzerine düşünmeyi özendirir.
Gündelik gerçek ile ''hayali olanı'' ayrımlaştırmayı kolaylaştırır.
Yeni bir şey düşünebilme, yeni bir şey tasarımlama ve kurgula­
ma, ''bir başkasının zihninin içine girebilme ve yeni bir dünya
için savaşabilme '' gücünü yükseltir. Dolayısıyla, edebiyatın işlevi,
''seçenek insan ilişkilerini ve siyasal kurumları hayal edebileceği­
miz ayrı bir insan pratiğini'' öne çıkarmaktır.
Jusdanis, anılan yapıtının ''Hikaye Edilen Bir Varoluş'' bölü­
münde edebiyat açısından ilkesel bir soru olan ''insanlar niçin
kurgu okur? '' sorusunu tartışır. Bu kapsamda romanın aslında
bir ''hikaye'' olduğunu belirten bu yazara göre, sanat, insanın
''yaşamda kalmasını'' sağlar.
G. Jusdanis'in aktarımı uyarınca, Mark Turner ''Ebedi Zihin''
(The Literary Mind) adlı yapıtında zihne ''edebi bir nitelik '' yük­
ler; çünkü zihin ''sürekli anlatılar biçimlendirerek ve sonra onları
başka anlatılara yansıtarak işler. '' Anlatıları kurgulamak ve dilsel­
selleştirmek, insana özgü bir etkinliktir.
Jusdanis, Alman düşünür ve drama yazarı Friedrich Schiller'e
dayanarak, oyun oynamanın insanı insanlaştırdığını öne sürer.
Bu öne-sürüm, Wittgenstein'ın daha önce konulaştırdığım birçok
önermesinin bu yazarca da üstlenildiğini ve işlevselleştirildiği­
ni göstermektedir. Yazarın vurguladığı bir başka nokta, sanatın
kendi özerklik ve özgürlük alanını yaratmaya yetenekli oluşudur:
372 DiL FELSEFESİ-EDEBiYAT KURAMI - 1 -

''Sanat ne yapmak isterse, onu yapar; kendi dünyasının dışındaki


ilkelerle sınırlandırılamaz. ''

Sanatsal/Yazınsal Beğeni Nedir?

Jusdanis'in anılan kitabının ''Sanatın Savunusu'' bölümündeki


belirlemeleriyle, yazınsal hakikat savlarının ''kendine göre geçer­
liliği vardır. '' Modernite sanatı, dolayısıyla da edebiyatı ''uzman­
laştırmış '' ve uzmanlaşma da piyasalaşmaya veya ticarileşmeye
ortam hazırlamıştır.
Dış koşullardan kaynaklanan her türlü olumsuzluğa karşın,
yazarın anlatımıyla, şiir ''kendi dünyasını kurar; hakikat iddiasın­
da olan kurgular yaratır. '' Yazarın, kitabının ''Estesizmin Cazibe­
si'' bölümündeki anlatımıyla, sanat ''kurgular yaratmak suretiyle
gerçekliğin baskılarını bertaraf ederek '', insanın gerçekliği, ''biçim
üzerinden daha iyi anlayabileceği '' düşüncesini yayar. Böylece,
biçimin gerçekliği, ''duyuların gerçekliğinden daha hakiki hale
gelir'' veya sanat, ''bunun böyle olduğunu '' savlar.
''Sanat ve Adalet'' bölümünde güzelliğin egemenlerce ''lekelen­
diğini'' öne süren Jusdanis'e göre, beğeni veya zevk, ''sonradan
kazanılan, kültürel metaları ayırt etme ve takdir etme beceri ve
bireylerin kendi toplumsal konumlarını belirlediği ve sağlamlaş­
tırdığı bir ayrım sürecidir. ''
Jusdanis, ''Sınırların Ortadan Kaldırılması'' bölümünde esteti­
ğin ''görülmez duygu, izlenim ve duyu ağları '' ile insanları birbi­
rine bağlayarak, ''toplumsal bir mutabakat'' oluşturan büyük bir
güç kazandığını öne sürer.
Yazar ''Organik Sanat'' bölümünde estetik özerkliğin eleştiri­
sinin ''sanatın ayrışmasının eleştirisi'' olduğunu dile getirir. Özerk
sanat, ''yapılmış bir şeydir'' diyen Jusdanis'e göre, özerklik, ''sana­
tın günümüzde olası tek durumudur ''; sanatsal özerkliğin ''temel
nitelikleri öz-düşünüm ve mesafedir. '' Sanat, ''duyumsanabilir
olanın, estetik bir amaç uğruna insan tarafından işlenmesidir. ''
Bu sanat tanımlaması uyarınca, edebiyat duyumsanabilir ola­
nın, dilde ve dil dolayımıyla estetik bir amaç uğruna yazar tara-
BAZI FILOZOFLARIN VE KURAMCILARIN EDEBiYATA BAKIŞI 373

fından işlenmesi olarak tanımlanabilir. Burada şu dört öğe öne


çıkarılabilir: ''duyumsanabilir olan'', ''duyumsananı biçimleyen
ve dolayımlayan dil''; ''estetik amaç'' ve bütün bunları düzenleyen
ve anlatılaştıran ''yazar. ''
Edebiyat, insanı ''sahici'' bir yere götürmek yerine, ''yapı­
lı olanla gerçeğe benzeyen arasındaki gerilimde sahneye çıkar. ''
Böylece, okurlara ''dünyayı bilmenin hakikat ve kurguyla bir etki­
leşime geçme meselesi'' olduğunu anımsatır.

Sadece Özerk Sanat Muhalif Olabilir

Jusdanis, ''İki Özerklik Üzerine'' bölümünün ''Kant Estetiği''


adlı ara-başlığı altında sanat yapıtı hakkında şu önemli belirleme­
yi yapar: ''Karşımızda duran esere kendimizden bir şeyler veririz;
karşılığında onun bizi etkilemesine izin veririz ki takdir edilelim. ''
Bu değerlendirmenin ''kamusal'' olduğunu öne süren yazar, ''eser
bizi başkalarının yargılarına karşı özel duygularımızı dışa-vurma­
ya, bir yandan da onları ortak hedefleri, amaçları olan duygusal
bir topluluğun üyeleri olarak hayal etmeye zorlar'' saptamasını
yapar.
Jusdanis, Jan Mukarovski'ye dayanarak, bir sanat yapıtının,
toplumsal alanda kurulmuş olan ''bir estetik normun geçmiş ve
gelecekteki durumu arasında gidip geldiğini'' dile getirir. Böylece,
bütün sanat yapıtları, ''estetik ötesi değerler taşır. ''
Estetik ötesi değerler taşıyan yapıtların bütünü ve üretimi ola­
rak sanat, yazarın ''Sadece Özerk Sanat Siyasi Olabilir'' bölümün­
deki öne-sürümü uyarınca, ''baskıcı sistemlerin eleştirisini'' ola­
naklılaştırır. Sanatsal özerklik veya bağımsızlık, var olan durumla­
rı ''değiştirme'' bilincini ve kararlılığını özendirmiştir. Bu nedenle,
''sadece özerk sanat muhalif olabilir. '' Sanat, ''metamorfozdur'';
''değiştirme'' becerisidir; insanı dünyayla ''etkileşmeye'' çağırır.
Jusdanis, ''Gerçek Olanla Olmayan Arasındaki Fark Olarak
Edebiyat'' bölümünde edebiyatı, ''hayat ile kurgu arasındaki farkın
altını çizmek'' olarak tanımlar. Edebiyatın varlığı, yazarın belirleme­
siyle, ''kendi biricikliğini, hayattan farklı oluşunu göstermekle ilin-
374 DİL FELSEFESi-EDEBiYAT KURAMI 1
- •

tilidir. '' Edebiyatın temsilleri, ''dünyanın içinde kaybolmadan dün­


yanın yerine geçer''; çünkü edebiyat, ''temsil ile gerçeklik arasındaki
farka işaret eder. '' Edebiyat, ''dünyanın gizli güzelliğini'' açığa çıka­
rır ve bilinen şeylerin/nesnelerin ''yeni bir gözle görülmesini'' sağlar.

Edebiyat, Olgusal ile Kurgusal Arasındaki Sınırın


Bulanıklığını Anımsatır

Yazarın ''Sınır Olarak Edebiyat'' bölümündeki açımlaması


uyarınca, edebiyatın görevi, gerçek ile yaratılmış olanın, bir başka
deyişle, olgusal ile kurgusal olanın arasındaki sınırın ''bulanık
ve keyfi '' olduğunu anımsatmaktır. Edebiyat, gerçeklik ile kurgu
arasındaki ''uçuruma'' ışık tutar; çünkü kendisi de ''yaşamını sür­
dürmek için o uçurumu '' gereksinir. Yazınsal anlatı, imge ile ger­
çeklik, ''sanat olan ile sanat ·olmayan arasındaki etkileşimidir. ''
Sanat/edebiyat, ''olgu ile kurgu arasındaki sınırı hem sürdüren,
hem de bu sınırın kaçınılmazlığını vurgulayan şeydir. ''
'' Yazmak, toplumsal bir etkinliktir; gündelik edimlerde saklı
duran estetik anlamı bulma yolunda sarf edilen ortak çabadır ''
diyen Jusdanis'e göre, yazmak aynı zamanda ''ayırt etme'' süreci
ve yeterliliğidir; ''özel ile sıradanı birbirinden ayırmanın yoludur. ''
Bu bağlamda şu açımlamalar yapılabilir: Bertolt Brecht'in
''epik tiyatro kuramı'' uyarınca, biçimlemenin olduğu her yerde
ayrıksılaştırma vardır. Her sanat gibi, edebiyat da yaşamı ayrıksı­
laştırır; olgusal ile kurgusalın etkileşimini ve geçişkenliğini görü­
lürleştirerek, olgu ile kurgu arasındaki ara durumlara ışık tutar.
Yazarın deyişiyle, ''özel yordam/arıyla, unutulmuş veya pek az
fark edilen olaylara, kişilere, şeylere ışık tutar. ''
Jusdanis'in ''Edebi Fark'' bölümündeki saptamasıyla, bir
ayrıksılaştırma edimi olan edebiyat, estetik ve deneysel düzen­
ler arasındaki ''sınırı'' koruyarak, ''bizim bu gerçeklikle aramıza
bir mesafe koymamıza, onu eleştirmemize ve nihayetinde değiş­
tirmemize yarar. '' Edebiyat, ''figürasyonu '' kullanarak, okurun
gerçeklikle arasına ''mesafe'' koymasına ortam hazırlar. Yukarıda
vurguladığım gibi, Bertolt Brecht'in ''epik tiyatro'' anlayışının da
kaynağı olan ''mesafe koyma '' , eleştirinin ön-koşuludur.
BAZI FİLOZOFLAAIN VE KUAAMCILAAIN EDEBİYATA BAKIŞI 375

Söz konusu yaklaşım, yazarın deyişiyle, bazen yazınsallık veya


edebilik, bazen ''yapı-bozum'', bazen de ''metaforsallık'' olarak
adlandırılmıştır. Bütün bu kavramlarla anlatılmak istenen şudur:
Edebiyat, ''dilin düz-anlamsal doğasını '' devindirir; böylece, ''gös­
tergenin söylediğinden başka bir anlama işaret etmesini, anlamı
ötelemeyi sağlamaya '' çalışır.
Edebiyatın ''biricikliği'' veya tikelliği, yazarın anlatımıyla,
''figürasyonu öz-bilinçli bir şekilde konuşlandırmasından çok,
bu konuşlanmayı kullanma biçiminde yatar. '' Söz konusu biçim­
ler, okurun ayrım yapma veya ayrıştırma yeterliliğini artırmayı
amaçlar. Edebiyat, toplumun, daha açık deyişle, toplumsal düze­
nin ''seçeneklerini'' yaratma bilincinin gelişmesine ortam hazırlar.
Her sanat gibi edebiyat da ''kurgu üretme deneyimini '' öne çıka­
rır ve çoğaltır. Edebiyat kendini ''bir inşa süreci'' olarak görür
ve ''doğal dünyayla kaynaşmayan yapaylığı teşvik eden bir uzam
olarak ayrıştırır. ''
Jusdanis'in belirlemesiyle, edebiyat, ''özerkliğe sahip olduğu
'tarihsel' (vurgu yazarındır) koşullarda, gerçek dünya ile yara­
tılan dünya arasındaki ilişkiyi kendine dert edinmiştir. '' Böyle
yaparak da bu ilişkiyi ''epistemolojik ve estetik bir dinamiğe
dönüştürmüştür. ''
Edebiyatın ''deneyimle örtüşmeme yetisi, onun yapısal bağım­
sızlığıyla ilgilidir. '' Bir sanat dalı olan edebiyat hem bağımsızdır,
hem de toplumsal bir olgudur. Edebiyatın okurlarına kazandır­
dığı mesafe koyma yeterliliği, ''gerçeklikten biraz uzaklaşarak, o
gerçeklik üzerine derinlemesine düşünme ve sonra da onu değiş­
tirme'' gücüne dönüşür. Edebiyat, bir yandan ''kurgunun kullanı­
mını azami ölçüde '' özendirir. Öte yandan, ''kendisinin bir kurgu
alanı olduğunu açıkça savunmak suretiyle, sadece gerçek evren­
le kesiştiği durumlarda bir anlam ifade eden alternatif bir evren
yaratır. '' Sanatta deneyimlenen söz konusu yeti, ''yaratıcılık'' ola­
rak adlandırılır.
DİZİN

Altan, Ahmet 3 1 Derrida, J. 274, 313, 332, 333, 334, 335,


Ariosto 85 336, 337, 338, 367
Aristophanes 125 Diomedes 283
Aristoteles 6, 126, 344, 346 Dionysius (Halikarnaslı) 126
Aruoba, Oruç 1 50, 153 Dwight, D . 358
Assmann, Jan 25
Austin, John L. 159, 195, 196, 197, 2 1 9, Eagleton, Terry 348, 349, 350, 35 1 , 352,
227, 239, 240, 26 1 , 262 353, 354, 356, 357
Ecevit, Bülent 23
Baasner, Rainer 363, 364, 365 Eco, Umberto 10
Bakhtin, Mihail 254, 361 Ehrlich, Konrad 24 7, 248
Barthes, Roland 4, 5, 9, 1 0, 24, 145, 249, Eichenbaum, Boris 274, 297, 300, 302,
249, 250 304, 308
Baydar, Oya 3 1 , 268 Ellis, John 352
Erlich 300, 301, 302, 304, 306, 307, 309,
Benjamin, Walter 208, 209, 210, 2 1 1 , 212,
3 10, 3 1 1
213, 214, 215, 216, 2 1 7, 2 1 8
Erlich, Victor 299
Benjamin, Walter 208, 209, 2 1 1 , 212
Bloomfield 7
Fichte, ]. G. 127
Brecht, Bertolt 299, 305, 306, 321, 374,
Fischer-Lichte, Erika 253, 261
375
Fodor, Jerry 193
Buss, Mareike 2 1 9, 227, 228, 229, 230,
Foucault, Michel 24, 274, 338, , 339, 340,
23 1 , 232, 233, 234, 235, 237, 238,
34 1 , 342, 343, 367
243, 251
Frege, Gottlob 32, 1 6 1 , 1 83, 1 84, 1 85,
Bühler, Kari 6, 8 1 86, 1 8 7
Büyük İskender 128
Gasche 337
Chlebnikov 297, 3 1 3 Genette, Gerard 29, 30, 3 3 1
Chomsky 7, 33, 145, 1 72, 1 89, 1 90, 1 91 , Gibbon 325
192, 193, 1 94, 204, 219, 233 Goebbels 22
Croce, Benedetto 204 Goethe, ]. W. 85, 125, 346
Croce, Benedetto 204 Goffman, Erwin 252, 253, 260
Culler, Jonathan 354, 355, 356, 357, 358, Grice, Paul 32
359, 360, 36 1 , 362, 363 Günthner, Susanne 251, 252, 253, 254,
Currie, Gregor 332 255, 256

Dante 85 Hadot, Pierre 157


de Man, Paul 336 Haller 85
de Saussure 5, 6, 9, 10, 1 1 , 33, 42, 107, Hamann 213, 215
135, 136, 140, 141, 142, 143, 144, Hameister, Hans Joachim 263
145, 146, 147, 148, 149, 157, 1 7 1 , Harrmund 243
194, 2 1 9, 221 , 225, 244, 296 Hegel, Friedrich 6, 26, 28, 33, 4 1 , 42, 1 2 1 ,
Demosthenes 84 122, 1 3 1 , 132, 133, 134, 1 36, 1 3 7,
378 DiL FELSEFESi-EDEBiYAT KUAAMI - 1 -

138, 139, 140, 1 51 , 157, 1 60, 267, Marty, Anton 309


268, 269, 270, 271, 272, 273, 274, Marx, Kari 6, 272, 299, 305
275, 276, 277, 278, 279, 280, 281, Mayakovski 297
282, 283, 284, 285, 286, 299, 308, Mcluhan, Marshall 20
309, 313, 321, 323, 349 Medvedev 298
Heidegger, Martin 22, 1 82, 269, 270, 271, Mehmet Rifat 4, 10, 28, 29, 30, 343, 344
278 Mevlana 3 1
Heine, Heinrich 296 Mori, Mitsuya 259
Homeros 82, 90, 127, 129, 283, 341, 354 Mukarovski, Jan 315, 373
Humboldt, Wilhelm von 4, 5, 6, 22, 23, 33, Musa 1 64
34, 35, 36, 37, 38, 39, 40, 4 1 , 42, 43, Müller, Solvejg 295
44, 45, 46, 47, 48, 49, 50, 52, 54, 55,
56, 57, 58, 59, 60, 6 1 , 62, 63, 64, 65, Nazım Hikmet 64
66, 67, 68, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 75, Nedim Gürsel 268
76, 77, 78, 79, 80, 8 1 , 82, 84, 85, 86,
Nerval, Gerard de 342
87, 8 8 , 89, 90, 9 1 , 92, 93, 94, 95, 96,
Nietzsche, Friedrich 1 99, 287, 288, 289,
98, 99, 100, 1 0 1 , 102, 103, 104, 1 05,
290, 291, 293, 294, 295
106, 107, 108, 109, 1 1 0, 1 1 1 , 1 1 2,
Novalis 313
1 1 3, 1 1 4, 1 16, 1 1 8, 1 1 9, 120, 1 2 1 ,
Nünning, Ansgar 296
122, 124, 125, 126, 127, 128, 129,
1 30, 1 3 1 , 1 32, 137, 140, 144, 145,
Ohnesorg, Benno 263
157, 160, 166, 171, 1 74, 1 82, 1 89,
Orhan Veli 32, 208
193, 1 94, 200, 204, 208, 209, 225

Jakobson 297, 30 1 , 307, 308, 309, 3 1 0, Pamuk, Orhan 268


31 2, 313, 314, 315, 316, 349, 358, Pierce, Charles 9
359 Pir Sultan 23
Jameson, Fredric 4, 297, 299 Platon 6, 84, 127
Jannidis, Fotis 368
Jirmunski, Victor 274, 297, 301, 303, 308, Ricoeur, Paul 10, 25, 28, 30, 343, 344,
309 345, 346, 347, 348
Jusdanis 370, 371, 372, 373, 374, 375 Roman Jakobson 8, 28, 33, 1 34, 274, 298,
]usdanis, Gregory 3 70 300, 306, 307, 3 1 2, 349, 358
Roussel, Raymond 342
Kant, !. 1 00, 127, 199, 275, 276, 287, 290, Russell, Bertrand 32
294, 295, 301, 302, 308, 309, 3 1 3,
322, 350, 360, 361, 373 Sapir, Edward 5, 6, 22, 23
Kierkegaard, S. 216 Sartre, Jean-Paul 301, 3 1 7, 3 1 8, 3 1 9, 320,
Klemperer, Victor 14, 15, 1 6 321, 322, 323, 336
Klopstock 85 Scharloth, Joachim 258, 259, 260, 261,
Kristeva 361 262, 263, 264, 265, 266
Schelling Kardeşler 12 7
Lauer, Gerhard 368 Schiller, Friedrich 346, 3 71
Lenneberg 7 Schlegel, A. W. von 89
Lewandowski, Theodor 6, 259 Schmitz, Ulrich 248
Liedtke, C. Frank 219, 227, 238, 239, 240, Schneider, ]. G. 2 1 9, 218, 220, 221 , 222,
24 1, 242, 243, 251 223, 224, 225, 226, 227, 238, 243,
251
Maletzke, Gerhard 8 Searle, John Rogers, 33, 146, 159, 1 72,
Mallarme 3 1 3 196, 1 97, 198, 1 99, 200, 201, 202,
DiZiN 379

219, 240, 240, 241 , 321, 323, 324, Vaihinger, Hans 287, 288, 290, 291, 292,
325, 326, 327, 328, 329, 330, 3 3 1 , 293, 294, 295, 332
332, 357 Veseloski 300
Semler, Christian 263 Voloşinov, Valencin 203, 204, 205, 206,
Shakespeare, W. 1 25, 284, 354 207, 208, 252, 255
Singer, Micon 261 Vossler 203, 204
Smiljanic, Damir 290, 291, 294
Sophokles 84 Weisgerber, Leo 4, 6
Scalin, J. 298, 299 Whorf, Benjamin 6, 22, 23
Sceinseifer, Martin 243, 244, 245, 246, Winko, Simone 368
247, 248, 249, 250 Wittgenscein, P. 7, 1 0, 32, 1 50, 1 5 1 , 1 52,
Scöckl 243, 245, 248 153, 1 54, 1 55, 1 56, 1 5 7, 158, 1 5 9,
1 60, 1 6 1 , 1 62, 164, 1 65, 166, 1 67,
Şems 3 1 168, 1 69, 171, 172, 1 73, 1 74, 1 75,
Şkolovski 297, 298, 300, 301, 303, 304, 176, 1 77, 178, 1 79, 1 8 0, 1 8 1 , 182,
306, 3 1 1 , 3 1 5 1 83, 1 85, 1 96, 2 1 9, 220, 224, 230,
324, 328, 372
Thukydides 325
Tolscoy 3 1 3 Yaşar Kemal 23, 1 98, 268
Tomaşevski, Boris 308 Yunus Emre 23, 3 1
Traccatus 1 50, 155, 1 5 7
Trocski, Lev 298, 301, 302 Zens, Maria 363, 364, 365
Turner, Mark 371 Zeuner, Ulrich 1 94
Tinjanov 297, 298, 301, 3 1 O, 314

You might also like