You are on page 1of 250

Diana Wynne}ones, 1934 yılında Londra'da doğdu.

Otuz yılı aş­


kın süredir hem çocuklar hem de büyükler için fantazya romanları
yazan Jones, bu türün öne çıkan yazarlarından sayılmaktadır. Tbe
Chrestomanci Books, Yürüyen Şato, Uçan Şato, House ofMany Ways
ve Tbe Derkholm Books yazarın en önemli eserlerinden bazılarıdır.
Yürüyen Şato 2004 yılında, animasyon ustası Hayao Miyazaki tarafın­
dan filme uyarlanmış ve Oscar'a aday olmuştur. Jones eşi ile birlikte
Bristol'da yaşamaktadır.
Diana Wynne jones
Uçan Şato
Özgün Adı: Castle in the Air

İthaki Yayınları - 708


Edebiyat - 567
ISBN 978-605-375-099-4

1. Baskı, İstanbul / Ocak 2011

© Diana Wynne Jones, 1990


© Türkçe Çeviri: Cihan Karamancı, 2010
© İthaki Yayınları, 2010
© Kapak İllüstrasyonu: John Rocco, 2008

Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.

Yayına Hazırlayan: Evrim Öncül


Sanat Yönetmeni: Murat Özgül
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Özge Kılıç
Kapak, İç Baskı: İdil Matbaacılık
Davutpaşa Cad. No: 123 Kat: 1
Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 482 36 01
Sertifika No: 11410

İthaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.'nin yan kuruluşudur.

Mühürdar Cad. İlter Ertüzün Sok. 4/6 34710 Kadıköy-İstanbul


Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
ithaki@ithaki.com.tr - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com
DIANA WYNNE JONES

UÇAN ŞATO

Çevfren: Cihan Karamancı

it hak 1
1

Abdullah Bir Halı Alıyor

Ç ok çok güneydeki Ingary diyarında, Raşput Sultanlı­


ğı ndaki Zanzib şehrinde Abdullah adında genç bir halı
tüccarı yaşardı. Bir tüccara göre zengin değildi. Babası
Abdullah'la ilgili hayal kırıklığına uğramış ve öldüğünde
ona sadece Çarşı'nın kuzeybatı köşesinde bir çadır alıp
donatmasına yetecek kadar para bırakmıştı. Babasının ser­
vetinin geri kalanı ve Çarşı'nın ortasındaki kocaman halı
dükkanı ise babasının ilk karısının akrabalarına kalmıştı.
Abdullah'a babasını neden hayal kırıklığına uğrattığın­
dan hiç bahsedilmemişti. Bunun Abdullah'ın doğumu sı­
rasında ortaya atılan bir kehanetle ilgisi olduğu söyleni­
yordu. Fakat Abdullah konuyu derinlemesine araştırmak
için hiç uğraşmamıştı. Onun yerine küçük yaşlardan iti­
baren kehanetle ilgili hayaller kurmuştu. Hayallerinde ulu
bir prensin uzun yıllar önce kaybettiği oğluydu, ki bu da
babasının gerçekten babası olmadığı anlamına geliyordu.
Bunun gerçeklikle bir alakası yoktu kesinlikle ve Abdul­
lah da durumun farkındaydı. Herkes ona hık demiş ba­
basının burnundan düşmüş olduğunu söylerdi. Aynaya
baktığında da ince, şahini andıran bir yüze sahip, olduk­
ça yakışıklı bir genç adam görüyor ve babasının gençlik
haline çok benzediğini biliyordu, tabii babasının gür bı­
yığına karşın kendi üst dudağında yakında çoğalacakları-

5
nı umduğu topu topu altı tane kıl bulunması hariç.
İnsanlar maalesef bir konuda daha hemfikirdiler: Ab­
dullah'ın karakterinin hayalperest, ürkek ve herkesi bü­
yük hayal kırıklığına uğratmış annesine -babasının ikin­
ci karısına- çektiği konusunda. Abdullah bu durumdan
pek de rahatsız sayılmazdı. Bir halı tüccarının yaşamında
cesarete yönelik pek fırsat olmazdı ve Abdullah da halin­
den memnundu . Satın aldığı çadır küçük olmasına rağ­
men konumu iyi çıkmıştı. Zengin insanların güzel bahçe­
lerle çevrili kocaman evlerinde yaşadıkları Batı Mahalle­
si'nden fazla uzak değildi. Daha da iyisi, halı ustaları ku­
zeydeki çölden. Zanzib'e geldiklerinde ilk olarak Çar­
şı'nın o kısmına uğruyorlardı . Hem zenginler hem de ha­
lı ustaları genelde Çarşı'nın ortasındaki büyük dükkanla­
rı tercih ederlerdi, fakat pek çoğu, genç bir halı tüccarı­
na ait çadırın önünde duraklamaya da hazırdı, hele hele
o genç tüccar önlerini kesip fırsatlar ve indirimler sunar,
üstelik de bunu son derece kibar bir dille yaparsa .
Abdullah bu sayede sık sık en kaliteli halıları henüz
başkaları görmeden alabiliyor ve üstüne kar koyarak sa­
tabiliyordu. Alış ve satışlar arasında da çadırında oturup
hayal kurmaya devam ederdi. Abdullah halinden hoş­
nuttu . Aslında hayatındaki tek sorun kaynağı, babasının
ilk karısının akrabalarıydı. Bunlar ayda bir yanına uğra­
yarak ona kusurlarını sayıp dökerlerdi.
"Ama kazandığın parayı hiç biriktirmiyorsun!" diye mu­
kadder bir günde haykırdı Abdullah'ın babasının ilk kansı­
nın erkek kardeşinin oğlu, Abdullah'ın nefret ettiği Hakim.
Abdullah eline geçen parayı daha iyi bir halı almakta
kullanmayı adet edindiğini açıkladı. Böylece tüm parası
stokuna bağlanıyorsa da, giderek daha iyi bir stoka sahip

6
oluyordu. Elinde avucunda geçinip gitmesine yetecek ka­
dar vardı. Ve babasının akrabalarına açıkladığı gibi, evli
olmadığı için daha fazlasına ihtiyaç duymuyordu.
"Eh, evlenmenin vakti geldi de geçiyor!" diye haykır­
dı Abdullah'ın babasının ilk karısının kız kardeşi, Abdul­
Iah'ın Hakim'den bile çok nefret ettiği Fatma. "Daha ön­
ce söyledim, gene söylüyorum... senin gibi genç bir ada­
mın şimdiye kadar iki karısı olmalıydı!" Ve Fatma akıl
vermekle yetinmeyerek bu sefer onun için eş bakacağı­
nı duyurdu. Teklifi Abdullah'ı tir tir titretmeye yetti.
"Hem stokun değer kazandıkça soyulma ihtimalin de
artar. Veya çadırında yangın çıkarsa daha çok kaybeder­
sin. Hiç bunları düşündün mü?" diye başının etini yedi
Abdullah'ın babasının ilk karısının amcasının oğlu, Ab­
dullah'ın ilk iki akrabasının toplamından bile fazla nefret
ettiği Asaf.
Abdullah onu hep çadırda uyuduğu ve fener yakar­
ken çok dikkatli davrandığı konusunda temin etti. Bu
sözler üzerine babasının ilk karısının üç akrabası da ka­
fasını aynı anda iki yana sallayarak cık cıkladı ve çekip
gitti. Bu genellikle Abdullah'ı bir ay daha rahat bıraka­
cakları anlamına geliyordu. Abdullah rahatlayarak iç ge­
çirdi ve hayal kurmaya kaldığı yerden devam etti.
Kurduğu hayal artık aşırı derecede ayrıntılıydı. Abdul­
lah o hayalde kudretli bir prensin oğluydu. Prens o kadar
doğuda yaşıyordu ki, Zanzib'de kimse onu tanımıyordu.
Fakat iki yaşındayken Abdullah Kabul Akba adlı alçak bir
haydut tarafından kaçırılmıştı. Kabul Akba akbabanın ga­
gası gibi kanca şeklinde bir burna sahipti ve burun delik­
lerinden birine altın bir hızına takılıydı. Kabzası gümüş
kaplı tabancasıyla Abdullah'ı korkuturdu ve sarığında ona

7
insanüstü güçler veriyormuş gibi görünen bir kantaşı var­
dı. Abdullah ondan o kadar çok korkmuştu ki çöle kaç­
mış ve orada şimdi babası dediği bir adam tarafından bu­
lunmuştu. Hayalde Abdullah'ın babasının hayatı boyunca
çöle hiç gitmemiş olmasına yer verilmiyordu; hatta Zan­
zib'den çıkacak olanın aklından zoru olduğunu sık sık
söylerdi. Buna karşın Abdullah iyi yürekli halı tüccarı ta­
rafından bulunmadan önce aç, susuz, perperişan bir hal­
de yaptığı kabus gibi yolculuğun her noktasını kafasında
canlandırabiliyordu. Aynı şekilde, yeşil mermerlerle kaplı
taht odasından kadınlar bölümüne, hatta mutfaklarına ka­
dar, kaçırıldığı sarayı tüm ihtişamı ve ayrıntısıyla hayal
edebiliyordu. Sarayın çatısında her biri dövülmüş altınla
kaplı yedi kubbe bile yer almaktaydı.
Fakat hayal son zamanlarda Abdullah'ın doğar doğ­
maz sözlendiği prenses üzerinde yoğunlaşıyordu. Kız da
Abdullah kadar asildi ve onun yokluğunda mükemmel
yüz hatlarına ve kocaman, buğulu, kapkara gözlere sa­
hip, güzeller güzeli bir kız olup çıkmıştı. Abdullah'ınki
kadar zengin bir sarayda yaşıyordu. Saraya iki kenarında
melek heykelleri dizili olan bir caddeden ve mermer
kaplı yedi meydandan geçerek giriliyordu. Meydanların
her birinin ortasında yakuttan başlayıp zümrütlerle süslü
platine kadar birbirinden değerli malzemelerle yapılmış
birer çeşme bulunuyordu.
Ancak bu düzenleme o gün Abdullah'ı tatmin etmedi.
Ne zaman babasının ilk karısının akrabaları tarafından zi­
yaret edilse bu hisse kapılırdı. Aklına iyi bir sarayın muh­
teşem bahçelere sahip olması gerektiği geldi. Bahçeler
hakkında çok az şey bilse de Abdullah onlara bayılırdı.
Tecrübesinin büyük bölümü, Zanzib'in çimleri ezik ve çi-

..
8
çeği az umumi parklarından geliyordu. Abdullah bazen
tek gözlü Cemal'e çadıra göz kulak olması için para yetiş­
tirebilirse öğle yemeğine ayırdığı vakti oralarda geçirirdi.
Cemal yan taraftaki kızarmış yiyecek çadırını işletiyor ve
yaklaşık bir sikke karşılığında köpeğini Abdullah'ın çadırı­
nın önüne bağlıyordu. Abdullah bu durumun kendisine
doğru düzgün bir bahçe icat etme vasfı sağlamadığının
fazlasıyla farkındaydı, fakat Fatma'nın seçeceği iki eşi dü­
şünmektense kendini prensesiyle beraber rüzgarda salı­
nan eğreltiotlarının ve mis kokulu patikaların arasında
kaybetmeyi yeğliyordu.
Daha doğrusu yeğlerdi. Abdullah hayal kurmaya da­
ha yeni başlamışken kollarında rengi solmuş bir halı tu­
tan uzun boylu ve pasaklı bir adam geldi.
"Halı alıp satıyor musun, ey büyük bir evin oğlu?" di­
ye sordu yabancı hafifçe eğilip selam vererek.
Alıcılarla satıcıların birbirleriyle hep çok resmi ve ağ­
dalı bir dille konuştukları Zanzib'de halı satmak isteyen
biri için bu adamın tavırları hayret verecek denli kabay­
dı. Ayrıca Abdullah daldığı hayallerden zorla çıkarıldığı­
na da kızmıştı. Lafı fazla uzatmadan cevap verdi: "Dedi­
ğin doğru, ey çöllerin kralı. Bu sefil tüccarla alışveriş
yapmak mı istersin?"
"Alışveriş değil, satış, ey paspasların efendisi," diye
onu düzeltti yabancı.
Paspaslar hal diye aklından geçirdi Abdullah. Bu bir
hakaretti. Abdullah'ın çadırının önünde sergilenen halı­
lar arasında Ingary'den -ya da Zanzib'deki adıyla Oçins­
tan'dan- getirilmiş çiçek desenli ve püsküllü nadide bir
parça bulunuyordu. Aynca Sultan'ın bile sarayındaki kü­
çükçe odalardan birine konmasına karşı çıkmayacağı In-

9
hico ve Farktan'dan gelen en az iki halı da içerideydi.
Fakat Abdullah tabii ki bunu dile getiremezdi. Zanzib'de
böbürlenmeye iyi gözle bakılmazdı. Onun yerine soğuk
bir edayla, azıcık eğilerek selam verdi. "Mütevazı ve vi­
rane işletmem sana aradığını sunabilir, ey gezginlerin şa­
hı," dedi ve bunu söylerken de gözlerini yabancının kir­
li çöl kaftanında, burnunun kenarındaki paslı hızmada
ve başındaki yırtık pırtık başlıkta gezdirdi.
"Viraneden de beter, yer kilimlerinin ulu satıcısı," di­
yerek hemfikir oldu yabancı. Adam, rengi soluk halısının
bir ucunu, o sırada balık kokan mavi dumanlar arasında
ahtapot kızartan Cemal'e doğru savurdu. "Komşunun
saygıdeğer meşguliyeti mallarına sinmiyor mu," diye sor­
du, "ahtapotun kendine has o kokusuyla?"
Abdullah'ın içini öyle bir hiddet kapladı ki, bunu sak­
lamak için ellerini ezik bir tavırla ovuşturması icap etti.
İnsanların böyle şeyleri dile getirmeleri hiç yakışık al­

mazdı. Hem yabancının kollarındaki soluk renkli, eski


püskü kilim göz önüne alındığında hafif bir ahtapot ko­
kusu, yabancının satmaya çalıştığı mala değer katabilirdi
bile. "Bu naçizane hizmetkarın, sahibi olduğu çadıra bol
bol parfüm sıkmayı ihmal etmiyor, ey bilgeler bilgesi
prens," dedi Abdullah. "Umarım prens burnunun o des­
tansı hassasiyetiyle bu sefil tüccara acır da malını göster­
meye tenezzül eder."
"Elbette _ederim, ey kaktüsler arasındaki lale," diye
karşılık verdi yabancı. "Yoksa niye burada olayım?"
Abdullah perdeleri gönülsüzce aralayıp adamı çadırın
içine buyur etti. Ortadaki direğe asılı feneri yaktıysa da,
havayı şöyle bir kokladıktan sonra bu adam için tütsü he­
ba etmemeye karar verdi. İçerisi dünkü tütsülerle yeterin-

10
ce kokuyordu zaten. "Değersiz gözlerimin önüne ne gibi
harikalar sereceksin?" diye kuşkuyla sordu Abdullah.
"Bunu, fırsatların avcısı!" dedi adam ve hünerli bir ha­
reketle halıyı yere açtı.
Abdullah da bunu yapa.bilirdi. Halı tüccarları böyle
şeyleri zamanla öğrenirlerdi. Yabancının hareketinden
pek de etkilenmemişti. Ellerini fazlasıyla yaltakçı bir ta­
vırla kaftanının yenlerine sokup malı inceledi. Halı bü­
yük değildi. Açıldığında Abdullah onun düşündüğünden
de hırpani olduğu gördü. Tek özelliği sıradışı deseniydi
-daha doğrusu solup gitmese öylece olacaktt. Geriye ke­
narları lime lime olmuş, kir pas içinde bir şey kalmıştı.
"Maalesef bu fukara tüccar şu süslü halıya en fazla üç
bakır sikke ödeyebilir," diye açıkladı Abdullah. "Boş
ceplerimin sınırı bu. Zor günler geçiriyoruz, ey develer
kaptanı. Ücret uygun mudur?"
"BEŞ YÜZ isterim," dedi yabancı.
"N&." dedi Abdullah.
"ALTIN sikke," diye ekledi yabancı.
"Gelmiş geçmiş bütün çöl haydutlarının prensi şaka
yapıyor olmalı," dedi Abdullah. "Veya belki de küçük
çadırımı kızarmış ahtapot kokusu haricinde yetersiz bu­
lup gitmek ve daha zengin bir tüccarın kapısını çalmak
istiyordur?"
"Pek sayılmaz," dedi yabancı. "Tabii ilgilenmiyorsan
giderim, ey balıkçılar komşusu. Ancak bunun sihirli bir
halı olduğunu da belirteyim."
Abdullah bunu daha önce de duymuştu. Önünde ka­
vuşturduğu ellerinin üzerinden eğilerek selam verdi.
"Halılarda saklı olduğu söylenen erdemler çok ve çeşit­
lidir," diye katıldı adama. "Kumlar şairi bundaki erdemin

11
ne olduğunu söyler? Bir adam evine geldiğinde onu kar­
şılar mı? Yuvasına huzur mu getirir? Yoksa," diyerek ha­
lının yıpranmış ucunu ayağıyla manalı bir şekilde dürttü,
"asla ve asla eskimez mi?"
"Uçar," dedi yabancı. "Sahibi nereye emrederse oraya
uçar, ey dar kafalıların en dar kafalısı."
Abdullah adamın yüzündeki, çölün bıraktığı derin iz­
lere baktı. Küçümseyici bir ifade o izleri daha da derin­
leştiriyordu. Abdullah bu adamdan en az babasının ilk
karısının amcasının oğlu kadar hoşlanmadığına karar
verdi. "Bu kuşkucuyu inandırman gerek," dedi. "Eğer ha­
lı marifetlerini sergileyebilirse, ey yalancılar padişahı, bir
anlaşmaya varabiliriz. "
"Seve seve," dedi uzun boylu adam v e halının üstüne
çıktı.
Tam o anda yan taraftaki kızarmış yiyecek çadırında
alışıldık bir patırtı çıktı. Herhalde bir sokak çocuğu biraz
ahtapot çalmaya kalkışmıştı. Sebep ne olursa olsun, Ce­
mal'in köpeği havlamaya ve Cemal de dahil bir sürü ki­
şi avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı; tencere tavala­
rın tıngırtısı ve sıcak yağın cızırtısı sesleri neredeyse bas­
tırıyordu.
Düzenbazlık Zanzib'de hayatın bir parçasıydı. Abdul­
lah dikkatini bir an bile bu yabancının ve halısının üze­
rinden ayırmadı. Adamın Cemal'e dikkat dağıtması için
para ödemiş olması mümkündü. Zaten Cemal'i tanıyor­
muş gibi ismini birkaç kez kullanmıştı. Abdullah gözünü
adamın uzun boylu suretinde ve özellikle de ayaklarının
altındaki kirli hahda tuttu . Fakat göz ucuyla adamın yü­
züne bakmayı da ihmal etmediğinden dudaklarının oy­
nadığını gördü . Hassas kulakları, yan taraftan gelen gü-

12
rültüye rağmen iki ayak yukan sözcüklerini bile yakala­
dı. Halı yerden rahatça yükselerek Abdullah'ın dizleriyle
aynı seviyeye çıktı ve yabancının eski püskü başlığı
çadırın tavanına değmeden havada asılı kaldı. Abdul­
lah'ın gözleri halının altında olabilecek çubuklar aradı.
Tavana ustaca tutturulmuş kancalar aradı. Feneri tutup
eğdi ki, ışık halının hem üstüne· hem de altına vursun.
Bu sırada yabancı da yüzünde aşağılayıcı bir ifadeyle,
kollarını kavuşturmuş bir vaziyette duruyordu. "Gördün
mü?" dedi adam. "Kuşkucuların en yamanı artık ikna ol­
du mu? Havada asılı mıyım, değil miyim?" Anlaşılması
için bağırması gerekiyordu. Yandan gelen sesler hala sa­
ğır ediciydi.
Abdullah görebildiği kadarıyla, halının herhangi bir
destek olmaksızın havada durduğunu itiraf etmek zorun­
daydı. "İkna oldum sayılır," diye bağırarak cevap verdi.
"Gösterinin bir sonraki safhasında sen halıdan ineceksin
ve yerine ben geçeceğim."
Adam kaşlarını çattı. "Niye ki? Gözlerinin gördüğü ka­
nıta diğer duyuların ne katabilir ki, ey şüphenin ejderi?"

"Halı kişiye özel olabilir," diye bağırdı Abdullah, "tıp­


kı bazı köpekler gibi." Cemal'in köpeği dışarıda havla­
maya devam ediyordu, o y üzden Abdullah'ın aklına bu
örneğin gelmesi son derece doğaldı. Cemal'in köpeği
Cemal hariç kendisine dokunan herkesi ısırırdı.
Yabancı iç geçirdi. "Aşağı," dedi ve halı nazikçe yere
alçaldı. Adam halının üstünden inip Abdullah'ı buyur et­
ti. "Gönlünce deneyebilirsin, ey kurnazlığın şeyhi."
Abdullah büyük bir heyecanla halıya çıktı. "İki ayak
yüksel," dedi genç adam -daha doğrusu bağırdı. Gürül­
tüye bakılırsa Şehir Gözcüleri'nden muhafızlar Cemal'in

13
çadırına gelmişlerdi. Silahlarını birbirine vurup bas bas
bağırarak neler olduğunu soruyorlardı.
Ve halı Abdullah'a itaat etti. Yerden iki ayak yüksele­
rek Abdullah'ın midesini ağzına getirdi. Genç adam alela­
cele çöktü. Halının üzerinde çok rahat oturuluyordu. Ha­
lı gergin bir hamak gibiydi. "Bu ağır çalışan kafa ikna ol­
maya başlıyor," diye itiraf etti yabancıya. "Fiyat ne kadar
demiştin, ey cömertlik abidesi? İki yüz gümüş müydü?"
"Beş yüz ALTIN," dedi yabancı. "Halıya alçalmasını
söyle de meseleyi konuşalım."
Abdullah halıya, "Alçal ve yere in," dedi. Halı hemen
söyleneni yaparak Abdullah'ın kafasındaki bir şüpheyi
daha sildi; Abdullah, halıya ilk çıktığında yabancının ila­
veten bir şeyler söylediğinden, fakat yan taraftan gelen
gürültü yüzünden kendisinin söylenenleri duyamadığın­
dan kuşkulanmıştı. Delikanlı hızla ayağa kalktı ve pazar­
lık başladı. "Kesemden çıksa çıksa yüz elli altın çıkar,"
diye açıkladı, "o da ters yüz edip salladığımda."
"Öyleyse diğer keseni getirmeli, hatta yatağının altına
bakmalısın," diye karşılık verdi yabancı. "Zira cömertliği­
min sınırı dört yüz doksan dokuz altındır. Zaten mecbur
kalmasam satmazdım."
"Sol ayakkabımın tabanından kırk beş altın daha çıkar­
tabilirim," diye atıldı Abdullah. "O parayı acil durumlar
için saklıyordum ve elimde avucumda ne varsa hepsi bu."
"Bir de sağ ayakkabına bak," cevabını verdi yabancı.
"Dört yüz elli."
Pazarlık böyle sürüp gitti. Yabancı, bir saat sonra
çadırdan 210 altın sikkeyle ayrılarak Abdullah'ı eski püs­
kü ama hakiki görünen bir uçan halının gururlu sahibi
olarak bıraktı. Genç adamın aklını hala kurt kemirmek-

14
teydi. Birinin, hatta fazla şeye ihtiyaç duymayan bir çöl
seyyahının bile hakiki -fakat maalesef yıpranmış- bir si­
hirli halı için 400 altından aşağısını kabul edeceğine ina­
namıyordu. Böyle bir halı son derece faydalı olup bir de­
veden bile iyiydi, çünkü halıyı beslemeye gerek yoktu
-ve iyi bir deve en az 450 altın ederdi.
Bu işte bir iş olmalıydı. Abdullah'ın kulağına bir hile
çalınmıştı. Bu hile genellikle atlarda veya köpeklerde
kullanılırdı. Adamın biri çıkıp iyi niyetli bir çiftçiye ya da
avcıya şaşırtıcı derecede düşük fiyata muhteşem bir hay­
van satar, sebep olarak da kendisiyle açlık arasında du­
ran tek şeyin o hayvan olduğunu söylerdi. Sevinçten
dört köşe olan çiftçi (ya da avcı) atı o akşam bir ahıra
(veya köpeği köpek kulübesine) koyardı. Sabahleyin
hayvanın yerinde yeller eserdi; yularından (veya tasma­
sından) kurtulması öğretilen hayvan gece vakti kaçıp sa­
hibine dönerdi. Abdullah'a göre yeteri kadar itaatkar bir
halı da aynı şekilde eğitilebilirdi. Bu yüzden genç adam
çadırından çıkmadan önce sihirli halıyı çatıyı yerinde tu­
tan direklerden birine büyük bir dikkatle sarıp bir kan­
gal ipi etrafına tekrar tekrar doladı, sonra da ipin ucunu
duvarın dibindeki demir kazıklardan birine bağladı.
"Bence bundan kaçman hiç de kolay olmayacak," de­
di halıya ve yiyecek çadırında neler döndüğünü öğren­
mek üzere dışarı çıktı.
Komşu çadır artık sessiz ve derli topluydu. Cemal tez­
gahında oturmuş, köpeğine kederle sarılıyordu.
"Neler oldu?" diye sordu Abdullah.
"Birkaç hırsız çocuk ahtapotumu düşürdü," dedi Ce­
mal. "Bütün günün sermayesi çöpe gitti!"
Abdullah yaptığı alışverişten o kadar memnundu ki,

15
başka ahtapot alması için Cemal'e iki gümüş sikke verdi.
Cemal minnetle ağlayarak ona sarıldı. Köpeği sadece Ab­
dullah'ın elini ısırmamakla kalmadı, onu bir de yaladı. Ab­
dullah gülümsedi. Hayat güzeldi. Köpek çadırını korurken
o da ıslık çalarak kamını güzelce doyurmaya yollandı.
Akşam Zanzib'in kubbelerinin ve minarelerinin arka­
sındaki gökyüzünü kızıla boyarken Abdullah ıslık çalma­
yı sürdürerek geri dö�dü. Halıyı çok yüksek bir fiyattan
Sultan'ın ta kendisine satmayı planlamıştı. Halıyı tam da
bıraktığı yerde buldu. Yoksa Baş Vezir'in huzuruna çık­
ması daha mı iyi olurdu, diye kafasından geçirdi yıkanır­
ken. Vezir halıyı Sultan'a hediye etmek isteyebilir, böyle­
likle Abdullah daha bile çok para isteyebilirdi. Halının ne
kadar değerli olduğunu düşünürken yularından kaçması
öğretilmiş atın hikayesi tekrar kafasını kurcalamaya baş­
ladı. Entarisini giyerken hayalinde halının kıvrıla büküle
kurtulduğunu canlandırdı. Eski ve esnek bir halıydı. Her­
halde çok iyi eğitilmişti. İplerden kurtulması kesin gibiy­
di. Kaçamasa bile, Abdullah kafasını kemiren kurt yüzün­
den gece boyunca uyuyamayacağını biliyordu.
Sonunda ipi dikkatle kesip halıyı yatağı olarak kullan­
dığı en değerli kilimlerden oluşan yığının üstüne serdi.
Çölden esen soğuk rüzgarlar çadırın içine kadar girdiğin­
den kafasına kukuletasını taktı, battaniyesini üzerine ser­
di, feneri söndürdü ve uyudu.

16
2

Abdullah Genç Bir Hanını Sanılıyor

A bdullah uyandığında kendini hayalini kurdukları­

nın tümünden daha güzel bir bahçedeki bir sette, halı­


nın üstünde yatarken buldu.
Abdullah rüya gördüğünden emindi. O kaba saba ya­
bancı tarafından rahatsız edilmeden önce hayalini kur­
maya çalıştığı bahçe işte tam karşısında duruyordu. İşte
yükseklerdeki dolunay, bembeyaz ışığıyla çevredeki çi­
menlere serpiştirilmiş mis kokulu yüzlerce çiçeği aydın­
latıyordu. Ağaçlardan sarkan yuvarlak, sarı fenerler, ayın
yarattığı koyu siyah gölgeleri dağıtmaktaydı. Abdullah
bunun çok hoş bir fikir olduğunu düşündü. Beyaz ve sa­
rı iki ışık sayesinde yattığı çimenliğin biraz ilerisindeki
zarif sütunlar tarafından desteklenen sarmaşık revakları­
nı görebiliyor, onun arkasında bir yerde ise gizli bir su
şırıl şırıl akıyordu.
Manzara o denli hoş ve iç açıcıydı ki, Abdullah ayağa
kalkıp gizli suyu aramaya koyuldu; yıldız biçimli gonca­
ların yüzüne sürtündüğü, çana benzer çiçeklerin en ha­
fif ve baş döndürücü kokuları saldığı revaklar boyunca
gezdi. Abdullah rüyadaki insanların yaptıkları gibi, kah
kocaman bir zambağı elledi, kah solgun güllerin arasına
zevkle karıştı. Daha önce hiç böylesine güzel bir rüya
görmemişti.

17
Üzerleri çiğ taneleriyle kaplı eğreltiotuna benzer bir
dizi kocaman bitkinin arkasında bulduğu su, bir başka
çimenlikteki basit bir mermer çeşmeydi. Çalılara gerilmiş
iplerden sarkan fenerler çeşmeyi aydınlatıyor, akan suyu
altın ve gümüş renklerdeki hilallerden oluşan bir harika­
ya dönüştürüyordu. Abdullah büyülenmişçesine ona
doğru yürüdü.
Rüyasının bir tek eksiği vardı ve en iyi rüyalarda ol­
duğu gibi onu da karşısında bulması çok sürmedi. Muh­
teşem güzel bir kız, çıplak ayaklarıyla ıslak çimlere ba­
sarak çimenliğin öteki tarafından genç adamı karşılamak
için yaklaştı. Etrafında uçuşan tül kıyafeti onun tıpkı Ab­
dullah'ın hayallerindeki prenses gibi ince gösteriyordu.
Abdullah'a yaklaştığında genç adam kızın yüzünün, ha­
yallerindeki prensesin aksine, oval olmadığını, ayrıca ko­
caman ve kapkara gözlerinin de o denli buğulu durma­
dığını gördü. O gözler şimdi Abdullah'ın yüzünü bariz
bir ilgiyle inceliyordu. Abdullah hayalinin üzerinde ale­
lacele bir değişiklik yaptı, zira kız çok güzeldi. Ve ko­
nuştuğunda çeşmedeki su gibi yumuşacık ve neşe dolu
çıkan sesi, Abdullah'ın kafasında kurup kurabileceği en
güzel sesti.
"Sen yeni hizmetkar mısın?" dedi kız.
Rüyalarda insanlar sahiden de tuhaf şeyler soruyorlar,
diye kafasından geçirdi Abdullah. "Hayır, hayallerimin
şaheseri," dedi delikanlı. "Bil ki ben uzaklardaki bir
prensin kayıp oğluyum."
"Ah," dedi kız. "O zaman işler değişir. Bu, senin ben­
den farklı bir kadın olduğun anlamına mı geliyor?"
Abdullah hayallerinin kızına şaşkın gözlerle baktı.
"Ben kadın falan değilim!" dedi.

18
"Emin misin?" diye sordu kız. "Ne de olsa elbise giyi­
yorsun."
Abdullah aşağı baktığında üzerinde entarisi olduğunu
gördü. "Bu yalnızca benim yerel kıyafetim," dedi aceley­
le. "Ülkem buradan çok uzaklarda. Bir erkek olduğuma
dair seni temin ederim. "
"Ah, hayır, " dedi kız kuşku barındırmayan bir sesle.
"Erkek olamazsın. Şeklin şemailin buna uygun değil. Er­
kekler senden iki kat daha kalın ve göbeklidir. Ayrıca
suratları gri kıllarla kaplıdır ve kel kafaları pırıl pırıl par­
lar. Senin kafanda ise bende olduğu gibi saç var ama yü­
zünde neredeyse hiç yok."
Bu sözlerden alınan Abdullah bir eliyle üst dudağın­
daki altı tel kıla dokunurken kız, "Yoksa şapkanın altın­
da çıplak bir kafan mı var?" diye sordu.
"Tabii ki hayır," dedi gür, dalgalı saçlarından gurur
duyan Abdullah. Elini kafasına götürüp kukuletasını çı­
kardı. "Bak," dedi genç adam.
"Ah," dedi kız. Sevimli yüzünde şaşkın bir ifade vardı.
"Saçların neredeyse benimkiler kadar hoş. Anlamıyo-
rum."
"Ben de anladığımdan emin değilim," dedi Abdullah.
"Acaba fazla erkek görmemiş olabilir misin?"
"F;_lbette ki hayır," dedi kız. "Budalalık etme. Sadece
babamı görmüşlüğüm var! Ama onu epeyce gördüm, bu
yüzden neyden bahsettiğimi biliyorum."
"Yani hiç dışarı çıkmaz mısın?" diye çaresizce sordu
Abdullah.
Kız güldü. "Çıkarım. Zaten şu an dışarıdayım. Bu be­
nim gece bahçem. Güneşe çıkıp güzelliğim bozulmasın
diye babam yaptırdı."

19
"Yani şehre inip insanları görmez misin demek istiyo­
rum," diye açıkladı Abdullah.
"Şey, hayır, daha değil," diye itirafta bulundu kız. Du­
rumdan biraz rahatsız olmuşçasına Abdullah'a hızla sırt
çevirip yürüdü ve çeşmenin kenarına oturdu. Sonra dö­
nüp ona baktı ve, "Babam evlendikten sonra belki dışa­
rı çıkıp şehri görebileceğimi söylüyor -tabii kocam izin

verirse- ama göreceğim yer bu şehir olmayacak. Babam


beni Oçinstan' dan bir prensle evlendirmeye hazırlanıyor.
O zamana kadar bu duvarların arasında kalmak zorun­
dayun," dedi.
Abdullah Zanzib'deki çok zengin bazı kimselerin kız­
larını -ve hatta eşlerini de- o kocaman evlerinin içine
esir gibi hapsettiklerini duymuştu. Hatta Abdullah, baba­
sının ilk karısının kız kardeşi Fatma'nın da kocası tarafın­
dan aynı şekilde tutulmasını dilemişti. Fakat şimdi rüya­
sında bu adet tamamıyla mantıksız geliyor ve bu güzel­
ler güzeli kıza büyük bir haksızlık gibi görünüyordu.
Normal bir genç adamın neye benzediğini bilmemesi
inanılır şey değildi!
"Sormamı bağışla, ama sakın şu Oçinstanlı prens yaş­
lı ve biraz da çirkin olmasın?" dedi genç adam.
"Şey," dedi kız kendinden emin olmadığını belli ede­
rek, "babam tıpkı kendisi gibi onun da olgunluk çağın­
da olduğunu söylüyor. Ama bana kalırsa sorun erkekle­
rin vahşi tabiatında yatıyor. Babam diyor ki başka bir er­
kek beni Prens'ten önce görecek olursa bana anında
aşık olurmuş ve beni kaçırmaya kalkarmış, ki bu da do­
ğal olarak babamın planlarını bozar. Babam çoğu erke­
ğin hayvandan farksız olduğl_!nu söylüyor. Sen hayvan
mısın?"

20
"Hiç de değil," dedi Abdullah.
"Ben de öyle düşünmüştüm," dedi kız ve başını kal­
dırıp Abdullah'a büyük bir endişeyle baktı. "Pek de hay­
van gibi görünmüyorsun. Bu da sahiden bir erkek olma­
dığına dair bende şüphe uyandırıyor." Anlaşılan bu kız
bir fikre kapıldıktan sonra ondan bir türlü vazgeçmeyen
insanlardandı. Genç kız biraz düşündükten sonra, "Aca­
ba ailen kendince bir sebepten dolayı seni bir yalana
inandırarak büyütmüş olabilir mi?" diye sordu.
Abdullah kıza önce kendine bakmasını söylemek is­
terdi, fakat böyle bir davranış kaba olacağından başını
iki yana sallamakla yetinip kızın kendisi için bu kadar
endişelenmesinin ne kadar cömertçe olduğunu ve yü­
zündeki endişenin onu nasıl daha da güzelleştirdiğini
düşündü. Çeşmeden yansıyan altın sansı ve gümüşi ışık­
ta gözlerinin şefkatle parlaması da cabasıydı.
"Belki de sebep uzaklardaki bir ülkeden gelmiş ol­
manla alakalıdır," diyen kız, çeşmede oturduğu yerin he­
men yanını işaret etti. "Otur da bana her şeyi anlat."
"Önce bana adını söyle," dedi Abdullah.
"Saçma bulacaksın," dedi kız endişeyle. "Bana Gece
Çiçeği derler."
Abdullah'a göre bu isim hayallerindeki kız için mü­
kemmeldi. Kızı hayran gözlerle süzdü. "Benim adım da
Abdullah," dedi.
"Sana bir erkek ismi bile vermişler!" diye gücenmişçe­
sine çıkıştı Gece Çiçeği. "Lütfen otur."
Abdullah mermer havuzun kenarına, kızın hemen ya­
nına oturdu ve bunun ne kadar da canlı bir rüya olduğu­
nu düşündü. Üstüne oturduğu taş soğuktu. Çeşmeden sıç­
rayan sular entarisini ıslatıyor ve Gece Çiçeği'nden yükse-

21
len mis gibi gülsuyu kokusu, bahçedeki çiçeklerin koku­
larına, çok gerçekçi bir biçimde karışıyordu. Fakat madem
ki bu bir rüyaydı, burada Abdullah'ın hayalleri de gerçe­
ğin ta kendisiydi. Bu yüzden Abdullah bir prens olarak ya­
şadığı sarayı, Kabul Akba tarafından nasıl kaçırıldığını ve
çöle kaçıp bir hah tüccarınca bulunuşunu bir bir anlattı.
Gece Çiçeği onu halden anlar bakışlarla dinledi. "Ne
kadar korkunç! Ne �adar meşakkatli!" dedi kız. "Sakın
üvey baban haydutlarla anlaşıp seni kandırmış olmasın?"
Rüya görüyor olmasına rağmen, Abdullah kızın sem­

patisini yalan dolanla kazandığını düşünüyordu. Babası­


nın Kabul Akba'nın adamı olabileceğini doğrulayıp ko­
nuyu değiştirdi. "Senin babana ve onun planlarına döne­
lim," dedi. "Şu Oçinstanlı Prens'i başka erkeklerle kıyas­
lamadan onunla evlenmen bana tuhaf geliyor. Onu se­
vip sevmediğini nasıl anlayacaksın?"
"Doğru söylüyorsun," dedi kız. "Ben de bazen bu ko­
nuda endişeye kapılıyorum."
"Bak sana ne diyeceğim," diye konuştu Abdullah. "İs­
tersen yarın akşam yanımda bulabildiğim kadar çok er­
kek resmiyle beraber geri döneyim. Böylece Prens'i kı­
yaslayabileceğin birileri olur." Rüya olsun olmasın, yarın
geri döneceğine dair Abdullah'ın kafasında en ufak bir
kuşku yoktu. Bu resim fikri de geri dönmesi için uygun
bfr bahane sağlıyordu.
Gece Çiçeği ellerini dizlerinden ayırmadan ileri geri
sallanarak teklif üzerinde kafa yordu. Abdullah kızın ak­
lından sıra sıra geçen gri sakallı, şişman, kel erkekleri
görür gibiydi.
"Seni temin ederim ki," dedi genç adam, "erkekler
çok farklı şekil ve boylara sahiptirler."

22
"Öyleyse yapacağın şey çok eğitici olabilir," diye
hemfikir oldu kız. "En azından bana seni tekrar görmek
için bir bahane sağlar. Sen bugüne dek tanıştığım en ki­
bar insanlardan birisin."
Bu sözler Abdullah'ı ertesi gün geri dönmeye iyice
azimlendirdi. Kendi kendine kızı bu kadar cahil bırak­
manın yanlış olacağını söylüyordu. "Ben de senin için
aynı şeyi düşünüyorum," dedi utangaç bir edayla.
Gece Çiçeği gitmek üzere ayağa kalkarak Abdullah'ı
üzdü. "Artık içeri girmek zorundayım," dedi kız. "Bir zi­
yaret yarım saati geçmemeli ve senin burada en az bir
saattir bulunduğundan eminim. Ama artık birbirimizi ta­
nıdığımıza göre gelecek sefer en az iki saat kalabilirsin."
"Teşekkürler. Kalırım," dedi Abdullah.
Kız gülümsedi ve çeşmenin etrafını dolaşıp eğreltiotu­
na benzer çiçekli bitkilerin arasında bir rüya gibi kaybol­
du. O gittikten sonra bahçe, ay ışığı ve kokular epey
sıradan geldi. Abdullah'ın aklına geldiği yoldan geri dön­
mekten başka şey gelmiyordu. Ve orada, ay ışığıyla yı­
kanan setin üzerinde halıyı buldu. O ana dek halı aklın­
dan tamamıyla uçup gitmişti, fakat madem ki o da bu rü­
yanın içindeydi, Abdullah üstüne yatıp uykuya daldı.
Birkaç saat sonra çadırındaki yarıklardan sızan kör
edici gün ışığıyla uyandı. Evvelsi günden kalan tütsü ko­
kusu burnuna ucuz ve boğucu geldi. Aslında tüm çadır
köhne, çirkin ve değersizdi. Üstelik Abdullah'ın başı ağ­
rıyordu, çünkü kukuletası gece uyurken başından düş­
müştü. Kukuletayı ararken, en azından halının kaçıp git­
memiş olduğunu fark etti. Hala yatağının üzerindeydi.
Ansızın bütünüyle donuk ve iç karartıcı görünen yaşa­
mındaki tek iyi şey buydu.

23
Gümüş sikkeler için hala minnet duyan Cemal, ikisi
için kahvaltı hazırladığını bağırdı dışarıdan. Abdullah
çadırın perdelerini memnuniyetle açtı. Uzakta horozlar
ötüyordu. Gök masmavi parlıyor, güçlü güneş ışınları
çadırın içindeki mavi tozları ve bayat tütsü kokusunu ya­
rıp geçiyordu. Abdullah o güçlü güneş ışığında bile ku­
kuletasını bulmayı başaramadı. İçi her zamankinden da­
ha fazla karardı.
"Söyle bana, bazı günler durduk yerde moralinin bo­
zulduğu oluyor mu?" diye sordu Cemal'e, birlikte kahval­
tı etmek için güneşin altında bağdaş kurup otururlarken.
Cemal tatlı bir kuru pasta parçasını özenle köpeğine
yedirdi. "Sen olmasan ben de bugün kendimi üzgün his­
sedecektim," dedi adam. "Sanırım biri o çocuklara hırsız­
lık yapmaları için para ödedi. Tezgahımın altını üstüne
getirdiler. O da yetmezmiş gibi Şehir Gamizonu'ndan ce­
za yedim. Başıma gelenleri görüyor musun? Galiba düş­
manlarım var dostum."
Duydukları her ne kadar Abdullah'ın yabancıyla ilgili
şüphelerini haklı çıkarsa da genç adama pek yardımcı
olmadı. "Belki," dedi Abdullah, "köpeğinin kimi ısırdığı­
na dikkat etmelisin."
"Olmaz öyle şey!" dedi Cemal. "Ben özgür iradeye
inanırım. Eğer köpeğim ben hariç tüm insan ırkından
nefret etmeyi seçiyorsa kararında özgür olmalı."
Abdullah kahvaltının ardından yine kukuletasını ara­
dı. Hiçbir yerde yoktu. Onu en son ne zaman taktığını
hatırlamaya çalıştı. Geçen gece halıyı Baş Vezir'e satma­
yı düşünerek yattığında kukuleta galiba kafasındaydı.
Ondan sonra da rüya çıkagelmişti. Kukuleta rüyasında
da başındaydı. Kel olmadığını Gece Çiçeği'ne (ne kadar

24
da hoş bir isimdi!) göstermek için kukuletayı başından
çıkarmıştı. Hatırlayabildiği kadarıyla çeşme kenarında kı­
zın yanına oturana dek elindeydi. Ondan sonra Kabul
Akba tarafından kaçırılışını anlatırken elini kolunu ser­
bestçe salladığını anımsadı, demek ki o sırada kukuleta­
yı tutmuyordu. Rüyalarda eşyaların bir anda ortadan kay­
bolduğunu bilirdi, fakat kanıtlar gösteriyordu ki, kukule­
tayı çeşmenin kenarına oturduğu sırada düşürmüş�ü.
Acaba çeşmenin yanı başında, çimlerin üzerinde unut­
ması mümkün müydü? Bu durumda...
Abdullah çadırın ortasında durdu ve nedense artık
pespaye toz zerreleri ve bayat tütsü kokusuyla değil de
cennetten gelen saf altın tozlarıyla dolu gibi görünen gü­
neş ışınlarına bakakaldı.
"Gördüklerim rüya değildı1" dedi Abdullah.
İç sıkıntısı bir anda kayboldu. Soluğu bile daha rahattı.
"Her şey gerçektı1" dedi genç adam.
Sihirli halının başına gidip ona düşünceli gözlerle
baktı. Halı da rüyadaydı. Demek ki...
"Uyuduğum sırada beni zengin bir adamın bahçesine
taşıdığın anlaşılıyor," dedi halıya. "Belki de öyle yapma­
nı uyurken buyurmuşumdur. Muhtemelen öyle oldu. Ne
de olsa bahçeleri düşünüyordum. Sandığımdan da de­
ğerHymişsin!"

25
3

Gece Çiçeği Bazı Önemli


Hakikatları Öğreniyor

A bdullah halıyı yine çatı direğine bağlayıp Çarşı'ya


çıktı ve civardaki en yetenekli ressamın çadırına gitti.
Abdullah'm ressama kalemler prensi ve tebeşirlerin
büyücüsü dediği, ressamın da Abdullah'a müşterilerin
şahı ve basiret dükü diye karşılık verdiği olağan hoşbe­
şin ardından Abdullah isteğinden bahsetti: "Bugüne ka­
dar gördüğün her türlü şekle, cüsseye ve tipe sahip ada­
mın resimlerini istiyorum. Bana krallar, yoksullar, tüccar­
lar, işçiler, şişmanlar, sıskalar, gençler, yaşlılar, yakışıklı­
lar, çirkinler ve sıradan tipler çiz. Bunlardan bazılarını
görmediysen senden onları uydurmam rica ediyorum, ey
resim fırçasının efendisi. Eğer uydurmayı beceremezsen,
ki bunun olacağını hiç sanmıyorum, tek yapman gere­
ken gözlerini etrafa çevirip kopyalamak, ey ressamların
beyzadesi!"
Abdullah bir eliyle Çarşı'da alışveriş yapan fıkır fıkır
kalabalığı işaret etti. Gece Çiçeği'nin böyle sıradan bir
manzarayı hiç görmemiş olması Abdullah'ı neredeyse
gözyaşlarına boğacaktı.
Ressam elini seyrek sakalında kuşkuyla gezdirdi. "El­
bette, insanoğlunun asil gözlemcisi," dedi adam. "İstedi­
ğini kolayca yapabilirim. Ama muhakemenin cevheri

26
acaba bu alelade çizeri bunca erkek portresinin ne işe
yarayacağı konusunda bilgilendirebilir mi?"
"Resim tahtasının tacı bunu niye öğrenmek ister?" di­
ye sordu Abdullah büyük bir endişe içinde.
"Müşteriler şefi mutlaka farkındadır ki, bu eğri büğrü
solucan nasıl bir araç kullanması gerektiğini bilmelidir,''
cevabını verdi ressam. İşin aslı bu son derece sıradışı si­
pariş karşısında epey meraklanmıştı. "Tahtanın ya da tu­
valin üstünde yağlıboya mı kullanmam, yoksa kağıdın ya
da parşömenin üstüne kalemle mi çizmem, veya duvara
fresk mi işlemem gerekeceği, müşterilerin incisinin port­
relerle ne yapmak isteyeceğine bağlıdır."
"Ah, kağıt lütfen,'' dedi Abdullah aceleyle. Gece Çiçe­
ği'yle yapacağı buluşmanın duyulmasını istemiyordu.
Abdullah kızın babasının çok zengin olduğunu ve kızı­
nın şu Oçinstanlı Prens haricindeki erkekleri görmesini
istemediğini tahmin etmekteydi. "Portreler gönlünce ge­
zip tozamayan bir yatalak için."
"Öyleyse sen bir iyilik meleğisin," diyen ressam, re­
simleri şaşırtıcı ölçüde düşük bir ücret karşılığı çizmeye
razı oldu. "Hayır, hayır, talihin çocuğu, bana teşekkür et­
me," dedi Abdullah minnettarlığını dile getirmeye kalktı­
ğında. "Üç sebebim var. Bir, kendi zevkim için pek çok
portre yaptım ve bunlar zaten hazırda bulunduğu için de
senden ücret almam dürüstçe olmaz. İki, bana verdiğin
görev, gerçeğe uysa da uymasa da güzel çizmem gere­
ken genç kadınlar ile kocalarının ya da atların ile deve­
lerin resimlerini yapmamı, veya ebeveynlerinin -yine
gerçeğe uysun uymasın- melek gibi görmek istedikleri
çocuklarının portrelerini çizmemi gerektiren her zaman­
ki işimden on kat daha ilginç. Üçüncü sebebim de şu ki,

27
bana kalırsa sen delisin, müşterilerin en asili, ve senden
istifade etmek talihsizlik getirir. "
Halı tüccarı genç Abdullah'ın aklını kaçırdığı ve satı­
lık her türlü insan resmini aldığı çok kısa bir süre içeri­
sinde Çarşı'nın dört bir köşesinde duyuldu.
Bu durum Abdullah'ın başına bela oldu. Günün geri
kalanı boyunca pek çok insan kapısını çalıp uzun ve ağ­
dalı söylevler çekerek, sırf fakirlik yüzünden satmak zo­
runda kaldıkları ninelerinin resimlerini ya da Sultan'ın
yarış develerinin -şans bu ya- bir at arabasının arkasın­
dan düşüvermiş portrelerini veya kız kardeşlerinin minik
bir resminin olduğu madalyonlarını getirip durdu. Ab­
dullah insanları başından savmak için epey zaman har­
cadı; hatta bazı durumlarda bahsi geçen kişi bir erkek ol­
duğunda resmi veya çizimi satın aldığı bile oldu. Tabii
bu da daha fazla insanın gelmesine sebep oldu.
"Yalnızca bugünlük. Teklifim bugün güneş batana ka­
dar geçerli," dedi başında toplanan kalabalığa en sonun­
da. "Bir erkek resmine sahip olan herkes günbatımından
bir saat önce bana gelirse resimleri satın alırım. Ama sa­
dece o zaman."
Bu da ona halının üzerinde bazı denemeler yapabile­
ceği birkaç saat kazandırdı. Artık bahçeye yaptığı ziyare­
tin rüyadan fazlası olduğunu sanmakta haklı olup olma­
dığını düşünmeye başlıyordu. Zira halının kıpırdadığı
yoktu. Abdullah kahvaltıdan sonra sırf hala hareket ede­
bildiğini görmek için ona iki ayak yükselmesini söylemiş­
ti. Ancak halı yerde öylece yatmıştı. Ressamın çadırından
dönüşte tekrar denemiş, ama halı yine kıpırdamamıştı.
"Belki de sana iyi davranmadım," dedi ona. "Kuşku­
larıma rağmen bana sadık kaldın ve ben seni bir direğe

28
bağlayarak ödüllendirdim. Seni yere serecek olursam
kendini daha iyi hisseder misin dostum? Sorun bu mu?"
Abdullah onu yere serdiyse de halı uçmayı reddetti.
Eski püskü ve sıradan bir kilimden farksızdı.
İnsanların portre satma çabasıyla başının etini ye­
mediği zamanlarda Abdullah konu üzerinde kafa yorma­
yı sürdürdü. Halıyı satan yabancıya ve adam halıya yük­
selmesini söylediği anda Cemal'in tezgahında kopan bü­
yük gürültüye yönelik şüphelerine geri döndü. Adamın
dudaklarının oynadığını, fakat söylenenleri duyamadığı­
nı anımsadı.
"İşte bu! " diye haykırarak yumruğunu avucuna vurdu.
"Halıyı kıpırdatmak için sihirli bir sözcük söylemek ge­
rekiyor. Adam kendince sebeplerden -hiç şüphe yok ki
fesat amaçlarla- bunu benden sakladı. Vay alçak! O söz­
cüğü uykumda söylemiş olmalıyım."
Abdullah çadırına koşup bir zamanlar okulda kullan­
dığı yırtık pırtık sözlüğü buldu. Sonra da halının üstüne
çıkarak şöyle bağırdı: "AardvarM. Uç lütfen!"
Ne o sözcükte, ne de A ile başlayan diğerlerinde bir
şey oldu . Abdullah inatla Bye geçmesine rağmen o da
fayda sağlamadı. Okumaya devam ederek tüm sözlüğü
bitirdi. Portre satıcılarının devamlı ziyaretleri sebebiyle
bunu yapması epey zaman aldı. Akşamın erken saatle­
rinde zimurgi sözcüğüne ulaşmasına rağmen halının kı­
lı bile kıpırdamadı.
"Öyleyse uydurma ya da yabancı bir sözcük olmalı!"
diye sinirle bağırdı Abdullah. Ya buna inanacaktı ya da
Gece Çiçeği'nin rüya olduğuna. Kız gerçek bile olsa, ha­
lının Abdullah'ı ona götürme şansı her geçen dakika aza­
lıyor gibiydi. Abdullah orada durup aklına gelen her tür-

29
lü garip ve yabancı sözcüğü söylediyse de halı hiçbir
şekilde kıpırdamadı.
Abdullah güneş batmadan bir saat evvel ellerinde
bohçalarla ve büyük, yassı paketlerle dışarıda toplanan
büyük bir kalabalık tarafından yine rahatsız edildi. Res­
sam çizimlerini teslim etmek için kalabalığı yarmak zo­
runda kaldı. Sonraki bir saat çok yoğun geçti. Abdullah
resimleri inceledi, teyzelerin ve annelerin portrelerini
reddetti ve amca oğullarının kötü çizimleri için istenen
abartı fiyatları aşağı çekmek amacıyla pazarlık etti. O bir
saat içinde ressamın yüz adet harika çiziminin yanı sıra
seksen dokuz resme, madalyona, çizime ve hatta üzerine
surat çizilmiş bir duvar parçasına sahip oldu. Ama sihirli
halıyı -tabii sahiden sihir1iyse- satın aldıktan sonra artan
parasının hemen hemen tamamını harcamıştı. Dördüncü
karısının annesinin yağlıboya resminin bir erkeğe fazla­
sıyla benzediğini iddia eden bir adamı öyle olmadığına
ikna edip nihayet dışarı attığı sırada hava çoktan karar­
mıştı. Bir şeyler yiyip içemeyecek kadar yorgun ve bez­
gindi. O gün toplanan kalabalığa abur cubur satarak iyi
iş yapan Cemal, şişe geçirilmiş yumuşacık bir et parçasıy­
la gelmeseydi Abdullah hemen yatacaktı.
"Sana neler oldu bilmiyorum," dedi Cemal. "Normal
biri olduğunu sanırdım. Ama deli ol veya olma, karnını
doyurman gerek. "
"Durumun delilikle ilgisi yok," dedi Abdullah. "Sade­
ce yeni bir ticaret koluna girmeye karar verdim. " Genç
adam getirilen yemeği mideye indirdi.
En sonunda 189 resmi halının üstüne yığarak araları­
na uzandı.
"Şimdi beni dinle,'' dedi halıya. "O sihirli sözcüğü uy-

30
kumda şans eseri söyleyecek olursam beni hemen Gece
Çiçeği'nin bahçesine götürmelisin. " Elinden gelenin en
.
iyisi bu gibiydi. Uykuya dalması uzun sürdü.
Gece goncalarının baş döndürücü kokusuyla ve bir
elin nazik dokunuşuyla uyandı. Gece Çiçeği yanı başın­
daydı. Abdullah kızın hatırladığından çok daha güzel ol­
duğunu gördü.
"Sahiden de resimleri getirmişsin!" dedi kız. "Çok iyi
kalplisin."
Başardım! diye geçirdi aklından Abdullah. "Evet," dedi
genç adam. "Yanımda yüz seksen dokuz çeşit erkek var.
Sanırım bu kadarı kafanda genel bir kanı oluşturabilir."
Abdullah, birkaç altın sarısı feneri alıp setin etrafına
daire şeklinde dizen kıza yardım etti. Sonra resimleri tek
tek aldı ve önce fenerin altına tutup sonra da bir kenara
koyarak kıza gösterdi. Kendini bir sokak ressamı gibi
hissetmeye başlıyordu.
Gece Çiçeği, Abdullah'ın gösterdiği her adamı bütü­
nüyle tarafsız bir gözle ve yoğun bir dikkatle tek tek in­
celedi. Sonra eline bir fener alıp ressamın çizimlerine bir
daha baktı. Kızın bu davranışı Abdullah'ın hoşuna gitti.
Ressam gerçek bir profesyoneldi. Bir heykelden alındığı
belli olan kahramansı ve ulu bir kişi ile başlayıp Çarşı'da
ayakkabı boyayan bir kambura kadar her türlü erkeği res­
metmiş, hatta arada bir yere kendi portresini de katmıştı.
"Evet, görüyorum," dedi Gece Çiçeği nihayet. "Dedi­
ğin gibi erkekler çok çeşitliymiş. Babam pek de özel bir
tip değilmiş, tabii sen de öyle."
"Öyleyse kadın olmadığımı kabul ediyor musun?" di­
ye sordu Abdullah.
"Mecburen," dedi kız. "Hatam için özür dilerim." Son-

31
ra feneri set boyunca gezdirerek bazı resimleri üçüncü
kez inceledi.
Abdullah kızın dikkatini çekenlerin en yakışıklı er­
kekler olduğunu tedirginlikle fark etti. Gece Çiçeği'nin
son derece dikkatli gözlerle, alnı hafifçe kırışmış ve kı­
vırcık bir siyah saç buklesi azıcık çatılan kaşlarının önü­
ne düşmüş vaziyette resimlere bakmasını izledi. Farkın­
da olmadan ne halt yediğini merak etmeye başlıyordu .
Gece Çiçeği resimleri toplayıp setin yanına güzelce is­
tifledi. "Tıpkı düşündüğüm gibi," dedi kız. "Seni bunla­
rın tümüne tercih ederim. Bazıları kendinden çok emin
duruyor ve biraz bencil, biraz da zalim bakıyor. Sen ise
mütevazı ve iyi kalplisin. Babamdan beni Oçinstanlı
Prens yerine seninle evlendirmesini isteyeceğipı. Mahsu­
ru var mı?"
Bahçe, Abdullah'ın etrafında altının, gümüşün ve ye­
şilin tonlarıyla fıldır fıldır döner gibi oldu . "Ben . . . bence
sorun çıkabilir," demeyi becerdi en sonunda.
"Niye ki?" diye sordu kız. "Yoksa evli misin?"
"Hayır, hayır," dedi Abdullah. "Hiç de değil. Yasalar
erkeklerin evlenebildikleri kadar çok kadınla evlenmele­
rine izin veriyor, ama . . . "
Gece Çiçeği'nin kaşları çatıldı. "Kadınların kaç erkek­
le evlenmelerine izin var?" diye sordu.
"Sadece bir!" dedi Abdullah oldukça şaşırarak.
"Bu hiç de adil değil, " dedi Gece Çiçeği düşünceli
düşünceli. "Sence Oçinstanlı Prens'in başka başka eşleri
de var mıdır?"
Abdullah kızın kaşlarını daha da çatmasını ve narin
parmaklarını adeta sinirli ·bir edayla yerde tıkırdatmasını
seyretti. Sahiden de bir halt yemişti. Gece Çiçeği babasının

32
birçok önemli konuda kendisini aydınlatmadığını keşfedi­
yordu. "Adam bir prensse," dedi Abdullah tedirgin bir hal­
de, "çok sayıda eşinin olması kuvvetle muhtemel. Evet."
" Öyleyse açgözlülük ediyor, " diye belirtti Gece Çiçe­
ği. "Bu bilgi beni kafamdaki ağır bir yükten kurtardı. Ni­
çin seninle evlenmemin sorun yaratabileceğini söyledin?
Dün kendinin de bir prens olduğunu belirtmiştin . "
Abdullah yüzünün kızardığını hissetti v e boşboğazlık
ederek kıza hayalini anlattığı için kendisine kızdı. Her ne
kadar kıza prens olduğunu söylerken rüya gördüğünü
sanmışsa da bu durum içini rahatlatmıyordu. "Doğru.
Ama sana ayrıca kendi krallığımdan kaçırıldığımı da söy­
lemiştim, " dedi genç adam. "Tahmin edebileceğin gibi
mütevazı bir hayat sürüyorum. Zanzib Çarşı'sında halı
alıp satıyorum. Babanın çok zengin olduğu her halinden
belli. Birlikteliğimiz ona münasip gelmeyecektir. "
Gece Çiçeği parmaklarını öfkeyle tıkırdatmayı sürdür­
dü . "Sanki seninle evlenmek isteyen babammış gibi ko­
nuşuyorsun! " dedi kız. "Sorun ne? Seni seviyorum. Yok­
sa sen beni sevmiyor musun?"
Bunları söylerken Abdullah'ın yüzüne bakıyordu. Ab­
dullah da ona, onun iri, kara gözlerine sonsuzluk gibi
geçen bir süre boyunca baktı. En sonunda ağzından şu
sözcüğün çıktığını duydu: "Evet . " Gece Çiçeği gülümse­
di. Abdullah gülümsedi. Aradan ay ışığıyla yıkana n bir­
.
kaç sonsuzluk daha geçti.
"Seninle geleceğim, " dedi Gece Çiçeği. "Babamın sa­
na karşı takınacağı tavır hakkında söylediklerin doğru
olabilir, o yüzden önce evlenip babama ondan sonra
söyleyelim. Böylece diyecek hiçbir şeyi kalmaz."
Birkaç zengin adam tanıyan Abdullah, kızın sözüne

33
güvenmeyi isterdi. "O kadar basit olmayabilir," dedi
genç adam. "Hatta düşünüyorum da Zanzib'den ayrılma­
mız akıllıca olacaktır. Bunu kolayca başarabiliriz, çünkü
benim sihirli bir halım var. İşte burada, setin üzerinde .
Beni buraya o getirdi. Maalesef yalnızca uykumda söyle­
yebildiğim sihirli bir sözcükle çalışıyor."
Gece Çiçeği eline bir fener alıp havaya kaldırarak ha­
lıyı inceledi. Onu seyreden Abdullah, kızın halıya doğru
eğilirkenki zarafetine hayran kaldı . "Çok eski görünü­
yor," dedi kız. "Bu tür halılar hakkında bir şeyler oku­
muşluğum var. İsteğini yerine getirecek sözcük, eski
haliyle telaffuz edilen epey yaygın bir kelime olmalı.
Okuduğum yazılarda bu halıların acil durumlarda çabu­
cak kullanılabilmeleri için yapıldıkları yazıyordu, bu yüz­
den sözcük pek de bilinmedik değildir. Onun hakkında
tüm bildiklerini bana neden anlatmıyorsun? Birlikte o
sözcüğü bulabiliriz. "
Abdullah bu sözlerden Gece Çiçeği'nin -bilgi dağar­
cığındaki bazı eksiklikleri saymazsanız- hem zeki hem
de çok iyi eğitimli olduğu sonucunu çıkardı. Kıza daha
da hayran kaldı. Cemal'in tezgahında kapan ve sihirli
sözcüğü duymasını engelleyen yaygara da dahil halı
hakkında bildiği her şeyi kıza anlattı.
Gece Çiçeği onu dinlerken her yeni bilgi karşısında
kafasını sallıyordu. "Eh," dedi kız, "birinin sana çalıştığı
ispatlanan sihirli bir halı satıp da nasıl kullanacağını öğ­
retmemesinin sebebini bir kenara bırakalım. Bu o kadar
tuhaf bir davranış ki, daha sonra onun üzerinde düşün­
memiz gerektiğinden eminim. Ama önce halının ne yap­
tığına kafa yoralım. Emrettiğin zaman halının aşağıya in­
diğini söyledin. Yabancı o zaman konuşmuş muydu?"

34
Kızın kurnazca ve mantıklı işleyen bir aklı vardı. Ab­
dullah tüm kadınlar içinde gerçekten de bir inci buldu­
ğunu düşündü. "Bir şey demediğinden eminim, " diye
konuştu.
" Öyleyse," dedi Gece Çiçeği, "sihirli sözcük yalnızca
halının uçmaya başlamasını sağlıyor. Ondan sonra iki
olasılık görüyorum: Birincisi, halı yere dokunana dek
dediğini yapıyor ya da ikincisi, uçmaya başladığı yere
dönene kadar emirlerine itaat ediyor ve . . . "
"Anlaması kolay, " dedi Abdullah. Kızın mantığına
hayran kalmıştı . "Bence ilk olasılık doğru . " Halının üstü­
ne sıçradı ve haykırarak bir deneme yaptı: "Uç ve çadıra
dön!"
"Hayır, hayır! Yapma! Bekle!" diye aynı anda bağırdı
Gece Çiçeği.
Fakat geç kalmıştı. Halı havaya fırlayıp öyle bir hızla
uçmaya başladı ki, Abdullah önce sırtüstü düşüp soluk­
suz kaldı, sonra da kendini dehşet verici gibi görünen
bir yükseklikte halının yırtık pırtık kenarından yarı yarı­
ya sarkarken buldu. Nefes aldığı anda, halının hareke­
tiyle ortaya çıkan rüzgardan yine nefesi kesildi. Tek ya­
pabildiği daha iyi tutunabilmek için halının bir ucunda­
ki püsküllere asılmaktı. Ve bırakın konuşmayı, daha
Abdullah kendini toparlayamadan, halı dalışa geçerek
Abdullah'ın yeni aldığı soluğu yükseklerde bırakmasına
sebep oldu, çadıra hızla çarparak onu neredeyse boğdu
ve en sonunda yere kondu .
Yüzükoyun yatarak soluklanmaya çalışan Abdullah'ın
başı, yıldızlı bir gökyüzünde vızır vızır önünden geçen
kulelerin anılarıyla dönüyordu. Her şey o kadar çabuk
olmuştu ki, ilk başta tek düşünebildiği çadır ile gece

35
bahçesi arasındaki mesafenin şaşırtıcı derecede kısa ol­
duğuydu. Sonra nihayet biraz toparlanınca başını duvar­
lara vurası geldi. Ne kadar aptalca bir davranışta bulun­
muştu! En azından Gece Çiçeği de halıya çıkana kadar
bekleyebilirdi. Gece Çiçeği'nin kurduğu mantığa göre
şimdi yapabileceği tek şey tekrar uykuya dalmayı bekle­
mek ve sihirli sözcüğü uykusunda bir kez daha söyleme­
yi ummaktı. Abdullah şimdiye dek bunu iki kez yaptığı
için tekrar yapabileceğinden oldukça emindi. Ayrıca,
Gece Çiçeği'nin de aynı şekilde düşüneceğinden ve bah­
çede kendisini bekleyeceğinden daha da emindi. Kız ze­
kanın vücuda gelmiş hali gibiydi -kadınların incisiydi.
Abdullah'ın yaklaşık bir saat içinde geri döneceğini tah­
min ederdi.
Abdullah kah kendini suçlamakla kah Gece Çiçeği'ni
övmekle geçirdiği bir saatin ardından uyumayı becerdi.
Fakat uyandığında, maalesef, kendini çadırda, halının
üzerinde yüzükoyun yatarken buldu. Cemal'in köpeği
dışarıda havlayıp duruyordu. Zaten Abdullah'ı uyandıran
da o olmuştu.
"Abdullah!" diye bağırdı babasının ilk karısının erkek
kardeşinin oğlu. " İçeride misin?"
Abdullah inledi. Bir bu eksikti.

36
4

Evlilik ve Kehanet ile İlgili


Şeyler Ortaya Çıkıyor

H akim'in niye geldiği hakkında Abdullah'm hiçbir


fikri yoktu . Babasının ilk karısının akrabaları genellikle
ayda bir uğrarlardı ve en son iki gün önce buradaydılar.
"Ne istiyorsun Hakiın?" diye bitkin bir sesle bağırdı Ab­
dullah.
"Tabii ki seninle konuşmak!" diye geri seslendi Ha­
kim. "Acilen! "
"Öyleyse içeri gel , " dedi Abdullah.
Hakim toınbiş bedenini kapı eşiğinden güçlükle ge­
çirdi. "Belirtmeliyim ki, o öve öve bitiremediğin güven­
lik tedbirlerin bundan ibaretse, teyzemin kocasının oğ­
lu," dedi adam, "hiç etkilenmedim . Herhangi biri canı is­
tediği zaman buraya girip seni uykunda yakalayabilir."
"Dışarıdaki köpek geldiğine dair beni uyardı," dedi
Abdullah.
"Ne işe yarar ki?" diye sordu Hakim. "Hırsız olsaydım
ne yapacaktın? Beni bir halıyla boğacak mıydın? Hayır,
çadırının güvenliğini tasvip etmiyorum."
"Bana ne söyleyecektin?" diye sordu Abdullah. "Yok­
sa her zamanki gibi kusur bulmak için mi geldin?"
Hakim bir halı yığınının üstüne ağır ağır oturdu. "Ba­
kıyorum da, o özen dolu nezaketinden eser yok, evlilik-

37
ten kuzenim," dedi adam. " Babamın amcasının oğlu se­
ni duyacak olsaydı hiç hoşuna gitmezdi. "
"Ne davranışlarım n e d e başka şeylerim için Asaf'a
hesap verecek değilim!" diye çıkıştı Abdullah. Kendini
mutsuz hissediyordu . Yüreği Gece Çiçeği için yanıp tu­
tuşuyor, ama kıza ulaşamıyordu . Başka hiçbir şeye sabrı
kalmam1şrı.
" Öyleyse getirdiğim haberle başını ağrıtmayacağım,"
diyen Hakim kibirle ayağa kalktı.
" İyi!" dedi Abdullah. Elini yüzünü yıkamak için çadı­
rın arka kısmına yöneldi.
Fakat Hakim'in söyleyeceğini söylemeden gitmeyece­
ği belliydi. Abdullah işini bitirip döndüğünde Hakim'i
hala orada dururken buldu. "Kıyafetlerini değiştirip bir
berbere uğrasan iyi edersin , evlilikten kuzenim, " dedi
Hakim. "Şu anda dükkanımızı ziyaret etmeye uygun biri
gibi görünmüyorsun. "
"Oraya niye gidecekmişim ki?" diye sordu Abdullah
biraz şaşırarak. "Orada istenmediğimi uzun zaman önce
açıkça belli ettiniz : "
"Çünkü," dedi Hakim, "senin hakkındaki kehanet,
uzun zamandır içinde tütsü olduğu sanılan bir kutudan
çıktı. Doğru düzgün giyinip kuşanır da dükkana uğrar­
san bu kutu sana teslim edilecek. "
Abdullah kehanete zerre kadar ilgi duymuyordu. Ayrı­
ca Hakim kutuyu yanında kolayca getirebilecekken ken­
disinin ne diye dükkana gitmesi gerektiğini anlayamıyor­
du. Tam öneriyi reddedecekti ki, aklına o gece doğru söz­
cüğü uykusunda söylemesi halinde (daha önce iki kez
yaptığı için tekrar yapabileceğine dair güveni tamdı) Ge­
ce Çiçeği ile beraber kaçabilmelerinin kuvvetle muhtemel

..
38
olduğu geldi. Bir adam nikahına, uygun giyinerek ve yı­
kanıp tıraş olarak gitmeliydi. Madem hamama ve berbere
illa ki gitmesi gerekiyordu, dönüşte dükkana uğrayıp o
aptal kehaneti de alabilirdi.
"Pekala," dedi genç adam. "Günbatımından iki saat
önce orada olurum. "
Hakim kaşlarını çattı. "Niye o kadar geç?"
"Çünkü yapacak işlerim var, evlilikten kuzenim ," diye
açıkladı Abdullah. Yaklaşan evliliğinin düşüncesi onu
öyle bir neşeye boğuyordu ki, Hakim'e gülümsedi ve
aşın bir nezaketle eğilerek selam verdi. "Emirlerine itaat
etmeye fazla zaman bırakmayan son derece yoğun bir
yaşantı sürsem bile, geleceğim, sakın korkma."
Hakim kaşlarını çatmayı sürdürdü ve çıkarken Abdul­
lah'a son bir sert bakış attı. Hem kafasının bozulduğu
hem de kuşkuya kapıldığı her halinden belliydi. Abdul­
lah'ınsa umrunda değildi. Hakim gözden kaybolur kay­
bolmaz gün boyu çadırını koruması için geri kalan para­
sının yarısını neşe içinde Cemal'e verdi. Bunun karşılı­
ğında, minnettarlığı giderek artan Cemal'in ikram ettiği,
tezgahındaki tüm yiyeceklerin karışımından oluşan bir
kahvaltıyı kabul etmek zorunda kaldı. Heyecan Abdul­
lah'ın iştahını kaçırmıştı. Cemal önüne o kadar fazla ye­
mek koydu ki, onun kalbini kırmamak için Abdullah
kahvaltının çoğunu gizlice Cemal'in köpeğine verdi; bu­
nu da ihtiyatla yaptı, zira köpek ısırmak kadar kapmaya
da düşkündü. Köpek buna karşın efendisinin minnettar­
lığını paylaşır gibiydi. Kuyruğunu nazikçe salladı, Abdul­
lah'ın ikram ettiği her şeyi yedi, sonra da Abdullah'ın yü­
zünü yalamaya çalıştı.
Abdullah nezaketin o kadarına gelemedi. Köpeğin ne-

39
fes�ne ahtapot kokusu sinmişti. Abdullah hayvanın eğri
büğrü kafasını hafifçe okşadı, Cemal'e teşekkür etti ve
Çarşı'ya koştu. Orada parasının geri kalanını bir el araba­
sı kiralamakta kullandı. Arabanın içini en iyi ve en sıradı­
şı halılarla doldurdu -çiçek desenli Oçinstan halısı, İni­
ço'dan gelen ışıltılı paspas, altın sarısı Farktan halıları, çö­
lün içlerinden alınmış muhteşem desenli halılar ve bir de
uzaklardaki Tayak'tan birbirinin aynı bir çift halı- ve on­
ları en zengin tüccarların ticaret yaptıkları yer olan Çar­
şı'nın merkezine taşıdı. Abdullah tüm heyecanına rağ­
men gerçekçi davranıyordu. Gece Çiçeği'nin babasının
çok zengin olduğu belliydi. Zengin adamlardan başka
hiç kimse prenseslere yakışır bir çeyiz düzemezdi. Bu
yüzden Abdullah, Gece Çiçeği'yle beraber çok uzaklara
kaçmadıkları takdirde, kızın babasının hayatı ikisi için de
oldukça çekilmez kılabileceğini biliyordu. Abdullah bu­
nun yanı sıra Gece Çiçeği'nin her şeyin en iyisine alıştı­
ğını tahmin ediyordu . Kız zorlu bir hayat sürmekten
memnun olmazdı. Bundan dolayı Abdullah'a para lazım­
dı. Abdullah zengin çadırların en zengininde duran tüc­
carın önünde yerlere kadar eğilip onu tüccarların baş ta­
cı ve en muhteşemi diye övdükten sonra Oçinstan'dan
gelen halıyı korkunç bir fiyata satmayı teklif etti.
Tüccar, Abdullah'ın babasının eski bir arkadaşıydı.
"Peki niye, Çarşı'nın en şanlısınm oğlu," diye sordu
adam, "değerine bakılırsa koleksiyonunun cevheri olan
bu halıdan ayrılmak istersin?"
" İşimi çeşitlendiriyorum , " dedi Abdullah. "Belki duy­
muşsundur, resimler ve başka sanat eserleri satın alıyo­
rum. Onlara yer açmak için hal ılarımın en değersizlerini
_
elden çıkarmak durumundayım. Ve senin gibi muhteşem

40
bir dokuma satıcısının eski bir dostun oğluna yardım et­
mek için bu çiçekli böcekli sefil şeyi kelepir fiyatına ala­
bileceğini düşündüm."
"Eğer buna sefil diyorsan sahiden de seçkin mallara
sahip olmalısın," dedi tüccar. "Sana istediğinin yarısını
teklif ediyorum. "
"Ah, kurnazların kurnazı," dedi Abdullah. "Kelepirin
bile bir bedeli vardır. Ama sırf senin hatırına fiyatı iki ba­
kır indiririm."
Uzun, sıcak bir gündü. Fakat akşamüstünün erken sa­
atlerine kadar Abdullah en iyi halılarını onlara ödediği
bedelin neredeyse iki katına satmıştı. Aİtık Gece Çiçe­
ği'ni üç ay kadar nispeten lüks içinde yaşatmaya yetecek
kadar parası olduğunu tahmin ediyordu . Bu sürenin so­
nunda ya bir şeyler çıkmasını ya da kızın sevecen doğa­
sının fakirliğe alışmasını umuyordu. Hemen hamama git­
ti. Ardından berbere geçti. Parfümcüye uğrayıp türlü tür­
lü yağlar sürdü. Sonra da çadırına geri dönüp en güzel
giysilerini kuşandı. Çoğu tüccarınki gibi bu giysiler de
kurnazca hazırlanmış eklemelere, süslemelere ve örgüle­
re sahipti. Bunlar süs amaçlı gibi görünmesine rağmen
aslında zekice gizlenmiş birer para cebiydi. Abdullah ye­
ni kazandığı altınlarını bu gizli ceplere doldurduğunda
nihayet hazır hale geldi. Pek hevesli olmasa da babası­
nın eski dükkanına yollandı. En azından böylece kızla
buluşana kadar vakit öldürebilecekti.
Alçak, sedir basamakları çıkıp çocukluğunun büyük
kısmını geçirdiği yere girmek ilginç bir duyguydu. Sedir
ağacının, baharatların ve halılara sinen küf ile yağın koku­
su o kadar tanıdıktı ki, Abdullah gözlerini kapatsa tekrar
on yaşına döndüğünü, babası bir müşteriyle pazarlık eder-

41
ken kendisinin bir halı rulosunun arkasında oyun oynadı­
ğını hayal edebilirdi. Fakat gözleri açıkken böyle bir yanıl­
samaya kapılacak değildi. Babasının ilk karısının kız kar­
deşinin parlak mor renge karşı korkunç bir zaafı vardı. Du­
varlar, paravanlar, müşteri sandalyeleri, kasiyerin masası,
hatta para kutusu bile Fatma'nın en sevdiği renge boyalıy­
dı. Fatına benzer renkteki bir elbisenin içinde onu karşıla­
maya geldi.
"Vay canına, Abdullah! Ne kadar dakiksin! Ne kadar
şıksın!" dedi kadın. Tavırlarından Abdullah'ın paçavralar
içinde, geç gelmesini beklediği anlaşılıyordu.
"Sanki kendi düğününe gidermiş gibi görünüyor! " di­
yen Asaf da ince, asık suratında bir tebessümle yaklaştı.
Asaf'ı gülümserken görmek öyle nadir bir durumdu
ki, Abdullah bir anlığına adamın boynunu incittiğini ve
acıdan yüzünü ekşittiğini sandı. Hakim kıkırdayınca,
Asaf'ın az önceki sözlerinin farkına vardı. Yüzünün kı­
zardığını hissedince kendine çok kızdı. Suratını sakla­
mak için eğilerek selam vermesi icap etti.
"Oğlanı u tandırmaya gerek yok!" diye haykırdı Fatma.
Bu da tabii ki Abdullah'ın yüzünün daha fazla kızarma­
sına sebep oldu. "Abdullah , resim alıp satma işine girdi­
ğine dair duyduğumuz söylentiler de ne?"
"Üstelik resimlere yer açmak için elindeki malların en
iyilerini satıyormuşsun," diye ekledi Hakim.
Abdullah'ın utancı geçti; oraya eleştirilmek için çağrıl­
dığını anlamıştı. Hele ki Asaf sitem edercesine şunları
söyleyince daha da ikna oldu: "Satışa çıkardığın halıları­
nı bize göstermediğin için kalbimiz kırıldı, babamın ye­
ğeninin kocasının oğlu."
"Sevgili akrabalarım , " dedi Abdullah. "Halılarımı size

42 ..
tabii ki satamazdım. Hedefim büyük kar etmekti ve ba­
bamın çok sevdiği sizleri kazıklayacak halim yoktu. " Ab­
dullah'ın kafası o denli bozulmuştu ki, oradan ayrılmak
için geri döndü, fakat Hakim'in kapıları sessizce kapayıp
sürgülemiş olduğunu fark etti.
"Dükkanı kapadık," dedi Hakim. "Şöyle ailece baş ba­
şa olalım. "
"Zavallı çocuk!" dedi Fatma. "Aklını başında tutmak
için bir aileye hiç bu kadar ihtiyacı olmamıştı!"
"Evet, doğru ," dedi Asaf. "Abdullah, Çarşı'da keçileri
kaçırdığına dair dedikodular dönüyor. Bu durum hiç ho­
şumuza gitmiyor. "
"Tuhaf davranışlar sergilediği kesin, " diye katıldı Ha­
kim. "Bizimki kadar saygıdeğer bir ailenin ferdi hakkın­
da böyle konuşulmasından memnun değiliz."
Durum her zamankinden kötüydü. "Kafamda hiçbir
sorun yok. Ne yaptığımın bilincindeyim. Ve artık beni
eleştirmeniz için size fırsat vermeyeceğim. . . en azından
yarından itibaren. Bu arada Hakim buraya gelmemi, çün­
kü benimle ilgili kehanetin bulunduğunu söyledi. Bu
doğru mu, yoksa bir bahane mi?" dedi Abdullah. Baba­
sının ilk karısının akrabalarına karşı hiç bu kadar kaba
davranmamıştı, fakat böyle bir muameleyi hak ettiklerini
düşünecek kadar da öfkeliydi.
Babasının ilk karısının akrabaları her nedense Abdul­
lah'a kızacaklarına, dükkanda dört dönmeye başladılar.
" Nerede bu kutu?" dedi Fatma.
"Bulun şunu, bulun şunu!" dedi Asaf. "Doğumundan
bir saat sonra zavallı babasının ikinci eşinin hasta yata­
ğına getirdiği sözler onun içinde. Abdullah onları gör­
meli!"

43
"Baban o sözleri kendi eliyle yazdı," dedi Hakim. "Se­
nin için en büyük hazine budur. "
"İşte burada!" diyen Fatma, yukarıdaki bir raftan kak­
malı bir kutuyu sevinçle aldı. Kutuyu Asara verdi, o da
Abdullah'a teslim etti.
"Aç hadi, aç hadi!" diye üçü birden heyecanla bağır­
dı.
Abdullah kutuyu mor renkli kasiyer masasına koyup
mandalını açtı. Kapak geri savrulduğunda kutunun için­
den küf kokusu yükseldi. İkiye katlı, sararmış bir kağıt
haricinde kutunun içi boştu.
"Al da oku şunu!" dedi Fatma daha da heyecanlana­
rak.
Abdullah bu telaşın sebebini anlayamasa da kağıdı
açtı. Üzerinde babasına ait olduğu anlaşılan bir elyazısıy­
la kaleme alınmış kahverengi ve silik birkaç satır yazı
vardı. Abdullah kağıtla beraber bir fenere doğru döndü.
Hakim giriş kapısını kapadığından dükkanın genel mor­
luğu, etrafı görmeyi zorlaştırıyordu.
"Kağıdı okuyamıyor!" dedi Fatma.
Bunun üzerine Asaf, "Normaldir. Burada ışık yok.
Onu arkadaki odaya götürün. Oranın üst panjurları
açık," dedi.
O ve Hakim, Abdullah'ı omuzlarından tutup dükka­
nın arkasına doğru itelediler. Abdullah babasının silik ve
kargacık burgacık yazısını okumakla öylesine meşguldü
ki, dükkanın arka kısmındaki oturma odasının büyük ta­
van panjurlarının altına kadar götürülmeye direnmedi.
Evet, böylesi daha iyiydi. Artık babasını nasıl hayal
kırıklığına uğrattığını biliyordu. Yazıda şöyle deniyordu:

44
Bunlar bilge falcının sözleridir: "Bu oğlun
senin mesleğini sürdürmeyecek. Sen öldük­
ten iki yıl sonra, oğlun wua gencecik bir de­
likanlıyken ülkedeki herkesten üstün ola:
cak. Alnında böyle yazıyor."
Oğlumun alınyazısı benim için büyük bir
hayal kırıklığıdır. Umarım Kader bana mes­
leğimi icra edecek başka oğullar verir, yoksa
bu kehanet için kırk altını heba ettim de­

mektir.

"Gördüğün gibi, muhteşem bir gelecek seni bekliyor


sevgili çocuk," dedi Asaf.
Birisi kıkırdadı.
Abdullah biraz şaşkın bir halde kafasını kağıttan kal­
dırdı. Havada buram buram bir koku vardı.
Kıkırtı, üstelik bu sefer iki tanesi birden tam önünden
geldi.
Abdullah'ın gözleri pörtledi. Önünde aşırı derecede
şişman iki genç kız duruyordu. Kızlar Abdullah'ın faltaşı
gibi açılmış gözlerine bakıp mahcup bir tavırla yine kı­
kırdadılar. İkisinin de üstünde parlak satenden incecik
ve balon gibi kıyafetler vardı -sağdaki pembe, soldaki
sarıydı- ve inanılmaz sayıda kolye ve bilezik takıyorlar­
dı. Buna ek olarak ötekinden daha şişman olan pembe­
li kızın alnında, dikkatle kıvırcık yapılmış saçlarının he­
men altında bir inci sarkmaktaydı. Azıcık bir farkla daha
az şişman olan sarılı kız ise bir tür kehribar taç takıyor­
du ve ötekinden daha kıvırcık saçlara sahipti. Çok fazla
makyaj yapmışlardı ve bu büyük bir hata olmuştu.
Abdullah'ın dikkatini çektikleri anda -ki fazlasıyla
çekmişlerdi; delikanlı dehşetten gözünü bile kırpamıyor-

45
du- her iki kız da heybetli omuzlarını bir peçeyle -sol­
daki pembe, sağdaki ise san renkli bir peçeyle- örttü ve
iffetli bir edayla hem başını hem de yüzünü sardı . "Mer­
habalar sevgili kocacığım!" diye peçelerinin ardından ko­
ro halinde seslendiler.
"Ne " diye haykırdı Abdullah.
"Peçe örtüyoruz," dedi pembe olanı.
"Çünkü yüzümüzü görmemen lazım," diye tamamladı
sanlı.
"Tabii evlenene kadar," diye tamamladı pembeli.
"Ortada bir hata olmalı!" decli Abdullah.
"Hiç de değil," dedi Fatma. "Bunlar yeğenimin yeğen­
leri. Seninle evlenecekler. Sana bir çift eş bulacağımı
söylerken beni dinlemiyor muydun?"
Yeğenler tekrar kıkırdadılar. "Amma yakışıklıymış, "
dedi sarılı.
Sertçe yutkunduğu ve duygularını kontrol altında tut­
mak için elinden geleni yaptığı uzun bir duraksamanın
ardından Abdullah, "Söyleyin bana, ey babamın ilk kan­
sının akrabaları, doğumumda dile getirilen kehaneti
uzun zamandır biliyor muydunuz?" dedi kibarca.
"Yıllardır," dedi Hakim. "Yoksa bizi budala mı san­
dın?"
"Sevgili baban vasiyetini hazırlarken, " dedi Fatma,
"bize göstermişti."
"Tabii doğal olarak olağanüstü talihinin aileden ayrıl­
masına izin verecek değiliz," diye açıkladı Asaf. "Sevgili
babanın mesleğinden ayrılacağın anı bekledik -bu da
Sultan'ın seni veziri yapacağının ya da ?rdularının başı­
na geçireceğinin ya da başka bir şekilde terfi ettireceği­
nin işareti olacaktı. Sonra iyi talihini bizimle paylaşmanı

..
46
sağlamanın yollarını aradık. Bu iki gelin üçümüzle de ya­
kın akraba. Yükselirken bizi ihmal edemezsin. İşte böy­
le sevgili çocuk. Artık geriye sadece seni kadıyla tanıştır­
mak kalıyor. Kendisi seni evlendirmek için buraya kadar
geldi. "
Abdullah o ana dek gözlerini iki yeğenin devasa su­
retinden ayıramamıştı. Fakat Asaf ın sözleri üzerine başı­
nı kaldırdığında Evlilik Defteri'yle beraber bir paravanın
arkasından çıkmakta olan Çarşı Kadısı'nın sert bakışlarıy­
la karşılaştı . Abdullah adama ne kadar para ödendiğini
merak etti.
Abdullah eğilerek kadıya selam verdi. "Korkarım ki
bu mümkün değil," dedi.
"Ah, böyle nezaketsiz ve aksi davranacağını biliyor­
dum!" dedi Fauna. "Abdullah, şimdi bu zavallı kızlan
reddedecek olursan yaşayacakları utancı ve hayal kırık­
lığını düşün! Evlenme umuduyla bir güzel giyinip onca
yol teptiler! Bunu nasıl yaparsın yeğenim!"
"Hem aynca bütün kapılan kilitledim, " dedi Hakim.
"Sakın kaçabileceğini zannetme. "
"Böyle iki harikulade hanımın duygularını incitece­
ğim için üzgünüm ama . . . " diye söze başladı Abdullah.
İ ki gelinin duyguları zaten incinmişti. İkisi birden fer­

yadı basıp peçeli yüzlerini ellerine gömüp hüngür hün­


gür ağladılar.
"Rezalet!" diye ağladı pembe olanı.
" Ö nce onun fikrini almaları gerektiğini biliyordum!"
diye haykırdı sarılı.
Abdullah kızların -özellikle de hıçkırdıkça her yeri
bıngıl bıngıl oynayan böyle iri kızların- ağlamasına şahit
olmanın kendini çok kötü hissettirdiğini keşfetti. Kaba

47
davrandığının, hayvanlık ettiğinin farkındaydı. Kendin­
den utandı. Olup bitenler kızların suçu değildi. Tıpkı
kendisi gibi onlar da Asaf, Fatma ve Hakim tarafından
kullanılmışlardı. Fakat kendisini bu kadar kaba hissetme­
sinin asıl nedeni -ki bu onu utanç içinde bırakıyordu­
sadece ve sadece seslerini kesmelerini, çenelerini kapa­
malarını ve bıngıl bıngıl oynamayı bırakmalarını istiyor
olmasıydı. Yoksa kızların hislerini zerre kadar umursadı­
ğı yoktu. Onları Gece Çiçeği'yle kıyasladığında içini kal­
dırıyorlardı. Onlarla evlenme fikri bile başını ağrıtıyor,
midesini bulandırıyordu. Buna rağmen sırf önünde ağla­
yıp sızlandıkları için, üç eşin çok da fazla olmadığını dü­
şünmeye başladı. Zanzib'deki evlerinden çok ama çok
uzaklardayken bu ikisi Gece Çiçeği'ne yarenlik ederdi.
Tek yapması gereken durumu anlatmak ve onları sihirli
halıya bindirip . . .
B u düşünce Abdullah'ın aklını başına getirdi. Hem de
sert bir şekilde. Böyle birbirinden ağır iki kadının bindi­
rildiği bir sihirli halının yere çakılacağı sertlikte -tabii da­
ha en başta onlarla beraber yerden kalkabilirse. Kızlar o
kadar şişmandılar ki. Gece Çiçeği'ne yarenlik edecekleri
fikrine gelince . . . yok artık daha neler! Gece Çiçeği zeki,
eğitimli ve kibar olmasının yanı sıra çok da güzeldi (ve
de ince). Bu ikisi ise henüz Abdullah'a kafalarında kuş
kadar bir beyne bile sahip olduğunu göstermiş değildi.
Tek istedikleri evlenmekti ve ağlayarak Abdullah'ı buna
zorluyorlardı. Bir de kıkırdıyorlardı. Genç adam Gece Çi­
çeği'nin kıkırdadığını hiç duymamıştı.
Abdullah, Gece Çiçeği'ni düşündüğü kadar büyük bir
aşkla sevdiğini anladı -hatta daha bile fazla, çünkü artık
ona saygı duyduğunun da farkındaydı. Onsuz yaşayama-

48
yacağını biliyordu. Ve bu iki şişman yeğenle evlenecek
olursa onsuz kalacaktı. Kız aynı Oçinstanlı Prens gibi
Abdullah'a da açgözlü diyecekti.
"Çok üzgünüm, " dedi kızlardan yükselen hıçkırıklar
arasında. "Bu konuda önce fikrimi almalıydınız, ey baba­
mın ilk karısının akrabaları, ey pek saygıdeğer ve çok
dürüst kadı hazretleri. Henüz kimseyle evlenemem. Çün­
kü bir ant içtim. "
"Ne andı?" diye sordu, şişman gelinler de dahil her­
kes. "Bu andı kayıt altına aldın mı? Yasal olması için tüm
antlar bir kadı huzurunda kaydedilmelidir," diye ekledi
kadı.
Abdullah zor durumdaydı. Hemen kafayı çalıştırdı.
"Elbette kaydettirdim, ey adaletin hassas terazisi," dedi.
"Babam o andı içmemi buyurduğunda beni bir kadıya
götürdü . O sıralar ufacık bir çocuktum. O zaman anla­
madıysam da artık bunun sebebinin kehanet olduğunu
görüyorum. Tedbirli bir insan olan babam, kırk altınının
heba olmasını istemedi. Kader beni ülkedeki herkesten
üstün kılana dek evlenmeyeceğim üzerine bana ant içtir­
di. Görüyorsunuz ya, " -Abdullah ellerini en iyi kıyafeti­
nin yenlerine sokup iki şişman gelinin önünde pişman­
lıkla eğildi- "henüz sizinle evlenemem ballı eriklerim,
ama zamanı gelecek. "
Herkes aynı anda, "Eh, madem öyle," dedi farklı farklı
hoşnutsuzluk tonlarında. Ardından çoğu ona sırt çevire­
rek Abdullah'ın yüreğine su serpti.
"Babanın hep doyumsuz biri olduğunu düşünmü­
şümdür, " diye ekledi Fatma.
"Mezardayken bile öyle," diye ona katıldı Asaf. " Öy­
leyse sevgili Abdullah'ın yükselmesini beklemeliyiz. "
Fakat kadı kolay vazgeçmedi. "Peki bu andı hangi ka­
dının önünde içtin?" diye sordu adam.
"Adını bilmiyorum," dedi Abdullah büyük bir üzün­
tüyle . Genç adam durmaksızın terliyordu. "El kadar bir
çocuktum ve kadı hazretleri bana uzun, beyaz sakallı
yaşlı bir adam gibi gelmişti. " Abdullah bu tanımın önün­
deki de dahil gelmiş geçmiş tüm kadılara uyduğ u kana­
atindeydi.
"Kayıtları kontrol etmem lazım," dedi kadı asabi bir
şekilde. Asaf, Hakim ve Fatma'ya dönüp resmi bir dille
-ve soğuk bir tavırla- veda etti.
Onunla birlikte giden Abdullah dükkandan ve iki şiş­
man gelinden bir an önce kaçabilmek için neredeyse
kadının cüppesine yapışacaktı.

50
5

Gece Çiçeği'nin Babası,


Abdullah'ı Ülkedeki Herkesten
Üstün Kılmak İstiyor
' 'A
J-\.. mma gündü!" dedi Abdullah kendi kendine, ni-
hayet çadırına vardığında. "Şansım böyle devam ederse,
halıyı bir daha hiç kıpırdatamayacağım!" Ya da, diye dü­
şündü en iyi kıyafetlerini çıkarmadan halının üstüne uza­
nırken, gece bahçesine döndüğünde Gece Çiçeği dün ge­
ceki aptallığına öyle kızmış olacaktı ki bir daha onu hiç
sevmeyecekti. Ya da onu sevmeyi sürdürse bile onunla
gitmekten kaçınabilirdi. Ya da . . .
Uyuması biraz zaman aldı.
Fakat uyandığında her şey kusursuzdu . Halı ay ışığıy­
la yıkanan setin üstüne hafif bir iniş yapmak üzereydi.
Böylece Abdullah sihirli sözcüğü söylediğini anladı. Üs­
telik sözcüğü çok kısa süre önce söylediği için onun ne
olduğunu neredeyse hatırlayacak gibiydi. Fakat Gece Çi­
çeği kokulu beyaz goncaların ve yuvarlak sarı fenerlerin
arasından fırlayarak ona doğru hevesle koşunca sözcük
aklından uçup gitti.
"Geldin!" diye seslendi kız koşarken. "Çok endişelen­
dim!"
Kız öfkeli değildi. Abdullah'ın içi sevinçle doldu. "Git­
meye hazır mısın?" diye geri seslendi. "Yanıma atla."

51
Gece Çiçeği keyifle güldü -kesinlikle kıkırdamadı- ve
çimenlik boyunca koşmaya devam etti. Tam o anda ayın
önünden bir bulut geçer gibi oldu, çünkü Abdullah bir an­
lığına kızın sadece fenerlerle aydınlandığını, altın sarısı
ışıkta hevesle koştuğunu gördü. Ayağa kalkıp ellerini ona
doğru uzattı.
O bunu yaparken bulut bu sefer de fener ışıklarını
kesti. Fakat gelen bir bulut değil, sessizce çırpan köse­
lemsi, siyah kanatlardı. Pençeleri andıran uzun siyah tır­
naklı, en az o kanatlar kadar köselemsi bir çift kol Gece
Çiçeği'ne sarıldı. Abdullah, kolların durdurduğu kızın sar­
sıldığını gördü. Gece Çiçeği etrafına bakındı ve gördüğü
şey karşısında vahşi bir çığlık attı. Dev pençeli bir el kı­
zın yüzüne kapanınca çığlık kesildi. Gece Çiçeği kendisi­
ni saran kollan yumrukladı, tekmeler savurup debelendi,
fakat hepsi nafileydi. Koca bir siyahlığın önündeki küçük,
beyaz bir suret olarak havaya kaldırıldı. Dev kanatlar tek­
rar çırpmaya başladı. Yine pençeyi andıran uzun tırnaklı
kocaman bir ayak, Abdullah'ın hala doğrulmakta olduğu
setin bir metre kadar ötesinde çimenlere indi. Köselemsi
bacağın kasları gerildi ve artık her neyse o şey yukarı sıç­
radı. AbduJlah kısacık bir an, hızmalı kancamsı bir burun
ile zalim bakışlı, çekik gözlere sahip köselemsi ve son de­
rece çirkin bir surata bakarken buldu kendini. Yaratık
ona bakmıyordu; o sırada kendini ve tutsağını havalandır­
maya yoğunlaşmıştı.
Ve bir sonraki saniye içinde de havalandı. Abdullah
göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre için onu yu­
karıda gördü: kollarında minik, solgun bir insan olan
kudretli bir cin. Sonra gece, yaratığı yuttu. Her şey ina­
nılmayacak kadar kısa bir zamanda olup bitmişti.

52
"Peşinden git! Cini takip et!" �iye halıya emretti Ab­
dullah.
Halı itaat eder gibi oldu. Setten yükselmeye başladı.
Sonra da sanki birisi başka bir komut vermişçesine inip
hareketsiz kaldı.
"Seni güve yeniği kapı paspası!" diye haykırdı Abdul­
lah.
Bahçenin ilerisinde bir yerden bir bağırış yükseldi.
"Muhafızlar, bu taraftan! Çığlık şuradan geldi!"
Abdullah'ın gözüne revakların orada metal miğferle­
rin -ve daha da kötüsü kılıçlarla arbaletlerin- parıltısı ta­
kıldı. Niye haykırdığını o insanlara anlatmak için bekle­
medi. Kendini halının üstüne boylu boyunca attı.
"Çadıra dön!" diye fısıldadı ona. "Çabuk! Lütfen!"
Halı bu sefer bir önceki gece olduğu gibi hemen ita­
at etti. Anında setten havalanarak yana doğru uçtu ve
göz korkutucu yükseklikteki duvarı aştı. Abdullah bir an
için, fenerlerle aydınlanan bahçede kuzeyli askerlerden
oluşan büyük bir grup gördü . Hemen ardından Zanzib'in
uyuyan çatılarının ve ay ışığıyla yıkanan kulelerinin üze­
rinden uçuyordu . Gece Çiçeği'nin babasının sandığından
da zengin olduğunu düşünecek kadar zamanı oldu -çok
az insan paralı asker kiralayabilecek kadar zengindi ve
kuzeyli askerler de en pahalılanydı. Kafasından başka bir
şey geçmesine fırsat kalmadan halı dalışa geçti ve Abdul­
lah'ı yavaşça evine soktu.
Abdullah orada kendini ümitsizliğe teslim etti.
Bir cin Gece Çiçeği'ni kaçırmış ve halı onun peşinden
gitmeyi reddetmişti. Bunun şaşırtıcı bir durum olmadığının
farkındaydı. Zanzib'deki herkes bilirdi ki, cinler havada ve
yerde müthiş güçlere sahipti. O geceki cinin Gece Çiçe-

53
ği'ni kaçırmadan önce tedbir olarak bahçedeki her şeye ol­
duğu yerde kalmasını emrettiğine dair hiç şüphe yoktu.
Hana .halıyı ya da Abdullah'ı fark etmemiş bile olabilirdi,
fakat halıdaki sihir cinin hükmüne boyun eğmek zorunda
kalmıştı. Böylece cin de Abdullah'ın kendi ruhundan bile
çok sevdiği Gece Çiçeği'ni tam da kollarına atılacakken ka­
çırıp götürmüştü ve görünüşe bakılırsa delikanlının yapa­
bileceği hiçbir şey yoktu.
Abdullah ağladı.
Gözyaşları dinince, kıyafetine gizlediği tüm parayı at­
maya yemin etti. Nasılsa artık işine yaramazdı. Fakat bu­
nu yapamadan tekrar kedere gömüldü. Izdırabını önce,
Zanzib'de adet olduğu üzere, bağıra çağıra ve göğsüne
vura vura ortaya koydu; daha sonra horozlar ötmeye ve
insanlar sokağa çıkmaya başladıkları sırada sessiz bir ke­
dere gömüldü. Hareket etmenin bile bir anlamı yoktu, o
yüzden olduğu yerde kaldı. İnsanlar etrafta gezinebilir, ıs­
lık çalabilir ve gündelik hayatlarına devam edebilirlerdi,
fakat Abdullah artık o hayatın bir parçası değildi. Sihirli
halının üstünde oturup, ölmüş olmayı diledi.
O kadar mutsuzdu ki, kendisinin de tehlikede olabi­
leceği aklının ucundan bile geçmedi. Ormana bir avcı
girdiğinde olduğu gibi, Çarşı'daki tüm seslerin bir anda
kesilmesine aldırış etmedi. Uygun adım yere vuran ayak­
ları ya da ona eşlik eden zırhların tangırtısını fark etme­
di. Birisi çadırının dışında, "Kıt'a dur1" diye bağırdığında
başını bile çevirmedi. Fakat çadırı yırtıldığında o yöne
doğru döndü. Miskin bir şaşkınlık içindeydi. Şiş gözleri­
ni şiddetli güneş ışığı karşısında kırpıştırırken kuzeyli bir
asker bölüğünün çadırında ne aradığını az da olsa me­
rak etti.

..
54
"Bu o," dedi Hakim olabilecek sivil kıyafetli biri. Ab­
dullah'ın gözleri ona odaklanamadan adam uyanık dav­
ranarak ortadan kayboldu.
"Sen!" diye bağırdı bölükbaşı. "Bizimle geleceksin . "
"Ne?" dedi Abdullah.
"Yakalayın, " dedi lider.
Abdullah şaşkın bir durumdaydı. Onu zorla ayağa
kaldırıp, yürümesi için kolunu büktüklerinde zayıf bir iti­
razda bulundu. Çarşı'nın içinden Batı Mahallesi'ne doğ­
ru uygun adım yürütülürken de itirazını sürdürdü . Fazla
geçmemişti ki itirazı arttı. "Neler oluyor?" dedi soluk so­
luğa. "Bit vatandaş . . . olarak . . . nereye . . . gittiğimizi. . . bil­
mek. . . istiyorum!"
"Kapa çeneni. Göreceksin," diye cevap verdiler. Ne­
fes nefese kalmayacak kadar zindeydiler.
Kısa müddet sonra Abdullah'ı güneşin altında bembe­
yaz parlayan taş bloklardan yapılmış devasa bir geçidin
altından geçirerek ışıl ışıl bir avluya soktular. Orada, ek­
mek fırınını andıran bir demircinin önünde Abdullah'ı
zincire vurmak için beş dakika beklediler. Abdullah iti­
razlarını daha da arttırdı. "Bu da ne? Burası neresi? Bil­
mek istiyorum!"
"Kapa çeneni!" dedi bölükbaşı. Ardından yardımcısına
dönüp, "Şu Zanzibliler de amma sız/aşıyorlar. Haysiyet
nedir bilmiyorlar," diye ekledi o barbar kuzeyli aksanıyla.
Bölükbaşı bunu söylerken Abdullah gibi Zanzibli
olan demirci, "Sultan seni görmek istiyor. Fazla bir şan­
sın olduğunu sanmam. Böyle zincirlediğim son adam
çarmıha gerildi, '' diye mırıldandı.
"Ama ben bir şey . . " diye itiraz etti Abdullah.
.

"KAPA ÇENENİ!" diye haykırdı bölükbaşı. "İşin bitti

55
mi Demirci? Tamam. İleri, marş!" Ve Abdullah'ı tekrar
yürütmeye başlayarak p;ırıltılı avludan geçirip avlunun
sonundaki büyük binaya soktular.
Eskiden olsa Abdullah zincirler içinde yürümenin im­
kansız olduğunu söylerdi. Öyle ağırdılar ki. Fakat bir grup
haşin bakışlı askerin adama neler yaptırabileceği hayret ve­
riciydi. Abdullah şıngır şıngır, paldır küldür koştu da koş­
tu, ta ki en sonunda açık mavi ve altın sansı çinilerden ya­
pılmış ve üstüne yastıklar yığılmış yüksek bir koltuğun
ayak ucuna varana dek. Orada adamlar, kuzeyli askerlerin
kendilerine para ödeyenlere yaptıkları gibi, mesafeli ve
gösterişli bir edayla yere diz çöktüler.
"Mahkum Abdullah huzurlarınızdadır Sultanım," dedi

bölükbaşı .
Abdullah diz çökmedi. Zanzib geleneklerine uyarak
yere yüz sürdü. Hem, çok yorgundu ve kendini büyük
bir gürültüyle yere atmak, başka bir şey yapmaktan da­
ha kolaydı. Çinili zeminin serinliği öyle güzel, öyle hari­
kuladeydi ki.
"Şu deve dışkısına diz çöktürün," dedi Sultan. "Yara­
tık yüzümüze baksın. " Sesi alçak olsa da öfkeden titri­
yordu .
Bir asker zincirlere asıldı ve iki asker de onu kolların­
dan çekerek dizlerinun üstüne kaldırdı. Abdullah asker-
. lerin kendisini bırakmamalarına minnettardı, yoksa yere
yığılacaktı. Çinili tahtta oturan şişman ve kel adamın gür
bir gri sakalı vardı . Dalgın görünen fakat öfkesini belli
eden bir şekilde yastıklardan birine vuruyordu . Yastığın
üstünde püsküllü, beyaz bir şey vardı. Abdullah başının
ne büyük belada olduğunu işte bu püsküllü şeyden an­
ladı. Bu, kukuletasıydı.

56
"Ee, gübre yığını, " dedi Sultan, "kızım nerede?"
"Hiçbir fikrim yok, " dedi Abdullah sefil bir halde .
"Bunun, " dedi Sultan kukuletayı saçından tuttuğu bir
kelle gibi sallayarak, "bunun sana ait olduğunu inkar mı
ediyorsun? İçinde adın yazıyor, seni sefil seyyar satıcı!
Benim tarafımdan -bizzat bizim tarafımızdan- kızımın
incik boncuk kutusunda bulundu, üstelik de kızımın
kurnaz bir şekilde seksen iki yere saklamış olduğu sek­
sen iki tane insan portresiyle beraber. Gece bahçeme
sinsice girip kızıma bu portreleri verdiğini inkar mı edi­
yorsun? Kızımı kaçırıp götürdüğünü inkar mı ediyorsun?"
"Evet, bunu inkar ediyorum!" dedi Abdullah. "Kuku­
letayı ya da resimleri inkar etmiyorum, ey zayıfların şan­
lı koruyucusu -yine de belirtmeliyim ki, kızınız saklama
konusunda, sizin bulma konusunda olduğunuzdan daha
becerikli, bilgeler bilgesi, zira ona yüz yedi tane resim
daha vermiştim. Fakat Gece Çiçeği'ni kesinlikle götürme­
dim. Devasa ve korkunç bir cin tarafından gözlerimin
önünde kaçmldı. Kızınızın şu an nerede olduğunu siz
mübarek efendimizden daha fazla biliyor değilim. "
"Masala bak!" dedi Sultan. "Cinmiş! Yalancı! Solucan!"
"Yemin ederim, doğru söylüyorum!" diye haykırdı Ab­
dullah. O kadar çaresiz bir durumdaydı ki, ağzından çıka­
nı kulakları duymuyordu. "İstediğiniz kutsal eşyayı getirin,

üstüne el basıp cin konusunda yemin edeyim. Yalnız ve


yalnız doğruyu söyleyeceğim şekilde beni büyületin ve yi­
ne aynı şeyleri diyeyim, suçluların kudretli cezalandırıcısı.
Çünkü doğru söylüyorum. Ve kızınızın kaybı sebebiyle
muhtemelen sizden çok daha perişan olduğum için beni
hemen buracıkta öldürüp ızdırap içindeki bir hayattan kur­

tarmanızı istirham ediyorum, ey ülkenin şanı yüce Sultan!"

57
"Seni seve seve idam ettireceğim," dedi Sultan. "Ama
önce kızımın nerede olduğunu söyle."
"Söyledim ya, dünya harikası!" dedi Abdullah. "Nere­
de olduğunu bilmiyorum."
"Götürün bunu," dedi Sultan büyük bir soğukkanlılık­
la. Diz çökmüş askerler hemen ayağa fırlayıp Abdullah'ı
da kaldırdılar. "İşkence ederek ağzından baklayı çıkar­
ın," diye ekledi Sultan. "Kızımı bulduğunuzda bu adamı
öldürebilirsiniz, ama o zamana kadar hayatta tutun. Çe­
yizi ikiye katlarsam Oçinstan Prensi kızımı dul haliyle bi­
le alabilir."
"Yanılıyorsunuz, hükümdarlar hükümdarı!" diye atıldı
Abdullah, askerler tarafından çinilerin üzerine sürüklenir­
ken. "Cinin nereye gittiğini bilmiyorum ve kızınızla evle­
nemeden önce onu alıp götürdüğü için çok üzgünüm."
"N<#." diye bağırdı Sultan. "Geri getirin şunu!" Asker­
ler Abdullah'ı ve zincirlerini çinili tahta hemen geri gö­
türdüler. Sultan kaşlarını çatmış ve öne eğilmişti. "Yoksa
tertemiz kulağım senin kızımla evli olmadığını duyarak
kirlendi mi , seni pislik?" diye sordu Sultan.
"Doğrudur, kudretli hükümdar," dedi Abdullah. "Biz
beraber kaçamadan cin geldi."
Sultan genç adama dehşete benzer bir ifadeyle baktı.
"Doğru mu söylüyorsun?"
"Yemin ederim," dedi Abdullah. "Kızınızı öpmedim
bile. Zanzib'den ayrılır ayrılmaz bir kadı bulmayı planla­
mıştım. Neyin münasip olduğunu bilirim. Ama öncelikle
Gece Çiçeği'nin benimle sahiden evlenmek istediğinden
emin olmayı amaçladım. Yüz seksen dokuz resme rağ­
men kararı bana bilgisizlikt�n doğmuş gibi geldi. Beni
bağışlayın , ey vatanseverlerin koruyucusu, ama kızınızı

58 ..
büyütme biçiminiz kesinlikle yanlış. Beni ilk gördüğün­
de kadın sandı."
"Demek ki, dün gece izinsiz ziyaretçileri yakalayıp öl­
dürmeleri için askerleri saldığımda sonuç bir felaket olabi­
lirdi. Seni ahmak," dedi Abdullah'a. "Demek senin gibi bir
köpek beni eleştirmeye cüret ediyor ha! Tabii ki kızımı o
şekilde büyütmek zorundaydım. Doğumµndaki kehanete
göre benim haricimde gördüğü ilk erkekle evlenecekti!"
Abdullah zincirlere rağmen dimdik doğruldu. O gün
ilk kez içine bir umut ışığı doğmuştu .
Sultan çinilerle zarifçe döşenip süslenmiş zemine ba­
karak düşündü. "Kehanet tam da istediğim gibiydi, " diye
belirtti. "Uzun zamandır kuzeydeki ülkelerle ittifak kur­
mak istiyordum, çünkü burada yaptığımızdan çok daha
iyi silahlar üretiyorlar. Anladığım kadarıyla bu silahlardan
bazıları sahiden de büyülüymüş. Ama Oçinstan prensle­
rini ikna etmek çok zor. Bu yüzden tek yapmam gereke­
nin kızımın başka bir erkek görmesini engellemek -ve
tabii doğal olarak ona en iyi şekilde eğitim vererek şarkı
söyleyebilmesini, dans edebilmesini ve kendini bir pren­
se sevdirebilmesini sağlamak- olduğunu düşündüm. Kı­
zım evlenecek çağa geldiğinde de Prens'i resmi bir ziya­
ret için buraya davet ettim. Prens seneye, o harika silah­
larla fethettiği bir ülkeyi dize getirdikten sonra buraya
gelecekti. Kızım kehanet sayesinde onunla evlenecek,
böylece Prens'le aramda bir ittifak kurulacaktı!" Abdul­
lah'a kötü kötü baktı. "Ama planlarım senin gibi bir bö­
cek yüzünden altüst oldu!"
"Dediğiniz maalesef doğru, hükümdarların en ihtiyat­
lısı, " diye itiraf etti Abdullah. "Söyleyin bana, şu Oçins­
tanlı Prens acaba yaşlı ve çirkin mi?"

59
"Herhalde şu askerler gibi kuzeylilere özgü bir çirkin­
liktedir," dedi Sultan. Abdullah pek çoğu çillere ve kızı­
lımsı saçlara sahip paralı askerlerin kasıldığını sezdi. "Ni­
ye soruyorsun, köpek?"
"Ulu bilgeliğinize yönelik bir eleştirimi daha bağışlarsa­
nız, ey ulusumuzun bakıcısı, böyle bir evlilik kızınıza hak­
sızlık olur," diye belirtti Abdullah. Genç adam peıvasızlı­
ğına şaşıran askerlerin gözlerini üzerinde hissettiyse de
umrunda değildi. Nasılsa kaybedecek bir şeyi yoktu.
"Kadınlar önemsizdir, " dedi Sultan. "Bu yüzden onla­
ra haksızlık etmek mümkün değildir."
"Katılmıyorum," dedi Abdullah. Askerlerin bakışları
daha da sertleşti.
Sultan kötü kötü baktı. Güçlü elleri Abdullah'ın gırt­
lağına sarılmışçasına kukuletayı var gücüyle sıktı. "Sessiz
ol, seni hastalıklı kurbağa! " dedi adam. "Yoksa kararım­
dan cayıp seni hemen buracıkta idam ettiririm! "
Abdullah biraz rahatladı. "Ey vatandaşların e n seçki­

ni, yalvarırım beni şimdi öldürün, " dedi. "Haddimi aşa­


rak bir günah işledim ve gece bahçene izinsiz girip. . . "
"Sus , " dedi Sultan. "Kızımı bulup seninle evlendirene
kadar seni öldüremeyeceğimi çok iyi biliyorsu n . "
Abdullah daha da rahatladı. "Bu biçare köleniz man­
tığınızı anlamıyor, ey muhakemenin cevheri , " diye karşı
çıktı. "Ben hemen ölmek istiyorum."
Sultan ona adeta hırladı. "Bu rezil olaydan bir şey öğ­
rendiysem o da Zanzib Sultanı olmama rağmen benim
bile Kader'i kandıramayacağundır. Kehanet bir şekilde
gerçekleşecek, bunu biliyorum. O yüzden kızımın
Oçinstan Prensi ile evlenmesini istiyorsam ilk başta ke­
hanete uymalıyım. "

60
Abdullah neredeyse tamamen rahatladı. Aslında işin
böyle sonuçlanacağını daha en başından görmüştü, fakat
Sultan'ın da aynı sonuca ulaşmasını kaygıyla beklemişti.
İstediği olmuştu. Gece Çiçeği'nin mantığını babasından
aldığı belliydi.
"Kızım nerede?" diye sordu Sultan.
"Size söyledim, ey Zanzib'in üzerindeki parlayan gü­
neş," dedi Abdullah. "Cin onu . . . "
"Şu cin olayına azıcık olsun inanmıyorum," dedi Sul­
tan. "Kulağa fazlasıyla uydurma geliyor. Kızı bir yerlere
saklamış olmalısın. Götürün onu," dedi askerlere, "ve en
güvenli zindanımıza tıkın. Zincirleri üzerinde bırakın.
Bahçeye girmek için bir tür efsun kullanmış olmalı. Dik­
kat etmezsek onu kaçmak için de kullanabilir," Abdullah
bu sözler karşısında irkilmeden duramadı. Hareketi Sul­
tan'ın gözünden kaçmadı. Adam kötü kötü sırıttı. "Ardın­
dan," dedi, "kızımın kapı kapı aranmasını istiyorum. Bu­
lunur bulunmaz evlenmesi için zindana götürülecek."
Düşünceli bakışlarla Abdullah'ı süzdü. "O zamana ka­
dar," dedi, "seni öldürmek için yeni yollar keşfederek va­
kit geçireceğim. Şu an seni on metrelik bir kazığa oturt­
tuktan sonra akbabalara parça parça yem etme taraftarı­
yım. Ama fikrimi değiştirip başka bir karara varabilirim. "
Askerler tarafından sürüklenirken Abdullah yine
ümitsizliğe kapılır gibi oldu. Aklına doğumundaki keha­
net geldi. On metrelik bir kazık, onu pekala ülkedeki
herkesten üstün kılardı.

61
6

Abdullah Yağmurdan Kaçarken


Doluya Tutuluyor

A bdullah'ı pis kokulu bir hücreye tıktılar. İçerisi yal­


nızca yukarıdaki tavanda yer alan minik bir ızgaradan ışık
alıyordu -ve o ışık gün ışığı değildi. Herhalde üst kattaki
bir koridorun sonundaki uzak bir pencereden geliyordu.
Başına gelecekleri bilen Abdullah, askerler tarafından
sürüklenerek götürülürken gözlerini ve zihnini ışığın gö­
rüntüsüyle doldurmaya çalıştı. Askerler zindanlara giden
kapıyı açarlarken birkaç saniyeliğine durduklarında deli­
kanlı yukarıya ve etrafa baktı. Bomboş taş duvarların bir
vadiyi saran uçurumlar gibi çevrelediği karanlık ve kü­
çük bir avludaydılar. Fakat Abdullah başını kaldırdığın­
da uzaklarda sabah güneşiyle aydınlanan ince bir kule
görebiliyordu . Şafağın üzerinden daha sadece bir saat
geçmiş olması hayret vericiydi. Kulenin üzerindeki koyu
mavi gökyüzünde yalnızca tek bir bulut vardı ve orada
huzur içinde duruyordu. Sabah halen bulutu kızılın ve
sarının tonlarına boyuyor, ona altın sarısı pencereleri
olan yükseklerdeki bir şato görüntüsü kazandırıyordu.
Güneş ışığı kulenin etrafında dönen beyaz bir kuşun ka­
natlarına vurdu . Abdullah bunun ömrü boyunca görüp
görebileceği son güzellik olduğundan emindi. Askerler
onu içeri itelerken ha.Ia kuşa bakıyordu.

62
Soğuk gri zindanda kilitliyken o görüntüyü hayalinde
canlandırmayı denediyse de boşunaydı. Zindan bambaş­
ka bir dünya gibiydi . Abdullah uzun zaman zincirlerinin
ne kadar sıkı olduğunu bile fark etmeyecek kadar kötü
durumdaydı. Fark ettiğindeyse soğuk zeminde kıpırdan­
dı, fakat bunun pek faydası olmadı.
"Ömrümü bu şekilde geçireceğim," dedi kendi kendi­
ne. "Tabii biri Gece Çiçeği'ni kurtarmazsa." Sultan cine
inanmayı reddettiğinden bu pek mümkün görünmüyordu.
Bunun ardından ümitsizliğini hayallerle yıkmaya çalış­
tı. Fakat nedense kendini kaçırılmış bir prens gibi görme­
nin hiç de faydası olmadı. Hayal ettiği şeyin doğru olma­
dığını biliyor ve söylediği yalanlara Gece Çiçeği'nin nasıl
da kandığını hatırlıyordu. Kız herhalde prens olduğuna
inandığı için Abdullah'la evlenmeye karar vermişti -ne de
olsa kendisi de bir prensesti. Abdullah işin doğrusunu kı­
za nasıl anlatacağını bilemiyordu. Sultan'ın onun için ha­
zırlayabileceği en kötü sonu hak ettiğini düşünür oldu.
Sonra Gece Çiçeği'ni düşünmeye başladı. Gece Çiçe­
ği'nin en az onun kadar korku dolu ve sefil bir halde ol­
duğu kesindi. Abdullah onu avutabilmek için yanıp tutu­
şuyordu. Onu kurtarmayı o kadar çok istiyordu ki, vak­
tinin çoğunu zincirlerine boş yere asılmakla geçirdi.
"Başka birinin bunu denemeyeceği kesin," diye mırıl­
dandı. "Buradan çıkmak zorundayım!"
Daha sonra en az hayalleri kadar saçma bir fikir ol­
masına rağmen sihirli halıyı çağırmayı denedi. Onu çadı­
rın zemininde dururken hayal edip yüksek sesle tekrar
tekrar çağırdı. Kulağa sihirli gibi gelen tüm kelimeleri tek
tek söyleyerek içlerinden birinin doğru sözcük olmasını
umdu.

63
Hiçbir şey olmadı . Zaten olacağını düşünmek ne bü­
yük aptallıktı! Sihirli sözcüğü bulsa ve halı onu zindan­
dan duysa bile, tüm sihrine rağmen tepedeki o minicik
ızgaradan nasıl geçebilirdi? Diyelim ki geçti, peki Abdul­
lah'ı oradan nasıl çıkaracaktı?
Abdullah vazgeçip duvara yaslandı ve uykulu bir hal­
de ümitsizlik içinde bekledi. Vakit öğleyi bulmuş olma­
lıydı. Çoğu Zanzibli şu sıralarda kısa bir uyku çekerdi.
Umumi parkları ziyaret etmediği zaman Abdullah da di­
ğerleri kadar iyi olmayan halılarından birini çadırınm
önündeki gölgeye çeker, meyve suyu ya da parası yeti­
yorsa biraz şarap içer ve Cemal'le tembel tembel sohbet
ederdi. Artık bunu yapamayacaktı. Üstelik bu daha ilk
günüm! diye düşündü . Şimdi saatlerin hesabını tutuyo­
rum. Acaba günlerin hesabını unutana dek ne kadar za­
man geçecek?
Abdullah gözlerini kapadı. Tüm bu olanların iyi bir
tarafı da yok değildi hani. Sultan'ın kızını kapı kapı ara­
ma faaliyeti, sırf Abdullah'ın akrabaları oldukları için Fat­
ma'nın, Hakim'in ve Asaf'ın sinirlerini bozacaktı. Abdul­
lah askerlerin dükkanı altüst etmelerini umuyordu. Du­
varları yararak içlerine bakmalarını ve tüm halıları açma­
larını umuyordu. Hatta akrabalarını tutuklamalarını ve . . .
Abdullah'ın ayak ucuna bir şey indi.
Demek artık beni yiyecek atarak besliyorlar, diye dü­
şündü Abdullah. Açlıktan ölürüm daha iyi. Gözlerini
uyuşuk bir şekilde araladı. Sonra o gözler faltaşı gibi
açıldı.
Orada, zindanın zemininde sihirli halı yatıyordu. Üze­
rinde de Cemal'in huysuz köpeği mışıl mışıl uyumaktaydı.
AbduUah ikisine de bakakaldı. Günün en sıcak vak-

64
tinde köpeğin kalkıp çadırının gölgesine uzandığını ha­
yal edebiliyordu . Rahat göründüğü için halının üstüne
çıkmış olmalıydı. İyi de, bir köpek -bir köpek.L nasıl olur
da sihirli sözcüğü söyleyebilirdi? Abdullah bakarken kö­
pek rüya görmeye başladı. Patileri kıpırdadı. Bumu ön­
ce kırıştı, sonra da mümkün olan en güzel kokuyu almış­
çasına oynadı ve rüyasında kokladığı şey her neyse san­
ki kaçıp gidiyormuş gibi hafifçe inledi.
"Acaba," dedi Abdullah, "rüyanda beni ve kahvaltı­
mın büyük bölümünü sana verdiğim günü görüyor ola­
bilir misin?"
Köpek onu uykusunda duydu . Yüksek bir homurtu
çıkararak uyandı. Bir köpek olduğu için o garip zindana
nasıl geldiğini düşünmekle vakit harcamadı. Havayı içi­
ne çekerek Abdullah'ın kokusunu aldı. Sevinç dolu bir
cıyaklamayla fırladığı gibi patilerini Abdullah'ın göğsün­
deki zincirlere dayayıp genç adamın yüzünü hevesle ya­
lamaya başladı.
Abdullah gülerek, köpeğin ahtapot kokulu nefesin­
den kurtulmak için başını çevirdi . O da en az köpek ka­
dar sevinçliydi. "Demek rüyanda sahiden beni görüyor­
dun!" dedi. "Dostum, seni her gün bir çanak dolusu ah­
tapotla besleyeceğim. Hayatımı kurtardın. Muhtemelen
Gece Çiçeği'ninkini de!"
Köpeğin coşkusu biraz geçince Abdullah zincirleriyle
beraber yuvarlanıp debelenerek halının üstüne çıktı ve dir­
seği üzerinde doğrularak derin bir iç geçirdi. Artık güven­
deydi. "Gel bakalım," dedi köpeğe. "Sen de halıya çık."
Fakat köpek zindanın bir köşesinde fare kokusu al­
mıştı. Burnunu heyecanla çekerek kokuyu izliyordu .
Köpek bumunu her çektiğinde, Abdullah altındaki halı-

65
nın titrediğini hissediyordu. Bu durum ona aradığı ceva­
bı verdi.
"Gel hadi," dedi köpeğe. "Seni burada bırakırsam be­
ni beslemeye ya da sorgulamaya geldiklerinde kendimi
köpeğe çevirdiğimi sanırlar. Cezamı sen çekersin. Bana
halıyı getirip onun sırrını ortaya çıkardın. Senin on met­
relik kazığa oturtulmana göz yumamam. "
Köpek bumunu köşeye dayamıştı ve söylenenlere
kulak asmıyordu. Abdulla.h zindanın kalın duvarlarına
rağmen, ayak seslerini ve anahtarların şıngırtısını işitti.
Biri geliyordu. Köpeği ikna etme çabasından vazgeçti.
Onun yerine halıya boylu boyunca uzandı.
"Gel oğlum!" dedi. "Gel de yüzümü yala! "
Köpek bunu anlamıştı işte. Köşeden ayrılıp Abdul­
lah'ın göğsüne atladı ve ona itaat etmeye koyuldu.
"Halı, " diye suratında gezen dilin altından fısıldadı
Abdullah, "Çarşı'ya git ama yere inme. Cemal'in çadırının
yanında dur. "
Halı yerden yükselip yanlamasına uçmaya başladı
-hem de tam zamanında. Bir anahtar zindanın kilidini açı­
yordu. Abdullah halının zindandan nasıl ayrıldığını anla­
yamadı, çünkü köpek halen yüzünü yaladığından gözle­
rini açamıyordu . Önünden koyu bir gölgenin geçtiğini
hissetti -herhalde içinden geçtikleri duvara aitti- ve ardın­
dan yüzüne parlak gün ışığı vurdu . Köpek şaşkın bir hal­
de başını havaya kaldırdı. Abdullah zincirlerinin arasından
yana doğru gözlerini kısarak baktığında önlerinde dimdik
bir duvar gördü. Halı kolayca yükselirken duvar da geri­
de kaldı. Sonra, ilk kez bir gece önce görmesine rağmen
artık Abdullah'a tanıdık gelen kuleler ve çatılar birbiri ar­
dına geldi. Ondan sonra halı inişe geçerek Çarşı'nın kıyı-

66
sına doğru alçaldı. Sultan'ın sarayı Abdullah'ın çadırından
beş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi gerçekten de.
Cemal'in çadırı görüş alanına girdi. Onun yanında yo­
lun dört bir yanına saçılmış halılarıyla Abdullah'ın çadırı
bulunuyordu . Herhalde askerler Gece Çiçeği'ni ararlar­
ken ortalığı dağıtmışlardı. Cemal içinde ahtapot pişen
büyük bir kazan ile üzerinde şişe geçirilmiş etlerin du­
manının tüttüğü bir kömür mangalının arasında, başını
ellerinin arasına almış kestiriyordu. Kafasını kaldırınca,
önünde asılı duran halıyı fark etti ve gözleri kocaman
açıldı.
"İn bakalım oğlum!" dedi Abdullah . "Cemal, köpeğini
çağır."
Cemal'in çok korktuğu anlaşılıyordu. Sultanın kazığa
oturtmak istediği birinin yanında dükkan işletmek hiç de
hoş değildi. Adamın adeta dili tutuldu. Abdullah baktı ki
köpek de oralı olmuyor, şıngırdayarak ve su gibi ter dö­

kerek oturur konuma geçti. Hareketleri köpeğin aklını ba­


şına getirdi. Hayvan çevik bir hareketle sahibinin tezgahı­
na atladı ve Cemal dalgın bir edayla onu kollarına aldı.
"Ne yapmamı istersin?" diye sordu gözlerini zincirler­
den ayırmadan. "Bir demirci bulup getireyim mi?"
Abdullah Cemal'in gösterdiği yakınlıktan duygulandı.
Fakat oturunca, çadırların arasında uzanan yol görüş
açısına girmişti . Koşan ayakları ve uçuşan giysileri göre­
biliyordu. Anlaşılan tüccarlardan biri muhafızları çağır­
maya koşuyordu. Abdullah koşan sureti Asafa benzetti.
"Hayır, " dedi delikanlı. "Vakit yok." Zincirlerin şıngırtısı
eşliğinde sol bacağını halının yanından sarkıttı. "Onun
yerine şunu yap. Elini sol çizmemin üzerindeki nakışa
getir. "

67
Cemal söyleneni yaparak adaleli kollarından birini
uzattı ve nakışa büyük bir özenle dokundu. "Büyü mü
yapıyorsun?" diye tedirgin bir sesle sordu.
"Hayır," dedi Abdullah. "Orada gizli bir cep var. Elini
içine sokup oradaki parayı al."
Cemal şaşkındı, fakat parmaklarını gezdirerek cebi
buldu ve bir avuç dolusu altın çıkardı. "Burada bir servet
var," dedi adam. "Bu sana özgürlüğünü kazandıracak mı?"
"Hayır," dedi Abdullah. "Ama seninkini kazandıracak.
Bana yardım ettiğiniz için senin ve köpeğinin peşine dü­
şecekler. Altını ve köpeğini alıp buradan git. Zanzib'den
ayrıl . Kuzeye, saklanabileceğin yabancı yerlere git."
"Kuzey ha!" dedi Cemal. "İyi de kuzeyde ne yapabili­
rim ki?"
"İhtiyacın olan her şeyi satın alıp bir restoran aç," de­
di Abdullah. "Elinde bunu yapmaya yetecek kadar altın
var ve sen harika bir aşçısm. Orada bir servet kazanabi­
lirsin. "
"Sahi mi?" dedi Cemal, Abdullah'a ve avuç dolusu al­
.
tına bakarak. "Sence bunu gerçekten başarabilir miyim?"
Abdullah bir gözünü yolda tutuyordu. Yol yavaştan ka­
labalıklaşıyordu, üstelik kalabalığı oluşturanlar Şehir Gar­
nizonu'ndan muhafızlar değil kuzeyli askerlerdi. "Evet,
ama hemen yola çıkarsan," dedi genç adam.
Cemal koşturan askerlerin patırtısını işitti. Emin ol­
mak için kafasını uzatıp baktı, sonra köpeğine ıslık çalıp
o kadar süratle ortadan kayboldu ki Abdullah adama
hayran kaldı. Hatta Cemal yanmasın diye eti mangaldan
almayı bile unutmamıştı. Askerlerin orada bulup bulabi­
lecekleri tek şey yarı pişmiş aht'.lpotla dolu bir kazandı.
Abdullah halıya fısıldadı. "Çöle git. Çabuk!"

68
Halı hemen fırlayıp her zaman yaptığı gibi yanlama­
sına uçmaya başladı. Abdullah halının tam ortasının bir
hamak gibi aşağı sarkmasına yol açan zincirleri olmasay­
dı kesin aşağı düşerdim diye geçirdi aklından. Yine de
sürat bir zorunluluktu. Askerler peşinden bağırdılar. Ba­
zı patırtılar duyuldu. İki mermi ve bir arbalet oku kısa
süreliğine halının peşinden havada yay çizdiyse de ona
yetişemedi. Halı çatıların, duvarların, kulelerin ve en so­
nunda palmiye ağaçlarıyla bahçelerin üzerinden geçti.
Nihayet devasa gök kubbenin altında beyazın ve sarının
tonlarıyla ışıldayan sıcak gri boşluğa çıktı. Abdullah'ın
üzerindeki zincirler rahatsızlık verecek kadar ısınmaya
başlıyordu .
Hava akımı kesildi. Abdullah başını kaldırdığında
ufukta şaşırtıcı derecede küçük bir leke halinde Zanzib'i
gördü. Deveye binen birinin yanından yavaşça geçerler­
ken adam sıkıca örttüğü yüzünü çevirerek onları seyret­
ti. Halı kuma doğru alçalmaya başladı. Bunun üzerine
devedeki kişi de hayvanın yönünü değiştirerek halının
peşinden gitti. Abdullah adamın gerçek bir sihirli halı
bulduğu için heyecana kapıldığını, üstelik halı sahibinin
kendisine direnecek durumda olmadığı için zevkten dört
köşe olduğunu hisseder gibiydi.
"Yukarı, yukarı!" diye haykırdı halıya. "Kuzeye uç!"
Halı güç bela tekrar yükseldi. Her ipliğinden asabiyet
ve isteksizlik dökülüyordu. Havada ağır ağır bir yarım
daire çizerek kuzeye doğru yürüyüş temposunda yavaş­
ça ilerlemeye başladı. Devedeki kişi o yarım daireyi kes­
tirmeden katederek dörtnala yaklaştı. Halı yerden yalnız­
ca üç metre kadar yüksekte olduğundan deve sırtındaki
biri için kolay bir hedefti.

69
Abdullah uyanık davranması gerektiğine karar verdi.
"Aman ha!" diye bağırdı deve binicisine. "Bendeki veba
yayılmasın diye Zanzibliler beni zincire vurdular!" Deve­
deki adam vazgeçmedi. Devesini yavaşlatarak takibi da­
ha ihtiyatlı bir tempoda sürdürürken, arkasından bir ça­
dır direği çıkarmaya uğraştı. Anlaşılan onu kullanarak
Abdullah'ı halının üstünden düşürmeyi amaçlıyordu. Ab­
dullah dikkatini hemen halıya verdi. "Ey halıların en iyi­
si," dedi, "ey en parlak renklisi ve en güzel dokunmuşu,
ey güzelim kumaşı ustaca büyülenmişi, korkarım sana
hak ettiğin saygıyı göstermedim. Sana emirler yağdırdım,
hatta bazen bağırdım. Ama artık görüyorum ki nazik ta­
biatın yalnızca tatlı bir ricayı gerektiriyormuş. Affet beni,
ne olur affet!"
Kendisine böyle hitap edilmesi halının hoşuna gitti.
Havada biraz gerildi ve azıcık hızlandı.
"Eşeklik ettim," diye devam etti Abdullah. "Seni çöl sı­
cağında yordum, zincirlerimle ağırlık yaptım. Ey halıların
en güzeli ve zarifi, artık sadece seni ve bu koca ağırlık­
tan en iyi şekilde nasıl kurtulabileceğimi düşünüyorum.
Bu ·zincirlerden kurtulmamı sağlayacak birini bulmam
için çölün kuzeyine doğru yavaş bir hızda -mesela bir
devenin koşabileceğinden biraz daha hızlı- uçman, cana
yakın ve soylu karakterine uyar mı?"
Abdullah halıyı ikna etmişe benziyordu. Halı kendini
beğenmiş bir şekilde, gururla hareket ediyordu artık. Ya­
rım metre kadar yükseldi, hafifçe yön değiştirdi ve hızı­
nı saatte ortalama yüz kilometreye çıkardı. Abdullah ke­
nara tutunup arkasına baktı. Hayal kırıklığına uğrayan
deve binicisi kısa sürede çölde_ bir nokta halini aldı.
"Ey eşyaların en asili, sen haliların sultanısın ve ben de

70
senin zavallı hizmetkarınım!" dedi Abdullah utanmadan.
Halı bu sözlerden öyle hoşnut kaldı ki daha bile hız­
landı.
On dakika sonra bir kum tepesini aştı ve zirvenin he­
men öteki tarafında aniden durup yana doğru eğildi. Ab­
dullah halıdan düşerek bir kum bulutu içinde aşağı yu­
varlanmaya başladı. Şangırdayıp şıngırdayarak, hoplayıp
zıplayarak, giderek daha büyük bir kum bulutu kaldıra­
rak, yuvarlandıkça yuvarlandı. En sonunda -zorlu bir ça­
banın ardından- bir vahadaki, çamurlu, küçük bir gölün
hemen kıyısında, bir kum yığının içine çivileme dalarak
durmayı başardı. Hırpani kılıklı bir grup insan, gölün ke­
narındaki bir şeyin etrafına üşüşmüştü, Abdullah araları­
na dalınca hepsi birden çil yavrusu gibi dağıldı. Abdul­
lah'ın ayaklan, insanların etrafında toplandıkları şeye çar­
pıp onu göle attı. Adamlardan biri öfkeyle bağırarak o şe­
yi kurtarmak için suya atladı. Diğerleriyse palalarını ve bı­
çaklarını -hatta biri uzun namlulu bir tabancayı- çekip
tehditkar bir tavırla Abdullah'ın etrafını sardılar.
"Gırtlağını kesin, " dedi içlerinden biri.
Abdullah gözlerini kırpıştırarak içlerine kaçan kumdan
kurtulmaya çalıştı ve o güne dek hiç bu kadar berbat gö­
rünen insanlarla karşılaşmadığını düşündü. Hepsinin ya­
ra izleriyle dolu suratları, sinsi bakan gözleri, çürük diş­
leri ve nahoş yüz ifadeleri vardı. Grubun en çirkini de ta­
bancalı adamdı. İri ve kanca biçimli burnunun kenarına
halka şeklinde bir çeşit küpe takılıydı ve çok gür bir bı­
yığı vardı. Başına sardığı bez parçasının bir ucu, altın bir
broşa takılmış parlak, kırmızı bir taşla tutturulmuştu.
Aynı adam, "Sen de nereden çıktın?" deyip Abdullah'a
tekme attı. "Öt bakalım."

71
Elinde şişeye benzeyen bir şeyle gölden çıkmakta
olan adam da dahil hepsi birden genç adama öyle bir
bakıyordu ki, yüz ifadelerinden ondan iyi bir açıklama
bekledikleri, yoksa Abdullah'ın başının büyük belada ol­
duğu anlaşılıyordu.

72
7

Abdullah Cinle Tanışıyor

A bdullah kaçan kumları çıkarmak için gözlerini kır­


pıştırmayı sürdürerek tabancalı adama dikkatle baktı.
Adam sahiden de hayallerindeki şeytani haydudun bire­
bir kopyasıydı. Bu büyük bir tesadüf olmalıydı.
"Bu şekilde rahatınızı bozduğum için," dedi Abdullah
kibarca, "sizlerden yüz kez özür dilerim, çölün beyefen­
dileri. Acaba pek soylu ve eşi benzeri olmayan dünyaca
ünlü haydut Kabul Akba ile mi konuşuyorum?"
Çevredeki diğer haydutlar hayrete düştüler. Abdullah
içlerinden birinin, "Nasıl bildi?" dediğini duydu. Fakat ta­
bancalı adam pis pis sırıtmakla yetindi. Zaten yüzü tam
da buna uygun tasarlanmış gibiydi. "Gerçekten öyle, "
dedi adam. "O kadar ünlü müyüm?"
İşte bu sahiden de büyük bir tesadüftü. Eh, Abdullah
en azından artık nerede olduğunu biliyordu. "Ah, yaban
çöllerin gezginleri," dedi genç adam, "ben de tıpkı siz
asil beyler gibi baskı ve zulüm görmüş biriyim. Tüm Raş­
put'tan intikam almak için yemin ettim. Buraya aranıza
katılmak ve hem akıl hem de kol kuvvetimi sizinkine
katmak için geldim."
"Demek öyle?" dedi Kabul Akba. "Peki buraya nasıl
geldin? Zincirlerinle beraber gökten mi düştün?"
"Sihirle," dedi Abdullah lafını esirgemeden. Karşısın-

73
daki insanları etkilemenin en iyi yolunun bu olduğu fik­
rindeydi. "Gerçekten de gökten düştüm, göçebelerin en
soylusu. "
Maalesef adamlar bu sözlerden pek de etkilenmiş
görünmüyorlardı. Pek çoğu kahkahalarla güldü. Kabul
Akba kafasıyla işaret ederek içlerinden ikisini Abdul­
lah'ın geldiği yere, kum tepesine gönderdi. "Demek sihir
yapabiliyorsun?" dedi adam. "Üzerindeki zincirlerin bu­
nunla bir ilgisi var mı?"
"Kesinlikle," dedi Abdullah. "Ben öyle kudretli bir bü­
yücüyüm ki, yapabileceklerimden korkan Zanzib Sultanı
beni kendi elleriyle zincire vurdu. Muh�eşem şeyler gör­
mek için tek yapmanız gereken bu zincirleri ve kelepçe­
leri açmak." Abdullah göz ucuyla iki adamın halıyı ara­
larında taşıyarak geri döndüğünü gördü. Bundan iyi bir
şeyler çıkmasını tüm kalbiyle ümit ediyordu. "Bildiğiniz
gibi, demir, bir büyücünün sihir kullanmasını engeller,"
dedi ciddiyetle. "Beni bu demirlerden kurtarırsanız göz­
lerinizin önünde yeni bir yaşam doğacak."
Haydutlar kuşkulu gözlerle ona baktı. "Ne keskimiz
var ne de törpümüz, " dedi içlerinden biri.
Kabul Akba halıyı taşıyanlara döndü . "Sadece bunu
bulduk," diye rapor verdi adamlar. "Binecek bir şey yok­
tu. Hiçbir ayak izine de rastlamadık. "
Bunun üzerine haydutların reisi bıyığını sıvazladı. Ab­
dullah adamın ne demeye burnuna halka taktığını düşün­
meden edemedi. "Hımın," dedi adam. "Demek öyle. Bah­
se varım ki, bu bir sihirli halıdır. Getirin onu buraya."
Adam küçümser bir sırıtışla Abdullah'a baktı. "Seni hüs­
rana uğratacağım için üzgünüm büyücü," dedi, "ama ma­
dem ki kendini böyle zincirler içinde elimize teslim ede-

74
rek bize kolaylık sağladın, seni bu halde bırakıp halına el
koyacağım. Tabii sırf kazaları önlemek amacıyla. Sahiden
de bize katılmak istiyorsan öncelikle bir işe yaramalısın. "
Abdullah korkudan çok öfke duyduğunu şaşırarak
fark etti. Sebep belki de tüm korkusunu o sabah Sul­
tan'ın huzurunda tüketmiş olmasıydı -ya da tepeden tır­
nağa her yerinin sızım sızım sızlaması da olabilirdi. Kum
tepesinden aşağı yuvarlandığı sırada vücudu berelenmiş
ve ayak bileklerinden birinin derisi epeyce soyulmuştu.
"Ama dedim ya," diye konuştu küstahça, "zincirlerimden
kurtulana kadar size fayda sağlayamam."
"Senden istediğimiz sihir değil, bilgi," dedi Kabul Ak­
ba. Az önce suya dalan adamı yanına çağırdı. "Bize bu­
nun ne olduğunu söylersen belki ödül olarak bacakların­
daki prangaları açarız."
Gölden çıkan adam çömelerek şiş göbekli, mavi
renkli bir şişe gösterdi. Abdullah dirseklerinden destek
alarak eğildi ve şişeye kızgın gözlerle baktı. Yeni gibi gö­
rünüyordu. Dar ağzı yeni bir tıpayla tıkanmış ve yine ye­
ni görünen kurşun bir damgayla mühürlenmişti. Etiketi
kaybolmuş bir parfüm şişesine benziyordu. "Oldukça
hafif," dedi çömelmiş adam şişeyi sallayarak, "ve içinden
ne bir tıkırtı ne de bir çalkantı sesi geliyor. "
Abdullah zincirlerinin açılması için şişeden nasıl fay­
dalanabileceğini düşündü. "Bu bir cin şişesi," dedi. "Bilin
ki, çöl müdavimleri, şişe çok tehlikeli olabilir. Şu zincir­
leri üzerimden çıkarırsanız cini kontrol edebilir ve her di­
leğinizi yerine getirmesini sağlayabilirim. Benden başka
hiç kimsenin ona dokunmaması gerektiği fikrindeyim."
Şişeyi tutan adam söylenenlerden ürküp onu elinden
düşürdü, fakat Kabul Akba gülerek şişeyi yerden aldı.

75
"Tadı güzel bir içeceğe benziyor daha çok," dedi. Şişeyi
başka bir adama fırlattı. "Aç şunu ." Adam palasını yere
b ırakıp büyük bir bıçak çıkardı ve onunla kurşun müh­
re vurmaya başladı.
Abdullah serbest kalma fırsatının kaçmakta olduğunu
gördü. Daha da kötüsü, sahtekar damgası yiyecekti. "Yap­
tığınız sahiden de çok tehlikeli, ey haydutların yakutu," di­
ye itiraz etti. "Mühıü kırdıktan sonra sakın ola ki tıpayı çı­
karayım demeyin." O bunları söylerken adam mühıü sö­
küp kuma attı. Başka biri şişeyi sabit tutarken o da tıpaya
asılmaya başladı. "Tıpayı çıkaracak olursanız," diye gevele­
di Abdullah, "en azından uygun şekilde ve belli bir sayıya
ulaşana dek şişeyi sıvazlayın, sonra da içindeki cine . . . "
Tıpa çıktı.
Pıt. Şişenin ağzından mavi-mor renkte, in­
ce bir duman yükseldi. Abdullah şişenin içinin zehirle
dolu olmasını umuyordu . Fakat duman bir anda yoğun­
laşarak, çaydanlığın ağzından fışkıran buhar gibi, şişe­

den fışkırdı ve koca bir bulut halini aldı. Bu bulut bir su­
rata -büyük, öfkeli, mavi bir surata- kollara ve incelerek
şişeyle birleşen bir gövdeye dönüştü . Yaklaşık üç metre
boyuna gelene kadar da büyümeyi sürdürdü.
"Ant içtim! " diye kükredi surat. "Beni çıkaran cezası­

nı bulacak. Siz!" Dumanlı kolları bir noktayı işaret etti.


Şişeyi ve tıpayı tutan iki adam bir anda yok oldu.
Yere düşen şişe yan yatınca cin de yan durmak zorunda
kaldı. Mavi dumanlı suretinin içinden iki büyük kurbağa
çıktı. Hayvanlar şaşkın gözlerle etraflarına bakındılar.
Cin yavaşça, dumanlar çıkararak doğruldu ve kollarını
göğsünde kavuşturdu. Dumanlı yüzünde katıksız bir nef­
ret ifadesi vardı.
O ana dek, Abdullah ile Kabul Akba hariç, herkes ko-

76
şup kaçmıştı. Abdullah'ın kaçmama sebebi zincirleri yü­
zünden neredeyse hiç kıpırdayamaması, Kabul Ak­
ba'nınki ise beklenmedik ölçüde cesur çıkmasıydı. Cin
ikisine de dik dik baktı.
"Ben şişenin kölesiyim," dedi. "Bu durumdan ne ka­
dar nefret etsem de sahibimin her gün bir dilek hakkı ol­
duğunu ve bu dileği yerine getirmem gerektiğini size
söylemek zorundayım." Bunun ardından tehditkar bir
ses tonuyla, "Dileğiniz nedir?" diye ekledi.
"Dilerim ki . . . " diye başladı Abdullah.
Kabul Akba hemen eliyle Abdullah'ın ağzını kapadı.
"Dilek benim hakkım, " dedi . "Bunu kafana sok, cin!"
"Anladım, " dedi cin. "Dileğin nedir?"
"Bir dakika," dedi Kabul Akba ve yüzünü Abdullah'ın
kulağına yaklaştırdı. Nefesi elinden bile kötü kokuyordu,
ama buna rağmen Abdullah ikisinin de Cemal'in köpeğinin
kokusuyla yarışamayacağını itiraf etmek zorundaydı. "Eh,
büyücü," diye fısıldadı haydut, "doğru söylediğini ispatla­
dın. Bana dileğim için tavsiyede bulunursan seni özgür bı- ·

r:ıkır ve çetemin saygıdeğer bir üyesi yapanın. Ama kendin


için bir dilekte bulunmaya kalkarsan seni öldürürüm. An­
ladın mı?" Adam tabancasının namlusunu Abdullah'ın kafa­
sına dayayıp elini ağzından çekti. "Ne dileyeyim?"
"Ee , " dedi Abdullah, "en bilge ve müşfik dilek, iki
kurbağanın tekrar insana dönüşmesi olacaktır. "
Kabul Akba yerdeki kurbağalara şaşkın şaşkın baktı.
Gölün çamurlu kenarında bön bön bakınan hayvanların
yüzüp yüzmeme konusunda karar vermeye çalıştıkları
belliydi. "Öylesi, dileği boşa harcamak olur, " dedi adam.
"Bir kez daha düşün."
Abdullah haydutların reisinin en çok hoşuna gidecek

77
şeyi bulmak için kafa yordu . "Tabii ki sınırsız bir servet
isteyebilirsin, " dedi, "ama paranı taşıman gerekir, ki o
yüzden öncelikle bir grup gürbüz deve istemen daha
doğru olacaktır. Tabii hazineni koruman da gerekir. Bel­
ki ilk dileğin kuzeyde üretilen meşhur silahlardan bir ka­
sa istemek veya . . . "

"İyi de hangisı?" diye sordu Kabul Akba. "Acele et.


Cin sabırsızlanıyor. "
Dediği doğruydu. Cinin ayağını sabırsızca yere vurdu­
ğu yoktu ; zaten bir ayağa da sahip değildi. Fakat asık ve
sert bakışlı suratından, biraz daha bekletilmesi halinde
gölün ya nında iki kurbağa daha olacağı okunuyordu.
Azıcık düşünmek bile Abdullah\ üzerindeki zincirle­
re rağmen, kurbağaya dönüşmenin durumunu çok daha
zorlaştıracağına ikna etmeye yetti . "Niçin bir şölen dile­
miyorsun?" dedi çekinerek.
"Hah, şöyle!" dedi Kabul Akba . Abdullah'ın omzunu
sıvazlayıp neşe içinde ayağa fırladı. "Çok görkemli bir
şölen diliyorum, " dedi.
Cin esintide bükülen bir mum ateşi gibi eğilerek se­
lam verdi. "Peki," dedi hırçın bir tavırla. "Afiyet olsun. "
Ve kendini dikkatle şişeye geri soktu.
Şölen sahiden de çok görkemliydi. Boğuk bir gümle­
meyle upuzun bir masan ın üzerinde neredeyse bir anda
belirdi. Gölge yapsın diye masanın üzerine çizgili bir
tente bile konulmuştu. Üniformalı köleler servis yapmak
için hazır bekliyorlardı. Haydutların geri kalanı korkusu-
'

nu çabucak yenip koşa koşa geri döndü. Hepsi minder-


lerde keyif çattı, altın tabaklardaki birbirinden lezzetli
yemekleri mideye indirdi ve kölelere daha, daha, daha
diye bağırıp durdu . Abdullah kölelerden bazılarıyla ko-

78
nuşmak için vakit bulduğunda, onların Zanzib Sultanı'na
ait olduklarını öğrendi. Zaten ziyafet de Sultan için ha­
zırlanmıştı.
Bu haber Abdullah'ın moralini az da olsa düzeltti. Şö­
leni bir palmiye ağacına dayanmış bir halde zincirler için­
de geçirdi. Kabul Akba'dan bir beklentisi olmamasına
rağmen, yine de kafası bozuktu . Kabul Akba en azından
onu bazen hatırlıyor ve elini küstahça sallayarak köleler­
den birini altın bir tabakla veya bir testi şarapla ona gön­
deriyordu.
Zaten yemek sıkıntısı yoktu. Ara ara bir boğuk güm­
leme duyuluyor ve şaşkına dönmüş kölelerin taşıdıkları
yeni bir yemek ya da Sultan'ın şarap mahzeninden çık­
mışa benzeyen şişelerin yüklü olduğu mücevherli bir el
arabası, yahut hayretler içindeki bir grup müzisyen geli­
yordu. Kabul Akba ne zaman Abdullah'a yeni bir köle
gönderse Abdullah gelen köleye sorular yöneltiyordu .
"Aslına bakarsan, çöl kralının soylu tutsağı," dedi biri
ona, "birinci ve ikinci servisler gizemli bir şekilde kaybo­
lunca Sultan çok kızdı. Üçüncü servis olan benim taşıdı­
ğım şu kızarmış tavuskuşunu mutfaktan getirirken bize
eşlik etsin diye yanımıza bir grup asker bile verdi. Fakat
ziyafet salonun kapısına vardığımızda biri bizi alıp götür­
dü ve kendimizi bu vahada bulduk."
Herhalde Sultan'ın midesi kazınıyordur, diye geçirdi
Abdullah aklından.
Daha sonra, aynı şekilde kaçırılan dansçı kızlar ortaya
çıktı. Bu durum Sultan'ı daha da kızdırmış olmalıydı.
Dansçılar Abdullah'ı hüzünlendirdiler. Onlara bakarken
Abdullah'ın aklına onlardan en az iki kat daha güzel olan
Gece Çiçeği geldi ve genç adamın gözleri yaşlarla doldu.

79
Masadaki cümbüş arttıkça gölün kıyısında duran kurbağa­
lar hüzünle vıraklıyorlardı. Kendilerini Abdullah kadar kö­
tü hissettiklerine hiç şüphe yoktu.
Hava karardığı anda köleler, müzisyenler ve dansçı
kızlar ortadan kayboldu , ama yemeğin ve şarabın bir kıs­
mı hala oradaydı. Haydutlar o zamana kadar tıka basa
doymuşlar, üstüne daha da yemişlerdi. Çoğu oturduğu
yerde uyuyakaldı. Fakat Kabul Akba biraz yalpalayarak
ayağa kalktı ve cin şişesini masanın altından alarak Ab­
dullah'ı hayal kırıklığına uğrattı. Adam şişenin tıpasının
kapatıldığından emin oldu , ardından sallanarak sihirli
halıya gidip şişeyle beraber onun üstüne yattı. Başını ye­
re koyar koymaz da uykuya daldı.
Abdullah giderek artan bir kaygıyla palmiye ağacının
altında oturmayı sürdürdü. Cin kaçırdığı köleleri Zan­
zib'deki saraya geri götürdüyse -ki öyle görünüyordu­
birisi onlara öfke dolu sorular soracaktı. Hepsi de bir
haydut çetesine hizmete zorlandıklarını, o sırada iyi gi­
yimli genç bir adamın zincirler içinde oturarak bir palmi­
ye ağacının altından kendilerini seyrettiğini anlatacaktı.
Sultan'ın bundan bir sonuç çıkarması uzun sürmeyecek­
ti. Aptal değildi. Şimdi bile bir bölük asker hızlı devele­
rin sırtında küçük bir vaha bulmak için çölü karış karış
geziyor olabilirdi.
Fakat genç adamı en çok endişelendiren şey bu de­
ğildi. Uyumakta olan Kabul Akba'yı daha da büyük bir
kaygıyla süzdü. Abdullah sihirli halıyla birlikte son dere­
ce faydalı bir cini de kaybedecekti.
Yarım saat kadar sonra Kabul Akba sırtüstü döndü ve
ağzı bir karış açıldı. Daha önce Çemal'in köpeği ve Ab­
dullah'ın yaptıkları gibi gümbür gümbür horladı. Abdul-

80
lah kendisinin bu kadar gürültülü horlamadığını umu­
yordu . Halı titredi. Abdullah yükselen ayın ışığı altında
onun yerde otuz santim kadar havalanıp orada asılı ka­
larak beklediğini gördü . Abdullah halının o sırada Kabul
Akba'nın görmekte olduğu rüyayı yorumladığını tahmin
etti. Haydut reisinin rüyasında ne gördüğüne dair Abdul­
lah'ın en ufak bir fikri yoktu, fakat halı biliyordu . İyice
yükselerek uçmaya başladı.
Abdullah halının palmiye üzerinde uçmasını seyre­
derken onu etkilemek için son bir çaba sarf etti. "Ey ha­
lıların en talihsizi!" diye hafifçe seslendi. "Ben sana çok
daha nazik davranırdım!"
Belki halı onu duydu. Belki de kazara oldu. Fakat yu­
varlağımsı ve ışıltılı bir şey halının yanından düşüp Ab­
dullah'tan birkaç adım uzağa pat diye indi. Bu şey cin şi­
şesiydi. Abdullah zincirlerini fazla şıkırdatmadan elinden
geldiği kadar süratle uzandı ve şişeyi alıp arkasına sak­
ladı. Sonra da oturup sabahı bekledi. Artık çok daha
ümitliydi.

81
8

Abdullah'ın Rüyaları Gerçek


Olmaya Devam Ediyor

G üneş kum tepelerini pembemsi beyaza boyadığı


anda Abdullah cin şişesinin tıpasını çıkardı. Duman dışa­
rı fışkırarak yü�seldi ve cinin öncekinden de öfkeli gö­
runen mavi-mor şeklini aldı. "Günde tek bir dilek, de­
dim!" diye duyurdu rüzgarlı ses.
"Evet, ama bu yeni bir gün, ey mavi ihtişam, ve ben
senin yeni sahibinim," dedi Abdullah. "Dileğim çok ba­
sit. Şu zincirlerimden kurtulmak istiyorum. "
"Böyle bir şey için dilek heba etmeye değmez," dedi
cin hor gören bir tavırla ve hızla şişesine geri döndü . Ab­
dullah tam zincirlerden kurtulmanın cine önemsiz gel­
mesine rağmen kendisi için çok önemli olduğunu söyle­
yecekti ki, şıngırdamadan rahatça hareket edebildiğini
fark etti. Üstüne başına baktığında zincirlerin kaybolmuş
olduğunu gördü.
Tıpayı dikkatle şişeye takıp ayağa kalktı. Her tarafı feci
uyuşmuştu. Kıpırdamadan önce deve sürülerinin sırtında
vahaya hızla yaklaşmakta olan askerleri ve haydutların
uyandıkları vakit kendisini zincirsiz vaziyette bulmaları
durumunda ne yapacaklarını kendi kendisine hatırlatması
gerekti. İşte bu düşünceler üzerindeki uyuşukluğu atması­
nı sağladı. Şölen masasına doğru ihtiyar bir adam gibi to-

82
pallayarak yürüdü. Orada kafalarını masaya dayamış hal­
de uyumakta olan haydutları rahatsız etmemek için büyük
özen göstererek biraz yiyecek toplayıp bir mendile sardı.
Bir şişe de şarap aldı ve onu cin şişesiyle beraber kemeri­
ne tutturdu. Başına güneş geçmesin diye -yolcular çölde
bunun büyük bir tehlike olduğunu söylerlerdi- bir men­
dille kafasını örttükten sonra olabildiğince hızlı adımlarla
topallayarak vahadan ayrıldı ve kuzeye yöneldi.
Yürüdükçe bacaklarındaki uyuşma da kayboldu. İşte
o zaman yürüyüş neredeyse zevkli bir hal aldı ve Abdul­
lah sabahın ilk yarısı boyunca Gece Çiçeği'ni düşünerek,
birbirinden leziz etli börekleri mideye indirerek ve şarap
şişesini yudumlayarak azimle ilerledi. Sabahın ikinci ya­
rısı ise o kadar iyi geçmedi. Güneş iyice yükseldi. Gök­
yüzü kör edici bir beyazlığa büründü ve her şey parılda­
maya başladı. Abdullah yanına içi şarapla değil de ça­
murlu göl suyuyla dolu bir şişe almış olmayı dilemeye
başladı. Şarap susuzluğunu geçirmediği gibi artırıyordu
da. Abdullah mendili şarapla ıslatıp ıslatıp ensesine ko­
yuyor, fakat mendil çabucak kuruyordu. Vakit gün orta­
sını gösterdiğinde, ölüme yaklaştığını hissetti. Çöl gözü­
nün önünde dalgalanıyor, gözleri ışıktan ağrıyordu. Ken­
dini közlenmiş patates gibi hissediyordu.
"Anlaşılan Kader hayalimin tümünü gerçek yapmaya
karar vermiş!" dedi çatlak bir sesle.
O zamana kadar şeytani Kabul Akba'dan kaçışını son
ayrıntısına kadar kafasında kurduğunu sanırdı, fakat şim­
di anlıyordu ki, yakıcı çöl sıcağında, alnından akan ter­
ler gözlerine dolarken yürümenin ne kadar korkunç ol­
duğunu hiç düşünmemişti. Kumun, ağzı da dahil her ye­
rine nasıl kaçtığını hiç hayal etmemişti. Ayrıca hayalinde

83
güneş tam tepedeyken onu kullanarak yön tayin etme­
nin zorluğuna hiç yer vermemişti. Ayaklarının dibindeki
ufacık gölge ona en ufak bir kılavuzluk etmiyordu. Düz
gitmek için Abdullah'ın sık sık arkasına bakıp bıraktığı
ayak izlerine göz atması gerekiyordu. Bu da ona zaman
kaybettirdiğinden genç adam endişe içindeydi.
Sonunda zaman kaybetse de kaybetmese de, kumda
gölgeli ufak bir çukura oturarak durup dinlenmek zorunda
kaldı. Kendini hala Cemal'in kömür mangalına yatırılmış
bir parça et gibi hissediyordu. Mendili şarapla ıslatıp başı­
na koydu ve ondan akan kırmızı damlaların en iyi giysile­
rini lekelemesini seyretti. Genç adamı ölmeyeceğine ikna
eden tek şey Gece Çiçeği hakkındaki kehanetti. Kader kı­
zın Abdullah'la evleneceğine hüküm vermişse Abdullah il­
la ki hayatta kalacak demekti, çünkü henüz kızla evlenme­
mişti. Onun ardından babası tarafından kaleme alınmış
olan kendisi hakkındaki kehaneti düşündü. Kehanetin bir­
den faz1a anlamı olabilirdi. Aslında çoktan gerçekleşmiş ol­
ması bile mümkündü, zira Abdullah sihirli halıda uçarak ül­
kedeki herkesten üstün olmamış mıydı? Tabii kehanet on
metrelik bir kazığı da kastediyor olabilirdi.
Bu düşünce Abdullah'ı ayağa kalkıp tekrar yürümeye
zorladı.
Öğleden sonra daha da fenaydı. Abdullah genç ve
formdaydı, fakat bir halı tüccarının yaşantısında uzun yü­
rüyüşlere yer yoktu. Artık yürümekten aşınmış gibi gelen
topuklarından tut da başının tepesine kadar her yeri ağ­
rıyordu . Buna ek olarak çizmelerinden birindeki gizli pa­
ra cebi ayağını vurmaya başlamıştı. Bacakları o kadar
yorgundu ki onları güçlükle kıpırdatabiliyordu . Yine de
haydutlar kendisini aramaya kalkmadan veya deve sürü-

84
leri çıkıp gelmeden vahayla arasına bir ufuk koyması ge­
rektiğinin farkındaydı. Ufukla arasındaki mesafeden de
emin olmadığı için güç bela yürümeyi sürdürdü.
Akşam vakti onu ayakta tutan tek şey ertesi gün Ge­
�e Çiçeği'ni göreceğini bilmekti. Cinden isteyeceği bir
sonraki dilek bu olacaktı. Onun haricinde, şarap içmeye
tövbe etti ve bir daha kum görmeyeceğine söz verdi.
Gece çöktüğünde kendini bir kum yığınına btrakıp
uykuya daldı.
Şafakta dişleri takırdıyor ve bir yerinin donup donmadı­
ğını endişeyle merak ediyordu. Çöl gündüz ne kadar sıcak­
sa gece de o kadar soğuktu. Yine de Abdullah dertlerinin
bitmek üzere olduğunu biliyordu . Kum yığınının daha sı­
cak tarafına oturup şafağın altın sansı ışığına baktı ve ku­
manyasından arta kalanlarla karnını doyurup baş belası şa­
rabından son bir yudum aldı. Ağzı Cemal'in köpeğininki
gibi berbattı, ama en azından dişleri takırdamayı kesmişti.
Vakit gelmişti. Abdullah hevesle gülümseyerek cin şi­
şesinin tıpasını çıkardı.
Mavi-mor duman tekrar fışkırarak cinin huy suz biçi­
mini aldı. "Ne diye sırıtıyorsun?" diye sordu rüzgarlı ses.
"Dileğim, ey cinlerin yakutu . . . " cevabını verdi Abdul­
lah, "ey nefesi menekşe kokasıca, beni Gece Çiçeği'nin
yanına götürmendir."
"Ah, demek öyle?" Cin dumanlı kollarını göğsünde
kavuşturup etrafına bakındı. Bu hareketi, şişeyle birleşen
kısmının sarmal şeklinde kıvrılmasına yol açtı. "Nerede
bu genç kız?" dedi cin asabiyetle, tekrar Abdullah'a doğ­
ru döndüğünde. "Onu bir türlü bulamıyorum."
"Bir cin tarafından Sultan'ın Zanzib'deki sarayının ge­
ce bahçesinden kaçırıldı,'' diye açıkladı Abdullah.

85
"Şimdi anlaşıldı," dedi cin. "Dileğini yerine getire­
mem. Kız dünyada değil. "
"Öyleyse cinlerin aleminde olmalı," dedi Abdullah
kaygıyla. "Ey cinlerin mor prensi, sen o alemi avucunun
içi gibi biliyor olmalısın."
"Bu sözlerin ne kadar bilgisiz olduğunu gösteriyor,"
dedi cin. "Şişeye hapsedilmiş bi� cinin ruh alemleriyle
olan bağı kesilir. Sevgilin oradaysa bile seni oraya götüre­
mem. Sana tıpayı şişeye geri takıp yola koyulmam tavsiye
ederim. Güneyden büyük bir deve sürüsü yaklaşıyor."
Abdullah kum yığınının tepesine çıktı. Sahiden de
korktuğu başına gelmişti; seke seke yürüyen bir sıra de­
ve hızla yaklaşıyordu. Her ne kadar aradaki mesafe se­
bebiyle o anda bulanık birer lekeden ibaret olsalar da
Abdullah bu lekelerin hatlarına bakarak deve binicileri­
nin tepeden tırnağa silahlı olduklarını görebiliyordu.
"Gördün mü?" dedi cin, Abdullah'la aynı seviyeye
yükselerek. "Seni bulamayabilirler, ama böyle olacağını
hiç sanmam. " Abdullah'ın yakalanma olasılığının ona
zevk verdiği belliydi.
"Bana hemen başka bir dilek hakkı tanımalısın," dedi
genç adam.
"Yok ya," dedi cin. "Günde tek bir dilek. Zaten bir di­
lekte bulundun."
"Doğru söylüyorsun, ey mor dumanların en şaşaalısı,"
diye doğruladı Abdullah çaresizlikle, "ama o dileği ger­
çekleştiremedin. Ve şartları ilk kez dile getirdiğinde açık­
ça duyduğum gibi, her gün sahibinin bir dileğini gerçek­
leştinnek zorundasın. Bunu henüz yapmadın. "
"Vay canına! " dedi cin öfkey�e. "Meğer delikanlı avu­
katmış da haberimiz yokmuş . "

86
"Tabii ki öyleyim, " dedi Abdullah hararetle. "Ben her
çocuğun kendi hakkmı savunmayı öğrendiği, çünkü baş­
kaları tarafından savunulmayacağını bildiği Zanzib'in bir
vatandaşıyım. Ve bugün bir dileğimi gerçekleştirmediği­
ni iddia ediyorum."
" Kelime oyunu yapıyorsun," dedi cin zarifçe sallana­
rak. "Bir dilekte bulunuldu. "
"Ama gerçekleştirilmedi, " dedi Abdullah.
"İmkansız bir şey istemen benim suçum değil, " dedi
cin. "Seni yanına götürebileceğim milyon tane güzel kız
var. Hatta yeşil saçtan hoşlanıyorsan bir denizkızına bile
kavuşabilirsin. Yoksa yüzme bilmiyor musun?"
Hızla ilerleyen deve sırası artık çok daha yakındı . Ab­
dullah alelacele konuşmaya devam etti. "Bir düşün, ey
sihrin mor renkli incisi, ve insafa gel. Yaklaşan şu asker­
ler bize ulaştıklarında mutlaka şişeye el koyacaklar. Şişe­
yi saraya götürürlerse Sultan seni her gün büyük işler
yapmaya zorlayacak. Ordular ve silahlar getirterek, düş­
manlarını fethettirerek seni bitkin düşürecek. Eğer asker­
ler seni kendilerine saklarlarsa -ki saklayabilirler de, zira
her asker dürüst değildir- elden ele geçirileceksin ve her
gün bölüğün her askerinin dileğini ayrı ayrı yerine getir­
men gerekecek. Sonuçta sadece ufacık bir şey isteyen be­
nim için çalışacağından çok daha fazla çalışacaksın. "
"Ağzından bal damlıyor!" dedi cin. "Söylediklerin
mantıklı. Peki ama Sultan'ın veya askerlerinin bana zarar
ziyana yönelik ne gibi fırsatlar sunacaklarını hiç düşün­
dün mü?"
"Zarar ziyan mı?" diye sordu Abdullah, kaygılı gözle­
rini develerden ayırmaksızın.
"Dileklerimin fayda getirmesi gerektiğine dair bir şey

87
söylemedim," dedi cin. "Hatta mümkün olduğunca çok
zarar verecekleri üzerine ant içtim. Mesela o haydutların
hepsi Sultan'ın şölenini çalma suçuyla şu an hapse veya
daha beterine götürülüyorlar. Askerler onları gece geç
vakit buldular. "
"Dileğimi yerine. getimıeyerek bana zarar veriyorsun,"
dedi Abdullah. "Üstelik haydutların aksine ben bunu hak
etmiyorum!"
"Öyleyse kendini talihsiz say," dedi cin. "Aynı benim
gibi. Ben de bu şişeye kısılıp kalmayı hak etmiyorum. "
Biniciler artık Abdullah'ı görecek kadar yaklaşmışlar­
dı. Delikanlı uzaktan gelen bağrışları duyabiliyor ve elle­
re alınan silahla�ı seçebiliyordu. "Öyleyse bana yarının
dilek hakkını ver, " dedi aceleyle.
"İşte çözüm bu olabilir, " diye kabul ederek Abdullah'ı
şaşırttı cin. "Ne dilersin?"
"Beni Gece Çiçeği'ni bulmamda yardımı dokunabile­
cek en yakındaki kişiye götür," diyen Abdullah kum yı­
ğınından atladığı gibi şişeyi eline aldı. "Çabuk, " diye de
ekledi, artık kendisine yukarıdan bakan cine.
Cin biraz şaşkın görünüyordu. "Ne tuhaf," dedi. "Sez­
gilerim genelde müthiştir, ama bu konuda bilgi edinemi­
yorum."
Kumların pek uzak olmayan bir noktasına bir mermi
isabet etti. Abdullah cini, alevi rüzgarda savrulan mavi­
mor renkli kocaman bir mum gibi taşıyarak koşmaya
başladı . "Beni hemen o kişiye götür!" diye haykırdı.
"Sanırım dediğini yapsam iyi olacak," dedi cin. "Belki
sen bu duruma bir anlam verebilirsin. "
Abdullah koşarken yer fıldır fıldır döner gibi oldu.
Döne döne önüne gelen yollarda dev adımlarla, sıçra-

88 ,.
yarak ilerliyordu . Her ne kadar ayaklarının ve dönen
dünyanın toplam sürati, elindeki şişenin ağzında sakin
sakin salınan cin hariç her şeyi bulanık hale getiriyorsa
da Abdullah koşturan develerin bir anda geride kaldığı­
nı biliyordu. Delikanlı gülümsedi ve serin rüzgarın key­
fini çıkararak, neredeyse cin kadar sakin bir şekilde, sıç­
ramaya devam etti. Uzun bir süre böyle ilerledikten son­
ra her şey duruverdi.
Abdullah taşradaki bir yolun ortasında soluk soluğa
dikiliyordu. Bu yeni yere alışması biraz zaman alacaktı.
Hava serindi -Zanzib baharda ne kadar sıcaksa burası da
o kadar sıcaktı- ve ışık farklıydı. Güneş masmavi bir
gökyüzünde ışıl ışıl parlamasına rağmen Abdullah'ın
alıştığından daha yumuşak ve daha mavi bir ışık saçıyor­
du . Bunun sebebi yolun her iki yanında uzanan bol yap­
raklı ağaçların etraftaki her şeyi gölgelerle örtmesi olabi­
lirdi. Veya belki de yolun kenarlarında bitmiş yeşil, yem­
yeşil çimenlerdi. Abdullah gözleri alışana kadar bekledi,
sonra etrafına bakınarak Gece Çiçeği'ni bulmasına yar­
dımcı olacak kişiyi aradı.
Tek görebildiği yolun ilerisindeki bir dönemecin ke­
narında, ağaçların arasında duran bir handı. Bina perişan
görünüyordu . Zanzib'deki en fakir evler gibi tahta ve al­
çıdan yapılmıştı ve anlaşılan, sahiplerinin çatıyı sadece
sıkıca istiflenmiş otlardan yaptırmaya yetecek kadar pa­
raları vardı. Birisi yol kenarına kırmızı ve sarı çiçekler di­
kerek binayı güzelleştirmeye çalışmıştı. Ağaçların arasına
dikilmiş bir direğin ucunda sallanan tabelada ise bece­
riksiz bir ressamın çizdiği aslan figürü vardı.
Abdullah hedefine ulaşmıştı, bu yüzden tıpasını tak­
mak üzere şişeye baktı. Tıpayı ya çölde ya da yolculuk

89
sırasında düşürdüğünü fark edince siniri bozuldu . Eh,
neyse, diye geçirdi aklından. Şişeyi yüzüne doğru kaldır­
dı. "Gece Çiçeği'ni bulmama yardım edebilecek kişi ne­
rede?" diye sordu.
Şişeden çıkan küçük bir duman bulutu, bu yabancı di­
yarın ışığında çok daha mavi görünüyordu . "Kızıl Aslan'ın
önündeki bir bankta uyuyor," dedi duman asabiyetle ve
şişeye geri çekildi. Ardından cinin boğuk sesi geldi. "Ada­
mı gözüm tuttu. Her yanından düzenbazlık akıyor."

90
9

Abdullah Eski Bir Askerle Karşılaşıyor

ı\..
.L bdullah hana doğru yürüdü . Yaklaştığı zaman ha­
nın dışına konulmuş tahta bankların birinde sahiden de
bir adamın uyumakta olduğunu gördü . Etraftaki masalar,
hanın aynı zamanda yemek servisi yaptığını da gösteri­
yordu . Abdullah masalardan birine oturup uyuyan ada­
ma kuşkulu gözlerle baktı.
Adam tam bir hayduda benziyordu. Abdullah ne Zan­
zib'de ne de diğer haydutların arasında bu adamın gü­
neşten yanmış suratındaki kadar düzenbaz yüz hatları
görmüştü. Yanında duran büyük bir çanta, Abdullah'a
adamın bir seyyar satıcı olabileceğini düşündürdü -fakat
yüzü sinekkaydı tıraşlıydı. Abdullah'ın daha evvel gördü­
ğü sakalsız ve bıyıksız insanlar Sultan'ın kuzeyli askerle­
riydi, o yüzden bu adamın bir paralı asker olması müm­
kündü. Üstünde yırtık pırtık bir üniforma vardı ve saçla­
rı aynı Sultan'ın adamları gibi atkuyruğuydu . Zanzibliler
bu modaya tiksintiyle bakardı, zira atkuyruğunun asla
açılmadığı veya yıkanmadığı söylenirdi. Abdullah ada­
mın uyumakta olduğu banktan aşağı sarkan atkuyruğu­
na bakınca söylentilere inandı. Ne o ne de adama ait
herhangi bir şey temiz görünüyordu. Tüm bunlara ve
genç olmamasına rağmen, kuvvetli ve zinde bir hali var­
dı. Kir pas içindeki saçları demir grisiydi.

91
Abdullah onu uyandırmaya çekiniyordu, adam hiç de
tekin birine benzemiyordu . Üstelik, cin kendisinden iste­
nen dilekleri zarar ziyana yol açacak bir şekilde gerçek­
leştirdiğini açıkça itiraf etmişti. Bu adam beni Gece Çiçe­
ği'ne götürebilir, diye aklından geçirdi Abdullah, ama
yolda beni soyup soğana çevireceği de kesin.
O hala tereddüt içindeyken, önlüklü bir kadın -belki
de dışarıda müşteri olup olmadığına bakmak için- hanın
kapısından çıktı. Kıyafetleri yüzünden kadın tombul bir
kum saati gibi görünüyordu ve Abdullah bunu oldukça
yabancı ve nahoş bulmuştu. "Ah!" dedi kadın, Abdullah'ı
görünce . "Garson mu bekliyordunuz bayım? Masaya vur­
manız gerekirdi. Buralarda herkes öyle yapar. Ne alırsı­
nız?"
Kadının aksanı kuzeyli askerlerinkiyle aynıydı. Ab­
dullah buna bakarak askerlerin geldikleri ülkede olduğu
sonucunu çıkardı. Kadına gülümsedi ve "Ne önerirsin,
ey yol kenarındaki pırlanta?" diye sordu.
Anlaşılan daha önce hiç kimse kadına pırlanta deme­
mişti. Kadın kıpkırmızı kesilerek mahcup mahcup sırıttı
ve önlüğüyle oynadı. "Şey, şimdilik peynir ekmek var,"
dedi. "Ama akşam yemeği hazırlanıyor. Yanın saat kadar
beklerseniz, bahçemizden toplanan sebzelerle hazırlan­
mış güzel bir türlü yiyebilirsiniz . "
B u Abdullah'ın kulağına yol kenarındaki o t çatılı bir
handa bulmayı beklediğinden çok daha iyi geldi . "Öy­
leyse yarım saat seve seve beklerim, ey garsonların gon­
cası," dedi.
Kadın ona bir kez daha gülümsedi. "Beklerken bir
şeyler içmek ister misiniz bayım?."
"Kesinlikle, " dedi çöl yolculuğundan dolayı dili da-

92
mağına yapışmış olan Abdullah. "Bir bardak şerbet ala­
bilir miyim -veya o yoksa herhangi bir meyve suyu?"
Kadın endişeli göründü . "Şey, bayım, bizde meyve
suyu fazla içilmez. Ötekini de daha önce hiç duymadım.
Şöyle bir bardak dolusu biraya ne dersiniz?"
" Bira da nedir?" diye kuşkuyla sordu Abdullah.
Kadın bu soru karşısında afalladı. "Şey . . . o bir. . . ee . . . "
Banktaki adam uyanıp uzun uzun esnedi. "Bira bir er-
keğe uygun tek içkidir," dedi. "Nefis bir şeydir. " Abdul­
lah ona döndü ve, güneş ne kadar parlaksa o kadar dü­
rüst bir çift berrak mavi göze bakarken buldu kendini.
Artık uyanmış olan kahverengi suratta düzenbazlıktan
eser yoktu. "Arpa ve şerbetçiotundan yapılır, " diye ekle­
di adam. "Madem ki buradasın, garson, ben de bir bar­
dak alayım."
Kadının yüz ifadesi bütünüyle değişti. "Daha önce de
söyledim," dedi. "Sana bir şey getirmeden evvel cebin­
deki parayı görmek istiyorum . "
Adam gücenmedi. Mavi gözleri kederle Abdullah'ın­
kilere baktı. Sonra iç geçirdi, kilden yapılma, uzun, be­
yaz bir pipo çıkardı ve içini doldurup yaktı.
"Bira ister misiniz?" dedi garson tekrar Abdullah'a ba­
kıp gülümseyerek.
"Pek tabii, misafirperver hanımefendi," dedi delikan­
lı. "Şu beyefendiye de getirir misin?"
"Pekala, bayım," dedi kadın ve atkuyruklu adama sert
bir bakış atıp içeri döndü.
"Çok naziksin , " dedi adam Abdullah'a. "Uzaklardan
mı geliyorsun?"
"Epey güneyden, tapılası gezgin, " diye cevap verdi
Abdullah ihtiyatla. Adamın uykusunda ne kadar düzen-

93
baz göründüğünü unutmamıştı.
"Demek yabancı topraklardan, ha? Yanık tenine bakı­
lırsa buna şaşmamak lazım, " dedi adam. Abdullah ada­
mın ağız aradığından, soymaya değer bir kurban bulup
bulmadığını anlamaya çalıştığından adı gibi emindi. Bu
yüzden soruların arkası kesilince epey şaşırdı. "Ben de
buralı değilim, " dedi adam piposundan koca koca du­
manlar üfleyerek. "Strangia'dan geliyorum. Eski bir aske­
rim. Ingary bizi savaşta yendikten sonra tazminatımı alıp
yollara düştüm. Gördüğün gibi Ingary'de üzerimdeki şu
üniformayla ilgili yönelik önyargılar var hala. "
Adam bunları köpüklü ve kahverengimsi bir sıvıyla
dolu iki bardak getiren garsonun yüzüne söyledi. Kadın
onunla konuşmadı. Bardaklardan birini adamın önüne
pat diye koydu, diğerini ise Abdullah'm önüne dikkatle
ve nazikçe bıraktı. "Yemek yarım saat içinde hazır ola­
cak bayım," dedi uzaklaşırken.
" Şerefe," dedi asker bardağını kaldırarak ve birayı ka­
na kana içti.
Abdullah eski askere minnettardı. Onun sayesinde ar­
tık Ingary adlı bir ülkede olduğunu biliyordu. Bu yüzden
o da, "Şerefe," deyip kendi bardağını kaldırdı. Bardağın
içindeki şey bir devenin mesanesinden çıkmış gibi görü­
nüyordu. Sıvının kokusunu aldığında fikri değişmedi; iç­
kiyi feci susamış olduğu için deniyordu sadece. Dikkat­
le bir yudum aldı. Eh, en azından ıslaktı.
"Enfes, değil mi?" diye sordu eski asker.
"Sahiden de ilginç bir tadı var, ey savaşçıların kuman­
danı," dedi Abdullah öğürmemek için kendini zor tuta­
rak.
"Bana kumandan demen çok hoş," dedi asker. "Ama

94
değildim. Onbaşılığın ötesine geçemedim. Çok kavga
dövüş gördüm ve terfi etmeyi umuyordum, ama elime
fırsat geçmeden düşman tepemize bindi. Korkunç bir ça­
tışmaydı. Bölük halinde ilerliyorduk. Kimse düşmanın o
kadar çabuk gelmesini beklemiyordu. Tabii artık her şey
geride kaldı ve ağlayıp sızlamanın faydası yok; ama bil
ki, Ingaryliler adil dövüşmediler. Kazanmalarını sağlayan
birkaç büyücüleri vardı. Benim gibi sıradan bir asker sih­
re karşı ne yapabilir ki? Hiçbir şey. Sana savaşın nasıl
geçtiğini anlatmamı ister misin?"
Abdullah cinin kötü niyetinin nerede yattığını artık
anlıyordu . Kendisine yardımcı olması gereken bu ada­
mın son derece sıkıcı biri olduğu belliydi. "Askeri konu­
lardan zerre kadar anlamam, ey taktikçilerin en cesuru,"
diye kestirip attı.
"Sorun değil, " dedi asker neşeyle. "Büyük bir bozgu­
na uğradığımızı bil yeter. Kaçtık. Ingary bizi fethetti.
Tüm ülkeyi istila ettiler. Kraliyet ailemizin -Tanrı onları
korusun- kaçması gerekti, o yüzden Ingary Kralı'nın er­
kek kardeşini tahta oturttular. Prenses Beatrice ile -Tanrı
ona uzun ömür versin- evlendirerek prense meşruiyet
kazandırmanın sözü edildi, ama prenses de ailesinin ge­
ri kalanıyla kaçmıştı. Kimse onu bulamadı. Aslına bakar­
san yeni prens o kadar da kötü biri değildi. Strangia or­
dusunu terhis etmeden önce hepimize tazminat ödedi. O
parayla ne yapıyorum biliyor musun?"
"Bilmiyorum, gazilerin en yiğidi, " dedi Abdullah ken­
dini esnememeye zorlayarak.
"Ingary'yi geziyorum, " dedi asker. "Bizi fetheden ül­
keyi şöyle bir dolaşayım dedim. Bir yerlere yerleşmeden
önce nasıl bir ülkeymiş öğrenmek istedim. Tazminatım

95
da fena değil ha. Harcamalarıma dikkat ettiğim müddet­
çe giderlerimi karşılayabilirim. "
"Tebrik ederim," dedi Abdullah.
"Üstelik yarısını altın olarak ödediler," dedi asker.
"Demek öyle," dedi Abdullah.
Tam o anda birkaç yerli müşterinin çıkıp gelmesi Ab­
dullah'ı mutlu etti. Çoğu çiftçiydi; çamurlu pantolonlar,
Abdullah'a kendi kaftanını anımsatan garip iş tulumları
ve koca koca çizmeler giyiyordu. Son derece neşeliydi­
ler, hasatın iyi gittiğine dair bağıra çağıra konuşuyorlar

ve bira istemek için masal ra vuruyorlardı. Garson kadın
ve ufak tefek hancı ellerinde bira tepsileriyle durmaksı­
zın koşuşturuyorlardı, çünkü o dakikadan sonra müşte­
rilerin sayısı giderek arttı. Asker yeni müşterilerin gelişiy­
le Abdullah'a olan ilgisini bir anda yitirdi. Abdullah bu
duruma sevinse mi üzülse mi bilemedi. Yeni müşteriler
onu hiç de sıkıcı buluyormuşa benzemiyorlardı. Ayrıca
eski bir düşman askeri olmasından da endişelenir bir
halleri yoktu. İçlerinden biri ona hemen bira ısmarladı.
Başkaları da geldikçe askerin popülerliği iyice arttı. Önü­
ne bardaklar dolusu bira dizildi ve fazla geçmeden de
yemek ısmarlandı. Bu sırada adamın etrafında toplanmış
kalabalıktan Abdullah'ın kulağına bazı şeyler çalı­
nıyordu: "Muazzam bir savaş . . . Büyücüleriniz onlara
avantaj sağladılar. . . süvarilerimiz. . . sol kanadımız dağıl­
dı. . . bize tepede yetiştiler. . . biz piyadeler kaçmak zorun­
da kaldık . . . tavşanlar gibi. . . fena biri değildi . . . bizi topla­
yıp tazminat ödedi. . . "
O sırada Abdullah sipariş vermemesine rağmen gar-
son kadın elinde dumanı tüten bir tepsi ve daha fazla bi­
rayla çıkageldi. Hala dili damağına yapıştığı için Abdul-

96
lalı biraya bile sevindi. Ayrıca yemek de en az Sultan'ın
ziyafeti kadar leziz geldi. Abdullah bir süre yemekle öy­
lesine meşgul oldu ki, askere aldırış etmedi. Daha sonra
tekrar kafasını kaldırdı. Mavi gözleri hevesle parlayan as­
ker, köylü dinleyicilerine Strangia Savaşı'nın nasıl ger­
çekleştiğini anlatıyordu. Adam önündeki boş tabağa
doğru eğilerek masasının üzerindeki eşyaları sağa sola
götürüyordu. Kısa bir süre içinde adama önündeki bar­
daklar, çatallar ve tabaklar yetmez oldu . Tuzluk ile kara­
biberliği Strangia · Kralı ile generalini göstermek için kul­
landığından, gerek Ingary Kralı, gerek onun erkek kar­
deşi, gerekse de büyücüleri için kullanacak bir şeyi kal­
mamıştı. Fakat asker bu durumun kendisini engellemesi­
ne izin vermedi. Kemerindeki bir keseyi açıp iki altın ve
çok sayıda gümüş sikke çıkarıp, onları Ingary Kralı, bü­
yücüleri ve generalleri yerine kullandı .
Abdullah adamın bu yaptığının ne kadar aptalca ol­
duğunu düşünmeden edemedi. İki altın sikke çok sayı­
da yoruma sebep oldu. Yakındaki bir masada oturan hır­
pani görünümlü dört genç adam sandalyelerinde dönüp
büyük bir ilgiyle askere baktı. Fakat asker savaşı anlat­
maya öylesine dalmıştı ki durumun farkında değildi.
Sonunda askerin etrafındakilerden birçoğu kalkıp işi­
nin başına döndü. Asker de onlarla birlikte kalkıp çanta­
sını sırtına aldı, çantasının üstüne sıkıştırdığı kirli asker
şapkasını kafasına taktı ve en yakın kasabaya hangi yol­
dan gidildiğini sordu . Herkes yüksek sesle ona yol tarif
ederken, Abdullah da hesabı ödemek için garson kadına
bakındı. Kadın işini ağırdan alıyordu. O gelene kadar as­
ker yolun ilerisindeki bir dönemeçte gözden �aybolmuş­
tu. Abdullah üzgün değildi. Cinin sözlerine rağmen, o

97
adamdan yardım almaksızın da başının çaresine bakabi­
leceği kanaatindeydi. Nihayet Kader ile aynı fikirde ol­
duğuna seviniyordu .
Abdullah, eski asker gibi budalalık etmeden, hesabı­
nı üzerindeki en küçük gümüş sikke ile ödedi. Anlaşılan
o kadarı bile bu yerde çok paraydı. Garson kadın para
üstünü getirmek için hana girdi. Abdullah onun dönme­
sini beklerken dört genç adamın konuşmalarını duydu.
Adamlar aralarında önemli bir meseleyi tartışıyorlardı.
"Eski keçi yolunu kullanırsak," dedi biri, "ona tepenin
ü zerindeki korulukta yetişebiliriz."
"Yolun her iki yanındaki çalılara saklanırız," diye
hemfikir oldu ikincisi, "böylece ona iki taraftan saldıra­
biliriz. "
"Parayı dörde böleriz," dedi üçüncüsü ısrarla . "Gös­
terdiğinden fazla parası olduğu kesin. "
"Ama önce öldüğünden emin oluruz," dedi dördün­
cüsü. "Hakkımızda şikayette bulunması işimize gelmez."
Bunun üzerine söylenen üç "Tamam!" lafının ardın­
dan hep birlikte kalkıp gittiler. Tam o sırada garson ka­
dın da hızlı adımlarla ve iki avuç dolusu bakır sikkeyle
çıkageldi.
"Umarım para üstü eksik değildir bayım. Buralarda
fazla güney gümüşü görmeyiz. Sikkenin ne kadar ettiği­
ni kocama sormam gerekti. Kocam gümüş sikkenin bi­
zim bakırlardan yüz tanesi ettiğini söyledi. Siz bize beş
bakır borçluydunuz. Bu yüzden . . . "
"Eksik olma, ey garsonların kraliçesi ve cennetten çık­
ma biranın mayalayıcısı," dedi Abdullah aceleyle ve ka­
dınla uzun uzadıya sohbet etmektense bir avuç bakır
sikkeyi ona geri verdi. Kadın arkasından bakarken Ab-

98
dullah mümkün olduğunca büyük bir hızla askerin peşi ­

ne takıldı. Adam enayinin teki ve sıkıcının önde gideni


olabilirdi, ama bu, parası yüzünden pusuya düşürülüp
öldürülmeyi hak ettiği anlamına gelmiyordu .

99
10

Şiddet Yaşanıyor ve Kan Dökülüyor

A bdullah pek de hızlı gidemediğini fark etti. Inga­


ry'nin serin ikliminde otururken vücudu kaskatı kesil­
mişti ve bir önceki gün yaptığı yürüyüşten dolayı bacak­
ları ağrıyordu . Sol çizmesindeki para kesesinin vurduğu
yer fena su toplamıştı. Daha yüz metre bile ilerleyeme­
den topallamaya başladı. Yine de asker için duyduğu
kaygı, elinden geldiği kadar hızlı ilerlemesini sağladı. Ot
çatılı birkaç kulübenin yanından geçti. Ardından yolun
daha açık olduğu kasaba sınırının dışına çıktı. İleride, as­
kerin gür yapraklı ağaçlarla kaplı bir tepeye doğru salla­
na sallana yürüdüğünü görebiliyordu. Hırpani kılıklı
genç adamlar pusuyu orada kurmuş olmalıydılar. Abdul­

lah daha hızlı topallamaya çalıştı.


Belindeki şişeden asabi, mavi bir duman yükseldi.
"Beni bu kadar sarsmaya mecbur musun?" dedi duman.
"Evet," dedi Abdullah nefes nefese. "Bana yardımcı
olması için seçtiğin adamın asıl benim yardımıma ihtiya­
cı var."
"Hah!" dedi cin. "Artık seni anlıyorum. Hiçbir şey ha­
yata romantik açıdan bakmanı engellemeyecek. Herhal­
de bir sonraki dileğinde şövalyelerinki gibi parlak bir
zırh istersin . "
Asker epey yavaş ilerliyordu . Abdullah aradaki mesa-

1 00
feyi kapayarak adamın peşinden koruluğa girdi, fakat
yol ağaçların arasında kıvrılarak uzanıyordu . Bu yüzden
Abdullah askeri gözden kaybetti. Nihayet son bir döne­
mecin ardından adamı sadece birkaç metre ileride gör­
dü. Tam da o anda soyguncular saldırıya geçti.
İkisi yolun bir yanından fırlayarak askere arkadan
yaklaştı. Diğer taraftan çıkan diğer ikisi ise önden hücum
etti. Kısa bir süreliğine korkunç bir kavga yaşandı. Ab­
dullah yardım etmek için hızlandı, ama bunu tereddütle
yaptı, çünkü hayatı boyunca kimseye el kaldırmamıştı.
O yaklaştığı sırada bir dizi mucize gerçekleşti sanki.
Askere arkadan saldıran iki adam zıt yönlere doğru uçu­
şa geçti. Biri kafasını ağaca çarparak sorun olmaktan çık­
tı, diğeri de boylu boyunca yere serildi. Askerin önünde­
ki iki adamdan biri neredeyse anında bir darbe alıp yer­
de iki büklüm oldu. Diğeri ise Abdullah'ı hayrete düşü­
rerek havaya yükseldi ve kısa bir süreliğine bir ağaç da­
lına asılı kaldı. Ardından pat diye yere düşüp yolun or­
tasında uykuya daldı.
Yerde iki büklüm duran adam kendini toparlayarak
uzun, ince bir bıçakla askere saldırdı. Asker bıçağı tutan
eli bileğinden kavradı. Kısa süreliğine bu şekilde kaldı­
lar, Abdullah bunun askerin lehine sonuçlanacağından
adı gibi emindi. Tam asker için duyduğu endişenin ta­
mamen lüzumsuz olduğunu düşünüyordu ki, askerin bi­
raz arkasında yere serilmiş adam ayağa fırladığı gibi baş­
ka bir uzun, ince bıçakla hücum etti.
Abdullah hemen gerekeni yaptı. Bir adım atıp, genç
adamın kafasına şişeyle vurdu . "Ah!" diye inledi cin.
Genç adam bir ağaç gibi yere devrildi.
Çıkan ses üzerine, o sırada diğer genç adamı düğüm-

101
}emekte olan asker hızla döndü . Abdullah hemen geri
çekildi. Gerek askerin hızından, gerekse de parmakları­
nı sıkıca birleştirerek ellerini iki ölümcül silah gibi tutma­
sından gözü korkmuştu .
"Seni öldürmeyi planladıklarını duydum, yiğit gazi,"
diye açıkladı çabucak, "ve yardımına koştum. "
Abdullah askerin artık hiç de masum olmayan mas­
mavi gözlerini kendisininkilere bakarken buldu. Hatta
öyle ki, bu gözlere Zanzib Çarşısı'nda bile kurnaz bakış­
lı denebilirdi. Abdullah'ı mümkün olan her şekilde öl­
çüp biçiyor gibiydiler. Neyse ki gördüğü şey askerin ho­
şuna gitmişe benziyordu . "Sağal öyleyse, " dedi adam ve
dönüp az öncesine kadar düğümlemekte olduğu deli­
kanlının kafasına bir tekme attı. O delikanlı da kıpırda­
mayı keserek arkadaşlarıyla beraber uyumlu bir takım
oluşturdu.
"Bu olayı muhafızlara bildirsek iyi olacak, " dedi Ab­
dullah.
"Niye ki?" diye sordu asker. Eğildi ve kafasını tekme­
lediği genç adamın ceplerini hızla ve ustaca arayarak Ab­
dullah'ı biraz şaşırttı. Aramasının sonucunda elde ettiği
avuç dolusu bakır sikkeyi hoşnut bir yüz ifadesiyle ken­
di kesesine attı. "Bıçağı da çürükmüş," diyerek onu iki­
ye kırdı. "Madem ki buradasın, niye ben diğer ikisiyle il­
gilenirken sen de başına vurduğunun üstünü aramıyor­
sun? Seninkinden bir gümüş çıkar gibi geliyor. "
"Yani," dedi Abdullah kuşkuyla, "bu ülkenin adetleri­
nin soyguncuları saymamıza izin verdiğini mi söylüyor­
sun?"
"Ben hiç böyle bir adet duymadım, " dedi asker so­
ğukkanlılıkla, "ama yine de öyle yapacağım. Handa al-

102
tınlarımı ne demeye gösterdim sanıyorsun? Soyulmaya
değer eski ve aptal bir asker bulduğunu sanan birileri
mutlaka çıkar. Ve neredeyse hepsi üzerinde para taşır. "
Adam yolun karşısına geçip ağaçtan düşmüş delikan­
lının üstünü aramaya başladı. Abdullah tereddütle geçen
birkaç saniyenin ardından şişeyle bayılttığının üstünü
aramaya koyuldu. Asker hakkındaki görüşlerini gözden
geçirmenin iyi olacağı fikrindeydi. Her şey bir yana, dört
saldırganla aynı anda kapışabilen bir adamla dost olmak,
düşman olmaktan yeğdi. Ayrıca baygın gencirı ceplerin­
den sahiden de üç gümüş sikke çıktı. Bir de bıçak var­
dı. Abdullah askerin diğer bıçağı kırdığı gibi onu da yo­
la dayayarak kırmaya çalıştı.
"Ah, hayır," dedi asker. "O sağlam bir bıçak. Saklasan
iyi olur. "
"Doğrusunu istersen bu konularda hiç tecrübem
yok, " dedi Abdullah bıçağı askere uzatarak. "Ben barış­
çıl biriyim. "
"Öyleyse Ingary'de fazla yaşayamazsın," dedi asker.
"Bıçağı sakla . İstersen et kesmekte bile kullanabilirsin.
Çantamda ondan daha iyi altı bıçak var. Altısı da farklı
farklı haydutlardan . Gümüş de sende kalsın -tabii altın­
larımdan bahsettiğimde fazla ilgi göstermediğine bakılır­
sa halin vaktin zaten yerinde, değil mi?"
Sahiden de kurnaz ve dikkatli biriymiş, diye geçirdi
Abdullah aklından, gümüş sikkeleri cebine atarken. "Da­
ha fazla parayı reddedecek kadar da değil," dedi ihtiyat­
lı davranarak. Sonra kendini olayların gidişatına iyice
kaptırarak yerdeki genç adamın çizmelerindeki bağcıkla­
rı çıkardı ve şişeyi kemerine daha sıkı bağladı. O bunu
yaparken baygın delikanlı inleyerek kıpırdandı.

103
"Kendine geliyor. Yola koyulsak iyi olacak, " dedi as­
ker. "Uyandıklarında bizim onlara saldırdığımızı söyle­
yecekler. Bu kasabada onların yaşadığı ve bizim de bu­
ranın yabancısı olduğumuz düşünülürse herkes onlara
inanacaktır. Ben tepelerden gideceğim. Sana da aynısını
yapmanı tavsiye ederim."
"Sana eşlik etmeyi çok isterim, pek nazik savaşçı
bey," dedi Abdullah.
"İtirazım yok, " dedi asker. "Yanımda yalan söylemek
zorunda kalmayacağım bir yol arkadaşının bulunması
değişiklik olacak." Adam çantasını ve şapkasını aldı -her
nasılsa dövüş başlamadan bir fırsatını bulup ikisini de bir
ağacın arkasına güzelce saklamıştı- ve ormanın içlerine
doğru başı çekti.
Bir süre ağaçların arasından durmaksızın tırmandılar.
Abdullah askerin çevikliği karşısında kendini acınası de­
recede güçsüz hissetti. Adam sanki yokuş aşağı gidiyor­
muşçasına hafif ve kolay adımla,rla ilerliyor, Abdullah ise
topallayarak onu takip ediyordu. Sol ayağının derisi so­
yulmuş gibiydi.
Sonunda asker yüksek ve küçük bir vadide durup
onu bekledi. "Şatafatlı çizmelerin canını mı yakıyor?" di­
ye sordu. "Şu kayaya oturup onları çıkar. " Adam konu­
şurken çantasını sırtından indirdi. "Yanımda sıradışı bir
ilkyardım seti var. Galiba savaş meydanından almıştım.
Strangia'da bir yerde buldum."
Abdullah oturdu ve çizmelerini güç bela çıkardı. Ya­
şadığı rahatlama, ayağına baktığında çabucak kayboldu.
Ayağının derisi sahiden soyulmuştu. Asker homurdana­
rak genç adamın ayağına beyaz bir kumaş koydu . Ku­
maş bağlanmaya ihtiyaç duymadan Abdullah'ın yarasına

104
yapışıverdi. Abdullah acıyla bağırdı. Hemen sonra ku­
maştan ferahlık verici bir serinlik yayıldı. "Bir tür sihir mi
bu?" diye sordu.
"Herhalde," dedi asker. " Sanırım o Ingaryli büyücüler
bu setten tüm orduya dağıttılar. Çizmeni giy. Artık yürü­
yebileceksin. O gençlerin babalan bizi aramaya başlama­
dan önce buralardan uzaklaşmamız lazım. "
Abdullah çekinerek ayağını çizmesine soktu. Kumaş
sihirli olmalıydı, ayağı iyileşmiş gibiydi. Artık askerle ne­
redeyse başa baş gidebiliyordu. Asker yürüdükçe yürü­
dü, Abdullah'a sanki dün çölde katettiği mesafe kadar
gitmişler gibi geliyordu. Genç adam bazen kendine ha­
kim olamayarak peşlerinden atların gelip gelmediğini
görmek üzere arkasına bakıyordu . Kendi kendine bunun
en azından -develerden sonra- bir değişiklik olduğunu
söyledi, tabii kimse onları kovalamasaydı hiç şüphesiz
daha da iyi olurdu. Şöyle bir düşününce, babası öldü­
ğünden beri, Çarşı'da bile babasının ilk karısının akraba­
ları tarafından kovalandığını anladı. Bunu daha önce
fark etmediği için kendine kızdı.
Bu sırada o kadar yükseğe çıkmışlardı ki, ağaçlar yer­
lerini kayalardan çıkan ince çalılara bırakmıştı. Akşam
çökerken çalılar da sona erdi. Artık çıplak kayaların üze­
rinde, yalnızca birkaç küçük ve keskin kokulu çalının
çatlaklara tutunduğu bir dağ sırasının zirvesine yakın bir
yerde yürüyorlardı. Abdullah bunun da bir çeşit çöl ol­
duğunu düşündü. Askerin peşinden yüksek kayalıkların
arasındaki dar bir geçide girdi. Burası akşam yemeği bu­
labilecekleri türden bir yere benzemiyordu.
Asker geçidin biraz ilerisinde durup çantasını indirdi.
"Buna biraz göz kulak ol," dedi. "Yamacın bu tarafında

105
bir mağara olabilir. Gidip geceyi geçirmeye uygun bir
yer olup olmadığına bakacağım. "
Abdullah ihtiyatla kafasını kaldırdığında yukarılarda bir
yerde, kayaların arasında karanlık bir oyuk göıiir gibi ol­
du. Genç adam orada uyumak için can atmıyordu. Oyuk
soğuk ve sert göıiinüyordu. Ama herhalde kayanın üzerin­
de yatmaktan iyidir, diye düşündü askerin yamacı kolay­
ca tırmanmasını ve oyuğa varmasını seyrederken.
Bozuk bir çıkrıktan çıkana benzer bir güıiiltü yüksel­
di.
Abdullah askerin bir eliyle yüzünü kapamış, mağara­
dan geri geri çıktığını gördü. Adam kendini yamaçtan
düşmekten son anda kurtardı ve küfrederek bir taş yağ­
muruyla beraber aşağı kaydı.
"İçeride vahşi bir hayvan var!" dedi nefes nefese. "De­
vam edelim . " Adamın üzerindeki sekiz uzun çizikten
epey kan akıyordu. Dördü alnında başlıyor, eli boyunca
uzanıyor ve yanağından aşağı inerek çenesinde son bu­
luyordu. Diğer dördü ise üniformasının yenini yırtıp ko­
lunu bilekten dirseğe kadar aşıyordu . Göıiinüşe bakılır­
sa elini yüzüne götürerek bir gözünün çıkmasını son an­
da önlemişti. Asker öyle sarsılmış durumdaydı ki, Abdul­
lah onun şapkasıyla çantasını almak ve geçitten aşağı in­
mesine yardım etmek zorunda kaldı. Bunu da oldukça
hızlı yaptı. Yanındaki askeri alt edebilen bir hayvanla
karşılaşmak istemiyordu.
Yüz metre kadar sonra sona eren geçidin ucunda mü­
kemmel bir kamp alanı vardı. Artık dağların öteki yama­
cındaydılar. Önlerinde, batan güneşin tembel ışıklarıyla
altın sarısı ve yeşile boyanmış topraklar uzanıyordu . Ge­
çit, hafifçe yükselip yukarıdaki kayaların eğik bir çatı gi-

1 06 ,.
bi sarktığı mağaramsı bir boşlukla birleşen geniş bir ka­
ya tabakasında son buluyordu . Daha da iyisi, hemen
yanda şırıl şırıl akan bir pınar vardı.
Bulundukları yer ne kadar mükemmel olursa olsun
Abdullah az önceki mağarada bulunan vahşi hayvana bu
kadar yakın durmak istemiyordu . Fakat asker ısrar etti.
Çizikler canını yakıyordu. Kendini kaya tabakasına atıp
sihirli ilkyardım setinden bir tür merhem çıkardı. "Bir
ateş yak," dedi merhemi yaralarına sürerken. "Vahşi hay­
vanlar ateşten korkar. "
Abdullah itirazı bırakıp yakmak amacıyla keskin ko­
kulu çalıları yerden sökmeye başladı. Kartal veya benze­
ri bir hayvan uzun zaman önce yukarıdaki kayalıklara
yuva kurmuştu. Bu eski yuvadan kucak dolusu çalı çır­
pıyla birkaç kuru dal çıktı. Asker merhemi sürmeyi niha­
yet bitirdiğinde bir kav kutusu çıkarıp eğimli kaya taba­
kasının ortasında küçük bir ateş yaktı. Abdullah'ın eski­
den çadırında yaktığı tütsüler gibi kokan duman , geçidin
sonunda etrafa dağılarak muhteşem günbatımını çevrele­
di. Abdullah eğer ateş mağaradaki yaratığı korkutursa
bulundukları yerin neredeyse mükemmel sayılabileceği­
ni düşündü. Neredeyse mükemmel, çünkü kilometrelerce
mesafede yiyecek bir şey yoktu . Delikanlı iç geçirdi.
Asker çantasından metal bir kavanoz çıkardı. "Bunu
suyla doldurmaya ne dersin? Tabii," dedi Abdullah'ın ke­
merinde bağlı duran şişeye bakarak, "şu şişede daha sert
bir şey yoksa. "
"Ne yazık k i hayır," dedi Abdullah. "Bu şişe yalnızca
bir aile yadigarı -Singispat'tan gelme nadide bir duman­
lı cam. Hatıra olarak saklıyorum. " Onun kadar düzenbaz
birine cinden bahsetmeye niyeti yoktu.

107
"Yazık," dedi asker. "Öyleyse biraz su getir. Ben de
akşam yemeğini hazırlamaya koyulayım."
İşte, kamplarını mükemmelleştirecek şey buydu. Ab­
dullah hevesle pınara koştu. Geri döndüğünde askeri bir
tavaya kurutulmuş et ve bezelyeyle dolu paketleri dö­
kerken buldu. Adam su ve bir çift gizemli küp ekleyip
yemeği ateşte kaynamaya bıraktı. Kısa süre sonra nefis
kokular yükselmeye başladı.
"Onlar da mı büyülü?" diye sordu Abdullah, asker ye­
meğin yarısını teneke bir tabağa doldurup ona uzatırken .
"Sanırım, " dedi asker. "Savaş meydanında buldum."
Adam tavayı eline aldı ve bir çift kaşık çıkardı. Dostane
bir havada yemeklerini yerlerken ateş çıtırdıyor, gökyü­
zü pembenin, kırmızının ve sarının tonlarına bürünürken
aşağıdaki topraklar maviye dönüyordu. "Zorlu şartlara
alışkın değil gibisin," dedi asker. "Güzel kıyafetlerin,
gösterişli çizmelerin var, ama anlaşılan son zamanlarda
epey yıpranmışlar. Hem konuşmana ve yanık tenine ba­

kılırsa Ingary'nin epey güneyinden geliyorsun, öyle de­


ğil mi?"
"Hepsi doğru, ey usta gözlemci," diye kestirip attı Ab­
dullah. "Ben de senin hakkında bir tek Strangia'dan gel­
diğini ve bu ülkeyi çok tuhaf bir yöntemle gezdiğini bi­
liyorum. Tazminatından kazandığın paralan göstererek
insanları seni soymaya teşvik ediyor . . . "
"Ne tazminatı!" diye öfkeyle sözünü kesti asker. "Ne
Strangia'dan ne de Ingary'den tek kuruş almışlığım var!
Savaşlarda canımı dişime taktım -hepimiz öyle yaptık­
ama iş bitince, 'Tamam arkadaşlar, artık banş zamanı!'
dediler ve bizi beş kuruşsuz sok�ğa attılar. Ben de ken­
di kendime, ' Tamam, ha? Birileri bana harcadığım tüm

,.

108
o emeğin karşılığını borçlu ve o birileri Jngary halkı! Bü­
yücüleri işe karıştırıp hileyle zafer kazanan onlan" de­
dim. Tazminatımı onlardan çık.armaya karar verdim, tıp­
kı bugün tanık olduğun gibi. Yaptığıma dolandırıcılık. di­
yebilirsin, ama beni gördün; kararı sen ver. Sadece beni
soymaya çalışanların paralarını alıyorum!"
"Dolandırıcılık sözü aklımın ucundan bile geçmedi,
faziletli gazi, " dedi Abdullah içtenlikle. "Planın son dere­
ce zekice. "
Asker b u sözler üzerine yatışır gibi oldu. Düşünceli
gözlerle aşağıdaki mavi enginliklere baktı. "Orası Kings­
bury Ovası," dedi adam. "Oradan epey altın kazanabili­
rim. Biliyor musun, Strangia'dan yola çıktığımda cebim­
de sadece üç metelik ve altın sikke diye gösterdiğim pi­
rinç bir düğme vardı. "
"Öyleyse büyük kar elde etmişsin," dedi Abdullah.
"Daha da büyüyecek, " diye söz verdi asker. Adam ta­
vayı özenle kenara bıraktı ve çantasından iki elma çıkar­
dı. Birini Abdullah'a verirken diğerini de kendisi yeme­
ye koyuldu . Yere uzanarak, yavaş yavaş karanlık çöken
topraklara baktı. Abdullah adamın oradan kazanacağı al­
tınları hesapladığını düşündü. Asker onu şaşırtarak,. "Ak­
şam kamplarını hep sevmişimdir. Şu günbatımına bir
bak. Muhteşem!" dedi.
Sahiden de muhteşemdi. Güneyden gelen bulutlar
gökyüzünde yakuttan bir diyar gibi uzanıyordu . Abdullah
bir tarafı şarap kırmızısına boyanmış mor sıradağlar, bir
volkanın göbeği gibi turuncu renkli ve dumanlı bir yarık,
gül pembesi durgun bir göl gördü. Orada, sonsuzluğa
uzanan san ve mavi renkli gök-denizde adalar, resifler,
koylar ve burunlar vardı. Sanki düşlerdeki bir deniz kıyı-

109
sına veya cennete komşu bir toprak parçasına bakıyor gi­
biydiler.
"Şu buluta bak, " dedi asker parmağıyla işaret ederek.
"Tıpkı bir şatoya benzemiyor mu?"
Benziyordu . Altın sarısı, yakut kızılı ve çivit mavisi
renklerdeki narin kulelerden oluşan şaheser, bir gök gö­
lünün ortasında durmaktaydı. En yüksek kuleden sızan
sapsan ışık bir pencereyi andırıyordu. Abdullah'ın aklına
zindana sürüklenirken Sultan'ın sarayının üzerinde gör­
düğü şato geldi. Bu bulut ona hiç benzemese de, acısını
öyle şiddetle canlandırdı ki, genç adam dayanamayarak
bağırdı.
"Ey Gece Çiçeği, nerelerdesin?"

..
1 10
11

Vahşi Bir Hayvan Yüzünden


Abdullah'ın Dileği Boşa Gidiyor

A sker geriye dönüp Abdullah'a şaşkın şaşkın baktı.


"Bu da ne demek oluyor?"
"Hiçbir şey," dedi Abdullah, "tabii hayatımın hüsran­
larla dolu olması hariç."
"Anlat," dedi asker. "İçini dök. Ne de olsa ben sana
anlattım."
"Bana dünyada inanmazsın," dedi Abdullah. "Kede­
rim seninkinden bile büyük, ey ölümcül silahşör. "
"Bir dene," dedi asker.
Günbatımı ve günbatımıyla birlikte içini kaplayan ızdı­
rap yüzünden Abdullah hemen içini dökmeye başladı. Şa­
to yavaşça dağılarak gök gölünde bulut öbekleri haline
gelirken ve günbatımı önce mora, ardından kahverengi­
ye, en sonunda da askerin yüzündeki iyileşmekte olan
yaralar gibi koyu kırmızıya dönüşürken Abdullah öyküsü­
nü anlattı. En azından bir özetini. Tabii ki son derece ki­
şisel olan hayalllerinden, onların son zamanlarda gerçeğe
dönüştüğünden ve cinden söz etmedi. Askere gecenin bir
vakti şişeyi alıp kaçmayacağına inanacak kadar güvenmi­
yordu. Gerçekler üzerinde değişiklik yapmasının bir diğer
sebebi de, askerin tüm öyküsünü anlatmadığına dair için­
de duyduğu güçlü bir kuşkuydu. Öykünün sonunu cin-

111
den bahsetmeden anlatmak güç olduysa da Abdullah iyi
iş çıkardığı fikrindeydi. Zincirlerinden ve haydutlardan
büyük ölçüde iradesiyle kurtulduğunu, sonra da lnga­
ıy'ye varana dek kuzeye yürüdüğünü söyledi.
"Hımm," dedi asker, Abdullah'ın hikayesi bitince. Dal­
gın bir halde o keskin kokulu çalılardan birkaç tanesini da­
ha artık civardaki tek ışık kaynağı olan ateşe attı. "Zorlu bir
yaşantın olmuş. Ama bana kalırsa kaderinde bir prensesle
evlenmenin yazılmış olması, başına gelen her kötü olayı
affettirir. Bu benim de hep istediğim bir şeydi -az çok top­
rağa sahip, iyi huylu ve sessiz sedasız bir prensesle evlen­
mek. Bunun düşünü kurduğum bile söylenebilir."
Abdullah'ın aklına harika bir fikir geldi. "Evlenebilirsin
de," dedi usulca. "Seninle tanıştığım gün bir rüya -bir
görü- gördüm. Lavanta renginde, dumandan bir melek
çıkagelip bana bir hanın önünde uyuyan seni gösterdi, ey
savaşçılann en akıllısı. Gece Çiçeği'ni bulmamda bana
büyük yardımın dokunabileceğini, ve yardım etmen ha­
linde, ödül olarak senin de bir prensesle evleneceğini
söyledi." Abdullah'a göre anlattıkları neredeyse tamamen
doğruydu -ya da olacaktı. Tek yapması gereken yarın
cinden doğru şeyi dilemekti. Daha doğrusu öbür gün, di­
ye hatırlattı kendine, zira cin onu yarınki dileği bugünden
dilemeye zorlamıştı. "Bana yardım edecek misin?" diye
sordu askerin ateş ışığıyla aydınlanan yüzüne kaygıyla
bakarak. "Böyle büyük bir ödül için?"
Asker ne istekli ne de isteksiz görünüyordu. Adam bir
süre düşündü. "Nasıl yardım edebileceğimden emin de­
ğilim," dedi en sonunda. "En başta, ben cinler konusun­
da uzman sayılmam. Bu kadar kuzeyde öyle yaratıklarla
pek karşılaşılmıyor. Cinlerin kaçırdığı prenseslere ne

112
yaptıklarını şu kahrolası Ingary büyücülerine sorman la­
zım. Büyücüler cevabı bilirler. Ben ağızlarından söke sö­
ke laf almana yardım edebilirim. Hatta bunu seve seve
yaparım. Ama başka bir prensese gelince, biliyorsun ki
onlar ağaçta yetişmiyor. En yakındaki prenses ta Kings­
bury'deki Ingary Kralı'nın kızı olmalı. Eğer şu senin du­
mandan meleğin onu kastetmişse birlikte o tarafa gidip
bir baksak iyi olacak. Zaten duyduğum kadarıyla kralın
büyücülerinin çoğu o bölgede yaşarmış, bu yüzden bir
taşla iki kuş vurmuş oluruz. Fikrimi beğendin mi?"
"Şahane, bağrımdaki asker dostum!" dedi Abdullah.
"Öyleyse karar verilmiştir, ama unutma ki hiçbir ko­
nuda söz vermiyorum, " dedi asker. Adam çantasından
iki battaniye çıkardı ve ateşi besleyip uyumayı önerdi.
Abdullah şişeyi kemerinden çözüp dikkatle yanına,
askerin bulunduğu tarafın tersine bıraktı. Sonra da yatıp
oldukça rahatsız geçecek bir geceyi geçirmek üzere bat­
taniyeye sarındı. Dün gece çölde olduğu kadar üşümese
de Ingary'nin rutubetli havası delikanlıyı en az o kadar
titretti. Buna ek olarak gözlerini ne zaman kapasa aklına
hemen geçidin yukarısındaki mağarada yaşayan vahşi
hayvan geliyor, onun kampta gezindiğini duyar gibi olu­
yordu. Hatta birkaç kez gözlerini açtığında ateş ışığının
hemen ötesinde bir şeyi kıpırdarken gördüğünü bile
sandı. Her seferinde oturup ateşe daha fazla odun atıyor,
canlanan alevler orada hiçbir şey olmadığını gösteriyor­
du. Tam anlamıyla uykuya dalması uzun sürdü . O za­
man da korkunç bir rüya gördü.
Rüyasında, şafak vakti bir cinin çıkagelip göğsüne
oturduğunu gördü. Abdullah ona gitmesini söylemek
için gözlerini açtığında karşısında cini değil, mağaradaki

113
canavarı buldu. Hayvan devasa iki ön ayağını Abdul­
lah'ın göğsüne dayamış, ona kürkünün kadifemsi siyah­
lığında mavi fenerler gibi parlayan gözleriyle kötü kötü
bakıyordu . Abdullah'ın gördüğü kadarıyla yaratık, dev
bir kara panter kılığında olan bir iblisti.
Genç adam çığlık atarak doğruldu.
Doğal olarak karşısında hiçbir şey yoktu. Şafak daha
yeni yeni bastırmaktaydı. Ateş, etrafın griliğindeki silik
bir kırmızılıktan ibaretti ve onun diğer tarafında hafifçe
horlayan asker, koyu gri bir tümsek gibiydi. Aşağıdaki
topraklar beyaz bir sisle örtülüydü. Abdullah bitkin vazi­
yette ateşe bir çalı daha atıp tekrar uykuya daldı.
Cinin kükremesiyle uyandı.
"Durdur şu şeyi! ÇEK şunu üzerimden!"
Abdullah ayağa fırladı, asker de öyle. Ortalık apaydın­
lıktı. İkisi de gözlerine inanamadı. Küçük bir kara kedi
cin şişesinin yanı başına, az önce Abdullah'ın kafasının
durduğu yere çökmüştü. Kedi ya çok meraklıydı ya da şi­
şede yiyecek olduğundan emindi, zira burnunu zarif ama
sıkı bir şekilde şişenin ağzına sokmuştu. Cin hayvanın
simsiyah kafasının etrafından on, on iki kadar mavi du­
man demeti halinde çıkıyor, demetler ellere veya suratla­
ra dönüştükten sonra tekrar duman halini alıyordu.
"Yardım edin!" diye koro halinde bağırdı cin. "Beni
yemeye falan çalışıyor!"
Kedi cine hiç aldırış etmiyordu; sanki şişede çok çar­
pıcı bir koku varmış gibi davranmayı sürdürüyordu .
Zanzib'de herkes kedilerden nefret ederdi. İnsanlar
onlara karşı, yedikleri fare ve sıçanlardan sadece biraz­
cık daha fazla sevgi beslerlerdi. Bir _kedi sana yaklaşırsa
tekmeyi basardın ve eline geçen kedi yavrularını suda

1 14
boğardın. Abdullah da kediye doğru koşarak bir tekme
savurdu . "Pıss�" diye bağırdı. "HeJ}."
Kedi sıçradı. Abdullah'ın ayağından her nasılsa kurtu­
larak yukarıdaki bir kayaya çıktı ve genç adama dönüp
tısladı. Abdullah hayvanın gözlerinin içine baktı, masma­
viydiler. Demek ki, gece vakti delikanlıyı kedi uyandır­
mıştı. Abdullah yerden bir taş aldı ve fırlatmak için kolu­
nu kaldırdı.
"Sakm yapma!" dedi asker. "Zavallı hayvancağız!"
Kedi Abdullah'ın taşı atmasını beklemeden fırladı ve
anında gözden kayboldu. "O hayvanın zavallı bir tarafı
yok, " dedi Abdullah. " Unutma k_i , hoşgörülü silahşör,
dün gece neredeyse gözünü çıkarıyordu . "
"Biliyorum, " dedi asker sakin bir sesle. "Zavallı şey
sadece kendini koruyordu . Şişende bir cin mi var? Hani
şu dumanlı mavi dostun?"
Bir keresinde satılık halısı olan bir gezgin, Abdullah'a
çoğu kuzeylinin hayvanlara karşı anlaşılmaz bir .duygu­
sallık gösterdiğini anlatmıştı. Abdullah omuz silkerek,
asık bir suratla şişeye doğru döndü -cin bir teşekkür bi­
le etmeden şişesine kaçmıştı. Artık Abdullah'ın şişeyi bir
şahin gibi gözlemesi gerekecekti. "Evet, " dedi.
"Ben de öyle düşünmüştüm," dedi asker. "Cinlerden
bahsedildiğini duymuştum. Gelip şuna bir bakar mısın?"
Adam eğilip büyük bir dikkatle yerden şapkasını aldı. Bu­
nu yaparken de garip, yumuşak bir tavırla gülümsüyordu.
Bu sabah askerde bir terslik var gibiydi; sanki gece­
leyin beynine bir şeyler olmuştu. Abdullah sebebin -her
ne kadar kaybolmaya yüz tutsalar da- o çizikler olup ol­
madığını düşündü . Kaygıyla adamın yanına gitti.
Kedi yukarıdaki kayaya geri dönmüştü. Yine o demir

1 15
çıkrık sesini çıkarıyor ve küçük, siyah bedeninin her çiz­
gisinden öfke ve endişe okunuyordu. Abdullah hayvana
aldırış etmeden askerin şapkasına baktı. Şapkanın yağlı
iç kısmından yuvarlak mavi gözler ona geri baktı. Kü­
çük, pembe bir ağız meydan okurcasına tıslarken, şap­
kanın içindeki minik siyah kedicik de dengesini sağla­
mak için şişe fırçasına benzeyen kuyruğunu salladı.
"Ne kadar tatlı, değil mi?" dedi asker kafayı bulmuş­
çasına.
Abdullah kayanın tepesinde miyavlayan kediye bir
göz attı. Gördüğü şey karşısında donakaldı ve daha dik­
katli baktı. Yaratık dev gibiydi. Orada kudretli bir siyah
panter duruyor, kocaman beyaz dişlerini Abdullah'a gös­
teriyordu.
"Bu hayvanlar bir cadıya ait olmalı, yiğit yol arkada­
şım," dedi Abdullah tir tir titrerken.
"Öyleyse bile cadı çoktan ölmüştür," dedi asker. "On­
ları gördün. O mağarada başıboş halde yaşıyorlardı. Ga­
liba anne kedi geceleyin yavrusunu buraya kadar taşı­
mış. Fevkalade, değil mi? Ona yardım edeceğimizi arıla­
ıpış olmalı!" Adam kayanın tepesinde hırlayan koca ya­
ratığa bakarken cüssesini fark etmemiş gibiydi. "Aşağı
gel, seni tatlı şey!" diye dil döktü . "Sana veya yavruna za­
rar vermeyeceğimizi biliyorsun . "
Anne panter kayadan aşağı sıçradı. Abdullah boğuk
bir çığlık attı ve geri kaçarak kendini yere attı. Koca si­
yah gövde yanından ok gibi geçti ve asker kahkahalarla
gülmeye başladı. Abdullah öfkeyle kafasını kaldırdığında
hayvanın tekrar küçük bir kediye dönüştüğünü ve aske­
rin geniş omuzlarında gezinerek adamın suratına sürtün­
düğünü gördü .

1 16
"Sen ne güzel şeysin Geceyarısı!" Asker kıkırdadı.
"Merak etme, Zıpır'a çok iyi bakacağım. Aynen öyle. Mı­
rılda bakalım!"
Abdullah tiksintiyle ayağa kalkıp bu sevgi gösterisine
sırt çevirdi. Tava geceleyin bir güzel temizlenmişti. Tene­
ke tabak cilalanmış gibiydi. Genç adam tavayla tabağı pı­
narda yıkarken askerin o sihirli ve tehlikeli hayvanları kı­
sa sürede unutup kahvaltıyı düşünmesini umuyordu.
Asker şapkasını nihayet bıraktığında ve anne kediyi
omzundan nazikçe aldığında aklına hayvanlann kahval­
tısı geldi. "Süte ihtiyaçları var," dedi adam, "ve bir tabak
taze balığa . Şu senin cine söyle de biraz getirsin."
Şişenin ağzından mavi-mor bir duman fışkırarak cinin
asabi suratının şeklini aldı. "Yok ya, " dedi cin. "Günde
tek bir dilek hakkı tanıyorum . Bu adam bugünün dileği­
ni dünden istedi zaten. Gidip kendiniz balık tutun."
Asker öfkeyle cinin üstüne yürüdü. "Dağların bu ka­
dar yükseklerinde balık bulunmaz," dedi. " Üstelik minik
Geceyarısı'nın kamı aç ve besleyecek bir de yavrusu
var. "
"Aman ne kötü!" dedi cin. "Sakın beni tehdit edeyim
deme asker. Çok daha sudan sebeplerle insanları kurba­
ğaya çevirdiğim oldu."
Abdullah askerin kesinlikle cesur biri olduğunu dü­
şündü -veya tam bir budala . "Öyle bir şey yaparsan şek­
lim şemailim ne olursa olsun şişeni kırarım! " diye bağır­
dı adam. "Kendim için dilekte bulunmuyorum!"
"Ben insanların bencil davranmalarını yeğlerim, '' diye
laf yetiştirdi cin. "Demek kurbağa olmaya itirazın yok?"
Şişeden daha fazla duman çıktı ve bir çift kola dönü­
şerek Abdullah'ın korktuğu hareketleri yapmaya başladı.

I 17
"Hayır, hayır, durmanı rica ediyorum, ey ruhlar arasında­
ki safirl " diye atıldı genç adam. "Lütfen, bana büyük bir
iyilik yap -askeri rahat bırak ve hayvanların beslenebil­
mesi için bana bir dilek daha avans ver."
"Sen de mi kurbağa olmak istiyorsun?" diye sordu cin.
"Eğer kehanette Gece Çiçeği'nin bir kurbağayla evlene­
ceği yazılıysa beni kurbağaya çevir," diye çokbilmişlik tas­
ladı Abdullah. "Ama önce biraz süt ve balık getir, yüce cin. "
Cin huysuz huysuz döndü. "Yine o baş belası kehanet!
Ona karşı gelemem. Pekala. Dileğin yerine gelecek, tabii
önümüzdeki iki gün boyunca beni rahat bırakırsan . "
Abdullah iç geçirdi. Dileğini feci şekilde heba ediyor­
du. "Anlaşıldı. "
Delikanlının ayakları dibine bir kap dolusu süt ve
içinde somon balıkları olan oval bir tabak pat diye düş­
tü. Cin Abdullah'a büyük bir hoşnutsuzlukla bakıp şişe­
nin içine geri çekildi.
"Harika!" dedi asker ve telaş içinde somonu sütün
içinde pişirmeye girişti. Bir yandan da kedilerin gırtlağı­
na takılabilecek kılçıkları ayıklamakla uğraşıyordu.
Abdullah bu sırada kedinin şapkasının içindeki yav­
rusunu ağır ağır yaladığını fark etti. Hayvan cinin orada
olduğundan habersiz gibiydi. Fakat somonun pekala far­
kına vardı. Balık pişmeye başladığı anda yavrusunun ya­
nından ayrıldı ve askerin bacaklarına sürtünerek yakarır­
casına miyavlamaya başladı. "Az kaldı canımın içi!" dedi
asker.
Abdullah'ın aklına kedinin sihriyle cininkinin çok
farklı olduğu , bu yüzden birbirlerini algılayamadıkları
fikri geliyordu yalnızca. Tüm bu 9layın tek iyi tarafı, iki
insana yetecek kadar da balık ve süt olmasıydı. Kedi so-

,.
1 18
mon tadı sinmiş sütü ağır ağır içerken ve yavrusu da iç­
mek için elinden geldiğince uğraşırken askerle Abdullah
da kızarmış balık ile sütten oluşan yemeklerini afiyetle
mideye indirdiler.
Böyle bir kahvaltının ardından Abdullah dünyaya da­
ha iyimser bir gözle bakar oldu. Kendi kendine, cinin bir
yol arkadaşı olarak bu askerden daha iyi bir seçim yapa­
mayacağını söyledi. Cin o kadar da kötü değildi. Ve Ge­
ce Çiçeği'ni çok yakında görecekti. Tam Sultan ile Kabul
Akba'nın da o kadar kötü kimseler olmadığını düşünü­
yordu ki, Kingsbury'ye giderlerken askerin kedileri de
yanına alacağını öfkeyle öğrendi.
"Peki tazminatını çıkarma planlarına ne olacak, ey
.
sevgi dolu savaşçı ve anlayışlı süvari?" diye itiraz etti.
"Soyguncuları şapkanda bir kediyle sayamazsın! "
"Bana bir prenses sözü verdiğin için artık öyle bir şey
yapmama gerek yok," diye sakin bir tavırla karşılık ver­
di asker. "Ayrıca Geceyarısı ile Zıpır'ı bu dağda yalnız
başlarına bırakacak değilim. Böyle bir şey zalimce olur!"
Abdullah tartışmayı kazanamayacağını biliyordu. So­
murtarak cin şişesini kemerine bağladı ve askere bir da­
ha herhangi bir konuda söz vermeye tövbe etti. Asker
çantasını topladı, ateşi söndürdü ve yavru kedinin oldu­
ğu şapkasını yerden nazikçe aldı. Pınarın yanından yo­
kuş aşağı inmeye koyulurken, bir köpekmiş gibi ıslık ça­
larak Geceyarısı'nı yanına çağırdı.
Fakat Geceyarısı'nın başka planları vardı. Askerin pe­
şinden yola koyulan Abdullah'ın önüne dikilerek ona
manalı manalı baktı. Abdullah görmezden gelerek kedi­
nin yanından geçmeye yeltendi. Hayvan yine bir anda
kocaman oldu . Öncekinden bile daha iri bir kara panter

1 19
htrlayarak genç adamm yolunu kesiyordu. Korkudan
·

ödü patlayan Abdullah donakaldt. Yaratık onun üstüne


atladı. Abdullah çığlık bile atamayacak kadar korkmuş
durumdaydı. Gözlerini kapayarak gırtlağmın parçalan­
masını bekledi. Demek Kader'den ve onun kehanetin­
den buraya kadardı!
Onun yerine boğazına yumuşactk bir şey dokundu. Bir
çift küçük ayak omzuna sıkıca bastı ve diğer bir çift de
göğsünden destek aldı. Abdullah gözlerini açınca Geceya­
nsı'nm kedi boyutlarına dönmüş olarak yeleğinin önüne
tutunduğunu gördü. Hayvanın yeşil-mavi gözleri, "Beni
taşı, yoksa fena olur," diyordu.
"Pekala, heybetli kedigil," dedi Abdullah. "Ama dik­
kat et de yelekteki nakışları daha fazla sökmeyesin. Bu
eskiden en iyi kıyafetimdi. Ve lütfen seni zorla taşıdığı­
mı da unutma. Kedileri sevmem. "
Geceyansı sakin sakin Abdullah'ın omzuna çıktı ve
halinden hoşnut bir vaziyette oraya k u rul du . Abdullah ise
günün geri kalanını düşe kalka dağdan inerek geçirdi.

1 20 >
12

Kanun, Abdullah ile Askerin


Yakasına Yapışıyor

ı\..
.L bdullah akşama doğru Geceyarısı'na alışmış gibiy­
di. Cemal'in köpeğinin aksine kedi çok temiz kokuyor­
du ve harika bir anneydi. Abdullah'ın üzerinden sadece
yavrusunu beslemek için iniyordu. Bir de kızdığında bü­
yümek gibi bir huyu olmasaydı, Abdullah ona katlanabi­
lecekti. Yavrunun ise sevimli olduğuna karar verdi. Sık
sık askerin atkuyruğuyla oynayan kedicik, öğle yemeği
için mola verdiklerinde düşe kalka bol bol kelebek ko­
valadı. Günün geri kalanını askerin yeleğinin önünde

geçiren hayvan ovaya yaptıkları yolculuk boyunca çi­


menleri, ağaçları ve etrafı sazlarla çevrili şelaleleri büyük
bir hevesle seyretti.
Fakat geceleyin durduklarında Abdullah askerin hay­
vanlar konusunda yaptığı telaşa sinir oldu. Karşılarına çı­
kan ilk handa kalmaya karar verdiler ve oraya vardıkla­
rında asker kedilerinin her şeyin en iyisine sahip olma­
ları gerektiğinde ısrar etti.
Hancı ile karısı da Abdullah gibi bu durumdan rahat­
sız olmuşa benziyorlardı. Zaten somurtkan olan karı ko­
ca, o sabah bir kap süt ile birkaç somon balıkları çalın­
dığı için iyice huysuzlanmıştı. Asık suratlarla etrafta ko­
şuşturarak kedilere uygun bir sepet ve onun içine koy-

121
mak üzere bir yastık buldular. Kaşlarını çatarak krema,
tavuk ciğeri ve balık getirdiler. Askerin kulakta pamuk­
çuk olmasını engellediğini söylediği bazı şifalı bitkileri
gönülsüzce temin ettiler. Kedilerdeki parazitleri döktüğü
söylenen diğer bazı otlar için öfkeyle adam yolladılar.
Fakat tüm bunların üstüne asker bir de Zıpır'a kene ya­
pıştığı şüphesiyle bir banyo hazırlamalarını isteyince iyi­
ce hayrete düştüler.
Abdullah kendini pazarlık etmek zorunda hissetti. "Ey
hancıların prens ve prensesi," dedi genç adam, "harika
dostumun tuhaflıklarına katlanın. Banyo dediği zaman
elbette ki kendisi ve benim için bir banyoyu kastediyor.
İkimiz de yol yorgunuyuz ve sıcak suya özlem duyuyo­
rnz. Bunun için ek bir ücret gerekiyorsa onu da seve se­
ve öderiz. "
"Ne? Banyo mu? Ben mi?" dedi asker, hancıyla kansı
içinde su kaynayacak büyük güğümleri ateşe koymak
için oflaya puflaya giderlerken.
"Evet. Sen," dedi Abdullah. "Yoksa seninle ve kedile­
rinle hemen bu akşam yollarımız ayrılır. Zanzib'de dos­
tum Cemal'in köpeği bile senden iyi kokuyordu, ey pa­
saklı savaşçı. Üstelik keneli olsun olmasın, Zıpır'ın da te­
mizlenmesi gerek. "
" İyi de çekip gidersen benim prensesime ve senin şu
Sultan'ın kızına ne olacak?" diye sordu asker.
"Bir şeyler düşünürüm," dedi Abdullah. "Ama kediyi
de alıp banyo yaparsan daha iyi olur."
"Banyo yapmak adamı zayıf düşürür," dedi asker kuş­
kuyla. "Ama sanırım Zıpır'la beraber şöyle bir yıkanabi­
lirim. "
"Gerekirse kedileri sünger niyetine kullan, hayvan se-

1 22
ver piyade," dedi Abdullah ve kendi banyosunun zevki­
ni çıkarmaya yollandı. Zanzib'de iklim çok sıcak oldu­

ğundan insanlar bol bol yıkanırlardı. Abdul ah en azın­
dan iki günde bir hamama gitmeye alışkındı ve bunu öz­
lüyordu. Cemal bile haftada bir hamama gider ve bera­
berinde köpeğini de götürdüğü söylenirdi. Abdullah as­
kerin kedilere, Cemal'in köpeğine olduğundan daha faz­
la düşkün olmadığı fikrindeydi. Cemal ile köpeğinin kaç­
mayı başardıklarını ve kaçtılarsa çölde zorluklarla karşı­
laşmadıklarını umuyordu.
Banyosu bittikten sonra asker zayıf düşmüşe ben­
zemiyordu, fakat cildi çok daha açık bir kahverengiye
dönmüştü . Anlaşılan Geceyarısı suyu gördüğü anda ka­
çıp gitmişti, fakat asker Zıpır'ın suda geçirdiği her sani­
yeye bayıldığı iddiasındaydı. "Sabun köpükleriyle oyna­
dı!" dedi hayvanın üstüne titreyerek.
"Tüm bu zahmete değdiğinizi düşünüyorsundur her­

halde," dedi Abdullah, yediği tavuk ve kremanın ardın­


dan yatağının üzerinde yalanmakta olan Geceyarısı'na.
Kedi dönüp ona sert bir bakış attı -tabii ki değiyorlardı!­
ve kulaklarını temizlemeye geri döndü .
Ertesi sabah gelen hesap felaketti. Ek ücretin çoğu sı­
cak sudan gelse de yastıklar, sepetler ve otlar da epey tut­
muştu. Abdullah içi parçalanarak ödeme yaptıktan sonra
Kingsbury'ye daha ne kadar mesafe olduğunu sordu.
Yürüyerek altı gün olduğu cevabını aldı.
Altı gün! Abdullah of çekmemek için kendini zor tut­
tu. Altı gün boyunca böyle masraf yaparsa Gece Çiçe­
ği'ni bulduğunda onu en fakir koşullarda bile yaşatama­
yacaktı. Üstelik bir büyücü bulup onu kullanarak kızı
aramaya başlamadan önce, daha altı gün askerin kedile-

1 23
re sevgi gösterisi yapmasını seyredecekti. �ayır, diye ak­
lından geçirdi Abdullah. Cinden bir sonraki dileği herke­
si Kingsbury'ye götürmesi olacaktı. Bunun için de yalnız­
ca iki gün dayanmasını gerekiyordu .
Bu düşünceyle rahatlayan Abdullah, omzunda sakin
sakin oturan Geceyarısı ve belinde taşıdığı şişeyle birlik­
te yola koyuldu. Güneş parlıyordu . Çölden sonra kırla­
rın yeşilliği Abdullah'a büyük zevk vermekteydi. Hatta
delikanlı ot çatılı evlerden bile hoşlanmaya başlamıştı.
Hepsinin birbirinden güzel bahçeleri vardı ve pek çoğu­
nun kapısının etrafına güller veya başka çiçekler asılmış­
tı. Asker ona o bölgede ot çatıların yaygın olduğunu , ça­
tıların yapıldığı malzemeye saz dendiğini söyledi ve, Ab­
dullah inanmakta zorlansa da, sazın yağmuru geçirme­
diğinde ısrar etti.
Fazla geçmeden Abdullah yeni bir hayal kurmaya
başlamıştı. Gece Çiçeği'yle beraber ot çatılı ve kapısına

güller asılmış bir kulübede yaşıyordu . Kıza öyle bir bah­


çe hazırlayacaktı ki, kilometrelerce ötede bile nam sala­
caktı. Abdullah bahçeyi planlamaya koyuldu.
Maalesef sabahın sonlarına doğru giderek hızlanan
bir yağmurla hayalle �i bölündü. Yağmurdan nefret eden
Geceyarısı, Abdullah'ın kulağının dibinde yüksek sesle
itiraz etti.
"Kediyi yeleğinin içine sok," dedi asker.
"Olmaz, hayvanların sevgilisi," dedi Abdullah. "O be­
ni, benim onu sevdiğimden daha fazla sevmiyor. Hiç
şüphe yok ki fırsattan istifade ederek göğsümü paralar. "
Asker içinde Zıpır'ın bulunduğu şapkasını Abdullah'a
vererek üstünü kirli bir mendille dikkatlice örttü, ardın­
dan Geceyansı'nı kendi yeleğinin içine soktu . Böyle ya-

1 24
rım kilometre daha gittiler. Yağmur artık bardaktan bo­
şanırcasına yağıyordu.
Cin, şişesinin üzerini mavi renkli bir duman demetiyle
örttü. "İçime kaçan su konusunda bir şey yapamaz mısın?"
Zıpır da cılız, tiz sesiyle üç aşağı beş yukarı aynı se­
bepten yakınıyordu. Şikayetlerden bıkıp usanan Abdul­
lah ıslak saçlarını gözlerinin önünden çekti.
"Sığınacak bir yer bulmalıyız," dedi asker.
Neyse ki bir sonraki dönemecin ardında başka bir
han vardı. Sırılsıklam bir vaziyette hanın salonuna girdi­
ler. Abdullah ot çatının yağmuru geçirmediğini sevinerek
gördü.
Abdullah askerin burada da kediler rahat etsin diye
içinde ateş yanan özel bir oda ve grubun dört üyesi için
ayrı ayrı yemek siparişi vermesine şaşırmadı. Delikanlı
hesabın bu sefer ne kadar tutacağını merak etmesine
rağmen sıcacık bir ateşe karşı çıkacak durumda değildi.
Üzerinden sular damlarken ateşin önünde durdu ve
birasını yudumlayarak -bu handaki biranın, hastalıklı bir
deveden gelmiş gibi bir tadı vardı- öğle yemeğini bekle­
di. Geceyarısı önce yavrusunu, sonra da kendini yalaya­
rak kuruttu. Asker çizmelerini kurumaları için ateşin ya­
kınına koydu. Cin şişesi ise şöminenin üstündeydi ve ha­
fif hafif buharlar çıkarıyordu. Cin bile halinden şikayetçi
değildi.
Dışarıdan at sesleri geldi. Bunda bir tuhaflık yoktu.
Çoğu Ingaryli at sırtında yolculuk ederdi. Binicilerin han­
da mola vermeleri de normaldi . Onlar da sırılsıklam ıs­
lanmış olmalıydılar. Abdullah tam dün cinden süt ve ba­
lık yerine at istemediğine hayıflanıyordu ki, binicilerin
dışarıdan hancıya seslendiklerini işitti.

1 25
"İki adam. . . Strangialı bir asker ve süslü püslü kıyafet­
ler giyen koyu tenli bir adam gasp ve hırsızlıktan aranı­
yor. Onları gördün mü?"
Biniciler bağırmayı bitirmeden asker pencerenin yanı­
na koştu ve görünmemek için sırtını duvara dayayarak
yandan dışarıya baktı. Her nasılsa kaşla göz arasında bir
eline çantasını, diğerine de şapkasını almıştı.
"Dört kişiler," dedi adam. "Üniformalarına bakılırsa
muhafızlar. "
Abdullah'ın yapmayı düşünebildiği tek şey korku için­
de ağzı bir karış açık dikilmek oldu. Aklından kedi sepet­
leri ve banyo suyu sipariş ederek hancılara seni hatırla­

maları için fırsat tanırsan elbette başına böyle bir iş açıla­


cağı fikri geçiyordu. Üstelik bir de özel oda tutmuşlardı.
O sırada hancının yılışık bir şekilde, aranan kişilerin bu­
rada, küçük bir odada olduklarını söylediğini duydu .
Asker şapkasını Abdullah'a uzattı. "Zıpır'ı buraya koy.

Sonra Geceyarısı'nı al ve hana girdikleri anda pencere­


den kaçmaya hazır ol. "
Zıpır tam da o anda meşe bir oturağın altını keşfe çık-
. tı. Abdullah kedinin peşinden gitti. Elleri arasında oyna­
şan kediyle beraber dizleri üzerinde geri çekilirken
hanın salonuna giren çizmelerin sesini duyabiliyordu.
Asker pencerenin mandalını açmakla uğraşıyordu. Ab­
dullah Zıpır'ı askerin şapkasına bırakıp Geceyarısı için
geri döndü ve gözüne şöminenin üstünde ısınmakta
olan cin şişesi çarptı. Geceyarısı odanın karşı duvarında­
ki yüksek bir rafa çıkmıştı. Durum ümitsizdi. Odaya doğ­
ru ilerleyen çizmeler artık çok daha yakındı. Asker sıkış­

mış olan pencereye vuruyordu.


Abdullah şişeyi ateşten kapıp, "Buraya gel Geceyarı-

"
126
sı!" diyerek pencereye doğru koştu. Orada askerle çar­
pıştı.
"Geri çekil, " dedi asker. "Pencere sıkışmış. Kırmam
gerekiyor. "
Abdullah tökezleyerek gerilerken oda kapısı güm diye
açıldı ve üniformalı üç iriyarı adam içeri daldı. Tam o an­
da askerin çizmesi pencerenin çerçevesiyle buluştu. Çer­
çeve parçalanınca asker kendini eşiğin üzerinden dışarı
attı. Üç adam aynı anda bağırdı. İkisi pencereye yönelir­
ken üçüncüsü Abdullah'a doğru atıldı. Abdullah meşe
oturağı adamların önüne devirip pencereye koştu ve hiç
düşünmeden kendini hata şakır şakır yağan yağmura anı.
Sonra aklına Geceyarısı geldi ve geri döndü.
Kedi yine kocamandı. Abdullah'ın hiç görmediği ka­
dar irileşen yaratık, pencerenin altında devasa, kapkara
bir gölge gibi duruyor ve kocaman dişlerini adamlara
gösteriyordu . Adamlar birbirlerini ezerek kapıya doğru

geri kaçtılar. Abdullah büyük bir minnetle dönüp, hanın


karşı köşesine koşmakta olan askerin peşinden gitti. Dı­
şarıda atların başında bekleyen dördüncü muhafız onla­
rı takibe yeltendiyse de yaptığının aptalca olduğunu fark
etti ve koşarak atların yanına döndü. Hayvanlar üzerleri­
ne gelen adamı görünce dört bir yana dağıldılar. Abdul­
lah askerin ardından sular içindeki bir bahçeye geçer­
ken, atlarını yakalamaya çalışan muhafızların bağrışma­
larını duyabiliyordu.
Asker kaçış konusunda uzmandı. Sebze bahçesinin
yanındaki meyve bahçesine geçmenin yolunu bulmuş,
sonra da hiç vakit kaybetmeden geniş bir tarlaya dalmış­
tı. Tarlanın ötesinde yağmurun sakladığı bir koruluk, gü­
venlik vaat ediyordu.

1 27
"Geceyarısı'nı aldın mı?" dedi asker soluk soluğa, tar­
lada koştururlarken.
"Hayır, " dedi AbduJJah. Açıklama yapmaya yetecek
kadar nefesi yoktu.
"Net' diye bağıran asker hızla geri döndü.
O anda her birinin eyerinde bir muhafız oturan dört
at meyve bahçesini çevreleyen çitinin üzerinden atlaya­
rak tarlaya daldı. Asker bir küfür salladı. O ve Abdullah
birlikte koruluğa doğru koştular. Koruluğun çalılarla
kaplı eteklerine vardıkları sırada askerler de tarlayı yarı­
lamışlardı. Abdullah ve asker çalıların arasına dalarak he­
men ötede ki ağaçlığa geçtiler. Abdullah koruluğun zemi­
nini bir halı gibi kaplayan binlerce ve binlerce parlak
mavi çiçekle karşılaşınca çok şaşırdı.
"Bu çiçekler de. . . ne?" diye sordu nefes nefese.
"Mavi sümbüller," dedi asker. "Geceyarısı'nı kaybet­
tiysen seni öldürürüm. "
"Kaybetmedim... Bizi bulacak. . . Kocaman oldu... Sana
söyledim . . . Sihir... " dedi Abdullah kesik kesik.
Asker Geceyarısı'nın marifetini görmemişti. Abdul­
lah'a inanmadı. "Daha hızlı koş," dedi. " Geri dönüp onu
almamız lazım. "
Sümbülleri eze eze koşmayı sürdürdüler. Her yanları
sümbü l kokuyordu. Sağanak yağmur ve muhafızların
bağrışları olmasaydı Abdullah gökyüzünde koştuğunu
zannedecekti. Hemen hayallerine geri döndü. Gece Çi­
çeği'yle yaşayacağı kulübenin gece bahçesine tıpkı bun­
lar gibi binlerce sümbül dikecekti. Fakat hayalleri, peşle­
rinde ezik çiçekler ile kırık beyaz saplardan oluşan bariz
bir iz bıraktıkları gerçeğini genç adama unutturmadı. Ay­
rıca koruluktaki atların yerdeki dallan ezerek çıkardıkla-

,.

1 28
rı gürültüyü de duymuyor değildi.
"Bu böyle olmayacak!" dedi asker. "Şu senin cini ça­
ğır da muhafızlara izimizi kaybettirsin. "
"Hatırlatırım ki. . . askerlerin cevheri . . . öbür güne ka­
dar. . . dilekte bulunamayız, " dedi Abdullah nefes nefese .
"Sana yine avans verebilir, " dedi asker.
Abdullah'ın elindeki şişeden öfkeyle mavi dumanlar
çıktı. "Sana son dilek hakkını beni rahat bırakman şartıy­
la tanımıştım," dedi cin. "Tek isteğim şişemde kederimle
baş başa kalmak. Peki bana izin veriyor musun? Hayır.
Ne zaman başın belaya girse yeni bir dilekte bulunuyor­
sun. Kimse beni düşünmüyor mu?"
"Acil durum. . . ey goncalar goncası . . . şişelenmiş ruhla-
rın . . . mavi sümbülü, " dedi Abdullah güçlükle. "Bizi gö-
tür . . . uzaklara . . . "

"Sakın ha!" diye çıkıştı asker. "Bizi Geceyarısı'ndan


uzaklaştırayım deme. Onu bulana kadar bizi görünmez
kıl."
"Cinlerin mavi elması. . . " diye başladı Abdullah.
"Bu yağmurdan ve ikide bir avans dilek istenmesin­
den daha çok nefret ettiğim bir şey varsa," diye araya
girdi cin, "o da ağdalı bir dille ikna edilmeye çalışılmak­

tır. Dilekte bulunmak istiyorsan doğru düzgün konuş."


"Bizi Kingsbury'ye götür," dedi Abdullah.
"Şu adamlara izimizi kaybettir, " dedi asker aynı anda.
İkisi de koşarken birbirine dik dik baktı.
"Kararınızı verin, " dedi cin. Kollarını göğsünde kavuş­
turup küçümseyici bakışlarla peşlerinden uçtu. "Bir dilek
daha heba edenin kim olacağı benim için hiç fark etmez.
Ama bunun iki gün boyunca son dileğiniz olduğunu da
hatırlatırım."

1 29
"Geceyarısı'nı almadan hiçbir yere gitmem," dedi as­
ker.
"Eğer dilek. . . harcayacaksak," dedi Abdullah nefes
nefese, "planladığımız gibi. . . Kingsbuıy'ye. . . gitsek iyi
olur . . . ey budala servet avcısı. "
"Öyleyse bensiz git," dedi asker.
"Atlılar sadece yirmi metre gerideler," diye belirtti cin.
Arkalarına baktıklarında bunun doğru olduğunu gör-
düler. Abdullah pes etti. "Öyleyse bizi görmelerini engel­
le," dedi cine.
"Geceyarısı bizi bulana kadar görünmez olalım," diye
ekledi asker. "Bulacağını biliyorum. O çok akıllı bir kedi . "
Abdullah bir anlığına cinin dumanlı suratına şeytani
bir sırıtışın yayıldığını ve kollarının bazı işaretler yaptığı­
nı gördü.
Hemen ardından üstüne ıslak ve yapış yapış bir tu­
haflık çöktü . Abdullah'ın etrafındaki dünya bir anda çar­
pılıp büyüdü ve mavi ile yeşil arası bir renge dönüşerek
bulanıklaştı. Abdullah devasa sümbülleri andıran bir
şeylerin arasında sürünüyor, her nedense aşağıya değil,
sadece yukarıya ve ileriye bakabildiği için yerdeki siğil­
lerle kaplı kocaman ellerini büyük bir dikkatle ilerleti­
yordu. Bunu yaparken o kadar zorlanıyordu ki, durup
bulunduğu yere çökmek istedi, fakat yer korkunç dere­
cede sallanıyordu. Birkaç kocaman yaratığın üzerine
doğru dörtnala koştuğunu hissediyordu, bu yüzden var
gücüyle sürünmeye devam etti. Buna rağmen yaratıkla­
rın yolundan son anda çekilebildi. Devasa bir toynak
hemen yanı başına güm diye indi. Abdullah o kadar
korktu ki, olduğu yerde kalakaldı. Dev yaratıkların çok
yakında durduklarının farkındaydı. Tam olarak işiteme-

..
1 30
diği yüksek, öfkeli sesler duydu . Bir süre sonra toynak­
lar tekrar harekete geçerek bir sağa bir sola gitti, ta ki
yaratıklar vazgeçene ve önlerine çıkan her şeyi ezerek
uzaklaşana dek.

131
13

Abdullah Kadere Meydan Okuyor


A1bdullah bir süre daha bekledi, fakat yaratıklar geri
.L
gelmeyince boş ve amaçsız bir şekilde �ürünmeye de­
vam ederek başına gelenleri anlamaya çalıştı . Başına bir
şey geldiğini biliyordu, ancak bunun ne olduğunu çıka­
racak kadar beyni yok gibiydi.
O sürünürken yağmur da dindi. Abdullah buna üzül­
dü, zira yağmur cildini ferahlatıyordu. Diğer taraftan . . .
Bir sinek yukarıdan gelen bir ışık huzmesinin içinden
geçerek yakındaki bir mavi sümbüle kondu. Abdullah
upuzun bir dil uzatarak sineği kaptığı gibi yuttu. Harika!
diye düşündü . Sonra aklından şunu geçirdi: İyi de sinek­
ler pistir! Her zamankinden daha endişeli bir halde baş­
ka bir sümbül öbeğine doğru ilerledi.
Biraz ileride tıpkı kendisi gibi birini daha gördü.
Yaratık kahverengi, bodur ve siğil doluydu . Sarı göz­
leri kafasının tepesindeydi. Abdullah'ı görür görmez ge­
niş ve dudaksız ağzını dehşet içinde kocaman açarak şiş­
meye başladı. Abdullah daha fazla bakamadı. Dönüp
çarpık bacaklarının elverdiği süratle geri kaçtı. Artık ne
olduğunu biliyordu . Kurbağaydı. Zalim cin öyle bir oyun
etmişti ki, Geceyarısı onu bulana dek Abdullah bir kur­
bağa olarak kalacaktı. Zaten b�lduğunda da herhalde
Abdullah'ı mideye indirirdi.

132
Delikanlı en yakındaki mavi sümbülün yaprakları al­
tına girip saklandı.
Bir saat kadar sonra sümbül yapraklan dev gibi, kara
bir pençe tarafından yarıldı . Yaratığın Abdullah'a ilgi
gösterir gibi bir hali vardı. Tırnaklarını saklayarak Abdul­
lah 'ı okşadı. Genç adam o kadar korkmuştu ki, zıplaya­
rak kaçmaya davrandı. . .
. . . ve kendini mavi sümbt.iller arasında sırtüstü yatar­
ken buldu.
İlk başta ağaçlara bakıp gözlerini kırpıştırarak kafasında
tekrar beliren düşüncelere alışmaya çalıştı. Bu düşünceler­
den bazıları oldukça sevimsizdi ve bir vahadaki gölün ke­
narında kurbağa biçiminde sürünen ve bir sineği kapmaya
hazırlanan, ama atlar tarafından ezilmekten son anda kur­
tulan iki haydut hakkındaydı. Sonra etrafına bakındı ve
askeri gördü; o da en az kendisi kadar şaşkın bir vaziyette
öylece oturuyordu. Çantası yanındaydı ve Zıpır askerin şap­
kasından çıkmak için var gücüyle çabalıyordu. Cin şişesi
ahkam kesercesine şapkanın yanında durmaktaydı.
Cin bir ispirto ocağının alevini andıran küçük bir du­
man bulutu şeklinde dışarıda duruyor, sisli kollarıyla şi­
şenin ağzına tutunuyordu . "Hoşunuza gitti mi?" diye
sordu alay edercesine . "Aklmız başınıza gelmiştir herhal­
de. Bir daha ilave dilekler için beni rahatsız etmemeyi
öğrenmişsinizdir!"
Geceyarısı ikilinin ani değişimi karşısında dehşete ka­
pılmıştı. Sırtını kamburlaştırmış, ikisine birden tıslıyordu .
Asker elini ona uzatarak sakinleştirici sesler çıkardı.
"Geceyarısı'nı bir daha böyle korkutursan," dedi cine,
"şişeni kırarım!"
"O biraz zor, " diye laf yetiştirdi cin. "Şişe büyülüdür. "

1 33
"Öyleyse bir dahaki sefere Abdullah'a senin kurbağa­
ya dönüşmeni diletirim," diyen asker, parmağıyla deli­
kanlıyı işaret etti.
Cin bunun üzerine Abdullah'a kaygılı bir bakış attı.
Genç adam hiçbir şey demediyse de bunun iyi bir fikir
olduğunu ve cini hizaya getirebileceğini düşündü . Ab­
dullah iç geçirdi. Öyle veya böyle, dileklerini boşa har­
camaktan bir türlü kurtulamıyordu .
Kendilerini ve eşyalarını yerden kaldırıp yolculukları­
na devam ettiler. Artık çok daha ihtiyatlı gidiyor, bulabil­
dikleri daha küçük yol ve patikaları seçiyorlardı. O gece

bir hana gideceklerine esk i boş bir ahırda kamp kurdu­


,

lar. Geceyarısı içeri girince ansızın dikkat kesildi ve he­


men gölgeli köşelerin birinde kayboldu. Kısa bir süre
sonra ölü bir fareyle geri dönüp Zıpır'ın yemesi için avı­
nı askerin şapkasına bıraktı. Zıpır fareyle ne yapacağın­
dan pek emin değildi, ama en sonunda onun yenilebilir
bir oyuncak olduğuna karar vermiş gibi göründü . Gece­
yarısı yine sıvıştı . Abdullah gecenin büyük bölümünde
kedinin avlandığını duydu.
Buna rağmen asker kedilerin beslenemeyeceklerin­
den endişe duyuyordu . Ertesi sabah Abdullah'tan en ya­
kındaki çiftliğe gidip süt satın almasını istedi.
"Çok istiyorsan sen yap," diye tersledi Abdullah.
Yine de, her nasıl olduysa, kendini kemerinin bir ta­
rafına askerin çantası, diğer tarafına da cin şişesi asılı va­
ziyette en yakındaki çiftliğe giderken buldu.
Sonraki iki sabah da aynı şey oldu . Aradaki tek fark
geceleri saman yığınlarının üzerinde uyumaları ve Abdul­
lah 'ın bir sabah güzel bir somun ekmek ve bir diğerinde
de birkaç yumurta satın almasıydı. Üçüncü sabah, kaldık-

1 34
lan saman yığınına dönerken genç adam niçin giderek
daha hırçın ve karamsar olduğu üzerinde kafa yordu.
Sebep sürekli bitkin ve ıslak olması, her yerinin ağrı­
ması değildi. Vaktinin çoğunu askerin kedileri için koş­
turarak geçirmesi de olduğunu sanmıyordu. Suçun bira­
zı Geceyansı'na aitti. Abdullah kendilerini muhafızlardan
koruduğu için kediye minnet duyması gerektiğinin bilin­
cindeydi. Zaten duyuyordu da, ama hala onunla iyi ge­
çinemiyordu. Kedi her gün genç adamın omzunda kası­
la kasıla oturuyor ve Abdullah'ı sadece bir at gibi gördü­
ğünü açıkça gösteriyordu . Bir hayvandan böyle muame­
le görmek sineye çekilecek gibi değildi.
Abdullah gün boyu bu ve diğer meseleler üzerinde ka­
fa yorarken, boynuna zarifçe sarılmış Geceyarısı ve biraz
ileride neşe içinde ilerleyen askerle beraber yolculuğunu
sürdürdü. Aslında kedileri sevmiyor değildi. Artık onlara
alışmıştı. Bazen Zıpır'ı en az asker kadar tatlı bulduğu bi­
le oluyordu. Hayır, moral bozukluğunun sebebi, asker ile
cinin ağız birliği etmişçesine Gece Çiçeği'ni bulmayı sık
sık ertelemeleriyle çok daha ilgiliydi. Abdullah dikkatli
davranmazsa ömrünün geri kalanını Kingsbury'ye bile va­
ramadan yollarda geçirdiğini görür gibi oluyordu. Üstüne
üstlük oraya varınca bir de büyücü bulması gerekecekti.
Hayır, bu böyle gitmezdi.
O gece kamp yapmak için taş bir kule harabesini seç­
tiler. Harabe saman yığınından çok daha iyi bir barınak­
tı . Bir ateş yakabilirler, askerin paketlerindeki yiyecekle­
ri pişirip yiyebilirler ve Abdullah nihayet ısınıp kuruya­
bilirdi. Genç adamın morali hemen düzeldi.
Askerin de neşesi yerindeydi. İçinde Zıpır'ın uyuduğu
şapkasını yanına koyarak taş duvara dayandı ve günba-

1 35
tımını seyre daldı. "Düşünüyordum da," dedi, "yarın pus­
lu mavi dostundan bir dilekte bulunacaksın, değil mi?
Bulunabileceğin en faydalı dilek ne biliyor musun? O si­
hirli halıyı geri istemelisin. İşte o zaman önümüzde kim­
se duramaz."
"Onun yerine bizi doğrudan Kingsbury'ye götürmesi­
ni istemek çok daha kolay olur, ey zeka küpü piyade, "
diye belirtti Abdullah -doğrusu bunu biraz da sert söyle­
mişti.
"Ah, evet, ama artık cinin nasıl bir şey olduğunu ve
nasıl davrandığını biliyorum. Elinden gelirse dileğini ber­
bat eder , " dedi asker. "Demek istiyorum ki, halıyı nasıl
kullanacağını biliyorsun. Onunla bizi çok daha sorunsuz
bir şekilde hedefimize ulaştırabilirsin. Sonraki dilekleri­
nin yanına kar kalacağı da cabası. " ·
Sözleri kulağa mantıklı geliyordu . Yine de Abdullah
homurdanmakla yetindi, çünkü askerin tavsiyesi, Abdul­
lah'ın olup bitenleri farklı bir açıdan görmesini sağlamış­
tı. Asker elbette ki cinin ne olduğunu çözmüştü. Asker
böyle biriydi. Başkalarına istediğini yaptırmakta ustaydı.
Askere istemediği bir şeyi yaptırabilen tek yaratık Gece­
yarısı'ydı ve Geceyarısı da kendi istemediği şeyleri sade­
ce ve sadece Zıpır istediğinde yapıyordu. Bu da kedi
yavrusunu hiyerarşinin en üstüne çıkarıyordu . Bir kedi
yavrusu! diye düşündü Abdullah. Ve madem asker cini
çözmüştü ve cin de kesinlikle Abdullah'ın üstündeydi,
bu da Abdullah'ın en altta bulunduğu anlamına geliyor­
du. Şu aralar kendini bu kadar kötü hissetmesine şaşma­
mak lazımdı! Babasının ilk karısının akrabalarıyla da ay­
nı türden bir ilişki içinde olduğunu fark etmek Abdul­
lah'a kendini daha iyi hissettirmiyordu .

1 36
O yüzden genç adam homurdanmakla yetindi. Böyle
bir davranış Zanzib'de korkunç bir kabalık olarak algıla­
nırdı, fakat asker farkına bile varmadı. Adam neşeyle
gökyüzünü işaret etti. "Bir diğer enfes günbatımı. Bak,
işte bir şato daha."
Asker haklıydı. Gökyüzü sarı göller, adalar ve burun­
larla doluydu. Upuzun, çivit mavisi bir adanın üzerinde
de şatoya benzer kare şeklinde bir bulut yer alıyordu.
"Öteki şato gibi değil," dedi Abdullah. Artık sesini duyur­
ma vaktinin geldiğini hissediyordu .
"Tabii ki hayır. Aym bulutu asla iki kez göremezsin, "

dedi asker.
Ertesi sabah en erken Abdullah kalktı. Uyandığında
şafak göğü daha yeni yeni boyuyordu. Cin şişesini kapıp
kamplarının bulunduğu harabeden biraz uzaklaştı. "Cin , "
dedi, "onaya çık."
Şişenin ağzından gönülsüz ve silik bir duman demeti

çıktı. "Bu da ne?" dedi cin. "Mücevherler ve çiçeklerle il­


gili tüm o ağdalı sözlere ne oldu?"
"Öyle konuşmamdan hoşlanmadığını söyledin. Ben
de bıraktım," dedi Abdullah. "Artık gerçekçi biriyim. Di­
leyeceğim şey de görüşlerimle bağdaşıyor. "
"Ah," dedi cinin dumanı. "Sihirli halıyı geri isteyecek-
sin."
"Hiç de değil, " dedi Abdullah. Cin bu cevaba öylesi­
ne şaşırdı ki, şişeden fırlayıp, Abdullah'a şafak aydınlı­
ğında sert, parlak ve neredeyse insanımsı görünen göz­
lerle baktı. "Açıklayayım," dedi Abdullah. "Kader belli ki
Gece Çiçeği'ni bulmamı geciktirmek istiyor. Üstelik daha

en baştan onunla evleneceğimi yazmasına rağmen. Ka­


der'e her karşı koymaya çalıştığımda, dileğimin kimseye

137
fayda getirmemesine ve insanlar, develer ya da atlar ta­
rafından kovalanmama sebep oluyorsun . Olmadı, asker
dileğimi boşa harcatıyor. Hem senin zalimliğinden, hem
de askerin sürekli kendi istediğini yaptırmasından sıkıl­
dığım için doğrudan Kader'e karşı gelmeye karar verdim.
Bundan böyle her dileği kasıtlı olarak heba etmeye ni­
yetliyim. Kader bunun üzeri ne ipleri eline almak zorun­
da kalacak, yoksa Gece Çiçeği ile ilgili kehanet asla ger-
çekleşmeyecek."
"Çocukça davranıyorsun , " dedi cin. "Veya kahraman­
ca. Belki de delice."
"Hayır, gerçekçi davranıyorum," dedi Abdullah. "Da­
hası dileklerimi birilerine fayda sağlayacak şekilde seçe­
rek sana da meydan okuyorum. "
Cin bu sözler karşısında alaycı göründü. "Peki bugün­
kü dileğin nedir? Öksüzlere ev mi bulayım? Körlerin gör­
mesini mi sağlayayım? Yoksa dünyadaki tüm parayı zen­
ginlerden alıp fakirlere vermemi mi istiyorsun?"
"Düşünüyordum da, " dedi Abdullah, "kurbağaya çe­
virdiğin o iki haydut kendi şekillerine geri dönmeli. "
Cinin suratında zalim bir neşe belirdi. "Hiç fena değil.
Dileğini zevkle yerine getiririm. "
"Bu dileğin kötü tarafı ne?" diye sordu Abdullah.
"Ah, fazla bir şey değil," dedi cin. "Yalnızca şu an Sul­
tan'ın askerleri o vahada kamp kurmuş durumdalar. Sul­
tan hala senin çölde bir yerde olduğunu sanıyor. Adamla­
rı seni bulmak için tüm bölgeyi karış karış tarıyorlar, ama
eminim ki sırf Sultan'a ne kadar bağlı olduklarını göster­
mek için o iki hayduda da biraz zaman ayıracaklardır."
Abdullah söylenenler üzerinde düşündü. "Peki çölde
Sultan'ın adamları yüzünden tehlikede olan başka kim var?"

138
Cin ona yan gözle baktı. "Dileğini illa boşa harcayacak­
sın, öyle mi? Çölde birkaç halı tüccarı ve bir iki peygam­
berden başka kimse yok -tabii bir de Cemal ve köpeği. "
"Ah," dedi Abdullah. "Öyleyse b u dileği Cemal v e kö­
peği için harcıyorum. Dilerim ki, Cemal ile köpeği he­
men rahat ve bolluk içinde bir yaşama sahip olsun. Dur
bakayım -evet, Zanzib'deki hariç en yakındaki saraya
Cemal saray aşçısı, köpeği de bekçi köpeği olsun. "
"Dileği berbat etmemi güçleştiriyorsun," dedi cin ağ­
lamaklı bir sesle.
"Zaten amacım da buydu," dedi Abdullah. "Dilekle­
rinden hiçbirinin kötü sonuçlar doğurmamasını sağlar­
sam ne iyi olur . "
"Bunu yapabileceğin bir dilek var," dedi cin.
Abdullah cinin efkarlı sesine bakarak ne demek iste­
diğini anladı. Cin kendisini şişeye bağlayan büyüden
kurtulmak istiyordu. Abdullah böyle bir dilekte bulun­
masına bulunurdu, ama dileğin ardından cinin Gece Çi­
çeği'ni bulmaya yardım edecek kadar minnettar kalaca­
ğından emin değildi. Bu cin söz konusu olduğunda böy­
le bir şey zordu. Ayrıca cini serbest bırakacak olursa Ka­
der'e karşı çıkmaktan da vazgeçmiş olurdu. "O dileği da­

ha sonra düşüneceğim," dedi. "Bugünkü dileğim Cemal


ve köpeği için. Artık güvendeler mi?"
"Evet, " dedi cin surat asarak. Şişeye dönmeden önce
dumanlı yüzündeki ifadeye bakan Abdullah, cinin bu di­
leği de bir şekilde berbat ettiği gibi huzursuz bir hisse
kapıldı, ama tabii ki bunu öğrenmenin bir yolu yoktu.
Abdullah döndüğünde askeri kendisine bakarken bul­
du. Adamın konuşulanlardan ne kadarını duyduğunu bil­
mese de, kendini tartışmaya hazırladı.

1 39
Fakat asker, "Yürüttüğün mantığı bir türlü anlayama­
dım," demekle yetindi ve ardından da kahvaltı satın ala­
bilecekleri bir çiftlik bulmalarını önerdi.
Abdullah Geceyarısı'nı yine omzuna alıp yürümeye
koyuldu. Gün boyunca tenha yollardan gittiler. Etrafta

muhafızlardan bir iz olmamasına rağmen Kingsbuıy'ye


yaklaşır gibi de değillerdi. Hatta asker hendek kazan bir
adama Kingsbuıy'ye ne kadar mesafe olduğunu sordu­
ğunda dört gün cevabını aldı.
Kader! diye düşündü Abdullah .
Ertesi sabah Abdullah gece üzerinde yattığı saman yı­
ğınının arkasına geçip vahadaki iki kurbağanın artık es­

ki haline dönmesini diledi.


Cin çok kızdı. "Şişemi ilk kim açarsa kurbağaya dönü­
şeceğini söylemiştim. Sözümü bozmamı mı istiyorsun?"
"Evet," dedi Abdullah.
"Sultan'ın adamlarının hala orada bulunmalarına ve
haydutları mutlaka asacak olmalarına rağmen mi?" diye
sordu cin.
"Samrun o durumda bile insan olmayı yeğlerler," dedi
Abdullah kurbağa olarak yaşadığı tecrübeyi anımsayarak.
"Eh, peki öyleyse, " dedi cin öfkeyle. "İntikamımın
mahvolduğunun farkındasın, değil mi? Ama umurunda
bile değil! Ben senin gözünde bir dilek ağacı gibiyim!"

,.
140
14

Sihirli Halı Geri Geliyor

A bdullah dönüp baktığında yine askeri kendini sey­


rederken buldu, fakat bu sefer asker hiçbir şey demedi.
Abdullah adamın doğru zamanı beklediğinden oldukça
emindi. O gün yola devam ederlerken arazi giderek yük­
seldi. Yemyeşil yolların yerini kuru ve cılız çalılarla çev­
rili toprak patikalar aldı. Neşe içindeki asker nihayet
farklı bir yere vardıklarını söylediğinde Abdullah homur­
danmakla yetindi -ona fırsat tanımamaya kararlıydı.
Hava karardığında yükseklerdeki bir noktada yeni bir
ovaya bakıyorlardı. Asker yine neşe içinde ufuktaki silik
noktanın Kingsbury olduğunu söyledi. Kamp kurarlar­
ken daha da büyük bir neşeyle Abdullah'ı Zıpır'ın çanta
tokalarıyla ne kadar sevimli bir şekilde oynadığına bak­
maya çağırdı.
"Bu beni ufuktaki Kingsbury olabilecek bir lekeden
bile daha az cezbediyor, " dedi Abdullah.
Yine kocaman ve kıpkırmızı bir günbatımı yaşandı.
Akşam yemeklerini yerlerken asker Abdullah'ın dikkati­
ni şato şeklindeki büyük ve kırmızı bir buluta çekti. "Ne
kadar güzel, öyle değil mi?" dedi adam.
"O sadece bir bulut," dedi Abdullah. "Sanatsal bir de­
ğeri yok . "
"Dostum, " dedi asker, "sanırım cini fazla ciddiye alı­
yorsun."

141
"Nasıl yani?" diye sordu Abdullah.
Asker kaşığıyla günbatımı istikametindeki koyu lekeyi
işaret etti. "Şuna bak," dedi adam. "Kingsbury. Oraya var­
dığımızda işlerin yoluna gireceğine dair bir his var içimde.
Sanırım sen de bu hissi paylaşıyorsun. Gel gör ki oraya bir
türlü varamıyor gibiyiz. Bakış açını anlamıyorum zannet­
me . . . sen aşkta aradığını bulamamış genç ve sabırsız biri­
sin. Doğal olarak Kader'in sana karşı olduğunu düşünüyor­
sun. Beni iyi dinle, Kader çoğu zaman bize aldırış etmez
bile. Cin de tıpkı Kader gibi kimsenin tarafını tutmuyor. "
"Bunu da nereden çıkarın?" diye sordu Abdullah.

"Çünkü herkesten nefret ediyor, " dedi asker. "Belki


tabiatı- böyledir -tabii bir şişede kısılı kalmanın da fayda­
sı olmayacağı kesin. Ama unutma ki kendi hisleri ne
olursa olsun senin dileklerini yerine getirmek zorunda.
Niye sırf onu kızdırmak için kendini yoruyorsun? Niye
işine en çok yarayacak dilekte bulunmuyor, istediğini el­
de ettikten sonra da cinin tafralarına katlanmıyorsun?
Meseleyi enine boyuna düşündüm. Bana kalırsa cin ne
kadar batırırsa batırsın, dileyebileceğin en iyi şey o sihir­
li halının geri gelmesi. "
Asker konuşurken Geceyarısı -Abdullah'ı çok şaşır­
tıp- genç adamın dizlerine tırmandı ve mırıldayarak su­
ratına sürtündü. Abdullah gururlandığı itiraf etmeliydi.
Anlaşılan cin ile askerin -ve tabii Kader'in- yanı sıra ke­
diye de alışmaya başlıyordu . "Halıyı dileyecek olursam,"
dedi, "cinin başıma açacağı talihsizliklerin, halının fayda­
larının çok üstünde olacağına dair bahse girebilirim. "
"Bahse m i girersin?" dedi asker. "Ben bahislere hiç
dayanamam. Seninle bir altınına bahse girerim ki, halı
zarardan çok fayda getirecek . "

142
"Tamam," dedi Abdullah. "Bak, gene senin istediğin
oldu. Nasıl oldu da askerlik yaptığın ordunun komutan­
lığınayükselemedin anlamıyorum."
"Ben de," dedi asker. "Benden iyi bir general olurdu . "
Ertesi sabah uyandıklarında etraf yoğun bir sisle
kaplıydı. Her yer beyaz ve ıslaktı; en yakındaki çalıların
ötesini bile görmek mümkün değildi. Geceyarısı titreye­
rek Abdullah'a sokuldu. Abdullah cin şişesini çıkarıp
önüne koydu; şişe somurtuyordu .
"Dışarı gel," dedi Abdullah. "Bir dilekte bulunaca­
ğım."
"Dileğini buradan da gerçekleştirebilirim, " diye bo­
ğuk bir sesle karşılık verdi cin. "Rutubetten hoşlanmam. "
"Pekala, " dedi Abdullah. "Sihirli halımı geri istiyorum. "
"Oldu, " dedi cin. " B u sana saçma sapan bahislere gir­
memeyi öğretir. "
Abdullah bir süre heyecanla yukarı v e etrafa bakın­
dıysa da hiçbir şey olmadı. Sonra Geceyarısı ayağa fırla­
dı. Zıpır'ın kafası askerin çantasından çıktığında kulakla­
rı güneye doğru çevriliydi . Abdullah o yöne baktığında

hafif bir fısıltı duyar gibi oldu -bu rüzgar veya siste iler­
leyen bir şeyin sesi olabilirdi. Sis kıpırdandı -ve sonra
daha çok kıpırdandı. Halının gri dikdörtgeni tepelerinde
belirerek alçaldı ve Abdullah'ın yanına kondu.
Halının bir de yolcusu vardı. Koca bıyıklı, kötü görü­
nüşlü bir adam halının üstünde kıvrılmış yatıyordu. Kan­
ca biçimli bumu halıya dayalı olmasına ve hem bıyık
hem de kirli bir başlıkla yarı yarıya gizlenmesine rağmen
Abdullah o burna takılı altın hızmayı görebiliyordu. Ada­
mın elinde gümüş kabzalı bir tabanca vardı -bunun Ka­
bul Akba olduğuna hiç şüphe yoktu .

143
"Sanırım bahsi ben kazandım, " diye mırıldandı Abdul­
lah.
O mırıldanma bile -veya belki de gecenin soğuğu­
haydudun kıpırdanıp hafifçe homurdanmasına yetti. As­
ker parmağını dudaklarına götürdü. Abdullah kafasını
salladı. Kendi başına olsaydı ne yapacağını kara kara dü­
Şünürdü, fakat asker Kabul Akba'yla başa çıkabilecek gi­
biydi. Abdullah hafif bir homurtu çıkarıp mümkün oldu­
ğunca alçak bir sesle halıya fısıldadı: "O adamın altından
çekil ve önümde asılı dur."
Halının kenarlarında dalgalanmalar oldu. Abdullah
onun itaat etmeye çalıştığını görebiliyordu. Halı sertçe
kıpırdandı, fakat anlaşılan Kabul Akba'nm ağırlığı, altın­
dan çıkmasını engelleyecek kadar fazlaydı. Bu yüzden
halı başka bir yol denedi. Bir santim yükseldi ve, Abdul­
lah daha ne olduğunu anlamadan, uyuyan haydudun al­
tından hızla fırladı.
Abdu llah "Hayırl." dediyse de artık çok geçti.
,

Kabul Akba pat diye yere düşerek uyandı. Hemen


oturur pozisyona geçti ve tabancasını sallamaya başladı,
bir yandan da garip bir dilde bağırıyordu.
Asker uyanık bir şekilde ve sakince havadaki halıyı
Kabul Akba'nın kafasına sardı. "Tabancasını al," derken
çırpınan haydudu kaslı kollarıyla tutuyordu.
Abdullah bir dizinin üzerine çöküp tabancayı tutan
kuvvetli ele yapıştı. El sahiden de pek kuvvetliydi. Abdul­
lah tabancayı oynatamadı bile. Tek yapabildiği sımsıkı tu­
tunmak ve kendisinden kurtulmak için sağa sola hareket
eden elle beraber savrulmaktı. Onun yanı sıra asker de sa­
ğa sola savruluyordu. Kabul Akl?a müthiş güçlüydü. Ab­
dullah haydudun parmaklarından birini tutarak tabanca-

1 44
dan ayırmayı denedi, fakat bu hareket üzerine Kabul Ak­
ba kükreyerek ayağa kalktı ve Abdullah her nasılsa Kabul
Akba yerine kendi vücuduna dolanan halıyla beraber ge­
riye savruldu. Asker bırakmadı, Kabul Akba ortalığı yıkar­
casına bağırarak yükselirken bile ona tutunmayı sürdürdü.
Asker ilk başta adamı kollarından tutarken beline, oradan
da bacaklarının üst kısmına doğru kaydı. Kabul Akba gök
gürültüsünü andırır bir sesle bağırarak daha da yükseldi
ve bir yandan da büyümeye başladı. Bacakları kısa za­
manda ikisi birden kavranamayacak kadar büyümüştü bi­
le. İnatla tutunmayı sürdüren asker bu sefer de haydudun
devasa dizlerinden birinin hemen altına yapıştı. Kabul Ak­
ba askeri tekmelemeye çalıştıysa da başaramadı. Haydut
köselemsi, dev kanatlarını açarak uçup gitmeye yeltendi,
fakat daha da aşağı kayan asker onu bırakmadı.
Abdullah tüm bunları halıdan kurtulmaya çalışırken
gördü. Ayrıca Zıpır'ı korumak için başında dikilen Geceya­
nsı'nın büyüdüğü, hatta muhafızlarla karşı karşıya kaldığı
zamankinden bile daha irileştiği gözünden kaçmadı. Yine
de hayvan yeteri kadar iri değildi. Artık karşılarında duran
şey, kudretli mi kudretli bir cindi. Gövdesinin üst yansı sis­
lerde kaybolmuşken çırptığı kanatlarıyla dumanı dağıtıyor,
pençeli devasa ayaklarından biri asker tarafından yere
mıhlandığı için bir türlü havalanamıyordu.
"Bir açıklamada bulun, kudretlilerin en kudretlisi!" di­
ye bağırdı Abdullah sise doğru. "Yedi Yüce Mühür adı­
na, sana debelenmeyi bırakıp açıklamada bulunmanı
emrediyorum!"
Cin kükremeyi ve kanatlarını delice çırpmayı bıraktı.
"Bana emir mi veriyorsun, ey fani?" dedi huysuz bir ses
yukarıdan.

1 45
"Evet, veriyorum, " dedi Abdullah. "Halımla ve bürün­
düğün o alçak haydudun şekliyle ne yaptığını söyle ba­
na. Bana en az iki kere kötülük yaptın!"
"Pekala," dedi cin ve zahmetle diz çökmeye koyuldu.
"Artık bırakabilirsin," dedi Abdullah cinlere hükme­
den yasaları bilmediği için devasa ayağa tutunmayı sür­
düren askere. "Burada kalıp sorulara cevap vermek zo­
runda."
Asker ayağı ihtiyatla bırakıp yüzündeki teri sildi. Cin
kanatlarını katlayıp diz çöktüğü sırada bile adamın içi ra­
hat değildi. Aslında tedirgin olması pek de şaşırtıcı sayıl­
mazdı, çünkü cin diz çökerken dahi bir ev kadar yük ­

sekti ve sislerin içinden çıkan suratı çok çirkindi. Abdul­


lah tekrar normal boyutlarına dönmüş olan Geceyarısı'na
baktığında, onun ağzıyla Zıpır'ı boynundan tutmakta
olduğunu gördü. Fakat dikkatinin büyük bölümü cinin
üzerindeydi. Bu sert bakışlı kahverengi gözleri ve kanca
şeklindeki burna takılı altın hızmayı kısa süreliğine de
olsa daha önce -Gece Çiçeği'nin bahçeden kaçırıldığı
gece- görmüştü.
"Düzeltiyorum," dedi Abdullah. "Bana üç kez kötülük
yaptın. "
"Ah, aslında çok daha fazla," diye gümbürdedi cin.
"Sana o kadar çok kötülük yaptım ki, sayısını unuttum. "
Abdullah bunun üzerine kollarını öfkeyle göğsünde
kavuşturdu . "Anlat. "
"Seve seve," dedi cin. "Bu soruyla karşılaşmayı umu­
yordum, tabii soranın senden ziyade Farktan Dükü veya
Tayak'ın üç rakip prensinden J:?iri olacağını sanırdım.
Ama başka hiç kimse yeteri kada� azim göstermedi -ki
bu da beni şaşırttı, çünkü ikinize de fazla güvenmemiş-

1 46
tim. Bilin ki ben İyi Cinler'in en y(icesiyim ve adım Has­
ruel . "
"İyi cinler olduğunu bilmiyordum , " dedi asker.
"Ama var, saf kuzeyli, " diye açıkladı Abdullah. "Bu­
nun adının neredeyse melekler mertebesinde anıldığını
duymuştum. "
Cin kaşlarını çatarak sevimsiz bir görünüme büründü.

"Yanlış bilgilendirilmişsin tüccar," diye gürle i. "Ben ba­
zı meleklerden bile üstünüm. Bil ki emrimde iki yüz ka­
dar melek var. Bunlar şatomun girişini koruyorlar. "
Abdullah kollarını göğsünde kavuşturup ayağını sa­
bırsızca yere vurdu. "Madem ki öyle," dedi, "bana neden
bu kadar kötü davrandığını açıkla bakalım. "
"Suç bende değil, fani," dedi cin. "Mecburiyetten öyle
yaptım. Anla ve affet. Bil ki, annem Yüce Ruh Dazrah yir­
mi yıl kadar evvel dikkatsiz bir anında Kötüler Evi'nden
bir cinle birlikte oldu. Sonrasında kardeşim Dalzel'i do­
ğurdu. İyi ile Kötü birbirine uyum sağlayamadığından
Dalzel güçsüz, bembeyaz ve ufak tefekti. Annem Dal­
zel'e katlanamayarak onu büyütmem için bana verdi.
Kardeşimin üzerine titredim. Bu yüzden, huylarının kötü
kalpli babasına çektiğini öğrendiğimde kapıldığım deh­
şeti ve kederi var sen düşün . Büyüdüğü zaman ilk işi ca­
nımı çalıp saklayarak beni kölesi yapmak oldu. "
"Nasıl yani?" diye sordu asker. "Sen ölü müsün?"
"Hiç de değil," dedi Hasruel. "Biz cinler siz fanilere
benzemeyiz, cahil adam. Yalnızca küçük bir parçamız
yok edilirse ölürüz. Bundan dolayı bütün cinler o küçük
parçayı çıkarıp saklarlar. Ben de öyle yaptım. Ama Dal­
zel'e canını nasıl saklayacağını tarif ederken, ona duydu­
ğum sevgi nedeniyle kendi canımı nereye sakladığımı da

1 47
söyledim. O da hemen canımı gücüne kattı ve emirleri­
ne itaat etmezsem beni öldüreceğini söyledi."
"Şimdi anlaşıldı , " dedi Abdullah. "Sana Gece Çiçeği'ni
kaçımıanı emretti."
'.'Düzelteyim, " dedi Hasruel. "Kardeşim üstün zekası­
nı annemiz yüce Dazrah'tan almış. Bana dünyadaki tüm
prensesleri kaçırmamı emretti. Biraz düşünürsen sebebi­
ni anlarsın. Kardeşim evlenecek çağa erişti, ama karışık
bir soydan geldiği için cinlerin içindeki hiçbir dişi ona rı­
za göstermez. Bu yüzden fani kadınlara kaldı. Ama cin
olduğu için doğal olarak sadece en asil kadınlara tenez­
zül edecektir. "
"Yüreğim kardeşin için kan ağlıyor," diye dalga geçti
Abdullah. "Peki illa tüm prenseslere sahip olması mı ge­
rekiyor?"
"Niye olmasın ki?" diye sordu Hasruel. "Artık gücüme


o hükmediyor. Konu üzerin e uzun uzadıya düşündü.
Ve prenseslerinin bizler gibi havada yürüyemeyeceğini
açıkça gördükten sonra, onları barındırmak amacıyla ba­
na ilk başta Ingaıy büyücülerinden birine ait olan yürü­
yen şatoyu çalmamı emretti. Sonra da prensesleri kaçır­
ma görevi verdi. İşte şimdi bunu yapıyorum. Ama doğal
olarak bir yandan da kendi planlarımı kuruyorum. Kaçır­
dığım her prensesin ardında en az bir tane gözü yaşlı
sevgili veya hüsrana uğramış bir prens bırakıyorum ki,
prensesi kurtarmaya çalışsın. Bunun gerçekleşmesi için
de prensesin sevgilisi kardeşime meydan okumalı ve ca­
nımın saklandığı yeri onun ağzından zorla almalı."
"Burada da ben mi devreye giriyorum yüce tertipçi?"
diye sordu Abdullah sertçe. "Yani. ben canını geri alman
için kurduğun planın bir parçası mıyım?"

1 48
"Neredeyse," diye cevapladı cin. "Bu konuda Alberya
varislerine veya Peyçistan Prensi'ne güveniyordum, fakat
o genç adamlar kendilerini avlanmaya verdiler. Hepsin­
de kayda değer bir şevk eksikliği söz konusu . Hatta kı­
zının yardımı olmadan kitaplarının listesini bile çıkara­
mayan Yukarı Norland Kralı'na bile se!"lden daha fazla
şans tanımıştım. Seni göz ardı ettiğimi söyleyebilirim. Ne
de olsa doğumundaki kehanet son derece belirsizdi. İti­
raf etmeliyim ki sana o büyülü halıyı sırf zevk olsun di­
ye satıp . . . "
"Demek o sendin!" diye bağırdı Abdullah.
"Evet -çadırında kurduğun hayaller sayı ve nitelik
açısından beni cezbetti, " dedi Hasruel. Abdullah sisin so­
ğuğuna rağmen yüzünün kızardığını hissetti. "Sonra," di­
ye devam etti cin, "Zanzib Sultanı'ndan kaçarak beni şa­
şırttığında kafandaki şu Kabul Akba karakterinin kılığına
bürünüp hayallerinden bazılarını gerçekleştirmek beni
eğlendirdi . Genelde her bir talip için o talibe uygun ma­
ceralar hazırlamaya çalışırım. "
Abdullah duyduğu utanca rağmen cinin kocaman, sa­
rı-kahverengi gözlerinin askere doğru baktığını fark etti.
"Peki şimdiye kadar hüsrana uğramış kaç prensi devre­
ye soktun, ey kurnaz ve şakacı cin?" diye sordu.
"Otuza yakın," diye açıkladı Hasruel, "ama dediğim
gibi, çoğunun hiçbir şey yaptığı yok. Bu da bana garip
geliyor, çünkü tümünün soyu ve vasıfları seninkilerden
çok daha üstün. Buna rağmen kaçıracak hala yüz otuz
iki prenses olduğunu düşünerek kendimi avutuyorum. "
"Sanırım benimle idare etmek zorundasın," dedi Abdul­
lah. "Soyum ne kadar sıradan olursa olsun, Kader beni is­
tiyor gibi. Bu konuda seni temin edebilirim, zira kısa za-

149
man önce tam bu noktada kadere meydan okudum."
Cin en az kaş çatması kadar sevimsiz bir ifadeyle
gülümseyip kafasını salladı. "Biliyorum," dedi. "Zaten
karşına çıkmaya tenezzül etmemin sebebi de bu. Dün
hizmetkar meleklerimden ikisi insan kılığında çıkıp gel­
di. İkisi de durumdan hoşnut değiİdi ve başlarına gelen­
lerin senin suçun olduğunu söylediler. "
Abdullah selam verircesine eğildi. "Bu hallerini ölüm­
süz kurbağalar olmaya yeğlediklerine hiç şüphe yok,''
dedi genç adam. "Bana son bir şey söyle, ey pek düşün­
celi prenses hırsızı. Acaba Gece Çiçeği'ni ve tabii karde­
şin Dalzel'i nerede bulabiliriz?"
Cinin tebessümü genişleyerek daha da sevimsizleşti,
zira ağzındaki kazık kadar dişler görünüyordu . Yaratık
kocaman başparmağıyla yukarıyı işaret etti. "Ey toprağa
mahkum maceraperest, doğal olarak şu son birkaç gün­
dür gördüğün şatodalar, " dedi. "Dediğim gibi, o şato es­
kiden bu topraklarda yaşayan bir büyücüye aitti. Oraya
kolay kolay varamazsın. Varsan bile kardeşimin kölesi
olduğumu ve sana karşı koymaya zorlanacağımı unut­
masan iyi edersin."
"Anlaşıldı,'' dedi Abdullah.
Cin pençeli devasa ellerini toprağa koyup doğrulmaya
başladı. "Aynca belirtmeliyim ki,'' dedi, "halıya beni takip
etmemesi için emir verdim. Artık gidebilir miyim?"
"Hayır, bekle! " diye haykırdı asker. Abdullah da unut­
tuğu bir şeyi· tam o anda hatırlayıp sordu. "Peki ya şişe
cini ne olacak?" Fakat askerin sesi daha yüksekti ve
onunkini bastırdı. "BEKLE, seni canavar! Şu senin şato
burada belirli bir sebepten dolayı mı bulunuyor?"
Hasruel gülümseyerek doğrulmaya ara verdi. "Ne kadar

..
1 50
akıllısın asker. Aynen öyle. Şato burada, çünkü Ingary Kra­
lı'nın kızı Prenses Valeria'yı kaçırmaya hazırlanıyorum."
"Prensesim!" dedi asker.
Hasruel'in tebessümü kahkahaya dönüştü. Yaratık ka­
fasını geriye atıp sislere doğru kükredi. "Hiç sanmıyorum
asker! Ah , hem de hiç! Prenses sadece dört yaşında. Se­
nin işine pek yaramaz, ama eminim ki sen benim işime
epey yarayacaksın. Hem seni hem de Zanzibli dostunu
satranç tahtamdaki iyi yerleştirilmiş birer piyon olarak
görüyorum."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordu asker öfkeyle.
"İkiniz kızı kaçırmama yardım edeceksiniz!" diyen cin
kocaman bir kahkaha attı ve kanatlarım çırparak sisin
içinde yükseldi.

151
15

Yolcular Kingsbury'ye Varıyorlar

''B ana sorarsan" dedi asker asık bir suratla çanta-


sını sihirli halıya koyarken, "o yaratık kardeşi kadar kö­
tü -tabii bir kardeşi varsa."
"Var tabii. Cinler yalan söylemez," dedi Abdullah.
"Ama iyi cinler bile kendilerini fanilerden üstün görür.
Ayrıca Hasruel adı İyiler Listesi'nde yer alıyor."
"Dünyada inanmam, " dedi asker. " Geceyarısı nereler­
de? Ölesiye korkmuş olmalı." Adam çalıların arasında
Geceyarısı'nı ararken ortalığı öyle bir telaşa verdi ki, Ab­
dullah cinler hakkında Zanzibli çocuklara okullarda öğ­
retilen bilgileri paylaşmaktan vazgeçti. Ayrıca askerin
haklı olabileceğinden korkuyordu. Hasruel kendisini İyi­
ler Evi'nden biri kılacak Yedi Yemin'i etmiş olabilirdi, fa­
kat kardeşi ona bu yeminlerin tümünü bozması için ha­
rika bir bahane sağlamıştı. İyi olsun olmasın, Hasruel'in
yaşananlardan zevk aldığı açıktı.
Abdullah cin şişesini alıp halının üstüne bıraktı. Şişe
hemen yan dönüp yuvarlandı. "Hayır, hayır!" diye hay­
kırdı cin. "Buna binecek değilim! Daha önce neden düş­
tüm sanıyorsun? Yüksekten nefret ederim!"
"Bir de sen başlama!" dedi asker. Koltuğunun altına
aldığı Geceyarısı debeleniyor, tırmalıyor, ısırıyor, kediler
ile uçan halıların anlaşamadığını elinden gelen her şekil-

1 52
de gösteriyordu. Onun bu hali karşısındakinin huzurunu
kaçırmaya yeter de artardı bile, fakat Abdullah askerin
bozuk moralini Prenses Valeria'nın sadece dört yaşında
olduğunu öğrenmesine bağlıyordu. Asker o zamana ka­
dar kendini prenses ile evlenmiş farz ediyordu. Artık do­
ğal olarak kendini budala gibi hissetmekteydi.
Abdullah şişeyi sıkıca tutup halıya oturdu. Anlayış
göstererek girdikleri bahisten hiç konuşmadıysa da, onu
açık açık kazandığı fikrindeydi. Doğru, halıyı geri almış­
lardı, fakat cini takip etmeleri yasak olduğundan Gece
Çiçeği'ni kurtarmakta işine yaramazdı.
Asker uzun bir mücadelenin ardından kendini, şapka­
sını, Geceyarısı'nı ve Zıpır'ı halıya oturtmayı başardı. "Em­
rini ver," dedi adam -koyu renkli suratını al basmıştı.
Abdullah horladı. Halı yavaşça yerden otuz santim
yükseldi. Geceyarısı uluyarak debelendi ve Abdullah'ın
elindeki şişe sallandı. "Ey büyülü halıların en güzeli," de­
di Abdullah, "ey en karmaşık efsunlarla bezeli halı, sen­
den ricam makul bir hızla Kingsbury'ye doğru ilerlemen­
dir. Ama lütfen sana dokunan olağanüstü bilgeliğe baş­
vur ve yolda bizi kimsenin görmeyeceğinden emin ol. "
Halı sisin içinde uysalca yükselip güneye yöneldi. As­
ker Geceyarısı'nı sıkı sıkı tutuyordu. Şişeden boğuk ve
titrek bir ses geldi. "Ona böyle yılışıkça yağ çekmek zo­
runda mısın?"
"Senin aksine bu halı," dedi Abdullah, "öyle saf ve
muhteşem bir sihre sahip ki, sadece en ağdalı dili dikka­
te alır. Kendisi şair ruhlu bir halıdır. "
Halının kumaşına bariz bir kibir yayıldı. Yırtık pırtık
kenarlarını gururla dümdüz tuttu ve sislerin üzerindeki
altın sarısı gün ışığında caka satarak uçtu. Şişeden çıkan

153
mavi renkli küçük bir duman demeti bir panik çığlığıyla
hemen geri kaçtı. "Olmuyor, yapamıyorum!" dedi cin.
İlk başta halı için görünmemek kolaydı; altlarında süt
kadar beyaz ve katı bir halde uzanan sisin üzerinde öy­
lece uçtu. Fakat güneş yükseldikçe sisin içinde önce sa­
n-yeşil tarlalar, sonra da yollar ve tek tük evler göze
çarpmaya başladı. Zıpır manzarayı kendinden geçmiş
halde seyrediyordu. Halının kenarından aşağı bakarken
her an kafa üstü düşebilirmiş gibi göründüğünden, asker
bir eliyle onun küçük, gür kuyruğunu sıkıca tutuyordu .
İyi de yapıyordu . Halı ansızın, bir nehir boyunca uza­
nan büyük bir ağaç sırasına doğru yön değiştirdi. Gece­
yarısı halıya pençelerini geçirdi ve Abdullah askerin çan­
tasını son anda kurtardı.
Askerin deniz tutmuş gibi bir hali vardı. "Görünme­
mek için bu kadar dikkatli davranmaya mecbur muyuz?"

diye sordu, halı ağaçların yanından geçerken.


"Sanırım, " dedi Abdullah. "Tecrübelerime dayanarak
biliyorum ki, bu halıyı göstermek, onu çaldırmaya dave­
tiye çıkarmakla eşdeğerdir. " Ve askere çölde karşılaştığı
deve binicisinden bahsetti.
Asker Abdullah'ın sözlerine hak verdi. "Sadece bizi
yavaşlatacağından korkuyorum," dedi adam. " İçimden
bir ses bir an önce Kingsbury'ye gidip kızının peşinde
bir cin olduğu konusunda Kral'ı uyarmamız gerektiğini
söylüyor. Krallar bu tür bilgiler için büyük ödüller verir."
Prenses Valeria ile evlenme fikrinden vazgeçmek zorun­
da kaldığı için askerin başka yollardan servet edinmeyi
planladığı ortadaydı.
"Aynen öyle yapacağız, sakın korkma, " dedi Abdullah
ve tutuştukları bahisten yine söz açmadı.

,.
154
Günün büyük bölümü yolda geçti. Halı nehirleri ta­
kip etti, koruluklardan ormanlara geçti ve sadece aşağı­
sı boş olduğunu zaman hız yaptı. Zanzib'in üç katı bü­
yüklüğünde olan ve yüksek duvarlar arasındaki bir kule
yığını gibi duran Kingsbury'ye akşama doğru vardılar.
Abdullah halıyı Kral'ın sarayına yakın iyi bir han bulma­
ya ve nasıl yolculuk ettiklerinden kimsenin şüphelenme­
yeceği tenha bir yere inmeye yönle"ndirdi.
Halı itaat ederek yüksek duvarların üzerinden yılan
gibi kayarcasına geçti. Bunun ardından çatılara kadar al­
çaldı ve yatağına uyum göstererek akan bir dere gibi ça­
tıların şekline uyum sağlayarak uçtu. Abdullah ile aske­
rin yanı sıra kediler de aşağıyı ve etrafı hayranlıkla sey­
rettiler. Sokaklar ister dar ister geniş olsun, iyi giyimli in­
sanlarla ve pahalı at arabalarıyla doluydu. Her ev Abdul­
lah'ın gözüne bir saray gibi görünüyordu . Genç adam
kulelerle, kubbelerle, pahalı oymalarla, altın kümbetler­
le ve Zanzib Sultanı'nın sahip olmak için can atacağı
mermer meydanlarla karşılaştı. Daha fakir evler -tabii
böyle bir zenginliğe fakir denebilirse- son derece özen­
le boyanıp dekore edilmişti. Dükkanlara gelince, satılan
malların kalitesi ve miktarı Abdullah'a Zanzib Çarşısı'nın
aslında virane ve ikinci sınıf olduğunu gösterdi. Sultan'ın
Ingary Prensi ile ittifak kurmak için bu kadar uğraştığına
şaşmamak gerekirdi.
Halının onlar için bulduğu han Kingsbury'nin merke­
zindeki koca mermer binalara yakındı. Hanın duvarları­
na usta bir sanatçı tarafından meyve kabartmaları yapıl­
mış, sonra da bunlar parlak bir altın sarısına boyanmıştı.
Halı han ahırının eğimli çatısına yavaşça inerek, üstün­
dekileri tepesinde varaklı bir rüzgar gülünün bulunduğu

155
altın bir sarmalın arkasına sakladı. Aşağıdaki avlunun
boşalmasını beklerken, etraftaki ihtişamı seyre koyuldu­
lar. Avludaki iki hizmetkar yaldızlı bir at arabasını temiz­
lerken bir yandan da dedikodu yapıyordu.
Konuşmalarının büyük bölümü parayı çok sevdiği an­
laşılan han sahibiyle ilgiliydi. Fakat kendilerine ne kadar
az ücret ödendiği hakkındaki yakınmaları sona erdiğin­
de, "Kuzeyde pek çok insanı soyup soğana çeviren şu
Strangialı askerden bir haber var mı? Biri bana bu taraf­
lara geldiğini söyledi," dedi içlerinden biri.
Bunun üzerine diğeri de, "Kingsbury'ye uğrayacağı
kesin. Zaten hepsi uğrar. Ama onu şehir kapısında bek­
liyorlar. Görür görmez tepesine binecekler," cevabını
verdi.
Askerin gözleri Abdullah'ınkilerle buluştu.
Abdullah, "Giysilerini değiştirebilir misin?" diye mırıl­
dandı.
Asker evet der gibi kafasını sallayıp çantasını karıştır­
maya başladı. Az sonra göğüs ve sırtında büzgülü nakış­
lar olan iki gömlek çıkardı. Abdullah adamın bunları
nereden bulduğunu merak etti.
"Bir çamaşır ipinden aldım, " diye fısıldayan asker,
çantadan bir de fırça ve ustura çıkardı. Hemen orada, ça­
tıda gömleklerden birini giydi ve fazla ses çıkarmadan
pantolonunu fırçalamaya uğraştı. En gürültülü kısım us­
turadan başka bir şey kullanmadan tıraş olmasıydı. İki
hizmetkar dönüp dönüp çatıdan gelen kuru gıcırtılara
baktı.
"Bir kuş olmalı," dedi biri.
Abdullah adamın çıkardığı ikinci gömleği, artık en iyi
kıyafetinden başka her şeye benzeyen yeleğinin üzerine

1 56
geçirdi. Böyle yapınca vücudunu sıcak bastı, fakat ne ka­
dar para taşıdığını askere göstermeden yeleğine saklı al­
tınları çıkarması mümkün değildi. Giysi fırçasıyla saçları­
nı taradı, bıyığını düzeltti -artık orada en az on iki tel kıl

varmış gibi geliyordu- ve son olarak da pantolonunu fır­


çaladı. İşi bitince asker usturayı Abdullah'a verip atkuy­
ruğunu sessizce Ulattı.
"Yaptığın büyük fedakarlık, ama bence akıllıca davra­
nıyorsun dostum," diye mırıldandı Abdl!llah. Atkuyruğu­
nu kesip altın riizgar gülünün içine sakladı. Bunu yap­
mak köklü bir değişime sebep olmuştu, asker artık çalı
gibi saçlara sahip, hali vakti yerinde bir çiftçiye benziyor­
du. Abdullah kendisinin de çiftçinin küçük kardeşi sanı­
lacağını umuyordu .
Onlar bu i�lerle uğraşırken aşağıdaki hizmetkarlar tja
at arabasını temizlemeyi bitirip arabaların durduğu yere
itmeye başladılar. Çatının altından geçerlerken, "Birinin
Prenses'i kaçırmaya çalıştığı hakkındaki söylentiye ne di­
yorsun?" diye sordu biri.
"Eh, bence doğru, " dedi öteki. "Saray Büyücüsü uya­
rıda bulunarak büyük bir riske girdi. Üstelik o boş yere
riske girecek biri değil. "
Askerin gözleri yine Abdullah'ınkilere baktı ve du­
daklarında okkalı bir küfür şekillendi.
"Boş ver, " diye fısıldadı Abdullah. "Ödül kazanmanın
başka yollan da var."
Hizmetkarlar hana dönene dek orada beklediler. Son­
ra Abdullah halıdan avluya inmesini rica etti. Halı uysal­
ca süzüldü. Abdullah şişeyi halıya sararken, asker de
çantasıyla kedileri yüklendi . Sıradan ama saygıdeğer gö­
riinmeye çalışarak hep beraber içeri girdiler.

1 57
Onları hancı karşıladı. Hizmetkarların sözlerini unut­
mayan Abdullah, parmaklarının arasında sakin sakin tut­
tuğu bir altın sikkeyle adama yaklaştı. Hancı gözlerini
sikkeye dikti. Sert gözleri altına öyle dikkatli bakıyordu
ki, Abdullah adamın onları gördüğünden bile kuşkuluy­
du. Abdullah çok kibar davrandı. Hancı da öyle. Onları
ikinci kattaki ferah bir odaya buyur etti. Onlar için ye­
mek göndermeye ve banyo hazırlamaya razı oldu.
"Ve kedilerin de . . . " diye söze başladı asker.
Abdullah askerin bacağına sert bir tekme attı. "Hepsi
bu, ey hancıların aslanı," dedi. "Bir de, pek yardımsever
ev sahibi, çalışkan ve dikkatli elemanların bu iki olağa­
nüstü marifetli kedi için bir sepet, bir yastık ve bir tabak
da somon balığı temin ederlerse memnun oluruz. Kedi­
ler yarın güçlü bir cadıya teslim edilecekler. O zamana
kadar rahat ettirilmeleri halinde cadının minnettar kala­
cağına hiç 'şüphe yok . "
"Elimden geleni yaparım bayım," dedi hancı. Abdul­
lah altın sikkeyi kayıtsızca ona attı. Adam yerlere kadar
eğilerek selam verip odadan geri geri çıkarken, Abdullah
kendinden fazlasıyla hoşnuttu .
"Bu kadar kibirli davranmanın alemi yok!" dedi asker
öfkeyle. "Şimdi ne yapacağız? Ben burada arananlar lis­
tesindeyim ve Kral'ın cinden haberi var gibi görünüyor . "
Olayların kontrolünün b u defa askerde değil kendi­
sinde olduğunu bilmek Abdullah için hoş bir d �yguydu.
"Peki acaba Kral yukarıda kaçırılmış prenseslerle dolu
bir şato olduğunu ve kendi kızının da oraya konulacağı­
nı biliyor mu bakalım?"
"Ne yani?" diye sordu asker. "Cinin kızı kaçırmasını ön­
lemenin bir yolunu mu buldun? Veya şatoya ulaşmanın?"

158
"Hayır, ama bir büyücü bunları bilebilir," dedi Abdul­
lah. "Bana kalırsa daha evvelden aklına gelen fikir üze­
rinde çalışmalıyız. Kral'ın büyücülerinden birini bulup
zor kullanacağımıza, en iyi büyücünün kim olduğunu
öğrenip yardımı karşılığında ona ödeme yapabiliriz. "
"Pekala, ama bu senin görevin," dedi asker. "İşini bi­
len bir büyücü benim Strangialı olduğumu bir bakışta
anlar ve ben daha kılımı bile kıpırdatamadan muhafızla­
rı başıma toplar. "
Hancı kedilerin yemeğini bizzat getirdi. Bir kase do­
lusu krema, kılçığı dikkatle ayıklanmış bir tabak somon
ve bir tabak kedi mamasıyla beraber çıkageldi. Peşinden
gelen, en az kendisi kadar sert bakışlı karısı da yumuşak
bir hasır sepet ve nakışlı bir yastık taşıyordu. Abdullah
bu sefer kibirli görünmemeye özen gösterdi. "Çok teşek­
kürler, hancıların en meşhuru," dedi genç adam. "Gös­
terdiğin ilgiden cadıya bahsedeceğim."
"Görevimiz, bayım," dedi hancının karısı. "Kingsbury'de
büyü kullananlara karşı saygılı davranmayı biliriz. "
Abdullah kendi kendine kızdı. Daha e n baştan kendi­
ni bir büyücü olarak tanıtması gerekirdi. Kendini sakin­
leştirmek için, "Umarım bu yastık tavuskuşu tüyleriyle
doludur. Cadı bu konuda epey titizdir de ," dedi.
"Evet, bayım," dedi kadın. "Tam istediğiniz gibi. "
Asker öksürdü ve Abdullah lafı daha fazla uzatmadı.
"Ben ve dostum kedilere ek olarak bir büyücüye iletile­
cek bir haber taşıyoruz. Haberi Saray Büyücüsü'ne ilet­
mek isteriz, fakat kulağımıza yolda başına bir şey geldi­
ğine dair söylentiler çalındı," dedi gür bir sesle.
"Doğru , " dedi hancı, karısını kenara itekleyerek. "Sa­
ray Büyücüleri'nden biri kayboldu, ama neyse ki onlar-

1 59
dan iki tane var. İsterseniz sizi diğerine . . . Saray Büyücü­
sü Suliman'a yönlendirebilirim, bayım." Adam Abdul­
lah'ın ellerine manalı bir bakış attı.
Abdullah iç geçirerek en iri gümüş sikkesini çıkardı.
O kadarı yeterli gibiydi. Hancı itinayla yol tarif edip gü­
müş sikkeyi aldı ve banyoyla yemeğin kısa zaman için­
de hazır olacağına söz verdi.
Banyoya girdiklerinde su sıcak ve akşam yemeği gü­
zeldi. Abdullah durumdan hoşnuttu . Asker kendisini ve
Zıpır'ı yıkarken Abdullah da paralarını yeleğinden para
kemerine aktardı ve içi epey rahatladı. Asker de kendini
daha iyi hissediyor olmalıydı . Yemekten sonra ayakları­
nı masanın üstüne koyarak oturup uzun piposunu içme­
ye başladı. Çizme bağlarından birini oynaması için Zı­
pır'ın önünde sallıyordu.
"Hiç şüphe yok," dedi adam. "Bu şehirde para konu­
şuyor. Saray Büyücüsü'yle bu akşam görüşecek misin?
Bence elimizi ne kadar çabuk tutarsak o kadar iyi. "
Abdullah onunla hemfikirdi . "Acaba n e kadar ücret is­
teyecek?" dedi genç adam.
"Çok," dedi asker. "Tabii cinin söylediklerini ileterek
senin ona iyilik yaptığın izlenimini uyandırırsan o başka.
Yine de," diye düşünceli bir edayla devam etti, çizme
bağını Zıpır'ın savrulan patilerinin arasından hızla çeke­
rek, "bana kalırsa ona cinden veya halıdan bahsetrneme­
lisin. Nasıl ki hancı altını seviyorsa büyücüler de sihirli
eşyalara bayılırlar. Adamın ücret olarak onları talep et­
mesini istemezsin. Neden giderken onları burada bırak­
mıyorsun? Ben senin yerine göz kulak olurum. "
Abdullah tereddüde kapıldı. . Askerin sözleri kulağa
mantıklı gelse de ona güvenmiyordu.

1 60
"Bu arada," dedi asker, "sana bir altın borçluyum."
"Öyle mi?" dedi Abdullah . "Bu, Gece Çiçeği'nin bana
kadın olduğumu söylemesinden bu yana duyduğum en
şaşırtıcı haber!"
"füıhse girmiştik," dedi asker. "Halı cini getirdi. Şişe
cini yine başımıza bela açtı. Sen kazandın. Al. " Adam
odanın karşı tarafındaki Abdullah'a bir altın sikke attı.
Abdullah onu havada kaptı ve cebine koyup güldü.
Asker kendince dürüst biriydi. Yakın zamanda Gece Çi­
çeği'ni aramaya koyulacağı düşüncesiyle içi içine sığma­
yan Abdullah neşeyle aşağı indi. Orada karşılaştığı han­
cının karısı, Büyücü Suliman'ın evine nasıl gidileceğini
bir kez daha tarif etti. Abdullah o kadar neşeliydi ki ne­
redeyse hiç düşünmeden bir gümüş daha ödedi.
Ev handan pek de uzak değildi, fakat Eski Mahalle'de
yer aldığı için oraya küçük ara sokaklardan ve gizli av­
lulardan gidiliyordu. Hava alacakaranlıktı ve bir iki tane
irice yıldız daha şimdiden kubbelerin ve kulelerin üze­
rinde ışıldıyordu, ama Kingsbury'deki her biri ay gibi ha­
vada asılı duran büyük ve gümüşi ışık küreleri ortalığı
iyice aydınlatıyordu .
Abdullah onlara bakarak sihirli aygıtlar olup olmadık­
larına kafa yorduğu sırada, yukarıdaki çatılarda kendisi­
ni takip eden dört bacaklı bir gölge fark etti. Bu ava çık­
mış herhangi bir kedi olabilirdi, fakat Abdullah onun Ge­
ceyarısı olduğundan adı gibi emindi. Geceyarısı ilk baş­
ta bir çatının koyu gölgeleri arasında kaybolduğunda
Abdullah onun yavrusu için güvercin avında olduğunu
sandı. Fakat bir sonraki sokağı yarılamışken kedi yukarı­
daki bir korkuluğun yanında belirince Abdullah takip
edildiği izlenimine kapıldı. Ortasında ağaçlar olan dar bir

161
avludan geçerken kedi bir yağmur oluğundan diğerine
sıçrayınca Abdullah izlendiğinden emin oldu, fakat ne­
denini bilmiyordu. Sonraki iki ara sokak boyunca gözü­
nü dört açtıysa da kediyi sadece bir kez gördü, o da bir
kapının üzerindeki taş kemerde . Saray Büyücüsü'nün
evinin olduğu parke taşlarıyla döşeli sokağa saptığında
Geceyarısı'ndan hiçbir iz yoktu. Abdullah omuz silkip
evin kapısına yöneldi.
Küçük ama güzel olan evin elmas şeklinde pencere­
leri vardı ve eski duvarlarına iç içe geçecek şekilde büyü
sembolleri işlenmişti. Ön kapının her iki yanında yer
alan pirinç desteklerde upuzun sarı alevler yanıyordu.
Abdullah, ağzında halka olan sert bakışlı bir surat şekli­
ndeki kapı tokmağını kavradı ve kapıyı cesurca çaldı.
Uzun, asık yüzlü bir uşak açtı kapıyı. "Korkarım bü­
yücü son derece meşgul bayım," dedi adam. "İleriki bir
tarihe dek müşteri kabul etmiyor. " Ve kapıyı kapamaya
yeltendi.
"Dur, bekle, sadık hizmetkar ve uşakların en güveni­
liri!" diye itiraz etti Abdullah. "Söyleyeceklerim doğrudan
doğruya kralın kızma yönelik bir tehditle ilgili! "
"Büyücünün durumdan haberi var bayım," dedi adam
ve yine kapıyı kapamaya kalktı.
Abdullah çevik bir hareketle ayağını kapıyla eşik ara­
sına koydu . "Bana kulak vermelisin, pek akıllı hizmet­
kar," diye başladı. "Gelmemin . . . "
Adamın arkasından gelen genç bir kadın sesi, "Dur
biraz Manfred. Meselenin önemli gibi görünüyor, " dedi.
Kapı tekrar açıldı.
Uşak kapının önünde gözd�n kaybolup içerideki
holde belirince Abdullah'ın ağzı açık kaldı. Kapıdaki ye-

1 62
rini kapkara buklelere ve capcanlı bir yüze sahip son
derece hoş bir kadın almıştı. Abdullah kadının kuzeyli­
lere özgü bir şekilde, Gece Çiçeği kadar güzel olduğu­
nu fark etti, fakat bu düşüncesinin ardından başını çevi­
rerek daha fazla bakmamayı uygun buldu. Kadının ha­
mile olduğu çok açıktı. Zanzibli kadınlar hamileyken
kendilerini göstermezlerdi. Abdullah nereye bakacağını
şaşırmıştı.
"Ben büyücünün karısı Lettie Suliman'ım, " dedi genç
kadın. "Ne için gelmiştiniz?"
Abdullah eğilerek selam verdi. Böylece gözlerini ka­
pı eşiğine dikme fırsatı buldu . "Ey güzel Kingsbury'nin
bereketli mehtabı," diye başladı, "bil ki ben uzaklardaki
Zanzib'den gelen, Abdullah'ın oğlu halı tüccarı Abdul­
lah'ım. Kocanın duymak isteyeceği haberler getirdim.
Ona de ki, ey sihirli evin ihtişamı, bu sabah Kral'ın pek
kıymetli kızı hakkında kudretli cin Hasruel ile konuş­
tum."
Lettie Suliman'ın Zanziblilere has tavırlara alışkın ol­
madığı belliydi. "Vay canına!" dedi kadın. "Ne kadar da
kibarsın! Ve doğruyu söylüyorsun, öyle mi? Bana kalırsa
hemen Ben'le konuşman lazım. Lütfen içeri gel . "
Kadın kapının önünden çekilerek Abdullah'a yol ver-
di. Bakışlarını kaçırmayı sürdüren genç adam eve girdi.
Tam o sırada sırtına bir şey indi. Sonra pençeli ayaklar
sırtından destek alarak zıplayıp başının üzerinden geçti
ve Lettie'nin şişik göbeğine kondu. Etrafta demir çıkrığı
andıran bir ses duyuldu .
"Geceyarısı!" dedi Abdullah öfkeyle, kediye doğru bir
adım atarak.
"Sophie!" diye haykıran kadın kollarındaki kediyle

1 63
beraber geriye doğru tökezledi. "Ah, Sophie, öyle çok
endişelendim ki! Manfred, git hemen Ben'i getir. Ne yap­
tığı umurumda değil. Bu çok önemlı1"

"
1 64
16

Geceyarısı ile Zıpır'ın Başına


Tuhaf Şeyler Geliyoı:-

E pey bir kargaşa ve koşuşturma yaşandı. İki uşak da­


ha belirdi ve onların peşinden de mavi cüppeli iki genç
geldi . Son gelenler büyücünün çırakları olmalıydı. Her­
kes etrafta koşuştururken Lettie de Geceyarısı'nı kolların­
da tutarak ve emirler yağdırarak holde ileri geri yürüyor­
du. Manfred bunların arasında Abdullah'a oturacak bir
yer gösterdi ve ağırbaşlılıkla bir bardak şarap ikram etti.
Kendisinden beklenenin bu olduğunu düşünen Abdul­
lah oturup şarabını yudumladı -kargaşadan serseme
dönmüş gibiydi.
Tüm bunların sonsuza dek süreceğini düşünürken
her şey bir anda durdu. Siyah cüppe giymiş, uzun boy­
lu, otoriter bir adam çıkageldi. "Burada neler oluyor?"
dedi adam.
Bu sözler Abdullah'ın düşüncelerini çok güzel özetle­
diğinden delikanlının bu yeni gelene kanı kaynadı . Ada­
mın soluk kızıl saçları ve bitkin, sert bir yüzü vardı. Si­
yah cüppeye bakan Abdullah karşısındakinin Büyücü
Suliman olduğundan emindi; zaten adam ne giyse büyü­
cüye benzerdi. Delikanlı kalktı ve eğilerek selam verdi.
Büyücü ona şaşkın bir bakış atıp Lettie'ye doğru döndü.
"Bu adam Zanzib'den gelmiş Ben," dedi Lettie, "ve

l65
Prenses'e yapılan tehdit hakkında bildikleri varmış. Üste­
lik Sophie'yi de yanında getirmiş. Kızcağız kedi olmuş!
Bak! Ben, onu hemen eski haline döndürmelisin!"
Lettie, telaşlandıkça daha da güzel görünen o kadın­
lardandı. Büyücü Suliman onu dirseklerinden nazikçe
tutup, "Tabii ki sevgilim," deyince ve ardından alnından
öpünce Abdullah hiç şaşırmadı. Genç adam kendisinin
de günün birinde Gece Çiçeği'ni öyle öpüp öpemeyece­
ğini veya büyücünün sonra eklediği gibi, " Sakin ol. . . be­
beği unutma, " deyip diyemeyeceğini sefil bir halde dü­
şündü. Büyücü daha sonra başını çevirip, "Lütfen biri ön
kapıyı kapayabilir mi? Kingsbury'nin yansı yaşananları
duymuş olmalı," dedi.
Bu tavrı karşısında, Abdullah büyücüyü daha da sev-
di. Zaten o ana kadar kalkıp kapıyı örtmemesinin tek se­
bebi, bu ülkede bir kriz anında ön kapının açık bırakıl­
ması gibi bir adet olabileceğini düşünmesiydi. Abdullah
tekrar eğilerek selam verdi ve büyücü ona döndü.
"Neler oldu delikanlı?" diye sordu büyücü . "Bu kedi­
nin eşimin kız kardeşi olduğunu nereden bildin?"
Abdullah soru karşısında şaşaladı. Geceyarısı'nın bı­
rakın Saray Büyücüsü'nün baldızı olduğunu, bir insan ol­
duğundan bile haberi olmadığını tekrar tekrar açıkladıy­
sa da kimsenin kendisini dinlediğini sanmıyordu. Herkes
Geceyarısı'nı görmekten o kadar sevinçliydi ki, Abdul­
lah'ın onu sırf iyi yürekliliğinden getirdiğini sanıyorlardı.
Büyücü yüklü bir ücret isteyeceği yerde kendisinin Ab­
dullah'a borçlu olduğunu belirtti. Abdullah buna karşı
çıktığında da, "Eh, en azından gel de eski haline dönü­
şünü gör, " dedi.
Adam bunu öyle dostane ve güvenilir bir edayla söyle-

1 66
di ki, Abdullah ona daha da ısınarak diğerleriyle birlikte
başka bir odaya geçti. Oda evin arkasında gibi görünse de
Abdullah bambaşka bir yere geldiklerine dair bir hisse ka­
ptldı. Zemin ve duvarlar alışılmadık bir eğime sahipti.
Abdullah daha önce bir büyünün nasıl yapıldığına
şahit olmamıştı. Karmaşık sihirli aygıtlarla dolu odaya
merakla bakındı. En yakınında etrafı zarif dumanlarla sa­
nlı bir telkari duruyordu . Onun yanında birkaç büyük ve
tuhaf mum son derece karmaşık sembollerin içine dikil­
mişti ve daha da ötede ıslak kilden yapılmış sıradışı re­
simler vardı. Abdullah biraz daha ileride beş fıskiyesin­
den çıkan suların alışılmadık geometrik şekiller oluştur­
duğu ve arkasında daha pek çok ilginç şeyi saklayan bir
çeşme gördü.
"Burada yeterince yer yok," diyen Büyücü Suliman
orada hiç durmadı. "Biz işimizi bir sonraki odada göre­
lim. Acele edin . "
Herkes biraz ilerideki daha küçük bir odaya doluştu.
Duvarlarda asılı birkaç yuvarlak ayna hariç oda boştu .
Lettie burada Geceyarısı'nı dikkatle ortadaki mavi-yeşil
bir taşın üzerine bıraktı . Kedi ciddiyetle ön patisini yala­
yıp bütünüyle kaygısız görünürken, Lettie ile uşaklar da
dahil herkes onun etrafında uzun gümüş çubuklarla bir
tür çadır kurmak için canla başla uğraştı.
Abdullah duvar dibine geçip seyre koyuldu. Kendisi­
ne hiçbir şey borçlu olmadığı konusunda büyücüyü te­
min ettiğine bin pişmandı. Fırsattan yararlanıp uçan şa­
toya nasıl ulaşacağını sorması gerekirdi. Fakat o sırada
kimse kendisine kulak asmadığı için ortalık yatışana ka­
dar beklemenin daha uygun olacağını düşündü. O sıra­
da gümüş çubuklar bir merdiven iskeleti şeklini alıyor-

1 67
du. Abdullah koşuşturmacayı seyrederken, bu sahnenin
aynalardaki yansıması karşısında şaşkın durumdaydı.
Duvarlar ve zemin kadar eğik duran duvar aynaları kü­

çük, yoğun ve kıpır kıpır bir faaliyeti gösteriyordu.


Sonunda Büyücü Suliman iri ellerini çırptı. "Tamam­
dır , " dedi. "Lettie bana burada yardım edebilir. Geri ka­
lanınız diğer odaya geçin ve Prenses'in koruma büyüle­
rinin durduğundan emin olun. "
Çıraklar ile uşaklar alelacele çıktılar. Büyücü Suliman
kollarını iki yana açtı. Abdullah dikkatle izlemek ve olup
bitenleri daha sonra apaçık hatırlamak niyetindeydi. Fa­
kat nedense sihir başlar başlamaz nelerin yaşandığından
emin olamadı.
Bir şeyler olduğunu biliyordu, fakat o şeyler oluyor
gibi değildi -bu durum, müzik kulağı olmayan birinin
müzik dinlemesine benziyordu. Büyücü Suliman ara sıra
odayı ve beraberinde Abdullah'ın kafasını bulandıran
gür, garip bir sözcük telaffuz ediy?r, bu da olup bitenle­
ri görmeyi daha da güçleştiriyordu. Fakat Abdullah en
büyük zorluğu duvarlardaki aynalarda yaşamaktaydı.
Aynalar yansıma gibi görünen ama -en azından tam an­
lamıyla- öyle olmayan küçük, yuvarlak resimler gösteri­
yordu. Abdullah'ın gözü ne zaman birine takılsa, gümü­
şi bir ışıkla parlayan çubuklar aynada yeni bir düzene
-yıldız, üçgen, altıgen veya köşeli başka bir sembol- gir­
miş gibi duruyor, fakat delikanlının önündeki gerçek çu­
buklarda en ufak bir parlama bile olmuyordu. Bir ayna
bir iki kez Büyücü Sulirnan'ı kolları açık olarak bile gös­
terdi, üstelik de kollarının vücuduna yapışık olduğu za­
manlarda. Diğer bir aynada ise L<:ttie aşırı derecede te­
dirgin bir halde ellerini kavuşturmuş olarak göründü, fa-

>
1 68
kat gerçek Lettie'ye bakan Abdullah kadının her seferin­
de fazlasıyla sakin bir vaziyette garip el işaretleri yapa­
rak etrafta gezindiğini fark etti. Geceyarısı aynalarda hiç
belirmedi. Ne tuhaftır ki, çubukların arasındaki küçük si­
yah suretini gerçekte bile görmek çok zordu.
Sorıra ansızın tüm çubuklar parlak bir gümüşi ışık saç­
tı ve aralarındaki boşluk pusla doldu. Büyücü gür bir ses­
le son bir sözcük daha söyledi ve geri çekildi.
" Kahretsin!" dedi biri çubukların arasından. "Artık ko­
kunuzu hiç alamıyorum! "
B u sözler üzerine büyücü sırıtırken, Lettie kahkaha
attı. Abdullah onları bu kadar eğlendiren kişiyi görmeye
çalıştıysa da hemen bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı.
Çubukların arasında çömelmiş genç kadının üzerinde
hiçbir giysi yoktu. Abdullah o bir anlık bakışta, Lettie ne
kadar esmerse genç kadının da o kadar sarışın olduğu ­
nu , ama onun haricinde birbirlerine çok benzediklerini
fark etti. Abdullah tekrar bakmaya cesaret edebildiğinde,
genç kadın sabahlığa benzer bir giysi giyiyor, Lettie de
bir yandan ona sarılırken diğer yandan çubukların ara­
sından çıkmasına yardım ediyordu.
"Ah, Sophie! Neler oldu?" deyip duruyordu Lettie.
"Bir dakika, " dedi Sophie soluk soluğa. İlk başta, iki
ayak üstünde zar zor dengede durur gibi bir hali vardı,
ama yine de Lettie'ye sarılmaktan geri kalmadı, sonra
büyücüye doğru sendeledi ve ona da sarıldı. "Kuyruksuz
olmak ne tuhaf!" dedi kadın. "Yine de çok teşekkürler
Ben." Artık daha rahat yürüyen kadın bu sefer de Abdul­
lah'a yöneldi. Kadının kendisine de sarılacağından kor­
kan Abdullah duvara doğru geriledi, fakat Sophie, "Seni
niye takip ettiğimi merak etmiş olmalısın. İşin doğrusu

1 69
şu ki Kingsbury'de hep kaybolurum," demekle yetindi.
"İşe yaradığım için çok mutluyum, değişkenlerin en
alımlısı," dedi Abdullah soğuk bir sesle. Geceyarısı'yla
ne kadar geçinebiliyorsa Sophie'yle de o kadar geçine­
ceği gibi bir hisse kapılmıştı. Sophie bir genç kadın için
fazlasıyla inatçıya benziyordu -neredeyse babasının ilk
karısının kız kardeşi Fatma kadar.
Lettie hala Sophie'yi kediye çevirenin ne olduğunu
bilmek istiyor, Suliman ise kaygıyla, "Sophie, bu Howl'un
da bir hayvan olarak başıboş gezindiği anlamına mı geli­
yor?" diye soruyordu.
"Hayır, hayır, " diyen Sophie birden endişeli göründü .
"Howl'un nerede olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Zaten
beni kediye çeviren de oydu ."
"Ne? Kendi kocan seni kediye mi çevirdi?'! dedi Lettie
hayretle. "Yoksa yine mi tartıştınız?"
"Evet ama ortada anormal bir durum yoktu , " dedi
Sophie. "Tartışma biri uçan şatoyu çalınca başladı. Olay­
dan sadece yarım gün önce haberimiz oldu, o da Howl
o sırada Kral adına bir tahmin büyüsü üzerinde çalıştığı
için. Büyü çok güçlü bir şeyin şatoyu çalacağını ve Pren­
ses Valeria'yı kaçıracağını gösterdi. Howl hemen Kral'ı
uyaracağını söyledi. Uyardı mı?"
"Elbette, " dedi Büyücü Suliman. "Prenses her an ko­
runuyor. Yandaki odaya iblisler diktim ve koruma büyü­
leri koydum. Kızı her ne varlık tehdit ediyorsa başarma
şansı hiç yok."
"Şükürler olsun!" dedi Sophie. "İçim rahatladı. O var­
lık bir cin, haberiniz olsun. "
"Bir cin bile başaramaz," dedi Büyücü Suliman. "Peki
Howl daha sonra ne yaptı?"

1 70
"Sövüp saydı," dedi Sophie. "Galce. Sonra Michad ile
yeni çırağı yolladı. Benim de gitmemi istedi, ama ben, o
ve Calcifer kalıyorlarsa hiçbir yere gitmeyeceğimi, onun
yerine bana cinin beni fark etmemesini sağlayacak bir
büyü yapmasını söyledim. Epey tartıştık. . . "
Lettie kıkırdadı. "İşte buna şaşmadım."
Sophie'nin yüzü biraz kızardı ve genç kadın başını
küstahça kaldırdı. "Eh, Howl kız kardeşiyle beraber Gal­
ler'de kalmamın en güvenli yol olduğunu söyleyip duru­
yordu, üstelik de kız kardeşiyle geçinemediğimi bildiği
halde. Ben de hırsıza yakalanmadan şatoda kalmamın
daha faydalı olacağını anlattım. Her neyse, " -kadın yü­
zünü ellerinin arasına koydu- "korkarım cin geldiğinde
hala tartışıyorduk . Müthiş bir gürültü koptu ve her taraf
karardı. Howl'un kedi büyüsünün sözlerini bağırdığını
hatırlıyorum -onları alelacele söylemesi gerekti- ve son­
ra Calcifer'e seslenerek . . . "
"Calcifer onların ateş cinidir, " diye Abdullah'a kibarca
açıkladı Lettie.
"... seslenerek dışarı çıkıp kendisini kurtarmasını,
çünkü cine karşı koyamayacaklarını söyledi," diye de­
vam etti Sophie. "Sonra şato bir anda kayboldu . Ardın­
dan kendimi Kingsbury'nin kuzeyindeki dağlarda bir ke­
di olarak buldum."
Lettie ile Saray Büyücüsü şaşkın gözlerle bakıştılar.
"Neden o dağlar?" diye merakla sordu Büyücü Suliman.
"Şato oralarda değildi ki."
"Hayır, aynı anda dört farklı yerdeydi, " dedi Sophie.
"Sanırım ben aralarında bir yere düştüm. Daha kötüsü de
olabilirdi. Bulunduğum yerde yiyebileceğim bol bol fare
ve kuş vardı. "

171
Lettie'nin güzel yüzü tiksintiyle buruştu. "Sophie!" de­
di hayretle. "Fareler ha!"
"Neden olmasın? Kediler fare yer," diyen Sophie başı­
nı tekrar küstahça kaldırdı. "Hem fareler çok lezzetlidir.
Kuşları pek sevmem. Tüyleri boğazına takılır. Ama,"
-yutkunup başını yine ellerini arasına koydu- "ama bu
olay benim için çok kötü bir zamana denk geldi. Bir haf­
ta kadar sonra Morgan doğdu. Tabii bir kedi yavrusu
olarak. "
Bu açıklama Lettie'de kardeşinin fare yemesinden bi­
le daha büyük bir dehşete sebep oldu. Kadın göz yaşla­
rına boğularak kollarını Sophie'ye doladı. "Ah, Sophie!
Peki sonra ne yaptın?"
"Kediler ne yaparsa onu, " dedi Sophie. "Yavrumu
besledim ve yalayarak bol bol yıkadım. Endişelenme
Lettie. Onu Abdullah'ın asker arkadaşının yanında bırak­
tım. Onun yanındayken kimse Morgan'ın kılına bile za­
rar veremez . Ama," dedi kadın Büyücü Suliman'a, "onu
da normale döndürsen iyi olacak. "
Büyücü Suliman en az Lettie kadar dehşet içindeydi.
"Keşke önceden haberim olsaydı! " dedi adam. "Aynı bü­
yünün bir parçası olarak kedi doğduysa çoktan eski ha­
line dönmüş olabilir. Bir bakalım." Adam yuvarlak ayna­
lardan birinin önüne gitti ve iki eliyle birden dairesel ha­
reketler yapmaya başladı.
Ayna -hatta tüm aynalar- hemen handaki odayı yan­
sıtmaya başladı. Aynalardan her biri oranın duvarlarında
asılıymış gibi odayı farklı açılardan gösteriyordu. Abdul­
lah diğer üç kişi gibi aynadan aynaya korkuyla baktı.
Halı her nedense odanın ortasında açılmış duruyor, üze­
rinde de tombiş, çıplak bir bebek yatıyordu. Bebek da-

"
1 72
ha çok küçük olmasına rağmen, Abdullah oğlanın Sop­
hie'ninki kadar güçlü bir kişiliğe sahip olduğunu görebi­
liyordu. Ayrıca o kişiliği dışarı vurmaktan da çekinmiyor­
du. Kollarıyla bacakları havayı dövüyordu, öfkeyle çar­
pılmış yüzündeki ağzı hiddetli bir delik gibi açılmıştı. Ay­
nadaki resimler sessiz olsa da Morgan'ın epey gürültü çı­
kardığı belliydi.
"Şu adam kim?" diye sordu Büyücü Suliman. "Onu
daha önce de gördüm."
"Strangialı bir asker, harikalar mimarı," dedi Abdullah
çaresizce.
"Demek ki bana tanıdığım birini hatırlattı," dedi bü­
yücü.
Asker bas bas bağıran bebeğin yanında durmuş, deh­
şet içinde ve çaresiz görünüyordu -belki de cinin bir
şeyler yapmasını bekliyordu. Galiba bu yüzden cin şişe­
sini elinde tutuyordu. Gel gör ki mavi renkli duman bu­
lutları halinde şişeden çıkmış olan cin de en az asker ka­
dar çaresiz görünüyor, her duman bulutunun ucundaki
kafa, elleriyle kulaklarını örtüyordu.
"Ah, zavallı çocuk," dedi Lettie.
"Herhalde zavallı asker demek istedin," dedi Sophie .
"Morgan çok öfkeli. Daha önce kediden başka bir şey ol­
madı ve kediler bebeklerden çok daha fazla şey yapabi­
lirler. Herhalde yürüyemediğine kızıyor. Ben, acaba . . . "
Sophie'nin sözlerinin geri kalanı, dev bir ipek kuma­
şın yırtılması gibi bir sesle bölündü. Oda şiddetle sarsıl­
dı. Büyücü Suliman bir şey bağırarak kapıya yöneldi,
ama sonra alelacele kenara çekilmesi gerekti. Bağırıp ça­
ğıran bir sürü şey kapıdan içeri dalıp odayı doldurdu,
sonra karşı duvardan geçerek kayboldu. Yaratıklar net

1 73
görülemeyecek kadar hızlı geçmişlerdi, fakat hiçbiri in­
sana benzemiyordu. Abdullah'ın gözüne çok sayıda pen­
çeli ayak, bacakları olmadan süzülüp giden bir şeyler,
önde tek ya da arkada öbek öbek gözleri olan varlıklar
takıldt. Koca dişli kafalar, sarkık diller, yanan kuyruklar
gördü. Hatta içlerindeki en hızlısı yuvarlanan bir çamur
topu gibiydi.
Sonra yaratıkların sonuncusu da yok oldu. Kapı telaş­
lı bir çırak tarafından çarpılarak açıldı. "Efendim, efen­
dim ' Koruma büyüleri bozuldu! Onları tutamayınca . . . •

Büyücü Suliman genç adamı kolundan tutup yandaki


odaya doğru sürükledi ve başını çevirip, "Fırsatını bulun­
ca döneceğim! Prenses tehlikede!" diye bağırdı.
Abdullah · asker ile bebeğe neler olduğunu görmek
için dönüp baktı, fakat artık yuvarlak aynalarda Sophie
ve Lettie'nin endişeli yüzlerinin yansımasından başka bir
şey yoktu .
"Kahretsin!" dedi Sophie. "Lettie aynaları çalıştırabilir
misin?"

"Hayır. Onları bir tek Ben kontrol ede.bilir," dedi Let-


tie.
Abdullah yerdeki halıyı ve askerin elindeki şişeyi dü­
şündü. "Madem öyle, ey ikiz inciler, " dedi, "gürültü yü­
zünden fazla şikayet gelmeden ben izninizle hana döne­
yim . "
Sophie ile Lettie koro halinde kendilerinin d e gele­
ceklerini söylediler. Abdullah onları suçlayamazdı, fakat
sonraki birkaç dakika içinde neredeyse suçlayacak gibi
oldu. İçinde bulunduğu durum göz önüne alınırsa Lettie
sokaklarda koşturabilecek gibi g?rünmüyordu . Üçü bir­

likte yan odadaki bozulan büyülerin yarattığı kargaşa ve

..
1 74
telaşın içinden aceleyle geçerken Büyücü Suliman soru­
nu çözmek için harcadığı çılgınca çabaya bir saniye ara
vererek Manfred'e at arabasını hazırlamasını emretti .
Manfred emri uygulamak amacıyla koşarak uzaklaşırken
Lettie de kız kardeşini doğru düzgün bir şeyler giymesi
için üst kata götürdü .
Abdullah'a holde volta atmaktan başka yapacak bir
şey kalmamıştı. Orada beş dakikadan fazla beklemesi
gerekmedi, fakat bu zaman zarfında ön kapıyı açmayı en
az on kere denedi. Her seferinde kapının bir büyü tara­
fından kilitli tutulduğunu gördü. Delikanlı aklını kaçıra­
cak gibiydi. Sophie ile Lettie gezmeye çıkarmışçasına za­
rif kıyafetler içinde gelmeden önce bir asır geçmiş gibiy­
di. Manfred ön kapıyı açarak sokak taşlarının üzerinde
bekleyen güzel bir ata bağlı, üstü açık küçük bir at ara­
bası gösterdi. Abdullah o arabaya uçarcasına binip bey­
giri dört nala koşturmak için yanıp tutuşuyordu. Fakat
böylesi elbette kibar bir davranış olmazdı. Manfred ha­
nımları arabaya bindirirken ve ardından sürücü koltuğu­
na geçerken delikanlının beklemesi gerekti. Abdullah
daha Sophie'nin yanındaki koltuğa oturamadan araba ta­
kırdayarak ilerlemeye koyuldu, fakat bu bile genç adam
için yeterince hızlı değildi. Askerin neler yapıyor olduğu­
nu düşünmek bile istemiyordu.
"Umarım Ben yakında Prenses'in koruma büyülerini
düzeltebilir," dedi Lettie kaygıyla, geniş bir meydana gir­
dikleri sırada.
Daha sözünü bitirmeden, beceriksizce ateşlenmiş ha­
vai fişekleri andıran bir dizi patlama oldu. Bir yerlerden
gong. . . gong. . . gong diye çan sesleri yükseldi.
- Sophie, "Neler oluyor?" diye sorduktan sonra kendi

1 75
sorusuna, "Ah, kahretsin! Bakın, bakın!" diye cevap ver­
di bir yeri işaret ederek.
Abdullah başını kadının gösterdiği tarafa çevirdi. Son
anda, en yakındaki kubbelerin ve kulelerin üzerindeki
yıldızları örten kocaman siyah kanatlar çarptı gözüne .
Çoğu kulenin tepesinde küçük ışıklar patladı -askerler
kanatlara ateş açıyorlardı. Abdullah onlara böyle şeylerin
cinlere karşı işe yaramadığını söyleyebilirdi. Kanatlar sa­
kin sakin çırpmaya devam ederek yükseldi ve gece gö­
ğünün koyu maviliklerinde kayboldu .
"Senin şu cin dostun, " dedi Sophie. "Sanırım Ben'in
dikkatini can alıcı bir anda dağıttık. "
"Zaten cin de senin öyle yapacağına güveniyordu, ey
eski kedigil, " dedi Abdullah. "Hatırlarsan, yanımızdan
ayrılırken içimizden birinin onun Prenses'i kaçırmasına
yardım edeceğini söylemişti. "
Şehirdeki diğer çanlar da çalmaya başladı. Sokaklara
doluşan insanlar yukarı baktılar. At arabası giderek artan
bir patırtının içinde ilerlemeyi sürdürdü ve sokaklar ka­
labalıklaştıkça yavaşlamak zorunda kaldı. Sanki herkes
neler olup bittiğinin farkındaydı. Birilerinin, "Prenses git­
ti!" dediğini duydu Abdullah. "Bir şeytan, Prenses Vale­
ria'yı kaçırdı!" İnsanların çoğu korku içindeydi, fakat bir­
kaç kişi, "O Saray Büyücüsü olacak adam asılmalı! Hiç­
bir halta yaradığı yok!" diyordu.
"Tüh!" dedi Lettie. "Kral bir an bile Ben'in bu olayı
önlemek için ne kadar çok uğraştığına inanmayacaktır!"
"Endişelenme," dedi Sophie. "Morgan'ı alır almaz
Kral'a giderim. Krallarla konuşmakta ustayımdır. "
Sophie'ye inanan Abdullah giderek sabırsızlanıyordu.
Muhtemelen sadece beş dakika olan ama genç adama

..

176
yüzyıl gibi gelen bir sürenin ardından araba hanın avlu­
sundaki kalabalığın arasına girdi. Avlu yukarı bakan in­
sanlarla doluydu. "Kanatlarını gördüm," diyordu bir adam.
"Canavarımsı bir kuş, Prenses'i pençesinde tutuyordu."
Araba durdu. Abdullah nihayet sabırsızlığını giderebi­
lirdi -aşağı atlayarak bağırdı: "Ey ahali, yolu açın, yolu
açın! Bu iki cadının halletmesi gereken önemli bir iş var!"
Genç adam tekrar tekrar bağırıp çağırarak Sophie ile Let­
tie'yi han kapısından içeri soktu. Lettie çok utanmıştı.
"Keşke öyle demeseydin!" dedi kadın. "Ben insanla­
rın cadı olduğumu bilmelerinden hiç hoşlanmaz."
"Bunu düşünecek zamanımız yok," dedi Abdullah. İki
kadını aval aval bakan hancının önünden geçirip merdi­
venlere doğru iteledi. "İşte sana bahsettiğim cadılar, ey
muhteşem ev sahibi," dedi adama. "Kedilerine kavuşmak
için sabırsızlanıyorlar. " Abdullah merdivenleri ikişer üçer
çıktı. Lettie ve Sophie'nin önüne geçerek bir sonraki
merdiveni de tırmanıverdi. Odanın kapısını hızla açtı.
"Sakın acele bir şey . . . " diye başladı, fakat sonra içerisinin
tamamen sessiz olduğunu fark etti.
Oda boştu.

177
17

Abdullah Nihayet Uçan


Şatoya Ulaşıyor

M asanın üzerindeki yemek artıklarının arasında içi


yastıklı bir sepet duruyordu. Yataklardan biri hafifçe göç­
müştü ve sanki asker kısa zaman öncesine kadar orada
pipo tüttürmüşçesine havaya bir tütün kokusu hakimdi.
Pencere kapalıydı. Abdullah dışarı bakmak için pencere­
ye doğru fırladı -bir işe yarayacağına inandığından değil,
sııf aklına bir tek bu geldiği için- ve yerdeki krema do­
lu bir tabağa takılıp düştü. Tabak ters dönerek sihirli ha­
lıda uzun bir sarı-beyaz krema lekesi bıraktı.
Abdullah dönüp lekeye baktı. En azından halı ora­
daydı. Bu ne anlama geliyordu? Odada askerden, hele
hele gürültücü bebekten eser yoktu. Etrafa bakınırken
cin şişesinin de orada olmadığını fark etti.
"Ah, hayır!" dedi Sophie kapıya gelerek. "Nerede o?
Halı buradayken fazla uzağa gitmiş olamaz."
Abdullah kadınla aynı fikirde olmayı dilerdi. "Seni en­
dişelendirmek istemem, afacan bebeğin annesi," dedi de­
likanlı, "ama cinin de kayıp olduğu dikkatimi çekti. "
Sophie'nin kaşları hafi�çe çatıldı. "Ne cini?"
Abdullah'ın aklına Sophie'nin kedi biçimindeyken ci­
nin varlığından habersizmiş gibi davrandığı geldi. Tam
da o sırada Lettie kapıda belirdi. Soluk soluğaydı ve bir

,.
178
eliyle böğrünü tutuyordu . "Sorun ne?" diye sordu .
"Burada değiller," dedi Sophie. "Herhalde asker Mor­
gan'ı hancının karısına götürmüştür. Kadın bebeklerden
anlıyor olsa gerek. "
Abdullah buna pek ihtimal vermeyerek, " Gidip bir
bakayım, " dedi. Merdivenleri inerken Sophie'nin haklı
olabileceğini düşündü. Zaten ansızın çığlık çığlığa bağı­
ran bir bebekle karşı karşıya kalan çoğu adamın yapaca­
ğı da buydu -tabii elinin altında bir şişe cini yoksa:
Ağır çizmeler ve tek tip üniforma giymiş adamlar yu­
karı çıkıyorlardı. Hancı onlara yol gösterirken, "İkinci
kattalar, beyler. Eğer atkuyruğunu kestiyse tarifiniz
Strangialıya uyuyor ve genç adam da şu bahsettiğiniz iş­
birlikçi olmalı, " diyordu.
Abdullah gerisingeri döndü ve parmak uçlarına basa­
rak basamakları ikişer ikişer çıktı.
"Başımız belada, pek büyüleyici hanımlar!" dedi Sop­
hie ile Lettie'ye. "Vefasız hancı beni ve askeri tutuklama­
ları için muhafızları buraya getiriyor. Ne yapabiliriz?"
Dikkafalı bir kadının ipleri eline almasının vakti gel­
mişti. Abdullah Sophie'nin böyle biri olmasından mem­
nundu. Kadın hemen harekete geçti ve kapıyı kapayıp
sürgüledi. "Mendilini ver," dedi Lettie'ye. Mendili aldık­
tan sonra yere eğilip sihirli halıdaki kremayı sildi. "Bura­
ya gel," dedi Abdullah'a. "Benimle beraber bu halıya bin
ve ona bizi Morgan'ın bulunduğu yere götürmesini söy­
le. Sen burada kal Lettie ve muhafızları oyala. Halının se­
ni taşımak isteyeceğini sanmam."
"Peki," dedi Lettie. "Zaten Kral onu suçlamaya başla­
madan önce Ben'in yanına dönmek istiyordum. Ama ön­
ce hancıya haddini bildireceğim. Hem Kral'la yapacağım

1 79
buluşma için iyi bir egzersiz olur. " En az kardeşi kadar
dikkafalı olan kadın göğsünü gerip kafasını kaldırarak,
hancı kadar muhafızların da başının belada olduğunu
gösterdi.
Abdullah Lettie'nin de orada olmasından hoşnuttu. Ha­
lıya çömelip hafifçe horladı. Halı hemen titredi. Bu gönül­
süz bir titremeydi. "Ey muhteşem kumaş, halıların lalı ve
yakutu," dedi Abdullah, "bu sefil ve sakar hödük, paha
biçilmez yüzeyine krema döktüğü için özür diler. .. "
Kapı sertçe vuruldu ve birisi, "Kral adına, kapıyı açın!"
diye böğürdü.
Halıya daha fazla yağ çekecek zaman yoktu. "Halı,
sana yalvarıyorum, " diye fısıldadı Abdullah, "beni ve bu
hanımı, askerin bebeği götürdüğü yere taşı."
Halı sinirli bir şekilde titrediyse de itaat etti. Her za­
man yaptığı gibi ileri fırlayarak dosdoğru kapalı pencere­
ye yöneldi. Abdullah bu sefer içinden geçtikleri sırada
camın ve koyu renkli çerçevenin su gibi bir hal aldığını
görecek kadar tetikteydi. Hemen ardından sokağı aydın­
latan gümüşi kürelerin üzerinden uçuyorlardı. Sophie'nin
o kadar rahat olduğu söylenemezdi. Kadın Abdullah'ın
kolunu iki eliyle birden tutuyor ve gözlerini sıkı sıkı ka­
pıyordu.
"Yüksekten nefret ederim!" dedi kadın. "Umarım çok
uzağa gitmiyoruzdur."
"Bu enfes halı bizi oraya mümkün olan en kısa- süre­
de ulaştıracaktır, tapılası cadı, " diyen Abdullah hem onu
hem de halıyı aynı anda temin etmeye çalıştı. Sözlerinin
herhangi birine tesir ettiğinden emin değildi. Sophie
ufak, kısa panik çığlıkları atarak k<?luna tüm gücüyle tu­
tunmayı sürdürürken halı da Kingsbury'nin kuleleriyle

180
ışıkları üzerinde tez ve baş döndürücü bir geçiş yapmış­
tı. Sarayın kubbeleri gibi görünen bir şeyleri aştıktan
sonra şehri tekrar turlamaya başladı.
"Ne yapıyor bu?" diye sordu Sophie. Anlaşılan gözle­
ri o kadar da kapalı değildi.
"Sakin ol, sevgili büyücü," diye onu temin etti Abdul­
lah. "Tıpkı kuşlar gibi yükselmek için havada daireler çi­
ziyor. " Genç adam içten içe palının askerin izini bulama­
dığı kanaatindeydi. Fakat Kingsbury'nin kubbeleri ve
ışıkları üçüncü kez altlarından geçerken kazara da olsa
doğru tahminde bulunduğunu anladı. Artık yerden yüz­
lerce metre yüksekteydiler. Üçüncüden daha geniş dör­
düncü turda -önceki kadar baş döndürücü olmasına rağ­
men- Kingsbury çok, çok aşağılardaki küçük bir ışık
topluluğundan ibaretti.
Aşağıya bir göz atan Sophie'nin başı sallandı. Müm­
kün olsa Abdullah'ın kolunu daha da çok sıkacaktı. "Ah,
aman Tanrım!" dedi kadın. "Hala yükseliyoruz! Sanırım o
aşağılık asker Morgan'ı cine götürmüş!"
Artık o kadar yüksekteydiler ki, Abdullah kadının
haklı olduğundan korkuyordu . "Büyük bir ödül umu­
duyla Prenses'i kurtarmaya kalkmış da olabilir."
"Ama bebeğimi de yanında götürmeye hakkı yok!"
dedi Sophie. "Onu bir elime geçirirsem! İyi de bunu ha­
lı olmadan nasıl yaptı?"
"Cine prensesi kaçıran cini takip etmesini emretmiş
olmalı, ey analığın mehtabı," diye açıkladı Abdullah.
Sophie bunun üzerine tekrar, "Ne cini?" dedi.
"Seni temin ederim ki, büyülü zihinlerin en kıvrağı,
bu halının yanında bir de cine sahiptim. Ama sen onu
hiç görmedin," dedi Abdullah.

181
" Öyleyse sözüne güveniyorum, " dedi Sophie. "Ko­
nuşmaya devam et, yoksa aşağıya bakacağım. Bunu ya­
parsam düşeceğimden adım gibi eminim!"
Halen Abdullah'ın koluna yapışık durduğu için, düştü­
ğü takdirde delikanlıyı da beraberinde götüreceği orta­
daydı. Kingsbury, halının döne döne yükselmesiyle bir­
likte, bir o tarafta bir bu tarafta görünen parlak, bulanık
bir noktaydı artık. Ingary'nin geri kalanı etraflarında ko­
caman, koyu mavi bir tabak gibi uzanıyordu. Bu kadar
yüksekten aşağı düşme fikri Abdullah'ı neredeyse Sophie
kadar korkuttu. Hemen maceralarını, Gece Çiçeği'yle na­
sıl tanıştığını, Sultan'ın kendisini nasıl hapse attığını, cinin
Kabul Akba'nın adamları -aslında melekleri- tarafından
vahadaki gölden nasıl çıkarıldığını ve cinin kasıtlı olarak
mahvecmeyeceği bir dilek tutmanın ne kadar zor olduğu­
nu anlatmaya başladı.
Artık o kadar yüksekteydiler ki, aşağısını seçmek çok
güçtü . Çöl, Ingary'nin güneyindeki solgun bir deniz gibi
duruyordu. "Şimdi anlıyorum ki, asker sırf beni dürüstlü­
ğüne inandırmak için bahsi kazandığımı itiraf etmiş , " de­
di Abdullah dertli dertli. "Herhalde daha en başından iti­
baren cini de halıyı da çalmayı planlıyordu."
Sophie onun anlattıklarına ilgi göstermişti. Abdullah'ın
kolunu tutan ellerini hafifçe gevşeterek genç adamı
oldukça rahatlattı. "Cini herkesten nefret ettiği için suçla­
yamaz.sın," dedi. "Zindana atıldığın zaman kendini nasıl
hissettiğini düşün."
"İyi de, asker . . . " diye başladı Abdullah.
"O başka bir konu! " diye ilan etti Sophie. "Sen dur,
hele onu elime geçireyim! Hayvanlara iyi davranan, son­
ra da karşılarına çıkan her insanı kandıran kişilere katla-

1 82
namam! Ama şu senin şişe cinine dönecek olursak, gö­
rünüşe bakılırsa prensesleri kaçıran cin senin ona sahip
olmanı istemiş. Sence bu olay hüsrana uğramış sevgilile­
ri kullanarak kardeşini alt etme planının bir parçası ola­
bilir mi?"
"Öyle düşünüyorum," dedi Abdullah.
"Öyleyse bulut şatosuna ulaştığımızda . . . tabii gittiği­
miz yer arasıysa . . . " dedi Sophie, " . . . hüsrana uğramış di­
ğer sevgililerin de çıkıp geleceklerine güvenebiliriz. "
"Belki," dedi Abdullah çekinerek . "Ama hatırladığım
kadarıyla, ey kedilerin en meraklısı, cin konuşurken sen
çalılara doğru kaçıyordun ve cin bir tek beni beklediği­
ni söyledi. "
Delikanlı yukarı baktı . Hava giderek soğuyor v e artık
yıldızlar insanın huzurunu kaçıracak denli yakın görünü­
yordu. Göğün koyu maviliğinde ay ışığının bir yerlerden
gelmeye çalıştığını gösteren bir tür gümüşilik vardı. Man­
zara çok güzeldi. Nihayet Gece Çiçeği'ni kurtarmaya gi­
diyor olabileceği fikriyle Abdullah'ın içi içine sığmıyordu.
Maalesef Sophie de yukarı baktı ve Abdullah'a tutu­
nan ellerini daha da sıktı. "Konuş, " dedi kadın. "Korku­
dan ödüm patlıyor. "
"Öyleyse sen de konuşmalısın, gözüpek büyü kulla­
nıcısı," dedi Abdullah. " Gözlerini kapa ve bana Gece Çi­
çeği'nin sözlendiği Oçinstan Prensi'nden bahset. "
"Onunla sözlenmesi pek mümkün değil, " dedi Sophie
neredeyse kekeleyerek -sahiden de çok korkuyordu.
"Kral'ın oğlu daha bir bebek . Tabii bir de Kral'ın kardeşi
Prens Justin var. Justin, Strangia Prensesi Beatrice ile evle­
necekti, ama kız onu reddedip kaçtı. Acaba cinin elme mi
düşmüştür? Bence senin şu Sultan büyücülerimizin burada

1 83
yaptıkları silahların peşindeydi. Ama onları eline geçirme­
si mümkün değil. Güneye giden askerlerimize o silahlar­
dan verilmez. Hatta Howl kimselere paralı asker gönder­

mememizden yana. Howl . . . " Kadının sesi kısıldı ve Abdul­


lah'ı tutan elleri titredi. "Konuş!" dedi çatlak bir sesle.
Konuşmak giderek güçleşiyordu. "Zar zor konuşabili­
yorum, güçlü kuvvetli hanımefendi, " dedi Abdullah. "Sa­
nırım hava seyreliyor. Acaba nefes almamıza yardım
edecek bir büyü yapabilir misin?"
"Muhtemelen hayır. Bana cadı deyip duruyorsun ama
ben bu işte yeniyim, " diye itiraz etti Sophie. "Sen de gör­
dün. Kediyken tek yapabildiğim irileşmekti. " Kısa bir sü­
reliğine Abdullah'ı bırakarak elleriyle kısa, kesik kesik
hareketler yaptı. "Bana bak hava ! " dedi kadın. "Çok ayıp!
Daha rahat nefes almamızı sağlamazsan fazla dayanama­
yacağız. Etrafımıza toplan ve seni içimize çekmemize izin
ver!" Tekrar Abdullah'a yapıştı. "Nasıl, oldu mu?"
Hava sahiden de yoğunlaşmış gibiydi, fakat artık her
zamankinden soğuktu. Abdullah şaşkın durumdaydı,
çünkü Sophie'nin büyü yapış şekli hiç de cadıların tarzı­
na benzemiyordu -hatta kendisi de benzer bir yöntemle
halıyı uçuruyordu. Yine de işe yaradığını itiraf etmeliydi.
"Evet. Çok teşekkürler, büyülerin erbabı."
"Konu�" dedi Sophie.
O kadar yükseklerdeydiler ki, aşağıdaki dünya göz­
den kaybolmuştu. Abdullah kadının duyduğu dehşeti
anlamakta zorlanmıyordu. Halı karanlık bir boşlukta
yükseldikçe yükselirken , Abdullah yalnız olsaydı çığlık
çığlığa bağıracağını biliyordu . "Biraz da sen konuş, bü­
yünün efendisi," dedi titrek bir sesle. "Bana şu senin Bü­
yücü Howl'dan bahset. "

1 84
Dişleri takırdasa da Sophie gururla anlattı: "Ingary'de­
ki, hatta tüm dünyadaki en iyi büyücüdür. Eğer yeteri
kadar vakti olsaydı o cini alt edebilirdi. Ayrıca kendisi
sinsi ve bencil olup, tavuskuşu kadar kibirli ve korkak­
tır. Bir de onu asla bir şeye zorlayamazsın."
"Öyle mi?" diye sordu Abdullah. "Bu kadar uzun bir
kusur listesi karşısında böyle gururlu konuşman ne tu­
haf, hanımların en sevgi dolusu. "
"Kusur da n e demek?" diye sordu Sophie öfkeyle.
"Howl'u sadece tarif ediyordum. O Galler adlı bambaş­
ka bir dünyadan geldi ve öldüğüne asla inanmam . . .
ooy!"
Halı ansızın tül peçeyi andıran bir buluta dalınca ka­
dının cümlesi bir inlemeyle son buldu. Buluttaki tüle
benzer şeylerin buz zerreleri olduğu anlaşıldı. Sanki do­
luya tutulmuşçasına, üzerlerine buz kıymıkları, parçacık­
ları ve taneleri yağdı. Onlardan sakınmaya uğraşırlarken
halı bulutun içinden çıktı. Sonra ikisi birden hayranlıkla
nefesini tuttu.
Ay ışığıyla -hasat zamanına özgü altın sarısı bir tona
bürünmüş ay ışığıyla- yıkanan yeni bir ülkedeydiler. Ab­
dullah şöyle bir bakınınca ayı hiçbir yerde göremedi.
Işık, altın sarısı berrak yıldızlarla bezeli, gümüşi-mavi
gökyüzünün ta kendisinden geliyor gibiydi. Fakat Ab­
dullah bunlara bir saniyeden uzun bakamadı. Halı pus­
lu, şeffaf bir denizin kıyısına varmıştı ve buluttan kaya­
lara çarpan hafif dalgalarda ilerliyordu . San-yeşil ipekten
dokunmuşçasına her bir dalganın arkasını görebilmeleri­
ne karşın su ıslaktı ve halıyı batırmakla tehdit ediyordu.
· Hava sıcaktı. Kıyafetleriyle saçlarının yanı sıra, halı da

erimekte olan buz parçalarıyla doluydu . Sophie ile Ab-

1 85
dullah ilk birkaç dakika boyunca buz parçacıklarını ha­
lının kenarlarından yarı şeffaf okyanusa süpürmekle
meşgul oldular. Dökülen buzlar gökyüzüne batıp kaybo­
luyordu .
Halı hafifleşip de yükseldiğinde etraflarına bakmak
için fırsat buldular ve yine solukları kesildi. Abdullah'ın
günbatımında gördüğü adalar, burunlar ve koylar uzak­
lardaki gümüşi ufka uzanıyor ve orada cennetten bir kö­
şe gibi dingin, büyülü bir şekilde duruyorlardl. Şeffaf
dalgalar buluttan kıyıya çarpıp parçalanırken, belli belir­
siz bir fısıltıdan başka ses çıkarmayarak sessizliğe sessiz­
lik katıyordu.
Böyle bir yerde konuşmak insana yanlış geliyordu .
Sophie dirseğiyle Abdullah'ı dürterek bir yeri işaret etti.
Orada, en yakındaki buluttan burunda üzerlerinde gü­
müşi pencerelerin ışıldadığı mağrur, yüksek kulelerden
oluşan bir şato durmaktaydı. Şato da buluttandı. Onlar
bakarlarken uzunca kulelerden birkaçı yana doğru kaya­
rak koptu ve hiçliğe karıştı, diğer bir kısmı ise küçülüp
büyüdü. Şato gözlerinin önünde bir leke gibi genişleye­
rek ürkütücü bir kaleye dönüştü, ardından tekrar değiş­
meye başladı. Fakat hala oradaydı ve hala bir şatoydu.
Ve halı ikisini oraya götürüyor gibiydi.
Hızlı ama nazik bir yürüyüş temposunda giden halı,
görünmekten kaçınırcasına sahil şeridinden ayrılmıyor­
du. Dalgaların berisinde, günbatımından hemen sonra
ortaya çıkanlara benzer, kırmızı ve gümüşi renklerle be­
zeli bulut öbekleri vardı. Halı nasıl ki Kingsbury Ova­
sı'ndayken ağaçların arkasında saklandıysa, şimdi de
bunların arkasında saklanır gibiydi. Körfezi dolaşarak so­
nundaki buma yaklaştılar.

1 86
İlerledikçe, önlerinde yeni manzaralar belirdi. Altın sa­
rısı denizlerin açıklarında hareket eden dumanlı suretler
birer gemi veya işlerinde güçlerince buluttan yaratıklar
olabilirdi. Halı o fısıltılı sessizliğin içinde ardına saklanıla­
bilecek bulut öbeklerinin bulunmadığı buma vardı. Bura­
da yere alçalarak Kingsbury'deki evlerin çatılarına uyum
gösterdiği gibi araziye uyuın gösterdi. Abdullah halıyı
suçlamıyordu. İlerideki şato tekrar şekil değiştirerek, ulu
bir kameriye halini alana dek genişledi. Halı şatonun ka­
pısına giden uzun bir caddeye girerken şatonun tepesin­
de kubbeler yükselip şişiyordu ve yapı onların gelişini iz­
ler gibi çatısında altın sarısı bir minare çıkarmıştı.
Cadde boyunca sıralanmış buluttan şekiller de onları
seyreder gibiydi. Bulut zeminden çıkan şekiller, havada­
ki ana buluttan kopuk duran daha ufak bulutları andırı­
yordu. Fakat şatonun aksine, bunlar şekil değiştirmiyor­
du . Her biri mağrur bir edayla dimdik duruyordu; kimi­
si deniz atı, kimisi satranç tahtasındaki at şeklindeydi,
gerçek atlarla aralarındaki tek fark ise ifadelerinin boş ve
düz olması ve yüzlerini çevreleyen -ne buluta ne de sa­
ça benzeyen- kıvrım kıvrım uzantılardı.
Sophie yanlarından geçtikçe bunlara giderek artan bir
hoşnutsuzlukla bakıyordu. " Bence şu cinin heykel zevki
yok denecek kadar az, " dedi kadın.
"Ah, sus, pek dobra hanımefendi!" diye fısıldadı Ab­
dullah. "Bunlar heykel değil, cinin bahsettiği iki yüz yar­
dımcı melek!"
Konuşurken çıkardıkları sesler en yakındaki buluttan
şeklin dikkatini çekti. Şekil hafifçe kıpırdanarak bir çift
devasa aytaşı göz açtı ve önünden geçen halıya bakmak
için ileri doğru eğildi.

1 87
"Sakın bizi durdurmaya kalkma!" dedi Sophie ona.
"Buraya bebeğimi almaya geldik."
Dev gözler kırpıldı. Anlaşılan melek kendisiyle bu ka­
dar sert konuşulmasına alışkın değildi. Gövdesinden
bembeyaz, buluttan kanatlar açılmaya başladı.
Abdullah hemen ayağa kalktı ve eğilerek selam ver-
di. "Selam olsun sana, ey göklerin en saygın habercisi,"
dedi. "Hanımefendinin �anıdan düşercesine söylediği
şey doğru. Lütfen onu bağışla. Kendisi kuzeylidir. Ama
tıpkı benim gibi burada barışçıl amaçlarla bulunuyor.
Cinler onun çocuğuna bakıyorlar. Biz de çocuğu almaya
ve en içten teşekkürlerimizi sunmaya geldik."
Bu sözler meleği yatıştırmışa benziyordu. Yaratığın
kanatları buluttan gövdesine geri katlandı ve garip kafa­
sı ilerlemekte olan halıya çevrili dursa da, onları engel­
lemeye kalkmadı. Fakat artık karşı taraftaki melek de
gözlerini açmıştı ve sonraki ikisi de dönüp baktı. Abdul­
lah tekrar oturmaya cüret edemedi. Dengesini korumak
için ayaklarını biraz açtı ve önüne çıkan her melek çifti­
ne eğilerek selam verdi. Bunu yapmak o kadar kolay
değildi. Halı da meleklerin ne kadar tehlikeli olabilecek­
lerini Abdullah kadar iyi biliyor ve bu yüzden giderek
hızlanıyordu.
Sophie bile biraz kibarlığın faydalı olacağını anladı.
Yanından hızla geçtikleri her meleğe başıyla selam ver­
di. "İyi akşamlar," dedi. "Ne güzel bir günbatımı. İyi ak­
şamlar." Daha fazlasını söyleyecek kadar vakti yoktu, zi­
ra halı caddenin geri kalanını ok gibi katetti. Kapalı du­
ran şato kapısına ulaştığında da, bir lağım faresi gibi, bir
atık su borusuna daldı. Abdullah ile Sophie puslu bir ru­
tubete gömüldüler ve sonrasında altın sarısı dingin bir

,.
1 88
ışıkla aydınlanan bir yere çıktılar. Burası bir bahçeydi.
Halı kendini bırakarak yere toz bezi gibi serilip kaldı,
korkmuşçasına veya soluk soluğa kalmışçasına hafif ha­
fif sarsılıyordu .
Bahçenin zemini katı olduğundan ve buluttanmış gi­
bi görünmediğinden, Sophie ile Abdullah halıdan ihtiy­
atla indiler. Bastıkları yer gümüşi-yeşil çimenlerin yetişti­
ği bir alandı. Uzakta, muntazam çitlerin arasında mermer
bir çeşme şırıldıyordu. Sophie önce o çeşmeye, sonra da
etrafına bakıp kaşlarını çattı.
Abdullah eğilerek, düşünceli bir davranışla halıyı top­
ladı ve onu hafifçe okşayarak yatıştırdı. "Çok cesurdun,
halıların en yiğidi," dedi. "Geçti, geçti. Sakın korkma. Ne
kadar kudretli olursa olsun hiçbir cinin senin değerli ku­
maşındaki tek bir tele veya kenarlarındaki tek bir püskü­
le zarar vermesine müsaade etmeyeceğim. "
"Askerin, Zıpır için ortalığı telaşa verdiği zamanki ha­
line benziyorsun," dedi Sophie. "Şato orada. "
Birlikte yola koyuldular. Sophie tetikte bekleyerek et­
rafına bakınıyor, Abdullah ise halıyı omzunda taşıyordu.
Genç adam ara sıra halıyı okşamayı ihmal etmiyordu ve
zamanla sarsılmaların azaldığını hissetti. Epey yürümele­
ri gerekti, zira bahçe buluttan olsa da, etraflarında deği­
şiyor ve büyüyordu. Çitler, sanatsal bir tarzda budanmış,
soluk pembe çiçek kümelerine ve çeşme de bir tür kris­
tale dönüştü . Birkaç adım sonraysa her şey mücevherler­
le bezeli saksılar içindeydi ve vernikli sütunların etrafın­
da sarmaşıklar yükseliyordu. Görebildikleri kadarıyla
çeşme safirlerle süslü bir gümüştü.
"Cin kafasına göre değişiklik yapmış, " dedi Sophie.
"Yanılmıyorsam burası banyomuzdu. "

1 89
Abdullah yüzünün kızardığını hissetti. Sophie'nin
banyosu olsun olmasın, burası kurduğu hayallerdeki
bahçenin tıpatıp aynısıydı. Hasruel daha önce de yaptı­
ğı gibi delikanlıyla dalga geçiyordu. İlerideki çeşme, şa­
rap kızılı yakutların ışıldadığı altına dönüşünce Abdullah
da en az Sophie kadar sinirlendi.
"Kafa karıştırıcı değişimleri göz ardı etsek bile bir bah­
çe böyle olmamalı," dedi öfkeyle. "Bahçe dediğin doğal
görünüp vahşi tabiatı barındıran bôlümlere sahip olmalı.
Mavi sümbüllerin dikildiği büyük bir kısım da cabası."
"Haklısın," dedi Sophie. "Şu çeşmeye bak! Banyo de­
diğin böyle mi olur?"
Çeşme zümrütlerle süslü bir platindi. "Aşırı cafcaflı!"
dedi Abdullah. "Ben kendi bahçemi tasarladığımda . . . "
Sözleri çocuk ağlamasıyla kesildi ve ikisi birden koş­
maya başladılar.

190
18

Ortalık Prensesten Geçilmiyor

Ç ocuğun çığlıkları arttı. Sesin geldiği yönü kanştır­


manın imkanı yoktu. Sophie ile Abdullah sütunlu bir re­
vağın içinden o tarafa doğru koşarlarken, "Bu Morgan
değil; daha büyük bir çocuk! " dedi Sophie .
Abdullah onun haklı olduğunu düşündü . Çığlıkların
arasından, ne olduklarını anlayamasa bile, bazı sözcük­
ler duyabiliyordu. Ayrıca hiç şüphe yok ki, Morgan avazı
çıktığı kadar bağırırken dahi böyle gürültü çıkaracak
güçlü ciğerlere sahip değildi. Çığlıklar neredeyse katlanı­
lamayacak bir seviyeye ulaştıktan sonra kulak tırmalayı­
cı hıçkırıklara dönüştü . Bunlar da muntazam, rahatsız
edici bir " Ühü-ühü-ühü!" halini aldı. Tam bu ses de çe­
kilmez hale gelmişken çocuk tekrar delice çığlık atmaya
başladı.
Sesi izleyen Sophie ile Abdullah revaktan çıktıkların­
da kendilerini kocaman ve buluttan bir salonda buldu­
lar. Orada tedbirli davranarak bir sütunun arkasına sak­
landıkları sırada Sophie, "Burası salonumuzdu. Şuna
bak, balon gibi şişirmişler!" dedi.
Oda çok büyüktü. Çığlıklar atan çocuk da tam orta­
sındaydı. Bu, sarı bukleleri olan, beyaz bir gece elbisesi
giymiş, dört yaşlarında bir kız çocuğuydu. Suratı kıpkır­
mızı, kocaman açılmış ağzı ise kapkaraydı. Önce kendi-

191
ni mermer zemine atıyor, sonra tekrar atabilmek için
ayağa kalkıyordu. Eğer dünyada tek bir huysuz çocuk
varsa, işte o çocuk bu kızdı. Koca salondaki yankıları da
onunla beraber bağırıyordu.
"Bu Prenses Valeria, " diye fısıldadı Sophie Abdullah'a.
"Tahmin etmiştim. "
Uluyan prensesin başının üzerinde Hasruel asılı duru­
yordu. Çok daha ufak ve solgun bir diğer cin de onun ar­
kasına saklanmıştı. "Bir şeyler yap!" diye bağırdı küçük cin.
Duyulmasını sağlayan tek şey gümüş trompetlerinki gibi
bir sese sahip olmasıydı. "Bu kız bana aklımı kaçırtacak!"
Hasruel koca suratını Valeria'nın haykıran yüzüne
yaklaştırdı. "Minik prenses," diye gürledi onu yatıştırmak
istercesine, "ağlamayı bırak. Zarar görmeyeceksin. "
Prenses Valeria'nın cevabı ilk başta ayağa kalkıp Has­
ruel'e avazı çıktığı kadar bağırmak, sonra da kendini ye­
re atıp orada tepinmek oldu. " Ühü-übü-ühü!" dedi tüm
gücüyle. "Evime dönmek istiyorum! Babamı istiyorum!
Dadımı istiyorum! Amcam Justin'i istiyorum! ÜbüÜÜ."
"Minik prenses!" dedi Hasruel yalvarırcasına.
"Bırak şunu! " diye öttü diğer cin -bunun Dalzel oldu­
ğuna hiç şüphe yoktu . "Bir büyü yap! Tatlı rüyalar, mut­
lak sessizlik, bin tane ayıcık, bir ton şekerleme! Ne ya­
parsan yap, yeter ki yap!"
Hasruel kardeşine doğru döndü. Açık kanatlarını çır­
parak salonda fırtınalar kopardı ve Valeria'nın saçlarını
uçuşturup elbisesini dalgalandırdı. Sophie ile Abdullah
sütuna sıkıca tutundular, yoksa rüzgarın şiddeti onları
geriye savuracaktı. Fakat bu bile Prenses Valeria'nın öf­
ke nöbetine fayda etmedi. Hatta daha yüksek sesle ba­
ğırmaya başladı:

,.

1 92
"Hepsini denedim, sevgili kardeşim!" diye gürledi
Hasruel.
Prenses Valeria artık durmadan, "ANNE! ANNE! BANA
EZİYET EDİYORLAR!" diye haykırıyordu .
Hasruel'in sesini gök gürültüsü gibi yükseltmesi ge­
rekti. "Böyle huysuz bir çocuğu durduracak bir büyü ol­
madığını bilmiyor musun?" diye kükredi.
Dalzel solgun ellerini sivri uçlu ve mantara benzeyen
kulaklarına kapadı . "Artık dayanamıyorum! " diye bağırdı
tiz bir sesle. "Onu yüz yıllığına uyut!"
Hasruel tamam dercesine kafasını salladı. Haykıran ve
yerlerde tepinen Prenses Valeria'ya doğru dönüp devasa
ellerini iki yana açtı.
"Aman Tanrım! " dedi Sophie Abdullah'a. "Bir şeyler
yap!"
Ne yapacağına dair hiçbir fikri olmadığı ve bu kor­
kunç sesi kesebilecek herhangi bir şeyden zarar gelme­
yeceğini düşündüğü için Abdullah'ın tek yaptığı, karar­
sız bir şekilde sütundan santim santim uzaklaşmak oldu .
Neyse ki Hasruel'in büyüsü Prenses Valeria'ya görünür
bir etki etmeden önce bir insan kalabalığı çıkageldi. Gür,
hafif kulak tırmalayıcı bir ses şamatayı bastırdı.
"Bu gürültü de net'
Her iki cin de geri çekildi. Gelenlerin tamamı kadındı
ve hepsi de son derece mutsuz görünüyordu. Tüm ortak
noktaları da bundan ibaretti. Sayıları otuzu bulan kadınlar
tek sıra halinde durarak iki cine suçlar gözlerle baktılar.
Uzun, kısa, tıknaz, sıska, genç, yaşlıydılar ve her türlü ten
rengine sahiptiler. Abdullah'ın şaşkın bakan gözleri sırayı
tek tek takip etti. Bunlar kaçırılan prensesler olmalıydı.
Ortak üçüncü noktaları da buydu. İçlerinde minyon, cılız,

1 93
sarı derilisi de vardı, yaşlıca ve sırtı kambur olanı da.
Ayrıca üzerlerinde balo elbisesinden tutun da tüvit kıya­
fetlere kadar her türden giysi mevcuttu.
Az önce seslenen orta boylu ve sağlam yapılı prenses,
diğerlerinden bir adım önde duruyordu . Üzerinde binici
kıyafeti vardı. Dışarıda kalmaktan bronzlaşmış ve biraz
yıpranmış yüzü dobra ve duyarlı görünüyordu . İki cine
de büyük bir nefretle bakmaktaydı. "Bu kadarı da ol­
maz!" dedi kadın. "Sizin gibi iki güçlü yaratık bir çocu­
ğun ağlamasını bile engelleyemiyor!" Kadın, Valeria'ya
yaklaştı ve küçük kızın poposuna sert bir şaplak indirdi.
"Kes sesini!"
Yaptığı işe yaradı. Valeria daha önce hiç tokat yeme­
mişti. Vurulmuşçasına yuvarlanıp dimdik oturdu. Açık
sözlü prensese, ağlamaktan şişmiş gözlerindeki hayret
ifadesiyle baktı. "Bana vurdun!"
"Kaşınmaya devam edersen gene vuracağım, " dedi
açık sözlü prenses.
"Bağırırım, " dedi Valeria. Ağzı tekrardan kocaman
açıldı ve derin bir nefes aldı.
"Hayır, bağıramazsın, " dedi açık sözlü prenses. Vale­
ria'yı yerden aldığı gibi akasındaki iki prensesin eline
teslim etti. Onlarla birlikte birkaç kadın daha Valeria'nın
etrafını sarıp yatıştırıcı sesler çıkardılar. Valeria kalabalı­
ğın arasından tekrar bağırmasına karşın sesi artık pek de
hevesli çıkmıyordu. Açık sözlü prenses ellerini beline
koydu ve küçümser bakışlarla cinlere doğru döndü.
"Gördünüz mü?" dedi kadın. "Tek gereken biraz sert­
lik, biraz da şefkat göstermek, ama ikiniz de bunu anla­
mıyorsunuz!"
Dalzel kadına yaklaştı. Artık ızdırap çekmediğinden,

1 94
Abdullah cinin ne kadar güzel olduğunu görerek şaşırdı.
Mantara benzeyen kulakları ve pençeli ayakları hariç
uzun boylu, meleğimsi bir adam gibi görü nüy ordu . Ba­
şında altın sarısı bukleler vardı, küçük ve güdük kanat­
ları da altın sarısıydı. Yaratığın kıpkırmızı ağzı hoş bir te­
bessümle kıvrılmıştı. Kısacası, tıpkı üzerinde yaşadığı ga­
rip ve buluttan krallık gibi sıradışı bir güzelliğe sahipti.
"Lütfen çocuğu götür," dedi Dalzel, "ve onu avut, ey ka­
rılarımın en harikası Prenses Beatrice. "
Lafını esirgemeyen Prenses Beatrice zaten o sırada di­
ğer prenseslere Valeria'yı götürmelerini işaret etmektey­
di, fakat bu sözler üzerine hızla döndü. "Sana söyledim, "
dedi kadın, "hiçbirimiz senin karın değiliz. Yüzün mo­
rarana kadar bize öyle diyebilirsin, ama faydası olmaz.
Biz senin karın değiliz ve hiçbir zaman olmayacağız!"
"Aynen öyle! " dedi diğer prensesler düzensiz ama ka­
rarlı bir koro halinde. Biri hariç hepsi birden hızla geri
dönüp, ağlayan Prenses Valeria'yla birlikte oradan ayrıl­
dı.
Sophie'nin yüzü mutlu bir tebessümle aydınlandı.
"Anlaşılan prensesler başlarının çaresine bakabiliyorlar!"
diye fısıldadı.
Abdullah'ın dikkati başka yerdeydi. Geride kalan
prenses Gece Çiçeği'ydi. Genç kız Abdullah'ın hatırladı­
ğından iki kat daha güzeldi ve hoş gözlerini ciddiyetle
Dalzel'e dikmişti. Kadın kibarca eğilerek selam verdi.
Onu izleyen Abdullah'ın yüreği pır pır ediyor, çevresin­
deki buluttan sütunlar bir kaybolup bir görünüyordu. O
güvendeydi! Buradaydı!
Gece Çiçeği, Dalzel'le konuşmaya başladı. "Beni
bağışla, yüce cin, ama bir sorum var. " Sesi Abdullah'ın .

1 95
hatırladığından bile daha melodikti ve serin bir çeşme­
nin şırıltısı kadar şendi.
Dalzel dehşeti andıran bir tepki vererek Abdullah'ı öf­
kelendirdi. "Ah, gene mi sen!" diye öttü ufak tefek cin.
Arka planda kapkara bir sütun gibi duran Hasruel kolla­
rını göğsünde kavuşturup sinsice sırıttı.
"Evet, benim, sultan kızlarının yavuz hırsızı, " dedi Ge­
ce Çiçeği başını kibarca eğik tutarak. "Burada sadece ço­
cuğun ağlama sebebinin ne olduğunu sormak için bulu­
nuyorum."
"Ben nereden bileyim?" dedi Dalzel. "Bana sürekli ce­
vap veremeyeceğim sorular soruyorsun! Bu soru da ne­
reden çıktı?"
"Çünkü," diye cevapladı Gece Çiçeği, "bir çocuğu sa­
kinleştirmenin en iyi yolu, onu böyle davranmaya iten
meseleyle ilgilenmektir, ey hükümdarları evlatsız bıra­
kan haydut. Bunu kendi çocukluğumdan biliyorum,
çünkü benim de pek çok kereler huysuzlandığını oldu . "
Yok daha neler! diye aklından geçirdi Abdullah. Kız
bir amaç doğrultusunda yalan söylüyordu. Onunki kadar
hoş tabiatlı biri hiçbir sebepten bağırmazdı! Yine de Dal­
zel kızın sözlerine inanmakta zorlanmadı.
"Eminim olmuştur!" dedi yaratık.
"Öyleyse sebep neydi, cesurların cesuru?" diye üste­
ledi Gece Çiçeği. "Sarayına dönmek istemesi mi, oyun­
cak bebeklerinden birini özlemesi mi, senin suratından
korkması mı, yoksa . . . "
"Eğer amacın onu geri göndermemi sağlamaksa, avu­
cunu yalarsın, " diye sözünü kesti Dalzel. "O artık kanla­
rımdan biri . "
"Madem öyle, yalvarırım bağırışlarını neyin başlattığı-

"
1 96
nı bul, haklıların savunucusu , " dedi Gece Çiçeği kibarca,
"zira bunu bilmeden otuz prenses bile küçük kızı sustu­
ramayabilir." Sahiden de o konuşurken uzakta bir yer­
den Prenses Valeria'nın sesi -" ühü-ühü- ÜHÜ."- geliyor­
du. "Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum," diye be­
lirtti Gece Çiçeği. "Bir keresinde, ayaklarım en sevdiğim
ayakkabılarıma sığmıyor diye tam bir hafta boyunca ge­
ce gündüz bağırmıştım. "
Abdullah genç kızın doğruyu söylediğini görebiliyor­
du. Buna rağmen güzeller güzeli Gece Çiçeği'nin çığlık­
lar atarak yerlerde tepinmesini bir türlü kafasında can­
landıramıyordu .
Onun aksine, Dalzel inanmakta yine zorluk çekmedi.
Korkudan ürpererek öfkeyle Hasruel'e doğru döndü.
"Düşün biraz. Kızı getiren sensin. Onu neyin üzdüğünü
fark etmiş olmalısın. "
Hasruel'in kocaman, kahverengi suratı çaresizce bu­
ruştu. "Sevgili kardeşim, onu mutfaktan geçirerek getir­
dim, çünkü korkudan suspus olmuş ve bembeyaz kesil­
mişti. Tatlı bir şeyler yemesinin onu mutlu edeceğini dü­
şünüyordum . Ama kız tatlıları aşçının köpeğine fırlatıp
sessizliğini sürdürdü . Bildiğin gibi onu diğer prensesle­
rin arasına koyunca ağlamaya başladı ve sadece senin
karşına çıkarıldığında haykırıp . . . "

Gece Çiçeği işaretparmağını kaldırdı. "Hah!" dedi


genç kız.
İki cin de ona doğru döndü.
"Buldum," dedi Gece Çiçeği. "Sebep aşçının köpeği
olmalı. Zaten çocuklar hayvan gördüler mi hep böyle ya­
parlar. Kız her istediğini elde etmeye alışmış ve şimdi de
köpeği istiyor. Aşçına talimat ver de köpeğini bize getir-

1 97
sin, hırsızların kralı. Sana söz veriyorum ki gürültü kesi­
lecek. "
Dalzel, "Pekala, " dedikten sonra Hasruel'e dönüp, "Yap
şunu!" diye öttü.
Gece Çiçeği eğilerek selam verip teşekkür etti ve za­
rafetle yürüyerek uzaklaştı.
Sophie hemen Abdullah'ı kolundan tuttu . "Peşinden
gidelim. "
Abdullah n e kıpırdadı ne de cevap verdi. Gece Çiçe­
ği'nin arkasından ağzı açık bakarken, ne onu gördüğüne
ne de Dalzel'in kendini kızın ayakları dibine atarak ona
tapmadığına inanabiliyordu. Aslında cinin öyle davran­
mamasının iyi bir şey olduğunu itiraf etmeliydi, ama yi­
ne de . . .
"Kız senin, değil mi?" dedi Sophie delikanlının yüzü­
ne baktıktan sonra. Abdullah kendinden geçmişçesine
kafasını salladı. "Öyleyse zevk sahibiymişsin," dedi Sop­
hie. "Hadi artık, fark edilmeden önce gidelim! "
Gece Çiçeği'nin gittiği istikamete doğru sütundan sü­
tuna geçerek ilerlediler. Bir gözlerini devasa salondan
ayırmıyorlardı. Uzaktaki Dalzel birkaç basamağın üzerin­
de yer alan koskoca bir tahtta somurtarak oturmaktaydı.
Hasruel mutfaktan çıkıp geldiğinde Dalzel ona tahtın
önünde diz çökmesini işaret etti. İkisi de davetsiz misa­
firlerine başını çevirip bakmadı. Sophie ile Abdullah par­
mak uçlarında ilerleyerek, Gece Çiçeği geçtikten sonra
salınmayı sürdüren bir perdeye vardılar. Perdeyi kenara
çekip yola devam ettiler.
Perdenin arkasında bulunan büyük, iyi aydınlanmış oda
prenseslerle doluydu. Ortalarında bir yerde de Prenses Va­
leria hıçkırarak ağlıyordu: "Artık eve gitmek istiyorum!"

198
"Sus, canım. Yakında gideceksin," diye karşılık verdi
biri.
Prenses Beatrice'in sesi duyuldu . "Çok güzel ağladın
Valeria. Hepimiz seninle gurur duyuyoruz. Ama artık ağ­
lamayı bırak güzel kız. "
"Yapamam!" dedi Valeria hıçkırarak. "Alışkanlık ol­
du!"
Sophie odaya giderek artan bir öfkeyle bakıyordu.
"Burası süpürge dolabımızdı!" dedi kadın. "Pes doğrusu!"
Abdullah onunla ilgilenemiyordu, çünkü Gece Çiçeği
yakında bir yerde durmuş, "Beatrice!" diye sesleniyordu
hafifçe.
Prenses Beatrice onu duyup kalabalıktan ayrıldı. "Sa­
kın söyleme," dedi kadın. "Başardın. Güzel. O cinlerin
karşısına çıktığında feleklerini şaşırıyorlar, Çiçek. Eğer o
adam razı gelirse . . . " Genç kadın bu noktada Sophie ile
Abdullah'ı fark etti. "Siz ikiniz de nereden çıktınız?"
Gece Çiçeği hızla arkasına döndü. Abdullah'ı görün­
ce yüzünde, bir anlığına, delikanlının görmeyi umduğu
tüm ifadeler belirdi: tanıma, mutluluk, aşk ve gurur. "Be­
ni kurtarmaya geleceğini biliyordum!" diyordu iri kara
gözleri. Sonra tüm bu ifadeler Abdullah'ı şaşırtarak ve in­
citerek kayboldu . Kızın yüzü düzgün ve kibar bir hal al­
dı. Gece Çiçeği nazikçe eğildi. "Bu Zanzib'den Prens Ab­
dullah, " dedi, "fakat hanımefendiyle tanışmışlığım yok."
Gece Çiçeği'nin davranışı Abdullah'ı içine düştüğü
sersemlikten kurtardı. Herhalde Sophie'yi kıskanmıştı.
Delikanlı da eğilip aceleyle açıklamaya koyuldu. "Ey kral
tacının incileri, bu hanım Saray Büyücüsü Howl'un eşi­
dir ve kendisi burada çocuğunu aramak için bulunmak­
tadır."

1 99
Prenses Beatrice sert, yıpranmış yüzünü Sophie'den
tarafa çevirdi. "Ah, demek o senin bebeğin!" dedi kadın.
"Acaba Howl da yanında mı?"
"Hayır," dedi Sophie üzülerek. "Burada olmasını
umuyordum. "
"Korkarım ondan hiçbir iz yok, " dedi Prenses Beatri­
ce. "Çok yazık. Ülkemi fethetmiş bile olsa burada işimi­
ze yarayabilirdi. Ama bebeğin bizde. Bu tarafa gel . "
Prenses Beatrice onları Valeria'yı yatıştırmaya çalışan
prenseslerin yanından geçirerek odanın arkasına götür­
dü. Gece Çiçeği onunla gittiği için Ab�ullah da peşleri­
ne takıldı. Gece Çiçeği artık ona neredeyse hiç bakma­
dığından ve yalnızca yanlarından geçtiği prenseslere ba­
şıyla selam verdiğinden Abdullah'ın endişesi artıyordu.
"Alberya Prensesi," dedi genç kız resmi bir şekilde .
"Farktan Prensesi. Tayak Varisi. Bu, Peyçistan Prensesi
ve yanındaki de İniço Düşesi. Onun arkasındaki Dori­
minde Baroniçesi."
Peki bu kıskançlık değilse neydi? Abdullah mutsuz bir
merak içerisindeydi.
Odanm arka tarafında, üzerinde yastıklar olan geniş
bir bank vardı. "Ivır zıvır rafını!" diye homurdandı Sop­
hie. Bankta üç prenses oturuyordu : Abdullah'ın önceden
fark ettiği yaşlıca prenses, palto giyen tıknaz bir prenses
ve aralarına tünemiş o minyon sarı prenses. Minyon
prensesin çıtayı andıran kolları, Morgan'ın pembemsi
renkli tombiş bedenine dolanmıştı.
"Bu hanımefendi, telaffuz edebildiğimiz kadarıyla,
Tsapfan Baş Prensesi, " dedi Gece Çiçeği. "Sağındaki Yu­
karı Norland Prensesi. Solunda ise Jaham Jahaniçesi yer
alıyor. "

..
200
Minyon Tsapfan Baş Prensesi, kendine büyük gelen
bir oyuncak bebeğe sahip küçük bir çocuğa benzese de,
büyük bir ustalık ve tecrübeyle tuttuğu kocaman bir bi­
beronla Morgan'ı beslemekteydi.
"Morgan onunla pek rahat, " dedi Prenses Beatrice.
"Prenses'e de iyi geldi. Bebek sayesinde surat asmayı bı­
raktı. Kendisinin tam on dört bebeği olduğunu söylüyor."
Minyon prenses utangaç bir tebessümle onlara baktı.
"Herke marab, " dedi kadın kısık ve tutuk bir sesle. Mor­
gan el ve ayak parmaklarını açıp kapıyordu. Halinden
hoşnut bir bebeğin nasıl olması gerektiğini dünyaya gös­
terir gibiydi. Sophie onlara uzun uzun baktı. "Bu bibero­
nu da nereden bulmuş?" diye sordu , zehirli olabileceğin­
den korkarcasına.
Minyon prenses tekrar başını kaldırdı. Gülümseyerek,
minicik parmaklarından biriyle bir yeri işaret etti.
"Dilimizi pek iyi konuşamıyor," diye açıkladı Prenses
Beatrice. "Ama cin onu anlar göründü. "
Baş Prenses'in incecik parmağı bankın altını gösteri­
yordu. Orada, boşlukta sallanan küçük ayaklarının di­
binde tanıdık mavi-mor bir şişe durmaktaydı. Abdullah
şişenin üstüne atladı. Aynı anda tombul ]aham Jahaniçe­
si de beklenmedik derecede iri ve kuvvetli ellerini uza­
tarak şişeye doğru atıldı.
"Kesin şunu!" diye uludu cin, onlar mücadele eder­
ken. "Dışarı çıkmayacağım! O cinler bu sefer beni kesin­
kes öldürecek!"
Abdullah şişeyi iki eliyle birden tutup asıldı. Hareketi
Jahaniçe'nin üstündeki paltonun düşmesine sebep oldu.
Abdullah iri mavi gözlere ve kırçıl saçların çevrelediği çiz­
gilerle dolu bir surata bakarken buldu kendini. Yaşlı as-

20 1
ker mahcup mahcup gülümseyerek cin şişesini bıraktı.
"Sen!" dedi Abdullah öfkeyle.
"Kendisi sadık kulum olur," diye açıkladı Prenses Be­
atrice . "Beni kurtarmaya gelmiş. Aslında garip bir durum.
Onu böyle gizlememiz gerekti."
Sophie bir anda Abdullah ile Prenses Beatrice'i kena­
ra itekleyerek aradan fırladı ve, "Şimdi seni elime geçir­
dim!" dedi.

202
19

Bir Asker, Bir Aşçı ve Bir Halı Tüccarı


Taleplerde Bulunuyor

K .ısa süreliğine o kadar büyük bir gürültü koptu ki,


Prenses Valeria'nın sesi hiç duyulmadı. Gürültünün çoğu
Sophie'den geliyordu . Kadın önce hırsız ve yalancı gibi
hafif sözlerle başladı, sonra Abdullah'ın o güne kadar hiç
duymadığı ve belki de askerin işlemeyi aklının ucundan
bile geçirmediği suçlara kadar gitti. Abdullah bir müddet
sonra Sophie'nin Geceyarısı'yken çıkardığı demir çıkrık
sesini bile arar hale geldi. Tabii gürültünün bir kısmı da
askerden çıkıyordu . Yere diz çökmüş olan adam ellerini
ağzının önünde borazan yapmıştı ve giderek daha gür
bir sesle böğürüyordu: "Geceyarısı. . . yani hanımefendi!
Durun açıklayayım. Geceyarısı . . . şey . . . hanımefendi!"
O da yetmezmiş gibi Prenses Beatrice de, "Hayır, dur
ben açıklayayım!" diyerek araya giriyordu .
Diğer bazı prensesler de bağırıp çağırarak kargaşayı
körüklüyorlardı: "Ah, lütfen susun, yoksa cinler duyacak!"
Abdullah yakarırcasına koluna asılarak Sophie'yi dur­
durmaya çalıştı, fakat Morgan biberonu ağzından çıkarıp
etrafına şöyle bir baktıktan sonra ağlamaya başlamasay­
dı, herhalde kadını hiçbir şey durduramayacaktı. Sophie
bebeğinin ağladığını görünce hemen ağzını kapadı. Son­
ra ağzını yeniden açarak, "Tamam öyleyse. Açıkla," dedi.

203
Nispeten sessizleşen ortamda minyon prenses, Mor­
gan'ı susturdu ve bebek kaldığı yerden beslenmeye de­
vam etti.
"Bebeği yanımda götürmek istemedim," dedi asker.
"Ne?" dedi Sophie. "Bebeğimi bırakıp . . . "
"Hayır, hayır, " dedi asker. "Cine bebeği ona iyi bakacak
birine teslim etmesini ve beni Ingary Prensesi'ne götürme­
sini söyledim. Ödül peşinde koştuğumu reddetmiyorum."
Adam Abdullah'a baktı. "Ama cinin nasıl biri olduğunu bi­
liyorsun, değil mi? Bir de baktım ikimiz birden buradayız."
Abdullah şişeyi yüzünün önüne kaldırdı. " Dileği ger­
çekle;ıti," dedi cin küskün bir edayla.
"Bebek kıyameti kopardı," dedi Prenses Beatrice.
"Dalzel gürültünün nereden geldiğini bulması için Has­
ruel'i yolladı. Aklıma Prenses Valeria'nın tantana yaptığı­
nı söylemek geldi. Tabii sonra Valeria'yı bağırtmamız ge­
rekti. İşte o zaman Çiçek planlar kurmaya başladı. "
Kadın, aklı başka yerde olduğu anlaşılan Gece Çiçe­
ği'ne doğru döndü -ve Abdullah o başka şeyin kendisiy­
le ilgili olmadığını yüreği parçalanarak anladı. Gece Çi­
çeği odanm karşı tarafına bakıyordu . "Beatrice, sanırım
aşçı köpeğini getirdi, " dedi.
"İyi bari," dedi Beatrice. "Gelin bakalım. " Kadın oda­
nın oıtasına yollandı.
Odaya uzun bir aşçı şapkası takan bir adam girmişti.
Tek gözü olan kır saçlı ve irice biriydi. Bacakları arasın­
da duran köpeği, yanına yaklaşan prenseslere hırlıyordu.
Onun bu durumu aşçının da düşüncelerini yansıtır gibiy-
di. Adamın her şeyden şüphelenir bir hali vardı.
"Cemal!" diye bağırdı Abdullah. Sonra şişeyi tekrar
kaldırıp içine baktı.

204
" Zanzib'deki hariç en yakın saray burasıydı," diye
kendini savundu cin.
Abdullah eski dostunu sağ salim görmekten öyle mut­
luydu ki, cinle tartışmadı. Kibarlığı tamamen unutarak
on prensesin yanından paldır küldür geçip Cemal'in eli­
ni tuttu. "Dostum!"
Cemal tek gözüyle ona uzun uzun baktı. Gözünün
kenarından bir damla yaş akarken, adam Abdullah'ın eli­
ni sıktı. "Güvendesin!" dedi Cemal. Köpeği de arka ayak­
ları üzerine kalkarak ön ayaklarını Abdullah'ın karnına
dayadı ve sevgi dolu bir ifadeyle dilini dışarı sarkıttL Ha­
vayı tanıdık bir ahtapot kokusu doldurdu.
Valeria hemen çığlığı bastt. "Bu köpeği istemiyorum!
LEŞ GİBİ KOKUYOR!"
"Sus bakayım!" dedi en az altı prenses birden. "İdare
et, canım. Adamın yardımına ihtiyacımız var."
"İS-TE-Mİ-YO-RUM ... " diye bağırdı Valeria.
Sophie minyon prensesin yanından ayrılarak Vale­
ria'ya doğru tez adımlarla ilerledi. "Kes şunu Valeria,"
dedi kadın. "Beni hatırlıyorsun, değil mi?"
Valeria 'nın hatırladığı belli oldu. Küçük kız Sophie'ye
atılarak kollarını kadının bacaklarına doladı ve çok daha
gerçekçi gözyaşlarına boğuldu. "Sophie, Sophie, Sophie!
Beni eve götür!"
Sophie yere oturup kıza sarıldı. "Geçti, geçti. Seni el­
bette eve götürürüm. Ama öncelikle halletmemiz gere­
ken bazı işler var. Ne garip," dedi etraftaki prenseslere.
"Valeria'yla herhangi bir sorun yaşamıyorum, ama Mor­
gan'ı düşüreceğim diye ödüm kopuyor. "
"Zamanla öğrenirsin , " dedi Yukarı Norland'ın yaşlıca
prensesi ve ağır ağır Sophie'nin yanına oturdu. "Nasılsa
herkes öğreniyor."
205
Gece Çiçeği odanın ortasına geçti. "Dostlarım," dedi,
"ve siz üç beyefendi, artık kafa kafaya vererek kendimi­
zi içinde bulduğumuz vaziyet hakkında konuşmalı ve
kurtuluşumuzu planlamalıyız. Fakat öncelikle kapıya bir
sessizlik büyüsü yapmamız yerinde olacaktır. Bizi kaçı­
ranların sözlerimize kulak misafiri olmasını istemeyiz."
Genç kızın gözleri manalı bir bakışla Abdullah'ın elinde­
ki şişeye çevrildi.
"Hayır! " dedi cin. "Bana zorla bir şey yaptırmaya kal­
karsanız hepinizi kurbağaya çeviririm! "
"Ben yaparım, " dedi Sophie ve eteğini bırakmayan
Valeria'yla beraber kapıya kadar gidip perdeyi tuttu .
"Bana bak bakayım, sen ses geçirecek türden bir kumaş
değilsin, öyle değil mi?" diye sordu perdeye. "Sana du­
varlarla konuşup durumu onlara da anlatmanı öneririm.
Onlara de ki, bu odada ettiğim tek söz bile dışarıdan du­
yulmayacak."
Prenseslerin çoğundan rahatlama ve takdir mırıltıları
yükseldi. Fakat Gece Çiçeği, "İşine karıştığım için beni
bağışla lütfen, hünerli büyücü, ama bana kalırsa cinlerin
bir şeyler duymaları gerekir, yoksa durumdan şüphele­
nirler," dedi.
Tsapfan'dan gelen minyon prenses, kollarında koca­
man duran Morgan'la beraber ayağa kalkıp ilerledi. Be­
beği dikkatle Sophie'ye verdi. Dehşete kapılmış görünen
Sophie, bebeği patlamaya hazır bir bomba gibi tutuyor­
du. Morgan bu durumdan hoşlanmayarak kollarını salla­
dı. Minyon prenses her iki elini de perdeye dayadığı sı­
rada bebeğin yüzünde birbiri ardına hoşnutsuzluk ifade­
leri belirdi. Sonra da ağzından " GarM." diye bir ses çıktı.
Bu sesten irkilen Sophie'nin bebeğini düşürmesine

206
ramak kaldı. "Vay canına!" dedi kadın. "Bebeklerin böy­
le bir ses çıkarabildiğinden haberim yoktu!"
Valeria içtenlikle güldü . "Kardeşim de böyle yapar. . .
hem de sürekli. "
Minyon prenses, Gece Çiçeği'nin önerisini yerine getir­
diğini gösteren bazı el hareketleri yaptı. Herkes kulak ke­
sildi. Uzaklardan, kendi aralarında konuşan prenseslerin
kulağa hoş gelen mınldanmalan yükseliyordu, hatta ara sı­
ra Valeria'nınkileri andıran bir bağırış bile kopmaktaydı.
"Şahane," dedi Gece Çiçeği. Genç kız, minyon pren­
sese sıcak bir tebessüm etti. Abdullah kızın kendisine de
öyle gülümsemesi için nelerini vermezdi. "Artık herkes ,
oturursa bazı kaçış planları hazırlayabiliriz. " •

Herkes onun bu isteğine kendince uydu. Cemal kö­


peğini kollarına aldı ve şüpheli bakışlarla çömeldi. Sop­
hie bebeğini beceriksizce kucaklayarak yere oturdu ve
Valeria da ona dayandı -küçük kızın şimdi keyfi yerin­
deydi. Abdullah ise Cemal'in yanına bağdaş kurdu. As­
ker gelip onlardan iki kişi öteye kurulunca, Abdullah he­
men şişeyi eline aldı ve diğer eliyle de halıyı sıkıca kav­
rayarak omzuna koydu.
"Şu Gece Çiçeği harika biri, " diye belirtti Prenses Beat­
rice, Abdullah ile askerin arasında bir yere otururken.
"Buraya bir bilgi küpü olarak geldi. Üstelik sürekli bir şey­
ler öğreniyor. İki günde Dalzel'i çözdü; sefil cinin artık
ondan ödü kopuyor. Gece Çiçeği gelmeden önce o yara­
tığa anlatabildiğim tek şey onun karıları olmayacağımızdı.
Ama kız büyük düşünüyor. Daha en başından kaçmayı
planladı. Aşçıyı yanımıza çekmek için uzun zamandır fır­
sat arıyordu. Şimdi başardı da. Ona bir bakın. Bir impara­
to�luğu yönetmeye layık görünüyor, öyle değil mi?"

207
Abdullah kederle kafasını salladı ve herkesin yerine
oturmasını bekleyen Gece Çiçeği'ni seyretti. Kız hala
Hasruel tarafından gece bahçesinden kaçırıldığı zamanki
tüllü giysileri giyiyordu . Kıyafeti artık biraz kırışıp buruş­
muş olsa da kendisi her zamanki gibi narin, zarif ve gü­
zeldi. Abdullah'ın, o giysilerdeki her kırışıklığın, her yır­
tığın ve her söküğün Gece Çiçeği'ne bir şeyler öğrettiği­
ne dair en ufak bir şüphesi yoktu. Kız sahiden de bir im­
paratorluğu yönetmeye layıktı! Gece Çiçeği'ni, çok dik­
kafalı olduğu için tepkisini çeken Sophie'yle kıyasladı­
ğında genç kızın ondan iki kat daha inatçı olduğunu bi­
liyordu. Ama Abdullah'a göre bu durum Gece Çiçeği'ni
daha da harika kılmaktaydı. Delikanlıyı perişan eden
şey, kızın dikkatle ve kibarca onu görmezden gelmesiy-
di. Abdullah bunun sebebini bilmeyi çok istiyordu.
"Önümüzdeki sorun," diyordu Gece Çiçeği, Abdullah
dikkat göstermeye başladığında, "sadece çıkmanın bize
fayda sağlamayacağı bir yerde bulunmamız. Cinlere fark
ettirmeden veya Hasruel'in melekleri tarafından engellen­
meden şatodan kaçabilirsek bulutlardan düşer ve çok
aşağıdaki toprağa çakılırız. Bu zorluğu bir şekilde aşsak
bile," -kızın düşünceli gözleri bu noktada Abdullah'ın
elindeki şişeye ve omzundaki halıya çevrilmesine karşın
maalesef delikanlıya bakmadı- "Dalzel kardeşini tekrar­
dan üstümüze salarak bizi geri getirtir. Bu yüzden yapa­
cağımız planın özünde Dalzel'i alt etmek olmalı. Biliyoruz
ki, gücünün kaynağım kardeşi Hasruel'den çaldığı can
oluşturuyor. Hasruel ona itaat etmezse ölecek. Bu yüz­
den, kaçmak için Hasruel'in canını bulup ona geri verme­
liyiz. Soylu hanımefendiler, saygıdeğer beyefendiler ve
sayın köpek, konu hakkındaki görüşlerinizi bekliyorum. "

208
Ne güzel konuştun, ey şevkimin çiçeği! diye düşündü
Abdullah üzüntüyle, genç kız zarifçe otururken.
"Ama Hasruel'in canının nerede olduğunu hala bilmi­
yoruz!" diye sızlandı şişman Farktan Prensesi.
"Doğru,'' dedi Prenses Beatrice. "Bunu sadece Dalzel
biliyor. "
"Ama kaba yaratık konuşurken sık sık ipuçları veri­
yor," diye belirtti Tayak'ın sarışın prensesi.
"Ne kadar akıllı olduğunu bize göstermek için!" dedi
kara derili Alberya Prensesi acı acı.
Sophie kafasını kaldırdı. "Ne ipuçları?"
En az yirmi prenses aynı anda Sophie'yle konuşmaya
kalkınca epey bir patırtı yaşandı. Abdullah ipuçlarından
birini yakalamaya çalışırken ve Gece Çiçeği düzeni sağ­
lamak için ayağa kalkarken, asker yüksek sesle konuştu :
"Topunuz çenenizi kapayın!"
Bu tepki tam bir sessizlik doğurdu. Prenseslerin göz­

leri öfkeyle ona doğru çevrildi.


Askerin bu durumu pek eğlenceli bulur gibi bir hali
vardı. "Aman aman!" dedi adam. "Bana istediğiniz gibi
,bakabilirsiniz, hanımlar. Ama bunu yaparken kaçmanız­
da size yardım etmeye razı olup olmadığımı bir düşü­
nün. Olmadım. Niye olayım ki? Dalzel bana zarar vere­
cek bir şey yapmadı. "
"Çünkü," dedi Yukarı Norland Prensesi, "seni henüz
bulmadı, sevgili bayım. Bulunca neler olacağını bekleyip
görmek ister misin?"
"Bu riske girmekten çekinmem, " dedi asker. "Öte
yandan size yardım da edebilirim -zaten etmezsem faz­

la ilerleyebileceğinizi sanmam. Tabii içinizden biri bede­


lini ödeyebilirse."

209
Kalkmaya hazır vaziyette dizleri üzerinde duran Gece
Çiçeği kendine yaraşır bir kibirle konuştu : "Ne şekilde
bedel ödenmesinden bahsediyorsun, adi asker? Bizim
babalarımız çok zengin. Bizi geri aldıklarında seni ödü­
le boğacaklar. Her birimizin belli bir bedel sözü verme­
sini mi istiyorsun? Olmayacak iş değil. "
"Böyle bir teklife hayır demem, " dedi asker. "Ama
onu kastetmedim, güzelim. Bu maceraya atılırken iş biti­
minde kendi prensesime sahip olacağıma söz verildi. İş­
te bunu istiyorum -evlenecek bir prenses. İçinizden bi­
riyle anlaşırsak ne ala. Yok anlaşamazsak beni unutun.
O durumda gider Dalzel'le barış yaparım. Belki başınız­
da durmam için beni maaşa bile bağlar. "
Bu öncekinden de sert ve öfke dolu bir sessizliğe se­
bep oldu, ta ki Gece Çiçeği kendini toparlayıp tekrar
ayağa kalkana dek. "Dostlarım, " dedi kız, "bu adamın
yardımına ihtiyacımız var -sııf acımasız ve aşağılık kur­

nazlığı için bile olsa. Bize lazım olan son şey bunun gi­
bi bir canavarın başımıza dikilmesi. Bu yüzden aramız­
dan bir eş seçmesine izin verilmesini teklif ediyorum.
Karşı çıkan var mı?"
Diğer prenseslerin karşı çıktığı belliydi. Daha da sert
bakışlara maruz kalan asker sırıttı. "Dalzel'e gidip başı­
nızda nöbet tutmayı teklif edersem bilin ki asla kaça­
mazsınız. Ben kül yutmam. Doğru söylüyor muyum?" di­
ye sordu Abdullah'a.
"Çok doğru, ey onbaşıların en kurnazı," dedi Abdul­
lah.

Minyon prenses hafifçe mırıldandı. "Kendisi zaten ev­


li olduğunu söylüyor -biliyorsunuz on dört çocuğu var,"
dedi onu anlar gibi görünen yaşlıca prenses.

210
"Öyleyse şu an evli olmayan herkes lütfen elini kal­
dırsın," dedi Gece Çiçeği ve hiç çekinmeden kendi elini
kaldırdı.
Diğer prenseslerin üçte ikisi de çekinerek el kaldırdı.
Asker yavaşça başını çevirerek hepsine tek tek baktı. Yü­
zündeki ifade Abdullah'a balık ve kremayla beslenmeye
hazırlanan Geceyarısı'nın suratındaki ifadeyi hatırlattı.
Adamın mavi gözleri prensesten prensese geçerken Ab­
dullah'ın kalbi tekledi. Askerin Gece Çiçeği'ni . seçeceği
belliydi. Kız güzelliğiyle, ay ışığı altındaki bir zambak gi­
bi öne çıkıyordu.
"Sen," dedi adam en sonunda, parmağıyla birisini işa­

ret ederek. Abdullah adamın Prenses Beatrice'i gösterdi­


ğini görünce şaşırdığı kadar rahatladı da.
Prenses Beatrice de en az onun kadar şaşkındı. "Ben
·ııı
mı.
"Evet, sen , " dedi asker. "Hep senin gibi sert, sözünü

esirgemeyen bir prensesin hayalini kurdum. Üstelik be­


nim gibi Strangialısın. "
Prenses Beatrice'in suratı pancar gibi oldu. B u halinin
onu güzelleştirdiği söylenemezdi. "Ama . . . ama . . . " dedi
kadın, ardından kendini toparladı. "Sevgili asker, ben ya­
kında Ingary Prensi Justin'le evlenecektim. "
"Öyleyse ona başkasıyla sözlendiğini söylemen gere­
kecek," dedi asker. "Zaten onunla evliliğin siyasi olacak­
tı. Bence ondan kurtulmakla iyi edersin."
"Şey, ben ... " diye başladı Prenses Beatrice. Abdullah
kadının gözlerindeki yaşları fark edince şaşırdı. Beatri­

ce'in cümlesine baştan başlaması gerekti. "Ciddi olamaz­


sın!" dedi kadın. "Ben güzel falan değilim ki. "
"Önemi yok, " dedi asker. "Ayağının yere basması ye-

211
ter de artar. Eften püften cici bir prensesi ne yapayım?

Kalkışacağım her dümene arka çıkacağını görebiliyorum


-ve bahse girerim çorap da yamayabiliyorsundur. "
"İster inati ister inanma ama, yamayabilirim, " dedi
Prenses Beatrice. "Aynca çizme de onarabilirim. Sen cid­
di misin?"

"Evet," dedi asker.


Artık karşı karşıya duruyorlardı ve ikisinin de son de­
rece samimi olduğu açıktı. Diğer prensesler her nasılsa
unutulup bir kenara atılmıştı. Her biri öne doğru eğilmiş,
tasvip eden, hafif tebessümlerle ikiliyi seyrediyordu. Ay­
nı şekilde tebessüm eden Gece Çiçeği, "Madem öyle,
karşı çıkan yoksa meselemize dönebilir miyiz?" dedi.
"Ben, " dedi Cemal. "Ben karşı çıkıyorum."
Tüm prensesler bir inilti koyverdiler. Cemal'in yüzü
en az Prenses Beatrice'inki kadar kırmızıydı ve tek gö­
züyle kaçamak bakışlar atıyordu, fakat askerin davranı­

şından cesaret almıştı.


"Sevgili hanımefendiler, " dedi adam, "köpeğim ve
ben korkuyoruz. Size yemek pişirmek için buraya geti­
rilmeden önce, Sultan'ın develerinden kaçıyorduk. Aynı
duruma geri dönmek istemiyoruz. Ama siz prensesler
buradan giderseniz biz ne yaparız? Cinler benim pişirdi­
ğim türden yemekleri yemezler. Kimseye saygısızlık et­
mek istemem ama kaçmanıza yardımcı olursam köpeğim
ve ben işsiz kalırız. Durum bu kadar basit."
"Vay canına, " diyen Gece Çiçeği başka ne söyleyece­
ğini bilemez gibiydi.
"Çok yazık. Kendisi çok iyi bir aşçı," diye belirtti kır­
mızı, bol bir elbisenin içindeki tombul bir prenses -bu
muhtemelen İniço Düşesi'ydi.

212
"Kesinlikle öyle! " dedi Yukarı Norland'ın yaşlıca pren­
sesi. "O gelene kadar cinlerin bizler için çaldıkları ye­
mekleri düşündükçe midem bulanıyor." Kadın, Cemal'e
doğru döndü. "Dedemin bir zamanlar Raşputlu bir aşçı­
sı vardı, " dedi. "Sen gelene kadar, onun kızarmış ahtapo­
tu gibisini yememiştim. Üstelik seninki daha bile güzel!
Kaçmamıza yardım edersen seni köpeğinle beraber işe
alırım, sevgili aşçı. Ama," diye ekledi Cemal'in yüzünde
bir sırıtış belirirken, "lütfen babamın çok küçük bir bey­
liğe hükmettiğini unutma. Kalacak iyi bir yer sağlayabi­
lirim, ama fazla maaş veremem. "
Cemal sırıtmaya devam etti. "Sevgili hanımefendi," de­
di, "ben maaş değil sadece can güvenliği istiyorum. Bu­
nu sağlarsan sana meleklere layık yemekler hazırlarım. "
"Hımın , " dedi yaşlıca prenses. "Melekler n e yer bile­
mem, ama anlaştık. Peki siz ikiniz yardım etmeden önce
bir şey istiyor musunuz?"
Herkes Sophie'ye baktı.

"Hayır," dedi Sophie üzüntülü bir sesle. "Nasılsa Mor­


gan'ı buldum. Howl da burada olmadığına göre ihtiya­
cım olan hiçbir şey yok. Yine de size yardım edeceğim. "
Bunun üzerine herkesin gözü Abdullah'a çevrildi.
Delikanlı ayağa kalktı ve eğilerek selam verdi. "Ey

kralların gözbebekleri, " dedi, "benim kadar değersiz bi­


rinin sizin gibilere yardım etmek için şart koşacak hali
olamaz. Kitaplarda da yazdığı gibi, en iyi yardım karşı­
lıksız yapılandır. " Şaşaalı ve cömert konuşmasının bu
noktasında tüm sözlerinin boş olduğunu fark etti. Aslın­
da istediği -hem de çok istediği- tek bir şey vardı. He­

men taktik değiştirdi. "Yardımım karşılıksız olacak, nasıl


ki rüzgar karşılıksız eser ve çiy taneleri goncalara karşı-

213
lıksız konarsa. Siz soylu hanımefendiler için tükenene
kadar çalışıp çabalayacağım. Tek ricam küçük, son dere­
ce basit bir iyilik, bir . . . "

"Ne söyleyeceksen söyle , genç adam," dedi Yukarı


Norland Prensesi. "Ne istiyorsun?"
"Gece Çiçeği'yle beş dakika baş başa konuşmak, " di­

ye itiraf etti Abdullah.


Herkes Gece Çiçeği'ne baktı. Kız çekinceyle başını
kaldırdı.
"Bırak böyle davranmayı Çiçek!" dedi Prenses Beatri­
ce. "Beş dakika konuşmak seni öldürmez. "

Gece Çiçeği ise beş dakika baş başa konuşmanın


kendisini öldürebileceğini düşünür gibiydi. İdama giden
biri gibi, "Pekala , " dedi. Ve Abdullah'a doğru attığı buz
gibi bir bakışın ardından, " Şimdi mi?" diye sordu.
"Veya daha önce, benim şevk güvercinim," dedi deli­
kanlı tekrar eğilerek.
Gece Çiçeği soğuk bir tavırla kafasını salladı ve ken­
dini feda ediyormuşçasına ayaklarını sürüyerek odanın
boş bir köşesine çekildi. "Gel , " dedi Abdullah'a.
Genç adam öncekinden de büyük bir saygı ifadesiy­
le eğildi ve, "Baş başa dedim, ey iç geçirişlerimin yıldız­
lı sebebi, " diye belirtti.
Gece Çiçeği arkasındaki perdelerden birini asabi bir
hareketle yana çekti. " Herhalde buradan da duyabilir­
ler," ded\ kız sert bir şekilde, Abdullah'a peşinden gel­
mesini işaret ederek.
"Ama göremezler, arzularımın prensesi , " dedi Abdul­
lah perdenin arkasına geçerek.
Delikanlı kendini küçük bir yüklükte buldu . Sop­
hie'nin sesini duymakta zorlanmadı. "Orası para sakladı-

214
ğım gevşek bir tuğlaydı. Umarım çok sıkışık değildir. "
Bulundukları yer eskiden neresi olursa olsun, artık bir
prenses gardırobuna benziyordu. Kollarını göğsünde ka­
vuşturmuş, Abdullah'a bakan genç kızın arkasında bir bi­
nici ceketi asılıydı. Abdullah'ın etrafında da pelerinler, pal­
tolar ve İniço Düşesi'nin giydiğine benzer kırmızı bir jüpon
bulunuyordu. Tüm bu giysilere rağmen, Abdullah yüklü­
ğün Zanzib'deki kendi çadırından daha sıkışık olmadığını
düşündü ve yeteri kadar yalnız olduklarına karar verdi.
"Ne bilmek istiyorsun?" diye sordu Gece Çiçeği buz
gibi bir sesle.
"Bu soğukluğunun sebebini tabii kil" dedi Abdullah

hararetle. "Ne yaptım ki yüzüme bakmıyor ve bana tek


kelime etmiyorsun? Buraya sırf seni kurtarmak için gel­
medim mi? Tüm o hüsrana uğramış aşıkların arasında bir
tek ben bu şatoya ulaşmak için tüm zorluklara katlanma­
dım mı? En zorlu maceralara atılmaya, babanın beni teh­
dit etmesine, askerin beni aldatmasına ve cinin benimle
dalga geçmesine sırf sana yardım getirmek için göz yum­
madım mı? Daha ne yapmam gerekiyor? Yoksa Dalzel'e
mi aşık oldun?"
"Dalze�" diye bağırdı Gece Çiçeği. "Bana hakaret edi­
yorsun! Beni incitiyorsun! Artık Beatrice'in haklı olduğu­
nu, ve beni sevmediğini görüyorum! "
"Beatrice" diye gürledi Abdullah. "Neler hissettiğimi
o nereden bilecek?"
Gece Çiçeği biraz boynunu büktüyse de, utanmıştan
çok küsmüşe benziyordu. Havaya derin bir sessizlik ha­
kimdi. Hatta sessizlik o kadar derindi ki, Abdullah diğer
otuz prensese ait toplam altmış kulağın -hayır, Sophie'yi,
askeri, Cemal'i ve köpeğini sayar, Morgan'ın da uyumak-

215
ta olduğunu farz edersek altmış sekiz kulağın- o sırada
tamamen kendisine ve Gece Çiçeği'ne yönelmiş olduğu­
nu fark etti.
" Kendi aranızda konuşun!" diye bağırdı Abdullah.
Sessizlik huzursuz bir hal aldı ve yaşlıca prensesin ko­
nuşmasıyla da bozuldu. "Burada, bulutların üzerinde bu­
lunmanın en kötü tarafı, hakkında konuşacak bir hava
durumunun olmaması."
Abdullah bu açıklamayı bir dizi gönülsüz mırıldanma­
nın takip etmesini bekledi, sonra da Gece Çiçeği'ne dön­
dü . "Ee? Prenses Beatrice ne dedi?"
Gece Çiçeği başını mağrur bir edayla kaldırdı. "Erkek
portrelerinin ve süslü püslü konuşmaların iyi hoş oldu­
ğunu, ama şimdiye dek beni öpmek için hiçbir girişim­
de bulunmadığını söyledi. "
"Vay terbiyesiz kadın! " dedi Abdullah. "Seni ilk gör­
düğümde senin hayal olduğunu sandım. Eriyip gideceği­
ni düşündüm."
"Ama, " dedi Gece Çiçeği, "beni ikinci görüşünde ger­
çek olduğumu biliyordun."
"Kesinlikle," dedi Abdullah, "ama o zaman da seni öp­
meye kalkmam yanlış olurdu, çünkü hatırlarsan babandan
ve benden başka kanlı canlı bir adam görmemiştin. "
"Beatrice diyor ki, " dedi Gece Çiçeği, "boş konuş­
maktan başka iş yapmayan bir adamdan pek de iyi bir
koca olmazmış. "
"Prenses Beatrice'i boş ver! " dedi Abdullah. "Sen ne
düşünü yorsun?"
"Ben," dedi Gece Çiçeği, "niçin beni öpülemeyecek
kadar itici bulduğunu merak ediyorum."
"Seni itici falan bulmadım!" diye avazı çıktığı kadar

216
bağırdı Abdullah. Sonra perdenin arkasındaki altmış se­
kiz kulağı hatırlayarak, konuşmaya sert bir fısıltıyla de­
vam etti. "İlla bilmek istiyorsan senle tanışana kadar hiç
genç bir hanımı öpmemiştim ve sen başarısız olmayı gö­
ze alamayacağım kadar güzeldin!"
Gece Çiçeği'nin ağzında , derin bir gamzenin müjdele­
diği küçük bir tebessüm belirdi. "Peki ondan sonra kaç
genç hanım öptün?"
"Hiç!" diye inledi Abdullah. "Hala tam bir amatörüm!"
"Ben de, " diye itiraf etti Gece Çiçeği. "Ama en azın­
dan artık seni kadın sanmayacak kadar bilgi sahibiyim.
Yaptığım çok aptalcaydı!"
Kız hafif bir kahkaha attı. Bir kahkaha da Abdul­
lah'tan geldi. Bunun hemen ardından neşe içinde karşı­
lıklı gülüşüyorlardı. Sonunda Abdullah, "Bence alıştırma
yapmalıyız!" dedi.
Bunun üzerine yüklüğün içi sessizliğe gömüldü. Ses­
sizlik o kadar uzadı ki, prenseslerin konuşacak konuları
kalmadı. Tek istisna, askere söyleyecek çok şeyi varmış
gibi görünen Prenses Beatrice'ti. " İkinizin işi bitti mi?"
diye seslendi Sophie sonunda.
"Kesinlikle, " dedi Gece Çiçeği.
"Tamamen!" diye ekledi Abdullah.
"Öyleyse plan kuralım, " dedi Sophie.
O an içinde bulunduğu ruh hali sebebiyle plan kur­
mak Abdullah için hiç sorun değildi. Perdenin arkasın­
dan Gece Çiçeği'nin elini tutarak çıktı. Genç adam eğer
o anda şato yok oluverseydi bulutlarda, o da olmazsa
havada yürüyebilirmiş gibi hissediyordu. Bu yüzden, gö­
züne çok değersiz görünen mermer zeminde yürüyerek
dizginleri eline aldı.

217
20

Cinin Canı Bulunuyor


ve Sonra Saklanıyor

O n dakika sonra Abdullah, "İşte, seçkin ve zeki şa­


hıslar, planımız hazır. Geriye bir tek cinin . . . " dedi.

Şişeden mor renkli dumanlar fışkırdı ve asabi bulutlar


halinde mermer zemine yayıldı. "Beni kullanamazsınız!"
diye haykırdı cin. "Sizi kurbağaya çeviririm dedim! Anla­
mıyor musunuz, beni bu şişeye Hasruel tıktı. Ona karşı
gelirsem beni daha da fena bir yere koyar!"
Sophie başını kaldırıp dumana baktı. "Sahiden de bir
cin varmış!"
"Ama senden tek istediğim sezgilerini kullanarak Has­
ruel'in canının nereye saklandığını söylemen , " diye açık­
ladı Abdullah. "Dilekte falan bulunmuyorum. "
"Hayır." diye uludu mavi-mor duman.
Gece Çiçeği şişeyi alıp dizine koydu . Şişeden akan
dumanlar mermer zemindeki çatlaklara kaçıyor gibiydi.
"Madem ki yardım istediğimiz her erkek bizden bir ta­
lepte bulundu, '' dedi genç kız, "cinin de bir talebi olma­
lı. Bu herhalde erkeklere özgü bir durum. Cin, bu konu­
da Abdullah'a yardım etmeye razı olursan sana hak etti­
ğin ödülü vereceğime yemin ederim."
Mavi-mor duman gönülsüzce şişeye geri girmeye baş­
ladı. "Eh, pekala, " dedi cin.

,.
218
İki dakika sonra prenseslerin bulunduğu odanın ka­
pısındaki büyülenmiş perde hızla açıldı ve herkes Dal­
zel'in dikkatini çekmek için bağıra çağıra dışarı fırladı.
Abdullah'ı da çaresiz bir tutsak gibi aralarında sürüklü­
yorlardı.

"Dalzel! Dalzel!" diye yaygara kopardı otuz prenses .


"Bizi böyle mi koruyorsun? Kendinden utanmalısın!"
Dalzel kafasını kaldırdı. O sırada koca tahtının kena­
rından sarkmış, Hasruel ile satranç oynuyordu. Gördük­
leri karşısında beti benzi attı ve kardeşine satranç tahta­
sını kaldırmasını işaret etti. Neyse ki, tam ortalarındaki
Sophie ile Jaham Jahaniçesi'ni saklayacak kadar yoğun
bir prenses kalabalığı vardı. Buna rağmen yaratığın gü­
zel gözleri Cemal'i bulup hayretle kısıldı. "Gene ne ol­
du?" dedi Dalzel.
"Odamızdan bir adam çıktı!" diye haykırdı prensesler.
"Korkunç, rezil bir adam!"

"Ne adamı?" diye öttü Dalzel. "Hangi adam böyle bir


şeye cüret edebilir?"
"Bu adam!" diye bağırdı prensesler. Prenses Beatrice
ile Alberya Prensesi aralarında tuttukları Abdullah'la be­
raber öne çıktılar. Üzerinde, az öncesine kadar gardıro­
bun içinde duran jüpondan başka fazla bir şey olmayan
delikanlı utanç verici bir görünümdeydi. Aslında jüpon
planın önemli bir parçasıydı. Eteğinin altında cin şişesi
ve sihirli halı duruyordu . Dalzel kendisine bakarken, Ab­
dullah onları sakladığına epey seviniyordu. O ana kadar
bir cinin gözlerinin ciddi ciddi alev alabileceğinden ha­
beri yoktu . Dalzel'in gözleri iki mavi fırın gibiydi.
Hasruel'in davranışı Abdullah'ı daha da huzursuz etti.
Yaratığın kocaman suratında zalim bir sırıtış belirdi ve,

?10
"Ah! Yine sen!" dedi. Sonra devasa kollarını göğsünde
kavuşturdu ve alaycı bir ifade takındı.
"Bu herif de nereden çıktı?" diye sordu Dalzel trom­
peti andıran sesiyle.
Kimsenin cevap vermesine fırsat kalmadan Gece Çi­
çeği diğer prenseslerin arasından fırlayarak ve kendini
zarifçe tahtın önündeki basamaklara atarak plandaki ro­
lünü oynadı. "Bağışla, yüce cin!" diye ya,kardı. "Sadece
beni kurtarmaya geldi!"
Dalzel aşağılarcasına güldü . "Öyleyse aptalın tekiy­
miş. Onu hemen dünyaya atacağım."

"Öyle yaparsan, yüce cin, seni asla rahat bırakmam!"


dedi Gece Çiçeği.
Kız rol yapmıyordu ; son derece ciddiydi. Dalzel de
bunun farkındaydı. Yaratığın ince, solgun bedenini bir
ürperti kapladı ve altın pençeli parmakları tahtın kolları­
nı kavradı. Fakat gözleri hiddetle yanmayı sürdürdü.
" Canım ne isterse onu yaparım!" diye öttü.
"Öyleyse canın merhamet göstermeyi istesin!" diye
feryat etti Gece Çiçeği. "Ona en azından bir fırsat tanı! "
"Sessiz ol b e kadın!" diye öttü Dalzel. "Henüz karar
vermedim. Önce buraya nasıl geldiğini öğrenmek istiyo-
rum . "
"Aşçının köpeğinin kılığına girerek elbette," dedi
Prenses Beatrice.
"Üstelik adama dönüştüğünde çırılçıplaktı! " dedi Al­
berya Prensesi.
"Rezil bir durumdu , " dedi Prenses Beatrice. "Ona Dü­
şes'in jüponµnu giydirmemiz gerekti. "
"Yaklaştırın şunu," diye buyur�u Dalzel.
Prenses Beatrice ile yardımcısı, Abdullah'ı tahta doğ-

220
ru itelediler. Eğreti eğreti yürüyen Abdullah, cinlerin bu­
nu jüpona bağlamalarını umuyordu. Asıl sebep jüponun
altındaki üçüncü şeydi -yani Cemal'in köpeği. Kaçması­
na fırsat bırakmamak için Abdullah onu dizlerinin arasın­
da tutuyordu . Planın bu aşamasında köpeğe yer yoktu
ve prenseslerden hiçbiri Dalzel'in köpeği bularak foyala­

rını meydana çıkarması için kardeşini görevlendirmeye­


ceğine güvenememişti.
Dalzel karşısındaki Abdullah'a kötü kötü baktı. Deli­
kanlı Dalzel'in sahiden de kendisine ait güçlere sahip ol­
madığını umuyordu. Hasruel kardeşine güçsüz demişti,
fakat o sırada Abdullah'ın aklına güçsüz bir cinin bile bir
insandan katbekat güçlü olabileceği geldi. "Demek bura­
ya köpek kılığında geldin, " diye öttü Dalzel. "İyi de nasıl?"
"Sihirle, yüce cin," dedi Abdullah. Bu noktada ayrıntı­
lı bir açıklama yapmaya niyetliydi, fakat Düşes'in jüponu
altında gizli bir mücadele veriliyordu. Anlaşılan Cemal'in

köpeği, cinlere insanlara karşı duyduğu nefretten daha


fazlasını duyuyordu. Hayvan, Dalzel'e saldırma arzusun­
daydı. "Kendimi aşçının köpeği kılığına soktum, " diye
açıklamaya başladı Abdullah. Bu sırada Cemal'in köpeği
Dalzel'e saldırmaya öyle hevesliydi ki, Abdullah hayvarnn

serbest kalacağından korkmaya başladı. Dizlerini daha da


sıkması gerekti. Köpeğin tepkisi uzun bir hırlama oldu.
"Çok affedersiniz!" dedi Abdullah telaşla . Alnında boncuk
boncuk ter birikiyordu. "Hala köpeklikten kurtulamadı­
ğım için ara sıra kendimi hırlamaktan alıkoyamıyorum. "
Gece Çiçeği delikanlının başının dertte olduğunu an­

layarak yakınmaya başladı. "Ah soylu prensim! Benim


için köpekliğe bile tenezzül etmişsin! Bağışla onu, yüce
cin! Affet!"

221
"Sessiz ol, kadın!" dedi Dalzel. "Aşçı nerede? Onu da
getirin. "
Cemal de ürkmüş vaziyette Farktan Prensesi ve Tayak
Varisi tarafından öne çıkarıldı. "Saygıdeğer cin, yemin
ederim ki benim suçum yok! " diye feryat etti Cemal. "Ba­
na zarar verme! Onun sahici bir köpek olmadığını bilmi­

yordum!" Abdullah dostunun gerçek bir dehşete kapıldı­


ğına yemin edebilirdi. Belki sahiden de öyleydi, ama yi­
ne de Cemal'in aklı Abdullah'ın kafasını okşayacak kadar
başındaydı. "Cici köpek," dedi adam. "Güzel köpek. " Bu­
nun ardından Zanziblilere özgü bir şekilde kendini tahtın
basamaklarına atıp yalvarmaya başladı. "Ben masumum,

büyük cin!" diye geveledi. "Masum! Bana zarar verme!"


Köpek de o sırada sahibinin sesini duyarak yatışmış,
hırıltıları kesilmişti. Abdullah dizlerini azıcık gevşetebil­
di. "Ben de masumum, ey soylu hanım koleksiyoncusu,"
dedi delikanlı. "Sadece sevdiğimi kurtarmaya geldim. Bu

kadar çok prensese aşık olduğuna göre ona duyduğum


1

sadakati hiç şüphesiz anlıyorsundur!"


Dalzel şaşkın bir edayla çenesini sıvazladı. "Aşk mı?"
dedi yaratık. "Hayır, aşkı anladığımı söyleyemem. Birisi­
ni senin bulunduğun duruma sokacak bir şeyi anlamam
mümkün değil, fani."
Tahtın arkasına kocaman ve kapkara bir görünümle
çökmüş olan Hasruel her zamankinden daha çok sırıttı.
"Bu yaratığa ne yapmamı istersin kardeşim?" diye gürle­
di. "Onu kızartayım mı? Ruhunu çıkarıp tuğla gibi yere
döşeyeyim mi? Paramparça edeyim mi?"
"Hayır, hayır! Merhamet et, yüce Dalzel!" diye feryadı
bastı Gece Çiçeği. "Ona en azından bir fırsat tanı! Bunu
yaparsan bir daha sana hiç soru sormam, şikayet etmem

..
222
veya nutuk atmam. Hep uysal ve kibar davranırım!"
Yine çenesini sıvazlayan Dalzel kararsız görünüyor­
du . Abdullah'ın yüreğine su serpildi. Dalzel hakikaten de
güçsüz bir cindi -en azından karakter olarak. "Ona bir
fırsat tanıyacak olursam . . . " diye başladı.
"Tavsiyeme uy, kardeşim, " diye sözünü kesti Hasruel,
"ve tanıma. Bu herif çok üçkağıtçı . "
Gece Çiçeği bunun üzerine tekrar yaygara kopararak
dövünmeye başladı. Abdullah o gürültünün arasından,
"İzin ver de kardeşinin canını nereye sakladığını tahmin
edeyim, yüce Dalzel. Başaramazsam beni öldür. Yok,
doğnı tahmin edersem buradan sağ salim ayrılmama izin

ver," diye bağırdı.


Bu teklif Dalzel'i çok keyiflendirdi. Yaratığın ağzı açı­
larak sivri dişleri gözüktü ve kahkahaları buluttan salon­
da bir dizi trompet sesi gibi çınladı. "Asla doğru tahmin­
de bulunamazsın, küçük fani!" dedi gülerek. Sonra pren­

sesler tekrar tekrar Abdullah'ı yatıştırmaya çalışırlarken


Dalzel dayanamayarak bazı ipuçları verdi. "Canı o kadar
akıllıca sakladım ki, " dedi neşeyle, "baksan bile göre­
mezsin. Hasruel bile cin olmasına rağmen göremiyor. Bu
durumda sen ne yapabilirsin ki? Ama sırf zevk olsun di­

ye, seni öldürmeden önce sana üç tahmin hakkı tanıya­


cağım. Hadi bakalım, tahmin et. Kardeşimin canını nere­
ye sakladım?"
Abdullah acaba araya girer mi diye Hasruel'e bir göz
attı, fakat Hasruel anlaşılmaz bir ifadeyle tahtın arkasın­
da duruyordu . Plan o ana dek başarılıydı. Zaten araya
girmemesi Hasruel'in çıkarınaydı. Abdullah da buna gü­
veniyordu . Düşünürmüş gibi yaparken dizleriyle köpeği
daha çok sıktı ve eteğini biraz çekiştirdi. Asıl yapmaya

223
çalıştığı, şişeye erişmekti. "İlk tahminim, yüce cin . . . " der­
ken, sanki ilham alacakmış gibi, yerdeki yeşil mermerle­
re gözünü dikti. Acaba cin sözünden döner miydi? Ab­
dullah korku dolu ve berbat bir an boyunca cinin alışıl­
dık biçimde kendisini yüzüstü bıraktığını ve kendi başı­
na bir tahminde bulunması gerektiğini sandı. Sonra jüpo­
nun altından mor renkli, ufak bir duman demeti çıktığı­
nı görünce yüreğine su serpildi. Duman Abdullah'ın çıp­
lak ayağının yanında hareketsiz durdu. "İlk tahminim
Hasnıel'in canını aya sakladığın, " dedi Abdullah.
Dalzel neşeyle güldü . "Yanlış! Oraya saklasam şimdi­

ye kadar bulurdu! Hayır, sakladığım yer çok daha bariz.


Ve de çok daha az bariz. 'Yağ Satarım Bal Satarım' oyu­
nunu düşün, fani!"
Bu açıklama Abdullah'a Hasruel'in canının şatonun
içinde olduğunu gösterdi. Zaten prenseslerin çoğu da o
fikirdeydi. Genç adam uzun uzadıya düşünürmüş gibi

yaptı. "İkinci tahminim onu saklaması için muhafız me­


leklerden birine verdiğin . "
"Yine yanlış!" dedi Dalzel her zamankinden daha bü­
yük bir neşeyle. "Melekler onu hemen geri verirlerdi.
Sakladığım yer çok daha zekice, fani. Asla tahmin ede­
mezsin. Kimsenin burnunun dibindeki bir şeyi göreme­
mesi hayret verici!"
Bu sözler üzerine Abdullah ani bir ilhamla Hasruel'in
canının nerede olduğunu buluverdi, ki bu doğaldı. Ge­
ce Çiçeği onu seviyordu ve Abdullah hala bulutların üs­
tünde yürüyordu. Zihni açıktı ve buna bağlı olarak ceva­
bı bulmuştu. Ama hata yapmaktan ölesiye korkuyordu.
Fırsatını bulup Hasruel'in canını ele geçirme vakti geldi­
ğinde çabuk davranması gerektiğinin farkındaydı, zira

"

224
Dalzel ona ikinci bir fırsat tanımayacaktı . İşte bu yüzden
cinin tahmini doğrulaması gerekiyordu. Neredeyse gö­
rünmez haldeki duman demeti kıpırdamıyor ve Abdul­
lah cinin de cevabı bulmuş olduğunu tahmin ediyordu.
"Şey . . . " dedi Abdullah. "Ee . . . "

Duman demeti sessizce jüponun altına geri girdi.


Orada Cemal'in köpeğinin burnunu gıdıklamış olacaktı
ki, köpek hapşırdı.
"Hapşuu!" diye haykırdı Abdullah. Çıkardığı gürültü
neredeyse şişe cininin fısıltısını duymasını engelleyecek­
ti. "Hasruel'in bumundaki hızına!" dedi cin.
Abdullah bilerek yanlış bir tahminde bulundu . Planın
en riskli bölümü de buydu . "Kardeşinin canı senin dişin­
de gizli, yüce Dalzel. "
"Yanlış!" diye öttü Dalzel. "Hasruel, kızart şunu!"
"N'olur affet!" diye feryat etti Gece Çiçeği, hüsrana
uğramış görünen Hasruel doğrulmaya başlarken.
Prensesler bu anı kolluyorlardı. On soylu el hemen
Prenses Valeria'yı tahtın önüne doğru itekledi.
"Köpeğimi isterim!" diye bağırdı Valeria. Bu onun ya­
şamındaki en önemli andı. Sophie'nin de önceden belirt­
tiği gibi küçük kız tam otuz yeni teyze ile üç yeni amca­
ya sahip olmuştu ve hepsi de avazı çıktığı kadar bağırma­
sı için ona yalvarmışu. O güne dek kimse ondan bağırma­
sını istemiş değildi. Buna ek olarak yeni teyzelerden her
biri iyi bir yaygara koparması halinde ona bir kutu şeker­
leme sözü vermişti. Tam otuz kutu şekerleme. Böyle bir
ödül küçük kızın elinden geleni yapmasına değerdi. Va­
leria ağzını açtı, derin bir nefes aldı ve sahip olduğu tüm
yeteneği ortaya koydu . "KÖPEGİMİ İSTERİM! ABDUL­
LAH '! İSTEMEM! KÖPEGİMİ GERİ İSTERİM!" Küçük kız

225
kendini tahtın basamaklarına attı, oradan Cemal'e doğru
yuvarlandı, sonra ayağa kalktı ve kendini tekrar tahta at­
tı. Dalzel ondan sakınmak için taht koltuğundan aceleyle
kalktı. "BANA KÖPEGİMİ VER!" diye haykırdı Valeria.
Tam o anda minyon Tsapfan Prensesi de Morgan'ı ha­
fifçe çimdikledi. Morgan o zamana kadar kollarında uyu­
yor, rüyasında yine kediye dönüştüğünü görüyordu. Be­
bek çimdikle aniden uyanınca kendini tekrardan çaresiz
bir bebek olarak buldu. Hiddeti sınır tanımadı. Ağzını
açarak var gücüyle kükredi. Ayakları öfkeyle havayı tek­
meledi. Elleri aşağı yukarı savruldu. Kükremeleri o kadar
içtendi ki, Valeria'yla yarışsa galip gelirdi .
. Salondaki gürültü anlatılır cinsten değildi. Duvarlar­
dan gelen yankılar çığlıkları ikiye katlıyor ve tüm şidde­
tiyle tahta yöneltiyordu .
"Yankıları cinlere gönderin," diye büyü yaptı Sophie.
"İkiye değil, üçe katlayın. "
Salon tımarhaneye döndü. Her iki cin de sivri kulakla­
rını elleriyle kapadı. Dalzel dayanamayarak, "Kesin şunu!
Susturun şunları! Bu bebek de nereden çıktı?" diye öttü.
Hasruel karşılık olarak kükredi. "Kadınların bebekle­
ri olur, seni budala cin! Ne bekliyordun ki?"
"KÖPEGİMİ GERİ İSTERİM!" diye böğürdü Valeria
tahtın kollarını yumruklarıyla döverek.
Dalzel'in trompet sesi zar zor duyuldu. "Ona bir kö­
pek ver Hasruel, yoksa seni öldürürüm!"
Abdullah planının bu noktasında -tabii henüz öldü­
rülmediyse- köpeğe çevrilmeyi bekliyordu. Zaten daha
en başından beri amacı buydu. Bu şekilde Cemal'in kö­
peğinin de serbest kalacağını hesap etmişti. Bir değil tam
iki köpeğin jüponun altından fırlayarak kargaşayı iyice

226
artıracağına güvenmişti. Fakat çığlıklardan ve çığlıkların
üçlü yankısından, tıpkı kardeşi gibi, Hasruel'in de dikka­
ti dağılmıştı. Yaratık kulaklarını kapayıp acıyla bağırarak
bir o yana bir bu yana dönüyordu -bu haliyle, aklını ka­
çırmak üzere olan bir cini andırıyordu . Sonunda devasa
kanatlarını vücuduna katladı ve kendisi köpek oldu.
Dönüştüğü köpek kocamandı ve eşekle buldog arası
bir şeydi. Basık burnunda altın bir hızına bulunan kah­
verengi ve gri lekeli bir yaratıktı. Bu dev köpek kosko­
ca ön ayaklarını tahtın koluna dayadı ve muazzam bo­
yutlardaki dilini sarkıtarak Valeria'nın suratına doğru
uzattı. Hasruel dostane görünme gayretindeydi, fakat
karşısında bu kadar büyük ve çirkin bir şey bulan Vale­
ria doğal olarak her zamankinden çok bağırdı. Onun çı­
kardığı sesten korkan Morgan da çığlıklarını artırdı.
Abdullah bir an için ne yapacağını bilemedi, sonra­
sındaysa sesini kimseye duyuramayacağından emin bir
şekilde, "Asker! Hasruel'i tut! Biri de Dalzel'i tutsun!"
diye bağırdı.
Neyse ki asker tetikteydi --0 böyle işlerde ustaydı. ]a­
ham Jahaniçesi'nin eski püskü kıyafetleri bir kenara savrul­
du ve asker tahtın basamaklarını tırmanıverdi. Sophie de
diğer prensesleri yanına çağırarak onun peşinden koştu.
Sophie kollarını Dalzel'in ince dizlerine doladığı sırada, as­
ker de kaslı kollarıyla köpeğin boynuna sarıldı. Prensesler
sürü halinde onların arkasından gittiler. Çoğu intikam pe­
şindeki prenseslerin yapacağı gibi Dalzel'in üstüne atladı
-tek istisna Valeria'yı kavgadan ayıran ve sonrasında onu
susturmaya yönelik zorlu bir işe girişen Prenses Beatrice'ti.
Minyon Tsapfan Prensesi ise mermer zeminde sakin sakin
oturuyor ve Morgan'ı sallayarak uyutmaya çalışıyordu.

227
Abdullah da Hasruel'e doğru koşmaya çalıştı. Fakat
daha ilk adımda, Cemal'in köpeği fırsattan istifade ede­
rek kaçtı. Hayvan jüponun altından fırladığı anda, devam
eden bir kavgaya tanık oldu. Köpek kavgalara bayılıyor­
du. Ayrıca karşısında başka bir köpek daha vardı. Ce­
mal'in köpeğinin diğer köpeklere karşı duyduğu nefret,
cinlerle insanlara karşı duyduğu nefreti bile gölgede bı­
rakacak cinstendi. Rakip köpeğin cüssesinin önemi yok­
tu. Hayvan hırlayarak ileri atıldı. Abdullah hala jüpondan
kurtulmaya çalışırken Cemal'in köpeği dosdoğru Hasru­
el'in gırtlağına yöneldi.
Zaten askerle başı belada olan Hasruel için bu kada­
rı çok fazlaydı. Tekrar cin oldu . Öfkeli bir el hareketi
yaptı ve köpek döne döne salonun . karşı tarafına uçup,
cıyaklayarak yere çarptı. Hasruel bunun ardından ayağa
kalkmaya çalıştı, fakat sırtındaki asker köselemsi kanat­
larını açmasını engelliyordu. Cin şöyle bir debelendi.
"Başını aşağıda tut Hasruel, sana emrediyorum!'' - diye
bağıran Abdullah nihayet jüpondan kurtuldu. Üzerinde
peştamalından başka hiçbir şey olmadan basamakları bir
çırpıda çıkıp Hasruel'in sol kulağına tutundu. Onun bu ha­
reketinden, Hasruel'in canının nerede olduğunu anlayan
Gece Çiçeği de zıpladı ve yaratığın sağ kulağına tutunarak
Abdullah'ı sevindirdi. Karşılıklı tutunarak birbirlerine bak­
tılar. Bazen Hasruel askere baskın gelerek doğrulunca iki­
linin ayakları yerden kesiliyor, bazen de asker cine baskın
gelince ikisi birlikte yere çarpıyordu. Askerin titremeye
başlayan kolları hemen aşağılarında, cinin boynuna
dolanmıştı ve Hasruel'in hırlamakta olan koca suratı da
tam aralarındaydı. Ara sıra Abdullah'ın gözüne tahttaki bir
prenses yığınının altında duran Dalzel çarpıyordu. Yaratık

228
altın sansı kanatlarını açmıştı. Güçsüz kanatlan uçmasını
sağlayamıyor gibiydi, fakat onları kullanarak prenseslere
vuruyor ve yardım etmesi için Hasruel'e sesleniyordu.
Hasruel kardeşinin trompet sesini andıran bağırışların­
dan şevke geldi. Cin askeri alt etmeye başladı. Abdullah
omzunun hemen yanında, Hasruel'in kanca burnunun al­
tında asılı duran altın hızmaya uzanabilmek için bir elini
kurtarmaya uğraştı ve sonunda sol elini kurtarabildi. Fa­
kat terden sırılsıklam olan sağ eli Hasruel'in kulağından
kayıyordu. Delikanlı düşmemek için çaresizce tutundu.
Cemal'in köpeğini unutmuştu. Hayvan yaklaşık bir
dakika boyunca sersemlemiş halde yattı. Sonra her za­
mankinden daha büyük bir öfkeyle ve cinlere karşı nef­
ret dolu olarak ayağa kalktı. Hasruel'i görür görmez düş­
man belledi. Tüylerini kabartarak ve hırlayarak salon bo­
yunca koştu. Önce minyon prenses ile Morgan'ın, sonra
da Prenses Beatrice ile Valeria'nın yanından geçti, tahtın
etrafına üşüşen prenseslerin arasına daldı, efendisinin
korkudan büzülmüş suretini aştı ve cinin ulaşılması en
kolay yerine saldırdı. Abdullah elini son anda çekebildi.
Hart! diye kapandı köpeğin dişleri gulp diye yutkun­
du boğazı. Hemen sonrasında köpeğin suratında şaşkın
bir ifade belirdi ve hayvan hıçkırmaya başladı. Acıyla
uluyan Hasruel iki elini birden burnuna kapayarak dim­
dik doğruldu. Asker yere düştü. Abdullah ile Gece Çiçe­
ği iki yana uçtu. Abdullah hiç vakit kaybetmeden köpe­
ğe doğru atıldıysa da Cemal hayvanın yanına daha önce
vardı ve onu nazikçe kollarına aldı.
"Zavallı, zavallı köpeğim! Yakında iyileşeceksin!" diye
onu yatıştırarak basamaklardan aşağı dikkatle taşıdı.
Abdullah afallamış haldeki askeri kaldırıp Cemal'in

229
önüne götürdü ve "Herkes dursun! " diye bağırdı. "Dal­
zel, sana durmanı emrediyorum! Kardeşinin canı bizde!"
Tahttaki kavga sona erdi. Dalzel kanatları açık ve
gözleri fırını andırır vaziyette kaldı. "Sana inanmıyorum,''
dedi. "Nerede?"
"Köpeğin içinde,'' dedi Abdullah.
"Ama sadece yarına kadar,'' dedi Cemal hıçkıran kö­
peğini teselli edercesine. "Fazla ahtapot yemekten mide
sorunu yaşıyor. Neyse ki. . . "
Abdullah onu hafifçe tekmeleyerek susturdu ve, " Kö­
pek, Hasruel'in burnundaki hızmayı yedi, '' dedi.
Dalzel'in yüzündeki yılgınlık Abdullah'a şişe cininin
haklı olduğunu gösterdi -doğru tahmin etmişti. "Ooh!" de­
di prensesler. Tüm bakışlar iki büklüm durumdaki Hasru­
el'e çevrildi. Dev cinin ateşli gözlerinde yaşlar vardı ve ha­
la elleriyle bumunu tutuyordu. Berrak ve yeşil renkli cin

kanı pençeli parmaklarının arasından damlıyordu .


"Bimem geğekidi, '' dedi Hasruel kederle. "Bunumun
dibindedi. "
Yukarı Norland Prensesi tahtın etrafındaki kalabalık­
tan ayrıldı ve yeninin altından küçük, dantelli bir mendil
çıkarıp Hasruel'e uzattı. "Buyur,'' dedi kadın. "Darılmaca
yok . "
Hasruel mendili, "Teşekküle,'' diyerek aldı v e burnu­
nun yırtık kısmına bastırdı. Köpek hızmadan başka fazla
bir şey koparm�mıştı. Hasruel burnunu dikkatle sildikten
sonra tekrardan ağır ağır diz çöktü ve Abdullah'ı tahtın
basamaklarına çağırdı. "Gene iyi kalpli olduğuma göre
·
şimdi ne yapmamı istersin?" diye sordu üzgün bir sesle.

230
21

Şato Yere İniyor

A bdullah'ın bu soru ü zerinde fazla -düşünmesi ge­


rekmedi. "Kardeşini geri dönemeyeceği bir yere sürgün
etmelisin, " dedi.
Dalzel hemen mavi gözyaşlarına boğuldu. "Ama hak­
sızlık bu! " Ağlarken bir yandan da ayağını tekrar tekrar
tahta vuruyordu . "Herkes bana düşman! Zaten beni hiç
sevmedin Hasruel! Beni kandırdın! Seni tutanlardan kur�
tulmaya çalışmadın bile!"
Abdullah bu konuda Dalzel'in haklı olduğundan
emindi. Cinin sahip olduğu gücü bildiği için Hasruel'in
isteseydi askeri, hele hele kendisiyle Gece Çiçeği'ni dün­
yanın öteki ucuna atabileceğinin farkındaydı.
"Kimseye zarar verdiğim yoktu! " diye bağırdı Dalzel.
"Evlenmek benim de hakkım, öyle değil mi?"
O bağırıp tepinirken Hasruel dönüp, "Güneydeki ok­
yanusta sadece yüz yılda bir bulunabilen gezgin bir ada
var. Üzerinde bir saray ve pek çok meyve ağacı bulunu­
yor. Kardeşimi oraya göndereyim mi?" diye mırıldandı
Abdullah'a.
"Şimdi bir de beni buralardan göndermeye kalkıyor­
sunuz! " diye haykırdı Dalzel. "Hiçbiriniz ne kadar yalnız
kalacağımı düşünmüyor!"
"Bu arada, " diye mırıldandı Hasruel yeniden, Abdul-

23 1
lah'a "babanın ilk karısının akrabaları paralı askerlerle an­
laşma yaptılar. Sultan'ın gazabından korunmak için Zan­
zib'den kaçtılar, fakat iki yeğenlerini geride bıraktılar. Sul­
tan en yakın akrabaların onlar diye zavallıları hapsetti."
"Bu çok korkunç," dedi Abdullah, Hasruel'in konuyu
nereye bağladığını anlayarak. "Öyleyse o iki genç hanı­
mı buraya getirerek iyiliğe dönüşünü kutlamak ister mi­
sin, kudretli cin?"
Hasruel'in çirkin yüzünde bir tebessüm belirdi. Koca­
man pençeli ellerini kaldırdı. Gök gürültüsü gibi bir ses
koptu ve bir kızın tiz çığlığı izledi. İki yeğen tahtın ya­
nında beliriverdi. Her şey bir anda olup bitti. Abdullah
cinin daha önce hakikaten de gücünün tamamını kullan­
maktan kaçındığını anladı. Köpek saldırısından dolayı
hala yaşlı olan gözlerine bakınca, bu gerçeğin farkına
vardığının cin tarafından anlaşıldığını gördü .
"Bu kadar prenses de fazla!" dedi Prenses Beatrice.
Valeria'nın yanında diz çökmüştü ve bitkin duruyordu.
"Seni temin ederim ki bunlar prenses değil," dedi Ab­
dullah.
Zaten iki yeğenin prensese benzer bir hali de yoktu.
Birinin üzerinde mat pembe, ötekinin üzerindeyse sarı
renkli, eski püskü bir kıyafet vardı -her iki elbise de baş­
larına gelenlerden ötürü kirlenmiş ve yırtık pırtık durum­
dalardı. İkisinin de saçı darmadağındı. Önce tahtın üze­
rinde tepinip ağlayan Dalzel'e, ardından çam yarması
Hasruel'e, sonra da üzerinde peştamaldan başka bir şey
olmayan Abdullah'a bakıp çığlığı bastılar ve yüzlerini
birbirlerinin omzunda gizlemeye· çalıştılar.
"Zavallı kızlar," dedi Yukarı Norland Prensesi. "Ama
hiç de soylu davranmıyorlar."

232
"Dalzel! " diye seslendi Abdullah hüngür hüngür ağla­
yan ufak tefek cine. "Güzel Dalzel, prenses hırsızı, biraz
dur da beraberinde sürgüne götüreceğin hediyeyi gör . "
Dalzel'in ağlaması bir anda kesildi. "Hediye mi?"
Abdullah parmağıyla gösterdi. "Damat bulmak için
yanıp tutuşan şu genç ve etine dolgun gelinlere bak. "
Dalzel yanaklarındaki ışıltılı gözyaşlarını sildi v e Abdul­
lah'ın bazı uyanık müşterilerinin halı seçerken yaptıkları
gibi yeğenleri enine boyuna inceledi. "Tıpatıp aynılar!"
dedi yaratık. "Üstelik şahane şişmanlıktalar! Bu işte bir bit
yeniği olmalı. Yoksa gösterip de vermeyecek misin?"
"Bit yeniği falan yok, göz alıcı cin," dedi delikanlı.
Abdullah'a göre diğer akrabaları kızları terk ettikleri için
onları canı istediği gibi başından savabilirdi. Fakat tedbi­
ri elden bırakmayarak, "Kızları gönlünce kaçırabilirsin ,
yüce Dalzel, " diye ekledi. Genç adam yeğenlerin yanına
gidip her birinin etli butlu kolunu sıvazladı. "Hanımefen­
diler,'' dedi Abdullah. "Zanzib'in en dolgun şekerleri,
tombulluğunuzun keyfini çıkarmamı ebediyen engelle­
yecek bu talihsizlik için beni affedin. Şimdi başınızı kal­
dırın ve sizin için bulduğum kocaya bir bakın. "
Koca lafını duyar duymaz her iki yeğen d e başını kal­
dırdı. Dalzel'i uzun uzun süzdüler. "Amma da yakışıklıy­
mış," dedi pembeli.
"Kanatları hoşuma gitti,'' dedi sarılı. "Farklı görünü­
yor."
"Sivri dişleri de pek hoşmuş, " diye sesli düşündü
pembeli. "Pençeleri de öyle, tabii onlarla perdeleri yırt­
madığı sürece . "
Her bir yorumun ardından Dalzel'in koltukları daha
da çok-kabarıyordu. "Bu ikisini hemen kaçıracağım," de-

233
di. " Zaten onları prenseslerden daha çok sevdim. Niye
daha en baştan şişman kadınlar istemedimki, Hasruel?"
Hasruel sivri dişlerini meydana çıkararak sevecen bir
tebessüm etti. "Artık önemi yok, kardeşim . " Tebessümü
silindi. "Hazırsan seni sürgüne göndermem gerekiyor. "
"Artık bunu pek dert etmiyorum," dedi Dalzel gözle­
rini yeğenlerden ayırmadan.
Hasruel elini yavaşça, kederle kaldırdı ve üç uzun
gök gürültüsünün ardından Dalzel ile yeğenler gözden
kayboldular. Havaya hafif bir deniz kokusu yayıldı ve
martıların belli belirsiz çığlıkları duyuldu. Hem Morgan
hem de Valeria yine ağlıyordu . Başta Hasruel olmak üze­
re herkes iç geçirdi. Abdullah biraz şaşırarak, Hasruel'in
kardeşini sahiden sevdiğini fark etti. Dalzel gibi birini
sevmenin nasıl mümkün olduğunu anlamak zor olsa da,
Abdullah cini suçlayamazdı. Eleştirmek ne haddime? di­
ye aklından geçirdi, Gece Çiçeği yanına gelip kolunu
omzuna dolarken.
Hasruel daha da derin bir iç çekişin ardından cüsse­
sine Dalzel'inkinden çok daha fazla yakışan tahta otur­
du. Dev kanatları üzüntüyle iki yana sarktı. "Bir mesele
daha var, " dedi cin burnuna hafifçe dokunarak. Burnu
daha şimdiden iyileşmeye başlamış gibiydi.
"İyi bildin!" dedi Sophie . Kadın konuşma fırsatı yaka­
lamak için o ana dek tahtın basamaklarında beklemişti .
"Uçan şatomuzu çaldığın zaman kocam Howl da kaybol­
du. Nerede o? Onu geri istiyorum. "
Hasruel başını kederle kaldırdı, fakat cevap vermesi­
ne fırsat kalmadan prenseslerden hayret nidaları yüksel­
di. Alt basamaklardaki herkes kırmızı renkli jüponun et­
rafından kaçıştı. Jüpon akordeon gibi şişip şişip iniyor-

234
du. "İmdat!" diye bağırdı şişe cini. "Beni serbest bırakın!
Söz vermiştiniz!"
Gece Çiçeği'nin eli ağzına gitti. "Ah! Aklımdan uçu­
vermiş!" diyen genç kız Abdullah'ın yanından ayrılarak
basamaklardan indi. Mor dumanlar içindeki jüponu sa­
vurup attı. "Dileğim," diye haykırdı, "şişenden çıkman ve
sonsuza dek özgür olman!"
Cin her zaman olduğu gibi teşekkür etmekle vakit
kaybetmedi. Şişe gürültüyle patladı. Duman bulutunun
içinden çok daha katı bir suret çıktı. Sophie manzara
karşısında bir çığlık attı. "Ah, Gece Çiçeği sen çok yaşa!
Teşekkürler, teşekkür/en" Kaybolmakta olan dumanların
içine o kadar hızlı daldı ki, orada duran adamı neredey­
se yere deviriyordu. Adamın onun bu tavrından rahatsız
olmuş gibi bir hali yoktu . Sophie'yi kucaklayarak hava­
da döndürmeye başladı. "Ah , nasıl bilemedim! Nasıl fark
edemedim?" dedi Sophie soluk soluğa, cadı kırıklarının
üzerinde dönerken.
"Çünkü büyü buna izin vermedi," dedi Hasruel hü:
zünle. "Şişedekinin Büyücü Howl olduğu bilinseydi, biri
onu kurtarırdı. Onun kim olduğunu öğrensen bile kim­
selere söyleyemezdin. "
Saray Büyücüsü Howl diğer büyücü Suliman'dan daha
genç ve çok daha şıktı. Üzerinde açık mor renkli satenden
çok gösterişli bir kıyafet vardı. Sarı saçları kıyafetin rengiy­
le pek uyumsuzdu. Abdullah büyücünün çıkık kemikli
yüzündeki açık renkli gözlerine bakakaldı. O gözleri da­
ha önceki bir sabah görmüştü . Cinin kim olduğunu nasıl
tahmin edemediğini anlamıyordu . Genç adam kendini
güç bir çıkmazda buldu. Cini kullanmıştı. Onu çok iyi ta­
nıdığını düşünüyordu . Bu aynı zamanda büyücüyü de ta-

235
nıdığı anlamına mı geliyordu? Yoksa tam tersi miydi?
İşte bu yüzden, asker de dahil herkes Büyücü Howl'un
etrafına toplanarak onu tebrik ederken, Abdullah bir ke­
narda durdu. Minyon Tsapfan Prensesi'nin şamatacı kala­
balığın arasından sessizce geçip Morgan'ı büyük bir ciddi­
yetle Howl'a vermesini seyretti.
"Teşekkürler," dedi Howl. "Onu buraya getirirsem gö­
zümü üzerinde tutabileceğimi düşündüm," diye açıkladı
Sophie'ye. "Seni korkuttuysam özür dilerim. " Howl be­
bek tutmaya Sophie'den daha alışkın görünüyordu . Mor­
gan'ın yüzüne bakarak onu hafif hafif salladı. Morgan da
oldukça sert bakışlarla babasını süzdü. "Amma da çir­
kin!" dedi Howl. "Hık demiş burnumdan düşmüş . "
" Howl." diye çıkıştı Sophie, fakat öfkeli bir hali yoktu .
"Bir dakika ," dedi Howl. Tahtın basamaklarına yakla­
şıp Hasruel'in karşısına dikildi. "Bana bak, cin," dedi,
"seninle işim bitmedi. Şatomu çalıp götürerek ve beni bir
şişeye tıkarak ne yapmaya çalışıyordun?"
Hasnıel'in gözleri öfkeli bir turuncu ışıkla parladı.
"Büyücü, gücünün benimkine denk olduğunu mu sanı­
yorsun?"
"Hayır," dedi Howl. "Sadece bir açıklama bekliyo­
rum . " Abdullah kendini adama hayranlık duyarken bul­
du. Şişe cininin ne kadar ödlek olduğunu bildiğinden
Howl'un da içten içe tir tir titrediğinden emindi, ama
adam buna rağmen durumunu hiç belli etmiyordu . Howl
oğlunu saten kumaşla kaplı omzuna yasladı v� Hasruel'e
dik dik baktı.
"Pekala," dedi cin. "Kardeşim bana bir şato çalmamı
buyurdu. Bu konuda seçme şansım yoktu. Fakat Dalzel
seninle ilgili bir emir vermedi, tabii şatoyu geri almanı

.,

236
engellemem dışında. Masum bir adam olsan seni şu an
kardeşimin bulunduğu adaya götürüp bırakırdım. Fakat
komşu bir ülkenin fethedilmesi için sihrini kullandığını
biliyordum ve . . . "
"Haksızlık ediyorsun!" dedi Howl. "Öyle yapmamı
kral emretti!" Adam bir an için Dalzel'e çok benzedi,
sonra bunun farkına varmış olacak ki durup düşündü.
"Belki o sırada aklım başımda olsaydı Majesteleri'nin fik­
rini değiştirebilirdim. Haklısın. Ama günün birinde be­
nim seni bir şişeye tıkabileceğim bir duruma düşersek

fena olur, ona göre."


"Böyle bir cezayı hak etmiş olabilirim, " diye hemfikir
oldu Hasruel. "Ama en azından olaya karışan herkese
uygun bir kader yazdım. " Yaratığın eğik gözleri Abdul­
lah'a çevrildi. "Öyle değil mi?"
"Hem de nasıl, yüce cin , " diye doğruladı Abdullah.
"Kötüleri de dahil, tüm hayallerim gerçek oldu . "
Hasruel kafasını salladı. "Ve şimdi," dedi, "son bir kü­
çük ve gerekli iş yaptıktan sonra yanınızdan ayrılaca­
ğım . " Cinin kanatları açıldı ve elleri birtakım hareketler
yaptı. Bir anda etrafı kanatlı tuhaf şekillerle sarıldı. Şef­

faf deniz atlarını andıran bu şekiller başının üzerinde ve


tahtın çevresinde asılı duruyordu. Çırptıkları kanatlarının
belli belirsiz uğultusu hariç tamamıyla sessizdiler.
"Melekleri , " diye açıkladı Prenses Beatrice Prenses
Valeria'ya.
Hasruel kanatlı şekillere bir şeyler fısıldadı ve yaratık­

lar yine sürü halinde Cemal'in başına üşüştüler. Cemal


dehşet içinde onlardan uzaklaşsa da bu çabası bir işe ya­
ramadı. Kanatlı şekiller birbiri ardında Cemal'in köpeği­
nin farklı yerlerine kondular. Her bir melek konduktan

237
sonra küçülüyor ve köpeğin postunda kayboluyordu . Bu
durum geriye sadece iki melek kalana kadar devam etti.
Abdullah bu ikisinin kendisine doğru geldiğini fark
edince geriledi, ama şekiller onu takip ettiler. İki küçük
ve soğuk ses sadece onun duyabileceği bir şekilde ko­
nuştu . "Düşünüp taşındıktan sonra," dedi sesler, "bu şek­
li kurbağaya yeğlediğimize karar verdik. Bizi ebediyetin
ışığına kavuşturduğun için sana teşekkür ediyoruz. " Şe­
killer bunu dedikten sonra fırlayıp köpeğin postuna kon­
dular. Onlar da küçülerek hayvanın boğum boğum deri­
sinde kayboldu .
Cemal kollarındaki köpeğe şaşkın gözlerle baktı. "Ni­
ye meleklerle dolu bir köpek tutuyorum?" diye sordu
Hasruel'e.
"Sana veya hayvana zarar vermeyecekler,'' dedi Has­
ruel. "Sadece altın hızmanın çıkmasını bekliyorlar. Yarın
demiştin, öyle değil mi? Canımın güvenliği için kaygılan­
mamı anlıyorsundur herhalde . Meleklerim onu buldukla­
rında nerede olursam olayım bana getirecekler. " Yaratık
herkesin saçını uçuşturacak kadar derin bir iç geçirdi.
"Ama nerede olacağımı bilmiyorum,'' dedi. "Derinlerde
bir yerde, sürgüne gideceğim bir mekan bulmalıyım. Bü­
yük kötülük ettim. İyi Cinler'in saflarına geri dönemem."
"Ah, hadi ama, yüce cin," dedi Gece Çiçeği. "Bana iyi­
liğin affetmekte yattığı öğretildi. Herhalde İyi Cinler sa­
na kucak açacaklardır, değil mi?"
Hasruel koca kafasını iki yana salladı. "Zeki Prenses,
anlamıyorsun. "
Abdullah cini çok iyi anlıyordu. Bunun sebebi baba­
sının ilk karısının akrabalarına karşı pek de kibar sayıla­
mayacak tutumu olabilirdi. "Şşşt, sevgilim,'' dedi delikan-

238
lı. "Hasruel yaptığı kötülüklerden keyif aldığını ve piş­
manlık duymadığını kastediyor. "
"Doğru, " dedi Hasruel. "Şu son aylarda aldığım zevk,
önceki asırlarda aldığımdan çok daha fazlaydı. Bunu ba­
na Dalzel öğretti. Aynı zevki İyi Cinler'in arasındayken
de duymaya başlamadan çekip giymeliyim. Keşke nere­
ye gidebileceğimi bilseydim."
Howl'un aklına bir fikir gelir gibiydi. "Niçin başka bir
dünyaya gitmiyorsun?" diye öneride bulundu . "Ne de ol­
sa daha başka yüzlerce dünya var. "
Hasruel'in kanatları açıldı ve heyecanla çırpmaya baş­
layarak salondaki tüm prenseslerin saçlarını ve etekleri­
ni uçuşturdu. "Öyle mi? Nerede? Başka bir dünyaya na­
sıl gidebileceğimi bana göstersene. "
Howl kucağındaki Morgan'ı Sophie'nin tecrübesiz elle­
rine teslim etti ve tahtın basamaklarını çıktı. Birkaç tuhaf
el işareti ve bir iki baş hareketiyle Hasruel'e istediğini gös­
terdi. Hasruel gösterilenleri çok iyi anlayıp kafasını salla­
dı. Sonra tahttan kalktı ve tek kelime etmeden yürüyüp
gitti. Salonu katettikten sonra, sisin içinden geçer gibi, du­
varın içinden geçti. Dev salon bir anda bomboş gözüktü.
"Hele şükür!" dedi Howl.
"Onu kendi dünyana mı gönderdin?" diye sordu Sophie.
"Daha neler!" dedi Howl . "Dünyamdakilerin başların-
da yeterince dert var. Cini tam aksi istikamete yolladım.
Ama onun gitmesiyle beraber şatonun bir anda yok ol­
mayacağı riskine girmem gerekti. " Adam kendi etrafında
yavaşça dönerek buluttan salonu gözden geçirdi. "Her
şey yerli yerinde," dedi. "Bu da Calcifer'in buralarda bir
yerde olduğu anlamına geliyor. " Adam gür bir sesle ba­
ğırdı. " Calcifer/ Neredesin?"

239
Düşes'in jüponu bir kez daha canlanır gibi oldu. Bu
sefer biraz sağa sola savnılduktan sonra içinden sihirli
halı fırladı. Halı tıpkı Cemal'in köpeğinin yaptığı gibi
kendi kendine silkelendi. Sonra herkesi şaşkına çevire­
rek yere serildi ve sökülmeye başladı. Halının böyle he­
ba olması karşısında Abdullah bağırmamak için kendini
zor tuttu . Fırıl fırıl dönen iplik maviydi ve, sanki halı sı­
radan yünden yapılmamış gibi, tuhaf bir ışıltıya sahipti.
Halının ü zerindeki ilmikler sıra sıra çözüldükçe iplik gi­
derek uzadı, ta ki yükseklerdeki buluttan tavana varana
dek. Sonunda öteki uç da sabırsız bir hareketle halının
artık çıplak duran kanaviçesinden kurtuldu ve ipliğin ge­
ri kalanı gibi tavana yükseldi. Upuzun iplik orada top­
landı, toplandı, sonra da baş aşağı bir gözyaşına veya
aleve benzeyen yeni bir şekil almaya başladı. Bu şekil
ağır ağır alçalmaya başladı. Biraz daha yaklaştığında Ab­
dullah şeklin üzerinde mor, yeşil ve turuncu alevlerden
oluşan bir surat bulunduğunu gördü. Genç adam yazgı­
sına teslim olarak omuz silkti. Anlaşılan tüm o altınlarla
sihirli bir halı değil, bir ateş cini satın almıştı.
Ateş cini mor renkli , titrek bir ağızla konuştu . "Şükür­
ler olsun! Neden hiç kimse adımı daha önce söylemedi?
Canım yanıyordu!"
"Ah, zavallı Calcifer!" dedi Sophie. "Bilmiyordum!"
"Seninle konuşmuyorum," diye çıkıştı alev biçiminde­
ki garip varlık. "Bana pençelerini geçirdin. Seninle de
konuşmuyorum, '' dedi Howl'un yanından geçerken.
"Tüm bunlar senin yüzünden başıma geldi. Kral'ın ordu­
suna yardım etmek isteyen ben değildim. Artık sadece
onunla konuşuyorum,'' diyerek Abdullah'ın omuz hiza­
sında durdu. Delikanlı saçlarının hafifçe kavrulduğunu

240
hissetti, alevler epey sıcaktı. "Beni bir tek o övdü. "
"Ne zamandan beri övgüye ihtiyaç duyuyorsun?" di­
yerek surat astı Howl.
"Hoş biri olduğumun söylenmesinin ne kadar hoş ol­
duğunu anladığımdan beri," dedi Calcifer.
"Ama ben senin hoş olduğunu düşünmüyorum ki, "
dedi Howl. "Peki, öyle olsun!" Adam saten kıyafetini sa­
vurarak Calcifer'e sırt çevirdi.
"Kurbağaya dönüşmek mi istiyorsun?" diye sordu Cal­
cifer. "Kurbağaya dönüştürmeyi tek bilen sen değilsin!"
Howl açık mor renkli çizmelerinden birini öfkeyle ye­
re vurdu ve, "Belki yeni dostun senden bu şatoyu ait ol­
duğu yere götürmeni ister, " dedi.
Abdullah kendini biraz üzgün hissetti. Howl, Abdul­
lah'la birbirlerini tanımadıklarını göstermeye çalışır gi­
biydi, ama delikanlı Howl'un ne kastettiğini anladı. Ab­
dullah ateş cininin önünde eğildi. "Ey büyülü varlıkların
incisi," dedi, "şenliklerin ateşi ve halıların gözbebeği, bu
biçimdeyken, değerli bir halıyken olduğundan yüz kat
daha ihtişamlı yaratık . . . "
"Uzatma!" diye homurdandı Howl.
" . . . acaba bu şatoyu yere indirme zahmetine katlanır
mısın?" diye cümlesini bitirdi Abdullah.
"Seve seve," dedi Calcifer.
Oradaki herkes şatonun düşmeye başladığını hissetti.
Düşüş ilk başta o kadar hızlıydı ki, Sophie hemen
Howl'un koluna sarıldı ve prensesler çığlık attı. Vale­
ria'nın da bağırarak belirttiği gibi insanların midesi ağız­
larına geldi . Çok uzun süre farklı bir biçimde kaldığı için
Calcifer'in biraz paslanmış olması mümkündü. Yine de
düşüş bir müddet sonra yavaşlayarak neredeyse fark

24 1
edilmez hale geldi. İyi de oldu , çünkü şato alçaldıkça
küçülüyordu. Herkes savruldu ve ayakta kalmak için iti­
şip kakıştı. Birbirine yaklaşan duvarlar buluttan bir mer­

merden yalın bir sıvaya dönüştü. Tavan alçaldı ve kub­


bemsi çatının yerini siyah, büyük kirişler aldı. Az önce­
sine kadar tahtın bulunduğu yerin arkasında bir pencere
belirdi. Pencere ilk başta silikti. Abdullah günbatımı ada­
larının olduğu şeffaf denizi son bir kez görebilmek umu­
duyla dışarı baktı, fakat pencere tamamen gerçeklik ka­
zanana dek dışarıda sadece boş bir gökyüzü kalmıştı.
Küçük oda artık şafağın sarı ışıklarıyla aydınlanıyordu.
Bu sırada prensesler adeta birbirlerine yapışmışlardı.
Sophie bir taraftan Howl'un kolunu kavrarken, boştaki
eliyle de Morgan'ı tutuyordu. Abdullah ise kendini Gece
Çiçeği ile askerin arasında sıkışırken buldu .
Abdullah askerin uzun zamandır tek kelime etmediği­
ni fark etti. Adamın çok tuhaf davrandığı bile söylenebi­
lirdi. Peçeyle yüzünü örtmüştü ve şato küçüldüğü sırada
odanın şöminesinin yanında belirmiş kü çük bir tabure­
nin üzerinde başı eğik olarak oturuyordu .
"İyi misin?" diye sordu Abdullah.
"Çok iyiyim, " dedi asker. Sesi bile tuhaf çıkıyordu.
Prenses Beatrice itişe kakışa onun yanına geldi. "Ah,
işte buradasın!" dedi kadın. "Sorun ne? Artık her şey nor­
male döndü diye sözümden cayacağımı mı sanıyorsun?
Sebep bu mu?"
"Hayır, " dedi asker. "Daha doğrusu evet. Duyunca ca­

nın sıkılacak."
"Canım falan sıkılmayacak!" diye çıkıştı Prenses Beat­
rice. "Ben bir söz verdim mi tutarım. Prens Justin ne ha­
li varsa görsün . "

..

242
"İyi de ben Prens Justin'im," dedi asker.
" Net' dedi Prenses Beatrice hayretle .
Asker yavaşça ve utangaç bir edayla peçesini çıkarıp
başını kaldırdı. Ya tamamen masum, ya bütünüyle dü­
zenbaz ya da ikisi birden olabilecek aynı mavi gözlere sa­
hip yüzü önceki haline çok benzese de daha düzgün ve
asildi. Bu surata daha farklı bir asker ifadesi hakimdi. "O
kahrolası cin bana da büyü yaptı," dedi adam. "Artık ha­
tırlıyorum. Arama ekiplerinin rapor vermesi için bir koru­
lukta bekliyordum. " Mahcup bir sesle konuşmayı sürdür­
dü. "Prenses Beatrice'i -şey, yani seni- arıyorduk. Tabii
bir sonuca varamamıştır. Ansızın çadırım uçtu ve karşım­
da cini buldum. 'Prenses'i götürüyorum,' dedi yaratık. 'Ve
madem ki sen onun ordusunu büyü yaparak hileyle yen­
din, mağlup askerlerden biri ol da nasılmış gör bakalım '
Sonra bir de baktım ki, kendimi Strangialı bir asker sana­
rak savaş meydanında boş boş geziyorum. "
"Peki sonra ne oldu?" diye sordu Prenses Beatrice .
"Şey, " dedi Prens, "durum ilk başta çok zordu. Fakat
vaziyete uyum sağladım ve bulabildiğim bütün faydalı
şeyleri toplayıp bir plan yaptım. Artık tüm o mağlup as­
kerler için bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındayım.
Ama, " -adamın yüzünde tıpatıp eski askerinki gibi bir sı­
rıtış belirdi- "doğrusunu söylemek gerekirse Ingary'de
başıboş gezerken halimden çok hoşnuttum. Muziplik ya­
parak çok eğlendim. Ben de aynı o cin gibiyim. Beni asıl
üzen şey hükümdarlığa geri dönmek."
"Eh, ben o konuda sana yardım ederim, " dedi Pren­
ses Beatrice. "Ne de olsa bu işlere yabancı sayılmam."
"Sahi mi?" diyen Prens kafasını kaldırdı ve kadına tıp­
kı askerin şapkadaki yavru kediye baktığı gibi baktı.

243
Neşe içindeki Gece Çiçeği de Abdullah'ı hafifçe dürt­
tü. "İşte Oçinstan Prensi!" diye fısıldadı genç kız. "Ondan
korkmaya hiç gerek yok!"
Kısa zaman sonra şato tüy gibi yere kondu. Tavanın
alçak kirişleri arasında uçan Calcifer şatoyu Kings­
bury'nin dışındaki tarlalara indirdiğini duyurdu. "Ayrıca
Suliman'ın aynalarından birine haber saldım, " dedi kibir­
li bir ses tonuyla.
Bu sözler Howl'un canına tak etti. "Ben de, " dedi
adam öfkeyle. "Kendini bir şey sanıyorsun, değil mi?"
"Öyleyse iki haber birden aldı," dedi Sophie. "Ne ol­
muş yani?"
"Ne kadar aptalca! " dedi Howl ve gülmeye başladı.
Calcifer de kahkahalara boğuldu, araları düzelmişe ben­
ziyordu. Abdullah biraz düşününce Howl'un nasıl hisset­
tiğini anlıyordu. Adam şişe ciniyken sürekli ö�e içindey­
di. Bu özelliğini halen taşıyordu ve öfkesini çıkarabilece­
ği Calcifer'den başkası yoktu. Herhalde Calcifer de aynı
hislere sahipti. İkisi de sıradan insanların yanında öfke­
lenme riskine giremeyecekleri kadar kuvvetli bir sihir
gücüne sahiptiler.
İki haberin de hedefine ulaştığı kısa sürede anlaşıldı.
Pencerenin yanındaki biri, "Bakın!" diye bağırdı. Herkes
pencereye üşüşerek dışarı baktı. Kingsbury'nin kapıları
açılıyordu. Şehirden peşinde bir bölük asker olan kralın
at arabası çıktı. Aslında şehir kapısından koskoca bir ka­
filenin çıktığı da söylenebilirdi. Askerlerin arkasından,
Hasruel'in prenseslerini kaçırdığı ülkelerin armalarını ta­
şıyan çok sayıda büyükelçi arabası geliyordu .
Howl Abdullah'a dönüp, "Sanki seni yakından tanıyor
gibiyim, " dedi. Birbirlerine mahcup gözlerle baktılar.

244
"Sen de beni tanıyor musun?" diye sordu .
Abdullah eğilerek selam verdi. "En az beni tanıdığın
kadar. "
"Ben d e bundan korkuyordum," dedi Howl dertli bir
şekilde. "Eh, en azından ihtiyaç anında ağzının iyi laf
yaptığını biliyorum. Tüm o arabalar buraya geldiğinde
bu marifetin işimize yarayabilir . "
Yaradı da . Arabaların şatoya varmasıyla beraber orta­
lık epey karıştı. Abdullah'ın sesi kısa süre sonra konuş­
maktan kısılmıştı. Fakat işin en ilginç yanı Sophie, Howl
ve Prens Justin'e ek olarak her prensesin krala Abdul­
lah'ın ne kadar cesur ve zeki olduğunu söylemek için
birbiriyle yarışmasıydı. Delikanlı onları düzeltmek için
çok uğraştı. Cesur falan değildi -sadece Gece Çiçeği ta­
rafından sevildiği için havada yürüyordu, o kadar.
Prens Justin onu bir kenara, sarayın girişlerinden biri­
ne çekti. "İltifatları kabul et, " dedi. "Zaten hiç kimse doğ­
ru sebeplerden dolayı övgü almaz. Bana bir bak. Eski as­
kerlerine para vereceğimi açıkladığım için buradaki
Strangialılar bana bayılıyorlar ve Prenses Beatrice ile ev­
lenmeyi yokuşa sürmekten vazgeçtiğim için de kardeşim
zevkten dört köşe. Herkes benim örnek alınması gere­
ken bir prens olduğumu sanıyor. "
"Önceden onunla evlenmeye karşı mıydın?" diye sor­
du Abdullah.
"Hem de nasıl," dedi Prens. "Tabii henüz onunla ta­
nışmamıştım. Kral'la o konuda epey tartıştık ve onu sa­
rayın çatısından aşağı atmakla tehdit ettim. Ortadan kay­
bolmamın sebebinin ona gücenmem olduğunu sanmış.
Endişelenmeye başlamamış bile . "
Kral kardeşinin tutumundan v e Abdullah'ın hem Va-

245
leria'yı hem de diğer Saray Büyücüsü'nü geri getirmesin­
den o kadar hoşnuttu ki, hemen ertesi gün için dillere
destan bir çifte düğün hazırlanmasını emretti. Bu da kar­
gaşaya epey bir aciliyet kattı. Howl alelacele bir şekilde
-çoğunlukla parşömenden oluşan- bir Kral Habercisi
imgesi yaratıp, kızının düğününe davet edilmek üzere
Zanzib Sultanı'na gönderdi. Yarım saat sonra oldukça
hırpalanmış bir halde geri dönen imge, Sultan'ın, bir da­
ha yüzünü Zanzib'de göstermesi halinde Abdullah'ı
oturtmak üzere on metrelik bir kazık hazırlatmış olduğu
haberini getirdi. Durum böyle olunca Sophie ile Howl
kralla konuştular. Kral hemen Ingary Diyarı Özel Elçilik­
leri diye iki yeni makam oluşturdu ve aynı akşam Abdul­
lah ile Gece Çiçeği'ni bu makamlara atadı.
Prens ve Elçi'nin düğünü tarihe geçti, zira Prenses Be­
atrice ile Gece Çiçeği'nin tam on dörder nedimesi vardı
ve gelinleri damatlara bizzat Kral teslim etti. Cemal de
AbduJlah'ın sağdıcıydı. Adam nikah yüzüğünü Abdul­
lah'a teslim ederken, meleklerin o sabah Hasruel'in ca­
nıyla beraber gittiklerini fısıldadı.
"İyi de oldu!" dedi Cemal. "Zavallı köpeğim kaşın­
maktan kurtuldu. "
Düğüne katılmayan iki önemli kişi, Büyücü Suliman
ile eşiydi. Bunun Kral'ın öfkesiyle sadece dolaylı olarak
alakası vardı. Kral, Büyücü Suliman'ı yakalatmak istedi­
ğinde Lettie onunla öyle sert konuşmuştu ki, erken doğu­
ma girmişti. Büyücü Suliman da karısının yanından ayrıl­
maktan çekiniyordu . Fakat tam da düğün günü Lettie hiç­
bir sorun yaşamadan bir kız bebek dünyaya getirdi.
"Ah, ne güzel! " dedi Sophie. "Teyzelik bana yakışa­
cak."

246 "
İki yeni elçinin ilk görevi kaçırılmış prensesleri evle­
rine yollamaktı. Minyon Tsapfan Prensesi gibi bazı pren­
sesler o kadar uzakta yaşıyorlardı ki, ülkelerinin adı sa­
nı duyulmamıştı. Elçilere, ticaret ittifakları kurmaları ve
ayrıca yolları üzerindeki diğer tüm yabancı yerleri sonra­
dan keşfedilmek üzere not etmeleri talimatı verildi. Howl
da Kral'la konuştu. Artık her nedense, tüm Ingary kafayı
dünyanın haritasını çıkarmaya takmıştı. Keşif ekipleri ha­
zırlanıp eğitiliyordu .
Gerek yaptıkları tüm bu yolculuklar, gerekse de pren­
seslerin pohpohlanması ve yabancı krallarla yapılan gö­
rüşmeler sebebiyle Abdullah yeni eşine itirafta bulunma­
ya bir türlü vakit ayıramıyordu. Delikanlı her gün kendi
kendine, ertesi gün çok daha uygun bir an yakalayaca­
ğını söylüyordu. Fakat en sonunda, çok uzaklardaki
Tsapfan'a varmak üzerelerken, Abdullah yapması gere­
keni daha fazla erteleyemeyeceğini anladı.
Genç adam derin bir nefes aldı. Yüzündeki kanın çe­
kildiğini hissedebiliyordu. "Ben gerçek bir prens deği­
lim,'' diye geveledi. İşte, söyleyeceğini söylemişti.
Gece Çiçeği çizmekte olduğu haritadan başını kaldırdı.
Çadırlarındaki etrafı örtülü fener kızın yüzünü her zaman­
kinden daha güzel gösteriyordu. " Ah biliyorum," dedi.
,

"Ne?" diye fısıldadı Abdullah.


"Eh, uçan şatodayken seni düşünmek için bol bol
vaktim oldu, " dedi Gece Çiçeği. " Kısa zamanda, daha
önceden benimle flört ettiğini anladım. Yaşadıklarımız

tıpkı benim kurduğum hayallere benziyordu, sadece ta­


mamen zıttı. Hayallerimde ben sıradan bir kızdım ve ba­
bam da Çarşı'daki bir halı tüccarıydı. Onun işlerini yürüt­
tüğümü hayal ederdim. "
"Sen harikasın!" dedi Abdullah.
"Sen de öyle, " dedi kız ve haritasına geri döndü .
Valeria'ya söz verilen bir yük katırı dolusu şekerlemey-
le birlikte tam vaktinde Kingsbury'ye döndüler. Yanların­
da çikolatalar, portakallı şekerler, hindistancevizli lokum­
lar ve ballı fıstıklar vardı, fakat en iyisi minyon prensesin
verdiği şekerlemelerdi -Yaz Yaprakları denen, kağıt ince­
liğindeki kat kat şekerler. Bunlar o kadar güzel bir kutu­
nun içindeydi ki, Valeria büyüdüğünde onu mücevher
kutusu olarak kullandı. Ne tuhaftır ki, bağırıp çağırmaktan
neredeyse tamamen vazgeçmişti. Kral sebebini anlayama­
dı, fakat Valeria'nın Sophie'ye açıkladığı gibi, otuz kişi
senden bağırmam istediğinde bağırmaktan soğuyordun.
Sophie ile Howl tekrar yürüyen şatoya taşındılar. İti­
raf etmek gerekir ki, kavga dövüş dolu bir yaşantı sür­
dürüyorlardı, fakat öyle çok mutluydular. Bir de Pazar
Kasabası Vadisi'nde güzel bir köşkleri vardı . Abdullah ile
Gece Çiçeği ülkeye geri döndüklerinde Kral onlara da
Pazar Kasabası Vadisi'nden arazi ve orada bir saray inşa
etme izni verdi. Yaptırdıkları ev oldukça mütevazıydı
-hatta çatısı sazdı- fakat kurdukları bahçeler kısa sürede
ülkenin en büyük harikalarından biri olup çıktı. Bahçe­
lerin tasarımında Abdullah'ın en azından bir Saray Büyü­
cüsü'nden yardım aldığı söyleniyordu, çünkü bir Elçi na­
sıl olur da yıl boyu mavi sümbüller açan bir sümbül ko­
ruluğuna sahip olabilirdi ki?

248
9
1 11 1 1 1 1
7 8 6 0 5 3 7 5 0 9 9 4

You might also like