You are on page 1of 469

Justin Marozzi

Timurlenk
İslam'ın Kılıcı, Cihan Fatihi �
Çevu�n Hulya Kocaoıu� (/=\\
B VO(;RAF
TİMURLENK
İslam'ın Kılıcı, Cihan Fatihi

Justin Marozzi 1970 Canterbury doğumlu olan Justin Marozzi


Cambridge'de tarih eğitimi aldı. İlkgençliğinden itibaren Lib­
ya'daı-l Mısır'a, Pakistan ve Afganistan'dan Fas'a Müslüman dün­
yada seyahatler gerçekleştirdi, Daily Telcgraplı, Eveııing Standard,
Financial Times ve BBC World Service için gazetecilik yaptı, bu es­
nada Asya'yı gezme fırsatını buldu, Burma'danManila'ya kadar.
1 998 yılında çocukluk düşünü gerçekleştirdi ve Sahra'da deve ker­
vanlarıyla yolculuk yaptı, batılı gözlerin aşina olmadıkları diyarıa­
rı keşfetti. Bu gezisi ilk kitabı Soutlı From Barbary adlı yapıtma il­
ham olmuştur. Timurlenk üzerine detaylı bir araştırma sonucu
yazdığı bu eser, ikinci yapıtıdır. Tlıe SpectatoJ· için gazetecilik yap­
mayı sürdürmekte ve Londra'da yaşamaktadır.

Hülya Kocaoluk 1955 yılında Adana'da doğdu. Üsküdar Ameri­


kan Kız Lisesi ve Ankara Koleji'nde liseyi okudu. Boğaziçi Üni­
versitesi Psikoloji bölümü mezunu, London School of Econo­
mics'de Sosyal Psikoloji masteri yaptı. Ömrü kitaplar içinde ve ki­
taplarla geçti, sözlük yazarı, yayınevi yöneticisi, editör olarak ça­
lıştı. Çeviriye yeni başladı, ilk kitabı İstiklal Yayınevi'nden çıkan
Alex Klaits ve Gulchin Gulınamadova-Klaits ikilisinin yazmış ol­
duğu Afganistan: Aşkta ve Savaşta Bizi11ı Hikayemiz adli yapıttı.
JUSTIN MAROZZI

Timurlenk
Islam' ın Kılıcı, Cihan Fatihi

ÇEVİREN:

HÜLYA KOCAOLUK

BİYOGRAFİ

OlD O
iSTANBUL
Yapı Kredi Yayınları- 2419
Edebiyat- 748

Timurleng- İslam'ın Kılıcı Cihan Fatihi 1 Justin Marozzi


Özgün Adı: Sword of Islam, Conqueror of the World
Çeviren: Hülya Kocaoluk
Redaksiyon: Nuri Akbayar

Kitap Edit.örü: Mert Tanaydın


Düzelti: Incilay Yılmazyurt

Kapak Tasarımı: Nalıide Dikel

Baskı: Üç-Er Ofset


Yüzyıl Malı. Massit 5. Cad. No: 15 Bağcılar 1 İstanbul

Çeviriye Temel Alınan Baskı: Harper Collins, Londra, 2004


1. Baskı: Istanbul, Aralık 2006
ISBN 975-08-1164-X

©Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 2005


©Justin Marozzi 2004
Bu kitabın telif hakları Akcalı telif hakları ajansı aracılığıyla alınmışhr.

Bütün yayın hakları saklıdır.


Kay:-ıak gösterilerek tanıhrn için yapılacak kısa alıntılar dışında
yayıncının yazılı Izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.


, . :- Yap1·Kredi Kültür Merkezi
İst!Rlal Caddesi No. 285 Beyoğlu 34433 İstanbul
Telefon: (O 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (O 212) 293 07 23
http:/ /www .yapikrediyayinlari.com
. e-posta: ykkultur@ykykultur.com.tr
Internet satış adresi: http:/ /yky.estore.com.tr
http:/ /www.yapikredi.com.tr
İÇİNDEKİLER

Resim Listesi • 9
Harita Listesi • 12
Timur'un Soyağacı • 13
Teşekkürler • 17
Kelimelerin Yazılışları ve
Teknik Terimler Hakkında Açıklama • 23

Bozkırda İlk Zamanlar: 1336 - 1370 • 25


Marlowe'un Oyunu, "Tanrı'nın Kırbacı": 1370 - 1379 • 70
·"Dünyanın En Büyük ve En Kudretli Hükümdarı" • 105
Batıdaki Fetihler: 1379 - 1387 • 127
Altın Orda Devleti ve Haşarı Oğul: 1387 - 1395 • 182
Semerkand: "Doğunun İncisi'' 1396 - 1398 • 225
Hindistan: 1398 - 1399 • 263
"Ölüm Haccı": 1399 - 1401 • 296
Yıldırım Bayezid: 1 402 • 344
Göklerin İmparatorluğu: 1 403 - 1404 e 372
"O Mağrur Zorbanın Burnu Nasıl Yerde Sürtüldü ve
Cehennemin En Karanlık Kuyusuna Atıldı." 1 404-1 405 • 416
Bir Hükümdarlığın Çöküşü, Bir Yenisinin Doğuşu • 425
Ek A: Timur'un Hayatındaki Önemli Tarihler • 437
Ek B: On Dördüncü Yüzyıl Avrupa Tarihinde Olaylar • 442

Kaynakça • 444

Dizin • 453
Bu kitap, annerne ve
babamın anısına ithaf edilmiştir.
Resinz Listesi

Aksi belirtilnıedikçe tiinı fotoğral


f arın yayın lıakkı Justill Maroz­
zi'ye aittir.

Hoca Ilgar, Semerkand'ın güneyinde, Şehrisebz yakınların­


da Timur'un doğum yeri.
Şehrisebz'de, Timur Zafer Parkı'na yukarıdan bakıyor.
Şehrisebz Çarşısı. Ruy Gonzalez de Clavijo, "Buradaki ka­
vunların her biri bir at kafası kadar var; nefaset ve büyüklük
olarak dünyada bir eşleri daha yok," diye yazmıştı.
Afganistan'ın kuzeyinde, Timur'un 1370'te tahta çıktığı Belh
kenti.
İngiliz Ulusal Tiyatrosu, 1976'da Olivier Salonu'nun açılışı­
nı "Büyük Timurlenk"le yaptı. (Ulusal Tiyatro Arşivleri)
Shakespeare Kraliyet Kumpanyası'nın 1 993 prodüksiyo­
nunda Antony Sher, eli kanlı Timur rolünde. (Henrietta But­
ler/AreııaPAL)
Semerkand'da Recistan Meydanı. (Bruno Morandi/AGE/Po­
werstock)
Semerkand' da Timur'un tarunu anısına yapılan Uluğ Bey
Medresesi.
Semerkand'da, muhteşem Tilye Kari Medresesi'nin içi. (Ze­
fa!J. F. Raga)
­
Semerkand'da, Şah-ı Zinde kabristanında gök mavisi kub-
beler.
Semerkand' da güneşten kavrulmuş bir kubbe.

9
Semerkand'da mavi yivli bir kubbe detayı.
Semerkand'da bir minare detayı.
Semerkand'da yeni evli bir çift Timur'a saygılarını sunu­
yor.
Timur'un bahadırları bir kaleye saldırıyor. Zafername'den
alınma bir minyatür. (Bridgemaıı Sanat Kütüphanesi/ İngiliz Kü­
tüphanesi, Londra)
Timur'un ikinci şehri, "İslamın Gök Kubbesi" Buhara. (Ke­
ren Su/ Coı·bis)
Kalan Camii, Buhara.
Herat Kalesi. Bu, 1379'da kenti ele geçiren Timur'un, batı­
daki ilk fethiydi.
Timur'un mezaliminden en fazla nasibini alan kentler­
den İsfahan'da 1387 yağması. Abdullah Hatifi'nin, on altıncı
yüzyıl Timurname adlı yapıtından. (İran Ekaiiinden Farsça Ede­
bi Metin [ı6'mcı yüzyıl], Bridgenıaıı Sanat Kütüphanesi/İngiliz
Kütüphanesi)
Pencap'ın Pakistan'da kalan kısmında, Evliyalar Kenti
Multan'da, Şeyh Rüknüalem'in Türbesi . 1398'de, Timur burayı
yakıp yıktı.
Kabil'de, Babür'ün Türbesi.
1402 Ankara Savaşı'nda yenilerek esir düşen Osmanlı Sul­
tanı Birinci Bayezici'in Timur'un huzuruna getirilişi. Zaferna­
me nin on altıncı yuzyıl baskısından. (Bridgemaıı Sanat Kütüpha­
'

nesi/İngiliz Kütüphanesi)
Hindistan'da Moğol hanedanının kurucusu, Timur'un to­
rununun, torununun oğlu Babür. (Bişn Das'ııı yaptığı, kağıt
üzerine suluboya. Bridgeman Sanat Kütüphanesi/İngiliz Kütüpha­
nesi)
Timur'un tarunu Uluğ Bey.
Özbek usulü devlet propagandası.
Timur, Özbekler için örnek insan.
Semerkand'da, Timur'un gömülü olduğu, Gur-i Mir Mozo­
lesi.
Taşkent'te, Emir Timur meydanında, Timur heykeli.
Çağlar boyunca Timur. On yedinci yüzyıl Almanya'sından
(Bridgeman Sanat Kütüphanesi), on sekizinci yüzyıl Fransa'sın-

10
dan (el boyaması kabartma, Pierre Duflos/Bridgeman Sanat Kütüp­
hanesi), on dokuzuncu yüzyıl Hindistan'ından (litograf, 1826 ©
Bettman/CORBIS) portreler.
22 Haziran 1941'de Timur'un mezarını açan Sovyet arkeo­
log Mikhail Gerasimov, Timur'un kafatasını inceliyor. (Ody­
ssey Özbekistan Rehber' i ııden, yayın izniyle)
Timur'un kabri.

ll
Harita Listesi

Timur'un Seferleri 1370 - 1 405 • 14-15


Timur'un Ata Diyarı Maveraünnehir ve Çağatay İmp. • 35
İpek Yolu ve Asya'daki Diğer Ticaret Yolları • 41
Orta Asya On Dördüncü Yüzyılda ve Bugün • 49
İlhanlı İmparatorluğu • 1 52
Altın Orda Hanlığı • 185
Hindistan Seferi 1398 - 99 • 277
Orta Asya On Dördüncü Yüzyılda ve Bugün • 357
Timur İmparatorluğu • 434/435

12
Timur
(1336-1405)

· - -· 1
�- ---- ---�� -� --- - T
Cihangir
Y. 1356-1376 r
Ömer Şeyh

y 135 -1393
Şahruh
� �]' Miranşah (tahmini)
00 ı ı Ağa Bey
(kız çocuğu)

,......
v-o
h
Muhammed Pir Rüstem
ı
Pir
ı
İskender Seyid Uluğ Ibrahim Ebubekir Ömer Halil Sultan Sultan
Sultan Muhammed Muhammed Ahmed Bey Sultan Sultan Muhammed Husay

ı
Ebu Said

Ömer Şeyh

Babür, Hindistan'da 1858'e


kadar hüküm süren Moğol
hanedanının kurucusu
•Moskova

Timur'un Seferleri
1370-1405

o 300 600km
L----'---__J

l'ıqlql\1
. .

Niğbolu

h�
Hazar
Denizi

!
. r-
•lsfahan
___... Hare�m ve Moğolistan'a Seferler
� Horasan7 Sistan ve
Mazanderan' a Seferler 1381-4

ınduzca - Üç Yıllık Sefer (1386-8)


Tırnur Iran' da veKafkaslarda Savaşıyor

·· .. ... . ..�

·/· "-- ·
. ..

:;: : .-.: : :·.� · · ·· · ··


. . Altın Orda'lı Toktamış' aKarşı Sefer 1391·2

----* Batıda BeşYıllıkSefer(1392�6)

� · · .......
.. ·
.
Toktamış 1395'te Yenilir
........... HindistanSeferi (1398�9)


.... - •·· 1400'deKarabağ'da Başlayan Yedi YıllıkSefer

----- -> Tımur, Ming İınparatoruna Savaşmaya

·.
.
. giderken 1405'te ölür

AÇLlK
ÇöLü

KUM

Kaşgar•
KUN LUN DAGLARI

/'l
PAMIR
DACLAID Y arkent•

. ,
Belh•',• ':. � �
•Hotan
\\ (}>'�
.

'\)t'
••

�.....
. ���"
�" · Kab'!"
ı
.. .
· •·•· :� �· · ·
•·•••
.

.
Teşekkürler

Bu kitabın ortaya çıkmasında çok yönlü katkıları olan bir­


çok kişiye teşekkürü borç bilirim.
O tarihte kendisi farkında değildi; ama arkadaşım Vic
Hutchinson bana Jason Elliot'un, Umulmadık Bir Pırıltı: Afganis­
tan'da Gezintiler adlı kitabını vermekle, ilk adımı atmanu sağla­
dı. Timurlenk'le ilgili, merak ve heyecan verici bir satır yazı,
beni harekete ge"çirdi.
Bazı kişiler yardım etmeseydi, Orta Asya' da yaptığım se­
yahatler bu denli ilginç ve verimli olmazdı. Dünyanın hayli na­
hoş idarelerinden birinin temsilcileri olmalarına rağmen, Özbe­
kistan'ın Londra büyükelçisi Alişar Feyzullahev ve meslek ar­
kadaşı Mardon Yakubov beni, kendilerinden faydalı bilgiler
edindiğim kişilerle tanıştırdılar.
Özbekistan' da, Özbeklerle ilgili her konuda bana rehberlik
eden Eric Walberg'le tanışma şansına ve mutluluğuna eriştim.
Beni hep doğtp istikamete yönlendirdi; sayesinde ülke içinde
daha rahat seyahat ettim ve benim için bitmez tükenmez bir
bilgi kaynağı oldu. Bu kuru teşekkür, hiç yüksünmeden yaptığı
yardımlar ve gösterdiği sıcak dostluk karşısında, esasen azdır.
Çevİrınenim Ferhad'a da; benimle birlikte çöllerde, bozkırlarda
ve dağlarda sabırla Timur'un izini sürdüğü için teşekkür e<;Ie­
rim. Sabit adında bir başka çevirmen, zor bulunan ve anlaşıl­
ması güç bir belgeyi çevirerek yardımcı old u.
Taşkent' teki Doğıı Araştırmaları Merkezi'nde, Timuroğul­
ları tarih uzmanları Omonullo Boriyev ve Turgun Faiziev' e; Dr.

17
Asom Urinboyev'e; Emir Timur Müzesi müdürü Nazım Habi­
bullaev'e; Tellya Şeyh Camii kütüphaneCİsİ Murad Gulamov'a;
arşivci Gulsera Ostonova'ya ve Taşkent Devlet Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Fakültesi dekanı Misrob
Turdiev'e şükran borçluyum.
Semerkand' da, şair ve tarihçi Ekber Piruzi, kentte bulunan
Timuroğulları'na ait nefes kesici anıtlara yaptığım çoğu ziya­
rette bana rehberlik etti. Tarihçi Fazlidin Fahridinov'a ve Orta
Asya' da İslamiyetİn durumu hakkındaki düşüncelerini benim­
le paylaşan Hoca Abdi Derun Camii imaını Ahmed Rüste­
mov' a teşekkür ederim.
Naile Kasijanova, Buhara için vazgeçilmez bir rehberdi; adı
gene Naile olan, Buhara Camileri ve Tarihi Eserleri Koruma
Dairesi başkanı için de aynı şeyi söyleyebilirim. Buhara Devlet
Üniversitesi Tarih Fakültesi Dekanı Ömer Raşidov, meslek ar­
kadaşı Profesör Perhad Kasimov ve Belediye Başkan Yardımcı­
sı Bahadır Ergaşev, Timur'un ikinci kenti, İslamın Gök Kubbesi
hakkında beni aydınlattılar. Cengiz Han 1212'de, bu kenti yerle
bir ettiğinde, geride yalnızca minaresini ayakta bıraktığı Kalon
Camii imaını Abdülgafur Rezzak, Buhara' daki Sufi kültür mi­
rası konusunda heyecan verici bir kaynaktı.
Aral Gölü'nde yaşanan çevre felaketinin, kurumuş ve kav­
rulmuş kurbanı Muynak yaptığımız o unutulmaz gezi için Mu�
rad'a teşekkür ederim; sonradan talihi yaver gitti ve Ameri­
ka'ya göç etme akıllılığını gösterdi. Ülkenin öbür ucunda, Emir
Timur Fonu üyesi ve Tirmiz Üniversitesi'nde tarihçi olan Dr.
Kulmemet A vliyokulov, 1398 - 99 arasında yapılan Hindistan
seferiyle ilgili ayrıntıları verdi.
Pakistan'da, BBC'nin Peşaver muhabiri Rahimullah Yusuf­
zai, Afganistan ve Taliban konusunda tek başına bir ansiklope­
diye bedeldi. Peşaver Üniversitesi'nde tarihçi olan Nezir Gar­
dezi bilgi ve algı gücü bakımından ondan geri kalmazdı.
Lahor' da görüştüğüm Daily Telegraph'ın Orta Asya muha­
biri ve bölgeyle ilgili birkaç değerli kitabın yazarı Ahmed Reşid
ve Pencap Üniversitesi'nde tarih hocalığı yapan Muhammed
İkbal Çavla çok aydınlatıcı oldular. Timurlenk'in 1398'de yerle
bir ettiği Evliyalar Kenti Multan' da Mirza Bey, yorulmak bil-

18
meyen, güçlü ve yürekli bir dosttu. İslamabad' da bana ev sa­
hipliği yapan Zehra ve Nadir' e ve Pakistanlı tarihçilerin duaye­
ni Profesör Ahmed Dani'ye göstermiş oldukları örnek misafir­
perverlik için teşekkür ederim.
Koyu bir cehaletin hüküm sürdüğü Taliban yönetimi altın­
daki Afganistan' da, birkaç arkadaş ve tanıdık kendilerini tehlike­
ye atmak pahasına bana yardım etmek cesaretini gösterdiler. Ba­
zılarının adlarını vermek mümkün olmayacak. Hele de eski arka­
daşım Arif, görevinin gereğinden çok daha fazlasını yaptı. Haber
kameramanlığının tam hakkını veren Peter Jouvenal, Robin Barn­
well ve Abdüssettar gayet neşeli ve bilgili seyahat arkadaşlarıydı­
lar. Peşaver'deki çevirmenim Velid, Kabil'deki Taliban Dış İşleri
Bakanlığı tarafından görevden alınınca, hazin ve gülünç anlar ya­
şadık (Bu yaptığından utanmalısın, Faiz Ahmed Faiz). Suçu ne
miydi? Sakalı çok kısaymış. Onun yerine gönderilen ve saçı sakalı
yerinde olan İssa Han' a, Associated Press' ten Emir Şah' a ve çok
kahrımızı çekmiş olan şoförümüz Şükür' e teşekkür ederim. Tali­
ban'ın Kültür Bakanı Molla Kudretullah Cemal Allah'ın bir lüt­
fuydu. Mezar-ı Şerif Dış İşleri Dairesi Başkanı Molla Hafız Faizlil
Rubbi, başımız dara girdiğinde koruyucu kanatıarım üstümüze
gererek bizi rahatlattı. Kandehar' da Eıış İşleri görevlisi Molla Ve­
kil Ahmed Mütevekkil Timurlenk'le Usame Bin Ladin arasında
paralellikler kurarak önümde yeni ufuklar açan bir konuşmacıy­
dı; kendisi son olarak, yaptıkları araştırmalarda Amerikan kuv­
vetlerine yardımcı olurken görülmüş.
Herat'ta, Herat Üniversitesi rektörü Molla Said Muhammed
Ömer Şahid ve Mollalar Heyeti Başkanı Mevlana Hudad'la; Ka­
bil' de, Kabil Üniversitesi tarihçileri Profesör Abdilibaki ve Mirza
Gul Yaver'le yaptığım uzun görüşmelerden çok faydalandım.
2004 yazında Kabil' e tekrar geldiğimde, Yama ve Dil Muham­
med, kent içindeki gezintiletimde bana yardımcı oldular. O tarih­
te acil ve takdire şayan bir restorasyondan geçmekte olan Babür
Bağları' nda; Ağa Han Kültür Fonu, tarihi eserleri koruma mimarı
Ratiş N anda incelik göstererek bana, rehberlik etti.
Fatihin, dehşet ve tiksintiyle, "Allah'ın Belası Timur" ola­
rak anıldığı Gürcistan' da, Khatuna Chkheidze uzmanlık dalın­
daki dikkate şayan bilgisini benimle paylaştı. Timur'un yarım

19
düzine sefer yaparak, her defasında yakıp yıktığı başkent Tif­
lis'te, bana olağanüstü bir rehberlik hizmeti sağladı. Ayrıca, ·

Başkanın Milli Güvenlik Danışmanı Tedo Japaridze'ye, Tiflis


Devlet Üniversitesi Doğu Tarihi Bölümü Başkanı David Katsi­
tacize'ye teşekkür ederim.
Kraliyet Coğrafya Enstitüsü Keşif Danışma Merkezi Başka­
nı, eşi bulunmaz Shane Winser, geniş veri bankasıyla Orta As­
ya' da bana yardımcı olabilecek kişileri bildirerek imdadıma ye­
tişti; bunların içinde, beni Semerkand Üniversitesi'ndeki Dr.
Enver Şakirov'la tanıştırmak lütfunda bulunan John Pilking­
ton' da vardı.
HarperCollins'de, canla başla editörlüğümü yapan Mic­
hael Fishwick' e; olağanüstü bilgiler sağlayan Robert Lacey,
Kate Hyde, Caroline Hotblack, Rachel Nicholson ve haritacı
John Gilkes'e verdikleri olağanüstü emek için teşekkürlerimi
sunarım. Temsilcim Georgina Capel, yorulmak bilmeden ça­
lıştı. Her zaman olduğu gibi, olağanüstü desteği için kendisi­
ne müteşekkirim.
Tufts Üniversitesi tarih kürsüsü öğretim üyesi ve bir nu­
maralı Timuroğulları uzmanı Beatrice Forbes Manz' a, hem
okurnam gerekenler konusundaki önerileri hem metin üzerin­
deki son derece sağduyulu eleştirileri için teşekkürü borç bili­
rim. Tinıurleızk'in Yükselişi ve Saltanatı adlı çalışması, içinden zor
çıkılır bir konuda vazgeçilmez bir rehberdi; Hilda Hookman'ın
Fatih Timur adlı yapıtı için de aynı şeyi söyleyebilirim. Daha es­
ki olmakla birlikte, Harold Lamb'in Yeri Göğü Sarsan Timur'u,
Tatar fatihin hareket halindeyken saçtığı dehşeti duyumsatma­
sı açısından faydalı oldu. Chicago Üniversitesi Orta Doğu
Araştırmaları Merkezi Başkanı ve İran ve Orta Asya Tarihi ve
Yakın Doğu Dil ve Uygarlıkları profesörü John Woods, yönlen­
dirici bir okuma listesi hazırladı.
Hatchard'da Roger Katz beni, 1976'da İngiliz Ulusal Tiyat­
rosu'nda, Olivier Salonu'nun açılışını yaptığı, Peter Hall pro­
düksiyonu Büyük Timurleıık oyununa ve Kraliyet Shakespeare
Topluluğu'nun bir çığır açan 1993 prodüksiyonuna yönlendir­
di. Bu kurupanya Antony Sher'in kana susamış oyunculuğu
hakkında o zamanın basınında çıkan eleştirileri gösterdi.

20
British Library görevlilerine, özellikle de son yıllarda ikinci
evim haline gelen Az Bulunan Kitaplar ve Müzikler bölümün­
dekilere ve Orta Asya ve Kafkas Etütleri Merkezi Müdürü ve
İsveç'te yayınlanan Orta Asya ve Kafkasya Dergisi'nin editörü
Murad Esenov'a teşekkür ederim.
Bazı editörler manevi ve parasal güç sağladı. Sunday Teleg­
raph'taki Michael Prodger ve Miriam Gross'a, Spectator'daki
Mark Amory' e, Fiııaııcial Times daki Jan D alley' e, Evening S tan­
'

dard' dan David Sexton'a ve Literary Review daki Nancy Sla­


'

dek' e, bu proje konusunda beni yüreklendirdikleri için candan


teşekkür ederim. Financial Times'ta sırasıyla seyahat editörlüğü
yapan Jill James, Gill Plimmer ve Rahul Jacob'a ve The Times'ın
seyahat editörü Cath Urquhart' a da, hiç kimsenin tatilini geçir­
mek istemediği yerler listesinde yer alan İslam dünyasına tekrar
seyahat etmemi sağladıkları için teşekkür ederim.
Dost ve meslektaşlar, yaptığım araştırmalarda bana yardım­
cı olmak iyiliğini gösterdiler. Andrew Roberts, Anthony Po­
well'in Timurlenk' e yaptığı göndermeye dikkatimi çekti. Se�ner­
kand 'a Giden Pırıltılı Yol: Özbekistan adlı birinci sınıf seyahat reh­
berinin yazarlarından Caluro Macleod, Sovyet arkeologu Mikha­
il Gerasimov'u Timurlenk'in kafatasına hayranlıkla bakarken
gösteren resmi sağladı. Cambridge, Peterhouse' daki J olm Adam­
son'a; Christina Lamb'e; Matthew Leeming'e; Bijan Omrani'ye;
Financial Times'ın Orta Asya muhabiri David Stern' e; Mesud
Golsorkhi'ye; TANK dergisi editörü John Murpy'e ve Travellers
Club'daki, eşsiz insan Tom Sutherland'e teşekkür ederim. Ulus­
lararası FEN'in Hapisteki Yazarlar bölümü, Özbekistan' da insan
haklarının içler acısı durumu hakkında bana geniş bilgi sağladı.
Yazarlar da acıkırlar ve yemek yerler. Enişterole teyzem
Nick ve Susan W ard' a, olağanüstü cömertlikleri ve olur olmaz
zamanlarda bana mükellef ziyafetler çeken, hele de uzun kış
günlerinde kilerlerini boşaltınama aldırmayan Norfolk' taki
komşularıma şükranlarımı sunarım.
Dokuz yaşındaki Clementine' e, üvey babasının durmadan
başını alıp Orta Asya'nın şu veya bu 'belalı' ülkesine sıvışması­
na katlandığı ve daha bu yaşta bir Orta Asya uzmanı kesildiği
için teşekkür ederim. Ve son olarak eşim Julia'ya ne kadar ilti-

21
fat etsem az9ır; Tanrı'nın Kırbacı, ikimizin de umduğundan
daha uzun bir süre onu hırpaladı ve kimbilir metni kaç kez
okumak ve düzeltmek zorunda kaldı. Uzakta oluşum karşısın­
da gösterdiği anlayıştan, sabrından, cesaretinden, neşesinden
ve sevgisinden ötürü ona müteşekkirim.
Annem ve babam, benim için daima bir ilham kaynağı ol­
muş, hayranlıklarını ve sevgilerini benden hiç esirgememişler­
dir. Babamın bu eser basılana kadar yaşayacağını ummuştum.
Öyle olmadı; fakat Timurlenk; İslamın Kılıcı, Cihan Fatihi, anne­
me ve babamın anısına ithaf edilmiştir.

22
Kelimelerin Yazılışları ve
Teknik Terimler Hakkında Açıklama

Birkaç yıl önce Frances Wood, İpek Yolu'nda, "Bu yapıt, yer
isimleri açısından bugüne kadar yazdığım en çetrefil kitap oldu,"
demiştir. Bu duyguyu ben de tattım. Orta Asya bir mayın tarlası­
dır. Ve bu, yalnızca yer isimleri konusunda böyle değildir.
Dünyanın en meşhur Moğol fatihini ele alalım. Cengiz Han
mı dersiniz, Cingiz Han mı, yoksa Çingiz Han mı? Oğluna mi­
ras bıraktığı topraklar Cuci hükümdarlığı olarak adlandırılır.
Coci diyenler de vardır; Çoçi diyenler de.
Akademisyenler ve yazarlar, daha az b ilinen yazılışları
kullanmak konusunda adeta hemfikirdirler, ama ben ortalama
bir okura aşina gelecek yazılışları yeğledim. Orta Asya isimleri
zaten yeterince çetrefil; bir de ben, işi büsbütün karıştırmak is­
temedim.
Tamerlane, esasen Timur' du. Batıda bilinen uzun ismi,
Timurlenk'in (Aksak Timur) bozulmuş halidir. Kendisi bir
Çağatay (bu kelimenin de farklı fonetik sembollerle yazıldığı
olmuştur) veya Türkleşmiş bir Moğol veya Türktü; fakat Av­
rupa' da onu Tatar olarak tanımlayan köklü b ir gelenek oldu­
ğunu fark ettim.
Barış ve huzur Timur'dan ne kadar uzak idiyse, bu konu­
larda bütünlük ve devamlılık da bizden o kadar uzaktır. T. E.
Lawrence, editöründen gelen, daha <:ıçık olma talebi doğrultu­
sunda, Erdemin Yedi Direği adlı yapıtında şunu vurgulamıştı:

23
"Başka dillerdeki sesleri, kendi alfabemizin harfleriyle karşıla­
mak konusunda geliştirilmiş bazı 'bilimsel sistemler' vardır;
ancak bunların, Arapçayı zaten bilen kişilerden başka kimseye
faydası olmadığı gibi, bilmeyenler için sonuç tam bir fiyasko­
dur. Ben bu sistemlerin beş para etmediğini göstermek için ke­
.limeleri bildiğim gibi yazıyorum." Onun kadar pişkin olma-
makla birlikte, ben de onun örneğini izledim.

24
1

Bozkırda İlk Zamanlar


1336- 1370

"'Yıldızlara Hükmeden Hiikiimdar' Timurlenk, tarihte bilinen


en biiyiik Asyalı fatilıti. Küçük bir oymak beyinin oğlu olarak
dünyaya gelmişti; cesaretine lıiç diyecek yoktu; bımuıı yaıız sıra
fevkalade arif, eli açık, tecriibeli ve kararlıydı; şa/ısıııda topladığz
bu nzeziyetler, on ız iistii11 bir önder ve herkesin taptığı bir savaş
tanrısı / �aline getirmişti ... Timurlenk şan peşinde koşuyordu ve
eski ya da yeni tiim fati/ılerde olduğu gibi, onım yönetimi sıra­
smda da çok kan dökiilnıiiştii. Bu katliam/arı, kimi zammı misiZ­
leme olarak, kimi zammı siyaset gereği yaptırmıştı, fakat sırf
valzşetteıı kaynaklananlar da yok değildi."

P. M. SYKES, İran Tarihi

28 Temmuz 1402 sabahı saat on sularında, yaşlı hüküfr1.dar


ovanın üstündeki yüksek bir tepeden ordusunu gözlüyordu.
Gözlediği, Ankara'nın kuzeydoğusundaki Çubuk ovasında kara
ve korkunç bir leke gibi genişleyen, uçsuz bucaksız bir insan yığı­
mydı. Bir görünüp bir kaybolan güneşin altında, atlı okçuların
düzenli safları titreşen ışıkta kaybolana dek göz alabildiğine uzu­
yor; her asker savaşa katılmak için verilecek işareti bekliyordu.
Ovada, Ermenistan'dan Afganistan'a, Semerkand'dan Sibirya'ya
kadar hükümdarlığın dört bir yarundan toplanmış iki yüz bin as­
ker vardı. Bunların özgüvenleri yüksek; disiplinleri, çok sayıda
çarpışmanın ateşinde pişmekten demir gibi sertti. Yenilgi nedir,
hiç bilmemişlerdi.

25
Son otuz yılda, bu adamlar ve onların oğulları ve babaları
Asya'yı kasıp kavurmuşlardı. Bu gazap fırtınası, estiği çöllerde,
bozkırlarda ve dağlarda taş üstünde taş bırakmamıştı. Doğu­
nun en görkemli kentleri önleri sıra birer birer düşmüştü. An­
takya ve Halep'ten, Belh ve Bağdat'tan, Şam ve Delhi'den, He­
rat, Kabil, Şiraz ve İsfahan' dan geriye yalnızca dumanı tüten
harabeler kalmıştı. Amansız Tatar güruhları karşısında hepsi
yıkılıp gitmişti. Bu adamlar can almış, ırza geçmiş, yağmala­
mış, bütün bir kıtayı yakarak, yıkarak ve her zaferi korkunç ga­
nimetlerle pekiştirerek baştan başa katetmişlerdi. Her savaş
alanında, uçurdukları kafalardan göğe yükselen kuleler, kanlı
piramitler dikmişlerdi; bunlar kendilerine karşı koymaya cüret
edeceklere verilen ölümcül gözdağlarıydı.
Şimdi, at sırtındaki adamın gökyüzüyle çerçevelenmiş si­
luetine gözleri dikili olan bu askerler, bir başka zaferin beklen­
tisi içinde çelik gibi serttiler. Doğrusu hükümdarları tüm o
tumturaklı unvanları hak etmişti. Yıldızların Bahtına Hükme­
den Hükümdar (yıldızların doğumundaki hayırlı kümelenme­
lerine atfen); Cihangir; Asrın imparatoru; Yedi Düvelin Yenil­
mez Padişahı. Fakat bir ismi vardı ki onu hepsinden daha iyi
tanımlıyordu: Tanrı'nın Kırbacı Timur.
Yaz ortasının yakıcı göğü altında bulunduğu elverişli nok­
tada, hükümdar en ufak bir tedirginlik duymuyordu. Hayatı­
nın en önemli savaşına dakikalar kala, içinde her zaman yaver
gitmiş talil1ine karşı duyduğu sarsılmaz güvenden başka hiçbir
duygu yoktu. Atından indi ve kainahn yaratıcısı için namaza
durdu; kibirsiz başını cayır cayır yanan toprağın üstünde see­
cleye koyup, tüm zaferlerini Allah'a adadı ve O'ndan, inayetini,
hep yaptığı gibi, bir kez daha bu kulundan esirgememesini ni­
yaz etti. Sonra eyer üstünde geçmiş altmış altı yılın verdiği sağ­
lamlıkla ayakları üstünde doğruldu ve gözlerini, sevgili oğulla­
rı ve torunlarıyla birlikte hanedanının kaderini tayin edecek
olan savaş alanına çevirdi.
Sol kanada oğlu Şehzade Şahruh ve tarunu Halil Sultan
komuta ediyordu. Bu kolun öncü kuvvetleri bir başka torunu­
nun, Sultan Hüseyin'in kumandası altındaydı. Timur'un üçün­
cü oğlu Şehzade Miranşah sağ kanadı yönetiyordu; onun oğlu

26
Ebu Bekir ise bu kanadın öncü kuvvetlerinin başındaydı. Fakat
hükümdarın bulanık gören gözleri, muhtemelen en çok torunu
Veliaht Muhammed Sultan komutasındaki merkez kuvvetlerin
rengarenk ve ışıltılı görüntüsü üzerinde oyalanmıştı. Bu asker­
lerin ortasından Timur'un, at kuyruğu üzerinde altın renkli bir
hilalle temsil edilen al sancağı yükseliyordu. Bu taburlar, silah
altındaki savaş yorgunu asker kardeşlerinden farklı olarak, hü­
kümdarlığın başkenti Semerkand'dan daha yeni gelmişlerdi ve
kuşamları göz kamaştırıyordu; içlerindeki her birlik kendine
özgü bir rengi ihtişamla sergiliyorlardı. Kırmızı eyederi ve kal­
kanlarıyla, kırmızı sancaklar taşıyan bayraktarlar vardı. Diğer
birlikler tepeden tırnağa sarıya, eflatuna ya da beyaza bürün­
müştü; hepsinin bunlarla bir renk mızrakları, sadakları, zırhları
ve gürzleri vardı. Bunların önünde, 1398' de Delhi'nin yağma­
lanması sırasında ele geçirilmiş, önüne geleni çiğneyen, ezen,
tek sıra halinde kusursuz donanımlı otuz muharip fi1 yer alı­
yordu. Sırtlarında ahşap kuleler vardı ve bu kulelerin içinde
okçularla ateş atıcılar bulunuyordu.
15. yüzyıl tarihçisi Suriyeli İbn Arabşah, Tatar ordusunun
yüreklere dehşet salan bir görüntü sergilediğini yazar. "Ti­
mur'un ordusu sefere çıktığında, sanki vahşi hayvanlar yeryü­
züne salınmış, gökteki yıldızlar yere yağmış, dağlar ayaklan­
mış, kubbeler devriimiş ve saldırıya geçtiğinde, yer yerinden
oynamış gibi olurdu."
Sıcaktan kavrulan ovanın karşı tarafında, Timur'un en
amansız düşmanının safları gözlerini onlara dikmiştL Kendini
İslamın Kılıcı kabul eden Osmanlı Sultanı I. Bayezid, meydana
aşağı yukarı aynı sayıda tabur yığmıştı. Tam donanımlı yirmi
bin kişilik bir Sırp süvari gücü, atlı sipahiler ve Anadolu'nun
çeşitli yörelerinden gelen başıbozuk süvari ve piyade birlikleri
vardi. Bayezici'in kendisi, üç oğlu Musa, İsa ve� Mustafa'yla be­
raber, -düzenli orduyu oluşturan askerler olan- beş bin yeniçe­
rinin başında, merkez kuvvetlerine komuta ediyordu. Sağ ka­
nadın başında sultanın Hıristiyan kayınbiraderi Sırbistanlı La-'
zaroviç, sol kanadın başında bir başka oğlu, Süleyman Çelebi
vardı. 1396'da, Niğbolu'da, son Haçlıları yenerek Avrupa şö­
valyeliğinin ateşini söndüren bu askerler onca zorlu seferden

27
sonra susuz, yorgun ve perişandılar. Moralleri daha savaş baş­
lamadan, Timur'un dahiyane birkaç manevrasıyla çökertilmiş­
ti. O tarihten bir hafta önce düşman ordusunun şimdi mevzi­
lendiği yüksek tepeyi istila etmişlerdi. Kaçar gibi yapan Tatar­
lar, onların kuyularını zehirlemiş, su yataklarının yönünü de­
ğiştirmiş, geriye dönüp savunmasız kalan karargahlarını yağ­
malamış ve mevzilerini ele geçirmişlerdi.
Her iki tarafa da tam bir sessizlik hakimdi. Atlar yakla­
şan saldırıyı sezip huysuzlanınca, Timur'un süvari saflarında
bir dalgalanma oldu. Ardından muharebenin başladığını ha­
ber veren nekkarelerin gümbürtüsü, zillerin ve borazanların
sesine karışarak sessizliği yırttı. Şimdi ova nal şakırtısı, mız­
rak uğultusu ve birbiriyle tokuşan metallerin tınısıyla çın çın
ötüyordu. Daha ilk vuruşlardan, bunun çok kanlı bir nmha­
rebe olacağı anlaşılıyordu. Ovanın karşı tarafından amansız
Sırp süvarileri tozu dumana katarak, zırhtan panltılar halin­
de hücum ediyorlardı. Bu baskı altında Tatarlar'ın sol kanadı
gerilerneye başladı; çekilirken ok üstüne ok savurarak ve neft
yağından ateşler atarak kendilerini koruyorlardı. Ebu Be"'"
kir'in komutasındaki sağ kanat Süleyman Çelebi'nin komuta­
sındaki sol kanada bindirerek yağmur gibi yağan okların ko­
ruması altında aslanlar gibi dövüşüp düşman saflarını yardı­
lar. Bayezici'in ordusundaki Tatar süvariler saf değiştirmek
için tam bu anı seçtiler ve Süleyman Çelebi'nin Makedon ve
Türk askerlerden oluşan artçı birliklerini vurdular. Bu, Os­
manlı saldırısının kaderini tayin eden ve çökerten an oldu.
Timur şeytani bir kurnazlıkla aylar öncesinden Tatarları,
kendi boylarına olan sadakat duygularını körükleyerek ve
daha yüklü ganimetler vaat ederek bu ihanete hazırlamıştı.
Kendi kuvvetlerinin Tatarların baskısı altında çözülüşünü ve
Osmanlıların sağ kanadının da Timur'un torunu Sultan Hü­
seyin'in süvarileri karşısında dağılıp ümitsizce gerilediğini
gören Çelebi, savaşın kaybedildiğine hükmederek sağ kalan
adamlarıyla birlikte savaş alanını terk etti.
Timur, ovanın üstünde tarih sayfalarının gözleri önünde
açılışını seyrediyordu. At sırtmda hızla yaklaşmakta olan ola-

28
ğanüstü donanımlı bir adamın bulanık görüntüsü onu düşün­
celerinden ayırdı. En sevdiği tarunu Muhammed Sultan, atın­
dan aşağı atlayarak tek dizi üzerine çöktü ve savaşa katılması­
na izin vermesi için dedesine yalvardı. Sağlanan üstünlüğü pe­
kiştirmenin tam zamanı olduğunda ısrar etti. Hükümdar deli­
kaniının sözlerine büyük bir ciddiyetle kulak verdi ve başını
gururla saliayarak rıza gösterdi. Muhammed Sultan fevkalade
gözüpek bir savaşçı ve tahta yakışır bir varisti.
Seçkin Semerkand tümeni, hükümdarın muhafız alayıyla
beraber Sırp süvari birliğine saldırdı; Süleyman Çelebi'nin
savaş alanından kaçışını dehşetle izleyen birlik, bu saldırı
karşısında çökerek onun ardından Bursa yönünde gerilerneye
başladı. Bu, Bayezici için ağır bir darbeydi; o an itibariyle ,
elinde bozguna uğramayan yalnızca piyade gücü kalmıştı.
Bundan kötüsü de gelecekti. Şimdi Tatar merkez kuvveti,
seksen alay asker ve yüreklere dehşet salan fiileriyle öne çıkı­
yordu. Üstünlük onlardaydı. Osmanlı piyade gücünü felç
ederek, iki ayağı üstünde duran katıedilmedik ya da esir
alınmadık adam bırakmadılar.
Adı, Avrupalı kral ve prensierin yüreğini korkuyla titreten
Sultan Bayezid, bir felaketin eşiğindeydi. Ordusunun büyük
bir bölümü firar etmişti. Yalnızca yeniçerileri ve yedek kuvvet­
leri kalmıştı. Fakat yine de teslim olmadı; savaş karanlık çöke­
ne kadar tüm şiddetiyle devam etti ve askerleri sultanlarını
kahramanca korudu.
İbn Arabşah, "Gelgelelim bunlar, tozu tarakla süpürmeye
veya denizi kalbuda boşaltmaya veya dağları gramla tartmaya
çalışan bir adam gibiydiler," diye yazar. "Ve kalın bir toz du­
manın içinden çıkıp dağları, tepeleri kapladılar ve tarlalar, o as­
lanların kanlı kargılarının estirdiği fırtına ve kapkara aklarının
yağdırdığı yağmurla iniedi ve Talihi önüne katmış giden Ka­
der Avcısı sürünün üstüne köpeklerini saldı; ki artık ne yenil­
mez olsunlar ne de yenebilsinler ve kirpi gibi olana dek kes­
kin akların hükmüne boyun eğsinler ve böylece iki ordu ara­
sındaki çarpışma gün doğumundan akşama, ta ki demir yapı­
lılar galibiyeti kazanana dek sürdü ve Rum'un adarnma Fetih

29
suresi okundu.l Silahları susup ön safları ve yedek güçleri de
telef olunca, en uzaktaki düşman bile keyfince üstlerine yürü­
dü ve yabanın adamları kılıçları ve mızraklarıyla onları harap
etti ve çukurları ve bataklıkları onların kanları ve uzuvlarıyla
doldurdu ve Osman Oğlu (Bayezid) zincire vurularak kuş mi­
sali kafese tıkıldı."
Ankara savaşı ve Sultan Bayezici'in saltanatı sona ermişti.
Timur hayatının en büyük zaferini kazanmıştı. Edw�rd Gibbon,
"İrtiş ve Volga'dan Basra körfezine ve Ganj'dan, Şam ve Takı­
madalara kadar Asya, Timur'un eline geçmişti/' diye yazar.
"Ordusu yenilgi, hırsı sınır tanımıyordu ve bu onu, batıda adı
karşısında titreyen Hıristiyan iHemini fethedip onları dinlerin­
den döndürmeye azmettirebilirdi. Şimdi gelmiş, Avrupa kapıla­
rına dayanmıştı; buranın güçsüz, birbiriyle kavgalı ve pinti kral­
ları -İngiltere'de IV. Henry, Fransa'da VI. Charles ve Kastil­
ya'da III. Enriquez- gerçekten de bu bilinmeyen cengaverin en
amansız düşmanlarını bu kadar kolaylıkla yenmesi karşısında
dehşetle ürpermiş, muhtemel bir saldırının önünü almak için
'En şanlı ve en yüce Hükümdar Timur'a tebriklerini ve iyi niyet­
lerini belirten dalkavukça mektuplar göndermekte gecikmemiş­
lerciL Hepsinin korkusu onun daha ileriye gitmesiydi.
Tatar ordugahında böyle bir korkudan eser yoktu. En nü­
fuzlu emirden en düşük rütbeli askere kadar Timur'un adamla­
rı, hükümdarın bundan sonraki adımını merak ediyordu. Belki
onları daha batıya, Hıristiyan aleminin ta içine kadar sürecek
ve katiriere biraz daha zarar vererek yüce Allah'ın daha yüksek
ihsanlarına erişecekti. Belki de gözünü doğuya ve hepsinden
daha güçlü bir başka kafire, Çin'deki Ming hanedam imparata­
runa çevirecekti. Bu kararlara henüz zaman vardı.
Hükümdar ve adamları şimdilik en büyük zaferlerinin
keyfini sürmekle yetineceklerdi. Askerler kanla sulanmış savaş
alanında katiedilenlerin kafalarını gövdelerinden ayınyar ve

1 Kuran'ın 48. suresi Fetih'in 1., 2., 3. ve 20. ayetlerine gönderme: "Biz sana doğru­
su apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını
bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı
bir zaferle yardım eder. . . Allah size elde edeceğiniz birçok ganimet vaat etmiştir.
Bu ganimetierden işte şunları hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiş­
tir ki bu, müminlere bir işaret olsun ve sizi doğru yola iletsin."

.3 0
bunlardan o bildik kulelerini dikiyorlardı. Osmanlıların atları,
silahları ve ölülerinin üstünden çıkan işe yarar her şey toplanı­
yordu. Asıl keyifli uğraşlar sonraya bırakılmıştı. Daha ziyafet
sofrasına oturulacak, rakkaseler hayranlıkla seyredilecek ve
hepsinden alası, Bayezici'in haremine dalınacaktı.
***

Kirndi bu; dünyanın en güçlü hükümdarlarından birini


yok eden ve kem gözünü şimdi de İstanbul Bağazı'nın öte ya­
kasına dikmiş olan doğulu cengaver? Bu soruyu yanıtlamak ve
1402'de Timur'un, önce Bayezid'i bozguna uğrattıktan, ardın­
dan da İzmir'deki Hospitalier Şövalyeleri'nin2 uçurulmuş kafa­
larını dehşete gark olmuş müritlerinin üstüne taş niyetine yağ­
dırdıktan sonra Avrupa'nın aklına nasıl gülle gibi düştüğünü
anlamak için, olay dolu altmış yıl kadar geriye ve yaklaşık 3000
kilometre doğuya, Özbekistan'ın güneyindeki Keş adlı küçük
bir kasabaya seyahat etmemiz gerekecektir.
Tarihi kayıtlara göre, buraya yakın bir yerde, 9 Nisan
1336'da Barlas �oyuna mensup, Turagay adlı küçük çapta bir
soylunun bir oğlu dünyaya geldi. 3 Bunlar Tatardı; on üçüncü
yüzyılda Asya'yı kasıp kavurmuş olan Cengiz Han'a bağlı
göçebe kavimlerin soyundan gelen, Moğol asıllı Türklerdi. 4

2 On birinci yüzyılda Kudüs'te, St. Jean Şövalyeleri olarak kurulan bu dini ve as­
keri tarikat 1402'de Hıristiyanlığın Anadolu' daki son kalesiydi.
3 Timur'un gerçek doğum tarihi akademisyenler arasında tartışma konusudur. Ör­
neğin, Timur hakkında akademik bir çalışmanın yazarı olan Beatrice Forbes
Manz'a göre bu tarihin, "uydurma olduğu bellidir. Timur muhtemelen bu tarihin
gösterdiğinden beş yaş daha büyüktü."
4 Tatarlar beşinci yüzyıldan itibaren Moğolistan'ın kuzeydoğusunda hüküm sür­
müş, güçlü bir kavimdi. Bu terim -çok büyük nüfus hareketlerine sahne olan Or­
ta Asya'nın potasında kaynamış diğer etnik topluluklar için de söylenebileceği gi­
bi- ne kesin ne de dışlayıcıdır. Kelime, muhtemelen erken dönem boy beylerin­
den, Ta tur'un adından türemiştir.
On üçüncü yüz yılda Cengiz Han'ın Moğollarla birlikte batıya yaptığı seferler,
bütün bir kıtada farklı kültürlerin ve insan topluluklarının birbiriyle kaynaşması­
na yol açmıştı. Tatar boylarını neredeyse tümüyle ortadan kaldırmış olmasına
rağmen bu Türkleşmiş Moğollar, Tatar a_dıyla bilinir. Avrupalılar ise bu terimi,
fark gözetmeksizin, tüm göçebe kavimler için kullanıyorlardı; bu her türlü ince­
likten yoksun vahşilerden hem korkup hem tiksindikleri için onlara, Yunan mito­
lojisinin en karanlık cehennemİ olan Tartarus'tan hareketle Tartar diyorlardı. Gü­
nümüzde, Moğol ve Tatar terimleri genellikle aynı anlamda kullanılmaktadır.

31
Arabşah, "Bu rnadrabazın doğum yeri Keş yöresinde Ilgar
adlı bir beye ait küçük bir köydü - Allah ona cennet yüzü
gösterrnesin," diye yazmıştır. Oğlana, demir anlamına gelen
Tirnur adı verildi; bu ad daha ileride, gençliğinde geçirdiği
ve topal kalmasına neden olan bir kazanın ardından Farsça,
Tirnur-i leng'e, yani Aksak Timur'a dönüştü. Bu da, biraz bo­
zulup çarpıtılarak Tarnerlane, Türkçede Tirnurlenk biçimini
aldı. S
Efsaneye göre, doğumu sırasındaki belirtler pek hayra
yorulrnaz. Arabşah, "Anasının karnından çıktığında avuçları­
nın kana bulanmış olduğu söylenir .. . Bu da eliyle çok kan
dökeceği biçiminde yorurnlanrnıştı/' diye yazar. (Kitabın ba­
şında, Arabşah'ın Tirnur aleyhtarlığına açıklık getirmekte ya­
rar var.6 Sekiz veya dokuz yaşlarında iken bu Suriyeli adam,
1401'de Şam'ın yağmalanması sırasında Tatar güçlerinin eli­
ne düşrnüştü. Annesi ve erkek kardeşleriyle birlikte Serner­
kand'a esir olarak götürülmüş, değerli bilginlerden eğitim al­
mak ve çok seyahat etmek suretiyle Farsça, Türkçe ve Moğol­
ca öğrenrnişti. Daha sonra, kaderin garip bir cilvesi sonucu,
parlak askeri hayatı Tirnur tarafından bitirilen Bayezici'in oğ­
lu I. Mehrned'in özel danışmanı olmuştu. 1421'de Şam'a geri
dönmüş, fakat Tirnur'un ordusunun yaptığı rezilane tecavüz
ve yağma sahneleri hiç aklından çıkmamıştı. Bunlar, Erneviye
Camii'nin yeFle bir edilişi ile doruk noktasına ulaşmıştı; on
dördüncü yüzyılda yaşamış olan Faslı gezgin İbn Battuta'ya

5 1402'de Kastilya kralı III. Enriquez tarafından Timur'un sarayına elçi olarak
gönderilen İspanyol Ruy Gonzales de Clavijo, "Ondan bu kadar uygunsuz bir
isimle söz etmek doğrusu hakaret sayılır," demiştir. Yazarınızın bundan 598 yıl
sonra, St. James sarayında Taşkent büyükelçisiyle yaptığı görüşmede fark etti­
ği gibi, Özbekler arasında bu tür diplomatik incelikler günümüzde de hala bü­
yük bir titizlikle gözetilmektedir. Bana, "Biz , Emir Timur'la gurur duyuyoruz.
Biz ona Timurlenk demeyiz" tarzında belli belirsiz ve son derece diplomatik
bir serzenişte bulunmuştu.
6 Bu düşmanlık, Büyük Emir Timur'un Hayatı adlı yapıtının bölüm başlıklarından
açıkça anlaşılır. "Veledi Zina, Azerbaycan ve Irak Vir-aneye Çeviriyor"; "Mağrur
Zorbanın Burnu Nasıl Yere Sürtüldü ve Cehennemin En Karanlık Kuyusuna Atıl­
dı." Diğer yerlerde Timur, kah "İblis", "Zebani", "Engerek Yılanı", "Ca ni", kah
"Müstebit", "Düzenbaz", "Ahlak düşkünü Budala" olarak geçer. Bu nedenle, Ti­
mur'a bu kaynaktan gelen övgü hafife alınmamalıdır.

32
göre bu, koca İslam toprağında 'eşi, benzeri görülmemiş' bir
·

yıkım dı. 7)
Şehrisebz, Arapçacia Maveraünnehir, "Nehrin Ötesi" ola­
rak adlandırılan yörenin tam ortasında yer alıyordu. Günümüz
atlaslarında Maveraünnehir, eski Sovyetler Birliği'nin pamuk
arnbarı olan yöre boyunca uzanır; bağımsız Orta Asya cumhu­
riyetlerinden Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikis­
tan ve Kırgızistan'ı içine alarak Çin'de, Xinjiang'ın kuzeydoğu­
suna kadar girer. Bölge Transaksiyana olarak da bilinirdi; mer­
kezi, Orta Asya'nın en büyük iki nehri Amu Derya ve Siri Der­
ya arasında kalan üç yüz mil genişliğinde bir kara parçasıydı.
Daha zengin çağrışımlı klasik adlarıyla -Ceyhun (Oxus) ve
Seyhun (Jaxartes)- bilinen bu nehirler Ortaçağ'da, geçtikleri ço­
rak toprakları cennete çeviren dört nehirden ikisiydi. Yaklaşık
3000 kilometre uzunluğundaki Ceyhun, bölgEmin en uzun neh­
ridir; Pamir Dağları'ndan çıkarak batıya doğru yumuşak bir
kavis çizdikten soma kuzeydoğuya, Aral Gölü'nün güney kıyı­
sına doğru yönelir. Yaklaşık 2300 kilometre uzunluğundaki
Seyhun da, karii Tienşan Dağları'ndan batıya doğru çıkıp ku­
zeydoğuya kıvrılır ve kurumakta olan Aral Gölü'nün kuzey kı­
yılarına adeta su yetiştirir.
Bu mübarek nehirlerin ve onlardan çıkan kolların kıyıla­
rında, adları Büyük İskender' e ve Moğol cengaver Cengiz
Han'aB ait uzak anıların tımsını taşıyan Antik Çağ'ın soylu
kentleri yükseliyordu: Buhara, Semerkand, Tirmiz, Belh, Ur­
genç ve Hive. Nehirlerin ötesinde çölün ölümcül kumları
kaynıyor; kuru, kızgın yellerle bölgenin dört bir yanına sav­
ruluyordu. Ceyhun'un batısında Karakum'un iç karartıcı sah­
rası uzanıyordu. Seyhun'un doğusunda ise aynı ölçüde haşin
7 İbn Battuta, dünyanın etrafında yirmi dokuz yıl ve yüz yirmi bin kilometre seya­
hat ettikten sonra, "İslam Seyyahı" unvanını kazanmıştı. Volga'dan Tanzanya'ya,
Çin'den Fas'a kadar deve, at ve eşek sırtında, Çin yelkenlilerinde, Arap teknele­
rinde, sallarda yorulmak nedir bilmeden gezip durmuştu. Kimi zaman kadı veya
elçi, kimi zaman keşiş olarak yaşayan İbn Battil ta aynı zamanda üstün bir gezi ya­
zarıydı; destansı yolculuklarının öyküleri Kentlerin ve Yolcııluklann Harikalarmı
Görenlerden Seçme Hediyeler adlı abidevi yapıtında anlatılır.
8 Han, Ortaçağ Asyası'nda hükümdarlara en yaygın olarak verilen unvandı. Önce·
leri yalnızca hükümdarlara ve emirlere verilen bu unvan sonraki asırbrda yozı.,;.··
mış, yerel idareciler, hatta boy beyleri için bile kullanılır olmuştu.

33
Açlık Bozkın vardı; alabildiğine geniş ve hiç aman vermeyen
bir düzlük olarak ufukta kaybolana dek uzayıp gidiyordu.
Bu iki nehir arasında yer alan uygar yerleşim merkezleri dahi
doğanın ezeli ve ebedi hışmına maruzdular; tarım yapılan
verimli topraklar, kuzeyde kızgın Kızılkum Çölü'ne açılıyor­
du. Yazın sıcak kavuruyor, tarlalarda çalışanların derilerini
kabarcıklar çıkartip köseleye çeviriyordu. Kışın ise ölü bir
toprağın üstüne aralıksız yağan kar hiç göz açtırmıyor; yerle­
şik veya göçebe, burayı kendilerine yurt edinmiş erkek, ka­
dın ve çocuklar çuha çadırların ve kerpiç duvarların ardına
çekilip hayvan postlarına ve yün örtülere sımsıkı sarınarak,
kendilerini at sırtındaki bir adamı yere çalacak şiddetteki fır­
tınalardan koruyorlardı. Ancak ilkbaharda, nehirlerin dağla­
rın tepelerinden çağlayarak indiği, bahçelerde baharların aç­
tığı, pazarların elma, dut, şeftali, armut, erik, nar, karpuz, ka­
yısı, ayva ve incirle dolup taştığı, açık havada yakılan ateşle­
rin üstünde kuzu ve at etinin cızırdadığı ve tüm boyun bir
araya geldiği şölenlerde testi testi şarabın devrildiği zaman­
dır ki yöre, bolluk ve bereket görüyordu.
Tarihçilerin, "dünyanın altını üstüne getirdiğini" söyle­
dikleri Moğol istilaları 1206'da başlamıştı. Moğolistan'daki
savaşçı kavimlere boyun eğdirip kendi kumandası altında
birleştiren otuz yaşlarındaki Timuçin adlı Moğol lider, Onon
Nehri kıyısında Cengiz Han -Denizlerin, Evrenin Hakimi­
sanıyla taç giymişti. Hakimiyet alanı Karakurum Çölü'ydü.
Kumandası altında çok sayıda kavim olmasına rağmen bun­
lar, bu tarihten sonra yalnızca Moğollar olarak bilinmiştir.
Sayıları belki de yüz bini geçen bu muazzam savaşçı güce bir
meşguliyet bulmak gerekiyordu. Aksi hı.kdirde, çok geçme­
den o kavimler ve boylar arası ezell bölünme ve kan davala­
rının yeniden başlayıp yeni hükümdarın otoritesini sarsması
işten değildi. Gözünü sınırlarının ötesine, güneye çeviren
Cengiz, Çin'in kuzeyindeki Çin İmparatorluğu'na saldırmaya
karar verdi.
Binicilik ve okçulukta üstüne olmayan ordusu, Asya'yı bir
deprem dalgası gibi yutmuş, karşısına çıkan her hasını ezip
geçmişti. 1209'da, bugünkü Xinjiang'da yaşayan Uygur Türk-

34
A L T I N O R D A

.
'fus
.
Nişabur Me>şh0d
)Merv
HORASAN

Büyük Tuz Çölü

HÜLAGÜ HÜKÜMDARLIGI

Timur'un Ata Diyarı .


• O 80 160 240 320 km
Maveraünnehir ve Çağatay lmp. Kandt?har
leri ona bağlılıklarını bildirmişlerdi. Bundan iki yıl sonra Ku­
zey Çin İmparatorluğu'nu istila etmiş, 1215'te de başkent Pe­
kin'i ele geçirmişti. Üç yıl sonra Çin'in kuzeyindeki Altay boz­
kırlarından civar topraklara hükmeden göçebe Karataylar ona
boyun eğmiş; böylece, Cengiz'in doğmakta olan imparatorlu­
ğunun sınırları, İran'ın ve Maveraünnehir'in büyük bir kısmını
içine alan ve başkenti Semerkand olan Harezmşah Sultanı
Alaeddin Muhammed'in imparatorluğuna kadar -gelip dayan­
mıştı. Cengiz'in o tarihte, bu heybetli düşmanla savaşmak fik­
rinde olup olmadığı tartışmalıdır; fakat Muhammed'in sınır
kenti Otrar'da, Cengiz'in hakimiyetindeki topraklardan yola
çıkmış, 450 Müslüman taeirden oluşan bir kervanın, casus ol­
dukları gerekçesiyle hunharca katlinden ve tazminat önerileri­
nin reddinden sonra savaşmaktan başka çıkar yol bulamamıştı.
1219'da Moğollar Orta Asya'ya akın ettiler. Otrar kuşat­
ma altına alınarak zaptetildi. Cengiz'in oğulları Ögedey ve
Çağatay, kentin yöneticisini yakalayıp, boğazından aşağı kız­
gın altın akıttılar. Bu, ondan sonra gelecek korkunç seferlerin
ilk habercisiydi. Dehşet içindeki Muhammed, amansız bir ta­
kibin ardından, Hazar Denizi üzerindeki bir adaya firar etti
ve kısa bir süre sonra da orada öldü. Refah içinde yüzen Bu­
hara şehri ve hemen ardından llO 000 kişilik askeri gücü ve
yirmi muharip filiyle dahi Moğol akınlarına karşı koyamayan
Semerkand şehri düştü. Cengiz'in gazabı, bu İslam yurdunda
tüm şiddetiyle hissedilmişti. Bu adam savaşmaktan ve kan
dökmekten haz duyuyordu; komutanıarına şöyle söylemişti:
"İnsanoğluna balışedilen en büyük nimet, düşmanını kovala­
mak ve onu altederek, sahip olduğu her şeyi ele geçirmek, ka­
rılarını ağlatıp inletmek, atma binmek, kadınlarının bedenleri­
ni gecelik entarisi ve örtüsü niyetine sarmak, gül goncası me­
melerini seyretmek, öpmek; en az meme başlarındaki kirazlar
kadar leziz ve sulu dudaklarını emrr.ektir."
Kentler talan ediliyor, ahalileri kılıçtan geçiriliyor, esirler
katiediliyor ya da orduların önünde ve tam savaş düzeni ;çinde
kalkan olarak yürümeye mecbur ediliyorlardı. Kediler, köpekler
bile sağ bırakılmıyordu. Azerbaycan'a giren istilacılar, 122l'de
Hıristiyan Gürcü Krallığı'nı yasmalayarak başkent Tiflis'i yerle

36
bir ettiler. Kafkasya, Kırım ve Volga boyunca ilerleyerek, yolla­
rı üstündeki Bulgarları, Türkleri ve Rus prenslerini yenip Ha­
zar Denizi'nin kuzey kıyılarına kavuştular. Bir başka kuşatma
da şahların kenti Urgenç'e yapıldı. Yedi aylık bir direnişten
sonra kente hışım gibi girdiler. Esnat zanaatkar, kadın ve ço- ·

cuklar bir kenara ayrılıp esir alındı. Geriye kalanların tümü kı­
lıçtan geçirildi. Cengiz'in her bir askerine yirmi dört savaş esi­
rinin katli emredildi.
Ceyhun'un kuzeyinde, Moğollar antik kent Tirmiz'i de
kasıp kavurdular; burada bir kadının, inci yuttuğunu söyleye­
rek hayatının bağışlanmasını dilediği rivayet olunur. Kadının
karnı yarılıp içindeki cevher çıkarılmış, bu olay Cengiz'e,
adamlarına her ölünün bağırsaklarını deşerek içlerine bakma­
ları emrini verdirmişti. Eski Baktria imparatorluğunun baş­
kenti olduğu hikaye edilen Belh de Moğol saldırısı karşısında
çöktü; bunu, Merv şehrinin düşüşü izledi; Cengiz'in bir başka
oğlu Toluy'un askerlerinin burada yedi yüz bin kişiyi katıetti­
ği rivayet edilir9. Herat, Nişapur ve Bamyan da aynı biçimde
ele geçti. 1221 yılının son aylarında, babası Muhammed'in
yüz kızartıcı firarından sonra Moğollara karşı sürdürülen di­
renişi yönetmiş olan Celaleddin Harezmşah, İndüs savaşında
yeniidi ve büyük istila bununla sona erdi. Cengiz 1223'te do­
ğuya döndü. Dört yıl sonra, Çin'den Avrupa kapılarına ka­
dar, koca bir kıtayı kaplayan devasa bir imparatorluğun haki­
mi olarak hayata gözlerini yumdu.
Kendisinden sonra gelenlerin hiçbiri onun korkunç dehası­
na sahip olmamakla beraber, yine de Cengiz'in başlattığı fetih­
leri oğulları ve torunları azirole sürdürüp yaygınlaştırdı. Fet­
hettiği topraklar, geleneğe uygun olarak paylaşıldı. En küçük
oğlu Toluy'un payına, babasının Moğolistan' daki tahtı düştü.
En büyük oğlu Cuci, Karakurum'un ilerisinde, İrtiş Nehri'nin
batısındaki topraklara sahip oldu; daha sonraları burada, İkinci
Bölümde sözü edilecek olan Altın Orda adıyla bir hanlık kurul­
muştur. Üçüncü oğul ve tüm kardeşlerinin üstünde bir konumun

9 Bu rakam, Ortaçağ tarihçelerinin çoğunda yapılması gerektiği gibi, temkinle kar­


şılanmalıdır. Akademisyenler, bu kaynaklarda verilen nüfus ve savaş kayıpları
tahminlerinin abarhlı olduğunu düşünürler.

37
sahibi, geleceğin büyükham Ögedey'e ise, Moğolistan'ın batısı
ulus olarak verildi. Cengiz'in ikinci oğlu Çağatay, miras olarak
Orta Asya'yı aldı. Batısında, Timur'un büyüdüğü Maveraün­
nehir'in yer aldığı bu bölge, Çağatay ulusu olarak anılmaya
başlandı.
1234'e kadar, Ögedey Çin'e baştan sona hakim olmuştu.
1240 ve 125 0'lere gelindiğinde, Cengiz'in yürekleri titreten to­
runu ve Altın Orda Hanlığı'nın kurucusu Batu'nun önderliğin­
de Moğol hakimiyeti, Rusya'nın güneyinden batıya, Avru­
pa'nın doğusuna kadar yayılmıştı. Bununla eşzamanlı olarak,
Hulagu adlı bir başka torunu, kılıç zoruyla kendine toprak ka­
zanıyor ve batıda Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan'ı, gü­
neyde Bağdat ve Mezopotamya'yı içine alan ve İran'ın doğu­
sunda, Horasan'a kadar uzanacak olan imparatorluğunun te­
mellerini atıyordu. İran'daki İlhanlı hanedanının da kurucusu
olan Hulagu, bu fetihlerde Batu ve Çağatay'ın yanısıra kardeşi
Büyük Möngke Han'dan askeri destek alıyordu. Hanlar arasın­
daki birlik, karşı konulmaz bir güç oluşturmuştu.
Tarih, imparatorluk kurmanın onu korumaktan daha ko­
lay olduğunu gösterir; nitekim Cengiz'in varisieri de bu ku­
rala bir istisna oluşturmadılar. Hanlarham Möngke'nin
125 9'daki ölümüyle, Moğolların büyük fütlihat devri sona er­
di. 1260'taki Ayn Calut savaşında Moğol ordusu, Baybars ko­
mutasındaki Mısır ordusuna yeniidi ve Baybars aynı yıl
Memluk sultanı olarak tahta geçti. Afrika, kapılarını doğu­
dan gelen dini, imanı olmayan istilacılara karşı ebediyen ka­
patmıştı. 1279'da Güney Çin'in Sung İmparatorluğu, Cen­
giz'in ünlü tarunu Kubilay'a yenik düştü; fakat artık bu ta­
rihte yirmi yıldan beri durmadan savaşan Moğol İmparator­
luğu parçalanmaya yüz tutmuştu. 1262' de Altın Orda Hanlı­
ğı ve İlhanlı hanedanı, güçlerini birleştirip topraklarını batıya
doğru genişletecek yerde, Azerbaycan ve Kafkasya'daki
otlaklar yüzünden bir dizi çarpışmaya girdiler. Aynı tarihte
doğuda, Toluy hanedam da, Kubilay ve kardeşi Aruğ Böke
arasındaki. taht kavgasından çıkan ve dört yıl süren savaş so­
nucu çökmeye başlamıştı. On üçüncü yüzyıl yaklaşırken Ça­
ğatay ulusu, Cengiz'in soyundan üç hanedanla savaş halin-

38
deydi. Evrenin Hakimi'nin oğullarına miras bıraktığı impara­
torluklar, birbiriyle boğaz boğaza dövüşüyordu.

* * *

Timur doğduğunda, Cengiz'in ölümünün üstünden yüz


yıldan fazla zaman geçmişti; ama Moğol istilalarının anısı bu
çöt bozkır ve dağlarda hala capcanlı duruyordu. Gündelik ya­
şamla ilgili birçok alışkanlık pek az değişime uğramıştı ve Cen­
giz Han'ın istilasına uğrayan yörelerde, göçebelik o tarihte de
en yaygın yaşam biçimiydi. John Joseph Saunders, bu dönemi
anlatan Moğol İstilaları Tarihi (1971) adlı klasikleşmiş yapıtında
şöyle yazar: "Göçebe imparatorluklar şaşırtıcı bir hızla kurulup
çöküyor, fakat bozkır yaşamının belli başlı özellikleri yüzyıllar
boyunca değişikliğe uğramıyordu; o kadar ki Herodot'un mi­
lattan önce beşinci yüzyılda yaşamış olan İskitlere dair anlattık­
ları, önemsiz birkaç ayrıntı dışında, 1700 yıl sonra, yani milat­
tan sonra on üçüncü yüzyılda yaşayan Moğollar için de aynen
geçerlidir."
Moğollar, çağlar boyunca insan ve hayvan sürülerini uçsuz
bucaksız, bir tek ağacın olmadığı bozkırlarda, zamanı mevsim­
lerce belirlenen büyük göçlere çıkartarak, bir otlaktan öbür ot­
lağa göçürmüşlerdi. Koyunlar ve atlar neredeyse tüm ihtiyaçla­
rını karşılıyordu. Koyunun derisinden giysilerini, yününden
içinde yaşadıkları gers adlı çadırlarını sağlıyor; etini yiyip, sütü­
nü içecek olarak ve peynir yapımında kullanıyorlardı. Atlar av­
da ve savaşta binek olarak işe yarıyor, ayrıca kısrak sütü ekşiti­
lerek fevkalade sarhoş edici, kımız adlı bir içki yapılıyordu. Ya­
şam biçimlerinin taban tabana zıt olmasına ve birbirlerine hep
kuşkuyla bakmalarına rağmen, en çok da at sırtında oradan
oraya göçerek hayatta kalma savaşı veren insanların gayretiyle
olsa gerek, Orta Asya'nın göçebe topluluklarıyla kent ve kasa­
balarının yerleşik nüfusu arasında zaman zaman ticaret amaçlı
temaslar oluyordu.
Silah yapımında kullandıkları madenler, göçebeler için en
değerli metalar arasındaydı. Çay, ipek ve baharat lüks tüketim
maddeleriydi. Bunların ticareti Cengiz' den yüzlerce yıl önce-

39
sinde başlamıştı. İpek Yolu -Çin'le Akdeniz'de bulunan Antak­
ya ve İskenderiye limanları arasındaki, Semerkand üzerinden
yaklaşık 6000 · kilometre- açılalı beri Orta Asya, doğu ile batı
arasında bir kavşak durumuna gelmişti. Moğollar dönemine
gelinene dek, doğu ile batıyı birbirine bağlayan en az üç belli
başlı ticaret yolu daha açılmıştı. Bunlardan ilki, güney Çin'i
Basra Körfezi'ne bağlayan deniz yoluydu. İkincisi, aşağı Vol­
ga'dan başlayıp Seyhun Nehri'ni yakın takiple doğuya, Çin'in
batısına ulaşıyordu. Sonuncusu, Volga-Kama yöresinden başla­
yıp güney Sibirya'yı katederek yukarıya Baykal Gölü'ne çıkan
ve oradan güneye kıvrılıp Karakurum ve Pekin'e uzanan kuzey
yoluydu. Bu yollardan doğuya kürk, atmaca, yün, altın, gümüş
ve değerli taşlar geliyordu. Batıya ise Çin'den porselen, çay ve
baharat gidiyordu.
Yaşamın, on üçüncü yüzyıldan on dördüncü yüzyıla değiş­
meyen öğelerinden biri göçebelikse, diğeri askerlikti. Moğollar­
da erkek demek asker demekti, çünkü altmış yaşın altındaki
her erkek silah altına alınmaya elverişli kabul edilirdi. Asker­
likle uğraşmayan, sivil bir erkek topluluğu kavram olarak bile
mevcut değildi. Çorak bir arazide, karnını doyurmak -yani yi­
yecek et avlamak- için gereken beceriler zaten savaş alanında­
kilerden farklı değildi. Askerlik tekniği çok genç yaşta öğreni­
lirdi. Bir oğlan çocuğu at üstünde durmayı becerdiği an askerli­
ğe ilk adımını atmış olurdu. Eyer üstünde atma tam anlamıyla
hakim olmayı ve ona ustalıkla yön vermeyi, hasını ile kendisi
arasındaki mesafeyi iyi ölçüp tartınayı ve öldürücü darbeyi
tam bir isabetle indirmeyi öğrenirdi. Bu, at sırtında kusursuz
bir okçuluk eğitimiydi; Cengiz'in ordusunun bel kemiğini oluş­
turan askerler boynuz, tahta ve sinirden yapılma karma bir ok
ve yay düzeneği kullanırdı. Gibbon'un dediği gibi, "av eğlence­
leri, imparatorluk kuruculuğunun peşreviydi".
Cengiz ordusunu, sonradan Timur'un da sadık kaldığı
bozkırın geleneksel onluk sistemine göre; on, yüz, bin ve on bin
askerli birlikler halinde düzenlemişti. Askerlere, savaşlarda ye­
nilgiye uğrattıkları düşmanlardan sağlanan ganimetierden ve
kentlerin yağmasında ele geçirilenlerden başka ödeme yapıl­
mazdı. Daha önceden birbirine düşman olan boylar, ihtiyaten

40
Büyük
Okyanusu

Hint Okyanusu
bölünüp ayrı ayrı birliklere konulur, böylece kendi boylarına
olan sadakat duyguları zayıflatılarak, Cengiz'e bağlılıklarında
birleşen yeni bir güç ortaya çıkarılırdı. Ayrıca imparatorluk
merkezinde görev yapan on bin askerlik bir muhafız alayı var­
dı. Timur da Orta Asya'nın farklı kavim ve boylarını bir ordu
içinde sımsıkı kenetlemek için benzer bir strateji izlemişti. Bu
devamlılık, özellikle Moğolların izlediği kuşatma ve birçok
düşmanı kaçar gibi yaparak bozguna uğratma taktiklerinde de
gözlemlenir.
Moğollar dine pek önem vermezlerdi. Gayet sade bir bi­
çimde, sonsuz göklerdeki Tengri adlı kutsal koruyucuya tapını­
lır; ondan inayet dilenir, zafer için ona adaklar sunulurdu. Bu­
gün anlaşılan manada ne tapınak ne de örgütlü bir ibadet var­
dı. Tengri'ye sık sık at kurban edilir ve bir adam öldüğünde,
sırtında rahatça öbür dünyaya gidebilmesi için bir at öldürülüp
onunla beraber gömülürdü. Şamanlar, Moğol toplumunun ön­
de gelen kişileriydi; doğal ve doğaüstü dünya arasında iletişim
kurarlar, ruhları toplum yararına gökte veya yeraltında dolaşır­
ken kendilerinden geçerlerdi. Bembeyaz bir giysi içinde ve be­
yaz bir atın üstünde, bir elinde asası ve bir elinde dümbeleğiyle
göz kamaştıran Şaman, göçebe topluluklar içinde son derece
ayrıcalıklı bir konuma sahipti; sürüleri ve avcıları kutsar, hasta­
ları iyileştirir, düşmanın nerede mevzilendiğini söyler ve en el­
verişli otlakların yerini bildirirdi. Moğolların doğasında dini
hoşgörü vardı; karşılarına çıkan başka inançları dikkate değer
bir açık görüşlülükle karşılarlardı.
Gibbon, Cengiz'den kalan mirasın bu yönünden çok etki­
lenmiş. "Bir safsatayı savunmak uğruna onca mezalim yapan
Avrupa'nın Katalik Haçlıları, barbar dedikleri bu insanların,
felsefenin temel ilkelerini ta o zamandan sezip uygulamaları ve
kanunlarını katıksız bir iman ve kusursuz bir hoşgörüye cia­
yandırmaları karşısında şaşırmış olsalar gerektir," diye yazar.
O kadar ki bu yetkin tarihçi, "Cengiz Han'ın ve Locke'un dini
akideleri arasında tam bir uyum olduğundan söz edilebilir,"
iddiasını dahi öne sürer. Moğollar; Budist, Hıristiyan, Müslü­
man veya Musevi olsun, topraklarından geçen tek tanrılı din
mensuplarından çok daha az bağnazdılar. Asya'dan Avrupa'ya

42
yayılırken fethettikleri topraklardaki insanların dinlerini kabul
etmişler; örneğin Çinlilerden Budizmi veya İranlılardan ve Al­
tın Orda Hanlığı'ndan İslamı almışlardı. Fakat yine de hiç kuş­
kusuz Şamanizmin bazı uygulamalarından tam olarak vazgeç­
medikleri içindir ki, İslam camiasının önde gelen güçleri, Ti­
ml1r'u gerçek bir mürninden çok, bir barbar olarak görmekten
bir türlü vazgeçmemiştir.
Dinin Moğollar üzerindeki etkisi ne ölçüde azsa, Moğolla­
rın kültürel hayata katkıları da o ölçüde - siliktir. Sanatsal üre­
timlerinden övgüyle söz etmek kabilse de -kemik, boynuz ve
ahşap oymacılığında son derece ustaydılar ve fevkalade zarif
bardaklar, çanaklar ve takılar üretmişlerdi- dünyalarında oku­
ma yazma ve edebiyatın pek yeri olduğu söylenemez. Cen­
giz'den önce okuryazar olmayan bu kavim geride, dönemleriy­
le ilgili hemen hemen hiçbir yazılı metin bırakmamıştır. Güve­
nilirliği hayli tartışmalı olan on uçüncü yüzyılda kaleme
alınmış Moğollatın Gizli Tarihi adlı yapıt elle tutulur tek kalıntı­
dır. Fakat düşünsel yetkinliğe sahip oldukları, büyümekte olan
bir imparatorlugun başındaki kişi olarak Cengiz'in koyduğu
ama tam olarak aydınlığa çıkmamış yasalardan anlaşılmakta­
dır. Karanlık noktalar, hiçbir zaman tümünün yazılı olduğu bir
metnin ele geçmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Tarihçi­
ler, tarihi kaynaklarda geçen çok sayıdaki göndermelere da­
yanmak zorunda kalmışlardır. On üçüncü yüzyıl Moğol İmpa­
ratorluğu tarihçisi, İranlı Ata Melik Cüveyni'ye göre yasa, "or­
du düzeni ve kentlerin nasıl yıkılacağı" hakkındaydı. Uygula­
mada yasa, devamlı gelişen ve ganimetin nasıl paylaşılacağın­
dan, kent ve kasabaların ordu konaklarına nasıl at ve sürücü
sağlayacağına; savaş alanında uyulması gereken yüksek disip­
lin ilkelerinden, at hırsızlarının nasıl cezalandırılacağına dek
(hayvan sahibine iade edilir ve yanı sıra dokuz at daha verilir­
di; bunu yerine getirmeyen hırsız camndan olabilirdi); toplum
halinde yaşamın her yönüne değinen bir kurallar dizisiydi. Ya­
sa, dinden (hoşgörü öğütleyerek ve din adamlarını vergiden
muaf tutarak), akarsuların nasıl kullanılacağına varıncaya ka­
dar (kutsal sayılmaları nedeniyle içlerine işemeyi veya suların­
da çamaşır yıkamayı yasaklayarak) her alanı kapsıyordu.

43
On dördüncü yüzyıl Tatarları ile onlardan önce gelen on
üçüncü yüzyıl Moğolları arasındaki paralellik aşikardır. Araş­
tırmacılar, özellikle bedensel dayanıklılıklarına ve askerlik ala­
nındaki efsanevi yeteneklerine işaret etmişlerdir. 1402' de Kas­
tilya kralı III. Enriquez'in elçisi olarak Timur'un sarayına gelen
İspanyol Ruy de Gonzalez de Clavijo, Tatarlar hakkında, "so­
ğuğa ve sıcağa, açlığa ve susuzluğa başka her milletten daha
büyük bir sabırla katlanabiliyorlardı. Yiyecekleri varsa tıka ba­
sa yiyorlar, yoksa ayranla idare ediyorlardı. . . Yakacak olarak
hiç odun kullanmıyorlar, kızartma ve kaynatma amaçlı ateşler­
de yalnızca tezek yakıyorlardı," diye yazmıştır.
Savaşmak, damarlarındaki kanda vardı. Ok atmadaki usta­
lıkları dillere destandı; bozkırın bir ucundan fırladıkları gibi
düşmanlarının başına ok üstüne ok yağdırırlardı. "Bir tek akla,
göklerde süzülen atmacayı yere indirir, karanlık gecelerde bir
mızrak atışıyla denizierin dibindeki balığı çekip çıkarırlardı; sa­
vaşa, düğün derneğe gider gibi giderler, etlerine batan mızrak­
lar onlara genç kız busesi gibi gelirdi." Avcılıkta da üstlerine
yoktu; kilometrelerce çapında çemberler oluşturur, ardından
atıarını içeriye doğru sürerek önlerine kattıkları av hayvanları­
nı ortada kıstırırlardı. Bu, hem askeri yeteneklerini bileyen hem
gecenin geç saatlerine kadar süren ve içkinin su gibi aktığı şö­
lenlerde karınlarını doyurmaya yarayan bir spordu. Gündüzle­
ri hayvanlarının bakımıyla uğraşır, atlarını, develerini, keçileri­
ni ve koyunlarını otlatmaya çıkarırlardı. Gündelik hayatta kul­
lanılan para birimleri de bunlardı; bir adam evlenmek istedi­
ğinde hayvan veya bir merada otlatma hakkı karşılığında ken­
dine bir eş satın alırdı. Varlığı yerindeyse birden fazla alırdı.
Topluluğun üst tabakalarında çokeşlilik yaygın bir seçimdi.
Sıradan kadın ve erkeklerin giysisi, hava şartlarına karşı
koruma sağlayan çirişli keten bezinden kaba ve basit kaftanlar­
dı. İpekler ve sırma işlemeli güzel giysiler, ancak hükümdar so­
yundan olanların harcıydı. Savaşta arz ettikleri manzara görü­
lecek şeydi. Düşmanları, karşılarında tir tir titrerdi. On dördün­
�ü yüzyıl sonunda Timur'un güçleri tarafından ele geçirilen
Hintli şair Emir Hüsrev, yüreğine dehşet salan bu görüntüyü
şöyle betimlemişti.

44
Deve sırtında, fevkalfide cengfiver, binden fazla Tatar kfifir ve başka
kavim/ere mensup muharip vardı; çelik gibi sert gözıdeleri pamuk
giysilere bürüliiydü; yüzlerinden kıvılcımlar saçılıyor, tıraşlı kafa­
larında koyun postundan börkler seçiliyordu. Gözleri o kadar kısık,
bakışları o kadar deliciydi ki tunçtan bir tekneyi oyup geçebilir/er­
di . . . Kafalarının gövde/eri üstünde öyle bir duruşu vardı ki, bo­
yunları yok sanılabilirdi. Yanakları, yumuşak deri mataralar gibi,
kırış kırış ve düğüm düğiimdü. Burun kanatları bir ;y anaktan öbü­
r iine, ağızları bir elmacık kemiğinden diğerine kadar uzanıyordu . . .
Bıyıkları pala gibi uzundu. Sakalları, sadece çeneleri etrafında ve
seyrekti . . . Bir sürü ak zebani bir araya gelmiş gibiydi ve insanlar
dehşetle onlardan kaçıyorlardı.

Cengiz'in varisieri olan ve Asya'nın aslan payını demirden bir


pençe gibi ellerinde tutan Moğol Hanlıkları arasındaki sürtüş­
meler, kendi bünyelerinde de huzursuzluğa yol açıyordu. On
üçüncü yüzyılda, Çağatay ulusu içinde ciddi rahatsızlıklar baş
gösterdi. En çok da Maveraünnehir bölgesindeki kent ve kasa­
balarda yerleşik yaşayan ve İslam dinini kabul etmiş olan soy­
lularla, doğuda göçebeliği sürdüren ve bu dini reddederek put­
perestlikte ısrar eden asker soylular arasında gerilim yaşanı­
yordu. Bunlar için fethettikleri insanların yerleşik yaşamı, la­
netli yaşamdı; o kadar ki aşağılamak için onlardan kırannı (kanı
bozuk, soysuz) diye söz ediyorlar, batı Çağataylar da bu haka­
rete karşılık onlara çete (soyguncu) diyorlardı. Dorukları yedi
bin metreyi bulan Tienşan veya Allahü Ekber Dağları'nın coğ­
rafi olarak sağladığı doğu-batı bölünmesi, ulus içindeki ideolo­
jik bölünmeden daha az keskin değildi. İki taraf da, yürekleri
nefretle kabararak, bu dağın yamaçlarına daha sık bakar ol­
muşlardı. Hanın asker soyhilara sağladığı ayrıcalıklar da taraf­
lar arasındaki sürtüşmeyi büsbütün körüklüyordu. Bunlar; as­
kerleri beslemek, giydirmek ve silahlarını sağlamak zorunda
bırakılan yerli halkın durumu iyi olmayan kesimi üstüne, ağır
bir yük bindiriyordu.
1 266'da Çağatay ham Mübarek taç giyrnek için, adet ol­
duğu üzere Çağatayların, Kazakistan'ın güneydoğusundaki
İli Nehri üzerinde kurduğu yüzlerce kilometre doğudaki gö-

45
çebe kampı yerine Maveraünnehir'i seçti. Bir yaşam biçimi­
nin ötekine tercih edildiğini gösteren bu anlamlı tören, asker
soylular tarafından gelenekiere ve askeri yetkeye doğrudan
bir meydan okuma olarak alındı. Bundan da kötüsü, Müba- ..
rek daha sonra İslamın çağrısına kulak verdi ve bu din değiş­
tirme Orta Asya'yı bir deprem gibi, ta dibinden sarsarak Do­
ğu ve Batı arasında gittikçe büyüyen bir uçurum açtı.
1269' da, Moğolların ileri gelenlerinden oluşan kurultay ulu­
sun geleceğini kararlaştırmak üzere toplantıya çağrıldı. Bura­
da, bozkırın atlı cengaverleri baskın çıktı ve hem kentlerde
yerleşime hem de sürülerinin tarım amaçlı kullanımına karşı
çıktılar. Güruh, eski adetlere uygun olarak, yine bozkırda
dağ tepe gezecek, yorulmak bilmez hayvanlarını o meradan o
meraya göçürerek otlatacaktı. Mübarek, hiç vakit kaybedil­
meden tahttan indirildi. Ondan sonraki elli yıl egemenlik,
putperest soyluların oldu.
Fakat Mübarek'in ektiği değişim tohumları, o artık başta
olmasa bile kök salmaya devam ediyordu. Çünkü toprak ve­
rimliydi. Mübarek'e Maveraünnehir seyahatinde refakat eden
ve aralarında Timur'un mensup olduğu Barlas boyu da bulu­
nan Moğol savaşçılar, on dördüncü yüzyıla kadar İslam dinini
kabul etmiş ve Türkleşmişlerdi. 1269 kurultayının kararları ne
kadar açık olursa olsun, belirleyici olmamıştı. Doğu ve Batı,
Putperestlik ve Müslümanlık, göçebelik ve yerleşik yaşam ara­
sındaki eski sürtüşmeler, büyüyen ve yayılan Çağatay ulusunu
·

için için kemirmeye devam ediyordu.


Zamanla bu tür baskılar etkisini gösterdi. Nihayet 1 330' da,
birkaç kuşaktır ağır ağır kaynayan bu yıpratıcı sürtüşmeler pat­
ladı ve kırılan fay hattı ulusu böldü. Batı, Maveraünnehir oldu.
Doğu ise, Kırgızistan' daki Isık Göl'ün güneyinden Tarım hav­
zasına kadar uzanan dağlık alan üzerinde Çağatay sülalesinin
ayrılmış kolu Moğolların ülkesi, Moğolistan oldu. Bu düşman­
ca bölünme, her ne kadar Timur'un doğduğu sıralar meydana
gelmiş de olsa, sonuçları onu bütün saltanatı boyunca uğraştır­
mıştı. Doğrusu şu ki, birkaç dönem dışında Timur Moğollara
bir ömür boyu düşmanlık gütmüştü.
On dördüncü yüzyılın ilk zamanları Maveraünnehir, Ke­
bek Han'ın yönetimi sırasında (1318-26) kısa bir refah dönemi

46
yaşamıştı. Selefi Mübarek'in yerleşik yaşam biçimini benimse­
yerek yönetim merkezini verimli Kaşka Derya ovasına taşımış,
kendi çıkardığı parayı tedavüle koymak ve ilk kez d üzenli bir
vergi sistemi kurmak gibi, bir dizi idari reform yapmıştı. Bu
davranışlar, böyle bir otorite baskısından rahatsız olan Mavera­
ünhehir' deki göçebe unsurlar nezdinde onu pek sevimli kılma­
mıştı. Kaşka Derya ovasının tam göbeğine, Karşi'ye kondurdu­
ğu saray, hoşnutsuzluğun biraz daha artmasına yol açmış, fa­
kat Kebek geri adım atm_amışh.
Birbirine diş bileyen yerleşik ve göçebe topluluklar arasın­
daki sürtüşme, ondan zayıf çıkan halefi, kardeşi Tarmaşirin'in
yönetimi sırasında daha sert bir biçimde yeniden su yüzüne
çıktı. Çağatayların parçalanmasına yol açan bu ikilik, şimdi
Maveraünnehir'i tehdit etmeye başlamıştı. Hala eski yaşam bi­
çimlerine dönme özlemi çeken göçebe soylular, Tarmaşirin'e
1269 kurultayında alınan kararları yürürlüğe koyması için baskı
yaptılar. Fakat sonuç alamadılar. Yeni Han, taviz vermek yeri­
ne Müslüman olmayı seçti. Toplumdaki derin bir istikrarsızlık
dönemine denk gelen bu kışkırtıcı davranış, onun kaderini ta­
yin etti. Kendinden önce Mübarek' e yapıldığı gibi, ona da yö­
netimden el çektirildi.
Tarmaşirin'in göçebe aşiretler tarafından devrilişi önemli
bir dönüm noktası oldu. Maveraünnehir'in Çağatay hanları bir
daha asla gerçek iktidara sahip olamadılar. Bu tarihten sonraki­
ler yalnızca kukla yöneticilerdi; çünkü gerçek güç ve yetke, on­
ları oraya Cengiz'in geleneklerine baş sallamaları için oturtmuş
olan, göçebe savaşçıların eline geçmişti. Maveraünnehir'in ru­
hu ve Moğol fatihin yaygın kıldığı yaşam biçiminin egemenliği
için verilen savaş, istenilen sonuca ulaşmıştı. Kent ve kasaba­
larda yerleşik olarak yaşayan soyluların nihayet karşılarına di­
kilinmiş ve haklarından gelinmişti. Bundan böyle iktidar eyerin
üstündeki adamların olacaktı; değil mi ki onların kudreti ve da­
yanma gücü kimsede yoktu.
1347' de Emir Kazakhan, Çağatay hanını devirerek, iktida­
rın dizginlerini ele geçirdi. On yıl süreyle komşu bölgelere akın
düzenletip onları yağma ve talan ettirerek savaşçılarını zafer­
den zafere koşturdu. 1 358' de Moğol hanının emriyle düzenle-

47
nen bir suikasta kurban gitmesinden sonra, Maveraünnehir bü­
yük bir karmaşaya sürüklendi. Merkezi yönetimin çöküşü bu­
rayı viraneye çevirdi. Kazakhan'dan kalan boşluk, gözlerini
hırs bürümüş yerel savaş tacirleri ve dini liderler tarafından
çarçabuk dolduruldu. Maveraünnehir adi hesaplaşmalar ve bö­
lünmelerle parçalandı. Moğol ham Tuğluk Timur, işgal hazırlı­
ğına başladı.
İşte Timur, dünyanın damından (Himalayalar) gölgelerin
vurduğu bir yükseltide ve bu girdabın, yani birbirinin kanını
. -

içmeye azınetmiş hanlıkların, içine doğdu.

* * *

Tarihi Özbek kenti Şehrisebz'in -Yeşil Kent'in- güneyin­


de, yaklaşık on üç kilometre uzaklıkta ve yol kenarında bulu­
nan Hoca Ilgar köyünde, tuğladan örülmüş bir anıt "Tanrının
Kırbacı"nın doğum yerini gösterir. Bu yapı, diğer anıtlara kı­
yasla, son derece yalın ve iddiasızdır; beton bir kaide üzerine
örülmüş bir sıra tuğla ve bunun üstüne dikilmiş bir yazıtla,
dünyanın en büyük fatihlerinden birinin anıtından çok, der­
me çatma bir açık hava ocağını andırır. Buraya gelecek bir
yolcu anıtın, Özbekistan gibi bağımsızlığını henüz 1 991'de
kazanmış ve Timur'u Sovyetler Birliği'nin tarih çöplüğünden
bulup çıkararak, anayurtlarının yenilmez ve yeni ülkelerinin
milli kahramanı olarak ilan etmiş genç bir ülke için, önemli
bir turistik merkez olduğunu umabilir. Fakat burası, üstün­
den hala komünizmin tozunu silkeleyememiş ve kapitalist
sisteme bir türlü ısınamamış bir ülkenin bağrında yer aldığı
için, bu tür bir alışverişin hiçbir belirtisi yoktur. Timur tişört­
leri, anahtarlıkları ve tükenmezkalemleri satan dükkanlar gö­
rülmez.
Burası, aksine, 28 Ağustos 1404'te İspanyol elçi Clavijo'nun
Şehrisebz' e veya o zamanki adıyla Keş' e geldiği gün gözlemledi­
ği gibi, tam anlamıyla bir kırsal kesim özelliği gösterir. "Bu bü­
yük kent. . . bir düzlükte yer alıyor ve dört bir yanından akan de­
reler ve su kanallarıyla gayet güzel sulanıyor; etrafı ise içlerinde
çok sayıda çiftlik evinin ve müşternilatın bulunduğu bağlarla çev-

48
;!:

�.cr, · �· ·-:; 1
� i.,,,.,
·--.....
....,;-{
· - · · -· - ·
-
ORTA ASYA
On Dördüncü YüzY:ıl da
"· ��"'·'-'-----------------....
-· ·
ve Bugün 1
. <. � -· -.
. ..

ı O 150 300 450 km


... .

i
� ff"j; KAZAKISTAN
r · -· - · -·- .
'\ \ 1( .
/t ·; ;(
[1.-
/1 .
.
' �.: \ ·
·• .
·

.{ �;�(
.a.. ı. \
:

/
\\:�
;.,ğ \ !�i
0

::f ı. "����t<; ..... ........ _ .. -·.....


. ..

c . .. .....
-\ r;li4• ;�JIF
1. 1
/
/· ·....
.. . "'·...
· , ......

y ·- ·
.


'- _

'/'/·
(

\ � \ ..

--
• _.. .
..
TUR KMENISTAN
. /;. o: � 1�
'
..

i
, 1:\;' -· -·
..


·- '\�
.

... . \-, '11'!!1;> i ! MOGOL!STAN


" ! V'i 'O !
\
... 1 .-ı çı
-'�6
�iV,.ı. !
·,
"'

.0 i ;ı>z '?ı. ·--:�� . 1


-· -· ... · - · - · - · - ·- ·-·-·- ·- ·
·, 'f .'., 7' .-.J /,',>
::::' .?.:rtr., ............ · !- ·
(· - ·-
· - .. ..,�


\\ \ Buhara�1' i\: \ ·, -
....

i
i . Merv
\
\.�-,..
\Semerkan ·-·
..- · , 1
İRAN
/ A·-. \.,Şehris;J;·�
• 1
· r·- · <. . FERGANA

- -. ., !...;, ·.,·-·
t
. .' I R CIZİSTAN '·.j
!. · ·-· "r�
ij CJJq · - · -. -.� .... .... j, .., - · "' __., ...... .. -·
- 'v• · XJN)!ANG
! "' eY�
,. �·-. SJ;ı, tv (
/ '..
_
..

./ .� ; ........,
l \• - :...-.
1 ·
i

,..----::.,:.....J<..J
IR
__,:__ �'" .,..___
"-_
rilmiş. Buradan öteye düz, çayırlık ve sulak bir kırsal alan üzerin­
de köyler ve kabarık nüfuslu beldeler uzanıyor; yılın bu yaz-mev­
siminde, öyle güzel ve doyulmaz bir manzara ki bu. Bu toprak­
larda, mısırdan yılda beş defa mahsul alınıyor, üzümden de öyle
ve çok sulak olduğu için çok miktarda pamuk yetiştiriliyor. Mey­
ve yüklü ağaçlardan ve kavun tarlalarından geçilmiyor."
Timur'un izini sürmeye ve güz meltemlerinin altı yüzyıl
öncesinden getirdiği, cihangirin uzak tınılarına kulak vermeye
başlamak için burası uygun bir yerdir. Bugün bile, bu iki tarih
arasında devamlılık sağlayan, umulmadık ipuçlarına rastlanır.
Küçük bir asma bağı, Müslüman bir ülke olan burada dahi
üzümün sağladığı keyiflerin göz ardı edilmediğini gösterir ve
Timur'un o içkinin su gibi aktığı, bağbozumuna benzeyen şen­
liklerini hatıra getirir.
Bu hem dingin hem haşin olabilen Kaşka Derya ovasında,
bir tuğla anıtın ve aşırdığı kavunlar için titizlenen sevimli bir
oğlan çocuğunun yanı başında, Timur'un çocukluk günlerini
hayal etmek mümkündür. İşte bu amansız topraklarda büyü­
müş; bozkırın, kendisine tüm dünyayı dize getirme düşleri
kurduran o katı kurallarını burada bellemişti. Bu yörede kulla­
nılan bir atasözü çocukluktan başlayarak kulağına küpe olmuş
olsa gerekti: "O el ki kılıç tutmaz, kral asası hiç tutamaz." Bu
haşin dünyada dövüş sanatlarında ustalaşmadan kişisel zafer­
ler mümkün olamazdı.
Dorukları karlı Zerefşan dağlarıyla çevrelenmiş ve buz
kesmiş bu bozkırda, yanında gözükara arkadaşlarıyla at sır­
tında çeşitli hünerler öğrenmiş; kim bilir ne büyük çarpışma­
lar, düşman ordugahlarına ne yıldırım baskınlar, ne göz ka­
maştırıcı zaferler ve başı önünde kaçışlar düşlemişti. Bu bere­
ketli ovada ve dağların alt yamaçlarına kadar uzanan bu geniş
ve yemyeşil otlaklarda ayı ve geyik aviarnayı öğrenmiş olma­
lıydı. Kazandığı bu beceriler, o günlerden yarım asır sonra,
bugünkü Kazakistan'ın büyük bir kısmını ve Rusya'nın güne­
yini geçerek Büyük Altın Orda Hanlığı'na yapacağı en zorlu
seferlerinden biri sırasında ordusunu açlıktan ölme tehlikesin­
den kurtaracaktı. .

so
Kışların iliğe işleyen sağuğu ve yazların deri çatlatan sıca­
ğıyla terbiye edilen Timur, bu ovada, bozkırlarda ve dağlard a
tam bir erkek gibi dövüşmeyi öğrenmiş; ihtiyatsız çobanlardan
koyun aşırmak için gittikçe daha cüretli gece baskınlcırına giri­
şerek ve etrafına kendi kafa yapısındaki haydutları topL:ıvarcÜ:,
zamanla cesareti ve liderlik vasfıyla ün salmış ve boy beyleri­
nin dikkatini çekmiş olsa gerektir.
Kaynaklar Timur'un çocukluk dönemi hakkında suskun­
dur. On dördüncü yüzyılın ilk zamanlarında bozkır yaşamının
özelliklerini ancak hayal edebiliriz; bu, aşiret geleneklerinin ve
aile ilişkilerinin baskın olduğu, mevsimlerin yeknesak bir tem­
poyla birbirini kovaladığı ve. baş döndürücü bir hızla bir o tara­
fa bir bu tarafa kayan ittifakların arasında hayatta kalmak için
kıyasıya mücadele verilen bir dünyadır. Timur'un kendisi de
çocukluk yılları üzerindeki karanlığı aydınlatmak için pek az
gayret göstermiş; sonraki hayatında kazandığı ün ve başarıyı
vurgulamak için, yalnızca ne kadar mütevazı koşuıiarda yetişti­
ğinin üstünde abartılı bir biçimde durmuştur. Söylenildiği gibi
belki de Timur'da, daha çok küçükken, ileride büyük bir lider
olacağının belirtileri mevcuttu. "On iki yaşındaydım; bende bir
büyüklük ve bilgelik olduğuna dair belirtiler seziyordum; ziya­
retime gelenleri gayet yukarıdan bir tavır ve vakarla karşılar­
dım/' dediği rivayet olunur. l O
10 Timur'un hayatını anlatan, sözde otobiyografik, en tartışmalı iki kaynaktan, lvielfu­
zat (Anılar) ve Tiiziiknt'tan (Tüzükler) alıntı. Tarih olarak, Ebu Talib el-Hüseyni
adlı bir alimin bunları keşfettiği söylenen on yedinci yüzyılın başlarına dayanır­
lar; Ebu Talib bu kaynakların Farsça çevirisini 1637'de Hint-Moğol imparatoru
Şah Cihan'a sunmuştu. On dokuzuncu yüzyıla kadar hem lvielfuzat hem Tüziiknt
geçerli tarihi kaynaklar olarak kabul ediliyorlardı. 1830 Londra baskısının çevirisi­
ni yapan Binbaşı Charles Stewart'ın iddiasına göre, anlatıma baştan sona hakim
olan o "soylu sadelik" le, "yalın ve süssüz kibir" bu belgelerin özgünlüğünü kanıt­
layan unsurlardır. Daha sonraki araştırmacı kuşaklar daha temkinli yaklaşmışlar­
dır. Eğer bu belgeler Timur'a aitse, neden aynı dönem tarihçilerinden Nizamed­
din Şami ve Şerefeddin Ali Yezdi bunlardan hiç söz etmemiştir? Neden Büsey­
ni'nin çevirdiği söylenen metnin aslı hiçbir zaman ele geçmemiştir? Ve son olarak,
Timur'un geleceği düşünerek yazdığı iddia edilen bu belgeler nasıl olup da 232
yıl boyunca sır olarak kalabilmiştir? Bu kuşkular tatmin edici bir biçimde gideril­
mediği ve lvielfuzat ve Yüzükat'ın özgünlükleri tartışma götürmez bir biçimde ka­
nıtlanmadığı sürece bu iki yapıtı yanıltıcı olarak değerlendirmek en doğrusudur.
Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, Özbekistan'daki devlet güdümlü akademik
kurumlar, bunları su götürmez bir biçimde özgün saymaktadırlar.


Timur'un, çağdaşları arasında iddialı bir lider olarak sivrıi­
diği gençlik yıllarına ait hayli çarpıcı, fakat belki biraz abartılı
bir başka öyküyü de Arabşah anlatır. Onun meziyetlerini tak­
dir etmekte diğerleri kadar hevesli olmayan bu yazarın Ti­
mur'a duyduğu düşmanlık, aşağıdaki betimlemeyi daha da de­
ğerli kılar.

Gözüpek, yürekli, ele avuca sığmaz, güçlü ve nazik bir genç olarak
yetişti ve Vezirin yaşça ona denk oğullarının dostluğuııu kazandı
ve genç emirler içinde yaşıtı olanlarla o derece yakınlık kurdu ki,
bir gece ıssız bir yerde toplanıp tatlı tatlı söyleşmek üzere yaygıları
altlarına serdiler ve birbirleriyle sözlerini hiç sakınmadan, senli
benli konuşup güler ve aralarındaki sır perdelerini kaldırırken on­
lara şöyle dedi, "Niııem, usta bir kdhin ve falcıydı; bir gece rüya­
sıııda bir şey görmüş; bunu, oğullarından veya torunlarmdan biri­
nin bir gün biiyük topraklar fethedeceği, geniş insan yığınlarına
hükmedeceği ve Yıldızların ve o devrin Krallarının Efendisi olacağı
·
şeklinde yorumlardı. İşte o adam benim ve o devir de bu devir; hay-
di bakalım; şimdi benim arkanı, elim, kolum, sırtını, böğrüm olma­
ya ve beni asla yaya bırakmamaya ant için. n

Büyük bir adam olacağına dair belirtiler var mıydı, zor bir ço­
cukluk geçirmiş miydi bilinmez, ama Timur ilk kez 1360'ta, za­
manlama konusundaki ustalığını gösteren bir atılımla, karanlı­
ğı delerek tarihi kayıtlarda belirdi. Bu, tam da ondan beklene­
cek tarzda, gayet kurnaz ve cüretkar bir hamleydi. Emir Kazak­
han'ın 1 358' deki katlinden sonra Moğol Ham, Maveraünne­
hir'in içine düştüğü kargaşadan yararlanmak ve dağılmış Ça­
ğatay ulusunu kendi idaresi altında yeniden birleştirmek fik­
riyle burayı, doğudan işgal etti. Timur'un yaşadığı Kaşka Der­
ya ovasındaki Barlas boyunun reisi Hacı Bey, savaşmaktansa
kaçınayı yeğledi. Delikanlı yaştaki Timur, Ceyhun nehrine ka­
dar ona refakat ettikten sonra, yurduna geri dönmek için rıza
diledi. Döndüğünde, kendi adamlarını toplayarak Moğolların
daha fazla toprak almalarını önleyeceğine onu ikna etti.
Ondar, sonra olanlara bakarak, Timur'un hiç de böyle bir
niyet taşımadığını söylemek olasıdır. Hacı Bey' e söylediğinin

52
aksine, Moğol istilacılara karşı bir kez olsun kılıç çekmedi. On­
ların güç olarak daha üstün olduklarını aniayıp bundan çok da­
ha akıllıca bir iş yaptı ve Moğol Hanı'na, emrine arnade oldu­
ğunu bildirdi. Bu taraf değiştirme, kurnazlığın daniskasıydı, fa­
kat teklifi kabul edildi. Bundan böyle, Moğol Ham'nın bendesi
olacaktı, Yirmi dört yaşındaki Timur, koskoca Barlas boyunun
başına geçmeyi başarmıştı.
Yeni edindiği mevkiyi pekiştirrnek amacıyla, Afganistan'ın
kuzeyindeki Belh'te bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmış, soy­
lu yönetici Kazakhan'ın tarunu Emir Hüseyin'le ittifak yaptı.
Hüseyin, Karakunas boyunun beyiydi. İki adam, gizlice anlaşıp
Moğalları Maveraünnehir' den temizlerneye ant içti. Timur' un,
Hüseyin'in kız kardeşi Aliye Türkanağa'yla evliliği aralarında­
ki ilişkiyi pekiştirdi. Bu olmasaydı bile, Timur'un Moğol Ha­
nı'na bağlılığı uzun sürmeyecekti, çünkü bazı boy beylerinin çı­
kardığı kanlı bir ayaklanma sonucu, Moğol Ham oğlu İlyas Ho­
ca' yı Maveraünnehir' e vali olarak atadı. Timur, emir komuta
zincirinde ikinciliğe razı olamazdı (Hüseyin belki de bunu hiç­
bir zaman anlamadı). Tepki vermekte hiç gecikmedi. Timur ve
Hüseyin o andan itibaren kanun kaçağı olup gizlenmek zorun­
da-kaldılar.
Ondan sonraki birkaç yıl, bu iki ortak geçimlerini eşkıyalık,
yol kesicilik ve paralı askerlikten sağlayarak, Asya'nın yukarı
taraflarında dolaşıp durdular. Kimi zaman şansları yaver gidi­
yor ve hatırı sayılır bir ganimet ele geçiriyorlardı. Fakat bu ko­
lay bir hayat değildi, çünkü intikam peşinde koşan Moğol Ha­
nı'na yerlerini belli etmemek için devamlı hareket etmek zo­
rundaydılar. Tarihi kayıtlara göre, bir ara Timur'un maiyetinde
yalnızca karısı ve bir tek adamı kalmıştı. Nihayet düşe düşe,
1362' de karısıyla birlikte haşerat dolu bir ahırda iki ay hapse­
dilmeye kadar indi. Bu, günün birinde Moskova' dan Akde­
niz' e, Delhi' den Şam'a kadar hükmedecek bir adam için pek
adi bir başlangıçtı.
Bu dönemde, tahminen 1363'te Timur,-sağ hacağıyla sağ
kolunu aksak bırakan ve düşmanlarının onu aşağılamak için
kullandığı Aksak Timur lakabını ilham eden yarayı aldı. Muh­
temelen bu, Afganistan'ın güneybatısında, buglin Deşt-i Mergi

53
(Ölüm Çölü) olarak bilinen bölgenin bir yerinde, Horasan'daki
Sistan Ham'nın hizmetinde paralı asker olarak çalışırken ol­
muştu. Farklı açıklamalar çoktur. Timur'a garez dolu kaynak
Arabşah' a göre, o bir koyun hırsızıydı ve bir gün işi azıtmıştı.
Sürüsünün etrafında sinsice dolaşan hırsızı fark eden uyanık
çoban, gayet isabetli bir ok atışıyla Timur'un omzunu parçala­
mış, fazladan bir tane de kalçasına saplamıştı. "Böylece, fukara­
lığına bir de sakatlık eklenmiş, habis ruhuna ve hiddetine halel
gelmişti."
Tarafsız bir gözlemci olduğundan kuşku duymamız için
daha az neden bulunan Clavijo'ya göre ise, Timur pusuya dü­
şürülmüştür.

O sırada Timur'un nıaiyetiııde yalmzca beş yüz atlı vardı; bunu gö­
ren Sista n 'nı adamlwz güçlerini birleştirip onu alt etmeye giriştiler,
bir gece Timur, bir koyım sürüsünil bir yerden başka bir yere götii­
r iirkeıı lıep birlikte iistiine çullanzp adamlarınm büyük bir k1smmı bo­
ğazladıiar. Onu da atmdan aşağı düşürerek sağ bamğından yara/adı­
lar; bu yaradan ötürü ömrii boyunca o ayağı aksadı (Aksak Timur adı
buradan gelir); bummla yetinmeyip, sağ elini de yara/adı/ar; bımwı
sonucımda da serçe ve yiiziik parmağmı kaybetti. l l

İspanyol elçi, onun öldü kabul edilerek oracıkta bırakıldığını,


fakat sürünerek kendisine kucak açan birtakım göçebelerin ya­
nına sığındığını söyler.
O dönemde, hem kendi şanını yürütmek hem Maveraün­
nehir'i Moğol işgalinden kurtarmak için savaş alanında kul­
landığı, kendi icadı olan dahiyane taktiklerle nam salmaya
başlamıştı. Arabşah'ın kin kusan polemiğine karşılık, Zafenıa­
me adlı eserinde ağzından bal akan Yezdi, Timur'un askeri

11 22 Temmuz 1941'de, Timur'un mezarı Sovyet arkeolog Mikhail Gerasimav tara­


fından açıldı ve her iki sağ uzvunda bulunan darbe izleri teyit edildi. Ruhların
ölümden sonra da yaşadığına İnananlar, mezarın açılması konusunda epeyce
patırtı kopardılar. Özbekler, hükümdarıı1 ölüsü taciz edilirse bir sürü felaket ya­
şanacağı endişesiyle bu işe şiddetle karşı çıktılar. Gerasimav mezarı açtıktan sa­
atler sonra, dünya Hitler'in Rusya'ya saldırdığı haberini aldı. 1942'de Timur'un
ve torunu Uluğ Bey'in kemikleri İslami kurallara göre yeniden gömüldükten kı­
sa bir süre sonra Almanlar, Stalingrad'da teslimiyeti kabul ettiler.

54
dehasını öve öve bitiremez.l2 Bu İranlının yazdığına göre, Ti­
mur bir çarpışmada askerlerine, düşmanın kendininkinden
kat kat üstün olan güçleri etrafındaki tepelerde yüzlerce
kamp ateşi yaktırarak, onları dört bir yandan kuşatıldıklarına
inandırmıştı. Hasımları kaçarken, onları kavalayan askerleri­
nin eyerlerine bol yapraklı ağaç dalları bağlatmış, böylece
kalkan toz duman içinde dev bir ordunun gelmekte olduğu
sanısını uyandırmıştır. Bu aldatmacalar çok işe yaramıştı.
Moğolları kaçırmış, Maveraünnehir'i kurtarmış, Şehrisebz'i
kendisine kazandırmıştı. "İşte hep yaver giden talihi, onun
bu kez de bir orduyu ateşle yenip, bir şehri toz dumanla ele
geçirmesini sağladı."

* * *

Bugün dahi, Şehrisebz'in en değerli varlığı, büyüklüğü ve


güzelliğiyle 1404'te Clavijo'yu da büyülemiş olan Ak Sa­
ray'dır. Yezdi'ye göre, "o kadar güzel ve kusursuz bir mima­
risi vardır ki, hiçbir şey onunla boy ölçüşemez." Timur'un,
"Kim ki bizim gücümüzden kuşku duya, diktiğimiz binalara
baka," sözü, en güçlü ifadesini burada bulur. Kırk metre yük­
seklikteki kemerli methalin iki yanında yer alan, yerden alt­
mış metre yükseklikteki ikiz giriş kuleleriyle bu, onun en bü­
yük sarayıydı. Clavijo geldiğinde, taş ustaları ve binlerce baş­
ka zanaatkar yirmi yıldan beri bu inşaatla uğraşmakta ve ça­
lışma günbegün devam etmekteydi.
Göz kamaştıran girişin ardından, toprak tuğla ve mavi
desenli çinilerle bezenmiş kemerli geçitiere giriliyor, bunlar
da Timur'un huzuruna kabul edileceklerin alındığı küçük
bekleme odalarına açılıyordu. Bunların arkasındaki bir başka
kapıdan yaklaşık 100 metre uzunluğunda, etrafı iki katlı ke-
12 Gibbon'ın ölçülü sözleri, her iki yazarı da hayran olunacak bir tarzda yerli yeri­
ne koyar. Şerefcddin Ali Yezdi için: "Coğrafi ve tarihi bilgilerinde şaşmaz bir
doğruluk var, herkesin bildiği gerçekler konusunda da güvenilir bir kaynak, fa­
kat kitap kahramanının meziyetlerini ve talihini dalkavukça yüceltiyor." İbn
Arabşah içinse: "Bu Suriyeli yazar, hem çok habis hem yer yer cahil bir düşman;
eserinin bölüm başlıkları gayet hakaretengiz; yok İblis şunu yaptı, yok ki\fir bu­
nu dedi, yok engerek yılanı şuna saldırdı, vs. gibi," dcr.

55
merli geçitlerle çevrili, yeri yassı mermer taşlarla döşeli ve or­
tasında işlemeli bir su haznesi olan bir avluya geçiliyordu. Bir
sonraki kemerli geçidin ardında ise sarayın kalbinin attığı yer
vardı: nice elçinin içindeki olağanüstü işçiliği takdir etmek
uğruna boynunu ağrıttığı ve Yeri Göğü Sarsan Adamın karşı­
sına çıkmadan önce sinirden üst üste yutkunduğu kubbeli bir
kabul salonu.
Gözlerine inanamayan Clavijo, "duvarlar altın varak ve
mavi çinili panolarla, tavan ise silme altın varakla kapliydı," di­
ye yazmıştı. Soluksuz anlatımından çıkarılabileceği gibi, İspan­
yol elçi böyle bir ihtişamla karşılaşacağını ummuyordu. Ne de
o devirde Dağuyu karanlık, barbar bir dünya olarak gören baş­
ka bir Avrupalı umabilirdi. Clavijo, "buradan alınıp üst kattaki
koridariara çıkarıldık, duvarlar gene altın yaldızlı çinilerle kap­
lıydı," diye devam eder.

Burada da birçok adalı bölmeler ve tek tek odalar gördük, bunlardan o


kadar çoktu ki ve hepsi altın sarısı, mavi ve başka renklerde çiniler/e
kaplamızıştı. . . Daha sonra bize, Timur'un eşleriyle geldiği zaman kal­
dığı ve kullandığı muhtelif daireleri gösterdiler, hepsinin duvar/arı,
tavanları ve tabanları çok görkemli bir biçimde bezenmişti. . . Ti­
mur'ım soylu Jıanımlarıyla yemek yediği büyük bir ziyafet salonunu
ziyaret ettik; bu da göz kamaştıran süsler içinde devasa bir salondu ve
arkasında meyve veya gölge veren çok sayıda ve çeşit çeşit ağacın di­
kili olduğu büyük bir bahçe uzamyordu. Bunlar, etrafı yemyeşil çi­
men/er/e kaplı şadırvaııları çevreliyorlardı. Bahçe öylesine genişti ki
biiyük bir topluluk burada rahatlıkla bir araya gelebilir ve yaz sıca­
ğmda, ağaçların gölgesi altında, su başlarmm serin havasmı soluya­
bilirdi.

Bunlar, bile isteye Cengiz Han'ın Moğol sarayı geleneğini sür­


düren bir hükümdarın bolluk ve bereket içindeki bahçeleriy­
dL Şehrisebz'in, Yeşil Kent'in altın çağı başlıyordu. 1379' da
Yezdi, "şehrin güzelliğine, havasının temizliğine, bahçelerinin
bereketine ve suyunun arılığına vurulan hükümdar, burayı
yazlık ikametgahı ve hükümdarlığının ikinci başkenti ilan et-
·

ti,'' diye yazar.

56
Ak Saray, Timur'un diktirdiği başka her yapıdan fazla,
çalım satmak ve doğu kulesinin üstündeki Kufi yazıtıncia söy­
lendiği gibi Sultan'ın, "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" oldu­
ğunu göstermek amacıyla inşa edilmişti. Bir rivayete göre Ti­
mur, batı kulesindeki, "Sultan bir gölgedir" yazısını azımsa­
yarak hiddete kapılmış ve sorumluları sarayın tepesinden
aşağı attırmıştı. Diğer yazıtlarda ise, Tatar'ın parlak vasıfları
göklere çı!<arılıyordu. Birinde, "Ey İnsanların Velinimett sal­
tanatın Süleyman'ın saltanatı, örnrün Nuh'un ömrü gibi uzun
olsun. Güzelliğiyle cümle alemi büyüleyen bu saray (sahibi­
ne) saadet ve refah getirsin," deniliyordu. Bir başkası, "Sultan
yaptığı iyiliklerle, düşmanlarının ayağına zincir vuruyor" di­
ye gürlüyordu. "Ona sığınan saadet bulur. Yaptığı iyilikler,
latif bir koku gibi, her yere yayılır. İyiliği besbellidir. Yüzü ay­
dınlık, davranışları isabetlidir." Saray kapısından içeri giren
küçük ve önemsiz ziyaretçiler kim bilir neler hissediyorlardı.
Ziyaretçilere hadlerini bildirmek, eğer dünyanın en büyük
hükümdarlarından birinin huzurunda bulundukları konusun­
da en ufak bir kuşkuları kalmışsa, bunu gidermek için müthiş
bir yol bulunmuştu.
Methalin iki yanındaki ikiz kuleler; bugün savaş, tamalı ve
geçen zamanın etkisiyle otuz beş metreye kadar inmiştir. Asıl
yüksekliklerinin yüzde altınışından daha azına da sahip olsa­
lar, gene de heybetlerinden pek bir şey kaybettikleri söylene­
mez; sağlamlıkla ince işçiliği, zarafetle yalınlığı birleştiren mi­
mari tarzları, onlara hakim bir konum sağlar. Kemerin ürkütü­
cü kavsi, kulelerin tepesine doğru -bilgisiz bir göze, yalnızca
cicili bicili geometrik desenler olarak görünen- turkuaz ve laci­
vert renkte, Ktifice hatla yazılmış, "Allah" ve "Muhammed"
adlarının hemen üstünden başlar. Gökleri, bir baştan öbürüne
katedecekken bir parça gökyüzü tarafından kesilir. Her bir kule
kendi başına ve dimdik durur.
Boyutlar ezici ölçülerdedir. Fakat kim bilir, şaşaa ve deb­
debenin zirvesindeyken, altın varak tavanı yıldızlarla boy öl­
çüşür ve Timur'un muhtelif eşleri -Clavijo, kaldığı sürece se­
kiz tane saymıştır- yemyeşil çimenlerin, meyve ağaçlarının,
şırıl şırıl akan derelerin ve şadırvanların arasında; sırma işlt

57
muhteşem minder ve yaygıların üstündeki yerlerini alıp
uzanmak için ipek giysilerini hışırdatarak ve salma salma zi­
yafet salonundan bahçeye geçerlerken nasıldı? Yazın ipek, kı�
şın kürkle çevrilmiş çadırların ve gölgeliklerin altında ve
lambaların soluk ve titrek ışığında sesleri, nasıl bir şarkı olup
yıldızlara doğru akardı.
Burada yenileme çalışmaları yapılmış, kırılan çiniler yeni­
leriyle değiştirilmiş de olsa, sarayın harap görünümü esasen
korunmuştu. Timur'un en görkemli yapısından geriye, şimdi
yere çalınmış dev bir hayvanın uzun ve iri dişlerini andıran iki
kısalmış kuleden öteye bir şey kalmamıştı. Fakat bu harap gö­
rünümdür ki bizde bıraktığı büyüklük izlenimini güçlendire­
rek, asıl halinin hayal gücümüzü aşan bir ölçek ve görkemde
olduğunu hatırlatır. Veya işçiler onca yıllık çalışmadan sonra
bile hala sarayın etrafında dört dönüp didinirlerken, hayli ser­
seınıemiş Clavijo'nun yazdığı gibi, "bu sarayın süslemelerinde
sergilenen zenginlik ve güzelliği kelimelerle anlatmak kabil
değildir".

* * *

Kavurucu sıcağın altında tere batarak ve nefes nefese tepe­


ye, Şehrisebz'in görüleceği hakim bir noktaya tırmanmak
mümkündür. (Timur'un zamanında, kuleler asıl yükseklikle­
rinde iken bunu yapmak kim bilir ne kadar daha zordu.) Daha
ileride, güneye doğru Timur'un tarunu Uluğ Bey'in 1435-36
yılları arasında yaptırdığı Gök Kümbet Camii'nin mavi renkli
abidevi kubbesi, yaprak dolu gökyüzünü böler. Bunun yanında
aynı gruba ait, fakat mavi kubbesi diğerlerinden daha küçük
olan bir başka cami yer alır. Aralıklarında göz kamaştırıcı ışın­
ların biriktiği oluklu demir çatılar, güneşin altında kavrulur. Bu
sıcak hava kütlesinin üstünde kuşlar, süzüle süzüle bir o yana
bir bu yana uçar.
Ak Saray'ın tam önünde ve Zafer Parkı'na giden yolun ya­
rısında, Timur'un bir heykeli dikilidir. Çok uzaklara bakan
gözleriyle, gücün ve yetkenin simgesi ve Şehrisebz'in koruyu­
cusu olarak durur. Başında süssüz bir taç vardır. Dizlerine ka-

58
dar inen şal desenli bir asker ceketi yuvarlak, kabartma tokalı,
kalın bir kemerle tutturulmuştur. Sol tarafında kıvrık bir kılıç
asılıdır. Omuzlarında dökümlü, kısa bir pelerin vardır. Kaba ve
sağlam çizmeleri, kalıcılık ve güçlülük duygusunu artırır.
Şimdilerde, heykel ve kaidesi karşısında küçülüp cüceleşen
düğün alayları düzgün sıralar halinde buraya gelmekte ve Ti­
mur' un ayakları dibine çiçek koyduktan sonra Devletin Babası­
nın altında resim çektirmektedirler. Her tören, bir şişe Özbek
şampanyası patıatılarak kutlanır. Alayların biri gitmeden öbü­
rü sökün eder. Bu, pek hoş bir görüntüdür: arka planda sarayın
harabesiyle çerçevelenen genç çiftler, Timur'un devasa cüssesi
önünde saygıyla dururlar. Gülümsemeleri biraz sinirli de olsa,
hanımlar pek neşelidir. Fakat istisnasız olarak bütün erkekler,
ölesiye ciddi dururlar, fotoğraf makinesine dikili çatık kaşları
sanki başka bir yerde olmayı istediklerini düşündürür.
Güneşli bir Ekim ikindisinde, Timur'dan birkaç yüz metre
ileride ve Şehrisebz'i tam ortasından ikiye bölen geniş İpek Yo­
lu caddesindeki yöreye özgü bir çayhanede, bir grup yaşlı adam
karılarından ve" çocuklarından ayrı, yüksekçe bir kerevetin üs­
tündeki minderiere yan gelip oturmuştur. Hepsinin üstünde,
çapaıı denilen geleneksel giysiler bulunmaktadır, kimileri par­
lak mor ve açık mavi çizgili, kimileri siyah ve soluktur. Bazıları
bunları, dizlerine kadar inen ve bariz bir biçimde uzun olan
kollarını boş bırakarak pelerin niyetine giyer; bazıları kollarını
sıvarlar. Beyaz, gri veya siyah renkli sarık ya da işlemeli börk­
leri, başlarına kondurulmuş süslü kuş yuvalarını andırır. Çoğu
sakallıdır; bu uzun, gümüşi yeleleri ara sıra, mevsimler kadar
acelesiz sıvazladıkları olur. Kök çayı bardakları etrafında top­
lanmış, eski çağ giysileriyle başka bir devirden arta kalan ve ta­
rihe bekçilik eden bu adamlar dört bir yanlarından, geçmişin
giyim geleneklerini umursamayan -havacı ceketleri, beyzbol
şapkaları ve lastik ayakkabılar içindeki- genç kuşak tarafından
kuşatılmıştır.
Çayhane, yaşlıların aldıkları bu tavra uygun bir mek2mdır,
çünkü Şehrisebz'de geçmişin -ve Timur'un izi- buradan sürül­
ıneye başlanır. İpek Yolu caddesi, iştah açıcı ilk yemeği Melik
Azder Bankalu olan, tarihi bir şölendir; on dördüncü yüzyılda

59
gezgin Sufi dervişlerinin konak yeri, Sovyet döneminde basit
bir müze olan bu yapı sonraları kentte cuma namazlarının kı­
lındığı bir camiye dönüştürülmüştür. Şölen bunun hemen yakı­
nında, restorasyon çalışmalarının sürdüğü, on beşinci yüzyıl
kaplıcalarıyla devam eder. Ardından, eski devirlerde Kuran
öğrenmek için sıra sıra diziimiş oğlan çocuklarına eğitim veren
bir kurum olan Kuba Medresesi gelir. Son birkaç yıldır kapita­
lizme meyleden bu yapı, şimdi içinde ünlü markaların sahte
blucinlerinin, işporta malı pabuç ve spor ayakkabıların satıldığı
tablalarla tıklım tıklım dolu bir avludur. Anayolun daha altın­
da, güzelliğinin verdiği küstahlıkla göklere meydan okuyan,
Hürmet ve Nezaket Kürsüsü, Dorut Tilovat bulunur; buradaki
ana yapı, Timur'un gökbilimci tarunu Uluğ Bey'in yaptırdığı,
Ak Saray'dan da görülebilen Gök Kümbet Camii, şölenin en le­
ziz yemeğidir.
Burası, Şehrisebz'e geldiği zaman Clavijo'nun ilk götürül­
düğü yerdi; o tarihte yapımı . hala bitmemişti. Clavijo, "Ti­
mur'un özel emriyle burada her gün yirmi koyun kesilip pişiri­
liyor ve merhum babasıyla oğlunun türbelerdeki ölülerinin
hayrına sadaka olarak dağıtılıyordu," diy� yazmıştır. Et ve
meyveyle tıka basa dayurulan İspanyol elçiye, Timur'un çok
sevdiği oğlu Cihangir'le, babası Turagay'ın buraya gömülüşü­
nün hikayesi anlatılmıştı. Kendisine ayrıca, Timur öldüğü za­
man onun da buraya gömüleceği söylenmişti.
Burada da restorasyon çalışmaları yapılmıştı ve methalin
yenilenen mavi çinileri şıkır şıkır parlıyordu. Yerel bir rivayete
göre, Timur'un babasıyla, akıl hacası Sufi Şeyh Şemseddin Kül­
ye, civardaki Barlas mezarlığından bugün geriye kalan anıt me­
zarlardan birinde, eski oniks mermer oymaların altında yatı­
yorlardı. Hemen yakında, Uluğ Bey'in akrabalarından dört er­
keğin mezar taşları bulunan, kubbeli küçük bir türbe yer alı­
yordu. Gök Taş, asırlardan beri hasta çocuklarının şifa bulması
için ana babaların üstüne döktüğü sularla oyulmuştu. Taş, şifa­
lı tuzlar içeriyordu.
Mezar taşlarının sükunetinden sonra, pazar merkezinde
tam bir curcuna hüküm sürüyordu. Çiftçiler, karıları ve çocuk­
larıyla birlikte buraya mahsullerini satmaya gelmişti. Tozun

60
toprağın içinde; domates, soğan ve elma dolu tahta sandıkları­
nın veya teneke kovalarının yanında çömelmiş oturuyorlardı.
Allı güllü, ucuz basma elbiseleri ve parlak renkli baş örtüleriy­
le köylü kadınlar, ürünlerinin tozunu silip, özenle istif ediyor­
lardı. Kafası tıraşlı çocuklar, hamala ihtiyacı olanların yükleri­
ni taşımak için derme çatma el arabalarının yanında hazır bek­
liyorlardı. Her biri bir top mermisi büyüklüğündeki dağ gibi
kavun yığınlarını güneşten korumak için geniş tenteler dikil­
mişti. En azından bu hiç değişmemişti, çünkü Clavijo da tam
bu olaydan söz etmiş, "buradaki kavunların her biri bir at ka­
fası kadar var . . . nefaset ve büyüklük olarak dünyada bir eşleri
daha yoktur," diye yazmıştı. Bunlardan bir kısmı, bir kamyo­
nun arkasına yükleniyordu; aşağıda duran bir adam, taşıtın
üstündeki bir çocuğa bunları sakınarak atıyordu. Buruş buruş
yüzlü kadınlar, taş bir serginin arkasında yumuşak peynir sa­
tıyordu; bir yandan ürünlerini kepçelerle alıp şirin piramit ku­
leler dikerierken bir yandan da müşterileri cezbetmek için bir­
birleriyle çekişiyorlardı. Upuzun sergilerde şeker, kuru yemiş,
yığınla makarna, bisküvi ve uzak diyarıardan gelme baharat
satılıyordu. Ayçekirdeği dolu çuvallar ağızları açık, öylece du­
ruyor; gelen geçen içlerine keyfince elini daldırıyordu. Erkek­
ler, kadınlar ve çocuklar avuç dolusu alıp ortasından ustaca
dişleyerek dış kabuğunu tükürüyor ve minicik çekirdeği, bir
yoksul öğünü gibi değil, dünyanın en lezzetli yiyeceğiymiş gi­
bi yiyorlardı. Meyve ve sebzeler nerede yer varsa, kimi zaman
toprağın, kimi zaman sergilerin üstünde yığılı duruyordu. Bu­
rada, Timur'un zamanında olduğu gibi, şeftali, armut, nar,
erik, kayısı, elma, greyfurt, incir, patates, biber ve soğan bulu­
nuyordu. Bazı sergilerde, yağ, · et ve sebzelerle pişirilen pirinç
pilavı için özel olarak önceden kesilmiş ve naylon tarbalara
doldurulmuş havuç satılıyordu. Kasaplar, kocaman satırlarıyla
öyle olmadık etler kesip satıyorlardı ki daha varlıklı ülkelerde
bunların yeri ancak çöp tenekesi olabilirdi. Çengellere asılı
hayvan ölülerinin kanları tozun toprağın içine damla damla
akıyordu. Burada hiç bitmeyen bir hareket vardı. İnsanlar ya­
ya olarak; bisiklet, el ve at arabaları, at ve eşek üstünde bitevi­
ye gidip geliyorlardı. Güneşten kaçanlar, önünde sıra sıra bi-

61
sikletlerin durduğu küçük bir aşevine çekilmişlerdi. Kemerli
geçidin altında, erkekler ya şaşlık kebabı çiğniyor, ya kuzu eti
ve soğandan yapılan yoğurtlu mantı yiyorlardı. Kimileri, ateş
üstünde dumanı tüten bir pilav kazanının etrafında, karavana
usulü topluca yemek için toplanmışlardı.
Özbekistan'ın her yerinde olduğu gibi, Şehrisebz'de de ha­
yat zordu. Kentin, altı yüzyıl önce, Timur zamanındaki ihtişa­
mından hemen hemen hiçbir iz kalmamıştı. Bir zamanlar gitgi­
de büyüyen bir imparatorlukta, bir cevher gibi ışıldayan kent,
eski Sovyetler' de unutulmuş, yolsuzluğa ve yoksulluğa bata­
rak, dumanı tüten bir viraneye dönmüştü. Şehrisebz'in altın ça­
ğı sona ereli çok olmuştu. Yalnızca geride kalan yıkıntılar ve Ti­
mur' un heykeli bir zamanlar var olduğunu göstermekteydi.

* * *

Timur, 1365'te, Ceyhun Nehri'nin kıyısında, şan ve şöhret­


ten çok, ama çok uzaktı. Müttefiği Emir Hüseyin, talihinin cid­
di olarak tersine döndüğü ilk çarpışmada onu yalnız bırakmış­
tı. İki adam arasındaki kızgınlık ve rekabet duyguları gittikçe
şiddetleniyordu. Nihayet o meşum Mir çarpışmasında bu tam
olarak açığa vuruldu.
Maveraünnehir'in eski valisi İlyas Hoca bir kez daha işgale
kalkışmıştı. Timur'la Hüseyin'in güçleriyle karşılaştığı zaman,
ordusu Taşkent yakınlarındaydı. Gök yere inerken, çarpışma
başladı. Çakıp sönen şimşekler ve gümbür gümbür gürleyen
gök altında aralıksız yağan yağmur, savaş alanını hem insanla­
rı hem hayvanları yutan, ışıktan bir bataklığa döndürmüştü.
Moğolların üstüne çullanan Timur, üstünlüğü ele geçirdi ve şe­
kil olarak komutanı durumunda bulunan Hüseyin' e, kendi
adamlarıyla düşmanın işini bitirmesi için işaret verdi. Fakat
Hüseyin geri durdu. Moğol güçleri, bu hayati yanlıştan fayda­
lanmakta geç kalmadılar; saldırıya geçip dört bir tarafta kılıç­
tan geçirilmedik adc;ım bırakmadılar. On bin kişi öldü. Timur'la
Hüseyin, Ceyhun Nehri'ni geçerek güneye doğru kaçtılar. Bu
yüz kızartıcı bir sondu.
Aynı zamanda da ibret vericiydi. Timur'un ihtirasları bu

62
küçük savaş sahnesiyle sınırlı olmadığı için, olay Hüseyin'le it­
tifakı konusunda içine kuşku tohumları ekmişti. Çarpışmanın
en kritik anında, müttefiğiyle birlikte vuruşmayı reddeden bir
adama ne ölçüde güvenilirdi? Timur, kendini ihanete uğramış
sayıyordu. Zaten Timur'un veya Hüseyin'in buna kalıcı bir it­
tifak olarak bakmış olmaları olasılığı çok düşüktür. Ne de olsa,
bozkırda bu işler böyle yürüyordu. Hiç durmadan ittifaklar
kuruluyor, hiç durmadan bozuluyordu. Gene de kısa vadede
dayanışmaları sürdü. Mir çarpışmasından bir yıl sonra Ti­
mur'la Hüseyin, Semerkand'ın bağımsız Serbedar yönetimini
hunharca alaşağı etmenin ve buranın yeni yöneticileri olmanın
zaferini kutladılar. 1 3 Daha önce olduğu gibi, burada da Emir
Kazakhan'ın torunu soylu göçebe Hüseyin, resmen Timur'un
üstüydü.
Fakat Timur'un daha o tarihte bile sadece ona sadık olan
adamları vardı. Ganimet dağıtımındaki cömertliği, kumanda­
sı altındaki emirleri ve askerleri gayrete getirmişti; ona hay­
randılar. Buna karşılık Hüseyin pintiydi. O talihsiz Mir çar­
pışmasında uğradığı ağır kayıpların telafisi için Timur'un
emirleri ve askerleri üzerine, ceza niteliğinde bir kafa vergisi
salmıştı. Tarihi kayıtlara göre bu o kadar yüksek bir meblağdı
ki hiçbirinin ödemesine olanak yoktu. Timur atlarını, hatta
Hüseyin'in kardeşi, karısı Aliye'nin altın ve gümüş kolye ve
küpelerini vermek zorunda kaldı. Hüseyin, bunların aile mü­
cevherleri olduğunu bile bile, hiç oralı olmadan hepsini aldı.
Bu açgözlülüğü dikkatlerden kaçmadı. Timur'un yıldızı ise
biraz daha parlamıştı.
İki savaşçı arasındaki ittifak, Timur'la Aliye'nin evlenme­
si ile mühürlenmişti. Kadının bu sıradaki ölümü, aileler ara­
sındaki son bağı da kopardı; adeta kader ağlarını örüyordu.
1366 ile 1370 yılları arasında bu iki adam geçici ittifaklar için­
de bir ayrılıp bir birleştiler; kah Moğol istilacılara karşı işbirliği

1 3 Serbedarlar, 1330'larda Horasan'da bağımsız bir devlet kurmuşlardı. İsimleri,


"başı darağacında" kelimesinden gelir. Maveraünnehir'deki nefret verici Moğol
yönetimini kabul etmektense, onlara karşı koyup darağacına gitmeye razıydılar.
En dikkate değer galibiyetlerini, Semerkand'da İlyas Hoca'nın kuşatmasını kıra­
rak kazandılar. Güçten düşmüş kentin etrafında akbabalar gibi dolaşan Timur
ve Hüseyin, bu durumu fırsat bilerek hemen harekete geçip şehri zapt ettiler.

63
ettiler, kah birbirlerinin canına okumaya azmettiler. Ancak
geçen yıllar içinde bir tek şey kesin olarak belli oldu: Mavera­
ünnehir'in geniş toprakları bu iki adamın birbirine rakip
emellerine dar geliyordu.
Timur bu yıllardan yararlanmayı bildi. Kendi boyu içinde­
ki yerini sağlamlaştırırken, günün birinde tek başına idareyi ele
aldığında desteklerine gereksinim duyacağı toplum kesimleri­
ni, yani Müslüman din adamlarını, bozkırdaki göçebe soylula­
rı, tacirleri, tarım işçilerini, köy ve kentlerde yaşayan ve birbir­
leriyle hiç durmadan çekişen yerleşik toplulukları da göz ardı
etmedi. Diğer taraftan Hüseyin, ağır ve keyfi vergiler koyarak
tebaasını gitgide kendinden soğutuyordu. Belh Kalesi'ni yeni­
den yaptırmak ve istihkamlarını güçlendirmek yolunda aldığı
talihsiz karar, yerleşik hayata karşı koyan ve kale duvarlarında
ve istihkamlarında Hüseyin'in yükselişini ve kendilerinin dü­
şüşünü gören göçebe soylularca kışkırtıcı bir davranış olarak
algılandı.
Timur kendi safına giderek daha fazla adam çekmeye de­
vam ediyordu. Moğollar başarıyla püskürtülmüştü. Şimdi gö­
zünü, Maveraünnehir'in güneyinde tek başına egemen olması­
nın önündeki tek engeli kaldırmaya dikmişti.
Gel zaman git zaman, o gün de geldi. Güçlerinin başına ge­
çen Timur, 1370'te güneye akın etmek için Ceyhun Nehri'ni
Tirmiz'den geçti (1398' de, gözünü hırs bürümüş olarak tekrar
bu yoldan geçecek, dünyanın damı Himalayalar'ı aşarak Hin­
distan'la savaşa gidecekti). Burada, Andhoylu İmam Seyyid
Bereke ile tanıştı; Mekke veya Medine'den gelen ve Yezdi'ye
göre, "peygamber sülalesinin en şanlı üyelerinden biri" olan bu
İslam bilgini de en az kendisi kadar şanlı birinin koruması altı­
na girmek istiyordu. Daha önce Hüseyin tarafından geri çevri­
len Bereke, onun yerine, yaşlı adamın yaklaşırnma daha açık
olan Timur'a meyletti. Bu ak sakallı bilge, Timur'un parlak bir
geleceği olduğu kehanetinde bulunup, eline geleneksel hüküm­
darlık simgeleri olarak bir sancak ve nekkare tutuşturarak
onun daha ileri gitmesine engel olmak istemedi. Yezdi, "bu ulu
Şerit büyüklüğünü önceden kestirdiği bu gencin yanından ge­
ce gündüz hiç ayrılmadı/' diye yazar, "ve Timur, öldüğü za-

64
man onunla aynı mezara konulması ve yüzünün ondan yana
dönük olması emrini verdi; böylece kıyamet günü gelip çattı­
ğında herkes elini göğe açarak medet umarken, o, bu Muham­
med eviadının eteğinden tutacaktı." (Timur öldüğü zaman,
manevi önderinin ayak ucundaki bir mezarda ebedi uykusu
yatırıldı; bu dünyanın en ulu hükümdarlarından biri için eşi
görülmemiş bir alçakgönüllülüktü. 14)
Allah kendisiyle birlikteydi; bundan hiç kuşkusu olmayan
Timur, güneye, ordusunun kuşatması altmda bulunan Hüse­
yin'in başkenti Belh'e doğru hücuma geçti. İki kahramanın ta­
raftarları arasmda kıyasıya bir mücadele başladı. Şehir surları
zorlandı ve Timur'un akıncıları zincirden boşanmış gibi içeriye
daldı. Kalesine çekilmiş, düşmanın hücumunu izleyen Hüse­
yin, sonunun yaklaştığını nihayet anladı. Timur'un merhameti­
ne sığınıp, eski silah arkadaşının canını bağışlaması karşılığın­
da, Maveraünnehir'i terk edip Mekke'ye, hacca gitmeye söz
verdi. Fakat pişman olmakta çok geç kalmıştı.
Hüseyin'in ölümü adeta bir komediydi. Timur'un af sözüne
güvenmeyip önce bir minareye gizlenmiş, kaybolan atını aramak
amacıyla buraya çıkan bir asker tarafından yeri keşfedilmişti.
Asker, karşısında, korkudan zangır zangır titreyen ve kendisine
rüşvet olarak inci teklif eden bir Hüseyin bulmuştu. Askerin keş­
fini açıklamasına rağmen, Hüseyin tekrar elden kaçmış, bu kez
de bir kulübeye saklanmıştı. Bir defa daha tetikte duran askerler
tarafından bulunan Hüseyin, amansız rakibine teslim edildi.
Pontius Pilatesvari bir tavırla -daha önce canını bağışlama sözü
verdiği için- Hüseyin'in öldürülmesini emretmeyen Timur, gene
de Belh'in yöneticisiyle kan davası bulunan adamlarından Key­
hüsrev'in, bu işi yapmasına engel olmamıştır.
Hesaplaşma günü gelip çatmıştı. Timur muzaffer olmuştu.
En amansız rakibi ortadan kaldırılmıştı. Belh'in bütün hazinele-
14 Mezarı, her ne kadar sonradan Timur'un yanına defnedilrnek için Semer­
kand'daki Gur-i Emir mozolesine taşınmış da olsa, Afganistan'ın kuzeydoğu­
sundaki, Türkmenistan sınırına üç beş kilometre mesafede ücra bir yörede,
küçük bir köy olan Andhay'da bugün hala İmam Seyyid Bereke'nin bir turbesi
bulunur. Beyaz badanalı duvarlan ve tuğladan örme kubbeleri olan bu müte­
vazı yapı, yirmi yıldan fazla süren savaşın yol açtığı yıkımdan kurtulan ender
tarihi eserlerden biridir.

65
rine el konulduktan sonra kent yerle bir edildi; bu, Asya'nın
geri kalanını da bekleyen yağma, soygun, katliam ve yıkımın
ilk örneğiydi.
Timur'un hiç de azımsanmayacak zafer ganimetieri ara­
sında Hüseyin'in dul eşi Saraymülk Hanım da vardı. Bu, Ma­
veraünnehir'in son Çağatay Ham Kazan'ın kızı ve Cengiz
Han'ın sülalesinden gelme soylu bir kadındı. Zafer kazanmış
bir liderin, yenilgiye uğrattığı hasmının haremine girmesi
adettendi. Timur kendini bu haktan uzun boylu mahrum bı­
rakmadı; Saraymülk Hanım'ı eş olarak alıp idaresine meşrui­
yet kazandırdı (Hüseyin' den miras kalan üç ilave eş de caba­
sıydı). Bundan böyle ve ömrünün sonuna dek, kendi adıyla
. çıkarttığı paralarda, Cuma hutbelerinde ve tüm törenlerde
kendine, Hanlarhanı'nın damadı anlamında, Timur Gurgan
dedirtti.
Timur, seferlerinde değerli eşya ve ganimet toplamaya ol­
duğu kadar eş toplamaya da meraklıydı. Kaç tane eş aldığı ko­
nusunda tam bir rakam yoktur; evlenciikten sonra bunlar za­
man zaman tarihi kayıtlarda birden boy gösterir, sonra gene
aynı şekilde, birden karanlığa gömülürler. Asil kanından ötürü,
Saraymülk Hanım'ın başkadın ve Büyük Sultan olduğunu bili­
yoruz. Onu da başkaları ' takip etmişti. 1 375'te Moğol emiri
Kamereddin'in kızı, Dilşadağa'yla evlenmiş, fakat sekiz yıl son­
ra onun genç yaşında ölümüne tanık olmuştu. 1378' de bir Ça­
ğatay soylusunun on iki yaşındaki kızı, Tumanağa'yla evlen­
mişti. Timur'un doymak bilmez kadın düşkünlüğünde, yaşamı
süresince dikkate değer bir azalma görülmez. 1397' de, ömrünün
sonuna doğru, Moğol ham Hızır Hoca'nın kızı Tukalık Hanım'la
evlenmiş; onu Küçük Sultan yapmıştır. Düşmanlıktan hiç geri
durmayan Arabşah'a göre, yaşlı hükümdar o sıralar, "kız boz­
ınayı adet edinmişti". Eşlerinin sayısı konusunda, Clavijo'nun
verdiği rakam belki de en doğrusudur. 1404'te, sekiz tane oldu­
ğunu söylemişti; bunlara, yetmiş yaşının sonuna doğru evlendi­
ği, gönlünün genç sultanı Cevherağa da dahildi. Sayıları tam ola­
rak bilinmeyen bir kısım eşleri de kendinden önce ölmüştü.
Timur, Hüseyin'in yenilgisi ve katledilmesinin ardından
Cengiz'in, en yüksek idari makamın ancak hükümdar soyundan

66
asil kanlı bir kişiye verilebileceği töresinden hareketle, kukla ka­
bilinden ve sadece sözde yönetici olarak, bir Çağatay hanını başa
getirdi. Bu yalnızca adet yerini bulsun diye yapılmıştı. Gerçek ik­
tidarın Timur' da olduğunu bilmeyen yoktu. Arabşah, "hem yö­
neten hem yönetilen onun hükmü alhndaydı," diye yazar, "ve
Han çamura düşmüş bir kertenkele gibi onun esiri olmuştu; bu
tarihte Sultanların nezdinde Halifeler nasılsa o da öyleydi."
Bu güç ve mevki paylaşımının aslı, gayet tumturaklı bir
tahta çıkma töreniyle, tam olarak ortaya çıktı. 9 Nisan 1370'te
Timur, Belh kurultayının onayıyla, Çağatay hükümdan olarak
taç giydi. 1 5 Başındaki yeni altın taçla gayet haşmetli duran ve
1 5 Timur, tahta çıkış yeri olarak Belh'i seçmekle, kendisinden önce hem Büyük İs-
kender'i hem Cengiz Han'ı cezbetmiş olan ünlü bir hakimiyet merkezinde yeni
kazandığı üstünlüğü göze sokma sevdasındaydı. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıl
Araplarınca Kentlerin Anası olarak bilinen Belh, çok eski çağlardan beri var olan
bir kentti. Milattan önce altıncı yüzyıl civarında, Zerdüşt burada ateşe tapmayı
buyuruyordu. Bindikuş Dağları'nın doğusunda ve Ceyhun Nehri'nin güneyinde
yer alması itibariyle, Afganistan'ı tutmak açısından önemli bir stratejik noktaydı
ve milattan önce 329 ile 327 arası Büyük İskender'in askeri üssüydü. Milattan son­
raki ilk birkaç yüzyıl boyunca Budizm Afganistan' da, Kuşhan hanedam yönetimi
altında yaygın ve güçlüyken, buradaki tapınaklara sürüyle hacı ziyarete gelirdi.
Yedinci yüzyılda mimarisiyle öyle şöhret kazanmıştı ki Çinli gezgin Xuan Zang,
dünyanın en önemli üç mimari harikasının burada bulunduğunu iddia etmişti.
Beraberinde İslamiyeti de getiren Arap istilası, çok sayıda cami ve medrese yapı­
mıyla, Belh'i biraz daha bayındır hale getirdi. Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde,
şehir surları içinde kırk tane cami olmuştu ve İslam kültürü gelişiyordu. Belh aynı
zamanda önemli bir Fars şiiri merkezi olmuştu. Birçok kişi, batıda Rumi olarak bi­
linen on üçüncü yüzyıl mistiği, Belhli Mevlana Celaleddin'i, gelmiş geçmiş en bü­
yük Sufi şait olarak kabul eder.

Mutlu bir an tamçada


Oturmuşuz sen ve ben,
Bedende iki ruhta tek kişiyiz , sen ve ben.
Hayat su gibi akıp geçiyor hissediyoruz,
Sen ve ben, bu güzel bahçede,
Kuşlar öterken.
Yıldızlar bizi seyredecek,
Onlara göstereceğiz,
Ipince bir hilal olmak ne demek
Sen ve ben, armacağız ruhlammzdmz bile,
Aldırmayacağız e/ ne demiş, sen ve ben,
Cennet kuşları şeker kıracak
Biz gü/erken, sen ve ben,
Bir biçimde olacağız yeryüzünde,
Ve bir başka biçimde o ebedi güzel ülkede.

67
etrafı soylular, komutanlar, emirler ve kukla Han'la çevrili olan
Timur, tahtında vakarla oturuyor, tebaası birer birer önünden
geçip geleneğe uygun olarak, başından aşağı değerli taşlar yağ­
clırmadan önce ayaklarına kapanıyordu. Ölene kadar almaya
devam edeceği unvanıarın ilk birkaçı burada verildi. Daha otuz
dört yaşındayken Yıldızlara Hükmeden Hükümdar, Yüzyılın
Padişahı ve Cihangir olmuştu.
Yezdi'ye göre, büyüklük onun alınyazısıydı:

Bir şeyi yazacağı zaman, Allah sebeplerini de beraber yaratır ki o şey


olsun: İşte Timur'a ve ondan sonra geleceklerin kaderine Asya'nın
lıiikümdarı olmayı yazdı; çünkü ılınılı bir idaresi olacağını önceden
gördü, tebaasmı balıtiyar kılacağını bildi . . . Ve değil mi ki Mulıam­
nıed'e göre meşruiyet, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olmaktan geçer
ve bu da ancak bir kişide olabilir; böliinenıez; aym gökyüzünde iki ay
birden olanıayacağı gibi; Allalı tahta oturtacaklarına karşı gelenleri
böylece mahveder.

Sonraki kırk yıl içinde -diri diri gömülerek, duvarlara beton ni­
yetine dökülerek, savaş alanlarında kılıçtan geçirilerek, ortasın-

Bu şaşaayı ve romantik şiir geleneğini sona erdirenin Cengiz Han kasırgası ol­
duğunu tahmin etmek zor değildir. 1 220'de, Moğol cengaver on bin askerin ba­
şında, Belh'e hücum edip, taş taş üstünde bırakmadı. Bir yüzyılı aşkın bir za­
man sonra, 1333'te İbn Battfıta, Belh'i, "terk edilmiş bir viranelik" olarak buldu.
"Fakat buraya bakan biri, altyapının sağlamlığından hareketle içinde oturuldu­
ğunu düşünebilir. Lanet olası Tinkiz, bu şehri yakıp yıktı ve birindeki bir sütu­
nun altında gömülü olduğu söylenen hazineyi bulmak için camiierin üçte birini
yerle bir ettirdi ve bir şey bulamayınca kalanları öylece bıraktı," diye yazmıştı.
On sekizinci yüzyıla kadar Belh, Afgan Türkmenlerinin yöneticilerine idari mer­
kezlik yapacak denli toparlanmıştı. Fakat 1 866' daki kolera ve sıtma felaketinden
sonra, halk burayı terk ederek doğuya, Mezar-ı Şerif'e göç etmiştir.
Bugün kendi halinde, sakin bir yerdir, fakat gene de, her yüzyılda biraz daha
silinmekle beraber, Timur'un izlerine rastlanır. On beşinci yüzyıl ilahiyatçısı
Hoca Ebu Parsa'nın türbesinin üstüne kondurulmuş çini kirişli kubbe, fitilli
sütunları ve sarkıt biçimli çıkmalarıyla Timur'un son dönem görkemli mima­
ri tarzını hatırlatır. Epeyce hasarlı olan bu yapı, zamanın ilk Fars kadın şairi
Belhli Rabia'nın mezarının yukarısındadır. Bir köle sevgilisi olduğunu öğre­
nen ağabeyi, öfkesinden Rabia'yı bileklerini keserek öldürmüştür. Son şiirini,
can çekişirken kendi kanıyla yazdığı rivayet edilir. Mezarının keşfedildiği
1964 yılından beri genç aşıklar, özellikle de genç kızlar, karışık gönül işlerin­
de ondan feyiz almak için burada dua etmeye gelirler.

68
dan ikiye doğranarak, katırlara bağlanıp ölesiye sürükleterek,
kafası uçurularak, ipe çekilerek- hayatlarını kaybeden milyon­
ların fikri sorulsaydı, herhalde idaresinin ılımlılığı konusunda
farklı görüşte oldukları görülürdü. Fakat bunlar kimsenin
umurunda değildi. İster masum bir sivil, ister en amansız rakip
olsun, hiç kimsenin kaderin önüne geçmesine izin verilmeye­
cekti. Dünyanın tir tir titreyeceği günler yakındı. Timur'un ga­
zabı daha yeni başlıyordu.

69
2

Marlowe'un Oyunu, "Tanrı'nın Kırbacı "


1370 - 1379

"Vmlayarak havayı titreten nıızraklarımız


Alevler ve yakıcı bir dımımı içinde yuvarlaııan
Zeus'ım yıldırımları gibi giillelerinıiz
Tanrıları Kikiapiarın savaşlarından fazla karkutacak;
Ve güneş gibi parlayan zırlılarınıızla ilerlerken,
Orada duran ve hayran alıması sil ahlarımıza bakan
Göklerdeki yıldızları kavalayıp ferlerini söndüreceğiz. "

CHRISTOPHER
MARLOWE,
Büyük Timurlenk

On yaşındaki Timur, kendini üstün bir cengaver kılacak as­


keri becerileri öğrenedursun, yaklaşık beş bin kilometre batıda
bir adam Avrupa'nın savaş alanlarını kasıp kavuruyordu. Kah­
raman şövalyelere ve onların maceralarına düşkün bir çocuk
için onun hayatı fevkalade meraklı bir öykü, mezarı nefes ke­
sen bir görüntüdür.
Kara Prens Edward, Canterbury Katedrali'nde, asırlar bo­
yu üstüne basan ayaklar ve çöken dizlerle pariayıp düzlenen
Hacılar Merdiveni'nin üst tarafına yakın bir yerde yatar. Oğ­
lanlar ve kızlar, tepeden tırnağa silahlı olarak boylu boyunca
uzanmış prensi daha iyi görmek için etrafını çeviren koruyucu
parmaklıklara yapışırlar. Canterbı:ry' de bir okul çocuğuyken

70
ben de aynı şeyi yapar, mezarının önünde birkaç dakika geçire­
bilmek için katedralin yankılı sahanlığını insanlar toplanmadan
önce büyük bir hızla geçerdim. Bu ipince, ufak tefek ve derli
toplu adamın nasıl olup da altı yüzyıl önce öylesine yaman bir
cengaver oluşuna şaşar, at sırtında hücum eden şövalyeleri, ha­
vayı tırpan gibi biçen akları ve karşısına çıkanı dilim dilim dağ­
rayacak kudrette, çakıp sönen kılıç darbelerini gözümün önüne
getirirdim. Kafasında olağanüstü bir miğfer, tepesinde kükre­
yen bir aslan vardır; elleri dua eder gibi göğsünde kavuşturul­
muş, kılıcı yanı başında durmaktadır. Gözlerini göğe dikmiş;
şövalye olarak kazandığı zaferleri, zincirden örülü eldivenleri­
ni, kılıcının kınını, zırhının üstüne giydiği cüppesini ve altın
yeleli aslanlar ve İngiltere'nin mavi zatnbaklarıyla süslü kalka­
nını artık çok geride bırakmıştır.
Kara Prens, Avrupa' da şövalyelik çağının belki de en göz
kamaştırıcı simgesidir. Askeri hayatı, kendisine Fransa' da
onca şan ve şöhret kazandıran, değerli taşlarla işli kılıcı ka­
dar pırıltılıydı. 1 346' da on altı yaşındayken, babası III. Ed­
ward'ın ordusunun sağ kanadına başarıyla kumanda etmiş;
ona Crecy savaşında parlak bir zafer kazanciırarak ilk şöhre­
tini hakkıyla elde etmişti. On yıl sonra, Fransızları Poitiers' de
tekrar bozguna uğratarak Kral II. Jean'ı ele geçirip İngilte­
re'ye esir olarak getirmişti. Aquitaine Prensi unvanıyla İngil­
tere'ye Fransa' da yeni topraklar kazandırmış, aziedilen Kas­
tilya kralı Zalim Pedro'yu tekrar tahta çıkarmış ve isyanları
sert ve etkili bir biçimde bastırmıştı. Nerede olursa olsun,
tüm çarpışmalarında Ortaçağ' a özgü o kasırga şiddetinden tı­
nılar duyuluyordu.
Boyama kitapları, maket kaleleri ve bilgisayar oyunlarıyla
okul çocuklarına ne kadar cazip gelse de, on dördüncü yüzyıl
Avrupa'sında savaş yalnızca ıstırap ve sefalet demekti. Tarihçi­
ler öteden beri bu devri açlığın, savaşın ve salgın hastalıkların
nüfusu kırıp geçirdiği, "belalı yüzyıl" olarak tanımlamışlardır.
Haçlı seferlerinden gelen müjdeli haberler uzak birer hatıra ol­
muştu. On üçüncü yüzyılın sonuna dek Hıristiyanların Kutsal
Topraklardaki mülkiyetleri kaybolmuş ve denizaşırı ülke, aziz
Outremer, yitip gitmişti.

71
Yaşam yoksul köylüler için olduğu- kadar, varsıl yöneticiler
için de bir dertti; tahtın babadan oğula intikal ettiği krallıklar,
kendi soylarını rakip hanecianlara karşı korumak için kıyasıya
mücadele ediyordu. Yüzyılın büyük bir kısmında, kıtanın iki
büyük gücü İngiltere ve Fransa ihtilaf içinde olmuştu; Yüzyıl
Savaşları iki tarafı da tüketmiş, hazinelerini tamtakır edip, şö­
valyelerini yok etmişti. İki ülke de, birbiriyle korkunç bir biçim­
de dövüşen derebeyiikiere bölünmüş, soyluların çevirdiği en­
trikalar kralların gücünü zayıflatmıştı. Fransa' daki taht kavga­
ları; Orleans, Bourbon, Brittany ve Anjou dükleriyle, Foix ve .
Armagnac kontlarının birer prenslik gibi güç kullanmalarına
meydan veriyordu. Burgundy dukalığı, krallığa bağlı küçük bir
taşra eyaletiyken, büyüye büyüye, kendine ait emelleri olan bir
hanedanlığa ve dört başı marnur bir hükümdarlığa dönüşmüş­
tü. Bu dönemin büyük bir kısmında, Fransa kralları dişleri sö­
külmüş aslanlar gibiydi; dört bir yandan sadakatsiz soyluların,
serserilik eden paralı askerlerin ve isyankar köylülerin taeizi al­
tındaydılar.
Manş Denizi'nin karşı yakasında, İngiltere de kendi dertle­
riyle uğraşıyordu. III. Edward'ın, askeri macera ve Papa'ya
başkaldırıyla geçen elli yıllık parlak saltanatı 1377' de, oğlu ve
tahtın varisi Kara Prens'in ölümünden bir yıl sonra gelen vefa­
tıyla sona ermişti. Fransızları iki kez mağlup eden şövalyenin
vakitsiz ölümü tahta, Edward'ın yayılınacı seferlerini pek sür­
dürebilir bir konumda olmayan, kralın dokuz yaşındaki tarunu
II. Richard'ın geçeceği anlamına geliyordu. Savaş ülkeyi sefale­
te sürüklemişti, kaynaklarının büyük harcamalara tahammülü
yoktu. Salınan ağır kafa vergisi, büyük bir hoşnutsuzluk yarat­
mış ve 1381'deki Köylü İsyanı'na yol açmıştı. Yüzyıl, genç kra­
lın 1399' da tahttan indirilmesi ve bir yıl sonra da öldürülmesiy­
le uğursuz bir biçimde sona eriyordu. İskoçlann ve Gallilerın
isyanıyla bunalan ve hep olduğu gibi Fransızlardan destek alan
taht gaspçısı IV. Henry, krallığını bir arada tutmak için yapacak
başka şey bulamamıştı.
Huzursuzluk yalnızca kuzey imparatorluklarında değildi.
Avrupa'ya da günün modası ha.kimdi, askeri macera veya
taht peşinde koşanların çıkardığı ufak tefek çarpışmalardan

72
geçilmiyordu. Yüzyıl Savaşları sırasında, belli başlı çarpışma­
lar arasındaki nispeten sakin zamanlarda, 'bağımsız kumpan­
yalar', yani paralı asker çeteleri kıtada kol gezi yor, şehirleri
ateşe vererek, kırsal kesimi yağma ederek, gittikleri her yere
acı ve yoksulluk götürüyorlardı. Kara Prens'in teğmeni Sir
John Chandos, bunların bir grup elebaşısına, "siz savaş olma­
dan yaşayamazsınız, nasıl yaşayacağınızı bilemezsiniz," de­
mişti. Fransa'nın güneyi, İtalya ve Almanya, bu evlerine dön­
mek bilmeyen daimi askerlerle kaynıyordu. İtalya'nın derdi
zaten kendine yeterdi; Floransa' da başkomutan Sir John
Hawkwood, ve daha sonra Milano yöneticisi Francesco Sforza
gibi, condottieri denilen meşhur servet sahibi askerler, durma­
dan huzursuzluk çıkarıyordu. Gelpler ve Gibelinler arasında­
ki ufak tefek sürtüşmeler, gitgide yozlaşıp daha büyük, aynı
ölçüde yıkıcı bölünmelere yol açtı. Müstebit idarecilerin elin­
deki büyük kentler, sınırlarını genişletmek için birbirleriyle
kapışmaya başladı. Napoli ve Floransa koptu; ticaret kenti Ce­
nova düşüşe geçti. Bu iktisadi acılara, borçlarını ödeyemeyen
İngiltere kralı III. Edward yüzünden 1340'larda iflasa sürükle­
nen, bir dönemin güçlü bankaları Bardi ve Peruzzi'nin çöküşü
eklendi.
İspanya ve Portekiz'de durum bundan daha iç açıcı değil­
di; bir önceki yüzyılda Müslüman Endülüs yeniden fethedildi­
ği halde, hala bölünme ve kargaşa hüküm sürüyordu. Soylula­
rm taht kavgası yüzünden Aragon' da iç savaşın biri bitip öbü­
rü başlıyordu; daha batıda, Kastilya kralı XL Alfonso'nun
1349' da vebaya kurban gidişi Avrupa' da, bu kez II. Pedro ve
gayrimeşru erkek kardeşi Trastamara Dükü arasmda yeni bir
taht kavgasını tetiklemişti. Savaş bir yirmi yıl daha devam etti.
Ve tabii bir de Kara Ölüm'ün dehşeti vardı; Asya'nın tica­
ret yollarından batıya doğru zehir gibi saçılmıştı. 1347' de Kons­
tantinopolis' e, Rodos'a, Kıbrıs'a ve Sicilya'ya ulaşmış, oradan
Venedik'e, Cenova'ya ve Marsilya'ya sıçramıştı. Bir yıl sonra
Toskana'da, İtalya'nın merkezinde ve İngiltere'de yaygınlaştı.
Yüzyılın ortasına gelindiğinde, kuzeyde İzlanda ve Grönland
dahil, İskandinavya'yı kırıp geçirmeye başlamıştı. Avrupa nü­
fusunun üçte birini alıp götüren bu hastalık o kadar korkunçtu

73
ki birçokları bunu, dünyada işlenen günahlara karşılık Tanrı'nın
gönderdiği bir ceza olarak görüyordu.
Beş çocuğunu kendi elleriyle gömen Sienalı tarihçi Agno­
lo di Tura del Grasso, "amansız zulmünü anlatmaya nereden
başlayacağıını bilemiyorum; tanık olan herkes ıstıraptan kah­
roluyordu/' diye yazmıştı. "Apansız ölüyorlardı; koltuk altla­
rında ve kasıkiarında şişkinlikler beliriyor, konuşurken, öyle­
ce ölüveriyorlardı. Babalar çocuklarını, karılar kocalarını, kar­
deşler kardeşleri terk ediyordu." Köpekler, gelişigüzel gömül­
müş ölüleri sokaklarda sürüyor, kendileri de düşüp ölene ka­
dar bunları dişliyorlardı. "Artık ölülere ağlanmıyordu, çünkü
herkes kendi ölümünü bekliyordu. O kadar çok insan ölmüş­
tü ki dünyanın sonunun geldiğine inanılıyordu." Kara Ölüm
veba, Avrupa'da tahminen yirmi beş milyon kişinin ölümüne
yol açmış; tarlaları işieyecek insan bırakmadığından tarımda
krize sebep olmuştu. Asayiş ve düzenin bozuluşu da geride
bıraktığı hasarın cabasıydı.
Savaş, veba ve kıtlık Avrupa'yı içeriden çökertirken, dış
tehditler de yavaş yavaş artmaya başlamıştı. Hıristiyanlığın
doğu sınırı baskı altındaydı; gittikçe güçten düşen Bizans İm­
paratorluğu her an bir Osmanlı saldırısına uğruyordu. Toprak­
larını birer birer kaybetmeye başlamıştı: Anadolu' da önce Bur­
sa ve İznik, sonra daha kötüsü, Edirne, Gelibolu ve Selanik
düşmüştü. 1389' da, Sırp kralı Lazarus komutasındaki bir Hı­
ristiyan ordusu, Kosova' da Sultan I. Murad'ın komutasındaki
Türk ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğramıştı. 1394'te
Konstantinopolis kuşatma altına alınmıştı. İki yıl sonra, Hıris­
tiyan alemi Müslüman düşmanına karşı son bir saldırı düzen­
lemek için hasta yatağından doğrulmuş ve son Haçlı ordusunu
Tuna kıyısındaki Niğbolu' da savaş alanına sürmüştü. Ordu kı­
rımdan geçirilmişti. Avrupa, yenid en dirilen kafirin ondan
sonra ne yapacağını düşündükçe zangır zangır titriyordu.
İslam şaha kalkmıştı.
İşierin pek iyi gitmediği Avrupa anakarasında, Tanrı'ya bel
bağlamak da aynı ölçüde boş görünüyordu. Kilise, her ne ka­
dar on dördüncü yüzyıla güvenle girmiş, Papa VIII. Bonifacius,
1302'deki papalık fermanı Unam Sanctam'da, "ruhani gücün,

74
hangi biçimde olursa olsun her türlü dünyevi güçten daha üs­
tün ve soylu" olduğunu söylemişse de, bu devirde otoritesin­
den çok şey yitirmişti. İtalya' daki iç karışıklığın yarattığı tehli­
keler karşısında, papalık bir süre sonra Ron Nehri kıyısındaki
Avignon'a taşınmış, burada Fransız kökenli bir dizi papa, ken­
dilerine bağlı devletleri savaşa sürerek Avrupa' da uzlaşma ve
huzur sağlamaya çalışmışlardı; çünkü doğudaki Müslümanlar­
la tekrar dövüşrnek için öncelikle buna ihtiyaç vardı. İmana ve­
fadan veya cemaate sağladıkları ruhani önderlikten çok, Avig­
non'da yaptırmış oldukları papalık sarayının büyüklük ve deb­
debesi ve bunun masrafını karşılamak için saldıkları ağır vergi­
lerle hatırlanmışlar ve gücenikHk yaratmışlardır. Ardından
1378' de asıl felaket baş göstermiş, Kilise' de asabi mizaçlı İtal­
yan Papa VI. Urbanus'un seçimi konusunda ikilik çıkmıştı.
Onun yerine bir başka Fransız, VII. Clemens getirilmiş, bu da
sonradan Kiliselerarası ayrılığa yol açmıştır. Sonraki kırk yıl
boyunca, Roma' da bir papa baştayken, Avignon'da papa karşı­
tı bir başka papa hüküm sürmüştür. Papalığın önemi daha da
"
yitmiştir.
Müslüman gözüyle bakıldığında, Timur dönemindeki Av­
rupa, barbarların yaşadığı ücra ve geri kalmış bir yerin ötesin­
de bir şey değildi. Kilise ve devlet bölünmüş ve zayıf düşmüş­
tü. Büyük imparatorluklar devri on beşinci yüzyıla kadar bir
daha açılmamak üzere kapanmıştı. Kara Prens Edward, Avru­
pa' daki savaş alanlarında göz kamaştırıyor olabilirdi, fakat
İslam dünyası ga.vurun içler acısı yurdunda olup bitenlerden
habersizdi. Fetihle kazanılacak asıl değerler, Kuran'ın darülharb
(savaş edilen yer) diye nitelediği imansızların toprağında değil­
di. Doğudaydı. Bemard Lewis'in yazdığı gibi, "Endülüs'ten
İran' a kadar Ortaçağlı bir Müslüman için Hıristiyan Avrupa sı,
karanlıklara gömülü bir barbar ve kafir ülkesiydi; ne ondan
korkması için bir neden, ne de ondan öğreneceği bir şey vardı."

* * *

Avrupalılar da Doğulu dinsizlerden pek etkilenmiş değil­


di. 1587' de zehir zemberek bir Timurlenk, Elizabeth dönemi ti-

75
yatro sahnesine gökten bir yıldırım gibi düşene dek, Timur'un
kasıp kavuran fetihleri Batıda uzun süre fark edilmedi.
Günümüzdekiler de dahil, Batılı tarihçiler Timur'u hep ih­
mal etmişlerdir; bu nedenle Marlowe'un kan içici Timurlenk'i,
yani ulu, tanrıtanımaz, savaşta korku, zaferde bağışlama nedir
bilmeyen, fakat aynı zamanda güzeller güzeli aşığı Zenokrat'la
şairane zirvelere çıkabilen, doğulu bir müstebit imajı kalıcı ve
yaygın olarak yerleşmiştir. Bu, tarihin ince, küçük alaylarından
biridir; gelecekteki yerini sağlama almak için, sivil ve askeri ka­
yıtları büyük bir titizlikle tutturan bu adam, ölümünden sonra
gelen şöhreti, sansasyon meraklısı bir Elizabeth dönemi tiyatro
yazarının kalemiyle sağlamıştır.
Savaş alanında gösterdiği üstün başarıya, tüm dünyadaki
yenilmezliğine rağmen, Timur'un sapma kadar hak ettiği şöh­
reti sağlamak çabaları sonuç vermemiştir. Edward Gibbon, "bu
tedbirler, şöhretinin korunmasında etkili olmadı; Moğol ve
Fars dilinde tutulmuş paha biçilmez kayıtlar, dünyanın ya da
en azından Avrupa'nın bilgisinden saklandı," diye yazar. "Di­
ze getirdiği milletierin intikamı fevkalade alçakça ve acizane ol­
du ve cehaletten, doğumunu, kişiliğini, şahsını, hatta ismini bi­
le çarpıtan bir dizi yakıştırma ve yalan tekrarlanıp durdu. Oysa
bir köylünün Asya'nın tahtına oturmuş olması onun değerini
düşürmez; bilakis yükseltir."
Tarihlere pek girernemiş olan Timur, tiyatro sahnesinde de
fazla boy gösteremedi. Marlowe'un oyunu dört yüzyıldan fazla
bir zaman önce yazılmış da olsa, sahneye konma sayısı az rast­
lanır düşüklüktedir. Büyük Timurlenk'in on yedinci, on sekizinci
ve on dokuzuncu yüzyıllarda oynandığına dair hiçbir kayıt
yoktur. Birinci sorun, piyesin uzunluğudur; bir değil, dolu do­
lu iki piyes uzunluğundadır. Bir başka sorun, oyunun tekdüze­
liğidir; tarihte de olduğu gibi, Timur'un ölümüne kadar bir dizi
fetih ve katliam birbirini izler. C. S. Lewis, ünlü kritiğinde oyu­
nu, "iğrenç bir ahlaki Spoonerizm; Jack Deşen Canavar" olarak
nitelemişti. Şunu söylemek gerekir ki konu, olabileceği kadar
karmaşık değildir. Bu ve buna benzer diğer zorluklar nedeniyle
oyun modern çağlarda ilk kez, epey geç bir tarih olan 1951'de,
Londra'daki Old Vic Tiyatrosu'nda, Tyrone Guthrie'nin rejisör-

76
lüğü ve Donald Wolfit'in başrol oyunculuğuyla sahneye kon­
muştu. Bir çeyrek yüzyıl sonra, Peter Hall, Ulusal Tiyatro bün­
yesindeki Olivier Salonu'nun açılışını, başrolde Albert Finney'i
aynatarak bu oyu�la yapmayı seçmişti. Hall, Tinıurlenk'i kah
"Oğlan Çocukları Için Eğlenceli Bir Hikaye", kah "Ahlak Vaaz
Eden Ahlaksız Oyun", kah "Tanrıtanımaz Oyun", kah "Varo­
luşçu Oyun" olarak nitelemişti. 1976' da, "oyun hakkında bu­
gün kesin olarak söyleyebileceğim bir tek şey var," diye yaz­
mıştı. "Bir sirk nasıl talaş ve at gübresi kokusuyla insanın bur­
nunun direğini sızlatırsa, bu oyun da aynı biçimde, buram bu­
ram tiyatro kokuyordu." Tiyatroseverler, oyunun Terry Hands
tarafından Stratford'daki Kraliyet Shakespeare Tiyatrosu'nda
ilk kez sahneye konuluşu için 1993'ü beklemek zorunda kal­
mışlardı. Beklediklerine de değmişti.
Antony Sher'in başrolde sergilediği o kudurmuş vahşi port­
resi, bir eleştirmenin dediği gibi, "büyüklük hezeyanına tutul­
muş deli gibi", o hükmetmekten, dize getirmekten keyif duyan,
çevik ve pürhiddet oyunculuk seyircileri büyülemişti. Sultan
Bayezid ve refakatindeki Türkler, altın suyuna batmış, ortası
basamaklı sırıklada sahnenin bir ucundan öbür ucuna hantal
hantal yürürlerken, Timurlenk, yukarıdan Tarzanvari bir atla­
yışla, Bayezid'i tekmeleyip yere çalıyordu. Zaferini alaycı bir
sadizmle kutluyor; Bayezici'in terli saçında gezdirdiği elini, ya­
layarak koklaması için Zenokrat'a uzatıyordu. Üstü başı kan
içindeyken, kapatıldığı kafeste açlıktan ölmek üzere olan sulta­
na alayla sataşıyor; hizmetkarlarını, ona bir uzatıp bir geri çek­
tikleri küflü ekmek parçalarına işemeye teşvik ediyordu. Ar­
dından pis pis sırıtarak sultanın parmaklarından birini kesiyor­
du. Marlowe'un, "Tanrı'nın Kırbacı''na kurban giden Şamlı ba­
kireleri, burada sarı, lepiska saçlarıyla demet demet çiçek su­
nan çocuklara dönüşmüştü. 1993 prodüksiyonu, Sher'in aza­
metindeki bir oyuncu ve titiz bir rejiyle -örneğin bu oyunda
yapıldığı gibi süreyi üç saate indirerek- şaşaalı kostümler ve
yaratıcı özel efektlerle, Marlowe'un en sansasyonel oyununa
gişe rekoru kırdırmanın olanaklı olduğunu ispatlamıştı. Bir
eleştirmen bundan çıkarılacak daha kalıcı bir başka ders daha
olduğunu söylemişti: "Ortadoğu' da ve diğer yerlerdeki olayla-

77
rm göstermeye devam ettiği gibi, Timur'u ve onun soyundan
olanları kendi zararımız pahasına ihmal ettik."
Timur, Timurleıık oyununu görecek kadar yaşasaydı, her­
halde sahnede çizilen tumturaklı portresinden hoşnut kalırdı
(gerçi bu küçümseyici lakabın kullanılmasına muhakkak karşı
çıkardı). Marlowe'un Timurlenk'i, tiyatro sahnesinde canlandı­
rılmış en dehşetli kahramanlardan biridir. Shakespeare'in Be­
şinci Henry'si ve Cornelius'u ona kıyasla aciz yaratıklar olarak
görünür.
Çünkü Timurlenk fani dünyanın üstündedir. Birinci perde­
de, İranlı soylu Teridamas'ın, bu "İskit çobanı"nı ilk gördüğü
zaman dediği gibi:

Duruşu gökleri tehdit ediyor, tannlara meydan okuyor,


Kor gibi yanan gözleri toprağa dikilmiş . . .

Seyircilerin kısa sürede fark ettiği gibi, Timurlenk yalnızca


mutlak iktidar istiyordu:

Zincire vurmuşımı talilıi, sımsıkı tutuyarıtın elimle,


Feleğin çemberini çeviriyorum öbürüyle,
Güneşin batmasma kalmaz,
Ya mağluptur Timurlenk ya hakimdir tüm evrene.

Birinci bölümün sonunda Arap ve Mısır ordusunu bozgu­


na uğrattıktan sonra, tahtını kaybettiğine yanan Mısır Sulta­
nı'na zaferini anlatır. Yenik düşmüş Mısırlı, savaş tanrısının Ti­
murlenk' e nasıl teslim olduğunu ve yakında onu, nasıl "tüm
dünyanın hakimi" kılacağını dinler. Zeus bile, Timurlenk'in ya­
kında onu da tahtından indireceği korkusuyla "sararıp solmuş­
tur". Kendini tanrılada bir tutmakla yetinmeyen Timurlenk,
Kuran'ı yakarak ve kendi:sini gökten aşağı inmeye davet ede­
rek, Muhammed Peygamber' e de meydan okur.

Haydi bakalım Muhammed görelim gücünü


İn aşağı ve göster mucizeni,
Layık değilsin sen sevgiye hürnıete,

78
İşte kitabın ateşlerde yanıyar
İçinde vaaz ettiğin dinle birlikte.

Elizabeth dönemi tiyatro seyircileri ıçın bu bir elektrik


çarpması, yetkililer için bir küfür ve dini bütün Hıristiyanlar
için bir hakaretti. Zaten Marlowe aleyhinde, tanrıtanımaz, din­
siz ve sefih olduğuna dair bir yığın dedikodu çıkmıştı; bunlar
zararlı yayından, isyana teşvikten, hatta 'tekin olmayan fikir­
ler' den ötürü bile insanların zindana atıldığı bir devirde, tehli­
keli suçlamalardı. Çağdaş eleştirmenler, oyunun dinsizliğe bir
övgü olduğunda birleşirler. Robert Greene, büyük ölçüde unu­
tulmuş olan Denıirci Perinıedes (1588) adlı oyununun önekinde,
Marlowe'u, "O Allahsız Timurlenk'in ağzından, gökteki Tan­
rı'ya meydan okumakla" suçlamıştır.
12 Mayıs 1593'te, meşhur oyun yazarı Thomas Kyd, tutuk­
lanmış ve işkenceye tabi tutulmuştu. Baskı altında yazdığı he­
men hemen muhakkak olan bir mektubunda, Marlowe'u, "ca­
navarca görüşlerinden" ve "kutsal yazılarla eğlenme, duaları
alaya alma ve peygamberlerin ve ona benzer mübarek kimsele­
rin söylediği ve yazdığı şeyleri çürütmek ve yalanlamak ama­
cıyla tartışma konusu yapmak" eğilimlerindım ötürü kınamıştı.
Ne idüğü belirsiz Richard Baines adlı bir başka gammaz, Mar­
lowe'un, "Tanrı'nın kelamını hakir gördüğünü ve dini lanetle­
diğini" yazmış; ayrıca oyun yazarının, "İsa bir piçti ve anası na­
mussuz bir kadındı", "Eğer doğru düzgün bir tanrı veya din
varsa, o da papacılarınkidir", "Bütün Protestanlar iki yüzlü bu­
dalalardır" ve "İsa ve Vaftizci Yahya oğlancıydılar" yollu laflar
ettiği şeklinde olmadık iftiralar atmıştı. Bu tür ifadeler istenilen
sonuca ulaşır. 18 Mayıs'ta toplanan Özel Meclis, Marlowe için
tutuklama emri çıkartır. Oyun yazarı, bundan iki hafta sonra,
Deptford' da, kötü şöhretli bir barda çıkan kavgada bıçaklana­
rak öldürüldü ..
Büyük Timurleıık, hem Elizabeth dönemi hem de günümüz
eleştirmenlerini fitilieyecek kadar ateş vermişti. Cambridge Üni­
versitesi, Emmanuel Kolej akademik üyesi ve daha sonra Nor­
wich ve Exeter piskoposu Joseph Halt Marlowe'u halk dalka­
vukluğu ve ayaktakımı yağcılığıyla suçlamış, Virgidemiarunı

79
(1597) adlı yapıtında, "ucuz koltuk seyircisini zevkten çıldırtı­
yor," diye yazmıştı. Ben Johnson da, ölümünden sonra basılan
Keşifler (1640) adlı yapıtında, bu kınama korosuna katılmıştı:
Tinıurlenk gibi oyunlarda, "ağzı bir karış ayrık cahil seyircinin
gözüne girmek için sahnede fiyakayla salınmak ve üst perde­
den atıp tutmaktan" başka hiçbir şey yoktu. Bu çok bilmiş eleş­
tirilere karşı şaşılası bir duyarsızlık gösteren seyirciler, kısa sü­
rede büyük rağbet gören bu oyunla coşuyorlardı. Ender olarak
sahnelendiğinde, bugün de coşmaktadırlar; bu egzotik zorba­
nın kanlı entrikaları karşısında kah sarsılmakta, kah tahrik ol­
makta, kah tiksinmekte, kah büyülenmektedirler.
Elizabeth devrinin otoriteleri Marlowe'un tanrıtanımazlı­
ğı konusunda ne derlerse desinler, Timurlenk piyesi, diğer açı­
lardan o zamanın ruhuna son derece uygundu. Sömürgeleş­
tirme, krallık, isyan ve din gibi iktidarı uğraştıran her konuyu
sorguluyordu. Bu, İngiltere'nin saldırgan bir yayılma politika­
sı izlediği ve kendine olan güveninin arttığı bir devirdi; impa­
ratorluk emelleri güden ve kudretini kürenin dört bir tarafın­
da duyurmak hırsında olan yeni bir asker ve tüccar milleti
doğmaktaydı. Marlowe'un yarıkürelere, enlem ve boylamlara,
kutuplara, bilinen ve bilinmeyen kıtalara yaptığı gönderme­
ler, bu keşifler ve denizaşırı ticari atılımlar çağını tam anla­
mıyla yansıtıyordu; bu özellikler, 1577-80 arasında, deniz yo­
luyla dünyanın etrafını dolaşan ve 1588'de, İspanyol Arınada­
sı'nı bozguna uğratmadan önce Plymouth Hoe'da oynadığı
bowling oyununu büyük bir soğukkanlılıkla bitiren Sir Fran­
cis Drake'in şahsında varlık ve vücut bulmuştu. Nasıl Timur­
lenk kendi dünyasında bir fetihten öbürüne fırtına gibi gidi­
yorsa, İngiltere de, gözüpek kraliçesinin önderliğinde, dünya­
da yavaş yavaş küresel bir güç olarak sahneye çıkıyordu. Eli­
zabeth'in, İspanyol donanmasıyla karşılaşmalarının arifesinde
Tilbury'de İngiliz birliklerine hitaben yaptığı meşhur konuş­
manın, Timurlenk'ten izler taşıdığı kuşkusuzdur (oyun bir yıl
önce yazılmıştı): " . . . Parma'nın, İspanya'nın veya Avrupa'nın
herhangi bir prensi, bana ait toprakların sınırlarını aşmaya­
görsün; bir haysiyetsizliğe maruz kalmaktansa, buna karşı
ben, bizzat silaha sarılacağım- ben, kendim, sizin komutanı-

80
nız, hakiminiz ve savaş alanında gösterdiğiniz her yiğitliğin
ödüllendiricisi olacağım."
Otoritelerin onca karşı koymasına rağmen, oyunun kendi
döneminde o denli başarı kazanmasına şaşmamak gerekir. O
kadar meşhurdu ki 1 629' da, ilk oynanışından kırk yıl sonra,
Londra sokaklarında el arabalarıyla lağım taşıyan mahkCımla­
ra, oyundan yapılan meşhur bir alıntıyla, Timurlenk'in arabası­
na koştuğu Bayezici'in iki oğluna yaptığı gibi, sataşılıyordu:
"Selam size, Asya'nın nazlı yeşim taşları."
Marlowe'un Timurlenk'i -gerçek hayattaki fatihin olduğu
gibi- farklı çağlarda farklı bakış açılarından görülmüştür. Ara­
larında İngilizler de olmak üzere, on dokuzuncu yüzyıl askeri
tarihçileri, Tatar'ı dahiyane askeri becerilerinden ötürü aslan
gibi görüp göklere çıkarmışlar, başarılı seferlerinden hayranlık­
la söz ederken, kılını kıpırdatmadan yaptığı katliamlar üzerin­
de o ölçüde durmamışlardır. Yirminci yüzyılda, askeri başarıla­
rı aynı heyecan ve hayranlığı uyandırmamıştır. 1971'de John
Joseph Saunders, "Hitler ortaya çıkana dek Timur, tarihte ruh­
tan yoksun ve verimsiz militarizmin en mükemmel örneği ola­
rak sivrilmişti," diye yazmıştır. 1 996'da tarihçi Leo de Hartog,
Timur'un dar kafalı bir saclist olduğunu söylemiştir.
Farklı kültürlerin, farklı yargılarda bulunmasına da şaşma­
mak gerekir. Darülislam' da, yani İslam camiasında, Timur aile­
den biri gibidir, büyük bir hükümdar ve İslam dininin yayıcısı
olarak saygıyla· anılır. Altı kez yakıp yıktığı Hıristiyan Gürcis­
tan' da adından korkuyla söz edilir ve ülkenin en sevilmeyen
karşıt-kahramanlarından biri olmaya devam etmektedir. Çeşitli
Orta Asya uluslarını boyunduruk altında tutan Sovyet Rus­
ya' da yetkililer, milliyetçi d uyguları körükleyeceği endişesiyle
adını tarih kitaplarından sildirtmişlerdir. Bahsi yalnızca astığı
astık, kestiği kestik bir vahşi ve zorba olarak geçer. Sovyet son­
rası Özbekistan' da, ileride göreceğimiz gibi, Timur imajı ıslah
edilmiş ve yeni bir ulusun babası olarak yüceltilmiştir. Batıda
ise, bilinmezin karanlığında öylece yatmaktadır.
Elizabeth . dönemi edebiyat eleştirmenlerini tiksindiren
oyun, tiyatroda olduğu gibi, onların on dokuzuncu yüzyıldaki
varisierinin de önyargılarını doğruluyordu. Dublin' deki Trinity

81
Koleji'ı;ıde iktisadi politika profesörü Arthur Houston, Timur­
leıık oyunundaki aşırılıkları mazur göstermek için şu gerekçeyi
öne sürmüştü: "Belli başlı kahramanlar, herkesin bildiği gibi,
tutkusal aşırılıklara eğilimli, tumturaklı ifadelere düşkün, Do­
ğulu barbarlardır. Benim görüşüme göre Marlowe'un hakkı
yenmiştir." Swinburne, Marlowe'un şiirsel yeteneğini övmüş,
fakat George Bemard Shaw onu, 'zevk yoksunu, cahil' bir hal­
ka hizmet veren, bir 'budala' olarak nitelemiştir. Günümüzde
ise Edward Said, Marlowe'un 'Doğu sahneleri'ni, Hıristiyan
alemine islamı 'Öteki' olarak gösteren sağduyu yoksunu görü­
şe zemin hazırlamakla suçlamıştır. İlk sahneye konuluşunun
üstünden dört yüzyıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen,
Timurleıık, hep yaptığı gibi, hala fırtınalar ve tartışmalar kopar­
maktadır.
Oyunu, imparatorluğa yazılmış bir zafer türküsü, tanrıta­
nımazlığa düzülmüş bir övgü, ticareti, keşfi, sınıfsal hareketlili­
ği ve bireyciliği kutlayan bir tören, kraliyete ve kalıtım yoluyla
geçen tahta yöneltilmiş bir alay, yabancı güçlere karşı bir baş­
kaldırı olarak görmek mümkündür -çünkü Timurlenk oyunu
Elizabeth dönemi İngilteresi'ni; Bayezici'in Türkiyesi'nin Kato­
lik İspanya'yı anladığı gibi anlamıştı - ancak yine de oyunun
olağanüstü başarısı bu farklı yorumlardan kaynaklanmıyordu.
Muhteşem Timurlenk, dayandığı ilkeler kadar, temsil gücüyle de
önem kazanmıştır. Daha ilk perdede, Timurlenk'in top gibi pat­
layan pürhiddet sesi seyirciyi alıp götürür ve oyunun sonuna
kadar da bir daha bırakmaz.
Belli başlı sahneler insanın zihnine nakşolur. Marlowe, ça­
ğının akademik araştırmalarını dikkatle incelemiş, Pietro Pe­
rondini'nin Timur'un Hayatı (1553) ve George Whetstone'un
English Mirror (1586) adlı kaynak eserlerinden faydalanarak fa­
tihin askeri kariyerine aşinalık kazanmıştı. Her ne kadar kimi
sahnelerde tarihsel belirsizliğe düşse de, bazı önemli olayların
oyunlaştırılış biçimi olağanüstü güçlüdür. Adeta birer efsane
haline gelmişlerdir. 'Türklerin hükümdarı' Bayezici'le Timur­
lenk'in karşılaştığı sahnede, tiyatro sanatı ve tarih iç içe geçer.
Fatihin hayatında bir dönüm noktası olan bu karşılaşma, oyu­
nun da mihenk taşıdır. Bu iki amansız düşman arasında, daha

82
savaş alanına çıkmadan önce, yaklaşan karşılaşmanın önemini
vurgulamak için Marlowe, Osmanlı sultanına geniş ölçüde yer
verir. Savaş başlamadan önce maiyetleriyle birlikte karşı karşı­
ya gelip, şampiyonluk maçına çıkacak boksörler gibi birbirleri­
ne hakaret yağdırırlar. Bayezici Timurlenk'e, 'İskit köle' diye
hitap eder ve onu 'sümsük ve hadım' bir haremağası haline ge­
tireceğine dair Kuran'a el basar. Tatar hükümdar bu tehdide
omuz silker ve Türkhükümdara, "senin düşüşün benim adımı
dünyaya duyuracak," der. Gerçekten de böyle olur.
Savaş kısa ve yıkıcıdır. Timurlenk, Bayezid'i yenilgiye uğ­
rattıktan sonra onu bir kafese kapatır; sultanı ve karısını çıl­
dırmanın ve intiharın eşiğine getirene dek taciz eder. Marlo­
we, Bayezici'in yenilgisiyle kaderin önüne geçilemeyeceğini
vurgular. Zafere giden yolda Timurlenk'in karşısında hiçbir
engel duramayacaktır. Azamet, zulüm, askeri deha, kibir ve
şehvet dolu bu adamın gücüne olan güveni sınır tanımaz.
Kendine denk kimseleri yerde değil, yukarıda, göklerde bu­
lur. Bayezid'i yenilgiye uğrattıktan sonra, kendini dünyanın
'en büyük hükümdarı' olarak tanımlar, "Tanrı'nın Kırbacı,
yeryüzünün dehşeti" dir.
Sahne, inip kalkan, birbiriyle tokuşan silahların gümbürtü­
süyle çın çın çınlar. Bir eleştirmenin dediği gibi, oyunda "nefes
kesen bir askeri çalım" vardır. Fakat Marlowe'un Timurlenk'i
savaşçı olduğu kadar şairdir de (yazar belki de bilmeden, Ti­
mur'un sanatsal ve entelektüel eğilimlerine işaret ediyordu).
Savaş alanındaki düşmanları o korkunç öfkesini nasıl kabartı­
yorsa, aşığı Zenokrat tutkularını öyle ateşliyor, oyunu daha
yüksek bir mertebeye çıkaran bir dizi şiirle, ihtirası zincirinden
boşanıyordu.

Alı Zeııokrat'mı, tapı/ası güzel kadınım,


Güzel kelimesi seni nasıl an/atsın,
Vatan aşkın, vatan tutkunla,
Hükümdar babana bir şey olacak diye nasıl da korktım,
Tarunıar saçın/a ıslak yanaklarını si/din,
Ve sabah gurur/u Flora gibi,

83
Işıltılı lülelerini havaya savuran,
İnci tanelerinden yağmur
Işıl ışıl yüzüne gök yakutlar yağdıran,
Güzelliğin oturduğu, perilere ilham veren,
FiZdişi kalemiyle ciltler dolusu yazan
O hulyalı gözlerinden esinlenen,
O gözler ki Ebeııa göğe çıktığında,
Gece yürüyüşünün sessizliğiııde,
En karanlık geceye ışık saçan,
Ayı, yıldız/arı, gezegenleri yakan.

Daha sonra Zenokrat hastalanır ve Timur koyu bir kedere ba­


tar. Eli kanlı imparator, bir kez daha aşk şairi olur.

En aydınlık gün bile artık bana kapkara,


Gümüşten dalgalar üstünde neşeyle seken,
Göklerin o hiç sönmeyen ateşi bile,
Şimdi yakıta muhtaç, ışııılarını beslemeye,
ÖZgün ışığıyla sarıyar ve utançla
Tapmak/arım kapkara bulutlarla,
Çöktü çökecek ebedi karanlık dünyaya,
Işık veriyordu Zeııokrat, hayat veriyordu ona,
FiZdişi yırualarında ateş saçıyordu gözleri,
Her bakana ısı, canlılık veriyordu,
Şimdi göklerin hışmma uğradı,
O gökler ki kıskançlıkları rakip tanımaz,
Son nefesinden mutluluk duyuyor,
Sarılmış ölümün çöken bulutuna.

Fakat hiçbir şey onu kurtaramaz. Görkemli yatağında, etrafı


hükümdarlar, doktorlar, üç oğlu ve kocasıyla çevrili olarak
ölür. Kahırdan çılgına dönen Timur, tanrı "çapkın Jüpiter" e Ze­
nokrat'ı keHdisinden çaldığı için sövüp sayar, onu, "göklerin
görkemli kraliçesi" yapmakla suçlar. Kederli ifadesinde asker­
lik damarı ve dilinin keskinliği hissedilir, ama bu ümitsizlikten
ve başına gelen felaket karşısında duyduğu çaresizlikten kay­
naklanmaktadır.

84
Oyun, Timur'un ölümüyle sona erer. Burada, yani ömrü­
nün sonunda bile, pişmanlık ve tövbeden eser yoktur, ne de
kendinden daha büyük bir güce yenildiği duygusunu taşır.
Bunlar yerine, bir harita getirtip, şurasını burasını işaret ederek,
oğullarının önünde dünyanın dört bir tarafındaki savaş alanla­
rında kazandığı zaferleri yeniden yaşar. Daha varisi Amyras'a
taç giydirecektir; fakat işte o anda doğa dünyadaki hiçbir düş­
manının Timur'a yapamadığını yapar. Can çekişir, son nefesini
verirken bile küstahlığı elden bırakmaz:

Elveda evlatlarımf Aziz dostlarını, elveda,


Duyuyor vücudunı, ağlıyor rıılıunı,
Eıı güzel dilekleriniz ıılaşamıyor artık bana,
Ölüyar Tanrı 'nııı Kırbacı, ölüyar Timur, elveda.

Marlowe, dram yazarlarının alışılmış bütün hatalarma düşer:


mübalağa, tarihle uyuşmayan olgular, coğrafi yanlışlıklar, san­
sasyon merakı. Fakat yine de Timurleıık'te yaratıcı deha şaha
kalkar. Tatar hükümdar, başka hiçbir yerde bu denli başarıyla
çizilmemiş, bu denli tutkuyla canlandırılmamıştır. Şiirdeki ihti­
şam, mısralardan akan ahenk, birbiri ardınca gelen çarpıcı
olaylar, seyircileri coşturur. Timur'un tanrıtanımaz ve gözüpek
bir kahraman olarak yaygın olan imajını, tarihçilerin değil Mar­
lowe'un çizmiş olmasına şaşmamak gerekir. Gerçek hayatta ol­
duğu gibi, oyunda da 'İskit çoban', tüm dünyevi kısıtlamaları
aşar, önüne çıkan her şeyi yıkıp geçerek, ezici zaferlerle dolu
bir askerlik hayatı sergiler. Marlowe'un TimurlenkT tarihteki
Timurlenk'ten daha fazla güce sahiptir. Karşı konulmaz, dünya
ötesi gücü onu diğer fanilerden ayırıp göklere doğru yükseltir.
Masum bakireleri boğazlayarak, toplu katliamlar yaparak, za­
yıflıklarından ötürü nefret duyduğu tanrılada rekabet ederek,
tüm ahlaki değederimizi çiğneyip geçer. Çağdaşlarının da far­
kında olduğu gibi, bu adam:

Ayağının altma almıştı alınyazısıııı,


Dize getirmişti yeııilmez savaş tanrısını.

85
* * *

Emelleri ne kadar yüksek, hükmetmek istediği alan ne kadar


geniş olursa olsun, gerçek hayattaki Timur'un 1 370'te böyle
iddialı kıyaslamalara girdiği kuşkuludur. Ne kadar göz ka­
maştırıcı olursa olsun, kazanmış olduğu unvanlar yanıltıcıydı.
Orta Asya'nın küçük bir kısmına egemen olan ve dört bir yan­
dan düşman güçler tarafından sarılmış bulunan Timur, ne As­
rın Hükümdarı, ne de Cihangirdi. Böyle yüksek iddialarda
bul unabilmesi için onlarca yıl, d ur d urak bilmeden çarpışması
gerekecekti.
Konumunu güçlendirmek için Moğol töresini göz ardı et­
meyen Timur'un tahta çıktıktan sonraki ilk İcraatı parçalanmış
Çağatay hükümdarlığını birleştirmek oldu. Ömrü boyunca
kendisini birçok tehlikeden koruyacak olan dirayeti burada da
göstererek, Cengiz Han' a kadar uzanan bir dizi hükümdarın sı­
rasına girmeye çalıştı. Çok sağlam olmamakla beraber, Saray­
mülk Hanım'la evliliği, onun az çok bu konuma gelmesini sağ­
lamıştı. Şimdi bu hayırlı başlangıçtan biraz daha fayda sağla­
mak için, güçten düşmüş hükümdarlığı eski şaşaasına kavuş­
turmak niyetindeydi. Cengiz Han'ın ikinci oğlu Çağatay'a mi­
ras kalmış olan bu topraklar bitmeyen ihtilaflar sarmalında git­
gide eriyip küçülmüştü. Önceleri Çağatay ulusu içinde yer alan
kuzeydoğudaki bereketli Harezm toprağı, o tarihte Kangırat
Sufi hanedanının egemenliği altında bağımsızlığını ilan etmişti.
Ulusun bir zamanlar ayrılmaz bir parçası olan doğudaki Moğo­
listan da şimdi batı komşusu Maveraünnehir' e açıktan açığa
düşmanlık güdüyordu; Timur buna bir son vermeye kararlıydı.
Sonraki on yıl boyunca her ikisine de akınlar düzenledi; or­
dusunu kah doğuya Moğolların, kah kuzeye Harezm'in üstüne
sürdü. Daha ilerilere gittiği de oldu, fakat o zamanki asıl hede­
fi, ordugahının bulunduğu yeri sağlama almak ve genişletmek­
ti. Günümüzde sürekli savaş, kaynakları kurutan fuzuli bir is­
raf olarak görülebilir, ancak Timur'un zamanında göçebe top­
lumların sadakatini sağlamanın en etkili yolu onları yağma ve
talanın sancağı altında birleştirmekti. Gerçi onun bu hızlı yük­
selişi karşısında güçlerini kaybeden boy beyleri arasında, ona
karşı çıkmaya kalkışanlar hiç eksik olmuyordu. Fakat bu türlü

86
girişimler, Timur'un ordusunu ustalıklı bir biçimde takviye et­
miş olmasından ötürü hüsranla sonuçlanıyordu. Hüseyin'le it­
tifakları sırasında muazzam bir ordu toplamışiardı ve Hüse­
yin'in katlinden sonra onun ordusu da Timur'un safına geçmiş­
ti. Bu yolla Timur'un kumandası altındaki asker sayısı, Çağa­
tayların Karaunas birlikleri de dahil olmak üzere ürkütücü bir
sayıya ulaşmıştı. Savaştan bir lanet gibi kaçınan, istikrar ve re­
fah arzusunda olan yerleşik topluluklardan da ayrıca takviye
geliyordu. Boy beylerinin aksine, onlar ancak güçlü bir liderin
gelişmek için gereksinim duydukları barış ortamını sağlayabi­
leceğini biliyorlardı.
Timur doğu komşularına ilk seferini 1370'te, tahta çıktığı
yıl düzenledi. Hasmı, suikast kurbanı İlyas Hoca'nın yerine ge­
çen Moğol lider Kamereddin' di. Her ne kadar Timur'un güçleri
ganimet yüklü olarak döndülerse de, bu ilk sefer istenilen so­
nucu vermedi. Kamereddin sonraki yıllar boyunca baş belası
olmaya devam etti. Moğollara karşı daha başarılı akınlar dü­
zenlendiği oldu -bir sonraki 1375'teydi- fakat başlarındaki kişi
hep kaçınayı başardı. Bugünkü Kırgızistan'ın bulunduğu Isık
Göl'ün kuzeyindeki Tienşan Dağları üzerinden yapılan sefer­
lerden birinde şöyle bir olay geçtiği rivayet edilir: Moğol okçu­
larını kavalayan Timur'un askerlerinin her birine yerden bir taş
alıp bir yığının üstüne koymaları emredilir. Düşmanı bozguna
uğratıp geri döndüklerinde her biri yığından birer taş alacak,
böylece Timur geriye kalan taşlara bakarak kaybını hesaplaya­
bilecekti. O kadar çok kayıp vermişlerdi ki dağdan ayrıldıkla­
rında geride taştan dev gibi bir kule kalmıştı. 1370'lerde Ti­
mur'un adamları Moğolistan'a daha birçok sefer yaptı; 1383'te,
Moğollara bir ağır yenilgi daha yaşatıldığında Kamereddin, as­
keri açıdan artık düşüşe geçmişti. 1 389' da, Moğol ham Tuğluk
Timur'un oğlu Hızır Hoca tarafından Moğolistan' dan atıldı, fa­
kat bu yenilgi de onun sonunu getirmedi. Ertesi sene, Hızır Ho­
ca'nın Timur'un orduları önünden kaçışını fırsat bilip tekrar
gücü eline geÇirmeye çalıştı, fakat yine yenilgiye uğradı. Hak­
kında doğruluğu kanıtlanmamış en son bilgi 1393 tarihlidir; çe­
kilmekte olan ordusuna ayak uyduramadığı için adamları tara­
fından birçok odalığı ve üç beş gün yetecek kadar yiyecekle bir-

87
!ilde bir ormancia bırakıldı. Bir daha da kendisinden haber alı­
namadı.
Bundan kısa bir süre sonra, Timur'un doğu sorunu hemen
hemen kalıcı sayılabilecek bir biçimde çözümlendi; Hızır Hoca
kendinden daha güçlü olan komşusuyla uzlaşarak Moğol Ham
olarak tanındı. İkisi arasındaki ilişki, Hızır Hoca'nın kız kardeşi
Tükel Hanım'ı Timur'la evlendirmesinden sonra iyice pekişti. ·

Taşıdığı asil kan dolayısıyla, Tükel Hanım ikinci sultan oldu ve


Küçük Hanım adıyla bilindi. Timur'un gücü ve zenginliği her
sefer sonunda biraz daha arttıkça eşlerinin ve odalıklarının sa­
yısı da o oranda çoğalıyordu.
Bu yıllar zarfmda Timur, kuzey komşusu Harezm' i de di­
ze getirmeye çalıştı. Görünürdeki ihtilaf konusu, Çağatay im­
paratorluğunu Cengiz Han'ın ikinci oğluna bıraktığı duruma
geri döndürmekti. En az bunun kadar, hatta belki bundan da
önemli bir neden daha vardı. Harezm, Çin'i Akdeniz' e bağla­
yan kervan yollarının üstünde kurulmuş oturuyor, bu neden­
le refah içinde yüzüyordu. Bölgeyi tekrar Çağatay nüfuzu al­
tma almak hem muazzam bir gelir getirecek hem daha fazla
yayılıp büyürnek için gerekli kaynağı sağlayacaktı. Timur böl­
geyi ilhak edebilir ve kuzey sınırını güvence altına alabilirse,
ilk kez ordularını Çağatay ulusunun sınırları ötesine sürme
olanağına kavuşacaktı.
Ordularını durmaksızın seferber etmek ve onlara düzenli
olarak ganimet sağlamak, Timur'un ömür boyu güttüğü bir
strateji oldu. Bu, özellikle boyların muhalefetini en aza indir­
gemek içindi. Çünkü ulusun geleneksel siyaset kültürü, boy­
lar arasmda kurulan kaypak ittifaklar ve bir durulup bir orta­
ya çıkan ihtilaflarla doluydu ve bu böyle gittiği sürece Timur
güçlü olamazdı. Yapmak istediği, ast üst sıralamasma ve yet­
keye öteden beri saygılı bu savaşçı kavimleri kendisine sadık
bir ordu içinde sımsıkı kaynaştırmaktı. Gücün, kudretli bir li­
derin şahsında ve tek bir merkezde toplanması boy beyleri­
nin konumlarını zayıflatacaktı. Bu kayıpları bir biçimde telafi
edilmezse, Timur desteklerinin sürekli olacağına güvenemez­
di. Onları ancak ulus dışına çıkarıp, sınır ötesi zaferiere koş­
turursa ulus içi siyaseti sona erdirebilir veya hiç değilse azal-

88
tarak onların sadakatini koruyabilirdi. Böylece, Amerikalı ta­
rihçi Beatrice Forbes Manz'ın söylediği gibi, "siyasetin yerini
şimdi fetih almıştı".
Bu Timur'un son derece etkili, uzun vadeye dönük yaklaşı­
mıydı. Daha yakın vadeye bakıldığında da, Harezm ele geçiril­
meye değer bir ganimetti. İki başkenti Kat ve Urgenç, çok bü­
yük kentlerdi. Urgenç, bütün dünyayı dolaşan gezgin İbn Bat­
tfrta'yı çok etkilemişti; çarşıları alıcı ve satıcılada öyle tıka basa
doluydu ki kente bir inişinde şuraya buraya seğirten insan ka­
labalığından kımıldamakta zorluk çektiğini yazmıştı. Arabşah
da, "kent refah içinde yüzüyor, müthiş bir bolluk var; güzellik­
leri göz alıyor," demişti.
Harezm, doğal zenginlik bakımından son derece bereketli
bir topraktı. Yiyecek, özellikle de meyve ve tahıl çok bol yetişi­
yordu. Kavun ve narla güvercin, ördek ve turna kebabı olarak
yenen av etleri de yöreye özgü lezzetlerdi. Ceyhun Nehri'nin
deltasından gelen suyla, tarlalardan yüklü miktarda pamuk re­
koltesi sağlanıyordu. Ovalarda koyun, Aral Gölü çevresindeki
bataklık topraklarda büyükbaş hayvan sürüleri otluyordu.
Onuncu yüzyıl coğrafyacısı Mukaddesi, çarşıların, bir kısmı
Volga'nın kuzeybatısındaki Bulgar ülkesinden gelme, pahalı
hayvan postlarıyla dolu olduğunu söylemiştir. Vaşak, samur,
tilki, iki tür kunduz, sincap, kakım, sansar, tavşan ve keçi var­
dı. Üzüm, hurma, susam ve balın yanı sıra, eşsiz halılar, pa­
muk ve ipek işlemeli kumaşlar ve ihraç amaçlı kalpaklar da bol
miktarda üretiliyordu. Askeri gereç bakımından da hiçbir sı­
kıntı yoktu. Orduları donatacak kadar kılıç, zırh, ok ve yay ha­
zırda bulunuyordu. Buraya özgü bir meta olan ve zırh kapla­
mada kullanılan beyaz kavağın kabuğu çok revaçtaydı. A vcı­
lar, göz alıcı yüzlerce atmacadan birini almak için çarşıya gelir­
lerdi. Mukaddesi, bütün bu ürünlere ve et�inliklere ilaveten,
Harezm' de son derece gelişmiş bir köle ticareti olduğunu da
keşfetmişti. Bozkırdaki göçebelerden satın alınan veya çalınan
Türk kız ve oğlan çocukları, Müslüman yapılarak İslam ülkele­
rine gönderiliyor; bu çocuklar gittikleri yerlerde çoğunluk yük­
sek mevkilere çıkıyorlardı.

89
Bu bol kazançlı ticaretin hatırı sayılır bir kısmı, çalkantı için­
deki Maveraünnehir atıanarak gerçekleşiyordu. Timur'un ne ya­
pacağı belli olmuştu. İşgale hazırlık olarak, bir mektupla Ha­
rezm önderi Hüseyin Sufi' den Çağatay topraklarının iadesini ta­
lep etti. Cevap gecikmedi. Değil mi ki Harezm kılıç kuvvetiyle
ele geçti, ancak kılıç kuvvetiyle geri alınabilirdi. Beklenen bu ters
cevap, Timur'a aradığı savaş gerekçesini sağladı. Ordusu,
1372'de kuzeye akın etti. Fevkalade kanlı bir çarpışmadan sonra
Kat şehri düştü. Bu, ilk önemli zaferlerinden biri olduğu kadar,
iradesine karşı gelen kentlere uygulayacağı askeri muamelenin
de bir göstergesi oldu. Kat'ın tüm erkek nüfusu kılıçtan geçirildi,
karıları ve kızları esir alındı. Kent yağmalanıp ateşe verildi. Bu,
Hüseyin'in teslim olacağı andı, fakat bir zamanlar Timur' a bağlı
boy beylerinden birinin, direnişi sürdürmesi için onu yüreklen­
dirmesi sonucu, Hüseyin savaşmayı seçti. 16 Tekrar yenilip Ur­
genç'e çekildi ve kısa bir süre sonra burada, sefalet içinde öldü.
Onun yerine geçen ve düşman güçlerinin üstünlüğünü anlayan
kardeşi Yusuf Sufi uzlaşma yolunu seçti ve Hüseyin'in kızı Han­
zade' yi, Timur'un en büyük oğlu Cihangir'e eş olarak gönder­
meyi vaat etti. 1 7 Bu gurur okşayan bir teklifti, çünkü kız hem gü­
zel hem de kuzeydeki Altın Orda ham Özbeg'in torunu olması
itibariyle asil kanlıydı. Arabşah onun için, "en yüksek tabakadan
ve büyük bir varlıktan geliyordu, seçkin bir soya ve olağanüstü
bir güzelliğe sahipti; Şirin' den daha tatlı, Valid e' den daha zarif­
ti," diye yazmıştır.
Timur güneye, Semerkand' a dönerek beklerneye başladı.
Fakat gelin gelmedi. Düğünden çok savaşla ilgilenen Yusuf

16 Hüseyin'in kulağına fısıldayan aşiret reisi, Timur'un 1370'de, aralarında sürüp


giden kan davasını halli için Emir Hüseyin' i katietmesine izin verdiği Keyhüs­
rev'den başkası değildi. Keyhüsrev, daha sonra Harezm Sufilerinin safına geçi­
şinin bedelini ödedi. Ele geçirildiğinde, Timur tarafından Emir Hüseyin'in aile­
sine verildi ve onlar da aynı şekilde Keyhüsrev'i katlettiler. Bu, Timur'un boy­
lada baş ederken gösterdiği sertliğin tipik bir örneğiydi. Her iki halde de kendi
ellerini kirletmemişti.
1 7 Timur'un eşlerinin adları ve sayıları konusundaki belirsizlik, oğullarına gelindi­
ğinde az da olsa kaybolur. İlk oğlu Cihangir, 1356 civarında, Timur yirmi yaşla­
rındayken dünyaya gelmişti. On altıncı yüzyıl tarihçisi Handmir'e göre, annesi­
nin adı Nermişağa'ydı. Ardından Ömer Şeyh, ondan sonra da 1366'da doğan
üçüncü oğlu Miranşah gelir. En küçükleri Şahruh 1 377' de doğmuştu.

90
başkaldırarak Kat'ı yeniden ele geçirdi. 1373'te ona karşı bir se- .
fer daha düzenlendi. Yusuf anlaşmayı kabul etti ve Harezm'in
güneyi Timur'un eline geçti. Hanzade bu kez tam zamanında,
yeni ailesi için müthiş hediyelerle dolu bir kervan eşliğinde gü­
neye gönderildi. Bu, altın ve değerli taşlardan, halis ipek ve at­
laslardan, süslü halılardan, hatta bir de altın taçtan oluşan bir
hazineydi. Onu güveye götüren yola çiçekler serpiştirilmiş, ha­
lılar serilmişti; hava latif kokularla ağırlaşmıştı. Bu olağanüstü
düğün alayını seyretmek için toplanmış, gözleri sonuna kadar
açık köylü kalabalıkları arasından, gelin, beyaz bir deve üstün­
de ve güzel yüzü namahreme karşı duvakla örtülü olarak ses­
sizce süzülüp geçiyordu. Refakatinde bir grup kılıçlı süvari
vardı, armağan yüklü develerden ve emrine arnade hizmetkar­
lardan oluşan maiyetinin geri kalan kısmı ise ardı sıra geliyor­
du. Bu muhteşem bir manzaraydı.
Fakat Cihangir'in evliliği uzun sürmedi. 1 376 sıralarında,
Moğollara karşı düzenlediği bir başka seferden Semerkand'a
dönen Timur'u bundan çok farklı ve meşum bir alay karşıladı.
İçlerinde en yaşlı ve en güvendiği emirlerinden Hacı Seyfeddin
Nukuz'un da bulunduğu bir grup soylu onu karşılamak üzere
at sırtında yavaş yavaş geliyorlardı. Siyah cüppelere bürün­
müşlerdi; yüzleri, gözleri toza bulanmıştı; yastaydılar. Cihan­
gir, yakalandığı bir hastalığa kurban gitmişti.
Yezdi, "hükümdarlığın bütün önde gelenleri, şerifler ve di­
ğerleri kara ve mavi kılıklar içindeydiler; kanlı gözyaşları dö­
küyorlar, yüzlerini gözlerini toza buluyorlar, göğüslerini, ba­
ğırlarını döverek töreye uygun bir biçimde kendilerini paralı­
yorlardı," diye yazar. "Kentte oturan herkes, başlan açık, bo­
yunlan çul ve kara keçeyle sarılı ve gözleri yaş içinde, havayı
feryat ve figanla inleterek şehir dışına doğru akıyordu."
Timur, teselli edilecek gibi değildi. Henüz yirmi yaşına gir­
miş olan en büyük oğlu Cihangir, onun en büyük gurur kayna­
ğı ve tahtının varisiydi. Delikanlılık çağından başlayarak baba­
sının askerlik ve siyaset yaşamının ön saflarında yer almış, Ti­
mur'un başka her özelliğinden fazla önemsediği yiğitliği, onun
geleceğin hükümdan olarak görülmesine yol açmıştı. Hatta gö­
züpek bir cengaver olarak, Moğollara yapılan bir akın sırasında

91
Timur'un öncü kuvvetlerine kumanda bile etmişti. Kısa ömrü­
ne iki de oğul sahibi olmayı sığdırmıştı. Bunlardan Muham­
med Sultan hükümdarın . gözdesiydi. Sonraki hayatında, Ti­
mur'un varisi olarak Cihangir'in yerini aldı. 1402'de, Anka­
ra' da, Sultan Bayezid'e karşi savaşa sokulan müthiş düzenli
birlikler, onunkilerdi. Cihangir'in ölümünden bir ay sonra,
farklı bir eşten olma Pir Muhammed adlı bir başka oğlu da, da­
ha az güvenilir olmakla birlikte, cesareti ve bahadırlığıyla de­
desinin gözüne girmeyi başardı.
Timur, koyu bir yasa bürünmüştü. Hiçbir yumuşak söz,
hiçbir teselli acısını dindirmiyordu. En güvendiği emirlerini ve
kadınlarını tersleyerek başından savıyordu. Yezdi, "her şey gö­
züne kapkara görünüyor, her şey sinirine dokunuyordu," diye
yazar, "ve yanakları her an gözyaşlarıyla sırılsıklamdı; sırtında
devamlı yas kılığı vardı; hayatı çekilmez olmuştu. Büyük hü­
kümdarın her dönüşünde düğün bayram edilen bu topraklar,
iniltili bir yas yerine dönmüştü."
Cihangir'in ölümü, Timur'un çok zor atıattığı bir badire
oldu. Her ne kadar kendine en yakın kişilerin birçoğundan
-emirlerinden, silah arkadaşlarından, bilginlerinden, din ve
ahlak hocalarından- daha uzun yaşayacak ve sevdiklerinin
ölümlerine yavaş yavaş alışacak da olsa, ilk oğlunun ölümü­
nün etkisinden kurtulamadı. Akınlarına bir süre ara verdi. Se­
merkand' da cenge hazırlanan orduların uğultusu duyulmaz
oldu. Timur'un üst düzey subayları içinde en fazla çalışan, or­
duya asker yazmakla görevli emir subayları tavacılar suskun­
luğa gömüldü.
Her ne kadar ufukta bir askeri harekat görünmüyor idiyse
de, çok geçmeden siyaset işin içine girdi. Bir gün Timur'un sa­
rayına üstü başı perişan bir adam çıkageldi. Perişan durumu
bir yana, bu adam Cengiz Han soyundan gelen Toktamış'tı.
Kuzeydeki Ak Orda'nın ham ve babasının katili Urus'tan kaçı­
yordu. Şimdi sürgündeydi, ama babasının intikamını almaya
ahdetmişti ve henüz Timur bilmiyor da olsa, Altın Orda Hanlı­
ğı'nı tekrar birleştirip başına geçmek azmindeydi.
* * *

92
"Bütünlükteıı tümiiyle yoksun, kum gibi dağınık, düzenli ve akılcı hiç­
bir yaklaşıma izin vermeyen bir araştırma konusu seçmek istesek, As­
ya'daki göçebe kavim/erin tarihinden daha uygımunu zor buluruz. "

HENRY HOWORTH, Moğolların Tarihi

Toktamış'ı ve başına geçmeyi istediği hanlığı anlamak �çin


on üçüncü yüzyıl Moğol istilalarına geri dönmek gerekir. Altın
Orda Hanlığı veya o zamanki adıyla Deşt-i Kıpçak, Cengiz
Han'ın en büyük oğlu Cuci'nin ikinci oğlu Batu tarafından ku­
rulmuştu. Bozkır geleneğine göre Cuci'ye, Karakurum' da, hü­
kümdarlık merkezine en uzak topraklar verilmişti. On üçüncü
yüzyıl İran tarihçisi Cüveyni'nin belirsizlikten yoksun tanırnma
göre, bunlar, Sibirya'daki İrtiş Nehri'nden batıya doğru, "Mo­
ğol atlarının toynaklarının çiğnediği son noktaya kadar" uzanı­
yordu. Bu belirsizlik, Cuci'ye verilen hediyenin sözde kaldığı
gerçeğini göz ardı eder, çünkü bu topraklar daha tam olarak
fethedilmemişti. Cuci, 1227' de, babasından kısa bir süre sonra
ölmüştü. En büyük oğlu Orda, batı Sibirya'yla Ceyhun ve İrtiş
nehirleri arasındaki, "Cuci Ulusunun Doğu Kanadı" olarak ad­
landırılan koridor bölgeyi almıştı; buraya daha sonra hem Ak
Orda hem Gök Orda denilmesi karışıklığa yol açmıştır. Moğol
hükümdarlığının batı kolu olan ve sonradan üzerinde Altın Or­
da Hanlığı'nın kurulduğu, batıdaki daha yakın topraklar üze­
rinde egemenlik kurmak, yani o atların nereye kadar gittiğini
saptamak Batu'ya düşecekti.
İlk fırsat, 1235'te eline geçmişti. Hanlarham Ögedey, Volga
Bulgarlarını ve Kıpçakları boyunduruk altına almak için gön­
derilen 1 50 000 askerlik ordunun kumandasını Batu'ya vermiş­
ti. Kuzey Müslümanlarından olan göçebe Bulgarlar, başkenti
Volga ve Kama nehirlerinin birbirine karıştığı noktanın yakı­
nındaki Bulgar' da bulunan zengin bir devlet kurmuşlardı. Ça­
dırlarda yaşıyor, hayvancılıkla uğraşıyor ve Maveraünnehir'le,
silah ve mamul madde karşılığında kürk ve köle ticareti yapı­
yorlardı. Kıpçaklar ise, Hazar Denizi'nin kuzeyinde, Sibir­
ya' dan Tuna'ya kadar uzanan bozkırlar üzerinde egemen olan
çok güçlü Türk göçebe topluluklardı.

93
Bulgarları yenmek zor olmadı ve başkentleri yakılıp yıkıldı.
Kıpçakların reisi Başman, Moğollara karşı çok zorlu bir direniş
koydu, fakat sonunda Volga boyunca bir aşağı bir yukarı kovala­
narak ele geçti. Yenilgiye uğratılan her hasma yapıldığı gibi, ye­
nenlerin önünde diz çökmesi emredildi. Cevabı, ''ben de bir za­
manlar kraldım ve ölümden korkmuyorum" oldu. "Deve deği­
lim ki diz çökeyim." Hemen oracıkta ortadan ikiye biçildi.
Batu'nun komutasındaki kuvvetler, 1237' de Ural Nehri'ne
vardı ve buradan geçerek Rusya'ya girdi; kendi aralarında bö­
lünmüş ve son hadde güçsüz düşmüş Rus prenslerinin duru­
nmndan faydalanarak Moskova' dan Kiev' e kadar yakılınadık,
yıkılınadık kent bırakmadı. Adı bilinmeyen bir tarihçinin ifade­
sine göre, batıdaki Riazan ve Koloruna kentleri öyle bir yıkım
ve talana uğradı ki, "geride, ölülere ağlayacak bir çift göz bile
bırakılmadı." Diğer kentler tümüyle haritadan silindi. Kiev,
1240 Noeli'nden kısa bir süre önce düştü; Bizans kiliseleri ateşe
verilerek yerle bir edildi, azizierin saklanan kemikleri tiksintiy­
le yakıldı.
Yaka yıka, asa kese, Avrupa kapılarına kadar ilerleyen Mo­
ğal ordusu, 1 241'de Polanya'ya girdi. Anayurtlarından binlerce
kilometre uzakta, hiç bilmedikleri bir coğrafyada bulunuyorlar­
dı; kara kışın ortasıydı; Cengiz'in kıdemli komutanlarından Su­
bedey'in üstün askeri becerisi sayesinde, Ruslar gibi bölünmüş
olan Polonyalı fE'odal derebeylerini yendiler. Krakow, Paskal­
ya'dan önceki pazar günü düştü. Hemen ardından, şimdi
Walstadt olarak bilinen yerin dışındaki çarpışmada Moğollar,
mağlup ettikleri Polonyalıların ve Almanların kulaklarından
dokuz çuval doldurdular. Silezya da benzeri bir biçimde ezilip
geçildi ve Batu'nun ordusu Macaristan'a yöneldi; altmış beş bin
civarında korkunç bir kayıpla sonuçlanan Mohi çarpışmasında
Macaristan da düştü. Avrupa'nın ta ortasına kadar gelip daya­
nan Moğol akınları karşısında kara kara düşünen II. Friedrich,
Hıristiyan aleminin krallarını, birer mektupla, kurulacak ortak
bir orduya katkıda bulunmaya çağırdı. Talebi tam bir sessizlik­
le karşılandı. Papa IX. Gregorius, Ağustos 1241' de kendi çağrı­
sını yayınladı; fakat hemen ardından vefat etti. Kıta, Moğolla­
rın önünde savunmasız bir durumda kalakalmıştı.

94
1242'de Batu'nun ordusu Viyana'nın güneyindeki Neus­
tadt' da mevzilenmiş; Hıristiyanlık felaketin eşiğine gelmişti.
Akınlar Hırvatistan ve Arnavutluk' a kadar ilerledi. Moğolların
Macaristan' da yaptıkları tahribatın ardından Fransa kraliçesi
Blanche'ın, oğlu IX. Louis'ye ne yapılması gerektiğini sorduğu
rivayet edilir. Louis, "Tatar dediğimiz bu insanlar eğer bize sai­
dıracak olurlarsa, ya biz onları Tartarus' a, yani geldikleri yer
olan cehennemin dibine göndereceğiz ya da onlar hepimizi bir­
den cennete yollayacak," şeklinde kehanette bulunmuştu. Ne
mutlu ki Avrupa krallıkları için bu kehanet doğru çıkmadı. Kı­
ta, müthiş bir şans eseri, Ögedey'in bir önceki yıl Aralık'ta öl­
düğü haberiyle kurtuldu.
Moğol ordusunda, Batu ve ona rakip Moğol ileri gelenleri
arasındaki anlaşmazlıklardan ötürü zaten çatlaklar baş göster­
mişti; bu, Cuci ve Toluy ile Ögedey ve Çağatay hanedanları
arasında, daha kalıcı ve daha yıkıcı bir kopuşun habercisi oldu.
Karakurum'da, Batu'yu ciddi bir biçimde ilgilendiren bir taht
kavgası çıkma 9lasılığı vardı; kendi çıkarlarını koliayacak bir
adayın başa geçmesini sağlaması gerekiyordu. Bu nedenle geri
dönmeye ve yeni Hanlarhanı'nı atayacak kurultaya katılmaya
karar verdi; gerçi bu işin çözülmesi daha yıllar alacaktı. Ordusu
doğuya doğru yöneldi ve Avrupa kurtuldu. Eğer Ögedey biraz
daha uzun yaşasaydı, Moğol hükümdarlığı hiç kuşkusuz At­
lantik kıyılarına kadar dayanacaktı.
John Joseph Saunders, "yedi yüzyıl sonra bile, bu olağa­
nüstü sefere bakan bir tarihçi şaşırıp kalmaktan kendini ala­
maz," diye yazmıştır. "İster çarpışmaların yapıldığı, doğu Av­
rupa'nın büyük bir kısmını içine alan coğrafyanın genişliğine;
ister bu kadar büyük bir ordunun sevk ve idaresinde, düşma­
nın kuşatılmasında, yenilgiye uğratılmasında ve kavalanma­
sında gösterilen saat şaşmazlığına; ister gerekli malzeme ve
mühimmatın temininde gösterilen beceriye ve hiç bilmedikle­
ri Avrupa topraklarında Asyalı ordular üzerinde kurulan zap­
turapta baksın, Moğol komutanlarının savaş sanatında dün­
yanın görüp göreceği en büyük ustalar olduğunu teslim etme­
den duramaz."

95
Avrupa seferinin ve Moğolların arasında daha fazla bölün­
me olacağı beklentisinin ardından Batu'nun önceliği, kendi hü­
kümdarlığını veya ulusunu kurmak oldu. 1242'den 1254'e ka­
dar, Astrahan'ın yaklaşık yüz kilometre ötesindeki, Volga'nın
kolu Ahtuba'nın doğu kıyısında, başkenti Eski Saray'ı inşa etti.
Ulusu, önceleri Hazar Denizi'nin kuzeyinde, mütevazı bir top­
rak parçası iken, Rusya ve Avrupa' da kazandığı zaferlerden
sonra, Rusya'da Nizni-Novgorod ve Voronez'den başlayıp gü­
neybatıya doğru kıvrılan ve Ukrayna'da Kiev'e ve Romanya sı­
nırında Prut Nehri'ne kadar uzanan geniş bir alanı içine alacak
ölçüde büyüdü. Doğuda, Harezm ve Urgenç de sınırları içine
alınmıştı.
Merkezi Saray olan bu topraklar Altın Orda Hanlığı'ydı,
gerçi ancak on altıncı yüzyıldan başlayarak bu adla anılacaktı.
Hanlık bu adı, Batu'nun Volga kıyılarında dikili, yenik Rus
prenslerinin sadakat yemini etmek üzere huzuruna çıktığı, o
sırma işli ipek çadırlarından almıştı. Altın sarısı zaten hüküm­
darlık rengiydi. Cengiz'in soyundan gelenler Altın Sülale ola­
rak bilinir; Hanlarhanı, töre gereği, egemenlik haklarını Altın
Orda' dan kullanırdı.
Batu'nun koyduğu sınırlar on dördüncü yüzyılda Timur'un
müdahalesine kadar pek değişikliğe uğrarnamakla beraber,
1255 veya 1256' daki ölümünden sonra tahtına oturan kardeşi
Berke, gene Ahtuba'nın kıyısında ve Volgograd'ın doğusunda
yer alan Yeni Saray adlı başka bir kent daha kurdu. Yeni Saray,
Özbeg'in 1313'le 1341 arasındaki yönetimi sırasında en parlak
devrini yaşayan Altın Orda Hanlığı'nın başkenti oldu. Bu tarih­
te Çağatay ulusunun yıldızı, artık Asya'yı Avrupa'ya bağlayan
başlıca ticaret yolu üzerinde bulunmamaktan ötürü sönmeye
yüz tuttu. Avrupa ticaretinin yenilmez öncüleri Ceneviz ve Ve­
nediklilere, Don Nehri ağzındaki Kefe ve Tana'da yerleşme izni
verilmişti. Yeni Saray, çocuk köle, ipek, baharat, tuz, mısır, şa­
rap ve peynir ticaretiyle büyüyüp gelişiyordu. 1339' da Fransis­
kenler' de.n oluşan bir heyet Özbeg' e, Hıristiyan toplulukların
himayesine karşılık Avignon papalığından hediye olarak muh­
teşem bir at getirdi. 1330 yılı başlarında İbn Battuta burada,
Moğol, Kıpçak, Çerkez, Rus ve Yunan toplulukların kendileri-

96
ne ait mahallelerde yaşadığı olağanüstü kozmopolit bir kent
keşfettiğini söylemişti. Yeni Saray' da on üç katedral ve çok sa­
yıda cami sayan Battuta, "düzlükte kurulmuş, uçsuz bucaksız,
çok kalabalık nüfuslu, harikulade bir kent; çok güzel çarşıları
ve geniş yolları var," diye yazmıştır. Birkaç yıl içinde o denli
b üyüyüp gelişmişti ki, kenti bir ucundan öbürüne geçmek, ga­
yet s�_s temli hareket eden Faslı gezginin yarım gününü almıştı.
Ozbeg'in oğlu Canıbeg 1 357'ye kadar başta kaldı; tahtı,
sadece Kırım' da seksen beş bin can aldığı tahmin edilen
vebanın yol açtığı tahribat yüzünden, feci bir biçimde sallan­
dı. Bu tarihten başlayarak Altın Orda Hanlığı sürekli düşüşe
geçti. 1 359' da Batu hanedanlığının sona ermesi, yirmi yıl din­
meyen iç savaşlara ve o güne dek boyun eğmiş olan Rus
prenslerinin tekrar başkaldırınalarına yol açtı. 1360'la 1380
arası, son derece kanlı olaylar arasında, tahttan tam on dört
han gelip geçti. Moğolların nihayet Çin' den atıldığı 1368 tari­
hinden sonra, Moğol hükümdarlığı artık dümeni elden kaçır­
mış ve Altın Orda Hanlığı'ndaki iç kavgaları çözemez duru­
ma düşmüştü. ·

Toktamış'ın Semerkand'a geldiği tarihte, ulus artık parça­


lanmış bulunuyordu. Önceleri ulusa dahil, sonraları bağımsız
olan Harezm, Timur'un yörüngesine girmişti. Merkezi otorite­
nin yokluğunda, yerel liderler öne çıkmaya başlamıştı. En güç­
lülerinden biri Kırım' daki Memey'di. Bir diğeri, toprakları Mo­
ğolistan sınırına dayanan Ak Orda'nın hanı Urus'tu. O da ra­
kipleri gibi, birliği sağlanmış ve eski gücüne kavuşturulmuş bir
Altın Orda'nın başına geçmek emelindeydi.
Bu bölgede kimin başa geçeceği Timur için hayati önem ta­
şıyordu; çünkü Harezm'in fethiyle, hükümdarlığın sınırı kuze­
ye dayanmıştı. Urus'un yerli düşmanı Toktamış'a destek vere­
rek, Ak Orda' da sürekli huzursuzluk yaratmak, gayet akıllıca
olacaktı. Urus'u, en büyük emeli ve Timur'un güneyde yeni
doğmakta olan imparatorluğu için büyük bir tehdit olan, Altın
Orda'yı birleştirip güçlendirmekten alıkoyacaktı.

* * *

97
Sefil bir durumda Semerkand' da boy gösteren Toktamış
için hiçbir masraftan kaçınılmadı. Timur onu oğlu gibi karşıladı
ve şerefine büyük bir şölen tertip etti. Onu altın, mücevher, ye­
ni silahlar, zırh, göz kamaştıran kemerler, giysiler, atlar, deve­
ler, çadırlar, otağlar, davullar ve kölelerle donattı. Yerleşmesi
için Timur'un kuzey sınırında toprak, emellerini gerçekleştir­
mesi için bir ordu verildi.
Toktamış Urus'a iki saldırı düzenledi, ikisinde de geri püs­
kürtüldü. Timur her defasında kayıplarını telafi etti ve hiç şika­
yet etmeden onu yeniden donattı. Urus, kaçağın iadesini iste­
rnek üzere bir elçi gönderdiği zaman Timur'un cevabı hiç ge­
cikmedi: Toktamış'ın yanı sıra savaşa girdi. Taraflar, donmuş
bozkırda uzun süre kımıldayamadılar, fakat zafer sonunda Ti­
mur ve Toktamış'ın oldu. Urus öldü; yerine geçen serkeş ve
aciz varisi kısa bir süre sonra tahttan indirildi ve 1378' de Tokta­
mış, Timur'un desteğiyle hanlık tahtına oturdu. O tarihten iti­
baren kendini, Altın Orda Hanlığı'nın tümünü egemenliği altı­
na almaya adadı.
Timur kuzey sorununu -şimdilik- çözer çözmez, eski bir
hasının başkaldırdığı haberini aldı. Harezm' de, herhalde Ti­
mur'a bağımlı bir yönetici olmayı kendine yediremeyen Yusuf
Sufi, bağımsızlığını ilan etmişti. Her ne kadar kendisi bütün as­
keri harekatı boyunca şaşmaz bir biçimde bunu yaptıysa da, Ti­
mur için, düşman tarafın anlaşmaları ihlali küfür gibi bir şeydi.
Cezai misilierne gerektirirdi.
Urgenç kuşatıldı. Arabşah kenti ırzına tecavüz edilmiş bir
kıza benzetmişti: "Güzelim bakireye bir talip gönderdi; adam
kızın üstüne çıktı, onu dayanılmaz acılara gark etti, boynun­
daki örtüleri öyle bir sıktı ki tırnakları neredeyse etine geçti."
Kuşatma gereçleri ve mancınıklar şehir surlarının etrafına yı­
ğılmış ve yakıp yıkmaya başlamışken, Yusuf ümitsizlikten çıl­
gın bir halde, Timur'a bir mesaj gönderdi: "Neden tüm dünya
iki adam yüzünden mahvolsun? Neden dini bütün bu kadar
Müslüman, bizim kavgamız yüzünden yok olsun? En doğru­
su, bizim ikimizin er meydanında karşı karşıya gelip yiğitli­
ınizi ispat etmemiz." Bu karşılaşma için bir yer ve zaman da
önerilmişti.

98
Her ne kadar sağ tarafı aksak da olsa, bu en büyük zevki dö­
vüşmek olan bir adama yapılmaması gereken düşüncesizce bir
teklifti. Timur daveti kabul etti. Parça parça ve metodik bir şekil­
de düello zırhını kuşandı. Kabartmalada işli yuvarlak kalkanı sol
kolunda asılıydı. Sol kalçasından aşağı uzun, kıvrık kılıcı sallam­
yordu. Ancak atma atladıktan sonra, karalı sarılı miğferini taktı.
Bir felaketten korkan emirleri etrafını sarmış, bu kadar cü­
retli bir işe kalkışmaması için ona yalvarıyorlardı. Şahsi cesaret
sergilerneye gerek olmadığını söylüyorlardı. Savaş alaronda
çarpışmak onların göreviydi. Hükümdarın işi tahtta oturarak
emir vermekti. Yaşlı emir Seyfeddin Nukuz öne atılarak atının
dizginlerini kavradı ve hükümdarına uyarıda bulundu. Tiınur
hiçbir itiraza kulak asmıyordu. Hizmetlisine vuracakmış gibi
yapıp, elinden kurtuldu. Toplu haldeki emirlerine son bir defa
baktı; atını müthiş bir kişnemeyle şaha kaldırarak öne doğru
mahmuzladı ve geride kalan korku içindeki adamlarıru, kaldır­
dığı toz dumanında öksürüğe boğarak, hendekli kent Urgenç' e
doğru dörtnala uzaklaştı.
Sadece birinin, attığı bir tek isabetli akla öldürebileceği sa­
yısız okçunun inanmaz bakışları altında, Timur şehir surları
önünde durup, geldiğini bildirdi. Yusuf'un davetine icabet et­
mişti. Karşı taraftan çıt çıkmıyordu. Yusuf, kuşatmanın en kı­
zıştığı anda, Timur' a meydan okumuş, ama onun kalkıp gele­
ceğine hiç ihtimal vermemişti; fakat işte, yalmz ve korumasız,
karşısındaydı. Yiğitlik, cesaret ve gözükaralığın daniskasıydı
bu. Adamları önünde rezil olan Yusuf, korkudan en dip odala­
ra çekilmişti. Ölümüne bir düelloda Timur'un karşısına çıkma­
ya hiç niyeti yoktu.
Timur kale duvarlarına yığılmış, dizi dizi okçu saflarına doğ­
ru nefretle başını kaldırdı. "Her kim ki sözünden döner, ölümü
hak eder," diye bağırdıktan sonra dönüp gitti. Boş düzlükte uza­
nan kuşatma alarum geçtikten sonra adamları tarafından büyük
bir coşkuyla karşılandı. Eğer duyduysa, düşmarorun son sözleri,
Yusuf'un aklından hiç çıkmamış olsa gerektir. Çünkü sonraki üç
ay içinde hastalamp öldü. Civardaki ovalardan çekirge sürüsü gi­
bi kente doğru ilerleyen Timur'un güruhu, buradaki taşra eyalet­
lerini yağma etti. Refah kenti Urgenç artık Timur' undu.

99
Her ne kadar Urgenç'in 1379'daki düşüşü Harezm'in sonu­
nu getirdiyse de, Timur'un bu kentle olan işi bitmemişti. Hü­
kümdarlığında, çoğu zaman aynı bir yerin yıllar sonra tekrar
fethi gerekmiştir. Roma gibi oturmuş; kanuna, kitaba dayalı bir
imparatorlukta ne gözü ne de hırsı vardı. Hükümdarlığının ge­
lişmesi için ticaret, huzur ve istikrara gerek olduğunu hep he­
saba katıyordu, ama fetih daima ağır basıyor, bunlar ikinci
planda kalıyordu. Fetih için ordu, ordu için asker gerekti. Ve
askerlerin yaptıkları işe karşılık ödeme almaları, memnun edil­
meleri gerekiyordu. Askeri harekatının haritası; Timur'un sınır­
sız ihtirasının, yenilmez azminin ve dur durak bilmeyen enerji­
sinin günümüze kalan en güçlü ifadesidir. Seferlerini gösteren
oklar, Asya' dan hırsla fırlayıp, doğal engelleri, çölleri, güçlü
düşmanları yarıp geçerek batıda ta Türkiye sahillerinden Avru­
pa kapılarına, doğuda Sibirya içlerine, kuzeyde Moskova'nın
varoşlarından güneyde dünyanın damını aşarak Delhi'ye ka­
dar uzanır. Bu haritaya ve üstündeki tarihlere bakıldığı zaman
-Semerkand' da kaldığı iki yıllık tek ara sayılmazsa, peş peşe
otuz beş yıl hiç durmadan- yaktırarak, yıktırarak, talan ve yağ­
ma ettirerek ordularını seferden sefere koşturmuş olan Ti­
mur'un varoluş sebebinin, başka her şeyden fazla, fetih oldu­
ğunu söyleyeniere hak vermemek mümkün olmaz.
Urgenç'in başında bulunanlar bunu anlamış olsalardı, her­
halde bağımsızlık sevdasını bir yana bırakıp Timur'un hükmü
altında daha huzurlu ve barışçıl bir yaşamı seçerlerdi. Fakat
kenttekilerin hafızası zayıf olsa gerektir, çünkü 1388' de, ilk is­
yanlarından sadece on yıl sonra, hiç rahat durmayan ve o tarih­
te Altın Orda'nın başında bulunan Toktamış'ın kışkırtmasıyla,
Harezm' deki Sufi hanedam tekrar ayaklandı.
Timur bir kez daha kente döndü ve kent ahalisi için sonuç
bir kez daha felaket oldu. Timur, fethederken bir kat acımasız­
sa, aynı yeri tekrar alırken on kat daha acımasızdı. Urgenç yer­
le bir edildi. On gün boyunca, adamlarına yıkım ve katliam
yaptırdı. İşleri bittiğinde, bir zamanlar, "ilim ve irfan sahibi
kimselerin buluşma yeri, şair ve yazarların ikametgahı, terbiye
ehli ve mümtaz kişilerin uğrağı" olan kent ortadan kalkmıştı.
Urgenç bir tek camiden ibaret kalmıştı. Ne ölçüde gazaba gel-

1 00
diğinin bir göstergesi olarak, kentin bulunduğu yere arpa ektir­
di. Bir yere uğradığını b elirtmek için bıraktığı en korkunç kart­
vizit buydu; canı isterse bir kentin tamamını pekala yeryüzün­
den silebiliyordu.

***

Bir zamanlar zengin· bir ticaret ve tarım merkezi ve Arap


ilminin yuvası olan, güllük gülistanlık Harezm, şimdi eski
Sovyetler Birliği'nin yaşam savaşı veren, öldüresiye kurak ve
kimsenin urourunda olmayan bir köşesidir. Yoksulluk ve
hastalıklarının kökünde yatan çoraklığın hikayesi, Urgenç'in
Timur'la olan o talihsiz son kapışmasında gizlidir. Timur,
kenti ev ev, duvar duvar yıktınrken hiçbir şeye acımamıştı.
Günden güne gelişen ve uçsuz bucaksız tarlalara su vererek
tüm tarım etkinliğini olanaklı kılan sulama kanallarını da
tahrip ettirmişti. Urgenç çöl olmaya bırakılmıştı. Sonraki yıl­
larda bir ölçüde kendini toplamış da olsa, eski güzel günleri­
ne bir daha hiç kavuşamadı. Zamanla, komşu Hive, Ha-
rezm'in başkenti oldu. .
Şimdiki haliyle Urgenç, dümdüz çizgileri ve beton cephele­
riyle kül rengi bir Sovyet açık hava müzesidir. Kentin ahalisi,
sürekli kuraklığa mahkum bir bölgede yaşamak talihsizliğine
uğramıştır ve yoksulluktan ötürü gidebilecekleri başka bir yer
de yoktur. Buranın, içi zehir dolu bir toprak çanağa dönüşme­
sinde katkısı bulunan Sovyet deneyiminin öncüsü Lenin'inki
ortadan kalkmıştır; fakat örneğin Devrim Şehitleri gibi diğer
anıtlar, küstah beton nazarlarıyla yerlerinde durmaktadırlar.
Harezm'in çöküşünü anlamak için gereken ipuçları kentin her
yerine saçılmıştır. Pamuk kozası motifi binaları, ruhsuz apart­
rnan yığınlarını, hatta sokak lambalarını bile süsler; bu, hem
yörenin başlıca gelir kaynağına hem uğradığı çevre felaketinin
mimarına bir göndermedir. Orta Asya'yı bir pamuk arnbarı
yapmayı kafasına koyan Sovyetler Birli"ği yönetiminin 1960'lar­
dan itibaren uyguladığı baskı altında, bu aşırı su isteyen ürün,
Timur zamanında gürül gürül çağlayan ve Aral Gölü'nü besle­
yen iki nehri kana kana içerek kurutmuştur. Bugün, Seyhun ve
Ceyhun nehirleri artık Aral Gölü'ne bile dökülmemektedir.

101
Timur'un bir öfke anında başladığı işe, Sovyetler bilmeden
ivme kazandırmıştır. Tatar'ın yıktığı sulama şebekesini Sovyet­
ler, inadına daha kapsamlı bir biçimde yeniden yapmıştır. Yol
açtıkları çevre felaketinin dünyada bir eşi olmadığı görüşü yay­
gındır. Çevre sorunu o denli vahimdir ki yakın zamana kadar
kışın kar, yazın yağmur alan Urgenç' te bugün ikisi de görül­
mez. Yıl boyu sıcak ve kuraktır. Bölgenin geri kalan kısımların­
da yazlar daha sıcak, kışlar daha soğuk geçer. Bir zamanlar
Aral Gölü'nün üstünde süzülerek bölgeyi besleyen yağmur
yüklü bulutlar, şimdi su yerine tuz toplamaktadırlar.
Bir kuşak içinde, Aral Gölü'nün yüzölçümü yarıya inmiş,
suyu ise dörtte üç oranında azalmıştır. Her yıl su seviyesi bir
metre daha düşmekte, rüzgarların önünde, sathını süpürüp gö­
türecekleri kirlenmiş yeni topraklar açılmaktadır. Pamuk mahsu­
lünü ıslah için kullanılan tarım ilaçları buharlaşan göle sızmakta,
burada zamanla toza dönüşen kimyasal bir kabuk oluşturarak,
şiddetle esen kuzeydoğu rüzgarları ve sık sık çıkan kum fırtına­
larıyla bölgenin dört bir yanına saçılmaktadırlar. Göç etmiş veya
nesli kurumuş olduğu için, yöredeki memeli hayvan cinsinin sa­
yısı yetmişten otuza, kuş cinsinin sayısı 31 9'dan 1 68'e düşmüş­
tür. Aral Gölü'nün tuzluluk oranı otuz yılda üç katına çıkarak
içinde yaşayan yirmi dört cins balığın -sazan, levrek, mersin ve
sornon dahil- tamamını yok etmiş, bir zamanların en büyük li­
manlarından biri, şimdi ise Sovyet kibrinin mezarı olan Muynak
kentine, öldürücü bir darbe indirmiştir. Iskartaya çıkarılmış ba­
lıkçı gemileri, gölün çekilmekte olan sahilinden yüz elli kilomet­
re uzakta, paslı gövdeleri üzerinde yan gelip yatmaktadırlar.
1921'de Lenin'in yardım çağrısına uyarak, kıtlıktan kırılan Volga
yöresine tam yirmi bir bin ton balık tutup gönderen geçmişin o
muazzam Aral dananınasından geriye, kala kala bunlar kalmış­
tır. 1970'lerde ve seksenlerde yıllık av, kırk bin tonu buluyor ve­
ya geçiyordu. Şimdi ise, şurada burada bulunan birkaç tuzlu su
birikintisinde yaşam savaşı veren kanserli üç beş balık dışında,
göl tamamen boştur.
Muynak'tan hiç ümit yoktur. İnsanoğlunun tecavüzüne
uğrayan göl, kendisine miras bırakılan kirliliği rüzgarlada dört
bir yana saçarak ve kenti, kumlu sahillerinde karaya çekilmiş
feci bir gemi leşi gibi ve kıyısız bir liman olarak bırakıp gitmiştir.

1 02
Sağlık sorunları çok ciddi boyutlardadır. Verem ve kansızlık
yaygındır. Beslenme yetersizdir. Et bulmak neredeyse olanak­
sızdır ve yörede yetiştirilen sebzeler zararlı kimyasallar içer­
mektedir. Su kirlidir. İnsanların soluduğu hava bile çoğu za­
man zehirlidir, çünkü rüzgarlar yerden kaldırdıkları kimyasal
tozu ciğerlere üfürmektedir.
Boyaları dökük, eskimiş belediye sarayının önündeki bir
tabelada, "Balıklar en büyük zenginlik kaynağımızdır," diye
yazar; sağında ve solunda bulunan tahta perde üstündeki re­
simlerde, şişkin pazulu ve güleryüzlü denizciler tuttukları ba­
lıkları etine dolgun fabrika işçisi kadınların koliarına uzatmak­
tadır. En üst katta gayet semiz ve rüşvetçi bir adam olan beledi­
ye başkanının makam odası bulunur; halkı kıran açlık, hastalık
ve ekonomik bunalımdan çok, şaibeli inşaat projeleriyle ve ken­
di konağını güzelleştirmekle meşguldür.
En müstebit idarelerden biri olan Timur'unkinde bile, bir
devlet görevlisinin yolsuzluğunun tespiti halinde cezasız kal­
ması olasılığı çok azdı. Eğer Timur'a yerel yönetirnde hizmet
ediyor olsaydı, �bugünkü Muynak belediye başkanı mimlenmiş
bir adam olurdu. 1404'te beş yıllık batı Asya seferinden Semer­
kand'a dönen Timur, şehrin valisi Dina'nın onun gıyabında
keyfi idare uyguladığını öğrenmişti. Clavijo, "Haşmetmeapları,
geleli beri bu adamın kendisine gösterilen güveni ve görevini
kötüye kullandığım ve ahaliye zulmettiğini öğrerımişti," diye
anlatır. "İşte bu nedenle, Dina denilen valinin huzuruna çıkarıl­
masını emretti ve hüküm verildikten sonra adam dışarı getiril­
mesini hiç geciktirilmeden asıldı."
Ceza bununla kalmadı. Valinin Semerkand sakinlerinden
kopardığı paralar imparatorluk hazinesine konuldu. Dina'nın
bağışlanması için para teklif eden nüfuzlu bir arkadaşı da ipe
gönderildi. Timur'un gözdelerinden bir başka görevli de vali
lehine benzeri bir girişimde bulunmaya kalkıştığı için tutuk­
landı ve servetinin tamamının yerini söyleyene kadar işkence­
ye tabi tutuldu; denileni yapar yapmaz da darağacına, Semer­
kand valisinin yanına gönderildi ve ölene dek baş aşağı asılı
bırakıldı. "Bu kadar yüksek mevkili bir kişiyi ölüme gönderen
bu yüksek adalet, herkesi tir tir titretti; bu adamın Haşmetme-

1 03
apıarının fazlasıyla güvendiği bir zat olduğunu da ayrıca be­
lirtmek gerekir."
· Muynak'taki tek işveren balık konserveleme fabrikasıdır,
fakat onun da günleri sayılıdır. 1941'de ilk kurulduğu zaman,
göl yalnızca 500 metre uzaklıktaydı ve balıkçılar tuttukları ba­
lıkları getirip kapısına bırakıyorlardı. Şimdi işlediği az miktar­
daki balık, yörenin tuz göllerinden gelmektedir; bu fabrikayı
ayakta tutmak için harcanan çaba göstermelik ve devlet gü­
dümlüdür. Fakat gene de tutmamıştır. Otel gibi, konserve fab­
rikası da batmak üzeredir. Bir yıldan beri maaşlar ödenmeme.k­
tedir. Daha iyi günlerinde balığı işleyen 1200 kişilik işçi kadro­
sundan pek azı kalmıştır. Çalışma koşullarının kötü! üğü, bun­
ların çoğunu dayak yemişe döndürmüştür. İçerisi zindan gibi
karanlık ve rutubetlidir. Işıksız dehlizler binanın en dip nokta­
larına kadar girmektedir. İnsanın şakaklarını zonklatan, kıyafe­
tini delip iliklerine işleyen cinsten dondurucu bir soğuk vardır.
Duvarlar kir içindedir. Yağlı kara pisliğin hemen altından yer
yer seçilen ve işçileri göklere çıkaran Sovyet dönemi sloganları,
ortaçağdan kalma makinaların üstüne iki büklüm eğilmiş ka­
dın ve erkeklere tepeden bakmaktadır. Tüm fabrikaya, kokma­
ya yüz tutmuş balık ve makine pası birleşiminden kaynaklanan
feci bir koku egemendir. Fabrikanın arka tarafında bir grup
adam uydurma el arabalarıyla, Timur'un döneminde İbn Bat­
tı1ta'yı çok etkilemiş olan ("dünyanın en iri ve lezzetli") kavun­
larının yığılı olduğu bir tezgahın önünde toplanmışlardır. Bu,
bir tek meyve çeşidi olan ve hiç sebzesi bulunmayan, yoksul bir
manavı andırmaktadır, fakat gerçek daha da acıdır. Orta As­
ya'nın en gelişmiş ülkesindeki balık konserveleme fabrikasının
parası kalmamıştır. İşçilerinin maaşını kavunla ödemektedir.

1 04
3

"Dünyanın En Büyük ve En Kudretli Hükümdarı "

"Bir tarafta askeri başarılarmdan gözü kamaşanlar, diğer tarafta


gaddarlığından ve insan hayatma hiç değer vermeyişinden iğre­
nenler, Timur'un kişiliğini, farklı değerlendirmelere tabi tut­
muş/ardır. "

EDWARD G. BROWNE, Edebiyat Tarihi Gözüyle İran

Timur'un benzersiz yaşamını, sayısız sefer ve zaferlerini,


bunları gerçekleştirmek için ona dünyanın yarısını katettiren
güdüleri, ölüm döşeğine ömrünce hiç yenilmemiş bir adam
olarak yatmasını sağlayan taktik becerilerini anlamak; debdebe
ve tantanaya, yiğitlik ve güzelliğe olan düşkünlüğünü, tembel­
liğe, korkaklığa ve yolsuzluğa karşı hoşgörüsüzlüğünü, ilim ve
irfan erbabına ve din bilginlerine duyduğu ezeli saygıyı, mil­
yonların hayatına mal olan kurnazlık ve gaddarlığını, başkala­
rının imdadına yetişen cömertlik ve bağışlayıcılığını değerlen­
dirmek; kısaca, dünyanın belki de en büyük, 'yoktan var ol­
muş' adamını tanımak istiyorsak, öncelikle çağdaşlarının onu
nasıl gördüğüne bakmak en doğrusu olacaktır.
Timur'u en fazla yücelten profili, on beşinci yüzyıl İranlı
saray tarihçisi Şerefeddin Ali Yezdi sağlamıştır. Zafername, tam
anlamıyla Timur'a düzülmüş bir methiyedir; hükümdar dalka­
vukluğu yapan bu bölümler kitabın her tarafına serpiştirilmiş­
tir; o kadar ki okur, bu yaltaklanmadan sıkılır ve Yezdi'yi köle
ruhlu, iflah olmaz bir dalkavuk olarak bir kenara atmak ister.

lOS
Fakat İranlının bu yağ kokan tarihçesinde ilginç olan taraf, Ti­
mur'un en müzmin eleştirmeni İbn Arabşah'la, hükümdarın ki­
şilik özellikleri konusunda hemfikir olmasıdır.
Yezdi, "yiğitliği onu Tatarların, en büyük hükümdan mer­
tebesine yükseltti ve Çin' den Yunanistan'a kadar bütün As­
ya' nın ona kul köle olmasını sağladı," diye yazar. "Devleti ken­
disi yönetirdi; kendisine bir tek bakan tutmamış, giriştiği her
işte başarılı olmuştu. Kendisine itaat etmeyenler dışında -bun­
ları en ağır biçimde cezalandırırdı- herkese karşı cömert ve na­
zikti. Adalet tutkunuydu; toprakları üstünde zorbalığa kalkı­
şan hiç kimse cezasız kalmazdı; ilme ve ilim adamlarına saygısı
büyüktü. Sanatın gelişmesine katkıda bulunmak için didinirdi.
Korkusuzca plan yapar, korkusuzca uygulardı. Hizmetinde bu­
lunanlara çok iyi davranırdı." 1 8
Ne gariptir ki Timur'un en değerli portresini Arabşah
sağlamıştır. Daha önce de gördüğümüz gibi, bu Suriyeli
1 40l'de, doğup büyüdüğü kent Şam' da Tatar ordularının
yaptığı yıkım ve katliama bizzat tanık olduğu için tarafsız bir
gözlemci olmaktan çok uzaktır: Kent ahalisinin uğradığı iş­
kence ve kıyımdan dehşete düştüğü için, Timur'un hayatını
anlatırken intikam duygusuna yenilmesine şaşmamak gere­
kir. Kahramanına, durup durup piç, engerek yılanı, iblis, zor­
ba, tehlikeli sahtekar, hain budala, uğursuz baykuş ve benzeri
hitaplarda bulunması, Arabşah'ın tarafsız bir biyografi yazarı
olarak değerini düşürür.
Fakat işte asıl bu derin düşmanlığıdır ki Arabşah'ın, Ti­
mur'un kişiliği hakkında söylediklerini önemli kılar. Kitabının
son bölümünde bu açıkça ortaya çıkar, bu bölümün başlığı bile
okuru şöyle bir silkeler: "Timur'un Olağanüstü Meziyetleri,
Mizacı ve Şahsiyeti Hakkında." Beş sayfayı geçmeyen ve ço­
ğunluğu tek sayfadan ibaret olan diğer bölümlerin aksine, bu
bölüm otuz beş sayfayı bulur. İlk paragraf bize, ömrünün son

18 Yezdi bu kadar parlak bir profil çizen tek kişi değildi. Ondan sonra gelen yazar­
lar da Timur'un olağanüstü fetihlerinden büyülenmişlerdir. Hele de askeri ta­
rihçiler ona büyük hayranlık duyarlar. 1915'te, Sir Percy Sykes, Yezdi'nin diline
şaşılacak kadar benzeyen bir üslupla onun ulaştığı sonuçlara ulaşır ve Timur'u,
'tarihte bilinen en büyük Asyalı hükümdar', 'yiğitlerin yiğidi', 'eşsiz bir lider ve
herkesin taptığı bir savaş tanrısı' olarak niteler.

1 06
demindeki hükümdarın görünümünü anlatır ve bu b akımdan
uzun bir alıntı yapmak yerinde olur. Fiziksel bir betimlemeyle
başlar:

Timur boylu boslu ve dik duruşluydu, Amelek soyımun son kalıntıla­


rından biri olduğu samlabilirdi; kaşları kalm, kafası iriydi; gücüne ve
cesaretine hiç diyecek yoktu; hoş bir mizaca sahipti, yer yer ala kaçan,
fakat esmer olmayan açık bir ten rengi vardı. Uzuvları güçlü, omuz­
ları geniş, parmakları kalm, bacakları ve sakalı uzun, yapısı kusursuz,
elleri kuru, sağ tarafi aksak, bakışları mımı ışığı gibi donuktu; sesi
gürdii, ölümden hiç pervası yoktu ve yetmişine yaklaşmış olmasına
rağmen akli dengesi yerinde ve bedeııen taş gibi sağlanıdı; korku nedir
bilmeyen bir balıadırdı.

1941 'de Timur'un mezarını açan Sovyet arkeolog grubu, onun


yapılı ve bir yetmiş boylarında, o devre göre "boylu boslu ve
dik duruşlu" bir adam olduğunu doğrulamışlardır. Aynı şekil­
de, aksaklığı da ispatlanmıştır. Sağ bacağından aldığı bir darbe
sonucu uyluk kemiği, diz kapağıyla kaynaşmış, bu bacağı diğe­
rine göre kısa bırakarak, o aşağılayıcı lakabı almasına yol açan
bariz aksaklığı yaratmıştır. Yürürken sağ ayağını sürüyordu ve
sol omzu sağ omzuna göre doğal olmayan bir biçimde daha
yukarıdaydı. Sağ elinde ve dirseğinde başka darbe izleri de or­
taya çıkarılmıştır. Arabşah'ın sözünü ettiği kızıl renk, bir kısmı
hala kafatasına yapışık olarak bulunmuş olan bıyık ve sakalın­
dan ötürü de olabilir.
Arabşah, "şakadan ve yalandan hoşlanmazdı," diye devam
eder. "İnce nükte, zarif söz ve hafif sohbet ona göre değildi; ne
kadar acı olursa olsun gerçeği bilmekten haz duyardı; ne yok­
luğa yerinir, ne varlığa sevinirdi . . . Yanında açık saçık konuşul­
masına izin vermez, kan dökmekten, esaretten, talan, yağma ve
harerne tecavüzden bahsettirmezdi. Kanlı, canlı ve cesurdu;
çevresinde korku ve itaat duygusu uyandırırdı. Savaşçının atik
ve gözüpek olanını severdi, çünkü bunlar sayesindedir ki etra­
fa dehşet saçmış, insanları kaplan gibi parçalayıp lime lime et­
miş ve bunlarla ve bunların ettiği cenklerle dağları yerinden
oynatmıştı . . . "

1 07
Kitabın onda dokuzunda bastırmaya çalıştığı Timur'un yü­
celik ve vakarı, sonunda Suriyeli tarihçiye baskın çıkmış olsa
gerektir. Timur'un askeri harekatını uzun uzun özetledikten,
suçlanın ağır bir dille bir bir sıraladıktan sonra, sıra nihayet Ti­
mur'un kendisinin nasıl bir adam olduğu hakkında bir hüküm .
vermeye gelir. Ve üslup birden değişir. Hükümdarın, "hoş bir
mizacı" vardır; birkaç cümle içinde, neredeyse Yezdi'nin yaptı­
ğı gibi, yürekliliğinden iki kez söz edilir. Emrindeki askerler
ondan korkar ve çekinirler. Arabşah'ın bize üç yüz sayfa bo­
yunca, sebepsiz vahşetten ve kan dökmekten haz duyduğunu
iddia ettiği adam, bir de bakarız ki yamnda kan dökmekten, ta­
lan, yağma ve tecavüzden konuşulmasını hoş karşılamaz. Öyle
hissedilir ki kin ve nefret kusan onca sayfadan sonra Arabşah,
niyeti hiç de öyle değilken, kitabının kahramanına daha olumlu
yaklaşmaktan kendini alamaz. Bu, harikulade ve son derece ay­
dınlatıcı bir andır. Arabşah devam eder, Timur:

Olayları çok iyi tartar, bir bakışta bir meselenin özün ü kavrardı; en
ufak bir işareti, belirtiyi kaçırmamaya idmanlıydı; ne safsataya alda­
nır ne dalkavukluğa geçit verirdi; yalaııla gerçeği şaşmaz bir biçimde
birbirinden ayırt ederdi ve sanıimi bir öğüdü, sahte bir iltifattan ayı­
racak kadar zekiydi; av için yetiştiriZmiş bir atmaca gibiydi; bu yönle­
riyle bir yıldız gibi ışıl ışıl parlıyordu.

O hantal yılan gitmiş, yerine, hükümdarlık işinde usta, desise


ve entrikaya karşı idmanlı, dört dörtlük bir diplomat ve siya­
setçi; entelektüel alanda ışıl ışıl parlayan bir yıldız gelmiştir.
Arabşah ilk bölümde, Timur'un soyu sopu aleyhinde de söyle­
mediğini bırakmaz. Suriyeliye göre Timur, "ne aklı ne de dini
olan, karmakarışık bir soya" mensuptur. Bozkırın göçebe gele­
neklerine uygun olarak yetiştirilen Timur, Türkçe ve Farsçayı
akıcı bir biçimde konuştuğu halde okuryazar değildir. Kitabın
sonuna yaklaşıldığında; Arabşah, Timur'un akla ve ilme olan
saygısı konusunda bambaşka bir hükme varır.

Timur, ilim ve irfan salıibi kimselere hayrandı; Muhammed soyundan


gelen yüksek şahsiyet/erin mahremiyetine sokulmasma izin verirdi.

1 08
Alimiere ve hekimlere en yüksek şeref payelerini verir, bunların mec­
lisini başkalarınmkine tercih ederdi; her· birini mevkiine ve kıdemine
uygun olarak huzuruna alır, saygıda hiç kusur etmezdi; onlara sami­
mi davranır, yanlarında büyüklüğünü belli etmezdi; onlarla konuşur­
ken yüceliğine tevazu, katılığına şefkat ve sertliğine nezaket katardı.

Timur'u en ağır biçimde eleştiren, memleketinin yakılıp kül


edilişini, erkek ve kadınların ırzına geçilip boğazlaruşını gözle­
riyle gören adam, şimdi Tatar hükümdarın akıl fukarası, kaba
saba ve dinsiz imansız bir zorba olmadığını göstermek için ça­
balamaktadır. Timur, en ünlü beyinleri etrafında toplamaktan
hoşlarurdı. Bir kenti ateşe vereceği zaman pek az kişiye merha­
met edilirdi; ama a limler, edebiyatçılar, Müslüman din adamla­
rı, şeyhler, dervişler ve ilahiyatçılar, sanatçı ve mimarlar, min­
yatür ve taş ustaları ve her daldan işinin ehli zanaatkarlar dai­
ma esirgenirdi.
Timur'un hükümdar olarak en sevdiği kişiler askerleriy­
se, bunları az bir farkla dince mübarek kişiler ve edebiyatçı­
lar izlerdi. Onun saltanatı sırasında -kendi rızasıyla gelen ve
getirtilen- Asya'nın en müstesna beyinleri Semerkand' da
toplanmıştı ve bu, kıtada kültür ve sanat ışığının karanlığa
gömülü Avrupa'dakinden daha fazla parladığı bir zamanda
oluyordu. Sonradan Şerefeddin Ali Yezdi'ye ayru adlı kitabı
ilham eden, özgün Zafername'iün yazarı Nizameddin Şami,
Bağdat'tan çıkıp gelmişti. Hükümdarın çevresi Fars şairler­
den geçilmiyordu. Dönemin çok yönlü ve şöhretli bilginlerin­
den biri, ilahiyatçı, dilbilimci, hukukçu ve Kuran tefsircisi Sa­
deddin Mesud Taftazani oradaydı. Onun yanı sıra, Ali ibn
Muhammed; tasavvuf ve mantık ilmi uzmaru Seyyid Şerif el ­
Curcani ve Firuzabadlı ünlü lügatçi Ebu Tahrir ibn Y akub Şi­
razi de gelmişti. Timur, oğlu Miranşah' a kasideler yazmış
olan saray şairi Lütfullah Nişaburi'ye de büyük hayranlık
besliyordu. Timurname'nin yazarı Ahmed Kirmani adlı bir
başka şair, Timur'la gayet teklifsiz konuşabiliyor; diğer yan­
dan Cezeri gibi, Arap dilinin en güvenilir lügatierinden birini
yazan seçkin bilginler, yüksek mevkilere getiriliyorlardı.
Yüksek öğrenim kurumları, camiler, okullar ve hastaneler için

1 09
ihdas edilmiş birçok vakıf ve fon vardı. Ve bu geniş akade­
mik ve kültürel ağın ortasında Timur oturuyor ve ağını ören
bir örümcek gibi ihsan dağıtıyordu.
1 401'de, Şam'ın kuşatılması sırasında, büyük Arap tarihçisi
İbn Haldun Tatar hükümdara takdim edildiği zaman, çağın en
müthiş beyinler buluşmasından biri gerçekleşti. Timur'un or­
dugahında bir ay kaldıktan sonra, 'dünyanın en büyük ve en
kudretli hükümdarına' karşı derin bir saygıyla ayrıldı; kendisi­
ne verilen Kuzey Afrika tarihi üzerine bir kitap yazma işi de ca­
basıydı. Timur'un Tatar, Arap ve İran tarihi konusundaki bilgi­
si onu çok etkiledi. "Zekası çok parlak, kavrayışı çok çabuktu;
bildiği ve bilmediği şeyler hakkında fikir alışverişinden ve tar­
tışmadan çok hoşlanıyordu." Arabşah da Timur'un tarih mera­
kı üzerinde durmuştur. "Hiç durmadan vakayinameleri, pey­
gamber tarihlerini ve kralların fetihlerini okurdu," diye yazar.
Hükümdar, sarayında bir "Öykü Okuyucu" görevi bile ihdas
etmişti. Hele de matematik, astronomi ve tıp gibi uygulamalı
bilimiere çok meraklıydı.
Sanki Yezdi'nin gözü kapalı iltifatlarını önceden bilmiş gi­
bi, Arabşah anlatısını, Timur'un azınine ve kararlılığına duydu­
ğu hayranlığı dile getirerek sürdürür: "Bir şeyin yapılmasını
emrettiği veya o yolda bir işaret verdiği zaman, bir daha asla
ondan caymaz, kararını bir o yönde bir bu yönde değiştirmez­
di; ne düşüncelerinde, ne planlarında ne de uygulamalarında
en küçük bir tutarsızlığa veya zafiyete rastlanırdı." Yezdi, bu
yönünden biraz daha iltifatlı bir dille söz eder: "İhtirası sınırsız
ve en basit bir girişimi bile dünyanın en ağır işlerinden daha
zor olduğu için, başladığı bir işi tamamıyla bitirmeden katiyen
bırakmazdı." .
Timur savaş alanında ordularını zaferden zafere koştur­
makta ne kadar ustaysa, satranç tahtasında taşları oynatmakta
da bir o kadar ustaydı; soğukkanlı hesaplamaları, cüreti ve
oyun hakimiyeti, devrin en büyük oyuncularını yenmesini sağ­
lamıştı. Arabşah, bu sahada bile üstüne olmadığını yazmıştır.
"Zekasını bilemek için düzenli olarak satranç oynardı; fakat bil­
dik satrancı kibrine yediremediği için, bunun yerine büyük sat­
ranç oyununu oynardı; bunun tahtası on bire on kareden olu-

1 10
şur, iki deve, iki zürafa, iki bekçi, iki top, bir vezir ve birkaç faz­
la taş daha ilave edilirdi."l9
Arabşah, Timur'un kişiliğinden bahsettikçe adeta açılır,
hangi meziyetini öveceğini bilemez, ta ki sonunda şu yalın göz­
leınİ yapana dek: "Ona, yedi düvelin yenilmez padişahı, kara­
ların ve denizierin hakimi, Kralların ve Sultanların fatihi denili­
yordu." Fakat kursağında son bir zehir daha kalmıştır. İlikleri­
ne işlemiş nefreti, tekrar su yüzüne çıkar ve Tatar hükümdarı,
önemli bir noktadan vurur: "O Allah'ın cezası Cengiz Han'ın
yasalarını sıkı bir biçimde uyguluyordu." Daha da sertleşerek,
"Timur da dahil, İslamın kanunları yerine Cengiz Han'ınkileri
tercih eden herkes kafir addedilmelidir," der. Arabşah, Ti­
mur'un fetihle geçen ömründe onu güdüleyen bu iki ilke ara­
sındaki gerilimi doğru teşhis etmiştir. Fakat anlamadığı şudur;
Timur'un dini ve siyasi ideolojisi, bir yanda Cengiz Han yasa­
larımn, diğer yanda İslam öğretisinin gayet kurnazca ve hesabi
bir biçimde harç edilmesiyle oluşturulmuştu.
Timur ister askeri fetihlerini, ister iç siyaset düzenlemeleri­
ni meşru kılmak için olsun, işine geldiği zaman Cengiz Han
yasalarından, gelmediği zaman İslamdan faydalanırdı. Çünkü,
her şeyden önce fırsatçıydı. 1 370'te taç giyerken, hanın asil kan
taşıması gerektiği töresine uyarak, sözde kendi üstünde kukla
bir Çağatay han atamıştı. Bundan sonra, Timur'un genişlemek­
te olan hükümdarlığında daima başta bir han olmuştu; önce
Soyurgatmış, ardından 1388' de oğlu Sultan Mahmud gelmişti.
Timur, onca debdebe düşkünlüğüne ve gücüne rağmen, bü­
yüklüğün zirvesindeyken bile, hiçbir zaman kendine han de­
memişti. Bunun yerine Büyük Emir Timur, Saraymülk Ha­
nım'la evliliğinden dolayı Hanlarhanı'nın damadı Timur Gur­
gan olmuştu ve toprakları üstünde kullanılan paralara Çağatay
hanınki ile birlikte bu adlar basılmış ve Cuma hutbelerinde Se­
merkand'ın egemenliği bu adlarla tanınmıştı. Fakat tabii hiç
kimse, hele de Arabşah, gerçek gücün kimde olduğundan kuş­
ku duymamıştır.

1 9 Günümüzde dahi, en zor oyunlardan biri olan bu oyun, Tmurlenk satrancı ola­
rak bilinir.

lll
Timur kafir değildi. Nasıl ki Hıristiyanlık Haçlıların Kutsal
Topraklara yaptığı kanlı seferler için gereken itici gücü sağla­
dıysa, Timur'un askeri harekatına da İslam hakimdi. Hilal, Ti­
mur'un hükümdarlık sancağında daima üstte olmuş, bütün fe­
tihlerini İslam adına yapmıştı. İslamla toplu katliamın bağdaş­
madığı konu dışıdır. Aynı şeyi, Hıristiyanlık ve Haçlılar için de
söylemek mümkündür.
Timur, Cengiz geleneğinden nasıl faydalandıysa, İslamın
akidelerine de öyle serbestçe girip, bu dinin işine yarayan yön­
lerini kullandı, yaramayanları görmezlikten geldi. Örneğin
peygamberin, bir erkeğin en fazla dört kadın alması öğüdüne
hiç aldırmadı. Dahası, bütün ömrü boyunca seferde olduğu
halde, durumu elverişli ve dini bütün her Müslüman için farz
ve onur olan İslamın beş şartından birini, Mekke' de hacca git­
meyi yerine getirmedi. N e kafasını tıraş etti, ne sarık sarındı, ne
de dince makbul olan giysileri giydi.
Timur'un cihat20 anlayışı da İslama bağlılığı konusunda
kuşku uyandırır. Onun gözünde bu, kime olursa olsun vahşet ve
zorbalık uygulamayı meşru kılıyordu. Birçok defa yaptığı gibi,
Gürcistan' daki kafir Hıristiyanlara karşı cihat düzenlemesi (bun­
lardan birinde Kral Bagrat'ı İslamiyeti kabul etmeye dahi zorla­
mıştı), belki anlaşılabilir bir şeydir. Fakat kendi gibi Müslüman
olanları kılıçtan geçirmesini anlamak zordur. Soylu hükümdarla­
rın, düşük rütbeli askerlerin, aciz kadınların ve masum çocukla­
rın hayatları pahasına öğrendikleri gibi, İslam dininden olmak bir
kimseyi Timur'un ordularımn gazabından kurtarmıyordu. Niha­
yet üzerinde at koşturup kılıç saHadıkları alan Müslüman Asya
idi. Bugün Türkiye, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan, Özbekistan,
Afganistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan,
Pakistan ve Hindistan olan yerleri yüreğinden vuruyor, Müslü­
manların üstüne ölüm yağdırıyorlardı. Kim bilir adı sam bilinme­
yen kaç milyon kişiyi yok etmişlerdi. En ağır zulmü bu insanlar
görüyordu. 1383'te, İsfizar şehrinde diri diri iki bin kişiden briket-

20 Kelime burada dar anlamıyla, yani kutsal savaş olarak kullanılmıştır; Hz. Mu­
hammed bununla geniş kapsamlı bir nefis mücadelesini kastediyor, müritlerine
fenalıktan, aşırılıktan ve cehaletten kaçınmalarını, insan olarak kendilerini geliş­
tirmelerini ve İsiama olan bağlılıklarını göstermelerini nasihat ediyordu.

1 12
lerle karıştırılarak kuleler örülmüştü. 1387'de, İran' daki kutsal
kent İsfahan' da yetmiş bin kişi kılıçtan geçirilmişti; 1401'de Bağ­
dat yağınalanınasının ardından, uçurulmuş kafalarından 120 ku­
le örülen doksan bin ölü kalmıştı. Halep ve Şam da akla hayale
sığmayan mezalimden nasiplerini almışlardı. Bunları yapan
adam kendini kutsal savaşçı olarak görüyor, gazilik unvanına
özeniyordu.
Buna karşılık, Hıristiyanlar, Museviler ve Hindular -İslamın
kılıcının ne kadar kesk1n olduğunu en fazla hissetmesi beklenebi­
lecek insanlar- büyük ölçüde paçayı kurtarmışlardı. Timur, sanki
din kardeşlerine yaptığı katliamı dengelemek ister gibi, bu in­
sanlara da seyrek olarak zulmetmişti. 1398'de, Delhi'nin Müs­
lüman sultanına savaş açmadan kısa bir süre önce, çoğu Hindu,
yüz bine yakın esirin katlini emretmişti. İki yıl sonra, Sivas'ta
dört bin Ermeniyi diri diri gömdürmüş, b:.ı kez kentin Müslü­
man ahalisine kıymamıştı.
Timur'un mezaliminde öyle keyfi bir taraf vardır ki, onun
cihat uğruna savaştığı iddiasını çürütür. Kirnileyin Afganistan' da
ve İran'ın bazı bölgelerinde yaptığı kıyımın, İslamın Sünni mez­
hebine karşı olduğunu söylemiştir.21 Oysa, yine İran'da bulunan
Mazanderan'da Şii dervişleri cezalandırmak için buradaki şehir­
leri yerle bir ettirmişti. Timur, sonra dönüp aynı rahatlıkla Şii ge­
leneğinin koruyucusu kesilebilmişti. Şam' da Arabşah'ın hemşeri­
lerini, güya Şiilere güttükleri düşmanlık yüzünden kılıçtan geçirt­
mişti. 1396' da Timur bir sonraki fethi için gözünü güneye dikmiş­
ti. Birlikleriyle heybetli Hindikuş Dağları'nı aşıp Delhi'yi talana
gitmeden önce emirlerine, bu kentin sultanlarının, "İslam dinine
hizmette gevşek davrandıklarını," söylemişti. 1 404'te ordularını
son kez sefere çıkarmıştı. Cihat bayrağı bir kez daha açılarak, bu
defa kafir Ming imparatoruna karşı dalgalandırılnuştı.
Timur İslam dinini ilkeli değil, faydacı bir biçimde uygulu­
yordu. Kendisi Sünni kökenli olduğu halde, merkezi Buhara' da
olan Nakşibendi tarikatına hamilik etmesi ve başta Andhoylu
21 İslamın en yaygın ve başlangıç ilkelerine en sadık mezhebi Sünnilikte, ilk halife-
ler tanınır; 661'de ayrılan Şiiler ise, Hz. Muhammed'in damadı Hz. Ali'yle baş­
layan halifeleri kabul ederler. Sünni ve Şiiler, İslamın üç temel ilkesinde, yani
Allah'ın birliğinde, Hz. Muhammed'in peygamberliğinde ve kıyamet gününün
geleceğinde hemfikirdirler.

1 13
Şeyh Bereke olmak üzere Maveraünnehir ve Horasan'daki Sufi
şeyhlerini yüceltip onları sarayında yüksek mevkilere getirme­
si, Timur'a Sufilik payesi kazandırıyordu. 22 Timur ölen aile bi­
reylerini de seçkin Sufilerin türbeleri yanında gösterişli mezar­
lara gömdürüyordu. Sufizme olan hayranlığını gösteren belirti­
ler ne kadar güçlü olursa olsun, Şiilere destek verdiğine dair
işaretler de vardır. Bunlardan en çarpıcısı, Semerkand' daki
Gur-i Emir Mozolesi'nde, Timur'un soyunu Hz. Muhammed'in
damadı Hz. Ali'ye dayandıran gayet çetrefil ve büyük ölçüde
uydurma soyağacının bulunduğu mezar taşıdır. Şiilere bir b�ş­
ka yakınlık belirtisini de Peygamber soyundan olanlara ömrü
boyunca özel ilgi göstererek vermiştir. Çağdaşları kadar, günü­
müz araştırmacıları için de, Timur'un dini eğilimlerinin tam ne
yöne meylettiğini kestirrnek güç olmuştur. Timur bir bukale­
mundu. Davasına yarayan veya davasını ileri götüren ne varsa
onca makbuldü. Bu kuşkusuz alaylı bir yorumdur; fakat cihat
anlayışının düşünsel tutarlılık ve bütünlük konusundaki eksik­
liğini, bu uğurda sarf edilen fiziksel gücün boyutu fazlasıyla
kapatmaktaydı. Bu, basit olarak bir fetih ideolojisiydi.
islama en büyük itibar, umumun gözlemleyebileceği yer­
lerde gösteriliyordu. Beş vakit namaz, Timur'un sarayındaki
yaşamın hiç aksamayan bir parçasıydı. Nereye sefere çıkarsa
. çıksın, imamlar ve halis ipekten yapılma tantanalı çadır camii
onunla beraber gidiyordu . Müezzinin mürninleri namaza çağır-

22 Sufilik, İslam içinde yer alan tasavvufi görüştür; .bu görüşü benimseyenler ken­
di iç alemlerine göınülüp tefekküre dalarak Allah'a yaklaştıkları inancındadır­
lar. Ruh bedenden sıyrılıp göğe, Tanrı katına çıkabilınektedir. Sufizınin farklı
teknikleri; dansta, şarkıda veya kimi sözcüklerin söylenınesinde ritim, tekrar ve
sabır unsurlarına ağırlık verir. Sufizınin pratikte belki de en çok bilinen uygula­
ması, müzik eşliğinde ve kendi etrafında gittikçe daha büyük bir hızla dönerek
vecd ve huşu içine giren seınazendir. İlk seınazenin Mevlana olduğu söylenir.

Kafanıı çevreleyen dalgalarm döndüğü gibi,


Dön sen de bu kutsal raksin dön,
Rakset gönlünı, ol bir dönen daire,
Yan bu ateşte, değil mi ki ateş O.

Sufizınin en güçlü olduğu yerler Mısır ve Sudan'ın kırsal kesiınleridir; fakat o.


denli düşüşe geçmiştir ki, bugün tüm İslam aleminde sayılarının yalnızca beş
milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir.

1 14
mak için okuduğu ezanın sesi buradan yayılıyordu. Timur'un
en büyük alışkanlıklarından biri savaşa girmeden önce, toprağa
secde edip Allah rızası için namaz kılmaktı. Bunu, Tanrı'nın
onunla beraber olduğunu hatırlatmak için bütün soyluların,
emirlerin ve askerlerin önünde yapardı; aynı mesaj her seferin­
de ordularının yanı sıra götürdüğü din adamlarının varlığıyla
da vurgulanırdı.
Bunların arasında en seçkin olanı, Timur'un Hüseyin'le çe­
kiştiği ilk yıllarda Tirmiz'de tanıdığı Şeyh Seyyid Bereke'ydi.
1391'de Timur'un ordusu Kunduzca Nehri'nin karşısından
Toktamış'ın askerlerinin saflarına bakarken, Bereke yerden bir
avuç toz alıp düşmandan yana savurmuştu. "Mağlubiyetinizin
ayıbı, kara olarak yüzünüze çalınacak," diye gürlemişti. Sonra
da Timur'a dönüp, "var git şimdi, nereye istersen" demişti.
"Zafer senindir." Bir kez daha hükümdarın okçu atlıları zafere
koşmuştu.
Bu dürüst, karşılıklı yarara dayalı bir ilişkiydi. Maiyetinde­
ki din adamları bulundukları yeri Timur'a borçluydular, onlar
da bu cömert himaye karşılığında giriştiği her seferde yüce Al­
lah' ın inayetini yeryüzündeki bu kulundan esirgemeyeceğine,
Timur'u -ve askerlerini- temin ederlerdi. Gerektiğinde, her ha­
rekete cevaz verecek dalkavuklar bulunurdu. Hilda Hook­
ham'ın 1962 tarihli biyografisinde söylediği gibi, "şeyhlerin ce­
vazıyla, Timur ordularını yedi düvelin üstüne sürebilir, katirie­
ri Müslüman olmadıkları, Müslümanları da yeterince dindar
olmadıkları için yok edebilirdi."
Timur'un torunlarının birinin hizmetinde bulunan yaltakçı
saray yazarları da, daha sonra Yezdi gibi, aynı görevi üstlen­
mişlerdi. Yezdi, "Muhammed' den kalma bir geleneğimiz var,"
diye yazar. "O bizi, kılıçla kardeş olduğuna ve Tanrı'yla geçir­
diği en mesut anlarda elinde kılıç bulunduğuna inandırmak is­
temiştir; buna ilaveten cennetin dahi kılıcın koruması altında
olduğunu söylemiştir; bu da gösterir ki hükümdarlar muzaffer
olmadıkça tahtlarında rahat oturamazlar ve tebaaları anoak
onun kılıcının koruması altında evlerinde aileleriyle emniyet
içinde yaşarlar."
Yıldızlara Hükmeden Hükümdar, gene de saldırmak için

llS
en uygun zamanı din adamlarına olduğu kadar müneccimlere
danışarak da kollardı. Onların görevi yıldızların bulundukları
yeri belirlemekti. Pratikte ise bu, hükümdara duymak istediği
şeyi söylemek anlamına geliyordu. Her zaman olduğu gibi, on­
lara olan yaklaşımını, söylediklerinin işine gelip gelmediği ilke­
si belirlerdi. Eğer muneccim istenilen sonuca ulaşmazlarsa, on­
ları umursamazdı. Delhi'nin surları önünde, belirtilerin saldır­
maya elverişli olmadığını bildirdikleri zaman, Timur hemence­
cik islama sığınmıştı. Gayet haşin bir biçimde, "ne talih ne de
talihsizlik yıldızlardan gelir," diye cevap vermişti. "Ben kendi­
mi, bugüne kadar beni hiç yalnız koymayan Allah'a emanet et­
mişim; yıldızlar öyle ya da böyle kümelenmiş, bundan ne çı­
kar?" Müneccimler başları önlerinde geri çekilirken, Timur Ku­
ran' ı çıkarmış ve kendine uygun bir kısmını bularak, zaferin
muhakkak olduğunu söylemişti. Öyle de çıkmıştı.
Timur İslamla kan dökme arasında hiçbir çelişki görmü­
yordu. Bir gün savaş alanında adam boğazlayıp ertesi gün bir
camide veya türbede sessiz sedasız dua etmekte onun açısın­
dan bir ahlaki sorun yoktu. Delhi'yi ancak bir yüzyılda toparla­
nabileceği boyutlarda tahrip ettikten birkaç gün sonra, büyük
bir sükunetle Cumna Nehri kıyısındaki o güzelim camiye girip ·

zaferi için Tanrı'ya şükretmişti. Bağdat'ta adamları, kafatasla­


rıyla ördükleri 1 20 kuleye son taşları koyar; Dicle Nehri, içine
dökülen kanlardan kıpkızıl akar ve hava çürüyen cesetlerin ko­
kusuyla ağırlaşırken o, "niyaz dilemek için" İslamın dört bü­
yük mezhebinden biri olan Hanefiliğin kurucusu, sekizinci
yüzyılın saygın imaını Ebu Hanife'nin türbesini ziyaret ediyor­
du. Görünüşün her şey demek olduğuna olan inancı ve inceden
ineeye hesaplanmış dindarlık gösterileriyle Timur, o zamanın
siyasetine fevkalade modern bir yaklaşım getirmişti.
Şarap konusunda da, Timur din ve Moğol adetleri ara­
sındaki ikilemli tavrını sergiler. İslamın kesinlikle yasakladı­
ğı şarabın, sarayda içilmesine çoğu zaman izin verilmiyordu.
Fakat savaşta kazanılan bir zaferin kutlandığı Tatar şölenle­
rinde, aile bireylerinin düğünlerinde veya Ramazanın sonu
gibi müstesna durumlarda su gibi akardı. İspanyol elçi Clavi­
jo, İslamın akidelerinden çok Cengiz Han'ın tanrıtanımaz tö-

1 16
resinden çıkan, bu bağbozumu misali çılgın şenliklere tanık
olmuş birçok kişiden biriydi. İspanyol elçi bu şölende, herke­
se bir saki düştüğünü söyler. Bu hamının görevi misafirin al­
tın kupasının bir an bile boş kalmamasını sağlamaktı. Kupa­
daki içkinin bir dikişte bitirilmesi gerekiyordu ve kadeh kal­
dırmaktan kaçınmak büyük bir ayıp ve hükümdara karşı bir
nezaketsizlik olarak kabul ediliyordu. Ağzına bir damla içki
koymayanların bu sofralarda birdenbire şarapsever kesildiği
görülürdü. Bu şölenlerde kendini kaybedecek derecede sar­
hoş olmak adettendi. Hala ayakta durabilen cengaverler, ge­
ceyi geçirmek için ellerine geçirdikleri biriyle yalpalaya yal­
palaya çadırıarına dönerlerdi. Bu olup bitenlerin İslamla uzak­
tan yakından bir ilgisi yoktu.
Bu gibi durumlar, Timur'un halk dalkavukluğu konusun­
daki dehasını ortaya koyuyordu. Bunlar kimi zaman, onun
İslami bir lider olduğunu vurgulayan zekat vermek, Ramazan­
da oruç tutmak, domuz etini yasaklamak gibi hareketler olu­
yordu. Diğer zamanlar Cengiz yasalarını uyguluyor, tebaasını
bunların bozkır yaşamına en uygun yasalar olduğuna ikna edi­
yordu. Çok zeki, ihtiraslı, kuşkucu ve çıkarcıydı; insanları av­
cunun içinde aynatınayı biliyordu. İyi bir Müslüman mıydı,
yoksa esasen Cengiz Han yasalarına mı bağlıydı, sorusunun
meselenin özüyle bir ilgisi yoktur. Timur, bu öğretiler fetih
planiarına cevaz verdiği sürece onlara itibar ediyordu. Burada
üzerinde durulması gereken nokta, Timur'un işine geldiği gibi
bir onu, bir bunu kullanmakta gösterdiği maharettir. Ve bu da
onun olağanüstü liderlik vasfını ispat eden bir olgudur.
Bu mahareti en çok da ordularının idaresinde kendini belli
ediyordu. Timur'un hükümdarlığının belkemiğini teşkil eden,
sayelerinde toprakların kazamhp kaybedildiği okçu atlılar, bir
yandan sıkı bir zapturapt altında tutuluyor, diğer yandan cö­
mertçe ödüllendiriliyorlardı. Ödlekliğin, ihanetin veya izinsiz
yağmanın; ortadan ikiye biçilmek, asılmak, kılıçtan geçirilmek
veya benzeri bir ölümle cezalandırılacağını biliyorlardı. Buna
karşılık, Timur'a savaş alanında ve dışında körü körüne sada­
kat göstermenin onları refaha kavuşturacak en kestirme yol ol­
duğunun farkındaydılar.

117
Timur'un birçok kaynakta sözü edilen cömertliği, 1 360'la­
rın sonunda Maveraünnehir'in hakimiyeti için çarpıştıkları sıra
Hüseyin' e karşı kazandığı zaferin nedenlerinden biridir. Hüse­
yin ne kadar tamahkar ve savaş ganimetierini askerleriyle pay­
laşmak konusunda gönülsüzse, Timur aynı ölçüde, kendine
hiçbir şey ayırmayacak denli cömertti. Belh emiri, Timur'un,
kendisinin kız kardeşi olan karısının mücevherleriyle cezai ni­
telikteki kafa vergisini ödemesinden hoşnut kalırken, Timur
için öncelik kendisine destek verenlerin ödüllendirilmesiydi.
Bunu, onların refahını veya rahatını sağlamak gibi duygvsal
nedenlerle yapmıyordu. İttifakların kolayca kurulup bozuldu­
ğu, fırsatçılık üzerine kurulu, kaypak bir siyasi yapıda, tebaası­
nın sadakatini sürekli kılmanın en etkili yolu buydu. Tarihçe­
ler, savaş esirlerini çeken ve savaş ganimetieriyle yüklü koca
kervanların başında, ağır ağır evlerine dönen askerlerin yağma
öyküleriyle doludur. Timur'un dillere destan cömertliği, onun
askeri emellerine ulaşmasında çok önemli bir unsurdu. Düş­
man saflarından kendisine asker bile kazandırmıştı. 1402 Anka­
ra savaşında olduğu gibi, kimi zaman bu saf değiştirmelerin
zafere katkısı oluyordu. 1391'de, Toktamış'ı ilk mağlup edişin­
de, askerlerini savaş alanındaki yiğitliklerinden ötürü paha bi­
çilmez ganimetiere boğmuştu. Yezdi bunu şöyle anlatır:

Emirlere, şeriflere, ordu konıutanlarma şeref payesi olarak giysiler,


üzerine değerli taşlar kakılrnış kemerler dağıttı; birliklerinin başındaki
komutanlara çektikleri zahmetler karşılığında ve kazandırdıkları za­
ferleriıı mutluluğu içinde birçok ödüller verdi. Fakat kalıraman asker­
lerin Timur onları alkışladığı zaman duydukları haz anlatılamaz; bu
esrik hava içinde, onlara dünyanııı en güzel kadınlarının elinden al­
tm kadelılerde lezzetli şaraplar sundurdu.

Artık disiplini sağlama ve ödüllendirme işleri daha alt düzey­


deki boy beylerine değil, bizzat hükümdara bağlı olarak yürü­
yordu. Timur, yüksek komuta görevlerine özellikle kendi
adamlarını ve aile bireylerini getiriyordu. Bu, Timur' a muhale­
fet ya da doğrudan başkaldırma gibi, boy beylerinin ordulara
komuta ettiği geleneksel düzenden kaynaklanan aşırı durumla-

1 18
rın önünü almak için yapılmıştı. Sonuçta, mensup olduğu bo­
yun siyasi sınırlamalarından arınmış, doğrudan Timur'un şah­
sına bağlı ve sadık yepyeni bir askeri zümre doğmuştu. Bu po­
zisyonlar babadan oğula miras kalabiliyor, Timur'un sadık te­
baası hem kendinin hem bunların oğulları ve torunlarıyla bir­
likte gittikçe genişliyordu. Gücü artıp da orduları, gerek yenik
askerlerin katılımı, gerekse yeni asker yazılımlarıyla büyüdük­
çe, bu yeni seçkinlerin yetkesi arttıkça artmış ve boy b eylerinin­
ki de buna koşut olarak azalıp sönmüştü.
Cengiz Han görseydi, Timur'un ordu düzenini hemen ta­
nırdı, çünkü bu Moğollardan alınmıştı. Bir sol kanat, bir sağ ka­
nat, bir merkez ve bir de öncü kuvvet vardı. En küçük birlik on­
luk, on askerden oluşuyor, başında bir onbaşı bulunuyordu.
Bunlardan on tanesi birleştiğinde, bir yüzlük ediyor; bunlara,
atlı uşaklarının eyederinde taşıdığı büyük davullarla kendileri­
ni belli eden yüzbaşılar kumanda ediyordu. Bundan sonra bir
binbaşının kumandası altındaki bin askerden oluşan binlik geli­
yordu. Timur'un altındaki en yüksek rütbeli asker on bin as­
kerli tümen'in başında bulunan emirdi ve simgesi uzun bir mız­
rağın ucuna bağlı, tuğ denilen bir at kuyruğuydu.
Timur savaş alanında yiğitçe çarpışanları ödüle boğardı.
Olağanüstü kahramanlıklar resmi saray kayıtlarına geçirilirdi.
Terfi, her şeyden önce askeri başanya bağlıydı. Kahramanlık
gösteren bir onbaşı yüzbaşılığa, yüzbaşı binbaşılığa terfi ederdi.
Kıdemli subaylara, Cengiz döneminden kalma, en yüksek un­
van olan tarkan'lık verilirdi. Bu onlara, en önemlisi ömür b oyu
vergi muafiyeti olan bir dizi ayrıcalık sağlardı. Tarkanın, başka
hiçbir askere tanınmayan bir hakkı vardı: savaşta yağmaladığı
her şey kendisinin olurdu. Tarkan dışındaki herkes, yaptığı ta­
lanın belli bir kısmını hükümdara vermek zorundaydı. Tarka­
nın ayrıca cezai muafiyeti de vardı. Aynı suçu on kere işleme­
dikçe aleyhinde cezai işlem yapılmazdı. En büyük ayrıcalıksa,
istediği zaman Timur'un huzuruna çıkabilmesiydi.
Askerlerin donanımından tavacı denilen emir subayları so­
rumluydu. Asker yazılan her erkek; bir yay, içinde otuz ok bu­
lunan bir �adak, bir kalkan ve atını bir yıl besieyecek kadar ar­
payla birlikte göreve hazır olmalıydı. Her iki süvariye bir ye-

1 19
dek at; her onluğa bir çadır, iki bel, bir kazma, halat, hayvan
derisi, bir kunduracı bizi, bir balta, bir bıçkı ve yüz iğne gere­
kirdi. Tatar piyadeler; yay ve ok, balta, hançer, kılıç ve kalçala­
rına asılı, kenarları demirle çevrilmiş, küçük, yuvarlak tahta bir
kalkan taşırlardı. Kışın kara renkli koyun postu, yazın dar veya
bol pantolonların ve çizrnelerin üstüne renkli kaftanlar giyer­
lerdi. Başlarında kürkten, keçeden veya koyun postundan ya­
pılma sivri börkler taşırlardı. Ayrıca, topuz, değişik tipte kılıç,
bıçak ve kalkan dahil, çok geniş bir tali silahlar grubu vardı.
Varlığı yerinde olan askerlerin rniğferleri, bir yanı keskin süva­
ri kılıçları, atları ve kendileri için zırhları olurdu. Tirnur'un or­
dularının başlıca silahı Tatar karma yayı İran, Türk ve Hintlile­
rinkine göre daha uzun, daha müthiş bir silahtı. 23 Daha k�sa
rnenzile, daha ağır ok atabiliyordu.
Tirnur'un askerlerinin sıklıkla kullandığı bir başka öldürü­
cü silah daha vardı. Yedinci yüzyılda icat edilen Yunan ateşi,
tunçtan bir boruyla düşmanın üstüne harlanan, jelatine benzer
bir yanıcı maddeler kanşırnıydı. İlk kullanıldığı zamanlardaki

23 Orta Asya'da kullanılan boynuz, ağaç ve sinirden yapılma karma yay, gelmiş
geçmiş en dehşetli silahlardan biriydi. Tarihçiler, Yüzyıl Savaşları sırasında,
Crecy ve Agincourt çarpışmalarında Fransızları bitiren uzun İngiliz yayını haklı
olarak göklere çıkarmışlardır, fakat karma yay ondan çok daha üstün bir silahtı.
Yüz seksen santim uzunluğundaki İngiliz yayının aksine, karma yay çok kısay­
dı; seksenle yüz santim arasında değişirdi. Bu at üstündeki bir atlının taşıyabile­
ceği en ideal ebattı; çünkü yerdeki uzun yaylı bir okçudan farklı olarak saldıran
düşmanın karşısında bir iki atıştan sonra battal olmuyordu. Dahası, boyunun
kısalığına rağmen kavsinin genişliğinden dolayı uzun yay kadar gerilebilme ve
aynı ağırlıktaki ağaçtan yapılma yayiara göre iki misli uzaklıktaki menzile ata­
bilme özelliğine sahipti. Uzun yay, gerilmenin şiddetini kaldırabilmek için bir
adam boyunda olmak zorundaydı. Üç ayrı malzemenin kullanıldığı gelişmiş
karma yay tekniği, böyle sınırlamaları ortadan kaldırıyordu. Modeli, zaman
içinde ve bir bölgeden bir bölgeye değişiklik gösterse de her karma yayın, alaca­
ğı nihai şekli belirleyen ağaçtan yapılma bir iskeleti vardı. Okçuya bakan tara­
fında, çok büyük baskıyı kaldırabilen, sığır gönünden bir tabaka vardı. Ters
-yani hedefe bakan- tarafı, yüksek gerilime dayanıklı sinirlerle kaplıydı. Bunlar
tutkalla birbirine yapıştırılır, üstü ağaç kabuğu, tulum veya deriyle kaplandık­
tan sonra, neme karşı hassas bu aleti hava şartlarına karşı korumak için bir taba­
ka da boya veya cila sürülürdü. Bu bükülü yay, kullanılmadığı zaman öne doğ­
ru sert bir- kavisle durur, çekildiğinde arkaya doğru muazzam bir gerilebilme
özelliği gösterirdi. Yayı iyice gerebilmek için başparmaklarına tunçtan yüksük­
ler takan Timur'un atlı okçuları bu silahı büyük bir ustalıkla kullanırlardı.

1 20
terkibi hakkında bilgi yoktur; çok iyi saklanan ve bir Bizans im­
paratorundan öbürüne geçen bir sırdı; fakat kükürt, naftalin,
sönmemiş kireç ve zift gibi kolay alev alan maddelerin petrol
tabanlı bir karışımı olduğu tahmin edilir. Kendi kendine yandı­
ğı ve suyla sönmediği için, fevkalade etkili ve karşısına çıkanla­
rı dehşete gark eden bir silahtı.
Timur'un savaşta kullandığı başlıca taktik ve teknikler; at
sırtmda okçuluk, mümkün olan yerde düşmanı dört bir yanın­
dan kuşatma ve hem çok sevip hem büyük bir başarıyla uygu­
ladığı geri çekilme numatasıydı. Örneğin Halep'te adamları ka­
sıtlı bir ricat sahnelemiş, Suriyelileri kendi mevzilerinin ilerisi­
ne çektikten sonra geri dönüp hışım gibi üstlerine yağarak, ou­
lara korkunç bir bozgun yaşatmışlardı. On dördüncü yüzyılın
başmda bir gözlemci şöyle yazmıştı: "Tatarlar çoğunlukla düş­
manlarını yeniyorlar, fakat icap ettiğinde savaş alanına sırtları­
nı dönmekten de çekinmiyorlar. . . O kadar gözükara dövüşü­
yorlar ki, Tatarların olduğu bir savaşta veya çarpışmada başka
milletler arasındaki ihtilaflara kıyasla çok daha fazla ölü ve ya­
ralı oluyor; bu da okçuluklarından kaynaklanıyor; o kadar güç­
lü ve isabetli atıyorlar ve bu işte o denli ustalar ki her türlü zır­
hı kolaylıkla delebiliyorlar ve eğer bozguna uğramışlarsa bir­
likler halinde öyle düzenli, öyle disiplinli bir surette ricat edi­
yorlar ki onları takip etmek veya kovalamak çok tehlikeli olabi­
lir, çünkü kaçarken geriye doğru da ok atabiliyorlar ve arkala­
rından gelen adamları ve atları vuruyorlar."
Arabşah'ın da belirttiği gibi, ordu saflarında erkekler ço­
ğunluktaydı, fakat savaşmak sadece onlara özgü bir iş değildi.

Ordusunda, savaş meydanına atılan ve en şiddetli çarpışmaların için­


de bile erkeklerle birlikte olan, kahraman askerlerin yanında dövüşen
ve nice babayiğidi mızrak savurarak, kılıç çalarak, ok atarak yere ça­
lan kadınlar vardı; bunlardan biri gebe olup da sefer sırasında doğum
sancısı tuttuğu zaman yoldan çıkıp bir kenara çekilir; atından inerek
çocuğunu doğurur; kundaklar; onunla birlikte tekrar atına atlayıp yo­
la devanı ederdi; ordusunda, böyle yollarda doğmuş, büyümüş, evlen­
miş ve çoluk çocuğa karışmış, ama hiçbir zaman bir evi barkı olmamış
adamlar vardı.

121
Şeytani bir zekaya sahip olan ve kafasımn içinde kırk tilki dola­
şan Timur, askeri harekatımn can damarım teşkil eden, yerin­
de ve zamaninda yapılmış İstihbarata çok değer verirdi. Top­
raklan üstünde, Semerkand' dan başlayıp fethetmek istediği
krallık ve imparatorluklara kadar uzanan geniş bir istihbarat
ağı vardı. Bunların arasında ekseri tarikat mensupları, gezgin
din adamları, dervişler, şeyhler ve Sufiler bulunurdu. Arabşah,
"kapalı bir mizaca ve derinliğe sahipti; düşüncelerinin uroma­
nında dibi bulmak imkansızdı; ne de bulunduğu zirveye çıkan
düz ya da engebeli bir yol vardı," diye yazmıştır. "Toprakları
üstünde, kendi muhbirlerini yerleştirmiş; öbür hükümdarlık­
larda ise hafiyeler tutmuştu; bunlar Atılmış gibi müttefiği olan
emirler, başdamşmam Mesud Kehecani gibi eğitimli fakirler,
geçimini şu veya bu zanaatla sağlamaya çalışan tacirler, cin fi­
kirli pehlivanlar, kanun kaçağı cambazlar, ırgatlar, zanaatkarlar,
kahinler, hekimler, gezgin meczuplar, çenesi düşükler, serseriler,
denizciler, karada gezenler, kibar ayyaşlar, hazırcevap şarkıcılar,
yaşlı pezevenkler ve anasının gözü, geçkin kadınlardı."
Bu adamlar, kadınlar ve çocuklar Asya'mn dört bir tarafın­
dan, bazı malların olup olmadığından, bunların fiyatlarına; düş­
man topraklarındaki durumdan, askeri liderlerin ve soyluların
adiarına ve topraklarımn ve kentlerinin haritalarına varıncaya ka­
dar istihbarat getirirlerdi. "Maharetli bir plan yüz bin savaşçımn
görevini yerine getirebilir," dediği söylenir Timur' un.
istihbarat akışım kolaylaştırmak için Timur da Moğollar gi­
bi, yem adı verilen bir konak sistemi kurmuştu. Düzenli aralıklar­
la kurulmuş olan bu konak ve ahırlarda iki yüz kadar at bulun­
durulur, bunların masrafım yerli halk karşılardı. Hükümdarın
sarayına giderken bunların nasıl işlediğine bizzat tamk olan Cla­
vijo, bu elçi ve ulakların hükümdara hizmet için nasıl canla başla
çalıştıklarım gayet ayrıntılı bir biçimde anlatır. Devlet işine o ka­
dar önem veriliyordu ki yorgun bir atın sırtında haber ulaştırma­
ya çalışan bir kimse, eğer dinlenmiş atları olan birileriyle karşı­
laşmışsa; bunlar, ölmek pahasına da olsa atlarından inip hayvan­
larını ulağa ve beraberindekilere vermek zorundaydı. Hiç kimse
bu külfetten kaçamazdı: İspanyol elçiye, bir keresinde Timur'un
oğluyla maiyetindekilerin Semerkand' a giden bir grup habereiye
atlarım vermek zorunda kaldıkları hikaye edilmişti.

1 22
Timur bu elçilerin ve ulakların getirdikleri İstihbarata çok
değer verir ve gözü gibi sakınırdı. Atlı ulaklar, hiç durmadan
ve dörtnala at sürmek zorundaydılar. Clavijo, "Timur, kendisi­
nin gönderdiği ve kendisine gelen postayı taşıyan atlıların gece
gündüz yol almasına çok önem verirdi," diye yazar. "Böylelikle
yirmi dört saatte, kolayca elli fersah yol alırlardı; gerçi bu arada
iki at çatlatırlardı. Bu, aynı yolu üç günde almaya yeğdi; çünkü
sürat onun işlerinde büyük önem taşırdı." Bu ifade abartılı de­
ğildi. Böylesine zorlu bir yolculuğun, elbette ki bir maliyeti ola­
caktı ve bu herkesin gözü önündeydi: "Seyahatimiz sırasında,
yol boylarında çok sayıda çatlamış at gördük; bunlar ölene ka­
dar koşturulmuş ve leşleri kaldıkları yerde bırakılmıştı: rakam
hayret vericiydi."

* * *

Askeri zaferlerinin kapsadığı alan, doğup büyüdüğü coğ­


rafya ve işine geldiği zaman ünlü selefinden alıp kendine mal
ettiği tarz göz 6nüne alındığında, Timur'un Cengiz Han'a ben­
zetilmesine şaşmamak gerekir. Tarihin hükmü bu konuda de­
ğişkendir; birbiriyle çelişen görüşlerin yolunu, bir yandan
Arabşah, diğer yandan Yezdi açmıştır.
Leo de Hartog, yakın zamanda yazdığı Rus ve Moğol tari­
hinde Timur'un Cengiz' e göre daha hayrat ve zalim olduğunu
iddia eder.

Timur, Cihan Fatihi Moğol kadar merlıametsizdi; fakat ustalıkla kul­


landığı yöntemlerinde, Cengiz Han'da hiç olmayan sadist unsurlara
rastlanırdı. Din konusunda da aralarında biiyük farklar vardı. Dar
kafalı bir Müslüman olan Timur'un başka dinZere tahammülü yoktu,
oysa bir şamaıı olan Cengiz Han bu konuda çok daha hoşgörülüydü.

Aslında, Timur'un Cengiz kadar merhametsiz olduğunu kesin


olarak söylemek mümkün değildir. Merhamet gösterdiğine da­
ir birkaç öykü anlatılır. Herat, Urgenç ve Bağdat gibi hemen
· teslim olan kentler, direnerek Timur'un çok sayıda askerinin
ölümüne yol açan ve kapsamlı bir saldırıya davetiye çıkaran

12 3
kentlere göre çok daha yumuşak muamele görürdü. Hele de
ona başkaldıranlara hiç aman vermezdi. Her seferinin sonunda
yaptırdığı yıkım ve katliama gelince; Timur, Cengiz' e göre çok
daha fazla insanı ve anıtı esirgemişti; bunu yapmadığı durum­
larda ise adamlarının yerle bir ettirdiği kentlerin yerine, ticaret
·

ve tarımı düşünerek yeni kentler kurdurmuştu.


Timur'un zalim olduğu tartışma götürmez. Fakat onu sa­
dizmle suçlamak, insan hayatının bugüne kıyasla çok daha de­
ğersiz olduğu on dördüncü yüzyılın değerlerinden değil, yirmi
birinci yüzyılın önyargılarından yola çıkarak temeli olmayem
bir mütalaaya girmek olur. Örneğin, Memluk sultanı Baybars
1263'te Antakya'yı aldığı zaman, garnizondaki on altı bin aske­
ri boğazlatmış ve kentin yüz binlik nüfusunu esir pazarlarında
sattırmıştı. Timur zevk veya eğlence için katliam yapmıyordu.
Hasımlarının yüreklerine dehşet salmak, yeni ele geçirdiği top­
raklarda kendisinden yana olmayanlardan kurtulmak ve çıka­
bilecek isyanların önünü almak için bu yola başvuruyordu.
Dini hoşgörüden yoksun olduğu suçlaması da isabetli de­
ğildir. Timur islamı, yaptığı işlere saygınlık ve meşruiyet ka­
zandırmak için kullanıyordu. Dar kafalılık ise, en amansız eleş­
tirmenlerinin, hatta Arabşah'ın bile ona kondurmadığı bir ku­
surdur. Timur, siyasette haklılık veya doğruluk değil, yarar pe­
şindeydi. Hilalle Haçın, Ege ve Akdeniz üzerinden iki düşman
ordunun sancakları gibi birbirine karşı dalgalandığı bir çağda,
Avrupa' daki Hıristiyan prensiere dostane yaklaşımda bulunan
Osmanlı sultanı değil, Timur olmuştur. Timur'un anlayışına
göre, Avrupa ve Asya arasında yapılacak ticaretten sağlanacak
yarar, Hıristiyan ve İslam alemleri arasında öteden beri var
olan o derin düşmanlıktan daha ağır basabilirdi. Uzak görüşlü
bir adamdı; entelektüel ufku, üzerinde ordularını zaferden za­
fere koşturduğu bozkırlar kadar genişti.
On dokuzuncu yüzyıl Macar gezgini ve dilbilimeisi Armi­
nius Vambery, Timur'u doğru bir tarihsel perspektif içine
oturtmuş; Cengiz kıyaslamalarına itibar etmemiştir. "İkisini
yan yana koyup, Timur'un da Cengiz gibi canavar ruhlu, astığı
astık, kestiği kestik bir zorba olduğunu söylemek, çifte hataya
düşmek olur," diye yazmıştır. "Timur, her şeyden önce Asyalı

1 24
bir askerdi; zaferlerini kazanma biçimi çağının ve ülkesinin ge­
reklerine uygundu."
Cengiz sivil ve askeri idareyi vekilierine devretmişti. İlk
yıllarda kazandığı zaferlerden sonra KarakurumJu kendisine
üs edinmiş ve geniş bir alana yayılan askeri harekatını buradan
yönlendirmişti. Ondan daha gözüpek bir kumandan olan Ti­
mur ise patırtıdan hiç uzak kalmamıştı. Başkent olmasına rağ­
men, Semerkand bile onu tahtında oturmayan bir hükümdar
olarak bilirdi; Asya'nın büyük kentlerini yağmaladıktan sonra,
hep misli görülmemiş ganimetlerle ve birden çıkagelir, zaferle­
rini bazen aylarca süren o dillere destan ve tantanalı şölenlerle
kutladıktan sonra kirnileyin beş yıla kadar varan uzun seferle­
rinden biri için tekrar yollara düşerdi. Cengiz'in aksine, Ti­
mur'un savaş alanında görülmediği pek enderdi; sık sık büyük
tehlikeleri göze alarak kendini ateş hattına atardı.
On dokuzuncu yüzyıl tarihçisi, devlet adamı ve subayı
olan Sir John Malcolm, Timur'un askeri karizmasının en iyi de­
ğerlendirmelerinden birini yapmıştır: "Timur gibi bir önder as­
kerleri tarafından ilahlaştırılmış olmalı. . . toplumundaki diğer
sınıfların düşüncelerine önem vermezdi. Hedefi bir fatih olarak
nam salmaktı; ve soğukkanlı bir hesaplamayla, bir şehrin külle­
re dönüştürülmesi ya da bir bölgenin sakinlerinin katledilmesi,
tutkusunun gereklerini kolaylaştırmak açısından oldukça ya­
rarlı olmuştur."
Savaş alanındaki tarzları ne olursa olsun, aralarındaki en
büyük fark belki de bu alanın dışında ortaya çıkıyordu. Bugü­
nün ölçülerine göre Timur göçebe bir fatihti. Dur durak bilmi­
yordu. Bir seferden dönmeden orduları başka bir sefer için
hazırlanıyordu. Fakat muhtemelen Cengiz ve ona bağlı ka­
vimler Timur'un bu hareket tarzını hakir görürlerdi; çünkü
hükümdar Semerkand'ı kalıcı bir başkent yapmıştı; bu, bozkır
cenkçilerinin sarıldığı göçebe geleneklerine bir başkaldırı ve
yerleşik yaşam biçimine verilmiş bir payeydi. Timur'un gözü­
nün bebeği, doğunun ineisi Semerkand, onun debdebe ve şa­
şaaya olan düşkünlüğünü ele veriyordu. Her biri bir dünya
harikası olan o muhteşem cami, medrese, bahçe ve saraylar,
Cengiz' e tamamen yabancı bir sanatsal beğeni ve mimari estetik

125
düşkünlüğünü açığa vuruyordu. Her ikisi de, o tarihte bilinen
dünyanın yarısının altını üstüne getirmiş, milyonları kılıçtan
geçirmiş, yollarına çıkan kentleri yakıp yıkmışlardı. Fakat yal­
nızca Timur, yeniden inşaata girişmişti; çünkü o yıkıcı olduğu
kadar yapıcıydı. İşte bu, onun bambaşka cins bir hükümdar
olduğunun belirtisidir. Ömrünün büyük bir kısmında Moğol
selefinin eski zaman töresine bağlı kalmış da olsa, Timur hiç
kimseyle kıyas kabul etmeyen, emsalsiz ve nevi şahsına mün­
hasır bir hükümdar olarak öldü. Bu, en çok da Semerkand'a
bakarak anlaşılabilir. Kent, yenilgi nedir bilmeyen bir askeri
hayata duyulan şükranın ve anıta dönüşmüş hükümdar kibri­
nin bir ifadesidir.
Semerkand kırk yılı aşkın bir süre, doymak bilmez bir met­
res gibi, Timur'un kendisine verdiklerini yiyip durmuştu. Al­
tın, gümüş, değerli taşlar, mermer, uzak diyarıardan getirilmiş
hayvanlar, nadide kumaşlar, ipekler, halılar, köleler ve baharat
ona yetmiyordu. Her defasında o biraz daha fazlasını getiriyor,
her defasında öteki onu tekrar savaşa gönderiyordu. Şam ve
şöhreti bundan çoğunu gerektiriyordu; çok sayıda zafer kazan­
mak lazımdı. Her an seferde olmaktan başka bunu sağlamanın
olanağı yoktu.
1 370'in sonunda Timur'un genişiernekte olan hükümdarlı­
ğı Harezm ve Maveraünnehir'in topraklarını ve hazinelerini
içine almıştı. Şimdi Semerkand kulağına fısıldıyor, o da daha
fazlası için gözünü batıya çeviriyordu.

1 26
4
Batıdaki Fetihler
1379 - 1 387

"Dünya bir unımandır, o unımanın içinde bir inci tanesi vardır,


o inci tanesi Herat'tır."
ESKİ ZAMAN İRAN ATASÖZÜ

"Herat'ta ayağımzı uzatsanız, muhakkak bir şaire değer. "


ALİ ŞİR NEVAİ

Semerkand'ın sekiz yüz kilometre güneybatısında, kupku­


ru bir çölün ortasında, narin minarelerden oluşan bir orman di­
kiliydi. Herat; Merv, Belh ve Nişapur'la birlikte Doğan Güneş
Ülkesi denilen Horasan'ın dört büyük kentinden biriydi. 24 As­
ya'nın en civcivli ticaret yollarından birinin kolu üzerinde bu­
lunan Herat, çok eski çağlara dayanan bir kültür ve refah ken­
tiydi. Herat Nehri, Afganistan'ın merkezindeki Bindikuş Dağ­
ları'ndan yılankavi bir biçimde inip, cami ve minare izdihamını
geçerek batıya doğru yönelir, sonra kuzeye çıkarak Karakurum
çölünde kaybolurdu. Dünyanın bu bölgesi pek az yağış alır; su-

24 Bugün yalnızca İran'ın kuzey doğu bölgesini içine alan Horasan, ortaçağda çok
daha geniş bir alanı kapsıyordu. Arap coğrafyacılara göre, İran'ın ortasındaki
Deşt-i Kavir çölü dahil, doğuda Çin, güneyde Hindistan sınırına kadar uzanan
toprakların hepsi Horasan'dı. Fakat on dördüncü ve on beşinci yüz yıllara gelin­
diğinde, bugünkü İran Horasanı, güney Türkmenistan ve kuzeybah Afganis­
tan'dan ibaret kalmıştı.

127
lama, eski çağlardan kalma bir kanal şebekesiyle sağlanırdı.
Kentin doğusunda Hindikuş'un uzantısı olan ve neredeyse hiç
geçit vermeyen Paropamisus sıradağları vardı. Bunun pratikte­
ki anlamı şuydu: Herat, Kabil'in batısındaki dağlık alandan ge­
çerek kuze-güney doğrultusunda uzanan ilk ticaret yolunun
üstündeydi.
Kentin istihkamları, bulunduğu yerin stratejik önemini bel­
li ediyordu. On dördüncü yüzyıl tarih ve coğrafyacısı Hamdul­
lah Müstevfi el-Kazvini göre kentin çevresindeki surlar dokuz
bin adım uzunluğundaydı ve bunların etrafını kuşak gibi saran
on sekiz köy vardı. Kentin iki fersah kuzeyindeki bir tepede,
son derece müstahkem bir hisar, saldırılara karşı kente daha
ileri koruma sağlıyordu. El-Kazvini, kentin altın çağına on ikin­
ci yüzyılda ulaştığını yazar; bu devirde çarşılarında on iki bin
dükkan, altı bin hamam, 659 medrese bulunuyordu. Nüfus 444
OOO'di. 25 El-Kazvini, bir derviş tekkesinden başka, Zerdüşdere
ait bir ateş tapınağı, çok sayıda kervansaray ve "suyla değil,
rüzgarla işleyen" · değirmenden çok etkilenmişti.
Bundan daha etkileyici olan ve tüm o civarda hayranlık ve
gıptayla bakılan Herat'ın hazineleriydi. Bunların en ünlüsü do­
kuma işleriydi; naclide ipekler, halılar, duvar örtüleri, pamuklu
kumaşlar, minderler, kaftanlar ve kilimler vardı. Çarşı ve pa­
zarlar; maden, değerli taş -altın, gümüş, yakut, firuze, safir- ve
meyve -kavun, üzüm, nar, kayısı, ve elma- satıcılarıyla dolup
taşıyordu. istenildiği kadar köle satın alınabilirdi. Yorulmak
nedir bilmeyen gezgin İbn Battüta 1 330' da burayı ziyaret etti­
ğinde Heratlıların, "dinlerine bağlı, içten ve namuslu" insanlar
olduğunu söylemiş; Herat için, "Horasan' da, içinde insan yaşa­
yan en büyük kent," diye yazmıştı; aynı tarihte, Merv ve Belh,
1 221 Moğol istilası sonucu birer harabe halinde duruyordu.
Gerçekten de Moğol imparatorluğunun en naclide kentle­
rinden biri olan Herat, Moğolların en fazla yayıldığı 1250'lerde,
İran, Mezopotamya ve Suriye' de İlhanlı hanedanını kuran Cen-
25 On dördüncü yüzyılda Avrupa kentlerinin büyüklüğü hakkında bir bilgi ver-
mek gerekirse; İtalya' da, nüfusu elli binin üstünde olan yalnızca dört kent -Mi­
lana, Venedik, Napali ve Fioransa- vardı. Paris'te yaklaşık seksen bin kişi yaşı­
yordu. Almanya'nın en büyük kenti Köln'de, aynı Londra'da olduğu gibi, nüfus
kırk bine yaklaşıyordu.

1 28
giz Han'ın Budist tarunu Hulagu ta.rafından ele geçirilmişti.
· İsimlerinden de anlaşılabileceği gibi Ilhanlılar (küçük hanlar),
on üçüncü yüzyılın sonuna kadar yetkilerini Moğolistan . ve
Çin' deki Hanlarham' ndan alıyorlardı.
1 253'te ağabeyi Hanlarham Möngk'nin buyruğuyla Hula­
gu'ya, her ikisi de Müslüman olan iki büyük düşmanı yok etme
görevi verildi. Bunlardan ilki Hazar'ın güneyindeki dağların,
merkezi Alamut ya da 'Kartal Yuvası" olan müstahkem mevki­
lerinde yerleşmiş olan İsmaililerdi; bunlar, Haşşaşin olarak da
bilinen radikal Şiilerdi. Fransa kralı XIV. Louis'nin elçisi olarak
Karakurum' a gönderilen Rubrucklu William' a göre, Möng­
ke'nin İsmaililere karşı düşmanlığı, kılık değiştirmiş dört yüz
Haşşaşinin hükümdarlığının başkentinde kendisine karşı dü­
zenledikleri bir .suikasttan kaynaklanıyordu. Hulagu'nun son­
radan, 1256 ve 1257' de gerçekleştirdiği iki sefer artık intikam
amacını aşmıştı; bunların sonunda, İranlı Sünnileri, iki yüzyıla
yakın bir süredir ettikleri zulümle kolayca yok olma noktasına
getiren İsmailileri tamamen ortadan kaldırdı. Gibbon'ın kuru
bir dille ifade ettiği gibi, Moğolların İsmailileri yok edişi, "in­
sanlığa bir hizmetti".
Hulagu'nun ortadan kaldırınakla görevlenciirildiği ikinci
düşman, Sünni İslamın beş yüzyıldır kalbinin attığı Bağdat'taki
Abbasi halifeliğiydi. 1 258' de bu mübarek şehrin surları önüne
geldi. Teslim olmayı reddeden kent kasıp kavrularak yağma
edildi. Ölü sayısı, Hulagu'nun tahmini olan iki yüz binle, el­
Kazvini'nin ileri sürdüğü sekiz yüz bin arasında değişir. Han­
gisi doğru olursa olsun, çok kan dökülmüştü. Halife nihayet
teslim olduğunda, artık vakit çok geçti. Her ne kadar Moğol tö­
resinde soylu düşmanların kanını dökmek yoksa da, b unun on­
ların tümüyle esirgendiği anlamına gelmediğini, halife canı pa­
hasına anladı. Sünni İslamın seçkin lideri, bir halıya sarılarak
ölünceye dek atlara çiğnetildi.
Bu pek hesapta olmayan katlin verdiği şevkk Hulagu
1260'ta batıya, bir önceki yüzyılda Selahaddin'in kurduğu, Ey­
yübi hanedanının egemenliği altında bulunan Suriye'ye yürü­
dü. Antik kent Şam ve Halep kısa sürede düştü ve Antakya ile
Trablus-şam' da bulunan Haçlı !iderleri, Moğol istilacıların önün-

1 29
de diz çökmekte gecikmedi. Fakat Suriye'nin, Hulagu Hanlı­
ğı'nın sınırları içinde kalması nasip olmayacaktı. 1241 'de Öge­
dey'ın ölümü nasıl Avrupa'yı Moğol istilasının dehşetinden
kurtardıysa, bir kez daha çok önemli bir vefat, yani Hanlarha­
nı'nın ölümü, dünya tarihine yön verecekti. Hulagu, kardeşi
Möngke'nin vefatını, Suriye'yi fethettiği yıl haber aldı. Bu ha­
ber, kardeşler arasında o kaçınılmaz taht kavgasını başlattı ve
Hulagu, kuvvetlerinin önemsiz bir kısmını geride bırakarak Su­
riye'den çekildi. Daha sonra, 1 260'ta Memluk ordusu Moğolları
Celile' deki meşhur Ayn Calut savaşında yenilgiye uğrattı; gele­
cekten geçmişe bakıldığında, bu tarihten sonra Moğol fetihleri­
nin hızını kestiği söylenebilir. Her ne kadar Suriye'yi geri al­
mak için üst üste birçok sefer düzenlendiyse de, o tarihte İlhan­
lı toprakları, ulaşabilecekleri en son sınırlara ulaşmıştı. Bunlar,
batıda Fırat Nehri'ne, kuzeyde Karadeniz'le Hazar Denizi ara­
sından Kafkas dağlarına kadar uzanıyor, doğuda Ceyhun ve
Pencap nehirleriyle sınırlanıyorlardı. Hulagu'nun saltanatı, öl­
düğü tarih olan 1 265'e kadar sürdü; fakat Budist, Hıristiyan ve
sonraları İslami liderlerin başına geçtiği İlhanlı hanedam
1350'ye kadar yaşayabildi (Gazan'ın 1295'te Budizm'den vaz­
geçip Müslümanlığı kabul etmesinden sonra, İran'da hep İsla­
mi liderler başta oldu).
Moğol idaresi, İran için özetle çok sarsıcı ve yıkıcı bir de­
neyim oldu. El-Kazvini'ye göre İran'a, Cengiz'in ilk zamanlar
yaptığı kıyımlardan taparlanması için bin yıl bile az gelirdi.
Moğol döneminin en itibarlı tarihçilerinden biri olan Cüvey­
ni'nin ifadesiyle, "her kent ve köy" tekrar tekrar yağma ve kat­
liama maruz kalıyordu, o kadar ki, geride kalanlar önceki nü­
fusun yüzde onunu bile bulmuyordu. Merv, Belh, Nişapur,
Hemedan, Tus, Rey, Kazvin ve Herat'ın sivil ahalisi azimle kı­
lıçtan geçirilmişti. Köylülerin topraklarını bırakıp kaçması ve
su kanallarının harabeye dönmesi sonucu İran'ın birçok yerin­
de tarım nanuna bir şey kalmamış, bir zamanlar çölden kaza­
nılan bu bereketli topraklar tekrar çöle dönmüştü. Bu süreç,
Moğol güruhlarının buralara gelişi ve hayvanlarını otlatmak
için en iyi topraklara göz dikmeleri sonucu büsbütün ivme ka­
zanmıştı.

1 30
Tarihçiler, Doğu ile Batı arasındaki tica�etin arttığı İlhahlı
dönemini bir kültürel canlanma dönemi olarak değerlendirmiş­
lerdir. Moğolların -başlarında bulunanların önderliğinde- gittik­
çe İslamın içine çekilmesi sonucu dinlerarası duvarlar da benzeri
bir biçimde yıkılmıştı. İran, bu tarihten başlayarak üst düzey
kültür dili olarak Arapçayı kullanmaya başlamıştır. Gene Moğol
idaresi altında, yirmi yıl süreyle İlhanlılara danışmanlık yapan
Reşideddin, Cüveyni ve Vassaf'ın katkılarıyla, ilk kez İran'da
resmi tarih yazılmaya başlanmıştır. Giderek güçlenen bu farklı
kültürlerin alışverişi sonucu, Çin peyzaj sanatından etkilenmeye
başlayan İran minyatürcülüğü altın çağına girmiştir.
Moğol yönetiminin İran kültürüne olan katkıları inkar edi­
lemez. Fakat David Morgan, yakın bir tarihte yayınlanan Or­
taçağ' da İran' ı anlatan çalışmasında, "Moğol vergi tahsildarla­
rı�dan bucak bucak kaçan İran köylülerini, minyatür sanatın­
daki gelişmelerin ne ölçüde memnun ettiği konusunda kuşku­
ya düşme hakkımız vardır. Moğol dönemi, İran için misli gö­
rülmemiş, büyük bir felaket olmuştur" diye yazar. Bu görüşe
katılmamak güçtür.
Her at' a gelince; bu kent dikkate değer bir hızla toparlan­
mıştı, çünkü Timur'un buraya akın düzenlediği tarihe kadar
eski zenginliğine kavuşmuştu. Bunu, Moğolların yaptığı tah­
ribattan en fazla nasibini alan merkezlerden biri olarak başar­
mıştı. 122 1 'deki teslimiyetlerinden sonra Heratlıların giriştiği
bir isyan Cengiz'i küplere bindirmiş; komutanı Elçigidey'e
geri dönüp Herat ahalisini tamamen kırma emri vermişti. On
dördüncü yüzyıl Herat tarihçisi Seyfi bu emri kayda geçmiş­
ti: "Demek ölüler hortladı. Bu defa hepsinin boynunu vura­
sın. Herat ahalisinin kökünü kazıyasın." Elçigidey bir hafta
boyunca Herat'ta katliam yapmış, görünürde bir tek canlı bı­
rakmamıştı. Çekildikten üç beş gün sonra, gizlenmiş olanla­
rın da yakalanıp öldürüldüğünden emin olmak için kente iki
bin atlı gönderdi. İki bin kişi daha öldürüldü. Seyfi bu son
katliamdan yalnızca on altı kişinin kurtulabildiğini yazar.
Tahribat öyle boyutlardaydı ki bunlar karınlarını, etrafıarın­
daki insan ve hayvan ölüleriyle doyurmak zorunda kalmış­
l ardı. Dört yıl süreyle, ancak geçen kervanları soyarak yiye­
cek temin edebilmişlerdi.

131
1335' te İlhanlı saltanatı çöktükten sonra, İran bir kez daha
şiddetli iç kavgalara maruz kaldı ve en çok da güçlü Muzafferi
sülalesinin çarpıştığı, birbirine rakip birçok küçük beyliklere
bölündü. Fakat bunların idaresi de mutlak değildi, çünhi mey­
danı Moğollardan boşalmış gören başka hanedanlar öne çık­
mış, güç gösterisinde bulunmaya başlamışlardı. Bağdat'ta Cela­
yirler hakimdi, Sebzvar'da (İran' ın kuzeydoğudaki eyaleti Ho­
rasan' da bulunan bir kent) ise Serbedadar gücü ellerinde tut­
maya çalışıyorlardı.
Yaklaşık beş yüz kilometre güneydoğudaki Herat, Kert ha­
nedanından Melik Gıyaseddin Pir Ali'nin idaresi altındaydı; bu
hanedan on üçüncü yüzy�lın ortalarından başlayarak hem He­
rat'ı hem bugünkü Afganistan'ın büyükçe bir kısmını Moğolla­
ra vekaleten yönetiyordu. Moğol istilasından sonra harabeye
dönen kentin yeniden müreffeh ve bayındır bir hale getirilme­
sinde en büyük katkı; edebiyata ve sanata hamilik eden, cami­
lerin ve göz okşayan kamu binalarının yapımında gayet eli açık
davranan Kertler' den gelmişti.
İşte Timur'un şimdi ele geçitmeyi kafasına koyduğu kent,
bu kentti.

***

1 379'da, Timur'un elçisi, bozkın dörtnala geçip nehirleri


yararak ve kayalık geçitleri aşarak Giyaseddin Pir Ali'ye me­
şum bir davetiye ulaştırdı. Tatar hükümdarın topladığı kurul­
tayda bulunması isteniyordu; bunun anlamı, Timur'un Kert ha­
nedanının başını, artık resmen kendi iradesine tabi bir kul ola­
rak gördüğüydü. Timur bundan böyle, bir yeri kuşatmadan ev­
vel hep bu beylik nurnaraya başvuracak ve aradığı savaş nede­
nine kavuşacaktı.
Bu hayra yorulamayacak, endişe verici bir davetti . Timur
şansının ona daha az güldüğü günlerde, paralı asker olarak şu­
rada burada dolaşırken bir ara Gıyaseddin'in babası Melik
Muizeddin Hüseyin'in hizmetinde de çalışmıştı. O öldükten
sonra Gıyaseddin, aradaki ilişkiyi nezaket çerçevesi içinde sür­
dürmüş, en büyük oğlunu Timur'un yeğeniyle evlendirmişti.

1 32
Şimdi ise, daha üç beş yıl önce babasının sadık bendi olan biri­
nin yetkesini tanıması isteniyordu. Zaman kazanmak amacıyla,
elbette Semerkand' a geleceğini, fakat yalnızca yolda ona refa­
kat edecek bir muhafıza gereksinimi olduğu cevabını verdi. Ti­
mur'un sağ kollarından emir Seyfeddin Nukuz hiç vakit kay­
betmeden onu Maveraünnehir' e getirmek üzere yola çıktı; fa­
kat geldiğinde Herat'ın hakimini kenti savunmaya hazırlık ola­
rak etrafındaki surları takviye ederken buldu. Gıyaseddin'in
Herat'tan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.
Timur'un ne yapacağı belli olmuştu. Tavacılar hemen kolla­
rı sıvayıp, ilk defa uzak bir sefere çıkmak üzere bir ordu topla­
maya başladılar. Her askerin donanıını komutanı tarafından
denetleniyor, o da bir üstüne rapor ediyordu. Emirler ışıl ışıl
parlayan zırhları, ince kabartmalada süslü kalkanları, uzun
mızrakları, yay ve oklarıyla on bin askerli tümenlerinin koyu
renk safları arasında göz alıyorlardı. Hazırlıklar büyük bir titiz­
likle yürütülüyordu, çünkü Timur da Cengiz gibi en ince ayrın­
tıyı hesaba katardı. Araziyi keşif ve düşman mevzilerincieki as­
ker sayısını tespit için önden gözcüler çıkarıldı. Atlar için yem­
ler torbalanıp yüklendi. Kadınlar ve aileler, haftalar ve aylar
sürebilecek bir yolculuk için öteberilerini topladılar. Her türlü
erzak ve levazım tekrar tekrar gözden geçirildikten sonra niha­
yet ordu sefere hazır duruma geldi. Emirler at kuyruklu san­
caklarını havaya kaldırdılar; borazanlar ve davullar kulaklan
sağır eden savaş çağrısını haykırdılar. Üç Yıllık Sefer böylece
başladı.
Ordu güneydoğuya, garnizon kenti Fuşenc' e doğru yürü­
dü; burası Herat'a giden yolu koruma altına almak için ilave
askerle takviye ed ilmişti. Kent şiddetli saldırı altında, Timur'un
askerleri kemerli bir su yolundan geçip savunmalarını yarar
yarmaz düştü. Garnizon olduğu yerde boğazlandı. Sokaklar­
dan oluk gibi kan aktı.
Bu feci haberi alan Gıyaseddin, Arabşah'ın çok kınadığı bir
biçimde, şehir surlarının arkasına sindi. Suriyeli tarihçi, "sanki
orada ele geçirilemezmiş gibi, kaleye kapandı -hep o akıl hoca­
lannın kifayetsizliği ve kendisinin ahmaklığı ve deliliği yüzün­
den- zaten bunlar onun sonunu getirdi" diye yazar. Kent ku-

133
şatma altındaydı. Çılgına dönmüş bir halde, bir savunma kur­
maya çalıştı, fakat Fuşenc'in ne kadar çabuk düştüğünü ve gar­
nizonunun nasıl boğazlandığını duymuş olan Herat sakinleri,
Timur'un karşısına çıkacak bir ruh hali içinde değildiler. Ti­
mur, "şehri ve şehir dışındaki mahalleleri, yüzük taşının çevre­
sindeki yuva, ayın etrafındaki hale, şekerin üstündeki sinekler
gibi sarmıştı" ve talepleri yerine gelmedikçe de bırakmayacak­
tı. Bir psikolojik savaş ustası olan Tatar, kuşatma altındakilere
kendisiyle savaşmayı reddedenlerin canlarının bağışlanacağını
bildirerek, onları gayrete getirmeye çalıştı. Bu öneri surların ar­
dında hoşnutlukla karşılandı. Heratlılar, hemen teslim olurlar­
sa değerli varlıklarının korunacağını düşündüler. Tatar'ın üs­
tün kuvvetlerine karşı koymak nafileydi. Karşılığı sadece kılıç
ve alevler olabilirdi. Öne sürülen bu görüşlerden etkilenen ve
yağmacı güçlerin duvarlarını delmeye başladığının farkında
olan Kert hanedanının başı teslim olmaya karar verdi. Herat'ın
önde gelenlerinin refakatinde ve halkın gözü önünde yapılan
onur kırıcı bir törenle silahlarını bıraktı. Yezdi, "Timur onu af­
fetti ve bağrına bastı," diye yazar, "ona bir şeref kemeri, ayrıca
kıymetli taşlarla işli bir başka kemer daha verdi ve sonra başın­
dan savdı." Kent, ahalisinin canının bağışlanmasına karşılık ce­
zai nitelikte bir fidye ödedi.
Herat'ın muazzam serveti şimdi Timur'un olmuştu. Kayıp­
ları asgariye indirmek için bunun nasıl kaldırılacağı konusunda
titiz bir plan uygulandı. Ordusunun sevk ve idaresinde gösteri­
len sıkı disiplin burada da gösterildi. Öncelikle, biri hariç, ken­
tin surlardan açılan bütün kapıları kapatıldı -kimi yerlerde .
bunların örüldüğü dahi oldu-; böylelikle askerlerin vakitsiz
yağma yapması ve sivil halkın taşınabilir mallarını kaçırınası
önlendi. Bu iş tamamlandıktan sonra, işkenceciler ve vergi tah­
sildarları kente girdi; ev ev dolaşarak ahalinin malına, mülküne
el koydular; gerek kendilerinin gerek başka ailelerin gizli ser­
vetlerini ortaya çıkarmak için bunları itirafa zorladılar. Teslim
edilen mallar toplama merkezlerine getirildi; bunlar, fidyeyi
aralarında pay eden emirler tarafından kayda geçirildi. Bu pa­
ranın büyükçe bir kısmını veren kentin kaymak tabakasının ev­
leri, bu muameleden muaf tutuldu. Bunların oturdukları ma-

1 34
halleler kordon altına alındı. Ancak Timur'un üst düzey görev­
lileri haklarını aldıktan sonradır ki, askerlerin yağmasına izin
verildi. Bundan önce davrananlar yakalandıklarında, bu dav­
ranışlarını hayatlarıyla ödediler. Timur da Cengiz gibi, bir
kenti fidye karşılığında almayı tercih eder, bunu kan dökül-
.
mesini önlemekten çok, ekonomik nedenlerle yapardı. Zora
başvurmak başıbozuk yağmaya ve dolayısıyla gelir kaybına
yol açardı.
Herat'ta, değerli ne var ne yoksa ele geçirmek için yapılan
bu muazzam harekat gayet düzenli bir biçimde yürütüldü ve
Horasan'ın en bereketli kentinin sandıkları açıldığında muaz­
zam bir servet göz önüne serildi. Yezdi, "Kentte gümüş para­
lar, işlenınemiş değerli taşlar, paha biçilmez tahtlar, altın taçlar,
gümüş kaplar, altın ve gümüş sırmalı kumaşlar, türlü türlü biblo
ve antikalardan oluşan dikkate değer çeşitlilikte bir servet var­
dı," diye yazar. "Askerler, hükümdarın emrine uygun olarak,
bunları develere yükleyip götürdüler." Demirden yapılmış ve
üzeri oyma ve kitabelerle kaplı, Hükümdar Kapısı Derveze-i
Melik sökülüp Şehrisebz' e taşındı. Urgenç düştükten sonra ora­
dakilere yapıldığı gibi, Herat'taki aydın ve zanaatçılar -alimler,
din adamları, sanatçılar ve ince iş ustaları- bir ömür boyu uygu­
lanacak olan bu zorunlu göçlerin ikincisinde, Timur'un başkenti­
ne, fikir ve sanatlarıyla şan katmak için toplu olarak esir alınıp
Semerkand'a götürüldüler. Yenik düşen Kert hanedanının başı
Gıyaseddin'in, Timur'un bendesi olarak yerinde kalmasına izin
verildi. Timur azmetmişti, ne onun ne de kentin bir daha kendi­
sine karşı koymamasını temin için, şehir surlarını yıktırdı. 26
Herat, gıkı çıkmadan teslim olmuştu. Şairlerin hayran ol­
duğu, ticaretten ve kültürden yana çok zengin olan bu kentin,
hükümdarlığının ağına bu denli kolay düşmesi Timur'u dü-

26 Tüm bu tedbirlere rağmen, iki yıl sonra Herat halkı Timur'a başkaldırdı. Bu kez
hükümdar, ayaklanmayı bastırması için oğlu Miranşah'ı gönderdi; Miranşah
görevini çok sert bir biçimde ve başarıyla yerine getirdi. Kert hanedamrün men­
supları katiedildi ve kellelerinden yüksek kuleler dikildi. Bundan sonra kentte
bir daha hiç isyan çıkmadı. 1389'da Miranşah, hanecianın yaşayan son ferdi Pir
Muhammed' i öldürdü. Bir rivayete göre, bu soylu kişinin kafasını eğlenceli bir
şölen sırasında uçurmuş; sonradan bu hareketi, o gece şarabı fazla kaçırdığına
yormuştu.

1 35
şündürmüş olsa gerektir. Çağatay ulusunun birbirine rakip
boylarının sadakatini, yenik kentten sağlanan ganimetlerle
ödüllendirmiş, bu süreç içinde hem lider olarak yerini sağlam­
laştırmış hem egemenliğini daha geniş topraklara yaymıştı.
Çok uzun yıllar kullanılacak denklem kurulmuştu; bozkır ka­
vimlerinden oluşan birlik, sadakatleri ve sağladıkları askeri güç
karşılığında, Timur' un seferlerinin meyvelerini toplayacaktı.
Bu askeri güç, Timur' a kılıç zoruyla yeni yeni topraklar kazan­
dıracaktı. Onl arı servet sahibi yapıyor, savaş alanında nişanlar
ve payeler dağıtıyordu. Bu çıkar birliği, Timur'un uzun asker­
lik hayatının dayandığı temel taş olacaktı. Heraftan çıkarılacak
başka dersler de vardı. Eğer sınırlarının o kadar ötesinde, as­
kerlerini savaşa sokmadan böylesi bir başarı kazanabiliyorsa,
onları zorladığı zaman kim bilir daha ne ganimetler ele geçiri­
lebilirdi? Bunu izleyen, Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin buza
kestiği ve Timur'un adamlarıyla Buhara civarındaki meralarda
ordugah kurduğu kış aylarında, bu soru üzerinde düşünecek
zamanı oldu.
Yeni akınların yapılacağı bahar ayı yanıtları sağlayacaktı.
Daha tam anlamıyla başlamamış olan batıya yönelik baskı sür­
dürülecekti. Herat münferit bir olay değildi. Alman tarihçisi H.
R. Roemer'in söylediği gibi, aksine, "İran tarihinin en büyük fe­
laketlerinden birinin peşreviydi" .

* * *

Herat'ta on dördüncü yüzyıl gezginlerini karşılayan mina­


relerden dikili orman, bugün artık yoktur. Asırlar boyunca yı­
kıla yıkıla, seyrek bir çalılığa dönmüştür. Dağın eteğindeki
düzlükte gittikçe incelerek yükselen minareler, uzaktan bakıl­
dığında fabrika bacalarını andırır. Altı yüzyıldır çektikleri cefa­
dan ötürü, bugün tehlikeli bir biçimde sallanmaktadırlar; kimi­
leri narin siluetler olarak ufka çizili, kimileri Herat' a gelişi zor­
lu bir yolculuğa çeviren o toz toprağa gömülüdür. Yakından
bakıldığında, fabrika bacalarından çok, dev bir ölünün yeraltın­
dan uzattığı, gökleri tırmalayan, taş kesilmiş romatizmalı par­
ınaklarına benzerler.

136
Bu minareler, hemen hemen Herat'ın mimari merkezinden
arta kalan tek yapılardır. İncil kanalının güneyinde, kentin en
çarpıcı anıtının kalıntıları görülür. Bir mescit ve mozoleden
oluşan Musalla'yı, Timur'un oğlu Şahruh'un karısı Sultan G ev­
herşad 1 41 7 ile 1 437 yılları arasında yaptırmıştır. Timuroğulları
sanat ve mimarisinin doruk noktasını teşkil eden bu eser, yaptı­
ran kişinin adına (kıvıltılı cevher) uygun olarak, hem Allah'a
hem O'nun güçlü kuluna şükran duygusunu ifade eden göz
kamaştırıcı bir çizgi ve renk cümbüşüd ür. Otuz metreyi aşan
yükseklikteki dört ana minaresi, firuzeden yapılmış narİn işaret
fenerleri gibi ışıl ışıl parlar ve bir ibadet yeri olan sultanın mu­
salla taşının dört bir tarafında ve etraflarında kendilerinden da­
ha alçak bir minare kümesinin üstünde heybetle yükselirler.
Bu, Herat'ta, cemaatin namaz kılması için yapılmış ilk büyük
mescitti; devasa boyutları ince bir beğeniyle birleştiren, duvar­
larında fresk ve arabesk süslemelerden geçilmeyen bu eserin
parlak sırlı tuğlalada bezeli dış cephesi kasvetli çölün ortasında
ışıl ışıl yanardı. Dört ana minare, eyvaıı denilen dört kemerli ge­
çitle birbirine bağlanır; bunlar bir orta avluya açılırdı. Üzerle­
rinde çarpıcı Kufi kitabelerin olduğu mermer levhalar, her ca­
minin on kenarlı kaidesini çepeçevre sarardı; gözler yukarıya,
göğe doğru çevrildiğinde, bunlar yerlerini bakiava biçimindeki
beyaz çinilerin üzerinde, mavi ve kehribar renginde, ışıldayan
taçyapraklı çiçeklere bırakırlardı. Bu yanardöner maviler, bu
çorak topraklarda suyu ve gökleri hatırlatan, ferahlatıcı unsur­
lardı. Bugün metruk halde bulunan minarelerde, o ışıltılı zırh­
larından ancak belli belirsiz izler seçilir; hele de savaşların en­
kaza çevirdiği bu alanı, bir zamanki görkemiyle göz önüne ge­
tirebilmek ciddi bir hayal gücü gerektirir.
Timur' dan gelecek kuşaklara kalan en dikkate değer ve ka­
lıcı kültürel mirası Herat ve Semerkand' da gözlemlemek müm­
kündür. Horasan'da bina yapmaya yetecek kadar ahşap veya
taş olmadığı için, yapıların çoğunda ateş tuğlası kullanılırdı. Bu
ayınacılığa pek izin vermeyen bir malzeme olmakla beraber,
güneşten kavrulan satıhlara canlılık vermek için, üstlerinin ren­
garenk satıhlı çinilerle döşenmesine elverişliydi. Bu Cuma Mes­
cidi'nde, beyaz ve mavi renkli halis çiniler öyle cömertçe kulla-

1 37
nılmıştı ki, dış cephenin tamamında bir tek çıplak tuğlaya rast­
lamak kabil değildi; bunu, böyle devasa boyutlardaki bir yapı­
da gerçekleştirmek büyük bir başarıydı. Gezginlerin en önyar­
gılı ve en müşkülpesenti olan Robert Byron bile ömründe bir
kez olsun etkilenmiş ve bu yapı için, "insanoğlunun Tanrı'sını
ve kendisini yüceltmek için bugüne kadar vücuda getirmiş ol­
duğu en renkli ve en müthiş mimari örneği," demişti. Belki
abartılıdır; fakat Rembrandt'ın, üstünde, "bir an olsun hafifleme­
yen bir tiksinti duygusu" bıraktığını yazan ve Shakespeare'in
tüm külliyatını, "bir bakkalın nasıl yazması beklenirse, öyle ya-:­
zıyor," diye kaldırıp atan bir adamdan geldiği göz önüne alı­
nırsa, önemli bir iltifattır.2 7
Minarelerin hemen yanında, 1457 yılında doksanını bir
hayli geçmişken öldürülen sultanın pek yüksek olmayan türbe­
si yer alıyordu; üstünde Timuroğulları mimarisinin en belirgin
özelliği olan yivli gök mavisi bir kubbe vardı. Herat'ın bu par­
lak mavi sırlı çinileri Asya'nın büyük bir kısmı için bir model
oluşturmuştu. Türbenin dış yüzeyinin sadeliği, içeride her yeri
sarmış olan çiçek desenleri ve beyaz renkli hüsnühatlarla bü­
yük bir tezat teşkil eder. Bugünün ölçüleriyle bile, bu üç boyut­
lu süslemeler olağanüstü giriftliktedir. Eski zaman eserlerinde
rastlanan toprak rengi tonları, altın sarıları ve Afganistan'ın ku­
zeyindeki Bedehşan madenierinden gelme kırılmış safir renkle­
rindeki kemerli köşeler, kubbeler, sarkıtlı girintiler, duvarlar
boyunca bu biçimleri uyum içinde izler.
Afganistan'daki birçok tarihi eserin aksine, Musalla'nın yı­
kılışını, kanlı iç savaşlara ve tarikatlar arası ezeli kavgalara bul­
mak mümkün değildir. Byron, bu yıkımdan kendi vatandaşla­
rının sorumlu olduğunu öğrendiği zaman dehşete düşmüştü.
1885'teki Büyük Av'ın en kızışmış olduğu bir zamanda, Rus

27 Byron 1933-34 yıllarında Asya'da yaptığı biraz gönülsüz ve tembelce yaptığı se­
yahat sonuı:ıda, Timur'un estetik ve mimari başaniarına karşı büyük bir hayran­
lık geliştirmişti. Hele de Şahruh'un karısı Gevherşad'dan çok etkilenmiş, "Gev­
herşad bende epeyce merak uyandırdı" diye itirafta bulunmuştu; "dini vakıfla­
ra bağışta bulunacak kadar dindar olduğu için değil, sanatsal duyarlılığı için.
Bu ya kendisinde vardı ya da buna sahip olan insanları hizmetinde çalıştırınayı
biliyordu. Bu bir kişilik belirtisidir. Buna ilaveten zengindi. Zevk, kişilik ve zen­
ginlik güç demektir, oysa Muhammed geleneğinde sihirbazlar dışında güçlü ka­
dın yoktu."

1 38
birlikleri Merv kentinin güneydoğusundaki Afganlara hücum
etmişti. Bunun hemen ardından Her at' a bir saldırı olmasından
korkan İngiliz subayları bu binalar bütünündeki birçok yapının
yıkılınası emrini vermişti; çünkü Herat Rusların eline geçerse,
St. Petersburg, Kandehar yoluna doğrudan açılım sağlayacak
ve buradan da Hint sınırına kadar demiryolu döşeyebilecekti
ve bu yapılar kentin kuzeyinde, bu saldırının olmasının beklen­
diği yerde bulunuyordu. Beklenen Rus saldırısı hiç gerçekleş­
medi, ama "dört yüzyılın vahşetinden sonra bile hala ayakta
duran on beşinci yüzyılın en şaşaalı Muhammed mimarisi, İn­
giliz görevlilerin gözleri önünde Ve onların onayıyla yerle bir
edildi" . Geride yalnızca dokuz minare bırakıldı.
İnsanoğlunun başlattığı işi, doğa devam ettirdi. 1931 ve
1951 depremleri üç minarenin daha kaybına yol açtı. Bir yüz­
yıl sonra, 1 979' da Sovyetler Afganistan' ı işgal etti ve bir kez
daha Herat'ın tarihi eserleri ateş hattında kaldı. Bir minare
daha devrildi ve bir diğerinde, bir top _mermisinin doğrudan
vurması sonucu, şimdi içinde kuşların yuva yaptığı bir delik
açıldı. Darbeler, minarelerde biraz daha renk kaybına yol açtı.
Çiçek desenli, bakiava biçimli mavi beyaz çiniler düşerek;
yerde, beş yüzyıldır kurnun ve fırtınanın kaldırıp sağa sola
saçtığı mozaik kırıkianna karıştı. Hatta Sovyetler, yörenin sa­
vaş taeiri İsmail Han'ın kenti yeniden ele geçirmesini önlemek
için minarelerin çevresine mayın dahi döşedi. Bu yıkımlardan
kurtulan minareler, bir zamanlar, Gevherşad'ın ve Herat'ta
Timuroğullan hanedamndan gelen son hakan Hüseyin Bay­
kara'nın muhteşem medreselerine bakıyorlardı. Bugün kup­
kuru bir toprağın, bir kenarda kalmış türbenin ve dükkan ni­
yetine kullamlan derme çatma barakalarla, çelik konteynerle­
rin üstünde yükselmektedirler.
Bir ikindiüstü çarşıyı yürüyerek geçip; Eski Şehrin kuze­
yinde, yüksekçe bir tepe üzerinde, Herat'ın yukandan seyre­
dilebileceği tek yapıya doğru gittim. Dip tarafında, Timur'un
ve ondan önce Cengiz Han'ın ordulannın düşmanıarına karşı
savaş verdiği İhtiyareddin Kalesi'nin dümdüz duvarları, çö­
lün ortasında yükseliyordu. Bu haliyle, on dördüncü yüzyılda
Kert hanedamndan Fahreddin'in, güneşte kurutulmuş tuğla-

1 39
lardan yaptırdığı ve bir yüzyıl sonra Timur'un oğlu Şahruh'un
tamir ettirdiği yapı, birçok hükümdarlığın kuruluşuna ve yı­
kılışına tanık olmuştu. Yüzyıllar boyunca, Gaznelilere, Sel­
çuklulara, Gur hanedanına, Moğollara, Tatarlara, Safeviiere
ev sahipliği yapmış, hatta Taliban' a bile üs ve cephanelik ola­
rak hizmet vermişti.
Kalenin, burçlu köşe kuleleriyle desteklediği ve garnizo­
nun savunması için açılmış mazgal deliklerinin beneklendirdi­
ği duvarlarına bakıldığı zaman, Gıyaseddin'in, Timur'un ku­
şatmasına ne kadar karşı koyabileceğini hesaplarken neden bir
anda bunların ardına çekildiğini anlamak zor olmaz. Hakim
konumu ve istihkamlarının sağlamlığı, buraya kesin bir yenil­
mezlik havası vermektedir. Eğer Kert hanedanının başı Ti­
mur'a vaktinde teslim olmasaydı, kalenin günümüze kadar ka­
lıp kalmayacağını kimse bilemezdi. Tatar hükümdarın başka
kentlerin direncini kırarken gösterdiği acımasızlık, bu yapının
da yeryüzünden silineceğini düşündürüyordu.
İlk zamanlar, kuzeybatı kulesinin yan tarafında, bir metre
yüksekliğinde, çini ve mozaik karışımı abidevi bir Kufi kitabe
bulunuyordu. Kentin yukarısında, herkesin görebileceği koyu
yeşil ve kehribar renkli iri harflerle, "EL - MÜLK Lİ'LLAH"
(Mülk Allah'ındır) diye duyuruyordu. Eğer kalenin yapımını
ilk ilham eden Allah i diyse; yapı, on dördüncü yüzyılda Ti­
mur' a bir methiye niteliğini kazanmıştı. Şahruh ateş tuğlası ve
taşla buranın onarımını yaptırdığı zaman, on beşinci yüzyıl
kaside yazarı Hafız Ebru, Timur hanedanının kurucusu adına,
kimi kısımlarına kaledeki çinilerde rastlanan şu yazıtı kaleme
almıştı.

Timur Hmım soyu kıyamete kadar yeryüzünden kalkmayacaktır.


Bu saf kandan öyle mükemmel bir soy iireyecektir ki lıiikiimdarm biri
gidecek, biri gelecektir.
İncinin olması gereken yerde inciden başka bir şey görülmez; altm
madeninde de al tmdan başka bir şey aranmaz.
İslam aleminin lıiikiinıdarı Şahruh Balıadır sayesinde, dünyaya adalet
geldi.

140
O öyle muhteşem ki yıldızlar onun ordusudur ve o göklere kadar ıtza­
naıı soylularm kummıdaıııdır.
Omm kabarmış bir denize benzeyen gücü karşısmda diiııya bir hiçtir.
Gökler bir zerredir ve görünümü ışı/ ışı/dır.
D iiııya oııdaıı tiireyeıılerle göııensiıı, dünya sayım un rayilıasıyla dal-
. sım . . .
Diiııya refah ve saadete oııun dirayetli idaresiyle kavuştu. Nasıl ki
ceııııete de doğru ibadet/e kavuşulur.
Bu yiiksek kalenin temeli, 2. Rebi Hicri SıS'de (Haziran 1415) atıldı. . .
Hayırlı bir zamaııdı, gökteki burçlar da bunu gösteriyordu
Önce Herat'ta bir yer tayin edildi
İçine beş taııe giriş açıldı
Bakm kalenin beş kulesindeki beş kapıya
B ımiarı zafer kapıları olarak görün
Yapmııı dünya durdukça duracağım bilin
Kılı kırk yarmı biri olsamz da ona iyi gözle bakm
Bu hükümdarlık büyüyecek ve lıiç yok olmayacak
Bu refah ve saadet kıyamete kadar sürecek
Mühendis içine mukamaslar, konaklar ve yıwar/ak kuleler dikti
Yıldızlar bile onun mimarisiııe hayran kaldı
Bittiğinde orduya şan ve şerefgetirdi
Zarafette Kisra eyvaııı
Sağlmnlıkta İskender seddi
İstilıkfmılarınm gücünde Keyvaı ı eyvaııı gibi
Zaman onu yıkamayacak
Felaketler karşısında dimdik duracak
Felaketler lıükiimdara dokımamayacak
Tepeden aşağı güzel ve süslü
Köşeleri altın sarısı ve mücevher iş/i
Evrende nasıl hayat varsa burada da bir ruh var
Yıldızlarda nasıl ışık varsa burada da öyle ilıtişam var

Asık suratlı bir Taliban nöbetçi bana hem kalenin hem içinde
bulunan müzenin kapalı olduğunu söyledi; fakat biraz ısrar
edip bir de bahşiş sözü verince beni, üzerlerine top yerleştir­
mek için dokuz tane tabyanın dikilmiş olduğu surlarda gezdir­
meye razı oldu. Toz toprak içindeki sarp yokuşu tırmanırken,

141
bir şu, bir bu savaş gerecine işaret etmek için ikide bir duruyor­
du. El bombaları, harcanmış ve harcanmamış kurşunlar, maki­
neli tüfek mermileri, roket ve mayın yığınları vardı. Eski model
bir el bombasını eline alıp ipini çekerek bana doğru atacakmış
gibi yaptı. Dehşetimi görünce bu kez de bir duvarın arkasında
kayboldu ve henüz patlatılmamış bir mayın tarlasına koca bir
taş attı. Bereket versin, bir patlama olmadı. Gevrek gevrek gü­
lüp yola devam etti.
Gezinti duvarlarının ve burçların üstünden, Herat gözü­
müzün önüne serildi. Burkalı kadınlar, bulanık mavi bir leke
gibi, çarşıda bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Çocuklar
önlerine kattıkları keçileri, her yandan üşüşen bisikletlilerden
kaçırınaya çalışarak, çarşı kalabalığının içinden geçirmeye uğ­
raşıyorlardı. Gün batımında güvercinler bir o yana bir bu yana
uçuyorlardı. Ağaçların tepesine tünemiş göçmen kuşların ciyak
ciyak akşam korosuna, aşağıdaki köpeklerin havlamaları karı­
şıyordu. Hurda metal ve parça plastik satan eskiciler, derme
çatma el arabalarını itiyorlardı. Seyyar bir kasabın bisikletinin
gidonlarına asılmış koyun sakatatı, kahverengi balonlar gibi
sallanıyordu. Bir manifaturacı dükkanının önünde yan gelmiş,
uyukluyordu. Bitişikte, kafasına renkli bir takke geçirmiş bir
terzi, durmadan biçip dikiyordu. Herat'ın bir dizi sarıklı ve 'ak
sakallı' büyüğü, bir caminin damında oturmuş akşam ezanını
beklerken aralarında konuşuyorlardı. Etraftaki toprak damların
üstünde her yaştan oğlan çocuğu fink atıyor, alttaki mutfaklar­
dan yükselen dumanların arasında haykırıyor, çılgınca birbirle­
rini kovalıyorlardı. Çoğu ev yapımı uçurtmalar uçuruyor (bu­
nun, Taliban'ın koyduğu birçok yasaktan biri olmasına rağ­
men), sayılamayacak kadar çok renkli şekil, batan güneşin etra­
fında toplanmış heyecanlı pervaneler gibi, rüzgarda fır fır dö­
nüyordu. Uzakta, cuma namazlarının kılındığı kentin en belli
başlı camisi, on üçüncü yüzyıl yapımı Cuma Mescidi'nde ışık­
lar yakılıyordu. İçeride, on dördüncü yüzyılda Kert hanedanı­
nın başta olduğu zaman, içinden müminlere şerbet dağıtılan
yüz yirmi santim çapındaki caminin gururu büyük tunç kazan
vardı. Kırık ışık altında Herat; çölün soluk renkleri arasından
fışkıran yeşil ağaç kümeleriyle, saz renklerinden, yeşillerden

1 42
oluşan bir çiçek dürbünü gibiydi. Yer yer göze çarpan mavi
kubbeler, Timur'un büyülü mirasına tanıklık ediyor, manzara­
ya gök mavisi çakıntılar ekliyordu. Çok daha ileride, Pamir
Dağları kömür kalemiyle çizilmiş gibi duran siluetleriyle He­
rat'ın üstünde kara bir bulut gibi dikiliyordu.
Sonra başladı. Önce çatırtılı bir uğultu, ardından mikrofo­
nun kat kat yükselttiği derin bir soluk alışı duyuldu ve müezzi­
nin nağmeli sesi paraziti aşarak, mürninleri akşam narnazına
çağıran ez�nına başladı. "Allahü ekber, Allahü ekber, Tanrı ulu­
dur, Tanrı uludur," derken, ak sakallılarda bir hareketlenme ol­
du. Kalenin eteğindeki Herka Mübarek Camii'nin ikiz minare­
leri de cevaben adeta dikleştiler. Ezan ilerledikçe, kentin dört
bir tarafından camilere doğru dalga dalga akan erkek kalabalı­
ğı her dakika biraz daha kabarıyordu. Ses, "Hayye ale's-sala,
hayye ale's-sala, haydi namaza, haydi namaza ," diye tekrar edi­
yordu. Sokaklarda erkekler saygılı bir telaş içinde yürüyordu;
bu, biraz da Taliban'ın, Ahlakı Koruma ve Günahı Önleme Ba­
kanlığı'nın en korkulan görevlileri olan dini polislerin onları,
'gayrete getirmesiyle' oluyordu. 28 "La ilahe illallah, Allah'tan
başka tanrı yoktur," ve ak sakallılar dikkatle damdan inip na­
maza duruyorlardı. Kentte, başka kuşakların hatırası olan mi­
nareler, selama kalkmış nida işaretleri gibi dikiliyorlardı.
Herat kadar üst üste felakete uğramış pek az kent vardır.
Uğradığı talihsizliklerin dökümü, minyatür bir Afganistan tari­
hine benzer; günümüze kadar uzanan yabancı işgalleri ve kabi­
leler arası savaşlardan az çekmemiştir. 667' de Arap orduları kı­
lıç zoruyla İslamiyeti kabul ettirmişlerdi. 1 000 yılında Gazneli
Sultan Mahmud kenti ele geçirdi. İki yüzyıl sonra Herat,
1 206'da, kenti kuzeyden işgal eden Harezm şahına yenik düş­
tü. Daha bu saldırıdan tam toparlanamamışken, Cengiz Han ve
seksen bin askerli Moğol ordusu 1 221' de kenti yerle bir edip on
altı kişi hariç tüm ahalisini boğazlattı. 1 381 'de akıllılık ederek
Timur'un ordularına boyun eğen Herat, böylelikle kendini onun

28 Taliban Yönetimi sırasında, İslam dünyasının en büyük camilerinden ve Afga­


nistan'ın en önemli tarihi eserlerinden biri olan Herat'taki Cuma Mescidi tüm
gayri Müslimlere kapatılmıştı. Cami görevlileri, dini polisten dayak yeme kor­
kusundan, bu yasağa titizlikle uyduklarını söylediler.

'

143
gazabından koruyabildi, fakat iki yıl sonraki başkaldırısı Kert
hanedanının sonunu getirdi. Miranşah, babası adına kenti kılıç­
tan geçirtti. Timur'un en ünlü varisi ve Hindistandaki Moğol
Hükümdarlığı'nın kurucusu Babür, kenti 1507'de ele geçiren
Özbek hükümdan Şeybani Han' a karşı koruyamadı.
Herat da on sekizinci yüzyılda savaştan ve entrikadan
nasibini aldı. Afganistan'ın Babası olarak bilinen Ahmed Şah
Dürrani, yeni kurduğu devlet için toprak kazanma gayretiy­
le, 1 740'ların sonuna doğru kente savaş açtı. Aynı asrın son
on yılı içinde, kendini Sadozay hanecianma mensup iki hasım
arasındaki güç kavgasının merkezinde bulan Herat, bu defa
başka bir ordunun hücumuna uğradı. 1 81 8' de, doğuya doğru
musaHat olan İran kuvvetleri Herat' a saldırdı. Yirmi yıl sonra
gene gelip, kenti on ay kuşatma altında tuttular; aynı acı de­
neyim 1 863'te tekrarlandı; Emir Dost Muhammed, Afganis­
tan' da birliği sağlamak uğruna vefatından bir ay önceki son
girişimi olarak kenti ele geçirdi . Fakat batıdaki bu merkezde
bir türlü barış sağlanamadı; hakim aileler arasındaki ihtilaf­
lar tekrar hortladı. 1 88 1 ' de Emir Abdurrahman, kente sahip
olmak için kuzeni Serdar Eyüp Han'la çarpıştı. Bu asrın son
on yılı dolmadan, İngiliz kuvvetleri kentin tarihi merkezini
tahrip ederek, bir yüzyıl sonra Sovyet işgalinin vereceği zara­
rın adeta öncülüğünü yaptılar. Bundan yirmi yıl sonra, Tali­
ban dizginleri ele geçirdi ve Herat, Afganistan'ın geri kalan
kısmı gibi, bir kez daha diz üstü çöktü. 2001'de Taliban -tüm
dünyanın dehşetle karşıladığı- Bamiyan Budaları olarak bili­
nen iki binyıllık anıt heykelleri dinamitlerken, diğer yandan
ona bağlı görevliler dine karşı hürmetsizlik sayılan diğer tari­
hi eserleri yok ediyorlardı. Türlerinin en güzel örnekleri olan
İslam öncesi heykeller, kayıplar arasındaydı. 2002'nin sonla­
rında Herat, yöreye egemen olan savaş taeiri İsmail Han'ın
hakimiyeti altına girdi. Savaş kargaşası içinde, kent müzesin­
de bulunan birçok tarihi eser de öylece talan edildi.
Fakat ne hikmettir ki, bu yüzyıllar boyu süren tahribat ve
Taliban yönetiminin dehşeti, bu çöl kentine boyun eğdirmeyi
başaramadı. Kaleden aşağı bakarken, ihtişamından bir şey ek­
silmediği görünüyordu. Taliban yalnızca, onun yüzeyinde açı-

144
lan en son yaraydı, ama en kötüsü değildi; kentin uzun tarihin­
de, anılmaya bile değmeyecek, kısa bir deneyimdi. Bu antik
kültür merkezi, daha önceki işgalcilerde olduğu gibi, bu dar
kafalı, cahil İslam savaşçılarından sonra da yaşamaya devam
edecekti . Ev yapımı rengarenk uçurtmalar, rüzgarın gerdiği bu
kağıt ve_ plastik parçaları, ümit heykelcikleri gibi gökyüzünde
neşeyle uçuşuyorlardı.
Bir başka akşam, yavaş yavaş çöken alacakaranlık, He­
rat'ın üstünü yumuşak ve hoş bir duvakla örterken, kentin en
seçkin büyüklerinden iki kişiyle, buradaki türbeleri ziyaret et­
mek için sözleştim. Herat Üniversitesi'nin rektörü Molla Said
Muhammed Ömer Şahid ve mollalar heyeti başkanı Mevlana
Hüdad, altmış yaşlarındaydılar. Fakat birbiriyle kardeş iki be­
la, yani savaş ve kötü beslenme yüzünden Afganların çoğu gi­
bi yaşlarından epeyce büyük gösteriyorlardı; bembeyaz sarık­
larının altından ceviz kabuğu gibi kuru ve kırışık yüzleri gö­
rülüyordu.
Birlikte, Musaila'nın kuzeyine, İran'ın en büyük ve son kla­
sik şairi olan o� beşinci yüzyılda yaşamış Sufi Abdurrahman
Cami'nin türbesine doğru yürüdük. Burası rüzgarların uğulda­
dığı, insana keder veren ve gerek yaşadığı devirde gerek ölü­
münden sonraki yüzyıllarda çok sayıda kişiye heyecan, ilham
ve efkar vermiş olan Cami'nin şiiri gibi, romantik bir yerdi.
Yaşlı bir şamfıstığı ağacının güneşten koruduğu kubbesi, çok
yalın bir biçime sahipti. Tepesinde yeşil, beyaz ve sarı renkli
bayraklar, sancaklar ve alemler rüzgarda çarşaf gibi fır fır uçu­
şuyordu. Bir grup genç delikanlı saygı ziyaretinde b ulunmak
için mezara gelmişlerdi; şaşılacak kadar sessiz duruyorlardı.
Herat'ın en şöhretli evlatlarından biri olan Cami, kendi kuşağı­
nın da en beğenilen şairiydi. Edebi etkisi ve mısralarının güzel­
liği tüm kıtaya yayılmıştı.

Ne zaman ki cemalin benden gizli,


Kara gecenin örttiiğii ay gibi,
Yıldız yıldız dökülür gözyaşım,
Yine de aydmlannıaz gecenı,
Onca parlak yıldıza rağmen.

145
Karanlığa gömülü Afganistan'ın bir köşesinde bulunan bu tür­
be, Timur'un bıraktığı büyük kültürel mirasın küçücük bir par­
çasıydı. Üstlerinden gözünü hiç eksik etmediği şiir, resim, hüs­
nühat, mimari ve zanaat alabildiğine gelişmiş, bu gelenek ken­
disinden sonra gelenler tarafından daha da cömert bir biçimde
sürdürülmüştü. Fetihlerinde döktüğü kandan ve kılıcının kes­
tiklerinden onun adına mal olmuş ve hiçbir zaman unutulma­
yacak bir kültürel rönesans doğmuştu. Timur soyunun, Şah­
ruh zamanındaki payitahtı Herat, kentin sultanı Gevherşad'ın
gözü gibi baktığı ve tüm sanat kollarını cömertçe himaye etti­
ği ikinci bir Semerkand olmuştu. İran tarihinin en önemli dö­
nemlerinden biri olan Timuroğulları döneminde, onun körük­
lediği kültür ateşi bütün bir kıtayı sarmıştı. Cami, bu ateşi
söndürmemeye çalıştı; fakat 1 492'deki ölümüyle, klasik İran
şiirinin altın çağı sona erdi. Timur kültürünün büyük alevi de
bir anda söndü. 29
Molla Said' e, bu müthiş mirasa bakarak, Timur'u büyük
bir kahraman sayıp saymadığını sordum. Dehşete düşmüş gi­
biydi. "Hayır! Kesinlikle hayır! O bir katil ve işgalciydi; eli kan­
lı ve vahşi bir adamdı. Burada kültür adına hiçbir şey yapmadı.
Sanatı himaye ederek, babasının yaptığı yıkımı telafi eden oğlu
Şahruh'tur. Timur'un ailesi uygardı, ama kendisi bir şakiydi."
Yaşlı dostu başını salladı, ama hiçbir şey söylemedi. Ora­
dan kentin üç beş kilometre ötesinde, Şahruh'un yaptırdığı on
beşinci yüzyıl türbeler topluluğu Güzergah' a geçtik. Dut ağaç­
larını ve gül çalılarını arkada bıraktıktan sonra, önünde genç ve
yaşlı dilencilerin kaynaştığı, İranlı mimar Kerameddin Şirazi'nin

29 Selefi Hafız gibi, Cami de yeteneğini gizlemezdi. Hayatı boyunca bir tartışmada
kendisine baskın çıkacak bir tek kişiyle karşılaşmadığını iddia etmişti; belki de
bir öğrenci olarak hiçbir hocaya borcu olmadığını söylemesinin nedenlerinden
biri de buydu. Kendini büyük bir şair, büyük bir alim, büyük bir tasavvufçu
olarak tanımlar; gazel, tasavvufi şiir, Kuran tefsiri, Hz. Muhammed'in hadisleri­
nin tahlili, Arapça dilbilgisi, kafiye, vezin ve müzik dahil, tüm edebi türlerde ve
konularda usta olduğunu söylerdi. Kendi sözleriyle vermek gerekirse: "Mısrala­
rım dünya çapında öyle bir şöhret kazandı ki aşık şarkı söylemeye benim mısra­
larımla başlıyor. Mısralarımın kervanı Farslara ulaştığında, Sadi ile Hafız'ın
ruhları şad oluyor. Hindistan'a vardıklarında Hüsrev ve Hasan onları karşıla­
maya çıkıyor. Bazen İstanbul'un hükümdan bana selam gönderiyor, diğer za­
manlar Hint'ten, Çipal'ın mesajları geliyor."

146
eseri olan şatafatlı methale geldik; o kadar yüksekti ki ta He­
rat'tan görünüyordu. Kimileri burayı mesken tutmuş, lime li­
me örtüler ve battaniyeler içinde ayaklarını sürüyerek dolaşı­
yorlardı. İçeride yüzlerce mezar taşı vardı. En eskileri zaman­
la aşınmış, fakat üstlerincieki güzelim yazılar hiç bozulma­
mıştı; toprağın üstünde biraz sarsak, çarpık diş gibi dikiliyor­
lardı. Timur zamanından beri giyimleri ve görünüşleri pek az
değişmiş, bakımslz sakallı birtakım yaşlı adamlar bağdaş
kurmuş sessizce oturuyor, verilen her türlü sadaka için ziya­
retçilere alçak sesle teşekkür ediyorlardı. Birkaç metre arkala­
rında, Tirnar'un canla başla desteklediği ince ustalığın en
yetkin örı-ı.eklerinden biri olan dört buçuk metre yüksekliğin­
de, olağanüstü oymalı mermer bir sütun yükseliyordu. Bu­
nun yakınında bir başka eşsiz anıt daha, Emir Dost Muham­
med'in on dokuzuncu yüzyılda yapılmış kabri yer alıyordu.
On birinci yüzyıl Sufi şair, düşünür ve evliyası Hoca Abdul­
lah Ensari'nin türbesi önünde biraz durduk; 30 bu, yaşlı bir ço­
ban püskülü ağacının gölgesinde ve bir zamanlar mavi mavi
ışıyan eyvanın altındaydı; yirmi beş metre uzunluğunda bir
duvarın içinde, iki tarafında kubbeli küçük kuleler olan ke­
merli bir oyuktu. Eyvamn yere yakın kısmında yer yer parlak
mavi sırdan kalıntılar görülüyordu; fakat bunların çoğu son­
bahar yaprakları gibi dökülmüş, geride boz renkli, mat bir
yüzey bırakmışlardı.
Bu kabirierin arasında yavaş yavaş dolaşırken, Mevlana
Hüdad kaldığımız yerden konuşmaya devam etti. Meslektaşı­
nın Timur'u lanetleyen hükmüne katılmıyordu. "Benim görü­
şüme göre o, hiç kuşkusuz bir kahramandı. Ona vahşi diyenler
çoğunlukla Batıdan çıkıyor. Timur islamı yayıyordu, bundan
hoşlanmadıkları için ona kara çalıyorlar."

30 Robert Byron'un hep olduğu gibi, bu namlı evliya hakkında da farklı görüşleri,
sezgileri vardı. "Hoca Abdullah Ensari 1088 yılında, seksen dört yaşında tövbe
ve istiğfara çekilmişken birtakım delikanlıların attığı taşlardan öldü. Bu çocuk­
lara hak vermemek mümkün değildir; evliyalar arasında bile çekilmez bir
adamdı. Beşikteyken konuşmayı öğrenmiş, on dört yaşında vaizliğe başlamış,
yaşadığı sürece bin şeyhle temas kurmuş, yüz bin mısra şiiri ezberine almış (ba­
zıları 1 .200.000 olduğunu söyler), bir o kadar da kendisi yazmıştı. Kedilere has­
talık derecesinde düşkündü."

1 47
Arkadaşına haşarı bir bakış fırlattıktan sonra devam etti.
"Önce Herat'a büyük zarar vermiş de olsa, sonradan çok bü­
yük faydaları olmuş ve Muhammed Seyyid Şerif Cürcani,
Mevlana Saadeddin Taftazani ve Mevlana Razi gibi İslam bil­
ginlerine şeref payeleri vermişti . Çocukları ve torunları -Şah­
ruh, Sultan Baysungur, Uluğ Bey ve Ebu Said gibi adamlar­
İslama büyük hizmetlerde bulundular. Timur zamanında sa­
dece Herat'ta 350 medrese vardı. Bunlardan biri olan Mirza
Medresesi'nde çoğu yabancı, kırk bin öğrenci eğitim görüyor­
du. Her yıl dört bin mezun veriyordu. Bunların hepsi Ti­
mur'un desteğiyle oluyordu. Ve bundan faydalanan yalnızca
İslam değildi. Uzağı gören, muazzam yaratıcı bir düşüneeye
sahipti. Örneğin Herat'ın etrafında on iki tane sulama kanalı
açtırmış, burada tarımın kaderini değiştirmişti. Yalnızca Sul­
tan Hüseyin Mirza'nın sarayında görevli minyatür ustası Bch­
zad'ı göz önüne alsanız yeter. 3 1 Ve tabii bir de Hindistan'daki
Moğol hükümdarlığını kuran Babür Han vardı. Timur olma­
dan bunlardan hiçbiri olmazdı." Arkadaşına, meydan okur
tarzda bir bakış daha fırlattı. "Bu, öyle sıradan bir kişi değildi.
Savaşçı bir kişi olduğu doğrudur, ama aynı zamanda bir kül-

31 On beşinci yüzyıl sonlarında doğan Behzad, hükümdar hizmetine terfi etmeden


önce, devlet adamı, şair, Çağatay dili uzmanı, tüm sanat dallarının cömert hi­
mayecisi ve Sultan Hüseyin Mirza'nın arkadaşı Ali Şir Nevai'nin hizmetine gir­
mişti. Hakkında pek az şey bilinmekle beraber, Herat'ta yaşamış; sert çizgilerin,
keskin renklerin, görülmemiş incelik ve zenginlikteki ayrıntıların hakim olduğu
tarzı, İran minyatüründe yeni bir akımın öncüsü olmuştu. Bugün yapıtları,
İslam minyatür sanatının ulaştığı en yüksek nokta olarak kabul edilir ve İran
resmi üzerindeki en belli başlı etkidir. 1523 sıralarında yazan tarihçi Handmir,
çağdaşı için şu parlak portreyi çizmişti: "Bize, görülmedik biçimler ve ender
rastlanan bir sanat sunar; Mani'nin fırçasını hatırlatan ustalığı, dünyadaki tüm
ressamların işlerini hatırlardan çıkarınıştır ve mucizevi yeteneklerle donatılmış
olan parmakları, Ademoğulları içindeki tüm sanatçıların yapıtlarını silip atmış­
tır. Yetkin fırçasının bir tek dokunuşu, cansız forma hayat vermiştir . . . Tertemiz
bir imana sahip olan çağın bu müthiş harikası, bugün bile dünya krallarının ih­
sanlarına mahzar olmakta ve İslam aleminin tüm hükümdarları onu sınırsız bir
sevgi ve saygıyla sarmalamaktadırlar." Behzad'ın eşsiz çizimieri Yezdi'nin Za­
.fenıame'sinde görülebilir. "Tahta çıkışında Timur'un huzura kabulü", "Semer­
kand'da Büyük Cami'nin inşaatı", "Kıpçak ordusundan arta kalanların yok edi­
lişi", "İzmir'de Aziz Jean Şövalyeleri'nin kalesine saldırı" gibi, büyüleyici güzel­
liktc resimler vardır. 151 0'da, Herat'ın Sefevilerin eline geçmesinden sonra Teb­
riz'e, oradan da muhtemelen Buhara'ya gitmişti.

148
tür adamıydı. Bu eşsiz güzellikteki binalardan ötürü onu ebe­
diyete kadar anacağız. Arkadaşım yanılıyor. Timur, Herat'ın
görüp görebileceği en büyük kahramandı."
* * *

Herat fethedilmiş, baharın ilk belirtileriyle birlikte karlar


erimeye başlamış, Timur'un batıya yönelik emelleri de tekrar
gündeme oturmuştu. Yezdi, "Çin' den ta Yunan sınırına kadar,
bütün Asya zangır zangır titriyordu," diye yazar; korkuları
yersiz değildi. 1 382' de Tatar orduları kuzeydoğuya, Hazar
Denizi'nin hemen güneyindeki Mazanderan eyaletine doğru
fırtına gibi estiler. Hem dorukları beş bin metreyi geçen ve sık
ormanlada kaplı Elbruz Dağları'nın, hem etrafındaki vıcık vı­
cık bataklıkların koruduğu Mazanderan, işgalci bir güç için
hayli belalı bir bölgeydi; fakat zorlu bir direnişin ardından ye­
rel yönetici Emir Veli yenilgiye uğratılarak, boyun eğmeye
mecbur edildi. Dört yıl sonra Mazanderan başkaldırdı. Üç bü­
yük İran seferinin ilkine daha yeni çıkmış olan Timur, bu mey­
.
dan okumaya rahatlıkla karşı koyabilecek bir durumdaydı.
Emir Veli'ye, teslim olmasını talep eden bir mektup yazdı. Ya­
verlerinin ikazlarına kulak asmayan Emir Veli teklifi reddetti;
İran'ın güneyinde hüküm süren Şah Şuca Muzaffer'den ve
Bağdat ve Azerbaycan sultanı Ahmed' den yardım talebinde
bulundu. Fakat bir tek yardım gelmedi. Emir Veli, yanında
müttefikleri olmaksızın ve yenilginin mutlak bir ölümle sonuç­
lanacağını bile bile, savaşa girmek zorunda kaldı.
Arabşah, "ordular yüz yüze geldiğinde; Emir Veli ciritlere,
kılıçiara ve mızraklara rastgele karşı koyarak bir süre kötü tali­
lıine direndi; sonra çekilmeye karar verip sırtını döndü ve kaç­
tı," diye yazar. Daha sonra yakalanmış ve kafasından olmuştu.
Gerçek anlamda; çünkü kesilip, Cengiz yasalarına uygun bir
biçimde, Timur'un tahtına getirilmişti.
Mazanderan'ın 1382' deki d üşüşüı{ü, bir yıl sonra Timur' un
kasten giriştiği hunharca bir katliam izledi. Bir kez daha, bir kent
başkaldırmaya yeltenmiş ve sonuç felaket olmuştu. Herat'ın gü­
neyindeki İsfezar kenti düşmüş, iki bin kişilik ahalisi esir alınmış-

149
tı. Onları oracıl<ta bağaziatmak yerine, Timur başkaldıran kentle­
rin sonunun ne olacağı konusunda -sanki buna ihtiyaç varmış gi­
bi- bir misal göstermek istedi. Esirlerden bir kule örüldü, fakat
bu kez buraya konulanlar ölü değildi. Yezdi, pek de acımayan bir
ifadeyle, "iki bine yakın esir, harç ve . tuğlayla karıştırılarak diri
diri birbirinin üstüne yığıldı ki bu sefil yaratıklar, onlar gibi karşı
koymaya yeltenenler için caydırıcı bir anıt oluştursun."
Bu korkunç katliamın büsbütün gayrete getirdiği Timur,
yüz bin kişilik bir orduyla Afganistan'ın kuzeybatı eyaleti Sis­
tan'a yürüdü. Zengin başkent Zerenc, kahramanca direndi.
Çarpışma öyle şiddetliydi ki Timur, hayatını tehlikeye sokmak
pahasına ateş hattına atıldı. Altındaki atı vurulduğu zaman, in­
tikam yemini etti. Sistan'la ilgili zaten acı hatıraları vardı; çün­
kü sağ tarafındaki uzuvları sakatıayan darbeleri muhtemelen
burada, ya buranın ham için paralı asker olarak çalışırken, ya
da -daha bayağı bir yoruma göre- koyun çalarken yakalandı­
ğında almıştı. Duyguları tam olarak neydi bilinmez, ama Ze­
renc hiddetini tüm şiddetiyle hissetti ve Asya'nın Bahçesi, Do­
ğunun Tahıl Arnbarı olarak bilinen fevkalade verimli bir yöre­
nin başkenti hiç acımadan yerle bir edildi. Arabşah, Zerenc
ahalisinin barış için yalvardığını, Timur'un ise tüm silahlarının
teslimi şartıyla buna razı olduğunu yazar. "Ve bu şart yerine
getirilir getirilmez, kılıcını çekti ve üstlerine ölüm ordularını
saldı. Sonra kenti yaktı yıktı; geride ne bir dikili ağaç, ne bir
duvar bırakınamacasına tamamen yok etti; kentten bir tek iz,
bir tek alarnet kalmadı." Yezdi, "yüz yaşındaki ihtiyarlardan,
beşikteki bebelere kadar" erkek, kadın ve çocukların da bu kı­
yıma kurban gittiğini yazar. Yel değirmenleri, tarım yapılan
topraklar ve en kötüsü, bentler ve sulama kanalları tamamen
tahrip edildi. Zamanla çöl, kendinden kazanılan araziyi geri al­
dı; her tarafı kum bürüdü ve bir zamanların yeşil alanı, Deşt-i
Mergi (Öldüren Çöl), Deşt-i Cehennem (Cehennem Çölü), ve
Serutar'a (Metruk ve Boş Yer) dönüştü. Bugün dahi, yöre terk
edilmiş ve yoksul bir durumdadır.
Zerenc'ten sonra Timur doğuya, Afganistan'ın güney eya­
leti Kandehar' a döndü; burası da 1384'te düştü ve valisi zincire
vurularak asıldı. Kandehar'ı alır almaz, birden kendi izi üzerin-

ı so
de geri dönerek tekrar batıya, İran'ın yarısına kadar ilerledi;
buraya egemen olan Sultan Ahmed'in korkup kaçması üzerine
aynı yıl, Sultaniye' nin teslimiyetini kabul etti.
Bu çok anlamlı, muazzam bir gelişmeydi. Sultaniye önemli
birticaret merkezi ve 26 Haziran 1 404'te, Timur'un hakimiyeti­
ne geçtikten yirmi yıl sonra burayı ziyaret eden Clavijo'nun
söylediği gibi, "muazzam bir kentti" . 1 285'te, geniş yayıaların­
dan etkilenerek burayı yazlık başkent olarak kullanan, İran'ın
altıncı İlhanlı hükümdan Argun'un kurduğu Sultaniye, oğlu
Muhammed Olcayto Hüdebende'nin idaresi sırasında, 1313'te
hükümdarlığın başkenti oldu. Kent, büyük hamlelerle büyütül­
dü; dış kısımdaki surların çevresi on iki bin adımdan otuz bin
adıma çıkarıldı. Tam ortasında istihkamları güçlendirilmiş, ka­
re şeklinde son derece dayanıklı bir kale vardı; kesme taştan
örülmüş surları, üstünde birkaç atlının yan yana gidebileceği
kadar genişti. Dış kısımdaki surların üzerinde, b unların etrafını
çepeçevre saran hendekiere bakan on altı kule dikiliydi; üstleri
firuze renkli çiniler, Arapça hatlar ve aslan kafalarıyla dövüşen
atlı resimleriyle süslenmişti.
Olcayto'nun niyeti Sultaniye'yi yalnızca hükümdarın otur­
duğu bir yer değil, tam anlamıyla faal bir başkent haline getir­
mekti. Derhal geniş çaplı bir inşaat hamlesine girişerek sarayın­
daki görevlilere güzel saraylar ve b ahçeler yaptırmalarını em­
retti. Vezir Reşideddin on bin konutlu, başlı başına bir mahalle
kurdu. Bir başkası, Taceddin Ali Şah, biraz ifrata kaçarak, on
bin dinar değerinde Cennet adı verilen; kapıları, duvarları ve
tabanı inci, altın, yakut, firuze, zümrüt ve kehribar kakmalı bir
saray yaptırdı. Çok geçmeden çölün ortasında tuğla, taş ve ah­
şap yapılarıyla bir kent ortaya çıktı; bunlar gayet lüks bir bi­
çimde tunç kapılar, işlemeli pencere kafesleri, mermer ve mo­
zaik dış cephe kaplamalarıyla süslenmişti.
Bunların arasında en fazla ün salmış mimari yapı Olcay­
to'nun sekiz kenarlı bir kaide üzerinde duran, otuz altı metre
çapındaki türbesiydi; günümüze, Sultaniye'nin görkemli geç­
mişini hatırlatan yalnızca bu yapı kalmıştır. İçinde b ir cami,
bir medrese, bir darüşşifa ve hankah (gezgin dervişlerin kaldı­
ğı han) bulunan türbe, zamanının en büyük dini vakıfların-

ısı
O R D A
İlhanlı İmparatoı:Iuğu

• Signak

.Otrar

ili-��
·� .
l'ERGANA

/
/
./ ..
'.
1 {)1\·\J� �-1vel? Taşkent

;
; �
�.
B�
('<j.h. --
, i? • Semerkand
--
; '\:� ....,. ,�.,
/

��V
� ... ,�
·

' ,Tirmiz

• Cürcan ��j,�. \
. SE'hzvar 'ı
Niş.abur i
HORASAN
trerat
\
1
\
• Isfiz<tr 'ı
·ı

� • İsfahatl
• Yezd


� İRAN
$� • Şiraz
O !50 300 450 km
dan biriydi. Sekiz kenarlı planda -Cennetin sekiz kapısına at­
fen- dikdörtgen biçimli kabir, güney tarafındaki eyvandan
dışarıya doğru çıkıyordu. Methallerin ardında yer alan beyaz
mermer avlular göz kamaştırıyor; bunların hepsi aynı biçim­
de, devasa gölgeli kubbeye ve üst kattaki taraçanın köşelerin­
de ona gözcülük eden sekiz minareye doğru uzanıyorl ardı.
Kubbenin altında iki kattan ve sekiz çıkmadan oluşan kemer­
li geçitler vardı. Üçüncü bir kemerli geçit dışarıya açılıyordu.
İçerideki dört çıkma, sırlı ve sırsız ateş tuğlası şeritlerinden
oluşan gayet girift geometrik desenlerle bezenmişt! . Duvarla­
rın alt yarısı, altıgen çinilerle süslenmiş, bunun dısmda kalan,
kubbe dahil, tüm iç alan sıvayla kaplanmıştı; bu da çeşitli de­
sen ve hatlarla süslenmişti. Tam anlamıyla, hükürıdara yakı­
şır bir eserdi.
On dördüncü yüzyıl Memluk biyografi yazarı el-Yusufi,
"yapımında çalışanların toplamı on bin kişiyi buluyordu," diye
yazmıştı. "Beş bin kişi kazıdan çıkan toz toprağı çe�dyor, beş
bin kişi taşları Jsesiyor ve perdahlıyordu. Taş ve benzni malze­
meyi taşımak için beş bin yük arabası; bunlar için tahsis edilmiş
on bin eşek vardı. Bin tane tuğla fınnı, bin tane kireç kuyusu
açılmıştı. Beş bin deve ağaç taşıyordu; iki bin kişi dağlarda ve­
ya başka yerlerde ağaç kesiyordu. Madeni levhaları, peı:ı.cerele­
ri, çivileri ve benzeri şeyleri işlernek için üç bin usta istihdam
edilmişti. Beş yüz marangoz vardı ve beş bin usta mermer dö­
şüyordu. Bunların gayretli çalışmaları için başlarına gczcüler
dikilmişti."
Bu arada ticaret geliştikçe gelişiyordu. Clavijo, nüfusunun,
kuzeydoğuda Azerbaycan'ın başkenti Tebriz' den daha düşük
olmasına rağmen, Sultaniye'nin "tüccarlar ve mallar içiP çok
daha önemli bir değiş tokuş merkezi" olduğunu yazm�ştF. İl­
hanlı tarihçisi Ebu'I-Kasım el-Kaşani'ye göre kentte on bim aş­
kın dükkanda balyalar dolusu işlemeli Çin ipeği, küçük süs
kutuları, kadehler, ibrikler ve daha başka çeşit çeşit mal vardı.
Her yıl Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında yorgun deve
kervanları çölleri bin bir zahmetle geçip, kente sırtlarında Hin­
distan ve Afganistan' dan baharat -karanfil, küçük Hindistan
cevizi, tarçın, kudret helvası, besbase-, Şiraz' dan pamuklu ve

1 53
tafta kumaş ve Hazar Denizi'nin güney kıyılarından ipekliler
getirirlerdi.32 "O zaman kentte büyük bir hareketlilik olur ve
Hazine'ye muazzam gümrük vergisi akardı." İran, Cenova ve
Venedik'ten gelen tacirler kumaş satın almak için burada topla­
nırlardı; Suriye, Türkiye ve Kırım'a da yüklü miktarda kumaş
ihraç edilirdi. Sultaniye aynı zamanda inci ve değerli taş ticare­
tinin de merkeziydi. İnci, sedef ve yakut Çin'den gelir, İran'ın
güneyindeki Hürmüz !imanına gönderilirdi. Bunlar burada bü­
yük bir ustalıkla işlenir, delinir veya ipe dizilir, sonra da "batı
dünyasının dört bir tarafına" ihraç edilirdi. Bir kısmı da devele�
re yüklenerek altmış günlük bir yolculuk sonunda Sultaniye'ye
getirilir, burada "Hristiyan topraklarından" ve Türkiye, Suriye
ve Bağdat'tan gelmiş tüccarlar tarafından satın alınırlardı.
Kent öylesine büyük ve doğu-batı arasındaki belli başlı ti­
caret yollarından biri üstünde olması nedeniyle, stratejik açı­
dan öylesine önemliydi ki, Papa XXII. Johannes, 131 8'de Sulta­
niye'de bir başpiskoposluk ihdas etmişti. Buraya 1 425'e kadar
başpiskopos ataması yapılmıştır. Clavijo, Timur'un ölümünden
kısa bir süre önce Sultaniye'ye geldiğinde kentin en iyi günleri
geride kalmıştı. İspanyol elçi, dış kısımdaki surların artık olma­
dığını yazar. Kent önemini kaybetmeye yüz tutmuştu. On ye­
dinci yüzyılda İran hükümdan Şah Abbas, başkenti İsfahan' a
taşımış ve Sultaniye'nin düşüşü ivme kazanmıştı. O koca kent
yok olalı çok zaman geçmişti, yüzyıllar içinde ufala ufala öyle
bir hale gelmişti ki bugjn Olcaytu'nun türbesi önünde İran'ın
kuzeyine düşen toprak damlı küçük ve önemsiz köyden başka
hiçbir şey kalmamıştı.
Timur için Sultaniye'nin fethi, yalnızca ticari açıdan önem
taşımıyordu. Bundan çok daha önemlisi, buranın fethinin ifa-
32 Her ne kadar Sultaniye'nin büyüleyici ipeklerine hayran kaldıysa da, yörenin
aşırı sıcağı Clavijo'ya dokunmuştu. Yurtdışında tatile çıkan İngilizlerin şikayet­
lerini altı yüzyıl öncesinden dile getiren sözleri, Kastilya'da yaşayan bir İspan­
yol' dan gelmeleri bakımından ilginçtir. "İpek üreten ülkeler o kadar sıcak ki bu­
raya gelen yabancılar güneş çarpmasından ötürü çok mustarip oluyorlar; hatta
bu, kimi zaman ölüme kadar götürebiliyor; doğrudan kalbe etki ettiğini, kus­
mayla başlayıp ölümle sonuçlandığını söylüyorlar. Güneş çarpmasına maruz
kalanların omuzları ateş gibi yanıyor, eğer hayatta kalmayı başandarsa benizle­
ri ya sarıya ya kül rengine dönüyor, bir daha hiçbir zaman eski doğal rengini
bulmuyormuş."

1 54
de ettiği anlamdı. Askeri hayatındaki mihenk taşlarını bugün
göz ardı etmek kolaydır. Kimi zaman zaferleri, hunharca
yaptığı vahşet ve katliamların bulut perdesiyle örtülür. Za­
manın saray vakanüvisleri ve sonraki yüzyılların tarihçileri
tarafından pek önemsenmemiş de olsa, Sultaniye'nin fethi Ti­
mur'un hem emellerinin yüksekliğine hem bunlara kavuş­
maktaki maharetine işaret eden önemli bir göstergeydi. O
ana kadarki başarıları ne kadar parlak olursa olsun, nihaye­
tinde kendi memleketinde kazanılmışlardı. Herat, sınır ötesi
ilk harek�Hıydı; askeri açıdan önemliydi, fakat sırf coğrafi açı­
dan bakıldığında arka.>ının gelip gelmeyeceği kesin değildi;
Timur daha ileri bir adım atmadan önce adeta bastığı zemini
yoklamıştı. Uygun olduğunu görmüş olsa gerektir, çünkü bu
sınavdan büyük bir kolaylıkla geçmişti.
Herat'la birlikte yepyeni bir fetih devri açılmıştı. Bundan
böyle Timur, ömrünün sonuna kadar her bahar bir sefere çıka­
caktı. Kış, hareketsizlik ve ordularının bir sonraki hedefini plan­
lama mevsimiydi. İlk seferi anlamlı bir göstergeydi. Önce Kan- ·

dehar'ı zaptetmiş; ardından ordularını bir hamlede İran çöllerin­


den aşırarak, öyle uzun boylu bir çarpışmaya bile girmeden, Se­
merkand'a bin beş yüz kilometre mesafedeki Sultaniye'yi kazan­
mıştı. Bu, dünya sahnesinde fevkalade cüretli bir boy gösterişti;
cümle aleme, ağır bir dille ve adeta davul zurnayla bir impara­
torluk kurma peşinde olduğunu ilan ediyordu. Şu da vardı ki,
tek bir komuta altında az çok birleşmiş olan göçebe topluluklar
ödüle ve ganimete açtı; onları kendi sınırlarının ötesine, yani
Maveraünnnehir ve Çağatay hükümdarlığından ileriye, yeni za­
ferlere koşturmak Timur için bir zorunluluktu. Bu, esasen onla­
rın sadakatini ve hizmetini sürekli kılmanın tek yoluydu. Bozkır
kavimleri bir lidere, savaş alanında muzaffer olduğu sürece bağlı
kalırdı. Timur bunu kuvvetle hissetmişti. Yaşamıyla ilgili yapı­
lan her çözümleme, kaçınılmaz bir biçimde bunun, bi�kaç kısa
aralık dışında, hiç bitmeyen, bir uzun sefer olduğu görüşünde
birleşir. En basit anlatımıyla, ordularını daima seyrüsefer halin­
de tutmaktan başka çaresi yoktu.
Herat'ın düşüşüyle başlayıp Sultaniye'nin kan d ökülme­
den alınışına kadar uzanan ilk manevralar, Timur'un apansız

155
baskın verme konusundaki maharetini de gösteriyordu; bu,
cephaneliğinde kilit önemi haiz olan ve bundan sonraki tüm se­
ferlerinde kullanacağı bir silahtı. Bu fetihler aynı zamanda, Ti­
mur'un gücünü tüm Asya' da duyurmak ve yaygınlaştırmak
amacıyla vahşete başvurmaktan hiç çekinmeyeceğini gösteri­
yordu. Timur, kendine başkaldıranlara karşı, akla gelebilecek
tüm vahşet vasıtalarını kullanan, taş kalpli ve hunhar bir adam
olarak nam salması gerektiğine inandığı içindir ki Zerenc' teki
tahribat ve kıyıını yaptırmıştı. Bu şöhretin kıtada yayılması
onun menfaatineydi. Zerenc'te yapılanlar aynı zamanda, bu ye­
nilmez güce karşı koymaya yelteneceklere, bunun nafile oldu­
ğunu göstermek içindi. Yenilgiye uğrattığı hasımlarının ölüleri­
nin -asker, sivil, kadın, erkek, çocuk ayırt etmeden- boyunları­
nı vurdurma vahşeti bu bağlam içinde anlaşılmalıdır. Hem Ti­
mur hem de yolu üstünde ilerlemesine engel olan kentler ve
hanedanlar için en iyisi, çabucak teslimiyet ve kurtuluştu. Baş­
kaldırı, yalnızca hızlı ve feci bir karşılık görmekle kalıyordu.
Timur topraklarına girdiği zaman, Sultan Ahmed'in kendinde
savaşacak yüreği bulamamasma şaşmamak gerekir. Sultani­
ye'nin elden gidişi büyük bir darbe olmuştu. Fakat Timur'un
büyüyen hükümdarlığına ilhakından sonra, ticari olduğu ka­
dar siyasi önemi de arttıkça arttı. Clavijo buraya geldiği zaman,
kent artık İran'ın başkentiydi.
Timur, Herat ve Sultaniye'nin alınışından eğer bir ders çı­
kardıysa, o herhalde şu olsa gerektir: Hiç beklenmedik bir za­
manda bir gözdağı vermek ve bunu, ordularına büyük mesafe­
leri hızla aştırarak, Cengiz Han tarzı muazzam ve korkunç bir
gücün tehdidiyle desteklemek çok işe yarayan bir stratejiydi.
Arabşah'ın da dediği gibi, "Şeytan nasıl ademoğlundan kaçar­
sa, o da dünyanın en uzak köşelerine at koşturuyor, zehir nasıl
vücuda yayılırsa o da ülkelere öyle yayılıyordu."
Sultaniye'yi ele geçirdikten sonra Tebriz'i almaya niyet­
lenen Timur, fikrini değiştirip kışı geçirmek ve askerlerinin
dinlenmesini ve ganimetierinin tadını çıkarmasını sağlamak
için Semerkand' a döndü. Onun yokluğunda kötü bir haber
alınmıştı. Bir zamanlar koruması altına aldığı Toktamış Han,
Rusya' daki Altın Orda' dan güneye saldırarak Tebriz' i talan

1 56
etmişti. Bu Timur açısından kabul edilemez bir gelişmeydi.
Önceki dostane davranışları şimdi suratma çarpılıyordu.
1376' da, büyük bir mahrumiyet içinde sarayında boy göster­
diği zaman, Timur'un onu nasıl cömertçe donattığını Tokta­
mış unutmuş muydu? Kuzeydeki hükümdarlığına tekrar ka­
vuş-mak amacıyla birbiri ardına düzenlediği seferler için ge­
rekli tüm maddi olanakları sağlamış olduğunu, hatta Altın
Orda'nın başına geçebilmesi için onun yanında bizzat çarpış­
tığını unutmuş muydu? Bu kadar kısa sürede gösterilen bu
nankörlük, Timur'a çok dokundu. Asya'nın uçsuz bucaksız
bozkırları, göz alabildiğine uzanan çölleri ve başı karlı dağla­
rı, bu iki cengaverin birbirine rakip emellerine artık dar gele­
cekti; anlaşılmıştı .

***

Altın Orda'nın Hanı, Tebriz'i almakla Yedi Düvelin Yenil­


mez Padişahı'na doğrudan meydan okumuştu. Timur bunu
karşılıksız bırakacak yapıda bir adam değildi. Kent daha önem­
siz bir yer olsaydı da, muhtemelen bundan farklı davranmaya­
caktı. Bu yapılan şu anlama geliyordu: Toktamış emellerini
açıkça ilan etmişti. Buna karşılık vermemek, en azından Timur
için, bir zafiyet belirtisi ve daha ileri saldırılara çıkarılmış bir
davetiye olacaktı.
Bu bir yana, Azerbaycan'ın başkenti, Çin dışındaki dünya­
nın en büyük kentlerinden biriydi. En faal uluslararası ticaret
yollarının merkezinde bulunuyordu . Bağdat'tan, doğuda Çin
sınırına kadar uzanan Horasan yolunda tüccarlar ve kervanlar
mekik dokuyordu. Kimileri daha batıdan; Kalüre, İstanbul ve
Trabzon'dan, kimileri Suriye'den; Şam, Antakya ve Halep'ten
geliyorlardı. Hacılar ve tüccarlar Mekke'den kuzeye, o çok bil­
dik ve aşınmış yoldan Bağdat ve Tebriz' e gidiyorlardı; Hindis­
tan' dan daha da gezgin tüccarlar geliyor, Hürmüz limanından
karaya çıkıyorlardı.
Şehir surları yirmi beş bin adım geliyordu (Herat'ınki dokuz
bin, Semerkand'ınki on bin adımdı) ve bunlar Clavijo'nun verdiği
iki yüz bin hane hesabından hareketle, 1,25 milyonluk bir nüfusu

157
çevreliyorlardı. 33 Bu müreffeh kente gelen gezginler, onu tanım­
layacak sıfat bulmakta adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. 1270 ci­
varında Marea Polo Tebriz'in, "büyük ve soylu bir kent'' olduğu­
nu söylemiş; Ermenilerden, Nasturilerden, Yakubilerden, Gürcü­
lerden ve İranlılardan oluşan gayet kozmopolit ve hareketli bir
nüfus bulunduğunu kaydetmişti. On dördüncü yüzyıl başında,
İranlı tarihçi Reşideddin, "her dinden, her mezhepten çok sayı­
da düşünür, gökbilimci, bilgin ve tarihçi"nin Tebriz'de bir ara­
ya gelmiş olduğunu yazmıştı. Kentte ayrıca, Hintliler, Keşmirli­
ler, Çinliler, Uygurlar, Araplar, Frenkler, Türkler ve Tibetliler
vardı. Kentin, yapılan ticarete ve satılan ürüne göre arastalara
bölünmüş ve ağzına kadar mal dolu olan -mücevher, misk,
amber yağı, ipek, pamuk ve tafta kumaşlar, merhemler, Çin
malı vernik ve Hint malı baharat gibi- çarşılarına herkes gıpta
ederdi.
İbn Battuta'nın adeta nutku tutulmuş, "kente ayak bastım
ve karşıma bugüne kadar dünyada gördüğüm en büyük ve en
müthiş çarşılardan biri çıktı," diye yazmıştı. "Her iş kolu, öbür­
lerinden ayrı olarak bir araya toplanmıştı. Kuyumcular çarşı­
sından geçtim ve gördüğüm değerli taşlardan gözlerim kamaş­
tı. Bunlar, kuyumcuların önünde duran, pahalı giysiler giydiril­
miş ve bellerine ipek kuşak sarılmış güzel kölelerin üstünde
Türklerin kaniarına sergileniyordu; kadınlar bunları almak için
birbirleriyle yarış ediyordu."
Tebriz, şaşılacak derecede zengindi. On dördüncü yüzyılın
başında Frer Oderic, "inanın, ticari yönden dünyada bu kentin
üstüne yok," diye yazmıştı. "Ne ararsanız, burada mebzul mik­
tarda bulunuyor. Öyle müthiş ki kendi gözünüzle görmeden
inanmamza imkan yok. . . Buradaki Hıristiyanlar, kentin hü­
kümdara ödediği verginin bütün bir Fransa'nın kralına ödediği
vergiden daha yüksek olduğunu söylüyorlar." 1341' de, hazine­
ye Tebriz' den giren vergi miktarı neredeyse dokuz milyon di­
nan buluyordu; bu, o devir için baş döndürücü bir meblağdı.
Bu zenginlik mermer, kireçtaşı ve pırıl pırıl mavi çinileriyle
göz alan cami, medrese, saray ve hastanelerden belli oluyordu.
En gayretli görgü tanıklarından Clavijo, kamu binalarının sade-
33 Daha önce de belirtildiği gibi bu rakamlar bugün biraz abartılı bulunmaktadır.

158
ce sayısı karşısında bile hayrete düşmüş, cömertçe kullanılmış
mavi ve altın yaldızlı çinilerle bezeli, bu üstün nitelikli binalara
hayran kalmıştı. Clavijo'ya, kentin, mimari görkemini hem tica­
retin yarattığı zenginliğe, hem de bu mimari harikaları yaptı­
ranların aralarındaki yarışa borçlu olduğu söylenmiştir.

Tüm bu güzel biııaları, bir zamanlar burada yaşayan ve daha güzel


bir eve sahip olmak için komşularıyla yarışan ünlü ve zengin adamlar
yaptırımştı ve her biri bu uğurda seve seve servetlerini harcanıışlardı.
Bunların içinde özel olarak bir sarayı ziyaret ettik; kendine ait duvar­
larm ortasında olağanüstü bir güzellik ve zenginlik sergiliyordu ve
içinde yirmi bin oda ve ayrı bölmeler vardı.

Büyük bir incelik ve zarafetle planlanmış bir kentti, yolları iyi


durumdaydı, çok sayıda açık alanı ve gelip giden ticaret erbabı
için kervansarayları vardı. Clavijo ve rnaiyeti burada dokuz
gün kalmış, Tirnur'un, valisi veya belediye reisi sayılabilecek
darugası tarafından cömertçe ağırlanrnışlardı. Kendisinden ön­
ceki gezginler gibi, İspanyol elçi de çarşıya hayran kalmış, bu­
han tüten 'dünyanın en ala' hamamlarında keyif çatrnıştı. Ci­
vardaki tarlaları sulayan nehrin beslediği üstü açık su kanalları
sokaklarda gürül gürül akıyor, yanlarında beyaz çarşaflı ve at
kılından peçeli kadınlarla, çarşılarda kıyasıya pazarlık eden
tüccarları serinletiyordu: "Bu kentin sokaklarında birçok çeşrne
var; yazın bunlara buz parçaları dolduruyorlar ve gelip geçen­
lerin içmesi için yanlarına pirinç ve bakır taslar asıyorlar."
İşte, Toktarnış'ın Kafkas dağlarının yüksek yayıalarından
fırtına gibi geçip ansızın aldığı ve 1 386 baharında Tirnur'un gö­
zünü diktiği kent, bu kentti. Saygıda hiç kusur etmeyen Yezdi,
Altın Orda hanının kenti, "insaf ve merhamet nedir bilmeyen
doksan bin katirden oluşan bir orduyla" ele geçirip talan ettiği­
ni yazmıştı. "Kentin altından girip üstünden çıktılar, yapma­
dıkları zulüm ve kötülük kalmadı; her yeri viraneye çevirdiler;
kentte onca yıldır birikmiş olan zenginlikler, hazineler ve en
nadide eserler altı günden az bir zaman içinde yok olup gitti."
İranlı tarihçi, Timur'un Tebriz seferine dini bir gerekçe göster­
rnek zorunluluğunu duymuştu. "Yapılan tahribatı duyan hü-

1 59
kümdar, Müslümanlara uygulanan bu zorbalık ve zulüm karşı­
sında küplere bindi." islama karşı bir suç işlenmişti.

* * *

Timur'un Sultaniye'yi aldıktan sonra döndüğü Semer­


kand' da, kışın dondurucu yelleri, yerlerini ılık bahar meltemle­
rine bırakmıştı. Dağlardaki kar örtüsü kalkmış; yatağına sığma­
yan Zerefşan (Altın Saçan) Nehri taşarak, kentin dvarındaki
bağ ve bahçelere akmıştı. Sokaklarda hummalı bir faaliyet var­
dı. Kılıç yapan ustalar iş başında olduğu için hazine dairesi dö­
vülen demir sesiyle çın çın ötüyordu. Timur imparatorluğunu
genişletmek için atacağı ağları hazırlarken, bir araya toplanıp
işe koşulan yüzlerce maden işçisi ve ustası, işiikierde orduya
zırh ve tolga yetiştirmek için ter döküyorlardı. Tabaklanmış de­
ri ve yağ kokan debbağlar, çarşıcia alışveriş eden tüccarlada
yaklaşan mevsimi konuşuyor, at sırtında oradan oraya gönderi
ve emir taşıyan ve kibirlerinden geçilmeyen haberciler üzerine
yorumlarda bulunuyorlardı. Timur'un İran'da Üç Yıllık Sefe­
ri'ne hazırlandığı, bunun o güne kadarki en iddialı seferi olaca­
ğı söyleniyordu. Tavacılar asker yazıyor, malzeme ve teçhiza�
topluyor, ordunun hiçbir eksiği olmaması için harıl harıl çalışı­
yorlardı. Cenk ede ede demir gibi sertleşmiş olan bu aşiret
mensupları arasında moral çok yüksekti. Uzun kış mevsimi bo­
yunca yemişler, içmişler; bir önceki yıl Herat ve Sultaniye'nin
talanından ellerine geçenleri tüketmişlerdi. Evlerde sandıklar
neredeyse boşalmıştı. Semerkand' dan ayrılıp uzak hükümdar­
lıklara savaş açma zamanı gelmişti. Bu adamların önderlerine
olan inançları sonsuzdu. Onlara yeni yeni hazineler sağlayaca­
ğından bir an bile kuşku duymuyorlardı. Onları hiç yaya bırak­
mamıştı. Şimdi de bırakacağını düşünmek için bir sebep yoktu.
Son hazırlıklar tamamlandı; yük kervanları tekrar tekrar sayıldı
ve emirler dünyayı fethedecek adama hazır olduklarını bildir­
diler. At kuyruğundan sancaklar birer birer havaya kaldırıldı.
Naralar, kükremeler arasında Tirnur'un ordusu batıya doğru
yola çıktı.
Sultaniye'nin güneyindeki Luristan'ın dağlı kabileleri Ta-

1 60
tar'ın kılıcıyla ilk temas edenler oldu. Bunlar Mekke'ye gidip ge­
len hacı kervanlannı soyuyarlardı ve bu rezalet karşılıksız bırakı­
lamazdı. Ordudan birkaç birlik ayrıldı ve Timur bunların başın­
da dörtnala hücuma geçti. Kabile mensupları mahvedildi. Yezdi,
"dağların başından tepe üstü aşağıya atıldılar," diye yazar.
Lokmanın büyüğü daha ileride bekliyordu. Ordu Lursz' dan
kuzeye, Tebriz'e doğru yürüdü. Hazırlıksız yakalanan Sultan
Ahmed kenti korumak için asker toplamaya çalıştı, ama hem
sayı yetersizdi hem de artık çok geçti, o yüzden çabası boşa git­
ti. Timur'un ordusu kapılara dayanmışken, kenti kaderine terk
ederek bir kez daha alçakça kaçtı. Timur'un ordusundan bir kol
onu kovalamaya gönderildi -Arabşah, onun için 'fırsatçı firari'
demişti- fakat ellerinden kurtulmayı başardı. Başsız kalan ken­
tin teslim olmaktan başka çaresi yoktu. Kentin ileri gelenleri,
emirler ve din adamları toplanıp dışarı çıktılar; koruyucuları
onları Tanrı'nın Kırbacı'na teslim edip gittiği için şimdi süngü­
leri düşmüştü. Timur' dan barış dilediler ve hayatlannın bağış­
Ianması için yalvardılar. Tebriz, karşı koymadığı için kurtuldu.
Dünyanın en büyük kentlerinden birini ele geçirmek, Timur' a
bir tek askere mal olmamıştı.
Ahaliyi kılıçtan geçirmek yerine, korkunç bir fidye ödete­
rek onları cezalandırdı. Kendisi ve ordusu yazın geri kalan kıs­
mını Azerbaycan' da geçirdiler; yöredeki belli başlı liderler bir
bir gelip yeni hükümdara sadakat yemini etti. Bir kez daha usta
zanaatçılar, sanatçılar, matematikçiler ve bilginler toplanıp do­
ğuya, ele geçirilmiş diğer topraklardan getirilmiş meslektaşla­
rıyla birlikte, Timur'un büyümekte olan başkenti Semerkand'ı
güzelleştirmeye gönderildiler. Genişleyen toprakları içinde
Tebriz o kadar büyük bir öneme sahipti ki idaresi, Timur'un on
yıl önce ölen, sevgili ilk çocuğu Cihangir'in genç yaştaki oğlu
Muhammed Sultan' a verildi.
Clavijo'nun, kent Timur'un eline geçtikten on sekiz yıl son­
raki gözlemlerine dayanarak çizdiği Tebriz resmi birkaç neden­
den ötürü önemlidir. Kentin o döneme ait pek az sayıdaki ay­
rıntılı tasvirlerinden biri ve Timur'un idaresi altındaki bir ken­
tin tek tasviridir. Harold Lamb, 1 928' de yayınlanan Timur bi­
yografisinde belirttiği gibi, İspanyol elçinin anlattıkları, fatihi,

161
"yalnızca kellelerden piramit diken bir mimar ve yakıp yık­
maktan başka bir şey bilmeyen bir barbar" olarak kaldırıp bir
kenara atanları haksız çıkarır. Tebriz'in onun egemenliği altın­
da mimari, iktisadi ve entelektüel yönden alabildiğine geliş­
mekte olduğu besbelliydi. Dumanı tüten harabe tasviri, Ti­
mur'un değil Cengiz'in alarnet-i farikasıydı ve bu tasvirin ger­
çekle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu.
Timur ilke olarak, hiçbir direniş gözetmeden teslim olan
kentlerle -bunlar kurtuluyordu- kendine zaman, emek ve as­
ker hayatı açısından çok pahalıya mal olan kentler -bunlar ya­
kılıp yıkılıyordu- arasında fark gözetirdi. Fakat ordusunu üs­
tüne saldığı zaman bile bir kentte bulunan kamuya ait yapıları
-cami, medrese, okul ve türbe gibi- çoğunlukla esirgerdi.
Adamlarını yakıp yıkmakta ve talan etmekte tamamen serbest
bıraktığı zamanlarda bile, sonradan dönüp mimarlara, yapı us­
talarına ve zanaatçılara, yapılan tahribatı onarma emri verirdi.
Zarar gören tarım ekonomisini yeniden canlandırmak ve bu sa­
yede gelecekteki vergilerini artırmak için, geride tabur tabur
asker bırakıp bunlara sulama kanallarının onarımını yaptırdığı
olurdu. Timur'un İranlı dalkavuğu tabii bunu anmadan ede­
memiştir, çünkü bu yapılan kutsal kitaba inanan bir adam için
yüce bir işti. Yezdi kendisinden beklenen hoşnutlukla, "Kuran-ı
Kerim, bu dünyada bir hükümdarın yapabileceği en hayırlı ve
toplum yararına en fazla hizmet eden işlerden birinin, bir yeri
yeniden inşa ettirmek olduğunu buyurur," diye yazmıştı.

* * *

Timur kısa sürede çok karlı çıkmıştı; geri dönmeye hiç ni­
yeti yoktu. Semerkand' da yan gelip yatacak zaman değildi;
akından sağlanacak çok fayda vardı. Tebriz'den sonra, batıya
doğru ilerlemekten ansızın vazgeçti ve bunun yerine kuzeye
yöneldi. Batıda, daha kolay aşılacak topraklar dururken, Ti­
mur'un adamlarını Karabağ dağlarına sürmesi, harita üzerinde
ve hele de mevsimin elverişsizliği göz önünde bulundurulursa
isabetsiz bir karar gibi görünür; fakat bu, ordusunu Kafkas­
lar'dan güneye indirip Tebriz'i almakla Timur'a meydan oku-

1 62
yan Altın Orda hanına doğrudan verilmiş bir cevaptı. Timur bu
isyankar bölgeyi topraklarına katmakla, Toktamış'ın bir daha
asla böyle bir yaramazlığa kalkışmamasını sağlayacaktı. Az da
olsa hiç kimsenin Timur'dan baskın çıkmasına izin verilemez-
di. En üstün irade onunki idi.
. Pek önemli olmamakla birlikte, onu bu saldırıya yöneiten
bir başk� neden daha vardı. Geniş İslam uromanında Gürcis­
tan, göze hiç de hoş görünmeyen bir Hıristiyan adacığıydı. Bu­
rayı fethetmek, onu islama hizmet etmiş bir gazi mertebesine
yükseltecekti. Kral Büyük Bagrat'a, tuttuğu yolun yanlışlığı,
zorla da olsa gösterilmeliydi. Sırtından geçindiği efendisine her
an yaltaklanmaya hazır olan Yezdi, "Allah H azreti Muham­
med' e, tüm Müslümanları din düşmanıarına karşı seferber et­
mesini buyurmuştu, çünkü bu yapılacak en hayh·lı işti," diye
yazar, "ve Kuran-ı Kerim, bu cihat uğruna canını ve malını
esirgemeyenleri herkesten üstün tutar."
Kara kış bastırmıştı. Tarihi kayıtlar, "görülmemiş şiddette
bir soğuk vardı, hava buza ve ayaza kesmişti," diye yazar; fa­
kat ordu gene de ilerlemeye devam ediyordu. Askerler, Se­
merkand'ın yazlarını ve yemyeşil çayırlarını hayal ede ede,
donmuş düzlükleri aşmaya uğraşıyorlar, yorgunluktan bitap
düşmüş atıarını b alçık ve batağa kesmiş topraklardan sürüye­
rek geçiriyorlardı. Dağlara vurmuşlardı; tökezleyerek, sende­
leyerek, ağır malzeme ve teçhizatlarını artları sıra çekerek
ilerliyorlardı.
Tatarlar, Gürcistan'ın başkenti Tiflis'te epeyce zorlu bir di­
renişle karşılaştılar. Hem şehir surları, hem kale iyice berkitil­
mişti. Ayrıca Gürcüler pek gözüpek askerler olmakla ünlüydü­
ler. Bunlar Azerbaycan'ın ödlek sultanı Ahmed gibi hiç karşı
koymadan bir kenti teslim edecek adamlar değillerdi. Timur,
büyük bir soğukkanlılıkla kuşatma gereçlerinin hazırlanmasını
emretti ve hücum başladı. Surlardaki direnç kınldıktan sonra
Timur, "Allahü Ekber (Tanrı uludur)" diye gürleyerek adamları­
na kente hücum sinyalini verdi. Ordusunun başında çalakılıç
Tiflis'e daldı; asi kral yakalandı ve zincire vurularak Timur'un
karşısına getirildi. Daha ileri bir tarihte, Tatar ordusu bölgeyi
boyunduruğu altına aldıktan ve kentleri ve kaleleri kırıp geçir-

1 63
dikten sonra, Bagrat bir kez daha Timur'un huzuruna çıkarıldı
ve kendisine İslamın hikmeti anlatıldı. Gürcü kral Timur'dan
daha az işini bilen bir adam değildi; bu nedenle dininden dön­
menin yararını görmekte gecikmedi. Muzaffer hasmının karşı­
sında, "La ilahe illailah Mukammedin resuluilah (Allahtan başka
Tanrı yoktur ve Muhammed onun elçisidir)" diye kelimeyi şa­
hadet getirerek Müslüman oldu. Bagrat, Timur'a sadakat belir­
tisi olarak, Davud Peygamber'in bizzat eliyle dövüp yaptığı
söylenen eski zaman işi bir zırh armağan etti.
Bagrat'ın bağlılığından ve her fırsatta göstermekten geri
durmadığı sadakatinden hoşnut kalan Timur, bendesi olarak
ona yerinde kalma hakkını tanıdı. Fakat bu antlaşma pek uzun
ömürlü olmayacaktı. Gürcistan, Timur'un hükümdarlığındaki
en asi bölgeydi. 1393'te, burada kazandığı zaferden altı yıl son­
ra, fatih bir kez daha Kafkas dağlarına sefer yapacaktı. O tarih­
te Bagrat artık hayatta değildi ve yerine oğlu VII. Giorgi tahta
geçmişti. Babası gibi, onun da kafası bazı şeyleri ancak kılıç zo­
ruyla alıyordu. Timur, Gürcistan'a toplam olarak altı sefer yap­
tı. 1403 yılının sonbalıarı gibi oldukça ileri bir tarihte dahi, alt­
mış altılık, beli bükülmüş bir adam olarak hala burada cehk
ediyordu.
Van Gölü'nün kuzeyinde (Türkiye'nin Ermenistan sınırına
yakın) bölgesinin yerlilerinden on beşinci yüzyıl vakanüvisi
Tovma Metsobetsi, Timur'un ilk seferini adeta dünyanın sonu
gibi tasvir eder. Bu dönemde, Metsobetsi de Arabşah gibi, Ti­
mur'un ordularının sebep olduğu büyük göçlerden ve tahri­
battan doğrudan doğruya nasibini almış, önleri sıra can hav­
liyle, durmadan kaçmak zorunda kalmıştı. "Doğuda, Semer­
kand şehrinde; Timurlenk adında, menfur Muhammed'e iman
etmiş� İsa aleyhtarı; gaddar, zalim ve hain bir adam türedi; şer­
ri, ahlaksızlığı ve hilebazlığıyla şeytana külalıını ters giydirir,"
diye başlar. Gürcistan'a giderken, Timur ve ordusu yol üstün­
de rastladıkları, "müminleri aç koymuş, kılıçtan geçirmiş, köle
almış; onlara akla hayale gelmeyecek işkenceler ve hayvanİ bir
vahşet uygulamıştır; Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölge­
de bir tek oturan kalmamıştır. Birçok insan şehitlik mertebesi­
ne ulaşmış, başlarının etrafında nurdan bir haleye hak kazan-

1 64
mışlardır; kim olduklarını onları öbür dünyada karşılayacak
olan Efendimiz İsa bilir. " Tatarlar her geçtikleri yerde oluk gi­
bi kan akıtarak Gürcistan' a gelmişlerdi. "Timur, yağma ve ta­
lan etti; sayısız insanı esir aldı. Milletimizin başına gelen acı ve
felaketler anlatılamaz. Bir sürü birliğin başında Tiflis' e girdi;
kenti ele geçirdi ve sayılamayacak kadar çok insanı esir aldı;
öldürülenlerin sayısının hayatta kalanlardan daha çok olduğu
söyleniyor."
O kış Timur'a bir kötü haber daha ulaştı. Toktamış, Hazar
Denizi'nin batı kıyısındaki, stratejik açıdan çok önemli Derbent
yöresine akın etmişti; burası, Timur'un Gürcistan, Ermenistan
ve bugünkü Azerbaycan'da yeni kazanmış olduğu topraklara,
kuzeyden giriş çıkışı sağlayan dar bir geçitti. Tatarlar, işgalci
kuvvetin öncü birlikleriyle karşı karşıya geldiler ve Altın Orda
Hanlığı'nın bir kısım askerlerini esir aldılar. Timur bunları ora­
cıkta soğukkanlılıkla öldürebilecekken serbest bıraktı ve efen­
dilerine aralarındaki anlaşmayı ve kendisine karşı vazifelerini
hatırlatan bir mesajla birlikte geri yolladı. "Kendi oğlum olarak
kabul ettiğim bir/adamın, ortada hiçbir tahrik yokken, orduları­
nı buraya gönderecek kadar bana saygısızlık etmesi reva mı­
dır?" diye sordu. "Birbirimizle baba oğul gibi olduğumuz bili­
niyor. Durum böyleyken, neden binlerce Müslümanın kanının
dökülmesine sebebiyet veriyor?" Timur'un uzlaşıcı bir yanıt
beklediği kuşkuludur. Hanın son hareket tarzı, güneydeki
komşusuna eviada yakışır bir saygı beslemekten çok uzak ol­
duğunu gösteriyordu. Tam tersine, ikisi arasındaki ilişki gitgi­
de düşmanlığa dönüşüyordu. Her geçen yıl, bu durumdan çı­
kabilecek · en olası sonucun, Cihan Fatihi olmaya azınetmiş bu
iki adam arasında büyük çapta bir savaş olacağıydı.

* * *

1 387'de, Kafkaslar'a bahar gelmiş; Mavi Göl'ün kıyısındaki


tarumar olmuş yaylalarda ilk filizler ve çiçekler kendilerini
göstermişti; Timur, emirleri ve onun uğruna kıyasıya çarpışmış
olan orduları, kış uykusundan uyanan bir dev gibi yerlerinde
kımıldanmaya başlamışlardı. Timur'.un b aşkadını Saraymülk

1 65
Hanım ve kış aylarının dondurucu sağuğunda hükümdarın ya­
tağını ısıtmış olan haremindeki diğer kadınlar Semerkand' a
gönderilmişlerdi. Bundan sonra olacaklar onları ilgilendirmi­
yordu.
Timur'un sefer takvimi, otuz yıl boyunca hemen hemen hiç
değişmemişti. Kış aylarında askerler izne çıkarılır, bir önceki
mevsimden elde ettikleri ganimetieri yüklenerek hükümdarlı­
ğın dört bir tarafındaki ailelerinin yanına gönderilirlerdi. Kış
ayları geçip de havalar ısınmaya ve göllerin buzu çözülmeye
başladığında, birlikler kendilerini bir sonraki sefer için hazırlar­
lardı. Otuz yılın büyük bir kısmında ilkbahar şaşmaz bir biçim­
de bir tek şeye işaret etmişti: savaş.
Ordu, Ermenistan'dan Anadolu'ya bir zehir gibi akarak ba­
tıya doğru yürüdü. Bu tarihte Timur, belki de sınırlarını ihlal
etmek üzere olduğu, dünyanın en büyük hükümdarlarından
biri, Osmanlı sultanı I. Bayezici'le hesapıaşmayı aklından geçir­
mişti. Fakat şimdiki harekatı, buranın biraz doğusuna düşen is­
yankar bir bölgeyle, birbiriyle kan davalı, Türkmen aşiretlere
yönelikti. Timur' a, b unların Mekke'ye giden kervanlar dolusu
hacıyı katıettikleri haberi gelmişti; bu, cihat bayrağını açmak
için başka bir gerekçeydi. Erzurum ve Erzincan kolayca ona ye­
nik düştü. Sarp bir kayalığın üstündeki, "o güne kadar hiçbir
hükümdar tarafından ele geçirilememiş olan" Van Kalesi biraz
daha zor bir lokmaydı. Buna rağmen iki gün içinde teslimiyeti­
ni ilan etti. Kale beyiyle birlikte teslim olmayanların yirmi gün­
lük bir kuşatmadan sonra haklarından gelindi. Kılıçtan geçirii­
meyenler çok daha kötü bir sonia karşılaştılar; belalarını bul­
maları için ellerinden ve ayaklarından bağlanıp bin adım derin­
liğindeki uçurumdan aşağı atıldılar.
Bu peş peşe kazanılan zaferler, Timur'un Üç Yıllık Sete­
ri'nin batı sınırlarını belirledi. Sultaniye'den nasıl ansızın kuze­
ye, Azerbaycan'a yürüdüyse, şimdi de Azerbaycan'dan güne­
ye, okçu atlılarının başında gerisin geriye İran'a döndü. Bütün
seferleri sırasında uyguladığı, bu ani ve beklenmedik istikamet
değişiklikleri, düşmanlarının hep gafil avianmasına yol açmıştı.
Timur'un askeri taktiklerinin üstüne yoktu. Yaklaşmakta oldu­
ğundan habersiz ve böyle bir tehdide karşı hazırlıksız olan nice

1 66
sultan, kral ve prens, kentlerinin, kalelerinin, ordularının en
ufak bir uyarı olmadan saldırıya uğradığını görmüşlerdi. Bu
sürpriz saldırılar son derece başarılı oluyordu.
Bu kez Timur gözünü başka bir hedefe dikmişti. Çölün or­
tasında zümrüt ve gökyakuttan bir broş gibi parlayan İsfahan,
serin suları ve bereketli topraklarıyla çok davetkar duruyordu.
İbn Battı1ta bunun dünyanın "en büyük ve en güzel kentlerin­
den biri" olduğunu yazmıştı; kentte bolluk ve ihtişam vardı.
Mimari tarzı çok zarif ve inceydi; çarşıları tüccar kaynıyordu;
ünü yüzlerce kilometrelik bir alana yayılmıştı. Etrafı gözün ala­
bildiğince kum ve tuzla çevrili, Zayende Nehri'nin suladığı çok
bereketli bir vahaydı. Faslı gezgin, "meyve çeşidi çok boldu;
bunların arasında doyumsuz kayısılar, kabuklarının içinde tatlı
mı tatlı bademler, iri ve sulu ayvalar, ışıl ışıl üzümler ve ben­
zersiz kavunlar vardı," diye yazmıştı. "İnsanları pek güzel ve
yakışıklı; tenleri kırmızıya çalan açık ve duru bir renkte; olağa­
nüstü cesur ve eli açık kişiler, insanı en iyi şekilde ağırlamak
için adeta birbirleriyle yarışıyorlar." Arabşah da aynı fikirdey­
di. İsfahan "müthiş bir kent"ti; "insanları mükemmel, soylu ki­
şisi çok" tu.
Blitzkrieg'in (yıldırım savaşı) ilk savunucularından biri olma­
sına rağmen, Timur askeri bir harekata girişıneden önce, buna bir
gerekçe bulmayı severdi. İsfahan üzerinde hak iddia edebilmek
için de buna ihtiyaç vardı. Öyle uzun boylu araması gerekrnedi.
Üç Yıllık Sefer'ine çıkmadan önce, geçmişte ittifak kurduğu,
İran' daki Fars eyaletinin şahı Şuca Muzaffer!' den hayli tuhaf bir
mektup almışh. Şair Hafız'ın hamisi, aşırı şarap içerek ve kadın
peşinde koşarak geçen sefih bir ömürden sonra, ölüm döşeğine
düşmüş, arhk ailesinin Timur'a emanet olduğunu söylüyordu.
Şah Şuca'nın mektubu, "Büyük adamların gayet iyi bildiği
gibi dünya, her türlü acayipliğin olduğu bir sahnedir" diye
başlıyordu.

Arif adamlar öyle eften püften şeylerle uğraşmazlar -ne de gelip geçi­
ci güzellik ve zevklere kanarlar- çünkü bilirler ki her şey fanidir . . .
Aramızdaki ittifaka gelince, Allah bozmasın, benim için Hükümdar
Dostluğu kazanmış olmak fetihlerin eıı önemlisidir ve en büyük eme-

1 67
lim -söylesem mi bilmem- aramızdaki bu ittifakın mahşere kadar sür­
mesi ve senin, o gün geldiğinde, beni sözümün adamı olmamakla it­
ham etmemendir. . . Şimdi ben Kainatın En Büyük Hakimi'nin huzu­
runa çıkmak üzereyim ve bana -hayatın bir parçası olan ve insanoğ­
lunun zayıf doğasında bulunan hatalar ve günahlar hariç- vicdanen
hesabını veremeyeceğim hiçbir hareket yapfırmadığı için Rabbimize
şükrediyorum ve şu dünyada geçirdiğim elli üç yıl içinde, tatmayı is­
tediğim her zevki tatmış bulunuyorum. Hülasa; nasıl yaşadıysam,
şimdi öyle ölüyar ve dünya nimetlerinden artık elimi değimi çekmiş
bulunuyorum. Ve Allah'a, inayetini Süleyman kadar adil ve İskender
kadar büyük bu hiikümdarın [Timur'un] üzerinden çekmemesi için
dua ediyorum. Sevgili oğlum Zeynelabidin'i sana methedecek değilim
-senin koruyucu kanatların altında Allah ona uzun ömür versin­
onu, önce Allah'a, sonra Şevketli sana emanet ediyorum. Bu ittifaka
sadık kalacağından şüphe etmek benim ne haddime . . . Senden ayrıca,
dostun olarak bu dünyadan göçmekten bahtiyarlık duyan bu hakikatli
dostuna son birkaç hayır duası okumanı istirham ediyor, Allah'ın
böyle sevip kayırdığı bu hükümdar kulundan gelecek dualar sayesinde
bana acıyacağını ve beni evliya mertebesine çıkaracağını ümit ediyo�
rum. işte Şevketli şahsına, yerine getirmen için duacı olduğumuz ve
öbür dünyada hesabını vereceğin son vasiyetimiz budur.

Muzaffer! hanedanının bu soylusu, Fars eyaletinin başkenti Şi­


raz'ı, tahtının varisi oğlu Zeynelabidin'e vermişti. Yaşlı adamın
yeğeni Şah Yahya'nın payına miras olarak Yezd, erkek kardeşi
Sultan Ahmed' e ise Kirman düşmüştü. İsfahan ise pek yiğit bir
genç olan yeğeni Şah Mansur' a verilmişti. Bu rnekhıp ve Şah
Şuca'nın vasiyeti, Timur'a tam aradığı fırsatı sağla,mıştı. Yeni
müttefikinin sadakatini denemek için, onu, sefer halindeyken
huzuruna çıkıp bağlılık yemini etmeye çağırdı. Yeni şah bu
çağrıya icabet etmedi.
Tatar sürüsü, hiç beklenmedik bir anda, tepeden tırnağa si­
lahlı ve tam savaşa hazır halde İsfahan surları önünde dizildi.
Bu Timur'un şöhretini gayet iyi bilen şehrin valisi ve ahalisi
için korkunç bir manzaraydı. Bir yanlış adım, kenti bir avuç kü­
le çevirebilirdi. Muhakkak olan bir kıyıının önüne geçmek için
vali ve kurmayları hemen surların dışına çıkıp teslim oldukları-

168
nı bildirdiler. Timur, her zaman olduğu gibi, bunu kentin ağır
bir fidye ödemesi karşılığında kabul etti. Bunda anlaşmaya va­
rıldıktan sonra, Timur maiyetinin muhteşem ve dizi dizi safları
eşliğinde, en yeni kazanımını gözden geçirmek üzere, atını İsfa­
han' dan içeri sürdü.
Kent diken üstündeydi. Timur'un bundan sonra ne yapa­
cağını bilen yoktu. Çarşılarda türlü türlü dedikodu, söylenti ve
tüyler ürpertici tahmin gırla gidiyordu. Kimileri İsfahan'ın esir­
geneceğini, Timur'un fidyeyi aldıktan sonra tekrar yollara dü­
şeceğini söylüyordu. Daha önceki kıyımları hatıriarına getiren
diğer bir grup, kentin ateşe verileceği düşüncesiyle b odrumla­
rına saklanmış, fatih ve ordusu kentten ayrılana kadar çıkma­
maya azmetmişti.
Yeni bir vali atandı ve Timur nasıl apansız çıkageldiyse,
atını mahmuzlayıp aynen öyle geri döndü ve günün olayların­
dan gayet hoşnut olarak dörtnala, kent dışındaki ordugahına
gitti. Akşam çöktü ve İsfahan' ın üstüne gecenin karanlık örtüsü
serildi. Sokaklarda, sıkıntılı bir sessizlik vardı. Tatar görevliler
kentin kapılarıili tutmuşlar; surların arkasında nöbetçi birlikler­
le takviye edilmişlerdi. Bunlardan başka hiç kimsenin kente
girmesine izin yoktu. Dışarıda, aylardır yol tepen yetmiş bin aç
ve yorgun erkek vardı; bunlar ganimete hasrettiler; onları bek­
lediğinden emin oldukları cinsel ve midevi hazları özlemle ha­
yallerinde canlanQ_ırırken, sabahı zor ediyorlardı.
Yezdi'nin ifadesine göre, gecenin bir saatihde İsfahan, bir
demircinin çaldığı ve kent halkını şehir surları içinde mevzilen­
miş olan Tatar askerlerine hücuma çağıran bir davul tokmağıy­
la uyandı. Zaten korku içindeydiler ve duydukları nefret onları
bir şey yapmaya dürtüyordu; böylece yeni efendilerine karşı
ayaklandılar ve üç bin kişilik garnizon katledildi. Bu işin üste­
sinden gelmek birkaç dakikadan fazla sürmedi. Başaniarına ka­
deh kaldıran bu ateşli asiler İsfahan'ın özgür kalacağına dair
ant içtiler. Fakat kutlama uzun sürmedi. Zaferin ilk heyecanı
kısa sürede sönerek yerini, kentin büyük\eriyle sağlanan anlaş­
maya rağmen yapılan bu katliamı, Timur'un hiç kuşkusuz yan­
larına bırakmayacağı korkusu aldı. Artık ondan aman beklene­
mezdi. Bu hareketleriyle İsfahan'ı kurtarmamış, fakat elleriyle

1 69
kendi ölüm fermanlarını imzalamış olduklarını anladıkları za­
man, cengaverlerin havası değişti ve ellerini, ayaklarını bir tit­
reme aldı. Sonra bir kez daha kentin üstüne dehşet dolu bir ses­
sizlik çöktü.
Arabşah, şafak sökerken olanları şöyle anlatır:

Timur yapılan fenalığı anladı; şeytan onu bumundan solutuyordu;


hiç zaman kaybetmeden ordusunu harekete geçirdi ve gazap kılıcını
çekti; istibdat sadağından oklarını aldı ve it gibi, aslan gibi, pars gibi
naralar atarak, yıkarak, devirerek kente doğru ilerledi; kent karşısında
belirdiği zaman oluk gibi kan dökülmesini, kutsal şeylerin tahrip edil­
mesini, yağma ve katliam yapılmasını, taş üstünde taş bırakılmanıası­
nı, mahsullerin yakılmasını, kadınların memelerinin kesilmesini, be­
beklerin ve çocukların boğazlanmasıııı, başların gövdelerden ayrılma­
sını, onur ve haysiyetin çiğnenmesini, yaşlı ve sakatların sahipsiz bı­
rakılmalarını, merhamet bayrağının indirilip intikam bayrağının dal­
galandırılnıasını buyurdu . . . sonra kılıcının dizginlerini onların bo­
ğazlarının yaylasında koyuverdi ve mezarlarını kurdun, kuşun ve
sırtlanların karınlarında açtı; bu her şeyi yutan yıkım girdabı durmak
bilmedi; ölü sayısı Ninova nüfusunun altı katına çıkana dek onları
yaşam ağacından çekip koparmaya devam etti.

Timur, kadın, erkek ve çocuk herkesin öldürülmesini buyur­


muştu. Bu kanlı katliamcia yetmiş bin kişi hayatını kaybetti. Or­
dudaki her birlik, on askeriiden yüz ve on bin askerli tümenle­
re kadar, belli sayıda kelle getirmek, tavacılar ise bunları say­
ınakla görevlendirildi. Yezdi'nin gözlemine göre, önce askerler
arasında Müslüman din kardeşlerini insafsızca boğaziamak ko­
nusunda büyük bir isteksizlik oldu. Birçoğu, bu işe daha heves­
li olanlardan kelle satın alıyordu. Kelleler yirmi dinara el değiş­
tiriyordu. Sonunda askerler tüm ahlaki değerlere boş verdiler
ve kentte katliam çığrından çıktı; fiyat kelle başına yarım dina­
ra kadar düştü. Evlerinde saklanarak ilk katliamdan kurtulan­
lar, gece karanlığında sürünerek çıktılar ve karın içinde bata çı­
ka kaçtılar. Bunlar ertesi sabah tek tek avianarak oldukları yer­
de, kasaplık hayvan gibi doğrandılar.
İsfahan' da, çocukların da hiç gözünün yaşına bakılınadı.

170
Bavyera'daki bir köy eşrafından olan ve 1 402 Ankara savaşında
Timur'un ordusuna esir düşen Schiltberger, kentteki katliam­
dan sonra yapılanları şöyle anlatır:

Sonra kadın ve çocukların toplanarak kent dışında bir düzlüğe getiril­


melerini ve içlerinde yedi yaşından ufak olanların ayrılmalarını bu­
yurdu; adamlarına bu çocukları atlarıyla çiğnemelerini emretti. Bunu
duyan yaverleri ve çocukların anaları ayaklarına kapanıp aman dile­
diler. Dinlemedi ve gene tepelennıelerini buyurdu; hiçbiri bunu ilk
yapan olmak istemiyordu. Hiddetlendi ve kendisi atını onların (ço­
cukların) üstüne sürerek şöyle dedi: "Şimdi göreyim bakayım; kim­
miş, o arkanıdan gelmeyen/er!" Bunun üzerine onlar da atıarını ço­
cukların üstüne sürerek hepsini çiğnediler. Yedi bin çocuktular.

Timur'un gazabından oluşan aşina totemler kentin her tarafın­


da, birer ölüm halesi gibi dikildiler. Kentteki kanlı katliamdan
kısa bir süre sonra kentin bir yarısını gezen tarihçi Hafız Ebru,
her biri bin beş yüz kafadan oluşan yirmi sekiz kule saymıştı.

* * *

1 387'nin son haftalarında Timur, yaklaşık üç yüz kilometre


kuzeydeki Şiraz'ın hiç kan dökülmeden teslim oluşunu kutlu­
yordu. Hoşnut olmak için sebep vardı. Herat, Tebriz ve İsfahan
gibi, bu kent de kasalarını onun için boşaltmış hem bu kez on
milyon gümüş dinar gibi, kenti felç eden bir meblağ ö denmişti.
Cuma hutbelerinde yeni hükümdar olarak Timur'un adı oku­
nuyordu. Eskiden hasım olan Muzafferi hanedanının soyluları
şimdi Timur'un bendeleri olmuşlardı. Semerkand'a, fetihleri­
nin nerelere kadar uzandığını gayet süslü bir dille anlatan zafer
haberleri ulaştırılıyordu. Hulagu'nun kurduğu hükümdarlığın
aslan payı, sonradan hükümdar olmuş, eski koyun hırsızının
boyunduruğu altına girmişti.
Halk arasında yaygın bir hikayeye göre, edebi semanın en
parlak yıldızı şair Hafız, Şiraz'da Timur'un huzuruna çağrıla­
rak hesap vermesi istenmişti. Yazdığı bir dizeye Timur'un dik­
kati çekilmiş ve bu onu küplere bindirmişti.

171
Ah o Şirazlı zalim Türk yüreğimi avucuna bir alıverse
Buhara'yı mı vermezdinı, Senıerkandı mı; yanağındaki o bir tek bene.

Timur'un sesi sakin olmakla beraber tehdit doluydu. "Ben şu


kılıcımla dünyanın büyük bir kısmına boyun eğdirdim. Otur­
duğum ve hükümdarlığıının başkentleri olarak seçtiğim Semer­
kand ve Buhara'nın şanını ve refahını artırmak için sürüyle
kent ve eyalette adam bırakınayıp kestim; halbuki se:n, yani sı­
radan, önemsiz bir adam; şimdi tutmuş bir güzel surattaki bir
tek ben için bunları feda etmekten bahsediyorsun."
Bu Hafız için korkunç bir andı. Hayatı vereceği cevaba
bağlıydı. Baştan savma bir açıklama kellesine mal olabilirdi.
"Heyhat, Şevketli Hükümdarım/' diye karşılık verdi. "İşte bu
savurganlık değil midir ki beni şu gördüğün sefil duruma dü­
şürdü!"
Bu cevap Timur'u kızdırmak şöyle dursun, aksine eğlen­
dirdi. Onu oracıkta katlettirmek yerine şairi pahalı hediyelere
boğdu ve onu hükümdar sarayının bir ferdi olarak aldı.

* * *

Bu saray zevkleri birdenbire kesintiye uğradı. Yaklaşık bin


sekiz yüz kilometre uzaklıktaki Semerkand' dan kara haber gel­
mişti. Maveraünnehir saldırıya uğramıştı. Yeni kurulmuş olan
hükümdarlığın kalbinin attığı yer kuşatma altındaydı. Timur'un
hayattaki en büyük oğlu Ömer Şeyh savaş meydanında kıl payı
ölümden kurtulmuştu. Düşman güçleri Buhara'yı sarmıştı. Bir
kısmı da Timur'un doğduğu Kaşka Derya yöresinde çapulcu­
luk ediyordu. Askerler kentlerde ve köylerde tahribat yapıyor­
lardı. Çağatay ulusunun en belirgin simgelerinden biri olan
Karşi' deki saray yerle bir edilmişti. İşin kötüsü, Timur'un Mo­
ğolistan' daki ezeli düşmanları Cetler de, Harezm'in Sufi şahıy­
la birlikte bu isyancılara katılmakta gecikmemişlerdi.
Bu -olacak şey değildi. 1380' lerin ortalarına kadar, Timur
Semerkand'ın batısından Gürcistan'a ve Osmartlı İmparatorlu­
ğu'nun sınırlarına kadar uzanan topraklarda hüküm sürmüş,
daha doğrusu buraları fethetmişti. Her ne kadar bu toprakların

172
zaman zaman yeniden fethi gerekecek idiyse de, buralarda Ti­
mur' dan başka hiç kimsenin egemenlik kurmaya hakkı yoktu.
Fakat o, batıda ve bin kilometre uzaklıktaki bu yeni toprakları
ele geçirmek için kılıç sallarken, doğuda bir düşman ordusu
onun hükümdarlık merkezinde bulunmayışını fırsat bilip sal­
dırinıştr. Hasmı, hiç beklenmedik bir yere bir yıldırım baskını
düzenleyerek tamı tarnma Timur'un büyük bir başarıyla uygu­
ladığı taktikleri uygulamıştı. Bu parlak manevralar, büyük sa­
vaş ustasını gafil avlamıştı. Yıllardan beri süren barış ve bolluk
ve gözünün bebeği Semerkand şimdi tehdit altındaydı. O ana
kadar hiç kimse bu kadar ciddi bir biçimde ona meydan oku­
mamıştı. Bunun hesabını sormamak ve üstesinden gelmernek
saltanatını ve fetihlerini acı bir biçimde sona erdirebilirdi.
Fakat bunun, Timur için hazını güç bir haber olmasının asıl
nedeni düşmanının kimliğinde yatıyordu. Ne hazindir ki bu,
giriştiği saldırılada Timur'u, Kafkaslar'da sefere çıkarak batıda­
ki istihkamlarını güçlendirmeye sevk eden adamın ta kendisiy­
di. İşte karşısında, Timur'un o güne kadar hesaplaşıp yendikle­
rinden tümüyle/farklı ve hepsinden daha hırslı ve iddialı bir
hasım, bambaşka bir kumaştan biçilmiş küstah ve cüretli bir
cengaver vardı. Bir zamanlar koruması altına aldığı bu adam,
şimdi tutmuş, hamisine kılıç çekmişti. Evlat, kendisitı-e babalık
eden adamın aleyhine dönmüştü. Altın Orda'nın ham Tokta­
mış'ın canı savaş istiyordu; anlaşılmıştı.

173
Hoca Ilgar, Semerkand'ın güneyinde, Şehrisebz'de, Timur Zafer
Şehrisebz yakınlarında Timur'un Parkı'na yukarıdan bakıyor.
doğum yeri.

Şehrisebz Çarşısı. Ruy Gonzalez de


Clavijo, "Buradaki kavunların her
biri bir at kafası kadar var; nefaset
ve büyüklük olarak dünyada bir
eşleri daha yok," diye yazmıştı.

1 74
Belh kenti, Afganis(an'ın Christopher Marlowe'un 'Tanrı'nın
kuzeyinde. Timur'un 1370'te Kamçısı'. İngiliz Ulusal Tiyatrosu,
tahta çıktığı kent Büyük 1976'da Olivier Salonu'nun açılışını
İskender tarafından meşhur "Büyük Timurlenk"le yaptı.
edilmişti.

Duruşu gökleri tehdit ediyor,


tannlara meydan okuyor,/
Kor gibi yanan
gözleri toprağa dikilmiş . . .
Shakespeare Kraliyet
Topluluğu'nun 1993
prodüksiyonunda Antom·
Sher, eli kanlı Timur
rolünde.
175
Semerkand'da Recistan Meydam. Hindistan'ın gelecekteki beyaz racası George Cur­
zon, 1888 yılında, bu meydan hakkında "dünyamn en müthiş, en ulu meydanıdır,"
diye yazar. "Ben Doğunun hiçbir yerinde, bu dev eserin yalınlığı ve heybetiyle
boy ölçüşebilecek bir eser görmedim; Avrupa'da da öyle. . . bu müsabakaya katılmaya
layık bir tek yer bilmiyorum."

Semerkand'da Timur'un tarunu anısına yapılan Uluğ Bey Medresesi. "Muhteşem


cephesi, göklerin iki kat yüksekliğinde, dünyanın belini kıracak ağırlıktadır," diye
yazar methalin üzerindeki bir plakada.

176
Semerkand'da, muhteşem Tilye Kari Medresesi'nin içi.

1 77
Timuroğulları imzası.
Semerkand'da, Şah-ı Zinde'nin
'
gök mavisi kubbeleri. Bu çorak
topraklarda parıltılı mavi
gökyüzüne bir atıf ve tazeleyici
bir su anıştırmasıdır.

Semerkand'da, Şah-ı Zinde'nin


güneşten kavrulmuş bir kubbesi.

178
Semerkand'da mavi yivli bir kubbe detayı.

Semerkand'da bir minare detayı. Semerkand'da bir evlilik töreni.


Kufi yazılarda Allah ve Muhammed 1990'ların başlanndan itibaren yeni
isimleri okunabiliyor. evlilerin, Özbekistan'ın bağımsızlık
simgesi Timur' a saygılarını>sunması
gelenekleşmiştir.

1 79
• ·. L••'Jf_..'.• G;LI�;;r_: ı
·;;lı:) ;....;-;q;� Jh ;J;J
Timur'un bahadırları bir kaleye saldırıyor. Şerefeddin Ali Yezdi'nin yazdığı
Zafername'den alınma bir minya tür.

1 80
Timur'un ikinci şehri, "İslamın Gök
Kubbesi" Buhara. Meşhur Kalan
Minaresi solda görülebilir.

Kalan Camii, Buhara. 45 metrelik


Kalan Minaresi'ne hayran kalan
Cengiz Han 1219'da şehir
yağmalanırken onun yıkılmasını
engellemiştir.

Herat Kalesi. Bu, 1379'da kenti ele


geçiren Timur' un, batıdaki ilk fethiydi.

181
5

Altın Orda Hanlığı ve Haşarı Oğul


1387 - 1395

"Sonra Timur büyük bir orduyla o topraklara yürüdü,


hem nasıl bir orduyla, aznıış, kudurnıuş bir derya misali; asker­
lerin ellerinde uçuşan aklar, keskin mi keskin kılıçlar ve titreşen
mızraklar vardı; cenk ederken yırtıcı, gözü dönmüş aslanlar,
parslar gibiydiler; düşmandan intikam alıyorlar; bayraklarını,
nıüttefiklerini, ülkelerini, hayvanlarını ve bunların inierini kah­
ranıanca koruyorlardı; sularına ve köpüklü dalgalarına karşı ko­
yanları, bu savaş deryasında boğuyorlardı.
"Sonra Toktanıış tebaasınııı ileri gelenlerine, halk arasında­
ki zenginlere, kumluk arazilerin ve sınır boylarının sakin/erine,
akrabası olan boy bey/erine, ordusunun sağ ve sol kanat komutan­
Iarına haber salıp çağırdı; düşmana karşı savaşa hazır olmalarını
buyurdu; bunlar gelip el etek öperek sadakatlerini bildirdiler, yük­
sek dağlardan nefes nefese indiler ve at sırtında veya yaya gelen
boylar; kılıç çalmakta, cirit ve ok atmakta usta cengaverler, hü­
cunı veya savunnıada uzmanlaşmış askerler; kılıçlı, oklu, mızraklı
süvariler bir araya toplandılar; nişancılıkta Tual'in usta okçu
oğullarından bile daha üstündüler. Bunlar silahlarını ellerine alıp
istedikleri bir hedefe doğrulttuklarında, ister oturuyor ister uçar
gibi gidiyor olsunlar, onu tam bir isabetle vuruyor/ardı.
"Sonra Toktamış cenk için davrandı; ardında kum gibi kay­
nayan ve dağ gibi ağır bir orduyla hücuma ve savaşa hazırdı. "

İBN ARABŞAH

1 82
Anayurdunu korumak için alelacele doğuya, Semerkand' a
dönerken Timur, daha önce kuzeyde uyguladığı politikaya lanet
okumuş olsa gerektir. Bir taht kavgasında Toktarnış'ı Ak Orda
ham Urus' a karşı kullanrnıştı.34 Bu iki adam arasında zaten bir
kan davası vardı. Urus, Toktarnış'ın babasını öldurmüş ve şimdi
de hükümdarlığını, güneye doğru, Timur'un toprakları için doğ­
rudan tehlike teşkil edecek bir biçimde genişletmeye koyulmuş­
tu. O tarihte Urus'u, Ak Orda içinde kıran kırana bir çekişmeyle
oyalayarak, bu çok daha büyük heveslerinden caydırmak gayet
akıllıca bir iş gibi görünmüştü. Çünkü Urus, içeride bir hasımla
çarpışhğı sürece Altın Orda'yı, bir tek hükümdarın egemenliği
altında birleştirmekten alıkonmuş olacak ve dolayısıyla sınır öte­
si iddialı seferlere kalkışma olasılığı ortadan kalkacaktı.
Timur, Toktamış'ı eğitmiş, ona savaş ilmini öğretmiş ve
1370'lerin ikinci yarısında, kaç kez onu silahlandırmış, baştan
aşağı donatmıştı. Urus'a karşı üst üste yenik düşen Toktamış,
her defasında perişan bir durumda Timur'un sarayına sığın­
mış; sağlığı ve kayıpları yerine geldikten sonra, tekrar tekrar
savaş alanına dönmüştü. Hatta Timur, onun yanı sıra çarpış­
maya bile girmişti.
Ordugahına birbiri ardı sıra dörtnala gelen ve Toktamış'ın
Maveraünnehir istilası sırasında verdiği zararı tüm ayrıntısıyla
bildiren haberciler karşısında Timur, kim bilir bu çevirdiği en­
trikalara nasıl esef ediyordu. Gerçi bu politika, kısa vadeli he­
define ulaşmıştı. Urus yenilgiye uğratılmıştı. Fakat onun peşin­
den gelen Toktamış'ın pek zorlu bir hasım olduğu anlaşılmıştı.
1 378'e kadar, en zorlu düşmanını devirip Ak Orda'nın başına
geçmeyi başarmıştı. 1380' e kadar da Volga kıyısında, gittikçe
gelişip büyüyen başkent Saray' daki çeşitli boyların başı olarak
tanınmıştı. İki yıl sonra, orduları Moskova'yı çiğneyip ateşe
vermişti. Şimdi ise, Cengiz Han'ın en büyük oğluna baba mira­
sı olan ve birliği yeniden sağlanmış Cuci ulusunun, yani Altın
Orda'nın başına geçmiş bulunuyordu.
34 On dördüncü yüzyılın ortalarından başlayarak Altın Orda Hanlığı, iç baskılar
altında çökmeye yüz tutmuştu. Harezm eyaletinde, Sufi hanedam yeniden bir­
lik sağlamış, buna karşılık güneydoğuda Cengiz Han'ın en büyük oğlu Cu­
ci' den olma Urus, Ak Orda olarak bilinen ve Moğolistan'la sınır teşkil eden top­
raklarda hakimiyet kurmuştu.

1 83
Moğol hükümdarlığının, batıda Tuna Nehri'nden doğuda
İrtiş Nehri'ne kadar uzanan bu en kuzey ve en batı uçlarında,
topluca Kıpçak, yani çöl adamları olarak bilinen, Türk asıllı boy­
lar -Bulgarlar, Kazaklar, Kırgızlar, Alanlar, Kankaliler ve Mor­
dovyalılar- oturuyorlardı; bunlar asi ruhlu ve pek başkalarına
benzemeyen göçebe topluluklardı ve üzerinde yaşadıkları boz­
kırlar, bu hareketliliğin merkezini teşkil ediyordu. Bu güruhun
oturduğu topraklar, güneydoğuda Harezm' e kadar uzanıyor,
güneybatı sınırlarını ise kuzey Kafkasya, Kırım ve Moldo-Eflak
çiziyordu. Kuzeybatıda Volga boyu Bulgarlarını ve Mordovyalı­
ları içine alıyordu. Bozkırın çok geniş bir kısmını kapsayan bu
topraklarda, gayet bakımlı ticaret yolları ve göçebelerin hayvan­
larını otlatmaya son derece elverişli meralar vardı.
Timur'un hükümdarlığıyla, Altın Orda Hanlığı'nın sınırları
özellikle iki yörede, doğuda Harezm ve batıda Azerbaycan' da
kesin olarak çizilmemişti. Timur'un ve Toktamış'ın emellerinin
nerelere kadar uzandığı düşünüldüğünde, buraların en küçük
bir kıvılcımla hemen alev almaya hazır noktalar olduğu görülür.
Toktamış'ın Timur'un imparatorluğunun ta bağrına kadar soku­
lup -hatta çılgın bir cüretle Buhara'yı bile kuşatarak- üzerinde
hiçbir miras hakkının olmadığı bu topraklara girmesi büyük bir
küstahlık ve bağışlanmaz bir hakaretti.
Bu iki adam arasında gittikçe büyüyen ihtilaf üzerinde du­
rurken, Timur'un aksine, Toktamış'ın yüce bir soydan gelmekle
övünebileceğini hatırlamakta fayda vardır. O, damarlarında asil
kan dolaşan bir handı ve kökleri Cuci'nin oğlu Tokay Timur yo­
luyla Cengiz Han'a dayanıyordu. Bu nedenle, gücü bir kez ele
geçirdikten sonra han olarak öne çıkma hakkına sahipti; oysa
bozkır geleneklerine göre bu unvan, Timur' a ilelebet yasaktı.
Timur' dan ne kadar misafirperverlik görmüş olursa olsun,
Toktamış'ın bu Tatarı, bozkır sahnesinde caka satan bir mürai,
ya da en iyi ihtimalle eften püften bir bey olarak almasında bir
tuhaflık yoktur. Eğer parçalanmış Moğol İmparatorluğu'nu ye­
niden birleştirecek biri varsa; o, güneydeki bu türedi rakibi de­
ğil, kendisiydi. Cuciler ve İran' daki Hulagu soyu arasında öte­
den beri süregelen düşmanlık ve Timur'un buraya derinlemesi­
ne nüfuz ederek niyetlerini açık etmiş olması da bu kanıyı güç­
lendiriyordu.

1 84
ORDA

O 300 600 km.

Niş�pur
Herat •
• İsfahan

ARABİSTAN
HİNDİSTAN
Timur' a göre Toktamış'la savaş artık kaçınılmazdı. Çünkü
bu kuzey komşusu, Maveraünnehir'e saldırmakta özgür bıra­
kıldığı sürece, Timur'un hükümdarlığım genişletme emelleri is­
ter istemez suya düşecekti. Bu ne Timur'un ne de ganimet ve
servete doymayan Tatar güruhlarının işine gelirdi. Toktamış et­
kisizleştirilmeli ve yok edilmeliydi. Başka çare yoktu.
Bu sefer için hazırlığa başlamadan önce Timur, Altın Orda
hanımn nasıl olup da güneyde bu kadar ilerieyebildiğini anla­
mak istedi. Her ayrıntıyı büyük bir dikkatle değerlendirir, disip­
line çok önem verirdi. Bilmesi gereken bir şey vardı; ernrinde]p
ordu neden Toktarnış'ın üstesinden gelememişti? Ömer Şeyh'in
Seyhun kıyısındaki Otrar'da utanç verici yenilgisinin açıklaması
neydi? Toktarnış, Timur gibi bir fatihi kendi toprakları üzerinde
nasıl bu kadar aşağılayabilrnişti? İslamın kalbinin attığı Buhara,
neredeyse bu din düşmanlarımn eline geçecekti. Timur bunu dü­
şündükçe öfkeden kuduruyordu. Bir soruşturma açtırdı. Ti­
mur'un oğlunun, ordusuna kahramanca kumanda ettiği belirlen­
di ve korkaklık suçlamasından kurtuldu. Aslanlar gibi dövüşen
bir cengaver, toprak verilerek ve en yüksek unvan olan tarkan'lı­
ğa layık görülerek cömertçe ödüllendirildi. Bir başka kumanda­
mn, çarpışmanın en kızıştığı bir anda savaş alarundan kaçtığı an­
laşıldı ve kendisine son derece aşağılayıcı ve alışılmadık bir ceza
verildi. Sakalı kesildi, yüzüne allık sürüldü ve kadın kılığına so­
kuldu. "Ödlekliğinden ötürü en ağır biçimde paylandıktan" son­
ra, Semerkand'ın her yerinde yalın ayak koşturuldu; ahali gül­
rnekten kırılıyor, asker ise duygularım bastırmaya çalışıyordu.
Savaş bir süre bekleyecekti. Timur'un 1388 yılının sonba­
harında Semerkand'a dönüşüyle, Toktamış'ı yok etmek üzere
ordulanın seferber etmesi arasında bir yıldan fazla zaman geç­
ti. Hep olduğu gibi, hükümdarlığı ve ailesiyle ilgili öncelikle
halledilmesi gereken işleri vardı. Her şeyden evvel, Harezm' e,
isyanın bedeli neymiş, onu göstermek gerekiyordu. Urgenç ha­
ritadan silindi ve geride kalan viranenin üstüne arpa ekildi.
Mutlu olayla� da yok değildi; hükümdarlık ailesinde bazı evlilik­
_
ler kutlandı. ümer Şeyh'e, Timur'un yaktığı ateşi sonradan canlı
tutacak olan on bir yaşındaki Şahruh' a, hükümdarın en büyük
oğlu merhum Cihangir'den olma sevgili torunları Pir Muham-

1 86
med ve Muhammed Sultan' a gelinler alındı. Cennet Bağla­
rı'nda otağlar kuruldu, içieri nadide halılar ve örtülerle kaplan­
dı. Büyük bir ihtişam içinde ve inciler, yakutlar, altın ve gü­
müşler arasında hükümdar ailesinin erkekleri, bir tarihi kayda
göre, cennetteki hurilere parmak ısırtacak güzellikte kızlada
başgöz edildiler.35
Emirler izne çıkarıldı ve askerler görevleri başından ayrılıp
baharda, yeni bir sefere çıkılacak mevsimde dönmek üzere aile­
lerinin yanına gönderildi. Maveraünnehir' e barış ve huzur ege­
men oldu ve kuşatmanın dehşetinden sonra hükümdarlarının
dönüşüyle rahatlayan Semerkand ahalisi bir kez daha yatakla­
rında rahat uyumaya başladı. Fakat daha sonra, Semerkand, ka­
rın altında uyuşmuş pinekierken öncekilerden de beter bir haber
ulaşh; bu o kadar olmayacak bir şeydi ki kimsenin inanacağı gel­
miyordu. Toktamış, müthiş bir ordunun başında bir kez daha
Maveraünnehir'e doğru yürüyordu. Birlikleri Seyhun Nehri'ni
çoktan geçmiş ve berbat hava koşullarına rağmen hiçbir durakla­
ma belirtisi göstermeden ilerliyorlardı. Paniğe kapılan Timur'un
kurmayları, onu bir misillernede bulunmaktan alıkoymaya çalış­
tılar. Bu, onlara göre düşmanla cenge girmek için elverişli bir za­
man değildi. Ordunun büyük bir kısmı kışlık izindeydi; impara­
torluğun dört bir tarafına dağılmışlardı ve kendilerine ulaşma­
nın olanağı yoktu. Eldeki mevcut askerle bile, bu kadar berbat
bir havada savaşa girmeyi düşünmemeliydi. Kar kalınlığı atlar
için çok fazlaydı. En iyisi, bahara kadar , Semerkand' da oturup
beklemekti. Buna karşılık Toktamış, civar bölgelerde girişeceği
ufak tefek çarpışmalarda, fazla zarar veremeden, kendini ve or­
dusunu kışın ağır şartlarına teslim etmiş olacakh. Kayıplar asgari
düzeyde kalacaktı: Öfkeye kapılarak ve tam hazırlanmadan sal­
dırıya geçmek bir şey kazandırmayacaktı.
Timur'un haysiyetinin kırıldığına hiç kuşku yoktur. O,
böyle bir küstahlığı cevapsız bırakacak bir adam değildi. Hiç-

35 Huriler, her Müslüman erkeği cennette bekleyen iri gözlü bakire kızlardır. Genç­
likleri ve semavi güzellikleri ebedidir ve her cinsel birleşmeden sonra tekrar ba­
kire olurlar. Kuran'ın birçok suresinde bunların bahsi edilir: "Müttakiler ise ha­
kikaten güvenilir bir makamdadırlar. Bahçelerde ve pınar başlarındadır lar. İnce
ipekten ve parlak atlastan giyerek karşılıklı otururlar. İşte böyle: Bunun yanı sı­
ra biz onları iri gözlü hurilerle evlendiririz." (44. Sure: 51.-54. ayetler)
'

1 87
bir gecikmeye meydan vermeyecekti. Üstelik şimdi saldırma­
makla, öteden beri uyguladığı, hiçbir zaman savunma amaçlı
bir savaşa girmernek ilkesini ihlal etmiş olacaktı. Surların ar­
kasında kendilerini savunmak zorunda bırakılanlar, hiçbir za­
man onun adamları değil, daima düşmanları olmuş ve sonuç
hiç değişmemişti: mutlak bir bozgun. Ne kendini ne de adam­
larını böyle bir kepazeliğe maruz bırakamazdı. Altın Orda ha­
nı, yılın en beklenmedik bir mevsiminde ve en ağır hava ko­
şulları altında savaş açmıştı. Tatar, bunun bedelini ona ödete­
cekti. İstilacı, Timur'un en güvendiği adamlarının tavsiyeleri­
ne uyarak, güneye çekilip savaştan kaçacağını düşünecekti.
Bunlara kulak asmayan Timur, Semerkand ve Şehrisebz' den
bir ordu devşirip, sadece gece yol alarak kuzeye doğru hare­
ket etti. Karınıarına kadar kara batan atlar, bata çıka ilerleme­
ye çalışıyorlardı. Nihayet Timur'un ordusu Toktamış'ın öncü
kuvvetleriyle karşılaştı ve onları Seyhun Nehri'nin öte yakası­
na geri sürmeyi başardı. Sonra gökler ağardı ve hava, sert fır­
tınaların düşman tarafların üstüne tozuttuğu, iğne gibi yağan
kara kesti. Ortalıkta göz gözü görmüyordu. Atlar yollarını
kaybediyor, fırtınanın etkisiyle tökezleyip devriliyorlardı. As­
kerler çadırları içinde tir tir titriyor, artık çok geride kalmış
olan aile ocaklarındaki sımsıcak gecelerin anısıyla avunuyor­
lardı. Sefer başladığı hızla durmuştu.
1389 baharında da böyle belli bir sonuca ulaşmayan daha
başka çarpışmalar oldu. Kuzeydeki düşmanına karşı, bütün
olanaklarını seferber ederek ve hiç kuşkusuz aylarını alacak bir
akın düzenlemeden önce, Timur Horasan'da çıkan ayaklanma­
yı bastırdı ve ardından öteden beri doğuda kendisine düşman­
lık güden Moğolistan Cetlerini geri püskürttü. Her devirde ge­
çerliliği olan, düşmanıının düşmanı dostumdur ilkesinden ha- _
reketle, yeni hanları Hızır Hoca'nın önderliği altında Moğollar,
Toktamış'ı Timur' a karşı desteklemek konusunda ellerinden
geleni yapmışlardı. Horasan'ı alışılmış sertliğiyle etkisiz hale
getiren Timur, batı kanadını sağlama almış oldu. Moğollara
karşı düzenlenen ve Hızır Hoca'ıun korkup dağlara kaçmasına
kadar sürdürülen hücumla da doğudaki tehlike ortadan kaldı­
rıldı. Toktamış'a giden yol artık açılmıştı.

1 88
Şehrisebz yakınlarında, Timur'un doğduğu vadide bir kurul­
tay toplandı ve emirlerden, bunların kurmaylanna, bin kişilik bir­
Iikiere kumanda eden mağrur binbaşılardan, on kişilik biriikiere
kumanda eden kıdemsiz onbaşılara kadar herkes, hükümdann
söyleyeceklerine kulak vermek için bir araya geldi. Düzenlenen .
şeriliklerin boyutu, bu seferin önemini yansıhyordu. Yezdi, "Ti­
mur muhteşem bir şölen verilmesini ve hiçbir masraftan kaçınıl­
mamasını buyurdu" diye yazar. "Sultanlar ve hatun kişiler en pa­
halı takılarla donanmış, yere alhn sırma1ı halılar, işlemeli Çin
ipekleri, inci, yakut ve diğer değerli taşlarla bezenmiş el işi örtü­
ler serilmişti: dünyanın en güzel kadın sakilerinin sunduğu ka­
dehler, som necef taşınciandı ve ancak eski zaman sanatçılarının
en iyilerinde görülen o incelik, zarafet ve ustalıkla yapılmışlardı."
Hükümdann hizmetindeki asker sayısının artırılması em­
redildi. Timur bu sefer için iki yüz bin kişilik bir ordu istiyor­
du. Tatar, bir zamanlar hamisi olduğu adamın gücünü hiç hafi�­
fe alınıyordu. Askeri becerisini takdir etmek için ortada yete­
rince sebep varc!ı.
Tarihi kayıtlar, Timur'un yıllar boyu karşılaştığı tüm ha­
sımlar içinde en çok Toktamış'ı takdir ettiğini gösterir. Sarayda
tutulan kayıtlar, ona karşı kazanılan zaferierin Tatar için ne ka­
dar değerli olduğunu kanıtlar. Yezdi, Altın Orda hanına karşı
düzenlenen iki seferi ve yapılan b üyük çarpışmaları, en ince
ayrıntılarına kadar hikaye eder. Bu akınlar hakkında, diğerleri­
ne göre daha fazla bilgiye sahibiz; Timur'un kuru ve çorak b oz­
kın aşıp kuzeye doğru yorgun argın ilerleyen ordusunun, yol­
larda çektiği eziyet; iki ordu Terek Nehri'nin iki yakasında kar­
şı karşıya geldiğinde ustayla çırağın, babayla oğulun birbirleri­
ne uyguladıkları harp hileleri ve kandırmacalar; önce bir tara­
fın, sonra diğerinin üstünlük sağlamasıyla sonuçlanan savaşın
seyri ve seferi sona erdiren çılgınca kutlamalar.
Denilebilir ki Toktamış, Timur'un başka bir bedende yeni­
den can bulmuş ruhuydu; çünkü bu genç adam tüm askeri hü­
nerini kendisinden daha tecrübeli olan komşusundan edinmiş­
ti. O da Timur gibi, şeytana külahını ters giydirecek kadar kur­
naz ve hilekardı. Fakat Toktamış'ı, Timur'un en amansız düş­
manı kılan coğrafi unsurlar da vardı. Altın Orda hanının emel-

1 89
leri, Timur'un Orta Asya'daki egemenliğinin önünde duran en
ciddi engeldi. O devirde başka büyük hasımlar yok değildi,
ama bunların hiçbiri Timur'un ensesine bu kadar yakın solu­
muyordu. imparatorlukları uzak topraklardaydı: Osmanlı sul­
tanı I. Bayezid çok ötede, batıda; Ming imparatoru binlerce ki­
lometre doğuda hüküm sürüyordu.
Şehrisebz' de kurultay sona ermiş ve emirlerie tavacılar, or­
dularıyla ilgilenmek üzere dağılmışlardı. 1390'ın sonunda, Ti­
mur yola çıkmaya hazırdı. Doğuda, Moğollar artık bir tehdit
teşkil etmiyordu� Horasan'ın sesi kesilmişti. Ordu toplanmış ve
çıkılacak sefer için tepeden tırnağa, eksiksiz olarak donatılmış- ·

tı. Timur ordusunu yaklaşık üç yüz kilometre kuzeye sürerek,


düşmanına doğru ilk adımı attı. Kurşuni göklerden, kışın ilk
karları tozumaya başladığında, durma emrini verdi. Hüküm­
dar ve ordusu Taşkent'te kışlayacaktı.

* * *

On dördüncü yüzyılın sonunda Taşkent ya da o zamanki


adıyla Şaş, bugünkü Özbekistan'ın modern başkentinin silik bir
gölgesiydi ve Timur'un burayla pek bir işi yoktu. Semerkand
payitahtı ve ordugahı, Buhara ise dini merkeziydi. Bu çekirdek­
ten büyüyen imparatorluğu, Asya' da ve dünyanın geri kalan
kısmında bulunan ünlü şehirleri, gitgide artan bir sayıyla yuta­
caktı. Fakat bunlara kıyasla, Taşkent'in tarihi kayıtlarda pek
bahsine rastlanmaz. Yezdi'de birkaç gönderme vardır, ama
bunlar da, Timur'un şu veya bu seferine çıkarken ya da bunla­
rın birinden dönerken, kent dışındaki yaylalarda ordugah kur­
duğundan öte bir şey söylemez; buraya özel bir önem verdiği­
ne dair hiçbir belirti yoktur. Ne de kentte cami, medrese, bağ,
bahçe veya saray gibi, herhangi bir mimari iz bırakmıştır.
Tarih her ne kadar bu kentin, onun gözünde pek önemli ol-
. madığını gösterse de, Taşkent yirmi birinci yüzyılda elbirliğiyle
ve çok güçlü bir biçimde yeniden diriltilmeye çalışılan Timur ef­
sanesinin tam merkezinde yer almaktadır. Kentin tam göbeğinde,
ağaçlada çevrili serin bir meydanda, gerçek ölçülerine uygun ola­
rak yapılmış at sırtında bir adam heykeli görülür. Duruşu asker

1 90
duruşu, edası hükümdar edasıdır. Heykeltıraş, büyük bir lideri,
hareket halinde yakalayıp dondurmayı başarmıştır. Cengaver sa­
kallıdır ve başında afilli bir taç bulunmaktadır. Sağ kolu hükme­
der bir havada yukarıya kalkmıştır; belki ordularına hitap etmek­
te, belki imparatorluğunun nereden nereye uzandığına işaret et­
mektedir. Yüzünde, emretmeye alışmış adamlara özgü mütehak­
kim bir ifade vardır. Sırtındaki kaftanın dökümlerine rüzgar dol­
muş ve onu dalga dalga kaldırmış gibidir. Sol eliyle atını sıkıca
dizginlemiş, onu tam şaha kalkarken yakalamıştır; hayvanın başı
sert bir biçimde öne eğiktir; kişnemekte ve sol ayağıyla havayı
eşelemektedir. Sol yanında kabartmalı, yuvarlak bir kalkanın üs­
tünde uzun ve yumuşak kıvrımlı bir kılıç asılıdır. Dev gibi üzen­
gilerin üstünde zırhlı, koca bir çift çizme görülmektedir. Atın sır­
tında, kenarlarına sıra sıra sallantılı süsler asılmış, şık bir battani­
ye atılıdır. Dizginlerin altında, fevkalade ince işlemeleri, kenar
süsleriyle uyumlu bir kuşak sarılıdır. Kudret ve zindelik beygirin
her sinirine, her tendonuna kazınmıştır. Çatıayacak gibi kasılmış
bağrına ve güçlü bacaklarına; dalga dalga kabarmış yelesine ve
dimdik dikilmiş :Kulaklarına; derlenip toparianmış mufassal kuy­
ruğuna, hatta okkalı hayalarını saran damarlara kadar kazınmış­
tır. Adamı ve hayvanı taşıyan mermer kaidenin dibinde, kimliği
belirsiz bir hayranın bıraktığı küçük bir hediye, solmaya yüz tut­
muş bir çiçek demeti görülmektedir. Kaidenin üstünde, tunçtan
harflerle, "Reşti Rüşti, Erk Olmadan Ergin Olunmaz" yazılıdır. Ve
bunun üstünde de, at sırtındaki adamın adı okunur: Emir Timur.
Meydanın karşısında, mavi çinili ve yivli kubbesiyle, aynı
göz alıcılıkta olmamakla beraber, Timuroğullarının kubbelerini
hatırlatan Emir Timur Müzesi yer alır; bu nispeten yeni, yuvarlak
bir yapıdır; kabaca inşa edilmiş ve üstünde uydurma mazgal de­
likleri bile açılmış olan çatı, pek de sağlam görünmeyen bir dizi
sütunun üstünde durur. Bunun altında, solmuş kavuniçi renkli
zemin üstünde yüksek mermer kemerler ve bunların alt yarısını
kaplayan kare biçiminde kapılar bulunur. Kemerierin üst yarısın­
da yalın süslemeler görülür, fakat bunlar, Timur'un önemle üze­
rinde durduğu ince ustalığı sergilemekten çok uzaktırlar.
Güneşli bir Eylül sabahı karşısına geçmiş bakarken, eğer
Timur'un mimar ve taş ustaları bu yapıyı onun onuruna dik-

1 91
miş olsalardı, herhalde boyunları vurulurdu, diye düşünmek­
ten kendimi alamadım. Timur, "Kim ki bizim gücümüzden
kuşku duya, diktiğimiz binalara baka" demişti. Bu yapıya bakı­
larak verilecek hükmün hiç de gönül okşayıcı olmayacağı belli­
dir. Müze, insanda ne sağlamlık ne de kalıcılık duygusu uyan­
dırmaktadır. Oysa onun eserlerinde bambaşka bir ihtişam var­
dı. Bunların anıt özelliği önemle vurgulanmak istendiği için,
abidevi boyutlarda inşa edilirler, semavi görkemleriyle günde­
lik hayatın üzerinde dev gibi yükselirlerdi. Bunlar kalıcı olmak
üzere dikilmişlerdi ve birkaç istisna dışında öyle de olmuşlardı.
Yapılar bir milletin ruhuna açılan pencereler ve onun kudre­
ti, yaşama üslubu, imgelemi, beğenisi ve maddi gücü hakkında
fikir veren göstergelerdir. Onları vücuda getiren kültür ve mede­
niyetlerin değer yargılarının doğrudan birer yansımasıdırlar. Öl­
çü ve oran kavramları, uzağı görme ve teknolojik düzeyleri konu­
sunda çok şey söylerler. Büründükleri türlü biçimler, kimi zaman
ahenk ve konforu çağrıştırır; kimi zaman hoşa gitmek veya etkile­
mek; şaşırhp sarsmak veya ilham vermek arzusunu dile getirir.
İnsanoğlunun diktiği en kayda değer yapıların hep göğe doğru
yükseliyor olması bir rastlanh değildir; insanoğlu bu yolla Tan­
rı'sına şükran duygusunu dile getirmektedir. Din aşkına vücuda
getirilen şaheserler, Azteklerin Templo Mayor'u, Canterbury Ka­
tedrali, Parthenon, Kudüs'teki Herot Tapınağı, Rangun'daki
Shwe Dagan Pagodası ve Irak, Samarra' daki Ulucami kadar çeşit­
lilik gösterir. En müthiş mimari eserlerin çoğunda, onları sıradan
olmaktan çıkaran bir kalıcılık, devamlılık vardır. Örneğin Giza Pi­
ramidleri, Roma'nın Coliseum'u, Çin Seddi, hatta daha yakın dö­
nemde, Londra'nın ve Wall Street'in finans kuruluşları öyle abi­
devi bir heybete sahiptirler ki görüntüleri kudret, güven ve refa­
hı; yaratma erkinin alabildiğine keyfini çıkaran insanoğlunu çağ­
rıştırır. İslam dünyasında akla gelen, Granada'daki Elhamra
Sarayı, İsfahan' daki İmam Camii, Kahire' deki İbn Tulun Camii,
Taç Mahal; Meşhed'in, Fez'in, Şam'ın, Halep'in ve Buhara'nın
medineleri gibi şaheserlerin hepsi; çoğu zaman zalim, ama kültü­
rel ve sanatsal açıdan aydın hükümdarların hizmetindeki birinci
sınıf ustalar tarafından, kılı kırk yaran bir titizlik ve özen içinde,
en pahalı malzemeler kullanılarak vücuda getirilmişlerdir.

1 92
Timur hakkında yapılacak her değerlendirme, onun bu alan­
daki katkısını önemle vurgulamalı; bu, başka hiçbir nedenle ol­
masa bile, kendinin ölümünden sonra yüz yıldan fazla bir zaman
sürmüş, mimarlık tarihinin en parlak çağlarından birini başlatmış
olmasından ötürü yapılmalıdır. Bu eseriere bakarak, onun nasıl
bir kişi olduğu, tek kelime okuma yazma bilmeyen bir bozkır gö­
çebesi olarak sahip bulunduğu benzersiz zihniyet ve yerleşik
kent yaşamının elverdiği sanatsal ve mimari açılırnlar hakkında
çok şey söylemek mümkündür. Onun aksine, Cengiz bugün yal­
nızca yakma, yıkma, öldürme erkiyle efsaneleşmiştir. O yıkıyor,
ama yapmıyordu. Taşkent'in göbeğindeki bu müze, her ne kadar
Asya'ya bu zengin mimari geleneği kazandıran adamın anısını
yüceltmek üzere yapılmış ve onun adını taşıyan meydanın bir
köşesine dikilmiş de olsa, o görkemli İslami selefierinden çok da­
ha farklı ve daha aşağı bir sınıftadır. Timur'un yaptırdığı en sade
ve en mütevazı bir kabir bile bunun yanında saray kalır.
İçeride, zemin katın tam ortasında Timur'u divan toplamış
olarak gösteren bir resim panosu vardır. Oturduğu kürsünün
altında diz çökmüş b,irçok adam görülmektedir. Arkasında sıra
sıra kubbeler ve anıtlar seçilmektedir ve bir aslanın yanı başın­
da bir güneş sembolü ve Timur'un, bir üçgen oluşturan üç hal­
kalı arınası bulunmaktadır.

00
o
"Reşti rüşti" -"Erk olmadan ergin olunmaz"- şiarıyla bir­
likte, muhtemelen bu simge Timur'un güneyi, b atıyı ve kuzeyi
içine alan gücünü temsil ediyordu. Clavijo'ya, "Timur'un, dün­
yanın üç bucağının hakimi olduğunu" simgelediği söylenmişti.
Daha akla yakın bir açıklama, Timur'un bunu basit olarak,
İran'ın hanedan arınalarından aldığı biçimindedir; çünkü Sasa­
nilerin mezarlarına, gücü ve birliği temsil eden halkalar kazını­
yordu. Panodaki resmi, tepedeki büyük kubbeden aşağı sarkan
altın yaldızlı ve dev boyutlu bir avize aydınlatmaktadır. Kub­
benin altında çepeçevre, Timur'un bazı sözleri yer almaktadır;
bunların çoğu kötü bir biçimde İngilizceye çevrilmiştir.

1 93
Halkın ve ordunun dürüstlüğü ve sadakati devleti güçlü kılar.
Yüz bin süvariııin altmdan kalkamadığı bir iş, bir doğru düzenlemey­
le hal/edilebilir.

Fakat bu müzeyi ve Timur' u çağımızda yeniden diriitme çaba­


sıyla olan ilişkisini en iyi anlatan ipucu; ge11iş bir mermer mer­
divenin tepesinde yer alan Özbekistan cumhurbaşkanı İslam
Kerimov'un portresi yanında yazılı şu sözlerde gizlidir:

Özbeklerin kim olduğunu bilmek; Özbek ulusımım gücü, kudreti,


adaleti ve sonsuz yetenekleri /ıakkmda fikir salıibi olmak; küresel ktıl­
kııınıaya olan katkılarını ve geleceğe olan inançlarını anlamak isteyen
bir kimsenin, Emir Timur'u gözünün önüne getirmesi yeterliilir.

Akademisyenlerin ricası ve desteğiyle Timur'un yeniden


diriltilmesini sağlayan Kerimov' dur. Cumhurbaşkanı, 1 Eylül
1 993'te, Özbekistan'ın bağımsızlığının ikinci yılı kutlamalarının
bir parçası olarak, Taşkent'in ortasındaki Timur heykelinin ör­
tüsünü açtı. Toplanan kalabalığa, "Kazanmış olduğumuz ba­
ğımsızlık ve egemenlik sayesindedir ki büyük Emir Timur bu­
gün vatanına geri dönmüştür," diye seslendi. "Yıllar yılı iğrenç
bir sömürgeciliğin pençesine almış olduğu Özbek ulusu, artık
büyük önderine olan saygısını göstermekten ve ona tarihte hak
ettiği yeri vermekten alıkonamayacaktır."
Bu uzun ve anlamlı bir anma konuşmasıydı. Kerimov
şöyle devam etti: "Uzun yıllar boyunca, Emir Timur'un adı
hakir görülmüş ve tarihimizin sayfalarından silinip kazın­
mıştır; böylelikle Özbek insanı, kimliği unutturularak ve ru­
hundaki milli şuur ve iftihar duygusu yok edilerek daha uy­
sal ve bağımlı kılınmak istenmiştir. Fakat Özbek ulusu atala­
rını ve kahramanlarını unutmamış, onları yüce varlıklar ola­
rak daima gönlünde yaşatmıştır . . . Bu büyük atamızın, bu gü­
zel başkentimizin -o aziz, binlerce yıllık Taşkent'imizin- tam
ortasına dikilen bu heykeli, milletimizin göğsünü ilelebet gu­
rurla kabartacaktır."
Müze, bundan üç yıl sonra, 1 996'daki fatihin 660'ıncı doğum
yılı kutlarnalarına yetiştirilmek üzere alelacele inşa edilmişti. Ti-

1 94
mur; Sovyet Rusya'nın hızla dağılışından sonra, rüzgarcia bir o
yana bir bu yana savrulan komünist liderin imdadına Hızır gibi
yetişmişti. Özgürlük yelleri Moskova'dan esiyor, Sovyet cumhu­
riyetlerini bir bir sallıyordu. 1991' de, bağımsızlık Taşkent' e apan­
sız geldi ve kendi sınırlarının ve tümüyle kendi kontrolünün dı­
şında gelişen olaylardan şaşkına dönmüş bir liderin kucağına
düştü. Kerimov'un meslek hayatı boyunca üzerinde durduğu
sağlam zemin birdenbire ayağının altından kaymıştı. Yıllarca
yüksek nüfuzlu bir komünist olagelmişti; şimdi yeni bir ambalaja
bürünmesi gerekiyordu. Kendisi ve maiyetindekiler, güçlerini
meşru kılacak yeni simgeler peşine düştüler. Kerimov'un liderlik
iddiasına payanda olarak Timur' dan iyisi zor bulunurdu; Sovyet
rejiminin yetmiş yıl boyunca kah yok saydığı, kah kara çaldığı bu
eşsiz cengaver alınarak, bir Özbek kahraman olarak allanıp pul­
landı mı, iş tamamdı. Artık o, Sovyet Rusya'nın, kendi birliğine
gölge düşürmernek için her türlü milli değeri yok etme gayreti
içinde, bir cani, bir zorba olarak tanımladığı kişi değildi. Timur,
şimdi Özbekistan'ın anlı şanlı kurtarıcısıydi; yeni doğmakta olan
bölgesel bir gücün karşılaştığı tüm zorluklara bir cevaptı.
Böylece Timur; Taşkent meydanındaki mermer kaidenin
üstünde, kendisinden önce oraya çıkan bir dizi ideolojik veya
milliyetçi simgenin sonuncusu olarak yerini aldı. Ondan önce
Marx, çatık kaşlarıyla gelip geçenleri süzmüştü. Marx'tan önce
Stalin vardı. Stalin'den önce Lenin; Lenin'den önce Rus Türkis­
tanı'nın general kökenli valisi Konstantin Kaufmann kaidenin
üstünde oturmuştu. Tanrı'nın Kırbacı, kendine denk kimselerin
arasındaydı.
İşin tuhaf yanı şudur ki, Timur imajı ıslah edilirken kulla­
nılan hoyı;at üslup ve her türlü muhalefete karşı gösterilen sert
hoşgörüsüzlük, Sovyet dönemi propagandasından farksızdır.
Örnek olarak, Kerimov'un Demokratik Halk Partisi'nin resmi
yayın organı Halk Sözü'nden şu alıntıya bakalım.

Emir Timur Hazretleri, millet olarak biiyiiklüğiinıüziin bir simgesidir.


Bağımsızlığımızm en esaslı şiarlarmdaıı, milli birliğimiziıı eıı güçiii te­
mellerinden biri . . . "Özbekistan - Geleceğin Güçiii Devleti"dir. Bugiiıı
uygulanan siyaset, yüce Emir Timur'ım, devlet kurma ilkeleriııi, siyasi

1 95
sağduyusunu ve cesaretini yansıtmaktadır. Herkesin gayet iyi bildiği
gibi, bu eşsiz ve adil lıiikünıdar, dünyaya karşı daima iyi niyet ve şefkat
beslemiştir. Ve bizim bağımsız cumhuriyetimiz de, en başmdan beri ay-
111 gayret içindedir -dünyaya karşı daima iyi niyetli ve şefkatli olmak. . .
Cımılıurbaşkanımızın siyaseti de, atalarımıza hak ettikleri saygıyı gös­
tererek onların ruhlarını şad etme�, Emir Timur'un şahsında topladığı
onca nıeziyete, millet olarak layık alnıayı öğretnıektir.

Akademisyenler, devletin maddi desteğiyle, bu anayurt kahra­


manına methiyeler yayınlamışlardır. Bir zamanlar Sovyet reji­
mi, nasıl Timur'un bir vahşi olarak çizilen resmi imajını sorgu­
lamaya kalkışan akademisyenleri kavuşturup mahvediyor
idiyse; şimdi de Kerimov hükümeti Timur'un, devlet sembolü
olarak bağnazca aklanmış yeni imajından kuşku d uyanlara kar­
şi ağır baskı uygulamaktadır.3 6 Caddelere ve meydanlata onun

36 2000 yılının Eylül ayında, Taşkent'te Timur uzmanı Profesör Omonullo Boriyev'le
bir görüşme yaptım. Bana, 1968'de Özbek Bilimler Akademisi başkanı İbrahim
Muminov'un Timur üzerine bir kitap yayınladığını söyledi. Yayım tarihi, her ne
kadar UNESCO'nun Semerkand'daki Timuroğulları kültürünü kutlama şenlikleri­
ne denk geldiyse de, burası açısından çok kötü bir zamanlamaydı. "Tabii derhal
görevden alındı. Özbekistan Merkezi Komünist Komitesi, kitabın toplahlması ka­
rarını aldı. Timur ve Orta Asya'da oynadığı rol hakkında ne yazdıysa hepsi sansü­
re uğradı ve alaya alındı. Sovyetler, onun kariyerini mahvetmek için başka tarihçi­
leri işe koştular ve bu onun sonu oldu. Bir Özbek yazarın veya tarihçinin Timur'u
yücelhncsinin hiçbir yolu yoktu. Yalnızca, Timur'un nasıl bir vahşi, nasıl bir cani,
nasıl bir zorba olduğunu gösteren kitaplar ve makaleler yayımlanıyordu." Mumi­
nov'un, Timur' u parya derecesine düşüren resmi görüşü sorgulayan bilimsel çalış­
ması, yavanlıktan ve basmakalıplıktan kurtulamamış Özbek akademik çevrelerine
bir bomba gibi düşrnüştü. Profesör Boriyev'in görüşleri de bugün aynı bağnazlık
ve gayretle kabul ettirilmeye çalışılan yeni Tirnur imajına tastarnam uygundu. Ba­
na, "Tirnur'un tarihte bir eşi daha yoktur," demişti. "Bağırnsızlığırnızı kazandığı­
mızdan bu yana, Özbekistan'da ona karşı büyük bir ilgi uyandı. Milletirniz ona
sonsuz saygı duyuyor. Caddelere, okullara ve köylere onun adı veriliyor, ülkenin
dört bir yanına durmadan heykclleri dikiliyor. Emir Timur Vakfı'nın düzenlediği
konferanslar sayesinde, okul çocukları ve üniversite öğrencileri, kahramanımız
hakkındaki gerçekleri öğrenebiliyorlar." Ona, kendini bu eşsiz Tatar'la mukayese
eden cumhurbaşkanı Kerimov hakkında ne düşündüğünü sordum. Rahatsız ol­
muş gibiydi. "Cumhurbaşkaıu kendisine en iyiyi örnek alıyor ve onun gibi olmaya
özeniyorsa, bunda ne gibi bir kötülük olabilir?" Peki, Özbekistan'ın komşuları hak­
kında ne düşünüyordu? Özbeklerin Timur' u, milli kahramanları olarak yeniden
ıslah etmeleri, bir zamanlar onun boyunduruğu altındaki bu ülkelerde -Türkme­
nistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Afganistan'da- bir ölçüde rahatsızlık
uyandırmış olabilirdi. "Bu siyasetçilerin sorunu," diye cevap vermişti.

1 96
adı verilmektedir. Ülkenin dört bir yanında genç çiftler evlilik­
lerini onun heykelleri önünde kutlamakta, ayakları dibine çiçek
demetleri koymaktadırlar. Resmi, en yüksek kağıt para birimle­
rinin, gazetelerin yöneticiler listesinin, sokaklarda kurulan tah­
ta perdelerin üstünde yer almaktadır. Cumhurbaşkanı, portre­
lerinde onunla yan yana görülmekte; halkı, kendisini onunla
kıyaslamaya teşvik etmektedir. "Erk Olmadan Ergin Olunmaz"
sözü devletin yeni düsturudur. 37 Her ne kadar devlet tarafın­
dan gasp ediliyor da olsalar, ülkenin dört bir yanında Timur'a
ait kalırrtıların ortaya çıkarılması yürek ferahlatıyordu. Ölü­
münden altı yüzyıl sonra ve en olmadık koşullar altında Timur
geri dönmüştü.38
* * *

Metroyla, Taşkent'in eski merkezi Çorşu'ya gider ve bura­


dan kıvrıla kıvrıla aşağı inen yolu izlerseniz; bunun iki yanında
37 Ödül sahibi Özbek şair ve yazar Mehmed Ali Mahmudov'un başına gelenler,
"Erk Olmadan Ergin Olunmaz" sözünün Kerimov hükümetindeki bazı kimseler
için pratikte ne anlama geldiği hakkında bir ipucu verir. Kerimov'un da Timur
gibi, nereden gelirse gelsin, hiçbir muhalefete tahammülü yoktur. Mahmudov,
19 Şubat 1999' da, Taşkent'in Kerimov'u hedef alan bir dizi bombalamayla sarsıl­
masından üç gün sonra tutuklandı. Cumhurbaşkanı ve anayasal düzen için teh­
dit oluşturmak suçlarından on dört yıl hapis cezasına çarptırıldı. Göründüğü
kadarıyla asıl suçu, 1993'te hükümetin çıkardığı bir kanunla faaliyetini yasakla­
dığı muhalefet partisi Erk'le olan yakın temasıydı. 2000 yılında, mahkemeden
kaçak olarak ele geçirilen ifadesinde şunları söylemişti: "Tebdili kıyafet içindeki
birtakım adamlar beni sorguya aldılar. Yüzüme bir maske geçirdiler ve ellerim­
deki kelepçeyi çözİnediler. Sorgudan sonra, beni yarı ölü bir vaziyette ve yerde
sürüye sürüye hücreme geri getirdiler. . . Cop, tekme ve tokatla bütün vücudum
kan içinde kalıncaya kadar dövdüler. Bir tek tutar yerimi bırakmadılar. Bütün
vücudum çürüyüp mosmor kesildi ve şişti. Koliarım ve hacaklarım yanık için­
deydi. Tırnaklarım çürüyüp düştü. Ellerimi arkadan bağlayıp saatlerce baş aşa­
ğı astılar. Ne olduğunu bilmediğim bir iğne yaptılar ve zorla bir şurup içirdiler.
Kışın sağuğundan kendimi kaybedip bayıldığım anlar oldu - o zaman da üs­
tümden aşağı soğuk su döküyorlardı. Burnumdan içeriye pis kokulu bir şey
soktular. Dayanılmaz acılar içinde ve tek başıma günler, geceler geçirdim . . . Ka­
rımı ve kızlarımı rehin olarak tuttuklarını söyleyerek, beni, gözümün önünde
onların ırzına geçmekle tehdit ettiler."
38 Terörle savaşta bile, devlet adamlığının ve kanun ve nizarn koruyuculuğun bir
·timsali olarak Timur'un adını kullanmak mümkündür. Özbek Bilimler Akade­
misi'nin bir üyesinin yazdığı gibi; "Timur'un her şeyden fazla değer verdiği
saadet, refah ve hepsinden önemlisi huzur ve asayiş unsurları, bağımsız cumhu­
riyetimizi kargaşa ve huzursuzluğa karşı koruma gündemimizin en başında yer
alan maddelerdir."

1 97
yer alan ve içlerinden gündelik aile hayatına ait -ciyak ciyak
bağıran çocuğunu azarlayan anne, külüstür Lada arabasını ta­
mir eden adam, birbirine çarpılan kap kacak- bir sürü sesin
akşam karanlığına karıştığı sıra sıra toprak evleri geçtikten
sonra yol bir sokağa, sokak da bir caddeye dönüşür ve kendi­
nizi, Müslüman Taşkent'in göbeğinde, Heşt İmam Camii'nde
bulursunuz . Solunuzda, Timur soyundan gelen, Taşkent'in
Şeybani valisinin yaptırdığı on altıncı yüzyıl Barak Han Med­
resesi yer alır. Bu; güzel cephesi, aralarında Kuran'dan ayetle­
rin yazılı olduğu çeşit çeşit mavi sırlı çinilerle kaplanmış, yük­
sek bir binadır ve şu an, ülkedeki Müslümanların manevi ön­
deri Özbekistan müftüsünün ikametgahıdır. Medresenin tam
karşısında, aynı döneme ait Tilye Şeyh Camii bulunur ve dış
görünümü daha az etkileyici olmakla birlikte, Taşkent'in en
önemli Cuma camisidir.
Üstü açık aviuyu geçerek ve tam karşınıza çıkan kapıdan
girerek; içinde, dünyanın bu bölgesinde İslamiyetİn kabul edil­
diği ilk yıllara kadar giden, seksen beş bin kitap ve el yazması
bulunduran kütüphaneyi ve halı kaplı bir koridoru geçerseniz,
karşınıza küçük bir oda çıkar; burada, caminin en kıymetli ha­
zinesi, dünyanın en dikkate değer ve ünlü kitaplarından ve Ti­
mur'un gelecek kuşaklara bıraktığı en kalıcı armağanlardan bi­
ri bulunur.
Hava şartlarına karşı korunaklı cam bir fanus içinde, bin
yıllık yaprakları kelebek kanadı gibi açılmış, ansiklopedi bo­
yundaki, Hz. Osman'ın Kuran-ı Kerim'i durmaktadır. Bu, dün­
yadaki en eski Kuran' dır. Sakalsız olması dışında tipik bir
İslam dini bilgini olarak kabul edilebilecek; gözlüklü, orta yaşlı
ve ufak tefek kütüphane görevlisi, size bunu, 646 yılında Hz.
Muhammed'in damadı, üçüncü halife Hz. Osman'ın yazdığım
söyleyecektir. Bin üç yüz yaşın çok üstünde olan ceylan derisi
sayfaları, zamanın etkisiyle aşırı derecede yıpranmıştır. Fakat
yüzlerce yılın hırpalamasına rağmen, güçlü ve işlek bir elin
yazdığı ayetler, bin yıllık derinin üstünde zarif bir biçimde rak­
setmektedirler.
Eğer üstelerseniz, kütüphane görevlisi size Hz. Osman' dan
önce Kuran'ın ilk Müslümanlarca ezbere alındığını; sonra kah

1 98
tahta parçaları, kah deve kemikleri, kah meşin üstüne, hatta ba­
zen kayalara bile işlenrnek suretiyle yazıya geçirildiğini söyle­
yecektir_,-Hz. Muhammed'in 632'deki ölümünden sonra ilk ha­
life Hz. Ebu Bekir, yazıcıları görevlendirip, Kuran'ın bilinen
bütün surelerini yazıya geçirtmişti. Dönemin en yetkin dört
Kuran hafızını çağırtıp, onlara bu sureleri bir tek ciltte toplatan
ise Hz. Osman olmuştu. Kutsal Medine kentinde hazırlanan bu
kitap, ondan önce yazıya geçirilmiş bütün metinlerden üstün ve
Kuran'ın en son ve en tartışmasız hali olarak kabul edilir. Hz.
Osman kendisi için özel olarak kullanırdı. Daha başka kopyalan
yazılmış, fakat hiçbiri eksiksiz olarak günümüze ulaşamamıştır.
Hz. Osman'ın Kuran'ının tarihi, başlı başına bir din, siya­
set, entrika, cinayet, fetih ve tamahkarlık öyküsüdür. Hz. Os­
man'ın halife olarak hüküm sürdüğü on iki yılın ilk yarısı b arış
içinde ve idari ıslahatla geçmişti. Dariilislam, yani İslam alemi ba­
tıda Fas'tan, doğuda Afganistan'a kadar uzanıyor ve ezan sesi
kuzeyde Ermenistan ve Azerbaycan' a kadar duyuluyordu. Salta­
natının ikinci yarısında bir ayaklanma çıktı ve Hz. Osman'ın baş­
tan inmesini isteyenler oldu. Müslüman kanı dökmek istemediği
için, gücü pekala buna yettiği halde, ayaklanmayı bastırmadı..
Nihayet asiler, Medine'deki evini sardı ve uzun bir kuşatmadan
sonra, 17 Haziran 656'da içeri giren bir grup, onu seksen iki ya­
şında katletti. Hikayeye göre Hz. Osman, tam o sırada Kuran'­
dan şu ayeti okumaktaydı: "Eğer onlar da senin gibi iman etmiş­
lerse, o zaman tuttukları yol doğrudur. Eğer geri dönüp giderler­
se, o zaman onlar ayrılıkçıdır, Allah seni onlara karşı koruyacak­
tır." Bu ayet, Hz. Osman'ın ölümünden sonra ortaya çıkarak
Müslümanların zamanla birbirine rakip Sünni ve Şii mezhepleri­
ne ayrılmasına neden olan deprem niteliğincieki ayrımı adeta ön­
ceden haber vermişti. Hz. Osman'ın Kuran'ında, sayfalara derin­
lemesine işlemiş koyu renkli bir leke vardı. Kütüphaneci, "Bu
Osman'ın kanı," diye duyulur duyulmaz bir sesle fısıldadı. "Ku­
ran' ı okurken boğazını kesmişlerdi."
Hz. Osman'ın ömrü sona ermişti; fakat ortaya çıkarmak için
onca emek verdiği kitabın macerası daha yeni başlıyordu. Bun­
dan sonra olanlar hakkında çok çeşitli rivayetler vardır. Bunlar­
dan en revaçta olanına göre, Hz. Osman'ın halefi Hz. Ali, Kuran'ı

199
alıp Irak'a, Kufe kentine götürmüş, kitap birkaç yüzyıl burada
kalmıştı. On dördüncü yüzyılda Timur, bu bölgedeki fetihlerinin
ardından onu alıp Semerkand' daki Nur Medresesi'ne getirmişti.
Kütüphanecinin sözlerine inanmak gerekirse kitap; Viktorya dö­
nemi İngiltere'siyle Çarlık Rusyası arasında Orta Asya hakimiyeti
için ortaya çıkan ve yüksek dağ geçitlerinde ve bölgedeki idareci­
lerin vahşet dolu, debdebeli saraylarında, her iki tarafın en parlak
casusları ve subayları tarafından çözümlenıneye çalışılan entrika­
lı ve kanlı Büyük Av' a, yani on dokuzuncu asra kadar beş yüz yıl
orada kalmıştı. Rusya güneye doğru genişlemiş (önceleri Rus ve
İngiliz sınırları arasındaki çöller ve dünyanın en yüksek dağlarıy­
la kaplı, üç bin kilometreyi aşan mesafe, Büyük Av'ın sonunda
otuz kilometreye kadar düşmüştü) ve 1868 yılında Türkistim vali­
si General Kaufmann'ın, Çar II. Aleksandr'a verdiği Hz. Os­
man'ın Kuran'ı, Petersburg'daki imparatorluk kütüphanesine ko­
nulmuştu. Fakat Türkistan Müslümanları, kitabın kendilerine ia­
desi için Lenin' e başvurmuşlar; birçok müracaat sonunda istedik­
leri sonuca ulaşmışlardı. Taşkent'e getirilen Hz. Osman'ın Ku­
ran'ı yirminci yüzyılın büyük bl.r kısmını buradaki tarih müzesin­
de geçirdi. 1989'da, o günden bugüne dek bulunduğu Tilye Şeyh
Camii'ne konuldu.
Hz. Osman'ın Kuran'ı, dünyanın unuttuğu bir ülkenin,
mütevazı bir camisinin küçük bir odasında yer almakla bera­
ber, uluslararası birçok önemli şahsiyetin ilgisini çekmekte­
dir. Kütüphaneci size, göğsü kabararak, "Yakın zamanda
Madeleine Albright'ın, Hillary Clinton'un, Vladimir Putin'in
ve İran, Türkiye, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin devlet
başkanlarının Kuran'ı görmeye" geldiklerini söyleyecektir.
Ve, "Emir Timur olmasaydı, bugün bu kitap burada bulun­
mazdı," diyecektir.

***

Kurşuni renkli göklerde hala kar tozuyordu. Bahadırlar,


kara kuzu postlarına sımsıkı sarınmışlar, dondurucu soğuğa
karşı korunmaya çalışıyorlardı. Yapılacak hiçbir şey yoktu.
Oturup, bu korkunç kışın sona ermesi beklenecekti. Hiç kimse

200
bahara kadar bir hareket beklerniyordu. Fakat 1391 yılının
Ocak ayında, daha önce hiçbir uyarı olmadan ve kara kışın tam
ortasında hükümdar otağından emir ve talimat geldi. Yıldızlara
ve Bahtına Hükmeden İrnparator ordunun kuzeye yürümesini
buyuruyordu. Toktarnış bulunacak ve savaşa sokulacaktı. O
ana dek, belli bir sonuca ulaşmayan bazı küçük çarpışmalar ol­
muştu. Artık Tirnur bu davayı bir savaşla kökünden halletme­
ye kararlıydı.
Ordu saflarında hoşnutsuz sesler çıkıyordu. Çoğu ordu­
gahta dolaşan söylentilere inanmakta güçlük çekiyordu. Hü­
kürndarın kafasında ne vardı? İki yüz bin askerlik bir orduya,
bu şartlar altında Asya'nın yarısını katettirmek intihara teşeb­
büs gibi bir şeydi. Fakat bu hoşnutsuzluk öyle yüksek sesle ve
uluorta dile getirilerniyordu. Tirnur'un emirlerini sorgulamak
ordunun haddi değildi. Onun sözü kanundu.
Kara kışın ortasında ve dünyanın akla gelebilecek en zalim
coğrafi bölgelerinden birinde Altın Orda hanını kovalamaya
kalkışmak tam bir delilikti. Yalnızca lojistik açıdan bakıldığın­
da bile bunun yapılabileceğine inanmak güçtü. Tirnur'un Tok­
tamış'ın ordusuyla nerede ve ne zaman karşılaşacağı dahi be­
lirsizdi. Tek belli olan şey onun ordusunun Timur'unkinden sa­
yıca üstün olduğuydu. Önlerindeki güzergah çoraklığıyla rneş­
hurdu; o kadar ki Taşkent'in kuzeyindeki Seyhun Nehri geçil­
dikten hemen sonra, AçlıkÇölü denilen uçsuz bucaksız bir sah­
raya giriliyordu. Kumullar, in cin top oynayan düzlükler, ne­
hirler ve dağlar geçilecekti. Ordu birlikleri ve malzeme ve teç­
hizat taşıyan kervanlar kalın bir kar ve buz tabakasının üstün­
de büyük tehlikelere maruz kalarak bata çıka ilerleyecekti. Bu
belalı topraklarda aylarca sürebilecek bu sefer sırasında, yüz
binlerce kadın ve erkeğin ihtiyaçları nasıl karşılanacaktı? Nere­
deyse felakete davetiye çıkarılıyordu.
Fakat Tirnur durumu gözden geçirdiğinde, başka çare ol­
madığını hissediyordu. Toktamış, daha önce iki kez işgale cüret
etmiş, ilkinde batıdaki topraklarına ve daha yakın bir zamanda
da Maveraünnehir' deki payitahtına saldırrnıştı. Böyle yapmak­
la niyetini alenen belli etmiş oluyordu. Ortadan kaldırılrnadık­
ça, hükümdarlık için bir tehdit oluşturmaya devarn edecekti.

201
Onun en elverişli yoldan nasıl alaşağı edileceği konusuna ge-
. lince; Timur daha önce Kafkaslar' da yapmaya kalkıştığı gibi
eğer batıdan saidıracak olursa, Toktamış' a doğudan hücum et­
me ve bir kez daha, ama bu defa çok daha feci sonuçlar doğur­
macasına, Maveraünnehir'e bindirme yolunu açmış olacaktı.
Topraklarının bir kere daha işgaline meydan verirse, hem payi­
tahtını hem ordusunu hasmına kaptırmak tehlikesiyle karşı
karşıya kalacaktı. Kendi sahasında savunma amaçlı, hiç hoşuna
gitmeyen ve çok büyük bir tahribata yol açabilecek bir savaşa
girmektense, ne kadar zorlu olursa olsun saldırıya geçmek ve
üstünlük sağlamak yeğdi: Güç ve yetkesinin dayandığı ordusu
yerinde durduğu sürece bir şey kazanmayacaktı. Her zaman
olduğu gibi servet ve ganimet kendi sınırlarının ötesinde ele
geçirilecekti. Bir de Timur'un en sevdiği silah calan baskın saldı­
rı vermek unsuru vardı ki, bunu da göz ardı edemiyordu. Altın
Orda'nın ham, Timur'u en beklemedik bir zamanda ve hiç
umulmadık bir yerden vurmuştu. Şimdi, her yerin kalın bir ka­
ra gömüldüğü bu kış mevsiminde, Timur bu hareketin karşılı­
ğını verecekti.
Toktamış' a gizliden gizliye sokulmak ve onu kış uyuşuklu­
ğu içinde gafil avlamak hiç de kolay bir iş olmayacaktı. Onun
da casusları olmalıydı ve bunların Timur'unkilere kıyasla daha
az etkin olduğunu düşünmek için bir neden yoktu. Herhalde
ona, hasmının ordularının kuzeye doğru ilerlemekte olduğu­
nun istihbaratını vaktinde vermiş olsalar ger'ek ki, Tatar ordu­
ları Seyhun Nehri'ni geride bıraktıktan kısa bir süre sonra Sa­
ray kentindeki hükümdarlık sarayından çıkarılan bir elçi heye­
ti, Timur' a dokuz muhteşem at -bu sayı uğurlu kabul ediliyor­
du- ve naclide mücevherlerle süslü, saray kuşbazlarının eğittiği
bir şahin hediye getirdi. Konuşmalar, aman ve merhamet üzeri­
neydi. Daha dün bir savaş taeiri olarak ortada dolaşan Tokta­
mış, şimdi başı yerde bir pişmanlık timsaline dönüşmüştü.
"Haşmetmeapları bana daima bir baba gibi davranmış, beni
kendi oğlu gibi kollayıp yetiştirmiştir; bana yaptığı iyilikler
sayınakla bitmez. Kendini bilmez bazı hareketlerim ve kötü ni­
yetli birtakım kişilerin teşvikiyle açtığım savaşlar benim için
büyük talihsizlik olmuştur ve bunlardan ötürü şimdi çok mah-

202
cup ve pişmanım; eğer bir kere daha efendimin merhametine
mazhar olabilirsem, bu ona olan borçluluğumu bir kat daha ar­
tıracaktır." Özetle söylemek gerekirse, Toktamış eski hocasına
boyun eğmeye ve onun sadık bendesi olmaya hazırdı.
Uzun bir sessizlik oldu. Halis ipekler içindeki elçiler, asabi
bir biçimde oralarını buralarını çekiştirmemeye çalışıyorlardı.
Getirdikleri bir savaş bildirisi değildi; ne de içinde Timur' a yö­
nelik bir hakaret vardı; fakat gene de elçilik tehlikeli bir işti; hü­
kümdarın nasıl tepki vereceğini kim bilebilirdi? Nihayet sessiz­
lik dayanılmaz bir hal aldığında, onları yerlerine çakan müte­
hakkim bir bakışla süzerek şu cevabı verdi:

Efendiniz Toktanıış, yaralm11p diişnıamn elinden kaçtığında, onu kendi


oğlum gibi bağrıma bastmı. Davasmı kendi davanı bilip, uğmna llrus
Han'la savaşa girdim. Süvarilerimi ve askeri teçhizatımı ona feda ettim;
bımların hepsi o kara kışta telef olup gitti. Gene de ona arka çıkmayı
sürdiirdiim; bu ülkeyi omm eline teslim ettim. Onu o kadar güçlü kıl­
dım ki, gitji Kıpçakların lımıı oldu ve Cuci/eriıı tahtma oturdu. Fakat
ne zaman ki tali/ı yüzüne giilnıeye başladı, bana olan minnetini ımut­
tu; bir evladın babasma karşı nasıl davranması gerektiğine hiç aldırma­
dı ve İranizlarm ·ve Med/erin topraklarım fetlıe çıkmanız fırsat bilip ba­
na ihanet etti ve ordusunu salıp lıükünıdarlığımm sınırlarını çiğnedi.
Önce aldırnzaz göründüm; bu davraııışmdan dolayı utanacağım ve ge­
lecekte bir daha böyle densizliklere kalkışmayacağmı ımıdunı. Fakat gö­
zünü öyle lıırs büriimiiştü ki artık iyiyle kötüyü ayırt edemez hale gel­
mişti. Bana karşı, benim ülke topraklarıma bir ordu daha gönderdi. Fa­
kat öncü birlikleri biz daha toz dımımı içinde yaklaşırken firar etti. Bi­
zim ilerleyişimizi haber alan Toktamış, miistelıak olduğu cezadan kur­
tulmak için şimdi aman dilemekten başka çaresi kalmadığılll biliyor.
Fakat biz omm sözünün eri olmadığım ve yaptığı antlaşmalara riayet
etmediğini dalıa önce gördük; bu nedenle artık onun sözüne inaımıayı
doğru bu/muyoruz. Allah'ın da yardımıyla, başladığımız işi sonuna ka­
dar götüreceğiz. Fakat eğer gerçekten doğruyu söylüyor ve tüm yüre­
ğiyle barış istiyorsa, bize damşnıam Ali Bey'i göndersin; emirlerinıle
barış koşullarını göriişsiinler.

203
Timur, hanın bu davranışının arkasında yatan nedeni anlamış­
tı; onun ilerleyişini yavaşlatmak ve böylece zaman kazanmak
için bu nurnaraya başvuruyordu. Anlamıştı; çünkü bunlar biz­
zat kendisinin de kullandığı taktiklerdi. Daha sonra o da Tokta­
mış' a karşı benzer bir taktik uygulayacaktı. Bu iki adam arasın­
da, bir öyle bir böyle manevralar, kandırmacalar, kanlı savaşlar
ve tatlı dil dökmeler arasında sürekli gidip gelen bu didişme,
Timur'un kariyerinin en cazip meşguliyetlerinden biri olmuştu;
çünkü birbirlerine denktiler.
Elçiler, Timur'un niyeti konusunda hiçbir kuşkuya yer bı­
rakmamacasına aydınlatılmışlardı. Geri dönmek için bir neden
görmüyordu. Bundan sonra olacaklar, Toktamış'ın nasıl davra­
nacağına bağlıydı. Bu arada ord unun kuzeye doğru iledeyişi
sürecekti.
Timur'un ordusu Mart'ın ilk haftasında, bugün Kazakis­
tan' da olan Yesi ve Sabran' ı geçti. On altıncı yüzyılda yeniden
adlandırılıp Türkistan adını alan Yesi, kervan yolunun üstünde,
gayet canlı bir kentti; çarşılarını mesken tutan tüccarlar İran' dan
gelen kaplan postu, altın ve gümüş; Çin' den gelen porselen; as­
tragan, cam ürünleri, Sibirya geyiği, vaşak ve olmazsa olmaz
ipekli kumaş ticaretiyle uğraşırlardı. Timur, 1390 yılının ikinci
yarısında, artık Toktamış' a karşı yaptığı seferleri geride bırakmış
ve gözünü ileriye, bir başka düğüne çevirmişken -son eşi Moğol
ham Hızır Hoca'nın dünya güzeli kızı Tükel Hanım olacaktı­
Yesi'yi bir kez daha ziyaret etti ve burada, Sufi derviş evliya Ho­
ca Ahmed Yesevi'nin anısına bir külliye yaptırdı. Bu, bugün bile
Orta Asya'da vücuda getirilmiş ortaçağ mimarisinin en yetkin
örneklerinden biri olarak kabul edilir; ışıl ışıl parlayan düzgün
satıhlı ve yivli mavi kubbeleri; üstleri gayet girift çini ve fildişi
bezerneler ve bir İslam hat sanatı cümbüşüyle kaplı methalleriy­
le, abidevi ölçekte bir yapıdır. Asıl kubbenin çapı yaklaşık yirmi
metredir. Bu öylesine itibarlı bir evliya idi ki, onun türbesine ya­
pılan üç ziyaret, bir hacca bedel kabul edilirdi. Bugün bile bura­
ya çok sayıda hacı gelmektedir.
Timur'un ordusu, Açlık Çölü'ne düşmüş uzun bir gölge gi­
bi ilerliyordu. Gerilim içindeki atlı okçular, birdenbire Tokta­
mış'ın birliklerinin karşısına çıkmak ve onlara çullanmak ümi-

204
diyle akınlar yapıyorlardı. Fakat dört bir yanlarında uzanan uf­
kun ucu bucağı yoktu ve karşılarında görünen Kıpçak ordusu­
nun safları değit üstünde atları için pek az otlak imkanı bulu­
nan kupkuru, çorak bir topraktı. Bu, hiç de iç açıcı bir manzara
değildi. Yezdi, bu başı sonu belirsiz düzlükte geçen üç hafta­
dan sonra atların, "katettikleri büyük mesafelerden ve su kıtlı­
ğından ötürü çok zayıf düştüklerini," yazar.
Nisan geldiğinde, Sarı Su Nehri geçilmiş, Ulu Dağ'a ulaşıl­
mıştı. Timur, "gelecek kuşaklara kalmak üzere," buraya bir taş
dikilmesini emretti. Üstüne, Bulgarların ham Toktamış'la sava­
şa götürdüğü ordunun büyüklüğü ve bu dağlara geliş tarihi
kaydedildi. Taş, gerçekten de gelecek kuşaklara bir armağan
olarak kaldı -1930'da Kazakistan'da keşfedildi- fakat aynı za­
manda, içinde bulunduğu sıkıntılı durumda, orduyu oyalamak
için yaptırılmış olma olasılığı da vardır.
Taşkent'ten başlayan ilerleme dördüncü ayına girmişti ve
Timur'un bahadırları ufukta boş yere düşmanı arıyordu . Tokta­
mış'ın adamları bozkırın derinliklerinde kaybolup gitmişti ve
emirlerin ta başından beri korktukları şey gerçekleşmiş, ordu
için gereken malzeme tükenıneye yüz tutmuştu. Sefere eşlik
eden gezici pazarda bir koyunun fiyatı yüz dinara fırlamıştı.
Çok geçmeden bunlar da tükendi. Birliklerin başındaki komu­
tanlara, "ordugahta ekmek, hamur işi, koyun, börek, çörek gibi
şeyleri pişiren veya kaynatanların ölümle cezalandırılmaları,"
emri verildi. Böylesine çetin şartlarda ilerlemeye çalışan ve ver­
dikleri akınlardan bitkin düşen askerler kendilerine verilen kıt
öğünlerle idare etmek zorunda kalıyorlardı. Bu önceleri yavan
bir yahniydi. Et azalmaya yüz tutunca, yalnızca hamur çorbası
verilmeye başlandı. Un stokları da eriyince, çorba büsbütün ya­
vanlaştı; artık askerler otlarla kaynatılmış suya talim ediyorlar,
bundan günde bir kase içebilirlerse kendilerini şanslı sayıyor­
lardı. Düzlüğe yayılmış, yenilip yenilemeyeceğine aldırmadan,
ellerine geçen her şeyin üstüne atlıyorlardı. Otları, kökleri, çalı­
ları, arada sırada bulabildikleri yumurtaları ve sıçanları büyük
bir iştahla mideye indiriyorlar, bu çetin koşullara dayanarnayıp
ölen bir at olduğunda öğünlerini onun etiyle takviye ediyorlar­
dı. Düşman hatlarına: bu derece sokulmuş ve o güne kadarki en

205
zorlu savaşına girmeye hazırlanan bir ordu, bu biçimde besle­
nemezdi. Homurtular daha yüksek perdeden çıkmaya başladı.
Askerlerin gücü tükenmişti. Gerçi çıktıkları seferlerde sı­
kıntıyla karşılaşmaya alışıktılar, fakat mahrumiyetin böylesini
hiç görmemişlerdi. Toktamış'ın iyi beslenmiş, iyi dinlenmiş ·ve
bu toprakları iyi tanıyan Kıpçaklarının, onları parça parça dağ­
ramak için tam da o sırada saklandıkları yerden çıkacakların­
dan korkmaya başlamışlardı.
Bu, Timur için son derece müşkül bir zamandı; liderlik
vasfı ciddi bir sınavdan geçiyordu. Ya açlıktan kırılan ordusu
içinde isyan çıkacak ya da çaresiz bir biçimde Maveraünnehir' e
ricat ederken Altın Orda'nın bozgununa uğrayacaktı; hem kar­
şı tarafın casusları hem kendi ordusundan saf değiştirerek o ta­
rafa katılmış olan askerleri, içinde bulunduğu durumun zorlu­
ğunu gayet iyi biliyorlardı. Ricat veya isyan. Timur'un lügatin­
de bu iki kelime de yoktu. 1370'te Hüseyin'i alt edişinden beri,
yenilgi nedir, bilmemişti. Şimdi ise bir facianın eşiğindeydi.
Her şeyden önce adamlarının karnını doyurması gereki­
yordu. Toktamış biraz daha bekleyebilirdi; bunu gayet iyi ya­
pabileceğini zaten gösteriyordu. En kıdemli kurmaylarını top­
layıp bir sürek avı düzenlenmesi emrini verdi. Atlılar, sağ ve
sol kanatlara kumanda eden emidere doğru dörtnala koşturup
onlara askerlerini bir yarım çember halinde ileriye doğru sür­
me talimatını verdiler. Orta kanattaki askerler oldukları yerde
kaldılar. İki yüz bin askerli bu ordunun iki kanadı arasındaki
mesafe o kadar uzundu ki tam bir çember oluşturmaları iki gün
sürdü. Sol kanattaki askerler sağ kanattakilere ulaştığında orta­
larında kalan alan kilometre kareleri buluyordu; onlara çembe­
rin merkezine doğru marş emri verildi. Askerler ilerliyor, her
biri bir sonraki öğünde yiyeceği etin hayalini kuruyordu. Önle­
ri sıra şaşkına dönmüş geyikler, tavşanlar, yabani domuzlar,
kurtlar, ceylanlar kaçışıyordu; aralarında manda da olsa gerek­
ti, çünkü tarihi kayıtlar Tatarların daha önce görmedikleri, kara
·
·

sığıra benzer bir cins geyikten söz eder.


Çember istenilen ölçüde daraltıldığında d urma emri veril­
di. Adet olduğu üzere, en başta Timur öne çıktı. Sağ tarafındaki
aksaklığa rağmen yaman bir nişancı ve kusursuz bir biniciydi.

206
Avına kah son hızla saldırıp, kah duraklıyor; ok üstüne ok yağ­
dırıyordu. Askerlerinin coşkulu bağırışları arasında birkaç tane
geyik devirdi. Hükümdq.r yeterince avlandıktan sonra sıra on­
lara geldi. Av saatlerce sürdü. Hayvanların kesimi epey zorlu
bir işti, ama akşam yemeği de o ölçüde doyumsuz oldu. Ondan
sonraki günlerde, ordugahta dumandan göz gözü görmedi;
kaynayan kazanlardan yükselen ağır av eti kokusu akşam se­
malarını sardı. Tum dertler bir anda unutulmuş; homurtular
kesilmişti.
Ordusunun karnı tıka basa doymuş, Sibirya sınırına yakla­
şılmıştı; Timur ordusunu genel bir denetimden geçirmek için
bu anı seçti; bu yolla disiplin sağlanacak, güven aşılanacaktı.
İki yüz bin askerlik ordu toplandığı zaman, hükümdar göz ka-
" -

maştırıcı kılığı içinde ve at sırtında boy gösterdi; başında yakut


bezeli altın bir taç, elinde fildişinden yapılmış, altın boğa başlı
bir asa vardı. Denetime sol kanattan başladı; askerlerin donanı­
mının tam olup olmadığını gözden geçirdi; sol yanlarında bir
pala, sağ yanlarında kısa bir kılıç, bir mızrak, bir topuz, bir
hançer ve bir deri kalkan olması gerekiyordu; her askerin ayrı­
ca bir yayı ve içinde otuz ok bulunan bir sadağı vardı. Atların
sırtları kaplan postuyla kaplıydı.
Denetim sırasında sıkı bir merasime uyuluyor ve her birlik
bir değerlendirmeye tabi tutuluyordu. Timur, her biri on bin
askerden oluşan tümenlerden birinin önüne geldiğinde; emir,
kıdemli subay veya hükümdarın oğlu veya tarunu olan tümen
komutanı atından inip kendini yere atıyor, toprağı öptükten
sonra hükümdarına birliklerinin eksiksiz ve kusursuz bir du­
rumda olduğunu söylüyor, ona ağdalı övgüler ve iltifatlar yağ­
dırıyordu. Sol kanattaki bir tümenin komutanı olan Birdi Bey,
"Timur'un önünde tüm bir cihan dize gelsin; sadakat ve görev
bilinciyle, kellemizi ve canımızı her zaman şevketlinin atının
ayakları dibinde fedaya hazırız," dedi. Oğlu Ömer Şeyh, asker-:
lerinin düzeniyle babasını memnun etti ve ona Çin sınırların­
dan Hazar Denizi' ne kadar uzanan fetihlerinden ötürü övgü
üstüne övgü yağdırdı. Yezdi, Timur'un Sulduz Hazarlarından
da çok hoşnut olduğunu yazar; bunlar yayları, akları, ağları,
sopaları, kementleri, topuzları ve palalarıyla birçok savaşta dö-

207
vüşe dövüşe demir gibi sertleşmiş cengaverlerdi. Ardından, oğ­
lu Miranşah komutasındaki sağ kanada geçti. Denetim iki gü­
nünü aldı ve sonunda Timur ordusunun durumundan hoşnut
kaldığını bildirdi.
Yakın zamanda yaşadıkları onca meşakkatten sonra yap- .
tıkları başarılı av, adamlarını gayrete getirmişti. Hükümdarın
davulundan bir gümbürtü kopup düzlüğü inietti ve bunu, tek
tek tümenierin davulları takip etti. Bu muazzam savaşçı gücün
üstünde bayraklar, sancaklar dalgalanıyordu. Yumruklar sıkıl­
mış, silahlar havaya doğrultulmuştu. Davul vuruşlannı, kulak­
ları sağır eden bir başka gürültü bastırdı; bu defa sol kanadin
başından sağ kanadının sonuna kadar ordu, "Sürün! Sürün!" di­
ye kükrüyor, savaş çığlıkları atıyordu. Sonra bir kez daha orta­
lık sessizleşti ve ordu soğuk, kül renkli şafakla birlikte, kuzeye
doğru, savaş etmek için yola koyuldu.

* * *

Hiç bilmedikleri Sibirya önlerinde uzanıyordu. Bu toprak,


yılın hangi mevsimi olursa olsun bomboş, çırılçıplaktı. İbn Bat­
tuta buraya Gölgeler Ülkesi adını vermiş, "bu yerde yaşayan
insanları görmek imkansızdı," diye yazmıştı. "Burada yazın
günler, kışın geceler uzun oluyor." Timur, düşmanını burada
mı bastıracaktı, yoksa hep birkaç menzil önden giden Tokta­
mış, Tatarları felaketlerine doğru mu çekiyordu? Koyu bir sis
ve ayaklarının altında vıcık vıcık toprakla kaplı bu yabanıl ara­
zi, güneyden gelmiş bu adamlara hiçbir ipucu vermiyordu.
Bu, ancak düşman hatlarına iyice sokulan keşif kolları sa­
yesinde anlaşılabilirdi. Hükümdarın tarunu Muhammed Sul­
tan böyle bir göreve çıkarılmak için dedesine ricada bulundu.
Timur rıza gösterdi ve müneccim genç delikanlının yola çıkaca­
ğı en uygun tarihi belirledikten sonra, Muhammed Sultan Ni­
san ayının son haftasında yola koyuldu.
Yaş am belirtileri kendilerini göstermeye başlamıştı. Önce
bir yol izi b ulundu; bu onları yarım düzine kadar ateşin hala sı­
cak duran közlerine götürdü. Bu haber Timur'a uçuruldu ve
hükümdar onlara katılmak üzere bir uzman keşif kolu daha

208
gönderdi. Bunlar kuzeyi takiple dörtnala gidip; düzlüğü, Ku­
zey Buz Denizi'ne dökülen İrtiş'in kolu Tobol Nehri'ne kadar
bir işaret, bir alarnet bulmak için didik didik ettiler. Nehrin daha
ileri yakasında yetmişe yakın ateş kalınhsına ve bir dizi at nalı izi­
ne rastladılar, fakat bundan başka bir yaşam belirtisi bulamadılar.
Şeyh Davud adlı yiğitliğiyle nam salmış bir Türkmen, biraz
daha kesin bulgu toplamak üzere yola çıkarıldı. Davud iki gün
süreyle yol aldıktan sonra, nihayet damları çalı çırpıyla kaplı
birkaç kulübeye rast geldi ve gece boyunca saklandı. Ertesi sa­
bah bir atlı ortaya çıktı ve Türkmen bunu derhal yakalayarak
Timur'un yanına götürdü. Adamın ne Toktamış'tan ne de or­
dusundan haberi vardı, fakat on gün önce atlı ve silahlı on kişi­
nin o civarda konakladığını görmüştü. Koku gitgide keskinleşi­
yordu. Timur bunları bulup yakalamaları için bir öncü birlik
gönderdi. Etrafıarı sarıldığında, bu atlılar kıyasıya karşı koydu­
lar; ama esirler alınmış, yeni istihbarat sağlanmıştı. İlk çarpış­
ma böylece gerçekleşmiş oldu.
Muazzam Tatar ordusu batıya, düşmana doğru yöneldi. 1 1
Mayıs'ta Ural N�hri'ne vardılar. Rehberlerin, adamlarını bir
pusuya düşürmelerinden veya benzeri bir belaya uğratmaların­
dan çekinen Timur, onların önerdiği geçitiere itibar etmeyip,
askerlerini ve atıarını daha az bilinen ve daha az göze batan yö­
relerden geçiriyordu. Durum henüz ümitsiz değildi, fakat her
geçen gün biraz daha müşkül bir hal alıyordu. Taşkent'ten yola
çıkalı dört ayı geçmiş, fakat Tatarlar ha.Ia Altın Orda'yla savaşa
girememişti. Tarihçi Harold Lamb, zamanın burada ana unsur
olduğuna işaretle, "Timur'un kuzeye doğru bu uzun ilerleyişi
günümüz strateji uzmanlarını hayrete düşürebilir, ama bu ku­
ralları olmayan ve beylik mazeretierin ardına sığınılmayan bir
savaştı," diye yazar. "Zafiyet göstermek veya Altın Orda'nın
adamlarına baskın bir saldırıda bulunmasına meydan vermek
her şeyin sonu olurdu. Görünmeyen gözlerin ilerleyişini izledi­
ğini ve Han'ın, onun her hareketinden haberli olduğunu bili­
yordu. Zaman Timur için her şeyden daha önemliydi; ya Altın
Orda'yı bir an evvel savaşa sokmalı ya da yaz bitmeden ordu- _

sunu ekili, dikili topraklara ulaştırmalıydı; bu gecikme, Tokta­


mış'ın en güçlü silahıydı ve bunu sonuna kadar kullanıyordu."

209
Dir hafta daha süren zorlu bir yürüyüşten sonra, Timur'un
yorgun ordusu Samara Nehri'ni buldu. Burada bir keşif kolu
asıl orduyla birleşerek düşmanı gördükleri haberini getirdi. Ni­
hayet savaş kapıya dayanmıştı . Esir üstüne esir getiriliyor, her
birinden ayrı önemde bir istihbarat sağlanıyordu. Bunlardan
birini, Timur'un gayretkeş tarunu Muhammed Sultan getirmiş­
ti. Bir başkası, Timur'un ordusundaki bazı askerler saf değişti­
rip Kıpçaklara katılmazdan önce, Altın Orda hanının Timur'un
ordusunun yola çıktığından bile haberi olmadığını söylemişti.
Bu dönekler, Yıldızlara Hükmeden Hükümdar'ın, "çöldeki
kumdan ve ağaçlardaki yapraklardan daha fazla askerle" kuze­
ye doğru iledediği uyarısında bulunarak ham kızdırmışlardı.
İki ordu üstünlük sağlamak için manevra yapar ve Tatarlar
ne zamandır bekledikleri bu karşılaşma için kendilerini hazır­
larken, geceleri ordugahta ateş yakılınaması emri çıktı. Asker­
lere konak yerlerinde siper kazmak, atlı nöbetçilere ise çevrede
kol gezmek görevi verildi. Birbirinden ayrı duran tümenler her
an teyakkuz halinde bulunacaktı. Günlük talimlere, artık da­
vullar ve zurnalar savaş havası çalarak eşlik ediyordu. Yezdi,
"bu muazzam kalabalık harekete geçtiği zaman azmış bir um­
manı andırıyordu," diye yazar.
Fakat gene de Altın Orda görünürlerde yoktu. Kuzeye
doğru ilerlerken geçtiği güzergahı yakıp yıkmış, çiğnedikleri
toprağı vıcık vıcık bataklığa çevirerek peşi sıra gelen Tatar gü­
ruhlarını zora sakmuş ve zaten bu yol üstünde pek kıt olan ya­
şam olanaklarını azirole kurutmuştu. Donmuş balçığın üstüne
kalın bir sis çöküyor, Timur'un ordugahında moral narnma bir
şey bırakmıyordu. Hükümdarın tekrar bir girişimde bulunup
huzursuz birliklerine şevk vermesi gerekiyordu. Önce av, ar­
dından o muhteşem denetim gelmişti. Şimdi en kıdemli kur­
maylarını bir kez daha bir araya topladı; onlara teşvik niteliğin­
de sözler söyleyip, şeref payesi olarak ala giysiler verdi ve bir­
liklerdeki asker ve hayvanlar için donanım; ayrıca kalkan, ok
ve yay gibi yeni silahlar dağıttırdı.
İki taraf da birbirine pusu kuruyordu. Bir o yandan bir bu
yandan esir alınıyor, bunlar düşmanın yeri hakkında öbür ta­
rafa bilgi veriyordu. Bu pusuların en kanlılarından birinde,

210
Timur'un birçok kurmayı öldürüldü. Bizzat hükümdar, misille­
me niteliğinde bi r baskın düzenledi ve bunda kahramanlık gös­
terenler cömertçe ödüllendirilerek, en gözüpek olanlar tarkanlı­
ğa terfi ettirildi.
Gerçi artık yaz gelmişti, ama . koşullar gene de ağırdı. Bir
tarihi kayıtta, "hava o kadar bulanık ve bulutlu, yağmur öylesi­
ne şiddetliydi ki iki adım ötesini görmek olanaksızdı," diye ya­
zar. Derken bir hafta sonra, bu boza kıvamındaki sis birden da­
ğılıverdi. Haziran'ın ortası olmuştu ve beş aydan beri yolda
. olan bu adamlar beş bin kilometreye yakın yol katetmişlerdi.
Çölün ve bozkırın evlatları o kadar kuzeye çıkınışiardı ki uzun
yaz günleri hiç sona ermeyecekmiş gibi geliyordu. Aralıksız
gün ışığı hocaları serseme çevirmiş, beş vakit namaz düzenini
allak bullak etmişti. Timur'un izniyle, hiç patırtı koparılmadan
yatsı namazının kılınma zorunluluğu kaldırıldı.
Düşmanın görüldüğü yerler hakkında şimdi haber üstüne
haber yağıyordu. Timur savaş için son hazırlıklarını yaptı. Ta­
tar ordusu tam bir savaş düzeni içinde ilerliyordu; töreye uy­
gun olarak, bir merkez ve iki kanattan oluşuyordu; fazladan
her kanadın öncü kuvvetleri, merkezin ise hem öncü hem de
yedek kuvvetleri vardı. Dedesinin gözünün bebeği Muham­
med Sultan' a, merkez kuvvetlerinin kumandası verilmişti.
Kukla Çağatay Ham'nın oğlu Sultan Mahmud bunun önünde
giden on bin askerlik öncü kuvvetlerin b aşındaydı. Örnek bir
asker olduğunu kanıtlayan Ömer Şeyh, Endi can' dan derlenmiş
birliklerinin başında, sol kanada kumanda ediyordu. Kardeşi
Miranşah sağı yönetiyordu. Emirlerin en sadığı yaşlı Seyfeddin
ise sol kanadın öncü birliklerinin başındaydı. Timur'un kendisi
artçı birliklerin kumandasını almıştı.
İleriye doğru akıyorlar, gün ışığı altında ışı! ışıl p arlayan
donanımlarıyla, 'kudurmuş bir denizin dalgalarını' andırıyor­
lardı. Derken ufuklar önlerinde açıldı ve altı yedi yüz metre
ötede titreşen ışığın içinden, Altın Orda'nın ucu boynuzlu san­
caklarının yükseldiği görüldü. Düşman nihayet savaşa hazırdı .
Havada ölüm vardı, fakat bekleyişle, açlık, yorgunluk, hüsran
ve sabırsızlıkla geçen onca aydan sonra Tatar ordusu o anda
korku değil rahatlık duyuyordu. Karşılıklı uygulanan bin bir
harp hilesinin, kovalamacanın ve yalandan ricatın miadı dol-

211
muş gibi duruyordu. Timur'la Toktamış arasındaki üstünlük
savaşı, öyle veya böyle, artık bir sonuca bağlanacaktı.
Fakat yapılacak son bir gösteri daha vardı. İki ordu, kendi­
lerini ayıran mesafe içinde karşılıklı dururken, Timur her taraf­
tan işitilen bir sesle görkemli otağ ve çadırlarının açılıp dikil­
mesini ve halılarının döşenmesini buyurdu. Böylece hem Altın
Orda'ya karşı duyduğu tiksinti ve küçümserneyi açıkça ilan et­
miş oluyor, hem büyük bir hayal gücü ve ustalıkla uyguladığı
psikolojik savaşı başlatmış bulunuyordu. Aynı tarihi kayıta gö­
re, Toktamış'ın asker sayısı Timur'a göre çok fazla olmakla be­
raber, son dakikada yapılan bu gösteri ordusunun moralini
tuzla buz etmişti.

* * *

1 8 Haziran 1 391 gününün erken saatleri, kuzey bölgelerin­


de görülen tipik seher vakitlerinden pek farklı değ!ldi. Her şe­
yin üstüne çökmüş, kül rengi ve basık bir gökten, solgun mu
solgun bir ışık süzülüyordu. Rüzgarların ardı sıra gelen soğuk,
o hiç aman vermeyen, bildik belaydı. Fakat bu günü diğerlerin­
den farklı kılan bir şey vardı ki o da bu kasvetli ortamda kımıl­
danan tuhaf gölgeler ve duyulan acayip seslerdi. İki ordunun
safları, alacakaranlıkta simsiyah çizgiler halinde uzanıyor; kilo­
metrelerce ötede ufkun solgun ışığına ve toprağın karalığına
karışarak tamamen gözden kayboluyorlardı. Şurada burada,
sert açılı bazı çıkıntılar -bir mızrak, bir sancak, at sırtında bir
muhafız- karanlığı yarıyordu. Ateş hatlarında, adeta bir felake­
te işaret eden, tedirgin edici bir sessizlik vardı.
Tatar tarafında, ordusunun önünde ilerleyen Timur, atın­
dan inerek toprağın üstünde secdeye durdu ve her şeye kadir
olan Allah'tan yardım dilemek için namaza başladı. Yürekleri
güm güm atan ve şakakları zonklayan askerler kendiliklerin­
den ve hep bir ağızdan, "Allahü Ekber, Tanrı uludur," diye gür­
lediler. İmam Seyyid Bereke öne çıkarak, kopmak üzere olan
savaş için kendi hayır duasını okudu. Dört bir yanında davul­
lar ve borazanlar yeri göğü inietmeye başladı. Mübarek adam
yere kapandı ve Kuran' dan bir sure okuduktan sonra eliyle bir

212
miktar toprak avuçladı . Altın Orda'nın ordusunu karşısına
alarak avazı çıktığı kadar, "Yenilginizin karası yüzünüze çalı­
nacak" diye haykırdı. Ardından, yirmi yıldan beri büyük bir
sadakatle hizmet ettiği hükümdarına döndü ve adeta fısılda­
yarak, "Var git şimdi nereye istersen; zafer senindir" dedi.
Davullar ve borazanlar en yüksek perdeden tekrar çalınmaya
başladı; hava, "Sürün, S ürün/' diye yükselen savaş çığlıklarıy­
la doldu ve Asya'nın en büyük iki ordusu aralarındaki mesa­
feyi bir fırtına gibi kapatırken, kıta tir tir titredi. Aşağıdaki
sözler, Arabşah'a aittir:

Sonra ordular birbiriyle kapıştı; ateş almış gibiydi/er; çarpışmanın şid­


detiyle büsbütün kızzştılar; savaş başlamıştı; kılıç çalarken boyunlar
uzuyor, mızrak atarken boğazlar geriliyordu; yüzler çatık ve toz toprak
kaplıydı; savaş kurtları dişlerini gıcırdatıyor; parslar tutuşmuş, saldı­
rıyor; iki ordımun aslanları birbirinin üstüne çullanıyordu; akların
tüylerine sürtünnıekten askerlerin derileri diken gibi kabarmıştı, hü­
kümdar/arın kaşları çatılmış, kendilerini tümüyle savaşa kaptıran ko­
mutanların başları öne düşmüş tü; ortalık kapkara bir toz dumana kes­
mişti; hem komutanlar lıenı neferler bir kan gölünde yüzüyorlardı; b u
kapkara toz duman içinde aklar, Şeytanııı Güçlerini yok etmek için
oraya konulmuş yıldızlar gibi parlıyordu; kalkan toz duman içiıide kı­
lıçlarm ya/um, patlayan gök cisimleri gibi ateş saçıyor; sultanların,
hükümdarlarm üstüne yağıyordu; ölüm saçan atlılar hiç durmadan
öne atılan birliklerin arasına dalıyor, etrajlarmı sarıyor, üstlerine bin­
diriyorlardı; atlarm toynaklarından kalkan toz göğe yükseliyor, kılıçla­
rm kanı düziiiktc sel gibi akıyordu; bu savaş ve çarpışmalar, yer ve gök
sekiz deniz gibi yı rtı/ıp parçalanana dek iiç gün siirdü.

Savaş, Timur'un Miranşah komutasındaki sağ kanadının


Toktamış'ın sol kanadına bindirmesiyle başladı. Çarpışma çok
şiddetli oldu; fakat taraflar düşman saflarını yaramadıkları için
belli bir sonuç alınamadı. Atlar, vahşice birbirine doğru koşuyor,
sırtlarındaki sürücüler düşmana ok üstüne ok savuruyordu. Da­
ha yakın planda kılıçlar ve yatağanlar kınlarından çekilmiş, çelik
ağızlarıyla tepeden inip kendilerine karşı koyan her şeyi biçiyor­
lardı. İlk hücumu takip eden kıran kırana çarpışmada Timur,

213
Toktamış'ın sağ kanadına ve merkezdeki kuvvetlerine karşı üs­
tünlüğü ele geçirdi. Buna cevaben Toktamış, sağ kanadını Tatar­
ların Ömer Şeyh komutasındaki sol kanadına bindirdi ve sayısal
üstünlüğü sayesinde onu ana ordudan koparıp neredeyse tü­
müyle yc_ı tulma tehlikesiyle karşı karşıya getirdi. Fakat tam o sı­
rad<ı, savaş kıyasıya sürer ve Altın Orda'nın adamları günü ka­
zanacak gibi dururken, ordu saflarına ani bir kargaşa hakim ol­
du; çünkü Toktamış'ın boynuzlu sancağı savaş meydanında gö­
rünmez olmuştu. Bu hanlarının öldüğüne delalet eden en kesin
işaretti. Oysa o hayattaydı; ne zaman ki Timur'un at kuyruklu
sancağı üstüne üstüne dalgalanmaya başlamıştı, "dehşete ve
ümitsizli ğe" kapılarak adamlarını savaş meydanında yüzüstü bı­
rakıp kaçrnıştı . Kıpçaklan korku sarmış ve bu, tüm safiara yayıl­
mıştı. Timur'un ordusunu neredeyse bozgunun eşiğine getirmiş
olanlar, şimdi arkalarma bakmadan firar ediyor; onları kovala­
yan Tatarlar ise adeta kudurmuş, ellerine geçeni hiç gözünün ya­
şına bakmadan hunharca boğazlıyorlardı. Yezdi, "Tatarların
Kıpçakları kovaladığı kırk fersahlık mesafe içinde oluk oluk
akan kandan ve düzlüğe saçılmış insan ölülerinden başka hiçbir
şey görünmüyordu," diye yazar. Kunduzca savaşında, yüz bin
erkek ve kadın hayatlarını kaybetmişti.39
Aylarca süren kuzey seferi sona ermişti. Timur, toprağın
üstünde secdeye gelerek, Allah' a kendisine bahşettiği bu müt­
hiş zafer için şükretti. Bir kez daha kendisi ve ordusu, zaferin
lezzetli yemişlerini tattı. Emirleri; oğulları ve torunları onu kut­
lamak için öne çıktılar ve adet olduğu üzere, başından aşağı al­
tın ve değerli taşlar yağdırdılar. Ele geçen ganimet muazzamdı.
Nispeten yoksul askerler, Semerkand'a götürebileceklerinden
fazla ata konmuşlardı. Yığınla deve, koyun ve büyükbaş hay­
van vardı. Kıyımdan kurtulan Kıpçak kadın ve erkekler hemen
esarete koşuldu. Beş bin oğlan çocuğu saray hizmeti için ayrıl­
dı. Kadın ve kızların en güzelleri harem yolcusu oldu.
Savaş sırasında son derece sert ve acımasız olan Timur, za­
feri kutlamaya gelince gayet eli açık davranırdı. Volga kıyıla­
rında, tam da Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin imparatorluk mer-

39 Bu savaş, bugün Tataristan'da, Volga Nehri'nin doğusundaki Samara ve Şisto­


pol arasında olmuştu.

214
kezi olan düzlüklerde büyük bir şölen tertip edilmesini buyur­
du. Görkemli çadırların içinde sıra sıra diziimiş oturan baha­
dırların önüne, altın tabaklara yığılı kızarmış at eti konuldu;
bunlar bir yandan bileği bükülmez hükümdarlarının şerefine
içiyorlar; bir yandan da savaşta nasıl kahramanca çarpıştıkları­
nı bire bin katarak anlatıyorlardı. Hemen yanı başlarında ipek­
lere bürünmüş güzelim esir kadınlar dikiliyor, billur kadehler­
deki şarapları boşaldıkça tekrar tekrar dolduruyorlardı; ta ki
artık içemez olup yere yuvadanana veya bunlardan birini gece­
yi birlikte geçirmek üzere kolundan tutup yalpalaya yalpalaya
çadırıarına götürene dek. Bir ay süreyle bu taşkın sefa içinde
yaşayarak savaş yorgunluğunu üstlerinden attılar; iç gıcıklayıcı
müzikler, ağzına kadar dolu şarap kadehleri ve tatlı kucaklaş­
malarla kendilerinden geçtiler. Toktamış pençelerinden kurtul­
muştu, evet, fakat ordusu darmadağın edilmişti; yerine yeni li­
derler tayin edilmiş, Kıpçaklarm arasına nifak ve bölücülük to­
humları ekilmişti. Maveraünnehir'in tehdit edilmesi sona er­
mişti. Görevleri tamamlanmıştı.

* * *

Bütün bunlar Toktamış'ın sonunu getirmeliydi. Girdiği üs­


tünlük kavgasında yenik düşmüştü. Her ne kadar savaş meyda­
nında bir ara başa baş gitmiş de olsa sonunda mutlak bir bozgu­
na uğramıştı. Onun yerinde birçok insan, böyle bir kıyıının ar­
dından hayatta kaldığına şükrederdi. Talihin bu feci ters dönü­
şünden sonra, pek az kişi yeniden fetih sevciasına düşerdi. Fakat
ne yazık ki Timur için, Altın Orda hanının ihtiraslarını yenmek,
onun muazzam ordusunu yenmekten daha zor olacaktı.
Kunduzca savaşından üç yıl sonra Timur, batı hükümdarlı­
ğında sefer halindeydi. İran tekrar o haddini bilmez tavırlarını
takmmış, birbirleriyle ezelden beri kanlı olan Muzafferi hane­
danının soyluları tekrar isyan çıkarmışlardı. Maveraünne­
hir' den Beş Yıllık Sefer için toplanan birlikler, 1392 yılmda Se­
merkand' dan yola çıktı. Önüne çıkanı ezip geçerek ilerleyen Ti­
mur, kuzeydoğuya yönelip başkaldırmış olan Gürcistan'ı tek­
_
rar fethetmeden önce Mazanderan'ı yakıp yıktı; oradan güneye

215
ınıp Şiraz'ı yeniden ele geçirdi ve savaş kaçkım Sultan Alı­
med'in topraklarını bir kez daha terk etmesi sonucu, çarpışma­
ya hiç gerek kalmadan Bağdat' ı işgal etti.
Timur, Toktamış'ın Mısır sultanı Berkuk'la kendisine kar­
şı ittifak kurup ordu toplamaya başladığından zaten haberliy­
di, fakat 1394'te Tatar hükümdara, can sıkıcı bir bilgi daha
ulaştı. 40 Altın Orda Kıpçakları güneye akın ederek Gürcistan'ı
tepelemiş ve bir kez daha hükümdarlığının sınırlarına teca­
vüz etmişlerdi. Savaş için derhal gerekli güçler yola çıkarıldı,
fakat tam kendilerinden beklenen bir tavır içinde, Kıpçaklar
geldikleri yoldan geri dönüp bozkırın derinliklerinde gözden
kayboldular.
Bunları işiten Timur, ordularının en son karşılaşmasında
Toktamış'ı yakalayıp işini bitirmediği için esef duymuş olsa ge­
rektir. Mısır sultanı da zaten fazla olmaya başlamıştı ve onun da
zaman içinde defterinin dürülmesi gerekecekti. Ve batıya doğru
yayılınacı seferlerinden sağlanan kazanımlar, Timur'un hüküm­
darlığını sıkıntı yaratacak ölçüde Osmanlı sultanının toprakları­
na yaklaştırmıştı. Burada da bir hesaplaşma olacak gibi görünü­
yordu. Fakat bu iki hasım şimdilik bekleyebilirciL Savaş alanında
yanıp kavrulan Toktamış; Zümrüdü Anka kuşu gibi, şimdi kül­
lerinden yeniden göveriyordu. Yok edilmesi elzemdi.
Teşrifatla fazla zaman kaybedilmedi. Toktamış'a gönderi­
len bir heyet ona şu gözdağını verdi:

Önce kilinatın yaratıcısı Allah'a sığınır ve ona şükrederim; sana, şey­


ta na uyup kibre kapılarak doğru yoldan sapan sana, soruyorum; had­
dini aşan bu lıareketlerinle kastın nedir? Seni böyle nafile girişimiere
sevk eden kimdir? Smi savaşta ülkenin ve sahip olduğu her şeyin na­
sıl hiç olduğunu ımuttun ınıı? Bu kadar gözükara davraımıandan
kendi selanıetini diişünınediğiıı anlaşılıyor. Bana dostluklarını ispat
edenlere nasıl saygılı davrandığımı, onlarla yaptığını ittifaklardan ne
büyük faydalar sağladıklarını ve benim bunlara nasıl harfiyen ııydıı­
ğımıu; buna karşılık bana düşmanlık giideıılere hiç rahat ve huzur

40 Berkuk'la antlaşmaya koyulan Toktamış, hayli köklü olan Altın Orda hanlarının
İran' da hüküm süren hanecianlara karşı Mısır sultanlarıyla ittifak kurmak töre­
sine uymuş oluyordu.

216
vermediğimi ve ne kadar enıniyette olurlarsa olsunlar intikamınıdan
asla kurtulamadıklarını bilmeyecek kadar cahil misin ? Kazandığını
zaferlerden elbette lıaberlisin ve benim için savaşın da barışın da bir
olduğunu bilirsin. Benim hem yumuşak hem sert tarafımı tamrsın.
Bu mektubu okuduktan sonra tez elden cevabını gönder; kararın sa­
vaş mı, barış mı bildir.

Altın Orda hanının barışta gözü yoktu. Kişiliği neredeyse Ti­


mur'unkiyle tıpatıp aynıydı, oturduğu yerde rahat durmak
elinde değildi, ne de bunu istiyordu; kılıç zoruyla yeni yerler
fethetmek için hep yanıp tutuşuyordu. Aralarındaki tek büyük
fark, savaş alanındaki cenk kabiliyetlerinde ve talihlerinde yatı­
yordu.
Timur o kışı Hazar Denizi'ne yakın bir yerde geçirdi ve bu
bomboş aylarda karılarının yanında keyif çattı. 1 395 baharında,
karlar erimeye başladığı zaman onlarla vedalaşıp memleketine
gönderdi. Hükümdarın otağındaki zevk saatleri savaş uğruna
terk edilmeliydi.
Bir denetim daha buyruldu. Hükümdar, emirleri ve kur­
maylarıyla yakın zamanda kazandıkları parlak zaferleri yad et­
ti. İran, Irak ve Gürcistan'ı nasıl fethettiklerini, bir süre önce
Toktamış'ı nasıl bozguna uğrattıklarını hatırlattı. Bunun, Altın
Orda hanıyla yapılacak son savaş olduğuna onları temin etti.
Bu nankör han bozuntusu bir daha asla topraklarına tecavüz
edemeyecekti. Hep olduğu gibi, zafer Allah'a ve onun sınırsız
merhamet ve inayetine bağlıydı. Bir kez daha onları bu düzen­
baz münafıktan esirgeyecekti.
Yezdi, Cengiz Han zamanından beri o yörede böyle büyük
bir ordunun görülmediğini yazar. Timur'un sol kanadının öncü
kuvvetleri Elbruz dağlarının eteklerinde, sağ kanadı Hazar
Denizi'nin kıyılarındaydı. Her an savaşmaya hazır bir halde
ilerlemeleri buyruldu. Toktamış orduyu gafil avlamamalıydı.
Yukarılarda, ardıç ve akçaağaç ormanlarının üstünde kaya kar­
talları döneniyordu. Sönmüş yanardağ Demavend'in gölgesin­
de boz ayılar, yabandomuzları, karakulaklar ve parslar araziyi
arşınlıyord u.
Tatarlar önce Hazar Denizi kıyılarını takiple batıya yönel-

217
diler; sonra yumuşak bir kavis çizerek kuzeye döndüler. Ünlü
Derbenci Bağazı'nı geçtiler; tamı tamına on yıl önce, Toktamış
bu noktadan Tebriz' e yağma amaçlı baskınlar düzenlemişti.
Gürcistan'ı ve başkent Tiflis'i geçip yolları üstündeki bağları
tahrip ettikten sonra, bugünkü Çeçenistan' a vardılar. Buranın
kırlık alanı Altın Orda'nın kuzeydeki bozkırlarına kıyasla daha
muhafazalıydı; geri çekilmek veya saklanmak için fazla yer
yoktu. Aralarındaki son savaştan önce Timur'a beş ay ustaca
kendini kavalatan Toktamış'ın böyle bir coğrafyada bunu tek­
rarlaması olanaksızdı. Dolayısıyla, 1395'in Nisan ayında bu�
günkü Grozni kentinin yakınında bulunan Terek Nehri'nde, Ti­
mur düşmanıyla karşilaştı.
Toktamış daha elverişli bir konumdaydı; çünkü nehrin tek
sığ noktasından geçerek kuzey kıyısını tutmuştu. Timur'un
onu bir an önce bastırmak istediğini biliyordu; yaklaşmasını
önlemek için bu geçidi kolluyordu. İspanyol elçi Clavijo Tatar
hükümdarın bundan sonraki manevralarını şöyle anlatır:

Timur yaklaştı ve Toktam ış 'm bu geçidi tutmuş olduğımu görünce


durdu; Toktanıış'a bir elçi heyeti göndererek ona niye böyle davrandı­
ğıııı soı·dıırdu; kendisinin gerçekten onun dostu olduğuna ve savaş­
mak niyeti taşınıadığma Toktamış'ı ikna etmeye çalıştı; ona karşı hiç­
bir zammı saldırı amacı giitmediğiııe Al/alı'ı şahit gösterdi. Toktamış,
Timur' ım ne Jıiııoğluhin olduğunu gayet iyi bildiği için bu söyledik­
Ierine kulak asnıadı. Bımun üzerine Timur ertesi gün ordusumı ko­
nak yerinden kaldırıp Hehrin güney layısı boyunca yukarıya doğru
sürdü; bunu gören Toktamış aym biçimde karşılık verdi; o da ordusu­
ııa ııelırin kuzey kıyısını takip ettirerek karşı yakndaki Tinıur'a ayak
uydurdu. iki ordu böyle birbirlerini izleyerek nehrill yukarı kısmına
doğru ilerledi; geceleri birbirleriyle karşılıklı konaklıyorlardı; nelıir
aralarmdmı akıyordu. Bu iş böyle, ne o ne de bu ordu öbiiriizıü geç­
meye kalkışmadaH, üç gün boyunca tekrarla/ldı; fakat iiçiiııcii günün
akşamı Timur, konak kurulur kıırulmaz, orduya eşlik eden kadınlara
erkeklerin to/galarmı giyip savaş aksanı/arım kuşanarak kendilerine
asker süsii vermelerini buyurdu; bu arada erkekler atiarına atiayacak
ve onunla birlikte tersyüzü, sığ geçidin olduğu yere döneceklerdi; lıer
atlıııın yedeğinde genzinden çektiği bir binek Iıayvam buluııacaktı.

218
Böylece Timur, askerlerinin başında, nelıriıı geçilebi/eceği o sığ nokta­
ya doğru iiç giinliik yola çıkarken, konak yeri cengfiver kılığma girmiş
kadmlara; köleler ve esirler de nöbetçilere emanet edilmiş oldu.

Bu metnin en önemli yanı, Timur için kullanılan 'hinoğlu­


hin' ifadesidir. Tatar hükümdar önce olmayacak bir hileye baş­
vurmuştu. Buna kanılmasını beklemek saflık olurdu. İki adam
arasındaki ilişkinin geçmişi, Kunduzca bozgunu ve Toktamış'ı
Asya'nın bir ucundan Terek Nehri'ne kadar kovalayışı dikkate
alındığında, niyetini anlamak hiç de zor değildi. Hasımların
birbirlerine karşı en uygun pozisyonu almak için giriştikleri ve
kapışma öncesi gerekli bir aşama olan bu.zeka ve kurnazlık ya­
rışı, böyle üç gün sürüp gitti. İki ordu arasındaki pata duru­
mu,41 ancak Timur'un başvurduğu, kadınları asker kılığına
sokmak biçimindeki olağanüstü hilesiyle bozuldu; bu o kadar
uzun boylu bir işti ki inanmak zor gelebilirdi. Daha önce Ti­
mur savaş sanatında -hem geleneksel hem psikolojik- ne kadar
usta olduğunu birçok kez sergilememiş, başkalarının kafasın­
dan geçenleri okumak ve risk almak konusunda ne kadar yara­
tıcı olduğunu göstermemiş olsaydı, Kastilyalı elçiyi bizimle eğ­
lenmek veya her duyduğuna inanınakla suçlayabilirdik.
Neyse ki Timur'un bu konulardaki becerisini başka birçok
kaynak bize bildirmektedir. Bunların içinde en dikkate değer
olanı, Sultaniye Başpiskoposu Johannes'e aittir; bu hikayeye
göre Timur gençliğinde hasmını alt etmek için dahiyane oldu­
ğu kadar aklın hayalin almayacağı taktikler uygulamıştı. Bu
olayın 1370'teki taç giyme töreninden bir süre önce olduğu ri­
vayet edilir. Ya onun iradesine boyun eğmesi ya .da savaş mey­
danında karşısına çıkması için kendisini uyaran soylu bir hana
karşı fevkalade çetrefil bir hileye başvurmuş; savaşa sürecek bir
ordusu olmadığı için hasta numarası yapmıştı. Hanın elçi heye­
tini kabul ettiği zaman karşılarında ağız dolusu kan kusmuş,
her ne kadar onlar anlamadıysa da, bu numarayı daha önce iç­
tiği bir leğen yabandomuzu kanıyla gerçekleştirmişti. Tahmin
edilebileceği gibi, elçiler geri döndüklerinde efendilerine Ti-

41 Satrançta şahın mat olmadan hareket ederneyeceği ve hareket dtirilecek başka


taşın da olmadığı durum. ç. N.

219
mur'un pek fazla ömrü kalmadığını bildirmişlerdi. Ham ve sa­
raylı maiyetini tam anlamıyla gafil aviayan Timur'un bunun
hemen ardından onları mağlup etmesi hiç zor olmamıştı.

* * *

22 Nisan 1395' te savaş başladı. Daha en başında, Tatarların


sol kanadı epeyce hırpalandı. Timur, yedek yirmi yedi alayın
başında ve okçulannın koruması altında, onun yardımına koş­
tu. Karşı saldırı o kadar başarılı olmuştu ki düşmanı ta gerilere
kadar püskürtmüşler, fakat bu arada ana ordudan epeyce uzak
düşmüşlerdi; ayrıca yeniden toparlanan Altın Orda'nın asker­
leri sayıca onlardan çok üstündü. Hükümdarın kendisi bile ağır
saldırı altındaydı; dalga dalga üstüne gelen Kıpçaklarla burun
buruna çarpışıyordu. Yezdi, "oklarının tamamı harcanmış, kısa
mızrağı paramparça olmuştu," diye yazar. Hükümdarının ha­
yatının tehlikede olduğunu gören Şeyh Nureddin, elli askerlik
küçük bir birlikle onu korumak için öne atıldı. Bunlar atların­
dan ip.ip etrafında bir çember oluşturdular ve tek dizleri üstüne
çökerek düşmana ok yağdırmaya başladılar. Timur'un kur­
mayları Toktamış'ın adamlarından üç yük arabası ele geçirmiş­
lerdi; bunlar barikat olarak kullanıldı ve üstlerinde o bildik at
kuyruklu sancak dimdik dalgalandırıldı.
Timur ve adamları mevzilerini korumak için kıyasıya mü­
cadele ederken, Muhammed Sultan, kamutası altındaki sağ ka­
nadı hücuma geçirip Tdktamış'ın sol kanadına bindirdi ve ona
ağır kayıplar verdirerek gittikçe gerilere doğru püskürttü. Sağ
kanadın öncü kuvvetlerinin başında bulunan Emir Seyfeddin
Nukuz zor durumdaydı; adamları emir üzerine atlarından in­
miş, kalkanlarıyla kılıç ve mızrak darbelerini savuşturmaya ça­
lışıyorlardı. Nihayet düşmanın sol kanadı çözülerek firara dur­
du ve kovalana kovalana savaş alanının dışına sürüldü. Bu ka­
yıp karşısında maneviyatı bozulan Toktamış'ın merkez kuvveti
şimdi düşmanın merkez kuvvetiyle karşı karşıya kalmıştı. İki
taraf da, "zincirlerinden boşanmış aslanlar gibi dövüşüyordu . . .
kan, sel olmuş akıyordu." İlk beli bükülen Altın Orda oldu ve
tam bu noktada, adamlarının perişan durumunu gören Tokta-

220
mış, 'utanmadan' arkasını dönüp, can havliyle savaş meydanın­
dan kaçtı. Tatar süvariler atıarını çatlatırcasına sürerek Tokta­
mış'ı ve ricat eden ordusunu kovaladılar; bir yandan bunlara
kılıç çalıyor, bir yandan, zafer naraları atıyorlardı.
Toktamış bu yenilgi üstüne bir daha toparlanamadı. Artık
Tirnur'un adamlarını kuzeye ilerlemekten ve Maveraünne­
hir'de yapılan hasarın hıncını almaktan alıkoyacak hiçbir şey
kalmamıştı. Ya boğazlanmış ya da can havliyle kaçışan ordusu .
olmaksızın Altın Orda kendini savunamazdı. Yağma ve talan
zamanı gelip çatmıştı.

* * *

Timur'un istilalarını ve ordularının izlediği güzergahı


gösteren bir haritaya bakıldığında, tuhaf biçimli bir ka vis dik­
i<at çeker. Bu hat, onun kuzeye yaptığı en uzak seferi gösterir.
Terek Nehri'nden Altın Orda'nın topraklarına doğru ilerleyi­
şi, kuzeydoğuya, Astrahan' a doğru yumuşak bir kavis çizdik­
ten sonra tekrar"kuzeye, Altın Orda'nın başkenti Saray'a yö­
nelir. Bu hat Moskova'ya kadar uzandıktan sonra, sert bir bi­
çimde istikamet değiştirerek yedi yüz kilometre kadar batıya,
Karadeniz kıyısındaki Dinyeper Nehri'ne doğru ilerler. Bura­
dan önce güneye, ardından doğuya ve son bir kez tekrar ku­
zeye kıvrılan küçük bir kavis daha oluşturur. Kuzeye doğru
bu ilerleme, Rus kenti Yelets'in biraz ötesinden sert bir biçim­
de, tersyüzü güneye döner. Bu seferin Terek Nehri'yle, kuzey­
de vardığı en uç nokta arasında, kuş uçuşu yaklaşık 1 200 kilo­
metre vardır. Sık sık yapılan yön değişiklikleri hesaba katıldı­
ğında, ·Toktamış'ın yenilgisinden sonra Altın Orda'nın top­
rakları üzerinde katedilen mesafenin bundan kat kat fazla, en
az üç dört bin kilometre olduğu anlaşılır.
Bu uzun ve meşakkatli sefere bakarak, Timur'un Tokta­
mış'a karşı ne denli büyük bir hınç duyduğunu çıkarmamak el­
de değildir. Denilebilir ki onu harekete geçiren güç, bir zaman­
lar himayesi altındaki bu adamın nankörlüğü ve bu davranışın
öcünü almak için duyduğu yenilmez arzuydu -kurduğu itti­
faklarda daima kendi yararını da göz önünde bulundurduğu

221
hesaba katılmazsa, Timur'un bu olayı böyle algıladığı bellidir­
ama işin aslı gene de bundan ibaret değildi.
Doğrusu şu ki, Toktamış'ın kovalanması pek uzun sürme­
mişti. Soylu hanın ardı sıra giden Tatarlar, önce Volga boyun­
dan kuzeye doğru çıkmışlar, fakat Toktamış'ı buradaki Bulgar
ormanlarında gözden kaybetmişlerdi. Onu yitirdikten sonra
öncelik, Altın Orda'nın belli başlı kent merkezlerinin yağma­
lanmasına verildi ve bu iş çok acımasız bir biçimde yürütüldü.
Toktamış, bundan önceki yenilgisinin ardından üç yıl içinde
kendini topadamış ve şiddetle geri tepmişti. Madem ki Timur
bu belalı hasmını ele geçirememişti, öyleyse hükümdarlığını
yerle bir ederek bir daha böyle bir olay olmasını önleyecekti.
Tatarlar üstünde bulundukları topraklarda cirit atıyor, ke­
yiflerince yağma yapıyorlardı. Yezdi, Timur'u Rus başkenti
Moskova'ya kadar götürür, "bu kente bağlı komşu bölgelerde
yaptıkları gibi, askerleri burayı da talan etti ve yöredeki vali ve
prensleri kıyma gibi doğradı. Ruslar ve Moskovalılar krallıkla­
rını hiç bu kadar feci bir durumda görmemişlerdi; dağ taş ce­
setle doluydu." Bu doğru değildir, çünkü gözü daha zengin ga­
nimetlerde olan Timur, Moskova'ya kadar uzanmamıştı.42 Sıra­
da önce Tana vardı; bu, Don Nehri'nin Karadeniz' e döküldüğü
yerde bulunan dört başı marnur bir ticaret merkeziydi; nüfusu­
nun hatırı sayılır bir yüzdesini özellikle Venedik ve Ceno­
va' dan gelen Avrupalı tüccarlar oluşturuyordu. Ahaliye zarar
vermeme sözünü çiğneyen Timur, Müslümanların Hristiyan­
lardan ayrılmasını, Müslümanlara kıyılmayıp, Hristiyanların
katıedilmesini buyurdu.
Tana, ziyafetin Timur'un ağzına layık ilk yemeğiydi; fakat
iştahını asıl, güney Volga'nın birkaç yüz kilometre doğusunda
kendisini bekleyen baş yemek için saklıyordu. Ne zaman Altın
Orda'nın başkenti Saray'ı düşünse, aklına Toktamış'ın 1387'de
Maveraünnehir'de yaptığı kepazelik, yani Timur'un doğup bü-
42 Yerınolinski tarihçesine göre, Moskovalılar Timur'un istilasından büyük ölçüde,
o sırada kente ulaşan ve mucizeler yarattığı iddia edilen Kutsal Bakire Mer­
yem'in bir tasviri sayesinde kurtulmuşlardı. Her ne kadar Moskova'nın Büyük
Prensi I. Vasili kentin savunması için hazırlık yapmış da olsa, eğer Timur burayı
ele geçirmek isteseydi bu hayli güçsüz Rus ordusunun ona uzun boylu karşı ko­
yacağı şüpheliydi.

222
yüdüğü vadide bulunan Karşi' deki Çağatay sarayını yerle bir
edişi aklına geliyordu.
İbn Battuta, Timur'un burayı bir harabeye çevirmesinden
onlarca yıl önce, Saray'ın "ucu bucağı belirsiz . . . ve tıklım tık­
lım insanla dolu," bir kent olduğunu yazmıştı. Çarşıları madeni
eşya, deri, yün, tahıt hayvan postu, kereste ve köleden geçilmi­
yordu. Şimdiyse ateşe verilmiş yanıyor, ahalisi karın içinde
terk edilmiş, donarak ölmeyi bekliyordu. Tatar güruhları, hü­
kümdarlarından aldıkları selahiyetle, kentte ne var ne yoksa
yağmalıyor; Timur ise, altın ve gümüş külçelerine, çok sayıda
silah ve köleye, Antakya ketenine, Rus kumaşlarına, top top
ipeklilere, kehribar karası samurlara, kakımlara, tilkilere ve ak­
la gelen her çeşit kürke el koyuyordu. Bu öyle muazzam bir ga­
nimetti kt Yezdi, "ülkede ele geçirilen malların teferruatlı bir
dökümünü yapmak hayli yorucu bir iş olur/' diye yazmıştı.
Timur'u Altın Orda'yı böylesine kırıp geçirmeye sevk eden
neden yalnızca kişisel bir kan davası değildi. Bitkin düşmüş as­
kerlerinin ganimet gereksinimlerini karşılama gereği bir yana,
bu işte Timur'un kişisel çıkarı söz konusuydu. Toktamış'ın bir
daha asla askeri bir tehdit oluşturmamasına azıneden Timur,
bu maksada yönelik olarak onun tüm ticaret ve üretim damar­
larını kurutınası gerektiğini biliyordu. Büyük bir ordu için, ül­
ke sınırları içinde refah olması gerekirdi ve böyle bir refah da
ancak ticaretle sağlanabilirdi. Karadeniz' den gelip Orta As­
ya' dan geçerek Çin'deki Ming İmparatorluğu'na uzanan ker­
van yollarının üstündeki önemli ticaret merkezlerinden Tana
ve Saray, neredeyse birer gece içinde haritadan silindi. Kuzey­
deki ticaret yolunun üçüncü durağı Urgenç, 1388 yılında orta­
dan kaldırılmıştı. Timur'un topraklarını atlayarak geçen kuzey
ticaret yolu, bundan böyle mecburen kullanıma kapanmış olu­
yordu. Kervanlar bunun yerine artık güneye doğru kıvrılacak;
İran ve Afganistan'ı geçtikten sonra Maveraünnehir'e ulaşarak
bir zamanlar Toktamış'ın biriktirdiği serveti doğrudan Timur'a
akıtacaklardı. Çok kanlı olmakla beraber bu darbe, bir iş bitiri­
cilik şaheseriydi.
Ordusu yavaş yavaş güneye, daha latif bir iklime doğru
yol alırken, Timur geride paramparça olmuş bir Altın Orda bı-

223
rakıyordu. Tam da planladığı gibi ve birbirine rakip güçlere
sağladığı destek sayesinde, şimdi burada kıran kırana bir iç sa­
vaş başlamıştı. Arabşah, bir zamanlar dört başı marnur bir han­
lık olan Altın Orda için, "bir çöle, bir viraneye dönmüş; bir kı­
sım ahalisi dağılıp şuraya buraya saçılmış, geri kalanlar gizlen­
dikleri yerlerden çıkarılıp katledilmişti" diye yazar. Timur'un
vefat ettiği yüzyılın sonunda, Altın Orda birbirinden bağımsız
beyliklere bölünmüş, yıldızı ebediyen sönmüştü. Kuzeydeki
hasmını alt etmek, Timur' a özel bir keyif vermiş olsa gerektir;
bu sırf, ondan medet ummuş, ondan para, askeri yardım ve sa­
vaş alanında destek almış; sonra dönüp eski hamisini arkasın­
dan vurmaya kalkmış bir adamın hak ettiği cezayı vermek için
bile yapılmış olsa, değerdi; çünkü ittifakların bir yapılıp bir bo­
zulduğu o kaypak Orta Asya zemininde bile fırsatçılığın, alçak­
lığın böylesi görülmemişti.
Toktamış' a gelince; her zamanki gibi büyük ihtiraslarla ya­
nıp tutuşuyordu. Fakat ne yazık ki, bunları tatmin etme kabili­
yeti zaafa uğratılmıştı. Bir daha da toparlanamayacaktı. Geri
kalan ömrünü, rüzgarlı Kıpçak bozkırlarını arşınlamak ve yeni­
den güç kazanmak için ona buna nafile yaltaklanmakla geçirdi.
Fetih günleri artık çok geride kalmıştı. Dünyanın görüp görece­
ği en büyük fatihle kapışmış ve yenilgiye uğramıştı. Timur, en
zorlu mücadelesinden galip çıkmıştı. Yedi Düvelin Yenilmez
Padişahı, şimdi gücünün zirvesindeydi ve o güne dek hiç yenil­
memişti.

2 24
6

Semerkand: "Doğunun İncisin


1396-1 398

"Bu muazzam başkent ve civarında öyle bir bolluk ve refah


var ki insan gözlerine inanamıyor: zaten Senıerkand adı da bım­
dan hareketle konulmuş: bu adın Semiz-kent olarak iki kelimeyle
yazılması daha doğru olur; çünkü Semiz, Türkçede besili, yağlı;
Kent ise şe�ir veya ilçe anlamına gelir: zamanla bu iki kelime
birleşip bozularak Senıerkand'a dönüşmüştür.

RUY GONZALEZ DE CLAVIJO,


İspanya'nın Timur Hükümdarlığı Eçisi1403 - 1406

"Senıerkand, dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü . "


AMIN MAALOUF, Senzerkand

Dört yıllık aradan sonra Timur, at sırtında aziz başkentine


giriyor, Semerkand ona hoş geldin sedaları ve kutlamalarıyla
adeta yıkılıyordu. Sokaklarda yüz elli bin kişi, ayaklarının
ucunda yükselmiş, 'bu müthiş ve muzaffer hükümdarı' bir kez
olsun yakından görmek için merakla bekliyordu. Kaç mevsim,
türlü türlü söylentiler işitmişlerdi. Yok Timur hastaymış; yok
Timur ölüm döşeğindeymış; yok iyileşmiş, kuzeye doğru ilerli­
yormuş; yok yenilmiş, Toktamış Maveraünnehir'i mahvetmeye
geliyormuş . . .
Geniş parkları ve üzüm bağları, tepeden tırnağa çiçek aç­
mış meyve ağaçları ve bahçeleriyle Semerkand, ordusunun b a-

225
şında gelen hükümdan karşılamak için bir gelin gibi süslenmiş­
ti. Timur kente muzaffer ve muhteşem bir biçimde giriyor, sanki
ardı sıra dünyanın yarı nüfusu, Asya'nın tüm servetini sırtlamış
geliyordu; karşılama da buna göre olmalıydı. Yezdi, "dört bir ta­
raf dallı, yapraklı çiçekler, çelenklerle kaplıydı, arenalarda çalgı­
cılar hükümdarın şerefine en yeni parçalarını icra ediyorlardı,"
diye yazar. "Evlerin duvarlarından aşağı halılar sarkıtılmış,
damlar örtülerle süslenmiş, dükkanlarda en nadide mallar öne
çıkarılmıştı. Ortalık tıklım tıklım insan doluydu; sokaklar kadife,
atlas ve ipek kumaşlar ve halılada kaplanmıştı; atlar bunları çiğ­
neyerek geçiyordu." Bu muhteşem tablonun içinde başları önde
yürüyen köleler, kubbeleri ışıl ışıl parıldayan, bu saltanat ve deb­
debe kentinde nereye bakacaklarını şaşırıyorlardı. Arkalarından
okçu atlılar bitmez tükenmez kollar halinde kente akıyordu; en
göz alıcı kılıkiarını kuşanmışlar, şamatası arşa çıkan kutlamalar­
dan adeta sarhoş olmuşlardı. Timur'un, tebaasına üç yıllık bir
vergi muafiyeti getirdiğini ilan etmesiyle, bu şirazesinden çıkmış
karşılama doruk noktasına ulaştı.
Timur'un kendisiyle iftihar etmesi için haklı nedenleri var­
dı. Beş Yıllık Sefer dört yılda tamamlanmıştı. İran hizaya geti­
rilmiş, dikkafalı Gürcüler tekrar boyunduruk altına alınmış ve
Irak önünde iki büklüm eğilmişti. Dahası, en amansız düşmanı
Toktamış iyice hırpalanmış, Altın Orda ortadan kaldırılmıştı.
Maveraünnehir artık hiçbir dış tehdit altında değildi. Bu sefer­
den sağlanan muazzam ganimet, katar katar at ve deve sırtında
Semerkand'a giriyor; imparatorluk altın çağını yaşıyordu.
Timur, o tarihte altmış bir yaşındaydı. Yarım asrı aşkın bir
süreden beri, at sırtında, Asya'nın çetin koşullarına göğüs geri­
yordu. En yakıcı yazlara, en dondurucu kışlara direnmiş; dur
durak nedir bilmemişti. Artık yaşlandığını gösteren bazı belirti­
ler ortaya çıkmıştı. 1392'nin yazında fena halde hastalanmış,
batı seferinin daha başında, bir ay süreyle yatağa çakılmıştı. Bu
rahatsızlığı, Maveraünnehir'in yüreğini ağzına getirmişti; çün­
kü herkes, imparatorluğun kaderinin bu bir tek adama bağlı ol­
duğunu biliyordu. Oğulları ve torunları ne kadar yiğit, ne ka­
dar bahadır olursa olsunlar -biri Cihangir ve öbürü yakın bir
tarihte ölen Ömer Şeyh olmak üzere, iki oğlu kendisinden önce

226
vefat etmişti43_ hiçbiri ondaki yenilmez iradeye, korku nedir
bilmeyen önderlik vasfına ve savaş alanındaki parlak yeteneği­
ne sahip değildi. Hele de hiçbiri tek başına koca imparatorluğu
sırtıayacak güçte değildi. En son hastalığında Allah sonsuz
merhame( kerem ve hikmetini göstererek onu esirgemişti, ama
gelecek yıllarda Kadir-i Mutlak'ın nasıl takdir huyuracağını
kim bilebilirdi? Hükümdarın dimdik bedeninde tutukluk ala­
metleri başgöstermiş, sağ yanındaki aksaklık büsbütün belir­
ginleşmiş, gözleri eskisi gibi görmez olmuştu. Azrail'in onu
ebeciiyen esirgemeyeceği aşikardı.
Timur'un da bir fani olduğunu gösteren bu belirtiler onun
yaşındaki bir adam için doğaldı. Hepsi olmasa bile, yetmişli
yaşlarına yaklaşan birçok erkek, dünyadan elini eteğini çeki­
yor, ömürlerinin bu son deminde rahatlarına ve keyiflerine
bakmayı istiyordu. Fakat ne çare ki Timur farklı biriydi. Fetih­
lerle geçen ömrü zaten onun bambaşka bir adam olduğunu
gösteriyordu. Hayata gayet mütevazı koşullarda başlamış, As­
ya' da çok büyük topraklar ele geçirmiş, Cengiz Han'ın mirası
olan hükümdarlıklar üstünde bir bir egemenlik kurmuştu. Ön­
ce yeniden birleşen Çağatay ulusunun başına geçmişti. Ardın­
dan batıya ağ atmış; Hulagu'nun topraklarını kasıp kavurduk­
tan sonra, bunları da kendi hükümdarlığına katmıştı. Son ola­
rak kuzeye yönelmiş, Altın Orda'nın Cuci ulusu üzerinde ege­
menlik sağlamıştı. Büyük hükümdarlar çıkaran Asya'da bile
bir eşi, benzeri yoktu. Şimdi altmışını aşmış olmasına rağmen,
hükümdarlığını büyütmek için katlanması gereken dertlerden
-ne zihni, ne bedeni ne de duygusal- kaçınmak istediğine dair
hiçbir belirti göstermiyordu. Aksine her zamankinden daha id­
dialıydı. Hükümdarlık işinde hayat ve canlılık buluyordu.
Tarihçiler öteden beri, varisierine uzun ömürlü bir impara­
torluk bırakamadığı için Timur'u kusurlu bulmuşlardır. Her ne
kadar tarunun torununun tarunu Babür, Hindistan'da on do-

43 Farsların başında bulunan Ömer Şeyh, 1393'ün sonunda veya 1394'ün başında,
Kürtlerin yaşadığı bölgede bir kaleyi kuşattığı sırada aldığı bir ok yarası sonucu
ölmüştü. Bu, Timur'un kendinden önce ölen ikinci oğluydu, fakat Tatar hüküm­
cların bu haberi aldığı zaman kılının bile kıpırdamadığı söylenir. Daha sonra
Farsların başına Ömer Şeyh'in oğlu Pir Muhammed getirilmişti.

227
kuzuncu yüzyıla kadar yaşayan Moğol hanedanını kurduysa
da, Timur imparatorluğunun kısa ömürlü olduğu doğrudur.
Timur'un vefatını takip eden yüzyıl içinde silinip gitmiştir. Bu
kadar kısa sürede çökmesinin nedeni, kurmuş olduğu idare sis­
teminin, tek bir hükümdarın mutlak idaresine dayalı olmasıy­
dı. Kısaca ifade etmek gerekirse, sistem Timur'un kendisiydi.
Beatrice Forbes Manz'ın Timur'un hayatıyla ilgili kaleme aldığı
akademik çalışmada belirttiği gibi, "onunki tek kişiden müte­
şekkil bir hükümetti; bu kişi astıarının işlerine dilediği gibi ka­
rışabiliyor ve tebaasının kayıtsız şartsız ve doğrudan kendi
şahsına -makamına, hükümetine değil kendi şahsına- sadık ol­
masını bekliyordu. Hayatta olduğu sürece bu idare sistemi,
amaçlarına gayet iyi bir biçimde hizmet etmiştir."
Timur, hükümdarlığının idaresi için birbirine benzer iki
ayrı kurumdan faydalanmıştır. Birincisi Türk-Moğal idare sis­
temiydi ki burada, komşu göçebe hükümdarlıklardan Altın Or­
dalılar ve İlhanlllarda olduğu gibi taht babadan oğula geçiyor­
du. Batının yerleşik düzen içinde yaşanan topraklarında ise
İran devlet idare sistemi vardı. Bu ikisi arasında birçok ortak
nokta olmasına rağmen, sarayı ve askeriyeyi ilgilendiren işler
için ilkine, mali işler içinse, vergi toplamak başta olmak üzere,
ikincisine başvuruluyordu.
İranlı yazmanlada Çağatay emirler, hükümdarlığın dört
bir yanında faaliyet gösteren ve divan olarak adlandırılan yerel
mahkemelerde birlikte görev yaparlardı. Yerel idarelerin teftişi,
bazen zimmet ve yolsuzluk olaylarını açığa çıkarır, bu suçları
işleyeniere ölüm cezası verildiği olurdu. Bunlar yenik düşen
kentlerden fidye almak ve hazinelerini kayda geçirmek gibi iş­
lerde de birlikte çalışırlardı. Timur, Moğollarda bir askeri ma­
kam olan ve daruga adı verilen bölge beyliğini de korumuş, bu­
nun başına çoğunlukla Çağatay görevlileri oturtmuştu. Fakat
zaman zaman bu makama din adamlarını veya İranlı yazman­
ları da atadığı olurdu. Ancak bu beylerin, görevli olduğu mer­
kezlerde oturdukları pek az vakiydi. Aksine, Timur'un seferle­
rine katılmak ve orduyla birlikte oradan oraya gitmek zorun­
daydılar. Forbes Manz'ın da önemle işaret ettiği gibi, Timur'un
idaresinde en dikkat çekici husus, resmi makamların ve bunlarla

228
ilgili görevlerin tam olarak tanımlanmamış ve birbirinden ay­
rılmamış olmasıydı. Bir örnekle açıklamak gerekirse; töreye
göre, tavacılar hükümdarlık ordusuna asker yazmak ve bun­
ların donanımlarının eksiksiz ve iyi durumda olmasını sağla­
makla görevliydiler; ama bu prestijli iş yalnızca onlara mah­
sus değildi. Aynı şekilde, emirlerin de bu işle görevlenciiril­
diği olurdu.
Uygulamada, Timur'un idari yapısının özelliklerinden çok,
erkin resmi kurumlar aracılığıyla değil şahsen kullanılıyor ol­
ması önemliydi. Timur'un ömrü eyer üzerinde, seferden sefere
koşmakla geçmişti. Asıl işi, devlet mekanizmasının incelikleri­
ne kafa yormak değildi. Darugalar, divanlar, beyler ve emirler
yetkilerini doğrudan Timur' dan alırlardı.
Timur, hükümdarlığa yükselirken, obaya sadakat ve bağlılık
töresinden işine geldiği gibi faydalanmıştı. Başa geçtiğinde de
bunun sürmesini sağladı. Uyruklarına belli bir ölçüde söz geçi­
ren oba beylerinin, Timur'un ordusunda emir olarak atandığı
enderdir. Çünkü bu, onları çok güçlü kılabilirdi. En yüksek mev­
kiler, olabildiğince kendi soyundan kişiler, oğullar ve torunlar
arasında paylaştırılırdı. İkinci oğlu Ömer Şeyh, önce Ferga­
na'nın, daha sonra Fars hükümdarlığının başına getirilmişti.
Kürtlerle yaptığı savaşta öldürülünce, bu toprakların idaresi
onun oğlu, Timur'un torunu Pir Muhammed'e verilmişti. Adı
gene Pir Muhammed olan ve Cihangir'den olma bir başka torun,
sonraları bugünkü Afganistan'ın yerinde bulunan Gazne hü­
kümdarlığını miras olarak almıştı. Ani devriliŞinden önce Miran­
şah, Hulagu'nun kuzey İran'ı, Azerbaycan'ı ve Bağdat'ı içine
alan hükümdarlığının başındaydı. Şahruh, bir süre Semerk<'ınd'ı
idare etmişti. Daha sonra başkent Herat'ta iken Horasan'ın ida­
resine atanmıştı. Fakat hiçbir zaman hükümdar sülalesinden bir
kimsenin fazla güç kazanmasına izin verilmiyordu. Timur, haya­
tı boyunca, oğullarının veya torunlarının tahta rakip kişiler ola­
rak ortaya çıkmalarının önünü kesmiştir. Sahip olduğu gücü öy­
le kıskançlıkla sakınmıştır ki öldüğü zaman yerine tayin ettiği ki­
şinin ne şahsi yetkisi ne de hükümdarlığı ayakta tutacak askeri
gücü bulunuyordu. Timur'unki, tek kişilik bir idareydi.
Cengiz'le aynı kalıptan dökülmüş göçebe asıllı bir fatih

2 29
olarak, ayn] onun gibi, tarımla uğraşan köylülerin yerleşik ha­
yatını hep hakir görmüştü. Bitmez tükenmez bir enerjisi vardı;
ömrü, dur durak bilmeden, çöller, dağlar, bozkırlar, nehirler
aşarak kentten kente, meradan meraya at koşturmakla geçmiş­
ti. Ordusu, kim bilir kaç defa, en çetin koşullar altında binlerce
kilometre yol katedip bir dizi düşmana kanlı yenilgiler yaşat­
tıktan sonra Semerkand' a dönmüş, kısacık bir is tirahattan son­
ra yeni bir sefer için tekrar yollara düşmüştü. Bu nefes nefese
koşu, bu şiddetli kasırga yalnızca kışın kesintiye uğruyor, yılın
en soğuk aylarında ordu kışlaya çekiliyordu. Fakat bu bir kural
değil, bir ilkeydi; çünkü hiç aman vermeyen Timur'un Ocak
ayının tam ortasında, tir tir titreyen bahadırlarını savaşa sürdü­
ğü de olmuştu. Bundan başka, emirlerinin onu biraz yavaşla­
maya, askerlerine bir önceki seferin yorgunluğunu üstlerinden
atabilmeleri için daha fazla zaman tanımaya ikna ettikleri du­
rumlar da olmuştu. Fakat harekat hiç durmamıştı; at sırtındaki
okçular, saplanan mızraklar ve doğrayan kılıçlar hışımla, kara
bir bulut gibi çökmüş; artları sıra dumanı tüten harabeler, dağ
gibi yığılmış cesetler ve kellerden örülmüş kuleler -dehşet sa­
çan unsurlar- bırakmış; develer ve katırlar, dünyanın en büyük
kentlerinin en kıymetli hazinelerini sırtlayıp götürmüşlerdi. Ti­
mur, hayatında ilk defa, uzunca sayılabilecek bir süre Semer­
kand' da kalacaktı. O da bu defaydı.

* * *

Harold Lamb, Timur'un Semerkand'ı, "yaşlı bir adam genç


bir yari nasıl tutkuyla severse," öyle sevdiğini söyler. Aslında
Timur' un, Semerkand için, genç bir adamın olgun yaşta, güzel­
ler güzeli bir kadının gönlünü kazanmaya çabaladığı gibi çaba­
ladığını söylemek daha doğru olur. Bu aşk hikayesi 1366'da, Ti­
mur otuz altı yaşındayken başlar; o ve o tarihteki müttefiki Hü­
seyin, kenti kılıç zoruyla Serbedarlardan almışlardı. Bu Ti­
mur'un ilk önemli zaferi, en hatırı sayılır fethiydi ve Roma gibi,
Babil gibi, adı iki bin yıldır dillerden düşmeyen bir kenti kendi
yörüngesine oturtmuştu. Bu, onda tüm dünyaya hakim olma
hırsı uyandıran, hiç unutamadığı bir an oldu. Bundan böyle Se-

230
merkand, onun güzellikler dünyasında, rakipsiz bir yere otur­
du. Clavijo, "doğrusu şu ki Semerkand, fethettiği kentler içinde
bir ilk, ona balışedilen yücelik açısından ise bir tekti; yapıları,
fetihlerinden sağladığı hazinelerinin gömüldüğü ambarlardı."
Timur'un ilk işi, yeni yarini giydirip kuşatmak oldu; onu ya­
bancılara karşı korumak üzere, etrafını müstahkem bir hisarla
çevirdi. Bu, göçebe Cengiz'in koyduğu töreler göz önüne alındı­
ğında daha önce hiç rastlanmamış bir şeydi; çünkü onun için
yerleşik bir yaşam ve buna bağlı tüm -çarşı, pazar, ziraaat gibi­
altyapı kurum ve kuruluşları birer küfürden farksızdı. Timur'un
kente beslediği aşıkane duygulardan hiç nasibini almamış olan
Moğol hükümdar, 1220'de buraya geldiği zaman karşısında, sur­
larla çevrili ve kunt gezinti duvarlarının üstünde on iki demir
kapı ve kule olan bir kent bulmuştu. Yirmi muhafız fil ve on bin­
lerce Türk askeri, ordusunun kenti ve hisarı yerle bir etmesine
engel olamamıştı. Şaman dininden olan Cengiz, töreye uygun
olarak Harezmli Müslümanlara şöyle seslenmişti: "Tanrı, beni si­
ze ceza olarak gönderdi; büyük günahlar işlememiş olsaydıruz,
başınıza bu gelmezdi." Onu, "yıkım deryalarında boğup cehen­
nem ateşlerinde yakan" bu kasırgadan sonra, Semerkand öylece,
savunmasız kaldı. Timur'un 150 yıl sonra başlattığı imar işleri sı­
rasında, kentin dışındaki surlar ilk kez onarıldı; bu onun kente
ne kadar değer verdiğinin bir göstergesiydi.
Geri kalan ömründe Timur, dünyanın bir o bir bu tarafına
koşturdu durdu; aziz başkentinin şaruna şan katmak için fırtına
gibi esti, gürledi, yıktı, ateşe verdi, talan ve gasp etti. Sanki
onun için başka hiçbir şeyin önemi yoktu; kıtayı kasıp kavur­
duktan sonra hep ona geri dönüyor, zaferlerinin ona kazandır­
dığı en son ganimetlerle kenti süsledikçe süslüyordu. Fethettiği
yerlerde ele geçirdiği bilginler, hocalar, yazarlar, düşünürler ve
tarihçiler yeni inşa ettirdiği mektep, medrese ve kütüphaneler­
de bir araya toplaruyor, kente kültürel zenginlik katıyorlardı.
Arabşah, "Timur, dört bir yandan topladığı yemişleri getirip
Semerkand'a yığıyordu; her ince sanat ve zanaatın, rakipleri
arasında sivrilmiş en üstün ve en şöhretli ustaları burada topla­
nıyordu," diye yazar. Hocalar ve din adamları, bulutların için­
de ışıl ışıl parıldayan yüksek mavi kubbeleri ve altın yaldızıyla fi-

231
ruzenin aydınlattığı iç bölmeleriyle kentte mantar gibi biten cami­
lerde cemaatlerine vaaz veriyorlardı. Ferahlık ve huzur veren ve
dış mahallelere kadar uzayıp giden cennet misali bağ ve bahçeler
birbiri ardına türüyordu. Asya'nın, en seçkin müzisyenleri, sanat­
çıları ve ustaları Semerkand'ın kibirli gönlünü hoş tutmak için fe­
da ediliyordu. Kıtanın kültür merkezi İran' dan; şairler, ressamlar,
minyatür ve hat ustalari, müzisyenler ve mimarlar geliyordu. Su­
riye ipek dokumacılarını, cam ustalarını, silah ve zırh yapımcıla­
rını yolluyordu. Delhi'nin düşüşünden sonra, Hindistan'dan taş
ve inşaat ustaları, elmastıraşlar gelmişti; Anadolu, gümüş ve top
ustalarını ve urgan örücülerini göndermişti. Semerkand, dünya­
nın en kozmopolit kentlerinden biri olmuştu. Müslüman nüfusun
içinde, Türkler, Araplar, Mağribiler vardı. Hıristiyan nüfus ise,
Ortodoks Yunanlılar, Ermeniler, Katolikler, Yakubiler ve Nasturi­
ler' den oluşuyor; ardından, ömürleri bunlara hizmetle tükenen
Hindular ve Zerdüştler geliyordu. Semerkand, içinde türlü türlü
dillerin, dinlerin ve renklerin kaynadığı bir pota; payitaht debde­
besinin ne olduğunu gösteren bir örnek ve sadık bir aşığın hiç
azalmayan sevgisini yansıtan bir abideydi.
Christopher Marlowe'un, "Semerkanda"sı, tarihi açıdan
doğru öğeler taşıyan tek tasviridir. Büyük Timurlenk adlı şahe­
serinde, kendini kapıp koyuvermekle suçlanmışsa da, hiddetli
ve mağrur hükümdarın kentinin harikaları karşısında kendin­
den geçiş tasviri olağanüstüdür.

İşte o zaman yurdunı, yuvam Senıerkaııd'a


Ve billılr kıvıltıları Certi Irnıağmın
Gözümün nuru, medarı iftiharı payitahtınıın
Duyuracak adını en uzak diyariara
Oraya kuracağını gönlümüıı sarayını
Boynunu bükecek semalar kulelerinin ışıltısıyla
Yere çalmacak İlyon Kulesi, yok olacak ünü şam
Önüme katacağını yenik kralları, padişalıları
Gezdireceğinı sokaklarmda güneş gibi ışıldayan zırhınıla
Elnıaslarla işli üç tuğ bitecek tolgamda
·

Üç kıtanın padişalıı olduğumu


Duyuracak tüm dünyaya

232
Bu zarif kentin tam göbeğinde, ona gücünü veren Gök Sa­
ray bulunuyordu; bu aynı zamanda hem hisar, hem hazine da­
iresi, hem cezaevi, hem de esir alınmış zanaatçı ve ustaların ça­
lıştırıldığı bir silah imalathanesiydi. Kalın duvarları; izbandut
gibi adamların zırh ve tolga yapımı için çekiçle dövdüğü veya
ok ve yay olarak biçimlendirdiği madenierin tangırtısından
inim inim inlerdi. Diğerleri, hükümdarın sarayları için cam ili­
ler, ayakkabı ustaları orduya çizme ve sandalet yapmak için
derileri keserdi. Urgancılar, keten ve kenevir yığınlarıyla boğu­
şurdu-direnen kentleri yıldırmakta kullanılan mancınık ve di­
ğer kuşatma cihazıarı için gerekli olan urganların sağlandığı bu
iki ürün, ilk kez Timur zamanında, kent dışındaki tarım alan­
larında yetiştirilmeye başlanmıştı. Ar_şivler, sikke basılı sandık­
lar, Asya'nın talan edilmiş tüm hazineleriyle dolu odalar ve hü­
kümdarın zaman zaman kullandığı resmi kabul salonları da
burada bulunuyordu.
Ne kadar hiç yerinde durarnasa da, Timur Semerkand'ın
merkezi etrafında dönerdi. Otuz beş yıl boyunca tüm seferleri­
ni başlattığı ve -düşmanlarının hiç hoşuna gitmeyen bir düzen­
lilikte- bunların hepsinden muzaffer olarak döndüğü yer hep
burası olmuştu. 138l'de Herat'ı yağmaladıktan; 1384'te Afga­
nistan'ın güneyindeki Sistan, Zerenc ve Kandehar'ı aldıktan
sonra gene buraya dönmüş; 1392'de Toktamış'ı bozguna uğrat­
tıktan sonra gene soluğu burada almıştı. Doğunun Roma'sı Se­
merkand, evreni tepeleyen şanlı hükümdarını hayranlıkla karı­
şık bir şaşkınlıkla izliyordu.
1396' da İran, Mezopotamya ve Kıpçak bozkırlarında kazanı­
lan son zaferler de listeye eklendikten sonra, Timur bir kez daha
Semerkand' a döndü. Bu defa iki yıl kalarak, savaşmak yerine, ba­
rış içinde iddialı imar ve bayındırlık işlerine girişti. Barış içinde
ama, başkentinin bayındırlık işlerine savaşa atılır gibi atılmıştı.

* * *

8 Eylül l404'te, on beş ay yolculuk ettikten ve Kadiz'i nere­


deyse on bin kilometre geride bıraktıktan sonra, İspanyol elçisi
Ruy Gonzalez de Clavijo, yılgın ve toza toprağa batmış bir bi-

233
çimde, mütevazi maiyetiyle Semerkand' a ayak bastı. O çağın
Avrupa'sı Doğuyla ilgili olarak kara cahildi ve bundan nasibini
almış olarak buraya gelen elçi, kentin 150.000 kişilik nüfusuyla
Sevilla'dan daha büyük olduğunu keşfettiğinde, hayretten az ·

kalsın küçük dilini yutuyordu.44


Huşu içindeki heyet, Semerkand'a gayet geniş dış mahalle­
lerden geçilerek girildiğini kaydeder; bunlara küçümser bir ta­
vır içinde, Timur'un doğuda fethettiği kentlerin adları verilmiş­
ti; -Bağdat, Şam, Kahire, Şiraz ve Sultaniye gibi- bu devasa pa­
yitahta, bu Doğunun İncisi'ne, bu Gönül Bahçesi'ne kıyasla bu
kentlerin birer durgun taşra kasabası olduğu gösteriliyordu.
Nüfus yoğunluğu yüksek olan bu dış mahalleler; meyve bahçe­
leri, üzüm bağları, sokakları ve geniş meydanlardaki çarşılarıy­
la göz okşuyordu.

Senıerkand'm dışındaki bu meyve bahçelerinin içinde olağanüstü gü­


zellik zıe zarafette evler var; Timur'un da burada birçok sarayı ve av
sahaları bulunuyor. Etraf devlet idaresindeki yüksek görevlilerin ko­
nakları ve bağ evleriyle dolu; hepsi kendine ait balıçeler içinde; bu bağ
ve balıçelerden o kadar çok var ki Semerkand'a giren bir gezgin yal­
ııızca ağaçlardan oluşan, aralarında evlerin gizlendiği dağ gibi yığın­
lar görüyor.

Clavijo, Tanrı'nın Kırbacı'nın huzuruna çıkmak için fazla bek­


lemek zorunda kalmadı. Görüşme, Timur'un en görkemli ve en
ferah bağlarından biri olan, Dilküşa Bağı'nda gerçekleşti; bura-

44 Clavijo'nun, Semerkand'ı en parlak döneminde anlatan bu olağanüstü gözlem­


lerle dolu tasvirini, 1403 tarihindeki Karadeniz'in aynak havasına borçluyuz.
Aralarında Alfansa Pa ez adlı bir rahip ve kraliyet muhafız alayından Gomez de
Salazar adlı bir subayın da bulunduğu heyet, önce Timur'la, Kafkasya'nın do­
ğusunda hükümdarın Gürcistan seferinin ardından ordusuyla birlikte kışladığı
Karabağ yaylarında buluşmayı planlamıştı. Fakat takip edilen güzergah bu pla­
na uymadı. İstanbul Bağazı'nın çıkışında gemileri batan İspanyollar, hava şart­
ları düzelene kadar bu kentte dört ay geçirmek zorunda kaldılar. Bahar geldi­
ğinde, bugünkü Türkiye'nin kuzey kıyısında bulunan Trabzon'a ulaştılar. Fakat
bu tarihte Timur Semerkand' a dönmüş bulunuyordu ve heyet İran' da, egemen­
liği altındaki toprakları geçerek Maveraünnehir'in içine kadar onun peşinden
gitmek zorunda kaldı. Burada üç ay geçirdiler. Bu tarihin en hayırlı deniz kaza­
larından biriydi.

234
sı hükümdarın başkentte iki yıl kaldığı dönemde, 1397'de Mo­
ğol ham Hızır Hoca'nın kızı Tüke! Hanım'la yaptığı evliliğin
şerefine dikilmişti. Bu bağ, Semerkand'ın biraz doğusunda,
meşhur Kanigil meralarının ortasında yer alıyordu. Kent surla­
rındaki Firuze Kapı' dan girildiği zaman, iki yanı çam ağaçla­
rıyla kaplı bir yoldan, dosdoğru bu yazlık saraya gidiliyordu.
Babür, anılarında bu sarayda bulunan, Timur'un Hint seferiyle
ilgili resimlerden söz etmişti. Üç katlı saray, şıkır şıkır kubbesi
ve sıra sıra sütunlarıyla hükümdara yakışan boyutlarda inşa
edilmişti.
Vardıktan birkaç saat sonra, İspanyol elçi, Kastilya kralı III.
Enriquez'in gönderdiği hediyeleri iki saray görevlisine teslim
etti. Bu formalite yerine getirildikten sonra, yeni bir grup gö­
revli tarafından koltuk altlarından tutularak götürüldü. Gide
gide bir başka bahçeye geldiler; buraya üstü mavi ve altın sarısı
çinilerle bezenmiş, geniş bir kapıdan giriliyordu. Mızraklı saray
muhafızıarını geçerek ilerlediler; karşılarına, sırtlarında küçük
ahşap kuleler ola11 altı fil çıktı; bunlar bakıcılarının buyruğu al­
tında türlü marifetler sergiliyorlardı. Elçi ve maiyeti, kıdemleri
gittikçe yükselen bir dizi saray . görevlisinden geçtikten sonra,
nihayet Timur'un torunu, Miranşah'ın oğlu Halil Sultan'ın
önüne getirildiler ve ona, İspanya kralının Yıldızlara ve Bahtına
Hükmeden İmparator'a yazdığı mektubu ilettiler. Huzura ka­
bul zamanı gelmişti. Göz�em yeteneği fevkalade gelişmiş olan
elçiden, bize Doğunun en müthiş ve en müstebit hükümdarının
şu portresi kalmıştır.

Timur' a ulaştık; arkasmda muhteşem bir sarayın göründüğü kemerii


bir girişin altında oturuyordu. Yerden biraz yiiksekçe bir divamn üs­
tiindeydi; öııiinde yukarıya doğru su püskürten ftskiyeli bir şadırvan,
şadırvanm yalağında ise kıpkırmızı elmalar vardı. Haşmetmeapları,
işlemeli ipek kılıflarla kaplanmış tombul m inderierin üstünde oturu­
yordu; arkasında yuvarlak yastıklar vardı; bımlara dayanarak dirseği
üstünde yan gelmişti. İşlenıesiz, sade ipekten bir kaftan giynıişti; ba­
şında dik, beyaz bir sarık vardı; üstüne lal yakut iliştirilmiş, bunun
çevresi inci ve değerli taşlarla bezenmişti.

235
Görüşme iyi geçti; fakat Timur kendini ci/ıaıı lıilkinıi olarak gördüğü
konusunda elçide hiçbir kuşkuya yer bırakmadı; İspanyol kralı III.
Enriquez için, "kralm oğlum sayılır, kendisini dünyanın bir ucuiıda
yaşayan Frenk kralların en büyüğü olarak görüyorum; ulusu da ün
salmış, yüce bir ulus," diye konuştu; fakat bu, Frenklerin yaşadığı kü­
çük ve önemsiz Avrupa toprağıydı. Timur'un gücü ve zenginliği ise
bambaşka boyutlardaydı; o nedenle Batınm bu kralcığına babaca bir
tenezzül gösteriyordu .

Clavijo'nun o n beşinci yüzyıl başında, Timur'un hüküm­


darlığı altın çağını yaşarken yaptığı Semerkand tasvirinin tarih­
te neredeyse bir eşi daha yoktur. Bağ ve bahçelerin bakım ve
düzeni karşısında serseme dönen heyet, gözlerine inanmakta
güçlük çekiyordu. Bunlardan belki on beş, on altı tane vardı;
Cennet Bahçesi, Cihan Bağı, Has Bahçe gibi, isimler taşıyorlardı;
içlerinde saraylar, yumuşacık çimenler, otlaklar, şırıl şırıl akan
dereler, göletler, kameriyeler, çiçekler bulunuyordu. İki kattan
oluşan Kırk Sütun Sarayı, Meydan Bahçesi'nin içindeydi; Clavi­
jo, Çınar Bağı'nda olağanüstü güzellik ve görkemde bir başka
sarayın yapılmakta olduğunu görmüştü. Yeni bahçe anlamına
gelen Bağ-ı Nev, dört kuleyle çevrilmişti; bunların arasındaki
yüksek duvarların uzunluğu bir buçuk kilometre civarındaydı.
Bunun ortasında bir meyve bahçesi, meyve bahçesinin içinde
ise bir saray vardı. "Bu saray, devasa bahçesiyle o zamana ka­
dar ziyaret ettiklerimiz içinde en güzeliydi; mavi ve altın sarısı
çini süslemeleri ise gördüklerimizin en görkemlisiydi." İçinde
mermer heykeller vardı ve yerler son derece zarif, abanoz ve
fildişi döşemelerle kaplanmıştı. Babür, cümle kapısının üstün­
de Kuran' dan bir ayetin yazılı olduğunu, harflerin üç kilometre
mesafeden okunduğunu yazmıştı.
Bu saray ve bahçe örgüsü içinde, Timur altın yeleli bir as­
lan gibi geziniyor, birinde birkaç gün kaldıktan sonra azametle
bir diğerine geçiyordu. Geldikten bir hafta sonra Clavijo, mey­
ve ağaçları ve taş döşeli yol ve patikaları olan başka bir bahçe­
de, hükümdarın verdiği bir şölene davet edildi. Bahçeye çepe­
çevre ipek çadırlar dikilmiş; yanlarına gölge vermeleri için ren­
garenk kumaşlar asılmıştı. Bahçenin ortasında hükümdara ait,

236
soı;. derece zengin döşenmiş bir saray vardı; İspanyol elçi, hü­
kümdarın yattığı yeri şöyle bir görmek fırsatını buldu; bu, zarif
çinilerle bezeli bir girintiydi; altın ve gümüş kaplı bir paravana­
nın önünde biraz yükseltilmiş bir zemin ve bu zemin üzerinde
sırma işlemeli, ipek bir şilte vardı. Duvarlardan; üstleri zümrüt,
inci ve başka değerli taşlarla işlenmiş, gümüş pullarla kaplı,
pembe ipekli kumaşlar sarkıyordu. İpek püsküller esen rüzgar­
la hışıldıyordu. Bu odaların girişine iki altın masa kurulmuştu.
Üstlerinde yedi altın şişe vardı; bunlardan ikisi iri inciler, züm­
rüt ve firuzelerle işlenmiş, ağızlarına lal yakutlar kakılmıştı. Şi­
şelerin hemen yanına, altı altın kupa konulmuştu ve b unlar da
benzeri biçimde inciler ve lal yakutlarla bezeliydi; Clavijo b ü­
yülenmiş, iyice görmek için gözünü dört açmıştı.
Kuzey Bahçesi, Timur'un 1396 ile 1398 yılları arasında gi­
riştiği dev boyutlu imar işleri sırasında vücuda getirilen gör­
kemli yapılardan bir başkasıydı. Diğerlerinde olduğu gibi bun­
da da, hükümdarlığa ait topraklar üzerinde bulunan en kıy­
metli malzeme ve işçilik kullanılmıştı. Merrneri Tebriz' den, sa­
natçı ve ressamları İran'dan gelmiş; bunlar Timur'un 1393'te
Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Semerkand'a kazandırdığı ünlü
Abdülhay'ın denetimi altında çalışmışlardı. Bu resimler üstün­
deki görüntüler, günümüze dek kalmış olan Recistan resimle­
rinde olduğu gibi, insan ve eşya tasvirini günah sayan İslami
inanca doğrudan bir başkaldırmaydı ve belki de Timur'un ra­
kip tanımayan üstünlüğünü, kendine olan sınırsız güvenini ve
aynı zamanda bu inanca karşı beslediği birbirine zıt duyguları
simgeliyordu. Arabşah, "bu resimlerde, Timur'un görüşmeleri;
kendinin kah gülümser kah ciddi edalı suretleri, savaşları, ku­
şatmaları; hükümdarlar, emirler, beyler, akil adamlar ve koda­
manlada sohbetleri; ona sadakat yemini eden ve hediyeler ve­
ren Sultanlar; avları, pusuları, Hindistan, Deşt (Kıpçak diyarı)
ve İran' da yaptığı savaşları, kazandığı zaferleri, bozguna uğra­
yan ve kaçışan düşmanları; oğullarının ve torunlarının, emirle­
rinin ve bahadırlarının suretleri; herkese açık şölenleri, şarap
kadehleri, sakileri, çalgıcıları, şenlikleri, aşıklarıyla oynaşmala­
rı, hükümdar odalıkları, eşleri ve ömrü boyunca toprakları üze­
rinde olup biten birçok şey, yapılan yenilikler ve olaylar tasvir

237
ediliyordu; hiçbir şeyi unutmamış, hiçbir şeyi mübalağa etme­
mişti; onun yaptıklarından haberi olmayanlara, bunları, orada­
larmış gibi yaşatmak istiyordu," diye yazmıştı.
Clavijo'yu en çok etkileyen yalnızca bu bahçeler ve saray­
lar değil, aynı zamanda bunların boyutlarıydı. Semerkand'ın
içinde ve civarında kaldığı iki yıl boyunca Timur, Tahta Karaca
adlı bir başka bahçe daha diktirmişti; Arabşah'ın ifadesine göre
bu öyle geniş bir alana yayılmıştı ki burada çalışanlardan biri
bir gün atını kaybetmiş, onu tekrar bulana dek hayvan altı ay
süreyle gayet mutlu bir biçimde içinde kendi başına otlayıp ge­
zinmişti. Kentte o kadar çok meyve ağacı dikiliydi ki, yüz kilo
meyve, "bir hardal tohumu etmiyordu".
Bu, Zerefşan Nehri'nin suladığı ve bol miktarda buğday
ve pamuk yetiştirilen son derece bereketli bir topraktı. Her
· yerde üzüm bağları vardı. Koyun ve büyükbaş hayvanlar için
yemyeşil otlaklar bulunuyordu. Heyet, hayranlık içinde,
"ağıl ve kümes hayvanları gayet besili ve en iyi cinsten," diye
gözlemlemişti. Kimi kuzuların kuyruğu o kadar yağlıydı ki,
tartıldığında on kilo çekiyordu. Timur ve askerlerinin, Kani­
gil merasında ordugah kurduğu ve ete talebin çok yüksek ol­
duğu bir zamanda bile bir çift koyun bir altından fazla etmi­
yordu. Clavijo, nereye baksa yiyecek görüyordu. Hiç içki iç­
memesine rağmen -bu durum Timur'un pek hoşuna gitme­
mişti- boğazına bir hayli düşkün olan İspanyol elçi, buradaki
ürün çeşitliliği karşısında hayrete düşmüştü. Her yerde ek­
mek bulunuyor, bol miktarda yetişen pirinç gayet ucuz bir fi­
yata satılıyordu. Dört bir yandaki meydanlar kızartılmış et ve
yahni satan kasaplar; ördekler, sülünler, keklikler, sebze ve
meyvelerle doluydu; bunların arasında o leziz ve sulu Semer­
kand kavunu da vardı; öyle bol miktarda yetişiyordu ki bir
kısmı asılarak bir yıl saklanıyordu.
Kentte geçirdiği üç ay içinde Clavijo, özellikle tıka basa
mal dolu olan çarşılardan etkilenmişti. Timur'un hükümdarlığı
sırasında Semerkand; Bağdat' dan çıkıp doğuda Çin sınırına ka­
dar uzanan Horasan yolu frzerinde çok önemli bir ticaret mer­
kezi haline gelmiş, hele de Timur Altın Orda Hanlığı'nı yıkı[>
kuzey ticaret yolunu guneye çevirdikten sonra önemi büsbütün

238
artmıştı. Clavijo, çarşılarda Rusya'dan ve Tataristan'dan gelen
kürk, deri ve ketenleri, Çin' den gelen ipekleri, yakutları, elmas­
ları, akikleri, incileri, miski amber ve baharatları görmüştü.
Hindistan' dan yola çıkan kervanlar Hindistan cevizi, karanfil
kurusu, besbase, kimyon, zencefil ve kudret helvası getiriyor­
du: Suriye ve Anadolu'dan kumaş, cam ve madeni eşya geli­
yordu. Semerkand, tarımda ileri olduğu kadar, ipek, krep ve at­
las dokumacılığında da önemli bir merkezdi. Bu imalathanele- ·

rin bazıları ipek giysilere kürk astar takmak konusunda uz­


manlaşmışlardı. Daha sonra katıldığı bir başka şölende, Clavijo
hükümdar otağlarının kenarlarına boz sincap ve kakım postu
geçirilmiş olduğunu hayretle görmüş; bunların, "dünyanın en
pahalı kürkleri olduğunu," yazmıştı.
Zerefşan kenti suluyar ise, ticaret onu besliyor, zenginleşti­
riyordu. En son seferin ganimetieriyle yüklenmiş kervanlar dü­
zenli olarak kente akıyor, sayıları gitgide artan bendelerinden
vergi yağıyordu. Fakat hükümdarlığın dört bir tarafında hazi­
nenin asıl zenginliğini sağlayan ticaret ve bundan elde edilen
vergilerdi; Clavijo'nun da belirttiği gibi bu, her ne kadar bencil
nedenlerle de olsa, Timur'un titizlikle denetiediği bir işti. İs­
panyol elçi, "Timur ticareti, Semerkand'ı dünyanın en şanlı
kenti kılmak uğruna hep destekliyordu," diye yazar.
Elçinin, Trabzon'la Semerkand arasında dört ay süren
kara yolculuğu ona bu topraklarda ticaretin nasıl yürütüldü­
ğünü gözlemlerne fırsatı vermişti. Timur, küçük bir çocuğun,
elinde bir kese altınla egemenliği altındaki toprakl arın en ba­
tısından en doğusuna, en ufak bir tacize uğramadan gidebile­
ceğiyle övünürdü; Clavijo bu iddiayı, "Timur'un idaresi al­
tında tüm ülke huzur ve asayiş içindeydi," gözlemiyle doğ­
rular. Semerkand'a gitmek için doğuya giden kervan yolla­
rında ilerlerken, bunların üzerinde bulunan belli başlı bazı
merkezlerde ticaretteki canlılığın yarattığı cıvıl cıvıl çarşıları,
göz kamaştıran mimari eserleri ve dopdolu cepleri kendi
gözleriyle görmüştü. "Tebriz çeşit çeşit ürünün ve muazzam
bir servetin biriktiği muhteşem biF kent; çünkü burada ticaret
günden güne gelişiyor," diye yazmış; gayet düzgün taşlarla
döşeli yol ve meydanlara, mavi ve altın sarısı çinilerle bezeli

2 39
yapılara, zarif çeşmelere, zengin süslemelerle kaplı camilere
ve konforlu harnarnlara hayran kalmıştı. Sultaniye'ye geldiği
zaman, buranın "tacirler ve ürün değiş tokuşu için Teb­
riz'den daha önemli bir merkez" olduğunu görmüş; "Ticaret
o denli yoğun ki, gümrük resminden her yıl hazineye çok bü­
yük bir gelir akıyor," diye yazmıştı.
Clavijo, doğunun bu tuhaf, alışılmadık kentlerinden geçer
ve imparatorluğun başkentine adım adım yaklaşırken, herhal­
de Avrupa'nın, 'medeniyetten nasibini almamış vahşi Doğu'ya
üstünlüğü varsayımını sorgulamaya başlamış olsa gerektir.
Binlerce kilometrelik yol boyunca Timur'un buyruklarının,
kent ve kasabalarda ne kadar sıkı bir disiplin ve acımasızlıkla
uygulandığına tanık olmuş; "Nereye ve hangi saatte gelmiş
olursak olalım, o yerleşim merkezindeki görevliler ihtiyaçları- .
mızın tamamını çarçabuk karşılayamadıkları zaman öyle ağır
bir biçimde hırpalanıyorlardı ki, hayretten donakalıyorduk,"
diye yazmıştı. Elçiler ve ulaklar, dörtnala giden kısraklarıyla
hükümdarlık topraklarının üstünde cirit atıyorlar, belli ve dü­
zenli aralıklarla yerleştirilmiş menzillerde atıarını değiştiriyor­
lardı; bunları o denli hızlı sürüyariardı ki, yollar çatlamış at leş­
leriyle doluydu. Bu toprakların hakimi hiç kuşkusuz, çok müt­
hiş ve büyük bir adam olmalıydı.
Clavijo, yolculuğun meşakkatinden tükenmiş bir halde
ve sonbahada birlikte Semerkand' a ulaştığı zaman kent ona
büyük bir nimet gibi görünmüş; "Bu muazzam başkent ve ci­
varında öyle bir bolluk ve refah var ki insan gözlerine inana­
mıyor," diyerek hayretini dile getirmişti. Dünyada Hıristi­
yanlığın üstünde hiçbir güç olmadığına inanırdı. Her ne ka­
dar Haçlıların, 1396' da Bayezid karşısında uğradıkları boz­
gun bu inancını biraz sarsar gibi olduysa da, Hıristiyanlığın
kılıcının bu Doğulu kafideri bir gün imana getireceğine yü­
rekten inanırdı. Oysa şimdi, Semerkand'ın ışıl ışıl parıldayan
dev methallerine, firuze renkli o olağanüstü kubbelerine,
cennet misali bağ ve bahçelerine bakarken, kafasına üşüşen
bir sürü rahatsız edici düşünceyi bastırmaya çalışıyordu. Da­
ha Semerkand'a varmadan gördükleri bile ona, Hıristiyan
aleminin bu topraklara hükmeden adamla aşık atamayacağı-

240
nı göstermeye yetmişti. Avrupa birdenbire, çok çok uzakta,
ufacık bir yer olarak kalmıştı.

* * *

- Alı ne lıoştur, akşam vakti geçmek o pınarlardan


Gölgeler dev gibi uzayıp giderken kum/ardan,
Çıngıraklar yunıuşacık duyulur sessizliğin içinden
Senıerkand'a giden o Altın Yolu geçerken.
Konup göçınek değil sırforaya gidişimizin nedeni
Kızgın yeller körüklüyor tutuşmuş yüreğimizi
Bilinmeyen bir şey var orada, yanıyar içimiz onu bilmek uğruna
Düşnıiişüz gidiyoruz Semerkand'm Altın Yoluna.

JAMES ELROY FLECKER, Hasan; Bağdatlı Hasan'ın ve oızun Se­


merkand'a yaptığı Altın Yolculuğun Öyküsü, 1922

Semerkand' a giden yolun taşı toprağı çoktandır altın olmaktan


çıkmıştır. Gerçi şurada burada, hala ufka doğru uzayıp giden
pamuk tarlaları görülür ve Timur döneminden beri pek az şey
değişmiştir; ama bunların anlattığı artık bir aşk hikayesi değil,
hazin bir öyküdür. Eski komünist adetlerin çok zor terk edildi­
ği Özbekistan' da pamuk, ülkenin en büyük nakit gelir kaynağı
olmaya devam etmektedir. Berrak bir sonbahar sabahı, Taş­
kent'ten buraya gelirken şehrin sefaletten kırılan dış mahalleri­
ni geçiyorduk -bunlar Timur zamanında Bağdat, Şam, Kahire,
Şiraz ve Sultaniye adlarını taşıyordu- tıka basa genç kız ve de­
likanlılarla dolu yüzden fazla külüstür otobüsün karşı istika­
mette ilerlediğini gördüm. Bu seyahatimde bana eşlik eden Per­
had'a bunların kim olduklarını ve nereye gittiklerini sordum.
"Ha onlar mı? Pamuk toplamaya giden üniversite öğrenci­
leri," diye cevap verdi.
Cezadan pek farkı olmayan böyle bir iş için bu kadar çok
gönüllü çıkması karşısında, hayretimi dile getirdim.
Perhad yan yan bana baktı. "Elbette ki gönüllü değiller. Dev­
let onlara ya pamuk toplamaya gidersiniz ya da üniversiteden
atılırsınız, diyor. Yani pamuk toplamayana diplama yok."

241
Sovyet döneminde, vücudu bu ağır ve zorunlu işi kaldıra­
madığı için o da üniversiteden vaktinden önce ayrılmak zorun­
da kalmıştı. O gün olduğu gibi bugün de pamuk toplamayı
reddeden öğrenciler diplama almadan üniversiteden atılıyor­
du. "Şimdi de öyle. Değişen hiçbir şey yok; yalnız daha iyi giz­
leniyor. Pamuk tarlaları, sizin gibi yabancılar ne olup bittiğini
görmesin diye, anayollara uzak tutuluyor."
Semerkand'ın taşı toprağı altın olan yolunda, komünizmin
Moskova' da yıkılışından on yıl sonra bile ondan kalmış lekele­
re rastlanır. James Elroy Flecker'in oyunu ilk sahneye konuldu­
ğu zaman, Semerkand Batılı insanın gönlünde dünyanın en ro­
mantik kenti olarak taht kurmuştu; çok uzakta, çok egzotikti;
bugün dahi birçok kişi için hala öyledir. Sadece adı bile, akla
kum fırtınalarında bata çıka ilerlemeye çabalayan baharat ve
türlü türlü hazineler yüklü kervanları, muhteşem sarayları ve
göz alabildiğine uzanan bakımlı bağ ve bahçeleri getirmeye ye­
tiyordu. Doğunun barbar dünyasında, bir ihtişam ve saltanat
timsali; mavi kubbeli bir zarafet ve huzur vahasıydı. Fakat yir­
minci yüzyılın ilk on, yirmi yılında bile bu büyük bir sevgiyle
korunan izienimler bir hayalden ibaretti. Büyük Av ve o zarafet
ve chutzpah (efendilik) devri çoktan sona ermişti. Doğmakta
olan Sovyet İmparatorluğu, doğuya doğru genişliyor, eskiden
Timur'a ait olan t9prakları bir bir ele geçiriyordu.
1917'de Ruslar Semerkand'ı aldılar ve kızıl bayrak Recistan
('kumlu yer' anlamında) meydanında dalgalanmaya başladı.
1 924'te Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti doğdu ve bir yıl
sonra Semerkand başkent ilan edilerek bir gelişme ve çağdaş­
laşma dönemi başlatıldı. Yeni rejim, Sovyet deneyimini tüm
araç, gereç ve tezahürleriyle benimsedi. Her yerde fabrikalar,
okullar, hastaneler ve apartman konutlar bitti. Dar ve karmaşık
sokakların yerini geniş ve iki yanı ağaçlıklı yollar aldı. Ti­
mur'un Gök Sarayı'nın bulunduğu alan Lenin Meydanı'na dö­
nüştürüldü ve bir Halkevi ve bir opera ve bale binasıyla temsil
edilen yeni bir kültür ocağı haline geldi. Semerkand'ın o dört
bir yana doğru 'romantik ve gelişigüzel serpilişine ket vurul­
muştu. Kentteki anıt yapılara gelince; bunlar, yüzlerce yıllık bir
ihmalden sonra yeniden onarılacaktı.

242
* * *

Antik Semerkand'ın en önemli unsuru Recistan, büyüklü­


ğü ve ihtişamıyla beş yüzyıl süreyle ziyaretçileri hayrete düşür­
müştür; burada bulunan üç anıt yapı, Timuroğulları mimarisi­
nin kentte ulaştığı en yüksek, en yetkin nokta olarak kabul edil­
mekle beraber Timur'un kendisi bunları görmemişti. Recis­
tan'daki her üç medrese de onun ölümünden sonra yapılmıştı.
Torununun adı verilen Uluğ Bey Medresesi içlerinde en es­
ki olanıdır -1417 ile 1420 yılları arasında, hükümdarın ölümü­
nün üstünden on yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra inşa edil­
miştir- ve meydanın batı yakasını kaplar. Otuz beş metreye ya­
kın yükseklikteki ana methalin üstünde görülen takımyıldızlar
hükümdarın gökbilim merakına bir atıftır; bunun yanı sıra ma­
tematiğe, tıbba, şiire, tarihe, felsefeye ve ilahiyata da düşkün­
dü. Kufi yazısıyla yazılmış bir kitabe, "muhteşem cephesi, gök­
lerin iki kat yüksekliğinde, dünyanın belini kıracak ağırlıkta­
dır," diye övünür. Sırlı ve sırsız çinilerden oluşturulmuş geo­
metrik desenler dış cephe duvarları boyunca zikzaklar çizerek
ilerler; bunlar hezarbaf (binli dokuma) tekniğiyle örülmüştür ve
lacivert çerçeveli firuze çinilere ermişlerin adları yazılıdır. Par­
lak mozaik, ilk olarak bu yapıda, özellikle de girift desenli giriş
eyvanında ölçülü bir biçimde kullanılmıştır; buna karşılık ey­
van kemerlerini çerçeveleyen ve şimdi epeyce solmuş duran,
üçboyutlu bükülmüş kendir süslemelerinin üstünde, ayınalı ve
sırlı çiniler veya bir başka deyişle heft rengiler (yedi renkli) ağır­
lıktadır. Kimi yerlerde; giriş eyvanında ve duvarların süslü alt
kısımlarında lacivert sırlı çini şeritler boyunca düzgün perdahlı
mermer satıhlar da göze çarpar.
Methalin heybeti karşısında küçülüp ezilen ve boynunu
bir o yana bir bu yana çevirerek buradan içeriye giren ziyaret­
çi, kendini bir anda sekiz yüz metrekare genişlikte bir avluda
bulur; bir zamanlar burada iki katlı bir bina ve içinde elli göz
oda vardı. Yüze yakın parlak öğrenci, Kuran'larının üstüne
eğilir, kışın kentin iliklere ışleyen ayazından korunmak için
sımsıkı giyinir, yazın kavurucu sıcağında buram buram terler­
lerdi. Ezber ve tefsirin en sıkıntılı saatlerinde, uyumamak için

243
tırnaklarını ellerine batıran öğrenciler, cami avlusunun gü­
neybatısındaki methal üstünde bulunan ve onlara eğitim gör­
dükleri kurumun şanını hatırlatan şu kitabeye yılgınlıkla bak­
mış olsalar gerektir: "Bu methal Cennet örnek alınarak yapıl­
dı . . . ardında, en büyük sultanların önderliğinde, dine faydalı
bilimlerin hakikatlerini ifşa eden hocalar bulunur." Dershane­
lerden yükselen ınınltının üstünde ve hışım gibi esen rüzgar­
ların önünde titiz birer gözcü gibi dikilen bir rift minare var­
dır; caminin doğu cephesindeki medresede olduğu gibi bun­
lar da lacivert ve firuze hatlarla dantel gibi işlenmiştir. Gökle,..
re uzanan zirvelerinde, hatların irileştiği görülür. Lacivert
bordürlü, çarpıcı, beyaz harflerle "Allah" kelimesi sütunun et­
rafını çepeçevre sarar.
Uluğ Bey Medresesi on yedinci yüzyılın sonlarına kadar
bir eğitim kurumu olarak hizmet vermeye devam etmişti. On
sekizinci yüzyılda kendisine layık görülen iğrenç kader, her
halde yapımcısında dehşet ve hiddet uyandırırdı; çünkü bu
şanlı eğitim kurumu önce tamamen metruk bir durumda bıra­
kılmış, ardından tahıl arnbarı olarak yeniden diriltilmişti. Yir­
minci yüzyıl başlarında tekrar eski kimliğine kavuşturulmuş ve
bir kez daha avlusunda alçak perdeden Kuran sesleri duyulma­
ya başlanmıştı; burada eğitim gören altmış öğrenciye, çökme
tehlikesiyle karşı karşıya bulunan dershane kısmına geçmeme­
leri tembih edilmişti.
Tam karşıda, iki yanı minareli ve aynı ölçüde heybetli met­
haliyle Uluğ Bey Medresesi'nden hiç de aşağı kalmayan Ş ir Dur
(Aslan Yatağı) Medresesi yer alır; bu, Uluğ Bey Medresesi'nden
iki asır sonra, 1619 ile 1639 yılları arasında inşa edilmişti. Ola­
ğanüstü büyüklüğü sayılmazsa -çünkü bu Recistan'daki her üç
yapı için de geçerlidir- ziyaretçinin methalle ilgili olarak ilk
dikkatini çeken şey, insan yüzü biçimindeki iki güneşin önün­
de yer alan bir çift aslan olur; bunları beyaz güvercinlerin ar­
dında sinsi sinsi dolaşırken gösteren tasvir, tabiattaki asıllarına
pek sadık olmamakla beraber, İslami inanca bir başka başkaldı­
rı örneğidir. Bir rivayete göre, yapının mimarı bu münafıklığı
hayatıyla ödemişti. Methalde, aynı ölçüde süslü bir de kitabe
vardır: "Hayal gücünün ipine tırmanan düşünce cambazları as-

244
la onun yasak minarelerinin zirvelerine çıkamayacaklardır. " Bu
muhteşem cephenin biraz arkasında ve iki yanında; onun bir
ölçüde gölgelediği, Timuroğulları mimarisinin alameti farikası
olan gök mavisi iki küçük kubbe bulunur.
Meydanın kuzey tarafında, üçlüyü tamamlayan ve daha
sonra, 1646 ile 1660 arasında yapılmış olan Tilye Kari Medrese­
si vardır. Bu, diğer iki komşusuna göre daha alçak bir yapıdır
ve 70 metre uzunluğuyla meydanın epeyce dışına taşar; iki kat
üstünde yer alan hücreleri, batıda küçük bir kubbeyle taçlandı­
rılmıştır; bu Şir Dur'un kubbelerine kıyasla daha büyük ve da­
ha hakim bir konumdadır ve güneş ışığı altında pırıl pırıl par­
layan mavi çinileriyle göz kamaştırır.
Hindistan'ın gelecekteki beyaz racası George Curzon, 1888
yılında İngiliz Muhafazakar Partisi milletvekili iken buraya
gelmiş ve meydandan şiddetle etkilenen sayısız ziyaretçiden
biri olmuştu. "Semerkand'ın Recistan Meydanı, ilk yapıldığı
zamanki, hatta bugün bir harabeye dönmüş haliyle bile dünya­
nın en müthiş, en ulu meydanıdır," diye yazar. "Ben Doğunun
hiçbir yerinde, ou dev eserin yalınlığı ve heybetiyle boy ölçüşe­
bilecek bir eser görmedim; Avrupa' da da öyle . . . bu müsabaka­
ya katılmaya layık bir tek yer bilmiyorum. Gerçekten de Avru­
pa' daki hiçbir görüntü bununla kıyaslanınaya gelmez; değil mi
ki dört yanından üçü, en alasından üç Gotik katedralle çevrili
bir tek meydanımız yoktur."
Bir mimarlık şaheseri olan Recistan, ilk yapıldığı zamanki
haliyle İslam dünyasının en nadide ziynetlerinden biriydi. Göz
okşayan simetrisi; methallerindeki girift çiçeksi desenleri ve ki­
tabeleii; Kufi hat ?anatının inceliği ve çölün boz rengi üstünde
sergilediği renk cümbüşü -gök mavisi, yeşil, sarı, ve lacivert­
ve hepsinden önemlisi devasa boyutları göze ilk çarpan unsur­
lardır. Fakat Curzon bu sözleri, harap durumdaki bu anıt yapı­
lar Ruslar ve daha yakın bir tarihte de Özbekler tarafından ona­
rılmadan önce söylemişti. Bugünkü haliyle meydanda çok yeni
ve doğallıktan uzak bir hava vardır. Restorasyon çalışmaların­
da biraz ifrata kaçılmış, mozaikler çok işgüzarca onarılmış, par­
lak ve rengarenk çinilere bu yaştaki binalarda olmayacak kadar
çiğ ve cilalı bir görünüm verilmiştir.

245
Recistan, adeta bir tek çiziği ve kusuru olmayan bir İslam
Disneyland'ı haline gelmiştir. Doğal yaşlanma sürecine ket vu­
rulmuş, türr, yıpranma ve eskime belirtileri hoşgörüsüzlükle
karşılanar�,k, canla başla yok edilmiştir. Yapıların içinde bulun­
duğu hat ap durum ve sağladıkları döviz geliri göz önüne alın­
dığınd;:, bunları anlayışla karşılamak mümkündür, ama sonuç
verimli olmamıştır. Recistan'a birkaç dakika baktıktan sonra,
Uluğ Bey Medresesi'nde henüz restorasyon ustalarının ele al­
m<,dığı, hafifçe yana yatmış bir minare gözüme iliştiği zaman,
ferahladığımı hissettim. Bir polis, elinde bir anahtar saHayarak
yanımıza yaklaştı ve iki dolar karşılığında bizi Semerkand'ın
eğik Piza Kulesi'ne çıkarabileceğini söyledi.
Timur bu minarenin tepesinden aşağıya, Recistan'a bakmış
olamazdı; çünkü ne bu, ne de geri kalan diğer anıt yapılar onun
yaşadığı dönemde henüz yapılmamıştı. (Buna karşılık bir yüz­
yıl sonra Babür, Özbeklerle savaşırken buradan etrafı gözleye­
bilmişti.) Fakat satranç ustası hükümdar, o zaman gökte bu ka­
dar yükseğe çıkabilmiş olsaydı, başkentindeki kavşaklara baka­
cak ve bunların Şir Dur veya Tilye Kari medreselerinde değit
üstü yüksek bir kubbeyle kaplı bir bedestende toplandığını,
kentteki yarım düzine anayolun buraya çıktığını görecekti.
Bu yollar, gök mavi kubbeli camilerin, medreselerin ve tür­
belerin yanından geçerek, meslek gruplarına göre sınıflandırıl­
mış bedesten boyunca dalana dalana ilerliyordu. İşte şurada,
Timur'un gittikçe büyüyen hükümdarlığının dört bir yanından
gelen ve sayıları her gün biraz daha kabaran zanaatçılar grubu;
dokumacılar, demirciler, kuyumcular, çömlekçiler, yay yapım­
cıları ve çini ustaları vardı. Recistan' dan çıkan yollar sonunda
şehir surlarındaki altı kapıya ulaşıyorlardı; tuğlayla örülmüş
bu muazzam duvarların çevresi sekiz kilometre uzunluktaydı
ve etrafları derin bir hendekle çevrilmişti; bu surlar Cengiz bu­
rayı yakıp yıktıktan sonra Timur tarafından onartılmıştı.
Bu minarenin tepesinden bakıldığında Semerkand, mas­
mavi kubbeleri ve yanardöner methalleriyle, göz alabildiğine
uzayan şıkır şıkır bir deniz gibiydi. Bu ışık cümbüşü ancak uf­
kun çok ötesinde; sinsi çölün, kentin kendisinden kazandığı
toprakları geri almak istercesine bu denizin kıyılarını yaladığı

246
yerde biraz hafifler gibi oluyordu. Ve aynı ışık cümbüşünün
içinde, Recistan'ın birkaç yüz metre kuzeydoğusuna düşen Ef­
rasiyab'la (antik Semerkand), güneydeki yeni yerleşim merkezi
arasında bulunan Demir Kapı'nın hemen güneyinde, Timur'un
gurur ve mutluluk kaynağı, Bibi Hanım Camii -Sultan Ana Ca­
mii- yükseliyordu. 45
Geniş, göklere meydan okuyan ve İslam dünyasının en
abidevi yapılarından biri olan bu ulucami, onun en iddialı pro­
jelerinden biri; sayısız zaferlerini kutlulayan bir eserdi. İnşaatı­
na 1399 yılında, Timur, Delhi'ye yaptığı yıldırım baskının ar­
dından büyük bir şevk içinde başkentine döndüğü zaman baş­
lanmıştı. Clavijo, "Semerkand' da ziyaret ettiğimiz camiler için­
de en ulu olanıydı," diye yazar. Yaşı bir hayli ilerlemiş olan hü­
kümdar, belki de çokluk yaptığının aksine, dünyevi değil, se­
mavi bir eser yaptırmak istemişti.
Hilda Hookman'ın öne sürdüğü gibi, Timur'a bu yeni cami­
yi ilham eden Hindistan'da, Firuzabad kentinde görüp hayran
olduğu bir camiydi. Veya bu, Delhi'deki Cihanpenah Mescidi de
olabilirdi. Caminin tamamlanmasının kaç yıl aldığı göz önünde
bulundurulursa, bir başka ilham kaynağının Şam'daki Emeviye
Camii olduğu da söylenebilir; Timur, 1401'de kentin önünde or-
45 Her ne kadar hem tarihi kayıtlar hem camideki
'
kitabeler, bunun Timur tarafından
yaptırıldığını söylüyorsa da Semerka nd'da yaygın olan bir söylentiye göre bu
doğru değildir. Bu inanışa göre camiyi, Timur'un eşi, Çin prensesi Bibi Hanım'ın
kendisi, onun Hindistan'dan muzaffer dönüşünün şerefine yaptırmıştı. Caminin
tamamlanmasının kocasının dönüşüne yetişmeyeceğini öğrenen Bibi Hanım, mi­
mara giderek elini çabuk tııtmasını söylemiş, çalışma hızını iki katına çıkarması
için nafile ısrar etmişti. Çok güzel olduğu sanılan bu prensesi tııtkuyla arzulayan
mimar, kendisine bir öpücük vermediği sürece işe devam etmeyi reddetmişti.
Başka bir adamla öpüştüğü takdirde başına geleceklerden korkan prenses, "ama
bütün kadınlar aynıdır," diye cevap vermişti. "Haremden istediğin kızı al." Ona
bir kase dolusu renkli yumurta getirmiş, "Hangisini istiyorsan kır, içierinin aynı
olduğunu göreceksin," demişti. Bu benzetmeden pek etkilenmeyen mimarın bu
kez kendisi bir benzetme önermişti. Bir bardağa su, bir bardağa votka doldurduk­
tan sonra, şunları söylemişti: "Hem renkleri hem biçimleri aynı, fakat içerikleri ta­
mamen farklı. Kimi kadınlar su gibi, soğuktur. Diğerleriyse ateşe benzer, votka gi­
bi insanın kanını tııtıışturur." Mimarın görünüşünden çok, bu mantığına karşı ko­
yamayan Bibi Hanım, yanağını eliyle kapayarak bir öpücük vermeye razı olmuş­
tu. Cami tamamlanmış, fakat karasevdalı mimarın prensese verdiği öpücük aşk
ateşinden, elini yakıp geçerek yanağında iz bırakmıştı. Karısının ihanetini keşfe­
den Timur, onu minarenin tepesinden attırarak öldürtmüştü. Mimar da aynı şe­
kilde ölüme mahkum edilmiş, fakat son anda kanatlanarak cennete gitmişti.

247
dugah kurduğunda bunu görmek fırsatını bulmuştu. Cami kar­
şısında İbn BattCıta'nın nefesi kesilmiş, "şehre hangi İstikametten
girilirse girilsin, önce bu kubbe göze çarpıyor; her şeyin üstünde,
havada asılmış gibi duruyor," diye yazmıştı. Timur'un önceki
yapılarında kubbeler İran tarzına uygun inşa ediliyordu, yani te­
peye doğru sivriliyor; tabana doğru yayılmıyorlardı. Bibi Hanım
Camii ve Gur-i Emir Türbesi'nin nar biçimli devasa kubbeleri ye­
ni bir tarzın müjdecileri olmuş, hükümdarın ölümünden sonra
Timuroğulları tarafından da benimsenmiş, oradan Hindistan
Moğolları'na geçerek çok başarılı bir biçimde Taç Mahal'de uy­
gulanmıştı. Bu tarz daha sonra Rusya'ya ithal edilmiş ve burada­
ki en yüksek ifadesini Kremlin Sarayı'nda bulmuştu.
Clavijo, Ulucami'nin Timur'un başkadını Saraymülk Ha­
nım'ın annesinin anısına, başkaları ise karısının şerefine dikil­
diğini ve bu nedenle Bibi Hanım adının takıldığını söylemişler­
dir. Tarihi kayıtlar bu konuda, ne hikmetse suskundur; fakat il­
hamı kim vermiş olursa olsun, proje Timur'un duruma egemen
olma içgüdülerini bütün korkunçluğuyla harekete geçirmişti.
Hoca Mahmud Davud ve Muhammed Celed adlı iki emir işin
başına getirilmiş ve seyri hakkında 'rimur'a günlük rapor ver­
meleri istenmişti. Bunlar olağanüstü ustalara ve muazzam bir iş­
çi ordusuna hükmediyorlardı; her çalışan özel yeteneklerinden
ötürü seçilmişti. Basralı ve Bağdatlı usta zanaatçılar, Azerbay­
canlı, Fars ve Hint taş ustaları, Şam' dan gelen kesme camcılar ve
Semerkandlı zanaatçılarla birlikte çalışıyorlardı. Ahali için en bü­
yük sürpriz, Azerbaycan, İran ve Hindistan'dan yüklenen mer­
mer bloklarıyla kente giren doksan beş fil oldu. Timur'un hem
savaş meydanında hem bunun dışında göze sokmaya çalıştığı
bu hayvanlar, daha önce Semerkand' da hiç görülmemişti.
1404'te, cami tamamlanmak üzereyken, burada çalışanlar
Timur'un Beş Yıllık Seferi'nden muzaffer olarak dönüp soluğu
inşaatta alması karşısında telaşlanmışlardı. Hükümdar, metha­
lin boyutlarından hiç tatmin olmamıştı ve derhal yıkılarak yeri­
ne yeni temellerin kazılmasını buyurdu. Clavijo, methalin çok
alçak olduğunu, Arabşah ise tam karşıda bulunan Saraymülk
Hanım Medresesi'nin görkemli cephesinin gölgesinde kaldığını
söyler. Neden ne olursa olsun, hükumdar öfkeden kudurmuştu.

248
İnşaattan sorumlu iki emir ölüme mahkum edildi. Arabşah'a
göre, Timur, darağacı öncesi en ağır cezayı Muhammed Celed
için saklamıştı.

Canıiye şöyle bir bakması yetti ve Muhammed Celed'e oracıkta ölüm


cezasını verdi; adamı ayaklarmdan bağlayıp yüzüstü yerde sürüdüler;
her tarafı parçalanana kadar toprağın üstünde böyle sürüyüp durdu­
lar; Timur onun bütün hizmetkfirlarma, çocuklarına ve maliarına el
koydu. Bunu yapmak için çeşitli nedenleri vardı, ama başlıcası şuydu;
Timur yokken başkadmı bir medrese yapılmasını buyurmuştu ve mi­
marlar ve mühendisler, bunun canıinin tam karşısında yer alnıası ge­
rektiğinde hemfikir olup, sütunlarını, iskeletini, katlarını ve duvarla­
rını camiden daha yüksek yapmış/ardı; böylece hem ondan daha sağ­
lam hem de daha yukarıda duruyordu; fakat Timur'un mizacı parstan
farksız, öfkesi aslanınkinden korkunçtu; biri ona karşı başkaldırmaya
görsün, o başı hemen uçururdu; birinin sırtı ondan daha pek olmasın,
hemen o beli kırardı ve kendisini ilgilendiren her konuda böyleydi. Ne
zaman ki o medresenin yüksekliğini gördü ve kendi binasının onun
/
yanmda cılız kaldığını anladı, göğsü hiddetle kabardı ve fı rlayıp o ida­
re memurunun hakkından geldi; adamcağız umduğu servete kavıışa­
madan öldü.

Timur bundan sonra inşaatla bizzat ilgilenmeye başladı. Gerçi


sıhhati elverişli değildi; ne uzun süre ayakta durabiliyor ne ata
binebiliyordu, ama gene de her gün tahtırevanla inşaat sahası­
na geliyordu. İşe olan tutkusu Clavijo'yu şaşırtmıştı.

Günün büyük bir kısmını orada geçiriyor, işi hızlandırmaya çalışı­


yordu. Yığınla et pişirtip getirtiyor; bunları köpeğe atar gibi temel çu­
kurlarmdaki ırgatlara attırıyordu; en şaşırtıcı taraf, bunu kendi elle­
riyle yapmasıydı. Böylece onları gayrete getirmeye çalışıyor; özellikle
çalışmalarından hoşnut kaldığı zamanlar, çukurların içindeki taş us­
talarma sikke attmyordu.

Timur inşaat sahasından ayrılmıyor; iş, geeeli gündüzlü de­


vam ediyordu. Sonuç nefes kesiciydi. Oyma taş ve mermer­
ler, sırlı çiniler, mavi ve altın sarısı freskler, duvarlardan sar-

24 9
kan örtüler ve ipek halılar, camiye bambaşka bir güzellik ve­
riyordu. Boyutları da görülmedik ölçülerdeydi; yüz metreye
yüz elli metrelik bir alan içinde yer alıyordu. Methal otuz
metreyi geçiyordu; bundan daha yüksek yalnızca iki minare
vardı; bunlar kırk beş metre boylarıyla ufuk çizgisini birer
mızrak gibi deliyor; aşağıda ise geniş bir avluya bakıyorlardı;
bu avlu dört yüz mermer sütunun taşıdığı dört yüz küçük
kubbeli bir kemerli geçitle çevrelenmişti. En büyük kubbenin
alt kısmındaki Kufi yazısıyla kitabeler, Kuran' dan alınmış
ayetlerle kubbenin etrafını bir şerit gibi sarıyordu; harfler o
kadar iriydi ki kilometrelerce öteden okunabiliyordu. Saray
vakanüvisinin ağzı kulaklarına varmış, "kubbeye eşsiz deni­
lebilirdi, sema eşi olmasaydı; kemere eşsiz denilebilirdi, Sa­
manyolu eşi olmasaydı" diye yazmıştı.
Süslemelerin niteliği ve çeşidi olağanüstüydü. Geniş satıh­
lar, sırlı kiremit parçalarıyla hezarbaf tekniği kullanılarak işlen­
miş, araları Allah' a ve onun peygamberine övgü niteliğinde
Kufi desenlerle doldurulmuştu. Kimi yerlerde bunlar, zemine
paralel olarak ilerleyen düzgün kemerli paneller üzerine işlen­
mişti. Diğerlerinde ise, çentikli süslemeleri takiple ve sert zik­
zaklar çizerek cephelerden verev olarak iniyorlardı. Caminin
görünen bütün satıhlarında bu renk cümbüşü göze çarpıyordu.
Ana methalde ve ibadet eyvanında, aralarına taş ve tuğla kakıl­
mış sırlı mozaik paneller vardı. Sarmal biçimli açık mavi çiniler
kendilerini izleyen bakışları göğe doğru çıkarıyor; taş ve tuğla
ise abidevi yapıyı toprakla ilişkilendiriyordu.
Ana methaldeki yazıtlar, Timur'un onuruna konulmuştu;
caminin yapımına 1399' da başlanıldığını ve 1403-04' te bi tirildi­
ğini belirtiyordu. Girişteki bir oyma taşın üstünde, "Ulu hü­
kümdar, devletin ve dinin direği Emir Timur Gurgan ibn Tura­
gay ibn Burgul ibn Aylangir ibn Işıl ibnü'l-emir Karaşar No­
yan, Allah'ın izniyle bu camiyi 806 yılında (1403-1404' te) bitir­
di; Allah hükümdarlığını baki kılsın" diye yazılıydı.
Minareleri geniş eyvanların tepesine diktirrnek yerine, kale
kapısının kuleleri gibi methalin iki yanına koydurmakla Timur
İlhanlıların mimari tarzından cüretli bir biçimde kopuyor, ca­
misine hiç kuşkusuz dev boyutlarda bir dini-askeri estetik geti-

250
riyordu. Kendini İ�lamın Kılıcı olarak gören bir adama da zaten
böylesi yakışırdı. Onemli başka mimari yenilikler de vardı. Yan
eyvanların kubbeli birimlerle birleştirilmesi de daha önce de­
nenmemiş bir şeydi ve onu geleneksel dört eyvanlı camilerden
ayırıyordu; bu tarz daha sonra İsfahan'daki Mescid-i Şah ve ar­
dından Moğol yönetimi sırasında Hindistan' daki camilerde de
kullanılmıştı.
Timur'un camisi ne kadar müthiş olursa olsun, inşaatı ace­
leye getirilmişti. Hükümdarır\ şahsi müdahalesi; hele hele de
işin başına koyduğu iki emiri öldürtmesi, hiç kuşkusuz işçiler
ve ustalar arasında dehşet yaratmıştı. İnşaatı çabuk bitirmek ve
hükümdarın gazabından kurtulmak için belki işin kolayına
kaçmışlardı. Belki temeller böylesine kunt bir yapıyı taşıyabile­
cek derinlikte kazılmamıştı. Gerçek nedenler bilinmemektedir,
ama şu var ki bina daha yapılır yapılmaz çökmeye başlamıştı.
Sağdan soldan fırlayan taşlarla, namazlarını şaşıran müminler,
çok geçmeden başka camilere gitmeye başladı. Mamafih, yapı­
nın iskeleti yerinde kaldı ve on dokuzuncu yüzyılda hem pa­
muk borsası hem Jde Çarlık subaylarının ahırı olarak kullanıldı.
Zaten o tarihe gelinceye kadar, Buharalı emirler içinde değerli
ne var ne yokşa talan etmişler; yedi ayrı madenden yapılmış
ünlü methallerini eritip sikke dökmüşlerdi. 1 897' de Semer­
kand'da meydana gelen deprem camiye son öldürücü darbeyi
vurmuştu.
Caminin ana bölümü günümüzde ziyaretçilere kapalıdır
ve içi karanlık ve metruk bir durumdadır. Bir demir kafesin ar­
dından bu kasvetli loşluğa baktım; büyük ölçüde harap, mağa­
ra gibi bir alanda rengi atmış, isli ve tozlu sıvalardan ve karton­
piyerlerden başka hiçbir şey kalmamıştı. Fakat Timur'un olağa­
nüstü uzak görüşlülüğünün bir belirtisi olarak yapı gene de va­
kada ve dimdik ayakta durmaktaydı. Recistan'ın çiğ renkli
anıtlarına kıyasla daha büyük bir titizlikle onarılmış olan ikiz
methallerin yanındaki kuleler, zarif bir biçimde göğe doğru
yükseliyordu. Semerkand'daki her şey gibi, göze çok hoş gelen
cephe süslemelerindeki ayrıntıların üstünden, soluk mavi ve
bejlerle yeniden gidilmişti.

251
Gerekli rüşvetleri dağıttıktan sonra, kulelerin tepesine çı­
kıp ılık ılık esen yelin içinde pırıldayan Semerkand' a baktım;
manzara, caminin o muazzam kubbesinin ardından görünü­
yordu; yer yer dökülen çinilerinin altından çıkan toprak zemin,
ona çiçek bozuğu gibi çopur bir görünüm vermişti. Avluda,
methalin önünde, gökbilimci hükümdar Uluğ Bey'in verdiği,
Moğol merrnerinden yapılmış, devasa bir rahle vardı. Eskiden
Osman'ın Kuran'ı bunun üstünde duruyordu; fakat on doku­
zuncu yüzyılın ikinci yarısında Ruslar mübarek kitabı ele geçirip
St. Petersburg' a götürdüklerinde, rahle kendi emniyeti bakımın­
dan çökmekte olan camiden çıkarılmış ve buraya, açığa konul­
muştu; o gün bu gündür hava şartlarına karşı mücadele ediyor­
du. Bulunduğum yerin çok aşağısında etli butlu, iriyarı bir anay­
la, bir kız gördüm. Kadınlardan genç olanı, ralılenin altından
emekleyerek geçiyor, sonra doğrulup şöyle bir silkindikten sonra
tekrar altında gözden kayboluyordu. Bir rivayete göre, bu ralıle­
nin altından üç defa geçen kısır kadınların çocukları oluyordu.
Caminin metruk görkemine bakarken, içinde bulunduğu
bu harap durum acaba Timur'un yurtdışındaki konum ve itiba­
rını zedelemiş midir, diye düşündüm; çünkü zaten Batı dünya­
sında adı geçtiği zaman insanlar aval aval bakıyordu. Eğer ilk
haline yakın bir durumda muhafaza edilebilseydi, İslam dün­
yasının bu en büyük hükümdarına çok büyük, eşsiz bir hizmet­
te bulunulmuş olacak; ona bakan herkes, her ne kadar eli kanlı
bir zorba da olsa, Timur'un aynı zamanda kültür ve sanata
önem veren, uzak görüye sahip bir adam olduğunu anlayacak,
onun hem Büyük İskender' den hem Cengiz Han' dan çok daha
müthiş ve çok daha yönlü bir kişi olduğunu takdir edecekti.
Abidevi mimarisi, akılcı ölçüleri, kullanılan malzeme ve işçili­
ğin üstün niteliği, bu olağanüstü yapıdan bugüne kalan yıkınh­
larda bile belli olmaktadır. Bu firuze renkli kubbeleriyle ünlü
kente bakarken, Yezdi'nin, sanki insan elinden çıkmamış gibi
duran bu muazzam cami için yazdıkları aklıma geldi:

Ne heybetli binadır ki o yukarı odaları cennete benzer,


Heybetini ölçmeye onun kadar büyük kafa ister.

252
Saray dalkavuğu, ilk defa mübalağanın ölçüsünü fazla ka­
çırmamıştı.

* * *

Timur, Bibi Hanım Camii'ne dünyanın servetini dökmüş


olabilirdi, ama gene de kentin en mübarek yapısı Şah-ı Zinde
Türbesi'ydi. Bunun bulunduğu alan, şehir surları dışında, ku­
zeydoğuda, eski çağlardaki yerleşim merkezi Efrasiyab'taydı;
burası, Timur'dan birkaç yüzyıl öncesinden beri vardı, ama fa­
tihin cömert himayesi ve Semerkand'ı Orta Asya'nın Mekke'si
haline getirmek çabaları sayesindedir ki, hacılar için önemli bir
merkez haline gelmişti.
Türbe, en az on ikinci yüzyıldan beri buradaydı, ama Cen­
giz'in orduları, bir önemli parçası hariç, onu yeryüzünden sil­
mişlerdi. Moğol istilasından tek arta kalan, türbenin tam mer­
kezindeki, peygamberin kuzeni Kusem ibn Abbas' ın kabriydi;
676 yılında, buradaki Soğd yöresini -Semerkand'la Buhara'yı
içine alıyordu- ziyaret ettiği sanılmaktadır. Vazife aşkıyla ya­
nıp tutuşan Kusem' e, ateşe tapan Zerdüştleri Müslüman yap­
ma görevi verilmişti. Mamafih buranın yerli halkı yaban iller­
den gelme bu vaize pek itibar etmeyerek, oracıkta kafasını
uçurmuştu. Hikayeye göre, kafası uçurulmuş da olsa yerinden
doğrulup onu yerden almayı ve kendini bir kuyuya atmayı ba­
şarmış ve o günden beri de orada, zamanı geldiğinde idareyi
ele almak üzere beklemişti. Araplar onu büyük bir din şehidi
olarak kabul edip anısına hürmet etmişlerdi; Şah-ı Zinde kültü
de böylece doğmuştu. Türbe, asırlar boyunca müminlerin uğ­
rak yeri olmaya devam etmişti. 1333'te İbn Battuta, "Semer­
kand ahalisi her Perşembe ve Pazar burayı ziyaret ediyor/' di­
ye yazmıştı. "Tatarlar da geliyor ve burada adaklarını yerine
getiriyorlar; ayrıca hastane ve mübarek kabre hayır maksadıyla
inekler, koyunlar, dirhemler, dinarlar bırakıyorlar."
Timur, Şah-ı Zinde'nin itibarını artırmak için türbeyi hü­
kümdar ailesinin mezarlığı haline getirmişti. Kahramanlık gös­
teren emirlerin de buraya gömüldükleri oluyordu; o kadar ki
on dördüncü yüzyılın ikinci yarısında burası, Semerkand'ın

253
mimari hazinesindeki en nadide incilerden biri haline gelmişti.
Timur'un başka bazı akrabaları ve kendisine sadakatle hizmet
etmiş birçok emirinin yanı sıra, iki kız kardeşi de buraya gö­
mülmüştü. Türbe; bir t<ış, hat ve başka birçok ince sanat ve za­
naat harikasıydı; bu kabristan, mavi çininin her tonuyla şıkır şı­
kırdı. Masmavi kubbeler, gün ışığında fener gibi yanıyor, etraf­
ıarında bulunan tuğladan örülmüş, daha sade kubbeler güne­
şin altında kavruluyordu.
Yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde Şah-ı Zinde, Sovyet­
ler'in yol açtığı, tarihin insafsız bir cilvesi sonucui İslam aleyhtarı
bir müze olarak pinekledi durdu. Günümüzde, komünizmin
prangasından kurtulmuş, Semerkand'ın en cazip ziyaret yerlerin­
den biri olarak yeniden doğuşunun keyfini çıkarmaktadır. Bir
ikindi vakti, Perhad'la ben, eski şehrin bu büyük kabristanına git­
mek üzere bir taksiye bindik. Emekli bir subay olan şoförümüz,
devletin Timur'un itibarını iade çabalarından hiç etkilenmemişti.
"Şimdi tutmuşlar, ordudaki askerlere Timur hakkında ders veri­
yorlar; yok ne müthiş bir savaşçıymış, yok savaşlarını nasıl kaza­
nırmış; yok Özbekistan ordusu nasıl aynı ruhla çarpışıyormuş, si­
zin anlayacağınız estek, köstek. Hadi adını dillerinden hiç düşür­
müyorlar, anladık ama bu ne işe yarar ki? Yapılan kıyaslamalar
bile isabetli değil. Timur askerlerinin hakkını veriyordu. Bizler ise
aldığımız emekli maaşlarıyla karnımızı zor doyuruyoruz. Bırak
askerini, bu devlet, milletini beslemekten aciz."
İnceden ineeye işlenmiş Uluğ Bey methalini ve kubbeli
giriş ho llerini geçip k:ı bristan alanına girmemizle beraber,
Kadızade-i Rumi Türbesi'nin tepesinde, o aşina mavi kubbe­
lerle karşı karşıya geldik; bu kabristandaki en büyük mezardı
ve içinde Timur'un sütannesinin gömülü olduğu söyleniyor­
du. Sağlı sollu, yüksek gömütlerin gölgelediği dar bir yol üs­
tünde iki güzel kabir daha vardı. İlki, 1 372' de yapılan Şadi
Mülk Ağa Türbesi'ydi ve içinde Timur'un kuzenlerinden biri
yatıyordu -kapıyı çerçeveleyen kitabede, "bu bahçede, bir
bahtı güzel gömülmüş; bu mezarda bir nadide inci kaybedil­
miştir/' yazılıydı- ve daha sonra Timur'un en büyük kız kar­
deşi Türkan Ağa da buraya defnedilmişti. Kent merkezindeki
Ruhabad Türbesi sayılmazsa -bu, günümüz Semerkand'ında

2 54
Timur döneminden kalmış ender yapılardan biridir- Şadi Mülk
Ağa Türbesi gördüğüm ilk tuğla örülü kubbeydi; ölçülü ya­
lınlığı üstündeki firuze renkli gökyüzü ve altındaki methalde
görülen ayınalı ve sırlı tuğlalada işli panellerle uyum için­
deydi. Bu türbe, erken dönem Timur mimarisine özgü duvar
süslemeciliğinin en yetkin örneklerinden biri olarak haklı bir
şöhret kazanmıştı; hem iç hem dış cepheleri fevkalade ince
bir teknikle döşenmiş tuğlalada bezeliydi.
Loş türbenin içindeki süslemelerin zenginliği, burada bir ya­
lınlık kaygısı güdülmediğini gösteriyordu. Duvarlar boyunca
dikdörtgen paneller dizilmişti; bunların içieri altı köşeli yıldız ze­
minler üstünde yuvarlak biçimlerle doldurulmuş, etrafıarı dü­
ğüm düğüm Kufi yazısıyla çerçevelenmişti; sanki gayet ince işli
bir halı izlerrimi verilmek isteniyordu. İç açılar, yer yer dökül­
müş bmgulu makarna ve sarkıt biçirnli süslemelerle kapatılmıştı.
Bunların üstünde, kubbenin tam göbeğinde müthiş bir yıldız gö­
ze çarpıyordu, sekiz ucundan aşağı doğru inen sekiz çizgi, adeta
göğü sekiz parçaya bölüyor; her çizginin uç noktasında, damla
biçimli bir süslemenin içinde, kırmızı, yeşil ve parlak sarı renk­
lerde, sırasıyla bir güneş ve altı gezegen görülüyordu.
Bunun tam karşısında, hükümdarın bir başka kız kardeşi,
Şirin Bike Ağa' nın, Şadi Mülk Ağa' dan on yıl sonra dikilen
türbesi vardı; bunda da mavi, sarı, beyaz ve yeşil tonlarında,
sarmal biçirnli çiçek ve bitki desenleriyle bezenmiş çiniler ve
bunların üstünde yer alan koyu sarı, girift hüsnühatlar dikka­
ti çekiyordu. İçeride, çift kubbenin altında, on altı köşeli bir
alın, aşağıda sekiz köşeli bir alana doğru daralıyor; alçı kafesli
ve vitraylı pencerelerden süzülen ışık huzmeleriyle aydınla­
nan bu alanda yaldızlı resimler, duvarların alt kısmı boyunca
yeşil altıgen paneller ve cennet kuşu kabul edilen turnalar
görülüyordu.
Yolun sonuna doğru, adını, Timur'un kırkını geçmişken
evlendiği en gözde genç karılarından, on iki yaşındaki bir kız­
dan alan, Turnan Ağa Camii ve buna ait türbeler vardı. Cennet
Bahçesi de onun şerefine düzenlenmişti. Turnan Ağa bu yapıla­
rı 1405'te, kocasının öldüğü yıl diktirrniş; kısa bir süre sonra da
Timur'un tarunu Halil Sultan, onu zorla Emir Şeyh Nured-

255
din'le evlendirmişti. Talihsiz kadın, ikinci kocasının 141 1 yılın­
da Şahruh'un ordularına karşı savaşırken şehit düşmesi sonucu
tekrar dul kalmıştı.
Rengarenk çinileri şıkır şıkır ışıyan bir methalin altındaki
ayınalı bir kapının üst kısmında şu kasvetli yazı görülüyordu:
"Herkes bir mezardan içeriye girecektir." Caminin methalleri
üstünde biraz daha iyimser bir hatırlatma vardı. "Allah'ın resu­
lü der ki, 'Gömülenlerin cenaze narnazına koşun; ölmeden ev­
vel tövbekar olun."' İçeride, Timur'un gelini, altın sarısı yıldız­
lada bezeli ve çiçekler ve ağaçlada kaplı bir kır manzarasına
yukarıdan bakan, gök mavisi kubbenin ebedi ışığı altında yat­
maktaydı.
Yolun sonunda, Timur'un bir başka karısına ait olan Kut­
luk Ağa Türbe'sini geçtikten sonra, bu hac ziyaretinin asıl du­
rağı yer alıyordu; serinliğiyle gönül ferahlatan Kusem ibn Ab­
bas Camii'nin üç kubbesi gökyüzüne adeta meydan okuyordu.
Yapının tam ortasında bulunan ve 1334'te, Timur'un doğu­
mundan iki yıl önce yeniden yapılan ziyarethane parlak çinile­
riyle ışıl ışıldı. Duvarların alt kısımları açık mavi, altıgen pano­
lada kaplanmış; bunların etrafı mavi, yeşil ve beyaz renkli, in·
ce çini çerçevelerle süslenmişti
Şah-ı Zinde'nin en kutsal yeri, tahta bir kafes ardından kü­
çük bir odanın içinde görünüyordu. İşte Kusem ibn Abbas'ın
dört katlı muazzam mezarı buradaydı; her katı süslemeli çini­
ler ve ayetlerle doldurulmuştu: "Hak yolunda kurban olanlar
ölmez/' diyordu birisi "ebediyete kadar yaşarlar".

***

Semerkand'ın Recistan meydanına çıkan, ulu çınar ağaçla­


rıyla kaplı, serin Üniversite Bulvan'nın alt tarafında, tahtına
kurulmuş bir hükümdarın tunçtan yapılmış, abidevi bir heykeli
vardır. Aşağıya, Recistan' a doğru bakmaktadır. Timur, oturur­
ken bile dört buçuk metre gelen boyuyla ürkütücüdür. Hayli
süslü bir tacın altında, kısacık bir sakal bırakmıştır. Kollarını
kavuşturmuş; sağ eli, sol yanında asılı, kıvrık bir kılıcın kabza­
sında durmaktadır. Sırtındaki dökümlü ve kenar süsü geçiril-

256
miş bir pelerin, içine giydiği sade işlemeli kaftam ve geniş omuz­
lanın örtınekte, altından kocaınan çizmeler çıkmaktadır. Hey­
kel bulvara tepeden, kibirle bakmaktadır ve heykeltıraş da za­
ten tam olarak bunu hedefleıniştir.
Taşkent'te bulunan ve hükümdan at sırtında gösteren
heykel gibi bu da Seınerkand kentinin, Timur' a verdiği bir
onur payesiydi. Ağaçlardan benek benek süzülen gün ışığı�
kaldırımlarda oynaşıyordu. Ara sokaklardan birinde, bir lo­
kantanın yanındaki gölette bir grup oğlan çocuğu balık avlı­
yordu. Bir başka grup bir şadırvanın havuzunda yüzüyor, sa­
ğa sola su sıçratıyordu; parlak güneş ışınları sırtıarına ve su­
ya vuruyordu. Yaya veya bisikletli, öbekler halinde öğrenci­
ler geçiyordu. Özbekistan' da yollara egemen olan ve her biri
bir türlü taınire muhtaç, Rus yapıını beylik Ziguliler ve bun­
lardan biraz daha geniş otururolu Volgalar, hızla yanıından
akıyordu. Hafif bir meltem, sıcağı biraz dayanılır hale getiri­
yordu.
Heykelin altındaki yolun kenarında iki taksi göze çarpıyor­
du. Birinden, ufak tefek bir kadın çıkıp gelinliğinin eteklerini
toplayarak, ürkek adımlarla yere bastı. Bir büzgü, fırfır ve far­
bela kalabalığı içinde adeta gözden kaybolmuştu; gören, ak
kreınalı dev bir pastayla boğuşmuş ve yenik düşmüş samrdı.
Hemen yanında damat adayı, kendisinin değilmiş gibi duran
koyu renkli bir takım elbise içinde hantal hantal kımıldanarak
kravatını düzeltiyordu. Çift kendine çeki düzen verdikten son­
ra, başlarını kaldırıp Tiınur'un, yol seviyesinden birkaç basa­
mak yükseklikteki heykeline baka baka, yavaş ve ölçülü adım­
larla ona doğru yürümeye başladı. Arkalarından gelen annele­
ri, Özbeklerin geleneksel batik boyama, ipek ikat elbiseleri için­
de, çiftin üstünü başını d üzeltıneye çalışıyor; biri gelinin etekle­
rini çekiştirirken, öteki damadın omuzlarındaki kepeği silkeli­
yordu; diğer taksilerden çıkan ve sayıları gittikçe kabaran aile
bireyleri de onlara katılıyordu.
Gelinle damat kurumlu bir edayla, heykele çıkan merdi­
venleri tırınandılar. Kadın, heykelin ayakları dibindeki ınerıner
rahlenin üstüne bir demet çiçek koydu. Sonra profesyonel bir
fotoğrafçı, elinde Sovyet döneminden kalma bir makineyle çifte

257
odaklandı ve deklanşöre basarak onları, vakur hükümdarın göz­
lerinde o bildik ve uzak ifadeyle aşağıya, başkentinin merkezi­
ne doğru bakan heykelinin önünde ve altında görüntüledi. Da­
ha sonra, gelin ve damadın aile bireyleriyle birlikte başka paz­
ları alındı ve törenin ikinci kısmını da böylece tamamlayan
grup oradan uzaklaştı. Çift daha önce, nikah dairesinde evlen­
mişti; buraya, sırf Timur' a olan saygılarını sunmak ve onun ila­
hi lütfuna erişmek için gelmişlerdi.
Bu konvay oradan ayrılır ayrılmaz bir başka grup geldi.
Beyaz düğün pastasına benzeyen bir başka gelin ve damat yol
kenarına bırakıldı ve aynı işlem baştan sona tekrarlandı. Geli­
nin etekleri çekiştirildi. Gayet ciddi bir edayla heykele yürün­
dü. Bir demet çiçek bırakıldı. Bir sürü resim çekildi.
Bu göz yaşartıcı törenleri seyrederken, Timur'un talihinin
nasıl sert ve dokunaklı bir biçimde döndüğünü düşündüm.
Kim derdi ki böyle olacak? Kim bilebilirdi ki tarih Timur'a böy­
le davranacak? Ölümünü izleyen altı yüzyıl boyunca tarihçiler
onu göz ardı etmiş; Sovyetler, adını kitaplardan kazımış, şimdi
ise bir ulusun babası olarak baş tacı edilmeye başlanmıştı. Ti­
mur, nihayet içine gömüldüğü karanlığı yırtarak çıkmış, aziz
Semerkand'ına geri dönmüştü.

* * *

1398 itibariyle Timur, Semerkand' da neredeyse iki yıl


kalmış oluyordu ve bu onun ölçülerince bir ömür kadar
uzun bir süreydi . Fakat askeri harekattaki bu durgun dönem,
hiç de verimsiz geçmemiş, başka alanlarda gösterilen hum­
malı faaliyeti gizlemişti. Muhtelif mimari yapıtlar -bağ, bah­
çe ve saraylar- onun döneminde katlanarak büyüyen ve zen­
ginleşen başkentine biraz daha şaşaa katmıştı. İslamın İncisi
ve Cihanın Merkezi Semerkand, dünyanın gıpta ettiği bir
kent haline gelmişti.
Mamafih bu cömertçe . girişilen bayındırlık çalışmaları Ti­
mur'un zamanının yalnızca bir kısmını almıştı. Kabına sığama­
yan fatih; hep ileriye bakıyor, istihbarat topluyor, bahadırları için
tedarikte bulunuyor ve gelecekteki fetihlerini planlıyordu. Örn-

258
ründe ilk kez gözünü doğuya, en amansız düşmam Çin'in Ming
imparatoruna çevirmişti. Timur nicedir Pekin'in hükümdarıyla
savaş etmeye niyetleniyordu. İslamın kılıcım dünyamn en ücra
köşesindeki bir kafirin tepesine indirerek görülmedik bir ün sağ­
laması işten değildi. Dahası, bu ona, gücünü dünyanın en güçlü
imparatorlarından biri üstünde deneme fırsatını verecekti.
Timur bu maksatla, doğudaki sınır bölgelerinde, yani
Kırgızistan'daki Isık ç;öı etrafında, yalçın Tienşan Dağları'nın
eteklerinde ve komşu Aşpara kentinde kaleler dikilmesini
buyurdu. Veliaht tayin etmiş olduğu en gözde torunu Mu­
hammed Sultan, emrine kıdemli emirlerden oluşan özel bir
kol ve birlikler verilerek, Çin' e giden yol üstündeki toprakla­
rın orduları besieyebilecek nitelikte olup olmadığına bak­
roakla görevlendirildi. Öteden beri hep sorun yaratan Moğol­
larla yakınlaşarak hanları Hızır Hoca'yla karşılıklı düşmanlı­
ğa son vermek üzere bir antlaşma yapmış; 1397' de kızı Tükel
Hanım'la evlenerek bu antlaşmayı kutlamıştı. Doğuya giden
yol açılmıştı.
Tüm bu hazırlıklar 1398' e kadar tamamlanmıştı. Hüküm­
darın fetih hırsının, onu ve ordusunu götüreceği bir sonraki yer
ortaya çıkmış gibi duruyordu. Fakat Timur, sağı solu belli ol­
mayan ve fırsatları çok iyi değerlendiren bir kimseydi. Bin beş
yüz kilometre ötedeki Delhi hükümdarlığının fena halde zayıf
düştüğünü ve iç savaş halinde olduğunu biliyordu. 1 394'te hü­
kümdarı Nasireddin Muhammed Tuğluk, altı yıllık bir salta­
nattan sonra ölmüştü. Aym yıl Azrail, oğlu Hümayun tahta çı­
kalı henüz altı hafta olmuşken onun da camm almıştı. Bu vakit­
siz ölüm, şiddetli taht kavgalarına yol açmıştı. Tarihçi Ferişte,
"hükümdarlıkta, kavgalar günden güne büyüyordu," diye ya­
zar. "Firuzabad'ın ve diğer bazı eyaletlerin umreleri (büyük
beyleri), Nusret Şah'ın davasını güdüyordu. Delhi ve diğer yer­
lerdekiler Muhammed Tuğluk'tan yanaydı. İdaredler birbirine
düşmüş, iç savaş her tarafı sarmıştı ve daha önce hiç görülme­
dik bir durum ortaya çıkmıştı: aynı başkentte oturan iki hü­
kümdar birbirine karşı silah kuşanmıştı."
Bu tarihe kadar Timur, belli aralıklarla Moğolistan'a yaptığı
akınlar hariç, fetih için gözünü hep batıya çevirmişti. Şimdi ise,

259
tüm hazırlıklar Çin'le girişilecek savaş için yapılıyordu. Bunlar
devam ederken, Delhi'ye bir yıldırım baskın düzenlemekle hem
güney sımrını sağlama bağlamış olacak hem Hindistan'ın .·tıka
basa dolu hazinelerini talan ederek yeni ganimetler sağlayacaktı.
Düşündüğü üçüncü bir şey daha vardı. David Price, yazdığı on
dokuzuncu yüzyıl Hindistan tarihinde, "o tarihteki Delhi'yi fet­
hetmek kararını, kendisine daha önce ulaşan bazı bilgiler büsbü­
tün pekiştirrnişti; burada yaygın olan putperestlik, cenabetini
Delhi ve Multan'ın egemenliği altındaki topraklarda da yaymaya
çalışıyordu," diye kaydeder. "Ve değil mi ki bu din savaşçısının
düşüncesi çoktan beri bir cihat yapmak yönündeydi, bu gayret­
keşlik onu güneye veya doğuya sürüklemiş, fark etmezdi."
Yaşını başını almış bir hükümdar için, İslamdan yüz çevir­
miş müşriklere karşı cihat açarak şanına Şan katmak pek cazip
bir işti. O güne kadarki fetihleri göz önünde bulundurulursa,
henüz İslam aleminde pek sivrildiği söylenemezdi. Gerçekten
de etrafındaki diğer Müslüman hükümdarlara baktığında darü­
lislam' da kendisinin bir makamı -veya unvanı- olmadığını his­
setmiş olsa gerektir. Kahire'de halife, Bağdat'ta Müminlerin
Koruyucusu vardı. Os.manlı padişahı Sultan Bayezid, İslamın
Kılıcı idi. Bu üç adam için Timur; Allahsız, kitapsız bir vahşi­
den başka bir şey değildi.46
Bundan başka, onu harekete geçiren bir dürtü daha vardı.
O tarihe dek, ona meydan okuyan her düşmanın karşısına çık­
mış ve hakkından gelmişti. Acaba yeryüzünde ona karşı koya­
cak bir güç var mıydı? Bir yanda tarihe olan merakı, diğer yan­
da hiçbir yenilgiyle lekelenmemiş askeri sicili göz önünde bu­
lundurulduğunda, Timur'un kendini eski zamanların en büyük
imparatorlarıyla kıyaslamasından daha doğal bir şey olamazdı.
Büyük İskender hepsi hepsi İndus Nehri'ni geçmişti. Hindis­
tan' da pek bir ilerleme kaydetmeyen Cengiz, dayanılmaz sıcağı
yüzünden tersyüzü geri dönmüştü. Bu cihan fatihlerinden hiç­
biri Delhi'ye kadar bile gelememişti.

46 Gün gelecek Timur'un ordusu bu tumturaklı unvaniarı alaya alacaktı. İslam cami­
asında büyük olmak iddiaları, askeri harekatından ayrı düşünülmemelidir; yaptığı
kıyımlar Musevilere ve Hıristiyanlara değil, esasen Müslümanlara yönelikti.

260
Timur bu düşüncesini, emirlerine, oğullarına ve torunları­
na açtı. Başları karlı dağların ardındaki din düşmanlarına karşı
yapılacak bu fevkalade hayırlı sefere ne diyorlardı? Hayretten
ve dehşetten donakalmışlardı. "Ah o nehirler, o dağlar, o çöller
ve o zırhlı askerler yok mu! Hele hele de o her önüne geleni
çiğneyeri, yok eden filler!" Sırtları ürperiyordu. Hükümdar bu
kadar tehlikeli bir işe kalkışınayı cidden düşünüyor olamazdı,
değil mi?
Bu ödlekHkten içi kalkan Muhammed Sultan onların itiraz­
larını, ihtiraslarına ve haysiyet duygularına hitap eden ateşli
bir konuşmayla kesti.

Hindistan baştan başa altın ve gümüş/e dolu ve içinde tam on yedi ta­
ne altın, gümüş, elmas, yakut, zümrüt, kalay, demir, çelik, bakır ve
cıva madeni var; dokuma için elverişli bitkiler, mis kokulu baharatlar
ve şekerkanıışı da cabası. Topraklarında her dem yeşil ve taze otlar bi­
tiyor ve ülkenin neresine bakılsa göz okşayan manzaralarla karşılaşılı­
yor. Değil mi ki ahalisinin çoğu türlü türlü tanrılara, putlara ve gü­
neşe tapıyor, Allah'ın izni ve peygamberin kavliyle orayı fethetmek
bizim için farz olmuştur.

Ondan sonra hükümdarın oğlu Şahruh'un sesi duyuldu. "Hin­


distan muazzam bir ülke," diye başladı. "Onu hangi Sultan fet­
hederse dünyanın dört bir yanında egemenlik sağlar. Eğer emi­
rimizin önderliğinde orayı alabilirsek yedi düvele hükmetıneye
başl!lrız."
Hükümdar hoşgörüyle gülümsedi. Kararı karardı. Torunu
Pir Muhammed Cihangir, kutsal kent Multan'ı (bugün Pakis­
tan' da) kuşatmak üzere önden gönderildi. Tavacılar kolları sıva­
yıp doksan bin kişilik bir ordu toplama işine koyuldular. Bu­
nun ardından hükümdar 1398 Martı'nda geleneksel kurultayı
topladı ve burada, dönülmez kararını açıkladı.

Hindistan'ın birçok yerinde Hak dini benimsenmiş de olsa imparator­


luğun büyük bir kısmında putperestlik yaygındır. Dellıi'nin sultanla­
rı imanı korumakta gevşek davranmışlardır. Baştaki Müslümanlar bu
kafirlerden vergi almakla yetinmektedirler. Kuran der ki, bir adam

261
için en büyük onur, dinimizi inkar edenlere karşı savaş açmaktır.
Peygamber efendimiz de böyle buyurmuştur. Bu uğurda şehit olan
her Müslüman doğrudan cennete gidecektir. Değil mi ki İran ve Tu­
raıı47 hükümdarlıkları ve Asya'mn hatırı sayılır bir kısmı egemenli­
ğimiz altındadır ve kımıldadığımız zaman dünya korkuyla titremekte­
dir, öyleyse Kader bize en elverişli şartları suıımuştur. Ordu doğuya
değil, güneye yürüyecektir. Hindistan'daki kargaşa bize bu ülkenin
kapılarını açmıştır.

47 Biraz müphem bir terim olan Turan İran'ın kuzeydoğusundaki topraklar için
kullanılır. Islam Ansiklopedisi şöyle bir açıklama getirir: "Arap, Fars ve Türk
Müslüman yazarlar, Turan terimini tutarlı bir biçimde kullanmamışlardır. Fakat
Arap coğrafyacılara göre Türklerin oturduğu topraklar Seyhun Nehri'nin doğu­
sunda başladığı ve Maveraünnehir'i içine almadığı için, Turan' ı Maveraünnehir
ile, yani Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasındaki alanla eşanlamlı olarak kullan­
mak eğilimi doğmuştur. .. Turan terimi batıda ancak on dokuzuncu yüzyılda
kullanılmaya başlanmıştır. Terim, müphem niteliğinden ötürü kesin tanırnlara
-
ihtiyaç duyulmayan fikirlere tatbike elverişlidir ve bu nedenle belli bir rağbet
görmektedir.

262
7

Hindistan
1398-1399

"Hindistan'ın başındakiler eğer karşıma gelip de bana ha­


raç teklif ederlerse ne ala. o zaman canlarını, mallarını, hüküm­
darlık/arını bağışlarım; yok eğer teslim olmakta ve boyun eğ­
mekte nazlaııırlarsa, işte o zaman Hindistan'daki hükümdarlık­
ların fethi için bütün gücümü seferber ederim. Her halükarda,
eğer canlarının, mallarının ve itibarlarının kendileri için bir de­
ğeri varsa bana yıllık haraç öderler, yoksa çok kalmaz, güçlü or­
dularımla benikarşılarında bulurlar. Elveda. "
TiMUR'UN DİPALPUR'DAKİ SERENG HAN' A MEKTUBU

"Bir hükümdar/ık, öyle koynuna karı alır gibi, başını belaya


sokmadan, kılıç çalmadan, zahmetsiz alınmaz. Hükümdarıııız
zengin ülkemizi almayı mı aklına koymuş; buyursuıı, eğer gücü
yetiyorsa, bileğinin hakkıyla onu bizden alsın. Benim de güçlü or­
dularını ve yabaııa atılmayacakfillerim var; savaşa hazırım. "
SERENG HAN'IN CEVABI

Semerkand'ın civarındaki düzlükler bir kez daha kuşanı­


lan silahların şakırtısıyla çın çın ötüyo,rdu. Doksan bin asker
hareket halinde olduğundan, ordunun üstü kalın ve kara bir
toz bulutuyla kaplanmıştı. Doksan bin adam hükümdarın ağ­
zından çıkacak emri bekliyor, onları bekleyen çarpışmaları dü­
şünüyorlardı. Kıdemli askerler; güçlerine yürekten inanıyorlar,

263
güvenle kasılıyorlardı; kendilerini Timur'un iradesine teslim
etmişler, geçen yıllarda onları hiç hüsrana uğratmadığı için, da­
ha şimdiden büyük ganimetierin beklentisi içine girmişlerdi.
Timur'un askerlerine karşı cömertliği Asya'nın dört bir yanın­
da ün salmıştı. Yıldızlara ve Balıtma Hükmeden İmparator'un,
"Benim gücümü l;Jaki kılan budur," dediği rivayet edilir. "Para
olsun, mal olsun, ele geçirdiğim ganimetieri askerlerim arasın­
da pay ederim." Bu, gerek paralı askerlik ve haydutluk ettiği
ilk zamanlar, gerekse ünlü ve şanlı bir hükümdar olarak gücü­
nün zirvesine ulaştığı günlerde dahi titizlikle riayet ettiği bir il­
keydi. 1370'te Hüseyin'e karşı büyük bir zafer kazanmasının
ardında yatan nedenlerden biri buydu. Savaşa savaşa iyice piş­
miş olan bu askerler, önceki seferlerde ne büyük ganimetler
sağladıklarını unutmamışlardı. Kahramanca savaştıkları tak­
dirde, gene büyük servetler ve onur payeleri onların olacaktı.
Şunu gayet iyi biliyorlardı ki, en kıdemsiz piyadeden, en yük­
sek emire kadar, her kim savaşta olağanüstü kahramanlık gös­
terirse, tarkan unvanıyla taltif edilecekti. Bu, uğrunda savaşma­
ya değer bir ödüldü.
Delhi, kuş uçuşu, 1600 kilometre güneydoğudaydı. Oraya
varana kadar yapılacak dolambaçlı manevralar ve çarpışmalar
hesaba katıldığında, yolun bundan çok daha uzun olacağı bel­
liydi. Dünyanın en zorlu coğrafi bölgelerinden birinde ilerleye­
cekler; Arap coğrafyacıların dünyanın taş kemeri olarak tanım­
ladığı, yedi bin beş yüz metrelik zirveleriyle göklere meydan
okuyan Bindikuş Dağları'nı geçeceklerdi. Burada, Büyük İs­
kender'in bile boyun eğdiremediği savaşçı, kafir kabileler yaşı­
yordu. Emirlerin önceden uyardığı üzere, Delhi'ye giden yol
üstünde ona muhafazalı bir konum sağlayan nehirler ve çöller
vardı. Bu doğal engelleri aştıkları varsayılsa bile, ileride Hin­
distan'ın o korkunç, zırhlı fiileriyle karşılaşacaklardı; bunlara
ilişkin, insanın kanını donduran hikayeler anlatılmıştı. Evleri,
ağaçları köklerinden söktükleri, duvarları delip geçtikleri, hor­
tumlarının iki yanındaki kılıç kadar keskin dişlerini insanlara
geçirip, kazık gibi yere çaktıkları, hortumlarını dolayıp kafaları
kökünden kopardıkları söyleniyordu. Sırtlarındaki ahşap kule­
lerden Hintli askerler düşmanlarının üstüne ok yağdırıyorlardı.

2 64
Epeyce yaşlanmış olan hükümdar, belki de onları bekleyen teh­
likeler konusunda bu defa yanlış hesap yapmıştı.
Bu düzlüklerde, doksan bin kişinin kaderi birbiri içine geç­
mişti. Delikanlı yaştaki genç erkeklerin yüz hatları gerilmiş,
yüzlerinde haşin bir ifade ve yüreklerinde sakin bir güvenle sa­
vaşmayı bekliyorlardı. Bozkırda yaşadıkları küçük, gözden ırak
hayatlardan koparılıp getirilmişlerdi; dağlarda ve çöllerde bu­
lunan köy ve kasabalarında, ömürleri hep yoksulluk içinde
geçmişti; Timur'un ordusuna katılmakla daha büyük bir dava­
ya hizmet etmiş olacaklardı.
Yakılan ateşler, gecenin karanlığı içinde ateşböcekleri gibi
nokta nokta pırıldar; kızarmış at ve koyun eti kokusu ortalığa
yayılırken, ordugahta savaştan başka hiçbir şey konuşulmuyor­
du. Tecrübeli ve kıdemli askerler geçmişteki kahramanlıklarıy­
la övünüyor; kendilerini ağızları hayretten bir karış açık dinle­
yen acemilere, bunları bire bin katarak hikaye ediyor; bu kafir­
Ieri nasıl dayanılmaz işkencelerle öldüreceklerini ballandıra
ballandıra anlatıyor olsalar gerekti. Bir kısmı da muhtemelen
Delhi' de ele geçirecekleri servetten, alacakları kölelerden, ırzı­
na geçecekleri kadınlardan konuşuyorlardı. Bu öyküler gecenin
içinde uzayıp giderken; suspus oturan gençler, kısa ömürlerin­
de hiçbir şeyin onları korkutmadığı kadar korkutan bu seferi
düşündükçe, yüreklerini saran dehşeti bastırmak için az uğraş­
mamış olsalar gerekti.
Hükümdarcia ise bu tür korkulardan eser yoktu. Biliyordu
ki kafirlerin üstüne İslamın kılıcını indirirken, yüce Rabbi attığı
her adımda onu esirgeyecekti. Yaptığı istihbarat ona bilmesi
gereken her şeyi söylemişti. 1388' de Firuz Şah'ın ölümünden
sonra başlayan kardeş kavgası gitgide azarak Hindistan'ı pa­
ramparça etmişti. Ülke -Bengal, Keşmir, Dekkan gibi- birçok
küçük beyliklere bölünmüş, en eski devirlerden beri imparator­
luğun hazinesi olan Delhi, kıran kırana çarpışmalara kilitlen­
mişti. Tarihçi Sir George Dunbar, "on yıl içinde, Firuz'un kü­
çük oğullarından ve torunlarından tam on hükümdar tahta çık­
mış, sıkılgan ve utangaç hayaletler gibi bir görünüp bir kaybol­
muşlardı," diye yazar. "Ülkenin içinde bulunduğu durum, iş­
galci bir güce davet çıkarıyordu."

265
Davet kabul edilmiş; 1398 Martı'nda ordulara güneye doğ­
ru yola çıkma emri verilmişti. Doksan bin asker -oğullar, koca­
lar, babalar ve dedeler- dualar arasında Bindikuş Dağları'na
yöneldi.

* * *

Semerkand'ın güneyinde, Cihan Padişahının Delhi'ye gi­


derken izlediği güzergahı takip eden M-39 karayolu, son dere­
ce tehlikeli bir yol olmakla ünlüdür; yer yer çökmüş, üstünde
koca delikler açılmıştır ve her yıl kazalarda ölen insan sayısı
hayli kabarıktır. Hele kışın büsbütün emniyetsizdir; Pamir
Dağları'nın bir kolu olan Zerefşan Dağlap'nın buzlu geçitlerin­
de deli dolu sürülen arabalar çok sayıda can kaybına yol açar.
Yol, Semerkand'ın hemen çıkışından başlayarak yokuş yu­
karı, Asya'nın en yüksek bölgesine ve başları dumanlı dağlara
doğru ilerler. Sağda solda, aksalkımlar, İran cevizleri, çarnlar
ve çınariada çevrili, toza batmış köyler görülür. Çoban çocuk­
lar çağıl çağıl akan Darhum Nehri boyunca, değneklerle dür­
tüşleyerek sürülerini güderler. Meyve bahçelerinde baharlar
açmıştır. Yol kenarlarında, güneşte pişmeleri için bırakılmış
kerpiçler göze çarpar. Damların üstünde kayısılar kurumakta­
dır. Eşek sırtında yaşlı adamların geçtiği görülür; bir aşağı bir
yukarı sarsılmaktan şapan denilen entarilerinin geniş kolları
kuş kanatları gibi inip kalkmaktadır.
Çok geçmeden M-39, yılankavi bir biçimde yukarıya, karlı
dağlara doğru kıvrılmaya başladı; Özbek taksi şoförlerinin ter­
cih ettiği (tercih sınırlıdır) Lada'mız, yaklaşık 1700 metre uzun­
luğundaki Tahta Karaca geçidine doğru güçlükle tırmanmaya
başladı; motor patlayacak gibi uğulduyordu. Geçitteki Kara Te­
pe zirvesi, adını Timur'un 1398 yılında Semerkand'ın elli kilo­
metre güneyinde yaptırdığı bir saraydan almıştı ve tepesinden
görünen manzara, tırmanmak için sarf edilen çabaya değerdi.
Kaşka Derya Vadisi üstünden ülke, göz alabildiğine karşımız­
da uzanıyordu; vadi neredeyse baştan başa kurumuş bir nehir
yatağıyla kaplıydı ve içi muazzam bir toprak kaymasının yıkın­
tısıyla dolmuştu. Ev büyüklüğünde kayalar yukarıdaki yamaç-

266
lardan koparak aşağıya, yemyeşil buğday ve pamuk tarlaları­
nın ve köylerin üstüne yuvarlanmıştı. Geçidin binlerce metre
altındaki yol, son düşen kayanın çevresinde sert bir viraj alıyor­
du. Oralarda, o puslu uzaklıkların sonunda bir yerde, Ti­
mur'un doğduğu Yeşil Kent, Şehrisebz vardı.
Bu topraklar öylesine genişti ki insana ister istemez Ti­
mur'un buralardan geçerken karşılaşmış olması gereken akıl al­
maz lojistik güçlükleri düşündürüyordu. Doksan bin asker ve bu­
nun iki misli sayıdaki at, dünyanın damı üstünden nasıl olurdu
da binlerce kilometre öteye aşırılırdı? Ordunun katetmesi gere­
ken farklı özellikteki araziler ve katlanması gereken çok çeşitli" ha­
va koşulları Timur' dan biraz daha aciz bir liderin sonunu getire­
bilirdi. Semerkand'la Delhi arasındaki alan; buz kesmiş sıradağ­
lar ve sıcaktan kavrulmuş çöllerle kaplıydı ve bu geniş topraklar
üstünde ordunun ihtiyaçlarını karşılayacak hiçbir şey yoktu. Ge­
reken her şey at sırtında taşınmış olmalıydı. N asıl başarmışlardı;
bu baş döndürücü, bu uçurum dolu yükseklikleri, sırtlarında on­
ca ağır yükle ve yağmur ve kar üstlerine hışım gibi inerken nasıl
aşmışlardı? Timur'un ordularının geçtiği tarihten beri, bu dağ­
başlan heybetlerinden hiçbir şey yitirmernişlerdi. Yine öyle bü­
yük, yine öyle ıssız ve yine öyle vahşiydiler. Askerlerin o zaman
ne düşünmüş olabilecekleri konusunda ancak tahıllinde buluna­
biliriz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da altı yüzyıl sonra ve çok daha
iyi koşullar altında, soğuğa karşı yalıtılmış, sımsıcak arabalarının
içinde giderken bile, taksi şeförlerinin tehlikeli yollardan ve buz­
lu geçitlerden acı acı dert yandıklarıdır.
Şehrisebz'in güneyinde, ufukta görülen dumanlı karaltı, ·

Hisar Dağı' dır. Yol köyler, birkaç haneli yerleşim birimleri, mey­
ve bahçeleri, sürülmüş tarlalar, metruk çiftlik evleri ve kendi
haline terk edilmiş topraklar boyunca ilerler. Yamaçların dibin­
deki düzlüklerde otlayan koyun sürüleri, küçük tekıneleriyle
kimi yerlerde toz toprak kaldırır. Çiftçiler çatallarıyla saman
yığmaktadır. Tek tük yurtlarda, göçebe aileler hala bu vahşi
topraklardan geçim sağlamak için didinmektedir.
Timur ve ordusu, Hisar Dağı'nın ardında, Şehrisebz'den at
sırtında iki gün çeken, Beysun Tav Dağı'ndaki (üstündeki kara
ithafen, başı örtülü anlamında) ünlü Timur Derveze'den geç-

267
mişlerdi; buranın bir adı da Demir Derbend Kapısı' dır. Bu ka­
pılar, adlarını Timur döneminden yüzlerce yıl önce almışlardı.
629' da Tirmiz'e giderken buradan geçen Budist rahip Xuan
Zang, bu dağ geçidini koruyan demirle pekitilmiş, üstünde çın­
gıraklar asılı, bir çift ağır ahşap kapıdan söz etmiştir. On beşin­
ci yüzyılda, Clavijo geçidi aşarken kapılar artık yerlerinde yok­
tu, ama buraya hala Demir Kapı deniliyordu ve Timur'un hü­
kümdarlığının bir nevi sınır ve gümrük kapısı olarak hayati bir
öneme sahipti. Her zaman olduğu gibi, bize o dönemdeki görü­
nümüne ilişkin en ayrıntılı tasviri veren gene İspanyol elçidir.

Bu sıradağlar. .. fevkalade yalçm ve ulu; geçit verdikleri yer dar bir


yarık, sanki insan eliyle oyulmuş gibi; iki yanında kayadan dimdik bi­
rer duvar, baş döndürücü bir yüksekliğe ulaşıyor. Geçidi derinlemesi­
ne kateden yol, hayli düzgün. Bu dumaı1lı zirvelerin arasında Demir
Kapı denilen küçük bir köy var. Bu sıradağlar, bundan başka hiçbir
yerde geçit vermiyor ve bu nedenle payitaht Semerkend'a gümrük ka­
pısı vazifesi görüyor. Hindistan 'dan Semerkand'a gelenlerin buradan
geçmesi gerekiyor; aynı şekilde, Senıerkand'dan Hindistan'a gitmek
için de bundan başka bir geçit yok. Hükümdar Timur, Demir Ka­
pı'nın tek hfikinıi ve Hindistan 'dan kalkıp Semerkand'a ve oradan da­
ha ötelere giden taeirierden alınan gümrük vergisi devletin hazinesine
hatırı sayılır bir gelir getiriyor.

Demir Kapı, aynı zamanda Timur'un gücünün bir simgesiydi;


çünkü Hazar Denizi'nin bin altı yüz kilometre batısında, Der­
bend Geçidi'ne bekçilik eden ve Toktamış'ın burayı aşarak has­
mının topraklarına baskın verdiği bir başka Timur Derveze da­
ha vardı. Clavijo'nun kaydetmiş olduğu gibi, bu iki Demir Kapı
arasındaki alan, bir tek adamın egemenliği altındaydı. "Semer­
kand ve Derbend kapıları arasında hiç yoksa 1500 fersah mesa­
fe var ve bilindiği gibi, bu muazzam alana tek başına Timur
Hazretleri hükmediyor. Hem buna, hem Derbend Geçidi'ne ha­
kim ve bu kapılardan her yıl hazinesine muazzam bir gümrük
vergisi geliri sağlıyor."
Delhi Sultanlığı'na savaş açmak için Semerkand'ın güne­
yindeki Demir Kapı'dan geçen Timur, yirmi sekiz yıl önce yine

268
bu yolda yaptığı hayırlı bir yolculuğu hatırlamış olsa gerektir.
1370'te, hasını Hüseyin'le son bir hesaplaşma için Belh'e gider­
ken de buradan geçmişti. Şimdi esirgeyen ve bağışlayan Tan­
rı'ya, dini uğruna atıldığı bu son girişiminde de kendisini koru­
ması için yalvarıyordu.
· Demir Kapı, bugün insanı hayal kırıklığına uğratır. Yolun
yokuş aşağı indiği yerde, yol kenarına konulmuş bir levha bu­
ranın Timur Derveze Geçidi olduğunu bildirir, ama bu iki yanı
kayalık, sıradan bir geçitten öte bir şey değildir. Buna geçit ye­
rine, kayak demek daha doğru bir coğrafi terim olur. Clavi­
jo'nun sözünü ettiği ulu ve yalçın dağları, göz boşuna arar.
"Dar bir yarık" yoktur ve köy çoktan ortadan kaybolmuştur.
Taksi şoförüne ve diğer yolculara bu sarp dağlardaki ünlü geçi­
din ne olduğunu sordum. Kimsenin bildiği yoktu.

* * *

M-39'un güneydoğuya doğru zikzaklı gidişi Derbend'de


sona erer ve yenf bir hedefe yönelik olarak buradan dosdoğru
güneye inmeye başlar. Şirin bir köy olan Sayrap'ı ortadan ikiye
böler; buranın ünü, içinde bulunan bir çift kadim çınar ağacın­
dan kaynaklanır; Timur'un ordusu buradan geçerken bu çınar­
lar dört yüz yaşında birer fidandılar. Biri yirmi beş metre yük­
sekliktedir ve çevresi on metreyi bulan ve içine doğru rahatlık­
la yürünebilen oyuk, muazzam bir gövdesi vardır. 1920' de Sov­
yet ihtiyar heyeti burada toplanır, günün meselelerini mütalaa
ederlerdi. 1936'da bir süre askeri kütüphane olarak iş gördük­
ten sonra, köy dükkanı olmuştu. Bugün ise boş durmaktadır.
Yolun karşısında, dağın eteklerine diziimiş bir sıra taş evin
önünde, bir pınar bulunur. Yöreye özgü bir rivayete göre, bu­
nun içinde kaynaşan siyaha yakın boz renkli balıklar kutsaldır
ve bu nedenle koruma altına alınmışlardır. Bunları yemeye kal­
kışanın hemen o anda öleceğine inanılır.
Sayrap'ı geçtikten sonra Hisar Dağı'nın son çizgileri de ar­
tık seçilmez olur ve yol, dümdüz çölü yara yara güneye, çok es­
ki bir kent olan Tirmiz'e, Ceyhun Nehri'ne ve Afganistan'a
doğru ilerler. Özbekistan'ın en güney ucunda bulunan Tir-

269
miz'in birkaç kilometre kuzeyinde, bir yol levhası Tirmizli Ha­
kim'in türbesine işaret eder; içinde onuncu yüzyıla ait bir tür­
be, on ikinci yüzyıla ait bir cami ve on beşinci yüz yıla ait bir
hankah (dervişlerin kaldığı han) bulunan bu toplu yapılar ken­
tin en önemli tarihi eserleridir.
Bu yapılar, Sufi mütefekkir ve hukukçu Tirmizli Ebu Ab­
dullah Muhammed ibn Hasan ibn Beşir el-Hakim'in onuruna
dikilmişti; bereket versin ki bu kişinin daha kısa bir lakabı var­
dı. Türbenin içindeki bir mermer levhada, "derin vukfundan ve
aklından ötürü çağdaşları ona el-Hakim derlerdi," diye yazp_r.
Sonra, "canla başla çalışmaya ve ibadete adanmış bir ömür,"
diye övgüye geçer - çok üretken bir yazar olduğu ve aralarında
Mübarek Mekanları Ziyaretin Sırları ve Peygamberle İlgili Duyul­
mamış Öyküler'in de bulunduğu, dört yüze yakın edebi eser
verdiği için böyle söylenmiştir. Belh' de eğitim gören ve yirmi
yedi yaşında Mekke'ye gidip hacı olan Tirmizli Hakim 869'da
ölene kadar, ibadetle dolu, tertemiz bir hayat sürmüştür. Ya­
şam öyküsünü anlatan mermer levhayı, on beşinci yüzyılda Ti­
mur'un oğlu Şahruh diktirmiştir.
Bu yapılar topluluğunun en çarpıcı özelliği, içindeki eserler
değil -her biri kendi içinde yeterince göz alıcı, fakat Semerkand
ve Buhara' dakilere göre biraz gösterişsizdir- bulunduğu yerdir.
Türbenin yalnızca birkaç metre ötesinde, içlerinden papatyaların
ve kırmızı kılıççiçeklerinin fışkırdığı çiçek tarhları geçildikten
sonra, biri elektrikli diğeri dikenli, iki sıra tel örgünün ardında,
Orta Asya'nın en görülmeye değer unsurlarından biri yer alır.
Ortaçağlı Arap coğrafyacıları onu Ceyhun olarak adlandı­
rırlar; Fırat, Dicle ve Seyhun (Siri Derya) ile birlikte, Cennet'in
dört ırmağından biri olarak sayarlardı. Antik Çağda Oxus, gü­
nümüzde Amu Derya olarak bilinen Ceyhun Nehri, yaklaşık üç
bin kilometrelik uzunluğunun büyükçe bir kısmıyla Afganis­
tan'ın kuzey sınırını çizer. Bölgenin en uzun nehridir. Pamir
Dağları'ndan çağıayarak inen suları, bir zamanlar beslediği
Aral Gölü'ne ulaşamadan, buranın çok gerisindeki çöl arazisin­
de kaybolup gider. Fakat nehir coğrafi özelliklerinden çok, Or­
ta Asya tarihindeki yeri ve artık çok geride kalmış olan o çal­
kantılı yüzyıllarda oynadığı rol açısından önemlidir.

270
N edendir bilinmez -hiç kuşkusuz çevre güzelliğinin de
bunda payı vardır- ama bu çağıl çağıl akan gümüş kurdeleyi
ilk defa gördüğünüz zaman, aklınıza öyle çok muamma, mace­
ra, tarih, imparatorluk, savaş ve Büyük İskender ve Cengiz
Han gibi hükümdar ve kendisinin ve kollarının üstünde kurul­
muş öyle çok eski zaman kenti -Buhara, Semerkand, Tirmiz ve
Belh gibi- getirir ki bunun dünyanın en müthiş nehirlerinden
biri olduğunu düşünmekten kendinizi alamazsınız.
* * *

Timur 1398 baharında Tirmiz' e, veya o günkü adıyla Tir­


mit'e geldiği zaman, kent, Cengiz Han'ın 1220'de geride bırak­
tığı küllerden yeniden doğmaktaydı. Yüzyıllar boyunca, As­
ya'nın en önemli kavşaklarında yer almasından ötürü büyük
bir canlılık kazanmış, içinde İpek Yolu'nun önemli ticaret mer­
kezlerinden biri olarak güneyde Horasan ve Hindistan' a giden
deve katarları kana göçe, büyüyüp gelişmişti. Burası, İslami­
yetten çok önce,jBudist medeniyetin beşiğiydi; Budizm, Afgan
Dağları'nın ötesinden ticaret rüzgarlarıyla gelmiş ve ikinci yüz­
yılda Kuşhan hanedanlığına mensup Kral Kanişka tarafından
benimsenip kabul edilmişti.48 Tirmiz'e giderken Demir Ka­
pı' dan geçen Budist rahip Xuan Zang, kentte bir düzineden
fazla tapmak saymıştı. Yaklaşık on iki kilometre uzunluğunda­
ki şehir surlarının ardında 1 100 civarında rahip yaşıyordu.
Zang, yedinci yüzyılın sonunda Budizmi hunharca silip süpü­
ren Arap istilasırrdan kısa bir süre önce kente ulaşmıştı. Tirmiz,
dini açıdan bu defa İslamın gereklerine uymaya başlamış ve
Maveraünnehir topraklarıyla bütünleşmişti.
Onuncu ve on birinci yüzyıllarda, etrafı ulu dağlada çevrili
ve en yakın deniz veya göl kenanndan binlerce kilometre uzak­
lıkta olmasına rağmen, kent olmadık bir biçimde bir liman ola-

48 Kral Kanişka (78-144), Kuşhan hanedanının çıkardığı en büyük kral dı ve Hindis­


tan'ın kuzeyiyle, Afganistan ve Orta Asya'nın bir kısmına hükmetmişti. En fazla
Budizme olan büyük hizmetleriyle hatırlanır. Fevkalade kozmopolit ve hoşgö­
rülü bir kraldı; saltanatı döneminde Roma İmparatorluğu'yla ticaret artmış, Do­
ğu ile Batı arasındaki fikir alışverişi gelişmişti. Bu iki alemin birbiriyle yakınlaş­
ması, resim sanatında klasik Greko-Romen çizgilerin, Buda tasvirlerinde yeni
bir ifade bulduğu Genderan ekolünü doğurmuştu.

271
rak ünlenmişti. İnşa ettiği ve dışarıya da sattığı tekneler Ceyhun
Nehri boyunca vızır vızır işliyordu. İbn Bathlta 1333'te, Moğol
yağmasından bir yüzyıl soma buraya geldiği zaman, "ağaçlıklı,
sulak, büyük ve güzel bir kent," bulmuştu; ayrıca bir saray, bir
cezaevi, geniş bir kanal ve dokuz kapılı bir hisar vardı. Çarşıları
tüccardan geçilmiyor, müşteriler kentin ünlü sabunlarını ve
esanslarını kapışıyorlardı. Faslı seyyah, "mebzul miktarda ve do­
yumsuz lezzette üzüm, ayva, et ve süt vardı" diye eklemiştir.
"Kent sakinleri başlarını kille değil, sutle yıkıyorlar; hamam sa­
hipleri küplerle süt bulunduruyor ve her gelen tasını doldurup ·

başını sütle yıkıyor; saça iyi geldiği, pariattığı söyleniyor."


1404'te kenti ziyaret eden Clavijo, kent ahalisinin saçlarının
uçuculuğundan veya parlaklığından söz etmemekle birlikte,
buranın, "müthiş bir kent" olduğunu yazmış; "çok cömert bir
biçimde ağırlandık ve her türlü ihtiyacımız fazlasıyla karşılan­
dı" diyerek hayranlığını belirtmişti.
Ondan somaki yüzyıllarda Tirmiz'i, aralarında Timur'un
oğlu Şahruh'la tarunu Uluğ Bey'in de bulunduğu, birbirine
düşman kah o, kah bu savaş taeiri fethederek yakıp yıktı. Cey­
hun Nehri üzerindeki fevkalade önemli stratejik konumundan
ötürü, topraklarını genişleten hükümdarların hep ele geçirmek
istediği naclide bir ziynet oldu. On dokuzuncu yüzyılda, Ruslar
Tirmiz'i İngiliz yayılmacılığına karşı bir siper olarak kullandı­
lar; Büyük Av sırasında her iki taraf Afganistan' ı imparatorluk,.
ları arasında bir tampon bölge yapmak istemiş; bu amaca hiz­
met için çok sayıda dil bilen, atak casuslara ve rüşvete başvur­
muşlardı. 1937'de Fitzroy Macıean'ın büyük bir şevk içinde bu­
raya gelişi, dikkatleri bir ölçüde bu unutulmuş Sovyet ileri ka­
rakoluna çevirmişse de, Maclean istisna tutulursa, kent fiilen
yabancı ziyaretçilere kapalı kalmıştı.49

49 İngiliz ordusunda albay, Winston'ın elçisi, yazar, siyaset adamı, casus ve korku
nedir bilmeyen bir gezgin olan Fitzroy Maclean, yiyecek içecek olarak yalnızca
mebzul miktarda votkanın ve 'pembe Rus sosislerinin' olduğu uzun ve patırtılı
bir tren yolculuğundan sonra Tirmiz' e ulaşmıştı. Doğuya Bakış Açıları adlı eseri­
nin, Sovyet egemenliği altındaki Orta Asya' da yaşadığı maceraları anlattığı kla­
sikleşmiş bölümünde, Tirmiz'den Afganistan'a tekneyle geçişinin inanılmaz öy­
küsü yer alır. Tahmin edileceği üzere, işi yokuşa sürmeye çalışan Rus yetkililer,
nehri geçmek yerine karayoluyla binlerce kilometre katedip Moskova'ya geri
dönmesini, oradan da Kabil' e uçmasını tavsiye etmişlerdi. Fakat yerinde dura-

272
1979' da, Sovyet tankları ilk defa Afganistan' a girdiğinde,
ken tin stratejik önemi bir kez daha anlaşıldı. Bunu takip eden
on yıl boyunca, Tirmiz, K_ızıl Ordu işgalinin kumanda merkezi
oldu. Mamafih bu, SSCB'nin en başarısız askeri macerasıydı ve
1989'da, Tirmiz'in hayret dolu bakışları altında, askerler onur
kırtcı bir yenilgiyle Ceyhun Nehri'ni geçerek geri döndüler. Bir
kez daha varoluş nedeni elinden alınan kent, dünya sahnesin­
den inerek karanlığa gömüldü. Bugün Moskova'nın bu feci em::
peryalist gafından geriye kalan yalnızca nahoş anılar ve eski li­
manın önünde çürümekte olan sıra sıra ağır toplardır. Tirmiz,
Ceyhun Nehri'nin kumlu kıyılarında karaya oturmuş, yoksul­
luktan kırılan bir hayalet şehir olmuştur.
* * *

Timur'un Afganistan'a gittiği yolu izlemek için Ceyhun


Nehri'ni geçmek gerekir. Bu, 1398'de Cihangir için hiç de zor
bir iş değildi. Ne zaman bir nehri aşması icap etse, bir köprü
yapılmasını emrederdi. Kendisi ve ordusu karşıya geçer geç­
mez, yapı sökülürdü. Clavijo'nun da belirtmiş olduğu gibi,
Ceyhun, hükümdarlığının belirleyici ve yarı kapalı sınırıydı.

Senzerkand yöresinden hiç kimse, izin almadan ve teminat vermeden


nehri geçip güneydeki topraklara gidemezdi. Bunlarda, ne zaman gel­
diğinin ve ne zaman yola çıkacağının belirtilmesi gerekiyordu; kural,
Sernerkand'ın özgür doğmuş yerlileri için de geçerliydi. Diğer yan­
dan, isteyen nehri geçip Senıerkand'a gelmekte serbestti; izne veya te­
minata gerek yoktu. Bütün teknelerde Timur'un koyduğu ve geçişleri
kollayıp gözleyen muhafızlar vardı.
mayan Maclean, daha dolambaçsız yolu seçti. Yoculuk için gereken vasıtayı bul­
ması hiç de kolay olmadı. Nihayet karar kıldığı tekne, "On Yedinci Parti Kongresi
adıyla övünüyordu . . . ne motoru ne de benzeri bir makine aksarnı olmamakla
özürlüydü." Kaptanı, Otobüs Üstünde Londra adlı bir kitaptan İngilizce öğren­
mekle övünen tuhaf bir adamdı. "Fakat sohbet maksadıyla kullandığı İngilizce,
'Bize göre hava hoş,' tabiriyle sınırlıydı ve bununla neyi kastettiği pek açık ol­
mamakla beraber kullanırken ölçüsüz bir gurur duyduğu belli oluyordu; niha­
yet karşılıklı tekrarlanan, 'Bize göre hava hoş,' sedaları arasında bir süre sonra
tekneye bindim." Karşı kıyıya ulaştıkları zaman, hiç kimsenin kaçmadığından
emin olmak için mürettebat tek tek sayıldıktan sonra, "bu evlere şenlik tekne,
sanki tüm kapitalist dünyada veba salgını varmış gibi hiç oyalanmadan, kıç ar­
ka kalkıp Sovyet Rusya'ya doğru geri yola çıktı."

273
Kuzeye gelenlere kucak açılıyor, güneye gidenlere hoşgörü
gösterilmiyordu. Bunun altında yatan akla yakın (ve bir bakı­
ma çok fena) nedenler vardı.

Bu muhafıziarın buralara konulmasının gerçek nedeni.,. Timur'un


yaptığı savaşlardan ve fethettiği topraklardan aldığı sayısız esiri, ken­
tin nüfusunu artırmak için zorla yaşadıkları yerlerden koparıp Se­
merkand'a getirmiş olmasıydı. Bunu, hem nüfusu artırmak hem kente
şan katmak için yapmış ve bunların esir alındıkları memleketZere ka­
çamamaları için buyruk vermişti.

Yirmi birinci yüzyılın başında güneye seyahat etmek isteyen


bir gezgin de benzeri sorunlarla karşılaşır. Özbekistan'la Afga­
nistan'ı birbirine bağlayan sözde Dostluk Köprüsü iki yıldan
bu yana kapalıdır. Taşkent, Taliban'a hiçbir surette dost değil­
dir. Afganistan'ın, Ceyhun Nehri'nden karşı kıyıya radikal
İslam ihraç etmesinden korkan Özbekler, köprünün kendi ya­
kalarındaki geçişini mühürlemişlerdir.
Seyahatime devam edebilmem için sınırı geçmeme izin ve­
rilmesi için ricada bulundum:. Ceyhun Nehri'nin öbür yakasın­
da, hafif bir sisin içinden hayal meyal seçilen Afganistan, çok
davetkar duruyordu. Etnik kökenli bir Özbek olan askeri üssün
komutanı, kocaman güneş gözlükleri, dört yıldızlı apoleti ve
esrarengiz havasıyla bir ciple çıkageldi. Mütehakkim bir eday­
la, bana, "yasak bir bölgeye izinsiz girdiniz; gelişiniz kayda ge­
çildi," dedi. "Derhal burayı terk edin."
"Efendim, bu seyahate yeni kurulmuş, bağımsız cumhuri­
yetinizin simgesi büyük Emir Timur'un şerefine çıkmış bulu­
nuyorum. Bu tarihi kahraman hakkında yazdığım kitap için
araştırma yapıyorum. Onun büyük fetihlerini layıkıyla anla­
rnam için Ceyhun Nehri'ni geçmem şart."
Gözlüklerini çıkarıp bana sert bir bakış fırlattı. "Timur'un
da, kitabının da canı cehenneme. Burası yasak bir bölge. Sınır­
da daha fazla kalamazsın. Haydi şimdi çek arabanı. Güle güle."
* * *

Timur 1398' de elbette böyle bir devlet müdahalesiyle karşı­


laşmamıştı. Çünkü devlet kendisiydi. Ceyhun'u hızla aşıp,

274
1370'te tahta çıktığı Belh'i de geçtikten sonra, ordusunu gü­
neydoğuya sürdü. Anqarab'a kadar yaklaşık iki yüz elli kilo­
metre gittiler; burada Dünyanın Taş Kemeri korkunç heybetiy­
le karşılarına çıktı. Timur ordusunu burada bırakarak, küçük
bir atlı kuvvetle elli kilometre doğuya gitti. Etrafıarında kar to­
zuiken, 3850 metre yükseklikteki Bevek Geçidi'ni aştılar; bura­
sı kafir ve çapulcu kabilelere doğal koruma sağlıyordu. Yez­
di'ye göre, "Timur kafideri boğaziamak için daima yanıp tutu­
şan bir adamdı, büyük fetihlerde bulunmak istediği kadar, bu
işle de ün ve şan kazanmak istiyordu." Bu nedenle, şimdi gö­
züne bu asi kabileleri kestirmiş olması doğaldı.
Dünyanın damında, yani Bindikuş Dağları'nın buz kesmiş
doruklarında ve geçitlerinde, hava süratle bozuyordu. Timur'un
bahadırları, bozkırın ve çölün her meşakkatine göğüs gerebilen
adamlardı, fakat böylesi koşulların yabancısıydılar. Kısraklar ka­
yıyor, yarlardan uçup ölüme gidiyorlardı. Can kaybı yüksekti.
Eriyen karda yere sağlam basılamadığı için . gece yol alan keşif
kolu, koşulları zorluyordu. Kimi yerlerde, halat atmadan geçe­
meyecekleri uçı;.rumlarla karşılaşıyorlardı. Bir keresinde Ti­
mur'un adamları, yaşlı hükümdan tahtırevanla üç yüz metre
aşağıya sarkıtmaya mecbur olmuşlardı. Aynı işlemi kısraklar
için de tekrarlamak istediler, fakat yalnızca ikisi sağ kaldı ve Ti­
mur, mütevazı bir piyade gibi yaya yol almaya başladı. Keşif ko- .
lunun tamamı aynı durumdaydı. Fakat gene de dur emri verme­
di. Ne türlü güçlüklerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar -ki gün geç­
tikçe bunların şiddeti artıyordu- dikkatini Delhi'ye çevirmeden
önce bu Allahsız dağlı kabHelerin hakkından gelecekti.
Nihayet bu cılız kuvvet, bunların yaşadığı yere ulaştı ve
dağdaki istihkamlarına hışımla saldırdı. Çarpışma çok şiddetli
oldu ve tarihi kayıtlara göre, Timur birçok adamını kaybetti;
kafider bilmiyordu ki bu, Timur'u zaferi kazandığı zaman büs­
bütün acımasız kılacaktı. Teslim olmakta geeiktiler ve çok geç­
meden Bindikuş'un karları kanla sulandı ve Timur, kellelerden
örülen kuleleriyle buraya da damgasını bastı. Ancak şimdi or­
dusuyla birieşebilir ve güney seferine devam edebilirdi.
Kabil' e vardıklarında Ağustos gelmişti ve Timur burada
bir süre ara vererek hükümdarlığıyla ilgili işlere baktı. Onunla

275
birlikte Toktamış'a karşı savaşmış olan Kıpçak beyleri İdigu ve
Kutluk Oğlan' dan elçiler gelmişti. Bunlar, geçmişteki itaatsiz­
liklerinden dolayı, yani söz vermiş oldukları gibi ordularını Ti­
mur'unkiyle birleştirmek yerine, "çölde, evsiz yurtsuz çapulcu­
lar gibi gezindikleri için" pişmanlık duyduklarını söylüyor,
hoşgörülü hükümdarın, "inşallah bu kusur ve günahlarını ba­
ğışlayarak, üstlerine bir çizgi çekip unutacağını/' umuyorlardi..
Bir zamanlarki hasmı, Moğol ham Hızır Hoca' dan da bir elçi
gelmiş, Timur'a bağlılıklarını bildiriyordu.
Kabil'de kalışın en dikkate değer olayı, Şeyh Nure.d­
din'in, iki yıl önce 1396' da tamamlanan Beş Yıllık İran Sefe­
ri'nde ele geçirilen ganimeti Timur' a sunması oldu. Yezdi,
"beraberinde muazzam bir hazine getirdi/' diye yazar, "çok
sayıda paha biçilmez ziynet eşyası, avda kullanılan hayvan­
lar, avcı kuşlar, parslar, altın sikkeler, değerli taş kakılmış ke­
merler, sırma işli kaftanlar, rengarenk kumaşlar, silahlar ve
her türlü harp gereci, altın eyerli Arap kısrakları, koca koca
develer, birçok araba, binek eşeği, kayışiarı sırma ve gümüş
işli ala üzengiler; şemsiyeler, gölgelikler, otağlar, çadırlar, kı­
zıl ve diğer renklerde örtüler."
Yalnızca bu hazineyi kayda geçirmek -'yaza yaza parmakla­
rı uyuşmuş olan'- divan katiplerinin üç gününü, bunların tek
tek Timur'un önünden geçirilmesi ise iki günlerini aldı. Ordu­
nun maneviyatını yükseltmek için bu görkemli törenden daha
isabetli bir şey bulunamazdı. Kendilerini bekleyen çarpışmaları
düşündükçe dehşete garkolan bahadırlar, şimdi ganimet sevda­
sına düşmüşlerdi. O ana kadar, hükümdarın onları ternin ettiği
gibi, her şey tam olarak yolunda gitrnişti. Büyük İskender'in bile
dize getiremediği ki'ı.fir kabileler, ani ve kesin bir yenilgiye uğra­
tılmışlardı. Bundan sonraki çarpışmalarda daha az başarı sağla­
yacaklarını düşünmeleri için ortada hiçbir neden yoktu. Dünya­
nın damını aşmışlardı. Yolculuğun en çetin kısmı atlatılmıştı.
* * *

Yirmi birinci yüzyılda Kabit yüzlerce yıl süren savaşlar


sonucu viraneye dönmüş bir kenttir; tarihi eserleri birer birer

276
���---------�----

Hindistan Seferi
1398-99 '

Kat
Kara Kum 0� MAVERAÜNNEHİR ırın ııı N.
r,;,.
% •Kaşgar

Yarkent•

k-"1/.> . • Botan
HORASAN
''4.t&;ıi"
çö
• İsfahan Herat • z: o

• Şiraz
yağmalanmış, bombalada havaya uçurulmuş, kurşun yağ­
muruna tutulmuş, kırılıp paramparça edilmiştir. Şimdiki za­
man, geçmişi insafsızca silmiştir. Bu, bir metruk saraylar, ha­
rap edilmiş fabrikalar, tammar olmuş park ve bahçeler, içi
oyulmuş evler, yıkılmış kerpiç duvarlar, delik deşik olmuş
yollar ve paramparça hayatlar kentidir. Her tarafta o bildik
savaş kurbanları; başörtülü dullar, genç ve yaşlı dilenciler,
kolu bacağı kesilmiş insanlar, işsizler, mayına çarpanlar, has­
talar, yeterli beslenemeyen çocuklar, yoksuC onurlu babalar
görülür; savaşın meddücezirinde karaya vurmuş birer enkaz
gibidirler. Kabil, modern çağda Timur'un hışmına uğramış
bir kent gibidir.
Tirmiz'deki hezimetten sonra, Pakistan yoluyla Afganis­
tan' a geldim. Pek de başarılı bir ziyaret olmayacağını bile bile,
Kabil Üniversitesi'nin altmışlı yıllarda yapılmış ve şimdi harap
durumda bulunan kübist binalarının ıssız koridorlarını geçe­
rek, Afganistan'ın tek Timur uzmanı, Profesör Abdülbaki'yi
görmeye gittim; bu, yaşlıca, basık burunlu, dolgun dudaklı ve
günün icabına uygun olarak beyaz sakallı bir adamdı.
Kendisine kentin Timur konusunda ifşa edebileceği ne gibi
sırları olduğunu sorduğum zaman hazin bir biçimde gülümseye­
rek, "maalesef fazla bir şey bulamayacaksınız," diye cevap verdi.
Eski Balar Hisar Kalesi, şimdi ziyaretçilere kapalı bir askeri üstü.
Timur'un kentte diktirdiği az sayıdaki yapı çoktan yıkılmıştı.
Uğradığım hayal kırıklığı aşikardı. Uzun bir sessizlik oldu.
Profesör nihayet, "aslında buradayken görmeniz gereken
bir şey var/' dedi. "Babür Bağları'na gidin. Timur'un en ünlü
varisi tarafından düzenlenmiştir. Türbesini de orada bulacak­
sınız."
Babür Bağları; on altıncı yüzyılda, Şer-i Derveze Dağı'nın
batı yamaçlarındaki geniş bir dikdörtgen alan üzerine ekilip di­
kilmişti. Kentin görüp göreceği en büyük bahçecilik projesi
olan bu bağlara bakıp, Timur'un olağanüstü kültürel mirasını
hatırıamamak elde değildi. Kabil gibi bir kentin Timur'un en par­
lak döneminde nasıl bir yer olmuş olduğu hakkında değerli
ipuçları veriyordu. Doğal süslemeler, bugün artık rastlanma-

278
yan bir incelik ve yetkinlikteydi; abidevi boyutları büyük bir
uyumla birleştiren bir estetik harikasıydı.
1504'te fethettiği ve hükümdarlığının ilk başkenti yaptığı
Kabil'i, Babür öyle bir tutkuyla sevmişti ki, öldüğü zaman bu
bağlara gömülmeyi vasiyet etmişti. Timuroğulları'nın sonraki
dönemlerine olağanüstü bir pencere açan hatıratının büyük
bir kısmı, kentin tasvirlerine hasredilmişti. İklim son derece
latifti. "Dünyada bu kadar hoş bir başka yer var mıdır, bilin­
mez. Kızgın sıcaklarda bile, insan geceleri sırtında kürk olma­
dan yatamıyor." Tabii bir de yörenin, 1keskinlikleriyle ünlü',
'baş döndürücü' şarapları vardı. Babasının dedesinin dedesi­
nin dedesi cihangir gibi, Babür de içkiye düşkünlüğüyle az
çok şöhret yapmış bir adamdı; bir gece neredeyse atının sır­
tında duramayacak kadar çok şarap devirdiğinden, neşeyle
söz eder. "O kadar sarhoş olmuşuru ki, ertesi gün bana, ordu­
gaha elimizde meşalelerle ve atlarımızın dizginlerini koyuver­
miş bir vaziyette girdiğimizi söyledikleri zaman, bunların hiç­
birini hatırlayamadım."
· Halis yerli ·şarapları yuvarlamadığı zamanlarda Babür,
bir tür tabiat bilimleri uımanıydı. Dağların eteklerinde otuz
iki çeşit yabani lale cinsi saymış, içlerinde "çok miktarda
üzüm, nar, kayısı, elma, ayva, armut, şeftali, erik, badem ve
ceviz" yetişen bu bağ ve bahçelerin bolluk ve bereketine hay­
ran kalmıştı. Portakal, limon, ravent, kavun ve şekerkamışı
da bol miktarda yetişiyor, arı kovanlarından bal fışkırıyordu.
Yakacak odun sıkıntısı yokfu. Kent, uzaktaki köylerin arasın­
daki vadiler ve dorukları karlı dağların etekleri kuş cıvıltıla­
rıyla doluydu. "Sürüyle ve sayısız" bülbül, balıkçı!, yabanör­
deği, karatavuk, ardıçkuşu, güvercin, saksağan ve hepsinden
daha göz alıcı, cennet kuşu turna vardı. Balıkçılar, çağıl çağıl
akan Kabil Nehri'nin ve kollarının kıyılarında, "ağlarla veya
suyun içinde çubuk ve sazlardan yapılmış tuzaklarla," balık
avlıyorlardı. Babür, hatıratında, ata dedesinin ilgisini çekecek
bir bölüm yazmıştı: "Kent, fevkalade canlı bir ticaret merke­
ziydi. Buraya her yıl, Hindistan' dan yedi, sekiz, on bin veya
civarında atlı geliyor, ayrıca kervanlarla on, on beş veya yir­
mi bin civarında aile reisi; köle, beyaz patiska, akide, kelle

279
veya toz halinde şeker ve güzel kokulu bitki kökleri getiri­
yordu. Çoğu tüccar on koyup otuz kırk aldığı zaman hoşnut
olmuyordu. Kabil'de; Horasan'dan, Rum'dan, Irak'tan ve
Çin'den gelme her türlü mal bulunuyordu; Hindistan'ın ise
zaten kendi pazarıydı."
Babür'ün saltanatı sırasında; Timur'un kendi başkentinde
yaptığı gibi, kenti güzelleştirmek için Kabil' de yeni yeni bağlar,
bahçeler, saraylar ve camiler dikilmişti. Geride bıraktığı Semer­
kand'ın anısına, Dörtlü Bahçe adını verdiği bir yükseltiyi ağaç­
landırmıştı. Bunların içinde, Büyük Bahçe adı verilen birini, Ti­
mur'un tarunu Uluğ Bey gasp etmişti. Babür ise burayı o za­
manki sahibinden satın almış ve hatıratında epeyce yer vermiş­
ti. Dağlardan bir çağlayan iniyordu,

ve bu çağlayanın iki yakası yemyeşil, cıvıl cıvıl ve olağanüstü gü­


zellikteydi. Suyu berrak mı berraktı; aynı zamanda o kadar soğuktu
ki içerken buz koymaya gerek yoktu . . . Etraf ulu çınarlarla çevriliy­
di ve bunların gölgesinde oturmak çok hoş oluyordu . . . Bunların
arasından suyu yıl boyunca kurumayan bir ırmak geçiyordu; akın­
tısı o kadar güçlüydü ki bir değirmenin çarkını çevirebilirdi. Yata­
ğının değiştirilerek, dolambaçlı seyrinin düz bir hale getirilmesini
buyurdum . . . Daha aşağıda Üç Aziz Dost adı verilen bir pınar var,
bunun sağındaki, solundaki tümsekierde meşe ağaçları yetişmiş . . .
B u pınardan aşağıdaki düzlükZere inerken her tarafta çiçek açmaya
başlamış erguvan ağaçları göze çarpıyor, bunlar ülkenin başka hiç­
bir yerinde yok. . . Dünyanın herhangi bir yerinde, b uranın ergu­
van ağaçlarının çiçeğe kestiği zamanki hali kadar güzel bir yer var­
sa da, ben bilmiyorum.

1977 gibi epeyce ileri bir tarihte, Afganistan'ın kültür mirası ko­
nusunda uzman olan Nancy Hatch Dupree, Babür Bağları'ndan
övgüyle söz etmişti.

Girişte ilk göze çarpan, Emir Abdurrahman 'ın (1880-1901) yaptırdı­


ğı büyüleyici bir yazlık köşk oluyor. Köşk, Moğolların en sevdiği ağaç
olan çmarlarla gölgelendirilmiş: Sütun[u, zarif taraçadan aşağıya ba­
kıldığında, setler halinde düzenlenmiş ve aralarına yer yer şadırvan

280
ve pınarların serpiştirildiği bahçeler görülüyor. İçeride tavan/ar, on
dokuzuncu yüzyıl üslubunda yağlıboya resimler/e süslenmiş.

Yirmi yıl süren savaş, burayı tanınmayacak ölçüde değiş­


tirmişti. Dupree'nin anlattığı bambaşka bir dünyaydı. Babür
Bağları, gözle görülür bir biçimde yıkılmış bir kente bakan, dev
bir yamaçtan başka bir şey değildi, Havan topları bahçeyi delik
deşik etmiş, çiçek tarhlarının yerini bomba çukurları almıştı.
Bir zamanlar kente doğru inen o bakımlı çimenler tümüyle or­
tadan kaybolmuştu. Çeşmeler kırılmış, yerlerinden sökülüp gö­
türülmüştü. O dönemin ulu çınariarı şimdi yanıp kömür olmuş
gövdelerden ibaretti, yakacak olarak kullanılmak üzere kesilip
yarılmışlardı.
Bana bağlarda Şükür adlı, otuz yaşlarında bir Afgan reh­
berlik ediyordu. Annesi ve babası, on altı yıl önce Kabil'd eki
bir roket saldırısında öldükten sonra, kendisi Pakistan'a kaç­
mıştı. Ailesiyle birlikte bu bağlara sık sık gezmeye geldiklerini,
fakat annesi babası öldükten sonra bir daha başkente dönmedi­
ğini söyledi. Babür Bağları'na verilen zararı görmek, onu derin­
den sarsmıştı. Etrafımızdaki harabeye baktıkça gözleri yaşla
doldu. Kömürleşmiş bir ağaç gövdesini işaretle, "burada o ka­
dar çok çınar ağacı vardı ki," dedi. "Tarhlar çiçekle doluydu,
her taraf çayır, çimendi. İkindiüstleri ve hafta sonları aileler bu­
raya piknik yapmaya gelirlerdi. Öyle güzel bir yerdi ki: Şimdi
tamamen yok olmuş. Savaş her şeyi bitirmiş."
Çırılçıplak yamaca tırmanıp, Moğol hükümdan Şah Ci­
han'ın 1646' da yaptırdığı, fena halde tahrip olmuş bir caminin
yanında yer alan Babür'ün kabrine çıktık. Bunun da yanında,
atlama tahtası kırılmış, boş bir yüzme havuzu vardı. Yetmişli
yıllarda Nancy Dupree'nin ''büyüleyici" olarak betimlediği köşk,
savaşın yol açtığı tahribata yenik düşmüştü.
Kabir, biraz yükseltilmiş bir zemin üzerinde yer alan ve
serseri kurşunlada bereli, yalın bir mermer lahitti. Üstünde
şunlar yazıyordu:

Bu melekler diyarına, bu cennet katına; Fatih Zahirüddün Muhammed


Babür'ün bu nur/u bahçesindeki mübarek türbesine, ancak bu kadar

281
güzel bir cami, bu kadar asil bir mezar yakışır; ermiş/erin, meleklerin
duası üstüne yağsııı; Allah rahmet ey/esin; mekanı cennet olsun.50

Babür gömüleceği yeri iyi seçmişti. Kent en güzel buradan görü­


nüyordu. Fakat savaş bu resmi epeyce hırpalamıştı; gökyüzüne
yükselen binaların çoğu tamiri kabil olmayan, çürümüş birer is­
keletten ibaretti. Bulunduğumuz yerin çok altındaki düzlükte
Habibiye Lisesi'nin roket ateşinden harap olmuş kaskatı silueti
seçiliyordu; o kadar çok atışa maruz kalmıştı ki, adeta beton bir
kalbura dönmüştü. Daha ötede, 1923'te Kral Amanullah Han adı­
na inşa edilen Darillaman Sarayı'nın, savaşın çarpıttığı dış hatları
görünüyordu. Tüm bunlara rağmen Kabil, doğal güzelliğiili ko­
rumayı başarmıştı. Gökyüzü pervasızca maviydi; hemen altında,
kentin etrafını anfiteatr gibi saran dağlardan yukarıya doğru ince
bir sis kalkıyordu. Yakın zamana kadar burada kıyasıya çarpış­
malar olmuştu, ama yer yer fışkıran yeşillikler, bağ ve bahçelerin
bu saldırıları savuşturduğunu gösteriyordu. Ve Kabil kurulalı be­
ri geçen 2500 yıl boyunca yaptığı gibi, Kabil Nehri, kentin içinden
nazlı nazlı kıvrılarak akıyordu.
Babür, mezarının üstünün hiçbir şeyle kapatılmamasını,
böylelikle yağmurun üstüne yağıp güneşin üstüne doğmasını
istemişti. Afgan asıllı karısı Bibi Mübarek (Mübarek Kadın) Yu­
sufzay, mezarını Agra' dan Kabil' e getirttikten uzun bir süre
sonra bu vasiyete uyuldu. Fakat Nadir Şah'ın saltanatı döne­
minde (1929-1933), mezarı hava şartlarına karşı korumak için
üstüne bir mermer lahit ve bir çatı konuldu. İşin tuhafı şu ki,
yakın zamandaki çarpışmalar Babür'ün son vasiyetinin yerine
gelmesine yardımcı oldu. Füze ateşi çatının büyük bir kısmını
uçurdu, o kadar ki şu an çatıdaki dikdörtgenlerin çoğunun
içinde çini değil, gökyüzü görünmektedir. Belki bu böyle bir
dahiye yakışmayacak kadar uygunsuz bir anıttı, ama hiç değil­
se hala yerinde duruyordu.

50 Bir başka kitabeye göre: "93 7 yılının, 6 cemaziyelevvelinde (26 Aralık 1 530) hü­
,

kümdar kendi eseri olan Şarbağ'dayken (Agra yakınında bir bağ), ciddi bir bi­
çimde hastalanarak bu fani dünyaya veda etti. Sahip olduğu sekiz temel mezi­
yeti saymak yeterlidir: isabetli karar verme, soylu emeller gütme, zafer kazan­
ma, devleti yönetme, halkını zengin etme, Allah'ın kullarını hoşgörüyle idare et­
me, askerlerinin kalbini kazanma yeteneği ve adalet aşkı."

282
Şükür yavaşça, "bunu yapanların tarihimize zerre kadar
saygısı yok," dedi. "Bunlar makbul adam değill�r. İşleri, güçle­
ri yıkmak, yağmalamak Başka bildikleri yok."
Onun esefle hatırladığı, Timur'un ordularının yaptığından
altı yüzyıl sonra girişilen bu yıkım ve yağma olaylarını dinler­
ken, hatırıma İbn Battuta'nın Kabil tasviri geldi. Dünya üzerin­
de yaptığı destansı seyahatlerin birinde, 1 332' de buradan geç­
mişti. Bugün olduğu gibi, o gün de gündem yıkım ve yağma
üzerineydi. "Kabil, bir zamanlar büyük bir kentti, ama şimdi
çoğu yeri hadbeye dönmüş," diye yazmıştı.51

* * *

Kabil' de kendine sunulan muhteşem hazineyi tetkik işini


tamamladıktan sonra Timur, ordusuna üç ayrı tümen halinde
güneye doğru yürüme emrini verdi. 1388' de, babası Soyurgat­
mış'ın ölümünden sonra, Timur'un tahta çıkardığı kukla han

51 2004 yılının yazınjla, Kabil' e yaptığım yolculuk nispeten daha az sıkıntılıydı.


Taliban'ın 2001'in sonunda çekilmesiyle birlikte, başkent yeniden taparlanmaya
başlamıştı; tabii bunda Sivil Toplum Örgütleri'nin ve Birleşmiş Milletler'e ait çe­
şitli birimlerin katkısı büyüktü; otuz üç ülke askerlerinin teşkil ettiği 5.500
kişilik Uluslararası Barış Gücü de cabasıydı. Savaşın yol açtığı tahribatı gider­
mek konusunda yoğun çabalara girildi ve Babür Bağları da, bu barış içinde ge­
lişme ortamından nasibini alan yerler arasına girdi. Ağa Han Kültür Vakfı'nın
himayesinde yürütülen 3 milyon dolarlık bir restorasyon programı çerçevesin­
de, bağlar yeniden hayata geçiriliyordu. Dört yıl önceki eğimli, çorak toprak,
şimdi yeşermiş ve yeşermeye de devam ediyordu. Beş yüz ağaç dikilmişti -çı­
nar, kayısı, elma, dut, incir, ceviz , nar- ve 1 .500 ağaç da 2005'te dikilecekti; bun­
ların içinde selvi, alıç, gül, yasemin ve Babür'ün ilk defa Kabil'in kuzeyinden
getirttiği söylenen kuşkirazı da vardı. Ağa Han Vakfı hesabına çalışan mimar
Ratish Nanda, "amaç bağı özgün yapısına uygun olarak restore etmek," dedi.
"Babür bu bağların üstüne titrerdi. Hindistan'dayken bile valiye onlara iyi bak­
ması için sürekli haber gönderir, son derece ayrıntılı talimat verirdi."
Bağların, son yirmi yılın büyük bir kısmında birbiriyle savaşan tarafların ateş
hattı üzerinde bulunmuş olması restorasyon çalışmalarını sıkıntıya sokuyordu.
Her taraf savaş kalıntısıyla doluydu. N anda'nın ekibi yalnızca bir ayda, toprak­
tan otuz güdümlü füze bombası ve on üç top mermisi kovanı çıkarmıştı. Hiç
kimse, yapılan restorasyon çalışmasının ne kadar dayanacağı konusunda bir
tahminde bulunamıyordu. Nanda, "ümidimiz, 2006'da proje bittiği zaman, yerli
halkın buna sahip çıkmasıdır, fakat içimde hep bir endişe var," diye konuştu.
Afganistan'da barışa asla güvenilmez. Birçok kimse, Uluslarası Barış Gücü ol­
mazsa, ülkenin tekrar bir felakete sürükleneceğinden korkmaktadır.

283
Sultan Mahmud, Delhi'ye giden sol kanadın komutasındaydı.
Süleyman Şah, öncü kuvvetlerin başına geçmiş, bu zorlu arazide
orduya yol gösteriyordu. Timur ise, bugün Pakistan'ın Pencap
eyaletinde olan kutsal kent Multan'ın kuşatmasından sorumlu
torunu Pir Muhammed'le buluşmak için güneye yöneldi.
Hükümdar Eylül ayına kadar İndüs Nehri'ne ulaşmıştı;
Yezdi, Harezm sultanı Celaleddin'in tam bu noktadan yüze­
rek Cengiz Han' dan kaçtığını yazar. Bir köprü daha kuruldu
ve ordu iki gün içinde bu azgın nehri geçti. Fakat ileride onla­
rı daha başka engeller bekliyordu: önce Jhelum, hemen ardın­
da Şenap ve Ravi ırmakları vardı. Delhi yolunda karşılarına
çıkacak bu doğal engeller konusunda endişeli olan emirler da­
ha önce Timur'u uyarmaya çalışmışlardı. Fakat işte hiçbirinin
aşılamayacak nitelikte olmadiğı ortaya çıkmıştı. Ordu yolun­
da ilerliyordu.
Timur, Ekim ayında Pir Muhammed'le buluşmak üzere
Sütlee Nehri'nde mola verdi. Evliyalar kenti Multan, Tatar İsti­
lacılara yenik düşmeden önce şiddetle direnmişti. Altı ay süren
kuşatma sonucu, kentte koşullar dayanılmaz bir ha.l almıştı. Ye­
zdi, "yiyecek kıtlığı o raddeye gelmişti ki yerli halk, bir sürü
murdar şey, hatta ölü eti dahi yemek zorunda kalmıştı," diye
yazar. Şehir surlarının dışında, Pir Muhammed'in adamlarının
durumu da bundan daha parlak değildi. Hastalıktan atların ço­
ğu telef olmuş, bu durum karşısında yeni fethedilen yerlerin
başında bulunanlar isyanda gecikmemişlerdi. Fakat Timur'un
yaklaşmakta olduğunu haber alır almaz, akıllarını başlarına
toplayıp alelacele kaçmışlardı. Dedesi, Pir Muhammed'i düş­
manı bastırmış olmasından dolayı kutladı. Mükafatı, otuz bin
yeni at ve sağ kanadın kumandası oldu.
Delhi'ye doğru ilerleyen Timur, Pencap'tan geçerek önüne
çıkan her şeyi yerle bir etti. Hele de torununa isyan edenlere
karşı intikamı çok acı oldu. Fatih kılıçtan geçirerek ve yakıp yı­
karak yaklaştıkça, dehşete gark olan kent ve kasabalar önü sıra
birer birer boşalıyordu. Batnir' de, Dipalpur ve Pakpattan' dan
gelen mülteciler Timur'un ordusu üstlerine çullandığında şehir
surları önünde yığılmışlardı. Nafile yere kaçmaya uğraştılar.
Katliamdan kurtulanlar, fena halde hırpalanıp esir alındı. Saray

284
kayıtlarına göre, kıyım öyle şiddetliydi ki, şehir çürüyen ceset­
lerin kokusundan geçilmiyordu.
Aralık geldiğinde, Timur hücuma hazırdı. Delhi yolu üs­
tündeki her şey ona yenik düşmüştü. Geriye yalnızca, en bü­
yük ödülü almak kalıyordu. Kentin kuzeyindeki Loni' de ordu­
gah kurdu ve Cumna Nehri'nin üstündeki bir yükseltiden ara­
ziyi gözden geçirdi. "Çeşitli zanaatlarda uzmanlaşmış ustaların
toplandığı; tüccarların mesken tuttuğu ve bir değerli taş ve par­
füm madeni olan büyük kent" Delhi, gayet davetkar bir biçim­
de önlerinde uzanıyordu. Her ne kadar içten içe bölünmüş ve
tehlikeli bir biçimde zayıflamış da olsa, şehir surlarının ardında
on bin atlı, yirmi ila kırk bin arası piyade gücü ve savaş dona­
nımlı 120 fil bulunuyordu.
İlk çarpışma, Sultan Mahmud Han' dan aldığı yetkiyle Del­
hi'yi yöneten Malu Han'ın, Timur'un yedi yüz atlı keşif koluna
saldırmasıyla başladı. Tatarlar Hintiiiere karşı koymayı,başarıp
sağ salim ordugaha döndüler, fakat bu karşılaşma önemli so­
nuçlar doğurdu. Öncelikle, aralarında geçen basit bir kapışma­
dan ibaret bile olsa, Timur Malu'yu çarpışmaya kışkırtabilmiş­
ti. Bu hayra alametti. Aylarca sürüncemede kalan Multan ku­
şatmasının ardından Timur, Delhi'yi mümkün olduğunca ça­
buk ele geçirmeye kararlıydı. Kent, açlığa yenilip teslim olana
kadar oturup beklemek zorunda kalmak istemiyordu. En iyisi,
Malu'yu kışkırtarak bir çarpışma içine sokmak ve bir an önce
bu işi bir sonuca bağlamaktı. İkincisi; Delhi yolu boyunca esir
alınmış yüz bin Hintli, Tatarların karşısına ne zaman bir güç
çıksa, yeri göğü inleterek onlardan yana olduklarını belirtiyor­
lardı. Bu, azat olma umudundan kaynaklanan öyle şiddetli bir
tepkiydi ki Timur, artçı birliklerinde bir kargaşa yaratmasından
korkarak, bunların hepsinin oracıkta ve tamamen katledilmesi­
ni buyurdu. Emre riayet etmemenin cezası ölümdü. Timur'un
ordusuyla birlikte gelen din adamları bile cellatlığa zorlandı;
bunlar, gözyaşları içinde fakat soğukkanlılıkla bu masum erkek
ve kadınları ölüme yolladılar. On dokuzuncu yüzyıl tarihçisi
Sir Malcolm Price, "insanlık tarihinde böyle hunharca ve so­
ğukkanlı bir vahşet örneği daha yoktur," diye yazar, "fakat ne
tuhaftır ki, bunu yapan kişiyi, tarihçiler ve şairler bir yarı tanrı

285
mertebesine yükseltmişler; hatta bazıları bununla yetinmeye­
rek onu, hiç şüphesiz sahip olduğu cesaretinden, siyaset ve sa­
vaş sanatındaki ustalığından, dahası merhametinden ve adale­
tinden ötürü göklere çıkarmışlardır."
Esirlerin beklenmedik bir anda, böyle kasaplık hayvan gibi
doğranması, belki de ordu saflarındaki tedirginliğin artmasına
yol açmıştı. Askerlerin yüreğinde büyük bir korku olduğuna
hiç kuşku yoktu. Onları en çok endişelendiren şu korkunç Hint
filleriydi; bunlar hakkında Semerkand' dayken ürkünç hikaye­
ler duymuşlar ve açılış niteliğindeki çarpışmada bunlarla karşı­
laşmışlardı. Filler kalın bir zırhla kaplıydılar; sırtlarındaki ah­
şap kulelerde ateş atıcılar, okçular, Tatar yayı kullanan savaşçı­
lar barındırıyorlardı ve hortumlarının iki yanındaki uzun dişle­
rine asılı palaların zehirli olduğu rivayet ediliyordu; bunların
hepsi dehşet veren unsurlardı. Fillere ne ok ne de mızrak işli­
yordu.
On altıncı yüzyıl tarihçisi Handmir, "baştan ayağı çelikle
donatılmış bu sıra sıra canavarlar, komutanların iflahını kesi­
yordu," diye yazar. "Daha önce fillerle hiç cenk etmedikleri ve
bu acayip hayvanların gerek görünümleri gerek hareketleri
hakkında fevkalade mübalağalı hikayeler duydukları için yü­
reklerini korku sarmış, bunlarla başa çıkılamayacağına inan­
mışlardı; en soylu, en yiğit savaşçıların bile bu konudaki endi­
şeleri öyle bir noktaya varmıştı ki Sahibkıran hazretleri (Ti­
mur), herkesin yerini tayin ederken seçkin ve kıdemli kurmay­
Iarına nereye konulmak istediklerini sorduğunda, bunlardan,
'kadınların yanına,' cevabını almıştı." Timur'un liderlik vasfı
ve taktik yeteneği bir kez daha sınavdan geçiyordu. Fillerle baş
etmenin bir yolu bulunmalıydı.
Timur mevzilerini korumak için askerlerine derin siperler
kazmalarını ve bunları istihkamlarla takviye etmelerini buyur­
du. Sonra, domuzayakları -üç uçlu demir kazıklar- yaptırıp
bunları fillerin yoluna serdirdi. Mandalar boyunlarından ve
ayaklarından sırımlarla birbirine bağlanıp siperlerin önüne di­
zildi. Develer de sırtıarına odun ve kuru ot yüklenerek birbirle­
rine tutturuldu. Okçulara filleri süren, korunmasız mahutları
hedef almaları söylenildi.

286
Bu hazırlıklar sona erdikten sonra, gözler saray müneccim­
lerine çevrildi. Savaşa girmeden önce, bunların yıldız kümeleri­
ne bakıp, şans getiren bir konumda olup olmadıklarım bildirme­
leri adettendi. Fillerin korkusundan mı, yoksa dünyevi olmayan
başka endişelerden mi bilinmez; bu kez müneccim Timur'un za­
manlaması konusunda rahatsızlıklarını dile getirdiler. Fakat bir
faydası olmadı. Yıldızlara ve Balıtma Hükmeden İmparator, ilk
defa ne yıldızların ne de göklerin urourunda olmadığını ilan etti.
Korkudan pısmış olan müneccim paylandı. Timur, onların vere­
ceği olumlu veya olumsuz hükmü bekleyecek değildi.
Herkesin duyabileceği bir biçimde, Kuran'ın kendisine ge­
tirilmesini emretti. Açılan bölüm, tam da duruma uygun ola­
rak, bir kavmin güçlü bir düşmanın azmiyle nasıl ortadan kal­
dırıldığına ilişkindi. Hint Seferinin Farsça Günlüğü adlı özgün
eserin yazarı, Gıyaseddin Ali'ye göre Timur, Yunus suresinden
ayetler okumuştu (24, 26, 27):

Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki iıı­


saıılarıı{ ve hayvanlarm yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su
sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp,
rengarenk süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi ol­
duklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona afetimiz ge­
lir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçil­
miş bir hale getiririz . . . Güzel davrananZara daha güzel karşılık, bir de
fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir kara leke bulaşır ne de horluk
gelir. !şte onlar cennet ehlidirler. V etmlar orada ebedi kalacaklardır.
Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli iledir. Onları zillet
kaplayacaktır. Onları Allah'a karşı koruyacak hiç kimse yoktur. Onla­
rın yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür. İşte on­
lar da cehennem ehlidir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

Bu güzel haber ordunun safları arasında dalga dalga yayıldı.


Demek ki yıldızların onay vermediği işin Kuran' da yeri vardı.
Bir kez daha Allah'ın dediği olacaktı. Ellerini uzattıkları gibi
Delhi' yi alacaklardı.

* * *

287
1 7 Aralık 1398'de, Malu'nun ve Sultan Mahmud'un ordu­
ları, bulutlu, kapalı bir göğün altında savaşmak üzere Delhi ka­
pılarından çıktılar. Hintli birlikler sıra sıra dizilmiş, filleri orta­
larına almışlardı; her fil sırtında tepeden tırnağa silahlı, öldürü­
cü bir asker gücü taşıyordu. İki taraf da, o zamanlar Müslüman
askerlerin geleneksel ordu düzeni olan, sağ ve sol kanatlara; bir
merkez, bir de öncü kuvvetiere ayrılmıştı.
Timur, savaş alanına bakan yüksekçe bir tepede mevzilen­
mişti. Çarpışmanın başlamasına dakikalar kala, yaklaşan kan
dökümünden düşman tarafların ordularının sinirleri yay gil::ıi
gerilmişken, hükümdar her zaman yaptığı gibi, atından indi;
yere kapanıp secdeye durarak Allah'a yalvardı. O elinden gele­
ni yapmıştı. Gerisi yüce Rabb'ine kalmıştı.
Yezdi, "o güne kadar böyle şiddetli çarpışma görülmemiş­
tV' diye yazar. "Askerlerin hışmı hiç bu kadar korkunç olmamış,
böyle tüyler ürpertici bir gümbürtü daha önce duyulmamıştı;
ziller, davullar, dümbelekler, borazanlar, fillerin sırtında güm
güm dövülen sarı bakırdan nekkareler, Hintiiierin çaldığı çıngı­
raklar, bahadırların naraları, yeri göğü inletiyordu." Bu kaba,
ahenksiz sesler arasında, gökler karardı ve Timur'un okçuları
Hintiiierin sağ kanadına doğru yaylarını boşaltmaya başladılar.
Malu ve Sultan Mahmud sol kanatlarını ve öncü birliklerini Ta­
tarların sağ kanadı üstüne saldılar, fakat müthiş bir manevrayla
Timur'un öncü birlikleri onları yandan ve arkadan ablukaya al­
dı. İlk hücumlarında birkaç yüz asker kaybeden Hintlilerde boz­
gun baş gösterdi. Timur, ilk anda üstünlüğü ele geçirmişti.
Sol kanatlarının bozulan saflarının ricat ettiğini gören Malu
ve Sultan Mahmud, önceden belirledikleri işareti verdiler.
Cenkçi filler, sıkışık düzen içinde öne doğru güm güm yürü­
meye başlayınca, yer gök sarsıldı; sırtlarındaki minyatür kule­
ler içinde, ağır savaş donanımlı askerler hücuma hazır bir du­
rumdaydılar. Bu zırhlı canavarlar, Tatar saflarına doğru ağır
adımlarla yaklaştıkça, askerler dehşetle irkiliyorlardı. Kendile­
rine verilen talimat uyarınca, oklarını mahutların üstüne yağ­
dırmışlardı, ama filler gene de ilerliyordu.
Bulunduğu noktadan Timur, fillerin adamları arasında ya­
rattığı sarsıntıyı görüyordu. Bu uzakdoğulu canavarlarla nasıl

288
başaçıkılacağı konusunda önceden hazırlık yapmıştı. Şimdi
bunları ortaya koyma zamanıydı. Emirler, arkaları odun ve ku­
ru ot yüklü develerin öne sürülmeleri emrini verdi. Filler daha
yakma geldiklerinde, bu yükler tutuşturuldu ve neye uğradık­
larını şaşıran develer, deli gibi öne atıldılar. Filler bir anda ya­
nan ve böğüren develerin hücumuna uğramıştı. Tepkileri içgü­
düseldi. Dehşet içinde tersyüzü dönüp, boylu boyunca kendi
.birliklerinin üstüne saldırdılar; çiğniyor, eziyor, ayaklarına ça­
kılan o korkunç kazıkiarın acısıyla Hint saflarını darmadağın
ediyorlardı. Handmir, "sağ ve soldaki Hintli birlikler gölgeler
gibi yere seriliyordu/' diye yazar. "Hintlilerin kafaları zerre ka­
dar kalmıştı; ağaçtan düşürülen Hindistan cevizleri gibiydiler."
Yiğit Pir Muhammed; sağ kanadın başında saldırdı; çok
geçmeden Hintliler tekmil halde ricata başladı; Delhi'nin şehir
surları ardına sığınınaya çalışırken hunharca doğrandılar. Ti­
mur'un on beş yaşındaki küçük torunu HaliC büyük kahra­
manlık göstererek fillerden birine üstündekilerle birlikte hakim
oldu ve onu sürüyüp dedesine armağan olarak götürdü. Timur
genç delikanlının bu yiğitliğinden öylesine etkilendi ki ona ora­
cıkta Sultan unvanını verdi. On altıncı yüzyıl Müslüman tarih­
çisi Ferişte, Hintlilerin Delhi savunmasını, onları hor gören bir
dille anlatır: "Hintliler, çok kısa bir müddet içinde tam bir boz­
guna uğramış; ülkelerini, canlarını ve mallarinı kurtarmak için
bir tek cesur girişimde bulunmamışlardı."
Savaş sona ermişti. Hint seferinin günluğünü tutan Gıya­
seddin Ali, "zafer ve galibiyet güneşi, doğudan, haşmetmeap­
larının sancakları üstünden yükseliyor; bir saadet girdabı, düş­
manın gözünü talihsizlik tozuna bürüyordu/' diye yazar. "Or­
talıkta yığınla ceset vardı; o kadar ki savaş alanı, arasından
kanlı nehirlerin aktığı, karanlık bir dağı andırıyordu."
Timur'un Tatarları en büyük zaferlerinden birini kazan­
mışlardı. Hem Cengiz Han' dan hem İskender' den baskın çık­
mışlardı; dünyanın en zorlu dağlarını aşmışlar; nehirlerden,
çöllerden geçmişler ve dünyanın en zengin kentlerinden birini
dize getirmişlerdi. Birbirine düşmüş yöneticiler, onu kuzeyden
gelen istilacılara karşı koruyamamışlardı. Kentin gizli hazinele­
ri şimdi onları bekliyordu.

2 89
* * *

Savaş alanı arkasında tütedursun, Timur yavaş yavaş sava­


şın şerrinden barışın haziarına geçiyordu. Çarpışmanın ertesi
günü muzaffer bir biçimde Delhi'ye girdi. Sancağı şehir surları­
nın üstüne dikildi ve tantanalı atağı, katları açılarak kuruldu.
Şerifler, kadılar, saray görevlileri, ilim ve irfan erbabı tir tir tit­
reyerek buradan içeri giriyorlar, Delhi'nin resmen teslim oldu­
ğunu kabulle canıarına kıyıimamasım diliyorlardı; çünkü Malu
ve Sultan Mahmud onları fatihin insafına terk edip kaçmışlar­
dı. Hükümdar ellerini ayaklarını bağlayan bir fidye karşılığın­
da bunların hayatlarını bağışlarken, tatlı bir müziğin nağmeleri
işitiliyordu.
Bu ne doyumsuz bir zafer olmalıydı; sağ kalan yüze yakın
fil, birer birer huzuruna çıkarılıp önünde diz çöktürülüyor, bö­
ğüre böğüre hükümdan selamlamaları sağlanıyordu. Delhi'nin
yeni hakimine saygılarını sunduktan sonra; Tebriz, Şiraz ve
Herat'a, Erzincan beyi Mutahharten'e ve Şirvan beyi Şeyh İbra­
him gibi, hükümdarlığın uzak diyarıarındaki sultaniara ve bey­
lere gönderiliyorlardı. Yanları sıra haberciler gidiyor, onlar bu
müthiş zaferi hükümdarlığın dört bir yanına duyurudarken
Delhi'nin camilerindeki Cuma hutbelerinde Timur'un adı hay­
kırılıyordu.
Bu keyifli işler tamamlandıkt<ın sonra sıra, kentin hazineleri­
nin dökümünü yapmaya -ve bunları kaldırmaya- geldi. Ti­
mur'un adamları Delhi'nin yerli halkından para ve mal topla­
makla meşguldüler. Bu aşamada hiçbir sıkıntı belirtisi yoktu.
Kent sorunsuz bir biçimde teslim olmuş, ödenecek fidye konu­
sunda anlaşmaya varılmıştı. Mamafih pek de hayra olmayan bir
hareketlilik vardı. Savaştan sonraki günlerde Delhi'ye giren as­
ker sayısında hızlı bir artış olmuştu. Bunların kimisi, hayatları
bağışlanan Delhi halkını, dışarıdan gelip buraya sığınınaya çalı­
şan ve bu haktan yararlanmaması kararlaştırılan kimselerden
ayırmakla görevliydiler. Diğerleri ise ev ve diğer mülk sahipleri­
nin ne kadar fidye ödeyeceğini tayinle meşguldüler. Handmir'in
ifadesine göre, birkaç bin asker de orduya şeker ve mısır temin
etmek üzere, şehir surlarından içeriye girmiş bulunuyordu.

290
Kente izinsiz girmiş olanlar da vardı. Bunlar ya merak sai­
kiyle, . ya cinsel ihtiyaçlarını tatmin, ya da talan amacıyla gel­
mişlerdi. Saraylı kadınların yeni fethedilen kentte bir gezinti
yapmak istedikleri bildirilince, kapılar açılmış ve bir daha saat­
lerce sürgülenmemişti. Delhi'nin içindeki Tatar sayısı tekrar ka­
barmıştL Yezdi'ye göre, bu tarihte kente on beş bine yakın as­
ker girmişti.
İşte bu sırada meydana gelen bir dizi olaya tam olarak ne­
yin yol açtığı bilinmez, ama olup bitenler, yüzlerce yıl sonra
dahi Hintlilerin hafızasından silinmeyecekti. Belki yerli halkta
infial uyandıran, bir tek ırza tecavüz veya cinayet vakası ol­
muştu. Belki de malından olmak istemeyen bir kafası kızmış
Hintliyle, bir azgın Tatar arasında çıkan anlaşmazlık, dizgin­
lenmeye çalışılan kıyıını zincirinden boşandırmıştı. Sebep her
ne idiyse, bunu izleyen katliam Timur'un ölçülerine göre dahi
korkunç oldu. Hintlilerin gösterdiği yetersiz direnişi hakir söz­
lerle dile getiren Ferişte, ateşiere yanıp, kılıçiara gelen dehşet
içindeki kenti şöyle anlatır.

Ailelerinin yüz kızartıcı muamelelere maruz kaldığını ve sahip olduk­


ları her şeyin askerler tarafından gasp edildiğini gören Hintli/er; töre­
leri gereği, önce evlerini yakıp aile bireylerini ôldürdüler ve ardından
düşmanlarının üstüne yürüdüler. Bu öyle bir katlianıa yol açtı ki ki­
mi sokaklar üst üste yığılı cesetlerden geçilnıez oldu; Moğol ordusu,
şehir kapılarını yıkarak fırtına gibi kente girdi; ondan sonra olanlar
tarife, akla, hayale sığmaz. Hintlilerin nafile cesareti sonunda kendi
kanlarmda boğuldu; silahlarını bırakıp kurbanlık koyun gibi katliama
boyun eğdiler . . . Kentteki Hintli sayısı, askerlere kıyasla on misli faz­
laydı; eger onlarda ruh olsaydı, elleri kolları ganimetle yüklü ve ken­
tin bilumum yerlerindeki evlerde ve sokaklarda dağınık bir halde bu­
lunan Moğolları alt etmeleri hiç de zor olmazdı.

Tatarlar sokak sokak ilerliyor, eski kentin merkezindeki uluca­


miye sığınmak üzere önleri sıra kaçan Hintlileri kovalıyorlardı.
Timur'un iki emiri, beş yüz askerli bir kolla birlikte camiden
içeriye dalıp, "kafirlerin ruhlarını cehennem kuyularına yolla­
dılar; kellelerinden kuleler ördüler ve cesetlerini kurda kuşa

29 1
yem ettiler. Böyle bir kıyım o güne kadar ne duyulmuş ne de
görülmüştü." Katliam üç gün sürdü. Yezdi, bunun suçunu yerli
halkın "densizliğine ve kendini bilmezliğine" yükler. Saray ta­
rihçisi olarak zaten kendisinden başka türlüsü beklenemezdi.
Delhi' de olanların özgün bir günlüğünü tutan Gıyaseddin Ali,
Tatar askerlerin, "aç kurtların koyun sürülerine daldığı, kartal­
ların kendilerinden zayıf kuşları avladığı gibi" kentte kol gez­
diklerini yazar.
Bu büyük yangına hangi kıvılcım yol açtı, bilinmez, ama
hazineler ve mis kokulu esanslar kenti, şimdi cehenneme dön­
müş, her yerine kan ve çürüyen ceset kokusu sinmişti. Tarihçe­
ler, bu müthiş zaferi kutlamak için kent dışındaki atağında ver­
diği muhteşem şölende, haremindeki kadınlarla sefahat eden
Timur'un, bu katliamdan haberi olmadığını kaydeder. Kentteki
emirler, başkaldırmış ahaliyi hunharca -ve başarısız bir biçim­
de- bastırmaya çalışırken, herhalde içlerinden hiçbiri bu haber­
le hükümdarın keyfini ve rahatını kaçırınaya cesaret edeme­
mişti. Mamafih bu ifadelere kuşkuyla bakmak gerekir, çünkü
Timur hiçbir zaman kendini kapıp koyuveren bir adam değildi.
Delhi'nin şehir surlarının gerisinde olup bitenlerden haberi ol­
madığı iddiası bir hayli su götürür. Birçok başka kaynakta, or­
dusundaki disiplin göklere çıkarılmış, bunu bozanların ölümle
cezalandırıldığı kaydedilmiştir. Resmen izin verilmeyen haller­
de, yağma ve talan ağır bir suçtu. Bunun böyle olduğunu bile
bile, askerlerin hükümdarın haberinin olmadığı işlere kalkış-
mak acaba hadleri miydi? .
Timur'un izni olsun olmasın, Tatarlar Delhi'nin sandıkları­
na dalmışlardı. Bunların içlerindeki servet, ihtişamıyla onları
sersemletmişti. Altın ve gümüşün haddi hesabı yoktu; mücev­
haratın, incinin, mercanın, sikkelerin, değerli taşların, halis ku­
maşların da öyle; o kadar ki Yezdi'nin ifadesine göre, bunlar
hiçbir tarife sığmazdı. Dahası, savaşın beylik ganimeti olarak
sayısız köle alınmıştı - bunlar, Delhi'nin yerli ahalisinden ka­
dın ve erkeklerdi, tutuldukları gibi boyunduruğa vurulmuşlar­
dı. Tatarların çoğu kentten yüz elli esirle çıkıyordu, içlerinden
en yoksulları en az yirmi tane ele geçirmişti.
Timur Delhi'de iki hafta kalarak, huzuruna çıkıp teslimi-

2 92
yetlerini bildiren Hint prenslerini kabul etti ve bunların sundu­
ğu armağanları gittikçe uzayan hazine katarına ekledi. Del­
hi'nin yetenekleriyle ün salmış zanaatçıları ve taş ustaları Se­
merkand'a götürülmek üzere zincire vuruldu. Tarihi kayıtlar,
Timur'un en çok hoşuna giden bir hediye üzerinde dururlar;
bu, yıllaFca Hintli sultanların salonlarını süslemiş olan bir çift
beyaz papağandı.
Derken, hiç beklenmedik bir anda hükümdar geri dönüş
emrini verdi. Seyyidler hanedanının kurucusu ve peygamber
soyundan geldiğini iddia eden Hızır Han adlı bir bey, alelacele,
Timur'un temsilcisi olarak bugün Pencap ve Yukarı Sind52 ola­
rak bilinen yerlerin başına getirildi. Tarihin de onun en büyük
kusurlarından biri olarak kaydetmiş olduğu gibi, Timur'un hü­
kümdarlık idaresinde pek gözü yoktu, aklı fikri fetihteydi.
Ganimetle tepeleme yüklü olan ordunun kuzey yolculuğu
ağır aksak ilerliyordu; bazen günde beş altı kilometrede kaldık­
ları oluyordu. Timur'un ilk durduğu yerlerden biri, Sultan Fi­
ruz Şah'ın Cumna Nehri kıyısında yaptırdığı, ünlü mermer ca­
mi oldu; Semerkand' da yaptırdığı ulucami için ilham almış ola­
bileceği bu yerde, hükümdar namaza durarak son kazandığı
başarı için Allah'a şükretti.
Fakat bu pek de sıkıntısız bir geri dönüş değildi. Tatarları
bekleyen başka çarpışmalar vardı, çünkü cihat henüz sona er­
memişti. Daha öldürülecek veya Hak dinine döndürülecek çok
ka.fir vardı. Ordu önce kuzeydoğuya doğru bir kavis çizerek,
Mirad Kalesi'ni yağma etti ve ardından Ganj Nehri'ne ulaşarak
burada kırk sekiz gemi yükü Hintliyi ve buna ilaveten bilinme­
yen sayıda Zerdüştü boğazladı. Yirmiye yakın şiddetli çarpış­
maya girerek ve nerede ve ne zaman karşılarına yağma fırsatı
çıksa bundan sonuna kadar faydalanarak ilerleyen Timur'un
kuvvetleri, Keşmir'e ve Himalayalar'ın eteklerine kadar geldi.

52 Delhi'nin başına bir idareci konulrnadı ve kuzey Hindistan'ın geri kalan bölüm­
lerinde olduğu gibi, burada da birbirine düşman prensler arasındaki iç savaş hiç
bitmedi. Malu ve Sultan Mahmud da bu cehennemin içine geri döndüler ve za­
manla başa geçmek hevesincieki başka kişiler de bunların arasında yerlerini al­
dı. Hızır Han 1414'te kenti ele geçirdiği zaman, iş öyle çığrından çıkmıştı ki, bir
zamanların dillere destan Delhi krallığının toprakları küçüle küçüle, neredeyse
şehir surlarına kadar dayanmıştı.

293
Keşmir'in Müslüman şahı, hatırı sayılır bir fidye vaadiyle tes­
lim oldu. Cemmu'nun Hint racası bir arbede sonucu ele geçti
ve tez elden Hak dinine döndürüldü. Bir sefer de Lahor'a ya­
pıldı; buranın başında bulunan kişi daha önce Timur'a olan sa­
dakatini bildirmiş, ama kendisine verilen talimatın aksine, bir
daha huzura çıkmamasıyla dikkat çekmişti. Lahor ele geçirile­
rek ihmalkar vali öldürüldü.
Mart geldiğinde Timur artık savaş ve ganimete doymuştu.
Hükümdarlık soyundan olan beylerle vedalaşıp onlara geldik­
leri yerlere dönme izni verdi. Keşmir'deyken kolunda çıkan bir
ur, emirlerini ve sultanlarını endişeye sürüklemişti. Şimdi de
Keşmir' den kuzeye doğru ağır ağır ilerlerken, hem ellerinde
hem ayaklarında çıbanlar baş göstermişti; durumu o kadar cid­
diydi ki, artık at sırtında gidemiyordu. Sarp Bindikuş Dağla­
rı'ndan geri dönüş yolunu, iki kısrağın çektiği bir tahtirevan
üstünde yapmak zorunda kaldı. Yol o kadar çetrefildi ki, Yezdi,
hükümdara eşlik eden konvoyun aynı nehirden bir gün içinde
tam kırk sekiz defa geçmek zorunda kaldığını yazar.
Bahar gelip çatmış ve ağaçlar ona hoş geldin dereesine
baştan ayağa çiçeğe kesmişken, Timur Ceyhun Nehri'ni aştı
ve hükümdarlık ailesinin çoğu bireyleri onu Tirmiz'de karşı­
ladı. İşte Başkadın Saraymülk Hanım en önde geliyordu; onu
hemen arkasından ikinci sultan Tükel Hanım ve onu da en
son ve en genç karısı Tümenağa izliyordu. Hükümdarın to­
runlarından ikisi, Uluğ Bey ve İbrahim Sultan da oradaydılar;
onlara birçok başka beyler, sultanlar ve Semerkand'ın en kı- ·
demli kurmaylarından oluşan bir heyet eşlik ediyordu. Hepsi
hükümdan selamlamak ve son zaferinden ötürü kutlamak
üzere öne sıkmışlardı.
Hükümdar ve maiyetindekiler Semerkand'a doğru neşe
içinde yola koyuldular; iki hafta kaldıkları Şehrisebz' de Timur,
evliya türbelerini ve babası Emir Turagay'ın kabrini ziyaret et­
ti. Aziz başkentine yaklaşırken herkesin kafasında birkaç saat
sonra girecekleri kentte onları bekleyen muazzam zafer şenlik­
leri vardı. Bu, o güne kadar olanların içinde herhalde en göz
kamaştırıcısı olacaktı.

294
***

Bin altı yüz kilometre ötede, Delhi dumanı tüten bir harabe
olarak bırakılmıştı. Hintli sultanların kaç kuşaktır topladıkları
hazineler üç beş gün içinde yok olup gitmişti. Timur, zaten çok
hıtpalanmış bir durumdaki hükümdarlığa son darbeyi indir­
miş, kuzey Hindistan, tarihinin en belalı istilalarından birine
uğramıştı. Tahıl ambarları ve harman yerleri ateşe verilmişti.
Tarlalar bomboştu. Açlık ve hastalık ortalığı kasıp kavuruyor­
du. Kokuşmuş ceset yığınları hem havayı hem suyu zehirlemiş­
ti. Enkazın ortasından çürümekte olan kellelerden örülü kuleler
yükseliyordu. Gökler suskundU:. "Delhi, tam anlamıyla mah­
volmuştu; ahalisinden sağ kalanlar da bir süre sonra ölüp gitti;
kentte iki ay süreyle bir kuş kanadı çırpıntısı dahi duyulmadı."
Allah'ın Kırbacı kentin üstünde şaklamış; Hindistan tarihi­
nin sayfalarını karartmıştı. Delhi'nin taparlanması bir yüzyıl­
dan fazla zaman alacaktı.

295
8

"Ölüm .Haccı "


1 399 - 1401

"'Ben, şunun şurasında, yaşını başını almış, bir ayağı aksak,


zebun bir faniyim. Fakat gel gör ki Yüce Yaradan lraı/ın, Tu­
ran'ın ve Hint diyarının benim elimle yok olmasını yazmış. Ben
kan içici bir adam değilim, Allah da şahidimdir ki, bugüne kadar
girdiğim savaşların hiçbirinde ilk saldıran ben olmadım; dilşman­
larım kendi felaketlerini kendi elleriyle hazırladılar.' Bu sakin soh­
bet olurken, Halep'te kan, ırmak olmuş akıyor; sokaklar, ana ve ço­
cukların ve ırzlarına geçilen kızların feryadıyla inim inim inliyor­
du. Zengin ganimet, askerlerinin gözünü döııdürmüş olabilirdi;
fakat giriştikleri vahşet, belirli sayıda kelle getirmeleri konusunda
verilen kesin emre dayanıyordu; ne hikmettir bilinmez, fakat adeti
olduğu üzere, bunlardan sütunlar ve kuleler ördürüyordu. "

EDWARD GIBBON,
Roma imparatorluğu'nun Çöküşü ve Yıkılışı

Gasp edilen filler, rengarenk kı,ı.şamları içinde Semerkand


sokaklarından geçerken halk yığınları nefesini tutmuş seyredi­
yordu. Pek az kişi veya belki de hiç kimse, daha önce böyle iri,
böyle heybetli mahluklarla karşılaşmamıştı. Bu canavarlar hak­
kında olmadık hikayeler anlatılıyordu; bunlara ne kılıç ne ok işli­
yor, yanlarından geçtikleri ağaçları kökünden söküp atıyor ve
adamları tuttukları gibi havaya kaldırıp, ağır gövdeleriyle bir o
yana bir bu yana savurduktan sonra yere çakıyorlardı. Timur ge-

2 96
çerken, köleler atının taynakları arasına değerli taşlar atıyordu.
Kimileri şerefine havaya altın tozu savuruyor, kimileri ufak inci­
ler saçıyordu. Kadınlar ve erkekler, sevinçle haykırıyor, alkış tu­
tuyor, sesleri kısılana kadar bağırıyorlardı. Bahar güneşinin al­
tında, kent içindeki bütün camiierin ve sarayların masmavi kub­
beleti ve gök rengi çinilerle döşenmiş minareleri şıkır şıkır parlı­
yordu. Hükümdarın hiçbir dönüşü, böyle alışılmadık görüntü­
lerle bezeli ve muhteşem olmamıştı. Otuz yıldan beri, başkentten
onu bir o, bir bu sefere uğurluyorlar; gözleri yollarda, ta ki yıllar
sonra bir gün, bir kez daha muzaffer olarak çıkıp gelene dek sa­
vaş haberlerini bekliyorlardı; bunlardan zafer kazanmış olarak
döneceği muhakkaktı. Değişen bir şey varsa o da, bu zaferierin
giderek bir faniden beklenebilecek ölçüleri aşması, getirdiği ga­
nimetlerin gitgide daha mebzul ve göz kamaştırıcı olmasıydı. İş­
te şimdi de Hindistan, varını yoğunu onun ayaklarının dibine
sermişti; Semerkand artık dünyaya hükmediyordu.
Timur, geçtiği yerleri kasırga misali kasıp kavurduğu bu
son seferini bir yıldan az bir zamanda tamamlaınıştı ve bunun
şanına yakışır bir� ihtişam ve azameti e, saltanat sürdüğü yerler­
de bir kutlama gezisine çıktı. Şehrisebz' de, daha o tarihte bit­
memiş olan Ak Saray' da, maiyetiyle birlikte on beş gün kaldık­
tan sonra kuzeye hareketle, önce Semerkand'ın en münbit bah­
çesi, Tahta Karaca'nın çimenierini ve meralarını, ardından Gön­
lüterah Bağları'nı ziyaret etti. Güzergahı, dur durak bilmeden
giriştiği imar ve bayındırlık işlerini yoklamak ve denetlernek
üzere çizilmişti; şehir hamamlarına; Şah-ı Zinde' deki türbelere,
Başkadın Saraymülk Hanım Medresesi'ne gitti; ardından yine
bağ ve bahçeler arasında dolaştı; Çınar Bağları' ndan Cihan
Bağları'na, Cennet Bahçesi'nden Ulu Bağlar'a uzandı.
Semerkand, onun dönüşünün heyecanıyla coşadursun, Ti­
mur o güne kadarki en büyük inşaat projesini açıkladı. Hem
kazandığı sayısız zaferin anısına hem de bunları mümkün kı­
lan Allah'a şükür amacıyla Ulucami yapılacaktı. Hindistan'dan
esir alınarak getirilen çok sayıda taş ustası; Basra, Bağdat, Azer­
baycan, İran ve Şam' dan getirilenler ve Maveraünnehirli zana­
atçılarla birlikte işe koşuldular. İspanyol elçi Clavijo, 1404'ün
sonunda buraya geldiği zaman, caminin inşaatı hala sürmek­
teydi ve Timur işin büyük bir kısmıyla şahsen ilgileniyor; temel

297
çukurlarında ter döken işçilere bir yandan bağıra çağıra talimat
verirken diğer yandan onlara kızarmış et atıyordu.
Görev aşığı Yezdi, "nihayet, onun önderliği ve idaresi altinda
bu müthiş yapı tamama erdi," diye yazar. ''Yontma taştan 480 sü­
tunu vardı; her biri yedi kol boyu yüksekliğindeydi. Kemerli çatı,
inceden ineeye işlenmiş ve perdahianmış mermerle kaplıydı. Sü­
tun başlarının tepesiyle çatının en yüksek noktası arasındaki me­
safe dokuz kol boyu geliyordu. Dışarıda, caminin dört köşesin­
den her birine bir minare dikilmişti. Kapılar pirinçtendi: hem dış,
hem iç duvarlar ve çatı kemerleri kabartma yazılarla süslenmişti;
bunların içinde Kuran' dan alınmış sureler ve ayetler vardı. Hü­
kümdara dualar okunan minber, görülmemiş güzellikteydi: milı­
rabın olduğu girintinin önünde, altın suyuna batmış demir bir
kafes vardı ve bu da diğerleri gibi nefes kesiyordu."
Belirli bir zaman için de olsa, Ulucami Timur'un en müthiş
mimari eseri olarak yüceltil di. Fakat Y ezdi, hüküm darın guru­
ru olan bu yapının, aceleye getirilmiş olmaktan ötürü nasıl bü­
yük bir hızla çökmeye başladığını yazmayı ihmal eder. Bir sa­
ray vakanüvisinin bunu yapması herhalde çok ayıp olurdu.

* * *

Timur'un dönüşü şerefine yapılan çılgınca kutlamalar hiç


beklenmedik bir biçimde, birden kesildi. Kara haber, güzel bir
kadın kılığında Hazar'dan gelmişti; bu, Timur'un en büyük oğlu
Cihangir'in dulu ve babası adına Hulagu hanlığını yöneten Mi­
ranşah'ın karısı Hanzade'ydi. Soyu Cengiz'e kadar dayanan bu
sultan, hükümdarın karşısında titreye titreye ona Miranşah'ın
davranışlarının iğrenç bir biçimde değiştiğini, Timur'un tahtına
oturmak için entrika çevirdiğini anlattı. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak
ve merhamet dileyerek kendini hükümdarın ayaklarının dibine
attı ve kocasının kendisine yaptığı kötü muameleye daha fazla
dayanamayacağını ve ona bir daha asla dönmeyeceğini söyledi.
Ç
Çok şaşırtıcı olmakla beraber, haber Timur i in bir sürpriz
değildi. Zaten Hindistan' dan dönerken, Miranşah'ın çılgın ve
sefih bir hayat yaşadığı haberini almıştı. Çılgınca kumar oyna­
dığı, camiierin içinde içki içme yarışına girdiği ve sarayının
penceresinden, dışarıda bekleyen yığınların üstüne altın sikke

29 8
saçtığı hikaye ediliyordu. Devlet hazinesi, sultanın zevk ve se­
fası uğruna tamtakır olmuştu.53 Akli dengesinin bozukluğuna
dair daha ileri belirtiler de gösteriliyordu; Moğol ham Olcay­
tu'nun Sultaniye'deki meşhur yeşil kubbeli camide bulunan
mezarına hürmetsizlik etmişti. Bir başkasının -İranlı tarihçi Re­
şideddin' e ait olan- türbesinin yıkılarak, kemiklerinin Musevi
mezarlığına gömülmesini buyurmuştu. Kentteki diğer yapıla­
rın da hiçbir gerekçe olmadan bir bir devrildiği söyleniyordu.
Mamafih Clavijo, Miranşah'ın davrimışlarındaki bozukluğun
deliliğe yorulmasını kuşkuyla karşılamış; bunu, kendine güve­
ni olmayışma ve dikkat çekmeye çalışmasına vermişti. İspanyol
elçiye Miranşah'ın bir keresinde şöyle konuştuğu aktarılmıştı:
"Anladık, ben dünyanın en büyük adamının oğluyum; peki bu
ünü dünyayı tutmuş şehirlerde ne yapsam da göçüp gittikten
sonra hep hatırlansam?" Bunu aktaran kişi, onun kendine özgü
bir inşaat çılgınlığına giriştiğini, fakat çok geçmeden sefih sul­
tanın yaptırdığı binaların hiçbirinin, hiçbir surette selefininki­
lerle boy ölçüşemeyeceğini anladığını belirtmişti.
' '

Bunu gördüğü zaman, "Benden geriye hiç mi bir hatıra kalmaya­


cak?" diye konuştuğu söyleniyor. Ve sonra da şunu eklemiş: "Beni
hiç olmazsa bir biçimde hatırlamalarını sağlayacağım;" sonra da dö­
nüp daha önce bahsi geçen yapıların yıkı/ması enzrini vermiş; herkes
diyecekmiş ki: Anladık, Miranşah bir bina diktirrnekten acizmiş, ama
maşallah dünyanın en ala binalarını gayet güzel yıktırmış ..

Timur'un tahtına çıkma entrikasına gelince; Arabşah, Miran­


şah'ın Timur'a yazdığı bir mektuptan söz eder; eğer gerçekten
böyle bir mektup varidiyse, içeriği onun derhal katlini vacip kı­
lacak nitelikteydi.

Yaşın çok ilerledi, bünyen zayıf, üstelik hastasın; artık h ükümdarlığın


sancağını taşıyacak, başta olmanın ve devlet idare etmenin bin türlü
meşakkatini kaldıracak durumda değilsin; sana şimdi dinibütün biri
olarak dünya ahvalinden elini eteğini çekmek ve ölene kadar caminin

53 Bu Yunanlıların bağbozumu şenliklerini hatırlatan eğlenceler, Semerkand'a gider­


ken Sultaniye'de Miranşah'ın misafiri olan Clavijo'ya göre, sultanın görünüşü ve
sağlığı üzerinde olumsuz etkilerini göstermişti. Elçi ondan, "kırk yaşlarında, geç­
kince bir adam; iriyarı, şişman ve gut hastalığından mustarip," diye bahseder.

2 99
bir köşesinde kendini ibadete vermek yakışır. Oğulların ve torunların
arasında ulusunu ve ordunu yönetecek, hükümdarlığını ve toprakla­
rını koruyacak kabiliyette adamlar var . . . İnsanları idare ediyorsun;
adaleti eline almışsın, fakat adil değilsin; besleniyorsun, fakat onların
servetinden ve mısırından yiyorsun; koruyuculuk taslıyorsun, fakat
onların yüreklerini yakıyor, iliklerini, kemiklerini sömürüyorsun; te­
mel atıyorsun, ama üstüne dert ve keder dikiyorsun; ileri gidiyorsun,
ama tuttuğun yol eğri ve çarpık . . .

Miranşah'ın ruh sağlığıyla ilgili gerçek ne olursa olsun; babası


onun askerlik becerisinden dolayı büyük bir endişe içindeydi;
daha doğrusu Miranşah'ın hiç askeri becerisi yoktu. Son yılla­
rın bilançosu, Timur'un hakimiyetini ısrarla reddeden Gürcü,
Türkmen, Ermeni ve Azerilerin oturduğu, bu son derece sıkm­
lılı ve rahatsız bölgeyi idare etmekte aciz kaldığını gösteriyor­
du. 1393'te Timur'un başkentten sürüp çıkardığı Bağdat sultanı
Ahmed Celayir, bir sonraki yıl dönüp tekrar burayı işgal etmiş­
ti. Miranşah onu bir daha hiç dönmemecesine oradan atmaya
kalkışmış, fakat bu girişimi utanç verici bir ricatla sonuçlanmış­
tı. Kuzeyde de benzer bir biçimde aşağılanmıştı. Tatarlar, Sul­
tan Ahmed'in oğlunu, Azerbaycan'ın Alancık kentinde, kuşat­
ma altına alarak fena halde sıkıştırmışlardı. Sağlanan bu üstün­
lükten faydalanıp, kaleye hücum edecek yerde Miranşah, onla­
rın imdadına yetişen bir Gürcü birliğinin baskınına uğramıştı.
Böylelikle, hem avını hem kenti elinden kaçırmıştı.
Bu kadar acz, babasının kaldırabileceği bir şey değildi. Her
ne kadar tarihi kayıtlar, Timur'un da içki alemlerinden çok hoş­
landığını, hele de büyük savaşların ertesinde, düğünlerde ve
şenliklerde ifrata kaçtığını gösteriyor da olsa, arada bir fark
vardı; o, Miranşah'ın aksine sefahatin, savaş kazanmasının ve
devlet idaresinin önüne geçmesine izin vermiyordu. Bu soru­
nun nasıl çözüleceğini bilmek için arif olmaya gerek yoktu. Bu
hayırsız evladı yola getirmek icap edecekti.

* * *

1399 Ekimi' nde, Hindistan' dan döneli henüz dört ay ol­


muşken, Timur ordusunun başında Semerkand' dan ayrıldı.

3 00
Veliaht olarak tayin ettiği ve adı Cuma hutbelerinde okunınaya
ve hükümdarlık sikkelerine basılmaya başlanmış olan torunu
Muhammed Sultan, onun yokluğunda topraklarına göz kulak
olmak üzere Maveraünnehir' e çağrıldı. Cihangir'le Hanzade'den
olma bu torun, Timur'un hep en gözde tarunu olmuştu.54
Dinlenmek ve güçlerini tekrar toplamak için bir yaz kadar
süre verilen askerler, şimdi batıda Yedi Yıl Seferi'ne çıkmak
üzere tekrar bir araya getirilmişlerdi. Timur doğuya bindirrnek
için kendini hala hazır görmüyordu. Hindistan zaferi, güney sı­
nırlarını sağlama almıştı. Kuzeyde, Toktamış'ı yenmekle, Altın
Orda topraklarına ihtilaf ve iç savaş tohumları ekmiş ve onu bir
daha kendisine saldıramayacak ölçüde ezmişti. Fakat batıyla işi
henüz bitmemişti.
Timur 1393'te Bağdat'ı ele geçirdiği zaman, Sultan Ahmed
Kahire'ye kaçmış, Mısır ve Suriye sultanı Berkuk'un burada
bulunan sarayına sığınmıştı. O tarihte Timur, iki ülke arasında
dostane ilişki önerisiyle bir elçi heyeti göndermiş, fakat Berkuk
bunları zindana attırarak öldürtmüştü; heyetin başındaki kişi
Timur'a hısım geliyordu.SS Memluk sultanının, Ahmed'i yeni­
den silahıandırmak ve Bağdat'ı bir kez daha alması için ona ·

destek olmak kararı da önceki hareketinden daha az cüretli ve


tehditkar değildi; hatta daha ileri bir tarihte Iraklının kızıyla
evlenerek aralarındaki bağı büsbütün güçlendirdi.

54 Timuroğullarına karşı düşmanlık göstermekten hiç geri durmayan Arabşah bile,


Muhammed Sultan'ın meziyetlerini kabul eder. Suriyeli tarihçi , "asil ruhunda
ve dinmeyen gayretinde deha belirtileri aşikar olarak görülürdü. Timur, pek
herkese nasip olmayan bir biçimde, bahtının da çok açık olduğunu fark etmiş,
ayrıca olağanüstü meziyet ve becerileriyle, diğer oğullarından ve torunlarından
daha üstün olduğunu görmüştü; bu nedenle onlardan yüz çevirip dikkatini bu
torun üzerinde topladı ve onu veliaht tayin etti."
55 Memluk sultanının Tatar elçileri öldürtmesinin ardından, Timur'la Berkuk ara­
sında geçen, kafiyeli beyitlerle yapılmış olağanüstü yazışmanın kayıtları dur­
maktadır. Mektuplardan birinde Timur hasmını, eğer barış yerine savaşı seçer­
se, Mısır' ı yeryüzünden silmekle tehdit ediyordu.

"Askerimiz kum gibi, cesaretimiz pars gibi; Alımız gider ileriye, mızrağımız batar deri­
ne; topuzumuz çakar şimşek gibi, palamız iner yıldırım gibi. Yüreğimiz var demir gibi
sağlam, ordumuz var kum gibi kaynar; hepimiz bir kahramanız, kral Himyer'dir atamız.
Bizi kimse yıkamaz, tebaamızı sarsamaz; kudretiiyiz yönetmeye, ta ezelden ebede. Her
kim bizimle sulh olur, bulur kendini emniyette; her kim bizimle cenk eder, pişman olur
cihane geldiğine; her kim ki bilmez bizi, bilmez kendini."

301
Timur 1394'te Irak seferindeyken, Berkuk'la savaşa girme­
sine ramak kalmış, fakat ordusu bitkin bir durumda olduğu
için, bunu daha elverişii bir zamana ertelemişti. Şimdi ise, .Ber­
kuk'un öldüğü ve on yaşındaki oğlu Ferec'in saraydaki birçok
güç odağının insafına kaldığı haberi gelmişti. Timur açısından,
elçilerinin intikamını almak; dahası, batıdaki sınırlarını Akde­
niz' e kadar genişletmek için bundan daha uygun zaman ola­
mazdı. Fakat ondan önce halletmesi gereken ve beklerneye ta­
hammülü olmayan bir aile meselesi vardı. Miranşah'ın başken­
ti Sultaniye, Timur'un batıdaki güzergahı üstündeydi. Densiz
oğlan hizaya getirilecekti.
Sarayında tam olarak ne gibi entrikaların döndüğünü anla­
mak üzere önden birtakım yaverler gönderildi. Bunlar döndükle­
rinde, beylik bir diplomatik ağza başvurarak, kabahati sultanın
akıl hocalarına yüklediler. Onlara göre, Miranşah'ı doğru yoldan
saptıran rezil, kepaze arkadaşlarıydı. Saltanatının düştüğü içler
acısı durumdan; gayet şaibeli bir düşünür, şair, ve müzisyen top­
luluğu sorumluydu. Timur karar vermekte hiç gecikmedi. Ünlü
bir bilgin ve şair olan Kuhistanlı Mevlana Muhammed ve ünlü
müzisyen Musullu Kutbeddin, saraydaki başka birçok gözdeyle
birlikte ölüme mahkum edildi. Olayın baş kahramanı Mevlana
Muhammed, laf ebeliğini ta darağacına kadar sürdürmüş, arka­
daşına, "sen sultanın benden önde gelen gözdesiydin, haydi ba­
kalım burada da geç önüme," demişti.56 Miranşah cezaların en

Berkuk'un yanıtı ise, aynı ölçüde tok sözlüydü ve Timur'un üslup bozukluğunu
ve laf cambazlığını kınar gibiydi.
Sen ki yaratılnıışsın ateşinden cehennemin, dilerim ateşe gelsin etin, kemiğin . . . Atımız
gelir Barkan'dan, okumuz gelir Araptan; kılıcımız gelir Yenıen'den, zırhımız gelir
Memluk'ten. Kimse bükemez bileğimizi, Doğu da bilir, Batı da bilir bizi. Biz sizi geber­
tirsek ne mutlu bize, siz bizi gebertirseniz dosdoğru gideriz cennete . . .
"

56 Yağlı ilmek boynuna geçirilirken, son sözlerini cinaslı beyitlerle dile getirmişti; ne
yazık ki bu zarif kelime oyunları çeviride değerlerini belli bir ölçüde yitirirler.

"Yolun sonudur bu ey k4fir, görüp göreceği n bu son demdiri


Gitmek ya da kalmak artık elinde değildir!
Mansur misali seni de götürürlerse payidara (darağacının dibine)
Paydar (sıkı) dur, adam gibi, çünkü dünya paydar (kalıcı) değildir."
(Mansur, onuncu yüzyılda yaşamış bir mistikti; Tanrı olduğunu ima eden söz­
lerinden ötürü, Bağdat'ta asılmıştı.)

3 02
ağınndan kurtuldu, ama tahttan indirilerek çıkılan seferde hü­
kümdarın maiyetine katılması buyuruldu. Yüz kızartıcı Alancık
yenilgisinde kusuru görülen kurmayıann kimi dayak, kimi elli ila
üç yüz at verme cezasına çarptınldı.
Disiplin sağlanmış, ordu tekrar batıya doğru yola koyul­
muştu. Ordu o kışı Karabağ yayıalarında geçirdi ve Timur bu­
radan, Miranşah'a karşı ayaklanan ve Alancık'ta kıstırdığı Sul­
tan Ahmed'in oğlu Tahir' e yardım eden Gürcülerde11 intikam
almak üzere, onlara karşı cezai nitelikte bir sefer düzenledi. Ta­
tar birlikleri kuzeye doğru çıkarken, yolları üstündeki kiliseleri,
üzüm bağlarını, evleri, koca koca kentleri ve köyleri ateşe verip
yıktılar ve bir kez daha karla kaplı ovalar kanla sulandı. Bu kı­
yım kışın tam ortasında, ordunun, hükümdar ailesine gelen ye­
ni misafiri kutlama şenliklerine katılmak için ordugaha dönme­
siyle kesintiye uğradı. Halil Sultan'ın bir oğlu olmuştu. Altmış
üç yaşındaki Timur, şimdi bir de torun çocuğuna sahipti.
Tabii bu hayırlı haber, Gürciller için bir şey ifade etmiyordu.
Ne de Timur'u 1400'ün baharında, bu asi Hıristiyan krallığa kar­
şı yeni ve beşinci bir sefer yapmaktan alıkoydu. Bu kez düşman­
lık · gerekçesi, Gürcistan kralı VII. Giorgi'nin, sarayına sığınmış
olan Tahir'i Timur'a teslim etmeyi reddetmesi oldu. Yeni bir Ta­
tar istilasıyla karşı karşıya ·kalan Gürcüler, daha yukarılara çeki­
lerek, dağ yamaçlarında, bulunması ve girilmesi zor mağaralar­
da gizlendiler. Bu çetin arazi ve düşmanın beklenmedik taktiği
farklı bir yaklaşımı zorunlu kılıyordu. Timur öncelikle içine bir
adam sığacak büyüklükte sepetler örülmesini buyurdu. Bunların
içine okçular konularak mağara ağızlarına kadar yamaç aşağı
sarkıtıldılar. Okçular, uçlarına yağlı bez sarılmış oklarını ateşe
vererek mağaraların ta içlerine attılar; dumana boğup dışarı uğ­
rattıkları düşmanlarını feci ölürrılere gönderdiler. Timur'un ilk
kez 1386' da ele geçirdiği başkent Tiflis'e, bir kez daha hücum
edildi. Çok geçmeden, daha önce kiliselerin ve rahiplerin olduğu
yerlerde camiler, minareler ve müezzinler göründü. Güreillerin
içinde işini bilmiş olanlar, bağaziarına dayanmış kılıçların zoru
altında, "La ilahe illallah, Muhammedun resulullah, Allah'tan başka
tanrı yoktur ve Muhammed onun elçisidir" sözleriyle kelimeyi
şahadet getirip Müslüman oldular. Hıristiyan kalmakta direnen­
lerin cezası ölüm oldu.

303
Mamafih Kral Giorgi Tatar kuvvetlerinin elinden kurtul­
ınayı başararak batı Kafkasya'ya kaçtı. Tahir' i ise sığınınası için
güneye, Osmanlı sultanı I. Bayezici'in sarayına gönderdi; bu
hareketinin, Türk'le Tatar'ın arasına nifak tohumları ekmek
amacını taşıdığı aşikardı. Belki bilmiyordu, ama çok yakında
bunlar seyrine doyum olmayan meyveler verecekti.

* * *

Timur'la Bayezid arasında savaş kaçınılmaz değildi. Doğru­


su şu ki, Tatar hükümdar, Mısır sultanına yaptığı gibi, barış sağ­
lamak uğruna az girişimde bulunmamıştı. Bayezici'le Timur'un
nasıl olup da bir savaş meydanında karşı karşıya geldiklerini an­
lamak için başvurulması gereken en iyi rehber tarihi kayıtlar de­
ğildir. Bu kez soruların cevabını ne Yezdi, ne Arabşah, ne de Ni­
zameddin Şami verir. Bakılacak yer, bir atlastır. Burada, bir Ana­
dolu haritası açıldığında; siyasi ve coğrafi unsurların, toprakları­
nı genişletmekte olan ve gözlerini hırs bürümüş bu iki hüküm­
dar arasındaki ilişkiye nasıl yön verdiği açıkça görülür.
Hep olduğu gibi, iki tarafta da diğerinin sarayında sığınma
talebinde bulunmuş ve kabul görmüş şu veya bu düşman ko­
nusunda dile getirilen beylik sıkıntılar vardı. Örneğin Osmanlı
Devleti'nin, doğuya doğru genişlerken Anadolu' da önce yakıp
yıktığı sonra da uydusu haline getirdiği, Rum tabir edilen on
eyaletin beyine Timur'un kucak açması Bayezid'e küfür gibi
gelmişti. Aynı şekilde Bayezid'in, Timur'un yeni ve eski düş­
manlarını sarayında misafir etmesi ona karşı ciddi bir meydan
okumaydı (son olarak Tahir' e, daha önce de Sultan Ahmed Ce­
layir'le, Mezopotamya ile Anadolu arasındaki bölgelerde Ti­
mur'a karşı sıkça ayaklanmış Karakoyunlu Türkmenlerin reisi
Kara Yusuf'a sığınak sağlamıştı).
Geniş istihbarat ağı sayesinde, Timur kendisine karşı bü­
yük bir ittifak hazırlanmakta olduğunu gayet iyi biliyordu. Bu
konu, Bayezid, Sultan Ahmed ve onun sığınma talep ettiği Mı­
sırlı yetkililer arasında hararetli bir biçimde görüşülüyordu. Ti­
mur Osmanlı sultaruna bir mektup göndererek onu savaşa kar­
şı uyardı ve Sultan Ahmed ve Kara Yusuf'la çevirdiği entrikala-

304
ra bir son vermesini istedi. Eğer, kendisi saldırınamazlık ettiy­
se; bu, Bayezici'in o tarihte kafir Avrupalılada çarpışıyor olma­
sından ve aralarında çıkacak bir savaŞın İslamın ortak davasına
zarar verip kafirlerin işine yarayacağından ötürüydü. Bayezid
şundan emin olabilirdi ki, onunla savaşan hiç kimse, bunun bir
hayrını görmemişti. Eğer Osmanlı sultanı, kendi marifetiyle
kendi sonunu getirmek istemiyorsa, haddini bilmeli, sınırları­
nın ötesine tecavüze kalkışmamalıydı.

Sınır tanınıayan hırsının gemisi, kendine duyduğun hayranlığın de­


rinliğinde battı; aklın varsa ataklığın yelkenlerini indirir, samimiyet
/imanına, nedanıet demirini atarsın; bu liman aynı zamanda seni ko­
ruyacaktır, ola ki intikam fırtınamızla seni nıüstehak olduğun ceza
deryasında boğalım . . . Ayağını denk al ve oturduğun yerde oturup
atalarmdan kalan toprakları korumaya bak; sakın ola o hırslı ayağın,
sahip olduğun cılız gücün sınırını aşan bir adını atnıasm. O aşırı kib­
rini kır, ola ki nefretin soğuk yeli barışın sıcak alevini söndürür. Mu­
hanırned'in, Türkler rahat durduğu sürece onlara dokunmayın, dediği
hadisini Iratırlarsın: bizimle savaşmaya kalkma, bize bunu yapıp da
hayrını gören olmadı. Seni, belli ki kendi sonunu getirmen için şeytan
dürtüyor. Anadolu ormanlarmda bazı zaferler kazanmış, Avrupalıla­
ra karşı üstünlük sağlamış olabilirsin, ama bil ki bu yalnızca peygam­
ber efendimizin duasını okuduğun ve İslam dinine inanmış olduğun
için gerçekleşti.

Osmanlı kuvvetleri, önlerine çıkan herkesi yenen Tatarların


dengi değildi.

Şunu bil ki sen, bir karıncadan başka bir şey değilsin: fillerle tepişmeye
kalkışma çünkü ayakları altmda ezilirsin. Kartala karşı çıkan güvercin
kendini nıahveder. Senin gibi küçük bir bey, bizinıle aşık atabilir mi?
Gerçi bu afra tafran alışılmadık bir şey değil, çünkü Türkün aklı başın­
da bir laf ettiği daha duyulmamıştır. Bizi dinlenıezsen, pişman olursun.
Sana öğüdümüz bundan ibarettir. Nasıl bilirsen öyle yap.

Mektup, coğrafi ve siyasi unsurların toprak üzerinde daha


fazla manevra yapmaya olanak vermediği gerçeğini yansıhyor-

305
du. İşin aslı şuydu: Bayezid, Balkanlar'ı kasıp kavurduktal). ve
Niğbolu Savaşı'nda Avrupa'nın en seçkin şövalye sınıfını kılıç­
tan geçirdikten sonra, doğuda toprak kazanmaya başlamıştı.
Timur'un batıya doğru amansız ilerleyişi daha önce belgelen­
mişti. Semerkand'dan kalkıp önce Herat'ı fethetmiş, İran ve
Kafkasya yolu üstündeki her yeri egemenliği altına almıştı. On
beşinci yüzyıla girerken öyle bir noktaya gelinmişti ki artık bu
iki adamdan biri ötekinin topraklarına doğrudan tecavüz etme­
den daha ileri bir fetih -yani Bayezid doğuda, Timur batıda­
yapamazdı. Bu iki imparatorluğun, üzerinde birbiriyle kapış­
maya doğru gittiği yerin, tarihte yabancı güçlerin boyunduru­
ğuna hep karşı koymuş ve kendini bağımsız kabul etmiş bir
bölge oluşu da işin üstüne tuz biber ekiyor; iki tarafta da, bura­
nın kılıç zoruyla hizaya getirilmesinin doğru olacağı duygusu­
nu uyandırıyordu.
Osmanlı, Tatar'ın bu zehir zemberek sözlerini umursama­
dı. Timur, Türkler için 'kudurmuş bir köpekti', o kadar; ondan
korkacak değillerdi: "Ne zamandır seninle harp etmeyi istiyor­
duk. Allah'a şükür ki bu dileğimiz kabul oldu ve muazzam bir
orduyla sana karşı yürümeye karar verdik. Eğer bizimle çarpış­
maya gelmezsen, seni bulmayı ve Tebriz' e ve Sultaniye'ye ka­
dar kovalamayı biliriz. Bakalım Cenab-ı Hak kimi kayıracak;
kimi zaferle taçlandırıp, kimi rezil bir yenilgiyle yere çalacak,
göreceğiz."
Dahası, her iki tarafın da ötekinin topraklarında ciddi sınır
ihlallerine başladığına dair belirtiler vardı. Timur, 1399-1400 kı­
şında Gürcülerin hakkından gelirken, Osmanlı sultanı Şehzade
Süleyman'ı göndererek Ermenistan'a baskın verdirmiş, gayet ba­
şarılı geçen bu sefer sonucu, Timur'un müttefiği ve Erzincan be­
yi Mutahharten, ağır Osmanlı baskısı altında Kemah kentini tes­
lim etmek zorunda kalmıştı.
Timur bu gelişmelerden, 1400 yılının yazında Anadolu'ya
yıldırım bir baskında bulunacak kadar etkilenmişti. Emir
Mutahharten.. Osmanlılar kendisini hem hazinesinden hem ha­
reminden ettiği için Timur'un davasına ortak olup kuvvetlerini
onunkilerle bitleştirmişti. Başkadın Saraymülk Hanım Sultani­
ye'ye yollanmıştı; bu, savaşın elinin kulağında olduğunu göste-

306
ren bildik bir işaretti. Timur gözünü Sivas' a dikmişti; çünkü
Türkler yakın zamandaki baskınlarını buradan vermişlerdi.
Arabşah, ''bu, güzel bir diyarda, büyük bir kentti; halka
açık binaları, istihkamları ve başka özellikleriyle ünlüydü; evli­
ya türbeleriyle de nam salmıştı," diye yazar. "Suyu çok temiz
ve iklimi çok latif, vücudu dinlendiriyor; insanları çok dürüst;
debdebe ve tantanaya düşkünler; teşrifat ve saygıda kusur et­
miyorlar." Daha işe yarar özellikleri arasında, 1 60 yıl önce Sel­
çuklu sultanı Alaaddin Keykubad'ın yaptırmış olduğu tümüyle
taştan örülü ve etrafı hendekle çevrili şehir surları vardı. Bu tür
istihkamlar, bölgesinde canlı bir ticaret merkezi olan ve dahası
Anadolu'ya açılan stratejik bir kapı durumunda bulunan bir
kent için elzem kabul ediliyordu.
Sivas kuşatması Ağustos'ta başladı. Dört bin sipahiyle, Ti­
mur'un bundan kat kat fazla olan kuvvetlerini, bir kalın duvar­
la, bir hendek ayırıyordu. Bunların içinde, kentin istihkamlarını
yıkınakla görevli kazınacılara yardım etmeleri için işe koşul­
muş sekiz bin esir de vardı. Surların altına tüneller kazılmış,
ahşap payandalada desteklenmişti; bunlar daha sonra tünelleri
çökertmek maksadıyla ateşe verileceklerdi. Kuşatma cihaziarı
gümbür gümbür çalışıyor, kente gülle ve ateş yağdırıyorlardı.
Kazmacılar ve şahmerdanlar yıkım işini bitirmiş, duvarlar bel
verip çökmeye başlamıştı. Bir hal çaresi bulmazlarsa, başlarına
büyük bir felaket geleceğinden korkan kent büyükleri toplanıp
şehir surlarından dışarı çıkarak, Timur' dan sulh ve merhamet
dilediler. Fidye karşılığında Müslüman ahalinin canı bağışlan­
dı. Mamafih, Ermeniler ve diğer Hıristiyanlar esir alındı. Sivas' ı
yiğitçe savunan sİpahilerin çoğu Ermeni olduğu için, başlarına
ne geleceği belli olmuştu. Her ne kadar Yedi Düvelin Yenilmez
Padişahı bunu gerçekleştirmek için alçakça bir hileye başvur­
muş da olsa, caniyane emellerinin tatminsiz kaldığı söylene­
mezdi. On beşinci yüzyıl tarihçisi İbn Tagribirdi olanları şöyle
anlatır: "Silahlı üç bin adam için yeraltında geniş bir alan kaz­
dırıp, onları içine koydurdu ve üstlerine toprak döktürdü. Bu­
nu, hiçbirinin kanını dökmeyeceğine söz verdikten sonra yaptı;
sonra da dönüp, 'İşte, sözümü tuttum, bir tekinin bile kanını
dökmedim,' dedi."

3 07
Öteden beri İslam aleminde dinin en büyük savunucusu
olarak ünlenmeyi arzu eden Timur, kentin Hıristiyan ahalisini
ölürolerin en fecisiyle öldürmek için elinden geleni esirgemi­
yordu. Sipahiler diri diri gömülürken, diğerleri boğulmaları
için kafaları bacaklarının arasına bağlanıp surların etrafındaki
hendeğe atılıyorlardı. 1402'de Timur'un eline geçen Bavyeralı
şövalye Johann Schiltberger'in ifadesine göre, dokuz bin bakire
esir alınmıştı. Bu katliamdan kurtulmak şansına erişenler deh­
şet içinde Sivas'tan kaçtılar. Kente gelince; Arabşah onun, "ta­
mamıyla yakılıp yıkılarak yağma edildiğini," yazar.
Sivas'taki hesaplaşma, Osmanlıların attığı oklara karşılıktı.
Bayezid Tatar'ın hükümdarlığına karşı askeri harekat düzenle­
meye hem hevesli hem muktedir olduğunu göstermişti ve bu ilk
çarpışmalar, savaş alanında hangisinin daha güçlü olduğunu ke­
sin olarak belirleyecek bir sınav verilmesi olasılığını iyiden iyiye
artırmıştı.57 Mamafih bu aşamada, Timur onunla tam kapışmak
niyetinde değildi. Allah'ın izniyle, zamanla onun da sırası gele­
cekti. Şimdi başka öncelikler vardı. Bunlardan ilki Mısır' dı.

* * *

Sultan Berkuk'un 1399'daki ölümü, inatçı ve güçlü bir hasmı


sahneden indirmişti. Fakat bu aynı zamanda Timur'a, eğer böyle
bir hatırlatmaya ihtiyacı vardıysa, Azrail'in onun da tepesine in­
mesinin artık bir an meselesi olduğunu hatırıatmış olmalıydı. Ay­
nı yıl içinde, Tatarların Donguz Han, yani domuz han lakabını
taktığı Ming imparatoru Chu Yuan Chang'ın ve Moğol ham Hızır
Hoca'nın da ölmüş olması bu düşüncelerin büsbütün yoğunlaş­
masına yol açmış olmalıydı. Timur, Cihangir ve Ömer Şeyh adlı
oğullarından daha uzun yaşamıştı ve bir de torunupclan daha
uzun yaşayacaktı. Fakat bu ciddi ve ağır düşüncelerin arasında,
aklından aydınlık şeyler de geçiyor olmalıydı; çünkü bir hasmın
57 Tarihçi Herbert Gibbons, Sivas'ın düşüşünü bir dönüm noktası olarak görmüş,
eskiden olsa, Osmanlı'nın böyle bir harekete derhal bir siyasi, diplomatik veya
askeri tepki vereceğini savunmuştu. Oysa ortada yalnızca ataJet vardı. "Baye­
zid, sefahat düşkünü bir adam olmuştu; hem kafaca hem vücutça yoldan çık­
mıştı. Küstah çıkışlarının arkasında duramadığı halde; kibri ve kendine olan gü­
veni ölçüsüzce artıyordu."

308
ölümüyle yeni bir fırsat doğuyordu ve hiç kimse bunu Asrın im­
paratoru'ndan daha iyi değerlendiremezdi. Ming imparatoruyla
Moğol hamnın ölümleri, ülkelerinde büyük kargaşaya sebep ol­
muş; Timur'un gelecekte doğuya gidecek yolunu açmışh. Delhi
sultanlığımn iki idarecisinin peş peşe ölümleri de aym tarzda is­
tikrarsızlli< ve keşmekeşe neden olmuş, Timur bundan gayet kan­
lı bir biçimde faydalanmakta geç kalmamışh. İşte şimdi de Ber­
kuk'un ölümü ülkesini allak bullak etmiş; Tatar'ın durumdan is­
tifadesi adeta vacip olmuştu.
Demek ki bu, tahta yeni çıkan çocuk sultana bir saldırı dü­
zenlemek için elverişli bir zamandı. O tarihte Osmanlılar dün­
ya sahnesine daha yeni çıkıyorlardı; oysa Mısır sultanlığı, Sul­
tan Selahaddin'in saltanatta olduğu on ikinci yüzyıldan beri da­
rülislam'ın aydınlatan en parlak ışığı ve imam, Hıristiyan Haçlı­
lara karşı koruyan en güçlü kalesi olagelmişti. Selahaddin, Ku­
düs'ü tekrar alarak istilacıları kapı dışarı etmiş ve Suriye'nin
topraklarım Mısır'a katmıştı. On üçüncü yüzyılda başa geçen
Memluk hanedam idaresinde Mısır, Nil Nehri'nden başlayıp,
Anadolu'nun gütı.eydoğusuyla, Hicaz arasında kalan doğu Ak­
deniz ülkelerini içine alıyordu.SS Kan dökerek tahta çıkan Sul­
tan Baybars zamanında, imparatorluğun şam, yeni kazarumlar­
la büsbütün artmıştı. 1260'ta ordusu Moğolların batıya doğru
ısrarlı yayılışına ket vurmuş, Filistin'de yapılan Ayn Calut Sa­
vaşı'nda onlara ilk ağır yenilgilerini yaşatmıştı. Moğolları boz­
guna uğrattıktan sonra, dönüp Haçlıları ezmiş; Hıristiyan şö­
valyelere karşı birçok kanlı zafer kazanmıştı. 1263'te Antak-

58 Memlılkler (kelime, Arapçacia 'sahip' anlamına gelen 'malik' kelimesinden türe­


miştir), aslen çocuk yaşta Mısır'a getirilen Türk erkekleriydi; bunlar yoğun bir
askeri eğitimden geçirilir; üstün başarı gösterenler kölelikten azat edilerek hali­
felerin ve sultanların hizmetinde yüksek idari görevlere ve muhafızlığa yüksel­
tilirlerdi. Memlılkler esasen Mısır devletinin himayesi altında oldukları için,
böylece oluşturulan yeni ve seçkin askeri sınıfın, daima ona sadık kalacağı man­
tığı güdülürdü. Önceleri Kıpçak Türklerinin, daha sonra Çerkezlerin çoğunluğu
teşkil ettiği bu ithal malı yabancı çocuklar o denli başarılı olmuşlardı ki, 1250' de
tahtı ele geçirerek yeni bir hanedan başlatmış, 1517'ye, Osmanlı sultanı Birinci
Selim'in fethine dek, Mısır'a hakim olmuşlardı. Osmanlı Devleti adına gene de
yerel yönetimin başında kalmışlar, fakat 1 798'de Napolyon Mısır'ı işgal ettiğin­
de bunların sonu gelmişti. Geri kalan Memlılkleri de ISli'de Mehmed Ali Paşa
boğazlatmıştı.

3 09
ya'yı ele geçirmiş, ordugahtaki on altı bin askeri kılı kıpırdama­
dan öldürtmüştü. Yüz bin erkek, kadın ve çocuk da köle olarak
satılmıştı.
Memlı1kler, savaş alanında olduğu kadar servet biriktir­
mekte ve başkentlerini Ortadoğu'nun bir harikası haline getir­
mekte de çok başarılıydılar. On dördüncü yüzyılda Kahire'yi
ziyaret eden İranlı gezgin Halil ez-Zahiri, kentin kendi ülkesin­
deki on kentin toplam büyüklüğüne eşit olduğunu kaydetmiş­
tL 1384'te Floransalı gezgin Leonarda Frescobaldi, Kahire'nin
bir sokağında kendi memleketinin toplam nüfusundan d<;ıha
fazla sayıda insan dalaştığını yazmıştı. Ardından, Kahire'nin
Nil nehri üzerindeki Bulak !imanına yanaşan gemi sayısını he­
saplamış, bunun, Venedik, Cenova ve Ankona'ya yanaşan top­
lam gemi sayısından üç kat fazla olduğunu bildirmişti. Mısır,
Kahire ve Şam üstünden Hindistan' a bağlanan ticaret yollarına
hükmediyordu. Mekke ve Medine'ye giden hac yolu da onıın
egemenliği altındaydı. Ayrıca, M oğalların 1258' deki Bağdat
yağmasından beri, Abbasi halifesine ev sahipliği yapıyor olma­
sı, İslam alemindeki itibarını iyiden iyiye artırmıştı. Şimdi ise,
on yaşındaki Sultan Ferec'in etrafında kopan iç savaş, çığırın­
dan çıkmış ve ülkeyi dize getirmişti; Timur gibi avla geçinen
yırtıcı bir adam, bu durumda bulunan Mısır İmparatorluğu'na
daha fazla kayıtsız kalamazdı.
Tatar, ordugahını doğu Anadolu'da, Sivas'ın güneydoğu­
suna düşen Malatya' da kurmuştu; bu noktaya konmakla, Mı­
sırlılarla Osmanlılar arasındaki bağı etkili bir biçimde koparmış
oluyor, fakat aynı zamanda ikisinin de saldırısına açık hale ge­
liyordu. Bu tehlikenin bilincindeydi; çünkü iki hasmının birlik­
te hareket edeceğini gösteren bir olay daha önce vuku bulmuş­
tu. Ferec, tahta göz koymuş bir rakibini alt etmek için yardım
istediğinde, Bayezid hatırı sayılır bir kuvvetle onun imdadına
yetişmişti. Timur'un ha:fiyeleri, Sivas'ın düşüşünün hemen ar­
dından Osmanlı elçilerinin ona karşı bir ittifakı zorlamak için
Kahire'de boy gösterdiğini de kendisine bildirmiş olsalar ge­
rekti. Fakat Mısırlılar, Berkuk'un ölümünün ardından Baye­
zid'in Malatya'yı almış olmasından ötürü, bu teklife kulak as­
mamışlardı. Şimdilik bir ittifak söz konusu değildi, fakat Timur

310
biliyordu ki Mısırlılada Osmanlılar, her an güçlerini birleştir­
meye karar verebilir ve ona karşı savaş alanına muazzam bir
ordu sürebilirlerdi.
Bir kez daha, açıkça düşmanlık göstermeden önce bir mek­
tup yolladı. Ferec'i eğer ayağını denk alınazsa bunun doğura­
cağı nahoş sonuçlarla tehdit etti.

Sultan baban bize karşı birçok iğrenç suç işledi; bunların arasında, haklı
bir neden olmadan elçilerimizin öldürülmesi ve yaverlerimizden Atıl­
mış'ın zindana atılması var. Baban ruhunu artık Allah'a teslim etmiş
olduğuna göre, günahlarının hesabını ilahi adaletin önünde verecektir,
ama sen kendinin ve tebaanın canını düşünmek zorundasın; öfkeden gö­
zü dönmüş askerlerimizin Mısır'ın ve Suriye'nin halkına kıymasını ve
mallarını yağmalamasını istemiyorsan bize derhal Atılrnış'ı teslim et.
Eğer dikkafalılık eder de bu öğüdürnüzü dinlemezsen, akacak Müslüman
kanının ve kaybedeceğin hükümdarlığının vebali üstüne olur.

Bildiri açıktı; fakat, 'sütü bozuk bir soyun namussuz dölü'


Ferec ve etrafındaki akıl hocaları bunu görmezlikten geldiler.
Dahası, Şam valisi Suclun mektubu getiren elçiyi yakalayıp
ortasından ikiye biçtirdi. Yezdi, bu meseleyle ilgili olarak,
"avam tabakasından bir adamın böyle ödlekçe davranmasın­
da şaşılacak bir taraf yoktur" diye yazmıştı. "Şimdi gel de
Çerkez köleden daha farklı bir davranış bekle!" 59 Fakat Ti­
mur bu hareketi karşılıksız bırakamazdı. Orduya güneye yü­
rüme emri verildi.

* * *

Malatya'nın iki yüz altmış kilometre güneybatısında yer


alan Halep şehri, çok canlı bir siyaset, ticaret ve kültür merke­
ziydi. Hindistan' dan gelen uzakdoğuya has ilginç ürünlerle do­
lup taşan çarşılarıyla; Akdeniz'i, İran ve doğu Anadolu'ya bağ­
layan ticaret yolları üstünde önemli bir kapıydı. Tahmin edile­
ceği gibi, İbn Battuta'nın diliyle, "gayet büyük ve müstahkem
bir kalesi vardı". Faslı gezgine göre, İbrahim peygamber bura-
59 Ferec'in kökenine aşağılayıcı bir gönderme. Babası Berkuk, Mısır'ın ilk Çerkez
sultanıydı.

311
da ibadet etmiş, onuncu yüzyıl şairi el-Halidi aşağıdaki satırları
bu kentte kaleme almıştı.

Ah gönlümün kenti, uzanıyor engine,


Yok üstüne güzellikte, yok üstüne kibirde,
Göğüs geriyorfirtınaya, yele,
Başında bulutlardan bir haleyle.
Hükümdarlığın parlak ateşi,
Dağıtıyor türlü gamı, kederi.
Bağrında şimşekler çakıyor,
Hiç acıtmadan seni ışıl ışıl aydınlatıyor;
Bir an indiriyor güzelliğinin üstündeki duvağı,
Ve ayan ediyor cazibeni, büyülüyar etrafı.

Şimdi Timur'un orduları, yolları üstündeki kaleleri zapt ederek


güneye doğru ilerlerken, Halep'in semalarında kara fırtına bu­
lutları birikiyordu. Fakat bu eski zaman kentinin çok yakında
bağrında çakacak olan şimşek, şairin söylediğinin aksine, onu
acıtmadan ışıldatmayacaktı.
Tepelerde fırtına kopmak üzereyken, kararmış göğün al­
tından hoşnutsuz homurtular yükseliyordu. Timur'un emir­
leri, hükümdara endişelerini dile getiriyorlardı. Adamlarının
bitkin olduğunu söylüyorlardı. Meşakkat dolu Hindistan se­
ferine çıkalı ve buradan döneli beri, pek az dinlerrecek za­
manları olmuştu. Semerkand' dan ayrıldıktan sonra Gürcüle­
re karşı iki zorlu akın yapmışlar, ardından Sivas'ı ve Malat­
ya'yı ele geçirmişlerdi ve şimdi tekrar harekata zorlanıyorlar­
dı. Her türlü olanağa sahip kentleri, müstahkem kaleleri ve
en ala silahlarla donatılmış Memluk askerleri olan karun ka­
dar zengin ve güçlü bir imparatorluğun tam bağrından geçi­
yorlardı. Bu ve buna benzer kuşkulara hükümdar uzun boylu
kulak vermiyor; her zaman olduğu gibi, kendinin ve emirle­
rinin kaderlerinin Allah'ın elinde olduğunu onlara hatırlatı­
yordu. Suriyeliler savunma amacıyla kente birliklerini yı­
ğadursun, Timur'un ordusu güneye doğru ilerlemeye devam
etti. Antakya'yı, Akka'yı, Hama'yı, Hums'u, Ramallah'ı,
Cenin'i, Gazze'yi, Trablus-şam'ı, Baalbek'i ve Kudüs'ü geçe­
rek geliyorlardı.

312
Kent, aralarında vali Demirtaş'ın da bulunduğu barış yanlıla­
rıyla, daha sert bir tepki verilmesi gerektiğini düşünenler arasın­
da ikiye bölünmüştü. Demirtaş, "bugün karşımızda bulunan
hükümdar, olağanüstü güçlü," diyerek uyarıda bulunuyordu.
"Kendisi ve ordusu, tarihte emsali görülmemiş işler yaph. Gittik­
leri her yerde kentleri, kaleleri ele geçirdi. Karşı koymaya kalkan­
ları doğduklarına pişman edip insafsızca cezalandırdı." Böyle bir
hasını olsa olsa Allah koruyor olabilirdi. En doğrusu, ona zıt git­
memek, sikkelere adını bastırmak, Cuma hutbelerinde ismini
okutmak; din büyüklerini, hekimleri ve şerifleri paha biçilmez he­
diyelerle yükleyip ona göndermek ve sulh talep etmekti. Vali,
"talihi hep yaver giden; güçlü, dur durak bilmeyen, şanlı ve ihti­
raslı bir hükümdar," diye devam etti. "Gazabı, ateşten bin kat da­
ha yakıcı; tutuşturmaya kalkarsak, söndürmeye derya yetmez."
Arabşah'ın ifadesine göre, şahinler bu sözlerden etkilenme­
mişti: "Bizim kentlerimiz topraktan ve tuğladan değil, hiçbir şe­
yin işlemediği sert kayalardan kuruldu. Garnizonları, ağzına ka­
dar yiyecek ve teçhizatla dolu; birini bile almak en az bir yıl sü­
rer . . . Yaylarımli" Şam'dan, mızraklarırnız Arabistan'dan geliyor;
kalkanlarımız Halep'te dövülüyor. Bu eyalete kayıtlı tam altmış
bin köy var. Her köyden çok değil, bir iki yiğit çıksa, muazzam
bir orduya sahip oluruz. Bu Tatarlar bezden ve urgandan yapıl­
mış çadırlarda barınıyorlar, buna karşılık biz temellerinden siper
mazgallarına kadar taştan örülmüş kalelerin içinde yaşıyoruz."
Demirtaş'ın Sultan Ferec'den acil yardım taleplerine cevap
gelmedi. Suriyeliler, Timur'un ordusuna karşı bir başlarına sava­
şacaklardı. 1400 yılının Ekim ayı sonlarına doğru, Tatarlar Halep
önünde ordugahlarını kurmuşlardı. Timur birkaç gün üst üste
kenti ve civarını kolaçan ettirmek için keşif kolları gönderdi. Bu,
Hintlileri şehir surları dışına uğratmak -böylelikle ne zaman bite­
ceği belirsiz bir kuşatmaya girmemek- uğruna Delhi'de uygula­
dığı taktiğin aynısıydı ve burada da daha az başarılı olmadı. Şehir
kapıları açıldı ve ordu savaş düzeni içinde dışarıya çıkh. Şam şe­
rifi Sudun, Memluklerle desteklenmiş kent birliklerinin sağ kana­
dına komuta ediyordu. Demirtaş ise sol kanadın başındaydı;
bunlar da MemlUk destekli Halep birlikleriydi. Ciddi bir taktik
hatası sonucu, piyadeler ateş hattının ön safına konulmuştu.

313
Tatar tarafında ise, ıslah olmuş Miranşah'la Şahruh sağ ka­
nadın başındaydılar. Kukla Çağatay ham Sultan Mahmud sol
kanada komuta ediyordu. Hükümdarın iki torunu, Miran­
şah'ın oğulları Ebu Bekir ve Sultan Hüseyin, sağ ve sol kanadın
öncü birliklerinden sorumluydular. Delhi'de ele geçirilen ve Ti­
mur'un en fazla rağbet ettiği askeri yenilik olan savaş filleri,
gösterişli kuşamlarıyla ordunun ön saflarına dizilmişlerdi. Bir
tarihçinin ifadesine göre bu, "manzarayı baştan başa kaplayan
bir orduydu".
Alışılmış "Allahü ekber" sedaları arasında iki Müslüman
ordu birbirine hücum etti. Bu çok kanlı, kıran kırana bir çarpış­
ma oldu; Suriyeliler, kentlerini bu barbar istilacılara karşı canla
başla savund.ular. Ortalık birbiriyle tokuşan metallerin çınıltısı
ve uçuşan okların uğultusuyla inliyordu. Filleri Suriyelilerin
sol kanadı üstüne salarak, çözülüp dağıimalarına yol açan Ti­
mur, ilk anda üstünlüğü ele geçirdi. Bunlar, Tatarların ağır bas­
kısı altında nihayet tersyüzü dönüp bütün ordunun gözü
önünde, şehir kapılarına doğru kaçmaya başladı. Demirtaş'ın
sol kanadı kötü örnek olmuş, savaş alanında büyük bir karma­
şaya yol açmıştı. Çok geçmeden ova, şehir sudarına doğru can
havliyle kaçışan Suriyeliler ve artları sıra kanlı bir takiple onları
kavalayan Tatarlada dolmuştu. Ortalık cehenneme dönmüştü;
askerler dörtnala giden atların altında çiğneniyor; cesetle dal­
maya başlamış hendeklerde boğuluyor; üçü dördü bir arada
mızraktan geçiriliyor, oklarla paramparça ediliyorlardı. Kentle­
rinin savunmasına katılmış olan yürekli kadınlar ve oğlan ço­
cukları ele geçtikleri gibi boğazlanıyordu.
Demirtaş'ın, daha fazla kan dökülmesini önlemek üzere Ha­
lep'i teslim etmekten başka çaresi kalmamıştı. Ona iyi davranıldı,
fakat Timur'un elçisini öldüren Sudun esir alındı. Artık bu ünlü
kentin hazineleri, hiç kimsenin karşı koyamadığı fatihin eline geç­
mişti. Babası, Sultan Ferec'in ordusunda başkomutan olan tarihçi
İbn Tagribirdi'nin anlattığına göre, Şam şerifinin savaşın barışçıl
bir çözüme bağlanması ümitleri tuzla buz olmuştu.

Kadınlar ve çocuklar Halep'in ulucamisine ve mescitlerine sığınmak


için kaçıştılar; fakat Timur'un adamları onları kovaladı, kadınları esir

3 14
alıp zincire vurdular, çocukları ise olduğu gibi kılıçtan geçirdiler.
Adet edindikleri yüz kızartıcı hareketlerden burada da geri durmadı­
lar; herkesin ortasında kızların ırzına geçtiler, aile kadıniarına haya­
sızca tecavüz ettiler; bir kadını tuttuğu gibi götürüp ulucamide na­
musunu kirleten Tatarlar vardı . . . bunları kendi adamlarmdan ve
kent halkından oluşan büyük kalabalıkların önünde yapıyorlardı; ba­
balar, erkek kardeşler, kocalar çaresizlik içinde bu zavallıların başına
gelenleri seyrediyorlardı . . . çünkü kendileri de bin türlü acı ve işken­
ceye maruzdu; bir Tatar, bir kadınla işini bitirdiği zaman, kadmcağız
daha üstünü başını toplayamadan bir başkası üstüne çöküyordu. Son­
ra Halep halkını ve askeri birliklerini kılıçtan geçirdiler; camiler ve so­
kaklar ölüyle doldu; Halep ceset kokusundan geçilmez oldu.

Katliam ve talan dört gün boyunca sürdü. Ağaçlar kesildi, ev­


ler yıkıldı, camiler yakıldı. Bir kayda göre, kentteki sinagogları­
na sığınan Museviler de toplu halde katledildiler. "Şehirdeki
bütün darnlar göçrnüş, sokakları boşalrnıştı; her yer harabeye
dönmüş, ortalıkta canlı kalmamıştı; ezan sesi susrnuş, dua ını­
nitısı duyulmaz olmuştu; geride ateşe yanmış kapkara, kupku-
.
ru bir çöl kalmıŞtı. Bu ıssız tenhalıkta, yalnızca baykuş ve akba-
-
balar dolaşıyordu." 60
Bu feci kent manzarasının üstünde Tirnur'un tüyler ürper­
ten tatemleri yükseliyordu. Kanlı kafalardan örülen kulelere bu
60 Tümüyle boşalmış bir hayalet kent çizen bu kıyamet tablosunun, bütünüyle
doğru olmadığını tarihi kayıtlardan biliyoruz; çünkü Timur, buradan ayrılma­
dan önce, meraklısı olduğu ilahiyatla ilgili konuları görüşmek üzere zaman
ayırmış ve kentin ulemasını huzuruna çağırtmıştı. Onları soru yağmuruna tut­
muştu; bunlara verilecek yanlış bir cevap kafalarının uçmasına neden olabilirdi.
Neden yanlış bir yol tutmuşlar, Şiilik yerine Sünniliği seçmişlerdi; bilmek isti­
yordu. Bu soru, din hocalarının aklını karıştırdı, çünkü onlar Timur'un Sünni
Müslüman olduğunu sanıyorlardı. Arabşah'ın ifadesine göre, "Müslüman hoca­
lar büyük bir şaşkınlık içindeydiler ve kelleler uçmaya başladı." Bundan sonra
gelen soru, maksatlı olarak daha da kışkırtıcıydı. Hangi İslam şehidi dosdoğru
cennete gidecekti, Halep'i savunmak uğruna canını veren mi, yoksa Timur yo­
luna savaşırken ölen mi? Diemaya bir ölüm sessizliği hakim olmuştu. Sonra Ha­
nefi mezhebine mensup, Muhibeddin Muhammed adlı bir müderris ayağa kalk­
tı. "Allah'ın resulü peygamber efendimize de (Allah ondan razı olsun ve nur
içinde yatsın) bu soru sorulmuş ve o şu cevabı vermişti: "Her kim ki Allah kela­
mını her şeyin üstünde kılmak için savaşır, bizim için şehit odur."' Bu cevap Ti­
mur'un hoşuna gitti; o kadar ki katliamdan arta kalanların hayatını bağışladı;
hatta daha önceki ifadesinde kokuşmuş ceset yığınlarını anlata anlata bitirerne­
yen İbn Tagribirdi'yi bile sonradan, Timur'un Halep halkına karşı, "nispeten
ılımlı" davrandığı gözleminde bulunmaya sevk etti.

315
kez çan biçimi verilmişti. Yükseklikleri kırk beş, çevreleri yüz
metreyi buluyordu. Üstlerinde leş kokusu alan akbabalar uçu­
şuyor; bu alçakça vahşet karşısında duydukları dehşet, isyan
ve nefretten donakalmış yirmi bin sima, bomboş ufuklara ba­
karken, alçalıp gözlerini oyuyorlardı.

* * *

Artık Şam yolu açılmıştı. Doğu Akdeniz sahilinin en önde


gelen, tüm Akdeniz'in en büyük ve dünyanın en eski kentlerin­
den biri olan Şam, yalnızca üç yüz kilometre güneydeydi. Ha­
lep'in öyle kolayca ve tepetaklak düşüşünden sonra, fatihin bu
paha biçilmez parçayı atıarnası düşünülemezdi; o nedenle
emirler ne derlerse desinler, güneye yürüyüş devam edecekti.
Kurmayları bu kez de Lübnan Dağları'ndaki yaylalarda kışla­
mayı öneriyorlardı; askerler hiç olmazsa biraz dinlenirlerdi, fa­
kat Timur bu öneriye itibar etmedi. Mısır sultanlığı bölünmüş
ve sallanmaya başlamıştı. Kendini toplama ve savunma fırsatı
verilmemeliydi. Tatarlar ilerlemeye devam etti; Şam'a kadar
yolları üstüne çıkan tüm kent, kasaba ve kaleler, iskarnbil kart­
larından yapılmış kuleler gibi önlerinde birer birer devrildi; ön­
ce Hama, ardından Hums düştü, kısa bir süre sonra bunları
Baalbek, Sayda ve Beyrut izledi.
Fakat esasen Timur'un gözü, Avrupa ile Asya arasındaki ti­
caretin tam kavşak noktasında bulunmaktan ötürü semirmiş
olan Şam'daydı. Batısında Anti-Lübnan Dağları vardi ve üç bin
metreye kadar yükseldikten sonra Akdeniz'e doğru alçalıyorlar­
dı; doğusunda kupkuru ve kavruk Badiyetü' ş-Şam (Şam Çölü)
uzanıyordu. Şam, her gün buraya konup göçen kervanların sır­
tından yükünü tutmuştu; ayrıca birçok sanat ve zanaat kolu açı­
sından da zengin ve ünlüydü. Çarşılarında, demirciler, camcılar,
nalbantlar, dokumacılar, terziler, elmastıraşlar, marangozlar, yay
ve ok yapımcıları, atmaca satıcıları ve başka birçok zanaatkar ve
esnaf harıl harıl çalışıyordu. Matematikçilerin, tüccarların, gökbi-
. limcilerin ve sanatçıların yaşadığı kültür yönünden çok gelişmiş,
kozmopolit bir kentti. 661 ile 750 yılları arasında halifelere ev sa­
hipliği; Arap İslam hükümdarlığına başkentlik etmişti.

316
Bir bina vardı ki, başka her şeyden fazla kentin o şaşaalı
dönemini çağrıştırıyordu. İbn Battuta, "güzellikte Şam'ın üstü­
ne şehir yoktur; hiçbir tasvir onun efsunlu vasıflarını hakkıyla
anlatamaz," diye yazar. "Emeviye Camii olarak bilinen uluca­
misi, dünyanın en güzel camisidir; en ala malzemelerden yapıl­
mış, kusursuz güzellikte, soylu, zarif ve eşsiz bir yapıdır." Gök­
yüzüne doğru yükselen üç minaresi, göz kamaştırıcı, kurşun
bir kubbeye tepeden bakıyordu; bu kubbe ise ortada, büyük,
kemerli bir geçidin ve yoğun kalabalıkları barındırabilen geniş
bir avlunun üstündeydi. Cepheler, boydan boya ışıltılı çinilerle
kaplıydı; bunların üstüne cennet bahçeleri, sütunlu saraylar,
sarp kaleler, nehirler ve yemyeşil kır manzaraları resmedilmiş­
ti. Robert Byron, Oksiyana Yolunda adlı yapıtında, "Bugün bile,
güneş dış cephe duvarları üzerindeki bir çini parçası üzerinde
yanıp söndüğü zaman; insan, yeşilin ve altın sarısının o ilk za­
manlardaki ihtişarnını göz önüne getirebiliyor; bütün bir avlu,
Arap öykücülüğünün o kuru çöl sonsuzluğuna karşı yarattığı
büyülü sahnelerle şıkır şıkır parlıyor olmalıydı," der.
İbn Tagribirdi ise, "Şam dünyanın en büyük, en zengin ve
en canlı kentiydi," diye yazar. O tarihte ise, kapılarmdan içeri­
ye sel gibi akan, ıstırap içindeki Halep göçmenleri ve bunların
anlattığı dehşet verici katliam öyküleri karşısında kaskatı kesil­
miş, kendini Tirnur'un gelişine ve tarihinin en korkunç saldırı­
sına hazırlıyordu. Berkuk'un ölümünü izleyen ve Timur'a hati­
yeleri tarafından rapor edilen başıbozukluk, şimdi askeri saha­
da kendini belli ediyordu. O tarihte sekiz, dokuz yaşlarında
olan Arabşah, güçlü ve bir tek komuta kaynağı olmadığı için,
Suriyeliler ve Mısırlılar, "ihtilaf, kargaşa, bölünme ve çekişme­
ye kurban gitmişlerdi," diye dert yanar. İbn Tagribirdi, emirle­
rin, enerjilerinin en büyük kısmını, "devlet idaresinde mevki,
makarn ve söz sahibi olmak" uğruna birbirleriyle rekabet yo­
lunda harcadıklarını yazmıştı; pek azını ise, yaklaşmakta oldu­
ğu halde, "adeta yok sayılan" Timur tehlikesine karşı sarf edi-
-
yorlardı.
1 401 yılının Ocak ayına kadar, Tatar kuvvetleri kente epey­
ce yakın bir mesafede ordugahlarını kurrnuşlardı. Mısır sultan­
lığı o sırada ümitsiz, fakat hayli yaratıcı bir çabayla, ordugahı-

317
na derviş kisvesi altında bir suikastçı göndererek hükümdan
öldürtmek girişiminde bulundu. Fakat cellatlığa soyunmuş bu
dervişin hareketleri şüpheli bulundu ve üstünde bir hançer giz­
lediği ortaya çıkarılınca derhal öldürüldü. Refakatindeki iki ki­
şinin ise kulakları ve burunları kesilerek Ferec' e geri yollandı.
Bunun ardından Ferec' e bir heyet daha gönderilerek genç
Mısırlıdan önceki elçi Atılmış'ın iadesi, sikkelere Timur'un adı­
nın basılması ve kentin teslimi talep edildi:

Eğer kendine ve tebaana karşı zerre kadar acıman varsa, bunları yaparsın. As­
kerleri miz ava acıkmış aslanlar gibi kükrüyor. Düşmanını öldürmek, nesi var,
nesi yoksa talan etmek, kentlerini ele geçirmek, binalarını yerle bir etmek için
yanıp tutuşuyorlar. Önünde iki yol var. Ya barışı seçer, rahata ve huzura ka­
vuşursun; ya savaşı seçer yıkılır, mahvolursun. Ikisini de önüne koyuyorum.
Hangi yolu seçeceğine sen karar ver. Aklını başına devşir ve seçimini yap.

Farah itaat edeceğine söz vererek zaman kazanmaya çalış­


tı. O sırada vuku bulan bir dizi olay Şamlıları, durumun lehle­
rine dönmeye başladığına kandırdı. Öncelikle Timur, atıarına
otlak aramak için şehir surlarının önünden çekildi. Kuşatma al­
tındakiler, bundan haklı olarak Tatarların ricat ettiği sonucunu
çıkardı. Sonra, Halep'te ordunun sağ kanadının öncü birlikleri­
ne kumanda eden Timur'un tarunu Hüseyin Sultan'ın Suriyeii­
Ierin davasına hizmet için saf değiştirdiği haberi geldi. Ve son
olarak, avaya doğru baktıklarında, daha önce Timur'un ordu­
sunun konaklamakta olduğu yerlerde, Ferec'in Kahire'den he­
nüz gelmiş taze birliklerini gördüler. Bu hayırlı gelişmelerin
heyecanıyla coşan Şam kuvvetleri, şehir kapılarından çıkıp Ti­
mur'un artçı birliklerine hücuma geçti.
Durumun bir faciayla sonuçlanacağı belliydi, çünkü Ferec
teslim olma sözünü çiğnemişti. Daha fenası, Timur'un birtakım
adamları bu harlı saldırı sırasında öldürülmüştü. Hiddetten
kuduran hükümdar, ordularına tersyüzü geri dönüp Şam'ın
üstüne çullanma emrini verdi. Aylardır hiç durmadan savaş­
maktan ötürü bitkin de olsalar, arz ettikleri manzara gene de
yüreklere ürküntü veriyordu. Geceleri konak yerlerinde yaktık­
ları ateşlerin, 250 kilometre uzayıp gittiği söylenir. Başına bir

318
felaket geleceğini hisseden Ferec, bir elçi aracılığıyla yapılan
saldırıdan ötürü resmen özür diledi ve bunun suçunu kent
içinde çıkan bir isyana yükleyerek, Timur'la anlaşmaya hazır
olduğunu bildirdi. Fakat hükümdarın bu kadar çabuk yumuşa­
ması pek olası değildi.
Şam, bütün umudunu Ferec'in ordusuna bağlamıştı. Tatar­
ların aksine, Memlukler gayet iyi dinlenmiş durumdaydı ve hiç
durmadan ilerleyerek koca bir kıtanın yarısını katetmemişlerdi.
Müthiş savaşçı bir güçtüler. Fakat Timur'un kentin etrafını sar­
dığı günün ertesi sabahı, Şamlılar feci bir manzaraya uyandılar.
Mısır ordusu, karanlıktan istifade ederek kirişi kırmış, çölde
beliren kancık bir serap gibi uçup gitmişti. Sarayda kendisini
tahttan indirmek için birtakım entrikaların çevrildiğini duyan
Ferec, Mısır'a dönüyor; Şam' ı, Tanrı'nın Kırbacı'na karşı tek ba­
şına bırakıyordu.
Bir kısım Tatar bölükleri kaçan Mısırlıları kovalar ve
Ferec'in bazı kıdemli yaver ve muhafızıarını kılıçtan geçirirken
Timur, önündeki işe eğilmişti. Yok olma tehlikesiyle karşı kar­
. şıya olduğunu anlayan Şam, kent kapılarında barikatlar kura­
rak, istilacılara karşı cihad ilan etti. Delhi' de ve daha yakın za­
manda Halep'te olduğu gibi, Timur ne kadar uzayacağı belirsiz
bir kuşatmadan yana değildi. Yurdundan çok uzaktaydı; Ferec
ve Bayezici gibi kendine düşman iki sultan arasında sıkışmıştı.
Yıldırım baskın veya derhal teslim, tercih edeceği seçeneklerdi.
Hem kent çok güçlü koruma altındaydı hem malzeme ve teçhi­
zat bakımından çok zengindi. Dize getirmek epeyce zorlu bir iş
olabilirdi.
Timur, bunun yerine diplomasiye başvurdu; nasıl olsa as­
keri harekat gerektiğinde, bu onu, konuşmayla sağlanamayan
her türlü sonuca ulaştıracaktı. Barış şartlarını görüşme öneri­
siyle kente bir elçi heyeti daha gönderildi. Karşılık olarak Şam
da kendi elçilerini yolladı. Bunların arasında, Şam' da oturduğu
için değil, tesadüfen orada bulunan bir kişi vardı. Sultan
Ferec'in seferine katılmak için davet edilmiş, fakat Mısırlı'nın
beklenmedik firarı sonucu kentte kalakalmıştı. İşe bakın ki bu
zat, Arap dünyasının yetiştirdiği en büyük tarihçiydi. Müthiş
bir karşılaşma için sahnede her şey hazırdı.

319
* * *

Bu tarihten yirmi yıl önce, bugün Cezayir olarak bilinen


topraklarda, İbn Haldun abidevi eseri Mukaddime'yi veya bu­
günkü deyişle Önsöz'ünü yazmayı bitirmişti; bu Dünya Tarihi
adlı eserinin ilk cildiydi. Başlangıçta, geniş kapsamlı bir Arap
ve Berberi tarihi olarak tasarlanan bu yapıt, yazılma evresi için­
de çok daha karmaşık bir hal almış; bir tarih felsefesine, top­
lumların nasıl değişip, hanedanların kuşaklar boyunca nasıl
yükselip çöktüğünü araştıran, türünün ilk örneği bir inceleme­
ye dönüşmüştü. Aldığı eğitim ve yaşadığı dönemde Kuzey Af­
rika'nın çalkantılı siyaseti göz önünde bulundurulduğunda,
İbn Haldun'un bu gibi konularda fikir öne sürebilecek, eşsiz ve
kusursuz bir donamma sahip olduğu anlaşılır. 61 Sultan Ferec'le
birlikte Şam'a geldiğinde, ona hiç dur durak vermeyen, baş
döndürücü bir meslek hayatında, büyük ün kazanmış bir kim­
seydi. Sultan Berkuk'un himayesinde bulunmuş, Kahire'deki
Malikilerin başkadısı olmuş ve Kuzey Afrika'nın belli başlı tüm
sultan ve yöneticilerine katiplik, mabeyincilik, nazırlık, akıl ho­
calığı, arabuluculuk ve elçilik yapmıştı. O güne kadarki en ola­
ğandışı görevi ise, Granada' da yüksek ve kıdemli bir saray gö­
revlisiyken, Sevilla'ya, Kastilya kralı Zalim Pedro'ya elçi olarak
gönderilmek olmuştu. Kuzey Afrika'da tecrübe ettiği bazı zin­
danlar da yok değildi. İbn Haldun, çok sayıdaki yeteneğine ve
gördüğü yoğun himayeye rağmen veya belki de sırf bu yüz­
den, her gittiği yerde düşman kazanırdı. Kimi zaman bunların
hakkından gelir, kimi zaman da düşmanları galebe çalardı.

61 Arnold Toynbee'nin İbn Haldun'un zihinsel başarısına dair söyledikleri kayda


değer: "Toplumsal yaşantısı genel olarak 'dünyadan kopuk, kuru, yavan, kaba
ve kısa' olan bir medeniyetin tarihinde, gerçekten de öne çıkan tek dikkate de­
ğer şahıstır. Zihinsel faaliyet gösterıneyi seçtiği alanda ne kendisinden önce ge­
len ve ona ilham vermiş olabilecek bir kimse, ne çağdaşları arasında onun gibi
düşünen bir kişi vardır; ne de kendisinden sonra gelenler arasında, bir ilham kı­
vılcımı uyandırmıştır; oysa Dünya Tarihi'nin Mukaddinıe'sinde tasadamış ve or­
taya koymuş olduğu tarih felsefesi türünün gelmiş geçmiş en büyük eseridir;
dünyanın hiçbir yerinde, bir daha hiçbir zaman, hiçbir insan kafası böyle bir
eser vücuda getirmemiştir. İbn Haldun, yaratıcı düşüncesini, bu edebi kalıba
dökme fırsatını, başka işlerde çalışıp didinmekle geçen ömründen 'ayırmaya ra­
zı olduğu' kısa bir arada bulmuştur.

32 0
Kendini tam sağlama almışken, aleyhinde çevrilen bir başka
entrikaya kurban gittiği olurdu; fakat kendisi de sultaniara ve
vezirlere karşı az dolap çevirmiş değildi.
Tunuslu diplomat ve düşünür, bu meşum karşılaşma önce­
si, kentte sözü geçen kimselere Tatar' a teslim olmaları tavsiye­
sinde bulunduğunu, fakat savaştan yana olan düşman kesimin
kendisini öldürmesinden korktuğunu anlatır. Bir sabah, fatihin
huzuruna çıkmak üzere, kendisini şehir surlarından aşağı sar­
kıttırmıştı. Bu görüşmelerin tüm ayrıntılarını büyük bir titizlik­
le kaydetmişti.
Timur'la ilk karşılaşması huzura alındığı çadırda gerçek­
leşmişti; hükümdar, "dirseği üzerinde yan gelip oturmuş, bir­
biri ardı sıra önüne konulan yemekleri dışarıya, çadırın önünde
halkalar halinde oturan Moğollara gönderiyordu." Timur, öp­
mesi için ona elini uzattı. Saygıda hiç kusur etmeyen tarihçi,
- "Allah size selamet versin - otuz kırk yıldan beri bu karşılaş­
manın özlemini çekiyordum," diye söze başladı. "Siz cümle
alemin sultanı, cihanın hakimisiniz. Sanınam ki Adem' den bu­
güne, dünyaya sizin gibi bir hükümdar gelmiş olsun." İbn Hal­
dun, 1358'de Fez'in Karaviyin Camii'nde bir ilahiyatçı hocanın
Timur'un nasıl başa geçeceği konusunda kehanette bulundu­
ğunu anlattı. Hoca, yıldız kümelerinin fevkalade önemli bir
olaya işaret ettiğini bildirmişti: "Öyle görünüyor ki, çöl kavim­
lerinden kuzeydoğuda, çadırlarda barınan bir kesimden, çok
kudretli biri çıkacak; geniş diyarlar üzerinde hakimiyet kura­
cak, krallıkları, imparatorlukları devirecek, dünyanın meskun
bölgelerinin büyük bir kısmına egemen olacak."
Bu ince ayarlı iltifat yerini bulmuştu. İbn Haldun, hüküm­
cların çadırında yemeğe davet edildi ve burada sohbet tarih ve
coğrafyaya kaydı. Timur, misafirine Kuzey Afrika üstüne bir­
çok soru sordu. Tanca'nın, Septe'nin, Sicilmese'nin nerede ol­
duğunu bilmek istiyordu. İbn Haldun, elinden geldiğince tarif
etmeye çalıştı, ama Timur bununla yetinmedi. "Dedi ki, 'Bu be­
ni tatmin etmedi. Bana, Magribi'nin tamamını anlatan bir tasvir
yaz; hem yakın hem uzak yerlerini, dağlarını ve nehirlerini,
köylerini ve kentlerini teferruatlı olarak anlat; öyle ki buraları
kendi gözümle görmüş gibi olayım."'

32 1
İbn Haldun kente döndü ve kendinden istenilen işi birkaç
gün içinde, çarçabuk bitirdi. Tatarların ordugahında toplam otuz
beş gün kaldı ve bu süre içinde Timur ve emirleri arasında geçen
birçok konuşmaya tanık oldu; bu, ona gösterilen yüksek itibarın
bir belirtisiydi. Hükümdarın huzura kabullerinde ve toplantıla­
rında bulundu; hatta Timur'un emirlerini, Şam istihkamlarında­
ki en zayıf noktaları bulmakla görevlendirdiği harp şuralarına
dahi katıldı. Bir keresinde, engin tarih bilgisine müracaatla, hali­
felik iddiasında bulunan ve Kahire' de hakkı olan halifelik maka­
mına oturtulmasını talep eden bir kişinin, bu iddiasının meşru­
iyeti konusundaki düşüncesi soruldu. İbn Haldun, bu isteği geri
çevirmedi ve uzun bir izahattan sonra adamın iddiasının 'geçer­
siz' olduğu hükmünü verdi. "Timur adama dönerek: 'İşte kadı­
ların ye hukukçuların dediğini duydun. Demek ki benim kar­
şımda halifelik iddiasında bulunmaya hakkın yok. Haydi baka­
lım, güle güle; Allah seni doğru yoldan ayırmasın' dedi."
İbn Haldun'un, Tatar sarayındaki teşrifat kurallarına aşina
olan bir arkadaşı ona, Timur'a bir hediye sunmasını salık ver­
mişti, "pahada ne kadar hafif olursa olsun, önemli değildi, bu
hükümdarın huzuruna çıkan herkesin uyması gereken bir adet­
ti. Bu nedenle salıaflardan eşsiz güzellikte bir Kuranı Kerim; bir
seccade; el-Busiri'nin -Allah onu esirgesin ve selamet versin­
peygamberi öven, el yazması el-Bürde şiirini ve en alasırrdan
dört kutu Kahire şekerlernesi aldım."
Her ne kadar kendine biat eden kişilerden almaya alıştığı
hazinelere kıyasla bunlar çok eften püften armağanlar olsa da,
Timur Çok duygulanmış, Tunuslu biraz daha gözüne girmişti.
O kadar ki Timur'un sağ yanına oturmaya davet edildi; bu hü­
kümdarın ona ne kadar değer verdiğinin açık bir ifadesiydi.
Mükemmel bir diplomat ve saray adabmm tüm inceliklerine
vakıf bir kişi olan İbn Haldun, Sultan Ferec'in maiyetinde
Şam'a getirilen ilim ve irfan sahibi kişilerin hayatlarının bağış­
lanması için ricada bulunmak üzere bu anı uygun gördü:

Mısır sultanının geride bıraktığı kişiler arasında bulunan bu Kuran


hocaları, katipler, mabeyn görevlileri ve idareciler artık sizin tebaanı­
za geçmiş sayılır. Haşmetrneapları elbette bunlardan sarfmazar edecek

322
değildir. Gücünüz her yere erişiyor, topralClarıııız alabildiğine geniş;
hükümdarlığznızm çeşitli hizmet kademelerinde idarecilere duyulan
ihtiyacın başka her yerdekinden fazla olması gerekir.
Bana, "Bunlar için ne yapmamı istiyorsun" diye sordu.
"Nerede olurlarsa olsunlar, başvurabilecekleri ve onların emni­
yetini sağlayacak bir vesika," diye cevap verdim.
Mabeyncisine dönüp, "istedikleri vesika için emir yazıla," dedi.
Teşekkür edip, senaZarla yanından ayrıldım ve vesika yazılana
kadar mabeyncinin başında durdum.

İbn Haldun istediğini elde etmişti. Ak harmaniyeli din adamla­


rının canları bağışlanmıştı.
Timur'un Şam' da geçirdiği son günlerde; İbn Haldun, Ta­
tar'la yaptığı biraz şaşırtıcı bir görüşmeyi de kaydetmiştir. Ko­
nuşmadan, Timur'un kısrak meraklısı olduğu anlaşılıyordu.

Adet olduğu üzere, karşılıklı hal hatır sorduktan sonra bana dönüp,
"Senin burada bir kısrağm var mı" diye sordu.
"Evet" diye cevap verdim.
"Cins mi?" diye sordu.
"Evet" diye cevap verdim.
"Satar mısın? Onu senden alayım" dedi.
"Allah size selamet versin, benim gibi birinin sizin gibi birine bir
şey satmak ne haddine, onu ancak bir saygı belirtisi olarak size verebili­
rim; onun gibi daha başkaları olsaydı, onları da verirdim" dedim.
"Altında kalmam, karşılığını fazlasıyla öderim demek istemiş­
tim" diye cevap verdi.
"Bana şimdiye kadar neyi fazlasıyla vermediniz ki? Beni lütuf
ve iltimasa boğdunuz; bana en yakın ve samimi yoldaşlarınızm ya­
nında yer verdiniz, bana hep muhabbet ve cömertlik/e davrandımz;
bunların karşılığını Allah'ın size misli misli vermesini diliyorum"
dedim.
Sustu. Ben de öyle yaptım. Ben huzurundayken kısrak yanına
getirildi ve bir daha da hayvanı görmedim.

İbn Haldun, daha sonra Kahire'ye döndüğünde; Mısır sultanı­


nın Timur nezdindeki elçisi bir haberciyle ona, Tatar tarafından

323
kısrağına karşılık bir miktar para gönderdi. Yolsuzluk ve zirn­
ınetine para geçirme, o tarihte bile Mısır siyasetine yabancı de­
ğildi. Haberci, paranın 'tam' olmadığına, fakat kendisine bu ka­
dar verildiğine dair yemin üstüne yemin etmişti.
Arabşah'ın ifadesine göre Timur, Tunuslu'nun, ancak aile­
sini ve dillere destan kütüphanesini alarak geri dönmesi şartıy­
la gitmesine izin vermiş, fakat o, bu sözünü hiçbir zaman tut­
mamıştı. Mamafih İbn Haldun, olayları farklı hatırlıyordu. Ti­
mur'un sarayında, onun hizmetine girmek teklifinde bulun­
muş, fakat fatih olumsuz yanıt vererek ona, "ailesinin ve halkının
yanına dönmesini" söylemişti.
Timur'un yörüngesinden sağ salim çıkan İbn Haldun,
Mağrip Merini hükümdan Ebu Said Osman'a yazdığı bir mek­
tupla, Tatar'ın Şam'a kadar ilerleyişini anlattı: "Timur, Halep'i,
Hama'yı, Hums'u ve Baalbek'i fethederek hepsini yakıp yıktı;
askerleri görülmedik ve yüz kızartıcı bir vahşet sergiledi.''"
Özür diler bir edayla, nasıl olup da, "onun karşısına çıkmaktan
başka çaresi kalmadığını" açıkladı. Kendisine iyi davranıldığını
ve diplomatik çabaları sayesinde, "Şamlıların hayatlarını bağış­
lattığını" ekledi.
Bunun ardından üstünkörü bir Tatar tarihi veriyor, onları,
"ünlü hükümdarları Cengiz Han'ın önderliğinde. . . Ceyhun
Nehri'nin ötesindeki, Çin'e kadar uzanan çöllerden gelme" bir
kavim olarak tanımlıyordu. İbn Haldun Cengiz'den, Timur'a
ve ordularına geçiyordu.

Bu insanlar sayılamayacak kadar çoktular. Deyin ki bir milyon; bu


rakanı çok değildir, ne de bunun az olduğu söylenebilir. Arazide ça­
dırlarını kurdukları zaman, hiç boş yer kalmıyor ve orduları ne kadar
geniş bir alana yayılırsa yayılsın, onlara dar geliyor. Baskın vernıede,
talan etmede, yerli halkı boğazlanıada ve bunlara binbir türlü vahşet
gösternıede, misli görülmemiş bir örnek oluşturuyorlar.

İbn Haldun, Tatar hükümdarın çok değerli bir portresini çizi­


yor, o da yüksek zekasını ve her alandaki ilmi ve felsefi tartış­
maya olan düşkünlüğünün altını çiziyordu. "Bu hükümdar Ti­
mur, dünyanın en büyük, en kudretli hükümdarlarından biri,"

3 24
diye başlıyordu. "Kimisi onu arif, kimisi ise Ali'nin soyunu tut­
tuğu için (yani Şiileri) kafir olarak görüyor. Sihir ve büyüyle
uğraştığını iddia edenler de var, ama bunların hiçbiri doğru de­
ğil. En basit ifadesiyle, üstün ve kıvrak zekalı bir adam ve ge­
rek bildiği, gerekse bilmediği konularda fikir alışverişine ve
tartıŞmaya çok meraklı."
Ardından Timur'un aksaklığına geçiyordu. "Sağ dizi tut­
muyor; bana söylediğine göre çocukluğunda çapulculuk eder­
ken yediği bir ok yüzünden olmuş. Kısa mesafelerde ayağını
sürüyerek yürüyor, daha uzun yürüyüşlerde ise adamları onu
elleriyle taşıyorlar." İbn Haldun gibi, Clavijo da Timur'un bu
sakatlığının ona nasıl eza verdiğini kendi gözleriyle görmüştü.
Huzurunda yapılan bir görüşme sonrası tarihçi, yaşlı hüküm­
dar için, "dizindeki ağrıdan ötürü, taşınarak yanımızdan ayrıl­
dı" diye yazmıştı. Fakat altmış dördünde olmasına rağmen, Ti­
mur belli ki at sırtında giderneyecek kadar yaşlı veya düşkün
değildi, çünkü İbn Haldun onun, "eyerin üstünde dimdik otur­
duğunu" kaydetmişti.
Timur'u bir ay süreyle yakından izleyen İbn Haldun, so­
nunda şu yalın kanıya varmıştı. "Allah'ın sevgili kulu. O, kimi
isterse onu kayırır; hikmetinden sual olunmaz."

* * *

Eğer Timur'u kayıran bir ilahi güç varsa, Şam'ı kayıran hiç
kimse yoktu. Her ne kadar ilk belirtiler teslimiyetİn kabul edi­
leceğini gösteriyor idiyse de -Tatar'ın emirleri kentin kapılarını
tutmuş, askerlerinin içeriye girmesini önlüyorlardı; yağmaya
kalkışan olursa, yakalandığı gibi ipek pazarının ortasında asılı­
yordu- tarih, kentin baştan gösterdiği direniş yüzünden ağır
bir fidye ödemek zorunda kalacağını kaydediyordu. Bu felaket
beklentileri Suriyelilerin, Timur'la üzerinde anlaşmaya vardık­
ları barışa, kendilerinin uymayabileceği olasılığını ise hiç hesa­
ba katmıyordu. Şam ahalisi için ne büyük bir talihsizlikti ki, b u
uzak gibi görünen olasılık şimdi gerçek olmuştu. Kalenin beyi,
Tatar istilacılara karşı gayrete gelmiş, garnizonuna direniş emri
vermişti. Zafer kutlarnalarına hazırlanan Timur'un bahadırları,

325
kendilerini apansız bir saldırıyla karşı karşıya buldular. İbn
Tagribirdi'ye göre, bin kişi öldürülerek boyunları vuruldu ve
kaleden içeriye götürüldü.
Timur, bunu duyar duymaz kalenin hemen alınmasını em­
retti. Kazmacılar işe koşularak surların altını oydular. Ahşap
kuleler inşa edildi ve bunların tepesinden kuşatma altındaki
garnizona ok ve Rum ateşi yağdırıldı. Fakat kale beyi gene de
teslim olmayı reddetti. Daha sonra mancınıklar öne çıkarak ka­
leyi taş, kaya ve ateş yağmuruna tuttu. Bu cezai nitelikteki şid­
detli hücum, günlerce, hiç durmadan devam etti. Kazmacıların
zayıflattığı, kuşatma cihazıarının ağır darbelerle hırpaladığı
duvarlar göçüyor, fakat yamalıklı bir biçimde de olsa, inatla di­
renen savunucular tarafından çarçabuk onarılıyorlardı. Bu saat
başı saldırıya yirmi dokuz gün dayandıktan sonradır ki kale
beyi, kaçınılınaza boyun eğerek Timur karşısında yenilgiyi ka­
bul etti. Fakat Tatar, artık affın da, merhametin de çok ötesin­
deydi. Beyin, boynunun vurulmasını emretti. Kale, hazinelerini
teslim etmek üzere kapılarını açtığı zaman, içeride yalnızca
kırk Memlılk kölenin hayatta kaldığı görüldü.
Timur ve kent büyükleri arasındaki pazarlık, çok nazik bir
biçimde dengelenmeye çalışılıyordu. İki tarafın da gayet iyi bil­
diği gibi, üstünlük Tatar'daydı. Ne isterse vermek gerekiyordu,
çünkü bu muazzam kentin kaderi artık onun elindeydi; bağış­
lamak veya yakıp kül etmek tümüyle insafına kalmıştı. Bir mil­
yon dinarlık bir fidye üzerinde anlaşmaya varıldı, fakat ne za­
man ki bu toplandı, Timur korkudan sinmiş görevlilere dönüp
rakamı on milyona çıkardı. Kuşatma altındaki kentin ahalisin­
den bu meblağ da zorla ve dayakla alındıktan sonra, Timur bu
kez istenilen fidyenin yalnızca üçte birinin ödendiğini iddia et­
ti. Gözü kentin tüm servetindeydi. Pazarlık öyle bir mecraya
dökülmüştü ki artık topyekun tecavüz ve talan için bahane
arandığı belliydi. Gökler tekrar karardı. Halep'i kasıp kavuran
fırtına, bu kez Şam semalarında kopmak üzereydi.
Saflar arasında bir emir yayıldı. Askerler aç ve aylardır çar­
pışmaktan yorgundular; dur durak demeden ilerlemekten zayıf
düşmüşlerdi; keyifle birbirlerine bakıp, arşa kadar çıkan sevinç
çığlıkları attılar. Şam kılıçtan geçirilecekti. Bu, çocuk yaştaki

3 26
Arabşah' a, tüm ömrü boyunca etkisinden kurtulamayacağı,
deprem niteliğinde, feci bir şok yaşattı. "Bu gözünü kan bürü­
müş İblisler insanların üstüne ansızın hışım gibi yağdı; işkence
ediyor, vurup öldürüyor, yakıp kül ediyorlardı; sanki dalga
dalga gökten iniyorlardı, kızışmış, kudurmuşlardı; Müslüman­
lara ve onların müttefiklerine etmedik zulüm bırakmadılar; on­
ları koyun sürüsünün içine dalmış aç kurtlar gibi darmadağın
ettiler; parçaladılar ."
Katliam, kenti kasıp kavuruyordu. İbn Tagribirdi, "Şam aha­
lisine yapılmadık işkence kalmadı; falakalara yatırıldılar; cende­
relerde sıkıştırıldılar; ateşlerle dağlandılar; burunlarına tozlu bez
basılarak baş aşağı sallandırıldılar, her nefes alışta boğulayazdı­
lar. Bir adam ölecek gibi oldu mu, bir ara verip tekrar bin türlü
işkenceye tabi tuttular." Ganimet için gözü dönmüş olan Tatar­
lar, Şam'da daha önce hiç görülmedik bir mezalim uyguladılar.

Mesela bir adamı tutup kafasının etrafını bir urganla bağlıyor, son­
ra bunu etine işleyene kadar sıkıyor/ardı; bir başkasının omuzları­
na ip doluyor, bunu bir değnekle, omuzları yerinden çıkana dek ka­
nırtıyorlardı; kiminin başparmaklarını arkadan bağlayıp sırt üstü
yere yatırıyorlar, mal varlığını birer birer itiraf edene kadar burun
deliklerinden içeriye kül akıtıyorlardı; her şeyini verse bile inanmı­
yorlar, öldürene kadar işkenceye devam ediyorlardı; hatta orada da
durmuyorlar, ölü numarası yaptığı düşüncesiyle vücudunu biraz
daha paralıyorlardı. Kimisi de kurbanını başparmak/arından evinin
tavanına asıyor, altında bir ateş yakarak uzun süre adamı üstünde
tutuyordu; ola ki adam alevlerin üstüne düşerse, sürüklenip dışarı
çıkarılıyor; kendine geldikten sonra tekrar içeri götürülüp bir kez
daha asılıyordu.

Yezdi' nin iddiasına göre, Şam' dan kaldırılan ganimet öyle


mebzuldü ki, at, katır ve deve katarları bunu çekmeye kafi gel­
memişti. Daha kıymetli eşyaya yer açmak için, kimi altın ve gü­
müş parçalar; Mısır, Kıbrıs ve Rusya'dan gelen çok değerli ke­
merlerle birlikte geride bırakılmıştı.
Doğup büyüdüğü kentin uğradığı bu talanı anlatırken,
haklı olarak zıvanadan çıkan Arabşah, Timur'un kaledeki di-

327
renişin başını çeken doksan yaşındaki bir Suriyeli subayı yaka­
ladığını iddia eder. Hükümdar, yaşlı adama onu öldürmeyece­
ğini; çünkü böyle yapmakla elinde ölen Tatar yiğitlerinin inti­
kamını almış olmayacağını söylemişti. Ayrıca, "yaşına bakma­
dan sana işkence üstüne işkence edeceğim; acına acı, derdine
dert katacağım" diye keyifle böbürlendiğini de rivayet eder.
Adam, dizlerine ağır zincirler vurularak zindana atılmıştı.
Alevler Şam sokaklarını sarmışh, Emeviye Camii'nin kubbesi
dumanlar içinden göğe yükseliyordu. Rüzgarla körüklenerek
hadanan yangın, yolu üstündeki ahşap evleri, sarayları, camileri,
hamamları yuta yuta ona doğru geliyordu. İbn Haldun, "yangın,
Ulucami'ye ulaşana kadar devam etti," diye yazar. "Alevler çalı­
ya çıkarak kurşunu eritti; tavan ve duvarlar çöktü." İslam Savaş­
çısı olarak ünlenmek için didinen bir adamın komutasındaki
Müslüman bir ordu, sekizinci yüzyılda yapılmış bu göz kamaşh­
ran, dünya harikası ve İslam dininin medarı iftiharı olan yapıyı
paralıyordu. İbn Haldun, ''bundan daha alçak, daha iğrenç bir iş
olamazdı," diye devam eder, "fakat olmuş da, olacak da Allah'ın
bileceği bir iştir; O, kullarına ne isterse onu yaptırır, yarattığı
alemde her şey onun iradesine bağlıdır."62
Modern okur bunu, İbn Haldun'a vergi tuhaf bir rahatlık
ve tevekkül olarak alabilir, oysa İbn Haldun İslamın günümüze
kadar gelen bir şartını yerine getiriyor, her şeyin Allah' tan gel­
diğini söylüyordu. Fakat belki de bu sükunetinin ve ölçülü üs­
lubunun ardında yatan bir başka neden daha vardı. Şam, bir vi­
raneye dönmüş ve ahalisi tamamen katiedilmiş de olsa, hiç ol­
mazsa o hayatta kalmış ve kılına bile dokunulmamıştı.

62 Şam'ın yağmasına ilişkin bu ilk gözlemler, Timur'un Emeviye Camii'nin yıkım


emrini verip vermediği konusunda ihtilaf içindedir. İfadeleri çelişkilerle dolu
olan Bavyeralı Schiltberger, kendinin ve kendi gibilerin canının bağışlanması
için yalvaran bir din hocasına, bunları ve ailelerini alarak camiye sığınmasının
söylendiğini iddia eder. Yine aynı iddiaya göre, bunların sayısı otuz bini bulu­
yordu. "Timur, hepsi buraya dolduktan sonra, kapıların kilitlenmesini buyurdu.
Bu yapıldıktan sonra, mabedin çevresine odun yığdırdı ve bunların tutuşturul­
ması emrini verdi. Hepsi içeride telef oldu. Ardından her askerin bir kafa getir­
mesini emretti. Bu emir de yerine getirildi ve tam üç gün sürdü; bu kafalardan
üç kule dikildi ve ardından kent talan edildi." Mamafih saray kayıtlarına göre,
Timur caminin yanmasını önlemek için elinden gelen her şeyi yapmıştı.

328
İbn Tagribirdi, esef içinde, "tüm kent yanıp kül olmuş,
Bıneviye Camii yangında göçınüş, kapıları gitmiş, merrnerieri
çatlaınış; duvarlarından başka dikili hiçbir yeri kalmamıştı/' di­
ye kaydeder. "Kentin diğer cami, saray, kervansaray ve ha­
maınları şimdi enkaz yığınlarından ve boş alanlardan ibaretti;
geride yalnızca, ölü veya açlıktan ölmeye mahkum çok sayıda
çocuk bırakılınıştı." 63

* * *

Kahire, benzeri. bir kıyaınetin kendine de yaşatılması olası­


lığıyla tir tir titrer ve Miranşah'la Şahruh Antakya ve civarını
yakıp yıkarken, hükümdar çıkardığı çıbanlardan ve bel ağrısın-

63 Marlowe'un Büyük Timurlenk adlı oyununda, Şam'ın düşüşü aynı ölçüde tüyler
ürperticidir. Kuşatma altındaki kentin valisi, teslim olmadan önce zaman ka­
zanmaya çalışır. Süre uzadıkça, Timurlenk'in ordugahındaki sancakların rengi,
yaklaşmakta olan faciayı haber verircesine, beyazdan kırmızıya, kırmızıdan si­
yaha döner.

Bembeyazdı ilk dikilifiğinde çadır/arı,


Kar beyazdı tüyü, gümüş sorgucuııa takılı,
Kar beyazdı al/arı, pulları.
Işte böyle sakindi kafası.
Doymuştu ganimete, doymuştu ta/ana,
Gözü yoktu artık kan akıtmakta;
Ne zaman ki Şafak Tanrısı indi gökten bir kez daha,
Kıpkırmızı kesildi işte o an tüm eşya.
Gazaba gelmişti, kan dökülecekti;
Eli silah tutan kimse esirgenmeyecekti.
Eğer bu tehdit de yola getirmezse onları,
Dönecekti karaya renkler, kesecekti karaya atağı;
Mızrağı, ka/kanı, kısrağı, zırhı, sorgucu,
Tüyleri, pulları a/ları,
Saçacaktı ölümü, gösterecekti cehennem i,
Ne çocuk diyecekti, ne kadın ne de soylu,
Asıp kesecekti düşmanı m, ateşiere verece�ti.

Şam'ı kurtarmak için ümitsizce çırpınan vali, Timurlenk'e, önünde, 'yürekleri


ve dizleri üstünde çöken' dört bakire kız göndererek aman diler. Fakat bu nafi­
le bir girişim olur. Kızlar geldikleri gibi boğazlanıdar ve 'lime lime edilmiş ce­
setleri', şehir surlarına asılır. Timurlenk, "Görüntüleri de muzırdı, ruhları gibi/
Tesalya eczası, Tesalya zehiri gibi," diye gözlemledikten sonra, "Durmayın
efendiler, haydi gidin/ kim kaldıysa onları da kesin," sözleriyle devam eder ve
Şam, alevler içinde eriyip gözden kaybolur.

3 29
dan mustarip, hasta yatıyordu. Ömrünün son deminde, mik­
roplar ve hastalıklar yakasım bırakmıyordu.
Timur'un güneye ve batıya doğru ilerleyişini büyük bir en­
dişeyle izleyen ve hemen kaçmak için hazırlık yapan Kahire
halkı, kuzeye yönelik bu akınlar karşısında sevinçlerini gizleye­
miyorlardı. Bu arada Sultan Ferec, elçi Atılmış'ın sahibine iade­
si konusunda hükümdan temin etmişti. Fakat son yattığı hasta­
lıktan yeni kalkan Timur'un aklında başka düşünceler vardı.
Hükümdarlığıyla ilgili işlere döndü; en sevdiği tarunu ve veli­
aht Muhammed Sultan'ı Semerkand'dan çağırtarak, daha önce
sefih amcası Miranşah'ın başında bulunduğu, Hulagu Han'ın
topraklarının idaresiyle görevlendirdi. Ne kadar hasta olursa
olsun, memleketine dönmeye hiç niyetli olmadığının en açık
göstergesi, Muhammed Sultan' a, beraberinde taze güç getirme­
sini ve bir başka buyrukla, hükümdar ailesinin de ona katılma­
sını söylemesiydi. Artık duracağı kalmamıştı. Bütün mesele,
ona hiç rahat, huzur vermeyen enerjisini bundan sonra nereye
yönelteceğiydi. Akınlar devam edecekti. Birlikler, şimdi de Ye­
di Yıl Seferi'ne çıkacaktı.
Timur, önce kuzeye, Kafkasya'ya doğru hareket etti; kışı
Karabağ'ın iklimi latif yaylalarında geçirecekti. Fakat tam yola
çıkmışken, asap bozucu bir haber ulaştı. Sekiz yüz kilometre
doğudaki Bağdat'ın yeniden alınması için yolladığı yirmi bin
kişilik kuvvet, o ana kadar bir başarı gösterememişti. Timur bu
duruma aldırmamak yerine, tam da kendisinden beklendiği gi�­
bi, geri dönüp şahsen gereğini yapmaya karar verdi.

* * *

Öteden beri, Darüsselam (Huzurlu Mekan) olarak bilinen


Bağdat, Timur'un hem eski hasını Sultan Ahmed'in, hem de
barınak sağladığı Karakoyunlu Kara Yusuf'un memleketiydi.
Timur'un katı hesabına göre kent, uğruna ani ve sert bir biçim­
de yolundan sapmaya değerdi. Arabşah, "bu dillere destan
kentin, kokusu, efsunu, vasıfları kelimelere sığmaz," diye yaz­
mıştı. İbn Battuta ise onu, "dünyanın en büyük kentlerinden bi­
ri," olarak tasvir etmişti; İslam tarihiyle iç içe geçmiş olan kent,

3 30
Sünni İslamın belli başlı dört fıkıh mezhebinden ikisinin kuru­
cuları İmam Ebu Hanife ve İmam Ahmed ibn Hanbel'in kabir­
lerine ev sahipliği yapıyordu.
İbn Battuta, 1327' de şehri ziyarete geldiğinde Bağdat, artık
ne İslam aleminin şanlı başkenti ne de halHelerin 756' dan beri
oturduğu şehirdi. 1258'de, Moğol ordularının başında batıdan
saldıran Hulagu, kenti dedesi Cengiz Han'a parmak ısırtacak
bir vahşetle talan etmiş, adeta yeryüzünden silmişti. Kırk gün
süreyle kent alev alev yanmış; Halife Camii, Şii İmam Musa el­
Kazım' ın türbesi, Rüsefa'daki halife mezarları, evler ve sokak­
lar kül olup gitmişti.
Hulagu, içinden bir kasırga gibi geçtikten yarım asır sonra
bile, Bağdat, zaman zaman seğiren bir cesetten farksızdı. Bir dizi
istilaemın elinde -İranlı, Türk ve Moğol- dokusu tamamen bo­
zulmuştu. İsmi bilinmeyen bir yazarın 1300' de güncelleştirmiş
olduğu, Yakut el-Hamavi'nin 1226 tarihli Coğrafya Sözlüğü'nde
(Mu'cemu'l-Buldan), yıkımın derecesi üzerinde önemle durulur.

İşte böylece Bağdat'ın batı yakasında, tek tük birkaç mahalleden başka
hiçbir şey kalmadı; bunların içinde en fazla insan Kerh'de var; Bağ­
dat'ın doğusuııa gelince; Şanımanıiye ve Mükerrem mahalleleri çok­
tan ortadan kalktığı için, geride kalanlarm önünde, Dicle Nehri'nin
kıyısını izleyen bir duvar inşa edildi. Hulagu Han'ın başını çektiği
Tatar istilasına kadar, kent böylece idare etti; bu kaZıntıların büyük
bir kısmını da onlar yakıp yıktı ve ahaZismi katletti; o kadar ki geçmi­
şin görkemini hatırlayan bir tek kişi dahi bırakılmadı. Tüm sakinleri­
nin telef olduğunu anlayan kırlık alan insanları gelip buraya yerleşti­
ler; böylece kent artık eski Bağdat olmaktan çıktı; günümüzde burada
yaşayanlar önceki ahalisinden çok farklıdır - fakat takdir-i ilahi böy­
leymiş, hikmetinden sual olunnıaz.

Hulagu'nun yağmasından sonra dahi Bağdat İslam dünyasının


önde gelen kentlerinden biri olarak itibarını korumaya devam
etti; oysa gerçekte burası, Irak Araplarının başkenti olduğu o
parlak geçmişe dayanarak yaşayan bir taşra kasabasından baş­
ka bir şey değildi. İbn Battuta, şehri çökmüş ama kımıldamakta
olarak bulur.

33 1
Bağdat'ın batı yakası, ilk inşa edilen bölgeler arasındaydı; fakat şimdi
viranelikten farksızdır. Buna rağmen, her biri bir şehre bedel ve içinde
birkaç hamam olan on üç mahallesinin kalıntıları seçilmektedir.
Darüşşifa da harap olmuş ve geriye yalnızca bazı yıkıntılar kalmıştır.
Doğu yakasında birçok çarşı bulunur, bunların en büyüğü Salı Paza­
rz'dır.

İbn Battuta, eskiden Abbasi halifelerinin oturduğu bu kentin


çarşıya yakın bir bölgesinde üç caminin ha.la ayakta durduğu­
nu görmüştü - bunlar, sekizinci yüzyıl Mansur ve Rüsefa, on.
birinci yüzyıl Sultan camileriydi. Bağdat'ın iki köprüsünü de
çok beğenmişti: "Bunların üstünde hem kadın hem erkek, gece
gündüz insanlar geziniyor. Şehirde, sekizi nehrin sağ yakasın­
da, üçü sol yakasında olmak üzere on bir ulucami bulunuyor;
bunlardan başka birçok cami ve medrese var, ancak bu sonun­
cuların çoğu harap durumda."
Anlattıklarına bakılırsa, İbn Battuta kentin tarihi hazinele­
rinden çok hamamlarıyla ilgilenmişti. "Bağdat'ta birçok ha­
mam var ve hepsi de mükemmel yapılar; çoğu siyah mermer
havası veren ziftle kaplanmış." Faslı, bunları çok gelişmiş ve in­
celikli bulmuş; öve öve bitirememişti: "göz göz odaları var;
bunların her birinin köşesinde bir kuma duruyor; iki ayrı mus­
luktan sıcak ve soğuk su akıyor." Onu en çok etkileyen, yıkan­
maya gelen herkese üç peştamal verilmesi adeti olmuştu; bun­
lardan biri hamama girerken, diğeri hamamdan çıkarken bele
sarılıyor, üçüncüsüyle de kurulanılıyordu. "Bağdat'tan başka
hiçbir şehirde, böyle teferruatlı hizmet görmedim," diyerek
hayranlığını belirtmişti.
Önceden ne ölçüde yıkılmış olursa olsun, Timur buraya
vardığında, Bağdat hala hatırı sayılır büyüklükte bir kentti.
İbn Battuta'nın çağdaşı Hamdullah Müstevfi el-Kazvini, şeh­
rin surlarını tasvirle, Dicle Nehri'nin doğu ve batı yakasında
olmak üzere ikiye bölündüklerini; her biri geniş bir yarım
daire çizen bu surların on sekiz bin ve on iki bin ayak geldi­
ğini söylemişti.
Halep ve Şam, Timur'un saldırısı karşısında çözülmüştü.
Bağdat'ın, olacağa karşı koyması kabul edilemezdi. Suriye tara-

332
fından gelen Tatar ordusu, bir dizi yürüyüşün ardından son
hedeflerine ulaştı. Kentin kuşatılması emri verildi ve Dicle'nin
iki yakasında ordugah kuruldu. Yezdi, Bağdat'ın çevresinin on
kilometre olmasına rağmen, bu koca ordunun onu kolayca sar­
dığını yazar. Dicle'nin üstünde teknelerden bir köprü kurul­
muş; nehrin aşağı yakasında, ahalinin kaçışını önlemek için ok­
çular konuşlandırılmıştı. Nehrin üst yakasım ise Miranşah'la
Şahruh tutmuş; kente giriş çıkışları denetim altına almışlardı.
Kuşatma, Bağdatlılar için olabilecek en kötü zamana denk
gelmişti. Görülmemiş sıcaklıkta bir yaz yaşamyordu. Öyle kavu­
rucu bir sıcak vardı ki, tarihçi, kuşların havada uçarken düşüp
öldüğünü, zırhlı askerlerin 'balmumu gibi' eridiğini yazar. Ti­
mur'un sayısı belirsiz askerlerinin kentin etrafında konakladığını
gören ahali, ''burayı artık bir huzur kenti olarak değil, bir cehen­
nem ve cinnet sarayı olarak görüyordu". Dehşete kapılan kentin
savunucuları, üstlerinde bir aşağı bir yukarı seğirterek surları
onarmaya çalışıyorlardı. Timur'un emirleri ve kurmayları, onu
topyekun bir saldırıya ikna etmeye çalışmışlardı, ama Yezdi'nin
(pek de inandırıCı olmayan) ifadesine göre hükümdar, ahalinin
yakında hizaya geleceği ve bu ala kenti yıkınanın çok yazık ola­
cağı gerekçesiyle bu isteği geri çevirmişti.
Kuşatmanın altıncı haftasında, havanın çok sıcak olduğu
bir gün, askerler tolgalarını çıkarıp gezinti duvarlarının arka­
sındaki sırıkiara asmış, mevzilerini bırakıp evlerine dönmüş­
ken, Timur adamlarına Bağdat' a hücum emrini verdi. Yiğit
Şeyh Nureddin, şehir sudarına dayanan merciivenden ilk çıkan
kişi olmuş, Timur'un üstü hilalli, at kuyruklu sancağını buraya
dikmişti. Ahaliden birçok kişi ümitsizlikten kendini Dicle'ye
atıyor, fakat çok geçmeden orada bekleyen okçulara yem olu­
yorlardı. Vali ve kızı, bir tekneyle kaçmaya çalışmış, ancak tek­
ne vurularak batırılmıştı. İkisi de Dicle'nin köpüklü sularında
boğulmuşlardı.
Bağdat yeniden Timur'un olmuştu. Kendisine bu kadar
dert çıkaran kenti tekrar ele geçirişinin bir nişanesi olarak ve
çok sayıdaki asker kaybının intikamını almak için, en hınç dolu
emirlerinden birini verdi. Kent, hiç merhamet beklememeliydi.
Her asker, bir Bağdatimm kafasını getirecekti. Bu rakamın as-

333
ker başına iki kafa olduğunu söyleyen Arabşah, bundan sonra
olanları şöyle anlatır.

Onları tek sıra halinde getirdikleri de oldu, kalabalıklar halinde de;


boyunlarını vurup ölülerini avaya attılar ve kellelerinden kuleler ör­
düler; Dicle Nehri kan olup aktı . . . Kafasını uçuracak Bağdatlı bula­
mayanlar, yanlarındaki Suriyeli veya diğer esirlerin boyunlarını vur­
dular; bunu da yapanıayanlar, bir yastığa baş koydukları karılarının
kafalarını kesip götürdüler.

Yalnızca kentteki din bilginlerinin ve diğer alim ve düşünürle­


rin canı bağışlandı. Kendilerine şeref payesi olarak yeni giysiler
ve atlar verilerek Bağdat'tan sağ salim çıkmaları sağlandı.
Bunun ardından evlerin teker teker yakılıp yıkılınası emri
geldi. Yezdi'nin ifadesine göre, yalnızca camiler, darüşşifalar
ve medreseler bu yıkımdan sakınılacaktı; fakat Şam' daki olay­
lardan, hele de Emeviye Camii'nin yıkımından sonra bu ifade
doğru olamazdı. Çarşılar, kervansaraylar, manastırlar, saraylar
ve hamamlar dumanlar içindeydi. "Kuran, der ki, 'Kafirlerin
evleri Allah'ın emriyle işte böyle yıkılacak."'
Dicle Nehri kandan kıpkızıl akıyor, havada çürüyen ceset­
lerin kokusu duyuluyorken Timur, alabildiğine sakin, tekneyle
nehir yukarı çıkarak Bağdat'ın doğu yakasındaki İmam Ebu
Hanife'nin zarif beyaz kubbeli kabrini ziyaret etti ve bu ermiş­
ten şefaat diledi.64 O dua ededursun, askerleri dümdüz ettikleri
kentin etrafında kellelerden diktikleri 120 kuleye, son şeklini
veriyorlardı. Arabşah'ın, "ölüm haccı" adını verdiği sefer sona
ermek üzereydi. Antakya, Akka, Baalbek ve Beyrut; Hama ve
Hums viran olmuştu. Şam parça parça edilmiş, bağırsakları de­
şilmişti. Halep'te yirmi bin kelle uçurulmuştu. Vahşet, Bağ­
dat' ta yeni zirvelere ulaşmıştı. Bu kez akbabalara besin olarak
doksan bin kişi vardı.
* * *

64 Onuncu yüzyıla gelinceye kadar İslam hukuku Kuran'a, hadisiere ve ulemanın


tefsirlerine dayalı dört ayrı mezhebe ayrılmıştı. Ebu Hanife (699-767), Hanefili­
ğin kurucusuydu, onun fıkhı, farklı Müslüman cemaatlerine karşı hoşgörülüdür
ve Kuran'ın veya peygamberin sünnetlerinin yol göstermediği konularda kadı
ve hukukçulara geniş yetkiler tanır.

334
Tarih, Bağdat'tan çıkıp Karabağ düzlüklerinde kışlayacak
yer aramak üzere kuzeye doğru yürüyen Timur'un askerlerinin
duygularını kaydetmez. Elem ve yorgunlukla karışık bir rahat­
lama ve sevinç duyduklarına kuşku yoktur. Aralarında canları
Allah'a emanet, çok sayıda yaralı vardı. Bunların· bazıları bir .
dahaki sefere kadar sağ kalmayacaktı. Yarası beresi olmayanla­
rın çoğu talanla yükünü tutmuş, katır ve develeri sırtlarındaki
ganimetin ağırlığından adeta yürüyemez hale gelmişti. Kimile­
ri savaş meydanındaki kahramanlıklarından ötürü terfi etmişti.
Bazıları yalnızca evlerine dönmek istiyordu.
Bir kez daha Timur'un Tatarları, ona emrettiği zaferleri ar­
mağan etmişti. Kafkasya'ya doğru yol alırken hükümdar, bu
yenilgi nedir bilmeyen bahadırlarına gururla bakmış olsa ge­
rektir. "Benden yana veya bana karşı olsun, asker benim için en
makbul adamdır," dediği rivayet olunur. "O ki, ömür boyu
mutluluğu, bir anlık onura değişerek, kendini savaşa ve ateşe
atar ve tehlike anı geldiğinde kanını, canını sakınmaz."
Fakat o an, bu adamların gözünde istirahatten başka hiçbir
şey yoktu. Karabağ'ın inişli çıkışlı yaylalarında şölenler, şenlik�
ler, içki alemleri ve bedensel hazlar yorgun askerleri bekliyor­
du. Fakat durmak, dinlenmek bilmeyen Timur'un aklında baş­
ka düşünceler vardı. Her zaman olduğu gibi, usta satranç
oyuncusu, bir sonraki hamlesini hazırlamıştı. En zorlu düşma­
nıyla yapacağı savaş maya tutmuş, bir zamandır kabarıyordu.
Zaten aralarında, peşrev niteliğinde birkaç çarpışma olmuştu.
Askerleri farkında olmayabilirdi, ama tehlike anı çok uzakta
değildi.

335
Timur'un mezaliminden en fazla nasibini alan kentlerden İsfahan'da
1387 yağması. Teslim olduktan sonra şehir isyan edince yetmiş bin kişi
katledilmiştir. Abdullah Hatifi'nin, (on altıncı yüzyıl) Timurname adlı
yapıtından.

3 36
Pencap'ın Pakistan'da kalan
kısmında, Evliyalar Kenti
Multan'da, Şeyh Rüknüalem'in
Türbesi. 1398' de, Timur burayı
yakıp yıktı.

Kabil'de, Babür'ün Türbesi.

337
1402 Ankara Savaşı'nda yenilerek esir düşen Osmanlı sultanı I. Bayezici'in Timur'un
huzuruna getirilişi. Zafername'nin on altıncı yüzyıl nüshasından.

3 38
Hindistan' da Moğol hanedanının kurucusu, Timur'un tarununun, torununun,
torunu Babür.

3 39
Gökbilimci Sultan. Timur'un
torunu Uluğ Bey, matematik,
coğrafya, dinbilim, tarih, şiir ve
müzikle uğraşmıştır. On yedinci
yüzyılda İngiltere'de ilk defa.bir
Kraliyet Gökbilimeisi '!tandığı
zaman, hala onun geliştirdiği yıldız
çizelgelerine başvuruluyordu.

Özbek usulü devlet propagandası.


"Atamız Emir Timur'un iyi
öğütleri bize yardımcı oluyor,"
Başkan İslam Kerimov'un mesajı.

34 0
Timur, Özbekler için örnek insan.
"Allah'ın gazabını üzerinize çekmeyin
ya da başkalarına kötülük yapmayın,
onlara zalim davranmayın" ve "Eğer
insanlar birlikte davranınazsa
başaramazlar" diye yazar tabelalarda.

Semerkand'da, Timur'un gömülü


olduğu, Gur-i Emir Mozolesi.
"Kubbeyi saran mermer kuşağı, mavi
ve sarı çiniler daha göz alıcı hale
getiriyordu," diye yazar İbn Arabşah.
"İçinde, ulu hükümdarın ölüsünün
gömüleceği bir tonoz yapılmış;
etrafında bulunan yıkık evlerin yerine
pek güzel bir bahçe dikilmişti."

341
Cihangir dönüyor. Taşkent'te, Emir
Timur Meydanı'nda, Timur heykeli
1993 yılında Özbek başkan tarafından
açıldı.

Yıllar boyunca Timur: ÜSTTE SAGDA


On yedinci yüzyıl Almanya, SOLDA
On sekizinci yüzyıl Fransa, SAGDA On
dokuzuncu yüzyıl Hindistan.

342
22 Haziran 194l'de Timur'un
mezarını açan Sovyet arkeolog
Mikhail Gerasimov, Timur'un
kafatasını inceliyor. Araştırmaları
sağ taraf uzuvlarındayarası olan,
zamanına göre cüsseli bir adamı
ortaya çıkardı.

Gur-i Emir'de, Timur'un kabri.


Bir metre seksen üç santim uzun­
luğundaki siyahımsı yeşim lahit
dünyadaki en büyük yekpare
taştır.

343
9

Yıldırım Bayezid
1402

"Cenk bizim kanımıza işlemiş; biz savaştan çekinmeyiz, davamız


dine hizmettir. Allah yolunda cihat etmeyi düstur edinmişiz. . . Asker­
lerimiz, mekanları cennet olsun diye, hayatlarını ve varlıklarını Al­
lah'a adamıştır. "
I. BAYEZİD'DEN
TİMUR'A MEKTUP, 1402

" . . . Hadi oradan; Türkler hep böyle çalım satar,


Boyundan büyük tehditlere kalkar.
Benimle cenk ha? Beni ele geçirmek ha?
Zavallı Türk; neyleyim talih sana gülmemiş,
Timurlenk'le baş edecek gücü ihsan etmemiş."
CHRISTOPHER MARLOWE,
Büyük Timurlenk

Seferin son aylarında orduları Halep'i, Şarn'ı ve Bağdat'ı


kılıçtan geçirir ve ateşe verirken, Tirnur diplomasi sanatını
göz ardı etrnernişti. Elçiler ve ulaklar, Asya'nın ticaret yolla­
rında rnekik dokuyor, fatihin menfaatlerine hizmet ederken
Osmanlı sultanı I. Bayezid'inkilere zarar vermeye çalışıyor­
lardı. Osmanlıların İstanbul kuşatmasından bunalıp Trab­
zon' a kaçan ve buradan Timur' a bağlılığını ilan eden güçsüz
Bizans imparatoru II. Manuel'in yanına gitmişlerdi. Tatar hü-

3 44
kümdar, bir sonraki savaşından önce, kendisine yirmi kadır­
ga temin edilmesini istiyordu. Geçici olarak Manuel'in yeğe­
ni ve imparator naibi İoannes'in idaresine bırakılan Hıristi­
yan İstanbul' dan ve Cenevizlilerin yaşadığı, Galata' dan da
benzeri taleplerde bulunulmuştu. 1398'de Papa IX. ·Bonifa- .
cius'un1 Katolik Avrupa'yı temsilen, Doğu'ya ve Habeşis­
tan'a başpiskopos olarak atadığı Sultaniyeli Johannes, Ta­
tar'ın huzuruna çıkarak Fransa kralı VI. Charles'ın iyi niyet
mesajlarını iletmişti. Her ne kadar İslam dininin en büyük sa­
vunucusu olmak ve Gazi unvanını kazanmak gayreti gütse
de, Timur'un fırsatçı içgüdüleri kafirlerle hiç vicdanı sızıa­
madan işbirliği yapmasına izin veriyordu.
Fakat Bayezid ile Timur arasındaki yazışma, bunların
hepsinden kat kat daha önemliydi. İlk diplomatik temasların­
dan bu yana, alıp veremedikleri konularda bir değişiklik ol­
mamış, fakat üslup gitgide sertleşerek açık bir meydan oku­
maya dönüşmüştü. Timur, yıllardan beri elinden kaçınayı ba­
şaran iki ezeli düşmanı, Bağdatlı Sultan Ahmed'i ve asi Türk­
men reisi Kara Yusuf'u kendisine teslim etmesi için Bayezid' e
baskı yapıyordu.
Osmanlı elçilerine, "efendinizin Avrupalı kafirlerle savaş
ettiği haberini aldığımız içindir ki ordumuzla ülkesine yürü­
mekten geri durduk; Müslüman bir ülkeyi batırmamız olsa olsa
kafirlerin işine yarardı" diyordu. "Fakat hiçbir şey, onun Türk­
men Kara Yusuf gibi, tacirleri soyan, gezginlerin canına kıyan
ve buna benzer bir sürü rezillik eden, dünyanın en büyük hay­
dut ve eşkıyasına sığınak sağlamış olduğunu duymak kadar
canımızı sıkmamıştır. En fenası, bu kepaze herifin, koyunun
koynundaki kurt misali, Müslüman bir ülkenin bağrında yaşı­
yor olmasıdır." Bayezid, ya Kara Yusuf'u mahkum edip zincire
vurarak Timur' a teslim etmeli veya topraklarından sürmeliydi.
Buna ilaveten, .Fırat' ın batısındaki Kemah Kalesi'ni eski sahibi
ve Timur'un müttefiki Mutahharten'e geri vermeliydi.
Fakat her karşısına çıkanı yenmiş ve Hıristiyan Avrupa'yı
dize getirmiş olan Osmanlı sultanı taviz vermeye hiç niyetli de­
ğildi. Bunun nedenini anlamak için altı yıl öncesine, Hıristiyan
saraylarındaki çalkantılara bakmamız gerekecektir.

345
* * *

On dördüncü asrın son on yılında Hıristiyan Avrupa, Os­


manlı sultanının kendisi için en büyük tehlike olduğuna karar
vermişti. Kıtaya açılan kapının ağzında, Bizans son nefesini
vermek üzereydi, Osmanlı kuvvetleri etrafını sarmış, gırtlağına
basıyorlardı. 1399' da İmparator Manuel, Osmanlı kuşatmasını
kaldırmaya çaiışan fakat bunda başarısız olan Ceneviz kuvvet­
lerine sığınarak, deniz yoluyla İstanbul'u terk edip batıya kaç­
mıştı. İstanbul' u, yeğeni İoannes' e emanet etmişti. Hıristiyan
imparatorluğu, İslamın kılıcı altında çöktü çökecekti. Avrupalı
krallar yönünden bundan da fenası, kendi topraklarına kadar
girilmiş ve Hıristiyanlara ait kimi yerlerin alınmış olmasıydı;
1389'da Kosova, 1393'te Bulgaristan kaybedilmişti. Doğu ve ba­
tı sınırları arasında hızıla hareket ettiği için Yıldırım lakabı ve­
rilen Bayezid, şimdi de Macaristan' a el uzatmıştı. Hilal, tüm kı­
tanın üstüne yükselmeye başlamadan önce, batıdaki bu ilerle­
yiş durdurulmalıydı.
Vebadan kırılan, Yüzyıl Savaşları'ndan bitkin çıkan ve
biri Roma'da, biri Avignon'da hüküm süren iki Papa arasın­
da bölünmüş bulunan Avrupa, Bayezid'in yeni yeni filizle­
nen gücü karşısında direnemeyecek kadar zayıf ve tehlikeli
bir durumdaydı. Neyse ki, Hıristiyanlığın içine düşmüş bu­
lunduğu bu müşkül durum karşısında, Roma'daki Papa IX.
Bonifacius ile Avignon' daki Papa XIII. Benedictus, Osmanb­
lara karşı bir Haçlı seferi düzenlenmesi konusunda ortak ka­
rara vardılar.
Burgundy Dükü'nün oğlu Kont Neversli Jean'ın kumanda­
sı altında bir Fransız-Alman ordusu teşkil edildi. Doğuya doğ­
ru yola çıktıklarında, bu Haçlılara Almanlar birkaç birlik daha
ve İngilizler de küçük bir müfreze sağladılar. Buda'ya geldikle­
ri zaman Macaristan kralı Zsigsmund, on bin askerlik katkısıy­
la saflarını iyice kabarttı. Eflak, Polanya, Bohemya, İtalya ve İs­
panya' dan yeni şövalye katılımlarıyla birlikte Haçlıların sayısı
on altı bine çıktı; bu Hıristiyan aleminde o güne kadar savaşa
sürülen en büyük ord uydu.

346
25 Eylül 1396'da Tuna Nehri üzerindeki Niğbolu'da, buna
yakın büyüklükte bir Osmanlı ordusuyla karşılaştılar. 65 Yaklaş­
tıklarının haberini alan Bayezid, İstanbul kuşatmasını kaldıra­
rak batıya yürürnüştü. Osmanlıların savaş yöntemlerine aşina
olan Zsigrnund, Fransızlara geri durrnalarını, kendisinin hafif
birlikleri düşman hatlarına hücum ettiğinde, Avrupalı şövalye­
lerin öne çıkmalarını söyledi. Ayrıca, müttefiklerinin sağlam
saydığı mevzilerinden gereğinden çabuk ayrılmalarını istemi­
yordu. Fakat ilk hücurnun başında bulunmak şerefine nail ol­
mak isteyen Fransız ve Burgundy Haçlıları bunu, savaş kabili­
yeHerinin küçürnsendiği anlamına çekerek fena halde alındılar
ve köylü kabul ettikleri adarnların ardı sıra savaşa 'girmeyi ke­
sinlikle reddederek, onun sözünü dinlernediler. Kont d'Eu, eli­
ne bir Kutsal Meryem sancağı geçirerek havaya kaldırdı ve
adamlarına, "Tanrı ve Aziz George aşkına, ileri! Bugün benim
ne yiğit bir şövalye olduğumu göreceksiniz," diye bağırdı. İşte
böyle, kendilerine olan güvenlerinden ve Hıristiyanlığa olan
inançlarından n�redeyse göğüslerini bağıdarını yırtarak, "Tan­
rı ve Aziz Denis aşkına" sedaları arasında ve dalga dalga kaba­
ran flandralarının altında Avrupalı şövalyeler kendilerini ön
safiara attılar.
Bir süre için, bu acelecilik onları başanya götürecek gibi ol­
du; çünkü düşmana doğru dar bir koyağı geçip bir de tepe aş­
tıktan sonra, karşılarına çıkan düzensiz Türk piyadeleriyle ha­
fif süvarİlerini bozguna uğrattılar. Nihayet, uçları sivriltilrniş
tahta kazıklardan bir orrnanla korunan düşman mevzilerini
yardılar ve tam zaferi kutlayacakken, felaket ansızın ufukta be­
lirdi. Zsigrnund'un tavsiyesi ne kadar yerindeydi. Şimdi, çar­
pışrnaktan canları çıkmış bir halde, ağır zırhlarının içinde ter
döken Hıristiyanlar, karşı tepede Bayezici'in kalabalık ağır sü­
varİ birliklerinin kendilerini beklemekte olduğunu dehşetle
gördüler. Üstelik şövalyeler yayaydı; Osmanlı mevzilerirideki
tahta kazıklardan korunmak için atlarından inrnişlerdi. Daha
65 Nigbolu savaşında, birbiriyle çarpışan tarafların asker sayıları hakkında, günü­
müzde yapılan tahminlerle, o zaman verilen rakamlar arasında büyük fark var�
dır; o zamanın tarihçileri, hem Haçlı hem Osmanlı ordusunun yüzer bini buldu­
ğunu iddia etmişlerdi.

347
fenası, Macarların asıl kuvvetleri onlara hemen destek sağlaya­
mayacak kadar uzakta, geride kalmıştı.
Haçlı ordusunun iki zayıf güce bölünmesine neden olan
bu taktik beceriksizlik, Bayezid için hiç beklenmedik bir ar­
mağan oldu. Hücum emri verildi. Sipahiler, korkunç bir nara
attılar; altlarındaki kısraklar şaha kalkıp toynaklarıyla yeri
göğü inleterek öne atıldılar; darmadağın olmuş ve şaşkına
dönmüş şövalyeler, parça parça edildiler. Türk şairi Yusuf
Meddah, "nekkarelerin gümbürtüsü arşa çıkıyordu," diye ya­
zar. "Ve tepelerinde kılıçlar şakıyordu. Darbeler, rastgele,
yağmur gibi iniyordu. Eli mızraklı usta savaşçılar savaşırken,
maden çınıltısı ortalığı inletiyordu. Oklar yağmur gibi yağı­
yar, ödlekler sadaklarını geride bırakarak kaçıyordu." Kutsal
Meryem'in sancağı altı kez yere çalınmış, altı kez yerden kal­
dırılmıştı. Fakat Osmanlı baskısı dayanılır gibi değildi. Ne
zaman ki Haçlıları sancağı altında toplayan Amiral de Vien­
ne öldürüldü, işte o zaman Fransız şövalyeleri teslim oldu.
Onları Macarlar izledi. Apar tapar kaçan Zsigmund, Tuna
Nehri'ne varmayı başardı ve buradan bir tekneye atlayarak
emin ellere doğru yelken açtı. "Savaşı, Fransızların kibri ve
kendini beğenmişliği yüzünden kaybettik," deyişiyle ünlü­
dür. "Tavsiyemi dinlemiş olsalardı, düşmana yetecek kadar
askerimiz vardı."
Aynı günün ilerleyen saatlerinde, Osmanlı sultanı bir emir
daha verdi. Kayıplarının çetelesi çıktıkça hiddetten kuduruyor­
du; bu yetmezmiş gibi, Haçlıların lüks içindeki ordugahında
katıedilmiş bir yığın Türk -bunlar savaştan önce esir alınmış­
lardı- bulunmuştu. İntikamı acı olacaktı. Karşılığında hatırı sa­
yılır fidyeler alınabilecek bazı şanlı şövalyeler hariç, tüm savaş
esirleri boğazlanacaktı. Osmanlı subaylarına, yakalananları öl­
dürme emri verildi. Savaş alanında kan su gibi aktı. Böylece,
Avrupa şövalye sınıfının en seçkin zümresi, büyük bir soğuk­
kanlılıkla ortadan kaldırılmış oldu.
Bavyeralı içoğlanı Johann Schiltberger, ölüme mahkum
edilenler arasındaydı. Daha sonra, "yanımdakileri alıp boyun­
larını vurdular; tam sıra bana geldiğinde, sultanın oğlu beni
gördü ve sağ bırakılınarnı buyurdu; beni diğer çocukların yanı-

348
na koydular, çünkü yirmi yaşın altında olan hiç kimse öldürül­
müyordu; ben ise on altı yaşıma daha yeni girmiştim," diye ya­
zar. Schiltberger'in, köle yapılmak için canına kıyılmamıştı,
ama toplu katliamı seyretmekten alıkonmadı.

Sonra Bavyera soylularından derebeyi Haıınsen Greifi gördüm, aynı


urgana onunla birlikte dört kişi daha bağlanmıştı. Almrnakta olan bü­
yük intikamı görünce, avazı çıktığı kadar bağırarak, ölmek için orada
dikilmiş bekleyen piyade ve süvarileri teseliiye çalıştı. Başınız öne
eğilmesin, dedi, değil mi ki Hıristiyanlık uğruna bugün burada kanı­
mız dökülecek, Tanrı'nın izniyle, hepimiz cennetin evlatları olacağız.
Bunları söyledikten sonra diz çöktü ve yanındakilerle birlikte boyııu
vuruldu. Sabahtan, akşam narnazına kadar kan döküldü ve işin hala
bitrnediğini gören sultan ın akıl hocaları kalkıp önünde diz çöktüler ve
yeterince kan döküldüğünü, söyleyerek, Allah aşkına öfkesini yenmesi
ve Allah'ın gazabını üstüne çekmenıesi için yalvardılar.

Öldürülen savaş esirlerinin sayısı konusunda yapılan tahmin­


ler üç yüzle, Schiltberger'in ifrata kaçan on bin rakamı arasında
değişir. Ölmüş veya can çekişen insan yığınlarıyla dolu savaş
alanında göz gezdirdiği zaman, Yıldırım Bayezid kendinden
çok hoşnut kalmış olsa gerektir. Hilal, Haç' a galebe çalmıştı.
Son Haçlıları ortadan kaldırmıştı. En şanlı yirmi şövalyenin ba­
şına karşılık isteyeceği fidyeyle, Hıristiyan alemini felç edecek,
hazinelerini kökünden kurutacaktı. Şimdi, kasım kasım kasılı­
yordu; bunun ardından atını Avrupa'ya sürecek, amansız or­
dusuyla kafirlerin hakkından gelecek ve atma Roma' daki Aziz
Pietro katedralinin mihrabında ot yedirecekti.

* * *

Avrupa, hayatta kalmak için ansızın Allah'ın Kırhacı'na


muhtaç hale gelmişti; o adam ki son yirmi yıldır, şanına şan
katmak için Hıristiyan kanı akıtıyordu. Gürcistan' da defalarca,
Tana'da, Saray'da, Altın Orda'nın topraklarında ve yakın bir
tarihte Sivas'ta, sırf Timur'un takındığı İslam tacı biraz daha
parlasın diye, binlerce Hıristiyan boğazlanmıştı.

34 9
Avrupalı krallarla Timur'un menfaatleri kazara çakışıver­
mişti; işte ne eksik ne fazla, hepsi bundan ibaretti. Tatar'ın siya­
si evreninde ittifaklar, bir an işine öyle geldiği için yaptığı an­
laşmalardı; bunları canı istediği zaman tutar, istemediği zaman
kaldırır atardı; çünkü olayların beklenmedik bir seyir alması
durumunda, askeri üstünlük nasıl olsa kendisinde olurdu.
Eğer, Hıristiyanlar Bayezid' e karşı ona bir fayda sağlayacak
idiyseler, ne alaydı.
O güne kadarki en güçlü hasmıyla yapacağı bu tehlikeli
karşılaşma öncesi en fazla üstünde durduğu şey, Hıristiyan
kuvvetlerinin hiçbir surette onun önünü kesmemeleriydi. İkin:..
ci olarak ise, ellerinden geldiğince ona destek olmalıydılar. Ti­
mur'un en yeni müttefiği imparator naibi İoannes, hiç üstelet­
meden, İstanbul' dan asker, kadırga ve para göndermeyi vaat
etti. Pera' da kuşatma altında bulunan Ceneviz kolonisinin
yöneticisi de aynısını yaptı. Her ikisi de, kopma olasılığı her ge­
çen gün biraz daha artan savaşta Timur'a karşı Osmanlı'ya yar­
dımcı olmamak için, Bayezici'in Avrupa'daki birliklerinin Ana­
dolu'ya geçmesini önlemeye ant içtiler. 66
Savaşın elinin kulağında olduğunu gösteren daha ileri bir
belirti, 1402 yılının Şubatı'nda, Timur'un eşierine Sultaniye'ye
dönmeleri talimatını vermesi oldu; bu onun savaş öncesi hep
yaptığı bir şeydi. Bunlar olurken, Semerkand' dan yeni gelen
Muhammed Sultan, Kemah Kalesi'ni başarıyla kuşatıp ele ge­
çirmişti; bu da kaleyi daha yeni Mutahharten'den alan Baye­
zid' e karşı açık bir meydan okuma ve kışkırtmacaydı. _

Timur, Bayezici'in ona gelmesini beklemektense, inisiyati­


fi ele alarak ordusunu batıya, Sivas' a doğru sürdü. Burada,
Bayezici'in imparatorluğunu tam yüreğinden vuracağı bir
noktada konuşlanmış oluyordu. Mamafih emirleri, düzenli ola-
66 İoannes de, bir bakıma, Timur gibi fırsat düşkünü bir adamdı. Bir taraftan Tatar
hükümdara bağlılık yemini eder ve ona, Bayezid'e karşı her türlü desteği sağla­
mayı vaat ederken, diğer taraftan aynı anda, Osmanlı sultanıyla da pazarlık edi­
yordu. Bu ikili oyun orada da son bulmuyordu. İoannes üçüncü bir cephe daha
açmış; Fransız kralı VI. Charles'le gizli görüşmelere başlamıştı; kendisine ömür
boyu düzenli bir gelir sağlanması ve Fransa'da bir şato verilmesi karşılığında, tah­
tını ve imparatorluğundan kalan topraklarını ona satınayı teklif ediyordu. Hal
böyleyken, Bayezici'le savaş kapıya dayandığında, ne İoannes'in ne de Ceneviz
yöneticisinin Avrupa'daki Osmanlı birliklerinin Anadolu'ya geçmesini önlemek
için parmaklarını bile kıpırdatmamış olmalarına şaşmamak gerekir.

350
rak tutuldukları kötümserlik nöbetlerinden birinde oldukları
için, ona savaşa girmemesini tavsiye ediyorlardı. Öne sürdük­
leri gerekçeler hükümdan bezdirecek kadar aşina olmalıydı,
üç yıldan beri sefer halinde olan birlikleri yorgundu; buna
karşılık gayet ateşli savaşçılar olarak bilinen Osmanlı kuvvet­
leri, dinlenmiş ve en iyi biçimde donatılmıştı. Sabrı taşan Ta­
tar, bu uyarıları sertçe kesip attı. Bir müneccim çağrılarak, yıl­
dız kümelerinin konumları hakkında bilgi vermesi istendi.
Delhi' de meslektaşlarıyla birlikte savaş aleyhinde hüküm ve­
ren ve Timur tarafından paylanan müneccim dersini orada al­
mıştı. Şimdi daha rahatlatıcı şeyler söylüyordu. Timur gücü­
nün zirvesinde; Bayezid ise, ne mutlu ki, dibindeydi. Yıldızla­
ra Hükmeden Hükümdar mest olmuştu. Savaşmak için bun­
dan daha hayırlı bir zaman düşünülemezdi.
Bayezid'in de savaşmak azminde olduğu ve onun da aynı
ölçüde kendi zaferine güvendiği, Timur' a yazdığı ve hükümda­
rm Sivas'ta eline geçen bir mektuptan açıkça anlaşılmaktadır.
Bu, o güne dek Osmanlı sultanından alınmış en hakaret dolu
mektuptu. Arabşah, Bayezid'den, "dinin aslan yürekli savunu­
cusu," olarak söz etmiş, onun "adil ve dindar bir idareci oldu­
ğunu ve dini cesaretle savunduğunu," söylemişti; bu hükmün,
Timur'a karşı olan nefretinden böyle allanıp pullanıldığına
kuşku yoktur. Aralarında geçen son yazışmada, bahsi geçen
dindarlığın hiçbir belirtisine rastlanmaz; birinde Timur'un karı­
larından öyle bir dille bahseder ki bu, İslamın hiçbir akidesiyle
bağdaşmaz.
Sultanın mektubu, "daha önce ne olduğuna gelince, bes­
belli ki bir hayduttu; kan döküyor, hiçbir kutsal şey tanımıyor,
anlaşmaları bozuyor, sözünden dönüyordu; gözü hayırdan şer­
re dönmüştü," diye başlıyor, Timur'u sanki ona tabi düşük bir
beymiş gibi ayağına çağırıyordu. Hele de kapanış cümlesi kü­
fürden farksızdı. "Bu yazdıklarımdan sonra ülkemizi istila ede­
ceğini biliyorum, ama eğer etmezsen dilerim karıların üç kere
boş olsun."
Arabşah, hükümdarın bu mektuba olan tepkisini şöyle
anlatmıştı: "Timur bu cevabı okur okumaz, pürhiddet yerin-

35 1
den doğrularak, 'Osmanoğlu çizmeyi aştı, hem baş ağrıtacak
kadar uzun yazmış hem kanianınıza dil uzatmış,' dedi. Çün­
kü bunlar için, kadınların adını anmak bile büyük bir ayıp ve
hakaretti." 67
Bayezici'in niyeti artık açıkça ortaya çıkmıştı. Elçileri daha
Tatar ordugahından ayrılmamışken, Timur benzeri bir karşılık­
ta bulundu. Ordusunun denetlenme emrini vererek, elçilere
birliklerinin ne kadar güçlü olduğunu gösterdi; bunlar, hüküm­
darlığının dört bir yanından gelmiş ve çok sayıda sefere katıl­
mış askerlerdi. Arabşah'a göre, bu kadar kozmopolit bir ordu-:­
yu bir araya getirmek her babayiğidin harcı değildi.

Turan'dan, Iran'dan gelen bahadırlar; Türkistan'dan gelen parslar;


Belhistan'dan gelen kaplanlar, Deşt ve Hita'dan gelen şahinler vardı;
Moğol akbabaları, Cete kartalları, Hacend yılanları, Andakan ejderha­
ları, Harezm yılanları, Cürcan vahşileri, Zaganyan kartalları, Hisar
Şadrnan tazıları, Fars atlıları, Horasan aslanları; Cil sırtlanları; Ma­
zanderan aslanları; dağların vahşi hayvanları; Rüstarndar'ııı ve Tal­
kan'ın kertenkeleleri; Huz ve Kirman aşiretlerinin engerek yılanları;
lsjahan'ın kaftanlı, Rey'in, Gazne'nin, Hemedan'ın kaftansız kurtla­
rı, Hindistan'ın, Sind'in ve MuZtan'ın filleri, Lur yöresinin koçları;
Gor'un yüksek dağlarmdan inme boğaları; Şehrizor'un akrepleri; Ak­
sar Makram'ın ve Cendisabur'un sürüngenleri vardı . . . Bunların ya­
nısıra, kölelerden olma sırtlan yavruları, Türkmen enikleri, Arapların
en aşağı tabakasına mensup yığınlar, müritler, kudurmuş köpekler;
Iran sinekleri, putperestler ve zındıklar vardı.

Bu savaşa savaşa demir gibi sertleşmiş askerlerin yanında, Mu­


hammed Sultan'ın kumandası altındaki taze birliklerin her biri,
kendi rengi içinde ışıl ışıl parlıyordu. Bazıları kızıla bürünmüş­
tü; aynı renkte kalkanları, sadakları ve sancakları vardı. Diğer­
leri parlak sarı, eflatun veya beyaz giysiler içindeydi ve bunla­
rın da mızrakları, sadakları ve topuzları aynı renkteydi. Ayrıca
Timur'un en sevdiği savaş ganimeti, Delhi'nin otuz fili de ora-

67 Bu tür iidetlere sevinçli zamanlarda bile titizlikle uyulurdu. Bir kız çocuğu dün­
yaya geldiği zaman, anası babası ondan, "bir duvaklımız," hatta, "bir yatak eh­
limiz" oldu, diye söz ederlerdi.

352
daydı ve bunlar, "son derece süslü koşurular içindeydiler . . .
sırtlarmdaki ahşap kulelerde okçular ve ateş atıcılar, gittikleri
her yere dehşet saçıyorlardı."
Şaşaalı - ve teşrifat dolu denetim sona ermiş, elçiler fazla
uzun edilmeden salıverilmişti. Artık kimsenin diplomasiyle
uğraşacak hali yoktu. Her iki taraf da imparatorluklarını bir el­
de kumara atacaktı. Bütün iş, bunun nerede ve ne zaman yapı­
lacağına kalmıştı.

* * *

Timur hazırlık yaparken, Bayezid de boş durmuyordu.


1396' da, İstanbul kuşatmasını kaldırarak, Hıristiyanların kendi­
sine karşı toplanan kuvvetlerinin hakkından gelmişti. Şimdi
ise, yani bundan altı yıl sonra, bir kez daha kuşatmadan vazge­
çiyor ve birliklerinin başına geçiyordu. Düşmanınınki kadar ol­
mamakla beraber, onunki de hayli kozmopolit bir orduydu.

Birlikleriizin başmdaki komu tmzlara; ordusımım o gözüpek kartal ve


şahinlerine; içlerindeki en cesur adamlara; Gemziyan soylularma;
sahil bölgelerinin yiğit siivari/eriJze, Karaman'ın aygırlarına, Men­
teşe'nin balzadzrlamza, Sanı/ımı'ın sipahileriııe, tiimeıılerin ve san­
cakların başmdaki bey/ere, başkent Bursa'yla Edinıe dalıilindeki
tüm mutasarrıf ve valilere, doru atma atlayıp beyaz sancağzm taşı­
yan ve yeşil denizi sarı saçlı Yımanlıların kamyla kızzia boyayan ve
kara kargılarıyla gök göziii diişmanlarıııı n kara yüreklerini yaran
herkese, işlerinin başıııa geçmelerini, sila/ılarım ve tedbirlerini al­
malarını buyurdu.

Savaş koptu kopacaktı, fakat ordular meydana çıkmadan önce


bir de sinir harbi yapılması gerekiyordu. Timur zaten batıda,
Bayezici'in tahmininden çok daha fazla ilerlemişti; bu açıdan
bakıldığında, kendi toprakları üstünde büyük bir hesaplaşma­
ya hazırlanan Osmanlı sultanı zaten bir adım geri atmış sayılır­
dı; bu Timur'un Maveraünnehir'de hep önlemeye çalıştığı teh­
likeli bir durumdu. Ankara'nın etrafındaki yüksek düzlüklerde
mevzilenmiş olan Bayezid, kıdemli subaylarının tavsiyelerine

353
kulak asmayıp, düşmanın kendi toprakları üstünde daha fazla
ilerlemesinin önüne geçmek için, doğuya doğru yürümeye ka­
rar verdi. Böyle yapmak için akıllıca nedenleri vardı. Tam hasat
zamanıydı; eğer Timur'un ilerlemesine seyirci kalırsa, harman
yerlerinin ateşe verilmesi tehlikesi doğacaktı.
Keşif kollarından Timur'un Sivas'ın kuzeybatısındaki To­
kat'a doğru ilerlediğini haber alan Osmanlı sultanı, onu durdur­
mak üzere ordusunu harekete geçirdi. Oysa kandırmaca ve hile
konusunda üstüne olmayan Timur, bambaşka bir rota tuttur­
muştu. Tokat' a giden dağlık ve hayli meşakkatli kuzey yolu yeri­
ne, güneybatıya kaymış, Halys'in (Kızılırmak) Ankara'ya doğru
kıvrılan geniş kavsini takiple; nehri, daima iki ordu arasında bı­
rakacak bir tarzda ilerliyordu.68 Arabşah burayı, "içinde pınarlar
kaynayan, serin gölgeleri ve leziz yemişleri olan ekili, dikili" bir
arazi olarak tasvir eder. Tatar bahadırlar, "mahsule, meralara,
ineklere bayılmışlardı; dikensiz sidrelerin (Arabistan kirazı), sıra
sıra yüksek ağaçların, uzayıp giden gölgelerin, çağlayan suların,
tatlı tatlı esen yellerin arasında; bir konup bir kalkarak; sıhhat,
rahatlık, güven, bolluk ve bereket içinde ilerliyorlar, zaferi kaza­
nacaklarını ve büyük servetiere konacaklarını bilerek, zenginlik
ve yağma hayalleri kuruyorlardı."
Tatarlar bir haftalık bir yürüyüşten sonra, Kayseri'ye ulaştı­
lar ve burada ordugah kurarak atıarını dinlendirdiler ve yörede
ne kadar mahsul varsa, soyup sağana çevirdiler. Bayezid, orman­
larda, dağlarda, hayırlarda düşmanını araya dursun, gözcüleri ·

ona hayret verici bir haber getirdi. Tatar ordusu görünürde yok­
tu. Anadolu'nun derinliklerinde adeta buhar olup uçmuşlardı.
Düşmanının böyle apansız ortadan kayboluşu karşısında asabı
çöken Bayezid, avını araya araya ve bir yandan da gözeülerinden
68 Bugün Kızılırmak olarak bilinen Halys, Türkiye'nin en uzun nehridir. Doğudan
çıkıp, dev bir "C" çizerek Orta Anadolu'yu geçer; kuzeydeki Pontus Dağları'nı
keserek Karadeniz' e dökülür. M Ö altıncı yüzyılda yaşayan, karun kadar zengin
Lidya kralı Kresus'un öyküsü, nehrin adını ölümsüz kılmıştır.. O tarihte nehir,
kendi krallığıyla Büyük Kiros'un (Kuruş) İran İmparatorluğu arasında sınır çizi­
yordu. Kresus, Kiros hücum etmeden önce Delphi'nin müneccirnine danışarak
başarı şansının ne olduğunu sormuştu. Müneccim, "Halys Nehri geçildiğinde, bü­
yük bir ülke yok olacak," diye cevap vermişti. Zaferden emin olan Kresus saldır­
mış, fakat düşmanının bozgununa uğramıştı. Kehaneti yanlış yorumlamış, sonuç
fetaket olmuştu; çünkü ortadan kalkan İran değil, kendi ülkesi olmuştu.

354
yeni haberler bekleyerek ilerlemeye devam etti. Gene hiçbir şey
olmadı. Derken Timur, nasıl ansızın ortadan kaybolduysa öyle
birden, Ankara'nın güneydoğusundaki Kırşehir'de yeniden orta­
ya çıktı ve burada kanlı olmakla beraber bir sonuca ulaşmayan
ufak bir çarpışma oldu. Timur, son hızla adarnlarını batıya sür­
meye devam etti ve üç gün sonra Bayezid'i:n daha yeni ayrıldığı,
Osmanlıların üssü Ankara'ya ulaştı. Bu yıldırım harekatının ha­
beri Türk' e ulaştığında, "sanki dünyanın sonu gelmiş gibi, korku
ve telaştan çılgına döndü; kahırdan ve pişmanlıktan parmaklarını
dişliyor, hiddetten kudurmuş bir halde kükrüyor, bağulacak gibi
oluyordu; uyku ve istirahat artık ona haram olmuştu."
Timur hasroma karşı önemli bir üstünlük kazanmıştı. Za­
man zaten onun lehine işliyordu. Osmanlılar doğuda, bir hafta­
lık mesafedeydi. Bu ona, mevzilenmek için en uygun araziyi
seçmek, siperlerini kazdırmak, Ankara'yı kuşatmak, düşmanı­
nın karargahını bozmak, onun suyunu sağlayan nehrin yatağı­
nı değiştirmek ve hepsinden daha önemlisi, yol yorgunu asker­
lerini dinlendirrnek fırsatını verdi. Savaş burada, yani tam da
Bayezici'in kurmaylarının tavsiyelerini dinlemeyip henüz ayrıl­
dığı yerde olacaktı. Bu manevra, Timur' un taktik dehasının
tüm özelliklerini ortaya koyuyordu. Fevkalade seri ve akılhca
gerçekleştirilmiş, hasmını şaşkınlıktan yere çalacak bir sürpriz­
di. Bir de şu vardı; Bayezid' e kendi toprakları üstünde galebe
çalmış olması onu manen de çökertecekti. Timur, sonraki olay­
ları önemli ölçüde etkileyecek ağır bir darbe vurmuştu.
Osmanlı sultanının, şimdi Ankara'ya yürümekten başka
çaresi yoktu. Orduda moral düşüktü; arazi çorak ve nankördü;
üstelik Timur'un güruhu, üstünde ne var ne yoksa silip süpür­
müştü. Arabşah'ın ifadesine göre Ankara'ya vardıkları zaman,
"meşakkatten ve susuzluktan perişan bir durumdaydılar". Tek
su kaynağı, Timur'un mevzilerinin arkasındaydı. Daha savaş
başlamadan, Bayezici'in beş bin askerinin öldüğü tahmin edilir.
Osmanlılar, savaşa hazırlık yönünden berbat bir durum­
daydılar, Timur, manevralarıyla Bayezid' e kesin olarak baskın
çıkmıştı; ona, büyük bir kolaylıkla mevzilerini terk ettirmiş,
sonra da aynı yere dönmeye mecbur etmişti. Sultamn birlikleri;
onun, adı tüm Asya' da korku ve huşu uyandıran hasroma ayak

355
uydurmakta zorlandığını görmüşlerdi; o hasım ki, o güne dek
hiçbir savaşta yenilmemiş, şimdi ise daha önce kendilerinin
mevzilendiği üstün konumdaki araziye yerleşmişti. Düşmanı
farkında olmayabilirdi, ama Timur'un hazırlıkları bunlarla da
kalmamıştı. Aylardan beri, Bayezid'in ordusunda askerlik eden
Tatar boylarının gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Onların sa­
dakat duygularını okşuyor; savaş başladığında saf değiştirme­
leri ve Tatar kardeşleriyle birlik olmaları halinde yüklü gani­
mete konacaklarını vaat ediyordu. Her ne kadar iki tarafın as­
ker sayısı hakkında kesin bir rakam vermek olanaksızsa da, ta­
rihi kaynaklar Bayezid'in ordusundaki Tatar sayısının çok yük­
sek olduğunu kaydeder. Arabşah'a göre, "Tatarlar, neredeyse
Timur'un ordusuna eşti". Yekun ne olursa olsun, Timur asker­
lerine karşı çok cömert davrandığı konusunda haklı bir üne sa­
hipti; bu, onun 1370'te Emir Hüseyin'i yenerek güce kavuşma­
sında önemli bir rol aynaınıştı ve şimdi de eline en büyük zafe­
rini kazandıracak iskarnbil kartlarını veriyordu. Denilebilir ki
savaş daha başlamadan sonucu belli olmuştu. 69
İşte böylece, 28 Temmuz 1402 sabahı saat onda; Anka­
ra'nın kuzeydoğusundaki düzlüklerde, cihangir ile Yıldırım
Bayezid karşı karşıya geldi. Bir kez daha çanların ve borazanla­
rın kulakları sağır eden sesleri arasında kösler gümbürdedi. Bu
savaş kanseri, otuz yıldan beri, düşman tarafın bozgununu
müjdelemişti. Bunu, İran şahları; aynı şekilde Altın Orda ham;
Gürcistan kralları; Delhi, Bağdat ve Mısır sultanları dinlemişti. .
Şimdi davullar ve çanlar Bayezid'in sonunu çalıyordu. Bu, böl­
gede yapılan en büyük savaş olacaktı.
Savaşa gereğince hazırlanamamış, Timur'un manevralarıy­
la gafil avianmış ve bir haftalık bir yürüyüşten sonra yorgun
düşmüş olan Osmanlı ordusu savaşa, kendini savunma pozis-

69 Tarihte, asker sayısını hesaplamak en güç işlerden biridir. Kaynaklar yanıltıcı


olabilmekte, tanıklar abartabilmekte, tarihçiler ise mübalağalı tahminlerde bulu­
nabilmektedirler. Hele de Ankara savaşıyla ilgili verilen rakamlar arasındaki
·
fark büsbütün çarpıcıdır. Örneğin, Ian Heath, 1984 tarihli çalışmasında, Ti-
mur'un ordusunda en fazla seksen bin, Bayezid'inkinde ise seksen ila yüz yirmi
bin arasında asker bulunduğunu tahmin etmiştir. Bu rakamlar, Johann Schilt­
berger'in Timur'un ordusu için verdiği 1 , 6 milyon ve Osmanlılar için verdiği 1 ,4
milyon rakamlarıyla büyük bir çelişki içindedir.

356
! .-.
...... \.,
�--..-:- ORTA ASYA
i
..... _ ,· 1 On Dördüncü Yüzyılda ve Bugün
.. _ _
�·-
:0.·

.J
·� -\.._ . .... .. ....i
O 150 300 450 km
.. .....

\
1
KAZAKİSTAN i

·JD
i
i
\
'· - · .. ·
-·-·.... .-;• ,,.,•''

·
s \\�
�\·
..

� so. ..... ......... .,... ....... ·'


"'

� 1
. ..,.,.

1
./
·'
TÜRKMENiSTAN ---�-

.._..... . ,· -, .. ; MOGOLİSTAN
i
\ •. rJfo
·� i
i
·...
·,
i
\
Ta kent
...�,· i.'"
_ ..... ...... ..
SEMl
'·-·-

..
ŞYE

c.·-·- -- . ..,
, ,.. .....
) ..... ..- . ..... . ...
·-·- ·-·- ·-·- ·-·- ·--­

.,,- t-. ·... 1 '


'ı · , •Alma Ata
'

i Isık � "'"'•.
.......

/ � '
Göf �\ (/
İRAN ,·- · ( FERGANA
\.. . ? ,. .., . __ , -.., /
/'"t, -· '4
,. \·-·,\-· -·--' , c ,.., _.-• ""- "
KIRGIZlSTAN
i �
('<l('f
.,f(t: -·-·..J ·- ·- ·-·" X!N)IANG . ./
c,\'0
.r /
� S]/J.ı\; {
' ·)

LJ/
APGAI'\J1STAN


'� --'..:
.. - - -:-.:
, KESM!R .:..--:.. :<..">
--------� .,
yonunda giriyordu. İlk darbeler vurulur, gökler yağan oklarla
kararırken, Osmanlı ordusunda Timur'un ondan önceki aylar­
da inceden ineeye hazırladığı Tatar ihaneti gerçekleşti ve bu sa­
vaşın kaderini belirledi. Bu kayıpla adeta altı oyulan Şehzade
Mehm2d Çelebi kumandasındaki sol kanat çökerek savaş ala­
nından kaçtı. Muhammed Sultan kumandasındaki seçkin Se­
merkand birlikleri daha savaşın ilk anlarında ortaya çıkan tüm
bu lehteki gelişmelerden faydalanmasını bildi ve sultan soyun­
dan birinin kaçışını görerek çözülen Sırp süvari birliğine bin­
dirdi. Onlar da kendilerinden öncekileri örnek alarak savaş ala­
nından kaçtılar.
Bayezici'in direnişi akşam karanlığına kadar sürdü; fakat Ti­
mur'un seksen alaylık merkez birlikleri ve otuz muharip fili, or­
dusunu çoktan can evinden vurmuştu. Nihayet Timur'un güçleri,
saatlerdir etraflarını sardıkları Osmanlı yeniçerilerinin hakkından
geldiler. Bayezid yakalanarak düşmanına teslim edildi. Avrupa
ve Asya'nın her üstüne indiğinde zaferle kalkan İslamın Kılıcı ye­
re çalınmıştı. Bayezid bir daha iflah olmayacaktı.
* * *

Daha sonra cereyan edenler, yüzyıllar boyunca hararetle


tartışılmıştır. Tartışmanın kızışmasına Christopher Marlowe'un
büyük katkısı olmuştu, çünkü on altıncı asrın sonunda, her ne
kadar Ankara savaşının 185 yıl ve 2700 kilometre ötesinde de
olsa aşağıdaki satırlarla, bir kahin gibi, olacakları önceden ha­
ber vermişti:

Asırlar Tinıurlenk'i konuşacak,


Bugünden başlayıp Ejlatun 'un uzak geleceğinde bile
Bayezid'e yaptıklarımı anlatacak . . .

Burada Timurlenk'le kasıt, Büyük Timurlenk oyununa adını ve­


ren kahramandır. Fakat bu, aynı şekilde Marlowe'un kendisi
olarak da alınabilir; çünkü Ankara savaşından hemen sonra
olanları oyunlaştırmakla, bilerek ya da bilmeyerek o da tartış­
manın içine girmişti. Üzerinde anlaşma sağlanamayan konu,
Bayezid yakalandıktan sonra Timur'un ona nasıl davrandığı-

358
dır. İslamın Kılıcı o an yerin dibine geçmişti. Osmanlı tarihinde
böyle ağır bir yenilgi yaşanmamış, o güne dek hiçbir savaşta
sultan düşman eline düşmemişti.
Marlowe'un hikayesi elbette sansasyon yaratmaya yönelik­
ti. Timurlenk, Bayezid'in karısı Zabina'nın başındaki tacı alıp,
muzaffer bir edayla aşığı Zenokrat'ın başına geçirir. Savaşın ar­
dından yaptığı ilk konuşmasında, mağlup Osmanlı padişahı
hem kahır hem isyan duyguları içindedir. Yenilgisini, "Hiçbir
Türk imparatoru/Y enilmemişti yabancı bir düşmana böylesi­
ne," sözleriyle kabullenerek, düşüşünün Hıristiyanları çok
memnun edeceğini aöyla düşünür: "Batıl çanları öter şimdi ne­
şeyle çın çın." Fakat sonunun geldiğini reddeder. Onu, "Yeni­
den cihan hakimi yapmaya yetecek kadar" askeri vardır.
Bu ümitleri yerle bir eden Timur, Bayezid'in fidye karşılı­
ğında serbest bırakılına teklifini kabul etmez. Bunun ardından
Osmanlı sultanının elleri, ayakları bağlanarak zaferi şerefine
verilen "askeri tören"e katılmasım emreder. Daha sonra Baye­
zid'i dördüncü perdenin ikinci yarısında görürüz; bu kısım, Ba­
yezid'in seyirciyi hayrete düşüren bir biçimde, iki zencinin taşı­
dığı bir kafes içinde sahneye getirilişiyle başlar. Timur, "Getirin
ayakaltı taburemi," diye buyurur. Burada, hasının alabildiğine
aşağılanmasına yönelik olan sahne komutları, "Bayezid'i kafe­
sinden çıkarırlar . . . Timur onun kafasına basarak tahtına çıkar,"
şeklindedir. Galibiyette soylu duygulara yer yoktur. Her söz,
her davranış, Bayezid'i yerin dibine batırma amacındadır.

Seni aşağılık haydut; nasıl da kölesi oldun Timurlenk'in,


Benim soylu gövdemi taşıyan toprağa
Gömülmeye de, basmaya da layık değilsin.
Diz çök alçak; diz çök önümde ki
Vereyim seni parça parça etmeleri emrini,
Ya da ulu çınarlar gibi savrulmanı
Jüpiter'in gümbürtüsüyle . . .
Şimdi açılsın arşın üç katı,
Ve kalksın göklerin kılıcı
insin hışımla aşağıya ve doğrasın sultanları

359
Bu sırada Zabina da bu aşağılanmadan nasibini almış, Zenok­
rcıt'ın nedimesine köle olmuştur. Bayezid karşı koymaya çalışır
ve �u kadar hırs ve kibrin onun sonunu getireceği konusunda
Timu.rlenk'i uyarır. Bunun üzerine derhal kafesine geri konu­
lur. Maiyetindeki İranlı soyluların ve hayranlarının yanında Ti­
murlenk hasmını durmadan aşağılar; kılıcının ucuna geçirdiği
et parçalarını onun ağzına tıkmaya çalışır, ama başaramaz. Ve­
rilen yiyeceği elinin tersiyle iten mağrur Osmanlı, sonradan ka­
rısına açlıktan ölmek üzere olduğunu itiraf eder. Türk, Timur­
lenk'in önünde bu denli aşağılanmaya daha fazla dayanamaz.
Görünürde onu, 'bu cehennem azabından ve sonu belirsiz köle­
likten' kurtaracak bir güç de olmadığı için, elindeki tek onurlu
çıkış yolunu seçerek hayatına son verir. Marlowe'un bununla
ilgili unutulmaz sahne talimatı, "Kafasını kafes demirlerine vu­
ra vura beynini patlatır," şeklindedir. Dul kalan Zabina, kocası­
nın cansız ve korkunç kalıntıları karşısında yıkılır. Yapabileceği
başka şey yoktur. Kocasının ahirete giden gölgesini takiple, o
da, "kafasını kafes demirlerine vura vura parçalar."
* * *

Tarih, bundan daha insaflıdır. Bayezici'in kafese konulup


konulmadığı, dünyanın en güçlü idarecilerinden birinin bu
denli aşağılayıcı bir cezaya çarptırılıp çarptırılmadığı tartışma­
sı, Timur'a karşı düşmanlığını daha önce gördüğümüz Arab­
şah'a kadar gider. Suriyeli tarihçi, "İbn Osman (Bayezid) ele
geçirilip zincire vurularak, kuş misali kafese tıkıldı. . . Timur,
İbn Osman'ın her gün ayağına getirilmesini buyurdu; onu güle
oynaya karşılıyor, birkaç şefkatli söz söyledikten sonra alaya ve
iğnelerneye başlıyordu," diye yazar. Arabşah tarihinde, Baye­
zid Timur'un verdiği kutlama ziyafetinde de bulunur ve bura­
da biraz daha aşağılanır.

1bn Osman, saki/erin kendi yoldaşları olduğunu gördü; hemen hepsi


karıları ve cariyeleriydi; dünyası karardı; ölüm acısmzn bundan tatlı
olacağını düşündü; bağrı yandı, yüreği parçalandı; acısı arttıkça arttı,
ciğeri söküldii; içinin derinliklerinden iniltiler geldi, üst üste iç geçir­
di; yaraları tekrar açılmış, kanıyor; insafsız kasapsa bunların üstüne
tuz basıyordu .

3 60
Yezdi'nin öyküsü, Timur'u daha yumuşak gösterir; bir saray
vakanüvisinden de zaten bundan başkasını bekleyemeyiz. Mu­
zaffer hükümdar, Bayezid' e kısa bir nutuk çekerek, kendisine
karşı büyük bir haksızlık yaptığını ve sonunu kendi eliyle ha­
zırladığını söyler. Timur, onunla savaşmayı hiç istemediğini id­
dia eder, "çünkü biliyordum ki birliklerin hep kafirlere karşı
çarpışıyordu. Seni en yumuşak sözlerle yola getirmeye çalıştım;
öğütlerime kulak vermiş ve benimle sulh etmiş olsaydın, niye­
tim, din uğruna daha gayretle çarpışasın ve Muhammed düş­
manlarıinn hakkından daha iyi gelesin diye seni güçlü silahlar­
la donatmak, sana hem para hem asker sağlamaktı." Buna rağ­
men şöyle devam eder: "Fakat bu savaşta talihi benden yana
çevirdiği için Allah' a şükran borcum var; bu yüzden ne sana ne
de maiyetindekilere fena muamelede bulunmayacağım; b un­
dan emin olabilirsin." Y ezdi, Bayezid' e 'büyük bir padişaha'
yakışan bir surette davranıldığına okuru temin eder. Hatta Ti­
mur'un nezdinde öyle bir itibarı vardır ki 1403'te, ha1a esirken
öldüğünün haberi geldiğinde, gözlerinin yaşardığı ve aslında
. onu tahtına iadeJetmeyi planladığı rivayet olunur.
Y ezdi' nin söyledikleri, kendinden beklendiği üzere, dalka­
vuklukta ifrata kaçar. Ne onun hikayesine, ne de düşmanca
duygulada dolu olan Arabşah'ın anlattıklarına güvenmek için
bir sebep vardır. Timur'la Bayezid'in birbirine kin güttüğü bili­
nen bir gerçektir. Fakat şu da var ki bu, Timur'la diğer hasımla­
rı için de geçerliydi ve yenik düşen hiçbirine karşı bu denli ha­
kir muamele göstermemişti. Mağlup ettiği düşmanlarını aşağı­
lamak onun tarzı değildi. Aksine, onları kendine bağlı ve vergi
veren hükümdarlar olarak yerlerinde tutmak adetindeydi; nite­
kim Bayezid'in oğullarına da aynen bunu yapriuştı. Kendisine
babasının Avrupa'daki toprakları ve başkent olarak da Edir­
ne'nin verildiği Şehzade Süleyman Çelebi, Tatar hükümdara
yazdığı bir mektupta, babasına gösterdiği saygın muameleden
ötürü açıkça teşekkür etmişti. Arabşah'ın, Bayezid'in kafes ar­
kasında getirildiği öyküsünün hayali olduğu konusundaki en
güçlü delil, tarihi kayıtlardaki Türkçe "kafes" sözcüğünde aran­
malıdır; çünkü bu kelime hem tahtırevan hem kafes anlamında
kullanılırdı. Bu nedenle belki de, hatta kuvvetle olasıdır ki, sa-

361
vaştan sonra Bayezid, adet olduğu üzere sultanların hep getiril­
diği gibi, Timur'un yanına tahtırevanla getirilmişti.
Arabşah'ın anıattıklarından kuşku duymak için başka ne­
denler de vardır. Ne Clavijo, hatta bundan da önemlisi, 1396'da
Niğbolu'da esir düşen ve Ankara savaşından sonra Timur'un
kölelerinden biri olan Schiltberger kafesten söz eder. Bu konu­
daki son sözü Bavyeralının anılarını tercüme eden John Buchan
Telfer'e vermek gerekir. "Kafes hikayesinin üzerinde durmaya
bile değmez," der, "eğer bunda en ufak bir doğruluk payı ol­
saydı, onca yıl hizmetinde bulunduğu bu güçlü imparatora .
gösterilen bu iğrenç muameleden mutlaka haberi olurdu."
Ankara katliamından sonra, Niğbolu'nun anısı artık çok
geride kalmıştı. Bayezici'in saltanatı sona ermişti. Kafeste veya
kafes dışında, Yıldırım son kez çarpmıştı.

* * *

Ulaklar, hükümdarlığının dört bir bucağına ünlü zaferinin


haberini uçuradursun, Timur bundan sonuna kadar faydalan­
mak için planlar yapıyordu. Savaşın en ciddi safhası geride kal­
mıştı; Bayezici'in toprakları daha kilidine hiç dokunulmamış
bir saray gibi önünde duruyor, iştahını kabartıyordu. Batıda,
Osmanlı'nın önemli merkezlerinden ve Anadolu'dan geçen
kervan yollarının üstünde çok canlı ve hareketli bir kent olan
Bursa vardı. Muhammed Sultan, kentin hazinelerini talan et­
mek gibi gıpta edilecek bir görevle buraya gönderilmişti; gerçi
Ankara' da kıl payı elinden kurtulan Şehzade Süleyman Çelebi,
ondan önce buranın kayda değer hazinelerini götürmüştü. Ka­
lanlar arasında, üstünde zengin süslemeler ve altın varak ve
gök mavisi mineyle işlenmiş Aziz Peter'le Aziz Paul'un kakma
resimlerinin olduğu iki tunç kapı vardı. Bunlar daha sonra, Ti­
mur Semerkand'a döndüğü zaman, Büyük Sultan Saraymülk
Hanım' a sunuldu. İçinde değerli ne varsa gasp edildikten son­
ra Bursa ateşe verildi.
Tatar orduları firarilerin peşinden batıya doğru hızla iler­
lerken Avrupa'ya açılım sağlayan Marmara Denizi kaçan Türk­
lerle dolmuştu. Daha önce Timur' a verdikleri sözde durmayan

362
ve Marmara Denizi'nin doğu kıyılarına egemen olan Ceneviz
ve Venedik tacirleri, can derdine düşmüş Osmanlıları, fahiş be­
deller karşılığında daha emniyetli olan Avrupa yakasına geçiri­
yorlardı. Mamafih bu, her Türk için kazasız belasız bir yolcu­
luk olmuyordu. Bir tarihi kayda göre, bazı vicdansız Hıristi­
yanlar Bayezici'in İstanbul kuşatmalarının intikamını almak
için Müslüman yolcularını denize atarak öldürmüşlerdi.
Savunmasız ve çaresiz kalan Anadolu'nun kent ve kasaba­
ları, istilacılara ganimet sunuyorlardı. Tatar güruhları, Baye­
zici'in parçalanmış imparatorluğunu en uç noktalarına kadar
kasıp kavurdular. Gümüş sikkeler, değerli taşlar, inciler, altın
ve gümüş işlemeli eşya ve kaplar dosdoğru hükümdara gönde­
rildi. Gasp etmeye değer ne varsa, uzun katır ve deve kervanla­
rına yüklenip doğuya götürüldü. Timur'un doymak bilmeyen
güruhlarının önünde kent ve kasabalar birer birer düştü. Arab­
şah' a göre bu, zıvanadan çıkmış bir katliamdı.

Kafaları tıraş ediyorlar, boyunTarz vuruyor/ar, kolları kırıyorlar, kürek


kemiklerini biçiyorlar, ciğerleri kavuruyorlar, suratları dağlıyorlar,
gözleri oyuyorlar, karınları deşiyorlar; kör, sağır, dilsiz ediyorlar,
burnu büyüklerin burunlarını kırıyorlar, diğerlerini yerde sürtüyor­
lar, ağızları yırtıyorlar, göğüs/eri, bağır/arı parçalıyorlar, belleri, ka­
burgaları kırıyorlar, göbekleri oyuyorlar, yürekleri yakıyorlar, kasları
koparıyor/ar, kan döküyorlar, edep yerlerini koparıp dağlıyorlar, ruh­
lara dehşet saçıyorlar, insanları, hayatları mahvediyorlardı; erimiş
maden gibi her taraftan gövde akıyordu; yaptıkları bu katliamdan
Rum'un adamının üçte biri, dörtte biri bile kurtulmadı; çoğu gırtlak­
ları sıkılarak, kılıçtan geçirilerek, yere� çarpılarak, ortadan biçilerek bu
vahşi hayvaniara yem oldu.

Bu l,<ıyametin haberi Ege Denizi'nden öteye yayılmaya başla­


yınca, Timur'un batıda daha fazla ilerlemesi olasılığına karşı
Avrupa korkudan zangır zangır titremeye başladı. Bayezici bile
bu korkunç gücün karşısında iki büklüm olmuştu. Hıristiyan
alemi, şimdi Aksak Fatih'in önünde yüzükoyun serilmiş, yatı­
yordu. Orduları, bozkırın, yıllardır kazandıkları zaferlerden çe­
lik gibi sertleşmiş, bu hoyrat adamlarıyla aşık atamazdı. E ğer
hükümdarın, savrulan at kuyruklu ve altın hilalli o ünlü al san­
cağı Avrupa kıtasında dalgalanacak olursa, bunun Hıristiyan­
lığın sonunu getireceğinden hiç kuşku yoktu.

* * *

Timur'un ordugahında, onun Bayezid'e karşı kazandığı


müthiş zaferi rapor etmek üzere gelmiş iki seçkin İspanyol
şövalye vardı. Payo de Sotomayor ve Hernan Sanchez de Pa­
lazuelos, Kastilya'nın uzak görüşlü kralı III. Enriquez tarafın- .
dan, Levant'tan haber getirmeleri için gönderilmişlerdi. İs­
panyol kral dört bir tarafa, hem Hıristiyan hem Mağribi hü­
kümdarlara elçiler yollamış; bu yörelerin adetlerini, orduları­
nı ve başta bulunanların niyetlerini aniayıp kendisine bildir­
melerini istemişti. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardın­
dan, şövalyeler Timur tarafından Ankara'nın dışındaki ordu­
gahında büyük bir nezaketle kabul edilmişlerdi. Tatar ev sa­
hipleri büyük bir hüsnükabulle onlara her türlü konforu sağ­
larken, şövalyeler savaş meydanında olup bitenleri dehşetle
karışık bir hayranlıkla izliyorlardı. Aksak Timur'un son dere­
ce kudretli bir Asyalı hükümdar olduğunu biliyorlardı. Fakat
onun, son Haçlıların felaketi olan Bayezici'in ordusunu yen­
mesi, akıllarının alacağı bir iş değildi. O dönem Avrupa'sının
beylik önyargılarından nasiplerini almış olan bu şövalyeler,
Asya'yı düşündükleri zaman -düşündükleri de kuşkuluydu
ya- onu bir tür tenezzülle, hayrat vahşilerin barındığı bir yer
olarak görüyorlardı. Asya'dan, Avrupa'nın can düşmanını
bozguna uğratabilecek kudrette bir Müslüman savaşçının
çıkması, inanılır bir şey değildi.
Gel zaman git zaman bu iki İspanyol, Timur'un elçisi Mu­
hammed el-Kadı ve Kral Enriquez' e verilmek üzere göz kamaşh­
rıcı mücevherlerden ve cariyelerden oluşan hediyelerle birlikte
memleketlerine gönderildiler. (İşte bu elçiye karşılık olarak, Cla­
vijo diplomatik göreve çıkmış; Timur'la, kışladığı Gürcistan yay­
lalarında görüşmek niyetinde olduğu halde, zorunlu gecikme
yüzünden onun ardından doğuya, Semerkand' a kadar gitmişti.)
Hıristiyan cariyelerin arasında, Timur'un Bayezici'in haremin-

3 64
den çekip aldığı ve o dönemin ünlü dilberlerinden, şairlerin il­
ham perisi, Macar kontu Janos' un kızı Angelina da vardı. 70
Ankara savaşını takip eden h ftalarda, Timur'un zaferi
Hıristiyanlığın kalbinin attığı yerlerd e yankılandıkça, A vru­
palı kralların tedirginliği artıyordu. Fevkalade karışık duygu­
rat içindeydiler ve bu, gösterdikleri tepkilere yansıyordu. Bir
yandan, Bayezid'i yenen kişiye, en amansız düşmanlarını bir
vuruşta devirdiği için minnet duyuyor; diğer yandan, As­
ya'nın karanlıklarından ansızın çıkıp gelen bu doğulu, gi­
zemli zorbanın, Ege'yi geçip daha batıya gelmesinden korku­
yorlardı.
Timur'un ordugahından mektuplar gönderiliyordu. Sulta­
niye başpiskoposu Johannes, fatihin zaferini ballandıra ballan­
clıra anlatan ve iki kıta arasındaki ticarete hiçbir engel konul­
maması gereğini bildiren hükümdarlık tezkereleriyle Fransız
kralı VI. Charles'in sarayına gelmişti. 71 İngiltere' de, IV. Henry
de benzeri mektuplar almıştı. Bölüne bölüne paramparça ol­
muş ve parasızlıktan kıvranan kralların idaresi altındaki Avru­
pa'nın, Timur'i" karşı çıkması pek söz konusu değildi. Ordula­
rını cılızlaştırmış ve kasalarını boşaltmış olan Niğbolu'nun acı
hatırası hala hafızalardaydı. Etekleri tutuşan Hıristiyan alemi,
diplomatik yollara başvurdu; bundan başka çaresi kalmamıştı.
Buram buram dalkavukluk kokan bildiriler, doğuya doğru ak­
maya başladı.
Tahtı yeni ele geçirmiş olan Henry, güçlü bir yandaş .ka­
zanmak telaşı içinde, hiç karşılaşmamış olduğu bu savaş taeiri­
ne İngiltere' den yürekten kutlama mesajları gönderdi. Fransa
kralı VI. Charles' den, "Yenilmez ve Şevketli Timur Hazretleri­
ne" taşkın övgüler ve topraklarında dolaşan Hıristiyan taeiriere
gösterdiği uygar muameleden ötürü teşekkürler yağdı. Osman­
hiara karşı Timur' dan yardım talep etmiş olan Bizans impara-

70 Satomayar ve Palazuelos'un dönüş yolculukları, bu güzel kadınların refakatinde


epeyce keyifli geçmiş olsa gerektir. O kadar ki Sotomayor, içlerinden Maria adlı
Yunanlı bir kadına fena halde tutulmuş, İspanya'ya vardıkları zaman ona ilan-ı
aşk ederek, daha sonra bu kadından bir oğul sahibi olmuştur. Angelina ise İspan­
yol soylusu, Segovyalı hakim Diego Gonzalez de Contreras ile evlenmiştir.
71 Elde bulunan tüm veriler, Timur'un serbest ticaretin eri eski ve en güçlü savu- ·

nucusu olduğuna işaret etmektedir.

365
toru II. Manuel' den bir elçilik heyeti gelerek, paha biçilmez
mücevherler ve altın florinlerin yanı sıra, ona olan sadakatini
yineleme mesajı ve Türklere karşı gelecekte sağlayacağı koru­
maya karşılık fidye verme teklifi getirdi. Timur'un yeni hay­
ranlarından oluşan bu koroda, işlerini gayet iyi bilen Venedikli­
lerin yanı sıra, İstanbul'un İmparator Naibi'nin sesi de duyulu­
yordu. Pera' daki Ceneviz kolonisi ise tüccarların, değişen güç
dengelerine gösterdikleri ezeli hassasiyet ve saygı gereği, Ti­
mur'a bağlılıklarını bildirmekte ve onun sancağınıBoğaz'ın üs­
tüne dikmekte gecikmediler.
Eski düşmanlar da, bir bir hatalarının farkına varıyorlardı.
Timur'un buyruğuna uyan Mısır ve Suriye sultanı Ferec, ona
bağlılığını bildirdi. Timur'un elçisi Atılmış altın, gümüş, değer­
li taş ve muhteşem koşumlu kısraklar eşliğinde sahibine iade
edildi. Yenilmiş hasımlardan beklendiği gibi, fatihin adı Cuma
hutbelerinde akutturuldu ve sikkelere bastırıldı. Ferec ayrıca,
Timur'un eski başbelalarından Bağdatlı Sultan Ahmed'le, Kara­
koyuulu Türkmen kabilelerinin reisi Kara Yusuf'u zindana at­
tırdığı haberini gönderdi. Bu iki adama ne yapacağına gelince;
o konuda Timur'un emrine amadeydi.

* * *

Timur, tarihe ve töreye her zaman önem vermiş bir in­


sandı. Gerek halkına gerek düşmaniarına kendini sunuş tar­
zında bunun güçlü belirtileri görülürdü. Tarihe olan tutkun­
luğu büyük ölçüde benlik hırsıyla ilgiliydi. Adının bir dizi ci­
hangir arasında geçtiğinin farkında olduğu ve gelecek kuşak­
lara başardığı işlerin resmi kayıtlarını bırakmak istediği için
Timur, seferlerini büyük bir titizlikle . ve methiye tarzında
kayda geçirtmişti.
Hiç kuşkusuz, tarihe karşı ayrıca fikren ilgi duyuyordu.
Kendisinden hiç hoşlanmayan Arabşah'ın bile işaret etmiş ol­
duğu tartışma merakı ve sarayını şereflendirmeleri için etrafına
ünlü bilgin ve düşünüderi toplayışı bunun birer kanıtıdır; ayrı­
ca 140l'de Şam'ın şehir surları dışında ordugah kurduğu bir ay
zarfında, Arap tarihçi İbn Haldun'u defalarca huzuruna kabul

36 6
edişi ve ona gösterdiği iltifat bile, tek başına bunu göstermeye
yeterlidir.
Töreyi ve gelenekleri ise bir ölçüde işine geldiği gibi kulla­
nırdı. Onun yetkesini meşru kıldıkları sürece bunlara uyardı.
Fakat bunları ustaca kendine uydurduğu da olurdu. İslamın
bayrağını dalgalandırmakla, özellikle Moğolların Şaman gele­
neğine ters düşmüş; ama cihad çağrısı, fetihlerine dinen geçit
vererek, kendisine tartışmasız bir itibar kazandırmıştı.
Çağatayların başına geçerek güçlendiği 1 370 tarihinden
başlayarak, Timur daima bir kukla han bulundurmaya özen
göstermiş; böyle yapmakla, yönetirnde yalnızca Cengiz Han so­
yundan gelenlere yetki veren Moğol töresine uymuştu. Her ne
kadar gücün ve yetkenin kimde olduğunu bilmeyen yoksa da
Timur hep bundan daha aşağı olan Emir unvanıyla yetinmişti.
Böyle yapmakla bozkır töresine, pek samimi olmamakla bera­
ber, hürmet etmiş oluyordu.
Yasalar ise, ikiyüzyıl öncesinin Moğollarına bile aşina gele­
cek ölçüde korunmuştu. Timur, kabile ve boylara özgü örf ve
adetleri ve ulusta geçerli rütbelendirme sistemini içine alan ve
tek bir adamla ordusunun gücüne dayanan, kökten devrimci
nitelikte, yepyeni ve dev bir siyasi örgüt kurmuş ve sırf buna
meşruiyet kazandırmak için bu töre ve gelenekleri yaşatmıştı.
Sağ ve sol kanatlardan, merkez ve öncü birliklerden oluşan sa­
vaş meydanındaki ordu düzeni de aynı şekilde, on üçüncü
yüzyıl Moğollarına yabancı değildi.
1370'te Hüseyin'in dulu Saraymülk Hanım'la yaptığı evli­
lik, Emir olarak yetkesini büsbütün artırmıştı; çünkü bu eş,
hem Maveraünnehir'in son Çağatay Ham'nın kızı hem Cengiz
Han kanını taşıyan bir soyluydu. Bu evlilik onun Hanlarha­
nı'nın damadı anlamına gelen Timur Gurgan adını almasına da
izin vermişti ve bu unvanı tüm törenlerde kullanır, Cuma hut­
belerinde okutur, hatta adına basılan paralara bile koydururdu.
Bayezici'in yenilgisi ve Ferec'in teslimiyetiyle birlikte,
İslamın iki büyük imparatorluğu önünde dize gelmiş oluyordu.
Timur şimdi tek başına ve rakipsiz olarak dümene geçmişti.
Tam bir devlet adamı şuuruyla, töreye ve dine bağlılığın ne öl­
çüde ses getirdiğinin farkında olan Timur'un, gözünü Ege sahi-

367
linin ortasında yer alan küçük bir kaleye dikmesi doğaldı.
Smirna72, Rum elinde kalan son Hıristiyan vahasıydı ve sem­
bolik bir biçimete de olsa, bu haliyle Anadolu'nun yeni haki­
mine adeta meydan okuyordu. Burayı ortadan kaldırmak için,
en az bu ölçüde cazip bir başka neden daha vardı; hem Os­
manlı sultanı I. Murad, hem oğlu Bayezid daha önce bu işe
kalkışmış fakat başarılı olamamışlardı. Gerçekten de Yıldırım,
Smirna'yı, on birinci yüzyılda Kudüs'te kurulan askeri din
kardeşliği örgütü St. Jean Şövalyeleri'nin elinden almak için
tam yedi yıl nafile uğraşmıştı. Başkalarının bu kadar bariz bir
biçimde başarısız olduğu bir işi becermek, Timur'un karşı ko­
yamayacağı bir arzuydu.
Şövalyeler, eğer bağışlanınayı umuyor idiyseler, teslim ol­
mayı reddetmekle bu ümitleri suya düşmüş oluyordu. Hiç
kimsenin başa çıkamadığı Timur'a karşı kendilerini savunmak
durumunda kalacaklarına ihtimal vermeyen şövalyelerin ken­
dilerine güvEnmeleri için haklı sebepleri vardı. Denizin içine
kadar uzanan sarp bir kayalık üstünde kurulu mevzileri, ulaşıl­
maz gibi duruyordu. Burayı ele geçirmek için hem denizden
hem karadan aynı anda hücum etmek gerekiyordu ki bu da o
günkü kuşatma teknolojisinin elverdiğinin çok ötesinde bir işti.
Fakat bu gibi güçlükler, olsa olsa Timur'un kurnazlığını ve ha­
yal gücünü kamçılardı.
Emirler, buyruk verip adamlarına denizin içinde platform­
lar kurdurdu; bunlar suya batırılmış sütunlar üstünde duruyor
ve kalenin sahille olan ilişkisini kesiyordu. Bunun ardından ku­
şatma cihazıarı kale duvarlarının dibine gelip hücum merdi­
venleri yerlerine yerleştirildi. Tatarlar saatlerce Smirna'nın içi­
ne Rum ateşi attılar ve felakete uğramış kentten, göğe doğru
kara bulut yumakları yükselmeye başladığında, onların da ke­
yifleri yerine geldi. Duvarların dibine yığınla kütük konulmuş
ve ateşe verilmişti, fakat durmadan yağan Aralık yağmurları
bunların çökmesini engelledi. On beş gün süreyle iki taraf bir­
birini seyretti, kuşatma altındakiler karınca gibi kaynayan Ta­
tarlara karşı kendilerini kahramanca savundular. Amansız bas­
kı, sonunda etkisini gösterdi. Duvarlarda gedikler açılmaya ve
72 Bugünkü İzmir limanı.

3 68
Tatarlar bunlardan içeriye dalmaya başladı; bu karşı konulmaz
bir seldi, önüne çıkan her şeyi silip süpürüyordu. Hospitalier
Şövalyeleri yiğitçe direnmiş, fakat katle ve yok etmeye azınet­
miş bir güruhun sayı üstünlüğüne yenik düşmüşlerdi. Dikkafa­
lı kafirlerin ruhları temize havale edilirken, Timur bir toplu
katHarnın daha başını çekiyordu.
Smirna'nın düşüşünde son bir meşum safha vardı. Ufukta,
kuşatma altındaki şövalyelere istihkam taşıyan bir kadırga filo­
su görünmüştü. Gelenler farkında değildiler, ama çok geç kal­
mışlardı. Sahile yanaşırlarken, Timur Smirna karargahındaki
kesik başların kadırgalardaki şövalye kardeşlerine fırlatılmasını
buyurdu. Ateş atan cihazlar, tez elden bu yeni merrnilere göre
ayar edildi. Çok geçmeden gökyüzünde kanlı kafalar uçmaya
başladı; bunlar ahşap güvertelerin üstüne güm güm yağıyor,
savaşa hazırlanan şövalyeleri vurup deviriyordu. Timur'un
menfur planı beklenen sonucu vermişti. Kesik baş borbardıma­
nından dehşete gark olan ve meslektaşlarının katliamı karşısın­
da maneviyatları çöken şövalyeler tersyüzü dönüp memleket­
lerine yelken açtıfar.
Ordu saflarında çınlayan cilıad çağrısına cevap alınmıştı.
Osmanlıların yıllardır onları yok etmeye yönelik en amansız
hücumlarını hüsranla sona erdiren Hıristiyanlığın son bağımsız
kalesi, şimdi bir virarieliğe dönmüştü. Yenik düşen şövalyele­
rin gövdelerinden ayrılan kafalada bu şanlı zaferin anısına iki
kule dikildi. Kafirler, uğradıkları ezici yenilgiyle Bayezici'in or­
dusunu izlemişlerdi.
Yıllar yılı Bağdat, Kahire ve Şam, Osmanlı sultanıyla birlik
olup Semerkandlı bu sakatı açıkça hor görmüşler, onu adam
yerine koymamışlardı. Müslüman değil, vahşinin teki, diyerek
burun kıvırmışlardı. Onlara tattıracağı acı yenilgi konusunda
yaptığı uyarıları dinlememişlerdi, fakat hepsinin sesi teker te­
ker kesilmişti. Timur'un İslamın En Keskin Kılıcı olduğu yo­
lundaki savı kof bir iddia olmaktan çıkmış, apaşikar bir gerçe­
ğin ifadesi haline gelmişti.

* * *

3 69
Doymak bilmeyen Timur'un kafasında, şimdi bir soru di­
ğerlerinin önüne geçiyordu: bundan sonra neresi gelecekti? Da­
rülislam' a, yani İslam alemine artık hakim olmuştu; gelecekteki
fetihleri için gözünü bunun sınırlarının ötesine çevirmesi gere­
kiyordu.
Fakat bu soru cevaplanmadan önce, Osmanlı enkazının
kaldırılması gerekiyordu. Bayezici'in aziettiği küçük çaplı bey­
liklerin başındakiler, haraca bağlanarak yerlerine iade edildi.
Savaş tehdidi karşısında babasının fatihine boyun eğen Şehza­
de Süleyman Çelebi'ye Osmanlı'nın Avrupa kıtasındaki top­
rakları verildi. Kardeşi İsa Çelebi'ye ise, parçalanmış impara­
torluğun can damarını teşkil eden batı Anadolu'daki topraklar
bırakıldı. Daha önce Altın Orda'lı Toktamış'ın yenilgisinden
sonra yaptığı gibi, alışılmış "böl ve yönet'' siyaseti güden Ti­
mur, bu yolla Osmanlı şehzadelerini zapturapt altında tutmuş
olacaktı. Beş parasız kalan ve Avrupa saraylarında yan gelip
yatarak gönüllü sürgün hayatı yaşayan İmparator Manuel'in
derhal tahtına dönmesi emredildi. İstanbul nasılsa düşecekti,
ama Timur ona bir elli yıl daha kazandırmıştı,
Hıristiyan krallar gene de rahatlamaya cesaret edemiyor­
lardı. Saraylarında korkunç söylentiler dolaşıyordu. Vahşi hü­
kümdar, ordularını Avrupa topraklarına geçirmek için kadır­
galar ısmarlamıştı. Askerlerine Karadeniz' e yürüme emri ver­
mişti. Bütün kıtayı kılıç zoruyla Müslüman yapmaya azmet­
mişti. Ordusunun öncü birlikleri o an itibariyle Avrupa'ya
ayak basmış, batıya doğru ilerliyorlardı. Roma'yı kuşatmaları
an meselesiydi.
Bu kıyamet günü görüntüleri, Avrupa'nın gözlerinin ne
kadar bozuk olduğunun belirtisiydi. Bilmiyordu ki onu istila­
dan koruyan en güçlü silahı fukaralığıydı. Ege' den Atlantik' e
kadar, Timur'u cihat çağrısında bulunmaya teşvik edecek pek
az şey vardı. Elbette ki kafideri öldürmek veya Hak dinine
döndürmek başlı başına yüce bir amaçtı, fakat Timur bu gibi
durumları daha ticari bir anlayışla değerlendirirdi. Avrupa'nın
kasaları ve sandıkları boştu. Kazanç yoksa, cihad da yoktu.
Kocamış hükümdar, ayrıca Azrail'in onu bu dünyadan çe­
kip almasına çok kalmadığını da düşünmüş olmalıydı. Cennette

3 70
onun için ayrılan yetmiş iki huri, belli ki daha fazla bekletilme­
yecekti. Geri kalan kıymetli zamanı, Avrupa gibi beş para et­
meyen bir kıta uğruna çarçur etmenin alemi yoktu.
Fakat değil mi ki hayattaydı ve değil mi ki hala hareket
edebiliyordu, demek ki bir seferlik daha zamanı vardı. Yıllarca
bunun hayalini kurmuştu. Hükümdarlığının en uzak sınır boy­
larında zaten bunun hazırlığı yapılmıştı. Son seferi, en şanlı se­
feri olacaktı. Bir kez daha cihad çağrısında buhınacaktı. Yeryü­
zünde ona karşı koymaya muktedir tek güce meydan okuyacak
ve onu alt edecekti. Timur, Avrupa sahillerinde hazırda duran
ordusunu kaldırarak doğuya sürdü. Hıristiyan dünyası geniş
bir nefes aldı. Timur Çin'in Ming imparatoruyla savaşmak üze­
re yola koyulmuştu.

371
10

Göklerin İmparatorluğu
1403-1404

u Allah bize öyle bir balıt açıklığı vermiş ki sayesinde As­


ya'yı fethedip cihanın en büyük hükümdarlarını devirdik. Geç­
nıişte pek az hiikümdara bu kadar geniş topraklar, bu kadar ge­
niş yetke, böyle büyük bir ordu ve böyle mutlak bir egemenlik
nasip olmuştur. Bu biiyük fetihler kan dökülmeden yapılmanıış­
tır ve bunlar sırasında çok sayıda Allah'ın kulu camndan ol­
muştur; işte geçmişteki günahlarımm kefareti olarak, cihanda
başka hiçbir gücün başaranıayacağı bir sevap işlemeye karar ver­
miş bulunuyorum: kfijirlere savaş açacak ve Çin'in putperestle­
rinin kökünü kazıyacağını. u

Timur'un şehzadelerine ve emirlerine


yaptığı konuşma, 1404.
ŞEREFEDDİN ALİ YEZDİ, Zafername

Çin allak bullaktı. On üçüncü yüzyılın başında Cengiz Han


ordularını buraya sürmüş, 1215'te Pekin'i yağma etmişti. Oğlu
Ögedey da ardı arkası kesilmeyen bu akınları sürdürerek geniş
topraklar elde etmiş ve nihayet Cengiz'in, 1264'te kardeşi Arığ
Böke'yi taht kavgasında yenerek kendini tartışmasız bir biçim­
de Hanlarham ilan eden tarunu Kubilay, bunları başarıyla ta­
mama erdirmişti. Moğolların geleneksel hükümdarlık başkenti
Karakurum'u terk ederek kışlık sarayını güneye, muhteşem
kent Pekin'e taşımıştı (o zamanlar Ta-Tu veya Hanların Kenti

372
anlamında, Hanbalık olarak bilinirdi). Görkemli yazlık başkenti
Sheng-Tu, çok sonralan İngiliz Samuel Taylor Coleridge'in af-'
yon etkisiyle yazdığı, "Kt.ıbilay Han" şiirindeki Xanadu'ya il­
ham kaynağı olmuştu.
Çin'i ve Moğolistan'ı içine alan bu yeni imparatorluk, Mo­
ğolların Orta Asya'daki üç Çağatay hanedanlığını, İran ve
Irak'taki Hulagu'yu ve Altın Orda'daki Cuci'yi gölgede bırakmış
ve her biri üzerinde büyük bir nüfuza sahip olmuştu. Azametini
anlatan öyküler, yirmi yıla yakın bir süre Harılarhanı'nın hizme­
tinde bulunan, Venedikli gezgin Marea Palo'nun renkli üslubuy­
la Avrupa'da yayılmaya başlamıştı. Uzun yıllardan beri Çin, ku­
zey ve güney arasında ikiye bölünmüş bir durumdaydı. Kubi­
lay'ın, Yangtse'nin güneyindeki fetihleriyle Sung hanedam niha­
yet 1279' da çökertilmiş ve Çin yeniden birleştirilmişti. Kubilay'ın
başlattığı Yuan hanedam 1368' e kadar devam etti. Saltanatı, Do­
ğu ve Batı arasında ticaretin gelişmesinden ötürü bir bolluk ve
bereket dönemi oldu. Yangtse Nehri'nde yılda iki yüz bin deniz
aracı seyrüsefer ediyor, Eski Çin İmparatorluğu'nun belli başlı
kentleri arasında ipek, pirinç, şeker, inci ve değerli taş getirip gö­
türüyordu. Tacirler gözlerini kendi sınırlarının ötesine; İran,
Hindistan, Cava, Malaya ve Seylan pazarlarına dikmişlerdi. Ti­
yatro, edebiyat ve resim sanatı gelişmeye başlamıştı.
Fakat Kubilay'ın 1294'teki ölümünden sonra imparatorluk
gerileme dönemine girdi. Bu durumdan bir ölçüde hanın ken­
disi sorumluydu. Çünkü Çin' de tahta çıktığı zaman; Moğolla­
rın, ülkeyi yönetecek kişilerin soylulardan oluşan kurultaylarca
belirlenmesi kuralını kaldırarak bunun yerine tahtın, basit ola­
rak babadan oğula geçtiği bir düzen kurmuş ve böylece, bir
hamlede soyluların elinden tüm yetkeyi almıştı. Her ne kadar
kendisi bir başkaldırıya maruz kalmadıysa da aynı şey, varisie­
ri için geçerli olmamıştı. Kubilay'dan sonra başa gelen müsrif
ve sefih hanlar, saray entrikaları ve darbe girişimleriyle bunal­
tılmışlardı. 1323'te, Yuan imparatoru Ying-Zong'un bir suikasta
kurban gitmesi sonucu, Çin on yıl süren kanlı bir iç savaşa sü­
rüklenerek parçalanmıştı. Türlü hastalıklar -bunlara muhteme­
len veba da dahildi- doğal afetlerle birleşerek gittikçe zayıfla­
yan imparatorluğu büsbütün güçten düşürmüştü.

373
Son Moğol imparatoru Sun Ti, zalimliği, şehvet düşkünlü­
ğü ve beceriksizliğiyle ünlüydü. Kırsal bölgeleri kırıp geçiren
kıtlıkla mücadele edecek yerde, yatak odasından çıkmaz ol­
muş; odalıklarına, "Gökteki Şeytanın Dansı" gibi türlü şehevi
gösteriler yaptırarak keyif çatıyordu. Yaşadığı sefih hayata pa­
rasal kaynak sağlamak uğruna vergiler ağırlaştırılmıştı; bu ne­
denle, Yangste ve Huai nehirlerinin kıyılarındaki ovalık bölge­
lerde, Çinlilerin Moğol idaresine karşı isyan etmelerine ve bu . .
isyanların giderek ivme kazanmasına pek şaşmamak gerekir.
1350'lerde, Chu Yuan-chang adlı bir köylü bu isyanlardan biri­
ne elebaşılık etmiş, tüm rakiplerini birer birer devirmişti. Ordu­
sunun bir kısım birlikleri, 'ıstırap içindeki insanları, onları ya­
kacak olan ateş ve boğacak olan sudan,' yani müstebit Moğol
idaresinden kurtarmak üzere kuzeye gönderilmişti. . Pekin' e
doğru ilerleyen köylü ordusu, yol üstünde karşılaştığı zaten
pek zayıf olan direnişi kırmakta zorlanmadı. Halk, korkak ve
şehvet düşkünü imparator Sun Ti için çarpışmaya hevesli de­
ğildi ve imparatorun etrafında bulunanlar da Çin' deki Moğol
egemenliğinin artık son demlerini yaşamakta olduğunun far­
kındaydı. Asilerden oluşan ordu, günden güne büyüyerek
1368'de karşı konulmaz bir güç halini aldı ve Pekin'i ele geçirip
Moğolları kuzey Çin' den sürdü. Sun Ti sıvışarak sürgüne gitti.
imparatorluk başkentinin düştüğü yıl, basit bir köylü olan
Chu Yuan-chang, yeni yeni filizlenen gücünden istifadeyle adı­
nı değiştirip, kendini Ming hanedanının kurucusu, İmparator
Tai Tsu olarak ilan etti. Otuz yıl süreyle ülkeyi tam bir mutlakı­
yetle yönetmesine rağmen huzursuzluk eksik olmadı, fakat so­
nunda karışıklıklara son verip asayişi sağladı ve yenilikçi tarım
politikaları geliştirerek bu ıslahat hareketlerine karşı çıkanların
kafalarını uçurttu. Her ne kadar bu zorba imparatorun gereksi­
nimlerini karşılayacak bazı değişikliklere uğradıysa da, Moğol­
ların kaldırdığı Çin hukuk ve siyaset sistemi yeniden yürürlüğe
girdi; imparatorluk ailesinin bireyleri, ülkenin en zengin ve en
stratejik kentlerinin başına getirildi; bunlar gittikleri yerlerde
saraylar yaptırdılar, ordular kurdular ve gel zaman git zaman,
hep olduğu gibi, şahsi hırsların peşine düştüler.

374
1399' da Tai Tsu öldü ve on altı yaşındaki torunu veliaht
Hui Ti tahtta kalabilmek için büyük bir mücadeleye girişti. Ti­
mur bu haberi, Hindistan seferinden döner dönmez almıştı; fa­
kat o tarihte çoktan batıya yürüyüp Suriye, Mısır ve Bayezid' e
karşı savaş açmaya karar vermiş bulunuyordu. Casuslardan,
diplamatlardan ve tüccarlardan oluşan istihbarat şebekesi sa­
yesinde, Çin'in göbeğindeki bu muhataralı durum hakkında
devamlı bilgi alıyordu. Genç imparatoru, hoşnutsuz amcaların­
dan biri, ülkenin en güçlü ordusuna sahip olan ve hırs bürü­
müş gözlerini tahta dikmiş bulunan Pekin prensi sıkıştırıp du­
ruyordu. İmparatorun sadık hizmetkarı olduğunu ve "Dertleri
Dindirme" adını verdiği savaş için yola çıktığını ilan ederek
kuvvetlerini güneye sürdü. Huzuru bozanların saraydaki da­
nışmanlar olduğu iddiası ve bunlarla savaşma kisvesi altında,
prens nihayet tahta elini uzattı. Savaş dört yıl sürecekti. Pekin
ve civarındaki topraklar, kardeşin kardeşi bağazladığı korkunç
bir kargaşa içine girerken, Timur son hedefine doğru adım
adım ilerleyecekti. Göklerin İmparatorluğu tam saldırılacak ta­
va gelmişti.
Çin, girdiği hiçbir savaşta yenilmemiş bir adam için en uy­
gun mükafattı. Kendisinin de bir fani olduğunu kabul eden, be­
li bükük ve yarı kör hükümdara, askeri hayatını kapatmak için
uygun bir son gerekiyordu. Din, maliye, şan, şeref ve Moğol tö­
resi gibi hesaba katılması gereken önemli unsurlar, Çin seferine
cevaz veriyordu. Pekin'i ele geçirecek kişi, akla hayale gelmedik
bir servete konacaktı. Tarihi kayıtlara göre; Pekin başkentliğinde­
ki imparatorlukta Müslümanlar, son yıllarda onbinlerle boğazla­
nıyar ve İslamın tüm izleri hunharca siliniyordu. Her yerden faz­
la burada, katliam ve yağmadan sağlanacak ün, şan ve sevap
vardı. Yezdi bu noktada, kendinden beklenmeyen bir gerçekçi­
likle, İslamın Kılıcı'nın katirden çok Müslüman kanı döktüğü­
nü kabul etmiş ve "diğer savaşlarda çok mürnin kanı akmıştı;
Timur, Çin' de kazanacağı zaferle bunun kefaretini ödemeyi
umuyordu," diye yazmıştı. Dahası, Çin'in fethiyle Timur'un bir
ömür beslediği bir hayal gerçekleşecek; Cengiz Han'ın oğulları­
na ait dört Moğol hükümdarlığı, onun hakimiyeti altında birle­
şecekti. Onun egemenliğini ilk tanıyan Çağatay Hanlığı olmuş,

375
Cuci ve Hulagu cım izlemişti. Tek eksik Kubilay'ınki idi; islamı
kabul etmeyen yalnızca onun imparatorluğu kalmıştı. Hak di­
ninin burada tutunamayışı ve şiddetle bastırılışı yetmezmiş gi­
bi, bir de üstüne kafirlerin dini buraya sızmış -iftiranın da bu
kadarı olurdu- hatta imparator bile dinini değiştirmişti. Clavi­
jo, "bize, Çin'in yeni imparatorunun doğumundan beri putpe­
rest olduğu, fakat daha sonra Hıristiyanlığı kabul ettiği söylen­
di," diy� yazmıştı.
Timur'un en korkunç düşmanıyla girişeceği savaşın hazır- ­
lıklarında en ufak bir kusur ya da eksiklik yoktu. Hep olduğu
gibi, istihbarat örgütü çok önceden faaliyete geçirilmişti. As�
ya'nın kervan yollarında mekik dokuyan adamları, Göklerin
İmparatorluğu'nda giderek bozulan siyasi durum hakkında
onu düzenli olarak bilgilendiriyorlardı. Bir ara, Müslüman tüc­
carların Çin' den sürüldüğü haberi gelmişti; Timur bu bağışla­
namaz hakaretin öcünü almayı üstüne vazife bildi. 1398' de, hü­
kümdarın Çin'den dönen elçilik heyetiyle birlikte Taşkent'e ge­
len Çin elçisi An Chi Tao, alıkonularak Tatar hükümdarın top­
raklarında bir geziye çıkarıldı; yanına verilen muhafızlar onu
bir an dahi yalnız bırakmadılar. Hiç hesapta olmayan bu zo­
runlu eğlence, onu ta Tebriz' e, Şiraz'a, İsfahan'a ve Herat'a ka­
dar götürdü ve tam altı yıl sürdü. Elçiliği sona erdiğinde, bu,
diplomasi dünyasının en uzun görevlerinden biri olmuştu. Elçi
An, imparatorun yanından ayrıldıktan ancak on iki yıl sonra
Pekin' e geri dönebilmişti?3
Timur'un Ming imparatoruna karşı aldığı bu alaylı tavır
kasıtlıydı ve giderek artan gücünün ve kendine olan güveninin
bir göstergesiydi. Geçen yıllar zarfında Pekin'le olan ilişkisi,
daha güçsüz hükümdarın güçlü olana saygısından, giderek ar­
tan bir küstahlığa ve nihayet aleni düşmanlığa dönüşmüştü.
Clavijo, Timur'un sarayında bir başka Çin elçisinin -muhteme­
len Elçi An'ın serbest bırakılması için gönderilmişti- maruz
73 Elçi An'ın, kendisini tutsak eden Timur'un aksine, zamanlama konusunda çok
marifetli olduğu söylenemez. Başından olmadık maceralar geçen birçok kimse
gibi, bunları anlatan bir kitap yazmıştı. Eğer hatıratının Çin'de en çok satan ki­
tap olacağı hayaline kapıldıysa, büyük hüsrana uğramış tır. Batı Seyahatinde Gör­
düğüm Tuhaflzklar, adlı toplu şiirleri kendisi hayattayken ortaya çıkarılmamıştı.
Yapıt, ilk olarak on yedinci yüzyılda yayınlandı.

376
kaldığı hakaretleri dikkatle izlemiş ve bu da, Tatar hükümdarın
ondan kısa bir süre öncesine kadar Ming imparatoruna boyun
eğmekte olduğunu ispat etmişti. "Yakın bir zamanda Çin'den
gelen bu elçi Timur'dan, imparatorunun hakkı olduğunu söyle­
diği ve hükümdarın ondan önce her yıl düzenli olarak ödediği
haracı istiyordu."
Çin arşivleri de buna benzer bir hikaye anlatır. 1412'de im­
parator Cheng Tsu, Timur'un oğlu Şahruh'a, bir devletin başına
değil de en fazla bir generaline hitap eder gibi yazdığı mektupta,
haraç veren bende konumuna razı olmasını söylüyordu. Aksi
takdirde, sonuçlarına katlanması gerekeceğini bildirerek onu
tehdit ediyordu. "Baban Timur Gurgan, yüce Tanrı'nın buyru­
ğuna uyarak, kendisinin ulu imparatorumuzun bendesi olduğu­
nu kabul etmişti. Ona devamlı olarak hediyeler ve elçiler gön­
dermiş, böylelikle uzaktaki ülkenizin halkını huzur ve mutluluk
içinde yaşatmıştı. . . sen de egemenliğimizi samirniyetle ve kendi
rızanla kabul et ki biz de sana bunu zorla yaptırmaya kalkmaya­
lım." Timur' a kendi memleketinde verilen tumturaklı unvanlar
-Asrın Hükümdarı, Cihangir gibi- Ming imparatorunun sara­
yında ağza bile alınmıyordu. Pekinli imparatorlar için Tatar hü­
kümdar, sadece Semerkandlı Fu-Ma Timur'du?4
1394 gibi, hayli ileri bir tarihe kadar Timur, Ming impara­
toruna övgü dolu bir dille hitap ediyordu:

Cenabı Hakkın Çin'i yönetmek kudretini bahşettiği, Haşmetmeapları


Büyük Ming imparatorunu saygıyla selamlarmı. Merhametin ve fazi­
letierin cümle alemin malumudur. Saltanatıııııı ışığı göklerdeki ayna
gibi; uzak yakın ciinıle hükümdarlıkları aydmlattı. . . Daha önce kim­
seye boyun eğmemiş halklar, şimdi senin egemenliğini tanıdı ve dün­
yanın en ücra köşelerinde, karanlığa gömülmüş halklar bile sayende
aydııılığa kavuştu . . . Haşnıetmeapları, uzak memleketlerden gelen ta­
cirlerin Çin'e girmesine ve ticaret yapmasma müsaade etti. Yabancı
elçiler, kentlerinin zenginliğini ve senin kudretini takdir etmek bahti­
yarlığma erişti, sanki apansız karanlıktan kurtulup, hidayete ermiş

74 "Fu-Ma", Timur'un Gfırgan unvanına, yani Başkadını Saraymülk Hanım'la evli­


liği dolayısıyla aldığı, Maveraünnehir'in son Çağatay ham Kazan'ın damatlığı
sıfatına atfen söyleniyordu.

377
gibi oldular . . . Haşmetmeaplarınm hatırıını sormaya tenezzül buyur­
duğu mektubu hürmetle okudum; arzusuna binaen yabancıların
Çin'le münasebetini kolaylaştırmak üzere posta konakları kurdur­
dum; uzak memleketlerin insanları da bunlardan istifade edebilir.
Hürmet/e belirtirim ki Haşmetmeaplarının yüreği, iilemde olup biten­
lerin göründüğü kadeh gibidir . 75 İyiliğinle, merhametin/e gözümü,
. .

gönlümü açtın. Haşmetnıeaplarının göstermek lütfunda bulunduğu


güzel duygu/ara, ancak onun saadetine ve uzun ömrüne duacı olarak
mukabele edebilirim. Yer ve gök gibi, inşallah ebediyete kadar süreler.

İki yüz hediye at, bu taşkın iltifatı biraz daha etkili kılmış olsa ·
gerektir. 76
On beşinci yüzyıla girilirken Timur, samimiyeti kuşkulu
sözleri bir kenara bırakıp savaşacak duruma gelmişti. O sırada
sarayına Çin'den bir elçilik heyeti çıkageldi ve Timur'un, Mo­
ğolistan'ın doğu sınırları boyunca uzanan ve ezelden beri Çin
imparatoruna vergi veren toprakları işgal etmesine rağmen ye­
di yıldan beri ödemeyi ihmal ettiği haracı istedi. Semerkand' a
varışı, Clavijo'nun burada diplomatik görevle bulunduğu za­
mana denk gelen heyet, Tatar hükümdara, haracın o tarihe ka­
dar ellerine geçmediğini bildirdi. Timur' un bu azar karşısında
fena halde onurunun kırıldığını kaydeden hayretler içindeki İs­
panyol elçi şöyle devam eder: "Haşmetmeapları bu elçilere, çok
doğru söylediklerini ve gereken ödemeyi yakında yapacağı ce­
vabını verdi; fakat onlar, yani elçiler, dönerken zahmet buyu­
rup bunu ta Çin' e kadar taşımasınlardı, çünkü Timur onu ken­
di eliyle getirecekti. Tabii tüm bunları alayla ve onlara olan ga:..
rezinden söylüyordu, çünkü haşmetmeaplarının bu haracı öde­
meye hiç niyeti yoktu." Bir başka gün, Pekin'den gelen elçilik

75 İlk İran hükümdan Cemşid'in kadehine atıf. Firuze renkli bu kadehin, kurucusu
olduğu söylenen Persepolis kentinde, toprak altından çıkarıldığı rivayet edilir.
Adı Fars dilinde 'güneş çanağı' anlamına gelmektedir.
76 Saray tarihçelerinde, Timur'un Pekin'le pek de onur verici olmayan ilişkisi hak­
kında fazla bir kayıt bulunmayışma şaşmamak gerekir. Fransız tarihçi Edgard
Blochet'nin 1910'da yazmış olduğu gibi, "Egemenliği altında bulunduğu kimsele­
re karşı hiçbir ayrıcalık tanımayan Abdürrezzak es-Semerkandi dışında, Timuro­
ğullarının tüm resmi vakanüvisleri, İran topraklarıyla Göklerin İmparatorluğu
arasındaki ilişkiler konusunda mutlak bir suskunluk içindedirler; böyle yapmakla
gelecek nesillere onur kırıcı anılar bırakmayacaklarını ümit ediyorlardı."

378
heyetinin İspanyollardan daha yukarıda oturduğunu fark eden
Timur, iki tarafın yerlerinin değiş tokuş edilmesini buyurmuş­
tu. Sonra huzurunda bulunan sesi soluğu kesilmiş kişilere, Çin
elçisinin, "Timur'a düşman, haydut bir herifin adamı" olduğu­
nu ilan etmişti. Ardından, diplomasi ve haraç devrinin artık so­
na erdigine dair kesin bir işaret vermişti. "Bundan sonra hiçbir
Çinli, böyle bir heyetle buraya ayak basmaya cüret edemeye­
cektir; Allah'ın izniyle Timur bunun tedbirini alacaktır."
Timur'un Pekin'le olan ilişkisindeki bu ani değişikliğin ne­
denlerini anlamak zor değildir. Yıllardan beri gün saymaktay­
dı. Kime düşmanlık edeceğini gayet iyi bilen bir kişi olarak, or­
duları Doğu'nun en kudretli hükümdarına meydan okuyacak
güce ve büyüklüğe erişmeden bir adım atmayacaktı. Ne de, ön­
ce dünya üzerindeki bütün rakiplerini yok etmek gibi uzun ve
yıpratıcı bir işe kalkışacaktı. Kuzeyde Altın Orda çökertilmişti.
Güneyde Delhi'nin canına okunmuştu. Batıda, Osmanlı ve
Memluk hükümdarlıkları Tatar istilası karşısında iki büklüm
olmuşlardı. Doğuda, yalnızca Çin, onun yörüngesine girme­
mişti; bu tüm dünyaya hükmetmeyi kafasına koymuş bir ada­
mın önündeki son engeldi. Doğuya giden yol şimdi ordularının
önünde açılmıştı.
Timur Çin'in başkentinde bulunan hazinelerin dünyada
bir eşi daha olmadığını biliyordu. Pekin' e gönderdiği heyet,
1404'te Elçi •An'la birlikte Semerkand'a dönmüştü. Resmi gö­
revli, Çin başkentinin Tebriz' den yirmi kat daha büyük oldu­
ğunu söylemişti. Clavijo, eğer bu doğruysa, "Pekin dünyanın
en büyük kenti olmalı," diye yazmıştır. Pek hoş karşılanma­
makla beraber Timur' a, Ming ordularındaki askerlerin çöldeki
kum kadar çok olduğu haberi de verilmişti.

Bu kişinin ifadesine göre, Çin imparatorunun emrinde o kadar çok as­


ker varmış ki sınırlarının ötesinde savaş açmaya gittiğinde; berabe­
rindekiler hariç, imparatorluğunu korumaları için geride tam dört
yüz bin süvari ve çok sayıda da piyade alayı bırakırmış. Gene bu şah­
sın anlattığına göre; hizmetinde, imparator istediği zaman emrine ve­
rilmek üzere bin süvari bulundurmayan hiçbir soylu, at sırtında orta­
lıkta dolaşamazmış ve bunu karşılayan soyluların sayısı da hiç az de-

379
ği/miş. Başkent ve Çin hakkında daha başka öyle ilginç şeyler söyle­
niidi ki aniatmakla bitmez.

Timur'un fethetmeye azme1tiği, işte bu imparatorluktu. Bu,


artık bir kısmet meselesi, parlak bir satranç oyunundaki son
eldi. Açılış hamlesi altı yıl önce yapılmıştı. Kaleler dikilmiş,
doğudaki bataklık araziler tarıma elverişli hale getirilmiş; her
şey buna, bu son ve en esaslı sefere hazırlık olarak yapılmıştı.
Yıllarca Maveraünnehir'in ötesinde dört dönmüş; ordularını
usta bir satranç oyuncusu gibi hasımlarının üstüne sürerek,
nice hükümdarlıklar devirmiş, yaptığı her hamleyle impara­
torluğunu biraz daha büyütmüştü. Dinrnek bilmeyen enerji­
sini daha çok batıda harcamıştı. Şimdi ise, emrine ve sarsıl­
maz iradesine arnade olan Tatar piyonlar, doğuya doğru iler­
liyorlardı.
Timur'un en güvendiği emirlerinden biri olan Allahdad,
doğuya gönderilerek, Tatarların Çin'in başkentine giderken ge­
çecekleri arazinin ayrıntılı bir tasvirini yapması istenmişti. Bu
zorlu görev şunları içeriyordu: "bu bölgelerin haritasını çıkar­
mak ve cevabında bunların içinde bulundukları koşulları yaz­
mak, geçilecek toprakların ve yolların durumunu anlatmak,
kentleri, kasabaları, ovaları, dağları, kaleleri, hisarları, yakınla­
rı, uzakları, çölleri, tepeleri, bataklıkları, sınır taşlarını, kuleleri,
pınarları, nehirleri, sülaleleri, boyları, dar ve geniş geçitleri, yol
işareti olan ve olmayan yerleri, hanları ve kervansarayları ve
boş alanları belirtmek ve buralarda yaşayan insanları anlatmak;
bunu yaparken geniş ayrıntı vermek, kısaltınadan ve atlama­
dan kaçınmak, menziller ve konak yerleri arasındaki mesafeleri
ve yolculuk koşullarını bildirmekti."
Kuzey yolunun, Çin' e giden en elverişli yol olduğunda ka­
rar kılındı. Bu, Elçi An'ın Pekin'den gelirken kullandığı yoldu.
Maveraünnehir'in doğusunda ve buzla kaplı Tienşan Dağla­
rı'nın kuzeyindeki Baykal Gölü'ne dökülen Semireşya ya da
Yedi Nehir bölgesinden geçiyordu. Bu güzergahın bozkın geç­
tiği yerlerde atlar için uygun otlaklar vardı ve bu, Timur'un
fevkalade karmaşık sevk ve idare ağında, en fazla dikkate aldı­
ğı tek unsurd u.

3 80
Allahdad, ilk safhalarından itibaren, bu sefer için yapılan
hazırlıkların içindeydi. 1401-1402 kışında Timur, Karabağ yay­
larında kışlarken Allahdad, doğudaki bataklıkları ıslah ederek
orduyu besieyecek tarım alanları kazanmak ve yapılacak hü­
cumlar için üsler inşa etmek göreviyle doğuya gönderilmişti.
Hisariardan biri, Seyhun nehrinin doğusundaki Aşpara'ya on
günlük bir yürüme mesafesinde inşa edilecekti. Öbürü, Çin'e
daha da yakın bir yerde, Isıkgöl'ün yanına dikilecekti. Bu ha­
zırlıklar 1396 gibi, Timur'un Semerkand'da iki yıl kalıp başken­
tini güzelleştirdiği ve doğuda bir savaş düşündüğü, hayli erken
bir tarihten beri sürdürülen hazırlıklara ek olarak yapılıyordu.
Bunun rastgele bir girişim olmadığı açıktı. Timur, veliaht tayin
ettiği tarunu Muhammed Sultan'ı da kırk bin askerli bir birli­
ğin ve önde gelen emirlerinin başına koyarak, hisariarın inşa­
atını denetlernek ve o yörelerde terk edilmiş zirai arazilerin su- _

lanarak tekrar kazanılmasına çalışınakla görevlendirmişti. Bu


topraklarda, yola gelmeyen boylar, Tatar ordusu içinde eritil­
miş veya yok edilmişti.
Allahdad, ğörevini başarıyla tamamladı. Haritayı, 'ışıl ışıl
parlayan, birçok parşömen yaprağına' çıkararak, özenle dik­
dörtgen biçiminde katladı. Timur'un istediği tüm ayrıntılar
üstüne işlenmiş, hiçbir şey atlanılmamıştı. Arabşah'ın ifadesi­
ne göre, işi hatta vaktinden önce bitirmişti. Hükümdar, Se­
merkand'a dönmek üzere, hala Anadolu'da yol alırken eline
verilmişti.
Savaş yaklaştıkça, doğunun bataklıklarındaki faaliyet hum­
malı bir hal almıştı. İnşaat işi tamamlanmış; bundan sonraki
öncelik, bu toprakları bir çekirge sürüsü gibi silip süpürecek
olan muazzam orduyu beslemek için gereken ürün ve hayvan­
ların yetiştirilmesine verilmişti. Semerkand' dan Aşpara'ya ka­
dar tüm çiftçi ve köylüler, "ticaretten men edildi ve başka hiç­
bir işle uğraşmaksızın kendilerini toprağın ekilip dikilmesine
hasretmeleri buyurularak, bunu hem sözleri hem davranışla­
rıyla ispat etmeleri istendi." Kadın ve erkekler gerekirse, topra­
ğı işlernekten alıkanmamak için İslamın şartı olan, günlük beş
vakit namazdan feragat edeceklerdi. Bazen Allah ikinci planda
kalmak zorundaydı. Hükümdarlığın etekleri zil çalıyordu. Se-

38 1
merkand'ın cıvıltılı çarşı ve sokaklarında, kubbeli cami ve med­
reselerinde, bakımlı bağ ve bahçelerinde bu son seferden başka
bir şey konuşulmaz olmuştu. Semerkand, sadık bir yar gibi, se­
ferde olduğu zamanlar onun hasretini çekiyor, fakat her zaman
sabır ve tevekkül içinde, onun muzaffer olarak kendisine döne­
ceği günü bekliyordu. Çin'le savaşın, onun bugüne kadarki en
iddialı girişimi olduğunu bilmeyen yoktu. Birçok kişi, hüküm­
cların sonunda kendini aşan bir işe kalkışmış olmasından kor­
kuyordu. Daha önce kaç zafer kazanılmış olursa olsun, yeryü­
zündeki en güçlü ordunun elinde yaşanacak bu bir tek bozgun
olasılığı, şimdi tüm hükümdarlığı tehdidi altına almıştı.

* * *

1403 yılının baharı, kocamış hükümdar için bir feci, iki de


hayırlı haberle birlikte geldi. Timur ordusuyla, Semerkand ve
Çin' e dönmek üzere hala Anadolu yollarındayken ona, en şanlı
esiri Sultan Bayezid'in, hükümdarın yük katarında, muhafız eş­
liğinde yolculuk ederken öldüğü haberi verildi. Timur'un şahsi
hekimi ona bakmış, fakat kurtaramamıştı. Yenik Osmanlı padi­
şahının sonunun nasıl geldiği konusunda kaynaklar birbirini
tutmamaktadır. Ölüm nedenleri arasında gut, astım, inme, ka­
hır, hatta intihar sayılmıştır. Her ne kadar kendisi yetmişine
yaklaşmış bir hükümdarın, bu habere sevindiğini söylemek
için bir sebep yoksa da Yezdi'nin, Timur'un döktüğünü söyle­
diği gözyaşlarında bir sahtelik sezmemek de kabil değildir: "Ti­
mur öyle sarsılmıştı ki, bu büyük sultanın kara bahtına yana
yana ağladı. İlahi Takdir' in nasıl bazen insan emellerine ket
vurduğunu söyledi, çünkü . . . Bayezid'in bozulan maneviyatını,
onu öncekinden de büyük bir güç ve ihtişam içinde tekrar tah­
tına oturtarak düzeltmeye karar vermişti."
Doğru veya yalan, bu plan suya düşmüştü. Fakat bunu,
daha kötü bir haber izleyecekti. Akşehir' deki ordugaha dörtna­
la gelen bir ulak, fena havadis getirdi. Muhammed Sultan çok
hastaydı. Ankara'da aldığı yaralar bir türlü iflah olmamıştı.
Hiçbir duygu belirtisi göstermeyen Timur, Bayezid'in na'şının,
büyük bir padişaha yakışan bir 'debdebe ve ihtişam' içinde

382
Bursa'ya götürülmesini buyurdu. Sultanın oğlu Musa Çelebi'ye,
bir hükümdar kaftanı, ala bir kemer, bir kılıç, üstüne değerli
taşlar kakılmış bir sadak, otuz at ve bir miktar altın hediye gön­
derdi. Ancak bu işler bittikten sonradır ki genç velialıtın yattığı
karargaha koşabildi. Yolu üstünde isyan eden bir Türkmen bo­
yu, onun biraz gecikmesine sebep oldu ve nihayet torununun
yanına vardığında, oğlanın durumunun iyiden iyiye kötüleş­
miş olduğunu gördü. Konuşmaktan bile acizdi ve yüzü ölü gibi
sararmış, yatıyordu. Üç gün süreyle tahtırevanda taşındı, ama
artık çok geçti. Bayezid'in ölümünden dört gün sonra; savaş
meydanlarının aslan dövüşçüsü, hükümdarın gelecek ümidi,
hayat dolu Muhammed Sultan, öbür dünyaya göçtü.
Timur' u teselli etmenin imkanı yoktu. Bu çocuğa apayrı bir
düşkünlüğü vardı. Vakitsiz ölümü, benzeri bir derdi depreştir­
mişti; çünkü bu, çeyrek asırdan fazla zaman önce, yirmi bir ya­
şında ölen ilk çocuğu Cihangir'in en büyük oğluydu. Timur, bu
delikaniıyı diğer tüm oğullarından ve torunlarından üstün tut­
muş ve onu; liderlik vasfına, yiğitliğine, zekasma ve askeri di­
rayetine bakarak tam bir emniyetle veliaht tayin etmişti. Ti­
mur'un en amansız eleştirmeni Arabşah dahi onun has kişiliği­
ni takdir etmişti. Suriyeli tarihçi, "en babayiğit adamlar, en
okumuş yazmış kişiler onun yanından ayrılmak istemezdi; ka­
şını kaldırışında bahtiyarlığın çizgileri okunurdu; asalet yüzü­
nün her hattına sinmişti."
Tüm ordu derin bir yasa büründü. Memlekete dönüşleri ve
ardından çıkacakları sefer, şimdi bir cenaze alayına dönmüştü.
Herkes karalar bağladı. Muhammed Sultan'ın anası, Cihan­
gir'in dulu, güzeller güzeli Hanzade, orduyla buluşmak üzere
Ermenilerin yaşadığı Avnik' e çağrıldı. O daha varmadan, veli­
ahtın üç genç oğlu Erzurum'a geldi; bu öyle dokunaklı bir
manzaraydı ki hükümdarın gözünden bir kez daha sicim gibi
yaş indi. Hele de ananın acısı görülecek şeydi. Hanzade, zaten
daha önce kocasını kaybetmişti. İşte şimdi de en büyük oğlu
elinden alınmıştı. Muhammed'in ölüm haberi ona ulaştığında
oracıkta düşüp bayılmıştı. Daha sonra kendine geldiğinde, saçı­
nı başını yolmuş, üstünü başını yırtmış, yüzünden kan getirin­
ceye kadar kendini tırmalamıştı. Canı, ciğeri oğlunu, bu kadar

383
genç yaşta kaybedebileceğini hiç düşünmemişti; feryat, figan
ediyordu. Çok büyük bir hükümdar olacaktı. Kanlı gözyaşları
dinrnek bilmiyordu; oğlunun ölümü onu 'canevinden, hançer'
gibi vurmuştu.
Koca hükümdar, ölümün sinsi sinsi kendine doğru yaklaş­
tığını hissediyordu. Yıllar yılı birlikte zaferden zafere koştuğu
adamlar, birer birer dökülmeye başlamıştı. Timur'un uzun süre
hizmetinde bulunmuş olan emiri Seyfeddin Nukuz, Bayezici'le
yapılan hayati karşılaşmadan kısa bir süre önce vefat etmişti.
Osmanlı sultanını kaçarken yakalayan kukla han, yiğit cenga­
ver Sultan Mahmud, savaştan sonra ölmüştü. Yerine bir daha
da kimse tayin edilmemişti.
Timur, Muhammed Sultan'ın cenaze merasiminin Avnik'te
yapılmasını buyurdu. Asyalı hükümdarlar, beyler baş sağlığına
geldiler; cihana böyle asil bir sultan, böyle yiğit bir savaşçı gön­
derdiği için Allah'a sena ettiler. Hocalar, durmadan Kuran
okuyordu. Muhammed Sultan'ın nekkaresine son bir kez güm
güm vuruldu. Saraylı kadınlar, emirler, beyler, bahadırlar, hiz­
metkarlar, birdenbire ve hep bir ağızdan acı feryatlar ettiler.
Nekkare, Moğol töresi gereğince parça parça edildi. Bir daha
hiçbir şehzade için çalmayacaktı.
Velialıtın na'şı, Avnik'ten Sultaniye'ye, oradan da Timur'un
umumi yas ilan edilmesini buyurduğu, Semerkand'a götürül­
dü. "Yaklaştıklarında, insanlar sokakla�a döküldü; karalara bü­
rünmüşlerdi, soylusu, soysuzu; .rezili, erdemiisi karalar içinde
yürüyordu; sanki dünyanın üstüne, en karanlık gecenin örtüsü
serilmişti."

* * *

Timur'un yıllar yılı, yolu Hıristiyan krallığı Gürcistan' dan


geçip de burayı işgal etmediği görülmüş bir şey değildi; bu,
onun için adeta içgüdüsel bir zorunluluktu. Her ne kadar Mu­
hammed Sultan'ın ölümüne hala içi de yansa, askerleri savaş
yorgunu da olsa, kafası yaklaşmakta olan Çin seferiyle meşgul
de bulunsa; o an dahi, ortalık Ağustos sıcağında kavrulurken,
bu dürtüye karşı koyamadı. Kral VII. Giorgi'ye karşı, cezai ni-

3 84
telikte bir akın yapılmasını emretti; çünkü kral hükümdarın or­
dugahına gelmemişti. Bu, Timur'un bu dağ krallığına yaptığı
altıncı ve son sefer olacaktı.
Tam da hasat zamanıydı ve Tatarlar harman yerlerini so­
yup sağana çevirdiler. Bunun ardından çarpışmalar daha yük­
sek geçitlerde ve daha kanlı bir biçimde devam etti. Tarihçiler
Kurtin kuşatmasını anlata anlata bitiremezler; bu, son derece
müstahkem, ünlü bir kaleydi ve içinde yaşayanlar zapt edilmez
olduğunu düşünüyorlardı. Samıçiarı ağzına kadar su, 'mah­
zenleri birbirinden leziz şaraplarla' doluydu ve sürüyle domuz
ve koyunları vardı; burayı savunanlar, Tatar belasını savuştu­
racaklarından emindiler. Fakat bir gece, ustaları kuşatma cihaz­
larını ve mancınıkları kurarken, bir asker kayalık cephedeki in­
ce bir yarıktan içeriye süzüldü ve tırmana tırmana, yukarıdaki
kaleye çıkmayı başardı. Gece boyunca elli asker aynı yoldan
onunla birleşti. Şafakla beraber tepelerden gelen "Allahü Ekber"
feryadı ortalığı inletti; aynı anda Tatar davulları gümbürdedi,
borazanlar uğuldadı ve hücum başladı. Mancınıklardan atılan
taşlar kale kapısını parçalayıp devirdi ve garnizon istila edildi.
Kale beyi ve askerlerinin boyunları vuruldu ve saldırı sırasında
hayatlarını tehlikeye atan birlikler cömertçe ödüllendirildi. Ti­
mur onlara kaftanlar, kılıçlar, şeref payesi olarak kuşaklar, at­
lar, katırlar, çadırlar, şemsiyeler, geldikleri memleketlerde bağ­
lar ve köyler ve tabii çok sayıda güzel kadın bağışladı.
Sefer 1403 yılının güzüne kadar devam etti. Timur ülkenin
ta bağrına kadar girerek, "yedi yüz köy ve kenti yağmaladı;
ekili dikili toprakları tarumar etti; Hıristiyan manastırlarının ve
kiliselerinin kökünü kazıdı." Yıllar yılı onca Müslümanı katiet­
tikten sonra şimdi birden, büyük bir şevkle kafir avına çıkması
belki de artık günlerinin sayılı olduğunu hissetmesindendi.
Smirna'dan Gürcistan'a koşmuştu ve şimdi de Çin yolcusuydu.
Daha önce esir alınmış bazı seçkin Gürcüler aracılığıyla Ti­
mur, Kral Giorgi'nin teslim şartlarını karara bağladı. Onu b ek­
leyen bir sefer vardı; o nedenle bu yörede daha fazla oyalan­
mak istemiyordu. Kral gene de Timur'un ordugahına gelmeyi
reddetti; fakat bir heyetle, hükümdarın adına basılmış bin altın
sikkeyle, bin at; ayrıca altın, gümüş, billur kap ve kaseler, ku-

385
maşlar ve fevkalade iri bir lal yakut gönderdi. Timur, bu kadar
uysallığı yeterli buldu ve ordu doğuya doğru yoluna devam et­
ti. Başkent Tiflis civarındaki manastır ve kiliseler de yakılıp yı­
kıldıktan sonra, Tatar güruhları yöreyi terk etti. Gürcistan bir
kez daha mahvolmuştu. Tarlaları kupkuru, kasaları bomboş
kalmıştı. Koca koca kent ve kasabalar bu kıyımda yok olup git­
mişti. Yollar, çürüyen ölü yığınlarından geçilmiyordu. Kelleler­
den dikilmiş minareler bu bataklıkta ayakta kalan tek yapılardı.
Kış hızla yaklaşıyordu ve buz gibi yeller ovalarda uğulduyor­
du. Timur'un Tatar güruhları, geride hiçbir şey blrakmamacası­
na, ırza geçmiş, öldürmüş, ateşe vermiş, talan etmişlerdi. Fela­
kete uğramış kent, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Fakat şük­
redilmesi gereken bir şey vardı ki henüz kimse bunun farkında
değildi; Yedi Düvelin Yenilmez Padişahı, bir daha buraya hiç
gelmeyecekti.
* * *

Timu r Karabağ yayıalarında son kez kışlıyordu. Burada,


bitmez tükenmez enerjisinin sonuna geldiğine dair bir belirti
göstermedi. Kendini, canla başla hükümdarlık işlerine verdi;
harap durumdaki Beylekan kentini yeniden kurdurdu; oğul­
larına, torunlarına topraklar ihsan etti. Bir zamanlar, şimdi ar­
tık gözden düşmüş olan Miranşah'ın idaresindeki Hulagu
Hanlığı, şehzadenin iki oğlu arasında pay edildi; büyük oğlu
Ebu Bekir' e, Bağdat ve Irak düştü; küçüğü Ömer' e ise Tebriz
ve Sultaniye'yi içine alan kuzey bölgeleri verildi. Ebu Bekir' e,
Bağdat'ı yeniden inşa etmesi buyuruldu. 77 Hanedanla ilgili

77 Yezdi, İslam aleminin eski başkenti ve halitelerin yurdu Bağdat'ı yeniden inşa et­
tirdiği için Timur' u övmekle bitiremez. Hükümdara atfettiği konuşma, her ne ka­
dar biraz mübalağalı da olsa, Tatar hükümdarın, Cengiz Han'ın aksine, yıkıcı ol­
duğu kadar yapıcı da olduğu gerçeğini bir kez daha vurgular: "Yurtlarının yakı­
hp yıkılmasına sebep, Bağdatlıların bize karşı verdikleri ve inatla uzattıkları sa­
vaştır; intikarnımız acı olmuştur. Fakat buranın, Muhammed inancının yaşadığı
dünyanın belli başlı şehirlerinden biri olduğu; şeriatın burada öğretildiği, diğer
ülke alimlerinin dinimizin en kutsal akidelerini ve en faydalı bilgileri burada bul­
duğu için, bu ünlü kenti topyekun yok etmenin vebali ağırdır: işte bu nedenle
onu eski canlılığına kavuşturmak azmindeyiz; böylelikle, önceden olduğu gibi
tekrar bir hak ve hukuk makamı, din ve şeriat merkezi haline gelecektir."

386
meseleler kafasını çok meşgul eder olmuştu. Yaşlı hükümdar
ölümünden sonra taht kavgası çıkmaması için elinden geleni
yapıyordu. Tarunu Pir Muhammed'e, Şiraz verilmişti. Karde­
şi Rüstem, İsfahan'ın; bir başka kardeşi İskender ise Heme­
dan'ın idaresinden sorumlu olacaktı. Şehzade Halil Sultan,
Anadolu'nun kuzey sahilincieki Kafkasya ve Trabzon arasın­
daki toprakları almıştı.
Bayezid'in, Muhammed Sultan'ın, Seyfeddin Nukuz'un ve
Sultan Mahmud'un kısa bir süre önceki ölümlerinden sonra,
Timur'un, kendisinin de bir fani olduğunu hatırlatacak başka
bir olaya ihtiyacı yoktu. Fakat 1404 baharında, müthiş bir sürek
avının ardından Tatar ordusu yaylalardan ayrılırken, bir acı ka­
yıp daha yaşadı. Yıllardan beri tüm seferlerinde ona eşlik et­
miş, onu ve ordusunu gayrete getirerek peş peşe birçok parlak
zafer kazanmalarına yardımcı olmuş akıl hocası, manevi yol
göstericisi Şeyh Bereke, ölen veliahtı için Timur' a başsağlığı di­
lemek üzere batıya gelmişti. Bu onların son buluşması oldu.
Bereke de, Bayezici ile Muhammed Sultan'ın ardından kara
toprağa girdi.
Yurda dönüş devam ediyor, bir yandan da hükümdarlık
işleri yürütülüyordu. Timur; gezici sarayında kararlar, hüküm­
ler veriyor, dilekçelere ve şikayetlere bakıyor, bendesi olan bey­
lerden veya elçilerinden gelen haraçları kabul ediyor, görevini
kötüye kullanan yöneticilerin icabına baktırıyordu. Fakat bu gi­
bi devlet işleri sıradan askerlerin umurunda değildi. Tek dü­
şünceleri ve emelleri Maveraünnehir'e dönmekti. Attıkları her
adım onları biraz daha yurtlarına, yuvalarına yaklaştırıyordu.
Karabağ'ın dokuz yüz kilometre doğusunda, çöl ün ortasın­
daki bir müstahkem yerden, göğe saygı sunareasma bir sınır ta­
şı yükseliyordu. Timur'un seferlerinde yıllanmış gaziler, hayat­
larında böyle müthiş bir yapı görmemiş ve bunun bir minare
olabileceğine inanamayan genç askerlere, heyecanla onu işaret
ettiler. Yaşça büyük gazilerin bu denli sevinmesinin nedeni ba­
sitti. Minare, beş yıllık koşunun sonuna geldiklerini gösteriyor­
du. Sağ salim M<weraünnehir'e ulaşmışlardı. Burası, hüküm­
darlığın ikinci büyük kenti, İslamın gök kubbesi, mübarek kent
Buhara'ydı.

387
* * *

1404' te Timur' un askerlerini sevince boğan Kalon Minare­


si, bugün de Buhara göklerini süslemektedir. 45 metreye çıkan
yüksekliğiyle, dolambaçlı sokakları sırlada dolu bu kentin bir­
çok yerinden görülebilir.
Serin ve berrak bir sonbahar akşamı -bu Buhara' da geçir­
diğim ilk akşamdı- eski kentin can damarı Liyab-ı Havuz Mey­
danı'nda, bir çayhanede oturarak hem buharı tüten bir fincan
sıcak çayın, hem Nadir Divanbeyi Hankahı'nın pırıltılı yansı­
malarının hazzına vardım; bu on yedinci yüzyıla ait bir cami ve
gelip geçen din adamlarına yatacak yer sağlayan bir misafirha­
neydi. Kalon Minaresi'ni gezmeyi planlıyordum, fakat Orta As­
ya'nın bu en güzel kent meydanı cazibesiyle beni alıkoydu. İşte
nihayet burada huzur ve sükunet vardı. 1620' de, kentin en bü­
yük samıcı olarak inşa edilen havuz, kararan göğün altında
dikdörtgen biçimli, yeşil bir su birikintisi olarak duruyordu.
Yol seviyesinden başlayan basamakları aşınmış bir merdivenle,
havuz yüzeyine iniliyordu. Meydanın etrafı dut ağaçlarıyla
çevriliydi; en yamrı yumru olanı, 1477 yılından kalmaydı. En
yüksek olanın tepesinde tammar olmuş leylek yuvaları görü­
nüyordu.
Yıldızların altında, durgun bir geceydi; etrafı keşfetmek
için bundan daha uygun bir zaman olamazdı. Liyab-ı Ha­
vuz'un mırıltılarını ardımda bırakarak eski kentin kara�tlık
sokaklarına daldım. Erkekler, çıplak ışıkların aydınlattığı ka­
pı ağızlarında iskarnbil oynuyorlardı. Dar sokaklarda bazen
birileri beliriyor, demeye kalmadan karanlıkta yok oluyorlar­
dı. Yollarda çocuklar birbirleriyle yarış ediyorlardı. Başları­
nın üstünde yarasalar, metruk bir çeşmenin pır p!r eden ışık­
ları etrafında dönüyor, zar inceliğindeki kanatlarını delice
çırpıyorlardı. Üstü kubbeli halı pazarı kapanmıştı, içeride ·
ayak sesleri yankılanıyordu. Şurada burada iki yanı sütunlu
methaller görünüyordu. Camiler ve medreseler de vardı; ba­
zıları aydınlatılmış, daha uzaktakiler karanlığa gömülmüştü.
Fakat en çarpıcı yapı, ömrümde görmediğim büyüklükte bir
minareydi; Buhara'nın ünlü simgelerinden biri olan bu altın
sarısı muazzam kule, karanlık geceyi adeta delip geçiyordu.

388
Ayaklarım, ister istemez beni ona doğru sürükledi; dolarn­
haçlı sokaklardan geçtim; Magok-i Attari Camii'ni geride bı­
rakıp takke yapımcıları çarşısına girdim; Bazar-ı Kord Cami­
i'nin yanından dolanıp, Emir Alim Han Medresesi boyunca
yürüdüm; sonunda Buhara'nın her cefaya direnmiş, en sağ­
lam yapısı karşıma çıktı.
1 1 27' de inşa edilen Kalon Minares i, daha yüz yaşında şun­
cacık bir çocukken, Cengiz Han'ın gazabından bile kurtulmayı
başarmıştı. Bu dikey harika, bozkırın amansız savaşçısını huşu
içinde bırakmıştı; o kadar ki kenti adeta tırpandan geçiren
adamlarına ona kıyıimamasım buyurmuştu. (Buhara'nın geri
kalan kısmı o kadar şanslı değildi; Cengiz' in orduları işlerini
bitirdikleri zaman, 'kentin üzerinde bulunduğu düzlüğün, gü­
neş ışınları altında kan dolu bir tepsi gibi göründüğü' ifade
edilir.) Diğerlerinden farklı olarak bu minare, bin yıla yakın
bir zaman hem müezzinlere, hem tacirlere, hem askerlere hiz­
met vermişti. Karakum Çölü'nü geçen, yorgunluktan canı çık­
mış deve kervanları ufukta özlemle bu kuleyi arardı; açlık ve
susuzluktan bitmiş tacirler için bu, medeniyete yaklaşınanın
ilk işaretiydi. Zirvesinde yanan fenerler, şiddetli kum fırtınala­
rında bata çıka ilerleyen gezginlere yol gösterirdi. Minare aynı
zamanda bir gözetierne kulesiydi. Zengin süslemelerle kaplı,
daire biçimindeki kemerli bir odanın penceresinden askerler
ufku gözetler, kente doğru düşman gelip gelmediğine bakar­
lardı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Buhara usulü
adalet dağıtıcıları için Kalan Minaresi bir "Ölüm Kulesi"ydi;
en azılı suçlular sonlarına, minarenin 105 basamak merdiven­
lerini tırmanarak giderlerdi. Bu merasimler, aşağıda seyir için
biriken kalabalıklarda merak, ürküntü ve dehşet uyandırmala­
rı için dikkatle düzenlenirdi. Kişinin işlediği suç, minarenin te­
pesinden okunurdu. Seyircilerden çıt çıkmazdı. Korkunç ve kı­
sa bir duraklamadan sonra, elleri ayakları bağlanarak bir çuva­
lın içine tıkılmış olan suçlu, canhıraş çığlıklar içinde aşağıya,
ölüme itilirdi.
N e gibi işlere yaradığı bir yana, Kalon Minaresi bir mimari
şölendir. Dokuz metre çapında, sekizgen bir kaide üstünde, na­
rin tuğla ve çini işlemeler on şerit halinde, göğe doğru dimdik

3 89
ve dümdüz yükselir. Zirveye çıkıldığında, işlemeleri daha ince
ve girift bir görünüm arz eden bu tuğlalar, buradaki on altı
pencerenin üstünde dışarıya doğru hafif bir çıkıntı teşkil ettik­
ten sonra, tekrar içeriye çekilip yatay bir çatı oluştururlar; bu­
nun da üstünde, daha eskilerden kalma füze biçimli bir yüksel­
ti, minareyi taçlandırır.
Her ne kadar minare, Cengiz'in ve Moğol askerlerinin zapt
ettikleri kentleri dümdüz etme siyasetinden kurtulduysa da, ait
olduğu Kalan Camii kurtulamamıştı. Öyle büyük ve görkemli
bir yapıydı ki, Cengiz atı üstünde içeriye girdiği zaman buray�
sultanın sarayı sanmıştı. Ne zaman ki yapının Buhara'nın
ulucamisi olduğunu öğrendi, büyük bir nefret içinde adamları­
na, Kuran'ların durduğu rahlelerin at yemliği olarak kullanıl­
masını emretti. Ve burada, yani Tanrı'nın evinde, askerlerine
kenti yerle bir etmeleri için açık kart verdi. Birkaç dakika sonra
cami alevler içindeydi. Yerde bir avuç kül haline gelene kadar
da yandı.

* * *

"Elbette Buhara, Timur' dan önceki devirlerde bile, 'İslamın


Gök Kubbesi' veya 'İslamın Kalbinin Attığı Yer' olarak anılı­
yordu. Çünkü burası, Bahaeddin Nakşibendi ve İmam el-Buha­
ri gibi büyük din bilginlerinin kentiydi. Bugün dahi bu kişilerin
eserleri burada etüt edildiğine göre, benim kanımca ona hala,
'İslamın Gök Kubbesi' diyebiliriz."
Ertesi sabah, Buhara'nın en önemli dini şahsiyeti, Kalan
Camii'nin imaını Abdülgafur Rezzak'la görüşmek üzere tekrar
buraya geldim. Keçi sakalı, düşük gözkapakları ve geçkin ya­
şıyla, tembel bir memeli hayvanı andırıyordu; oturduğu yerde
uyuşup kalmıştı; hemen hemen hiç hareket etmiyor, ettiği za­
man ise ağır kımıltılarla deviniyordu. içeriye girdiğimde, bir
gözkapağı belli belirsiz seğirdi; hemen ardından genç bir hiz­
metli çay yapmaya koştu. Efendisi, gevşek bir biçimde minder­
Ierin üstüne yan gelip oturmuştu.
Dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan, Sahih el-Buhari adlı ya­
pıtın sahibi İmam el-Buhari, gelmiş geçmiş en büyük İslam bil-

390
gelerinden biriydi; dünyadaki tüm Müslümanların, Kuran' dan
sonra en güvenilir kaynak olarak kabul ettikleri bu yapıtta Pey­
gamber'in hadisleri yer alır. İnsanüstü hafızasıyla ünlenen bu
bilge, çocukken iki bin hadisi ezbere okııyabiliyordu. Yaptığı
araştırmalar sonucu, altı yüz bin hadis toplayıp incelemiş, bun­
larm içinden yalnızca 7275 tanesini sahih, yani sahici kabul ede­
rek seçmişti. Sahiciliklerini ispat için, bunları kimlerden duy­
duğunu, kişilerin soyları soplarıyla beraber uzun uzadıya an­
latmış, Peygamber'in şahsına kadar gitmişti.
El-Buhari gibi, Bahaeddin Nakşibendi de kentin ünlü ev­
latlarından biri, Timur'un çağdaşı ve Orta Asya'nın en büyük
Sufi önderiydi. Müritlerine tefekkür, sadelik, günahlardan
arınmış bir hayat, huzur, hoşgörü ve namus bütünlüğünün
yanı sıra, yüksek mevkilerden uzak durmalarını öğütlerdi.
Buhara'nın dışında, kente on dakika uzaklıkta yer alan med­
rese, cami, hankah ve Nakşibendi'nin türbesinden oluşan yapı­
lar bütünü, yakın bir tarihte Türkiye'nin yardı:rİuyla restore
edilmişti. Nakşibendi'nin 675'inci doğum yılı olan 1 993'te, ya­
pılar tekrar ziyarete açılmış; bu münasebetle yapılan törenle,
aynı zamanda İslamın Orta Asya' da yeniden doğuşu kutlan­
mıştı. Günümüzde burayı ziyaret edenler, İslam dünyasının
dört bir yanından gelerek bu mübarek şahsın siyah mezar ta­
şını tavaf eden ve arada bir durup saygıyla ona dudaklarını
dokunduran hacılarla karşılaşırlar. Bunlardan bazılarının,
Nakşibendi'nin değneğinden yeşermiş olduğu söylenen bir çı­
nar ağacının gölgesinde oturan bir hacayla birkaç kelime ko­
nuştuğu ve kendileri için edeceği dualar karşılığında eline bi­
raz para tutuşturduğu görülür. Yapılar arasındaki başka bö­
lümlerde, yerine gelen adakları karşılığında kurban eti dağı­
tan hacılara rastlanır.
Timur dönemindeki İslamın Gök Kubbesi, yirminci yüzyı­
lın ilk yarısında taarruza uğramıştı. Dini eğitimin yasaklandığı
Sovyet rejimi sırasında imamı, dedesiyle ninesi büyütmüştü.
Onun için gizlice, Sovyet istilasından önce medreselerde görev
yapan hocaları arayıp bulmuşlardı; bunlardan aldığı derslerle
Kuran ve Arapça yazı öğrenmeye başlamıştı. On sekiz yaşına
geldiğinde, Kalon Camii'nin tam karşısındaki, Buhara'nın mavi

391
kubbeli, saygın on altıncı yüzyıl medresesi Mir-i Arab' da ken­
dine bir yer edinmişti. "O devirde olanları Timur duysa kulak­
larına inanamazdı. Sovyet idaresi altındayken medrese Buha­
ra' dan hiç öğrenci kabul etmezdi, çünkü kentteki komünist yet­
kililer rejime ne kadar bağlı olduklarını göstermek peşindeydi­
ler. Patronlarına, buradaki halk çok aydınlanmış olduğu için,
içlerinden bir tek kişinin bile dini eğitim almak istemediğini
bildirmişlerdi. Benim kabul edilmemin nedeni, Arapça yazıyı
bilmemdi."
Yedi yıl medrese eğitimi görmüş, bunun iki yılını Taş­
kent'teki İmam el-Buhari Medresesi'nde okumuştu. İki yıl as­
kerlik yaptıktan sonra, İslam camiasma yeniden dönerek Mir-i
Arab Medresesi'ne hoca olmuştu. Parlak bir çalışma hayatın­
dan sonra,_ elli yaşında mesleğinin zirvesine ulaşmıştı. "Sovyet
devrinde topu topu üç camimiz ve ancak seksen öğrenci okuta­
bilen bir medresemiz vardı. Şimdi ise yalnızca Buhara yöresin­
de yüz camimiz, ülke çapında on bir medresemiz var."
Sufiliğin, Buhara' nın devraldığı dini mirasa uygun olarak, bu
dini uyanıŞın başını çektiğini bilmek herhalde Timur'u çok hoş­
nut ederdi. "Biz insanlara işte bunu öğretmeye çalışıyoruz. Onla­
ra tasavvufi eğitim veriyor, kendilerini geliştirerek Allah' a yak­
laşmalarına yardımcı oluyoruz. Sufiler savaşa karşı ve gelişme­
den yana olan insanlardır. Timur'un Sufi düşünürlere ne denli iti­
bar ettiğini herhalde biliyorsunuzdur. Bunların çoğunu Semer­
kand'a getirtmiş ve öldükleri zaman onlar için türbeler inşa ettir­
mişti. Onun idaresi altında tasavvuf büyük ölçüde ilerlemişti."
Buhara, Özbekistan ve Orta Asya, İslam ile yeniden bağ
kurmaktadırlar. Fakat en ilginci, Buhara'nın, burada çok eski
bir gelenek olan tasavvufla yeniden tanışmasıdır; bu belki de
Timur'un kendini adadığı öğretinin, altı asırdan bu yana ilk ye­
niden dirilişidir.
Kalon Camii'nde yaptığımız bir gezinti, bu sahada daha
yapılması gereken ne kadar iş olduğunu gösteriyordu. Cuma
namazlarında on iki bin mümini içine alacak büyüklükte inşa
edilmiş olan üstü açık dörtgen şeklindeki avluyu, sıra sütunlu
ve çok sayıda kubbeli bir geçit çevreliyordu. 795'te, İslamın kı­
sa bir süreliğine de olsa, parlak bir devrinde yapıldığı zaman,

392
Orta Asya'nın ikinci büyük camisiydi. Bugün yerinde bulunan
dev boyutlardaki olağanüstü iddialı cami, on altıncı yüzyıl ba­
şından kalmadır.
İbadet alanı bugünlerde süs olarak durmaktadır. Bu iş için,
kemerli geçidin arkasında, caminin ölçülerine oranla son dere­
ce küçük kalan bir yer ayrılmıştır. Bununla, devasa batı illetha­
linin ve ışıl ışıl parlayan Gök Kümbet'in altında, Mekke yönüne
bakan mihrap girintisinin büyüklüğü arasındaki fark anlamlı­
dır. Bunun üstünde, Klifi yazısıyla, "Ölümsüzlük yalnız Al­
lah' a mahsus tur" diye yazılıdır.
Günümüzde Kalan Camii'nin minaresi, Buhara' da bulu­
nan diğer minareler gibi suskundur. Hiçbirinden insanın içini
bir tuhaf eden ezan sesi duyulmaz. İslam bir kez daha, gericili­
ğin hortlamasından korkan idarecilerin denetimine girmiştir.
Kentteki diğer meslektaşları gibi, bu imam da devlet tarafından
tayin edilmiş, vaazları ve hutbeleri sıkı bir takibe alınmıştır.
Buhara' da dokuzuncu yüzyılda, kentin İslamın kalesi olarak
sivrilişinden başlayan ve on dokuzuncu yüzyılda yoksulluk ve
bağnazlığa yenik düşüşüne kadar süren İslamın altın çağıyla kı­
yaslandığında, bu pek hazin bir gerilemedir. Fakat bu, devletin
dine ilk karışması değildir. Timur döneminde de hocalar onun
emriyle hareket eder, gerek kafirlere, gerek Müslümanlara karşı
yaptığı çok sayıdaki akın için fetva verirlerdi. Ayrıca, talihin bir­
den ters dönmesi de daha önce hiç olmamış bir şey değildi.
İslamın Gök Kubbesi dokuzuncu yüzyıldan başlayarak hiçbir
müdahaleye maruz kalmaksızın gelişip büyümemişti.
121 9' da Cengiz'in yol açtığı kıyımdan kendini toplaması ·
bir yüzyıldan fazla zaman almıştı. 1366' da buradan geçen İbn
Battuta şunları yazmıştı: "Birkaç cami, medrese ve çarşı hariç,
her yer harabeye dönmüş." Kent, bu gezgin bilgin üzerinde bir
etki yapmamıştı. "Şehirde, ilim irfandan haberli bir tek kişiye
rast gelmedim." Kent, eski şanına kavuşmak için Timur'un ge­
lişini beklemek zorunda kalacaktı.

* * *

Buhara Camileri ve Tarihi Eserleri Koruma Dairesi başkanı


Naile, elli yaşlarında, kırışık yüzlü ve okumuş yazmış edalı, kibar

393
bir hanımdı. Bir akşam, Liyab-ı Havuz' da, meydana bakan bir
çayhanenin birinci katındaki terasta oturmuş, yeşil çay içiyorduk.
"Emir Timur'un Buhara'yla hiçbir ilgisi olmadığını söyle�
yenler var, ama bu doğru değil," dedi.
Yan tarafımızda, uzun bir masanın etrafında, içlerinde üni­
formalı askerlerin de bulunduğu geniş bir aile, birbiri ardınca ıs­
marladıkları bira ve votkalarla mutlu bir olayı kutluyorlardı.
İçinde Buhara' dan ilginç bir kesitin gece gündüz dolaştığı bu
küçük meydana bayılıyor, dönüp dolaşıp hep Buhara'daki bu
Kabe'ye geri dönüyordum. Kendine özgü bir yaşantısı ve yaşlı
adamlardan, ciyak ciyak bağrışan oğlan çocuklarından, birbiri­
ne sokulmuş romantik aşıklardan, ördeklerden, kazlardan, hiç
susmayan bir yalıçapkım kuşundan ve ağır ağır salınan bir ke­
diden oluşmuş karmaşık bir ahalisi vardı. Sıcağın büsbütün az­
dığı öğlen saatinde uyuşmuş bir kenti yansıtıyordu. Yaşlı tavla
oyuncuları daha ortalıkta yoktu; dut ağaçlarından birden atıa­
yan oğlan çocukları sanki göğe çekilmiş, ördekler gölgelere si­
nerek adeta gözden kaybolmuşlardı. O inatçı şiş kebap satıcısı .
bile meydandan el ayak çekmişti. Sonra, akşam çökmeye ve ha­
va serinlemeye yüz tuttuğunda, yüzeyin hemen altında belli be­
lirsiz kımıldanan o canlılık ve hareketle, meydan bir kez daha fı­
kır fıkır kaynamaya başladı. Sanki bir işaret verilmiş gibi şadır­
vanlardan sular fışkırmaya; ördekler ve kazlar neşe içinde vrak­
lamaya; ağaçlarda sanki bir periler aleminin ışıkları yanıp sön­
meye; aşıklar saklandıkları gölgelerden çıkıp havuz kenarında,
mum ışıklı yemek masalarında- yerlerini almaya başladılar; şiş
kebapçı bıçaklarını biliyordu ve çok geçmeden kömür ateşinden
yükselen duman lüleleri ardında görünmez oldu; oğlan çocuk­
ları suya atlıyar ve meydan bir kez daha domino ve tavla şakır­
tısıyla yankılanıyordu. Buhara'nın başka yerlerinde olduğu gibi
Liyab-ı Havuz'u da kendine özgü bir tempoda yaşıyordu.
Naile, "Öncelikle," diye söze başladı, "Timur'un, bir sadr
(saygın din adamı) kızı olan annesi, Buharalıydı; yani çocuklu­
ğunun büyük bir kısmı burada geçti. Bu kente çok itibar ederdi
ve bunun başlıca nedeni buradaki İslam kültürü mirasıydı. Ni­
tekim, zamanla hükümdarlığın ikinci büyük kenti haline geldi.
Semerkand laik, Buhara dini başkentti. Şunu unutmamalısınız

394
ki o devirde hiçbir lider, dini bir kurumun desteğini arkasına
almadan siyasi, askeri veya iktisadi bir tasarrufta bulunamazdı.
Timur burada, Şeyh Seyfeddin Buhari ve Kazım Eyüb'ün me­
zarları dahil, birçok anıtın onarımını gerçekleştirdi. Bahaeddin
Nakşibendi'nin türbesini restore ettirdi. Timur'un kitaplığın­
dan sorumlu Mahmud Hoca Buhari de buralıydı. Savaş zaman­
larında Timur, çok defa buraya gelirdi. Buhara ve civarı onun
için çok önemliydi, çünkü Moğol istilalarını püskürtrnek için
Zerefşan ve Kaşka Derya ovalarından asker topluyordu."
Timur'un birçok sefer sırasında, belirli aralıklarla buranın
etrafındaki meralara geldiği doğruydu. 1381 yılında, Herat'ı al­
dıktan sonra ordularıyla burada kışlamıştı. Bölge ava çok elve­
rişliydi. Cengiz'in oğulları Çağatay ve Ögedey, burada yaşa­
dıkları dönemde babalarına her hafta düzenli olarak elli deve
yükü kuğu gönderirlerdi. 1389' da Moğol ham Hızır Hoca'yı alt
ettikten sonra Timur ailesi ve askerleriyle burada istirahate çe­
kilmiş, zaferini Zerefşan Dağları'nın eteklerindeki göl ve nehir­
lerde avianarak kutlamıştı.
1 392' de Ti�ur tekrar Buhara' daydı; Beş Yıllık İran Sete­
ri'nin daha başında hasta düşmüştü. Naile, "durumu o kadar
ağırdı ki öleceği düşüncesiyle tüm ailesini Semerkand' dan bu­
raya getirtti. Fakat Buharalı bir doktor, Avicenna'nın yöntemle­
rini kullanarak onu kurtarınayı başardı;7° bir ay sonra sefere
devam edecek kadar iyileşmişti," diye anlattı. "Buhara, Ha­
rezm ve başka bazı yerlerin aksine, seferleri sırasında Timur' a
hep destek olmuştur."
Fakat gene de Buhara'nın Semerkand'a göre daima uzakta
ve ikinci planda kaldığını söylemek yanlış olmaz. Buharalılar, hiç
kuşkusuz zengin kültürel miraslarından dolayı gurur duynyor­
lardı, ama ne zaman Timur'dan söz edilse, ister istemez onun hü-

78 İbn Sina (980-1 037) veya batıda bilinen adıyla Avicenna, yaşadığı dönemde İslam
aleminin en büyük hekimi, felsefecisi, matematikçisi, ansiklopedi yazarı ve gökbi­
limcisiydi. Buhara'da doğmuş, yöredeki bey ve hanların saraylarında hekim olarak
görev yapmıştı. Aristo ve Neo-Platonik öğretilerden izler taşıyan felsefi yapıtları,
on üçüncü yüzyıl düşün hayatını etkileyen başlıca unsurlar olmuşlardı. Henüz yir­
mi bir yaşındayken yazdığı el-Kammfi't-tıb adlı eseri için hem kendi bilgi ve dene­
yimlerinden hem Arap ve Roma tıbbından yararlanmış; Avrupa ve Asya'nın orta­
çağ tıp mekteplerinde başvurulan en büyük otorite olmuştur.

395
kümdarlık başkentine gösterdiği cömertliğe kıyasla kendilerinin
o muazzam kentini ihmal etmiş olduğunu düşünüyorlardı.
Naile'ye, kentin restorasyonu konusunda devletin ne yap­
tığını sordum. Gerçi Buhara, Semerkand'da yapılan maskara­
lıklara maruz kalmamıştı, ama, tarihi eserlerin ihmal yüzünden
çok harap bir duruma düştüğü de bir gerçekti.
"Yalnızca Buhara yöresinde 462 cami ve tarihi eser var;
dolayısıyla bu az bir iş değil," diye cevap verdi. "Fakat hem
devlet hem özel kuruluşlar bunun için çok büyük paralar sarf
ediyorlar. Sovyetler'in, Buhara'nın büyük bir kısmını yok etti­
ğini unutmayın. 1 920'lerde kentte bulunan bin cami ve tarihi
eseri gösteren bir harita mevcuttu. Bunun içinde 360 cami, 280
medrese, seksen dört kervansaray, on sekiz hamam ve 1 1 8 ha­
vuz vardı; dolayısıyla nasıl bir tahribat yaptıklarını çıkarabi­
lirsiniz. Lenin, İslamın ateşe atılıp yakılmasını emretti. Oysa
Buhara, İslamı aydınlatan ateşti, bunu nasıl yapabildiler? Ki­
tapları yaktılar, imamları öldürdüler, ibadeti yasakladılar. Bir­
çok cami ve medreseyi de ateşe verdiler, diğerlerini iş hanına,
derneğe, ambara çevirdiler. Buhara'nın tarihi hisarı Ark'ı yık­
tılar ve Kalon Minaresi'nin bir kısmını tahrip ettiler. Bir Rus
mühendis, sıtma mikrobu ve bağırsak kurdu saçtıkları ve do­
layısıyla sağlığa zararlı oldukları gerekçesiyle havuzlara be­
ton dökülmesi emrini verdi. Mirza Şerif Medresesi cezaevine
dönüştürüldü. Devrimden önce, herkes Arap harfleriyle ya­
zardı. Kiril alfabesi zorunlu kılındığından beri eski eserlerimi­
zi okumaktan bile aciziz. Buhara, İpek Yolu üstündeki başlıca
merkezlerden biriydi. Artık değil. Bolşevikler buna da son
verdi. Büyük işadamları birdenbire halk düşmanı ilan edildi. ,
Tahsilli kimseler hapse atıldı, okuması yazması olmayan bir
adam Rus güdümünde belediye başkanlığına getirildi. İşte
kentimize bunlar yapıldı."
"Yakın bir tarihe kadar, Sovyet rejiminin ilk zamanlannda­
ki uygulamaları ağzımıza almamız dahi yasaktı. Turistlere bazı
tarihi eserlerin ne olduğunu anlatamıyorduk. Örneğin, ziyaret­
çilerimizi Ark'ın etrafında gezdirirken, neden o durumda oldu­
ğunu sorduklarında, zamanın tahribatı, deyip geçmek zorun­
daydık. 1 920'de Sovyetler'in burayı bombalayıp yapıyı param­
parça ettiklerini söyleyemiyorduk. Müzelerde, Buhara Emi-

3 96
ri'nin yaptırdığı katliamları gösteren resimler -boğaz kesmeler,
adam asmalar, dayaklar ve diri dlri gömmeler gibi- asılıydı.
Bundaki amaç İslami devirlerde, yani Sovyetler imdadımıza
koşup, bizi uygarlaştırmadan önce, burada yaşanan hayatın ne
kadar ilkel olduğunu göstermekti. 79 Bunların iyi anlaşılması
gerek. Özbeklerin Emir Timur' u kendilerine mal etme gayretle-
79 On dokuzuncu yüzyıl sona ererken burayı ziyaret eden genç George Curzon, Sov­
yet istilasıyla birlikte gelen, modern ve laik dünyanın kaçınılmaz değişikliklerin­
den önce kenti görebildiği için kendini tebrik eder: "Buradan ayrılırken ben kendi
hesabıma kenti, en şanlı döneminin üstüne alacakaranlık çökmeden biraz önce, di­
yebileceğim bir zamanda gördüğüm için büyük keyif duydum. Daha somaki yıl­
larda tekrar yolum buraya düşerse, elektrik ışığıyla aydınlatılmış otoyollar bul­
ınarn olasıdır. Evlerin pencerelerinde cam görmem ve yolbrda pantolon giymiş ki­
şilerle karşılaşmam da mümkündür. Belki de bir Rus lokantasında zakuşka yiyecek,
bir Rus otelinde yatacak, bir çiııovııik eşliğinde Ark sarayını gezecek, elli kapik karşı­
lığında Kalan Minaresi'ne tırmanacağımdır. Belki bu Şeytan, Katarında uygarlık
getirecektir, ama Şeytan da hep yaptığı gibi, bunun karşılığında bir bedel isteye­
cektir. Koş Beyi, Divan Beyi ve İııakı olmayan; mo/la'sız, kalender'siz, Toksaba'sız, mir­
zabaş'sız, şabrak'sız, çupaıı'sız, lınlat'sız bir Buhara neye benzeyecektir? Daha şimdi­
den üzerinden geçmiş yüzyılların ince tülü kalkmakta, eprimektedir. Dış çizgile­
rindeki o esrarlı, güzelim bulanıklık silinmektedir. Eski ve yeni düzen arasındaki
bu kısa aralıkta, li.ala soylu denilebilecek bir durumda iken ve dünyanın en ilginç
kenti olma özelliğini yitirmeden önce Buhara'yı görmek büyük mutluluktu."
İlginç bir kent olabilirdi, ama on dokuzuncu yüzyıl Buhara'sının karanlık bir cep­
hesi de vardı. Disiplin çok sert tedbirlerle sağlanıyordu. Geceleri sokağa çıkma ya­
sağı konulmuştu. Kent halkı şehir surları içine hapsedilmişti. Katillerin boynu vu­
ruluyordu. Kimilerinin gözkapakları kesilmiş, kimilerinin gözleri oyulmuştu. Ma­
car dilbilimci ve kaşif Arrninius Vambery, 1 860'1arda birçok kişinin kendilerine ve­
rilmiş olan bu cezadan mustarip olduklarını kaydetrnişti: "Cellatların elinde, kur­
banlık koyun gibiydiler. Gerçi çoğu darağacına veya boyun vurulan taşa gönderili­
yordu, ama bir keresinde, celladın bir işaretiyle, sekiz yaşlı adamın sırtüstü yere
yattığını gördüm. Sonra bunların elleri ve ayakları bağlandı ve cellat sırayla hepsi­
nin gözünü oydu; bunu yapmak için zavallı kurbanların göğüslerinde diz çökü­
yor ve her işlemden sonra ucundan kan damlayan bıçağını talihsiz yaşlıların ak sa­
kallarına silip temizliyordu. Ah! Bu ne canavarlıktı! Bu korkunç ameliyat tamam­
landığında, kurbanın bağları çözülüyor; zavallı el yordamıyla ayağa kalkıp denge­
sini bulmaya çalışıyordu! Kimileri diğerlerinin üstüne düşüp kafa kafaya tokuşu­
yor; kimileri ise ayakta durarnayıp tekrar yere çöküyor, boğuk boğuk inliyorlardı;
bunun anısı ömrüm oldukça sırtımı ürpertecektir." Kadınlar örtülüydü ve gözler­
den ırak yaşıyorlardı. Emirin haremi geçerken bakışlarını başka tarafa çevirmeyen­
leri, muhafızlar yakalayıp adamakıllı döverlerdi. Din polisleri yolda gidenleri dur­
durur, İslam hukukuyla ilgili, kimsenin bilmediği ayrıntılarda onları imtihana çe­
kerlerdi. Eğer yanlış cevap verirlerse dayak hazırdı. İslami yetkililer evlerde keyfi
arama yapıp, alkollü içecek olup olmadığına bakarlardı. Eğer Emir değilseniz, ha­
yat haşin ve zordu; öyleyseniz, tatlı ve doyumsuzdu. Emirin zevkini tatmin için,
emrinde çocuk yaşta kırk köçek (erkek dansçı) bulunurdu.

397
rinin altında yatan neden budur. Özbekistan'da Timur'un bü­
yüklüğünü abartma ve benzeri eğilimler olduğu söylendi. Ola­
bilir; ama biz henüz çok genç, dizlerinin üstünde doğrulmaya
çalışan bir ülkeyiz, bize yeni bir sembol gerek. Daha önce Le­
nin vardı, ama bizden biri bile değildi. Eğer bir abartma varsa
da, bence bu tamamen hoşgörüyle karşılanmalıdır."
Tarihi eserler hakkında söylediği bir şey karşısında şaşır­
dım. Ruslar gelmeden önce 1 1 8 havuz olduğunu söylemişti.
Bunlar ne olmuştu? Toprakta kırık basamaklı, darmadağın ol­
muş bir iki çukur gördüğümü hatırlıyordum. Ve tabii diğer yan­
da Liyab-ı Havuz yerindeydi. Fakat gene de geriye akıbetinin ne
olduğu belirsiz yüzden fazla havuz kalıyordu. Avusturyalı halı
tüccarı ve umulmadık gezgin Gustav Krist, Sovyetler'in tahrip
gücünü iyi ölçernemiş olsa gerekti. 1937' de, şunları yazmıştı:

Fakat buna rağmen, Buhara'nııı havuzları olağanüstü güzellikte.


Kentin erkekleri akşam ezanından sonra namazlarını kılıp, etrafiarı
gümüş renkli kavaklar ve kara meşelerle çevrili bu havuzların başında
toplamp bir süre keyif çatıyorlar. Halılar seriliyor, hiç sönmeyen çi­
lim ağızdan ağıza gezdiriliyor, semaverler fokur fokur kaynıyor ve
eline ayağına çabuk oğlanlar taslarda yeşil çay sunuyorlar. Meddah­
lar, hikaye aıılatıcılar, çalgıcılar, köçekler, sanatlarını icra etmek için
burada toplamyorlar. Bazen bir canıbazm veya sihirbazııı çıkageldiği
. oluyor; aklın Jıayaliıı almadığı lıünerler sergiliyor/ar. Bazen bir Hint
fakiri kalabalığa katılıp zehir/i yılan oynatıyor; bütün bunlar olurken,
her yerde Buhara akşamının sükuneti lıissediliyor. Hiçbir ses yükselip
de bu biiyüyü boznıuyor; gündelik olaylardan ve dedikodulardan al­
çak sesle veya fısıltıyla söz ediliyor. Buhara'da bu, yüzyıllarca önce de
böyleydi, bugün de böyledir. Öyle bazı şeyler var ki, bunları değiştir­
nıeye Smıyetler'in bile gücü yetmez.

Buhara'da havuzların, arkların ve kanalların bir kısmının orta­


dan kalkmış olması, beraberinde bir acı kaybı daha getirmişti.
Yüzyıllardan beri, Kalon Minaresi'nin yanı sıra ufku süsleyen
ve bu açık su kaynaklarından beslenen leylekler, bir daha dön­
mernek üzere kenti terk etmişlerdi.
"1970'lere kadar leyleklerin hepsi gitti/' dedi Naile. "Hala

398
bunun için üzülürüm. Onları her sabah görmeye alışmıştık. Li­
yab-ı Havuz' daki dut ağaçlarının tepesinde belki bunlardan
kalma bir iki yuva görmüşsünüzdür. Anne kuşların yavruları­
na, gagalarının ucunda kurbağa ve balık taşımalarını ne büyük
bir keyifle izlerdim. Ve onlara uçmayı öğretişlerini. Bu yavru­
cakların, kanatlarını çırparken Liyab-ı Havuz'a düştükleri olur­
du, anneleri gelip onları kurtarana dek orada beklerlerdi. Ne
güzel kuşlardı. Yüzlercesi, binlereesi burada yaşardı; çünkü
kentte beslenebilecekleri çok şey vardı. Buhara' da ünlü bir şar­
kı söylenir, bilmem duydunuz mu?" diye anılarını nakle de­
vam etti. "Adı, 'İşte Leylekler Buhara'ya Dönüyor."'
Melodiyi mırıldanmaya, ardından şarkıyı söylemeye başla­
dı. İnce, kadife gibi bir sesi vardı, geceye yayılıyordu. "Buha­
ra'nın dışında hala bunları görmek mümkün," diye devam etti,
"ama elbette ki bu, kentte olmalarıyla aynı şey değil. Biz bü­
yürken, çocukluğumuzun bir parçasıydılar. Onlar gitti gideli,
Buhara artık o eski Buhara değil."

* * *

Kendimi birkaç gün Buhara'ya adadım ve kentin yavaş ya­


vaş bana malum olmasını bekledim. Burası Semerkand'a göre
daha esrarlı ve mahrem bir yerdi; oradaki gösteriş ve caka bu­
rada yoktu; sırlarını daha yavaş açıyordu. Bu önemli ölçüde,
eski kent merkezinin neredeyse olduğu gibi korunabiimiş ve
tek bir alanda toplanmış olmasından kaynaklanıyordu. Oysa
Semerkand'ın tarihi eserleri çok daha geniş bir alan üzerine ya­
yılmışlardı. Tarihi merkez Recistan' dan başlayıp, şehir surların­
daki kent kapılarına kadar uzanan dar ve dolambaçlı sokaklar
ve çarşılar artık yoktu. Burada ise korunmuşlardı.
Mübarek Buhara' dan ayrılma vakti gelip çatmıştı; b unu
çok gönülsüz yaptım. Seyahatimin bundan sonraki kısmı beni,
Zerefşan ovası boyunca 210 kilometre doğuya götürecekti ve
bir kez daha Timur'un ayak izlerini takiple batıdan, aziz yur­
duna dönerken izlediği güzergahtan geçecektim. Semerkand,
hükümdarını görmeyeli beş yıl olmuştu. Yedi Yıllık Sefer için
yola koyulan Tatar güruhları, Hindistan zaferinden kısa bir sü-

399
re sonra, 1399 yılının Ekimi'nde Semerkand' dan ayrılmışlardı.
1404'te yorgun, ganimetle yüklü ve akıllarında sıcak yuvalarına
kavuşmaktan öte bir düşünce olmaksızın dönüyorlardı. Timur,
uyanık olduğu saatierin büyük bir kısmını Çin seferini planla­
makla geçiriyor olabilirdi; ama o, ne olsa hükümdardı ve Allah
tarafından, dünyayı kafiderden temizlemek için seçilmişti. Ba­
şarısını sağlayan basit askerin kafası ise, daha dünyevi kaygı­
larla meşguldü. Savaş bir kenarda beklesindi. Şimdi öncelik şa­
rap ve kadındaydı.

* * *

Timur, Semerkand' a muzaffer olarak dönüşlerinde hep


yaptığı gibi, gene bir bağdan öbürüne, bir saraydan diğerine
gezip duruyor; birinde üç beş gün kaldıktan sonra büyük bir
debdebe ve tantana içinde bir başkasına taşınıyordu. İnsanlar
onu selamlamak için sokaklara dökülüyor, bir yandan kaybetti­
ği varisinin acısım paylaşırken, diğer yandan zaferlerini ve hü­
kümdarlığa yeni kazandırdığı yerleri kutluyorlardı. Tarihçeler,
Gönlüferah Bağı'ndan Çrnarlıbağ'a, Cihan Bağları'ndan Cennet
ve Kuzey Bağları'na geçtiğini kaydetmektedir. Göz alabildiğine .
uzanan yemyeşil çimenler gayet bakımlıydı; hava mis gibi gül
kokuyor, şırıl şırıl akan dereler saray bahçelerini şenlendiriyor­
du. Huzura kabuller ve davetler oluyor; çılgın şölenler ve resmi
ziyafetler veriliyordu. Ve satranç oyunları devam ediyordu
Dev çaplı imar işleri de kesintiye uğramamıştı. Timur, en son
zaferlerinin anısına, Kuzey Bağı'nın güneyine düşen bir bahçe
içinde bir saray dikilmesini buyurdu. Son seferi sırasında,
Şam'dan getirilen mimarlar işe koş uldu. Sarayın her bir kenarı­
nın yedi yüz metre geldiği kaydedilmiştir.
Yezdi, "Timur'un o güne kadar inşa ettirdiği saraylar için­
de, bundan daha büyüğü ve görkemiisi yoktu," diye yazmıştı.
"Suriye'de en yaygın yapı süslemesi mermerdir ve çoğu evin
bahçesinden akarsu geçer. Suriyeli mimarlar, çini işlemeciliğin­
de; heykel, çeşme ve hiç durmadan su fışkırtan fıskiye yapı­
mında da hayli ileridirler ve farklı renklerdeki taşları abanoz ve
fildişi kakmacıları gibi, aynı ustalık ve ineelikle işleyerek ben-

400
zeri eserler vücuda getirirler. Bu sarayda da bu tip şadırvanlar
yapıldı ve bunlar çok değişik tarzlarda, eşi görülmemiş bir sa­
natkarlıkla meydana getirilmiş, sayılamayacak kadar çok fıski­
yeyle süslendi. Bundan sonra, İranlı ve Iraklı zanaatkarlar, dış
cephe duvarlarını Kaşan çinileriyle bezeyerek, sarayın güzelli­
ğine son noktayı koydular."
Hükümdarın başkente dönüşü, Kastilya kralı III. Enriquez'in
elçisi, İspanyol Clavijo'nun buraya gelişiyle aynı zamana denk
düştü. Mayıs 1403'te Cadiz'den yola çıkan İspanyol elçi ve be­
raberindeki heyet, on beş ay ve yaklaşık on bin kilometre çeken
muazzam bir yolculuğa ve bir sürü gecikmeye katlanmıştı. Ka­
radeniz' de gemileri battıktan sonra, kışı İstanbul' da geçirmek
zorunda kalmışlar, ancak ilkbaharda yeniden yola koyulabil­
mişlerdi. Tatar orduları Karabağ yayıalarında ordugah kur­
muşken Timur'un huzuruna çıkabilmeyi uman Clavijo, onu
burada kıl payı kaçırmış; ardı sıra doğuya gitmeye mecbur kal­
mıştı. Timur, nasıl bir hızla yurduna dönüyor olmalıydı ki İs­
panyol elçi, onu takiple tüm Asya kıtasını katetmişti.
Tebriz'e ve ardından Sultaniye'ye hayran olduktan ve il­
kinde, Kahire' den Semerkand' a giden bir elçilik heyetiyle karşı­
laşıp, ikincisinde Timur'un sefahat düşkünü oğlu Miranşah'ın
huzuruna kabul edildikten sonra, Clavijo, Maveraünnehir'e
doğru yoluna devam etPi. Nişapur' da, beraberindeki kişilerden
birini hummaya kurban verdi, fakat heyet meşakkatli yolculu­
ğuna devam ederek Karakum Çölü'nü geçti ve Afganistan'ın
kuzeyinde, Ceyhun Nehri'nin güney kıyılarına vararak, Belh
kentinde Timur'un ülke sınırlarına dayandı. Çok sıkı denetim
altında tutulan bu sınırı geçtikten sonra -girişe izin vardı, ama
çıkışın cezası ölümdü- Clavijo, Tirmiz yoluyla kuzeye, Şehri­
sebz'e gitti; burada, Timur'un yirmi yıldan beri inşaatı süren
Ak Saray'ının büyüklüğü ve zarafeti karşısında nutku tutuldu.
Buradan, yolculuğunun son durağına kadar yalnızca seksen ki­
lometrelik bir gayret daha göstermesi gerekiyordu. Nihayet
Clavijo, 1404 yılının, 8 Eylül pazartesi sabahı, saat sekizde canı
çıkmış bir durumda, hiç ummadığı güzellikte bir kente ayak
bastı ve burada ömrü oldukça unutamayacağı bir misafirper­
verlikle ağırlandı.

40 1
Tarihçeler, Timur'un bu yurda dönüşü konusunda bir hay­
li ayrıntılı bilgi verir, ama Clavijo'nun olağanüstü gözlemci -ve
Arabşah'la Yezdi'ninkinin aksine, tarafsız- anlatımı; kentin
adeta rengini, dokusunu hissettirmesi bakımından daha ileri
bilgiler içerir. Üstelik Asya'nın 'barbarlarına' ilişkin önyargıları
öldürücü bir darbe almış, kültür düzeyi yüksek bir Avrupa­
lının benzersiz bakış açısıyla yazıyordu. Hükümdarın huzuru­
na çıkarıldığı andan başlayarak, sarayda karşılaştığı görkem ve
debdebe onu hayretten dondurmuştu. Önce, altın sarısı ve gök
mavisi çinilerle bezenmiş büyük bir kapıdan içeri sokulmuş, .
koca bir meyve bahçesinden geçirilmişti. Delhi zaferinin hatıra­
sı altı fil, girişte bekçilik ediyordu; her birinin sırtında ufacık bir
ahşap kule vardı. Clavijo ve beraberindeki heyet, bir görevli­
den öbür görevliye devir edilerek, nihayet hükümdarın tarunu
Halil Sultan'a ulaştılar ve Kral Enriquez'in mektubunu onlar­
dan alan sultan, heyeti hükümdarın huzuruna götürdü. Timur,
çok güzel bir sarayın önünde, alçak bir tahtın üstündeydi; işle­
meli ipekten minder ve şiitelerin üstünde yan gelip oturmuştu.
Sırtında ipek bir kaftan; başında lal yakut, inci ve değerli taşlar­
la süslenmiş bir taç vardı. Havuzunda kırmızı elmaların yüz­
düğü bir şadırvanın fıskiyesinden, gökyüzüne sudan bir sütun
yükseliyordu.
Tüm kaynaklar içinde, ömrünün son yıllarında Timur'un
nasıl göründüğüne dair en etkileyici portreyi Clavijo çizmiştir.
Eyer üstünde geçen onca yıl, deri çatlatan onca yaz ve şiddetli
kış, damgasını vurmuştu. "Haşmetmeapları bizi daha iyi gör­
mek için, ayağa kalkıp yanına yaklaşmamızı buyurdu; gözleri
artık iyi görmüyordu; gerçekten pek düşkün bir haldeydi,
gözkapakları gözünün üstüne düşmüştü, bakmak için onları
zor kaldırıyordu."
Birçok oğlu ve tarunu dahil, çağdaşlarının çoğundan daha
uzun yaşamış; Asya'nın dört bir yanında savaştan savaşa koş­
muş ve on binlerce kilometre yol katetmiş altmış dokuz yaşın­
da, özürlü bir adam için, bu fiziksel bozulmada şaşılacak bir
yan yoktur. Bundan daha dikkate değer olan husus, bu aşikar
düşkünlüğüne rağmen Timur'un hiç kendini koyuvermemiş
olmasıdır. Aksine, hep yaptığı gibi, canla başla emellerinin ar-

402
dında koşmaya qevam ediyordu. Haşin karakterinde yaşla bir­
likte hiçbir yumuşama olmamıştı.
Daha denetlenmesi gereken imar işleri vardı; kentin orta­
sından geçen ve iki tarafında kemerli çarşılar bulunan yeni yo­
lun, Muhammed Sultan'ın türbesinin ve hepsinden önemlisi,
Timur'un Hindistan zaferi şerefine yapılmasını buyurduğu
ulucaminin inşaatı, hiç de azımsanacak işler değildi. Bunun, o
güne kadar inşa ettirdiği en müthiş yapı olmasını arzu ediyor­
du; bu yapı Allah'a ve İslam dünyası içindeki eşsiz görkemi
dikkate alındığında, bir manada kendine adanacaktı. Hüküm­
darlığının dört bir bucağından getirilmiş, her milletten taş usta­
sı, mimar, işçi ve usta zanaatçıdan oluşan bir ekibin beş yıldan
beri üzerinde çalıştığı cami, o batıdan döndüğünde bitmek üze­
reydi.
Clavijo, "Timur'un, hele de bu mevsimde sıhhati pek bo­
zuktu; ne uzun süre ayakta kalabiliyor, ne ata binebiliyordu;
gittiği her yere tahtırevanla taşınıyordu," diye yazar. Bu gibi fi­
ziksel engeller hükümdarı, elindeki işten hiç mi hiç alıkoymu­
yordu. Timur denetim yapmaya geldiğinde herhalde cami inşa­
atından sorumlu başmimarların ve iki emirin, korkudan yürek­
leri titremişti. İlk izienimler pek olumlu değildi. Clavijo ne ka­
dar, "Semerkand' da ziyaret ettiğimiz en soylu yapı/' dese de,
daha önce gördüğümüz gibi, Timur onunla ayni kanıda değil­
di. Bir kere methal pek küçüktü. Semerkand şöyle dursun;
onun camisi, Darülislam' daki her yapıyı gölgede bırakacak nite­
likte olmalıydı. Tüm ön cephenin hemen yıkılmasını emretti.
Onun gıyabında inşaatı yönlendiren emirler, hiç uzun edilme­
den asıldı.
Bir hatırlatmaya ihtiyaç varsa; bu, şunu hatırlatmak içindi:
Timur ne kadar düşkün olursa olsun, mutlak güç hala ondaydı.
Çin seferi, planlandığı gibi gerçekleşecekti . Dünyanın en büyük
ordusuna karşı verilecek savaşta onunla birlik olacak tüm soy­
lular, beyler, emirler ve komutanlar bir buyrukla çağrıldı. Ku­
rultay, Semerkand dışında, Kanigil ovasında toplanacaktı.
Amaç çifteydi. Öncelikle bu patırtılı toplantı Çinli kafirlere, Al­
lah tarafından gönderilen büyük bir gücün, pek yakında onları
yeryüzünden sileceğini gösterecekti. İkincisi, hükümdar beş er-

40 3
kek torununun evliliklerini kutlayacaktı. Hanedan daha çok
güzel günler görecekti. Bu, Timur'un düzenlediği en büyük
şenlik olacaktı. Ve orada bulunan Clavijo, bunun her anına ta­
nıklık edecekti.

* * *

Semerkand'ın heyb eti ve zenginliği, içinde bulunan yapıla­


rın güzelliği ve bağ ve bahçelerinin zarafeti Clavijo'yu nasıl
hayrete düşürdüyse, şimdi de ömründe gördüğü en büyük ve
en egzotik insan topluluğu karşısında aynı duyguyu yaşıyor­
du. Timur'un nezdinde üç yıl süren elçiliğiyle ilgili hatıratı, üç
yüz sayfadır. Bunun elli sayfası tümüyle, 1404 Eylülü'nün son
günlerinde başlayan ve iki ay süren Kanigil şenliğine ayrılmış
ve derin bir hayretle yazılmıştır. Hem Yezdi hem Arabşah, bu
şenlikten söz etmiş, fakat ilki her zamanki dalkavukluğunu,
ikincisi ise önyargılarını sergilemekten öteye gidemediği için,
gücünün zirvesindeki bir hükümdarla tebaasının durumunu
Clavijo'nun işlek kaleminden anlamak daha doğru olacaktır.

Timur, bir süre önce bu düziiiktc kendisinin kalacağı ve eşlerinin zi­


yaretine geleceği otağlar diktirmişti; çünkü kurultayı toplantıya ça­
ğımııştı; katılacak olanlar o güne dek, kentin içinde ve etrafında bulu­
nan bağ ve balıçelerin ilerisindeki meralarda konaklamışlardı. Şimdi
ise buraya geliyorlardı; her aşiret kendisi için ayrılan yere yerleşmeye
başladı; çadıriarım kurduklarını görüyorduk, kadınları da yanların­
daydı. Tüm bunlar, hükümdar ailesinde gerçekleşen ve yakında bura­
da ilan edilecek olan bazı evli/ikierin kutlama şenliklerine bu insanla­
rın (Çağatay/arın) da katılabilme/eri içindi. Töre gereği, giiruhtaki
her şahıs, Haşmetmeabm atağı kurulur kurulmaz kendi boyunun ona
göre nerede yer alacağını biliyordu. En yüksek rütbeliden Cil düşüğü­
ne kadar herkes kendi yerinin farkmdaydı ve en ufak bir kargaşaya
meydan vermeden, gayet düzenli bir biçimde oraya yerleşiyordu. Böy­
lece, sonraki üç dört gün içinde, hükümdar ordugalımda düzenli yol­
lar oluşturan yirmi bine yakın çadır dikildiğini gördük; civardan her
gün yeni boylar geliyordu. Konak yerlerini kuran gürufıun arasında
kasapiarın ve aşçılarm dolaşarak kızarmış Z!e lıaşlanmış et sattıklarını

404
gördük; arpa ve meyve satanlar da vardı; firmcılar ocaklarını yaknıış,
satacakları ekmeklerin hanıurımu yoğuruyorlardı. Konak yerinde, her
zanaat kolu nıevcuttu ve her biri kendine ayrılan sokakta tezgdiımı
kurnıuştu. Hamanılar ve hamanıcı/ar da vardı; bunlar da çadırlarını
dikmiş/er; tahtadan, birbirine bitişik göz göz odalar çakmışlardı; her
birinde, kazanlarda kaynayan sıcak suların do/durulduğu demir kova­
lar ve bu iş için gereken diğer eşya vardı.

Çağataylar, konakyerine akınaya devam ediyordu; Clavijo'nun


tahminine göre, Zerefşan Nehri kıyılarında, hükümdara ait
olan alanda kurulan çadır sayısı elli bini bulmuştu; bunun ileri­
sindeki meralarda kurulanlar ayrıydı. Alanların tahsisinde çok
sıkı bir ast üst sıralaması gözetilirdi; önce hükümdar, ardından
oğulları ve torunları gelir; onları emirler, Peygamber soyundan
gelen seyyidler, bilginler, düşünürler, şeyhler, müftüler, kadı­
lar; Kıpçak, Mısır, Suriye, Anadolu, Hindistan ve İspanya' dan
gelen elçiler, binbaşılar, yüzbaşılar ve diğer yüksek rütbeli as­
kerler izlerdi.
2 Ekim' de, İspanyol heyetinin işlerine ara vererek, Clavi­
jo'nun Kapıcıbaşı denilen bir kişinin verdiği bir kır ziyafetine
katılması istendi. Timur'a Clavijo'nun şarap içmediği söylen­
mişti; bu bir kusurdu ve hükümdar onu gidermeye azimliydi.

Bu bey, Timur'un bütün Frenk/erde (Avrupalılarda) adet olduğu üze­


re, bizde de her gün şarap içi/diğini gayet iyi bildiğini, fakat buna rağ­
men Tatar töresine uygun olarak huzurunda bize şarap ikram edildiği
zaman, bizim pek gönülsüz davrandığımızı fark ettiğini bildirdi. Bu ne­
denle Haşmetmeapları, bizim bu bağa getirilerek, birazdan ikranı edile­
cek yemekte, rahatça ve doyasıya yiyip içmemizi sağlamak istemişti. Bu
ziyafette yenilmesi için, Timur'un emriyle on koyun ve bir at; ayrıca
çok miktarda şarap gönderilmişti. Bunları afiyetle yedik. Yemek bitti­
ğinde, her birimize sırma işlemeli bir kaftan, buna uygun bir mintan ve
bir de başlık verildi. B ımiara ilaveten, birer de binek atı sunuldu; bu he­
diye/er hükümdar Timur'un enzriyle bize takdim edilmişti.

Bundan dört gün sonra, hükümdar, kendine ait alanda bir


şölen verdi; buraya hükümdar ailesi, saray soyluları ve boy

405
beyleri davetliydi. Elçiler de bu topluluğa katılmak üzere geti­
rilmişlerdi. Etrafıarında hazırlıklar sürerken Clavijo, Timur'un,
gelenleri huzura kabul ettiği atağı gözden geçirmişti. İlk dikka­
tini çeken yanı büyüklüğü olmuştu; dört kenanndan her biri,
yüz adım uzunluğunda vardı ve yüksekliği üç uzun mızrak bo­
yundaydı. "Otağın tepesi bir kubbe oluşturacak biçimde çatıı­
mıştı ve her biri bir adam göğsü çapında on iki direk üstünde
duruyordu." Bunlar parlak mavi, sarı ve diğer renklerdeydiler.
Otağın 'en güzel yanı' kubbenin içiydi; çünkü tepeden aşağı
sarkan işlemeli duvar halıları dört ayrı kemeraltı yolu oluştum­
yordu ve her birinin köşesinde kanatlarını kavuşturmuş bir
kartal arınası işliydi: Otağın iç cephesinde, olağanüstü incelikte
dokunmuş, koyu kırmızı renkli goblenler ve sırma işlemeli
ipek örtüler asılıydı. Hükümdar, huzuruna çıkanları içeride,
çok güzel halı ve minderlerle kaplı bir tahtın üstünde kabul
ediyordu. Otağın dış cephesi, beyaz ve sarı çizgili ipek doku­
maydı. Çevresinde buna bitişik, daha kısa direkler üstünde du­
ran, koridor biçiminde alçak çadırlar vardı. Otağın her bir köşe­
sinde, tepesinde pırıl pırıl kalaylı bakırdan bir gülle ve bunun
da üstünde bir hilal bulunan dört asa duruyordu. Kubbenin üs­
tünde, ipekten yapılmış; kare biçiminde bir kule vardı; gerçek
bir kulede olduğu gibi burçlar ve siper mazgalları konulmuş,
bunun da üstü gülleler ve hilallerle bezenmişti. Otağ, bir peri
masalı kalesini andırmasına rağmen, son derece kullanışlıydı.
Tamircilerin, sert yellerin yol açabileceği tahribatı onarmaları
için, yerden otağın zirvesine kadar çıkan ahşap salmalar konul­
muştu. Koyu kırmızı renkli beş yüz halat, yapıyı sağlam Nr bi­
çimde yerinde tutuyordu. Otağın etrafı, rengarenk ipek kumaş­
tan, sur biçiminde duvarlada çevriliydi; bunlar ancak 'at sırtında
bir adamın uzanabileceği' yükseklikteydi ve üstlerine mazgal
delikleri işlenmişti. İçeriye, bu duvarların tepesinde yer alan, çok
süslü bir başka kulenin altındaki kemerli ve çifte çadır bezinden
yapılmış bir kapıdan geçilerek giriliyordu. Bu alan, üç yüz adım
genişliğindeydi ve içinde daha başka çadır ve sayvanlar da var­
dı. Clavijo, bunların toplu halde görünümünden derinlemesine
etkilenmiş, "öylesine geniş ve yüksek ki uzaktan bakıldığında bu
muazzam çadırın bir hisardan farkı yok," diye yazmıştı.

406
Hükümdar ailesine ait toplam on bir alan vardı ve her biri­
nin içinde sıra sıra, göz alıcı otağlar bulunuyordu. Clavijo gezip
gördükçe hayretten hayrete düşüyordu. Her boyda, her biçim­
de çadır vardı. Bir tanesi, som gümüşten; kanatlarını açmış, dev
bir kartal figürüyle süslenmişti. Bunun altında, "gene som gü­
müşten üç atmaca duruyordu . . . çok ustaca yapılmışlardı; ka­
natları, kartaldan kaçıyormuşçasına açılmış ve gerilmiş, başları
ona doğru çevrilmişti. Kartal da, sanki pençesiyle onları kapa­
cakmış gibi temsil edilmişti." Yalnızca ince direkler üstünde
duran, halatsız çadırlar da vardı; bezlerinin kenarları değerli
taşlarla kakılmış, gümüş pullada işlenmişti. Kimileri kırmızı,
resim dokumalı örtü ve kilimlerle, daha lüks olanları kakım ve
sincap postuyla kaplanmıştı.
Gün geçmiyordu ki bir büyük ziyafet verilmesin; Clavi­
jo'yla heyeti bunların hepsine davetliydi. 8 Ekim' de, bir döne­
min 'namlı güzeli Hanzade Hanım'ın verdiği ziyafete katılmış­
lardı; Clavijo, onun için, "şimdi kırklarında olmalı. . . açık renk
tenli ve şişman," diye yazar. Bu, Timur'un en büyük oğlu Ci­
hangir'in duluydu; daha sonra, Sultaniye valisi olan Miran­
şah'la evlendirilmiş ve onun ipe sapa gelmez hareketlerinden
ve kendisini itip kakmasından ötürü 1399' da kaçmıştı. Hanza­
de'nin etrafında, küpler dolusu şarap ve kısrak sütünden yapı­
lan ve base adı verilen tatlı bir içecek vardı. Şarkıcılara, bir grup
çalgıcı eşlik ediyordu. Soylu hanımlara, ağzına kadar dolu ku­
palarda, teker teker şarap ikramı yapılıyor; bunlar bir veya iki
dikişte bitiriliyordu. Ara sıra erkek sakilerden birine bir kadeh
şarap alması söyleniyor; adam bunu içip bitirdiğinde, "eşine,
geride bir damla bırakmadığını göstermek için, kadehi ters çe­
virip koyuyordu;" sonra, "bulunduğu çeşitli içki alemleriyle ve
bunlarda ne kadar çok şarap içebildiğiyle övünüyor, hanımları
kıkır kıkır güldürüyordu." Bu da, Clavijo'nun ağzına içki koy­
ınama huyunun merak ve hoşnutsuzlukla karşılandığı ortam­
lardan biri olmuştu. Timur'un aynı ziyafette bulunan başkadını
Saraymülk Hanım, "bizim kendisine yaklaşmamızı buyurdu ve
bize kendi eliyle bir kadeh şarap sundu ve benim, yani Ruy
Gonzalez'in içmesi için ısrar etti; ama ben içmedim; onu, öm­
rümde ağzıma şarap sürmemiş olduğuma inandırana kadar ak-

407
la karayı seçtim." Böyle bir davranış hoş karşılanmazdı. Kadeh­
)
teki şarabı bitirmemek bile davet sahibine karşı çok büyük bir
ayıptı. Hele tadına dahi bakmamak, düpedüz tuhaflık ve terbi­
yesizlikti. Öyle veya böyle, hükümdar ailesinin, İspanyol elçile­
re pek kanları ısınmamış olsa gerekti.
Avrupalılar içmezse içmesindi; şenlik ve şamata devam
ediyordu. "Böyle, bir zaman içmeye devam ettiler, ev sahibi ha­
nımın karşısında oturan erkeklerde sarhoşluk alametleri baş
göstermişti, kimileriyse tam anlamıyla küfelikti. Böyle olmayı
erkekliğin şamndan sayıyorlar, misafirler dut gibi sarhoş olma-:­
dıkça bir davette eğlenilmiş olabileceğini kabul etmiyorlardı."
Clavijo, yalnızca yemekierin tadını çıkarıyordu, "mebzul mik­
tarda, kızarmış koyun ve at eti; ayrıca çeşit çeşit yahni vardı."
Pilav, sebze, şekerli ekmek ve kurabiye de ikram edilmişti.
Torunlarından birinin düğünü şerefine, Timur Semer­
kand' daki tüm dükkfm sahiplerinin işyerierini kapatarak mal­
larını burada sergilemelerini buyurmuştu. Her tür esnaf, ku­
yumcu, aşçı, fırıncı, terzi, ayakkabıcı bu meralara koşturmuş,
verilen emir gereğince ürünlerini ve sanatlarını burada sergile­
mişlerdi. Bir kez gelen, hükümdarın izni olmaksızın buradan
ayrılamıyordu.
Fakat günler yalnızca yeme, içme ve eğlenceyle geçmiyor­
du. Timur, abanın en civcivli yerlerinde darağaçları kurulması­
nı emretmişti. "Herkes şunu iyi bilmeliydi ki, hükümdar bu
şenlikler sırasında, ahalinin yiyip içerek iyi vakit geçirmesini
sağlamak kadar, ona karşı suç işlemiş kişilerin yaptıklarını yan­
larına koymamak ve bunları alenen cezalandırıp, orada bulu­
nanlara ibret vermek düşüncesindeydi."
İlk sallanan; yedi yıl önce, Timur Hindistan ve Anadolu s�­
ferlerinde iken tayini yapılan Semerkand valisi olacaktı. Clavi­
jo, koca hükümdarlıkta bu kişiden daha yüksek ve nüfuzlu bir
resmi görevli olmadığını yazar. Timur'a, valinin görevini kötü­
ye kullandığı ve halka zulmettiği bilgisi iletilmişti. Hakkında
hemen hüküm verilerek ipe çekildi. Elçi, "adaletin, bu kadar
yüksek bir şahsiyete verilen böylesine ağır cezayla tecelli etme­
si, herkesin tüylerini ürpertmişti," diye yazmıştı, "üstelik bu,
hükümdarın çok güvendiği bir kişiydi." Vali lehinde araya gir-

408
rnek isteyen bir arkadaşı da asılmıştı. Timur'un yeğenierinden
biri olduğu tahmin edilen bir başka arabulucu, valinin canının
bağışlanması için çok yüklü miktarda fidye önermişti. Hüküm­
dar fidyeyi alır almaz, zavallı adama, servetinin geri kalan kıs­
mını nereye sakladığını söyletene kadar işkence yaptırmıştı.
Sonra bu kişi, "ayaklarından bağlanarak baş aşağı asıldı ve öle­
ne kadar da bu durumda bırakıldı" .
Başka bazı resmi görevliler ve fahiş fiyata mal satan tüccar­
lar da ipe çekildi. Mamafih bu iç karartıcı sahneler, Kanigil şen­
liğinde pek az yer tuttu. Her ne kadar hiç kimsenin kanunun
üstünde bulunmadığını ve kanunun da Timur olduğunu her­
kesin kafasına iyice sakmuş da olsalar, ardı arkası gelmeyen zi­
yafetler, çılgın içki alemleri, şenlikler, danslar, şarkılar bunları
gölgede bıraktı; cümbüş hiç bitmeyecekmiş gibi sürdü.
Clavijo, gözlerini hayretten bir karış açık bırakan gezintile­
ri sırasında, hükümdar ailesinin önde gelen birçok bireyiyle ta­
nışmak fırsatını bulmuştu. Clavijo'nun ifadesine göre, dedesini
yedi yıldan beri görmeyen Pir Muhammed Sultan, düğün şen­
liklerine katılmak için Afganistan' dan çağırtılmıştı. Bu, "yirmi
iki yaşlarında, kara sarı ve köse bir delikanlıydı." Muhammed
Sultan'ın ölümünden sonra, veliaht ilan edilmişti ve "Tatar tö­
resi gereği, fevkalade gösterişli giyinmişti; sırtında Zeytuni ipe­
ği denilen bir kumaştan mavi bir kaftan vardı; kumaşın üstüne,
minik tekerleri andıran sırma halkalar işlenmişti; bunlar hem
önde hem arkada tüm göğsünü ve omuzlarını kaplıyor, kol r

ağızlarına kadar iniyordu. Başında inci ve değerli taşlarla süs­


lenmiş bir börk, bunun da tepesinde billur gibi berrak bir lal
yakut vardı. Maiyetindekilerin bu delikanlıya derin bir hürmet­
le muamele ettiklerini gördük." Elçi huzuruna alındığında genç
prens bir güreş müsabakası izliyordu.
Clavijo bize, Timur'un başkadını Saraymülk Hanım'ın ve­
ya kendi tabiriyle Büyük Hanım'ın da ayrıntılı bir portresini bı­
rakmıştır. Onu, Timur'un İspanyol heyeti davet ettiği -bir başka
ziyafet sırasında da gözlemlemiş, birbiri ardına yuvarladığı şa­
rap kadehleri bir yana, giysisinden de çok etkilenmişti. Bu, elbi­
se üstüne giyilen, altın sırmalada işli, kırmızı ipekten bir kaf­
tandı; kuyruğunu on beş nedime taşıyordu. Makyajını ve başlı-

409
ğını tasvir ederken, Clavijo'nun adeta zorlandığı hissedılir.
"Hanımın bütün yüzu kireç ya da ona benzer bir maddeyle
kaplanmış gibiydi; insanın üstünde sanki kağıttan bir maske
taktığı izlenimini uyandırıyordu. Bu, onlarda bir adet; kadınlar
yaz kış dışarıya çıkarken güneşten korunmak için yüzlerine bu
maddeyi sürüyorlar."
Yüzünde, bunun üstüne bir de ince beyaz bir peçe vardı;
fakat heyetin en çok ilgisini çeken başlığı olmuştu; bu gayet
süslü ve teferruatlı parça, "bizim at meydanında mızrak oyunu
oynadığımız zamanlar giydiğimiz miğferlerin sorgucuna ben: .
ziyordu." Kırmızı bir kumaştan yapılmıştı ve kenarları sultanın
omuzlarına kadar iniyordu.

Bu başlığın gayet yüksek bir sorgucu vardı ve her biri şıkır şıkır par­
Iayan ve gayet ustaca kakılnıış, iri inci, lal yakut, firuze gibi değerli
taşlarla süslüydü. Başlığın kenarları altın sırnıayla işlennıişti ve üs­
tünde gene inci ve değerli taşlarla bezenmiş, sam altından muhteşem
bir taç vardı. Biraz önce bahsi geçen sorguç, gayet berrak ve ışıltılı, iki
parmak kalmlığmda üç llil yakutla süslenmiş bir çerçeve üstünde du­
ruyordu; bunların hepsinin üstünde ise bir arşın yüksekliğinde upu­
zun, beyaz bir tüy yükseliyordu; o kadar biiyük ve salkım saçaktı ki
uçları gözlerine kadar inip yüzünü perdeliyordu. Bu tüyün alt kısmı
altın teller/e sıkılnııştı, üst kısmında ise inci ve değerli taşlarla öriil­
müş düğümler görünüyordu.

Başlık, yürüdükçe ileri geri sallanıyordu. Uzun, siyah saçları


bağlanmadan omuzlarına bırakılmıştı; "En çok bu saç rengine
değer veriyorlardı." Çok sayıda nedime, yanı sıra yürüyor, baş­
lığını tutuyorlardı. Clavijo'nun hesabına göre maiyetinde top­
lam üç yüz nedime ve hizmetkar vardı. Buna ilaveten, bir er­
kek, onu güneşten korumak için başının üstünde ipekten, zarif
bir şemsiye tutuyordu. Bu muhteşem alayın başını, sultanları­
nın hemen önünde yürüyen büyük bir hadımağası grubu çeki­
yordu. Büyük Hanım, hükümdar kocasının hemen yanında ve
biraz arkasında yer alan kendi tahtına, işte böyle bir debdebe
içinde geliyordu.

410
Timur'un eşleri otağda birer birer boy gösteriyor, araların­
da çok sıkı gözetilen kıdem farkına harfiyen riayet ederek, sele­
finin bir aşağısındaki tahta oturuyordu. Clavijo, toplam sekiz
eş saymıştı. Hükümdar ailesine son olarak Cevher Ağa adında
_ bir eş daha katılmıştı; "bu ad, onların dilinde Kupa Kızı'na te­
kabül ediyordu." Hükümdarın gücü kudreti her zaman olduğu
gibi yerindeydi. Bu hanımla evleneli henüz bir ay olmuştu.
Bir gün, İspanyollar Saraymülk Hanım'ın otağına davetliy­
diler. Debdebe ve ihtişam burada doruk noktasına çıkmıştı.
Otağ aynı zamanda, yağmalanan hazinelerin ne gibi yeni amaç­
lara hizmet ettiğini gösteren canlı bir örnekti. Otağın bulundu­
ğu alana, "som altın ve mavi mineyle işlenmiş, gümüş levhalar­
la bezeli, çifte kanatlı bir kapıdan giriliyordu. Bunlar öylesim
güzeldi ki bu kadar ince bir iş, ne Tataristan'da ne de batıda, bi­
zim İspanya' da yapılmış olabilirdi." Clavijo yanılmamıştı. Bu
seçkin kapı, Bursa'ya aitti; Bayezici bozguna uğradıktan sonra
Timur'a geçmişti. Bir kanadında Aziz Peter'in, öbür kanadında
Aziz Paul'un tasviri vardı. "Üstü yukarıdan aşağıya kadar gü­
müş pullada bezeli, kırmızı ipekten bir kumaşla kaplı olan"
otağın içinde, daha başka hazineler de vardı. Önce; mine işli,
inci ve değerli taşlar kakılı som altından bir komodin gördüler.
Bunun yanında bir sehpa duruyordu; bu da som altından ya­
pılmış; üstüne, şeffaf yeşim taşından ince bir levha oturtulmuş­
tu. Fakat içlerinde bir parça vardı ki tüm diğerlerini gölgede bı­
rakıyordu ve her zaman olduğu gibi, Clavijo bunu anlatırken
hiçbir ayrıntıyı göz ardı etmemişti.

Bu sehpanın yanında, altından yapılmış ve meşe görünümü verilmiş


bir ağaç dikkati çekiyordu; gövdesi bir adam baldırı kalmlığmdaydı ve
sağa sola açılan dallarının üstündeki yapraklar da meşe yaprağına
benzetilmişti. Bu ağaç bir adam boyunda vardı ve alt kısmına öyle bir
şekil verilmişti ki sanki kökleri üstünde durduğu büyük tepsiden çıkı­
yormuş gibiydi. Bu ağacın meyveleri, çok sayıda zümrüt, firuze, Ial
yakut, gökyakut ve muhtelif tonlarda kırmızı yakuttan ve parlak, iri
inci damlalarından oluşuyordu. Bunlar, ağacın her yanına serpiştiril­
nıiş, dalları na ise rengarenk minelerle işlenmiş, mini mini bir sürü al­
tın kuş kondurulmuştu. Bazılarının kanatları, lıavalanıp uçacaknıış

41 1
gibi açık; bazılarının ki ise dala dalıa yeni kmımuş gibi kapalzydı; kimi­
leri sanki ağacın üstündeki meyveleri yenzek üzere uzammştz; gagala­
rı, dallardan sarkan yakut/ara, ftruzelere, diğer değerli mücevher/ere
ve inci damlalarına öylesine dokımuyordu.

Bu değerli taş bolluğu karşısında nefesi kesilen Clavijo, lal


yakutların nereden çıkarıldığını sormuştu. Afganistan' da, Se­
merkand' a on günlük yürüme mesafesinde bulunan, bu taşla­
rın çıkarıldığı Bedehşan yöresinin hükümdarı, sorunun cevabı­
nı vermek üzere o mecliste hazır bulunuyordu.

Gayet nazik bir biçimde, yakut madenierinin başkent Bedehşan'ın yakı­


ımıdaki bir dağda bulımduğımu söyledi. Buraya her gün adamlar gider,
dağlardaki kayaları parçalayarak bu değerli taşları ararlarmış. Bir damar
keşfedildiğiııde, bu dikkatle izlenir ve cevhere ulaşzldzğı zaman, çevresi
keskiler/e ufak ufak oyulaı-ak, yatağzyla beraber çıkarılırmış. Sonra bu]ı­
lar kumlu taşla tıraşlamr ve perdalılmıırmış. Bize ayrıca, Timur'un em­
riyle bu madenierin başma güçlü bekçiler konulduğu söylenildi, böylece
haşnzetmeaplarmm bunlar üzerindeki hakları korunuyormuş.

Lapis lazuli (lacivert taş) ve safir ise, güneye doğru, buranın bi­
raz aşağısında bulunan bir yöreden geliyordu. SO
Hükümdar ailesinin genç bireyleri işte böyle bir şaşaa
içinde ve İslam hukukuyla Moğol töresinin birbirine karıştığı
törenlerle başgöz edildiler. Bunlara yüzgörümlüğü olarak
muhteşem giysiler verildi ve bunlar dokuz kere giydirilip çı­
karttırıldı; çünkü töreye göre dokuz en uğurlu sayıydı. Clavi­
jo, daha önce Timur'un en kıdemli iki mabeyincisinden hedi­
ye gelen iki gümüş tepsi dolusu çörek ve şekerlemeyi, hizmet­
karları hükümdarın önüne koyadarken görmüştü; bunlar,
"dokuza dokuz sıralar halinde dizilmişti, Haşmetmeaplarına
verilen her hediyenin bu kurala uyması gerekiyordu." Genç
çiftler, giysilerin birini çıkarıp öbürünü giyerken, maiyetlerin­
de bulunanlar başlarından aşağı altın, gümüş, yakut, inci ve
değerli taş yağdırıyorlardı. Katır ve deve kervanları, coşkun
80 Günümüzde de lapis lazuli buradan, yani Afganistan'da, Bedehşan'ın güneyin­
de bulunan 6.400 m yükseklikteki Kilh-i Bandakor'un eteklerinden çıkarılmak­
tadır.

412
kalabalıkların arasından ağır ağır geçiyor, yeni eviilere hediye
üstüne hediye taşıyorlardı.
Bağbozumu şenliklerini andıran bu eğlenceler, gayet coş­
kulu bir biçimde sürüyordu. Gündüzleri çalgıcılar, ip cambaz­
ları, diğer numaralar yapan cambazlar, atletler, soytarılar, soy­
lu kalabalıkları eğlendiriyordu. Filler, süslü koşumları içinde
atlarla yarıştırılıyor; adam kovalattırılıyordu. Mısır elçisinden
gelen sırık bacaklı, hediye zürafa, uzun ve rahvan adımlarla ge­
zinirken etraftakiler, ağzı bir karış açık onu seyrediyordu. Bu
hayvan, filden bile daha tuhaf görülüyordu. Geceleri, Timur,
emirler, soylu beyler ve hanımlar, yiğit savaşçılar ve Barlas bo­
yunun yaşlıları, tepsilere tepeleme yığılmış koyun ve at eti kı­
zartması, sebze, meyve, çörek ve tatlının önüne kuruluyor, sa­
bahın erken saatlerine kadar yiyip içip, eğleniyorlardı. Yemek
bittikten sonra, sıra diğer ihtiyaçların giderilmesine geliyordu
ve bunda da bir sınırlama yoktu. Timur, toplumsal hayata dü­
zen veren tüm örf, adet ve kuralların askıya alınmış olduğunu
duyurmuştu. Herkes, canı ne çekiyorsa onu yapabilirdi.
Yezdi, hükümdarın, "şimdi yeme, içme, eğlenme zamanı,"
diye ilan ettiğini yazar. '"Kimse kimseden şikayet etmesin ve
kimse kimseyi kınamasın. Ne zengin fakirin, ne güçlü zayıfın
hakkına el uzatsın. Hiç kimse öbürüne, "Nasıl bunu yaptın?"
demesin.' Bu beyanattan sonra herkes kendini kapıp koyuverdi
ve canı ne çekiyorsa onu yaptı; bu şenlik sırasında ne olmuşsa,
görmezde11 gelindi." Bu gibi 'adi ve murdar şeyleri' hiç tasvip
etmeyen Arabşah, hükümdarın her türlü cinsel ilişkiye cevaz
veren bu beyanından faydalanmak için herkesin nasıl can attı­
ğını kaydeder. Burada, o alışılmış karmaşık üslubu bariz bir bi­
çimde erkeklik uzvu simgelerine odaklanır. "Herkes gönlünün
çektiğine koştu, aşıklar buluştu; kimse kimsenin yaptığına ka­
rışmadı; ne orduda ne yurttaşlar arasında, büyük küçüğü hor
görmedi. . . kılıç ancak o niyetle kalktı, mızrak ancak o niyetle
savruldu ve yariyle kucaklaşmadan inmedi."
Bu hazlar elbette bir gün son bulacaktı. Clavijo ve berabe­
rindeki heyet için cümbüş ansızın ve hüsranla bitti. Timur'la
son bir kez görüşmek için nafile bekleyen elçilere, 3 Kasım gü­
nü İspanya'ya dönmeleri talimatı verildi. "Bunu duyduğumuz-

413
da hemen itiraz ettik, Haşmetmeaplarının henüz izinnamemizi
çıkarmadığını ve efendimiz Kastilya kralından getirdiğimiz
tezkereye daha cevap vermediğini, bu yüzden oradan ayrıla­
mayacağımızı, daha doğrusu ayrılmayacağımızı bildirdik."
İspanyolların dediklerine aldıran olmadı. Hükümdar bir­
denbire rahatsızlanmıştı; kendileriyle görüşecek durumda de­
ğildi.

Haşmetmeaplarıııın dıırımııı ciddiydi, lıiç konuşamıyordu; hekimlerin


kehanetine göre her an ölebilirdi. Bizimle ı:ıe lıeyetimizle acilen görüşmek
.
istemelerini zorını/u kılan neden Timur'un ölmek üzere olıışuydu; bunu
açıkça ifade ettiler ve bir mı önce yola çıkmamızm ve vefatı alenen ilan
edilmeden, hele de yolımıuzun geçeceği yörelere ulaşmadan evvel bura­
lardaıı uzaklaşmanıızm kendi nıeııfaatimiz icabı olduğunu bildirdiler.

Mısır elçisiyle birlikte yola çıkmaları söylenmişti. Fakat İspan­


yollar on beş gün daha oyalandılar, bu kadar uzun süre kaldık­
tan sonra Kastilya'ya elleri boş dönmekten ödleri kopuyordu.
Sonuna kadar direndiler, ama nafile; 21 Kasım'da bir daha dön­
mernek üzere Semerkand'a veda ettiler. sı

* * *

Tüm dert ve kederlerin unutulduğu, her zevkin tadıldığı


ve her ihtiyacın tatmin edildiği iki aylık süre dolmuştu. Clavi­
jo'nun gidişiyle, Kanigil şenliğinin sonu aynı tarihe rastlamıştı.
Şenlik, üstlerinde bir güneş gibi parlamış, o gittikten sonra or­
talığa bir sonbahar hüznü çökmüştü. Hükümdar Timur' dan bir
bildiri duyuruldu. Uygunsuz ve ahlaka aykırı davranışlara kar­
şı, şenlik süresince askıya alınmış olan yaptırımlar tekrar yü-

81 Clavijo'nun böyle merasimsiz geri gönderilişi, Timur'un onun elçiliğine ne ka­


dar az itibar ettiğinin bir göstergesidir. Bu; çok daha büyük bir güç, üstüne üst­
lük Müslüman olan Sultan Ferec'in elçisine gösterilen itibarla taban tabana zıt­
tır. İspanyolların aksine, Mısırlılar birçok değerli hediyeyle döndüler; 40 metre
uzunluğunda, bir buçuk metre genişliğinde bir mektup da cabasıydı. Bununla,
zaten Timur'a boyun eğmiş olan genç sultandan, Bağdatlı Sultan Ahmed'i eli
kolu bağlı ve canlı olarak göndermesi, Türkmen aşiret reisi Kara Yusuf'un ise
kellesini yollaması isteniyordu.

414
rürlüğe girmişti. Şehvet ve işrete artık ruhsat yoktu. Yabancı el­
çilerin görevleri sona errrüşti. Hükümdarlıkta seferberlik ilan
edilmişti.
İspanyollar keder içinde batıya döner, Tatar ordusu doğu­
da savaş için hazırlanırken, sonbahar şenliklerinin yerini, kışın
asıR suratlı soğuğu aldı. Semerkand yayıalarında yaşanan o
benzersiz günleri gözlemlemek ve kayda geçirmek konusunda
Clavijo'nun üstüne yazar yoktur. Gördükleri karşısında kah
hayrete düşmüş, kah büyülenmiş; kah huşu içinde kalmış, kah
kınamış; bu ve bunlara benzer daha nice d uyguların etkisiyle
vücuda getirdiği nesri, canlılığı ve sürükleyiciliğiyle emsalleri­
ni fersah fersah geride bırakmıştır. Fakat Arabşah'ın, kış çö­
kerken ve Timur ömrünün en muhataralı savaşı için son hazır­
lıklarını yaparken egemen olan havayı, o pürhiddet ve fırtınalı
nesrindeki gibi de hiç kimse anlatamaz.

Çok geçmedi; sert yeller esip gür/emeye başladı; kış, cilıaıım üstünde bir
o yana bir bu yana sacnt/an buluttan çadırını gerdi; omuzlarılll şöyle
bir silkmesiyle yılanlar, çıyanlar, kertenkeleler yerin yedi kat dibine in­
di, çünkü soğuk çöktü, ateşler sönüp kül oldu; sular dondu; ağaçlar
yapraklarını döktü; ımıaklar giimbiir gümbür yukarıdan aşağı indi; as­
lanlar inlerine, ceylanlar ağıi/arına Çekildi. Cümle alem, kışm zulmün­
den Yaradan 'a sığmdı; omm korkusımdan toprağın beıızi uçtu; bağla­
rın yüzleri, arnımılarm dalları toz toprak bağladı; ortada ne güzellik, ne
canlılık kaldı; toprağm ıııahsulü kuruyup rüzgfıra savruldu.

Düğün, dernek, cümbüş, sefahat sona ermişti. Sanki daha şim­


diden başka bir çağda olmuş gibiydiler. Yılların verdiği tecrü­
beyle Semerkand, yaşlı ve hasta hükümdarına bir kez daha ve­
da edecek gücü kendinde bulacaktı. Ordu doğuya hareket edi­
yordu.

415
11

"O Mağrur Zorbanın Burnu Na.s ıl Yerde


Sürtüldü ve Cehennernin En
Karanlık Kuyusuna Atıldı "
1 404-1405

"Yiice Kuran der ki, !ı.demoğlunım ulaşabileceği en yük­


sek mertebe, din düşmanlarma karşı savaşmaktır. Hz. Muham­
med de bunu söyler; Müslüman büyüklerinin geleneğine uygun
olarak, Timur da daima kfijirleri ortadan kaldırmak için savaş­
mış, bunu hem o yüksek mertebeye erişmek hem fetihleriyle şan
ve şö/ıret kazanmak için yapmıştı."
ŞEREFEDDİN ALİ YEZDİ, Zafername

Saflarını buz gibi yeller biçiyor; iki yüz bin asker, Semer­
kand civarındaki düzlüklerde konuşlanmış, konak yeri ateşleri­
nin karşısında titreyerek ve ısınmak için kollarını kavuşturup
ellerini ovuşturarak, hükümdardan gelecek harekat emrini bek­
liyordu. Yakından gelen de vardı, uzaktan gelen de; Maveraün­
nehir'den gelen de vardı, Mazanderan'dan da; Anadolu'dan,
Azerbaycan'dan, Afganistan'dan, İran ve Irak'tan da gelenler
olmuştu. Hasımları Çin imparatoru Ming, muazzam ordusuyla
neredeyse dünyanın öbür ucunda bekliyordu. Ona ulaşmak
için önce beş bin kilometreye yakın yol katetmeleri ve ağır kış
şartlarına göğüs germeleri gerekiyordu; hem bu öyle bir kıştı
ki, daha şimdiden, yani İspanyol elçiler döneli henüz birkaç
gün olmasına rağmen, bütün ömürlerince böyle sertini, böyle
şiddetlisini gördüklerini hatırlamıyorlardı.

416
Tüm hazırlıklar tamamdı. Hükümdar yüce harp divanında
nutkunu söylemişti. Oğulları, torunları ve ordusundaki emirler
dinlemiş ve onun Çin' e saldırı planiarına onay vermişlerdi. Bu
seferin, onun en büyük emeli olduğunu biliyorlardı. Kim bilir
belki de Timur, Azrail tam kapıya dayanmışken, Çinli kafirlere
karşı giriştiği bu seferle, o güne kadar dökmüş olduğu onca
Müslüman kardeş kanının kefaretini ödeyeceğine yürekten ina­
nıyordu. Bundan daha yüksek bir olasılıkla, o güne kadar ye­
nilgi nedir bilmemiş ordusunu, yeryüzünde ona meydan oku­
maya muktedir yegane güce karşı sınamak istiyordu. Bu hiç de
yabana atılmayacak düşüncelere, kaçınılmaz olarak bir de, ga­
nimet sağlamak arzusu ekleniyordu. Timur gayet iyi b iliyordu
ki o güne dek gözünü diktiği hiçbir servet, Pekin hazineleri ka­
dar zengin değildi.
Timur'un seferleri için bulduğu ahlaki gerekçeler, ne ka­
dar şaşırtıcı da olsa, geçen yıllar zarfında yavaş yavaş kalıp­
laşmıştı. Hedefte eğer Müslümanlar varsa; demek ki has, dini­
bütün Müslümanlar değillerdi. Kafirseler, hiç mesele yoktu.
Timur sancağın( ve İslamın hilalini dalgalandıracak, bunları
kılıç zoruyla Hak dinine döndürecekti. Gelecek nesillere bıra­
kacağı mirasın iyi anlaşılması için, saray tarihçilerinin savaş
gerekçelerini uzun uzadıya vermesi gerekiyordu. Ve Timur,
Yezdi'nin şahsında, her harekatını mazur gösterebilecek, mü­
kemmel bir tarihçi bulmuştu. Tatar hükümdar daha gücü eli­
ne geçirmeden önce bu İranlı, Çin' e yapılacak bir seferin ne
denli isabetli olacağını yazmıştı. Asya' dan, hükmettikleri in­
sanları devamlı savaşa süren birçok gaspçı ve zorba geçmişti.
İşte bu nedenledir ki, ortalıkta, ne huzur, ne zenginlik ne de
asayiş kalmıştı. Dünyanın kanına sanki 'zararlı bir mikrop'
girmişti ve bunun 'acı bir ilaçla' acilen çıkarılması gerekiyor­
du. Bu tedavi, belki birtakım 'sıkıntılara yol açacak, ama has­
talığı da ortadan kaldıracaktı.

lşte insanlığı yola getirmek isteyen Cenab-ı Hak da aynı böyle, acı
tatlı bir ilaç, yani diiııyada bir eşi benzeri daha olmayan, Timur'un
gazabmı ve merhametini gönderdi; onun içine Asya'yı baştan başa
fetlıetmek ve bu yolla bir sürü zorbayı defetmek lıırsını yerleştirdi.

417
Dünyanın bu bölgesini öyle bir huzur ve asayişe kavuşturdu ki, tek
başma bir adam bir gümüş kova dolusu altıııı Asya'nın doğusundan
batısına kadar kılına zarar gelmeden nakledebilir. Fakat Jethettiği yer­
lerde belli bir ölçüde yılanı ve katliama, esaret ve yağmaya sebebiyet
vermeden bu dev işin üstesinden gelmesine olanak yoktu; bunlar zafer
kazanmaıım olmazsa olmaz unsurlarıydı.

Timur'un seferleri için ahlaki gerekçeler bulmak nispeten kolay


olabilirdi, ama bunlar için, hele de Çin'in yenilmesi gibi, çığır
açacak nitelikte bir girişim için gereken fiili hazırlık, hiç de öyle
değildi. Öncelikle yapılması gereken çok önemli atamalar vardı.
Timur'un yirmi bir yaşındaki tarunu Halil Sultan'a sağ kanadın
kumandası verildi. Sultan Hüseyin adlı bir başka torun, sol ka­
nadın başına getirildi. Bundan sonra sıra ordunun ihtiyaçlarının
karşılanmasına geldi. Tavacılar, her atlıya on adamın ihtiyacını
karşılayacak kadar yiyecek ve donanım sağlamakla görevlendi­
rildiler. Her askere, süt veren iki inek ve on keçi verildi. Bunlar,
sütünden ve gerekirse aşırı mahrumiyet koşullarında etinden
faydalamlabilecek binlerce dişi deveye ek olarak sağlanıyordu.
Ordu Çin' e giderken geçtiği yerlerde, binlerce yük arabasını dol­
duracak miktarda tahıl ekecekti. Bunların hasadını, sağ kalanlar
Semerkand' a dönerken yapacaktı. Doğu seferi boyunca aşılacak
yollar üstündeki toprakların tarıma elverişli duruma getirilmesi,
buralarda kale ve istihkamların kurulması gibi işler zaten çok
önceden beri harıl harıl sürdürülmekteydi. Artık uzun süre at
sırtında duramayan hükümdar, bu yolculuğu tahtırevailla yapa­
cak; tam bir hükümdara yaraşır bir biçimde, ardı sıra şahsi eşya­
sını taşıyan beş yüz develik bir katar onu izleyecekti.
Müneccim göğü incelemiş, sözde seferin zamanlamasının
uygun olduğu yolunda hüküm vermişlerdi, ama yıldızların al­
tında koşullar, olsa olsa bu kadar berbat olabilirdi. Yezdi, "öyle
keskin bir soğukvardı ki, daha yoldayken çok adam ve at telef
oldu; kiminin eli ayağı koptu, kiminin kulağı, burnu düştü" di­
ye yazar. "Yağmur ve kar dinrnek bilmiyordu; koca gökyüzü
sanki yekpare bir buluta, koca yeryüzü yekpare bir kar kütlesi­
ne kesmişti." Askerler, ömürlerinin bu en uzun, en soğuk ve en
tehlikeli yolunda ilerlerken, içlerinde birçoğu, müneccim, onla-

418
rm hayatına mal olacak bir hesap hatası yapıp yapmadığını
merak etmiş olsalar gerektir. Sonradan akıllanan Yezdi, "gökbi­
limciler, tam bu sırada üç büyük yıldızın kova burcunda küme­
lendiğini, bunun da büyük bir felaketin habercisi olduğunu
söylemişti" diye hayıflanır.
· Timur, bu gibi düşüncelerle yolundan alıkonamazdı. Münec­
cimler, önceden ve kendi başına aldığı kararlara onay verdikleri
sürece onun işine yarardı. Eski günlerde olsaydı, kışı belki Se­
merkand' da sefa sürüp dinlenerek geçirir, sefere çıkmak için
ilkbalıarı beklerdi. Fakat Azrail'in, onu bu fani dünyadan alma­
ya hazırlandığı bir sırada, işleri ertelemeye gelmezdi. Tahtıre­
vanı üstünde yan gelip oturmuş ve kürklerle sarılıp sarmalan-
. mış olan Timur, emirlerini sıralıyordu. Ordu Çin seferine de­
vam edecekti.
Kış, olanca hışmıyla üstlerine bastırmıştı. Dram yazariarına
has bir bakışı ve okurlarını hem şaşırtıp hem merakta bırakma
eğilimi olan Arabşah, Asya boyunca, bu ölüme kafa tutan hare­
kiltı dile getirecek en uygun yazardı. Kış, şimdi onun tarihçesi­
ne, yeni bir kahraman gibi girmiş, fırtına gibi sayfaları kasıp
kavuruyordu; bu doğaüstü güç, tüm cihana, özellikle de Ti­
mur' a karşı harp ilan etmişti. "O gelmişti; öyleyse nefesler d on­
malı, burunlar, kulaklar buz kesip düşmeli, bacaklar kopmalı,
kafalar uçmalıydı."
Pırtmaya karşı başlar omuzlara gömülmüş, atlar kardan
zırhlara kesmişlerdi; hayalet ordu bata çıka ilerlemeye devam
ediyordu. İlk konak yeri Seyhun Nehri'nden biraz önce, Aksu­
lat'taydı. Burada, Halil Sultan' a, sağ kanadı alıp Taşkent' e; Sul­
tan Hüseyin' e ise sol kanadı alıp Yesi'ye gitmesi emredildi. Her
ikisi de baharda askerleriyle birlikte geri dönecek; Timur, Pe­
kin'e doğru yoluna devam edecekti.
Hükümdar Aksulat'ta bazı aile sorunlarıyla meşgul oldu. To­
runu Halil Sultan, merhum Emir Seyfeddin'in haremine mensup
Şadimülk adlı bir odalıkla evlenerek, hÜkümdar ailesini allak bul­
lak etmişti. Küplere binen Timur, kadının tutuklanmasını emret­
miş; fakat Halil Sultan dedesinin emrine karşı gelerek onu sakla­
mıştı. Kadın ele geçtiğinde, ölüme mahkum edildi. Eğer bir başka
torun, Pir Muhammed müdahale etmeseydi, eski odalık, yeni sul-

419
tan az kalsın boğazlanacaktı. Mamafih Aksulat'a gelen Timur,
Halil Sultan'ın bir kez daha ona karşı gelerek kadından ayrılmayı
reddettiğini öğrendi. Öfkeden kudurup, ikinci kez kadının öldü­
rülmesi emrini verdi. Bu defa da, elinde büyüyen delikanlının
acısına dayanamayan Saraymülk Hanım, kadın lehine araya gir­
di. İki kıdemli emir, Şeyh Nureddin ve Şah Melik kandırılarak,
Timur'a, Şadimülk'ün Halil Sultan'dan gebe olduğunu söyleme­
ye ikna edildiler. Bu hile işe yaradı. Ölüm cezası uygulanmadı.
Şadimülk, hamileliği süresince Timur'un bir başka eşinin gözeti­
mi altında olacaktı. Doğum yaptıktan sonra da hadımağalarına
teslim edilecek; bunlar Halil Sultan'ın, yaşadığı sürece bir daha
bu kadını görmemesini sağlayacaklardı.
Bu mesele halledildikten sonra, doğu seferine devam edildi.
Şiddetli fırtınalar bozkın kırbaç gibi dövdükçe, hükümdar aile­
sindeki çalkantılı ilişkiler hafızalardan silindi. Timur, soğuktan
korunmaları için adamlarına kalın giysiler verdirmiş, çadır bez­
lerini takviye ettirmişti, fakat bunlar zalim soğuğa karşı gene de
yetersiz kalıyordu. Gündüzleri eyer üstünde sallandıkları için bi­
raz olsun ısınıyorlar, atıarına sımsıkı sarılarak, hayvanın vücut
ısısını emıneye çalışıyorlardı. Geceleri, ısı hızla düşüyor; gökteki
yıldızlar donmuş birer iğne ucu olup adeta etlerine batıyorlardı;
işte o zaman kirli yün battaniyelerine iyice sarınıyor, cılız ateşle­
rin karşısında büzüşüp oturuyorlardı; gerçi bunlar da besieyecek
fazla yakıt olmadığından çabucak sönüp gidiyorlardı.
Seyhun'a ulaştıklarında, geç+!kleri diğer tüm nehirler gibi
bunun da donarak taş kesilmiş olduğunu gördüler. Her ne ka­
dar bu durum, onları nehri aşmak için sığ yer aramak veya baş­
ka bir yola sapmak zahmetinden kurtarıyor ise de, bu defa su
bulmak açısından zora sokuyordu. Yezidi'nin ifadesine göre,
bunun için adamların buzu birkaç metre kazmaları gerekiyor­
du. Zaten ondan önce üç beş parça çalı çırpı bulmak uğruna,
kar kürernekten şişmiş olan parmakları, buzun içine kanıyor­
du. Acı hissetmeyecek kadar donmuş, uyuşmuşlardı.
Kara, fırtınaya rağmen ordu inatla yoluna devam ediyor­
du. Arabşah, bu amansız saldırı karşısında geri çekilmemekle,
Timur'un doğaya meydan okuduğunu yazar. "Fakat, kış ona
çok zarar verdi; esen yeller böğürlerine saplandı; vahşi rüzgar-

420
lar ordusuna yandan, önden daldı; dondurucu soğuk ordusu­
nun filizlerini kesti, attı. . . Kış, kasırgalarıyla dört bir yanlarını
kuşattı, onları hortumlarına sarıp üstlerine patır patır dolu saç­
tı; ayazlarını boralarını acı acı uğuldattı; soğuğu, karı, her şe­
yiyle topyekun hücuma geçti." Arabşah, artık bunun iki kişi
arasında-ki şahsi bir kavgaya dönüştüğünü yazar; Timur bun­
dan galip çıkmaya öylesine azimliydi ki askerlerinin çektiği ıs­
tıraba aldırmıyor, durulması emrini vermiyordu. Suriyeli'nin
ifadesine göre, çok zayiat vardı ve ölüm soylu, yoksul gözetmi­
yordu. Buna rağmen, Timur ve ordusu, Pekin' e doğru bastırı­
yorlardı. Arabşah'ın kahramanı kış, aman vermiyordu.

"Sözüme kulak ver, Allah da biliyor ki, ne üst üste yığılı kömür/erin
koruyabilecek seni ölümün ayazmdan ne mangalda çıtırdayaıı ate­
şin!" Sonra tepesindeki kar ambarından; göğüslük zır/ılarını çatlata­
cak, demir mengenelerini eritecek bir ölçü kar tarttı; bunu göklerden
onun ve ordusunun üstüne dağ gibi dolu taneleri olarak yağdırdı, ar­
dından bora/ar, kasırga/ar, tayfunlar yolladı; bunlar kulaklarına, göz
pınarlarına girdi; burun deliklerinden içeriye dolu bastı; sonra kuru
bir ayaz gönderip soluklarını gırtlaklarına tıkadı; dakunduğu her şeyi
çürüttü, parça/adı; yukarıdan tozuyan kar dört bir yanı kapladı, koca
dünyaya kıyamet günü gelmiş ya da Allalı onu gümüşten bir deryaya
çevirmiş gibi oldu. Güneş doğup, don ışı/dadığında manzara müthiş­
ti; sanki gök, Türk cevlıerlerinden çatılmış, yer billurdan yaratılmıştı;
ikisinin arası altm gibi ışıldıyordu.

Kış öyle zorluydu ki güneş bile üşüyüp donmuştu. Birisi yere tü­
kürdüğü zaman, tükürüğü yere bir buz topu olarak düşüyordu.
Soluk aldığı zaman, soluğu sakalında, bıyığında donuyordu.
Ocak ortasında ordu, Kazakistan' daki Otrar' a vardı. Bura­
da, Timur ve en kıdemli kurmayları, Emir Birdi Bey'in kona­
ğında kaldılar. Buradan çıkarılan keşif kolları, mevcut hava ko­
şullarında önlerindeki yolun geçilecek durumda olup olmadı­
ğına baktılar. Döndüklerinde ciddi bir ifadeyle başlarını iki ya­
na sallayarak, gittikleri her yerde kar kalınlığının iki mızrak bo­
yunu bulduğunu bildirdiler. Katırlar, develer ve yük arabaları,
bu yolu aşamazlardı. Tam bu sıra, Toktamış'tan bir elçi geldi;

421
Yezdi'nin ifadesine göre, 1395'te Timur'un ona yaşattığı boz­
gundan beri Toktamış mağduriyet içinde, Kıpçak çöllerinde
serseri gibi dolaşıp durmuştu. Aralarındaki geçmişe rağmen,
Timur elçilik heyetinin şerefine mükellef bir şölen verdi. Tokta­
mış'ın mesajı, uzlaşıcı ve af diler bir havadaydı. Başına gelen
her belaya müstahak olduğunu söylüyordu. Kendini, hüküm­
cların ayakları dibine atmaktan başka çaresi kalmamıştı; affına
sığınıyor ve Timur'un emrine arnade olduğunu bildiriyordu.
Tatar hükümdar, cevaben, Çin seferinden döndükten sonra
onun tekrar tahtına kavuşması için yardımcı olacağını yazdı.
Otrar' da yeller acı acı eserken, zayıf düşmüş hükümdar an­
sızın soğuk algınlığına yakalandı. Her ne kadar tahtırevanında,
adamlarına göre kışa karşı daha muhafazalı bir durumda yol­
culuk ettiyse de, bunların çoğundan kat kat daha yaşlıydı ve
üstelik Clavijo'nun Semerkand' da bulunduğu dönemde tutul­
duğu hastalıktan daha tam kurtulamamıştı. Sarayda, ilaçlar ve
şifalı otlarla hazırlanmış içecekler kaynatılıyor, sağuğu çıkart­
mak için her yanda ateşler yakılıyordu. Fakat belirtiler kaybol­
mamakta direniyordu. Asya'nın en ünlü tıp uzmanlarından,
sarayda görevli hekim, Tebrizli Mevlana Fazl, birkaç tür tedavi
hazırladı. Ne gariptir ki bunlardan biri, hükümdarın tüm gö­
ğüs ve karın nahiyesinin buzla kaplanmasını öneriyordu. Her­
kes tedirginlik içinde Timur'un iyileşmesini bekliyordu.
Hekimlerin çabaları istenilen sonucu vermedi. Soğuk al­
gınlığı, hummaya çevirdi. Kırışık yüzlü hükümdar, yatağının
içinde iki büklüm olmuş, bir o yana bir bu yana dönüyor; bir
an soğuktan titrerken, bir an sonra tere batıyordu. Ateşler
içinde yanarken sannlar görüyor; hurilerin ona Yaradan'ına
kavuşmadan önce tövbekar olması için seslendiklerini sanı­
yordu. Sonunun geldiğini hissediyordu. Son sözlerini söyle­
mek için eşierini ve en kıdemli emirlerini başucuna çağırttı;
sesi zor duyuluyordu.

Çok kalmadı; ruhumu teslim edecek, canı veren ve alan Allalı'ın hu­
zuruna çıkacağını. Arkanıdan ağlamayın. Üstünüzü başınızı yırtnıa­
yın; divaneler gibi kendinizi yerden yere çarpnıayın; bunun yerine be­
nim için dua edin ki Allalı ralınıetini üstümden eksik etmesin. Tekbir

422
getirin, fatiha okuyun ki ruhum şad olswı.82 Cenab-ı Hak bana, İran
ve Turan'a kanım ve nizanı getirmeyi ııasip eyledi; artık o topraklar­
da güçlü güçsüzii ezemiyor; taksiratım çoktur, Allah affetsin . . . Ci­
hangir'in oğlu, Pir Muhammed tahtınun tek kanuni vfirisidir, burada
ilan ediyorum. Senıerkand tahtında, mutlak bir egemenlik ve tanı bir
serbesti içinde oturma/ıdır; yurdumuza, ordıınıuza ve hakimiyetimiz
altmda bulunan topraklara ancak böyle hükmedebilir. Hepinizin ona
itaat etmesini emrediyorum; gerekirse onu güçlü kılmak için canınızı
vermekten kaçmmayııı; böyle yaparsanız dirlik ve düzen bozulmaz,
yıllardır çektiğim emekler zayi olmaz. Birlik olursanız kimse ne size,
ne de benim son vasiyetime karşı koyabilir.

Emirlerini, beylerini ve kumandanlarını çağırtarak hepsine bu


sözlerine uyacaklarına dair yemin ettirdi. Gözyaşlarını tutama­
yan Şeyh Nureddin ve Şah Melik, ona ebeciiyen sadık kalacak­
larına ant içtiler. Dedesinin ölmeden önceki son arzularını şah­
sen duyması için, Halil Sultan' a yazıp onu Otrar'a çağırınayı
önerdiler. Ne kımıldamaya ne konuşmaya takati olan Timur
başını iki yana salladı. Buna zaman yoktu. "Bu benim huzuru­
ma son çıkışınız olacak. Şehzade Şahruh'u görmekten başka bir
arzum yoktu, fakat artık bu mümkün değil. Demek nasip bu
kadarmış." Timur'un odasında ayakta bekleyen soylu beyler ve
hanımlar, bu sözler karşısında hıçkırarak ağlamaya başladılar.
Timur, son bir kez onlardan yana döndü. Hiç takati olmamakla
beraber, gözleri her zamanki haliyle, kor gibi parlıyordu.

Huzuru ve asayişi korumak için dediklerimi yapmayı unutmayın. Te­


baamzm ne yaptığmdmı daima haber/i olun. Korkmayın; kılıcımzı ce-

82 Kuran'ın ilk suresi, Fatiha:

Ralıman ve rahim olan Allah'ın adıyla


Hanıd (övnıe ve övülme) filenılerin Rabbi Allah'a mahsustur.
O i-ahmandır ve rahimdir.
Ceza güııünüıı malikidir.
Rabbimiz! Ancak sana kulluk ederiz
Ve yalnız senden medet umarız.
Bize doğru yolu göster.
Kendilerine lütuf ve ikranzda bulımduğun kimselerin yolunu;
Gazaba uğrmmşlarm ve sapmışların yolunıı değil!

42 3
saretle taşıyın ki benim gibi uzun saltanat sürün ve geniş topraklara
hüknıediıı . İraıı'ı ve Turaıı'ı düşmanlarmdan ve asilerden temizle­
dün; onlara refah ve adalet getirdim. Eğer benim son isteklerimi yeri­
ne getirir ve davraııışlarınızı sadece adalet duygusımım yönlendirme­
sine izin ·uerirseniz, daha uzun süre bu hükümdarlık elinizde kalır.
Fakat ne zaıııaıı ki birlik ve ahenk bozulur, işte o zaman talih tersine
döner. Düşman, sizi savaşla lnmaltmaya başlar ve bunun önünü al­
mak çok zor olur; devlete ve dine telafisi olanaksız zararlar gelir.

Bu sözlerden sonra ateşi daha da azdı. Dışarıda, hocalar


Kuran okuyordu. Başucunda bir imam, yasin suresini mırılda­
nıyordu. Sabah sekiz civarında, Peygamber'in şahadet getiren­
Ierin cennetlik olacağı yolundaki vaadine uyarak, "La ilahe illal­
lah . . . " diye yüksek sesle inancını dile getirdi. Yezdi, "sonra ru­
hunu, onu şu sözlerle çağıran Azrail' e teslim etti: 'Ey ruh, Al­
lah'ın huzuruna tevekkülle gel; O'ndan gelir, O'na döneriz."' 83
Odada kısa bir sessizlik oldu. Dışarıdan duyulan tek ses, o
soğuk ve karanlık bozkır gecesinde, konağın duvarlarını kam­
çılayan rüzgarın sesiydi. Kandiller, Timur'un solgun yüzüne
altın sarısı bir duvak örtmüşlerdi. Tüm soylu hanım ve beyler,
emirler ve sarayın ileri gelenleri, hekimler ve hizmetkarlar ken­
dilerini acılarına bıraktılar ve kana kana ağladılar. Hükümdar,
yani kainatlarının merkezi, ölmüştü.

83 Arabşah, elbette ki Timur'un son saatleri hakkında farklı şeyler yazmıştı. Son
anında bile, Şam'da yurdunu yuvasını yıkan bu adama karşı duyduğu derin nef­
reti yenememişti. Kitabında Timur'un öldüğü bölümün başlığı, "O Mağrur Zor­
banın Burnu Nasıl Yere Sürtüldü ve Cehennemin En Karanlık Kuyusuna Atıldı"
olarak adlandırılmıştı. Nesri, hep olduğu gibi, tumturaklı ve haşindi: "Yüreği çat­
ladı, ne servetinin ne de çocuklarının bir faydası olmuyordu; sonra kan kusmaya
başladı, esef ve tövbeyle yumruklarını dişliyordu. Ölümün sakisi ona acı şerbeti
sundu ve o güne kadar inkar ettiği şeyi artık aklı keser oldu; cehennemin lanetini
görünce imanından medet umdu, ama nafile; aman diledi, ama veren olmadı ve
ona şöyle denildi: 'Göç, ey o habis bedendeki habis ruh; göç, ey rezil, günahkar
ruh, kaynar kazanların, irinli kanların, kendin gibi günahkarların içine düş.' Öyle
bir öksürüyordu ki deve boğazlanıyar sanılırdı; suratında renk kalmamıştı; yuları
gerilmiş deve gibi ağzı burnu köpürüyordu; ona eza eden melekler ah bir görül­
seydi; günahkar ruhu nasıl büyük bir keyifle hırpalıyorlar, evini barkım dağıtıp
hafızalardan siliyorlardı . . . Sonra Cehennemden at kılından yapılmış giysiler ge­
tirdiler, ısianmış keçeden lif çeken şiş gibi ruhunu çekip aldılar; oradan, lanetlen­
rnek ve cezasını çekmek üzere Allah katına havale edildi; işkence hiç durmadı;
Allah'ın cehennemİ azabı hiç dinmedi."

424
12

Bir Hükümdarlığın Çöküşü/


Bir Yenisinin Doğuşu

"Yüreğimiz dağlaıııyor, çünkü dünyanın en biiyük hü­


kiimdarı, canınıız, ciğerinıiz, öldü; daha şimdiden, ellerinden tu­
tup bataklıktan çıkardığı ve en yüksek payeler balışettiği birta­
kım cahil gençler onun amsına ihanet ediyorlar. Ona olan min­
netlerini ve vazifelerini unutup, vasiyetlerine uymuyor, ettikleri
yemini çiğniyorlar. Biz böyle bir felaket karşısında nasıl acımızı
unutalım? Kralları kapısında uşak diye tutan bir hükümdar, fa­
tih adını hak etmiş bir kişi, aramızdan ayrılır ayrılmaz vasiyeti
bir kenara kaldırılıyor. Köleler velinimetierine düşman kesiliyor.
Hani bunların dinleri? Hani bunların imanları, nerede? Taşla­
rm yüreği olsa, onlar bile çatlardı. Bu nankör köpek/erin başına
neden ceza olarak gökten taş yağdırılnııyor? Bize gelince, Al­
lah'ın izniyle, efendimizin son arzusıma ve vasiyetine sadık ka­
lacak, torunlarına biat edeceğiz. "

Timur'un ölümünün ardından emirlerinin


yaptığı konuşma.
HAROLD LAMB, Dünyayı Yerinden Oynatan Adam,
Timurlenk

"Hükümdarların büyüklüğünün, arkalarmda bıraktıkları


eserlerle ölçüldüğii herkesin malumudur. "
ŞEREFEDDİN ALİ YEZDİ, Zafername

42 5
Timur'un bedeni daha soğumadan; ölüm döşeğinde gayet
belagatla sakınılması gerektiğini söylediği kardeş kavgası pat­
lak vermişti. Koca bir imparatorluğun kaderinin bir tek adama
bağlı olduğu ve o adamın, tam da olmaması gereken bir za­
manda, bulunmaması gereken bir yerde bulunduğu pek ender
görülmüştür. Taht varisi olarak atanan Pir Muhammed, çok
uzakta, güneyde kendisine verilen Hindistan'ın kuzeyindeki
topraklardaydı. Gözünü hırs bürümüş olan Halil Sultan ise,
Taşkent'te, ordusuyla kışlamaktaydı ve burası hükümdarlığın
merkezi, başkent Semerkand' dan yalnızca 260 kilometre uzak-'
taydı. Gücü ele geçirme savaşı başlamıştı.
İlk girişim, Timur'un tarunu Sultan Hüseyin'den geldi.
Tahtı ele geçirmek için yaptığı yıldırım harekat başarısızlıkla
sonuçlanınca, Şahruh'a sığındı ve Şahruh, hiç zaman kaybet­
meden onu öldürttü. Tahta, Pir Muhammed'in geçmesini sağ­
lamak için alelacele Otrar'dan başkente gelen sadık emirler,
Şah Melik ve Şeyh Nureddin, kent kapılarında durduruldular.
Tahta göz koyan genç Halil Sultan'ın, o kısa arada tayin ettiği
Semerkand'ın yeni valisi, onların içeriye girmesine izin ver­
medi. Kısa vadede sonucu, basit coğrafi unsurlar belirledi.
Dedesi öldüğünde Semerkand'a en yakın mesafede bulunan
Halil Sultan, tahta oturdu. 1406' da tahtın kanuni varisi kuv­
vetlerini toplayıp savaş açmak üzere kuzeye yürüdü. Halil
Sultan, onu müthiş bir bozguna uğrattı. Pir Muhammed bir
yıl sonra, en. güvendiği emirinin elebaşılık ettiği bir darbe sı­
rasında öldürüldü.
Halil Sultan'ın saltanatı pek kısa ömürlü oldu. Onun başa
geçmesinde destek olan ordu, büyük ölçüde Maveraünnehir dı­
şında yaşayan topluluklardan alınma askerlerden oluşuyordu.
Bu adamların, esasen bir ailenin içinde cereyan eden bu taht
kavgasıyla pek ilgileri yoktu; ne de kumandanlarına candan,
yürekten bağlıydılar. Timur'un yaşadığı süre içinde davasına
kazandığı kavim ve boylarda olduğu gibi, satın alınmaları ge­
rekiyordu. Geçen yıllar zarfında bu sadakat, Asya'nın savaş
meydanlarında, yağmalanan saraylarında ve hazinelerinde ele
geçirilen ganimetierin askerler arasında paylaştırılmasıyla satın
alınmıştı. Timur'un ölümü bu denklemi altüst etmişti. Başta ka-

426
labilmek için kendi yurdunda göğüslernesi gereken entrika ve
çalkantılar yüzünden, Halil Sultan, dedesinin imparatorluğunu
ayakta tutan sınır ötesi fetihlere çıkamıyordu. Dört yıl içinde;
evlenmiş olduğu muhteris kadının da teşvikiyle, Semerkand'ın
kasalarını kendine destek verenler uğruna boşaltmıştı. Şadi­
mülk, hızla yükselmişti. Haremden kurtarıldıktan sonra önce
hanım olmuş; ardından en büyük emeli gerçekleşerek, zirveye,
başkadınlığa yükselmişti. Onun etkisiyle, emirler birer birer
çaptan düşmüş; sonunda Halil Sultan, tümüyle güzel eşinin
güdümüne girerek, devlet işlerini ona danışmadan göremez ol­
muştu. Arabşah, "deliliğin, divaneliğin, bu kadarı olur," diye
alay eder, "karısı tarafından yönetilmeye bir adam nasıl rıza
gösterir?"
1409' a gelindiğinde, artık verecek bir şeyi kalmamıştı. Halil
Sultan'ın cömertçe dağıttığı günlerin geride kaldığını anlayan
dalkavukları, büyük hüsran içinde, kendilerine yeni çıkar kapı­
ları aramaya başladılar. Halil güçten düşmüş birliklerini alarak
amcası Şahruh'?- sığındı; ona kucak açmış gibi görünen Şahruh,
yeğenini zehirleyerek öldürdü. Arabşah, Şadimülk'ün yıkıldı­
ğını yazar. "Eline bir hançer aldı ve gırtlağına dayadı, sonra öy­
le bir kuvvetle üstüne abandı ki hançer kafasını delip geçti; içi­
ni yakan ateş nihayet onu kavurup kül etti; ikisi bir mezara gö­
müldü."
Kendine ait olan Horasan' da, bir dizi taşkın başkaldırıyı
bastıran Şahruh öne çıkarak gücü ele geçirdi. Semerkand'ı
marifetli oğlu Uluğ Bey'e bırakarak, başkenti Herat'a taşıdı.
Bundan sonraki kırk yıl Timuroğulları uygarlığının en parlak
dönemi oldu. İmparatorluğun merkezinde birlik bozulmadı
ve onlarca yıl süren savaşın ardından gelen barış ve huzur or­
tamının nimetlerinden yararlanıldı. Şahruh ve karısı Gevher­
şad, sanat ve edebiyatın cömert hamileri oldular ve onların
döneminde Timuroğulları kültürü, doruk noktasına ulaştı. Se­
merkand'ın gökbilimci hakanı Uluğ Bey, kendini matematiğe,
tıbba ve müziğe verdi. Babası gibi şiire düşkündü; ayrıca tari­
he, coğrafyaya, felsefeye ve ilahiyata da merakı vardı. Fakat
bunların hepsinden çok, yaptırdığı rasathane ve geliştirdiği
yıldız çizelgeleri ile nam salmıştır; on yedinci yüzyılda ingil-

427
tere' de ilk defa bir Kraliyet Gökbilimeisi atandığı zaman, hala
bu çizelgelere başvuruluyordu. Birbirinden güzel ve görkemli
anıtlar dikilmeye devam ediliyor, minareler gökleri süslüyor­
du. Recistan' da, gökbilimci hakanın ve onun keşfettiği takım­
yıldızların şerefine inşa edilen yeni bir medrese, meydanın şa­
nına biraz daha şan katmıştı. Bir tarihçede yazılı olduğu gibi,
"Ademoğlu oldu olalı; insanların bu kadar mesut, bahtiyar ve
huzurlu yaşadığı ne bir çağ, ne bir dönem, ne bir devir, ne de
bir an görülmüştü."
Bunlar, Timur'un yoktan var ettiği imparatorluğun son
pırıltılarıydı. On beşinci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde,
hem Şahruh, hem Uluğ Bey ölmüştü. Otuz sekiz yıl süren fev­
kalade aydınlık bir idareden sonra, gökbilimci hakanın ölümü
kendi oğlunun elinden olmuştu. Hükümdarın vefatından bir
asır sonra, Timuroğulları imparatorluğu çökmüştü. Onun aile
içi birliğin bozulmasıyla ilgili keramet dolu uyarıları dinlenil­
memişti. İnsanlığa hediye ettiği mavi kubbeli camiler, göz ka­
maştıran minareler, zarif bahçe ve saraylar, ölü bir uygarlığın
hazin kalıntıları olarak, Asya'nın dört bir yanına saçılmıştı.
Yalnızca Hindistan' da, dünyanın damının tam karşısında, Ti­
mur'un torununun, torununun tarunu ve en şanlı varisi Ba­
bür'ün kurduğu Moğol İmparatorluğu'nda, eski şaşaa sürü­
yordu.

* * *

Bir sonbahar günü -bu Orta Asya' da geçirdiğim son gün­


dü- akşamın geç bir saatinde Timur' a veda ettim. İki yanın­
daki iki zarif, ince minaresiyle Gür-i Emir mozolesinin kentin
her yerinden görülebilen otuz altı metre çapındaki yivli kub­
besi, batan güneşin ışığında bir fener gibi parlıyordu; bu Se­
merkand'ın en müthiş yapısı ve Timuroğulları mimarisinin,
dünyanın görüp görebileceği en yaratıcı örneğiydi. Sevgili to­
runu Muhammed Sultan için diktirdiği bu yapı, Cihangir'e de
ebedi istirahatgah olmuştu; iflah olmaz dalkavuk Yezdi, onu,
'muhteşem bir gömüt' olarak betimler. "Kubbeyi saran mer­
mer kuşağı, mavi ve sarı çiniler daha göz alıcı hale getiriyor-

428
du. İçinde, ulu hükümdarın ölüsünün gömüleceği bir tonoz
yapılmış; etrafında bulunan yıkık evlerin yerine pek güzel bir
bahçe dikilmişti." Her ne kadar Timur, baba ocağı ve hüküm­
darlığının ilk başkenti Şehrisebz'e gömülmeyi düşünüyor
idiyse de Halil Sultan onu kafuru, misk, amber ve gülsuyuyla
yıkatarak buraya defnettirmişti. Dikkafalı torunun, kente ege­
men olduktan sonra, kendini göstermek için yaptığı ilk işler­
den biri bu olmuştu.
Arabşah, "önce dedesinin defin işiyle uğraştı; dini gerekler
yerine getirildikten sonra mezara konuldu," diye yazar.

Na'şım abanoz ağacından bir tabuta koydurdu; belli başlı adarnlar


onu tepelerinde taşıdılar. Hanlar, beyler arkadan geldi; askerlerin
başları öne eğikti, siyahlar içindeydiler; yanları sıra birçok emir ve
danışman yürüyordu; onu herkesçe bilinen Ruhabfid'da, tarunu
Muhammed Sultan 'ın yattığı yere gömdüler; mezarı açıkta, bir ka­
idenin üstünde duruyordu; dini gerekleri yerine getirdi; hatimler
iııdirtti, Jdualar okuttu; sadaka dağıttı, yemek ve tatlı çıkarttırdı;
kabrin üstüne bir kubbe diktirerek ona olan borcunu ödedi; nıezarı­
nm üstüne ipek giysilerini serdirdi, duvarlara silahlarını ve diğer
savaş gereçlerini astırdı; bunların hepsi değerli taşlar ve altmZa iş­
lemııişti; o kadar süslü o kadar sanatlıydılar ki en basit birinin de­
ğeri bir ülkenin bütün gelirine eşitti ve üst/erindeki taşlarm bir te­
kine bile paha biçilenıezdi. Tavana yıldız şeklinde altın ve gümüş
avizeler taktırdı ve naşının etrafındaki oturacak yerlere baştan aşa­
ğı işlemeli ipekten örtüler serdirdi. Avizelerden biri altındı ve dört
bin sekidram ağırlığındaydı, bu Senzerkand ölçülerine göre yarını,
Şam ölçülerine göre beş kiloydu.
Sonra başına Kuran okuyan hocalar, hizmetkarlar, bekçiler,
gözcüler koydu ve bunlara günlük, aylık ve yıllık ödenek tahsis etti.
Bir süre sonra, na'şını sanatında Jevkalade, Şirazlı bir ustanın yap­
tığı çelik bir tabıda geçirterek kabrine gömdürdü. Dualar ve niyaz­
lar arasmda uğurlandı. Biiyük hanlar, beyler buradan geçerken at­
larından inip önünde secde ederek ona olan hürmetlerini belirtiyor­
lardı.

42 9
Mozolenin etrafında çocuklar bir o yana bir bu yana seğirti­
yordu. Ayak bileklerimi okşayan hafif bir meltem, alacaka­
ranlığın içinden aile yaşantısına ait uzak sesler ve buram bu'"
ram pilav kokusu getiriyordu. Otoparkın karşısında, oturdu­
ğu tahttan Recistan'ı süzen ve her haftasonu yeni evlilerin
önünde merasim yaptığı, Timur'un abidevi heykeli yükseli­
yordu. Kemerli, devasa giriş methali bir mavi çini cümbüşüy­
dü; iç kısmı mukarııa s tabir edilen yivlerle süslenmişti ve yu­
karıya doğru incelerek bir dikit oluşturuyordu; arkasındaki
avluda kimsecikler yoktu. Bir başka methalin hemen ardında,
yivli kubbe göğe doğru yükseliyordu. İsfahanlı ünlü bir mi­
mar tarafından, sekiz kenarlı bir plan üzerinde inşa edilen bu
mozole -üstündeki bir kitabede, "Tanrı'nın aciz kulu, Mu­
hammed ibn Mahmud İsfahani tarafından yapılmıştır/' diye
yazıyordu- bir ölçü, üslup ve yalınlık harikasıydı ve bir hü­
kümdarın hayatını, bir hanecianın saltanatını ve Tanrı'nın sı­
nırsız kudretini kutlulayan, soylu bir yapıydı. Lacivert, firu­
ze, sarı ve yeşil çinilerle işlenmiş kubbenin altında, üç metre
yüksekliğindeki bir kitabede, "Allah ebedidir," ifadesi oku­
nuyordu. Bir şair, kubbenin büyüklüğünün etkisi altında,
"Gök, bir gün ortadan kalksa da fark etmez, bu kubbe onun
yerini tutar/' demişti.
İçeriye, mozolenin ortasına doğru ilerledim; dışarının göz
kamaştıran aydınlığından sonra, içerinin loşluğundan bir an
gözlerim karardı. Karanlığa alıştığım zaman, kubbenin altında,
mağara gibi bir odaya açılan, 1420'de Uluğ Bey'in eklettiği; do­
ğu yakasındaki kemerli geçitten geçtim. İçerideki süslemelerin
zenginliği karşısında nefesim kesildi; kimileri solmuş, kimileri
çarpıcı parlak renklerle onarılmıştı. Duvarların alt kısmı, oniks
mermerden altıgen karolarla kaplıydı; bu dingin süslemenin te­
pesinde, pek derin olmayan, mermer kornişler yer alıyordu.
Oniks karoların hemen üstünde, duvarları çepeçevre saran ye­
şim taşından bir kuşağa, oyma, altın harflerle Kuran' dan ayet­
ler yazılmıştı. Her duvarın ortasında yüksek cumbalar vardı,
bunların üst tarafından aşağıya doğru sarkıt gibi inen, mavi ve
altın yaldız boyanmış kartonpiyerler görülüyordu. Bunların

430
çok yukarısında, bakarken boyun ağrıtan bir yüksekliğe konul­
muş kafesli pencerelerden içeriye kehribar rengi bir ışık süzü­
lüyor, kubbenin altın yaldızlı davlumbazını ve bunun üstünde
bulunan rengarenk yıldızlada kaplı geometrik b içimleri aydın­
latıyordu.
Mozoleyi taçlandıran bu şanlı kubbe aşağıda, odanın tam
ortasında toplanmış ve oymalı mermer bir parmaklığın ar­
dındaki yedi anıt mezara bakıyordu. Bunlar, Timuroğulları
hanedanının önde gelen parlak kişilerine ait mezarlardı; biri,
anısına bu mozolenin yapıldığı Muhammed Sultan'ın, öbürü
çok yönlü alim ve gökbilimci hükümdar Uluğ Bey'in; bir di­
ğeri sanat aşığı, sağduyulu babası Şahruh'un, bir başkası hü­
kümdarın haşarı oğlu Miranşah'ındı. Anıt mezarların orta­
sında, yüksek bir mermer kaidenin üstünde Timur'unki du­
ruyordu; bu, göze siyahmış gibi görünen, çok koyu renk ye­
şim taşından, bir metre seksen üç santim uzunluğunda yek­
pare bir mermer lahitti; bir zamanlar dünyada, bu taşın bun­
dan -daha büyük bir parçası yoktu. Üstü ve kenarları oyma
süslemelerle bezenmiş ve ortasından çatlamış olan bu l ahti;
dedesinin mezarını süslemesi için Uluğ Bey, 1425' te Semer­
kand'a getirmişti. Bu çatıağın 1 740'ta, İranlı istilacı Nadir
Şah'ın bu hazineyi gasp etmek için yaptığı başarısız girişim
sırasında meydana geldiği sanılmaktadır. Yeşim taşından la­
htin hemen yanında, çevresindekilere göre daha mütevazı
süslemeleri olan gömüt, Şeyh Seyyid Bereke'ye aitti. Hüküm­
darın; öldüğü zaman bu din ve ahlak hocasının ayak ucuna
gömülme vasiyeti, harfiyen yerine getirilmişti.
Timur, ölüsünde bile, kimliğinin iki zıt kutbunu bağdaştır­
mıştı. Yeşim taşının üzerine, uzun, ayrıntılı -ve yer yer hayali­
bir soyağacı çıkarılmıştı. Babası Turagay Barlas'tan b irkaç ku­
şak geriye giden bu ağaç, Timur'un soyunu Cengiz Han'a ka­
dar dayandırıyordu. İsim listesi uzaya uzaya nihayet en yakın
erkek atasına geldiğinde, "Bu şanlı adamın babası yoktu; a nası
Tekine Hatun' du. Bu, mazbut ve namusu bütün bir kadındı ve
zina nedir bilmezdi. Ona, bir kapının üstünden süzülen ve bir
erkeğe benzettiği bir ışık huzmesinden gebe kaldı. Bu adamın,
Müminlerin Kumandanı Ebu Talib'in oğullarından Ali olduğu

43 1
söylenilir." Bu bir propaganda şaheseridir. Timur, bir hamlede
hem Cengiz Han'ın hem Hz. Ali'nin ahfadından olmuş, Moğol
töreleriyle İslam geleneğini kaynaştırmıştı.
Yaşlıca bir görevlinin yanıma yaklaşmasıyla dikkatim
dağıldı. Kılığı pek düzgün değildi; başında pejmürde bir tak­
ke, sırtında havı dökülmüş, ütüsüz bir takım elbise vardı. Kı­
rış kırış bir yüzün ortasından boncuk gibi iki göz bana bakı­
yordu. Saatini işaret edip, mozolenin kapanmak üzere oldu­
ğunu söyledi ve ışıkları söndürmeye başladı. Sonra, tam dön­
müş giderken ve bana da kendisini takip etmemi işaret etmiş­
ken, d urakladı.
"Sana Timur'un gerçek mezarını gösterebilirim. İki dola­
ra," dedi.
Yasak bir dünyanın anahtarını elinde tuttuğu için olsa ge­
rek, gözleri heyecanla büyümüştü. Çarçabuk başımı salladım.
Toprak seviyesinde gördüğüm mezartaşları birer süsten ibaret­
ti. Yezdi tarihinden bildiğim kadarıyla yeraltında, Timur'un ve
yakınlarının gömülü olduğu bir mezar daha vardı; fakat bu ala­
nın ziyaretçilere kapalı olduğunu duymuştum.
Birlikte gizli bir merciivenden aşağıya indik. Yaşlıca görevli
cebinden bulup çıkardığı bir anahtarla, ağır bir kapının kilidini
açtı; buz gibi bir mahzenden içeriye girdik. Etraf zifiri karanlıi<­
tı. Hiçbir şey görünmüyordu. Sonra bir şalter indirdi; ışıkta, taş
ve tuğladan yapılmış yalın bir mahzen ortaya çıktı.
Timur'un mezarı, üstünde Kuran' dan alınmış ayetlerin ya­
zılı olduğu sade bir taş lahitti. Yukarıdaki mozolenin renk ve
debdebesinden sonra, bu loş ve kasvetli oda, insanın içini sıkı­
yordu. Bir kuyrukluyıldız gibi Asya semalarından ağıp, onu
ışığa boğan adamın yattığı yer işte burasıydı. Varisieri onun ar­
dından birkaç yıl daha, gökten yağan pırıltılarını izlemiş, so­
nunda Timuroğulları hükümdarlığı ve hanedam yere vurarak
sönüp gitmişti. Batıda ise, Timur tümüyle unutulmuştu. Adını
duymuş olanlar, belki Marlowe'un oyununda, kendini, "Tan­
rı'nın Kılıcı ve Gazabı/İnsanlığın En Büyük Korkusu ve Başbe­
lası" olarak adlandıran dehşetengiz bir zorbayı hatırlıyorlardı.
Fakat belli bir kesim dışındakiler için, Cengiz Han ve Büyük İs­
kender'le birlikte dünyanın en büyük üç cihangirinden biri

432
olan ve gelmiş geçmiş en büyük İslam imparatorluğunu kuran
adam, yalnızca bir isimden ibaretti. Büyük bir aşkla süslemiş
olduğu, bir zamanlar tüm dünyaya parmak ısırtan o kent, şim­
di, kimsenin urourunda olmayan uzak bir yerdi. Hatırası yal­
nızca burada sıcak tutulmuştu. Kapının üstündeki bir yazı, kı­
saca şöyle diyordu:

Adil ve ulu cilza11gir, yüce lıakaıı, yiğit bahadır Emir Timur, bu­
rada yatmaktadır.

433
Timur imparatorluğu 1 ı

Delhi•
EK A

Timur'un Hayatmdaki Önemli Tarihler

1336 9 Nisan: Özbekistan resmi tarihine göre Timur'un Semerkand'ın gü­


neyinde, Şehrisebz'de dünyaya gelişi. Bu ülke dışındaki araştırmacı
ve tarihçiler, onun 1320'lerin sonuyla, 1330'ların başı arasında doğ­
duğuna inanırlar.
1347 Emir Kazagan,-Çağatay hanı Emir Kazgan'ı tahttan indirip öldürür.
1355 Timur'un en büyük oğlu Cihangir, bu tarihlerde dünyaya gelir. Bun­
dan kısa bir süre sonra ikinci oğlu Ömer Şeyh doğar.
1358 Emir Kazagan bir suikasta kurban gider.
1359 Moğol hanı Tuğluk Timur Maveraünnehir'i istila eder. Timur ona
bağlılık yemini ederek Barlas boyunun başına geçer. Tuğluk Timur
oğlu İlyas Hoca'yı Maveraünnehir'in idaresine atayınca, Timur Mo­
ğol hamndan kopar ve Belh'in soylu beyi Emir Hüseyin'le ittifak ku­
rar. Emelleri, Moğolları Maveraünnehir'den atmaktır.
1362 Timur, Hüseyin'in kız kardeşi Aliye Türkan Ağa'yla evlenerek arala­
rındaki ittifakı güçlendirir. Bu Timur'un en fazla çaptan düştüğü ta­
rihtir. Geleceğin cihan fatihi ve eşi iki ay süreyle haşarat dolu bir
ahırda hapis tutulurlar.
1365 "Mir Savaşı." İlyas Hoca, Timur'la Hüseyin' i kaçmak zorunda bı­
rakır.
1366 Timur'la Hüseyin, Semerkand'ı zapt ederler. Bu tarihe kadar Moğol
hanı olmuş olan İlyas Hoca, bir suikasta kurban gider. Kainereddin
yeni Moğol hanı ilan edilir. Miranşah'ın doğumu bu zamana denk
gelir.
1366-70 Timur'la Hüseyin arasındaki ittifak rekabete dönüşür.

437
1368 Çin' de yeni Ming hanedanı, Moğol Yuan hanedanını devirir.
1370 Hüseyin Belh'de bozguna uğratılır, yakalanır ve öldürülür. Yıldızla­
ra Hükmeden Hükümdar Timur, Çağataylar'ın yöneticisi olarak tçıh­
ta çıkar. Cengiz Han'ın soyundan gelen, Çağatay hanı Kazan'ın kızı,
Hüseyin'in dul karısı Saraymülk Hanım'la evlenir. Hanlarhanının
damadı anlamına gelen Timur Gürgan unvanını alır. Soyıırgatmış'ı
Çağatay hanı ilan eder. Timur, Moğollara karşı ilk seferini yapar.
1370'lerde, bunu başkaları izler.
1372 Timur, ordusunun başında kuzeye ilerleyerek, Harezm'de Sufi hane­
danına karşı savaş açar ve Kat şehrini ele geçirir. Barış antlaşmasının
şartlarından biri de, Cengiz Han soyundan gelen Hanzade'nin Ci- .
hangir' e eş olarak gönderilmesidir.
1373 Hanzade gönderilmez; Timur Harezm' e bir sefer daha düzenler. An­
laşma sağlanır; Hanzade gelir ve Harezm, Timur'un palazlanmakta
olan imparatorluğuna eklenir.
1375-76 Timur, Moğolistan'a karşı bir sefer düzenler.
1376 Cihangir vefat eder. Ak Orda'nın başına geçmek isteyen Cengiz Han
soyundan Toktamış, Timur'a sığınır; Timur, silah sağlayarak ona
destek olur. Toktamış'ın ilk tahta çıkma girişimi başarısızlıkla sonuç­
lanır.
1377 Timur'un oğlu Şahruh dünyaya gelir. Toktamış bir kez daha yenilir.
1378 Toktamış, Timur'un da yardımıyla, üçüncü teşebbüsünde Ak Orda
ham olarak tahta çıkar.
1379 Timur, Herat'ın Kert boyundan gelen beyini haraca bağlar. Başkal­
dıran Harezm'e karşı bir sefer düzenlenir. Timur, Urgenç'i yağma
eder.
1380 Toktamış Altın Orda hanı olur. Timur, Miranşah'ı Horasan valisi
ilan eder.
1381 Horasan'a karşı sefer düzenlenir. Timur, kışı geçirmek üzere Buha­
ra'ya gelmeden önce, Herat'ı hiçbir çarpışmaya gerek kalmaksızın
ele geçirir.
1382 Mazanderan'a akın düzenleyen Timur, yerel yönetici Emir Veli'yi
bozguna uğratarak, Hazar Denizi etrafındaki topraklarda egemenlik
kurar. Ordusuyla birlikte Semerkand yakınlarında kışlar.
1383 Herat başkaldırır. Timur, Horasan'a döner ve İsfezar kenti ahalisin­
den iki bin kişiyi esir alır. Ceza olarak bir kule ördürür ve bunları ku­
le duvarlarına diri diri gömdürür.
1384-86 Timur, Sistan ve Kandehar'ı ele geçirir. Zerenç yağmalanır. Cela­
yirli Sultan Ahmed'in alçakça tirarından sonra, Sultaniye teslim olur;
Timur Semerkand'a döner.

438
Toktamış, Tebriz' i yağmalar.
Üç Yıllık İran Seferi başlar. Tebriz ilk düşen kent olur. İlk Gürcistan seferi
yapılır. Başkent Tiflis, teslim olur.
1387 Toktamış Kafkaslar'da yağma hareketlerine girişir. Timur, batıya,
Anadolu'ya geçmeden önce Ermenistan'a bir sefer düzenler. İsfa­
han önce teslim olup, hemen ardından başkaldırır. Timur, kentte
katliam emreder. Şiraz, karşı koymadan düşer. Timur'a, Tokta­
mış'ın Maveraünnehir'e saldırarak Buhara'yı kuşatma altına aldığı
haberi ulaşır. Timur'un anayurdunda yağma hareketlerine girişil­
miştir. Timur, Maveraünnehir'e dönerek Toktamış'ı kuzeye çekil­
mek zorunda bırakır.
1388 Buraya baskın yapan Toktamış'a destek verdiği için Urgenç ceza
olarak yerle bir edilir.
1389-90 Timur, Horasan'da çıkan isyanı bastırır. Moğolistan'a bir sefer
düzenler. Moğol ham Hızır Hoca yenilgiye uğratılır. Kamereddin
onun yerine geçmeye kalkışır. Timur'la Hızır Hoca arasında anlaşma
sağlanır.
1390-91 Timur, Toktamış'a karşı büyük bir sefere hazırlanmak üzere kışı
Taşkent'te geçirir. Beş ay süren 3.200 kilometrelik bir yürüyüşten
sonra, Hazirap ayında Toktamış'ın ordusuyla karşılaşarak, onu Kun­
duzca savaşında yenilgiye uğratır. Tatarlar zaferlerini Volga kıyıla­
rında kutlarlar.
1391-92 Timur, Semerkand'a dönmeden önce kışı Taşkent'te geçirir. Ci­
hangir' den olma torunu Pir Muhammed'i Kabil valiliğine getirir.
1392 Beş Yıllık Sefer başlar.
1393 Gürcistan'a bir sefer daha düzenlenir. Timur, Mazanderan'a yürü­
yerek, İran'ın kendi içinde çekişip duran Muzafferi hanedanlığını de­
virir. Muzafferi soyluları öldürülür. Oğlu Ömer Şeyh'i, Fars'ın başı­
na getirir. Timur, Şiraz'ı yeniden ele geçirir. Başında bulunan Sultan
Ahmed Celayir'in bir kez daha firar etmesinden sonra, Bağdat Ti­
mur'a boyun eğer. Ömer Şeyh vefat eder. Mısır sultanı Berkuk, Sul­
tan Ahmed'e yardım eli uzatır ve Timur'un elçilerini öldürtür.
1394 Sultan Berkuk, ordusunu Timur'a karşı bir başka sefere hazırlayan
Toktamış'la ittifaka girer. Berkuk, ordusunu toplayıp Sultan Ah­
med'i Bağdat'ta yeniden başa getirdikten sonra kuzeye, Şam'a ve ar­
dından Halep'e yürür. Timur, Ermenistan'la Gürcistan'a akın düzen­
ler. Toktamış, bir kez daha Timur'un topraklarına tecavüzle, Kafkas­
lar' da yağma hareketlerine girişir.
1395 Timur, ikinci ve son kez, Toktamış'ı Terek savaşında yenilgiye uğra­
tır. Ordusu kuzeye doğru yürümeye devam' ederek Altın Orda dev-

439
letini kökünden kazır. Başlıca kentleri Tana ile Saray'ı ve başkent As­
trahan'ı yerle bir eder.
1396 Timur, güneye dönerek, savaş yorgunu Gürcistan'ı talan eder. Mu�
zaffer olarak Semerkand'a döner ve fevkalade iddialı imar işlerine
girişir. Payitahtında iki yıl geçirir; bu, ömrü boyunca Semerkand'da
kaldığı en uzun süre olur. Osmanlı padişahı I. Bayezid, son Haçlı Se­
feri'nde Avrupalı düşmanlarını Niğbolu savaşında yener. Şahruh
Horasan'a vali atanır.
1397 Cihangir'in oğlu Pir Muhammed, Timur'un bir sonraki seferinin ha­
zırlıkları için Pencap' daki Mu!tan kentine gönderilir.
1398 Hindistan seferi başlar. Timur, Hindikuş Dağları'nı geçerek Mul­
tan'ı zapt eder. Hint ordusuyla çarpışmaya girmeden önce, aldığı
yüz bin Hintli esirin katlini emreder. Hem Büyük İskender'den hem
Cengiz Han'dan baskın çıkarak, Delhi'yi yerle bir eder. Kentin topar­
lanması, yüzyıl alır.
1399 Timur, Semerkand'a döner. En iddialı projesi olan Ulucami'nin inşa­
atına başlanır. Sultan Berkuk vefat eder. Yerine on yaşındaki oğlu
Ferec geçer. Yedi Yıl Seferi başlar. Timur'un batıdaki fetihleri sırasın­
da, kendini sefahate kaptırmış olan oğlu Miranşah'a idareden el çek­
tirilir. Sultan Ahmed, üçüncü kez firar ederek, Sultan Bayezid'e sığı­
nır. Timur'un birlikleri Karabağ' da kışlar.
1400 Timur, Sivas'ı aldıktan sonra, üç bin savaş esirini diri diri gömdü­
rür. Halep ahalisi kılıçtan geçirilir. Yirmi bin Suriyelinin uçurulmuş
kafalarından kuleler dikilir.
1401 Şam'ın dışında ordugah kuran Timur, büyük Arap tarihçisi İbn Hal­
dun'u birçok kez huzuruna kabul eder. Şam düşer ve ateşe verilir.
Eşsiz Emeviye Camii tahrip edilir. Bağdat'ı yeniden ele geçiren Ti­
mur, bir katliam emri daha verir. Bu kez son zaferinin bir nişanesi
olarak doksan bin kafadan 1 20 kule dikilir. Ordusu, bir kışı daha Ka­
rabağ yayialarında geçirir.
1402 Timur, Bayezid'le karşılaşmak için batıya doğru yürür. Temmuz
ayında, Osmanlı kuvvetlerini Ankara savaşında yenilgiye uğratır; bu
onun o güne kadarki en büyük zaferi olur. Osmanlı tarihinde ilk ve
son kez bir Osmanlı padişahı düşman eline geçer. Timur, Hıristiyan­
ların Anadolu' daki son kalesi, Smirna'yı (İzmir) yıkar.
1403 Sultan Bayezid esaret altındayken vefat eder. Cihangir'in en büyük
oğlu ve Timur'un tahtının varisi Pir Muhammed ölür. Timur, kış için
Karabağ yayialarma çekilmeden önce, Gürcistan'a bir sefer daha dü­
zenler.
1404 Timur, Semerkand'a dönerek yeni inşaat işlerine girişir. Kastilya

440
kralının elçisi Ruy Gonzales de Clavijo, Timur'un huzuruna çıkmak
üzere, Ağustos ayında Semerkand'a ulaşır. Timur, Kanigil yaylasın­
da bir kurultay toplar. Şarabın su gibi aktığı şenlikler iki ay sürer. Ti­
mur, Çin'in Ming imparatoruna karşı hayatının son seferine çıkar.
1405 Timur, Ocak ayında Kazakistan'daki Otrar kentine ulaşır ve burada
hasta düşer. 18 Şubat'ta vefat eder.
1941 22 Haziran: Sovyet arkeolog Profesör Mikhail Gerasimav Timur'un
mezarını açar; sağ kol ve bacağında aksaklığa neden olan darbe izle­
rini doğrular.
1991 31 Ağustos: Sovyet Rusya'nın dağılışının ardından Özbekistan İslam
Kerimov önderliğinde bağımsızlığını ilan eder.
1993 1 Eylül Bağımsızlık kutlamaları sırasında, Başkan Kerimov Ti­
mur'un Taşkent'e dikilen heykelinin açılışını yapar. Öteden beri Ti­
mur'u karalama gayreti güden Sovyet Rusya' dan sonra Tatar hü­
kümdar, anayurdunun yeni ulusal simgesi olur.
1996 Timur'un doğumunun 660'ıncı yılını kutlama şenlikleri bağlamında,
Taşkent'te fatihin anısını ölümsüzleştirmek için kurulan müzenin açılı­
şı yapılır. Özbekistan'a üstün hizmet verenleri ödüllendirmek için
Emir Timur madalyası ihdas edilir.

441
EK B

On Dördüncü Yüzyıl Avrupa Tarihinde Olaylar

1272-1307 "İskoç Tokmağı" olarak bilinen, İngiltere kralı I. Edward'ın sal­


tanatı.
1302 Fransa kralı IV. Philippe, kilise üzerinde baskı kurmak amacıyla
Eyaletler Birliği'ni kurar. Bu meydan okumaya karşılık, Papa VIII.
Bonifaceius, bir ferman yayınlayarak ruhani ve dünyevi tüm mesele­
lerde papalık otoritesinin her şeyin üstünde olduğunu beyan eder.
IV. Philippe onu hapse attırır.
1303 Roma Üniversitesi kurulur.
1305 İngiliz kralına k-arşı ordu toplayarak isyana kalkışan İskoç kahraman
Sir William Wallace, ipe çekildikten sonra ölüsü sokaklarda sürüne­
rek parçalanır . .
1306 2 9 Mart Robert The Bruce, Scone'd a İskoç kralı olarak taç giyer.
1307-27 İngiliz kralı II. Edward'ın saltanatı.
1309-77 Papalığın Avignon'da bulunduğu yıllar. İtalya'daki savaştan ötü­
rü papalık Fransa'nın güneyine taşınır. 1378-1417 tarihleri arasındaki
Kiliseler Arası Ayrılığa kadar, burada bir dizi Fransız papa hüküm
sürer.
1314 23-24 Haziran Robert The Bruce, Bannockburn savaşında İngiliz or-
dusunu yenilgiye uğratır.
1321 İlahi Komedi'nin yazarı Dante Alighieri vefat eder.
1327-77 İngiltere'de, III. Ed ward' ın saltana tı.
1337 Pa dua' daki ünlü Scrovegni fresklerini yapan Floransalı ressam ve
mimar Giotto'nun vefatı.
1337-1453 Fransa'yla İngiltere arasındaki Yüzyıl Savaşları.
1338 III. Edward, kendini Fransa kralı ilan eder.

442
1342 ? Geoffrey Chaucer'ın doğumu. 1380'lerin sonunda, Timur gücü­
nün zirvesindeyken, Caııterburry Öyküleri'ni yazmaya başlar.
1345 Boransa'nın en ünlü köprüsü Ponte Vecchio'nun inşaatı tamamlanır.
1346 26 Ağustos III. Edward'ın ordusu Fransızları Crecy savaşında boz­
guna uğrahr.
1347 Asya' dan bahya sıçrayan Kara Ölüm İstanbul, Rodos, Kıbrıs, Sicilya,
Venedik, Cenova ve Marsilya'ya kadar ulaşır. Bir yıl sonra, İtalya'nın
geri kalan kısmım ve İngiltere'yi de kırıp geçirdikten sonra, 1350'le­
rin başında Kuzey Avrupa'ya yayılır.
1350 II. Jean, Fransa kralı olarak taç giyer.
1356 19 Eylül Kara Prens Edward, Poitiers savaşında, İngiliz ordusuna
Fransızlara karşı büyük zafer kazandırır. Kral II. Jean esir düşer ve
serbest bırakılması karşılığında fidye istenir.
1356 Kutsal Roma imparatoru IV. Karl, Hanedan Seçimi Fermanı'nı vere­
rek, Alman krallarının tahta geçme kurallarını vaaz eder.
1360 8 Mayıs Fransa ve İngiltere arasında Bretigny barış antiaşması im­
zalanır. II. Jean, üç milyon kron fidye öder. III. Edward, Fransa tah­
tındaki iddiasından vazgeçer. Fransız topraklarından kendisine bü­
yük hisseler vJerilir.
1370 Granada'daki Elhamra bünyesi içinde yer alan, Comares ve Sala de
la Barca saraylarının inşaatı tamamlanır.
1377-79 İngiltere'de, II. Richard'ın saltanatı.
1378-1417 Kiliseler Arası Ayrılık. Papa VI. Urbanus'un seçimi konusunda
kiliseler arasında ihtilaf çıkar. Otuz yıl süreyle, Avignon' da bir papa
ve Roma'da ona muhalif bir başka pa pa hüküm sürer.
1381 İngiltere'de halkın nefretini kazanan nüfus vergisine karşı Wat Tyler
önderliğinde köylüler isyan eder.
1386 Kutsal Roma Germen imparatorlarını seçen kurulun üyesi I. Rupert,
Almanya'nın en eski üniversitesi Heidelberg'i kurar.
1389 Osmanlı padişahı I. Murad, Sırp kralı Lazarus kumandasındaki bir­
leşik Avrupa ordusunu Kosova savaşında ağır bir yenilgiye uğrahr.
1396 Osmanlı sultanı I. Bayezid, Niğbolu'da Avrupa'nın en seçkin şöval­
yelerini çıklıkları son Haçlı seferinde kılıçtan geçirir.
1399-1413 İngiltere' de IV. Henry'nin saltanatı.
1400 Galler Prensliği'nin bağımsızlığını savunan son prens Owen Glendo­
wer, İngiliz idaresine karşı Galler'i isyana kışkırtır.

443
Kaynakça

Adshead, S.A.M., Central Asia in World History, Londra, Macmillan, 1993


Alexandrescu-Dersca, M.M., La canıpagııe de Timur en Anatolie (1402), Lon­
dra, Variorum, 1 977
Allen, Terry, Timurid Herat, Wiesbaden, Reichert, 1 983
Andrews, Peter, 'The Tents of Timur', Arts of the Eurasian Steppelands için­
de, ed. Philip Denwood, Londra, Percival David Foundation of Chine-.
se Art, 1 978
Arabşah, Ahmed ibn, Tameriane of Timur the Great Amir, çev. J.H. Sanders,
The Arabic Life by Alımed ibn Arabşah adlı eserden, Londra, Luzac&Co.,
1936 [Adiib-iil-Makdılr fi Nevaib-it-Timılr] [Timur Tarihi, İstanbul, 1729;
Tarih-i Timurlenk li-Naznıizade, İstanbul, 18601 61]
Arnold, Sir Thomas W., Bihzad and his Paintings in tlıe Zafar-namah MS,
Londra, Bemard Quatrich, 1930
Babur, The Babımıama in English (Memoirs of babur), Zahiru'd-din Muham­
mad Babur Padshah Ghazi'nin Türkçe aslından çev. Annette Susan­
nah Beveridge, Londra, Luzac&Co., 1 922 [Gazi Zahireddin Babür Şah,
Babürname, çev. Reşid Rahmeti Arat, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2006]
Barthold, V.V., 'The Burial of Timur', Iran: Journal of tlıe British Institute of
Persiaıı Studies içinde, XII, Londra, 1974
Ibn Battutah, Travels in Asia and Africa 1325-1354, çev. ve seç. H.A.R. Gibb,
Londra, Routledge, 1 929 [İbn Battuta, İbn Battuta Seyalıatnamesi, 2 cilt,
çev. A. Sait Aykut, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004]
Bedrosian, Robert (çev.), T'ovnıa Metsobets'i's History of Tameriane and his
Successors, New York, Sources of the Armenian Tradition, 1987
Bellaigue, Christopher de, 'Letter from Herat: The Lost City', The New Yor­
ker içinde, 21 Ocak 2002
Bicheno, Hugh, Crescent and Cross: The Battle of Lepanto 1571, Londra, Cas­
sell, 2003

444
Blair, Sheila S., 'The Mongol Capital of Sultaniyya "The Imperial"', Iran: jour­
nal of the British Institute ofPersian Studies içinde, XXIV, Londra, 1986
Blair, Sheila S. ve Bloom, Jonathan M., The Art and Arclıitectııre of Islam:
125o-z8oo, Londra ve New Haven, Yale University Press, 1994
Blochet, Edgard, Introduction a l'lıistoire des Mongols de Fadl Allalı Rashid ed­
Din, Londra, Luzac&Co., 1910
Boas, Frederick S., Christoplıer Marlowe, Oxford, Ciarendon Press, 1 940
Boyle, J.A. (çev.), The Successors of Genglıis K/ımı, Rashid ad-din, Farsçadan
çevrilmiştir, New York, Columbia University Press, 1 971
Bretschneider, Emile, Medieval Rescarehes from Eastern Asiatic Soruces: Frag­
ments Towards the Knowledge of the Geography and History of Central and
Western Asia from the Thirteenth to the Sezıenteeııth Century (2 cilt), Lon­
dra, 1888, 1 910
Browne, Edward G., A Literary History of Persia (4 cilt), Cambridge Univer­
sity Press, 1 928
Bumes, Alexander, Cabool: Being a Personal Narrative of a ]oumey to, and Resi­
dence in that City, in tlıe Years 1836, 7 and 8, Londra, John Murray, 1842
Bushev, Alexandr, 'Tamerlane v Marx', B ul/etin of the Atomic Scientists,
50:48, 1 994
Byron, Robert, The Road to Oxiana, Londra, Macmillan, 1937
The Cambridge History of Central Asia, Cambridge University Press, 1990
The Cambridge History ofIran, Cambridge University Press, 1968
The Cambridge History of Islam, Cambridge University Press, 1 970
Cartelli, Thomas, Marlowe, Shakespeare and the Economy of Theatrical Experi­
ence, Philadelphia, University of Pennsylvania Press, 1 991
Chambers, James, The Devil's Horsemeıı: The Mangol Invasion of Eıırope,
Londra, Phoenix, 2001
Chew, Samuel, The Crescent and tlıe Rose: Islam and England During the Re­
naissance, New York, Oxford University Press, 1 937
Clavijo, Ruy Gonzalez de, Embassy to Tameriane 1403-1406, Guy Le Strange
tarafından ispanyolca'dan çevrilmiştir, Londra, Routledge, 1 928
Creasy, Sir Edward S., History of the Ottoman Tıırks: From the Begimıing of
their Enıpire to the Present Day, Londra, Richard Bentley & Son, 1878
Dani, Ahmad Hasan, Timur Legacy, Islamabad, Pakistan Academy of Let­
ters, 1 996
Dawood, N.J. (çev), The Koran, Londra, Penguin, 1 999
de Molina, Goncalo Argote, Historia del Gran Tanıarlan e Itincrario y Enarra­
cion del Viaje, y relaci6n de la Embaxada que Ruy Gonca/ez de Clavijo le hi­
zo, por mandado del muy poderoso Seılor Rey Dmı Henrique el Tercero de
Castilla, Sevilla, 1582

445
Dodwell, H.H. (ed.), The Cambridge Slıorter History of India, Cambridge
University Press, 1 934
d'Ohsson, Mouradja, histoire des Manga/s, depuis Tclıinguiz-Khaıı jusqu'a Ti,
nıour Bey au Tamerlan (4 cilt), La Haye ve Amsterdam, 1834-35
Dunbar, Sir George, A History of India from the Earliest Times to 1939, Lon­
dra, Nicholson & Watson, 1 949
Dupree, Nancy Hatch, An Histarical Guide to Afglıaııistmı, Kabil, Afghan
Tourİst Organization, 1 977
Dupuy, R. Ernest ve Dupuy, Trevor N., The Collins Encyc/opedia of Military
History, Londra, HarperCollins, 1 993
Elliot, Sir Henry Miers, The History of Iıuiia as Told by its own Historians,
Volume IV, Londra, Trübner & Co., ölümünden sonra yayınlanmıştır,
1 872
Elliot, Jason, An Unexpected Liglıt: Travels in Afghanistan, Londra, Picador,
1 999
Ellis, Sir Henry, Original Letters Illustrative of English History, Third Series,
Londra, Richard Bentley, 1846
Elphinstone, Mountstuart, An Accoımt of the Kingdam of Caubul, and its De­
pendencies in Persia, Tartary, and India Comprisiııg a View of the Afglıan
Nation and A History of tlıe Dooraımee Monarclıy, Kıbdra, Frank Cass &
Co., 1815
Encyclopaedia of Islam, Londra, Luzac & Co., 1971
Encyclopedia ofAsian History, Londra, Collier Macmillan, 1 988
Ferishta, Mahomed Kasim, History of the Rise of the Malıomedan Power in In­
dia, til/ the year A.D. 1612, çev. John Briggs, Londra, longman, 1829
Fischel, Walter J. (çev.), Ibn Khaldım and Tamer/ane: Their Historic Meetiııg
in Danzascus, 1401, from Ibıı Klıaldım's Autobiograplıy, Berkeley ve Los
Angeles, University of California Press, 1952
Flecker, James Elroy, Hassan: The Story ofHassan of Bagdad and lıow he Came
to Make the Golden Journey to Sanzarkaııd, Londra, William Heinemann,
1 922
Fletcher, Joseph, 'China and Central Asia 1 368-1 884', The Clıinese World
Order: Traditional China's Foreign Relations içinde, ed. J. K. Fairbank,
Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1968
Forbes Manz, Beatrice, 'Tamerlane and the Symbolism of Sovereignty',
Iranian Studies içinde, XXI, 1 -2 sayılar, New Haven, Connecticut, 1 988
Forbes Manz, Beatrica, 'The Duel of Ternur and Tokhtamish Over the Res­
titutian of the Mongol Empire', Materials of the International Scientific
Conference: 'Amir Tenıur and his Place in World History' içinde, Taşkent,
23-26 Ekim 1996

446
Forbes Manz, Beatrice, The Rise and Rule of Tamer/ane, Cambridge, Canto,
1 999 [Timurlenk-Bozkırların Son Göçebe Fatihi, çev. Z. Bilgin, Kitap Yayı­
nevi, İstanbul, 2006]
Forbes Manz, Beatrice, 'Temur and the Problem of a Conqueror's Legacy',
Journal of the Royal Asiatic Society içinde, Third Series, Cilt 8, Bölüm I
Francklin, Colonel (çev.), 'Account of the Grand Festival Held by the
Amir Timur', Miscellaneous Translations from Oriental Languages içinde,
Cilt I, Londra, Dunn & Co., 1831
Ghiyath ad-din Ali, Diary of Tenıur's Canıpaign in India, yazar tarafından
özel olarak çevrilmiştir, Taşkent, 2002
Gibbon, Edward, The Decline and Fal/ of the Romaıı Empire, Londra, Pengu­
in, 1937 [Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi, 3 cilt, BFS,
Yay., Ankara, 1987-1988]
Gibbons, Herbert Adams, The Foundation of the Ottonıan Empire: A History
of the Osman/is up to the Death of Bayezid I, 1J 00-140J, Londra, Frank
Cass & Co., 1968 [Osmanlı İmparatorluğımım Kuruluşu, 21 . Yüzyıl Yay.,
İstanbul, 1998].
Golombek, Lisa, The Tinıurid Shrine at Gazur Galı, Royal Ontario Museum
of Art and Archaeology, Sunulmuş Çalışma 15, 1969
Golombek, Lisa, 'Frpm Tameriane to the Taj Mahal', Essays in Islamic Art
and Architecture içinde, ed. Abbas Daneshvari, Malibu, Undena, 1981
Golombek, Lisa ve Wilber, Donald, The Tinıurid Arc/ıitecture ofIran and Tu­
ran (2 cilt), Princeton University Press, 1988
Golombek, Lisa ve Subtelny, Maria (ed.), Timurid Art and Culture: ıran and
Central Asia in the Fifteentlı Century, Leiden, Brill, 1992
Grabar, Oleg, A.A. Semenov'un Inscriptions on the Tonıbs of Temur and Des­
cendants in the Gur e Amir eleştirisi, Ars Orientalis içinde, 2, 1957
Grantley, Darryll ve Roberts, Peter (ed.), Christoplıe Marlowe and English
Renaissance Culture, Aldershot, Scolar Press, 1996
Grousset, Rene, L'empire des steppes: Attila, Genghis-Kiıan, Tamer/an, Paris,
Payot, 1976 [Bozkır İmparatorluğu: Attila, Cengiz Han, Timur, çev. Reşat
Uzmen, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1996]
Hall, Peter, Diaries: The Story of a D ramatic Battle, Londra, Oberon Books,
2000
Hartog, Leo de, Russia and the Mangol Yoke: The History of the Russian Prin­
cipalities and the Golden horde, 1221-1502, Londra, British Academic
Press, 1996
Heath, Ian, Arnıies of the Middle Ages, Vol 2: The Ottoman Empire, Eastern
Europe and the Near East, 1 J 00-1500, Goring-by-Sea, Wargames Rese­
arch Group, 1984

447
Hegarty, Stephen, 'The Rehabilitation of Temur: Reconstructing National
History in Contemporary Uzbekistan', Central Asia Monitor içinde, Sa­
yı 1, 1995
Hitti, Philip K., History ofSyria, Londra, Macmillan, 1951
Holden, Edward S., 'Tamerlane the Great (1336-1405)', Over/and Moııthly
içinde, Ekim 1 893
Holmes, George, The Oxford Illustrated History of Medieval Europe, Oxford
university Press, 2001
Hookham, Hilda, Tanıburlaine the Conqııeror, Londra, Hodder & Stough­
ton, 1962
Howorthy, Henry H., History og the Manga/s: From the Niııtlı to the Ninete­
enth Century (4 cilt), Londra, Longman, 1876, 1 928
Humphreys, R. Stephen, 'Towards a History of Aleppo and Damascus in
the Early Middle Ages, 635-1260 C.E.', Kyoto Üniversitesi'nde konfe­
rans, 29 Ekim 1 997
Jamaluddin, Syed, The State Under Temur: A Study in Empire Building, Yeni
Delhi, Har-Anand Publications, 1 995
Juvayni, Ata-Malik, The History of tlıe World Conqueror (1252-1260), çev.
John Andrew Boyle (2 cilt), Manchester University Press, 1 958 [Cüvey­
n!, Tarih-i Cilıangüşa, Çev. M. Öztürk, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1999]
Keen, Maurice, A History of Medieval Europe, Londra, Penguin, 1 991
Khwandamir, A Literal Translation of Habeeb-us-Siyar, Life of Tamer/ane,
Parts V & VI and Parts VII & VIII, Bombay, Imperial Press, 1900
Krader, Lawrence, Peoples of Central Asia, Bloomington, Indiana Univer­
sity Press, 1 963
Krist, Gustav, Alone Through the Forbidden Land: journeys in Disguise Thro­
ugh Soviet Central Asia, çev. E. O. Lorimer, Londra, Faber & Faber, 1 938
Lamb, Christina, The Sewing Circles of Herat: My Afghan Years, Londra,
HarperCollins, 2002
Lamb, Harold, Genghis K/ımı: The Emperor of All Men, Londra, Thornton
Butterworth, 1928 [Bütün İnsanların İmparatoru Cengiz Han 'm Liderlik
Sırları, Alkım Yay., İstanbul, 1992]
Lamb, Harold, Tanıeriane the Earth Shaker, Londra, Thornton Butterworth,
1 929 [Emir Timur, Çev. A. Göke, İlgi Yay., İstanbul, 2006]
Lamb, Harold, Babur the Tiger: First of the Great Moguls, Londra, Robert
Hale, 1 962
Le Gay, Brereton, Marlmve's Dranıatic Art Stııdied in his Tanıburlaine, Sid­
. ney, H. T. Dunn & Co., 1925
Lentz, Thomas W. And Lowry, Glenn D., Timur and the Princely Vision:
Persian Art and Culture in the Fifteenth Century, Los Angeles County
Museum of Art, 1 989

448
Le Strange, Guy, Baghdad During the Abbasid Caliphate from Contemporary
Arabic and Persian Sources, Oxford, Ciarendon Press, 1900
Le Strange, Guy, The Lands of the Eastern Caliphate: Mesopotamia and Central
Asia from the Moslem Conquest to the Time of Timur, Cambridge, 1 905
Levin, Richard, 'The Contemporary Perception of Marlowe's Tamburlaine',
Medieval and Renaissance Drama in England içinde, ed. J. Leeds Barroll
III; New York, AMS Press, 1984
Lewis, Bernard, The Muslim Discovery of Europe, Londra, Phoenix, 2000
[Müslümanların Avrupayı Keşfi, çev. Nimet Yıldırım, Erzurum, Birey
Yayıncılık, 1997]
Louis Frederic, Encyclopedia of Asian Civilisations, Villecresnes, Louis Fre­
deric, 1 977
McEwen, E., 'Nomadie Archery: Some Observations on Composite Bow De­
sign and Construction', Arts of the Euroasian Steppelands içinde, ed. Philip
Denwood, Londra, Percival David Foundation of Chinese Art, 1 978
Mackintosh-Smith, Tim, Travels with a Tangerine: A ]ourney in the-Footnotes
of Ibn Battutah, Londra, John Murray, 2001
Mackintosh-Smith, Tim (ed.), The Travels of Ibn Battutah, Londra, Picador,
2002
Macleod, Calum ve Mayhew, Bradley, Uzbekistan: The Golden Road to Sa­
markand, Hong Kong, Odyssey, 1996
MacLure, Millar (ed.), Christopher Marlowe: The Critical Heritage, Londra,
Routledge, 1 995
Maalouf, Amin, Samarkand, Londra, Abacus, 1 994 [Semerkant, çev. Esin Ta­
lu Çelikkan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1993]
Malcolm, Sir John, History of Persia, Londra, John Murray, 1 829
Malleson, G.B., Herat: The Granary and Garden of Central Asia, Londra,
W.H. Allen, 1 880
Man, John, Genghis Khan: Life, Death and Resurrection, Londra, Bantarn
Press, 2004
Manucci, Niccolao, The General History of the Mogol Empire: The History of
Tameriane the Great, Emperor of the Mogols and Tartars, and his Successors;
Concluding with the Life of the Late Emperor Orangzeb, Londra, 1 722
Marlowe, Christopher, The Complete Works of Christopher Marlowe, Oxford,
Ciarendon Press, 1 998 [Bütün Oyunları, çev. M. Harnit Çalışkan, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, 2006]
Mitchell, George (ed.), Architecture of the Islamic World, Londra, Thames &
Hudson, 1 978
Moranville, H., Mimoire sur Tamerlan et sa cour par un Dominicain en 1403,
Paris, Bibliotheque de l' ecole de Chartres, Cilt 55, 1894

449
Morgan, David 0., The Manga/s, Oxford, Blackwell, 1986
Morgan, David 0., 'The "Great Yasa of Chingiz Khan" and Mongol Law
in the Ilkhana te', Bulletin of School of Oriental and African Studies içinde,
Cilt 49, Sayı 1 , Londra, 1 986
Mukadciasi, Description of Syria and Palestine (çev.), The Library of the Pa­
lestine Pilgrims' Text Society'de, Londra, 1897
Nelson, Richard, 'Temur as Military Strategist and Geopolitician: A Modem
Interpretation', Materials of the International Scientific Conference: 'Amir Te­
mur and his Place in World History' içinde, Taşkent, 23-26 Ekim 1996
Nicolle, David, The Mangol Warlords: Genghis Khan, Kublai Khan, Hülegü,
Tamerlane, Poole, Firebird, 1990
Nicolle, David, Nicopolis 1396, Oxford, Osprey, 1 999
Nicolle, David, The Age ofTamerlane: Warfare in the Middle East c.1350-1500,
Londra, Osprey, 2001
Nizarn ad-din, Shami, Histoire des conquetes de Tamerlan intitulee Zafarnama,
par Nizamuddin Sami (2 cilt), ed. F. Tauer, Prag, 1937, 1956 [Nizamüd­
din Şami, Zafername, çev. N. Lugal, Ankara, 1987]
O'Kane, Bemard, Timurid Architecture in Khorasan, Costa Mesa, Califomia,
Mazda Publishers, 1987
Oman, C.W.C., The Art of War in the Middle Ages A.D. 378-1515, Oxford,
Blackwell, 1885; yeniden baskısı, lthaca, Comeli University Press, 1953
Parker, E.H., A Thousand Years of the Tartars, Londra, Kegan Paul, 2002
Partington, James Riddick, A History of Greek Fire and Gunpowder, Cam­
bridge, Heffer, 1 960
Polyakova, E.A., 'Timur as Deseribed by the Fifteenth-Century Court His­
toriographers', Iranian Studies içinde, XXI, 1-2. sayılar, 1 988
Popper, William (çev.), History of Egypt, from Arabic Annals ofAbul Mahasin
ibn Taghri Birdi (1382-1469), Berkeley ve Los Angeles, University of
Cambridge Press, 1954
Price, Major David, Chronological Retrospect or Memoirs of the Principal
Events ofMahommedan History, from the Death of the Arabian Legislator, to
the Accessian of the Emperor Akbar, and the Establishment of the Moghul
Empire in Hindustaun, Londra, 181 1-21
Rashid, Ahmed, Jihad: The Rise of Militant Islam in Central Asia, New Ha­
ven, Yale University Press, 2002
Rashid, Ahmed, Taliban: Islam, Oil and the New Great Game in Central Asia,
Londra, I.B. Tauris, 2000
Roemer, H.R., 'Timur in Iran', Cambridge History of Iran içinde, Cilt 6,
Cambridge, 1986
Rushbrook-Williams, L.F., An Empire Buiider of the Sixteenth Century: A

450
Sımınıary Account of the Palilical Career of Zahir-ud-din Muhanımad, Sur­
named Babur, Londra, Longmans, 1918
Sacy, Silvestre de, Menıoire sur une correspondance inedite de Tanıer/an avec
Charles VI - Menıoires de l'Acadenıie des Inscriptions et Belles-Lettres, Al­
tıncı Cilt, Paris, 1 822
Said,Edward, Orientalism: Westem Co ncepts of the Orient, Harmondsworth,
Pengui�, 1 991 [Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark Anlayışları, çev. Berna Ülner,
İstanbul, Metis Yayınları, 1 999]
Sales, Roger, Christoplıer Marlozve, Londra, Macmillan, 1 991
Saliev, Khabibullo, The Adventure of Mushaf of Olıtnıan, Taşkent, 1994
Sattiev, Ismoil Makhdum, The History of Mushaf of Othman, Taşkent, 1 971
Saunders, John Joseph, The History of the Mangol Conquests, Londra, Rout-
ledge & Kean Paul, 1971
Schiltberger, Johann, The Bondage and Travels ofJohann Schiltberger, a Native
of Bavaria, in Europe, Asia, and Africa 1396-1427, Londra, Hakluyt Soci­
ety, 1879 [Türkler ve Tatarlar Arasında, çev. T. Akpınar, İletişim Yay.,
İstanbul, 1995]
Segal, Ronald, Islam's Black Slaves: The Other Black Diaspora, New York,
Farrar, Straus & Giroux, 2001
Sharaf al-din, Ali Yazdi, The History ofTinıur-Bec, Known by the Name of Ta­
nıerlain the Great,jEmperor of the Moguls and Tartars: Being an Histarical
Journal of his Conquests in Asia and Europe. Written in Persian by Chered­
din Ali, Native of Yezd, his Contemporary. Translated into French by the Iate
Monsieur Petis de la Croix . . . now faithfully render'd in to English [by John
Darby], Londra, 1 723
Shterenshis, Michael V., 'Approach to Tamerlane: Tradition and Innovati­
on', Central Asia and the Caucasus içinde, Sayı 2, 2000
Soucek, Svatopluk, A History of Inner Asia, Cambridge University Press,
2000
Sykes, Lieut. Col. P.M., A History of Persia, Londra, Macınillan & Co., 1915
Ternur [?], The Mulfuzat Tinıury o r Autobiographical Memoirs of the Moghul
Enıperor Timur . ."., çev. Major Charles Stewart, Londra, 1 830
Ternur [?], Institutes Palilical and Military, çev. Joseph White, Oxford, Cia­
rendon Press, 1 783
Toynbee, Arnold, A Study ofHistory, Londra, 1 948
Tsui Chir, A Short History of Clıinese Civilisation, Londra, Victor Gollancz,
1 942
UNESCO, The Citadel and Minarets ofHerat, Afganistan, 1 976
Vambery, Arminius, History of Bokhara, Londra, Henry S. King & Co., 1 873
Vernadsky, George, A History of Russia, Vol III: The Mongols in Russia, New
Haven, Yale University Press, 1 953

451
Wann, Louis, 'The Oriental in Elizabethan Drama', Modern Philology için­
de, XII, Ocak 1915
Wellard, James, Samarkand and Beyond: A History of Desert Caravans, Lon­
dra, Constable, 1 977
Whitlock, Monica, Beyand the Oxus: The Central Asians, Londra, }olm Mur­
ray, 2002
Wilber, Donald, Arclıitecture of Islamic Iran, New York, Princeton Univer­
sity Press, 1 955
Wilson, Richard, Clıristoplıer Marlowe, Londra, Longman, 1999
Wood, Captain John, A Jourııey to the Source of the River Oxus witlı an Essay
on the Geograplıy of the Valley of the Oxus by Co. Henry Yule, Londra,
John Murray, 1 872
Woods, John E., 'Timur's Genealogy', Intellectual Studies on Isianı içinde,
Salt Lake City, University of Utah Press, 1990
Zunder, William, Elizabethan Marlowe: Writing and Culture in the English
Renaissaııce, Hull, Unity Press, 1994

452
Dizin

(Hemen her sayfada geçen "Timur"


ile kıta adları dizine alınmamıştır.)

Abbas (Şah) 154 A k Saray 55, 57-58, 60


Abdullah Ensari 147 Akdeniz 53, 302, 311, 316
Abdurrahman Cami bk. Cami Akka 312, 334
Abdurrahman, Emir 144 Aksulat 419, 420
Abdülbaki (Profesör) 278 Akşehir 382
Abdülgafur Rezzak 390 Alaaddin Keykubad 307
Abdülhay 237 Alaeddin Muhammed 36
Abdürrezzak es-Semerkandi 378 Alamut 129
Açlık Bozkın 34 Alancık 300, 303
Afgan Dağları 271 Albright, Madeleine 200
Afganistan 25, 53, 65, 67, 112, 113, Aleksandr II. 200
127, 132, 138, 143-144, 146, 150, Alfonso 73
153, 196, 1 99, 223, 229, 233, Alfonso Paez 234
269, 270, 272-274, 278, 280, 283, Ali Bey 203
401, 409, 412, 416 Ali ibn Muhammed 109
Agnolo di Tura del Grasso 74 Ali Şir Nevai 127, 148
Agra 282 Ali, Hz. 113-114, 1 99, 432
Ahmed (Celayirli sultanı) 149, 151, Aliye 63
156, 161, 1 63, 1 68, 216, 300-301, Aliye Türkan Ağa 53, 437
303-304, 330, 345, 366, 414, 438- Allahdad 380, 381
440 Almanya 73, 128
Ahmed ibn Hanbel 331 Altın Orda 37-38, 43, 50, 92-93, 97,
Ahmed Kirmani 1 09 98, 96, 100, 156-157, 159, 1 63,
Ahmed Şah Dürrani 144 165, 173, 182-1 84, 186, 188, 1 89,
Ahmed Yesevi 204 201-202, 206, 209-211, 213-214,
Ahtuba 96 21 6-218, 221-224, 226-227, 238,
Ak Orda 92-93, 97, 1 83, 438 301, 349, 356, 373, 379, 439

453
Amanullah Han 282, 376 129, 132, 149, 154, 157, 229, 234,
Amu Derya 33 (bk. Ceyhun 237-238, 241, 260, 297, 300-301,
Nehri) 310, 330-335, 344, 356, 369, 386,
An Chi Tao 376 440
Anadolu 239, 304-306, 309-311, Bahaeddin Nakşibendi 391, 395
350, 362, 370, 382, 387, 405, Bahaeddin Rezzak 390
408, 416, 439 Baines, Richard 79
Andarab 275 Baktria imparatorluğu 37
Andhay 64-65, 113 Balar Hisar Kalesi 278
Angelina 365 Bamyan 37
Anjou 72 Bannockburn 442
Ankara 25, 353, 354-356, 358, 362, Barak Han Medresesi 198
364-365 382, 440 Barlas boyu 31, 46, 52-53, 437
'
Ankona 310 Basra 297
Antakya 26, 1 24, 129, 1 57., 223, Basra Körfezi 40
309, 312, 329, 334 Başman 94
Anti-Lübnan Dağları 316 Batnir 284
Arabistan 33 Batu 38, 93,-97
Aragon 73 Bavyera 1 71
Aral Gölü 33, 89, 1 01-102, 270 Baybars 38, 124, 309
Argun 151 Bayezici I. 27-32, 77, 81-83, 92, 160,
Arnavutluk 95 190, 240, 260, 304-306, 308, 310,
Aruğ Böke 38, 372 319, 344-356, 358-365, 367-370,
Astrahan 96, 221, 440 375, 382-384, 387, 411, 440, 443
Aşpara 259, 381 Baykal Gölü 40, 380
Atılmış 122, 311, 318, 330, 366 Baysungur 148
Avignon 75, 96, 346, 442 Bazar-ı Kord Camii 389
Avnik 383-384 Bedehşan 1 38, 412
Ayn Calut savaşı 38, 130 , 309 Behzad 148
Azerbaycan 36, 38, 112, 149, 153, Belh 26, 33, 37, 53, 64-65, 67-68,
1 61, 165-166, 184, 199, 229, 248, 118, 127-128, 130, 269, 271, 275,
297, 300, 416 438
Benedictus XIII. 346
Baalbek 312, 316, 324, 334 Bengal 265
Babür 144, 148, 227, 235, 236, 246, Bereke (Seyyid-Şeyh) 64, 65, 114-
279-283 115, 212, 387, 431
Babür Bağları 278, 280-281, 283 Berke 96
Badiyetü'ş-Şam 316 Berkuk 216, 301-302, 308, 310, 311,
Bagrat 112, 163-164 317, 320, 439-440
Bağdat 26, 38, 109, 113, 116, 123, Beyrut 316, 334

454
Beysun Tav Dağı 267 Cengiz Han 31, 33-34, 36-40, 42,
Bibi Hanım 247 45, 47, 56, 66-68, 86, 88, 92-94,
Bibi Hanım Camii 247, 248, 253 96, 111-112, 116-11 7, 119, 1 23-
Bibi Mübarek Yusufzay 282 125, 133, 135, 139, 143, 149,
Birdi Bey (Emir) 421 156, 1 62, 183-184, 193, 214, 217,
Birleşik Arap Emirlikleri 200 227, 231, 246, 252-253, 260, 271,
Blanche 95 284, 289, 298, 324, 331, 367,
Blochet, Edgard 378 372, 375, 386, 389-390
Bohemya 346 Cenin 312
Bonifacius IX. 345-346 Cenova 73, 154, 222, 310, 443
Bonifacius VIII. 74, 442 Cevher Ağa 66, 411
Boriyev, Omonullo 196 Ceyhun Nehri 33, 37, 52, 62, 64,
Bourbon 72 67, 89, 93, 101, 130, 136, 262,
Brittany 72 269, 270, 272-274, 294, 324, 401
Browne, Edward G. 1 05 Cezayir 320
Buchan, John 362 Cezeri 1 09
Buda 346 Chandos, Sir John 73
Buhara 33, 36, 113, 136, 1 72, 184, Charles VI. 30, 345, 350, 365
186, 190, 192, 253, 270-271, Chaucer, Geoffrey 443
388-389, 390-394, 396-399, 438, Cheng Tsu 377
439 Chu Yuan Chang 308, 374
Buhari 390-391 Cihangir 60, 90-92, 161, 186, 226,
Bulak 310 229, 273, 298, 301, 308, 383,
Bulgar 93 407, 428 , 437, 438, 440
Bulgaristan 346 Cihanpenah Mescidi 247
Burgundy 72 Clavijo 32, 44, 48, 54-58, 60-61,
Bursa 29, 74, 362, 383, 411 103, 116, 122-123, 151, 153-154,
Busiri 322 156-159, 161, 1 93, 218, 225, 233,
Büyük İskender 67, 33, 252, 260, 234, 236-240, 247-249, 268-269,
271, 432, 440 272-273, 297, 299, 325, 362, 364,
Byron, Robert 138, 147, 317 376, 378-379, 401-414, 422, 441
Clemens VII. 75
Cadiz 401 Clinton, Hillary 200
Cami 145-146 Coleridge, Samuel Taylor 373
Canterbury Katedrali 70, 192 Coliseum 1 92
Canıbeg 97 Crecy savaşı 71
Cava 373 Cuci 37, 93, 95, 1 83-184, 214, 227,
Celaleddin Harezmşah 37 373, 376
Celuli 130 Cumna Nehri 116, 285, 293
Cemmu 294 Curzon, George 245, 397

455
Cüveyni 130 Dublin 81
Cüveyn1 43, 93, 131 Dunbar, Sir George 265
Dupree, Nancy Hatch 280, 281
Çağatay 36, 38, 86, 88, 95, 395
Çeçenistan 218 Ebu Bekir 27-28, 314, 386
Çin 33-34, 36-38, 40, 88, 97, 106, Ebu Bekir, Hz. 1 99
127, 154, 157, 204, 207, 223, Ebu Hanife 116, 331, 334
239, 259-260, 280, 371-382, 384, Ebu Parsa 68
403, 417-418 Ebu Said 148
Çin Seddi 1 92 Ebu Said Osman 324
Çubuk Ovası 25 Ebu Tahrir ibn Yakub Şirazi 109
Ebu Talib el-Hüseyni 51
d'Eu, Kont 347 Ebu'I-Kasım e!-Kaşani 153
Dante Alighieri 442 Edirne 74, 361
Darhum Nehri 266 Edward bk. Kara Prens
Edward I. 442
Darülaman Sarayı 282
Edward II. 442
Davud (Şeyh) 209
Edward III. 71-73, 442-443
Davud Peygamber 164
Eflak 346
de Vienne 348
Efrasiyab 247, 253
Dekkan 265
Ege Denizi 363
Delhi 26-27, 53, 100, 113, 116, 232,
Elbruz Dağları 149 , 21 7
247, 259-260, 264-267, 275, 284-
Elçigidey 131
285, 287-293, 295, 313-314, 319,
Elhamra Sarayı 1 92
351-352, 356, 379, 402, 440
Elizabeth 75, 79, 80-82
Demavend 217 Emeviye Camii 32, 247, 317, 328,
Demir Derbend Kapısı 268 329, 334, 440
Demir Kapı 271 Emir Hüsrev 44
Demirtaş 313-314 Emir Kazgan 437
Deptford 79 Emir Veli 149
Derbend Boğazı 218, 268, 269 Endican 211
Derveze Geçidi 267, 269 Enriquez III. 32, 44, 30, 235, 236,
Dicle Nehri 116, 270, 331 , 333, 334 364, 401-402
Diego Gonzalez de Cantreras 365 Ermenistan 25, 38, 1 65-166, 1 99,
Dilşadağa 66 306, 439
Dina 103 Erzincan 1 66, 290, 306
Dinyeper Nehri 221 Erzurum 383
Dipalpur 263, 284· Eski Saray 96
Don Nehri 96, 222
Dost Muhammed 144, 147 Fahreddin 139
Drake, Francis 80 Fars eyaleti 1 67-1 68

456
Fas 33, 199 Granada 1 92, 320, 443
Fazl (Mevlana) 422 Greene, Robert 79
Ferec 302, 310-311, 313-314, 318, Gregorius IX. 94
319-320, 322, 330, 366-367, 414, Grozni 218
440 Grönland 73
Fer�ana 229 Gur-i Emir türbesi 248
Ferhad 241, 254 Guthrie, Tyrone 76
Ferişte 259, 289, 291 Gürcistan 38, 81, 112, 1 63-165, 1 72,
Fez 192, 321 215-218, 234, 303, 349, 356, 364,
Fırat Nehri 130, 270, 345 384, 385, 386, 439-440
Finney, Albert 77
Firuz Şah 265, 293 Habeşistan 345
Firuzabad 247, 259 Hacı Bey 52
Flecker, James Elroy 241-242 Hafız 146, 1 67, 1 71, 172
Floransa 73, 128, 310, 443 Hafız Ebru 140, 1 71
Foix 72 Hakim (Tirmizli) 270
Fransa 71-73, 1 29, 442-443 Halep 26, 1 13, 121, 129, 157, 1 92,
Friedrich II. 94 311-315, 317-318, 324, 326, 332-
Fuşenc 133-134 334, 344, 439-440
Halidi 312
Galata 345 Halil ez-Zahiri 310
Galler 443 Halil Sultan 26, 235, 255, 303, 289,
Ganj Nehri 30, 293 387, 402, 41 8-420, 423, 426-427,
Gazan 130 429
Gazze 312 Hall, Joseph 79
Gelibolu 74 Hall, Peter 77
Gerasimov, Mikhail 54, 441 Hama 312; 316, 324, 334
Gevherşad 137-139, 146, 427 Hamdullah Müstevfi el-Kazvini
Gıyaseddin Ali 287, 289, 292 128-130, 332
Gıyaseddin Pir Ali 132-133, 135, Hanbalık 373
140 Handmir 148, 286, 290
Gibbon, Edward 30, 40, 42, 55, 76, Hands, Terry 77
1 29, 296 Hanzade 90-91, 298, 301, 383, 407,
Gibbons, Herbert 308 438,
Giorgi VII. 1 64, 303-304, 384-385 Harezm 86, 88-90, 96-98, 100-1 01,
Giotto 442 126, 1 72, 184, 186, 395, 438
Giza Pirarnidi 1 92 Hartog, Leo de 81, 123
Gomez de Salazar 234 Hawkwood, Sir John 73
Gök Kümbet Camii 58, 60 Hazar Denizi 36-37, 93, 96, 1 30,
Gök Orda 93 149, 154, 165, 207, 217, 268, 438

457
Heath, Ian 356 Hui Ti 375
Heidelberg 443 Hulagu Han 38, 129-130, 1 71, 1 84,
Hemedan 130, 387 227, 229-331, 373, 376
Henry IV. 30, 72, 365, 443 Hums 312, 316, 324, 334
Herat 26, 1 23, 127-128, 130-139, Hüdad (Mevlana) 145, 147
142-146, 148-149, 155-157, 1 60, Hümayun 259
1 71, 229, 233, 290, 306, 376, Hürmüz 154, 157
427, 438 Hüseyin (Emir) 62-66, 87, 90, 115,
Herat 37 118, 206, 264, 269, 356, 367,
Herat Nehri 1 27 437-438
Herka Mübarek Camii 143 Hüseyin Sufi 90
Hernan Sanchez de Palazuelos Hüseyin Sultan 318
364
Herodot 39 Ilgar 32
Herot Tapınağı 192 Irak 36, 112, 1 92, 200, 217, 280,
Heşt İmam Camii 1 98
302, 331, 386, 416
Hevek Geçidi 275
Isık Göl 87, 46, 259, 381
Hırvatistan 95
Hızır Han 66, 87-88, 188, 204, 235,
İbn Arabşah 27, 29, 32, 52, 54-55,
259, 276, 293, 308, 395, 439
66-67, 89-90, 98, 106-108, 110-
Hicaz 309
111, 113, 121-124, 133, 149-150,
Himalaya 64, 293
1 61 , 1 64, 167, 170, 182, 213,
Bindikuş Dağları 67, 113, 1 27,
224, 231, 237, 248-249, 299, 301,
1 28, 264, 266, 275, 294, 440
304, 307-308, 313, 315, 317, 327,
Hindistan 64, 127, 153, 157, 232,
330, 334, 351-352, 354-356, 360-
237, 239, 247, 248, 251, 260,
363, 381, 383, 402, 404, 413,
263, 265, 268, 271, 279-280, 295,
415, 419, 420-421, 424, 427, 429
297-298, 300-301, 311-312, 373,
375, 399, 403, 405, 426, 428 İbn Battüta 32, 33, 68, 96-97, 1 04,
Hisar Dağı 267, 269 1 28, 158, 1 67, 223, 248, 272,
Hitler 54, 81 283, 311, 317, 330-332
Hive 33, 101 İbn Haldun 110, 320-325, 328, 366,
Hoca Ilgar köyü 48 440
Hoca Mahmud Davud 248 İbn Sina 395
Hookham, Hilda 115, 247 İbn Tagribirdi 307, 314-315, 326-
Horasan 38, 54, 63, 114, 1 27-128, 327, 329, 317
132, 135, 137, 157, 188, 1 90, İbn Tulun Camii 192
229, 238, 271, 280, 427, 438-440 İbrahim (Şeyh) 290
Houston, Arthur 81-82 İbrahim Sultan 294
Howorth, Henry 93 İdigu 276
Huai nehri 374 İlhanlı Hanedam 38, 1 28

458
İli Nehri 45 Kadızade-i Rumi Türbesi 254
İlyas Hoca 53, 62-63, 87, 437 Kafkas dağları 1 30
İmam Camii 1 92 Kafkasya 38, 306, 330, 335, 387
İmam el-Buhari Medresesi 392 Kahire 157, 192, 234, 241, 260, 301,
İndus Nehri 260, 284 310, 320, 323, 330, 369, 401
İngiltere 72-73, 80, 442-443 Kalon Camii 390, 393
İoannes 345-346, 350 Kalon Minaresi 388-389, 396-398
İran 1 12, 113, 1 27-128, 130-132, Kama nehri 93
145, 149, 151, 154, 156, 160, Kamereddin 66, 87, 437, 439
1 66-1 67, 184, 200, 217, 223, 226, Kandehar 139, 150, 155, 233, 438
229, 232-233, 237, 248, 297, 306, Kanigil 403-404, 409, 414
311, 373, 416, 439 Kanişka 271
İrtiş Nehri 30, 37, 93, 1 84, 209 Kara Prens Edward 70-73, 75, 443
İsa Çelebi 27, 370 Kara Yusuf 304, 330, 345, 366, 414
İsfahan 26, 1 13, 167-1 71, 192, 251, Karabağ 1 62, 234, 303, 330, 335,
376, 387 381, 387, 401, 440
İsfizar 1 12, 149
Karadeniz 130, 221, 223, 234, 3 70,
İskandinavya 73
401
İskender 387
Karakum Çölü 33, 389, 401
İsmail Han 139
Karakunas boyu 53
İspanya 73, 80, 82, 346, 411, 405
Karakurum Çölü 34, 40, 95, 1 25,
İstanbul 157, 346, 350, 353, 363,
1 27, 1 29, 372
366, 370, 443
Karatay 36
İstanbul Bağazı 31, 234
Karaviyin Camii 321
İtalya 73, 346
Karl IV. 443
İzlanda 73
Karşi 47, 172, 223
İzmir 31, 368, 440
İznik 74 Kastilya 30, 44, 71, 73, 154, 235,
320, 364, 401, 414, 440
Janos 365 Kaşka Derya 47, 50, 52, 172, 266,
Jean IL 71 , 443 395
Jean, Neversli 346 Kat 89-91, 438
Jhelum 284 Kaufmann, Konstantin 1 95, 200
Johannes 219, 345, 365 Kayseri 354
Johannes XXII. 154 Kazakhan 47, 52-53, 63
Johnson, Ben 80 Kazakistan 33, 45, 50, 1 12, 1 96, .
204-205, 421
Kabil 26, 128, 272, 276-283 Kazan 66, 377, 438
Kabil Nehri 279 Kazvin 1 30
Kadiz 233 Kazım Eyüb 395

459
Kebek Han 46-47 Lahor 294
Kefe 96 Lamb, Harold 1 61 , 209, 230, 425
Kemah 306, 350 Lazaroviç 27
Kemah Kalesi 345 Lazarus 74, 443
Kerameddin Şirazi 146 Lenin 1 01-102', 1 95, 396, 398
Kerh 331 Lewis, Bemard 75
Kerimov, İslam 194, 1 97, 441 Lewis, C. S. 76
Keş 31-32, 48 Liyab-ı Havuz 394, 398-399
Keşmir 265, 293, 294 Locke 42
Keyhüsrev 65, 90 Londra 76, 81, 128, 1 92
Kıbrıs 73, 327, 443 Louis IX. 95
Kıpçak 405 Louis XIV. 1 29
Kırgızistan 8, 33, 46, 112, 1 96, 259 Luristan 1 60
Kırşehir 355 Lübnan Dağları 316
Kırım 37, 154 Lütfullah Nişaburi 109
Kızılkum Çölü 34
Kızılırmak 354 Maalouf, Amin 225
Kiev 94, 96 Macaristan 94- � 5, 346
Kirman 1 68 Maclean 273
Kolomna 94 Ma dean, Fitzroy 272
Konstantinopolis 73-74 Magok-i Attari Camii 389
Kosova 74, 346, 443 Mahmud (Çağaday sultanı) 111,
Köln 128 211, 284-285, 288-290, 293, 314,
Krakow 94 384, 387
Kremlin Sarayı 248 Mahmud (Gazneli) 143
Krist, Gustav 398 Mahmud Hoca Buhari 395
Kuba Medresesi 60 Mahmudov, Mehmed Ali 1 97
Kubilay 38, 372-373, 376 Malatya 310, 311, 312
Kudüs 1 92, 312, 368 Malaya 373
Kufe 200 Malcolm, Sir Jolm 125
Kunduzca Nehri 115 Malu Han 285, 288, 290, 293
Kunduzca savaşı 214, 215, 219, 439 Manuel II. 344-346, 370, 366
Kurtin 385 Manz, Beatrice Forbes 89, 228
Kusem İbn Abbas 253, 256 Marco Polo 158, 373
Kusem ibn Abbas Camii 256 Marlowe, Christopher 70, 76-83,
Kuşhan hanedam 67 85, 232, 329, 344, 358, 360, 432
Kutbeddin (Musullu) 302 Marmara Denizi 362-363
Kutluk Ağa Türbesi 256 Marsilya 73, 443
Kutluk Oğlan 276 Marx 1 95
Kyd, Thomas 79 Maveraünnehir 33, 36, 38, 45- 47,

460
52-54, 62-66, 86, 93, 114, 118, Muhammed (Mevlana) 302
1 26, 155, 1 72, 186-187, 201, 202, Muhammed Celed 248, 249
206, 215, 221-223, 225- 226, Muhammed el-Kadı 364
234, 262, 271, 297, 301 , 353, Muhammed ibn Mahmud İsfahani
377, 380, 387, 401, 416, 426, 430
437, 439 Muhammed Olcayto Hüdabende
Mazanderan 113, 149, 215, 416, 151, 299
438, 439 Muhammed Sultan 27, 29, 92,
Medine 64, 1 99, 310 1 61, 1 87, 208, 21 0-211, 220,
Mehmed Çelebi 358 259, 261, 301, 330, 350, 352,
Mehmed I. 32 358, 362, 381 -384, 387, 403,
Mekke 64-65, 1 61, 1 66, 310, 393 409, 428, 431
Melfuzat 51 Muhammed, Hz. 112-114, 198-199
Melik Azder Hankahı 59 Muhibeddin Muhammed 315
Memey 97 Muizeddin Hüseyin 131
Merv 37, 1 27-128, 130, 139 Mukaddesi 89
Mescid-i Şah 251 Multan 260-261, 284-285, 440
Mesud Kehecani 122 Muminov, İbrahim 196
Meşhed 192 Murad I. 74, 368, 443
Mevlana CelaleddiR 67 Musa Çelebi 27, 383
Mezar-ı Şerif 68 Mustafa 27
Mezopotamya 38, 128, 233, 304 Mutahharten 290, 306, 345, 350
Mısır 200, 301, 308-310, 316, 319, Muynak 1 02-104
324, 327, 356, 375, 405, 413 Mübarek 45-47
Milano 128
Mirad Kalesi 293 Nadir Divanbeyi Hankahı 388
Miranşah 26, 90, 109, 135, 211, 213, Nadir Şah 282, 431
229, 235, 298-300, 302-303, 314, N anda, Ratish 283
329-330, 333, 386, 401, 407, 431, Napoli 73, 128
438, 440 Nasireddin Muhammed Tuğluk
Mir-i Arab Medresesi 392 259
Mirza Medresesi 148 N ermişağa 90
Mirza Şerif Medresesi 396 Neustadt 95
Moğolistan 46, 87, 1 72, 183, 188, Niğbolu 27, 74, 306, 347, 362, 365,
259, 378, 438, 439 440, 443
Morgan, David 131 Nil nehri 310
Moskova 53, 94, 100, 183, 195, 221, Ninova 1 70
222, 242, 272, 273 Nişapur 37, 127, 130, 401
Möngke Han 38, 1 29, 130 Nizameddin Şami 51, 1 09, 304

46 1
Nizni-Novgorod 96 229, 261, 284, 289, 387, 409, 419,
Nur Medresesi 200 423, 426, 439-440
Nusret Şah 259 Plymouth Hoe 80
Poitiers 71, 443
Oderic 158 Polanya 94, 346
Old Vic Tiyatrosu 76 Portekiz 73
Onon Nehri 34 Price, David 260
Orda 93 Price, Sir Makolm 285
Orleans 72 Prut Nehri 96
Osman, Hz. 198-199, 252 Putin, Vladimir 200
Otrar 36, 186, 421, 422, 423, 426,
441 Rabia, Belhli 68
Owen 443 Ramallah 312
Rangun 192
Ögedey 38, 36, 93, 95, 395 Ravi 284
Ömer Şeyh 90, 172, 1 86, 207, 211, Razi (Mevlana) 148
Recistan 237, 242-243, 245-247, 256,
214, 226-227, 229, 308, 386, 437,
399, 428, 430
439
Rembrandt 138
Özbeg 90, 96, 97
Rescobaldi, Leonarda 310
Özbekistan 31, 33, 48, 51, 81, 112,
Reşideddin 131, 151, 158, 299
190, 194, 196, 241, 254, 257,
Rey 130
269, 274, 392, 398, 437, 441
Riazan 94
Richard II. 72, 443
Padua 442
Robert The Bruce 442
Pakistan 278, 281, 284
Rodos 73, 443
Pakpattan 284 Roemer, H. R. 136
Palazuelos 365 Roma 192, 346, 370, 442-443
Pamir Dağları 33, 266, 270 Romanya 96
Paris 128 Ran Nehri 75
Paropamisus Sıradağları 1 28 Ruhabad Türbesi 254
Parthenon 1 92 Rum 280
Pedro (Zalim) 71, 320 Rupert I. 443
Pekin 36, 40, 259, 372, 374-380, Rusya 38, 50, 54, 94, 96, 156, 200,
417, 419, 421 239, 248, 327
Pencap 293, 440 Rüsefa 331
Pencap Nehri 130 Rüstem 387
Perondini, Pietro 82
Philippe IV. 442 Saadeddin Taftazani 109, 148
Pir Muhammed 92, 135, 186, 227, Sabran 204

462
Sadi 146 Septe 321
Said Molla 146 Serbedar 63
Said Muhammed Ömer Şahid 145 Serdar Eyüp Han 144
Said, Edward 81-82 Sereng Han 263
Samara Nehri 210 Sevilla 234, 320
Samarra 192 Seyfeddin Buhari 395
Saray 183, 221-223, 349, 440 Seyfeddin Nukuz 91, 99, 133, 211,
Saraymülk Hanım 66, 86, lll, 1 65, 220, 384, 387, 419
248, 294, 306, 362, 367, 377, Seyfi 131
407, 409, 411, 420, 438 Seyhun Nehri 33, 40, 101, 136, 1 86,
Saraymülk Hanım Medresesi 248, 187, 1 88, 201, 202, 262, 270,
297 381, 419, 420
Sarı Su Nehri 205 Seylan 373
Saunders, John Joseph 39, 81, 95 Seyyid Şerif el- Curcani 1 09, 148
Sayda 316 Shakespeare 78, 138
Sayrap 269 Shaw, George Bemard 81 -82
Schiltberger, Johann 1 71, 308, 328, Sheng-Tu 373
348-349, 356, 362 Sher, Antony 77
Sebzvar 132 Shwe Dagan Pagodası 1 92
Segovya 365 Sibirya 25, 40, 93, 100, 204, 207,
Selahaddin Eyyub1 129, 309 208
Selanik 74 Sicilmese 321
Semerkand 25, 27, 29, 32-33, 36, Sicilya 73, 443
40, 63, 65, 90-91, 97-98, 100, Silezya 94
1 03, lll, 114, 122, 125, 126- Siri Derya 33 (bk. Seyhun Nehri)
1 27, 133, 135, 137, 146, 156, Sistan 150, 233, 438
157, 160-1 64, 1 66, 1 71-173, Sivas ll3, 307, 308, 310, 312, 349,
1 83, 186-188, 190, 196, 200, 350, 354, 440
214-215, 225-226, 229-234, 236- Smirna 368, 369, 385, 440
243, 245-248, 251 -254, 256- Sotomayor, Paya de 364-365
258, 263, 266-268, 270-271, Soyurgatmış lll, 283, 438
273, 280, 286, 293-294, 297, St. Petersbmg 139
299, 300, 306, 312, 330, 350, Stalin 195
362, 364, 369, 377-379, 381- Stalingrad 54
382, 384, 392, 395-396, 399, Stratford 77
400-401 , 403-404, 408, 412, Subedey 94
414, - 415-416, 418, 422-423, Suclun 3ll, 313-314
426-427, 431, 437-441 Sultan Hüseyin 26, 28, 314, 418-
Semireşya 380 419, 426

463
Sultan Hüseyin Mirza 148 Şir Dür (Aslan Yatağı) Medresesi
Sultaniye 151, 153-156, 1 60, 1 66, 244, 246
234, 240-241 , 299, 302, 306, 350, Şiraz 26, 1 53, 168, 1 71, 216, 234,
365, 384, 386, 401, 407, 438 241, 290, 376, 387, 439
Sun Ti 374 Şirin Bike Ağa 255
Suriye 112, 128, 130, 154, 157, 239, Şirvan 290
301, 332, 375, 400, 405 Şuca (Muzaffer! şahı) 149, 1 67
Süleyman Çelebi 27-29, 306, 361- Şükür 281, 283
362, 370
Süleyman Şah 284 Taceddin Ali Şah 1 51
Swinburne 81-82 Tacikistan 33, 112, 196
Sykes, Sir Percy 25, 1 06 Taç Mahal 1 92, 248
Tahir 303-304
Şadi Mülk Ağa Türbesi 254-255 Tahta Karaca geeidi 266
Şadimülk 419-420, 427 Tai Tsu 374-375
Şah Cihan 51, 281 Tana 96, 222-223, 440
Şah Mansur 1 68 Tanca 321
Şah Melik 420, 423, 426 Tarmaşirin 47
Şah Yahya 1 68 Taşkent 62, 190, 1 93-198, 200-201,
Şahruh 26, 90, 137-138, 140, 146, 205, 241, 274, 376, 392, 419,
148, 186, 229, 256, 261, 270, 426, 439
272, 314, 329, 333, 377, 423, Tataristan 239
426-428, 431, 438, 440 Tebriz 153, 156-159, 1 61-1 62, 1 71,
Şah-ı Zinde Türbesi 253, 256, 297 218, 237, 239-240, 290, 306, 376, .
Şam 26, 30, 32, 53, 106, 110, 113, 379, 386, 401, 439
1 29, 157, 1 92, 234, 241, 247, Tekine Hatun 431
297, 310-311, 313, 316, 31 7-320, Telfer 362
322-329, 332, 334, 344, 366, 369, Templo Mayor 192
424, 439-440 Terek Nehri 189, 218-219, 221
Şaş 1 90 Tienşan Dağları 33, 45, 87, 259,
Şehrisebz 33, 48, 55-56, 58-60, 62, 380
135, 188-190, 267, 294, 297, 401, Tiflis 36, 1 63, 1 65, 218, 303, 386,
429, 437 439
Şemseddin Külye 60 Tilbury SO
Şenap 284 Tilye Kari Medresesi 245, 246
Şerefeddin Ali Yezdi bk. Yezdi Tilye Şeyh Camii 1 98, 200
Şer-i Derveze Dağı 278 Timuçin 34
Şeybani Han 144 Tirmiz 33, 37, 64, 268-269, 271-273,
Şeyh Nureddin 276, 333, 420, 423, 278
426 Tobol Nehri 209

464
Tokat 354 Van Gölü 1 64
Tokay Timur 1 84 Vasili I. 222
Toktamış 92-93, 97-98, 1 00, 118, Vassaf 131
1 56-157, 159, 1 65, 1 73, 1 82-1 84, Venedik 73, 1 28, 1 54, 222, 310, 443
1 86-189, 201 -204, 206, 209, 212- Viktorya 200
216, 218-226, 233, 268, 301, 370, Viyana 95
421-422, 438, 439 Volga 30, 37, 40, 89, 93, 96, 102
Toluy 37-38, 95 1 83-1 84, 222, 439
Toskana 73 Volgograd 96
Tovma Metsobetsi 1 64 Voronez 96
Trablus-şam 129, 312
Trabzon 157, 234, 239, 387 Wall Street 192
Trastamara 73 Wallace, Sir William 442
Tuğluk Timur 48, 87, 437 Walstadt 94
Tukalık Hanım 66, 294 Whetstone, George 82
Turnan Ağa Camii 255 William (Rubrucklu) 1 29
Turnanağa 66 Wolfit, Donald 77
Tuna 93, 184, 347-349
Tuna Nehri 184 Xinjiang 33-34
Turagay 31, 60, 294/ 431 Xuan Zang 67, 268, 271
Tus 130
Tükel Hanım 88, 204, 235, 259, 294 Yakut el-Hamavi 331
Türkan Ağa 254 Yangtse Nehri 373-374
Türkistan 200 Yedi Nehir Bölgesi 380
Türkiye 112, 200 Yelets 221
Türkmenistan 33, 112, 127, 196 Yeni Saray 97
Tüzükat 51 Yesi 204, 419
Tyler, Wat 443 Yezd 1 68
Yezdi, Şerefeddin Ali 51, 54-56,
Ukrayna 96 68, 91 -92, 1 05-106, 108-110,
Uluğ Bey 54, 58, 60, 148, 252, 272, 115, 118, 1 23, 134-135, 1 48-
280, 294, 427, 428, 430-431 150, 159, 1 61 , 1 63, 1 69-1 70,
Uluğ Bey Medresesi 243-244, 246 189-1 90, 207, 210, 214, 217,
Ural Nehri 94, 209 220, 223, 226, 252, 276, 284,
Urbanus VI. 75, 443 288, 291-292, 294, 298, 304,
Urgenç 33, 37, 89-90, 96, 98-102, 311, 327, 333, 361 , 372, 382,
123, 135, 1 86, 223, 438, 439 400, 404, 41 3, 416, 418-419,
Urus 92, 97-98, 1 83 422, 424-425, 428
Vambery, Arminius 1 24, 397 Ying-Zong 373
Van 1 66 Yukarı Sind 293

465
Yunanistan 1 06
Yusuf 91, 99
Yusuf Meddah 348
Yusuf Sufi 90, 98
Yusufi 153

Zabina 359, 360


Zayende Nehri 1 67
Zenokrat 76-77, 359-360
Zerefşan Dağları 50, 266
Zerefşan Nehri 160, 238-239, 405
Zerefşan Ovası 395
Zerenc 150, 156, 233, 438
Zeynelabidin 1 68
Zsigmund 346-348

466
Zincire vurmuşımı talihi, sımsıkı tutuyorum elimle,

Feleğin çenıberini çeviriyorum öbürüyle,

Güneşin batmasıııa kalmaz,

Ya mağluptur Timur!enk ya hakimdir tüm evreııe.

Meşhur İngiliz tiyatro yazarı Christopher Marlowe'un


kaleme aldığı bu satırlar, sadece Doğu geleneğinin
değil, dünyanın en önemli liderlerinden biri olan
Timurlenk'in ihtirasını özetlemektedir. Her daim
muzaffer lider, rakiplerinin kendisini küçümseyerek
taktıkları Aksak Timur lakabının tersine, savaş alan­
larında ve siyasi emellerinde hiç aksamamış , seferden
sefere kadim dünyayı dört dolaşarak sadık ordusuna ve
tebasına hep zafer tattırmıştır.

İhtirasının sonuçları Timur'un, Türk ve Müslüman


dünyasının en önemli lideri olmasına yol açsa da,
ölümünden sonra hem Asya toplumları için, hem de
Timuroğulları için şaşaa ve istikrar çok çabuk
eprimiştir. Bu muhteşem zekanın ve büyük savaşçının
varlığının dünyada bıraktığı izleri, Justin Marozzi'nin
meraklı kaleminden takip edebilir, sadece s avaş mey­
danlarında değil, Orta Asya'nın bir zamanlar efsane
haline gelmiş kentlerinde de dolaşabilirsiniz.

You might also like