Professional Documents
Culture Documents
İthaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.'nin yan kuruluşudur.
UÇAN ŞATO
it hak 1
1
5
nı umduğu topu topu altı tane kıl bulunması hariç.
İnsanlar maalesef bir konuda daha hemfikirdiler: Ab
dullah'ın karakterinin hayalperest, ürkek ve herkesi bü
yük hayal kırıklığına uğratmış annesine -babasının ikin
ci karısına- çektiği konusunda. Abdullah bu durumdan
pek de rahatsız sayılmazdı. Bir halı tüccarının yaşamında
cesarete yönelik pek fırsat olmazdı ve Abdullah da halin
den memnundu . Satın aldığı çadır küçük olmasına rağ
men konumu iyi çıkmıştı. Zengin insanların güzel bahçe
lerle çevrili kocaman evlerinde yaşadıkları Batı Mahalle
si'nden fazla uzak değildi. Daha da iyisi, halı ustaları ku
zeydeki çölden. Zanzib'e geldiklerinde ilk olarak Çar
şı'nın o kısmına uğruyorlardı . Hem zenginler hem de ha
lı ustaları genelde Çarşı'nın ortasındaki büyük dükkanla
rı tercih ederlerdi, fakat pek çoğu, genç bir halı tüccarı
na ait çadırın önünde duraklamaya da hazırdı, hele hele
o genç tüccar önlerini kesip fırsatlar ve indirimler sunar,
üstelik de bunu son derece kibar bir dille yaparsa .
Abdullah bu sayede sık sık en kaliteli halıları henüz
başkaları görmeden alabiliyor ve üstüne kar koyarak sa
tabiliyordu. Alış ve satışlar arasında da çadırında oturup
hayal kurmaya devam ederdi. Abdullah halinden hoş
nuttu . Aslında hayatındaki tek sorun kaynağı, babasının
ilk karısının akrabalarıydı. Bunlar ayda bir yanına uğra
yarak ona kusurlarını sayıp dökerlerdi.
"Ama kazandığın parayı hiç biriktirmiyorsun!" diye mu
kadder bir günde haykırdı Abdullah'ın babasının ilk kansı
nın erkek kardeşinin oğlu, Abdullah'ın nefret ettiği Hakim.
Abdullah eline geçen parayı daha iyi bir halı almakta
kullanmayı adet edindiğini açıkladı. Böylece tüm parası
stokuna bağlanıyorsa da, giderek daha iyi bir stoka sahip
6
oluyordu. Elinde avucunda geçinip gitmesine yetecek ka
dar vardı. Ve babasının akrabalarına açıkladığı gibi, evli
olmadığı için daha fazlasına ihtiyaç duymuyordu.
"Eh, evlenmenin vakti geldi de geçiyor!" diye haykır
dı Abdullah'ın babasının ilk karısının kız kardeşi, Abdul
Iah'ın Hakim'den bile çok nefret ettiği Fatma. "Daha ön
ce söyledim, gene söylüyorum... senin gibi genç bir ada
mın şimdiye kadar iki karısı olmalıydı!" Ve Fatma akıl
vermekle yetinmeyerek bu sefer onun için eş bakacağı
nı duyurdu. Teklifi Abdullah'ı tir tir titretmeye yetti.
"Hem stokun değer kazandıkça soyulma ihtimalin de
artar. Veya çadırında yangın çıkarsa daha çok kaybeder
sin. Hiç bunları düşündün mü?" diye başının etini yedi
Abdullah'ın babasının ilk karısının amcasının oğlu, Ab
dullah'ın ilk iki akrabasının toplamından bile fazla nefret
ettiği Asaf.
Abdullah onu hep çadırda uyuduğu ve fener yakar
ken çok dikkatli davrandığı konusunda temin etti. Bu
sözler üzerine babasının ilk karısının üç akrabası da ka
fasını aynı anda iki yana sallayarak cık cıkladı ve çekip
gitti. Bu genellikle Abdullah'ı bir ay daha rahat bıraka
cakları anlamına geliyordu. Abdullah rahatlayarak iç ge
çirdi ve hayal kurmaya kaldığı yerden devam etti.
Kurduğu hayal artık aşırı derecede ayrıntılıydı. Abdul
lah o hayalde kudretli bir prensin oğluydu. Prens o kadar
doğuda yaşıyordu ki, Zanzib'de kimse onu tanımıyordu.
Fakat iki yaşındayken Abdullah Kabul Akba adlı alçak bir
haydut tarafından kaçırılmıştı. Kabul Akba akbabanın ga
gası gibi kanca şeklinde bir burna sahipti ve burun delik
lerinden birine altın bir hızına takılıydı. Kabzası gümüş
kaplı tabancasıyla Abdullah'ı korkuturdu ve sarığında ona
7
insanüstü güçler veriyormuş gibi görünen bir kantaşı var
dı. Abdullah ondan o kadar çok korkmuştu ki çöle kaç
mış ve orada şimdi babası dediği bir adam tarafından bu
lunmuştu. Hayalde Abdullah'ın babasının hayatı boyunca
çöle hiç gitmemiş olmasına yer verilmiyordu; hatta Zan
zib'den çıkacak olanın aklından zoru olduğunu sık sık
söylerdi. Buna karşın Abdullah iyi yürekli halı tüccarı ta
rafından bulunmadan önce aç, susuz, perperişan bir hal
de yaptığı kabus gibi yolculuğun her noktasını kafasında
canlandırabiliyordu. Aynı şekilde, yeşil mermerlerle kaplı
taht odasından kadınlar bölümüne, hatta mutfaklarına ka
dar, kaçırıldığı sarayı tüm ihtişamı ve ayrıntısıyla hayal
edebiliyordu. Sarayın çatısında her biri dövülmüş altınla
kaplı yedi kubbe bile yer almaktaydı.
Fakat hayal son zamanlarda Abdullah'ın doğar doğ
maz sözlendiği prenses üzerinde yoğunlaşıyordu. Kız da
Abdullah kadar asildi ve onun yokluğunda mükemmel
yüz hatlarına ve kocaman, buğulu, kapkara gözlere sa
hip, güzeller güzeli bir kız olup çıkmıştı. Abdullah'ınki
kadar zengin bir sarayda yaşıyordu. Saraya iki kenarında
melek heykelleri dizili olan bir caddeden ve mermer
kaplı yedi meydandan geçerek giriliyordu. Meydanların
her birinin ortasında yakuttan başlayıp zümrütlerle süslü
platine kadar birbirinden değerli malzemelerle yapılmış
birer çeşme bulunuyordu.
Ancak bu düzenleme o gün Abdullah'ı tatmin etmedi.
Ne zaman babasının ilk karısının akrabaları tarafından zi
yaret edilse bu hisse kapılırdı. Aklına iyi bir sarayın muh
teşem bahçelere sahip olması gerektiği geldi. Bahçeler
hakkında çok az şey bilse de Abdullah onlara bayılırdı.
Tecrübesinin büyük bölümü, Zanzib'in çimleri ezik ve çi-
..
8
çeği az umumi parklarından geliyordu. Abdullah bazen
tek gözlü Cemal'e çadıra göz kulak olması için para yetiş
tirebilirse öğle yemeğine ayırdığı vakti oralarda geçirirdi.
Cemal yan taraftaki kızarmış yiyecek çadırını işletiyor ve
yaklaşık bir sikke karşılığında köpeğini Abdullah'ın çadırı
nın önüne bağlıyordu. Abdullah bu durumun kendisine
doğru düzgün bir bahçe icat etme vasfı sağlamadığının
fazlasıyla farkındaydı, fakat Fatma'nın seçeceği iki eşi dü
şünmektense kendini prensesiyle beraber rüzgarda salı
nan eğreltiotlarının ve mis kokulu patikaların arasında
kaybetmeyi yeğliyordu.
Daha doğrusu yeğlerdi. Abdullah hayal kurmaya da
ha yeni başlamışken kollarında rengi solmuş bir halı tu
tan uzun boylu ve pasaklı bir adam geldi.
"Halı alıp satıyor musun, ey büyük bir evin oğlu?" di
ye sordu yabancı hafifçe eğilip selam vererek.
Alıcılarla satıcıların birbirleriyle hep çok resmi ve ağ
dalı bir dille konuştukları Zanzib'de halı satmak isteyen
biri için bu adamın tavırları hayret verecek denli kabay
dı. Ayrıca Abdullah daldığı hayallerden zorla çıkarıldığı
na da kızmıştı. Lafı fazla uzatmadan cevap verdi: "Dedi
ğin doğru, ey çöllerin kralı. Bu sefil tüccarla alışveriş
yapmak mı istersin?"
"Alışveriş değil, satış, ey paspasların efendisi," diye
onu düzeltti yabancı.
Paspaslar hal diye aklından geçirdi Abdullah. Bu bir
hakaretti. Abdullah'ın çadırının önünde sergilenen halı
lar arasında Ingary'den -ya da Zanzib'deki adıyla Oçins
tan'dan- getirilmiş çiçek desenli ve püsküllü nadide bir
parça bulunuyordu. Aynca Sultan'ın bile sarayındaki kü
çükçe odalardan birine konmasına karşı çıkmayacağı In-
9
hico ve Farktan'dan gelen en az iki halı da içerideydi.
Fakat Abdullah tabii ki bunu dile getiremezdi. Zanzib'de
böbürlenmeye iyi gözle bakılmazdı. Onun yerine soğuk
bir edayla, azıcık eğilerek selam verdi. "Mütevazı ve vi
rane işletmem sana aradığını sunabilir, ey gezginlerin şa
hı," dedi ve bunu söylerken de gözlerini yabancının kir
li çöl kaftanında, burnunun kenarındaki paslı hızmada
ve başındaki yırtık pırtık başlıkta gezdirdi.
"Viraneden de beter, yer kilimlerinin ulu satıcısı," di
yerek hemfikir oldu yabancı. Adam, rengi soluk halısının
bir ucunu, o sırada balık kokan mavi dumanlar arasında
ahtapot kızartan Cemal'e doğru savurdu. "Komşunun
saygıdeğer meşguliyeti mallarına sinmiyor mu," diye sor
du, "ahtapotun kendine has o kokusuyla?"
Abdullah'ın içini öyle bir hiddet kapladı ki, bunu sak
lamak için ellerini ezik bir tavırla ovuşturması icap etti.
İnsanların böyle şeyleri dile getirmeleri hiç yakışık al
10
ce kokuyordu zaten. "Değersiz gözlerimin önüne ne gibi
harikalar sereceksin?" diye kuşkuyla sordu Abdullah.
"Bunu, fırsatların avcısı!" dedi adam ve hünerli bir ha
reketle halıyı yere açtı.
Abdullah da bunu yapa.bilirdi. Halı tüccarları böyle
şeyleri zamanla öğrenirlerdi. Yabancının hareketinden
pek de etkilenmemişti. Ellerini fazlasıyla yaltakçı bir ta
vırla kaftanının yenlerine sokup malı inceledi. Halı bü
yük değildi. Açıldığında Abdullah onun düşündüğünden
de hırpani olduğu gördü. Tek özelliği sıradışı deseniydi
-daha doğrusu solup gitmese öylece olacaktt. Geriye ke
narları lime lime olmuş, kir pas içinde bir şey kalmıştı.
"Maalesef bu fukara tüccar şu süslü halıya en fazla üç
bakır sikke ödeyebilir," diye açıkladı Abdullah. "Boş
ceplerimin sınırı bu. Zor günler geçiriyoruz, ey develer
kaptanı. Ücret uygun mudur?"
"BEŞ YÜZ isterim," dedi yabancı.
"N&." dedi Abdullah.
"ALTIN sikke," diye ekledi yabancı.
"Gelmiş geçmiş bütün çöl haydutlarının prensi şaka
yapıyor olmalı," dedi Abdullah. "Veya belki de küçük
çadırımı kızarmış ahtapot kokusu haricinde yetersiz bu
lup gitmek ve daha zengin bir tüccarın kapısını çalmak
istiyordur?"
"Pek sayılmaz," dedi yabancı. "Tabii ilgilenmiyorsan
giderim, ey balıkçılar komşusu. Ancak bunun sihirli bir
halı olduğunu da belirteyim."
Abdullah bunu daha önce de duymuştu. Önünde ka
vuşturduğu ellerinin üzerinden eğilerek selam verdi.
"Halılarda saklı olduğu söylenen erdemler çok ve çeşit
lidir," diye katıldı adama. "Kumlar şairi bundaki erdemin
11
ne olduğunu söyler? Bir adam evine geldiğinde onu kar
şılar mı? Yuvasına huzur mu getirir? Yoksa," diyerek ha
lının yıpranmış ucunu ayağıyla manalı bir şekilde dürttü,
"asla ve asla eskimez mi?"
"Uçar," dedi yabancı. "Sahibi nereye emrederse oraya
uçar, ey dar kafalıların en dar kafalısı."
Abdullah adamın yüzündeki, çölün bıraktığı derin iz
lere baktı. Küçümseyici bir ifade o izleri daha da derin
leştiriyordu. Abdullah bu adamdan en az babasının ilk
karısının amcasının oğlu kadar hoşlanmadığına karar
verdi. "Bu kuşkucuyu inandırman gerek," dedi. "Eğer ha
lı marifetlerini sergileyebilirse, ey yalancılar padişahı, bir
anlaşmaya varabiliriz. "
"Seve seve," dedi uzun boylu adam v e halının üstüne
çıktı.
Tam o anda yan taraftaki kızarmış yiyecek çadırında
alışıldık bir patırtı çıktı. Herhalde bir sokak çocuğu biraz
ahtapot çalmaya kalkışmıştı. Sebep ne olursa olsun, Ce
mal'in köpeği havlamaya ve Cemal de dahil bir sürü ki
şi avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı; tencere tavala
rın tıngırtısı ve sıcak yağın cızırtısı sesleri neredeyse bas
tırıyordu.
Düzenbazlık Zanzib'de hayatın bir parçasıydı. Abdul
lah dikkatini bir an bile bu yabancının ve halısının üze
rinden ayırmadı. Adamın Cemal'e dikkat dağıtması için
para ödemiş olması mümkündü. Zaten Cemal'i tanıyor
muş gibi ismini birkaç kez kullanmıştı. Abdullah gözünü
adamın uzun boylu suretinde ve özellikle de ayaklarının
altındaki kirli hahda tuttu . Fakat göz ucuyla adamın yü
züne bakmayı da ihmal etmediğinden dudaklarının oy
nadığını gördü . Hassas kulakları, yan taraftan gelen gü-
12
rültüye rağmen iki ayak yukan sözcüklerini bile yakala
dı. Halı yerden rahatça yükselerek Abdullah'ın dizleriyle
aynı seviyeye çıktı ve yabancının eski püskü başlığı
çadırın tavanına değmeden havada asılı kaldı. Abdul
lah'ın gözleri halının altında olabilecek çubuklar aradı.
Tavana ustaca tutturulmuş kancalar aradı. Feneri tutup
eğdi ki, ışık halının hem üstüne· hem de altına vursun.
Bu sırada yabancı da yüzünde aşağılayıcı bir ifadeyle,
kollarını kavuşturmuş bir vaziyette duruyordu. "Gördün
mü?" dedi adam. "Kuşkucuların en yamanı artık ikna ol
du mu? Havada asılı mıyım, değil miyim?" Anlaşılması
için bağırması gerekiyordu. Yandan gelen sesler hala sa
ğır ediciydi.
Abdullah görebildiği kadarıyla, halının herhangi bir
destek olmaksızın havada durduğunu itiraf etmek zorun
daydı. "İkna oldum sayılır," diye bağırarak cevap verdi.
"Gösterinin bir sonraki safhasında sen halıdan ineceksin
ve yerine ben geçeceğim."
Adam kaşlarını çattı. "Niye ki? Gözlerinin gördüğü ka
nıta diğer duyuların ne katabilir ki, ey şüphenin ejderi?"
13
çadırına gelmişlerdi. Silahlarını birbirine vurup bas bas
bağırarak neler olduğunu soruyorlardı.
Ve halı Abdullah'a itaat etti. Yerden iki ayak yüksele
rek Abdullah'ın midesini ağzına getirdi. Genç adam alela
cele çöktü. Halının üzerinde çok rahat oturuluyordu. Ha
lı gergin bir hamak gibiydi. "Bu ağır çalışan kafa ikna ol
maya başlıyor," diye itiraf etti yabancıya. "Fiyat ne kadar
demiştin, ey cömertlik abidesi? İki yüz gümüş müydü?"
"Beş yüz ALTIN," dedi yabancı. "Halıya alçalmasını
söyle de meseleyi konuşalım."
Abdullah halıya, "Alçal ve yere in," dedi. Halı hemen
söyleneni yaparak Abdullah'ın kafasındaki bir şüpheyi
daha sildi; Abdullah, halıya ilk çıktığında yabancının ila
veten bir şeyler söylediğinden, fakat yan taraftan gelen
gürültü yüzünden kendisinin söylenenleri duyamadığın
dan kuşkulanmıştı. Delikanlı hızla ayağa kalktı ve pazar
lık başladı. "Kesemden çıksa çıksa yüz elli altın çıkar,"
diye açıkladı, "o da ters yüz edip salladığımda."
"Öyleyse diğer keseni getirmeli, hatta yatağının altına
bakmalısın," diye karşılık verdi yabancı. "Zira cömertliği
min sınırı dört yüz doksan dokuz altındır. Zaten mecbur
kalmasam satmazdım."
"Sol ayakkabımın tabanından kırk beş altın daha çıkar
tabilirim," diye atıldı Abdullah. "O parayı acil durumlar
için saklıyordum ve elimde avucumda ne varsa hepsi bu."
"Bir de sağ ayakkabına bak," cevabını verdi yabancı.
"Dört yüz elli."
Pazarlık böyle sürüp gitti. Yabancı, bir saat sonra
çadırdan 210 altın sikkeyle ayrılarak Abdullah'ı eski püs
kü ama hakiki görünen bir uçan halının gururlu sahibi
olarak bıraktı. Genç adamın aklını hala kurt kemirmek-
14
teydi. Birinin, hatta fazla şeye ihtiyaç duymayan bir çöl
seyyahının bile hakiki -fakat maalesef yıpranmış- bir si
hirli halı için 400 altından aşağısını kabul edeceğine ina
namıyordu. Böyle bir halı son derece faydalı olup bir de
veden bile iyiydi, çünkü halıyı beslemeye gerek yoktu
-ve iyi bir deve en az 450 altın ederdi.
Bu işte bir iş olmalıydı. Abdullah'ın kulağına bir hile
çalınmıştı. Bu hile genellikle atlarda veya köpeklerde
kullanılırdı. Adamın biri çıkıp iyi niyetli bir çiftçiye ya da
avcıya şaşırtıcı derecede düşük fiyata muhteşem bir hay
van satar, sebep olarak da kendisiyle açlık arasında du
ran tek şeyin o hayvan olduğunu söylerdi. Sevinçten
dört köşe olan çiftçi (ya da avcı) atı o akşam bir ahıra
(veya köpeği köpek kulübesine) koyardı. Sabahleyin
hayvanın yerinde yeller eserdi; yularından (veya tasma
sından) kurtulması öğretilen hayvan gece vakti kaçıp sa
hibine dönerdi. Abdullah'a göre yeteri kadar itaatkar bir
halı da aynı şekilde eğitilebilirdi. Bu yüzden genç adam
çadırından çıkmadan önce sihirli halıyı çatıyı yerinde tu
tan direklerden birine büyük bir dikkatle sarıp bir kan
gal ipi etrafına tekrar tekrar doladı, sonra da ipin ucunu
duvarın dibindeki demir kazıklardan birine bağladı.
"Bence bundan kaçman hiç de kolay olmayacak," de
di halıya ve yiyecek çadırında neler döndüğünü öğren
mek üzere dışarı çıktı.
Komşu çadır artık sessiz ve derli topluydu. Cemal tez
gahında oturmuş, köpeğine kederle sarılıyordu.
"Neler oldu?" diye sordu Abdullah.
"Birkaç hırsız çocuk ahtapotumu düşürdü," dedi Ce
mal. "Bütün günün sermayesi çöpe gitti!"
Abdullah yaptığı alışverişten o kadar memnundu ki,
15
başka ahtapot alması için Cemal'e iki gümüş sikke verdi.
Cemal minnetle ağlayarak ona sarıldı. Köpeği sadece Ab
dullah'ın elini ısırmamakla kalmadı, onu bir de yaladı. Ab
dullah gülümsedi. Hayat güzeldi. Köpek çadırını korurken
o da ıslık çalarak kamını güzelce doyurmaya yollandı.
Akşam Zanzib'in kubbelerinin ve minarelerinin arka
sındaki gökyüzünü kızıla boyarken Abdullah ıslık çalma
yı sürdürerek geri dö�dü. Halıyı çok yüksek bir fiyattan
Sultan'ın ta kendisine satmayı planlamıştı. Halıyı tam da
bıraktığı yerde buldu. Yoksa Baş Vezir'in huzuruna çık
ması daha mı iyi olurdu, diye kafasından geçirdi yıkanır
ken. Vezir halıyı Sultan'a hediye etmek isteyebilir, böyle
likle Abdullah daha bile çok para isteyebilirdi. Halının ne
kadar değerli olduğunu düşünürken yularından kaçması
öğretilmiş atın hikayesi tekrar kafasını kurcalamaya baş
ladı. Entarisini giyerken hayalinde halının kıvrıla büküle
kurtulduğunu canlandırdı. Eski ve esnek bir halıydı. Her
halde çok iyi eğitilmişti. İplerden kurtulması kesin gibiy
di. Kaçamasa bile, Abdullah kafasını kemiren kurt yüzün
den gece boyunca uyuyamayacağını biliyordu.
Sonunda ipi dikkatle kesip halıyı yatağı olarak kullan
dığı en değerli kilimlerden oluşan yığının üstüne serdi.
Çölden esen soğuk rüzgarlar çadırın içine kadar girdiğin
den kafasına kukuletasını taktı, battaniyesini üzerine ser
di, feneri söndürdü ve uyudu.
16
2
17
Üzerleri çiğ taneleriyle kaplı eğreltiotuna benzer bir
dizi kocaman bitkinin arkasında bulduğu su, bir başka
çimenlikteki basit bir mermer çeşmeydi. Çalılara gerilmiş
iplerden sarkan fenerler çeşmeyi aydınlatıyor, akan suyu
altın ve gümüş renklerdeki hilallerden oluşan bir harika
ya dönüştürüyordu. Abdullah büyülenmişçesine ona
doğru yürüdü.
Rüyasının bir tek eksiği vardı ve en iyi rüyalarda ol
duğu gibi onu da karşısında bulması çok sürmedi. Muh
teşem güzel bir kız, çıplak ayaklarıyla ıslak çimlere ba
sarak çimenliğin öteki tarafından genç adamı karşılamak
için yaklaştı. Etrafında uçuşan tül kıyafeti onun tıpkı Ab
dullah'ın hayallerindeki prenses gibi ince gösteriyordu.
Abdullah'a yaklaştığında genç adam kızın yüzünün, ha
yallerindeki prensesin aksine, oval olmadığını, ayrıca ko
caman ve kapkara gözlerinin de o denli buğulu durma
dığını gördü. O gözler şimdi Abdullah'ın yüzünü bariz
bir ilgiyle inceliyordu. Abdullah hayalinin üzerinde ale
lacele bir değişiklik yaptı, zira kız çok güzeldi. Ve ko
nuştuğunda çeşmedeki su gibi yumuşacık ve neşe dolu
çıkan sesi, Abdullah'ın kafasında kurup kurabileceği en
güzel sesti.
"Sen yeni hizmetkar mısın?" dedi kız.
Rüyalarda insanlar sahiden de tuhaf şeyler soruyorlar,
diye kafasından geçirdi Abdullah. "Hayır, hayallerimin
şaheseri," dedi delikanlı. "Bil ki ben uzaklardaki bir
prensin kayıp oğluyum."
"Ah," dedi kız. "O zaman işler değişir. Bu, senin ben
den farklı bir kadın olduğun anlamına mı geliyor?"
Abdullah hayallerinin kızına şaşkın gözlerle baktı.
"Ben kadın falan değilim!" dedi.
18
"Emin misin?" diye sordu kız. "Ne de olsa elbise giyi
yorsun."
Abdullah aşağı baktığında üzerinde entarisi olduğunu
gördü. "Bu yalnızca benim yerel kıyafetim," dedi aceley
le. "Ülkem buradan çok uzaklarda. Bir erkek olduğuma
dair seni temin ederim. "
"Ah, hayır, " dedi kız kuşku barındırmayan bir sesle.
"Erkek olamazsın. Şeklin şemailin buna uygun değil. Er
kekler senden iki kat daha kalın ve göbeklidir. Ayrıca
suratları gri kıllarla kaplıdır ve kel kafaları pırıl pırıl par
lar. Senin kafanda ise bende olduğu gibi saç var ama yü
zünde neredeyse hiç yok."
Bu sözlerden alınan Abdullah bir eliyle üst dudağın
daki altı tel kıla dokunurken kız, "Yoksa şapkanın altın
da çıplak bir kafan mı var?" diye sordu.
"Tabii ki hayır," dedi gür, dalgalı saçlarından gurur
duyan Abdullah. Elini kafasına götürüp kukuletasını çı
kardı. "Bak," dedi genç adam.
"Ah," dedi kız. Sevimli yüzünde şaşkın bir ifade vardı.
"Saçların neredeyse benimkiler kadar hoş. Anlamıyo-
rum."
"Ben de anladığımdan emin değilim," dedi Abdullah.
"Acaba fazla erkek görmemiş olabilir misin?"
"F;_lbette ki hayır," dedi kız. "Budalalık etme. Sadece
babamı görmüşlüğüm var! Ama onu epeyce gördüm, bu
yüzden neyden bahsettiğimi biliyorum."
"Yani hiç dışarı çıkmaz mısın?" diye çaresizce sordu
Abdullah.
Kız güldü. "Çıkarım. Zaten şu an dışarıdayım. Bu be
nim gece bahçem. Güneşe çıkıp güzelliğim bozulmasın
diye babam yaptırdı."
19
"Yani şehre inip insanları görmez misin demek istiyo
rum," diye açıkladı Abdullah.
"Şey, hayır, daha değil," diye itirafta bulundu kız. Du
rumdan biraz rahatsız olmuşçasına Abdullah'a hızla sırt
çevirip yürüdü ve çeşmenin kenarına oturdu. Sonra dö
nüp ona baktı ve, "Babam evlendikten sonra belki dışa
rı çıkıp şehri görebileceğimi söylüyor -tabii kocam izin
20
"Hiç de değil," dedi Abdullah.
"Ben de öyle düşünmüştüm," dedi kız ve başını kal
dırıp Abdullah'a büyük bir endişeyle baktı. "Pek de hay
van gibi görünmüyorsun. Bu da sahiden bir erkek olma
dığına dair bende şüphe uyandırıyor." Anlaşılan bu kız
bir fikre kapıldıktan sonra ondan bir türlü vazgeçmeyen
insanlardandı. Genç kız biraz düşündükten sonra, "Aca
ba ailen kendince bir sebepten dolayı seni bir yalana
inandırarak büyütmüş olabilir mi?" diye sordu.
Abdullah kıza önce kendine bakmasını söylemek is
terdi, fakat böyle bir davranış kaba olacağından başını
iki yana sallamakla yetinip kızın kendisi için bu kadar
endişelenmesinin ne kadar cömertçe olduğunu ve yü
zündeki endişenin onu nasıl daha da güzelleştirdiğini
düşündü. Çeşmeden yansıyan altın sansı ve gümüşi ışık
ta gözlerinin şefkatle parlaması da cabasıydı.
"Belki de sebep uzaklardaki bir ülkeden gelmiş ol
manla alakalıdır," diyen kız, çeşmede oturduğu yerin he
men yanını işaret etti. "Otur da bana her şeyi anlat."
"Önce bana adını söyle," dedi Abdullah.
"Saçma bulacaksın," dedi kız endişeyle. "Bana Gece
Çiçeği derler."
Abdullah'a göre bu isim hayallerindeki kız için mü
kemmeldi. Kızı hayran gözlerle süzdü. "Benim adım da
Abdullah," dedi.
"Sana bir erkek ismi bile vermişler!" diye gücenmişçe
sine çıkıştı Gece Çiçeği. "Lütfen otur."
Abdullah mermer havuzun kenarına, kızın hemen ya
nına oturdu ve bunun ne kadar da canlı bir rüya olduğu
nu düşündü. Üstüne oturduğu taş soğuktu. Çeşmeden sıç
rayan sular entarisini ıslatıyor ve Gece Çiçeği'nden yükse-
21
len mis gibi gülsuyu kokusu, bahçedeki çiçeklerin koku
larına, çok gerçekçi bir biçimde karışıyordu. Fakat madem
ki bu bir rüyaydı, burada Abdullah'ın hayalleri de gerçe
ğin ta kendisiydi. Bu yüzden Abdullah bir prens olarak ya
şadığı sarayı, Kabul Akba tarafından nasıl kaçırıldığını ve
çöle kaçıp bir hah tüccarınca bulunuşunu bir bir anlattı.
Gece Çiçeği onu halden anlar bakışlarla dinledi. "Ne
kadar korkunç! Ne �adar meşakkatli!" dedi kız. "Sakın
üvey baban haydutlarla anlaşıp seni kandırmış olmasın?"
Rüya görüyor olmasına rağmen, Abdullah kızın sem
22
"Öyleyse yapacağın şey çok eğitici olabilir," diye
hemfikir oldu kız. "En azından bana seni tekrar görmek
için bir bahane sağlar. Sen bugüne dek tanıştığım en ki
bar insanlardan birisin."
Bu sözler Abdullah'ı ertesi gün geri dönmeye iyice
azimlendirdi. Kendi kendine kızı bu kadar cahil bırak
manın yanlış olacağını söylüyordu. "Ben de senin için
aynı şeyi düşünüyorum," dedi utangaç bir edayla.
Gece Çiçeği gitmek üzere ayağa kalkarak Abdullah'ı
üzdü. "Artık içeri girmek zorundayım," dedi kız. "Bir zi
yaret yarım saati geçmemeli ve senin burada en az bir
saattir bulunduğundan eminim. Ama artık birbirimizi ta
nıdığımıza göre gelecek sefer en az iki saat kalabilirsin."
"Teşekkürler. Kalırım," dedi Abdullah.
Kız gülümsedi ve çeşmenin etrafını dolaşıp eğreltiotu
na benzer çiçekli bitkilerin arasında bir rüya gibi kaybol
du. O gittikten sonra bahçe, ay ışığı ve kokular epey
sıradan geldi. Abdullah'ın aklına geldiği yoldan geri dön
mekten başka şey gelmiyordu. Ve orada, ay ışığıyla yı
kanan setin üzerinde halıyı buldu. O ana dek halı aklın
dan tamamıyla uçup gitmişti, fakat madem ki o da bu rü
yanın içindeydi, Abdullah üstüne yatıp uykuya daldı.
Birkaç saat sonra çadırındaki yarıklardan sızan kör
edici gün ışığıyla uyandı. Evvelsi günden kalan tütsü ko
kusu burnuna ucuz ve boğucu geldi. Aslında tüm çadır
köhne, çirkin ve değersizdi. Üstelik Abdullah'ın başı ağ
rıyordu, çünkü kukuletası gece uyurken başından düş
müştü. Kukuletayı ararken, en azından halının kaçıp git
memiş olduğunu fark etti. Hala yatağının üzerindeydi.
Ansızın bütünüyle donuk ve iç karartıcı görünen yaşa
mındaki tek iyi şey buydu.
23
Gümüş sikkeler için hala minnet duyan Cemal, ikisi
için kahvaltı hazırladığını bağırdı dışarıdan. Abdullah
çadırın perdelerini memnuniyetle açtı. Uzakta horozlar
ötüyordu. Gök masmavi parlıyor, güçlü güneş ışınları
çadırın içindeki mavi tozları ve bayat tütsü kokusunu ya
rıp geçiyordu. Abdullah o güçlü güneş ışığında bile ku
kuletasını bulmayı başaramadı. İçi her zamankinden da
ha fazla karardı.
"Söyle bana, bazı günler durduk yerde moralinin bo
zulduğu oluyor mu?" diye sordu Cemal'e, birlikte kahval
tı etmek için güneşin altında bağdaş kurup otururlarken.
Cemal tatlı bir kuru pasta parçasını özenle köpeğine
yedirdi. "Sen olmasan ben de bugün kendimi üzgün his
sedecektim," dedi adam. "Sanırım biri o çocuklara hırsız
lık yapmaları için para ödedi. Tezgahımın altını üstüne
getirdiler. O da yetmezmiş gibi Şehir Gamizonu'ndan ce
za yedim. Başıma gelenleri görüyor musun? Galiba düş
manlarım var dostum."
Duydukları her ne kadar Abdullah'ın yabancıyla ilgili
şüphelerini haklı çıkarsa da genç adama pek yardımcı
olmadı. "Belki," dedi Abdullah, "köpeğinin kimi ısırdığı
na dikkat etmelisin."
"Olmaz öyle şey!" dedi Cemal. "Ben özgür iradeye
inanırım. Eğer köpeğim ben hariç tüm insan ırkından
nefret etmeyi seçiyorsa kararında özgür olmalı."
Abdullah kahvaltının ardından yine kukuletasını ara
dı. Hiçbir yerde yoktu. Onu en son ne zaman taktığını
hatırlamaya çalıştı. Geçen gece halıyı Baş Vezir'e satma
yı düşünerek yattığında kukuleta galiba kafasındaydı.
Ondan sonra da rüya çıkagelmişti. Kukuleta rüyasında
da başındaydı. Kel olmadığını Gece Çiçeği'ne (ne kadar
24
da hoş bir isimdi!) göstermek için kukuletayı başından
çıkarmıştı. Hatırlayabildiği kadarıyla çeşme kenarında kı
zın yanına oturana dek elindeydi. Ondan sonra Kabul
Akba tarafından kaçırılışını anlatırken elini kolunu ser
bestçe salladığını anımsadı, demek ki o sırada kukuleta
yı tutmuyordu. Rüyalarda eşyaların bir anda ortadan kay
bolduğunu bilirdi, fakat kanıtlar gösteriyordu ki, kukule
tayı çeşmenin kenarına oturduğu sırada düşürmüş�ü.
Acaba çeşmenin yanı başında, çimlerin üzerinde unut
ması mümkün müydü? Bu durumda...
Abdullah çadırın ortasında durdu ve nedense artık
pespaye toz zerreleri ve bayat tütsü kokusuyla değil de
cennetten gelen saf altın tozlarıyla dolu gibi görünen gü
neş ışınlarına bakakaldı.
"Gördüklerim rüya değildı1" dedi Abdullah.
İç sıkıntısı bir anda kayboldu. Soluğu bile daha rahattı.
"Her şey gerçektı1" dedi genç adam.
Sihirli halının başına gidip ona düşünceli gözlerle
baktı. Halı da rüyadaydı. Demek ki...
"Uyuduğum sırada beni zengin bir adamın bahçesine
taşıdığın anlaşılıyor," dedi halıya. "Belki de öyle yapma
nı uyurken buyurmuşumdur. Muhtemelen öyle oldu. Ne
de olsa bahçeleri düşünüyordum. Sandığımdan da de
ğerHymişsin!"
25
3
26
acaba bu alelade çizeri bunca erkek portresinin ne işe
yarayacağı konusunda bilgilendirebilir mi?"
"Resim tahtasının tacı bunu niye öğrenmek ister?" di
ye sordu Abdullah büyük bir endişe içinde.
"Müşteriler şefi mutlaka farkındadır ki, bu eğri büğrü
solucan nasıl bir araç kullanması gerektiğini bilmelidir,''
cevabını verdi ressam. İşin aslı bu son derece sıradışı si
pariş karşısında epey meraklanmıştı. "Tahtanın ya da tu
valin üstünde yağlıboya mı kullanmam, yoksa kağıdın ya
da parşömenin üstüne kalemle mi çizmem, veya duvara
fresk mi işlemem gerekeceği, müşterilerin incisinin port
relerle ne yapmak isteyeceğine bağlıdır."
"Ah, kağıt lütfen,'' dedi Abdullah aceleyle. Gece Çiçe
ği'yle yapacağı buluşmanın duyulmasını istemiyordu.
Abdullah kızın babasının çok zengin olduğunu ve kızı
nın şu Oçinstanlı Prens haricindeki erkekleri görmesini
istemediğini tahmin etmekteydi. "Portreler gönlünce ge
zip tozamayan bir yatalak için."
"Öyleyse sen bir iyilik meleğisin," diyen ressam, re
simleri şaşırtıcı ölçüde düşük bir ücret karşılığı çizmeye
razı oldu. "Hayır, hayır, talihin çocuğu, bana teşekkür et
me," dedi Abdullah minnettarlığını dile getirmeye kalktı
ğında. "Üç sebebim var. Bir, kendi zevkim için pek çok
portre yaptım ve bunlar zaten hazırda bulunduğu için de
senden ücret almam dürüstçe olmaz. İki, bana verdiğin
görev, gerçeğe uysa da uymasa da güzel çizmem gere
ken genç kadınlar ile kocalarının ya da atların ile deve
lerin resimlerini yapmamı, veya ebeveynlerinin -yine
gerçeğe uysun uymasın- melek gibi görmek istedikleri
çocuklarının portrelerini çizmemi gerektiren her zaman
ki işimden on kat daha ilginç. Üçüncü sebebim de şu ki,
27
bana kalırsa sen delisin, müşterilerin en asili, ve senden
istifade etmek talihsizlik getirir. "
Halı tüccarı genç Abdullah'ın aklını kaçırdığı ve satı
lık her türlü insan resmini aldığı çok kısa bir süre içeri
sinde Çarşı'nın dört bir köşesinde duyuldu.
Bu durum Abdullah'ın başına bela oldu. Günün geri
kalanı boyunca pek çok insan kapısını çalıp uzun ve ağ
dalı söylevler çekerek, sırf fakirlik yüzünden satmak zo
runda kaldıkları ninelerinin resimlerini ya da Sultan'ın
yarış develerinin -şans bu ya- bir at arabasının arkasın
dan düşüvermiş portrelerini veya kız kardeşlerinin minik
bir resminin olduğu madalyonlarını getirip durdu. Ab
dullah insanları başından savmak için epey zaman har
cadı; hatta bazı durumlarda bahsi geçen kişi bir erkek ol
duğunda resmi veya çizimi satın aldığı bile oldu. Tabii
bu da daha fazla insanın gelmesine sebep oldu.
"Yalnızca bugünlük. Teklifim bugün güneş batana ka
dar geçerli," dedi başında toplanan kalabalığa en sonun
da. "Bir erkek resmine sahip olan herkes günbatımından
bir saat önce bana gelirse resimleri satın alırım. Ama sa
dece o zaman."
Bu da ona halının üzerinde bazı denemeler yapabile
ceği birkaç saat kazandırdı. Artık bahçeye yaptığı ziyare
tin rüyadan fazlası olduğunu sanmakta haklı olup olma
dığını düşünmeye başlıyordu. Zira halının kıpırdadığı
yoktu. Abdullah kahvaltıdan sonra sırf hala hareket ede
bildiğini görmek için ona iki ayak yükselmesini söylemiş
ti. Ancak halı yerde öylece yatmıştı. Ressamın çadırından
dönüşte tekrar denemiş, ama halı yine kıpırdamamıştı.
"Belki de sana iyi davranmadım," dedi ona. "Kuşku
larıma rağmen bana sadık kaldın ve ben seni bir direğe
28
bağlayarak ödüllendirdim. Seni yere serecek olursam
kendini daha iyi hisseder misin dostum? Sorun bu mu?"
Abdullah onu yere serdiyse de halı uçmayı reddetti.
Eski püskü ve sıradan bir kilimden farksızdı.
İnsanların portre satma çabasıyla başının etini ye
mediği zamanlarda Abdullah konu üzerinde kafa yorma
yı sürdürdü. Halıyı satan yabancıya ve adam halıya yük
selmesini söylediği anda Cemal'in tezgahında kopan bü
yük gürültüye yönelik şüphelerine geri döndü. Adamın
dudaklarının oynadığını, fakat söylenenleri duyamadığı
nı anımsadı.
"İşte bu! " diye haykırarak yumruğunu avucuna vurdu.
"Halıyı kıpırdatmak için sihirli bir sözcük söylemek ge
rekiyor. Adam kendince sebeplerden -hiç şüphe yok ki
fesat amaçlarla- bunu benden sakladı. Vay alçak! O söz
cüğü uykumda söylemiş olmalıyım."
Abdullah çadırına koşup bir zamanlar okulda kullan
dığı yırtık pırtık sözlüğü buldu. Sonra da halının üstüne
çıkarak şöyle bağırdı: "AardvarM. Uç lütfen!"
Ne o sözcükte, ne de A ile başlayan diğerlerinde bir
şey oldu . Abdullah inatla Bye geçmesine rağmen o da
fayda sağlamadı. Okumaya devam ederek tüm sözlüğü
bitirdi. Portre satıcılarının devamlı ziyaretleri sebebiyle
bunu yapması epey zaman aldı. Akşamın erken saatle
rinde zimurgi sözcüğüne ulaşmasına rağmen halının kı
lı bile kıpırdamadı.
"Öyleyse uydurma ya da yabancı bir sözcük olmalı!"
diye sinirle bağırdı Abdullah. Ya buna inanacaktı ya da
Gece Çiçeği'nin rüya olduğuna. Kız gerçek bile olsa, ha
lının Abdullah'ı ona götürme şansı her geçen dakika aza
lıyor gibiydi. Abdullah orada durup aklına gelen her tür-
29
lü garip ve yabancı sözcüğü söylediyse de halı hiçbir
şekilde kıpırdamadı.
Abdullah güneş batmadan bir saat evvel ellerinde
bohçalarla ve büyük, yassı paketlerle dışarıda toplanan
büyük bir kalabalık tarafından yine rahatsız edildi. Res
sam çizimlerini teslim etmek için kalabalığı yarmak zo
runda kaldı. Sonraki bir saat çok yoğun geçti. Abdullah
resimleri inceledi, teyzelerin ve annelerin portrelerini
reddetti ve amca oğullarının kötü çizimleri için istenen
abartı fiyatları aşağı çekmek amacıyla pazarlık etti. O bir
saat içinde ressamın yüz adet harika çiziminin yanı sıra
seksen dokuz resme, madalyona, çizime ve hatta üzerine
surat çizilmiş bir duvar parçasına sahip oldu. Ama sihirli
halıyı -tabii sahiden sihir1iyse- satın aldıktan sonra artan
parasının hemen hemen tamamını harcamıştı. Dördüncü
karısının annesinin yağlıboya resminin bir erkeğe fazla
sıyla benzediğini iddia eden bir adamı öyle olmadığına
ikna edip nihayet dışarı attığı sırada hava çoktan karar
mıştı. Bir şeyler yiyip içemeyecek kadar yorgun ve bez
gindi. O gün toplanan kalabalığa abur cubur satarak iyi
iş yapan Cemal, şişe geçirilmiş yumuşacık bir et parçasıy
la gelmeseydi Abdullah hemen yatacaktı.
"Sana neler oldu bilmiyorum," dedi Cemal. "Normal
biri olduğunu sanırdım. Ama deli ol veya olma, karnını
doyurman gerek. "
"Durumun delilikle ilgisi yok," dedi Abdullah. "Sade
ce yeni bir ticaret koluna girmeye karar verdim. " Genç
adam getirilen yemeği mideye indirdi.
En sonunda 189 resmi halının üstüne yığarak araları
na uzandı.
"Şimdi beni dinle,'' dedi halıya. "O sihirli sözcüğü uy-
30
kumda şans eseri söyleyecek olursam beni hemen Gece
Çiçeği'nin bahçesine götürmelisin. " Elinden gelenin en
.
iyisi bu gibiydi. Uykuya dalması uzun sürdü.
Gece goncalarının baş döndürücü kokusuyla ve bir
elin nazik dokunuşuyla uyandı. Gece Çiçeği yanı başın
daydı. Abdullah kızın hatırladığından çok daha güzel ol
duğunu gördü.
"Sahiden de resimleri getirmişsin!" dedi kız. "Çok iyi
kalplisin."
Başardım! diye geçirdi aklından Abdullah. "Evet," dedi
genç adam. "Yanımda yüz seksen dokuz çeşit erkek var.
Sanırım bu kadarı kafanda genel bir kanı oluşturabilir."
Abdullah, birkaç altın sarısı feneri alıp setin etrafına
daire şeklinde dizen kıza yardım etti. Sonra resimleri tek
tek aldı ve önce fenerin altına tutup sonra da bir kenara
koyarak kıza gösterdi. Kendini bir sokak ressamı gibi
hissetmeye başlıyordu.
Gece Çiçeği, Abdullah'ın gösterdiği her adamı bütü
nüyle tarafsız bir gözle ve yoğun bir dikkatle tek tek in
celedi. Sonra eline bir fener alıp ressamın çizimlerine bir
daha baktı. Kızın bu davranışı Abdullah'ın hoşuna gitti.
Ressam gerçek bir profesyoneldi. Bir heykelden alındığı
belli olan kahramansı ve ulu bir kişi ile başlayıp Çarşı'da
ayakkabı boyayan bir kambura kadar her türlü erkeği res
metmiş, hatta arada bir yere kendi portresini de katmıştı.
"Evet, görüyorum," dedi Gece Çiçeği nihayet. "Dedi
ğin gibi erkekler çok çeşitliymiş. Babam pek de özel bir
tip değilmiş, tabii sen de öyle."
"Öyleyse kadın olmadığımı kabul ediyor musun?" di
ye sordu Abdullah.
"Mecburen," dedi kız. "Hatam için özür dilerim." Son-
31
ra feneri set boyunca gezdirerek bazı resimleri üçüncü
kez inceledi.
Abdullah kızın dikkatini çekenlerin en yakışıklı er
kekler olduğunu tedirginlikle fark etti. Gece Çiçeği'nin
son derece dikkatli gözlerle, alnı hafifçe kırışmış ve kı
vırcık bir siyah saç buklesi azıcık çatılan kaşlarının önü
ne düşmüş vaziyette resimlere bakmasını izledi. Farkın
da olmadan ne halt yediğini merak etmeye başlıyordu .
Gece Çiçeği resimleri toplayıp setin yanına güzelce is
tifledi. "Tıpkı düşündüğüm gibi," dedi kız. "Seni bunla
rın tümüne tercih ederim. Bazıları kendinden çok emin
duruyor ve biraz bencil, biraz da zalim bakıyor. Sen ise
mütevazı ve iyi kalplisin. Babamdan beni Oçinstanlı
Prens yerine seninle evlendirmesini isteyeceğipı. Mahsu
ru var mı?"
Bahçe, Abdullah'ın etrafında altının, gümüşün ve ye
şilin tonlarıyla fıldır fıldır döner gibi oldu . "Ben . . . bence
sorun çıkabilir," demeyi becerdi en sonunda.
"Niye ki?" diye sordu kız. "Yoksa evli misin?"
"Hayır, hayır," dedi Abdullah. "Hiç de değil. Yasalar
erkeklerin evlenebildikleri kadar çok kadınla evlenmele
rine izin veriyor, ama . . . "
Gece Çiçeği'nin kaşları çatıldı. "Kadınların kaç erkek
le evlenmelerine izin var?" diye sordu.
"Sadece bir!" dedi Abdullah oldukça şaşırarak.
"Bu hiç de adil değil, " dedi Gece Çiçeği düşünceli
düşünceli. "Sence Oçinstanlı Prens'in başka başka eşleri
de var mıdır?"
Abdullah kızın kaşlarını daha da çatmasını ve narin
parmaklarını adeta sinirli ·bir edayla yerde tıkırdatmasını
seyretti. Sahiden de bir halt yemişti. Gece Çiçeği babasının
32
birçok önemli konuda kendisini aydınlatmadığını keşfedi
yordu. "Adam bir prensse," dedi Abdullah tedirgin bir hal
de, "çok sayıda eşinin olması kuvvetle muhtemel. Evet."
" Öyleyse açgözlülük ediyor, " diye belirtti Gece Çiçe
ği. "Bu bilgi beni kafamdaki ağır bir yükten kurtardı. Ni
çin seninle evlenmemin sorun yaratabileceğini söyledin?
Dün kendinin de bir prens olduğunu belirtmiştin . "
Abdullah yüzünün kızardığını hissetti v e boşboğazlık
ederek kıza hayalini anlattığı için kendisine kızdı. Her ne
kadar kıza prens olduğunu söylerken rüya gördüğünü
sanmışsa da bu durum içini rahatlatmıyordu. "Doğru.
Ama sana ayrıca kendi krallığımdan kaçırıldığımı da söy
lemiştim, " dedi genç adam. "Tahmin edebileceğin gibi
mütevazı bir hayat sürüyorum. Zanzib Çarşı'sında halı
alıp satıyorum. Babanın çok zengin olduğu her halinden
belli. Birlikteliğimiz ona münasip gelmeyecektir. "
Gece Çiçeği parmaklarını öfkeyle tıkırdatmayı sürdür
dü . "Sanki seninle evlenmek isteyen babammış gibi ko
nuşuyorsun! " dedi kız. "Sorun ne? Seni seviyorum. Yok
sa sen beni sevmiyor musun?"
Bunları söylerken Abdullah'ın yüzüne bakıyordu. Ab
dullah da ona, onun iri, kara gözlerine sonsuzluk gibi
geçen bir süre boyunca baktı. En sonunda ağzından şu
sözcüğün çıktığını duydu: "Evet . " Gece Çiçeği gülümse
di. Abdullah gülümsedi. Aradan ay ışığıyla yıkana n bir
.
kaç sonsuzluk daha geçti.
"Seninle geleceğim, " dedi Gece Çiçeği. "Babamın sa
na karşı takınacağı tavır hakkında söylediklerin doğru
olabilir, o yüzden önce evlenip babama ondan sonra
söyleyelim. Böylece diyecek hiçbir şeyi kalmaz."
Birkaç zengin adam tanıyan Abdullah, kızın sözüne
33
güvenmeyi isterdi. "O kadar basit olmayabilir," dedi
genç adam. "Hatta düşünüyorum da Zanzib'den ayrılma
mız akıllıca olacaktır. Bunu kolayca başarabiliriz, çünkü
benim sihirli bir halım var. İşte burada, setin üzerinde .
Beni buraya o getirdi. Maalesef yalnızca uykumda söyle
yebildiğim sihirli bir sözcükle çalışıyor."
Gece Çiçeği eline bir fener alıp havaya kaldırarak ha
lıyı inceledi. Onu seyreden Abdullah, kızın halıya doğru
eğilirkenki zarafetine hayran kaldı . "Çok eski görünü
yor," dedi kız. "Bu tür halılar hakkında bir şeyler oku
muşluğum var. İsteğini yerine getirecek sözcük, eski
haliyle telaffuz edilen epey yaygın bir kelime olmalı.
Okuduğum yazılarda bu halıların acil durumlarda çabu
cak kullanılabilmeleri için yapıldıkları yazıyordu, bu yüz
den sözcük pek de bilinmedik değildir. Onun hakkında
tüm bildiklerini bana neden anlatmıyorsun? Birlikte o
sözcüğü bulabiliriz. "
Abdullah bu sözlerden Gece Çiçeği'nin -bilgi dağar
cığındaki bazı eksiklikleri saymazsanız- hem zeki hem
de çok iyi eğitimli olduğu sonucunu çıkardı. Kıza daha
da hayran kaldı. Cemal'in tezgahında kapan ve sihirli
sözcüğü duymasını engelleyen yaygara da dahil halı
hakkında bildiği her şeyi kıza anlattı.
Gece Çiçeği onu dinlerken her yeni bilgi karşısında
kafasını sallıyordu. "Eh," dedi kız, "birinin sana çalıştığı
ispatlanan sihirli bir halı satıp da nasıl kullanacağını öğ
retmemesinin sebebini bir kenara bırakalım. Bu o kadar
tuhaf bir davranış ki, daha sonra onun üzerinde düşün
memiz gerektiğinden eminim. Ama önce halının ne yap
tığına kafa yoralım. Emrettiğin zaman halının aşağıya in
diğini söyledin. Yabancı o zaman konuşmuş muydu?"
34
Kızın kurnazca ve mantıklı işleyen bir aklı vardı. Ab
dullah tüm kadınlar içinde gerçekten de bir inci buldu
ğunu düşündü. "Bir şey demediğinden eminim, " diye
konuştu.
" Öyleyse," dedi Gece Çiçeği, "sihirli sözcük yalnızca
halının uçmaya başlamasını sağlıyor. Ondan sonra iki
olasılık görüyorum: Birincisi, halı yere dokunana dek
dediğini yapıyor ya da ikincisi, uçmaya başladığı yere
dönene kadar emirlerine itaat ediyor ve . . . "
"Anlaması kolay, " dedi Abdullah. Kızın mantığına
hayran kalmıştı . "Bence ilk olasılık doğru . " Halının üstü
ne sıçradı ve haykırarak bir deneme yaptı: "Uç ve çadıra
dön!"
"Hayır, hayır! Yapma! Bekle!" diye aynı anda bağırdı
Gece Çiçeği.
Fakat geç kalmıştı. Halı havaya fırlayıp öyle bir hızla
uçmaya başladı ki, Abdullah önce sırtüstü düşüp soluk
suz kaldı, sonra da kendini dehşet verici gibi görünen
bir yükseklikte halının yırtık pırtık kenarından yarı yarı
ya sarkarken buldu. Nefes aldığı anda, halının hareke
tiyle ortaya çıkan rüzgardan yine nefesi kesildi. Tek ya
pabildiği daha iyi tutunabilmek için halının bir ucunda
ki püsküllere asılmaktı. Ve bırakın konuşmayı, daha
Abdullah kendini toparlayamadan, halı dalışa geçerek
Abdullah'ın yeni aldığı soluğu yükseklerde bırakmasına
sebep oldu, çadıra hızla çarparak onu neredeyse boğdu
ve en sonunda yere kondu .
Yüzükoyun yatarak soluklanmaya çalışan Abdullah'ın
başı, yıldızlı bir gökyüzünde vızır vızır önünden geçen
kulelerin anılarıyla dönüyordu. Her şey o kadar çabuk
olmuştu ki, ilk başta tek düşünebildiği çadır ile gece
35
bahçesi arasındaki mesafenin şaşırtıcı derecede kısa ol
duğuydu. Sonra nihayet biraz toparlanınca başını duvar
lara vurası geldi. Ne kadar aptalca bir davranışta bulun
muştu! En azından Gece Çiçeği de halıya çıkana kadar
bekleyebilirdi. Gece Çiçeği'nin kurduğu mantığa göre
şimdi yapabileceği tek şey tekrar uykuya dalmayı bekle
mek ve sihirli sözcüğü uykusunda bir kez daha söyleme
yi ummaktı. Abdullah şimdiye dek bunu iki kez yaptığı
için tekrar yapabileceğinden oldukça emindi. Ayrıca,
Gece Çiçeği'nin de aynı şekilde düşüneceğinden ve bah
çede kendisini bekleyeceğinden daha da emindi. Kız ze
kanın vücuda gelmiş hali gibiydi -kadınların incisiydi.
Abdullah'ın yaklaşık bir saat içinde geri döneceğini tah
min ederdi.
Abdullah kah kendini suçlamakla kah Gece Çiçeği'ni
övmekle geçirdiği bir saatin ardından uyumayı becerdi.
Fakat uyandığında, maalesef, kendini çadırda, halının
üzerinde yüzükoyun yatarken buldu. Cemal'in köpeği
dışarıda havlayıp duruyordu. Zaten Abdullah'ı uyandıran
da o olmuştu.
"Abdullah!" diye bağırdı babasının ilk karısının erkek
kardeşinin oğlu. " İçeride misin?"
Abdullah inledi. Bir bu eksikti.
36
4
37
ten kuzenim," dedi adam. " Babamın amcasının oğlu se
ni duyacak olsaydı hiç hoşuna gitmezdi. "
"Ne davranışlarım n e d e başka şeylerim için Asaf'a
hesap verecek değilim!" diye çıkıştı Abdullah. Kendini
mutsuz hissediyordu . Yüreği Gece Çiçeği için yanıp tu
tuşuyor, ama kıza ulaşamıyordu . Başka hiçbir şeye sabrı
kalmam1şrı.
" Öyleyse getirdiğim haberle başını ağrıtmayacağım,"
diyen Hakim kibirle ayağa kalktı.
" İyi!" dedi Abdullah. Elini yüzünü yıkamak için çadı
rın arka kısmına yöneldi.
Fakat Hakim'in söyleyeceğini söylemeden gitmeyece
ği belliydi. Abdullah işini bitirip döndüğünde Hakim'i
hala orada dururken buldu. "Kıyafetlerini değiştirip bir
berbere uğrasan iyi edersin , evlilikten kuzenim, " dedi
Hakim. "Şu anda dükkanımızı ziyaret etmeye uygun biri
gibi görünmüyorsun. "
"Oraya niye gidecekmişim ki?" diye sordu Abdullah
biraz şaşırarak. "Orada istenmediğimi uzun zaman önce
açıkça belli ettiniz : "
"Çünkü," dedi Hakim, "senin hakkındaki kehanet,
uzun zamandır içinde tütsü olduğu sanılan bir kutudan
çıktı. Doğru düzgün giyinip kuşanır da dükkana uğrar
san bu kutu sana teslim edilecek. "
Abdullah kehanete zerre kadar ilgi duymuyordu. Ayrı
ca Hakim kutuyu yanında kolayca getirebilecekken ken
disinin ne diye dükkana gitmesi gerektiğini anlayamıyor
du. Tam öneriyi reddedecekti ki, aklına o gece doğru söz
cüğü uykusunda söylemesi halinde (daha önce iki kez
yaptığı için tekrar yapabileceğine dair güveni tamdı) Ge
ce Çiçeği ile beraber kaçabilmelerinin kuvvetle muhtemel
..
38
olduğu geldi. Bir adam nikahına, uygun giyinerek ve yı
kanıp tıraş olarak gitmeliydi. Madem hamama ve berbere
illa ki gitmesi gerekiyordu, dönüşte dükkana uğrayıp o
aptal kehaneti de alabilirdi.
"Pekala," dedi genç adam. "Günbatımından iki saat
önce orada olurum. "
Hakim kaşlarını çattı. "Niye o kadar geç?"
"Çünkü yapacak işlerim var, evlilikten kuzenim ," diye
açıkladı Abdullah. Yaklaşan evliliğinin düşüncesi onu
öyle bir neşeye boğuyordu ki, Hakim'e gülümsedi ve
aşın bir nezaketle eğilerek selam verdi. "Emirlerine itaat
etmeye fazla zaman bırakmayan son derece yoğun bir
yaşantı sürsem bile, geleceğim, sakın korkma."
Hakim kaşlarını çatmayı sürdürdü ve çıkarken Abdul
lah'a son bir sert bakış attı. Hem kafasının bozulduğu
hem de kuşkuya kapıldığı her halinden belliydi. Abdul
lah'ınsa umrunda değildi. Hakim gözden kaybolur kay
bolmaz gün boyu çadırını koruması için geri kalan para
sının yarısını neşe içinde Cemal'e verdi. Bunun karşılı
ğında, minnettarlığı giderek artan Cemal'in ikram ettiği,
tezgahındaki tüm yiyeceklerin karışımından oluşan bir
kahvaltıyı kabul etmek zorunda kaldı. Heyecan Abdul
lah'ın iştahını kaçırmıştı. Cemal önüne o kadar fazla ye
mek koydu ki, onun kalbini kırmamak için Abdullah
kahvaltının çoğunu gizlice Cemal'in köpeğine verdi; bu
nu da ihtiyatla yaptı, zira köpek ısırmak kadar kapmaya
da düşkündü. Köpek buna karşın efendisinin minnettar
lığını paylaşır gibiydi. Kuyruğunu nazikçe salladı, Abdul
lah'ın ikram ettiği her şeyi yedi, sonra da Abdullah'ın yü
zünü yalamaya çalıştı.
Abdullah nezaketin o kadarına gelemedi. Köpeğin ne-
39
fes�ne ahtapot kokusu sinmişti. Abdullah hayvanın eğri
büğrü kafasını hafifçe okşadı, Cemal'e teşekkür etti ve
Çarşı'ya koştu. Orada parasının geri kalanını bir el araba
sı kiralamakta kullandı. Arabanın içini en iyi ve en sıradı
şı halılarla doldurdu -çiçek desenli Oçinstan halısı, İni
ço'dan gelen ışıltılı paspas, altın sarısı Farktan halıları, çö
lün içlerinden alınmış muhteşem desenli halılar ve bir de
uzaklardaki Tayak'tan birbirinin aynı bir çift halı- ve on
ları en zengin tüccarların ticaret yaptıkları yer olan Çar
şı'nın merkezine taşıdı. Abdullah tüm heyecanına rağ
men gerçekçi davranıyordu. Gece Çiçeği'nin babasının
çok zengin olduğu belliydi. Zengin adamlardan başka
hiç kimse prenseslere yakışır bir çeyiz düzemezdi. Bu
yüzden Abdullah, Gece Çiçeği'yle beraber çok uzaklara
kaçmadıkları takdirde, kızın babasının hayatı ikisi için de
oldukça çekilmez kılabileceğini biliyordu. Abdullah bu
nun yanı sıra Gece Çiçeği'nin her şeyin en iyisine alıştı
ğını tahmin ediyordu . Kız zorlu bir hayat sürmekten
memnun olmazdı. Bundan dolayı Abdullah'a para lazım
dı. Abdullah zengin çadırların en zengininde duran tüc
carın önünde yerlere kadar eğilip onu tüccarların baş ta
cı ve en muhteşemi diye övdükten sonra Oçinstan'dan
gelen halıyı korkunç bir fiyata satmayı teklif etti.
Tüccar, Abdullah'ın babasının eski bir arkadaşıydı.
"Peki niye, Çarşı'nın en şanlısınm oğlu," diye sordu
adam, "değerine bakılırsa koleksiyonunun cevheri olan
bu halıdan ayrılmak istersin?"
" İşimi çeşitlendiriyorum , " dedi Abdullah. "Belki duy
muşsundur, resimler ve başka sanat eserleri satın alıyo
rum. Onlara yer açmak için hal ılarımın en değersizlerini
_
elden çıkarmak durumundayım. Ve senin gibi muhteşem
40
bir dokuma satıcısının eski bir dostun oğluna yardım et
mek için bu çiçekli böcekli sefil şeyi kelepir fiyatına ala
bileceğini düşündüm."
"Eğer buna sefil diyorsan sahiden de seçkin mallara
sahip olmalısın," dedi tüccar. "Sana istediğinin yarısını
teklif ediyorum. "
"Ah, kurnazların kurnazı," dedi Abdullah. "Kelepirin
bile bir bedeli vardır. Ama sırf senin hatırına fiyatı iki ba
kır indiririm."
Uzun, sıcak bir gündü. Fakat akşamüstünün erken sa
atlerine kadar Abdullah en iyi halılarını onlara ödediği
bedelin neredeyse iki katına satmıştı. Aİtık Gece Çiçe
ği'ni üç ay kadar nispeten lüks içinde yaşatmaya yetecek
kadar parası olduğunu tahmin ediyordu . Bu sürenin so
nunda ya bir şeyler çıkmasını ya da kızın sevecen doğa
sının fakirliğe alışmasını umuyordu. Hemen hamama git
ti. Ardından berbere geçti. Parfümcüye uğrayıp türlü tür
lü yağlar sürdü. Sonra da çadırına geri dönüp en güzel
giysilerini kuşandı. Çoğu tüccarınki gibi bu giysiler de
kurnazca hazırlanmış eklemelere, süslemelere ve örgüle
re sahipti. Bunlar süs amaçlı gibi görünmesine rağmen
aslında zekice gizlenmiş birer para cebiydi. Abdullah ye
ni kazandığı altınlarını bu gizli ceplere doldurduğunda
nihayet hazır hale geldi. Pek hevesli olmasa da babası
nın eski dükkanına yollandı. En azından böylece kızla
buluşana kadar vakit öldürebilecekti.
Alçak, sedir basamakları çıkıp çocukluğunun büyük
kısmını geçirdiği yere girmek ilginç bir duyguydu. Sedir
ağacının, baharatların ve halılara sinen küf ile yağın koku
su o kadar tanıdıktı ki, Abdullah gözlerini kapatsa tekrar
on yaşına döndüğünü, babası bir müşteriyle pazarlık eder-
41
ken kendisinin bir halı rulosunun arkasında oyun oynadı
ğını hayal edebilirdi. Fakat gözleri açıkken böyle bir yanıl
samaya kapılacak değildi. Babasının ilk karısının kız kar
deşinin parlak mor renge karşı korkunç bir zaafı vardı. Du
varlar, paravanlar, müşteri sandalyeleri, kasiyerin masası,
hatta para kutusu bile Fatma'nın en sevdiği renge boyalıy
dı. Fatına benzer renkteki bir elbisenin içinde onu karşıla
maya geldi.
"Vay canına, Abdullah! Ne kadar dakiksin! Ne kadar
şıksın!" dedi kadın. Tavırlarından Abdullah'ın paçavralar
içinde, geç gelmesini beklediği anlaşılıyordu.
"Sanki kendi düğününe gidermiş gibi görünüyor! " di
yen Asaf da ince, asık suratında bir tebessümle yaklaştı.
Asaf'ı gülümserken görmek öyle nadir bir durumdu
ki, Abdullah bir anlığına adamın boynunu incittiğini ve
acıdan yüzünü ekşittiğini sandı. Hakim kıkırdayınca,
Asaf'ın az önceki sözlerinin farkına vardı. Yüzünün kı
zardığını hissedince kendine çok kızdı. Suratını sakla
mak için eğilerek selam vermesi icap etti.
"Oğlanı u tandırmaya gerek yok!" diye haykırdı Fatma.
Bu da tabii ki Abdullah'ın yüzünün daha fazla kızarma
sına sebep oldu. "Abdullah , resim alıp satma işine girdi
ğine dair duyduğumuz söylentiler de ne?"
"Üstelik resimlere yer açmak için elindeki malların en
iyilerini satıyormuşsun," diye ekledi Hakim.
Abdullah'ın utancı geçti; oraya eleştirilmek için çağrıl
dığını anlamıştı. Hele ki Asaf sitem edercesine şunları
söyleyince daha da ikna oldu: "Satışa çıkardığın halıları
nı bize göstermediğin için kalbimiz kırıldı, babamın ye
ğeninin kocasının oğlu."
"Sevgili akrabalarım , " dedi Abdullah. "Halılarımı size
42 ..
tabii ki satamazdım. Hedefim büyük kar etmekti ve ba
bamın çok sevdiği sizleri kazıklayacak halim yoktu. " Ab
dullah'ın kafası o denli bozulmuştu ki, oradan ayrılmak
için geri döndü, fakat Hakim'in kapıları sessizce kapayıp
sürgülemiş olduğunu fark etti.
"Dükkanı kapadık," dedi Hakim. "Şöyle ailece baş ba
şa olalım. "
"Zavallı çocuk!" dedi Fatma. "Aklını başında tutmak
için bir aileye hiç bu kadar ihtiyacı olmamıştı!"
"Evet, doğru ," dedi Asaf. "Abdullah, Çarşı'da keçileri
kaçırdığına dair dedikodular dönüyor. Bu durum hiç ho
şumuza gitmiyor. "
"Tuhaf davranışlar sergilediği kesin, " diye katıldı Ha
kim. "Bizimki kadar saygıdeğer bir ailenin ferdi hakkın
da böyle konuşulmasından memnun değiliz."
Durum her zamankinden kötüydü. "Kafamda hiçbir
sorun yok. Ne yaptığımın bilincindeyim. Ve artık beni
eleştirmeniz için size fırsat vermeyeceğim. . . en azından
yarından itibaren. Bu arada Hakim buraya gelmemi, çün
kü benimle ilgili kehanetin bulunduğunu söyledi. Bu
doğru mu, yoksa bir bahane mi?" dedi Abdullah. Baba
sının ilk karısının akrabalarına karşı hiç bu kadar kaba
davranmamıştı, fakat böyle bir muameleyi hak ettiklerini
düşünecek kadar da öfkeliydi.
Babasının ilk karısının akrabaları her nedense Abdul
lah'a kızacaklarına, dükkanda dört dönmeye başladılar.
" Nerede bu kutu?" dedi Fatma.
"Bulun şunu, bulun şunu!" dedi Asaf. "Doğumundan
bir saat sonra zavallı babasının ikinci eşinin hasta yata
ğına getirdiği sözler onun içinde. Abdullah onları gör
meli!"
43
"Baban o sözleri kendi eliyle yazdı," dedi Hakim. "Se
nin için en büyük hazine budur. "
"İşte burada!" diyen Fatma, yukarıdaki bir raftan kak
malı bir kutuyu sevinçle aldı. Kutuyu Asara verdi, o da
Abdullah'a teslim etti.
"Aç hadi, aç hadi!" diye üçü birden heyecanla bağır
dı.
Abdullah kutuyu mor renkli kasiyer masasına koyup
mandalını açtı. Kapak geri savrulduğunda kutunun için
den küf kokusu yükseldi. İkiye katlı, sararmış bir kağıt
haricinde kutunun içi boştu.
"Al da oku şunu!" dedi Fatma daha da heyecanlana
rak.
Abdullah bu telaşın sebebini anlayamasa da kağıdı
açtı. Üzerinde babasına ait olduğu anlaşılan bir elyazısıy
la kaleme alınmış kahverengi ve silik birkaç satır yazı
vardı. Abdullah kağıtla beraber bir fenere doğru döndü.
Hakim giriş kapısını kapadığından dükkanın genel mor
luğu, etrafı görmeyi zorlaştırıyordu.
"Kağıdı okuyamıyor!" dedi Fatma.
Bunun üzerine Asaf, "Normaldir. Burada ışık yok.
Onu arkadaki odaya götürün. Oranın üst panjurları
açık," dedi.
O ve Hakim, Abdullah'ı omuzlarından tutup dükka
nın arkasına doğru itelediler. Abdullah babasının silik ve
kargacık burgacık yazısını okumakla öylesine meşguldü
ki, dükkanın arka kısmındaki oturma odasının büyük ta
van panjurlarının altına kadar götürülmeye direnmedi.
Evet, böylesi daha iyiydi. Artık babasını nasıl hayal
kırıklığına uğrattığını biliyordu. Yazıda şöyle deniyordu:
44
Bunlar bilge falcının sözleridir: "Bu oğlun
senin mesleğini sürdürmeyecek. Sen öldük
ten iki yıl sonra, oğlun wua gencecik bir de
likanlıyken ülkedeki herkesten üstün ola:
cak. Alnında böyle yazıyor."
Oğlumun alınyazısı benim için büyük bir
hayal kırıklığıdır. Umarım Kader bana mes
leğimi icra edecek başka oğullar verir, yoksa
bu kehanet için kırk altını heba ettim de
mektir.
45
du- her iki kız da heybetli omuzlarını bir peçeyle -sol
daki pembe, sağdaki ise san renkli bir peçeyle- örttü ve
iffetli bir edayla hem başını hem de yüzünü sardı . "Mer
habalar sevgili kocacığım!" diye peçelerinin ardından ko
ro halinde seslendiler.
"Ne " diye haykırdı Abdullah.
"Peçe örtüyoruz," dedi pembe olanı.
"Çünkü yüzümüzü görmemen lazım," diye tamamladı
sanlı.
"Tabii evlenene kadar," diye tamamladı pembeli.
"Ortada bir hata olmalı!" decli Abdullah.
"Hiç de değil," dedi Fatma. "Bunlar yeğenimin yeğen
leri. Seninle evlenecekler. Sana bir çift eş bulacağımı
söylerken beni dinlemiyor muydun?"
Yeğenler tekrar kıkırdadılar. "Amma yakışıklıymış, "
dedi sarılı.
Sertçe yutkunduğu ve duygularını kontrol altında tut
mak için elinden geleni yaptığı uzun bir duraksamanın
ardından Abdullah, "Söyleyin bana, ey babamın ilk kan
sının akrabaları, doğumumda dile getirilen kehaneti
uzun zamandır biliyor muydunuz?" dedi kibarca.
"Yıllardır," dedi Hakim. "Yoksa bizi budala mı san
dın?"
"Sevgili baban vasiyetini hazırlarken, " dedi Fatma,
"bize göstermişti."
"Tabii doğal olarak olağanüstü talihinin aileden ayrıl
masına izin verecek değiliz," diye açıkladı Asaf. "Sevgili
babanın mesleğinden ayrılacağın anı bekledik -bu da
Sultan'ın seni veziri yapacağının ya da ?rdularının başı
na geçireceğinin ya da başka bir şekilde terfi ettireceği
nin işareti olacaktı. Sonra iyi talihini bizimle paylaşmanı
..
46
sağlamanın yollarını aradık. Bu iki gelin üçümüzle de ya
kın akraba. Yükselirken bizi ihmal edemezsin. İşte böy
le sevgili çocuk. Artık geriye sadece seni kadıyla tanıştır
mak kalıyor. Kendisi seni evlendirmek için buraya kadar
geldi. "
Abdullah o ana dek gözlerini iki yeğenin devasa su
retinden ayıramamıştı. Fakat Asaf ın sözleri üzerine başı
nı kaldırdığında Evlilik Defteri'yle beraber bir paravanın
arkasından çıkmakta olan Çarşı Kadısı'nın sert bakışlarıy
la karşılaştı . Abdullah adama ne kadar para ödendiğini
merak etti.
Abdullah eğilerek kadıya selam verdi. "Korkarım ki
bu mümkün değil," dedi.
"Ah, böyle nezaketsiz ve aksi davranacağını biliyor
dum!" dedi Fauna. "Abdullah, şimdi bu zavallı kızlan
reddedecek olursan yaşayacakları utancı ve hayal kırık
lığını düşün! Evlenme umuduyla bir güzel giyinip onca
yol teptiler! Bunu nasıl yaparsın yeğenim!"
"Hem aynca bütün kapılan kilitledim, " dedi Hakim.
"Sakın kaçabileceğini zannetme. "
"Böyle iki harikulade hanımın duygularını incitece
ğim için üzgünüm ama . . . " diye söze başladı Abdullah.
İ ki gelinin duyguları zaten incinmişti. İkisi birden fer
47
davrandığının, hayvanlık ettiğinin farkındaydı. Kendin
den utandı. Olup bitenler kızların suçu değildi. Tıpkı
kendisi gibi onlar da Asaf, Fatma ve Hakim tarafından
kullanılmışlardı. Fakat kendisini bu kadar kaba hissetme
sinin asıl nedeni -ki bu onu utanç içinde bırakıyordu
sadece ve sadece seslerini kesmelerini, çenelerini kapa
malarını ve bıngıl bıngıl oynamayı bırakmalarını istiyor
olmasıydı. Yoksa kızların hislerini zerre kadar umursadı
ğı yoktu. Onları Gece Çiçeği'yle kıyasladığında içini kal
dırıyorlardı. Onlarla evlenme fikri bile başını ağrıtıyor,
midesini bulandırıyordu. Buna rağmen sırf önünde ağla
yıp sızlandıkları için, üç eşin çok da fazla olmadığını dü
şünmeye başladı. Zanzib'deki evlerinden çok ama çok
uzaklardayken bu ikisi Gece Çiçeği'ne yarenlik ederdi.
Tek yapması gereken durumu anlatmak ve onları sihirli
halıya bindirip . . .
B u düşünce Abdullah'ın aklını başına getirdi. Hem de
sert bir şekilde. Böyle birbirinden ağır iki kadının bindi
rildiği bir sihirli halının yere çakılacağı sertlikte -tabii da
ha en başta onlarla beraber yerden kalkabilirse. Kızlar o
kadar şişmandılar ki. Gece Çiçeği'ne yarenlik edecekleri
fikrine gelince . . . yok artık daha neler! Gece Çiçeği zeki,
eğitimli ve kibar olmasının yanı sıra çok da güzeldi (ve
de ince). Bu ikisi ise henüz Abdullah'a kafalarında kuş
kadar bir beyne bile sahip olduğunu göstermiş değildi.
Tek istedikleri evlenmekti ve ağlayarak Abdullah'ı buna
zorluyorlardı. Bir de kıkırdıyorlardı. Genç adam Gece Çi
çeği'nin kıkırdadığını hiç duymamıştı.
Abdullah, Gece Çiçeği'ni düşündüğü kadar büyük bir
aşkla sevdiğini anladı -hatta daha bile fazla, çünkü artık
ona saygı duyduğunun da farkındaydı. Onsuz yaşayama-
48
yacağını biliyordu. Ve bu iki şişman yeğenle evlenecek
olursa onsuz kalacaktı. Kız aynı Oçinstanlı Prens gibi
Abdullah'a da açgözlü diyecekti.
"Çok üzgünüm, " dedi kızlardan yükselen hıçkırıklar
arasında. "Bu konuda önce fikrimi almalıydınız, ey baba
mın ilk karısının akrabaları, ey pek saygıdeğer ve çok
dürüst kadı hazretleri. Henüz kimseyle evlenemem. Çün
kü bir ant içtim. "
"Ne andı?" diye sordu, şişman gelinler de dahil her
kes. "Bu andı kayıt altına aldın mı? Yasal olması için tüm
antlar bir kadı huzurunda kaydedilmelidir," diye ekledi
kadı.
Abdullah zor durumdaydı. Hemen kafayı çalıştırdı.
"Elbette kaydettirdim, ey adaletin hassas terazisi," dedi.
"Babam o andı içmemi buyurduğunda beni bir kadıya
götürdü . O sıralar ufacık bir çocuktum. O zaman anla
madıysam da artık bunun sebebinin kehanet olduğunu
görüyorum. Tedbirli bir insan olan babam, kırk altınının
heba olmasını istemedi. Kader beni ülkedeki herkesten
üstün kılana dek evlenmeyeceğim üzerine bana ant içtir
di. Görüyorsunuz ya, " -Abdullah ellerini en iyi kıyafeti
nin yenlerine sokup iki şişman gelinin önünde pişman
lıkla eğildi- "henüz sizinle evlenemem ballı eriklerim,
ama zamanı gelecek. "
Herkes aynı anda, "Eh, madem öyle," dedi farklı farklı
hoşnutsuzluk tonlarında. Ardından çoğu ona sırt çevire
rek Abdullah'ın yüreğine su serpti.
"Babanın hep doyumsuz biri olduğunu düşünmü
şümdür, " diye ekledi Fatma.
"Mezardayken bile öyle," diye ona katıldı Asaf. " Öy
leyse sevgili Abdullah'ın yükselmesini beklemeliyiz. "
Fakat kadı kolay vazgeçmedi. "Peki bu andı hangi ka
dının önünde içtin?" diye sordu adam.
"Adını bilmiyorum," dedi Abdullah büyük bir üzün
tüyle . Genç adam durmaksızın terliyordu. "El kadar bir
çocuktum ve kadı hazretleri bana uzun, beyaz sakallı
yaşlı bir adam gibi gelmişti. " Abdullah bu tanımın önün
deki de dahil gelmiş geçmiş tüm kadılara uyduğ u kana
atindeydi.
"Kayıtları kontrol etmem lazım," dedi kadı asabi bir
şekilde. Asaf, Hakim ve Fatma'ya dönüp resmi bir dille
-ve soğuk bir tavırla- veda etti.
Onunla birlikte giden Abdullah dükkandan ve iki şiş
man gelinden bir an önce kaçabilmek için neredeyse
kadının cüppesine yapışacaktı.
50
5
51
Gece Çiçeği keyifle güldü -kesinlikle kıkırdamadı- ve
çimenlik boyunca koşmaya devam etti. Tam o anda ayın
önünden bir bulut geçer gibi oldu, çünkü Abdullah bir an
lığına kızın sadece fenerlerle aydınlandığını, altın sarısı
ışıkta hevesle koştuğunu gördü. Ayağa kalkıp ellerini ona
doğru uzattı.
O bunu yaparken bulut bu sefer de fener ışıklarını
kesti. Fakat gelen bir bulut değil, sessizce çırpan köse
lemsi, siyah kanatlardı. Pençeleri andıran uzun siyah tır
naklı, en az o kanatlar kadar köselemsi bir çift kol Gece
Çiçeği'ne sarıldı. Abdullah, kolların durdurduğu kızın sar
sıldığını gördü. Gece Çiçeği etrafına bakındı ve gördüğü
şey karşısında vahşi bir çığlık attı. Dev pençeli bir el kı
zın yüzüne kapanınca çığlık kesildi. Gece Çiçeği kendisi
ni saran kollan yumrukladı, tekmeler savurup debelendi,
fakat hepsi nafileydi. Koca bir siyahlığın önündeki küçük,
beyaz bir suret olarak havaya kaldırıldı. Dev kanatlar tek
rar çırpmaya başladı. Yine pençeyi andıran uzun tırnaklı
kocaman bir ayak, Abdullah'ın hala doğrulmakta olduğu
setin bir metre kadar ötesinde çimenlere indi. Köselemsi
bacağın kasları gerildi ve artık her neyse o şey yukarı sıç
radı. AbduJlah kısacık bir an, hızmalı kancamsı bir burun
ile zalim bakışlı, çekik gözlere sahip köselemsi ve son de
rece çirkin bir surata bakarken buldu kendini. Yaratık
ona bakmıyordu; o sırada kendini ve tutsağını havalandır
maya yoğunlaşmıştı.
Ve bir sonraki saniye içinde de havalandı. Abdullah
göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre için onu yu
karıda gördü: kollarında minik, solgun bir insan olan
kudretli bir cin. Sonra gece, yaratığı yuttu. Her şey ina
nılmayacak kadar kısa bir zamanda olup bitmişti.
52
"Peşinden git! Cini takip et!" �iye halıya emretti Ab
dullah.
Halı itaat eder gibi oldu. Setten yükselmeye başladı.
Sonra da sanki birisi başka bir komut vermişçesine inip
hareketsiz kaldı.
"Seni güve yeniği kapı paspası!" diye haykırdı Abdul
lah.
Bahçenin ilerisinde bir yerden bir bağırış yükseldi.
"Muhafızlar, bu taraftan! Çığlık şuradan geldi!"
Abdullah'ın gözüne revakların orada metal miğferle
rin -ve daha da kötüsü kılıçlarla arbaletlerin- parıltısı ta
kıldı. Niye haykırdığını o insanlara anlatmak için bekle
medi. Kendini halının üstüne boylu boyunca attı.
"Çadıra dön!" diye fısıldadı ona. "Çabuk! Lütfen!"
Halı bu sefer bir önceki gece olduğu gibi hemen ita
at etti. Anında setten havalanarak yana doğru uçtu ve
göz korkutucu yükseklikteki duvarı aştı. Abdullah bir an
için, fenerlerle aydınlanan bahçede kuzeyli askerlerden
oluşan büyük bir grup gördü . Hemen ardından Zanzib'in
uyuyan çatılarının ve ay ışığıyla yıkanan kulelerinin üze
rinden uçuyordu . Gece Çiçeği'nin babasının sandığından
da zengin olduğunu düşünecek kadar zamanı oldu -çok
az insan paralı asker kiralayabilecek kadar zengindi ve
kuzeyli askerler de en pahalılanydı. Kafasından başka bir
şey geçmesine fırsat kalmadan halı dalışa geçti ve Abdul
lah'ı yavaşça evine soktu.
Abdullah orada kendini ümitsizliğe teslim etti.
Bir cin Gece Çiçeği'ni kaçırmış ve halı onun peşinden
gitmeyi reddetmişti. Bunun şaşırtıcı bir durum olmadığının
farkındaydı. Zanzib'deki herkes bilirdi ki, cinler havada ve
yerde müthiş güçlere sahipti. O geceki cinin Gece Çiçe-
53
ği'ni kaçırmadan önce tedbir olarak bahçedeki her şeye ol
duğu yerde kalmasını emrettiğine dair hiç şüphe yoktu.
Hana .halıyı ya da Abdullah'ı fark etmemiş bile olabilirdi,
fakat halıdaki sihir cinin hükmüne boyun eğmek zorunda
kalmıştı. Böylece cin de Abdullah'ın kendi ruhundan bile
çok sevdiği Gece Çiçeği'ni tam da kollarına atılacakken ka
çırıp götürmüştü ve görünüşe bakılırsa delikanlının yapa
bileceği hiçbir şey yoktu.
Abdullah ağladı.
Gözyaşları dinince, kıyafetine gizlediği tüm parayı at
maya yemin etti. Nasılsa artık işine yaramazdı. Fakat bu
nu yapamadan tekrar kedere gömüldü. Izdırabını önce,
Zanzib'de adet olduğu üzere, bağıra çağıra ve göğsüne
vura vura ortaya koydu; daha sonra horozlar ötmeye ve
insanlar sokağa çıkmaya başladıkları sırada sessiz bir ke
dere gömüldü. Hareket etmenin bile bir anlamı yoktu, o
yüzden olduğu yerde kaldı. İnsanlar etrafta gezinebilir, ıs
lık çalabilir ve gündelik hayatlarına devam edebilirlerdi,
fakat Abdullah artık o hayatın bir parçası değildi. Sihirli
halının üstünde oturup, ölmüş olmayı diledi.
O kadar mutsuzdu ki, kendisinin de tehlikede olabi
leceği aklının ucundan bile geçmedi. Ormana bir avcı
girdiğinde olduğu gibi, Çarşı'daki tüm seslerin bir anda
kesilmesine aldırış etmedi. Uygun adım yere vuran ayak
ları ya da ona eşlik eden zırhların tangırtısını fark etme
di. Birisi çadırının dışında, "Kıt'a dur1" diye bağırdığında
başını bile çevirmedi. Fakat çadırı yırtıldığında o yöne
doğru döndü. Miskin bir şaşkınlık içindeydi. Şiş gözleri
ni şiddetli güneş ışığı karşısında kırpıştırırken kuzeyli bir
asker bölüğünün çadırında ne aradığını az da olsa me
rak etti.
..
54
"Bu o," dedi Hakim olabilecek sivil kıyafetli biri. Ab
dullah'ın gözleri ona odaklanamadan adam uyanık dav
ranarak ortadan kayboldu.
"Sen!" diye bağırdı bölükbaşı. "Bizimle geleceksin . "
"Ne?" dedi Abdullah.
"Yakalayın, " dedi lider.
Abdullah şaşkın bir durumdaydı. Onu zorla ayağa
kaldırıp, yürümesi için kolunu büktüklerinde zayıf bir iti
razda bulundu. Çarşı'nın içinden Batı Mahallesi'ne doğ
ru uygun adım yürütülürken de itirazını sürdürdü . Fazla
geçmemişti ki itirazı arttı. "Neler oluyor?" dedi soluk so
luğa. "Bit vatandaş . . . olarak . . . nereye . . . gittiğimizi. . . bil
mek. . . istiyorum!"
"Kapa çeneni. Göreceksin," diye cevap verdiler. Ne
fes nefese kalmayacak kadar zindeydiler.
Kısa müddet sonra Abdullah'ı güneşin altında bembe
yaz parlayan taş bloklardan yapılmış devasa bir geçidin
altından geçirerek ışıl ışıl bir avluya soktular. Orada, ek
mek fırınını andıran bir demircinin önünde Abdullah'ı
zincire vurmak için beş dakika beklediler. Abdullah iti
razlarını daha da arttırdı. "Bu da ne? Burası neresi? Bil
mek istiyorum!"
"Kapa çeneni!" dedi bölükbaşı. Ardından yardımcısına
dönüp, "Şu Zanzibliler de amma sız/aşıyorlar. Haysiyet
nedir bilmiyorlar," diye ekledi o barbar kuzeyli aksanıyla.
Bölükbaşı bunu söylerken Abdullah gibi Zanzibli
olan demirci, "Sultan seni görmek istiyor. Fazla bir şan
sın olduğunu sanmam. Böyle zincirlediğim son adam
çarmıha gerildi, '' diye mırıldandı.
"Ama ben bir şey . . " diye itiraz etti Abdullah.
.
55
mi Demirci? Tamam. İleri, marş!" Ve Abdullah'ı tekrar
yürütmeye başlayarak p;ırıltılı avludan geçirip avlunun
sonundaki büyük binaya soktular.
Eskiden olsa Abdullah zincirler içinde yürümenin im
kansız olduğunu söylerdi. Öyle ağırdılar ki. Fakat bir grup
haşin bakışlı askerin adama neler yaptırabileceği hayret ve
riciydi. Abdullah şıngır şıngır, paldır küldür koştu da koş
tu, ta ki en sonunda açık mavi ve altın sansı çinilerden ya
pılmış ve üstüne yastıklar yığılmış yüksek bir koltuğun
ayak ucuna varana dek. Orada adamlar, kuzeyli askerlerin
kendilerine para ödeyenlere yaptıkları gibi, mesafeli ve
gösterişli bir edayla yere diz çöktüler.
"Mahkum Abdullah huzurlarınızdadır Sultanım," dedi
bölükbaşı .
Abdullah diz çökmedi. Zanzib geleneklerine uyarak
yere yüz sürdü. Hem, çok yorgundu ve kendini büyük
bir gürültüyle yere atmak, başka bir şey yapmaktan da
ha kolaydı. Çinili zeminin serinliği öyle güzel, öyle hari
kuladeydi ki.
"Şu deve dışkısına diz çöktürün," dedi Sultan. "Yara
tık yüzümüze baksın. " Sesi alçak olsa da öfkeden titri
yordu .
Bir asker zincirlere asıldı ve iki asker de onu kolların
dan çekerek dizlerinun üstüne kaldırdı. Abdullah asker-
. lerin kendisini bırakmamalarına minnettardı, yoksa yere
yığılacaktı. Çinili tahtta oturan şişman ve kel adamın gür
bir gri sakalı vardı . Dalgın görünen fakat öfkesini belli
eden bir şekilde yastıklardan birine vuruyordu . Yastığın
üstünde püsküllü, beyaz bir şey vardı. Abdullah başının
ne büyük belada olduğunu işte bu püsküllü şeyden an
ladı. Bu, kukuletasıydı.
56
"Ee, gübre yığını, " dedi Sultan, "kızım nerede?"
"Hiçbir fikrim yok, " dedi Abdullah sefil bir halde .
"Bunun, " dedi Sultan kukuletayı saçından tuttuğu bir
kelle gibi sallayarak, "bunun sana ait olduğunu inkar mı
ediyorsun? İçinde adın yazıyor, seni sefil seyyar satıcı!
Benim tarafımdan -bizzat bizim tarafımızdan- kızımın
incik boncuk kutusunda bulundu, üstelik de kızımın
kurnaz bir şekilde seksen iki yere saklamış olduğu sek
sen iki tane insan portresiyle beraber. Gece bahçeme
sinsice girip kızıma bu portreleri verdiğini inkar mı edi
yorsun? Kızımı kaçırıp götürdüğünü inkar mı ediyorsun?"
"Evet, bunu inkar ediyorum!" dedi Abdullah. "Kuku
letayı ya da resimleri inkar etmiyorum, ey zayıfların şan
lı koruyucusu -yine de belirtmeliyim ki, kızınız saklama
konusunda, sizin bulma konusunda olduğunuzdan daha
becerikli, bilgeler bilgesi, zira ona yüz yedi tane resim
daha vermiştim. Fakat Gece Çiçeği'ni kesinlikle götürme
dim. Devasa ve korkunç bir cin tarafından gözlerimin
önünde kaçmldı. Kızınızın şu an nerede olduğunu siz
mübarek efendimizden daha fazla biliyor değilim. "
"Masala bak!" dedi Sultan. "Cinmiş! Yalancı! Solucan!"
"Yemin ederim, doğru söylüyorum!" diye haykırdı Ab
dullah. O kadar çaresiz bir durumdaydı ki, ağzından çıka
nı kulakları duymuyordu. "İstediğiniz kutsal eşyayı getirin,
57
"Seni seve seve idam ettireceğim," dedi Sultan. "Ama
önce kızımın nerede olduğunu söyle."
"Söyledim ya, dünya harikası!" dedi Abdullah. "Nere
de olduğunu bilmiyorum."
"Götürün bunu," dedi Sultan büyük bir soğukkanlılık
la. Diz çökmüş askerler hemen ayağa fırlayıp Abdullah'ı
da kaldırdılar. "İşkence ederek ağzından baklayı çıkar
ın," diye ekledi Sultan. "Kızımı bulduğunuzda bu adamı
öldürebilirsiniz, ama o zamana kadar hayatta tutun. Çe
yizi ikiye katlarsam Oçinstan Prensi kızımı dul haliyle bi
le alabilir."
"Yanılıyorsunuz, hükümdarlar hükümdarı!" diye atıldı
Abdullah, askerler tarafından çinilerin üzerine sürüklenir
ken. "Cinin nereye gittiğini bilmiyorum ve kızınızla evle
nemeden önce onu alıp götürdüğü için çok üzgünüm."
"N<#." diye bağırdı Sultan. "Geri getirin şunu!" Asker
ler Abdullah'ı ve zincirlerini çinili tahta hemen geri gö
türdüler. Sultan kaşlarını çatmış ve öne eğilmişti. "Yoksa
tertemiz kulağım senin kızımla evli olmadığını duyarak
kirlendi mi , seni pislik?" diye sordu Sultan.
"Doğrudur, kudretli hükümdar," dedi Abdullah. "Biz
beraber kaçamadan cin geldi."
Sultan genç adama dehşete benzer bir ifadeyle baktı.
"Doğru mu söylüyorsun?"
"Yemin ederim," dedi Abdullah. "Kızınızı öpmedim
bile. Zanzib'den ayrılır ayrılmaz bir kadı bulmayı planla
mıştım. Neyin münasip olduğunu bilirim. Ama öncelikle
Gece Çiçeği'nin benimle sahiden evlenmek istediğinden
emin olmayı amaçladım. Yüz seksen dokuz resme rağ
men kararı bana bilgisizlikt�n doğmuş gibi geldi. Beni
bağışlayın , ey vatanseverlerin koruyucusu, ama kızınızı
58 ..
büyütme biçiminiz kesinlikle yanlış. Beni ilk gördüğün
de kadın sandı."
"Demek ki, dün gece izinsiz ziyaretçileri yakalayıp öl
dürmeleri için askerleri saldığımda sonuç bir felaket olabi
lirdi. Seni ahmak," dedi Abdullah'a. "Demek senin gibi bir
köpek beni eleştirmeye cüret ediyor ha! Tabii ki kızımı o
şekilde büyütmek zorundaydım. Doğumµndaki kehanete
göre benim haricimde gördüğü ilk erkekle evlenecekti!"
Abdullah zincirlere rağmen dimdik doğruldu. O gün
ilk kez içine bir umut ışığı doğmuştu .
Sultan çinilerle zarifçe döşenip süslenmiş zemine ba
karak düşündü. "Kehanet tam da istediğim gibiydi, " diye
belirtti. "Uzun zamandır kuzeydeki ülkelerle ittifak kur
mak istiyordum, çünkü burada yaptığımızdan çok daha
iyi silahlar üretiyorlar. Anladığım kadarıyla bu silahlardan
bazıları sahiden de büyülüymüş. Ama Oçinstan prensle
rini ikna etmek çok zor. Bu yüzden tek yapmam gereke
nin kızımın başka bir erkek görmesini engellemek -ve
tabii doğal olarak ona en iyi şekilde eğitim vererek şarkı
söyleyebilmesini, dans edebilmesini ve kendini bir pren
se sevdirebilmesini sağlamak- olduğunu düşündüm. Kı
zım evlenecek çağa geldiğinde de Prens'i resmi bir ziya
ret için buraya davet ettim. Prens seneye, o harika silah
larla fethettiği bir ülkeyi dize getirdikten sonra buraya
gelecekti. Kızım kehanet sayesinde onunla evlenecek,
böylece Prens'le aramda bir ittifak kurulacaktı!" Abdul
lah'a kötü kötü baktı. "Ama planlarım senin gibi bir bö
cek yüzünden altüst oldu!"
"Dediğiniz maalesef doğru, hükümdarların en ihtiyat
lısı, " diye itiraf etti Abdullah. "Söyleyin bana, şu Oçins
tanlı Prens acaba yaşlı ve çirkin mi?"
59
"Herhalde şu askerler gibi kuzeylilere özgü bir çirkin
liktedir," dedi Sultan. Abdullah pek çoğu çillere ve kızı
lımsı saçlara sahip paralı askerlerin kasıldığını sezdi. "Ni
ye soruyorsun, köpek?"
"Ulu bilgeliğinize yönelik bir eleştirimi daha bağışlarsa
nız, ey ulusumuzun bakıcısı, böyle bir evlilik kızınıza hak
sızlık olur," diye belirtti Abdullah. Genç adam peıvasızlı
ğına şaşıran askerlerin gözlerini üzerinde hissettiyse de
umrunda değildi. Nasılsa kaybedecek bir şeyi yoktu.
"Kadınlar önemsizdir, " dedi Sultan. "Bu yüzden onla
ra haksızlık etmek mümkün değildir."
"Katılmıyorum," dedi Abdullah. Askerlerin bakışları
daha da sertleşti.
Sultan kötü kötü baktı. Güçlü elleri Abdullah'ın gırt
lağına sarılmışçasına kukuletayı var gücüyle sıktı. "Sessiz
ol, seni hastalıklı kurbağa! " dedi adam. "Yoksa kararım
dan cayıp seni hemen buracıkta idam ettiririm! "
Abdullah biraz rahatladı. "Ey vatandaşların e n seçki
60
Abdullah neredeyse tamamen rahatladı. Aslında işin
böyle sonuçlanacağını daha en başından görmüştü, fakat
Sultan'ın da aynı sonuca ulaşmasını kaygıyla beklemişti.
İstediği olmuştu. Gece Çiçeği'nin mantığını babasından
aldığı belliydi.
"Kızım nerede?" diye sordu Sultan.
"Size söyledim, ey Zanzib'in üzerindeki parlayan gü
neş," dedi Abdullah. "Cin onu . . . "
"Şu cin olayına azıcık olsun inanmıyorum," dedi Sul
tan. "Kulağa fazlasıyla uydurma geliyor. Kızı bir yerlere
saklamış olmalısın. Götürün onu," dedi askerlere, "ve en
güvenli zindanımıza tıkın. Zincirleri üzerinde bırakın.
Bahçeye girmek için bir tür efsun kullanmış olmalı. Dik
kat etmezsek onu kaçmak için de kullanabilir," Abdullah
bu sözler karşısında irkilmeden duramadı. Hareketi Sul
tan'ın gözünden kaçmadı. Adam kötü kötü sırıttı. "Ardın
dan," dedi, "kızımın kapı kapı aranmasını istiyorum. Bu
lunur bulunmaz evlenmesi için zindana götürülecek."
Düşünceli bakışlarla Abdullah'ı süzdü. "O zamana ka
dar," dedi, "seni öldürmek için yeni yollar keşfederek va
kit geçireceğim. Şu an seni on metrelik bir kazığa oturt
tuktan sonra akbabalara parça parça yem etme taraftarı
yım. Ama fikrimi değiştirip başka bir karara varabilirim. "
Askerler tarafından sürüklenirken Abdullah yine
ümitsizliğe kapılır gibi oldu. Aklına doğumundaki keha
net geldi. On metrelik bir kazık, onu pekala ülkedeki
herkesten üstün kılardı.
61
6
62
Soğuk gri zindanda kilitliyken o görüntüyü hayalinde
canlandırmayı denediyse de boşunaydı. Zindan bambaş
ka bir dünya gibiydi . Abdullah uzun zaman zincirlerinin
ne kadar sıkı olduğunu bile fark etmeyecek kadar kötü
durumdaydı. Fark ettiğindeyse soğuk zeminde kıpırdan
dı, fakat bunun pek faydası olmadı.
"Ömrümü bu şekilde geçireceğim," dedi kendi kendi
ne. "Tabii biri Gece Çiçeği'ni kurtarmazsa." Sultan cine
inanmayı reddettiğinden bu pek mümkün görünmüyordu.
Bunun ardından ümitsizliğini hayallerle yıkmaya çalış
tı. Fakat nedense kendini kaçırılmış bir prens gibi görme
nin hiç de faydası olmadı. Hayal ettiği şeyin doğru olma
dığını biliyor ve söylediği yalanlara Gece Çiçeği'nin nasıl
da kandığını hatırlıyordu. Kız herhalde prens olduğuna
inandığı için Abdullah'la evlenmeye karar vermişti -ne de
olsa kendisi de bir prensesti. Abdullah işin doğrusunu kı
za nasıl anlatacağını bilemiyordu. Sultan'ın onun için ha
zırlayabileceği en kötü sonu hak ettiğini düşünür oldu.
Sonra Gece Çiçeği'ni düşünmeye başladı. Gece Çiçe
ği'nin en az onun kadar korku dolu ve sefil bir halde ol
duğu kesindi. Abdullah onu avutabilmek için yanıp tutu
şuyordu. Onu kurtarmayı o kadar çok istiyordu ki, vak
tinin çoğunu zincirlerine boş yere asılmakla geçirdi.
"Başka birinin bunu denemeyeceği kesin," diye mırıl
dandı. "Buradan çıkmak zorundayım!"
Daha sonra en az hayalleri kadar saçma bir fikir ol
masına rağmen sihirli halıyı çağırmayı denedi. Onu çadı
rın zemininde dururken hayal edip yüksek sesle tekrar
tekrar çağırdı. Kulağa sihirli gibi gelen tüm kelimeleri tek
tek söyleyerek içlerinden birinin doğru sözcük olmasını
umdu.
63
Hiçbir şey olmadı . Zaten olacağını düşünmek ne bü
yük aptallıktı! Sihirli sözcüğü bulsa ve halı onu zindan
dan duysa bile, tüm sihrine rağmen tepedeki o minicik
ızgaradan nasıl geçebilirdi? Diyelim ki geçti, peki Abdul
lah'ı oradan nasıl çıkaracaktı?
Abdullah vazgeçip duvara yaslandı ve uykulu bir hal
de ümitsizlik içinde bekledi. Vakit öğleyi bulmuş olma
lıydı. Çoğu Zanzibli şu sıralarda kısa bir uyku çekerdi.
Umumi parkları ziyaret etmediği zaman Abdullah da di
ğerleri kadar iyi olmayan halılarından birini çadırınm
önündeki gölgeye çeker, meyve suyu ya da parası yeti
yorsa biraz şarap içer ve Cemal'le tembel tembel sohbet
ederdi. Artık bunu yapamayacaktı. Üstelik bu daha ilk
günüm! diye düşündü . Şimdi saatlerin hesabını tutuyo
rum. Acaba günlerin hesabını unutana dek ne kadar za
man geçecek?
Abdullah gözlerini kapadı. Tüm bu olanların iyi bir
tarafı da yok değildi hani. Sultan'ın kızını kapı kapı ara
ma faaliyeti, sırf Abdullah'ın akrabaları oldukları için Fat
ma'nın, Hakim'in ve Asaf'ın sinirlerini bozacaktı. Abdul
lah askerlerin dükkanı altüst etmelerini umuyordu. Du
varları yararak içlerine bakmalarını ve tüm halıları açma
larını umuyordu. Hatta akrabalarını tutuklamalarını ve . . .
Abdullah'ın ayak ucuna bir şey indi.
Demek artık beni yiyecek atarak besliyorlar, diye dü
şündü Abdullah. Açlıktan ölürüm daha iyi. Gözlerini
uyuşuk bir şekilde araladı. Sonra o gözler faltaşı gibi
açıldı.
Orada, zindanın zemininde sihirli halı yatıyordu. Üze
rinde de Cemal'in huysuz köpeği mışıl mışıl uyumaktaydı.
AbduUah ikisine de bakakaldı. Günün en sıcak vak-
64
tinde köpeğin kalkıp çadırının gölgesine uzandığını ha
yal edebiliyordu . Rahat göründüğü için halının üstüne
çıkmış olmalıydı. İyi de, bir köpek -bir köpek.L nasıl olur
da sihirli sözcüğü söyleyebilirdi? Abdullah bakarken kö
pek rüya görmeye başladı. Patileri kıpırdadı. Bumu ön
ce kırıştı, sonra da mümkün olan en güzel kokuyu almış
çasına oynadı ve rüyasında kokladığı şey her neyse san
ki kaçıp gidiyormuş gibi hafifçe inledi.
"Acaba," dedi Abdullah, "rüyanda beni ve kahvaltı
mın büyük bölümünü sana verdiğim günü görüyor ola
bilir misin?"
Köpek onu uykusunda duydu . Yüksek bir homurtu
çıkararak uyandı. Bir köpek olduğu için o garip zindana
nasıl geldiğini düşünmekle vakit harcamadı. Havayı içi
ne çekerek Abdullah'ın kokusunu aldı. Sevinç dolu bir
cıyaklamayla fırladığı gibi patilerini Abdullah'ın göğsün
deki zincirlere dayayıp genç adamın yüzünü hevesle ya
lamaya başladı.
Abdullah gülerek, köpeğin ahtapot kokulu nefesin
den kurtulmak için başını çevirdi . O da en az köpek ka
dar sevinçliydi. "Demek rüyanda sahiden beni görüyor
dun!" dedi. "Dostum, seni her gün bir çanak dolusu ah
tapotla besleyeceğim. Hayatımı kurtardın. Muhtemelen
Gece Çiçeği'ninkini de!"
Köpeğin coşkusu biraz geçince Abdullah zincirleriyle
beraber yuvarlanıp debelenerek halının üstüne çıktı ve dir
seği üzerinde doğrularak derin bir iç geçirdi. Artık güven
deydi. "Gel bakalım," dedi köpeğe. "Sen de halıya çık."
Fakat köpek zindanın bir köşesinde fare kokusu al
mıştı. Burnunu heyecanla çekerek kokuyu izliyordu .
Köpek bumunu her çektiğinde, Abdullah altındaki halı-
65
nın titrediğini hissediyordu. Bu durum ona aradığı ceva
bı verdi.
"Gel hadi," dedi köpeğe. "Seni burada bırakırsam be
ni beslemeye ya da sorgulamaya geldiklerinde kendimi
köpeğe çevirdiğimi sanırlar. Cezamı sen çekersin. Bana
halıyı getirip onun sırrını ortaya çıkardın. Senin on met
relik kazığa oturtulmana göz yumamam. "
Köpek bumunu köşeye dayamıştı ve söylenenlere
kulak asmıyordu. Abdulla.h zindanın kalın duvarlarına
rağmen, ayak seslerini ve anahtarların şıngırtısını işitti.
Biri geliyordu. Köpeği ikna etme çabasından vazgeçti.
Onun yerine halıya boylu boyunca uzandı.
"Gel oğlum!" dedi. "Gel de yüzümü yala! "
Köpek bunu anlamıştı işte. Köşeden ayrılıp Abdul
lah'ın göğsüne atladı ve ona itaat etmeye koyuldu.
"Halı, " diye suratında gezen dilin altından fısıldadı
Abdullah, "Çarşı'ya git ama yere inme. Cemal'in çadırının
yanında dur. "
Halı yerden yükselip yanlamasına uçmaya başladı
-hem de tam zamanında. Bir anahtar zindanın kilidini açı
yordu. Abdullah halının zindandan nasıl ayrıldığını anla
yamadı, çünkü köpek halen yüzünü yaladığından gözle
rini açamıyordu . Önünden koyu bir gölgenin geçtiğini
hissetti -herhalde içinden geçtikleri duvara aitti- ve ardın
dan yüzüne parlak gün ışığı vurdu . Köpek şaşkın bir hal
de başını havaya kaldırdı. Abdullah zincirlerinin arasından
yana doğru gözlerini kısarak baktığında önlerinde dimdik
bir duvar gördü. Halı kolayca yükselirken duvar da geri
de kaldı. Sonra, ilk kez bir gece önce görmesine rağmen
artık Abdullah'a tanıdık gelen kuleler ve çatılar birbiri ar
dına geldi. Ondan sonra halı inişe geçerek Çarşı'nın kıyı-
66
sına doğru alçaldı. Sultan'ın sarayı Abdullah'ın çadırından
beş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi gerçekten de.
Cemal'in çadırı görüş alanına girdi. Onun yanında yo
lun dört bir yanına saçılmış halılarıyla Abdullah'ın çadırı
bulunuyordu . Herhalde askerler Gece Çiçeği'ni ararlar
ken ortalığı dağıtmışlardı. Cemal içinde ahtapot pişen
büyük bir kazan ile üzerinde şişe geçirilmiş etlerin du
manının tüttüğü bir kömür mangalının arasında, başını
ellerinin arasına almış kestiriyordu. Kafasını kaldırınca,
önünde asılı duran halıyı fark etti ve gözleri kocaman
açıldı.
"İn bakalım oğlum!" dedi Abdullah . "Cemal, köpeğini
çağır."
Cemal'in çok korktuğu anlaşılıyordu. Sultanın kazığa
oturtmak istediği birinin yanında dükkan işletmek hiç de
hoş değildi. Adamın adeta dili tutuldu. Abdullah baktı ki
köpek de oralı olmuyor, şıngırdayarak ve su gibi ter dö
67
Cemal söyleneni yaparak adaleli kollarından birini
uzattı ve nakışa büyük bir özenle dokundu. "Büyü mü
yapıyorsun?" diye tedirgin bir sesle sordu.
"Hayır," dedi Abdullah. "Orada gizli bir cep var. Elini
içine sokup oradaki parayı al."
Cemal şaşkındı, fakat parmaklarını gezdirerek cebi
buldu ve bir avuç dolusu altın çıkardı. "Burada bir servet
var," dedi adam. "Bu sana özgürlüğünü kazandıracak mı?"
"Hayır," dedi Abdullah. "Ama seninkini kazandıracak.
Bana yardım ettiğiniz için senin ve köpeğinin peşine dü
şecekler. Altını ve köpeğini alıp buradan git. Zanzib'den
ayrıl . Kuzeye, saklanabileceğin yabancı yerlere git."
"Kuzey ha!" dedi Cemal. "İyi de kuzeyde ne yapabili
rim ki?"
"İhtiyacın olan her şeyi satın alıp bir restoran aç," de
di Abdullah. "Elinde bunu yapmaya yetecek kadar altın
var ve sen harika bir aşçısm. Orada bir servet kazanabi
lirsin. "
"Sahi mi?" dedi Cemal, Abdullah'a ve avuç dolusu al
.
tına bakarak. "Sence bunu gerçekten başarabilir miyim?"
Abdullah bir gözünü yolda tutuyordu. Yol yavaştan ka
labalıklaşıyordu, üstelik kalabalığı oluşturanlar Şehir Gar
nizonu'ndan muhafızlar değil kuzeyli askerlerdi. "Evet,
ama hemen yola çıkarsan," dedi genç adam.
Cemal koşturan askerlerin patırtısını işitti. Emin ol
mak için kafasını uzatıp baktı, sonra köpeğine ıslık çalıp
o kadar süratle ortadan kayboldu ki Abdullah adama
hayran kaldı. Hatta Cemal yanmasın diye eti mangaldan
almayı bile unutmamıştı. Askerlerin orada bulup bulabi
lecekleri tek şey yarı pişmiş aht'.lpotla dolu bir kazandı.
Abdullah halıya fısıldadı. "Çöle git. Çabuk!"
68
Halı hemen fırlayıp her zaman yaptığı gibi yanlama
sına uçmaya başladı. Abdullah halının tam ortasının bir
hamak gibi aşağı sarkmasına yol açan zincirleri olmasay
dı kesin aşağı düşerdim diye geçirdi aklından. Yine de
sürat bir zorunluluktu. Askerler peşinden bağırdılar. Ba
zı patırtılar duyuldu. İki mermi ve bir arbalet oku kısa
süreliğine halının peşinden havada yay çizdiyse de ona
yetişemedi. Halı çatıların, duvarların, kulelerin ve en so
nunda palmiye ağaçlarıyla bahçelerin üzerinden geçti.
Nihayet devasa gök kubbenin altında beyazın ve sarının
tonlarıyla ışıldayan sıcak gri boşluğa çıktı. Abdullah'ın
üzerindeki zincirler rahatsızlık verecek kadar ısınmaya
başlıyordu .
Hava akımı kesildi. Abdullah başını kaldırdığında
ufukta şaşırtıcı derecede küçük bir leke halinde Zanzib'i
gördü. Deveye binen birinin yanından yavaşça geçerler
ken adam sıkıca örttüğü yüzünü çevirerek onları seyret
ti. Halı kuma doğru alçalmaya başladı. Bunun üzerine
devedeki kişi de hayvanın yönünü değiştirerek halının
peşinden gitti. Abdullah adamın gerçek bir sihirli halı
bulduğu için heyecana kapıldığını, üstelik halı sahibinin
kendisine direnecek durumda olmadığı için zevkten dört
köşe olduğunu hisseder gibiydi.
"Yukarı, yukarı!" diye haykırdı halıya. "Kuzeye uç!"
Halı güç bela tekrar yükseldi. Her ipliğinden asabiyet
ve isteksizlik dökülüyordu. Havada ağır ağır bir yarım
daire çizerek kuzeye doğru yürüyüş temposunda yavaş
ça ilerlemeye başladı. Devedeki kişi o yarım daireyi kes
tirmeden katederek dörtnala yaklaştı. Halı yerden yalnız
ca üç metre kadar yüksekte olduğundan deve sırtındaki
biri için kolay bir hedefti.
69
Abdullah uyanık davranması gerektiğine karar verdi.
"Aman ha!" diye bağırdı deve binicisine. "Bendeki veba
yayılmasın diye Zanzibliler beni zincire vurdular!" Deve
deki adam vazgeçmedi. Devesini yavaşlatarak takibi da
ha ihtiyatlı bir tempoda sürdürürken, arkasından bir ça
dır direği çıkarmaya uğraştı. Anlaşılan onu kullanarak
Abdullah'ı halının üstünden düşürmeyi amaçlıyordu. Ab
dullah dikkatini hemen halıya verdi. "Ey halıların en iyi
si," dedi, "ey en parlak renklisi ve en güzel dokunmuşu,
ey güzelim kumaşı ustaca büyülenmişi, korkarım sana
hak ettiğin saygıyı göstermedim. Sana emirler yağdırdım,
hatta bazen bağırdım. Ama artık görüyorum ki nazik ta
biatın yalnızca tatlı bir ricayı gerektiriyormuş. Affet beni,
ne olur affet!"
Kendisine böyle hitap edilmesi halının hoşuna gitti.
Havada biraz gerildi ve azıcık hızlandı.
"Eşeklik ettim," diye devam etti Abdullah. "Seni çöl sı
cağında yordum, zincirlerimle ağırlık yaptım. Ey halıların
en güzeli ve zarifi, artık sadece seni ve bu koca ağırlık
tan en iyi şekilde nasıl kurtulabileceğimi düşünüyorum.
Bu ·zincirlerden kurtulmamı sağlayacak birini bulmam
için çölün kuzeyine doğru yavaş bir hızda -mesela bir
devenin koşabileceğinden biraz daha hızlı- uçman, cana
yakın ve soylu karakterine uyar mı?"
Abdullah halıyı ikna etmişe benziyordu. Halı kendini
beğenmiş bir şekilde, gururla hareket ediyordu artık. Ya
rım metre kadar yükseldi, hafifçe yön değiştirdi ve hızı
nı saatte ortalama yüz kilometreye çıkardı. Abdullah ke
nara tutunup arkasına baktı. Hayal kırıklığına uğrayan
deve binicisi kısa sürede çölde_ bir nokta halini aldı.
"Ey eşyaların en asili, sen haliların sultanısın ve ben de
70
senin zavallı hizmetkarınım!" dedi Abdullah utanmadan.
Halı bu sözlerden öyle hoşnut kaldı ki daha bile hız
landı.
On dakika sonra bir kum tepesini aştı ve zirvenin he
men öteki tarafında aniden durup yana doğru eğildi. Ab
dullah halıdan düşerek bir kum bulutu içinde aşağı yu
varlanmaya başladı. Şangırdayıp şıngırdayarak, hoplayıp
zıplayarak, giderek daha büyük bir kum bulutu kaldıra
rak, yuvarlandıkça yuvarlandı. En sonunda -zorlu bir ça
banın ardından- bir vahadaki, çamurlu, küçük bir gölün
hemen kıyısında, bir kum yığının içine çivileme dalarak
durmayı başardı. Hırpani kılıklı bir grup insan, gölün ke
narındaki bir şeyin etrafına üşüşmüştü, Abdullah araları
na dalınca hepsi birden çil yavrusu gibi dağıldı. Abdul
lah'ın ayaklan, insanların etrafında toplandıkları şeye çar
pıp onu göle attı. Adamlardan biri öfkeyle bağırarak o şe
yi kurtarmak için suya atladı. Diğerleriyse palalarını ve bı
çaklarını -hatta biri uzun namlulu bir tabancayı- çekip
tehditkar bir tavırla Abdullah'ın etrafını sardılar.
"Gırtlağını kesin, " dedi içlerinden biri.
Abdullah gözlerini kırpıştırarak içlerine kaçan kumdan
kurtulmaya çalıştı ve o güne dek hiç bu kadar berbat gö
rünen insanlarla karşılaşmadığını düşündü. Hepsinin ya
ra izleriyle dolu suratları, sinsi bakan gözleri, çürük diş
leri ve nahoş yüz ifadeleri vardı. Grubun en çirkini de ta
bancalı adamdı. İri ve kanca biçimli burnunun kenarına
halka şeklinde bir çeşit küpe takılıydı ve çok gür bir bı
yığı vardı. Başına sardığı bez parçasının bir ucu, altın bir
broşa takılmış parlak, kırmızı bir taşla tutturulmuştu.
Aynı adam, "Sen de nereden çıktın?" deyip Abdullah'a
tekme attı. "Öt bakalım."
71
Elinde şişeye benzeyen bir şeyle gölden çıkmakta
olan adam da dahil hepsi birden genç adama öyle bir
bakıyordu ki, yüz ifadelerinden ondan iyi bir açıklama
bekledikleri, yoksa Abdullah'ın başının büyük belada ol
duğu anlaşılıyordu.
72
7
73
daki insanları etkilemenin en iyi yolunun bu olduğu fik
rindeydi. "Gerçekten de gökten düştüm, göçebelerin en
soylusu. "
Maalesef adamlar bu sözlerden pek de etkilenmiş
görünmüyorlardı. Pek çoğu kahkahalarla güldü. Kabul
Akba kafasıyla işaret ederek içlerinden ikisini Abdul
lah'ın geldiği yere, kum tepesine gönderdi. "Demek sihir
yapabiliyorsun?" dedi adam. "Üzerindeki zincirlerin bu
nunla bir ilgisi var mı?"
"Kesinlikle," dedi Abdullah. "Ben öyle kudretli bir bü
yücüyüm ki, yapabileceklerimden korkan Zanzib Sultanı
beni kendi elleriyle zincire vurdu. Muh�eşem şeyler gör
mek için tek yapmanız gereken bu zincirleri ve kelepçe
leri açmak." Abdullah göz ucuyla iki adamın halıyı ara
larında taşıyarak geri döndüğünü gördü. Bundan iyi bir
şeyler çıkmasını tüm kalbiyle ümit ediyordu. "Bildiğiniz
gibi, demir, bir büyücünün sihir kullanmasını engeller,"
dedi ciddiyetle. "Beni bu demirlerden kurtarırsanız göz
lerinizin önünde yeni bir yaşam doğacak."
Haydutlar kuşkulu gözlerle ona baktı. "Ne keskimiz
var ne de törpümüz, " dedi içlerinden biri.
Kabul Akba halıyı taşıyanlara döndü . "Sadece bunu
bulduk," diye rapor verdi adamlar. "Binecek bir şey yok
tu. Hiçbir ayak izine de rastlamadık. "
Bunun üzerine haydutların reisi bıyığını sıvazladı. Ab
dullah adamın ne demeye burnuna halka taktığını düşün
meden edemedi. "Hımın," dedi adam. "Demek öyle. Bah
se varım ki, bu bir sihirli halıdır. Getirin onu buraya."
Adam küçümser bir sırıtışla Abdullah'a baktı. "Seni hüs
rana uğratacağım için üzgünüm büyücü," dedi, "ama ma
dem ki kendini böyle zincirler içinde elimize teslim ede-
74
rek bize kolaylık sağladın, seni bu halde bırakıp halına el
koyacağım. Tabii sırf kazaları önlemek amacıyla. Sahiden
de bize katılmak istiyorsan öncelikle bir işe yaramalısın. "
Abdullah korkudan çok öfke duyduğunu şaşırarak
fark etti. Sebep belki de tüm korkusunu o sabah Sul
tan'ın huzurunda tüketmiş olmasıydı -ya da tepeden tır
nağa her yerinin sızım sızım sızlaması da olabilirdi. Kum
tepesinden aşağı yuvarlandığı sırada vücudu berelenmiş
ve ayak bileklerinden birinin derisi epeyce soyulmuştu.
"Ama dedim ya," diye konuştu küstahça, "zincirlerimden
kurtulana kadar size fayda sağlayamam."
"Senden istediğimiz sihir değil, bilgi," dedi Kabul Ak
ba. Az önce suya dalan adamı yanına çağırdı. "Bize bu
nun ne olduğunu söylersen belki ödül olarak bacakların
daki prangaları açarız."
Gölden çıkan adam çömelerek şiş göbekli, mavi
renkli bir şişe gösterdi. Abdullah dirseklerinden destek
alarak eğildi ve şişeye kızgın gözlerle baktı. Yeni gibi gö
rünüyordu. Dar ağzı yeni bir tıpayla tıkanmış ve yine ye
ni görünen kurşun bir damgayla mühürlenmişti. Etiketi
kaybolmuş bir parfüm şişesine benziyordu. "Oldukça
hafif," dedi çömelmiş adam şişeyi sallayarak, "ve içinden
ne bir tıkırtı ne de bir çalkantı sesi geliyor. "
Abdullah zincirlerinin açılması için şişeden nasıl fay
dalanabileceğini düşündü. "Bu bir cin şişesi," dedi. "Bilin
ki, çöl müdavimleri, şişe çok tehlikeli olabilir. Şu zincir
leri üzerimden çıkarırsanız cini kontrol edebilir ve her di
leğinizi yerine getirmesini sağlayabilirim. Benden başka
hiç kimsenin ona dokunmaması gerektiği fikrindeyim."
Şişeyi tutan adam söylenenlerden ürküp onu elinden
düşürdü, fakat Kabul Akba gülerek şişeyi yerden aldı.
75
"Tadı güzel bir içeceğe benziyor daha çok," dedi. Şişeyi
başka bir adama fırlattı. "Aç şunu ." Adam palasını yere
b ırakıp büyük bir bıçak çıkardı ve onunla kurşun müh
re vurmaya başladı.
Abdullah serbest kalma fırsatının kaçmakta olduğunu
gördü. Daha da kötüsü, sahtekar damgası yiyecekti. "Yap
tığınız sahiden de çok tehlikeli, ey haydutların yakutu," di
ye itiraz etti. "Mühıü kırdıktan sonra sakın ola ki tıpayı çı
karayım demeyin." O bunları söylerken adam mühıü sö
küp kuma attı. Başka biri şişeyi sabit tutarken o da tıpaya
asılmaya başladı. "Tıpayı çıkaracak olursanız," diye gevele
di Abdullah, "en azından uygun şekilde ve belli bir sayıya
ulaşana dek şişeyi sıvazlayın, sonra da içindeki cine . . . "
Tıpa çıktı.
Pıt. Şişenin ağzından mavi-mor renkte, in
ce bir duman yükseldi. Abdullah şişenin içinin zehirle
dolu olmasını umuyordu . Fakat duman bir anda yoğun
laşarak, çaydanlığın ağzından fışkıran buhar gibi, şişe
den fışkırdı ve koca bir bulut halini aldı. Bu bulut bir su
rata -büyük, öfkeli, mavi bir surata- kollara ve incelerek
şişeyle birleşen bir gövdeye dönüştü . Yaklaşık üç metre
boyuna gelene kadar da büyümeyi sürdürdü.
"Ant içtim! " diye kükredi surat. "Beni çıkaran cezası
76
şup kaçmıştı. Abdullah'ın kaçmama sebebi zincirleri yü
zünden neredeyse hiç kıpırdayamaması, Kabul Ak
ba'nınki ise beklenmedik ölçüde cesur çıkmasıydı. Cin
ikisine de dik dik baktı.
"Ben şişenin kölesiyim," dedi. "Bu durumdan ne ka
dar nefret etsem de sahibimin her gün bir dilek hakkı ol
duğunu ve bu dileği yerine getirmem gerektiğini size
söylemek zorundayım." Bunun ardından tehditkar bir
ses tonuyla, "Dileğiniz nedir?" diye ekledi.
"Dilerim ki . . . " diye başladı Abdullah.
Kabul Akba hemen eliyle Abdullah'ın ağzını kapadı.
"Dilek benim hakkım, " dedi . "Bunu kafana sok, cin!"
"Anladım, " dedi cin. "Dileğin nedir?"
"Bir dakika," dedi Kabul Akba ve yüzünü Abdullah'ın
kulağına yaklaştırdı. Nefesi elinden bile kötü kokuyordu,
ama buna rağmen Abdullah ikisinin de Cemal'in köpeğinin
kokusuyla yarışamayacağını itiraf etmek zorundaydı. "Eh,
büyücü," diye fısıldadı haydut, "doğru söylediğini ispatla
dın. Bana dileğim için tavsiyede bulunursan seni özgür bı- ·
77
şeyi bulmak için kafa yordu . "Tabii ki sınırsız bir servet
isteyebilirsin, " dedi, "ama paranı taşıman gerekir, ki o
yüzden öncelikle bir grup gürbüz deve istemen daha
doğru olacaktır. Tabii hazineni koruman da gerekir. Bel
ki ilk dileğin kuzeyde üretilen meşhur silahlardan bir ka
sa istemek veya . . . "
78
nuşmak için vakit bulduğunda, onların Zanzib Sultanı'na
ait olduklarını öğrendi. Zaten ziyafet de Sultan için ha
zırlanmıştı.
Bu haber Abdullah'ın moralini az da olsa düzeltti. Şö
leni bir palmiye ağacına dayanmış bir halde zincirler için
de geçirdi. Kabul Akba'dan bir beklentisi olmamasına
rağmen, yine de kafası bozuktu . Kabul Akba en azından
onu bazen hatırlıyor ve elini küstahça sallayarak köleler
den birini altın bir tabakla veya bir testi şarapla ona gön
deriyordu.
Zaten yemek sıkıntısı yoktu. Ara ara bir boğuk güm
leme duyuluyor ve şaşkına dönmüş kölelerin taşıdıkları
yeni bir yemek ya da Sultan'ın şarap mahzeninden çık
mışa benzeyen şişelerin yüklü olduğu mücevherli bir el
arabası, yahut hayretler içindeki bir grup müzisyen geli
yordu. Kabul Akba ne zaman Abdullah'a yeni bir köle
gönderse Abdullah gelen köleye sorular yöneltiyordu .
"Aslına bakarsan, çöl kralının soylu tutsağı," dedi biri
ona, "birinci ve ikinci servisler gizemli bir şekilde kaybo
lunca Sultan çok kızdı. Üçüncü servis olan benim taşıdı
ğım şu kızarmış tavuskuşunu mutfaktan getirirken bize
eşlik etsin diye yanımıza bir grup asker bile verdi. Fakat
ziyafet salonun kapısına vardığımızda biri bizi alıp götür
dü ve kendimizi bu vahada bulduk."
Herhalde Sultan'ın midesi kazınıyordur, diye geçirdi
Abdullah aklından.
Daha sonra, aynı şekilde kaçırılan dansçı kızlar ortaya
çıktı. Bu durum Sultan'ı daha da kızdırmış olmalıydı.
Dansçılar Abdullah'ı hüzünlendirdiler. Onlara bakarken
Abdullah'ın aklına onlardan en az iki kat daha güzel olan
Gece Çiçeği geldi ve genç adamın gözleri yaşlarla doldu.
79
Masadaki cümbüş arttıkça gölün kıyısında duran kurbağa
lar hüzünle vıraklıyorlardı. Kendilerini Abdullah kadar kö
tü hissettiklerine hiç şüphe yoktu.
Hava karardığı anda köleler, müzisyenler ve dansçı
kızlar ortadan kayboldu , ama yemeğin ve şarabın bir kıs
mı hala oradaydı. Haydutlar o zamana kadar tıka basa
doymuşlar, üstüne daha da yemişlerdi. Çoğu oturduğu
yerde uyuyakaldı. Fakat Kabul Akba biraz yalpalayarak
ayağa kalktı ve cin şişesini masanın altından alarak Ab
dullah'ı hayal kırıklığına uğrattı. Adam şişenin tıpasının
kapatıldığından emin oldu , ardından sallanarak sihirli
halıya gidip şişeyle beraber onun üstüne yattı. Başını ye
re koyar koymaz da uykuya daldı.
Abdullah giderek artan bir kaygıyla palmiye ağacının
altında oturmayı sürdürdü. Cin kaçırdığı köleleri Zan
zib'deki saraya geri götürdüyse -ki öyle görünüyordu
birisi onlara öfke dolu sorular soracaktı. Hepsi de bir
haydut çetesine hizmete zorlandıklarını, o sırada iyi gi
yimli genç bir adamın zincirler içinde oturarak bir palmi
ye ağacının altından kendilerini seyrettiğini anlatacaktı.
Sultan'ın bundan bir sonuç çıkarması uzun sürmeyecek
ti. Aptal değildi. Şimdi bile bir bölük asker hızlı devele
rin sırtında küçük bir vaha bulmak için çölü karış karış
geziyor olabilirdi.
Fakat genç adamı en çok endişelendiren şey bu de
ğildi. Uyumakta olan Kabul Akba'yı daha da büyük bir
kaygıyla süzdü. Abdullah sihirli halıyla birlikte son dere
ce faydalı bir cini de kaybedecekti.
Yarım saat kadar sonra Kabul Akba sırtüstü döndü ve
ağzı bir karış açıldı. Daha önce Çemal'in köpeği ve Ab
dullah'ın yaptıkları gibi gümbür gümbür horladı. Abdul-
80
lah kendisinin bu kadar gürültülü horlamadığını umu
yordu . Halı titredi. Abdullah yükselen ayın ışığı altında
onun yerde otuz santim kadar havalanıp orada asılı ka
larak beklediğini gördü . Abdullah halının o sırada Kabul
Akba'nın görmekte olduğu rüyayı yorumladığını tahmin
etti. Haydut reisinin rüyasında ne gördüğüne dair Abdul
lah'ın en ufak bir fikri yoktu, fakat halı biliyordu . İyice
yükselerek uçmaya başladı.
Abdullah halının palmiye üzerinde uçmasını seyre
derken onu etkilemek için son bir çaba sarf etti. "Ey ha
lıların en talihsizi!" diye hafifçe seslendi. "Ben sana çok
daha nazik davranırdım!"
Belki halı onu duydu. Belki de kazara oldu. Fakat yu
varlağımsı ve ışıltılı bir şey halının yanından düşüp Ab
dullah'tan birkaç adım uzağa pat diye indi. Bu şey cin şi
şesiydi. Abdullah zincirlerini fazla şıkırdatmadan elinden
geldiği kadar süratle uzandı ve şişeyi alıp arkasına sak
ladı. Sonra da oturup sabahı bekledi. Artık çok daha
ümitliydi.
81
8
82
pallayarak yürüdü. Orada kafalarını masaya dayamış hal
de uyumakta olan haydutları rahatsız etmemek için büyük
özen göstererek biraz yiyecek toplayıp bir mendile sardı.
Bir şişe de şarap aldı ve onu cin şişesiyle beraber kemeri
ne tutturdu. Başına güneş geçmesin diye -yolcular çölde
bunun büyük bir tehlike olduğunu söylerlerdi- bir men
dille kafasını örttükten sonra olabildiğince hızlı adımlarla
topallayarak vahadan ayrıldı ve kuzeye yöneldi.
Yürüdükçe bacaklarındaki uyuşma da kayboldu. İşte
o zaman yürüyüş neredeyse zevkli bir hal aldı ve Abdul
lah sabahın ilk yarısı boyunca Gece Çiçeği'ni düşünerek,
birbirinden leziz etli börekleri mideye indirerek ve şarap
şişesini yudumlayarak azimle ilerledi. Sabahın ikinci ya
rısı ise o kadar iyi geçmedi. Güneş iyice yükseldi. Gök
yüzü kör edici bir beyazlığa büründü ve her şey parılda
maya başladı. Abdullah yanına içi şarapla değil de ça
murlu göl suyuyla dolu bir şişe almış olmayı dilemeye
başladı. Şarap susuzluğunu geçirmediği gibi artırıyordu
da. Abdullah mendili şarapla ıslatıp ıslatıp ensesine ko
yuyor, fakat mendil çabucak kuruyordu. Vakit gün orta
sını gösterdiğinde, ölüme yaklaştığını hissetti. Çöl gözü
nün önünde dalgalanıyor, gözleri ışıktan ağrıyordu. Ken
dini közlenmiş patates gibi hissediyordu.
"Anlaşılan Kader hayalimin tümünü gerçek yapmaya
karar vermiş!" dedi çatlak bir sesle.
O zamana kadar şeytani Kabul Akba'dan kaçışını son
ayrıntısına kadar kafasında kurduğunu sanırdı, fakat şim
di anlıyordu ki, yakıcı çöl sıcağında, alnından akan ter
ler gözlerine dolarken yürümenin ne kadar korkunç ol
duğunu hiç düşünmemişti. Kumun, ağzı da dahil her ye
rine nasıl kaçtığını hiç hayal etmemişti. Ayrıca hayalinde
83
güneş tam tepedeyken onu kullanarak yön tayin etme
nin zorluğuna hiç yer vermemişti. Ayaklarının dibindeki
ufacık gölge ona en ufak bir kılavuzluk etmiyordu. Düz
gitmek için Abdullah'ın sık sık arkasına bakıp bıraktığı
ayak izlerine göz atması gerekiyordu. Bu da ona zaman
kaybettirdiğinden genç adam endişe içindeydi.
Sonunda zaman kaybetse de kaybetmese de, kumda
gölgeli ufak bir çukura oturarak durup dinlenmek zorunda
kaldı. Kendini hala Cemal'in kömür mangalına yatırılmış
bir parça et gibi hissediyordu. Mendili şarapla ıslatıp başı
na koydu ve ondan akan kırmızı damlaların en iyi giysile
rini lekelemesini seyretti. Genç adamı ölmeyeceğine ikna
eden tek şey Gece Çiçeği hakkındaki kehanetti. Kader kı
zın Abdullah'la evleneceğine hüküm vermişse Abdullah il
la ki hayatta kalacak demekti, çünkü henüz kızla evlenme
mişti. Onun ardından babası tarafından kaleme alınmış
olan kendisi hakkındaki kehaneti düşündü. Kehanetin bir
den faz1a anlamı olabilirdi. Aslında çoktan gerçekleşmiş ol
ması bile mümkündü, zira Abdullah sihirli halıda uçarak ül
kedeki herkesten üstün olmamış mıydı? Tabii kehanet on
metrelik bir kazığı da kastediyor olabilirdi.
Bu düşünce Abdullah'ı ayağa kalkıp tekrar yürümeye
zorladı.
Öğleden sonra daha da fenaydı. Abdullah genç ve
formdaydı, fakat bir halı tüccarının yaşantısında uzun yü
rüyüşlere yer yoktu. Artık yürümekten aşınmış gibi gelen
topuklarından tut da başının tepesine kadar her yeri ağ
rıyordu . Buna ek olarak çizmelerinden birindeki gizli pa
ra cebi ayağını vurmaya başlamıştı. Bacakları o kadar
yorgundu ki onları güçlükle kıpırdatabiliyordu . Yine de
haydutlar kendisini aramaya kalkmadan veya deve sürü-
84
leri çıkıp gelmeden vahayla arasına bir ufuk koyması ge
rektiğinin farkındaydı. Ufukla arasındaki mesafeden de
emin olmadığı için güç bela yürümeyi sürdürdü.
Akşam vakti onu ayakta tutan tek şey ertesi gün Ge
�e Çiçeği'ni göreceğini bilmekti. Cinden isteyeceği bir
sonraki dilek bu olacaktı. Onun haricinde, şarap içmeye
tövbe etti ve bir daha kum görmeyeceğine söz verdi.
Gece çöktüğünde kendini bir kum yığınına btrakıp
uykuya daldı.
Şafakta dişleri takırdıyor ve bir yerinin donup donmadı
ğını endişeyle merak ediyordu. Çöl gündüz ne kadar sıcak
sa gece de o kadar soğuktu. Yine de Abdullah dertlerinin
bitmek üzere olduğunu biliyordu . Kum yığınının daha sı
cak tarafına oturup şafağın altın sansı ışığına baktı ve ku
manyasından arta kalanlarla karnını doyurup baş belası şa
rabından son bir yudum aldı. Ağzı Cemal'in köpeğininki
gibi berbattı, ama en azından dişleri takırdamayı kesmişti.
Vakit gelmişti. Abdullah hevesle gülümseyerek cin şi
şesinin tıpasını çıkardı.
Mavi-mor duman tekrar fışkırarak cinin huy suz biçi
mini aldı. "Ne diye sırıtıyorsun?" diye sordu rüzgarlı ses.
"Dileğim, ey cinlerin yakutu . . . " cevabını verdi Abdul
lah, "ey nefesi menekşe kokasıca, beni Gece Çiçeği'nin
yanına götürmendir."
"Ah, demek öyle?" Cin dumanlı kollarını göğsünde
kavuşturup etrafına bakındı. Bu hareketi, şişeyle birleşen
kısmının sarmal şeklinde kıvrılmasına yol açtı. "Nerede
bu genç kız?" dedi cin asabiyetle, tekrar Abdullah'a doğ
ru döndüğünde. "Onu bir türlü bulamıyorum."
"Bir cin tarafından Sultan'ın Zanzib'deki sarayının ge
ce bahçesinden kaçırıldı,'' diye açıkladı Abdullah.
85
"Şimdi anlaşıldı," dedi cin. "Dileğini yerine getire
mem. Kız dünyada değil. "
"Öyleyse cinlerin aleminde olmalı," dedi Abdullah
kaygıyla. "Ey cinlerin mor prensi, sen o alemi avucunun
içi gibi biliyor olmalısın."
"Bu sözlerin ne kadar bilgisiz olduğunu gösteriyor,"
dedi cin. "Şişeye hapsedilmiş bi� cinin ruh alemleriyle
olan bağı kesilir. Sevgilin oradaysa bile seni oraya götüre
mem. Sana tıpayı şişeye geri takıp yola koyulmam tavsiye
ederim. Güneyden büyük bir deve sürüsü yaklaşıyor."
Abdullah kum yığınının tepesine çıktı. Sahiden de
korktuğu başına gelmişti; seke seke yürüyen bir sıra de
ve hızla yaklaşıyordu. Her ne kadar aradaki mesafe se
bebiyle o anda bulanık birer lekeden ibaret olsalar da
Abdullah bu lekelerin hatlarına bakarak deve binicileri
nin tepeden tırnağa silahlı olduklarını görebiliyordu.
"Gördün mü?" dedi cin, Abdullah'la aynı seviyeye
yükselerek. "Seni bulamayabilirler, ama böyle olacağını
hiç sanmam. " Abdullah'ın yakalanma olasılığının ona
zevk verdiği belliydi.
"Bana hemen başka bir dilek hakkı tanımalısın," dedi
genç adam.
"Yok ya," dedi cin. "Günde tek bir dilek. Zaten bir di
lekte bulundun."
"Doğru söylüyorsun, ey mor dumanların en şaşaalısı,"
diye doğruladı Abdullah çaresizlikle, "ama o dileği ger
çekleştiremedin. Ve şartları ilk kez dile getirdiğinde açık
ça duyduğum gibi, her gün sahibinin bir dileğini gerçek
leştinnek zorundasın. Bunu henüz yapmadın. "
"Vay canına! " dedi cin öfkey�e. "Meğer delikanlı avu
katmış da haberimiz yokmuş . "
86
"Tabii ki öyleyim, " dedi Abdullah hararetle. "Ben her
çocuğun kendi hakkmı savunmayı öğrendiği, çünkü baş
kaları tarafından savunulmayacağını bildiği Zanzib'in bir
vatandaşıyım. Ve bugün bir dileğimi gerçekleştirmediği
ni iddia ediyorum."
" Kelime oyunu yapıyorsun," dedi cin zarifçe sallana
rak. "Bir dilekte bulunuldu. "
"Ama gerçekleştirilmedi, " dedi Abdullah.
"İmkansız bir şey istemen benim suçum değil, " dedi
cin. "Seni yanına götürebileceğim milyon tane güzel kız
var. Hatta yeşil saçtan hoşlanıyorsan bir denizkızına bile
kavuşabilirsin. Yoksa yüzme bilmiyor musun?"
Hızla ilerleyen deve sırası artık çok daha yakındı . Ab
dullah alelacele konuşmaya devam etti. "Bir düşün, ey
sihrin mor renkli incisi, ve insafa gel. Yaklaşan şu asker
ler bize ulaştıklarında mutlaka şişeye el koyacaklar. Şişe
yi saraya götürürlerse Sultan seni her gün büyük işler
yapmaya zorlayacak. Ordular ve silahlar getirterek, düş
manlarını fethettirerek seni bitkin düşürecek. Eğer asker
ler seni kendilerine saklarlarsa -ki saklayabilirler de, zira
her asker dürüst değildir- elden ele geçirileceksin ve her
gün bölüğün her askerinin dileğini ayrı ayrı yerine getir
men gerekecek. Sonuçta sadece ufacık bir şey isteyen be
nim için çalışacağından çok daha fazla çalışacaksın. "
"Ağzından bal damlıyor!" dedi cin. "Söylediklerin
mantıklı. Peki ama Sultan'ın veya askerlerinin bana zarar
ziyana yönelik ne gibi fırsatlar sunacaklarını hiç düşün
dün mü?"
"Zarar ziyan mı?" diye sordu Abdullah, kaygılı gözle
rini develerden ayırmaksızın.
"Dileklerimin fayda getirmesi gerektiğine dair bir şey
87
söylemedim," dedi cin. "Hatta mümkün olduğunca çok
zarar verecekleri üzerine ant içtim. Mesela o haydutların
hepsi Sultan'ın şölenini çalma suçuyla şu an hapse veya
daha beterine götürülüyorlar. Askerler onları gece geç
vakit buldular. "
"Dileğimi yerine. getimıeyerek bana zarar veriyorsun,"
dedi Abdullah. "Üstelik haydutların aksine ben bunu hak
etmiyorum!"
"Öyleyse kendini talihsiz say," dedi cin. "Aynı benim
gibi. Ben de bu şişeye kısılıp kalmayı hak etmiyorum. "
Biniciler artık Abdullah'ı görecek kadar yaklaşmışlar
dı. Delikanlı uzaktan gelen bağrışları duyabiliyor ve elle
re alınan silahla�ı seçebiliyordu. "Öyleyse bana yarının
dilek hakkını ver, " dedi aceleyle.
"İşte çözüm bu olabilir, " diye kabul ederek Abdullah'ı
şaşırttı cin. "Ne dilersin?"
"Beni Gece Çiçeği'ni bulmamda yardımı dokunabile
cek en yakındaki kişiye götür," diyen Abdullah kum yı
ğınından atladığı gibi şişeyi eline aldı. "Çabuk, " diye de
ekledi, artık kendisine yukarıdan bakan cine.
Cin biraz şaşkın görünüyordu. "Ne tuhaf," dedi. "Sez
gilerim genelde müthiştir, ama bu konuda bilgi edinemi
yorum."
Kumların pek uzak olmayan bir noktasına bir mermi
isabet etti. Abdullah cini, alevi rüzgarda savrulan mavi
mor renkli kocaman bir mum gibi taşıyarak koşmaya
başladı . "Beni hemen o kişiye götür!" diye haykırdı.
"Sanırım dediğini yapsam iyi olacak," dedi cin. "Belki
sen bu duruma bir anlam verebilirsin. "
Abdullah koşarken yer fıldır fıldır döner gibi oldu.
Döne döne önüne gelen yollarda dev adımlarla, sıçra-
88 ,.
yarak ilerliyordu . Her ne kadar ayaklarının ve dönen
dünyanın toplam sürati, elindeki şişenin ağzında sakin
sakin salınan cin hariç her şeyi bulanık hale getiriyorsa
da Abdullah koşturan develerin bir anda geride kaldığı
nı biliyordu. Delikanlı gülümsedi ve serin rüzgarın key
fini çıkararak, neredeyse cin kadar sakin bir şekilde, sıç
ramaya devam etti. Uzun bir süre böyle ilerledikten son
ra her şey duruverdi.
Abdullah taşradaki bir yolun ortasında soluk soluğa
dikiliyordu. Bu yeni yere alışması biraz zaman alacaktı.
Hava serindi -Zanzib baharda ne kadar sıcaksa burası da
o kadar sıcaktı- ve ışık farklıydı. Güneş masmavi bir
gökyüzünde ışıl ışıl parlamasına rağmen Abdullah'ın
alıştığından daha yumuşak ve daha mavi bir ışık saçıyor
du . Bunun sebebi yolun her iki yanında uzanan bol yap
raklı ağaçların etraftaki her şeyi gölgelerle örtmesi olabi
lirdi. Veya belki de yolun kenarlarında bitmiş yeşil, yem
yeşil çimenlerdi. Abdullah gözleri alışana kadar bekledi,
sonra etrafına bakınarak Gece Çiçeği'ni bulmasına yar
dımcı olacak kişiyi aradı.
Tek görebildiği yolun ilerisindeki bir dönemecin ke
narında, ağaçların arasında duran bir handı. Bina perişan
görünüyordu . Zanzib'deki en fakir evler gibi tahta ve al
çıdan yapılmıştı ve anlaşılan, sahiplerinin çatıyı sadece
sıkıca istiflenmiş otlardan yaptırmaya yetecek kadar pa
raları vardı. Birisi yol kenarına kırmızı ve sarı çiçekler di
kerek binayı güzelleştirmeye çalışmıştı. Ağaçların arasına
dikilmiş bir direğin ucunda sallanan tabelada ise bece
riksiz bir ressamın çizdiği aslan figürü vardı.
Abdullah hedefine ulaşmıştı, bu yüzden tıpasını tak
mak üzere şişeye baktı. Tıpayı ya çölde ya da yolculuk
89
sırasında düşürdüğünü fark edince siniri bozuldu . Eh,
neyse, diye geçirdi aklından. Şişeyi yüzüne doğru kaldır
dı. "Gece Çiçeği'ni bulmama yardım edebilecek kişi ne
rede?" diye sordu.
Şişeden çıkan küçük bir duman bulutu, bu yabancı di
yarın ışığında çok daha mavi görünüyordu . "Kızıl Aslan'ın
önündeki bir bankta uyuyor," dedi duman asabiyetle ve
şişeye geri çekildi. Ardından cinin boğuk sesi geldi. "Ada
mı gözüm tuttu. Her yanından düzenbazlık akıyor."
90
9
ı\..
.L bdullah hana doğru yürüdü . Yaklaştığı zaman ha
nın dışına konulmuş tahta bankların birinde sahiden de
bir adamın uyumakta olduğunu gördü . Etraftaki masalar,
hanın aynı zamanda yemek servisi yaptığını da gösteri
yordu . Abdullah masalardan birine oturup uyuyan ada
ma kuşkulu gözlerle baktı.
Adam tam bir hayduda benziyordu. Abdullah ne Zan
zib'de ne de diğer haydutların arasında bu adamın gü
neşten yanmış suratındaki kadar düzenbaz yüz hatları
görmüştü. Yanında duran büyük bir çanta, Abdullah'a
adamın bir seyyar satıcı olabileceğini düşündürdü -fakat
yüzü sinekkaydı tıraşlıydı. Abdullah'ın daha evvel gördü
ğü sakalsız ve bıyıksız insanlar Sultan'ın kuzeyli askerle
riydi, o yüzden bu adamın bir paralı asker olması müm
kündü. Üstünde yırtık pırtık bir üniforma vardı ve saçla
rı aynı Sultan'ın adamları gibi atkuyruğuydu . Zanzibliler
bu modaya tiksintiyle bakardı, zira atkuyruğunun asla
açılmadığı veya yıkanmadığı söylenirdi. Abdullah ada
mın uyumakta olduğu banktan aşağı sarkan atkuyruğu
na bakınca söylentilere inandı. Ne o ne de adama ait
herhangi bir şey temiz görünüyordu. Tüm bunlara ve
genç olmamasına rağmen, kuvvetli ve zinde bir hali var
dı. Kir pas içindeki saçları demir grisiydi.
91
Abdullah onu uyandırmaya çekiniyordu, adam hiç de
tekin birine benzemiyordu . Üstelik, cin kendisinden iste
nen dilekleri zarar ziyana yol açacak bir şekilde gerçek
leştirdiğini açıkça itiraf etmişti. Bu adam beni Gece Çiçe
ği'ne götürebilir, diye aklından geçirdi Abdullah, ama
yolda beni soyup soğana çevireceği de kesin.
O hala tereddüt içindeyken, önlüklü bir kadın -belki
de dışarıda müşteri olup olmadığına bakmak için- hanın
kapısından çıktı. Kıyafetleri yüzünden kadın tombul bir
kum saati gibi görünüyordu ve Abdullah bunu oldukça
yabancı ve nahoş bulmuştu. "Ah!" dedi kadın, Abdullah'ı
görünce . "Garson mu bekliyordunuz bayım? Masaya vur
manız gerekirdi. Buralarda herkes öyle yapar. Ne alırsı
nız?"
Kadının aksanı kuzeyli askerlerinkiyle aynıydı. Ab
dullah buna bakarak askerlerin geldikleri ülkede olduğu
sonucunu çıkardı. Kadına gülümsedi ve "Ne önerirsin,
ey yol kenarındaki pırlanta?" diye sordu.
Anlaşılan daha önce hiç kimse kadına pırlanta deme
mişti. Kadın kıpkırmızı kesilerek mahcup mahcup sırıttı
ve önlüğüyle oynadı. "Şey, şimdilik peynir ekmek var,"
dedi. "Ama akşam yemeği hazırlanıyor. Yanın saat kadar
beklerseniz, bahçemizden toplanan sebzelerle hazırlan
mış güzel bir türlü yiyebilirsiniz . "
B u Abdullah'ın kulağına yol kenarındaki o t çatılı bir
handa bulmayı beklediğinden çok daha iyi geldi . "Öy
leyse yarım saat seve seve beklerim, ey garsonların gon
cası," dedi.
Kadın ona bir kez daha gülümsedi. "Beklerken bir
şeyler içmek ister misiniz bayım?."
"Kesinlikle, " dedi çöl yolculuğundan dolayı dili da-
92
mağına yapışmış olan Abdullah. "Bir bardak şerbet ala
bilir miyim -veya o yoksa herhangi bir meyve suyu?"
Kadın endişeli göründü . "Şey, bayım, bizde meyve
suyu fazla içilmez. Ötekini de daha önce hiç duymadım.
Şöyle bir bardak dolusu biraya ne dersiniz?"
" Bira da nedir?" diye kuşkuyla sordu Abdullah.
Kadın bu soru karşısında afalladı. "Şey . . . o bir. . . ee . . . "
Banktaki adam uyanıp uzun uzun esnedi. "Bira bir er-
keğe uygun tek içkidir," dedi. "Nefis bir şeydir. " Abdul
lah ona döndü ve, güneş ne kadar parlaksa o kadar dü
rüst bir çift berrak mavi göze bakarken buldu kendini.
Artık uyanmış olan kahverengi suratta düzenbazlıktan
eser yoktu. "Arpa ve şerbetçiotundan yapılır, " diye ekle
di adam. "Madem ki buradasın, garson, ben de bir bar
dak alayım."
Kadının yüz ifadesi bütünüyle değişti. "Daha önce de
söyledim," dedi. "Sana bir şey getirmeden evvel cebin
deki parayı görmek istiyorum . "
Adam gücenmedi. Mavi gözleri kederle Abdullah'ın
kilere baktı. Sonra iç geçirdi, kilden yapılma, uzun, be
yaz bir pipo çıkardı ve içini doldurup yaktı.
"Bira ister misiniz?" dedi garson tekrar Abdullah'a ba
kıp gülümseyerek.
"Pek tabii, misafirperver hanımefendi," dedi delikan
lı. "Şu beyefendiye de getirir misin?"
"Pekala, bayım," dedi kadın ve atkuyruklu adama sert
bir bakış atıp içeri döndü.
"Çok naziksin , " dedi adam Abdullah'a. "Uzaklardan
mı geliyorsun?"
"Epey güneyden, tapılası gezgin, " diye cevap verdi
Abdullah ihtiyatla. Adamın uykusunda ne kadar düzen-
93
baz göründüğünü unutmamıştı.
"Demek yabancı topraklardan, ha? Yanık tenine bakı
lırsa buna şaşmamak lazım, " dedi adam. Abdullah ada
mın ağız aradığından, soymaya değer bir kurban bulup
bulmadığını anlamaya çalıştığından adı gibi emindi. Bu
yüzden soruların arkası kesilince epey şaşırdı. "Ben de
buralı değilim, " dedi adam piposundan koca koca du
manlar üfleyerek. "Strangia'dan geliyorum. Eski bir aske
rim. Ingary bizi savaşta yendikten sonra tazminatımı alıp
yollara düştüm. Gördüğün gibi Ingary'de üzerimdeki şu
üniformayla ilgili yönelik önyargılar var hala. "
Adam bunları köpüklü ve kahverengimsi bir sıvıyla
dolu iki bardak getiren garsonun yüzüne söyledi. Kadın
onunla konuşmadı. Bardaklardan birini adamın önüne
pat diye koydu, diğerini ise Abdullah'm önüne dikkatle
ve nazikçe bıraktı. "Yemek yarım saat içinde hazır ola
cak bayım," dedi uzaklaşırken.
" Şerefe," dedi asker bardağını kaldırarak ve birayı ka
na kana içti.
Abdullah eski askere minnettardı. Onun sayesinde ar
tık Ingary adlı bir ülkede olduğunu biliyordu. Bu yüzden
o da, "Şerefe," deyip kendi bardağını kaldırdı. Bardağın
içindeki şey bir devenin mesanesinden çıkmış gibi görü
nüyordu. Sıvının kokusunu aldığında fikri değişmedi; iç
kiyi feci susamış olduğu için deniyordu sadece. Dikkat
le bir yudum aldı. Eh, en azından ıslaktı.
"Enfes, değil mi?" diye sordu eski asker.
"Sahiden de ilginç bir tadı var, ey savaşçıların kuman
danı," dedi Abdullah öğürmemek için kendini zor tuta
rak.
"Bana kumandan demen çok hoş," dedi asker. "Ama
94
değildim. Onbaşılığın ötesine geçemedim. Çok kavga
dövüş gördüm ve terfi etmeyi umuyordum, ama elime
fırsat geçmeden düşman tepemize bindi. Korkunç bir ça
tışmaydı. Bölük halinde ilerliyorduk. Kimse düşmanın o
kadar çabuk gelmesini beklemiyordu. Tabii artık her şey
geride kaldı ve ağlayıp sızlamanın faydası yok; ama bil
ki, Ingaryliler adil dövüşmediler. Kazanmalarını sağlayan
birkaç büyücüleri vardı. Benim gibi sıradan bir asker sih
re karşı ne yapabilir ki? Hiçbir şey. Sana savaşın nasıl
geçtiğini anlatmamı ister misin?"
Abdullah cinin kötü niyetinin nerede yattığını artık
anlıyordu . Kendisine yardımcı olması gereken bu ada
mın son derece sıkıcı biri olduğu belliydi. "Askeri konu
lardan zerre kadar anlamam, ey taktikçilerin en cesuru,"
diye kestirip attı.
"Sorun değil, " dedi asker neşeyle. "Büyük bir bozgu
na uğradığımızı bil yeter. Kaçtık. Ingary bizi fethetti.
Tüm ülkeyi istila ettiler. Kraliyet ailemizin -Tanrı onları
korusun- kaçması gerekti, o yüzden Ingary Kralı'nın er
kek kardeşini tahta oturttular. Prenses Beatrice ile -Tanrı
ona uzun ömür versin- evlendirerek prense meşruiyet
kazandırmanın sözü edildi, ama prenses de ailesinin ge
ri kalanıyla kaçmıştı. Kimse onu bulamadı. Aslına bakar
san yeni prens o kadar da kötü biri değildi. Strangia or
dusunu terhis etmeden önce hepimize tazminat ödedi. O
parayla ne yapıyorum biliyor musun?"
"Bilmiyorum, gazilerin en yiğidi, " dedi Abdullah ken
dini esnememeye zorlayarak.
"Ingary'yi geziyorum, " dedi asker. "Bizi fetheden ül
keyi şöyle bir dolaşayım dedim. Bir yerlere yerleşmeden
önce nasıl bir ülkeymiş öğrenmek istedim. Tazminatım
95
da fena değil ha. Harcamalarıma dikkat ettiğim müddet
çe giderlerimi karşılayabilirim. "
"Tebrik ederim," dedi Abdullah.
"Üstelik yarısını altın olarak ödediler," dedi asker.
"Demek öyle," dedi Abdullah.
Tam o anda birkaç yerli müşterinin çıkıp gelmesi Ab
dullah'ı mutlu etti. Çoğu çiftçiydi; çamurlu pantolonlar,
Abdullah'a kendi kaftanını anımsatan garip iş tulumları
ve koca koca çizmeler giyiyordu. Son derece neşeliydi
ler, hasatın iyi gittiğine dair bağıra çağıra konuşuyorlar
�
ve bira istemek için masal ra vuruyorlardı. Garson kadın
ve ufak tefek hancı ellerinde bira tepsileriyle durmaksı
zın koşuşturuyorlardı, çünkü o dakikadan sonra müşte
rilerin sayısı giderek arttı. Asker yeni müşterilerin gelişiy
le Abdullah'a olan ilgisini bir anda yitirdi. Abdullah bu
duruma sevinse mi üzülse mi bilemedi. Yeni müşteriler
onu hiç de sıkıcı buluyormuşa benzemiyorlardı. Ayrıca
eski bir düşman askeri olmasından da endişelenir bir
halleri yoktu. İçlerinden biri ona hemen bira ısmarladı.
Başkaları da geldikçe askerin popülerliği iyice arttı. Önü
ne bardaklar dolusu bira dizildi ve fazla geçmeden de
yemek ısmarlandı. Bu sırada adamın etrafında toplanmış
kalabalıktan Abdullah'ın kulağına bazı şeyler çalı
nıyordu: "Muazzam bir savaş . . . Büyücüleriniz onlara
avantaj sağladılar. . . süvarilerimiz. . . sol kanadımız dağıl
dı. . . bize tepede yetiştiler. . . biz piyadeler kaçmak zorun
da kaldık . . . tavşanlar gibi. . . fena biri değildi . . . bizi topla
yıp tazminat ödedi. . . "
O sırada Abdullah sipariş vermemesine rağmen gar-
son kadın elinde dumanı tüten bir tepsi ve daha fazla bi
rayla çıkageldi. Hala dili damağına yapıştığı için Abdul-
96
lalı biraya bile sevindi. Ayrıca yemek de en az Sultan'ın
ziyafeti kadar leziz geldi. Abdullah bir süre yemekle öy
lesine meşgul oldu ki, askere aldırış etmedi. Daha sonra
tekrar kafasını kaldırdı. Mavi gözleri hevesle parlayan as
ker, köylü dinleyicilerine Strangia Savaşı'nın nasıl ger
çekleştiğini anlatıyordu. Adam önündeki boş tabağa
doğru eğilerek masasının üzerindeki eşyaları sağa sola
götürüyordu. Kısa bir süre içinde adama önündeki bar
daklar, çatallar ve tabaklar yetmez oldu . Tuzluk ile kara
biberliği Strangia · Kralı ile generalini göstermek için kul
landığından, gerek Ingary Kralı, gerek onun erkek kar
deşi, gerekse de büyücüleri için kullanacak bir şeyi kal
mamıştı. Fakat asker bu durumun kendisini engellemesi
ne izin vermedi. Kemerindeki bir keseyi açıp iki altın ve
çok sayıda gümüş sikke çıkarıp, onları Ingary Kralı, bü
yücüleri ve generalleri yerine kullandı .
Abdullah adamın bu yaptığının ne kadar aptalca ol
duğunu düşünmeden edemedi. İki altın sikke çok sayı
da yoruma sebep oldu. Yakındaki bir masada oturan hır
pani görünümlü dört genç adam sandalyelerinde dönüp
büyük bir ilgiyle askere baktı. Fakat asker savaşı anlat
maya öylesine dalmıştı ki durumun farkında değildi.
Sonunda askerin etrafındakilerden birçoğu kalkıp işi
nin başına döndü. Asker de onlarla birlikte kalkıp çanta
sını sırtına aldı, çantasının üstüne sıkıştırdığı kirli asker
şapkasını kafasına taktı ve en yakın kasabaya hangi yol
dan gidildiğini sordu . Herkes yüksek sesle ona yol tarif
ederken, Abdullah da hesabı ödemek için garson kadına
bakındı. Kadın işini ağırdan alıyordu. O gelene kadar as
ker yolun ilerisindeki bir dönemeçte gözden �aybolmuş
tu. Abdullah üzgün değildi. Cinin sözlerine rağmen, o
97
adamdan yardım almaksızın da başının çaresine bakabi
leceği kanaatindeydi. Nihayet Kader ile aynı fikirde ol
duğuna seviniyordu .
Abdullah, eski asker gibi budalalık etmeden, hesabı
nı üzerindeki en küçük gümüş sikke ile ödedi. Anlaşılan
o kadarı bile bu yerde çok paraydı. Garson kadın para
üstünü getirmek için hana girdi. Abdullah onun dönme
sini beklerken dört genç adamın konuşmalarını duydu.
Adamlar aralarında önemli bir meseleyi tartışıyorlardı.
"Eski keçi yolunu kullanırsak," dedi biri, "ona tepenin
ü zerindeki korulukta yetişebiliriz."
"Yolun her iki yanındaki çalılara saklanırız," diye
hemfikir oldu ikincisi, "böylece ona iki taraftan saldıra
biliriz. "
"Parayı dörde böleriz," dedi üçüncüsü ısrarla . "Gös
terdiğinden fazla parası olduğu kesin. "
"Ama önce öldüğünden emin oluruz," dedi dördün
cüsü. "Hakkımızda şikayette bulunması işimize gelmez."
Bunun üzerine söylenen üç "Tamam!" lafının ardın
dan hep birlikte kalkıp gittiler. Tam o sırada garson ka
dın da hızlı adımlarla ve iki avuç dolusu bakır sikkeyle
çıkageldi.
"Umarım para üstü eksik değildir bayım. Buralarda
fazla güney gümüşü görmeyiz. Sikkenin ne kadar ettiği
ni kocama sormam gerekti. Kocam gümüş sikkenin bi
zim bakırlardan yüz tanesi ettiğini söyledi. Siz bize beş
bakır borçluydunuz. Bu yüzden . . . "
"Eksik olma, ey garsonların kraliçesi ve cennetten çık
ma biranın mayalayıcısı," dedi Abdullah aceleyle ve ka
dınla uzun uzadıya sohbet etmektense bir avuç bakır
sikkeyi ona geri verdi. Kadın arkasından bakarken Ab-
98
dullah mümkün olduğunca büyük bir hızla askerin peşi
99
10
1 00
feyi kapayarak adamın peşinden koruluğa girdi, fakat
yol ağaçların arasında kıvrılarak uzanıyordu . Bu yüzden
Abdullah askeri gözden kaybetti. Nihayet son bir döne
mecin ardından adamı sadece birkaç metre ileride gör
dü. Tam da o anda soyguncular saldırıya geçti.
İkisi yolun bir yanından fırlayarak askere arkadan
yaklaştı. Diğer taraftan çıkan diğer ikisi ise önden hücum
etti. Kısa bir süreliğine korkunç bir kavga yaşandı. Ab
dullah yardım etmek için hızlandı, ama bunu tereddütle
yaptı, çünkü hayatı boyunca kimseye el kaldırmamıştı.
O yaklaştığı sırada bir dizi mucize gerçekleşti sanki.
Askere arkadan saldıran iki adam zıt yönlere doğru uçu
şa geçti. Biri kafasını ağaca çarparak sorun olmaktan çık
tı, diğeri de boylu boyunca yere serildi. Askerin önünde
ki iki adamdan biri neredeyse anında bir darbe alıp yer
de iki büklüm oldu. Diğeri ise Abdullah'ı hayrete düşü
rerek havaya yükseldi ve kısa bir süreliğine bir ağaç da
lına asılı kaldı. Ardından pat diye yere düşüp yolun or
tasında uykuya daldı.
Yerde iki büklüm duran adam kendini toparlayarak
uzun, ince bir bıçakla askere saldırdı. Asker bıçağı tutan
eli bileğinden kavradı. Kısa süreliğine bu şekilde kaldı
lar, Abdullah bunun askerin lehine sonuçlanacağından
adı gibi emindi. Tam asker için duyduğu endişenin ta
mamen lüzumsuz olduğunu düşünüyordu ki, askerin bi
raz arkasında yere serilmiş adam ayağa fırladığı gibi baş
ka bir uzun, ince bıçakla hücum etti.
Abdullah hemen gerekeni yaptı. Bir adım atıp, genç
adamın kafasına şişeyle vurdu . "Ah!" diye inledi cin.
Genç adam bir ağaç gibi yere devrildi.
Çıkan ses üzerine, o sırada diğer genç adamı düğüm-
101
}emekte olan asker hızla döndü . Abdullah hemen geri
çekildi. Gerek askerin hızından, gerekse de parmakları
nı sıkıca birleştirerek ellerini iki ölümcül silah gibi tutma
sından gözü korkmuştu .
"Seni öldürmeyi planladıklarını duydum, yiğit gazi,"
diye açıkladı çabucak, "ve yardımına koştum. "
Abdullah askerin artık hiç de masum olmayan mas
mavi gözlerini kendisininkilere bakarken buldu. Hatta
öyle ki, bu gözlere Zanzib Çarşısı'nda bile kurnaz bakış
lı denebilirdi. Abdullah'ı mümkün olan her şekilde öl
çüp biçiyor gibiydiler. Neyse ki gördüğü şey askerin ho
şuna gitmişe benziyordu . "Sağal öyleyse, " dedi adam ve
dönüp az öncesine kadar düğümlemekte olduğu deli
kanlının kafasına bir tekme attı. O delikanlı da kıpırda
mayı keserek arkadaşlarıyla beraber uyumlu bir takım
oluşturdu.
"Bu olayı muhafızlara bildirsek iyi olacak, " dedi Ab
dullah.
"Niye ki?" diye sordu asker. Eğildi ve kafasını tekme
lediği genç adamın ceplerini hızla ve ustaca arayarak Ab
dullah'ı biraz şaşırttı. Aramasının sonucunda elde ettiği
avuç dolusu bakır sikkeyi hoşnut bir yüz ifadesiyle ken
di kesesine attı. "Bıçağı da çürükmüş," diyerek onu iki
ye kırdı. "Madem ki buradasın, niye ben diğer ikisiyle il
gilenirken sen de başına vurduğunun üstünü aramıyor
sun? Seninkinden bir gümüş çıkar gibi geliyor. "
"Yani," dedi Abdullah kuşkuyla, "bu ülkenin adetleri
nin soyguncuları saymamıza izin verdiğini mi söylüyor
sun?"
"Ben hiç böyle bir adet duymadım, " dedi asker so
ğukkanlılıkla, "ama yine de öyle yapacağım. Handa al-
102
tınlarımı ne demeye gösterdim sanıyorsun? Soyulmaya
değer eski ve aptal bir asker bulduğunu sanan birileri
mutlaka çıkar. Ve neredeyse hepsi üzerinde para taşır. "
Adam yolun karşısına geçip ağaçtan düşmüş delikan
lının üstünü aramaya başladı. Abdullah tereddütle geçen
birkaç saniyenin ardından şişeyle bayılttığının üstünü
aramaya koyuldu. Asker hakkındaki görüşlerini gözden
geçirmenin iyi olacağı fikrindeydi. Her şey bir yana, dört
saldırganla aynı anda kapışabilen bir adamla dost olmak,
düşman olmaktan yeğdi. Ayrıca baygın gencirı ceplerin
den sahiden de üç gümüş sikke çıktı. Bir de bıçak var
dı. Abdullah askerin diğer bıçağı kırdığı gibi onu da yo
la dayayarak kırmaya çalıştı.
"Ah, hayır," dedi asker. "O sağlam bir bıçak. Saklasan
iyi olur. "
"Doğrusunu istersen bu konularda hiç tecrübem
yok, " dedi Abdullah bıçağı askere uzatarak. "Ben barış
çıl biriyim. "
"Öyleyse Ingary'de fazla yaşayamazsın," dedi asker.
"Bıçağı sakla . İstersen et kesmekte bile kullanabilirsin.
Çantamda ondan daha iyi altı bıçak var. Altısı da farklı
farklı haydutlardan . Gümüş de sende kalsın -tabii altın
larımdan bahsettiğimde fazla ilgi göstermediğine bakılır
sa halin vaktin zaten yerinde, değil mi?"
Sahiden de kurnaz ve dikkatli biriymiş, diye geçirdi
Abdullah aklından, gümüş sikkeleri cebine atarken. "Da
ha fazla parayı reddedecek kadar da değil," dedi ihtiyat
lı davranarak. Sonra kendini olayların gidişatına iyice
kaptırarak yerdeki genç adamın çizmelerindeki bağcıkla
rı çıkardı ve şişeyi kemerine daha sıkı bağladı. O bunu
yaparken baygın delikanlı inleyerek kıpırdandı.
103
"Kendine geliyor. Yola koyulsak iyi olacak, " dedi as
ker. "Uyandıklarında bizim onlara saldırdığımızı söyle
yecekler. Bu kasabada onların yaşadığı ve bizim de bu
ranın yabancısı olduğumuz düşünülürse herkes onlara
inanacaktır. Ben tepelerden gideceğim. Sana da aynısını
yapmanı tavsiye ederim."
"Sana eşlik etmeyi çok isterim, pek nazik savaşçı
bey," dedi Abdullah.
"İtirazım yok, " dedi asker. "Yanımda yalan söylemek
zorunda kalmayacağım bir yol arkadaşının bulunması
değişiklik olacak." Adam çantasını ve şapkasını aldı -her
nasılsa dövüş başlamadan bir fırsatını bulup ikisini de bir
ağacın arkasına güzelce saklamıştı- ve ormanın içlerine
doğru başı çekti.
Bir süre ağaçların arasından durmaksızın tırmandılar.
Abdullah askerin çevikliği karşısında kendini acınası de
recede güçsüz hissetti. Adam sanki yokuş aşağı gidiyor
muşçasına hafif ve kolay adımla,rla ilerliyor, Abdullah ise
topallayarak onu takip ediyordu. Sol ayağının derisi so
yulmuş gibiydi.
Sonunda asker yüksek ve küçük bir vadide durup
onu bekledi. "Şatafatlı çizmelerin canını mı yakıyor?" di
ye sordu. "Şu kayaya oturup onları çıkar. " Adam konu
şurken çantasını sırtından indirdi. "Yanımda sıradışı bir
ilkyardım seti var. Galiba savaş meydanından almıştım.
Strangia'da bir yerde buldum."
Abdullah oturdu ve çizmelerini güç bela çıkardı. Ya
şadığı rahatlama, ayağına baktığında çabucak kayboldu.
Ayağının derisi sahiden soyulmuştu. Asker homurdana
rak genç adamın ayağına beyaz bir kumaş koydu . Ku
maş bağlanmaya ihtiyaç duymadan Abdullah'ın yarasına
104
yapışıverdi. Abdullah acıyla bağırdı. Hemen sonra ku
maştan ferahlık verici bir serinlik yayıldı. "Bir tür sihir mi
bu?" diye sordu.
"Herhalde," dedi asker. " Sanırım o Ingaryli büyücüler
bu setten tüm orduya dağıttılar. Çizmeni giy. Artık yürü
yebileceksin. O gençlerin babalan bizi aramaya başlama
dan önce buralardan uzaklaşmamız lazım. "
Abdullah çekinerek ayağını çizmesine soktu. Kumaş
sihirli olmalıydı, ayağı iyileşmiş gibiydi. Artık askerle ne
redeyse başa baş gidebiliyordu. Asker yürüdükçe yürü
dü, Abdullah'a sanki dün çölde katettiği mesafe kadar
gitmişler gibi geliyordu. Genç adam bazen kendine ha
kim olamayarak peşlerinden atların gelip gelmediğini
görmek üzere arkasına bakıyordu . Kendi kendine bunun
en azından -develerden sonra- bir değişiklik olduğunu
söyledi, tabii kimse onları kovalamasaydı hiç şüphesiz
daha da iyi olurdu. Şöyle bir düşününce, babası öldü
ğünden beri, Çarşı'da bile babasının ilk karısının akraba
ları tarafından kovalandığını anladı. Bunu daha önce
fark etmediği için kendine kızdı.
Bu sırada o kadar yükseğe çıkmışlardı ki, ağaçlar yer
lerini kayalardan çıkan ince çalılara bırakmıştı. Akşam
çökerken çalılar da sona erdi. Artık çıplak kayaların üze
rinde, yalnızca birkaç küçük ve keskin kokulu çalının
çatlaklara tutunduğu bir dağ sırasının zirvesine yakın bir
yerde yürüyorlardı. Abdullah bunun da bir çeşit çöl ol
duğunu düşündü. Askerin peşinden yüksek kayalıkların
arasındaki dar bir geçide girdi. Burası akşam yemeği bu
labilecekleri türden bir yere benzemiyordu.
Asker geçidin biraz ilerisinde durup çantasını indirdi.
"Buna biraz göz kulak ol," dedi. "Yamacın bu tarafında
105
bir mağara olabilir. Gidip geceyi geçirmeye uygun bir
yer olup olmadığına bakacağım. "
Abdullah ihtiyatla kafasını kaldırdığında yukarılarda bir
yerde, kayaların arasında karanlık bir oyuk göıiir gibi ol
du. Genç adam orada uyumak için can atmıyordu. Oyuk
soğuk ve sert göıiinüyordu. Ama herhalde kayanın üzerin
de yatmaktan iyidir, diye düşündü askerin yamacı kolay
ca tırmanmasını ve oyuğa varmasını seyrederken.
Bozuk bir çıkrıktan çıkana benzer bir güıiiltü yüksel
di.
Abdullah askerin bir eliyle yüzünü kapamış, mağara
dan geri geri çıktığını gördü. Adam kendini yamaçtan
düşmekten son anda kurtardı ve küfrederek bir taş yağ
muruyla beraber aşağı kaydı.
"İçeride vahşi bir hayvan var!" dedi nefes nefese. "De
vam edelim . " Adamın üzerindeki sekiz uzun çizikten
epey kan akıyordu. Dördü alnında başlıyor, eli boyunca
uzanıyor ve yanağından aşağı inerek çenesinde son bu
luyordu. Diğer dördü ise üniformasının yenini yırtıp ko
lunu bilekten dirseğe kadar aşıyordu . Göıiinüşe bakılır
sa elini yüzüne götürerek bir gözünün çıkmasını son an
da önlemişti. Asker öyle sarsılmış durumdaydı ki, Abdul
lah onun şapkasıyla çantasını almak ve geçitten aşağı in
mesine yardım etmek zorunda kaldı. Bunu da oldukça
hızlı yaptı. Yanındaki askeri alt edebilen bir hayvanla
karşılaşmak istemiyordu.
Yüz metre kadar sonra sona eren geçidin ucunda mü
kemmel bir kamp alanı vardı. Artık dağların öteki yama
cındaydılar. Önlerinde, batan güneşin tembel ışıklarıyla
altın sarısı ve yeşile boyanmış topraklar uzanıyordu . Ge
çit, hafifçe yükselip yukarıdaki kayaların eğik bir çatı gi-
1 06 ,.
bi sarktığı mağaramsı bir boşlukla birleşen geniş bir ka
ya tabakasında son buluyordu . Daha da iyisi, hemen
yanda şırıl şırıl akan bir pınar vardı.
Bulundukları yer ne kadar mükemmel olursa olsun
Abdullah az önceki mağarada bulunan vahşi hayvana bu
kadar yakın durmak istemiyordu . Fakat asker ısrar etti.
Çizikler canını yakıyordu. Kendini kaya tabakasına atıp
sihirli ilkyardım setinden bir tür merhem çıkardı. "Bir
ateş yak," dedi merhemi yaralarına sürerken. "Vahşi hay
vanlar ateşten korkar. "
Abdullah itirazı bırakıp yakmak amacıyla keskin ko
kulu çalıları yerden sökmeye başladı. Kartal veya benze
ri bir hayvan uzun zaman önce yukarıdaki kayalıklara
yuva kurmuştu. Bu eski yuvadan kucak dolusu çalı çır
pıyla birkaç kuru dal çıktı. Asker merhemi sürmeyi niha
yet bitirdiğinde bir kav kutusu çıkarıp eğimli kaya taba
kasının ortasında küçük bir ateş yaktı. Abdullah'ın eski
den çadırında yaktığı tütsüler gibi kokan duman , geçidin
sonunda etrafa dağılarak muhteşem günbatımını çevrele
di. Abdullah eğer ateş mağaradaki yaratığı korkutursa
bulundukları yerin neredeyse mükemmel sayılabileceği
ni düşündü. Neredeyse mükemmel, çünkü kilometrelerce
mesafede yiyecek bir şey yoktu . Delikanlı iç geçirdi.
Asker çantasından metal bir kavanoz çıkardı. "Bunu
suyla doldurmaya ne dersin? Tabii," dedi Abdullah'ın ke
merinde bağlı duran şişeye bakarak, "şu şişede daha sert
bir şey yoksa. "
"Ne yazık k i hayır," dedi Abdullah. "Bu şişe yalnızca
bir aile yadigarı -Singispat'tan gelme nadide bir duman
lı cam. Hatıra olarak saklıyorum. " Onun kadar düzenbaz
birine cinden bahsetmeye niyeti yoktu.
107
"Yazık," dedi asker. "Öyleyse biraz su getir. Ben de
akşam yemeğini hazırlamaya koyulayım."
İşte, kamplarını mükemmelleştirecek şey buydu. Ab
dullah hevesle pınara koştu. Geri döndüğünde askeri bir
tavaya kurutulmuş et ve bezelyeyle dolu paketleri dö
kerken buldu. Adam su ve bir çift gizemli küp ekleyip
yemeği ateşte kaynamaya bıraktı. Kısa süre sonra nefis
kokular yükselmeye başladı.
"Onlar da mı büyülü?" diye sordu Abdullah, asker ye
meğin yarısını teneke bir tabağa doldurup ona uzatırken .
"Sanırım, " dedi asker. "Savaş meydanında buldum."
Adam tavayı eline aldı ve bir çift kaşık çıkardı. Dostane
bir havada yemeklerini yerlerken ateş çıtırdıyor, gökyü
zü pembenin, kırmızının ve sarının tonlarına bürünürken
aşağıdaki topraklar maviye dönüyordu. "Zorlu şartlara
alışkın değil gibisin," dedi asker. "Güzel kıyafetlerin,
gösterişli çizmelerin var, ama anlaşılan son zamanlarda
epey yıpranmışlar. Hem konuşmana ve yanık tenine ba
,.
108
o emeğin karşılığını borçlu ve o birileri Jngary halkı! Bü
yücüleri işe karıştırıp hileyle zafer kazanan onlan" de
dim. Tazminatımı onlardan çık.armaya karar verdim, tıp
kı bugün tanık olduğun gibi. Yaptığıma dolandırıcılık. di
yebilirsin, ama beni gördün; kararı sen ver. Sadece beni
soymaya çalışanların paralarını alıyorum!"
"Dolandırıcılık sözü aklımın ucundan bile geçmedi,
faziletli gazi, " dedi Abdullah içtenlikle. "Planın son dere
ce zekice. "
Asker b u sözler üzerine yatışır gibi oldu. Düşünceli
gözlerle aşağıdaki mavi enginliklere baktı. "Orası Kings
bury Ovası," dedi adam. "Oradan epey altın kazanabili
rim. Biliyor musun, Strangia'dan yola çıktığımda cebim
de sadece üç metelik ve altın sikke diye gösterdiğim pi
rinç bir düğme vardı. "
"Öyleyse büyük kar elde etmişsin," dedi Abdullah.
"Daha da büyüyecek, " diye söz verdi asker. Adam ta
vayı özenle kenara bıraktı ve çantasından iki elma çıkar
dı. Birini Abdullah'a verirken diğerini de kendisi yeme
ye koyuldu . Yere uzanarak, yavaş yavaş karanlık çöken
topraklara baktı. Abdullah adamın oradan kazanacağı al
tınları hesapladığını düşündü. Asker onu şaşırtarak,. "Ak
şam kamplarını hep sevmişimdir. Şu günbatımına bir
bak. Muhteşem!" dedi.
Sahiden de muhteşemdi. Güneyden gelen bulutlar
gökyüzünde yakuttan bir diyar gibi uzanıyordu . Abdullah
bir tarafı şarap kırmızısına boyanmış mor sıradağlar, bir
volkanın göbeği gibi turuncu renkli ve dumanlı bir yarık,
gül pembesi durgun bir göl gördü. Orada, sonsuzluğa
uzanan san ve mavi renkli gök-denizde adalar, resifler,
koylar ve burunlar vardı. Sanki düşlerdeki bir deniz kıyı-
109
sına veya cennete komşu bir toprak parçasına bakıyor gi
biydiler.
"Şu buluta bak, " dedi asker parmağıyla işaret ederek.
"Tıpkı bir şatoya benzemiyor mu?"
Benziyordu . Altın sarısı, yakut kızılı ve çivit mavisi
renklerdeki narin kulelerden oluşan şaheser, bir gök gö
lünün ortasında durmaktaydı. En yüksek kuleden sızan
sapsan ışık bir pencereyi andırıyordu. Abdullah'ın aklına
zindana sürüklenirken Sultan'ın sarayının üzerinde gör
düğü şato geldi. Bu bulut ona hiç benzemese de, acısını
öyle şiddetle canlandırdı ki, genç adam dayanamayarak
bağırdı.
"Ey Gece Çiçeği, nerelerdesin?"
..
1 10
11
111
den bahsetmeden anlatmak güç olduysa da Abdullah iyi
iş çıkardığı fikrindeydi. Zincirlerinden ve haydutlardan
büyük ölçüde iradesiyle kurtulduğunu, sonra da lnga
ıy'ye varana dek kuzeye yürüdüğünü söyledi.
"Hımm," dedi asker, Abdullah'ın hikayesi bitince. Dal
gın bir halde o keskin kokulu çalılardan birkaç tanesini da
ha artık civardaki tek ışık kaynağı olan ateşe attı. "Zorlu bir
yaşantın olmuş. Ama bana kalırsa kaderinde bir prensesle
evlenmenin yazılmış olması, başına gelen her kötü olayı
affettirir. Bu benim de hep istediğim bir şeydi -az çok top
rağa sahip, iyi huylu ve sessiz sedasız bir prensesle evlen
mek. Bunun düşünü kurduğum bile söylenebilir."
Abdullah'ın aklına harika bir fikir geldi. "Evlenebilirsin
de," dedi usulca. "Seninle tanıştığım gün bir rüya -bir
görü- gördüm. Lavanta renginde, dumandan bir melek
çıkagelip bana bir hanın önünde uyuyan seni gösterdi, ey
savaşçılann en akıllısı. Gece Çiçeği'ni bulmamda bana
büyük yardımın dokunabileceğini, ve yardım etmen ha
linde, ödül olarak senin de bir prensesle evleneceğini
söyledi." Abdullah'a göre anlattıkları neredeyse tamamen
doğruydu -ya da olacaktı. Tek yapması gereken yarın
cinden doğru şeyi dilemekti. Daha doğrusu öbür gün, di
ye hatırlattı kendine, zira cin onu yarınki dileği bugünden
dilemeye zorlamıştı. "Bana yardım edecek misin?" diye
sordu askerin ateş ışığıyla aydınlanan yüzüne kaygıyla
bakarak. "Böyle büyük bir ödül için?"
Asker ne istekli ne de isteksiz görünüyordu. Adam bir
süre düşündü. "Nasıl yardım edebileceğimden emin de
ğilim," dedi en sonunda. "En başta, ben cinler konusun
da uzman sayılmam. Bu kadar kuzeyde öyle yaratıklarla
pek karşılaşılmıyor. Cinlerin kaçırdığı prenseslere ne
112
yaptıklarını şu kahrolası Ingary büyücülerine sorman la
zım. Büyücüler cevabı bilirler. Ben ağızlarından söke sö
ke laf almana yardım edebilirim. Hatta bunu seve seve
yaparım. Ama başka bir prensese gelince, biliyorsun ki
onlar ağaçta yetişmiyor. En yakındaki prenses ta Kings
bury'deki Ingary Kralı'nın kızı olmalı. Eğer şu senin du
mandan meleğin onu kastetmişse birlikte o tarafa gidip
bir baksak iyi olacak. Zaten duyduğum kadarıyla kralın
büyücülerinin çoğu o bölgede yaşarmış, bu yüzden bir
taşla iki kuş vurmuş oluruz. Fikrimi beğendin mi?"
"Şahane, bağrımdaki asker dostum!" dedi Abdullah.
"Öyleyse karar verilmiştir, ama unutma ki hiçbir ko
nuda söz vermiyorum, " dedi asker. Adam çantasından
iki battaniye çıkardı ve ateşi besleyip uyumayı önerdi.
Abdullah şişeyi kemerinden çözüp dikkatle yanına,
askerin bulunduğu tarafın tersine bıraktı. Sonra da yatıp
oldukça rahatsız geçecek bir geceyi geçirmek üzere bat
taniyeye sarındı. Dün gece çölde olduğu kadar üşümese
de Ingary'nin rutubetli havası delikanlıyı en az o kadar
titretti. Buna ek olarak gözlerini ne zaman kapasa aklına
hemen geçidin yukarısındaki mağarada yaşayan vahşi
hayvan geliyor, onun kampta gezindiğini duyar gibi olu
yordu. Hatta birkaç kez gözlerini açtığında ateş ışığının
hemen ötesinde bir şeyi kıpırdarken gördüğünü bile
sandı. Her seferinde oturup ateşe daha fazla odun atıyor,
canlanan alevler orada hiçbir şey olmadığını gösteriyor
du. Tam anlamıyla uykuya dalması uzun sürdü . O za
man da korkunç bir rüya gördü.
Rüyasında, şafak vakti bir cinin çıkagelip göğsüne
oturduğunu gördü. Abdullah ona gitmesini söylemek
için gözlerini açtığında karşısında cini değil, mağaradaki
113
canavarı buldu. Hayvan devasa iki ön ayağını Abdul
lah'ın göğsüne dayamış, ona kürkünün kadifemsi siyah
lığında mavi fenerler gibi parlayan gözleriyle kötü kötü
bakıyordu . Abdullah'ın gördüğü kadarıyla yaratık, dev
bir kara panter kılığında olan bir iblisti.
Genç adam çığlık atarak doğruldu.
Doğal olarak karşısında hiçbir şey yoktu. Şafak daha
yeni yeni bastırmaktaydı. Ateş, etrafın griliğindeki silik
bir kırmızılıktan ibaretti ve onun diğer tarafında hafifçe
horlayan asker, koyu gri bir tümsek gibiydi. Aşağıdaki
topraklar beyaz bir sisle örtülüydü. Abdullah bitkin vazi
yette ateşe bir çalı daha atıp tekrar uykuya daldı.
Cinin kükremesiyle uyandı.
"Durdur şu şeyi! ÇEK şunu üzerimden!"
Abdullah ayağa fırladı, asker de öyle. Ortalık apaydın
lıktı. İkisi de gözlerine inanamadı. Küçük bir kara kedi
cin şişesinin yanı başına, az önce Abdullah'ın kafasının
durduğu yere çökmüştü. Kedi ya çok meraklıydı ya da şi
şede yiyecek olduğundan emindi, zira burnunu zarif ama
sıkı bir şekilde şişenin ağzına sokmuştu. Cin hayvanın
simsiyah kafasının etrafından on, on iki kadar mavi du
man demeti halinde çıkıyor, demetler ellere veya suratla
ra dönüştükten sonra tekrar duman halini alıyordu.
"Yardım edin!" diye koro halinde bağırdı cin. "Beni
yemeye falan çalışıyor!"
Kedi cine hiç aldırış etmiyordu; sanki şişede çok çar
pıcı bir koku varmış gibi davranmayı sürdürüyordu .
Zanzib'de herkes kedilerden nefret ederdi. İnsanlar
onlara karşı, yedikleri fare ve sıçanlardan sadece biraz
cık daha fazla sevgi beslerlerdi. Bir _kedi sana yaklaşırsa
tekmeyi basardın ve eline geçen kedi yavrularını suda
1 14
boğardın. Abdullah da kediye doğru koşarak bir tekme
savurdu . "Pıss�" diye bağırdı. "HeJ}."
Kedi sıçradı. Abdullah'ın ayağından her nasılsa kurtu
larak yukarıdaki bir kayaya çıktı ve genç adama dönüp
tısladı. Abdullah hayvanın gözlerinin içine baktı, masma
viydiler. Demek ki, gece vakti delikanlıyı kedi uyandır
mıştı. Abdullah yerden bir taş aldı ve fırlatmak için kolu
nu kaldırdı.
"Sakm yapma!" dedi asker. "Zavallı hayvancağız!"
Kedi Abdullah'ın taşı atmasını beklemeden fırladı ve
anında gözden kayboldu. "O hayvanın zavallı bir tarafı
yok, " dedi Abdullah. " Unutma k_i , hoşgörülü silahşör,
dün gece neredeyse gözünü çıkarıyordu . "
"Biliyorum, " dedi asker sakin bir sesle. "Zavallı şey
sadece kendini koruyordu . Şişende bir cin mi var? Hani
şu dumanlı mavi dostun?"
Bir keresinde satılık halısı olan bir gezgin, Abdullah'a
çoğu kuzeylinin hayvanlara karşı anlaşılmaz bir .duygu
sallık gösterdiğini anlatmıştı. Abdullah omuz silkerek,
asık bir suratla şişeye doğru döndü -cin bir teşekkür bi
le etmeden şişesine kaçmıştı. Artık Abdullah'ın şişeyi bir
şahin gibi gözlemesi gerekecekti. "Evet, " dedi.
"Ben de öyle düşünmüştüm," dedi asker. "Cinlerden
bahsedildiğini duymuştum. Gelip şuna bir bakar mısın?"
Adam eğilip büyük bir dikkatle yerden şapkasını aldı. Bu
nu yaparken de garip, yumuşak bir tavırla gülümsüyordu.
Bu sabah askerde bir terslik var gibiydi; sanki gece
leyin beynine bir şeyler olmuştu. Abdullah sebebin -her
ne kadar kaybolmaya yüz tutsalar da- o çizikler olup ol
madığını düşündü . Kaygıyla adamın yanına gitti.
Kedi yukarıdaki kayaya geri dönmüştü. Yine o demir
1 15
çıkrık sesini çıkarıyor ve küçük, siyah bedeninin her çiz
gisinden öfke ve endişe okunuyordu. Abdullah hayvana
aldırış etmeden askerin şapkasına baktı. Şapkanın yağlı
iç kısmından yuvarlak mavi gözler ona geri baktı. Kü
çük, pembe bir ağız meydan okurcasına tıslarken, şap
kanın içindeki minik siyah kedicik de dengesini sağla
mak için şişe fırçasına benzeyen kuyruğunu salladı.
"Ne kadar tatlı, değil mi?" dedi asker kafayı bulmuş
çasına.
Abdullah kayanın tepesinde miyavlayan kediye bir
göz attı. Gördüğü şey karşısında donakaldı ve daha dik
katli baktı. Yaratık dev gibiydi. Orada kudretli bir siyah
panter duruyor, kocaman beyaz dişlerini Abdullah'a gös
teriyordu.
"Bu hayvanlar bir cadıya ait olmalı, yiğit yol arkada
şım," dedi Abdullah tir tir titrerken.
"Öyleyse bile cadı çoktan ölmüştür," dedi asker. "On
ları gördün. O mağarada başıboş halde yaşıyorlardı. Ga
liba anne kedi geceleyin yavrusunu buraya kadar taşı
mış. Fevkalade, değil mi? Ona yardım edeceğimizi arıla
ıpış olmalı!" Adam kayanın tepesinde hırlayan koca ya
ratığa bakarken cüssesini fark etmemiş gibiydi. "Aşağı
gel, seni tatlı şey!" diye dil döktü . "Sana veya yavruna za
rar vermeyeceğimizi biliyorsun . "
Anne panter kayadan aşağı sıçradı. Abdullah boğuk
bir çığlık attı ve geri kaçarak kendini yere attı. Koca si
yah gövde yanından ok gibi geçti ve asker kahkahalarla
gülmeye başladı. Abdullah öfkeyle kafasını kaldırdığında
hayvanın tekrar küçük bir kediye dönüştüğünü ve aske
rin geniş omuzlarında gezinerek adamın suratına sürtün
düğünü gördü .
1 16
"Sen ne güzel şeysin Geceyarısı!" Asker kıkırdadı.
"Merak etme, Zıpır'a çok iyi bakacağım. Aynen öyle. Mı
rılda bakalım!"
Abdullah tiksintiyle ayağa kalkıp bu sevgi gösterisine
sırt çevirdi. Tava geceleyin bir güzel temizlenmişti. Tene
ke tabak cilalanmış gibiydi. Genç adam tavayla tabağı pı
narda yıkarken askerin o sihirli ve tehlikeli hayvanları kı
sa sürede unutup kahvaltıyı düşünmesini umuyordu.
Asker şapkasını nihayet bıraktığında ve anne kediyi
omzundan nazikçe aldığında aklına hayvanlann kahval
tısı geldi. "Süte ihtiyaçları var," dedi adam, "ve bir tabak
taze balığa . Şu senin cine söyle de biraz getirsin."
Şişenin ağzından mavi-mor bir duman fışkırarak cinin
asabi suratının şeklini aldı. "Yok ya, " dedi cin. "Günde
tek bir dilek hakkı tanıyorum . Bu adam bugünün dileği
ni dünden istedi zaten. Gidip kendiniz balık tutun."
Asker öfkeyle cinin üstüne yürüdü. "Dağların bu ka
dar yükseklerinde balık bulunmaz," dedi. " Üstelik minik
Geceyarısı'nın kamı aç ve besleyecek bir de yavrusu
var. "
"Aman ne kötü!" dedi cin. "Sakın beni tehdit edeyim
deme asker. Çok daha sudan sebeplerle insanları kurba
ğaya çevirdiğim oldu."
Abdullah askerin kesinlikle cesur biri olduğunu dü
şündü -veya tam bir budala . "Öyle bir şey yaparsan şek
lim şemailim ne olursa olsun şişeni kırarım! " diye bağır
dı adam. "Kendim için dilekte bulunmuyorum!"
"Ben insanların bencil davranmalarını yeğlerim, '' diye
laf yetiştirdi cin. "Demek kurbağa olmaya itirazın yok?"
Şişeden daha fazla duman çıktı ve bir çift kola dönü
şerek Abdullah'ın korktuğu hareketleri yapmaya başladı.
I 17
"Hayır, hayır, durmanı rica ediyorum, ey ruhlar arasında
ki safirl " diye atıldı genç adam. "Lütfen, bana büyük bir
iyilik yap -askeri rahat bırak ve hayvanların beslenebil
mesi için bana bir dilek daha avans ver."
"Sen de mi kurbağa olmak istiyorsun?" diye sordu cin.
"Eğer kehanette Gece Çiçeği'nin bir kurbağayla evlene
ceği yazılıysa beni kurbağaya çevir," diye çokbilmişlik tas
ladı Abdullah. "Ama önce biraz süt ve balık getir, yüce cin. "
Cin huysuz huysuz döndü. "Yine o baş belası kehanet!
Ona karşı gelemem. Pekala. Dileğin yerine gelecek, tabii
önümüzdeki iki gün boyunca beni rahat bırakırsan . "
Abdullah iç geçirdi. Dileğini feci şekilde heba ediyor
du. "Anlaşıldı. "
Delikanlının ayakları dibine bir kap dolusu süt ve
içinde somon balıkları olan oval bir tabak pat diye düş
tü. Cin Abdullah'a büyük bir hoşnutsuzlukla bakıp şişe
nin içine geri çekildi.
"Harika!" dedi asker ve telaş içinde somonu sütün
içinde pişirmeye girişti. Bir yandan da kedilerin gırtlağı
na takılabilecek kılçıkları ayıklamakla uğraşıyordu.
Abdullah bu sırada kedinin şapkasının içindeki yav
rusunu ağır ağır yaladığını fark etti. Hayvan cinin orada
olduğundan habersiz gibiydi. Fakat somonun pekala far
kına vardı. Balık pişmeye başladığı anda yavrusunun ya
nından ayrıldı ve askerin bacaklarına sürtünerek yakarır
casına miyavlamaya başladı. "Az kaldı canımın içi!" dedi
asker.
Abdullah'ın aklına kedinin sihriyle cininkinin çok
farklı olduğu , bu yüzden birbirlerini algılayamadıkları
fikri geliyordu yalnızca. Tüm bu 9layın tek iyi tarafı, iki
insana yetecek kadar da balık ve süt olmasıydı. Kedi so-
,.
1 18
mon tadı sinmiş sütü ağır ağır içerken ve yavrusu da iç
mek için elinden geldiğince uğraşırken askerle Abdullah
da kızarmış balık ile sütten oluşan yemeklerini afiyetle
mideye indirdiler.
Böyle bir kahvaltının ardından Abdullah dünyaya da
ha iyimser bir gözle bakar oldu. Kendi kendine, cinin bir
yol arkadaşı olarak bu askerden daha iyi bir seçim yapa
mayacağını söyledi. Cin o kadar da kötü değildi. Ve Ge
ce Çiçeği'ni çok yakında görecekti. Tam Sultan ile Kabul
Akba'nın da o kadar kötü kimseler olmadığını düşünü
yordu ki, Kingsbury'ye giderlerken askerin kedileri de
yanına alacağını öfkeyle öğrendi.
"Peki tazminatını çıkarma planlarına ne olacak, ey
.
sevgi dolu savaşçı ve anlayışlı süvari?" diye itiraz etti.
"Soyguncuları şapkanda bir kediyle sayamazsın! "
"Bana bir prenses sözü verdiğin için artık öyle bir şey
yapmama gerek yok," diye sakin bir tavırla karşılık ver
di asker. "Ayrıca Geceyarısı ile Zıpır'ı bu dağda yalnız
başlarına bırakacak değilim. Böyle bir şey zalimce olur!"
Abdullah tartışmayı kazanamayacağını biliyordu. So
murtarak cin şişesini kemerine bağladı ve askere bir da
ha herhangi bir konuda söz vermeye tövbe etti. Asker
çantasını topladı, ateşi söndürdü ve yavru kedinin oldu
ğu şapkasını yerden nazikçe aldı. Pınarın yanından yo
kuş aşağı inmeye koyulurken, bir köpekmiş gibi ıslık ça
larak Geceyarısı'nı yanına çağırdı.
Fakat Geceyarısı'nın başka planları vardı. Askerin pe
şinden yola koyulan Abdullah'ın önüne dikilerek ona
manalı manalı baktı. Abdullah görmezden gelerek kedi
nin yanından geçmeye yeltendi. Hayvan yine bir anda
kocaman oldu . Öncekinden bile daha iri bir kara panter
1 19
htrlayarak genç adamm yolunu kesiyordu. Korkudan
·
1 20 >
12
ı\..
.L bdullah akşama doğru Geceyarısı'na alışmış gibiy
di. Cemal'in köpeğinin aksine kedi çok temiz kokuyor
du ve harika bir anneydi. Abdullah'ın üzerinden sadece
yavrusunu beslemek için iniyordu. Bir de kızdığında bü
yümek gibi bir huyu olmasaydı, Abdullah ona katlanabi
lecekti. Yavrunun ise sevimli olduğuna karar verdi. Sık
sık askerin atkuyruğuyla oynayan kedicik, öğle yemeği
için mola verdiklerinde düşe kalka bol bol kelebek ko
valadı. Günün geri kalanını askerin yeleğinin önünde
121
mak üzere bir yastık buldular. Kaşlarını çatarak krema,
tavuk ciğeri ve balık getirdiler. Askerin kulakta pamuk
çuk olmasını engellediğini söylediği bazı şifalı bitkileri
gönülsüzce temin ettiler. Kedilerdeki parazitleri döktüğü
söylenen diğer bazı otlar için öfkeyle adam yolladılar.
Fakat tüm bunların üstüne asker bir de Zıpır'a kene ya
pıştığı şüphesiyle bir banyo hazırlamalarını isteyince iyi
ce hayrete düştüler.
Abdullah kendini pazarlık etmek zorunda hissetti. "Ey
hancıların prens ve prensesi," dedi genç adam, "harika
dostumun tuhaflıklarına katlanın. Banyo dediği zaman
elbette ki kendisi ve benim için bir banyoyu kastediyor.
İkimiz de yol yorgunuyuz ve sıcak suya özlem duyuyo
rnz. Bunun için ek bir ücret gerekiyorsa onu da seve se
ve öderiz. "
"Ne? Banyo mu? Ben mi?" dedi asker, hancıyla kansı
içinde su kaynayacak büyük güğümleri ateşe koymak
için oflaya puflaya giderlerken.
"Evet. Sen," dedi Abdullah. "Yoksa seninle ve kedile
rinle hemen bu akşam yollarımız ayrılır. Zanzib'de dos
tum Cemal'in köpeği bile senden iyi kokuyordu, ey pa
saklı savaşçı. Üstelik keneli olsun olmasın, Zıpır'ın da te
mizlenmesi gerek. "
" İyi de çekip gidersen benim prensesime ve senin şu
Sultan'ın kızına ne olacak?" diye sordu asker.
"Bir şeyler düşünürüm," dedi Abdullah. "Ama kediyi
de alıp banyo yaparsan daha iyi olur."
"Banyo yapmak adamı zayıf düşürür," dedi asker kuş
kuyla. "Ama sanırım Zıpır'la beraber şöyle bir yıkanabi
lirim. "
"Gerekirse kedileri sünger niyetine kullan, hayvan se-
1 22
ver piyade," dedi Abdullah ve kendi banyosunun zevki
ni çıkarmaya yollandı. Zanzib'de iklim çok sıcak oldu
�
ğundan insanlar bol bol yıkanırlardı. Abdul ah en azın
dan iki günde bir hamama gitmeye alışkındı ve bunu öz
lüyordu. Cemal bile haftada bir hamama gider ve bera
berinde köpeğini de götürdüğü söylenirdi. Abdullah as
kerin kedilere, Cemal'in köpeğine olduğundan daha faz
la düşkün olmadığı fikrindeydi. Cemal ile köpeğinin kaç
mayı başardıklarını ve kaçtılarsa çölde zorluklarla karşı
laşmadıklarını umuyordu.
Banyosu bittikten sonra asker zayıf düşmüşe ben
zemiyordu, fakat cildi çok daha açık bir kahverengiye
dönmüştü . Anlaşılan Geceyarısı suyu gördüğü anda ka
çıp gitmişti, fakat asker Zıpır'ın suda geçirdiği her sani
yeye bayıldığı iddiasındaydı. "Sabun köpükleriyle oyna
dı!" dedi hayvanın üstüne titreyerek.
"Tüm bu zahmete değdiğinizi düşünüyorsundur her
1 23
re sevgi gösterisi yapmasını seyredecekti. �ayır, diye ak
lından geçirdi Abdullah. Cinden bir sonraki dileği herke
si Kingsbury'ye götürmesi olacaktı. Bunun için de yalnız
ca iki gün dayanmasını gerekiyordu .
Bu düşünceyle rahatlayan Abdullah, omzunda sakin
sakin oturan Geceyarısı ve belinde taşıdığı şişeyle birlik
te yola koyuldu. Güneş parlıyordu . Çölden sonra kırla
rın yeşilliği Abdullah'a büyük zevk vermekteydi. Hatta
delikanlı ot çatılı evlerden bile hoşlanmaya başlamıştı.
Hepsinin birbirinden güzel bahçeleri vardı ve pek çoğu
nun kapısının etrafına güller veya başka çiçekler asılmış
tı. Asker ona o bölgede ot çatıların yaygın olduğunu , ça
tıların yapıldığı malzemeye saz dendiğini söyledi ve, Ab
dullah inanmakta zorlansa da, sazın yağmuru geçirme
diğinde ısrar etti.
Fazla geçmeden Abdullah yeni bir hayal kurmaya
başlamıştı. Gece Çiçeği'yle beraber ot çatılı ve kapısına
1 24
rım kilometre daha gittiler. Yağmur artık bardaktan bo
şanırcasına yağıyordu.
Cin, şişesinin üzerini mavi renkli bir duman demetiyle
örttü. "İçime kaçan su konusunda bir şey yapamaz mısın?"
Zıpır da cılız, tiz sesiyle üç aşağı beş yukarı aynı se
bepten yakınıyordu. Şikayetlerden bıkıp usanan Abdul
lah ıslak saçlarını gözlerinin önünden çekti.
"Sığınacak bir yer bulmalıyız," dedi asker.
Neyse ki bir sonraki dönemecin ardında başka bir
han vardı. Sırılsıklam bir vaziyette hanın salonuna girdi
ler. Abdullah ot çatının yağmuru geçirmediğini sevinerek
gördü.
Abdullah askerin burada da kediler rahat etsin diye
içinde ateş yanan özel bir oda ve grubun dört üyesi için
ayrı ayrı yemek siparişi vermesine şaşırmadı. Delikanlı
hesabın bu sefer ne kadar tutacağını merak etmesine
rağmen sıcacık bir ateşe karşı çıkacak durumda değildi.
Üzerinden sular damlarken ateşin önünde durdu ve
birasını yudumlayarak -bu handaki biranın, hastalıklı bir
deveden gelmiş gibi bir tadı vardı- öğle yemeğini bekle
di. Geceyarısı önce yavrusunu, sonra da kendini yalaya
rak kuruttu. Asker çizmelerini kurumaları için ateşin ya
kınına koydu. Cin şişesi ise şöminenin üstündeydi ve ha
fif hafif buharlar çıkarıyordu. Cin bile halinden şikayetçi
değildi.
Dışarıdan at sesleri geldi. Bunda bir tuhaflık yoktu.
Çoğu Ingaryli at sırtında yolculuk ederdi. Binicilerin han
da mola vermeleri de normaldi . Onlar da sırılsıklam ıs
lanmış olmalıydılar. Abdullah tam dün cinden süt ve ba
lık yerine at istemediğine hayıflanıyordu ki, binicilerin
dışarıdan hancıya seslendiklerini işitti.
1 25
"İki adam. . . Strangialı bir asker ve süslü püslü kıyafet
ler giyen koyu tenli bir adam gasp ve hırsızlıktan aranı
yor. Onları gördün mü?"
Biniciler bağırmayı bitirmeden asker pencerenin yanı
na koştu ve görünmemek için sırtını duvara dayayarak
yandan dışarıya baktı. Her nasılsa kaşla göz arasında bir
eline çantasını, diğerine de şapkasını almıştı.
"Dört kişiler," dedi adam. "Üniformalarına bakılırsa
muhafızlar. "
Abdullah'ın yapmayı düşünebildiği tek şey korku için
de ağzı bir karış açık dikilmek oldu. Aklından kedi sepet
leri ve banyo suyu sipariş ederek hancılara seni hatırla
"
126
sı!" diyerek pencereye doğru koştu. Orada askerle çar
pıştı.
"Geri çekil, " dedi asker. "Pencere sıkışmış. Kırmam
gerekiyor. "
Abdullah tökezleyerek gerilerken oda kapısı güm diye
açıldı ve üniformalı üç iriyarı adam içeri daldı. Tam o an
da askerin çizmesi pencerenin çerçevesiyle buluştu. Çer
çeve parçalanınca asker kendini eşiğin üzerinden dışarı
attı. Üç adam aynı anda bağırdı. İkisi pencereye yönelir
ken üçüncüsü Abdullah'a doğru atıldı. Abdullah meşe
oturağı adamların önüne devirip pencereye koştu ve hiç
düşünmeden kendini hata şakır şakır yağan yağmura anı.
Sonra aklına Geceyarısı geldi ve geri döndü.
Kedi yine kocamandı. Abdullah'ın hiç görmediği ka
dar irileşen yaratık, pencerenin altında devasa, kapkara
bir gölge gibi duruyor ve kocaman dişlerini adamlara
gösteriyordu . Adamlar birbirlerini ezerek kapıya doğru
1 27
"Geceyarısı'nı aldın mı?" dedi asker soluk soluğa, tar
lada koştururlarken.
"Hayır, " dedi AbduJJah. Açıklama yapmaya yetecek
kadar nefesi yoktu.
"Net' diye bağıran asker hızla geri döndü.
O anda her birinin eyerinde bir muhafız oturan dört
at meyve bahçesini çevreleyen çitinin üzerinden atlaya
rak tarlaya daldı. Asker bir küfür salladı. O ve Abdullah
birlikte koruluğa doğru koştular. Koruluğun çalılarla
kaplı eteklerine vardıkları sırada askerler de tarlayı yarı
lamışlardı. Abdullah ve asker çalıların arasına dalarak he
men ötede ki ağaçlığa geçtiler. Abdullah koruluğun zemi
nini bir halı gibi kaplayan binlerce ve binlerce parlak
mavi çiçekle karşılaşınca çok şaşırdı.
"Bu çiçekler de. . . ne?" diye sordu nefes nefese.
"Mavi sümbüller," dedi asker. "Geceyarısı'nı kaybet
tiysen seni öldürürüm. "
"Kaybetmedim... Bizi bulacak. . . Kocaman oldu... Sana
söyledim . . . Sihir... " dedi Abdullah kesik kesik.
Asker Geceyarısı'nın marifetini görmemişti. Abdul
lah'a inanmadı. "Daha hızlı koş," dedi. " Geri dönüp onu
almamız lazım. "
Sümbülleri eze eze koşmayı sürdürdüler. Her yanları
sümbü l kokuyordu. Sağanak yağmur ve muhafızların
bağrışları olmasaydı Abdullah gökyüzünde koştuğunu
zannedecekti. Hemen hayallerine geri döndü. Gece Çi
çeği'yle yaşayacağı kulübenin gece bahçesine tıpkı bun
lar gibi binlerce sümbül dikecekti. Fakat hayalleri, peşle
rinde ezik çiçekler ile kırık beyaz saplardan oluşan bariz
bir iz bıraktıkları gerçeğini genç adama unutturmadı. Ay
rıca koruluktaki atların yerdeki dallan ezerek çıkardıkla-
,.
1 28
rı gürültüyü de duymuyor değildi.
"Bu böyle olmayacak!" dedi asker. "Şu senin cini ça
ğır da muhafızlara izimizi kaybettirsin. "
"Hatırlatırım ki. . . askerlerin cevheri . . . öbür güne ka
dar. . . dilekte bulunamayız, " dedi Abdullah nefes nefese .
"Sana yine avans verebilir, " dedi asker.
Abdullah'ın elindeki şişeden öfkeyle mavi dumanlar
çıktı. "Sana son dilek hakkını beni rahat bırakman şartıy
la tanımıştım," dedi cin. "Tek isteğim şişemde kederimle
baş başa kalmak. Peki bana izin veriyor musun? Hayır.
Ne zaman başın belaya girse yeni bir dilekte bulunuyor
sun. Kimse beni düşünmüyor mu?"
"Acil durum. . . ey goncalar goncası . . . şişelenmiş ruhla-
rın . . . mavi sümbülü, " dedi Abdullah güçlükle. "Bizi gö-
tür . . . uzaklara . . . "
1 29
"Geceyarısı'nı almadan hiçbir yere gitmem," dedi as
ker.
"Eğer dilek. . . harcayacaksak," dedi Abdullah nefes
nefese, "planladığımız gibi. . . Kingsbuıy'ye. . . gitsek iyi
olur . . . ey budala servet avcısı. "
"Öyleyse bensiz git," dedi asker.
"Atlılar sadece yirmi metre gerideler," diye belirtti cin.
Arkalarına baktıklarında bunun doğru olduğunu gör-
düler. Abdullah pes etti. "Öyleyse bizi görmelerini engel
le," dedi cine.
"Geceyarısı bizi bulana kadar görünmez olalım," diye
ekledi asker. "Bulacağını biliyorum. O çok akıllı bir kedi . "
Abdullah bir anlığına cinin dumanlı suratına şeytani
bir sırıtışın yayıldığını ve kollarının bazı işaretler yaptığı
nı gördü.
Hemen ardından üstüne ıslak ve yapış yapış bir tu
haflık çöktü . Abdullah'ın etrafındaki dünya bir anda çar
pılıp büyüdü ve mavi ile yeşil arası bir renge dönüşerek
bulanıklaştı. Abdullah devasa sümbülleri andıran bir
şeylerin arasında sürünüyor, her nedense aşağıya değil,
sadece yukarıya ve ileriye bakabildiği için yerdeki siğil
lerle kaplı kocaman ellerini büyük bir dikkatle ilerleti
yordu. Bunu yaparken o kadar zorlanıyordu ki, durup
bulunduğu yere çökmek istedi, fakat yer korkunç dere
cede sallanıyordu. Birkaç kocaman yaratığın üzerine
doğru dörtnala koştuğunu hissediyordu, bu yüzden var
gücüyle sürünmeye devam etti. Buna rağmen yaratıkla
rın yolundan son anda çekilebildi. Devasa bir toynak
hemen yanı başına güm diye indi. Abdullah o kadar
korktu ki, olduğu yerde kalakaldı. Dev yaratıkların çok
yakında durduklarının farkındaydı. Tam olarak işiteme-
..
1 30
diği yüksek, öfkeli sesler duydu . Bir süre sonra toynak
lar tekrar harekete geçerek bir sağa bir sola gitti, ta ki
yaratıklar vazgeçene ve önlerine çıkan her şeyi ezerek
uzaklaşana dek.
131
13
132
Delikanlı en yakındaki mavi sümbülün yaprakları al
tına girip saklandı.
Bir saat kadar sonra sümbül yapraklan dev gibi, kara
bir pençe tarafından yarıldı . Yaratığın Abdullah'a ilgi
gösterir gibi bir hali vardı. Tırnaklarını saklayarak Abdul
lah 'ı okşadı. Genç adam o kadar korkmuştu ki, zıplaya
rak kaçmaya davrandı. . .
. . . ve kendini mavi sümbt.iller arasında sırtüstü yatar
ken buldu.
İlk başta ağaçlara bakıp gözlerini kırpıştırarak kafasında
tekrar beliren düşüncelere alışmaya çalıştı. Bu düşünceler
den bazıları oldukça sevimsizdi ve bir vahadaki gölün ke
narında kurbağa biçiminde sürünen ve bir sineği kapmaya
hazırlanan, ama atlar tarafından ezilmekten son anda kur
tulan iki haydut hakkındaydı. Sonra etrafına bakındı ve
askeri gördü; o da en az kendisi kadar şaşkın bir vaziyette
öylece oturuyordu. Çantası yanındaydı ve Zıpır askerin şap
kasından çıkmak için var gücüyle çabalıyordu. Cin şişesi
ahkam kesercesine şapkanın yanında durmaktaydı.
Cin bir ispirto ocağının alevini andıran küçük bir du
man bulutu şeklinde dışarıda duruyor, sisli kollarıyla şi
şenin ağzına tutunuyordu . "Hoşunuza gitti mi?" diye
sordu alay edercesine . "Aklmız başınıza gelmiştir herhal
de. Bir daha ilave dilekler için beni rahatsız etmemeyi
öğrenmişsinizdir!"
Geceyarısı ikilinin ani değişimi karşısında dehşete ka
pılmıştı. Sırtını kamburlaştırmış, ikisine birden tıslıyordu .
Asker elini ona uzatarak sakinleştirici sesler çıkardı.
"Geceyarısı'nı bir daha böyle korkutursan," dedi cine,
"şişeni kırarım!"
"O biraz zor, " diye laf yetiştirdi cin. "Şişe büyülüdür. "
1 33
"Öyleyse bir dahaki sefere Abdullah'a senin kurbağa
ya dönüşmeni diletirim," diyen asker, parmağıyla deli
kanlıyı işaret etti.
Cin bunun üzerine Abdullah'a kaygılı bir bakış attı.
Genç adam hiçbir şey demediyse de bunun iyi bir fikir
olduğunu ve cini hizaya getirebileceğini düşündü . Ab
dullah iç geçirdi. Öyle veya böyle, dileklerini boşa har
camaktan bir türlü kurtulamıyordu .
Kendilerini ve eşyalarını yerden kaldırıp yolculukları
na devam ettiler. Artık çok daha ihtiyatlı gidiyor, bulabil
dikleri daha küçük yol ve patikaları seçiyorlardı. O gece
1 34
lan saman yığınına dönerken genç adam niçin giderek
daha hırçın ve karamsar olduğu üzerinde kafa yordu.
Sebep sürekli bitkin ve ıslak olması, her yerinin ağrı
ması değildi. Vaktinin çoğunu askerin kedileri için koş
turarak geçirmesi de olduğunu sanmıyordu. Suçun bira
zı Geceyansı'na aitti. Abdullah kendilerini muhafızlardan
koruduğu için kediye minnet duyması gerektiğinin bilin
cindeydi. Zaten duyuyordu da, ama hala onunla iyi ge
çinemiyordu. Kedi her gün genç adamın omzunda kası
la kasıla oturuyor ve Abdullah'ı sadece bir at gibi gördü
ğünü açıkça gösteriyordu . Bir hayvandan böyle muame
le görmek sineye çekilecek gibi değildi.
Abdullah gün boyu bu ve diğer meseleler üzerinde ka
fa yorarken, boynuna zarifçe sarılmış Geceyarısı ve biraz
ileride neşe içinde ilerleyen askerle beraber yolculuğunu
sürdürdü. Aslında kedileri sevmiyor değildi. Artık onlara
alışmıştı. Bazen Zıpır'ı en az asker kadar tatlı bulduğu bi
le oluyordu. Hayır, moral bozukluğunun sebebi, asker ile
cinin ağız birliği etmişçesine Gece Çiçeği'ni bulmayı sık
sık ertelemeleriyle çok daha ilgiliydi. Abdullah dikkatli
davranmazsa ömrünün geri kalanını Kingsbury'ye bile va
ramadan yollarda geçirdiğini görür gibi oluyordu. Üstüne
üstlük oraya varınca bir de büyücü bulması gerekecekti.
Hayır, bu böyle gitmezdi.
O gece kamp yapmak için taş bir kule harabesini seç
tiler. Harabe saman yığınından çok daha iyi bir barınak
tı . Bir ateş yakabilirler, askerin paketlerindeki yiyecekle
ri pişirip yiyebilirler ve Abdullah nihayet ısınıp kuruya
bilirdi. Genç adamın morali hemen düzeldi.
Askerin de neşesi yerindeydi. İçinde Zıpır'ın uyuduğu
şapkasını yanına koyarak taş duvara dayandı ve günba-
1 35
tımını seyre daldı. "Düşünüyordum da," dedi, "yarın pus
lu mavi dostundan bir dilekte bulunacaksın, değil mi?
Bulunabileceğin en faydalı dilek ne biliyor musun? O si
hirli halıyı geri istemelisin. İşte o zaman önümüzde kim
se duramaz."
"Onun yerine bizi doğrudan Kingsbury'ye götürmesi
ni istemek çok daha kolay olur, ey zeka küpü piyade, "
diye belirtti Abdullah -doğrusu bunu biraz da sert söyle
mişti.
"Ah, evet, ama artık cinin nasıl bir şey olduğunu ve
nasıl davrandığını biliyorum. Elinden gelirse dileğini ber
bat eder , " dedi asker. "Demek istiyorum ki, halıyı nasıl
kullanacağını biliyorsun. Onunla bizi çok daha sorunsuz
bir şekilde hedefimize ulaştırabilirsin. Sonraki dilekleri
nin yanına kar kalacağı da cabası. " ·
Sözleri kulağa mantıklı geliyordu . Yine de Abdullah
homurdanmakla yetindi, çünkü askerin tavsiyesi, Abdul
lah'ın olup bitenleri farklı bir açıdan görmesini sağlamış
tı. Asker elbette ki cinin ne olduğunu çözmüştü. Asker
böyle biriydi. Başkalarına istediğini yaptırmakta ustaydı.
Askere istemediği bir şeyi yaptırabilen tek yaratık Gece
yarısı'ydı ve Geceyarısı da kendi istemediği şeyleri sade
ce ve sadece Zıpır istediğinde yapıyordu. Bu da kedi
yavrusunu hiyerarşinin en üstüne çıkarıyordu . Bir kedi
yavrusu! diye düşündü Abdullah. Ve madem asker cini
çözmüştü ve cin de kesinlikle Abdullah'ın üstündeydi,
bu da Abdullah'ın en altta bulunduğu anlamına geliyor
du. Şu aralar kendini bu kadar kötü hissetmesine şaşma
mak lazımdı! Babasının ilk karısının akrabalarıyla da ay
nı türden bir ilişki içinde olduğunu fark etmek Abdul
lah'a kendini daha iyi hissettirmiyordu .
1 36
O yüzden genç adam homurdanmakla yetindi. Böyle
bir davranış Zanzib'de korkunç bir kabalık olarak algıla
nırdı, fakat asker farkına bile varmadı. Adam neşeyle
gökyüzünü işaret etti. "Bir diğer enfes günbatımı. Bak,
işte bir şato daha."
Asker haklıydı. Gökyüzü sarı göller, adalar ve burun
larla doluydu. Upuzun, çivit mavisi bir adanın üzerinde
de şatoya benzer kare şeklinde bir bulut yer alıyordu.
"Öteki şato gibi değil," dedi Abdullah. Artık sesini duyur
ma vaktinin geldiğini hissediyordu .
"Tabii ki hayır. Aym bulutu asla iki kez göremezsin, "
dedi asker.
Ertesi sabah en erken Abdullah kalktı. Uyandığında
şafak göğü daha yeni yeni boyuyordu. Cin şişesini kapıp
kamplarının bulunduğu harabeden biraz uzaklaştı. "Cin , "
dedi, "onaya çık."
Şişenin ağzından gönülsüz ve silik bir duman demeti
137
fayda getirmemesine ve insanlar, develer ya da atlar ta
rafından kovalanmama sebep oluyorsun . Olmadı, asker
dileğimi boşa harcatıyor. Hem senin zalimliğinden, hem
de askerin sürekli kendi istediğini yaptırmasından sıkıl
dığım için doğrudan Kader'e karşı gelmeye karar verdim.
Bundan böyle her dileği kasıtlı olarak heba etmeye ni
yetliyim. Kader bunun üzeri ne ipleri eline almak zorun
da kalacak, yoksa Gece Çiçeği ile ilgili kehanet asla ger-
çekleşmeyecek."
"Çocukça davranıyorsun , " dedi cin. "Veya kahraman
ca. Belki de delice."
"Hayır, gerçekçi davranıyorum," dedi Abdullah. "Da
hası dileklerimi birilerine fayda sağlayacak şekilde seçe
rek sana da meydan okuyorum. "
Cin bu sözler karşısında alaycı göründü. "Peki bugün
kü dileğin nedir? Öksüzlere ev mi bulayım? Körlerin gör
mesini mi sağlayayım? Yoksa dünyadaki tüm parayı zen
ginlerden alıp fakirlere vermemi mi istiyorsun?"
"Düşünüyordum da, " dedi Abdullah, "kurbağaya çe
virdiğin o iki haydut kendi şekillerine geri dönmeli. "
Cinin suratında zalim bir neşe belirdi. "Hiç fena değil.
Dileğini zevkle yerine getiririm. "
"Bu dileğin kötü tarafı ne?" diye sordu Abdullah.
"Ah, fazla bir şey değil," dedi cin. "Yalnızca şu an Sul
tan'ın askerleri o vahada kamp kurmuş durumdalar. Sul
tan hala senin çölde bir yerde olduğunu sanıyor. Adamla
rı seni bulmak için tüm bölgeyi karış karış tarıyorlar, ama
eminim ki sırf Sultan'a ne kadar bağlı olduklarını göster
mek için o iki hayduda da biraz zaman ayıracaklardır."
Abdullah söylenenler üzerinde düşündü. "Peki çölde
Sultan'ın adamları yüzünden tehlikede olan başka kim var?"
138
Cin ona yan gözle baktı. "Dileğini illa boşa harcayacak
sın, öyle mi? Çölde birkaç halı tüccarı ve bir iki peygam
berden başka kimse yok -tabii bir de Cemal ve köpeği. "
"Ah," dedi Abdullah. "Öyleyse b u dileği Cemal v e kö
peği için harcıyorum. Dilerim ki, Cemal ile köpeği he
men rahat ve bolluk içinde bir yaşama sahip olsun. Dur
bakayım -evet, Zanzib'deki hariç en yakındaki saraya
Cemal saray aşçısı, köpeği de bekçi köpeği olsun. "
"Dileği berbat etmemi güçleştiriyorsun," dedi cin ağ
lamaklı bir sesle.
"Zaten amacım da buydu," dedi Abdullah. "Dilekle
rinden hiçbirinin kötü sonuçlar doğurmamasını sağlar
sam ne iyi olur . "
"Bunu yapabileceğin bir dilek var," dedi cin.
Abdullah cinin efkarlı sesine bakarak ne demek iste
diğini anladı. Cin kendisini şişeye bağlayan büyüden
kurtulmak istiyordu. Abdullah böyle bir dilekte bulun
masına bulunurdu, ama dileğin ardından cinin Gece Çi
çeği'ni bulmaya yardım edecek kadar minnettar kalaca
ğından emin değildi. Bu cin söz konusu olduğunda böy
le bir şey zordu. Ayrıca cini serbest bırakacak olursa Ka
der'e karşı çıkmaktan da vazgeçmiş olurdu. "O dileği da
1 39
Fakat asker, "Yürüttüğün mantığı bir türlü anlayama
dım," demekle yetindi ve ardından da kahvaltı satın ala
bilecekleri bir çiftlik bulmalarını önerdi.
Abdullah Geceyarısı'nı yine omzuna alıp yürümeye
koyuldu. Gün boyunca tenha yollardan gittiler. Etrafta
,.
140
14
141
"Nasıl yani?" diye sordu Abdullah.
Asker kaşığıyla günbatımı istikametindeki koyu lekeyi
işaret etti. "Şuna bak," dedi adam. "Kingsbury. Oraya var
dığımızda işlerin yoluna gireceğine dair bir his var içimde.
Sanırım sen de bu hissi paylaşıyorsun. Gel gör ki oraya bir
türlü varamıyor gibiyiz. Bakış açını anlamıyorum zannet
me . . . sen aşkta aradığını bulamamış genç ve sabırsız biri
sin. Doğal olarak Kader'in sana karşı olduğunu düşünüyor
sun. Beni iyi dinle, Kader çoğu zaman bize aldırış etmez
bile. Cin de tıpkı Kader gibi kimsenin tarafını tutmuyor. "
"Bunu da nereden çıkarın?" diye sordu Abdullah.
142
"Tamam," dedi Abdullah. "Bak, gene senin istediğin
oldu. Nasıl oldu da askerlik yaptığın ordunun komutan
lığınayükselemedin anlamıyorum."
"Ben de," dedi asker. "Benden iyi bir general olurdu . "
Ertesi sabah uyandıklarında etraf yoğun bir sisle
kaplıydı. Her yer beyaz ve ıslaktı; en yakındaki çalıların
ötesini bile görmek mümkün değildi. Geceyarısı titreye
rek Abdullah'a sokuldu. Abdullah cin şişesini çıkarıp
önüne koydu; şişe somurtuyordu .
"Dışarı gel," dedi Abdullah. "Bir dilekte bulunaca
ğım."
"Dileğini buradan da gerçekleştirebilirim, " diye bo
ğuk bir sesle karşılık verdi cin. "Rutubetten hoşlanmam. "
"Pekala, " dedi Abdullah. "Sihirli halımı geri istiyorum. "
"Oldu, " dedi cin. " B u sana saçma sapan bahislere gir
memeyi öğretir. "
Abdullah bir süre heyecanla yukarı v e etrafa bakın
dıysa da hiçbir şey olmadı. Sonra Geceyarısı ayağa fırla
dı. Zıpır'ın kafası askerin çantasından çıktığında kulakla
rı güneye doğru çevriliydi . Abdullah o yöne baktığında
hafif bir fısıltı duyar gibi oldu -bu rüzgar veya siste iler
leyen bir şeyin sesi olabilirdi. Sis kıpırdandı -ve sonra
daha çok kıpırdandı. Halının gri dikdörtgeni tepelerinde
belirerek alçaldı ve Abdullah'ın yanına kondu.
Halının bir de yolcusu vardı. Koca bıyıklı, kötü görü
nüşlü bir adam halının üstünde kıvrılmış yatıyordu. Kan
ca biçimli bumu halıya dayalı olmasına ve hem bıyık
hem de kirli bir başlıkla yarı yarıya gizlenmesine rağmen
Abdullah o burna takılı altın hızmayı görebiliyordu. Ada
mın elinde gümüş kabzalı bir tabanca vardı -bunun Ka
bul Akba olduğuna hiç şüphe yoktu .
143
"Sanırım bahsi ben kazandım, " diye mırıldandı Abdul
lah.
O mırıldanma bile -veya belki de gecenin soğuğu
haydudun kıpırdanıp hafifçe homurdanmasına yetti. As
ker parmağını dudaklarına götürdü. Abdullah kafasını
salladı. Kendi başına olsaydı ne yapacağını kara kara dü
Şünürdü, fakat asker Kabul Akba'yla başa çıkabilecek gi
biydi. Abdullah hafif bir homurtu çıkarıp mümkün oldu
ğunca alçak bir sesle halıya fısıldadı: "O adamın altından
çekil ve önümde asılı dur."
Halının kenarlarında dalgalanmalar oldu. Abdullah
onun itaat etmeye çalıştığını görebiliyordu. Halı sertçe
kıpırdandı, fakat anlaşılan Kabul Akba'nm ağırlığı, altın
dan çıkmasını engelleyecek kadar fazlaydı. Bu yüzden
halı başka bir yol denedi. Bir santim yükseldi ve, Abdul
lah daha ne olduğunu anlamadan, uyuyan haydudun al
tından hızla fırladı.
Abdu llah "Hayırl." dediyse de artık çok geçti.
,
1 44
dan ayırmayı denedi, fakat bu hareket üzerine Kabul Ak
ba kükreyerek ayağa kalktı ve Abdullah her nasılsa Kabul
Akba yerine kendi vücuduna dolanan halıyla beraber ge
riye savruldu. Asker bırakmadı, Kabul Akba ortalığı yıkar
casına bağırarak yükselirken bile ona tutunmayı sürdürdü.
Asker ilk başta adamı kollarından tutarken beline, oradan
da bacaklarının üst kısmına doğru kaydı. Kabul Akba gök
gürültüsünü andırır bir sesle bağırarak daha da yükseldi
ve bir yandan da büyümeye başladı. Bacakları kısa za
manda ikisi birden kavranamayacak kadar büyümüştü bi
le. İnatla tutunmayı sürdüren asker bu sefer de haydudun
devasa dizlerinden birinin hemen altına yapıştı. Kabul Ak
ba askeri tekmelemeye çalıştıysa da başaramadı. Haydut
köselemsi, dev kanatlarını açarak uçup gitmeye yeltendi,
fakat daha da aşağı kayan asker onu bırakmadı.
Abdullah tüm bunları halıdan kurtulmaya çalışırken
gördü. Ayrıca Zıpır'ı korumak için başında dikilen Geceya
nsı'nın büyüdüğü, hatta muhafızlarla karşı karşıya kaldığı
zamankinden bile daha irileştiği gözünden kaçmadı. Yine
de hayvan yeteri kadar iri değildi. Artık karşılarında duran
şey, kudretli mi kudretli bir cindi. Gövdesinin üst yansı sis
lerde kaybolmuşken çırptığı kanatlarıyla dumanı dağıtıyor,
pençeli devasa ayaklarından biri asker tarafından yere
mıhlandığı için bir türlü havalanamıyordu.
"Bir açıklamada bulun, kudretlilerin en kudretlisi!" di
ye bağırdı Abdullah sise doğru. "Yedi Yüce Mühür adı
na, sana debelenmeyi bırakıp açıklamada bulunmanı
emrediyorum!"
Cin kükremeyi ve kanatlarını delice çırpmayı bıraktı.
"Bana emir mi veriyorsun, ey fani?" dedi huysuz bir ses
yukarıdan.
1 45
"Evet, veriyorum, " dedi Abdullah. "Halımla ve bürün
düğün o alçak haydudun şekliyle ne yaptığını söyle ba
na. Bana en az iki kere kötülük yaptın!"
"Pekala," dedi cin ve zahmetle diz çökmeye koyuldu.
"Artık bırakabilirsin," dedi Abdullah cinlere hükme
den yasaları bilmediği için devasa ayağa tutunmayı sür
düren askere. "Burada kalıp sorulara cevap vermek zo
runda."
Asker ayağı ihtiyatla bırakıp yüzündeki teri sildi. Cin
kanatlarını katlayıp diz çöktüğü sırada bile adamın içi ra
hat değildi. Aslında tedirgin olması pek de şaşırtıcı sayıl
mazdı, çünkü cin diz çökerken dahi bir ev kadar yük
1 46
tim. Bilin ki ben İyi Cinler'in en y(icesiyim ve adım Has
ruel . "
"İyi cinler olduğunu bilmiyordum , " dedi asker.
"Ama var, saf kuzeyli, " diye açıkladı Abdullah. "Bu
nun adının neredeyse melekler mertebesinde anıldığını
duymuştum. "
Cin kaşlarını çatarak sevimsiz bir görünüme büründü.
�
"Yanlış bilgilendirilmişsin tüccar," diye gürle i. "Ben ba
zı meleklerden bile üstünüm. Bil ki emrimde iki yüz ka
dar melek var. Bunlar şatomun girişini koruyorlar. "
Abdullah kollarını göğsünde kavuşturup ayağını sa
bırsızca yere vurdu. "Madem ki öyle," dedi, "bana neden
bu kadar kötü davrandığını açıkla bakalım. "
"Suç bende değil, fani," dedi cin. "Mecburiyetten öyle
yaptım. Anla ve affet. Bil ki, annem Yüce Ruh Dazrah yir
mi yıl kadar evvel dikkatsiz bir anında Kötüler Evi'nden
bir cinle birlikte oldu. Sonrasında kardeşim Dalzel'i do
ğurdu. İyi ile Kötü birbirine uyum sağlayamadığından
Dalzel güçsüz, bembeyaz ve ufak tefekti. Annem Dal
zel'e katlanamayarak onu büyütmem için bana verdi.
Kardeşimin üzerine titredim. Bu yüzden, huylarının kötü
kalpli babasına çektiğini öğrendiğimde kapıldığım deh
şeti ve kederi var sen düşün . Büyüdüğü zaman ilk işi ca
nımı çalıp saklayarak beni kölesi yapmak oldu. "
"Nasıl yani?" diye sordu asker. "Sen ölü müsün?"
"Hiç de değil," dedi Hasruel. "Biz cinler siz fanilere
benzemeyiz, cahil adam. Yalnızca küçük bir parçamız
yok edilirse ölürüz. Bundan dolayı bütün cinler o küçük
parçayı çıkarıp saklarlar. Ben de öyle yaptım. Ama Dal
zel'e canını nasıl saklayacağını tarif ederken, ona duydu
ğum sevgi nedeniyle kendi canımı nereye sakladığımı da
1 47
söyledim. O da hemen canımı gücüne kattı ve emirleri
ne itaat etmezsem beni öldüreceğini söyledi."
"Şimdi anlaşıldı , " dedi Abdullah. "Sana Gece Çiçeği'ni
kaçımıanı emretti."
'.'Düzelteyim, " dedi Hasruel. "Kardeşim üstün zekası
nı annemiz yüce Dazrah'tan almış. Bana dünyadaki tüm
prensesleri kaçırmamı emretti. Biraz düşünürsen sebebi
ni anlarsın. Kardeşim evlenecek çağa erişti, ama karışık
bir soydan geldiği için cinlerin içindeki hiçbir dişi ona rı
za göstermez. Bu yüzden fani kadınlara kaldı. Ama cin
olduğu için doğal olarak sadece en asil kadınlara tenez
zül edecektir. "
"Yüreğim kardeşin için kan ağlıyor," diye dalga geçti
Abdullah. "Peki illa tüm prenseslere sahip olması mı ge
rekiyor?"
"Niye olmasın ki?" diye sordu Hasruel. "Artık gücüme
�
o hükmediyor. Konu üzerin e uzun uzadıya düşündü.
Ve prenseslerinin bizler gibi havada yürüyemeyeceğini
açıkça gördükten sonra, onları barındırmak amacıyla ba
na ilk başta Ingaıy büyücülerinden birine ait olan yürü
yen şatoyu çalmamı emretti. Sonra da prensesleri kaçır
ma görevi verdi. İşte şimdi bunu yapıyorum. Ama doğal
olarak bir yandan da kendi planlarımı kuruyorum. Kaçır
dığım her prensesin ardında en az bir tane gözü yaşlı
sevgili veya hüsrana uğramış bir prens bırakıyorum ki,
prensesi kurtarmaya çalışsın. Bunun gerçekleşmesi için
de prensesin sevgilisi kardeşime meydan okumalı ve ca
nımın saklandığı yeri onun ağzından zorla almalı."
"Burada da ben mi devreye giriyorum yüce tertipçi?"
diye sordu Abdullah sertçe. "Yani. ben canını geri alman
için kurduğun planın bir parçası mıyım?"
1 48
"Neredeyse," diye cevapladı cin. "Bu konuda Alberya
varislerine veya Peyçistan Prensi'ne güveniyordum, fakat
o genç adamlar kendilerini avlanmaya verdiler. Hepsin
de kayda değer bir şevk eksikliği söz konusu . Hatta kı
zının yardımı olmadan kitaplarının listesini bile çıkara
mayan Yukarı Norland Kralı'na bile se!"lden daha fazla
şans tanımıştım. Seni göz ardı ettiğimi söyleyebilirim. Ne
de olsa doğumundaki kehanet son derece belirsizdi. İti
raf etmeliyim ki sana o büyülü halıyı sırf zevk olsun di
ye satıp . . . "
"Demek o sendin!" diye bağırdı Abdullah.
"Evet -çadırında kurduğun hayaller sayı ve nitelik
açısından beni cezbetti, " dedi Hasruel. Abdullah sisin so
ğuğuna rağmen yüzünün kızardığını hissetti. "Sonra," di
ye devam etti cin, "Zanzib Sultanı'ndan kaçarak beni şa
şırttığında kafandaki şu Kabul Akba karakterinin kılığına
bürünüp hayallerinden bazılarını gerçekleştirmek beni
eğlendirdi . Genelde her bir talip için o talibe uygun ma
ceralar hazırlamaya çalışırım. "
Abdullah duyduğu utanca rağmen cinin kocaman, sa
rı-kahverengi gözlerinin askere doğru baktığını fark etti.
"Peki şimdiye kadar hüsrana uğramış kaç prensi devre
ye soktun, ey kurnaz ve şakacı cin?" diye sordu.
"Otuza yakın," diye açıkladı Hasruel, "ama dediğim
gibi, çoğunun hiçbir şey yaptığı yok. Bu da bana garip
geliyor, çünkü tümünün soyu ve vasıfları seninkilerden
çok daha üstün. Buna rağmen kaçıracak hala yüz otuz
iki prenses olduğunu düşünerek kendimi avutuyorum. "
"Sanırım benimle idare etmek zorundasın," dedi Abdul
lah. "Soyum ne kadar sıradan olursa olsun, Kader beni is
tiyor gibi. Bu konuda seni temin edebilirim, zira kısa za-
149
man önce tam bu noktada kadere meydan okudum."
Cin en az kaş çatması kadar sevimsiz bir ifadeyle
gülümseyip kafasını salladı. "Biliyorum," dedi. "Zaten
karşına çıkmaya tenezzül etmemin sebebi de bu. Dün
hizmetkar meleklerimden ikisi insan kılığında çıkıp gel
di. İkisi de durumdan hoşnut değiİdi ve başlarına gelen
lerin senin suçun olduğunu söylediler. "
Abdullah selam verircesine eğildi. "Bu hallerini ölüm
süz kurbağalar olmaya yeğlediklerine hiç şüphe yok,''
dedi genç adam. "Bana son bir şey söyle, ey pek düşün
celi prenses hırsızı. Acaba Gece Çiçeği'ni ve tabii karde
şin Dalzel'i nerede bulabiliriz?"
Cinin tebessümü genişleyerek daha da sevimsizleşti,
zira ağzındaki kazık kadar dişler görünüyordu . Yaratık
kocaman başparmağıyla yukarıyı işaret etti. "Ey toprağa
mahkum maceraperest, doğal olarak şu son birkaç gün
dür gördüğün şatodalar, " dedi. "Dediğim gibi, o şato es
kiden bu topraklarda yaşayan bir büyücüye aitti. Oraya
kolay kolay varamazsın. Varsan bile kardeşimin kölesi
olduğumu ve sana karşı koymaya zorlanacağımı unut
masan iyi edersin."
"Anlaşıldı,'' dedi Abdullah.
Cin pençeli devasa ellerini toprağa koyup doğrulmaya
başladı. "Aynca belirtmeliyim ki,'' dedi, "halıya beni takip
etmemesi için emir verdim. Artık gidebilir miyim?"
"Hayır, bekle! " diye haykırdı asker. Abdullah da unut
tuğu bir şeyi· tam o anda hatırlayıp sordu. "Peki ya şişe
cini ne olacak?" Fakat askerin sesi daha yüksekti ve
onunkini bastırdı. "BEKLE, seni canavar! Şu senin şato
burada belirli bir sebepten dolayı mı bulunuyor?"
Hasruel gülümseyerek doğrulmaya ara verdi. "Ne kadar
..
1 50
akıllısın asker. Aynen öyle. Şato burada, çünkü Ingary Kra
lı'nın kızı Prenses Valeria'yı kaçırmaya hazırlanıyorum."
"Prensesim!" dedi asker.
Hasruel'in tebessümü kahkahaya dönüştü. Yaratık ka
fasını geriye atıp sislere doğru kükredi. "Hiç sanmıyorum
asker! Ah , hem de hiç! Prenses sadece dört yaşında. Se
nin işine pek yaramaz, ama eminim ki sen benim işime
epey yarayacaksın. Hem seni hem de Zanzibli dostunu
satranç tahtamdaki iyi yerleştirilmiş birer piyon olarak
görüyorum."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordu asker öfkeyle.
"İkiniz kızı kaçırmama yardım edeceksiniz!" diyen cin
kocaman bir kahkaha attı ve kanatlarım çırparak sisin
içinde yükseldi.
151
15
1 52
de gösteriyordu. Onun bu hali karşısındakinin huzurunu
kaçırmaya yeter de artardı bile, fakat Abdullah askerin
bozuk moralini Prenses Valeria'nın sadece dört yaşında
olduğunu öğrenmesine bağlıyordu. Asker o zamana ka
dar kendini prenses ile evlenmiş farz ediyordu. Artık do
ğal olarak kendini budala gibi hissetmekteydi.
Abdullah şişeyi sıkıca tutup halıya oturdu. Anlayış
göstererek girdikleri bahisten hiç konuşmadıysa da, onu
açık açık kazandığı fikrindeydi. Doğru, halıyı geri almış
lardı, fakat cini takip etmeleri yasak olduğundan Gece
Çiçeği'ni kurtarmakta işine yaramazdı.
Asker uzun bir mücadelenin ardından kendini, şapka
sını, Geceyarısı'nı ve Zıpır'ı halıya oturtmayı başardı. "Em
rini ver," dedi adam -koyu renkli suratını al basmıştı.
Abdullah horladı. Halı yavaşça yerden otuz santim
yükseldi. Geceyarısı uluyarak debelendi ve Abdullah'ın
elindeki şişe sallandı. "Ey büyülü halıların en güzeli," de
di Abdullah, "ey en karmaşık efsunlarla bezeli halı, sen
den ricam makul bir hızla Kingsbury'ye doğru ilerlemen
dir. Ama lütfen sana dokunan olağanüstü bilgeliğe baş
vur ve yolda bizi kimsenin görmeyeceğinden emin ol. "
Halı sisin içinde uysalca yükselip güneye yöneldi. As
ker Geceyarısı'nı sıkı sıkı tutuyordu. Şişeden boğuk ve
titrek bir ses geldi. "Ona böyle yılışıkça yağ çekmek zo
runda mısın?"
"Senin aksine bu halı," dedi Abdullah, "öyle saf ve
muhteşem bir sihre sahip ki, sadece en ağdalı dili dikka
te alır. Kendisi şair ruhlu bir halıdır. "
Halının kumaşına bariz bir kibir yayıldı. Yırtık pırtık
kenarlarını gururla dümdüz tuttu ve sislerin üzerindeki
altın sarısı gün ışığında caka satarak uçtu. Şişeden çıkan
153
mavi renkli küçük bir duman demeti bir panik çığlığıyla
hemen geri kaçtı. "Olmuyor, yapamıyorum!" dedi cin.
İlk başta halı için görünmemek kolaydı; altlarında süt
kadar beyaz ve katı bir halde uzanan sisin üzerinde öy
lece uçtu. Fakat güneş yükseldikçe sisin içinde önce sa
n-yeşil tarlalar, sonra da yollar ve tek tük evler göze
çarpmaya başladı. Zıpır manzarayı kendinden geçmiş
halde seyrediyordu. Halının kenarından aşağı bakarken
her an kafa üstü düşebilirmiş gibi göründüğünden, asker
bir eliyle onun küçük, gür kuyruğunu sıkıca tutuyordu .
İyi de yapıyordu . Halı ansızın, bir nehir boyunca uza
nan büyük bir ağaç sırasına doğru yön değiştirdi. Gece
yarısı halıya pençelerini geçirdi ve Abdullah askerin çan
tasını son anda kurtardı.
Askerin deniz tutmuş gibi bir hali vardı. "Görünme
mek için bu kadar dikkatli davranmaya mecbur muyuz?"
,.
154
Günün büyük bölümü yolda geçti. Halı nehirleri ta
kip etti, koruluklardan ormanlara geçti ve sadece aşağı
sı boş olduğunu zaman hız yaptı. Zanzib'in üç katı bü
yüklüğünde olan ve yüksek duvarlar arasındaki bir kule
yığını gibi duran Kingsbury'ye akşama doğru vardılar.
Abdullah halıyı Kral'ın sarayına yakın iyi bir han bulma
ya ve nasıl yolculuk ettiklerinden kimsenin şüphelenme
yeceği tenha bir yere inmeye yönle"ndirdi.
Halı itaat ederek yüksek duvarların üzerinden yılan
gibi kayarcasına geçti. Bunun ardından çatılara kadar al
çaldı ve yatağına uyum göstererek akan bir dere gibi ça
tıların şekline uyum sağlayarak uçtu. Abdullah ile aske
rin yanı sıra kediler de aşağıyı ve etrafı hayranlıkla sey
rettiler. Sokaklar ister dar ister geniş olsun, iyi giyimli in
sanlarla ve pahalı at arabalarıyla doluydu. Her ev Abdul
lah'ın gözüne bir saray gibi görünüyordu . Genç adam
kulelerle, kubbelerle, pahalı oymalarla, altın kümbetler
le ve Zanzib Sultanı'nın sahip olmak için can atacağı
mermer meydanlarla karşılaştı. Daha fakir evler -tabii
böyle bir zenginliğe fakir denebilirse- son derece özen
le boyanıp dekore edilmişti. Dükkanlara gelince, satılan
malların kalitesi ve miktarı Abdullah'a Zanzib Çarşısı'nın
aslında virane ve ikinci sınıf olduğunu gösterdi. Sultan'ın
Ingary Prensi ile ittifak kurmak için bu kadar uğraştığına
şaşmamak gerekirdi.
Halının onlar için bulduğu han Kingsbury'nin merke
zindeki koca mermer binalara yakındı. Hanın duvarları
na usta bir sanatçı tarafından meyve kabartmaları yapıl
mış, sonra da bunlar parlak bir altın sarısına boyanmıştı.
Halı han ahırının eğimli çatısına yavaşça inerek, üstün
dekileri tepesinde varaklı bir rüzgar gülünün bulunduğu
155
altın bir sarmalın arkasına sakladı. Aşağıdaki avlunun
boşalmasını beklerken, etraftaki ihtişamı seyre koyuldu
lar. Avludaki iki hizmetkar yaldızlı bir at arabasını temiz
lerken bir yandan da dedikodu yapıyordu.
Konuşmalarının büyük bölümü parayı çok sevdiği an
laşılan han sahibiyle ilgiliydi. Fakat kendilerine ne kadar
az ücret ödendiği hakkındaki yakınmaları sona erdiğin
de, "Kuzeyde pek çok insanı soyup soğana çeviren şu
Strangialı askerden bir haber var mı? Biri bana bu taraf
lara geldiğini söyledi," dedi içlerinden biri.
Bunun üzerine diğeri de, "Kingsbury'ye uğrayacağı
kesin. Zaten hepsi uğrar. Ama onu şehir kapısında bek
liyorlar. Görür görmez tepesine binecekler," cevabını
verdi.
Askerin gözleri Abdullah'ınkilerle buluştu.
Abdullah, "Giysilerini değiştirebilir misin?" diye mırıl
dandı.
Asker evet der gibi kafasını sallayıp çantasını karıştır
maya başladı. Az sonra göğüs ve sırtında büzgülü nakış
lar olan iki gömlek çıkardı. Abdullah adamın bunları
nereden bulduğunu merak etti.
"Bir çamaşır ipinden aldım, " diye fısıldayan asker,
çantadan bir de fırça ve ustura çıkardı. Hemen orada, ça
tıda gömleklerden birini giydi ve fazla ses çıkarmadan
pantolonunu fırçalamaya uğraştı. En gürültülü kısım us
turadan başka bir şey kullanmadan tıraş olmasıydı. İki
hizmetkar dönüp dönüp çatıdan gelen kuru gıcırtılara
baktı.
"Bir kuş olmalı," dedi biri.
Abdullah adamın çıkardığı ikinci gömleği, artık en iyi
kıyafetinden başka her şeye benzeyen yeleğinin üzerine
1 56
geçirdi. Böyle yapınca vücudunu sıcak bastı, fakat ne ka
dar para taşıdığını askere göstermeden yeleğine saklı al
tınları çıkarması mümkün değildi. Giysi fırçasıyla saçları
nı taradı, bıyığını düzeltti -artık orada en az on iki tel kıl
1 57
Onları hancı karşıladı. Hizmetkarların sözlerini unut
mayan Abdullah, parmaklarının arasında sakin sakin tut
tuğu bir altın sikkeyle adama yaklaştı. Hancı gözlerini
sikkeye dikti. Sert gözleri altına öyle dikkatli bakıyordu
ki, Abdullah adamın onları gördüğünden bile kuşkuluy
du. Abdullah çok kibar davrandı. Hancı da öyle. Onları
ikinci kattaki ferah bir odaya buyur etti. Onlar için ye
mek göndermeye ve banyo hazırlamaya razı oldu.
"Ve kedilerin de . . . " diye söze başladı asker.
Abdullah askerin bacağına sert bir tekme attı. "Hepsi
bu, ey hancıların aslanı," dedi. "Bir de, pek yardımsever
ev sahibi, çalışkan ve dikkatli elemanların bu iki olağa
nüstü marifetli kedi için bir sepet, bir yastık ve bir tabak
da somon balığı temin ederlerse memnun oluruz. Kedi
ler yarın güçlü bir cadıya teslim edilecekler. O zamana
kadar rahat ettirilmeleri halinde cadının minnettar kala
cağına hiç 'şüphe yok . "
"Elimden geleni yaparım bayım," dedi hancı. Abdul
lah altın sikkeyi kayıtsızca ona attı. Adam yerlere kadar
eğilerek selam verip odadan geri geri çıkarken, Abdullah
kendinden fazlasıyla hoşnuttu .
"Bu kadar kibirli davranmanın alemi yok!" dedi asker
öfkeyle. "Şimdi ne yapacağız? Ben burada arananlar lis
tesindeyim ve Kral'ın cinden haberi var gibi görünüyor . "
Olayların kontrolünün b u defa askerde değil kendi
sinde olduğunu bilmek Abdullah için hoş bir d �yguydu.
"Peki acaba Kral yukarıda kaçırılmış prenseslerle dolu
bir şato olduğunu ve kendi kızının da oraya konulacağı
nı biliyor mu bakalım?"
"Ne yani?" diye sordu asker. "Cinin kızı kaçırmasını ön
lemenin bir yolunu mu buldun? Veya şatoya ulaşmanın?"
158
"Hayır, ama bir büyücü bunları bilebilir," dedi Abdul
lah. "Bana kalırsa daha evvelden aklına gelen fikir üze
rinde çalışmalıyız. Kral'ın büyücülerinden birini bulup
zor kullanacağımıza, en iyi büyücünün kim olduğunu
öğrenip yardımı karşılığında ona ödeme yapabiliriz. "
"Pekala, ama bu senin görevin," dedi asker. "İşini bi
len bir büyücü benim Strangialı olduğumu bir bakışta
anlar ve ben daha kılımı bile kıpırdatamadan muhafızla
rı başıma toplar. "
Hancı kedilerin yemeğini bizzat getirdi. Bir kase do
lusu krema, kılçığı dikkatle ayıklanmış bir tabak somon
ve bir tabak kedi mamasıyla beraber çıkageldi. Peşinden
gelen, en az kendisi kadar sert bakışlı karısı da yumuşak
bir hasır sepet ve nakışlı bir yastık taşıyordu. Abdullah
bu sefer kibirli görünmemeye özen gösterdi. "Çok teşek
kürler, hancıların en meşhuru," dedi genç adam. "Gös
terdiğin ilgiden cadıya bahsedeceğim."
"Görevimiz, bayım," dedi hancının karısı. "Kingsbury'de
büyü kullananlara karşı saygılı davranmayı biliriz. "
Abdullah kendi kendine kızdı. Daha e n baştan kendi
ni bir büyücü olarak tanıtması gerekirdi. Kendini sakin
leştirmek için, "Umarım bu yastık tavuskuşu tüyleriyle
doludur. Cadı bu konuda epey titizdir de ," dedi.
"Evet, bayım," dedi kadın. "Tam istediğiniz gibi. "
Asker öksürdü ve Abdullah lafı daha fazla uzatmadı.
"Ben ve dostum kedilere ek olarak bir büyücüye iletile
cek bir haber taşıyoruz. Haberi Saray Büyücüsü'ne ilet
mek isteriz, fakat kulağımıza yolda başına bir şey geldi
ğine dair söylentiler çalındı," dedi gür bir sesle.
"Doğru , " dedi hancı, karısını kenara itekleyerek. "Sa
ray Büyücüleri'nden biri kayboldu, ama neyse ki onlar-
1 59
dan iki tane var. İsterseniz sizi diğerine . . . Saray Büyücü
sü Suliman'a yönlendirebilirim, bayım." Adam Abdul
lah'ın ellerine manalı bir bakış attı.
Abdullah iç geçirerek en iri gümüş sikkesini çıkardı.
O kadarı yeterli gibiydi. Hancı itinayla yol tarif edip gü
müş sikkeyi aldı ve banyoyla yemeğin kısa zaman için
de hazır olacağına söz verdi.
Banyoya girdiklerinde su sıcak ve akşam yemeği gü
zeldi. Abdullah durumdan hoşnuttu . Asker kendisini ve
Zıpır'ı yıkarken Abdullah da paralarını yeleğinden para
kemerine aktardı ve içi epey rahatladı. Asker de kendini
daha iyi hissediyor olmalıydı . Yemekten sonra ayakları
nı masanın üstüne koyarak oturup uzun piposunu içme
ye başladı. Çizme bağlarından birini oynaması için Zı
pır'ın önünde sallıyordu.
"Hiç şüphe yok," dedi adam. "Bu şehirde para konu
şuyor. Saray Büyücüsü'yle bu akşam görüşecek misin?
Bence elimizi ne kadar çabuk tutarsak o kadar iyi. "
Abdullah onunla hemfikirdi . "Acaba n e kadar ücret is
teyecek?" dedi genç adam.
"Çok," dedi asker. "Tabii cinin söylediklerini ileterek
senin ona iyilik yaptığın izlenimini uyandırırsan o başka.
Yine de," diye düşünceli bir edayla devam etti, çizme
bağını Zıpır'ın savrulan patilerinin arasından hızla çeke
rek, "bana kalırsa ona cinden veya halıdan bahsetrneme
lisin. Nasıl ki hancı altını seviyorsa büyücüler de sihirli
eşyalara bayılırlar. Adamın ücret olarak onları talep et
mesini istemezsin. Neden giderken onları burada bırak
mıyorsun? Ben senin yerine göz kulak olurum. "
Abdullah tereddüde kapıldı. . Askerin sözleri kulağa
mantıklı gelse de ona güvenmiyordu.
1 60
"Bu arada," dedi asker, "sana bir altın borçluyum."
"Öyle mi?" dedi Abdullah . "Bu, Gece Çiçeği'nin bana
kadın olduğumu söylemesinden bu yana duyduğum en
şaşırtıcı haber!"
"füıhse girmiştik," dedi asker. "Halı cini getirdi. Şişe
cini yine başımıza bela açtı. Sen kazandın. Al. " Adam
odanın karşı tarafındaki Abdullah'a bir altın sikke attı.
Abdullah onu havada kaptı ve cebine koyup güldü.
Asker kendince dürüst biriydi. Yakın zamanda Gece Çi
çeği'ni aramaya koyulacağı düşüncesiyle içi içine sığma
yan Abdullah neşeyle aşağı indi. Orada karşılaştığı han
cının karısı, Büyücü Suliman'ın evine nasıl gidileceğini
bir kez daha tarif etti. Abdullah o kadar neşeliydi ki ne
redeyse hiç düşünmeden bir gümüş daha ödedi.
Ev handan pek de uzak değildi, fakat Eski Mahalle'de
yer aldığı için oraya küçük ara sokaklardan ve gizli av
lulardan gidiliyordu. Hava alacakaranlıktı ve bir iki tane
irice yıldız daha şimdiden kubbelerin ve kulelerin üze
rinde ışıldıyordu, ama Kingsbury'deki her biri ay gibi ha
vada asılı duran büyük ve gümüşi ışık küreleri ortalığı
iyice aydınlatıyordu .
Abdullah onlara bakarak sihirli aygıtlar olup olmadık
larına kafa yorduğu sırada, yukarıdaki çatılarda kendisi
ni takip eden dört bacaklı bir gölge fark etti. Bu ava çık
mış herhangi bir kedi olabilirdi, fakat Abdullah onun Ge
ceyarısı olduğundan adı gibi emindi. Geceyarısı ilk baş
ta bir çatının koyu gölgeleri arasında kaybolduğunda
Abdullah onun yavrusu için güvercin avında olduğunu
sandı. Fakat bir sonraki sokağı yarılamışken kedi yukarı
daki bir korkuluğun yanında belirince Abdullah takip
edildiği izlenimine kapıldı. Ortasında ağaçlar olan dar bir
161
avludan geçerken kedi bir yağmur oluğundan diğerine
sıçrayınca Abdullah izlendiğinden emin oldu, fakat ne
denini bilmiyordu. Sonraki iki ara sokak boyunca gözü
nü dört açtıysa da kediyi sadece bir kez gördü, o da bir
kapının üzerindeki taş kemerde . Saray Büyücüsü'nün
evinin olduğu parke taşlarıyla döşeli sokağa saptığında
Geceyarısı'ndan hiçbir iz yoktu. Abdullah omuz silkip
evin kapısına yöneldi.
Küçük ama güzel olan evin elmas şeklinde pencere
leri vardı ve eski duvarlarına iç içe geçecek şekilde büyü
sembolleri işlenmişti. Ön kapının her iki yanında yer
alan pirinç desteklerde upuzun sarı alevler yanıyordu.
Abdullah, ağzında halka olan sert bakışlı bir surat şekli
ndeki kapı tokmağını kavradı ve kapıyı cesurca çaldı.
Uzun, asık yüzlü bir uşak açtı kapıyı. "Korkarım bü
yücü son derece meşgul bayım," dedi adam. "İleriki bir
tarihe dek müşteri kabul etmiyor. " Ve kapıyı kapamaya
yeltendi.
"Dur, bekle, sadık hizmetkar ve uşakların en güveni
liri!" diye itiraz etti Abdullah. "Söyleyeceklerim doğrudan
doğruya kralın kızma yönelik bir tehditle ilgili! "
"Büyücünün durumdan haberi var bayım," dedi adam
ve yine kapıyı kapamaya kalktı.
Abdullah çevik bir hareketle ayağını kapıyla eşik ara
sına koydu . "Bana kulak vermelisin, pek akıllı hizmet
kar," diye başladı. "Gelmemin . . . "
Adamın arkasından gelen genç bir kadın sesi, "Dur
biraz Manfred. Meselenin önemli gibi görünüyor, " dedi.
Kapı tekrar açıldı.
Uşak kapının önünde gözd�n kaybolup içerideki
holde belirince Abdullah'ın ağzı açık kaldı. Kapıdaki ye-
1 62
rini kapkara buklelere ve capcanlı bir yüze sahip son
derece hoş bir kadın almıştı. Abdullah kadının kuzeyli
lere özgü bir şekilde, Gece Çiçeği kadar güzel olduğu
nu fark etti, fakat bu düşüncesinin ardından başını çevi
rerek daha fazla bakmamayı uygun buldu. Kadının ha
mile olduğu çok açıktı. Zanzibli kadınlar hamileyken
kendilerini göstermezlerdi. Abdullah nereye bakacağını
şaşırmıştı.
"Ben büyücünün karısı Lettie Suliman'ım, " dedi genç
kadın. "Ne için gelmiştiniz?"
Abdullah eğilerek selam verdi. Böylece gözlerini ka
pı eşiğine dikme fırsatı buldu . "Ey güzel Kingsbury'nin
bereketli mehtabı," diye başladı, "bil ki ben uzaklardaki
Zanzib'den gelen, Abdullah'ın oğlu halı tüccarı Abdul
lah'ım. Kocanın duymak isteyeceği haberler getirdim.
Ona de ki, ey sihirli evin ihtişamı, bu sabah Kral'ın pek
kıymetli kızı hakkında kudretli cin Hasruel ile konuş
tum."
Lettie Suliman'ın Zanziblilere has tavırlara alışkın ol
madığı belliydi. "Vay canına!" dedi kadın. "Ne kadar da
kibarsın! Ve doğruyu söylüyorsun, öyle mi? Bana kalırsa
hemen Ben'le konuşman lazım. Lütfen içeri gel . "
Kadın kapının önünden çekilerek Abdullah'a yol ver-
di. Bakışlarını kaçırmayı sürdüren genç adam eve girdi.
Tam o sırada sırtına bir şey indi. Sonra pençeli ayaklar
sırtından destek alarak zıplayıp başının üzerinden geçti
ve Lettie'nin şişik göbeğine kondu. Etrafta demir çıkrığı
andıran bir ses duyuldu .
"Geceyarısı!" dedi Abdullah öfkeyle, kediye doğru bir
adım atarak.
"Sophie!" diye haykıran kadın kollarındaki kediyle
1 63
beraber geriye doğru tökezledi. "Ah, Sophie, öyle çok
endişelendim ki! Manfred, git hemen Ben'i getir. Ne yap
tığı umurumda değil. Bu çok önemlı1"
"
1 64
16
l65
Prenses'e yapılan tehdit hakkında bildikleri varmış. Üste
lik Sophie'yi de yanında getirmiş. Kızcağız kedi olmuş!
Bak! Ben, onu hemen eski haline döndürmelisin!"
Lettie, telaşlandıkça daha da güzel görünen o kadın
lardandı. Büyücü Suliman onu dirseklerinden nazikçe
tutup, "Tabii ki sevgilim," deyince ve ardından alnından
öpünce Abdullah hiç şaşırmadı. Genç adam kendisinin
de günün birinde Gece Çiçeği'ni öyle öpüp öpemeyece
ğini veya büyücünün sonra eklediği gibi, " Sakin ol. . . be
beği unutma, " deyip diyemeyeceğini sefil bir halde dü
şündü. Büyücü daha sonra başını çevirip, "Lütfen biri ön
kapıyı kapayabilir mi? Kingsbury'nin yansı yaşananları
duymuş olmalı," dedi.
Bu tavrı karşısında, Abdullah büyücüyü daha da sev-
di. Zaten o ana kadar kalkıp kapıyı örtmemesinin tek se
bebi, bu ülkede bir kriz anında ön kapının açık bırakıl
ması gibi bir adet olabileceğini düşünmesiydi. Abdullah
tekrar eğilerek selam verdi ve büyücü ona döndü.
"Neler oldu delikanlı?" diye sordu büyücü . "Bu kedi
nin eşimin kız kardeşi olduğunu nereden bildin?"
Abdullah soru karşısında şaşaladı. Geceyarısı'nın bı
rakın Saray Büyücüsü'nün baldızı olduğunu, bir insan ol
duğundan bile haberi olmadığını tekrar tekrar açıkladıy
sa da kimsenin kendisini dinlediğini sanmıyordu. Herkes
Geceyarısı'nı görmekten o kadar sevinçliydi ki, Abdul
lah'ın onu sırf iyi yürekliliğinden getirdiğini sanıyorlardı.
Büyücü yüklü bir ücret isteyeceği yerde kendisinin Ab
dullah'a borçlu olduğunu belirtti. Abdullah buna karşı
çıktığında da, "Eh, en azından gel de eski haline dönü
şünü gör, " dedi.
Adam bunu öyle dostane ve güvenilir bir edayla söyle-
1 66
di ki, Abdullah ona daha da ısınarak diğerleriyle birlikte
başka bir odaya geçti. Oda evin arkasında gibi görünse de
Abdullah bambaşka bir yere geldiklerine dair bir hisse ka
ptldı. Zemin ve duvarlar alışılmadık bir eğime sahipti.
Abdullah daha önce bir büyünün nasıl yapıldığına
şahit olmamıştı. Karmaşık sihirli aygıtlarla dolu odaya
merakla bakındı. En yakınında etrafı zarif dumanlarla sa
nlı bir telkari duruyordu . Onun yanında birkaç büyük ve
tuhaf mum son derece karmaşık sembollerin içine dikil
mişti ve daha da ötede ıslak kilden yapılmış sıradışı re
simler vardı. Abdullah biraz daha ileride beş fıskiyesin
den çıkan suların alışılmadık geometrik şekiller oluştur
duğu ve arkasında daha pek çok ilginç şeyi saklayan bir
çeşme gördü.
"Burada yeterince yer yok," diyen Büyücü Suliman
orada hiç durmadı. "Biz işimizi bir sonraki odada göre
lim. Acele edin . "
Herkes biraz ilerideki daha küçük bir odaya doluştu.
Duvarlarda asılı birkaç yuvarlak ayna hariç oda boştu .
Lettie burada Geceyarısı'nı dikkatle ortadaki mavi-yeşil
bir taşın üzerine bıraktı . Kedi ciddiyetle ön patisini yala
yıp bütünüyle kaygısız görünürken, Lettie ile uşaklar da
dahil herkes onun etrafında uzun gümüş çubuklarla bir
tür çadır kurmak için canla başla uğraştı.
Abdullah duvar dibine geçip seyre koyuldu. Kendisi
ne hiçbir şey borçlu olmadığı konusunda büyücüyü te
min ettiğine bin pişmandı. Fırsattan yararlanıp uçan şa
toya nasıl ulaşacağını sorması gerekirdi. Fakat o sırada
kimse kendisine kulak asmadığı için ortalık yatışana ka
dar beklemenin daha uygun olacağını düşündü. O sıra
da gümüş çubuklar bir merdiven iskeleti şeklini alıyor-
1 67
du. Abdullah koşuşturmacayı seyrederken, bu sahnenin
aynalardaki yansıması karşısında şaşkın durumdaydı.
Duvarlar ve zemin kadar eğik duran duvar aynaları kü
>
1 68
kat gerçek Lettie'ye bakan Abdullah kadının her seferin
de fazlasıyla sakin bir vaziyette garip el işaretleri yapa
rak etrafta gezindiğini fark etti. Geceyarısı aynalarda hiç
belirmedi. Ne tuhaftır ki, çubukların arasındaki küçük si
yah suretini gerçekte bile görmek çok zordu.
Sorıra ansızın tüm çubuklar parlak bir gümüşi ışık saç
tı ve aralarındaki boşluk pusla doldu. Büyücü gür bir ses
le son bir sözcük daha söyledi ve geri çekildi.
" Kahretsin!" dedi biri çubukların arasından. "Artık ko
kunuzu hiç alamıyorum! "
B u sözler üzerine büyücü sırıtırken, Lettie kahkaha
attı. Abdullah onları bu kadar eğlendiren kişiyi görmeye
çalıştıysa da hemen bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı.
Çubukların arasında çömelmiş genç kadının üzerinde
hiçbir giysi yoktu. Abdullah o bir anlık bakışta, Lettie ne
kadar esmerse genç kadının da o kadar sarışın olduğu
nu , ama onun haricinde birbirlerine çok benzediklerini
fark etti. Abdullah tekrar bakmaya cesaret edebildiğinde,
genç kadın sabahlığa benzer bir giysi giyiyor, Lettie de
bir yandan ona sarılırken diğer yandan çubukların ara
sından çıkmasına yardım ediyordu.
"Ah, Sophie! Neler oldu?" deyip duruyordu Lettie.
"Bir dakika, " dedi Sophie soluk soluğa. İlk başta, iki
ayak üstünde zar zor dengede durur gibi bir hali vardı,
ama yine de Lettie'ye sarılmaktan geri kalmadı, sonra
büyücüye doğru sendeledi ve ona da sarıldı. "Kuyruksuz
olmak ne tuhaf!" dedi kadın. "Yine de çok teşekkürler
Ben." Artık daha rahat yürüyen kadın bu sefer de Abdul
lah'a yöneldi. Kadının kendisine de sarılacağından kor
kan Abdullah duvara doğru geriledi, fakat Sophie, "Seni
niye takip ettiğimi merak etmiş olmalısın. İşin doğrusu
1 69
şu ki Kingsbury'de hep kaybolurum," demekle yetindi.
"İşe yaradığım için çok mutluyum, değişkenlerin en
alımlısı," dedi Abdullah soğuk bir sesle. Geceyarısı'yla
ne kadar geçinebiliyorsa Sophie'yle de o kadar geçine
ceği gibi bir hisse kapılmıştı. Sophie bir genç kadın için
fazlasıyla inatçıya benziyordu -neredeyse babasının ilk
karısının kız kardeşi Fatma kadar.
Lettie hala Sophie'yi kediye çevirenin ne olduğunu
bilmek istiyor, Suliman ise kaygıyla, "Sophie, bu Howl'un
da bir hayvan olarak başıboş gezindiği anlamına mı geli
yor?" diye soruyordu.
"Hayır, hayır, " diyen Sophie birden endişeli göründü .
"Howl'un nerede olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Zaten
beni kediye çeviren de oydu ."
"Ne? Kendi kocan seni kediye mi çevirdi?'! dedi Lettie
hayretle. "Yoksa yine mi tartıştınız?"
"Evet ama ortada anormal bir durum yoktu , " dedi
Sophie. "Tartışma biri uçan şatoyu çalınca başladı. Olay
dan sadece yarım gün önce haberimiz oldu, o da Howl
o sırada Kral adına bir tahmin büyüsü üzerinde çalıştığı
için. Büyü çok güçlü bir şeyin şatoyu çalacağını ve Pren
ses Valeria'yı kaçıracağını gösterdi. Howl hemen Kral'ı
uyaracağını söyledi. Uyardı mı?"
"Elbette, " dedi Büyücü Suliman. "Prenses her an ko
runuyor. Yandaki odaya iblisler diktim ve koruma büyü
leri koydum. Kızı her ne varlık tehdit ediyorsa başarma
şansı hiç yok."
"Şükürler olsun!" dedi Sophie. "İçim rahatladı. O var
lık bir cin, haberiniz olsun. "
"Bir cin bile başaramaz," dedi Büyücü Suliman. "Peki
Howl daha sonra ne yaptı?"
1 70
"Sövüp saydı," dedi Sophie. "Galce. Sonra Michad ile
yeni çırağı yolladı. Benim de gitmemi istedi, ama ben, o
ve Calcifer kalıyorlarsa hiçbir yere gitmeyeceğimi, onun
yerine bana cinin beni fark etmemesini sağlayacak bir
büyü yapmasını söyledim. Epey tartıştık. . . "
Lettie kıkırdadı. "İşte buna şaşmadım."
Sophie'nin yüzü biraz kızardı ve genç kadın başını
küstahça kaldırdı. "Eh, Howl kız kardeşiyle beraber Gal
ler'de kalmamın en güvenli yol olduğunu söyleyip duru
yordu, üstelik de kız kardeşiyle geçinemediğimi bildiği
halde. Ben de hırsıza yakalanmadan şatoda kalmamın
daha faydalı olacağını anlattım. Her neyse, " -kadın yü
zünü ellerinin arasına koydu- "korkarım cin geldiğinde
hala tartışıyorduk . Müthiş bir gürültü koptu ve her taraf
karardı. Howl'un kedi büyüsünün sözlerini bağırdığını
hatırlıyorum -onları alelacele söylemesi gerekti- ve son
ra Calcifer'e seslenerek . . . "
"Calcifer onların ateş cinidir, " diye Abdullah'a kibarca
açıkladı Lettie.
"... seslenerek dışarı çıkıp kendisini kurtarmasını,
çünkü cine karşı koyamayacaklarını söyledi," diye de
vam etti Sophie. "Sonra şato bir anda kayboldu . Ardın
dan kendimi Kingsbury'nin kuzeyindeki dağlarda bir ke
di olarak buldum."
Lettie ile Saray Büyücüsü şaşkın gözlerle bakıştılar.
"Neden o dağlar?" diye merakla sordu Büyücü Suliman.
"Şato oralarda değildi ki."
"Hayır, aynı anda dört farklı yerdeydi, " dedi Sophie.
"Sanırım ben aralarında bir yere düştüm. Daha kötüsü de
olabilirdi. Bulunduğum yerde yiyebileceğim bol bol fare
ve kuş vardı. "
171
Lettie'nin güzel yüzü tiksintiyle buruştu. "Sophie!" de
di hayretle. "Fareler ha!"
"Neden olmasın? Kediler fare yer," diyen Sophie başı
nı tekrar küstahça kaldırdı. "Hem fareler çok lezzetlidir.
Kuşları pek sevmem. Tüyleri boğazına takılır. Ama,"
-yutkunup başını yine ellerini arasına koydu- "ama bu
olay benim için çok kötü bir zamana denk geldi. Bir haf
ta kadar sonra Morgan doğdu. Tabii bir kedi yavrusu
olarak. "
Bu açıklama Lettie'de kardeşinin fare yemesinden bi
le daha büyük bir dehşete sebep oldu. Kadın göz yaşla
rına boğularak kollarını Sophie'ye doladı. "Ah, Sophie!
Peki sonra ne yaptın?"
"Kediler ne yaparsa onu, " dedi Sophie. "Yavrumu
besledim ve yalayarak bol bol yıkadım. Endişelenme
Lettie. Onu Abdullah'ın asker arkadaşının yanında bırak
tım. Onun yanındayken kimse Morgan'ın kılına bile za
rar veremez . Ama," dedi kadın Büyücü Suliman'a, "onu
da normale döndürsen iyi olacak. "
Büyücü Suliman en az Lettie kadar dehşet içindeydi.
"Keşke önceden haberim olsaydı! " dedi adam. "Aynı bü
yünün bir parçası olarak kedi doğduysa çoktan eski ha
line dönmüş olabilir. Bir bakalım." Adam yuvarlak ayna
lardan birinin önüne gitti ve iki eliyle birden dairesel ha
reketler yapmaya başladı.
Ayna -hatta tüm aynalar- hemen handaki odayı yan
sıtmaya başladı. Aynalardan her biri oranın duvarlarında
asılıymış gibi odayı farklı açılardan gösteriyordu. Abdul
lah diğer üç kişi gibi aynadan aynaya korkuyla baktı.
Halı her nedense odanın ortasında açılmış duruyor, üze
rinde de tombiş, çıplak bir bebek yatıyordu. Bebek da-
"
1 72
ha çok küçük olmasına rağmen, Abdullah oğlanın Sop
hie'ninki kadar güçlü bir kişiliğe sahip olduğunu görebi
liyordu. Ayrıca o kişiliği dışarı vurmaktan da çekinmiyor
du. Kollarıyla bacakları havayı dövüyordu, öfkeyle çar
pılmış yüzündeki ağzı hiddetli bir delik gibi açılmıştı. Ay
nadaki resimler sessiz olsa da Morgan'ın epey gürültü çı
kardığı belliydi.
"Şu adam kim?" diye sordu Büyücü Suliman. "Onu
daha önce de gördüm."
"Strangialı bir asker, harikalar mimarı," dedi Abdullah
çaresizce.
"Demek ki bana tanıdığım birini hatırlattı," dedi bü
yücü.
Asker bas bas bağıran bebeğin yanında durmuş, deh
şet içinde ve çaresiz görünüyordu -belki de cinin bir
şeyler yapmasını bekliyordu. Galiba bu yüzden cin şişe
sini elinde tutuyordu. Gel gör ki mavi renkli duman bu
lutları halinde şişeden çıkmış olan cin de en az asker ka
dar çaresiz görünüyor, her duman bulutunun ucundaki
kafa, elleriyle kulaklarını örtüyordu.
"Ah, zavallı çocuk," dedi Lettie.
"Herhalde zavallı asker demek istedin," dedi Sophie .
"Morgan çok öfkeli. Daha önce kediden başka bir şey ol
madı ve kediler bebeklerden çok daha fazla şey yapabi
lirler. Herhalde yürüyemediğine kızıyor. Ben, acaba . . . "
Sophie'nin sözlerinin geri kalanı, dev bir ipek kuma
şın yırtılması gibi bir sesle bölündü. Oda şiddetle sarsıl
dı. Büyücü Suliman bir şey bağırarak kapıya yöneldi,
ama sonra alelacele kenara çekilmesi gerekti. Bağırıp ça
ğıran bir sürü şey kapıdan içeri dalıp odayı doldurdu,
sonra karşı duvardan geçerek kayboldu. Yaratıklar net
1 73
görülemeyecek kadar hızlı geçmişlerdi, fakat hiçbiri in
sana benzemiyordu. Abdullah'ın gözüne çok sayıda pen
çeli ayak, bacakları olmadan süzülüp giden bir şeyler,
önde tek ya da arkada öbek öbek gözleri olan varlıklar
takıldt. Koca dişli kafalar, sarkık diller, yanan kuyruklar
gördü. Hatta içlerindeki en hızlısı yuvarlanan bir çamur
topu gibiydi.
Sonra yaratıkların sonuncusu da yok oldu. Kapı telaş
lı bir çırak tarafından çarpılarak açıldı. "Efendim, efen
dim ' Koruma büyüleri bozuldu! Onları tutamayınca . . . •
..
1 74
telaşın içinden aceleyle geçerken Büyücü Suliman soru
nu çözmek için harcadığı çılgınca çabaya bir saniye ara
vererek Manfred'e at arabasını hazırlamasını emretti .
Manfred emri uygulamak amacıyla koşarak uzaklaşırken
Lettie de kız kardeşini doğru düzgün bir şeyler giymesi
için üst kata götürdü .
Abdullah'a holde volta atmaktan başka yapacak bir
şey kalmamıştı. Orada beş dakikadan fazla beklemesi
gerekmedi, fakat bu zaman zarfında ön kapıyı açmayı en
az on kere denedi. Her seferinde kapının bir büyü tara
fından kilitli tutulduğunu gördü. Delikanlı aklını kaçıra
cak gibiydi. Sophie ile Lettie gezmeye çıkarmışçasına za
rif kıyafetler içinde gelmeden önce bir asır geçmiş gibiy
di. Manfred ön kapıyı açarak sokak taşlarının üzerinde
bekleyen güzel bir ata bağlı, üstü açık küçük bir at ara
bası gösterdi. Abdullah o arabaya uçarcasına binip bey
giri dört nala koşturmak için yanıp tutuşuyordu. Fakat
böylesi elbette kibar bir davranış olmazdı. Manfred ha
nımları arabaya bindirirken ve ardından sürücü koltuğu
na geçerken delikanlının beklemesi gerekti. Abdullah
daha Sophie'nin yanındaki koltuğa oturamadan araba ta
kırdayarak ilerlemeye koyuldu, fakat bu bile genç adam
için yeterince hızlı değildi. Askerin neler yapıyor olduğu
nu düşünmek bile istemiyordu.
"Umarım Ben yakında Prenses'in koruma büyülerini
düzeltebilir," dedi Lettie kaygıyla, geniş bir meydana gir
dikleri sırada.
Daha sözünü bitirmeden, beceriksizce ateşlenmiş ha
vai fişekleri andıran bir dizi patlama oldu. Bir yerlerden
gong. . . gong. . . gong diye çan sesleri yükseldi.
- Sophie, "Neler oluyor?" diye sorduktan sonra kendi
1 75
sorusuna, "Ah, kahretsin! Bakın, bakın!" diye cevap ver
di bir yeri işaret ederek.
Abdullah başını kadının gösterdiği tarafa çevirdi. Son
anda, en yakındaki kubbelerin ve kulelerin üzerindeki
yıldızları örten kocaman siyah kanatlar çarptı gözüne .
Çoğu kulenin tepesinde küçük ışıklar patladı -askerler
kanatlara ateş açıyorlardı. Abdullah onlara böyle şeylerin
cinlere karşı işe yaramadığını söyleyebilirdi. Kanatlar sa
kin sakin çırpmaya devam ederek yükseldi ve gece gö
ğünün koyu maviliklerinde kayboldu .
"Senin şu cin dostun, " dedi Sophie. "Sanırım Ben'in
dikkatini can alıcı bir anda dağıttık. "
"Zaten cin de senin öyle yapacağına güveniyordu, ey
eski kedigil, " dedi Abdullah. "Hatırlarsan, yanımızdan
ayrılırken içimizden birinin onun Prenses'i kaçırmasına
yardım edeceğini söylemişti. "
Şehirdeki diğer çanlar da çalmaya başladı. Sokaklara
doluşan insanlar yukarı baktılar. At arabası giderek artan
bir patırtının içinde ilerlemeyi sürdürdü ve sokaklar ka
labalıklaştıkça yavaşlamak zorunda kaldı. Sanki herkes
neler olup bittiğinin farkındaydı. Birilerinin, "Prenses git
ti!" dediğini duydu Abdullah. "Bir şeytan, Prenses Vale
ria'yı kaçırdı!" İnsanların çoğu korku içindeydi, fakat bir
kaç kişi, "O Saray Büyücüsü olacak adam asılmalı! Hiç
bir halta yaradığı yok!" diyordu.
"Tüh!" dedi Lettie. "Kral bir an bile Ben'in bu olayı
önlemek için ne kadar çok uğraştığına inanmayacaktır!"
"Endişelenme," dedi Sophie. "Morgan'ı alır almaz
Kral'a giderim. Krallarla konuşmakta ustayımdır. "
Sophie'ye inanan Abdullah giderek sabırsızlanıyordu.
Muhtemelen sadece beş dakika olan ama genç adama
..
176
yüzyıl gibi gelen bir sürenin ardından araba hanın avlu
sundaki kalabalığın arasına girdi. Avlu yukarı bakan in
sanlarla doluydu. "Kanatlarını gördüm," diyordu bir adam.
"Canavarımsı bir kuş, Prenses'i pençesinde tutuyordu."
Araba durdu. Abdullah nihayet sabırsızlığını giderebi
lirdi -aşağı atlayarak bağırdı: "Ey ahali, yolu açın, yolu
açın! Bu iki cadının halletmesi gereken önemli bir iş var!"
Genç adam tekrar tekrar bağırıp çağırarak Sophie ile Let
tie'yi han kapısından içeri soktu. Lettie çok utanmıştı.
"Keşke öyle demeseydin!" dedi kadın. "Ben insanla
rın cadı olduğumu bilmelerinden hiç hoşlanmaz."
"Bunu düşünecek zamanımız yok," dedi Abdullah. İki
kadını aval aval bakan hancının önünden geçirip merdi
venlere doğru iteledi. "İşte sana bahsettiğim cadılar, ey
muhteşem ev sahibi," dedi adama. "Kedilerine kavuşmak
için sabırsızlanıyorlar. " Abdullah merdivenleri ikişer üçer
çıktı. Lettie ve Sophie'nin önüne geçerek bir sonraki
merdiveni de tırmanıverdi. Odanın kapısını hızla açtı.
"Sakın acele bir şey . . . " diye başladı, fakat sonra içerisinin
tamamen sessiz olduğunu fark etti.
Oda boştu.
177
17
,.
178
eliyle böğrünü tutuyordu . "Sorun ne?" diye sordu .
"Burada değiller," dedi Sophie. "Herhalde asker Mor
gan'ı hancının karısına götürmüştür. Kadın bebeklerden
anlıyor olsa gerek. "
Abdullah buna pek ihtimal vermeyerek, " Gidip bir
bakayım, " dedi. Merdivenleri inerken Sophie'nin haklı
olabileceğini düşündü. Zaten ansızın çığlık çığlığa bağı
ran bir bebekle karşı karşıya kalan çoğu adamın yapaca
ğı da buydu -tabii elinin altında bir şişe cini yoksa:
Ağır çizmeler ve tek tip üniforma giymiş adamlar yu
karı çıkıyorlardı. Hancı onlara yol gösterirken, "İkinci
kattalar, beyler. Eğer atkuyruğunu kestiyse tarifiniz
Strangialıya uyuyor ve genç adam da şu bahsettiğiniz iş
birlikçi olmalı, " diyordu.
Abdullah gerisingeri döndü ve parmak uçlarına basa
rak basamakları ikişer ikişer çıktı.
"Başımız belada, pek büyüleyici hanımlar!" dedi Sop
hie ile Lettie'ye. "Vefasız hancı beni ve askeri tutuklama
ları için muhafızları buraya getiriyor. Ne yapabiliriz?"
Dikkafalı bir kadının ipleri eline almasının vakti gel
mişti. Abdullah Sophie'nin böyle biri olmasından mem
nundu. Kadın hemen harekete geçti ve kapıyı kapayıp
sürgüledi. "Mendilini ver," dedi Lettie'ye. Mendili aldık
tan sonra yere eğilip sihirli halıdaki kremayı sildi. "Bura
ya gel," dedi Abdullah'a. "Benimle beraber bu halıya bin
ve ona bizi Morgan'ın bulunduğu yere götürmesini söy
le. Sen burada kal Lettie ve muhafızları oyala. Halının se
ni taşımak isteyeceğini sanmam."
"Peki," dedi Lettie. "Zaten Kral onu suçlamaya başla
madan önce Ben'in yanına dönmek istiyordum. Ama ön
ce hancıya haddini bildireceğim. Hem Kral'la yapacağım
1 79
buluşma için iyi bir egzersiz olur. " En az kardeşi kadar
dikkafalı olan kadın göğsünü gerip kafasını kaldırarak,
hancı kadar muhafızların da başının belada olduğunu
gösterdi.
Abdullah Lettie'nin de orada olmasından hoşnuttu. Ha
lıya çömelip hafifçe horladı. Halı hemen titredi. Bu gönül
süz bir titremeydi. "Ey muhteşem kumaş, halıların lalı ve
yakutu," dedi Abdullah, "bu sefil ve sakar hödük, paha
biçilmez yüzeyine krema döktüğü için özür diler. .. "
Kapı sertçe vuruldu ve birisi, "Kral adına, kapıyı açın!"
diye böğürdü.
Halıya daha fazla yağ çekecek zaman yoktu. "Halı,
sana yalvarıyorum, " diye fısıldadı Abdullah, "beni ve bu
hanımı, askerin bebeği götürdüğü yere taşı."
Halı sinirli bir şekilde titrediyse de itaat etti. Her za
man yaptığı gibi ileri fırlayarak dosdoğru kapalı pencere
ye yöneldi. Abdullah bu sefer içinden geçtikleri sırada
camın ve koyu renkli çerçevenin su gibi bir hal aldığını
görecek kadar tetikteydi. Hemen ardından sokağı aydın
latan gümüşi kürelerin üzerinden uçuyorlardı. Sophie'nin
o kadar rahat olduğu söylenemezdi. Kadın Abdullah'ın
kolunu iki eliyle birden tutuyor ve gözlerini sıkı sıkı ka
pıyordu.
"Yüksekten nefret ederim!" dedi kadın. "Umarım çok
uzağa gitmiyoruzdur."
"Bu enfes halı bizi oraya mümkün olan en kısa- süre
de ulaştıracaktır, tapılası cadı, " diyen Abdullah hem onu
hem de halıyı aynı anda temin etmeye çalıştı. Sözlerinin
herhangi birine tesir ettiğinden emin değildi. Sophie
ufak, kısa panik çığlıkları atarak k<?luna tüm gücüyle tu
tunmayı sürdürürken halı da Kingsbury'nin kuleleriyle
180
ışıkları üzerinde tez ve baş döndürücü bir geçiş yapmış
tı. Sarayın kubbeleri gibi görünen bir şeyleri aştıktan
sonra şehri tekrar turlamaya başladı.
"Ne yapıyor bu?" diye sordu Sophie. Anlaşılan gözle
ri o kadar da kapalı değildi.
"Sakin ol, sevgili büyücü," diye onu temin etti Abdul
lah. "Tıpkı kuşlar gibi yükselmek için havada daireler çi
ziyor. " Genç adam içten içe palının askerin izini bulama
dığı kanaatindeydi. Fakat Kingsbury'nin kubbeleri ve
ışıkları üçüncü kez altlarından geçerken kazara da olsa
doğru tahminde bulunduğunu anladı. Artık yerden yüz
lerce metre yüksekteydiler. Üçüncüden daha geniş dör
düncü turda -önceki kadar baş döndürücü olmasına rağ
men- Kingsbury çok, çok aşağılardaki küçük bir ışık
topluluğundan ibaretti.
Aşağıya bir göz atan Sophie'nin başı sallandı. Müm
kün olsa Abdullah'ın kolunu daha da çok sıkacaktı. "Ah,
aman Tanrım!" dedi kadın. "Hala yükseliyoruz! Sanırım o
aşağılık asker Morgan'ı cine götürmüş!"
Artık o kadar yüksekteydiler ki, Abdullah kadının
haklı olduğundan korkuyordu . "Büyük bir ödül umu
duyla Prenses'i kurtarmaya kalkmış da olabilir."
"Ama bebeğimi de yanında götürmeye hakkı yok!"
dedi Sophie. "Onu bir elime geçirirsem! İyi de bunu ha
lı olmadan nasıl yaptı?"
"Cine prensesi kaçıran cini takip etmesini emretmiş
olmalı, ey analığın mehtabı," diye açıkladı Abdullah.
Sophie bunun üzerine tekrar, "Ne cini?" dedi.
"Seni temin ederim ki, büyülü zihinlerin en kıvrağı,
bu halının yanında bir de cine sahiptim. Ama sen onu
hiç görmedin," dedi Abdullah.
181
" Öyleyse sözüne güveniyorum, " dedi Sophie. "Ko
nuşmaya devam et, yoksa aşağıya bakacağım. Bunu ya
parsam düşeceğimden adım gibi eminim!"
Halen Abdullah'ın koluna yapışık durduğu için, düştü
ğü takdirde delikanlıyı da beraberinde götüreceği orta
daydı. Kingsbury, halının döne döne yükselmesiyle bir
likte, bir o tarafta bir bu tarafta görünen parlak, bulanık
bir noktaydı artık. Ingary'nin geri kalanı etraflarında ko
caman, koyu mavi bir tabak gibi uzanıyordu. Bu kadar
yüksekten aşağı düşme fikri Abdullah'ı neredeyse Sophie
kadar korkuttu. Hemen maceralarını, Gece Çiçeği'yle na
sıl tanıştığını, Sultan'ın kendisini nasıl hapse attığını, cinin
Kabul Akba'nın adamları -aslında melekleri- tarafından
vahadaki gölden nasıl çıkarıldığını ve cinin kasıtlı olarak
mahvecmeyeceği bir dilek tutmanın ne kadar zor olduğu
nu anlatmaya başladı.
Artık o kadar yüksekteydiler ki, aşağısını seçmek çok
güçtü . Çöl, Ingary'nin güneyindeki solgun bir deniz gibi
duruyordu. "Şimdi anlıyorum ki, asker sırf beni dürüstlü
ğüne inandırmak için bahsi kazandığımı itiraf etmiş , " de
di Abdullah dertli dertli. "Herhalde daha en başından iti
baren cini de halıyı da çalmayı planlıyordu."
Sophie onun anlattıklarına ilgi göstermişti. Abdullah'ın
kolunu tutan ellerini hafifçe gevşeterek genç adamı
oldukça rahatlattı. "Cini herkesten nefret ettiği için suçla
yamaz.sın," dedi. "Zindana atıldığın zaman kendini nasıl
hissettiğini düşün."
"İyi de, asker . . . " diye başladı Abdullah.
"O başka bir konu! " diye ilan etti Sophie. "Sen dur,
hele onu elime geçireyim! Hayvanlara iyi davranan, son
ra da karşılarına çıkan her insanı kandıran kişilere katla-
1 82
namam! Ama şu senin şişe cinine dönecek olursak, gö
rünüşe bakılırsa prensesleri kaçıran cin senin ona sahip
olmanı istemiş. Sence bu olay hüsrana uğramış sevgilile
ri kullanarak kardeşini alt etme planının bir parçası ola
bilir mi?"
"Öyle düşünüyorum," dedi Abdullah.
"Öyleyse bulut şatosuna ulaştığımızda . . . tabii gittiği
miz yer arasıysa . . . " dedi Sophie, " . . . hüsrana uğramış di
ğer sevgililerin de çıkıp geleceklerine güvenebiliriz. "
"Belki," dedi Abdullah çekinerek . "Ama hatırladığım
kadarıyla, ey kedilerin en meraklısı, cin konuşurken sen
çalılara doğru kaçıyordun ve cin bir tek beni beklediği
ni söyledi. "
Delikanlı yukarı baktı . Hava giderek soğuyor v e artık
yıldızlar insanın huzurunu kaçıracak denli yakın görünü
yordu. Göğün koyu maviliğinde ay ışığının bir yerlerden
gelmeye çalıştığını gösteren bir tür gümüşilik vardı. Man
zara çok güzeldi. Nihayet Gece Çiçeği'ni kurtarmaya gi
diyor olabileceği fikriyle Abdullah'ın içi içine sığmıyordu.
Maalesef Sophie de yukarı baktı ve Abdullah'a tutu
nan ellerini daha da sıktı. "Konuş, " dedi kadın. "Korku
dan ödüm patlıyor. "
"Öyleyse sen de konuşmalısın, gözüpek büyü kulla
nıcısı," dedi Abdullah. " Gözlerini kapa ve bana Gece Çi
çeği'nin sözlendiği Oçinstan Prensi'nden bahset. "
"Onunla sözlenmesi pek mümkün değil, " dedi Sophie
neredeyse kekeleyerek -sahiden de çok korkuyordu.
"Kral'ın oğlu daha bir bebek . Tabii bir de Kral'ın kardeşi
Prens Justin var. Justin, Strangia Prensesi Beatrice ile evle
necekti, ama kız onu reddedip kaçtı. Acaba cinin elme mi
düşmüştür? Bence senin şu Sultan büyücülerimizin burada
1 83
yaptıkları silahların peşindeydi. Ama onları eline geçirme
si mümkün değil. Güneye giden askerlerimize o silahlar
dan verilmez. Hatta Howl kimselere paralı asker gönder
1 84
Dişleri takırdasa da Sophie gururla anlattı: "Ingary'de
ki, hatta tüm dünyadaki en iyi büyücüdür. Eğer yeteri
kadar vakti olsaydı o cini alt edebilirdi. Ayrıca kendisi
sinsi ve bencil olup, tavuskuşu kadar kibirli ve korkak
tır. Bir de onu asla bir şeye zorlayamazsın."
"Öyle mi?" diye sordu Abdullah. "Bu kadar uzun bir
kusur listesi karşısında böyle gururlu konuşman ne tu
haf, hanımların en sevgi dolusu. "
"Kusur da n e demek?" diye sordu Sophie öfkeyle.
"Howl'u sadece tarif ediyordum. O Galler adlı bambaş
ka bir dünyadan geldi ve öldüğüne asla inanmam . . .
ooy!"
Halı ansızın tül peçeyi andıran bir buluta dalınca ka
dının cümlesi bir inlemeyle son buldu. Buluttaki tüle
benzer şeylerin buz zerreleri olduğu anlaşıldı. Sanki do
luya tutulmuşçasına, üzerlerine buz kıymıkları, parçacık
ları ve taneleri yağdı. Onlardan sakınmaya uğraşırlarken
halı bulutun içinden çıktı. Sonra ikisi birden hayranlıkla
nefesini tuttu.
Ay ışığıyla -hasat zamanına özgü altın sarısı bir tona
bürünmüş ay ışığıyla- yıkanan yeni bir ülkedeydiler. Ab
dullah şöyle bir bakınınca ayı hiçbir yerde göremedi.
Işık, altın sarısı berrak yıldızlarla bezeli, gümüşi-mavi
gökyüzünün ta kendisinden geliyor gibiydi. Fakat Ab
dullah bunlara bir saniyeden uzun bakamadı. Halı pus
lu, şeffaf bir denizin kıyısına varmıştı ve buluttan kaya
lara çarpan hafif dalgalarda ilerliyordu . San-yeşil ipekten
dokunmuşçasına her bir dalganın arkasını görebilmeleri
ne karşın su ıslaktı ve halıyı batırmakla tehdit ediyordu.
· Hava sıcaktı. Kıyafetleriyle saçlarının yanı sıra, halı da
1 85
dullah ilk birkaç dakika boyunca buz parçacıklarını ha
lının kenarlarından yarı şeffaf okyanusa süpürmekle
meşgul oldular. Dökülen buzlar gökyüzüne batıp kaybo
luyordu .
Halı hafifleşip de yükseldiğinde etraflarına bakmak
için fırsat buldular ve yine solukları kesildi. Abdullah'ın
günbatımında gördüğü adalar, burunlar ve koylar uzak
lardaki gümüşi ufka uzanıyor ve orada cennetten bir kö
şe gibi dingin, büyülü bir şekilde duruyorlardl. Şeffaf
dalgalar buluttan kıyıya çarpıp parçalanırken, belli belir
siz bir fısıltıdan başka ses çıkarmayarak sessizliğe sessiz
lik katıyordu.
Böyle bir yerde konuşmak insana yanlış geliyordu .
Sophie dirseğiyle Abdullah'ı dürterek bir yeri işaret etti.
Orada, en yakındaki buluttan burunda üzerlerinde gü
müşi pencerelerin ışıldadığı mağrur, yüksek kulelerden
oluşan bir şato durmaktaydı. Şato da buluttandı. Onlar
bakarlarken uzunca kulelerden birkaçı yana doğru kaya
rak koptu ve hiçliğe karıştı, diğer bir kısmı ise küçülüp
büyüdü. Şato gözlerinin önünde bir leke gibi genişleye
rek ürkütücü bir kaleye dönüştü, ardından tekrar değiş
meye başladı. Fakat hala oradaydı ve hala bir şatoydu.
Ve halı ikisini oraya götürüyor gibiydi.
Hızlı ama nazik bir yürüyüş temposunda giden halı,
görünmekten kaçınırcasına sahil şeridinden ayrılmıyor
du. Dalgaların berisinde, günbatımından hemen sonra
ortaya çıkanlara benzer, kırmızı ve gümüşi renklerle be
zeli bulut öbekleri vardı. Halı nasıl ki Kingsbury Ova
sı'ndayken ağaçların arkasında saklandıysa, şimdi de
bunların arkasında saklanır gibiydi. Körfezi dolaşarak so
nundaki buma yaklaştılar.
1 86
İlerledikçe, önlerinde yeni manzaralar belirdi. Altın sa
rısı denizlerin açıklarında hareket eden dumanlı suretler
birer gemi veya işlerinde güçlerince buluttan yaratıklar
olabilirdi. Halı o fısıltılı sessizliğin içinde ardına saklanıla
bilecek bulut öbeklerinin bulunmadığı buma vardı. Bura
da yere alçalarak Kingsbury'deki evlerin çatılarına uyum
gösterdiği gibi araziye uyuın gösterdi. Abdullah halıyı
suçlamıyordu. İlerideki şato tekrar şekil değiştirerek, ulu
bir kameriye halini alana dek genişledi. Halı şatonun ka
pısına giden uzun bir caddeye girerken şatonun tepesin
de kubbeler yükselip şişiyordu ve yapı onların gelişini iz
ler gibi çatısında altın sarısı bir minare çıkarmıştı.
Cadde boyunca sıralanmış buluttan şekiller de onları
seyreder gibiydi. Bulut zeminden çıkan şekiller, havada
ki ana buluttan kopuk duran daha ufak bulutları andırı
yordu. Fakat şatonun aksine, bunlar şekil değiştirmiyor
du . Her biri mağrur bir edayla dimdik duruyordu; kimi
si deniz atı, kimisi satranç tahtasındaki at şeklindeydi,
gerçek atlarla aralarındaki tek fark ise ifadelerinin boş ve
düz olması ve yüzlerini çevreleyen -ne buluta ne de sa
ça benzeyen- kıvrım kıvrım uzantılardı.
Sophie yanlarından geçtikçe bunlara giderek artan bir
hoşnutsuzlukla bakıyordu. " Bence şu cinin heykel zevki
yok denecek kadar az, " dedi kadın.
"Ah, sus, pek dobra hanımefendi!" diye fısıldadı Ab
dullah. "Bunlar heykel değil, cinin bahsettiği iki yüz yar
dımcı melek!"
Konuşurken çıkardıkları sesler en yakındaki buluttan
şeklin dikkatini çekti. Şekil hafifçe kıpırdanarak bir çift
devasa aytaşı göz açtı ve önünden geçen halıya bakmak
için ileri doğru eğildi.
1 87
"Sakın bizi durdurmaya kalkma!" dedi Sophie ona.
"Buraya bebeğimi almaya geldik."
Dev gözler kırpıldı. Anlaşılan melek kendisiyle bu ka
dar sert konuşulmasına alışkın değildi. Gövdesinden
bembeyaz, buluttan kanatlar açılmaya başladı.
Abdullah hemen ayağa kalktı ve eğilerek selam ver-
di. "Selam olsun sana, ey göklerin en saygın habercisi,"
dedi. "Hanımefendinin �anıdan düşercesine söylediği
şey doğru. Lütfen onu bağışla. Kendisi kuzeylidir. Ama
tıpkı benim gibi burada barışçıl amaçlarla bulunuyor.
Cinler onun çocuğuna bakıyorlar. Biz de çocuğu almaya
ve en içten teşekkürlerimizi sunmaya geldik."
Bu sözler meleği yatıştırmışa benziyordu. Yaratığın
kanatları buluttan gövdesine geri katlandı ve garip kafa
sı ilerlemekte olan halıya çevrili dursa da, onları engel
lemeye kalkmadı. Fakat artık karşı taraftaki melek de
gözlerini açmıştı ve sonraki ikisi de dönüp baktı. Abdul
lah tekrar oturmaya cüret edemedi. Dengesini korumak
için ayaklarını biraz açtı ve önüne çıkan her melek çifti
ne eğilerek selam verdi. Bunu yapmak o kadar kolay
değildi. Halı da meleklerin ne kadar tehlikeli olabilecek
lerini Abdullah kadar iyi biliyor ve bu yüzden giderek
hızlanıyordu.
Sophie bile biraz kibarlığın faydalı olacağını anladı.
Yanından hızla geçtikleri her meleğe başıyla selam ver
di. "İyi akşamlar," dedi. "Ne güzel bir günbatımı. İyi ak
şamlar." Daha fazlasını söyleyecek kadar vakti yoktu, zi
ra halı caddenin geri kalanını ok gibi katetti. Kapalı du
ran şato kapısına ulaştığında da, bir lağım faresi gibi, bir
atık su borusuna daldı. Abdullah ile Sophie puslu bir ru
tubete gömüldüler ve sonrasında altın sarısı dingin bir
,.
1 88
ışıkla aydınlanan bir yere çıktılar. Burası bir bahçeydi.
Halı kendini bırakarak yere toz bezi gibi serilip kaldı,
korkmuşçasına veya soluk soluğa kalmışçasına hafif ha
fif sarsılıyordu .
Bahçenin zemini katı olduğundan ve buluttanmış gi
bi görünmediğinden, Sophie ile Abdullah halıdan ihtiy
atla indiler. Bastıkları yer gümüşi-yeşil çimenlerin yetişti
ği bir alandı. Uzakta, muntazam çitlerin arasında mermer
bir çeşme şırıldıyordu. Sophie önce o çeşmeye, sonra da
etrafına bakıp kaşlarını çattı.
Abdullah eğilerek, düşünceli bir davranışla halıyı top
ladı ve onu hafifçe okşayarak yatıştırdı. "Çok cesurdun,
halıların en yiğidi," dedi. "Geçti, geçti. Sakın korkma. Ne
kadar kudretli olursa olsun hiçbir cinin senin değerli ku
maşındaki tek bir tele veya kenarlarındaki tek bir püskü
le zarar vermesine müsaade etmeyeceğim. "
"Askerin, Zıpır için ortalığı telaşa verdiği zamanki ha
line benziyorsun," dedi Sophie. "Şato orada. "
Birlikte yola koyuldular. Sophie tetikte bekleyerek et
rafına bakınıyor, Abdullah ise halıyı omzunda taşıyordu.
Genç adam ara sıra halıyı okşamayı ihmal etmiyordu ve
zamanla sarsılmaların azaldığını hissetti. Epey yürümele
ri gerekti, zira bahçe buluttan olsa da, etraflarında deği
şiyor ve büyüyordu. Çitler, sanatsal bir tarzda budanmış,
soluk pembe çiçek kümelerine ve çeşme de bir tür kris
tale dönüştü . Birkaç adım sonraysa her şey mücevherler
le bezeli saksılar içindeydi ve vernikli sütunların etrafın
da sarmaşıklar yükseliyordu. Görebildikleri kadarıyla
çeşme safirlerle süslü bir gümüştü.
"Cin kafasına göre değişiklik yapmış, " dedi Sophie.
"Yanılmıyorsam burası banyomuzdu. "
1 89
Abdullah yüzünün kızardığını hissetti. Sophie'nin
banyosu olsun olmasın, burası kurduğu hayallerdeki
bahçenin tıpatıp aynısıydı. Hasruel daha önce de yaptı
ğı gibi delikanlıyla dalga geçiyordu. İlerideki çeşme, şa
rap kızılı yakutların ışıldadığı altına dönüşünce Abdullah
da en az Sophie kadar sinirlendi.
"Kafa karıştırıcı değişimleri göz ardı etsek bile bir bah
çe böyle olmamalı," dedi öfkeyle. "Bahçe dediğin doğal
görünüp vahşi tabiatı barındıran bôlümlere sahip olmalı.
Mavi sümbüllerin dikildiği büyük bir kısım da cabası."
"Haklısın," dedi Sophie. "Şu çeşmeye bak! Banyo de
diğin böyle mi olur?"
Çeşme zümrütlerle süslü bir platindi. "Aşırı cafcaflı!"
dedi Abdullah. "Ben kendi bahçemi tasarladığımda . . . "
Sözleri çocuk ağlamasıyla kesildi ve ikisi birden koş
maya başladılar.
190
18
191
ni mermer zemine atıyor, sonra tekrar atabilmek için
ayağa kalkıyordu. Eğer dünyada tek bir huysuz çocuk
varsa, işte o çocuk bu kızdı. Koca salondaki yankıları da
onunla beraber bağırıyordu.
"Bu Prenses Valeria, " diye fısıldadı Sophie Abdullah'a.
"Tahmin etmiştim. "
Uluyan prensesin başının üzerinde Hasruel asılı duru
yordu. Çok daha ufak ve solgun bir diğer cin de onun ar
kasına saklanmıştı. "Bir şeyler yap!" diye bağırdı küçük cin.
Duyulmasını sağlayan tek şey gümüş trompetlerinki gibi
bir sese sahip olmasıydı. "Bu kız bana aklımı kaçırtacak!"
Hasruel koca suratını Valeria'nın haykıran yüzüne
yaklaştırdı. "Minik prenses," diye gürledi onu yatıştırmak
istercesine, "ağlamayı bırak. Zarar görmeyeceksin. "
Prenses Valeria'nın cevabı ilk başta ayağa kalkıp Has
ruel'e avazı çıktığı kadar bağırmak, sonra da kendini ye
re atıp orada tepinmek oldu. " Ühü-übü-ühü!" dedi tüm
gücüyle. "Evime dönmek istiyorum! Babamı istiyorum!
Dadımı istiyorum! Amcam Justin'i istiyorum! ÜbüÜÜ."
"Minik prenses!" dedi Hasruel yalvarırcasına.
"Bırak şunu! " diye öttü diğer cin -bunun Dalzel oldu
ğuna hiç şüphe yoktu . "Bir büyü yap! Tatlı rüyalar, mut
lak sessizlik, bin tane ayıcık, bir ton şekerleme! Ne ya
parsan yap, yeter ki yap!"
Hasruel kardeşine doğru döndü. Açık kanatlarını çır
parak salonda fırtınalar kopardı ve Valeria'nın saçlarını
uçuşturup elbisesini dalgalandırdı. Sophie ile Abdullah
sütuna sıkıca tutundular, yoksa rüzgarın şiddeti onları
geriye savuracaktı. Fakat bu bile Prenses Valeria'nın öf
ke nöbetine fayda etmedi. Hatta daha yüksek sesle ba
ğırmaya başladı:
,.
1 92
"Hepsini denedim, sevgili kardeşim!" diye gürledi
Hasruel.
Prenses Valeria artık durmadan, "ANNE! ANNE! BANA
EZİYET EDİYORLAR!" diye haykırıyordu .
Hasruel'in sesini gök gürültüsü gibi yükseltmesi ge
rekti. "Böyle huysuz bir çocuğu durduracak bir büyü ol
madığını bilmiyor musun?" diye kükredi.
Dalzel solgun ellerini sivri uçlu ve mantara benzeyen
kulaklarına kapadı . "Artık dayanamıyorum! " diye bağırdı
tiz bir sesle. "Onu yüz yıllığına uyut!"
Hasruel tamam dercesine kafasını salladı. Haykıran ve
yerlerde tepinen Prenses Valeria'ya doğru dönüp devasa
ellerini iki yana açtı.
"Aman Tanrım! " dedi Sophie Abdullah'a. "Bir şeyler
yap!"
Ne yapacağına dair hiçbir fikri olmadığı ve bu kor
kunç sesi kesebilecek herhangi bir şeyden zarar gelme
yeceğini düşündüğü için Abdullah'ın tek yaptığı, karar
sız bir şekilde sütundan santim santim uzaklaşmak oldu .
Neyse ki Hasruel'in büyüsü Prenses Valeria'ya görünür
bir etki etmeden önce bir insan kalabalığı çıkageldi. Gür,
hafif kulak tırmalayıcı bir ses şamatayı bastırdı.
"Bu gürültü de net'
Her iki cin de geri çekildi. Gelenlerin tamamı kadındı
ve hepsi de son derece mutsuz görünüyordu. Tüm ortak
noktaları da bundan ibaretti. Sayıları otuzu bulan kadınlar
tek sıra halinde durarak iki cine suçlar gözlerle baktılar.
Uzun, kısa, tıknaz, sıska, genç, yaşlıydılar ve her türlü ten
rengine sahiptiler. Abdullah'ın şaşkın bakan gözleri sırayı
tek tek takip etti. Bunlar kaçırılan prensesler olmalıydı.
Ortak üçüncü noktaları da buydu. İçlerinde minyon, cılız,
1 93
sarı derilisi de vardı, yaşlıca ve sırtı kambur olanı da.
Ayrıca üzerlerinde balo elbisesinden tutun da tüvit kıya
fetlere kadar her türden giysi mevcuttu.
Az önce seslenen orta boylu ve sağlam yapılı prenses,
diğerlerinden bir adım önde duruyordu . Üzerinde binici
kıyafeti vardı. Dışarıda kalmaktan bronzlaşmış ve biraz
yıpranmış yüzü dobra ve duyarlı görünüyordu . İki cine
de büyük bir nefretle bakmaktaydı. "Bu kadarı da ol
maz!" dedi kadın. "Sizin gibi iki güçlü yaratık bir çocu
ğun ağlamasını bile engelleyemiyor!" Kadın, Valeria'ya
yaklaştı ve küçük kızın poposuna sert bir şaplak indirdi.
"Kes sesini!"
Yaptığı işe yaradı. Valeria daha önce hiç tokat yeme
mişti. Vurulmuşçasına yuvarlanıp dimdik oturdu. Açık
sözlü prensese, ağlamaktan şişmiş gözlerindeki hayret
ifadesiyle baktı. "Bana vurdun!"
"Kaşınmaya devam edersen gene vuracağım, " dedi
açık sözlü prenses.
"Bağırırım, " dedi Valeria. Ağzı tekrardan kocaman
açıldı ve derin bir nefes aldı.
"Hayır, bağıramazsın, " dedi açık sözlü prenses. Vale
ria'yı yerden aldığı gibi akasındaki iki prensesin eline
teslim etti. Onlarla birlikte birkaç kadın daha Valeria'nın
etrafını sarıp yatıştırıcı sesler çıkardılar. Valeria kalabalı
ğın arasından tekrar bağırmasına karşın sesi artık pek de
hevesli çıkmıyordu. Açık sözlü prenses ellerini beline
koydu ve küçümser bakışlarla cinlere doğru döndü.
"Gördünüz mü?" dedi kadın. "Tek gereken biraz sert
lik, biraz da şefkat göstermek, ama ikiniz de bunu anla
mıyorsunuz!"
Dalzel kadına yaklaştı. Artık ızdırap çekmediğinden,
1 94
Abdullah cinin ne kadar güzel olduğunu görerek şaşırdı.
Mantara benzeyen kulakları ve pençeli ayakları hariç
uzun boylu, meleğimsi bir adam gibi görü nüy ordu . Ba
şında altın sarısı bukleler vardı, küçük ve güdük kanat
ları da altın sarısıydı. Yaratığın kıpkırmızı ağzı hoş bir te
bessümle kıvrılmıştı. Kısacası, tıpkı üzerinde yaşadığı ga
rip ve buluttan krallık gibi sıradışı bir güzelliğe sahipti.
"Lütfen çocuğu götür," dedi Dalzel, "ve onu avut, ey ka
rılarımın en harikası Prenses Beatrice. "
Lafını esirgemeyen Prenses Beatrice zaten o sırada di
ğer prenseslere Valeria'yı götürmelerini işaret etmektey
di, fakat bu sözler üzerine hızla döndü. "Sana söyledim, "
dedi kadın, "hiçbirimiz senin karın değiliz. Yüzün mo
rarana kadar bize öyle diyebilirsin, ama faydası olmaz.
Biz senin karın değiliz ve hiçbir zaman olmayacağız!"
"Aynen öyle! " dedi diğer prensesler düzensiz ama ka
rarlı bir koro halinde. Biri hariç hepsi birden hızla geri
dönüp, ağlayan Prenses Valeria'yla birlikte oradan ayrıl
dı.
Sophie'nin yüzü mutlu bir tebessümle aydınlandı.
"Anlaşılan prensesler başlarının çaresine bakabiliyorlar!"
diye fısıldadı.
Abdullah'ın dikkati başka yerdeydi. Geride kalan
prenses Gece Çiçeği'ydi. Genç kız Abdullah'ın hatırladı
ğından iki kat daha güzeldi ve hoş gözlerini ciddiyetle
Dalzel'e dikmişti. Kadın kibarca eğilerek selam verdi.
Onu izleyen Abdullah'ın yüreği pır pır ediyor, çevresin
deki buluttan sütunlar bir kaybolup bir görünüyordu. O
güvendeydi! Buradaydı!
Gece Çiçeği, Dalzel'le konuşmaya başladı. "Beni
bağışla, yüce cin, ama bir sorum var. " Sesi Abdullah'ın .
1 95
hatırladığından bile daha melodikti ve serin bir çeşme
nin şırıltısı kadar şendi.
Dalzel dehşeti andıran bir tepki vererek Abdullah'ı öf
kelendirdi. "Ah, gene mi sen!" diye öttü ufak tefek cin.
Arka planda kapkara bir sütun gibi duran Hasruel kolla
rını göğsünde kavuşturup sinsice sırıttı.
"Evet, benim, sultan kızlarının yavuz hırsızı, " dedi Ge
ce Çiçeği başını kibarca eğik tutarak. "Burada sadece ço
cuğun ağlama sebebinin ne olduğunu sormak için bulu
nuyorum."
"Ben nereden bileyim?" dedi Dalzel. "Bana sürekli ce
vap veremeyeceğim sorular soruyorsun! Bu soru da ne
reden çıktı?"
"Çünkü," diye cevapladı Gece Çiçeği, "bir çocuğu sa
kinleştirmenin en iyi yolu, onu böyle davranmaya iten
meseleyle ilgilenmektir, ey hükümdarları evlatsız bıra
kan haydut. Bunu kendi çocukluğumdan biliyorum,
çünkü benim de pek çok kereler huysuzlandığını oldu . "
Yok daha neler! diye aklından geçirdi Abdullah. Kız
bir amaç doğrultusunda yalan söylüyordu. Onunki kadar
hoş tabiatlı biri hiçbir sebepten bağırmazdı! Yine de Dal
zel kızın sözlerine inanmakta zorlanmadı.
"Eminim olmuştur!" dedi yaratık.
"Öyleyse sebep neydi, cesurların cesuru?" diye üste
ledi Gece Çiçeği. "Sarayına dönmek istemesi mi, oyun
cak bebeklerinden birini özlemesi mi, senin suratından
korkması mı, yoksa . . . "
"Eğer amacın onu geri göndermemi sağlamaksa, avu
cunu yalarsın, " diye sözünü kesti Dalzel. "O artık kanla
rımdan biri . "
"Madem öyle, yalvarırım bağırışlarını neyin başlattığı-
"
1 96
nı bul, haklıların savunucusu , " dedi Gece Çiçeği kibarca,
"zira bunu bilmeden otuz prenses bile küçük kızı sustu
ramayabilir." Sahiden de o konuşurken uzakta bir yer
den Prenses Valeria'nın sesi -" ühü-ühü- ÜHÜ."- geliyor
du. "Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum," diye be
lirtti Gece Çiçeği. "Bir keresinde, ayaklarım en sevdiğim
ayakkabılarıma sığmıyor diye tam bir hafta boyunca ge
ce gündüz bağırmıştım. "
Abdullah genç kızın doğruyu söylediğini görebiliyor
du. Buna rağmen güzeller güzeli Gece Çiçeği'nin çığlık
lar atarak yerlerde tepinmesini bir türlü kafasında can
landıramıyordu .
Onun aksine, Dalzel inanmakta yine zorluk çekmedi.
Korkudan ürpererek öfkeyle Hasruel'e doğru döndü.
"Düşün biraz. Kızı getiren sensin. Onu neyin üzdüğünü
fark etmiş olmalısın. "
Hasruel'in kocaman, kahverengi suratı çaresizce bu
ruştu. "Sevgili kardeşim, onu mutfaktan geçirerek getir
dim, çünkü korkudan suspus olmuş ve bembeyaz kesil
mişti. Tatlı bir şeyler yemesinin onu mutlu edeceğini dü
şünüyordum . Ama kız tatlıları aşçının köpeğine fırlatıp
sessizliğini sürdürdü . Bildiğin gibi onu diğer prensesle
rin arasına koyunca ağlamaya başladı ve sadece senin
karşına çıkarıldığında haykırıp . . . "
1 97
sin, hırsızların kralı. Sana söz veriyorum ki gürültü kesi
lecek. "
Dalzel, "Pekala, " dedikten sonra Hasruel'e dönüp, "Yap
şunu!" diye öttü.
Gece Çiçeği eğilerek selam verip teşekkür etti ve za
rafetle yürüyerek uzaklaştı.
Sophie hemen Abdullah'ı kolundan tuttu . "Peşinden
gidelim. "
Abdullah n e kıpırdadı ne de cevap verdi. Gece Çiçe
ği'nin arkasından ağzı açık bakarken, ne onu gördüğüne
ne de Dalzel'in kendini kızın ayakları dibine atarak ona
tapmadığına inanabiliyordu. Aslında cinin öyle davran
mamasının iyi bir şey olduğunu itiraf etmeliydi, ama yi
ne de . . .
"Kız senin, değil mi?" dedi Sophie delikanlının yüzü
ne baktıktan sonra. Abdullah kendinden geçmişçesine
kafasını salladı. "Öyleyse zevk sahibiymişsin," dedi Sop
hie. "Hadi artık, fark edilmeden önce gidelim! "
Gece Çiçeği'nin gittiği istikamete doğru sütundan sü
tuna geçerek ilerlediler. Bir gözlerini devasa salondan
ayırmıyorlardı. Uzaktaki Dalzel birkaç basamağın üzerin
de yer alan koskoca bir tahtta somurtarak oturmaktaydı.
Hasruel mutfaktan çıkıp geldiğinde Dalzel ona tahtın
önünde diz çökmesini işaret etti. İkisi de davetsiz misa
firlerine başını çevirip bakmadı. Sophie ile Abdullah par
mak uçlarında ilerleyerek, Gece Çiçeği geçtikten sonra
salınmayı sürdüren bir perdeye vardılar. Perdeyi kenara
çekip yola devam ettiler.
Perdenin arkasında bulunan büyük, iyi aydınlanmış oda
prenseslerle doluydu. Ortalarında bir yerde de Prenses Va
leria hıçkırarak ağlıyordu: "Artık eve gitmek istiyorum!"
198
"Sus, canım. Yakında gideceksin," diye karşılık verdi
biri.
Prenses Beatrice'in sesi duyuldu . "Çok güzel ağladın
Valeria. Hepimiz seninle gurur duyuyoruz. Ama artık ağ
lamayı bırak güzel kız. "
"Yapamam!" dedi Valeria hıçkırarak. "Alışkanlık ol
du!"
Sophie odaya giderek artan bir öfkeyle bakıyordu.
"Burası süpürge dolabımızdı!" dedi kadın. "Pes doğrusu!"
Abdullah onunla ilgilenemiyordu, çünkü Gece Çiçeği
yakında bir yerde durmuş, "Beatrice!" diye sesleniyordu
hafifçe.
Prenses Beatrice onu duyup kalabalıktan ayrıldı. "Sa
kın söyleme," dedi kadın. "Başardın. Güzel. O cinlerin
karşısına çıktığında feleklerini şaşırıyorlar, Çiçek. Eğer o
adam razı gelirse . . . " Genç kadın bu noktada Sophie ile
Abdullah'ı fark etti. "Siz ikiniz de nereden çıktınız?"
Gece Çiçeği hızla arkasına döndü. Abdullah'ı görün
ce yüzünde, bir anlığına, delikanlının görmeyi umduğu
tüm ifadeler belirdi: tanıma, mutluluk, aşk ve gurur. "Be
ni kurtarmaya geleceğini biliyordum!" diyordu iri kara
gözleri. Sonra tüm bu ifadeler Abdullah'ı şaşırtarak ve in
citerek kayboldu . Kızın yüzü düzgün ve kibar bir hal al
dı. Gece Çiçeği nazikçe eğildi. "Bu Zanzib'den Prens Ab
dullah, " dedi, "fakat hanımefendiyle tanışmışlığım yok."
Gece Çiçeği'nin davranışı Abdullah'ı içine düştüğü
sersemlikten kurtardı. Herhalde Sophie'yi kıskanmıştı.
Delikanlı da eğilip aceleyle açıklamaya koyuldu. "Ey kral
tacının incileri, bu hanım Saray Büyücüsü Howl'un eşi
dir ve kendisi burada çocuğunu aramak için bulunmak
tadır."
1 99
Prenses Beatrice sert, yıpranmış yüzünü Sophie'den
tarafa çevirdi. "Ah, demek o senin bebeğin!" dedi kadın.
"Acaba Howl da yanında mı?"
"Hayır," dedi Sophie üzülerek. "Burada olmasını
umuyordum. "
"Korkarım ondan hiçbir iz yok, " dedi Prenses Beatri
ce. "Çok yazık. Ülkemi fethetmiş bile olsa burada işimi
ze yarayabilirdi. Ama bebeğin bizde. Bu tarafa gel . "
Prenses Beatrice onları Valeria'yı yatıştırmaya çalışan
prenseslerin yanından geçirerek odanın arkasına götür
dü. Gece Çiçeği onunla gittiği için Ab�ullah da peşleri
ne takıldı. Gece Çiçeği artık ona neredeyse hiç bakma
dığından ve yalnızca yanlarından geçtiği prenseslere ba
şıyla selam verdiğinden Abdullah'ın endişesi artıyordu.
"Alberya Prensesi," dedi genç kız resmi bir şekilde .
"Farktan Prensesi. Tayak Varisi. Bu, Peyçistan Prensesi
ve yanındaki de İniço Düşesi. Onun arkasındaki Dori
minde Baroniçesi."
Peki bu kıskançlık değilse neydi? Abdullah mutsuz bir
merak içerisindeydi.
Odanm arka tarafında, üzerinde yastıklar olan geniş
bir bank vardı. "Ivır zıvır rafını!" diye homurdandı Sop
hie. Bankta üç prenses oturuyordu : Abdullah'ın önceden
fark ettiği yaşlıca prenses, palto giyen tıknaz bir prenses
ve aralarına tünemiş o minyon sarı prenses. Minyon
prensesin çıtayı andıran kolları, Morgan'ın pembemsi
renkli tombiş bedenine dolanmıştı.
"Bu hanımefendi, telaffuz edebildiğimiz kadarıyla,
Tsapfan Baş Prensesi, " dedi Gece Çiçeği. "Sağındaki Yu
karı Norland Prensesi. Solunda ise Jaham Jahaniçesi yer
alıyor. "
..
200
Minyon Tsapfan Baş Prensesi, kendine büyük gelen
bir oyuncak bebeğe sahip küçük bir çocuğa benzese de,
büyük bir ustalık ve tecrübeyle tuttuğu kocaman bir bi
beronla Morgan'ı beslemekteydi.
"Morgan onunla pek rahat, " dedi Prenses Beatrice.
"Prenses'e de iyi geldi. Bebek sayesinde surat asmayı bı
raktı. Kendisinin tam on dört bebeği olduğunu söylüyor."
Minyon prenses utangaç bir tebessümle onlara baktı.
"Herke marab, " dedi kadın kısık ve tutuk bir sesle. Mor
gan el ve ayak parmaklarını açıp kapıyordu. Halinden
hoşnut bir bebeğin nasıl olması gerektiğini dünyaya gös
terir gibiydi. Sophie onlara uzun uzun baktı. "Bu bibero
nu da nereden bulmuş?" diye sordu , zehirli olabileceğin
den korkarcasına.
Minyon prenses tekrar başını kaldırdı. Gülümseyerek,
minicik parmaklarından biriyle bir yeri işaret etti.
"Dilimizi pek iyi konuşamıyor," diye açıkladı Prenses
Beatrice. "Ama cin onu anlar göründü. "
Baş Prenses'in incecik parmağı bankın altını gösteri
yordu. Orada, boşlukta sallanan küçük ayaklarının di
binde tanıdık mavi-mor bir şişe durmaktaydı. Abdullah
şişenin üstüne atladı. Aynı anda tombul ]aham Jahaniçe
si de beklenmedik derecede iri ve kuvvetli ellerini uza
tarak şişeye doğru atıldı.
"Kesin şunu!" diye uludu cin, onlar mücadele eder
ken. "Dışarı çıkmayacağım! O cinler bu sefer beni kesin
kes öldürecek!"
Abdullah şişeyi iki eliyle birden tutup asıldı. Hareketi
Jahaniçe'nin üstündeki paltonun düşmesine sebep oldu.
Abdullah iri mavi gözlere ve kırçıl saçların çevrelediği çiz
gilerle dolu bir surata bakarken buldu kendini. Yaşlı as-
20 1
ker mahcup mahcup gülümseyerek cin şişesini bıraktı.
"Sen!" dedi Abdullah öfkeyle.
"Kendisi sadık kulum olur," diye açıkladı Prenses Be
atrice . "Beni kurtarmaya gelmiş. Aslında garip bir durum.
Onu böyle gizlememiz gerekti."
Sophie bir anda Abdullah ile Prenses Beatrice'i kena
ra itekleyerek aradan fırladı ve, "Şimdi seni elime geçir
dim!" dedi.
202
19
203
Nispeten sessizleşen ortamda minyon prenses, Mor
gan'ı susturdu ve bebek kaldığı yerden beslenmeye de
vam etti.
"Bebeği yanımda götürmek istemedim," dedi asker.
"Ne?" dedi Sophie. "Bebeğimi bırakıp . . . "
"Hayır, hayır, " dedi asker. "Cine bebeği ona iyi bakacak
birine teslim etmesini ve beni Ingary Prensesi'ne götürme
sini söyledim. Ödül peşinde koştuğumu reddetmiyorum."
Adam Abdullah'a baktı. "Ama cinin nasıl biri olduğunu bi
liyorsun, değil mi? Bir de baktım ikimiz birden buradayız."
Abdullah şişeyi yüzünün önüne kaldırdı. " Dileği ger
çekle;ıti," dedi cin küskün bir edayla.
"Bebek kıyameti kopardı," dedi Prenses Beatrice.
"Dalzel gürültünün nereden geldiğini bulması için Has
ruel'i yolladı. Aklıma Prenses Valeria'nın tantana yaptığı
nı söylemek geldi. Tabii sonra Valeria'yı bağırtmamız ge
rekti. İşte o zaman Çiçek planlar kurmaya başladı. "
Kadın, aklı başka yerde olduğu anlaşılan Gece Çiçe
ği'ne doğru döndü -ve Abdullah o başka şeyin kendisiy
le ilgili olmadığını yüreği parçalanarak anladı. Gece Çi
çeği odanm karşı tarafına bakıyordu . "Beatrice, sanırım
aşçı köpeğini getirdi, " dedi.
"İyi bari," dedi Beatrice. "Gelin bakalım. " Kadın oda
nın oıtasına yollandı.
Odaya uzun bir aşçı şapkası takan bir adam girmişti.
Tek gözü olan kır saçlı ve irice biriydi. Bacakları arasın
da duran köpeği, yanına yaklaşan prenseslere hırlıyordu.
Onun bu durumu aşçının da düşüncelerini yansıtır gibiy-
di. Adamın her şeyden şüphelenir bir hali vardı.
"Cemal!" diye bağırdı Abdullah. Sonra şişeyi tekrar
kaldırıp içine baktı.
204
" Zanzib'deki hariç en yakın saray burasıydı," diye
kendini savundu cin.
Abdullah eski dostunu sağ salim görmekten öyle mut
luydu ki, cinle tartışmadı. Kibarlığı tamamen unutarak
on prensesin yanından paldır küldür geçip Cemal'in eli
ni tuttu. "Dostum!"
Cemal tek gözüyle ona uzun uzun baktı. Gözünün
kenarından bir damla yaş akarken, adam Abdullah'ın eli
ni sıktı. "Güvendesin!" dedi Cemal. Köpeği de arka ayak
ları üzerine kalkarak ön ayaklarını Abdullah'ın karnına
dayadı ve sevgi dolu bir ifadeyle dilini dışarı sarkıttL Ha
vayı tanıdık bir ahtapot kokusu doldurdu.
Valeria hemen çığlığı bastt. "Bu köpeği istemiyorum!
LEŞ GİBİ KOKUYOR!"
"Sus bakayım!" dedi en az altı prenses birden. "İdare
et, canım. Adamın yardımına ihtiyacımız var."
"İS-TE-Mİ-YO-RUM ... " diye bağırdı Valeria.
Sophie minyon prensesin yanından ayrılarak Vale
ria'ya doğru tez adımlarla ilerledi. "Kes şunu Valeria,"
dedi kadın. "Beni hatırlıyorsun, değil mi?"
Valeria 'nın hatırladığı belli oldu. Küçük kız Sophie'ye
atılarak kollarını kadının bacaklarına doladı ve çok daha
gerçekçi gözyaşlarına boğuldu. "Sophie, Sophie, Sophie!
Beni eve götür!"
Sophie yere oturup kıza sarıldı. "Geçti, geçti. Seni el
bette eve götürürüm. Ama öncelikle halletmemiz gere
ken bazı işler var. Ne garip," dedi etraftaki prenseslere.
"Valeria'yla herhangi bir sorun yaşamıyorum, ama Mor
gan'ı düşüreceğim diye ödüm kopuyor. "
"Zamanla öğrenirsin , " dedi Yukarı Norland'ın yaşlıca
prensesi ve ağır ağır Sophie'nin yanına oturdu. "Nasılsa
herkes öğreniyor."
205
Gece Çiçeği odanın ortasına geçti. "Dostlarım," dedi,
"ve siz üç beyefendi, artık kafa kafaya vererek kendimi
zi içinde bulduğumuz vaziyet hakkında konuşmalı ve
kurtuluşumuzu planlamalıyız. Fakat öncelikle kapıya bir
sessizlik büyüsü yapmamız yerinde olacaktır. Bizi kaçı
ranların sözlerimize kulak misafiri olmasını istemeyiz."
Genç kızın gözleri manalı bir bakışla Abdullah'ın elinde
ki şişeye çevrildi.
"Hayır! " dedi cin. "Bana zorla bir şey yaptırmaya kal
karsanız hepinizi kurbağaya çeviririm! "
"Ben yaparım, " dedi Sophie ve eteğini bırakmayan
Valeria'yla beraber kapıya kadar gidip perdeyi tuttu .
"Bana bak bakayım, sen ses geçirecek türden bir kumaş
değilsin, öyle değil mi?" diye sordu perdeye. "Sana du
varlarla konuşup durumu onlara da anlatmanı öneririm.
Onlara de ki, bu odada ettiğim tek söz bile dışarıdan du
yulmayacak."
Prenseslerin çoğundan rahatlama ve takdir mırıltıları
yükseldi. Fakat Gece Çiçeği, "İşine karıştığım için beni
bağışla lütfen, hünerli büyücü, ama bana kalırsa cinlerin
bir şeyler duymaları gerekir, yoksa durumdan şüphele
nirler," dedi.
Tsapfan'dan gelen minyon prenses, kollarında koca
man duran Morgan'la beraber ayağa kalkıp ilerledi. Be
beği dikkatle Sophie'ye verdi. Dehşete kapılmış görünen
Sophie, bebeği patlamaya hazır bir bomba gibi tutuyor
du. Morgan bu durumdan hoşlanmayarak kollarını salla
dı. Minyon prenses her iki elini de perdeye dayadığı sı
rada bebeğin yüzünde birbiri ardına hoşnutsuzluk ifade
leri belirdi. Sonra da ağzından " GarM." diye bir ses çıktı.
Bu sesten irkilen Sophie'nin bebeğini düşürmesine
206
ramak kaldı. "Vay canına!" dedi kadın. "Bebeklerin böy
le bir ses çıkarabildiğinden haberim yoktu!"
Valeria içtenlikle güldü . "Kardeşim de böyle yapar. . .
hem de sürekli. "
Minyon prenses, Gece Çiçeği'nin önerisini yerine getir
diğini gösteren bazı el hareketleri yaptı. Herkes kulak ke
sildi. Uzaklardan, kendi aralarında konuşan prenseslerin
kulağa hoş gelen mınldanmalan yükseliyordu, hatta ara sı
ra Valeria'nınkileri andıran bir bağırış bile kopmaktaydı.
"Şahane," dedi Gece Çiçeği. Genç kız, minyon pren
sese sıcak bir tebessüm etti. Abdullah kızın kendisine de
öyle gülümsemesi için nelerini vermezdi. "Artık herkes ,
oturursa bazı kaçış planları hazırlayabiliriz. " •
207
Abdullah kederle kafasını salladı ve herkesin yerine
oturmasını bekleyen Gece Çiçeği'ni seyretti. Kız hala
Hasruel tarafından gece bahçesinden kaçırıldığı zamanki
tüllü giysileri giyiyordu . Kıyafeti artık biraz kırışıp buruş
muş olsa da kendisi her zamanki gibi narin, zarif ve gü
zeldi. Abdullah'ın, o giysilerdeki her kırışıklığın, her yır
tığın ve her söküğün Gece Çiçeği'ne bir şeyler öğrettiği
ne dair en ufak bir şüphesi yoktu. Kız sahiden de bir im
paratorluğu yönetmeye layıktı! Gece Çiçeği'ni, çok dik
kafalı olduğu için tepkisini çeken Sophie'yle kıyasladı
ğında genç kızın ondan iki kat daha inatçı olduğunu bi
liyordu. Ama Abdullah'a göre bu durum Gece Çiçeği'ni
daha da harika kılmaktaydı. Delikanlıyı perişan eden
şey, kızın dikkatle ve kibarca onu görmezden gelmesiy-
di. Abdullah bunun sebebini bilmeyi çok istiyordu.
"Önümüzdeki sorun," diyordu Gece Çiçeği, Abdullah
dikkat göstermeye başladığında, "sadece çıkmanın bize
fayda sağlamayacağı bir yerde bulunmamız. Cinlere fark
ettirmeden veya Hasruel'in melekleri tarafından engellen
meden şatodan kaçabilirsek bulutlardan düşer ve çok
aşağıdaki toprağa çakılırız. Bu zorluğu bir şekilde aşsak
bile," -kızın düşünceli gözleri bu noktada Abdullah'ın
elindeki şişeye ve omzundaki halıya çevrilmesine karşın
maalesef delikanlıya bakmadı- "Dalzel kardeşini tekrar
dan üstümüze salarak bizi geri getirtir. Bu yüzden yapa
cağımız planın özünde Dalzel'i alt etmek olmalı. Biliyoruz
ki, gücünün kaynağım kardeşi Hasruel'den çaldığı can
oluşturuyor. Hasruel ona itaat etmezse ölecek. Bu yüz
den, kaçmak için Hasruel'in canını bulup ona geri verme
liyiz. Soylu hanımefendiler, saygıdeğer beyefendiler ve
sayın köpek, konu hakkındaki görüşlerinizi bekliyorum. "
208
Ne güzel konuştun, ey şevkimin çiçeği! diye düşündü
Abdullah üzüntüyle, genç kız zarifçe otururken.
"Ama Hasruel'in canının nerede olduğunu hala bilmi
yoruz!" diye sızlandı şişman Farktan Prensesi.
"Doğru,'' dedi Prenses Beatrice. "Bunu sadece Dalzel
biliyor. "
"Ama kaba yaratık konuşurken sık sık ipuçları veri
yor," diye belirtti Tayak'ın sarışın prensesi.
"Ne kadar akıllı olduğunu bize göstermek için!" dedi
kara derili Alberya Prensesi acı acı.
Sophie kafasını kaldırdı. "Ne ipuçları?"
En az yirmi prenses aynı anda Sophie'yle konuşmaya
kalkınca epey bir patırtı yaşandı. Abdullah ipuçlarından
birini yakalamaya çalışırken ve Gece Çiçeği düzeni sağ
lamak için ayağa kalkarken, asker yüksek sesle konuştu :
"Topunuz çenenizi kapayın!"
Bu tepki tam bir sessizlik doğurdu. Prenseslerin göz
209
Kalkmaya hazır vaziyette dizleri üzerinde duran Gece
Çiçeği kendine yaraşır bir kibirle konuştu : "Ne şekilde
bedel ödenmesinden bahsediyorsun, adi asker? Bizim
babalarımız çok zengin. Bizi geri aldıklarında seni ödü
le boğacaklar. Her birimizin belli bir bedel sözü verme
sini mi istiyorsun? Olmayacak iş değil. "
"Böyle bir teklife hayır demem, " dedi asker. "Ama
onu kastetmedim, güzelim. Bu maceraya atılırken iş biti
minde kendi prensesime sahip olacağıma söz verildi. İş
te bunu istiyorum -evlenecek bir prenses. İçinizden bi
riyle anlaşırsak ne ala. Yok anlaşamazsak beni unutun.
O durumda gider Dalzel'le barış yaparım. Belki başınız
da durmam için beni maaşa bile bağlar. "
Bu öncekinden de sert ve öfke dolu bir sessizliğe se
bep oldu, ta ki Gece Çiçeği kendini toparlayıp tekrar
ayağa kalkana dek. "Dostlarım, " dedi kız, "bu adamın
yardımına ihtiyacımız var -sııf acımasız ve aşağılık kur
nazlığı için bile olsa. Bize lazım olan son şey bunun gi
bi bir canavarın başımıza dikilmesi. Bu yüzden aramız
dan bir eş seçmesine izin verilmesini teklif ediyorum.
Karşı çıkan var mı?"
Diğer prenseslerin karşı çıktığı belliydi. Daha da sert
bakışlara maruz kalan asker sırıttı. "Dalzel'e gidip başı
nızda nöbet tutmayı teklif edersem bilin ki asla kaça
mazsınız. Ben kül yutmam. Doğru söylüyor muyum?" di
ye sordu Abdullah'a.
"Çok doğru, ey onbaşıların en kurnazı," dedi Abdul
lah.
210
"Öyleyse şu an evli olmayan herkes lütfen elini kal
dırsın," dedi Gece Çiçeği ve hiç çekinmeden kendi elini
kaldırdı.
Diğer prenseslerin üçte ikisi de çekinerek el kaldırdı.
Asker yavaşça başını çevirerek hepsine tek tek baktı. Yü
zündeki ifade Abdullah'a balık ve kremayla beslenmeye
hazırlanan Geceyarısı'nın suratındaki ifadeyi hatırlattı.
Adamın mavi gözleri prensesten prensese geçerken Ab
dullah'ın kalbi tekledi. Askerin Gece Çiçeği'ni . seçeceği
belliydi. Kız güzelliğiyle, ay ışığı altındaki bir zambak gi
bi öne çıkıyordu.
"Sen," dedi adam en sonunda, parmağıyla birisini işa
211
ter de artar. Eften püften cici bir prensesi ne yapayım?
212
"Kesinlikle öyle! " dedi Yukarı Norland'ın yaşlıca pren
sesi. "O gelene kadar cinlerin bizler için çaldıkları ye
mekleri düşündükçe midem bulanıyor." Kadın, Cemal'e
doğru döndü. "Dedemin bir zamanlar Raşputlu bir aşçı
sı vardı, " dedi. "Sen gelene kadar, onun kızarmış ahtapo
tu gibisini yememiştim. Üstelik seninki daha bile güzel!
Kaçmamıza yardım edersen seni köpeğinle beraber işe
alırım, sevgili aşçı. Ama," diye ekledi Cemal'in yüzünde
bir sırıtış belirirken, "lütfen babamın çok küçük bir bey
liğe hükmettiğini unutma. Kalacak iyi bir yer sağlayabi
lirim, ama fazla maaş veremem. "
Cemal sırıtmaya devam etti. "Sevgili hanımefendi," de
di, "ben maaş değil sadece can güvenliği istiyorum. Bu
nu sağlarsan sana meleklere layık yemekler hazırlarım. "
"Hımın , " dedi yaşlıca prenses. "Melekler n e yer bile
mem, ama anlaştık. Peki siz ikiniz yardım etmeden önce
bir şey istiyor musunuz?"
Herkes Sophie'ye baktı.
213
lıksız konarsa. Siz soylu hanımefendiler için tükenene
kadar çalışıp çabalayacağım. Tek ricam küçük, son dere
ce basit bir iyilik, bir . . . "
214
ğım gevşek bir tuğlaydı. Umarım çok sıkışık değildir. "
Bulundukları yer eskiden neresi olursa olsun, artık bir
prenses gardırobuna benziyordu. Kollarını göğsünde ka
vuşturmuş, Abdullah'a bakan genç kızın arkasında bir bi
nici ceketi asılıydı. Abdullah'ın etrafında da pelerinler, pal
tolar ve İniço Düşesi'nin giydiğine benzer kırmızı bir jüpon
bulunuyordu. Tüm bu giysilere rağmen, Abdullah yüklü
ğün Zanzib'deki kendi çadırından daha sıkışık olmadığını
düşündü ve yeteri kadar yalnız olduklarına karar verdi.
"Ne bilmek istiyorsun?" diye sordu Gece Çiçeği buz
gibi bir sesle.
"Bu soğukluğunun sebebini tabii kil" dedi Abdullah
215
ta olduğunu farz edersek altmış sekiz kulağın- o sırada
tamamen kendisine ve Gece Çiçeği'ne yönelmiş olduğu
nu fark etti.
" Kendi aranızda konuşun!" diye bağırdı Abdullah.
Sessizlik huzursuz bir hal aldı ve yaşlıca prensesin ko
nuşmasıyla da bozuldu. "Burada, bulutların üzerinde bu
lunmanın en kötü tarafı, hakkında konuşacak bir hava
durumunun olmaması."
Abdullah bu açıklamayı bir dizi gönülsüz mırıldanma
nın takip etmesini bekledi, sonra da Gece Çiçeği'ne dön
dü . "Ee? Prenses Beatrice ne dedi?"
Gece Çiçeği başını mağrur bir edayla kaldırdı. "Erkek
portrelerinin ve süslü püslü konuşmaların iyi hoş oldu
ğunu, ama şimdiye dek beni öpmek için hiçbir girişim
de bulunmadığını söyledi. "
"Vay terbiyesiz kadın! " dedi Abdullah. "Seni ilk gör
düğümde senin hayal olduğunu sandım. Eriyip gideceği
ni düşündüm."
"Ama, " dedi Gece Çiçeği, "beni ikinci görüşünde ger
çek olduğumu biliyordun."
"Kesinlikle," dedi Abdullah, "ama o zaman da seni öp
meye kalkmam yanlış olurdu, çünkü hatırlarsan babandan
ve benden başka kanlı canlı bir adam görmemiştin. "
"Beatrice diyor ki, " dedi Gece Çiçeği, "boş konuş
maktan başka iş yapmayan bir adamdan pek de iyi bir
koca olmazmış. "
"Prenses Beatrice'i boş ver! " dedi Abdullah. "Sen ne
düşünü yorsun?"
"Ben," dedi Gece Çiçeği, "niçin beni öpülemeyecek
kadar itici bulduğunu merak ediyorum."
"Seni itici falan bulmadım!" diye avazı çıktığı kadar
216
bağırdı Abdullah. Sonra perdenin arkasındaki altmış se
kiz kulağı hatırlayarak, konuşmaya sert bir fısıltıyla de
vam etti. "İlla bilmek istiyorsan senle tanışana kadar hiç
genç bir hanımı öpmemiştim ve sen başarısız olmayı gö
ze alamayacağım kadar güzeldin!"
Gece Çiçeği'nin ağzında , derin bir gamzenin müjdele
diği küçük bir tebessüm belirdi. "Peki ondan sonra kaç
genç hanım öptün?"
"Hiç!" diye inledi Abdullah. "Hala tam bir amatörüm!"
"Ben de, " diye itiraf etti Gece Çiçeği. "Ama en azın
dan artık seni kadın sanmayacak kadar bilgi sahibiyim.
Yaptığım çok aptalcaydı!"
Kız hafif bir kahkaha attı. Bir kahkaha da Abdul
lah'tan geldi. Bunun hemen ardından neşe içinde karşı
lıklı gülüşüyorlardı. Sonunda Abdullah, "Bence alıştırma
yapmalıyız!" dedi.
Bunun üzerine yüklüğün içi sessizliğe gömüldü. Ses
sizlik o kadar uzadı ki, prenseslerin konuşacak konuları
kalmadı. Tek istisna, askere söyleyecek çok şeyi varmış
gibi görünen Prenses Beatrice'ti. " İkinizin işi bitti mi?"
diye seslendi Sophie sonunda.
"Kesinlikle, " dedi Gece Çiçeği.
"Tamamen!" diye ekledi Abdullah.
"Öyleyse plan kuralım, " dedi Sophie.
O an içinde bulunduğu ruh hali sebebiyle plan kur
mak Abdullah için hiç sorun değildi. Perdenin arkasın
dan Gece Çiçeği'nin elini tutarak çıktı. Genç adam eğer
o anda şato yok oluverseydi bulutlarda, o da olmazsa
havada yürüyebilirmiş gibi hissediyordu. Bu yüzden, gö
züne çok değersiz görünen mermer zeminde yürüyerek
dizginleri eline aldı.
217
20
,.
218
İki dakika sonra prenseslerin bulunduğu odanın ka
pısındaki büyülenmiş perde hızla açıldı ve herkes Dal
zel'in dikkatini çekmek için bağıra çağıra dışarı fırladı.
Abdullah'ı da çaresiz bir tutsak gibi aralarında sürüklü
yorlardı.
?10
"Ah! Yine sen!" dedi. Sonra devasa kollarını göğsünde
kavuşturdu ve alaycı bir ifade takındı.
"Bu herif de nereden çıktı?" diye sordu Dalzel trom
peti andıran sesiyle.
Kimsenin cevap vermesine fırsat kalmadan Gece Çi
çeği diğer prenseslerin arasından fırlayarak ve kendini
zarifçe tahtın önündeki basamaklara atarak plandaki ro
lünü oynadı. "Bağışla, yüce cin!" diye ya,kardı. "Sadece
beni kurtarmaya geldi!"
Dalzel aşağılarcasına güldü . "Öyleyse aptalın tekiy
miş. Onu hemen dünyaya atacağım."
220
ru itelediler. Eğreti eğreti yürüyen Abdullah, cinlerin bu
nu jüpona bağlamalarını umuyordu. Asıl sebep jüponun
altındaki üçüncü şeydi -yani Cemal'in köpeği. Kaçması
na fırsat bırakmamak için Abdullah onu dizlerinin arasın
da tutuyordu . Planın bu aşamasında köpeğe yer yoktu
ve prenseslerden hiçbiri Dalzel'in köpeği bularak foyala
221
"Sessiz ol, kadın!" dedi Dalzel. "Aşçı nerede? Onu da
getirin. "
Cemal de ürkmüş vaziyette Farktan Prensesi ve Tayak
Varisi tarafından öne çıkarıldı. "Saygıdeğer cin, yemin
ederim ki benim suçum yok! " diye feryat etti Cemal. "Ba
na zarar verme! Onun sahici bir köpek olmadığını bilmi
..
222
veya nutuk atmam. Hep uysal ve kibar davranırım!"
Yine çenesini sıvazlayan Dalzel kararsız görünüyor
du . Abdullah'ın yüreğine su serpildi. Dalzel hakikaten de
güçsüz bir cindi -en azından karakter olarak. "Ona bir
fırsat tanıyacak olursam . . . " diye başladı.
"Tavsiyeme uy, kardeşim, " diye sözünü kesti Hasruel,
"ve tanıma. Bu herif çok üçkağıtçı . "
Gece Çiçeği bunun üzerine tekrar yaygara kopararak
dövünmeye başladı. Abdullah o gürültünün arasından,
"İzin ver de kardeşinin canını nereye sakladığını tahmin
edeyim, yüce Dalzel. Başaramazsam beni öldür. Yok,
doğnı tahmin edersem buradan sağ salim ayrılmama izin
223
çalıştığı, şişeye erişmekti. "İlk tahminim, yüce cin . . . " der
ken, sanki ilham alacakmış gibi, yerdeki yeşil mermerle
re gözünü dikti. Acaba cin sözünden döner miydi? Ab
dullah korku dolu ve berbat bir an boyunca cinin alışıl
dık biçimde kendisini yüzüstü bıraktığını ve kendi başı
na bir tahminde bulunması gerektiğini sandı. Sonra jüpo
nun altından mor renkli, ufak bir duman demeti çıktığı
nı görünce yüreğine su serpildi. Duman Abdullah'ın çıp
lak ayağının yanında hareketsiz durdu. "İlk tahminim
Hasnıel'in canını aya sakladığın, " dedi Abdullah.
Dalzel neşeyle güldü . "Yanlış! Oraya saklasam şimdi
"
224
Dalzel ona ikinci bir fırsat tanımayacaktı . İşte bu yüzden
cinin tahmini doğrulaması gerekiyordu. Neredeyse gö
rünmez haldeki duman demeti kıpırdamıyor ve Abdul
lah cinin de cevabı bulmuş olduğunu tahmin ediyordu.
"Şey . . . " dedi Abdullah. "Ee . . . "
225
kendini tahtın basamaklarına attı, oradan Cemal'e doğru
yuvarlandı, sonra ayağa kalktı ve kendini tekrar tahta at
tı. Dalzel ondan sakınmak için taht koltuğundan aceleyle
kalktı. "BANA KÖPEGİMİ VER!" diye haykırdı Valeria.
Tam o anda minyon Tsapfan Prensesi de Morgan'ı ha
fifçe çimdikledi. Morgan o zamana kadar kollarında uyu
yor, rüyasında yine kediye dönüştüğünü görüyordu. Be
bek çimdikle aniden uyanınca kendini tekrardan çaresiz
bir bebek olarak buldu. Hiddeti sınır tanımadı. Ağzını
açarak var gücüyle kükredi. Ayakları öfkeyle havayı tek
meledi. Elleri aşağı yukarı savruldu. Kükremeleri o kadar
içtendi ki, Valeria'yla yarışsa galip gelirdi .
. Salondaki gürültü anlatılır cinsten değildi. Duvarlar
dan gelen yankılar çığlıkları ikiye katlıyor ve tüm şidde
tiyle tahta yöneltiyordu .
"Yankıları cinlere gönderin," diye büyü yaptı Sophie.
"İkiye değil, üçe katlayın. "
Salon tımarhaneye döndü. Her iki cin de sivri kulakla
rını elleriyle kapadı. Dalzel dayanamayarak, "Kesin şunu!
Susturun şunları! Bu bebek de nereden çıktı?" diye öttü.
Hasruel karşılık olarak kükredi. "Kadınların bebekle
ri olur, seni budala cin! Ne bekliyordun ki?"
"KÖPEGİMİ GERİ İSTERİM!" diye böğürdü Valeria
tahtın kollarını yumruklarıyla döverek.
Dalzel'in trompet sesi zar zor duyuldu. "Ona bir kö
pek ver Hasruel, yoksa seni öldürürüm!"
Abdullah planının bu noktasında -tabii henüz öldü
rülmediyse- köpeğe çevrilmeyi bekliyordu. Zaten daha
en başından beri amacı buydu. Bu şekilde Cemal'in kö
peğinin de serbest kalacağını hesap etmişti. Bir değil tam
iki köpeğin jüponun altından fırlayarak kargaşayı iyice
226
artıracağına güvenmişti. Fakat çığlıklardan ve çığlıkların
üçlü yankısından, tıpkı kardeşi gibi, Hasruel'in de dikka
ti dağılmıştı. Yaratık kulaklarını kapayıp acıyla bağırarak
bir o yana bir bu yana dönüyordu -bu haliyle, aklını ka
çırmak üzere olan bir cini andırıyordu . Sonunda devasa
kanatlarını vücuduna katladı ve kendisi köpek oldu.
Dönüştüğü köpek kocamandı ve eşekle buldog arası
bir şeydi. Basık burnunda altın bir hızına bulunan kah
verengi ve gri lekeli bir yaratıktı. Bu dev köpek kosko
ca ön ayaklarını tahtın koluna dayadı ve muazzam bo
yutlardaki dilini sarkıtarak Valeria'nın suratına doğru
uzattı. Hasruel dostane görünme gayretindeydi, fakat
karşısında bu kadar büyük ve çirkin bir şey bulan Vale
ria doğal olarak her zamankinden çok bağırdı. Onun çı
kardığı sesten korkan Morgan da çığlıklarını artırdı.
Abdullah bir an için ne yapacağını bilemedi, sonra
sındaysa sesini kimseye duyuramayacağından emin bir
şekilde, "Asker! Hasruel'i tut! Biri de Dalzel'i tutsun!"
diye bağırdı.
Neyse ki asker tetikteydi --0 böyle işlerde ustaydı. ]a
ham Jahaniçesi'nin eski püskü kıyafetleri bir kenara savrul
du ve asker tahtın basamaklarını tırmanıverdi. Sophie de
diğer prensesleri yanına çağırarak onun peşinden koştu.
Sophie kollarını Dalzel'in ince dizlerine doladığı sırada, as
ker de kaslı kollarıyla köpeğin boynuna sarıldı. Prensesler
sürü halinde onların arkasından gittiler. Çoğu intikam pe
şindeki prenseslerin yapacağı gibi Dalzel'in üstüne atladı
-tek istisna Valeria'yı kavgadan ayıran ve sonrasında onu
susturmaya yönelik zorlu bir işe girişen Prenses Beatrice'ti.
Minyon Tsapfan Prensesi ise mermer zeminde sakin sakin
oturuyor ve Morgan'ı sallayarak uyutmaya çalışıyordu.
227
Abdullah da Hasruel'e doğru koşmaya çalıştı. Fakat
daha ilk adımda, Cemal'in köpeği fırsattan istifade ede
rek kaçtı. Hayvan jüponun altından fırladığı anda, devam
eden bir kavgaya tanık oldu. Köpek kavgalara bayılıyor
du. Ayrıca karşısında başka bir köpek daha vardı. Ce
mal'in köpeğinin diğer köpeklere karşı duyduğu nefret,
cinlerle insanlara karşı duyduğu nefreti bile gölgede bı
rakacak cinstendi. Rakip köpeğin cüssesinin önemi yok
tu. Hayvan hırlayarak ileri atıldı. Abdullah hala jüpondan
kurtulmaya çalışırken Cemal'in köpeği dosdoğru Hasru
el'in gırtlağına yöneldi.
Zaten askerle başı belada olan Hasruel için bu kada
rı çok fazlaydı. Tekrar cin oldu . Öfkeli bir el hareketi
yaptı ve köpek döne döne salonun . karşı tarafına uçup,
cıyaklayarak yere çarptı. Hasruel bunun ardından ayağa
kalkmaya çalıştı, fakat sırtındaki asker köselemsi kanat
larını açmasını engelliyordu. Cin şöyle bir debelendi.
"Başını aşağıda tut Hasruel, sana emrediyorum!'' - diye
bağıran Abdullah nihayet jüpondan kurtuldu. Üzerinde
peştamalından başka hiçbir şey olmadan basamakları bir
çırpıda çıkıp Hasruel'in sol kulağına tutundu. Onun bu ha
reketinden, Hasruel'in canının nerede olduğunu anlayan
Gece Çiçeği de zıpladı ve yaratığın sağ kulağına tutunarak
Abdullah'ı sevindirdi. Karşılıklı tutunarak birbirlerine bak
tılar. Bazen Hasruel askere baskın gelerek doğrulunca iki
linin ayakları yerden kesiliyor, bazen de asker cine baskın
gelince ikisi birlikte yere çarpıyordu. Askerin titremeye
başlayan kolları hemen aşağılarında, cinin boynuna
dolanmıştı ve Hasruel'in hırlamakta olan koca suratı da
tam aralarındaydı. Ara sıra Abdullah'ın gözüne tahttaki bir
prenses yığınının altında duran Dalzel çarpıyordu. Yaratık
228
altın sansı kanatlarını açmıştı. Güçsüz kanatlan uçmasını
sağlayamıyor gibiydi, fakat onları kullanarak prenseslere
vuruyor ve yardım etmesi için Hasruel'e sesleniyordu.
Hasruel kardeşinin trompet sesini andıran bağırışların
dan şevke geldi. Cin askeri alt etmeye başladı. Abdullah
omzunun hemen yanında, Hasruel'in kanca burnunun al
tında asılı duran altın hızmaya uzanabilmek için bir elini
kurtarmaya uğraştı ve sonunda sol elini kurtarabildi. Fa
kat terden sırılsıklam olan sağ eli Hasruel'in kulağından
kayıyordu. Delikanlı düşmemek için çaresizce tutundu.
Cemal'in köpeğini unutmuştu. Hayvan yaklaşık bir
dakika boyunca sersemlemiş halde yattı. Sonra her za
mankinden daha büyük bir öfkeyle ve cinlere karşı nef
ret dolu olarak ayağa kalktı. Hasruel'i görür görmez düş
man belledi. Tüylerini kabartarak ve hırlayarak salon bo
yunca koştu. Önce minyon prenses ile Morgan'ın, sonra
da Prenses Beatrice ile Valeria'nın yanından geçti, tahtın
etrafına üşüşen prenseslerin arasına daldı, efendisinin
korkudan büzülmüş suretini aştı ve cinin ulaşılması en
kolay yerine saldırdı. Abdullah elini son anda çekebildi.
Hart! diye kapandı köpeğin dişleri gulp diye yutkun
du boğazı. Hemen sonrasında köpeğin suratında şaşkın
bir ifade belirdi ve hayvan hıçkırmaya başladı. Acıyla
uluyan Hasruel iki elini birden burnuna kapayarak dim
dik doğruldu. Asker yere düştü. Abdullah ile Gece Çiçe
ği iki yana uçtu. Abdullah hiç vakit kaybetmeden köpe
ğe doğru atıldıysa da Cemal hayvanın yanına daha önce
vardı ve onu nazikçe kollarına aldı.
"Zavallı, zavallı köpeğim! Yakında iyileşeceksin!" diye
onu yatıştırarak basamaklardan aşağı dikkatle taşıdı.
Abdullah afallamış haldeki askeri kaldırıp Cemal'in
229
önüne götürdü ve "Herkes dursun! " diye bağırdı. "Dal
zel, sana durmanı emrediyorum! Kardeşinin canı bizde!"
Tahttaki kavga sona erdi. Dalzel kanatları açık ve
gözleri fırını andırır vaziyette kaldı. "Sana inanmıyorum,''
dedi. "Nerede?"
"Köpeğin içinde,'' dedi Abdullah.
"Ama sadece yarına kadar,'' dedi Cemal hıçkıran kö
peğini teselli edercesine. "Fazla ahtapot yemekten mide
sorunu yaşıyor. Neyse ki. . . "
Abdullah onu hafifçe tekmeleyerek susturdu ve, " Kö
pek, Hasruel'in burnundaki hızmayı yedi, '' dedi.
Dalzel'in yüzündeki yılgınlık Abdullah'a şişe cininin
haklı olduğunu gösterdi -doğru tahmin etmişti. "Ooh!" de
di prensesler. Tüm bakışlar iki büklüm durumdaki Hasru
el'e çevrildi. Dev cinin ateşli gözlerinde yaşlar vardı ve ha
la elleriyle bumunu tutuyordu. Berrak ve yeşil renkli cin
230
21
23 1
lah'a "babanın ilk karısının akrabaları paralı askerlerle an
laşma yaptılar. Sultan'ın gazabından korunmak için Zan
zib'den kaçtılar, fakat iki yeğenlerini geride bıraktılar. Sul
tan en yakın akrabaların onlar diye zavallıları hapsetti."
"Bu çok korkunç," dedi Abdullah, Hasruel'in konuyu
nereye bağladığını anlayarak. "Öyleyse o iki genç hanı
mı buraya getirerek iyiliğe dönüşünü kutlamak ister mi
sin, kudretli cin?"
Hasruel'in çirkin yüzünde bir tebessüm belirdi. Koca
man pençeli ellerini kaldırdı. Gök gürültüsü gibi bir ses
koptu ve bir kızın tiz çığlığı izledi. İki yeğen tahtın ya
nında beliriverdi. Her şey bir anda olup bitti. Abdullah
cinin daha önce hakikaten de gücünün tamamını kullan
maktan kaçındığını anladı. Köpek saldırısından dolayı
hala yaşlı olan gözlerine bakınca, bu gerçeğin farkına
vardığının cin tarafından anlaşıldığını gördü .
"Bu kadar prenses de fazla!" dedi Prenses Beatrice.
Valeria'nın yanında diz çökmüştü ve bitkin duruyordu.
"Seni temin ederim ki bunlar prenses değil," dedi Ab
dullah.
Zaten iki yeğenin prensese benzer bir hali de yoktu.
Birinin üzerinde mat pembe, ötekinin üzerindeyse sarı
renkli, eski püskü bir kıyafet vardı -her iki elbise de baş
larına gelenlerden ötürü kirlenmiş ve yırtık pırtık durum
dalardı. İkisinin de saçı darmadağındı. Önce tahtın üze
rinde tepinip ağlayan Dalzel'e, ardından çam yarması
Hasruel'e, sonra da üzerinde peştamaldan başka bir şey
olmayan Abdullah'a bakıp çığlığı bastılar ve yüzlerini
birbirlerinin omzunda gizlemeye· çalıştılar.
"Zavallı kızlar," dedi Yukarı Norland Prensesi. "Ama
hiç de soylu davranmıyorlar."
232
"Dalzel! " diye seslendi Abdullah hüngür hüngür ağla
yan ufak tefek cine. "Güzel Dalzel, prenses hırsızı, biraz
dur da beraberinde sürgüne götüreceğin hediyeyi gör . "
Dalzel'in ağlaması bir anda kesildi. "Hediye mi?"
Abdullah parmağıyla gösterdi. "Damat bulmak için
yanıp tutuşan şu genç ve etine dolgun gelinlere bak. "
Dalzel yanaklarındaki ışıltılı gözyaşlarını sildi v e Abdul
lah'ın bazı uyanık müşterilerinin halı seçerken yaptıkları
gibi yeğenleri enine boyuna inceledi. "Tıpatıp aynılar!"
dedi yaratık. "Üstelik şahane şişmanlıktalar! Bu işte bir bit
yeniği olmalı. Yoksa gösterip de vermeyecek misin?"
"Bit yeniği falan yok, göz alıcı cin," dedi delikanlı.
Abdullah'a göre diğer akrabaları kızları terk ettikleri için
onları canı istediği gibi başından savabilirdi. Fakat tedbi
ri elden bırakmayarak, "Kızları gönlünce kaçırabilirsin ,
yüce Dalzel, " diye ekledi. Genç adam yeğenlerin yanına
gidip her birinin etli butlu kolunu sıvazladı. "Hanımefen
diler,'' dedi Abdullah. "Zanzib'in en dolgun şekerleri,
tombulluğunuzun keyfini çıkarmamı ebediyen engelle
yecek bu talihsizlik için beni affedin. Şimdi başınızı kal
dırın ve sizin için bulduğum kocaya bir bakın. "
Koca lafını duyar duymaz her iki yeğen d e başını kal
dırdı. Dalzel'i uzun uzun süzdüler. "Amma da yakışıklıy
mış," dedi pembeli.
"Kanatları hoşuma gitti,'' dedi sarılı. "Farklı görünü
yor."
"Sivri dişleri de pek hoşmuş, " diye sesli düşündü
pembeli. "Pençeleri de öyle, tabii onlarla perdeleri yırt
madığı sürece . "
Her bir yorumun ardından Dalzel'in koltukları daha
da çok-kabarıyordu. "Bu ikisini hemen kaçıracağım," de-
233
di. " Zaten onları prenseslerden daha çok sevdim. Niye
daha en baştan şişman kadınlar istemedimki, Hasruel?"
Hasruel sivri dişlerini meydana çıkararak sevecen bir
tebessüm etti. "Artık önemi yok, kardeşim . " Tebessümü
silindi. "Hazırsan seni sürgüne göndermem gerekiyor. "
"Artık bunu pek dert etmiyorum," dedi Dalzel gözle
rini yeğenlerden ayırmadan.
Hasruel elini yavaşça, kederle kaldırdı ve üç uzun
gök gürültüsünün ardından Dalzel ile yeğenler gözden
kayboldular. Havaya hafif bir deniz kokusu yayıldı ve
martıların belli belirsiz çığlıkları duyuldu. Hem Morgan
hem de Valeria yine ağlıyordu . Başta Hasruel olmak üze
re herkes iç geçirdi. Abdullah biraz şaşırarak, Hasruel'in
kardeşini sahiden sevdiğini fark etti. Dalzel gibi birini
sevmenin nasıl mümkün olduğunu anlamak zor olsa da,
Abdullah cini suçlayamazdı. Eleştirmek ne haddime? di
ye aklından geçirdi, Gece Çiçeği yanına gelip kolunu
omzuna dolarken.
Hasruel daha da derin bir iç çekişin ardından cüsse
sine Dalzel'inkinden çok daha fazla yakışan tahta otur
du. Dev kanatları üzüntüyle iki yana sarktı. "Bir mesele
daha var, " dedi cin burnuna hafifçe dokunarak. Burnu
daha şimdiden iyileşmeye başlamış gibiydi.
"İyi bildin!" dedi Sophie . Kadın konuşma fırsatı yaka
lamak için o ana dek tahtın basamaklarında beklemişti .
"Uçan şatomuzu çaldığın zaman kocam Howl da kaybol
du. Nerede o? Onu geri istiyorum. "
Hasruel başını kederle kaldırdı, fakat cevap vermesi
ne fırsat kalmadan prenseslerden hayret nidaları yüksel
di. Alt basamaklardaki herkes kırmızı renkli jüponun et
rafından kaçıştı. Jüpon akordeon gibi şişip şişip iniyor-
234
du. "İmdat!" diye bağırdı şişe cini. "Beni serbest bırakın!
Söz vermiştiniz!"
Gece Çiçeği'nin eli ağzına gitti. "Ah! Aklımdan uçu
vermiş!" diyen genç kız Abdullah'ın yanından ayrılarak
basamaklardan indi. Mor dumanlar içindeki jüponu sa
vurup attı. "Dileğim," diye haykırdı, "şişenden çıkman ve
sonsuza dek özgür olman!"
Cin her zaman olduğu gibi teşekkür etmekle vakit
kaybetmedi. Şişe gürültüyle patladı. Duman bulutunun
içinden çok daha katı bir suret çıktı. Sophie manzara
karşısında bir çığlık attı. "Ah, Gece Çiçeği sen çok yaşa!
Teşekkürler, teşekkür/en" Kaybolmakta olan dumanların
içine o kadar hızlı daldı ki, orada duran adamı neredey
se yere deviriyordu. Adamın onun bu tavrından rahatsız
olmuş gibi bir hali yoktu . Sophie'yi kucaklayarak hava
da döndürmeye başladı. "Ah , nasıl bilemedim! Nasıl fark
edemedim?" dedi Sophie soluk soluğa, cadı kırıklarının
üzerinde dönerken.
"Çünkü büyü buna izin vermedi," dedi Hasruel hü:
zünle. "Şişedekinin Büyücü Howl olduğu bilinseydi, biri
onu kurtarırdı. Onun kim olduğunu öğrensen bile kim
selere söyleyemezdin. "
Saray Büyücüsü Howl diğer büyücü Suliman'dan daha
genç ve çok daha şıktı. Üzerinde açık mor renkli satenden
çok gösterişli bir kıyafet vardı. Sarı saçları kıyafetin rengiy
le pek uyumsuzdu. Abdullah büyücünün çıkık kemikli
yüzündeki açık renkli gözlerine bakakaldı. O gözleri da
ha önceki bir sabah görmüştü . Cinin kim olduğunu nasıl
tahmin edemediğini anlamıyordu . Genç adam kendini
güç bir çıkmazda buldu. Cini kullanmıştı. Onu çok iyi ta
nıdığını düşünüyordu . Bu aynı zamanda büyücüyü de ta-
235
nıdığı anlamına mı geliyordu? Yoksa tam tersi miydi?
İşte bu yüzden, asker de dahil herkes Büyücü Howl'un
etrafına toplanarak onu tebrik ederken, Abdullah bir ke
narda durdu. Minyon Tsapfan Prensesi'nin şamatacı kala
balığın arasından sessizce geçip Morgan'ı büyük bir ciddi
yetle Howl'a vermesini seyretti.
"Teşekkürler," dedi Howl. "Onu buraya getirirsem gö
zümü üzerinde tutabileceğimi düşündüm," diye açıkladı
Sophie'ye. "Seni korkuttuysam özür dilerim. " Howl be
bek tutmaya Sophie'den daha alışkın görünüyordu . Mor
gan'ın yüzüne bakarak onu hafif hafif salladı. Morgan da
oldukça sert bakışlarla babasını süzdü. "Amma da çir
kin!" dedi Howl. "Hık demiş burnumdan düşmüş . "
" Howl." diye çıkıştı Sophie, fakat öfkeli bir hali yoktu .
"Bir dakika ," dedi Howl. Tahtın basamaklarına yakla
şıp Hasruel'in karşısına dikildi. "Bana bak, cin," dedi,
"seninle işim bitmedi. Şatomu çalıp götürerek ve beni bir
şişeye tıkarak ne yapmaya çalışıyordun?"
Hasnıel'in gözleri öfkeli bir turuncu ışıkla parladı.
"Büyücü, gücünün benimkine denk olduğunu mu sanı
yorsun?"
"Hayır," dedi Howl. "Sadece bir açıklama bekliyo
rum . " Abdullah kendini adama hayranlık duyarken bul
du. Şişe cininin ne kadar ödlek olduğunu bildiğinden
Howl'un da içten içe tir tir titrediğinden emindi, ama
adam buna rağmen durumunu hiç belli etmiyordu . Howl
oğlunu saten kumaşla kaplı omzuna yasladı v� Hasruel'e
dik dik baktı.
"Pekala," dedi cin. "Kardeşim bana bir şato çalmamı
buyurdu. Bu konuda seçme şansım yoktu. Fakat Dalzel
seninle ilgili bir emir vermedi, tabii şatoyu geri almanı
.,
236
engellemem dışında. Masum bir adam olsan seni şu an
kardeşimin bulunduğu adaya götürüp bırakırdım. Fakat
komşu bir ülkenin fethedilmesi için sihrini kullandığını
biliyordum ve . . . "
"Haksızlık ediyorsun!" dedi Howl. "Öyle yapmamı
kral emretti!" Adam bir an için Dalzel'e çok benzedi,
sonra bunun farkına varmış olacak ki durup düşündü.
"Belki o sırada aklım başımda olsaydı Majesteleri'nin fik
rini değiştirebilirdim. Haklısın. Ama günün birinde be
nim seni bir şişeye tıkabileceğim bir duruma düşersek
237
sonra küçülüyor ve köpeğin postunda kayboluyordu . Bu
durum geriye sadece iki melek kalana kadar devam etti.
Abdullah bu ikisinin kendisine doğru geldiğini fark
edince geriledi, ama şekiller onu takip ettiler. İki küçük
ve soğuk ses sadece onun duyabileceği bir şekilde ko
nuştu . "Düşünüp taşındıktan sonra," dedi sesler, "bu şek
li kurbağaya yeğlediğimize karar verdik. Bizi ebediyetin
ışığına kavuşturduğun için sana teşekkür ediyoruz. " Şe
killer bunu dedikten sonra fırlayıp köpeğin postuna kon
dular. Onlar da küçülerek hayvanın boğum boğum deri
sinde kayboldu .
Cemal kollarındaki köpeğe şaşkın gözlerle baktı. "Ni
ye meleklerle dolu bir köpek tutuyorum?" diye sordu
Hasruel'e.
"Sana veya hayvana zarar vermeyecekler,'' dedi Has
ruel. "Sadece altın hızmanın çıkmasını bekliyorlar. Yarın
demiştin, öyle değil mi? Canımın güvenliği için kaygılan
mamı anlıyorsundur herhalde . Meleklerim onu buldukla
rında nerede olursam olayım bana getirecekler. " Yaratık
herkesin saçını uçuşturacak kadar derin bir iç geçirdi.
"Ama nerede olacağımı bilmiyorum,'' dedi. "Derinlerde
bir yerde, sürgüne gideceğim bir mekan bulmalıyım. Bü
yük kötülük ettim. İyi Cinler'in saflarına geri dönemem."
"Ah, hadi ama, yüce cin," dedi Gece Çiçeği. "Bana iyi
liğin affetmekte yattığı öğretildi. Herhalde İyi Cinler sa
na kucak açacaklardır, değil mi?"
Hasruel koca kafasını iki yana salladı. "Zeki Prenses,
anlamıyorsun. "
Abdullah cini çok iyi anlıyordu. Bunun sebebi baba
sının ilk karısının akrabalarına karşı pek de kibar sayıla
mayacak tutumu olabilirdi. "Şşşt, sevgilim,'' dedi delikan-
238
lı. "Hasruel yaptığı kötülüklerden keyif aldığını ve piş
manlık duymadığını kastediyor. "
"Doğru, " dedi Hasruel. "Şu son aylarda aldığım zevk,
önceki asırlarda aldığımdan çok daha fazlaydı. Bunu ba
na Dalzel öğretti. Aynı zevki İyi Cinler'in arasındayken
de duymaya başlamadan çekip giymeliyim. Keşke nere
ye gidebileceğimi bilseydim."
Howl'un aklına bir fikir gelir gibiydi. "Niçin başka bir
dünyaya gitmiyorsun?" diye öneride bulundu . "Ne de ol
sa daha başka yüzlerce dünya var. "
Hasruel'in kanatları açıldı ve heyecanla çırpmaya baş
layarak salondaki tüm prenseslerin saçlarını ve etekleri
ni uçuşturdu. "Öyle mi? Nerede? Başka bir dünyaya na
sıl gidebileceğimi bana göstersene. "
Howl kucağındaki Morgan'ı Sophie'nin tecrübesiz elle
rine teslim etti ve tahtın basamaklarını çıktı. Birkaç tuhaf
el işareti ve bir iki baş hareketiyle Hasruel'e istediğini gös
terdi. Hasruel gösterilenleri çok iyi anlayıp kafasını salla
dı. Sonra tahttan kalktı ve tek kelime etmeden yürüyüp
gitti. Salonu katettikten sonra, sisin içinden geçer gibi, du
varın içinden geçti. Dev salon bir anda bomboş gözüktü.
"Hele şükür!" dedi Howl.
"Onu kendi dünyana mı gönderdin?" diye sordu Sophie.
"Daha neler!" dedi Howl . "Dünyamdakilerin başların-
da yeterince dert var. Cini tam aksi istikamete yolladım.
Ama onun gitmesiyle beraber şatonun bir anda yok ol
mayacağı riskine girmem gerekti. " Adam kendi etrafında
yavaşça dönerek buluttan salonu gözden geçirdi. "Her
şey yerli yerinde," dedi. "Bu da Calcifer'in buralarda bir
yerde olduğu anlamına geliyor. " Adam gür bir sesle ba
ğırdı. " Calcifer/ Neredesin?"
239
Düşes'in jüponu bir kez daha canlanır gibi oldu. Bu
sefer biraz sağa sola savnılduktan sonra içinden sihirli
halı fırladı. Halı tıpkı Cemal'in köpeğinin yaptığı gibi
kendi kendine silkelendi. Sonra herkesi şaşkına çevire
rek yere serildi ve sökülmeye başladı. Halının böyle he
ba olması karşısında Abdullah bağırmamak için kendini
zor tuttu . Fırıl fırıl dönen iplik maviydi ve, sanki halı sı
radan yünden yapılmamış gibi, tuhaf bir ışıltıya sahipti.
Halının ü zerindeki ilmikler sıra sıra çözüldükçe iplik gi
derek uzadı, ta ki yükseklerdeki buluttan tavana varana
dek. Sonunda öteki uç da sabırsız bir hareketle halının
artık çıplak duran kanaviçesinden kurtuldu ve ipliğin ge
ri kalanı gibi tavana yükseldi. Upuzun iplik orada top
landı, toplandı, sonra da baş aşağı bir gözyaşına veya
aleve benzeyen yeni bir şekil almaya başladı. Bu şekil
ağır ağır alçalmaya başladı. Biraz daha yaklaştığında Ab
dullah şeklin üzerinde mor, yeşil ve turuncu alevlerden
oluşan bir surat bulunduğunu gördü. Genç adam yazgı
sına teslim olarak omuz silkti. Anlaşılan tüm o altınlarla
sihirli bir halı değil, bir ateş cini satın almıştı.
Ateş cini mor renkli , titrek bir ağızla konuştu . "Şükür
ler olsun! Neden hiç kimse adımı daha önce söylemedi?
Canım yanıyordu!"
"Ah, zavallı Calcifer!" dedi Sophie. "Bilmiyordum!"
"Seninle konuşmuyorum," diye çıkıştı alev biçiminde
ki garip varlık. "Bana pençelerini geçirdin. Seninle de
konuşmuyorum, '' dedi Howl'un yanından geçerken.
"Tüm bunlar senin yüzünden başıma geldi. Kral'ın ordu
suna yardım etmek isteyen ben değildim. Artık sadece
onunla konuşuyorum,'' diyerek Abdullah'ın omuz hiza
sında durdu. Delikanlı saçlarının hafifçe kavrulduğunu
240
hissetti, alevler epey sıcaktı. "Beni bir tek o övdü. "
"Ne zamandan beri övgüye ihtiyaç duyuyorsun?" di
yerek surat astı Howl.
"Hoş biri olduğumun söylenmesinin ne kadar hoş ol
duğunu anladığımdan beri," dedi Calcifer.
"Ama ben senin hoş olduğunu düşünmüyorum ki, "
dedi Howl. "Peki, öyle olsun!" Adam saten kıyafetini sa
vurarak Calcifer'e sırt çevirdi.
"Kurbağaya dönüşmek mi istiyorsun?" diye sordu Cal
cifer. "Kurbağaya dönüştürmeyi tek bilen sen değilsin!"
Howl açık mor renkli çizmelerinden birini öfkeyle ye
re vurdu ve, "Belki yeni dostun senden bu şatoyu ait ol
duğu yere götürmeni ister, " dedi.
Abdullah kendini biraz üzgün hissetti. Howl, Abdul
lah'la birbirlerini tanımadıklarını göstermeye çalışır gi
biydi, ama delikanlı Howl'un ne kastettiğini anladı. Ab
dullah ateş cininin önünde eğildi. "Ey büyülü varlıkların
incisi," dedi, "şenliklerin ateşi ve halıların gözbebeği, bu
biçimdeyken, değerli bir halıyken olduğundan yüz kat
daha ihtişamlı yaratık . . . "
"Uzatma!" diye homurdandı Howl.
" . . . acaba bu şatoyu yere indirme zahmetine katlanır
mısın?" diye cümlesini bitirdi Abdullah.
"Seve seve," dedi Calcifer.
Oradaki herkes şatonun düşmeye başladığını hissetti.
Düşüş ilk başta o kadar hızlıydı ki, Sophie hemen
Howl'un koluna sarıldı ve prensesler çığlık attı. Vale
ria'nın da bağırarak belirttiği gibi insanların midesi ağız
larına geldi . Çok uzun süre farklı bir biçimde kaldığı için
Calcifer'in biraz paslanmış olması mümkündü. Yine de
düşüş bir müddet sonra yavaşlayarak neredeyse fark
24 1
edilmez hale geldi. İyi de oldu , çünkü şato alçaldıkça
küçülüyordu. Herkes savruldu ve ayakta kalmak için iti
şip kakıştı. Birbirine yaklaşan duvarlar buluttan bir mer
nın sıkılacak."
"Canım falan sıkılmayacak!" diye çıkıştı Prenses Beat
rice. "Ben bir söz verdim mi tutarım. Prens Justin ne ha
li varsa görsün . "
..
242
"İyi de ben Prens Justin'im," dedi asker.
" Net' dedi Prenses Beatrice hayretle .
Asker yavaşça ve utangaç bir edayla peçesini çıkarıp
başını kaldırdı. Ya tamamen masum, ya bütünüyle dü
zenbaz ya da ikisi birden olabilecek aynı mavi gözlere sa
hip yüzü önceki haline çok benzese de daha düzgün ve
asildi. Bu surata daha farklı bir asker ifadesi hakimdi. "O
kahrolası cin bana da büyü yaptı," dedi adam. "Artık ha
tırlıyorum. Arama ekiplerinin rapor vermesi için bir koru
lukta bekliyordum. " Mahcup bir sesle konuşmayı sürdür
dü. "Prenses Beatrice'i -şey, yani seni- arıyorduk. Tabii
bir sonuca varamamıştır. Ansızın çadırım uçtu ve karşım
da cini buldum. 'Prenses'i götürüyorum,' dedi yaratık. 'Ve
madem ki sen onun ordusunu büyü yaparak hileyle yen
din, mağlup askerlerden biri ol da nasılmış gör bakalım '
Sonra bir de baktım ki, kendimi Strangialı bir asker sana
rak savaş meydanında boş boş geziyorum. "
"Peki sonra ne oldu?" diye sordu Prenses Beatrice .
"Şey, " dedi Prens, "durum ilk başta çok zordu. Fakat
vaziyete uyum sağladım ve bulabildiğim bütün faydalı
şeyleri toplayıp bir plan yaptım. Artık tüm o mağlup as
kerler için bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındayım.
Ama, " -adamın yüzünde tıpatıp eski askerinki gibi bir sı
rıtış belirdi- "doğrusunu söylemek gerekirse Ingary'de
başıboş gezerken halimden çok hoşnuttum. Muziplik ya
parak çok eğlendim. Ben de aynı o cin gibiyim. Beni asıl
üzen şey hükümdarlığa geri dönmek."
"Eh, ben o konuda sana yardım ederim, " dedi Pren
ses Beatrice. "Ne de olsa bu işlere yabancı sayılmam."
"Sahi mi?" diyen Prens kafasını kaldırdı ve kadına tıp
kı askerin şapkadaki yavru kediye baktığı gibi baktı.
243
Neşe içindeki Gece Çiçeği de Abdullah'ı hafifçe dürt
tü. "İşte Oçinstan Prensi!" diye fısıldadı genç kız. "Ondan
korkmaya hiç gerek yok!"
Kısa zaman sonra şato tüy gibi yere kondu. Tavanın
alçak kirişleri arasında uçan Calcifer şatoyu Kings
bury'nin dışındaki tarlalara indirdiğini duyurdu. "Ayrıca
Suliman'ın aynalarından birine haber saldım, " dedi kibir
li bir ses tonuyla.
Bu sözler Howl'un canına tak etti. "Ben de, " dedi
adam öfkeyle. "Kendini bir şey sanıyorsun, değil mi?"
"Öyleyse iki haber birden aldı," dedi Sophie. "Ne ol
muş yani?"
"Ne kadar aptalca! " dedi Howl ve gülmeye başladı.
Calcifer de kahkahalara boğuldu, araları düzelmişe ben
ziyordu. Abdullah biraz düşününce Howl'un nasıl hisset
tiğini anlıyordu. Adam şişe ciniyken sürekli ö�e içindey
di. Bu özelliğini halen taşıyordu ve öfkesini çıkarabilece
ği Calcifer'den başkası yoktu. Herhalde Calcifer de aynı
hislere sahipti. İkisi de sıradan insanların yanında öfke
lenme riskine giremeyecekleri kadar kuvvetli bir sihir
gücüne sahiptiler.
İki haberin de hedefine ulaştığı kısa sürede anlaşıldı.
Pencerenin yanındaki biri, "Bakın!" diye bağırdı. Herkes
pencereye üşüşerek dışarı baktı. Kingsbury'nin kapıları
açılıyordu. Şehirden peşinde bir bölük asker olan kralın
at arabası çıktı. Aslında şehir kapısından koskoca bir ka
filenin çıktığı da söylenebilirdi. Askerlerin arkasından,
Hasruel'in prenseslerini kaçırdığı ülkelerin armalarını ta
şıyan çok sayıda büyükelçi arabası geliyordu .
Howl Abdullah'a dönüp, "Sanki seni yakından tanıyor
gibiyim, " dedi. Birbirlerine mahcup gözlerle baktılar.
244
"Sen de beni tanıyor musun?" diye sordu .
Abdullah eğilerek selam verdi. "En az beni tanıdığın
kadar. "
"Ben d e bundan korkuyordum," dedi Howl dertli bir
şekilde. "Eh, en azından ihtiyaç anında ağzının iyi laf
yaptığını biliyorum. Tüm o arabalar buraya geldiğinde
bu marifetin işimize yarayabilir . "
Yaradı da . Arabaların şatoya varmasıyla beraber orta
lık epey karıştı. Abdullah'ın sesi kısa süre sonra konuş
maktan kısılmıştı. Fakat işin en ilginç yanı Sophie, Howl
ve Prens Justin'e ek olarak her prensesin krala Abdul
lah'ın ne kadar cesur ve zeki olduğunu söylemek için
birbiriyle yarışmasıydı. Delikanlı onları düzeltmek için
çok uğraştı. Cesur falan değildi -sadece Gece Çiçeği ta
rafından sevildiği için havada yürüyordu, o kadar.
Prens Justin onu bir kenara, sarayın girişlerinden biri
ne çekti. "İltifatları kabul et, " dedi. "Zaten hiç kimse doğ
ru sebeplerden dolayı övgü almaz. Bana bir bak. Eski as
kerlerine para vereceğimi açıkladığım için buradaki
Strangialılar bana bayılıyorlar ve Prenses Beatrice ile ev
lenmeyi yokuşa sürmekten vazgeçtiğim için de kardeşim
zevkten dört köşe. Herkes benim örnek alınması gere
ken bir prens olduğumu sanıyor. "
"Önceden onunla evlenmeye karşı mıydın?" diye sor
du Abdullah.
"Hem de nasıl," dedi Prens. "Tabii henüz onunla ta
nışmamıştım. Kral'la o konuda epey tartıştık ve onu sa
rayın çatısından aşağı atmakla tehdit ettim. Ortadan kay
bolmamın sebebinin ona gücenmem olduğunu sanmış.
Endişelenmeye başlamamış bile . "
Kral kardeşinin tutumundan v e Abdullah'ın hem Va-
245
leria'yı hem de diğer Saray Büyücüsü'nü geri getirmesin
den o kadar hoşnuttu ki, hemen ertesi gün için dillere
destan bir çifte düğün hazırlanmasını emretti. Bu da kar
gaşaya epey bir aciliyet kattı. Howl alelacele bir şekilde
-çoğunlukla parşömenden oluşan- bir Kral Habercisi
imgesi yaratıp, kızının düğününe davet edilmek üzere
Zanzib Sultanı'na gönderdi. Yarım saat sonra oldukça
hırpalanmış bir halde geri dönen imge, Sultan'ın, bir da
ha yüzünü Zanzib'de göstermesi halinde Abdullah'ı
oturtmak üzere on metrelik bir kazık hazırlatmış olduğu
haberini getirdi. Durum böyle olunca Sophie ile Howl
kralla konuştular. Kral hemen Ingary Diyarı Özel Elçilik
leri diye iki yeni makam oluşturdu ve aynı akşam Abdul
lah ile Gece Çiçeği'ni bu makamlara atadı.
Prens ve Elçi'nin düğünü tarihe geçti, zira Prenses Be
atrice ile Gece Çiçeği'nin tam on dörder nedimesi vardı
ve gelinleri damatlara bizzat Kral teslim etti. Cemal de
AbduJlah'ın sağdıcıydı. Adam nikah yüzüğünü Abdul
lah'a teslim ederken, meleklerin o sabah Hasruel'in ca
nıyla beraber gittiklerini fısıldadı.
"İyi de oldu!" dedi Cemal. "Zavallı köpeğim kaşın
maktan kurtuldu. "
Düğüne katılmayan iki önemli kişi, Büyücü Suliman
ile eşiydi. Bunun Kral'ın öfkesiyle sadece dolaylı olarak
alakası vardı. Kral, Büyücü Suliman'ı yakalatmak istedi
ğinde Lettie onunla öyle sert konuşmuştu ki, erken doğu
ma girmişti. Büyücü Suliman da karısının yanından ayrıl
maktan çekiniyordu . Fakat tam da düğün günü Lettie hiç
bir sorun yaşamadan bir kız bebek dünyaya getirdi.
"Ah, ne güzel! " dedi Sophie. "Teyzelik bana yakışa
cak."
246 "
İki yeni elçinin ilk görevi kaçırılmış prensesleri evle
rine yollamaktı. Minyon Tsapfan Prensesi gibi bazı pren
sesler o kadar uzakta yaşıyorlardı ki, ülkelerinin adı sa
nı duyulmamıştı. Elçilere, ticaret ittifakları kurmaları ve
ayrıca yolları üzerindeki diğer tüm yabancı yerleri sonra
dan keşfedilmek üzere not etmeleri talimatı verildi. Howl
da Kral'la konuştu. Artık her nedense, tüm Ingary kafayı
dünyanın haritasını çıkarmaya takmıştı. Keşif ekipleri ha
zırlanıp eğitiliyordu .
Gerek yaptıkları tüm bu yolculuklar, gerekse de pren
seslerin pohpohlanması ve yabancı krallarla yapılan gö
rüşmeler sebebiyle Abdullah yeni eşine itirafta bulunma
ya bir türlü vakit ayıramıyordu. Delikanlı her gün kendi
kendine, ertesi gün çok daha uygun bir an yakalayaca
ğını söylüyordu. Fakat en sonunda, çok uzaklardaki
Tsapfan'a varmak üzerelerken, Abdullah yapması gere
keni daha fazla erteleyemeyeceğini anladı.
Genç adam derin bir nefes aldı. Yüzündeki kanın çe
kildiğini hissedebiliyordu. "Ben gerçek bir prens deği
lim,'' diye geveledi. İşte, söyleyeceğini söylemişti.
Gece Çiçeği çizmekte olduğu haritadan başını kaldırdı.
Çadırlarındaki etrafı örtülü fener kızın yüzünü her zaman
kinden daha güzel gösteriyordu. " Ah biliyorum," dedi.
,
248
9
1 11 1 1 1 1
7 8 6 0 5 3 7 5 0 9 9 4