You are on page 1of 191

Walter Benjamin

Moskova Günlüğü

L E m/ i
Walter Benjamin
Moskova Günlüğü
Walter Benjamin, 1892'de Berlin'de doğdu. Ilk edebiyat
yazılan D er Anfang (Başlangıç) adlı dergide yayımlandı.
Üniversitede felsefe öğrenimini sürdürürken "Freie Stu-
denschaft" (Özgür Öğrencilik) adlı öğrenci hareketinde
yer aldı. 1917'de yerleştiği İsviçre'de Bern Üniversite­
sinden "Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavra­
mı ’ adlı teziyle doktorasını aldı. Birinci Dünya Savaşı son­
rasındaki yıllarda Bloch, Adorno, Horkheimer ve Brecht'
le tanışmasıyla birlikte giderek Marksizme yöneldi. Yakın
ilgi duyduğu Yahudi mistisizminin de etkisiyle son dere­
ce kendine özgü bir estetik ve eleştiri anlayışı geliştirdi.
1940'ta Ispanya-Fransa sınınnda Gestapo’ya teslim edi­
leceği olasılığı karşısında intihar etti. Frankfurt Okulu ya
da Eleştirel Kuram adıyla tanınan hareketin estetik ku-
ramcılanndan biri olarak değerlendirilen Walter Benja­
min, 1970'lerden itibaren tüm yapıtlannın birçok dilde
yayımlanmasıyla, geniş bir tanımdık kazandı, sanat ve
eleştiri anlayışını derinden etkiledi. Türkçe'de yayımlan­
mış diğer yapıttan: Brecht'i Anlamak (Metis, 1984), Pa­
rıltılar (Belge, 1990), Pasajlar (Yapı Kredi, 1993), Son
Bakışta Aşk (Metis, 1995), Tek Yön (Yapı Kredi, 1999),
Çocuklar, Gençlik ve Eğitim Özerine (Dost, 2001), Fo­
toğrafın Kısa Tarihçesi (YGS, 2001) ve Bin Dokuz Yüzle­
rin Başında Berlin'de Çocuk Olm ak (Yapı Kredi, 2004).
M etis Yayınlan
İpek Sokak 9, 3 4 4 3 3 Beyoğlu, İstanbul
Tel: 2 1 2 2 4 5 4 6 9 6 Faks: 2 1 2 2 4 5 4 5 1 9
e-posta: info@metiskitap.com
www.m etiskitep.com

M oskova Günlüğü
W alter Benjamin

Alm anca Basımı: M oskauer Tagebuch

© Suhrkamp Verlag, Frankfurt am M a in , 19 80


© M etis Yayınlan, 19 99

İlk Basım: M ayıs 2001


İkinci Basım: M ayıs 2 0 0 6

D ie Herausgabe dieses W erkes w urde aus


M itteln von Inter Nationes, Bonn, gefördert.

Bu eser Inter Nationes'in (Bonn)


katkılarıyla yayımlanmıştır.

Yayıma Hazırlayan: M ü g e Gürsoy Sökmen


Kapak Tasanmı: Emine Bora
Kapak Fotoğrafı: M oskova Tarih Müzesi

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: M etis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 1 2 /1 9 7 -2 0 3
Topkapı, İstanbul Tel: 2 1 2 5 6 7 8 0 0 3

ISBN 9 7 5 -3 4 2 -3 1 3 -6
Walter Benjamin
Moskova Günlüğü
Çeviren:

Cem al Ener

metis
İçindekiler

Sunuş Orhan Koçak 7

Önsöz Gershom Scholem 21

M O SK O V A G Ü N L Ü Ğ Ü 27

EKLER

W alter Benjam in'in M ektupları


- Gershom Scholem'e 159
- Siegfried Kracauer'e 161

Büyük Sovyet Ansiklopedisi Yayın Kurulu'na Mektup


A. Lunaçarski 162

"Patolojik Kararsız"
Asja Lacis'in Anıları ve Gershom Scholem
Cemal Ener 164

Asja Lacis'in Meslekten Devrimci kitabının


Benjam in'le ilgili bölüm ü 170

E ditörün ve Çevirmenin N otları 177


Sunuş
Orhan Koçak

BENJAMINTN Moskova Günlüğünde, tam kaynaşmadan birbirine


dolanan üç öykü çizgisi seçilir. Biri, Letonyalı Bolşevik tiyatrocu As-
ja Lacis'e aşkıyla ilgilidir. İkincisi, Benjamin'in kendi siyasal bağlan­
ma serüveninin öyküsüdür. Üçüncüsündeyse devrim sonrası Mosko­
va belirir.
Benjamin, 1924'te, Alman yas oyununu konu alan tezini yazmak
için gittiği Capri adasında tanışmıştır Asja Lacis'le. Birkaç ay sonra
yazdığı bir mektupta da adını anmadan Lacis'ten söz eder: "Bu konu
[komünizm] üzerinde düşünürken vardığım sonuçların büyük kısmı­
nın bunu tartıştığım insanlar tarafından şaşırtıcı bir ilgiyle karşılan­
dığını sana yazmıştım sanırım - bu kişiler arasında, Duma ayaklan­
masından bu yana Parti'de çalışan, olağanüstü bir komünist kadın da
vardı." (Capri'de tartıştığı ve etkilendiği birkaç kişiden biri de Emst
Bloch'tur.) Benjamin bu altı aylık tatil süresince Lacis'le birlikte İtal­
yan anakarasına da geçecek ve güney İtalya izlenimlerini içeren "Na­
poli" yazısını onunla birlikte yazacaktır. Ama Scholem'e denemenin
"Letonca ve belki Almanca olarak yayımlanacağını" bildirirken bile
Lacis'in adını anmaz. Berlin'e dönüp birkaç ay kaldıktan sonra yine
uzun bir geziye çıkar: İspanya, İtalya ve sonunda da Lacis'in tiyatro­
sunun bulunduğu Riga. Bu habersiz ziyaret tam bir hayal kırıklığı
olur: Asja Lacis tiyatro çalışmalarına gömülmüştür ve bir "tatil aşkı­
nı” canlandırmaya hiç niyeti yoktur. Benjamin 1925 sonunda Berlin'e
döner. 1926 sonlarında Lacis'in ağır bir depresyon sonucu Moskova'
da sanatoryuma kaldırıldığı haberini alır ve Moskova izlenimlerini
yazacağı Die Kreatur dergisinden aldığı avansla aralık başlarında
Rusya'ya gider.
Lacis'e duyduğu bağlılık, Günlük'ten de anlaşılabileceği gibi, tü­
müyle tek yönlü olmasa bile sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Aslında
bir "üçgen" vardır ortada: Üçüncü köşede, dönemin ünlü yönetmen­

7
lerinden Bemhard Reich durmaktadır (Asja'nm Reich'la yakınlığı
Benjamin'le ilişkisinden daha uzun ömürlü olacaktır). Ama huzur­
suzluğun kaynağı Reich değildir - bu zeki adam, yeni gelene son de­
rece hoşgörülü ve konuksever davranır. Asıl sorun, Lacis'in sertliği­
dir - "onu Hedda Gabler rolünde fazlasıyla inandırıcı kılabilecek o
kötücül keskinlik." 16 Aralık tarihli notta da "Günlüğümü tutuyor ve
Asja'nın artık geleceğini sanmıyordum," diye yazıyor, "O sırada ka­
pıyı çaldı. İçeriye girdiğinde, onu öpmek istedim. Girişimim, çoğu
zaman olduğu gibi bu kez de başarısızlıkla sonuçlandı." Benjamin,
Lacis'in başkalarına, bu arada Reich'a da haşin davrandığını kayde­
der - herhangi bir sevinç belirtisi göstermeden, hatta kendine de bir
suç payı çıkararak:
Akşam üzeri Asja'yla birlikteydim. Ona pasta getirmeye gittim. Çıkarken
kapıda durduğumda, Reich'ın tuhaf davranışı dikkatimi çekti; "Adieu" diye
seslenişime kulak vermedi. Bunu keyifsizliğine verdim. Zira Reich daha ön­
ce birkaç dakikalığına odayı terk ettiğinde, Asja'ya onun pasta getirmeye git­
miş olabileceğini söylemiştim ve Reich geri döndüğünde Asja hayal kırıklı­
ğına uğramıştı. Birkaç dakika sonra pastalarla geri döndüğümde, Reich ya­
takta yatıyordu. Bir kalp spazmı geçirmişti. Asja çok telaşlıydı. Reich'm bu
hastalığında Asja'nın, tıpkı eskiden Dora hastalandığında benim davrandı­
ğım gibi davranması dikkatimi çekti. Lanetler okuyor, düşüncesizce, kışkır­
tıcı bir tavırla yardım etmeye çabalıyor ve ötekinin hastalanmakla ne büyük
haksızlık yaptığını göstermek isteyen biri gibi davranıyordu. Reich yavaş ya­
vaş toparlandı. Ama bu olayın sonunda Meyerhold Tiyatrosu'na yalnız git­
mek zorunda kaldım. Daha sonra Asja, Reich'ı benim odama getirdi. Reich
benim yatağımda yattı, ben de Asja'nın benim için hazırladığı kanepenin üze­
rinde uyudum.
Benjamin'in Lacis ve Reich'la geçirdiği bu yedi haftanın büsbü­
tün sevinçsiz bir dönem olduğu da söylenemez. Cazibesini anlık ni­
teliğinden, tamamlanmamışlığından, deyim yerindeyse mayhoşlu­
ğundan alan bir sevinç olmalıydı bu: "Reich, sabah Asja'yla yürüyü­
şe çıktı. Sonra bana geldiler - henüz giyinmemi bitirmemiştim. Asja
yatağa oturdu. Bavulumu boşaltıp düzenlemesi bana büyük sevinç
verdi; bu arada hoşuna giden birkaç kravatı da kendine sakladı. - Öğ­
leyin Reich'la birlikte mahzen lokantasında. Issız sanatoryumda ge­
çen öğle üzeri boğucuydu. Asja'yla yine 'siz' ve 'sen' arasında dur­
maksızın gidip geliyoruz."
Lacis'e duyduğu sevgi, Benjamin'in insanlarla, eşya ve doğayla
ilişkisine de bir ışık düşürür. Bir "nesne aşkı" olmaktan epeyce uzak­
tır bu: Sevdiği kişiyi ne pahasına olursa olsun "sahip olunacak" bir

8
arzu nesnesi olarak görmek, sadece böyle görmek, elinden gelmez.
Günlüğü okuyanlar, Benjamin'in Moskova sokaklarına ikinci, hatta
üçüncü bir çift gözle baktığım sezeceklerdir: Asja’mn ve onun yakın­
larının -kızı Daga'nın ve Reich'ın- bakışını da üstlenmiş gibidir.
"Empati" terimi burada yetersiz kalır: Sözcüğün vurgulu anlamıyla
bir özdeşleşmedir Benjamin’in tavrı. Ona yakın olmak kadar, hatta
daha çok, onun gibi olmak, onun aracüığıyla olmak da istiyordur. -
Terime buradaki anlamını veren Freud'a göre, çocuk ilk özdeşleştiği
kişiler olan anne-babayla ilişkisinde onların "süper-egolarıyla", baş­
ka bir deyişle vicdanları, huzursuzlukları, suçlulukları ve saldırgan­
lıklarıyla özdeşleşir. Benjamin’deki bu "saldırganla özdeşleşme” eği­
limini Adorno sezmişti. "Mektup Yazarı Olarak Benjamin" başlıklı
denemesinde şöyle diyor: "Daktilonun çoktan hükmünü ilan etmiş
olduğu bir dönemde mektuplarım hep elle yazması anlamlıdır; meka­
nik gereçlerden dehşete kapıldığı kadar, yazı yazmanın fiziksel ya­
nından da zevk alıyordu: düşünsel tarihinin büyük kısmı gibi, meka­
nik çoğaltım çağında sanat yapıtı konulu monografisi de bu bakım­
dan saldırganla bir özdeşleşmeydi."
Benjamin Asja'yla 1929-30 yıllarında Berlin'de bir kez daha bir­
likte olacaktır: Gershom Scholem, görgü tanıklarına dayanarak, "bu
çiftin durmadan kavga ettiğini" belirtiyor.

Moskova'daki yedi hafta Benjamin'in siyasal tavrını etkilemiş miydi?


Lacis ve Reich'ın kendi çevreleriyle sürdürdükleri ateşli tartışmaları
izleyebilecek kadar Rusça bilmiyordu. Ancak, Reich ve Lacis'in ona
Komünist Partisi'ne katılarak siyasal tavrını kesinleştirmeyi tavsiye
ettikleri anlaşılıyor. 2 Ocak:
Öğleden sonra Asja'nm odasında, Reich’ın da kısmen katıldığı sonu gel­
mez bir siyasi tartışmanın ortasına düştüm... Konü, yine Parti içindeki mu­
halefetti... Ama tartışmanın etrafında döndüğü bu meseleyi, ancak aşağıda
Reich'la bir sigara içerken öğrenebildim... Bir kenarda unutulmama neden
olan bu beş kişi arasındaki Rusça konuşma beni bir kez daha bunaltmış ve
yormuştu... Bunu odamda, partisi ve mesleği olmayan serbest bir yazar ola­
rak benim konumum üzerine uzun bir konuşma izledi. Reich'm bana söyle­
dikleri doğruydu; benim savunduğum tavrı benimseyen herhangi birine ben
de aynı şekilde karşılık verirdim. Ve bunu açık yüreklilikle Reich'a da itiraf
ettim.
Benjamin, 8 Ocak tarihli notta, "beni Alman Komünist Partisi'ne
katılmaktan alıkoyan şey yalnızca dışsal kaygılarım," diye yazar. Bu

9
"dışsal kaygı", partinin ona düşünsel çalışma için "sağlam bir çatı"
sağlayıp sağlayamayacağıyla ilgilidir. Ama daha derin bir iç hesap­
laşmanın da sürüp gittiği görülebilir. 9 Ocak:
Değerlendirmeye devam: Parti'ye girmeli mi? Tartışmasız yararlan: sağ­
lam bir konum, zımni bile olsa bir vekillik. Buna karşılık: Proletaryanın hâ­
kim olduğu bir devlette komünist olmak, kişisel özgürlüğün tümüyle feda
edilmesi anlamına geliyor. İnsan, kendi hayatım örgütleme görevini, deyim
yerindeyse, Parti'ye terk ediyor. Oysa proletaryanın ezildiği yerde, bunun
anlamı, er ya da geç gerçekleşebilecek tüm sonuçlarını da göze alarak ezilen
sınıfın saflarına katılmaktır. Öncülük konumunun baştan çıkarıcı cazibesi -
eğer aynı konumda, eylemleriyle size her fırsatta bu konumun şüpheli yan­
larını gösteren meslektaşlarınız da olmasa... Somut olarak benim gelecekte­
ki çalışmalarımın, özellikle de biçimsel ve metafizik temelleriyle hesabı ve­
rilebilir mi?

Benjamin bu hesaplaşmayı bir kararsızlık noktasmda tutmaya ka­


rar vermiş gibidir: "Seyahatlerime devam ettiğim sürece, Parti'ye gir­
mem söz konusu bile olamaz tabii." Ama tartışmanın hep sürüp git­
tiğini yine kendi yazı ve mektuplarından anlayabiliyoruz. Fransız
Komünist Partisinin yayın organı L'Humanité için tasarladığı bir ya­
zı dizisinin Giriş Notlan'nda (1 Mayıs 1927) şöyle diyor:
Şu anda otuz ile kırk yaşlan arasında olan kuşağa mensubum. Bu kuşa­
ğın aydınlan, muhtemelen çok uzun bir süre boyunca, tümüyle siyaset dışı
bir eğitim almış son aydın grubu olarak kalacaktır... Alman Sosyal Demok­
rasisinin küçük buıjuva, kariyerist ruhu tarafından yenilgiye uğratılan 1918
devriminin, bu kuşağı radikalleştirmekte savaştan da önemli bir rol oynadı­
ğı söylenebilir. Almanya'da bağımsız yazar konumu gittikçe tartışma konu­
su olmaktadır ve yazann ister bilinçli ister bilinçsiz biçimde bir sınıfın hiz­
metinde çalıştığı ve vekaletini bir sınıftan aldığı yavaş yavaş kavranmakta­
dır. Aydıran varoluşunun ekonomik temelinin gün geçtikçe daha daralması
da bu kavrayışı hızlandırmıştır... Bu koşullarda, Alman aydınlarının Rus­
ya'ya sempatisi de soyut bir dostluk duygusunun ötesindedir; kendi maddi
çıkarları yön vermektedir bu sempatiye. Şunu bilmek istiyorlardır: Aydınlar,
patronlarının proletarya olduğu bir devlette nasıl bir konumda olacaklar­
dır?... Burjuva toplumunda aydının kaderini kuşatan kriz duygusunun etki­
siyle Emst Tôlier, Arthur Holitscher ve Léo Matthias gibi yazarlar ve Bem-
hard Reich gibi tiyatro yönetmenleri Rusya'yı incelemişler ve Rus meslek­
taşlarıyla temas kurmuşlardır. Ben de aynı ruhla bu yıl Moskova'ya gittim ve
orada iki ay yaşadım. Ömrümde ilk kez, sadece yazar olduğum için bazı
maddi ve idari imtiyazlar tattığım bir şehirde buldum kendimi. (Bir yazann
otellerde indirimli fiyat ödediği başka bir şehir bilmiyorum - çünkü bütün
oteller Sovyetler tarafından işletilmektedir orada.) Bunu izleyecek parçalar,

10
oradayken düzenli olarak tuttuğum bir günlükten alınmıştır. Bu yazılarda,
onu ancak bir kez de kar ve buz altında gördüğünüzde anlayabileceğiniz pro­
leter Moskova'mn imgesini iletmeye çalıştım.
Bu imge, Günlük'te kişisel serüvenlerin arasından görünür, Mar­
tin Buber'in Die Kreatur dergisinde yayımlanan "Moskova" (1927)
yazısındaysa daha "nesnel" bir biçim içinde belirginleşir. Ama bu
nesnellik de bir öznel tavrın egemenliği altındadır.

Moskova'ya giden kişi, diye yazar Benjamin Die Kreatur'dakı maka­


lesinde, Moskova'mn kendisinden önce, Moskova aracılığıyla Ber­
lin'i görmeyi öğrenir. Örneğin Berlin sokaklarında kir olmadığını
ama kar da olmadığını ilk kez görmeye başlar. Bu, bir bütün olarak
düşünsel durum için de geçerlidir: "İnsan Rusya'yı ne kadar az tanı­
yor olursa olsun, öğrendiği şey, Avrupa'yı Rusya'da olup bitenlerin
bilinçli bilgisiyle gözlemek ve yargılamaktır... Bu, benimseyeceği
duruş noktasını seçmeye de zorlar insanı. Doğru bir kavrayışın tek
gerçek güvencesi, gelmeden önce tavrınızı seçmiş olmaktır. Görmek
için önce karar vermiş olmak gerekir - her yerden de çok Rusya'da
geçerlidir bu." Benjamin'in, Cari Schmitt gibi muhafazakâr siyaset
kuramcılarının "karar" kavramına çok yaklaştığı bir nokta. Peki ya
gördükleri?
Sokaklar. Çarşı. Seyyar satıcılar. En çok da oyuncakçılar. "Mos­
kova" yazısından: "Göz, kulaktan çok daha meşgul. Renkler, beyaz
zemine karşı, bütün marifetlerini döküyorlar ortaya. En ufak renkli
paçavra bile alev alev. Karların üzerinde resimli kitaplar serilmiş;
Çinliler, ustalıkla yapılmış kâğıttan yelpazeler satıyorlar, daha sıkça
da egzotik dip balıklan biçiminde uçurtmalar. Sepetlerine tahtadan
oyuncaklar ve arabalar doldurmuş adamlar var... Bütün bu tahta
oyuncaklar, Almanya'dakinden daha basit ve daha sağlam bir biçim­
de yapılmışlar; köylü kökleri açıkça görülebiliyor... Burada Güney'i
[İtalya'yı - O. K.] anımsatan bir şey daha var. Sokak ticaretinin akıl
almaz çeşitliliği. Ayakkabı boyası ve yazı malzemeleri, mendiller,
oyuncak bebek kayaklan, salıncaklar, kadın çamaşırlan, doldurul­
muş kuşlar, elbise askılan - bütün bunlar sokakta apaçık dizilmiş,
sanki sıfırın altında yirmi beş derece değil de sıcak bir Napoli yazıy­
mış gibi. Uzun bir süre, önünde harflerle dolu bir tabla bulunan bir
adamın ne yaptığını anlamaya çalışıp durmuştum. Onda bir falcı gör­
mek istiyordum. Sonunda onu iş üstünde gördüm: Harflerinden iki­
sini sattığını ve müşterisinin galoşlarına birer baş harf gibi iliştirdiği-

ıı
ni gördüm. Sonra üç bölmeli geniş tezgâhlar: Fıstık, fındık ve semiç-
ki (ayçiçeği çekirdekleri ki Moskova Sovyeti bunların kamuya açık
alanlarda yenmesini yasaklamış)... Ama bütün bunlar sessizce olup
bitiyor; satıcılar, Güney'dekiler gibi bağırıp çağırmıyorlar burada.
Gelip geçenlere fısıltıyla olmasa bile ölçülü sözlerle sesleniyorlar;
dilencilerin ezikliğinden bir şeyler var bu seslenişlerde."
Dilenciler. "Dilencilik, düşkünlerdeki ısrarcılığın hâlâ bir hayati­
yet kalıntısını ele verdiği Güney'deki kadar saldırgan değil burada,"
diyor Günlük'te. "Ölüm döşeğindekilerin kurduğu bir girişim... Biri­
nin sadaka verdiği pek az görülüyor. Dilencilik en güçlü dayanağını
yitirmiş burada: Para çantalarının ağzım acıma duygusundan çok da­
ha fazla açan toplumsal vicdan azabını."
Sonra, çocuklar. Lacis'in kızı Dağa dolayısıyla daha da ilgi duy­
duğu çocuk yaşamı. Alman okur için yazılmış "Moskova” makale­
sinden uzunca bir pasaj:

Herhangi bir proleter semtinin sokak sahnesinde çocuklar önemlidir. Bu­


rada başka semtlerden daha kalabalıktırlar ve daha amaçlı, daha yoğun bir
devinim içindedirler... Onların içinde bile bir Komünist hiyerarşi var. En üst­
teki "Komsomoltsi”, yaşlan en büyük çocuklardan oluşuyor. Her şehirde ku­
lüpleri var bunlann ve gerçekten Parti'nin gelecek kuşağı olarak eğitiliyorlar.
Daha küçük çocuklar, altı yaşma bastıklannda "Öncü" adım alıyorlar; bunlar
da kulüplerde örgütlenmişler ve gururlu bir seçkinlik işareti olarak kırmızı
boyunbağı takıyorlar. Küçük bebeklereyse bir Lenin resmine işaret edebil­
dikleri andan itibaren "Ekimciler" ya da "Kurtlar" adı veriliyor. Ama bugün
bile, kimsesiz, anlatılmaz ölçüde kederli savaş yetimlerine de rastlanıyor so­
kaklarda. Gündüzleri çoğu zaman bir başlanna dolaşıyorlar, her biri kendi
savaş yolu üzerinde. Ama akşam indiğinde sinemaların göz alıcı cepheleri
önünde bir araya gelerek çeteler oluşturuyorlar; yabancılara, geceleyin eve
yalnız dönerken onlardan sakınmaları öğütleniyor. Eğitimcinin bu tamamiy-
le vahşi, güvensiz ve küskün insanları anlamasının tek yolu, kendisinin de
sokağa çıkmasıydı. Her Moskova semtinde yıllardan beri çocuk merkezleri
var. Çoğu zaman sadece bir yardımcısı olan bir kadın görevli tarafından yö­
netiliyor bunlar. Yöneticinin görevi, bölgesinin çocuklarıyla şu ya da bu şe­
kilde temas kurmak. Yemek dağıtılıyor, oyunlar oynanıyor. İlk başta, yirmi-
otuz çocuk geliyor merkeze; ama eğitmen işini gereğince yaparsa bir iki haf­
ta içinde yüzlerce çocuk da gelebilir. Söylemek bile fazla, geleneksel peda­
gojik yöntemlerin bu çocuklar üzerinde pek bir etkisi olmamış. Onlara eriş­
mek, sesini duyurmak isteyen kişi, olabildiğince doğrudan ve açık biçimde
sokağın kendi deyimleriyle, kendi sloganlarıyla ilişki kurmak zorunda...
Ama dikkatli bir gözlemci, henüz aşılmış olmaktan çok uzak bütün bu çocuk
sefaleti imgelerinin içinden bir şeyi fark edecektir: Çocukların özgür tavırla-

12
nnın nasıl da proletaryanın özgürleşmiş gururuna denk düştüğünü. Moskova
müzelerine yapılacak bir ziyarette, çocukların ve işçilerin, tek başlarına ya da
gruplar halinde, bazen de bir rehberin çevresinde, bu odalarda nasıl da rahat
tavırlarla dolaştıklarinı görmek kadar tatlı bir sürpriz olamaz. Bizim müzele­
rimizde kendilerini öteki ziyaretçilere gösteıme cesaretini bulabilen birkaç
proleterin çaresizliğinden eser yok burada. Rusya'da proletarya gerçekten
burjuva kültürünü kendi eline almaya başlamıştır, oysa bizim ülkemizde
benzer durumlarda ancak bir soygun planhyormuş gibi görünürler.

Sovyetlerdeki kültür politikası, özel anların ve sokak sahnelerinin


dışında en geniş yer kaplayan konudur Günlük'te. Benjamin'in
avangard sanat anlayışıyla popüler kültür arasında sentezler ve alış­
verişler tasarlama çabasının bazı ilk belirtileri bu satırlarda izlenebi­
lir. Meyerhold'un bir sahnelemesi için, "Konstrüktivist bir anlayışla
kurulmuş sahnenin işlevini ilk kez açık biçimde kavradım," diye ya­
zacaktır 23 Aralık'ta, "bu nokta, Tayrov'un Berlin'deki oyununda bi­
le bu denli açıklık kazanmamıştı benim için." Öte yandan, eğitimi
yaygınlaştırma ve "buıjuva kültürünü ele geçirme" çabasının ürünü
olarak beliren bayat bir klasisizme tepkisini de açığa vurur: "Reich,
Oresteia'yı izlemek istiyordu... Daha salona girerken parfüm kokula­
rı çarptı burnuma... Oyun, genelde adamakıllı örümceklenmiş bir sa­
ray tiyatrosu tarzında sahnelenmişti. Yönetmen en temel mesleki be­
ceriden olduğu gibi, Aiskhylos sahnelemek için mutlaka gereken en
temel bilgi birikiminden de yoksundu. Rengi atmış bir salon Heleniz-
mi, fukara imgelemini tümüyle doyurmuş gibiydi. Neredeyse aralık­
sız müzik çalıyordu; bu arada da bol bol Wagner." (25 Aralık) Buna
karşılık, toplum yaşamında sürekliliğini yitirmemiş eski popüler kül­
tür ürünlerinin eğitsel ve estetik değerini vurgulayacaktır: "Bu müze­
deki resimlerin yarısı, gündelik hayattan anlar tasvir eden Rus eser­
lerinden oluşuyor; müzenin kurucusu 1830'lara doğru başlamış resim
toplamaya... Öyküler anlatan resimlerle dolu şu duvarlar, çeşitli züm­
relerin hayatlarından sahneler, bu galeriyi büyük bir resimli kitaba
dönüştürüyor... Proletarya burada kendi tarihinden sahneler buluyor:
'Yoksul Mürebbiye Zengin Tüccarın Konağına Geliyor', 'Jandarmalar
Tarafından Faka Bastırılan Bir Suikastçı'; ve buna benzer sahnelerin
tümüyle burjuva resminin ruhuyla verilmiş olması, onları proletarya­
nın gözünde alçaltmak şöyle dursun, çok daha anlaşılır kılıyor. Sanat
eğitiminin 'başyapıtların' izlenmesiyle geliştiğini düşünmek (Pro-
ust'un da pek güzel gösterdiği gibi) pek o kadar doğru değildir. Ter­
sine, kendini eğitmekte olan çocuk ya da proleter, haklı olarak, ken­

13
di başyapıtlarım koleksiyonculannkinden bambaşka ölçütlerle tespit
eder. Böyle resimlerin, onun gözünde çok geçici ama sağlam bir de­
ğeri vardır ve en katı sanatsal ölçüt, ancak onun kendisiyle, sınıfıyla
ve işiyle doğrudan bağlantılı bir sanat karşısında geçerlilik kazanır."
(12 Ocak)

Her şeye karşın, Benjamin'in Sovyet kültür politikasına bazı ciddi iti­
razlar yönelttiğini de eklemek gerekir. Öncelikle, burjuva kültür de­
ğerlerini dolaysızca ve eleştirisizce sahiplenmek, bunların tarihsel ni­
teliğini, bir geçmişleri ve bir de gelecekleri olduğunu unutmak de­
mektir ve bu da bir çarpılmayı beraberinde getirecektir. 30 Aralık ta­
rihli kayıt, bu tartışma açısından önemlidir: "Son bir yüzyıldır burju­
vazinin elinde şekillendiği haliyle, bu değerler, son kertede [kazan­
mış] oldukları önemi yitirmeksizin sahiplenilemez. Bu değerler, tıp­
kı değerli cam gibi, paketlenmeden sağlam kalamayacakları uzun bir
nakliyat sürecinden geçmek zorundadır. Oysa paketlemek görünmez
kılmak demektir ve bu da, bu değerlerin Parti tarafından resmen des­
teklenen popülerleştirilme sürecine" ters düşecektir. Ve "şu sıralarda
Sovyet Rusya'da görülen şey, bu değerlerin tam da emperyalizme
borçlu oldukları o çarpıtılmış, umutsuz halleriyle popülerleştirilme-
sidir." On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, Avrupa'nın kültürel
"mirası", eleştirelliğinden arındırılıp mutlaklaştırılmış ve ebedileşti-
rilmiştir ve şimdi Sovyetlerde yapılan da buna çok benzemektedir.
Bu noktada, siyasal boyudan olan bir cehalet de işin içine kanşır; ay­
nı kayıtta, bir Sovyet romancısının Shakespeare için "matbaanın ica­
dından önce yaşamış" dediğini aktarır Benjamin. "Moskova" maka­
lesinde şöyle yazacaktır:
Rusya’nın, Batı’daki kültürel koşullar hakkında, karşı çıkmak ve üzerin­
de tartışmaktan bir fayda sağlanacak ölçüde canlı bir kavrayış sahibi olduğu
tek yer Amerika galiba. Buna karşılık, kültürel yakınlaşma da (en somut
ekonomik ve politik dayanışma temelinden yoksun kaldığında) sadece em­
peryalizmin barışçı türünün çıkarmadır, sadece dedikoducu işgüzarlara fay­
da sağlamaktadır ve Rusya için bir restorasyon belirtisidir. Ülkeyi Batı'dan
tecrit eden, sınırlar ve sansürden çok, Avrupa'yla her türlü karşılaştırmanın
ötesinde bir varoluşun yoğunluğudur. Daha kesin bir deyişle: dış dünya ile
temas Parti aracılığıyla yürümektedir ve öncelikle siyasal sorunlarla ilgilidir.
Eski burjuvazi imha edilmiştir: yenisiyse gerek maddi gerek zihinsel açıdan
dış ilişkiler kurabilecek durumda değildir... Avrupa'da edebiyatçıların -itiraf
etmeli ki ancak son iki yüz yıldır- sanata yabancı saydıkları ve tartışılmaya

14
değmez bulduktan tezler ve dogmalar, yeni Rusya'da edebi eleştiri ve üretim
için belirleyici önemdedir. Mesajın ve konunun asıl önemli öğeler olduğu sa­
vunulmaktadır. Biçimsel tartışmaların İç Savaş döneminde hâlâ önemli bir
rolü vardı. Şimdi bu tartışmalar kesilmiştir. Bugün resmi doktrine göre, bir
yapıtın tavnnın devrimci mi yoksa karşıdevrimci mi olduğunu belirleyen
şey, biçim değil konudur. Bu tür doktrinler, tıpkı ekonominin maddi planda
yaptığı gibi, yazann dayandığı temeli dönüşsüz biçimde tasfiye etmektedir.
Benjamin, Büyük SovyetAnsiklopedisi için ondan istenen "Goethe"
maddesinin aldığı tepkiyi değerlendirirken de "resmi doktrinle" kendi
düşünüş tarzı arasındaki uçurumu sezdirir (22 Aralık):
Öğle üzeri Reich'la birlikte Ansiklopedi bürosuna yaptığımız ziyaret
sırasında... yazı masasmın ardında, Reich'm niteliklerimden övgüyle söz
ederek beni tanıştırdığı, son derece iyi niyetli bir genç adam oturuyordu.
"Goethe" makalemin şemasını ona anlatmaya başladığımda, entelektüel
güvensizliği derhal ortaya çıktı. Bu taslaktaki bazı noktalar onu ürkütü­
yordu ve sonunda, sosyolojik açıdan desteklenmiş bir hayat hikâyesi is­
temeye vardırdı işi. Ancak temelde bir şairin hayaü değil, yalnızca tarih­
sel etkileri materyalist bir açıdan tasvir edilebilir. Zira böylesi bir varo­
luş, hatta bir sanatçının salt zamanıyla sınırlandırılmış eserleri, eğer daha
sonraki etkilerinden soyutlanırsa, kesinlikle maddeci bir analizin nesnesi
olamaz. Herhalde burada karşımıza çıkan şey, Buharin'in Tarihsel Mater­
yalizme Giriş kitabının tümüyle idealist, metafizik sorularım karakterize
eden o yöntemsiz evrenselcilik ve dolayımsızlıktır.
Burada György Lukâcs'ın Benjamin üzerindeki etkisinden de söz
edilebilir. Lukâcs'ın Buharin'in kitabına yönelttiği eleştiri, 1925’te
Archiv für die Geseihte des Sozialismus und der Arbeiterbewegung
(Sosyalizmin ve İşçi Hareketinin Tarihi İçin Arşiv) dergisinde çık­
mıştı. Lukâcs, Buharin’in bu kitapta "Marx'm çok yerinde bir deyim­
le burjuva materyalizmi admı verdiği şeye, töhmet altında kalacak
ölçüde yakın" olduğunu öne sürüyor ve diyalektik materyalizmi bir
doğal bilim modeline göre kurma çabasının yanlışlığını vurguluyor­
du: Buharin, "doğal bilimlerin ve bunların yöntemlerinin tarihsel-
materyalist bir eleştirisini yapmak, yani onları kapitalist gelişmenin
ürünleri olarak açığa çıkarmak yerine, bu yöntemleri hiç duraksama­
dan, eleştirel olmayan, tarihsel olmayan ve diyalektik olmayan bir bi­
çimde toplumun incelenmesine uygulamaklaydı].".
Benjamin'in "Goethe" yazısına Sovyet Eğitim Bakam Lunaçars-
ki’nin tepkisi de (bkz. bu kitabın sonundaki "Ekler" bölümü) bu çiz­
gidedir. Benjamin'i Goethe'nin Sovyet "kültür panteonundaki yerini"
irdelemediği ve bir "sonuca varmadığı" için eleştiren Lunaçarski'nin

15
en çok tepkisini çeken ifade şuydu: "Alman devrimciler Aydmlanma-
cı, Alman Aydmlanmacılarsa devrimci değillerdi." Bu ifadenin yer
aldığı pasaj şöyledir:
Goethe ve çevresi [Klinger, Voss, Schiller, Lenz, Stolbeıg'ler vb.] Al­
manya’yı ideoloji aracılığıyla "yenilemek" üzere birlikte çalışıyorlardı. Ama
Alman devrimci hareketinin ölümcül zaafı, buıjuva özgürleşiminin kökensel
programı olan Aydınlanma'yı bir türlü kabul edememesiydi. Burjuva kitleler,
"Aydınlanmışlar", kendi öncülerinden bir uçurumla ayrılmışlardı. Alman
devrimciler Aydınlanmacı, Alman Aydmlanmacılarsa devrimci değillerdi.
İlk grubun düşünceleri, devrim, dil ve toplum üzerinde odaklanmıştı; İkinci­
sinin düşünceleri de akıl teorisi ve devlet üzerinde. Goethe sonradan iki ha­
reketin de olumsuz tarafım üstlendi: Aydmlanma’nın yanında, şiddete daya­
lı değişime karşı çıktı; Sturm und Drang'la [Fırtına ve Gerilim; 18. yüzyıl so­
nu Alman Romantik akımı] birlikte de devlete karşı direnç gösterdi. Alman
buıjuvazisi içindeki bu bölünme, onun Batı ile ideolojik temas kuramayışı­
nı da açıklar... Fransız materyalizminin o ünlü manifestosu (Holbach'ın Do­
ğa Sistemi ki Fransız devriminin soğuk rüzgârım daha o zamandan hissetti­
ren bir kitaptır) üzerine Goethe'nin söyledikleri bu bağlamda anlamlıdır: "O
kadar gri, o kadar cansız ki", bir hortlak görmüş gibi olmuştur Goethe. "Tat­
sız, yavan - hayatiyet kaybının ta kendisi". Bu "ateist kasvet" Goethe'nin
kendini bir oyuk gibi boş hissetmesine yol açmıştır... Alman buıjuvazisinin
bölünmüş doğası, Goethe'nin Götz von Berlichingen oyununda da dramatik
anlatımını bulur. Realpolitik'in kaba bir ifadesine dönüşmüş bir akıl ilkesi­
nin temsilcisi olarak şehirler ve saraylar, hayalgücünden yoksun Aydın-
lanmacılann yerindedir; onların karşısındaysa, ayaklanmış köylülüğün ön­
deri [Götz] tarafından temsil edilen Sturm und Drang vardır. Yapıtın tarihsel
arka planı olan Alman Köylü Savaşları, Goethe'nin gerçek bir devrimci an­
gajmanı olduğu izlenimini verebilir kolayca. Ama bu yanlış olur, çünkü da­
ha derinde Götz'ün isyanının dışavurduğu şey, eski senyör sınıfının -prens­
lerin iktidarına teslim olma sürecindeki İmparatorluk Şövalyelerinin-
şikâyetleridir. Götz önce kendisi için savaşır ve ölür, sonra sınıfı için. Oyu­
nun merkezi düşüncesi, devrim değil sebattır... Bu yapıtta, Goethe için gide­
rek tipikleşecek bir sürecin ilk örneğini görürüz: bir dram yazan olarak, il­
kin devrimci izleklerin ayartısına kaptınr kendini ve hemen ardından bunla-
n saptınr ya da fragmanlar halinde bırakıp gider.
Sovyet kültür sorumlularının karşı çıktığı şey, Benjamin'in Goet-
he'yi "büyük şahsiyetler müzesine" (panteon) kaldırarak mutlaklaş­
tırma ve ebedileştirmeyi reddetmesi kadar, Sovyet Marksizminin
doğrusal ilerleme şemasını çelen düşünceler ileri sürmesidir. Buna
göre, burjuvazi, Aydınlanma ve Fransız devrimi döneminde toptan
devrimcidir, sonra toptan gericileşmiştir. Lunaçarski, red yazısında,
Lessing'in bir Aydınlanmacı olduğunu vurguluyor. Şu var ki Lessing

16
on sekizinci yüzyıl Alman düşüncesinde Kant'la birlikte birkaç Ay­
dınlanmamdan biriydi ve tıpkı Kant gibi o da devrimi değil, aklı ve
eğitimi savunuyordu (Fransa ve belki Iskoçya dışında tutarlı bir Ay­
dınlanma düşüncesinin gelişip gelişmediği ayrı bir sorudur). "Dev­
rimci döneminde" olan bir sınıfın kendi içinde hem çıkarlar hem de
düşünsel eğilimler açısından bölünmüş olabileceği düşüncesi, Büyük
Sovyet Ansiklopedisi sorumlularına sempatik gelmemiş olmalıdır.
Öte yandan "burjuvazinin devrimci döneminin" mutlaklaştırılması,
Sovyet Marksizmine, Batı'nın şimdisinden gelebilecek herşeyi karşı-
devrimci ilan etmek için bir düşünsel dayanak da sağlıyordu. Oysa
Benjamin'in yaklaşımı bunun tam tersiydi: Burjuva kültürü geçmişte
yekpare biçimde devrimci olamamışsa eğer, şimdi de yekpare biçim­
de karşıdevrimci olmayabilirdi: Geçmişte Goethe'nin yapıtında çö­
zülmeden, bir "sonuca vardırılmadan" kalmış olan bazı çelişki ve ge­
rilimler, şimdi bir Proust'un ya da bir Thomas Mann'ın yapıtında ters
dönmüş biçimde yeniden ortaya çıkmakta ve onları "kendi" sınıfsal
kamplarının dışına sürüklemekteydi. - Sonuçta Benjamin’in makale­
si yayımlanmadı.

Benjamin'in Moskova'ya geldiği 1927 yılı başlarında, Bolşevik Par­


tisi içinde 4-5 yıldır süregiden çatışma yeni bir evreye ulaşmıştı.
"Moskova" makalesinde Benjamin'in Sovyetlerdeki siyasal yaşamla
ilgili gözlemleri, bu mücadelenin toplumsal çerçevesi hakkında da
bir fikir verir.
Kapitalizmde para ve iktidar birbiriyle ölçülebilen nitelikler haline gel­
miştir. Belli bir miktar para, özgül bir iktidara dönüştürülebilir... Sovyet dev­
leti, parayla iktidar arasındaki bu bağı koparmıştır. İktidarı Parti'ye tahsis et­
mekte, parayı da NEP adamına [1922'den sonra devlet kontrolü altında özel
ticaret ve üretime imkân tanıyan Yeni Ekonomik Politika (NEP) döneminde
ortaya çıkan yeni orta sınıf] bırakmaktadır. Herhangi bir Parti görevlisinin,
hatta en yükseğinin bile gözlerinde, bir kenarafnr şeyler koymak, sırf "çoluk
çocuk için" bile olsa "geleceği" güvence altına almak, pek düşünülecek bir
şey değildir. Komünist Partisi, kendi üyelerine sadece asgari geçim düzeyini
garanti eder - ve bunu da fiiliyatta yapar, yoksa herhangi bir yükümlülüğü
olduğu için değil... Ama yöneticilerin gücü, sahip olduktan mülklerle özdeş
değildir. Rusya bugün sadece sınıflı bir toplum değil, aynı zamanda bir kast
toplumudur. Bunun anlamı şudur: Herhangi bir yurttaşın toplumsal konumu­
nu belirleyen, varoluşunun görülür dış özellikleri değil, sadece Parti'yle olan
ilişkisidir. Bu, Parti'ye doğrudan bağlı olmayanlar için de geçerlidir. Onlar da

17
ancak rejime açıkça karşı çıkmadıktan sürece iş bulabilirler... Dışarda yaşa­
yan biri, burada NEP adamının maruz kaldığı korkunç toplumsal aşağılan­
mayı anlayamaz. İnsanlar arasındaki -üstelik sadece birbirine yabancı olan­
lar arasında da değil- suskunluk, o güvensiz, konuşmaktan çekinen tavır baş­
ka türlü açıklanamaz. Burada rasgele tanıştığınız birine önemsiz bir film ya
da oyun hakkında fikrini sorduğunuzda şu türden kalıp cümleler bekleyebi­
lirsiniz: "Biz burada deriz ki..." ya da "Burada yaygın olan kanıya göre..." Bir
yargının daha uzak tanıdıklara bildirilmesi için önce defalarca tartılması ge­
rekir. Çünkü Parti her an Pravda'da çizgisini değiştirebilir ve hiç kimse de
tekzip edilmeyi sevmez... Sınıf iktidarı, karşı sınıfı tanımlamak için kullanı­
lan simgeler benimsemiştir. Caz, en popüleridir bunların. Rusya’da insanla­
rın caz dinlemekten hoşlanması şaşırtıcı değildir. Ama caz müziğiyle dans et­
mek yasaktır. Tıpkı parlak renkli, zehirli bir sürüngen gibi cam kafesin için­
de tutulmakta ve böylece revülerde cazip bir görüntü oluşturmaktadır. Ama
her zaman "burjuvanın" simgesidir. Propaganda amacıyla, buıjuva tipinin
grotesk bir imgesinin kurulmasına hizmet eden kaba sahne dekorlarından bi­
ridir. Gerçekte ortaya çıkan imge çoğu zaman sadece gülünçtür çünkü düş­
manın disiplin ve becerisini gözden kaçırmaktadır. Burjuvaya ilişkin bu çar­
pık görüşte milliyetçi bir öğe de vardır. Rusya Çar'ın mülküydü. Ama insan­
lar, bir gecede onun son derece zengin mirasçısı oluverdiler. Şimdi kendi in­
sani ve coğrafi servetlerinin muazzam bir envanterini çıkarmakla meşguller.
Ve bu işi hayal edilemeyecek ölçüde güç işler başarmış olmanın bilinciyle
üstlenmişler, dünyanın yansının düşmanlığına karşı yeni iktidar sistemini
kurabilmiş olmanın bilinciyle. Bu ulusal başanya hayranlıkta bütün Ruslar
birleşmiştir. Buradaki yaşamı bu kadar içerikle yüklü kılan da iktidar yapısı­
nın bu ters dönüşüdür. Toprağı kazarak altın arayanlann yaşamı kadar kendi
içinde bütünlüklü ve olaylarla dolu, onun kadar yoksul ve aynı anda vaatler­
le dolu bir yaşamdır bu. İnsanlar sabahtan akşama kadar iktidar kazısı yap-
maktadırlar. Burada bir ay içinde kişinin karşısına çıkan sayısız imkân kom­
binasyonlarının yanında, bizim önde gelen şahsiyetlerimizin kombinasyon­
ları çok sönük kalır. Evet, belli bir sarhoşluğa yol açabilmektedir bu; öyle ki
toplantılardan ve komitelerden, tartışmalar, kararlar ve oylamalardan yoksun
bir yaşam da artık düşünülemez olmaktadır. Ne önemi var - Rusya'nm gele­
cek kuşağı kendini bu yaşama uyarlamış olacaktır. Ama sağlıklı olmasının
vazgeçilmez bir koşulu vardır: Hiçbir zaman (Kilisenin bile başma geldiği
gibi) bir iktidar karaborsasının açılmaması.
Benjamin, yazısının sonunda, o sırada bütün hızıyla süren Lenin
kültüne değinir: "Lenin resimleri kültü, daha bugün bile devasa bo­
yutlar kazanmıştır. Yavaş yavaş kendi kanonik biçimlerini de yerleş­
tirmektedir bu kült. En yaygını, halka hitap eden Lenin resmidir, ama
belki daha da yoğun ve doğrudan biçimde konuşan bir resim var:
Masasında bir Pravda nüshasının üzerine eğilmiş olarak oturan Le­
nin. Böyle günlük, geçici bir gazeteye daldığında Lenin’in doğasının
18
diyalektik gerilimi de ortaya çıkar: Bakışı hiç kuşkusuz uzak ufukla­
ra yönelmiştir, ama kalbinin yorulmak bilmeyen dikkati ve tasası an­
la ilgilidir."

Benjamin, "Tarih Felsefesi Üzerine Tezler" bir yana bırakılırsa, 30'lu


yıllarda, doğrudan siyasal polemiklerden (özellikle de Parti siyase­
tiyle ilgili olanlardan) uzak duracaktır. Burada bir oto-sansürden de
söz edilebilir: Katılamadığı, sorumluluğunu paylaşamadığı bir hare­
keti açıkça eleştirmekten de kaçınmış gibidir. Moskova Günlüğü bu
açıdan da önemli: Benjamin'in siyasal tutumu, dolaysız biçimde bu
metinde ortaya çıkar.

19
Ö nsöz
Gershom Scholem

WALTER BENJAMIN'İN 6 Aralık 1926'dan Ocak 1927'nin sonuna dek


Moskova'da geçirdiği iki aylık süreyi kapsayan Moskova Günlüğü,
ondan kalan belgeleri tanıdığım kadarıyla, karşımızda tümüyle ben­
zersiz bir metin olarak durmaktadır. Bu, onun hayatından önemli bir
kesite ilişkin sahip olduğumuz, tartışmasız en kişisel, tümüyle ve sa-
kınmasızca en açık yürekli belgedir. Benjamin'in günlük tutmaya yö­
nelik, bize ulaşmış olan ve daima birkaç sayfanın ardından kesilen
girişimlerinden hiçbiri bu metinle karşılaştırılamaz; buna, canına
kıymayı düşündüğü 1932 yılında yaptığı son derece kişisel açıklama­
lar da dahildir.
Burada sahip olduğumuz, Benjamin'in hayatında kendisi için
önem taşıyan bir döneme ilişkin hiçbir biçimde sansüre uğratılma­
mış, yani öncelikle de kendisi tarafından sansürlenmemiş bir parça­
dır. Çeşitli kişilere yazdığı ve bugüne dek bilinen, bize kadar ulaşmış
mektuplarının tümünde de, yazıştığı muhataplarının kişiliğini göz
önünde bulunduran belirli bir yön, hatta denilebilir ki, bir eğilim var­
dır. İnsanın kendi içinde koşulsuz bir dürüstlükle sürdürdüğü tartış­
manın ve kendine verdiği hesabın içerdiği ve ancak böyle bir hesap­
laşmada ortaya çıkan o boyut, Benjamin'in tüm bu mektuplarında gö­
rülmez. Başka yerlerde açıkça yazılı ifadesini bulamamış şeyler, yal­
nızca bu günlükte dile getirilir. Şurada burada, sözgelimi bazı aforis-
tik imalarında bu tür şeylere yönelik işaretler vardır kuşkusuz, ancak
bunlar, temkinli, "dezenfekte edilmiş", oto-sansürden geçirilmiş ifa­
deler olarak kalırlar. Ancak bu noktalar burada, tüm ayrıntılarıyla
sergilenen özgün bağlamlarında ortaya çıkar; Benjamin’in Moskova'
dan yazdığı ve günümüze ulaşmış az sayıdaki mektubunun -biri ba­
na, diğeri de Jula Radt'a- asla ele vermediği bir bağlamdır bu.

21
Benjamin'in Moskova yolculuğu üzerinde rol oynamış üç etken
vardır. Birinci planda Asja Lacis'e karşı duyduğu tutku, ardından
Rusya'daki ortamı daha yakından tanıma, hatta belki bu ortamla ken­
disi arasında herhangi bir biçimde bağ kurma ve bu bağlamda, iki
yıldan daha uzun bir süreden beri düşündüğü, Alman Komünist Par-
tisi'ne bizzat katılma olasılığını bir karara bağlama arzusu. Nihayet
henüz yolculuğa çıkmadan önce üstlendiği, şehre ve oradaki hayata
ilişkin izlenimlerini, yani bir Moskova "fizyonomisi" yazmasını ge­
rektiren edebi yükümlülükler de burada bir rol oynamıştır kuşkusuz.
Ne de olsa, Moskova'daki giderlerini, bu yolculukla ilgili daha sonra
teslim etmesi beklenen çalışmalar karşılığında çeşitli kaynaklarca
yapılmış olan ön ödemeler sayesinde karşılamıştı. 1927 yılının baş­
larında yayımlanan dört metin, doğrudan doğruya bu tür sözleşmele­
rin sonucunda gerçekleşmiştir; özellikle de Buber'e önermiş olduğu
ve Buber'in Die Kreatur (Yaratık) adlı dergide yayımladığı "Mosko­
va" başlıklı uzun denemesi. Bu deneme, günlüğün ilgili bölümlerin­
deki ilk notların, çoğu kez geniş ölçüde elden geçirilmesi sonucunda
oluşmuş bir metindir. Günlükteki bölümlerin, gözlem ve hayal gücü­
nü eşine az rastlanır bir yoğunlukla birleştiren inanılmaz kesinliği şa­
şırtıcıdır.
Sanat ve edebiyat hayatının taşıyıcıları ve bu alanda bir rol oyna­
yan resmi yetkililerle, kendisi açısından verimli olabilecek bir ilişki
kurmaya yönelik -son kertede başarısız kalan- girişimlerinin canlı
anlatımları, bu günlükte büyük bir yer kaplıyor. Alman edebiyatı ve
kültürel hayatı alanında Rus gazetelerinin muhabiri olarak bu türden
sağlam ilişkiler kurma niyeti başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Alman
Komünist Partisi'ne girme konusundaki -ayrıntılarıyla yalnızca bu
günlükte yazıya dökülmüş olan- düşünceleri de yukarıdaki girişim­
lerine koşut olarak gelişiyordu; tüm artı ve eksileriyle yürütülen bu
muhasebe, sonuçta Benjamin'in Parti'ye katılmaktan kesinkes cay­
masıyla sonuçlanacaktı. Aşmaya istekli olmadığı sınırları, tüm açık­
lığıyla görmüştü.
Yolculuğuna başlarken, Moskova'daki edebiyat çevresiyle kura­
cağı ilişkinin biçimine yönelik iyimser beklentileriyle, kendisini ora­
nın gerçekliğinde bekleyen şiddetli hayal kırıklıkları arasında keskin
bir karşıtlık vardır. 10 Aralık 1926'da, Moskova'ya varışından sadece
dört gün sonra bana yazdığı ve bu kitap çerçevesinde yayımlanması­
na izin verdiğim mektup -ki, bana Moskova'dan yazdığı yegâne
mektuptur bu- Benjamin'in iyimserliği konusunda çok açık bir fikir

22
veriyor. Bu beklentilerinin nasıl sonuçlandığını ise, günlüğünde kılı
kırk yaran bir titizlikle anlattığı gelişmelerden öğreniyoruz. Kurduğu
tüm hayalleri ağır, aynı ölçüde de umut kırıcı bir biçimde yitirmişti.
Benjamin'in Moskova'da edindiği deneyimleri nasıl değerlendir­
diği ise, Buber'in Die Kreatur dergisi için hazırladığı "Moskova"
başlıklı denemenin yakında tamamlanacağını bildirmek üzere, Mar­
tin Buber'e dönüşünden yalnızca üç hafta sonra yazdığı (23 Şubat
1927 tarihli) mektuptan anlaşılabilir. Bana öyle geliyor ki, Benja­
min'in mektubunda yaptığı özet burada alıntılanmayı hak ediyor.
Şöyle yazıyor Benjamin: "Anlatımım tüm teorilerden uzak duracak­
tır. Yaratıksal olanın, tam da bu sayede dile gelmesini sağlayabilece­
ğimi umuyorum: tabii şimdi tümüyle farklılaşmış bir çevrenin timsal
maskesi ardından gürültüyle yankılanan, bu çok yeni ve yadırgatıcı
dili yakalamayı ve yazıya aktarmayı başarabildiğim ölçüde. Şu anda­
ki Moskova şehrinin bir anlatımını vermek istiyorum; 'tüm olgusallı-
ğın şimdiden teoriye dönüştüğü' ve böylelikle her türlü tümdenge-
limci soyutlamadan, tüm öngörülerden, hatta belirli ölçüler içerisin­
de her türlü yargıdan kaçman bir anlatım olmalı bu —şuna kesinlikle
inanıyorum ki, Rusya söz konusu olduğunda, her türlü yargı, zihin­
sel 'verilere' değil, ancak ve yalnızca ekonomik olgulara dayandırıla-
bilir, oysa Rusya'da bile bu konuda yeterince kapsayıcı bilgiye sahip
pek az insan var. Şimdiki, içinde bulunduğumuz andaki haliyle Mos­
kova, tüm olasılıkların şematik bir özetini sunuyor: öncelikle de dev­
rimin başarılı olup olamayacağına ilişkin olasılıkların. Ama her iki
durumda da öngörülemez bir şey kalacaktır ki bunun resmi, bir prog­
ram uyarınca çizilen her türlü gelecek manzarasından çok farklı ola­
caktır; nitekim bu resim, bugün insanlarda ve onların çevrelerinde
sert ve sarih hatlarla şekilleniyor."
Buna ek olarak, 1980'ler okuyucusunun, günlükte ancak uç veren
bir olguyu daha kesin hatlanyla kavraması da söz konusudur: Benja­
min’in herhangi bir biçimde ilişki kurmayı başarabildiği kişilerin he­
men hepsi de -ki, Benjamin bunun farkında olsa da olmasa da, nere­
deyse istisnasız olarak Yahudi'ydiler- siyasi ya da sanatsal muhalefe­
tin yanında yer alıyorlardı ve bu iki muhalefet kanadı o dönemlerde
bir ölçüde de olsa birbirinden ayrı tutulabiliyordu. Akıbetlerini takip
edebildiğim kadarıyla, bu insanlar, Troçkistlik ithamı veya başka
yaftalar altında er ya da geç daha o dönemde yerleşmeye başlayan
Stalin iktidarının kurbanları oldular; hatta daha sonraları arkadaşı
Asja Lacis bile, "Temizlik" kampanyaları sonucu bir çalışma kam­

23
pında uzun yıllar geçirmek zorunda bırakıldı. Benjamin, ilişkide ol­
duğu önemli kişilerden pek çoğunun, korku ya dâ sinizmin etkisi al­
tında ortaya koydukları ve kendisi tarafından giderek daha sert vur­
gularla dile getirilen oportünizmi görmezden gelmeyi başaramıyordu
ve nihayet bu noktada şiddetli tartışmalar yürütecekti; hatta Asja La-
cis'le bile.
Benjamin'in attığı adımlarda, Asja Lacis'in can yoldaşı (ve niha­
yet son yıllarındaki kocası) olan son derecede zeki yönetmen Bern-
hard Reich'la (daha önce Berlin'deki Alman Tiyatrosu'ndaydı) sür­
dürdüğü ve baştan beri gerilimlerle yüklü yakınlığın büyük önemi
vardı ve bu yakınlık Benjamin'in zihinsel durumu açısından, Reich'ın
kurduğu ilişkilere -günlüğün de gösterdiği gibi- sahip olmayan Asja
Lacis'le sürdürdüğü ilişkiye oranla daha aydınlatıcıdır. Ama Benja­
min, 1927 Ocağında Reich'la da, ancak güçlükle saklayabildiği, içsel
bir kopuş yaşayacaktı.
Ancak bu günlüğün kalbinde Asja Lacis'le (1891-1979) sürdürdü­
ğü, alabildiğine sorunlu ilişki yer alıyor kuşkusuz. Lacis birkaç yıl
önce, bir bölümünü Walter Benjamin'e ayırdığı, Meslekten Devrimci
başlıklı bir anı kitabı yayımladı. Bu önümüzdeki belge, söz konusu
bölümü okumuş olan okurlar için acı ve yürek daraltan bir sürpriz ol­
malıdır.
Benjamin, Asja Lacis'le 1924 Martında Capri'de tanışmıştı. Bana
Capri'den yazdığı mektuplarında ondan admı anmaksızm, "Riga'dan
gelen, Letonyalı bir Bolşevik kadın" ve "radikal bir komünizmin
güncelliğini tüm yoğunluğuyla kavrayışı" bağlamında, "Rigalı bir
Rus devrimcisi; tanıdığım en mükemmel kadınlardan biri" ifadele­
riyle söz ediyordu. Lacis'in, o andan itibaren, en az 1930 yılma kadar
Benjamin'in hayatında belirleyici bir rol oynadığına kuşku yok. Her
şeyden önce Lacis uğruna gerçekleştirdiği Moskova yolculuğuna
çıkmadan önce, henüz 1924 yılında Berlin'de ve 1925'te Riga'da, hat­
ta belki bir kez daha yine Berlin'de onunla birlikte oldu. Lacis, Dora
Kellner ve Jula Cohn'un ardından, Benjamin için merkezi öneme sa­
hip üçüncü kadın oluyordu. Aralarındaki erotik bağ, Benjamin'in Tek
Yönlü Yol adlı kitabının ithafından da anlaşılacağı gibi, Lacis'in üze­
rinde sahip olduğu güçlü entelektüel etkiyle de bütünleşiyordu: "Bu
yolun adı, onu bir mühendis olarak yazarda açan kişiye atfen, Asja-
Lacis-Caddesi konmuştur." Ama bu günlük, Benjamin tarafından se^
vilmiş olan kadının, tam da bu entelektüel yanıyla ilgili olarak, bizi
her türlü görüş ve anlayıştan mahrum bırakıyor. Günlük, neredeyse

24
yolculuğun sonuna dek sonuçsuz kalan bir duygusal yönelimin öykü­
sü olarak, açıkça şiddetli bir umutsuzluk hissi yaymaktadır. Tabii,
Asja hastadır ve Benjamin'in Moskova'ya varışından, neredeyse ay­
rılışına kadar bir sanatoryumda yatmıştır, ama hastalığının doğası
üzerine hiçbir şey öğrenemiyoruz. Birliktelikleri çoğunlukla sanator­
yumdaki odada gerçekleşiyor; yalnızca birkaç kez Asja da Benja-
min'i otelinde ziyaret ediyor. Daha önceki bir beraberliğinden olan,
-tahminime göre- yaklaşık sekiz-dokuz yaşlarındaki kızı da, Mosko­
va dışındaki bir çocuk sanatoryumunda hasta yatmaktadır. Yani Asja
Lacis Benjamin'in girişimlerinde etkin bir taraf olarak yer almaz.
Yalnızca Benjamin'in anlattıklarını dinleyen kişi, neredeyse daima
reddedilmekle sonuçlanan duygusal yöneliminin hedefi ve nihayet,
hiç de seyrek sayılamayacak hasmane, hatta talihsiz kavgalarının
muhatabı olarak kaim Hepsi de çaresiz bir kesinlikle bu günlüğe ak­
tarılmış olan sonuçsuz bekleyişler, sürüp giden bir reddediliş, niha­
yet azımsanamayacak ölçüde bir erotik sinizm, burada inandırıcı bir
entelektüel profilin yokluğunu iki kat daha gizemli kılmaktadır. Ben-
jamin'i Asja Lacis'le birlikte görmüş ve bana izlenimlerini anlatmış
olan insanların, durmadan kavga eden bu çiftle ilgili hayretlerini ağız
birliği etmişçesine dile getirmeleri de bu olguyu desteklemektedir.
Üstelik Asja Lacis'in Berlin ve Frankfurt'a geldiği ve Benjamin'in
onunla birlikte olabilmek için boşandığı 1929 ve 1930 yıllarında! Ya­
ni burada Walter Benjamin'inki gibi bir hayata pekâlâ uygun düşen
bir açıklanamazlık tortusu kalmaktadır.

Kudüs, 1 Şubat 1980

25
MOSKOVA GÜNLÜĞÜ
v-<At V t i j U .£ v^r
■ <-^ym .’/ V ,t -.A i , 4 ,
* *v
.t i»«*«*, f, .,'.*
' *y»* InJ </i^AAf-^r . *£v<u.y*lvıM wV **"»*»»
^ ' mJ*U**V (M. ~>V’J «i./«» .-yfcVİ /«.' f~*<3f~}pljiı,. <••■'
*W
•£KİAj*U.A ^».,.yy*,»
a . ¡.J
H fi
Mbj. J* f4« /,■.<„ LJJ+, Lî IrvU.L -y- Ü'-'1'* tT
K“**f
'HtffrSZ'hr
rf*t e“3y V* •««J" '-»"■) *' Aİ ' A« -f u.+fi m..*-'
■i#**<;/ .iv M ,".^ «* *.y «A«.. /r*vft, »t/,-». J •*»•'
M«İt$
' r' *f a y * V + Z 'fy r M ) <<*~s V *yv*y».<itv'y(U. - *>1 -■<
V ^ £» ^ îw.^W *-*,v<» CJtö...»v*♦#«•» **<• v
f V ;-A' —t- -A" Ivm,*« .j| ,y./. Vf^/Ajl i , „ Vf-Î V* •> ¿'A'•’ **•*
I’.*•'* uiJt* %{.'{?+'•}xJffr l/'v * l «Â»***<*l**<*r >•■*•' k"t**'
" V«- .V» " »*Sr Af*i. «ı.">!.-,....' litMİjlîfJt'&tu Ü-.»-» »>»♦*«/ *S(* ^ v. :v ’ 1
■«■‘t/» jlafiutK. ¿¿vJ)»
n ı * *TA ^ 3 » /* ■■*/»■ HttuuMfji*»K"
u jb r A v vı J1»w*
*tfiı%
/ t / j l f j i i tV "*ij^ »J4*ı
î r —m ,K»<yye £;■»<*.
V*.* ;’■•** ^Y
'"v.1
,,.'.'' i
"* »AlyA*.A^y.«w fln j / ^ »f •w »*u«m « l'İ*
/v*,*'r;
**1v
-{■*• V K ı^ u ^ ^ «,wliw»>H)>ı- ııiA»»Mı^fnıe. M, i Vjth-^İVJ A» »’A.yjiyJ
-a.-j I»
V«^v, tv*fHıU.4ll,.pnıırfj*-» *'/5A»A-A<A‘»#<r/A> M.^v •1*~ “*■
A .« ,/» -’, >A.-vir fM M * - -*1» ffc tif.'S tp tM k r+ ^m rK , "'•^»<0 f *
^vA>» Jiiit*. Ay, <W
B<| A.^ yv)tw^/ı)jl|i l>ı«y» “'<>«•[» “

F J i" 7» | r •'J1! * » T jr ^ ■•* ** t

ı;/Uy <-yi t ^ r ^ K . <+b*vfaW}*{Jb,'* j^bf, U+fcjrf.'>~f A»A


"7^1 .* „ ^ ^ İ h A» <A«I A y «A Alh*rt/' w '/ *> ^ M*#** •■•
'.'i , , -n j ,,. >. Vâ -*» M-^w rf»-A^,A l ^ -,* ., >1

”^ . T î v T * ^ ^ y ' ‘J r i â r - . V A'
M v i - v '• ’Ky* k + 'H « * » . + '* * 2 , * y * i
i. a -'İiv — >- ^ -T**'**- i" v W| *v~,‘ ”

A^os/rova Gi/Aî/t/^ü'nün el yazısı sayfalarından.


Moskova Günlüğü 1

9 ARALIK. Buraya 6 Aralık'ta vardım. Garda kimsenin olmayabilece­


ği ihtimalini hesaba katarak, trende bir otelin adını ve adresini aklı­
ma yazdım. (İkinci mevkide yer olmadığım belirterek, sınırda bana
birinci mevki farkı ödettiler.) Yataklı vagondan indiğimi kimsenin
görmemesi rahatlattı beni. Ama peron çıkışında da kimse yoktu. Faz­
la telaşlanmadım. Beyaz Rusya-Baltık Gan'ndan çıkıyordum ki, Re-
ich göründü.2 Tren bir saniye bile rötar yapmadan varmıştı. İkimiz ve
iki bavul bir kızağa sığıştık. Don çözülmeye başlamıştı o gün; hava
ılıktı. Kar ve balçığın parıldadığı geniş Tverskaya boyunca birkaç
dakika yol almıştık ki, Asja3 yol kenarından el salladı. Reich kızak­
tan indi ve otele kadar, birkaç adımlık yolu yürüdü; biz ise yola kı­
zakla devam ettik. Asja güzel görünmüyordu; Ruslara özgü kürklü
kalpağın altında yabanıl bir etki yapan yüzü, uzun süre yatmaktan
şişmişti. Otelde fazla oyalanmadık ve çayımızı sanatoryum4 yakınla­
rında, pastane dedikleri yerlerden birinde içtik. Brecht'ten söz ettim
onlara. Sonra dinlenme saati sırasında sıvışmış olan Asja, kimseye
görünmemek için yan merdivenlerden sanatoryuma döndü; Reich ve
ben ise ana girişi kullandık. Burada galoş çıkarma âdetiyle ikinci kez
karşılaştım. îlki otelde olmuştu; üstelik orada bavullarımızı almaktan
başka bir şey de yapmamışlardı; odayı ancak akşama vereceklerini
söylediler. Asja'nın oda arkadaşı olan, tekstil işçisi tombul kadını an­
cak ertesi gün gördüm; o sırada henüz yoktu. Burada, bir çatı altında
ilk kez birkaç dakikalığına yalnız kalabildik. Asja muhabbet dolu
gözlerle baktı bana. Riga'daki nihai konuşmamıza anıştırma. Sonra
Reich'la birlikte otele döndüm, odamda bir şeyler atıştırdık ve ardın­
dan Meyerhold Tiyatrosu'na5 gittik. Müfettiş'in ilk genel provası6 ya­
pılıyordu. Asja'nın çabalarına karşın, bana bir bilet bulabilmemiz
mümkün olmadı. Ben de Tverskaya üzerinden Kremlin yönünde ya-

29
run saat kadar yürüyüp geri döndüm; dükkân tabelalarım dikkatle he­
celeyerek ve buz tutmuş kaldırımı adımlayarak. Sonra bitkin (ve ga­
liba kederli) bir halde odama girdim.
7'si sabahı Reich beni almaya geldi. Yürüyüş: Petrovka (poliste
kaydımı yaptırmak üzere), Kameneva Enstitüsü7 (Aydınlar Enstitü-
sü'nde 1,50 rublelik bir yer için; bu arada oradaki Almanya temsilci­
siyle de görüştüm; tam bir eşek), sonra Herzen Caddesi üzerinden
Kremlin'e; son derece biçimsiz Lenin Mozolesi'nin önünden geçerek
Aziz İsaak Katedralinin göründüğü yere kadar. Tverskaya üzerinden
geriye, proleter yazarlar örgütü VAPP'ın8 Tverskoy Bulvarındaki
merkezi Dom Herzena’ya.9 Soğukta yürümeye harcadığım çaba yü­
zünden, tadına pek de varamadığım iyi bir yemek. Kogan'la10 tanış­
tırıldım; bana Romence grameri ve hazırladığı Rusça-Romence söz­
lük üzerine bir konferans verdi. Reich'ın uzun yürüyüşlerimiz sıra­
sında anlattığı ve yorgunluktan çoğu zaman ancak yarım kulakla din­
leyebildiğim hikâyeler alabildiğine canlı; anekdotlar ve kanıtlarla
dopdolu, keskin ve neşeli. Hâzinede çalışan ve paskalya tatilinde git­
tiği köyünde papaz olarak ayin yöneten bir memura dair hikâyeler.
Ayrıca: Alkolik kocasını ve sokak ortasında bir kız ve bir erkek öğ­
renciye saldıran serseriyi darp yoluyla öldüren bir terzi kadına karşı
mahkemenin aldığı kararlar. Ayrıca: Stanislavski'nin Beyaz Rus as­
keri hakkındaki oyununun11 hikâyesi: Oyun sansür kuruluna gelir ve
kurulda oyunu dikkate alan tek üye de, belirli değişikliklerin yapıl­
ması gerektiği ibaresiyle geri gönderir onu. Bunun üzerine, aradan
aylar geçtikten ve istenilen değişiklikler yapıldıktan sonra, oyun ni­
hayet sansür kurulunun önünde sergilenir. Yasak kararı. Stanislavski
Stalin'e çıkar: Mahvolduğunu, tüm parasını bu oyuna yatırdığını söy­
ler. Stalin'in değerlendirmesi: "Oyun tehlikeli değildir." Milis güçle­
ri tarafından uzaklaştırılan komünistlerin muhalefeti altında gerçek­
leşir gala. Frunze12vakasını ele alan ve söylentilere göre yazarının is­
teği hilafına, Stalin'in emriyle yazdırılan uzun öykünün hikâyesi...
Sonra siyasi haberler: muhalefetin yönetici makamlardan uzaklaştı­
rılması. Bununla uyum içinde: sayısız Yahudi'nin topluca orta kade­
melerdeki görevlerinden uzaklaştırılması. Ukrayna'da anti-semitizm.
- VAPP'ın ardından, ölesiye bitkin bir halde Asja'ya gidiyorum yalnız
başıma. Çok geçmeden oda dolup taşıyor. Yatağa, Asja'nm yanına
oturan Letonyalı bir kadın, sonra karısıyla birlikte Şestakov13 geli­
yor; bu ikisiyle, onların karşısındaki Asja ve Reich arasında, Meyer-
hold'un Müfettiş oyunu hakkında Rusça sürdürülen şiddetli bir tartış­

30
ma patlak veriyor. Tartışmanın odağında kadife ve ipek kullanımı,
yani Meyerhold'un karısı8*14 için diktirilen on dört kostüm var; üstelik
oyun da beş buçuk saat sürüyormuş.15 Yemekten sonra Asja odama
geliyor; Reich da benim yanımda. Asja ayrılmadan önce hastalığının
hikâyesini anlatıyor. Reich onu sanatoryuma götürüp geri dönüyor.
Ben yatakta uzanıyorum - o çalışmak istiyor. Ama çok geçmeden işi­
ne ara veriyor ve buradaki ve Almanya'daki entelektüellerin durumu
üzerine konuşmaya başlıyoruz; ve şu sıralar her iki ülkede de geçer
akçe sayılan yazarlık teknikleri üzerine. Bu konu bizi Reich'm Parti'
ye katılma konusundaki kaygılarına götürüyor. Parti'nin kültürel ko­
nulardaki karşıdevrimci dönüşümü, Reich'ı sürekli meşgul eden bir
konu. Savaş komünizmi döneminde kullanılan sol hareketler, ardın­
dan tümüyle bir kenara atılmış. Proleter yazarlar, ancak kısa bir süre
önce devlet tarafından (Troçki'ye rağmen) bu kimlikleriyle tanınmış­
lar; ancak aynı zamanda devlet, desteğinden hiçbir koşulda yararlana­
mayacaklarını anlamaları da sağlanmış. Sonra şu Leleviç16 vakası -
sol kültür cephesine karşı alınan tedbirler. Leleviç, Marksist edebiyat
eleştirisinin yöntemleri üzerine bir çalışma yayımlamış. - Rusya'da
en büyük ağırlık, aşın ölçüde aynmlaştınlmış siyasi tavırlara tanını­
yor. Almanya'daysa müphem ve genel bir siyasi arka plan yeterli sa­
yılır; ancak bu kadan, mutlaka Almanya'da da talep edilmeli. - Rus­
ya için yazmanın yöntemi: ortaya bol kanıt koymak ve mümkün ol­
duğunca başka hiçbir şey yapmamak. Halkın eğitim seviyesi öylesi­
ne düşük ki, savsözlerin anlaşılması olanaksız. Buna karşılık Alman­
ya'da beklenen yalnızca budur: yani sonuçlar. Bu sonuçlara nasıl va­
rıldığı ise kimseyi ilgilendirmez. Alman gazetelerinin yorumları için
muhabirlerine çok küçük bir yer tanımaları da bununla bağlantılıdır;
buradaysa 500, hatta 600 satırlık makaleler hiç de istisna değil. Ko­
nuşmamız uzun sürdü. Odam iyi ısınıyor ve geniş; kalmak için rahat
bir yer.17

8 Aralık. Öğle üzeri Asja benimleydi. Ona hediyeler verdim; ken­


disine ithaf edilmiş kitabımı18 da alelacele gösterdim. Gece kalp çar­
pıntısı yüzünden iyi uyuyamamıştı. Stone'un19 kitap için yaptığı ka­
pağı da gösterdim (ve armağan ettim) ona. Bu kapak tasarımım çok
beğendi. Sonra Reich geldi. Daha sonra Reich'la birlikte, para boz­
durmak üzere Devlet Bankası'na gittim. Orada kısa bir süre Ne-
umann'ın babasıyla konuştuk. 10 Aralık [tarih sırası özgün metinde
böyledir]. Yeni inşa edilmiş bir pasajdan geçerek Petrovka'ya. Pasaj-

31
Benjamin'in Tek Yönlü Yo/'u için Şaşa Stone tarafından yapılmış kapak tasarımı.

da bir porselen sergisi var. Ama Reich hiçbir yerde oyalanmıyor. Ho­
tel Liverpool'un bulunduğu caddedeki pastaneleri ikinci kez görüyo­
rum. (Geldiğim gün duyduğum, Toller’in20 Moskova ziyaretinin hi­
kâyesini aktarıyorum burada. Toller büyük bir şatafatla karşılanır.
Tüm şehre, gelişini bildiren pankartlar asılır. Emrine tercüman kızlar,
sekreterler, güzel kızlardan oluşan bir yardımcılar heyeti tahsis edi­
lir. Konferanslar vereceği duyurulur. Ancak aynı sırada Moskova’da
bir Komintern toplantısı yapılmaktadır. Alman temsilciler arasında
Toller'in can düşmanı Werner21 de vardır. Pravda'da bizzat Wemer'in
yazdığı ya da yazılmasına önayak olduğu bir makale yayımlanır: Tol­
ler devrime ihanet etmiştir; Alman Sovyet Cumhuriyeti'nin başarısız­
lığa uğraması onun suçudur. Pravda'nın yazı işleri makalenin sonu­
na kısa bir not düşer: Özür dileriz, bunu bilmiyorduk. Bunun ardın­
dan Toller'in Moskova'da kalması imkânsız hale gelir. Gürültülü bir
biçimde duyurulmuş olan bir konferansı için toplantı salonuna gelir
- bina kapalıdır. Kameneva Enstitüsü onu durumdan haberdar eder:
Özür dileriz, salonu bugün için almamız mümkün olmadı. Size tele­
fonla bildirmeyi unutmuşlar.) Öğleyin yine VAPP'tayım. Bir şişe ma-

32
den suyunun fiyatı 1 ruble. Ardından Reich'la birlikte Asja'ya gidiyo­
ruz. Reich, Asja'nın ve benim itirazlarımıza karşın, onun toparlanma­
sı için sanatoryumun oyun salonunda, Asja'yla benim aramda bir do­
mino partisi düzenliyor. Asja'nın yanında otururken, kendimi Jacop-
sen romanlarından fırlamış bir karakter gibi hissediyorum. Reich da,
ünlü bir yaşlı komünistle satranç oynuyor; savaşta ya da iç savaşta
bir gözünü kaybetmiş bu adam da -eğer zaten ölüp gitmemişlerse- o
dönemin en iyi komünistlerinin pek çoğu gibi, alabildiğine çökmüş
ve tükenmiş. Asja'yla, onun odasına dönmemizin üzerinden çok geç­
miyor ki, Reich beni Granovski'ye22 götürmek üzere geliyor. Tvers-
kaya'dan aşağıya kısa bir süre Asja da bize eşlik ediyor. Ona bir pas­
taneden helva alıyorum ve geri dönüyor. Granovski, Riga'dan gelen
Letonyalı bir Yahudi. Yazdıkları, jargon operetlerinden türemiş olan
kaba komedinin, görünüşe bakılırsa bir ölçüde Yahudi aleyhtarı, din
karşıtı bir türevi. Çok Batılı bir izlenim veriyor Granovski, Bolşeviz-
me bir ölçüde kuşkucu yaklaşıyor; konuşmamız daha ziyade tiyatro
ve ücretlendirme sorunları etrafında dönüyor. Konu ev kiralarına ge­
liyor. Kiralar burada metrekare hesabına göre ödeniyormuş. Metre­
kare fiyatı kiracının aldığı maaşın yüksekliğine göre belirleniyormuş.
Ayrıca kişi başına 13 metrekarenin üzerine çıkan her şey için, gerek
kira, gerekse ısınma ücreti için üç misli para ödeniyormuş. Artık ge­
leceğimizi ummuyorlarmış, bu yüzden de mükellef bir yemek yeri­
ne, alelacele soğuk bir şeyler hazırlandı. Odamda Reich'la Ansiklope­
di hakkında konuştuk.23

9 Aralık. Öğle üzeri Asja geldi yine. Ona bazı şeyler verdim, a
dından da yürüyüşe çıktık. Asja benim hakkımda konuştu. Liverpool'
dan geriye döndük. Sonra ben odama gittim; Reich gelmişti bile. Bir
saat boyunca ikimiz de ayrı ayrı çalıştık - ben Goethe makalesinin
düzeltmeleriyle ilgilendim. Ardından benim için otel indirimi alabil­
mek üzere Kameneva Enstitüsü'ne. Sonra da yemeğe. Bu kez VAPP'ta
değil. Yemek mükemmeldi; özelikle de pancar çorbası. Sonra da Le-
tonyalı candan bir adamın işlettiği Liverpool'a. Isı yaklaşık 12 dere­
ceydi. Yemekten sonra adamakıllı bitkin düşmüştüm ve Leleviç'e,
düşündüğüm gibi, yürüyerek gidemedim. Kısa bir yol için kızağa
binmek zorunda kaldık. Yol, az sonra dört bir yanda yapı toplulukla­
rının bulunduğu, büyük bir bahçe ya da parkın içinden geçiyor. Lele-
viç'in dairesi, en arkadaki siyah-beyaz, güzel bir ahşap binanın birin­
ci katında. Girişte, o şuada dışarıya çıkmakta olan Bezimenski'yle24

33
karşılaşıyoruz. Dik bir ahşap merdiven ve bir kapının ardında, önce
açık bir ateşin yandığı mutfak. Ardından paltoların üst üste asılı dur­
duğu basit bir hol, derken görünüşe bakılırsa döşeklerin de serildiği
küçük bir odadan geçerek Leleviç'in çalışma odası. Leleviç'in görü­
nüşünü tarif etmek güç. Oldukça uzun boylu, mavi renkli Rus gömle­
ğiyle pek az hareket ediyor (zaten insanlarla dolup taşan küçük oda
da onu, yazı masasının önündeki iskemleye mıhlıyor). Ondaki garip­
lik, sanki eklemsizmiş gibi görünen uzun, geniş suratı. Çenesi, sanı­
rım hasta Grommer25 dışında hiçbir insanda görmediğim bir biçimde
aşağıya doğru uzuyor ve fazlasıyla kaba hatlı. Çok sakin görünüyor,
ama fanatik insanlara özgü o yiyip tüketen suskunluk onda da sezili­
yor. Reich'a benimle ilgili bir sürü soru soruyor. Karşıdaki yatağın
üzerinde iki adam oturuyor; siyah gömlekli olanı genç ve çok güzel.
Burada yalnızca edebi muhalefetin üyeleri toplanmış; Leleviç'in ayrı­
lışından önceki son saatleri onunla birlikte geçirebilmek üzere. Lele-
viç sürgüne gidiyor. İlk emre göre, sürgün yeri Novosibirsk olacak­
mış. "Size uygun olan yer,” demişler kendisine, "ne de olsa sınırlı bir
etki alanına sahip bir şehir değil, koskoca bir eyalettir." Ama Leleviç
bunu engellemeyi başarmış ve şimdi "Parti emrinde" redaktörlük mü,
bir devlet üretim kooperatifinde satıcılık mı yoksa başka bir iş mi ya­
pacağını henüz bilmeden, Moskova'ya yirmi dört saat mesafedeki Sa-
ratov'a gönderiliyor. Karısı, zamanın çoğunu yan odadaki diğer ziya­
retçilerle birlikte geçiriyor; güneyli Ruslar tipinde, ufak tefek, son de­
rece enerjik, ama bir o kadar da dingin ifadeli bir yaratık. İlk üç gün
o da kocasına eşlik edecekmiş. Leleviç'te fanatiklerin iyimserliği var:
Troçki'nin bir gün sonra Komintem'in önünde Zinovyev lehine yapa­
cağı konuşmayı26 dinleyemeyeceği için dertleniyor; Parti'nin bir dö­
nüm noktasının eşiğinde olduğunu düşünüyor. Holde vedalaşırken,
ona Reich vasıtasıyla birkaç dostça söz iletiyorum. Sonra Asja’ya gi­
diyoruz. Aramızdaki domino partisi ancak o zaman oynanmış da ola­
bilir. Reich ve Asja, akşam bana gelmek istiyorlar. Ama Asja yalnız
geliyor. Ona hediyeler veriyorum: bir bluz, bir pantolon. Konuşuyo­
ruz. Aslında ikimizi ilgilendiren hiçbir şeyi unutmadığını fark ediyo­
rum. (Akşamüzeri durumumu iyi bulduğunu söylemişti. Bir bunalım
içinde olduğum doğru değilmiş.) Odamdan ayrılmadan önce, ona Tek
Yönlü Kordan kırışıklıklarla ilgili bölümü27 okuyorum. Sonra galoşla­
rını kuşanmasına yardım ediyorum. Reich ancak ben uyuduktan son­
ra, geceyansı sularında, ertesi sabah Asja'ya iletmemi istediği teskin
edici bir haberi vermek üzere geldi: Taşınma hazırlıklarını tamamla-

34
mıştı. Reich bir deliyle birlikte oturuyor ve zaten zor olan yaşam ko­
şulları, bu yüzden dayanılmaz ölçüde karmaşıklaşıyor.

10 Aralık. Sabah Asja'ya gidiyoruz. Sabah saatlerinde ziyaret


kabul edilmediği için, onunla girişte bir dakikalığına konuşuyoruz.
İlk defa denediği ve kendisine çok iyi gelen karbonik asit banyosu­
nun ardından [yorgun]. Sonra yine Kameneva Enstitüsü'ne. Otelde
indirim sağlayacak olan belge hazır olmalıydı, ama hazırlanmamış.
Buna karşılık her zamanki bekleme odasında, işi olmayan bir bey ve
hanımla tiyatro meseleleri üzerine bayağı etraflı bir sohbet koyultu-
yoruz. Bir gün sonra Kameneva tarafından kabul edilecekmişim ve
akşamki tiyatroya bilet bulabilmek için çabalıyorlarmış. Ne yazık ki,
operete bilet bulunamıyor. Reich beni VAPP'a bırakıyor; orada Rusça
gramer kitabımla iki buçuk saat geçiriyorum; sonra Reich, Kogan'la
birlikte, yemeğe çıkmak üzere dönüyor. Akşamüzeri Asja'nm yanın­
da ancak kısa bir süre kalabiliyorum. Yeni daire yüzünden Reich'la
kavga etmiş ve beni yanında istemiyor. Odamda Proust okuyup, ba­
dem ezmesi yiyorum. Akşamüzeri sanatoryuma gidiyorum; girişte,
kendine sigara almak üzere çıkmış olan Reich'la karşılaşıyorum. Ko­
ridorda birkaç dakika bekliyoruz, sonra Asja geliyor. Reich bizi tram­
vaya bindiriyor ve müzik stüdyosuna gidiyoruz. Bizi idareci karşılı­
yor. Bize Casella'nın28 Fransızca yazdığı bir tebrik mektubunu göste­
riyor, tüm odaları gezdiriyor (işlerinden çıkıp doğruca tiyatroya gel­
miş insanların oluşturduğu kalabalık, oyunun başlamasından çok ön­
ce lobide birikmiş), bu arada konser salonunu da görüyoruz. Girişte,
olağanüstü dikkat çekici, ama güzellikten pek nasibini almamış bir
halı serili. Herhalde pahalı bir Aubusson. Duvarlarda orijinal eski re­
simler asılı (biri çerçevesiz). Uluslararası Kültürel İlişkiler Enstitü-
sü'nün kabul salonunda olduğu gibi, burada da çok değerli mobilya­
lar görülüyor. Yerlerimiz ikinci sırada. Rimski-Korsakov'dan Çarın
Gelini oynanıyor - Stanislavski'nin kısa bir süre önce sahneye koy­
duğu ilk opera bu. Toller hakkında sohbet; Asja onu nasıl gezmeye
çıkarmış; Toller Asja'ya nasıl bir hediye almak istemiş ve en ucuz ke­
meri seçmiş; nasıl ahmakça sözler sarfediyormuş. Aralardan birinde
lobiye gittik. Ama tam üç ara vardı. Aralar fazlasıyla uzundu ve bu
Asja'yı yordu. Asja'nm örtündüğü toprak sarısı İtalyan malı şal üze­
rine sohbet. Ona, benimleyken rahat olamadığım söylüyorum. So­
nuncu arada idareci yanımıza geliyor. Asja onunla konuşuyor. Adam
beni yeni başlayacak oyuna (Eugen Onegin) davet ediyor. Oyunun

35
sonunda paltolarımızı almak çok güç oluyor. Tiyatro çalışanlarından
ikisi, kalabalığın daracık vestiyer odalarına akışını düzenlemek üze­
re merdivenin ortasında bir kuyruk oluşturuyorlar. Tiyatroya geldiği­
miz gibi, eve de ısıtılmadığı için camları buz tutmuş, küçük tramvay­
la dönüyoruz.

11 Aralık. Moskova'nın özelliklerine dair birkaç not. Öncelikle t


mamen buz tutmuş caddelerde yürümeye alışmanın güçlüğü ilk gün­
lerime damgasını vuruyor. Adımlarıma öylesine dikkat etmek zorun­
dayım ki, çevreme pek az bakabiliyorum. Bu durum, Asja'nın dün
öğle üzeri (bunu ayın 12'sinde yazıyorum) bana bir çift galoş alma­
sıyla biraz düzeldi. Bu hiç de Reich’ın sandığı kadar güç olmadı. Pek
çok tek ya da çift katlı bina, şehrin yapı tarzı açısından karakteristik.
Bunlar şehre bir yazlık site görünümü kazandırıyor; insan bu binala­
ra bakarken soğuğu iki kat fazla hissediyor. Çoğu yerde soluk tonlar­
da rengârenk boyanmış duvarlar görülüyor: özellikle kırmızı, ama
bunun yanı sıra mavi, san (ve Reich'm söylediğine göre aynı zaman­
da) yeşil. Yaya kaldmmlan dikkati çekecek kadar dar; havadaki me­
kâna karşı ne kadar müsrifseler zemin konusunda da o derece cimri­
ler. Üstelik binaların kenannda buz öylesine kalın bir tabaka oluştu­
ruyor ki, kaldmmın bir bölümü de kullanılamıyor. Ayrıca kaldınmm
caddeden belirgin bir biçimde aynlabildiği yerler de pek nadir. Kar
ve buz yolun farklı tabakalannı aynı düzeye getiriyor. Devlet mağa­
zalarının önünde çok sık kuyruklara rastlanıyor; tereyağı ve diğer
önemli mallar için kuyruğa giriliyor. Pek çok dükkân ve dükkânlar­
dan da çok, önlerinde elma, mandalina ya da yer fıstığı dolu çamaşır
sepetlerinden başka hiçbir şey bulunmayan satıcı var. Malı soğuktan
korumak üzere serilmiş yün örtülerin üzerinde iki, üç adet numune­
lik meyva görülüyor. Ekmek ve diğer unlu mamullerin bolluğu: her
boyutta ekmekler, simitler ve pastanelerde, çok gösterişli pastalar.
Eritilmiş şekerle fantastik yapılar ya da çiçekler biçimlendirilmiş.
Dün öğleden sonra Asja'yla birlikte bu pastanelerden birindeydim.
Cam bardaklarda krema veriyorlardı. Asja merengli bir bardak aldı,
ben de kahveli. Pastanenin ortasındaki küçücük bir masada karşılık­
lı oturduk. Asja, psikolojiyi eleştiren bir yazı yazma niyetimi hatır­
lattı ve ben, bu tür konuları ele alabilmemin onunla görüşmeme ne
kadar bağlı olduğunu bir kez daha fark ettim. Bu arada, kahvede ge­
çirdiğimiz bu saati, ummuş olduğumuz kadar uzatamadık. Sanator­
yumdan saat dörtte değil, ancak beşte çıkabildim. Reich kendisini

36
beklememizi istemişti; toplantısı olup olmadığından emin değildi.
Nihayet kalktık. Petrovka üzerindeki vitrinlere baktık. Tahta eşyala­
rın satıldığı olağanüstü bir dükkân dikkatimi çekti. Asja, ricam üze­
rine bana küçücük bir pipo satın aldı dükkândan. Daha sonra oradan
Stefan ve Daga29 için oyuncaklar almak istiyorum. İç içe yerleştiri­
len o Rus yumurtaları, güzel, yumuşak ağaçtan yontulmuş hayvan fi­
gürleri var. Bir başka vitrinde Rus dantelleri ve işlemeli örtüler görü­
lebiliyordu; Asja, köylü kadınlarının bu işlemelerde pencerelerinin
camlanndaki-buz kristallerine öykündüklerini anlattı bana. Bu, aynı
gün içinde ikinci yürüyüşümüzdü. Öğle üzeri Asja, Daga'ya bir mek­
tup yazdıktan hemen sonra bana gelmişti ve ardından çok güzel bir
havada Tverskaya üzerinde kısa bir yürüyüş yapmıştık. Dönüşte No­
el mumlan satılan bir dükkânın önünde durduk. Asja söz etmişti bu­
radan. Daha sonra Reich'la birlikte yeniden Kameneva'ya. Otel indi­
rimim için gerekli belgeyi nihayet alabiliyorum. Akşam beni oradan
Çimento'ya30 göndermek istiyorlardı. Ama Reich sonradan Granovs-
ki'de bir oyun izlememin daha iyi olacağına karar verdi, çünkü Asja
da tiyatroya gitmek istiyordu ve Çimento onu fazlasıyla sarsabilirdi.
Ancak vakit geldiğinde, Asja kendini yeterince iyi hissetmediği için
oraya yalnız gittim; Reich'la Asja da benim odama çıktılar. Tek per­
delik üç oyun vardı ki, ilk ikisinin sözünü etmeye bile değmez; Ya­
hudi melodileri üzerine kurulmuş bir tür korolu komedi olan üçüncü-
sü, bir hahamlar toplantısı, çok daha iyi görünüyordu, ancak olay ör­
güsünü anlayamadım; üstelik gündüzden ve sonu gelmeyen aralar­
dan o kadar yorulmuştum ki, yer yer uyuyakaldım. -Reich o akşam
benim odamda kaldı - Saçlarım burada müthiş elektrikleniyor.

12 Aralık. Reich, sabah Asja'yla yürüyüşe çıktı. Sonra bana ge


diler - henüz giyinmemi bitirmemiştim. Asja yatağa oturdu. Bavulu­
mu boşaltıp düzenlemesi bana büyük sevinç verdi; bu arada, hoşuna
giden birkaç kravatı da kendine sakladı. Sonra, küçükken tefrika ro­
manları nasıl yalayıp yuttuğunu anlattı. Annesi bulamasın diye, ince­
cik ciltleri okul kitaplarının altına saklarmış, ama bir keresinde La­
ura başlıklı, tekmili birden, kalın ciltli bir kitap almış, bu da annesi­
nin eline geçmiş. Bir başka seferinde de, okumaya başladığı bir ca­
susluk hikâyesinin devamını bir kız arkadaşından almak üzere, gece-
yarısı evden fırlayıp çıkmış. Kızın babası hayretler içinde açmış ka­
pıyı - Asja'ya ne istediğini sormuş ve Asja ne halt ettiğini fark edin­
ce, bunu kendisinin de bilmediğini söyleyerek karşılık vermiş.- Öğ-

37
leyin Reich'la birlikte mahzen lokantasında. Issız sanatoryumda ge­
çen öğle üzeri boğucuydu. Asja'yla yine "siz" ve "sen" arasında dur­
maksızın gidip geliyoruz. Kendini iyi hissetmiyordu. Daha sonra
Tverskaya boyunca yüründü. Bir süre sonra, bir kahvede oturduğu­
muz sırada, Reich'la Asja arasında büyük bir tartışma çıktı; Reich,
Almanya'daki bağlantılarını son erdirmek ve tümüyle Rusya'daki he­
deflerine yoğunlaşmak istediğini açıkça ifade etti bu sırada. Akşam,
Reich'la odamda yalnızım: Ben şehir kılavuzunu inceledim, Reich da
Müfettiş eleştirisinin ön çalışmasını yaptı. - Moskova'da firma taşıt­
ları, kamyon gibi araçlar yok. En küçük alışverişten en büyük toplu
siparişlere kadar her şey küçücük kızaklarla "Istvosçik"31 tarafından
taşınmak zorunda.

13 Aralık. Öğleden önce iç bulvarlardan ana postaneye, oradan da


Lyubyanka Meydanı'm geçerek Dom Herzena'ya kadar yaptığım bü­
yük bir yürüyüşle şehirdeki yön duygumu sağlamlaştırdım. Tabelalı
adamın esrarını çözdüm: Karıştırılmalarım önlemek üzere galoşların
içine tutturulan harfler satıyordu. Asja'yla bir saat önceki kısa yürü­
yüşümüz sırasında Yamskaya Tverskaya'da pek çoğuna rastlamış ol­
duğum türden Noel ağacı süsleriyle donatılmış bir sürü dükkân bura­
daki gezintimde de dikkatimi çekti. Bu süsler, vitrin camlarının ar­
dında zaman zaman ağaçta olduklarından da parlak görünüyor.
Yamskaya Tverskaya'daki o yürüyüşümüzde, müzik eşliğinde geçit
yapan bir komsomollar birliğiyle32 karşılaşmıştık. Sovyet birliklerin-
dekini de andıran bu müzik, ıslıkla şarkının bir terkibinden oluşuyor
gibi görünüyor. Asja Reich'dan söz etti. Reich'a Pravda'rnn son sayı­
sını götürmemi istedi. Akşam üzeri Reich, Asja'nın odasında Meyer-
hold'un Müfettiş yorumu hakkındaki ön değerlendirmesini okudu bi­
ze. Çok iyi bir değerlendirme. Reich (daha önce) Asja'nın odasındaki
iskemlenin üzerinde uyuyakaldığında, ben de Asja'ya Tek Yönlü
YoTdan bazı bölümler okumuştum. Öğleden önceki uzun yürüyüşüm
sırasında aynca şunları da görmüştüm: Mallarla dolu sepetlerinin
(bazen de, kışları burada çocuk arabası olarak kullanılan kızakların)
yanında dikilen pazarcı kadınlar, köylü kadınlan. Bu sepetlerde yan
yarıya örtünün altında kalmış elmalar, bonbonlar, cevizler, şekerden
figürler var. Sanki şefkatli bir büyükanne, evden çıkmadan önce to­
runlarını neyle sevindireceğine bakmış gibi geliyor insana. Bulabil­
diklerini toplamış ve şimdi yürürken bir parça soluklanmak üzere
caddenin ortasında duruvermiş gibi. Stefan'a Marsilya'dan götürdük-

38
"Istvosçik" adı verilen sürücülerin kullandığı atlı kızak.

lerime benzer, kâğıttan yapay çiçekler satan Çinliler'e de rastladım


yeniden. Ancak buradaki kâğıttan hayvanlar arasında, derin deniz ba­
lıklarının egzotik biçimlerini taşıyanlara daha sık rastlanıyor. Sonra
tahta oyuncaklarla, arabalar ve küreklerle dolu sepetleri olan adamlar
var; sarı ya da kırmızı renkte arabalar, sarı ya da kırmızı renkte çocuk
kürekleri. Diğerleri de sırtlarındaki rengârenk fırdöndü desteleriyle
dolanıp duruyorlar etrafta. Tüm bunlar Almanya'da olduğundan daha
yalın ve daha sağlam işlenmiş; köylü kökenleri açıkça görülebiliyor.
Bir köşede ağaç süsleri satan bir kadınla karşılaştım. Sarı ve kırmızı
renklerde cam küreler güneşte pırıltılar saçıyorlardı; kırmızı ve san­
ların farklı meyvalara dönüştüğü büyülü bir elma sepeti gibiydi bu.
Burada tahtanın ve rengin arasında başka yerlerde olduğundan çok
daha dolaysız bir ilişki var. Bu, en ilkel oyuncaklarda en sanatkârane
cila işçiliklerinde olduğundan daha iyi fark ediliyor. - Kitay-Gorod33
Duvarı'nın dibinde Moğollar dikiliyorlar. Onların yurtlarında da kış­
lar buradakinden daha az sert geçmiyor herhalde ve paralanmış kürk­

39
leri yerlilerinkinden daha kötü değil. Ancak insan burada elinde ol­
madan yalnızca onlara acıyor. Aralarında beş adımdan daha fazla bir
mesafe bırakmadan dikiliyor ve deri dosyalar satıyorlar; her birinin
malı ötekilerinkinin aynı. Bunun ardında bir örgüt olmalı, çünkü cid­
di ciddi böylesine ümitsiz bir rekabete girişmeleri olanaksız. Riga'da
olduğu gibi, buradaki dükkân tabelalarında da sevimli naif resim ör­
nekleri görülüyor. Bir sepetten dökülen ayakkabılar; sivri burunlu bir
pabuç ağzında bir sandalet kapmış kaçıyor. Bir Türk lokantasının
önünde, karşılıklı asılmış iki tabela; hilal süslü fesleriyle donatılmış
bir masanın başında oturan iki bey. Asja, halkın her yerde, hatta rek­
lamlarda bile, herhangi bir gerçek olayı görmek istediğini söylerken
haklı. - Akşam Reich’la İlleş'teyiz.34 Daha sonra, 30 Aralık'ta İUeş'in
oyununu sahneleyecek olan Devrim Tiyatrosu'nun müdürü35 de geldi.
Bu müdür, Vrangel'in36 ortadan kaldırılmasında belirleyici bir rol oy­
namış olan ve Troçki'nin orduya yönelik emirlerinde iki kez adı ge­
çen, eski bir Kızıl Ordu generali. Daha sonraları, kariyerine sekte vu­
ran bir aptallık yapmış ve eskiden bir edebiyat adamı olduğu için,
kendisine tiyatrodaki bu idareci görevi verilmiş; ancak pek bir iş yap­
ması beklenmiyor. Oldukça aptal bir izlenim veriyor. Sohbetimiz pek
canlı değildi. Reich'm uyarısı üzerine, ben de temkinli konuşuyor­
dum. Plehanov'un sanat kuramından konuşuldu. Odada pek az eşya
vardı; en çok dikkati çekenlerse narin bir çocuk yatağı ve bir küvetti.
Oğlan çocuğu biz geldiğimizde hâlâ uyanıktı; daha sonra ağlayarak
yatağa yatırıldı, ama biz orada olduğumuz sürece uyumadı.

14 Aralık (15'inde yazıldı). Bugün Asja'yı görmeyeceğim. Sana


toryumda ortam gerginleşiyor; dün akşam Asja'nın dışarı çıkmasına
ancak uzun pazarlıklardan sonra izin verildi ve Asja bugün, sözleşti­
ğimiz gibi, beni almaya gelmedi. Onun elbisesi için bir kumaş almak
istiyorduk. Ben buraya geleli ancak bir hafta oldu ve onu görmek için
giderek katmerlenen güçlükleri hesaba katmak zorundayım; tabii gö­
rebileceksem eğer. - Dün telaş içinde, yılgın olmaktan çok yıldırıcı,
sinirli bir tavırla, sanki odamda bir dakika bile geçirmekten korkar­
mışçasına bana geldi. Ona, davet edildiği bir komisyonun toplandığı
binaya kadar eşlik ettim. Bir akşam önce öğrenmiş olduğum şeyi
söyledim ona: Reich'm çok önemli bir dergide tiyatro eleştirmeni
olarak yeni bir işe girmesi olasılığının bulunduğunu. Sadovaya üze­
rinden yürüdük. Bir bütün olarak bakıldığında ben pek az konuştum;
Asja ise çok sinirli bir tavırla çocuk bahçesinde çocuklarla yaptığı işi

40
anlattı. Çocuk bahçesindeki bir çocuğun diğerinin kafasını nasıl yar­
dığının hikâyesini ikinci kez dinledim. Tuhaf bir biçimde (Asja için
kötü sonuçlan olabilecek) bu son derece basit hikâyeyi (ama doktor­
lar çocuğun kurtanlabileceğini düşünüyorlardı) ancak o zaman anla­
dım. Çok sık geliyor bu başıma: Ona öylesine yoğun bir biçimde ba­
kıyorum ki, söylediklerini duymuyorum bile. Çocukların nasıl grup­
lar halinde ayrılmaları gerektiği konusunda düşünceler geliştiriyor­
du: Çünkü en yabani olanlarını -ki Asja onlara en yeteneklileri diyor­
du- diğerleriyle birlikte oyalamak asla başarılamazdı. Normal ço­
cukları bütünüyle meşgul edebilecek olan şeyler, diğerlerini sıkıyor­
du. Ve Asja'nın, kendi söylediğine göre, en yabani çocuklarla en bü­
yük başarılan kazanmış olması çok aydınlatıcıydı. Asja yazarlık uğ­
raşından da söz etti; bir Letonya komünist gazetesi için yazdığı üç
makaleden: Bu gazete yasadışı yollardan Riga'ya ulaşıyormuş ve
orada okunuyor olmak kendisi için çok yararlıymış. Komisyon bina­
sı Strasnoy Bulvarı'nın Petrovka'yla kesiştiği yerdeki meydanda bu­
lunuyordu. Yanm saati aşkın bir süre bekleyerek, Petrovka üzerinde
bir aşağı bir yukan yürüdüm. Nihayet dışanya çıktığında, para boz­
durmak zorunda olduğum Devlet Bankası'na gittik. Bu sabah kendi­
mi çok güçlü hissediyordum ve Moskova'ya yerleşmemden; bunun
yok denebilecek kadar zayıf ihtimallerinden derli toplu ve sükunetle
söz etmeyi başarabildim. Bu onu etkiledi. Kendisini tedavi eden ve
kurtaran doktorun, şehirde kalmasını ısrarla yasakladığını ve orman
içindeki bir sanatoryuma gitmesini emrettiğini anlattı. Ama o, or­
manda çekeceği ve kendisini korkutan hüzünlü yalnızlık ve benim
gelişim yüzünden kalmıştı. Asja'nın daha Petrovka üzerinde yaptığı­
mız ilk gezintimizde de duraklamış olduğu bir kürkçü dükkânının
önünde durduk. Orada, duvarda rengârenk pırlantalarla işlenmiş,
muhteşem bir kürklü kostüm asılıydı. Fiyatını sormak üzere içeriye
girdik ve bunun bir Tunguz işi olduğunu öğrendik (yani Asja'nın tah­
min ettiği gibi bir "Eskimo" kıyafeti değildi). Fiyatı iki yüz elli rub­
leydi. Asja onu almak istiyordu. Dedim ki: "Eğer bunu satın alırsam,
hemen dönmek zorunda kalırım." Ama Asja, ileride bir gün kendisi­
ne hayatı boyunca saklayabileceği, büyük bir hediye almam konu­
sunda bana söz verdirdi. Petrovka'dan Gosbank'a37 gitmek için, ko­
misyonla antika eşyaların satıldığı, büyük bir dükkânın bulunduğu
bir pasajdan geçiliyordu. Vitrinde nadir rastlanacak mükemmellikte,
sedef kakmalı bir İmparatorluk dolabı duruyordu. Pasajın sonuna
doğru ahşap sergi raflarının yakınında, porselenler paketleniyor ya

41
da paketlerinden çıkarılıyordu. Otobüs durağına geri dönerken, bir­
kaç çok güzel dakika. Ardından Kameneva'daki görüşmem. Öğleden
sonra şehirde amaçsızca dolaşıyorum: Asja'ya gidemem, çünkü
Knorrin38 onun yanında - en üst sansür kurulunun üyesi olan, çok
önemli, Letonyalı bir komünist. (Ve bugün de durum aynı; ben bun­
ları yazarken, Reich onun yanında.) Öğleden sonra yürüyüşüm Sta-
leşnikov'daki Fransız café'sinde, bir fincan kahvenin önünde son bu­
luyor. - Şehir: Bizans kiliseleri, özgün bir pencere biçimi geliştirebil­
miş gibi görünmüyor. Almanya'yı pek az hatırlatan, büyülü bir izle­
nim; Bizans tarzı küiselerin kule ve toplanma mekânlarından, sanki
oturma odaları gibi sokağa açılan, dünyevi, sıradan pencereler. Orto­
doks rahip, tapmağındaki Budist ermişler gibi yaşıyor burada. Basi­
lius Katedrali'nin giriş katı muhteşem bir Boyar39 malikânesi de ola­
bilirdi. Ama kubbelerdeki haçlar göğe takılmış dev küpeler gibi gö­
rünüyor daha çok. - Can çekişen, yoksullaşmış şehre, hastalıklı bir
ağızdaki diş taşları gibi yerleşmiş lüks: N. Kraft'm şekerleme dükkâ­
nı, kürklerin arasına berbat, soğuk bir biçimde serpiştirilmiş büyük
porselen vazoların durduğu seçkin moda mağazası. - Dilencilik, düş­
künlerdeki ısrarcılığın hâlâ bir hayatiyet kalıntısını ele verdiği Gü-
ney'deki kadar saldırgan değil burada. Ölüm döşeğindekilerin kurdu­
ğu bir girişim. Sokak köşelerine, özellikle de yabancıların iş yaptık­
ları semtlerdeki sokakların köşelerine paçavra tomarían serilmiş,
çıplak göğün altında uzayıp giden dev revir "Moskova"nın yataklan
gibi. Tramvaylardaki dilencilikse daha farklı örgütlenmiş. Bazı yan
hatlardaki tramvaylar yol boyunca duraklarda daha uzun bekliyor.
Böyle duraklarda dilenciler tramvaya süzülüp geziniyorlar ya da ço­
cuğun teki bir vagon köşesine dikilip şarkı söylemeye başlıyor. Son­
ra da kopekleri topluyor. Birinin sadaka verdiği pek seyrek görülü­
yor. Dilencilik en güçlü dayanağını, para çantalannın ağzını acıma
duygusundan çok daha fazla açan toplumsal vicdan azabını yitirmiş.
- Pasajlar. Pasajların, başka hiçbir yerde olmayan üst katlan; genel­
likle katedrallerin içi kadar boş görünen üst çıkmaları var. - Köylü­
lerin ve varlıklı bayanlann giydikleri kaba keçe ayakkabılar, ayağı
saran botlan, korselerin müstehcenliğini taşıyan, mahrem birer giysi
parçasına dönüştürüyor. Valenki'ler40 ayakların gösterişli giysileri.
Yine kiliseler: Çoğunlukla bakımsız kiliseler, gördüğüm Basilius Ka­
tedrali'nin içi kadar boş ve soğuk duruyorlar. Ama sunaklardan dışa-
ndaki kar örtüye tek tük yansıyan o kor, ahşaptan yapılmış küçük sa­
tış kulübelerinin oluşturduğu sitelerde hâlâ korunuyor. Kulübelerin

42
arasındaki karla kaplı daracık geçitler sessiz; yalnızca giysi satan Ya-
hudilerin usul konuşmaları duyuluyor; Yahudilerin tezgâhlarının bi­
tişiğindeki kırtasiyeci kadın, gümüşi kutularının ardına kurulmuş,
gelin tellerini ve pamuktan yapılmış Noel Baba figürlerini, doğulu
bir kadının peçesi gibi yüzüne çekmiş. Bu tür kulübelerin en güzel­
lerini Arbatskaya-Plotçad'da41 gördüm. - Birkaç gün önce, odamda
Reich'la gazetecilik üzerine bir sohbet. Kisch,42 ona gazeteciliğin ba­
zı altın kurallarını açıklamış; bunlara ben de yenilerini ekliyorum. 1)
Bir makale mümkün olabildiği kadar çok isim içermelidir. 2) Birinci
ve sonuncu cümleler iyi olmalıdır: ortası önem taşımaz. 3) Bir ismin
uyandırdığı hayaller, onun gerçekte nasıl olduğunu betimleyen anla­
tımın arka planı olarak kullanılmalıdır. Burada Reich'la birlikte ma­
teryalist bir ansiklopedinin programını yazmak istiyorum; Reich'ın
bu konuda mükemmel fikirleri var. - Asja yediden sonra geldi. (Ama
tiyatroya giderken Reich da bize katıldı.) Stanislavski'nin sahneledi­
ği Türbinlerin Günleri oynanıyordu. Natüralist tarzdaki dekorlar ola­
ğanüstü başarılıydı; oyunun özel bir eksiği olmadığı gibi fazlası da
yok; Bulgakov'un eseri başkaldırıya çağıran bir provokasyon. Özel­
likle Beyaz Rus askerlerinin Bolşevikliğe "iman ettiği" son perde,
dramatik açıdan mesnetsiz olduğu kadar düşünsel bakımdan da dü­
rüst değil. Komünistlerin bu oyuna karşı direnmeleri haklı ve anlam­
lı. Bu son perdenin, Reich'ın tahmin ettiği gibi, sansür kumlunun em­
riyle mi eklendiği, yoksa baştan beri metnin bir parçası mı olduğu
oyunun değerlendirilmesi açısından önem taşımıyor. (İzleyiciler, di­
ğer iki tiyatroda gördüklerimden belirgin bir biçimde farklıydı. He­
men hiç komünist yoktu aralarında; hiçbir yerde siyah ya da mavi bir
gömlek görülmüyordu.) Yerlerimiz yan yana değildi ve ancak birin­
ci perdede Asja'nın yanında oturabildim. Sonra Reich geldi yanıma;
tercümenin Asja için çok yorucu olduğunu söyledi.

15 Aralık. Reich uyandıktan sonra kısa bir süre için odadan çıktı
ve Asja'yı yalnız karşılayabileceğimi umdum. Ama Asja hiç uğrama­
dı. Reich, öğleden sonra Asja'nın sabah kendini iyi hissetmediğini
söyledi. Ama Asja'nın yanma gitmeme öğleden soma da izin verme­
di. Öğleden önce bir süre Reich'la birlikteydim; bana Kamenev'in
Komintem'de yaptığı konuşmayı tercüme etti. - İnsan bir yöreyi, an­
cak olabildiğince çok boyutuyla algıladığı zaman tanıyor. Bir mey­
danın farkına varabilmek için, insanın oraya dört ayrı yönden yaklaş­
ması, hatta orayı bu dört ayn yönde terk etmesi gerek. Aksi halde

43

éik " S *
oraya çıkacağınızı kavrayana kadar, meydan üç-dört kez hiç bekle­
mediğiniz bir anda yolunuzu kesiyor. Bir sonraki aşamadaysa, insan
o meydanı aramaya, yönünü kestirebilmek için orayı bir kerteriz gi­
bi kullanmaya başlıyor. Bu, binalar için de aynı. İnsan ancak bildiği,
belirli bir binayı arayarak yürürken, yanından geçtiği diğer binaların
içinde neler olduğunu anlayabiliyor. Sessizce içine kapanmış, müca­
delelerle sürüp giden bir hayat, geçit kemerlerinden, kapı çerçevele­
rinden, farklı büyüklüklerde siyah, mavi, san ve kırmızı harflerle, bir
ok işaretiyle, çizmeler ya da yeni ütülenmiş çamaşırların imgesiyle,
aşınmış bir basamak ya da sağlam bir merdiven trabzanıyla fırlıyor
insanın üzerine. Bu mücadelenin diğer katlarda da sürdüğünü ve ni­
hayet çatılarda son aşamasına vardığını fark edebilmek için, cadde­
lerden tramvayla da geçmiş olmak gerek, Ancak en güçlü, en eski
sloganlar ya da şirket panoları başanyor çatıya kadar çıkabilmeyi ve
şehrin sanayi eliti (Moskova'da birkaç isim) ancak uçaktan bakan bir
göze gösteriyor kendini. - Öğleden önce Basilius Katedrali'ni ziya­
ret. Kilisenin dışı, kar tabakasının üzerinde tatlı, sıcak renkleriyle
parlıyor. Düzenli temel planı, hangi yönden bakılırsa bakılsın, simet­
risini ele vermeyen bir yapı oluşturmuş. Daima bir şeyleri gizliyor ve
bakış bu binayı, onu inşa edenlerin korunmayı unuttukları bir uçağın
yüksekliğinden pusuya düşürebilir ancak. Bu kilisenin içi yalnızca
boşaltılmakla kalmamış, vurulmuş bir geyik gibi, bağırsaklarına dek
temizlenmiş ve bir "müze" olarak halk eğitiminin sindirimine sunul­
muş. Yerinde kalmış olan barok sunaklara bakılacak olursa, sanatsal
açıdan kısmen -olasılıkla büyük ölçüde- değersiz iç döşemenin bo­
şaltılmasıyla, duvar resmi olarak tüm geçitler ve kemerler boyunca
boy verip fışkıran, rengârenk bitki motifli çelenk umarsızca ortada
kalmış; kubbelerdeki renkli helezonların anısını iç mekânlarda da tu­
tumlu bir tavırla yaşatan ve kuşkusuz çok daha eski olan duvar de­
senleri, ne yazık ki, çarpıtılarak hafifmeşrep bir rokoko oyununa dö­
nüşmüş. Daracık tonozlu geçitler, sunak nişlerine ya da daire planlı
küçük kiliselere geldiğinde ansızın genişliyor; bu küçük kiliselere
yukarıdaki yüksek pencerelerden öylesine az ışık giriyor ki, yerlerin­
de bırakılmış çeşitli adaklar güçlükle seçilebiliyor. Ortasına boylu
boyunca kırmızı bir yolluk halısı serilmiş, aydınlık bir odacık da var
ama. Burada Moskova ve Novgorod okullarının ikonları, herhalde
paha biçilmez değerde birkaç İncil nüshası, Adem ve Havva'yı yeşil
bir arka plan önünde soluk beyaz bir renkte, çıplak, ancak cinsel or­
ganlarından mahrum gösteren duvar halıları sergileniyor. Köylü ka-

Basilius Katedrali 45
dullarını andıran şişman bir kadın bekçilik ediyor burada: Gelen bir­
kaç işçiye bu resimlerle ilgili yaptığı açıklamaları anlamak isterdim.
- Daha önce, "yukarı pazar geçitleri" olarak adlandırılan pasajlarda
kısa bir gezinti. Bir oyuncakçı dükkânınm vitrinindeki son derece il­
ginç figürleri, rengârenk boyanmış, kilden yapılmış süvarileri satın
alma girişimim başarısızlıkla sonuçlandı. Tramvayla Moskva Irmağı
boyunca, Kurtarıcı Katedrali'nin yanından ve Arbatskaya Meyda­
nından geçerek yemeğe. Akşam üzeri karanlıkta yine aynı yere dö­
nerek, ahşap pavyonlar arasında dolaştım, sonra Frunze Sokağında­
ki Savaş Bakanlığı'nın çok zarif görünen binasının önünden geçtim
ve nihayet kayboldum. Otele tramvayla döndüm. (Reich Asja'ya yal­
nız gitmek istiyordu.) Akşam yeni donmuş buz tabakasının üzerinde
yürüyerek Panski'ye. Karısıyla tiyatroya gitmek üzere olan Pans-
ki'yle evinin kapısında karşılaştık. Ancak ertesi gün açıklığa kavuş­
turulan bir yanlış anlaşma sonucu, önümüzdeki günlerde bürosuna
uğramamızı rica etti. Bunun üzerine Reich'm bir tanıdığını görmek
için, Strasnoy Meydanı'ndaki büyük binaya gittik. Asansörde onun
karışma rastladık; bize kocasının bir toplantıda olduğunu söyledi.
Ama aynı binada -bir tür dev pansiyon- Sofya'nın43 annesi de otur­
duğu için, ona uğrayıp "iyi akşamlar" demeye karar verdik. Şu ana
dek gördüğüm bütün odalar gibi (Granovski'lerdeki, Üleşlerdeki
odalar gibi) pek az mobilya bulunan bir mekân burası da. Oda böy-
lesine yoksul döşendiği için, o soğuk küçük burjuva izlenimi çok da­
ha iç karartıcı bir etki yapıyor. Oysa tamamlanmıştık, küçük buıjuva
iç mekânlarına özgü dekorasyonun asli bir parçasıdır: Duvarları re­
simler, kanapeleri yastıklar, yastıktan örtüler, konsollan biblolar,
pencereleri renkli camlar kaplamalıdır. Tüm bunlardan, rasgele biri
ya da öteki artakalmış. İnsanlar, yeni teftiş görmüş bir reviri andıran
bu mekânlardaki hayata katlanabiliyorlar, çünkü yaşam tarzlanyla
oraya yabancılaşmışlar. Onların hayatı büroda, kulüpte, sokakta ge­
çiyor. Bu odaya atılan ilk adım, Sofya'nın inatçı karakterindeki şaşır­
tıcı sınırlılığın, kaçsa da tam anlamıyla kopamadığı bir aile mirası ol­
duğunu gösteriyor. Ailenin hikâyesini, dönüş yolunda Reich'dan öğ­
reniyorum. Sofya'nın erkek kardeşi General Krilenko baştan itibaren
Bolşeviklerin yanında yer almış ve devrime büyük hizmetlerde bu­
lunmuş. Siyasi yetenekleri sınırlı olduğu için, daha sonraları savcı
olarak saygın bir makama getirilmiş. (Kindermann davasında44 da
savcı oydu.) Anlaşıldığı kadarıyla anneleri de örgütlü. Yetmiş yaşla­
rında olmalı ve hâlâ büyük bir eneıji sahibi olduğunu sezdiriyor. Sof-

46
Tverskoy Bulvarı

ya'nın, büyükanneyle teyze arasında gidip gelen ve annelerini yıllar­


dır görmemiş çocukları, şu sıralarda bu kadının yanında dolduruyor­
lar çilelerini. Bu çocuklar, Sofya'nın iç savaş sırasında Bolşeviklerin
safında yer alarak ölen soylu bir adamla yaptığı ilk evliliğinden ol­
muş. Ziyaretimiz sırasında küçük kızı oradaydı. Olağanüstü güzel bir
kız; hareketleri kararlı ve zarif. Oldukça içine kapalı görünüyor. Tam
o sırada annesinden bir mektup gelmişti ve kız mektubu açtığı için
büyükannesinden azar işitti. Oysa mektup ona gönderilmişti. Sofya,
Almanya'da kalmasına daha fazla izin verilmeyeceğini yazmış. Aile
onun yasadışı faaliyetler yürüttüğünü seziyor; bu tam bir felaket ve
annesi çok huzursuz görünüyor. Odadan, Tverskoy Bulvarı boyunca
uzayan büyük ışık selinin muhteşem manzarası.

16 Aralık. Günlüğümü tutuyor ve Asja'nın artık geleceğini sanmı­


yordum. O sırada kapıyı çaldı. İçeriye girdiğinde, onu öpmek iste­
dim. Girişimim, çoğu zaman olduğu gibi bu kez de başarısızlıkla so­
nuçlandı. Bloch'a yazmaya başladığım kartı45 çıkardım ve bir şeyler
eklemesi için Asja'ya uzattım. Ona bir öpücük vermek için, sonuçsuz
kalan yeni bir deneme. Asja'nın yazdıklarını okudum. Sorusu üzeri­
ne, "Bana yazdıklarından daha iyi," dedim. Ve bu "utanmazlığım"

47
karşılığında beni öptü nihayet; hatta bu sırada sarıldı bile. Şehre in­
mek üzere bir kızağa bindik ve elbisesi -üniforması- için kumaş al­
mak üzere Petrovka'da pek çok dükkân gezdik. Üniforma diyorum,
çünkü yeni elbisesinin modeli, Paris'ten aldığı eskisininkiyle aynı ol­
malıymış. Önce bir devlet mağazasında, uzunlamasına duvarların üst
bölümünde, işçiler ve köylüleri birliğe çağıran karton figürlerden
oluşturulmuş sahneler görülüyordu. Burada yaygın olan o ağdalı zev­
kin ürünü tasvirler: Orak ve çekiç, bir dişli çark ve diğer el aletleri,
ifadesi güç bir saçmalıkla, kadife kaplı kartondan yapılmıştı. Bu dük­
kânda yalnızca köylüler ve işçiler için gerekli mallar satılıyordu.
Devlet fabrikalarında, son zamanlardaki yeni "ekonomik rejimin"46
etkisiyle bunlardan başka bir şey üretilmiyor. Tezgâhların çevresi
hıncahınç doluydu. Boş olan diğer dükkânlarda kumaş yalnızca ku­
pon karşılığı ya da -parayla- inanılmaz fiyatlara satılıyor. Asja'nın
yardımıyla bir sokak satıcısından Daga'ya küçük bir bebek, bir Stan-
ka-Vanka47 satın aldım; daha çok bu fırsattan istifade kendime de bir
tane alabilmek için. Sonra bir başkasından da, Noel ağacı için sırça
bir güvercin. Hatırladığım kadarıyla, Asja'yla pek fazla konuşmadık.
—Daha sonra Reich'la birlikte Panski'ye. Resmi bir iş söz konusu ol­
duğunu sanarak çağırmıştı bizi. Ama bir kez gelmiş olduğum için de,
iki Amerikalı gazeteciye çeşitli filmler izlettirdikleri, gösterim odası­
na gönderdi beni. Ne yazık ki, sayısız ön formalitelerin ardından ni­
hayet yukarıya çıkabildiğimde, Potemkin'mAİ gösterimi sona ermek
üzereydi; yalnızca son sahneyi görebildim. Bunu Kanun Namına49
izledi - London'm hikâyesinden uyarlanmış bir film. Birkaç gün ön­
ce Moskova'da gerçekleşen ilk gösterim başarısız olmuştu. Teknik
açıdan iyi bir film bu - yönetmeni Kuleşov'un çok iyi bir ünü var.
Ancak olay örgüsü üst üste yığılan gaddarlıklarla konuyu saçmalığa
vardırıyor. Sözümona bu film, bir bütün olarak hukuka karşı anarşist
bir eğüim taşıyormuş. Gösterimin sonuna doğru Panski de gösterim
odasına geldi ve sonunda beni bürosuna götürdü. Eğer Asja'yı kaçı­
racağımdan korkmasaydım, oradaki sohbetimiz daha da uzardı. Öğ­
len yemeği için zaten çok geç olmuştu. Sanatoryuma vardığımda As-
ja gitmişti çoktan. Otele döndüm ve çok geçmeden Reich geldi; onun
hemen ardından da Asja. Dağa için valenki, vs. satın almışlardı.
Odamda sohbet ettik ve bu arada küçük burjuva evlerinde hüküm sü­
ren kederin ve tüm diğer felaketlerin merkezi konumundaki mobilya
olarak "piyano"dan da söz ettik. Asja bu düşünceden heyecanlanmış­
tı; bunun üzerine benimle birlikte bir makale yazmak istedi, Reich da

48
konuyu bir piyeste işlemek istiyordu. Asja'yla birkaç dakika yalnız
kaldık. Yalnızca "sonsuza dek sürmeli" dediğimi hatırlıyorum; Asja
buna öylesine güldü ki, anladığını gördüm. Akşam Reich'la bir veje­
taryen lokantasına gittik; duvarları propaganda yazılarıyla kaplıydı.
"Tanrı yok - din insan icadıdır - yaratılış yoktur" vs... Reich, Kapi­
talle. ilgili pek çök şeyi tercüme edemedi. Lokantanın ardından, otel­
de, Reich'ın aracılığı sayesinde Roth'la50 telefonda konuşmayı başar­
dım nihayet. Ertesi gün, akşam üzeri Rusya'dan ayrılacağını söyledi
ve biraz düşündükten sonra, saat on bir buçukta onun otelinde bir ak­
şam yemeği yeme davetini kabul etmek zorunda kaldım. Aksi halde
onunla konuşma olanağı bulamayacaktım. On ikiye çeyrek kala su­
larında bitkin bir halde kızağa bindim: Reich bütün akşam boyunca
bana çalışmalarından bölümler okumuştu. Hümanizm -tabii henüz
ilk aşamalarında bulunan bir hümanizm- üzerine yazdığı deneme,
verimli bir soru üzerine kurulmuştu: Büyük Devrim'in hazırlayıcıla­
rından olan Fransız aydınlarının 1792'den sonra böylesine kısa bir
sürede dağılmaları ve burjuvazinin bir aracına dönüşmeleri nasıl
mümkün olmuştu? Konuşma sırasında, "eğitilmişlerin" tarihinin ma­
teryalist bir tarzda "eğitimsizleştirmenin tarihi" ile yakın bir ilişki
içinde ve onun bir işlevi olarak ele alınması gerektiğini düşündüm.
Bu "eğitimsizleştirme tarihi" Yeni Çağ'la başlamıştır, yani Ortaçağ'a
özgü egemenlik biçimlerinin, yönetilenlerin ne türden olursa olsun
(dini) eğitimine dayalı olmaktan çıktığı noktada. Cuius regio eius re-
ligio dünyevi egemenlik biçimlerinin tinsel otoritesini yıkar. Böyle
bir eğitimsizleştirme tarihi, yüzyıllık bir sürecin eğitimsiz kesimler­
deki devrimci enerjiyi dini kozasından kurtararak ortaya çıkardığını
ve entelijensiyanm her zaman burjuvaziden kopan bir firariler sürü­
sü değil, aynı zamanda "eğitimsizleştirmenin" ön saflardaki bekçisi
de olduğunu gösterebilirdi. Kızak yolculuğu beni dinçleştirdi. Roth,
geniş yemek salonundaki yerini almıştı bile. Gürültülü müzik toplu­
luğuyla, mekânın ancak yan yüksekliğine kadar ulaşabilen iki dev
palmiyesiyle, renkli barları ve büfeleriyle ve seçkin bir tarzda hazır­
lanmış renksiz masalarıyla burası, ziyaretçiyi Doğu'nun bağrına ka­
dar sokulmuş lüks bir Avrupa oteli olarak karşılıyor. Rusya'da ilk kez
votka içtim; havyar, soğuk et ve komposto yedik. Şimdi bütün akşa­
mı düşündüğümde, Roth bende Paris'tekinden daha kötü bir izlenim
bırakıyor. Ya da -k i bu daha büyük bir olasılık- Paris'te farkına var­
dığım, ama o sıralarda henüz örtük olan bazı şeylerin, bu kez apaçık
ortaya çıkması beni sarstı. Masada başladığımız bir konuşmayı, onun

49
odasında daha yoğun bir biçimde sürdürdük. Bana Rus eğitim siste­
mi üzerine uzun bir makale51 okuyarak başladı. Odaya bakındım;
masa, görünüşe bakılırsa, en az üç kişinin içmiş olması gereken, be­
reketli bir çayın artıklarıyla kaplıydı. Roth, göründüğü kadarıyla,
varlıklı bir hayat sürdürüyordu; -en az yemek salonu kadar Avrupai
olan- bu otel odası çok pahalıya patlamış olmalı, tıpkı Sibirya, Kaf-
kaslar ve Kırım'a kadar uzanan inceleme gezisi gibi. Makalesinin ar­
dından başlayan konuşmamızda, onu renk belli etmeye zorladım.
Burada ortaya çıkan şey, tek bir cümleyle şu oldu: Rusya'ya (nere­
deyse) inançlı bir Bolşevik olarak gelmişti ve bir kralcı olarak terk
ediyordu. Her zaman olduğu gibi ülke, buraya ("sol" bir muhalefetin
ve ahmakça bir iyimserliğin etkisi altında) kızıl-pembe ışıklar saçan
bir politikacı gibi gelenlerin inançlarındaki değişimin faturasını öde­
mek zorunda. Roth'un yüzü kırışıklıklarla dolmuş ve rahatsız edici,
mütecessis bir görünümü var. İki gün sonra, Kameneva Enstitüsü'nde
ona rastladığımda (yolculuğunu ertelemek zorunda kalmıştı) yeniden
fark ettim bunu. Teklifi üzerine kızağına binmeyi kabul ettim ve sa­
at ikiye doğru otelime döndüm. Sokaklarda yer yer, büyük otellerin
ve Tverskaya'daki bir cafe'nin önünde, gece hayatı yaşanıyor. Soğuk,
insanların bu noktalarda toplanarak kümelenmelerine neden oluyor.

17 Aralık. Daga'yı ziyaret. Daha önce hiç görmediğim kadar sa


lıklı görünüyor. Çocuk yurdunun disiplini, üzerinde güçlü bir etki
yapmış. Bakışları sakin ve denetimli; yüzü daha dolgun ve daha az
sinirli. Asja'ya şaşırtıcı benzerliği azalmış. Bana yurdu da gezdirdi­
ler. Duvarları yer yer resimler ve karton figürlerle kesif bir biçimde
kaplanmış sınıflar çok ilginçti. Çocukların kolektife armağan olarak
kendi işlerini bağışladıkları bir tür tapınak duvarı gibi. Bu noktalar­
daki hâkim renk kırmızı. Sovyet yıldızlan ve Lenin başlanyla dolup
taşıyor. Sınıflarda çocuklar tek kişilik masalarda değil, uzun masala-
nn önündeki sıralarda oturuyorlar. Smıfa biri girdiğinde, "Strastvayt-
ye"52 diye bağınyorlar. Giysileri yurt tarafından sağlanmadığı için,
çoğu pek yoksul görünüyor. Sanatoryumun yakmlannda, komşu çift­
liklerin çocukları oynuyorlar. Mitiştin'e53 giderken de, gelirken de kı­
zakta rüzgâra karşı yol alıyoruz. Akşam üzeri Asja'yla sanatoryumda;
canı çok sıkkın. Oyun odasında altı kişilik bir domino partisi. Akşam
yemeği niyetine Reich'la birlikte, bir pastanede bir fincan kahve ve
bir parça kek. Erkenden yatağa.

50
18 Aralık. Sabah Asja geldi. Reich daha önce gitmişti. Kumaş a
maya çıktık; daha önce para bozdurmak üzere Devlet Bankası'na git­
tik. Daha odadayken, Asja'ya bir gün önceki keyifsizliğinden söz et-
tihı. Bu sabah her şey olabildiğince iyi gitti. Kumaş çok pahalıydı.
Dönüşte bir film çekimine rastladık. Asja, insanların böyle durumlar­
da her şeyi nasıl hemen unutuverdiklerinin, saatlerce orada takıldık­
larının, sonra da telaş içinde işyerlerine gelip, nerede olduklarını
açıklayamadıklarının mutlaka anlatılması gerektiğini söyledi bana.
Burada bir toplantının gerçekleştirilebilmesi için, önce kaç kez ayar­
lama yapılması gerektiğini görünce, insan bu sözlerin ne kadar doğ­
ru olduğunu anlıyor. Hiçbir şeyin kararlaştırıldığı ve beklendiği gibi
gerçekleşmemesi: Hayatın karmaşasını vurgulayan bu basit ifade,
buradaki her tekil olayda öylesine yoğun ve şaşmaz bir biçimde doğ­
rulanıyor ki, insan Rus kaderciliğini kolaylıkla kavrayabiliyor. An­
cak uygarlığın hesaplanabilir öngörüleri, kolektif içinde yavaş yavaş
yerleşmeye başladığında, ilk elde kişilerin hayatlarını olsa olsa daha
da güçleştirecektir bu. İnsan yalnızca mumlarla aydınlanan bir evde,
elektrik ışığı olduğu halde santrali sürekli arızalanan bir yere oranla
çok daha tedariklidir. Sözlere önem vermeyen ve her şeyi olduğu gi­
bi kabullenen insanlar burada da var; sokakta buz patenlerini kuşa­
nan çocuklar sözgelimi. Tramvay yolculuğu bir kumar burada. Buz
tutmuş camlar yüzünden, insan nerede olduğunu asla bilemiyor. Bir
şekilde öğrense bile, çıkış kapışma giden yol kazık gibi iç içe geçmiş
insanların oluşturduğu bir yığın tarafından kesilmiş oluyor. Vagona
arkadan binilip, önden inildiği için, bunu ne kadar zamanda başara­
cağınız şansa ve umursamazca kullanılan dirsek gücüne kalmış. Bu­
na karşılık Batı Avrupa'da bilinmeyen bazı rahatlıklar da var. Devle­
te ait gıda mağazaları akşam on bire, konutların ana girişleriyse ge-
ceyarısma, hatta geceyansından sonraya kadar açık. Çok fazla kiracı
var: Herkese ana kapının bir anahtarı verilemiyor. - Sokakta insanla­
rın "yılankavi hatlar üzerinde" yürüdüklerini fark ediyorsunuz. Dar
kaldırımlardaki aşın kalabalığın doğal bir sonucu bu; böylesine dar
kaldırımları ancak burada ve Napoli'de görebilirsiniz. Yaya kaldırım­
ları Moskova'ya, kırsal bir hava, hatta daha doğrusu bir gecede el
yordamıyla kuruluvermiş bir büyük şehir özelliği katıyor. - Kahve­
rengi, güzel bir kumaş satın aldık. Ardından "Enstitü"ye gittim; Me­
yerhold için bir serbest giriş kartı aldım ve Reich’la buluştum. Ye­
mekten sonra, Dom Herzena'da Reich'la satranç oynadık. O sırada,
yanında bir gazeteciyle, Kogan geldi. Diktatörlük rejimlerinde sana-

51
tı ele alan bir kitap hazırlamak istediğime dair bir şeyler uydurdum:
faşist rejim altındaki İtalyan sanatını ve proletaıya diktatörlüğü ida­
resindeki Rus sanatını ele alan bir kitap. Ayrıca Scheerbart ve Emil
Ludwig'in54 kitaplarından da söz ettim. Reich bu söyleşiden aşırı Öl­
çüde rahatsız oldu ve gereksiz kuramsal tartışmalarla tehlikeli açık­
lar verdiğimi söyledi. Şu ana kadar henüz yayımlanmadı bu söyleşi
(bunu ayın 21'inde yazıyorum); yaratacağı etkiyi beklemek gerek. -
Asja kendini iyi hissetmiyordu. Omurilik menenjiti sonucunda cinnet
geçiren ve Asja'nın daha önceki hastaneden tanıdığı bir hasta, yanın­
daki odaya yatırılmıştı. Asja, geceyarısı diğer kadınlarla birlikte bir
ayaklanma başlatmış ve hastanın başka bir yere götürülmesini sağla­
mayı başarmış. Reich beni Meyerhold Tiyatrosu'na götürdü; orada
Fanny Yelovya'yla55 karşılaştım. Ama Enstitü'nün Meyerhold'la ara­
sı bozuk: Bu yüzden tiyatroyu aramamışlar ve biz de bilet alamadık.
Otelimde kısa bir süre kaldıktan sonra, Panski'nin Potemkin'in ka­
zandığı başarıyı gölgede bırakacağını iddia ettiği bir filmi görmek
üzere, Krassniye Vorota56 bölgesine gittik. Hiç yer kalmamıştı. Kart­
larımızla, bir sonraki gösterime bilet aldık ve çay içmek üzere, Ye-
lovya'nm yakındaki odasına gittik. Şimdiye kadar gördüğüm bütün
odalar gibi, burası da çıplaktı. Gri duvarda, Lenin'i Pravda okurken
gösteren büyük bir fotoğraf asılıydı. Dar bir etajer üzerinde birkaç ki­
tap, kısa duvarda, kapının yanında iki seyahat çantası, karşılıklı
uzunlamasına duvarlara dayanmış bir yatak ve karşısında bir masay­
la iki iskemle. Bu odada bir fincan çay ve bir parça ekmekle geçirdi­
ğim zaman, bu akşamın en iyi tarafıydı. Film, tahammül sınırlarım
zorlayacak kadar kötü bir işti; üstelik öylesine baş döndürücü bir hız­
da gösteriliyordu ki, ne görmek, ne de anlamak mümkündü. Film bit­
meden çıktık. Tramvayla dönüş yolculuğu, Enflasyon Dönemi'nden
bir epizot gibiydi. Odamda Reich'la karşılaştım: yine bende geceledi.

19 Aralık. Öğle üzerinin nasıl geçtiğini ayrıntılı olarak hatırlam


yorum. Asja'yı görmek ve onu sanatoryuma bıraktıktan sonra Tretya­
kov Galerisi'ne gitmek istediğimi sanıyorum. Ama onu bulamadım
ve keskin bir soğukta, Moskva Irmağı'nın sol yakasındaki şantiyele­
rin, askeri talim alanlarının ve kiliselerin çevresinde dolandım. Talim
yapan Kızıl Ordu askerlerini ve onların ortasında futbol oynayan ço­
cukları seyrettim. Bir okuldan kız çocukları çıkıyordu. Nihayet otele
dönmek üzere tramvaya bindiğim durağın karşısında, sokağa bakan
kızıl bir duvarı, kulesi ve kubbeleri olan, parlak kırmızı bir kilise var-

52
Asja Lacis, Smolensk'teki kolhoz tiyatrosunda, Belozerkovski'nin “ Yaşam Çağırıyor"
oyununun prova toplantısında.

di. Böyle dolaşıp durmak beni daha da bitap düşürdü, çünkü ırmağın
sol yakasındaki bir çerçi dükkânından, tanesini 30 kopek gibi abartı­
lı bir fiyata binbir güçlükle satın almış olduğum renkli kartondan üç
ev maketinin hantal paketini de taşıyordum. Akşam üzeri Asja'yla
birlikteydim. Ona pasta getirmeye gittim. Çıkarken kapıda durdu­
ğumda, Reich'ın tuhaf davranışı dikkatimi çekti; "Adieu" diye sesle­
nişime karşılık vermedi. Bunu keyifsizliğine verdim. Zira Reich da­
ha önce birkaç dakikalığına odayı terk ettiğinde, Asja'ya onun pasta
getirmeye gitmiş olabileceğini söylemiştim ve Reich geri döndüğün­
de Asja hayal kırıklığına uğramıştı. Birkaç dakika sonra pastalarla
geri döndüğümde, Reich yatakta yatıyordu. Bir kalp spazmı geçir­
mişti. Asja çok telaşlıydı. Reich'ın bu rahatsızlığında Asja'nın, tıpkı
eskiden Dora hastalandığında benim davrandığım gibi davranması
dikkatimi çekti. Lanetler okuyor, düşüncesizce, kışkırtıcı bir tavırla
yardım etmeye çabalıyor ve ötekinin hastalanmakla ne büyük haksız-

53
lık yaptığını göstermek isteyen biri gibi davranıyordu. Reich yavaş
yavaş toparlandı. Ama bu olayın sonucunda Meyerhold Tiyatrosu'na
yalnız gitmek zorunda kaldım. Daha sonra Asja, Reich'ı benim oda­
ma getirdi. Reich benim yatağımda yattı, ben de Asja'nm benim için
hazırladığı kanepenin üzerinde uyudum. - Müfettiş ilk sahnelenişine
göre bir saat kadar kısaltıldığı halde, sekize çeyrek kaladan geceya-
nsına dek sürdü. Oyun, (eğer yanılmıyorsam) toplam 16 sahnelik üç
bölümden57 oluşuyordu. Reich'ın anlattıkları sayesinde, bu yapımın
genel görselliğine bir ölçüde hazırlıklıydım. Yine de sergilenen ina­
nılmaz ihtişam beni hayrete düşürdü. Hatta zengin kostümlerden
çok, dekor uygulamaları58 önemli göründü bana. Sahneler, az sayıda­
ki birkaç istisna dışında, her seferinde farklı aksesuarlarla ve maun
ağacından yapılmış İmparatorluk tarzı farklı bir dekorla donatılan,
yatık zeminli daracık bir mekânda oynanıyordu. Böylelikle gündelik
hayatı tasvir eden bir sürü nefis tablo oluşuyordu ve bu, rejinin dra­
matik olmayan, toplumsal bir analizi hedefleyen temel yönelimiyle
de uyum içindeydi. Klasik bir oyunun devrimci tiyatroya uyarlanma­
sı bakımından, bu yapıma burada büyük önem atfediliyor, ancak gi­
rişim aynı zamanda başarısız da bulunuyor. Parti de bu yapıma karşı
açıkça tavır almış ve Pravda için yazan bir tiyatro eleştirmeninin
ılımlı değerlendirmesi yazı işleri tarafından geri çevrilmiş. Salonda­
ki alkışlar da cılız kaldı; ancak bu durum belki de seyircinin dolaysız
izleniminden çok, resmi görüşten kaynaklanıyordu. Zira bu yapımın
bir seyir ziyafeti olduğu kuşku götürmez. Ancak böylesi durumlar, fi­
kirlerin açıkça beyan edilmesi gerektiğinde burada genel olarak hü­
küm süren temkinli havayla bağlantılı mutlaka. Henüz pek az tanıdı­
ğınız bir kişiye, alelade bir oyunla ya da filmle ilgili izlenimlerini
sorduğunuzda, yalnızca şu kadarını öğrenebiliyorsunuz: "Burada
şöyle, şöyle söyleniyor" ya da "Çoğunlukla şu yönde değerlendirme­
ler yapılıyor”. Bu yapımda izlenilen temel reji ilkesi, yani sahne et­
kinliğinin alabildiğine dar bir mekâna sıkıştırılması, tüm dramatik
değerlerin olağanüstü bir verimle yoğunlaşmasına yol açıyor; buna
oyunculuk da dahil. Reji başarısı açısından bir başyapıt olan şölen
sahnesinde doruğuna ulaşıyordu bu durum. Yalnızca anıştınlmış kar­
tondan sütunların arasındaki daracık alana, on beşe yakın insan sıkı­
şık bir grup halinde toplanmıştı. (Reich, çizgisel düzenin kaldırılma­
sından söz ediyordu.) Bir bütün olarak bakıldığında, bir pasta yapısı
çıkıyordu ortaya (son derece Moskova'ya özgü bir benzetme - bu
karşılaştırmayı anlaşılabilir kılacak türden pastalar yalnızca burada

54
var); ya da daha doğrusu, müziğini Gogol metninin oluşturduğu, me­
lodili bir saatin üzerinde dans eden kuklalar gibiydi. Oyunda ayrıca
pek çok müzik parçası da kullanılıyor; sonlara doğru gerçekleşen kü­
çük bir kadrilse, herhangi bir burjuva tiyatrosunda çekici bir gösteri
numarası olabilirdi; ama proleter bir tiyatroda böyle bir şey beklemi­
yor insan. Böyle bir proleter tiyatronun kendine özgü biçimleri,
uzunlamasına bir korkuluğun mekânı ikiye böldüğü bir sahnede en
açık ifadesini buluyor; korkuluğun önünde müfettiş duruyor, arkasın­
daysa müfettişin her hareketini izleyen ve onun paltosuyla son dere­
ce anlamlı bir oyun geliştiren kitle - altı ya da sekiz el, kâh bu palto­
yu tutuyor, kâh onu parmaklığa yaslanan müfettişin omuzuna atıyor.
- Gece, sert yatakta gayet iyi geçti.

20 Aralık. Bunu ayın 23'ünde yazıyorum ve sabahın nasıl geçtiğ


ni hiç hatırlamıyorum. Onun yerine -Reich yanımda oturduğu halde-
Asja'ya ve aramızdaki ilişkiye dair birkaç not düşüyorum. Neredey­
se zaptedilemez bir kaleye çarptım. Ne var ki, bu kalenin, Mosko­
va'nın önüne gelmem bile, başlangıç için bir başarıdır diyorum ken­
dime. Ancak bundan sonraki belirleyici zaferler neredeyse üstesin­
den gelinemeyecek ölçüde güç görünüyor. Reich'm konumu, burada
dil bilmeden, donarak ve belki de hatta aç kalarak geçirdiği altı ayın
ardından, birbiri ardına kazandığı apaçık başarılar sayesinde güçlü.
Bu sabah bana, altı ay sonra burada bir iş bulmaktan umutlu olduğu­
nu söyledi. Moskova'daki çalışma koşullan konusunda Asja'ya oran­
la daha az tutkulu, ama daha kolay uyum sağlamış. Asja, Riga'dan
yeni geldiği dönemde, derhal Avrupa'ya dönmeyi bile düşünmüş; bu­
rada bir iş bulabilmenin o denli olanaksız olduğu izlenimine kapıl­
mış. Nihayet bunu başardığında da, çocuk yuvasındaki birkaç hafta­
lık çalışmanın ardından, hastalık nedeniyle görevden alınmış. Eğer
bir ya da iki gün öncesinde sendikaya yazılmamış olsa, hiçbir bakım
göremeyecek ve belki de ölecekmiş. Şimdi bile Batı Avrupa'ya git­
mek için şiddetli bir arzu duyduğu kesin. Bu, yalnızca yolculuk et­
meye, yabancı şehirlere ve kozmopolit bir bohemliğin zevklerine
karşı duyulan bir arzu değil, aynı zamanda düşüncelerinin Batı Avru­
pa'da, özellikle de Reich'la ve benimle ilişkisinde karşılaştığı özgür­
leştirici etkinin bir sonucu. Asja'nın, Batı Avrupa'ya geldiğinde çok­
tan sahip olduğu o keskin içgörüyü burada, Rusya'da nasıl olup da
geliştirebildiği, Reich'ın da yakınlarda söylediği gibi, gerçekten bir
muamma. Şimdi Moskova benim için bir kale; sağlığıma ne kadar

55
faydalı olursa olsun, beni fazlasıyla yıpratan bu sert iklim, dil bilme-
yişim, Reich'ın varlığı, Asja'nın alabildiğine sınırlı hayat tarzı da bu
kalenin burçları ve yalnızca daha ileri saflara ilerleyebilmenin mut­
lak imkânsızlığı; Asja'nın, aramızdaki kişisel şeyleri bir parça geri
plana iten hastalığı, ya da en azından zayıflığı, tüm bunların beni ta­
mamen yıkmasını engelliyor. Seyahatimin yan amacına ne ölçüde
ulaşabildiğim, Noel günlerinin öldürücü melankolisinden kaçmayı
ne ölçüde başarabildiğim de tartışılır. Oldukça güçlü kalabilmem,
Asja'nın her şeye rağmen bana bağlılığım fark etmemden de kaynak­
lanıyor. Aramızda "sen" hitabı giderek yerleşti ve uzun süre bana yö­
nelttiği bakışının etkisi -böylesine uzun süreli bakışlar yönelten ve
böylesine uzun öpücükler veren bir başka kadm hatırlamıyorum-
üzerimdeki şiddetinden hiçbir şey kaybetmedi. Bugün, artık ondan
bir çocuk istediğimi söyledim Asja'ya. Şu sıralar erotik meselelerde
takındığı denetimli tavır sırasında ortaya çıkan ve önemsiz sayılama­
yacak nadir, ama kendiliğinden hareketler, onun benden hoşlandığı­
nı söylüyor. Sözgelimi dün, bir tartışmadan kaçınmak üzere odasını
terk etmeye hazırlandığımda, beni zorla durdurdu ve ellerini saçla­
rımda gezdirdi. Artık adımı da sık sık söylüyor. Yakınlarda bir kez,
şimdi iki çocuğumuzla birlikte "ıssız bir adada" yaşamıyor olmamız­
dan yalnızca benim sorumlu olduğumu söyledi. Bunda bir gerçek pa­
yı var. Üç ya da dört kez bir geleceği paylaşmaktan -doğrudan ya da
dolaylı bir biçimde- kaçındım: bir keresinde Capri'de onunla birlik­
te "kaçmadığım" zaman; ama nasıl yapacaktım ki bunu? Roma'dan
Assisi ve Orvieto'ya yaptığı yolculukta ona katılmayı reddettiğim za­
man; 1925 yazında onunla Letonya'ya gitmediğim ve kışın Berlin'de
onu beklemeye söz vermediğim zaman. Buna yol açan neden yalnız­
ca ekonomik kaygılarım değildi, hatta şu son iki sene içinde zayıfla­
yan fanatik seyahat düşkünlüğüm bile değildi yalnızca; Asja'daki
düşmanca unsurların, ancak şimdilerde göğüslemeye hazır olduğumu
hissettiğim düşmanlığın da bir rolü vardı burada. O zamanlar birbiri­
mize bağlanmış olsaydık, şimdilerde çoktan kopmuş olabileceğimizi
düşündüğümü de yakınlarda söyledim ona. Şimdilerde içimde ve dı­
şımda olup biten her şey, ondan ayrı yaşama düşüncesini, şimdiye
dek olduğundan çok daha zor katlanılır bir şey haline getiriyor. Tabii
Asja yeniden sağlığına kavuştuğu ve burada Reich'la birlikte düzen­
li bir hayat kurduğu zaman, ilişkimize bir nokta koyabilmenin benim
açımdan büyük acılar pahasına mümkün olacağından duyduğum kor­
kunun da etkisi var bunda. Ancak bundan kaçınmayı başarabilir mi-

56
yim, onu da bilmiyorum henüz. Çünkü şimdilik ondan kopmam için
-bunu becerebileceğimi kabul etsek bile—herhangi bir nedenim yok.
Benim için en güzeli, ona bir çocuk aracılığıyla bağlanmak olurdu.
Ama tüm o şaşırtıcı sertliği ve tüm sevimliliğine karşın varolan sev­
gisizliği nedeniyle Asja'yla ortak bir hayatı göğüsleyebileceğimden
bugün bile emin olamıyorum. - Kışın burada hayat fazladan bir bo­
yut kazanıyor: mekân, havanın ısısına bağlı olarak, kelimenin tam
anlamıyla değişiyor. İnsanlar sokakta, tıpkı buz tutmuş, aynalı bir sa­
londaymışçasına yaşıyorlar; her karar, her duraksama inanılmaz bir
külfete dönüşüyor: Posta kutusuna bir mektup atmak bile, yarım gün­
lük bir içsel hazırlık gerektiriyor ve şiddetli soğuğa rağmen bir şey
satın almak üzere dükkâna girmek bir azim göstergesine dönüşüyor.
Yalnızca annemin yemek kitaplarındaki resimlerden .tanıdığım ve şa­
tafatlı görünümleriyle çarlık dönemindekilerden hiç de aşağı kalma­
yacak, servise hazır yemeklerin satıldığı Tverskaya'daki dev bir gıda
mağazası dışında, dükkânlar da vakit geçirmeye elverişli değil. Üste­
lik taşralı bir özellik taşıyorlar. Batı şehirlerinin anacaddelerinde gör­
meye alıştığımız ve firmanın çok uzaklardan okunabilen adını taşı­
yan tabelalara, burada çok seyrek rastlanılıyor; çoğunlukla yalnızca
satılan malın türü belirtiliyor; bazen de tabelalara saat, bavul, çizme,
kürk, vs. resimleri çizilmiş oluyor. Derici dükkânlarının o geleneksel
açılmış post simgesi, burada da teneke bir tabelaya resmediliyor.
Üzerinde "Kitayskaya Praçeçnaya" yazılı tabelalarda, genellikle
gömlek resimleri oluyor: Çin Çamaşırhanesi. Pek çok dilenci görülü­
yor. Önlerinden geçenlere, uzun konuşmalarla yakarıyorlar. İçlerin­
den biri, gözüne kestirdiği yaya önünden geçerken hafifçe ulumaya
başlıyor her seferinde. Tıpkı Aziz Martin'in kılıcıyla bölerek cübbe­
sinin yansını verdiği bedbaht yaratık gibi duran bir dilenci de gör­
düm; diz çökerek kollannı ileriye uzatmış. Noelden hemen önce, iki
çocuk Tverskaya'daki Devrim Müzesi'nin duvan önünde, daima ay­
nı noktada kara serilmiş bir bez parçasının üzerinde oturuyor ve inli­
yorlardı. O dilencilerin değişmez sefaletinin bir ifadesi olabilirdi bu;
ama belki de tüm Moskova kurumlannın ötesinde, yalnızca kendile­
rinin güvenilir olduğunu ve şaşmaz bir kararlılıkla yerlerini koruduk-
lannı göstermeye yönelik, akıllıca bir örgütlenmenin sonucuydu. Zi­
ra buradaki başka her şey bir "remonte"nin59 etkisi altında. Çıplak
odalardaki mobilyaların yerleri her hafta değiştiriliyor - bu kadarcık
mobilyayla sağlanabilen biricik lüks bu; ve aynı zamanda, bedeli me­
lankoliyle ödenen bir "rahatlığı" evlerden defetmenin de radikal bir

57
yöntemi. Resmi daireler, müzeler ve enstitüler durmaksızın yer de­
ğiştiriyor ve başka ülkelerde belirli yerleri olan sokak satıcıları, her
gün bir başka noktada çıkıyorlar ortaya. Her şey, ayakkabı cilalan,
resimli kitaplar, kâğıt-kalem, kekler ve ekmek, hatta havlular bile so­
kak ortasında satılıyor, sanki burada hüküm süren, eksi 25 derecelik
donuyla Moskova kışı değil de, bir Napoli yazıymış gibi. - Öğleden
sonra Asja'nın odasında, Edebiyat Dünyası'na tiyatro yazılan yazmak
istediğimi söyledim. Kısa bir tartışma çıktı, ama ardından benimle
domino oynamasını rica ettim ondan. Ve sonunda kabul etti: "Madem
ki rica ediyorsun. Zayıf biriyim ben. Benden rica edilen şeyi geri çe-
viremem." Ama daha sonra Reich gelince, Asja konuşmayı yeniden
o konuya getirdi ve bu kez çok şiddetli bir kavga patlak verdi. Ancak
çıkmak üzere, oturduğum pencere girintisinden kalktığım sırada ve
Reich da peşimden sokağa çıkmaya hazırlanırken, Asja yine elimi
tuttu ve "O kadar da kötü değil," dedi. Akşam odamda, bu konu üze­
rine kısa bir tartışma. Daha sonra Reich evine gitti.

21 Aralık. Arbat'ı baştan başa yürüdüm ve Smolensk Bulvarında


ki pazara geldim. O gün hava çok soğuktu. Yürürken, yolda satın al­
dığım çikolatayı yedim. Pazarın cadde boyunca uzanan ilk sırası,
Noel eşyaları satan kulübeler, oyuncak ve karton tezgâhlarından olu­
şuyordu. Onların ardındaki sıraysa demir eşyalar, ev gereçleri, ayak­
kabı gibi şeylere ayrılmıştı. Burası, Arbatskaya Plotçad'daki pazarı
andırıyordu biraz, yalnız burada, sanıyorum, gıda maddeleri satılmı­
yordu. Ama daha kulübelere varmadan, yolun iki yanı yiyecek, ağaç
süslemeleri ve oyuncak sepetleriyle öylesine dolmuştu ki insan cad­
deden kaldırıma çıkmakta zorlanıyordu. Kulübelerin birinden kiç bir
kartpostal, bir diğerinden bir balalayka ve karton bir ev maketi al­
dım. Sokakta satılan Noel güllerini burada da gördüm; kar ve buzun
ortasında güçlü renkleriyle parlayan, tumturaklı çiçek demetleri.
Elimdeki nesnelerle Oyuncak Müzesi'ne varmakta zorlandım. Müze
Smolensk Bulvarı'ndan Ulitza60 Krapotkina'ya taşınmıştı ve yerini
nihayet bulabildiğimde öylesine bitkin düşmüştüm ki neredeyse
eşikten geri dönecektim: Kolayca açılmayan kapının kilitli olduğu­
nu düşündüm. Öğleden sonra Asja'nın odasında. Akşam, Korş Tiyat-
rosu'nda61 berbat bir oyun (I. Alexander ve İvan Kuzmiç). Oyunun
yazarı, Reich'ı aralardan birinde yakaladı - oyunun kahramanını
Hamlet'in tinsel akrabası olarak niteliyordu. Dikkatinin dağılmasın­
dan yararlanarak, son bölümleri izlemeden güçlükle kaçtık. Tiyatro-

58
dan sonra, yanlış hatırlamıyorsam, yiyecek bir şeyler aldık. Reich,
gece bende kaldı.

22 Aralık. Reich'la konuşmalarımızda bazı önemli noktalara var


dım. Akşamlan, çoğunlukla Rusya, tiyatro ve materyalizm üzerine
uzun konuşmalar yapıyoruz. Reich, Plehanov konusunda büyük ha­
yal kınklığına uğramış. Ona, maddeci ve evrenselci temsil tarzlan
arasındaki karşıtlığı açıklamaya çalıştım. Evrenselci yaklaşım ide­
alisttir, çünkü diyalektik değildir. Gerçekten de diyalektik zorunlu
olarak, karşılaştığı her tez ya da antitezi, üçlü yapı içinde yeni bir
sentez olarak betimleyen bir yönde ilerler; böylelikle nesnesinin gi­
derek daha derinlerine nüfuz eder ve evreni ancak o nesnenin içinden
kurar. Tüm diğer evren tanımlan nesnesiz, yani idealisttir. Giderek,
Plehanov'un materyalist olmayan düşünme tarzını, onda teorinin oy­
nadığı role bağlamayı denedim ve teoriyle yöntem arasındaki karşıt­
lığa yaslandım. Teori, genel olanı betimleme çabasıyla bilimin üze­
rinde yer alır, oysa yöntem açısından belirleyici olan, her genel ince­
lemenin derhal kendine ait bir nçsne bulmasıdır. (Görecelik teorisin­
de, zaman ve mekân kavramları arasındaki ilişkinin incelenmesi ör­
neği.) Bir başka seferinde, "vasat" yazarlar için belirleyici ölçüt ola­
rak başarı ve büyük yazarlardaki "büyüklüğün" kendine has yapısı
üzerine bir konuşma - büyük yazarların, yazarlık güçleri sayesinde
tarihsel bir etkiye sahip olmadıkları, tersine tarihsel bir etki yarattık­
ları için "büyük" sayıldıkları üzerine. Nasıl bu "büyük" yazarları, an­
cak kendi yüzyılımızın büyüten ve renklendiren merceğinden görü­
rüz. Dahası: Bu durumun nasıl otoritelere karşı mutlak tutucu bir tav­
ra yol açtığı ve bu tutucu tavrın yalnızca ve ancak maddeci bir yak­
laşımla temellendirilebileceği. Bir başka seferinde Proust (Reich'a
çevirimden bölümler okudum62) ve ardından Rusya'daki kültür poli­
tikası üzerine konuştuk: işçilere tüm dünya edebiyatının tanıtılması­
nı hedefleyen, işçiler için "eğitim programı"; kahramanlık komüniz­
mi döneminde önderlik kadrolarını oluşturmuş olan sol yazarların
gözden çıkarılması; karşıdevrimci köylü sanatının teşvik görmesi
(AKHRR sergisi). O günün öğle üzeri Reich'la birlikte Ansiklopedi
bürosuna yaptığımız ziyaret sırasında tüm bunlar, yine çok güncel
göründü bana. Bu girişimin otuz ya da kırk ciltlik bir proje olması ve
Lenin için özel bir cilt ayrılması hedefleniyor. Oraya vardığımız ikin­
ci seferde (yaptığımız ilk ziyaret sonuçsuz kalmıştı), yazı masasının
ardında, Reich'm niteliklerimden övgüyle söz ederek beni tanıştırdı-

59
ğı, son derece iyi niyetli genç bir adam oturuyordu. "Goethe" maka­
lemin şemasını ona anlatmaya başladığımda, entelektüel güvensizli­
ği derhal ortaya çıktı. Bu taslaktaki bazı noktalar onu ürkütüyordu ve
sonunda, sosyolojik açıdan desteklenmiş bir hayat hikâyesi istemeye
vardırdı işi. Ancak temelde bir şairin hayatı değil, yalnızca tarihsel
etkileri materyalist bir açıdan tasvir edilebilir. Zira böylesi bir varo­
luş, hatta bir sanatçının salt zamanıyla sınırlandırılmış eserleri, eğer
daha sonraki etkilerinden soyutlanırsa, kesinlikle maddeci bir anali­
zin nesnesi olamaz. Herhalde burada da karşımıza çıkan şey, Buha-
rin'in63 Tarihsel Materyalizme Giriş kitabının tümüyle idealist, meta­
fizik somlarını karakterize eden, o yöntemsiz evrenselcilik ve dola-
yımsızlıktır. Öğleden sonra Asja'nm yanındayım. Şimdilerde aynı
odada, Asja'nm pek beğendiği ve bol bol sohbet ettiği Yahudi bir ko­
münist kadın yatıyor. Onun varlığı benim açımdan o denli keyifli de­
ğil, çünkü şimdi Reich'ın olmadığı zamanlarda bile Asja'yla yalnız
konuşamıyorum. Akşam odamdayım.

23 Aralık. Öğleden önce Kustami Müzesi'ndeydim.64 Yine ço


güzel oyuncaklar vardı görülecek; oyuncak müzesinin müdürü, bura­
daki sergiyi de düzenlemişti. Herhalde en güzelleri de karton figür­
ler. Çoğunlukla küçük bir kaide üzerinde duruyor bunlar; ya döndü-
rülebilen, minicik bir laternanın ya da bastırıldığında bir ses çıkartan
eğimli bir yüzeyin üzerindeler. Aynı malzemeden, belli belirsiz gro-
teskin sınırında duran ve çöküş dönemine ait tipleri tasvir eden çok
büyük figürler de var. Müzede yoksul giyimli, sempatik bir kız, mü-
rebbiyesi olduğu iki küçük oğlanla, oyuncaklar üzerine Fransızca
sohbet ediyordu. Her üçü de Rus'tu. Müzenin iki salonu var. Oyun­
cakların da durduğu büyük salonda, ayrıca cilalı ahşap işçiliğinden
örnekler ve kumaşlar bulunuyor; daha küçük olan salondaysa eski
tahta oymalar, ördek ya da başka hayvan biçimlerinde kutular, el
aletleri, vs. ve dökme demirden işler sergileniyor. Alt kattaki büyük
bir salonda bulunan ve müzeye bağlı mağazadan, eski oyuncaklar
tarzında bazı örnekler alma girişimim başarısızlıkla sonuçlandı. Ama
orada, ağaç süslemeleriyle dolu, hiç rastlamadığım kadar büyük bir
depo gördüm. Ardından Les65 için bilet almak üzere Kameneva Ens-
titüsü'ne gittim ve orada Basseches'le66 karşılaştım. Birlikte yürüdük
biraz ve nihayet Dom Herzena'ya vardığımda saat üç buçuk olmuştu.
Reich, ben yemeğimi bitirdikten sonra geldi ancak. Bir fincan kahve
daha ısmarladım ve buna dokunmayacağım konusunda kendi kendi-

60
me yemin ettim. Akşam üzeri, Asja'yla ilk kez aynı tarafta olduğum,
dörtlü bir domino partisi vardı. Reich'a ve Asja'nın oda arkadaşına
karşı parlak bir zafer kazandık. Daha sonra, Reich "VAPP" toplantı-
smdayken, bu kızla Meyerhold Tiyatrosu'nda yeniden karşılaştım.
Benimle anlaşabilmek için Yiddiş dilinde konuştu. Biraz daha uzun
bir temrinle pekâlâ yürüyebilirdi, ancak başlangıçta pek bir şey anla­
madım. O akşam benim için çok yorucu oldu, çünkü bir hata sonucu
ya da kızın dakik olmayışı yüzünden çok geciktik ve ilk perdeyi
ayakta durarak kenardan izlemek zorunda kaldık. Buna bir de Rusça
eklendi. Oda arkadaşı dönene dek uyumamıştı Asja. Ama, ertesi gün
anlattığına göre, kızın düzenli soluğunu dinleyerek uykuya dalmıştı
sonunda. Les'teki ünlü akordeon sahnesi67 gerçekten çok güzel; ama
bu sahne Asja'nın anlatımı sayesinde duygusal ve romantik olarak
imgelemimde öylesine muhteşem bir iz bırakmış ki, sahnedeki ger­
çeğine alışmakta zorlandım. Oyun, bu sahne dışında da muhteşem
buluşlarla doluydu: balık avlayan ve seğiren ellerinin hareketiyle çır­
pınan bir balık yanılsaması yaratan tuhaf komedyenin oyunu; bir da­
ire içinde koştururken gelişen aşk sahnesi; sahneden aşağıya uzayan
bir iskele üzerinde geçen tüm oyun. Konstrüktivist bir anlayışla ku­
rulmuş sahnenin işlevini ilk kez açık bir biçimde kavradım, ki bu
nokta, fotoğraflar şöyle dursun, Tayrov'un Berlin'deki oyununda68 bi­
le bu denli açıklık kazanmamıştı benim için.

24 Aralık. Odam hakkında birkaç söz. Buradaki tüm mobilyaları


üzerinde, "Moskova Otelleri" yazılı tenekeden bir plaka var; altında
da demirbaş numarası. Tüm oteller devletin (yoksa belediyenin mi?)
idaresinde. Odamdaki çift kanatlı pencereler şimdi, kış aylarında,
mühürlenip kapatılmış. Yalnızca yukardaki küçük kanat açılabiliyor.
Alt kısmı lake, üstüyse çok parlak cilalı küçük tuvalet masası saçtan
yapılmış ve bir de aynası var. Lavabonun dibine, kapatılamayan gi­
der delikleri yerleştirilmiş. Musluktan sicim gibi bir su akıyor. Me­
kân dışarıdan ısıtılıyor; ancak odanın özel konumu nedeniyle zemin
de ısınıyor ve ılımlı soğuklarda, küçük pencere kanadı da kapalı ol­
duğu için, içeride boğucu bir sıcaklık oluyor. Kalorifer yandığı za­
man, sabahları dokuzdan önce bir görevli kapıya vuruyor ve küçük
pencere kanadının kapalı olup olmadığını soruyor. Burada aksama­
yacağından emin olabileceğiniz tek şey bu. Otelde mutfak olmadığı
için, insan bir fincan çay bile içemiyor. Ve Daga'ya gideceğimiz gü­
nün arifesindeki akşam uyandırma talimatı verdiğimizde, İsviçre-

61
li'yle (otel hizmetlilerinin Rusça adı bu) Reich arasında, "uyandırma"
izleği üzerine Sheakespearevari bir konuşma geçti. Uyandınlmamı-
zın mümkün olup olmadığı yönündeki sorumuza adamın verdiği kar­
şılık: "Eğer hatırlarsak uyandırırız. Ama eğer hatırlamazsak, o zaman
uyandırmayız. Gerçi çoğunlukla hatırlıyoruz ve o zaman da uyandı­
rıyoruz zaten. Ama zaman zaman unuttuğumuz da oluyor tabii, aklı­
mıza gelmediği için. O zaman da uyandırmıyoruz. Böyle bir yüküm­
lülüğümüz yok gerçi, ama vaktinde aklımıza gelirse, yine de yapıyo­
ruz bu işi. Saat kaçta uyandırılmak istiyordunuz? - Yedide; O halde
şuraya yazalım. Gördüğünüz gibi kâğıdı şuraya koyuyorum; arkada­
şım görecektir herhalde, değil mi? Tabii görmezse, o zaman uyandır­
maz. Ama çoğunlukla uyandırıyoruz." Sonunda uyandırılmadık tabii
ki ve bu durum şöyle açıklandı: "Siz zaten uyanmıştınız; daha ne
uyandıracaktık ki?" Otelde bu tür İsviçreliler'den daha çok var gibi
görünüyor. Bunlar giriş katındaki küçücük bir odada oturuyorlar. Kı­
sa bir süre önce, bana mektup gelip gelmediğini sordu Reich. Mek­
tuplar burnunun dibinde durduğu halde, "Hayır" diye karşılık verdi
adam. Bir başka seferinde, beni otelden telefonla arayan birine, "Bu
arada otelden ayrıldı," denmiş. Telefon koridorda ve geceleri birden
sonra bile, yüksek sesle yapılan konuşmaları duyuyorum yatağım­
dan. Yatağın ortasında büyük bir oyuk var ve kaıyola en küçük hare­
kette bile gıcırdıyor. Reich çoğu zaman beni uykudan bile uyandıra­
cak kadar gürültülü bir biçimde horladığı için, eğer ölesiye yorgun
bir halde girmemişsem yatağa, uyumam güç oluyor. Akşam üzerleri
uyuyup kalıyorum burada. Oda ücretinin günlük ödenmesi gerekiyor,
çünkü beş rubleyi aşan her hesabın üzerine %10'luk bir vergi biniyor.
Bunun ne dehşetli bir zaman ve enerji israfı anlamına geldiğini, an­
latmak bile gereksiz. - Reich'la Asja sokakta karşılaşmışlar ve birlik­
te geldiler. Asja kendini iyi hissetmiyordu ve Birse'yle akşamki bu­
luşmasını iptal etti. Benimle birlikte olmak istiyorlardı. Asja kumaşı­
nı da getirmişti ve birlikte çıktık. Oyuncak Müzesi’ne gitmeden ön­
ce, onu terzisine bıraktım. Yolda bir saatçiye girdik. Asja, adama be­
nim saatimi verdi. Almanca bilen bir Yahudi'ydi bu. Asja'yla vedalaş­
tıktan sonra, müzeye kadar bir kızağa bindim. Geç kalmaktan korku­
yordum, çünkü Rusya'daki zaman mefhumuna hâlâ alışamadım.
Oyuncak Müzesi'nde mihmandarlı bir tur. Müze müdürü Tov. Bar-
tam69 bana "Oyuncaktan, Çocuk Tiyatrosuna" başlıklı incelemesinin
bir nüshasını hediye etti, ki bu da benim Asja'ya Noel armağanım ol­
du. Ardından Akademi'ye; ama Kogan orada değildi. Geri dönmek

62
üzere her zamanki otobüs durağıma gitmiştim. O sırada, açık bir ka­
pının yanındaki "Müze" yazısını gördüm ve çok geçmeden "Yeni Ba­
tı Sanatı İkinci Koleksiyonu"nun karşımda olduğunu anladım. Bu
müze benim gezi planıma dahil değildi. Ancak önüne kadar gelmiş­
ken, içeriye de girdim. Cezanne'm olağanüstü güzellikteki bir resmi­
nin önünde, "eşduyum" sözünün dilsel olarak dahi yanlış olduğu fik­
rine kapıldım. İnsan bir tabloyu kavrarken, asla onun uzamına girmi­
yor; daha çok bu uzam, önce çok belirli, farklı yerlerinden dışarıya
taşıyor. Geçmişin çok önemli deneyimlerini yerleştirebildiğimize
inandığımız açılan ve köşelerinden bize açıyor kendini; bu noktala-
nnda açıklanamaz bir aşinalık görülüyor. Bu resim, iki Cezanne sa­
lonunun ilkindeki orta duvarda, tam pencerenin karşısında, çok ay­
dınlık bir yerde asılıydı. Ormandan geçen bir yolu tasvir ediyordu.
Bir kenannda bir grup bina vardı. Bu müzenin Renoir koleksiyonu,
Cezanne koleksiyonu kadar sıradışı sayılmaz. Bununla birlikte özel­
likle ressamın erken dönemine ait çok güzel resimler var burada da.
Ancak ilk iki salonda beni en çok, Paris bulvarlarının birbirlerini ta­
mamlar gibi karşılıklı asılmış iki resmi etkiledi. Bunlardan biri Pisar-
ro, diğeriyse Monet'nin. Her iki resim de geniş bir caddeyi gösteri­
yor; ilki resmin ortasında, İkincisi ise kenannda yer alan, yükseltil­
miş bir bakış açısından. Öylesine kenannda ki, bir balkonun korku­
luğundan sokağa doğru eğilmiş iki beyin siluetleri, sanki tablonun
boyandığı pencerenin hemen yandaşındaymışçasına, yandan resmin
içine dalıyor. Ve Pisarro'da sayısız atlı arabanın bulunduğu gri asfalt
resim yüzeyinin büyük bir bölümünü kaplarken, Monet'de, kısmen
sonbaharın sararmış ağaçlan arasından panldayan aydınlık bir bina
duvan sokağın yansını örtüyor. Bu binanın dibindeki bir kahvenin,
neredeyse tamamen yapraklarla örtülmüş iskemle ve masalan seçili­
yor; tıpkı güneşli bir ormandaki kırsal mobilyalar gibi. Buna karşılık
Pisarro Paris'in şanını; bacalarla kaplı çatılann oluşturduğu doğruyu
gösteriyor. Onun bu şehre duyduğu özlemi hissettim. - Arka odalar­
dan birinde, Louis Legrand ve Degas çizimlerinin arasında Odilon
Redon'un bir resmi. - Otobüs yolculuğunun ardından uzun, şaşkın
bir yürüyüş başladı ve kararlaştırılan zamandan bir saat sonra, Re-
ich'la sözleşmiş olduğum mahzen lokantasına ancak varabildim. Sa­
at, dörde geldiği için, hemen ayrılmak zorunda kaldık ve Tverska-
ya'daki büyük gıda mağazasında randevulaştık. Noel akşamına sade­
ce birkaç saat kalmıştı ve dükkân hıncahınç doluydu. Havyar, somon
ve meyva alırken, eli paketlerle dolu Basseches'le karşılaştık. Keyif-

63
liydi. Buna karşılık Reich'm keyfi kaçmıştı. Gecikmiş olmama çok
sinirlenmişti ve öğleden önce sokaktan satın aldığım Çin malı kâğıt­
tan bir balığı da, tüm diğer şeylerle birlikte yanımda gezdirmek zo­
runda kalmam, bir toplama saplantısının kanıtı olarak onu hiç de ne­
şelendirmiyordu. Sonunda pasta ve çeşitli tatlılarla birlikte, fiyonk­
larla süslü, küçük bir Noel ağacı da edindik ve tüm bunlarla bir kıza­
ğa binip otele döndüm. Hava çoktan kararmıştı. Kolumdaki ağaç ve
paketlerle, aralanndan geçmeye zorlandığım insan kalabalığı beni
yormuştu. Odamda yatağa uzandım, Proust okuyup, Asja sevdiği için
aldığımız şekerli cevizlerden yedim. Yediden sonra Reich geldi, on­
dan biraz sonra da Asja. Asja bütün akşam boyunca yatakta yattı ve
Reich da onun yanında, iskemlede oturdu. Uzun bir bekleyişin ardın­
dan, nihayet semaver de geldiğinde -bu konuda daha önceki ricala­
rımız sonuçsuz kalmıştı, çünkü otel müşterilerinden biri odasını,
içerdeki semaverle birlikte kilitleyip çıkmış sözümona—semaverin
fokurtusu, benim için ilk kez bir Rus odasını doldururken ve ben As-
ja'nm karşısına uzanmış, dosdoğru onun yüzüne bakabilirken, orada,
saksıdaki küçük çam ağacının yakınında, yıllardan beri ilk kez bir
Noel akşamı kendimi korunaklı hissettim. Asja'nm gireceği iş hak­
kında konuştuk; söz daha sonra benim Trauerspiel kitabıma geldi ve
Frankfurt Üniversitesi'ne karşı yazdığım giriş bölümünü70 okudum.
Asja'nın görüşü benim için önem taşıyor. Asja, her şeye rağmen sö­
zü dolaştırmadan şöyle yazmam gerektiğini düşünüyordu: Frankfurt
Üniversitesi tarafından reddedilmiştir. O akşam birbirimize çok ya­
kındık. Asja, söylediğim bazı şeylere çok gülüyordu. Alman iç poli­
tikasının aygıtı olarak Alman felsefesi üzerine bir makale yazma fik­
ri gibi bazı başka şeyleri de heyecanla destekledi. Gitmeye karar ve­
remiyordu; kendisini iyi ve yorgun hissediyordu. Ama nihayet çıktı­
ğında saat daha on bir bile olmamıştı. Hemen yatağa girdim, ne ka­
dar kısa sürmüş olursa olsun, akşam benim için muradına ermişti.
Ona ulaşamayacağımız başka bir yerde bile olsa, sevdiğimiz insan da
aynı anda yalnız ise eğer, bizim için yalnızlık diye bir şey olmayaca­
ğını gördüm. Yani yalnızlık hissinin temelde, topluca eğlenen tanıdı­
ğımız, en çok da sevdiğimiz insanlardan bize yansıyan dönüşümlü
bir fenomen olduğu anlaşılıyor. Ve hayatta mutlak olarak yalnız olan
kişi bile, yalnız olmayan ve birlikte olsa kendi yalnızlığından kurtu­
labileceği bir kadını -bu hiç tanımadığı bir kadın bile olsa—ya da
herhangi bir insanı düşünürken duyumsuyor ancak yalnızlığını.

64
25 Aralık. Ağzımda gevelediğim azıcık Rusça'yla yetinmeye v
Rusça derslerimi şimdilik sürdürmemeye karar verdim, çünkü bura­
da başka işler için zamana çok ihtiyacım var: tercüme ve makaleler
için. Rusya'ya bir daha gelecek olursam, dil hakkında biraz bilgi
edinmeden yapmamalıyım bunu. Ama şimdilik geleceğe ilişkin iddi­
alı planlar kurmadığım için, bu konuda da kesin bir kararım yok:
Şimdikinden bile daha elverişsiz, farklı koşullar altında, böyle bir
yolculuk benim için çok güç olurdu herhalde, ikinci bir Rusya yol­
culuğunu çok sağlam edebi ve mali anlaşmalara bağlamak, alınabile­
cek en asgari tedbir olurdu. Rusça bilmemem, Noel tatilinin ilk gü­
nündeki kadar sıkıntı ve acı verici olmamıştı hiç. Asja'nın oda arka­
daşı tarafından yemeğe davet edilmiştik - pişirilecek kazın parasını
ben vermiştim ve bu da, birkaç gün önce Asja'yla aramda bir tartış­
ma çıkmasına neden olmuştu. Kaz, tabaklara dağıtılmış tek kişilik
porsiyonlar halinde geldi masaya. Kötü pişirilmişti; eti sertti. Yemek,
etrafına altı ya da sekiz kişinin toplandığı bir yazı masasında yendi.
Yalnızca Rusça konuşuluyordu. Başlangıçtaki soğuk meze -Yahudi
usulü hazırlanmış bir balık- güzeldi; çorba da iyiydi. Yemekten son­
ra yan odaya geçtim ve uyuyakaldım. Uyandıktan sonra bir süre da­
ha çok kederli bir halde uzandım kanapede ve böyle zamanlarda sık
sık olduğu gibi, öğrenciliğim sırasında Münih'ten Seeshaupt'a gitti­
ğim günlerden görüntüler geçti gözlerimin önünden. İlerleyen saat­
lerde Reich ya da Asja zaman zaman bana konuşmadan bölümler çe­
virmeye çalıştdar tabii, ama bu her şeyi iki kat daha zorlaştırıyordu.
Eskiden Beyaz Rus ordusunda olan ve iç savaşta yakalanan her Kı­
zıl Ordu mensubunu astıran, Harb Akademisinden bir generalin pro­
fesör olduğu konuşuldu bir süre. Bunun nasıl değerlendirilmesi ge­
rektiği tartışıldı. Bu tartışmada en ortodoks ve fanatik görüşler, genç
bir Bulgar kadınından geliyordu. Nihayet oradan ayrıldık; Reich ve
Bulgar kadın önden, ben ve Asja da onların peşinden. Kendimi çok
bitkin hissediyordum. Tramvaylar işlemiyordu o gün. Ve diğerleriy­
le birlikte otobüse binemeyeceğimiz için de, Reich'la bana ikinci
MÇAT'a71 kadarki uzun yolu yürümekten başka bir seçenek kalmadı.
Reich, "Tiyatroda Karşıdevrim" başlıklı çalışması için topladığı mal­
zemeyi tamamlamak üzere, orada Oresteia'yı izlemek istiyordu. Yer­
lerimizi ikinci sıranın ortasından verdiler. Daha salona girerken par­
füm kokulan çarptı burnuma. Mavi gömlekli tek bir komünist bile
görmedim orada; ama George Grosz'un herhangi bir albümünde ken­
dine yer bulabilecek bazı tipler gördüm. Oyun, genelde adamakıllı

65
örümceklenmiş bir saray tiyatrosu tarzında sahnelenmişti. Yönetmen
en temel mesleki beceriden olduğu gibi, Aiskhylos sahnelemek için
mutlaka gereken en temel bilgi birikiminden de yoksundu. Rengi at­
mış bir salon Helenizmi, fukara imgelemini tümüyle doyurmuş gi­
biydi. Neredeyse aralıksız müzik çalıyordu; bu arada da bol bol Wag­
ner: Tristan, "Büyülü Ateş".

26 Aralık. Asja'nın sanatoryumdaki tedavisi sonuna yaklaştı g


görünüyor. Açık havada yatarak geçirdiği şu son günler ona iyi geldi.
Battaniyelere sarınarak yatıp havada çığlıklar atan kuzgunları dinle­
mekten hoşlanıyor. Bu kuşların çok iyi örgütlendiklerine ve ne yap­
maları gerektiği konusunda önderleriyle haberleştiklerine de inanı­
yor; uzun bir sessizliği izleyen belirli bazı çığlıklar, ona göre, hepsi­
nin itaat ettiği emirlermiş. Son günlerde Asja'yla neredeyse hiç yalnız
görüşemedim, ama yaptığımız birkaç kısa konuşmada bana olan ya­
kınlığını açıkça sezdiğim için çok huzurluyum ve kendimi iyi hisse­
diyorum. Hiçbir şey üzerimde, Asja'nın benim işlerimle ilgili sordu­
ğu en sıradan sorular kadar şiddetli, ama sağaltıcı bir etki yaratma­
mıştır. Bunu çok sık yapmıyor gerçi. Ama sözgelimi bugün, o ana dek
Rusça konuşulan yemeğin ortasında, bir önceki gün bana postadan ne
çıktığını öğrenmek istedi. Yemekten önce üç takım halinde domino
oynanmıştı. Ama yemekten sonra ortam bir önceki güne oranla çok
daha iyiydi. Yiddiş şarkıların (sanıyorum hiç de parodi olarak düşü­
nülmemiş) komünist uyarlamaları söylendi. Asja dışında, odadakile-
rin hepsi Yahudi'ydi galiba. Moskova'ya Yedinci Sendika Kongresi
için gelmiş olan Vladivostoklu bir sendika sekreteri de vardı araların­
da. Böylece Berlin'den Vladivostok'a tam bir Yahudi takımı toplan­
mış oldu masada. Asja'yı odasına erkenden bıraktık. Eve dönmeden
önce Reich'ı bir fincan kahve içmeye davet ettim sonra. Ve başladı
anlatmaya: Etrafına baktıkça, çocukların büyük bir eziyet olduklarını
daha iyi anlıyormuş. Yoldaş kadınlardan biri de, ziyarete küçük, ayrı­
ca olağanüstü uslu bir oğlan çocuğuyla birlikte gelmişti; ama herkes
dominoya oturduğunda ve iki saatten uzun bir süre yemek beklendi­
ğinde, oğlan ağlamaya başlamıştı. Aslında Reich'ın kafasındaki Da-
ga'ydı tabii. Asja'nın çoğunlukla Daga'yla ilgili olan kronik korkula­
rından söz etti ve onun Moskova'da geçirdiği dönemin hikâyesini
baştan sona bir kez daha anlattı. Onun Asja'yla ilişkisinde gösterdiği
büyük sabra daha önce pek çok kez hayran kalmıştım. Ve şimdi de
benimle konuşurken dile gelen gerginliğiydi yalnızca, kesinlikle kır-

66
gmlık ya da öfke değil. Tam da şimdi, her şeyi kendi haline ve akışı­
na bırakmanın Asja açısından en önemli şey olduğu bir anda, Asja'da-
ki "bencilliğin" işlemeyişinden yakmıyordu. Önümüzdeki dönemde
nerede yaşayacağı, büyük olasılıkla taşınmak zorunda kalacağı dü­
şüncesi Asja'ya büyük sıkıntı veriyordu. Temelde tüm beklentisi, bir­
kaç hafta için olsun burjuvalara özgü huzurlu ve rahat bir hayat sür­
dürebilmekti, ki bunu Moskova'da Reich da sağlayamazdı ona tabii.
Bu arada Asja'nın huzursuzluğu benim dikkatimi çekmemişti henüz.
Bunu ancak önümüzdeki günlerde fark edecektim.

27 Aralık. Asja'nın sanatoryumdaki odası. Neredeyse hergün sa


dörtten yediye dek oradayız. Genellikle saat beşe doğru, yan odada­
ki kadın hastalardan biri, bir saat ya da yarım saat süreyle kendini zit-
her (kanun benzeri bir Orta Avrupa çalgısı) çalarak oyalamaya başlı­
yor. Hüzünlü akorlar dışında bir şey çalabildiği yok. Müzik bu çıp­
lak duvarlara hiç uymuyor. Ama bu tekdüze tınılar Asja'yı pek de ra­
hatsız edermiş gibi görünmüyor. Odasına girdiğimizde, onu genellik­
le yatağında yatarken buluyoruz. Karşısındaki küçücük masanın üze­
rinde süt, ekmek ve çoğu zaman Reich'a verdiği yumurtalar ve şeker­
le dolu bir tabak duruyor. Reich'a bugün benim için de bir yumurta
verdi ve üzerine "Benjamin" yazdı. Elbisesinin üzerine gri yünden
dokunmuş bir sanatoryum önlüğü giyiyor. Bu arada odanın Asja'ya
ayrılmış olan daha konforlu bölümünde birbirinden farklı üç koltuk
bulunuyor; bunlardan biri, çoğu zaman benim oturduğum alçak bir
iskemle; ayrıca dergilerin, kitapların, büyük olasılıkla ona ait renkli,
küçük bir şalın, Berlin'den getirdiğim cold creani'm [krem] ve bir za­
manlar ona hediye ettiğim bir el aynasının durduğu bir de başucu ma­
sası var; Stone'un benim için yapmış olduğu, Tek Yönlü Kofun kapak
tasarımı da uzun süre o masada kalmıştı. Asja çoğu zaman kendine
dikmek istediği bir bluz üzerinde çalışıyor; bir kumaştan iplikler çe­
kiyor. - Moskova sokaklarının ışık kaynaklan. Bunlar: Lamba ışık­
larını, neredeyse tüm sokakları aydınlatacak kadar güçlü bir biçimde
yansıtan kar, sokak tezgâhlannın karpit lambaları ve ışıklannı yüz­
lerce metre öteden sokaklara salan uzun huzmeli otomobil farlan. Bu
tür otomobil farlan diğer büyük şehirlerde yasaktır: Buradaysa, bir­
kaç NEP girişimcisinin (ve tabii ki iktidar sahiplerinin) emrinde; ula­
şımın genelgeçer güçlüklerinin üstesinden geliveren az sayıdaki ara­
cın böylesine küstahça vurgulanmasından daha tahrik edici bir şey
düşünmek güç - O güne dair kayıt düşülecek pek önemli bir şey yok.

67
Öğle üzeri odamda çalıştım. Öğle yemeğinden sonra Reich'la satranç
oynadım; iki partiyi de kaybettim. Asja'nın ruh hali olabilecek en kö­
tü durumdaydı; onu Hedda Gabler rolünde fazlasıyla inandırıcı kıla­
bilecek o kötücül keskinlik, daha önce hiç tanık olmadığım kadar
açık bir biçimde çıkıyordu ortaya. Sağlığıyla ilgili en küçük bir soru­
ya bile tahammül edemiyordu. Sonunda onu kendi haline bırakmak­
tan başka hiçbir çare kalmadı. Ama peşimizden domino oynamaya
geleceği yönündeki umudumuzu da -Reich'ın ve benim- karşılıksız
bıraktı. Oyun salonuna ne zaman biri girse, boş yere kapıya dönüp
durduk. Partiyi bitirdikten sonra yine Asja'nın odasına gittik; ama
çok geçmeden elimde bir kitapla yeniden oyun odasına çekildim ve
ancak yediye az bir zaman kala tekrar döndüm oraya. Asja beni çok
hasmane bir tavırla uğurladı, ama sonra Reich'la bana, üzerine "Ben-
jamin" yazdığı bir yumurta yolladı. Asja çıkageldiğinde, Reich'la
odama gireli uzun süre geçmemişti henüz. Ruh hali belirgin bir deği­
şim geçirmişti; her şeyi yine daha iyimser bir ışıkta görüyor ve kuş­
kusuz öğleden sonraki davranışlarından üzüntü duyuyordu. Ama şu
son günlere bir bütün olarak baktığımda, nekahat sürecinin, en azın­
dan sinirsel durumuyla ilgili olarak, benim gelişimden bu yana he­
men hiç ilerleme kaydetmediğini düşünüyorum. - Akşam Reich'la
yazarlığım ve gelecekte izlemem gereken yol üzerine uzun bir ko­
nuşma yaptık. Yazılarımı fazlasıyla uzattığımı düşünüyordu Reich.
Yine aynı bağlamda, çok yerinde bir saptamayla, önemli yazılarda
çarpıcı, anlamlı cümlelerin toplam cümle sayısına oranının bire otuz
dolayında olduğunu ifade etti - bendeyse bu oran bire ikiydi. Tüm
bunlar doğru. (Hatta bu son nokta, Philipp Keller'in72 bir zamanlar
üzerimde sahip olduğu güçlü etkinin bir kalıntısı belki de.) Ama bir
hayli gerilerde kalmış olan "Kendinde Dil ve İnsan Dili"73 başlıklı
denememden bu yana asla kuşkuya düşmediğim birtakım düşünceler
söz konusu olduğunda, Reich'a karşı çıkmak zorunda kaldım: Her
dilsel oluşumun içerdiği kutupsallığa çektim dikkatini: aynı anda
hem ifade, hem de ileti oluşu. Bu nokta, çağdaş Rus edebiyatındaki,
her ikimizin de pek çok kez değindiği "dilin yıkımı" eğilimiyle bağ­
lantılıydı. Zira dildeki ileti boyutunun koşulsuz bir biçimde genişle­
tilmesi, gerçekten de kaçınılmaz olarak dilin yıkımına götürüyor. Öte
yandan dilin taşıdığı ifade niteliğinin mutlaklaştırılması da, bir baş­
ka yoldan aynı noktaya, yani mistik suskunluğa varıyor. Bu iki eği­
limden şu sıralarda daha güncel olanı, ileti boyutu gibi görünüyor ba­
na. Ama ne biçimde olursa olsun, bir uzlaşma daima gerekli. Bunun-

68
la birlikte, yazarlığımın nazik durumunu kabul ediyorum. Ama ken­
di açımdan burada bir çıkış yolu göremediğimi söyledim ona, çünkü
gerçekten yol almamı sağlayan şey, saltık kanaatler ya da soyut ka­
rarlar değil, yalnızca somut görevler ve sorunlar oluyor. Ancak
Reich, burada şehirler üzerine yazdığım denemeleri hatırlattı bana.
Bu benim için çok cesaret vericiydi. Bir Moskova tasviri üzerinde
daha büyük bir umutla düşünmeye başladım. Konuyu noktalamak
üzere, ona yazdığım Kari Kraus portresini74 okudum, çünkü konuş­
mamızda ondan da söz açılmıştı.

28 Aralık. Moskova'daki kadar çok saatçi ustasının başka hiçb


şehirde olduğunu sanmıyorum. Burada insanların zamanı pek de
umursamadıkları düşünülürse, bu çok tuhaf. Ama bunun tarihsel ne­
denleri olmalı mutlaka. Kayıtsızlık içinde, yılankavi hatlar çizerek
yürüyorlar. (Reich'ın bana anlattığı kadarıyla, demek lokallerinden
birinin duvarında asılı olan uyarıcı bir tabela çok manidar; şöyle ya­
zıyormuş tabelada: "Vakit nakittir," der Lenin. Böylesine basmakalıp
bir lafı ifade edebilmek için, en yüce otoritenin yardımına başvurmak
gerek burada.) Bu sabah, tamirdeki saatimi aldım. - Sabah kar yağdı
ve gün boyunca da sık sık yağmayı sürdürdü. Daha sonra biraz ılıdı
hava. Asja'nm Berlin'de kan özlemesini ve çıplak asfalttan duyduğu
sıkıntıyı anlıyorum. Burada kış, tıpkı beyaz koyun yününe bürünmüş
bir köylü gibi, kalın bir kar kürkünün altında geçiyor. - Sabah geç
kalktık, sonra da Reich'ın odasına gittik. Daire, küçük burjuva evcil­
liğinin düşünülebilecek en korkunç örneği. Yüzlerce örtüye, konsol­
lara, minderli mobilyalara, tül perdelere bakarken, insan iç sıkıntısın­
dan nefes almakta bile zorlanıyor; hava tozdan ötürü böylesine ağır
olmalı. Bir pencere köşesinde uzun bir Noel ağacı duruyordu. Cılız
dallan ve tepesini taçlandıran biçimsiz bir kardan adam figürüyle, o
ağaç bile çirkindi. Tramvay durağından buraya yaptığımız yorucu
yürüyüş ve bu odanın verdiği dehşet, durumu kavramamı engelledi
ve Reich'ın ocak ayında onunla birlikte bu odaya taşınmam için yap­
tığı öneriyi kabul etmekte biraz aceleci davrandım. Bu tür küçük bur­
juva odaları, ticari sermayenin yıkıcı saldmsının ezip geçtiği muha­
rebe meydanlarıdır; insani hiçbir şey yetişmez artık buralarda. Ama
ini andıran mekânlara duyduğum eğilimle, çalışmamı burada tamam­
lamakta hiç zorlanmayabilirim belki de. Bununla birlikte, şimdiki
odamın stratejik açıdan mükemmel konumunu terk etmek ya da bil­
gi kaynağım olarak benim için büyük önem taşıyan Reich'la günde-

69
lik ilişkimi zayıflatmak pahasına da olsa elimde tutmak noktasında
etraflıca düşünmek gerek. Daha sonra kenar mahalle sokaklarında
uzun bir yürüyüş yaptık: Reich, ağırlıkla ağaç süslemeleri imal edi­
len bir fabrikayı gezdireceğini vaat etmişti bana. Reich'ın Moskova
için kullandığı "mimari mera" ifadesi, bu sokaklarda şehrin merke­
zinde olduğundan da yabani bir nitelik kazanıyor. Geniş bulvarların
her iki yanında, ahşap köylü evleri tarzındaki yapıların yanında art-
nouveau villalar ya da altı katlı binaların yalın cepheleri yer alıyor.
Kalın bir kar tabakası var ve ortalık ansızın öylesine sessizleşiyor ki
insan Rusya'nın derinlerinde, kış ortasını yaşayan bir köyde bulundu­
ğunu sanabilir. Bir sıra ağacın ardında mavi ve altın sarısı kubbeleri
olan bir kilise vardı ve kilisenin sokağa bakan duvarındaki pencere­
ler, her zaman olduğu gibi, parmaklıklıydı. Ayrıca buradaki çoğu ki­
lisenin cephesinde, İtalya'da ancak en eski kiliselerde (sözgelimi
Lucca'daki Sto. Freginiano'da75) görülebilen türden aziz tasvirleri
asılı. İşçi kadın vardığımız sırada fabrikada değildi tesadüfen, dola­
yısıyla fabrikayı göremedik. Kısa bir süre sonra da birbirimizden ay­
rıldık. Ben Kuznetski-Most'tan [Demirci Köprüsü] aşağıya doğru yü­
rüdüm ve kitapçılara baktım. Bu caddede Moskova'nın en büyük ki­
tapçısı bulunuyor (görünüşe bakılacak olursa). Vitrinlerde yabancı
kitaplar da vardı, ancak fahiş fiyatlara. Hemen hemen istisnasız tüm
Rusça kitaplar cütsiz olarak satılıyor. Kâğıt burada, Almanya'dakin-
den üç kat pahalı, ağırlıklı olarak ithal malı ve görebildiğim kadarıy­
la kitapların donanımından olabildiğince tasarruf ediliyor. Yolda -bir
bankada para bozdurduktan sonra- tüm caddelerde bulunabilen sıcak
böreklerden bir tane aldım. Birkaç adım sonra küçük bir oğlan çocu­
ğu musallat oldu; neden sonra oğlanın para değil, ekmek istediğini
anlayınca, ona börekten bir parça verdim. - Öğleyin satranç partisin­
de Reich'ı yendim. Öğleden sonra Asja’nın yanındayız; son günlerde
hep olduğu gibi, hava alabildiğine cansız, çünkü kaygı nöbetleri As-
ja'yı donuklaştırmış. Asja'nın saçmasapan suçlamalarına karşı Reich'ı
koruyarak büyük bir hata işledim. Ertesi gün Reich, Asja'nın yanına
yalnız gideceğini söyledi. Buna karşılık akşam çok candan davran­
mak istermiş gibi göründü. Planladığımız gibi, İlleş'in sahnelediği
oyunun genel provasına gitmek için çok geç kalmıştık ve Asja da gel­
meyince, bir "mahkeme duruşmasını" izlemek üzere Krestanski Ku-
lübü'ne76 gittik. Oraya vardığımızda saat sekiz buçuk olmuştu ve du­
ruşmanın bir saat önce başladığını öğrendik. Salon tıka basa dolmuş­
tu ve artık kimseyi içeriye bırakmıyorlardı. Ama zeki bir kadın be-

70
nim varlığımdan yararlanmayı bildi. Yabancı olduğumu anlamıştı;
beni ve Reich'ı, rehberliğini yaptığı yabancılar olarak tanıttı ve böy-
lece beni de, kendisini de içeriye aldırtmayı başardı. Yaklaşık üç yüz
kadar insanın bulunduğu, kızıl bayraklarla donatılmış bir salona gir­
dik. İçerisi hıncahınç doluydu; pek çok kişi ayakta duruyordu. Du­
vardaki bir nişte bir Lenin büstü vardı. Duruşma, sağda ve solda pro­
leter tasvirlerinin, bir köylü ve bir sanayi işçisi resimlerinin çerçeve­
lediği sahne platformu üzerinde görülüyordu. Sahnenin üst çerçeve­
sinde Sovyet amblemi. Biz geldiğimizde delillerin sunulması tamam­
lanmıştı; söz bilirkişideydi. Adam bir başka meslektaşıyla birlikte
küçücük bir masanın başında oturuyordu, onun karşısındaysa savun­
manın masası vardı; her iki masa da sahneye dönük olarak, dar ke­
narlara yerleştirilmişti. Mahkeme heyetinin masası cepheden halka
dönüktü; bu masanın önündeki iskemlede, üzerinde siyah bir elbise
ve elinde kalın bir bastonla sanık, köylü bir kadın oturuyordu. Duruş­
maya katılanlann hepsi de iyi giyimliydi. İddia ölümle sonuçlanan
sahte hekimlik faaliyeti üzerine kurulmuştu. Köylü kadın bir doğuma
(ya da kürtaja) yardımcı olmuş ve yaptığı bir hatayla talihsiz akıbete
sebebiyet vermişti. Öne sürülen savlar, alabildiğine kaba bir hat üze­
rinden bu olayın çevresinde dönüyordu. Bilirkişi raporunu sundu:
Kadının ölümü tümüyle yapılan müdahalenin bir sonucuydu. Savun­
macı konuşmasını yaptı: Kötü niyet söz konusu değildi; kırsal bölge­
lerde sıhhi yardım ve eğitim yetersizdi. Savcı ölüm cezası istedi. Son
olarak köylü kadının sözleri: İnsanlar er geç ölürler. Bunun üzerine
mahkeme başkanı halka dönüyor: Sorusu olan var mı? Sahnede bir
komsomol beliriyor ve en şiddetli cezanın verilmesi yönünde bir ko­
nuşma yapıyor. Ardından mahkeme heyeti karan görüşmek üzere çe­
kiliyor - bir ara veriliyor. Karann okunuşu tüm taraflarca dinleniyor.
Hafifletici etkenler göz önünde bulundurularak, iki yıl hapis cezası.
Bu yüzden hücre hapsi de gerekli görülmüyor. Mahkeme başkanı da,
kırsal bölgelerdeki sıhhi bakım ve eğitim merkezlerinin gerekliliğine
dikkat çekiyor. Halk dağılıyor. Moskova'da o ana dek böylesine ba­
sit bir topluluğu bir arada hiç görmemiştim. Orada bulunanların ara­
sında pek çok köylü olmalıydı herhalde, çünkü bu demek özellikle
köylülere hizmet veriyordu. Bana odalan gezdirdiler. Okuma odasın­
daki duvarların, tıpkı çocuk sanatoryumunda da olduğu gibi, tama­
men görsel malzemelerle kaplı olduğu dikkatimi çekti. Buradakiler,
özellikle köylüler tarafından bizzat hazırlanmış ve kısmen küçük,
renkli illüstrasyonlarla bezenmiş istatistik tablolarıydı (bu tablolarda

71
köy tarihçesi, tarımsal gelişim, üretim ilişkileri ve kültürel kurumlar
belirtilmişti). Ama bunun yanı sıra, aygıt parçalan, makineler, kim­
yasal maddelerle dolu imbikler, vs. de dört bir yandaki duvarlarda
sergileniyordu. Bir raftan bakarak smtan iki zenci maskına doğru yü­
rüdüm. Ama yaklaşınca bunlann gaz maskeleri olduğu anlaşıldı. Ni­
hayet beni demeğin yatak odalanna götürdüler. Burası köyden gelen
erkek ve kadınlar; tek tek bireyler ve bir kommandirovka77 sonucu
şehirde bulunan gruplar için düşünülmüş. Büyük odalarda genellikle
altı yatak bulunuyor; geceleri herkes giysilerini kendi yatağına seri­
yor. Lavabolarsa başka bir yerde olmalı. Odalarda yıkanma imkânı
yok. Duvarlara Lenin, Kalinin, Rikov ve diğerlerinin resimleri asıl­
mış. Özellikle Lenin imgesi çevresindeki kült inanılmaz boyutlara
varıyor burada. Kuznetski-Most'ta Lenin üzerine uzmanlaşmış ve her
boyutta, farklı pozlarda ve her türlü malzemeden Lenin tasvirleri sa­
tılan bir dükkân bulunuyor. Demeğin, biz girdiğimiz sırada bir radyo
konseri yayımlanan dinlenme odasında Lenin'i bir konuşmacı olarak,
göğüsten yukarı, gerçek boyutlarında gösteren çok etkileyici bir ka­
bartma tasvir asılı. Ama Lenin'in daha mütevazı resimlerini çoğu ka­
musal kuruluşun mutfaklarında, çamaşırhanelerinde, vs. de görmek
mümkün. Bu demekte dört yüzü aşkın konuğa yer var. Bizi içeriye
sokan rehber kadının, giderek boğucu bir hal alan eşliğinden kurtul­
mak üzere oradan ayrıldık ve nihayet yalnız kaldığımızda, akşam
programı olan bir pivnaya'ya78 uğramaya karar verdik. Biz girerken,
kapının önündeki birkaç kişi sarhoş bir adamı götürmeye çabalıyor­
du. Çok büyük olmadığı halde tümüyle dolmamış mekânda insanlar,
tek tek ya da küçük gruplar halinde biralarının başında oturuyorlar­
dı. Ahşap sahnenin oldukça yakınında bir yere oturduk. Sahnenin ar­
ka kısmına, sanki havada dağılırmış gibi görünen bir harabenin de
yer aldığı, ağdalı bir bulanıklıkla boyanmış bir çayırlık resmi yerleş­
tirilmişti. Ama bu manzara, sahnenin tüm enini kaplamaya yetmiyor­
du. İki şarkıdan sonra gecenin ana gösterisine geldi sıra: bir inszeni-
rovka - yani farklı bir kaynaktan, sözgelimi bir destan ya da şiirden
sahne için uyarlanmış bir konu. Bu örnekte dramatik metin bir dizi
halk ye aşk şarkısı için çerçeve oluşturuyor gibiydi. Önce tek başına
bir kadın çıktı sahneye ve bir kuşun ötüşüne kulak verdi. Sonra ku­
listen bir adam çıktı ve nihayet tüm sahne dolana ve her şey koronun,
dans eşliğinde söylediği bir şarkıyla noktalanana kadar bu böyle sü­
rüp gitti. Tüm bu gösteri kalabalık bir aile eğlencesinden çok da fark­
lı değildi, ancak bu tür şenliklerin gerçek hayattan silinmesi, onları

72
küçük burjuvalar için sahnede daha da çekici kılmış olmalı. Biranın
yanında, garip bir meze veriliyor: Dışı tuzlanarak fırına verilmiş, kü­
çücük beyaz ya da siyah ekmek parçalan ve tuzlu suya bastırılmış
kuru bezelye.

29 Aralık. Rusya, sokaktaki adamın gözünde bir şekil kazanmay


başlıyor.79 Dünyanın Altıda Biri80 adlı büyük bir propaganda filmi
gösterime girmek üzere. Caddelerde, karın içinde, işportacıların üst
üste istifledikleri SSCB haritalan satılıyor. Meyerhold Dayo§-Avrupa'
da81 bir harita kullanıyor - Batı, bu haritada küçük Rus yanmadala-
nndan oluşan girift bir sistem olarak gösterilmiş. Harita da, neredey­
se yeni Rus ikon kültünün bir odağı olmak üzere, tıpkı Lenin portre­
leri gibi. Bu arada eskisi de kiliselerde sürdürülüyor. Bu gün gezin­
tim sırasında, Asja'nm çok sevdiğini söylediği Kazanlı Madonna Ki-
lisesi'ne girdim. Kızıl Meydan'ın bir köşesinde bulunuyor bu kilise.
Sayılan pek kabarık olmayan birkaç aziz tasvirinin yer aldığı bir ho­
le giriliyor önce. Burası, öncelikle kilisenin bakımını üstlenmiş kadı­
nın inhisarında gibi görünüyor. Kasvetli bir yer; içerideki alacakaran­
lık, komplolara elverişli. Böyle mekânlarda en şüpheli işler, hatta fır­
sat çıktığında soykınm eylemleri bile planlanabilir. Bu odanın bitişi­
ğinde asıl ibadet mekânı var. Arka bölümdeki küçük merdiven, insa­
nın aziz tasvirleri önünden yürümek zorunda olduğu, dar ve alçak bir
asma kata çıkıyor. Sıkışık bir silsile içinde bir sunak diğerini izliyor;
her biri soluk kırmızı bir ışıkla aydınlatılmış. Yan duvarlar devasa
aziz tasvirlerine ayrılmış. Duvarın ikonlarla kapanmamış tüm bölüm­
leri parlak bir altın sarısına boyanmış. Ağdalı bir tarzda boyanmış ta­
vandan kristal bir avize sarkıyor. Mekânın girişindeki iskemlelerden
birine oturarak ayini izledim. Geleneksel tasvire tapınma ayini bu.
Büyük aziz tasvirleri haç çıkararak selamlanıyor; ardından diz çökü­
lüyor; bu sırada alnın secdeye gelmesi gerekiyor ve dua eden ya da
nedamet getiren kişi, yeniden haç çıkararak bir sonraki tasvire doğru
yöneliyor. Tek tek ya da sıra halinde küçük kürsülerin üzerine yerleş­
tirilerek camla korunmuş olan küçük aziz tasvirlerinin önündeyse diz
çökülmüyor; bunların üzerine eğiliyor ve camı öpüyorlar. Kürsülere
yaklaştım ve kıymetli eski parçaların yanında, aynı kürsüye düzine­
lerce değersiz renkli baskının da yerleştirilmiş olduğunu fark ettim.
Moskova'da, insanın ilk bakışta sandığından çok daha fazla kilise
var. Batı Avrupa'dan gelen kişi, kulelere bakarak, yukarılarda arıyor
onları. Uzun duvarları ve bir yığın alçak kubbeyi, manastır kilisele-

73
Kitay-Gorod duvarı boyunca sıralanan satış kulübeleri, sahaf piyasasının merkezi.

rinin ya da şapellerin oluşturduğu geniş külliyelerle bağdaştırmak


için bir alışkanlık süreci gerekiyor. O zaman Moskova'nın neden pek
çok noktada, tıpkı bir kale gibi tahkim edilmiş olduğu anlaşılıyor: Al­
çak kuleler, Batı'da dünyevi mimarinin bir özelliğidir. Postaneden
dönüyordum; telgraf çekmiş ve ardından Politeknik Müzesi'nde82
uzun bir yürüyüş yaparak akıl hastalarının desenlerinden oluşturulan
sergiyi boş yere aramıştım. Bunu telafi etmek üzere, Kitay-Gorod
duvarı boyunca sıralanan satış kulübelerinin önünden geçtim. Burası
sahaf piyasasının merkezi. Burada Rus edebiyatı dışında, ilgiye de­
ğer bir şeyler bulmayı ummak beyhude olurdu. Ama (ciltlerine bakı­
lacak olursa) eski dönemlere ait Rus baskılarına da rastlanmıyor. Oy­
sa şu son yıllar içinde dev kütüphanelerin dağıtılmış olması gerekir­
di. Yoksa yalnızca Leningrad'da mı olmuştu bu? Böyle kütüphanele­
rin çok daha seyrek bulunduğu Moskova'da olmadı mı? Kitay-Proyo'
daki83 tezgâhların birinden Stefan'a bir mızıka satın aldım. - Sokak
pazarlarına dair birkaç not daha: Tüm Noel gereçlerinin (gelin telle­
ri, mumlar, şamdanlar, ağaç süslemeleri, hatta Noel ağaçları) satışı
24 Aralık'tan sonra da sürüyor. İkinci dini Noel ayinine dek, sanıyo­
rum. - Sokak tezgâhlarındaki fiyatlar, devlet mağazalarındakilerle
karşılaştırılmalı. 20 Kasım tarihli Berliner Tageblatt'ı 8 Aralık'ta sa-

74
tın aldım. Kuznetski-Most'ta bir oğlan çocuğu, sağlamlıklarını kanıt­
lamak üzere toprak kapları, minicik tabak ve kaseleri birbirine vuru­
yor. Oçotni Ryad'da tuhaf bir manzara: Bir saman yığını üzerinde du­
ran kadınlar, avuçlarındaki bir çiğ et parçasını, bir tavuğu ya da ben­
zer bir şeyi yoldan geçenlere uzatıyorlar. İzinsiz satıcılar bunlar. Tez­
gâh sahibi olmak için resmi izni alabilecek paraları da, bir gün ya da
bir hafta boyunca yer için sıra bekleyecek zamanları da yok. Bir za­
bıta yaklaştığında, mallarım kapıp oradan kaçıyorlar. - Öğleden son­
raya ilişkin hiçbir şey kalmamış aklımda. Akşam Reich'la (İlinski84
de beraber) otelimin yakınlarında kötü bir filme gittik.

30 Aralık. Noel ağacı hâlâ odamda duruyor. Beni burada kuşata


seslerin düzenini yavaş yavaş kavrıyorum. Uvertür sabahın erken sa­
atlerinde başlıyor ve bir dizi leitmotif sunuyor: Önce benim odamın
karşısından, bodrum katma inen medivenlerdeki ayak sesleri. Otel
çalışanları, işe başlamak üzere oradan yukarıya çıkıyor olmalılar. Ar­
dından koridordaki telefon çalmaya başlıyor ve gece saat bire ya da
ikiye dek nadiren susuyor. Moskova'da telefonlar mükemmel, Berlin
ya da Paris'ten bile daha iyi. Çevrilen numara en çok üç ya da dört
saniyede düşüyor. Kulak durmadan işittiği bir sürü numaraya, Rus
rakamlarına alışıyor. Derken saat dokuza doğru bir adam geliyor; oda
kapılarını birbiri ardına tıklatıp, pencere kanatlarının kapalı olup ol­
madığını soruyor. Bu saatlerde odalar ısıtılmaya başlıyor. Reich, pen­
cere kanadı kapalı olduğu halde bile, odama az miktarda havagazı
sızdığından şüpheleniyor. Geceleri odada genellikle boğucu bir hava
olduğuna bakılırsa, belki de doğrudur bu. Ayrıca yerden de sıcaklık
geliyor; zeminde, tıpkı volkanik toprak gibi, çok sıcak bölgeler var.
İnsan daha yataktan çıkmadan, uykusu, sanki dev bifteklerin dövülü­
şünü andıran, ritmik bir darbe sesiyle sarsılmaya başlıyor; avluda
odun kınlıyor. Ve tüm bunlara rağmen huzur saçıyor odam. Çalışma­
mı böylesine kolaylaştıran bir odada kaldığım pek nadirdir. - Rus­
ya'nın durumuna ilişkin notlar. Reich'la yaptığım konuşmalarda, şu
sıralar Rusya'daki durumun ne denli ikircikli olduğunu vurguladım.
Hükümet, empeıyalist devletlerle ticari anlaşmalar yapabilmek için,
dışarıya karşı banşı tesis etmeye, ama daha da önemlisi içerdeki mi­
litan komünistleri durdurmaya çabalıyor; belirli bir süre için sınıfsal
barışı sağlamayı, burjuva hayatını mümkün olabildiğince depolitize
etmeyi hedefliyor. Diğer taraftansa, gençlik öncü birliklerde, Komso-
mol'da "devrimci" bir eğitimden geçiyor. Bu, gençliğin devrimi bir

75
deneyim olarak değil, bir söylem olarak tanıması anlamına geliyor.
Devlet pratiğinde devrimci sürecin dinamiğini duraklatmayı deniyor­
lar - İsteseler de, istemeseler de bir restorasyon dönemine girilmiş
durumda, ancak bunu hiç dikkate almadan gençliğin devrimci ener­
jisini tıpkı bir pilin içerdiği elektrik gücü gibi saklamak istiyorlar. Bu
yürümez. Genellikle sözünü etmeye değer bir eğitim almaya başla­
mış ilk kuşak olan bu genç insanlara bir tür komünizm kibri aşılamak
zorundalar, ki bunun için Rusya'da şimdiden özel bir deyim bile var.
Restorasyon sürecinin olağanüstü güçlükleri eğitim sorununda da
apaçık çıkıyor ortaya. Korkunç boyutlardaki eğitimsizlikle mücade­
le edebilmek için, Rus ve Batı klasiklerinin yaygın bir biçimde tanı­
tılması gerektiği yönünde bir irade belirdi. (Yeri gelmişken belirtme­
liyim ki, Meyerhold'un Müfettiş yorumuna ve bu yapımın uğradığı
başarısızlığa bu kadar büyük bir anlam yüklenmesinin nedeni de
buydu.) Ve bu iradenin ne denli gerekli olduğunu, kısa bir süre önce
bir tartışma sırasında Lebedinski'nin85 Reich'a Shakespeare hakkında
söylediklerini duyunca daha da iyi değerlendirebiliyor insan: Sha­
kespeare, matbaanın icadından önce yaşamış sözde. Diğer taraftan:
Burjuvazinin yarattığı bu kültür değerleri de, burjuva toplumunun
çöküşüyle birlikte son derece nazik bir evreye girdi. Bugün karşımız­
da durdukları haliyle, son bir yüzyıldır burjuvazinin elinde şekillen­
diği haliyle, bu değerler ne denli sorunlu, hatta bozulmuş olursa ol­
sun, son kertede sahip oldukları önemi yitirmeksizin sahiplenilemeZ.
Bu değerler, bir bakıma tıpkı değerli bir cam gibi, paketlenmeden as­
la sağlam kalamayacakları uzun bir nakliyat sürecinden geçmek zo­
rundadır. Oysa paketlemek görünmez kılmak demektir ve bu da, bu
değerlerin Parti tarafından resmen desteklenen popülerleştirilmesi
süreciyle karşıtlık oluşturur. Şu sıralarda Sovyet Rusya'da görülen
şey, bu değerlerin tam da son kertede emperyalizme borçlu oldukla­
rı o çarpıtılmış, umutsuz halleriyle popülerleştirilmesidir. Walzel86
gibi bir adam Akademi üyeliğine atandı; aynı Akademi'nin başkanı
olan Kogan, Veçernaya Moskva'da, Batı edebiyatı üzerine en ufak bir
bilgi kırıntısı bile içermeyen, keyfi bağlantılar kurduğu (Proust ve
Bronnen!) bir makale yazıyor ve birkaç isim üzerinden okurunu dış
dünya hakkında "bilgilendirmeye" çalışıyor. Batı dünyasındaki kül­
türel ortam konusunda, Rusya'nın üzerinde tartışılmaya değecek ka­
dar canlı bir kavrayış geliştirebildiği tek ülke Amerika galiba. Halk­
lar arasındaki bu türden, yani somut ekonomik ilişkilerin sağladığı
temelden yoksun bir kültürel yakınlaşma ise emperyalizmin pasifist

76
bir türevinin çıkarına; bu da Rusya açısından bir restorasyon belirti­
si. Ayrıca Rusya'nın dış dünyadan yalıtılmasıyla, bilgi kaynaklarına
ulaşmak da olağanüstü zorlaşmış durumda. Daha kesin ifade etmek
gerekirse: Dış dünyayla temas, temelde Parti üzerinden yürüyor ve
ağırlıklı olarak siyasi sorunlarla ilgili. Büyük burjuvazi yokedilmiş:
yeni oluşmakta olan küçük burjuvazi ise maddi ve zihinsel açıdan dış
dünyayla ilişkiler kurabilecek durumda değil. Şu sıralarda, devlet ya
da Parti görevi haricinde, yurtdışına yapılacak bir yolculuk için gere­
ken vizenin bedeli 200 ruble. Rusya'daki insanların dış dünya hak­
kında bildiklerinin, yurtdışında (Latin ülkeleri istisna) Rusya hakkın­
da bilinenlere oranla çok daha kısıtlı olduğu şüphe götürmez. Ama
buradakiler her şeyden önce, ülkenin dev boyutlardaki toprakları
üzerinde, tek tek milliyetler arasındaki ilişkiyi, daha da önemlisi iş­
çiler ve köylüler arasındaki ilişkiyi kurmakla meşgul. Yabancı kül­
türlere karşı Rusya'da hüküm süren kayıtsızlık, çervonev'in (on rub­
le) durumuna benzetilebilir: Rusya'da çok kıymetli bir para bu, oysa
yurtdışında para olarak bile kabul edilmiyor. Charlie Chaplin'in fü­
tursuz ve kaba bir taklitçisinin, son derece vasat bir sinema oyuncu­
su olan İlinski'nin, yalnızca Chaplin filmleri burada gösterilemeye­
cek kadar pahalı olduğu için büyük komedyen olarak ün yapmış ol­
ması çok manidar. Gerçekten de Rus hükümeti genelde yabancı film­
lere fazla yatırım yapmıyor. Rekabet halindeki yabancı film şirketle­
rinin Rus pazarına yönelik ilgisini hesaba katıyor ve aldığı tapon
filmleri de, reklam ya da özendirme armağanı niyetine yan fiyatına
getiriyor. Oysa Rus filmleri, kalburüstü bazı örnekleri bir kenara bı­
rakılırsa, ortalama olarak hiç de o kadar iyi değil. Rus sineması konu
bulabilmek için mücadele ediyor. Sinemada sansür, tiyatronun aksi­
ne, gerçekten de çok katı; bir olasılıkla yurtdışını düşünerek, sinema­
nın ele alabileceği konuları alabildiğine sınırlıyor. Sovyet insanına
yönelik ciddi bir eleştiri, tiyatrodan farklı olarak, burada imkânsız.
Ama burjuva hayatını sergilemek de aynı ölçüde imkânsız. Aynı şe­
kilde Amerikan tarzı grotesk komedilere de pek az imkân tanınıyor,
çünkü bunlar teknikle oynanan ölçüsüz bir oyun üzerine kuruluyor.
Oysa teknikle ilgili her şey kutsal sayılıyor burada; hiçbir şey teknik
kadar ciddiye alınmıyor. Ama hepsinden öte, Rus sineması erotizm
diye bir şey tanımıyor. Bilindiği gibi, duygusal ve cinsel hayatın "ba-
yağılaştırılması" komünist itikadın alanına giriyor. Trajik aşk karma­
şasını sinema ya da tiyatroda sergilemek, karşıdevrim« propaganda
olarak görülüyor. Geriye, ağırlıkla yeni burjuvaziyi hedef alan, top-

77
lumsal taşlama tarzındaki komediler kalıyor. Emperyalist kitle tahak­
kümünün en gelişkin aygıtlarından biri olan sinemanın böyle bir ze­
minde toplumsallaştırılabileceği ise son derecede şüpheli bir konu. -
Öğleden önce çalıştım; ardından Reich'la Gosfılm'e gittim. Ama
Panski ortalarda yoktu. Hep birlikte Politeknik Müzesi'ne gittik. Akıl
hastalarının yaptığı resimlerden oluşan serginin girişi yan sokaktay­
dı. Sergi vasat bir özellik taşıyordu; sergilenen malzemelerin hemen
tamamı, sanatsal açıdan önemsiz olmakla birlikte iyi düzenlenmişti
ve bilimsel olarak mutlaka bir değer taşıyordu. Orada bulunduğumuz
sırada, rehber eşliğinde küçük bir tur düzenleniyordu; ama anlatılan­
lar, sergilenen resimlerin yanındaki küçük kartlarda belirtilmişti za­
ten. Reich, sergiden çıkıp Dom Herzena'ya gitti; ben de akşamki Tay-
rov oyunu için biletleri almak üzere Enstitü'ye uğradıktan sonra, onu
izledim. Akşamüzeri Asja'mn odasında ortam yine donuk. Reich, sa­
natoryumda (Ukraynalı'dan) ertesi gün için bir kürk ödünç aldı. Ti­
yatroya zamanında vardık. O'Neill'in Karaağaçların Altında Tutku
adlı oyunu oynanıyordu.87 Reji berbattı; özellikle Koonen88 tam bir
hayal kırıklığıydı ve alabildiğine yavandı. İlginç olan (ama Reich'm
haklı olarak vurguladığı gibi, yanlışlıkla), oyunun inip kalkan perde
ve değişen ışıklandırma sayesinde tek tek sahnelere bölünmesiydi
(sinemalaştırma). Oyunun temposu, burada alışılmış olandan çok da­
ha süratliydi ve dekorasyonun dinamizmi sayesinde daha da yükseli­
yordu. Sahne tasarımı, aynı anda üç ayrı mekânın kesitini sergiliyor­
du: Zeminde, dış mekânı ve çıkışı gören geniş bir oda bulunuyordu.
Belirli noktalarda, duvarların 180 derecelik bir açı içinde yükseldiği
görülüyordu ve o zaman dış mekân dört bir yandan içeriye yansıyor­
du. Diğer iki mekân ise üst kattaydı ve bir merdiven, izleyiciye doğ­
ru kalaslarla kapatılmış ahşap bir bölmenin içinden yukarıya çıkıyor­
du. Oyuncuların, bu tahtaperdenin ardında basamakları inip çıkmala­
rını izlemek heyecan vericiydi. Asbest perdenin üzerinde, önümüz­
deki günlerin oyun planı altı sütun halinde gösterilmişti. (Tiyatro pa­
zartesi günleri kapalı burada.) Reich'm ricası üzerine geceyi kanape-
de geçirdim ve onu ertesi sabah uyandıracağıma söz verdim.

31 Aralık. Reich, Daga'yı ziyaret etmeye gitti. Saat ona doğru A


ja geldi (henüz hazırlanmamıştım) ve terzisine gittik. Bu gezinti baş­
tan sona donuk ve renksiz geçti. Önce suçlamalar başladı: Reich'ı ya­
nımda sürükleyip yoruyormuşum. Daha sonra, ona getirdiğim ipek
bluz yüzünden, bana günlerdir öfkeli olduğunu itiraf etti. Daha ilk gi-

78
yişinde yırtılmış. Aptal gibi, bluzu Wertheim'dan89 satın aldığımı
söyledim bir de. (Masum bir yalan - ki her zaman aptalcadır.) Ayrı­
ca Berlin'de benden sürekli haber beklediklerini bilmek de üzerimde
yıpratıcı etkisini göstermeye başladığı için, herhangi bir şey konuş­
makta zorlanıyordum. Sonunda birkaç dakikalığına bir café'ye gir­
dik. Ama sanki böyle bir şey yapmamış gibiydik. Asja'nın kafasında
yalnızca tek bir şey vardı: sanatoryuma tam vaktinde dönmek. Son
günlerde birlikte geçirdiğimiz zamanın ve karşılıklı bakışlarımızın
neden tüm canlılığını yitirdiğini bilmiyorum. Ama içimdeki huzur­
suzluk bunu gizlememi engelliyor. Ve Asja'nın hiçbir şeyle paylaş­
mak istemediği o tutkulu ilgiyi, ondan hiç cesaret almadan ve dost­
luk görmeden gösteremem. Asja ise kendini Daga yüzünden kötü
hissediyor; Reich'ın getirdiği haber, en azından Asja'yı hiç memnun
etmedi. Akşamüzeri ziyaretlerimi seyreltmeyi düşünüyorum. Çünkü
şu sıralarda nadiren üç kişi olabildiğimiz; çoğunlukla dört kişi ve
-eğer Asja'nın oda arkadaşının da ziyaretçisi varsa- daha kalabalık
oturduğumuz küçücük oda beni boğuyor: Bol bol Rusça dinliyor,
hiçbir şey anlamıyorum; ya uyuyakalıyor ya da kitap okuyorum. Öğ­
leden sonra Asja'ya pasta götürdüm. Yalnızca söylendi buna; keyfi
bundan daha kötü olamazdı. Reich benden yanm saat önce gitmişti
yanma (Hessel'e90 yazdığım mektubu bitirmek istiyordum) ve Daga
hakkında anlattıkları, Asja'yı çok telaşlandırmıştı. Orada kaldığım
süre boyunca ortam çok kasvetliydi. Meyerhold Tiyatrosu'na gitmek
ve akşam oynanacak olan Dayoş-Avrupa'ya Asja ve kendim için bi­
let almak üzere, erkenden ayrıldım. Ama önce oyunun sekize çeyrek
kala başlayacağını bildiren bir mesaj bırakmak için, bir dakikalığına
otele uğradım. Uğramışken postayı da sordum: Hiçbir şey gelmemiş­
ti. Reich, öğleyin beni Meyerhold'la görüştürmüş, o da bana bilet sö­
zü vermişti. O biletleri almak üzere, kalabalığın arasından büyük
güçlüklerle ikinci müdürün yanına çıkabildim. Asja şaşırtıcı bir bi­
çimde tam zamanında geldi. Yine sarı şalını örtünmüştü. Şu günler­
de yüzünde inanılmaz bir donukluk var. Oyunun başlamasından ön­
ce, bir afişin önünde durduğumuz sırada, "Biliyor musun," dedim "şu
Reich muhteşem bir herif." "?" "Eğer bu akşam bir yerlerde yalnız
başıma oturmak zorunda kalsaydım, kederden kendimi asardım."
Ama bu sözler bile konuşmamıza bir canlılık kazandırmadı. Gösteri
çok ilginçti ve bir ara -hangi noktada olduğunu hatırlamıyorum şim­
di- birbirimize yeniden yakın hissettik kendimizi. Evet, şimdi hatır­
lıyorum - Apaçi danslarının yapıldığı, müzikli "Café Riehe" sahne-

79
siydi. "Bu Apaçi romantizmi," dedim Asja'ya, "on beş yıldır bütün
Avrupa'yı kasıp kavuruyor ve insanlar her yerde bayılıyorlar buna."
Oyun aralarında Meyerhold'la konuştuk. İkinci arada bizi bir hanı­
mın eşliğinde, kendi oyun dekorlarının saklandığı "müzeye" gönder­
di. Cocu magnifique91 için hazırlanmış mükemmel sahne dekorunu
gördüm orada, Bubus'un92 bambu çitlerle çevrili ünlü dekorunu
(bambu boruların tınısı, oyuncuların sahneye giriş-çıkışlarına ve
oyunun tüm önemli anlanna şiddetli ya da hafif vuruşlarla eşlik edi­
yor), sahnenin ön bölümündeki suyla birlikte, Rişi Kitay'da93 kullanı­
lan gemi burnunu gördüm. Ziyaretçi defterini imzaladım. Oyunun
son perdesinde silahlarla ateş edilmesi Asja'yı rahatsız etti. İlk ara sı­
rasında Meyerhold'u ararken (onu ancak aranın sonuna doğru bula­
bilmiştik) merdivenlerde bir an için önden yürümüştüm. O sırada
boynumda Asja'nın elini hissettim. Ceketimin yakası kalkmıştı ve
Asja onu düzeltiyordu. Çok uzun bir zamandan beri bana dost bir
elin dokunmadığını fark ettim bu temasla. Saat on bir buçukta sokak­
taydık. Hiçbir hazırlık yapmamış olduğum için homurdanıyordu As­
ja; yoksa yılbaşını kutlamak üzere bana geleceğini söylüyordu. Boş
yere bir café'ye çağırdım onu. Reich'm yiyecek bir şeyler almış ola­
bileceğini de kabul etmedi. Kederli ve suskun bir halde, sanatoryu­
ma kadar eşlik ettim ona. O akşam karda yıldız parıltıları vardı. (Bir
başka seferinde, herhalde Almanya'da hiçbir zaman rastlanmayacak
biçimlerde kar kristalleri görmüştüm mantosunda.) Sanatoryumun
önüne vardığımızda, gerçek bir duygudan çok avunma ve onu dene­
me dürtüsüyle, sona eren yılda son bir öpücük istedim Asja'dan. Ama
vermedi. Geri döndüm; şimdi yılbaşınm eşiğinde nihayet yapayalnız­
dım, ama kederli değildim. Asja'nın da yalnız olduğunu biliyordum
çünkü. Otelimin önüne geldiğimde, zayıf bir çan sesi duyuldu. Bir an
durakladım ve dinledim. Reich bana kapıyı açtığında hayal kırıklığı­
na uğradı. Bir sürü şey almıştı: Porto şarabı, helva, somon balığı, su­
cuk. Asja'nın bana gelmemiş olması, yine canımı sıktı. Ama çok geç­
meden daldığımız hararetli bir sohbet sayesinde, zamanın nasıl geç­
tiğini fark etmedik. Ve yatakta uzanırken yemeği fazla kaçırdığım ve
epeyce de şarap içtiğim için, sonlara doğru konuşmayı ancak meka­
nik bir biçimde, güçlükle sürdürüyordum.

1 Ocak. Yollarda yeni yıl buketleri satılıyor. Strasnoy Meyda


nından geçerken, elinde baştan uca yeşil, beyaz, mavi, kırmızı renk­
lerde kâğıt çiçekler yapıştırılmış, ince uzun ağaç dallan tutan bir sa-

80
tıcı gördüm; her dala bir renk. Moskova'nın "çiçeklerini" yazmak is­
tiyorum, hem de yalnızca şatafatlı Noel güllerinden değil, satıcıların
gururla yüklenerek şehirde dolaştırdıkları, lamba abajurlarının dev
gülhatmilerinden de söz etmek istiyorum. Sonra pastaların üzerinde­
ki şeker tarhlarından. Aynca içinden patlayan bonbonlar ya da türlü
renkte kâğıtlara sarılmış şekerlemeler fışkıran, bereket boynuzu biçi­
minde pastalar da var. Lir biçiminde kekler de. Eski çocuk kitapla­
rındaki "pastacılar" varlıklarını artık yalnızca Moskova'da sürdürü­
yor sanki. Yalnızca eritilmiş şekerden yapılmış figürleri, dilin keskin
soğuktan öcünü almasını sağlayan o tatlı buzulları ancak burada bu­
labilirsiniz. Şiddetli soğukların buradaki insanlara esinlediklerinden,
köylü şallarına mavi yün ipliklerle işlenmiş, camlardaki buz kristal­
lerini taklit eden biçimlerden de söz etmek gerekirdi. Sokaklardaki
mal çeşitliliği sınırsız. Akşam göğünü ansızın güneye özgü bir renge
büründüren, gözlükçülerdeki güneş gözlüklerini de gördüm. Sonra
yer fıstığı, fındık ve semiçki (Sovyet yönetiminin yeni bir düzenle­
meyle, halka açık yerlerde çitlenmesini yasakladığı ay çekirdeği) için
üç ayrı gözü bulunan geniş kızakları. Sonra oyuncak bebekler için
küçük kızaklar satan bir satıcı gördüm. Ve nihayet çinko çöp teneke­
leri - sokağa bir şey atmak yasak burada. Birkaç not da dükkân tabe­
lalarına ilişkin: Latin harfleriyle yazılmış tek tük yazılar: Cafe, Tail-
leur. Tüm birahane tabelaları: üst kenarında yavaşça kirli bir sarıya
dönüşen, donuk yeşil renkli bir zemin üzerine yazılmış, Pivnaya. Pek
çok dükkân tabelası dik bir açıyla sokağa doğru uzuyor. - Yeni yılın
ilk sabahında yataktan uzun süre çıkmadım. Reich erken kalktı. İki
saati aşkın bir süre konuştuk herhalde. Ne konuştuğumuzu ise unut­
muşum. Öğlene doğru dışarı çıktık. Genellikle tatil günlerinde ye­
mek yediğimiz mahzen lokantasını kapalı bulunca, Hotel Liverpool’a
gittik. O gün hava olağanüstü soğuktu; yürümekte güçlük çekiyor­
dum. Masada güzel bir köşeye oturdum; sağımda karla kaplı avluya
bakan bir pencere vardı. Yemekte kendimi içkiden mahrum etmeme­
yi bu kez başardım. Pek geniş olmayan yemek listesini istedik. Ne
yazık ki, ısmarladıklarımız çok çabuk geldi; pek az masanın bulun­
duğu ahşap lambrili salonda daha uzun oturabilmeyi isterdim. Lokal­
de hiç kadın yoktu. Bu çok rahatlattı beni. Şimdi Asja'ya yönelik acı
verici bağımlılığımdan kurtulmamla birlikte duyduğum o büyük hu­
zur ihtiyacının kendine her yerde doyurucu kaynaklar bulabildiğini
fark ediyorum. Tabii, bilindiği üzere, özellikle de yemek ve içmek­
te... Uzun dönüş yolculuğumu düşünmek bile, benim için rahatlatıcı

81
bir boyut kazandı (araya evdeki bazı meselelerden kaynaklanan bir
tedirginlik sızmadığı sünece tabii; şu son birkaç gündür olduğu gibi);
bir polisiye roman okuma düşüncesi (bunu artık hiç yaptığım yok
gerçi, ama fikrini hep kafamda gezdiriyorum) ve Asja'yla aramdaki
gerginliği zaman zaman dindiren, sanatoryumdaki günlük domino
partileri. Ama, hatırladığım kadarıyla, o gün domino oynamadık. Re-
ich'dan, benim için mandalina satın almasını rica ettim; bunları As-
ja'ya götürmek istiyordum. Bir akşam önce kendisine mandalina ge­
tirmemi istemiş olduğu için değil -hatta o sırada bu isteğini geri çe­
virmiştim-, soğukta bir parça soluklanma fırsatı bulabilmek için isti­
yordum bunu. Ama Asja (üzerine ona söylemeden "Yeni yılın kutlu
olsun" yazdığım) kesekâğıdmı çok somurtkan bir ifadeyle aldı (ve
yazıyı da fark etmedi). Akşam odamda yazı yazdım ve Reich'la soh­
bet ettim. Reich Barok kitabını okumaya başladı.

2 Ocak. Çok doyurucu bir kahvaltı yaptım. Öğlen yemeği yiye


meyeceğimiz için, Reich biraz alışveriş yapmıştı. İlleş'in Devrim Ti-
yatrosu'nda sergilenen oyunu Suikast'm94 basın gösterisi saat bire
konmuştu. İzleyicilerdeki sansasyon beklentisini gözeten çarpık bir
yaklaşımla, oyuna "Bir Tabanca Satın Alın" diye bir alt başlık ekle­
mişler ve böylece oyunun sonunda, Beyaz Rus suikastçının saldırısı­
nı gerçekleştirmek üzereyken komünistler tarafından yakalanınca,
hiç değilse tabancasını onlara satmak için çabaladığı o sahneyi baştan
harcamışlardı. Oyunun Grand-Guignol95 tarzında kotarılmış etkileyi­
ci bir sahnesi var; ayrıca büyük siyasi-kuramsal iddiaları da. Zira kü­
çük burjuvazinin içinde bulunduğu çıkışsız durumu sergilemeyi he­
defliyor. Ama ilkesiz, güvensiz ve yüzlerce küçük efekt yardımıyla
izleyiciye göz kırpan reji, bunu vurgulamayı başaramıyordu. Hatta
1919 yılının harap, pis ve umutsuz Avusturya'sında bir toplama kam­
pının, bir cafe'nin, bir kışlanın etkileyici ortamlarının sunduğu büyük
bir kozu da harcıyordu. Daha önce hiç görmediğim kadar kararsız bir
sahne tasarımıydı bu: Sahneye giriş ve çıkışlar bütünüyle etkisiz ka­
lıyordu. Kifayetsiz bir yönetmenin eline düştüğünde, Meyerhold sah­
nesinin ne hale geleceği açıkça görülebiliyordu. Salon tümüyle do­
luydu. Hatta fırsattan istifade, şık kıyafetler kuşanmış insanlar bile
göze çarpıyordu. İlleş sahneye çağrıldı. Hava çok soğuktu. Üzerimde
Reich'ın paltosu vardı, çünkü o prestij gerekçesiyle tiyatroya düzgün
bir kıyafetle gitmek istemişti. Oyun arasında Gorodetzki96 ve kızıyla
tanıştık. Öğleden sonra Asja'nın odasında, Reich'ın da kısmen katıldı-

82
ğı sonu gelmez bir siyasi tartışmanın ortasına düştüm. Asja'mn oda
arkadaşı ve bir Ukraynalı'mn oluşturduğu cephenin karşısında Reich
ve Asja vardı. Konu, yine Parti içindeki muhalefetti. Ama böyle bir
tartışmada, uzlaşmaya varmak şöyle dursun, karşılıklı bir anlayış
sağlamak bile imkânsızdı; muhalefetin Parti'den ayrılmasının, Reich
ve Asja'mn görüşüne göre kaçınılmaz olarak ideolojik bir prestij kay­
bı anlamına geleceğini kabul etmeye yanaşmıyordu diğer ikisi. Ama
tartışmanın etrafında döndüğü bu meseleyi, ancak aşağıda Reich'la
bir sigara içerken öğrenebildim. Bir kenarda unutulmama neden olan,
beş kişi (çünkü Asja'mn oda arkadaşının bir ahbabı da oradaydı) ara­
sındaki bu Rusça konuşma beni bir kez daha bunaltmış ve yormuştu.
Böyle devam edecek olursa oradan ayrdmaya kararlıydım. Ama yeni­
den yukarıya çıktığımızda domino oynanmasına karar verildi. Asja
ve Ukraynalı'ya karşı, Reich'la bir takım olduk. Yeni yılın ilk pazarıy­
dı. Nöbet sırası "iyi" hemşiredeydi, bu sayede akşam yemeğinden
sonra da sanatoryumda kalabildik ve bir sürü zorlu parti oynadık.
Kendimi çok iyi hissediyordum; UkraynalI benden hoşlandığını söy­
lemişti. Sonunda oradan ayrıldığımızda, sıcak bir şeyler içmek üzere
pastaneye girdik. Bunu odamda, partisi ve mesleği olmayan serbest
bir yazar olarak benim konumum üzerine uzun bir konuşma izledi.
Reich'm bana söyledikleri doğruydu; benim savunduğum tavrı be­
nimseyen herhangi birine ben de aynı şekilde karşılık verirdim. Ve
bunu açık yüreklilikle Reich'a da itiraf ettim.

3 Ocak. Reich'ın ev sahibesinin çalıştığı fabrikaya gitmek üzere


otelden erken ayrıldık. Görülecek çok şey vardı; orada iki saate yakın
kaldık. Lenin köşesiyle başlıyorum. Arka duvarı kırmızı kumaşla
kaplanmış, beyaz badanalı bir oda; tavandan altın saçaklı kırmızı bir
kordon sarkıyor. Bu kızıl fonun önünde, sola Lenin'in alçıdan yapd-
mış bir büstü yerleştirilmiş - büst de kireç badanalı duvarlar kadar
beyaz. Gelin teli üretiminin yapıldığı yandaki salondan bu odaya bir
nakil hattı giriyor. Çark dönüyor ve deri kayışlar, duvardaki bir delik­
ten kayarak geçiyor. Duvarlarda propaganda afişleri ve ünlü devrim­
cilerin portreleri ya da Rus proletaryasının tarihini kısa görüntülerle
özetleyen resimler asılı. 1905-1907 arasındaki dönem, devasa bir
manzara kartpostalı tarzında ele alınmış. Bu kartpostal, barikat müca­
delelerinden, hapishane hücrelerinden, demiryolu işçilerinin ayak­
lanmasından, Kış Sarayı’nın önündeki "Kara Pazar"dan görüntüler
sunuyor. Pek çok afiş alkolizmi hedef alıyor. Duvar gazetesi de aynı

83
konuyu işliyor. Bu duvar gazetelerinin aylık olarak yayımlanması
planlanmış; gerçekteyse daha seyrek çıkıyor. Bir bütün olarak bakıl­
dığında, bu gazetenin tarzı çocuklara yönelik, rengârenk resimli der­
gileri andmyor: resimlerin arasına yer yer düzyazı, yer yer de kafiye­
li tekerlemeler serpiştirilmiş. Ama gazete her şeyden önce, bu fabri­
kada bir araya gelmiş olan kolektife ilişkin gündelik olaylara ayrıl­
mış. Bu yüzden bazı yakışıksız olaylar hicivli bir dille aktarılırken,
bunun yanı sıra son dönemde gerçekleştirilen eğitim çalışmaları da
istatistik tablolarla kayda geçirilmiş. Duvardaki diğer bazı afişler hij­
yenik bilgilendirmeye yönelik: Sineklere karşı cibinlik öğütleniyor;
süt tüketiminin faydaları anlatılıyor. Burada (üç vardiya halinde) top­
lam 150 kişi çalışıyor. Ana ürünler: lastik bantlar, makaraya sarılmış
sicim, paket ipi, gümüş tel ve Noel ağacı süslemeleri. Bu fabrika, tü­
rünün Moskova'daki tek örneği. Ancak yapısı itibariyle "dikey" bir
örgütlenmenin sonucu olmaktan çok, endüstriyel uzmanlaşmadaki
geri düzeyin bir kanıtı. İnsan burada, tek bir mekânın içinde birkaç
metre arayla aynı üretim sürecinin hem makinelerle, hem de kol gü­
cüyle sürdürülmesini izleyebiliyor. Sağda bir makine uzun sicimleri
küçük makaralara sarıyor, soldaysa kadın işçilerden birinin kolu bü­
yük bir tahta çarkı çeviriyor: Her ikisi de aynı işi yapıyor. Burada ça­
lışanların büyük bir kısmı köylü kadınlar ve aralarındaki Parti üyele­
rinin sayısı pek de fazla değil. Tek tip kıyafet giymemişler, hatta üzer­
lerinde bir iş önlüğü bile yok; sanki ev işleriyle uğraşırlarmış gibi
oturuyorlar yerlerinde. Yün örtülere sarılmış başlarım, anaç bir ev ka­
dını gibi, işlerinin üzerine sakince eğmişler. Ama çevreleri, makine­
lerle donatılmış işletmelerin her türlü dehşetine karşı uyarıcı afişlerle
sarılmış. Şurada kolunu bir çarkın dişlileri arasına kaptırmış bir işçi
resmedilmiş; bir başkasının dizi iki piston arasına sıkışmış; bir üçün-
cüsü sarhoşlukla yanlış şalteri kullanarak kısa devreye neden olmuş.
Daha hassas Noel ağacı süslerinin üretimi tamamen el işçiliğine da­
yanıyor. Aydınlık bir atölyede üç kadın oturuyorlar. Kadınlardan biri
ince sim telleri kısa parçalar halinde kesiyor, eşit uzunluktaki teller­
den bir tutam alıyor ve bunları, bir makaradan yavaşça çektiği bir tel­
le sarıyor. Bu tel bir yarıktan geçer gibi akıyor dişlerinin arasından.
Sonra bu parlayan demeti, çekiştirerek bir yıldız biçimine sokuyor ve
bu yıldızlar, üzerlerine kâğıttan bir kelebek, kuş ya da Noel Baba fi­
gürü yapıştıracak olan diğer işçi kadınlardan birine geçiyor. Bu salo­
nun bir başka köşesinde, benzer bir yöntemle, gelin telinden dakika­
da bir haç figürü üreten bir kadın oturuyor. Onu izlemek üzere, çevir-

84
diği çarkın üzerine eğildiğimde, kendisini gülmekten alamıyor. Bir
başka köşede sırma şeritler üretiliyor. Bu üretim egzotik Rusya için
yapılıyor; bu şeritler Acem sarıkları için. (Aşağıda gelin teli üretimi:
biley taşıyla teli işleyen adam. Tel parçalarının çapları iki yüz ya da
üç yüz kat inceltiliyor ve ardından gümüş suyuna batınlıyor ya da di­
ğer metalik renklerle boyanıyor. Hemen ardından binanın çatı katma
götürülen gelin telleri, yüksek ısıda fırınlanarak kurutuluyor.) - Daha
sonra işçi pazarının önünden geçtim. Öğlen saatlerinde binanın girişi
önünde yiyecek tezgâhlan kuruluyor; burada sıcak kekler ve dilimler
halinde kızartılmış sosis satılıyor. Fabrikadan çıkınca Gnedin'e97 git­
tik. İki yıl önce, Rus Elçiliği'nde onunla tanıştığım sıralarda olduğu
kadar genç görünmüyor artık. Ama hâlâ akıllı ve canayakm. Sorula-
nna çok temkinli cevaplar verdim. Burada insanlar genelde alıngan
olduklan ve Gnedin komünist fikirlere çok bağlı olduğu için değil
yalnızca, aynı zamanda dikkatli bir ifade biçimi, ciddiye alınacak bir
muhatap olduğunuza buradakileri inandırmanız için gerekli görüldü­
ğünden. Gnedin Dışişleri Bakanlığı'nda Merkezi Avrupa danışmanı.
Hiç de önemsiz sayılamayacak kariyerini (daha büyük bir imkânı bi­
le geri tepmiş), P.'nin oğlu olmasına borçlu olduğu söyleniyor. Rusya'
daki hayat şartlarını ayrıntılarda Batı Avrupa'dakilerle karşılaştırma­
nın ne denli imkânsız olduğunu vurgulamama hararetle katıldı. Otur­
ma iznimin altı hafta daha uzatılması için başvurmak üzere Petrovka'
ya gittim. Reich, akşamüzeri Asja'ya yalnız gitmek istedi. Ben de
odamda kaldım, bir şeyler yedim ve yazı yazdım. Reich yediye doğ­
ru döndü. Birlikte Meyerhold Tiyatrosu'na gittik ve orada Asja'yla
buluştuk. Asja ve Reich için akşamın en önemli olayı, Reich'ın, pa­
nelde Asja'nın isteği üzerine yapacağı konuşmaydı. Ancak buna fırsat
bulamadı. Yine de sahnede, konuşma yapmak üzere başvurmuş olan
diğerlerinin arasmda, iki saati aşkın bir süre beklemek zorunda kaldı.
Yeşil örtülü, uzun bir masanın başında Lunaçarski,98 Pelşe,99 Glav-
Polit-Prosvet'in sanatsal bölümünün başındaki zat,100 panel yönetici­
si, Mayakovski,101 Andrey Byeli,102 Levidov103 ve daha pek çok baş­
ka insan104 oturuyordu. Meyerhold ise salondaki ilk sıradaydı. Veri­
len arada Asja oradan ayrıldı; ben de ona bir süre eşlik ettim, çünkü
salondaki konuşmaları tek başıma anlamam imkânsızdı. Geri döndü­
ğümde muhalif konuşmacılardan biri demagojik bir hiddetle sürdürü­
yordu sözünü. Ama salondaki çoğunluğu Meyerhold karşıtlan oluş­
turduğu halde, izleyicileri kendi yanına çekmeyi başaramadı. Ve ni­
hayet Meyerhold sahneye çıktığında, coşkulu bir alkışla karşılandı.

85
Ama yalnızca konuşmacılık yeteneklerine güvenmesi kendisi açısın­
dan büyük bir talihsizlik oldu. Herkesin tepkisini çeken bir hınç çıktı
ortaya. Nihayet kendisini eleştirenlerden birini, eskiden yanında çalı­
şırken şefiyle sorunlar yaşamış olduğu için kendisine saldırmakla
suçlayınca kitleyle tüm bağını yitirdi. Bundan sonra dosyalarına sa­
rılması ve temsilin tartışılan anlarım bir dizi nesnel savla savunması
da kendisine bir şey kazandırmadı. Henüz konuşması sürerken pek
çok kişi salonu terk etti; tartışmaya müdahale edebilmesinin artık im­
kânsız olduğunu Reich da fark etti ve Meyerhold sözünü noktalama­
dan benim yanıma geldi. Meyerhold nihayet bitirdiğinde, salondan
pek cılız bir alkış yükseldi. Panelin artık pek fazla bir şey, hele yeni
hiçbir şey getirmeyeceği belli olan sonunu beklemedik ve oradan ay­
rıldık.

4 Ocak. Kogan'la bugün buluşmam gerekiyordu. Ama sabah N


emen beni telefonla aradı ve saat bir buçukta Enstitü'ye gelmem ge­
rektiğini haber verdi; bir Kremlin gezisi yapılacakmış. Öğleden önce
odamda kaldım. Enstitü'de beş-altı kişi toplanmıştı; görünüşe bakılır­
sa benim dışımdakilerin hepsi İngiliz'di. Oradan pek de canayakm sa­
yılamayacak bir beyin rehberliğinde yürüyerek Kremlin'e gidildi.
Hızlı yürünüyordu, diğerlerini izlemek için büyük bir çaba harcamam
gerekiyordu; nihayet Kremlin girişinde topluluk beni beklemek zo­
runda kaldı. İçerde insanı ilk şaşırtan şey, hükümet binalarının aşın
bakımlı dış görünüşü. Bunu yalnızca küçük ömek-şehir Monaco'da-
ki tüm binaların üzerimde bıraktığı izlenimle karşılaştırabilirim; yö­
netenlerin hemen yanı başında oluşmuş imtiyazlı bir yerleşim. Hatta
cephelerin aydınlık beyaz ya da krem sarısı renkleri bile benziyor.
Ama orada ışık ve gölgenin keskin oyunları içinde her şey bir saf tu­
tarken, burada renklerin daha huzurlu bir biçimde parlamasını sağla­
yan, karla kaplı alanın dingin aydınlığı hüküm sürüyor. İlerleyen sa­
atlerle birlikte hava yavaş yavaş kararırken, bu alan da gitgide geniş­
liyor gibiydi. Resmi binaların parıldayan pencerelerinin yanı başında
kuleler ve kubbeler yükseliyordu akşam göğüne doğru: muzaffer
olanların kapılarında nöbet bekleyen, yenik anıtlar. Aşın parlak oto­
mobil farlarının yaydığı ışık huzmeleri burada da karanlığı delip ge­
çiyor. Burada, Kremlin'de büyük bir talim alanı bulunan süvarilerin
atları bu farların aydınlığında ürküyorlar. Yayalar, bu arabalarla huy-
suzlanan atların arasından güçlükle ilerliyorlar. Kürenmiş kar taşıyan
kızakların oluşturduğu uzun konvoy, tek tük biniciler. Sessiz bir kuz-

86
Kremlin

gun sürüsü konmuş karın üzerine. Kremlin kapılarının önündeki göz


alan ışıkta arsızca parlayan toprak sarısı kürkleriyle nöbetçiler bekli­
yorlar. Başlarının üzerinde kapılardan geçen trafiği düzenleyen kır­
mızı ışık yanıp sönüyor. Moskova'nın tüm renkleri burada, Rus ikti­
darının odağında bir prizmadan geçercesine toplanıyor. Kızıl Ordu
mensuplarının derneği de bu alana bakıyor. Kremlin'i terk etmeden
önce buraya giriyoruz. Odalar aydınlık ve temiz; diğer demek lokal­
lerine göre daha sade ve basit tutulmuş gibi. Okuma salonunda pek
çok satranç masası var. Kendisi de satranç oynayan Lenin sayesinde
itibar kazanmış bu oyun. Duvarda ahşap bir kabartma asılı: basitleş­
tirilerek şematize edilmiş bir Avrupa haritası. Kabartmanın hemen
yanma yerleştirilmiş bir kolu çevirdiğinizde, Lenin'in Rusya'da ve
Avrupa'nın diğer bölgelerinde yaşamış olduğu noktalar, tarih sırasına
göre, birbiri ardına aydınlanıyor. Ama bu aygıt pek iyi çalışmıyor ve
aynı anda birden fazla nokta aydınlanıyordu. Derneğin ödünç kitap

87
verilen bir kütüphanesi de var. Bir kitabı harap etmemek için nelere
dikkat edilmesi gerektiğini, metinle ve rengârenk sevimli çizimlerle
gösteren bir afiş pek hoşuma gitti. Bu arada, gezi kötü organize edil­
mişti. Kremlin'e nihayet vardığımızda saat iki buçuktu ve Oruşenaya
Palata'nın105 gezilmesinden sonra, sıra nihayet kiliselere geldiğinde
hava öylesine kararmıştı ki içeride hiçbir şey seçilmiyordu. Bununla
birlikte, çok yükseğe yerleştirilmiş minicik pencereler yüzünden, ki­
liselerin içinde zaten bir aydınlatmaya ihtiyaç da var. İki kilise gezil­
di: Cebrail ve Uzpenski katedralleri. Bu İkincisi Çarların taç giydik­
leri kiliseydi. Bu katedralin sayılan kabarık olmakla birlikte, fazla­
sıyla küçük mekânlannda erk tüm ihtişamıyla temsil edilmiş olmalıy­
dı. Törenlerin bu sayede kazandıklarını sandığım gerilimi bugün ha­
yal etmek zor. Bu kiliselerde gezimizin cansıkıcı rehberi geriye çekil­
di ve sevimli, yaşlı bekçiler ellerindeki mumlarla duvarlan ağır ağır
aydınlattılar. Buna rağmen pek bir şey seçilmiyordu. Dış görünüşe
bakıldığında birbirinin aynı gibi görünen resimlerin çokluğu da, aşi­
na olmayan gözlere bir şey ifade etmiyor. Neyse ki, bu muhteşem ki­
liseleri dışandan görebilmek için yeterince aydınlıktı hava. Büyük
Kremlin Sarayı'ndaki, üzeri rengârenk parlayan kubbelerle sık bir bi­
çimde örtülmüş galeriyi hatırlıyorum özellikle; bu bölümde prenses­
lere ait odaların bulunduğunu sanıyorum. Kremlin bir zamanlar bir
ormanmış - buradaki küçük kiliselerden en eskisinin adı, Ormandaki
Kurtarıcı Kilisesi.106 Daha sonraları bir kilise ormanı oluşmuş burada
ve son çarlar, yeni yapacakları ilgisiz binalara yer açmak üzere bu ki­
liselerden bazılarını budadıkları halde, bir kiliseler labirenti oluştur­
maya yetecek kadarı hâlâ ayakta. Burada da pek çok aziz tasviri kili­
selerin dış cephelerine yerleşmiş ve en yüksek pervazlardan aşağıya,
tıpkı teneke saçakların altına sığınmış kuşlar gibi bakıyor. Boynuzlu
imbik gibi eğilmiş başlarından keder akıyor. Ne yazık ki, bu akşamü-
zerinin en büyük bölümü Oruşenaya Palata'nın büyük koleksiyonla­
rına adandı. Bu koleksiyonların görkemi göz kamaştırıcı, ancak ken­
dini tümüyle Kremlin'in muhteşem topografya ve mimarisine vermek
isteyen insanın dikkatini dağıtıyor yalnızca. İnsan Kremlin'e özgü
güzelliğin temel şartlarından birini kolayca gözden kaçırabilir: Bura­
daki geniş meydanların hiçbirinde anıt yok. Buna karşılık Avrupa'da,
gizemli yapısı 19. yüzyıl içinde dikilen bir anıtla dünyevileştirilme­
miş ve yaralanmamış hemen hiçbir meydan bulunmaz. Koleksiyon­
larda, Razumovski adlı bir prens107 tarafından Büyük Petro'nun kız­
larından birine armağan edilmiş bir kızak (kaleska) özellikle dikkati­

88
mi çekti. Kabartmalı, dalgalı süslemeleriyle bu kızak, bir zamanlar
ana yollarda nasıl sarsılarak ilerlediğini hayal etmenize gerek kalma­
dan, ayağını sağlam toprağa basan birinin bile başını döndürebilir;
ama Fransa'dan buraya deniz yoluyla getirildiğini öğrendiğinizde bu­
lantınız daha da artıyor. Bu hazineler, geleceği olmayan bir yoldan
edinilmiş. - Yalnızca tarzları değil, elde ediliş biçimleri de ölü. Tüm
bu hazineler, son sahipleri için bir yük olmuş olmalı ve bunlara sahip
olma hissinin onları cinnetin eşiğine getirmiş olabileceğini düşünmek
mümkün. Ama şimdi bir Lenin resmi asılı bu koleksiyonların girişin­
de, tıpkı eskiden putlara kurban verilen bir yere, dine döndürülmüş
kâfirler tarafından yerleştirilmiş bir haç gibi. - Günün geri kalan kıs­
mı pek tatsızdı. Yemek yemeğe fırsat olmadı; Kremlin'den ayrıldı­
ğımda saat dörde geliyordu. Ama Asja'ya gittiğimde, terzisinden hâ­
lâ dönmemiş olduğunu gördüm. Yalnızca Reich'ı ve Asja'nın asla kur­
tulamadığımız oda arkadaşını buldum orada. Ama Reich'ın daha faz­
la bekleyecek zamanı yoktu ve o çıktıktan hemen sonra Asja geldi.
Ne yazık ki, konuşma bir süre sonra Barok kitabına geldi ve Asja o
bilinen yorumlarını yaptı. Sonra Tek Yönlü Yol'dan bazı bölümler
okudum. Akşam Gorodinski'ye (?) davetliydik. Ama tıpkı daha önce
Granovski'de olduğu gibi, burada da yemeği kaçırdık. Çünkü biz çık­
mak üzereyken, Asja Reich'la konuşmak için geldi ve davetli olduğu­
muz yere bir saatlik gecikmeyle vardığımızda, yalnızca Granovs-
ki'nin kızını bulabildik. O akşam Reich’la yapacağımız bir şey yoktu.
Bir parça yemek yiyebileceğimiz bir lokanta bulabilmek için uzun
süre dolandık; bu sırada kaba ahşap bölmeleri olan, son derece ilkel
bir aşevine de girip çıktık ve nihayet Lubyanka yakınlarında berbat
yemekler veren, sevimsiz bir pivnaya bulduk. Sonra İlleş'lerde yarım
saat —llleş'in kendisi çıkmıştı, ama karısı bize nefis bir çay hazırladı-
ve ardından eve. Reich'la birlikte sinemaya giderek Dünyanın Altın­
cı Bölümü'nü izlemek istiyordum, ama o çok yorgundu.

5 Ocak. Moskova, tüm büyük şehirlerin en sessizi ve bu sessiz


karda iki kat yoğunlaşıyor. Sokak orkestralarının temel çalgısı olan
araba klaksonu burada zayıf kalıyor; pek az otomobil var. Yine diğer
merkezlerin tersine, burada basılan gazetelerin sayısı da pek az; te­
melde tek bir bulvar gazetesi; her gün saat üçe doğru çıkan biricik
akşam gazetesi bu. Nihayet burada satıcıların sesleri de çok kısık. İş­
portacılık büyük ölçüde yasadışı ve satıcılar dikkatleri üzerlerine
çekmek istemiyorlar. Yoldan geçen yayalara haykırışlarla değil, ölçü-

89
n

Suharev pazarı

lü bir sesle, hatta bir parça dilencilerin yalvaran tonunu hatırlatan bir
fısıltıyla sesleniyorlar. Burada sokaklardan bağırarak geçen yalnızca
bir kesim var: Bu kesim, sırtlarında çuvallarıyla dolaşan eskiciler;
onların melankolik sesleri, tüm Moskova sokaklarından haftada en
az bir kez geçiyor. Bu sokakların tuhaf bir özelliği var: Rus köyü bu
sokaklarda saklambaç oynuyor. Cümle kapılarının herhangi birinden
geçildiğinde -ki bunlar, dökme demirden parmaklıklarla kapatılabi-
len girişler, ama kapalı olanına hiç rastlamadım- insan kendini bü­
yük bir yerleşimin girişinde buluyor; bu yerleşimler çoğu zaman öy­
lesine geniş ve dağınık ki, sanki bu şehirde mekânın hiçbir parasal
karşılığı yok. Bir çiftlik ya da köy yayılıyor önünüzde. Zemin karga­
cık burgacık, çocuklar kızak kayıyor, kar kürüyorlar; odun, araç-ge­
reç ya da kömür depolanan ambarlar köşeleri dolduruyor; sağda sol­
da ağaçlar görülüyor; ilkel ahşap merdivenler ya da ek yapılar, so­
kaktan bakınca son derecede şehirli görünen yapıların, yan ya da ar­
ka cephelerine Rus köylü evlerine özgü bir görünüm kazandırıyor.
Böylece sokak kırsal bir boyut kazanıyor. - Zaten Moskova her kö­
şesinde şehrin kendisinden çok, varoşlarını andırıyor. Çamurlu ze-

90
min, uzun konvoylar oluşturan hammadde nakliyatı, mezbahaya gö­
türülen hayvan sürüleri, salaş meyhaneler şehrin en merkezi kesim­
lerinde bile görülebiliyor. Bugün Suharevskaya boyunca yürürken
bunun daha da iyi farkına vardım. Ünlü Suharev Parkı'nı görmek is­
tiyordum. Yüzü aşkın derme çatma pavyonuyla, büyük bir fuarın mi­
rasçısı burası. Demir hurdacılarının bulunduğu bölümden girdim içe­
riye. Bu bölüm, mavi kubbeleri pazarın üzerinde yükselen kilisenin
(Nikolasyevsk Katedrali) hemen yanı başında. İnsanlar, mallarını
doğrudan karın üzerinde sergiliyorlar. Burada eski kilitler, metreler,
el aygıtları, mutfak gereçleri, elektro-teknik malzemeler, vs. bulunu­
yor. Hemen orada çeşitli tamiratlar da yapılıyor; fışkıran bir alevin
üzerinde lehim yapıldığını gördüm. Oturulacak hiçbir yer yok; her­
kes ayakta dikiliyor; çene çalıyor ya da pazarlık ediyor. Bir sürü
meydanı, tezgâhların oluşturduğu bulvarları gezerken, burada hüküm
süren pazarla fuar arası bu düzenin, Moskova caddelerinin büyük bö­
lümüne damgasını vurduğunu fark ettim. Saatçi bölgeleri ve giyim
mahalleleri var, elektro-teknik ihtiyaçların karşılandığı ve makine ti­
careti yapılan merkezler var ve buna karşılık tek bir dükkânın bile
bulunmadığı caddeler var. Bu pazarda emtianm mimari işlevi ortaya
çıkıyor: örtü ve kumaşlar, payanda ve sütunları oluşturuyor, satış tez­
gâhlarının üzerine dizi dizi asılmış ayakkabılar, valenki ler, barakala­
rın çatılarına, büyük garmoşlca'lar (akordiyonlar) uğultulu duvarlara,
bir anlamda Memnon surlarına dönüşüyor. Burada, oyuncak satılan
barakaların çevresinde, semaver biçimindeki Noel ağacı süslemesini
de buldum nihayet. Moskova'da ilk kez dini ikonalar satılan tezgâh­
lar gördüm. Bunların çoğu Meryem Ana'nın örtüsündeki kıvrımların
kabartma biçiminde kalıplandığı, eski usulde gümüş rengi tenekeyle
kaplanmış. Yalnızca baş ve eller renkli bir yüzey oluşturuyor. Bunun
yanı sıra kâğıttan parlak çiçeklerle donatılmış Aziz Yusuf (?) başının
görüldüğü küçük cam vitrinler de var. Sonra şu çiçekler; açık hava­
da büyük çiçek demetleri. Karın üstünde renkli örtüler ya da çiğ et
parçaları gibi görünüyorlar. Ama tüm bu satış bölümü kâğıt ve resim
ticaretinin bir parçası olduğu için, dini ikonalar satılan bu barakalar
da kırtasiye tezgâhlarının yanında yer alıyor, dolayısıyla çepeçevre
Lenin resimleriyle kuşatılmış oluyor, tıpkı jandarmaların arasındaki
bir tutuklu gibi. Noel gülleri burada da var. Yalnızca onların belirli
bir yerleri yok; kâh yiyeceklerin, kâh dokuma işlerinin ya da kap ka­
cak barakalarının arasında çıkıyorlar ortaya. Ama parıltılarıyla her
şeyi, çiğ etleri de, rengârenk örtüleri de, parlak çanakları da gölgede

91
bırakıyorlar. Suharevskaya'ya doğru, pazar daralarak duvarların ara­
sında bir koridora dönüşüyor. Burada ev gereçleri, küçük çatal bıçak­
lar, örtüler, vs. satan çocuklar dikiliyorlar; aralarından ikisinin duvar
dibinde durup şarkı söylediklerini gördüm. Burada yine Napoli'den
beri ilk kez sihirbazlık gereçleri satan bir satıcıya rastladım. Adamın
önünde, içinde bezden yapılmış büyük bir maymunun oturduğu kü­
çük bir şişe duruyordu. Maymunun o şişeye nasıl girdiğini kavraya­
mıyordu insan. Gerçekteyse adamın sattığı diğer bez hayvanlar gibi
küçük bir hayvanı şişeye sokmak yeterliydi. Su onu şişiriyordu. Na-
polili bir satıcı da tıpkı bu tarzda çiçek demetleri satıyordu. Sadova-
ya'da biraz daha gezindikten sonra, saat yanma doğru Basseches'e
gittim. Çok şey anlatıyor Basseches; bazı anlattıkları öğretici, ama
biteviye tekrarları ve hiçbir ilgi çekici tarafı olmayan malumatı hay­
ranlık uyandırma arzusunu ele veriyor yalnızca. Ama nazik bir insan
ve aktardığı haberler, ödünç verdiği Almanca dergiler ve sağladığı
sekreterle bana faydası dokunuyor. - Akşamüzeri doğruca Asja'ya
gitmedim: Reich onunla yalnız konuşmak istiyordu ve benden beş
buçukta gelmemi rica etmişti. Son günlerde Asja'yla neredeyse hiç
konuşamıyorum. Birincisi sağlığı yine çok bozuldu. Ateşi var. Bu
onun sakin bir sohbete her zamankinden çok istekli olmasını sağla­
yabilirdi belki, eğer çok daha ölçülü Reich'ın yanı sıra, yüksek sesle
ve tutkuyla konuşan, her sohbeti istediği yöne çeken ve hepsinden
önemlisi, kalan son enerjimi de tüketecek kadar Almanca anlayan
oda arkadaşının o felç edici varlığı olmasaydı. Yalnız kaldığımız na­
dir anlardan birinde, Rusya'ya tekrar gelip gelmeyeceğimi sordu As-
ja. Biraz Rusça öğrenmeden gelmeyeceğimi söyledim. Ayrıca başka
etkenlere de bağlıydı böyle bir yolculuk; paraya, benim durumuma,
onun mektuplarına. Kaçamak bir karşılık vererek -am a onun hemen
her zaman kaçamak cevaplar verdiğini biliyorum zaten- mektup yaz­
masının sağlığına bağlı olduğunu söyledi. Oradan ayrıldım ve Asja'
mn isteği üzerine mandalina ve helva satın alarak, sanatoryumun alt
katındaki hemşireye teslim ettim. Reich, tercümanı olan kadınla ça­
lışmak üzere odamı kullanmak istiyordu. Tayrov'un sahnelediği
Denç i Noç'am tek başıma gitmeye karar veremedim. Dünyanın Al­
tıncı Bölümünü seyrettim (Arbat'taki bir sinemada). Ama anlamadı­
ğım çok şey oldu.

6 Ocak. Önceki gün, akşamüzeri Dora'ya bir yaşgünü telgra


çekmiştim. Ardından Kızıl Kapı'ya kadar bütün Miyasitskaya'yı yü­

92
rümüş ve sonra da orada çatallanan geniş yan yollardan birine sap­
mıştım. Bu yürüyüş sırasında, hava kararırken, Moskova avlularının
manzarasını keşfetmiştim. Bir aydan beri Moskova'daydım. Ertesi
gün öylesine renksiz geçti ki, neredeyse yazacak hiçbir şey bulamı­
yorum. Sabah, herhalde ileride pek çok kez hatırlayacağım o küçük,
sevimli pastanede kahvelerimizi içerken, Reich, önceki akşam edin­
diğim sinema programının içeriği hakkında ayrıntılı bilgiler verdi ba­
na. Ardından bir yazı yazdırmak üzere Basseches'e gittim. Mükem­
mel çalışan, güzel, sevimli bir daktilocu kız vermişti emrime. Ama
kızın saati üç ruble. Bunu sürdürüp sürdüremeyeceğimi henüz bilmi­
yorum. Yazıyı dikte ettikten sonra, Basseches de benimle birlikte
Dom Herzena'ya geldi. Yemeği üçümüz birlikte yedik. Reich, ye­
mekten hemen sonra Asja'ya gitti. Ben bir süre daha Basseches'le bir­
likte oturmak zorunda kaldım ve hatta ertesi akşam Storrriu109 birlik­
te seyretmek üzere ona randevu vermeyi bile başardım. Nihayet ba­
na sanatoryuma kadar da eşlik etti. Yukarıdaki hava ümitsizdi. Dik­
katsiz davranarak yukarıya çıkardığım Almanca dergilere daldı her­
kes. Sonunda da Asja terzisine gitmek istediğini söyledi, Reich ise
ona eşlik edeceğini. Asja'ya "Görüşmek üzere" diye seslendim ve çe­
kip odama gittim. Akşam Asja'nm odama girdiğini görme umudum
gerçekleşmedi.

7 Ocak. Devlet kapitalizmi, Rusya'da enflasyon döneminin p


çok özelliğini muhafaza etmiş. Özellikle de iç işlerdeki hukuksal be­
lirsizliği. NEP bir yandan imtiyazlı kılınırken, diğer yandan yalnızca
devlet çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde hoş görülüyor. Herhangi bir
NEP girişimcisi, her an mali politikalardaki bir değişimin, hatta yal­
nızca geçici nitelikteki resmi bir gövde gösterisinin kurbanı olabilir.
Buna rağmen belirli ellerde -Rusların ölçülerine göre bakıldığında:
dev- servetler birikiyor. 3.000.000 rublenin üzerinde vergi ödeyen in­
sanlar olduğunu duydum. Böyle vatandaşlar savaş komünizmi döne­
minin kahramanlığına bir karşı kutup oluşturuyorlar; kahraman NEP
girişimciliği. Böyleleri, çoğu durumda kendi niyetlerinden tümüyle
bağımsız bir şekilde kendilerini bu konumda buluyorlar. Zira NEP
döneminin ayırt edici özelliği, iç piyasaya yönelik devlet yatırımları­
nın yalnızca temel ihtiyaç maddeleriyle sınırlandırılması. Bu durum,
NEP girişimcilerinin faaliyetleri açısından çok elverişli bir konjonk­
tür yaratıyor. Devlet mağazalarından pek çok malın yalnızca karney­
le almabilmesi ve dolayısıyla oluşan kuyruklar da enflasyon dönemi­

93
nin manzaralarından biri. Rus parası sağlam, ama bu karneler vasıta­
sıyla, pek çok vitrindeki fiyat listeleriyle iktisadi hayatta kâğıt hâlâ
çok büyük bir yer tutuyor. Giyim kuşama karşı aldırışsız tutum bile,
Batı Avrupa'da ancak enflasyon döneminde görüldü. Rahat giyinme
alışkanlığı sarsılmaya başlamış tabii. Bir zamanlar hâkim sınıfın üni­
forması olan bu eğilim, giderek varoluş mücadelesinde daha güçsüz
olmanın göstergesine dönüşüyor. Tiyatrolarda ilk tuvaletler, tıpkı
haftalarca süren yağmurun ardından Nuh'un güvercini gibi, çekine­
rek çıkıyorlar ortalığa. Ama insanların görünüşleri hâlâ oldukça tek­
düze, oldukça proleter: Baş örtmenin Batı Avrupa'ya özgü biçimi, ya­
ni dökümlü ya da kalıplı şapka, görünüşe bakılırsa tümüyle unutul­
muş. En çok göze çarpanlar Rusya'ya özgü kürklü kalpaklar ya da çe­
kici, ama aynı zamanda provokatif türevleriyle (fazlasıyla öne fırla­
yan siperlikler) genç kızlar tarafından da çokça giyilen spor kasket­
ler. Genellikle halka açık mekânlarda da çıkarılmıyor bunlar: Bunun
dışında selamlaşma da daha serbestleşmiş. Diğer giysilerdeyse şim­
diden Doğu'ya özgü bir çeşitlilik hüküm sürüyor. Kürk yelekler, ka­
dife ceketler ve deri ceketler, şehirli zarafetiyle kırsal giysiler, kadın­
larda da, erkeklerde de atbaşı gidiyor. Yer yer —başka büyük şehirler­
de de olduğu gibi- (kadınlarda) köylülere özgü milli kıyafetlere rast­
lanıyor. -Öğleden önce uzun süre odamda kaldım. Ardından Akade-
mi'nin başkanı Kogan'a. Tutarsızlığına şaşırmadım; herkes beni buna
hazırlamıştı. Kameneva bürosunda tiyatro biletlerini aldım. Sonu
gelmeyen bekleyişim sırasında Rus devrim afişleri üzerine, kısmen
renkli, pek çok mükemmel resmin yer aldığı bir kitap karıştırdım. Bu
afişlerin çoğu ne denli etkileyici olursa olsun, bunlarda burjuvaziye
özgü, hatta kısmen pek de gelişmiş sayılamayacak bir tatbiki sanatın
stil unsurlarından kolayca ayrılabilecek hiçbir şey olmadığını fark et­
tim. Dom Herzena'da Reich'a rastlamadım. Asja'nın yanına vardı­
ğımda, önce yalnızdık; çok donuktu; ama belki de konuşmak zorun­
da kalmamak için öyle davranıyordu yalnızca. Sonra Reich geldi.
Basseches'le akşam gideceğimiz oyun öncesi sözleşmek üzere kalk­
tım ve ona telefonla ulaşamadığım için yanma gitmek zorunda kal­
dım. Bütün akşamüzeri boyunca başım ağndı. Nihayet Basseches'in
bir operet şarkıcısı olan kız arkadaşıyla birlikte Storm'a gittik. Kız
çok çekingen görünüyordu; ayrıca keyifsizdi de ve oyundan sonra
hemen evine döndü. Storm savaş komünizmi döneminde, kırsal böl­
gedeki bir tifüs salgını çevresinde kümelenen bazı olayları sergiliyor­
du. Basseches benim için cömert bir çeviri yaptı, ayrıca oyunculuk

94
da her zamankinden daha iyiydi ve böylece akşamdan nasibimi faz­
lasıyla aldım. Oyunda, (Reich’a göre) Rus tiyatrosunda daima oldu­
ğu üzere, dramatik bir olay kurgusu eksikti. Bana öyle geldi ki, oyun
yalnızca iyi bir vakayinamenin bilgilendirici yaklaşımına sahipti ve
bu da dramatik bir yaklaşım değildir. Saat on ikiye doğru, Bassec-
hes'le Tverskaya'daki "Kruyok"da110 yemek yedim. Ama (eski takvi­
me göre) Noel'in ilk günü olduğu için, kulüp pek hareketli değildi.
Yemek nefisti; votka, rengini sarıya çeviren bir şifalı otlar özü saye­
sinde daha kolay içimli olmuştu. Rus gazetelerine, Fransız sanatı ve
kültürü üzerine bir makale yazma tasarım üzerine konuştuk.

8 Ocak. Öğleden önce para bozdurdum ve metin dikte ettim. Me


yerhold Tiyatrosu'ndaki tartışma üzerine yazdığım haber pek fena ol­
madı galiba, buna karşılık Günlük için yazdığım Moskova makale­
sinde bir ilerleme kaydedemedim. Dom Herzena'ya (biraz düşünce­
sizce bir biçimde) Basseches'le birlikte gitmiş olduğum için, sabah
Reich'la aramda bir tartışma çıktı. İnsanın burada ne denli temkinli
olması gerektiği konusunda yeni bir ders. Hayatın ileri boyutlarda
politikleşmesinin en bariz belirtilerinden biri bu. Elçilikte, diktem sı­
rasında, hâlâ yatakta olan Basseches'le karşılaşmadığım için çok ra­
hatladım. Dom Herzena'ya gitmek zorunda kalmamak için havyar ve
jambon satın aldım ve yemeğimi odamda yedim. Saat dört buçuğa
doğru Asja'ya gittiğimde, Reich henüz gelmemişti. Bir saati aşkın bir
süre ortada gözükmedi ve daha sonra bana, Asja'ya gelirken yolda
yeniden kalp spazmı geçirdiğini söyledi. Asja'nın durumu daha da
kötülemişti ve öylesine kendisiyle meşguldü ki, Reich'ın geciktiğinin
pek de farkına varmadı. Yine yüksek ateşi var. Artık tahammül ede­
mediğim kadın yoldaşı hemen her an odadaydı, üstelik bir süre son­
ra ona da ziyaretçi geldi. Aslında bu kadının davranışı daima dosta­
ne - bir de hep Asja'nın çevresinde olmasa. Asja'ya Günlük için ha­
zırladığım taslağı okudum ve o da çok yerinde bazı saptamalarda bu­
lundu. Hatta konuşmanın akışı içinde dostça bir hava bile oluştu.
Sonra odada domino oynadık. Reich geldi. Bunun üzerine oyuna dört
kişi devam ettik. Akşam Reich'm toplantısı vardı. Saat yediye doğru
her zamanki pastanemizde onunla birlikte bir kahve içtim, sonra oda­
ma döndüm. Önümüzdeki dönemde işim açısından sağlam bir çatıya
ihtiyaç duyduğumu giderek daha iyi anlıyorum. Çevirinin böyle bir
çatı oluşturması söz konusu bile olamaz tabii. Bu çatının kurulması
için ön şart, benim almam gereken tavır. Beni Alman Komünist Par-

95
tisi'ne katılmaktan alıkoyan şey yalnızca dışsal kaygılarım. Şimdi
böyle bir katılım için doğru zaman gelmiş gibi görünüyor, ki bunu
kaçırmak benim açımdan belki de tehlikeli olabilir. Zira parti aidiye­
ti benim için -büyük olasılıkla- tam da geçmem gereken bir aşama
olduğu için, bunu ertelemem doğru olmayabilir. Ancak nesnel ve
ekonomik açıdan yoğun bir çalışmayla takviye edilmiş soldaki ba­
ğımsız bir konum, şimdiye kadarki çalışma alanımda bundan sonra­
sı için de kapsamlı bir üretim gerçekleştirmemi sağlamaya yetmez mi
sorusunu bana sorduran dışsal kaygılarım hâlâ giderilmiş değil. Fa­
kat asıl sorun, böyle bir üretimin hiçbir kopuş olmaksızın yeni bir ev­
reye taşınıp taşınamayacağı. Ve bunun mümkün olduğunu kabul et­
sek bile, "çatının" yine de dış koşullar tarafından, sözgelimi bir edi­
törlük konumuyla desteklenmesi gerekirdi. Her halükârda erotik et­
kenin belirleyiciliğini yitirmesi, önümüzdeki dönemi benim için ge­
ride kalandan farklı kılacak gibi görünüyor. Bunun bilincine var­
mamda, Reich ile Asja arasındaki ilişkiye yönelik gözlemlerimin de
belirli bir payı var. Asja'mn ruh halindeki tüm dalgalanmalar karşı­
sında Reich'ın sağlam durduğunu ve beni hasta edebilecek davranış­
lardan pek az etkilendiğini ya da etkilenmemiş göründüğünü fark
ediyorum. Ve yalnızca öyle görünmek bile önemli bir şey. Bu, Re-
ich'ın burada kendi çalışmaları için bulduğu "çatıyla" ilgili bir şey.
İşinin ona sağladığı fiili ilişkilere, Reich'ın burada hâkim sınıfın bir
üyesi olması da ekleniyor tabii. Tüm bir iktidar yapılanmasının bu
dönüşümü, buradaki hayatın içeriğini olağanüstü zengin kılıyor. Tıp­
kı Klondike'deki altın arayıcılarının hayatı gibi, alabildiğine içine ka­
palı ve olaylarla dolu, yoksul olduğu kadar yepyeni ufuklar da barın­
dıran bir hayat bu. Sabahtan akşama kadar iktidar peşinde kazdar ya­
pılıyor. Batı Avrupalı entelektüellerin sürdürdüğü varoluşun tüm ter­
kibi, burada tek bir kişinin karşısına bir ay içinde çıkan sayısız bağ­
lantılarla karşılaştırıldığında adamakıllı fakir kalır. Tabii bu, toplan­
tılar ve komisyonlardan, tartışmalar, teklifler ve oylamalardan (ki
tüm bunlar, iktidar isteminin yürüttüğü savaşlar ya da en azından ma­
nevralardır) yoksun bir hayatın hayal dahi edilemediği bir tür sarhoş­
luğa yol açabilir. Ama [...]H1 insanı koşulsuz bir mutlaklıkla bir tavır
almaya zorlayan; düşmanlık ve tehditlerle dolu, rahatsız ve cereyan­
lı seyirci locasında oturmaya devam mı etmeli yoksa uğultulu sahne­
de şu veya bu şekilde bir yer mi almalı sorusunu sorduran [asıl he­
deftir]112 bu.

96
9 Ocak. Değerlendirmeye devam: Parti'ye girmeli mi? Tartışma­
sız yararlan: sağlam bir konum, zımni bile olsa bir vekillik. İnsanlar­
la örgütlü, garantili bir ilişki. Buna karşılık: Proletaryanın hâkim ol­
duğu bir devlette komünist olmak, kişisel özgürlüğün tümüyle feda
edilmesi anlamına geliyor. İnsan, kendi hayatını örgütleme görevini,
deyim yerindeyse, Parti'ye terk ediyor. Oysa proletaryanın ezildiği
yerde, bunun anlamı, er ya da geç gerçekleşebilecek tüm sonuçlannı
göze alarak ezilen sınıfın saflarına katılmaktır. Öncülük konumunun
baştan çıkarıcı cazibesi - eğer aynı konumda, eylemleriyle size her
fırsatta bu konumun şüpheli yanlarını gösteren meslektaşlarınız da
olmasa. Parti içinde: kendi düşüncelerinizi, bir bakıma verili bir güç
alanına yansıtabilmenin getirdiği büyük avantaj. Ama sonuçta Parti
dışında kalmanın kabul edilebilirliği konusundaki belirleyici sorun,
insanın burjuvazi saflarına geçmek ya da çalışmalarına zarar vermek
zorunda kalmadan kendine elle tutulur ve nesnel yararlar sağlayan
bir konuma yerleşip yerleşemeyeceğidir. Somut olarak benim gele­
cekteki çalışmalarımın, özellikle de biçimsel ve metafizik temelleriy­
le bilimsel çalışmalarımın hesabı verilebilir mi? Bu çalışmaların bi­
çiminde "devrimci" olan nedir, eğer bunlarda gerçekten de devrimci
bir yan varsa tabii. Benim yasadışı, müstear kimliğimin burjuva ya­
zarlar arasında bir anlamı olacak mıdır? "Materyalizmin" bazı uç yo­
rumlarından uzaklaşmamın, çalışmalarım açısından belirleyici bir
yaran olacak mıdır, yoksa bu tartışmayı Parti içinde mi aramam ge­
rekir? Buradaki mücadele, benim şimdiye dek sürdürdüğüm uzman­
laşmış çalışmanın içerdiği tüm bu kaygıların çevresinde sürüyor. Ve
eğer bu çalışma, bu dar zemin üzerinde fikirlerimin ritmini izleyeme­
yecek ve varoluşumu örgütleyemeyecekse, bu mücadele de Parti'ye
girerek -en azından bunu deneyerek- noktalanmak. Seyahatlerime
devam ettiğim sürece, Parti'ye girmem söz konusu bile olamaz tabii.
- Günlerden pazardı. Öğleden önce çeviri yaptım. Bolşaya Dimitrov-
ka'daki küçük lokantada öğlen yemeği. Öğleden sonra, kendini çok
kötü hisseden Asja'yla. Akşam odamda tek başıma; çeviri yaptım.

10 Ocak. Sabah Reich'la aramda son derecede tatsız bir tartışma


çıktı. Daha önce yapmış olduğum bir teklifi hatırlayarak, Meyerhold
Tiyatrosu'ndaki tartışma hakkında yazdığım haberi113 kendisine oku­
mamı istedi. Bu haberi okumak için artık herhangi bir arzu duymu­
yordum, yine de sezgisel bir isteksizlikle okudum. Literarische Welt
için yazdığım makaleler üzerine daha önce yaptığımız bazı konuş­

97
malar düşünülecek olursa, buradan iyi bir şey çıkmasını beklemek
hayal olurdu. Dolayısıyla ben de hızlı bir biçimde okudum haberi.
Ama beni ışığa karşı okumak zorunda bırakan iskemlemin üzerinde
öylesine zavallı bir konumda oturuyordum ki, sadece bu bile işin so­
nunu önceden kestirmemi sağlayabilirdi. Reich, zoraki takınılmış ra­
hat bir tavırla dinledi beni ve okumamı bitirdiğimde, yalnızca birkaç
kelime söylemesi yetti. Bunları söyleyişindeki ses tonu, artık temel­
de yatan noktalara değinilemediği için daha da çözümsüz kalmaya
mahkûm bir tartışmayı anında alevledi. Atışmamızın ortasında kapı­
ya vuruldu - içeriye Asja girdi. Çok geçmeden de yine ayrıldı. Asja
odadayken pek az konuştum: Çeviri yaptım. Berbat bir ruh hali için­
de, bazı mektupları ve bir makaleyi dikte etmek üzere Basseches'e
gittim. Sekreter kızı, bir hayli hanım hanımcık olsa da, çok hoş bulu­
yorum. Yeniden Berlin'e dönmek istediğini duyunca, ona kartımı ver­
dim. Öğleyin Reich'la buluşmaya hiç hevesim yoktu. Ben de biraz
alışveriş yaptım ve yemeğimi odamda yedim. Asja'ya giderken yol­
da bir kahve içtim ve daha sonra oradan otele dönerken de tekrarla­
dım bunu. Asja kendini kötü hissediyordu; çabuk yoruldu ve uyuya­
bilmesi için onu yalnız bıraktım. Odada yalnız kaldığımız (ya da As-
ja'nın sanki yalnızmışız gibi davrandığı) birkaç dakika oldu. Böyle
bir anda, yeniden Moskova'ya gelirsem ve kendisi de sağlığına ka­
vuşmuş olursa, böyle yapayalnız dolaşmak zorunda kalmayacağımı
söyledi. Ama eğer sağlığına burada kavuşamazsa, o zaman Berlin'e
gelecekti; ona odamda paravanlı bir köşe vermeliydim; kendini Al­
man doktorlara gösterecekti. Akşam odamda yalnızdım. Reich geç
geldi ve bir şeyler anlattı. Ama sabahki olayın sonrasında, şu kadarı
kesindi benim açımdan: Moskova'da kaldığım sürece Reich'a güve­
nerek hesap yapamazdım ve eğer burada geçireceğim zaman, onsuz
da yararlı bir biçimde örgütlenemeyecekse, ayrılmak verebileceğim
en akıllıca karar olacaktı.

11 Ocak. Asja'ya yeniden iğne yapılması gerekiyor. O gün klin


ğe gitmek istiyordu ve otele uğrayıp beni aldıktan sonra, onu kızak­
la kliniğe götürmem konusunda bir gün önceden sözleşmiştik. Ama
ancak on ikiye doğru geldi. İğneyi sanatoryumda yapmışlar. İğneden
ötürü biraz heyecanlanmıştı ve ikimiz koridorda yalnızken (onun da,
benim de telefon etmemiz gerekiyordu) o eski coşku nöbetlerinden
birine kapılarak koluma sarıldı. Reich odaya yerleşmişti ve gideceği­
ne dair hiçbir emare göstermiyordu. Yani Asja'nın neden sonra yine

98
bir öğleden önce odama gelmesi bile nafileydi. Odadan çıkışımı bir­
kaç dakikalığına ertelemem de işe yaramadı. Asja benimle birlikte
gelmek istemediğini söyledi. Ben de onu Reich'la yalnız bıraktım ve
önce Petrovka'ya (ancak pasaportumu henüz alamadım); ardından da
Resim Müzesi'ne gittim. Bu küçük olay, her halükârda yaklaşan dö­
nüş tarihimi kesinleştirme kararını vermeme yardımcı oldu. Müzede
görmeye değer pek az şey vardı. Sonradan Larionov ve Gonçarova'
nm114 ünlü isimler olduğunu duydum. İşlerinin hiçbir değeri yok.
Toplam üç salonda sergilenen diğer eserlerin çoğu gibi, bunlar da tü­
müyle kendi dönemlerindeki Paris ve Berlin resminin etkisinde ve
onları beceriksizce taklit ediyor. *- Öğleyin, Basseches, kız arkadaşı
ve kendim için Malaya Tiyatrosu'na115 bilet alabilmek için Kültür
Ofisi'nde saatlerce bekledim. Ama aynı zamanda telefonla tiyatroyu
da bügilendiremedikleri için, akşam giriş kartlarımız geçerli kabul
edilmedi. Basseches'in yanında kız arkadaşı yoktu. Onunla sinemaya
gitmeyi tercih ederdim, ama o yemek yemek istiyordu ve ben de
onunla Savoy'a gittim. Burası Bolşaya Moskovskaya'dan116çok daha
mütevazı bir yer. Ayrıca Basseches'le olmak da çok sıkıcıydı. Kendi
özel işleri dışında bir şeyden konuşmayı beceremiyor; eğer konuşur­
sa da, ne kadar bilgili olduğunun ve bilgisini başkalarına ne mükem­
mel bir biçimde aktarabildiğinin farkında olduğunu gösteren bir ta­
vırla yapıyor bunu. Durmadan elindeki Rote Fahne’yi117 karıştırıp
okuyordu. Yemekten sonra ona bir süre arabada eşlik ettim ve ardın­
dan biraz çeviri yapmak üzere doğruca odama döndüm. - İlk boyalı
kutumu, o gün öğleden önce (Petrövka'da) satın aldım. Birkaç gün­
den beri sokaklarda yürürken, sık sık yaptığım gibi yalnızca tek bir
şeye dikkat eder olmuştum: yani bu durumda, boyalı kutulara. Kısa,
tutkulu bir aşk. Üç tane almak istiyorum - şimdiden edindiğim ikisi­
ni nasıl dağıtacağıma henüz tam anlamıyla karar verebilmiş değilim.
O gün, semaver başında oturan iki kız çocuğunun tasvir edildiği kü­
çük kutuyu satın aldım. Çok güzel bir şey - yalnız bu işlerdeki en gü­
zel yan olan o saf siyah bunda yok.

12 Ocak. O gün, Kustarni Müzesi'nde daha büyük bir kutu sat


aldım; kapağında sigara satan bir kadın resmedilmişti, siyah zemin
üzerine. Kadının yanında küçük, cılız bir ağaç ve onun da yanında bir
oğlan çocuğu görülüyor. Bir kış manzarası bu, çünkü yerde kar var.
Kar havası o iki kız çocuğunu gösteren resimde de seziliyor gerçi,
çünkü oturdukları odanın penceresine don mavisi yerleşmiş sanki.

99
Ama bu kesin değil. Bu yeni aldığım kutu çok daha pahalıydı. Büyük
bir çeşitlilik içinden seçtim onu; içlerinde çirkin olanlar da çoktu: Es­
ki ustaların kölece kopyalan. Boyasında altın varak kullanılmış olan
kutuların (ki bunlar herhalde daha eski modellere dayanıyor) özellik­
le pahalı olduklan anlaşılıyor; ama benim hoşuma gitmiyor bunlar.
Daha büyükçe olan kutunun üzerindeki tema daha yeni olmalı; en
azından satıcı kadının giydiği önlüğün üzerinde "Mosselprom"118 ya­
zısı var. Rue du Faubourg Saint-Honorö'deki çok seçkin bir mağaza­
nın vitrininde, daha önce de bir kez buna benzer kutular gördüğümü
ve uzun bir süre durup baktığımı hatırlıyorum. Ama o zaman, bunlar­
dan birini almak için duyduğum şiddetli arzuyu bastırmıştım; bunu
bana Asja'mn vermesi gerektiğini düşünmüştüm - belki de yalnızca
Moskova'ya gitmeyi beklemiştim. Bendeki bu tutku, Bloch'un Inter-
laken'de Else'yle paylaştığı dairesinde119 duran böyle bir kutunun
üzerimde bıraktığı güçlü etkiye dayanıyor; buna dayanarak, siyah
vernik üzerine yapılmış bu tür resimlerin çocuklar üzerinde nasıl si­
linmez bir iz bırakabileceğini kestirebiliyorum. Ama Bloch'un kutu­
su üzerindeki resmin konusunu unutmuşum. - Aynı gün, uzun süre­
dir aradığım türden, harika kartpostallar da buldum: Çarlık dönemin­
den kalma kelepir şeyler; ağırlıkla karton üzerine basılmış renkli re­
simler, ayrıca Sibirya manzaraları (Emst'i bunlarla büyülemeyi dene­
yeceğim), vs... Tverskaya'daki bir dükkândaydı bunlar; sahibi Al­
manca bildiği için, burada alışveriş ederken yaşadığım zahmetlerden
kurtuldum ve uzun süre oyalandım orada. O sabah erken uyanmış ve
otelden çıkmıştım. Sonra saat ona doğru Asja gelmişti. Geldiğinde
Reich'ı hâlâ yatakta yatarken bulmuştu. Yarım saat kadar kalmış ve
bize bazı oyuncuların parodilerini ve "San Francisco" adlı kabare
parçasının bestecisi olan bir şarkıcının taklidini yapmıştı; şarkıyı biz­
zat bestecisinden -herhalde pek çok kereler- dinlemişti. Bu şarkıyı
Capri'den beri tanıyordum; Asja orada da zaman zaman söylerdi. Ön­
ce Asja'ya öğleye kadar eşlik edebileceğimi ve sonra da bir cafe'de
oturacağımızı ummuştum. Ama vakit geç oldu. Otelden Asja'yla bir­
likte çıktım, onu tramvaya bindirdim ve yoluma yalnız devam ettim.
Bu sabah ziyareti bütün günü olumlu etkiledi. Önce Tretyakov Gale-
ri'de biraz keyfim kaçtı gerçi. Zira görmek için en çok sabırsızlandı­
ğım iki salon da kapalıydı. Buna karşılık diğer salonlar harika bir
sürpriz oldu: Bu müzeyi, tanımadığım bir koleksiyonu gezerken da­
ha önce asla başaramadığım bir biçimde gezdim: büyük bir huzur
içinde ve resimlerin anlattığı öyküleri görmek için çocukça bir heves

ıoo
duyarak. Çünkü bu müzedeki resimlerin yansı, gündelik hayattan an­
lar tasvir eden Rus eserlerinden oluşuyor; müzenin kurucusu 1830'la-
ra (?) doğru başlamış resim toplamaya ve hemen tüm ilgisini kendi
çağının resmine yöneltmiş. Koleksiyonunun sınırlan sonraları
1900'lere doğru genişletilmiş. Ve göründüğü kadanyla -ikonalar bir
kenara bırakılırsa- en eski eserler XVIII. yüzyılın ikinci yarışma ka­
dar gittiği için, bu müze XIX. yüzyıl Rus resminin toplu bir tarihini
sunuyor. Gündelik hayat tasvirleri ve manzara resimlerinin ağırlıkta
olduğu bir dönemdi bu. Gördüklerim, Avrupa halklan içinde, günlük
hayat tasvirlerine dayalı resmi en yoğun biçimde Rusların geliştirdi­
ğini düşündürdü bana. Ve öyküler anlatan resimlerle dolu şu duvar­
lar, çeşitli zümrelerin hayatından sahneler, bu galeriyi büyük bir re­
simli kitaba dönüştürüyor. Gerçekten de burada, tüm diğer sergilerde
gördüğümden çok daha fazla ziyaretçi vardı. Salondan salona nasıl
gezindiklerini; bazen gruplar halinde, bir rehberin çevresinde, bazen
tek başlarına durduklarını görmek; Batı müzelerinde nadiren rastla­
nan birkaç işçinin kasvetli ezikliğinden hiçbir iz taşımayan rahatlık­
larını fark etmek, şu kadarını kavramak için yeterli: Birincisi, prole­
tarya burjuvaziye ait kültür varlıklarını gerçekten sahiplenmeye baş­
lamış; İkincisi, özellikle de bu koleksiyon ona alabildiğine tanıdık ve
alımlı bir biçimde sesleniyor. O burada kendi tarihinden sahneler bu­
luyor; "Yoksul Mürebbiye Zengin Tüccarın Konağına Geliyor",
"Jandarmalar Tarafından Faka Bastırılan Bir Suikastçı"; ve buna ben­
zer sahnelerin tümüyle burjuva resminin ruhuyla verilmiş olması, on­
ları proletaryanın gözünde alçaltmak şöyle dursun, çok daha anlaşı­
lır kılıyor. Sanat eğitiminin "başyapıtların" izlenmesiyle geliştirildi­
ğini düşünmek (Proust'un da pek güzel gösterdiği gibi) pek o kadar
doğra değildir. Tersine, kendini eğitmekte olan çocuk ya da proleter,
haklı olarak, kendi başyapıtlarını koleksiyonculannkinden bambaşka
ölçütlerle tespit eder. Böyle resimlerin, onun gözünde çok geçici ama
sağlam bir değeri vardır ve en katı sanatsal ölçüt, ancak onun kendi­
siyle, sınıfıyla ve işiyle doğrudan bağlantılı bir sanat karşısında ge­
çerlilik kazanır. - İlk salonlardan birinde Şçedrin'in120 iki resmi, Sor-
rent Limanı ve yine aynı yöreden bir başka manzara tablosunun
önünde uzun süre durdum; her ikisi de, benim için daima Asja'yla
birlikte hatırlanacak olan Capri'nin o tarifsiz siluetini gösteriyordu.
Asja'ya bir satır yazmak istedim, ama kurşun kalemimi unutmuştum.
Gezimin hemen başında bu meseleye böyle dalmış olmam, daha son­
ra başka şeylere bakışımdaki ruhu da etkiledi. Gogol'ün, Dostoyevs-

101
ki'nin, Ostrovski ve Tolstoy'un güzel portrelerini gördüm. Merdiven­
le inilen daha alttaki katlardan birinde Vereşçagin'in121 pek çok eseri
sergileniyordu. Ama bunlar ilgimi çekmiyordu. - Müzeden çıkarken
çok ferahlamıştım. Aslına bakılırsa daha müzeye girerken bu ruh ha­
li içindeydim ve bunun ana nedeni, tramvay durağının yanındaki, ki­
remit kırmızısına boyanmış kiliseydi. Soğuk bir gündü; ama belki bu
müzeyi ararken buralarda yönümü kaybetmiş bir biçimde dolanıp
durduğum ilk seferdeki kadar soğuk sayılmazdı; yalnızca iki adım
uzağında olduğum halde müzeyi bulmayı başaramamıştım. Nihayet
o günün sonunda Asja'yla da birkaç güzel dakika geçirdim. Reich ye­
diden biraz önce gitmişti; Asja onu aşağıya kadar geçirmiş ve uzun
süre dönmemişti; nihayet odaya yeniden girdiğinde henüz yalnızdım
gerçi, ama yalnızlığımız ancak birkaç dakika sürdü. Sonra neler ol­
duğunu şimdi hatırlamıyorum: Asja'ya ansızın büyük bir içtenlikle
bakabildim ve kendisini bana ne denli yakın hissettiğini duyumsa­
dım. Kısa bir süre, gün boyu yaptıklarımı anlattım ona. Ama ayrıl­
mak zorundaydım. Ona uzattığım elimi, iki eliyle birden kavradı.
Şimdi benimle daha uzun konuşmak istiyordu; eğer benim odamda
buluşmak üzere sözleşirsek, dedim ona, görmeyi planladığım Tay-
rov'un oyununa gitmekten vazgeçebilirdim. Ama sonunda, doktorun
çıkmasına izin verip vermeyeceğinden emin olamadı. Asja'nın önü­
müzdeki akşamlardan birinde beni ziyaret etmesi ihtimali üzerine
konuştuk. - Tayrov Tiyatrosu'nda Lecocq'un122 bir operetinden uyar­
lanan Gün ve Gece oynanıyordu. Daha önce sözleştiğim Amerikalıy­
la buluştum. Ama beraberindeki tercüman kadının bana bir faydası
olmadı; hep Amerikalı'ya çalıştı. Ve olay örgüsü de bir ölçüde karma­
şık olduğu [için], ben de güzelim bale sahneleriyle yetinmek zorun­
da kaldım.

13 Ocak. Akşam haricinde, başarısız bir gündü. Ayrıca havalar


giderek aşırı ölçüde soğudu: ortalama ısı, sıfırın altında 26 derece ci­
varında. Dehşetli üşüyorum. Eldivenlerimin bile bir faydası dokun­
muyor, çünkü delikleri var. Sabah hava henüz dayanılır düzeydeydi:
Artık umudumu kaybetmiş olduğum bir anda, Petrovka'daki seyahat
bürosunu buldum ve bilet fiyatları hakkında bilgi edindim. Ardından
9 numaralı otobüsle Oyuncak Müzesi'ne gitmek istiyordum. Ama
araba Arbat'ta arızalandı ve ben de (yersiz bir biçimde) daha uzun sü­
re orada kalacağını sandığım için araçtan indim. Biraz önce otobüs­
le geçerken, Moskova'nın o güzel Noel tezgâhlarını ilk kez görmüş

102
olduğum Arbatskaya Pazan'nı özlemle seyretmiştim. Bu kez şans yü­
züme bir başka biçimde güldü burada. Önceki akşam, yorgun ve bit­
kin bir halde, odama Reich'dan önce girebilmeyi umarak otele geldi­
ğimde, Reich'ı içerde bulmuştum. Yine yalnız kalamayacağım için
canım sıkılmıştı (Meyerhold hakkındaki makalem üzerine yaptığı­
mız tartışmadan bu yana Reich'm varlığı çoğu zaman tedirgin ediyor­
du beni) ve hemen lambaya yönelerek, daha önce de pek çok kereler
yaptığım gibi, onu yatağımın yanındaki iskemlenin üzerine koymak
istedim. Elektrik şebekesiyle lamba arasındaki iğreti [bağlantı] bir
kez daha koptu; sabırsız bir tavırla masanın üzerinden eğilerek, bu
rahatsız konumda teması tekrar sağlamayı denedim ve uzun süre kur­
caladıktan sonra bir kısa devreye neden oldum. - Bu otelde herhan­
gi bir tamirat yapılmasını beklemek beyhudeydi. Tavan lambasmın
ışığında çalışmak imkânsızdı ve böylece ilk günlerde ortaya çıkan
sorun bir kez daha güncel hale geldi. Yatakta uzanırken aklıma gel­
di; "mumlar". Ancak bu bile çok zordu. Reich'dan alışveriş yapması­
nı rica etmek, giderek daha uygunsuz kaçıyordu; onun da halletmesi
gereken bir sürü işi vardı ve canı sıkkındı. Geriye bir kelimeyle si­
lahlanıp, tek başıma yollara düşmek kalıyordu. Ama bu kelimeyi bi­
le önce Asja'ya uğrayıp öğrenmem gerekecekti. Bu yüzden buradaki
satış barakalarından birinin sergisinde, hiç ummadığım bir biçimde,
elimle kolayca işaret edip gösterebileceğim mumlara rastlamam ger­
çekten de bir şanstı. Ama günün talihli kısmı da böylelikle geride
kalmış oldu. Çok üşüyordum. Dom Peçat'daki123 grafik sergisini gör­
mek istiyordum: Kapalıydı. İkonografya Müzesi de öyle. O zaman
anladım: Eski takvime göre yılbaşı günüydü. Hiç tanımadığım, uzak
bir mahallede olduğu ve soğuktan yürüyecek halim kalmadığı için
İkonografya Müzesi'ne gitmek üzere bindiğim kızaktan daha iner­
ken, müzenin kapalı olduğunu görmüştüm. İnsanın dil yetersizliği
yüzünden saçma bir şey yapmak zorunda kaldığı böylesi vakalarda,
bu durumun yol açtığı muazzam enerji ve zaman kaybının iki kat da­
ha fazla farkına varıyorsunuz. Karşı istikamette hareket eden tramva­
yı, sandığımdan daha yakında buldum ve otele döndüm. - Dom Her-
zena'ya Reich'dan önce vardım. O geldiğinde, beni şu sözlerle selam­
ladı: "Talihiniz yaver gitmedi!" Ansiklopedi bürosundaymış meğer
ve Goethe üzerine hazırladığım makaleyi teslim etmiş. Tesadüfen
tam o sırada içeriye Radek124 girmiş, masanın üzerindeki el yazısı
metni görmüş ve almış. Şüpheci bir tavırla, yazının kime ait olduğu­
nu öğrenmiş. "Ama bunun her sayfasında on kere 'sınıf savaşı' lafı

103
geçiyor." Reich, ona bunun doğru olmadığını belirtmiş ve üstelik Go-
ethe'nin, büyük sınıf savaşlarıyla dolu bir döneme rastlayan etkinli­
ğinin, bu kelimeye yer vermeden anlatılamayacağını söylemiş. Ra-
dek: "Önemli olan, bunun doğru yerde yapılmasıdır." Bu maddenin
kabul edilme olasılığı bu olaydan sonra çok zayıflamış oluyor. Zira
bu projenin biçare idarecileri, herhangi bir yetkilinin anlattığı en ber­
bat fıkralar karşısında bile, kendilerine ait bir fikirleri olabileceğini
düşünemeyecek kadar güvensiz kişiler. Bu olay Reich'ı, benden daha
çok rahatsız etmişti. Benim içinse ancak akşamüzeri, Asja'yla bu ko­
nuda konuştuğum zaman tatsızlaştı. Radek'in söylediklerinde doğru
bir yan olmalı, diyerek başladı hemen. Mutlaka bir şeyleri yanlış
yapmış olmalıydım; burada meseleleri nasıl ele almak gerektiğini
bilmiyordum ve buna benzer şeyler. Sözlerinin yalnızca korkaklığını
ve yönünü, ne pahasına olursa olsun, rüzgâra göre tayin etme ihtiya­
cını ele verdiğini yüzüne dosdoğru söyledim bu kez. Reich'ın gelme­
sinden kısa bir süre sonra da odadan çıktım. Reich'ın bu konuyu an­
latacağını bildiğim için, bunu yaparken yanlarında olmak istemiyor­
dum. O akşam Asja'nın ziyaretime geleceğini umuyordum. Bu yüz­
den çıkarken, Reich'ın varlığına rağmen, bundan Asja'ya da söz et­
tim. Bir sürü şey satın almıştım: havyar, kekler, tatlılar, hatta Reich'ın
ertesi gün ziyaretine gideceği Dağa için hediyeler. Sonra odamda
oturdum; akşam yemeği yedim ve yazı yazdım. Saat sekizi geçerken
Asja'nın geleceğine dair ümidimi yitirmiştim. Bununla birlikte, onu
uzun zamandan beri hiç böyle beklememiştim (o şartlar altında bek­
leyemezdim zaten.) Ve tam da bu bekleyişimin kabataslak bir tasvi­
rini yazmaya başlamıştım ki, kapı çalındı. Gelen Asja'ydı ve söyledi­
ği ilk şey, kendisini buraya bırakmak istemedikleri oldu. Önce ote­
limden söz ettiğini sandım. Buraya, kuralları çok katı uyguladığı
söylenen yeni bir Sovyetduşi125 gelmişti zira. Ama kastettiği İvan
Petroviç'miş. Böylece o akşam da, daha doğrusu o kısacık bir saat de
bir güzel kırpılmış oldu ve kendimi zamanla cebelleşirken buldum.
Bununla birlikte ilk hamleden zaferle çıktım. Kafamdaki genel tasla­
ğı ona çabucak tarif ettim ve ben bunu ona anlatırken, Asja alnını be­
nimkine bastırdı. Sonra ona Goethe maddesini okudum; ve işin bu
kısmı da pek yolunda gitti; metni beğendi, hatta olağanüstü sarih ve
nesnel buldu. "Goethe" konusunu benim açımdan asıl ilginç kılan şe­
yin ne olduğundan söz ettim ona: Hayatı boyunca tavizler vererek
yaşamış Goethe gibi bir adam, buna rağmen nasıl böyle olağanüstü
bir başarı gösterebilir? Bu noktada, proleter bir şair için benzer bir

104
durumun tümüyle imkânsız olduğunu da vurguladım. Ama burjuva­
zinin yürüttüğü sınıf savaşı, proletaryanınkiyle temelden farklıydı.
Bu iki harekette ortaya çıkan "sadakatsizlik" veya "taviz” kavramla­
rı, şematik bir tavırla özdeşleştirilemezdi. Tarihsel materyalizmin te­
melde yalnızca işçi sınıfı hareketinin tarihine uygulanabileceğini öne
süren, Lukâcs'm tezine de değindim. Ama Asja çabuk yoruldu. Bu­
nun üzerine Moskova Giinlüğü'ne döndüm ve gözüme çarpan bölüm­
leri rasgele okudum ona. Ama pek iyi bir sonuç vermedi bu. Komü­
nist eğitim üzerine yorumlarımı okuduğum sırada, "Tüm bunlar saç­
malık," dedi. Memnun kalmamıştı ve Rusya'yı hiç tanımadığımı söy­
ledi. Bunu reddetmiyordum tabii. Ama şimdi sözü Asja almıştı: Söy­
ledikleri önemliydi, ama konuşmak onu çok geriyordu. Başlangıçta
kendisinin de Rusya'yı hiç anlayamadığından söz açtı; gelişinden bir­
kaç hafta sonra yeniden Avrupa'ya dönmek istemiş ve Rusya'da her
şeyin bittiğini, muhalefetin yerden göğe kadar haklı olduğunu düşün­
müş. Burada olup biteni zamanla kavramış: devrimci çalışmanın tek­
nik çalışmaya dönüştürülmesi. Şu ana özgü devrimci çalışmanın kav­
ga ya da iç savaş değil, elektriklendirme, kanal inşası ya da fabrika­
lar kurmak olduğu tüm komünistlere anlatılıyormuş şimdi. Bu sefer
ben de Scheerbart'a değindim; uğruna Asja ve Reich'dan burada on-
ca laf işittiğim Scheerbart'a: Teknik çalışmanın devrimci niteliğini,
hiçbir yazar onun gibi vurgulamayı becerememişti. (Bu güzel ifade­
yi söyleşim sırasında dile getirmediğim için üzgünüm.) Tüm bunlar­
la Asja'yı birkaç dakika daha tutmayı başardım. Sonra gitti ve kendi­
sini bana yakın hissettiği zamanlarda bazen yaptığı gibi, ona eşlik et­
memi de istemedi. Odamda kaldım. Kısa devre olayından bu yana
akşamları daima yanan iki mum, tüm bu süre boyunca masanın üze­
rinde durmuştu. Daha sonra, ben yatakta uzanırken Reich geldi.

14 Ocak. O gün ve ertesi gün rahatsız geçti. Saatler "dönüş"ü gö


teriyordu. Havalar giderek soğuyor (en azından sürekli eksi yirminin
altında) ve kalan işlerimi halletmem zorlaşıyor. Üstelik Reich benim
için giderek daha az şey yapabiliyor, çünkü bu arada yakalandığı has­
talığın (neyi olduğunu henüz bilmiyorum) ön belirtileri daha da şid­
detlendi. O gün iyice sarınıp sarmalanmış bir halde, Daga'yı ziyaret
etmek üzere şehir dışına çıkmıştı. Sabah üç tren garını gezmekle ge­
çirdim vaktimi: Leningrad'a giden trenlerin kalktığı Kursk Garı,126
Ekim Garı ve Yaroslavski Garı; buradan da Sibirya'ya giden trenler
hareket ediyor. Gar lokantası palmiye ağaçlarıyla dolu ve mavi bada­

105
nalı bir bekleme salonuna bakıyor. Öyle ki, insan kendini hayvanat
bahçesindeki bir antilop pavyonunda gibi hissediyor. Orada bir çay
içtim ve dönüş yolculuğumu düşündüm. Garın önündeki tezgâhların
birinden aldığım, nefis Kırım tütünüyle dolu güzel, kırmızı kese
önümde duruyordu. Daha sonra yeni oyuncaklar edindim. Oçotni Ri-
yad'da tahta oyuncaklar satan bir işportacı duruyordu. Burada bazı
malların işportaya toplu sürümler halinde çıktığını fark ettim. Sözge­
limi sonraki günlerden birinde, bir başka yerde sepet dolusu pazar-
laindığını gördüğüm, çocuklar için dağlama resimlerle bezenmiş tah­
ta baltalara ilk kez burada rastladım. Bir kolu çevirdiğinizde "iğnesi"
hareket eden, tahtadan, kaba bir dikiş makinesi maketi satın aldım;
bir de, bir müzik kutusunun üzerinde sallanan bir kâğıt bebek; müze­
lerde rastladığım bir oyuncak türünün kötü bir örneği. Sonra soğuğa
dayanamaz oldum ve kendimi zorlukla bir kahveye attım. Burası
kendine has tarzı olan bir işletmeye benziyordu: Küçük mekânda bir­
kaç hasır mobilya vardı; yemekler, mutfaktan salona duvardaki sür­
gülü bir kapaktan gönderiliyordu ve içerdeki geniş bir tezgâhın üze­
rine çeşitli zakuska'lar127 dizilmişti: soğuk etler, salatalık turşusu, ba­
lıklar. Tıpkı Fransız ve İtalyan lokantalarında olduğu gibi, bir de vit­
rini vardı. Gözüme çekici görünen yemeklerin adlarını bilmediğim
için, bir fincan kahveyle ısınmaya çalıştım. Daha sonra dışarı çıktım
ve daha yukarıdaki dükkânların sırasında, geldiğim ilk günlerde dik­
katimi çeken kil heykelciklerin sergilendiği mağaza vitrinini aradım.
Heykelcikler hâlâ vitrindeydi. Devrim Meydanı'ndan Kızıl Meydan'a
çıkan pasajdan geçerken sokak satıcılarına daha dikkatle baktım ve o
güne dek gözümden kaçmış bir şeyler görebilmeye çalıştım: kadın
çamaşırları (korseler), kravatlar, şallar, elbise askıları - Nihayet saat
ikiye doğru, bitkin düşmüş bir halde, Dom Herzena'ya vardım; oysa
yemek servisi ancak iki buçuğa doğru başlıyordu. Oyuncaklarla do­
lu paketleri bırakmak üzere yemekten sonra otele döndüm. Saat be­
şe doğru sanatoryumdaydım. Tam iç merdivenlerden yukarıya çıkar­
ken, gitmeye hazırlanan Asja'yla karşılaştım. Terzisine uğramak isti­
yordu. Bu arada Daga'nm sağlığı hakkında Reich'dan dinlediklerimi
(hemen benim ardımdan otele gelmişti), yolda Asja'ya anlattım. Ha­
berler olumluydu. Asja ansızın kendisine para verip veremeyeceğimi
sorduğunda, böyle yan yana yürüyorduk. Ama daha bir gün önce, dö­
nüş yolculuğum için Reich'dan 150 mark borç istemiştim; dolayısıy­
la param olmadığını söyledim ona; paraya ne için ihtiyaç duyduğunu
bilmiyordum henüz. Ne zaman birinin ihtiyacı olsa, param olmadığı­

106
m söyledi ve sonra suçlamalara başladı; Riga'da ona tutacağım oda­
dan söz açtı, vs... O gün çok bitkin düşmüştüm; dahası çok yakışık­
sız bir biçimde başlattığı bu konuşma da beni had safhada öfkelen­
dirmişti. Parayı, kiralık olduğunu duyduğu bir daireyi tutmak için is­
tiyormuş. Yolumu değiştirip ondan ayrılmak istedim, ama beni tuttu;
daha önce hiç yapmadığı bir biçimde sarıldı bana; ama bu sırada ay­
nı tavırla konuşmayı da sürdürüyordu. Nihayet öfkeden kendimi kay­
betmiş bir halde, bana yalan söylemekle suçladım onu. Zira bana
yazdığı bir mektupta, Berlin'de yaptığım harcamaları en kısa zaman­
da karşılayacağı konusunda güvence vermişti; oysa o ana kadar ne
onun, ne de Reich’m ağzından bu konuda tek bir söz çıkmamıştı. Bu
onu çok sarstı. Bense daha da öfkelenerek ona saldırmayı sürdürdüm
ve nihayet lafın ortasında dönüp, cadde boyunca hızla uzaklaştı. Pe­
şinden gitmedim; arkamı dönüp otele yürüdüm. - O akşam için Gne-
din'le sözleşmiştim. Beni otelden alacak ve evine götürecekti. Otele
geldi gerçi, ama odamda kaldık. Beni evine götüremediği için özür
diledi: Karısı bir sınava hazırlanıyormuş, dolayısıyla zamanı yok­
muş. Sohbetimiz saat on bire kadar, yaklaşık üç saat sürdü. Rusya
hakkında beklediğimden çok daha az şey öğrenebildiğim için duydu­
ğum hayal kırıklığı ve sıkıntıyı anlatarak girdim söze. Ve koşullar
hakkında bir fikir edinebilmek için, olabildiğince fazla insanla ko­
nuşmam gerektiği konusunda anlaştık. Ayrıca dönüşümden önce ba­
na birkaç şey daha göstermek istiyordu. Böylece iki gün sonrası için
-bir pazar günüydü- öğle vakti Proletkult Tiyatrosu'nda sözleştik.
Ama oraya gittiğimde, Gnedin'i bulamadım ve yeniden otele dön­
düm. Gnedin beni bir demek gösterisine de davet edeceğine söz ver­
di; ancak gösterinin tarihi henüz kararlaştınlmamıştı. Planlanan
program, bebeklere isim vermekle, evlenmekle, vs. ilgili bazı yeni
törenlerin, deyim yerindeyse, deneysel uygulamalarından oluşacaktı.
Burada, bebeklerin komünist hiyerarşideki adlarına ilişkin olarak, bir
süre önce Reich'dan dinlediğim bir şeyi de eklemek istiyorum. Le-
nin'in resmini tanıyıp gösterebildikleri andan itibaren, "oktiyabr
[ekimciler]" deniyormuş bebeklere. Bir başka tuhaf kelimeyi de aynı
akşam öğrendim. Devrim tarafından mülksüzleştirilen ve yeni koşul­
lara uyum sağlayamayan burjuva çevreleri için kullanılan, "geçmiş
insanlar” [bivşiye liyudi] deyimi bu. Gnedin, ardı arkası kesilmeyen
ve daha yıllarca süreceğini düşündüğü örgütsel değişimlerden de söz
etti. Her hafta yeni örgütsel düzenlemeler yürürlüğe giriyormuş ve en
verimli yöntemleri bulmak için büyük bir çaba sarf ediliyormuş.

107
Kızıl Meydan'da 1 Mayıs kutlamaları, 1928.

Özel hayatın kayboluşundan da konuştuk. Buna zaman kalmıyordu.


Gnedin, hafta içinde işyerindeki insanlar, karısı ve çocuğu dışında
hiç kimseyi görmediğini anlattı. Diğer ilişkiler pazar gününe kalıyor­
du, ama bunlar da son derece istikrarsızdı, zira insan tanıdıklarını üç
hafta kadar görmese, onlardan uzun süre hiçbir haber alamayacağın­
dan emin olabilirdi, çünkü eski ilişkilerin yerini hemen yenileri alı­
yordu. Daha sonra Gnedin'i tramvaya kadar geçirdim ve yolda güm­
rük işlemlerini konuştuk.

15 Ocak. Oyuncak Müzesi'ne boşuna gitmiş oldum. Şehir kılavu­


zunda pazar günleri açık olduğu yazdığı halde, müze kapalıydı. Sa­
bah Literarische Welt geldi nihayet - Hessel aracılığıyla. Bunu öyle­
sine sabırsızlıkla beklemiştim ki, bir an önce göndermeleri için her
gün aklımdan Berlin'e telgraf çekmeyi geçiriyordum. Asja "Duvar
Takvimi"ni128 anlamadı; Reich ise pek beğenmiş görünmedi. Sabah

1 08
yine ortalıkta dolandım; Grafik Sergisi'ni gezmek için yaptığım ikin­
ci girişim de sonuçsuz kaldı ve nihayet, yine yarı donmuş bir halde,
kendimi Şçukin Galerisi'ne129 attım. Müzenin kurucusu da, tıpkı kar­
deşi gibi, katmerli milyoner bir tekstil fabrikatörüymüş. Her iki kar­
deş de sanat hamisiymiş. Tarih Müzesi binası (ve müze koleksiyonu­
nun bir bölümü) kardeşlerden birinin eseri, diğeriyse yeni Fransız sa­
natını derleyen bu muhteşem galerinin kurucusu. İnsan iliklerine ka­
dar doiımuş bir halde merdivenleri çıkarken, yukarıda, merdiven boş­
luğunda Matisse'in ünlü duvar resimlerini görüyor; doymuş kırmızı­
nın oluşturduğu, ancak Rus ikonalarında rastlanan, alabildiğine sıcak
ve parlak zemin üzerinde ritmik bir düzenle sıralanan çıplak figürler.
Matisse, Gauguin ve Picasso, bu koleksiyoncunun büyük tutkularıy­
mış. Tek bir salonun duvarlarına Gauguin'in 29 resmini sığdırmışlar.
(Bu arada, Gauguin resimlerinin üzerimde düşmanca bir izlenim bı­
raktığını ve bu resimlerden bana, Yahudi olmayan birinin Yahudilere
karşı duyabileceği tüm nefretin yansıdığını -bu büyük koleksiyona
böyle hızlı bir biçimde göz atmak, bu ifadeyi kullanmama ne ölçüde
izin veriyorsa artık- fark ettim.) - Picasso'nun, yirmi yaşında yaptığı
erken dönem resimlerinden 1914 yılma kadar geçirdiği gelişim, her­
halde hiçbir yerde buradakine yakın bir biçimde dahi izlenemez. Ço­
ğu zaman aylar boyunca, sözgelimi "San Dönemi"130 süresince, yal­
nız Şçukin için resim yapmış olmalı. Resimleri, birbirini izleyen üç
küçük salonu dolduruyor. İlk salonda erken dönem resimleri yer alı­
yor ve bunlardan ikisi özellikle dikkatimi çekti: sağ elinde kadehe
benzer bir şey tutan, palyaço giyimli bir adam ve "Apsent İçen Ka­
dın" resmi. Bunu Montpamasse'm geliştiği 19ÎTlerin kübist dönemi
izliyor ve ardından "Amitié" ve bunun ön çalışmalarını da içeren Sa­
rı Dönem geliyor. Picasso bölümünün yakınında, bir bütün salon De-
rain'e ayrılmış. Onun bilinen tarzdaki çok güzel resimlerinin yanı sı­
ra, son derece şaşırtıcı bir tablosunu da gördüm: "Le Samedi". Bu bü­
yük, karanlık resim, Felemenk giysileri içinde bir masanın başına
toplanmış, ev işleriyle uğraşan kadınlan gösteriyor. Gerek figürler,
gerekse ifade şiddetle Memling'i131 hatırlatıyor. Rousseau resimleri­
nin yer aldığı küçük oda dışında, salonlar çok aydınlık. Pencerelerin
büyük, bölünmemiş camları sokağa ve binanın avlusuna açılıyor. Bu­
rada, ilk kez Van Dongen132 ya da Le Fauconnier133 gibi ressamlar
hakkında, kaba da olsa bir fikir edindim. Marie Laurencin'in134küçük
bir tablosu -b ir kadın başı, kadının tabloya giren eli ve tuttuğu çiçek-
fizyolojik yapısıyla bana Münchhausen'i135 ve onun geçmişte Marie

109
Laurencin'e duyduğu aşkı hatırlattı. - Öğleyin, Niemen'den söyleşi­
min yayımlandığını öğrendim. Böylece Veçernaya Moskva ve Litera­
rische Welt'i yüklenip Asja'ya gittim. Ama akşamüzeri yine de pek iyi
geçmedi. Reich çok sonra geldi. Söyleşiyi136 bana Asja tercüme etti.
Aradan geçen zamanda, söyleşinin son bölümünün -Reich'ın sandığı
gibi "tehlikeli" görüleceği için değilse bile- zayıf olduğunu ben de
kabul etmiştim: Scheerbart'a değindiğim için değil, daha çok bu gön­
dermenin kararsız ve muğlak niteliğinden ötürü. Ne yazık ki, bu zaaf
açıkça ortaya çıkmıştı, buna karşılık söyleşinin, İtalyan sanatıyla
yüzleşen ilk bölümü iyiydi. Bu söyleşinin yayımlanmış olmasını, bir
bütün olarak bakıldığında yararlı buluyorum. Asja giriş bölümünden
çok etkilenmişti; ama sonu haklı olarak, onun da canını sıktı. Bu ola­
yın en iyi tarafı da, söyleşiye çok geniş bir yer ayrılmış olmasıydı. Bu­
gün önceki kavgamızdan ötürü, gelirken Asja'ya biraz kek satın al­
mıştım. Bir gün önce birbirimizden ayrıldıktan sonra, bir daha benim
hakkımda hiçbir şey duymak istemediğini, bundan böyle hiçbir za­
man (ya da çok uzun bir süre) görüşmeyeceğimizi düşündüğünü an­
lattı daha sonra. Ama akşam duygularının nasıl değiştiğine kendisi de
şaşırmış ve bana uzun süre kızgın kalamadığını fark etmişti. Aramız­
da ne zaman kötü bir şeyler geçse, beni kıranın kendisi olup olmadı­
ğını düşünüyormuş sonunda. Ne yazık ki, bu sözlere rağmen bir süre
sonra yine tartıştık; nedenini artık hatırlamıyorum.
15 Ocak. (Devam).137 Kısaca: Asja'ya gazete ve dergiyi göster­
dikten sonra, laf yine burada yaşadığım hayal kırıklığına geldi tabii
ve ardından söz bir kez daha Berlin'de yaptıklarımdan açılıp da, As­
ja beni yine kusurlu bulunca, kendime hâkim olamadım ve çaresizlik
içinde odadan fırladım. Ama daha koridordayken toparlandım - da­
ha doğru ifade etmek gerekirse, gidecek gücü bulamadım kendimde
ve odaya dönerek "Burada biraz daha oturmak istiyorum sessizce,"
dedim. Bir süre sonra zor da olsa yeniden konuşabilmeyi başardık
hatta ve Reich geldiğinde, ikimiz de bitkin, ama sakindik. Bundan
böyle, hiçbir koşulda böyle kavgalara girmemeye karar verdim. Re­
ich, kendini iyi hissetmediğini söyledi. Gerçekten de çenesindeki
kramp geçmemiş, hatta daha da kötülemişti. Artık hiç çiğneyemiyor-
du. Dişetleri şişmişti ve çok geçmeden iltihaplandı. Buna rağmen ak­
şam Alman Kulübü'ne gitmek zorunda olduğunu söylüyordu.
VAPP'm Almanya dairesiyle Volga Almanlannın Moskova'daki kül­
tür heyeti arasında aracılık etmekle görevlendirilmişti. Ama lobide
yalnız kaldığımızda, ateşinin de çıktığını söyledi. Alnına dokundu­

ııo
ğumda, ben de hissettim bunu ve kulübe kesinlikle gidemeyeceğini
söyledim. Affını istemek üzere beni yolladı oraya. Bina çok uzakta
değildi, ama öylesine keskin bir ayaz vardı ki, yürümekte büyük güç­
lük çekiyordum. Ve sonunda da binayı bulamadım. Bitkin bir halde
otele döndüm ve odamda kaldım.

16 Ocak. Buradan ayın yirmi birinde, cuma günü ayrılmaya kar


verdim. Bu tarihin yakınlığı, kalan günlerimi çok yorucu bir hale ge­
tirdi. Kısa süre içinde birbiri ardına bir sürü iş halletmem gerekiyor­
du. Pazar günü iki şeyi birden yapmaya niyetliydim. Saat bir civarın­
da Proletkult138 Tiyatrosu'nda Gnedin'le buluşmadan önce, Resim ve
İkonografya Müzesi’ni (Ostroukhov) gezecektim. Sonunda bu geziyi
gerçekleştirebildim ama tiyatro işi olmadı. Hava yine çok soğuktu;
tramvayın camlan kalın bir buz tabakası yüzünden şeffaflığını tama­
men kaybetmişti. İnmem gereken durağı bir hayli geçirdim. Sonra
gerisin geri. Müzede bulunan bekçilerden birinin Almanca bilmesi ve
bana sergiyi gezdirmesi talihli bir rastlantı oldu. Geçen yüzyılın so­
nu ve bu yüzyılın başı Rus resminin sergilendiği alt kata, yalnızca ay­
rılmadan önceki birkaç dakikayı ayırdım. İlk önce ikona koleksiyo­
nunu gezmekle yerinde bir karar vermiştim. Bu koleksiyon, alçak bi­
nanın birinci katındaki güzel, aydınlık salonlarda sergileniyor. Ko­
leksiyonun sahibi hâlâ hayatta. Devrim müzesini hiç değiştirmemiş;
mülküne el konulmuş gerçi, [ama] kendisi müdür olarak koleksiyo­
nun başında kalmış. Bu bir ressam ve koleksiyonun ilk parçalarını
bundan kırk yıl önce toplamaya başlamış. Bu Ostroukhov139 mülti-
milyonermiş; tüm dünyayı gezmiş ve savaş patlak verdiğinde, eski
Rus ahşap heykellerini toplamaya niyetleniyormuş. Koleksiyonunun
en eski parçası, Bizans döneminden tahta üzerine mum boyayla ya­
pılmış bir aziz portresi, altıncı yüzyıldan kalma. Resimlerin büyük
bölümü on beşinci ve on altıncı yüzyıllara tarihleniyor. Rehberimin
verdiği ders sayesinde, Stroganov ve Novgorod okulları arasındaki
temel farklılıkları öğrendim ve bazı ikonografîk bilgiler de edindim.
Buradaki ikonalarda çok sık görülen, haç dibindeki yenik ölüm ale­
gorisinin Uk kez farkına vardım. Siyah zemin üzerinde (tıpkı balçık­
lı bir su birikintisine yansımış gibi görünen) bir kuru kafa. İkonogra-
fık açıdan çok ilginç bazı başka tasvirleri de, birkaç gün sonra Tarih
Müzesi'nin ikona koleksiyonunda gördüm. Sözgelimi şahadet araçla­
rından oluşan bir ölü-doğa; bu araçların kuşattığı sunakta, muhteşem
bir pembeyle boyanmış örtünün üzerinde, güvercin suretindeki Kut­

111
sal Ruh geziniyor. Sonra İsa'nın yanında, başlarında hâle olan iki ür­
kütücü, grotesk figür: Cennete girdikleri için böyle tasvir edilen hay­
dutlar olmalı mutlaka. Sık rastlanan bir başka tasvir - meleklerin ye­
meği; önde daima küçültülerek resmedilen ve sanki bir simge gibi
vurgulanan kuzu kesme sahnesi benim için anlaşılmazlığını korudu.
Tabii resmedilen efsanelerin konulan da bana tümüyle yabancı. Bir
süre sonra, oldukça serin olan üst kattan aşağıya indiğimde, şömine­
de ateş yakılmıştı ve az sayıdaki müze görevlisi ateşin başına toplan­
mış, pazar sabahı vakit öldürüyordu. Orada kalmak isterdim, ama so­
ğuğa çıkmak zorundaydım. Yolun, Telgraf Müdürlüğü'nden -tram ­
vaydan orada inmiştim- Proletkult Tiyatrosu'na kadar olan son bölü­
mü korkunçtu. Sonra da bir saat kadar lobide dikildim. Ama boşuna
beklemiş oldum. Birkaç gün sonra, Gnedin'in de aynı salonda oldu­
ğunu ve beni beklediğini öğrendim. Bunun nasıl olduğunu açıklamak
neredeyse imkânsız. O bitkin halimde, göz hafızamın da zayıflığıyla,
palto giyip kasket takmış bir Gnedin'i tanıyamamış olmam mümkün­
dür, ama Gnedin'in de aynı şeyi yaşamış olması pek inandırıcı gelmi­
yor. Sonra otel yoluna düştüm; önce pazar günleri gittiğimiz mahzen
lokantasında yemek yemek istiyordum, ama istasyonu kaçırdım ve
kendimi öylesine halsiz hissediyordum ki, biraz yürümektense öğle
yemeğinden vazgeçmeye karar verdim. Ama Triumfalnaya Meydanı'
na vardığımda cesaretimi topladım ve bildiğim bir stolovaya'nm140
kapısını açtım. Pek davetkâr bir görüntüsü vardı ve ısmarladığım ye­
mek fena değildi; ama çorbası pazarları yemeğe alıştığımız borşç
çorbasıyla karşılaştırılamazdı tabii. Böylece Asja'ya gitmeden önce,
uzun süre dinlenecek zamanım oldu. Daha odasından içeriye girer­
ken, Asja Reich'm hastalandığını söyleyince hiç şaşırmadım. Bir ak­
şam önce de bana gelmemiş, Asja'nın arkadaşınm sanatoryumdaki
odasında yatmıştı. Şimdi tam anlamıyla yatağa düşmüştü ve Asja çok
geçmeden Manya'yla birlikte Reich'm yanına gitti. Sanatoryumun
kapısında onlardan ayrıldım. Ayrılırken, akşam ne yapmayı düşündü­
ğümü sordu Asja. "Hiçbir şey," dedim, "odamda kalacağım." Bir şey
söylemedi. Basseches'e gittim. Bürosunda yoktu; beklememi rica
eden bir pusula bırakmıştı. Bu benim de işime geldi; yakındaki soba­
ya sırtımı verip, koltuğa oturdum, ikram edilen çayı içtim ve Alman
dergilerine göz gezdirdim. Basseches'in gelmesi bir saati buldu. Ama
bu sefer de akşam kalmamı istedi. Huzursuz bir biçimde durumu de­
ğerlendirdim. Bir yandan, bir başka davetlinin daha beklendiği o ak­
şamın nasıl gelişeceğini merak ediyordum. Üstelik Besseches de ba­

112
na Rus sineması üzerine bazı yararlı bilgiler veriyordu. Ayrıca akşam
yemeği yiyeceğimizi de umuyordum. (Daha sonra bu beklentim bo­
şa çıkacaktı.) Basseches'le kalacağımı Asja'ya telefonla bildiremiyor-
dum; sanatoryumda kimse telefona cevap vermiyordu. Sonunda ha­
beri iletmesi için birisi gönderildi: Adamın oraya çok geç varmasın­
dan korkuyordum, oysa Asja'nın bana gelip gelmeyeceğini bile bil­
miyordum tabii ki. Ertesi gün, gelmeyi gerçekten de düşündüğünü
söyledi. Her halükârda notum zamanında eline geçmişti. Şöyle yaz­
mıştım: "Sevgili Asja, Basseches'le akşam birlikteyim. Yarın dörtte
geleceğim. Walter." "Akşam" ve "birlikteyim" (abends bei) kelime­
lerini bitişik yazmıştım önce, sonra ayırmak üzere aralarına yatık bir
çizgi çektim. Bu yüzden Asja ilk anda "Akşam serbestim" (abends
frei) şeklinde okumuş bunu.- Bir süre sonra, buradaki büyük bir Rus-
Avusturya şirketinde AvusturyalI görevli olarak çalışan Dr. Kroneker
adında biri geldi. Basseches'den onun bir sosyal demokrat olduğunu
öğrenmiştim. Ama bende zeki biri olduğu izlenimini bıraktı; çok gez­
miş biriydi ve lafı dolandırmadan konuşuyordu. Sohbet zehirli gaz
savaşına geldi. Bu konu hakkında, her ikisini de etkileyen bazı yo­
rumlar yaptım.

17 Ocak. Bir gün önce Basseches'e yaptığım ziyaretin en önem


yanı, onu dönüş yolculuğumla ilgili bazı formaliteler sırasında bana
yardımcı olmaya razı edebilmemdi. Bunun sonucunda, pazartesi gü­
nü (ayın 16'smda) sabah kendisini evden almamı istemişti. Oraya
vardığımda hâlâ yataktan çıkmamıştı. Onu dışarıya çıkarmak çok zor
oldu. Ve nihayet Triumfalnaya Meydanı'na vardığımızda saat bire
çeyrek vardı; oysa ona on birde gitmiştim. Daha önce her zamanki
küçük pastanede kahve içmiş ve bir parça kek yemiştim. Bu çok iyi
oldu, çünkü o gün işlerin çokluğundan öğlen yemeğine vakit bulama­
dım. Önce Petrovka'daki bir bankaya gittik, çünkü Basseches'in para
çekmesi gerekiyordu. Ben de para bozdurdum ve yalnızca 50 mark
ayırdım bir kenara. Ardından Basseches, tanıdığı bir banka müdürüy­
le tanıştırmak üzere, küçük bir odaya sürükledi beni. Kambiyo bölü­
münün müdürü olan, Dr. Schick141 adında biriydi bu. Bu bey çok
uzun bir süre Almanya'da yaşamış, üniversite tahsilini orada yapmış­
tı; hiç kuşkusuz çok zengin bir aileden geliyordu ve eğitim gördüğü
alanın yanı sıra, sanata da ilgi duymuştu daima. Veçernaya Moskva'
da yayımlanan söyleşimi okumuştu. Scheerbart'ı da Almanya'da ge­
çirdiği dönemden, şahsen tanıyordu. Yani aramızda derhal bir ilişki

113
kurulmuş oldu ve kısa sohbetimiz ayın yirmisindeki bir yemek dave­
tiyle noktalandı. Sonra Petrovka'dan pasaportumu aldım. Ardından
sınırı geçmem için gereken kâğıtları damgalattığım Narkompros'a142
kızakla gittik. O gün önemli bir projemi gerçekleştirmeyi de nihayet
başardım: Basseches'i yeniden kızağa binmeye ve gözüme kestirdi­
ğim kukla ve süvari heykelciklerinin satıldığı, yukarı pazardaki dev­
let mağazası "Gum"a benimle birlikte gelmeye razı ettim. İkimiz bir­
likte mağazada kalmış bütün kukla ve heykelcikleri satın aldık ve
bunlann arasından en güzel on parçayı kendim için ayırdım. Her bi­
rinin fiyatı yalnızca 10 kopekti. Yaptığım dikkatli gözlemler beni ya-
nıltmamıştı: Vyatka'da143 yapılan bu malların artık Moskova'ya gel­
mediğini anlattılar mağazada: Moskova'da bunlann pazan kalmamış.
Yani bizim aldıklarımız en son parçalarmış. Basseches aynca köylü
dokuması kumaşlar da satın aldı. O elindeki paketlerle Savoy'da ye­
meğe giderken, benim ancak aldıklanmı otele bırakacak kadar bir za­
manım vardı. Saatin dört olmasına az kalmıştı ve Asja'ya gitmem ge­
rekiyordu. Asja'nın odasında fazla vakit geçirmeden Reich'ın yanma
gittik. Manya144 zaten oradaydı. Bu sayede yine birkaç dakikalığına
yalnız kalabildik. Asja'dan, akşam bana gelmesini rica ettim -saat on
buçuğa kadar boş olacaktım-; mümkün olduğu takdirde bunu yapa­
cağına söz verdi. Reich'ın yanında neler konuşulduğunu hatırlamıyo­
rum. Saat yediye doğru oradan ayrıldık. Akşam yemeğinden sonra
Asja'yı boşuna bekledim ve on bire çeyrek kala sularında Basseches'e
gittim. Ama orada da kimse yoktu. Bütün gün uğramadığını söyledi­
ler. Oradaki dergilerin bir kısmını zaten okumuştum, diğerleri de içi­
mi bulandırıyordu. Yarım saatlik bir bekleyişin ardından, merdiven­
leri inmeye hazırlanıyordum ki, Basseches'in kız arkadaşı çıktı karşı­
ma ve biraz daha beklemem için -nedenini tam olarak bilemiyorum:
kulüpte Basseches'le yalnız olmak istemiyordu belki de- ısrar etti. İs­
teğine uydum. Basseches de bir süre sonra geldi zaten; Rikov'un145
Aviachim146 kongresinde yaptığı konuşmayı dinlemek zorunda kal­
mıştı. Çıkış vizesi almam için gereken başvuru formunu ona doldurt­
tum ve sonra çıktık. Daha tramvaydayken bizim gibi kulübe gitmek­
te olan bir tiyatrocuyla, bir komedi yazarıyla tanıştırıldım. Tıklım tık­
lım dolu salonda henüz bir masa bulmuş ve üçümüz de yerleşmiştik
ki, konserin başlayacağını bildirmek üzere ışıklar söndürüldü. Yine
kalkmak zorunda kaldık. Basseches'le birlikte lobiye gittim. Birkaç
dakika sonra -büyük bir İngiliz heyetinin Bolşaya Moskovskaya'da
verdiği yemek davetinden dönen, smokin giymiş- Almanya Başkon­

114
solosu göründü. Yemekte rastladığı iki hanıma randevu verdiği için
gelmişti, ama hanımlar gelmeyince bizimle kaldı. Bir hanımefendi
-söylendiğine göre eski bir prensesmiş- çok güzel bir sesle halk şar­
kıları söylüyordu. Kâh karanlık yemek salonunda, aydınlatılmış kon­
ser salonuna açılan koridorun başında dikiliyor, kâh lobide oturuyor­
dum. Başkonsolosla konuştum biraz; davranışları son derece nazikti.
Ama ancak yapay bir zekâ izi taşıyan yüzü kabaydı ve çıktığım o de­
niz yolculuğundan147ve birbirlerinin ikizi o Frank ve Zom'dan bu ya­
na, Alman diplomatları hakkında sahip olduğum görüşü her haliyle
pekiştiriyordu. Yemekte dört kişi olmuştuk, çünkü Elçilik sekreteri de
bizim masamıza oturdu ve onu rahatlıkla inceleyebildim burada. Ye­
mek güzeldi; yine o baharatlı votkanın yanı sıra çeşitli mezeler, iki
değişik yemek ve dondurma vardı. Salonu dolduran kalabalık bundan
daha kötü olamazdı. Farklı alanlardan pek az sanatçıya karşılık, NEP
burjuvazisinin bir sürü temsilcisi. Bu yeni burjuvazinin nasıl aşağı­
landığı da dikkat çekici - hatta Başkonsolosun, bana bu bağlamda sa­
mimi gelen sözlerine bakılacak olursa, yabancı diplomatlar arasında
bile. Taşraya özgü, bayağı bir cümbüşü andıran daha sonraki dans sı­
rasında, bu sınıfın tüm ruhsal fukaralığı da çıktı ortaya. Berbat bir şe­
kilde dans ediyorlardı. Ne yazık ki, Basseches'in kız arkadaşının dans
hevesi sayesinde bu eğlence saat dörde kadar uzadı. Votka ölesiye
yormuştu beni; kahve de dinçleştirmedi, üstelik mide ağrılarım tut­
muştu. Nihayet kızağa binip otele doğru hareket ettiğimde rahatla­
dım; saat dört buçuğa doğru yatağa girdim.

18 Ocak. Sabah Reich'ı Manya'nm odasında ziyaret ettim. O


götürmem gereken bazı şeyler vardı. Ama ayrıca dostluk göstererek,
hastalanmasından önceki sürtüşmelerimizi bir kenara bırakmak niye-
tindeydim. Politika ve tiyatro üzerine, bir Rus yayınevinden yayım­
latmak istediği kitap148 için hazırladığı taslağı dikkatle dinleyerek
kalbini kazandım. Bunun yanı sıra, tiyatro binaları üzerine Poelzig'
le149 birlikte yazabileceği ve sahne tasarımı ve kostüm üzerine yapı­
lan pek çok bilimsel incelemenin ardından, şu sıralarda mutlaka bü­
yük ilgi görecek bir kitap projesinden de söz ettik. Ayrılmadan önce
ona sokaktan sigara getirdim ve Dom Herzena'da onun adma halle­
dilmesi gereken bir işi üstlendim. Ardından Tarih Müzesi'ne gittim.
XVII. ve XVIII. yüzyıllar gibi daha geç dönemden eserlerin de çok sa­
yıda bulunduğu bu olağanüstü zengin ikona koleksiyonuyla bir saati
aşkın bir süre geçirdim. Çocuk İsa, annesinin kollarında ancak o geç

115
dönemde yaşayabildiği hareket özgürlüğünü kazanmak için ne uzun
zamana ihtiyaç duymuş! Aynı şekilde çocuğun ve Tanrı'mn anasının
elleri de birbiriyle buluşuncaya kadar yüzyıllar geçmiş: Bizanslı res­
samlar bu iki eli karşı karşıya yerleştirmekle yetiniyorlar yalnızca.
Ardından müzenin arkeoloji bölümünü de hızlı bir biçimde gezdim
ve yalnızca Athos'dan gelmiş birkaç tablonun öründe biraz oyalan­
dım. Müzeden çıkarken, Moskova'ya ilişkin ilk büyük ve sözü edil­
meye değer tek izlenimimin kaynağı olan Blagoveşçenski Katedra-
li'nin o şaşırtıcı etkisinin ardındaki gizemi kavramaya biraz daha
yaklaştım. Devrim Meydanı tarafından girildiğinde, Kızıl Meydan'm
yokuş yukarı hafif bir meyü alması sonucunda, katedral kubbeleri­
nin, sanki bir tepenin ardından belirirmişçesine yavaş yavaş ortaya
çıkmasından kaynaklanıyor bu etki. Hava o gün güneşli ve güzeldi
ve bir kez daha büyük bir zevkle seyrettim katedrali. Dom Herze-
ria'da Reich'ın beklediği parayı alamadım. Saat dördü çeyrek geçe
Asja'nın kapısına vardığımda, içeride hiç ışık yanmıyordu. Kapıyı iki
kez hafifçe tıklattım ve içerden hiçbir cevap gelmeyince, beklemek
üzere oyun odasına gittim. Nouvelles Littéraires'i okudum. Ancak on
beş dakika sonra da odadan hiçbir cevap alamayınca kapıyı açtım ve
içerde kimseyi bulamadım. Asja'nın böyle erken bir saatte beni bek­
lemeden ayrılmış olmasına kızarak, akşam onunla buluşmak için her
şeye rağmen bir girişimde daha bulunmak üzere Reich'ın yanma git­
tim. Reich sabah Malaya Tiyatrosu'na planladığım gibi Asja'yla bir­
likte gitmeme karşı çıkarak, bu ihtimali ortadan kaldırmıştı. (Daha
sonra o akşamın biletleri gerçekten de elime geçtiğinde, bunları kul­
lanamadım.) Yukarıya çıktığımda üstümdekileri çıkarmadım ve ses­
sizce bekledim. Manya yine bir şeyler anlatıyordu; ateşli bir tavırla
ve korkunç yüksek bir sesle, Reich'a bir istatistik atlasını gösteriyor­
du. Asja ansızın bana döndü ve damdan düşercesine önceki akşam
bana uğramadığını söyledi, çünkü şiddetli bir baş ağrısı çekiyormuş.
Üzerimde paltomla kanepeye uzanmış, yalnızca Moskova'da kullan­
dığım küçük pipodan tütün çekiyordum. Sonunda bir yolunu bulup
Asja'yı akşam yemeğinden sonra bana gelmesi için ikna edebildim;
dışarıya çıkabilirdik ya da ona o lezbiyen sahneyi150 okurdum. Ve
sonra, yalnızca bunu söylemek üzere geldiğimin düşünülmemesi için
birkaç dakika daha kaldım orada. Kısa bir süre sonra, gitmek istedi­
ğimi söyleyerek kalktım. "Nereye?" "Otele." "Bizimle sanatoryuma
döneceğini sanıyordum." "Siz yediye kadar kalmayacak mısınız bu­
rada?" diye sordum biraz sahte bir tavırla. Zira Reich'ın sekreterinin

116
yakında geleceğini sabahleyin duymuştum. Sonunda orada kaldım
gerçi, ama Asja'yla sanatoryuma gitmedim. Ona şimdi dinlenecek za­
manı bırakırsam, akşam gelmesi ihtimalinin yükseleceğini düşünü­
yordum. Bu arada ona havyar, mandalina, şekerleme ve kekler satın
aldım. Aldığım oyuncakları yığdığım pencere pervazında iki de kil
heykelcik duruyordu; içlerinden birini kendisi için seçebilecekti. Ve
gerçekten de geldi - daha girerken şu açıklamayla: "Ancak beş daki­
ka kalabilirim; hemen dönmek zorundayım." Ama bu kez yalnızca
şaka yapıyordu. Şu son günlerde - o şiddetli tartışmalarımızdan he­
men sonra- bana karşı daha güçlü bir yakınlık hissettiğini seziyor­
dum tabii. Ama bu yakınlığın derecesini bilemiyordum. Asja geldi­
ğinde keyfim yerindeydi, çünkü az önce Wiegand,151 Müller-Leh-
ning152 ve Else Heinle'den153 iyi haberler de getiren pek çok mektup
almıştım. Mektuplar hâlâ onları okuduğum yerde, yatağın üzerindey­
di. Ayrıca Dora154 bana para gönderdiğini yazmıştı ve böylece seya­
hatimi bir süre daha uzatmaya karar vermiştim. Bunu Asja'ya da söy­
ledim, bunun üzerine boynuma sarıldı. Haftalardır çok zor şartların
üst üste gelmesiyle böyle davranışlar beklemekten öylesine uzaklaş­
mıştım ki, bunun beni mutlu etmesi zaman aldı. İçine kovayla su dol­
durulmaya çalışılan ince boyunlu bir sürahi gibiydim. Yavaş yavaş
bilerek kendime öyle bir ket vurmuştum ki, dışardan gelecek şiddet­
li etkilere karşı neredeyse tamamen kapalıydım. Ama akşam ilerle­
dikçe gevşedim. Hep o bildik itirazlar arasında onu öpmek istedim
önce. Ama sonra sanki ansızın elektrik düğmesi çevrilmiş gibi bir şey
oldu ve bu kez ben konuşurken ya da bir şey okumaya hazırlanırken,
Asja ısrarla kendisini öpmemi istemeye başladı. Artık neredeyse
unutulmuş bir sevecenlik yeniden yüzeye çıktı. Bu arada ona, getir­
diğim yiyeceklerden vermiş ve heykelcikleri göstermiştim; araların­
dan birini seçti ve bu heykelcik şu anda sanatoryumdaki yatağının
karşısında duruyor. Moskova'da kalmam konusuna da yeniden de­
ğindim. Ve bir gün önce, birlikte Reich'ın yanına giderken benim
açımdan gerçekten de belirleyici olan sözleri Asja zaten söylemiş ol­
duğu için, bunları yalnızca tekrarlamam yeterliydi: "Moskova, haya­
tımda kendine öyle bir yer açtı ki, onu ancak senin aracılığınla yaşa­
yabilirim - bu, herhangi bir aşk hikâyesinden, duygusallıklardan, vs.
tümüyle bağımsız olarak böyle." Ama diğer taraftan -ki Asja bunu da
benden önce dile getirmişti- altı hafta, insanın bir şehre az da olsa
ısınabilmesi için gereken asgari süre, hele bir de dil bilmiyor ve bu
yüzden attığınız her adımda yeni bir dirençle karşılaşıyorsanız. Asja

117
mektupları toplamamı istedi ve yatağa uzandı. Uzun uzun öpüştük.
Ama beni en çok heyecanlandıran şey, ellerinin temasıydı; zaten ona
bağlanmış insanların, yaydığı en güçlü etkinin ellerinden geldiğini
hissettiklerini Asja da anlatmıştı bir zamanlar. Sağ avucumu Asja'nın
sol avucuna koydum ve uzun süre böyle kaldık. Asja bir zamanlar
Napoli'deki via Depretis'de, gece vakti küçük bir kahvenin neredey­
se ıssız sokağa yerleştirdiği masada otururken ona gösterdiğim kısa­
cık, güzel mektubu hatırlattı bana. Berlin'e döndüğümde bulmaya ça­
lışmalıyım onu. Sonra Proust’dan o lezbiyen sahneyi okudum. Asja
buradaki vahşi nihilizmi kavradı: Proust'un küçük burjuvanın içinde­
ki "sadizm" yaftası taşıyan düzenli odaya nasıl daldığını ve her şeyi
acımasızca paramparça ettiğini, böylece ahlaksızlık dediğimiz o pü­
rüzsüz parlak kavramdan geriye bir şey kalmadığı gibi, kötülüğün
her çatlaktan gerçek özünü apaçık "insancıllık", hatta "iyilik" olarak
gösterdiğini anladı. Ve bunları Asja'ya anlatırken, buradaki her şeyin
benim Barok kitabımdaki eğilimle nasıl uyum içinde olduğunu fark
ettim. Tıpkı bir akşam önce odamda tek başıma okurken, Caritas des
Giötto hakkmdaki o olağanüstü bölüme gelince, Proust'un bu karak­
ter üzerinden geliştirdiği düşüncenin, benim "alegori" kavramı altın­
da toplamayı denediğim her şeyle nasıl örtüştüğünü kavradığım gibi.

19 Ocak. Bu günle ilgili yazılacak hemen hiçbir şey yok. Dön


yolculuğumu ertelemiş olduğum için, son günlerdeki işlerin ve ziya­
retlerin yorgunluğunu attım biraz. Reich bir aradan sonra geceyi yi­
ne benim odamda geçirmişti. Sabah Asja geldi. Ama yeni işiyle ilgi­
li bir görüşme yapmak üzere, fazla oyalanmadan ayrılması gereki­
yordu. Odada kaldığı kısa süre içinde zehirli gaz savaşı üzerine bir
konuşma yaptık. Asja benim söylediklerime önce şiddetle itiraz etti;
ama araya Reich girdi. Sonunda Asja bu söylediklerimi yazmam ge­
rektiğini belirtince, bu mesele hakkında Weltbühne'ye bir makale
yazmaya karar verdim. Asja'nın hemen ardından ben de çıktım. Gne-
din'le buluştum. Konuşmamız kısa sürdü; pazar günkü aksilikten söz
ettik, beni bir sonraki pazar akşamı Vahtangov'a155 davet etti, sonra
da bagajlarımı gümrükten nasıl geçirmem gerektiği konusunda bazı
bilgiler verdi. Gnedin'e giderken de, oradan dönerken de Çeka156 bi­
nasının önünden geçtim. Binanın önünde daima silahına süngü tak­
mış bir asker nöbet tutuyor. Ardından postaneye: parayı sormak üze­
re bir telgraf çektim. Öğlen yemeğini pazarları gittiğim mahzen lo­
kantasında yedim, sonra otele döndüm ve dinlendim. Sanatoryumun

118
girişinde Asja'yla karşılaştım, hemen ardından da diğer taraftan Re-
ich geldi. Asja'nın yıkanması gerekiyordu. Beklerken, onun odasında
Reich'la domino oynadık. Sonra Asja döndü ve sabahki görüşmenin
sonucunda beliren ihtimallerden söz etti, işçi çocuklarına haftada iki
gün oyun sahneleyen, Tverskaya'daki bir tiyatroda yönetmen yar­
dımcısı olarak işe alınabileceğini anlattı. Reich akşam İlleş'le birlik­
teydi. Ben gitmedim. Saat on bire doğru otele döndü; ama daha ön­
ce planladığımız gibi sinemaya gitmek için çok geç olmuştu artık.
Shakespeare öncesi tiyatrodaki cesetler üzerine kısa ve oldukça ve­
rimsiz bir konuşma yaptık.

20 Ocak. Sabah odamda uzun süre yazı yazdım. Reich'ın saat bir
de Ansiklopedi bürosunda bir işi olduğu için, bu fırsattan yararlanıp
ben de oraya gitmek istiyordum: Goethe metnimi kabul ettirmeye ça­
balayacağımdan değil (bu konuda hiçbir umut beslemiyordum), da­
ha çok Reich'ın bir önerisine uymak ve ona uyuşuk olduğum yönün­
de bir izlenim vermemek için. Aksi halde Goethe metni reddedilirse,
yeterince çaba göstermediğimi öne sürerek suçu bana yükleyebilirdi.
Nihayet benim meselemle ilgili profesörün karşısında otururken, gül­
memek için kendimi zor zaptettim. Daha adımı duyar duymaz ayağa
fırlamış ve yazdığım metinle birlikte, kendine destek sağlaması için,
sekreterlerden birini getirmişti. Barok hakkında bir makale yazmamı
önererek girdi lafa. Her türlü işbirliği için yazdığım "Goethe" mad­
desinin ansiklopediye girmesini şart koştum. Ardından yayımlanmış
yazılarımı saydım, niteliklerimi sıralamaya başladım ve o sırada içe­
riye Reich girdi. Ama benden uzakta bir yere oturdu ve başka bir me­
murla konuşmaya başladı. Kararı bana birkaç gün içinde bildirecek­
lerini söylediler. Sonra girişte uzun süre Reich'la birlikte beklemem
gerekti. Nihayet oradan ayrıldığımızda, Reich, "Goethe" makalesini
Walzel'e önermeyi düşündüklerini anlattı. Panski’ye gittik. Pans-
ki'nin, sonradan Reich'ın bana söylediği gibi, yirmi yedi yaşında ol­
duğuna inanmak güç —yine de mümkün tabii. Devrim döneminde fa­
al olan kuşak yaşlanıyor. Sanki devletin istikrarlı bir konuma kavuş­
ması bu insanların hayatına, genellikle ancak yaşlılıkta kazanılan bir
huzur, hatta bir kayıtsızlık girmesine neden olmuş gibi. Ayrıca Pans-
ki kesinlikle canayakın bir insan değil, ama anlaşılan bu MoskovalI­
lara özgü bir durum. Literarische Welfm benden istemiş olduğu,
Schmitz'e karşı makaleyi yazmadan önce görmek istediğim bazı
filmlerin önümüzdeki pazartesi günü gösterilebileceğinden söz etti

119
Panski. Yemeğe çıktık. Yemekten sonra otele döndüm, çünkü Reich
Asja'yla biraz yalnız konuşmak istiyordu. Daha sonra bir saatliğine
Asja'nın yanma çıktım ve ardından Basseches'e gittim. Akşam banka
müdürü Maximilian Schick'in evinde yemek verilmediği için büyük
bir hayal kırıklığı yaşadım. Öğleyin neredeyse hiçbir şey yememiş­
tim ve açlıktan ölüyordum. Bu yüzden sonunda çay servisi yapıldı­
ğında, kekleri büyük bir arsızlıkla tıkındım. Schick çok zengin bir ai­
leden geliyor; Münih, Berlin ve Paris'te üniversite tahsili görmüş ve
Rus muhafız alayında görev yapmış. Şimdi karısı ve bir çocuğuyla
birlikte, ahşap bölmelerle üçe ayrılmış tek bir odada yaşıyor. Mosko­
va'da "geçmiş insanlar" diye adlandırılan kişiler için oldukça iyi bir
örnek herhalde. Yalnızca sosyolojik açıdan değil (hatta bu bakımdan,
önemli görevi sayesinde bir istisna oluşturduğu bile söylenebilir).
"Geçmiş" olan, Schick'in üretken dönemi. Sözgelimi Die Zukunft gi­
bi dergiler için şiirler yazar, bugün artık çoktan kapanmış dergilerde
makaleler yayımlarmış. Ama eski tutkularına hâlâ bağlı ve çalışma
odasında pek büyük olmamakla birlikte, XIX. yüzyıldan Almanca ve
Fransızca eserleri kapsayan seçkin bir kütüphanesi var. Bazı çok de­
ğerli kitapları için ödediğini söylediği fiyatlar, bunların satıcılar tara­
fından hurda kâğıt yerine konulduğunu gösteriyordu. Çay sırasında
yeni Rus edebiyatı hakkında ondan biraz bilgi almaya çalıştım. Ama
beyhude bir çaba oldu bu. Aklı Bruisov'dan ötesine pek ermiyor. Gö­
rünüşünden çalışmadığı anlaşılan, küçük, çok sevimli bir hanım da
bizle birlikte oturuyordu. Ama kitaplarla da ilgilenmiyordu; neyse ki,
Basseches onunla biraz ilgilendi. Schick, Almanya'da benden görme­
yi umduğu bazı yardımlar karşılığında, beni ilginç bir yanı olmayan,
değersiz çocuk kitaplarına boğdu; tabii hiçbirini reddedemedim. Ara­
larından yalnızca bir tanesini, diğerleri gibi değersiz olsa da, sevim­
li bulduğum için sevinerek kabul ettim. Çıkışta Basseches, fahişele-
rin devam ettiği bir kahveyi göstermek istediğini söyleyerek, beni
Tverskaya'ya kadar yürümeye ayarttı neyse ki. Kahvede dikkate de­
ğer bir şey göremedim gerçi, ama en azından biraz soğuk balık ve bir
pavurya yeme fırsatı buldum. Lüks bir kızakla beni Tverskaya ile Sa-
dovaya'nın kesiştiği kavşağa kadar bıraktı sonra.

21 Ocak. Lenin'in ölüm yıldönümü. Tüm eğlence yerleri kapal


Ancak "ekonomik rejim" nedeniyle dükkân ve büroların tatili bir gün
sonraya, zaten yarım gün tatil olan cumartesi gününe alınmış. Sabah
erkenden Schick'i görmek üzere bankaya gittim ve çocuk kitapları

120
koleksiyonunu görmem için, cumartesi akşamına Muskin'den157 ran­
devu alındığını öğrendim. Para bozdurdum ve Oyuncak Müzesi'ne
gittim. Bu kez nihayet biraz ilerleme kaydetmeyi başardım. Almak
istediğim fotoğraflar hakkında beni salı günü bilgilendireceklerine
söz verdiler. Ama sonra negatifleri de bulunan bazı resimler gördüm.
Çok daha ucuz oldukları için, bunlardan yaklaşık yirmi kadarı için si-
* pariş verdim. Müzede yine özellikle Vyatka'dan gelen toprak işleri
inceledim. - Önceki akşam, ben tam çıkmak üzereyken, Asja öğleyin
ikide beni Tverskaya'daki "Ars" sinemasında sahnelenen çocuk oyu­
nuna çağırmıştı. Ama oraya vardığımda tiyatro bomboştu; o gün
oyun oynanmayacağı besbelliydi. Sonunda bina bekçisi, tiyatronun
kapalı olduğunu söyleyerek, biraz ısınmaya çalıştığım lobiden de
çıkmamı istedi. Dışarıda biraz bekledikten sonra, elinde Asja'mn
yazdığı bir pusulayla Manya göründü. Asja, yanılmış olduğunu ve
oyunun cuma değil, cumartesi günü sahneleneceğini yazıyordu. Bu­
nun üzerine Manya'nın yardımıyla mum satın aldım. Mum ışığı yü­
zünden gözlerim tamamen iltihaplanmıştı. Çalışmak için zaman ka­
zanmak üzere Dom Herzena'ya gitmedim (ayrıca o gün kapalı olma
ihtimali de yüksekti) ve yemeğimi yakındaki stolovaya'da yedim. Ye­
mek pahalıydı, ama hiç fena değildi. Odama çıktığımda, düşündü­
ğüm gibi Proust üzerinde çalışmak yerine,158Franz Blei'ın Rilke üze­
rine kaleme aldığı159 o çirkin ve küstah mersiyeye bir cevap yazdım.
Bunu daha sonra Asja'ya okudum; onun yorumlan hemen o akşam ve
ertesi gün boyunca yazıyı değiştirmeye itti beni. Bu arada Asja'mn
sağlığı iyi değil. - Daha sonra öğlen gittiğim lokantada Reich'la bir­
likte akşam yemeği yedim. Reich'm o lokantaya ilk gidişiydi. Ardın­
dan biraz alışveriş yaptık. Reich akşam on bir buçuğa kadar benimle
kaldı ve çocukken okuduğumuz kitaplardan hatırladıklanmızı birbi­
rimize uzun uzadıya anlattığımız bir sohbete daldık. O koltukta otu­
ruyordu, bense yatağa uzanmıştım. Konuşma ilerledikçe tuhaf bir
durumun, henüz çocukken bile okuduklarımla genel tercihlerin dışın­
da kalmış olduğumun farkına vardım. Hoffmann'ın Neuer deutscher
Jugendfreundu160 o günün tipik çocuk edebiyatı içinde, benim de
okuduğum yegâne kitaptı. Tabii bunun yanı sıra o mükemmel Hoff-
mann dizisi, Lederstrumpf161 ve Schwab'm Sagen des klassischen Al-
tertums'u162 da vardı. Ama bir kitabı dışında Kari May163 okumadı­
ğım gibi, Kampf um Rom'\xm da, Wörishöffer'in165 denizcilik serü­
venlerini de tanımıyordum. Gerstâcker'den166 de yalnızca tek bir ki­
tap okumuştum ve bu kitapta oldukça ağdalı bir aşk hikâyesi de an-

121
latıhyordu galiba (yoksa yazarın başka bir kitabı hakkında bunun
söylendiğini duymuş da, bu kitabı onun için mi okumuştum?); Die
Regulatoren von Arkansas'tı bu kitap. Klasik tiyatro konusundaki
tüm bilgimin de okuma çevresi167 günlerine dayandığım keşfettim.

22 Ocak. Reich geldiğinde masada oturmuş yazıyordum, ama h


nüz elimi yüzümü bile yıkamamıştım. O sabah yarenlik etmeye her
zamankinden de az istekliydim. Çalışmamın kesintiye uğramasına da
fırsat vermedim. Ama saat bir buçuğa doğru çıkmaya hazırlanırken,
Reich nereye gittiğimi sorunca, Asja'nın beni davet ettiği çocuk tiyat­
rosuna onun da gideceğini öğrendim. Benim tüm önceliğim, bir gün
önce kapının önünde yarım saat boşuna beklemekmiş yani. Yine de
alıştığım kahvede sıcak bir şeyler içmek üzere önden çıktım. Ama o
gün kahveler de kapalıydı ve bu da "remonte" politikasının bir par­
çasıydı. Böylece ağır adımlarla Tverskaya boyunca yürüyerek tiyat­
roya gittim. Bir süre sonra Reich geldi, ardından da Manya'yla birlik­
te Asja. Şimdi dört kişilik bir topluluk olduğumuz için, meseleye il­
gim çok azalmıştı. Oyunun sonuna kadar kalmam zaten mümkün de­
ğildi, çünkü üç buçukta Schick'le buluşmam gerekiyordu. Asja'nın
yanına oturmak için de bir çaba göstermedim ve Reich'la Manya'nın
arasına oturdum. Asja, konuşmaları benim için tercüme etmesini is­
tedi Reich'dan. Oyun bir konserve fabrikasının kuruluşunu anlatıyor
ve İngiltere'ye karşı aşırı şovenist bir eğilim taşıyordu. Verilen arada
ayrıldım. Asja o aşamada kalmamı sağlamak için, yanında oturmamı
bile önerdi, ama geç kalmak, dahası Schick'le buluştuğumda yorgun
olmak istemiyordum. Oysa vardığımda Schick henüz hazır değildi.
Otobüste Paris günlerinden söz açtı, Gide'in bir keresinde ziyaretine
geldiğini anlattı, vs. Muskin'i ziyaret etmeye değdi. Gerçekten değer­
li olan yalnızca tek bir çocuk kitabı gördüm -1837 yılında İsviçre'de
basilmiş bir çocuk takvimi, içinde çok güzel üç adet renkli resim bu­
lunan ince bir cilt-, ama öyle çok Rus çocuk kitabı gösterdiler ki, bu­
radaki illüstrasyonlar hakkında genel bir fikir edinebildim. Büyük öl­
çüde Alman illüstrasyonlarının bir uzantısı. Pek çok kitabın illüstras­
yonları Almanya'daki taşbaskı atölyelerinde basılmış. Bir sürü Al­
man kitabı olduğu gibi kopyalanmış. Struwwelpeter'in168 orada gör­
düğüm Rus baskıları çok kaba ve çirkin. Muskin kitapların içine kü­
çük kâğıtlar yerleştirdi ve yaptığım yorumları bunlara yazdı. Kendi­
si resmi devlet yayınevinin çocuk kitapları bölümünün yöneticisi.
Yayımladığı kitaplardan da bazı örnekler gösterdi. Bunların arasında

122
metnini bizzat yazmış oldukları da vardı. Ona "Hayalgücü" üzerine
hazırlamayı düşündüğüm büyük belgesel çalışmanın169 ana hatlarını
anlattım. Pek bir şey anlamış gibi görünmedi; zaten genelde oldukça
vasat bir izlenim bırakıyordu. Kitaplığının hali içler acısıydı. Kitap­
ları gerektiği gibi düzenleyecek yeri yoktu ve koridordaki raflara ras­
gele dağıtmıştı. Çay sofrası oldukça zengin tutulmuştu ve ısrar edil­
mesini beklemeden bol bol yedim, çünkü o gün ne öğlen, ne de ak­
şam yemeği yemiştim. Orada iki buçuk saat kadar kaldık. Ayrılırken
Muskin kendi yayımladığı iki kitabı armağan etti bana; içimden Da-
ga'ya vadettim onları. Akşam odamda Rilke ve günlük üzerinde ça­
lıştım. Ama -tıpkı şu anda da olduğu gibi- yazmaya değer hiçbir şey
gelmedi aklıma.

23 Ocak. (Uzun süredir günlüğe hiçbir şey yazmadım, dolayısıy


la arada geçenleri özetleyerek aktarmak zorundayım.) O gün Asja sa­
natoryumu terk etmek üzere tüm hazırlıklarını tamamlamıştı. Rach-
lin'e taşınacak ve böylelikle nihayet uygun bir çevreye girmiş olacak­
tı. Böyle bir evin kapılan bana daha önce açılmış olsa, Moskova'nın
bana ne gibi imkânlar sunabileceğini izleyen günlerde kestirebildim.
Ama artık herhangi bir imkândan yararlanmak için çok geçti. Rach-
lin Merkezi Arşiv'in bulunduğu binada, geniş ve çok temiz bir odada
yaşıyor. Odayı bir üniversite öğrencisiyle paylaşıyor; ancak çok yok­
sul olduğu söylenen bu öğrenci, gururu yüzünden Rachlin'in yanında
kalmak istemiyormuş. Çarşamba günü, tanışmamızdan yalnızca iki
gün sonra bana bir Kafkas hançeri hediye etti; çocuklar için düşünül­
müş, değerli bir parça olmasa bile, çok güzel bir gümüş işçiliği vardı.
Asja bu hediyeyi kendisine borçlu olduğumu iddia etti. Bu arada As-
ja'nm Rachlin'de kaldığı günler, buluşmalarımız açısından sanator­
yum günlerinden daha elverişli olmadı. Çünkü evden hiç çıkmayan
bir Kızıl Ordu generali, yalnızca iki ay önce evlendiği halde, Asja’ya
akla gelebilecek her şekilde kur yapıyor ve onun kendisiyle Vladi-
vostok'a gelmesini istiyordu. Oraya tayini çıkmıştı zira. Karısını,
söylediğine göre, burada, Moskova'da bırakacakmış. Asja o günler­
den birinde, kesin söylemek gerekirse pazartesi günü, Riga'daki Elvi-
ra aracılığıyla Ostroukhov'un Tokyo'dan yazdığı bir mektup aldı. Per­
şembe günü, Reich'm yanından birlikte ayrıldığımızda, mektubun
içeriğini bana tüm ayrıntılarıyla anlattı; aynı günün akşamı benimle
yine bu konuyu konuştu. Anlaşılan Ostroukhov onu aklından çıkara-
mıyordu ve Asja kendisinden kiraz çiçeği desenli bir şal istemiş oldu­

123
ğu için, -Asja'ya böyle söyledim-Tokyo'da geçirdiği altı ay boyunca
vitrinlerdeki kiraz çiçekli şallardan başka hiçbir şey görmemişti gö­
zü. O sabah Blei'a karşı yazdığım metni ve birkaç mektubu dikte et­
tim. Öğleden sonra çok keyifliydim; Asja'yla konuştum. Ama şu an­
da tek hatırladığım, Asja'nın bavulunu odama götürmek üzere sana­
toryumdaki odasından çıktığım sırada, peşimden kapıya geldiği ve
bana elini uzattığı. Benden ne beklediğini bilmiyorum; belki de hiç­
bir şey beklemiyordu. Reich'ın -kendini iyi hissetmediği için- bavu­
lu bana taşıtmak üzere tam bir entrika çevirmiş olduğunu ancak erte­
si gün kavradım. Onu izleyen gün, Asja'nın taşınmasından sonra,
Manya'nın odasında yatağa düştü. Ama gribi andıran bu durumdan
çabuk kurtuldu. Yani dönüş yolculuğumla ilgili işler için hâlâ Bassec-
hes'e muhtaçtım. Sanatoryumdan çıktıktan on beş dakika sonra oto­
büs durağında buluştuk. Akşam için Vahtangov Tiyatrosu'nda Gne-
din'le sözleşmiştim, ama daha önce Reich'la birlikte onun sekreterine
gitmem gerekiyordu, çünkü ertesi sabah Gos sinemasında film izler­
ken bu hanımın tercümanlığından yararlanmak istiyordum. Her şey
yolunda gitti. Bu ziyaretin ardından Reich beni bir kızağa bindirdi ve
Vahtangov'a gittim. Gnedin ve karısı, oyunun başlamasından on beş
dakika sonra geldiler. Geldiklerinde oradan ayrılmak üzereydim ve
geçtiğimiz pazar günü Proletkult Tiyatrosu'ndaki olayı hatırlayarak,
Gnedin'in deli olduğundan şüphelenmeye başlamıştım. Bu kez de
oyuna bilet kalmamıştı. Gnedin sonunda birkaç bilet bulabilmeyi ba­
şardı, ama üçümüz yan yana duramayacaktık ve perde aralarında
yerlerimizi karşılıklı değiştirerek, mümkün olan tüm oturuş düzenle­
rini denedik. Zira koltukların biri ayrı, diğer ikisi ise yan yanaydı.
Gnedin'in karısı topluca, samimi ve sessiz bir kadındı ve fazlasıyla
düz hatlarına rağmen belirli bir çekiciliği vardı. Oyundan sonra beni
Smolensk-Ploçad'a kadar geçirdiler; oradan tramvaya bindim.

24 Ocak. Çok yorucu bir gündü ve sonuçta tüm istediklerimi ge


çekleştirebilmiş olsam da, tatsız geçti. Gün, Gos sinemasında bitmek
bilmez bir bekleyişle başladı. Gösterimin başlaması iki saat sürdü.
Ana'yı, Potemkin'i ve Üç Milyonun Yargılanışı170 filminin bir kısmı­
nı izledim. Bu iş bana bir çervonev'e patladı: Reich'ı düşünerek, be­
nim için ayarladığı tercümana bir şeyler vermek istiyordum; ancak
sonuçta beş saatini aldığım halde, kadın bir rakam telaffuz etmedi.
Çoğu zaman ikimizin dışında seyircinin bulunmadığı küçük salonda
o kadar uzun bir süre oturmak ve onca filmi müzik eşliği olmadan iz-

124
temek çok yorucuydu. Dom Herzena'da Reich'la buluştum. Yemek­
ten sonra Asja'ya gitti; onları odamda bekledim; sonra hep birlikte
Rachlin'e gidecektik. Ama önce yalnız Reich geldi. Bunun üzerine
ben de yakındaki postaneye uğrayarak, posta çekiyle gönderilen pa­
ramı almak için çıktım. Bu iş bir saate yakın sürdü. Bu sahne anlatıl­
maya değer: Memur kadın posta çekini görünce, sanki elinden öz ço­
cuğunu almak istiyormuşum gibi davranmaya başladı ve eğer bir sü­
re sonra, az da olsa Fransızca bilen bir kadın vezneye yaklaşmasay-
dı hiçbir şey halledemeden dönecektim. Bitkin bir halde otele gel­
dim. Birkaç dakika sonra da bavulu, mantoları ve yorganları yükle­
nip Rachlin'e hareket ettik. Asja bu arada doğrudan oraya gitmişti.
Orada büyük bir toplulukla karşılaştım: Kızıl General'in dışında, Pa­
ris'teki bir ressam dostuna götürmem için bana bir şey vermek iste­
yen Rachlin'in kız arkadaşı da oradaydı. Günün gerginliği sürdü,
çünkü -aslında sevimsiz bir kişi olmayan- Rachlin durmadan benim­
le konuşuyordu; bu arada generalin Asja'yla nasıl ilgilendiğini belli
belirsiz sezmiştim ve durmadan aralarında neler olup bittiğini kestir­
meye çalışıyordum. Bütün bunların üstüne bir de Reich'm varlığı bi­
niyordu. Asja'yla yalnız konuşma umudum kalmamıştı; çıkarken et­
tiğimiz birkaç söz de önemsiz şeylerle ilgiliydi. Çıktıktan sonra, dö­
nüş yolculuğumla ilgili teknik bazı meseleleri konuşmak üzere, bir­
kaç dakikalığına Basseches'e uğradım ve ardından otele döndüm. Re­
ich gece Manya'nın odasında kaldı.

25 Ocak. Bu şehirdeki konut sıkıntısı tuhaf bir etki yaratıyor: İ


san akşamları caddelerde dolaşırken, diğer şehirlerin aksine, küçük
ya da büyük her binada bütün pencerelerin aydınlatılmış olduğunu
görüyor. Pencerelerden yayılan ışıklar birbirinden böylesine farklı
olmasa, insan bir aydınlatma gösterisi izlediğini hayal edebilir. Son
günlerde bir şeyin daha farkına vardım: İnsana Moskova'yı özletebi­
lecek tek şey kar değil, aynı zamanda gökyüzü de var. Başka hiçbir
büyük şehirde başınızın üzerinde bunca büyük bir gök olmaz. Genel­
de çok alçak olan binalardan kaynaklanıyor bu durum. Rus stepleri­
nin geniş ufku bu şehirde her an hissediliyor. Yeni ve hoş bir şey:
caddede doldurulmuş kuşlarla dolu bir levha taşıyan oğlan çocuğu.
Yani bu şehrin sokaklarında doldurulmuş kuşlar da satılıyor. Benim
için bundan da tuhafı, o günlerde karşıma çıkan "kızıl" cenaze ala­
yıydı. Cenaze arabası, tabut, atların yularları hep kırmızıydı. Bir baş­
ka seferinde de politik propaganda resimleriyle donatılmış bir tram­

125
vay vagonu gördüm; maalesef önümden öylesine hızlı geçti ki, ayrın­
tıları seçemedim. Bu şehrin ne çok egzotik dalga yaydığını görmek
daima şaşırtıcı. Otelimde her gün istemediğim kadar Moğol yüzü gö­
rüyorum. Otelin önündeki caddede kırmızı ve sarı çarşaflara bürün­
müş adamlar duruyordu yakınlarda; şu sıralarda Moskova'da bir
kongreye katılan Budist rahiplermiş, Basseches'in söylediğine göre.
Öte yandan, tramvaylardaki biletçi kadınlar da bana Kuzey'in ilkel
kavimlerini hatırlatıyor. Tıpkı kızaklarına binmiş Samoyad171 kadın­
ları gibi, kürklerine bürünmüş, tramvaydaki yerlerinde duruyorlar. -
O gün bir sürü iş halletmeyi başardım. Sabah yolculuk hazırlıklarıy­
la geçti. Vesikalık fotoğraflarımı aptal gibi damgalatmıştım, bu yüz­
den Strasnoy Bulvarı'ndaki bir hızlı fotoğrafçıda resim çektirdim.
Sonra diğer işlere geçtim. Önceki akşam Rachlin'in evinden İlleş'i
aramış ve saat ikiye doğru onu Narkompros'tan almak üzere sözleş-
miştim. Biraz uğraştıktan sonra buldum onu. Bakanlıktan, İlleş'in
Panski'yle görüşeceği Gos sinemasına kadar yürüyerek çok zaman
kaybettik. Kısa bir süre önce Gos sineması aracılığıyla Dünyanın Al­
tıda Biri filminden sahne fotografían edinebileceğim gibi talihsiz bir
fikre kapılmıştım ve bu arzumu Panski'ye ilettim. Bunun üzerine ba­
na karmakanşık şeyler anlatmaya başladı: Yurtdışında bu filmin adı
bile geçmemeliymiş; kurguda yabancı filmlerden parçalar eklenmiş;
üstelik bu parçalann hangi filmlerden alındığı bile belli değilmiş; tat­
sız sorunlarla karşılaşılabilirmiş - kısacası, olağanüstü bir mesele ha­
line getirdi bunu. Sonra da İlleş'i Suikast'm filme çekilmesi üzerinde
hemen kendisiyle birlikte çalışmaya başlaması için aşın ısrarcı bir ta­
vırla razı etmeye çabaladı. Ama İlleş düşünceli davranarak, bu tekli­
fi geri çevirme karanndan dönmedi ve böylece yakındaki bir kahve­
de (Lux) nihayet onunla konuşma fırsatını bulabildim. Bu konuşma,
umduğum gibi verimli oldu; çeşitli yazarlann politik yönelimleri te­
melinde, Rusya'daki çağdaş edebiyat topluluklanna ilişkin çok ilginç
bir çerçeve çizdi bana. Bu konuşmanın ardından doğruca Reich'a git­
tim. Akşam yine Rachlin'deydim; Asja gelmemi istemişti. Çok bitkin
olduğum için kızağa bindim. Yukanya çıktığımda kaçınılmaz olarak
İlyuşa'yı172 buldum orada; dışarıdan bir yığın şekerleme getirmişti.
Bense Asja’nın istediği votkayı getirmemiştim; ancak porto şarabı
bulabilmiştim. O gün ve özellikle de ertesi gün, Asja'yla Berlin'deki-
leri hatırlatan uzun telefon konuşmaları yapmıştık. Asja telefonda
önemli meseleler konuşmaya bayılıyor. Grunewald'da benimle bir­
likte oturmak istediğinden söz etti ve bunun yürümeyeceğini söyle-

126
Strasnoy Meydanı

diğimde canı çok sıkıldı. Rachlin Kafkas hançerini bana o akşam


verdi. İlyuşa gidene kadar kaldım orada: pek keyifli sayılmazdım;
ama daha sonra, özellikle de Asja benimle birlikte sırt sırta oturulan
iki kişilik koltuğa geçtiğinde keyfim bir parça yerine geldi. O koltu­
ğa dizlerinin üzerinde yerleşmiş ve boynuna Paris'ten aldığım ipek
şalı sarmıştı. Ne yazık ki, odamda akşam yemeği yemiş olduğum
için, masanın üzerinde duran çeşitli tatlılardan fazla yiyemedim.

26 Ocak. Tüm o günler boyunca muhteşem, ılık bir hava vardı.


Moskova'yı kendime yine çok daha yakın buluyorum. Tıpkı burada
geçirdiğim ilk günlerde olduğu gibi, Rusça öğrenmek için heves du­
yuyorum. Hava böylesine ılık olduğu halde güneş insanın gözünü al­
madığı için, sokaklarda çevremi daha iyi izleyebiliyor ve geçen her
günü, bu kadar güzel olduğu için, artık Asja bana daha sık yaklaştığı
için ve seyahatimin planladığım süresini aşarak, bu günleri kendim­

127
den esirgemediğim için, bana iki üç kere armağan edilmiş gibi görü­
yorum. Bu sayede pek çok yeni şey görebiliyorum. Öncelikle yine
değişik satıcılar: Omzundan aşağıya bir demet halinde oyuncak ta­
bancalar sarkan bir adam, arada sırada elinde tuttuğu tabancayı ateş­
liyor; patlamanın sesi berrak havada cadde boyunca çınlıyor. Ayrıca
her türlü sepet satan pek çok sepet satıcısı; Capri'nin her köşesinde
satılanları andıran renkli sepetler, kare motiflerinin ortasına dört
renkli figürler yerleştirilmiş, katı geometrik desenli, çift saplı sepet­
ler. Yeşil ve kırmızı renklerde boyanmış saman saplarıyla örülmüş
büyük bir seyahat çantası taşıyan bir adam da gördüm; ama o satıcı
değildi. - O sabah gümrük memurluğunda bavulumu göndermek için
yaptığım girişim sonuçsuz kaldı. Pasaportum yanımda olmadığı için
(çıkış vizesi vurulmak üzere teslim edilmişti), bavulu aldılarsa da,
göndermeyi kabul etmediler. Ayrıca sabah hiçbir şeyi halledemedim,
küçük mahzen lokantasında yemeğimi yedim, öğleden sonra Reich'ı
görmeye gittim ve Asja'nın isteği üzerine elma götürdüm ona. O gün
Asja'yı görmedim, ama öğleden sonra ve akşamüzeri iki uzun telefon
görüşmesi yaptık. Akşam Schmitz'in Potemkin makalesine bir cevap
yazdım.173

27 Ocak. Hâlâ Basseches'in paltosunu giyiyorum. - Önemli bi


gündü. Sabah bir kez daha Oyuncak Müzesi'ne gittim; şimdi fotoğ­
raflarla ilgili meselenin yoluna gireceği yönünde bir ihtimal var.
Bartram'ın çalışma odasındaki parçalara baktım. Tarihi, alegorik
tarzda bir dizi akıntı olarak -çeşitli renklerde bol kıvrımlı şeritler-
gösteren dikdörtgen biçimli, dar ama uzun bir duvar haritası özellik­
le dikkat çekiciydi. Her akıntı yatağına tarihler ve isimler kronolojik
bir sıra içinde yazılmıştı. Harita XIX. yüzyılın başında yapılmıştı;
ben yüz elli yıl kadar daha eski olduğunu tahmin etmiştim. Bunun
yanında ilginç bir mekanik saat vardı: cam bir kutunun içinde duva­
ra asılmış bir manzara. Mekanizması kırılmış, eskiden saat başlarım
çalarak yel değirmenlerini, kuyu çıkrıklarını, pencere kepenklerini
ve insanları harekete geçiren saati de sökülmüştü. Bu saatin sağında
ve solunda, yine camekân içinde, benzer kabartmalar asılıydı: Truva
yangını ve kayadan su fışkırtan Musa. Ancak bunlar hareketli değil­
di. Ayrıca çocuk kitapları, bir iskambil kâğıdı koleksiyonu ve daha
bir sürü şey. Müze o gün (perşembe) kapalıydı ve Bartram'ın yanına
bir avludan geçerek gittim. Avlunun bitişiğinde çok güzel, eski bir ki­
lise vardı. Moskova'nın kilise kuleleri arasındaki tarz farklılıkları çok

128
şaşırtıcı. Obelisk biçimindeki ince, zarif kulelerin on sekizinci yüz­
yıla dayandığını tahmin ediyorum. Bu kiliseler avluların ortasında,
tıpkı mimari açıdan pek az işlenmiş bir manzaranın ortasındaki köy
kiliseleri gibi duruyorlar. Oradan doğruca otele gittim, dev bir levha­
yı odama bırakmak üzere: Bartram'm, koleksiyonunda bir kopyası
daha olduğu için bana armağan ettiği, kâğıdın yalnız bir yüzüne ya­
pılmış nadir bir baskı; ancak zarar görmüş ve ne yazık ki bir kartona
yapıştırılmıştı. Sonra Reich'ın yanma. Asja ve Manya biraz önce gel­
miş ve orada karşılaşmışlardı (şu sıralarda Reich'a yemek pişiren Uk­
rayna Yahudisi, alımlı Daşa'yla ancak bir sonraki ziyaretimde tanışa­
caktım). Çok sinirli bir ortama düşmüştüm ve bunun benim üzerime
de sıçramasını ancak güçlükle önleyebildim. Bunun ük işaretlerini de
hissettim, ama konular öylesine önemsizdi ki, hatırlamak için hiçbir
istek duymuyorum. Ve beklenebileceği gibi, kısa bir süre sonra, As­
ja asık bir suratla ve öfkeli tavırlarla Reich'ın yatağını toplarken, gü­
rültü koptu. Nihayet oradan ayrıldık. O sıralarda bir iş bulabümek
için yaptığı çeşitli girişimler Asja'nın kafasını meşgul ediyordu ve
yolda bundan söz etti. Zaten ancak bir sonraki tramvay durağına ka­
dar birlikte yürüdük. Akşam onu görebümeyi umuyordum, ancak
Knorrin'e gidip gitmeyeceğini öğrenmek için önce bir telefon etmesi
gerekiyordu. Bu tür randevulara olabildiğince az umut bağlamaya
alıştırmıştım kendimi. Ve akşam bana telefon ederek, kendini çok
yorgun hissettiği için Knorrin'le görüşmesini iptal ettiğini, ancak ar­
dından terzisinden gelen beklenmedik haberle, elbisesini hemen o
akşam alması gerektiğini, zira ertesi gün evde kimsenin olmayacağı­
nı öğrendiğini -terzi kadının hastaneye yatması gerekiyordu- söyle­
diği zaman, o akşam Asja'yı görebileceğime dair hiçbir umudum kal­
mamıştı. Ama olaylar farklı gelişti: Asja terzi kadının evi önünde
kendisiyle buluşmamı istedi ve daha sonra benimle bir yere gidece­
ğine söz verdi. Arbat'taki lokallerden birine gitmeyi düşündük. Ter­
zinin, Devrim Tiyatrosu yanındaki evine aşağı yukan aynı anda var­
dık. Sonra binanın önünde neredeyse bir saat beklemem gerekti - so­
nunda binadaki bir avluyu -ki bunun gibi en az üç avlusu vardı bina­
nın- gezmek üzere uzaklaştığım kısa süre içinde Asja'yı kaçırmış ol­
duğuma kesinlikle inandım. Asja nihayet geldiğinde, on dakikadan
beri, beklememin hiçbir mantıklı tarafı olmadığım kendi kendime
tekrarlayıp duruyordum. Birlikte Arbat'a gittik. Ve kısa bir kararsız­
lık geçirdikten sonra, "Prag" adında bir lokantaya girdik. Bir yay çi­
zerek üst kata çıkan geniş merdivenden yukarıya yürüdük ve çoğu

129
boş, bir sürü masası olan çok aydınlık bir salona girdik. Sağ tarafta,
salonun sonunda bir sahne vardı; uzun aralıkların ardından ya bir or­
kestra müziği, ya konferans veren birinin sesi ya da bir Ukrayna ko­
rosunun söylediği şarkılar duyuluyordu oradan. Oturduktan hemen
sonra yerlerimizi değiştirdik; Asja cama yakın olmak istiyordu. Böy­
le "nezih" bir lokale eskimiş ayakkabılarla geldiği için utanıyordu.
Terzinin evinde, güvelerin yediği eski, siyah bir kumaştan dikilmiş
yeni elbisesini giymişti. Ona çok yakışmıştı bu yeni elbise; genel hat-
larıyla mavi elbisesini andırıyordu. Önce Ostroukhov'dan söz ettik.
Asja bir şaşlık ısmarladı, bense bir bardak bira. Bir süre dönüşümü
düşünerek ve bundan konuşarak karşılıklı oturduk ve birbirimize
baktık. O noktada Asja, belki de ilk kez böylesine açıklıkla, bir süre
benimle evlenmeyi çok istemiş olduğunu söyledi. Ve bu gerçekleş-
mediyse, fırsatı kendisinin değil, benim tepmiş olduğumu düşünü­
yordu. (Tam da "fırsatı tepmek" gibi sert bir ifade kullanmamıştı bel­
ki; şimdi hatırlamıyorum.) Benimle evlenmek istemişse eğer, bu is­
teğinde şeytanlarının da bir payı olduğunu söyledim ona. - Evet, ah­
baplarımın arasına karım olarak girmesinin nasıl komik bir şey ola­
cağını düşünmüştü. Ama şimdi, hastalıktan sonra, şeytanları kalma­
mıştı artık. Fazlasıyla durgunlaşmıştı. Ama artık bizim için bir geler
cek de kalmamıştı. Ben: Ama ben seni bırakmayacağım; Vladivos-
tok'a bile gitsen, peşinden geleceğim. - Orada Kızıl General'e de ai­
le dostu rolünü mü oynayacaksın? Tabii eğer o da Reich kadar aptal­
sa ve seni kapı dışarı etmezse, buna bir itirazım olmaz. Ama eğer se­
ni kovarsa, buna da bir itirazım olmaz. - Bir başka anda da "Çok alış­
tım [sana]," dedi. Ama sonunda ona şunları söyledim: "Buraya geldi­
ğim ilk günlerde, seninle hemen evlenebileceğimi söylemiştim. Ama
bunu yapabilir miyim bilmiyorum. Buna dayanabileceğimi sanmıyo­
rum." Ve bunun üzerine çok güzel bir şey söyledi: "Neden olmasın?
Sadık bir köpeğim ben. Bir erkekle yaşarken, barbarlara has bir tavır
geliştiriyorum - bu yanlış tabii, ama elimden başka türlüsü gelmiyor.
Eğer benimle birlikte olsaydın, öylesine sık kapıldığın o kaygı ya da
kederi tanımazdın." - Böyle pek çok şey konuştuk. Aya bakıp Asjâ'yı
düşünecek miydim daima? Birbirimizi bir dahaki görüşümüzde her
şeyin daha iyi olacağını umduğumu söyledim. - Yine yirmi dört saat
üzerimde yatabilmeyi mi kastediyorsun? - O sırada aklımdan geçir­
diğim şeyin tam da bu olmadığını, ona daha yakın olmayı, onunla ko­
nuşmayı düşündüğümü söyledim. Bu diğer arzu, ancak ona yakın
olabilirsem yeniden canlanacaktı. "Çok hoş," dedi. - Bu konuşma er­

130
tesi gün, hatta bütün o gece boyunca, beni çok heyecanlandırdı. Ama
sonuçta Moskova'dan ayrılmak için duyduğum istek, ona karşı his­
settiğim dürtüden daha güçlüydü; bunun, bu dürtünün karşılaşmış ol­
duğu pek çok engelden kaynaklandığını düşünsem bile. Hatta şimdi
bile karşılaştığı engellerden. Rusya'da bir Partili olarak yaşamak be­
nim için çok zor, Parti dışındaysa imkânlar fazlasıyla sınırlı ve hayat
hiç de daha kolay değil. Oysa Asja bir sürü açıdan burada, Rusya'da
kök salmış durumda. Tabii diğer taraftan Avrupa'ya duyduğu ve be­
nim ona çekici görünen yanımla yakından ilişkili özlemi de var. Ve
Avrupa'da onunla birlikte yaşamak; eğer buna ikna edilebilirse, gü­
nün birinde benim için en önemli, en öncelikli şey olurdu. Ya Rus­
ya'da - bundan şüpheliyim. Asja'nın evine kadar, birbirimize iyice
sokulmuş bir halde kızakla gittik. Etraf karanlıktı. Moskova'da pay­
laştığımız yegâne karanlık oldu bu - sokak ortasında ve bir kızağın
daracık koltuğunda.

28 Ocak. Uzun süredir niyetlendiğim gibi, Arbat'm sağındaki s


kakları gezmek üzere, harikulade ılık bir havada erkenden çıktım.
Böylece eskiden Çar'a ait köpek barınaklarının bulunduğu meydana
geldim. Meydanı, kısmen sütunlu cümle kapıları olan alçak binalar
kuşatıyor. Ama bir tarafta, bu binaların aralarında daha yeni olan çir­
kin yüksek binalar da var. "Kırklı Yılların Hayat Tarzı Müzesi" de bu
meydanda bulunuyor - odaları, döneme özgü zengin bir burjuva evi
tarzında, ince bir zevkle döşenmiş üç katlı alçak bir bina. Pek çok ba­
kımdan Louis Philippe tarzını andıran güzel mobilyalar var burada:
küçük sandıklar, şamdanlar, büyük aynalar, paravanlar (ahşap çerçe­
veler içine yerleştirilmiş kalın camlarıyla bunlardan biri çok sıradı-
şı). Tüm bu odalar, sanki burada hâlâ yaşanıyormuş gibi düzenlen­
miş; masaların üzerinde kâğıtlar, not pusulaları duruyor ya da iskem­
lelerin üzerine sabahlıklar, atkılar atılmış. Aslında tüm bu odaları
gezmek hemen hiç zaman almıyor. Hayretle gerçek bir çocuk odası
olmadığını gördüm (bu yüzden oyuncak da yoktu). Belki de o dö­
nemde özel oyun odaları yoktu? Ya da bu müzenin eksiği miydi?
Yoksa kapalı olan en üst katta mı bulunuyordu? Müzeden sonra yan
sokaklarda dolaşmayı sürdürdüm. Sonunda yeniden Arbat'a çıktım,
bir kitap tezgâhının önünde durdum ve Victor Tissot'nun 1882 yılın­
da yayımlanmış, La Russie et les Russes başlıklı bir kitabını buldum.
25 kopeke satın aldım bu kitabı; en azından Moskova hakkında bir
fikir verecek ya da bu şehir üzerine yazmayı planladığım makale için

131
yararlı olacak bazı olgular ve isimler sunabilirdi. Kitabı odama bırak­
tım ve ardından Reich'ı görmeye gittim. Bu kez konuşmamız daha iyi
geçti; bir gerginlik yaşanmasına kesinlikle fırsat vermemeye karar­
lıydım. Metropolis11* hakkında konuştuk ve filmin Berlin'de, en azın­
dan entelektüeller arasında neden beğenilmediğini tartıştık. Reich bu
başarısız deneyin tüm suçunu, entelektüellerin böyle riskli girişimle­
ri teşvik eden abartılı beklentilerine yüklemek eğilimindeydi. Buna
itiraz ettim. Asja gelmedi - ancak akşama doğru gelecekti. Ama bir
süre Manya oradaydı. Ve Daşa da odadaydı - Ukrayna Yahudisi ufak
tefek bu kadın, orada oturuyor ve şu sıralar Reich'a yemek pişiriyor.
Onu çok çekici buldum. Kızlar aralarında Yiddiş dilinde konuşuyor­
lardı, ama söylediklerini anlamadım. Yeniden otele döndüğümde As-
ja'ya telefon ettim ve akşam Reich'm yanından aynlmca bana gelme­
sini rica ettim. Bir zaman sonra gerçekten de geldi. Çok yorgundu ve
hemen yatağa uzandı. Başlangıçta çok tutuktum, derhal kalkıp git­
mesinden korktuğum için, ağzımdan bir kelime bile çıkmıyordu.
Bartram'ın armağan ettiği, büyük, fareli baskıyı getirdim ve Asja'ya
gösterdim. Sonra pazar gününden konuştuk: Onunla birlikte Daga'yı
görmeye gideceğime söz verdim. Yine öpüştük ve Berlin'de birlikte
yaşamaktan, evlenmekten, hiç değilse bir kere birlikte seyahat et­
mekten konuştuk. Asja, hiçbir şehirden ayrılmanın kendisine Berlin'
den ayrılmak kadar zor gelmediğini söyledi; bunun benimle bir ilgi­
si olabilir miydi? Rachlin'e gitmek üzere birlikte kızağa bindik. Kı­
zağın hızlı yol almasını sağlayacak kadar bile kar yoktu Tverskaya'
da. Buna karşılık ara sokaklarda şartlar daha iyiydi: Sürücü hiç tanı­
madığım bir yola girdi, bir hamamın önünden geçtik ve Moskova’nın
olağanüstü güzellikte, sapa bir köşesini gördük. Asja bana Rus ha­
mamlarım anlattı; bunların, tıpkı Ortaçağ Almanyası'nda da olduğu
gibi, gerçek birer fuhuş merkezi olduklarını daha önce de duymuş­
tum. Ben de ona Marsilya'yı anlattım. Saat ona gelirken Rachlin'e
vardığımızda, evde hiç misafir yoktu. Güzel, sakin bir akşam geçti.
Rachlin Arşiv hakkında bir sürü şey anlattı. Bu arada, Çar ailesinin
bazı mensuplan arasındaki yazışmalann şifreli bölümlerinde ağza
alınmayacak türden bir pornografi bulunduğundan da söz etti. Bun-
lann yayımlanıp yayımlanmayacağı üzerine konuştuk. Rachlin ve
Manya'nın daima ortayolcu tavırlarda kalmaya mahkûm ve gerçek­
ten "politik" bir komünizmin açtığı ufuklan asla göremeyen bir "ah­
laki" komünistler sınıfına dahil olduklarını söyleyen Reich'ın bu ze­
kice gözlemindeki hakikati fark ettim. Geniş kanepede Asja'ya soku­

132
larak oturmuştum. Sütlü yulaf ve çay ikram edildi. Oradan on ikiye
çeyrek kala ayrıldım. Hava gece de olağanüstü güzel ve ılıktı.

29 Ocak. O gün her bakımdan tam bir felaketti. Sabah saat on b


re doğru Basseches'in evine vardım ve beklediğimin aksine onu
uyanmış, çalışırken buldum. Ama bu, beni her zamanki gibi bekle­
mekten kurtarmadı. Bu kez gecikmenin nedeni, mektuplarının her
zamanki yerinde olmamasıydı ve mektuplar bulunana kadar en az bir
yarım saat geçti. Sonra bir metnin daktiloya çekilmesi beklendi ve bu
arada, alışıldığı üzere, okumam için elime yeni bitirilmiş bir başya­
zının müsveddesi tutuşturuldu. Uzun lafın kısası, dönüş yolculuğu­
mun zaten zor olan formaliteleri, onları bu yoldan halletmeye kalktı­
ğım için iyice zahmetli bir hal aldı. Bavullarımın gümrük işlemlerini
Moskova'da yaptırmamı öğütleyen Gnedin'in tavsiyesinin saçmalık­
tan başka bir şey olmadığı da o günlerde anlaşıldı. Ve onun yüzün­
den yaşadığım akla hayale sığmayacak güçlükler ve sorunların orta­
sında Gnedin'i hatırladığımda, yolculuklara ilişkin o eski düsturum
beynime neredeyse kazmdı: Fikrini sormadığın insanın öğüdüne as­
la kulak asma. Tabii bu düstura uygun olan eylem de şudur: Eğer iş­
lerini (benim yaptığım gibi) bir başkasının eline bıraktıysan, onun
öğütlerini harfiyen yerine getir. Ama Basseches benim için en haya­
ti anda, tam da yola çıkacağım gün beni ansızın yüzüstü bıraktı ve 1
Şubat günü, hareketimden yalnızca birkaç saat önce, yolladığı yar­
dımcıyla birlikte bavullarımı kargoya vermeye çalışırken inandmaz
güçlükler yaşadım. O sabah hemen hiçbir işimi halledemedim. Polis­
ten pasaportumu ve çıkış vizemi aldık. Ama o günün cumartesi oldu­
ğu ve gümrük müdürlüğünde saat birden sonra mesai yapılmayacağı
aklıma çok geç geldi. Nihayet Narkomindel'e175 vardığımızda saat
ikiyi geçmişti. Çünkü Petrovka'dan aşağıya salınarak yürümüş, son­
ra Bolşoy Tiyatrosu'nun idare binasına uğrayarak, Basseches'in nüfu­
zu sayesinde pazar günkü bale gösterisine iki bilet ayırtmış ve niha­
yet Devlet Bankası'na girmiştik. Saat iki buçuğa doğru nihayet Ka-
lançevskaya Meydanı'na vardığımızda, memurların az önce paydos
ettikleri söylendi tabii. Basseches'le birlikte bir taksiye bindim ve
Rachlin'e gidebilmem için beni bir tramvay durağına bırakmasını ri­
ca ettim. Rachlin'i saat iki buçukta evden alacaktım ve sözleştiğimiz
gibi, Lenin tepelerine çıkacaktık. Rachlin de, Asja da evdeydiler. Ba­
leye bilet bulduğum haberini Asja beklediğim kadar coşkulu karşıla­
madı. Asıl önemli olan, pazartesi için bilet bulabilmekmiş. Pazartesi

133
Moskova radyo vericisi
günü "Büyük Tiyatro"da (Bolşoy) Müfettiş sahnelenecekmiş. Sabah­
ki beyhude koşuşturmaca beni öylesine yormuş ve germişti ki, cevap
vermeye bile çalışmadım. Bu arada Rachlin, yapacağımız gezintiden
sonra, beni evde yemeğe davet etmişti. Davetini kabul ederken, As-
ja'nın evde olacağını öğrenmeyi de ihmal etmedim. Ama bu küçük
gezintimiz şöyle gelişti: Evden henüz çıkmıştık ki, tramvay burnu­
muzun dibinden geçti. Devrim Meydanı yönünde yürümeye devam
ettik - daha çok tramvay hattı geçtiği için orada beklemeyi düşünü­
yordu herhalde. Bilemiyorum. Birkaç adımlık yolu yürümek değil,
ama tüm o muğlak ifadeler ve yanlış anlamalarla dolu sohbet beni
öylesine yormuştu ki, yaklaşan bir tramvaya, hareket halinde atlama­
mızı önerdiğinde takatsizlikten "Evet" deyiverdim. Zaten asıl hatayı,
farkına bile varmayacağı bu tramvaya bakışlarımla dikkatini çekerek
yapmıştım. Sonuçta Rachlin tramvayın sahanlığında duruyordu, ben­
se hemen ardından süratini daha da arttıran tramvayın yanı sıra biraz
koştum, ama atlamayı denemedim. "[Sizi] orada bekleyeceğim," di­
ye seslendi bana. Kızıl Meydan'ın ortasındaki tramvay durağına ka­
dar acele etmeden yürüdüm. Herhalde oraya biraz daha erken gele­
ceğimi düşünmüş olmalıydı, çünkü durağa vardığımda Rachlin orta­
lıkta görünmüyordu. Çevrede dolaşarak bana bakındığını daha sonra
öğrendim. Bu arada durakta bekliyor ve Rachlin'in nereye kayboldu­
ğunu anlamaya çalışıyordum. Sonunda bana seslenirken, tramvayın
son durağında bekleyeceğini söylemek istemiş olduğunu düşündüm,
bir sonraki tramvaya bindim ve oldukça düz bir hat boyunca, yakla­
şık yarım saat yol alarak, Moskva Irmağı'nm diğer yakasındaki son
durağa kadar gittim. Yolda böyle yalnız olmayı içten içe arzulamış-
tım herhalde. Gerçek şu ki, gideceğimiz yer neresi olursa olsun,
onunla birlikte yapacağım bir gezi bana çok daha az keyif verirdi.
Bunun için yeterince gücüm yoktu. Ama şimdi şehrin bana tümüyle
yabancı bu bölgesinde yaptığım bu zorunlu ve neredeyse amaçsız
yolculukta kendimi çok mutlu hissediyordum. Bazı dış mahallelerle
Napoli'nin rıhtım sokakları arasındaki büyük benzerliği ancak şimdi
fark ediyordum. O güne dek gördüklerimden tamamen farklı bir bi­
çimi olan, büyük Moskova radyo vericisini de gördüm. Tramvay hat­
tına paralel olarak ilerleyen bulvarın sağ kenarında, tek tük zengin
malikâneler vardı, sol taraftaysa dağınık barakalar ya da kulübeler,
ama çoğu zaman da boş arsalar görülüyordu. Moskova'da gizlenen
köy, dış mahallelerin sokaklarında ansızın çırılçıplak, apaçık ve ke­
sin bir biçimde çıkıyor ortaya. Devasa meydanları böylesine köylere

135
özgü bir şekilsizlik taşıyan ve sanki kötü hava şartlarının, eriyen kar
ya da yağmurun etkisiyle sınırları daima belirsiz olan bir başka şehir
daha yoktur herhalde. Tramvay hattı, şehir bir yana köye özgü bile
sayılamayacak böyle bir alanda, bir meyhanenin önünde son buldu
ve tabii ki Rachlin orada değildi. Hemen ilk tramvayla geri döndüm
ve Rachlin'in beni davet ettiği yemeğe gitmedim, zira ancak otele dö­
nebilecek kadar enerjim kalmıştı. Öğlen yemeği niyetine Rus gofret­
lerinden birkaç tane yedim. Otele henüz dönmüştüm ki, Rachlin te­
lefon etti. Ona karşı nedensiz bir kızgınlık duyuyordum, bir anlamda
savunma konumuna geçtim ve bu yüzden Rachlin'in avutucu, dosta­
ne sözleri bana çok hoş bir şaşkınlık yaşattı. Daha da önemlisi, söy­
lediklerinden bu olayı Asja'ya çok gülünç bir biçimde aktarmak niye­
tinde olmadığını çıkardım. Ama hemen yemeğe gelmem için yaptığı
teklifi yine de geri çevirdim; bu davete uyamayacak kadar yorgun­
dum. Saat yedide gelmem konusunda anlaştık. Orada Rachlin ve As-
ja dışında kimsenin bulunmaması benim için çok güzel bir sürpriz ol­
du. Neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, ora­
dan ayrılırken -Rachlin odadan benim önümde çıkmıştı- Asja'nm
bana eliyle bir öpücük gönderdiği. Sonra Arbat'taki bir lokantada sı­
cak bir şey yemek için başarısız bir girişimde bulundum. Çorba ıs­
marlamak istemiştim, iki küçük peynir dilimi geldi.

30 Ocak. Moskova hakkında, ancak burada, Berlin'de farkına va


dığım bazı şeyleri ekliyorum (notlarımın 29 Ocak'la başlayan bu son
bölümünü 5 Şubat'tan beri Berlin'de yazıyorum). Berlin, Mosko­
va'dan gelmiş biri için ölü bir şehir. Sokaktaki insanlar umutsuz bir
biçimde yalıtılmış gibiler; tek tek her insan diğerlerinden alabildiği­
ne uzak ve koca sokağın ortasında yapayalnız. Dahası: Zoo Ga-
rı'ndan Gnınewald'a giderken geçtiğim bölge, sanki fırçalanıp cila­
lanmış gibi, aşırı ölçüde temiz, aşırı konforlu göründü gözüme. Bir
şehrin ve sakinlerinin imgesi için geçerli olan şey, zihinsel süreçler
için de geçerli: Kazanılan yeni bakış açısı, Rusya'da geçirilen zama­
nın en tartışmasız sonucu. İnsan Rusya'yı ne kadar az tanıyor olursa
olsun, Avrupa'yı, Rusya'da olup bitenlerin farkında olmanın bilinciy­
le gözlemlemeyi ve yargılamayı öğreniyor. Rusya'da dikkatli bir Av-
rupalı'nın payına düşen ilk şey bu. Diğer taraftan yabancı bir ziyaret­
çi için Rusya'da geçirdiği zaman bu nedenle çok kesin bir denek taşı
aynı zamanda. Bu, herkesi bakış açısını belirlemeye ve kesin bir bi­
çimde tanımlamaya zorluyor. Bu bakış açısı, genelde ne denli marji­

136
nal ve şahsiyse ve Rus deneyiminin özgül alanına ne denli aykırıysa,
kolay kuramsallaştırmalara da o Ölçüde eğilimli oluyor. Rusya'daki
koşullara daha derinden nüfuz edebilen kişi, herhangi bir Avrupa­
lInın hemen aklına geliveren soyutlamalara gerek duymayacaktır. -
Moskova'da geçirdiğim son günlerde, rengârenk kâğıtlar satan Mo­
ğol işportacılar sokaklarda yeniden çoğaldılar gibi geldi bana. Çeşit­
li sepetlerin yanı sıra, parlak kâğıttan yapılmış ve içlerinde kâğıt kuş­
lar bulunan kafesler satan bir adam -gerçi Moğol değil, Rus'tu- gör­
düm. Ama gerçek bir papağanla da -iri beyaz bir cins- karşılaştım:
Miyasnitskaya'da bir kadının yoldan geçenlere satmaya çalıştığı ke­
ten çarşafların bulunduğu sepetin üzerine tünemişti. - Bir başka yer­
de işportada satılan çocuk salıncakları gördüm. Moskova, büyük şe­
hirlerde öylesine dayanılmaz bir keder yayan çan seslerinden azade.
Bu da insanın ancak döndükten sonra farkına vardığı ve sevdiği şey­
lerden biri. - Yaroslavski Gan'na vardığımda, Asja oradaydı. On beş
dakika tramvay beklemek zorunda kaldığım ve pazar sabahlan oto­
büs işlemediği için gecikmiştim. Kahvaltı edecek zaman kalmamıştı.
O gün, en azından o sabah yoğun bir endişe içinde geçti. Ancak sa­
natoryumdan dönerken o harika kızak yolculuğunun tadmı çıkarabil­
dim. Hava çok ılıktı ve güneş sırtımıza vuruyordu; Asja'nın omzuna
koyduğum elimin onu ısıttığını bile hissettim. Bu kez, önlerinden
geçtiğimiz alımlı, küçük yapıların Daça değil, varlıklı köylülerin ev­
leri olduğunu öğrendim. Asja yol boyu çok mutluydu; oraya varışı­
mızda geçirdiği sarsıntı da aynı ölçüde sancılı oldu. Dağa dışarıda,
ılık güneşle eriyen karda oynayan çocukların arasında yoktu. Onu
içeriden çağırdılar. Ağlamış bir suratla, yırtık ayakkabılar ve çorap­
larla, ayaklan neredeyse çıplak denebilecek bir halde, taş merdiven­
lerden lobiye indi. Gönderilen çoraplarla dolu paketin Daga'ya ulaş-
madığı.ve geçtiğimiz on dört gün içinde onunla hiç ilgilenilmemiş ol­
duğu anlaşıldı. Asja öylesine sinirlenmişti ki, tek bir söz bile edeme­
di; üstelik niyetlendiği gibi, doktor kadınla da görüşemedi. Tüm za­
manını girişteki tahta şuada, Daga'nın yanına oturup, çaresiz bir hal­
de ayakkabılan ve çoraplan onarmakla geçirdi. Ama daha sonra o
ayakkabıları tamir etmeye çalıştığı için de kendini suçladı. Çocuğun
ayağını o haliyle sıcak tutması mümkün olmayan, tamamen parça­
lanmış ev ayakkabılarıydı bunlar. Ve Daga'nın sokak ayakkabılarıyla
ya da valenki'yle dolaşmasına izin verecekleri yerde, bunları yeniden
ayağına geçireceklerinden korkuyordu. Daga'yı beş dakikalığına kı­
zağımızla gezdirmeyi düşünmüştük; ama bu mümkün olmadı. Diğer

137
ziyaretçiler çoktan ayrıldıklarında bile Asja hâlâ oturmuş yama diki­
yordu ve Dağa yemeğe çağrıldı. Oradan ayrıldık; Asja büyük bir ka­
ramsarlık içindeydi. Biz gara varmadan birkaç dakika önce bir tren
hareket ettiği için, neredeyse bir saat beklemek zorunda kaldık. Ön­
ce uzun süre "Nerede oturalım?" oyununu oynadık. Asja benim hiç
oturmak istemediğim bir yerde ısrar ediyordu. Ama sonunda o geri
adım attığında, bu kez benim inatçılığım tuttu ve ilk seçilen yerde da­
yattım. Yumurta, jambon ve çay ısmarladık. Dönüş yolunda, îlleş'in
oyununun bana esinlediği bir oyun konusundan söz açtım: devrim sı­
rasında gerçekleşen bir mal nakliyatının (sözgelimi tutuklulara yiye­
cek götüren bir konvoyun) hikâyesini sahnelemek. Trenden inince,
bu arada yeni evine taşınmış olan Reich'ı görmek üzere kızağa bin­
dik. Ertesi gün Asja da oraya taşınacaktı. Orada çok uzun bir süre ye­
meğin gelmesini bekledik. Reich bana yine hümanizm makalesini
sordu ve ona, burjuvazinin nihai zaferi ve yazarlık konumunun göz­
den düşmesiyle birlikte, eskiden bir bütünlük gösteren (en azından
aydının şahsında bütünleşen) edebiyatçı ve aydın kimliklerinin ayrış­
masına özellikle dikkat etmek gerektiği görüşünde olduğumu anlat­
tım. Devrimlerin hazırlık safhasında bulunduğu dönemde, en etkili
edebiyatçılar en az şair oldukları kadar, birer aydındılar aynı zaman­
da. Hatta aydın kimlikleri belki daha bile ağır basıyordu. Moskova'da
geçirdiğim son günlerde zuhur eden sut ağrılarım tutmuştu yine.
Komşu kadın nihayet yemeği getirdi. Çok güzel bir yemekti. Ardın­
dan Asja ve ben, kendi yerlerimize dönmek ve akşam balede buluş­
mak üzere oradan ayrıldık. Sokakta yatmış, sigara içen bir sarhoşun
önünden geçtik. Asja’yı tramvaya bindirdim, sonra kendim de otele
döndüm. Tiyatro biletleri otele bırakılmıştı. Akşam, Stravinski'nin
Petruşka'sı, Les Sylphides -önemsiz bir bestecinin eseri olan bir ba­
le176- ve Rimski-Korsakov'dan Capriccio Espagnol sahnelenecekti.
Tiyatroya erken vardım; bunun Moskova'da yalnız konuşabileceği­
miz son akşam olacağının bilinciyle lobide Asja’yı beklerken, tek is­
tediğim bir kez olsun onunla erkenden yerlerimize oturmak ve uzun
süre perdenin açılmasını beklemekti. Asja geç geldi; yine de yerleri­
mize tam zamanında oturabildik. Arkamızda Almanlar vardı; bizim­
le aynı sırada, gözalıcı siyah saçları Japon usulü kesilmiş iki kızlarıy­
la birlikte oturan bir Japon çift görülüyordu. Önden yedinci sıraday­
dık. İkinci balede, Asja'nın Orel'de177 tanışmış olduğu ünlü, ama ar­
tık yaşlıca bir balerin olan Gelzer178 çıktı sahneye. Les Sylphides pek
çok bakımdan budalaca bir bale, ama bu tiyatronun eski tarzına dair

138
mükemmel bir fikir veriyor. Bu eser I. Nikola döneminde bestelen­
miş olabilir. Resmi geçitlerden alınan zevki son derece andıran bir
eğlence sunuyor. Son olarak da Rimski-Korsakov'un mükemmel bir
biçimde sahnelenmiş, bir rüzgâr hızıyla esip geçen eseri. İki ara ve­
rildi. İlk arada Asja'nm yanından ayrıldım ve tiyatronun önüne çıka­
rak bir program bulmaya çalıştım. Geri döndüğümde, Asja'yı duva­
rın yanında bir adamla konuşurken buldum. Daha sonra, Asja'dan bu
adamın Knorrin olduğunu öğrendiğim zaman, dehşetle irkilerek ona
nasıl düşmanca baktığımı düşündüm. Asja'yla daima senli benli ko­
nuşuyor - bunu öyle bir ısrarcılıkla yapıyor ki, Asja'ya da senli ben­
li olmaktan başka bir çare kalmıyor. Tiyatroya yalnız gelip gelmedi­
ğini sorması üzerine, Asja "Hayır, Berlinli bir gazeteciyle birlikte­
yim," diye karşılık vermişti. Knorrin'e benden daha önce de söz et­
mişti. Asja o akşam, kumaşını benim hediye ettiğim yeni elbisesini
giymişti. Onun için Roma'dan Riga'ya giderken aldığım san şalı
omuzlanna atmıştı. Yüzünün rengi de, kısmen doğuştan, kısmen de
hastalık ve o günün gerginliğinden, bir allık parıltısı bile gösterme­
yen bir sanya çaldığı için, görünüşü, birbirine çok yakın üç renk ara­
sındaki ton farklılıklannı gözler önüne seriyordu. Tiyatrodan sonra,
ancak Asja'yla ertesi akşamı konuşabilecek kadar bir zaman bulabil­
dim. Eğer Troitse179 gezisini gerçekten de yapacaksam, bütün gün
ayrı olacağımıza göre, geriye yalnızca akşam kalıyordu. Ama Asja
onu izleyen gün, sabah erkenden yine Daga'nm ziyaretine gitmeyi
planladığı için, akşam evden çıkmak istemiyordu. Böylece ertesi ak­
şam onu mutlaka görmeye gitmem konusunda anlaştık, her ne kadar
bu sözleşme ancak son dakikada gerçekleştiyse de. Asja konuşmanın
ortasında bir tramvaya atlamak istedi - ancak sonra bundan vazgeç­
ti. Büyük Tiyatro Meydam'ndaki kalabalığın ortasında duruyorduk.
Asja'ya karşı nefret ve aşk duygulan içimden bir yıldınm hızıyla
geçti; nihayet birbirimizle vedalaştık: Asja tramvayın sahanlığında,
bense geride kalmış, onun peşinden koşmayı, yanma atlamayı düşü­
nürken.

31 Ocak. 30 Ocakta yaptırdığım rezervasyonla, ayın birinde dön­


mem nihai olarak kesinleşmişti. Artık bavullarımın da gümrükten
geçmesinin zamanı gelmişti. Kararlaştırdığımız gibi, saat sekize çey­
rek kala Basseches'in yanındaydım; böylece gümrük memurluğuna
gidecek ve oradan da saat onda [kalkan] trene yetişecek kadar zama­
nımız olacaktı. Meğer tren aslında on buçukta kalkıyormuş. Ama bu

139
fazladan yarım saati değerlendiremeyecek kadar geç öğrendik bunu.
Ancak Troitse'ye yapacağımız gezinin sonunda gerçekleşmesini de
bu yarım saate borçluyuz. Zira tren gerçekten de saat onda kalkmış
olsaydı, onu yakalamamız mümkün olmayacaktı. Gümrük müdürlü­
ğündeki işlemler insanı bezdirecek kadar uzadı ve işimiz o gün de ta­
mamlanmadı. Tabii taksi parasını da yine ben ödemek zorunda kal-1
dım. Tüm bu çaba boşa çıktı, çünkü oyuncaklara dikkat bile etmedi­
ler, dolayısıyla bu işlemler sınırda da pekâlâ yapılabilirdi. Bassec-
hes'in hizmetkârı da, pasaportumu almak ve vize işlemlerini yaptır­
mak üzere hemen Polonya Konsolosluğu'na götürmek için gümrük
memurluğuna gelmişti. Böylece trene yetiştiğimiz gibi, hareket saati­
ne kadar yirmi dakika da beklemek zorunda kaldık. Ancak bu arada
gümrük işlemlerini bitirmiş olabileceğimizi düşünmek canımı sıkı­
yordu. Fakat Basseches zaten yeterince keyfisiz olduğu için, pek bir
şey belli etmedim. Yolculuk tekdüzeydi. Yanıma okuyacak bir şeyler
almayı unutmuştum ve yolun bir kısmını uyuyarak geçirdim. İki sa­
at sonra gideceğimiz yere vardık. Burada oyuncak alma niyetimden
henüz hiç söz etmemiştim. Bunun Basseches'in sabrını taşırmasından
korkuyordum. Rastlantı sonucu, birkaç adım attıktan sonra kendimi­
zi bir oyuncakçı dükkânının önünde bulduk. Bunun üzerine dilimin
altındaki baklayı çıkardım. Ama hemen oracıkta benimle birlikte ma­
ğazaya girmesini de isteyemedim. Önümüzde manastır binalarının
oluşturduğu kompleks, hafifçe yükselerek yayılıyordu. Bu manzara
benim tahmin ettiğimden çok daha görkemliydi. Tıpkı surlarla çevri­
li bir şehir gibi böyle içine kapanması bana Assisi'yi çağnştırabilirdi;
oysa tuhaf bir biçimde önce Dachau geldi aklıma; tıpkı burada uzun
silsileler oluşturan konut binalarının ortasındaki büyük kilise gibi,
Dachau'da da kilisenin bulunduğu tepe şehrin ortasında bir taç gibi
yükselir. O gün ortalık oldukça durgundu: Manastır tepesinin eteğin­
de sıralanan pek çok terzi ve saatçi dükkânı, fırın ve ayakkabı tamir­
cileri kapalıydı. Burada da çok güzel ve ılık bir kış havası hâkimdi;
ancak güneş çıkmamıştı. Oyuncakçı dükkânını görmüş olmak, bura­
da da yeni oyuncaklar edinme isteğimi ön plana çıkarmış ve manas­
tır hâzinelerini gezerken sabırsızlanmama yol açmıştı; kimsenin be­
nim kadar nefret edemeyeceği bir turist gibi davranmaya başlamış­
tım. Oysa rehberimiz, müzeye dönüştürülmüş olan bu manastırın
müdürü alabildiğine cana yakındı. Sabırsızlanmamın başka nedenle­
ri de vardı tabii. Önümüzden yürüyen bir görevlinin cam mahfazala­
rın perdelerini ya da örtülerini çekerek bize gösterdiği paha biçilmez

140
Rus oyuncakları

dokumaların, gümüş ve altın gereçlerin, elyazmalarının, adakların


saklandığı odaların çoğunda keskin bir soğuk hâkimdi ve Berlin'e
dönüşümden sonra beni yatağa düşüren o şiddetli soğuk algınlığına
herhalde bu bir saatlik gezi sırasında yakalandım. Ayrıca gerçek sa­
natsal değerlerini ancak çok uzmanlaşmış kişilerin kestirebileceği bu
kıymetli eşyaların sonsuz çeşitliliği, insanı uyuşturan bir etki yapı­
yor, hatta bakışlarınızı neredeyse zorbaca bir kayıtsızlığa zorluyordu.
Üstüne üstlük Basseches görülebilecek "her şeyi" görmekte ısrarlıy­
dı ve cam bir mahfaza içinde, bu manastırın kurucusu Aziz Sergi-
us'un kemiklerinin saklandığı mahzene inmemizi bile sağladı. Gör­
düğümüz her şeyi, yaklaşık olarak bile saymam mümkün değil. Bu
manastırın simgesi haline gelmiş olan Rublov'un ünlü resmi, bir du­
vara dayalıydı. Daha sonra katedralin içinde, ikonalarla dolu bir du­
varda, bu resmin daha önce asılı olduğu ve koruma amacıyla indiril­
diği boş yeri de gördük. Katedraldeki duvar resimleri ciddi bir tehdit
altında. Zira merkezi ısıtma kullanılmadığı için, ilkbaharda duvarla­
rın aniden ısınması sonucu oluşan çatlak ve yarıklar içeriye rutubet
girmesine yol açıyor. Bir duvar vitrininde, Rublov'un resmi için son­
radan yaptırılmış ve kıymetli taşlarla aşırı bir biçimde bezenmiş, de­
vasa altın mahfazayı gördüm. Çıplak yerleri, yani yüz ve elleri dışın­
da meleklerin vücutlarını tamamen örtüyor bu mahfaza. Bu şablon
resmin üzerine yerleştirildiğinde, masif altın tabaka vücudun tüm di­
ğer bölgelerini örtüyor ve sanki ağır metal zincirlere vurulmuş gibi
görünen ellerle boyun, meleklere, işledikleri cürümlerin cezasını de­
mir boyunluklarla çeken Çinli suçluları çağrıştıran bir özellik katıyor
olmalı. Gezimiz, rehberimizin odasında son buldu. Bu yaşlı adam es­
kiden evliymiş, zira odasında, karısıyla kızının duvarda asılı yağlıbo­
ya portrelerini gösterdi bize. Şimdiyse bu geniş ve aydınlık keşiş

141
odasında tek başına, ama manastın ziyarete gelen yabancılar sayesin­
de dünyadan tam anlamıyla kopmadan yaşıyor. Küçük bir masanın
üzerinde bilimsel kitapların bulunduğu, İngiltere'den gönderilmiş ve
henüz açılmış bir paket duruyordu. Burada da bir ziyaretçi defterini
imzaladık. Eğer Schick'in de imzalamam için önüme böyle bir defter
koymasından herhangi bir sonuç çıkarmam doğru olursa, Rusya'da
bu âdetin burjuvazi içinde bile bizdekinden çok daha uzun sürmüş ol­
duğu anlaşüıyor. - Ama manastırın kendisi içerdeki her şeyden daha
görkemli. Kale surlarını andıran duvarların kuşattığı geniş mekâna
girmeden önce, cümle kapısının önünde durmuştuk. Kapınm sağma
ve soluna, manastırın tarihindeki önemli olayların işlendiği iki bronz
levha asılmıştı. Dev bir avlunun çevresinde, dik bir açı oluşturarak
sıralanan uzun işlik ve konut binaları, avlunun ortasındaki daha kü­
çük ve eski binaların -ki bunların arasında Boris Godunov'un180 mo­
zolesi de var- kuşattığı san-pembe renklerdeki Rokoko tarzı kilise­
den daha güzel ve sade. En güzelleri de renkli, büyük yemekhane bi­
nası. Pencerelerden bakıldığında, kâh bu büyük avlu, kâh duvarlar
arasındaki hendek ve geçitler görülüyor; kaleyi andıran taş surların
oluşturduğu bir labirent. Kuşatma sırasında iki keşişin manastırı kur­
tarmak için, hayadan pahasına havaya uçurduklan bir yeraltı geçidi
de varmış burada. Yemeğimizi, avlu girişinin karşı çaprazında bulu­
nan bir stolovaya'da yedik. Zakuska, votka, çorba ve et. Bir sürü bü­
yük salon, insanlarla hıncahınç doluydu. Hepsi de Rus köylerinden,
ya da küçük şehirden gelen tipler - Sergeyevo kısa bir süre önce şe­
hir statüsüne kavuşmuş. Biz yemek yerken, göz açıp kapayana kadar
bir lamba abajurundan bir tabak ya da meyve çanağına dönüşebilen
tel ayaklar satan bir işportacı geldi. Basseches bunların Hırvatis­
tan'dan geldiğini düşünüyordu. Bense bu çirkin oyuncaklara bakar­
ken, içimde çok eski bir hatıranın canlandığını fark ettim. Ben kü­
çükken, babam yaz tatili yaptığımız bir yerde (Freudenstadt?) buna
benzer bir şey satın almıştı galiba. Basseches yemek sırasında gar­
sondan oyuncakçı dükkânlarının adreslerini aldı ve yemekten sonra
yola koyulduk. Ama henüz on dakika bile yürümemiştik ki, Bassec-
hes'e gelen bir haber dönmemize ve o sırada boş geçen bir kızağa
binmemize neden oldu. Yemekten sonra yürümek beni yormuştu, bu
yüzden dönmemize yol açan nedeni sormak bile gelmedi içimden. Şu
kadarı kesin görünüyor: İstediklerimi bulma ihtimalinin en yüksek
olduğu yer, tren istasyonunun yakınındaki iki dükkân. Birbirlerine
çok yakınlar. İlk dükkânda tahta işler satılıyor. İçeriye girdiğimizde

142
ışıkları yaktılar, hava kararmıştı çünkü. Tahmin ettiğim gibi, ahşap
oyuncaklar satılan bir dükkânda hiç görmediğim bir şey bulmam zor­
du. Kendi kararımdan çok, Basseches'in ısrarıyla birkaç parça satın
aldım; ama şimdi bunu yapmış olduğuma memnunum. Burada da
çok zaman kaybettik; bir çervonev'in yakınlarda bir yerde bozdurul­
ması için uzun süre beklemem gerekti. Bu kez de kâğıt oyuncakların
satıldığı dükkânı bir an önce görmek için sabırsızlıktan çatlıyordum;
oranın kapanmış olmasından korkuyordum. Kapalı değildi. Ama so­
nunda içeriye girdiğimizde, ortalık iyice kararmıştı ve dükkânda hiç­
bir aydınlatma yoktu. Rafları elimizle rasgele yoklamak zorunday­
dık. Arada sırada bir kibrit yakıyordum. Bu yolla elime çok güzel bir­
kaç parça düştü, ki başka türlü de olamazdı, zira adama ne aradığımı
anlatabilmemiz mümkün değildi. Nihayet kızağa bindiğimizde, her
ikimizin de elinde iki büyük paket vardı - ayrıca Basseches, yazaca­
ğı bir makaleye belge olarak manastırda bir yığın broşür satın almış­
tı. Kasvetli bir ışıkla aydınlatılan gar lokantasındaki uzun bekleme
süresini, bir kez daha çay ve zakuska ile kısalttık. Yorgundum ve ken­
dimi pek iyi hissetmemeye başlamıştım. Moskova'da halletmem ge­
reken bir sürü iş olduğunu düşündüğümde kapıldığım endişenin de
bununla ilgisi vardı tabii. Dönüş yolculuğu pitoreskti. Bulunduğu­
muz vagonda yanan fenerin mumu, yolda çalındı. Oturduğumuz ye­
rin yakınında döküm bir soba vardı. Sıraların altlarına düzensiz bir
biçimde iri odun parçalan yerleştirilmişti. Görevlilerden biri arada
sırada sıralardan birine gidiyor, oturulan yeri bir kapak gibi kaldın-
yor ve böylece açılan sandık benzeri hazneden biraz daha yakacak
alıyordu. Moskova'ya vardığımızda saat sekiz olmuştu. Bu benim
Moskova'daki son akşamımdı; Basseches bir taksi tuttu. Otelimin
önüne vardığımızda, öncelikle aldığım oyuncaklan bırakmak ve bir
saat içinde Reich'a vereceğim yazılarımı alelacele toplamak üzere
arabayı beklettim. Basseches'in evinde, ertesi gün saat on bir buçuk­
ta buluşmak üzere sözleştiğim hizmetkânna uzun uzadıya talimatlar
verdim. Sonra tramvaya bindim, Reich'a gitmek için inmem gereken
durağı şans eseri kaçırmadım ve oraya umduğumdan da erken var­
dım. Bir kızağa binmeyi kesinlikle tercih ederdim tabii, ama bunu
yapmam mümkün değildi: Ne Reich’ın oturduğu sokağın adını bili­
yordum, ne de yakındaki meydanı şehir planında bulabilmiştim. Var­
dığımda Asja yataktaydı. Beni uzun süre beklediğini, ama sonunda
geleceğimden ümidini kestiğini söyledi. Rastlantı sonucu keşfettiği
salaş meyhaneyi bana da göstermek için, hemen çıkmamızı istedi.

143
Yakınlarda bir de hamam vardı. Ana yoldan ayrılıp, avlular ve ara so­
kaklardan geçerek buraya kadar yürüdüğü zaman karşılaşmıştı tüm
bunlarla. Reich da odadaydı; sakal bırakmaya başlamıştı. Çok bitkin
düşmüştüm; öylesine bitkindim ki, Asja'nın o her zamanki kaygılı su­
allerinden bazılarına (küçük süngeriyle ilgili olanı, vs.), aşırı halsiz
olduğumu vurgulayarak, oldukça kaba karşılıklar verdim. Ama tüm
bunlar çok çabuk geçti. Yaptığım geziyi, mümkün olabildiğince özet­
leyerek anlattım. Ardından Berlin'le ilgili istekler geldi: bir sürü de­
ğişik tanıdıklarına etmem gereken telefonlar. Sonra Reich, Bolşoy
Tiyatrosu'nda başrolünü Çehov'un181 oynadığı Müfettifm radyodan
naklen yayınını dinlemek üzere odadan çıktı ve beni Asja'yla bir sü­
re yalnız bıraktı. Asja'nın ertesi sabah Daga'yı ziyaret etmeye gitme­
si gerekiyordu ve onu dönüşümden önce bir daha göremeyeceğim ih­
timalini de hesaba katmak zorundaydım. Onu öptüm. Reich odaya
döndüğünde, bu kez de Asja radyo dinlemek için yan odaya geçti.
Kısa bir süre sonra ben de çıktım. Ama ayrılmadan önce, manastır­
dan almış olduğum manzara kartlarını da gösterdim onlara.

1 Şubat. Sabah alıştığım pastaneye son bir kez gittim; bir kahve
ısmarladım, yanında da bir poğaça yedim. Sonra Oyuncak Müzesi'ne.
Ismarladığım fotoğrafların hepsi hazırlanmamıştı. Bunu dert etme­
dim, zira bu sayede paraya en çok ihtiyacım olduğu anda elime 10
çervoıtev geçmiş oldu. (Fotoğrafların parasını önceden ödemiştim
çünkü.) Oyuncak Müzesi'nde fazla oyalanmadım ve Doktor Nie-
men'le vedalaşmak üzere, hemen Kameneva Enstitüsü'ne gittim. Ora­
dan kızakla Basseches'e. Sonra hizmetkârla birlikte bilet bürosuna ve
nihayet taksiyle gümrük müdürlüğüne. Orada yaşadıklarım tarife sığ­
maz. Binlerce banknotun sayıldığı bir veznenin önünde yirmi dakika
beklemek zorunda kaldım. Koskoca binada kimse 5 ruble bozmak is­
temiyordu. Sadece en güzel oyuncakların değil, tüm yazılarımın da
bulunduğu o bavulun, mutlaka benim bineceğim trene yetişmesi ge­
rekiyordu. Zira kargo işlemleri ancak smıra kadar yapılmış olduğu
için, oraya varıldığında bavulun yanında olmam şarttı. Sonunda bu
ayarlandı. Ama uşaklığın burada nasıl insanların iliklerine kadar işle­
miş olduğuna bir kez daha tanıklık etmek zorunda kaldım. Hizmetçi,
gümrük memurlarının uyuşukluğuna ve yarattıkları zorluklara karşı
tamamen çaresiz kaldı. Bir çervonev vererek onu gönderdikten sonra
derin bir nefes aldım. Bu gerginlik, sırt ağrılarımı da yeniden azdır­
mıştı. Önümde sükunet içinde geçirebileceğim birkaç saat olduğu

144
için çok memnundum. Güzel tezgâhların önünden salınarak, meydan
boyunca yürüdüm, yine Kınm tütünüyle dolu, kırmızı bir kese satın
aldım ve ardından Yaroslavski Gan'nın lokantasında kendime bir öğ­
len yemeği ısmarladım. Dora'ya telgraf çekebilecek ve Asja'ya bir do­
mino oyunu alacak kadar param da vardı hâlâ. Şehirdeki bu son ge­
zintimde pür dikkat kesilmiştim; ve bu bana büyük keyif veriyordu,
zira kendimi, burada kaldığım süre içinde çoğu zaman başaramadı­
ğım bir biçimde akışa bırakabiliyordum. Saat üçe gelmek üzereyken
otele dönmüştüm. İsviçreli, bir bayanın uğradığım bildirdi. Tekrar
uğrayacağını da söylemiş. Önce odama gittim, sonra da yazıhaneye
çıkarak hesabımı kapattım. Asja'nın yazı masasının üzerindeki pusu­
lasını ancak yeniden aşağıya indiğimde fark ettim. Uzun süre beni
beklemişti ve henüz hiçbir şey yemediği için, yandaki stolovaya'da
olacaktı. Onu oradan almamı istiyordu. Hemen sokağa fırladım ve
Asja'nın karşıdan geldiğini gördüm. Bir parça etten başka bir şey ye­
memişti, kamı hâlâ açtı: Onu odama kadar bile geçirmeden, yine
meydana fırladım ve Asja'ya mandalinayla atıştıracak bazı başka şey­
ler aldım. Döndüğümde, Asja lobide oturuyordu. "Neden odaya gir­
medin?" diye sordum. "Anahtar kapının üzerinde!" Bana "Hayır," de­
diği andaki gülümsemesinin o nadir yakınlığını fark ettim. Bu sefer
Daga'yı iyi görmüş ve doktor kadınla zehir zemberek bir konuşma
yapmayı da başarmış. Şimdi odamda, yatağın üzerine uzanmıştı; bit­
kin, ama keyifliydi. Onun yanma oturuyor, sonra masaya geçip Asja
için zarflara adresimi yazıyor, sonra da bavulu açıyor ve son günler­
deki alışverişlerimde topladığım oyuncakları çıkarıp ona gösteriyor­
dum. Bundan büyük keyif aldı. Bu arada göz yaşlarımı bastırmakta
da -haklı olarak, büyük yorgunluğumun da etkisiyle- giderek zorla­
nıyordum. Birkaç şey daha konuştuk. Ona ne biçimde yazmalı, nasıl
yazmamalıydım. Bana bir tütün kesesi dikmesini rica ettim. Mektup
yazmasını da. Nihayet, artık yalnızca dakikalar kalmışken, sesim tit­
remeye başladı ve Asja ağladığımı gördü. Sonunda, "Ağlama," dedi,
"yoksa ben de başlayacağım ağlamaya ve bir başlarsam senin kadar
çabuk susamam." Birbirimize sımsıkı sarıldık. Sonra yazıhaneye çık­
tık; orada yapacağım bir iş kalmamıştı (ama sovyetduşi'yi beklemek
istemiyordum); oda temizlikçisi göründü - ona bahşiş vermeden sı­
vıştım ve elimde bavulumla otelden çıktım, Reich'm paltosunu kolu­
na atmış olan Asja da peşimden geldi. Hemen bir kızak çağırmasını
istedim. Ama Asja'yla bir kere daha vedalaşmış, kızağa binmek üze­
reyken, benimle Tverskaya'nın köşesine kadar gelmesini söyledim.

145
Orada indi; kızak yeniden harekete geçerken, sokak ortasında As-
ja'nın elini bir kez daha dudaklarıma götürdüm. Uzun süre orada du­
rup bana el salladı. Ben de kızaktan karşılık verdim. Onu son gördü­
ğümde dönüp gitmeye hazırlanıyordu. Dizlerimin üzerindeki koca
bavulla, kararan caddelerden geçerken ağlıyordum.

146
Asja Lacis, 1912
Asja Lacis, 1915 Asja Lacis, 1918
I
ÍU m ^ lYIfi ÏL^W_^vs-< »-C^
tA v ^ U .

j^cv^-C «T /> ¿ <‘jUÍ t VaJU >m ^<—


Hí^ü-v IjVl tW . (^xä^ , _ s>|^v4 c»(‘'i>Hk _
o ta Ola -A A o v f _ İ^ V V n lv ¡MA-v
^-*-^ i^-w—*lp^ j &-V ¿j <3u^ s ö
¿jfostviv* ^*a^ oC^3 |lXJ~Wx**.£ i ^3-vA Se^ij
lrvA_«/'- C^c^ , ^ ^W f £ ^fcc^v-A. , t ^'Át
X^jM iActL i¿£v Vv^ H ^ a.¿U., "1^ .
Vaa*-s^¿6 v ¿ frv a* U ^ J Z
''i o.*4t~ ¿4«. fc -v ^ O ^ j-a t^ .

U ^ u J-U
fc> <1>*C Waa-a-^ ^ £ (V<-£ Ça . OL*At»a<í.u
e^*-; t^> V ¿»A»-e •-J-te- 4 -4 ^ 'A-w-íf *i»o jé4U(A
£ *^jpít|. n .ítí-i - ,<‘*i>o tí-A
t,—^ b-0-v AJ
5 cA-Aa-J-Cj ** ZÍ-w |lCt-aLo t>-«*—*X--a W-#''V-** '
IjtA ^ O t/IA ^ ^ (>^--^-t^ [AA' — "VtA.)!^. f-4¡A ^T.
3 1 (f'^-L _ 'Jo^. W 4 t £<,-/Tví1-í~» Çt-hlLfïiSMjLj
k f l 4 v x t ¿ ^ ¿-e <A— ^ oL h ^ j U 4 ~-
w-v^f V l^-H)í o ti ty -oL^ Tv.v uvA^caA-i.
$ a J aaÆ> jftL L rf It/VvA^ i ^ ft*-'"’
X*-'^'!«. '|Qc4'V |1jEA-^-A— I^tv J ’f r,
w v*\ u^-*- '|^V'W-*n ^A'

Asja Lacis'in Benjamin'e yazdığı mektup...


Asja Lads, 1971
Asja Lacis ve Bernhard Reich, Brecht'in "Kafkas Tebeşir Dairesi" oyununun afişi önünde.
Berlin, 1968.
«M?

Emil ve Pauline Benjamin, oğulları Georg ve Walter'la birlikte.


Walter Benjamin, Heringsdorf'ta.

W alter Benjamin'in Jula Radt tarafından yapılmış "baş" heykeli.


Heykelin fotoğrafı tanınmış fotoğrafçı Şaşa Stone tarafından çekilmiştir.
Dora Sophie Pollak-Benjamin, 1917 ile 1930 Gershom Scholem
yılları arasında Benjamin'ln karısıydı.
Walter Benjamin
Benjamin'in 1940'ta Gestapo'ya teslim edilme olasılığı karşısında intihar ettiği,
Ispanya-Fransa sınırındaki Port-Bou.
EKLER
Walter Benjamin in Mektupları

10 Aralık 1926
Moskova

Sevgili Gerhard,
Sana nihayet yeniden yazabilmek için hiç hesapta olmayan yarım sa­
atlik bir boşluktan yararlanıyorum. Dün duyduğum kadarıyla, Mos­
kova ziyaretimi en azından tuhaf bir rastlantı sonucu, Alman "muha­
lefetinin" temsilcilerinden biri olarak, buradaki genişletilmiş Komin­
tern oturumuna davetli olan kardeşinle182 paylaşıyorum. Seni rahat­
latmak için hemen bildireyim ki, ben burada herhangi bir resmi gö­
revle bulunmuyorum. Ama tabii ki, benim için çok yararlı ve ilginç
olan pek çok şey öğreniyorum. Ana bilgilerim, bir yıldan beri bura­
da muhabir olarak; en azmdan Rus gazetelerinde ve ağırlıkla tiyatro
sorunları üzerine gazeteci olarak çalışan Moskova'daki dostum Dr.
Reich'dan kaynaklanıyor. Buraya ayın altısında, iki günlük bir yolcu­
luğun ardından vardım ve her gün öylesine çok şey görüyor ve işiti­
yorum ki, akşamları neredeyse ölü gibi yatağa düşüyorum. Bunda iz­
lenimlerimin şiddeti kadar, Rusça bilmeyişimin ve soğuğun da etkisi
var. Burada ne kadar kalacağımı henüz kesin olarak bilmiyorum.
Ama kitaplarım nihayet Rowohlt yayınevi tarafından basılacağı için,
Berlin'den sonsuza dek uzak kalmam mümkün değil. (Noel'de Proust
çevirisinin bir cildi dışında herhangi bir şey yayımlanmıyor; o da sa­
na derhal gönderilecek.) Karının yazdığı makaleleri bana gönderme­
nize çok sevindim. Hem o güzel, keskin roman eleştirisi, hem de Do­
rothea Schlegel hakkındaki değinme beni fazlasıyla memnun etti.
Berlin'den ayrılmadan kısa bir süre önce Mirjam Höflich'le183 görüş­
tüm. - Şimdilik buradaki izlenimlerimi aktarmayı denememi bekle­
me. Henüz çok kısa bir süreden beri buradayım ve üstesinden gel­
mem gereken pek çok sorun var. En güzeli, gelecek yd Paris'te gö­
rüşmemiz olurdu gerçekten de; buradan ve başka şeylerden konuş­
mak üzere. Bu arada bana yazmaya devam et ve yayımladıklarını
gönder. Ben de yakında kısa bir not, "Marsilya'dan Selam" göndere-

159
ceğim oraya.184Literarische Welt'de çıkan yazılarım sana zaten geli­
yordur herhalde - gerçek Rusya burada işte. Bu kışın zorlu ve sert
hayat şartlarında, buranın alabildiğine uzun mesafeler içinde yer alan
tek büyük şehir (2-3 milyon nüfus) olduğu insanın aklından bir an ol­
sun çıkmıyor. Ve bu nüfus, politik açıdan muazzam güçlü bir dina­
mik etken olarak ortaya çıksa da, uygarlığın bakış açısından, baş
edilmesi çok zor bir doğa gücü gibi. Pahalılık akıl almaz boyutlarda
ve genelde "gezgin" ya da "muhabir" beylerin anlattıklarına inanma­
ma eğiliminde olan benim gibi biri için, gerçekten çok tatsız bir sürp­
riz oluşturuyor. Eğer biraz Rusça biliyor ve zamanım tümüyle işine
adayabiliyorsan, nispeten iyi kazanabilirsin. Sana daha önce de yaz­
dığımı sandığım gibi, resmi Sovyet Ansiklopedisine katkıda bulunan­
lar arasındayım ve başka bazı şeylerin yanı sıra bu ansiklopedi için
de birkaç madde yazmayı düşünüyorum. Gazeteler için ilk ağızda bir
şey yazmayacağım. Bununla birlikte Buber (!) benden Die Kreatur
için Moskova üzerine kapsamlı bir makale yazmamı rica etti. Ber­
lin'e son gelişinde beni birlikte çalışmaya davet etti ve ben de çeşitli
nedenlerle kabul ettim bunu. Yaklaşık olarak Hanukka [Yahudilere
özgü takdis; tapmağa kabul bayramı] sıralarıydı. Umarım, iyi geçir­
mişsinizdir o bayramı. Ayrıldığım sırada, Dora ve Stefan'ın keyifleri
yerindeydi. Dora'nın Ullstein'dan ayrıldığını, yakında bizzat kendi­
sinden işitirsin sanırım. Ve başka bir yayın şirketi tarafından satın alı­
nan Die Praktische Berlineririin1*5 yayın kurulunun değişmediğini
de. - İki gün önce bir Yahudi tiyatrosunun müdürü olan Aleksandr
Granovski'yle görüştüm burada. Tanıyor musun bu tiyatroyu? Yarın
da, yurtdışı işleriyle ilgilenen Kameneva'yla (Troçki'nin kız kardeşi)
bir görüşmem var. Benim için bir konferans ayarlamak istiyorlar.
Hatta sanırım "Moskova İzlenimlerim" üzerine benimle bir söyleşi
yapmayı da planlıyorlar. Tüm bunları, şu sıralarda entelektüellerin
akınım bir ölçüde donduran soğuğa borçluyum. (Toller'in ani bir bi­
çimde son bulan ziyareti hakkında ilginç ayrıntılar dinledim.) Kita­
bınla ilgili yeni gelişmeler var mı? Cevabını Berlin adresime gönder
lütfen. Paris'e gelme ihtimalin hakkında da yaz. Yaklaşık olarak mart
ayında orada olabileceğimi düşünüyorum.
Sana ve Escha'ya186 içten selamlar.

Senin, Walter

160
[Posta kartı]

Sevgili Bay Kracauer187!


Bu uzun suskunluğum için bazı gerekçeler öne sürebilirdim. En baş­
ta da, son mektubunuzu bitirirken yazdıklarınızı: "Ama kimin için
yazıyoruz ki? Sizin bir cevabınız var mı buna?" Gerçekten de böyle
bir soru üzerine iki ay boyunca hiçbir yere varamadan düşünebilir in­
san. Burada haftalardır dışarıdaki don ve içimdeki ateşle boğuştuğu­
mu belirtmem gerçeğe daha yakın olur - ve umarım boşa gitmemiş­
tir bu boğuşma. Ama yerine getirmem gereken gündelik işler için he­
men hiç gücüm kalmıyordu. Artık dönüşüm yakın. Bana yazdıkları­
nızı Grunevvald'a gönderin lütfen. Buradan dişe dokunur haberler ya­
zabilmem söz konusu olamazdı zaten, çünkü seyahatimin az çok an­
laşılabilir bir özetini verebilmek için, gözlemlerimi son ana kadar
sürdürmem ve düşünmem gerek - ki böyle bir özet de, Moskova'nın
minicik bir resmi olmaktan öteye gidemez. Bu şehri ne kadar izlese-
niz az gerçekten de. Roth'la konuştunuz mu? Size benim için bazı
makaleler vermiş olması gerek; eğer bunları benim için Grunewald'a
gönderebilirseniz size müteşekkir olurum. Bu arada sizin son çalış­
malarınızı da (Kitle Bezemeleri) Grunewald'da bulacağımı umarak,
içten selamlarımı gönderiyorum

Walter Benjamin

Gön. Dr W Benjamin
Moskova
Gost. "Tyrol"
Sadovaya Triumfalnaya
[Ocak 1927]

Kafka değerlendirmenizi, Şato romanım okuduktan sonra ele almak


üzere saklıyorum.

161
A. Lunaçarski
Büyük Sovyet Ansiklopedisi
Yayın Kurulu'na Mektup

29 Mart 1929

Değerli yoldaşlar,
Mektubunuza ve Goethe hakkında bana gönderilmiş olan malzeme­
ye ilişkin bunca zamandır sessiz kaldığım için beni bağışlamanızı ri­
ca ederim. Bu konuda sizlere belirli bir görüş bildirebilmem ancak
şimdi mümkün oldu.
Benjamin tarafından yazılan makaleye ilişkin, genel yayın yönet­
menine gönderilen mektupta yer alan değerlendirmeye bütünüyle ka­
tılıyorum. Bu makalenin amaca uygun olmayışı, ansiklopedik bir ni­
telik taşımamasından kaynaklanmıyor gerçekten de. Bu çok yetkin
bir makale ve kısmen şaşırtıcı ölçüde isabetli tespitler içermesine
karşın, hiçbir sonuca varmıyor. Aynca Goethe'nin ne Avrupa kültür
tarihi içindeki, ne de bizim açımızdan -deyim yerindeyse- kültür
panteonumuzdaki yerini irdeliyor. Üstelik son derecede tartışmalı ba­
zı tezler de ileri sürüyor.
Bu makaleyi kullanmak niyetinde olup olmadığınızı bilmiyorum,
ancak her halükârda bazı kişisel tespitlerde bulunmak istiyorum.
Üçüncü ve dördüncü sayfalarda, paranteze alınmış bölümler çıkarıl­
malıdır. Beşinci sayfadaki şu ifadelerin yayımlanması da düşünüle­
mez: "Alman devrimciler Aydınlanmam, Alman Aydınlanmacılarsa
devrimci değillerdi." Kesinlikle doğru olmayan bu iddia, daha sonra
Lessing'deki sağlam sınıfsal bakış açısından söz eden yazar tarafın­
dan bizzat çürütülüyor; ki Lessing bir Aydınlanmacıydı doğal olarak.
Yine aynı sayfada yer alan, her türlü ihtilale ve devlet karşıtlığına
ilişkin ifadeler de son derece muğlak; üstelik Holbach'ın materyalist
dünya görüşüne karşı Goethe'nin duyduğu antipatinin daha derinde
yatan nedenlerine tek bir kelimeyle olsun değinilmiyor. Ardından al­
tıncı sayfada, Goethe'nin ileri sürdüğü itirazın, tabiattaki hayata dair
kendine has, sarih bir sezgiden kaynaklandığı sorgulanıyor ki, diya­

162
lektik görüşe olağanüstü yakın bir sezgidir bu. Sayfa 8 ve 19'daki pa­
rantezlerin içeriği çıkarılmalıdır; bu arada, geçerken çeşitli yazım ha­
talarını ve bazı başka hataları düzelttim. 59. sayfada, parantez içinde
geliştirilen düşünce de son derecede müphemdir. İkinci bölümün
ikinci sayfasında, Goethe’nin Eckermann'la konuşmalarının 19. yüz­
yıl edebiyatının en başarılı eserlerinden biri olduğu yönündeki yargı­
ya katılmak mümkün değil. Altıncı sayfada çevirmenin bazı şeyleri
atladığı anlaşılıyor; bu bölümün tamamlanması gerekir.
Bunların dışında, Benjamin'in makalesini basmamanızı bir kez
daha öneririm.
Oskar Walzel'in makalesi ise daha da yetersiz. Bir bütün olarak
bakıldığında, Goethe'nin zor ve çok yönlü hayatını, bir yandan tüm
bu çok yönlülüğün, hatta çelişkilerinin hakkını vererek, ama diğer
yandan Goethe'ye, onun hayatına, edebi ve bilimsel eserlerine, vs.
özgü derin uyumu da sezerek ele almak olağanüstü güç bir görevdir.
Walzel'in bu makalede Gundolfun eserini, deyim yerindeyse, bazı
düzeltmelerle sürdürdüğü yönündeki iddiasını dikkate almayacak ol­
sak bile, bu metin Marksist bir ansiklopedi açısından ideolojik olarak
kabul edilemez olmakla kalmıyor, aynı zamanda oldukça tutarsız bir
görünüm sergiliyor.
Tatminkâr olmaktan uzak.
Bu konuda size herhangi bir yardımda bulunmam mümkün değil.
Edebiyat Ansiklopedisi bu makalenin hazırlanması görevini bana
vermek istedi ve ben de bu teklifi kabul etme zaafını gösterdim. An­
cak daha sonra, aşın yoğun işlerim arasında böylesine sorumluluk
gerektiren bir görevi üstlenmemin, düpedüz sorumsuzluk olacağı so­
nucuna vardım.
Bu arada Walzel'in makalesine eklenmiş olan bibliyografya kuş­
kusuz değerlidir ve isabetli bir biçimde kullanılabilir.

Aydmlanma için Halk Komiserliği


[A. Lunaçarski]

163
"Patolojik Kararsız"
Asja Lacis'in Anıları ve Gershom Scholem

C em al Ener

Elinizde tuttuğunuz bu kitabın sonunda, bir kez daha Scholem'in


"Önsöz"üne dönmekte yarar var. Üstelik bu gereklilik, bir simetri
saplantısından kaynaklanmıyor: Genel olarak Yahudi kültürü ve kim­
liği, özellikle de Musevi mistisizmi (Kabbala) üzerine yayımladığı
pek çok çalışmayla haklı bir ün kazanmış bir bilim adamı ve düşünür
olan Scholem'in, -kişisel hatıratında bile- akademik bir kesinlik kay­
gısıyla dikkat çeken söylemi, söz Lacis'e geldiğinde müphem bir bo­
yut, hatta neredeyse imalı bir vurgu kazanıyor. Scholem, Moskova
Günlüğünün "kalbinde" Lacis-Benjamin ilişkisinin yer aldığını
(haklı olarak) belirttikten sonra, Asja Lacis'in 1971 yılında Meslekten
Devrimci başlığı altında yayımlanan anılarında Benjamin'e ayrılmış
bir bölüm olduğuna değiniyor ve hemen ardından şunları yazıyor:
"Bu önümüzdeki belge [Moskova Günlüğü], söz konusu bölümü
okumuş olan okurlar için acı ve yürek daraltan bir sürpriz olmalıdır."
Merak uyandıran bu saptamayı izleyen uzun paragrafta, Benja­
min-Lacis ilişkisinin geçtiği yolun ana duraklarını özetleyen Scho­
lem, Rigalı bu komünist kadın hakkında -en ılımlı ifadesiyle- olum­
suz bir izlenime sahip olduğunu saklamaya çalışmıyor. Asja Lacis'in
Benjamin üzerinde yarattığı entelektüel etkinin gücünden kuşku duy-
masa da, "yalnızca Benjamin'in anlattıklarım dinleyen kişinin",
(üçüncü şahısların da teyit ettiği) şiddetli kavgalarla sürüp giden ve
cinsel bir sinizmin damgasını yemiş bu ilişkide Lacis'e dair "entelek­
tüel bir profil" bulmasının olanaksızlığına işaret ediyor. Ve bu keyfi­
yeti fazlasıyla gizemli bulduğunu vurguluyor. Ancak bu "açıklana-
mazlığa" daha ayrıntılı bir yorum getirmekten kaçınması ve "acı ve
yürek daraltan bir sürpriz" nitelemesiyle yetinmesi de bir o kadar "gi­
zemli" sayılmalı.

164
Scholem'in ifadelerindeki taraflı, eleştirel, hatta giderek suçlayıcı
tını, Benjamin'in düşünsel gelişimindeki -bir kopuş değilse bile- bir
dönüm noktasının sorumluluğunu büyük ölçüde Asja Lacis'e yükle­
mesinin bir sonucudur. Tıpkı Benjamin gibi, Berlinli bir Yahudi aile­
nin çocuğu olan ve henüz lise çağında tanıştığı Siyonist fikirlerin et­
kisiyle 1923 yılında, Almanya'yı terk ederek Kudüs'e yerleşen Gers-
hom (Gerhard) Scholem'in gözünde, Benjamin'in Marksist felsefe ve
komünist siyasetle tanışması, Yahudi metafiziği ve mistisizminden
giderek uzaklaşmasına, dolayısıyla düşüncesinde bir yarılma ve ka­
rarsızlığa neden olmuştur. Bu süreçte Lacis'in belirleyici bir rol oy­
nadığına dair kuşkularını, Lacis'in anılarından dört sene sonra, 1975
yılında yayımladığı Walter Benjamin - Bir Dostluğun Hikâyesi baş­
lıklı kitabında açıkça dile getirir: "Walter'de, politik hayatın son de­
rece meşru bir açılımı olarak 'radikal komünizmin güncelliğine iliş­
kin bir kavrayışa' zemin hazırlayan o dönüşümün, ayrılışımızdan he­
men bir yıl sonra ortaya çıkması yalnızca bir rastlantı mıydı yoksa
bundan daha fazla bir şey mi? Capri'den gönderdiği mektuplar, bana
'Rigalı bir Rus devrimcisi; tanıdığım en mükemmel kadınlardan biri'
ya da 'Duma ayaklanmasından bu yana Parti'de çalışan, olağanüstü
bir komünist kadın' diye tanıttığı ve asla adını belirtmediği Asja La­
cis'e yönelik örtülü imalarla dolup taşıyordu. Ona sevdalandığını
söylemiyordu mektuplarında, ama bundan adım gibi emindim. Şim­
di kendisine 'bağlayıcı bir duruş olarak, eskisinden bambaşka bir
ışıkta görünen, komünizmin politik pratiği' hakkındaki ifadeleri, be­
ni kaygılandırmıştı."
Oysa Scholem, dostu Benjamin'e bulaştığına inandığı Marksizm
"virüsünün" esas taşıyıcısı olarak Asja Lacis'i görmekte çok da haklı
sayılmaz. Zira Benjamin'in -Lacis'in ifadesiyle- "materyalist bir es­
tetiğe" ilgi duymasına yol açan kitabı, yani György Lukâcs'ın Tarih
ve Sınıf Bilinci başlıklı eserini kendisine tavsiye eden kişi, bu kitap
hakkında bir de değerlendirme yazmış olan dostu Emst Bloch'dur ve
Benjamin, Lacis'le tanıştığı Capri adasına bu kitapla birlikte gelmiş­
tir. Dostunun kendisine Capri'den yazdığı mektuplarda sık sık coşku­
lu göndermelerde bulunduğu bu kitaptan Scholem de haberdardır üs­
telik. Benjamin'de gördüğü "kaygı verici" dönüşümün ana sorumlu­
luğunu Lacis'e yüklemekte böylesine ısrarcı davranması, bundan
yaklaşık dört sene sonra yaşanan bir dizi olayın sonucu olmalıdır.
Benjamin adı, 1928 güzünden başlayarak, yaklaşık bir sene bo­
yunca, birbirlerini tanımak şöyle dursun hiç karşılaşmamış iki insan

165
arasında sürdürülen zorlu bir rekabetin nesnesine dönüşmüştür: Ben­
jamin üzerine önemli bir biyografi yazmış olan Werner Fuldün "Ku­
düs kumarı" (Benjamin'in zaman zaman kumar oynamaya düşkün ol­
duğu bilinir) olarak nitelediği bir dizi olay, Scholem'le Lacis'i karşı
karşıya getirir gerçekten de.
Benjamin, 1927 Şubatında Moskova'dan Berlin'e döner ve kısa
bir süre sonra da Paris'e geçer. Scholem ise aynı yıl Kudüs İbrani
Üniversitesi'nden aldığı bir bursla, bazı Kabbala yazmalarını incele­
mek üzere İngiltere'ye gidecektir. İki dost, Scholem'in Almanya'yı
terk edişinden dört sene sonra 1927 Nisanında, Paris'te yeniden bu­
luşurlar. Bu buluşma Scholem'in İngiltere'den dönüşü sırasında, aynı
yılın ağustos ayında tekrarlanır. Bu kez Scholem'in karısı Escha da
onlara katılmıştır. Benjamin'in büyük maddi sorunlarla boğuşmakta
olduğu, küçük yazılar ve çevirilerle günü kurtarmaya çalıştığı bu dö­
nemde, İbranice öğrenme isteğinden söz etmesi Scholem'i cesaret­
lendirir. Dostunu Kudüs'te görebilme umuduyla, İbrani Üniversite-
si'ndeki bir görevle daha güvenli şartlara kavuşabileceği ihtimaline
değinir ve Benjamin'i, o sırada tesadüfen Paris'te bulunan üniversite­
nin rektörü Judah Leon Magnes'le tanıştırmayı önerir. Benjamin, çok
iyi hazırlandığı bu buluşmada fırsatı değerlendirir ve Magnes'i etki­
lemeyi başarır: Alman romantik yazarları üzerine yaptığı inceleme­
lerden söz açar; ayrıca Proust ve Baudelaire gibi hayran olduğu mo­
dern yazarlardan gerçekleştirdiği çevirilerde karşılaştığı bazı felsefi
ve teolojik sorunların çözümünü İbranice'de bulabileceğine inandığı­
nı belirtir. Ayrıca koşullar yaratılabilirse, geçici bir süre için ya da ka­
lıcı olarak Kudüs'e gelmeye hazır olduğunu da ekler.
En azından Scholem ve çevresindeki bazı insanlar açısından,
Benjamin'in Kudüs'e yerleşmesi ilk kez ciddi bir olasılık boyutu ka­
zanmış olur böylelikle. Eğer maddi şartlar oluşturulabilirse, 1928 ya­
zı ya da sonbaharından itibaren, en az bir yıllık bir süre için kendini
Kudüs'te İbranice eğitimine verebilecektir Benjamin. Bunu izleyen
dönemde, burs kaynaklarım araştıran Magnes'in isteği üzerine geç­
miş çalışmaları hakkında çeşitli referans mektupları toplar ve nihayet
1928 Haziranında Berlin'e gelen rektörden burs sözünü alır. Ağustos
ayında Scholem'e gönderdiği bir mektupta, sonbaharda dört-beş ay­
lığına Kudüs'e geleceğini bildirir ve yolculuğunun kesin tarihini bir­
kaç hafta içinde saptayacağını yazar. Ancak yolculuk tarihini sapta­
mak için neden birkaç haftalık bir süreye ihtiyaç duyduğunu Scho­
lem'e açıklamaz: Benjamin bu arada mektuplaşmayı sürdürdüğü La-

166
cis'i Berlin'e davet etmiş ve yakın gelecekteki planlarım bir anlamda
onun ziyaretine tabi kılmıştır.
Scholem, yaklaşık bir ay sonra Lugano'dan aldığı mektupta, Ku­
düs seyahatiyle ilgili ifadelerin giderek muğlaklaşmaya başladığını
saptar. Benjamin, Kudüs'e "mutlaka" geleceğinin altım çizmektedir
gerçi, ancak yoğun çalışmaları nedeniyle bu seyahat aralık, hatta
ocak ayına kalabilecektir. Ayrıca daha fazla gecikmemek için İbrani-
ce derslerine Berlin'de başlayabileceğini söylemekte, dolayısıyla
bursun Kudüs'e gelme şartına bağlanmamasını istemektedir. Dostu­
nu Kudüs'te ağırlamaya hazırlanan Scholem (İbranice derslerini de
karısı Escha verecektir) sıcak bakmaz bu isteğe. Ancak Benjamin, bu
arada Magnes'i daha da fazlasına ikna etmiştir: Kendisine Kudüs'te
kaldığı süre boyunca aylıklar halinde ödenmesi planlanan burs, rek­
törün onayıyla topluca Berlin'e havale edilmiştir. 18 Ekimde aldığı
mektup, Scholem için büyük bir darbe olur: Benjamin, burs parası­
nın eline geçtiğini bildirmekte ve teşekkürlerini Magnes'e iletmesini
istemektedir.
Kasım ayında Lacis Berlin'e gelir. Benjamin, karısı Dora'yı terk
ederek Lacis'le birlikte yaşamaya başlar. Yaklaşık iki ay sonra yeniden
Dora'mn yanına dönecektir: ancak yalnızca geçici bir süre için. Bu ara­
da Lacis'le evlenebilmek üzere, Dora'ya boşanma davası açar. Bu süre
içinde Scholem'e yazdığı mektuplarda ise Kudüs seyahatine değinme­
yi hiç ihmal etmez. Aralık aymda yazdığı bir mektupta, 1929 ilkbaha­
rında Kudüs'e geleceğini bildirir; yaklaşık iki ay sonra da bunu sonba­
hara erteler. Oysa Dora'dan aldığı mektuplar sayesinde Berlin'deki ge­
lişmelerden haberdar olan Scholem, Benjamin'i Kudüs'te görebilme
umudunu çoktan yitirmiştir. Zaten artık Benjamin de, dostundan çok
kendini inandırmak için yazar gibidir. 1929 yılının haziran aymda yaz­
dığı mektup, bu bağlamda fazlasıyla manidardır. Benjamin, Scho-
lem'in serzenişlerini yerden göğe kadar haklı bulduğunu ve bunlara
verebilecek hiçbir cevabı olmadığım belirttikten sonra, şunu ekler:
"...ne yazık ki, bazı başka durumlarda da kendimde gördüğüm, nere­
deyse patolojik bir kararsızlığa bu meselede de kapılıyorum."
Asja Lacis'in anılarında, Scholem'in adı yalnızca bir kez anılır.
Capri'de Benjamin'le tanıştığı 1924 yılının anlatıldığı (ve ekte oku­
yabileceğiniz) bölümde yer alır bu pasaj: "Bir keresinde yanında İb­
ranice öğreten bir dil kitabı taşıyordu; İbranice öğrendiğini söyledi.
Belki de Filistin'e gidecekti. Dostu Scholem, orada maddi güvenliği­
ni sağlayacağım vaat etmişti. Nutkum tutuldu; sonra da aramızda sert

167
bir tartışma çıktı: Normal düşünebilen, ilerici bir insanın yolu Mos­
kova'ya çıkardı; Filistin'e değil. Walter Benjamin'in Filistin'e gitme­
sini engelleyen kişinin ben olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim."
Moskova Günlüğü'nü okumuş olan okurların, Lacis'in anılarım
nasıl karşılayacakları bilinmez. Ancak Asja Lacis'in yukarıdaki söz­
lerini yaklaşık kırk yıl sonra okumuş olan Scholem'in karşılaştığı
"acı ve yürek daraltan sürprizi" kestirmek, 1927-29 yılları arasında­
ki gelişmeleri bilen bir kişi için pek de zor olmasa gerek. Artık La­
cis'in tarih konusundaki hatasını düzeltmek dışında, yapılabilecek
fazla bir şey kalmamıştır Scholem açısından. O da bunu yapar.

"Meslekten Devrimci"
Asja Lacis'in anılarına gelince: Meslekten Devrimci başlığı altında
yayımlanan bu kitapla ilgili olarak bazı başka "sürprizlerden" söz
edilebilir. Kitapta yer alan tarihler ve olayların aktarımında yer yer
önemli hatalar yapılmıştır. Ancak bu anıların seksen yaşında bir ka­
dın tarafından, belgelere dayanmadan, yalnızca hafızasının yardı­
mıyla aktarıldığı düşünülürse, bu nokta pek de şaşırtıcı sayılmayabi­
lir. Üstelik Stalin döneminde yaklaşık on yılını kamplarda geçirmek
zorunda kalmış ve pek çok özel eşyasını yitirmiş olan Lacis'in şahsi
belgelere dayanmak gibi bir lüksü olmadığı unutulmamalıdır. İkinci
nokta ise, kitapta bir yapı ve üslup bütünlüğü bulunmamasıdır. Kitap
Lacis'in sekseninci doğum yılında (1971), Almanya'da Hildegard
Brenner tarafından yayımlanmıştır. Metnin büyük bölümü, Lacis'in
yaşadığı olaylar, tanıştığı insanlar ve devrimci tiyatronun sorunları
üzerine, çeşitli dergilerde yayımlanmış olan yazılarından ve Alman­
ya'da Devrimci Tiyatro başlıklı kitabından derlenmiştir. Bu da kitaba
kaçınılmaz olarak bir "patchwork" görüntüsü vermektedir. Buna dil
sorununu da eklemek gerekir. Uzun yıllar sevgilisi ve daha sonra da
kocası olan (Avusturya kökenli) Bemhard Reich üzerinden Alman­
ya'daki kültür ve sanat çevreleriyle bağını hiç koparmamış olsa da,
Almanca Lacis'in mükemmel konuştuğu bir dil değildir. Oysa anıla­
rın önemli bir bölümü ya kendisi tarafından, doğrudan Almanca ola­
rak yazılmış, ya da banda kaydedilmiş konuşmalarından yazıya akta­
rılmıştır.
Kitap iki ana bölümden oluşmaktadır. "Almanya'da Devrimci Ti­
yatro" başlığını taşıyan ikinci bölüm, Lacis'in aynı adla yazdığı ve
1935 yılında Rusya'da yayımlanan kitaptan derlenerek çevrilen alt

168
bölümlere ayrılmıştır. Anılara yer verilen ilk bölümün başlığı ise "Şe­
hirler ve İnsanlar"dır. Konuyla ilgili çeşitli metinlerden yapılan uzun
alıntılarla kesintiye uğrayan anılar, bu bölümde tarih sırasıyla aktarıl­
maktadır. Alt başlıklar, tarihlerle, şehir ve insan adlarına gönderme­
lerde bulunur. Benjamin'le ilgili anılara, tümüyle ona ayrılmış olan
Capri 1924 Benjamin - "Napoli” başlığı dışında, üç bölümde daha
değinilmektedir. Benjamin'in günlüğüne konu olan döneme, Riga
1925, Moskova 1926/27 başlığını taşıyan bölümde yalnızca iki pa­
ragrafla yer verilmiş olması da şaşırtıcıdır. Lacis, ilk paragrafta Ben­
jamin'in Moskova'ya ilişkin izlenimlerini kısa ve kuru cümlelerle ak­
tardıktan sonra, ikinci paragrafta, günlükte de değinilen Meyerhold
tartışmasına kendi yorumunu getirir. Zaten bir bütün olarak bakıldı­
ğında, Lacis'in anılarında, Benjamin'le tutkulu bir ilişki yaşadığını
sezdirecek örtülü bir ifadeye bile yer verilmediği görülür. Berlin'de,
iki ay gibi kısa bir süre için bile olsa, Benjamin'le birlikte yaşadığın­
dan hiç söz etmez örneğin. Yine de Benjamin'le ilgili en "mahrem"
anısına Berlin 1928/30 başlığını taşıyan bölümde yer verir. Kendisi­
nin duygu ve izlenimlerini gizlemeyen, tersine kolayca dışa vuran bir
kişilik yapışma sahip olduğunu belirten Lacis, Benjamin'in bu özel­
liğinden çok hoşlandığını, bu yüzden de sık sık küçük sürprizler ya­
parak kendisini sevindirmeye çalıştığını yazar ve Berlin'de yaşadığı
bir olayı anlatır. Benjamin'in daveti üzerine Berlin-Grunewald'daki
eve gitmiştir. İçeriye girdiğinde, Benjamin'in kendisi için mükellef
bir masa donatmış olduğunu görür. Yemek sırasında Benjamin ayağa
kalkar ve abartılı bir jestle kitaplarını göstererek "Bir tanesini seç,"
der, "hangisini istersen!" Pek de kolay bir iş değildir bu, çünkü du­
varlar yerden tavana kadar kitapla doludur. Lacis kitaplığa yaklaşır
ve cilt sırtı altın sarısı renkte, ince bir kitabı gözüne kestirir: "Bunu
istiyorum!" "Benjamin sapsan oldu, kısa bir sessizlikten sonra, bo­
ğuk ve hırıltılı bir sesle konuştu: Bu Stella'nın ilk baskısı. (...) Ardın­
dan kendi kendine mmldandı: Bunu düşünmeliydim... Kitaplara duy­
duğu tutkuyu tanıyordum ve Stella'yı yitirmenin ona acı vereceğini
anladım. Ancak kitabı geri versem, katiyen kabul etmezdi. Aklıma
bir fikir geldi: Kitabı masanın üzerine M attım ve 'Yüz mark,' dedim.
Derhal cüzdanını çıkardı."

Ekte Asja Lacis'in kitabından Benjamin'le ilgili bölümü bula­


caksınız.

169
Asja Lacis'in M eslekten D evrim c i
kitabının Benjamin'le ilgili bölümü

Capri 1924
Benjamin - "Napoli"

İlkbahar ve yazı Reich'la birlikte İtalya'da geçirdim - (küçük kızım


Dağa akciğer enfeksiyonu geçiriyordu ve doktorlar acil olarak Cap-
ri'ye gitmemizi tavsiye etmişlerdi). Roma ve Napoli'ye uğrayarak
gittiğimiz Capri'de birkaç ay geçirdik. Sık bir şarap bağının kuşattığı
küçük bir evde kalıyorduk. Geceleri Vezüv Dağı'nın zirvesi ve zaman
zaman lav panltılan açık bir biçimde görülebiliyordu.
O zamanlar adalet işlerinden sorumlu Halk Komiseri olan tanın­
mış devrimcinin kız kardeşi Sofya Krilenko da Capri'de kalıyordu.
Bemhard Reich ve ben, onunla birlikte Sorrento'da Maxim Gorki'yi
ve fütüristlerin önderi Emilio Marinetti'yi188 ziyaret ettik. Marinetti,
Capri'de büyük ve güzel bir bahçe içindeki bir villada yaşıyordu.
Evinde o dönem için alışılmamış mobilyalar vardı. Daha Mosko­
va'dayken Marinetti tarafından yazılan, Fütürizmin On Emrïni ince­
lemiş ve üzerinde tartışmıştık. Marinetti bize Gabriele d'Annunzio'
yu189 anlattı ve savaş hakkındaki oyununu okudu. Karısı yalnızca iki
renkte giysiler giyiyordu: siyah ve beyaz.
Bir keresinde, hiç beklemediğimiz bir sırada, Marianne ile birlik­
te Brecht çıkageldi. Bize hararetli bir biçimde Positano'yu anlattı ve
orada Caspar Neher'in190 ziyaretine gitmemizi önerdi. Motorlu bir
tekneyle hareket ettik. Positano çok özel bir yerdi. Bir an kovanını
andınyordu ve insanlar, kayalara oyulmuş küçük hücrelerde yaşıyor­
lardı. O dönemlerde bölge adamakıllı vahşiydi - konfor aramayan,
hatta konforu küçümseyen az sayıda sanatçı yaşıyordu Positano'da.
Reich birkaç haftalığına Münih'e gitmek zorundaydı. Bense sık
sık alışveriş etmek üzere Daga'yla birlikte piazza'ya çıkıyordum. Bir
seferinde bir dükkândan badem satın almak istedim. Ancak bademin

170
İtalyanca’sını bilmiyordum ve satıcı da ne istediğimi bir türlü anlamı­
yordu. Yanımda bir adam duruyordu ve "Hanımefendi, size yardım­
cı olabilir miyim?" dedi. "Lütfen," diye karşılık verdim. Bademleri
aldım ve elimdeki paketlerle piazza'da yürümeye başladım - o bey
peşimden geldi ve "Size eşlik ederek paketlerinizi taşıyabilir mi­
yim?" diye sordu. Ona döndüm - sözlerini sürdürdü: "Kendimi tanıt­
mama izin verin - Doktor Walter Benjamin" - ben de kendi adımı
söyledim.
İlk izlenimlerim: minicik spot ışıklan gibi parlayan gözlük cam­
ları, koyu, gür saçlar, beceriksiz eller - paketleri durmadan elinden
düşürüyordu. Bir bütün olarak bakıldığında: sağlam bir entelektüel­
di; hali vakti yerinde olanlardan. Eve kadar eşlik etti bana ve aynlır-
ken, yeniden ziyaretime gelip gelemeyeceğini sordu.
Hemen ertesi gün geldi. Mutfaktaydım (o barakaya mutfak deni­
lebilirse tabii) ve spagetti pişiriyordum - hasır bir yelpazeyle ateşi
harlatıyordum. Gri renkli bir elbise giymiştim; elbisenin bir yanında
üçgen biçiminde bir yırtık vardı (bunu unutmuştum). Daga'yla he­
men arkadaş oldu. Benjamin Tek Yönlü Yorda., henüz yıkanmadığı
için misafiri selamlamayı reddeden, ama yıkandıktan sonra, selam
vermek üzere çırılçıplak odaya giren küçük bir kız çocuğunu anlatır.
O kız Daga'ydı.191 Spagettilerimizi yedikten sonra, "îki haftadan be­
ri izliyorum sizi," dedi, "beyaz kıyafetleriniz içinde, upuzun bacaklı
Daga'yla, piazza'da sanki yürümüyor da uçuşuyor gibiydiniz."
Aramızda canlı bir sohbet gelişti. Ben, Orel'de yürüttüğüm çocuk
tiyatrosunu, Riga ve Moskova'daki çalışmalarımı anlatıyordum. Pro­
leter bir çocuk tiyatrosu fikri ve Moskova onu anında büyülemişti.
Yalnızca Moskova tiyatrolarını değil, yeni sosyalist âdetleri, yeni ya­
zar ve şairleri de kendisine ayrıntılarıyla anlatmamı istiyordu; Lebe-
dinski'yi, Babel'i, Leonov, Katayev, Serafimoviç, Mayakovski, Gas­
tev, Kirillov, Gerassimov'u anlatıyor, Kollontay ve Larissa Reissner'
den söz ediyordum. O da altta kalmıyor ve bana modem Fransız ede­
biyatını, Gide'i ve romanı Kalpazanlar'ı, inanılmaz bulduğu Marcel
Proust'u anlatıyor ve kitaptan sayfalarca süren tasvirleri tercüme edi­
yordu. Birkaç cümleyle Vildrac'ın, Duhamel'in edebi portrelerini çi-
ziveriyor, entelektüelliğini ve incelikli ruhsal analizlerini övdüğü Gi-
raudoux'nun romanlarından en sevdiği bölümleri tercüme ediyordu -
daha sonraları Berlin'de bana okumam için Kafka'nın bitmemiş ro­
manı Amerika'yı verdi. Kafka'nın üzerimde belirli bir etkisi oldu; da­
ha sonra Şato ve Dava'yı da edindim. Bana anekdotlar ve büyük hay­

171
ranlık duyduğu Heinrich von Kleist'ın küçük hikâyelerini de anlatır­
dı; en sevdiği yazarlardan biri de Jean Paul'dü.
Benjamin Capri'de düzensiz bir hayat sürdürüyordu; öğlen vakit­
leri çoğu zaman ya hiçbir şey yemiyor ya da bir kalıp çikolatayla ye­
tiniyordu.
Bir keresinde neşeli bir tavırla gelmiş ve şöyle söylemişti: "Niha­
yet harika bir ev kiraladım; siz de görmelisiniz." Evin, asmalar ve ya­
bani güllerden oluşan bir cengelin içindeki bir mağarayı andırdığını
hayretle görmüştüm.
Kendi çalışmalarından da bazı şeyler anlatırdı. Bana Charles Ba-
udelaire'den yaptığı çeviriyi okumasını istemiştim. Eskiden beri çok
hoşlanırdım Baudelaire'den. Sık sık Goethe üzerine konuşur; Gönül
Yakınlıkları'ndan özel bir coşkuyla söz ederdi. Bunun psikolojisi ve
sorunsalıyla son derecede modem bir eser olduğunu düşünüyordu ve
Gönül Yakınlıkları üzerine bir deneme yazdığını söylemişti. O dö­
nemde "Alman Yas Oyunlarının Kökeni" üzerine hazırladığı çalış­
maya gömülmüştü. Bunun, 17. yüzyıldaki Alman Barok Tragedyası
hakkında bir inceleme olduğunu; bu edebiyatı az sayıdaki birkaç uz­
manın bildiğini; bu tragedyaların hiçbir zaman oynanmamış olduğu­
nu kendisinden duyduğum zaman, yüzümü buruşturmuştum: Ölü bir
edebiyatla uğraşmanın ne anlamı olabilirdi ki? Bir süre sustu, ardın­
dan şunları söyledi: "Birincisi bilime, estetik teorisine yeni bir kav­
ramsallaştırma getiriyorum. Yeni tiyatro söz konusu olduğunda, 'tra­
gedya ve yas oyunu' kavramları yalnızca birer sözcük olarak, gelişi­
güzel kullanılıyor. Ben ise Tragedya ile Yas Oyunu arasındaki ilkesel
farkı gösteriyorum. Barok dönemin oyunları umutsuzluğu ve dünya­
ya yönelik inançsızlığı dile getirir - gerçekten de kederli oyunlardır
bunlar. Buna karşılık Yunanlıların ve gerçek tragedya yazarlarının
dünya ve kader karşısında eğilmeyen bir duruşları vardır. Duruş ve
dünyayı duyumsama tarzlarındaki bu farklılık önemlidir. Bu fark
dikkate alınmalıdır ve nihayet türler arasında da bir ayrım yapmayı
gerektirir - yani Tragedya ve Yas Oyunu olarak. Barok oyunları, 18.
ve 19. yüzyıllarda Alman edebiyatında çok yaygın olan yas oyunla­
rının kökenini oluşturur gerçekten de."
"İkincisi," diye sürdürmüştü sözlerini, "yazdığım inceleme yal­
nızca akademik bir araştırma değil ve çağdaş edebiyatın çok güncel
bazı sorunlarıyla da doğrudan bağlantılı." Çalışmasında, barok oyun­
larındaki biçimsel dil arayışını, dışavurumculuğu andıran bir oluşum
olarak nitelediğini özellikle vurgulamıştı. Bu yüzden, demişti, alego­

172
ri, amblem ve ayin üzerinden ortaya çıkan sanat sorunsalını böylesi-
ne ayrıntılı bir biçimde ele aldım. Estetikçiler, alegoriyi o güne dek
hep ikinci smıf bir sanatsal araç olarak değerlendirmişlerdi. O ise,
alegorinin sanatsal açıdan çok değerli bir araç sayılması gerektiğini,
hatta bunun da ötesinde, sanatsal algının özel bir biçimi olduğunu ka­
nıtlamak istiyordu.
O dönemde cevaplan beni tatmin etmemişti. Barok dönemin
oyun yazarlanyla dışavurumcuların dünya görüşleri arasında da ben­
zerlikler görüp görmediğini ve bunlann hangi sınıfsal çıkarları ifade
ettiğini sormuştum. Belirsiz bir cevap vermiş ve o şualarda Lukâcs'ı
okumakta olduğunu ve materyalist bir estetikle ilgilenmeye başladı­
ğını eklemişti. O dönemde, Capri'de, alegoriyle modem şiirsellik ara­
sındaki bağlantıyı pek anlayamamıştım. Şimdi geriye baktığımda,
Walter Benjamin'in modem edebiyattaki biçim sorunlannı ne denli
keskin bir bakışla saptamış olduğunu kavrıyorum. Daha yirmili yıl­
ların ajit-prop oyunlannda ve Brecht'in eserlerinde (Mahagonny, Rı­
zaya Dair Baden Öğretici Oyunu) bile alegori, başat değerde bir ifa­
de aracı olarak ortaya çıkar. Batı tiyatrosunda, sözgelimi Genet'nin
oyunlannda ya da Peter Weiss'da ayin önemli bir unsurdur.
Capri'de Alman yas oyunlan hakkındaki çalışmasının kariyeri
açısından çok büyük bir önem taşıdığını anlatmıştı bana. Bu çalışma­
yı doçentlik tezi olarak bir üniversiteye sunmak istiyordu. Pek çok
noktada geleneksel dogmalardan ayrıldığı ve dolaylı bir biçimde, es­
tetik teorisinin Papası sayılan Johannes Volkelt'e karşı bir tartışma
yürüttüğü için zorluklarla karşılaşacağını ve diplomatik adımlar at­
mak zorunda kalacağını düşünüyordu.
Şimdi kitabı yeniden okuduğumda, Walter'in ne denli saf olduğu­
nu anlıyorum. Metin tam anlamıyla akademik bir görünüme sahip ol­
sa bile; Fransızca ve Latince de dahil, pek çok bilimsel alıntılarla do­
lu olsa ve olağanüstü kapsamlı bir malzemeye dayansa bile, bu kita­
bın bir bilim adamı tarafından değil, dile âşık olan ve parlak bir ve­
ciz yapı kurabilmek için mübalağaya baş vuran bir şair tarafından ya­
zıldığı apaçık ortada. Walter Benjamin, bana şiirler de yazardı ayrı­
ca. Altılı kıta ve İskenderiye ölçüsü gibi, arkaik vezin ölçülerinde ya­
zılmış, içerik açısından zengin ve biçimsel olarak ustaca şiirlerdi
bunlar.
Benjamin'le birlikte Capri ve Anacapri'deki bir şenliğe gitmiştik.
Piazza'da durup, olağanüstü bir gösteri izlemiştik: Türlü renklerdeki
havai fişekler, gecenin içinde vızır vızır uçuşuyor ve çifte parıltılar

173
saçıyordu: yukarıda, gökyüzünde ve aşağıdaki denizde. Böylesine
inanılmaz şekilleri bir arada hiç görmemiştim. Büyülenmiştik. Beni
eve götürürken, şunları söyledi Benjamin: "Bu devlete büyük parala­
ra mal oluyor. Ama o tepedekiler, bunun boşuna olmadığmı biliyor­
lar. Halk yalnızca panem'e [ekmek] değil, circenses'^ de [oyunlar] ih­
tiyaç duyar."
Bir keresinde yanında îbranice öğreten bir dil kitabı taşıyordu; İb-
ranice öğrendiğini söyledi. Belki de Filistin'e gidecekti. Dostu Scho-
lem, orada maddi güvenliğini sağlayacağını vaat etmişti. Nutkum tu­
tuldu; sonra da aramızda sert bir tartışma çıktı: Normal düşünebilen,
ilerici bir insanın yolu Moskova'ya çıkardı; Filistin'e değil. Walter
Benjamin'in Filistin'e gitmesini engelleyen kişinin ben olduğumu ra­
hatlıkla söyleyebilirim.
Benjamin'le birlikte Pestum'a da gittik ve antik tiyatronun kalın­
tılarını gezdik. Vezüv'den püsküren lavların altında kalan Pompei'yi
gördük ve Napoli sokaklarında mekik dokuduk. Büyük bir yoksulluk
gördük: Bir sürü aile, kira parası ödememek için sokaklarda yaşıyor­
du. Bir sepet içinde, koca bir şişeyi emen bir bebek gördüm. Şişenin
içinde kırmızı bir sıvı vardı. Walter, annelerin küçük çocuklarına, de­
rin bir uykuya dalmaları ve kendilerini rahat bırakmaları için şarap
içirdiklerini anlattı bana. Bir seferinde, binaların geçirgen gibi görün­
düklerini söyledim. Eve döndüğümde, sayısız yap-boz olanağı sağla­
yan mobilyalar yaptıracaktım.
Benjamin, birlikte Napoli üzerine bir makale yazmamızı önerdi.
Bu makaleyi yazdık. "Napoli" 19 Ağustos 1925'te Frankfurter Zei-
tung'da yayımlandı. (...)
Eylül ayında Paris'te bulunan Reich'ın yanma gittim. Ekim sonun­
da Almanya'ya döndük. Berlin'de yaşıyorduk. Benjamin'le Berlin'de
sık sık buluşuyordum. İkimiz de şehirleri tutkuyla seviyorduk. İnsanın
bir şehri kısa bir süre içinde gerçekten tanıyamayacağını söylüyordu.
Berlin'e doğru bir biçimde bakmayı öğretti bana; apaçık ortada olan ya
da örtülü çelişkileri (Kurfürstendamm, Grunewald - Kuzey Berlin)
gösterdi. Benimle birlikte başka şehirler görmek ve bunlar üzerine
yazmak istiyordu. Beni Granada'ya davet etti. Başka planlarım vardı
ve Granada'ya gidemedim. Ama gemiyle Hamburg'a gittik. Limanda
devasa gemiler gördük; St. Pauli'de yürüyüşler yaptık. (Burası
Brecht'teki batakhane şehri Mahagonny'nin esin kaynağıydı.) İçinde
arena bulunan bir café hatırlıyorum. Arenada pembe renklere boyan­
mış çıplak bir kadın ata biniyordu. Ortalık bir ahır gibi kokuyordu. Eğ­

174
lence endüstrisinin patronları, altını erkeklerin cebinden çıkarmanın,
nehirlerden çıkarmaktan daha kolay olduğunu iyi biliyorlardı.
Benjamin, Berlin'de düzenli bir hayat sürüyordu. Grunewald'da,
ebeveynine ait bir villada yaşıyordu. Berlin'deki lokantaları ve mö­
nülerini çok iyi tanıyordu. Beni sık sık yemeğe davet ediyordu; onun
uzmanca bir titizlik ve zarafetle yemek seçmesi bana zevk veriyordu.
Sık sık adını artık hatırlamadığım, genç bir filozofla konuşuyordu.
Özel bir terminoloji kullandıkları için, konuşmalarını izleyemiyor-
dum. Bir seferinde otoyolda, sanırım Bruno Frank'ın arabasında, hız
yapmıştık. Benjamin, Ullstein Yayınevi'nden yayımlanacak bir ro­
man için ona danışmanlık yapacaktı. Oğlu Stefan'ın bir ritmik jim­
nastik kursuna gittiğini anlatıyor ve Daga'yı da oraya yollamamı tav­
siye ediyordu. Stefan Daga'yı götürebilirdi. Daga'yla oraya birkaç
kez gittim. Stefan, küçük bir kavalye gibi, kibar ve nazik davranıyor­
du. Walter, birkaç kez kardeşinin bir doktor ve komünist olduğunu
anlatmıştı bana. Onunla tanışmayı çok istiyordum. Benjamin bizi ta­
nıştıracağına söz verdi, ama bu sözünü tutmadı. Kendisini Brecht'le
tanıştırmamı, pek çok kereler istedi benden. Bir keresinde Brecht'le
bir lokantaya gitmiştim. Paris'ten gelen yeni tuvaletimin içinde çok
zarif göründüğümü söyledi Brecht; kaba elbisesiyle kendisinin dik­
kat bUe çekmeyeceğini düşünüyordu. Benjamin'in onunla tanışmak
istediğini o yemekte söyledim. Brecht bu kez kabul etmişti. Buluş­
ma, o sırada kalmakta olduğum, (Spichemstrasse'nin karşısındaki)
Voss adlı bir pansiyonda gerçekleşti. Brecht çok mesafeli davrandı;
bunu izleyen dönemde de birbirleriyle nadiren buluştular.
Benjamin, o dönemde doçentlik unvanını kazanabilmek için ça­
balıyordu - bunu başaramadı. Keyfi çok bozulmuştu.
Kapitalizmin hiçbir olumlu tarafı olmadığı üzerine konuşmamıza
gerek bile yoktu. O da kapitalizme karşıydı ve Tolstoyvari bir ahlaki
mükemmeliyetçilikte de kurtuluş görmüyordu; kapitalist devletin
şiddet kullanılarak değiştirilmesinden yanaydı. Almanya'da, Benja­
min gibi düşünen pek çok entelektüelle karşılaştım.
Aramızda şöyle konuşmalar sık sık geçti: "Okumuş bir insansın,
akıllısın, uzman olduğun bir alan var - ve maddi bir güvencen yok."
Walter sustu. Bense sözümü sürdürdüm: "Riga'dayken, benim maddi
durumum da iyi değildi: Peki neden? Çünkü buıjuva devletine karşı
mücadele ediyordum, yoksa çok para kazanabilirdim. Peki ama sen
nerede duruyorsun, Kültür Üstadı? Kardeşin Komünist Partisi'nin
üyesi. Sen neden değilsin?"

175
"Senin için kolay tabii," diyordu Walter. Şunları bile söylemişti
hatta: "Gözlerine at gözlüğü takılmış bir at gibisin sen. Yalnızca önü­
nü görüyorsun ve yol sana düz gibi geliyor. Benim için ise mesele da­
ha zor, daha karmaşık; ben bir sürü başka şeyi de düşünmek zorun­
dayım."
Benjamin Komünist Partisi'ne katılmadı, ama komünistlerle iliş­
ki kurdu ve Proleter Yazarlar Birliği'nin toplantılarını izledi.
Çoğu zaman rüyalarını anlatırdı bana. Bunları dinlemekten hoş­
lanmaz ve sık sık sözünü keserdim; ama o anlatmayı sürdürürdü.
Böyle aydınlanmış, önyargılardan arınmış bir adamın rüyalarla uğ­
raşmasına şaşırırdım. Yakın zamanda, "Deneyim ve Yoksulluk" baş­
lıklı denemesinde şu satırları okudum: "Yorgunluğun ardından uyku
gelir; rüyaların orada, günün keder ve ezikliğini telafi etmesi ve uya­
nıkken gücümüzün yetmediği, çok sade, ama görkemli bir varoluşu
gerçekleşmiş gibi göstermesi hiç de seyrek rastlanan bir durum de­
ğildir. Miki Fare, günümüz insanı için böyle bir rüyadır." Benja-
min'in rüyalara duyduğu ilgiyi şimdi anlıyorum.
Kendisini kuşatan şeyler ve nesneler onun için çok önemliydi.
Kitaplara özel bir tutku duyardı. Bıkıp usanmadan kitap toplardı; na­
dir baskılan vardı ve bunlarla gurur duyardı. Çevresindeki nesnelere
bağlanırdı. Bazı eşyalanmı, bir sepet içinde onun evine bırakmıştım.
Bir Türkmen halısı ve modem bir renk anlayışının ürünü olan bir di­
van yastığı -Sovyet sanatçısı A. Exter'in bir modeliydi- özellikle ho­
şuna gitmişti. Berlin'den ayrılmadan önce eşyalanmı oradan aldım.
Ama Benjamin bu halı ve yastıktan aynlmak istemiyordu. Bunlan
ona bıraktım - mutlu olmuştu. Riga ve Moskova'da ziyaretime geldi­
ğinde, bu eşyalann onun evine ısındıklarını söylemişti. Bana sürpriz
bir armağan getirdiğinde, bunu titizlikle seçmiş ve her aynntıyı dü­
şünmüş olduğu görülürdü. Karşılaştığı nesneler, onun için canlı var­
lıklardı - kendisine rahatsızlık veren ya da destek olan varlıklar. Mo­
bilyaların nasıl yerleştirildiğinin bir iş görüşmesinin sonucu açısın­
dan önem taşıdığından sıkça söz ederdi.
"Poliklinik" ve "Büro Gereçleri" hakkındaki yorumlan {Tek Yön­
lü Yol) bana konuşmalanmızı hatırlatıyor.

176
Editörün ve Çevirmenin Notlan

1. Benjamin günlüğüne önce Moskova Günlüğü adını vermiş, sonradan üs­


tünü çizerek İspanya Seyahati diye yazmıştır. Metnin başlığının sonra­
dan, belki de yıllarca sonra İspanya Seyahati olarak değiştirilmesi siya­
si ya da şahsi nedenlere mi dayanıyordu, Moskova'da yaşadığı deneyim­
lere bu yolla mecazi bir nitelik mi atfediliyordu, yoksa bu edebi bir ima
mıydı ya da tüm bu nedenler ve düşünülebilecek diğer etkenlerin bir so­
nucu muydu? Yorum gerektiren bu soruya yalnızca değinebilir, ancak
doğruluğu tartışmasız bir cevap veremeyiz.
2. Bernhard Reich (1894-1972), oyun yazan, yönetmen ve tiyatro eleştir­
meni. Benjamin onu 1924 yılında, Alman Tiyatrosu'nda çalıştığı Ber­
lin'de tanımıştı. 1925 yılında birlikte "Revü ya da Tiyatro" başlıklı bir
makale yazdılar. Reich, 1926 yılından itibaren Sovyetler Birliği'nde ya­
şamaya başladı.
3. Asja Lacis (1891-1979), Letonya doğumlu tiyatro oyuncusu ve yönet­
meni; Meyerhold'un asistanlığını yapmış, Benjamin'i 1929'da Brecht'le
o tanıştırmıştır. [Bkz. Sunuş, Önsöz ve Ekler.] Lacis'in anılarına göre,
1924 sonbaharında Benjamin'le Berlin'de pek çok kez buluşmuşlardı.
Benjamin Lacis'i bir yıl sonra, yasadışı bir ajit-prop tiyatrosunun başın­
da olduğu Riga'da ziyaret etti. Lacis'in Berlin'de yaşadığı ve proleter ço­
cuk tiyatrosu üzerine teorik ve pratik çalışmalar yaptığı 1928-30 yıllan
arasında iki ay kadar birlikte yaşadılar. Eşi Dora ile boşanma işlemleri­
nin sürmesi yüzünden Benjamin'in Lacis'le evlenerek Almanya'da kal­
ması için vatandaşlık almasını sağlama çabalan da, Lacis'in Benjamin'in
Sovyetler Birliği'ne göç etmesini ayarlama çabalan da sonuçsuz kalmış,
Lacis 1930'dâ Moskova'ya dönmüştür. Alman tiyatrosu üzerine Revolut-
sii teatr germani (1935) adlı bir kitap yazdıktan sonra Stalin'in ölümüne
kadar on yılı aşkın bir süre gözetim altında tutulan Lacis, hayatının so­
nuna doğru evlendiği Bernhard Reich'la uzun bir birliktelik yaşamış, II.
Dünya Savaşı'ndan sonra Reich'la birlikte Brecht oyunlan sahnelemiş-
lerdir. Lacis'in hayatının son yıllannda yazdığı otobiyografisi Revoluti­
onär im Beruf un (Meslekten Devrimci) Benjamin'le ilgili bölümlerini
elinizdeki kitabın "Ekler" bölümünde bulabilirsiniz.
4. Lacis, 1926 yılının Eylül ayında geçirdiği bir sinir krizi sonrasında Gor­
ki Sokağı'nın yakınındaki Rott sanatoryumuna yatmıştı.

177
5. Oyuncu, yönetmen ve tiyatro idarecisi olan Vsevolod Emileviç Meyer-
hold (1874-1942) 1923 yılında kendi tiyatrosunu kurmuştu, "Teatr ime-
ni Meyerholda" (TİM). Daha sonra Sovyet yönetimiyle anlaşmazlığa
düşerek 1938'de hapsedildi ve içeride (bir kaynağa göre 1940'ta) öldü­
rüldü.
6. 1836 yılında Nikolay Gogol tarafından yazılan Müfettifm Meyerhold
Tiyatrosundaki provaları bir buçuk yıl sürmüştü.
7. Kameneva Enstitüsü ifadesiyle kastedilen VOKS (Vsesoyuznoye obş-
çestvo kultumoy svyazi s zagranicey: Yurtdışıyla Kültürel İlişkiler İçin
Rusya Cemiyeti), 1925-1958, kurulduğu 1925 yılından 1929 yılma ka­
dar, Troçki'nin kız kardeşi Olga Kameneva (1883-1941) tarafından yö­
netilmişti.
8. VAPP (Vserossiyskaya assosiasiya proletarskik pissateley: Rusya Prole­
ter Yazarlar Birliği), 1920 yılında kurulmuştu.
9. Yazar Aleksandr Herzen'in (Rusça Gertsen) adını taşıyan Dom (ev) Her-
zena o dönemde başka kuruluşların yanı sıra VAPP için de bir toplantı
yeriydi.
10. Petr Semenoviç Kogan (1872-1932), edebiyat tarihçisi ve eleştirmen,
Petersburg ve Moskova üniversitelerinde Alman ve Latin Edebiyatları
profesörlüğü, 1921 yılında kurulmasından itibaren de Sanat Bilimleri
Akademisi'nin başkanlığını yaptı.
11. Burada Mihail Bulgakov'un Beyaz Rus Askeri (1924) başlıklı romanın­
dan tiyatroya uyarlanan ve Konstantin Stanislavski tarafından (1827-
1932) sahneye konulan Dni Turbiniç (Türbinlerin Günleri) adlı oyundan
söz edilmektedir.
12. Mihail Vasilyeviç Frunze (1885-1925), general ve Parti'nin önde gelen
üyelerinden biri; son olarak Savaş ve Donanma Komiserliği yapmıştı.
13. Viktor A. Şestakov (1898-1957), 1922 ve 1927 yıllan arasında Devrim
Tiyatrosu'nun baş dekoratörlüğünü yapmış, daha sonra Meyerhold Ti-
yatrosu'na geçmişti (bu tiyatronun 1937 yılında kapatılmasına kadar).
14. Meyerhold'un karısı olan Zinaida Raih (1894-1939), Sergey Yesenin'in
eski kansıdır; Meyerhold tarafından sahnelenen oyunlarda çoğunlukla
başrol oynuyordu. Meyerhold'un tutuklanmasından birkaç hafta sonra
evlerinde öldürülmüş olarak bulundu.
15. Oyunun bu uzunluğu, öncelikle Gogol'ün başka oyunlarından sahneler
eklenmiş olmasının bir sonucudur.
16. Grigori Leleviç (1901-1945), Labori Gileleviç Kalmanson'un müstear
adı. Leleviç şair, eleştirmen, Na postu (Nöbette) adlı derginin yayıncısı
ve 1923 yılında aynı adla ortaya çıkan topluluğun kurucularından biriy­
di. Daha sonra Parti'den kovuldu ve 1945'te toplama kampında öldü.
17. Rusya için yazmanın yönteminden itibaren bu cümleler, Benjamin tara­

178
fından kurşun kalemle işaretlenen ve büyük bir bölümü daha sonra -kıs­
men aynen, kısmen ifadesi hatta yer yer içeriği de değiştirilerek- "Mos­
kova" başlıklı denemeye ve bazı başka yazılara alman 39 paragraftan bi­
rini oluşturuyor.
18. Kastedilen kitap, Tek Yönlü Yol (Berlin, 1928). Bu ithaf şöyledir: "Bu
yolun adı, onu bir mühendis olarak yazarda açan kişiye atfen, Asja-La-
cis-Caddesi konmuştur."
19. Tanınmış fotoğrafçı Şaşa Stone, Benjamin'in Jula Radt tarafından yapıl­
mış "baş" heykelinin fotoğrafını çekmişti; Tek Yönlü Kofun kapak fotoğ­
rafı da ona aittir.
20. Emst Toller (1893-1939), 1926 yılının mart ayından mayıs ayına kadar
Moskova'da kalmıştı. Yazdığı oyunlar 20'li yıllarda Rus tiyatrolarında
sık sık sahneleniyordu.
21. Werner, Paul Frölich'in (1884-1953) müstear adıdır. Toller'e saldıran ya­
zısı "Pravda ob Emst Tollere" (Emst Toller Hakkındaki Gerçek) 20 Mart
1926'da Pravda gazetesinde yayımlandı ve altı gün sonra Toller tarafın­
dan cevaplandı: "Pismo v redakciyu" (Yazı işlerine Açık Mektup). Wer-
ner'in de aynı sayfada yayımlanan eleştirel cevabı "Naş otvet Tollem"
(Toller'e Cevabımız) Toller'in devrim davasına katkılarını sayarak, ba­
rışçı bir tavırla noktalanıyordu.
22. Aleksandr Granovski (1890-1935), Moskova'daki Musevi Akademi Ti­
yatrosunun yöneticisi. Benjamin'le daha sonraki bir buluşmalarının so­
nucunda, "Granovski Anlatıyor" başlıklı makale yazılmıştır. Bu metinde
Moskova'daki buluşmalarına atıfta bulunan şu satırlar yer alır: "Beni bir
buçuk yıl önce Moskova'daki evinde büyüleyen o rahatlatıcı huzur, bu­
gün de yayılıyor bu adamdan. Ancak o zaman sahnelediği oyunlardan
hiçbirini görmemiştim; dolayısıyla misafirinin Moskova'ya ilişkin ilk iz­
lenimleri, ona benim için o zamanlar yalnızca müphem bir kavram olan
Yahudi tiyatrosu hakkındaki görüşlerimden daha ilginç gelmiş olmalıy­
dı." (Literarische Welt, 27.4.1928)
23. Benjamin, Moskova seyahatine çıkmadan önce, herhalde Reich aracılı­
ğıyla, yeni hazırlanan Büyük Sovyet Ansiklopedisine, bir Goethe madde­
si yazması için teklif almıştı.
24. Aleksandr İliç Bezimenski (1898-1973), şair ve eylemci. 1926 yılında
VAPP içinde Leleviç'le aynı fraksiyonda yer alıyordu.
25. Jakop Grommer, 1879 Rusya doğumlu; Almanya'da matematik okuduk­
tan sonra, bir dönem Albert Einstein'ın asistanlığını yaptı. Yüzünün
(Scholem tarafından da doğrulanan) tuhaf görünüşü, bir hastalığın, muh­
temelen akromegali hastalığının bir sonucudur.
26. Leon Troçki (1879-1940), Grigori Zinovyev (1883-1936) ve Lev Kame-
nev (1883-1936) o dönemde Stalin karşıtı muhalefetin önderliğini yapı­
yorlardı.

179
27. Bu bölüm için bkz. Son Bakışta Aşk, Metis Yayınlan, İstanbul, 1993, s.
55.
28. Alfredo Casella (1883-1947), İtalyan müzisyen ve besteci.
29. Stefan (1919-1972) Benjamin'in oğlu, Dağa ise Asja Lacis'in kızıdır.
30. Çimento, Fedor Gladkov (1883-1958) tarafından 1925 yılında yazılan
bir romandır. 1927 Haziranında Benjamin'in bu romanın çevrisiyle ilgi­
li bir değerlendirmesi yayımlandı.
31. Atlı araba sürücüsü.
32. Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi'nin gençlik örgütü olan Komsomol
(Kommunistiçeski Soyuz Molodezi) üyesi.
33. Kelime anlamı, Çin Şehri; Moskova'nın Kızıl Meydan ve Kremlin'i de
kapsayan eski şehir merkezi.
34. Bela İlleş (1895-1974), Macar yazan. 1923'ten itibaren Sovyetler Birli-
ği'nde yaşamış, Uluslararası Devrimci Yazarlar Birliği'nin genel sekre­
terliğini (1925-1933) yürijttükten sonra II. Dünya Savaşı sırasında Kızıl
Ordu'da general olarak görev almıştır.
35. V. S. Staruçin kastediliyor.
36. Baron Petr Vrangel (1878-1928), Komilov'un Petrograd Sovyeti'ni de­
virme girişimini destekleyen Rus generali. 1920 yılında, devrim savaşı­
nın son önemli çatışmasında Troçki ve Stalin tarafından yenilgiye uğra­
tıldı ve yurtdışına kaçtı.
37. Gosbank, Devlet Bankası (Gos: gosudarstvennyi kelimesinin kısaltma­
sı).
38. Vilgelm (Vilis) Knorrin (1890-1938), yüksek dereceli bir Parti ve devlet
görevlisi; 1926-27 yıllannda Parti Merkez Komitesinin ajitasyon ve pro­
paganda bölümünün başmdaydı.
39. Rus asilzadesi.
40. Keçe bot.
41. Arbatskaya Meydanı.
42. Egon Erwin Kisch (1885-1938), 1925 yılının sonbaharından 1926 ilkba­
harına kadar süren bir Sovyetler Birliği seyahati yapmıştı.
43. Sofya Krilenko, Sovyet Adalet Komiseri Nikolay Krilenko'nun kız kar­
deşi. 1924 yılında Benjamin ve Asja Lacis'le aynı zamanda Capri'de bu­
lunmuştu.
44. Karl Kindermann, 1924 yılının ekim ayında, Lenin'e karşı bir suikast
planlama iddiasıyla tutuklanan üç Alman gencin davasında baş sanıktı.
Dava sonunda idama mahkûm oldu, ancak cezası infaz edilmedi.
45. Bu kart Bloch'un eline geçmedi. Bloch yazılı adreste bulunamadığı için,
kart Benjamin'e geri gönderildi.

180
46. Benjamin bu ifadeyle 1921 yılında, savaşta tahrip olan ekonomiyi can­
landırmak üzere Lenin tarafından kapitalist işletmelere sınırlı ölçekte
izin vererek uygulamaya konan "Yeni Ekonomi Politikası”m (NEP) de­
ğil, 1920'li yılların ikinci yansında tüm ekonomik alanlarda masraflan
kısmak için başlatılan "iktisat rejimi" kampanyasını kastediyor.
47. Hacıyatmaz.
48. Potemkin Zırhlısı (Bronenosets Potemkin) Sergey Eisenstein (1898-
1948) tarafından 1925 yılında çekilen filmin adı.
49. Kanun Namına (Po zakonu) Jack London'm bir hikâyesinden 1926 yı­
lında Lev Kuleşov (1899-1948) tarafından sinemaya uyarlanan filmin
adı.
50. Joseph Roth (1894-1939), 1926 yılında Frankfurter Zeitung adına Sov-
yetler Birliği'ne dört aylık (ağustos sonundan, aralık sonuna kadar sü­
ren) bir gezi yapmıştı. "Rusya Seyahati" başlıklı yazı dizisi, 18 bölüm
halinde, 14.9.1926 tarihinden 19.1.1927 tarihine kadar aynı gazetede ya­
yımlandı.
51. Roth'un "Okul ve Gençlik" başlıklı yazısı Frankfurter Zeitung'da. 18 ve
19 Ocak 1927 tarihlerinde yayımlandı.
52. "İyi günler" anlamına gelen bir selamlaşma sözcüğü.
53. Yauza Nehri kıyısında (idari olarak Moskova’ya bağlı) bir köy.
54. Emil Ludwig (1881-1948), Alman biyografi yazan ve tarihçi. Paul Sche-
erbart (1863-1915) Alman denemeci ve romancı, ütopyacı romanlar ve
bilimkurgu yazmıştır; Benjamin ve Scholem özellikle Glasarchitektur
(1914) yapıtını çok beğenirlerdi.
55. Meyerhold'un sahnelediği Müfettiş oyununda Avdotya rolünü oynayan
Nina Yermolayeva kastediliyor olabilir.
56. Kızıl Kapı.
57. Oyun aslında 15 sahne ya da epizottan oluşuyordu.
58. Müfettiş oyununun "zengin kostümleri" MoskovalI modacı M. Lamano-
va tarafından tasarlanmış, "dekor uygulamaları" ise Meyerhold'un öne­
risine bağlı kalarak, V. P. Kiselev tarafından gerçekleştirilmişti.
59. Tamirat, genel bakım.
60. Cadde.
61. Fyodor Korş (1852-1923) tarafından kurulan tiyatro; 1925-26 yıllarında
Devlet Tiyatrosu bünyesine alındı; 1932 yılında kapandı.
62. Die Schmiede yayıneviyle yaptığı yazışmalardan anlaşıldığı üzere, Ben­
jamin o dönemde Kayıp Zamanın Peşinde adlı romanın 3. cildini çeviri­
yordu (Guermantes Tarafı). Daha önce (Franz Hessel'le birlikte) Çiçek
Açmış Genç Kızların Gölgesinde başlığını taşıyan 2. cildin ve 4- cildin
(Sodom ve Gomorra) çevirisini tamamlamıştı.

181
63. Nikolay Buharin (1888-1938), 1926-1930 yıllan arasında Komintem
Başkanı ve İzvestiya gazetesinin yazı işleri müdürü. Tarihsel Materya­
lizm Teorisi (1922) başlığını taşıyan bir kitabı vardır.
64. Tasanm ve el işleri müzesi.
65. Les (Orman), Aleksandr Ostrovski'nin (1823-1886) yazdığı bir oyundur.
Benjamiıl'in izlediği Meyerhold yorumu ilk kez 19 Ocak 1924 yılında
sahnelenmişti.
66. Nikolaus Basseches (1895-1961), Moskova doğumlu AvusturyalI mü­
hendis ve gazeteci. Avusturya ve daha sonra (1940'larda) İsviçre gazete­
lerine Sovyetler üzerine yazılar yazmıştır.
67. Les'in özgün metninde bir "akordeon sahnesi" yoktur. Bu şekilde nitele­
nebilecek bir sahne, Meyerhold'un yorumunda eklenmiştir. Akordeon
bir kenara bırakılacak olursa, bu bölümün Piyotr ve Aksinya arasında
geçen sahne olduğu anlaşılıyor (4. Perde, 5. Sahne).
68. Aleksandr Yakovleviç Tayrov'un (1885-1950) tiyatrosu 1923 yılında
Berlin’e bir turne yapmıştı.
69. Tov., Tovarişç (yoldaş) kelimesinin kısaltması.
70. Bilindiği gibi, Benjamin Ursprung des deutschen Trauerspiels (Alman
Yas Oyunlarının Kökeni; Berlin, 1928) başlığını taşıyan incelemesini
doçentlik tezi olarak hazırlamıştı, ancak tezinin reddedileceği anlaşılın­
ca çalışmasını geri çekmek zorunda kaldı. Benjamin'in burada sözünü
ettiği "giriş bölümü" kitabın başındaki "Epistemolojik Giriş" değil, ya­
yımlanan kitaba alınmamış bir ön değinmedir. Benjamin burada, kurum­
laşmış "bilimle" arasındaki "dikenli" ilişkiyi "masal" kalıplan içinde ak­
tarır.
71. Moskova Akademik Sanatçılar Tiyatrosu'nun (Moskovski Çudozest-
vennyi Teatr, kısaltması: MÇAT) ikinci sahnesi kastediliyor.
72. Benjamin, Philipp Keller'i Freiburg'daki üniversite döneminden (1913)
tanıyordu. O dönemde aralanndaki ilişki açısından mektuplanna bakıla­
bilir: "Ben, Keller'in tam zıddıyım ve kendimi ondan kurtardıktan son­
ra, insanları da ondan kurtanyorum. Bunu ancak ona saygı duyarak ba­
şarabilirim - bir sanatçı olarak (bir bohem olarak değil, çünkü Keller bir
bohem değil)".
73. Benjamin'in dil teorisi üzerine 1916 yılında yazdığı ve hayattayken ya­
yımlanmamış, uzun denemesi.
74. Krş. 1926 yılında yazılan Tek Yönlü Yol kitabındaki "Savaşçı Anıtı" bö­
lümü.
75. 1112-1147 yıllan arasında inşa edilen San Frediano.
76. Trubnaya Meydam'ndaki Köylü Demeği.
77. Tayin ya da iş seyahati.
78. Birahane.

182
79. Bu cümlenin Almanca aslı (Russland beginnt dem Mann aus dem Volke
Gestalt anzunehmen) alışılmadık kurgusuyla, yaygın iki ifade biçimi
arasında kalmış gibidir. Dolayısıyla şu biçimlerde de okunabilir: "Rus­
ya'da sokaktaki adam bir şekil kazanmaya başlıyor" ya da "Rusya so­
kaktaki adama bir şekil kazandırmaya başlıyor.” Ancak metnin devamı
bizi yukarıdaki "yorumu" tercih etmeye zorladı, (ç.n.)
80. Dünyanın Altıda Biri (Ş estaya çast mira), senaryo ve yönetmen: Dziga
Vertov (1896-1954). İlk kez 31 Aralık 1926'da Moskova'da gösterildi.
SSCB'nin genişliğiyle etnik çeşitliliğini vurgulayan film, ülkeyi Batı ka­
pitalizminin sömürgeciliğine karşılık kardeşçe birliğin örneği olarak
gösteriyordu.
81. Dayoş-Avrupa ya da Daeş Evropu! (D.E., Gelsin Avrupa!), Ilya Ehren-
burg'un Trust D.E. ve B. Kellermann'ın Tünel romanlarından hareketle
M. Podgaecki tarafından yazılan oyunun adı. İlk kez 15 Haziran 1924'te
Meyerhold Tiyatrosu'nda sahnelendi.
82. Politik ve bilimsel bilginin yaygınlaştırılması için kurulan merkez; Ma-
yakovski burada pek çok edebiyat toplantısı düzenlemişti.
83. Kelime anlamı Çin mahallesi ya da geçidi.
84. İgor Vladimiroviç İlinski, 1901 doğumlu ünlü tiyatro oyuncusu; özellik­
le komedilerde oynadı. 1920-1935 arasında Meyerhold'la birlikte çalış­
tı.
85. Yuri Lebedinski (1898-1959), edebiyatçı ve yazar; VAPP dahil çeşitli
proleter yazar birliklerinin üyesiydi. Lebedinski, özellikle Komünist
Parti'nin iç işlerini ele alan Nedelya (Hafta, 1922) ve Kommisari (Komi­
serler, 1925) adlı romanlarıyla tanındı.
86. Oskar Walzel (1864-1944), edebiyat tarihçisi. Rus Akademisi'nin onur
üyesi olan Walzel, Benjamin'in yazdığı makalenin geri çevrilmesinden
sonra, Sovyet Ansiklopedisi için Goethe maddesini yazmakla görevlen­
dirildi. (Bkz. "Ekler" bölümündeki Lunaçarski'nin mektubu.)
87. Tayrov tarafından sahnelenen Eugene O'Neill'in (1888-1953) oyunu Ka­
sım 1926'da Karnemi (Oda) Tiyatrosu'nda oynandı.
88. Alicia Koonen (1889-1974), Belçika asıllı kadın oyuncu; Stanislavs-
ki'nin kurduğu MÇAT'm eski üyesi ve Tayrov'un karısıydı.
89. Berlin'deki büyük bir alışveriş merkezi.
90. Franz Hessel (1880-1941), yazar ve çevirmen. Benjamin ve Hessel, Pro-
ust'un Kayıp Zamanın Peşinde adlı eserinin ikinci ve üçüncü ciltlerini
Almanca'ya birlikte çevirmişlerdi. Benjamin'in Tek Yönlü Yol ve Alman
Tiyatrosu kitaplarını yayımlayan Rowohlt yayınlarında baş editör olarak
çalışmıştır.
91. Fernand Crommelynck'in Meyerhold tarafından sahnelenen eseri Le Co-
cu magnifique'in (Deyyus) dekor ve kostümlerini, konstrüktivist eğilim­
li kadın sanatçı Lyubov S. Popova (1889-1924) hazırlamıştı.

183
92. A. Faykos'un Uçitel Bubus (Öğretmen Bubus) adlı eserini Meyerhold
sahneye koymuş, dekorları ise yönetmen ve E. Şlepanov birlikte hazır­
lamışlardı. İlk kez 29.1.1925'te oynandı.
93. Rişi Kitay (Kükre, Çin!), Sergey Tretyakov'un eseri. Dekor: Sergey Efi-
menko (doğumu 1896). Yönetmen: Meyerhold'un öğrencilerinden V.
Federov. İlk kez 23.11.1926'da oynandı, kısa süre sonra yönetmenliği
Meyerhold devraldı.
94. Suikast (Kupite revolver), B. D. Koroleva tarafından sahneye kondu. De­
korlarını S. Efimenko'nun yaptığı oyun, ilk kez 30.12.1926'da oynandı.
95. Guignol, Fransız kukla tiyatrosundaki figürlerden birinin adıdır. Paris'te
bu isim özellikle Montmartre'daki küçük kabare tiyatroları tarafından
benimsenmiştir; "Teatre du Grand Guignol" (1899-1962) gibi.
96. Sergey M. Gorodetzki (1884-1967), şair, libretto yazan; 1932 yılına ka­
dar İzvestiya'nm edebiyat servisinde çalıştı.
97. Evgeni Gnedin (1898-1983), tanınmış Sovyet diplomatı; Bolşeviklere
maddi yardımda bulunmuş olan Aleksandr Gelfand'ın (Parvus) oğlu ol­
duğu söylenir.
98. Anatoli Lunaçarski (1875-1933), yazar ve edebiyat tarihçisi; 1917-1929
yıllan arasında Eğitim Komiserliği yapmıştı.
99. Robert Pelşe (1880-1955), komünist eleştirmen ve edebiyat tarihçisi.
1926 yılında Lunaçarski ile birlikte Çağdaş Tiyatronun Yolları başlıklı
bir eser yayımlamıştı.
100. Kastedilen Valerian Pletnev (1886-1942), 1920-1932 yıllan arasında
Proletkult Merkez Komitesi'nin başkanıydı. 1921 yılından itibaren Poli­
tik Eğitim Komitesi'ni (Glav-Polit-Prosvet'i) yönetti.
101. Vladimir Mayakovski (1893-1930), şair ve oyun yazan. SSCB'de Fütü-
rizmin en büyük temsilcisi olmuştur. 1917'de Narkompros'un (bkz. 142.
not) çıkardığı Toplumun Sanatı dergisini yönetmeye başladı. Oyunlan
Meyerhold tarafından sahnelendi. 1923'te LEF (Sol Sanat Cephesi) der­
gisinin yönetimini üstlendi ve Meyerhold, Pastemak, Eisenstein, Şosta-
koviç gibi sanatçılarla devrimci bir sanat hareketi oluşturdu. 1927'de çı­
kardığı Noviy LEF (Yeni Sol Sanat Cephesi) dergisinde sekter olmakla
suçladığı RAPP'la (Rus Proleter Yazarlar Birliği) polemiğe girdi.
1930'da katıldığı RAPP'ta bireycilik suçlamasıyla karşılaştı, o yıl sahne­
lenen Banya (Hamam) oyunu da resmi çevrelerden sert eleştiriler aldı.
Aynı yıl intihar etti.
102. Andrey Byeli, şair, romancı ve eleştirmen Boris Nikolayeviç Bugaev'in
(1880-1934) müstear adı.
103. Mihail Levidov (1891-1941), Rus yazar ve gazeteci.
104. Örneğin, S. Tretyakov, J. Grossman-Raşçin, A. Slonimski, N. Volkons-
ki, İ. Aksenov. Bu tartışma hakkında, 9 Ocak 1927'de Pravda'da bir ha­
ber yayımlandı.

184
105. Kremlin'in cephaneliği, 1844-1851 yıllan sırasında inşa edildi.
106. Sopor Spasa na Boru, 1330 yılında inşa edilen küçük bir kilise.
107. Andrey Kirilloviç Razumovski (1752-1836).
108. Denç i Noç (Gün ve Gece), Tayrov tarafından Karnemi Tiyatrosu'nda
sahnelendi.
109. Storm (Fırtına), Vladimir Bill-Belocerkovski'nin (1885-1970) oyunu; ilk
kez 1925 yılında sahnelendi. Yönetmen: E. Lyubinov-Lânskoy,
110. Kelime anlamı çember, daire; siyasal ve felsefi tartışmalar yapmak üze­
re toplanan küçük bir genç aydınlar grubunu nitelemek için 18401ı yıl­
larda kullanılmaya başlayan bir terim.
111. Kâğıtta meydana gelen bir buruşma sonucu buradaki bir kelime okuna-
mam aktadır.
112. Elyazısmdan tahmini okuma.
113. Bu haber, 11.2.1927 tarihinde Literarische Welt'de "Yönetmen Meyer-
hold - Moskova'da İşi Bitti mi? Gogol'ün 'Müfettiş' Yorumuna Karşı
Edebi Mahkeme" başlığı altında yayımlandı.
114. Mihail F. Larionov (1881-1964) ve Natalya Gonçarova (1881-1962)
"avangard" ressamlar; evli olan çift, 1915-1929 yıllan arasında Diaghi­
lev yönetimindeki Rus Balesi'nin Fransa'da yaptığı gösterilerin sanat yö­
netmenliğini üstlenmişlerdi.
115. Küçük Tiyatro (Malyi Teatr; Devlet Akademi Tiyatrosu).
116. Savoy ve Bolşaya Moskovskaya, Moskova'nın iki ünlü oteli.
117. Alman Spartakistler'in gazetesi.
118. Mosselprom, zirai ürünlerin işlenmesini yürüten Birleşik Moskova İşlet­
meleri. Mosselprom'un ününe, Mayakovski ve Rodçenko'nun bu işlet­
meler için yazdıklan reklam metinlerinin büyük katkısı olmuştu.
119. Emst Bloch (1885-1977), ilk karnı Else Bloch von Strizki (1883-1921)
ile birlikte 1917 ilkbaharından 1919 yılına kadar İsviçre'de, Interlaken'
de yaşamıştı.
120. Silvestr Feodosiyeviç Şçedrin (1791-1830), Rus manzara ressamı.
121. Vasili Vereşçagin (1842-1904), Rus ressamı; özellikle savaş tablolarıyla
ünlüdür.
122. Alexandre Charles Lecocq (1832-1918). Oyunla ilgili bkz. 108. not.
123. "Basın Evi", bir tür gazeteciler demeği.
124. Kari Radek (1885-1939), önde gelen Parti yöneticisi; 1920'de Komin-
tem'in Başkanlık Divanı'nda bulundu; 1927-28'de "Troçkist" olduğu
suçlamasıyla sürgüne gönderildi.
125. Otellerdeki kapı görevlileri için, Benjamin ve Lacis'in uydurdukları bir
kelime.

185
126. Kursk Garı, Kalançevskaya Meydam'nda bulunan üç tren garından biri
değildir. Benjamin Kazan Gan'm kastediyor olmalıdır.
127. Soğuk mezeler.
128. "Duvar Takvimi" Literarische Welt'in 12 Aralık 1926 tarihli sayısında
yayımlandı; Benjamin'in dizeleri Rudolph Grossmann tarafından resim-
İenmişti. Derginin yine aynı sayısında Lenin'in Gorki'ye Mektuplar
1908-1913 başlıklı kitabının Benjamin tarafından yapılan bir değerlen­
dirmesine de yer verilmişti.
129. Sergey İvanoviç Şçukin'in (1854-1936) 1908-1914 arasında topladığı
Picasso koleksiyonu 54 resimden oluşuyordu.
130. "San Dönem", özgül bir terim olarak kullanılmamaktaydı; Benjamin,
Picasso'nun "sentetik kübizm" olarak bilinen döneminde yaptığı resim­
lerde san tonlannın baskın olduğunu vurgulamak istemiş olmalıdır. •
131. Hans Memling (14307-1495), Flaman ressam, dinsel resimleriyle ünlüy­
dü.
132. Cornelius Theodor Marie "Kees" Van Dongen (1877-1968), Hollandalı-
Fransız ressam; yüzyıl başında "Vahşiler" hareketi içinde yer almıştı.
133. [Victor Gabriel] Henri Le Fauconnier (1881-1946), Fransız kübist ve dı­
şavurumcu ressam.
134. Marie Laurencin (1885-1956), Matisse'den ve kübistlerden etkilenmiş
Fransız kadın ressam. "Comédie Française" ve Diaghilev'in "Ballets rus­
ses'^ için kostüm tasanmlan yapmıştı.
135. Thankmar Münchhausen (1892-1979), Marie Laurencin'i sanat tarihçisi
Wilhelm Uhde aracılığıyla tanımıştı; Hofmannsthal ya da Rilke aracılı­
ğıyla tanıdığı Benjamin'le yazışmalan yayımlanmamıştır.
136. Benjamin'le yapılan ve Veçernaya Moskva'da yayımlanan söyleşi, Batı
arşivlerine girmemiştir. Moskova'daki Lenin Kütüphanesi ise belgeyi bu
kitabın yayıncısına göstermemiştir.
137. Günlüğün burasında yaklaşık iki sayfalık bir boşluk vardır.
138. Proletkult, "Proletarskaya kultura" kelimelerinin kısaltması; proletarya­
nın "gizli kalmış yaratıcı gücünü" gerçekleştirmeyi hedefleyen bir ör­
gütlenme. 1917 Ekiminde kuruldu, 1921 yılında politik ve örgütsel ba­
ğımsızlığını kaybederek, doğrudan Narkompros'a (bkz. 142. not) bağ­
landı. 1932 yılında kapandı.
139. İlya Semenoviç Ostroukhov (1858-1929), Rus ressamı; 1905-1913 ara­
sında Tretyakov Galerisi'nin küratörlüğünü yaptı.
140. Kafeterya.
141. Maximilian Schick (1884-1968), şair, çevirmen; 1892-1907 arasında Al­
manya'da Bryusov, Gorki gibi yazarlardan yaptığı çevirileri yayımlandı.
142. Narkompros (Narodniy Komissariat Prosveşçeniya), Eğitim Komiserli­
ği (başında Lunaçarski bulunuyordu).

186
143. Bugünkü adıyla Kirov.
144. Lacis'in sanatoryumdaki oda arkadaşı.
145. Aleksey Rikov (1881-1938), Lenin'in ölümüyle onun yerine geçerek
1924-1930 yıllan arasında Sovyetler Birliği Halk Komiserleri Kuru-
lu'nun başkanlığını yaptı.
146. Sovyetler Birliği'nde havacılığın geliştirilmesinden sorumlu cemiyetin
kısaltılmış adı.
147. Benjamin, 1925 yılında Hamburg'dan hareketle Barcelona üzerinden
İtalya'ya yaptığı gemi yolculuğunu kastediyor olmalı.
148. Reich'ın yazdığı kitap, ancak uzun yıllar sonra, önce 1970 yılında Al­
manya'da, ardından 1972'de Rusya'da yayımlandı.
149. Hans Poelzig (1869-1936), etkili bir mimar ve Charlottenburg Teknik
Üniversitesi profesörü.
150. Anlatıcının, Mademoisielle Vinteuil ile kız arkadaşı arasındaki lezbiyen
yakınlığı gözlemlediği sahne olmalı. (Marcel Proust, Kayıp Zamanın
Peşinde I, Swann'lann Tarafı.)
151. Willy Wiegand (1884-1961), Bremer Presse’nin kurucularından; Benja-
min'in "Gönül İlişkileri" başlıklı denemesi ilk kez 1924 ve 1925 yılların­
da Bremer Presse tarafından yayımlanan Neue Deutsche Beiträge'de ba­
sılmıştı.
152. Arthur Müller-Lehning (1899-1999) yazar, anarşizm tarihi üzerine en
önemli akademisyenlerden ve i 10, Internationale Revue (Amsterdam)
adlı derginin yayıncısı. Benjamin bu dergide, 1927 yılının başında Tek
Yönlü To/’dan bir metnin ön taslağını ve Moskova dönüşünden birkaç ay
sonra da "Rusya'da Yeni Şiir" başlıklı makalesini yayımlamıştı.
153. Wolf Heinle'nin (1899-1923) karısı. Benjamin Wolf Heinle'nin ve kar­
deşi Friedrich'in (1892-1914) şiirlerini çok beğeniyor ve bunları yayım­
lamayı düşünüyordu.
154. Dora Sophie Pollak-Benjamin (1890-1964), 1917 ile 1930 yılları arasın­
da Benjamin'in karısıydı.
155. Evgeni Vahtangov (1883-1922). Onun adıyla anılan tiyatro, MÇATın
1921 yılında kurulan üçüncü sahnesidir. Vahtangov, bir süre "Habi-
mah"ta (İbrani Tiyatrosu) yönetmenlik de yapmıştı.
156. Çeka (Çrezviçaynaya komissiya), siyasi polis (kelime anlamı olağanüs­
tü komisyon).
157. Devlet Yaymevi'nde çocuk kitapları bölümünün yöneticisi. ("Muskin"
adı kesin değildir, çünkü Benjamin günlüğünde bu ismi "Muzkin" ya da
"Muksin" olarak da yazıyor.)
158. Benjamin burada, uzun süre yazmayı düşündüğü Proust makalesine
gönderme yapıyor olmalıdır. 18 Eylül 1926 tarihli bir mektubunda şun­
ları yazar: "Kim bilir ne kadar zamandır 'Marcel Proust'u Çevirmek

187
Üzerine' başlıklı bir deneme yazmayı düşünüyorum, hatta kısa bir süre
önce Marsilya'da Cahiers du Sud dan böyle bir denemeyi yayımlamak
istedikleri haberini aldım. Ama bunu gerçekleştirmem biraz daha zaman
alacak. Aslında bu deneme çeviriden çok Proust'la ilgili olacak." Benja­
min bir Proust makalesi yazma düşüncesini ancak 1929 yılında gerçek­
leştirecekti.
159. Blei'ın makalesi 7.1.1927'de Literarische Welt'de yayımlandı. Benja-
min'in "Cevap" yazısı ise bilinmeyen nedenlerle o dönemde basılmadı.
160. Franz Hoffmann'm (1814-1882) yazdığı Neuer deutscher Jugendfreund
zur Unterhaltung und Belehrung der Jugend, 19. yüzyıl ortalarının bir
çocuk edebiyatı klasiğidir.
161. James Fenimore Cooper'ın Deri Çorap Masalları adlı eserinin Almanca
çevirisi.
162. Gustav Schwab, Antik Çağın En Güzel Efsaneleri (1838).
163. Kari May (1842-1912), ağırlıkla Vahşi Batı'da geçen popüler romanla­
rın yazan.
164. Kampf um Rom (Roma İçin Savaş), Felix Dahn'ın yapıtıdır.
165. Sophie Wörishöffer (1838-1890), denizcilik serüvenlerini anlatan ro-
manlann yazan.
166. Friedrich Gerstäcker (1816-1872), egzotik romanlann yazan.
167. Gershom Scholem anılarında, Benjamin'in 1908-1914 yıllan arasında
bazı arkadaşlanyla -Herbert Beimore, Alfred Steinfeld, Franz Sachs ve
Willi Wolfradt- haftalık okuma toplantılan düzenleyerek Shakespeare,
Hebbel, Strindberg, Ibsen ve Wedekind gibi yazarlan tartıştıklarını an­
latıyor.
168. Heinrich Hoffmann'm (1809-1894) on dokuzuncu yüzyılın ortalarında
yazdığı klasikleşmiş çocuk kitabı.
169. Benjamin bu projesini hiçbir zaman gerçekleştirmemiştir. Bununla bir­
likte çocukluk fantezileri Berliner Chronik (1932) adlı eserinde önemli
bir yer tutar.
170. Ana {Mat), Gorki'nin 1906-1907 yıllannda yazdığı aynı adlı romandan
sinemaya Pudovkin tarafından uyarlandı (1926); Üç Milyonun Yargıla­
nışı, 1926 yılında Yakov Protazanov tarafından çekilen bir detektiflik
komedisi.
171. Rusya'nın Kuzey Avrupa ve Kuzey-Batı Sibirya'daki topraklarında yaşa­
yan, Ural-Altay dil grubuna bağlı bir halk.
172. Asja Lacis'e hayran olan Kızıl General'in adı.
173. Benjamin'in "Oskar A. H. Schmitz'e Cevap" başlıklı yazısı, Schmitz'in
makalesiyle birlikte 11 Mart 1927 tarihinde Literarische Welt'dt "Rus
Film Sanatı ve Kolektivist Sanat Üzerine Bir Tartışma" başlığı altında
yayımlandı.

188
174. Fritz Lang'ın (1890-1976) 1926 yılında çektiği film.
175. Narkomindel, Dış İlişkiler Komiserliği (Dışişleri Bakanlığı) sözcükleri­
nin kısaltması (Narodniy komissariat inostrannik del).
176. Rusça özgün ismi Chopiniyana, koreografı: M. Fokine, beste: F. Chopin
(Benjamin "önemsiz bir besteci"den söz ederken, Chopin'in bestesini or­
kestraya uyarlayan A. Glasunov'u kastetmiş olabilir).
177. Asja Lacis çocuk tiyatrosu ve eğitimi üzerine ilk çalışmalarını 1918-19
yıllarında, Şehir Tiyatrosu'nda yönetmenlik yaptığı Orel'de gerçekleştir­
mişti.
178. Ekaterina Vasilyevna Gelzer (1876-1952), ünlü balerin; 1898-1934 ara­
sı Moskova Bolşoy Tiyatrosu'nda dans etmiş, 1925 yılında "SSCB Halk
Sanatçısı" unvanı verilen ilk sanatçı olmuştu.
179. Sergeyevo’daki Troitse-Sergeyeva Manastın (1930 yılından sonra adı
"Zagorsk" olarak değiştirildi).
180. Boris Godunov (1552-1605), efsanevi Rus Çan.
181. Mihail Aleksandroviç Çehov (1891-1955), tiyatro oyuncusu ve yönet­
meni, 1928 yılında Rusya'dan göç etti.
182. Werner Scholem (1895-1940) Alman Reichstag'ında komünist bir millet­
vekiliydi. Almanya Komünist Partisi'nin (KPD) içinde (Ruth Fischer, A.
Maslow vd. ile) sol muhalif bir grup oluşturmuştu. 1927’deki Stalinizas-
yon sürecini takiben KPD'den atılmış ama Reichstag içinde kalmıştır.
183. Mirjam Ben-Gavriel (1898-1980) Avusturya kökenli aktris, 1925'te
Filistin'e göç etmişti ve o dönemde Berlin'i ziyaret ediyordu.
184. "Güney Defterleri" 18.3.1927'de Literarische Welt'de, yayımlandı.
185. Dora Benjamin'in Ullstein Yayınevi'ndeki çalışmalan hakkında pek az bil­
gi vardır, çünkü yayınevinin arşivi savaş sırasında yok olmuştur. Praktisc­
he Berlinerin'in adı 1927'den sonra Modenwelt olarak değiştirilmiştir.
186. Elsa Burchardt Scholem, Gershom Scholem'in (1923-36 yıllan arasın­
da) ilk karısıdır.
187. Siegfried Kracauer (1889-1966), Benjamin'in Emst Bloch vasıtasıyla ta­
nıdığı romancı, eleştirmen ve film kuramcısı. Joseph Roth ve Theodor
Adomo'nun yakın arkadaşıydı; 1920-1933 yıllan arasında Frankfurter
Zeitung'm kültür sayfalannın editörlüğünü yaptığı sırada Benjamin'in
pek çok yazısını yayımlamıştır.
188. Emilio Filippo Tommaso Marinetti (1876-1944), İtalyan şair, romancı
ve oyun yazan. 20. yüzyılın ilk yansında gelişen Fütürizm akımının ku­
rucusudur. Giderek faşist görüşlere yakınlaşarak Mussolini'yi destekle­
miş, 1924'te yayımladığı Futurismo e fascismo (Fütürizm ve Faşizm)
adlı siyasal yapıtında faşizmin Fütürizm'in doğal bir uzantısı olduğunu
savunmuştur.

189
189. Gabriele d'Annunzio (1863-1938), İtalyan yazar ve asker. Yazı ve ey­
lemleriyle İtalyan faşizmini desteklemiştir. 1937'de Mussolini tarafın­
dan Kraliyet Bilimler Akademisi'nin başına getirilmiş, ancak göreve
başlayamadan ölmüştür.
190. Caspar Neher (1897-1962), Alman sahne tasarımcısı. Çocukluk ve okul
arkadaşı olan Brecht'le birlikte çalışmış, Epik tiyatro anlayışı doğrul­
tusunda eserler vermiştir.
191. Bkz. "Çin İşi Antikalar", Son Bakışta Aşk, s. 54.

190
Walter Benjamin
M o sk o v a G ü n lü ğ ü
W alter Benjamin 1926 yılı sonunda, kısa b irta til aşkı yaşamış olduğu
Bolşevik aktris ve eğitimci Asja Lacis'in bir ruhsal rahatsızlık geçirdiği
haberi üzerine, yaklaşık iki ay kalacağı Moskova'ya gitti. Sovyet kültü­
rel politikasında Stalinizasyonun başladığı bir dönemdi bu; herşey ye­
niden yapılanıyordu, "kamusal yaşamın gerilimleri öylesine büyüktü
ki, özel yaşam tamamen tıkanmış" görünüyordu. Rusça bilmeyen Ben­
jam in, dönemin tartışmalarına ancak ünlü tiyatro eleştirmeni Bern-
hard Reich ve Asja Lacis aracılığıyla girebiliyordu. Moskova'da Benja-
min'in "Partisiz ve mesleksiz" bir serbest yazar olarak konumuna şüp­
heyle bakılıyordu; Reich, Lacis'in sevgisine ulaşabilmesinde karşısına
güçlü bir rakip olarak çıkmıştı, üstelik Moskova buz gibiydi ve kaldı­
rımlarda yürümek bile bir ıstıraptı...

Moskova Günlüğü, Benjamin'in hayatının bu zor döneminde tuttuğu


notlardan oluşuyor. Bireysel bağımsızlığını kaybetmek pahasına Ko­
münist Parti'ye katılıp sağlam bir çerçeve kazanmakla dışarlıklı bir sol­
cu olmanın marjinalliğine sığınmak arasında sıkışıp kalışını, dönemin
Moskova'sındaki kültürel ve siyasal olayları algılayışım anlatmanın
yanı sıra sokakları, müzeleri ve günlük hayatıyla yazarın Moskova'yı
algılayışım içten, edebi anlatımıyla aktaran bu günlük, hem hüzünlü
bir anlatı, hem de siyasi bir değerlendirme kitabı olarak okunabilir.

.fttz ım

M e tis Tarih Toplum Felsefe


ISBN 9 7 5 -3 4 2 -3 1 3 -6

M e tis Yayınları
w w w .m etiskitap.com

1 0 .5 0 YTL

You might also like