Professional Documents
Culture Documents
Timurlenk
İslam'ın Kılıcı, Cihan Fatihi �
Çevu�n Hulya Kocaoıu� (/=\\
B VO(;RAF
TİMURLENK
İslam'ın Kılıcı, Cihan Fatihi
Timurlenk
Islam' ın Kılıcı, Cihan Fatihi
ÇEVİREN:
HÜLYA KOCAOLUK
BİYOGRAFİ
OlD O
iSTANBUL
Yapı Kredi Yayınları- 2419
Edebiyat- 748
Resim Listesi • 9
Harita Listesi • 12
Timur'un Soyağacı • 13
Teşekkürler • 17
Kelimelerin Yazılışları ve
Teknik Terimler Hakkında Açıklama • 23
Kaynakça • 444
Dizin • 453
Bu kitap, annerne ve
babamın anısına ithaf edilmiştir.
Resinz Listesi
9
Semerkand'da mavi yivli bir kubbe detayı.
Semerkand'da bir minare detayı.
Semerkand'da yeni evli bir çift Timur'a saygılarını sunu
yor.
Timur'un bahadırları bir kaleye saldırıyor. Zafername'den
alınma bir minyatür. (Bridgemaıı Sanat Kütüphanesi/ İngiliz Kü
tüphanesi, Londra)
Timur'un ikinci şehri, "İslamın Gök Kubbesi" Buhara. (Ke
ren Su/ Coı·bis)
Kalan Camii, Buhara.
Herat Kalesi. Bu, 1379'da kenti ele geçiren Timur'un, batı
daki ilk fethiydi.
Timur'un mezaliminden en fazla nasibini alan kentler
den İsfahan'da 1387 yağması. Abdullah Hatifi'nin, on altıncı
yüzyıl Timurname adlı yapıtından. (İran Ekaiiinden Farsça Ede
bi Metin [ı6'mcı yüzyıl], Bridgenıaıı Sanat Kütüphanesi/İngiliz
Kütüphanesi)
Pencap'ın Pakistan'da kalan kısmında, Evliyalar Kenti
Multan'da, Şeyh Rüknüalem'in Türbesi . 1398'de, Timur burayı
yakıp yıktı.
Kabil'de, Babür'ün Türbesi.
1402 Ankara Savaşı'nda yenilerek esir düşen Osmanlı Sul
tanı Birinci Bayezici'in Timur'un huzuruna getirilişi. Zaferna
me nin on altıncı yuzyıl baskısından. (Bridgemaıı Sanat Kütüpha
'
nesi/İngiliz Kütüphanesi)
Hindistan'da Moğol hanedanının kurucusu, Timur'un to
rununun, torununun oğlu Babür. (Bişn Das'ııı yaptığı, kağıt
üzerine suluboya. Bridgeman Sanat Kütüphanesi/İngiliz Kütüpha
nesi)
Timur'un tarunu Uluğ Bey.
Özbek usulü devlet propagandası.
Timur, Özbekler için örnek insan.
Semerkand'da, Timur'un gömülü olduğu, Gur-i Mir Mozo
lesi.
Taşkent'te, Emir Timur meydanında, Timur heykeli.
Çağlar boyunca Timur. On yedinci yüzyıl Almanya'sından
(Bridgeman Sanat Kütüphanesi), on sekizinci yüzyıl Fransa'sın-
10
dan (el boyaması kabartma, Pierre Duflos/Bridgeman Sanat Kütüp
hanesi), on dokuzuncu yüzyıl Hindistan'ından (litograf, 1826 ©
Bettman/CORBIS) portreler.
22 Haziran 1941'de Timur'un mezarını açan Sovyet arkeo
log Mikhail Gerasimov, Timur'un kafatasını inceliyor. (Ody
ssey Özbekistan Rehber' i ııden, yayın izniyle)
Timur'un kabri.
ll
Harita Listesi
12
Timur
(1336-1405)
· - -· 1
�- ---- ---�� -� --- - T
Cihangir
Y. 1356-1376 r
Ömer Şeyh
y 135 -1393
Şahruh
� �]' Miranşah (tahmini)
00 ı ı Ağa Bey
(kız çocuğu)
,......
v-o
h
Muhammed Pir Rüstem
ı
Pir
ı
İskender Seyid Uluğ Ibrahim Ebubekir Ömer Halil Sultan Sultan
Sultan Muhammed Muhammed Ahmed Bey Sultan Sultan Muhammed Husay
ı
Ebu Said
Ömer Şeyh
Timur'un Seferleri
1370-1405
o 300 600km
L----'---__J
l'ıqlql\1
. .
Niğbolu
h�
Hazar
Denizi
!
. r-
•lsfahan
___... Hare�m ve Moğolistan'a Seferler
� Horasan7 Sistan ve
Mazanderan' a Seferler 1381-4
·· .. ... . ..�
·/· "-- ·
. ..
� · · .......
.. ·
.
Toktamış 1395'te Yenilir
........... HindistanSeferi (1398�9)
•
.... - •·· 1400'deKarabağ'da Başlayan Yedi YıllıkSefer
·.
.
. giderken 1405'te ölür
AÇLlK
ÇöLü
KUM
Kaşgar•
KUN LUN DAGLARI
/'l
PAMIR
DACLAID Y arkent•
. ,
Belh•',• ':. � �
•Hotan
\\ (}>'�
.
.·
'\)t'
••
�.....
. ���"
�" · Kab'!"
ı
.. .
· •·•· :� �· · ·
•·•••
.
•
.
Teşekkürler
17
Asom Urinboyev'e; Emir Timur Müzesi müdürü Nazım Habi
bullaev'e; Tellya Şeyh Camii kütüphaneCİsİ Murad Gulamov'a;
arşivci Gulsera Ostonova'ya ve Taşkent Devlet Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Fakültesi dekanı Misrob
Turdiev'e şükran borçluyum.
Semerkand' da, şair ve tarihçi Ekber Piruzi, kentte bulunan
Timuroğulları'na ait nefes kesici anıtlara yaptığım çoğu ziya
rette bana rehberlik etti. Tarihçi Fazlidin Fahridinov'a ve Orta
Asya' da İslamiyetİn durumu hakkındaki düşüncelerini benim
le paylaşan Hoca Abdi Derun Camii imaını Ahmed Rüste
mov' a teşekkür ederim.
Naile Kasijanova, Buhara için vazgeçilmez bir rehberdi; adı
gene Naile olan, Buhara Camileri ve Tarihi Eserleri Koruma
Dairesi başkanı için de aynı şeyi söyleyebilirim. Buhara Devlet
Üniversitesi Tarih Fakültesi Dekanı Ömer Raşidov, meslek ar
kadaşı Profesör Perhad Kasimov ve Belediye Başkan Yardımcı
sı Bahadır Ergaşev, Timur'un ikinci kenti, İslamın Gök Kubbesi
hakkında beni aydınlattılar. Cengiz Han 1212'de, bu kenti yerle
bir ettiğinde, geride yalnızca minaresini ayakta bıraktığı Kalon
Camii imaını Abdülgafur Rezzak, Buhara' daki Sufi kültür mi
rası konusunda heyecan verici bir kaynaktı.
Aral Gölü'nde yaşanan çevre felaketinin, kurumuş ve kav
rulmuş kurbanı Muynak yaptığımız o unutulmaz gezi için Mu�
rad'a teşekkür ederim; sonradan talihi yaver gitti ve Ameri
ka'ya göç etme akıllılığını gösterdi. Ülkenin öbür ucunda, Emir
Timur Fonu üyesi ve Tirmiz Üniversitesi'nde tarihçi olan Dr.
Kulmemet A vliyokulov, 1398 - 99 arasında yapılan Hindistan
seferiyle ilgili ayrıntıları verdi.
Pakistan'da, BBC'nin Peşaver muhabiri Rahimullah Yusuf
zai, Afganistan ve Taliban konusunda tek başına bir ansiklope
diye bedeldi. Peşaver Üniversitesi'nde tarihçi olan Nezir Gar
dezi bilgi ve algı gücü bakımından ondan geri kalmazdı.
Lahor' da görüştüğüm Daily Telegraph'ın Orta Asya muha
biri ve bölgeyle ilgili birkaç değerli kitabın yazarı Ahmed Reşid
ve Pencap Üniversitesi'nde tarih hocalığı yapan Muhammed
İkbal Çavla çok aydınlatıcı oldular. Timurlenk'in 1398'de yerle
bir ettiği Evliyalar Kenti Multan' da Mirza Bey, yorulmak bil-
18
meyen, güçlü ve yürekli bir dosttu. İslamabad' da bana ev sa
hipliği yapan Zehra ve Nadir' e ve Pakistanlı tarihçilerin duaye
ni Profesör Ahmed Dani'ye göstermiş oldukları örnek misafir
perverlik için teşekkür ederim.
Koyu bir cehaletin hüküm sürdüğü Taliban yönetimi altın
daki Afganistan' da, birkaç arkadaş ve tanıdık kendilerini tehlike
ye atmak pahasına bana yardım etmek cesaretini gösterdiler. Ba
zılarının adlarını vermek mümkün olmayacak. Hele de eski arka
daşım Arif, görevinin gereğinden çok daha fazlasını yaptı. Haber
kameramanlığının tam hakkını veren Peter Jouvenal, Robin Barn
well ve Abdüssettar gayet neşeli ve bilgili seyahat arkadaşlarıydı
lar. Peşaver'deki çevirmenim Velid, Kabil'deki Taliban Dış İşleri
Bakanlığı tarafından görevden alınınca, hazin ve gülünç anlar ya
şadık (Bu yaptığından utanmalısın, Faiz Ahmed Faiz). Suçu ne
miydi? Sakalı çok kısaymış. Onun yerine gönderilen ve saçı sakalı
yerinde olan İssa Han' a, Associated Press' ten Emir Şah' a ve çok
kahrımızı çekmiş olan şoförümüz Şükür' e teşekkür ederim. Tali
ban'ın Kültür Bakanı Molla Kudretullah Cemal Allah'ın bir lüt
fuydu. Mezar-ı Şerif Dış İşleri Dairesi Başkanı Molla Hafız Faizlil
Rubbi, başımız dara girdiğinde koruyucu kanatıarım üstümüze
gererek bizi rahatlattı. Kandehar' da Eıış İşleri görevlisi Molla Ve
kil Ahmed Mütevekkil Timurlenk'le Usame Bin Ladin arasında
paralellikler kurarak önümde yeni ufuklar açan bir konuşmacıy
dı; kendisi son olarak, yaptıkları araştırmalarda Amerikan kuv
vetlerine yardımcı olurken görülmüş.
Herat'ta, Herat Üniversitesi rektörü Molla Said Muhammed
Ömer Şahid ve Mollalar Heyeti Başkanı Mevlana Hudad'la; Ka
bil' de, Kabil Üniversitesi tarihçileri Profesör Abdilibaki ve Mirza
Gul Yaver'le yaptığım uzun görüşmelerden çok faydalandım.
2004 yazında Kabil' e tekrar geldiğimde, Yama ve Dil Muham
med, kent içindeki gezintiletimde bana yardımcı oldular. O tarih
te acil ve takdire şayan bir restorasyondan geçmekte olan Babür
Bağları' nda; Ağa Han Kültür Fonu, tarihi eserleri koruma mimarı
Ratiş N anda incelik göstererek bana, rehberlik etti.
Fatihin, dehşet ve tiksintiyle, "Allah'ın Belası Timur" ola
rak anıldığı Gürcistan' da, Khatuna Chkheidze uzmanlık dalın
daki dikkate şayan bilgisini benimle paylaştı. Timur'un yarım
19
düzine sefer yaparak, her defasında yakıp yıktığı başkent Tif
lis'te, bana olağanüstü bir rehberlik hizmeti sağladı. Ayrıca, ·
20
British Library görevlilerine, özellikle de son yıllarda ikinci
evim haline gelen Az Bulunan Kitaplar ve Müzikler bölümün
dekilere ve Orta Asya ve Kafkas Etütleri Merkezi Müdürü ve
İsveç'te yayınlanan Orta Asya ve Kafkasya Dergisi'nin editörü
Murad Esenov'a teşekkür ederim.
Bazı editörler manevi ve parasal güç sağladı. Sunday Teleg
raph'taki Michael Prodger ve Miriam Gross'a, Spectator'daki
Mark Amory' e, Fiııaııcial Times daki Jan D alley' e, Evening S tan
'
21
fat etsem az9ır; Tanrı'nın Kırbacı, ikimizin de umduğundan
daha uzun bir süre onu hırpaladı ve kimbilir metni kaç kez
okumak ve düzeltmek zorunda kaldı. Uzakta oluşum karşısın
da gösterdiği anlayıştan, sabrından, cesaretinden, neşesinden
ve sevgisinden ötürü ona müteşekkirim.
Annem ve babam, benim için daima bir ilham kaynağı ol
muş, hayranlıklarını ve sevgilerini benden hiç esirgememişler
dir. Babamın bu eser basılana kadar yaşayacağını ummuştum.
Öyle olmadı; fakat Timurlenk; İslamın Kılıcı, Cihan Fatihi, anne
me ve babamın anısına ithaf edilmiştir.
22
Kelimelerin Yazılışları ve
Teknik Terimler Hakkında Açıklama
Birkaç yıl önce Frances Wood, İpek Yolu'nda, "Bu yapıt, yer
isimleri açısından bugüne kadar yazdığım en çetrefil kitap oldu,"
demiştir. Bu duyguyu ben de tattım. Orta Asya bir mayın tarlası
dır. Ve bu, yalnızca yer isimleri konusunda böyle değildir.
Dünyanın en meşhur Moğol fatihini ele alalım. Cengiz Han
mı dersiniz, Cingiz Han mı, yoksa Çingiz Han mı? Oğluna mi
ras bıraktığı topraklar Cuci hükümdarlığı olarak adlandırılır.
Coci diyenler de vardır; Çoçi diyenler de.
Akademisyenler ve yazarlar, daha az b ilinen yazılışları
kullanmak konusunda adeta hemfikirdirler, ama ben ortalama
bir okura aşina gelecek yazılışları yeğledim. Orta Asya isimleri
zaten yeterince çetrefil; bir de ben, işi büsbütün karıştırmak is
temedim.
Tamerlane, esasen Timur' du. Batıda bilinen uzun ismi,
Timurlenk'in (Aksak Timur) bozulmuş halidir. Kendisi bir
Çağatay (bu kelimenin de farklı fonetik sembollerle yazıldığı
olmuştur) veya Türkleşmiş bir Moğol veya Türktü; fakat Av
rupa' da onu Tatar olarak tanımlayan köklü b ir gelenek oldu
ğunu fark ettim.
Barış ve huzur Timur'dan ne kadar uzak idiyse, bu konu
larda bütünlük ve devamlılık da bizden o kadar uzaktır. T. E.
Lawrence, editöründen gelen, daha <:ıçık olma talebi doğrultu
sunda, Erdemin Yedi Direği adlı yapıtında şunu vurgulamıştı:
23
"Başka dillerdeki sesleri, kendi alfabemizin harfleriyle karşıla
mak konusunda geliştirilmiş bazı 'bilimsel sistemler' vardır;
ancak bunların, Arapçayı zaten bilen kişilerden başka kimseye
faydası olmadığı gibi, bilmeyenler için sonuç tam bir fiyasko
dur. Ben bu sistemlerin beş para etmediğini göstermek için ke
.limeleri bildiğim gibi yazıyorum." Onun kadar pişkin olma-
makla birlikte, ben de onun örneğini izledim.
24
1
25
Son otuz yılda, bu adamlar ve onların oğulları ve babaları
Asya'yı kasıp kavurmuşlardı. Bu gazap fırtınası, estiği çöllerde,
bozkırlarda ve dağlarda taş üstünde taş bırakmamıştı. Doğu
nun en görkemli kentleri önleri sıra birer birer düşmüştü. An
takya ve Halep'ten, Belh ve Bağdat'tan, Şam ve Delhi'den, He
rat, Kabil, Şiraz ve İsfahan' dan geriye yalnızca dumanı tüten
harabeler kalmıştı. Amansız Tatar güruhları karşısında hepsi
yıkılıp gitmişti. Bu adamlar can almış, ırza geçmiş, yağmala
mış, bütün bir kıtayı yakarak, yıkarak ve her zaferi korkunç ga
nimetlerle pekiştirerek baştan başa katetmişlerdi. Her savaş
alanında, uçurdukları kafalardan göğe yükselen kuleler, kanlı
piramitler dikmişlerdi; bunlar kendilerine karşı koymaya cüret
edeceklere verilen ölümcül gözdağlarıydı.
Şimdi, at sırtındaki adamın gökyüzüyle çerçevelenmiş si
luetine gözleri dikili olan bu askerler, bir başka zaferin beklen
tisi içinde çelik gibi serttiler. Doğrusu hükümdarları tüm o
tumturaklı unvanları hak etmişti. Yıldızların Bahtına Hükme
den Hükümdar (yıldızların doğumundaki hayırlı kümelenme
lerine atfen); Cihangir; Asrın imparatoru; Yedi Düvelin Yenil
mez Padişahı. Fakat bir ismi vardı ki onu hepsinden daha iyi
tanımlıyordu: Tanrı'nın Kırbacı Timur.
Yaz ortasının yakıcı göğü altında bulunduğu elverişli nok
tada, hükümdar en ufak bir tedirginlik duymuyordu. Hayatı
nın en önemli savaşına dakikalar kala, içinde her zaman yaver
gitmiş talil1ine karşı duyduğu sarsılmaz güvenden başka hiçbir
duygu yoktu. Atından indi ve kainahn yaratıcısı için namaza
durdu; kibirsiz başını cayır cayır yanan toprağın üstünde see
cleye koyup, tüm zaferlerini Allah'a adadı ve O'ndan, inayetini,
hep yaptığı gibi, bir kez daha bu kulundan esirgememesini ni
yaz etti. Sonra eyer üstünde geçmiş altmış altı yılın verdiği sağ
lamlıkla ayakları üstünde doğruldu ve gözlerini, sevgili oğulla
rı ve torunlarıyla birlikte hanedanının kaderini tayin edecek
olan savaş alanına çevirdi.
Sol kanada oğlu Şehzade Şahruh ve tarunu Halil Sultan
komuta ediyordu. Bu kolun öncü kuvvetleri bir başka torunu
nun, Sultan Hüseyin'in kumandası altındaydı. Timur'un üçün
cü oğlu Şehzade Miranşah sağ kanadı yönetiyordu; onun oğlu
26
Ebu Bekir ise bu kanadın öncü kuvvetlerinin başındaydı. Fakat
hükümdarın bulanık gören gözleri, muhtemelen en çok torunu
Veliaht Muhammed Sultan komutasındaki merkez kuvvetlerin
rengarenk ve ışıltılı görüntüsü üzerinde oyalanmıştı. Bu asker
lerin ortasından Timur'un, at kuyruğu üzerinde altın renkli bir
hilalle temsil edilen al sancağı yükseliyordu. Bu taburlar, silah
altındaki savaş yorgunu asker kardeşlerinden farklı olarak, hü
kümdarlığın başkenti Semerkand'dan daha yeni gelmişlerdi ve
kuşamları göz kamaştırıyordu; içlerindeki her birlik kendine
özgü bir rengi ihtişamla sergiliyorlardı. Kırmızı eyederi ve kal
kanlarıyla, kırmızı sancaklar taşıyan bayraktarlar vardı. Diğer
birlikler tepeden tırnağa sarıya, eflatuna ya da beyaza bürün
müştü; hepsinin bunlarla bir renk mızrakları, sadakları, zırhları
ve gürzleri vardı. Bunların önünde, 1398' de Delhi'nin yağma
lanması sırasında ele geçirilmiş, önüne geleni çiğneyen, ezen,
tek sıra halinde kusursuz donanımlı otuz muharip fi1 yer alı
yordu. Sırtlarında ahşap kuleler vardı ve bu kulelerin içinde
okçularla ateş atıcılar bulunuyordu.
15. yüzyıl tarihçisi Suriyeli İbn Arabşah, Tatar ordusunun
yüreklere dehşet salan bir görüntü sergilediğini yazar. "Ti
mur'un ordusu sefere çıktığında, sanki vahşi hayvanlar yeryü
züne salınmış, gökteki yıldızlar yere yağmış, dağlar ayaklan
mış, kubbeler devriimiş ve saldırıya geçtiğinde, yer yerinden
oynamış gibi olurdu."
Sıcaktan kavrulan ovanın karşı tarafında, Timur'un en
amansız düşmanının safları gözlerini onlara dikmiştL Kendini
İslamın Kılıcı kabul eden Osmanlı Sultanı I. Bayezid, meydana
aşağı yukarı aynı sayıda tabur yığmıştı. Tam donanımlı yirmi
bin kişilik bir Sırp süvari gücü, atlı sipahiler ve Anadolu'nun
çeşitli yörelerinden gelen başıbozuk süvari ve piyade birlikleri
vardi. Bayezici'in kendisi, üç oğlu Musa, İsa ve� Mustafa'yla be
raber, -düzenli orduyu oluşturan askerler olan- beş bin yeniçe
rinin başında, merkez kuvvetlerine komuta ediyordu. Sağ ka
nadın başında sultanın Hıristiyan kayınbiraderi Sırbistanlı La-'
zaroviç, sol kanadın başında bir başka oğlu, Süleyman Çelebi
vardı. 1396'da, Niğbolu'da, son Haçlıları yenerek Avrupa şö
valyeliğinin ateşini söndüren bu askerler onca zorlu seferden
27
sonra susuz, yorgun ve perişandılar. Moralleri daha savaş baş
lamadan, Timur'un dahiyane birkaç manevrasıyla çökertilmiş
ti. O tarihten bir hafta önce düşman ordusunun şimdi mevzi
lendiği yüksek tepeyi istila etmişlerdi. Kaçar gibi yapan Tatar
lar, onların kuyularını zehirlemiş, su yataklarının yönünü de
ğiştirmiş, geriye dönüp savunmasız kalan karargahlarını yağ
malamış ve mevzilerini ele geçirmişlerdi.
Her iki tarafa da tam bir sessizlik hakimdi. Atlar yakla
şan saldırıyı sezip huysuzlanınca, Timur'un süvari saflarında
bir dalgalanma oldu. Ardından muharebenin başladığını ha
ber veren nekkarelerin gümbürtüsü, zillerin ve borazanların
sesine karışarak sessizliği yırttı. Şimdi ova nal şakırtısı, mız
rak uğultusu ve birbiriyle tokuşan metallerin tınısıyla çın çın
ötüyordu. Daha ilk vuruşlardan, bunun çok kanlı bir nmha
rebe olacağı anlaşılıyordu. Ovanın karşı tarafından amansız
Sırp süvarileri tozu dumana katarak, zırhtan panltılar halin
de hücum ediyorlardı. Bu baskı altında Tatarlar'ın sol kanadı
gerilerneye başladı; çekilirken ok üstüne ok savurarak ve neft
yağından ateşler atarak kendilerini koruyorlardı. Ebu Be"'"
kir'in komutasındaki sağ kanat Süleyman Çelebi'nin komuta
sındaki sol kanada bindirerek yağmur gibi yağan okların ko
ruması altında aslanlar gibi dövüşüp düşman saflarını yardı
lar. Bayezici'in ordusundaki Tatar süvariler saf değiştirmek
için tam bu anı seçtiler ve Süleyman Çelebi'nin Makedon ve
Türk askerlerden oluşan artçı birliklerini vurdular. Bu, Os
manlı saldırısının kaderini tayin eden ve çökerten an oldu.
Timur şeytani bir kurnazlıkla aylar öncesinden Tatarları,
kendi boylarına olan sadakat duygularını körükleyerek ve
daha yüklü ganimetler vaat ederek bu ihanete hazırlamıştı.
Kendi kuvvetlerinin Tatarların baskısı altında çözülüşünü ve
Osmanlıların sağ kanadının da Timur'un torunu Sultan Hü
seyin'in süvarileri karşısında dağılıp ümitsizce gerilediğini
gören Çelebi, savaşın kaybedildiğine hükmederek sağ kalan
adamlarıyla birlikte savaş alanını terk etti.
Timur, ovanın üstünde tarih sayfalarının gözleri önünde
açılışını seyrediyordu. At sırtmda hızla yaklaşmakta olan ola-
28
ğanüstü donanımlı bir adamın bulanık görüntüsü onu düşün
celerinden ayırdı. En sevdiği tarunu Muhammed Sultan, atın
dan aşağı atlayarak tek dizi üzerine çöktü ve savaşa katılması
na izin vermesi için dedesine yalvardı. Sağlanan üstünlüğü pe
kiştirmenin tam zamanı olduğunda ısrar etti. Hükümdar deli
kaniının sözlerine büyük bir ciddiyetle kulak verdi ve başını
gururla saliayarak rıza gösterdi. Muhammed Sultan fevkalade
gözüpek bir savaşçı ve tahta yakışır bir varisti.
Seçkin Semerkand tümeni, hükümdarın muhafız alayıyla
beraber Sırp süvari birliğine saldırdı; Süleyman Çelebi'nin
savaş alanından kaçışını dehşetle izleyen birlik, bu saldırı
karşısında çökerek onun ardından Bursa yönünde gerilerneye
başladı. Bu, Bayezici için ağır bir darbeydi; o an itibariyle ,
elinde bozguna uğramayan yalnızca piyade gücü kalmıştı.
Bundan kötüsü de gelecekti. Şimdi Tatar merkez kuvveti,
seksen alay asker ve yüreklere dehşet salan fiileriyle öne çıkı
yordu. Üstünlük onlardaydı. Osmanlı piyade gücünü felç
ederek, iki ayağı üstünde duran katıedilmedik ya da esir
alınmadık adam bırakmadılar.
Adı, Avrupalı kral ve prensierin yüreğini korkuyla titreten
Sultan Bayezid, bir felaketin eşiğindeydi. Ordusunun büyük
bir bölümü firar etmişti. Yalnızca yeniçerileri ve yedek kuvvet
leri kalmıştı. Fakat yine de teslim olmadı; savaş karanlık çöke
ne kadar tüm şiddetiyle devam etti ve askerleri sultanlarını
kahramanca korudu.
İbn Arabşah, "Gelgelelim bunlar, tozu tarakla süpürmeye
veya denizi kalbuda boşaltmaya veya dağları gramla tartmaya
çalışan bir adam gibiydiler," diye yazar. "Ve kalın bir toz du
manın içinden çıkıp dağları, tepeleri kapladılar ve tarlalar, o as
lanların kanlı kargılarının estirdiği fırtına ve kapkara aklarının
yağdırdığı yağmurla iniedi ve Talihi önüne katmış giden Ka
der Avcısı sürünün üstüne köpeklerini saldı; ki artık ne yenil
mez olsunlar ne de yenebilsinler ve kirpi gibi olana dek kes
kin akların hükmüne boyun eğsinler ve böylece iki ordu ara
sındaki çarpışma gün doğumundan akşama, ta ki demir yapı
lılar galibiyeti kazanana dek sürdü ve Rum'un adarnma Fetih
29
suresi okundu.l Silahları susup ön safları ve yedek güçleri de
telef olunca, en uzaktaki düşman bile keyfince üstlerine yürü
dü ve yabanın adamları kılıçları ve mızraklarıyla onları harap
etti ve çukurları ve bataklıkları onların kanları ve uzuvlarıyla
doldurdu ve Osman Oğlu (Bayezid) zincire vurularak kuş mi
sali kafese tıkıldı."
Ankara savaşı ve Sultan Bayezici'in saltanatı sona ermişti.
Timur hayatının en büyük zaferini kazanmıştı. Edw�rd Gibbon,
"İrtiş ve Volga'dan Basra körfezine ve Ganj'dan, Şam ve Takı
madalara kadar Asya, Timur'un eline geçmişti/' diye yazar.
"Ordusu yenilgi, hırsı sınır tanımıyordu ve bu onu, batıda adı
karşısında titreyen Hıristiyan iHemini fethedip onları dinlerin
den döndürmeye azmettirebilirdi. Şimdi gelmiş, Avrupa kapıla
rına dayanmıştı; buranın güçsüz, birbiriyle kavgalı ve pinti kral
ları -İngiltere'de IV. Henry, Fransa'da VI. Charles ve Kastil
ya'da III. Enriquez- gerçekten de bu bilinmeyen cengaverin en
amansız düşmanlarını bu kadar kolaylıkla yenmesi karşısında
dehşetle ürpermiş, muhtemel bir saldırının önünü almak için
'En şanlı ve en yüce Hükümdar Timur'a tebriklerini ve iyi niyet
lerini belirten dalkavukça mektuplar göndermekte gecikmemiş
lerciL Hepsinin korkusu onun daha ileriye gitmesiydi.
Tatar ordugahında böyle bir korkudan eser yoktu. En nü
fuzlu emirden en düşük rütbeli askere kadar Timur'un adamla
rı, hükümdarın bundan sonraki adımını merak ediyordu. Belki
onları daha batıya, Hıristiyan aleminin ta içine kadar sürecek
ve katiriere biraz daha zarar vererek yüce Allah'ın daha yüksek
ihsanlarına erişecekti. Belki de gözünü doğuya ve hepsinden
daha güçlü bir başka kafire, Çin'deki Ming hanedam imparata
runa çevirecekti. Bu kararlara henüz zaman vardı.
Hükümdar ve adamları şimdilik en büyük zaferlerinin
keyfini sürmekle yetineceklerdi. Askerler kanla sulanmış savaş
alanında katiedilenlerin kafalarını gövdelerinden ayınyar ve
1 Kuran'ın 48. suresi Fetih'in 1., 2., 3. ve 20. ayetlerine gönderme: "Biz sana doğru
su apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını
bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı
bir zaferle yardım eder. . . Allah size elde edeceğiniz birçok ganimet vaat etmiştir.
Bu ganimetierden işte şunları hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiş
tir ki bu, müminlere bir işaret olsun ve sizi doğru yola iletsin."
.3 0
bunlardan o bildik kulelerini dikiyorlardı. Osmanlıların atları,
silahları ve ölülerinin üstünden çıkan işe yarar her şey toplanı
yordu. Asıl keyifli uğraşlar sonraya bırakılmıştı. Daha ziyafet
sofrasına oturulacak, rakkaseler hayranlıkla seyredilecek ve
hepsinden alası, Bayezici'in haremine dalınacaktı.
***
2 On birinci yüzyılda Kudüs'te, St. Jean Şövalyeleri olarak kurulan bu dini ve as
keri tarikat 1402'de Hıristiyanlığın Anadolu' daki son kalesiydi.
3 Timur'un gerçek doğum tarihi akademisyenler arasında tartışma konusudur. Ör
neğin, Timur hakkında akademik bir çalışmanın yazarı olan Beatrice Forbes
Manz'a göre bu tarihin, "uydurma olduğu bellidir. Timur muhtemelen bu tarihin
gösterdiğinden beş yaş daha büyüktü."
4 Tatarlar beşinci yüzyıldan itibaren Moğolistan'ın kuzeydoğusunda hüküm sür
müş, güçlü bir kavimdi. Bu terim -çok büyük nüfus hareketlerine sahne olan Or
ta Asya'nın potasında kaynamış diğer etnik topluluklar için de söylenebileceği gi
bi- ne kesin ne de dışlayıcıdır. Kelime, muhtemelen erken dönem boy beylerin
den, Ta tur'un adından türemiştir.
On üçüncü yüz yılda Cengiz Han'ın Moğollarla birlikte batıya yaptığı seferler,
bütün bir kıtada farklı kültürlerin ve insan topluluklarının birbiriyle kaynaşması
na yol açmıştı. Tatar boylarını neredeyse tümüyle ortadan kaldırmış olmasına
rağmen bu Türkleşmiş Moğollar, Tatar a_dıyla bilinir. Avrupalılar ise bu terimi,
fark gözetmeksizin, tüm göçebe kavimler için kullanıyorlardı; bu her türlü ince
likten yoksun vahşilerden hem korkup hem tiksindikleri için onlara, Yunan mito
lojisinin en karanlık cehennemİ olan Tartarus'tan hareketle Tartar diyorlardı. Gü
nümüzde, Moğol ve Tatar terimleri genellikle aynı anlamda kullanılmaktadır.
31
Arabşah, "Bu rnadrabazın doğum yeri Keş yöresinde Ilgar
adlı bir beye ait küçük bir köydü - Allah ona cennet yüzü
gösterrnesin," diye yazmıştır. Oğlana, demir anlamına gelen
Tirnur adı verildi; bu ad daha ileride, gençliğinde geçirdiği
ve topal kalmasına neden olan bir kazanın ardından Farsça,
Tirnur-i leng'e, yani Aksak Timur'a dönüştü. Bu da, biraz bo
zulup çarpıtılarak Tarnerlane, Türkçede Tirnurlenk biçimini
aldı. S
Efsaneye göre, doğumu sırasındaki belirtler pek hayra
yorulrnaz. Arabşah, "Anasının karnından çıktığında avuçları
nın kana bulanmış olduğu söylenir .. . Bu da eliyle çok kan
dökeceği biçiminde yorurnlanrnıştı/' diye yazar. (Kitabın ba
şında, Arabşah'ın Tirnur aleyhtarlığına açıklık getirmekte ya
rar var.6 Sekiz veya dokuz yaşlarında iken bu Suriyeli adam,
1401'de Şam'ın yağmalanması sırasında Tatar güçlerinin eli
ne düşrnüştü. Annesi ve erkek kardeşleriyle birlikte Serner
kand'a esir olarak götürülmüş, değerli bilginlerden eğitim al
mak ve çok seyahat etmek suretiyle Farsça, Türkçe ve Moğol
ca öğrenrnişti. Daha sonra, kaderin garip bir cilvesi sonucu,
parlak askeri hayatı Tirnur tarafından bitirilen Bayezici'in oğ
lu I. Mehrned'in özel danışmanı olmuştu. 1421'de Şam'a geri
dönmüş, fakat Tirnur'un ordusunun yaptığı rezilane tecavüz
ve yağma sahneleri hiç aklından çıkmamıştı. Bunlar, Erneviye
Camii'nin yeFle bir edilişi ile doruk noktasına ulaşmıştı; on
dördüncü yüzyılda yaşamış olan Faslı gezgin İbn Battuta'ya
5 1402'de Kastilya kralı III. Enriquez tarafından Timur'un sarayına elçi olarak
gönderilen İspanyol Ruy Gonzales de Clavijo, "Ondan bu kadar uygunsuz bir
isimle söz etmek doğrusu hakaret sayılır," demiştir. Yazarınızın bundan 598 yıl
sonra, St. James sarayında Taşkent büyükelçisiyle yaptığı görüşmede fark etti
ği gibi, Özbekler arasında bu tür diplomatik incelikler günümüzde de hala bü
yük bir titizlikle gözetilmektedir. Bana, "Biz , Emir Timur'la gurur duyuyoruz.
Biz ona Timurlenk demeyiz" tarzında belli belirsiz ve son derece diplomatik
bir serzenişte bulunmuştu.
6 Bu düşmanlık, Büyük Emir Timur'un Hayatı adlı yapıtının bölüm başlıklarından
açıkça anlaşılır. "Veledi Zina, Azerbaycan ve Irak Vir-aneye Çeviriyor"; "Mağrur
Zorbanın Burnu Nasıl Yere Sürtüldü ve Cehennemin En Karanlık Kuyusuna Atıl
dı." Diğer yerlerde Timur, kah "İblis", "Zebani", "Engerek Yılanı", "Ca ni", kah
"Müstebit", "Düzenbaz", "Ahlak düşkünü Budala" olarak geçer. Bu nedenle, Ti
mur'a bu kaynaktan gelen övgü hafife alınmamalıdır.
32
göre bu, koca İslam toprağında 'eşi, benzeri görülmemiş' bir
·
yıkım dı. 7)
Şehrisebz, Arapçacia Maveraünnehir, "Nehrin Ötesi" ola
rak adlandırılan yörenin tam ortasında yer alıyordu. Günümüz
atlaslarında Maveraünnehir, eski Sovyetler Birliği'nin pamuk
arnbarı olan yöre boyunca uzanır; bağımsız Orta Asya cumhu
riyetlerinden Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikis
tan ve Kırgızistan'ı içine alarak Çin'de, Xinjiang'ın kuzeydoğu
suna kadar girer. Bölge Transaksiyana olarak da bilinirdi; mer
kezi, Orta Asya'nın en büyük iki nehri Amu Derya ve Siri Der
ya arasında kalan üç yüz mil genişliğinde bir kara parçasıydı.
Daha zengin çağrışımlı klasik adlarıyla -Ceyhun (Oxus) ve
Seyhun (Jaxartes)- bilinen bu nehirler Ortaçağ'da, geçtikleri ço
rak toprakları cennete çeviren dört nehirden ikisiydi. Yaklaşık
3000 kilometre uzunluğundaki Ceyhun, bölgEmin en uzun neh
ridir; Pamir Dağları'ndan çıkarak batıya doğru yumuşak bir
kavis çizdikten soma kuzeydoğuya, Aral Gölü'nün güney kıyı
sına doğru yönelir. Yaklaşık 2300 kilometre uzunluğundaki
Seyhun da, karii Tienşan Dağları'ndan batıya doğru çıkıp ku
zeydoğuya kıvrılır ve kurumakta olan Aral Gölü'nün kuzey kı
yılarına adeta su yetiştirir.
Bu mübarek nehirlerin ve onlardan çıkan kolların kıyıla
rında, adları Büyük İskender' e ve Moğol cengaver Cengiz
Han'aB ait uzak anıların tımsını taşıyan Antik Çağ'ın soylu
kentleri yükseliyordu: Buhara, Semerkand, Tirmiz, Belh, Ur
genç ve Hive. Nehirlerin ötesinde çölün ölümcül kumları
kaynıyor; kuru, kızgın yellerle bölgenin dört bir yanına sav
ruluyordu. Ceyhun'un batısında Karakum'un iç karartıcı sah
rası uzanıyordu. Seyhun'un doğusunda ise aynı ölçüde haşin
7 İbn Battuta, dünyanın etrafında yirmi dokuz yıl ve yüz yirmi bin kilometre seya
hat ettikten sonra, "İslam Seyyahı" unvanını kazanmıştı. Volga'dan Tanzanya'ya,
Çin'den Fas'a kadar deve, at ve eşek sırtında, Çin yelkenlilerinde, Arap teknele
rinde, sallarda yorulmak nedir bilmeden gezip durmuştu. Kimi zaman kadı veya
elçi, kimi zaman keşiş olarak yaşayan İbn Battil ta aynı zamanda üstün bir gezi ya
zarıydı; destansı yolculuklarının öyküleri Kentlerin ve Yolcııluklann Harikalarmı
Görenlerden Seçme Hediyeler adlı abidevi yapıtında anlatılır.
8 Han, Ortaçağ Asyası'nda hükümdarlara en yaygın olarak verilen unvandı. Önce·
leri yalnızca hükümdarlara ve emirlere verilen bu unvan sonraki asırbrda yozı.,;.··
mış, yerel idareciler, hatta boy beyleri için bile kullanılır olmuştu.
33
Açlık Bozkın vardı; alabildiğine geniş ve hiç aman vermeyen
bir düzlük olarak ufukta kaybolana dek uzayıp gidiyordu.
Bu iki nehir arasında yer alan uygar yerleşim merkezleri dahi
doğanın ezeli ve ebedi hışmına maruzdular; tarım yapılan
verimli topraklar, kuzeyde kızgın Kızılkum Çölü'ne açılıyor
du. Yazın sıcak kavuruyor, tarlalarda çalışanların derilerini
kabarcıklar çıkartip köseleye çeviriyordu. Kışın ise ölü bir
toprağın üstüne aralıksız yağan kar hiç göz açtırmıyor; yerle
şik veya göçebe, burayı kendilerine yurt edinmiş erkek, ka
dın ve çocuklar çuha çadırların ve kerpiç duvarların ardına
çekilip hayvan postlarına ve yün örtülere sımsıkı sarınarak,
kendilerini at sırtındaki bir adamı yere çalacak şiddetteki fır
tınalardan koruyorlardı. Ancak ilkbaharda, nehirlerin dağla
rın tepelerinden çağlayarak indiği, bahçelerde baharların aç
tığı, pazarların elma, dut, şeftali, armut, erik, nar, karpuz, ka
yısı, ayva ve incirle dolup taştığı, açık havada yakılan ateşle
rin üstünde kuzu ve at etinin cızırdadığı ve tüm boyun bir
araya geldiği şölenlerde testi testi şarabın devrildiği zaman
dır ki yöre, bolluk ve bereket görüyordu.
Tarihçilerin, "dünyanın altını üstüne getirdiğini" söyle
dikleri Moğol istilaları 1206'da başlamıştı. Moğolistan'daki
savaşçı kavimlere boyun eğdirip kendi kumandası altında
birleştiren otuz yaşlarındaki Timuçin adlı Moğol lider, Onon
Nehri kıyısında Cengiz Han -Denizlerin, Evrenin Hakimi
sanıyla taç giymişti. Hakimiyet alanı Karakurum Çölü'ydü.
Kumandası altında çok sayıda kavim olmasına rağmen bun
lar, bu tarihten sonra yalnızca Moğollar olarak bilinmiştir.
Sayıları belki de yüz bini geçen bu muazzam savaşçı güce bir
meşguliyet bulmak gerekiyordu. Aksi hı.kdirde, çok geçme
den o kavimler ve boylar arası ezell bölünme ve kan davala
rının yeniden başlayıp yeni hükümdarın otoritesini sarsması
işten değildi. Gözünü sınırlarının ötesine, güneye çeviren
Cengiz, Çin'in kuzeyindeki Çin İmparatorluğu'na saldırmaya
karar verdi.
Binicilik ve okçulukta üstüne olmayan ordusu, Asya'yı bir
deprem dalgası gibi yutmuş, karşısına çıkan her hasını ezip
geçmişti. 1209'da, bugünkü Xinjiang'da yaşayan Uygur Türk-
34
A L T I N O R D A
.
'fus
.
Nişabur Me>şh0d
)Merv
HORASAN
HÜLAGÜ HÜKÜMDARLIGI
36
bir ettiler. Kafkasya, Kırım ve Volga boyunca ilerleyerek, yolla
rı üstündeki Bulgarları, Türkleri ve Rus prenslerini yenip Ha
zar Denizi'nin kuzey kıyılarına kavuştular. Bir başka kuşatma
da şahların kenti Urgenç'e yapıldı. Yedi aylık bir direnişten
sonra kente hışım gibi girdiler. Esnat zanaatkar, kadın ve ço- ·
cuklar bir kenara ayrılıp esir alındı. Geriye kalanların tümü kı
lıçtan geçirildi. Cengiz'in her bir askerine yirmi dört savaş esi
rinin katli emredildi.
Ceyhun'un kuzeyinde, Moğollar antik kent Tirmiz'i de
kasıp kavurdular; burada bir kadının, inci yuttuğunu söyleye
rek hayatının bağışlanmasını dilediği rivayet olunur. Kadının
karnı yarılıp içindeki cevher çıkarılmış, bu olay Cengiz'e,
adamlarına her ölünün bağırsaklarını deşerek içlerine bakma
ları emrini verdirmişti. Eski Baktria imparatorluğunun baş
kenti olduğu hikaye edilen Belh de Moğol saldırısı karşısında
çöktü; bunu, Merv şehrinin düşüşü izledi; Cengiz'in bir başka
oğlu Toluy'un askerlerinin burada yedi yüz bin kişiyi katıetti
ği rivayet edilir9. Herat, Nişapur ve Bamyan da aynı biçimde
ele geçti. 1221 yılının son aylarında, babası Muhammed'in
yüz kızartıcı firarından sonra Moğollara karşı sürdürülen di
renişi yönetmiş olan Celaleddin Harezmşah, İndüs savaşında
yeniidi ve büyük istila bununla sona erdi. Cengiz 1223'te do
ğuya döndü. Dört yıl sonra, Çin'den Avrupa kapılarına ka
dar, koca bir kıtayı kaplayan devasa bir imparatorluğun haki
mi olarak hayata gözlerini yumdu.
Kendisinden sonra gelenlerin hiçbiri onun korkunç dehası
na sahip olmamakla beraber, yine de Cengiz'in başlattığı fetih
leri oğulları ve torunları azirole sürdürüp yaygınlaştırdı. Fet
hettiği topraklar, geleneğe uygun olarak paylaşıldı. En küçük
oğlu Toluy'un payına, babasının Moğolistan' daki tahtı düştü.
En büyük oğlu Cuci, Karakurum'un ilerisinde, İrtiş Nehri'nin
batısındaki topraklara sahip oldu; daha sonraları burada, İkinci
Bölümde sözü edilecek olan Altın Orda adıyla bir hanlık kurul
muştur. Üçüncü oğul ve tüm kardeşlerinin üstünde bir konumun
37
sahibi, geleceğin büyükham Ögedey'e ise, Moğolistan'ın batısı
ulus olarak verildi. Cengiz'in ikinci oğlu Çağatay, miras olarak
Orta Asya'yı aldı. Batısında, Timur'un büyüdüğü Maveraün
nehir'in yer aldığı bu bölge, Çağatay ulusu olarak anılmaya
başlandı.
1234'e kadar, Ögedey Çin'e baştan sona hakim olmuştu.
1240 ve 125 0'lere gelindiğinde, Cengiz'in yürekleri titreten to
runu ve Altın Orda Hanlığı'nın kurucusu Batu'nun önderliğin
de Moğol hakimiyeti, Rusya'nın güneyinden batıya, Avru
pa'nın doğusuna kadar yayılmıştı. Bununla eşzamanlı olarak,
Hulagu adlı bir başka torunu, kılıç zoruyla kendine toprak ka
zanıyor ve batıda Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan'ı, gü
neyde Bağdat ve Mezopotamya'yı içine alan ve İran'ın doğu
sunda, Horasan'a kadar uzanacak olan imparatorluğunun te
mellerini atıyordu. İran'daki İlhanlı hanedanının da kurucusu
olan Hulagu, bu fetihlerde Batu ve Çağatay'ın yanısıra kardeşi
Büyük Möngke Han'dan askeri destek alıyordu. Hanlar arasın
daki birlik, karşı konulmaz bir güç oluşturmuştu.
Tarih, imparatorluk kurmanın onu korumaktan daha ko
lay olduğunu gösterir; nitekim Cengiz'in varisieri de bu ku
rala bir istisna oluşturmadılar. Hanlarham Möngke'nin
125 9'daki ölümüyle, Moğolların büyük fütlihat devri sona er
di. 1260'taki Ayn Calut savaşında Moğol ordusu, Baybars ko
mutasındaki Mısır ordusuna yeniidi ve Baybars aynı yıl
Memluk sultanı olarak tahta geçti. Afrika, kapılarını doğu
dan gelen dini, imanı olmayan istilacılara karşı ebediyen ka
patmıştı. 1279'da Güney Çin'in Sung İmparatorluğu, Cen
giz'in ünlü tarunu Kubilay'a yenik düştü; fakat artık bu ta
rihte yirmi yıldan beri durmadan savaşan Moğol İmparator
luğu parçalanmaya yüz tutmuştu. 1262' de Altın Orda Hanlı
ğı ve İlhanlı hanedanı, güçlerini birleştirip topraklarını batıya
doğru genişletecek yerde, Azerbaycan ve Kafkasya'daki
otlaklar yüzünden bir dizi çarpışmaya girdiler. Aynı tarihte
doğuda, Toluy hanedam da, Kubilay ve kardeşi Aruğ Böke
arasındaki. taht kavgasından çıkan ve dört yıl süren savaş so
nucu çökmeye başlamıştı. On üçüncü yüzyıl yaklaşırken Ça
ğatay ulusu, Cengiz'in soyundan üç hanedanla savaş halin-
38
deydi. Evrenin Hakimi'nin oğullarına miras bıraktığı impara
torluklar, birbiriyle boğaz boğaza dövüşüyordu.
* * *
39
sinde başlamıştı. İpek Yolu -Çin'le Akdeniz'de bulunan Antak
ya ve İskenderiye limanları arasındaki, Semerkand üzerinden
yaklaşık 6000 · kilometre- açılalı beri Orta Asya, doğu ile batı
arasında bir kavşak durumuna gelmişti. Moğollar dönemine
gelinene dek, doğu ile batıyı birbirine bağlayan en az üç belli
başlı ticaret yolu daha açılmıştı. Bunlardan ilki, güney Çin'i
Basra Körfezi'ne bağlayan deniz yoluydu. İkincisi, aşağı Vol
ga'dan başlayıp Seyhun Nehri'ni yakın takiple doğuya, Çin'in
batısına ulaşıyordu. Sonuncusu, Volga-Kama yöresinden başla
yıp güney Sibirya'yı katederek yukarıya Baykal Gölü'ne çıkan
ve oradan güneye kıvrılıp Karakurum ve Pekin'e uzanan kuzey
yoluydu. Bu yollardan doğuya kürk, atmaca, yün, altın, gümüş
ve değerli taşlar geliyordu. Batıya ise Çin'den porselen, çay ve
baharat gidiyordu.
Yaşamın, on üçüncü yüzyıldan on dördüncü yüzyıla değiş
meyen öğelerinden biri göçebelikse, diğeri askerlikti. Moğollar
da erkek demek asker demekti, çünkü altmış yaşın altındaki
her erkek silah altına alınmaya elverişli kabul edilirdi. Asker
likle uğraşmayan, sivil bir erkek topluluğu kavram olarak bile
mevcut değildi. Çorak bir arazide, karnını doyurmak -yani yi
yecek et avlamak- için gereken beceriler zaten savaş alanında
kilerden farklı değildi. Askerlik tekniği çok genç yaşta öğreni
lirdi. Bir oğlan çocuğu at üstünde durmayı becerdiği an askerli
ğe ilk adımını atmış olurdu. Eyer üstünde atma tam anlamıyla
hakim olmayı ve ona ustalıkla yön vermeyi, hasını ile kendisi
arasındaki mesafeyi iyi ölçüp tartınayı ve öldürücü darbeyi
tam bir isabetle indirmeyi öğrenirdi. Bu, at sırtında kusursuz
bir okçuluk eğitimiydi; Cengiz'in ordusunun bel kemiğini oluş
turan askerler boynuz, tahta ve sinirden yapılma karma bir ok
ve yay düzeneği kullanırdı. Gibbon'un dediği gibi, "av eğlence
leri, imparatorluk kuruculuğunun peşreviydi".
Cengiz ordusunu, sonradan Timur'un da sadık kaldığı
bozkırın geleneksel onluk sistemine göre; on, yüz, bin ve on bin
askerli birlikler halinde düzenlemişti. Askerlere, savaşlarda ye
nilgiye uğrattıkları düşmanlardan sağlanan ganimetierden ve
kentlerin yağmasında ele geçirilenlerden başka ödeme yapıl
mazdı. Daha önceden birbirine düşman olan boylar, ihtiyaten
40
Büyük
Okyanusu
Hint Okyanusu
bölünüp ayrı ayrı birliklere konulur, böylece kendi boylarına
olan sadakat duyguları zayıflatılarak, Cengiz'e bağlılıklarında
birleşen yeni bir güç ortaya çıkarılırdı. Ayrıca imparatorluk
merkezinde görev yapan on bin askerlik bir muhafız alayı var
dı. Timur da Orta Asya'nın farklı kavim ve boylarını bir ordu
içinde sımsıkı kenetlemek için benzer bir strateji izlemişti. Bu
devamlılık, özellikle Moğolların izlediği kuşatma ve birçok
düşmanı kaçar gibi yaparak bozguna uğratma taktiklerinde de
gözlemlenir.
Moğollar dine pek önem vermezlerdi. Gayet sade bir bi
çimde, sonsuz göklerdeki Tengri adlı kutsal koruyucuya tapını
lır; ondan inayet dilenir, zafer için ona adaklar sunulurdu. Bu
gün anlaşılan manada ne tapınak ne de örgütlü bir ibadet var
dı. Tengri'ye sık sık at kurban edilir ve bir adam öldüğünde,
sırtında rahatça öbür dünyaya gidebilmesi için bir at öldürülüp
onunla beraber gömülürdü. Şamanlar, Moğol toplumunun ön
de gelen kişileriydi; doğal ve doğaüstü dünya arasında iletişim
kurarlar, ruhları toplum yararına gökte veya yeraltında dolaşır
ken kendilerinden geçerlerdi. Bembeyaz bir giysi içinde ve be
yaz bir atın üstünde, bir elinde asası ve bir elinde dümbeleğiyle
göz kamaştıran Şaman, göçebe topluluklar içinde son derece
ayrıcalıklı bir konuma sahipti; sürüleri ve avcıları kutsar, hasta
ları iyileştirir, düşmanın nerede mevzilendiğini söyler ve en el
verişli otlakların yerini bildirirdi. Moğolların doğasında dini
hoşgörü vardı; karşılarına çıkan başka inançları dikkate değer
bir açık görüşlülükle karşılarlardı.
Gibbon, Cengiz'den kalan mirasın bu yönünden çok etki
lenmiş. "Bir safsatayı savunmak uğruna onca mezalim yapan
Avrupa'nın Katalik Haçlıları, barbar dedikleri bu insanların,
felsefenin temel ilkelerini ta o zamandan sezip uygulamaları ve
kanunlarını katıksız bir iman ve kusursuz bir hoşgörüye cia
yandırmaları karşısında şaşırmış olsalar gerektir," diye yazar.
O kadar ki bu yetkin tarihçi, "Cengiz Han'ın ve Locke'un dini
akideleri arasında tam bir uyum olduğundan söz edilebilir,"
iddiasını dahi öne sürer. Moğollar; Budist, Hıristiyan, Müslü
man veya Musevi olsun, topraklarından geçen tek tanrılı din
mensuplarından çok daha az bağnazdılar. Asya'dan Avrupa'ya
42
yayılırken fethettikleri topraklardaki insanların dinlerini kabul
etmişler; örneğin Çinlilerden Budizmi veya İranlılardan ve Al
tın Orda Hanlığı'ndan İslamı almışlardı. Fakat yine de hiç kuş
kusuz Şamanizmin bazı uygulamalarından tam olarak vazgeç
medikleri içindir ki, İslam camiasının önde gelen güçleri, Ti
ml1r'u gerçek bir mürninden çok, bir barbar olarak görmekten
bir türlü vazgeçmemiştir.
Dinin Moğollar üzerindeki etkisi ne ölçüde azsa, Moğolla
rın kültürel hayata katkıları da o ölçüde - siliktir. Sanatsal üre
timlerinden övgüyle söz etmek kabilse de -kemik, boynuz ve
ahşap oymacılığında son derece ustaydılar ve fevkalade zarif
bardaklar, çanaklar ve takılar üretmişlerdi- dünyalarında oku
ma yazma ve edebiyatın pek yeri olduğu söylenemez. Cen
giz'den önce okuryazar olmayan bu kavim geride, dönemleriy
le ilgili hemen hemen hiçbir yazılı metin bırakmamıştır. Güve
nilirliği hayli tartışmalı olan on uçüncü yüzyılda kaleme
alınmış Moğollatın Gizli Tarihi adlı yapıt elle tutulur tek kalıntı
dır. Fakat düşünsel yetkinliğe sahip oldukları, büyümekte olan
bir imparatorlugun başındaki kişi olarak Cengiz'in koyduğu
ama tam olarak aydınlığa çıkmamış yasalardan anlaşılmakta
dır. Karanlık noktalar, hiçbir zaman tümünün yazılı olduğu bir
metnin ele geçmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Tarihçi
ler, tarihi kaynaklarda geçen çok sayıdaki göndermelere da
yanmak zorunda kalmışlardır. On üçüncü yüzyıl Moğol İmpa
ratorluğu tarihçisi, İranlı Ata Melik Cüveyni'ye göre yasa, "or
du düzeni ve kentlerin nasıl yıkılacağı" hakkındaydı. Uygula
mada yasa, devamlı gelişen ve ganimetin nasıl paylaşılacağın
dan, kent ve kasabaların ordu konaklarına nasıl at ve sürücü
sağlayacağına; savaş alanında uyulması gereken yüksek disip
lin ilkelerinden, at hırsızlarının nasıl cezalandırılacağına dek
(hayvan sahibine iade edilir ve yanı sıra dokuz at daha verilir
di; bunu yerine getirmeyen hırsız camndan olabilirdi); toplum
halinde yaşamın her yönüne değinen bir kurallar dizisiydi. Ya
sa, dinden (hoşgörü öğütleyerek ve din adamlarını vergiden
muaf tutarak), akarsuların nasıl kullanılacağına varıncaya ka
dar (kutsal sayılmaları nedeniyle içlerine işemeyi veya suların
da çamaşır yıkamayı yasaklayarak) her alanı kapsıyordu.
43
On dördüncü yüzyıl Tatarları ile onlardan önce gelen on
üçüncü yüzyıl Moğolları arasındaki paralellik aşikardır. Araş
tırmacılar, özellikle bedensel dayanıklılıklarına ve askerlik ala
nındaki efsanevi yeteneklerine işaret etmişlerdir. 1402' de Kas
tilya kralı III. Enriquez'in elçisi olarak Timur'un sarayına gelen
İspanyol Ruy de Gonzalez de Clavijo, Tatarlar hakkında, "so
ğuğa ve sıcağa, açlığa ve susuzluğa başka her milletten daha
büyük bir sabırla katlanabiliyorlardı. Yiyecekleri varsa tıka ba
sa yiyorlar, yoksa ayranla idare ediyorlardı. . . Yakacak olarak
hiç odun kullanmıyorlar, kızartma ve kaynatma amaçlı ateşler
de yalnızca tezek yakıyorlardı," diye yazmıştır.
Savaşmak, damarlarındaki kanda vardı. Ok atmadaki usta
lıkları dillere destandı; bozkırın bir ucundan fırladıkları gibi
düşmanlarının başına ok üstüne ok yağdırırlardı. "Bir tek akla,
göklerde süzülen atmacayı yere indirir, karanlık gecelerde bir
mızrak atışıyla denizierin dibindeki balığı çekip çıkarırlardı; sa
vaşa, düğün derneğe gider gibi giderler, etlerine batan mızrak
lar onlara genç kız busesi gibi gelirdi." Avcılıkta da üstlerine
yoktu; kilometrelerce çapında çemberler oluşturur, ardından
atıarını içeriye doğru sürerek önlerine kattıkları av hayvanları
nı ortada kıstırırlardı. Bu, hem askeri yeteneklerini bileyen hem
gecenin geç saatlerine kadar süren ve içkinin su gibi aktığı şö
lenlerde karınlarını doyurmaya yarayan bir spordu. Gündüzle
ri hayvanlarının bakımıyla uğraşır, atlarını, develerini, keçileri
ni ve koyunlarını otlatmaya çıkarırlardı. Gündelik hayatta kul
lanılan para birimleri de bunlardı; bir adam evlenmek istedi
ğinde hayvan veya bir merada otlatma hakkı karşılığında ken
dine bir eş satın alırdı. Varlığı yerindeyse birden fazla alırdı.
Topluluğun üst tabakalarında çokeşlilik yaygın bir seçimdi.
Sıradan kadın ve erkeklerin giysisi, hava şartlarına karşı
koruma sağlayan çirişli keten bezinden kaba ve basit kaftanlar
dı. İpekler ve sırma işlemeli güzel giysiler, ancak hükümdar so
yundan olanların harcıydı. Savaşta arz ettikleri manzara görü
lecek şeydi. Düşmanları, karşılarında tir tir titrerdi. On dördün
�ü yüzyıl sonunda Timur'un güçleri tarafından ele geçirilen
Hintli şair Emir Hüsrev, yüreğine dehşet salan bu görüntüyü
şöyle betimlemişti.
44
Deve sırtında, fevkalfide cengfiver, binden fazla Tatar kfifir ve başka
kavim/ere mensup muharip vardı; çelik gibi sert gözıdeleri pamuk
giysilere bürüliiydü; yüzlerinden kıvılcımlar saçılıyor, tıraşlı kafa
larında koyun postundan börkler seçiliyordu. Gözleri o kadar kısık,
bakışları o kadar deliciydi ki tunçtan bir tekneyi oyup geçebilir/er
di . . . Kafalarının gövde/eri üstünde öyle bir duruşu vardı ki, bo
yunları yok sanılabilirdi. Yanakları, yumuşak deri mataralar gibi,
kırış kırış ve düğüm düğiimdü. Burun kanatları bir ;y anaktan öbü
r iine, ağızları bir elmacık kemiğinden diğerine kadar uzanıyordu . . .
Bıyıkları pala gibi uzundu. Sakalları, sadece çeneleri etrafında ve
seyrekti . . . Bir sürü ak zebani bir araya gelmiş gibiydi ve insanlar
dehşetle onlardan kaçıyorlardı.
45
çebe kampı yerine Maveraünnehir'i seçti. Bir yaşam biçimi
nin ötekine tercih edildiğini gösteren bu anlamlı tören, asker
soylular tarafından gelenekiere ve askeri yetkeye doğrudan
bir meydan okuma olarak alındı. Bundan da kötüsü, Müba- ..
rek daha sonra İslamın çağrısına kulak verdi ve bu din değiş
tirme Orta Asya'yı bir deprem gibi, ta dibinden sarsarak Do
ğu ve Batı arasında gittikçe büyüyen bir uçurum açtı.
1269' da, Moğolların ileri gelenlerinden oluşan kurultay ulu
sun geleceğini kararlaştırmak üzere toplantıya çağrıldı. Bura
da, bozkırın atlı cengaverleri baskın çıktı ve hem kentlerde
yerleşime hem de sürülerinin tarım amaçlı kullanımına karşı
çıktılar. Güruh, eski adetlere uygun olarak, yine bozkırda
dağ tepe gezecek, yorulmak bilmez hayvanlarını o meradan o
meraya göçürerek otlatacaktı. Mübarek, hiç vakit kaybedil
meden tahttan indirildi. Ondan sonraki elli yıl egemenlik,
putperest soyluların oldu.
Fakat Mübarek'in ektiği değişim tohumları, o artık başta
olmasa bile kök salmaya devam ediyordu. Çünkü toprak ve
rimliydi. Mübarek'e Maveraünnehir seyahatinde refakat eden
ve aralarında Timur'un mensup olduğu Barlas boyu da bulu
nan Moğol savaşçılar, on dördüncü yüzyıla kadar İslam dinini
kabul etmiş ve Türkleşmişlerdi. 1269 kurultayının kararları ne
kadar açık olursa olsun, belirleyici olmamıştı. Doğu ve Batı,
Putperestlik ve Müslümanlık, göçebelik ve yerleşik yaşam ara
sındaki eski sürtüşmeler, büyüyen ve yayılan Çağatay ulusunu
·
46
yaşamıştı. Selefi Mübarek'in yerleşik yaşam biçimini benimse
yerek yönetim merkezini verimli Kaşka Derya ovasına taşımış,
kendi çıkardığı parayı tedavüle koymak ve ilk kez d üzenli bir
vergi sistemi kurmak gibi, bir dizi idari reform yapmıştı. Bu
davranışlar, böyle bir otorite baskısından rahatsız olan Mavera
ünhehir' deki göçebe unsurlar nezdinde onu pek sevimli kılma
mıştı. Kaşka Derya ovasının tam göbeğine, Karşi'ye kondurdu
ğu saray, hoşnutsuzluğun biraz daha artmasına yol açmış, fa
kat Kebek geri adım atm_amışh.
Birbirine diş bileyen yerleşik ve göçebe topluluklar arasın
daki sürtüşme, ondan zayıf çıkan halefi, kardeşi Tarmaşirin'in
yönetimi sırasında daha sert bir biçimde yeniden su yüzüne
çıktı. Çağatayların parçalanmasına yol açan bu ikilik, şimdi
Maveraünnehir'i tehdit etmeye başlamıştı. Hala eski yaşam bi
çimlerine dönme özlemi çeken göçebe soylular, Tarmaşirin'e
1269 kurultayında alınan kararları yürürlüğe koyması için baskı
yaptılar. Fakat sonuç alamadılar. Yeni Han, taviz vermek yeri
ne Müslüman olmayı seçti. Toplumdaki derin bir istikrarsızlık
dönemine denk gelen bu kışkırtıcı davranış, onun kaderini ta
yin etti. Kendinden önce Mübarek' e yapıldığı gibi, ona da yö
netimden el çektirildi.
Tarmaşirin'in göçebe aşiretler tarafından devrilişi önemli
bir dönüm noktası oldu. Maveraünnehir'in Çağatay hanları bir
daha asla gerçek iktidara sahip olamadılar. Bu tarihten sonraki
ler yalnızca kukla yöneticilerdi; çünkü gerçek güç ve yetke, on
ları oraya Cengiz'in geleneklerine baş sallamaları için oturtmuş
olan, göçebe savaşçıların eline geçmişti. Maveraünnehir'in ru
hu ve Moğol fatihin yaygın kıldığı yaşam biçiminin egemenliği
için verilen savaş, istenilen sonuca ulaşmıştı. Kent ve kasaba
larda yerleşik olarak yaşayan soyluların nihayet karşılarına di
kilinmiş ve haklarından gelinmişti. Bundan böyle iktidar eyerin
üstündeki adamların olacaktı; değil mi ki onların kudreti ve da
yanma gücü kimsede yoktu.
1347' de Emir Kazakhan, Çağatay hanını devirerek, iktida
rın dizginlerini ele geçirdi. On yıl süreyle komşu bölgelere akın
düzenletip onları yağma ve talan ettirerek savaşçılarını zafer
den zafere koşturdu. 1 358' de Moğol hanının emriyle düzenle-
47
nen bir suikasta kurban gitmesinden sonra, Maveraünnehir bü
yük bir karmaşaya sürüklendi. Merkezi yönetimin çöküşü bu
rayı viraneye çevirdi. Kazakhan'dan kalan boşluk, gözlerini
hırs bürümüş yerel savaş tacirleri ve dini liderler tarafından
çarçabuk dolduruldu. Maveraünnehir adi hesaplaşmalar ve bö
lünmelerle parçalandı. Moğol ham Tuğluk Timur, işgal hazırlı
ğına başladı.
İşte Timur, dünyanın damından (Himalayalar) gölgelerin
vurduğu bir yükseltide ve bu girdabın, yani birbirinin kanını
. -
* * *
48
;!:
�.cr, · �· ·-:; 1
� i.,,,.,
·--.....
....,;-{
· - · · -· - ·
-
ORTA ASYA
On Dördüncü YüzY:ıl da
"· ��"'·'-'-----------------....
-· ·
ve Bugün 1
. <. � -· -.
. ..
i
� ff"j; KAZAKISTAN
r · -· - · -·- .
'\ \ 1( .
/t ·; ;(
[1.-
/1 .
.
' �.: \ ·
·• .
·
.{ �;�(
.a.. ı. \
:
/
\\:�
;.,ğ \ !�i
0
c . .. .....
-\ r;li4• ;�JIF
1. 1
/
/· ·....
.. . "'·...
· , ......
y ·- ·
.
-·
'- _
'/'/·
(
\ � \ ..
--
• _.. .
..
TUR KMENISTAN
. /;. o: � 1�
'
..
i
, 1:\;' -· -·
..
-·
·- '\�
.
i
i . Merv
\
\.�-,..
\Semerkan ·-·
..- · , 1
İRAN
/ A·-. \.,Şehris;J;·�
• 1
· r·- · <. . FERGANA
�
- -. ., !...;, ·.,·-·
t
. .' I R CIZİSTAN '·.j
!. · ·-· "r�
ij CJJq · - · -. -.� .... .... j, .., - · "' __., ...... .. -·
- 'v• · XJN)!ANG
! "' eY�
,. �·-. SJ;ı, tv (
/ '..
_
..
./ .� ; ........,
l \• - :...-.
1 ·
i
•
,..----::.,:.....J<..J
IR
__,:__ �'" .,..___
"-_
rilmiş. Buradan öteye düz, çayırlık ve sulak bir kırsal alan üzerin
de köyler ve kabarık nüfuslu beldeler uzanıyor; yılın bu yaz-mev
siminde, öyle güzel ve doyulmaz bir manzara ki bu. Bu toprak
larda, mısırdan yılda beş defa mahsul alınıyor, üzümden de öyle
ve çok sulak olduğu için çok miktarda pamuk yetiştiriliyor. Mey
ve yüklü ağaçlardan ve kavun tarlalarından geçilmiyor."
Timur'un izini sürmeye ve güz meltemlerinin altı yüzyıl
öncesinden getirdiği, cihangirin uzak tınılarına kulak vermeye
başlamak için burası uygun bir yerdir. Bugün bile, bu iki tarih
arasında devamlılık sağlayan, umulmadık ipuçlarına rastlanır.
Küçük bir asma bağı, Müslüman bir ülke olan burada dahi
üzümün sağladığı keyiflerin göz ardı edilmediğini gösterir ve
Timur'un o içkinin su gibi aktığı, bağbozumuna benzeyen şen
liklerini hatıra getirir.
Bu hem dingin hem haşin olabilen Kaşka Derya ovasında,
bir tuğla anıtın ve aşırdığı kavunlar için titizlenen sevimli bir
oğlan çocuğunun yanı başında, Timur'un çocukluk günlerini
hayal etmek mümkündür. İşte bu amansız topraklarda büyü
müş; bozkırın, kendisine tüm dünyayı dize getirme düşleri
kurduran o katı kurallarını burada bellemişti. Bu yörede kulla
nılan bir atasözü çocukluktan başlayarak kulağına küpe olmuş
olsa gerekti: "O el ki kılıç tutmaz, kral asası hiç tutamaz." Bu
haşin dünyada dövüş sanatlarında ustalaşmadan kişisel zafer
ler mümkün olamazdı.
Dorukları karlı Zerefşan dağlarıyla çevrelenmiş ve buz
kesmiş bu bozkırda, yanında gözükara arkadaşlarıyla at sır
tında çeşitli hünerler öğrenmiş; kim bilir ne büyük çarpışma
lar, düşman ordugahlarına ne yıldırım baskınlar, ne göz ka
maştırıcı zaferler ve başı önünde kaçışlar düşlemişti. Bu bere
ketli ovada ve dağların alt yamaçlarına kadar uzanan bu geniş
ve yemyeşil otlaklarda ayı ve geyik aviarnayı öğrenmiş olma
lıydı. Kazandığı bu beceriler, o günlerden yarım asır sonra,
bugünkü Kazakistan'ın büyük bir kısmını ve Rusya'nın güne
yini geçerek Büyük Altın Orda Hanlığı'na yapacağı en zorlu
seferlerinden biri sırasında ordusunu açlıktan ölme tehlikesin
den kurtaracaktı. .
so
Kışların iliğe işleyen sağuğu ve yazların deri çatlatan sıca
ğıyla terbiye edilen Timur, bu ovada, bozkırlarda ve dağlard a
tam bir erkek gibi dövüşmeyi öğrenmiş; ihtiyatsız çobanlardan
koyun aşırmak için gittikçe daha cüretli gece baskınlcırına giri
şerek ve etrafına kendi kafa yapısındaki haydutları topL:ıvarcÜ:,
zamanla cesareti ve liderlik vasfıyla ün salmış ve boy beyleri
nin dikkatini çekmiş olsa gerektir.
Kaynaklar Timur'un çocukluk dönemi hakkında suskun
dur. On dördüncü yüzyılın ilk zamanlarında bozkır yaşamının
özelliklerini ancak hayal edebiliriz; bu, aşiret geleneklerinin ve
aile ilişkilerinin baskın olduğu, mevsimlerin yeknesak bir tem
poyla birbirini kovaladığı ve. baş döndürücü bir hızla bir o tara
fa bir bu tarafa kayan ittifakların arasında hayatta kalmak için
kıyasıya mücadele verilen bir dünyadır. Timur'un kendisi de
çocukluk yılları üzerindeki karanlığı aydınlatmak için pek az
gayret göstermiş; sonraki hayatında kazandığı ün ve başarıyı
vurgulamak için, yalnızca ne kadar mütevazı koşuıiarda yetişti
ğinin üstünde abartılı bir biçimde durmuştur. Söylenildiği gibi
belki de Timur'da, daha çok küçükken, ileride büyük bir lider
olacağının belirtileri mevcuttu. "On iki yaşındaydım; bende bir
büyüklük ve bilgelik olduğuna dair belirtiler seziyordum; ziya
retime gelenleri gayet yukarıdan bir tavır ve vakarla karşılar
dım/' dediği rivayet olunur. l O
10 Timur'un hayatını anlatan, sözde otobiyografik, en tartışmalı iki kaynaktan, lvielfu
zat (Anılar) ve Tiiziiknt'tan (Tüzükler) alıntı. Tarih olarak, Ebu Talib el-Hüseyni
adlı bir alimin bunları keşfettiği söylenen on yedinci yüzyılın başlarına dayanır
lar; Ebu Talib bu kaynakların Farsça çevirisini 1637'de Hint-Moğol imparatoru
Şah Cihan'a sunmuştu. On dokuzuncu yüzyıla kadar hem lvielfuzat hem Tüziiknt
geçerli tarihi kaynaklar olarak kabul ediliyorlardı. 1830 Londra baskısının çevirisi
ni yapan Binbaşı Charles Stewart'ın iddiasına göre, anlatıma baştan sona hakim
olan o "soylu sadelik" le, "yalın ve süssüz kibir" bu belgelerin özgünlüğünü kanıt
layan unsurlardır. Daha sonraki araştırmacı kuşaklar daha temkinli yaklaşmışlar
dır. Eğer bu belgeler Timur'a aitse, neden aynı dönem tarihçilerinden Nizamed
din Şami ve Şerefeddin Ali Yezdi bunlardan hiç söz etmemiştir? Neden Büsey
ni'nin çevirdiği söylenen metnin aslı hiçbir zaman ele geçmemiştir? Ve son olarak,
Timur'un geleceği düşünerek yazdığı iddia edilen bu belgeler nasıl olup da 232
yıl boyunca sır olarak kalabilmiştir? Bu kuşkular tatmin edici bir biçimde gideril
mediği ve lvielfuzat ve Yüzükat'ın özgünlükleri tartışma götürmez bir biçimde ka
nıtlanmadığı sürece bu iki yapıtı yanıltıcı olarak değerlendirmek en doğrusudur.
Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, Özbekistan'daki devlet güdümlü akademik
kurumlar, bunları su götürmez bir biçimde özgün saymaktadırlar.
sı
Timur'un, çağdaşları arasında iddialı bir lider olarak sivrıi
diği gençlik yıllarına ait hayli çarpıcı, fakat belki biraz abartılı
bir başka öyküyü de Arabşah anlatır. Onun meziyetlerini tak
dir etmekte diğerleri kadar hevesli olmayan bu yazarın Ti
mur'a duyduğu düşmanlık, aşağıdaki betimlemeyi daha da de
ğerli kılar.
Gözüpek, yürekli, ele avuca sığmaz, güçlü ve nazik bir genç olarak
yetişti ve Vezirin yaşça ona denk oğullarının dostluğuııu kazandı
ve genç emirler içinde yaşıtı olanlarla o derece yakınlık kurdu ki,
bir gece ıssız bir yerde toplanıp tatlı tatlı söyleşmek üzere yaygıları
altlarına serdiler ve birbirleriyle sözlerini hiç sakınmadan, senli
benli konuşup güler ve aralarındaki sır perdelerini kaldırırken on
lara şöyle dedi, "Niııem, usta bir kdhin ve falcıydı; bir gece rüya
sıııda bir şey görmüş; bunu, oğullarından veya torunlarmdan biri
nin bir gün biiyük topraklar fethedeceği, geniş insan yığınlarına
hükmedeceği ve Yıldızların ve o devrin Krallarının Efendisi olacağı
·
şeklinde yorumlardı. İşte o adam benim ve o devir de bu devir; hay-
di bakalım; şimdi benim arkanı, elim, kolum, sırtını, böğrüm olma
ya ve beni asla yaya bırakmamaya ant için. n
Büyük bir adam olacağına dair belirtiler var mıydı, zor bir ço
cukluk geçirmiş miydi bilinmez, ama Timur ilk kez 1360'ta, za
manlama konusundaki ustalığını gösteren bir atılımla, karanlı
ğı delerek tarihi kayıtlarda belirdi. Bu, tam da ondan beklene
cek tarzda, gayet kurnaz ve cüretkar bir hamleydi. Emir Kazak
han'ın 1 358' deki katlinden sonra Moğol Ham, Maveraünne
hir'in içine düştüğü kargaşadan yararlanmak ve dağılmış Ça
ğatay ulusunu kendi idaresi altında yeniden birleştirmek fik
riyle burayı, doğudan işgal etti. Timur'un yaşadığı Kaşka Der
ya ovasındaki Barlas boyunun reisi Hacı Bey, savaşmaktansa
kaçınayı yeğledi. Delikanlı yaştaki Timur, Ceyhun nehrine ka
dar ona refakat ettikten sonra, yurduna geri dönmek için rıza
diledi. Döndüğünde, kendi adamlarını toplayarak Moğolların
daha fazla toprak almalarını önleyeceğine onu ikna etti.
Ondar, sonra olanlara bakarak, Timur'un hiç de böyle bir
niyet taşımadığını söylemek olasıdır. Hacı Bey' e söylediğinin
52
aksine, Moğol istilacılara karşı bir kez olsun kılıç çekmedi. On
ların güç olarak daha üstün olduklarını aniayıp bundan çok da
ha akıllıca bir iş yaptı ve Moğol Hanı'na, emrine arnade oldu
ğunu bildirdi. Bu taraf değiştirme, kurnazlığın daniskasıydı, fa
kat teklifi kabul edildi. Bundan böyle, Moğol Ham'nın bendesi
olacaktı, Yirmi dört yaşındaki Timur, koskoca Barlas boyunun
başına geçmeyi başarmıştı.
Yeni edindiği mevkiyi pekiştirrnek amacıyla, Afganistan'ın
kuzeyindeki Belh'te bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmış, soy
lu yönetici Kazakhan'ın tarunu Emir Hüseyin'le ittifak yaptı.
Hüseyin, Karakunas boyunun beyiydi. İki adam, gizlice anlaşıp
Moğalları Maveraünnehir' den temizlerneye ant içti. Timur' un,
Hüseyin'in kız kardeşi Aliye Türkanağa'yla evliliği aralarında
ki ilişkiyi pekiştirdi. Bu olmasaydı bile, Timur'un Moğol Ha
nı'na bağlılığı uzun sürmeyecekti, çünkü bazı boy beylerinin çı
kardığı kanlı bir ayaklanma sonucu, Moğol Ham oğlu İlyas Ho
ca' yı Maveraünnehir' e vali olarak atadı. Timur, emir komuta
zincirinde ikinciliğe razı olamazdı (Hüseyin belki de bunu hiç
bir zaman anlamadı). Tepki vermekte hiç gecikmedi. Timur ve
Hüseyin o andan itibaren kanun kaçağı olup gizlenmek zorun
da-kaldılar.
Ondan sonraki birkaç yıl, bu iki ortak geçimlerini eşkıyalık,
yol kesicilik ve paralı askerlikten sağlayarak, Asya'nın yukarı
taraflarında dolaşıp durdular. Kimi zaman şansları yaver gidi
yor ve hatırı sayılır bir ganimet ele geçiriyorlardı. Fakat bu ko
lay bir hayat değildi, çünkü intikam peşinde koşan Moğol Ha
nı'na yerlerini belli etmemek için devamlı hareket etmek zo
rundaydılar. Tarihi kayıtlara göre, bir ara Timur'un maiyetinde
yalnızca karısı ve bir tek adamı kalmıştı. Nihayet düşe düşe,
1362' de karısıyla birlikte haşerat dolu bir ahırda iki ay hapse
dilmeye kadar indi. Bu, günün birinde Moskova' dan Akde
niz' e, Delhi' den Şam'a kadar hükmedecek bir adam için pek
adi bir başlangıçtı.
Bu dönemde, tahminen 1363'te Timur,-sağ hacağıyla sağ
kolunu aksak bırakan ve düşmanlarının onu aşağılamak için
kullandığı Aksak Timur lakabını ilham eden yarayı aldı. Muh
temelen bu, Afganistan'ın güneybatısında, buglin Deşt-i Mergi
53
(Ölüm Çölü) olarak bilinen bölgenin bir yerinde, Horasan'daki
Sistan Ham'nın hizmetinde paralı asker olarak çalışırken ol
muştu. Farklı açıklamalar çoktur. Timur'a garez dolu kaynak
Arabşah' a göre, o bir koyun hırsızıydı ve bir gün işi azıtmıştı.
Sürüsünün etrafında sinsice dolaşan hırsızı fark eden uyanık
çoban, gayet isabetli bir ok atışıyla Timur'un omzunu parçala
mış, fazladan bir tane de kalçasına saplamıştı. "Böylece, fukara
lığına bir de sakatlık eklenmiş, habis ruhuna ve hiddetine halel
gelmişti."
Tarafsız bir gözlemci olduğundan kuşku duymamız için
daha az neden bulunan Clavijo'ya göre ise, Timur pusuya dü
şürülmüştür.
O sırada Timur'un nıaiyetiııde yalmzca beş yüz atlı vardı; bunu gö
ren Sista n 'nı adamlwz güçlerini birleştirip onu alt etmeye giriştiler,
bir gece Timur, bir koyım sürüsünil bir yerden başka bir yere götii
r iirkeıı lıep birlikte iistiine çullanzp adamlarınm büyük bir k1smmı bo
ğazladıiar. Onu da atmdan aşağı düşürerek sağ bamğından yara/adı
lar; bu yaradan ötürü ömrii boyunca o ayağı aksadı (Aksak Timur adı
buradan gelir); bummla yetinmeyip, sağ elini de yara/adı/ar; bımwı
sonucımda da serçe ve yiiziik parmağmı kaybetti. l l
54
dehasını öve öve bitiremez.l2 Bu İranlının yazdığına göre, Ti
mur bir çarpışmada askerlerine, düşmanın kendininkinden
kat kat üstün olan güçleri etrafındaki tepelerde yüzlerce
kamp ateşi yaktırarak, onları dört bir yandan kuşatıldıklarına
inandırmıştı. Hasımları kaçarken, onları kavalayan askerleri
nin eyerlerine bol yapraklı ağaç dalları bağlatmış, böylece
kalkan toz duman içinde dev bir ordunun gelmekte olduğu
sanısını uyandırmıştır. Bu aldatmacalar çok işe yaramıştı.
Moğolları kaçırmış, Maveraünnehir'i kurtarmış, Şehrisebz'i
kendisine kazandırmıştı. "İşte hep yaver giden talihi, onun
bu kez de bir orduyu ateşle yenip, bir şehri toz dumanla ele
geçirmesini sağladı."
* * *
55
merli geçitlerle çevrili, yeri yassı mermer taşlarla döşeli ve or
tasında işlemeli bir su haznesi olan bir avluya geçiliyordu. Bir
sonraki kemerli geçidin ardında ise sarayın kalbinin attığı yer
vardı: nice elçinin içindeki olağanüstü işçiliği takdir etmek
uğruna boynunu ağrıttığı ve Yeri Göğü Sarsan Adamın karşı
sına çıkmadan önce sinirden üst üste yutkunduğu kubbeli bir
kabul salonu.
Gözlerine inanamayan Clavijo, "duvarlar altın varak ve
mavi çinili panolarla, tavan ise silme altın varakla kapliydı," di
ye yazmıştı. Soluksuz anlatımından çıkarılabileceği gibi, İspan
yol elçi böyle bir ihtişamla karşılaşacağını ummuyordu. Ne de
o devirde Dağuyu karanlık, barbar bir dünya olarak gören baş
ka bir Avrupalı umabilirdi. Clavijo, "buradan alınıp üst kattaki
koridariara çıkarıldık, duvarlar gene altın yaldızlı çinilerle kap
lıydı," diye devam eder.
56
Ak Saray, Timur'un diktirdiği başka her yapıdan fazla,
çalım satmak ve doğu kulesinin üstündeki Kufi yazıtıncia söy
lendiği gibi Sultan'ın, "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" oldu
ğunu göstermek amacıyla inşa edilmişti. Bir rivayete göre Ti
mur, batı kulesindeki, "Sultan bir gölgedir" yazısını azımsa
yarak hiddete kapılmış ve sorumluları sarayın tepesinden
aşağı attırmıştı. Diğer yazıtlarda ise, Tatar'ın parlak vasıfları
göklere çı!<arılıyordu. Birinde, "Ey İnsanların Velinimett sal
tanatın Süleyman'ın saltanatı, örnrün Nuh'un ömrü gibi uzun
olsun. Güzelliğiyle cümle alemi büyüleyen bu saray (sahibi
ne) saadet ve refah getirsin," deniliyordu. Bir başkası, "Sultan
yaptığı iyiliklerle, düşmanlarının ayağına zincir vuruyor" di
ye gürlüyordu. "Ona sığınan saadet bulur. Yaptığı iyilikler,
latif bir koku gibi, her yere yayılır. İyiliği besbellidir. Yüzü ay
dınlık, davranışları isabetlidir." Saray kapısından içeri giren
küçük ve önemsiz ziyaretçiler kim bilir neler hissediyorlardı.
Ziyaretçilere hadlerini bildirmek, eğer dünyanın en büyük
hükümdarlarından birinin huzurunda bulundukları konusun
da en ufak bir kuşkuları kalmışsa, bunu gidermek için müthiş
bir yol bulunmuştu.
Methalin iki yanındaki ikiz kuleler; bugün savaş, tamalı ve
geçen zamanın etkisiyle otuz beş metreye kadar inmiştir. Asıl
yüksekliklerinin yüzde altınışından daha azına da sahip olsa
lar, gene de heybetlerinden pek bir şey kaybettikleri söylene
mez; sağlamlıkla ince işçiliği, zarafetle yalınlığı birleştiren mi
mari tarzları, onlara hakim bir konum sağlar. Kemerin ürkütü
cü kavsi, kulelerin tepesine doğru -bilgisiz bir göze, yalnızca
cicili bicili geometrik desenler olarak görünen- turkuaz ve laci
vert renkte, Ktifice hatla yazılmış, "Allah" ve "Muhammed"
adlarının hemen üstünden başlar. Gökleri, bir baştan öbürüne
katedecekken bir parça gökyüzü tarafından kesilir. Her bir kule
kendi başına ve dimdik durur.
Boyutlar ezici ölçülerdedir. Fakat kim bilir, şaşaa ve deb
debenin zirvesindeyken, altın varak tavanı yıldızlarla boy öl
çüşür ve Timur'un muhtelif eşleri -Clavijo, kaldığı sürece se
kiz tane saymıştır- yemyeşil çimenlerin, meyve ağaçlarının,
şırıl şırıl akan derelerin ve şadırvanların arasında; sırma işlt
57
muhteşem minder ve yaygıların üstündeki yerlerini alıp
uzanmak için ipek giysilerini hışırdatarak ve salma salma zi
yafet salonundan bahçeye geçerlerken nasıldı? Yazın ipek, kı�
şın kürkle çevrilmiş çadırların ve gölgeliklerin altında ve
lambaların soluk ve titrek ışığında sesleri, nasıl bir şarkı olup
yıldızlara doğru akardı.
Burada yenileme çalışmaları yapılmış, kırılan çiniler yeni
leriyle değiştirilmiş de olsa, sarayın harap görünümü esasen
korunmuştu. Timur'un en görkemli yapısından geriye, şimdi
yere çalınmış dev bir hayvanın uzun ve iri dişlerini andıran iki
kısalmış kuleden öteye bir şey kalmamıştı. Fakat bu harap gö
rünümdür ki bizde bıraktığı büyüklük izlenimini güçlendire
rek, asıl halinin hayal gücümüzü aşan bir ölçek ve görkemde
olduğunu hatırlatır. Veya işçiler onca yıllık çalışmadan sonra
bile hala sarayın etrafında dört dönüp didinirlerken, hayli ser
seınıemiş Clavijo'nun yazdığı gibi, "bu sarayın süslemelerinde
sergilenen zenginlik ve güzelliği kelimelerle anlatmak kabil
değildir".
* * *
58
dar inen şal desenli bir asker ceketi yuvarlak, kabartma tokalı,
kalın bir kemerle tutturulmuştur. Sol tarafında kıvrık bir kılıç
asılıdır. Omuzlarında dökümlü, kısa bir pelerin vardır. Kaba ve
sağlam çizmeleri, kalıcılık ve güçlülük duygusunu artırır.
Şimdilerde, heykel ve kaidesi karşısında küçülüp cüceleşen
düğün alayları düzgün sıralar halinde buraya gelmekte ve Ti
mur' un ayakları dibine çiçek koyduktan sonra Devletin Babası
nın altında resim çektirmektedirler. Her tören, bir şişe Özbek
şampanyası patıatılarak kutlanır. Alayların biri gitmeden öbü
rü sökün eder. Bu, pek hoş bir görüntüdür: arka planda sarayın
harabesiyle çerçevelenen genç çiftler, Timur'un devasa cüssesi
önünde saygıyla dururlar. Gülümsemeleri biraz sinirli de olsa,
hanımlar pek neşelidir. Fakat istisnasız olarak bütün erkekler,
ölesiye ciddi dururlar, fotoğraf makinesine dikili çatık kaşları
sanki başka bir yerde olmayı istediklerini düşündürür.
Güneşli bir Ekim ikindisinde, Timur'dan birkaç yüz metre
ileride ve Şehrisebz'i tam ortasından ikiye bölen geniş İpek Yo
lu caddesindeki yöreye özgü bir çayhanede, bir grup yaşlı adam
karılarından ve" çocuklarından ayrı, yüksekçe bir kerevetin üs
tündeki minderiere yan gelip oturmuştur. Hepsinin üstünde,
çapaıı denilen geleneksel giysiler bulunmaktadır, kimileri par
lak mor ve açık mavi çizgili, kimileri siyah ve soluktur. Bazıları
bunları, dizlerine kadar inen ve bariz bir biçimde uzun olan
kollarını boş bırakarak pelerin niyetine giyer; bazıları kollarını
sıvarlar. Beyaz, gri veya siyah renkli sarık ya da işlemeli börk
leri, başlarına kondurulmuş süslü kuş yuvalarını andırır. Çoğu
sakallıdır; bu uzun, gümüşi yeleleri ara sıra, mevsimler kadar
acelesiz sıvazladıkları olur. Kök çayı bardakları etrafında top
lanmış, eski çağ giysileriyle başka bir devirden arta kalan ve ta
rihe bekçilik eden bu adamlar dört bir yanlarından, geçmişin
giyim geleneklerini umursamayan -havacı ceketleri, beyzbol
şapkaları ve lastik ayakkabılar içindeki- genç kuşak tarafından
kuşatılmıştır.
Çayhane, yaşlıların aldıkları bu tavra uygun bir mek2mdır,
çünkü Şehrisebz'de geçmişin -ve Timur'un izi- buradan sürül
ıneye başlanır. İpek Yolu caddesi, iştah açıcı ilk yemeği Melik
Azder Bankalu olan, tarihi bir şölendir; on dördüncü yüzyılda
59
gezgin Sufi dervişlerinin konak yeri, Sovyet döneminde basit
bir müze olan bu yapı sonraları kentte cuma namazlarının kı
lındığı bir camiye dönüştürülmüştür. Şölen bunun hemen yakı
nında, restorasyon çalışmalarının sürdüğü, on beşinci yüzyıl
kaplıcalarıyla devam eder. Ardından, eski devirlerde Kuran
öğrenmek için sıra sıra diziimiş oğlan çocuklarına eğitim veren
bir kurum olan Kuba Medresesi gelir. Son birkaç yıldır kapita
lizme meyleden bu yapı, şimdi içinde ünlü markaların sahte
blucinlerinin, işporta malı pabuç ve spor ayakkabıların satıldığı
tablalarla tıklım tıklım dolu bir avludur. Anayolun daha altın
da, güzelliğinin verdiği küstahlıkla göklere meydan okuyan,
Hürmet ve Nezaket Kürsüsü, Dorut Tilovat bulunur; buradaki
ana yapı, Timur'un gökbilimci tarunu Uluğ Bey'in yaptırdığı,
Ak Saray'dan da görülebilen Gök Kümbet Camii, şölenin en le
ziz yemeğidir.
Burası, Şehrisebz'e geldiği zaman Clavijo'nun ilk götürül
düğü yerdi; o tarihte yapımı . hala bitmemişti. Clavijo, "Ti
mur'un özel emriyle burada her gün yirmi koyun kesilip pişiri
liyor ve merhum babasıyla oğlunun türbelerdeki ölülerinin
hayrına sadaka olarak dağıtılıyordu," diy� yazmıştır. Et ve
meyveyle tıka basa dayurulan İspanyol elçiye, Timur'un çok
sevdiği oğlu Cihangir'le, babası Turagay'ın buraya gömülüşü
nün hikayesi anlatılmıştı. Kendisine ayrıca, Timur öldüğü za
man onun da buraya gömüleceği söylenmişti.
Burada da restorasyon çalışmaları yapılmıştı ve methalin
yenilenen mavi çinileri şıkır şıkır parlıyordu. Yerel bir rivayete
göre, Timur'un babasıyla, akıl hacası Sufi Şeyh Şemseddin Kül
ye, civardaki Barlas mezarlığından bugün geriye kalan anıt me
zarlardan birinde, eski oniks mermer oymaların altında yatı
yorlardı. Hemen yakında, Uluğ Bey'in akrabalarından dört er
keğin mezar taşları bulunan, kubbeli küçük bir türbe yer alı
yordu. Gök Taş, asırlardan beri hasta çocuklarının şifa bulması
için ana babaların üstüne döktüğü sularla oyulmuştu. Taş, şifa
lı tuzlar içeriyordu.
Mezar taşlarının sükunetinden sonra, pazar merkezinde
tam bir curcuna hüküm sürüyordu. Çiftçiler, karıları ve çocuk
larıyla birlikte buraya mahsullerini satmaya gelmişti. Tozun
60
toprağın içinde; domates, soğan ve elma dolu tahta sandıkları
nın veya teneke kovalarının yanında çömelmiş oturuyorlardı.
Allı güllü, ucuz basma elbiseleri ve parlak renkli baş örtüleriy
le köylü kadınlar, ürünlerinin tozunu silip, özenle istif ediyor
lardı. Kafası tıraşlı çocuklar, hamala ihtiyacı olanların yükleri
ni taşımak için derme çatma el arabalarının yanında hazır bek
liyorlardı. Her biri bir top mermisi büyüklüğündeki dağ gibi
kavun yığınlarını güneşten korumak için geniş tenteler dikil
mişti. En azından bu hiç değişmemişti, çünkü Clavijo da tam
bu olaydan söz etmiş, "buradaki kavunların her biri bir at ka
fası kadar var . . . nefaset ve büyüklük olarak dünyada bir eşleri
daha yoktur," diye yazmıştı. Bunlardan bir kısmı, bir kamyo
nun arkasına yükleniyordu; aşağıda duran bir adam, taşıtın
üstündeki bir çocuğa bunları sakınarak atıyordu. Buruş buruş
yüzlü kadınlar, taş bir serginin arkasında yumuşak peynir sa
tıyordu; bir yandan ürünlerini kepçelerle alıp şirin piramit ku
leler dikerierken bir yandan da müşterileri cezbetmek için bir
birleriyle çekişiyorlardı. Upuzun sergilerde şeker, kuru yemiş,
yığınla makarna, bisküvi ve uzak diyarıardan gelme baharat
satılıyordu. Ayçekirdeği dolu çuvallar ağızları açık, öylece du
ruyor; gelen geçen içlerine keyfince elini daldırıyordu. Erkek
ler, kadınlar ve çocuklar avuç dolusu alıp ortasından ustaca
dişleyerek dış kabuğunu tükürüyor ve minicik çekirdeği, bir
yoksul öğünü gibi değil, dünyanın en lezzetli yiyeceğiymiş gi
bi yiyorlardı. Meyve ve sebzeler nerede yer varsa, kimi zaman
toprağın, kimi zaman sergilerin üstünde yığılı duruyordu. Bu
rada, Timur'un zamanında olduğu gibi, şeftali, armut, nar,
erik, kayısı, elma, greyfurt, incir, patates, biber ve soğan bulu
nuyordu. Bazı sergilerde, yağ, · et ve sebzelerle pişirilen pirinç
pilavı için özel olarak önceden kesilmiş ve naylon tarbalara
doldurulmuş havuç satılıyordu. Kasaplar, kocaman satırlarıyla
öyle olmadık etler kesip satıyorlardı ki daha varlıklı ülkelerde
bunların yeri ancak çöp tenekesi olabilirdi. Çengellere asılı
hayvan ölülerinin kanları tozun toprağın içine damla damla
akıyordu. Burada hiç bitmeyen bir hareket vardı. İnsanlar ya
ya olarak; bisiklet, el ve at arabaları, at ve eşek üstünde bitevi
ye gidip geliyorlardı. Güneşten kaçanlar, önünde sıra sıra bi-
61
sikletlerin durduğu küçük bir aşevine çekilmişlerdi. Kemerli
geçidin altında, erkekler ya şaşlık kebabı çiğniyor, ya kuzu eti
ve soğandan yapılan yoğurtlu mantı yiyorlardı. Kimileri, ateş
üstünde dumanı tüten bir pilav kazanının etrafında, karavana
usulü topluca yemek için toplanmışlardı.
Özbekistan'ın her yerinde olduğu gibi, Şehrisebz'de de ha
yat zordu. Kentin, altı yüzyıl önce, Timur zamanındaki ihtişa
mından hemen hemen hiçbir iz kalmamıştı. Bir zamanlar gitgi
de büyüyen bir imparatorlukta, bir cevher gibi ışıldayan kent,
eski Sovyetler' de unutulmuş, yolsuzluğa ve yoksulluğa bata
rak, dumanı tüten bir viraneye dönmüştü. Şehrisebz'in altın ça
ğı sona ereli çok olmuştu. Yalnızca geride kalan yıkıntılar ve Ti
mur' un heykeli bir zamanlar var olduğunu göstermekteydi.
* * *
62
küçük savaş sahnesiyle sınırlı olmadığı için, olay Hüseyin'le it
tifakı konusunda içine kuşku tohumları ekmişti. Çarpışmanın
en kritik anında, müttefiğiyle birlikte vuruşmayı reddeden bir
adama ne ölçüde güvenilirdi? Timur, kendini ihanete uğramış
sayıyordu. Zaten Timur'un veya Hüseyin'in buna kalıcı bir it
tifak olarak bakmış olmaları olasılığı çok düşüktür. Ne de olsa,
bozkırda bu işler böyle yürüyordu. Hiç durmadan ittifaklar
kuruluyor, hiç durmadan bozuluyordu. Gene de kısa vadede
dayanışmaları sürdü. Mir çarpışmasından bir yıl sonra Ti
mur'la Hüseyin, Semerkand'ın bağımsız Serbedar yönetimini
hunharca alaşağı etmenin ve buranın yeni yöneticileri olmanın
zaferini kutladılar. 1 3 Daha önce olduğu gibi, burada da Emir
Kazakhan'ın torunu soylu göçebe Hüseyin, resmen Timur'un
üstüydü.
Fakat Timur'un daha o tarihte bile sadece ona sadık olan
adamları vardı. Ganimet dağıtımındaki cömertliği, kumanda
sı altındaki emirleri ve askerleri gayrete getirmişti; ona hay
randılar. Buna karşılık Hüseyin pintiydi. O talihsiz Mir çar
pışmasında uğradığı ağır kayıpların telafisi için Timur'un
emirleri ve askerleri üzerine, ceza niteliğinde bir kafa vergisi
salmıştı. Tarihi kayıtlara göre bu o kadar yüksek bir meblağdı
ki hiçbirinin ödemesine olanak yoktu. Timur atlarını, hatta
Hüseyin'in kardeşi, karısı Aliye'nin altın ve gümüş kolye ve
küpelerini vermek zorunda kaldı. Hüseyin, bunların aile mü
cevherleri olduğunu bile bile, hiç oralı olmadan hepsini aldı.
Bu açgözlülüğü dikkatlerden kaçmadı. Timur'un yıldızı ise
biraz daha parlamıştı.
İki savaşçı arasındaki ittifak, Timur'la Aliye'nin evlenme
si ile mühürlenmişti. Kadının bu sıradaki ölümü, aileler ara
sındaki son bağı da kopardı; adeta kader ağlarını örüyordu.
1366 ile 1370 yılları arasında bu iki adam geçici ittifaklar için
de bir ayrılıp bir birleştiler; kah Moğol istilacılara karşı işbirliği
63
ettiler, kah birbirlerinin canına okumaya azmettiler. Ancak
geçen yıllar içinde bir tek şey kesin olarak belli oldu: Mavera
ünnehir'in geniş toprakları bu iki adamın birbirine rakip
emellerine dar geliyordu.
Timur bu yıllardan yararlanmayı bildi. Kendi boyu içinde
ki yerini sağlamlaştırırken, günün birinde tek başına idareyi ele
aldığında desteklerine gereksinim duyacağı toplum kesimleri
ni, yani Müslüman din adamlarını, bozkırdaki göçebe soylula
rı, tacirleri, tarım işçilerini, köy ve kentlerde yaşayan ve birbir
leriyle hiç durmadan çekişen yerleşik toplulukları da göz ardı
etmedi. Diğer taraftan Hüseyin, ağır ve keyfi vergiler koyarak
tebaasını gitgide kendinden soğutuyordu. Belh Kalesi'ni yeni
den yaptırmak ve istihkamlarını güçlendirmek yolunda aldığı
talihsiz karar, yerleşik hayata karşı koyan ve kale duvarlarında
ve istihkamlarında Hüseyin'in yükselişini ve kendilerinin dü
şüşünü gören göçebe soylularca kışkırtıcı bir davranış olarak
algılandı.
Timur kendi safına giderek daha fazla adam çekmeye de
vam ediyordu. Moğollar başarıyla püskürtülmüştü. Şimdi gö
zünü, Maveraünnehir'in güneyinde tek başına egemen olması
nın önündeki tek engeli kaldırmaya dikmişti.
Gel zaman git zaman, o gün de geldi. Güçlerinin başına ge
çen Timur, 1370'te güneye akın etmek için Ceyhun Nehri'ni
Tirmiz'den geçti (1398' de, gözünü hırs bürümüş olarak tekrar
bu yoldan geçecek, dünyanın damı Himalayalar'ı aşarak Hin
distan'la savaşa gidecekti). Burada, Andhoylu İmam Seyyid
Bereke ile tanıştı; Mekke veya Medine'den gelen ve Yezdi'ye
göre, "peygamber sülalesinin en şanlı üyelerinden biri" olan bu
İslam bilgini de en az kendisi kadar şanlı birinin koruması altı
na girmek istiyordu. Daha önce Hüseyin tarafından geri çevri
len Bereke, onun yerine, yaşlı adamın yaklaşırnma daha açık
olan Timur'a meyletti. Bu ak sakallı bilge, Timur'un parlak bir
geleceği olduğu kehanetinde bulunup, eline geleneksel hüküm
darlık simgeleri olarak bir sancak ve nekkare tutuşturarak
onun daha ileri gitmesine engel olmak istemedi. Yezdi, "bu ulu
Şerit büyüklüğünü önceden kestirdiği bu gencin yanından ge
ce gündüz hiç ayrılmadı/' diye yazar, "ve Timur, öldüğü za-
64
man onunla aynı mezara konulması ve yüzünün ondan yana
dönük olması emrini verdi; böylece kıyamet günü gelip çattı
ğında herkes elini göğe açarak medet umarken, o, bu Muham
med eviadının eteğinden tutacaktı." (Timur öldüğü zaman,
manevi önderinin ayak ucundaki bir mezarda ebedi uykusu
yatırıldı; bu dünyanın en ulu hükümdarlarından biri için eşi
görülmemiş bir alçakgönüllülüktü. 14)
Allah kendisiyle birlikteydi; bundan hiç kuşkusu olmayan
Timur, güneye, ordusunun kuşatması altmda bulunan Hüse
yin'in başkenti Belh'e doğru hücuma geçti. İki kahramanın ta
raftarları arasmda kıyasıya bir mücadele başladı. Şehir surları
zorlandı ve Timur'un akıncıları zincirden boşanmış gibi içeriye
daldı. Kalesine çekilmiş, düşmanın hücumunu izleyen Hüse
yin, sonunun yaklaştığını nihayet anladı. Timur'un merhameti
ne sığınıp, eski silah arkadaşının canını bağışlaması karşılığın
da, Maveraünnehir'i terk edip Mekke'ye, hacca gitmeye söz
verdi. Fakat pişman olmakta çok geç kalmıştı.
Hüseyin'in ölümü adeta bir komediydi. Timur'un af sözüne
güvenmeyip önce bir minareye gizlenmiş, kaybolan atını aramak
amacıyla buraya çıkan bir asker tarafından yeri keşfedilmişti.
Asker, karşısında, korkudan zangır zangır titreyen ve kendisine
rüşvet olarak inci teklif eden bir Hüseyin bulmuştu. Askerin keş
fini açıklamasına rağmen, Hüseyin tekrar elden kaçmış, bu kez
de bir kulübeye saklanmıştı. Bir defa daha tetikte duran askerler
tarafından bulunan Hüseyin, amansız rakibine teslim edildi.
Pontius Pilatesvari bir tavırla -daha önce canını bağışlama sözü
verdiği için- Hüseyin'in öldürülmesini emretmeyen Timur, gene
de Belh'in yöneticisiyle kan davası bulunan adamlarından Key
hüsrev'in, bu işi yapmasına engel olmamıştır.
Hesaplaşma günü gelip çatmıştı. Timur muzaffer olmuştu.
En amansız rakibi ortadan kaldırılmıştı. Belh'in bütün hazinele-
14 Mezarı, her ne kadar sonradan Timur'un yanına defnedilrnek için Semer
kand'daki Gur-i Emir mozolesine taşınmış da olsa, Afganistan'ın kuzeydoğu
sundaki, Türkmenistan sınırına üç beş kilometre mesafede ücra bir yörede,
küçük bir köy olan Andhay'da bugün hala İmam Seyyid Bereke'nin bir turbesi
bulunur. Beyaz badanalı duvarlan ve tuğladan örme kubbeleri olan bu müte
vazı yapı, yirmi yıldan fazla süren savaşın yol açtığı yıkımdan kurtulan ender
tarihi eserlerden biridir.
65
rine el konulduktan sonra kent yerle bir edildi; bu, Asya'nın
geri kalanını da bekleyen yağma, soygun, katliam ve yıkımın
ilk örneğiydi.
Timur'un hiç de azımsanmayacak zafer ganimetieri ara
sında Hüseyin'in dul eşi Saraymülk Hanım da vardı. Bu, Ma
veraünnehir'in son Çağatay Ham Kazan'ın kızı ve Cengiz
Han'ın sülalesinden gelme soylu bir kadındı. Zafer kazanmış
bir liderin, yenilgiye uğrattığı hasmının haremine girmesi
adettendi. Timur kendini bu haktan uzun boylu mahrum bı
rakmadı; Saraymülk Hanım'ı eş olarak alıp idaresine meşrui
yet kazandırdı (Hüseyin' den miras kalan üç ilave eş de caba
sıydı). Bundan böyle ve ömrünün sonuna dek, kendi adıyla
. çıkarttığı paralarda, Cuma hutbelerinde ve tüm törenlerde
kendine, Hanlarhanı'nın damadı anlamında, Timur Gurgan
dedirtti.
Timur, seferlerinde değerli eşya ve ganimet toplamaya ol
duğu kadar eş toplamaya da meraklıydı. Kaç tane eş aldığı ko
nusunda tam bir rakam yoktur; evlenciikten sonra bunlar za
man zaman tarihi kayıtlarda birden boy gösterir, sonra gene
aynı şekilde, birden karanlığa gömülürler. Asil kanından ötürü,
Saraymülk Hanım'ın başkadın ve Büyük Sultan olduğunu bili
yoruz. Onu da başkaları ' takip etmişti. 1 375'te Moğol emiri
Kamereddin'in kızı, Dilşadağa'yla evlenmiş, fakat sekiz yıl son
ra onun genç yaşında ölümüne tanık olmuştu. 1378' de bir Ça
ğatay soylusunun on iki yaşındaki kızı, Tumanağa'yla evlen
mişti. Timur'un doymak bilmez kadın düşkünlüğünde, yaşamı
süresince dikkate değer bir azalma görülmez. 1397' de, ömrünün
sonuna doğru, Moğol ham Hızır Hoca'nın kızı Tukalık Hanım'la
evlenmiş; onu Küçük Sultan yapmıştır. Düşmanlıktan hiç geri
durmayan Arabşah'a göre, yaşlı hükümdar o sıralar, "kız boz
ınayı adet edinmişti". Eşlerinin sayısı konusunda, Clavijo'nun
verdiği rakam belki de en doğrusudur. 1404'te, sekiz tane oldu
ğunu söylemişti; bunlara, yetmiş yaşının sonuna doğru evlendi
ği, gönlünün genç sultanı Cevherağa da dahildi. Sayıları tam ola
rak bilinmeyen bir kısım eşleri de kendinden önce ölmüştü.
Timur, Hüseyin'in yenilgisi ve katledilmesinin ardından
Cengiz'in, en yüksek idari makamın ancak hükümdar soyundan
66
asil kanlı bir kişiye verilebileceği töresinden hareketle, kukla ka
bilinden ve sadece sözde yönetici olarak, bir Çağatay hanını başa
getirdi. Bu yalnızca adet yerini bulsun diye yapılmıştı. Gerçek ik
tidarın Timur' da olduğunu bilmeyen yoktu. Arabşah, "hem yö
neten hem yönetilen onun hükmü alhndaydı," diye yazar, "ve
Han çamura düşmüş bir kertenkele gibi onun esiri olmuştu; bu
tarihte Sultanların nezdinde Halifeler nasılsa o da öyleydi."
Bu güç ve mevki paylaşımının aslı, gayet tumturaklı bir
tahta çıkma töreniyle, tam olarak ortaya çıktı. 9 Nisan 1370'te
Timur, Belh kurultayının onayıyla, Çağatay hükümdan olarak
taç giydi. 1 5 Başındaki yeni altın taçla gayet haşmetli duran ve
1 5 Timur, tahta çıkış yeri olarak Belh'i seçmekle, kendisinden önce hem Büyük İs-
kender'i hem Cengiz Han'ı cezbetmiş olan ünlü bir hakimiyet merkezinde yeni
kazandığı üstünlüğü göze sokma sevdasındaydı. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıl
Araplarınca Kentlerin Anası olarak bilinen Belh, çok eski çağlardan beri var olan
bir kentti. Milattan önce altıncı yüzyıl civarında, Zerdüşt burada ateşe tapmayı
buyuruyordu. Bindikuş Dağları'nın doğusunda ve Ceyhun Nehri'nin güneyinde
yer alması itibariyle, Afganistan'ı tutmak açısından önemli bir stratejik noktaydı
ve milattan önce 329 ile 327 arası Büyük İskender'in askeri üssüydü. Milattan son
raki ilk birkaç yüzyıl boyunca Budizm Afganistan' da, Kuşhan hanedam yönetimi
altında yaygın ve güçlüyken, buradaki tapınaklara sürüyle hacı ziyarete gelirdi.
Yedinci yüzyılda mimarisiyle öyle şöhret kazanmıştı ki Çinli gezgin Xuan Zang,
dünyanın en önemli üç mimari harikasının burada bulunduğunu iddia etmişti.
Beraberinde İslamiyeti de getiren Arap istilası, çok sayıda cami ve medrese yapı
mıyla, Belh'i biraz daha bayındır hale getirdi. Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde,
şehir surları içinde kırk tane cami olmuştu ve İslam kültürü gelişiyordu. Belh aynı
zamanda önemli bir Fars şiiri merkezi olmuştu. Birçok kişi, batıda Rumi olarak bi
linen on üçüncü yüzyıl mistiği, Belhli Mevlana Celaleddin'i, gelmiş geçmiş en bü
yük Sufi şait olarak kabul eder.
67
etrafı soylular, komutanlar, emirler ve kukla Han'la çevrili olan
Timur, tahtında vakarla oturuyor, tebaası birer birer önünden
geçip geleneğe uygun olarak, başından aşağı değerli taşlar yağ
clırmadan önce ayaklarına kapanıyordu. Ölene kadar almaya
devam edeceği unvanıarın ilk birkaçı burada verildi. Daha otuz
dört yaşındayken Yıldızlara Hükmeden Hükümdar, Yüzyılın
Padişahı ve Cihangir olmuştu.
Yezdi'ye göre, büyüklük onun alınyazısıydı:
Sonraki kırk yıl içinde -diri diri gömülerek, duvarlara beton ni
yetine dökülerek, savaş alanlarında kılıçtan geçirilerek, ortasın-
Bu şaşaayı ve romantik şiir geleneğini sona erdirenin Cengiz Han kasırgası ol
duğunu tahmin etmek zor değildir. 1 220'de, Moğol cengaver on bin askerin ba
şında, Belh'e hücum edip, taş taş üstünde bırakmadı. Bir yüzyılı aşkın bir za
man sonra, 1333'te İbn Battfıta, Belh'i, "terk edilmiş bir viranelik" olarak buldu.
"Fakat buraya bakan biri, altyapının sağlamlığından hareketle içinde oturuldu
ğunu düşünebilir. Lanet olası Tinkiz, bu şehri yakıp yıktı ve birindeki bir sütu
nun altında gömülü olduğu söylenen hazineyi bulmak için camiierin üçte birini
yerle bir ettirdi ve bir şey bulamayınca kalanları öylece bıraktı," diye yazmıştı.
On sekizinci yüzyıla kadar Belh, Afgan Türkmenlerinin yöneticilerine idari mer
kezlik yapacak denli toparlanmıştı. Fakat 1 866' daki kolera ve sıtma felaketinden
sonra, halk burayı terk ederek doğuya, Mezar-ı Şerif'e göç etmiştir.
Bugün kendi halinde, sakin bir yerdir, fakat gene de, her yüzyılda biraz daha
silinmekle beraber, Timur'un izlerine rastlanır. On beşinci yüzyıl ilahiyatçısı
Hoca Ebu Parsa'nın türbesinin üstüne kondurulmuş çini kirişli kubbe, fitilli
sütunları ve sarkıt biçimli çıkmalarıyla Timur'un son dönem görkemli mima
ri tarzını hatırlatır. Epeyce hasarlı olan bu yapı, zamanın ilk Fars kadın şairi
Belhli Rabia'nın mezarının yukarısındadır. Bir köle sevgilisi olduğunu öğre
nen ağabeyi, öfkesinden Rabia'yı bileklerini keserek öldürmüştür. Son şiirini,
can çekişirken kendi kanıyla yazdığı rivayet edilir. Mezarının keşfedildiği
1964 yılından beri genç aşıklar, özellikle de genç kızlar, karışık gönül işlerin
de ondan feyiz almak için burada dua etmeye gelirler.
68
dan ikiye doğranarak, katırlara bağlanıp ölesiye sürükleterek,
kafası uçurularak, ipe çekilerek- hayatlarını kaybeden milyon
ların fikri sorulsaydı, herhalde idaresinin ılımlılığı konusunda
farklı görüşte oldukları görülürdü. Fakat bunlar kimsenin
umurunda değildi. İster masum bir sivil, ister en amansız rakip
olsun, hiç kimsenin kaderin önüne geçmesine izin verilmeye
cekti. Dünyanın tir tir titreyeceği günler yakındı. Timur'un ga
zabı daha yeni başlıyordu.
69
2
CHRISTOPHER
MARLOWE,
Büyük Timurlenk
70
ben de aynı şeyi yapar, mezarının önünde birkaç dakika geçire
bilmek için katedralin yankılı sahanlığını insanlar toplanmadan
önce büyük bir hızla geçerdim. Bu ipince, ufak tefek ve derli
toplu adamın nasıl olup da altı yüzyıl önce öylesine yaman bir
cengaver oluşuna şaşar, at sırtında hücum eden şövalyeleri, ha
vayı tırpan gibi biçen akları ve karşısına çıkanı dilim dilim dağ
rayacak kudrette, çakıp sönen kılıç darbelerini gözümün önüne
getirirdim. Kafasında olağanüstü bir miğfer, tepesinde kükre
yen bir aslan vardır; elleri dua eder gibi göğsünde kavuşturul
muş, kılıcı yanı başında durmaktadır. Gözlerini göğe dikmiş;
şövalye olarak kazandığı zaferleri, zincirden örülü eldivenleri
ni, kılıcının kınını, zırhının üstüne giydiği cüppesini ve altın
yeleli aslanlar ve İngiltere'nin mavi zatnbaklarıyla süslü kalka
nını artık çok geride bırakmıştır.
Kara Prens, Avrupa' da şövalyelik çağının belki de en göz
kamaştırıcı simgesidir. Askeri hayatı, kendisine Fransa' da
onca şan ve şöhret kazandıran, değerli taşlarla işli kılıcı ka
dar pırıltılıydı. 1 346' da on altı yaşındayken, babası III. Ed
ward'ın ordusunun sağ kanadına başarıyla kumanda etmiş;
ona Crecy savaşında parlak bir zafer kazanciırarak ilk şöhre
tini hakkıyla elde etmişti. On yıl sonra, Fransızları Poitiers' de
tekrar bozguna uğratarak Kral II. Jean'ı ele geçirip İngilte
re'ye esir olarak getirmişti. Aquitaine Prensi unvanıyla İngil
tere'ye Fransa' da yeni topraklar kazandırmış, aziedilen Kas
tilya kralı Zalim Pedro'yu tekrar tahta çıkarmış ve isyanları
sert ve etkili bir biçimde bastırmıştı. Nerede olursa olsun,
tüm çarpışmalarında Ortaçağ' a özgü o kasırga şiddetinden tı
nılar duyuluyordu.
Boyama kitapları, maket kaleleri ve bilgisayar oyunlarıyla
okul çocuklarına ne kadar cazip gelse de, on dördüncü yüzyıl
Avrupa'sında savaş yalnızca ıstırap ve sefalet demekti. Tarihçi
ler öteden beri bu devri açlığın, savaşın ve salgın hastalıkların
nüfusu kırıp geçirdiği, "belalı yüzyıl" olarak tanımlamışlardır.
Haçlı seferlerinden gelen müjdeli haberler uzak birer hatıra ol
muştu. On üçüncü yüzyılın sonuna dek Hıristiyanların Kutsal
Topraklardaki mülkiyetleri kaybolmuş ve denizaşırı ülke, aziz
Outremer, yitip gitmişti.
71
Yaşam yoksul köylüler için olduğu- kadar, varsıl yöneticiler
için de bir dertti; tahtın babadan oğula intikal ettiği krallıklar,
kendi soylarını rakip hanecianlara karşı korumak için kıyasıya
mücadele ediyordu. Yüzyılın büyük bir kısmında, kıtanın iki
büyük gücü İngiltere ve Fransa ihtilaf içinde olmuştu; Yüzyıl
Savaşları iki tarafı da tüketmiş, hazinelerini tamtakır edip, şö
valyelerini yok etmişti. İki ülke de, birbiriyle korkunç bir biçim
de dövüşen derebeyiikiere bölünmüş, soyluların çevirdiği en
trikalar kralların gücünü zayıflatmıştı. Fransa' daki taht kavga
ları; Orleans, Bourbon, Brittany ve Anjou dükleriyle, Foix ve .
Armagnac kontlarının birer prenslik gibi güç kullanmalarına
meydan veriyordu. Burgundy dukalığı, krallığa bağlı küçük bir
taşra eyaletiyken, büyüye büyüye, kendine ait emelleri olan bir
hanedanlığa ve dört başı marnur bir hükümdarlığa dönüşmüş
tü. Bu dönemin büyük bir kısmında, Fransa kralları dişleri sö
külmüş aslanlar gibiydi; dört bir yandan sadakatsiz soyluların,
serserilik eden paralı askerlerin ve isyankar köylülerin taeizi al
tındaydılar.
Manş Denizi'nin karşı yakasında, İngiltere de kendi dertle
riyle uğraşıyordu. III. Edward'ın, askeri macera ve Papa'ya
başkaldırıyla geçen elli yıllık parlak saltanatı 1377' de, oğlu ve
tahtın varisi Kara Prens'in ölümünden bir yıl sonra gelen vefa
tıyla sona ermişti. Fransızları iki kez mağlup eden şövalyenin
vakitsiz ölümü tahta, Edward'ın yayılınacı seferlerini pek sür
dürebilir bir konumda olmayan, kralın dokuz yaşındaki tarunu
II. Richard'ın geçeceği anlamına geliyordu. Savaş ülkeyi sefale
te sürüklemişti, kaynaklarının büyük harcamalara tahammülü
yoktu. Salınan ağır kafa vergisi, büyük bir hoşnutsuzluk yarat
mış ve 1381'deki Köylü İsyanı'na yol açmıştı. Yüzyıl, genç kra
lın 1399' da tahttan indirilmesi ve bir yıl sonra da öldürülmesiy
le uğursuz bir biçimde sona eriyordu. İskoçlann ve Gallilerın
isyanıyla bunalan ve hep olduğu gibi Fransızlardan destek alan
taht gaspçısı IV. Henry, krallığını bir arada tutmak için yapacak
başka şey bulamamıştı.
Huzursuzluk yalnızca kuzey imparatorluklarında değildi.
Avrupa'ya da günün modası ha.kimdi, askeri macera veya
taht peşinde koşanların çıkardığı ufak tefek çarpışmalardan
72
geçilmiyordu. Yüzyıl Savaşları sırasında, belli başlı çarpışma
lar arasındaki nispeten sakin zamanlarda, 'bağımsız kumpan
yalar', yani paralı asker çeteleri kıtada kol gezi yor, şehirleri
ateşe vererek, kırsal kesimi yağma ederek, gittikleri her yere
acı ve yoksulluk götürüyorlardı. Kara Prens'in teğmeni Sir
John Chandos, bunların bir grup elebaşısına, "siz savaş olma
dan yaşayamazsınız, nasıl yaşayacağınızı bilemezsiniz," de
mişti. Fransa'nın güneyi, İtalya ve Almanya, bu evlerine dön
mek bilmeyen daimi askerlerle kaynıyordu. İtalya'nın derdi
zaten kendine yeterdi; Floransa' da başkomutan Sir John
Hawkwood, ve daha sonra Milano yöneticisi Francesco Sforza
gibi, condottieri denilen meşhur servet sahibi askerler, durma
dan huzursuzluk çıkarıyordu. Gelpler ve Gibelinler arasında
ki ufak tefek sürtüşmeler, gitgide yozlaşıp daha büyük, aynı
ölçüde yıkıcı bölünmelere yol açtı. Müstebit idarecilerin elin
deki büyük kentler, sınırlarını genişletmek için birbirleriyle
kapışmaya başladı. Napoli ve Floransa koptu; ticaret kenti Ce
nova düşüşe geçti. Bu iktisadi acılara, borçlarını ödeyemeyen
İngiltere kralı III. Edward yüzünden 1340'larda iflasa sürükle
nen, bir dönemin güçlü bankaları Bardi ve Peruzzi'nin çöküşü
eklendi.
İspanya ve Portekiz'de durum bundan daha iç açıcı değil
di; bir önceki yüzyılda Müslüman Endülüs yeniden fethedildi
ği halde, hala bölünme ve kargaşa hüküm sürüyordu. Soylula
rm taht kavgası yüzünden Aragon' da iç savaşın biri bitip öbü
rü başlıyordu; daha batıda, Kastilya kralı XL Alfonso'nun
1349' da vebaya kurban gidişi Avrupa' da, bu kez II. Pedro ve
gayrimeşru erkek kardeşi Trastamara Dükü arasmda yeni bir
taht kavgasını tetiklemişti. Savaş bir yirmi yıl daha devam etti.
Ve tabii bir de Kara Ölüm'ün dehşeti vardı; Asya'nın tica
ret yollarından batıya doğru zehir gibi saçılmıştı. 1347' de Kons
tantinopolis' e, Rodos'a, Kıbrıs'a ve Sicilya'ya ulaşmış, oradan
Venedik'e, Cenova'ya ve Marsilya'ya sıçramıştı. Bir yıl sonra
Toskana'da, İtalya'nın merkezinde ve İngiltere'de yaygınlaştı.
Yüzyılın ortasına gelindiğinde, kuzeyde İzlanda ve Grönland
dahil, İskandinavya'yı kırıp geçirmeye başlamıştı. Avrupa nü
fusunun üçte birini alıp götüren bu hastalık o kadar korkunçtu
73
ki birçokları bunu, dünyada işlenen günahlara karşılık Tanrı'nın
gönderdiği bir ceza olarak görüyordu.
Beş çocuğunu kendi elleriyle gömen Sienalı tarihçi Agno
lo di Tura del Grasso, "amansız zulmünü anlatmaya nereden
başlayacağıını bilemiyorum; tanık olan herkes ıstıraptan kah
roluyordu/' diye yazmıştı. "Apansız ölüyorlardı; koltuk altla
rında ve kasıkiarında şişkinlikler beliriyor, konuşurken, öyle
ce ölüveriyorlardı. Babalar çocuklarını, karılar kocalarını, kar
deşler kardeşleri terk ediyordu." Köpekler, gelişigüzel gömül
müş ölüleri sokaklarda sürüyor, kendileri de düşüp ölene ka
dar bunları dişliyorlardı. "Artık ölülere ağlanmıyordu, çünkü
herkes kendi ölümünü bekliyordu. O kadar çok insan ölmüş
tü ki dünyanın sonunun geldiğine inanılıyordu." Kara Ölüm
veba, Avrupa'da tahminen yirmi beş milyon kişinin ölümüne
yol açmış; tarlaları işieyecek insan bırakmadığından tarımda
krize sebep olmuştu. Asayiş ve düzenin bozuluşu da geride
bıraktığı hasarın cabasıydı.
Savaş, veba ve kıtlık Avrupa'yı içeriden çökertirken, dış
tehditler de yavaş yavaş artmaya başlamıştı. Hıristiyanlığın
doğu sınırı baskı altındaydı; gittikçe güçten düşen Bizans İm
paratorluğu her an bir Osmanlı saldırısına uğruyordu. Toprak
larını birer birer kaybetmeye başlamıştı: Anadolu' da önce Bur
sa ve İznik, sonra daha kötüsü, Edirne, Gelibolu ve Selanik
düşmüştü. 1389' da, Sırp kralı Lazarus komutasındaki bir Hı
ristiyan ordusu, Kosova' da Sultan I. Murad'ın komutasındaki
Türk ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğramıştı. 1394'te
Konstantinopolis kuşatma altına alınmıştı. İki yıl sonra, Hıris
tiyan alemi Müslüman düşmanına karşı son bir saldırı düzen
lemek için hasta yatağından doğrulmuş ve son Haçlı ordusunu
Tuna kıyısındaki Niğbolu' da savaş alanına sürmüştü. Ordu kı
rımdan geçirilmişti. Avrupa, yenid en dirilen kafirin ondan
sonra ne yapacağını düşündükçe zangır zangır titriyordu.
İslam şaha kalkmıştı.
İşierin pek iyi gitmediği Avrupa anakarasında, Tanrı'ya bel
bağlamak da aynı ölçüde boş görünüyordu. Kilise, her ne ka
dar on dördüncü yüzyıla güvenle girmiş, Papa VIII. Bonifacius,
1302'deki papalık fermanı Unam Sanctam'da, "ruhani gücün,
74
hangi biçimde olursa olsun her türlü dünyevi güçten daha üs
tün ve soylu" olduğunu söylemişse de, bu devirde otoritesin
den çok şey yitirmişti. İtalya' daki iç karışıklığın yarattığı tehli
keler karşısında, papalık bir süre sonra Ron Nehri kıyısındaki
Avignon'a taşınmış, burada Fransız kökenli bir dizi papa, ken
dilerine bağlı devletleri savaşa sürerek Avrupa' da uzlaşma ve
huzur sağlamaya çalışmışlardı; çünkü doğudaki Müslümanlar
la tekrar dövüşrnek için öncelikle buna ihtiyaç vardı. İmana ve
fadan veya cemaate sağladıkları ruhani önderlikten çok, Avig
non'da yaptırmış oldukları papalık sarayının büyüklük ve deb
debesi ve bunun masrafını karşılamak için saldıkları ağır vergi
lerle hatırlanmışlar ve gücenikHk yaratmışlardır. Ardından
1378' de asıl felaket baş göstermiş, Kilise' de asabi mizaçlı İtal
yan Papa VI. Urbanus'un seçimi konusunda ikilik çıkmıştı.
Onun yerine bir başka Fransız, VII. Clemens getirilmiş, bu da
sonradan Kiliselerarası ayrılığa yol açmıştır. Sonraki kırk yıl
boyunca, Roma' da bir papa baştayken, Avignon'da papa karşı
tı bir başka papa hüküm sürmüştür. Papalığın önemi daha da
"
yitmiştir.
Müslüman gözüyle bakıldığında, Timur dönemindeki Av
rupa, barbarların yaşadığı ücra ve geri kalmış bir yerin ötesin
de bir şey değildi. Kilise ve devlet bölünmüş ve zayıf düşmüş
tü. Büyük imparatorluklar devri on beşinci yüzyıla kadar bir
daha açılmamak üzere kapanmıştı. Kara Prens Edward, Avru
pa' daki savaş alanlarında göz kamaştırıyor olabilirdi, fakat
İslam dünyası ga.vurun içler acısı yurdunda olup bitenlerden
habersizdi. Fetihle kazanılacak asıl değerler, Kuran'ın darülharb
(savaş edilen yer) diye nitelediği imansızların toprağında değil
di. Doğudaydı. Bemard Lewis'in yazdığı gibi, "Endülüs'ten
İran' a kadar Ortaçağlı bir Müslüman için Hıristiyan Avrupa sı,
karanlıklara gömülü bir barbar ve kafir ülkesiydi; ne ondan
korkması için bir neden, ne de ondan öğreneceği bir şey vardı."
* * *
75
yatro sahnesine gökten bir yıldırım gibi düşene dek, Timur'un
kasıp kavuran fetihleri Batıda uzun süre fark edilmedi.
Günümüzdekiler de dahil, Batılı tarihçiler Timur'u hep ih
mal etmişlerdir; bu nedenle Marlowe'un kan içici Timurlenk'i,
yani ulu, tanrıtanımaz, savaşta korku, zaferde bağışlama nedir
bilmeyen, fakat aynı zamanda güzeller güzeli aşığı Zenokrat'la
şairane zirvelere çıkabilen, doğulu bir müstebit imajı kalıcı ve
yaygın olarak yerleşmiştir. Bu, tarihin ince, küçük alaylarından
biridir; gelecekteki yerini sağlama almak için, sivil ve askeri ka
yıtları büyük bir titizlikle tutturan bu adam, ölümünden sonra
gelen şöhreti, sansasyon meraklısı bir Elizabeth dönemi tiyatro
yazarının kalemiyle sağlamıştır.
Savaş alanında gösterdiği üstün başarıya, tüm dünyadaki
yenilmezliğine rağmen, Timur'un sapma kadar hak ettiği şöh
reti sağlamak çabaları sonuç vermemiştir. Edward Gibbon, "bu
tedbirler, şöhretinin korunmasında etkili olmadı; Moğol ve
Fars dilinde tutulmuş paha biçilmez kayıtlar, dünyanın ya da
en azından Avrupa'nın bilgisinden saklandı," diye yazar. "Di
ze getirdiği milletierin intikamı fevkalade alçakça ve acizane ol
du ve cehaletten, doğumunu, kişiliğini, şahsını, hatta ismini bi
le çarpıtan bir dizi yakıştırma ve yalan tekrarlanıp durdu. Oysa
bir köylünün Asya'nın tahtına oturmuş olması onun değerini
düşürmez; bilakis yükseltir."
Tarihlere pek girernemiş olan Timur, tiyatro sahnesinde de
fazla boy gösteremedi. Marlowe'un oyunu dört yüzyıldan fazla
bir zaman önce yazılmış da olsa, sahneye konma sayısı az rast
lanır düşüklüktedir. Büyük Timurlenk'in on yedinci, on sekizinci
ve on dokuzuncu yüzyıllarda oynandığına dair hiçbir kayıt
yoktur. Birinci sorun, piyesin uzunluğudur; bir değil, dolu do
lu iki piyes uzunluğundadır. Bir başka sorun, oyunun tekdüze
liğidir; tarihte de olduğu gibi, Timur'un ölümüne kadar bir dizi
fetih ve katliam birbirini izler. C. S. Lewis, ünlü kritiğinde oyu
nu, "iğrenç bir ahlaki Spoonerizm; Jack Deşen Canavar" olarak
nitelemişti. Şunu söylemek gerekir ki konu, olabileceği kadar
karmaşık değildir. Bu ve buna benzer diğer zorluklar nedeniyle
oyun modern çağlarda ilk kez, epey geç bir tarih olan 1951'de,
Londra'daki Old Vic Tiyatrosu'nda, Tyrone Guthrie'nin rejisör-
76
lüğü ve Donald Wolfit'in başrol oyunculuğuyla sahneye kon
muştu. Bir çeyrek yüzyıl sonra, Peter Hall, Ulusal Tiyatro bün
yesindeki Olivier Salonu'nun açılışını, başrolde Albert Finney'i
aynatarak bu oyu�la yapmayı seçmişti. Hall, Tinıurlenk'i kah
"Oğlan Çocukları Için Eğlenceli Bir Hikaye", kah "Ahlak Vaaz
Eden Ahlaksız Oyun", kah "Tanrıtanımaz Oyun", kah "Varo
luşçu Oyun" olarak nitelemişti. 1976' da, "oyun hakkında bu
gün kesin olarak söyleyebileceğim bir tek şey var," diye yaz
mıştı. "Bir sirk nasıl talaş ve at gübresi kokusuyla insanın bur
nunun direğini sızlatırsa, bu oyun da aynı biçimde, buram bu
ram tiyatro kokuyordu." Tiyatroseverler, oyunun Terry Hands
tarafından Stratford'daki Kraliyet Shakespeare Tiyatrosu'nda
ilk kez sahneye konuluşu için 1993'ü beklemek zorunda kal
mışlardı. Beklediklerine de değmişti.
Antony Sher'in başrolde sergilediği o kudurmuş vahşi port
resi, bir eleştirmenin dediği gibi, "büyüklük hezeyanına tutul
muş deli gibi", o hükmetmekten, dize getirmekten keyif duyan,
çevik ve pürhiddet oyunculuk seyircileri büyülemişti. Sultan
Bayezid ve refakatindeki Türkler, altın suyuna batmış, ortası
basamaklı sırıklada sahnenin bir ucundan öbür ucuna hantal
hantal yürürlerken, Timurlenk, yukarıdan Tarzanvari bir atla
yışla, Bayezid'i tekmeleyip yere çalıyordu. Zaferini alaycı bir
sadizmle kutluyor; Bayezici'in terli saçında gezdirdiği elini, ya
layarak koklaması için Zenokrat'a uzatıyordu. Üstü başı kan
içindeyken, kapatıldığı kafeste açlıktan ölmek üzere olan sulta
na alayla sataşıyor; hizmetkarlarını, ona bir uzatıp bir geri çek
tikleri küflü ekmek parçalarına işemeye teşvik ediyordu. Ar
dından pis pis sırıtarak sultanın parmaklarından birini kesiyor
du. Marlowe'un, "Tanrı'nın Kırbacı''na kurban giden Şamlı ba
kireleri, burada sarı, lepiska saçlarıyla demet demet çiçek su
nan çocuklara dönüşmüştü. 1993 prodüksiyonu, Sher'in aza
metindeki bir oyuncu ve titiz bir rejiyle -örneğin bu oyunda
yapıldığı gibi süreyi üç saate indirerek- şaşaalı kostümler ve
yaratıcı özel efektlerle, Marlowe'un en sansasyonel oyununa
gişe rekoru kırdırmanın olanaklı olduğunu ispatlamıştı. Bir
eleştirmen bundan çıkarılacak daha kalıcı bir başka ders daha
olduğunu söylemişti: "Ortadoğu' da ve diğer yerlerdeki olayla-
77
rm göstermeye devam ettiği gibi, Timur'u ve onun soyundan
olanları kendi zararımız pahasına ihmal ettik."
Timur, Timurleıık oyununu görecek kadar yaşasaydı, her
halde sahnede çizilen tumturaklı portresinden hoşnut kalırdı
(gerçi bu küçümseyici lakabın kullanılmasına muhakkak karşı
çıkardı). Marlowe'un Timurlenk'i, tiyatro sahnesinde canlandı
rılmış en dehşetli kahramanlardan biridir. Shakespeare'in Be
şinci Henry'si ve Cornelius'u ona kıyasla aciz yaratıklar olarak
görünür.
Çünkü Timurlenk fani dünyanın üstündedir. Birinci perde
de, İranlı soylu Teridamas'ın, bu "İskit çobanı"nı ilk gördüğü
zaman dediği gibi:
78
İşte kitabın ateşlerde yanıyar
İçinde vaaz ettiğin dinle birlikte.
79
(1597) adlı yapıtında, "ucuz koltuk seyircisini zevkten çıldırtı
yor," diye yazmıştı. Ben Johnson da, ölümünden sonra basılan
Keşifler (1640) adlı yapıtında, bu kınama korosuna katılmıştı:
Tinıurlenk gibi oyunlarda, "ağzı bir karış ayrık cahil seyircinin
gözüne girmek için sahnede fiyakayla salınmak ve üst perde
den atıp tutmaktan" başka hiçbir şey yoktu. Bu çok bilmiş eleş
tirilere karşı şaşılası bir duyarsızlık gösteren seyirciler, kısa sü
rede büyük rağbet gören bu oyunla coşuyorlardı. Ender olarak
sahnelendiğinde, bugün de coşmaktadırlar; bu egzotik zorba
nın kanlı entrikaları karşısında kah sarsılmakta, kah tahrik ol
makta, kah tiksinmekte, kah büyülenmektedirler.
Elizabeth devrinin otoriteleri Marlowe'un tanrıtanımazlı
ğı konusunda ne derlerse desinler, Timurlenk piyesi, diğer açı
lardan o zamanın ruhuna son derece uygundu. Sömürgeleş
tirme, krallık, isyan ve din gibi iktidarı uğraştıran her konuyu
sorguluyordu. Bu, İngiltere'nin saldırgan bir yayılma politika
sı izlediği ve kendine olan güveninin arttığı bir devirdi; impa
ratorluk emelleri güden ve kudretini kürenin dört bir tarafın
da duyurmak hırsında olan yeni bir asker ve tüccar milleti
doğmaktaydı. Marlowe'un yarıkürelere, enlem ve boylamlara,
kutuplara, bilinen ve bilinmeyen kıtalara yaptığı gönderme
ler, bu keşifler ve denizaşırı ticari atılımlar çağını tam anla
mıyla yansıtıyordu; bu özellikler, 1577-80 arasında, deniz yo
luyla dünyanın etrafını dolaşan ve 1588'de, İspanyol Arınada
sı'nı bozguna uğratmadan önce Plymouth Hoe'da oynadığı
bowling oyununu büyük bir soğukkanlılıkla bitiren Sir Fran
cis Drake'in şahsında varlık ve vücut bulmuştu. Nasıl Timur
lenk kendi dünyasında bir fetihten öbürüne fırtına gibi gidi
yorsa, İngiltere de, gözüpek kraliçesinin önderliğinde, dünya
da yavaş yavaş küresel bir güç olarak sahneye çıkıyordu. Eli
zabeth'in, İspanyol donanmasıyla karşılaşmalarının arifesinde
Tilbury'de İngiliz birliklerine hitaben yaptığı meşhur konuş
manın, Timurlenk'ten izler taşıdığı kuşkusuzdur (oyun bir yıl
önce yazılmıştı): " . . . Parma'nın, İspanya'nın veya Avrupa'nın
herhangi bir prensi, bana ait toprakların sınırlarını aşmaya
görsün; bir haysiyetsizliğe maruz kalmaktansa, buna karşı
ben, bizzat silaha sarılacağım- ben, kendim, sizin komutanı-
80
nız, hakiminiz ve savaş alanında gösterdiğiniz her yiğitliğin
ödüllendiricisi olacağım."
Otoritelerin onca karşı koymasına rağmen, oyunun kendi
döneminde o denli başarı kazanmasına şaşmamak gerekir. O
kadar meşhurdu ki 1 629' da, ilk oynanışından kırk yıl sonra,
Londra sokaklarında el arabalarıyla lağım taşıyan mahkCımla
ra, oyundan yapılan meşhur bir alıntıyla, Timurlenk'in arabası
na koştuğu Bayezici'in iki oğluna yaptığı gibi, sataşılıyordu:
"Selam size, Asya'nın nazlı yeşim taşları."
Marlowe'un Timurlenk'i -gerçek hayattaki fatihin olduğu
gibi- farklı çağlarda farklı bakış açılarından görülmüştür. Ara
larında İngilizler de olmak üzere, on dokuzuncu yüzyıl askeri
tarihçileri, Tatar'ı dahiyane askeri becerilerinden ötürü aslan
gibi görüp göklere çıkarmışlar, başarılı seferlerinden hayranlık
la söz ederken, kılını kıpırdatmadan yaptığı katliamlar üzerin
de o ölçüde durmamışlardır. Yirminci yüzyılda, askeri başarıla
rı aynı heyecan ve hayranlığı uyandırmamıştır. 1971'de John
Joseph Saunders, "Hitler ortaya çıkana dek Timur, tarihte ruh
tan yoksun ve verimsiz militarizmin en mükemmel örneği ola
rak sivrilmişti," diye yazmıştır. 1 996'da tarihçi Leo de Hartog,
Timur'un dar kafalı bir saclist olduğunu söylemiştir.
Farklı kültürlerin, farklı yargılarda bulunmasına da şaşma
mak gerekir. Darülislam' da, yani İslam camiasında, Timur aile
den biri gibidir, büyük bir hükümdar ve İslam dininin yayıcısı
olarak saygıyla· anılır. Altı kez yakıp yıktığı Hıristiyan Gürcis
tan' da adından korkuyla söz edilir ve ülkenin en sevilmeyen
karşıt-kahramanlarından biri olmaya devam etmektedir. Çeşitli
Orta Asya uluslarını boyunduruk altında tutan Sovyet Rus
ya' da yetkililer, milliyetçi d uyguları körükleyeceği endişesiyle
adını tarih kitaplarından sildirtmişlerdir. Bahsi yalnızca astığı
astık, kestiği kestik bir vahşi ve zorba olarak geçer. Sovyet son
rası Özbekistan' da, ileride göreceğimiz gibi, Timur imajı ıslah
edilmiş ve yeni bir ulusun babası olarak yüceltilmiştir. Batıda
ise, bilinmezin karanlığında öylece yatmaktadır.
Elizabeth . dönemi edebiyat eleştirmenlerini tiksindiren
oyun, tiyatroda olduğu gibi, onların on dokuzuncu yüzyıldaki
varisierinin de önyargılarını doğruluyordu. Dublin' deki Trinity
81
Koleji'ı;ıde iktisadi politika profesörü Arthur Houston, Timur
leıık oyunundaki aşırılıkları mazur göstermek için şu gerekçeyi
öne sürmüştü: "Belli başlı kahramanlar, herkesin bildiği gibi,
tutkusal aşırılıklara eğilimli, tumturaklı ifadelere düşkün, Do
ğulu barbarlardır. Benim görüşüme göre Marlowe'un hakkı
yenmiştir." Swinburne, Marlowe'un şiirsel yeteneğini övmüş,
fakat George Bemard Shaw onu, 'zevk yoksunu, cahil' bir hal
ka hizmet veren, bir 'budala' olarak nitelemiştir. Günümüzde
ise Edward Said, Marlowe'un 'Doğu sahneleri'ni, Hıristiyan
alemine islamı 'Öteki' olarak gösteren sağduyu yoksunu görü
şe zemin hazırlamakla suçlamıştır. İlk sahneye konuluşunun
üstünden dört yüzyıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen,
Timurleıık, hep yaptığı gibi, hala fırtınalar ve tartışmalar kopar
maktadır.
Oyunu, imparatorluğa yazılmış bir zafer türküsü, tanrıta
nımazlığa düzülmüş bir övgü, ticareti, keşfi, sınıfsal hareketlili
ği ve bireyciliği kutlayan bir tören, kraliyete ve kalıtım yoluyla
geçen tahta yöneltilmiş bir alay, yabancı güçlere karşı bir baş
kaldırı olarak görmek mümkündür -çünkü Timurlenk oyunu
Elizabeth dönemi İngilteresi'ni; Bayezici'in Türkiyesi'nin Kato
lik İspanya'yı anladığı gibi anlamıştı - ancak yine de oyunun
olağanüstü başarısı bu farklı yorumlardan kaynaklanmıyordu.
Muhteşem Timurlenk, dayandığı ilkeler kadar, temsil gücüyle de
önem kazanmıştır. Daha ilk perdede, Timurlenk'in top gibi pat
layan pürhiddet sesi seyirciyi alıp götürür ve oyunun sonuna
kadar da bir daha bırakmaz.
Belli başlı sahneler insanın zihnine nakşolur. Marlowe, ça
ğının akademik araştırmalarını dikkatle incelemiş, Pietro Pe
rondini'nin Timur'un Hayatı (1553) ve George Whetstone'un
English Mirror (1586) adlı kaynak eserlerinden faydalanarak fa
tihin askeri kariyerine aşinalık kazanmıştı. Her ne kadar kimi
sahnelerde tarihsel belirsizliğe düşse de, bazı önemli olayların
oyunlaştırılış biçimi olağanüstü güçlüdür. Adeta birer efsane
haline gelmişlerdir. 'Türklerin hükümdarı' Bayezici'le Timur
lenk'in karşılaştığı sahnede, tiyatro sanatı ve tarih iç içe geçer.
Fatihin hayatında bir dönüm noktası olan bu karşılaşma, oyu
nun da mihenk taşıdır. Bu iki amansız düşman arasında, daha
82
savaş alanına çıkmadan önce, yaklaşan karşılaşmanın önemini
vurgulamak için Marlowe, Osmanlı sultanına geniş ölçüde yer
verir. Savaş başlamadan önce maiyetleriyle birlikte karşı karşı
ya gelip, şampiyonluk maçına çıkacak boksörler gibi birbirleri
ne hakaret yağdırırlar. Bayezici Timurlenk'e, 'İskit köle' diye
hitap eder ve onu 'sümsük ve hadım' bir haremağası haline ge
tireceğine dair Kuran'a el basar. Tatar hükümdar bu tehdide
omuz silker ve Türkhükümdara, "senin düşüşün benim adımı
dünyaya duyuracak," der. Gerçekten de böyle olur.
Savaş kısa ve yıkıcıdır. Timurlenk, Bayezid'i yenilgiye uğ
rattıktan sonra onu bir kafese kapatır; sultanı ve karısını çıl
dırmanın ve intiharın eşiğine getirene dek taciz eder. Marlo
we, Bayezici'in yenilgisiyle kaderin önüne geçilemeyeceğini
vurgular. Zafere giden yolda Timurlenk'in karşısında hiçbir
engel duramayacaktır. Azamet, zulüm, askeri deha, kibir ve
şehvet dolu bu adamın gücüne olan güveni sınır tanımaz.
Kendine denk kimseleri yerde değil, yukarıda, göklerde bu
lur. Bayezid'i yenilgiye uğrattıktan sonra, kendini dünyanın
'en büyük hükümdarı' olarak tanımlar, "Tanrı'nın Kırbacı,
yeryüzünün dehşeti" dir.
Sahne, inip kalkan, birbiriyle tokuşan silahların gümbürtü
süyle çın çın çınlar. Bir eleştirmenin dediği gibi, oyunda "nefes
kesen bir askeri çalım" vardır. Fakat Marlowe'un Timurlenk'i
savaşçı olduğu kadar şairdir de (yazar belki de bilmeden, Ti
mur'un sanatsal ve entelektüel eğilimlerine işaret ediyordu).
Savaş alanındaki düşmanları o korkunç öfkesini nasıl kabartı
yorsa, aşığı Zenokrat tutkularını öyle ateşliyor, oyunu daha
yüksek bir mertebeye çıkaran bir dizi şiirle, ihtirası zincirinden
boşanıyordu.
83
Işıltılı lülelerini havaya savuran,
İnci tanelerinden yağmur
Işıl ışıl yüzüne gök yakutlar yağdıran,
Güzelliğin oturduğu, perilere ilham veren,
FiZdişi kalemiyle ciltler dolusu yazan
O hulyalı gözlerinden esinlenen,
O gözler ki Ebeııa göğe çıktığında,
Gece yürüyüşünün sessizliğiııde,
En karanlık geceye ışık saçan,
Ayı, yıldız/arı, gezegenleri yakan.
84
Oyun, Timur'un ölümüyle sona erer. Burada, yani ömrü
nün sonunda bile, pişmanlık ve tövbeden eser yoktur, ne de
kendinden daha büyük bir güce yenildiği duygusunu taşır.
Bunlar yerine, bir harita getirtip, şurasını burasını işaret ederek,
oğullarının önünde dünyanın dört bir tarafındaki savaş alanla
rında kazandığı zaferleri yeniden yaşar. Daha varisi Amyras'a
taç giydirecektir; fakat işte o anda doğa dünyadaki hiçbir düş
manının Timur'a yapamadığını yapar. Can çekişir, son nefesini
verirken bile küstahlığı elden bırakmaz:
85
* * *
86
girişimler, Timur'un ordusunu ustalıklı bir biçimde takviye et
miş olmasından ötürü hüsranla sonuçlanıyordu. Hüseyin'le it
tifakları sırasında muazzam bir ordu toplamışiardı ve Hüse
yin'in katlinden sonra onun ordusu da Timur'un safına geçmiş
ti. Bu yolla Timur'un kumandası altındaki asker sayısı, Çağa
tayların Karaunas birlikleri de dahil olmak üzere ürkütücü bir
sayıya ulaşmıştı. Savaştan bir lanet gibi kaçınan, istikrar ve re
fah arzusunda olan yerleşik topluluklardan da ayrıca takviye
geliyordu. Boy beylerinin aksine, onlar ancak güçlü bir liderin
gelişmek için gereksinim duydukları barış ortamını sağlayabi
leceğini biliyorlardı.
Timur doğu komşularına ilk seferini 1370'te, tahta çıktığı
yıl düzenledi. Hasmı, suikast kurbanı İlyas Hoca'nın yerine ge
çen Moğol lider Kamereddin' di. Her ne kadar Timur'un güçleri
ganimet yüklü olarak döndülerse de, bu ilk sefer istenilen so
nucu vermedi. Kamereddin sonraki yıllar boyunca baş belası
olmaya devam etti. Moğollara karşı daha başarılı akınlar dü
zenlendiği oldu -bir sonraki 1375'teydi- fakat başlarındaki kişi
hep kaçınayı başardı. Bugünkü Kırgızistan'ın bulunduğu Isık
Göl'ün kuzeyindeki Tienşan Dağları üzerinden yapılan sefer
lerden birinde şöyle bir olay geçtiği rivayet edilir: Moğol okçu
larını kavalayan Timur'un askerlerinin her birine yerden bir taş
alıp bir yığının üstüne koymaları emredilir. Düşmanı bozguna
uğratıp geri döndüklerinde her biri yığından birer taş alacak,
böylece Timur geriye kalan taşlara bakarak kaybını hesaplaya
bilecekti. O kadar çok kayıp vermişlerdi ki dağdan ayrıldıkla
rında geride taştan dev gibi bir kule kalmıştı. 1370'lerde Ti
mur'un adamları Moğolistan'a daha birçok sefer yaptı; 1383'te,
Moğollara bir ağır yenilgi daha yaşatıldığında Kamereddin, as
keri açıdan artık düşüşe geçmişti. 1 389' da, Moğol ham Tuğluk
Timur'un oğlu Hızır Hoca tarafından Moğolistan' dan atıldı, fa
kat bu yenilgi de onun sonunu getirmedi. Ertesi sene, Hızır Ho
ca'nın Timur'un orduları önünden kaçışını fırsat bilip tekrar
gücü eline geÇirmeye çalıştı, fakat yine yenilgiye uğradı. Hak
kında doğruluğu kanıtlanmamış en son bilgi 1393 tarihlidir; çe
kilmekte olan ordusuna ayak uyduramadığı için adamları tara
fından birçok odalığı ve üç beş gün yetecek kadar yiyecekle bir-
87
!ilde bir ormancia bırakıldı. Bir daha da kendisinden haber alı
namadı.
Bundan kısa bir süre sonra, Timur'un doğu sorunu hemen
hemen kalıcı sayılabilecek bir biçimde çözümlendi; Hızır Hoca
kendinden daha güçlü olan komşusuyla uzlaşarak Moğol Ham
olarak tanındı. İkisi arasındaki ilişki, Hızır Hoca'nın kız kardeşi
Tükel Hanım'ı Timur'la evlendirmesinden sonra iyice pekişti. ·
88
tarak onların sadakatini koruyabilirdi. Böylece, Amerikalı ta
rihçi Beatrice Forbes Manz'ın söylediği gibi, "siyasetin yerini
şimdi fetih almıştı".
Bu Timur'un son derece etkili, uzun vadeye dönük yaklaşı
mıydı. Daha yakın vadeye bakıldığında da, Harezm ele geçiril
meye değer bir ganimetti. İki başkenti Kat ve Urgenç, çok bü
yük kentlerdi. Urgenç, bütün dünyayı dolaşan gezgin İbn Bat
tfrta'yı çok etkilemişti; çarşıları alıcı ve satıcılada öyle tıka basa
doluydu ki kente bir inişinde şuraya buraya seğirten insan ka
labalığından kımıldamakta zorluk çektiğini yazmıştı. Arabşah
da, "kent refah içinde yüzüyor, müthiş bir bolluk var; güzellik
leri göz alıyor," demişti.
Harezm, doğal zenginlik bakımından son derece bereketli
bir topraktı. Yiyecek, özellikle de meyve ve tahıl çok bol yetişi
yordu. Kavun ve narla güvercin, ördek ve turna kebabı olarak
yenen av etleri de yöreye özgü lezzetlerdi. Ceyhun Nehri'nin
deltasından gelen suyla, tarlalardan yüklü miktarda pamuk re
koltesi sağlanıyordu. Ovalarda koyun, Aral Gölü çevresindeki
bataklık topraklarda büyükbaş hayvan sürüleri otluyordu.
Onuncu yüzyıl coğrafyacısı Mukaddesi, çarşıların, bir kısmı
Volga'nın kuzeybatısındaki Bulgar ülkesinden gelme, pahalı
hayvan postlarıyla dolu olduğunu söylemiştir. Vaşak, samur,
tilki, iki tür kunduz, sincap, kakım, sansar, tavşan ve keçi var
dı. Üzüm, hurma, susam ve balın yanı sıra, eşsiz halılar, pa
muk ve ipek işlemeli kumaşlar ve ihraç amaçlı kalpaklar da bol
miktarda üretiliyordu. Askeri gereç bakımından da hiçbir sı
kıntı yoktu. Orduları donatacak kadar kılıç, zırh, ok ve yay ha
zırda bulunuyordu. Buraya özgü bir meta olan ve zırh kapla
mada kullanılan beyaz kavağın kabuğu çok revaçtaydı. A vcı
lar, göz alıcı yüzlerce atmacadan birini almak için çarşıya gelir
lerdi. Mukaddesi, bütün bu ürünlere ve et�inliklere ilaveten,
Harezm' de son derece gelişmiş bir köle ticareti olduğunu da
keşfetmişti. Bozkırdaki göçebelerden satın alınan veya çalınan
Türk kız ve oğlan çocukları, Müslüman yapılarak İslam ülkele
rine gönderiliyor; bu çocuklar gittikleri yerlerde çoğunluk yük
sek mevkilere çıkıyorlardı.
89
Bu bol kazançlı ticaretin hatırı sayılır bir kısmı, çalkantı için
deki Maveraünnehir atıanarak gerçekleşiyordu. Timur'un ne ya
pacağı belli olmuştu. İşgale hazırlık olarak, bir mektupla Ha
rezm önderi Hüseyin Sufi' den Çağatay topraklarının iadesini ta
lep etti. Cevap gecikmedi. Değil mi ki Harezm kılıç kuvvetiyle
ele geçti, ancak kılıç kuvvetiyle geri alınabilirdi. Beklenen bu ters
cevap, Timur'a aradığı savaş gerekçesini sağladı. Ordusu,
1372'de kuzeye akın etti. Fevkalade kanlı bir çarpışmadan sonra
Kat şehri düştü. Bu, ilk önemli zaferlerinden biri olduğu kadar,
iradesine karşı gelen kentlere uygulayacağı askeri muamelenin
de bir göstergesi oldu. Kat'ın tüm erkek nüfusu kılıçtan geçirildi,
karıları ve kızları esir alındı. Kent yağmalanıp ateşe verildi. Bu,
Hüseyin'in teslim olacağı andı, fakat bir zamanlar Timur' a bağlı
boy beylerinden birinin, direnişi sürdürmesi için onu yüreklen
dirmesi sonucu, Hüseyin savaşmayı seçti. 16 Tekrar yenilip Ur
genç'e çekildi ve kısa bir süre sonra burada, sefalet içinde öldü.
Onun yerine geçen ve düşman güçlerinin üstünlüğünü anlayan
kardeşi Yusuf Sufi uzlaşma yolunu seçti ve Hüseyin'in kızı Han
zade' yi, Timur'un en büyük oğlu Cihangir'e eş olarak gönder
meyi vaat etti. 1 7 Bu gurur okşayan bir teklifti, çünkü kız hem gü
zel hem de kuzeydeki Altın Orda ham Özbeg'in torunu olması
itibariyle asil kanlıydı. Arabşah onun için, "en yüksek tabakadan
ve büyük bir varlıktan geliyordu, seçkin bir soya ve olağanüstü
bir güzelliğe sahipti; Şirin' den daha tatlı, Valid e' den daha zarif
ti," diye yazmıştır.
Timur güneye, Semerkand' a dönerek beklerneye başladı.
Fakat gelin gelmedi. Düğünden çok savaşla ilgilenen Yusuf
90
başkaldırarak Kat'ı yeniden ele geçirdi. 1373'te ona karşı bir se- .
fer daha düzenlendi. Yusuf anlaşmayı kabul etti ve Harezm'in
güneyi Timur'un eline geçti. Hanzade bu kez tam zamanında,
yeni ailesi için müthiş hediyelerle dolu bir kervan eşliğinde gü
neye gönderildi. Bu, altın ve değerli taşlardan, halis ipek ve at
laslardan, süslü halılardan, hatta bir de altın taçtan oluşan bir
hazineydi. Onu güveye götüren yola çiçekler serpiştirilmiş, ha
lılar serilmişti; hava latif kokularla ağırlaşmıştı. Bu olağanüstü
düğün alayını seyretmek için toplanmış, gözleri sonuna kadar
açık köylü kalabalıkları arasından, gelin, beyaz bir deve üstün
de ve güzel yüzü namahreme karşı duvakla örtülü olarak ses
sizce süzülüp geçiyordu. Refakatinde bir grup kılıçlı süvari
vardı, armağan yüklü develerden ve emrine arnade hizmetkar
lardan oluşan maiyetinin geri kalan kısmı ise ardı sıra geliyor
du. Bu muhteşem bir manzaraydı.
Fakat Cihangir'in evliliği uzun sürmedi. 1 376 sıralarında,
Moğollara karşı düzenlediği bir başka seferden Semerkand'a
dönen Timur'u bundan çok farklı ve meşum bir alay karşıladı.
İçlerinde en yaşlı ve en güvendiği emirlerinden Hacı Seyfeddin
Nukuz'un da bulunduğu bir grup soylu onu karşılamak üzere
at sırtında yavaş yavaş geliyorlardı. Siyah cüppelere bürün
müşlerdi; yüzleri, gözleri toza bulanmıştı; yastaydılar. Cihan
gir, yakalandığı bir hastalığa kurban gitmişti.
Yezdi, "hükümdarlığın bütün önde gelenleri, şerifler ve di
ğerleri kara ve mavi kılıklar içindeydiler; kanlı gözyaşları dö
küyorlar, yüzlerini gözlerini toza buluyorlar, göğüslerini, ba
ğırlarını döverek töreye uygun bir biçimde kendilerini paralı
yorlardı," diye yazar. "Kentte oturan herkes, başlan açık, bo
yunlan çul ve kara keçeyle sarılı ve gözleri yaş içinde, havayı
feryat ve figanla inleterek şehir dışına doğru akıyordu."
Timur, teselli edilecek gibi değildi. Henüz yirmi yaşına gir
miş olan en büyük oğlu Cihangir, onun en büyük gurur kayna
ğı ve tahtının varisiydi. Delikanlılık çağından başlayarak baba
sının askerlik ve siyaset yaşamının ön saflarında yer almış, Ti
mur'un başka her özelliğinden fazla önemsediği yiğitliği, onun
geleceğin hükümdan olarak görülmesine yol açmıştı. Hatta gö
züpek bir cengaver olarak, Moğollara yapılan bir akın sırasında
91
Timur'un öncü kuvvetlerine kumanda bile etmişti. Kısa ömrü
ne iki de oğul sahibi olmayı sığdırmıştı. Bunlardan Muham
med Sultan hükümdarın . gözdesiydi. Sonraki hayatında, Ti
mur'un varisi olarak Cihangir'in yerini aldı. 1402'de, Anka
ra' da, Sultan Bayezid'e karşi savaşa sokulan müthiş düzenli
birlikler, onunkilerdi. Cihangir'in ölümünden bir ay sonra,
farklı bir eşten olma Pir Muhammed adlı bir başka oğlu da, da
ha az güvenilir olmakla birlikte, cesareti ve bahadırlığıyla de
desinin gözüne girmeyi başardı.
Timur, koyu bir yasa bürünmüştü. Hiçbir yumuşak söz,
hiçbir teselli acısını dindirmiyordu. En güvendiği emirlerini ve
kadınlarını tersleyerek başından savıyordu. Yezdi, "her şey gö
züne kapkara görünüyor, her şey sinirine dokunuyordu," diye
yazar, "ve yanakları her an gözyaşlarıyla sırılsıklamdı; sırtında
devamlı yas kılığı vardı; hayatı çekilmez olmuştu. Büyük hü
kümdarın her dönüşünde düğün bayram edilen bu topraklar,
iniltili bir yas yerine dönmüştü."
Cihangir'in ölümü, Timur'un çok zor atıattığı bir badire
oldu. Her ne kadar kendine en yakın kişilerin birçoğundan
-emirlerinden, silah arkadaşlarından, bilginlerinden, din ve
ahlak hocalarından- daha uzun yaşayacak ve sevdiklerinin
ölümlerine yavaş yavaş alışacak da olsa, ilk oğlunun ölümü
nün etkisinden kurtulamadı. Akınlarına bir süre ara verdi. Se
merkand' da cenge hazırlanan orduların uğultusu duyulmaz
oldu. Timur'un üst düzey subayları içinde en fazla çalışan, or
duya asker yazmakla görevli emir subayları tavacılar suskun
luğa gömüldü.
Her ne kadar ufukta bir askeri harekat görünmüyor idiyse
de, çok geçmeden siyaset işin içine girdi. Bir gün Timur'un sa
rayına üstü başı perişan bir adam çıkageldi. Perişan durumu
bir yana, bu adam Cengiz Han soyundan gelen Toktamış'tı.
Kuzeydeki Ak Orda'nın ham ve babasının katili Urus'tan kaçı
yordu. Şimdi sürgündeydi, ama babasının intikamını almaya
ahdetmişti ve henüz Timur bilmiyor da olsa, Altın Orda Hanlı
ğı'nı tekrar birleştirip başına geçmek azmindeydi.
* * *
92
"Bütünlükteıı tümiiyle yoksun, kum gibi dağınık, düzenli ve akılcı hiç
bir yaklaşıma izin vermeyen bir araştırma konusu seçmek istesek, As
ya'daki göçebe kavim/erin tarihinden daha uygımunu zor buluruz. "
93
Bulgarları yenmek zor olmadı ve başkentleri yakılıp yıkıldı.
Kıpçakların reisi Başman, Moğollara karşı çok zorlu bir direniş
koydu, fakat sonunda Volga boyunca bir aşağı bir yukarı kovala
narak ele geçti. Yenilgiye uğratılan her hasma yapıldığı gibi, ye
nenlerin önünde diz çökmesi emredildi. Cevabı, ''ben de bir za
manlar kraldım ve ölümden korkmuyorum" oldu. "Deve deği
lim ki diz çökeyim." Hemen oracıkta ortadan ikiye biçildi.
Batu'nun komutasındaki kuvvetler, 1237' de Ural Nehri'ne
vardı ve buradan geçerek Rusya'ya girdi; kendi aralarında bö
lünmüş ve son hadde güçsüz düşmüş Rus prenslerinin duru
nmndan faydalanarak Moskova' dan Kiev' e kadar yakılınadık,
yıkılınadık kent bırakmadı. Adı bilinmeyen bir tarihçinin ifade
sine göre, batıdaki Riazan ve Koloruna kentleri öyle bir yıkım
ve talana uğradı ki, "geride, ölülere ağlayacak bir çift göz bile
bırakılmadı." Diğer kentler tümüyle haritadan silindi. Kiev,
1240 Noeli'nden kısa bir süre önce düştü; Bizans kiliseleri ateşe
verilerek yerle bir edildi, azizierin saklanan kemikleri tiksintiy
le yakıldı.
Yaka yıka, asa kese, Avrupa kapılarına kadar ilerleyen Mo
ğal ordusu, 1 241'de Polanya'ya girdi. Anayurtlarından binlerce
kilometre uzakta, hiç bilmedikleri bir coğrafyada bulunuyorlar
dı; kara kışın ortasıydı; Cengiz'in kıdemli komutanlarından Su
bedey'in üstün askeri becerisi sayesinde, Ruslar gibi bölünmüş
olan Polonyalı fE'odal derebeylerini yendiler. Krakow, Paskal
ya'dan önceki pazar günü düştü. Hemen ardından, şimdi
Walstadt olarak bilinen yerin dışındaki çarpışmada Moğollar,
mağlup ettikleri Polonyalıların ve Almanların kulaklarından
dokuz çuval doldurdular. Silezya da benzeri bir biçimde ezilip
geçildi ve Batu'nun ordusu Macaristan'a yöneldi; altmış beş bin
civarında korkunç bir kayıpla sonuçlanan Mohi çarpışmasında
Macaristan da düştü. Avrupa'nın ta ortasına kadar gelip daya
nan Moğol akınları karşısında kara kara düşünen II. Friedrich,
Hıristiyan aleminin krallarını, birer mektupla, kurulacak ortak
bir orduya katkıda bulunmaya çağırdı. Talebi tam bir sessizlik
le karşılandı. Papa IX. Gregorius, Ağustos 1241' de kendi çağrı
sını yayınladı; fakat hemen ardından vefat etti. Kıta, Moğolla
rın önünde savunmasız bir durumda kalakalmıştı.
94
1242'de Batu'nun ordusu Viyana'nın güneyindeki Neus
tadt' da mevzilenmiş; Hıristiyanlık felaketin eşiğine gelmişti.
Akınlar Hırvatistan ve Arnavutluk' a kadar ilerledi. Moğolların
Macaristan' da yaptıkları tahribatın ardından Fransa kraliçesi
Blanche'ın, oğlu IX. Louis'ye ne yapılması gerektiğini sorduğu
rivayet edilir. Louis, "Tatar dediğimiz bu insanlar eğer bize sai
dıracak olurlarsa, ya biz onları Tartarus' a, yani geldikleri yer
olan cehennemin dibine göndereceğiz ya da onlar hepimizi bir
den cennete yollayacak," şeklinde kehanette bulunmuştu. Ne
mutlu ki Avrupa krallıkları için bu kehanet doğru çıkmadı. Kı
ta, müthiş bir şans eseri, Ögedey'in bir önceki yıl Aralık'ta öl
düğü haberiyle kurtuldu.
Moğol ordusunda, Batu ve ona rakip Moğol ileri gelenleri
arasındaki anlaşmazlıklardan ötürü zaten çatlaklar baş göster
mişti; bu, Cuci ve Toluy ile Ögedey ve Çağatay hanedanları
arasında, daha kalıcı ve daha yıkıcı bir kopuşun habercisi oldu.
Karakurum'da, Batu'yu ciddi bir biçimde ilgilendiren bir taht
kavgası çıkma 9lasılığı vardı; kendi çıkarlarını koliayacak bir
adayın başa geçmesini sağlaması gerekiyordu. Bu nedenle geri
dönmeye ve yeni Hanlarhanı'nı atayacak kurultaya katılmaya
karar verdi; gerçi bu işin çözülmesi daha yıllar alacaktı. Ordusu
doğuya doğru yöneldi ve Avrupa kurtuldu. Eğer Ögedey biraz
daha uzun yaşasaydı, Moğol hükümdarlığı hiç kuşkusuz At
lantik kıyılarına kadar dayanacaktı.
John Joseph Saunders, "yedi yüzyıl sonra bile, bu olağa
nüstü sefere bakan bir tarihçi şaşırıp kalmaktan kendini ala
maz," diye yazmıştır. "İster çarpışmaların yapıldığı, doğu Av
rupa'nın büyük bir kısmını içine alan coğrafyanın genişliğine;
ister bu kadar büyük bir ordunun sevk ve idaresinde, düşma
nın kuşatılmasında, yenilgiye uğratılmasında ve kavalanma
sında gösterilen saat şaşmazlığına; ister gerekli malzeme ve
mühimmatın temininde gösterilen beceriye ve hiç bilmedikle
ri Avrupa topraklarında Asyalı ordular üzerinde kurulan zap
turapta baksın, Moğol komutanlarının savaş sanatında dün
yanın görüp göreceği en büyük ustalar olduğunu teslim etme
den duramaz."
95
Avrupa seferinin ve Moğolların arasında daha fazla bölün
me olacağı beklentisinin ardından Batu'nun önceliği, kendi hü
kümdarlığını veya ulusunu kurmak oldu. 1242'den 1254'e ka
dar, Astrahan'ın yaklaşık yüz kilometre ötesindeki, Volga'nın
kolu Ahtuba'nın doğu kıyısında, başkenti Eski Saray'ı inşa etti.
Ulusu, önceleri Hazar Denizi'nin kuzeyinde, mütevazı bir top
rak parçası iken, Rusya ve Avrupa' da kazandığı zaferlerden
sonra, Rusya'da Nizni-Novgorod ve Voronez'den başlayıp gü
neybatıya doğru kıvrılan ve Ukrayna'da Kiev'e ve Romanya sı
nırında Prut Nehri'ne kadar uzanan geniş bir alanı içine alacak
ölçüde büyüdü. Doğuda, Harezm ve Urgenç de sınırları içine
alınmıştı.
Merkezi Saray olan bu topraklar Altın Orda Hanlığı'ydı,
gerçi ancak on altıncı yüzyıldan başlayarak bu adla anılacaktı.
Hanlık bu adı, Batu'nun Volga kıyılarında dikili, yenik Rus
prenslerinin sadakat yemini etmek üzere huzuruna çıktığı, o
sırma işli ipek çadırlarından almıştı. Altın sarısı zaten hüküm
darlık rengiydi. Cengiz'in soyundan gelenler Altın Sülale ola
rak bilinir; Hanlarhanı, töre gereği, egemenlik haklarını Altın
Orda' dan kullanırdı.
Batu'nun koyduğu sınırlar on dördüncü yüzyılda Timur'un
müdahalesine kadar pek değişikliğe uğrarnamakla beraber,
1255 veya 1256' daki ölümünden sonra tahtına oturan kardeşi
Berke, gene Ahtuba'nın kıyısında ve Volgograd'ın doğusunda
yer alan Yeni Saray adlı başka bir kent daha kurdu. Yeni Saray,
Özbeg'in 1313'le 1341 arasındaki yönetimi sırasında en parlak
devrini yaşayan Altın Orda Hanlığı'nın başkenti oldu. Bu tarih
te Çağatay ulusunun yıldızı, artık Asya'yı Avrupa'ya bağlayan
başlıca ticaret yolu üzerinde bulunmamaktan ötürü sönmeye
yüz tuttu. Avrupa ticaretinin yenilmez öncüleri Ceneviz ve Ve
nediklilere, Don Nehri ağzındaki Kefe ve Tana'da yerleşme izni
verilmişti. Yeni Saray, çocuk köle, ipek, baharat, tuz, mısır, şa
rap ve peynir ticaretiyle büyüyüp gelişiyordu. 1339' da Fransis
kenler' de.n oluşan bir heyet Özbeg' e, Hıristiyan toplulukların
himayesine karşılık Avignon papalığından hediye olarak muh
teşem bir at getirdi. 1330 yılı başlarında İbn Battuta burada,
Moğol, Kıpçak, Çerkez, Rus ve Yunan toplulukların kendileri-
96
ne ait mahallelerde yaşadığı olağanüstü kozmopolit bir kent
keşfettiğini söylemişti. Yeni Saray' da on üç katedral ve çok sa
yıda cami sayan Battuta, "düzlükte kurulmuş, uçsuz bucaksız,
çok kalabalık nüfuslu, harikulade bir kent; çok güzel çarşıları
ve geniş yolları var," diye yazmıştır. Birkaç yıl içinde o denli
b üyüyüp gelişmişti ki, kenti bir ucundan öbürüne geçmek, ga
yet s�_s temli hareket eden Faslı gezginin yarım gününü almıştı.
Ozbeg'in oğlu Canıbeg 1 357'ye kadar başta kaldı; tahtı,
sadece Kırım' da seksen beş bin can aldığı tahmin edilen
vebanın yol açtığı tahribat yüzünden, feci bir biçimde sallan
dı. Bu tarihten başlayarak Altın Orda Hanlığı sürekli düşüşe
geçti. 1 359' da Batu hanedanlığının sona ermesi, yirmi yıl din
meyen iç savaşlara ve o güne dek boyun eğmiş olan Rus
prenslerinin tekrar başkaldırınalarına yol açtı. 1360'la 1380
arası, son derece kanlı olaylar arasında, tahttan tam on dört
han gelip geçti. Moğolların nihayet Çin' den atıldığı 1368 tari
hinden sonra, Moğol hükümdarlığı artık dümeni elden kaçır
mış ve Altın Orda Hanlığı'ndaki iç kavgaları çözemez duru
ma düşmüştü. ·
* * *
97
Sefil bir durumda Semerkand' da boy gösteren Toktamış
için hiçbir masraftan kaçınılmadı. Timur onu oğlu gibi karşıladı
ve şerefine büyük bir şölen tertip etti. Onu altın, mücevher, ye
ni silahlar, zırh, göz kamaştıran kemerler, giysiler, atlar, deve
ler, çadırlar, otağlar, davullar ve kölelerle donattı. Yerleşmesi
için Timur'un kuzey sınırında toprak, emellerini gerçekleştir
mesi için bir ordu verildi.
Toktamış Urus'a iki saldırı düzenledi, ikisinde de geri püs
kürtüldü. Timur her defasında kayıplarını telafi etti ve hiç şika
yet etmeden onu yeniden donattı. Urus, kaçağın iadesini iste
rnek üzere bir elçi gönderdiği zaman Timur'un cevabı hiç ge
cikmedi: Toktamış'ın yanı sıra savaşa girdi. Taraflar, donmuş
bozkırda uzun süre kımıldayamadılar, fakat zafer sonunda Ti
mur ve Toktamış'ın oldu. Urus öldü; yerine geçen serkeş ve
aciz varisi kısa bir süre sonra tahttan indirildi ve 1378' de Tokta
mış, Timur'un desteğiyle hanlık tahtına oturdu. O tarihten iti
baren kendini, Altın Orda Hanlığı'nın tümünü egemenliği altı
na almaya adadı.
Timur kuzey sorununu -şimdilik- çözer çözmez, eski bir
hasının başkaldırdığı haberini aldı. Harezm' de, herhalde Ti
mur'a bağımlı bir yönetici olmayı kendine yediremeyen Yusuf
Sufi, bağımsızlığını ilan etmişti. Her ne kadar kendisi bütün as
keri harekatı boyunca şaşmaz bir biçimde bunu yaptıysa da, Ti
mur için, düşman tarafın anlaşmaları ihlali küfür gibi bir şeydi.
Cezai misilierne gerektirirdi.
Urgenç kuşatıldı. Arabşah kenti ırzına tecavüz edilmiş bir
kıza benzetmişti: "Güzelim bakireye bir talip gönderdi; adam
kızın üstüne çıktı, onu dayanılmaz acılara gark etti, boynun
daki örtüleri öyle bir sıktı ki tırnakları neredeyse etine geçti."
Kuşatma gereçleri ve mancınıklar şehir surlarının etrafına yı
ğılmış ve yakıp yıkmaya başlamışken, Yusuf ümitsizlikten çıl
gın bir halde, Timur'a bir mesaj gönderdi: "Neden tüm dünya
iki adam yüzünden mahvolsun? Neden dini bütün bu kadar
Müslüman, bizim kavgamız yüzünden yok olsun? En doğru
su, bizim ikimizin er meydanında karşı karşıya gelip yiğitli
ınizi ispat etmemiz." Bu karşılaşma için bir yer ve zaman da
önerilmişti.
98
Her ne kadar sağ tarafı aksak da olsa, bu en büyük zevki dö
vüşmek olan bir adama yapılmaması gereken düşüncesizce bir
teklifti. Timur daveti kabul etti. Parça parça ve metodik bir şekil
de düello zırhını kuşandı. Kabartmalada işli yuvarlak kalkanı sol
kolunda asılıydı. Sol kalçasından aşağı uzun, kıvrık kılıcı sallam
yordu. Ancak atma atladıktan sonra, karalı sarılı miğferini taktı.
Bir felaketten korkan emirleri etrafını sarmış, bu kadar cü
retli bir işe kalkışmaması için ona yalvarıyorlardı. Şahsi cesaret
sergilerneye gerek olmadığını söylüyorlardı. Savaş alaronda
çarpışmak onların göreviydi. Hükümdarın işi tahtta oturarak
emir vermekti. Yaşlı emir Seyfeddin Nukuz öne atılarak atının
dizginlerini kavradı ve hükümdarına uyarıda bulundu. Tiınur
hiçbir itiraza kulak asmıyordu. Hizmetlisine vuracakmış gibi
yapıp, elinden kurtuldu. Toplu haldeki emirlerine son bir defa
baktı; atını müthiş bir kişnemeyle şaha kaldırarak öne doğru
mahmuzladı ve geride kalan korku içindeki adamlarıru, kaldır
dığı toz dumanında öksürüğe boğarak, hendekli kent Urgenç' e
doğru dörtnala uzaklaştı.
Sadece birinin, attığı bir tek isabetli akla öldürebileceği sa
yısız okçunun inanmaz bakışları altında, Timur şehir surları
önünde durup, geldiğini bildirdi. Yusuf'un davetine icabet et
mişti. Karşı taraftan çıt çıkmıyordu. Yusuf, kuşatmanın en kı
zıştığı anda, Timur' a meydan okumuş, ama onun kalkıp gele
ceğine hiç ihtimal vermemişti; fakat işte, yalmz ve korumasız,
karşısındaydı. Yiğitlik, cesaret ve gözükaralığın daniskasıydı
bu. Adamları önünde rezil olan Yusuf, korkudan en dip odala
ra çekilmişti. Ölümüne bir düelloda Timur'un karşısına çıkma
ya hiç niyeti yoktu.
Timur kale duvarlarına yığılmış, dizi dizi okçu saflarına doğ
ru nefretle başını kaldırdı. "Her kim ki sözünden döner, ölümü
hak eder," diye bağırdıktan sonra dönüp gitti. Boş düzlükte uza
nan kuşatma alarum geçtikten sonra adamları tarafından büyük
bir coşkuyla karşılandı. Eğer duyduysa, düşmarorun son sözleri,
Yusuf'un aklından hiç çıkmamış olsa gerektir. Çünkü sonraki üç
ay içinde hastalamp öldü. Civardaki ovalardan çekirge sürüsü gi
bi kente doğru ilerleyen Timur'un güruhu, buradaki taşra eyalet
lerini yağma etti. Refah kenti Urgenç artık Timur' undu.
99
Her ne kadar Urgenç'in 1379'daki düşüşü Harezm'in sonu
nu getirdiyse de, Timur'un bu kentle olan işi bitmemişti. Hü
kümdarlığında, çoğu zaman aynı bir yerin yıllar sonra tekrar
fethi gerekmiştir. Roma gibi oturmuş; kanuna, kitaba dayalı bir
imparatorlukta ne gözü ne de hırsı vardı. Hükümdarlığının ge
lişmesi için ticaret, huzur ve istikrara gerek olduğunu hep he
saba katıyordu, ama fetih daima ağır basıyor, bunlar ikinci
planda kalıyordu. Fetih için ordu, ordu için asker gerekti. Ve
askerlerin yaptıkları işe karşılık ödeme almaları, memnun edil
meleri gerekiyordu. Askeri harekatının haritası; Timur'un sınır
sız ihtirasının, yenilmez azminin ve dur durak bilmeyen enerji
sinin günümüze kalan en güçlü ifadesidir. Seferlerini gösteren
oklar, Asya' dan hırsla fırlayıp, doğal engelleri, çölleri, güçlü
düşmanları yarıp geçerek batıda ta Türkiye sahillerinden Avru
pa kapılarına, doğuda Sibirya içlerine, kuzeyde Moskova'nın
varoşlarından güneyde dünyanın damını aşarak Delhi'ye ka
dar uzanır. Bu haritaya ve üstündeki tarihlere bakıldığı zaman
-Semerkand' da kaldığı iki yıllık tek ara sayılmazsa, peş peşe
otuz beş yıl hiç durmadan- yaktırarak, yıktırarak, talan ve yağ
ma ettirerek ordularını seferden sefere koşturmuş olan Ti
mur'un varoluş sebebinin, başka her şeyden fazla, fetih oldu
ğunu söyleyeniere hak vermemek mümkün olmaz.
Urgenç'in başında bulunanlar bunu anlamış olsalardı, her
halde bağımsızlık sevdasını bir yana bırakıp Timur'un hükmü
altında daha huzurlu ve barışçıl bir yaşamı seçerlerdi. Fakat
kenttekilerin hafızası zayıf olsa gerektir, çünkü 1388' de, ilk is
yanlarından sadece on yıl sonra, hiç rahat durmayan ve o tarih
te Altın Orda'nın başında bulunan Toktamış'ın kışkırtmasıyla,
Harezm' deki Sufi hanedam tekrar ayaklandı.
Timur bir kez daha kente döndü ve kent ahalisi için sonuç
bir kez daha felaket oldu. Timur, fethederken bir kat acımasız
sa, aynı yeri tekrar alırken on kat daha acımasızdı. Urgenç yer
le bir edildi. On gün boyunca, adamlarına yıkım ve katliam
yaptırdı. İşleri bittiğinde, bir zamanlar, "ilim ve irfan sahibi
kimselerin buluşma yeri, şair ve yazarların ikametgahı, terbiye
ehli ve mümtaz kişilerin uğrağı" olan kent ortadan kalkmıştı.
Urgenç bir tek camiden ibaret kalmıştı. Ne ölçüde gazaba gel-
1 00
diğinin bir göstergesi olarak, kentin bulunduğu yere arpa ektir
di. Bir yere uğradığını b elirtmek için bıraktığı en korkunç kart
vizit buydu; canı isterse bir kentin tamamını pekala yeryüzün
den silebiliyordu.
***
101
Timur'un bir öfke anında başladığı işe, Sovyetler bilmeden
ivme kazandırmıştır. Tatar'ın yıktığı sulama şebekesini Sovyet
ler, inadına daha kapsamlı bir biçimde yeniden yapmıştır. Yol
açtıkları çevre felaketinin dünyada bir eşi olmadığı görüşü yay
gındır. Çevre sorunu o denli vahimdir ki yakın zamana kadar
kışın kar, yazın yağmur alan Urgenç' te bugün ikisi de görül
mez. Yıl boyu sıcak ve kuraktır. Bölgenin geri kalan kısımların
da yazlar daha sıcak, kışlar daha soğuk geçer. Bir zamanlar
Aral Gölü'nün üstünde süzülerek bölgeyi besleyen yağmur
yüklü bulutlar, şimdi su yerine tuz toplamaktadırlar.
Bir kuşak içinde, Aral Gölü'nün yüzölçümü yarıya inmiş,
suyu ise dörtte üç oranında azalmıştır. Her yıl su seviyesi bir
metre daha düşmekte, rüzgarların önünde, sathını süpürüp gö
türecekleri kirlenmiş yeni topraklar açılmaktadır. Pamuk mahsu
lünü ıslah için kullanılan tarım ilaçları buharlaşan göle sızmakta,
burada zamanla toza dönüşen kimyasal bir kabuk oluşturarak,
şiddetle esen kuzeydoğu rüzgarları ve sık sık çıkan kum fırtına
larıyla bölgenin dört bir yanına saçılmaktadırlar. Göç etmiş veya
nesli kurumuş olduğu için, yöredeki memeli hayvan cinsinin sa
yısı yetmişten otuza, kuş cinsinin sayısı 31 9'dan 1 68'e düşmüş
tür. Aral Gölü'nün tuzluluk oranı otuz yılda üç katına çıkarak
içinde yaşayan yirmi dört cins balığın -sazan, levrek, mersin ve
sornon dahil- tamamını yok etmiş, bir zamanların en büyük li
manlarından biri, şimdi ise Sovyet kibrinin mezarı olan Muynak
kentine, öldürücü bir darbe indirmiştir. Iskartaya çıkarılmış ba
lıkçı gemileri, gölün çekilmekte olan sahilinden yüz elli kilomet
re uzakta, paslı gövdeleri üzerinde yan gelip yatmaktadırlar.
1921'de Lenin'in yardım çağrısına uyarak, kıtlıktan kırılan Volga
yöresine tam yirmi bir bin ton balık tutup gönderen geçmişin o
muazzam Aral dananınasından geriye, kala kala bunlar kalmış
tır. 1970'lerde ve seksenlerde yıllık av, kırk bin tonu buluyor ve
ya geçiyordu. Şimdi ise, şurada burada bulunan birkaç tuzlu su
birikintisinde yaşam savaşı veren kanserli üç beş balık dışında,
göl tamamen boştur.
Muynak'tan hiç ümit yoktur. İnsanoğlunun tecavüzüne
uğrayan göl, kendisine miras bırakılan kirliliği rüzgarlada dört
bir yana saçarak ve kenti, kumlu sahillerinde karaya çekilmiş
feci bir gemi leşi gibi ve kıyısız bir liman olarak bırakıp gitmiştir.
1 02
Sağlık sorunları çok ciddi boyutlardadır. Verem ve kansızlık
yaygındır. Beslenme yetersizdir. Et bulmak neredeyse olanak
sızdır ve yörede yetiştirilen sebzeler zararlı kimyasallar içer
mektedir. Su kirlidir. İnsanların soluduğu hava bile çoğu za
man zehirlidir, çünkü rüzgarlar yerden kaldırdıkları kimyasal
tozu ciğerlere üfürmektedir.
Boyaları dökük, eskimiş belediye sarayının önündeki bir
tabelada, "Balıklar en büyük zenginlik kaynağımızdır," diye
yazar; sağında ve solunda bulunan tahta perde üstündeki re
simlerde, şişkin pazulu ve güleryüzlü denizciler tuttukları ba
lıkları etine dolgun fabrika işçisi kadınların koliarına uzatmak
tadır. En üst katta gayet semiz ve rüşvetçi bir adam olan beledi
ye başkanının makam odası bulunur; halkı kıran açlık, hastalık
ve ekonomik bunalımdan çok, şaibeli inşaat projeleriyle ve ken
di konağını güzelleştirmekle meşguldür.
En müstebit idarelerden biri olan Timur'unkinde bile, bir
devlet görevlisinin yolsuzluğunun tespiti halinde cezasız kal
ması olasılığı çok azdı. Eğer Timur'a yerel yönetirnde hizmet
ediyor olsaydı, �bugünkü Muynak belediye başkanı mimlenmiş
bir adam olurdu. 1404'te beş yıllık batı Asya seferinden Semer
kand'a dönen Timur, şehrin valisi Dina'nın onun gıyabında
keyfi idare uyguladığını öğrenmişti. Clavijo, "Haşmetmeapları,
geleli beri bu adamın kendisine gösterilen güveni ve görevini
kötüye kullandığım ve ahaliye zulmettiğini öğrerımişti," diye
anlatır. "İşte bu nedenle, Dina denilen valinin huzuruna çıkarıl
masını emretti ve hüküm verildikten sonra adam dışarı getiril
mesini hiç geciktirilmeden asıldı."
Ceza bununla kalmadı. Valinin Semerkand sakinlerinden
kopardığı paralar imparatorluk hazinesine konuldu. Dina'nın
bağışlanması için para teklif eden nüfuzlu bir arkadaşı da ipe
gönderildi. Timur'un gözdelerinden bir başka görevli de vali
lehine benzeri bir girişimde bulunmaya kalkıştığı için tutuk
landı ve servetinin tamamının yerini söyleyene kadar işkence
ye tabi tutuldu; denileni yapar yapmaz da darağacına, Semer
kand valisinin yanına gönderildi ve ölene dek baş aşağı asılı
bırakıldı. "Bu kadar yüksek mevkili bir kişiyi ölüme gönderen
bu yüksek adalet, herkesi tir tir titretti; bu adamın Haşmetme-
1 03
apıarının fazlasıyla güvendiği bir zat olduğunu da ayrıca be
lirtmek gerekir."
· Muynak'taki tek işveren balık konserveleme fabrikasıdır,
fakat onun da günleri sayılıdır. 1941'de ilk kurulduğu zaman,
göl yalnızca 500 metre uzaklıktaydı ve balıkçılar tuttukları ba
lıkları getirip kapısına bırakıyorlardı. Şimdi işlediği az miktar
daki balık, yörenin tuz göllerinden gelmektedir; bu fabrikayı
ayakta tutmak için harcanan çaba göstermelik ve devlet gü
dümlüdür. Fakat gene de tutmamıştır. Otel gibi, konserve fab
rikası da batmak üzeredir. Bir yıldan beri maaşlar ödenmeme.k
tedir. Daha iyi günlerinde balığı işleyen 1200 kişilik işçi kadro
sundan pek azı kalmıştır. Çalışma koşullarının kötü! üğü, bun
ların çoğunu dayak yemişe döndürmüştür. İçerisi zindan gibi
karanlık ve rutubetlidir. Işıksız dehlizler binanın en dip nokta
larına kadar girmektedir. İnsanın şakaklarını zonklatan, kıyafe
tini delip iliklerine işleyen cinsten dondurucu bir soğuk vardır.
Duvarlar kir içindedir. Yağlı kara pisliğin hemen altından yer
yer seçilen ve işçileri göklere çıkaran Sovyet dönemi sloganları,
ortaçağdan kalma makinaların üstüne iki büklüm eğilmiş ka
dın ve erkeklere tepeden bakmaktadır. Tüm fabrikaya, kokma
ya yüz tutmuş balık ve makine pası birleşiminden kaynaklanan
feci bir koku egemendir. Fabrikanın arka tarafında bir grup
adam uydurma el arabalarıyla, Timur'un döneminde İbn Bat
tı1ta'yı çok etkilemiş olan ("dünyanın en iri ve lezzetli") kavun
larının yığılı olduğu bir tezgahın önünde toplanmışlardır. Bu,
bir tek meyve çeşidi olan ve hiç sebzesi bulunmayan, yoksul bir
manavı andırmaktadır, fakat gerçek daha da acıdır. Orta As
ya'nın en gelişmiş ülkesindeki balık konserveleme fabrikasının
parası kalmamıştır. İşçilerinin maaşını kavunla ödemektedir.
1 04
3
lOS
Fakat İranlının bu yağ kokan tarihçesinde ilginç olan taraf, Ti
mur'un en müzmin eleştirmeni İbn Arabşah'la, hükümdarın ki
şilik özellikleri konusunda hemfikir olmasıdır.
Yezdi, "yiğitliği onu Tatarların, en büyük hükümdan mer
tebesine yükseltti ve Çin' den Yunanistan'a kadar bütün As
ya' nın ona kul köle olmasını sağladı," diye yazar. "Devleti ken
disi yönetirdi; kendisine bir tek bakan tutmamış, giriştiği her
işte başarılı olmuştu. Kendisine itaat etmeyenler dışında -bun
ları en ağır biçimde cezalandırırdı- herkese karşı cömert ve na
zikti. Adalet tutkunuydu; toprakları üstünde zorbalığa kalkı
şan hiç kimse cezasız kalmazdı; ilme ve ilim adamlarına saygısı
büyüktü. Sanatın gelişmesine katkıda bulunmak için didinirdi.
Korkusuzca plan yapar, korkusuzca uygulardı. Hizmetinde bu
lunanlara çok iyi davranırdı." 1 8
Ne gariptir ki Timur'un en değerli portresini Arabşah
sağlamıştır. Daha önce de gördüğümüz gibi, bu Suriyeli
1 40l'de, doğup büyüdüğü kent Şam' da Tatar ordularının
yaptığı yıkım ve katliama bizzat tanık olduğu için tarafsız bir
gözlemci olmaktan çok uzaktır: Kent ahalisinin uğradığı iş
kence ve kıyımdan dehşete düştüğü için, Timur'un hayatını
anlatırken intikam duygusuna yenilmesine şaşmamak gere
kir. Kahramanına, durup durup piç, engerek yılanı, iblis, zor
ba, tehlikeli sahtekar, hain budala, uğursuz baykuş ve benzeri
hitaplarda bulunması, Arabşah'ın tarafsız bir biyografi yazarı
olarak değerini düşürür.
Fakat işte asıl bu derin düşmanlığıdır ki Arabşah'ın, Ti
mur'un kişiliği hakkında söylediklerini önemli kılar. Kitabının
son bölümünde bu açıkça ortaya çıkar, bu bölümün başlığı bile
okuru şöyle bir silkeler: "Timur'un Olağanüstü Meziyetleri,
Mizacı ve Şahsiyeti Hakkında." Beş sayfayı geçmeyen ve ço
ğunluğu tek sayfadan ibaret olan diğer bölümlerin aksine, bu
bölüm otuz beş sayfayı bulur. İlk paragraf bize, ömrünün son
18 Yezdi bu kadar parlak bir profil çizen tek kişi değildi. Ondan sonra gelen yazar
lar da Timur'un olağanüstü fetihlerinden büyülenmişlerdir. Hele de askeri ta
rihçiler ona büyük hayranlık duyarlar. 1915'te, Sir Percy Sykes, Yezdi'nin diline
şaşılacak kadar benzeyen bir üslupla onun ulaştığı sonuçlara ulaşır ve Timur'u,
'tarihte bilinen en büyük Asyalı hükümdar', 'yiğitlerin yiğidi', 'eşsiz bir lider ve
herkesin taptığı bir savaş tanrısı' olarak niteler.
1 06
demindeki hükümdarın görünümünü anlatır ve bu b akımdan
uzun bir alıntı yapmak yerinde olur. Fiziksel bir betimlemeyle
başlar:
1 07
Kitabın onda dokuzunda bastırmaya çalıştığı Timur'un yü
celik ve vakarı, sonunda Suriyeli tarihçiye baskın çıkmış olsa
gerektir. Timur'un askeri harekatını uzun uzun özetledikten,
suçlanın ağır bir dille bir bir sıraladıktan sonra, sıra nihayet Ti
mur'un kendisinin nasıl bir adam olduğu hakkında bir hüküm .
vermeye gelir. Ve üslup birden değişir. Hükümdarın, "hoş bir
mizacı" vardır; birkaç cümle içinde, neredeyse Yezdi'nin yaptı
ğı gibi, yürekliliğinden iki kez söz edilir. Emrindeki askerler
ondan korkar ve çekinirler. Arabşah'ın bize üç yüz sayfa bo
yunca, sebepsiz vahşetten ve kan dökmekten haz duyduğunu
iddia ettiği adam, bir de bakarız ki yamnda kan dökmekten, ta
lan, yağma ve tecavüzden konuşulmasını hoş karşılamaz. Öyle
hissedilir ki kin ve nefret kusan onca sayfadan sonra Arabşah,
niyeti hiç de öyle değilken, kitabının kahramanına daha olumlu
yaklaşmaktan kendini alamaz. Bu, harikulade ve son derece ay
dınlatıcı bir andır. Arabşah devam eder, Timur:
Olayları çok iyi tartar, bir bakışta bir meselenin özün ü kavrardı; en
ufak bir işareti, belirtiyi kaçırmamaya idmanlıydı; ne safsataya alda
nır ne dalkavukluğa geçit verirdi; yalaııla gerçeği şaşmaz bir biçimde
birbirinden ayırt ederdi ve sanıimi bir öğüdü, sahte bir iltifattan ayı
racak kadar zekiydi; av için yetiştiriZmiş bir atmaca gibiydi; bu yönle
riyle bir yıldız gibi ışıl ışıl parlıyordu.
1 08
Alimiere ve hekimlere en yüksek şeref payelerini verir, bunların mec
lisini başkalarınmkine tercih ederdi; her· birini mevkiine ve kıdemine
uygun olarak huzuruna alır, saygıda hiç kusur etmezdi; onlara sami
mi davranır, yanlarında büyüklüğünü belli etmezdi; onlarla konuşur
ken yüceliğine tevazu, katılığına şefkat ve sertliğine nezaket katardı.
1 09
ihdas edilmiş birçok vakıf ve fon vardı. Ve bu geniş akade
mik ve kültürel ağın ortasında Timur oturuyor ve ağını ören
bir örümcek gibi ihsan dağıtıyordu.
1 401'de, Şam'ın kuşatılması sırasında, büyük Arap tarihçisi
İbn Haldun Tatar hükümdara takdim edildiği zaman, çağın en
müthiş beyinler buluşmasından biri gerçekleşti. Timur'un or
dugahında bir ay kaldıktan sonra, 'dünyanın en büyük ve en
kudretli hükümdarına' karşı derin bir saygıyla ayrıldı; kendisi
ne verilen Kuzey Afrika tarihi üzerine bir kitap yazma işi de ca
basıydı. Timur'un Tatar, Arap ve İran tarihi konusundaki bilgi
si onu çok etkiledi. "Zekası çok parlak, kavrayışı çok çabuktu;
bildiği ve bilmediği şeyler hakkında fikir alışverişinden ve tar
tışmadan çok hoşlanıyordu." Arabşah da Timur'un tarih mera
kı üzerinde durmuştur. "Hiç durmadan vakayinameleri, pey
gamber tarihlerini ve kralların fetihlerini okurdu," diye yazar.
Hükümdar, sarayında bir "Öykü Okuyucu" görevi bile ihdas
etmişti. Hele de matematik, astronomi ve tıp gibi uygulamalı
bilimiere çok meraklıydı.
Sanki Yezdi'nin gözü kapalı iltifatlarını önceden bilmiş gi
bi, Arabşah anlatısını, Timur'un azınine ve kararlılığına duydu
ğu hayranlığı dile getirerek sürdürür: "Bir şeyin yapılmasını
emrettiği veya o yolda bir işaret verdiği zaman, bir daha asla
ondan caymaz, kararını bir o yönde bir bu yönde değiştirmez
di; ne düşüncelerinde, ne planlarında ne de uygulamalarında
en küçük bir tutarsızlığa veya zafiyete rastlanırdı." Yezdi, bu
yönünden biraz daha iltifatlı bir dille söz eder: "İhtirası sınırsız
ve en basit bir girişimi bile dünyanın en ağır işlerinden daha
zor olduğu için, başladığı bir işi tamamıyla bitirmeden katiyen
bırakmazdı." .
Timur savaş alanında ordularını zaferden zafere koştur
makta ne kadar ustaysa, satranç tahtasında taşları oynatmakta
da bir o kadar ustaydı; soğukkanlı hesaplamaları, cüreti ve
oyun hakimiyeti, devrin en büyük oyuncularını yenmesini sağ
lamıştı. Arabşah, bu sahada bile üstüne olmadığını yazmıştır.
"Zekasını bilemek için düzenli olarak satranç oynardı; fakat bil
dik satrancı kibrine yediremediği için, bunun yerine büyük sat
ranç oyununu oynardı; bunun tahtası on bire on kareden olu-
1 10
şur, iki deve, iki zürafa, iki bekçi, iki top, bir vezir ve birkaç faz
la taş daha ilave edilirdi."l9
Arabşah, Timur'un kişiliğinden bahsettikçe adeta açılır,
hangi meziyetini öveceğini bilemez, ta ki sonunda şu yalın göz
leınİ yapana dek: "Ona, yedi düvelin yenilmez padişahı, kara
ların ve denizierin hakimi, Kralların ve Sultanların fatihi denili
yordu." Fakat kursağında son bir zehir daha kalmıştır. İlikleri
ne işlemiş nefreti, tekrar su yüzüne çıkar ve Tatar hükümdarı,
önemli bir noktadan vurur: "O Allah'ın cezası Cengiz Han'ın
yasalarını sıkı bir biçimde uyguluyordu." Daha da sertleşerek,
"Timur da dahil, İslamın kanunları yerine Cengiz Han'ınkileri
tercih eden herkes kafir addedilmelidir," der. Arabşah, Ti
mur'un fetihle geçen ömründe onu güdüleyen bu iki ilke ara
sındaki gerilimi doğru teşhis etmiştir. Fakat anlamadığı şudur;
Timur'un dini ve siyasi ideolojisi, bir yanda Cengiz Han yasa
larımn, diğer yanda İslam öğretisinin gayet kurnazca ve hesabi
bir biçimde harç edilmesiyle oluşturulmuştu.
Timur ister askeri fetihlerini, ister iç siyaset düzenlemeleri
ni meşru kılmak için olsun, işine geldiği zaman Cengiz Han
yasalarından, gelmediği zaman İslamdan faydalanırdı. Çünkü,
her şeyden önce fırsatçıydı. 1 370'te taç giyerken, hanın asil kan
taşıması gerektiği töresine uyarak, sözde kendi üstünde kukla
bir Çağatay han atamıştı. Bundan sonra, Timur'un genişlemek
te olan hükümdarlığında daima başta bir han olmuştu; önce
Soyurgatmış, ardından 1388' de oğlu Sultan Mahmud gelmişti.
Timur, onca debdebe düşkünlüğüne ve gücüne rağmen, bü
yüklüğün zirvesindeyken bile, hiçbir zaman kendine han de
memişti. Bunun yerine Büyük Emir Timur, Saraymülk Ha
nım'la evliliğinden dolayı Hanlarhanı'nın damadı Timur Gur
gan olmuştu ve toprakları üstünde kullanılan paralara Çağatay
hanınki ile birlikte bu adlar basılmış ve Cuma hutbelerinde Se
merkand'ın egemenliği bu adlarla tanınmıştı. Fakat tabii hiç
kimse, hele de Arabşah, gerçek gücün kimde olduğundan kuş
ku duymamıştır.
1 9 Günümüzde dahi, en zor oyunlardan biri olan bu oyun, Tmurlenk satrancı ola
rak bilinir.
lll
Timur kafir değildi. Nasıl ki Hıristiyanlık Haçlıların Kutsal
Topraklara yaptığı kanlı seferler için gereken itici gücü sağla
dıysa, Timur'un askeri harekatına da İslam hakimdi. Hilal, Ti
mur'un hükümdarlık sancağında daima üstte olmuş, bütün fe
tihlerini İslam adına yapmıştı. İslamla toplu katliamın bağdaş
madığı konu dışıdır. Aynı şeyi, Hıristiyanlık ve Haçlılar için de
söylemek mümkündür.
Timur, Cengiz geleneğinden nasıl faydalandıysa, İslamın
akidelerine de öyle serbestçe girip, bu dinin işine yarayan yön
lerini kullandı, yaramayanları görmezlikten geldi. Örneğin
peygamberin, bir erkeğin en fazla dört kadın alması öğüdüne
hiç aldırmadı. Dahası, bütün ömrü boyunca seferde olduğu
halde, durumu elverişli ve dini bütün her Müslüman için farz
ve onur olan İslamın beş şartından birini, Mekke' de hacca git
meyi yerine getirmedi. N e kafasını tıraş etti, ne sarık sarındı, ne
de dince makbul olan giysileri giydi.
Timur'un cihat20 anlayışı da İslama bağlılığı konusunda
kuşku uyandırır. Onun gözünde bu, kime olursa olsun vahşet ve
zorbalık uygulamayı meşru kılıyordu. Birçok defa yaptığı gibi,
Gürcistan' daki kafir Hıristiyanlara karşı cihat düzenlemesi (bun
lardan birinde Kral Bagrat'ı İslamiyeti kabul etmeye dahi zorla
mıştı), belki anlaşılabilir bir şeydir. Fakat kendi gibi Müslüman
olanları kılıçtan geçirmesini anlamak zordur. Soylu hükümdarla
rın, düşük rütbeli askerlerin, aciz kadınların ve masum çocukla
rın hayatları pahasına öğrendikleri gibi, İslam dininden olmak bir
kimseyi Timur'un ordularımn gazabından kurtarmıyordu. Niha
yet üzerinde at koşturup kılıç saHadıkları alan Müslüman Asya
idi. Bugün Türkiye, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan, Özbekistan,
Afganistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan,
Pakistan ve Hindistan olan yerleri yüreğinden vuruyor, Müslü
manların üstüne ölüm yağdırıyorlardı. Kim bilir adı sam bilinme
yen kaç milyon kişiyi yok etmişlerdi. En ağır zulmü bu insanlar
görüyordu. 1383'te, İsfizar şehrinde diri diri iki bin kişiden briket-
20 Kelime burada dar anlamıyla, yani kutsal savaş olarak kullanılmıştır; Hz. Mu
hammed bununla geniş kapsamlı bir nefis mücadelesini kastediyor, müritlerine
fenalıktan, aşırılıktan ve cehaletten kaçınmalarını, insan olarak kendilerini geliş
tirmelerini ve İsiama olan bağlılıklarını göstermelerini nasihat ediyordu.
1 12
lerle karıştırılarak kuleler örülmüştü. 1387'de, İran' daki kutsal
kent İsfahan' da yetmiş bin kişi kılıçtan geçirilmişti; 1401'de Bağ
dat yağınalanınasının ardından, uçurulmuş kafalarından 120 ku
le örülen doksan bin ölü kalmıştı. Halep ve Şam da akla hayale
sığmayan mezalimden nasiplerini almışlardı. Bunları yapan
adam kendini kutsal savaşçı olarak görüyor, gazilik unvanına
özeniyordu.
Buna karşılık, Hıristiyanlar, Museviler ve Hindular -İslamın
kılıcının ne kadar kesk1n olduğunu en fazla hissetmesi beklenebi
lecek insanlar- büyük ölçüde paçayı kurtarmışlardı. Timur, sanki
din kardeşlerine yaptığı katliamı dengelemek ister gibi, bu in
sanlara da seyrek olarak zulmetmişti. 1398'de, Delhi'nin Müs
lüman sultanına savaş açmadan kısa bir süre önce, çoğu Hindu,
yüz bine yakın esirin katlini emretmişti. İki yıl sonra, Sivas'ta
dört bin Ermeniyi diri diri gömdürmüş, b:.ı kez kentin Müslü
man ahalisine kıymamıştı.
Timur'un mezaliminde öyle keyfi bir taraf vardır ki, onun
cihat uğruna savaştığı iddiasını çürütür. Kirnileyin Afganistan' da
ve İran'ın bazı bölgelerinde yaptığı kıyımın, İslamın Sünni mez
hebine karşı olduğunu söylemiştir.21 Oysa, yine İran'da bulunan
Mazanderan'da Şii dervişleri cezalandırmak için buradaki şehir
leri yerle bir ettirmişti. Timur, sonra dönüp aynı rahatlıkla Şii ge
leneğinin koruyucusu kesilebilmişti. Şam' da Arabşah'ın hemşeri
lerini, güya Şiilere güttükleri düşmanlık yüzünden kılıçtan geçirt
mişti. 1396' da Timur bir sonraki fethi için gözünü güneye dikmiş
ti. Birlikleriyle heybetli Hindikuş Dağları'nı aşıp Delhi'yi talana
gitmeden önce emirlerine, bu kentin sultanlarının, "İslam dinine
hizmette gevşek davrandıklarını," söylemişti. 1 404'te ordularını
son kez sefere çıkarmıştı. Cihat bayrağı bir kez daha açılarak, bu
defa kafir Ming imparatoruna karşı dalgalandırılnuştı.
Timur İslam dinini ilkeli değil, faydacı bir biçimde uygulu
yordu. Kendisi Sünni kökenli olduğu halde, merkezi Buhara' da
olan Nakşibendi tarikatına hamilik etmesi ve başta Andhoylu
21 İslamın en yaygın ve başlangıç ilkelerine en sadık mezhebi Sünnilikte, ilk halife-
ler tanınır; 661'de ayrılan Şiiler ise, Hz. Muhammed'in damadı Hz. Ali'yle baş
layan halifeleri kabul ederler. Sünni ve Şiiler, İslamın üç temel ilkesinde, yani
Allah'ın birliğinde, Hz. Muhammed'in peygamberliğinde ve kıyamet gününün
geleceğinde hemfikirdirler.
1 13
Şeyh Bereke olmak üzere Maveraünnehir ve Horasan'daki Sufi
şeyhlerini yüceltip onları sarayında yüksek mevkilere getirme
si, Timur'a Sufilik payesi kazandırıyordu. 22 Timur ölen aile bi
reylerini de seçkin Sufilerin türbeleri yanında gösterişli mezar
lara gömdürüyordu. Sufizme olan hayranlığını gösteren belirti
ler ne kadar güçlü olursa olsun, Şiilere destek verdiğine dair
işaretler de vardır. Bunlardan en çarpıcısı, Semerkand' daki
Gur-i Emir Mozolesi'nde, Timur'un soyunu Hz. Muhammed'in
damadı Hz. Ali'ye dayandıran gayet çetrefil ve büyük ölçüde
uydurma soyağacının bulunduğu mezar taşıdır. Şiilere bir b�ş
ka yakınlık belirtisini de Peygamber soyundan olanlara ömrü
boyunca özel ilgi göstererek vermiştir. Çağdaşları kadar, günü
müz araştırmacıları için de, Timur'un dini eğilimlerinin tam ne
yöne meylettiğini kestirrnek güç olmuştur. Timur bir bukale
mundu. Davasına yarayan veya davasını ileri götüren ne varsa
onca makbuldü. Bu kuşkusuz alaylı bir yorumdur; fakat cihat
anlayışının düşünsel tutarlılık ve bütünlük konusundaki eksik
liğini, bu uğurda sarf edilen fiziksel gücün boyutu fazlasıyla
kapatmaktaydı. Bu, basit olarak bir fetih ideolojisiydi.
islama en büyük itibar, umumun gözlemleyebileceği yer
lerde gösteriliyordu. Beş vakit namaz, Timur'un sarayındaki
yaşamın hiç aksamayan bir parçasıydı. Nereye sefere çıkarsa
. çıksın, imamlar ve halis ipekten yapılma tantanalı çadır camii
onunla beraber gidiyordu . Müezzinin mürninleri namaza çağır-
22 Sufilik, İslam içinde yer alan tasavvufi görüştür; .bu görüşü benimseyenler ken
di iç alemlerine göınülüp tefekküre dalarak Allah'a yaklaştıkları inancındadır
lar. Ruh bedenden sıyrılıp göğe, Tanrı katına çıkabilınektedir. Sufizınin farklı
teknikleri; dansta, şarkıda veya kimi sözcüklerin söylenınesinde ritim, tekrar ve
sabır unsurlarına ağırlık verir. Sufizınin pratikte belki de en çok bilinen uygula
ması, müzik eşliğinde ve kendi etrafında gittikçe daha büyük bir hızla dönerek
vecd ve huşu içine giren seınazendir. İlk seınazenin Mevlana olduğu söylenir.
1 14
mak için okuduğu ezanın sesi buradan yayılıyordu. Timur'un
en büyük alışkanlıklarından biri savaşa girmeden önce, toprağa
secde edip Allah rızası için namaz kılmaktı. Bunu, Tanrı'nın
onunla beraber olduğunu hatırlatmak için bütün soyluların,
emirlerin ve askerlerin önünde yapardı; aynı mesaj her seferin
de ordularının yanı sıra götürdüğü din adamlarının varlığıyla
da vurgulanırdı.
Bunların arasında en seçkin olanı, Timur'un Hüseyin'le çe
kiştiği ilk yıllarda Tirmiz'de tanıdığı Şeyh Seyyid Bereke'ydi.
1391'de Timur'un ordusu Kunduzca Nehri'nin karşısından
Toktamış'ın askerlerinin saflarına bakarken, Bereke yerden bir
avuç toz alıp düşmandan yana savurmuştu. "Mağlubiyetinizin
ayıbı, kara olarak yüzünüze çalınacak," diye gürlemişti. Sonra
da Timur'a dönüp, "var git şimdi, nereye istersen" demişti.
"Zafer senindir." Bir kez daha hükümdarın okçu atlıları zafere
koşmuştu.
Bu dürüst, karşılıklı yarara dayalı bir ilişkiydi. Maiyetinde
ki din adamları bulundukları yeri Timur'a borçluydular, onlar
da bu cömert himaye karşılığında giriştiği her seferde yüce Al
lah' ın inayetini yeryüzündeki bu kulundan esirgemeyeceğine,
Timur'u -ve askerlerini- temin ederlerdi. Gerektiğinde, her ha
rekete cevaz verecek dalkavuklar bulunurdu. Hilda Hook
ham'ın 1962 tarihli biyografisinde söylediği gibi, "şeyhlerin ce
vazıyla, Timur ordularını yedi düvelin üstüne sürebilir, katirie
ri Müslüman olmadıkları, Müslümanları da yeterince dindar
olmadıkları için yok edebilirdi."
Timur'un torunlarının birinin hizmetinde bulunan yaltakçı
saray yazarları da, daha sonra Yezdi gibi, aynı görevi üstlen
mişlerdi. Yezdi, "Muhammed' den kalma bir geleneğimiz var,"
diye yazar. "O bizi, kılıçla kardeş olduğuna ve Tanrı'yla geçir
diği en mesut anlarda elinde kılıç bulunduğuna inandırmak is
temiştir; buna ilaveten cennetin dahi kılıcın koruması altında
olduğunu söylemiştir; bu da gösterir ki hükümdarlar muzaffer
olmadıkça tahtlarında rahat oturamazlar ve tebaaları anoak
onun kılıcının koruması altında evlerinde aileleriyle emniyet
içinde yaşarlar."
Yıldızlara Hükmeden Hükümdar, gene de saldırmak için
llS
en uygun zamanı din adamlarına olduğu kadar müneccimlere
danışarak da kollardı. Onların görevi yıldızların bulundukları
yeri belirlemekti. Pratikte ise bu, hükümdara duymak istediği
şeyi söylemek anlamına geliyordu. Her zaman olduğu gibi, on
lara olan yaklaşımını, söylediklerinin işine gelip gelmediği ilke
si belirlerdi. Eğer muneccim istenilen sonuca ulaşmazlarsa, on
ları umursamazdı. Delhi'nin surları önünde, belirtilerin saldır
maya elverişli olmadığını bildirdikleri zaman, Timur hemence
cik islama sığınmıştı. Gayet haşin bir biçimde, "ne talih ne de
talihsizlik yıldızlardan gelir," diye cevap vermişti. "Ben kendi
mi, bugüne kadar beni hiç yalnız koymayan Allah'a emanet et
mişim; yıldızlar öyle ya da böyle kümelenmiş, bundan ne çı
kar?" Müneccimler başları önlerinde geri çekilirken, Timur Ku
ran' ı çıkarmış ve kendine uygun bir kısmını bularak, zaferin
muhakkak olduğunu söylemişti. Öyle de çıkmıştı.
Timur İslamla kan dökme arasında hiçbir çelişki görmü
yordu. Bir gün savaş alanında adam boğazlayıp ertesi gün bir
camide veya türbede sessiz sedasız dua etmekte onun açısın
dan bir ahlaki sorun yoktu. Delhi'yi ancak bir yüzyılda toparla
nabileceği boyutlarda tahrip ettikten birkaç gün sonra, büyük
bir sükunetle Cumna Nehri kıyısındaki o güzelim camiye girip ·
1 16
resinden çıkan, bu bağbozumu misali çılgın şenliklere tanık
olmuş birçok kişiden biriydi. İspanyol elçi bu şölende, herke
se bir saki düştüğünü söyler. Bu hamının görevi misafirin al
tın kupasının bir an bile boş kalmamasını sağlamaktı. Kupa
daki içkinin bir dikişte bitirilmesi gerekiyordu ve kadeh kal
dırmaktan kaçınmak büyük bir ayıp ve hükümdara karşı bir
nezaketsizlik olarak kabul ediliyordu. Ağzına bir damla içki
koymayanların bu sofralarda birdenbire şarapsever kesildiği
görülürdü. Bu şölenlerde kendini kaybedecek derecede sar
hoş olmak adettendi. Hala ayakta durabilen cengaverler, ge
ceyi geçirmek için ellerine geçirdikleri biriyle yalpalaya yal
palaya çadırıarına dönerlerdi. Bu olup bitenlerin İslamla uzak
tan yakından bir ilgisi yoktu.
Bu gibi durumlar, Timur'un halk dalkavukluğu konusun
daki dehasını ortaya koyuyordu. Bunlar kimi zaman, onun
İslami bir lider olduğunu vurgulayan zekat vermek, Ramazan
da oruç tutmak, domuz etini yasaklamak gibi hareketler olu
yordu. Diğer zamanlar Cengiz yasalarını uyguluyor, tebaasını
bunların bozkır yaşamına en uygun yasalar olduğuna ikna edi
yordu. Çok zeki, ihtiraslı, kuşkucu ve çıkarcıydı; insanları av
cunun içinde aynatınayı biliyordu. İyi bir Müslüman mıydı,
yoksa esasen Cengiz Han yasalarına mı bağlıydı, sorusunun
meselenin özüyle bir ilgisi yoktur. Timur, bu öğretiler fetih
planiarına cevaz verdiği sürece onlara itibar ediyordu. Burada
üzerinde durulması gereken nokta, Timur'un işine geldiği gibi
bir onu, bir bunu kullanmakta gösterdiği maharettir. Ve bu da
onun olağanüstü liderlik vasfını ispat eden bir olgudur.
Bu mahareti en çok da ordularının idaresinde kendini belli
ediyordu. Timur'un hükümdarlığının belkemiğini teşkil eden,
sayelerinde toprakların kazamhp kaybedildiği okçu atlılar, bir
yandan sıkı bir zapturapt altında tutuluyor, diğer yandan cö
mertçe ödüllendiriliyorlardı. Ödlekliğin, ihanetin veya izinsiz
yağmanın; ortadan ikiye biçilmek, asılmak, kılıçtan geçirilmek
veya benzeri bir ölümle cezalandırılacağını biliyorlardı. Buna
karşılık, Timur'a savaş alanında ve dışında körü körüne sada
kat göstermenin onları refaha kavuşturacak en kestirme yol ol
duğunun farkındaydılar.
117
Timur'un birçok kaynakta sözü edilen cömertliği, 1 360'la
rın sonunda Maveraünnehir'in hakimiyeti için çarpıştıkları sıra
Hüseyin' e karşı kazandığı zaferin nedenlerinden biridir. Hüse
yin ne kadar tamahkar ve savaş ganimetierini askerleriyle pay
laşmak konusunda gönülsüzse, Timur aynı ölçüde, kendine
hiçbir şey ayırmayacak denli cömertti. Belh emiri, Timur'un,
kendisinin kız kardeşi olan karısının mücevherleriyle cezai ni
telikteki kafa vergisini ödemesinden hoşnut kalırken, Timur
için öncelik kendisine destek verenlerin ödüllendirilmesiydi.
Bunu, onların refahını veya rahatını sağlamak gibi duygvsal
nedenlerle yapmıyordu. İttifakların kolayca kurulup bozuldu
ğu, fırsatçılık üzerine kurulu, kaypak bir siyasi yapıda, tebaası
nın sadakatini sürekli kılmanın en etkili yolu buydu. Tarihçe
ler, savaş esirlerini çeken ve savaş ganimetieriyle yüklü koca
kervanların başında, ağır ağır evlerine dönen askerlerin yağma
öyküleriyle doludur. Timur'un dillere destan cömertliği, onun
askeri emellerine ulaşmasında çok önemli bir unsurdu. Düş
man saflarından kendisine asker bile kazandırmıştı. 1402 Anka
ra savaşında olduğu gibi, kimi zaman bu saf değiştirmelerin
zafere katkısı oluyordu. 1391'de, Toktamış'ı ilk mağlup edişin
de, askerlerini savaş alanındaki yiğitliklerinden ötürü paha bi
çilmez ganimetiere boğmuştu. Yezdi bunu şöyle anlatır:
1 18
rın önünü almak için yapılmıştı. Sonuçta, mensup olduğu bo
yun siyasi sınırlamalarından arınmış, doğrudan Timur'un şah
sına bağlı ve sadık yepyeni bir askeri zümre doğmuştu. Bu po
zisyonlar babadan oğula miras kalabiliyor, Timur'un sadık te
baası hem kendinin hem bunların oğulları ve torunlarıyla bir
likte gittikçe genişliyordu. Gücü artıp da orduları, gerek yenik
askerlerin katılımı, gerekse yeni asker yazılımlarıyla büyüdük
çe, bu yeni seçkinlerin yetkesi arttıkça artmış ve boy b eylerinin
ki de buna koşut olarak azalıp sönmüştü.
Cengiz Han görseydi, Timur'un ordu düzenini hemen ta
nırdı, çünkü bu Moğollardan alınmıştı. Bir sol kanat, bir sağ ka
nat, bir merkez ve bir de öncü kuvvet vardı. En küçük birlik on
luk, on askerden oluşuyor, başında bir onbaşı bulunuyordu.
Bunlardan on tanesi birleştiğinde, bir yüzlük ediyor; bunlara,
atlı uşaklarının eyederinde taşıdığı büyük davullarla kendileri
ni belli eden yüzbaşılar kumanda ediyordu. Bundan sonra bir
binbaşının kumandası altındaki bin askerden oluşan binlik geli
yordu. Timur'un altındaki en yüksek rütbeli asker on bin as
kerli tümen'in başında bulunan emirdi ve simgesi uzun bir mız
rağın ucuna bağlı, tuğ denilen bir at kuyruğuydu.
Timur savaş alanında yiğitçe çarpışanları ödüle boğardı.
Olağanüstü kahramanlıklar resmi saray kayıtlarına geçirilirdi.
Terfi, her şeyden önce askeri başanya bağlıydı. Kahramanlık
gösteren bir onbaşı yüzbaşılığa, yüzbaşı binbaşılığa terfi ederdi.
Kıdemli subaylara, Cengiz döneminden kalma, en yüksek un
van olan tarkan'lık verilirdi. Bu onlara, en önemlisi ömür b oyu
vergi muafiyeti olan bir dizi ayrıcalık sağlardı. Tarkanın, başka
hiçbir askere tanınmayan bir hakkı vardı: savaşta yağmaladığı
her şey kendisinin olurdu. Tarkan dışındaki herkes, yaptığı ta
lanın belli bir kısmını hükümdara vermek zorundaydı. Tarka
nın ayrıca cezai muafiyeti de vardı. Aynı suçu on kere işleme
dikçe aleyhinde cezai işlem yapılmazdı. En büyük ayrıcalıksa,
istediği zaman Timur'un huzuruna çıkabilmesiydi.
Askerlerin donanımından tavacı denilen emir subayları so
rumluydu. Asker yazılan her erkek; bir yay, içinde otuz ok bu
lunan bir �adak, bir kalkan ve atını bir yıl besieyecek kadar ar
payla birlikte göreve hazır olmalıydı. Her iki süvariye bir ye-
1 19
dek at; her onluğa bir çadır, iki bel, bir kazma, halat, hayvan
derisi, bir kunduracı bizi, bir balta, bir bıçkı ve yüz iğne gere
kirdi. Tatar piyadeler; yay ve ok, balta, hançer, kılıç ve kalçala
rına asılı, kenarları demirle çevrilmiş, küçük, yuvarlak tahta bir
kalkan taşırlardı. Kışın kara renkli koyun postu, yazın dar veya
bol pantolonların ve çizrnelerin üstüne renkli kaftanlar giyer
lerdi. Başlarında kürkten, keçeden veya koyun postundan ya
pılma sivri börkler taşırlardı. Ayrıca, topuz, değişik tipte kılıç,
bıçak ve kalkan dahil, çok geniş bir tali silahlar grubu vardı.
Varlığı yerinde olan askerlerin rniğferleri, bir yanı keskin süva
ri kılıçları, atları ve kendileri için zırhları olurdu. Tirnur'un or
dularının başlıca silahı Tatar karma yayı İran, Türk ve Hintlile
rinkine göre daha uzun, daha müthiş bir silahtı. 23 Daha k�sa
rnenzile, daha ağır ok atabiliyordu.
Tirnur'un askerlerinin sıklıkla kullandığı bir başka öldürü
cü silah daha vardı. Yedinci yüzyılda icat edilen Yunan ateşi,
tunçtan bir boruyla düşmanın üstüne harlanan, jelatine benzer
bir yanıcı maddeler kanşırnıydı. İlk kullanıldığı zamanlardaki
23 Orta Asya'da kullanılan boynuz, ağaç ve sinirden yapılma karma yay, gelmiş
geçmiş en dehşetli silahlardan biriydi. Tarihçiler, Yüzyıl Savaşları sırasında,
Crecy ve Agincourt çarpışmalarında Fransızları bitiren uzun İngiliz yayını haklı
olarak göklere çıkarmışlardır, fakat karma yay ondan çok daha üstün bir silahtı.
Yüz seksen santim uzunluğundaki İngiliz yayının aksine, karma yay çok kısay
dı; seksenle yüz santim arasında değişirdi. Bu at üstündeki bir atlının taşıyabile
ceği en ideal ebattı; çünkü yerdeki uzun yaylı bir okçudan farklı olarak saldıran
düşmanın karşısında bir iki atıştan sonra battal olmuyordu. Dahası, boyunun
kısalığına rağmen kavsinin genişliğinden dolayı uzun yay kadar gerilebilme ve
aynı ağırlıktaki ağaçtan yapılma yayiara göre iki misli uzaklıktaki menzile ata
bilme özelliğine sahipti. Uzun yay, gerilmenin şiddetini kaldırabilmek için bir
adam boyunda olmak zorundaydı. Üç ayrı malzemenin kullanıldığı gelişmiş
karma yay tekniği, böyle sınırlamaları ortadan kaldırıyordu. Modeli, zaman
içinde ve bir bölgeden bir bölgeye değişiklik gösterse de her karma yayın, alaca
ğı nihai şekli belirleyen ağaçtan yapılma bir iskeleti vardı. Okçuya bakan tara
fında, çok büyük baskıyı kaldırabilen, sığır gönünden bir tabaka vardı. Ters
-yani hedefe bakan- tarafı, yüksek gerilime dayanıklı sinirlerle kaplıydı. Bunlar
tutkalla birbirine yapıştırılır, üstü ağaç kabuğu, tulum veya deriyle kaplandık
tan sonra, neme karşı hassas bu aleti hava şartlarına karşı korumak için bir taba
ka da boya veya cila sürülürdü. Bu bükülü yay, kullanılmadığı zaman öne doğ
ru sert bir- kavisle durur, çekildiğinde arkaya doğru muazzam bir gerilebilme
özelliği gösterirdi. Yayı iyice gerebilmek için başparmaklarına tunçtan yüksük
ler takan Timur'un atlı okçuları bu silahı büyük bir ustalıkla kullanırlardı.
1 20
terkibi hakkında bilgi yoktur; çok iyi saklanan ve bir Bizans im
paratorundan öbürüne geçen bir sırdı; fakat kükürt, naftalin,
sönmemiş kireç ve zift gibi kolay alev alan maddelerin petrol
tabanlı bir karışımı olduğu tahmin edilir. Kendi kendine yandı
ğı ve suyla sönmediği için, fevkalade etkili ve karşısına çıkanla
rı dehşete gark eden bir silahtı.
Timur'un savaşta kullandığı başlıca taktik ve teknikler; at
sırtmda okçuluk, mümkün olan yerde düşmanı dört bir yanın
dan kuşatma ve hem çok sevip hem büyük bir başarıyla uygu
ladığı geri çekilme numatasıydı. Örneğin Halep'te adamları ka
sıtlı bir ricat sahnelemiş, Suriyelileri kendi mevzilerinin ilerisi
ne çektikten sonra geri dönüp hışım gibi üstlerine yağarak, ou
lara korkunç bir bozgun yaşatmışlardı. On dördüncü yüzyılın
başmda bir gözlemci şöyle yazmıştı: "Tatarlar çoğunlukla düş
manlarını yeniyorlar, fakat icap ettiğinde savaş alanına sırtları
nı dönmekten de çekinmiyorlar. . . O kadar gözükara dövüşü
yorlar ki, Tatarların olduğu bir savaşta veya çarpışmada başka
milletler arasındaki ihtilaflara kıyasla çok daha fazla ölü ve ya
ralı oluyor; bu da okçuluklarından kaynaklanıyor; o kadar güç
lü ve isabetli atıyorlar ve bu işte o denli ustalar ki her türlü zır
hı kolaylıkla delebiliyorlar ve eğer bozguna uğramışlarsa bir
likler halinde öyle düzenli, öyle disiplinli bir surette ricat edi
yorlar ki onları takip etmek veya kovalamak çok tehlikeli olabi
lir, çünkü kaçarken geriye doğru da ok atabiliyorlar ve arkala
rından gelen adamları ve atları vuruyorlar."
Arabşah'ın da belirttiği gibi, ordu saflarında erkekler ço
ğunluktaydı, fakat savaşmak sadece onlara özgü bir iş değildi.
121
Şeytani bir zekaya sahip olan ve kafasımn içinde kırk tilki dola
şan Timur, askeri harekatımn can damarım teşkil eden, yerin
de ve zamaninda yapılmış İstihbarata çok değer verirdi. Top
raklan üstünde, Semerkand' dan başlayıp fethetmek istediği
krallık ve imparatorluklara kadar uzanan geniş bir istihbarat
ağı vardı. Bunların arasında ekseri tarikat mensupları, gezgin
din adamları, dervişler, şeyhler ve Sufiler bulunurdu. Arabşah,
"kapalı bir mizaca ve derinliğe sahipti; düşüncelerinin uroma
nında dibi bulmak imkansızdı; ne de bulunduğu zirveye çıkan
düz ya da engebeli bir yol vardı," diye yazmıştır. "Toprakları
üstünde, kendi muhbirlerini yerleştirmiş; öbür hükümdarlık
larda ise hafiyeler tutmuştu; bunlar Atılmış gibi müttefiği olan
emirler, başdamşmam Mesud Kehecani gibi eğitimli fakirler,
geçimini şu veya bu zanaatla sağlamaya çalışan tacirler, cin fi
kirli pehlivanlar, kanun kaçağı cambazlar, ırgatlar, zanaatkarlar,
kahinler, hekimler, gezgin meczuplar, çenesi düşükler, serseriler,
denizciler, karada gezenler, kibar ayyaşlar, hazırcevap şarkıcılar,
yaşlı pezevenkler ve anasının gözü, geçkin kadınlardı."
Bu adamlar, kadınlar ve çocuklar Asya'mn dört bir tarafın
dan, bazı malların olup olmadığından, bunların fiyatlarına; düş
man topraklarındaki durumdan, askeri liderlerin ve soyluların
adiarına ve topraklarımn ve kentlerinin haritalarına varıncaya ka
dar istihbarat getirirlerdi. "Maharetli bir plan yüz bin savaşçımn
görevini yerine getirebilir," dediği söylenir Timur' un.
istihbarat akışım kolaylaştırmak için Timur da Moğollar gi
bi, yem adı verilen bir konak sistemi kurmuştu. Düzenli aralıklar
la kurulmuş olan bu konak ve ahırlarda iki yüz kadar at bulun
durulur, bunların masrafım yerli halk karşılardı. Hükümdarın
sarayına giderken bunların nasıl işlediğine bizzat tamk olan Cla
vijo, bu elçi ve ulakların hükümdara hizmet için nasıl canla başla
çalıştıklarım gayet ayrıntılı bir biçimde anlatır. Devlet işine o ka
dar önem veriliyordu ki yorgun bir atın sırtında haber ulaştırma
ya çalışan bir kimse, eğer dinlenmiş atları olan birileriyle karşı
laşmışsa; bunlar, ölmek pahasına da olsa atlarından inip hayvan
larını ulağa ve beraberindekilere vermek zorundaydı. Hiç kimse
bu külfetten kaçamazdı: İspanyol elçiye, bir keresinde Timur'un
oğluyla maiyetindekilerin Semerkand' a giden bir grup habereiye
atlarım vermek zorunda kaldıkları hikaye edilmişti.
1 22
Timur bu elçilerin ve ulakların getirdikleri İstihbarata çok
değer verir ve gözü gibi sakınırdı. Atlı ulaklar, hiç durmadan
ve dörtnala at sürmek zorundaydılar. Clavijo, "Timur, kendisi
nin gönderdiği ve kendisine gelen postayı taşıyan atlıların gece
gündüz yol almasına çok önem verirdi," diye yazar. "Böylelikle
yirmi dört saatte, kolayca elli fersah yol alırlardı; gerçi bu arada
iki at çatlatırlardı. Bu, aynı yolu üç günde almaya yeğdi; çünkü
sürat onun işlerinde büyük önem taşırdı." Bu ifade abartılı de
ğildi. Böylesine zorlu bir yolculuğun, elbette ki bir maliyeti ola
caktı ve bu herkesin gözü önündeydi: "Seyahatimiz sırasında,
yol boylarında çok sayıda çatlamış at gördük; bunlar ölene ka
dar koşturulmuş ve leşleri kaldıkları yerde bırakılmıştı: rakam
hayret vericiydi."
* * *
12 3
kentlere göre çok daha yumuşak muamele görürdü. Hele de
ona başkaldıranlara hiç aman vermezdi. Her seferinin sonunda
yaptırdığı yıkım ve katliama gelince; Timur, Cengiz' e göre çok
daha fazla insanı ve anıtı esirgemişti; bunu yapmadığı durum
larda ise adamlarının yerle bir ettirdiği kentlerin yerine, ticaret
·
1 24
bir askerdi; zaferlerini kazanma biçimi çağının ve ülkesinin ge
reklerine uygundu."
Cengiz sivil ve askeri idareyi vekilierine devretmişti. İlk
yıllarda kazandığı zaferlerden sonra KarakurumJu kendisine
üs edinmiş ve geniş bir alana yayılan askeri harekatını buradan
yönlendirmişti. Ondan daha gözüpek bir kumandan olan Ti
mur ise patırtıdan hiç uzak kalmamıştı. Başkent olmasına rağ
men, Semerkand bile onu tahtında oturmayan bir hükümdar
olarak bilirdi; Asya'nın büyük kentlerini yağmaladıktan sonra,
hep misli görülmemiş ganimetlerle ve birden çıkagelir, zaferle
rini bazen aylarca süren o dillere destan ve tantanalı şölenlerle
kutladıktan sonra kirnileyin beş yıla kadar varan uzun seferle
rinden biri için tekrar yollara düşerdi. Cengiz'in aksine, Ti
mur'un savaş alanında görülmediği pek enderdi; sık sık büyük
tehlikeleri göze alarak kendini ateş hattına atardı.
On dokuzuncu yüzyıl tarihçisi, devlet adamı ve subayı
olan Sir John Malcolm, Timur'un askeri karizmasının en iyi de
ğerlendirmelerinden birini yapmıştır: "Timur gibi bir önder as
kerleri tarafından ilahlaştırılmış olmalı. . . toplumundaki diğer
sınıfların düşüncelerine önem vermezdi. Hedefi bir fatih olarak
nam salmaktı; ve soğukkanlı bir hesaplamayla, bir şehrin külle
re dönüştürülmesi ya da bir bölgenin sakinlerinin katledilmesi,
tutkusunun gereklerini kolaylaştırmak açısından oldukça ya
rarlı olmuştur."
Savaş alanındaki tarzları ne olursa olsun, aralarındaki en
büyük fark belki de bu alanın dışında ortaya çıkıyordu. Bugü
nün ölçülerine göre Timur göçebe bir fatihti. Dur durak bilmi
yordu. Bir seferden dönmeden orduları başka bir sefer için
hazırlanıyordu. Fakat muhtemelen Cengiz ve ona bağlı ka
vimler Timur'un bu hareket tarzını hakir görürlerdi; çünkü
hükümdar Semerkand'ı kalıcı bir başkent yapmıştı; bu, bozkır
cenkçilerinin sarıldığı göçebe geleneklerine bir başkaldırı ve
yerleşik yaşam biçimine verilmiş bir payeydi. Timur'un gözü
nün bebeği, doğunun ineisi Semerkand, onun debdebe ve şa
şaaya olan düşkünlüğünü ele veriyordu. Her biri bir dünya
harikası olan o muhteşem cami, medrese, bahçe ve saraylar,
Cengiz' e tamamen yabancı bir sanatsal beğeni ve mimari estetik
125
düşkünlüğünü açığa vuruyordu. Her ikisi de, o tarihte bilinen
dünyanın yarısının altını üstüne getirmiş, milyonları kılıçtan
geçirmiş, yollarına çıkan kentleri yakıp yıkmışlardı. Fakat yal
nızca Timur, yeniden inşaata girişmişti; çünkü o yıkıcı olduğu
kadar yapıcıydı. İşte bu, onun bambaşka cins bir hükümdar
olduğunun belirtisidir. Ömrünün büyük bir kısmında Moğol
selefinin eski zaman töresine bağlı kalmış da olsa, Timur hiç
kimseyle kıyas kabul etmeyen, emsalsiz ve nevi şahsına mün
hasır bir hükümdar olarak öldü. Bu, en çok da Semerkand'a
bakarak anlaşılabilir. Kent, yenilgi nedir bilmeyen bir askeri
hayata duyulan şükranın ve anıta dönüşmüş hükümdar kibri
nin bir ifadesidir.
Semerkand kırk yılı aşkın bir süre, doymak bilmez bir met
res gibi, Timur'un kendisine verdiklerini yiyip durmuştu. Al
tın, gümüş, değerli taşlar, mermer, uzak diyarıardan getirilmiş
hayvanlar, nadide kumaşlar, ipekler, halılar, köleler ve baharat
ona yetmiyordu. Her defasında o biraz daha fazlasını getiriyor,
her defasında öteki onu tekrar savaşa gönderiyordu. Şam ve
şöhreti bundan çoğunu gerektiriyordu; çok sayıda zafer kazan
mak lazımdı. Her an seferde olmaktan başka bunu sağlamanın
olanağı yoktu.
1 370'in sonunda Timur'un genişiernekte olan hükümdarlı
ğı Harezm ve Maveraünnehir'in topraklarını ve hazinelerini
içine almıştı. Şimdi Semerkand kulağına fısıldıyor, o da daha
fazlası için gözünü batıya çeviriyordu.
1 26
4
Batıdaki Fetihler
1379 - 1 387
24 Bugün yalnızca İran'ın kuzey doğu bölgesini içine alan Horasan, ortaçağda çok
daha geniş bir alanı kapsıyordu. Arap coğrafyacılara göre, İran'ın ortasındaki
Deşt-i Kavir çölü dahil, doğuda Çin, güneyde Hindistan sınırına kadar uzanan
toprakların hepsi Horasan'dı. Fakat on dördüncü ve on beşinci yüz yıllara gelin
diğinde, bugünkü İran Horasanı, güney Türkmenistan ve kuzeybah Afganis
tan'dan ibaret kalmıştı.
127
lama, eski çağlardan kalma bir kanal şebekesiyle sağlanırdı.
Kentin doğusunda Hindikuş'un uzantısı olan ve neredeyse hiç
geçit vermeyen Paropamisus sıradağları vardı. Bunun pratikte
ki anlamı şuydu: Herat, Kabil'in batısındaki dağlık alandan ge
çerek kuze-güney doğrultusunda uzanan ilk ticaret yolunun
üstündeydi.
Kentin istihkamları, bulunduğu yerin stratejik önemini bel
li ediyordu. On dördüncü yüzyıl tarih ve coğrafyacısı Hamdul
lah Müstevfi el-Kazvini göre kentin çevresindeki surlar dokuz
bin adım uzunluğundaydı ve bunların etrafını kuşak gibi saran
on sekiz köy vardı. Kentin iki fersah kuzeyindeki bir tepede,
son derece müstahkem bir hisar, saldırılara karşı kente daha
ileri koruma sağlıyordu. El-Kazvini, kentin altın çağına on ikin
ci yüzyılda ulaştığını yazar; bu devirde çarşılarında on iki bin
dükkan, altı bin hamam, 659 medrese bulunuyordu. Nüfus 444
OOO'di. 25 El-Kazvini, bir derviş tekkesinden başka, Zerdüşdere
ait bir ateş tapınağı, çok sayıda kervansaray ve "suyla değil,
rüzgarla işleyen" · değirmenden çok etkilenmişti.
Bundan daha etkileyici olan ve tüm o civarda hayranlık ve
gıptayla bakılan Herat'ın hazineleriydi. Bunların en ünlüsü do
kuma işleriydi; naclide ipekler, halılar, duvar örtüleri, pamuklu
kumaşlar, minderler, kaftanlar ve kilimler vardı. Çarşı ve pa
zarlar; maden, değerli taş -altın, gümüş, yakut, firuze, safir- ve
meyve -kavun, üzüm, nar, kayısı, ve elma- satıcılarıyla dolup
taşıyordu. istenildiği kadar köle satın alınabilirdi. Yorulmak
nedir bilmeyen gezgin İbn Battüta 1 330' da burayı ziyaret etti
ğinde Heratlıların, "dinlerine bağlı, içten ve namuslu" insanlar
olduğunu söylemiş; Herat için, "Horasan' da, içinde insan yaşa
yan en büyük kent," diye yazmıştı; aynı tarihte, Merv ve Belh,
1 221 Moğol istilası sonucu birer harabe halinde duruyordu.
Gerçekten de Moğol imparatorluğunun en naclide kentle
rinden biri olan Herat, Moğolların en fazla yayıldığı 1250'lerde,
İran, Mezopotamya ve Suriye' de İlhanlı hanedanını kuran Cen-
25 On dördüncü yüzyılda Avrupa kentlerinin büyüklüğü hakkında bir bilgi ver-
mek gerekirse; İtalya' da, nüfusu elli binin üstünde olan yalnızca dört kent -Mi
lana, Venedik, Napali ve Fioransa- vardı. Paris'te yaklaşık seksen bin kişi yaşı
yordu. Almanya'nın en büyük kenti Köln'de, aynı Londra'da olduğu gibi, nüfus
kırk bine yaklaşıyordu.
1 28
giz Han'ın Budist tarunu Hulagu ta.rafından ele geçirilmişti.
· İsimlerinden de anlaşılabileceği gibi Ilhanlılar (küçük hanlar),
on üçüncü yüzyılın sonuna kadar yetkilerini Moğolistan . ve
Çin' deki Hanlarham' ndan alıyorlardı.
1 253'te ağabeyi Hanlarham Möngk'nin buyruğuyla Hula
gu'ya, her ikisi de Müslüman olan iki büyük düşmanı yok etme
görevi verildi. Bunlardan ilki Hazar'ın güneyindeki dağların,
merkezi Alamut ya da 'Kartal Yuvası" olan müstahkem mevki
lerinde yerleşmiş olan İsmaililerdi; bunlar, Haşşaşin olarak da
bilinen radikal Şiilerdi. Fransa kralı XIV. Louis'nin elçisi olarak
Karakurum' a gönderilen Rubrucklu William' a göre, Möng
ke'nin İsmaililere karşı düşmanlığı, kılık değiştirmiş dört yüz
Haşşaşinin hükümdarlığının başkentinde kendisine karşı dü
zenledikleri bir .suikasttan kaynaklanıyordu. Hulagu'nun son
radan, 1256 ve 1257' de gerçekleştirdiği iki sefer artık intikam
amacını aşmıştı; bunların sonunda, İranlı Sünnileri, iki yüzyıla
yakın bir süredir ettikleri zulümle kolayca yok olma noktasına
getiren İsmailileri tamamen ortadan kaldırdı. Gibbon'ın kuru
bir dille ifade ettiği gibi, Moğolların İsmailileri yok edişi, "in
sanlığa bir hizmetti".
Hulagu'nun ortadan kaldırınakla görevlenciirildiği ikinci
düşman, Sünni İslamın beş yüzyıldır kalbinin attığı Bağdat'taki
Abbasi halifeliğiydi. 1 258' de bu mübarek şehrin surları önüne
geldi. Teslim olmayı reddeden kent kasıp kavrularak yağma
edildi. Ölü sayısı, Hulagu'nun tahmini olan iki yüz binle, el
Kazvini'nin ileri sürdüğü sekiz yüz bin arasında değişir. Han
gisi doğru olursa olsun, çok kan dökülmüştü. Halife nihayet
teslim olduğunda, artık vakit çok geçti. Her ne kadar Moğol tö
resinde soylu düşmanların kanını dökmek yoksa da, b unun on
ların tümüyle esirgendiği anlamına gelmediğini, halife canı pa
hasına anladı. Sünni İslamın seçkin lideri, bir halıya sarılarak
ölünceye dek atlara çiğnetildi.
Bu pek hesapta olmayan katlin verdiği şevkk Hulagu
1260'ta batıya, bir önceki yüzyılda Selahaddin'in kurduğu, Ey
yübi hanedanının egemenliği altında bulunan Suriye'ye yürü
dü. Antik kent Şam ve Halep kısa sürede düştü ve Antakya ile
Trablus-şam' da bulunan Haçlı !iderleri, Moğol istilacıların önün-
1 29
de diz çökmekte gecikmedi. Fakat Suriye'nin, Hulagu Hanlı
ğı'nın sınırları içinde kalması nasip olmayacaktı. 1241 'de Öge
dey'ın ölümü nasıl Avrupa'yı Moğol istilasının dehşetinden
kurtardıysa, bir kez daha çok önemli bir vefat, yani Hanlarha
nı'nın ölümü, dünya tarihine yön verecekti. Hulagu, kardeşi
Möngke'nin vefatını, Suriye'yi fethettiği yıl haber aldı. Bu ha
ber, kardeşler arasında o kaçınılmaz taht kavgasını başlattı ve
Hulagu, kuvvetlerinin önemsiz bir kısmını geride bırakarak Su
riye'den çekildi. Daha sonra, 1 260'ta Memluk ordusu Moğolları
Celile' deki meşhur Ayn Calut savaşında yenilgiye uğrattı; gele
cekten geçmişe bakıldığında, bu tarihten sonra Moğol fetihleri
nin hızını kestiği söylenebilir. Her ne kadar Suriye'yi geri al
mak için üst üste birçok sefer düzenlendiyse de, o tarihte İlhan
lı toprakları, ulaşabilecekleri en son sınırlara ulaşmıştı. Bunlar,
batıda Fırat Nehri'ne, kuzeyde Karadeniz'le Hazar Denizi ara
sından Kafkas dağlarına kadar uzanıyor, doğuda Ceyhun ve
Pencap nehirleriyle sınırlanıyorlardı. Hulagu'nun saltanatı, öl
düğü tarih olan 1 265'e kadar sürdü; fakat Budist, Hıristiyan ve
sonraları İslami liderlerin başına geçtiği İlhanlı hanedam
1350'ye kadar yaşayabildi (Gazan'ın 1295'te Budizm'den vaz
geçip Müslümanlığı kabul etmesinden sonra, İran'da hep İsla
mi liderler başta oldu).
Moğol idaresi, İran için özetle çok sarsıcı ve yıkıcı bir de
neyim oldu. El-Kazvini'ye göre İran'a, Cengiz'in ilk zamanlar
yaptığı kıyımlardan taparlanması için bin yıl bile az gelirdi.
Moğol döneminin en itibarlı tarihçilerinden biri olan Cüvey
ni'nin ifadesiyle, "her kent ve köy" tekrar tekrar yağma ve kat
liama maruz kalıyordu, o kadar ki, geride kalanlar önceki nü
fusun yüzde onunu bile bulmuyordu. Merv, Belh, Nişapur,
Hemedan, Tus, Rey, Kazvin ve Herat'ın sivil ahalisi azimle kı
lıçtan geçirilmişti. Köylülerin topraklarını bırakıp kaçması ve
su kanallarının harabeye dönmesi sonucu İran'ın birçok yerin
de tarım nanuna bir şey kalmamış, bir zamanlar çölden kaza
nılan bu bereketli topraklar tekrar çöle dönmüştü. Bu süreç,
Moğol güruhlarının buralara gelişi ve hayvanlarını otlatmak
için en iyi topraklara göz dikmeleri sonucu büsbütün ivme ka
zanmıştı.
1 30
Tarihçiler, Doğu ile Batı arasındaki tica�etin arttığı İlhahlı
dönemini bir kültürel canlanma dönemi olarak değerlendirmiş
lerdir. Moğolların -başlarında bulunanların önderliğinde- gittik
çe İslamın içine çekilmesi sonucu dinlerarası duvarlar da benzeri
bir biçimde yıkılmıştı. İran, bu tarihten başlayarak üst düzey
kültür dili olarak Arapçayı kullanmaya başlamıştır. Gene Moğol
idaresi altında, yirmi yıl süreyle İlhanlılara danışmanlık yapan
Reşideddin, Cüveyni ve Vassaf'ın katkılarıyla, ilk kez İran'da
resmi tarih yazılmaya başlanmıştır. Giderek güçlenen bu farklı
kültürlerin alışverişi sonucu, Çin peyzaj sanatından etkilenmeye
başlayan İran minyatürcülüğü altın çağına girmiştir.
Moğol yönetiminin İran kültürüne olan katkıları inkar edi
lemez. Fakat David Morgan, yakın bir tarihte yayınlanan Or
taçağ' da İran' ı anlatan çalışmasında, "Moğol vergi tahsildarla
rı�dan bucak bucak kaçan İran köylülerini, minyatür sanatın
daki gelişmelerin ne ölçüde memnun ettiği konusunda kuşku
ya düşme hakkımız vardır. Moğol dönemi, İran için misli gö
rülmemiş, büyük bir felaket olmuştur" diye yazar. Bu görüşe
katılmamak güçtür.
Her at' a gelince; bu kent dikkate değer bir hızla toparlan
mıştı, çünkü Timur'un buraya akın düzenlediği tarihe kadar
eski zenginliğine kavuşmuştu. Bunu, Moğolların yaptığı tah
ribattan en fazla nasibini alan merkezlerden biri olarak başar
mıştı. 122 1 'deki teslimiyetlerinden sonra Heratlıların giriştiği
bir isyan Cengiz'i küplere bindirmiş; komutanı Elçigidey'e
geri dönüp Herat ahalisini tamamen kırma emri vermişti. On
dördüncü yüzyıl Herat tarihçisi Seyfi bu emri kayda geçmiş
ti: "Demek ölüler hortladı. Bu defa hepsinin boynunu vura
sın. Herat ahalisinin kökünü kazıyasın." Elçigidey bir hafta
boyunca Herat'ta katliam yapmış, görünürde bir tek canlı bı
rakmamıştı. Çekildikten üç beş gün sonra, gizlenmiş olanla
rın da yakalanıp öldürüldüğünden emin olmak için kente iki
bin atlı gönderdi. İki bin kişi daha öldürüldü. Seyfi bu son
katliamdan yalnızca on altı kişinin kurtulabildiğini yazar.
Tahribat öyle boyutlardaydı ki bunlar karınlarını, etrafıarın
daki insan ve hayvan ölüleriyle doyurmak zorunda kalmış
l ardı. Dört yıl süreyle, ancak geçen kervanları soyarak yiye
cek temin edebilmişlerdi.
131
1335' te İlhanlı saltanatı çöktükten sonra, İran bir kez daha
şiddetli iç kavgalara maruz kaldı ve en çok da güçlü Muzafferi
sülalesinin çarpıştığı, birbirine rakip birçok küçük beyliklere
bölündü. Fakat bunların idaresi de mutlak değildi, çünhi mey
danı Moğollardan boşalmış gören başka hanedanlar öne çık
mış, güç gösterisinde bulunmaya başlamışlardı. Bağdat'ta Cela
yirler hakimdi, Sebzvar'da (İran' ın kuzeydoğudaki eyaleti Ho
rasan' da bulunan bir kent) ise Serbedadar gücü ellerinde tut
maya çalışıyorlardı.
Yaklaşık beş yüz kilometre güneydoğudaki Herat, Kert ha
nedanından Melik Gıyaseddin Pir Ali'nin idaresi altındaydı; bu
hanedan on üçüncü yüzy�lın ortalarından başlayarak hem He
rat'ı hem bugünkü Afganistan'ın büyükçe bir kısmını Moğolla
ra vekaleten yönetiyordu. Moğol istilasından sonra harabeye
dönen kentin yeniden müreffeh ve bayındır bir hale getirilme
sinde en büyük katkı; edebiyata ve sanata hamilik eden, cami
lerin ve göz okşayan kamu binalarının yapımında gayet eli açık
davranan Kertler' den gelmişti.
İşte Timur'un şimdi ele geçitmeyi kafasına koyduğu kent,
bu kentti.
***
1 32
Şimdi ise, daha üç beş yıl önce babasının sadık bendi olan biri
nin yetkesini tanıması isteniyordu. Zaman kazanmak amacıyla,
elbette Semerkand' a geleceğini, fakat yalnızca yolda ona refa
kat edecek bir muhafıza gereksinimi olduğu cevabını verdi. Ti
mur'un sağ kollarından emir Seyfeddin Nukuz hiç vakit kay
betmeden onu Maveraünnehir' e getirmek üzere yola çıktı; fa
kat geldiğinde Herat'ın hakimini kenti savunmaya hazırlık ola
rak etrafındaki surları takviye ederken buldu. Gıyaseddin'in
Herat'tan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.
Timur'un ne yapacağı belli olmuştu. Tavacılar hemen kolla
rı sıvayıp, ilk defa uzak bir sefere çıkmak üzere bir ordu topla
maya başladılar. Her askerin donanıını komutanı tarafından
denetleniyor, o da bir üstüne rapor ediyordu. Emirler ışıl ışıl
parlayan zırhları, ince kabartmalada süslü kalkanları, uzun
mızrakları, yay ve oklarıyla on bin askerli tümenlerinin koyu
renk safları arasında göz alıyorlardı. Hazırlıklar büyük bir titiz
likle yürütülüyordu, çünkü Timur da Cengiz gibi en ince ayrın
tıyı hesaba katardı. Araziyi keşif ve düşman mevzilerincieki as
ker sayısını tespit için önden gözcüler çıkarıldı. Atlar için yem
ler torbalanıp yüklendi. Kadınlar ve aileler, haftalar ve aylar
sürebilecek bir yolculuk için öteberilerini topladılar. Her türlü
erzak ve levazım tekrar tekrar gözden geçirildikten sonra niha
yet ordu sefere hazır duruma geldi. Emirler at kuyruklu san
caklarını havaya kaldırdılar; borazanlar ve davullar kulaklan
sağır eden savaş çağrısını haykırdılar. Üç Yıllık Sefer böylece
başladı.
Ordu güneydoğuya, garnizon kenti Fuşenc' e doğru yürü
dü; burası Herat'a giden yolu koruma altına almak için ilave
askerle takviye ed ilmişti. Kent şiddetli saldırı altında, Timur'un
askerleri kemerli bir su yolundan geçip savunmalarını yarar
yarmaz düştü. Garnizon olduğu yerde boğazlandı. Sokaklar
dan oluk gibi kan aktı.
Bu feci haberi alan Gıyaseddin, Arabşah'ın çok kınadığı bir
biçimde, şehir surlarının arkasına sindi. Suriyeli tarihçi, "sanki
orada ele geçirilemezmiş gibi, kaleye kapandı -hep o akıl hoca
lannın kifayetsizliği ve kendisinin ahmaklığı ve deliliği yüzün
den- zaten bunlar onun sonunu getirdi" diye yazar. Kent ku-
133
şatma altındaydı. Çılgına dönmüş bir halde, bir savunma kur
maya çalıştı, fakat Fuşenc'in ne kadar çabuk düştüğünü ve gar
nizonunun nasıl boğazlandığını duymuş olan Herat sakinleri,
Timur'un karşısına çıkacak bir ruh hali içinde değildiler. Ti
mur, "şehri ve şehir dışındaki mahalleleri, yüzük taşının çevre
sindeki yuva, ayın etrafındaki hale, şekerin üstündeki sinekler
gibi sarmıştı" ve talepleri yerine gelmedikçe de bırakmayacak
tı. Bir psikolojik savaş ustası olan Tatar, kuşatma altındakilere
kendisiyle savaşmayı reddedenlerin canlarının bağışlanacağını
bildirerek, onları gayrete getirmeye çalıştı. Bu öneri surların ar
dında hoşnutlukla karşılandı. Heratlılar, hemen teslim olurlar
sa değerli varlıklarının korunacağını düşündüler. Tatar'ın üs
tün kuvvetlerine karşı koymak nafileydi. Karşılığı sadece kılıç
ve alevler olabilirdi. Öne sürülen bu görüşlerden etkilenen ve
yağmacı güçlerin duvarlarını delmeye başladığının farkında
olan Kert hanedanının başı teslim olmaya karar verdi. Herat'ın
önde gelenlerinin refakatinde ve halkın gözü önünde yapılan
onur kırıcı bir törenle silahlarını bıraktı. Yezdi, "Timur onu af
fetti ve bağrına bastı," diye yazar, "ona bir şeref kemeri, ayrıca
kıymetli taşlarla işli bir başka kemer daha verdi ve sonra başın
dan savdı." Kent, ahalisinin canının bağışlanmasına karşılık ce
zai nitelikte bir fidye ödedi.
Herat'ın muazzam serveti şimdi Timur'un olmuştu. Kayıp
ları asgariye indirmek için bunun nasıl kaldırılacağı konusunda
titiz bir plan uygulandı. Ordusunun sevk ve idaresinde gösteri
len sıkı disiplin burada da gösterildi. Öncelikle, biri hariç, ken
tin surlardan açılan bütün kapıları kapatıldı -kimi yerlerde .
bunların örüldüğü dahi oldu-; böylelikle askerlerin vakitsiz
yağma yapması ve sivil halkın taşınabilir mallarını kaçırınası
önlendi. Bu iş tamamlandıktan sonra, işkenceciler ve vergi tah
sildarları kente girdi; ev ev dolaşarak ahalinin malına, mülküne
el koydular; gerek kendilerinin gerek başka ailelerin gizli ser
vetlerini ortaya çıkarmak için bunları itirafa zorladılar. Teslim
edilen mallar toplama merkezlerine getirildi; bunlar, fidyeyi
aralarında pay eden emirler tarafından kayda geçirildi. Bu pa
ranın büyükçe bir kısmını veren kentin kaymak tabakasının ev
leri, bu muameleden muaf tutuldu. Bunların oturdukları ma-
1 34
halleler kordon altına alındı. Ancak Timur'un üst düzey görev
lileri haklarını aldıktan sonradır ki, askerlerin yağmasına izin
verildi. Bundan önce davrananlar yakalandıklarında, bu dav
ranışlarını hayatlarıyla ödediler. Timur da Cengiz gibi, bir
kenti fidye karşılığında almayı tercih eder, bunu kan dökül-
.
mesini önlemekten çok, ekonomik nedenlerle yapardı. Zora
başvurmak başıbozuk yağmaya ve dolayısıyla gelir kaybına
yol açardı.
Herat'ta, değerli ne var ne yoksa ele geçirmek için yapılan
bu muazzam harekat gayet düzenli bir biçimde yürütüldü ve
Horasan'ın en bereketli kentinin sandıkları açıldığında muaz
zam bir servet göz önüne serildi. Yezdi, "Kentte gümüş para
lar, işlenınemiş değerli taşlar, paha biçilmez tahtlar, altın taçlar,
gümüş kaplar, altın ve gümüş sırmalı kumaşlar, türlü türlü biblo
ve antikalardan oluşan dikkate değer çeşitlilikte bir servet var
dı," diye yazar. "Askerler, hükümdarın emrine uygun olarak,
bunları develere yükleyip götürdüler." Demirden yapılmış ve
üzeri oyma ve kitabelerle kaplı, Hükümdar Kapısı Derveze-i
Melik sökülüp Şehrisebz' e taşındı. Urgenç düştükten sonra ora
dakilere yapıldığı gibi, Herat'taki aydın ve zanaatçılar -alimler,
din adamları, sanatçılar ve ince iş ustaları- bir ömür boyu uygu
lanacak olan bu zorunlu göçlerin ikincisinde, Timur'un başkenti
ne, fikir ve sanatlarıyla şan katmak için toplu olarak esir alınıp
Semerkand'a götürüldüler. Yenik düşen Kert hanedanının başı
Gıyaseddin'in, Timur'un bendesi olarak yerinde kalmasına izin
verildi. Timur azmetmişti, ne onun ne de kentin bir daha kendi
sine karşı koymamasını temin için, şehir surlarını yıktırdı. 26
Herat, gıkı çıkmadan teslim olmuştu. Şairlerin hayran ol
duğu, ticaretten ve kültürden yana çok zengin olan bu kentin,
hükümdarlığının ağına bu denli kolay düşmesi Timur'u dü-
26 Tüm bu tedbirlere rağmen, iki yıl sonra Herat halkı Timur'a başkaldırdı. Bu kez
hükümdar, ayaklanmayı bastırması için oğlu Miranşah'ı gönderdi; Miranşah
görevini çok sert bir biçimde ve başarıyla yerine getirdi. Kert hanedamrün men
supları katiedildi ve kellelerinden yüksek kuleler dikildi. Bundan sonra kentte
bir daha hiç isyan çıkmadı. 1389'da Miranşah, hanecianın yaşayan son ferdi Pir
Muhammed' i öldürdü. Bir rivayete göre, bu soylu kişinin kafasını eğlenceli bir
şölen sırasında uçurmuş; sonradan bu hareketi, o gece şarabı fazla kaçırdığına
yormuştu.
1 35
şündürmüş olsa gerektir. Çağatay ulusunun birbirine rakip
boylarının sadakatini, yenik kentten sağlanan ganimetlerle
ödüllendirmiş, bu süreç içinde hem lider olarak yerini sağlam
laştırmış hem egemenliğini daha geniş topraklara yaymıştı.
Çok uzun yıllar kullanılacak denklem kurulmuştu; bozkır ka
vimlerinden oluşan birlik, sadakatleri ve sağladıkları askeri güç
karşılığında, Timur' un seferlerinin meyvelerini toplayacaktı.
Bu askeri güç, Timur' a kılıç zoruyla yeni yeni topraklar kazan
dıracaktı. Onl arı servet sahibi yapıyor, savaş alanında nişanlar
ve payeler dağıtıyordu. Bu çıkar birliği, Timur'un uzun asker
lik hayatının dayandığı temel taş olacaktı. Heraftan çıkarılacak
başka dersler de vardı. Eğer sınırlarının o kadar ötesinde, as
kerlerini savaşa sokmadan böylesi bir başarı kazanabiliyorsa,
onları zorladığı zaman kim bilir daha ne ganimetler ele geçiri
lebilirdi? Bunu izleyen, Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin buza
kestiği ve Timur'un adamlarıyla Buhara civarındaki meralarda
ordugah kurduğu kış aylarında, bu soru üzerinde düşünecek
zamanı oldu.
Yeni akınların yapılacağı bahar ayı yanıtları sağlayacaktı.
Daha tam anlamıyla başlamamış olan batıya yönelik baskı sür
dürülecekti. Herat münferit bir olay değildi. Alman tarihçisi H.
R. Roemer'in söylediği gibi, aksine, "İran tarihinin en büyük fe
laketlerinden birinin peşreviydi" .
* * *
136
Bu minareler, hemen hemen Herat'ın mimari merkezinden
arta kalan tek yapılardır. İncil kanalının güneyinde, kentin en
çarpıcı anıtının kalıntıları görülür. Bir mescit ve mozoleden
oluşan Musalla'yı, Timur'un oğlu Şahruh'un karısı Sultan G ev
herşad 1 41 7 ile 1 437 yılları arasında yaptırmıştır. Timuroğulları
sanat ve mimarisinin doruk noktasını teşkil eden bu eser, yaptı
ran kişinin adına (kıvıltılı cevher) uygun olarak, hem Allah'a
hem O'nun güçlü kuluna şükran duygusunu ifade eden göz
kamaştırıcı bir çizgi ve renk cümbüşüd ür. Otuz metreyi aşan
yükseklikteki dört ana minaresi, firuzeden yapılmış narİn işaret
fenerleri gibi ışıl ışıl parlar ve bir ibadet yeri olan sultanın mu
salla taşının dört bir tarafında ve etraflarında kendilerinden da
ha alçak bir minare kümesinin üstünde heybetle yükselirler.
Bu, Herat'ta, cemaatin namaz kılması için yapılmış ilk büyük
mescitti; devasa boyutları ince bir beğeniyle birleştiren, duvar
larında fresk ve arabesk süslemelerden geçilmeyen bu eserin
parlak sırlı tuğlalada bezeli dış cephesi kasvetli çölün ortasında
ışıl ışıl yanardı. Dört ana minare, eyvaıı denilen dört kemerli ge
çitle birbirine bağlanır; bunlar bir orta avluya açılırdı. Üzerle
rinde çarpıcı Kufi kitabelerin olduğu mermer levhalar, her ca
minin on kenarlı kaidesini çepeçevre sarardı; gözler yukarıya,
göğe doğru çevrildiğinde, bunlar yerlerini bakiava biçimindeki
beyaz çinilerin üzerinde, mavi ve kehribar renginde, ışıldayan
taçyapraklı çiçeklere bırakırlardı. Bu yanardöner maviler, bu
çorak topraklarda suyu ve gökleri hatırlatan, ferahlatıcı unsur
lardı. Bugün metruk halde bulunan minarelerde, o ışıltılı zırh
larından ancak belli belirsiz izler seçilir; hele de savaşların en
kaza çevirdiği bu alanı, bir zamanki görkemiyle göz önüne ge
tirebilmek ciddi bir hayal gücü gerektirir.
Timur' dan gelecek kuşaklara kalan en dikkate değer ve ka
lıcı kültürel mirası Herat ve Semerkand' da gözlemlemek müm
kündür. Horasan'da bina yapmaya yetecek kadar ahşap veya
taş olmadığı için, yapıların çoğunda ateş tuğlası kullanılırdı. Bu
ayınacılığa pek izin vermeyen bir malzeme olmakla beraber,
güneşten kavrulan satıhlara canlılık vermek için, üstlerinin ren
garenk satıhlı çinilerle döşenmesine elverişliydi. Bu Cuma Mes
cidi'nde, beyaz ve mavi renkli halis çiniler öyle cömertçe kulla-
1 37
nılmıştı ki, dış cephenin tamamında bir tek çıplak tuğlaya rast
lamak kabil değildi; bunu, böyle devasa boyutlardaki bir yapı
da gerçekleştirmek büyük bir başarıydı. Gezginlerin en önyar
gılı ve en müşkülpesenti olan Robert Byron bile ömründe bir
kez olsun etkilenmiş ve bu yapı için, "insanoğlunun Tanrı'sını
ve kendisini yüceltmek için bugüne kadar vücuda getirmiş ol
duğu en renkli ve en müthiş mimari örneği," demişti. Belki
abartılıdır; fakat Rembrandt'ın, üstünde, "bir an olsun hafifleme
yen bir tiksinti duygusu" bıraktığını yazan ve Shakespeare'in
tüm külliyatını, "bir bakkalın nasıl yazması beklenirse, öyle ya-:
zıyor," diye kaldırıp atan bir adamdan geldiği göz önüne alı
nırsa, önemli bir iltifattır.2 7
Minarelerin hemen yanında, 1457 yılında doksanını bir
hayli geçmişken öldürülen sultanın pek yüksek olmayan türbe
si yer alıyordu; üstünde Timuroğulları mimarisinin en belirgin
özelliği olan yivli gök mavisi bir kubbe vardı. Herat'ın bu par
lak mavi sırlı çinileri Asya'nın büyük bir kısmı için bir model
oluşturmuştu. Türbenin dış yüzeyinin sadeliği, içeride her yeri
sarmış olan çiçek desenleri ve beyaz renkli hüsnühatlarla bü
yük bir tezat teşkil eder. Bugünün ölçüleriyle bile, bu üç boyut
lu süslemeler olağanüstü giriftliktedir. Eski zaman eserlerinde
rastlanan toprak rengi tonları, altın sarıları ve Afganistan'ın ku
zeyindeki Bedehşan madenierinden gelme kırılmış safir renkle
rindeki kemerli köşeler, kubbeler, sarkıtlı girintiler, duvarlar
boyunca bu biçimleri uyum içinde izler.
Afganistan'daki birçok tarihi eserin aksine, Musalla'nın yı
kılışını, kanlı iç savaşlara ve tarikatlar arası ezeli kavgalara bul
mak mümkün değildir. Byron, bu yıkımdan kendi vatandaşla
rının sorumlu olduğunu öğrendiği zaman dehşete düşmüştü.
1885'teki Büyük Av'ın en kızışmış olduğu bir zamanda, Rus
27 Byron 1933-34 yıllarında Asya'da yaptığı biraz gönülsüz ve tembelce yaptığı se
yahat sonuı:ıda, Timur'un estetik ve mimari başaniarına karşı büyük bir hayran
lık geliştirmişti. Hele de Şahruh'un karısı Gevherşad'dan çok etkilenmiş, "Gev
herşad bende epeyce merak uyandırdı" diye itirafta bulunmuştu; "dini vakıfla
ra bağışta bulunacak kadar dindar olduğu için değil, sanatsal duyarlılığı için.
Bu ya kendisinde vardı ya da buna sahip olan insanları hizmetinde çalıştırınayı
biliyordu. Bu bir kişilik belirtisidir. Buna ilaveten zengindi. Zevk, kişilik ve zen
ginlik güç demektir, oysa Muhammed geleneğinde sihirbazlar dışında güçlü ka
dın yoktu."
1 38
birlikleri Merv kentinin güneydoğusundaki Afganlara hücum
etmişti. Bunun hemen ardından Her at' a bir saldırı olmasından
korkan İngiliz subayları bu binalar bütünündeki birçok yapının
yıkılınası emrini vermişti; çünkü Herat Rusların eline geçerse,
St. Petersburg, Kandehar yoluna doğrudan açılım sağlayacak
ve buradan da Hint sınırına kadar demiryolu döşeyebilecekti
ve bu yapılar kentin kuzeyinde, bu saldırının olmasının beklen
diği yerde bulunuyordu. Beklenen Rus saldırısı hiç gerçekleş
medi, ama "dört yüzyılın vahşetinden sonra bile hala ayakta
duran on beşinci yüzyılın en şaşaalı Muhammed mimarisi, İn
giliz görevlilerin gözleri önünde Ve onların onayıyla yerle bir
edildi" . Geride yalnızca dokuz minare bırakıldı.
İnsanoğlunun başlattığı işi, doğa devam ettirdi. 1931 ve
1951 depremleri üç minarenin daha kaybına yol açtı. Bir yüz
yıl sonra, 1 979' da Sovyetler Afganistan' ı işgal etti ve bir kez
daha Herat'ın tarihi eserleri ateş hattında kaldı. Bir minare
daha devrildi ve bir diğerinde, bir top _mermisinin doğrudan
vurması sonucu, şimdi içinde kuşların yuva yaptığı bir delik
açıldı. Darbeler, minarelerde biraz daha renk kaybına yol açtı.
Çiçek desenli, bakiava biçimli mavi beyaz çiniler düşerek;
yerde, beş yüzyıldır kurnun ve fırtınanın kaldırıp sağa sola
saçtığı mozaik kırıkianna karıştı. Hatta Sovyetler, yörenin sa
vaş taeiri İsmail Han'ın kenti yeniden ele geçirmesini önlemek
için minarelerin çevresine mayın dahi döşedi. Bu yıkımlardan
kurtulan minareler, bir zamanlar, Gevherşad'ın ve Herat'ta
Timuroğullan hanedamndan gelen son hakan Hüseyin Bay
kara'nın muhteşem medreselerine bakıyorlardı. Bugün kup
kuru bir toprağın, bir kenarda kalmış türbenin ve dükkan ni
yetine kullamlan derme çatma barakalarla, çelik konteynerle
rin üstünde yükselmektedirler.
Bir ikindiüstü çarşıyı yürüyerek geçip; Eski Şehrin kuze
yinde, yüksekçe bir tepe üzerinde, Herat'ın yukandan seyre
dilebileceği tek yapıya doğru gittim. Dip tarafında, Timur'un
ve ondan önce Cengiz Han'ın ordulannın düşmanıarına karşı
savaş verdiği İhtiyareddin Kalesi'nin dümdüz duvarları, çö
lün ortasında yükseliyordu. Bu haliyle, on dördüncü yüzyılda
Kert hanedamndan Fahreddin'in, güneşte kurutulmuş tuğla-
1 39
lardan yaptırdığı ve bir yüzyıl sonra Timur'un oğlu Şahruh'un
tamir ettirdiği yapı, birçok hükümdarlığın kuruluşuna ve yı
kılışına tanık olmuştu. Yüzyıllar boyunca, Gaznelilere, Sel
çuklulara, Gur hanedanına, Moğollara, Tatarlara, Safeviiere
ev sahipliği yapmış, hatta Taliban' a bile üs ve cephanelik ola
rak hizmet vermişti.
Kalenin, burçlu köşe kuleleriyle desteklediği ve garnizo
nun savunması için açılmış mazgal deliklerinin beneklendirdi
ği duvarlarına bakıldığı zaman, Gıyaseddin'in, Timur'un ku
şatmasına ne kadar karşı koyabileceğini hesaplarken neden bir
anda bunların ardına çekildiğini anlamak zor olmaz. Hakim
konumu ve istihkamlarının sağlamlığı, buraya kesin bir yenil
mezlik havası vermektedir. Eğer Kert hanedanının başı Ti
mur'a vaktinde teslim olmasaydı, kalenin günümüze kadar ka
lıp kalmayacağını kimse bilemezdi. Tatar hükümdarın başka
kentlerin direncini kırarken gösterdiği acımasızlık, bu yapının
da yeryüzünden silineceğini düşündürüyordu.
İlk zamanlar, kuzeybatı kulesinin yan tarafında, bir metre
yüksekliğinde, çini ve mozaik karışımı abidevi bir Kufi kitabe
bulunuyordu. Kentin yukarısında, herkesin görebileceği koyu
yeşil ve kehribar renkli iri harflerle, "EL - MÜLK Lİ'LLAH"
(Mülk Allah'ındır) diye duyuruyordu. Eğer kalenin yapımını
ilk ilham eden Allah i diyse; yapı, on dördüncü yüzyılda Ti
mur' a bir methiye niteliğini kazanmıştı. Şahruh ateş tuğlası ve
taşla buranın onarımını yaptırdığı zaman, on beşinci yüzyıl
kaside yazarı Hafız Ebru, Timur hanedanının kurucusu adına,
kimi kısımlarına kaledeki çinilerde rastlanan şu yazıtı kaleme
almıştı.
140
O öyle muhteşem ki yıldızlar onun ordusudur ve o göklere kadar ıtza
naıı soylularm kummıdaıııdır.
Omm kabarmış bir denize benzeyen gücü karşısmda diiııya bir hiçtir.
Gökler bir zerredir ve görünümü ışı/ ışı/dır.
D iiııya oııdaıı tiireyeıılerle göııensiıı, dünya sayım un rayilıasıyla dal-
. sım . . .
Diiııya refah ve saadete oııun dirayetli idaresiyle kavuştu. Nasıl ki
ceııııete de doğru ibadet/e kavuşulur.
Bu yiiksek kalenin temeli, 2. Rebi Hicri SıS'de (Haziran 1415) atıldı. . .
Hayırlı bir zamaııdı, gökteki burçlar da bunu gösteriyordu
Önce Herat'ta bir yer tayin edildi
İçine beş taııe giriş açıldı
Bakm kalenin beş kulesindeki beş kapıya
B ımiarı zafer kapıları olarak görün
Yapmııı dünya durdukça duracağım bilin
Kılı kırk yarmı biri olsamz da ona iyi gözle bakm
Bu hükümdarlık büyüyecek ve lıiç yok olmayacak
Bu refah ve saadet kıyamete kadar sürecek
Mühendis içine mukamaslar, konaklar ve yıwar/ak kuleler dikti
Yıldızlar bile onun mimarisiııe hayran kaldı
Bittiğinde orduya şan ve şerefgetirdi
Zarafette Kisra eyvaııı
Sağlmnlıkta İskender seddi
İstilıkfmılarınm gücünde Keyvaı ı eyvaııı gibi
Zaman onu yıkamayacak
Felaketler karşısında dimdik duracak
Felaketler lıükiimdara dokımamayacak
Tepeden aşağı güzel ve süslü
Köşeleri altın sarısı ve mücevher iş/i
Evrende nasıl hayat varsa burada da bir ruh var
Yıldızlarda nasıl ışık varsa burada da öyle ilıtişam var
Asık suratlı bir Taliban nöbetçi bana hem kalenin hem içinde
bulunan müzenin kapalı olduğunu söyledi; fakat biraz ısrar
edip bir de bahşiş sözü verince beni, üzerlerine top yerleştir
mek için dokuz tane tabyanın dikilmiş olduğu surlarda gezdir
meye razı oldu. Toz toprak içindeki sarp yokuşu tırmanırken,
141
bir şu, bir bu savaş gerecine işaret etmek için ikide bir duruyor
du. El bombaları, harcanmış ve harcanmamış kurşunlar, maki
neli tüfek mermileri, roket ve mayın yığınları vardı. Eski model
bir el bombasını eline alıp ipini çekerek bana doğru atacakmış
gibi yaptı. Dehşetimi görünce bu kez de bir duvarın arkasında
kayboldu ve henüz patlatılmamış bir mayın tarlasına koca bir
taş attı. Bereket versin, bir patlama olmadı. Gevrek gevrek gü
lüp yola devam etti.
Gezinti duvarlarının ve burçların üstünden, Herat gözü
müzün önüne serildi. Burkalı kadınlar, bulanık mavi bir leke
gibi, çarşıda bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Çocuklar
önlerine kattıkları keçileri, her yandan üşüşen bisikletlilerden
kaçırınaya çalışarak, çarşı kalabalığının içinden geçirmeye uğ
raşıyorlardı. Gün batımında güvercinler bir o yana bir bu yana
uçuyorlardı. Ağaçların tepesine tünemiş göçmen kuşların ciyak
ciyak akşam korosuna, aşağıdaki köpeklerin havlamaları karı
şıyordu. Hurda metal ve parça plastik satan eskiciler, derme
çatma el arabalarını itiyorlardı. Seyyar bir kasabın bisikletinin
gidonlarına asılmış koyun sakatatı, kahverengi balonlar gibi
sallanıyordu. Bir manifaturacı dükkanının önünde yan gelmiş,
uyukluyordu. Bitişikte, kafasına renkli bir takke geçirmiş bir
terzi, durmadan biçip dikiyordu. Herat'ın bir dizi sarıklı ve 'ak
sakallı' büyüğü, bir caminin damında oturmuş akşam ezanını
beklerken aralarında konuşuyorlardı. Etraftaki toprak damların
üstünde her yaştan oğlan çocuğu fink atıyor, alttaki mutfaklar
dan yükselen dumanların arasında haykırıyor, çılgınca birbirle
rini kovalıyorlardı. Çoğu ev yapımı uçurtmalar uçuruyor (bu
nun, Taliban'ın koyduğu birçok yasaktan biri olmasına rağ
men), sayılamayacak kadar çok renkli şekil, batan güneşin etra
fında toplanmış heyecanlı pervaneler gibi, rüzgarda fır fır dö
nüyordu. Uzakta, cuma namazlarının kılındığı kentin en belli
başlı camisi, on üçüncü yüzyıl yapımı Cuma Mescidi'nde ışık
lar yakılıyordu. İçeride, on dördüncü yüzyılda Kert hanedanı
nın başta olduğu zaman, içinden müminlere şerbet dağıtılan
yüz yirmi santim çapındaki caminin gururu büyük tunç kazan
vardı. Kırık ışık altında Herat; çölün soluk renkleri arasından
fışkıran yeşil ağaç kümeleriyle, saz renklerinden, yeşillerden
1 42
oluşan bir çiçek dürbünü gibiydi. Yer yer göze çarpan mavi
kubbeler, Timur'un büyülü mirasına tanıklık ediyor, manzara
ya gök mavisi çakıntılar ekliyordu. Çok daha ileride, Pamir
Dağları kömür kalemiyle çizilmiş gibi duran siluetleriyle He
rat'ın üstünde kara bir bulut gibi dikiliyordu.
Sonra başladı. Önce çatırtılı bir uğultu, ardından mikrofo
nun kat kat yükselttiği derin bir soluk alışı duyuldu ve müezzi
nin nağmeli sesi paraziti aşarak, mürninleri akşam narnazına
çağıran ez�nına başladı. "Allahü ekber, Allahü ekber, Tanrı ulu
dur, Tanrı uludur," derken, ak sakallılarda bir hareketlenme ol
du. Kalenin eteğindeki Herka Mübarek Camii'nin ikiz minare
leri de cevaben adeta dikleştiler. Ezan ilerledikçe, kentin dört
bir tarafından camilere doğru dalga dalga akan erkek kalabalı
ğı her dakika biraz daha kabarıyordu. Ses, "Hayye ale's-sala,
hayye ale's-sala, haydi namaza, haydi namaza ," diye tekrar edi
yordu. Sokaklarda erkekler saygılı bir telaş içinde yürüyordu;
bu, biraz da Taliban'ın, Ahlakı Koruma ve Günahı Önleme Ba
kanlığı'nın en korkulan görevlileri olan dini polislerin onları,
'gayrete getirmesiyle' oluyordu. 28 "La ilahe illallah, Allah'tan
başka tanrı yoktur," ve ak sakallılar dikkatle damdan inip na
maza duruyorlardı. Kentte, başka kuşakların hatırası olan mi
nareler, selama kalkmış nida işaretleri gibi dikiliyorlardı.
Herat kadar üst üste felakete uğramış pek az kent vardır.
Uğradığı talihsizliklerin dökümü, minyatür bir Afganistan tari
hine benzer; günümüze kadar uzanan yabancı işgalleri ve kabi
leler arası savaşlardan az çekmemiştir. 667' de Arap orduları kı
lıç zoruyla İslamiyeti kabul ettirmişlerdi. 1 000 yılında Gazneli
Sultan Mahmud kenti ele geçirdi. İki yüzyıl sonra Herat,
1 206'da, kenti kuzeyden işgal eden Harezm şahına yenik düş
tü. Daha bu saldırıdan tam toparlanamamışken, Cengiz Han ve
seksen bin askerli Moğol ordusu 1 221' de kenti yerle bir edip on
altı kişi hariç tüm ahalisini boğazlattı. 1 381 'de akıllılık ederek
Timur'un ordularına boyun eğen Herat, böylelikle kendini onun
'
143
gazabından koruyabildi, fakat iki yıl sonraki başkaldırısı Kert
hanedanının sonunu getirdi. Miranşah, babası adına kenti kılıç
tan geçirtti. Timur'un en ünlü varisi ve Hindistandaki Moğol
Hükümdarlığı'nın kurucusu Babür, kenti 1507'de ele geçiren
Özbek hükümdan Şeybani Han' a karşı koruyamadı.
Herat da on sekizinci yüzyılda savaştan ve entrikadan
nasibini aldı. Afganistan'ın Babası olarak bilinen Ahmed Şah
Dürrani, yeni kurduğu devlet için toprak kazanma gayretiy
le, 1 740'ların sonuna doğru kente savaş açtı. Aynı asrın son
on yılı içinde, kendini Sadozay hanecianma mensup iki hasım
arasındaki güç kavgasının merkezinde bulan Herat, bu defa
başka bir ordunun hücumuna uğradı. 1 81 8' de, doğuya doğru
musaHat olan İran kuvvetleri Herat' a saldırdı. Yirmi yıl sonra
gene gelip, kenti on ay kuşatma altında tuttular; aynı acı de
neyim 1 863'te tekrarlandı; Emir Dost Muhammed, Afganis
tan' da birliği sağlamak uğruna vefatından bir ay önceki son
girişimi olarak kenti ele geçirdi . Fakat batıdaki bu merkezde
bir türlü barış sağlanamadı; hakim aileler arasındaki ihtilaf
lar tekrar hortladı. 1 88 1 ' de Emir Abdurrahman, kente sahip
olmak için kuzeni Serdar Eyüp Han'la çarpıştı. Bu asrın son
on yılı dolmadan, İngiliz kuvvetleri kentin tarihi merkezini
tahrip ederek, bir yüzyıl sonra Sovyet işgalinin vereceği zara
rın adeta öncülüğünü yaptılar. Bundan yirmi yıl sonra, Tali
ban dizginleri ele geçirdi ve Herat, Afganistan'ın geri kalan
kısmı gibi, bir kez daha diz üstü çöktü. 2001'de Taliban -tüm
dünyanın dehşetle karşıladığı- Bamiyan Budaları olarak bili
nen iki binyıllık anıt heykelleri dinamitlerken, diğer yandan
ona bağlı görevliler dine karşı hürmetsizlik sayılan diğer tari
hi eserleri yok ediyorlardı. Türlerinin en güzel örnekleri olan
İslam öncesi heykeller, kayıplar arasındaydı. 2002'nin sonla
rında Herat, yöreye egemen olan savaş taeiri İsmail Han'ın
hakimiyeti altına girdi. Savaş kargaşası içinde, kent müzesin
de bulunan birçok tarihi eser de öylece talan edildi.
Fakat ne hikmettir ki, bu yüzyıllar boyu süren tahribat ve
Taliban yönetiminin dehşeti, bu çöl kentine boyun eğdirmeyi
başaramadı. Kaleden aşağı bakarken, ihtişamından bir şey ek
silmediği görünüyordu. Taliban yalnızca, onun yüzeyinde açı-
144
lan en son yaraydı, ama en kötüsü değildi; kentin uzun tarihin
de, anılmaya bile değmeyecek, kısa bir deneyimdi. Bu antik
kültür merkezi, daha önceki işgalcilerde olduğu gibi, bu dar
kafalı, cahil İslam savaşçılarından sonra da yaşamaya devam
edecekti . Ev yapımı rengarenk uçurtmalar, rüzgarın gerdiği bu
kağıt ve_ plastik parçaları, ümit heykelcikleri gibi gökyüzünde
neşeyle uçuşuyorlardı.
Bir başka akşam, yavaş yavaş çöken alacakaranlık, He
rat'ın üstünü yumuşak ve hoş bir duvakla örterken, kentin en
seçkin büyüklerinden iki kişiyle, buradaki türbeleri ziyaret et
mek için sözleştim. Herat Üniversitesi'nin rektörü Molla Said
Muhammed Ömer Şahid ve mollalar heyeti başkanı Mevlana
Hüdad, altmış yaşlarındaydılar. Fakat birbiriyle kardeş iki be
la, yani savaş ve kötü beslenme yüzünden Afganların çoğu gi
bi yaşlarından epeyce büyük gösteriyorlardı; bembeyaz sarık
larının altından ceviz kabuğu gibi kuru ve kırışık yüzleri gö
rülüyordu.
Birlikte, Musaila'nın kuzeyine, İran'ın en büyük ve son kla
sik şairi olan o� beşinci yüzyılda yaşamış Sufi Abdurrahman
Cami'nin türbesine doğru yürüdük. Burası rüzgarların uğulda
dığı, insana keder veren ve gerek yaşadığı devirde gerek ölü
münden sonraki yüzyıllarda çok sayıda kişiye heyecan, ilham
ve efkar vermiş olan Cami'nin şiiri gibi, romantik bir yerdi.
Yaşlı bir şamfıstığı ağacının güneşten koruduğu kubbesi, çok
yalın bir biçime sahipti. Tepesinde yeşil, beyaz ve sarı renkli
bayraklar, sancaklar ve alemler rüzgarda çarşaf gibi fır fır uçu
şuyordu. Bir grup genç delikanlı saygı ziyaretinde b ulunmak
için mezara gelmişlerdi; şaşılacak kadar sessiz duruyorlardı.
Herat'ın en şöhretli evlatlarından biri olan Cami, kendi kuşağı
nın da en beğenilen şairiydi. Edebi etkisi ve mısralarının güzel
liği tüm kıtaya yayılmıştı.
145
Karanlığa gömülü Afganistan'ın bir köşesinde bulunan bu tür
be, Timur'un bıraktığı büyük kültürel mirasın küçücük bir par
çasıydı. Üstlerinden gözünü hiç eksik etmediği şiir, resim, hüs
nühat, mimari ve zanaat alabildiğine gelişmiş, bu gelenek ken
disinden sonra gelenler tarafından daha da cömert bir biçimde
sürdürülmüştü. Fetihlerinde döktüğü kandan ve kılıcının kes
tiklerinden onun adına mal olmuş ve hiçbir zaman unutulma
yacak bir kültürel rönesans doğmuştu. Timur soyunun, Şah
ruh zamanındaki payitahtı Herat, kentin sultanı Gevherşad'ın
gözü gibi baktığı ve tüm sanat kollarını cömertçe himaye etti
ği ikinci bir Semerkand olmuştu. İran tarihinin en önemli dö
nemlerinden biri olan Timuroğulları döneminde, onun körük
lediği kültür ateşi bütün bir kıtayı sarmıştı. Cami, bu ateşi
söndürmemeye çalıştı; fakat 1 492'deki ölümüyle, klasik İran
şiirinin altın çağı sona erdi. Timur kültürünün büyük alevi de
bir anda söndü. 29
Molla Said' e, bu müthiş mirasa bakarak, Timur'u büyük
bir kahraman sayıp saymadığını sordum. Dehşete düşmüş gi
biydi. "Hayır! Kesinlikle hayır! O bir katil ve işgalciydi; eli kan
lı ve vahşi bir adamdı. Burada kültür adına hiçbir şey yapmadı.
Sanatı himaye ederek, babasının yaptığı yıkımı telafi eden oğlu
Şahruh'tur. Timur'un ailesi uygardı, ama kendisi bir şakiydi."
Yaşlı dostu başını salladı, ama hiçbir şey söylemedi. Ora
dan kentin üç beş kilometre ötesinde, Şahruh'un yaptırdığı on
beşinci yüzyıl türbeler topluluğu Güzergah' a geçtik. Dut ağaç
larını ve gül çalılarını arkada bıraktıktan sonra, önünde genç ve
yaşlı dilencilerin kaynaştığı, İranlı mimar Kerameddin Şirazi'nin
29 Selefi Hafız gibi, Cami de yeteneğini gizlemezdi. Hayatı boyunca bir tartışmada
kendisine baskın çıkacak bir tek kişiyle karşılaşmadığını iddia etmişti; belki de
bir öğrenci olarak hiçbir hocaya borcu olmadığını söylemesinin nedenlerinden
biri de buydu. Kendini büyük bir şair, büyük bir alim, büyük bir tasavvufçu
olarak tanımlar; gazel, tasavvufi şiir, Kuran tefsiri, Hz. Muhammed'in hadisleri
nin tahlili, Arapça dilbilgisi, kafiye, vezin ve müzik dahil, tüm edebi türlerde ve
konularda usta olduğunu söylerdi. Kendi sözleriyle vermek gerekirse: "Mısrala
rım dünya çapında öyle bir şöhret kazandı ki aşık şarkı söylemeye benim mısra
larımla başlıyor. Mısralarımın kervanı Farslara ulaştığında, Sadi ile Hafız'ın
ruhları şad oluyor. Hindistan'a vardıklarında Hüsrev ve Hasan onları karşıla
maya çıkıyor. Bazen İstanbul'un hükümdan bana selam gönderiyor, diğer za
manlar Hint'ten, Çipal'ın mesajları geliyor."
146
eseri olan şatafatlı methale geldik; o kadar yüksekti ki ta He
rat'tan görünüyordu. Kimileri burayı mesken tutmuş, lime li
me örtüler ve battaniyeler içinde ayaklarını sürüyerek dolaşı
yorlardı. İçeride yüzlerce mezar taşı vardı. En eskileri zaman
la aşınmış, fakat üstlerincieki güzelim yazılar hiç bozulma
mıştı; toprağın üstünde biraz sarsak, çarpık diş gibi dikiliyor
lardı. Timur zamanından beri giyimleri ve görünüşleri pek az
değişmiş, bakımslz sakallı birtakım yaşlı adamlar bağdaş
kurmuş sessizce oturuyor, verilen her türlü sadaka için ziya
retçilere alçak sesle teşekkür ediyorlardı. Birkaç metre arkala
rında, Tirnar'un canla başla desteklediği ince ustalığın en
yetkin örı-ı.eklerinden biri olan dört buçuk metre yüksekliğin
de, olağanüstü oymalı mermer bir sütun yükseliyordu. Bu
nun yakınında bir başka eşsiz anıt daha, Emir Dost Muham
med'in on dokuzuncu yüzyılda yapılmış kabri yer alıyordu.
On birinci yüzyıl Sufi şair, düşünür ve evliyası Hoca Abdul
lah Ensari'nin türbesi önünde biraz durduk; 30 bu, yaşlı bir ço
ban püskülü ağacının gölgesinde ve bir zamanlar mavi mavi
ışıyan eyvanın altındaydı; yirmi beş metre uzunluğunda bir
duvarın içinde, iki tarafında kubbeli küçük kuleler olan ke
merli bir oyuktu. Eyvamn yere yakın kısmında yer yer parlak
mavi sırdan kalıntılar görülüyordu; fakat bunların çoğu son
bahar yaprakları gibi dökülmüş, geride boz renkli, mat bir
yüzey bırakmışlardı.
Bu kabirierin arasında yavaş yavaş dolaşırken, Mevlana
Hüdad kaldığımız yerden konuşmaya devam etti. Meslektaşı
nın Timur'u lanetleyen hükmüne katılmıyordu. "Benim görü
şüme göre o, hiç kuşkusuz bir kahramandı. Ona vahşi diyenler
çoğunlukla Batıdan çıkıyor. Timur islamı yayıyordu, bundan
hoşlanmadıkları için ona kara çalıyorlar."
30 Robert Byron'un hep olduğu gibi, bu namlı evliya hakkında da farklı görüşleri,
sezgileri vardı. "Hoca Abdullah Ensari 1088 yılında, seksen dört yaşında tövbe
ve istiğfara çekilmişken birtakım delikanlıların attığı taşlardan öldü. Bu çocuk
lara hak vermemek mümkün değildir; evliyalar arasında bile çekilmez bir
adamdı. Beşikteyken konuşmayı öğrenmiş, on dört yaşında vaizliğe başlamış,
yaşadığı sürece bin şeyhle temas kurmuş, yüz bin mısra şiiri ezberine almış (ba
zıları 1 .200.000 olduğunu söyler), bir o kadar da kendisi yazmıştı. Kedilere has
talık derecesinde düşkündü."
1 47
Arkadaşına haşarı bir bakış fırlattıktan sonra devam etti.
"Önce Herat'a büyük zarar vermiş de olsa, sonradan çok bü
yük faydaları olmuş ve Muhammed Seyyid Şerif Cürcani,
Mevlana Saadeddin Taftazani ve Mevlana Razi gibi İslam bil
ginlerine şeref payeleri vermişti . Çocukları ve torunları -Şah
ruh, Sultan Baysungur, Uluğ Bey ve Ebu Said gibi adamlar
İslama büyük hizmetlerde bulundular. Timur zamanında sa
dece Herat'ta 350 medrese vardı. Bunlardan biri olan Mirza
Medresesi'nde çoğu yabancı, kırk bin öğrenci eğitim görüyor
du. Her yıl dört bin mezun veriyordu. Bunların hepsi Ti
mur'un desteğiyle oluyordu. Ve bundan faydalanan yalnızca
İslam değildi. Uzağı gören, muazzam yaratıcı bir düşüneeye
sahipti. Örneğin Herat'ın etrafında on iki tane sulama kanalı
açtırmış, burada tarımın kaderini değiştirmişti. Yalnızca Sul
tan Hüseyin Mirza'nın sarayında görevli minyatür ustası Bch
zad'ı göz önüne alsanız yeter. 3 1 Ve tabii bir de Hindistan'daki
Moğol hükümdarlığını kuran Babür Han vardı. Timur olma
dan bunlardan hiçbiri olmazdı." Arkadaşına, meydan okur
tarzda bir bakış daha fırlattı. "Bu, öyle sıradan bir kişi değildi.
Savaşçı bir kişi olduğu doğrudur, ama aynı zamanda bir kül-
148
tür adamıydı. Bu eşsiz güzellikteki binalardan ötürü onu ebe
diyete kadar anacağız. Arkadaşım yanılıyor. Timur, Herat'ın
görüp görebileceği en büyük kahramandı."
* * *
149
tı. Onları oracıl<ta bağaziatmak yerine, Timur başkaldıran kentle
rin sonunun ne olacağı konusunda -sanki buna ihtiyaç varmış gi
bi- bir misal göstermek istedi. Esirlerden bir kule örüldü, fakat
bu kez buraya konulanlar ölü değildi. Yezdi, pek de acımayan bir
ifadeyle, "iki bine yakın esir, harç ve . tuğlayla karıştırılarak diri
diri birbirinin üstüne yığıldı ki bu sefil yaratıklar, onlar gibi karşı
koymaya yeltenenler için caydırıcı bir anıt oluştursun."
Bu korkunç katliamın büsbütün gayrete getirdiği Timur,
yüz bin kişilik bir orduyla Afganistan'ın kuzeybatı eyaleti Sis
tan'a yürüdü. Zengin başkent Zerenc, kahramanca direndi.
Çarpışma öyle şiddetliydi ki Timur, hayatını tehlikeye sokmak
pahasına ateş hattına atıldı. Altındaki atı vurulduğu zaman, in
tikam yemini etti. Sistan'la ilgili zaten acı hatıraları vardı; çün
kü sağ tarafındaki uzuvları sakatıayan darbeleri muhtemelen
burada, ya buranın ham için paralı asker olarak çalışırken, ya
da -daha bayağı bir yoruma göre- koyun çalarken yakalandı
ğında almıştı. Duyguları tam olarak neydi bilinmez, ama Ze
renc hiddetini tüm şiddetiyle hissetti ve Asya'nın Bahçesi, Do
ğunun Tahıl Arnbarı olarak bilinen fevkalade verimli bir yöre
nin başkenti hiç acımadan yerle bir edildi. Arabşah, Zerenc
ahalisinin barış için yalvardığını, Timur'un ise tüm silahlarının
teslimi şartıyla buna razı olduğunu yazar. "Ve bu şart yerine
getirilir getirilmez, kılıcını çekti ve üstlerine ölüm ordularını
saldı. Sonra kenti yaktı yıktı; geride ne bir dikili ağaç, ne bir
duvar bırakınamacasına tamamen yok etti; kentten bir tek iz,
bir tek alarnet kalmadı." Yezdi, "yüz yaşındaki ihtiyarlardan,
beşikteki bebelere kadar" erkek, kadın ve çocukların da bu kı
yıma kurban gittiğini yazar. Yel değirmenleri, tarım yapılan
topraklar ve en kötüsü, bentler ve sulama kanalları tamamen
tahrip edildi. Zamanla çöl, kendinden kazanılan araziyi geri al
dı; her tarafı kum bürüdü ve bir zamanların yeşil alanı, Deşt-i
Mergi (Öldüren Çöl), Deşt-i Cehennem (Cehennem Çölü), ve
Serutar'a (Metruk ve Boş Yer) dönüştü. Bugün dahi, yöre terk
edilmiş ve yoksul bir durumdadır.
Zerenc'ten sonra Timur doğuya, Afganistan'ın güney eya
leti Kandehar' a döndü; burası da 1384'te düştü ve valisi zincire
vurularak asıldı. Kandehar'ı alır almaz, birden kendi izi üzerin-
ı so
de geri dönerek tekrar batıya, İran'ın yarısına kadar ilerledi;
buraya egemen olan Sultan Ahmed'in korkup kaçması üzerine
aynı yıl, Sultaniye' nin teslimiyetini kabul etti.
Bu çok anlamlı, muazzam bir gelişmeydi. Sultaniye önemli
birticaret merkezi ve 26 Haziran 1 404'te, Timur'un hakimiyeti
ne geçtikten yirmi yıl sonra burayı ziyaret eden Clavijo'nun
söylediği gibi, "muazzam bir kentti" . 1 285'te, geniş yayıaların
dan etkilenerek burayı yazlık başkent olarak kullanan, İran'ın
altıncı İlhanlı hükümdan Argun'un kurduğu Sultaniye, oğlu
Muhammed Olcayto Hüdebende'nin idaresi sırasında, 1313'te
hükümdarlığın başkenti oldu. Kent, büyük hamlelerle büyütül
dü; dış kısımdaki surların çevresi on iki bin adımdan otuz bin
adıma çıkarıldı. Tam ortasında istihkamları güçlendirilmiş, ka
re şeklinde son derece dayanıklı bir kale vardı; kesme taştan
örülmüş surları, üstünde birkaç atlının yan yana gidebileceği
kadar genişti. Dış kısımdaki surların üzerinde, b unların etrafını
çepeçevre saran hendekiere bakan on altı kule dikiliydi; üstleri
firuze renkli çiniler, Arapça hatlar ve aslan kafalarıyla dövüşen
atlı resimleriyle süslenmişti.
Olcayto'nun niyeti Sultaniye'yi yalnızca hükümdarın otur
duğu bir yer değil, tam anlamıyla faal bir başkent haline getir
mekti. Derhal geniş çaplı bir inşaat hamlesine girişerek sarayın
daki görevlilere güzel saraylar ve b ahçeler yaptırmalarını em
retti. Vezir Reşideddin on bin konutlu, başlı başına bir mahalle
kurdu. Bir başkası, Taceddin Ali Şah, biraz ifrata kaçarak, on
bin dinar değerinde Cennet adı verilen; kapıları, duvarları ve
tabanı inci, altın, yakut, firuze, zümrüt ve kehribar kakmalı bir
saray yaptırdı. Çok geçmeden çölün ortasında tuğla, taş ve ah
şap yapılarıyla bir kent ortaya çıktı; bunlar gayet lüks bir bi
çimde tunç kapılar, işlemeli pencere kafesleri, mermer ve mo
zaik dış cephe kaplamalarıyla süslenmişti.
Bunların arasında en fazla ün salmış mimari yapı Olcay
to'nun sekiz kenarlı bir kaide üzerinde duran, otuz altı metre
çapındaki türbesiydi; günümüze, Sultaniye'nin görkemli geç
mişini hatırlatan yalnızca bu yapı kalmıştır. İçinde b ir cami,
bir medrese, bir darüşşifa ve hankah (gezgin dervişlerin kaldı
ğı han) bulunan türbe, zamanının en büyük dini vakıfların-
ısı
O R D A
İlhanlı İmparatoı:Iuğu
• Signak
.Otrar
ili-��
·� .
l'ERGANA
/
/
./ ..
'.
1 {)1\·\J� �-1vel? Taşkent
;
; �
�.
B�
('<j.h. --
, i? • Semerkand
--
; '\:� ....,. ,�.,
/
��V
� ... ,�
·
"·
' ,Tirmiz
• Cürcan ��j,�. \
. SE'hzvar 'ı
Niş.abur i
HORASAN
trerat
\
1
\
• Isfiz<tr 'ı
·ı
� • İsfahatl
• Yezd
�
� İRAN
$� • Şiraz
O !50 300 450 km
dan biriydi. Sekiz kenarlı planda -Cennetin sekiz kapısına at
fen- dikdörtgen biçimli kabir, güney tarafındaki eyvandan
dışarıya doğru çıkıyordu. Methallerin ardında yer alan beyaz
mermer avlular göz kamaştırıyor; bunların hepsi aynı biçim
de, devasa gölgeli kubbeye ve üst kattaki taraçanın köşelerin
de ona gözcülük eden sekiz minareye doğru uzanıyorl ardı.
Kubbenin altında iki kattan ve sekiz çıkmadan oluşan kemer
li geçitler vardı. Üçüncü bir kemerli geçit dışarıya açılıyordu.
İçerideki dört çıkma, sırlı ve sırsız ateş tuğlası şeritlerinden
oluşan gayet girift geometrik desenlerle bezenmişt! . Duvarla
rın alt yarısı, altıgen çinilerle süslenmiş, bunun dısmda kalan,
kubbe dahil, tüm iç alan sıvayla kaplanmıştı; bu da çeşitli de
sen ve hatlarla süslenmişti. Tam anlamıyla, hükürıdara yakı
şır bir eserdi.
On dördüncü yüzyıl Memluk biyografi yazarı el-Yusufi,
"yapımında çalışanların toplamı on bin kişiyi buluyordu," diye
yazmıştı. "Beş bin kişi kazıdan çıkan toz toprağı çe�dyor, beş
bin kişi taşları Jsesiyor ve perdahlıyordu. Taş ve benzni malze
meyi taşımak için beş bin yük arabası; bunlar için tahsis edilmiş
on bin eşek vardı. Bin tane tuğla fınnı, bin tane kireç kuyusu
açılmıştı. Beş bin deve ağaç taşıyordu; iki bin kişi dağlarda ve
ya başka yerlerde ağaç kesiyordu. Madeni levhaları, peı:ı.cerele
ri, çivileri ve benzeri şeyleri işlernek için üç bin usta istihdam
edilmişti. Beş yüz marangoz vardı ve beş bin usta mermer dö
şüyordu. Bunların gayretli çalışmaları için başlarına gczcüler
dikilmişti."
Bu arada ticaret geliştikçe gelişiyordu. Clavijo, nüfusunun,
kuzeydoğuda Azerbaycan'ın başkenti Tebriz' den daha düşük
olmasına rağmen, Sultaniye'nin "tüccarlar ve mallar içiP çok
daha önemli bir değiş tokuş merkezi" olduğunu yazm�ştF. İl
hanlı tarihçisi Ebu'I-Kasım el-Kaşani'ye göre kentte on bim aş
kın dükkanda balyalar dolusu işlemeli Çin ipeği, küçük süs
kutuları, kadehler, ibrikler ve daha başka çeşit çeşit mal vardı.
Her yıl Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında yorgun deve
kervanları çölleri bin bir zahmetle geçip, kente sırtlarında Hin
distan ve Afganistan' dan baharat -karanfil, küçük Hindistan
cevizi, tarçın, kudret helvası, besbase-, Şiraz' dan pamuklu ve
1 53
tafta kumaş ve Hazar Denizi'nin güney kıyılarından ipekliler
getirirlerdi.32 "O zaman kentte büyük bir hareketlilik olur ve
Hazine'ye muazzam gümrük vergisi akardı." İran, Cenova ve
Venedik'ten gelen tacirler kumaş satın almak için burada topla
nırlardı; Suriye, Türkiye ve Kırım'a da yüklü miktarda kumaş
ihraç edilirdi. Sultaniye aynı zamanda inci ve değerli taş ticare
tinin de merkeziydi. İnci, sedef ve yakut Çin'den gelir, İran'ın
güneyindeki Hürmüz !imanına gönderilirdi. Bunlar burada bü
yük bir ustalıkla işlenir, delinir veya ipe dizilir, sonra da "batı
dünyasının dört bir tarafına" ihraç edilirdi. Bir kısmı da devele�
re yüklenerek altmış günlük bir yolculuk sonunda Sultaniye'ye
getirilir, burada "Hristiyan topraklarından" ve Türkiye, Suriye
ve Bağdat'tan gelmiş tüccarlar tarafından satın alınırlardı.
Kent öylesine büyük ve doğu-batı arasındaki belli başlı ti
caret yollarından biri üstünde olması nedeniyle, stratejik açı
dan öylesine önemliydi ki, Papa XXII. Johannes, 131 8'de Sulta
niye'de bir başpiskoposluk ihdas etmişti. Buraya 1 425'e kadar
başpiskopos ataması yapılmıştır. Clavijo, Timur'un ölümünden
kısa bir süre önce Sultaniye'ye geldiğinde kentin en iyi günleri
geride kalmıştı. İspanyol elçi, dış kısımdaki surların artık olma
dığını yazar. Kent önemini kaybetmeye yüz tutmuştu. On ye
dinci yüzyılda İran hükümdan Şah Abbas, başkenti İsfahan' a
taşımış ve Sultaniye'nin düşüşü ivme kazanmıştı. O koca kent
yok olalı çok zaman geçmişti, yüzyıllar içinde ufala ufala öyle
bir hale gelmişti ki bugjn Olcaytu'nun türbesi önünde İran'ın
kuzeyine düşen toprak damlı küçük ve önemsiz köyden başka
hiçbir şey kalmamıştı.
Timur için Sultaniye'nin fethi, yalnızca ticari açıdan önem
taşımıyordu. Bundan çok daha önemlisi, buranın fethinin ifa-
32 Her ne kadar Sultaniye'nin büyüleyici ipeklerine hayran kaldıysa da, yörenin
aşırı sıcağı Clavijo'ya dokunmuştu. Yurtdışında tatile çıkan İngilizlerin şikayet
lerini altı yüzyıl öncesinden dile getiren sözleri, Kastilya'da yaşayan bir İspan
yol' dan gelmeleri bakımından ilginçtir. "İpek üreten ülkeler o kadar sıcak ki bu
raya gelen yabancılar güneş çarpmasından ötürü çok mustarip oluyorlar; hatta
bu, kimi zaman ölüme kadar götürebiliyor; doğrudan kalbe etki ettiğini, kus
mayla başlayıp ölümle sonuçlandığını söylüyorlar. Güneş çarpmasına maruz
kalanların omuzları ateş gibi yanıyor, eğer hayatta kalmayı başandarsa benizle
ri ya sarıya ya kül rengine dönüyor, bir daha hiçbir zaman eski doğal rengini
bulmuyormuş."
1 54
de ettiği anlamdı. Askeri hayatındaki mihenk taşlarını bugün
göz ardı etmek kolaydır. Kimi zaman zaferleri, hunharca
yaptığı vahşet ve katliamların bulut perdesiyle örtülür. Za
manın saray vakanüvisleri ve sonraki yüzyılların tarihçileri
tarafından pek önemsenmemiş de olsa, Sultaniye'nin fethi Ti
mur'un hem emellerinin yüksekliğine hem bunlara kavuş
maktaki maharetine işaret eden önemli bir göstergeydi. O
ana kadarki başarıları ne kadar parlak olursa olsun, nihaye
tinde kendi memleketinde kazanılmışlardı. Herat, sınır ötesi
ilk harek�Hıydı; askeri açıdan önemliydi, fakat sırf coğrafi açı
dan bakıldığında arka.>ının gelip gelmeyeceği kesin değildi;
Timur daha ileri bir adım atmadan önce adeta bastığı zemini
yoklamıştı. Uygun olduğunu görmüş olsa gerektir, çünkü bu
sınavdan büyük bir kolaylıkla geçmişti.
Herat'la birlikte yepyeni bir fetih devri açılmıştı. Bundan
böyle Timur, ömrünün sonuna kadar her bahar bir sefere çıka
caktı. Kış, hareketsizlik ve ordularının bir sonraki hedefini plan
lama mevsimiydi. İlk seferi anlamlı bir göstergeydi. Önce Kan- ·
155
baskın verme konusundaki maharetini de gösteriyordu; bu,
cephaneliğinde kilit önemi haiz olan ve bundan sonraki tüm se
ferlerinde kullanacağı bir silahtı. Bu fetihler aynı zamanda, Ti
mur'un gücünü tüm Asya' da duyurmak ve yaygınlaştırmak
amacıyla vahşete başvurmaktan hiç çekinmeyeceğini gösteri
yordu. Timur, kendine başkaldıranlara karşı, akla gelebilecek
tüm vahşet vasıtalarını kullanan, taş kalpli ve hunhar bir adam
olarak nam salması gerektiğine inandığı içindir ki Zerenc' teki
tahribat ve kıyıını yaptırmıştı. Bu şöhretin kıtada yayılması
onun menfaatineydi. Zerenc'te yapılanlar aynı zamanda, bu ye
nilmez güce karşı koymaya yelteneceklere, bunun nafile oldu
ğunu göstermek içindi. Yenilgiye uğrattığı hasımlarının ölüleri
nin -asker, sivil, kadın, erkek, çocuk ayırt etmeden- boyunları
nı vurdurma vahşeti bu bağlam içinde anlaşılmalıdır. Hem Ti
mur hem de yolu üstünde ilerlemesine engel olan kentler ve
hanedanlar için en iyisi, çabucak teslimiyet ve kurtuluştu. Baş
kaldırı, yalnızca hızlı ve feci bir karşılık görmekle kalıyordu.
Timur topraklarına girdiği zaman, Sultan Ahmed'in kendinde
savaşacak yüreği bulamamasma şaşmamak gerekir. Sultani
ye'nin elden gidişi büyük bir darbe olmuştu. Fakat Timur'un
büyüyen hükümdarlığına ilhakından sonra, ticari olduğu ka
dar siyasi önemi de arttıkça arttı. Clavijo buraya geldiği zaman,
kent artık İran'ın başkentiydi.
Timur, Herat ve Sultaniye'nin alınışından eğer bir ders çı
kardıysa, o herhalde şu olsa gerektir: Hiç beklenmedik bir za
manda bir gözdağı vermek ve bunu, ordularına büyük mesafe
leri hızla aştırarak, Cengiz Han tarzı muazzam ve korkunç bir
gücün tehdidiyle desteklemek çok işe yarayan bir stratejiydi.
Arabşah'ın da dediği gibi, "Şeytan nasıl ademoğlundan kaçar
sa, o da dünyanın en uzak köşelerine at koşturuyor, zehir nasıl
vücuda yayılırsa o da ülkelere öyle yayılıyordu."
Sultaniye'yi ele geçirdikten sonra Tebriz'i almaya niyet
lenen Timur, fikrini değiştirip kışı geçirmek ve askerlerinin
dinlenmesini ve ganimetierinin tadını çıkarmasını sağlamak
için Semerkand' a döndü. Onun yokluğunda kötü bir haber
alınmıştı. Bir zamanlar koruması altına aldığı Toktamış Han,
Rusya' daki Altın Orda' dan güneye saldırarak Tebriz' i talan
1 56
etmişti. Bu Timur açısından kabul edilemez bir gelişmeydi.
Önceki dostane davranışları şimdi suratma çarpılıyordu.
1376' da, büyük bir mahrumiyet içinde sarayında boy göster
diği zaman, Timur'un onu nasıl cömertçe donattığını Tokta
mış unutmuş muydu? Kuzeydeki hükümdarlığına tekrar ka
vuş-mak amacıyla birbiri ardına düzenlediği seferler için ge
rekli tüm maddi olanakları sağlamış olduğunu, hatta Altın
Orda'nın başına geçebilmesi için onun yanında bizzat çarpış
tığını unutmuş muydu? Bu kadar kısa sürede gösterilen bu
nankörlük, Timur'a çok dokundu. Asya'nın uçsuz bucaksız
bozkırları, göz alabildiğine uzanan çölleri ve başı karlı dağla
rı, bu iki cengaverin birbirine rakip emellerine artık dar gele
cekti; anlaşılmıştı .
***
157
çevreliyorlardı. 33 Bu müreffeh kente gelen gezginler, onu tanım
layacak sıfat bulmakta adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. 1270 ci
varında Marea Polo Tebriz'in, "büyük ve soylu bir kent'' olduğu
nu söylemiş; Ermenilerden, Nasturilerden, Yakubilerden, Gürcü
lerden ve İranlılardan oluşan gayet kozmopolit ve hareketli bir
nüfus bulunduğunu kaydetmişti. On dördüncü yüzyıl başında,
İranlı tarihçi Reşideddin, "her dinden, her mezhepten çok sayı
da düşünür, gökbilimci, bilgin ve tarihçi"nin Tebriz'de bir ara
ya gelmiş olduğunu yazmıştı. Kentte ayrıca, Hintliler, Keşmirli
ler, Çinliler, Uygurlar, Araplar, Frenkler, Türkler ve Tibetliler
vardı. Kentin, yapılan ticarete ve satılan ürüne göre arastalara
bölünmüş ve ağzına kadar mal dolu olan -mücevher, misk,
amber yağı, ipek, pamuk ve tafta kumaşlar, merhemler, Çin
malı vernik ve Hint malı baharat gibi- çarşılarına herkes gıpta
ederdi.
İbn Battuta'nın adeta nutku tutulmuş, "kente ayak bastım
ve karşıma bugüne kadar dünyada gördüğüm en büyük ve en
müthiş çarşılardan biri çıktı," diye yazmıştı. "Her iş kolu, öbür
lerinden ayrı olarak bir araya toplanmıştı. Kuyumcular çarşı
sından geçtim ve gördüğüm değerli taşlardan gözlerim kamaş
tı. Bunlar, kuyumcuların önünde duran, pahalı giysiler giydiril
miş ve bellerine ipek kuşak sarılmış güzel kölelerin üstünde
Türklerin kaniarına sergileniyordu; kadınlar bunları almak için
birbirleriyle yarış ediyordu."
Tebriz, şaşılacak derecede zengindi. On dördüncü yüzyılın
başında Frer Oderic, "inanın, ticari yönden dünyada bu kentin
üstüne yok," diye yazmıştı. "Ne ararsanız, burada mebzul mik
tarda bulunuyor. Öyle müthiş ki kendi gözünüzle görmeden
inanmamza imkan yok. . . Buradaki Hıristiyanlar, kentin hü
kümdara ödediği verginin bütün bir Fransa'nın kralına ödediği
vergiden daha yüksek olduğunu söylüyorlar." 1341' de, hazine
ye Tebriz' den giren vergi miktarı neredeyse dokuz milyon di
nan buluyordu; bu, o devir için baş döndürücü bir meblağdı.
Bu zenginlik mermer, kireçtaşı ve pırıl pırıl mavi çinileriyle
göz alan cami, medrese, saray ve hastanelerden belli oluyordu.
En gayretli görgü tanıklarından Clavijo, kamu binalarının sade-
33 Daha önce de belirtildiği gibi bu rakamlar bugün biraz abartılı bulunmaktadır.
158
ce sayısı karşısında bile hayrete düşmüş, cömertçe kullanılmış
mavi ve altın yaldızlı çinilerle bezeli, bu üstün nitelikli binalara
hayran kalmıştı. Clavijo'ya, kentin, mimari görkemini hem tica
retin yarattığı zenginliğe, hem de bu mimari harikaları yaptı
ranların aralarındaki yarışa borçlu olduğu söylenmiştir.
1 59
kümdar, Müslümanlara uygulanan bu zorbalık ve zulüm karşı
sında küplere bindi." islama karşı bir suç işlenmişti.
* * *
1 60
tar'ın kılıcıyla ilk temas edenler oldu. Bunlar Mekke'ye gidip ge
len hacı kervanlannı soyuyarlardı ve bu rezalet karşılıksız bırakı
lamazdı. Ordudan birkaç birlik ayrıldı ve Timur bunların başın
da dörtnala hücuma geçti. Kabile mensupları mahvedildi. Yezdi,
"dağların başından tepe üstü aşağıya atıldılar," diye yazar.
Lokmanın büyüğü daha ileride bekliyordu. Ordu Lursz' dan
kuzeye, Tebriz'e doğru yürüdü. Hazırlıksız yakalanan Sultan
Ahmed kenti korumak için asker toplamaya çalıştı, ama hem
sayı yetersizdi hem de artık çok geçti, o yüzden çabası boşa git
ti. Timur'un ordusu kapılara dayanmışken, kenti kaderine terk
ederek bir kez daha alçakça kaçtı. Timur'un ordusundan bir kol
onu kovalamaya gönderildi -Arabşah, onun için 'fırsatçı firari'
demişti- fakat ellerinden kurtulmayı başardı. Başsız kalan ken
tin teslim olmaktan başka çaresi yoktu. Kentin ileri gelenleri,
emirler ve din adamları toplanıp dışarı çıktılar; koruyucuları
onları Tanrı'nın Kırbacı'na teslim edip gittiği için şimdi süngü
leri düşmüştü. Timur' dan barış dilediler ve hayatlannın bağış
Ianması için yalvardılar. Tebriz, karşı koymadığı için kurtuldu.
Dünyanın en büyük kentlerinden birini ele geçirmek, Timur' a
bir tek askere mal olmamıştı.
Ahaliyi kılıçtan geçirmek yerine, korkunç bir fidye ödete
rek onları cezalandırdı. Kendisi ve ordusu yazın geri kalan kıs
mını Azerbaycan' da geçirdiler; yöredeki belli başlı liderler bir
bir gelip yeni hükümdara sadakat yemini etti. Bir kez daha usta
zanaatçılar, sanatçılar, matematikçiler ve bilginler toplanıp do
ğuya, ele geçirilmiş diğer topraklardan getirilmiş meslektaşla
rıyla birlikte, Timur'un büyümekte olan başkenti Semerkand'ı
güzelleştirmeye gönderildiler. Genişleyen toprakları içinde
Tebriz o kadar büyük bir öneme sahipti ki idaresi, Timur'un on
yıl önce ölen, sevgili ilk çocuğu Cihangir'in genç yaştaki oğlu
Muhammed Sultan' a verildi.
Clavijo'nun, kent Timur'un eline geçtikten on sekiz yıl son
raki gözlemlerine dayanarak çizdiği Tebriz resmi birkaç neden
den ötürü önemlidir. Kentin o döneme ait pek az sayıdaki ay
rıntılı tasvirlerinden biri ve Timur'un idaresi altındaki bir ken
tin tek tasviridir. Harold Lamb, 1 928' de yayınlanan Timur bi
yografisinde belirttiği gibi, İspanyol elçinin anlattıkları, fatihi,
161
"yalnızca kellelerden piramit diken bir mimar ve yakıp yık
maktan başka bir şey bilmeyen bir barbar" olarak kaldırıp bir
kenara atanları haksız çıkarır. Tebriz'in onun egemenliği altın
da mimari, iktisadi ve entelektüel yönden alabildiğine geliş
mekte olduğu besbelliydi. Dumanı tüten harabe tasviri, Ti
mur'un değil Cengiz'in alarnet-i farikasıydı ve bu tasvirin ger
çekle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu.
Timur ilke olarak, hiçbir direniş gözetmeden teslim olan
kentlerle -bunlar kurtuluyordu- kendine zaman, emek ve as
ker hayatı açısından çok pahalıya mal olan kentler -bunlar ya
kılıp yıkılıyordu- arasında fark gözetirdi. Fakat ordusunu üs
tüne saldığı zaman bile bir kentte bulunan kamuya ait yapıları
-cami, medrese, okul ve türbe gibi- çoğunlukla esirgerdi.
Adamlarını yakıp yıkmakta ve talan etmekte tamamen serbest
bıraktığı zamanlarda bile, sonradan dönüp mimarlara, yapı us
talarına ve zanaatçılara, yapılan tahribatı onarma emri verirdi.
Zarar gören tarım ekonomisini yeniden canlandırmak ve bu sa
yede gelecekteki vergilerini artırmak için, geride tabur tabur
asker bırakıp bunlara sulama kanallarının onarımını yaptırdığı
olurdu. Timur'un İranlı dalkavuğu tabii bunu anmadan ede
memiştir, çünkü bu yapılan kutsal kitaba inanan bir adam için
yüce bir işti. Yezdi kendisinden beklenen hoşnutlukla, "Kuran-ı
Kerim, bu dünyada bir hükümdarın yapabileceği en hayırlı ve
toplum yararına en fazla hizmet eden işlerden birinin, bir yeri
yeniden inşa ettirmek olduğunu buyurur," diye yazmıştı.
* * *
Timur kısa sürede çok karlı çıkmıştı; geri dönmeye hiç ni
yeti yoktu. Semerkand' da yan gelip yatacak zaman değildi;
akından sağlanacak çok fayda vardı. Tebriz'den sonra, batıya
doğru ilerlemekten ansızın vazgeçti ve bunun yerine kuzeye
yöneldi. Batıda, daha kolay aşılacak topraklar dururken, Ti
mur'un adamlarını Karabağ dağlarına sürmesi, harita üzerinde
ve hele de mevsimin elverişsizliği göz önünde bulundurulursa
isabetsiz bir karar gibi görünür; fakat bu, ordusunu Kafkas
lar'dan güneye indirip Tebriz'i almakla Timur'a meydan oku-
1 62
yan Altın Orda hanına doğrudan verilmiş bir cevaptı. Timur bu
isyankar bölgeyi topraklarına katmakla, Toktamış'ın bir daha
asla böyle bir yaramazlığa kalkışmamasını sağlayacaktı. Az da
olsa hiç kimsenin Timur'dan baskın çıkmasına izin verilemez-
di. En üstün irade onunki idi.
. Pek önemli olmamakla birlikte, onu bu saldırıya yöneiten
bir başk� neden daha vardı. Geniş İslam uromanında Gürcis
tan, göze hiç de hoş görünmeyen bir Hıristiyan adacığıydı. Bu
rayı fethetmek, onu islama hizmet etmiş bir gazi mertebesine
yükseltecekti. Kral Büyük Bagrat'a, tuttuğu yolun yanlışlığı,
zorla da olsa gösterilmeliydi. Sırtından geçindiği efendisine her
an yaltaklanmaya hazır olan Yezdi, "Allah H azreti Muham
med' e, tüm Müslümanları din düşmanıarına karşı seferber et
mesini buyurmuştu, çünkü bu yapılacak en hayh·lı işti," diye
yazar, "ve Kuran-ı Kerim, bu cihat uğruna canını ve malını
esirgemeyenleri herkesten üstün tutar."
Kara kış bastırmıştı. Tarihi kayıtlar, "görülmemiş şiddette
bir soğuk vardı, hava buza ve ayaza kesmişti," diye yazar; fa
kat ordu gene de ilerlemeye devam ediyordu. Askerler, Se
merkand'ın yazlarını ve yemyeşil çayırlarını hayal ede ede,
donmuş düzlükleri aşmaya uğraşıyorlar, yorgunluktan bitap
düşmüş atıarını b alçık ve batağa kesmiş topraklardan sürüye
rek geçiriyorlardı. Dağlara vurmuşlardı; tökezleyerek, sende
leyerek, ağır malzeme ve teçhizatlarını artları sıra çekerek
ilerliyorlardı.
Tatarlar, Gürcistan'ın başkenti Tiflis'te epeyce zorlu bir di
renişle karşılaştılar. Hem şehir surları, hem kale iyice berkitil
mişti. Ayrıca Gürcüler pek gözüpek askerler olmakla ünlüydü
ler. Bunlar Azerbaycan'ın ödlek sultanı Ahmed gibi hiç karşı
koymadan bir kenti teslim edecek adamlar değillerdi. Timur,
büyük bir soğukkanlılıkla kuşatma gereçlerinin hazırlanmasını
emretti ve hücum başladı. Surlardaki direnç kınldıktan sonra
Timur, "Allahü Ekber (Tanrı uludur)" diye gürleyerek adamları
na kente hücum sinyalini verdi. Ordusunun başında çalakılıç
Tiflis'e daldı; asi kral yakalandı ve zincire vurularak Timur'un
karşısına getirildi. Daha ileri bir tarihte, Tatar ordusu bölgeyi
boyunduruğu altına aldıktan ve kentleri ve kaleleri kırıp geçir-
1 63
dikten sonra, Bagrat bir kez daha Timur'un huzuruna çıkarıldı
ve kendisine İslamın hikmeti anlatıldı. Gürcü kral Timur'dan
daha az işini bilen bir adam değildi; bu nedenle dininden dön
menin yararını görmekte gecikmedi. Muzaffer hasmının karşı
sında, "La ilahe illailah Mukammedin resuluilah (Allahtan başka
Tanrı yoktur ve Muhammed onun elçisidir)" diye kelimeyi şa
hadet getirerek Müslüman oldu. Bagrat, Timur'a sadakat belir
tisi olarak, Davud Peygamber'in bizzat eliyle dövüp yaptığı
söylenen eski zaman işi bir zırh armağan etti.
Bagrat'ın bağlılığından ve her fırsatta göstermekten geri
durmadığı sadakatinden hoşnut kalan Timur, bendesi olarak
ona yerinde kalma hakkını tanıdı. Fakat bu antlaşma pek uzun
ömürlü olmayacaktı. Gürcistan, Timur'un hükümdarlığındaki
en asi bölgeydi. 1393'te, burada kazandığı zaferden altı yıl son
ra, fatih bir kez daha Kafkas dağlarına sefer yapacaktı. O tarih
te Bagrat artık hayatta değildi ve yerine oğlu VII. Giorgi tahta
geçmişti. Babası gibi, onun da kafası bazı şeyleri ancak kılıç zo
ruyla alıyordu. Timur, Gürcistan'a toplam olarak altı sefer yap
tı. 1403 yılının sonbalıarı gibi oldukça ileri bir tarihte dahi, alt
mış altılık, beli bükülmüş bir adam olarak hala burada cehk
ediyordu.
Van Gölü'nün kuzeyinde (Türkiye'nin Ermenistan sınırına
yakın) bölgesinin yerlilerinden on beşinci yüzyıl vakanüvisi
Tovma Metsobetsi, Timur'un ilk seferini adeta dünyanın sonu
gibi tasvir eder. Bu dönemde, Metsobetsi de Arabşah gibi, Ti
mur'un ordularının sebep olduğu büyük göçlerden ve tahri
battan doğrudan doğruya nasibini almış, önleri sıra can hav
liyle, durmadan kaçmak zorunda kalmıştı. "Doğuda, Semer
kand şehrinde; Timurlenk adında, menfur Muhammed'e iman
etmiş� İsa aleyhtarı; gaddar, zalim ve hain bir adam türedi; şer
ri, ahlaksızlığı ve hilebazlığıyla şeytana külalıını ters giydirir,"
diye başlar. Gürcistan'a giderken, Timur ve ordusu yol üstün
de rastladıkları, "müminleri aç koymuş, kılıçtan geçirmiş, köle
almış; onlara akla hayale gelmeyecek işkenceler ve hayvanİ bir
vahşet uygulamıştır; Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölge
de bir tek oturan kalmamıştır. Birçok insan şehitlik mertebesi
ne ulaşmış, başlarının etrafında nurdan bir haleye hak kazan-
1 64
mışlardır; kim olduklarını onları öbür dünyada karşılayacak
olan Efendimiz İsa bilir. " Tatarlar her geçtikleri yerde oluk gi
bi kan akıtarak Gürcistan' a gelmişlerdi. "Timur, yağma ve ta
lan etti; sayısız insanı esir aldı. Milletimizin başına gelen acı ve
felaketler anlatılamaz. Bir sürü birliğin başında Tiflis' e girdi;
kenti ele geçirdi ve sayılamayacak kadar çok insanı esir aldı;
öldürülenlerin sayısının hayatta kalanlardan daha çok olduğu
söyleniyor."
O kış Timur'a bir kötü haber daha ulaştı. Toktamış, Hazar
Denizi'nin batı kıyısındaki, stratejik açıdan çok önemli Derbent
yöresine akın etmişti; burası, Timur'un Gürcistan, Ermenistan
ve bugünkü Azerbaycan'da yeni kazanmış olduğu topraklara,
kuzeyden giriş çıkışı sağlayan dar bir geçitti. Tatarlar, işgalci
kuvvetin öncü birlikleriyle karşı karşıya geldiler ve Altın Orda
Hanlığı'nın bir kısım askerlerini esir aldılar. Timur bunları ora
cıkta soğukkanlılıkla öldürebilecekken serbest bıraktı ve efen
dilerine aralarındaki anlaşmayı ve kendisine karşı vazifelerini
hatırlatan bir mesajla birlikte geri yolladı. "Kendi oğlum olarak
kabul ettiğim bir/adamın, ortada hiçbir tahrik yokken, orduları
nı buraya gönderecek kadar bana saygısızlık etmesi reva mı
dır?" diye sordu. "Birbirimizle baba oğul gibi olduğumuz bili
niyor. Durum böyleyken, neden binlerce Müslümanın kanının
dökülmesine sebebiyet veriyor?" Timur'un uzlaşıcı bir yanıt
beklediği kuşkuludur. Hanın son hareket tarzı, güneydeki
komşusuna eviada yakışır bir saygı beslemekten çok uzak ol
duğunu gösteriyordu. Tam tersine, ikisi arasındaki ilişki gitgi
de düşmanlığa dönüşüyordu. Her geçen yıl, bu durumdan çı
kabilecek · en olası sonucun, Cihan Fatihi olmaya azınetmiş bu
iki adam arasında büyük çapta bir savaş olacağıydı.
* * *
1 65
Hanım ve kış aylarının dondurucu sağuğunda hükümdarın ya
tağını ısıtmış olan haremindeki diğer kadınlar Semerkand' a
gönderilmişlerdi. Bundan sonra olacaklar onları ilgilendirmi
yordu.
Timur'un sefer takvimi, otuz yıl boyunca hemen hemen hiç
değişmemişti. Kış aylarında askerler izne çıkarılır, bir önceki
mevsimden elde ettikleri ganimetieri yüklenerek hükümdarlı
ğın dört bir tarafındaki ailelerinin yanına gönderilirlerdi. Kış
ayları geçip de havalar ısınmaya ve göllerin buzu çözülmeye
başladığında, birlikler kendilerini bir sonraki sefer için hazırlar
lardı. Otuz yılın büyük bir kısmında ilkbahar şaşmaz bir biçim
de bir tek şeye işaret etmişti: savaş.
Ordu, Ermenistan'dan Anadolu'ya bir zehir gibi akarak ba
tıya doğru yürüdü. Bu tarihte Timur, belki de sınırlarını ihlal
etmek üzere olduğu, dünyanın en büyük hükümdarlarından
biri, Osmanlı sultanı I. Bayezici'le hesapıaşmayı aklından geçir
mişti. Fakat şimdiki harekatı, buranın biraz doğusuna düşen is
yankar bir bölgeyle, birbiriyle kan davalı, Türkmen aşiretlere
yönelikti. Timur' a, b unların Mekke'ye giden kervanlar dolusu
hacıyı katıettikleri haberi gelmişti; bu, cihat bayrağını açmak
için başka bir gerekçeydi. Erzurum ve Erzincan kolayca ona ye
nik düştü. Sarp bir kayalığın üstündeki, "o güne kadar hiçbir
hükümdar tarafından ele geçirilememiş olan" Van Kalesi biraz
daha zor bir lokmaydı. Buna rağmen iki gün içinde teslimiyeti
ni ilan etti. Kale beyiyle birlikte teslim olmayanların yirmi gün
lük bir kuşatmadan sonra haklarından gelindi. Kılıçtan geçirii
meyenler çok daha kötü bir sonia karşılaştılar; belalarını bul
maları için ellerinden ve ayaklarından bağlanıp bin adım derin
liğindeki uçurumdan aşağı atıldılar.
Bu peş peşe kazanılan zaferler, Timur'un Üç Yıllık Sete
ri'nin batı sınırlarını belirledi. Sultaniye'den nasıl ansızın kuze
ye, Azerbaycan'a yürüdüyse, şimdi de Azerbaycan'dan güne
ye, okçu atlılarının başında gerisin geriye İran'a döndü. Bütün
seferleri sırasında uyguladığı, bu ani ve beklenmedik istikamet
değişiklikleri, düşmanlarının hep gafil avianmasına yol açmıştı.
Timur'un askeri taktiklerinin üstüne yoktu. Yaklaşmakta oldu
ğundan habersiz ve böyle bir tehdide karşı hazırlıksız olan nice
1 66
sultan, kral ve prens, kentlerinin, kalelerinin, ordularının en
ufak bir uyarı olmadan saldırıya uğradığını görmüşlerdi. Bu
sürpriz saldırılar son derece başarılı oluyordu.
Bu kez Timur gözünü başka bir hedefe dikmişti. Çölün or
tasında zümrüt ve gökyakuttan bir broş gibi parlayan İsfahan,
serin suları ve bereketli topraklarıyla çok davetkar duruyordu.
İbn Battı1ta bunun dünyanın "en büyük ve en güzel kentlerin
den biri" olduğunu yazmıştı; kentte bolluk ve ihtişam vardı.
Mimari tarzı çok zarif ve inceydi; çarşıları tüccar kaynıyordu;
ünü yüzlerce kilometrelik bir alana yayılmıştı. Etrafı gözün ala
bildiğince kum ve tuzla çevrili, Zayende Nehri'nin suladığı çok
bereketli bir vahaydı. Faslı gezgin, "meyve çeşidi çok boldu;
bunların arasında doyumsuz kayısılar, kabuklarının içinde tatlı
mı tatlı bademler, iri ve sulu ayvalar, ışıl ışıl üzümler ve ben
zersiz kavunlar vardı," diye yazmıştı. "İnsanları pek güzel ve
yakışıklı; tenleri kırmızıya çalan açık ve duru bir renkte; olağa
nüstü cesur ve eli açık kişiler, insanı en iyi şekilde ağırlamak
için adeta birbirleriyle yarışıyorlar." Arabşah da aynı fikirdey
di. İsfahan "müthiş bir kent"ti; "insanları mükemmel, soylu ki
şisi çok" tu.
Blitzkrieg'in (yıldırım savaşı) ilk savunucularından biri olma
sına rağmen, Timur askeri bir harekata girişıneden önce, buna bir
gerekçe bulmayı severdi. İsfahan üzerinde hak iddia edebilmek
için de buna ihtiyaç vardı. Öyle uzun boylu araması gerekrnedi.
Üç Yıllık Sefer'ine çıkmadan önce, geçmişte ittifak kurduğu,
İran' daki Fars eyaletinin şahı Şuca Muzaffer!' den hayli tuhaf bir
mektup almışh. Şair Hafız'ın hamisi, aşırı şarap içerek ve kadın
peşinde koşarak geçen sefih bir ömürden sonra, ölüm döşeğine
düşmüş, arhk ailesinin Timur'a emanet olduğunu söylüyordu.
Şah Şuca'nın mektubu, "Büyük adamların gayet iyi bildiği
gibi dünya, her türlü acayipliğin olduğu bir sahnedir" diye
başlıyordu.
Arif adamlar öyle eften püften şeylerle uğraşmazlar -ne de gelip geçi
ci güzellik ve zevklere kanarlar- çünkü bilirler ki her şey fanidir . . .
Aramızdaki ittifaka gelince, Allah bozmasın, benim için Hükümdar
Dostluğu kazanmış olmak fetihlerin eıı önemlisidir ve en büyük eme-
1 67
lim -söylesem mi bilmem- aramızdaki bu ittifakın mahşere kadar sür
mesi ve senin, o gün geldiğinde, beni sözümün adamı olmamakla it
ham etmemendir. . . Şimdi ben Kainatın En Büyük Hakimi'nin huzu
runa çıkmak üzereyim ve bana -hayatın bir parçası olan ve insanoğ
lunun zayıf doğasında bulunan hatalar ve günahlar hariç- vicdanen
hesabını veremeyeceğim hiçbir hareket yapfırmadığı için Rabbimize
şükrediyorum ve şu dünyada geçirdiğim elli üç yıl içinde, tatmayı is
tediğim her zevki tatmış bulunuyorum. Hülasa; nasıl yaşadıysam,
şimdi öyle ölüyar ve dünya nimetlerinden artık elimi değimi çekmiş
bulunuyorum. Ve Allah'a, inayetini Süleyman kadar adil ve İskender
kadar büyük bu hiikümdarın [Timur'un] üzerinden çekmemesi için
dua ediyorum. Sevgili oğlum Zeynelabidin'i sana methedecek değilim
-senin koruyucu kanatların altında Allah ona uzun ömür versin
onu, önce Allah'a, sonra Şevketli sana emanet ediyorum. Bu ittifaka
sadık kalacağından şüphe etmek benim ne haddime . . . Senden ayrıca,
dostun olarak bu dünyadan göçmekten bahtiyarlık duyan bu hakikatli
dostuna son birkaç hayır duası okumanı istirham ediyor, Allah'ın
böyle sevip kayırdığı bu hükümdar kulundan gelecek dualar sayesinde
bana acıyacağını ve beni evliya mertebesine çıkaracağını ümit ediyo�
rum. işte Şevketli şahsına, yerine getirmen için duacı olduğumuz ve
öbür dünyada hesabını vereceğin son vasiyetimiz budur.
168
nı bildirdiler. Timur, her zaman olduğu gibi, bunu kentin ağır
bir fidye ödemesi karşılığında kabul etti. Bunda anlaşmaya va
rıldıktan sonra, Timur maiyetinin muhteşem ve dizi dizi safları
eşliğinde, en yeni kazanımını gözden geçirmek üzere, atını İsfa
han' dan içeri sürdü.
Kent diken üstündeydi. Timur'un bundan sonra ne yapa
cağını bilen yoktu. Çarşılarda türlü türlü dedikodu, söylenti ve
tüyler ürpertici tahmin gırla gidiyordu. Kimileri İsfahan'ın esir
geneceğini, Timur'un fidyeyi aldıktan sonra tekrar yollara dü
şeceğini söylüyordu. Daha önceki kıyımları hatıriarına getiren
diğer bir grup, kentin ateşe verileceği düşüncesiyle b odrumla
rına saklanmış, fatih ve ordusu kentten ayrılana kadar çıkma
maya azmetmişti.
Yeni bir vali atandı ve Timur nasıl apansız çıkageldiyse,
atını mahmuzlayıp aynen öyle geri döndü ve günün olayların
dan gayet hoşnut olarak dörtnala, kent dışındaki ordugahına
gitti. Akşam çöktü ve İsfahan' ın üstüne gecenin karanlık örtüsü
serildi. Sokaklarda, sıkıntılı bir sessizlik vardı. Tatar görevliler
kentin kapılarıili tutmuşlar; surların arkasında nöbetçi birlikler
le takviye edilmişlerdi. Bunlardan başka hiç kimsenin kente
girmesine izin yoktu. Dışarıda, aylardır yol tepen yetmiş bin aç
ve yorgun erkek vardı; bunlar ganimete hasrettiler; onları bek
lediğinden emin oldukları cinsel ve midevi hazları özlemle ha
yallerinde canlanQ_ırırken, sabahı zor ediyorlardı.
Yezdi'nin ifadesine göre, gecenin bir saatihde İsfahan, bir
demircinin çaldığı ve kent halkını şehir surları içinde mevzilen
miş olan Tatar askerlerine hücuma çağıran bir davul tokmağıy
la uyandı. Zaten korku içindeydiler ve duydukları nefret onları
bir şey yapmaya dürtüyordu; böylece yeni efendilerine karşı
ayaklandılar ve üç bin kişilik garnizon katledildi. Bu işin üste
sinden gelmek birkaç dakikadan fazla sürmedi. Başaniarına ka
deh kaldıran bu ateşli asiler İsfahan'ın özgür kalacağına dair
ant içtiler. Fakat kutlama uzun sürmedi. Zaferin ilk heyecanı
kısa sürede sönerek yerini, kentin büyük\eriyle sağlanan anlaş
maya rağmen yapılan bu katliamı, Timur'un hiç kuşkusuz yan
larına bırakmayacağı korkusu aldı. Artık ondan aman beklene
mezdi. Bu hareketleriyle İsfahan'ı kurtarmamış, fakat elleriyle
1 69
kendi ölüm fermanlarını imzalamış olduklarını anladıkları za
man, cengaverlerin havası değişti ve ellerini, ayaklarını bir tit
reme aldı. Sonra bir kez daha kentin üstüne dehşet dolu bir ses
sizlik çöktü.
Arabşah, şafak sökerken olanları şöyle anlatır:
170
Bavyera'daki bir köy eşrafından olan ve 1 402 Ankara savaşında
Timur'un ordusuna esir düşen Schiltberger, kentteki katliam
dan sonra yapılanları şöyle anlatır:
* * *
171
Ah o Şirazlı zalim Türk yüreğimi avucuna bir alıverse
Buhara'yı mı vermezdinı, Senıerkandı mı; yanağındaki o bir tek bene.
* * *
172
zaman zaman yeniden fethi gerekecek idiyse de, buralarda Ti
mur' dan başka hiç kimsenin egemenlik kurmaya hakkı yoktu.
Fakat o, batıda ve bin kilometre uzaklıktaki bu yeni toprakları
ele geçirmek için kılıç sallarken, doğuda bir düşman ordusu
onun hükümdarlık merkezinde bulunmayışını fırsat bilip sal
dırinıştr. Hasmı, hiç beklenmedik bir yere bir yıldırım baskını
düzenleyerek tamı tarnma Timur'un büyük bir başarıyla uygu
ladığı taktikleri uygulamıştı. Bu parlak manevralar, büyük sa
vaş ustasını gafil avlamıştı. Yıllardan beri süren barış ve bolluk
ve gözünün bebeği Semerkand şimdi tehdit altındaydı. O ana
kadar hiç kimse bu kadar ciddi bir biçimde ona meydan oku
mamıştı. Bunun hesabını sormamak ve üstesinden gelmernek
saltanatını ve fetihlerini acı bir biçimde sona erdirebilirdi.
Fakat bunun, Timur için hazını güç bir haber olmasının asıl
nedeni düşmanının kimliğinde yatıyordu. Ne hazindir ki bu,
giriştiği saldırılada Timur'u, Kafkaslar'da sefere çıkarak batıda
ki istihkamlarını güçlendirmeye sevk eden adamın ta kendisiy
di. İşte karşısında, Timur'un o güne kadar hesaplaşıp yendikle
rinden tümüyle/farklı ve hepsinden daha hırslı ve iddialı bir
hasım, bambaşka bir kumaştan biçilmiş küstah ve cüretli bir
cengaver vardı. Bir zamanlar koruması altına aldığı bu adam,
şimdi tutmuş, hamisine kılıç çekmişti. Evlat, kendisitı-e babalık
eden adamın aleyhine dönmüştü. Altın Orda'nın ham Tokta
mış'ın canı savaş istiyordu; anlaşılmıştı.
173
Hoca Ilgar, Semerkand'ın güneyinde, Şehrisebz'de, Timur Zafer
Şehrisebz yakınlarında Timur'un Parkı'na yukarıdan bakıyor.
doğum yeri.
1 74
Belh kenti, Afganis(an'ın Christopher Marlowe'un 'Tanrı'nın
kuzeyinde. Timur'un 1370'te Kamçısı'. İngiliz Ulusal Tiyatrosu,
tahta çıktığı kent Büyük 1976'da Olivier Salonu'nun açılışını
İskender tarafından meşhur "Büyük Timurlenk"le yaptı.
edilmişti.
176
Semerkand'da, muhteşem Tilye Kari Medresesi'nin içi.
1 77
Timuroğulları imzası.
Semerkand'da, Şah-ı Zinde'nin
'
gök mavisi kubbeleri. Bu çorak
topraklarda parıltılı mavi
gökyüzüne bir atıf ve tazeleyici
bir su anıştırmasıdır.
178
Semerkand'da mavi yivli bir kubbe detayı.
1 79
• ·. L••'Jf_..'.• G;LI�;;r_: ı
·;;lı:) ;....;-;q;� Jh ;J;J
Timur'un bahadırları bir kaleye saldırıyor. Şerefeddin Ali Yezdi'nin yazdığı
Zafername'den alınma bir minya tür.
1 80
Timur'un ikinci şehri, "İslamın Gök
Kubbesi" Buhara. Meşhur Kalan
Minaresi solda görülebilir.
181
5
İBN ARABŞAH
1 82
Anayurdunu korumak için alelacele doğuya, Semerkand' a
dönerken Timur, daha önce kuzeyde uyguladığı politikaya lanet
okumuş olsa gerektir. Bir taht kavgasında Toktarnış'ı Ak Orda
ham Urus' a karşı kullanrnıştı.34 Bu iki adam arasında zaten bir
kan davası vardı. Urus, Toktarnış'ın babasını öldurmüş ve şimdi
de hükümdarlığını, güneye doğru, Timur'un toprakları için doğ
rudan tehlike teşkil edecek bir biçimde genişletmeye koyulmuş
tu. O tarihte Urus'u, Ak Orda içinde kıran kırana bir çekişmeyle
oyalayarak, bu çok daha büyük heveslerinden caydırmak gayet
akıllıca bir iş gibi görünmüştü. Çünkü Urus, içeride bir hasımla
çarpışhğı sürece Altın Orda'yı, bir tek hükümdarın egemenliği
altında birleştirmekten alıkonmuş olacak ve dolayısıyla sınır öte
si iddialı seferlere kalkışma olasılığı ortadan kalkacaktı.
Timur, Toktamış'ı eğitmiş, ona savaş ilmini öğretmiş ve
1370'lerin ikinci yarısında, kaç kez onu silahlandırmış, baştan
aşağı donatmıştı. Urus'a karşı üst üste yenik düşen Toktamış,
her defasında perişan bir durumda Timur'un sarayına sığın
mış; sağlığı ve kayıpları yerine geldikten sonra, tekrar tekrar
savaş alanına dönmüştü. Hatta Timur, onun yanı sıra çarpış
maya bile girmişti.
Ordugahına birbiri ardı sıra dörtnala gelen ve Toktamış'ın
Maveraünnehir istilası sırasında verdiği zararı tüm ayrıntısıyla
bildiren haberciler karşısında Timur, kim bilir bu çevirdiği en
trikalara nasıl esef ediyordu. Gerçi bu politika, kısa vadeli he
define ulaşmıştı. Urus yenilgiye uğratılmıştı. Fakat onun peşin
den gelen Toktamış'ın pek zorlu bir hasım olduğu anlaşılmıştı.
1 378'e kadar, en zorlu düşmanını devirip Ak Orda'nın başına
geçmeyi başarmıştı. 1380' e kadar da Volga kıyısında, gittikçe
gelişip büyüyen başkent Saray' daki çeşitli boyların başı olarak
tanınmıştı. İki yıl sonra, orduları Moskova'yı çiğneyip ateşe
vermişti. Şimdi ise, Cengiz Han'ın en büyük oğluna baba mira
sı olan ve birliği yeniden sağlanmış Cuci ulusunun, yani Altın
Orda'nın başına geçmiş bulunuyordu.
34 On dördüncü yüzyılın ortalarından başlayarak Altın Orda Hanlığı, iç baskılar
altında çökmeye yüz tutmuştu. Harezm eyaletinde, Sufi hanedam yeniden bir
lik sağlamış, buna karşılık güneydoğuda Cengiz Han'ın en büyük oğlu Cu
ci' den olma Urus, Ak Orda olarak bilinen ve Moğolistan'la sınır teşkil eden top
raklarda hakimiyet kurmuştu.
1 83
Moğol hükümdarlığının, batıda Tuna Nehri'nden doğuda
İrtiş Nehri'ne kadar uzanan bu en kuzey ve en batı uçlarında,
topluca Kıpçak, yani çöl adamları olarak bilinen, Türk asıllı boy
lar -Bulgarlar, Kazaklar, Kırgızlar, Alanlar, Kankaliler ve Mor
dovyalılar- oturuyorlardı; bunlar asi ruhlu ve pek başkalarına
benzemeyen göçebe topluluklardı ve üzerinde yaşadıkları boz
kırlar, bu hareketliliğin merkezini teşkil ediyordu. Bu güruhun
oturduğu topraklar, güneydoğuda Harezm' e kadar uzanıyor,
güneybatı sınırlarını ise kuzey Kafkasya, Kırım ve Moldo-Eflak
çiziyordu. Kuzeybatıda Volga boyu Bulgarlarını ve Mordovyalı
ları içine alıyordu. Bozkırın çok geniş bir kısmını kapsayan bu
topraklarda, gayet bakımlı ticaret yolları ve göçebelerin hayvan
larını otlatmaya son derece elverişli meralar vardı.
Timur'un hükümdarlığıyla, Altın Orda Hanlığı'nın sınırları
özellikle iki yörede, doğuda Harezm ve batıda Azerbaycan' da
kesin olarak çizilmemişti. Timur'un ve Toktamış'ın emellerinin
nerelere kadar uzandığı düşünüldüğünde, buraların en küçük
bir kıvılcımla hemen alev almaya hazır noktalar olduğu görülür.
Toktamış'ın Timur'un imparatorluğunun ta bağrına kadar soku
lup -hatta çılgın bir cüretle Buhara'yı bile kuşatarak- üzerinde
hiçbir miras hakkının olmadığı bu topraklara girmesi büyük bir
küstahlık ve bağışlanmaz bir hakaretti.
Bu iki adam arasında gittikçe büyüyen ihtilaf üzerinde du
rurken, Timur'un aksine, Toktamış'ın yüce bir soydan gelmekle
övünebileceğini hatırlamakta fayda vardır. O, damarlarında asil
kan dolaşan bir handı ve kökleri Cuci'nin oğlu Tokay Timur yo
luyla Cengiz Han'a dayanıyordu. Bu nedenle, gücü bir kez ele
geçirdikten sonra han olarak öne çıkma hakkına sahipti; oysa
bozkır geleneklerine göre bu unvan, Timur' a ilelebet yasaktı.
Timur' dan ne kadar misafirperverlik görmüş olursa olsun,
Toktamış'ın bu Tatarı, bozkır sahnesinde caka satan bir mürai,
ya da en iyi ihtimalle eften püften bir bey olarak almasında bir
tuhaflık yoktur. Eğer parçalanmış Moğol İmparatorluğu'nu ye
niden birleştirecek biri varsa; o, güneydeki bu türedi rakibi de
ğil, kendisiydi. Cuciler ve İran' daki Hulagu soyu arasında öte
den beri süregelen düşmanlık ve Timur'un buraya derinlemesi
ne nüfuz ederek niyetlerini açık etmiş olması da bu kanıyı güç
lendiriyordu.
1 84
ORDA
Niş�pur
Herat •
• İsfahan
ARABİSTAN
HİNDİSTAN
Timur' a göre Toktamış'la savaş artık kaçınılmazdı. Çünkü
bu kuzey komşusu, Maveraünnehir'e saldırmakta özgür bıra
kıldığı sürece, Timur'un hükümdarlığım genişletme emelleri is
ter istemez suya düşecekti. Bu ne Timur'un ne de ganimet ve
servete doymayan Tatar güruhlarının işine gelirdi. Toktamış et
kisizleştirilmeli ve yok edilmeliydi. Başka çare yoktu.
Bu sefer için hazırlığa başlamadan önce Timur, Altın Orda
hanımn nasıl olup da güneyde bu kadar ilerieyebildiğini anla
mak istedi. Her ayrıntıyı büyük bir dikkatle değerlendirir, disip
line çok önem verirdi. Bilmesi gereken bir şey vardı; ernrinde]p
ordu neden Toktarnış'ın üstesinden gelememişti? Ömer Şeyh'in
Seyhun kıyısındaki Otrar'da utanç verici yenilgisinin açıklaması
neydi? Toktarnış, Timur gibi bir fatihi kendi toprakları üzerinde
nasıl bu kadar aşağılayabilrnişti? İslamın kalbinin attığı Buhara,
neredeyse bu din düşmanlarımn eline geçecekti. Timur bunu dü
şündükçe öfkeden kuduruyordu. Bir soruşturma açtırdı. Ti
mur'un oğlunun, ordusuna kahramanca kumanda ettiği belirlen
di ve korkaklık suçlamasından kurtuldu. Aslanlar gibi dövüşen
bir cengaver, toprak verilerek ve en yüksek unvan olan tarkan'lı
ğa layık görülerek cömertçe ödüllendirildi. Bir başka kumanda
mn, çarpışmanın en kızıştığı bir anda savaş alarundan kaçtığı an
laşıldı ve kendisine son derece aşağılayıcı ve alışılmadık bir ceza
verildi. Sakalı kesildi, yüzüne allık sürüldü ve kadın kılığına so
kuldu. "Ödlekliğinden ötürü en ağır biçimde paylandıktan" son
ra, Semerkand'ın her yerinde yalın ayak koşturuldu; ahali gül
rnekten kırılıyor, asker ise duygularım bastırmaya çalışıyordu.
Savaş bir süre bekleyecekti. Timur'un 1388 yılının sonba
harında Semerkand'a dönüşüyle, Toktamış'ı yok etmek üzere
ordulanın seferber etmesi arasında bir yıldan fazla zaman geç
ti. Hep olduğu gibi, hükümdarlığı ve ailesiyle ilgili öncelikle
halledilmesi gereken işleri vardı. Her şeyden evvel, Harezm' e,
isyanın bedeli neymiş, onu göstermek gerekiyordu. Urgenç ha
ritadan silindi ve geride kalan viranenin üstüne arpa ekildi.
Mutlu olayla� da yok değildi; hükümdarlık ailesinde bazı evlilik
_
ler kutlandı. ümer Şeyh'e, Timur'un yaktığı ateşi sonradan canlı
tutacak olan on bir yaşındaki Şahruh' a, hükümdarın en büyük
oğlu merhum Cihangir'den olma sevgili torunları Pir Muham-
1 86
med ve Muhammed Sultan' a gelinler alındı. Cennet Bağla
rı'nda otağlar kuruldu, içieri nadide halılar ve örtülerle kaplan
dı. Büyük bir ihtişam içinde ve inciler, yakutlar, altın ve gü
müşler arasında hükümdar ailesinin erkekleri, bir tarihi kayda
göre, cennetteki hurilere parmak ısırtacak güzellikte kızlada
başgöz edildiler.35
Emirler izne çıkarıldı ve askerler görevleri başından ayrılıp
baharda, yeni bir sefere çıkılacak mevsimde dönmek üzere aile
lerinin yanına gönderildi. Maveraünnehir' e barış ve huzur ege
men oldu ve kuşatmanın dehşetinden sonra hükümdarlarının
dönüşüyle rahatlayan Semerkand ahalisi bir kez daha yatakla
rında rahat uyumaya başladı. Fakat daha sonra, Semerkand, ka
rın altında uyuşmuş pinekierken öncekilerden de beter bir haber
ulaşh; bu o kadar olmayacak bir şeydi ki kimsenin inanacağı gel
miyordu. Toktamış, müthiş bir ordunun başında bir kez daha
Maveraünnehir'e doğru yürüyordu. Birlikleri Seyhun Nehri'ni
çoktan geçmiş ve berbat hava koşullarına rağmen hiçbir durakla
ma belirtisi göstermeden ilerliyorlardı. Paniğe kapılan Timur'un
kurmayları, onu bir misillernede bulunmaktan alıkoymaya çalış
tılar. Bu, onlara göre düşmanla cenge girmek için elverişli bir za
man değildi. Ordunun büyük bir kısmı kışlık izindeydi; impara
torluğun dört bir tarafına dağılmışlardı ve kendilerine ulaşma
nın olanağı yoktu. Eldeki mevcut askerle bile, bu kadar berbat
bir havada savaşa girmeyi düşünmemeliydi. Kar kalınlığı atlar
için çok fazlaydı. En iyisi, bahara kadar , Semerkand' da oturup
beklemekti. Buna karşılık Toktamış, civar bölgelerde girişeceği
ufak tefek çarpışmalarda, fazla zarar veremeden, kendini ve or
dusunu kışın ağır şartlarına teslim etmiş olacakh. Kayıplar asgari
düzeyde kalacaktı: Öfkeye kapılarak ve tam hazırlanmadan sal
dırıya geçmek bir şey kazandırmayacaktı.
Timur'un haysiyetinin kırıldığına hiç kuşku yoktur. O,
böyle bir küstahlığı cevapsız bırakacak bir adam değildi. Hiç-
35 Huriler, her Müslüman erkeği cennette bekleyen iri gözlü bakire kızlardır. Genç
likleri ve semavi güzellikleri ebedidir ve her cinsel birleşmeden sonra tekrar ba
kire olurlar. Kuran'ın birçok suresinde bunların bahsi edilir: "Müttakiler ise ha
kikaten güvenilir bir makamdadırlar. Bahçelerde ve pınar başlarındadır lar. İnce
ipekten ve parlak atlastan giyerek karşılıklı otururlar. İşte böyle: Bunun yanı sı
ra biz onları iri gözlü hurilerle evlendiririz." (44. Sure: 51.-54. ayetler)
'
1 87
bir gecikmeye meydan vermeyecekti. Üstelik şimdi saldırma
makla, öteden beri uyguladığı, hiçbir zaman savunma amaçlı
bir savaşa girmernek ilkesini ihlal etmiş olacaktı. Surların ar
kasında kendilerini savunmak zorunda bırakılanlar, hiçbir za
man onun adamları değil, daima düşmanları olmuş ve sonuç
hiç değişmemişti: mutlak bir bozgun. Ne kendini ne de adam
larını böyle bir kepazeliğe maruz bırakamazdı. Altın Orda ha
nı, yılın en beklenmedik bir mevsiminde ve en ağır hava ko
şulları altında savaş açmıştı. Tatar, bunun bedelini ona ödete
cekti. İstilacı, Timur'un en güvendiği adamlarının tavsiyeleri
ne uyarak, güneye çekilip savaştan kaçacağını düşünecekti.
Bunlara kulak asmayan Timur, Semerkand ve Şehrisebz' den
bir ordu devşirip, sadece gece yol alarak kuzeye doğru hare
ket etti. Karınıarına kadar kara batan atlar, bata çıka ilerleme
ye çalışıyorlardı. Nihayet Timur'un ordusu Toktamış'ın öncü
kuvvetleriyle karşılaştı ve onları Seyhun Nehri'nin öte yakası
na geri sürmeyi başardı. Sonra gökler ağardı ve hava, sert fır
tınaların düşman tarafların üstüne tozuttuğu, iğne gibi yağan
kara kesti. Ortalıkta göz gözü görmüyordu. Atlar yollarını
kaybediyor, fırtınanın etkisiyle tökezleyip devriliyorlardı. As
kerler çadırları içinde tir tir titriyor, artık çok geride kalmış
olan aile ocaklarındaki sımsıcak gecelerin anısıyla avunuyor
lardı. Sefer başladığı hızla durmuştu.
1389 baharında da böyle belli bir sonuca ulaşmayan daha
başka çarpışmalar oldu. Kuzeydeki düşmanına karşı, bütün
olanaklarını seferber ederek ve hiç kuşkusuz aylarını alacak bir
akın düzenlemeden önce, Timur Horasan'da çıkan ayaklanma
yı bastırdı ve ardından öteden beri doğuda kendisine düşman
lık güden Moğolistan Cetlerini geri püskürttü. Her devirde ge
çerliliği olan, düşmanıının düşmanı dostumdur ilkesinden ha- _
reketle, yeni hanları Hızır Hoca'nın önderliği altında Moğollar,
Toktamış'ı Timur' a karşı desteklemek konusunda ellerinden
geleni yapmışlardı. Horasan'ı alışılmış sertliğiyle etkisiz hale
getiren Timur, batı kanadını sağlama almış oldu. Moğollara
karşı düzenlenen ve Hızır Hoca'ıun korkup dağlara kaçmasına
kadar sürdürülen hücumla da doğudaki tehlike ortadan kaldı
rıldı. Toktamış'a giden yol artık açılmıştı.
1 88
Şehrisebz yakınlarında, Timur'un doğduğu vadide bir kurul
tay toplandı ve emirlerden, bunların kurmaylanna, bin kişilik bir
Iikiere kumanda eden mağrur binbaşılardan, on kişilik biriikiere
kumanda eden kıdemsiz onbaşılara kadar herkes, hükümdann
söyleyeceklerine kulak vermek için bir araya geldi. Düzenlenen .
şeriliklerin boyutu, bu seferin önemini yansıhyordu. Yezdi, "Ti
mur muhteşem bir şölen verilmesini ve hiçbir masraftan kaçınıl
mamasını buyurdu" diye yazar. "Sultanlar ve hatun kişiler en pa
halı takılarla donanmış, yere alhn sırma1ı halılar, işlemeli Çin
ipekleri, inci, yakut ve diğer değerli taşlarla bezenmiş el işi örtü
ler serilmişti: dünyanın en güzel kadın sakilerinin sunduğu ka
dehler, som necef taşınciandı ve ancak eski zaman sanatçılarının
en iyilerinde görülen o incelik, zarafet ve ustalıkla yapılmışlardı."
Hükümdann hizmetindeki asker sayısının artırılması em
redildi. Timur bu sefer için iki yüz bin kişilik bir ordu istiyor
du. Tatar, bir zamanlar hamisi olduğu adamın gücünü hiç hafi�
fe alınıyordu. Askeri becerisini takdir etmek için ortada yete
rince sebep varc!ı.
Tarihi kayıtlar, Timur'un yıllar boyu karşılaştığı tüm ha
sımlar içinde en çok Toktamış'ı takdir ettiğini gösterir. Sarayda
tutulan kayıtlar, ona karşı kazanılan zaferierin Tatar için ne ka
dar değerli olduğunu kanıtlar. Yezdi, Altın Orda hanına karşı
düzenlenen iki seferi ve yapılan b üyük çarpışmaları, en ince
ayrıntılarına kadar hikaye eder. Bu akınlar hakkında, diğerleri
ne göre daha fazla bilgiye sahibiz; Timur'un kuru ve çorak b oz
kın aşıp kuzeye doğru yorgun argın ilerleyen ordusunun, yol
larda çektiği eziyet; iki ordu Terek Nehri'nin iki yakasında kar
şı karşıya geldiğinde ustayla çırağın, babayla oğulun birbirleri
ne uyguladıkları harp hileleri ve kandırmacalar; önce bir tara
fın, sonra diğerinin üstünlük sağlamasıyla sonuçlanan savaşın
seyri ve seferi sona erdiren çılgınca kutlamalar.
Denilebilir ki Toktamış, Timur'un başka bir bedende yeni
den can bulmuş ruhuydu; çünkü bu genç adam tüm askeri hü
nerini kendisinden daha tecrübeli olan komşusundan edinmiş
ti. O da Timur gibi, şeytana külahını ters giydirecek kadar kur
naz ve hilekardı. Fakat Toktamış'ı, Timur'un en amansız düş
manı kılan coğrafi unsurlar da vardı. Altın Orda hanının emel-
1 89
leri, Timur'un Orta Asya'daki egemenliğinin önünde duran en
ciddi engeldi. O devirde başka büyük hasımlar yok değildi,
ama bunların hiçbiri Timur'un ensesine bu kadar yakın solu
muyordu. imparatorlukları uzak topraklardaydı: Osmanlı sul
tanı I. Bayezid çok ötede, batıda; Ming imparatoru binlerce ki
lometre doğuda hüküm sürüyordu.
Şehrisebz' de kurultay sona ermiş ve emirlerie tavacılar, or
dularıyla ilgilenmek üzere dağılmışlardı. 1390'ın sonunda, Ti
mur yola çıkmaya hazırdı. Doğuda, Moğollar artık bir tehdit
teşkil etmiyordu� Horasan'ın sesi kesilmişti. Ordu toplanmış ve
çıkılacak sefer için tepeden tırnağa, eksiksiz olarak donatılmış- ·
* * *
1 90
duruşu, edası hükümdar edasıdır. Heykeltıraş, büyük bir lideri,
hareket halinde yakalayıp dondurmayı başarmıştır. Cengaver sa
kallıdır ve başında afilli bir taç bulunmaktadır. Sağ kolu hükme
der bir havada yukarıya kalkmıştır; belki ordularına hitap etmek
te, belki imparatorluğunun nereden nereye uzandığına işaret et
mektedir. Yüzünde, emretmeye alışmış adamlara özgü mütehak
kim bir ifade vardır. Sırtındaki kaftanın dökümlerine rüzgar dol
muş ve onu dalga dalga kaldırmış gibidir. Sol eliyle atını sıkıca
dizginlemiş, onu tam şaha kalkarken yakalamıştır; hayvanın başı
sert bir biçimde öne eğiktir; kişnemekte ve sol ayağıyla havayı
eşelemektedir. Sol yanında kabartmalı, yuvarlak bir kalkanın üs
tünde uzun ve yumuşak kıvrımlı bir kılıç asılıdır. Dev gibi üzen
gilerin üstünde zırhlı, koca bir çift çizme görülmektedir. Atın sır
tında, kenarlarına sıra sıra sallantılı süsler asılmış, şık bir battani
ye atılıdır. Dizginlerin altında, fevkalade ince işlemeleri, kenar
süsleriyle uyumlu bir kuşak sarılıdır. Kudret ve zindelik beygirin
her sinirine, her tendonuna kazınmıştır. Çatıayacak gibi kasılmış
bağrına ve güçlü bacaklarına; dalga dalga kabarmış yelesine ve
dimdik dikilmiş :Kulaklarına; derlenip toparianmış mufassal kuy
ruğuna, hatta okkalı hayalarını saran damarlara kadar kazınmış
tır. Adamı ve hayvanı taşıyan mermer kaidenin dibinde, kimliği
belirsiz bir hayranın bıraktığı küçük bir hediye, solmaya yüz tut
muş bir çiçek demeti görülmektedir. Kaidenin üstünde, tunçtan
harflerle, "Reşti Rüşti, Erk Olmadan Ergin Olunmaz" yazılıdır. Ve
bunun üstünde de, at sırtındaki adamın adı okunur: Emir Timur.
Meydanın karşısında, mavi çinili ve yivli kubbesiyle, aynı
göz alıcılıkta olmamakla beraber, Timuroğullarının kubbelerini
hatırlatan Emir Timur Müzesi yer alır; bu nispeten yeni, yuvarlak
bir yapıdır; kabaca inşa edilmiş ve üstünde uydurma mazgal de
likleri bile açılmış olan çatı, pek de sağlam görünmeyen bir dizi
sütunun üstünde durur. Bunun altında, solmuş kavuniçi renkli
zemin üstünde yüksek mermer kemerler ve bunların alt yarısını
kaplayan kare biçiminde kapılar bulunur. Kemerierin üst yarısın
da yalın süslemeler görülür, fakat bunlar, Timur'un önemle üze
rinde durduğu ince ustalığı sergilemekten çok uzaktırlar.
Güneşli bir Eylül sabahı karşısına geçmiş bakarken, eğer
Timur'un mimar ve taş ustaları bu yapıyı onun onuruna dik-
1 91
miş olsalardı, herhalde boyunları vurulurdu, diye düşünmek
ten kendimi alamadım. Timur, "Kim ki bizim gücümüzden
kuşku duya, diktiğimiz binalara baka" demişti. Bu yapıya bakı
larak verilecek hükmün hiç de gönül okşayıcı olmayacağı belli
dir. Müze, insanda ne sağlamlık ne de kalıcılık duygusu uyan
dırmaktadır. Oysa onun eserlerinde bambaşka bir ihtişam var
dı. Bunların anıt özelliği önemle vurgulanmak istendiği için,
abidevi boyutlarda inşa edilirler, semavi görkemleriyle günde
lik hayatın üzerinde dev gibi yükselirlerdi. Bunlar kalıcı olmak
üzere dikilmişlerdi ve birkaç istisna dışında öyle de olmuşlardı.
Yapılar bir milletin ruhuna açılan pencereler ve onun kudre
ti, yaşama üslubu, imgelemi, beğenisi ve maddi gücü hakkında
fikir veren göstergelerdir. Onları vücuda getiren kültür ve mede
niyetlerin değer yargılarının doğrudan birer yansımasıdırlar. Öl
çü ve oran kavramları, uzağı görme ve teknolojik düzeyleri konu
sunda çok şey söylerler. Büründükleri türlü biçimler, kimi zaman
ahenk ve konforu çağrıştırır; kimi zaman hoşa gitmek veya etkile
mek; şaşırhp sarsmak veya ilham vermek arzusunu dile getirir.
İnsanoğlunun diktiği en kayda değer yapıların hep göğe doğru
yükseliyor olması bir rastlanh değildir; insanoğlu bu yolla Tan
rı'sına şükran duygusunu dile getirmektedir. Din aşkına vücuda
getirilen şaheserler, Azteklerin Templo Mayor'u, Canterbury Ka
tedrali, Parthenon, Kudüs'teki Herot Tapınağı, Rangun'daki
Shwe Dagan Pagodası ve Irak, Samarra' daki Ulucami kadar çeşit
lilik gösterir. En müthiş mimari eserlerin çoğunda, onları sıradan
olmaktan çıkaran bir kalıcılık, devamlılık vardır. Örneğin Giza Pi
ramidleri, Roma'nın Coliseum'u, Çin Seddi, hatta daha yakın dö
nemde, Londra'nın ve Wall Street'in finans kuruluşları öyle abi
devi bir heybete sahiptirler ki görüntüleri kudret, güven ve refa
hı; yaratma erkinin alabildiğine keyfini çıkaran insanoğlunu çağ
rıştırır. İslam dünyasında akla gelen, Granada'daki Elhamra
Sarayı, İsfahan' daki İmam Camii, Kahire' deki İbn Tulun Camii,
Taç Mahal; Meşhed'in, Fez'in, Şam'ın, Halep'in ve Buhara'nın
medineleri gibi şaheserlerin hepsi; çoğu zaman zalim, ama kültü
rel ve sanatsal açıdan aydın hükümdarların hizmetindeki birinci
sınıf ustalar tarafından, kılı kırk yaran bir titizlik ve özen içinde,
en pahalı malzemeler kullanılarak vücuda getirilmişlerdir.
1 92
Timur hakkında yapılacak her değerlendirme, onun bu alan
daki katkısını önemle vurgulamalı; bu, başka hiçbir nedenle ol
masa bile, kendinin ölümünden sonra yüz yıldan fazla bir zaman
sürmüş, mimarlık tarihinin en parlak çağlarından birini başlatmış
olmasından ötürü yapılmalıdır. Bu eseriere bakarak, onun nasıl
bir kişi olduğu, tek kelime okuma yazma bilmeyen bir bozkır gö
çebesi olarak sahip bulunduğu benzersiz zihniyet ve yerleşik
kent yaşamının elverdiği sanatsal ve mimari açılırnlar hakkında
çok şey söylemek mümkündür. Onun aksine, Cengiz bugün yal
nızca yakma, yıkma, öldürme erkiyle efsaneleşmiştir. O yıkıyor,
ama yapmıyordu. Taşkent'in göbeğindeki bu müze, her ne kadar
Asya'ya bu zengin mimari geleneği kazandıran adamın anısını
yüceltmek üzere yapılmış ve onun adını taşıyan meydanın bir
köşesine dikilmiş de olsa, o görkemli İslami selefierinden çok da
ha farklı ve daha aşağı bir sınıftadır. Timur'un yaptırdığı en sade
ve en mütevazı bir kabir bile bunun yanında saray kalır.
İçeride, zemin katın tam ortasında Timur'u divan toplamış
olarak gösteren bir resim panosu vardır. Oturduğu kürsünün
altında diz çökmüş b,irçok adam görülmektedir. Arkasında sıra
sıra kubbeler ve anıtlar seçilmektedir ve bir aslanın yanı başın
da bir güneş sembolü ve Timur'un, bir üçgen oluşturan üç hal
kalı arınası bulunmaktadır.
00
o
"Reşti rüşti" -"Erk olmadan ergin olunmaz"- şiarıyla bir
likte, muhtemelen bu simge Timur'un güneyi, b atıyı ve kuzeyi
içine alan gücünü temsil ediyordu. Clavijo'ya, "Timur'un, dün
yanın üç bucağının hakimi olduğunu" simgelediği söylenmişti.
Daha akla yakın bir açıklama, Timur'un bunu basit olarak,
İran'ın hanedan arınalarından aldığı biçimindedir; çünkü Sasa
nilerin mezarlarına, gücü ve birliği temsil eden halkalar kazını
yordu. Panodaki resmi, tepedeki büyük kubbeden aşağı sarkan
altın yaldızlı ve dev boyutlu bir avize aydınlatmaktadır. Kub
benin altında çepeçevre, Timur'un bazı sözleri yer almaktadır;
bunların çoğu kötü bir biçimde İngilizceye çevrilmiştir.
1 93
Halkın ve ordunun dürüstlüğü ve sadakati devleti güçlü kılar.
Yüz bin süvariııin altmdan kalkamadığı bir iş, bir doğru düzenlemey
le hal/edilebilir.
1 94
mur; Sovyet Rusya'nın hızla dağılışından sonra, rüzgarcia bir o
yana bir bu yana savrulan komünist liderin imdadına Hızır gibi
yetişmişti. Özgürlük yelleri Moskova'dan esiyor, Sovyet cumhu
riyetlerini bir bir sallıyordu. 1991' de, bağımsızlık Taşkent' e apan
sız geldi ve kendi sınırlarının ve tümüyle kendi kontrolünün dı
şında gelişen olaylardan şaşkına dönmüş bir liderin kucağına
düştü. Kerimov'un meslek hayatı boyunca üzerinde durduğu
sağlam zemin birdenbire ayağının altından kaymıştı. Yıllarca
yüksek nüfuzlu bir komünist olagelmişti; şimdi yeni bir ambalaja
bürünmesi gerekiyordu. Kendisi ve maiyetindekiler, güçlerini
meşru kılacak yeni simgeler peşine düştüler. Kerimov'un liderlik
iddiasına payanda olarak Timur' dan iyisi zor bulunurdu; Sovyet
rejiminin yetmiş yıl boyunca kah yok saydığı, kah kara çaldığı bu
eşsiz cengaver alınarak, bir Özbek kahraman olarak allanıp pul
landı mı, iş tamamdı. Artık o, Sovyet Rusya'nın, kendi birliğine
gölge düşürmernek için her türlü milli değeri yok etme gayreti
içinde, bir cani, bir zorba olarak tanımladığı kişi değildi. Timur,
şimdi Özbekistan'ın anlı şanlı kurtarıcısıydi; yeni doğmakta olan
bölgesel bir gücün karşılaştığı tüm zorluklara bir cevaptı.
Böylece Timur; Taşkent meydanındaki mermer kaidenin
üstünde, kendisinden önce oraya çıkan bir dizi ideolojik veya
milliyetçi simgenin sonuncusu olarak yerini aldı. Ondan önce
Marx, çatık kaşlarıyla gelip geçenleri süzmüştü. Marx'tan önce
Stalin vardı. Stalin'den önce Lenin; Lenin'den önce Rus Türkis
tanı'nın general kökenli valisi Konstantin Kaufmann kaidenin
üstünde oturmuştu. Tanrı'nın Kırbacı, kendine denk kimselerin
arasındaydı.
İşin tuhaf yanı şudur ki, Timur imajı ıslah edilirken kulla
nılan hoyı;at üslup ve her türlü muhalefete karşı gösterilen sert
hoşgörüsüzlük, Sovyet dönemi propagandasından farksızdır.
Örnek olarak, Kerimov'un Demokratik Halk Partisi'nin resmi
yayın organı Halk Sözü'nden şu alıntıya bakalım.
1 95
sağduyusunu ve cesaretini yansıtmaktadır. Herkesin gayet iyi bildiği
gibi, bu eşsiz ve adil lıiikünıdar, dünyaya karşı daima iyi niyet ve şefkat
beslemiştir. Ve bizim bağımsız cumhuriyetimiz de, en başmdan beri ay-
111 gayret içindedir -dünyaya karşı daima iyi niyetli ve şefkatli olmak. . .
Cımılıurbaşkanımızın siyaseti de, atalarımıza hak ettikleri saygıyı gös
tererek onların ruhlarını şad etme�, Emir Timur'un şahsında topladığı
onca nıeziyete, millet olarak layık alnıayı öğretnıektir.
36 2000 yılının Eylül ayında, Taşkent'te Timur uzmanı Profesör Omonullo Boriyev'le
bir görüşme yaptım. Bana, 1968'de Özbek Bilimler Akademisi başkanı İbrahim
Muminov'un Timur üzerine bir kitap yayınladığını söyledi. Yayım tarihi, her ne
kadar UNESCO'nun Semerkand'daki Timuroğulları kültürünü kutlama şenlikleri
ne denk geldiyse de, burası açısından çok kötü bir zamanlamaydı. "Tabii derhal
görevden alındı. Özbekistan Merkezi Komünist Komitesi, kitabın toplahlması ka
rarını aldı. Timur ve Orta Asya'da oynadığı rol hakkında ne yazdıysa hepsi sansü
re uğradı ve alaya alındı. Sovyetler, onun kariyerini mahvetmek için başka tarihçi
leri işe koştular ve bu onun sonu oldu. Bir Özbek yazarın veya tarihçinin Timur'u
yücelhncsinin hiçbir yolu yoktu. Yalnızca, Timur'un nasıl bir vahşi, nasıl bir cani,
nasıl bir zorba olduğunu gösteren kitaplar ve makaleler yayımlanıyordu." Mumi
nov'un, Timur' u parya derecesine düşüren resmi görüşü sorgulayan bilimsel çalış
ması, yavanlıktan ve basmakalıplıktan kurtulamamış Özbek akademik çevrelerine
bir bomba gibi düşrnüştü. Profesör Boriyev'in görüşleri de bugün aynı bağnazlık
ve gayretle kabul ettirilmeye çalışılan yeni Tirnur imajına tastarnam uygundu. Ba
na, "Tirnur'un tarihte bir eşi daha yoktur," demişti. "Bağırnsızlığırnızı kazandığı
mızdan bu yana, Özbekistan'da ona karşı büyük bir ilgi uyandı. Milletirniz ona
sonsuz saygı duyuyor. Caddelere, okullara ve köylere onun adı veriliyor, ülkenin
dört bir yanına durmadan heykclleri dikiliyor. Emir Timur Vakfı'nın düzenlediği
konferanslar sayesinde, okul çocukları ve üniversite öğrencileri, kahramanımız
hakkındaki gerçekleri öğrenebiliyorlar." Ona, kendini bu eşsiz Tatar'la mukayese
eden cumhurbaşkanı Kerimov hakkında ne düşündüğünü sordum. Rahatsız ol
muş gibiydi. "Cumhurbaşkaıu kendisine en iyiyi örnek alıyor ve onun gibi olmaya
özeniyorsa, bunda ne gibi bir kötülük olabilir?" Peki, Özbekistan'ın komşuları hak
kında ne düşünüyordu? Özbeklerin Timur' u, milli kahramanları olarak yeniden
ıslah etmeleri, bir zamanlar onun boyunduruğu altındaki bu ülkelerde -Türkme
nistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Afganistan'da- bir ölçüde rahatsızlık
uyandırmış olabilirdi. "Bu siyasetçilerin sorunu," diye cevap vermişti.
1 96
adı verilmektedir. Ülkenin dört bir yanında genç çiftler evlilik
lerini onun heykelleri önünde kutlamakta, ayakları dibine çiçek
demetleri koymaktadırlar. Resmi, en yüksek kağıt para birimle
rinin, gazetelerin yöneticiler listesinin, sokaklarda kurulan tah
ta perdelerin üstünde yer almaktadır. Cumhurbaşkanı, portre
lerinde onunla yan yana görülmekte; halkı, kendisini onunla
kıyaslamaya teşvik etmektedir. "Erk Olmadan Ergin Olunmaz"
sözü devletin yeni düsturudur. 37 Her ne kadar devlet tarafın
dan gasp ediliyor da olsalar, ülkenin dört bir yanında Timur'a
ait kalırrtıların ortaya çıkarılması yürek ferahlatıyordu. Ölü
münden altı yüzyıl sonra ve en olmadık koşullar altında Timur
geri dönmüştü.38
* * *
1 97
yer alan ve içlerinden gündelik aile hayatına ait -ciyak ciyak
bağıran çocuğunu azarlayan anne, külüstür Lada arabasını ta
mir eden adam, birbirine çarpılan kap kacak- bir sürü sesin
akşam karanlığına karıştığı sıra sıra toprak evleri geçtikten
sonra yol bir sokağa, sokak da bir caddeye dönüşür ve kendi
nizi, Müslüman Taşkent'in göbeğinde, Heşt İmam Camii'nde
bulursunuz . Solunuzda, Timur soyundan gelen, Taşkent'in
Şeybani valisinin yaptırdığı on altıncı yüzyıl Barak Han Med
resesi yer alır. Bu; güzel cephesi, aralarında Kuran'dan ayetle
rin yazılı olduğu çeşit çeşit mavi sırlı çinilerle kaplanmış, yük
sek bir binadır ve şu an, ülkedeki Müslümanların manevi ön
deri Özbekistan müftüsünün ikametgahıdır. Medresenin tam
karşısında, aynı döneme ait Tilye Şeyh Camii bulunur ve dış
görünümü daha az etkileyici olmakla birlikte, Taşkent'in en
önemli Cuma camisidir.
Üstü açık aviuyu geçerek ve tam karşınıza çıkan kapıdan
girerek; içinde, dünyanın bu bölgesinde İslamiyetİn kabul edil
diği ilk yıllara kadar giden, seksen beş bin kitap ve el yazması
bulunduran kütüphaneyi ve halı kaplı bir koridoru geçerseniz,
karşınıza küçük bir oda çıkar; burada, caminin en kıymetli ha
zinesi, dünyanın en dikkate değer ve ünlü kitaplarından ve Ti
mur'un gelecek kuşaklara bıraktığı en kalıcı armağanlardan bi
ri bulunur.
Hava şartlarına karşı korunaklı cam bir fanus içinde, bin
yıllık yaprakları kelebek kanadı gibi açılmış, ansiklopedi bo
yundaki, Hz. Osman'ın Kuran-ı Kerim'i durmaktadır. Bu, dün
yadaki en eski Kuran' dır. Sakalsız olması dışında tipik bir
İslam dini bilgini olarak kabul edilebilecek; gözlüklü, orta yaşlı
ve ufak tefek kütüphane görevlisi, size bunu, 646 yılında Hz.
Muhammed'in damadı, üçüncü halife Hz. Osman'ın yazdığım
söyleyecektir. Bin üç yüz yaşın çok üstünde olan ceylan derisi
sayfaları, zamanın etkisiyle aşırı derecede yıpranmıştır. Fakat
yüzlerce yılın hırpalamasına rağmen, güçlü ve işlek bir elin
yazdığı ayetler, bin yıllık derinin üstünde zarif bir biçimde rak
setmektedirler.
Eğer üstelerseniz, kütüphane görevlisi size Hz. Osman' dan
önce Kuran'ın ilk Müslümanlarca ezbere alındığını; sonra kah
1 98
tahta parçaları, kah deve kemikleri, kah meşin üstüne, hatta ba
zen kayalara bile işlenrnek suretiyle yazıya geçirildiğini söyle
yecektir_,-Hz. Muhammed'in 632'deki ölümünden sonra ilk ha
life Hz. Ebu Bekir, yazıcıları görevlendirip, Kuran'ın bilinen
bütün surelerini yazıya geçirtmişti. Dönemin en yetkin dört
Kuran hafızını çağırtıp, onlara bu sureleri bir tek ciltte toplatan
ise Hz. Osman olmuştu. Kutsal Medine kentinde hazırlanan bu
kitap, ondan önce yazıya geçirilmiş bütün metinlerden üstün ve
Kuran'ın en son ve en tartışmasız hali olarak kabul edilir. Hz.
Osman kendisi için özel olarak kullanırdı. Daha başka kopyalan
yazılmış, fakat hiçbiri eksiksiz olarak günümüze ulaşamamıştır.
Hz. Osman'ın Kuran'ının tarihi, başlı başına bir din, siya
set, entrika, cinayet, fetih ve tamahkarlık öyküsüdür. Hz. Os
man'ın halife olarak hüküm sürdüğü on iki yılın ilk yarısı b arış
içinde ve idari ıslahatla geçmişti. Dariilislam, yani İslam alemi ba
tıda Fas'tan, doğuda Afganistan'a kadar uzanıyor ve ezan sesi
kuzeyde Ermenistan ve Azerbaycan' a kadar duyuluyordu. Salta
natının ikinci yarısında bir ayaklanma çıktı ve Hz. Osman'ın baş
tan inmesini isteyenler oldu. Müslüman kanı dökmek istemediği
için, gücü pekala buna yettiği halde, ayaklanmayı bastırmadı..
Nihayet asiler, Medine'deki evini sardı ve uzun bir kuşatmadan
sonra, 17 Haziran 656'da içeri giren bir grup, onu seksen iki ya
şında katletti. Hikayeye göre Hz. Osman, tam o sırada Kuran'
dan şu ayeti okumaktaydı: "Eğer onlar da senin gibi iman etmiş
lerse, o zaman tuttukları yol doğrudur. Eğer geri dönüp giderler
se, o zaman onlar ayrılıkçıdır, Allah seni onlara karşı koruyacak
tır." Bu ayet, Hz. Osman'ın ölümünden sonra ortaya çıkarak
Müslümanların zamanla birbirine rakip Sünni ve Şii mezhepleri
ne ayrılmasına neden olan deprem niteliğincieki ayrımı adeta ön
ceden haber vermişti. Hz. Osman'ın Kuran'ında, sayfalara derin
lemesine işlemiş koyu renkli bir leke vardı. Kütüphaneci, "Bu
Osman'ın kanı," diye duyulur duyulmaz bir sesle fısıldadı. "Ku
ran' ı okurken boğazını kesmişlerdi."
Hz. Osman'ın ömrü sona ermişti; fakat ortaya çıkarmak için
onca emek verdiği kitabın macerası daha yeni başlıyordu. Bun
dan sonra olanlar hakkında çok çeşitli rivayetler vardır. Bunlar
dan en revaçta olanına göre, Hz. Osman'ın halefi Hz. Ali, Kuran'ı
199
alıp Irak'a, Kufe kentine götürmüş, kitap birkaç yüzyıl burada
kalmıştı. On dördüncü yüzyılda Timur, bu bölgedeki fetihlerinin
ardından onu alıp Semerkand' daki Nur Medresesi'ne getirmişti.
Kütüphanecinin sözlerine inanmak gerekirse kitap; Viktorya dö
nemi İngiltere'siyle Çarlık Rusyası arasında Orta Asya hakimiyeti
için ortaya çıkan ve yüksek dağ geçitlerinde ve bölgedeki idareci
lerin vahşet dolu, debdebeli saraylarında, her iki tarafın en parlak
casusları ve subayları tarafından çözümlenıneye çalışılan entrika
lı ve kanlı Büyük Av' a, yani on dokuzuncu asra kadar beş yüz yıl
orada kalmıştı. Rusya güneye doğru genişlemiş (önceleri Rus ve
İngiliz sınırları arasındaki çöller ve dünyanın en yüksek dağlarıy
la kaplı, üç bin kilometreyi aşan mesafe, Büyük Av'ın sonunda
otuz kilometreye kadar düşmüştü) ve 1868 yılında Türkistim vali
si General Kaufmann'ın, Çar II. Aleksandr'a verdiği Hz. Os
man'ın Kuran'ı, Petersburg'daki imparatorluk kütüphanesine ko
nulmuştu. Fakat Türkistan Müslümanları, kitabın kendilerine ia
desi için Lenin' e başvurmuşlar; birçok müracaat sonunda istedik
leri sonuca ulaşmışlardı. Taşkent'e getirilen Hz. Osman'ın Ku
ran'ı yirminci yüzyılın büyük bl.r kısmını buradaki tarih müzesin
de geçirdi. 1989'da, o günden bugüne dek bulunduğu Tilye Şeyh
Camii'ne konuldu.
Hz. Osman'ın Kuran'ı, dünyanın unuttuğu bir ülkenin,
mütevazı bir camisinin küçük bir odasında yer almakla bera
ber, uluslararası birçok önemli şahsiyetin ilgisini çekmekte
dir. Kütüphaneci size, göğsü kabararak, "Yakın zamanda
Madeleine Albright'ın, Hillary Clinton'un, Vladimir Putin'in
ve İran, Türkiye, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin devlet
başkanlarının Kuran'ı görmeye" geldiklerini söyleyecektir.
Ve, "Emir Timur olmasaydı, bugün bu kitap burada bulun
mazdı," diyecektir.
***
200
bahara kadar bir hareket beklerniyordu. Fakat 1391 yılının
Ocak ayında, daha önce hiçbir uyarı olmadan ve kara kışın tam
ortasında hükümdar otağından emir ve talimat geldi. Yıldızlara
ve Bahtına Hükmeden İrnparator ordunun kuzeye yürümesini
buyuruyordu. Toktarnış bulunacak ve savaşa sokulacaktı. O
ana dek, belli bir sonuca ulaşmayan bazı küçük çarpışmalar ol
muştu. Artık Tirnur bu davayı bir savaşla kökünden halletme
ye kararlıydı.
Ordu saflarında hoşnutsuz sesler çıkıyordu. Çoğu ordu
gahta dolaşan söylentilere inanmakta güçlük çekiyordu. Hü
kürndarın kafasında ne vardı? İki yüz bin askerlik bir orduya,
bu şartlar altında Asya'nın yarısını katettirmek intihara teşeb
büs gibi bir şeydi. Fakat bu hoşnutsuzluk öyle yüksek sesle ve
uluorta dile getirilerniyordu. Tirnur'un emirlerini sorgulamak
ordunun haddi değildi. Onun sözü kanundu.
Kara kışın ortasında ve dünyanın akla gelebilecek en zalim
coğrafi bölgelerinden birinde Altın Orda hanını kovalamaya
kalkışmak tam bir delilikti. Yalnızca lojistik açıdan bakıldığın
da bile bunun yapılabileceğine inanmak güçtü. Tirnur'un Tok
tamış'ın ordusuyla nerede ve ne zaman karşılaşacağı dahi be
lirsizdi. Tek belli olan şey onun ordusunun Timur'unkinden sa
yıca üstün olduğuydu. Önlerindeki güzergah çoraklığıyla rneş
hurdu; o kadar ki Taşkent'in kuzeyindeki Seyhun Nehri geçil
dikten hemen sonra, AçlıkÇölü denilen uçsuz bucaksız bir sah
raya giriliyordu. Kumullar, in cin top oynayan düzlükler, ne
hirler ve dağlar geçilecekti. Ordu birlikleri ve malzeme ve teç
hizat taşıyan kervanlar kalın bir kar ve buz tabakasının üstün
de büyük tehlikelere maruz kalarak bata çıka ilerleyecekti. Bu
belalı topraklarda aylarca sürebilecek bu sefer sırasında, yüz
binlerce kadın ve erkeğin ihtiyaçları nasıl karşılanacaktı? Nere
deyse felakete davetiye çıkarılıyordu.
Fakat Tirnur durumu gözden geçirdiğinde, başka çare ol
madığını hissediyordu. Toktamış, daha önce iki kez işgale cüret
etmiş, ilkinde batıdaki topraklarına ve daha yakın bir zamanda
da Maveraünnehir' deki payitahtına saldırrnıştı. Böyle yapmak
la niyetini alenen belli etmiş oluyordu. Ortadan kaldırılrnadık
ça, hükümdarlık için bir tehdit oluşturmaya devarn edecekti.
201
Onun en elverişli yoldan nasıl alaşağı edileceği konusuna ge-
. lince; Timur daha önce Kafkaslar' da yapmaya kalkıştığı gibi
eğer batıdan saidıracak olursa, Toktamış' a doğudan hücum et
me ve bir kez daha, ama bu defa çok daha feci sonuçlar doğur
macasına, Maveraünnehir'e bindirme yolunu açmış olacaktı.
Topraklarının bir kere daha işgaline meydan verirse, hem payi
tahtını hem ordusunu hasmına kaptırmak tehlikesiyle karşı
karşıya kalacaktı. Kendi sahasında savunma amaçlı, hiç hoşuna
gitmeyen ve çok büyük bir tahribata yol açabilecek bir savaşa
girmektense, ne kadar zorlu olursa olsun saldırıya geçmek ve
üstünlük sağlamak yeğdi: Güç ve yetkesinin dayandığı ordusu
yerinde durduğu sürece bir şey kazanmayacaktı. Her zaman
olduğu gibi servet ve ganimet kendi sınırlarının ötesinde ele
geçirilecekti. Bir de Timur'un en sevdiği silah calan baskın saldı
rı vermek unsuru vardı ki, bunu da göz ardı edemiyordu. Altın
Orda'nın ham, Timur'u en beklemedik bir zamanda ve hiç
umulmadık bir yerden vurmuştu. Şimdi, her yerin kalın bir ka
ra gömüldüğü bu kış mevsiminde, Timur bu hareketin karşılı
ğını verecekti.
Toktamış' a gizliden gizliye sokulmak ve onu kış uyuşuklu
ğu içinde gafil avlamak hiç de kolay bir iş olmayacaktı. Onun
da casusları olmalıydı ve bunların Timur'unkilere kıyasla daha
az etkin olduğunu düşünmek için bir neden yoktu. Herhalde
ona, hasmının ordularının kuzeye doğru ilerlemekte olduğu
nun istihbaratını vaktinde vermiş olsalar ger'ek ki, Tatar ordu
ları Seyhun Nehri'ni geride bıraktıktan kısa bir süre sonra Sa
ray kentindeki hükümdarlık sarayından çıkarılan bir elçi heye
ti, Timur' a dokuz muhteşem at -bu sayı uğurlu kabul ediliyor
du- ve naclide mücevherlerle süslü, saray kuşbazlarının eğittiği
bir şahin hediye getirdi. Konuşmalar, aman ve merhamet üzeri
neydi. Daha dün bir savaş taeiri olarak ortada dolaşan Tokta
mış, şimdi başı yerde bir pişmanlık timsaline dönüşmüştü.
"Haşmetmeapları bana daima bir baba gibi davranmış, beni
kendi oğlu gibi kollayıp yetiştirmiştir; bana yaptığı iyilikler
sayınakla bitmez. Kendini bilmez bazı hareketlerim ve kötü ni
yetli birtakım kişilerin teşvikiyle açtığım savaşlar benim için
büyük talihsizlik olmuştur ve bunlardan ötürü şimdi çok mah-
202
cup ve pişmanım; eğer bir kere daha efendimin merhametine
mazhar olabilirsem, bu ona olan borçluluğumu bir kat daha ar
tıracaktır." Özetle söylemek gerekirse, Toktamış eski hocasına
boyun eğmeye ve onun sadık bendesi olmaya hazırdı.
Uzun bir sessizlik oldu. Halis ipekler içindeki elçiler, asabi
bir biçimde oralarını buralarını çekiştirmemeye çalışıyorlardı.
Getirdikleri bir savaş bildirisi değildi; ne de içinde Timur' a yö
nelik bir hakaret vardı; fakat gene de elçilik tehlikeli bir işti; hü
kümdarın nasıl tepki vereceğini kim bilebilirdi? Nihayet sessiz
lik dayanılmaz bir hal aldığında, onları yerlerine çakan müte
hakkim bir bakışla süzerek şu cevabı verdi:
203
Timur, hanın bu davranışının arkasında yatan nedeni anlamış
tı; onun ilerleyişini yavaşlatmak ve böylece zaman kazanmak
için bu nurnaraya başvuruyordu. Anlamıştı; çünkü bunlar biz
zat kendisinin de kullandığı taktiklerdi. Daha sonra o da Tokta
mış' a karşı benzer bir taktik uygulayacaktı. Bu iki adam arasın
da, bir öyle bir böyle manevralar, kandırmacalar, kanlı savaşlar
ve tatlı dil dökmeler arasında sürekli gidip gelen bu didişme,
Timur'un kariyerinin en cazip meşguliyetlerinden biri olmuştu;
çünkü birbirlerine denktiler.
Elçiler, Timur'un niyeti konusunda hiçbir kuşkuya yer bı
rakmamacasına aydınlatılmışlardı. Geri dönmek için bir neden
görmüyordu. Bundan sonra olacaklar, Toktamış'ın nasıl davra
nacağına bağlıydı. Bu arada ord unun kuzeye doğru iledeyişi
sürecekti.
Timur'un ordusu Mart'ın ilk haftasında, bugün Kazakis
tan' da olan Yesi ve Sabran' ı geçti. On altıncı yüzyılda yeniden
adlandırılıp Türkistan adını alan Yesi, kervan yolunun üstünde,
gayet canlı bir kentti; çarşılarını mesken tutan tüccarlar İran' dan
gelen kaplan postu, altın ve gümüş; Çin' den gelen porselen; as
tragan, cam ürünleri, Sibirya geyiği, vaşak ve olmazsa olmaz
ipekli kumaş ticaretiyle uğraşırlardı. Timur, 1390 yılının ikinci
yarısında, artık Toktamış' a karşı yaptığı seferleri geride bırakmış
ve gözünü ileriye, bir başka düğüne çevirmişken -son eşi Moğol
ham Hızır Hoca'nın dünya güzeli kızı Tükel Hanım olacaktı
Yesi'yi bir kez daha ziyaret etti ve burada, Sufi derviş evliya Ho
ca Ahmed Yesevi'nin anısına bir külliye yaptırdı. Bu, bugün bile
Orta Asya'da vücuda getirilmiş ortaçağ mimarisinin en yetkin
örneklerinden biri olarak kabul edilir; ışıl ışıl parlayan düzgün
satıhlı ve yivli mavi kubbeleri; üstleri gayet girift çini ve fildişi
bezerneler ve bir İslam hat sanatı cümbüşüyle kaplı methalleriy
le, abidevi ölçekte bir yapıdır. Asıl kubbenin çapı yaklaşık yirmi
metredir. Bu öylesine itibarlı bir evliya idi ki, onun türbesine ya
pılan üç ziyaret, bir hacca bedel kabul edilirdi. Bugün bile bura
ya çok sayıda hacı gelmektedir.
Timur'un ordusu, Açlık Çölü'ne düşmüş uzun bir gölge gi
bi ilerliyordu. Gerilim içindeki atlı okçular, birdenbire Tokta
mış'ın birliklerinin karşısına çıkmak ve onlara çullanmak ümi-
204
diyle akınlar yapıyorlardı. Fakat dört bir yanlarında uzanan uf
kun ucu bucağı yoktu ve karşılarında görünen Kıpçak ordusu
nun safları değit üstünde atları için pek az otlak imkanı bulu
nan kupkuru, çorak bir topraktı. Bu, hiç de iç açıcı bir manzara
değildi. Yezdi, bu başı sonu belirsiz düzlükte geçen üç hafta
dan sonra atların, "katettikleri büyük mesafelerden ve su kıtlı
ğından ötürü çok zayıf düştüklerini," yazar.
Nisan geldiğinde, Sarı Su Nehri geçilmiş, Ulu Dağ'a ulaşıl
mıştı. Timur, "gelecek kuşaklara kalmak üzere," buraya bir taş
dikilmesini emretti. Üstüne, Bulgarların ham Toktamış'la sava
şa götürdüğü ordunun büyüklüğü ve bu dağlara geliş tarihi
kaydedildi. Taş, gerçekten de gelecek kuşaklara bir armağan
olarak kaldı -1930'da Kazakistan'da keşfedildi- fakat aynı za
manda, içinde bulunduğu sıkıntılı durumda, orduyu oyalamak
için yaptırılmış olma olasılığı da vardır.
Taşkent'ten başlayan ilerleme dördüncü ayına girmişti ve
Timur'un bahadırları ufukta boş yere düşmanı arıyordu . Tokta
mış'ın adamları bozkırın derinliklerinde kaybolup gitmişti ve
emirlerin ta başından beri korktukları şey gerçekleşmiş, ordu
için gereken malzeme tükenıneye yüz tutmuştu. Sefere eşlik
eden gezici pazarda bir koyunun fiyatı yüz dinara fırlamıştı.
Çok geçmeden bunlar da tükendi. Birliklerin başındaki komu
tanlara, "ordugahta ekmek, hamur işi, koyun, börek, çörek gibi
şeyleri pişiren veya kaynatanların ölümle cezalandırılmaları,"
emri verildi. Böylesine çetin şartlarda ilerlemeye çalışan ve ver
dikleri akınlardan bitkin düşen askerler kendilerine verilen kıt
öğünlerle idare etmek zorunda kalıyorlardı. Bu önceleri yavan
bir yahniydi. Et azalmaya yüz tutunca, yalnızca hamur çorbası
verilmeye başlandı. Un stokları da eriyince, çorba büsbütün ya
vanlaştı; artık askerler otlarla kaynatılmış suya talim ediyorlar,
bundan günde bir kase içebilirlerse kendilerini şanslı sayıyor
lardı. Düzlüğe yayılmış, yenilip yenilemeyeceğine aldırmadan,
ellerine geçen her şeyin üstüne atlıyorlardı. Otları, kökleri, çalı
ları, arada sırada bulabildikleri yumurtaları ve sıçanları büyük
bir iştahla mideye indiriyorlar, bu çetin koşullara dayanarnayıp
ölen bir at olduğunda öğünlerini onun etiyle takviye ediyorlar
dı. Düşman hatlarına: bu derece sokulmuş ve o güne kadarki en
205
zorlu savaşına girmeye hazırlanan bir ordu, bu biçimde besle
nemezdi. Homurtular daha yüksek perdeden çıkmaya başladı.
Askerlerin gücü tükenmişti. Gerçi çıktıkları seferlerde sı
kıntıyla karşılaşmaya alışıktılar, fakat mahrumiyetin böylesini
hiç görmemişlerdi. Toktamış'ın iyi beslenmiş, iyi dinlenmiş ·ve
bu toprakları iyi tanıyan Kıpçaklarının, onları parça parça dağ
ramak için tam da o sırada saklandıkları yerden çıkacakların
dan korkmaya başlamışlardı.
Bu, Timur için son derece müşkül bir zamandı; liderlik
vasfı ciddi bir sınavdan geçiyordu. Ya açlıktan kırılan ordusu
içinde isyan çıkacak ya da çaresiz bir biçimde Maveraünnehir' e
ricat ederken Altın Orda'nın bozgununa uğrayacaktı; hem kar
şı tarafın casusları hem kendi ordusundan saf değiştirerek o ta
rafa katılmış olan askerleri, içinde bulunduğu durumun zorlu
ğunu gayet iyi biliyorlardı. Ricat veya isyan. Timur'un lügatin
de bu iki kelime de yoktu. 1370'te Hüseyin'i alt edişinden beri,
yenilgi nedir, bilmemişti. Şimdi ise bir facianın eşiğindeydi.
Her şeyden önce adamlarının karnını doyurması gereki
yordu. Toktamış biraz daha bekleyebilirdi; bunu gayet iyi ya
pabileceğini zaten gösteriyordu. En kıdemli kurmaylarını top
layıp bir sürek avı düzenlenmesi emrini verdi. Atlılar, sağ ve
sol kanatlara kumanda eden emidere doğru dörtnala koşturup
onlara askerlerini bir yarım çember halinde ileriye doğru sür
me talimatını verdiler. Orta kanattaki askerler oldukları yerde
kaldılar. İki yüz bin askerli bu ordunun iki kanadı arasındaki
mesafe o kadar uzundu ki tam bir çember oluşturmaları iki gün
sürdü. Sol kanattaki askerler sağ kanattakilere ulaştığında orta
larında kalan alan kilometre kareleri buluyordu; onlara çembe
rin merkezine doğru marş emri verildi. Askerler ilerliyor, her
biri bir sonraki öğünde yiyeceği etin hayalini kuruyordu. Önle
ri sıra şaşkına dönmüş geyikler, tavşanlar, yabani domuzlar,
kurtlar, ceylanlar kaçışıyordu; aralarında manda da olsa gerek
ti, çünkü tarihi kayıtlar Tatarların daha önce görmedikleri, kara
·
·
206
Avına kah son hızla saldırıp, kah duraklıyor; ok üstüne ok yağ
dırıyordu. Askerlerinin coşkulu bağırışları arasında birkaç tane
geyik devirdi. Hükümdq.r yeterince avlandıktan sonra sıra on
lara geldi. Av saatlerce sürdü. Hayvanların kesimi epey zorlu
bir işti, ama akşam yemeği de o ölçüde doyumsuz oldu. Ondan
sonraki günlerde, ordugahta dumandan göz gözü görmedi;
kaynayan kazanlardan yükselen ağır av eti kokusu akşam se
malarını sardı. Tum dertler bir anda unutulmuş; homurtular
kesilmişti.
Ordusunun karnı tıka basa doymuş, Sibirya sınırına yakla
şılmıştı; Timur ordusunu genel bir denetimden geçirmek için
bu anı seçti; bu yolla disiplin sağlanacak, güven aşılanacaktı.
İki yüz bin askerlik ordu toplandığı zaman, hükümdar göz ka-
" -
207
vüşe dövüşe demir gibi sertleşmiş cengaverlerdi. Ardından, oğ
lu Miranşah komutasındaki sağ kanada geçti. Denetim iki gü
nünü aldı ve sonunda Timur ordusunun durumundan hoşnut
kaldığını bildirdi.
Yakın zamanda yaşadıkları onca meşakkatten sonra yap- .
tıkları başarılı av, adamlarını gayrete getirmişti. Hükümdarın
davulundan bir gümbürtü kopup düzlüğü inietti ve bunu, tek
tek tümenierin davulları takip etti. Bu muazzam savaşçı gücün
üstünde bayraklar, sancaklar dalgalanıyordu. Yumruklar sıkıl
mış, silahlar havaya doğrultulmuştu. Davul vuruşlannı, kulak
ları sağır eden bir başka gürültü bastırdı; bu defa sol kanadin
başından sağ kanadının sonuna kadar ordu, "Sürün! Sürün!" di
ye kükrüyor, savaş çığlıkları atıyordu. Sonra bir kez daha orta
lık sessizleşti ve ordu soğuk, kül renkli şafakla birlikte, kuzeye
doğru, savaş etmek için yola koyuldu.
* * *
208
gönderdi. Bunlar kuzeyi takiple dörtnala gidip; düzlüğü, Ku
zey Buz Denizi'ne dökülen İrtiş'in kolu Tobol Nehri'ne kadar
bir işaret, bir alarnet bulmak için didik didik ettiler. Nehrin daha
ileri yakasında yetmişe yakın ateş kalınhsına ve bir dizi at nalı izi
ne rastladılar, fakat bundan başka bir yaşam belirtisi bulamadılar.
Şeyh Davud adlı yiğitliğiyle nam salmış bir Türkmen, biraz
daha kesin bulgu toplamak üzere yola çıkarıldı. Davud iki gün
süreyle yol aldıktan sonra, nihayet damları çalı çırpıyla kaplı
birkaç kulübeye rast geldi ve gece boyunca saklandı. Ertesi sa
bah bir atlı ortaya çıktı ve Türkmen bunu derhal yakalayarak
Timur'un yanına götürdü. Adamın ne Toktamış'tan ne de or
dusundan haberi vardı, fakat on gün önce atlı ve silahlı on kişi
nin o civarda konakladığını görmüştü. Koku gitgide keskinleşi
yordu. Timur bunları bulup yakalamaları için bir öncü birlik
gönderdi. Etrafıarı sarıldığında, bu atlılar kıyasıya karşı koydu
lar; ama esirler alınmış, yeni istihbarat sağlanmıştı. İlk çarpış
ma böylece gerçekleşmiş oldu.
Muazzam Tatar ordusu batıya, düşmana doğru yöneldi. 1 1
Mayıs'ta Ural N�hri'ne vardılar. Rehberlerin, adamlarını bir
pusuya düşürmelerinden veya benzeri bir belaya uğratmaların
dan çekinen Timur, onların önerdiği geçitiere itibar etmeyip,
askerlerini ve atıarını daha az bilinen ve daha az göze batan yö
relerden geçiriyordu. Durum henüz ümitsiz değildi, fakat her
geçen gün biraz daha müşkül bir hal alıyordu. Taşkent'ten yola
çıkalı dört ayı geçmiş, fakat Tatarlar ha.Ia Altın Orda'yla savaşa
girememişti. Tarihçi Harold Lamb, zamanın burada ana unsur
olduğuna işaretle, "Timur'un kuzeye doğru bu uzun ilerleyişi
günümüz strateji uzmanlarını hayrete düşürebilir, ama bu ku
ralları olmayan ve beylik mazeretierin ardına sığınılmayan bir
savaştı," diye yazar. "Zafiyet göstermek veya Altın Orda'nın
adamlarına baskın bir saldırıda bulunmasına meydan vermek
her şeyin sonu olurdu. Görünmeyen gözlerin ilerleyişini izledi
ğini ve Han'ın, onun her hareketinden haberli olduğunu bili
yordu. Zaman Timur için her şeyden daha önemliydi; ya Altın
Orda'yı bir an evvel savaşa sokmalı ya da yaz bitmeden ordu- _
209
Dir hafta daha süren zorlu bir yürüyüşten sonra, Timur'un
yorgun ordusu Samara Nehri'ni buldu. Burada bir keşif kolu
asıl orduyla birleşerek düşmanı gördükleri haberini getirdi. Ni
hayet savaş kapıya dayanmıştı . Esir üstüne esir getiriliyor, her
birinden ayrı önemde bir istihbarat sağlanıyordu. Bunlardan
birini, Timur'un gayretkeş tarunu Muhammed Sultan getirmiş
ti. Bir başkası, Timur'un ordusundaki bazı askerler saf değişti
rip Kıpçaklara katılmazdan önce, Altın Orda hanının Timur'un
ordusunun yola çıktığından bile haberi olmadığını söylemişti.
Bu dönekler, Yıldızlara Hükmeden Hükümdar'ın, "çöldeki
kumdan ve ağaçlardaki yapraklardan daha fazla askerle" kuze
ye doğru iledediği uyarısında bulunarak ham kızdırmışlardı.
İki ordu üstünlük sağlamak için manevra yapar ve Tatarlar
ne zamandır bekledikleri bu karşılaşma için kendilerini hazır
larken, geceleri ordugahta ateş yakılınaması emri çıktı. Asker
lere konak yerlerinde siper kazmak, atlı nöbetçilere ise çevrede
kol gezmek görevi verildi. Birbirinden ayrı duran tümenler her
an teyakkuz halinde bulunacaktı. Günlük talimlere, artık da
vullar ve zurnalar savaş havası çalarak eşlik ediyordu. Yezdi,
"bu muazzam kalabalık harekete geçtiği zaman azmış bir um
manı andırıyordu," diye yazar.
Fakat gene de Altın Orda görünürlerde yoktu. Kuzeye
doğru ilerlerken geçtiği güzergahı yakıp yıkmış, çiğnedikleri
toprağı vıcık vıcık bataklığa çevirerek peşi sıra gelen Tatar gü
ruhlarını zora sakmuş ve zaten bu yol üstünde pek kıt olan ya
şam olanaklarını azirole kurutmuştu. Donmuş balçığın üstüne
kalın bir sis çöküyor, Timur'un ordugahında moral narnma bir
şey bırakmıyordu. Hükümdarın tekrar bir girişimde bulunup
huzursuz birliklerine şevk vermesi gerekiyordu. Önce av, ar
dından o muhteşem denetim gelmişti. Şimdi en kıdemli kur
maylarını bir kez daha bir araya topladı; onlara teşvik niteliğin
de sözler söyleyip, şeref payesi olarak ala giysiler verdi ve bir
liklerdeki asker ve hayvanlar için donanım; ayrıca kalkan, ok
ve yay gibi yeni silahlar dağıttırdı.
İki taraf da birbirine pusu kuruyordu. Bir o yandan bir bu
yandan esir alınıyor, bunlar düşmanın yeri hakkında öbür ta
rafa bilgi veriyordu. Bu pusuların en kanlılarından birinde,
210
Timur'un birçok kurmayı öldürüldü. Bizzat hükümdar, misille
me niteliğinde bi r baskın düzenledi ve bunda kahramanlık gös
terenler cömertçe ödüllendirilerek, en gözüpek olanlar tarkanlı
ğa terfi ettirildi.
Gerçi artık yaz gelmişti, ama . koşullar gene de ağırdı. Bir
tarihi kayıtta, "hava o kadar bulanık ve bulutlu, yağmur öylesi
ne şiddetliydi ki iki adım ötesini görmek olanaksızdı," diye ya
zar. Derken bir hafta sonra, bu boza kıvamındaki sis birden da
ğılıverdi. Haziran'ın ortası olmuştu ve beş aydan beri yolda
. olan bu adamlar beş bin kilometreye yakın yol katetmişlerdi.
Çölün ve bozkırın evlatları o kadar kuzeye çıkınışiardı ki uzun
yaz günleri hiç sona ermeyecekmiş gibi geliyordu. Aralıksız
gün ışığı hocaları serseme çevirmiş, beş vakit namaz düzenini
allak bullak etmişti. Timur'un izniyle, hiç patırtı koparılmadan
yatsı namazının kılınma zorunluluğu kaldırıldı.
Düşmanın görüldüğü yerler hakkında şimdi haber üstüne
haber yağıyordu. Timur savaş için son hazırlıklarını yaptı. Ta
tar ordusu tam bir savaş düzeni içinde ilerliyordu; töreye uy
gun olarak, bir merkez ve iki kanattan oluşuyordu; fazladan
her kanadın öncü kuvvetleri, merkezin ise hem öncü hem de
yedek kuvvetleri vardı. Dedesinin gözünün bebeği Muham
med Sultan' a, merkez kuvvetlerinin kumandası verilmişti.
Kukla Çağatay Ham'nın oğlu Sultan Mahmud bunun önünde
giden on bin askerlik öncü kuvvetlerin b aşındaydı. Örnek bir
asker olduğunu kanıtlayan Ömer Şeyh, Endi can' dan derlenmiş
birliklerinin başında, sol kanada kumanda ediyordu. Kardeşi
Miranşah sağı yönetiyordu. Emirlerin en sadığı yaşlı Seyfeddin
ise sol kanadın öncü birliklerinin başındaydı. Timur'un kendisi
artçı birliklerin kumandasını almıştı.
İleriye doğru akıyorlar, gün ışığı altında ışı! ışıl p arlayan
donanımlarıyla, 'kudurmuş bir denizin dalgalarını' andırıyor
lardı. Derken ufuklar önlerinde açıldı ve altı yedi yüz metre
ötede titreşen ışığın içinden, Altın Orda'nın ucu boynuzlu san
caklarının yükseldiği görüldü. Düşman nihayet savaşa hazırdı .
Havada ölüm vardı, fakat bekleyişle, açlık, yorgunluk, hüsran
ve sabırsızlıkla geçen onca aydan sonra Tatar ordusu o anda
korku değil rahatlık duyuyordu. Karşılıklı uygulanan bin bir
harp hilesinin, kovalamacanın ve yalandan ricatın miadı dol-
211
muş gibi duruyordu. Timur'la Toktamış arasındaki üstünlük
savaşı, öyle veya böyle, artık bir sonuca bağlanacaktı.
Fakat yapılacak son bir gösteri daha vardı. İki ordu, kendi
lerini ayıran mesafe içinde karşılıklı dururken, Timur her taraf
tan işitilen bir sesle görkemli otağ ve çadırlarının açılıp dikil
mesini ve halılarının döşenmesini buyurdu. Böylece hem Altın
Orda'ya karşı duyduğu tiksinti ve küçümserneyi açıkça ilan et
miş oluyor, hem büyük bir hayal gücü ve ustalıkla uyguladığı
psikolojik savaşı başlatmış bulunuyordu. Aynı tarihi kayıta gö
re, Toktamış'ın asker sayısı Timur'a göre çok fazla olmakla be
raber, son dakikada yapılan bu gösteri ordusunun moralini
tuzla buz etmişti.
* * *
212
miktar toprak avuçladı . Altın Orda'nın ordusunu karşısına
alarak avazı çıktığı kadar, "Yenilginizin karası yüzünüze çalı
nacak" diye haykırdı. Ardından, yirmi yıldan beri büyük bir
sadakatle hizmet ettiği hükümdarına döndü ve adeta fısılda
yarak, "Var git şimdi nereye istersen; zafer senindir" dedi.
Davullar ve borazanlar en yüksek perdeden tekrar çalınmaya
başladı; hava, "Sürün, S ürün/' diye yükselen savaş çığlıklarıy
la doldu ve Asya'nın en büyük iki ordusu aralarındaki mesa
feyi bir fırtına gibi kapatırken, kıta tir tir titredi. Aşağıdaki
sözler, Arabşah'a aittir:
213
Toktamış'ın sağ kanadına ve merkezdeki kuvvetlerine karşı üs
tünlüğü ele geçirdi. Buna cevaben Toktamış, sağ kanadını Tatar
ların Ömer Şeyh komutasındaki sol kanadına bindirdi ve sayısal
üstünlüğü sayesinde onu ana ordudan koparıp neredeyse tü
müyle yc_ı tulma tehlikesiyle karşı karşıya getirdi. Fakat tam o sı
rad<ı, savaş kıyasıya sürer ve Altın Orda'nın adamları günü ka
zanacak gibi dururken, ordu saflarına ani bir kargaşa hakim ol
du; çünkü Toktamış'ın boynuzlu sancağı savaş meydanında gö
rünmez olmuştu. Bu hanlarının öldüğüne delalet eden en kesin
işaretti. Oysa o hayattaydı; ne zaman ki Timur'un at kuyruklu
sancağı üstüne üstüne dalgalanmaya başlamıştı, "dehşete ve
ümitsizli ğe" kapılarak adamlarını savaş meydanında yüzüstü bı
rakıp kaçrnıştı . Kıpçaklan korku sarmış ve bu, tüm safiara yayıl
mıştı. Timur'un ordusunu neredeyse bozgunun eşiğine getirmiş
olanlar, şimdi arkalarma bakmadan firar ediyor; onları kovala
yan Tatarlar ise adeta kudurmuş, ellerine geçeni hiç gözünün ya
şına bakmadan hunharca boğazlıyorlardı. Yezdi, "Tatarların
Kıpçakları kovaladığı kırk fersahlık mesafe içinde oluk oluk
akan kandan ve düzlüğe saçılmış insan ölülerinden başka hiçbir
şey görünmüyordu," diye yazar. Kunduzca savaşında, yüz bin
erkek ve kadın hayatlarını kaybetmişti.39
Aylarca süren kuzey seferi sona ermişti. Timur, toprağın
üstünde secdeye gelerek, Allah' a kendisine bahşettiği bu müt
hiş zafer için şükretti. Bir kez daha kendisi ve ordusu, zaferin
lezzetli yemişlerini tattı. Emirleri; oğulları ve torunları onu kut
lamak için öne çıktılar ve adet olduğu üzere, başından aşağı al
tın ve değerli taşlar yağdırdılar. Ele geçen ganimet muazzamdı.
Nispeten yoksul askerler, Semerkand'a götürebileceklerinden
fazla ata konmuşlardı. Yığınla deve, koyun ve büyükbaş hay
van vardı. Kıyımdan kurtulan Kıpçak kadın ve erkekler hemen
esarete koşuldu. Beş bin oğlan çocuğu saray hizmeti için ayrıl
dı. Kadın ve kızların en güzelleri harem yolcusu oldu.
Savaş sırasında son derece sert ve acımasız olan Timur, za
feri kutlamaya gelince gayet eli açık davranırdı. Volga kıyıla
rında, tam da Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin imparatorluk mer-
214
kezi olan düzlüklerde büyük bir şölen tertip edilmesini buyur
du. Görkemli çadırların içinde sıra sıra diziimiş oturan baha
dırların önüne, altın tabaklara yığılı kızarmış at eti konuldu;
bunlar bir yandan bileği bükülmez hükümdarlarının şerefine
içiyorlar; bir yandan da savaşta nasıl kahramanca çarpıştıkları
nı bire bin katarak anlatıyorlardı. Hemen yanı başlarında ipek
lere bürünmüş güzelim esir kadınlar dikiliyor, billur kadehler
deki şarapları boşaldıkça tekrar tekrar dolduruyorlardı; ta ki
artık içemez olup yere yuvadanana veya bunlardan birini gece
yi birlikte geçirmek üzere kolundan tutup yalpalaya yalpalaya
çadırıarına götürene dek. Bir ay süreyle bu taşkın sefa içinde
yaşayarak savaş yorgunluğunu üstlerinden attılar; iç gıcıklayıcı
müzikler, ağzına kadar dolu şarap kadehleri ve tatlı kucaklaş
malarla kendilerinden geçtiler. Toktamış pençelerinden kurtul
muştu, evet, fakat ordusu darmadağın edilmişti; yerine yeni li
derler tayin edilmiş, Kıpçaklarm arasına nifak ve bölücülük to
humları ekilmişti. Maveraünnehir'in tehdit edilmesi sona er
mişti. Görevleri tamamlanmıştı.
* * *
215
ınıp Şiraz'ı yeniden ele geçirdi ve savaş kaçkım Sultan Alı
med'in topraklarını bir kez daha terk etmesi sonucu, çarpışma
ya hiç gerek kalmadan Bağdat' ı işgal etti.
Timur, Toktamış'ın Mısır sultanı Berkuk'la kendisine kar
şı ittifak kurup ordu toplamaya başladığından zaten haberliy
di, fakat 1394'te Tatar hükümdara, can sıkıcı bir bilgi daha
ulaştı. 40 Altın Orda Kıpçakları güneye akın ederek Gürcistan'ı
tepelemiş ve bir kez daha hükümdarlığının sınırlarına teca
vüz etmişlerdi. Savaş için derhal gerekli güçler yola çıkarıldı,
fakat tam kendilerinden beklenen bir tavır içinde, Kıpçaklar
geldikleri yoldan geri dönüp bozkırın derinliklerinde gözden
kayboldular.
Bunları işiten Timur, ordularının en son karşılaşmasında
Toktamış'ı yakalayıp işini bitirmediği için esef duymuş olsa ge
rektir. Mısır sultanı da zaten fazla olmaya başlamıştı ve onun da
zaman içinde defterinin dürülmesi gerekecekti. Ve batıya doğru
yayılınacı seferlerinden sağlanan kazanımlar, Timur'un hüküm
darlığını sıkıntı yaratacak ölçüde Osmanlı sultanının toprakları
na yaklaştırmıştı. Burada da bir hesaplaşma olacak gibi görünü
yordu. Fakat bu iki hasım şimdilik bekleyebilirciL Savaş alanında
yanıp kavrulan Toktamış; Zümrüdü Anka kuşu gibi, şimdi kül
lerinden yeniden göveriyordu. Yok edilmesi elzemdi.
Teşrifatla fazla zaman kaybedilmedi. Toktamış'a gönderi
len bir heyet ona şu gözdağını verdi:
40 Berkuk'la antlaşmaya koyulan Toktamış, hayli köklü olan Altın Orda hanlarının
İran' da hüküm süren hanecianlara karşı Mısır sultanlarıyla ittifak kurmak töre
sine uymuş oluyordu.
216
vermediğimi ve ne kadar enıniyette olurlarsa olsunlar intikamınıdan
asla kurtulamadıklarını bilmeyecek kadar cahil misin ? Kazandığını
zaferlerden elbette lıaberlisin ve benim için savaşın da barışın da bir
olduğunu bilirsin. Benim hem yumuşak hem sert tarafımı tamrsın.
Bu mektubu okuduktan sonra tez elden cevabını gönder; kararın sa
vaş mı, barış mı bildir.
217
diler; sonra yumuşak bir kavis çizerek kuzeye döndüler. Ünlü
Derbenci Bağazı'nı geçtiler; tamı tamına on yıl önce, Toktamış
bu noktadan Tebriz' e yağma amaçlı baskınlar düzenlemişti.
Gürcistan'ı ve başkent Tiflis'i geçip yolları üstündeki bağları
tahrip ettikten sonra, bugünkü Çeçenistan' a vardılar. Buranın
kırlık alanı Altın Orda'nın kuzeydeki bozkırlarına kıyasla daha
muhafazalıydı; geri çekilmek veya saklanmak için fazla yer
yoktu. Aralarındaki son savaştan önce Timur'a beş ay ustaca
kendini kavalatan Toktamış'ın böyle bir coğrafyada bunu tek
rarlaması olanaksızdı. Dolayısıyla, 1395'in Nisan ayında bu�
günkü Grozni kentinin yakınında bulunan Terek Nehri'nde, Ti
mur düşmanıyla karşilaştı.
Toktamış daha elverişli bir konumdaydı; çünkü nehrin tek
sığ noktasından geçerek kuzey kıyısını tutmuştu. Timur'un
onu bir an önce bastırmak istediğini biliyordu; yaklaşmasını
önlemek için bu geçidi kolluyordu. İspanyol elçi Clavijo Tatar
hükümdarın bundan sonraki manevralarını şöyle anlatır:
218
Böylece Timur, askerlerinin başında, nelıriıı geçilebi/eceği o sığ nokta
ya doğru iiç giinliik yola çıkarken, konak yeri cengfiver kılığma girmiş
kadmlara; köleler ve esirler de nöbetçilere emanet edilmiş oldu.
219
mur'un pek fazla ömrü kalmadığını bildirmişlerdi. Ham ve sa
raylı maiyetini tam anlamıyla gafil aviayan Timur'un bunun
hemen ardından onları mağlup etmesi hiç zor olmamıştı.
* * *
220
mış, 'utanmadan' arkasını dönüp, can havliyle savaş meydanın
dan kaçtı. Tatar süvariler atıarını çatlatırcasına sürerek Tokta
mış'ı ve ricat eden ordusunu kovaladılar; bir yandan bunlara
kılıç çalıyor, bir yandan, zafer naraları atıyorlardı.
Toktamış bu yenilgi üstüne bir daha toparlanamadı. Artık
Tirnur'un adamlarını kuzeye ilerlemekten ve Maveraünne
hir'de yapılan hasarın hıncını almaktan alıkoyacak hiçbir şey
kalmamıştı. Ya boğazlanmış ya da can havliyle kaçışan ordusu .
olmaksızın Altın Orda kendini savunamazdı. Yağma ve talan
zamanı gelip çatmıştı.
* * *
221
hesaba katılmazsa, Timur'un bu olayı böyle algıladığı bellidir
ama işin aslı gene de bundan ibaret değildi.
Doğrusu şu ki, Toktamış'ın kovalanması pek uzun sürme
mişti. Soylu hanın ardı sıra giden Tatarlar, önce Volga boyun
dan kuzeye doğru çıkmışlar, fakat Toktamış'ı buradaki Bulgar
ormanlarında gözden kaybetmişlerdi. Onu yitirdikten sonra
öncelik, Altın Orda'nın belli başlı kent merkezlerinin yağma
lanmasına verildi ve bu iş çok acımasız bir biçimde yürütüldü.
Toktamış, bundan önceki yenilgisinin ardından üç yıl içinde
kendini topadamış ve şiddetle geri tepmişti. Madem ki Timur
bu belalı hasmını ele geçirememişti, öyleyse hükümdarlığını
yerle bir ederek bir daha böyle bir olay olmasını önleyecekti.
Tatarlar üstünde bulundukları topraklarda cirit atıyor, ke
yiflerince yağma yapıyorlardı. Yezdi, Timur'u Rus başkenti
Moskova'ya kadar götürür, "bu kente bağlı komşu bölgelerde
yaptıkları gibi, askerleri burayı da talan etti ve yöredeki vali ve
prensleri kıyma gibi doğradı. Ruslar ve Moskovalılar krallıkla
rını hiç bu kadar feci bir durumda görmemişlerdi; dağ taş ce
setle doluydu." Bu doğru değildir, çünkü gözü daha zengin ga
nimetlerde olan Timur, Moskova'ya kadar uzanmamıştı.42 Sıra
da önce Tana vardı; bu, Don Nehri'nin Karadeniz' e döküldüğü
yerde bulunan dört başı marnur bir ticaret merkeziydi; nüfusu
nun hatırı sayılır bir yüzdesini özellikle Venedik ve Ceno
va' dan gelen Avrupalı tüccarlar oluşturuyordu. Ahaliye zarar
vermeme sözünü çiğneyen Timur, Müslümanların Hristiyan
lardan ayrılmasını, Müslümanlara kıyılmayıp, Hristiyanların
katıedilmesini buyurdu.
Tana, ziyafetin Timur'un ağzına layık ilk yemeğiydi; fakat
iştahını asıl, güney Volga'nın birkaç yüz kilometre doğusunda
kendisini bekleyen baş yemek için saklıyordu. Ne zaman Altın
Orda'nın başkenti Saray'ı düşünse, aklına Toktamış'ın 1387'de
Maveraünnehir'de yaptığı kepazelik, yani Timur'un doğup bü-
42 Yerınolinski tarihçesine göre, Moskovalılar Timur'un istilasından büyük ölçüde,
o sırada kente ulaşan ve mucizeler yarattığı iddia edilen Kutsal Bakire Mer
yem'in bir tasviri sayesinde kurtulmuşlardı. Her ne kadar Moskova'nın Büyük
Prensi I. Vasili kentin savunması için hazırlık yapmış da olsa, eğer Timur burayı
ele geçirmek isteseydi bu hayli güçsüz Rus ordusunun ona uzun boylu karşı ko
yacağı şüpheliydi.
222
yüdüğü vadide bulunan Karşi' deki Çağatay sarayını yerle bir
edişi aklına geliyordu.
İbn Battuta, Timur'un burayı bir harabeye çevirmesinden
onlarca yıl önce, Saray'ın "ucu bucağı belirsiz . . . ve tıklım tık
lım insanla dolu," bir kent olduğunu yazmıştı. Çarşıları madeni
eşya, deri, yün, tahıt hayvan postu, kereste ve köleden geçilmi
yordu. Şimdiyse ateşe verilmiş yanıyor, ahalisi karın içinde
terk edilmiş, donarak ölmeyi bekliyordu. Tatar güruhları, hü
kümdarlarından aldıkları selahiyetle, kentte ne var ne yoksa
yağmalıyor; Timur ise, altın ve gümüş külçelerine, çok sayıda
silah ve köleye, Antakya ketenine, Rus kumaşlarına, top top
ipeklilere, kehribar karası samurlara, kakımlara, tilkilere ve ak
la gelen her çeşit kürke el koyuyordu. Bu öyle muazzam bir ga
nimetti kt Yezdi, "ülkede ele geçirilen malların teferruatlı bir
dökümünü yapmak hayli yorucu bir iş olur/' diye yazmıştı.
Timur'u Altın Orda'yı böylesine kırıp geçirmeye sevk eden
neden yalnızca kişisel bir kan davası değildi. Bitkin düşmüş as
kerlerinin ganimet gereksinimlerini karşılama gereği bir yana,
bu işte Timur'un kişisel çıkarı söz konusuydu. Toktamış'ın bir
daha asla askeri bir tehdit oluşturmamasına azıneden Timur,
bu maksada yönelik olarak onun tüm ticaret ve üretim damar
larını kurutınası gerektiğini biliyordu. Büyük bir ordu için, ül
ke sınırları içinde refah olması gerekirdi ve böyle bir refah da
ancak ticaretle sağlanabilirdi. Karadeniz' den gelip Orta As
ya' dan geçerek Çin'deki Ming İmparatorluğu'na uzanan ker
van yollarının üstündeki önemli ticaret merkezlerinden Tana
ve Saray, neredeyse birer gece içinde haritadan silindi. Kuzey
deki ticaret yolunun üçüncü durağı Urgenç, 1388 yılında orta
dan kaldırılmıştı. Timur'un topraklarını atlayarak geçen kuzey
ticaret yolu, bundan böyle mecburen kullanıma kapanmış olu
yordu. Kervanlar bunun yerine artık güneye doğru kıvrılacak;
İran ve Afganistan'ı geçtikten sonra Maveraünnehir'e ulaşarak
bir zamanlar Toktamış'ın biriktirdiği serveti doğrudan Timur'a
akıtacaklardı. Çok kanlı olmakla beraber bu darbe, bir iş bitiri
cilik şaheseriydi.
Ordusu yavaş yavaş güneye, daha latif bir iklime doğru
yol alırken, Timur geride paramparça olmuş bir Altın Orda bı-
223
rakıyordu. Tam da planladığı gibi ve birbirine rakip güçlere
sağladığı destek sayesinde, şimdi burada kıran kırana bir iç sa
vaş başlamıştı. Arabşah, bir zamanlar dört başı marnur bir han
lık olan Altın Orda için, "bir çöle, bir viraneye dönmüş; bir kı
sım ahalisi dağılıp şuraya buraya saçılmış, geri kalanlar gizlen
dikleri yerlerden çıkarılıp katledilmişti" diye yazar. Timur'un
vefat ettiği yüzyılın sonunda, Altın Orda birbirinden bağımsız
beyliklere bölünmüş, yıldızı ebediyen sönmüştü. Kuzeydeki
hasmını alt etmek, Timur' a özel bir keyif vermiş olsa gerektir;
bu sırf, ondan medet ummuş, ondan para, askeri yardım ve sa
vaş alanında destek almış; sonra dönüp eski hamisini arkasın
dan vurmaya kalkmış bir adamın hak ettiği cezayı vermek için
bile yapılmış olsa, değerdi; çünkü ittifakların bir yapılıp bir bo
zulduğu o kaypak Orta Asya zemininde bile fırsatçılığın, alçak
lığın böylesi görülmemişti.
Toktamış' a gelince; her zamanki gibi büyük ihtiraslarla ya
nıp tutuşuyordu. Fakat ne yazık ki, bunları tatmin etme kabili
yeti zaafa uğratılmıştı. Bir daha da toparlanamayacaktı. Geri
kalan ömrünü, rüzgarlı Kıpçak bozkırlarını arşınlamak ve yeni
den güç kazanmak için ona buna nafile yaltaklanmakla geçirdi.
Fetih günleri artık çok geride kalmıştı. Dünyanın görüp görece
ği en büyük fatihle kapışmış ve yenilgiye uğramıştı. Timur, en
zorlu mücadelesinden galip çıkmıştı. Yedi Düvelin Yenilmez
Padişahı, şimdi gücünün zirvesindeydi ve o güne dek hiç yenil
memişti.
2 24
6
225
şında gelen hükümdan karşılamak için bir gelin gibi süslenmiş
ti. Timur kente muzaffer ve muhteşem bir biçimde giriyor, sanki
ardı sıra dünyanın yarı nüfusu, Asya'nın tüm servetini sırtlamış
geliyordu; karşılama da buna göre olmalıydı. Yezdi, "dört bir ta
raf dallı, yapraklı çiçekler, çelenklerle kaplıydı, arenalarda çalgı
cılar hükümdarın şerefine en yeni parçalarını icra ediyorlardı,"
diye yazar. "Evlerin duvarlarından aşağı halılar sarkıtılmış,
damlar örtülerle süslenmiş, dükkanlarda en nadide mallar öne
çıkarılmıştı. Ortalık tıklım tıklım insan doluydu; sokaklar kadife,
atlas ve ipek kumaşlar ve halılada kaplanmıştı; atlar bunları çiğ
neyerek geçiyordu." Bu muhteşem tablonun içinde başları önde
yürüyen köleler, kubbeleri ışıl ışıl parıldayan, bu saltanat ve deb
debe kentinde nereye bakacaklarını şaşırıyorlardı. Arkalarından
okçu atlılar bitmez tükenmez kollar halinde kente akıyordu; en
göz alıcı kılıkiarını kuşanmışlar, şamatası arşa çıkan kutlamalar
dan adeta sarhoş olmuşlardı. Timur'un, tebaasına üç yıllık bir
vergi muafiyeti getirdiğini ilan etmesiyle, bu şirazesinden çıkmış
karşılama doruk noktasına ulaştı.
Timur'un kendisiyle iftihar etmesi için haklı nedenleri var
dı. Beş Yıllık Sefer dört yılda tamamlanmıştı. İran hizaya geti
rilmiş, dikkafalı Gürcüler tekrar boyunduruk altına alınmış ve
Irak önünde iki büklüm eğilmişti. Dahası, en amansız düşmanı
Toktamış iyice hırpalanmış, Altın Orda ortadan kaldırılmıştı.
Maveraünnehir artık hiçbir dış tehdit altında değildi. Bu sefer
den sağlanan muazzam ganimet, katar katar at ve deve sırtında
Semerkand'a giriyor; imparatorluk altın çağını yaşıyordu.
Timur, o tarihte altmış bir yaşındaydı. Yarım asrı aşkın bir
süreden beri, at sırtında, Asya'nın çetin koşullarına göğüs geri
yordu. En yakıcı yazlara, en dondurucu kışlara direnmiş; dur
durak nedir bilmemişti. Artık yaşlandığını gösteren bazı belirti
ler ortaya çıkmıştı. 1392'nin yazında fena halde hastalanmış,
batı seferinin daha başında, bir ay süreyle yatağa çakılmıştı. Bu
rahatsızlığı, Maveraünnehir'in yüreğini ağzına getirmişti; çün
kü herkes, imparatorluğun kaderinin bu bir tek adama bağlı ol
duğunu biliyordu. Oğulları ve torunları ne kadar yiğit, ne ka
dar bahadır olursa olsunlar -biri Cihangir ve öbürü yakın bir
tarihte ölen Ömer Şeyh olmak üzere, iki oğlu kendisinden önce
226
vefat etmişti43_ hiçbiri ondaki yenilmez iradeye, korku nedir
bilmeyen önderlik vasfına ve savaş alanındaki parlak yeteneği
ne sahip değildi. Hele de hiçbiri tek başına koca imparatorluğu
sırtıayacak güçte değildi. En son hastalığında Allah sonsuz
merhame( kerem ve hikmetini göstererek onu esirgemişti, ama
gelecek yıllarda Kadir-i Mutlak'ın nasıl takdir huyuracağını
kim bilebilirdi? Hükümdarın dimdik bedeninde tutukluk ala
metleri başgöstermiş, sağ yanındaki aksaklık büsbütün belir
ginleşmiş, gözleri eskisi gibi görmez olmuştu. Azrail'in onu
ebeciiyen esirgemeyeceği aşikardı.
Timur'un da bir fani olduğunu gösteren bu belirtiler onun
yaşındaki bir adam için doğaldı. Hepsi olmasa bile, yetmişli
yaşlarına yaklaşan birçok erkek, dünyadan elini eteğini çeki
yor, ömürlerinin bu son deminde rahatlarına ve keyiflerine
bakmayı istiyordu. Fakat ne çare ki Timur farklı biriydi. Fetih
lerle geçen ömrü zaten onun bambaşka bir adam olduğunu
gösteriyordu. Hayata gayet mütevazı koşullarda başlamış, As
ya' da çok büyük topraklar ele geçirmiş, Cengiz Han'ın mirası
olan hükümdarlıklar üstünde bir bir egemenlik kurmuştu. Ön
ce yeniden birleşen Çağatay ulusunun başına geçmişti. Ardın
dan batıya ağ atmış; Hulagu'nun topraklarını kasıp kavurduk
tan sonra, bunları da kendi hükümdarlığına katmıştı. Son ola
rak kuzeye yönelmiş, Altın Orda'nın Cuci ulusu üzerinde ege
menlik sağlamıştı. Büyük hükümdarlar çıkaran Asya'da bile
bir eşi, benzeri yoktu. Şimdi altmışını aşmış olmasına rağmen,
hükümdarlığını büyütmek için katlanması gereken dertlerden
-ne zihni, ne bedeni ne de duygusal- kaçınmak istediğine dair
hiçbir belirti göstermiyordu. Aksine her zamankinden daha id
dialıydı. Hükümdarlık işinde hayat ve canlılık buluyordu.
Tarihçiler öteden beri, varisierine uzun ömürlü bir impara
torluk bırakamadığı için Timur'u kusurlu bulmuşlardır. Her ne
kadar tarunun torununun tarunu Babür, Hindistan'da on do-
43 Farsların başında bulunan Ömer Şeyh, 1393'ün sonunda veya 1394'ün başında,
Kürtlerin yaşadığı bölgede bir kaleyi kuşattığı sırada aldığı bir ok yarası sonucu
ölmüştü. Bu, Timur'un kendinden önce ölen ikinci oğluydu, fakat Tatar hüküm
cların bu haberi aldığı zaman kılının bile kıpırdamadığı söylenir. Daha sonra
Farsların başına Ömer Şeyh'in oğlu Pir Muhammed getirilmişti.
227
kuzuncu yüzyıla kadar yaşayan Moğol hanedanını kurduysa
da, Timur imparatorluğunun kısa ömürlü olduğu doğrudur.
Timur'un vefatını takip eden yüzyıl içinde silinip gitmiştir. Bu
kadar kısa sürede çökmesinin nedeni, kurmuş olduğu idare sis
teminin, tek bir hükümdarın mutlak idaresine dayalı olmasıy
dı. Kısaca ifade etmek gerekirse, sistem Timur'un kendisiydi.
Beatrice Forbes Manz'ın Timur'un hayatıyla ilgili kaleme aldığı
akademik çalışmada belirttiği gibi, "onunki tek kişiden müte
şekkil bir hükümetti; bu kişi astıarının işlerine dilediği gibi ka
rışabiliyor ve tebaasının kayıtsız şartsız ve doğrudan kendi
şahsına -makamına, hükümetine değil kendi şahsına- sadık ol
masını bekliyordu. Hayatta olduğu sürece bu idare sistemi,
amaçlarına gayet iyi bir biçimde hizmet etmiştir."
Timur, hükümdarlığının idaresi için birbirine benzer iki
ayrı kurumdan faydalanmıştır. Birincisi Türk-Moğal idare sis
temiydi ki burada, komşu göçebe hükümdarlıklardan Altın Or
dalılar ve İlhanlllarda olduğu gibi taht babadan oğula geçiyor
du. Batının yerleşik düzen içinde yaşanan topraklarında ise
İran devlet idare sistemi vardı. Bu ikisi arasında birçok ortak
nokta olmasına rağmen, sarayı ve askeriyeyi ilgilendiren işler
için ilkine, mali işler içinse, vergi toplamak başta olmak üzere,
ikincisine başvuruluyordu.
İranlı yazmanlada Çağatay emirler, hükümdarlığın dört
bir yanında faaliyet gösteren ve divan olarak adlandırılan yerel
mahkemelerde birlikte görev yaparlardı. Yerel idarelerin teftişi,
bazen zimmet ve yolsuzluk olaylarını açığa çıkarır, bu suçları
işleyeniere ölüm cezası verildiği olurdu. Bunlar yenik düşen
kentlerden fidye almak ve hazinelerini kayda geçirmek gibi iş
lerde de birlikte çalışırlardı. Timur, Moğollarda bir askeri ma
kam olan ve daruga adı verilen bölge beyliğini de korumuş, bu
nun başına çoğunlukla Çağatay görevlileri oturtmuştu. Fakat
zaman zaman bu makama din adamlarını veya İranlı yazman
ları da atadığı olurdu. Ancak bu beylerin, görevli olduğu mer
kezlerde oturdukları pek az vakiydi. Aksine, Timur'un seferle
rine katılmak ve orduyla birlikte oradan oraya gitmek zorun
daydılar. Forbes Manz'ın da önemle işaret ettiği gibi, Timur'un
idaresinde en dikkat çekici husus, resmi makamların ve bunlarla
228
ilgili görevlerin tam olarak tanımlanmamış ve birbirinden ay
rılmamış olmasıydı. Bir örnekle açıklamak gerekirse; töreye
göre, tavacılar hükümdarlık ordusuna asker yazmak ve bun
ların donanımlarının eksiksiz ve iyi durumda olmasını sağla
makla görevliydiler; ama bu prestijli iş yalnızca onlara mah
sus değildi. Aynı şekilde, emirlerin de bu işle görevlenciiril
diği olurdu.
Uygulamada, Timur'un idari yapısının özelliklerinden çok,
erkin resmi kurumlar aracılığıyla değil şahsen kullanılıyor ol
ması önemliydi. Timur'un ömrü eyer üzerinde, seferden sefere
koşmakla geçmişti. Asıl işi, devlet mekanizmasının incelikleri
ne kafa yormak değildi. Darugalar, divanlar, beyler ve emirler
yetkilerini doğrudan Timur' dan alırlardı.
Timur, hükümdarlığa yükselirken, obaya sadakat ve bağlılık
töresinden işine geldiği gibi faydalanmıştı. Başa geçtiğinde de
bunun sürmesini sağladı. Uyruklarına belli bir ölçüde söz geçi
ren oba beylerinin, Timur'un ordusunda emir olarak atandığı
enderdir. Çünkü bu, onları çok güçlü kılabilirdi. En yüksek mev
kiler, olabildiğince kendi soyundan kişiler, oğullar ve torunlar
arasında paylaştırılırdı. İkinci oğlu Ömer Şeyh, önce Ferga
na'nın, daha sonra Fars hükümdarlığının başına getirilmişti.
Kürtlerle yaptığı savaşta öldürülünce, bu toprakların idaresi
onun oğlu, Timur'un torunu Pir Muhammed'e verilmişti. Adı
gene Pir Muhammed olan ve Cihangir'den olma bir başka torun,
sonraları bugünkü Afganistan'ın yerinde bulunan Gazne hü
kümdarlığını miras olarak almıştı. Ani devriliŞinden önce Miran
şah, Hulagu'nun kuzey İran'ı, Azerbaycan'ı ve Bağdat'ı içine
alan hükümdarlığının başındaydı. Şahruh, bir süre Semerk<'ınd'ı
idare etmişti. Daha sonra başkent Herat'ta iken Horasan'ın ida
resine atanmıştı. Fakat hiçbir zaman hükümdar sülalesinden bir
kimsenin fazla güç kazanmasına izin verilmiyordu. Timur, haya
tı boyunca, oğullarının veya torunlarının tahta rakip kişiler ola
rak ortaya çıkmalarının önünü kesmiştir. Sahip olduğu gücü öy
le kıskançlıkla sakınmıştır ki öldüğü zaman yerine tayin ettiği ki
şinin ne şahsi yetkisi ne de hükümdarlığı ayakta tutacak askeri
gücü bulunuyordu. Timur'unki, tek kişilik bir idareydi.
Cengiz'le aynı kalıptan dökülmüş göçebe asıllı bir fatih
2 29
olarak, ayn] onun gibi, tarımla uğraşan köylülerin yerleşik ha
yatını hep hakir görmüştü. Bitmez tükenmez bir enerjisi vardı;
ömrü, dur durak bilmeden, çöller, dağlar, bozkırlar, nehirler
aşarak kentten kente, meradan meraya at koşturmakla geçmiş
ti. Ordusu, kim bilir kaç defa, en çetin koşullar altında binlerce
kilometre yol katedip bir dizi düşmana kanlı yenilgiler yaşat
tıktan sonra Semerkand' a dönmüş, kısacık bir is tirahattan son
ra yeni bir sefer için tekrar yollara düşmüştü. Bu nefes nefese
koşu, bu şiddetli kasırga yalnızca kışın kesintiye uğruyor, yılın
en soğuk aylarında ordu kışlaya çekiliyordu. Fakat bu bir kural
değil, bir ilkeydi; çünkü hiç aman vermeyen Timur'un Ocak
ayının tam ortasında, tir tir titreyen bahadırlarını savaşa sürdü
ğü de olmuştu. Bundan başka, emirlerinin onu biraz yavaşla
maya, askerlerine bir önceki seferin yorgunluğunu üstlerinden
atabilmeleri için daha fazla zaman tanımaya ikna ettikleri du
rumlar da olmuştu. Fakat harekat hiç durmamıştı; at sırtındaki
okçular, saplanan mızraklar ve doğrayan kılıçlar hışımla, kara
bir bulut gibi çökmüş; artları sıra dumanı tüten harabeler, dağ
gibi yığılmış cesetler ve kellerden örülmüş kuleler -dehşet sa
çan unsurlar- bırakmış; develer ve katırlar, dünyanın en büyük
kentlerinin en kıymetli hazinelerini sırtlayıp götürmüşlerdi. Ti
mur, hayatında ilk defa, uzunca sayılabilecek bir süre Semer
kand' da kalacaktı. O da bu defaydı.
* * *
230
merkand, onun güzellikler dünyasında, rakipsiz bir yere otur
du. Clavijo, "doğrusu şu ki Semerkand, fethettiği kentler içinde
bir ilk, ona balışedilen yücelik açısından ise bir tekti; yapıları,
fetihlerinden sağladığı hazinelerinin gömüldüğü ambarlardı."
Timur'un ilk işi, yeni yarini giydirip kuşatmak oldu; onu ya
bancılara karşı korumak üzere, etrafını müstahkem bir hisarla
çevirdi. Bu, göçebe Cengiz'in koyduğu töreler göz önüne alındı
ğında daha önce hiç rastlanmamış bir şeydi; çünkü onun için
yerleşik bir yaşam ve buna bağlı tüm -çarşı, pazar, ziraaat gibi
altyapı kurum ve kuruluşları birer küfürden farksızdı. Timur'un
kente beslediği aşıkane duygulardan hiç nasibini almamış olan
Moğol hükümdar, 1220'de buraya geldiği zaman karşısında, sur
larla çevrili ve kunt gezinti duvarlarının üstünde on iki demir
kapı ve kule olan bir kent bulmuştu. Yirmi muhafız fil ve on bin
lerce Türk askeri, ordusunun kenti ve hisarı yerle bir etmesine
engel olamamıştı. Şaman dininden olan Cengiz, töreye uygun
olarak Harezmli Müslümanlara şöyle seslenmişti: "Tanrı, beni si
ze ceza olarak gönderdi; büyük günahlar işlememiş olsaydıruz,
başınıza bu gelmezdi." Onu, "yıkım deryalarında boğup cehen
nem ateşlerinde yakan" bu kasırgadan sonra, Semerkand öylece,
savunmasız kaldı. Timur'un 150 yıl sonra başlattığı imar işleri sı
rasında, kentin dışındaki surlar ilk kez onarıldı; bu onun kente
ne kadar değer verdiğinin bir göstergesiydi.
Geri kalan ömründe Timur, dünyanın bir o bir bu tarafına
koşturdu durdu; aziz başkentinin şaruna şan katmak için fırtına
gibi esti, gürledi, yıktı, ateşe verdi, talan ve gasp etti. Sanki
onun için başka hiçbir şeyin önemi yoktu; kıtayı kasıp kavur
duktan sonra hep ona geri dönüyor, zaferlerinin ona kazandır
dığı en son ganimetlerle kenti süsledikçe süslüyordu. Fethettiği
yerlerde ele geçirdiği bilginler, hocalar, yazarlar, düşünürler ve
tarihçiler yeni inşa ettirdiği mektep, medrese ve kütüphaneler
de bir araya toplaruyor, kente kültürel zenginlik katıyorlardı.
Arabşah, "Timur, dört bir yandan topladığı yemişleri getirip
Semerkand'a yığıyordu; her ince sanat ve zanaatın, rakipleri
arasında sivrilmiş en üstün ve en şöhretli ustaları burada topla
nıyordu," diye yazar. Hocalar ve din adamları, bulutların için
de ışıl ışıl parıldayan yüksek mavi kubbeleri ve altın yaldızıyla fi-
231
ruzenin aydınlattığı iç bölmeleriyle kentte mantar gibi biten cami
lerde cemaatlerine vaaz veriyorlardı. Ferahlık ve huzur veren ve
dış mahallelere kadar uzayıp giden cennet misali bağ ve bahçeler
birbiri ardına türüyordu. Asya'nın, en seçkin müzisyenleri, sanat
çıları ve ustaları Semerkand'ın kibirli gönlünü hoş tutmak için fe
da ediliyordu. Kıtanın kültür merkezi İran' dan; şairler, ressamlar,
minyatür ve hat ustalari, müzisyenler ve mimarlar geliyordu. Su
riye ipek dokumacılarını, cam ustalarını, silah ve zırh yapımcıla
rını yolluyordu. Delhi'nin düşüşünden sonra, Hindistan'dan taş
ve inşaat ustaları, elmastıraşlar gelmişti; Anadolu, gümüş ve top
ustalarını ve urgan örücülerini göndermişti. Semerkand, dünya
nın en kozmopolit kentlerinden biri olmuştu. Müslüman nüfusun
içinde, Türkler, Araplar, Mağribiler vardı. Hıristiyan nüfus ise,
Ortodoks Yunanlılar, Ermeniler, Katolikler, Yakubiler ve Nasturi
ler' den oluşuyor; ardından, ömürleri bunlara hizmetle tükenen
Hindular ve Zerdüştler geliyordu. Semerkand, içinde türlü türlü
dillerin, dinlerin ve renklerin kaynadığı bir pota; payitaht debde
besinin ne olduğunu gösteren bir örnek ve sadık bir aşığın hiç
azalmayan sevgisini yansıtan bir abideydi.
Christopher Marlowe'un, "Semerkanda"sı, tarihi açıdan
doğru öğeler taşıyan tek tasviridir. Büyük Timurlenk adlı şahe
serinde, kendini kapıp koyuvermekle suçlanmışsa da, hiddetli
ve mağrur hükümdarın kentinin harikaları karşısında kendin
den geçiş tasviri olağanüstüdür.
232
Bu zarif kentin tam göbeğinde, ona gücünü veren Gök Sa
ray bulunuyordu; bu aynı zamanda hem hisar, hem hazine da
iresi, hem cezaevi, hem de esir alınmış zanaatçı ve ustaların ça
lıştırıldığı bir silah imalathanesiydi. Kalın duvarları; izbandut
gibi adamların zırh ve tolga yapımı için çekiçle dövdüğü veya
ok ve yay olarak biçimlendirdiği madenierin tangırtısından
inim inim inlerdi. Diğerleri, hükümdarın sarayları için cam ili
ler, ayakkabı ustaları orduya çizme ve sandalet yapmak için
derileri keserdi. Urgancılar, keten ve kenevir yığınlarıyla boğu
şurdu-direnen kentleri yıldırmakta kullanılan mancınık ve di
ğer kuşatma cihazıarı için gerekli olan urganların sağlandığı bu
iki ürün, ilk kez Timur zamanında, kent dışındaki tarım alan
larında yetiştirilmeye başlanmıştı. Ar_şivler, sikke basılı sandık
lar, Asya'nın talan edilmiş tüm hazineleriyle dolu odalar ve hü
kümdarın zaman zaman kullandığı resmi kabul salonları da
burada bulunuyordu.
Ne kadar hiç yerinde durarnasa da, Timur Semerkand'ın
merkezi etrafında dönerdi. Otuz beş yıl boyunca tüm seferleri
ni başlattığı ve -düşmanlarının hiç hoşuna gitmeyen bir düzen
lilikte- bunların hepsinden muzaffer olarak döndüğü yer hep
burası olmuştu. 138l'de Herat'ı yağmaladıktan; 1384'te Afga
nistan'ın güneyindeki Sistan, Zerenc ve Kandehar'ı aldıktan
sonra gene buraya dönmüş; 1392'de Toktamış'ı bozguna uğrat
tıktan sonra gene soluğu burada almıştı. Doğunun Roma'sı Se
merkand, evreni tepeleyen şanlı hükümdarını hayranlıkla karı
şık bir şaşkınlıkla izliyordu.
1396' da İran, Mezopotamya ve Kıpçak bozkırlarında kazanı
lan son zaferler de listeye eklendikten sonra, Timur bir kez daha
Semerkand' a döndü. Bu defa iki yıl kalarak, savaşmak yerine, ba
rış içinde iddialı imar ve bayındırlık işlerine girişti. Barış içinde
ama, başkentinin bayındırlık işlerine savaşa atılır gibi atılmıştı.
* * *
233
çimde, mütevazi maiyetiyle Semerkand' a ayak bastı. O çağın
Avrupa'sı Doğuyla ilgili olarak kara cahildi ve bundan nasibini
almış olarak buraya gelen elçi, kentin 150.000 kişilik nüfusuyla
Sevilla'dan daha büyük olduğunu keşfettiğinde, hayretten az ·
234
sı hükümdarın başkentte iki yıl kaldığı dönemde, 1397'de Mo
ğol ham Hızır Hoca'nın kızı Tüke! Hanım'la yaptığı evliliğin
şerefine dikilmişti. Bu bağ, Semerkand'ın biraz doğusunda,
meşhur Kanigil meralarının ortasında yer alıyordu. Kent surla
rındaki Firuze Kapı' dan girildiği zaman, iki yanı çam ağaçla
rıyla kaplı bir yoldan, dosdoğru bu yazlık saraya gidiliyordu.
Babür, anılarında bu sarayda bulunan, Timur'un Hint seferiyle
ilgili resimlerden söz etmişti. Üç katlı saray, şıkır şıkır kubbesi
ve sıra sıra sütunlarıyla hükümdara yakışan boyutlarda inşa
edilmişti.
Vardıktan birkaç saat sonra, İspanyol elçi, Kastilya kralı III.
Enriquez'in gönderdiği hediyeleri iki saray görevlisine teslim
etti. Bu formalite yerine getirildikten sonra, yeni bir grup gö
revli tarafından koltuk altlarından tutularak götürüldü. Gide
gide bir başka bahçeye geldiler; buraya üstü mavi ve altın sarısı
çinilerle bezenmiş, geniş bir kapıdan giriliyordu. Mızraklı saray
muhafızıarını geçerek ilerlediler; karşılarına, sırtlarında küçük
ahşap kuleler ola11 altı fil çıktı; bunlar bakıcılarının buyruğu al
tında türlü marifetler sergiliyorlardı. Elçi ve maiyeti, kıdemleri
gittikçe yükselen bir dizi saray . görevlisinden geçtikten sonra,
nihayet Timur'un torunu, Miranşah'ın oğlu Halil Sultan'ın
önüne getirildiler ve ona, İspanya kralının Yıldızlara ve Bahtına
Hükmeden İmparator'a yazdığı mektubu ilettiler. Huzura ka
bul zamanı gelmişti. Göz�em yeteneği fevkalade gelişmiş olan
elçiden, bize Doğunun en müthiş ve en müstebit hükümdarının
şu portresi kalmıştır.
235
Görüşme iyi geçti; fakat Timur kendini ci/ıaıı lıilkinıi olarak gördüğü
konusunda elçide hiçbir kuşkuya yer bırakmadı; İspanyol kralı III.
Enriquez için, "kralm oğlum sayılır, kendisini dünyanın bir ucuiıda
yaşayan Frenk kralların en büyüğü olarak görüyorum; ulusu da ün
salmış, yüce bir ulus," diye konuştu; fakat bu, Frenklerin yaşadığı kü
çük ve önemsiz Avrupa toprağıydı. Timur'un gücü ve zenginliği ise
bambaşka boyutlardaydı; o nedenle Batınm bu kralcığına babaca bir
tenezzül gösteriyordu .
236
soı;. derece zengin döşenmiş bir saray vardı; İspanyol elçi, hü
kümdarın yattığı yeri şöyle bir görmek fırsatını buldu; bu, zarif
çinilerle bezeli bir girintiydi; altın ve gümüş kaplı bir paravana
nın önünde biraz yükseltilmiş bir zemin ve bu zemin üzerinde
sırma işlemeli, ipek bir şilte vardı. Duvarlardan; üstleri zümrüt,
inci ve başka değerli taşlarla işlenmiş, gümüş pullarla kaplı,
pembe ipekli kumaşlar sarkıyordu. İpek püsküller esen rüzgar
la hışıldıyordu. Bu odaların girişine iki altın masa kurulmuştu.
Üstlerinde yedi altın şişe vardı; bunlardan ikisi iri inciler, züm
rüt ve firuzelerle işlenmiş, ağızlarına lal yakutlar kakılmıştı. Şi
şelerin hemen yanına, altı altın kupa konulmuştu ve b unlar da
benzeri biçimde inciler ve lal yakutlarla bezeliydi; Clavijo b ü
yülenmiş, iyice görmek için gözünü dört açmıştı.
Kuzey Bahçesi, Timur'un 1396 ile 1398 yılları arasında gi
riştiği dev boyutlu imar işleri sırasında vücuda getirilen gör
kemli yapılardan bir başkasıydı. Diğerlerinde olduğu gibi bun
da da, hükümdarlığa ait topraklar üzerinde bulunan en kıy
metli malzeme ve işçilik kullanılmıştı. Merrneri Tebriz' den, sa
natçı ve ressamları İran'dan gelmiş; bunlar Timur'un 1393'te
Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Semerkand'a kazandırdığı ünlü
Abdülhay'ın denetimi altında çalışmışlardı. Bu resimler üstün
deki görüntüler, günümüze dek kalmış olan Recistan resimle
rinde olduğu gibi, insan ve eşya tasvirini günah sayan İslami
inanca doğrudan bir başkaldırmaydı ve belki de Timur'un ra
kip tanımayan üstünlüğünü, kendine olan sınırsız güvenini ve
aynı zamanda bu inanca karşı beslediği birbirine zıt duyguları
simgeliyordu. Arabşah, "bu resimlerde, Timur'un görüşmeleri;
kendinin kah gülümser kah ciddi edalı suretleri, savaşları, ku
şatmaları; hükümdarlar, emirler, beyler, akil adamlar ve koda
manlada sohbetleri; ona sadakat yemini eden ve hediyeler ve
ren Sultanlar; avları, pusuları, Hindistan, Deşt (Kıpçak diyarı)
ve İran' da yaptığı savaşları, kazandığı zaferleri, bozguna uğra
yan ve kaçışan düşmanları; oğullarının ve torunlarının, emirle
rinin ve bahadırlarının suretleri; herkese açık şölenleri, şarap
kadehleri, sakileri, çalgıcıları, şenlikleri, aşıklarıyla oynaşmala
rı, hükümdar odalıkları, eşleri ve ömrü boyunca toprakları üze
rinde olup biten birçok şey, yapılan yenilikler ve olaylar tasvir
237
ediliyordu; hiçbir şeyi unutmamış, hiçbir şeyi mübalağa etme
mişti; onun yaptıklarından haberi olmayanlara, bunları, orada
larmış gibi yaşatmak istiyordu," diye yazmıştı.
Clavijo'yu en çok etkileyen yalnızca bu bahçeler ve saray
lar değil, aynı zamanda bunların boyutlarıydı. Semerkand'ın
içinde ve civarında kaldığı iki yıl boyunca Timur, Tahta Karaca
adlı bir başka bahçe daha diktirmişti; Arabşah'ın ifadesine göre
bu öyle geniş bir alana yayılmıştı ki burada çalışanlardan biri
bir gün atını kaybetmiş, onu tekrar bulana dek hayvan altı ay
süreyle gayet mutlu bir biçimde içinde kendi başına otlayıp ge
zinmişti. Kentte o kadar çok meyve ağacı dikiliydi ki, yüz kilo
meyve, "bir hardal tohumu etmiyordu".
Bu, Zerefşan Nehri'nin suladığı ve bol miktarda buğday
ve pamuk yetiştirilen son derece bereketli bir topraktı. Her
· yerde üzüm bağları vardı. Koyun ve büyükbaş hayvanlar için
yemyeşil otlaklar bulunuyordu. Heyet, hayranlık içinde,
"ağıl ve kümes hayvanları gayet besili ve en iyi cinsten," diye
gözlemlemişti. Kimi kuzuların kuyruğu o kadar yağlıydı ki,
tartıldığında on kilo çekiyordu. Timur ve askerlerinin, Kani
gil merasında ordugah kurduğu ve ete talebin çok yüksek ol
duğu bir zamanda bile bir çift koyun bir altından fazla etmi
yordu. Clavijo, nereye baksa yiyecek görüyordu. Hiç içki iç
memesine rağmen -bu durum Timur'un pek hoşuna gitme
mişti- boğazına bir hayli düşkün olan İspanyol elçi, buradaki
ürün çeşitliliği karşısında hayrete düşmüştü. Her yerde ek
mek bulunuyor, bol miktarda yetişen pirinç gayet ucuz bir fi
yata satılıyordu. Dört bir yandaki meydanlar kızartılmış et ve
yahni satan kasaplar; ördekler, sülünler, keklikler, sebze ve
meyvelerle doluydu; bunların arasında o leziz ve sulu Semer
kand kavunu da vardı; öyle bol miktarda yetişiyordu ki bir
kısmı asılarak bir yıl saklanıyordu.
Kentte geçirdiği üç ay içinde Clavijo, özellikle tıka basa
mal dolu olan çarşılardan etkilenmişti. Timur'un hükümdarlığı
sırasında Semerkand; Bağdat' dan çıkıp doğuda Çin sınırına ka
dar uzanan Horasan yolu frzerinde çok önemli bir ticaret mer
kezi haline gelmiş, hele de Timur Altın Orda Hanlığı'nı yıkı[>
kuzey ticaret yolunu guneye çevirdikten sonra önemi büsbütün
238
artmıştı. Clavijo, çarşılarda Rusya'dan ve Tataristan'dan gelen
kürk, deri ve ketenleri, Çin' den gelen ipekleri, yakutları, elmas
ları, akikleri, incileri, miski amber ve baharatları görmüştü.
Hindistan' dan yola çıkan kervanlar Hindistan cevizi, karanfil
kurusu, besbase, kimyon, zencefil ve kudret helvası getiriyor
du: Suriye ve Anadolu'dan kumaş, cam ve madeni eşya geli
yordu. Semerkand, tarımda ileri olduğu kadar, ipek, krep ve at
las dokumacılığında da önemli bir merkezdi. Bu imalathanele- ·
2 39
yapılara, zarif çeşmelere, zengin süslemelerle kaplı camilere
ve konforlu harnarnlara hayran kalmıştı. Sultaniye'ye geldiği
zaman, buranın "tacirler ve ürün değiş tokuşu için Teb
riz'den daha önemli bir merkez" olduğunu görmüş; "Ticaret
o denli yoğun ki, gümrük resminden her yıl hazineye çok bü
yük bir gelir akıyor," diye yazmıştı.
Clavijo, doğunun bu tuhaf, alışılmadık kentlerinden geçer
ve imparatorluğun başkentine adım adım yaklaşırken, herhal
de Avrupa'nın, 'medeniyetten nasibini almamış vahşi Doğu'ya
üstünlüğü varsayımını sorgulamaya başlamış olsa gerektir.
Binlerce kilometrelik yol boyunca Timur'un buyruklarının,
kent ve kasabalarda ne kadar sıkı bir disiplin ve acımasızlıkla
uygulandığına tanık olmuş; "Nereye ve hangi saatte gelmiş
olursak olalım, o yerleşim merkezindeki görevliler ihtiyaçları- .
mızın tamamını çarçabuk karşılayamadıkları zaman öyle ağır
bir biçimde hırpalanıyorlardı ki, hayretten donakalıyorduk,"
diye yazmıştı. Elçiler ve ulaklar, dörtnala giden kısraklarıyla
hükümdarlık topraklarının üstünde cirit atıyorlar, belli ve dü
zenli aralıklarla yerleştirilmiş menzillerde atıarını değiştiriyor
lardı; bunları o denli hızlı sürüyariardı ki, yollar çatlamış at leş
leriyle doluydu. Bu toprakların hakimi hiç kuşkusuz, çok müt
hiş ve büyük bir adam olmalıydı.
Clavijo, yolculuğun meşakkatinden tükenmiş bir halde
ve sonbahada birlikte Semerkand' a ulaştığı zaman kent ona
büyük bir nimet gibi görünmüş; "Bu muazzam başkent ve ci
varında öyle bir bolluk ve refah var ki insan gözlerine inana
mıyor," diyerek hayretini dile getirmişti. Dünyada Hıristi
yanlığın üstünde hiçbir güç olmadığına inanırdı. Her ne ka
dar Haçlıların, 1396' da Bayezid karşısında uğradıkları boz
gun bu inancını biraz sarsar gibi olduysa da, Hıristiyanlığın
kılıcının bu Doğulu kafideri bir gün imana getireceğine yü
rekten inanırdı. Oysa şimdi, Semerkand'ın ışıl ışıl parıldayan
dev methallerine, firuze renkli o olağanüstü kubbelerine,
cennet misali bağ ve bahçelerine bakarken, kafasına üşüşen
bir sürü rahatsız edici düşünceyi bastırmaya çalışıyordu. Da
ha Semerkand'a varmadan gördükleri bile ona, Hıristiyan
aleminin bu topraklara hükmeden adamla aşık atamayacağı-
240
nı göstermeye yetmişti. Avrupa birdenbire, çok çok uzakta,
ufacık bir yer olarak kalmıştı.
* * *
241
Sovyet döneminde, vücudu bu ağır ve zorunlu işi kaldıra
madığı için o da üniversiteden vaktinden önce ayrılmak zorun
da kalmıştı. O gün olduğu gibi bugün de pamuk toplamayı
reddeden öğrenciler diplama almadan üniversiteden atılıyor
du. "Şimdi de öyle. Değişen hiçbir şey yok; yalnız daha iyi giz
leniyor. Pamuk tarlaları, sizin gibi yabancılar ne olup bittiğini
görmesin diye, anayollara uzak tutuluyor."
Semerkand'ın taşı toprağı altın olan yolunda, komünizmin
Moskova' da yıkılışından on yıl sonra bile ondan kalmış lekele
re rastlanır. James Elroy Flecker'in oyunu ilk sahneye konuldu
ğu zaman, Semerkand Batılı insanın gönlünde dünyanın en ro
mantik kenti olarak taht kurmuştu; çok uzakta, çok egzotikti;
bugün dahi birçok kişi için hala öyledir. Sadece adı bile, akla
kum fırtınalarında bata çıka ilerlemeye çabalayan baharat ve
türlü türlü hazineler yüklü kervanları, muhteşem sarayları ve
göz alabildiğine uzanan bakımlı bağ ve bahçeleri getirmeye ye
tiyordu. Doğunun barbar dünyasında, bir ihtişam ve saltanat
timsali; mavi kubbeli bir zarafet ve huzur vahasıydı. Fakat yir
minci yüzyılın ilk on, yirmi yılında bile bu büyük bir sevgiyle
korunan izienimler bir hayalden ibaretti. Büyük Av ve o zarafet
ve chutzpah (efendilik) devri çoktan sona ermişti. Doğmakta
olan Sovyet İmparatorluğu, doğuya doğru genişliyor, eskiden
Timur'a ait olan t9prakları bir bir ele geçiriyordu.
1917'de Ruslar Semerkand'ı aldılar ve kızıl bayrak Recistan
('kumlu yer' anlamında) meydanında dalgalanmaya başladı.
1 924'te Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti doğdu ve bir yıl
sonra Semerkand başkent ilan edilerek bir gelişme ve çağdaş
laşma dönemi başlatıldı. Yeni rejim, Sovyet deneyimini tüm
araç, gereç ve tezahürleriyle benimsedi. Her yerde fabrikalar,
okullar, hastaneler ve apartman konutlar bitti. Dar ve karmaşık
sokakların yerini geniş ve iki yanı ağaçlıklı yollar aldı. Ti
mur'un Gök Sarayı'nın bulunduğu alan Lenin Meydanı'na dö
nüştürüldü ve bir Halkevi ve bir opera ve bale binasıyla temsil
edilen yeni bir kültür ocağı haline geldi. Semerkand'ın o dört
bir yana doğru 'romantik ve gelişigüzel serpilişine ket vurul
muştu. Kentteki anıt yapılara gelince; bunlar, yüzlerce yıllık bir
ihmalden sonra yeniden onarılacaktı.
242
* * *
243
tırnaklarını ellerine batıran öğrenciler, cami avlusunun gü
neybatısındaki methal üstünde bulunan ve onlara eğitim gör
dükleri kurumun şanını hatırlatan şu kitabeye yılgınlıkla bak
mış olsalar gerektir: "Bu methal Cennet örnek alınarak yapıl
dı . . . ardında, en büyük sultanların önderliğinde, dine faydalı
bilimlerin hakikatlerini ifşa eden hocalar bulunur." Dershane
lerden yükselen ınınltının üstünde ve hışım gibi esen rüzgar
ların önünde titiz birer gözcü gibi dikilen bir rift minare var
dır; caminin doğu cephesindeki medresede olduğu gibi bun
lar da lacivert ve firuze hatlarla dantel gibi işlenmiştir. Gökle,..
re uzanan zirvelerinde, hatların irileştiği görülür. Lacivert
bordürlü, çarpıcı, beyaz harflerle "Allah" kelimesi sütunun et
rafını çepeçevre sarar.
Uluğ Bey Medresesi on yedinci yüzyılın sonlarına kadar
bir eğitim kurumu olarak hizmet vermeye devam etmişti. On
sekizinci yüzyılda kendisine layık görülen iğrenç kader, her
halde yapımcısında dehşet ve hiddet uyandırırdı; çünkü bu
şanlı eğitim kurumu önce tamamen metruk bir durumda bıra
kılmış, ardından tahıl arnbarı olarak yeniden diriltilmişti. Yir
minci yüzyıl başlarında tekrar eski kimliğine kavuşturulmuş ve
bir kez daha avlusunda alçak perdeden Kuran sesleri duyulma
ya başlanmıştı; burada eğitim gören altmış öğrenciye, çökme
tehlikesiyle karşı karşıya bulunan dershane kısmına geçmeme
leri tembih edilmişti.
Tam karşıda, iki yanı minareli ve aynı ölçüde heybetli met
haliyle Uluğ Bey Medresesi'nden hiç de aşağı kalmayan Ş ir Dur
(Aslan Yatağı) Medresesi yer alır; bu, Uluğ Bey Medresesi'nden
iki asır sonra, 1619 ile 1639 yılları arasında inşa edilmişti. Ola
ğanüstü büyüklüğü sayılmazsa -çünkü bu Recistan'daki her üç
yapı için de geçerlidir- ziyaretçinin methalle ilgili olarak ilk
dikkatini çeken şey, insan yüzü biçimindeki iki güneşin önün
de yer alan bir çift aslan olur; bunları beyaz güvercinlerin ar
dında sinsi sinsi dolaşırken gösteren tasvir, tabiattaki asıllarına
pek sadık olmamakla beraber, İslami inanca bir başka başkaldı
rı örneğidir. Bir rivayete göre, yapının mimarı bu münafıklığı
hayatıyla ödemişti. Methalde, aynı ölçüde süslü bir de kitabe
vardır: "Hayal gücünün ipine tırmanan düşünce cambazları as-
244
la onun yasak minarelerinin zirvelerine çıkamayacaklardır. " Bu
muhteşem cephenin biraz arkasında ve iki yanında; onun bir
ölçüde gölgelediği, Timuroğulları mimarisinin alameti farikası
olan gök mavisi iki küçük kubbe bulunur.
Meydanın kuzey tarafında, üçlüyü tamamlayan ve daha
sonra, 1646 ile 1660 arasında yapılmış olan Tilye Kari Medrese
si vardır. Bu, diğer iki komşusuna göre daha alçak bir yapıdır
ve 70 metre uzunluğuyla meydanın epeyce dışına taşar; iki kat
üstünde yer alan hücreleri, batıda küçük bir kubbeyle taçlandı
rılmıştır; bu Şir Dur'un kubbelerine kıyasla daha büyük ve da
ha hakim bir konumdadır ve güneş ışığı altında pırıl pırıl par
layan mavi çinileriyle göz kamaştırır.
Hindistan'ın gelecekteki beyaz racası George Curzon, 1888
yılında İngiliz Muhafazakar Partisi milletvekili iken buraya
gelmiş ve meydandan şiddetle etkilenen sayısız ziyaretçiden
biri olmuştu. "Semerkand'ın Recistan Meydanı, ilk yapıldığı
zamanki, hatta bugün bir harabeye dönmüş haliyle bile dünya
nın en müthiş, en ulu meydanıdır," diye yazar. "Ben Doğunun
hiçbir yerinde, ou dev eserin yalınlığı ve heybetiyle boy ölçüşe
bilecek bir eser görmedim; Avrupa' da da öyle . . . bu müsabaka
ya katılmaya layık bir tek yer bilmiyorum. Gerçekten de Avru
pa' daki hiçbir görüntü bununla kıyaslanınaya gelmez; değil mi
ki dört yanından üçü, en alasından üç Gotik katedralle çevrili
bir tek meydanımız yoktur."
Bir mimarlık şaheseri olan Recistan, ilk yapıldığı zamanki
haliyle İslam dünyasının en nadide ziynetlerinden biriydi. Göz
okşayan simetrisi; methallerindeki girift çiçeksi desenleri ve ki
tabeleii; Kufi hat ?anatının inceliği ve çölün boz rengi üstünde
sergilediği renk cümbüşü -gök mavisi, yeşil, sarı, ve lacivert
ve hepsinden önemlisi devasa boyutları göze ilk çarpan unsur
lardır. Fakat Curzon bu sözleri, harap durumdaki bu anıt yapı
lar Ruslar ve daha yakın bir tarihte de Özbekler tarafından ona
rılmadan önce söylemişti. Bugünkü haliyle meydanda çok yeni
ve doğallıktan uzak bir hava vardır. Restorasyon çalışmaların
da biraz ifrata kaçılmış, mozaikler çok işgüzarca onarılmış, par
lak ve rengarenk çinilere bu yaştaki binalarda olmayacak kadar
çiğ ve cilalı bir görünüm verilmiştir.
245
Recistan, adeta bir tek çiziği ve kusuru olmayan bir İslam
Disneyland'ı haline gelmiştir. Doğal yaşlanma sürecine ket vu
rulmuş, türr, yıpranma ve eskime belirtileri hoşgörüsüzlükle
karşılanar�,k, canla başla yok edilmiştir. Yapıların içinde bulun
duğu hat ap durum ve sağladıkları döviz geliri göz önüne alın
dığınd;:, bunları anlayışla karşılamak mümkündür, ama sonuç
verimli olmamıştır. Recistan'a birkaç dakika baktıktan sonra,
Uluğ Bey Medresesi'nde henüz restorasyon ustalarının ele al
m<,dığı, hafifçe yana yatmış bir minare gözüme iliştiği zaman,
ferahladığımı hissettim. Bir polis, elinde bir anahtar saHayarak
yanımıza yaklaştı ve iki dolar karşılığında bizi Semerkand'ın
eğik Piza Kulesi'ne çıkarabileceğini söyledi.
Timur bu minarenin tepesinden aşağıya, Recistan'a bakmış
olamazdı; çünkü ne bu, ne de geri kalan diğer anıt yapılar onun
yaşadığı dönemde henüz yapılmamıştı. (Buna karşılık bir yüz
yıl sonra Babür, Özbeklerle savaşırken buradan etrafı gözleye
bilmişti.) Fakat satranç ustası hükümdar, o zaman gökte bu ka
dar yükseğe çıkabilmiş olsaydı, başkentindeki kavşaklara baka
cak ve bunların Şir Dur veya Tilye Kari medreselerinde değit
üstü yüksek bir kubbeyle kaplı bir bedestende toplandığını,
kentteki yarım düzine anayolun buraya çıktığını görecekti.
Bu yollar, gök mavi kubbeli camilerin, medreselerin ve tür
belerin yanından geçerek, meslek gruplarına göre sınıflandırıl
mış bedesten boyunca dalana dalana ilerliyordu. İşte şurada,
Timur'un gittikçe büyüyen hükümdarlığının dört bir yanından
gelen ve sayıları her gün biraz daha kabaran zanaatçılar grubu;
dokumacılar, demirciler, kuyumcular, çömlekçiler, yay yapım
cıları ve çini ustaları vardı. Recistan' dan çıkan yollar sonunda
şehir surlarındaki altı kapıya ulaşıyorlardı; tuğlayla örülmüş
bu muazzam duvarların çevresi sekiz kilometre uzunluktaydı
ve etrafları derin bir hendekle çevrilmişti; bu surlar Cengiz bu
rayı yakıp yıktıktan sonra Timur tarafından onartılmıştı.
Bu minarenin tepesinden bakıldığında Semerkand, mas
mavi kubbeleri ve yanardöner methalleriyle, göz alabildiğine
uzayan şıkır şıkır bir deniz gibiydi. Bu ışık cümbüşü ancak uf
kun çok ötesinde; sinsi çölün, kentin kendisinden kazandığı
toprakları geri almak istercesine bu denizin kıyılarını yaladığı
246
yerde biraz hafifler gibi oluyordu. Ve aynı ışık cümbüşünün
içinde, Recistan'ın birkaç yüz metre kuzeydoğusuna düşen Ef
rasiyab'la (antik Semerkand), güneydeki yeni yerleşim merkezi
arasında bulunan Demir Kapı'nın hemen güneyinde, Timur'un
gurur ve mutluluk kaynağı, Bibi Hanım Camii -Sultan Ana Ca
mii- yükseliyordu. 45
Geniş, göklere meydan okuyan ve İslam dünyasının en
abidevi yapılarından biri olan bu ulucami, onun en iddialı pro
jelerinden biri; sayısız zaferlerini kutlulayan bir eserdi. İnşaatı
na 1399 yılında, Timur, Delhi'ye yaptığı yıldırım baskının ar
dından büyük bir şevk içinde başkentine döndüğü zaman baş
lanmıştı. Clavijo, "Semerkand' da ziyaret ettiğimiz camiler için
de en ulu olanıydı," diye yazar. Yaşı bir hayli ilerlemiş olan hü
kümdar, belki de çokluk yaptığının aksine, dünyevi değil, se
mavi bir eser yaptırmak istemişti.
Hilda Hookman'ın öne sürdüğü gibi, Timur'a bu yeni cami
yi ilham eden Hindistan'da, Firuzabad kentinde görüp hayran
olduğu bir camiydi. Veya bu, Delhi'deki Cihanpenah Mescidi de
olabilirdi. Caminin tamamlanmasının kaç yıl aldığı göz önünde
bulundurulursa, bir başka ilham kaynağının Şam'daki Emeviye
Camii olduğu da söylenebilir; Timur, 1401'de kentin önünde or-
45 Her ne kadar hem tarihi kayıtlar hem camideki
'
kitabeler, bunun Timur tarafından
yaptırıldığını söylüyorsa da Semerka nd'da yaygın olan bir söylentiye göre bu
doğru değildir. Bu inanışa göre camiyi, Timur'un eşi, Çin prensesi Bibi Hanım'ın
kendisi, onun Hindistan'dan muzaffer dönüşünün şerefine yaptırmıştı. Caminin
tamamlanmasının kocasının dönüşüne yetişmeyeceğini öğrenen Bibi Hanım, mi
mara giderek elini çabuk tııtmasını söylemiş, çalışma hızını iki katına çıkarması
için nafile ısrar etmişti. Çok güzel olduğu sanılan bu prensesi tııtkuyla arzulayan
mimar, kendisine bir öpücük vermediği sürece işe devam etmeyi reddetmişti.
Başka bir adamla öpüştüğü takdirde başına geleceklerden korkan prenses, "ama
bütün kadınlar aynıdır," diye cevap vermişti. "Haremden istediğin kızı al." Ona
bir kase dolusu renkli yumurta getirmiş, "Hangisini istiyorsan kır, içierinin aynı
olduğunu göreceksin," demişti. Bu benzetmeden pek etkilenmeyen mimarın bu
kez kendisi bir benzetme önermişti. Bir bardağa su, bir bardağa votka doldurduk
tan sonra, şunları söylemişti: "Hem renkleri hem biçimleri aynı, fakat içerikleri ta
mamen farklı. Kimi kadınlar su gibi, soğuktur. Diğerleriyse ateşe benzer, votka gi
bi insanın kanını tııtıışturur." Mimarın görünüşünden çok, bu mantığına karşı ko
yamayan Bibi Hanım, yanağını eliyle kapayarak bir öpücük vermeye razı olmuş
tu. Cami tamamlanmış, fakat karasevdalı mimarın prensese verdiği öpücük aşk
ateşinden, elini yakıp geçerek yanağında iz bırakmıştı. Karısının ihanetini keşfe
den Timur, onu minarenin tepesinden attırarak öldürtmüştü. Mimar da aynı şe
kilde ölüme mahkum edilmiş, fakat son anda kanatlanarak cennete gitmişti.
247
dugah kurduğunda bunu görmek fırsatını bulmuştu. Cami kar
şısında İbn BattCıta'nın nefesi kesilmiş, "şehre hangi İstikametten
girilirse girilsin, önce bu kubbe göze çarpıyor; her şeyin üstünde,
havada asılmış gibi duruyor," diye yazmıştı. Timur'un önceki
yapılarında kubbeler İran tarzına uygun inşa ediliyordu, yani te
peye doğru sivriliyor; tabana doğru yayılmıyorlardı. Bibi Hanım
Camii ve Gur-i Emir Türbesi'nin nar biçimli devasa kubbeleri ye
ni bir tarzın müjdecileri olmuş, hükümdarın ölümünden sonra
Timuroğulları tarafından da benimsenmiş, oradan Hindistan
Moğolları'na geçerek çok başarılı bir biçimde Taç Mahal'de uy
gulanmıştı. Bu tarz daha sonra Rusya'ya ithal edilmiş ve burada
ki en yüksek ifadesini Kremlin Sarayı'nda bulmuştu.
Clavijo, Ulucami'nin Timur'un başkadını Saraymülk Ha
nım'ın annesinin anısına, başkaları ise karısının şerefine dikil
diğini ve bu nedenle Bibi Hanım adının takıldığını söylemişler
dir. Tarihi kayıtlar bu konuda, ne hikmetse suskundur; fakat il
hamı kim vermiş olursa olsun, proje Timur'un duruma egemen
olma içgüdülerini bütün korkunçluğuyla harekete geçirmişti.
Hoca Mahmud Davud ve Muhammed Celed adlı iki emir işin
başına getirilmiş ve seyri hakkında 'rimur'a günlük rapor ver
meleri istenmişti. Bunlar olağanüstü ustalara ve muazzam bir iş
çi ordusuna hükmediyorlardı; her çalışan özel yeteneklerinden
ötürü seçilmişti. Basralı ve Bağdatlı usta zanaatçılar, Azerbay
canlı, Fars ve Hint taş ustaları, Şam' dan gelen kesme camcılar ve
Semerkandlı zanaatçılarla birlikte çalışıyorlardı. Ahali için en bü
yük sürpriz, Azerbaycan, İran ve Hindistan'dan yüklenen mer
mer bloklarıyla kente giren doksan beş fil oldu. Timur'un hem
savaş meydanında hem bunun dışında göze sokmaya çalıştığı
bu hayvanlar, daha önce Semerkand' da hiç görülmemişti.
1404'te, cami tamamlanmak üzereyken, burada çalışanlar
Timur'un Beş Yıllık Seferi'nden muzaffer olarak dönüp soluğu
inşaatta alması karşısında telaşlanmışlardı. Hükümdar, metha
lin boyutlarından hiç tatmin olmamıştı ve derhal yıkılarak yeri
ne yeni temellerin kazılmasını buyurdu. Clavijo, methalin çok
alçak olduğunu, Arabşah ise tam karşıda bulunan Saraymülk
Hanım Medresesi'nin görkemli cephesinin gölgesinde kaldığını
söyler. Neden ne olursa olsun, hükumdar öfkeden kudurmuştu.
248
İnşaattan sorumlu iki emir ölüme mahkum edildi. Arabşah'a
göre, Timur, darağacı öncesi en ağır cezayı Muhammed Celed
için saklamıştı.
24 9
kan örtüler ve ipek halılar, camiye bambaşka bir güzellik ve
riyordu. Boyutları da görülmedik ölçülerdeydi; yüz metreye
yüz elli metrelik bir alan içinde yer alıyordu. Methal otuz
metreyi geçiyordu; bundan daha yüksek yalnızca iki minare
vardı; bunlar kırk beş metre boylarıyla ufuk çizgisini birer
mızrak gibi deliyor; aşağıda ise geniş bir avluya bakıyorlardı;
bu avlu dört yüz mermer sütunun taşıdığı dört yüz küçük
kubbeli bir kemerli geçitle çevrelenmişti. En büyük kubbenin
alt kısmındaki Kufi yazısıyla kitabeler, Kuran' dan alınmış
ayetlerle kubbenin etrafını bir şerit gibi sarıyordu; harfler o
kadar iriydi ki kilometrelerce öteden okunabiliyordu. Saray
vakanüvisinin ağzı kulaklarına varmış, "kubbeye eşsiz deni
lebilirdi, sema eşi olmasaydı; kemere eşsiz denilebilirdi, Sa
manyolu eşi olmasaydı" diye yazmıştı.
Süslemelerin niteliği ve çeşidi olağanüstüydü. Geniş satıh
lar, sırlı kiremit parçalarıyla hezarbaf tekniği kullanılarak işlen
miş, araları Allah' a ve onun peygamberine övgü niteliğinde
Kufi desenlerle doldurulmuştu. Kimi yerlerde bunlar, zemine
paralel olarak ilerleyen düzgün kemerli paneller üzerine işlen
mişti. Diğerlerinde ise, çentikli süslemeleri takiple ve sert zik
zaklar çizerek cephelerden verev olarak iniyorlardı. Caminin
görünen bütün satıhlarında bu renk cümbüşü göze çarpıyordu.
Ana methalde ve ibadet eyvanında, aralarına taş ve tuğla kakıl
mış sırlı mozaik paneller vardı. Sarmal biçimli açık mavi çiniler
kendilerini izleyen bakışları göğe doğru çıkarıyor; taş ve tuğla
ise abidevi yapıyı toprakla ilişkilendiriyordu.
Ana methaldeki yazıtlar, Timur'un onuruna konulmuştu;
caminin yapımına 1399' da başlanıldığını ve 1403-04' te bi tirildi
ğini belirtiyordu. Girişteki bir oyma taşın üstünde, "Ulu hü
kümdar, devletin ve dinin direği Emir Timur Gurgan ibn Tura
gay ibn Burgul ibn Aylangir ibn Işıl ibnü'l-emir Karaşar No
yan, Allah'ın izniyle bu camiyi 806 yılında (1403-1404' te) bitir
di; Allah hükümdarlığını baki kılsın" diye yazılıydı.
Minareleri geniş eyvanların tepesine diktirrnek yerine, kale
kapısının kuleleri gibi methalin iki yanına koydurmakla Timur
İlhanlıların mimari tarzından cüretli bir biçimde kopuyor, ca
misine hiç kuşkusuz dev boyutlarda bir dini-askeri estetik geti-
250
riyordu. Kendini İ�lamın Kılıcı olarak gören bir adama da zaten
böylesi yakışırdı. Onemli başka mimari yenilikler de vardı. Yan
eyvanların kubbeli birimlerle birleştirilmesi de daha önce de
nenmemiş bir şeydi ve onu geleneksel dört eyvanlı camilerden
ayırıyordu; bu tarz daha sonra İsfahan'daki Mescid-i Şah ve ar
dından Moğol yönetimi sırasında Hindistan' daki camilerde de
kullanılmıştı.
Timur'un camisi ne kadar müthiş olursa olsun, inşaatı ace
leye getirilmişti. Hükümdarır\ şahsi müdahalesi; hele hele de
işin başına koyduğu iki emiri öldürtmesi, hiç kuşkusuz işçiler
ve ustalar arasında dehşet yaratmıştı. İnşaatı çabuk bitirmek ve
hükümdarın gazabından kurtulmak için belki işin kolayına
kaçmışlardı. Belki temeller böylesine kunt bir yapıyı taşıyabile
cek derinlikte kazılmamıştı. Gerçek nedenler bilinmemektedir,
ama şu var ki bina daha yapılır yapılmaz çökmeye başlamıştı.
Sağdan soldan fırlayan taşlarla, namazlarını şaşıran müminler,
çok geçmeden başka camilere gitmeye başladı. Mamafih, yapı
nın iskeleti yerinde kaldı ve on dokuzuncu yüzyılda hem pa
muk borsası hem Jde Çarlık subaylarının ahırı olarak kullanıldı.
Zaten o tarihe gelinceye kadar, Buharalı emirler içinde değerli
ne var ne yokşa talan etmişler; yedi ayrı madenden yapılmış
ünlü methallerini eritip sikke dökmüşlerdi. 1 897' de Semer
kand'da meydana gelen deprem camiye son öldürücü darbeyi
vurmuştu.
Caminin ana bölümü günümüzde ziyaretçilere kapalıdır
ve içi karanlık ve metruk bir durumdadır. Bir demir kafesin ar
dından bu kasvetli loşluğa baktım; büyük ölçüde harap, mağa
ra gibi bir alanda rengi atmış, isli ve tozlu sıvalardan ve karton
piyerlerden başka hiçbir şey kalmamıştı. Fakat Timur'un olağa
nüstü uzak görüşlülüğünün bir belirtisi olarak yapı gene de va
kada ve dimdik ayakta durmaktaydı. Recistan'ın çiğ renkli
anıtlarına kıyasla daha büyük bir titizlikle onarılmış olan ikiz
methallerin yanındaki kuleler, zarif bir biçimde göğe doğru
yükseliyordu. Semerkand'daki her şey gibi, göze çok hoş gelen
cephe süslemelerindeki ayrıntıların üstünden, soluk mavi ve
bejlerle yeniden gidilmişti.
251
Gerekli rüşvetleri dağıttıktan sonra, kulelerin tepesine çı
kıp ılık ılık esen yelin içinde pırıldayan Semerkand' a baktım;
manzara, caminin o muazzam kubbesinin ardından görünü
yordu; yer yer dökülen çinilerinin altından çıkan toprak zemin,
ona çiçek bozuğu gibi çopur bir görünüm vermişti. Avluda,
methalin önünde, gökbilimci hükümdar Uluğ Bey'in verdiği,
Moğol merrnerinden yapılmış, devasa bir rahle vardı. Eskiden
Osman'ın Kuran'ı bunun üstünde duruyordu; fakat on doku
zuncu yüzyılın ikinci yarısında Ruslar mübarek kitabı ele geçirip
St. Petersburg' a götürdüklerinde, rahle kendi emniyeti bakımın
dan çökmekte olan camiden çıkarılmış ve buraya, açığa konul
muştu; o gün bu gündür hava şartlarına karşı mücadele ediyor
du. Bulunduğum yerin çok aşağısında etli butlu, iriyarı bir anay
la, bir kız gördüm. Kadınlardan genç olanı, ralılenin altından
emekleyerek geçiyor, sonra doğrulup şöyle bir silkindikten sonra
tekrar altında gözden kayboluyordu. Bir rivayete göre, bu ralıle
nin altından üç defa geçen kısır kadınların çocukları oluyordu.
Caminin metruk görkemine bakarken, içinde bulunduğu
bu harap durum acaba Timur'un yurtdışındaki konum ve itiba
rını zedelemiş midir, diye düşündüm; çünkü zaten Batı dünya
sında adı geçtiği zaman insanlar aval aval bakıyordu. Eğer ilk
haline yakın bir durumda muhafaza edilebilseydi, İslam dün
yasının bu en büyük hükümdarına çok büyük, eşsiz bir hizmet
te bulunulmuş olacak; ona bakan herkes, her ne kadar eli kanlı
bir zorba da olsa, Timur'un aynı zamanda kültür ve sanata
önem veren, uzak görüye sahip bir adam olduğunu anlayacak,
onun hem Büyük İskender' den hem Cengiz Han' dan çok daha
müthiş ve çok daha yönlü bir kişi olduğunu takdir edecekti.
Abidevi mimarisi, akılcı ölçüleri, kullanılan malzeme ve işçili
ğin üstün niteliği, bu olağanüstü yapıdan bugüne kalan yıkınh
larda bile belli olmaktadır. Bu firuze renkli kubbeleriyle ünlü
kente bakarken, Yezdi'nin, sanki insan elinden çıkmamış gibi
duran bu muazzam cami için yazdıkları aklıma geldi:
252
Saray dalkavuğu, ilk defa mübalağanın ölçüsünü fazla ka
çırmamıştı.
* * *
253
mimari hazinesindeki en nadide incilerden biri haline gelmişti.
Timur'un başka bazı akrabaları ve kendisine sadakatle hizmet
etmiş birçok emirinin yanı sıra, iki kız kardeşi de buraya gö
mülmüştü. Türbe; bir t<ış, hat ve başka birçok ince sanat ve za
naat harikasıydı; bu kabristan, mavi çininin her tonuyla şıkır şı
kırdı. Masmavi kubbeler, gün ışığında fener gibi yanıyor, etraf
ıarında bulunan tuğladan örülmüş, daha sade kubbeler güne
şin altında kavruluyordu.
Yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde Şah-ı Zinde, Sovyet
ler'in yol açtığı, tarihin insafsız bir cilvesi sonucui İslam aleyhtarı
bir müze olarak pinekledi durdu. Günümüzde, komünizmin
prangasından kurtulmuş, Semerkand'ın en cazip ziyaret yerlerin
den biri olarak yeniden doğuşunun keyfini çıkarmaktadır. Bir
ikindi vakti, Perhad'la ben, eski şehrin bu büyük kabristanına git
mek üzere bir taksiye bindik. Emekli bir subay olan şoförümüz,
devletin Timur'un itibarını iade çabalarından hiç etkilenmemişti.
"Şimdi tutmuşlar, ordudaki askerlere Timur hakkında ders veri
yorlar; yok ne müthiş bir savaşçıymış, yok savaşlarını nasıl kaza
nırmış; yok Özbekistan ordusu nasıl aynı ruhla çarpışıyormuş, si
zin anlayacağınız estek, köstek. Hadi adını dillerinden hiç düşür
müyorlar, anladık ama bu ne işe yarar ki? Yapılan kıyaslamalar
bile isabetli değil. Timur askerlerinin hakkını veriyordu. Bizler ise
aldığımız emekli maaşlarıyla karnımızı zor doyuruyoruz. Bırak
askerini, bu devlet, milletini beslemekten aciz."
İnceden ineeye işlenmiş Uluğ Bey methalini ve kubbeli
giriş ho llerini geçip k:ı bristan alanına girmemizle beraber,
Kadızade-i Rumi Türbesi'nin tepesinde, o aşina mavi kubbe
lerle karşı karşıya geldik; bu kabristandaki en büyük mezardı
ve içinde Timur'un sütannesinin gömülü olduğu söyleniyor
du. Sağlı sollu, yüksek gömütlerin gölgelediği dar bir yol üs
tünde iki güzel kabir daha vardı. İlki, 1 372' de yapılan Şadi
Mülk Ağa Türbesi'ydi ve içinde Timur'un kuzenlerinden biri
yatıyordu -kapıyı çerçeveleyen kitabede, "bu bahçede, bir
bahtı güzel gömülmüş; bu mezarda bir nadide inci kaybedil
miştir/' yazılıydı- ve daha sonra Timur'un en büyük kız kar
deşi Türkan Ağa da buraya defnedilmişti. Kent merkezindeki
Ruhabad Türbesi sayılmazsa -bu, günümüz Semerkand'ında
2 54
Timur döneminden kalmış ender yapılardan biridir- Şadi Mülk
Ağa Türbesi gördüğüm ilk tuğla örülü kubbeydi; ölçülü ya
lınlığı üstündeki firuze renkli gökyüzü ve altındaki methalde
görülen ayınalı ve sırlı tuğlalada işli panellerle uyum için
deydi. Bu türbe, erken dönem Timur mimarisine özgü duvar
süslemeciliğinin en yetkin örneklerinden biri olarak haklı bir
şöhret kazanmıştı; hem iç hem dış cepheleri fevkalade ince
bir teknikle döşenmiş tuğlalada bezeliydi.
Loş türbenin içindeki süslemelerin zenginliği, burada bir ya
lınlık kaygısı güdülmediğini gösteriyordu. Duvarlar boyunca
dikdörtgen paneller dizilmişti; bunların içieri altı köşeli yıldız ze
minler üstünde yuvarlak biçimlerle doldurulmuş, etrafıarı dü
ğüm düğüm Kufi yazısıyla çerçevelenmişti; sanki gayet ince işli
bir halı izlerrimi verilmek isteniyordu. İç açılar, yer yer dökül
müş bmgulu makarna ve sarkıt biçirnli süslemelerle kapatılmıştı.
Bunların üstünde, kubbenin tam göbeğinde müthiş bir yıldız gö
ze çarpıyordu, sekiz ucundan aşağı doğru inen sekiz çizgi, adeta
göğü sekiz parçaya bölüyor; her çizginin uç noktasında, damla
biçimli bir süslemenin içinde, kırmızı, yeşil ve parlak sarı renk
lerde, sırasıyla bir güneş ve altı gezegen görülüyordu.
Bunun tam karşısında, hükümdarın bir başka kız kardeşi,
Şirin Bike Ağa' nın, Şadi Mülk Ağa' dan on yıl sonra dikilen
türbesi vardı; bunda da mavi, sarı, beyaz ve yeşil tonlarında,
sarmal biçirnli çiçek ve bitki desenleriyle bezenmiş çiniler ve
bunların üstünde yer alan koyu sarı, girift hüsnühatlar dikka
ti çekiyordu. İçeride, çift kubbenin altında, on altı köşeli bir
alın, aşağıda sekiz köşeli bir alana doğru daralıyor; alçı kafesli
ve vitraylı pencerelerden süzülen ışık huzmeleriyle aydınla
nan bu alanda yaldızlı resimler, duvarların alt kısmı boyunca
yeşil altıgen paneller ve cennet kuşu kabul edilen turnalar
görülüyordu.
Yolun sonuna doğru, adını, Timur'un kırkını geçmişken
evlendiği en gözde genç karılarından, on iki yaşındaki bir kız
dan alan, Turnan Ağa Camii ve buna ait türbeler vardı. Cennet
Bahçesi de onun şerefine düzenlenmişti. Turnan Ağa bu yapıla
rı 1405'te, kocasının öldüğü yıl diktirrniş; kısa bir süre sonra da
Timur'un tarunu Halil Sultan, onu zorla Emir Şeyh Nured-
255
din'le evlendirmişti. Talihsiz kadın, ikinci kocasının 141 1 yılın
da Şahruh'un ordularına karşı savaşırken şehit düşmesi sonucu
tekrar dul kalmıştı.
Rengarenk çinileri şıkır şıkır ışıyan bir methalin altındaki
ayınalı bir kapının üst kısmında şu kasvetli yazı görülüyordu:
"Herkes bir mezardan içeriye girecektir." Caminin methalleri
üstünde biraz daha iyimser bir hatırlatma vardı. "Allah'ın resu
lü der ki, 'Gömülenlerin cenaze narnazına koşun; ölmeden ev
vel tövbekar olun."' İçeride, Timur'un gelini, altın sarısı yıldız
lada bezeli ve çiçekler ve ağaçlada kaplı bir kır manzarasına
yukarıdan bakan, gök mavisi kubbenin ebedi ışığı altında yat
maktaydı.
Yolun sonunda, Timur'un bir başka karısına ait olan Kut
luk Ağa Türbe'sini geçtikten sonra, bu hac ziyaretinin asıl du
rağı yer alıyordu; serinliğiyle gönül ferahlatan Kusem ibn Ab
bas Camii'nin üç kubbesi gökyüzüne adeta meydan okuyordu.
Yapının tam ortasında bulunan ve 1334'te, Timur'un doğu
mundan iki yıl önce yeniden yapılan ziyarethane parlak çinile
riyle ışıl ışıldı. Duvarların alt kısımları açık mavi, altıgen pano
lada kaplanmış; bunların etrafı mavi, yeşil ve beyaz renkli, in·
ce çini çerçevelerle süslenmişti
Şah-ı Zinde'nin en kutsal yeri, tahta bir kafes ardından kü
çük bir odanın içinde görünüyordu. İşte Kusem ibn Abbas'ın
dört katlı muazzam mezarı buradaydı; her katı süslemeli çini
ler ve ayetlerle doldurulmuştu: "Hak yolunda kurban olanlar
ölmez/' diyordu birisi "ebediyete kadar yaşarlar".
***
256
miş bir pelerin, içine giydiği sade işlemeli kaftam ve geniş omuz
lanın örtınekte, altından kocaınan çizmeler çıkmaktadır. Hey
kel bulvara tepeden, kibirle bakmaktadır ve heykeltıraş da za
ten tam olarak bunu hedefleıniştir.
Taşkent'te bulunan ve hükümdan at sırtında gösteren
heykel gibi bu da Seınerkand kentinin, Timur' a verdiği bir
onur payesiydi. Ağaçlardan benek benek süzülen gün ışığı�
kaldırımlarda oynaşıyordu. Ara sokaklardan birinde, bir lo
kantanın yanındaki gölette bir grup oğlan çocuğu balık avlı
yordu. Bir başka grup bir şadırvanın havuzunda yüzüyor, sa
ğa sola su sıçratıyordu; parlak güneş ışınları sırtıarına ve su
ya vuruyordu. Yaya veya bisikletli, öbekler halinde öğrenci
ler geçiyordu. Özbekistan' da yollara egemen olan ve her biri
bir türlü taınire muhtaç, Rus yapıını beylik Ziguliler ve bun
lardan biraz daha geniş otururolu Volgalar, hızla yanıından
akıyordu. Hafif bir meltem, sıcağı biraz dayanılır hale getiri
yordu.
Heykelin altındaki yolun kenarında iki taksi göze çarpıyor
du. Birinden, ufak tefek bir kadın çıkıp gelinliğinin eteklerini
toplayarak, ürkek adımlarla yere bastı. Bir büzgü, fırfır ve far
bela kalabalığı içinde adeta gözden kaybolmuştu; gören, ak
kreınalı dev bir pastayla boğuşmuş ve yenik düşmüş samrdı.
Hemen yanında damat adayı, kendisinin değilmiş gibi duran
koyu renkli bir takım elbise içinde hantal hantal kımıldanarak
kravatını düzeltiyordu. Çift kendine çeki düzen verdikten son
ra, başlarını kaldırıp Tiınur'un, yol seviyesinden birkaç basa
mak yükseklikteki heykeline baka baka, yavaş ve ölçülü adım
larla ona doğru yürümeye başladı. Arkalarından gelen annele
ri, Özbeklerin geleneksel batik boyama, ipek ikat elbiseleri için
de, çiftin üstünü başını d üzeltıneye çalışıyor; biri gelinin etekle
rini çekiştirirken, öteki damadın omuzlarındaki kepeği silkeli
yordu; diğer taksilerden çıkan ve sayıları gittikçe kabaran aile
bireyleri de onlara katılıyordu.
Gelinle damat kurumlu bir edayla, heykele çıkan merdi
venleri tırınandılar. Kadın, heykelin ayakları dibindeki ınerıner
rahlenin üstüne bir demet çiçek koydu. Sonra profesyonel bir
fotoğrafçı, elinde Sovyet döneminden kalma bir makineyle çifte
257
odaklandı ve deklanşöre basarak onları, vakur hükümdarın göz
lerinde o bildik ve uzak ifadeyle aşağıya, başkentinin merkezi
ne doğru bakan heykelinin önünde ve altında görüntüledi. Da
ha sonra, gelin ve damadın aile bireyleriyle birlikte başka paz
ları alındı ve törenin ikinci kısmını da böylece tamamlayan
grup oradan uzaklaştı. Çift daha önce, nikah dairesinde evlen
mişti; buraya, sırf Timur' a olan saygılarını sunmak ve onun ila
hi lütfuna erişmek için gelmişlerdi.
Bu konvay oradan ayrılır ayrılmaz bir başka grup geldi.
Beyaz düğün pastasına benzeyen bir başka gelin ve damat yol
kenarına bırakıldı ve aynı işlem baştan sona tekrarlandı. Geli
nin etekleri çekiştirildi. Gayet ciddi bir edayla heykele yürün
dü. Bir demet çiçek bırakıldı. Bir sürü resim çekildi.
Bu göz yaşartıcı törenleri seyrederken, Timur'un talihinin
nasıl sert ve dokunaklı bir biçimde döndüğünü düşündüm.
Kim derdi ki böyle olacak? Kim bilebilirdi ki tarih Timur'a böy
le davranacak? Ölümünü izleyen altı yüzyıl boyunca tarihçiler
onu göz ardı etmiş; Sovyetler, adını kitaplardan kazımış, şimdi
ise bir ulusun babası olarak baş tacı edilmeye başlanmıştı. Ti
mur, nihayet içine gömüldüğü karanlığı yırtarak çıkmış, aziz
Semerkand'ına geri dönmüştü.
* * *
258
ründe ilk kez gözünü doğuya, en amansız düşmam Çin'in Ming
imparatoruna çevirmişti. Timur nicedir Pekin'in hükümdarıyla
savaş etmeye niyetleniyordu. İslamın kılıcım dünyamn en ücra
köşesindeki bir kafirin tepesine indirerek görülmedik bir ün sağ
laması işten değildi. Dahası, bu ona, gücünü dünyanın en güçlü
imparatorlarından biri üstünde deneme fırsatını verecekti.
Timur bu maksatla, doğudaki sınır bölgelerinde, yani
Kırgızistan'daki Isık ç;öı etrafında, yalçın Tienşan Dağları'nın
eteklerinde ve komşu Aşpara kentinde kaleler dikilmesini
buyurdu. Veliaht tayin etmiş olduğu en gözde torunu Mu
hammed Sultan, emrine kıdemli emirlerden oluşan özel bir
kol ve birlikler verilerek, Çin' e giden yol üstündeki toprakla
rın orduları besieyebilecek nitelikte olup olmadığına bak
roakla görevlendirildi. Öteden beri hep sorun yaratan Moğol
larla yakınlaşarak hanları Hızır Hoca'yla karşılıklı düşmanlı
ğa son vermek üzere bir antlaşma yapmış; 1397' de kızı Tükel
Hanım'la evlenerek bu antlaşmayı kutlamıştı. Doğuya giden
yol açılmıştı.
Tüm bu hazırlıklar 1398' e kadar tamamlanmıştı. Hüküm
darın fetih hırsının, onu ve ordusunu götüreceği bir sonraki yer
ortaya çıkmış gibi duruyordu. Fakat Timur, sağı solu belli ol
mayan ve fırsatları çok iyi değerlendiren bir kimseydi. Bin beş
yüz kilometre ötedeki Delhi hükümdarlığının fena halde zayıf
düştüğünü ve iç savaş halinde olduğunu biliyordu. 1 394'te hü
kümdarı Nasireddin Muhammed Tuğluk, altı yıllık bir salta
nattan sonra ölmüştü. Aym yıl Azrail, oğlu Hümayun tahta çı
kalı henüz altı hafta olmuşken onun da camm almıştı. Bu vakit
siz ölüm, şiddetli taht kavgalarına yol açmıştı. Tarihçi Ferişte,
"hükümdarlıkta, kavgalar günden güne büyüyordu," diye ya
zar. "Firuzabad'ın ve diğer bazı eyaletlerin umreleri (büyük
beyleri), Nusret Şah'ın davasını güdüyordu. Delhi ve diğer yer
lerdekiler Muhammed Tuğluk'tan yanaydı. İdaredler birbirine
düşmüş, iç savaş her tarafı sarmıştı ve daha önce hiç görülme
dik bir durum ortaya çıkmıştı: aynı başkentte oturan iki hü
kümdar birbirine karşı silah kuşanmıştı."
Bu tarihe kadar Timur, belli aralıklarla Moğolistan'a yaptığı
akınlar hariç, fetih için gözünü hep batıya çevirmişti. Şimdi ise,
259
tüm hazırlıklar Çin'le girişilecek savaş için yapılıyordu. Bunlar
devam ederken, Delhi'ye bir yıldırım baskın düzenlemekle hem
güney sımrını sağlama bağlamış olacak hem Hindistan'ın .·tıka
basa dolu hazinelerini talan ederek yeni ganimetler sağlayacaktı.
Düşündüğü üçüncü bir şey daha vardı. David Price, yazdığı on
dokuzuncu yüzyıl Hindistan tarihinde, "o tarihteki Delhi'yi fet
hetmek kararını, kendisine daha önce ulaşan bazı bilgiler büsbü
tün pekiştirrnişti; burada yaygın olan putperestlik, cenabetini
Delhi ve Multan'ın egemenliği altındaki topraklarda da yaymaya
çalışıyordu," diye kaydeder. "Ve değil mi ki bu din savaşçısının
düşüncesi çoktan beri bir cihat yapmak yönündeydi, bu gayret
keşlik onu güneye veya doğuya sürüklemiş, fark etmezdi."
Yaşını başını almış bir hükümdar için, İslamdan yüz çevir
miş müşriklere karşı cihat açarak şanına Şan katmak pek cazip
bir işti. O güne kadarki fetihleri göz önünde bulundurulursa,
henüz İslam aleminde pek sivrildiği söylenemezdi. Gerçekten
de etrafındaki diğer Müslüman hükümdarlara baktığında darü
lislam' da kendisinin bir makamı -veya unvanı- olmadığını his
setmiş olsa gerektir. Kahire'de halife, Bağdat'ta Müminlerin
Koruyucusu vardı. Os.manlı padişahı Sultan Bayezid, İslamın
Kılıcı idi. Bu üç adam için Timur; Allahsız, kitapsız bir vahşi
den başka bir şey değildi.46
Bundan başka, onu harekete geçiren bir dürtü daha vardı.
O tarihe dek, ona meydan okuyan her düşmanın karşısına çık
mış ve hakkından gelmişti. Acaba yeryüzünde ona karşı koya
cak bir güç var mıydı? Bir yanda tarihe olan merakı, diğer yan
da hiçbir yenilgiyle lekelenmemiş askeri sicili göz önünde bu
lundurulduğunda, Timur'un kendini eski zamanların en büyük
imparatorlarıyla kıyaslamasından daha doğal bir şey olamazdı.
Büyük İskender hepsi hepsi İndus Nehri'ni geçmişti. Hindis
tan' da pek bir ilerleme kaydetmeyen Cengiz, dayanılmaz sıcağı
yüzünden tersyüzü geri dönmüştü. Bu cihan fatihlerinden hiç
biri Delhi'ye kadar bile gelememişti.
46 Gün gelecek Timur'un ordusu bu tumturaklı unvaniarı alaya alacaktı. İslam cami
asında büyük olmak iddiaları, askeri harekatından ayrı düşünülmemelidir; yaptığı
kıyımlar Musevilere ve Hıristiyanlara değil, esasen Müslümanlara yönelikti.
260
Timur bu düşüncesini, emirlerine, oğullarına ve torunları
na açtı. Başları karlı dağların ardındaki din düşmanlarına karşı
yapılacak bu fevkalade hayırlı sefere ne diyorlardı? Hayretten
ve dehşetten donakalmışlardı. "Ah o nehirler, o dağlar, o çöller
ve o zırhlı askerler yok mu! Hele hele de o her önüne geleni
çiğneyeri, yok eden filler!" Sırtları ürperiyordu. Hükümdar bu
kadar tehlikeli bir işe kalkışınayı cidden düşünüyor olamazdı,
değil mi?
Bu ödlekHkten içi kalkan Muhammed Sultan onların itiraz
larını, ihtiraslarına ve haysiyet duygularına hitap eden ateşli
bir konuşmayla kesti.
Hindistan baştan başa altın ve gümüş/e dolu ve içinde tam on yedi ta
ne altın, gümüş, elmas, yakut, zümrüt, kalay, demir, çelik, bakır ve
cıva madeni var; dokuma için elverişli bitkiler, mis kokulu baharatlar
ve şekerkanıışı da cabası. Topraklarında her dem yeşil ve taze otlar bi
tiyor ve ülkenin neresine bakılsa göz okşayan manzaralarla karşılaşılı
yor. Değil mi ki ahalisinin çoğu türlü türlü tanrılara, putlara ve gü
neşe tapıyor, Allah'ın izni ve peygamberin kavliyle orayı fethetmek
bizim için farz olmuştur.
261
için en büyük onur, dinimizi inkar edenlere karşı savaş açmaktır.
Peygamber efendimiz de böyle buyurmuştur. Bu uğurda şehit olan
her Müslüman doğrudan cennete gidecektir. Değil mi ki İran ve Tu
raıı47 hükümdarlıkları ve Asya'mn hatırı sayılır bir kısmı egemenli
ğimiz altındadır ve kımıldadığımız zaman dünya korkuyla titremekte
dir, öyleyse Kader bize en elverişli şartları suıımuştur. Ordu doğuya
değil, güneye yürüyecektir. Hindistan'daki kargaşa bize bu ülkenin
kapılarını açmıştır.
47 Biraz müphem bir terim olan Turan İran'ın kuzeydoğusundaki topraklar için
kullanılır. Islam Ansiklopedisi şöyle bir açıklama getirir: "Arap, Fars ve Türk
Müslüman yazarlar, Turan terimini tutarlı bir biçimde kullanmamışlardır. Fakat
Arap coğrafyacılara göre Türklerin oturduğu topraklar Seyhun Nehri'nin doğu
sunda başladığı ve Maveraünnehir'i içine almadığı için, Turan' ı Maveraünnehir
ile, yani Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasındaki alanla eşanlamlı olarak kullan
mak eğilimi doğmuştur. .. Turan terimi batıda ancak on dokuzuncu yüzyılda
kullanılmaya başlanmıştır. Terim, müphem niteliğinden ötürü kesin tanırnlara
-
ihtiyaç duyulmayan fikirlere tatbike elverişlidir ve bu nedenle belli bir rağbet
görmektedir.
262
7
Hindistan
1398-1399
263
güvenle kasılıyorlardı; kendilerini Timur'un iradesine teslim
etmişler, geçen yıllarda onları hiç hüsrana uğratmadığı için, da
ha şimdiden büyük ganimetierin beklentisi içine girmişlerdi.
Timur'un askerlerine karşı cömertliği Asya'nın dört bir yanın
da ün salmıştı. Yıldızlara ve Balıtma Hükmeden İmparator'un,
"Benim gücümü l;Jaki kılan budur," dediği rivayet edilir. "Para
olsun, mal olsun, ele geçirdiğim ganimetieri askerlerim arasın
da pay ederim." Bu, gerek paralı askerlik ve haydutluk ettiği
ilk zamanlar, gerekse ünlü ve şanlı bir hükümdar olarak gücü
nün zirvesine ulaştığı günlerde dahi titizlikle riayet ettiği bir il
keydi. 1370'te Hüseyin'e karşı büyük bir zafer kazanmasının
ardında yatan nedenlerden biri buydu. Savaşa savaşa iyice piş
miş olan bu askerler, önceki seferlerde ne büyük ganimetler
sağladıklarını unutmamışlardı. Kahramanca savaştıkları tak
dirde, gene büyük servetler ve onur payeleri onların olacaktı.
Şunu gayet iyi biliyorlardı ki, en kıdemsiz piyadeden, en yük
sek emire kadar, her kim savaşta olağanüstü kahramanlık gös
terirse, tarkan unvanıyla taltif edilecekti. Bu, uğrunda savaşma
ya değer bir ödüldü.
Delhi, kuş uçuşu, 1600 kilometre güneydoğudaydı. Oraya
varana kadar yapılacak dolambaçlı manevralar ve çarpışmalar
hesaba katıldığında, yolun bundan çok daha uzun olacağı bel
liydi. Dünyanın en zorlu coğrafi bölgelerinden birinde ilerleye
cekler; Arap coğrafyacıların dünyanın taş kemeri olarak tanım
ladığı, yedi bin beş yüz metrelik zirveleriyle göklere meydan
okuyan Bindikuş Dağları'nı geçeceklerdi. Burada, Büyük İs
kender'in bile boyun eğdiremediği savaşçı, kafir kabileler yaşı
yordu. Emirlerin önceden uyardığı üzere, Delhi'ye giden yol
üstünde ona muhafazalı bir konum sağlayan nehirler ve çöller
vardı. Bu doğal engelleri aştıkları varsayılsa bile, ileride Hin
distan'ın o korkunç, zırhlı fiileriyle karşılaşacaklardı; bunlara
ilişkin, insanın kanını donduran hikayeler anlatılmıştı. Evleri,
ağaçları köklerinden söktükleri, duvarları delip geçtikleri, hor
tumlarının iki yanındaki kılıç kadar keskin dişlerini insanlara
geçirip, kazık gibi yere çaktıkları, hortumlarını dolayıp kafaları
kökünden kopardıkları söyleniyordu. Sırtlarındaki ahşap kule
lerden Hintli askerler düşmanlarının üstüne ok yağdırıyorlardı.
2 64
Epeyce yaşlanmış olan hükümdar, belki de onları bekleyen teh
likeler konusunda bu defa yanlış hesap yapmıştı.
Bu düzlüklerde, doksan bin kişinin kaderi birbiri içine geç
mişti. Delikanlı yaştaki genç erkeklerin yüz hatları gerilmiş,
yüzlerinde haşin bir ifade ve yüreklerinde sakin bir güvenle sa
vaşmayı bekliyorlardı. Bozkırda yaşadıkları küçük, gözden ırak
hayatlardan koparılıp getirilmişlerdi; dağlarda ve çöllerde bu
lunan köy ve kasabalarında, ömürleri hep yoksulluk içinde
geçmişti; Timur'un ordusuna katılmakla daha büyük bir dava
ya hizmet etmiş olacaklardı.
Yakılan ateşler, gecenin karanlığı içinde ateşböcekleri gibi
nokta nokta pırıldar; kızarmış at ve koyun eti kokusu ortalığa
yayılırken, ordugahta savaştan başka hiçbir şey konuşulmuyor
du. Tecrübeli ve kıdemli askerler geçmişteki kahramanlıklarıy
la övünüyor; kendilerini ağızları hayretten bir karış açık dinle
yen acemilere, bunları bire bin katarak hikaye ediyor; bu kafir
Ieri nasıl dayanılmaz işkencelerle öldüreceklerini ballandıra
ballandıra anlatıyor olsalar gerekti. Bir kısmı da muhtemelen
Delhi' de ele geçirecekleri servetten, alacakları kölelerden, ırzı
na geçecekleri kadınlardan konuşuyorlardı. Bu öyküler gecenin
içinde uzayıp giderken; suspus oturan gençler, kısa ömürlerin
de hiçbir şeyin onları korkutmadığı kadar korkutan bu seferi
düşündükçe, yüreklerini saran dehşeti bastırmak için az uğraş
mamış olsalar gerekti.
Hükümdarcia ise bu tür korkulardan eser yoktu. Biliyordu
ki kafirlerin üstüne İslamın kılıcını indirirken, yüce Rabbi attığı
her adımda onu esirgeyecekti. Yaptığı istihbarat ona bilmesi
gereken her şeyi söylemişti. 1388' de Firuz Şah'ın ölümünden
sonra başlayan kardeş kavgası gitgide azarak Hindistan'ı pa
ramparça etmişti. Ülke -Bengal, Keşmir, Dekkan gibi- birçok
küçük beyliklere bölünmüş, en eski devirlerden beri imparator
luğun hazinesi olan Delhi, kıran kırana çarpışmalara kilitlen
mişti. Tarihçi Sir George Dunbar, "on yıl içinde, Firuz'un kü
çük oğullarından ve torunlarından tam on hükümdar tahta çık
mış, sıkılgan ve utangaç hayaletler gibi bir görünüp bir kaybol
muşlardı," diye yazar. "Ülkenin içinde bulunduğu durum, iş
galci bir güce davet çıkarıyordu."
265
Davet kabul edilmiş; 1398 Martı'nda ordulara güneye doğ
ru yola çıkma emri verilmişti. Doksan bin asker -oğullar, koca
lar, babalar ve dedeler- dualar arasında Bindikuş Dağları'na
yöneldi.
* * *
266
lardan koparak aşağıya, yemyeşil buğday ve pamuk tarlaları
nın ve köylerin üstüne yuvarlanmıştı. Geçidin binlerce metre
altındaki yol, son düşen kayanın çevresinde sert bir viraj alıyor
du. Oralarda, o puslu uzaklıkların sonunda bir yerde, Ti
mur'un doğduğu Yeşil Kent, Şehrisebz vardı.
Bu topraklar öylesine genişti ki insana ister istemez Ti
mur'un buralardan geçerken karşılaşmış olması gereken akıl al
maz lojistik güçlükleri düşündürüyordu. Doksan bin asker ve bu
nun iki misli sayıdaki at, dünyanın damı üstünden nasıl olurdu
da binlerce kilometre öteye aşırılırdı? Ordunun katetmesi gere
ken farklı özellikteki araziler ve katlanması gereken çok çeşitli" ha
va koşulları Timur' dan biraz daha aciz bir liderin sonunu getire
bilirdi. Semerkand'la Delhi arasındaki alan; buz kesmiş sıradağ
lar ve sıcaktan kavrulmuş çöllerle kaplıydı ve bu geniş topraklar
üstünde ordunun ihtiyaçlarını karşılayacak hiçbir şey yoktu. Ge
reken her şey at sırtında taşınmış olmalıydı. N asıl başarmışlardı;
bu baş döndürücü, bu uçurum dolu yükseklikleri, sırtlarında on
ca ağır yükle ve yağmur ve kar üstlerine hışım gibi inerken nasıl
aşmışlardı? Timur'un ordularının geçtiği tarihten beri, bu dağ
başlan heybetlerinden hiçbir şey yitirmernişlerdi. Yine öyle bü
yük, yine öyle ıssız ve yine öyle vahşiydiler. Askerlerin o zaman
ne düşünmüş olabilecekleri konusunda ancak tahıllinde buluna
biliriz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da altı yüzyıl sonra ve çok daha
iyi koşullar altında, soğuğa karşı yalıtılmış, sımsıcak arabalarının
içinde giderken bile, taksi şeförlerinin tehlikeli yollardan ve buz
lu geçitlerden acı acı dert yandıklarıdır.
Şehrisebz'in güneyinde, ufukta görülen dumanlı karaltı, ·
Hisar Dağı' dır. Yol köyler, birkaç haneli yerleşim birimleri, mey
ve bahçeleri, sürülmüş tarlalar, metruk çiftlik evleri ve kendi
haline terk edilmiş topraklar boyunca ilerler. Yamaçların dibin
deki düzlüklerde otlayan koyun sürüleri, küçük tekıneleriyle
kimi yerlerde toz toprak kaldırır. Çiftçiler çatallarıyla saman
yığmaktadır. Tek tük yurtlarda, göçebe aileler hala bu vahşi
topraklardan geçim sağlamak için didinmektedir.
Timur ve ordusu, Hisar Dağı'nın ardında, Şehrisebz'den at
sırtında iki gün çeken, Beysun Tav Dağı'ndaki (üstündeki kara
ithafen, başı örtülü anlamında) ünlü Timur Derveze'den geç-
267
mişlerdi; buranın bir adı da Demir Derbend Kapısı' dır. Bu ka
pılar, adlarını Timur döneminden yüzlerce yıl önce almışlardı.
629' da Tirmiz'e giderken buradan geçen Budist rahip Xuan
Zang, bu dağ geçidini koruyan demirle pekitilmiş, üstünde çın
gıraklar asılı, bir çift ağır ahşap kapıdan söz etmiştir. On beşin
ci yüzyılda, Clavijo geçidi aşarken kapılar artık yerlerinde yok
tu, ama buraya hala Demir Kapı deniliyordu ve Timur'un hü
kümdarlığının bir nevi sınır ve gümrük kapısı olarak hayati bir
öneme sahipti. Her zaman olduğu gibi, bize o dönemdeki görü
nümüne ilişkin en ayrıntılı tasviri veren gene İspanyol elçidir.
268
bu yolda yaptığı hayırlı bir yolculuğu hatırlamış olsa gerektir.
1370'te, hasını Hüseyin'le son bir hesaplaşma için Belh'e gider
ken de buradan geçmişti. Şimdi esirgeyen ve bağışlayan Tan
rı'ya, dini uğruna atıldığı bu son girişiminde de kendisini koru
ması için yalvarıyordu.
· Demir Kapı, bugün insanı hayal kırıklığına uğratır. Yolun
yokuş aşağı indiği yerde, yol kenarına konulmuş bir levha bu
ranın Timur Derveze Geçidi olduğunu bildirir, ama bu iki yanı
kayalık, sıradan bir geçitten öte bir şey değildir. Buna geçit ye
rine, kayak demek daha doğru bir coğrafi terim olur. Clavi
jo'nun sözünü ettiği ulu ve yalçın dağları, göz boşuna arar.
"Dar bir yarık" yoktur ve köy çoktan ortadan kaybolmuştur.
Taksi şoförüne ve diğer yolculara bu sarp dağlardaki ünlü geçi
din ne olduğunu sordum. Kimsenin bildiği yoktu.
* * *
269
miz'in birkaç kilometre kuzeyinde, bir yol levhası Tirmizli Ha
kim'in türbesine işaret eder; içinde onuncu yüzyıla ait bir tür
be, on ikinci yüzyıla ait bir cami ve on beşinci yüz yıla ait bir
hankah (dervişlerin kaldığı han) bulunan bu toplu yapılar ken
tin en önemli tarihi eserleridir.
Bu yapılar, Sufi mütefekkir ve hukukçu Tirmizli Ebu Ab
dullah Muhammed ibn Hasan ibn Beşir el-Hakim'in onuruna
dikilmişti; bereket versin ki bu kişinin daha kısa bir lakabı var
dı. Türbenin içindeki bir mermer levhada, "derin vukfundan ve
aklından ötürü çağdaşları ona el-Hakim derlerdi," diye yazp_r.
Sonra, "canla başla çalışmaya ve ibadete adanmış bir ömür,"
diye övgüye geçer - çok üretken bir yazar olduğu ve aralarında
Mübarek Mekanları Ziyaretin Sırları ve Peygamberle İlgili Duyul
mamış Öyküler'in de bulunduğu, dört yüze yakın edebi eser
verdiği için böyle söylenmiştir. Belh' de eğitim gören ve yirmi
yedi yaşında Mekke'ye gidip hacı olan Tirmizli Hakim 869'da
ölene kadar, ibadetle dolu, tertemiz bir hayat sürmüştür. Ya
şam öyküsünü anlatan mermer levhayı, on beşinci yüzyılda Ti
mur'un oğlu Şahruh diktirmiştir.
Bu yapılar topluluğunun en çarpıcı özelliği, içindeki eserler
değil -her biri kendi içinde yeterince göz alıcı, fakat Semerkand
ve Buhara' dakilere göre biraz gösterişsizdir- bulunduğu yerdir.
Türbenin yalnızca birkaç metre ötesinde, içlerinden papatyaların
ve kırmızı kılıççiçeklerinin fışkırdığı çiçek tarhları geçildikten
sonra, biri elektrikli diğeri dikenli, iki sıra tel örgünün ardında,
Orta Asya'nın en görülmeye değer unsurlarından biri yer alır.
Ortaçağlı Arap coğrafyacıları onu Ceyhun olarak adlandı
rırlar; Fırat, Dicle ve Seyhun (Siri Derya) ile birlikte, Cennet'in
dört ırmağından biri olarak sayarlardı. Antik Çağda Oxus, gü
nümüzde Amu Derya olarak bilinen Ceyhun Nehri, yaklaşık üç
bin kilometrelik uzunluğunun büyükçe bir kısmıyla Afganis
tan'ın kuzey sınırını çizer. Bölgenin en uzun nehridir. Pamir
Dağları'ndan çağıayarak inen suları, bir zamanlar beslediği
Aral Gölü'ne ulaşamadan, buranın çok gerisindeki çöl arazisin
de kaybolup gider. Fakat nehir coğrafi özelliklerinden çok, Or
ta Asya tarihindeki yeri ve artık çok geride kalmış olan o çal
kantılı yüzyıllarda oynadığı rol açısından önemlidir.
270
N edendir bilinmez -hiç kuşkusuz çevre güzelliğinin de
bunda payı vardır- ama bu çağıl çağıl akan gümüş kurdeleyi
ilk defa gördüğünüz zaman, aklınıza öyle çok muamma, mace
ra, tarih, imparatorluk, savaş ve Büyük İskender ve Cengiz
Han gibi hükümdar ve kendisinin ve kollarının üstünde kurul
muş öyle çok eski zaman kenti -Buhara, Semerkand, Tirmiz ve
Belh gibi- getirir ki bunun dünyanın en müthiş nehirlerinden
biri olduğunu düşünmekten kendinizi alamazsınız.
* * *
271
rak ünlenmişti. İnşa ettiği ve dışarıya da sattığı tekneler Ceyhun
Nehri boyunca vızır vızır işliyordu. İbn Bathlta 1333'te, Moğol
yağmasından bir yüzyıl soma buraya geldiği zaman, "ağaçlıklı,
sulak, büyük ve güzel bir kent," bulmuştu; ayrıca bir saray, bir
cezaevi, geniş bir kanal ve dokuz kapılı bir hisar vardı. Çarşıları
tüccardan geçilmiyor, müşteriler kentin ünlü sabunlarını ve
esanslarını kapışıyorlardı. Faslı seyyah, "mebzul miktarda ve do
yumsuz lezzette üzüm, ayva, et ve süt vardı" diye eklemiştir.
"Kent sakinleri başlarını kille değil, sutle yıkıyorlar; hamam sa
hipleri küplerle süt bulunduruyor ve her gelen tasını doldurup ·
49 İngiliz ordusunda albay, Winston'ın elçisi, yazar, siyaset adamı, casus ve korku
nedir bilmeyen bir gezgin olan Fitzroy Maclean, yiyecek içecek olarak yalnızca
mebzul miktarda votkanın ve 'pembe Rus sosislerinin' olduğu uzun ve patırtılı
bir tren yolculuğundan sonra Tirmiz' e ulaşmıştı. Doğuya Bakış Açıları adlı eseri
nin, Sovyet egemenliği altındaki Orta Asya' da yaşadığı maceraları anlattığı kla
sikleşmiş bölümünde, Tirmiz'den Afganistan'a tekneyle geçişinin inanılmaz öy
küsü yer alır. Tahmin edileceği üzere, işi yokuşa sürmeye çalışan Rus yetkililer,
nehri geçmek yerine karayoluyla binlerce kilometre katedip Moskova'ya geri
dönmesini, oradan da Kabil' e uçmasını tavsiye etmişlerdi. Fakat yerinde dura-
272
1979' da, Sovyet tankları ilk defa Afganistan' a girdiğinde,
ken tin stratejik önemi bir kez daha anlaşıldı. Bunu takip eden
on yıl boyunca, Tirmiz, K_ızıl Ordu işgalinin kumanda merkezi
oldu. Mamafih bu, SSCB'nin en başarısız askeri macerasıydı ve
1989'da, Tirmiz'in hayret dolu bakışları altında, askerler onur
kırtcı bir yenilgiyle Ceyhun Nehri'ni geçerek geri döndüler. Bir
kez daha varoluş nedeni elinden alınan kent, dünya sahnesin
den inerek karanlığa gömüldü. Bugün Moskova'nın bu feci em::
peryalist gafından geriye kalan yalnızca nahoş anılar ve eski li
manın önünde çürümekte olan sıra sıra ağır toplardır. Tirmiz,
Ceyhun Nehri'nin kumlu kıyılarında karaya oturmuş, yoksul
luktan kırılan bir hayalet şehir olmuştur.
* * *
273
Kuzeye gelenlere kucak açılıyor, güneye gidenlere hoşgörü
gösterilmiyordu. Bunun altında yatan akla yakın (ve bir bakı
ma çok fena) nedenler vardı.
274
1370'te tahta çıktığı Belh'i de geçtikten sonra, ordusunu gü
neydoğuya sürdü. Anqarab'a kadar yaklaşık iki yüz elli kilo
metre gittiler; burada Dünyanın Taş Kemeri korkunç heybetiy
le karşılarına çıktı. Timur ordusunu burada bırakarak, küçük
bir atlı kuvvetle elli kilometre doğuya gitti. Etrafıarında kar to
zuiken, 3850 metre yükseklikteki Bevek Geçidi'ni aştılar; bura
sı kafir ve çapulcu kabilelere doğal koruma sağlıyordu. Yez
di'ye göre, "Timur kafideri boğaziamak için daima yanıp tutu
şan bir adamdı, büyük fetihlerde bulunmak istediği kadar, bu
işle de ün ve şan kazanmak istiyordu." Bu nedenle, şimdi gö
züne bu asi kabileleri kestirmiş olması doğaldı.
Dünyanın damında, yani Bindikuş Dağları'nın buz kesmiş
doruklarında ve geçitlerinde, hava süratle bozuyordu. Timur'un
bahadırları, bozkırın ve çölün her meşakkatine göğüs gerebilen
adamlardı, fakat böylesi koşulların yabancısıydılar. Kısraklar ka
yıyor, yarlardan uçup ölüme gidiyorlardı. Can kaybı yüksekti.
Eriyen karda yere sağlam basılamadığı için . gece yol alan keşif
kolu, koşulları zorluyordu. Kimi yerlerde, halat atmadan geçe
meyecekleri uçı;.rumlarla karşılaşıyorlardı. Bir keresinde Ti
mur'un adamları, yaşlı hükümdan tahtırevanla üç yüz metre
aşağıya sarkıtmaya mecbur olmuşlardı. Aynı işlemi kısraklar
için de tekrarlamak istediler, fakat yalnızca ikisi sağ kaldı ve Ti
mur, mütevazı bir piyade gibi yaya yol almaya başladı. Keşif ko- .
lunun tamamı aynı durumdaydı. Fakat gene de dur emri verme
di. Ne türlü güçlüklerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar -ki gün geç
tikçe bunların şiddeti artıyordu- dikkatini Delhi'ye çevirmeden
önce bu Allahsız dağlı kabHelerin hakkından gelecekti.
Nihayet bu cılız kuvvet, bunların yaşadığı yere ulaştı ve
dağdaki istihkamlarına hışımla saldırdı. Çarpışma çok şiddetli
oldu ve tarihi kayıtlara göre, Timur birçok adamını kaybetti;
kafider bilmiyordu ki bu, Timur'u zaferi kazandığı zaman büs
bütün acımasız kılacaktı. Teslim olmakta geeiktiler ve çok geç
meden Bindikuş'un karları kanla sulandı ve Timur, kellelerden
örülen kuleleriyle buraya da damgasını bastı. Ancak şimdi or
dusuyla birieşebilir ve güney seferine devam edebilirdi.
Kabil' e vardıklarında Ağustos gelmişti ve Timur burada
bir süre ara vererek hükümdarlığıyla ilgili işlere baktı. Onunla
275
birlikte Toktamış'a karşı savaşmış olan Kıpçak beyleri İdigu ve
Kutluk Oğlan' dan elçiler gelmişti. Bunlar, geçmişteki itaatsiz
liklerinden dolayı, yani söz vermiş oldukları gibi ordularını Ti
mur'unkiyle birleştirmek yerine, "çölde, evsiz yurtsuz çapulcu
lar gibi gezindikleri için" pişmanlık duyduklarını söylüyor,
hoşgörülü hükümdarın, "inşallah bu kusur ve günahlarını ba
ğışlayarak, üstlerine bir çizgi çekip unutacağını/' umuyorlardi..
Bir zamanlarki hasmı, Moğol ham Hızır Hoca' dan da bir elçi
gelmiş, Timur'a bağlılıklarını bildiriyordu.
Kabil'de kalışın en dikkate değer olayı, Şeyh Nure.d
din'in, iki yıl önce 1396' da tamamlanan Beş Yıllık İran Sefe
ri'nde ele geçirilen ganimeti Timur' a sunması oldu. Yezdi,
"beraberinde muazzam bir hazine getirdi/' diye yazar, "çok
sayıda paha biçilmez ziynet eşyası, avda kullanılan hayvan
lar, avcı kuşlar, parslar, altın sikkeler, değerli taş kakılmış ke
merler, sırma işli kaftanlar, rengarenk kumaşlar, silahlar ve
her türlü harp gereci, altın eyerli Arap kısrakları, koca koca
develer, birçok araba, binek eşeği, kayışiarı sırma ve gümüş
işli ala üzengiler; şemsiyeler, gölgelikler, otağlar, çadırlar, kı
zıl ve diğer renklerde örtüler."
Yalnızca bu hazineyi kayda geçirmek -'yaza yaza parmakla
rı uyuşmuş olan'- divan katiplerinin üç gününü, bunların tek
tek Timur'un önünden geçirilmesi ise iki günlerini aldı. Ordu
nun maneviyatını yükseltmek için bu görkemli törenden daha
isabetli bir şey bulunamazdı. Kendilerini bekleyen çarpışmaları
düşündükçe dehşete garkolan bahadırlar, şimdi ganimet sevda
sına düşmüşlerdi. O ana kadar, hükümdarın onları ternin ettiği
gibi, her şey tam olarak yolunda gitrnişti. Büyük İskender'in bile
dize getiremediği ki'ı.fir kabileler, ani ve kesin bir yenilgiye uğra
tılmışlardı. Bundan sonraki çarpışmalarda daha az başarı sağla
yacaklarını düşünmeleri için ortada hiçbir neden yoktu. Dünya
nın damını aşmışlardı. Yolculuğun en çetin kısmı atlatılmıştı.
* * *
276
���---------�----
Hindistan Seferi
1398-99 '
Kat
Kara Kum 0� MAVERAÜNNEHİR ırın ııı N.
r,;,.
% •Kaşgar
Yarkent•
k-"1/.> . • Botan
HORASAN
''4.t&;ıi"
çö
• İsfahan Herat • z: o
• Şiraz
yağmalanmış, bombalada havaya uçurulmuş, kurşun yağ
muruna tutulmuş, kırılıp paramparça edilmiştir. Şimdiki za
man, geçmişi insafsızca silmiştir. Bu, bir metruk saraylar, ha
rap edilmiş fabrikalar, tammar olmuş park ve bahçeler, içi
oyulmuş evler, yıkılmış kerpiç duvarlar, delik deşik olmuş
yollar ve paramparça hayatlar kentidir. Her tarafta o bildik
savaş kurbanları; başörtülü dullar, genç ve yaşlı dilenciler,
kolu bacağı kesilmiş insanlar, işsizler, mayına çarpanlar, has
talar, yeterli beslenemeyen çocuklar, yoksuC onurlu babalar
görülür; savaşın meddücezirinde karaya vurmuş birer enkaz
gibidirler. Kabil, modern çağda Timur'un hışmına uğramış
bir kent gibidir.
Tirmiz'deki hezimetten sonra, Pakistan yoluyla Afganis
tan' a geldim. Pek de başarılı bir ziyaret olmayacağını bile bile,
Kabil Üniversitesi'nin altmışlı yıllarda yapılmış ve şimdi harap
durumda bulunan kübist binalarının ıssız koridorlarını geçe
rek, Afganistan'ın tek Timur uzmanı, Profesör Abdülbaki'yi
görmeye gittim; bu, yaşlıca, basık burunlu, dolgun dudaklı ve
günün icabına uygun olarak beyaz sakallı bir adamdı.
Kendisine kentin Timur konusunda ifşa edebileceği ne gibi
sırları olduğunu sorduğum zaman hazin bir biçimde gülümseye
rek, "maalesef fazla bir şey bulamayacaksınız," diye cevap verdi.
Eski Balar Hisar Kalesi, şimdi ziyaretçilere kapalı bir askeri üstü.
Timur'un kentte diktirdiği az sayıdaki yapı çoktan yıkılmıştı.
Uğradığım hayal kırıklığı aşikardı. Uzun bir sessizlik oldu.
Profesör nihayet, "aslında buradayken görmeniz gereken
bir şey var/' dedi. "Babür Bağları'na gidin. Timur'un en ünlü
varisi tarafından düzenlenmiştir. Türbesini de orada bulacak
sınız."
Babür Bağları; on altıncı yüzyılda, Şer-i Derveze Dağı'nın
batı yamaçlarındaki geniş bir dikdörtgen alan üzerine ekilip di
kilmişti. Kentin görüp göreceği en büyük bahçecilik projesi
olan bu bağlara bakıp, Timur'un olağanüstü kültürel mirasını
hatırıamamak elde değildi. Kabil gibi bir kentin Timur'un en par
lak döneminde nasıl bir yer olmuş olduğu hakkında değerli
ipuçları veriyordu. Doğal süslemeler, bugün artık rastlanma-
278
yan bir incelik ve yetkinlikteydi; abidevi boyutları büyük bir
uyumla birleştiren bir estetik harikasıydı.
1504'te fethettiği ve hükümdarlığının ilk başkenti yaptığı
Kabil'i, Babür öyle bir tutkuyla sevmişti ki, öldüğü zaman bu
bağlara gömülmeyi vasiyet etmişti. Timuroğulları'nın sonraki
dönemlerine olağanüstü bir pencere açan hatıratının büyük
bir kısmı, kentin tasvirlerine hasredilmişti. İklim son derece
latifti. "Dünyada bu kadar hoş bir başka yer var mıdır, bilin
mez. Kızgın sıcaklarda bile, insan geceleri sırtında kürk olma
dan yatamıyor." Tabii bir de yörenin, 1keskinlikleriyle ünlü',
'baş döndürücü' şarapları vardı. Babasının dedesinin dedesi
nin dedesi cihangir gibi, Babür de içkiye düşkünlüğüyle az
çok şöhret yapmış bir adamdı; bir gece neredeyse atının sır
tında duramayacak kadar çok şarap devirdiğinden, neşeyle
söz eder. "O kadar sarhoş olmuşuru ki, ertesi gün bana, ordu
gaha elimizde meşalelerle ve atlarımızın dizginlerini koyuver
miş bir vaziyette girdiğimizi söyledikleri zaman, bunların hiç
birini hatırlayamadım."
· Halis yerli ·şarapları yuvarlamadığı zamanlarda Babür,
bir tür tabiat bilimleri uımanıydı. Dağların eteklerinde otuz
iki çeşit yabani lale cinsi saymış, içlerinde "çok miktarda
üzüm, nar, kayısı, elma, ayva, armut, şeftali, erik, badem ve
ceviz" yetişen bu bağ ve bahçelerin bolluk ve bereketine hay
ran kalmıştı. Portakal, limon, ravent, kavun ve şekerkamışı
da bol miktarda yetişiyor, arı kovanlarından bal fışkırıyordu.
Yakacak odun sıkıntısı yokfu. Kent, uzaktaki köylerin arasın
daki vadiler ve dorukları karlı dağların etekleri kuş cıvıltıla
rıyla doluydu. "Sürüyle ve sayısız" bülbül, balıkçı!, yabanör
deği, karatavuk, ardıçkuşu, güvercin, saksağan ve hepsinden
daha göz alıcı, cennet kuşu turna vardı. Balıkçılar, çağıl çağıl
akan Kabil Nehri'nin ve kollarının kıyılarında, "ağlarla veya
suyun içinde çubuk ve sazlardan yapılmış tuzaklarla," balık
avlıyorlardı. Babür, hatıratında, ata dedesinin ilgisini çekecek
bir bölüm yazmıştı: "Kent, fevkalade canlı bir ticaret merke
ziydi. Buraya her yıl, Hindistan' dan yedi, sekiz, on bin veya
civarında atlı geliyor, ayrıca kervanlarla on, on beş veya yir
mi bin civarında aile reisi; köle, beyaz patiska, akide, kelle
279
veya toz halinde şeker ve güzel kokulu bitki kökleri getiri
yordu. Çoğu tüccar on koyup otuz kırk aldığı zaman hoşnut
olmuyordu. Kabil'de; Horasan'dan, Rum'dan, Irak'tan ve
Çin'den gelme her türlü mal bulunuyordu; Hindistan'ın ise
zaten kendi pazarıydı."
Babür'ün saltanatı sırasında; Timur'un kendi başkentinde
yaptığı gibi, kenti güzelleştirmek için Kabil' de yeni yeni bağlar,
bahçeler, saraylar ve camiler dikilmişti. Geride bıraktığı Semer
kand'ın anısına, Dörtlü Bahçe adını verdiği bir yükseltiyi ağaç
landırmıştı. Bunların içinde, Büyük Bahçe adı verilen birini, Ti
mur'un tarunu Uluğ Bey gasp etmişti. Babür ise burayı o za
manki sahibinden satın almış ve hatıratında epeyce yer vermiş
ti. Dağlardan bir çağlayan iniyordu,
1977 gibi epeyce ileri bir tarihte, Afganistan'ın kültür mirası ko
nusunda uzman olan Nancy Hatch Dupree, Babür Bağları'ndan
övgüyle söz etmişti.
280
ve pınarların serpiştirildiği bahçeler görülüyor. İçeride tavan/ar, on
dokuzuncu yüzyıl üslubunda yağlıboya resimler/e süslenmiş.
281
güzel bir cami, bu kadar asil bir mezar yakışır; ermiş/erin, meleklerin
duası üstüne yağsııı; Allah rahmet ey/esin; mekanı cennet olsun.50
50 Bir başka kitabeye göre: "93 7 yılının, 6 cemaziyelevvelinde (26 Aralık 1 530) hü
,
kümdar kendi eseri olan Şarbağ'dayken (Agra yakınında bir bağ), ciddi bir bi
çimde hastalanarak bu fani dünyaya veda etti. Sahip olduğu sekiz temel mezi
yeti saymak yeterlidir: isabetli karar verme, soylu emeller gütme, zafer kazan
ma, devleti yönetme, halkını zengin etme, Allah'ın kullarını hoşgörüyle idare et
me, askerlerinin kalbini kazanma yeteneği ve adalet aşkı."
282
Şükür yavaşça, "bunu yapanların tarihimize zerre kadar
saygısı yok," dedi. "Bunlar makbul adam değill�r. İşleri, güçle
ri yıkmak, yağmalamak Başka bildikleri yok."
Onun esefle hatırladığı, Timur'un ordularının yaptığından
altı yüzyıl sonra girişilen bu yıkım ve yağma olaylarını dinler
ken, hatırıma İbn Battuta'nın Kabil tasviri geldi. Dünya üzerin
de yaptığı destansı seyahatlerin birinde, 1 332' de buradan geç
mişti. Bugün olduğu gibi, o gün de gündem yıkım ve yağma
üzerineydi. "Kabil, bir zamanlar büyük bir kentti, ama şimdi
çoğu yeri hadbeye dönmüş," diye yazmıştı.51
* * *
283
Sultan Mahmud, Delhi'ye giden sol kanadın komutasındaydı.
Süleyman Şah, öncü kuvvetlerin başına geçmiş, bu zorlu arazide
orduya yol gösteriyordu. Timur ise, bugün Pakistan'ın Pencap
eyaletinde olan kutsal kent Multan'ın kuşatmasından sorumlu
torunu Pir Muhammed'le buluşmak için güneye yöneldi.
Hükümdar Eylül ayına kadar İndüs Nehri'ne ulaşmıştı;
Yezdi, Harezm sultanı Celaleddin'in tam bu noktadan yüze
rek Cengiz Han' dan kaçtığını yazar. Bir köprü daha kuruldu
ve ordu iki gün içinde bu azgın nehri geçti. Fakat ileride onla
rı daha başka engeller bekliyordu: önce Jhelum, hemen ardın
da Şenap ve Ravi ırmakları vardı. Delhi yolunda karşılarına
çıkacak bu doğal engeller konusunda endişeli olan emirler da
ha önce Timur'u uyarmaya çalışmışlardı. Fakat işte hiçbirinin
aşılamayacak nitelikte olmadiğı ortaya çıkmıştı. Ordu yolun
da ilerliyordu.
Timur, Ekim ayında Pir Muhammed'le buluşmak üzere
Sütlee Nehri'nde mola verdi. Evliyalar kenti Multan, Tatar İsti
lacılara yenik düşmeden önce şiddetle direnmişti. Altı ay süren
kuşatma sonucu, kentte koşullar dayanılmaz bir ha.l almıştı. Ye
zdi, "yiyecek kıtlığı o raddeye gelmişti ki yerli halk, bir sürü
murdar şey, hatta ölü eti dahi yemek zorunda kalmıştı," diye
yazar. Şehir surlarının dışında, Pir Muhammed'in adamlarının
durumu da bundan daha parlak değildi. Hastalıktan atların ço
ğu telef olmuş, bu durum karşısında yeni fethedilen yerlerin
başında bulunanlar isyanda gecikmemişlerdi. Fakat Timur'un
yaklaşmakta olduğunu haber alır almaz, akıllarını başlarına
toplayıp alelacele kaçmışlardı. Dedesi, Pir Muhammed'i düş
manı bastırmış olmasından dolayı kutladı. Mükafatı, otuz bin
yeni at ve sağ kanadın kumandası oldu.
Delhi'ye doğru ilerleyen Timur, Pencap'tan geçerek önüne
çıkan her şeyi yerle bir etti. Hele de torununa isyan edenlere
karşı intikamı çok acı oldu. Fatih kılıçtan geçirerek ve yakıp yı
karak yaklaştıkça, dehşete gark olan kent ve kasabalar önü sıra
birer birer boşalıyordu. Batnir' de, Dipalpur ve Pakpattan' dan
gelen mülteciler Timur'un ordusu üstlerine çullandığında şehir
surları önünde yığılmışlardı. Nafile yere kaçmaya uğraştılar.
Katliamdan kurtulanlar, fena halde hırpalanıp esir alındı. Saray
284
kayıtlarına göre, kıyım öyle şiddetliydi ki, şehir çürüyen ceset
lerin kokusundan geçilmiyordu.
Aralık geldiğinde, Timur hücuma hazırdı. Delhi yolu üs
tündeki her şey ona yenik düşmüştü. Geriye yalnızca, en bü
yük ödülü almak kalıyordu. Kentin kuzeyindeki Loni' de ordu
gah kurdu ve Cumna Nehri'nin üstündeki bir yükseltiden ara
ziyi gözden geçirdi. "Çeşitli zanaatlarda uzmanlaşmış ustaların
toplandığı; tüccarların mesken tuttuğu ve bir değerli taş ve par
füm madeni olan büyük kent" Delhi, gayet davetkar bir biçim
de önlerinde uzanıyordu. Her ne kadar içten içe bölünmüş ve
tehlikeli bir biçimde zayıflamış da olsa, şehir surlarının ardında
on bin atlı, yirmi ila kırk bin arası piyade gücü ve savaş dona
nımlı 120 fil bulunuyordu.
İlk çarpışma, Sultan Mahmud Han' dan aldığı yetkiyle Del
hi'yi yöneten Malu Han'ın, Timur'un yedi yüz atlı keşif koluna
saldırmasıyla başladı. Tatarlar Hintiiiere karşı koymayı,başarıp
sağ salim ordugaha döndüler, fakat bu karşılaşma önemli so
nuçlar doğurdu. Öncelikle, aralarında geçen basit bir kapışma
dan ibaret bile olsa, Timur Malu'yu çarpışmaya kışkırtabilmiş
ti. Bu hayra alametti. Aylarca sürüncemede kalan Multan ku
şatmasının ardından Timur, Delhi'yi mümkün olduğunca ça
buk ele geçirmeye kararlıydı. Kent, açlığa yenilip teslim olana
kadar oturup beklemek zorunda kalmak istemiyordu. En iyisi,
Malu'yu kışkırtarak bir çarpışma içine sokmak ve bir an önce
bu işi bir sonuca bağlamaktı. İkincisi; Delhi yolu boyunca esir
alınmış yüz bin Hintli, Tatarların karşısına ne zaman bir güç
çıksa, yeri göğü inleterek onlardan yana olduklarını belirtiyor
lardı. Bu, azat olma umudundan kaynaklanan öyle şiddetli bir
tepkiydi ki Timur, artçı birliklerinde bir kargaşa yaratmasından
korkarak, bunların hepsinin oracıkta ve tamamen katledilmesi
ni buyurdu. Emre riayet etmemenin cezası ölümdü. Timur'un
ordusuyla birlikte gelen din adamları bile cellatlığa zorlandı;
bunlar, gözyaşları içinde fakat soğukkanlılıkla bu masum erkek
ve kadınları ölüme yolladılar. On dokuzuncu yüzyıl tarihçisi
Sir Malcolm Price, "insanlık tarihinde böyle hunharca ve so
ğukkanlı bir vahşet örneği daha yoktur," diye yazar, "fakat ne
tuhaftır ki, bunu yapan kişiyi, tarihçiler ve şairler bir yarı tanrı
285
mertebesine yükseltmişler; hatta bazıları bununla yetinmeye
rek onu, hiç şüphesiz sahip olduğu cesaretinden, siyaset ve sa
vaş sanatındaki ustalığından, dahası merhametinden ve adale
tinden ötürü göklere çıkarmışlardır."
Esirlerin beklenmedik bir anda, böyle kasaplık hayvan gibi
doğranması, belki de ordu saflarındaki tedirginliğin artmasına
yol açmıştı. Askerlerin yüreğinde büyük bir korku olduğuna
hiç kuşku yoktu. Onları en çok endişelendiren şu korkunç Hint
filleriydi; bunlar hakkında Semerkand' dayken ürkünç hikaye
ler duymuşlar ve açılış niteliğindeki çarpışmada bunlarla karşı
laşmışlardı. Filler kalın bir zırhla kaplıydılar; sırtlarındaki ah
şap kulelerde ateş atıcılar, okçular, Tatar yayı kullanan savaşçı
lar barındırıyorlardı ve hortumlarının iki yanındaki uzun dişle
rine asılı palaların zehirli olduğu rivayet ediliyordu; bunların
hepsi dehşet veren unsurlardı. Fillere ne ok ne de mızrak işli
yordu.
On altıncı yüzyıl tarihçisi Handmir, "baştan ayağı çelikle
donatılmış bu sıra sıra canavarlar, komutanların iflahını kesi
yordu," diye yazar. "Daha önce fillerle hiç cenk etmedikleri ve
bu acayip hayvanların gerek görünümleri gerek hareketleri
hakkında fevkalade mübalağalı hikayeler duydukları için yü
reklerini korku sarmış, bunlarla başa çıkılamayacağına inan
mışlardı; en soylu, en yiğit savaşçıların bile bu konudaki endi
şeleri öyle bir noktaya varmıştı ki Sahibkıran hazretleri (Ti
mur), herkesin yerini tayin ederken seçkin ve kıdemli kurmay
Iarına nereye konulmak istediklerini sorduğunda, bunlardan,
'kadınların yanına,' cevabını almıştı." Timur'un liderlik vasfı
ve taktik yeteneği bir kez daha sınavdan geçiyordu. Fillerle baş
etmenin bir yolu bulunmalıydı.
Timur mevzilerini korumak için askerlerine derin siperler
kazmalarını ve bunları istihkamlarla takviye etmelerini buyur
du. Sonra, domuzayakları -üç uçlu demir kazıklar- yaptırıp
bunları fillerin yoluna serdirdi. Mandalar boyunlarından ve
ayaklarından sırımlarla birbirine bağlanıp siperlerin önüne di
zildi. Develer de sırtıarına odun ve kuru ot yüklenerek birbirle
rine tutturuldu. Okçulara filleri süren, korunmasız mahutları
hedef almaları söylenildi.
286
Bu hazırlıklar sona erdikten sonra, gözler saray müneccim
lerine çevrildi. Savaşa girmeden önce, bunların yıldız kümeleri
ne bakıp, şans getiren bir konumda olup olmadıklarım bildirme
leri adettendi. Fillerin korkusundan mı, yoksa dünyevi olmayan
başka endişelerden mi bilinmez; bu kez müneccim Timur'un za
manlaması konusunda rahatsızlıklarını dile getirdiler. Fakat bir
faydası olmadı. Yıldızlara ve Balıtma Hükmeden İmparator, ilk
defa ne yıldızların ne de göklerin urourunda olmadığını ilan etti.
Korkudan pısmış olan müneccim paylandı. Timur, onların vere
ceği olumlu veya olumsuz hükmü bekleyecek değildi.
Herkesin duyabileceği bir biçimde, Kuran'ın kendisine ge
tirilmesini emretti. Açılan bölüm, tam da duruma uygun ola
rak, bir kavmin güçlü bir düşmanın azmiyle nasıl ortadan kal
dırıldığına ilişkindi. Hint Seferinin Farsça Günlüğü adlı özgün
eserin yazarı, Gıyaseddin Ali'ye göre Timur, Yunus suresinden
ayetler okumuştu (24, 26, 27):
* * *
287
1 7 Aralık 1398'de, Malu'nun ve Sultan Mahmud'un ordu
ları, bulutlu, kapalı bir göğün altında savaşmak üzere Delhi ka
pılarından çıktılar. Hintli birlikler sıra sıra dizilmiş, filleri orta
larına almışlardı; her fil sırtında tepeden tırnağa silahlı, öldürü
cü bir asker gücü taşıyordu. İki taraf da, o zamanlar Müslüman
askerlerin geleneksel ordu düzeni olan, sağ ve sol kanatlara; bir
merkez, bir de öncü kuvvetiere ayrılmıştı.
Timur, savaş alanına bakan yüksekçe bir tepede mevzilen
mişti. Çarpışmanın başlamasına dakikalar kala, yaklaşan kan
dökümünden düşman tarafların ordularının sinirleri yay gil::ıi
gerilmişken, hükümdar her zaman yaptığı gibi, atından indi;
yere kapanıp secdeye durarak Allah'a yalvardı. O elinden gele
ni yapmıştı. Gerisi yüce Rabb'ine kalmıştı.
Yezdi, "o güne kadar böyle şiddetli çarpışma görülmemiş
tV' diye yazar. "Askerlerin hışmı hiç bu kadar korkunç olmamış,
böyle tüyler ürpertici bir gümbürtü daha önce duyulmamıştı;
ziller, davullar, dümbelekler, borazanlar, fillerin sırtında güm
güm dövülen sarı bakırdan nekkareler, Hintiiierin çaldığı çıngı
raklar, bahadırların naraları, yeri göğü inletiyordu." Bu kaba,
ahenksiz sesler arasında, gökler karardı ve Timur'un okçuları
Hintiiierin sağ kanadına doğru yaylarını boşaltmaya başladılar.
Malu ve Sultan Mahmud sol kanatlarını ve öncü birliklerini Ta
tarların sağ kanadı üstüne saldılar, fakat müthiş bir manevrayla
Timur'un öncü birlikleri onları yandan ve arkadan ablukaya al
dı. İlk hücumlarında birkaç yüz asker kaybeden Hintlilerde boz
gun baş gösterdi. Timur, ilk anda üstünlüğü ele geçirmişti.
Sol kanatlarının bozulan saflarının ricat ettiğini gören Malu
ve Sultan Mahmud, önceden belirledikleri işareti verdiler.
Cenkçi filler, sıkışık düzen içinde öne doğru güm güm yürü
meye başlayınca, yer gök sarsıldı; sırtlarındaki minyatür kule
ler içinde, ağır savaş donanımlı askerler hücuma hazır bir du
rumdaydılar. Bu zırhlı canavarlar, Tatar saflarına doğru ağır
adımlarla yaklaştıkça, askerler dehşetle irkiliyorlardı. Kendile
rine verilen talimat uyarınca, oklarını mahutların üstüne yağ
dırmışlardı, ama filler gene de ilerliyordu.
Bulunduğu noktadan Timur, fillerin adamları arasında ya
rattığı sarsıntıyı görüyordu. Bu uzakdoğulu canavarlarla nasıl
288
başaçıkılacağı konusunda önceden hazırlık yapmıştı. Şimdi
bunları ortaya koyma zamanıydı. Emirler, arkaları odun ve ku
ru ot yüklü develerin öne sürülmeleri emrini verdi. Filler daha
yakma geldiklerinde, bu yükler tutuşturuldu ve neye uğradık
larını şaşıran develer, deli gibi öne atıldılar. Filler bir anda ya
nan ve böğüren develerin hücumuna uğramıştı. Tepkileri içgü
düseldi. Dehşet içinde tersyüzü dönüp, boylu boyunca kendi
.birliklerinin üstüne saldırdılar; çiğniyor, eziyor, ayaklarına ça
kılan o korkunç kazıkiarın acısıyla Hint saflarını darmadağın
ediyorlardı. Handmir, "sağ ve soldaki Hintli birlikler gölgeler
gibi yere seriliyordu/' diye yazar. "Hintlilerin kafaları zerre ka
dar kalmıştı; ağaçtan düşürülen Hindistan cevizleri gibiydiler."
Yiğit Pir Muhammed; sağ kanadın başında saldırdı; çok
geçmeden Hintliler tekmil halde ricata başladı; Delhi'nin şehir
surları ardına sığınınaya çalışırken hunharca doğrandılar. Ti
mur'un on beş yaşındaki küçük torunu HaliC büyük kahra
manlık göstererek fillerden birine üstündekilerle birlikte hakim
oldu ve onu sürüyüp dedesine armağan olarak götürdü. Timur
genç delikanlının bu yiğitliğinden öylesine etkilendi ki ona ora
cıkta Sultan unvanını verdi. On altıncı yüzyıl Müslüman tarih
çisi Ferişte, Hintlilerin Delhi savunmasını, onları hor gören bir
dille anlatır: "Hintliler, çok kısa bir müddet içinde tam bir boz
guna uğramış; ülkelerini, canlarını ve mallarinı kurtarmak için
bir tek cesur girişimde bulunmamışlardı."
Savaş sona ermişti. Hint seferinin günluğünü tutan Gıya
seddin Ali, "zafer ve galibiyet güneşi, doğudan, haşmetmeap
larının sancakları üstünden yükseliyor; bir saadet girdabı, düş
manın gözünü talihsizlik tozuna bürüyordu/' diye yazar. "Or
talıkta yığınla ceset vardı; o kadar ki savaş alanı, arasından
kanlı nehirlerin aktığı, karanlık bir dağı andırıyordu."
Timur'un Tatarları en büyük zaferlerinden birini kazan
mışlardı. Hem Cengiz Han' dan hem İskender' den baskın çık
mışlardı; dünyanın en zorlu dağlarını aşmışlar; nehirlerden,
çöllerden geçmişler ve dünyanın en zengin kentlerinden birini
dize getirmişlerdi. Birbirine düşmüş yöneticiler, onu kuzeyden
gelen istilacılara karşı koruyamamışlardı. Kentin gizli hazinele
ri şimdi onları bekliyordu.
2 89
* * *
290
Kente izinsiz girmiş olanlar da vardı. Bunlar ya merak sai
kiyle, . ya cinsel ihtiyaçlarını tatmin, ya da talan amacıyla gel
mişlerdi. Saraylı kadınların yeni fethedilen kentte bir gezinti
yapmak istedikleri bildirilince, kapılar açılmış ve bir daha saat
lerce sürgülenmemişti. Delhi'nin içindeki Tatar sayısı tekrar ka
barmıştL Yezdi'ye göre, bu tarihte kente on beş bine yakın as
ker girmişti.
İşte bu sırada meydana gelen bir dizi olaya tam olarak ne
yin yol açtığı bilinmez, ama olup bitenler, yüzlerce yıl sonra
dahi Hintlilerin hafızasından silinmeyecekti. Belki yerli halkta
infial uyandıran, bir tek ırza tecavüz veya cinayet vakası ol
muştu. Belki de malından olmak istemeyen bir kafası kızmış
Hintliyle, bir azgın Tatar arasında çıkan anlaşmazlık, dizgin
lenmeye çalışılan kıyıını zincirinden boşandırmıştı. Sebep her
ne idiyse, bunu izleyen katliam Timur'un ölçülerine göre dahi
korkunç oldu. Hintlilerin gösterdiği yetersiz direnişi hakir söz
lerle dile getiren Ferişte, ateşiere yanıp, kılıçiara gelen dehşet
içindeki kenti şöyle anlatır.
29 1
yem ettiler. Böyle bir kıyım o güne kadar ne duyulmuş ne de
görülmüştü." Katliam üç gün sürdü. Yezdi, bunun suçunu yerli
halkın "densizliğine ve kendini bilmezliğine" yükler. Saray ta
rihçisi olarak zaten kendisinden başka türlüsü beklenemezdi.
Delhi' de olanların özgün bir günlüğünü tutan Gıyaseddin Ali,
Tatar askerlerin, "aç kurtların koyun sürülerine daldığı, kartal
ların kendilerinden zayıf kuşları avladığı gibi" kentte kol gez
diklerini yazar.
Bu büyük yangına hangi kıvılcım yol açtı, bilinmez, ama
hazineler ve mis kokulu esanslar kenti, şimdi cehenneme dön
müş, her yerine kan ve çürüyen ceset kokusu sinmişti. Tarihçe
ler, bu müthiş zaferi kutlamak için kent dışındaki atağında ver
diği muhteşem şölende, haremindeki kadınlarla sefahat eden
Timur'un, bu katliamdan haberi olmadığını kaydeder. Kentteki
emirler, başkaldırmış ahaliyi hunharca -ve başarısız bir biçim
de- bastırmaya çalışırken, herhalde içlerinden hiçbiri bu haber
le hükümdarın keyfini ve rahatını kaçırınaya cesaret edeme
mişti. Mamafih bu ifadelere kuşkuyla bakmak gerekir, çünkü
Timur hiçbir zaman kendini kapıp koyuveren bir adam değildi.
Delhi'nin şehir surlarının gerisinde olup bitenlerden haberi ol
madığı iddiası bir hayli su götürür. Birçok başka kaynakta, or
dusundaki disiplin göklere çıkarılmış, bunu bozanların ölümle
cezalandırıldığı kaydedilmiştir. Resmen izin verilmeyen haller
de, yağma ve talan ağır bir suçtu. Bunun böyle olduğunu bile
bile, askerlerin hükümdarın haberinin olmadığı işlere kalkış-
mak acaba hadleri miydi? .
Timur'un izni olsun olmasın, Tatarlar Delhi'nin sandıkları
na dalmışlardı. Bunların içlerindeki servet, ihtişamıyla onları
sersemletmişti. Altın ve gümüşün haddi hesabı yoktu; mücev
haratın, incinin, mercanın, sikkelerin, değerli taşların, halis ku
maşların da öyle; o kadar ki Yezdi'nin ifadesine göre, bunlar
hiçbir tarife sığmazdı. Dahası, savaşın beylik ganimeti olarak
sayısız köle alınmıştı - bunlar, Delhi'nin yerli ahalisinden ka
dın ve erkeklerdi, tutuldukları gibi boyunduruğa vurulmuşlar
dı. Tatarların çoğu kentten yüz elli esirle çıkıyordu, içlerinden
en yoksulları en az yirmi tane ele geçirmişti.
Timur Delhi'de iki hafta kalarak, huzuruna çıkıp teslimi-
2 92
yetlerini bildiren Hint prenslerini kabul etti ve bunların sundu
ğu armağanları gittikçe uzayan hazine katarına ekledi. Del
hi'nin yetenekleriyle ün salmış zanaatçıları ve taş ustaları Se
merkand'a götürülmek üzere zincire vuruldu. Tarihi kayıtlar,
Timur'un en çok hoşuna giden bir hediye üzerinde dururlar;
bu, yıllaFca Hintli sultanların salonlarını süslemiş olan bir çift
beyaz papağandı.
Derken, hiç beklenmedik bir anda hükümdar geri dönüş
emrini verdi. Seyyidler hanedanının kurucusu ve peygamber
soyundan geldiğini iddia eden Hızır Han adlı bir bey, alelacele,
Timur'un temsilcisi olarak bugün Pencap ve Yukarı Sind52 ola
rak bilinen yerlerin başına getirildi. Tarihin de onun en büyük
kusurlarından biri olarak kaydetmiş olduğu gibi, Timur'un hü
kümdarlık idaresinde pek gözü yoktu, aklı fikri fetihteydi.
Ganimetle tepeleme yüklü olan ordunun kuzey yolculuğu
ağır aksak ilerliyordu; bazen günde beş altı kilometrede kaldık
ları oluyordu. Timur'un ilk durduğu yerlerden biri, Sultan Fi
ruz Şah'ın Cumna Nehri kıyısında yaptırdığı, ünlü mermer ca
mi oldu; Semerkand' da yaptırdığı ulucami için ilham almış ola
bileceği bu yerde, hükümdar namaza durarak son kazandığı
başarı için Allah'a şükretti.
Fakat bu pek de sıkıntısız bir geri dönüş değildi. Tatarları
bekleyen başka çarpışmalar vardı, çünkü cihat henüz sona er
memişti. Daha öldürülecek veya Hak dinine döndürülecek çok
ka.fir vardı. Ordu önce kuzeydoğuya doğru bir kavis çizerek,
Mirad Kalesi'ni yağma etti ve ardından Ganj Nehri'ne ulaşarak
burada kırk sekiz gemi yükü Hintliyi ve buna ilaveten bilinme
yen sayıda Zerdüştü boğazladı. Yirmiye yakın şiddetli çarpış
maya girerek ve nerede ve ne zaman karşılarına yağma fırsatı
çıksa bundan sonuna kadar faydalanarak ilerleyen Timur'un
kuvvetleri, Keşmir'e ve Himalayalar'ın eteklerine kadar geldi.
52 Delhi'nin başına bir idareci konulrnadı ve kuzey Hindistan'ın geri kalan bölüm
lerinde olduğu gibi, burada da birbirine düşman prensler arasındaki iç savaş hiç
bitmedi. Malu ve Sultan Mahmud da bu cehennemin içine geri döndüler ve za
manla başa geçmek hevesincieki başka kişiler de bunların arasında yerlerini al
dı. Hızır Han 1414'te kenti ele geçirdiği zaman, iş öyle çığrından çıkmıştı ki, bir
zamanların dillere destan Delhi krallığının toprakları küçüle küçüle, neredeyse
şehir surlarına kadar dayanmıştı.
293
Keşmir'in Müslüman şahı, hatırı sayılır bir fidye vaadiyle tes
lim oldu. Cemmu'nun Hint racası bir arbede sonucu ele geçti
ve tez elden Hak dinine döndürüldü. Bir sefer de Lahor'a ya
pıldı; buranın başında bulunan kişi daha önce Timur'a olan sa
dakatini bildirmiş, ama kendisine verilen talimatın aksine, bir
daha huzura çıkmamasıyla dikkat çekmişti. Lahor ele geçirile
rek ihmalkar vali öldürüldü.
Mart geldiğinde Timur artık savaş ve ganimete doymuştu.
Hükümdarlık soyundan olan beylerle vedalaşıp onlara geldik
leri yerlere dönme izni verdi. Keşmir'deyken kolunda çıkan bir
ur, emirlerini ve sultanlarını endişeye sürüklemişti. Şimdi de
Keşmir' den kuzeye doğru ağır ağır ilerlerken, hem ellerinde
hem ayaklarında çıbanlar baş göstermişti; durumu o kadar cid
diydi ki, artık at sırtında gidemiyordu. Sarp Bindikuş Dağla
rı'ndan geri dönüş yolunu, iki kısrağın çektiği bir tahtirevan
üstünde yapmak zorunda kaldı. Yol o kadar çetrefildi ki, Yezdi,
hükümdara eşlik eden konvoyun aynı nehirden bir gün içinde
tam kırk sekiz defa geçmek zorunda kaldığını yazar.
Bahar gelip çatmış ve ağaçlar ona hoş geldin dereesine
baştan ayağa çiçeğe kesmişken, Timur Ceyhun Nehri'ni aştı
ve hükümdarlık ailesinin çoğu bireyleri onu Tirmiz'de karşı
ladı. İşte Başkadın Saraymülk Hanım en önde geliyordu; onu
hemen arkasından ikinci sultan Tükel Hanım ve onu da en
son ve en genç karısı Tümenağa izliyordu. Hükümdarın to
runlarından ikisi, Uluğ Bey ve İbrahim Sultan da oradaydılar;
onlara birçok başka beyler, sultanlar ve Semerkand'ın en kı- ·
demli kurmaylarından oluşan bir heyet eşlik ediyordu. Hepsi
hükümdan selamlamak ve son zaferinden ötürü kutlamak
üzere öne sıkmışlardı.
Hükümdar ve maiyetindekiler Semerkand'a doğru neşe
içinde yola koyuldular; iki hafta kaldıkları Şehrisebz' de Timur,
evliya türbelerini ve babası Emir Turagay'ın kabrini ziyaret et
ti. Aziz başkentine yaklaşırken herkesin kafasında birkaç saat
sonra girecekleri kentte onları bekleyen muazzam zafer şenlik
leri vardı. Bu, o güne kadar olanların içinde herhalde en göz
kamaştırıcısı olacaktı.
294
***
Bin altı yüz kilometre ötede, Delhi dumanı tüten bir harabe
olarak bırakılmıştı. Hintli sultanların kaç kuşaktır topladıkları
hazineler üç beş gün içinde yok olup gitmişti. Timur, zaten çok
hıtpalanmış bir durumdaki hükümdarlığa son darbeyi indir
miş, kuzey Hindistan, tarihinin en belalı istilalarından birine
uğramıştı. Tahıl ambarları ve harman yerleri ateşe verilmişti.
Tarlalar bomboştu. Açlık ve hastalık ortalığı kasıp kavuruyor
du. Kokuşmuş ceset yığınları hem havayı hem suyu zehirlemiş
ti. Enkazın ortasından çürümekte olan kellelerden örülü kuleler
yükseliyordu. Gökler suskundU:. "Delhi, tam anlamıyla mah
volmuştu; ahalisinden sağ kalanlar da bir süre sonra ölüp gitti;
kentte iki ay süreyle bir kuş kanadı çırpıntısı dahi duyulmadı."
Allah'ın Kırbacı kentin üstünde şaklamış; Hindistan tarihi
nin sayfalarını karartmıştı. Delhi'nin taparlanması bir yüzyıl
dan fazla zaman alacaktı.
295
8
EDWARD GIBBON,
Roma imparatorluğu'nun Çöküşü ve Yıkılışı
2 96
çerken, köleler atının taynakları arasına değerli taşlar atıyordu.
Kimileri şerefine havaya altın tozu savuruyor, kimileri ufak inci
ler saçıyordu. Kadınlar ve erkekler, sevinçle haykırıyor, alkış tu
tuyor, sesleri kısılana kadar bağırıyorlardı. Bahar güneşinin al
tında, kent içindeki bütün camiierin ve sarayların masmavi kub
beleti ve gök rengi çinilerle döşenmiş minareleri şıkır şıkır parlı
yordu. Hükümdarın hiçbir dönüşü, böyle alışılmadık görüntü
lerle bezeli ve muhteşem olmamıştı. Otuz yıldan beri, başkentten
onu bir o, bir bu sefere uğurluyorlar; gözleri yollarda, ta ki yıllar
sonra bir gün, bir kez daha muzaffer olarak çıkıp gelene dek sa
vaş haberlerini bekliyorlardı; bunlardan zafer kazanmış olarak
döneceği muhakkaktı. Değişen bir şey varsa o da, bu zaferierin
giderek bir faniden beklenebilecek ölçüleri aşması, getirdiği ga
nimetlerin gitgide daha mebzul ve göz kamaştırıcı olmasıydı. İş
te şimdi de Hindistan, varını yoğunu onun ayaklarının dibine
sermişti; Semerkand artık dünyaya hükmediyordu.
Timur, geçtiği yerleri kasırga misali kasıp kavurduğu bu
son seferini bir yıldan az bir zamanda tamamlaınıştı ve bunun
şanına yakışır bir� ihtişam ve azameti e, saltanat sürdüğü yerler
de bir kutlama gezisine çıktı. Şehrisebz' de, daha o tarihte bit
memiş olan Ak Saray' da, maiyetiyle birlikte on beş gün kaldık
tan sonra kuzeye hareketle, önce Semerkand'ın en münbit bah
çesi, Tahta Karaca'nın çimenierini ve meralarını, ardından Gön
lüterah Bağları'nı ziyaret etti. Güzergahı, dur durak bilmeden
giriştiği imar ve bayındırlık işlerini yoklamak ve denetlernek
üzere çizilmişti; şehir hamamlarına; Şah-ı Zinde' deki türbelere,
Başkadın Saraymülk Hanım Medresesi'ne gitti; ardından yine
bağ ve bahçeler arasında dolaştı; Çınar Bağları' ndan Cihan
Bağları'na, Cennet Bahçesi'nden Ulu Bağlar'a uzandı.
Semerkand, onun dönüşünün heyecanıyla coşadursun, Ti
mur o güne kadarki en büyük inşaat projesini açıkladı. Hem
kazandığı sayısız zaferin anısına hem de bunları mümkün kı
lan Allah'a şükür amacıyla Ulucami yapılacaktı. Hindistan'dan
esir alınarak getirilen çok sayıda taş ustası; Basra, Bağdat, Azer
baycan, İran ve Şam' dan getirilenler ve Maveraünnehirli zana
atçılarla birlikte işe koşuldular. İspanyol elçi Clavijo, 1404'ün
sonunda buraya geldiği zaman, caminin inşaatı hala sürmek
teydi ve Timur işin büyük bir kısmıyla şahsen ilgileniyor; temel
297
çukurlarında ter döken işçilere bir yandan bağıra çağıra talimat
verirken diğer yandan onlara kızarmış et atıyordu.
Görev aşığı Yezdi, "nihayet, onun önderliği ve idaresi altinda
bu müthiş yapı tamama erdi," diye yazar. ''Yontma taştan 480 sü
tunu vardı; her biri yedi kol boyu yüksekliğindeydi. Kemerli çatı,
inceden ineeye işlenmiş ve perdahianmış mermerle kaplıydı. Sü
tun başlarının tepesiyle çatının en yüksek noktası arasındaki me
safe dokuz kol boyu geliyordu. Dışarıda, caminin dört köşesin
den her birine bir minare dikilmişti. Kapılar pirinçtendi: hem dış,
hem iç duvarlar ve çatı kemerleri kabartma yazılarla süslenmişti;
bunların içinde Kuran' dan alınmış sureler ve ayetler vardı. Hü
kümdara dualar okunan minber, görülmemiş güzellikteydi: milı
rabın olduğu girintinin önünde, altın suyuna batmış demir bir
kafes vardı ve bu da diğerleri gibi nefes kesiyordu."
Belirli bir zaman için de olsa, Ulucami Timur'un en müthiş
mimari eseri olarak yüceltil di. Fakat Y ezdi, hüküm darın guru
ru olan bu yapının, aceleye getirilmiş olmaktan ötürü nasıl bü
yük bir hızla çökmeye başladığını yazmayı ihmal eder. Bir sa
ray vakanüvisinin bunu yapması herhalde çok ayıp olurdu.
* * *
29 8
saçtığı hikaye ediliyordu. Devlet hazinesi, sultanın zevk ve se
fası uğruna tamtakır olmuştu.53 Akli dengesinin bozukluğuna
dair daha ileri belirtiler de gösteriliyordu; Moğol ham Olcay
tu'nun Sultaniye'deki meşhur yeşil kubbeli camide bulunan
mezarına hürmetsizlik etmişti. Bir başkasının -İranlı tarihçi Re
şideddin' e ait olan- türbesinin yıkılarak, kemiklerinin Musevi
mezarlığına gömülmesini buyurmuştu. Kentteki diğer yapıla
rın da hiçbir gerekçe olmadan bir bir devrildiği söyleniyordu.
Mamafih Clavijo, Miranşah'ın davrimışlarındaki bozukluğun
deliliğe yorulmasını kuşkuyla karşılamış; bunu, kendine güve
ni olmayışma ve dikkat çekmeye çalışmasına vermişti. İspanyol
elçiye Miranşah'ın bir keresinde şöyle konuştuğu aktarılmıştı:
"Anladık, ben dünyanın en büyük adamının oğluyum; peki bu
ünü dünyayı tutmuş şehirlerde ne yapsam da göçüp gittikten
sonra hep hatırlansam?" Bunu aktaran kişi, onun kendine özgü
bir inşaat çılgınlığına giriştiğini, fakat çok geçmeden sefih sul
tanın yaptırdığı binaların hiçbirinin, hiçbir surette selefininki
lerle boy ölçüşemeyeceğini anladığını belirtmişti.
' '
2 99
bir köşesinde kendini ibadete vermek yakışır. Oğulların ve torunların
arasında ulusunu ve ordunu yönetecek, hükümdarlığını ve toprakla
rını koruyacak kabiliyette adamlar var . . . İnsanları idare ediyorsun;
adaleti eline almışsın, fakat adil değilsin; besleniyorsun, fakat onların
servetinden ve mısırından yiyorsun; koruyuculuk taslıyorsun, fakat
onların yüreklerini yakıyor, iliklerini, kemiklerini sömürüyorsun; te
mel atıyorsun, ama üstüne dert ve keder dikiyorsun; ileri gidiyorsun,
ama tuttuğun yol eğri ve çarpık . . .
* * *
3 00
Veliaht olarak tayin ettiği ve adı Cuma hutbelerinde okunınaya
ve hükümdarlık sikkelerine basılmaya başlanmış olan torunu
Muhammed Sultan, onun yokluğunda topraklarına göz kulak
olmak üzere Maveraünnehir' e çağrıldı. Cihangir'le Hanzade'den
olma bu torun, Timur'un hep en gözde tarunu olmuştu.54
Dinlenmek ve güçlerini tekrar toplamak için bir yaz kadar
süre verilen askerler, şimdi batıda Yedi Yıl Seferi'ne çıkmak
üzere tekrar bir araya getirilmişlerdi. Timur doğuya bindirrnek
için kendini hala hazır görmüyordu. Hindistan zaferi, güney sı
nırlarını sağlama almıştı. Kuzeyde, Toktamış'ı yenmekle, Altın
Orda topraklarına ihtilaf ve iç savaş tohumları ekmiş ve onu bir
daha kendisine saldıramayacak ölçüde ezmişti. Fakat batıyla işi
henüz bitmemişti.
Timur 1393'te Bağdat'ı ele geçirdiği zaman, Sultan Ahmed
Kahire'ye kaçmış, Mısır ve Suriye sultanı Berkuk'un burada
bulunan sarayına sığınmıştı. O tarihte Timur, iki ülke arasında
dostane ilişki önerisiyle bir elçi heyeti göndermiş, fakat Berkuk
bunları zindana attırarak öldürtmüştü; heyetin başındaki kişi
Timur'a hısım geliyordu.SS Memluk sultanının, Ahmed'i yeni
den silahıandırmak ve Bağdat'ı bir kez daha alması için ona ·
"Askerimiz kum gibi, cesaretimiz pars gibi; Alımız gider ileriye, mızrağımız batar deri
ne; topuzumuz çakar şimşek gibi, palamız iner yıldırım gibi. Yüreğimiz var demir gibi
sağlam, ordumuz var kum gibi kaynar; hepimiz bir kahramanız, kral Himyer'dir atamız.
Bizi kimse yıkamaz, tebaamızı sarsamaz; kudretiiyiz yönetmeye, ta ezelden ebede. Her
kim bizimle sulh olur, bulur kendini emniyette; her kim bizimle cenk eder, pişman olur
cihane geldiğine; her kim ki bilmez bizi, bilmez kendini."
301
Timur 1394'te Irak seferindeyken, Berkuk'la savaşa girme
sine ramak kalmış, fakat ordusu bitkin bir durumda olduğu
için, bunu daha elverişii bir zamana ertelemişti. Şimdi ise, .Ber
kuk'un öldüğü ve on yaşındaki oğlu Ferec'in saraydaki birçok
güç odağının insafına kaldığı haberi gelmişti. Timur açısından,
elçilerinin intikamını almak; dahası, batıdaki sınırlarını Akde
niz' e kadar genişletmek için bundan daha uygun zaman ola
mazdı. Fakat ondan önce halletmesi gereken ve beklerneye ta
hammülü olmayan bir aile meselesi vardı. Miranşah'ın başken
ti Sultaniye, Timur'un batıdaki güzergahı üstündeydi. Densiz
oğlan hizaya getirilecekti.
Sarayında tam olarak ne gibi entrikaların döndüğünü anla
mak üzere önden birtakım yaverler gönderildi. Bunlar döndükle
rinde, beylik bir diplomatik ağza başvurarak, kabahati sultanın
akıl hocalarına yüklediler. Onlara göre, Miranşah'ı doğru yoldan
saptıran rezil, kepaze arkadaşlarıydı. Saltanatının düştüğü içler
acısı durumdan; gayet şaibeli bir düşünür, şair, ve müzisyen top
luluğu sorumluydu. Timur karar vermekte hiç gecikmedi. Ünlü
bir bilgin ve şair olan Kuhistanlı Mevlana Muhammed ve ünlü
müzisyen Musullu Kutbeddin, saraydaki başka birçok gözdeyle
birlikte ölüme mahkum edildi. Olayın baş kahramanı Mevlana
Muhammed, laf ebeliğini ta darağacına kadar sürdürmüş, arka
daşına, "sen sultanın benden önde gelen gözdesiydin, haydi ba
kalım burada da geç önüme," demişti.56 Miranşah cezaların en
Berkuk'un yanıtı ise, aynı ölçüde tok sözlüydü ve Timur'un üslup bozukluğunu
ve laf cambazlığını kınar gibiydi.
Sen ki yaratılnıışsın ateşinden cehennemin, dilerim ateşe gelsin etin, kemiğin . . . Atımız
gelir Barkan'dan, okumuz gelir Araptan; kılıcımız gelir Yenıen'den, zırhımız gelir
Memluk'ten. Kimse bükemez bileğimizi, Doğu da bilir, Batı da bilir bizi. Biz sizi geber
tirsek ne mutlu bize, siz bizi gebertirseniz dosdoğru gideriz cennete . . .
"
56 Yağlı ilmek boynuna geçirilirken, son sözlerini cinaslı beyitlerle dile getirmişti; ne
yazık ki bu zarif kelime oyunları çeviride değerlerini belli bir ölçüde yitirirler.
3 02
ağınndan kurtuldu, ama tahttan indirilerek çıkılan seferde hü
kümdarın maiyetine katılması buyuruldu. Yüz kızartıcı Alancık
yenilgisinde kusuru görülen kurmayıann kimi dayak, kimi elli ila
üç yüz at verme cezasına çarptınldı.
Disiplin sağlanmış, ordu tekrar batıya doğru yola koyul
muştu. Ordu o kışı Karabağ yayıalarında geçirdi ve Timur bu
radan, Miranşah'a karşı ayaklanan ve Alancık'ta kıstırdığı Sul
tan Ahmed'in oğlu Tahir' e yardım eden Gürcülerde11 intikam
almak üzere, onlara karşı cezai nitelikte bir sefer düzenledi. Ta
tar birlikleri kuzeye doğru çıkarken, yolları üstündeki kiliseleri,
üzüm bağlarını, evleri, koca koca kentleri ve köyleri ateşe verip
yıktılar ve bir kez daha karla kaplı ovalar kanla sulandı. Bu kı
yım kışın tam ortasında, ordunun, hükümdar ailesine gelen ye
ni misafiri kutlama şenliklerine katılmak için ordugaha dönme
siyle kesintiye uğradı. Halil Sultan'ın bir oğlu olmuştu. Altmış
üç yaşındaki Timur, şimdi bir de torun çocuğuna sahipti.
Tabii bu hayırlı haber, Gürciller için bir şey ifade etmiyordu.
Ne de Timur'u 1400'ün baharında, bu asi Hıristiyan krallığa kar
şı yeni ve beşinci bir sefer yapmaktan alıkoydu. Bu kez düşman
lık · gerekçesi, Gürcistan kralı VII. Giorgi'nin, sarayına sığınmış
olan Tahir'i Timur'a teslim etmeyi reddetmesi oldu. Yeni bir Ta
tar istilasıyla karşı karşıya ·kalan Gürcüler, daha yukarılara çeki
lerek, dağ yamaçlarında, bulunması ve girilmesi zor mağaralar
da gizlendiler. Bu çetin arazi ve düşmanın beklenmedik taktiği
farklı bir yaklaşımı zorunlu kılıyordu. Timur öncelikle içine bir
adam sığacak büyüklükte sepetler örülmesini buyurdu. Bunların
içine okçular konularak mağara ağızlarına kadar yamaç aşağı
sarkıtıldılar. Okçular, uçlarına yağlı bez sarılmış oklarını ateşe
vererek mağaraların ta içlerine attılar; dumana boğup dışarı uğ
rattıkları düşmanlarını feci ölürrılere gönderdiler. Timur'un ilk
kez 1386' da ele geçirdiği başkent Tiflis'e, bir kez daha hücum
edildi. Çok geçmeden, daha önce kiliselerin ve rahiplerin olduğu
yerlerde camiler, minareler ve müezzinler göründü. Güreillerin
içinde işini bilmiş olanlar, bağaziarına dayanmış kılıçların zoru
altında, "La ilahe illallah, Muhammedun resulullah, Allah'tan başka
tanrı yoktur ve Muhammed onun elçisidir" sözleriyle kelimeyi
şahadet getirip Müslüman oldular. Hıristiyan kalmakta direnen
lerin cezası ölüm oldu.
303
Mamafih Kral Giorgi Tatar kuvvetlerinin elinden kurtul
ınayı başararak batı Kafkasya'ya kaçtı. Tahir' i ise sığınınası için
güneye, Osmanlı sultanı I. Bayezici'in sarayına gönderdi; bu
hareketinin, Türk'le Tatar'ın arasına nifak tohumları ekmek
amacını taşıdığı aşikardı. Belki bilmiyordu, ama çok yakında
bunlar seyrine doyum olmayan meyveler verecekti.
* * *
304
ra bir son vermesini istedi. Eğer, kendisi saldırınamazlık ettiy
se; bu, Bayezici'in o tarihte kafir Avrupalılada çarpışıyor olma
sından ve aralarında çıkacak bir savaŞın İslamın ortak davasına
zarar verip kafirlerin işine yarayacağından ötürüydü. Bayezid
şundan emin olabilirdi ki, onunla savaşan hiç kimse, bunun bir
hayrını görmemişti. Eğer Osmanlı sultanı, kendi marifetiyle
kendi sonunu getirmek istemiyorsa, haddini bilmeli, sınırları
nın ötesine tecavüze kalkışmamalıydı.
Şunu bil ki sen, bir karıncadan başka bir şey değilsin: fillerle tepişmeye
kalkışma çünkü ayakları altmda ezilirsin. Kartala karşı çıkan güvercin
kendini nıahveder. Senin gibi küçük bir bey, bizinıle aşık atabilir mi?
Gerçi bu afra tafran alışılmadık bir şey değil, çünkü Türkün aklı başın
da bir laf ettiği daha duyulmamıştır. Bizi dinlenıezsen, pişman olursun.
Sana öğüdümüz bundan ibarettir. Nasıl bilirsen öyle yap.
305
du. İşin aslı şuydu: Bayezid, Balkanlar'ı kasıp kavurduktal). ve
Niğbolu Savaşı'nda Avrupa'nın en seçkin şövalye sınıfını kılıç
tan geçirdikten sonra, doğuda toprak kazanmaya başlamıştı.
Timur'un batıya doğru amansız ilerleyişi daha önce belgelen
mişti. Semerkand'dan kalkıp önce Herat'ı fethetmiş, İran ve
Kafkasya yolu üstündeki her yeri egemenliği altına almıştı. On
beşinci yüzyıla girerken öyle bir noktaya gelinmişti ki artık bu
iki adamdan biri ötekinin topraklarına doğrudan tecavüz etme
den daha ileri bir fetih -yani Bayezid doğuda, Timur batıda
yapamazdı. Bu iki imparatorluğun, üzerinde birbiriyle kapış
maya doğru gittiği yerin, tarihte yabancı güçlerin boyunduru
ğuna hep karşı koymuş ve kendini bağımsız kabul etmiş bir
bölge oluşu da işin üstüne tuz biber ekiyor; iki tarafta da, bura
nın kılıç zoruyla hizaya getirilmesinin doğru olacağı duygusu
nu uyandırıyordu.
Osmanlı, Tatar'ın bu zehir zemberek sözlerini umursama
dı. Timur, Türkler için 'kudurmuş bir köpekti', o kadar; ondan
korkacak değillerdi: "Ne zamandır seninle harp etmeyi istiyor
duk. Allah'a şükür ki bu dileğimiz kabul oldu ve muazzam bir
orduyla sana karşı yürümeye karar verdik. Eğer bizimle çarpış
maya gelmezsen, seni bulmayı ve Tebriz' e ve Sultaniye'ye ka
dar kovalamayı biliriz. Bakalım Cenab-ı Hak kimi kayıracak;
kimi zaferle taçlandırıp, kimi rezil bir yenilgiyle yere çalacak,
göreceğiz."
Dahası, her iki tarafın da ötekinin topraklarında ciddi sınır
ihlallerine başladığına dair belirtiler vardı. Timur, 1399-1400 kı
şında Gürcülerin hakkından gelirken, Osmanlı sultanı Şehzade
Süleyman'ı göndererek Ermenistan'a baskın verdirmiş, gayet ba
şarılı geçen bu sefer sonucu, Timur'un müttefiği ve Erzincan be
yi Mutahharten, ağır Osmanlı baskısı altında Kemah kentini tes
lim etmek zorunda kalmıştı.
Timur bu gelişmelerden, 1400 yılının yazında Anadolu'ya
yıldırım bir baskında bulunacak kadar etkilenmişti. Emir
Mutahharten.. Osmanlılar kendisini hem hazinesinden hem ha
reminden ettiği için Timur'un davasına ortak olup kuvvetlerini
onunkilerle bitleştirmişti. Başkadın Saraymülk Hanım Sultani
ye'ye yollanmıştı; bu, savaşın elinin kulağında olduğunu göste-
306
ren bildik bir işaretti. Timur gözünü Sivas' a dikmişti; çünkü
Türkler yakın zamandaki baskınlarını buradan vermişlerdi.
Arabşah, ''bu, güzel bir diyarda, büyük bir kentti; halka
açık binaları, istihkamları ve başka özellikleriyle ünlüydü; evli
ya türbeleriyle de nam salmıştı," diye yazar. "Suyu çok temiz
ve iklimi çok latif, vücudu dinlendiriyor; insanları çok dürüst;
debdebe ve tantanaya düşkünler; teşrifat ve saygıda kusur et
miyorlar." Daha işe yarar özellikleri arasında, 1 60 yıl önce Sel
çuklu sultanı Alaaddin Keykubad'ın yaptırmış olduğu tümüyle
taştan örülü ve etrafı hendekle çevrili şehir surları vardı. Bu tür
istihkamlar, bölgesinde canlı bir ticaret merkezi olan ve dahası
Anadolu'ya açılan stratejik bir kapı durumunda bulunan bir
kent için elzem kabul ediliyordu.
Sivas kuşatması Ağustos'ta başladı. Dört bin sipahiyle, Ti
mur'un bundan kat kat fazla olan kuvvetlerini, bir kalın duvar
la, bir hendek ayırıyordu. Bunların içinde, kentin istihkamlarını
yıkınakla görevli kazınacılara yardım etmeleri için işe koşul
muş sekiz bin esir de vardı. Surların altına tüneller kazılmış,
ahşap payandalada desteklenmişti; bunlar daha sonra tünelleri
çökertmek maksadıyla ateşe verileceklerdi. Kuşatma cihaziarı
gümbür gümbür çalışıyor, kente gülle ve ateş yağdırıyorlardı.
Kazmacılar ve şahmerdanlar yıkım işini bitirmiş, duvarlar bel
verip çökmeye başlamıştı. Bir hal çaresi bulmazlarsa, başlarına
büyük bir felaket geleceğinden korkan kent büyükleri toplanıp
şehir surlarından dışarı çıkarak, Timur' dan sulh ve merhamet
dilediler. Fidye karşılığında Müslüman ahalinin canı bağışlan
dı. Mamafih, Ermeniler ve diğer Hıristiyanlar esir alındı. Sivas' ı
yiğitçe savunan sİpahilerin çoğu Ermeni olduğu için, başlarına
ne geleceği belli olmuştu. Her ne kadar Yedi Düvelin Yenilmez
Padişahı bunu gerçekleştirmek için alçakça bir hileye başvur
muş da olsa, caniyane emellerinin tatminsiz kaldığı söylene
mezdi. On beşinci yüzyıl tarihçisi İbn Tagribirdi olanları şöyle
anlatır: "Silahlı üç bin adam için yeraltında geniş bir alan kaz
dırıp, onları içine koydurdu ve üstlerine toprak döktürdü. Bu
nu, hiçbirinin kanını dökmeyeceğine söz verdikten sonra yaptı;
sonra da dönüp, 'İşte, sözümü tuttum, bir tekinin bile kanını
dökmedim,' dedi."
3 07
Öteden beri İslam aleminde dinin en büyük savunucusu
olarak ünlenmeyi arzu eden Timur, kentin Hıristiyan ahalisini
ölürolerin en fecisiyle öldürmek için elinden geleni esirgemi
yordu. Sipahiler diri diri gömülürken, diğerleri boğulmaları
için kafaları bacaklarının arasına bağlanıp surların etrafındaki
hendeğe atılıyorlardı. 1402'de Timur'un eline geçen Bavyeralı
şövalye Johann Schiltberger'in ifadesine göre, dokuz bin bakire
esir alınmıştı. Bu katliamdan kurtulmak şansına erişenler deh
şet içinde Sivas'tan kaçtılar. Kente gelince; Arabşah onun, "ta
mamıyla yakılıp yıkılarak yağma edildiğini," yazar.
Sivas'taki hesaplaşma, Osmanlıların attığı oklara karşılıktı.
Bayezid Tatar'ın hükümdarlığına karşı askeri harekat düzenle
meye hem hevesli hem muktedir olduğunu göstermişti ve bu ilk
çarpışmalar, savaş alanında hangisinin daha güçlü olduğunu ke
sin olarak belirleyecek bir sınav verilmesi olasılığını iyiden iyiye
artırmıştı.57 Mamafih bu aşamada, Timur onunla tam kapışmak
niyetinde değildi. Allah'ın izniyle, zamanla onun da sırası gele
cekti. Şimdi başka öncelikler vardı. Bunlardan ilki Mısır' dı.
* * *
308
ölümüyle yeni bir fırsat doğuyordu ve hiç kimse bunu Asrın im
paratoru'ndan daha iyi değerlendiremezdi. Ming imparatoruyla
Moğol hamnın ölümleri, ülkelerinde büyük kargaşaya sebep ol
muş; Timur'un gelecekte doğuya gidecek yolunu açmışh. Delhi
sultanlığımn iki idarecisinin peş peşe ölümleri de aym tarzda is
tikrarsızlli< ve keşmekeşe neden olmuş, Timur bundan gayet kan
lı bir biçimde faydalanmakta geç kalmamışh. İşte şimdi de Ber
kuk'un ölümü ülkesini allak bullak etmiş; Tatar'ın durumdan is
tifadesi adeta vacip olmuştu.
Demek ki bu, tahta yeni çıkan çocuk sultana bir saldırı dü
zenlemek için elverişli bir zamandı. O tarihte Osmanlılar dün
ya sahnesine daha yeni çıkıyorlardı; oysa Mısır sultanlığı, Sul
tan Selahaddin'in saltanatta olduğu on ikinci yüzyıldan beri da
rülislam'ın aydınlatan en parlak ışığı ve imam, Hıristiyan Haçlı
lara karşı koruyan en güçlü kalesi olagelmişti. Selahaddin, Ku
düs'ü tekrar alarak istilacıları kapı dışarı etmiş ve Suriye'nin
topraklarım Mısır'a katmıştı. On üçüncü yüzyılda başa geçen
Memluk hanedam idaresinde Mısır, Nil Nehri'nden başlayıp,
Anadolu'nun gütı.eydoğusuyla, Hicaz arasında kalan doğu Ak
deniz ülkelerini içine alıyordu.SS Kan dökerek tahta çıkan Sul
tan Baybars zamanında, imparatorluğun şam, yeni kazarumlar
la büsbütün artmıştı. 1260'ta ordusu Moğolların batıya doğru
ısrarlı yayılışına ket vurmuş, Filistin'de yapılan Ayn Calut Sa
vaşı'nda onlara ilk ağır yenilgilerini yaşatmıştı. Moğolları boz
guna uğrattıktan sonra, dönüp Haçlıları ezmiş; Hıristiyan şö
valyelere karşı birçok kanlı zafer kazanmıştı. 1263'te Antak-
3 09
ya'yı ele geçirmiş, ordugahtaki on altı bin askeri kılı kıpırdama
dan öldürtmüştü. Yüz bin erkek, kadın ve çocuk da köle olarak
satılmıştı.
Memlı1kler, savaş alanında olduğu kadar servet biriktir
mekte ve başkentlerini Ortadoğu'nun bir harikası haline getir
mekte de çok başarılıydılar. On dördüncü yüzyılda Kahire'yi
ziyaret eden İranlı gezgin Halil ez-Zahiri, kentin kendi ülkesin
deki on kentin toplam büyüklüğüne eşit olduğunu kaydetmiş
tL 1384'te Floransalı gezgin Leonarda Frescobaldi, Kahire'nin
bir sokağında kendi memleketinin toplam nüfusundan d<;ıha
fazla sayıda insan dalaştığını yazmıştı. Ardından, Kahire'nin
Nil nehri üzerindeki Bulak !imanına yanaşan gemi sayısını he
saplamış, bunun, Venedik, Cenova ve Ankona'ya yanaşan top
lam gemi sayısından üç kat fazla olduğunu bildirmişti. Mısır,
Kahire ve Şam üstünden Hindistan' a bağlanan ticaret yollarına
hükmediyordu. Mekke ve Medine'ye giden hac yolu da onıın
egemenliği altındaydı. Ayrıca, M oğalların 1258' deki Bağdat
yağmasından beri, Abbasi halifesine ev sahipliği yapıyor olma
sı, İslam alemindeki itibarını iyiden iyiye artırmıştı. Şimdi ise,
on yaşındaki Sultan Ferec'in etrafında kopan iç savaş, çığırın
dan çıkmış ve ülkeyi dize getirmişti; Timur gibi avla geçinen
yırtıcı bir adam, bu durumda bulunan Mısır İmparatorluğu'na
daha fazla kayıtsız kalamazdı.
Tatar, ordugahını doğu Anadolu'da, Sivas'ın güneydoğu
suna düşen Malatya' da kurmuştu; bu noktaya konmakla, Mı
sırlılarla Osmanlılar arasındaki bağı etkili bir biçimde koparmış
oluyor, fakat aynı zamanda ikisinin de saldırısına açık hale ge
liyordu. Bu tehlikenin bilincindeydi; çünkü iki hasmının birlik
te hareket edeceğini gösteren bir olay daha önce vuku bulmuş
tu. Ferec, tahta göz koymuş bir rakibini alt etmek için yardım
istediğinde, Bayezid hatırı sayılır bir kuvvetle onun imdadına
yetişmişti. Timur'un ha:fiyeleri, Sivas'ın düşüşünün hemen ar
dından Osmanlı elçilerinin ona karşı bir ittifakı zorlamak için
Kahire'de boy gösterdiğini de kendisine bildirmiş olsalar ge
rekti. Fakat Mısırlılar, Berkuk'un ölümünün ardından Baye
zid'in Malatya'yı almış olmasından ötürü, bu teklife kulak as
mamışlardı. Şimdilik bir ittifak söz konusu değildi, fakat Timur
310
biliyordu ki Mısırlılada Osmanlılar, her an güçlerini birleştir
meye karar verebilir ve ona karşı savaş alanına muazzam bir
ordu sürebilirlerdi.
Bir kez daha, açıkça düşmanlık göstermeden önce bir mek
tup yolladı. Ferec'i eğer ayağını denk alınazsa bunun doğura
cağı nahoş sonuçlarla tehdit etti.
Sultan baban bize karşı birçok iğrenç suç işledi; bunların arasında, haklı
bir neden olmadan elçilerimizin öldürülmesi ve yaverlerimizden Atıl
mış'ın zindana atılması var. Baban ruhunu artık Allah'a teslim etmiş
olduğuna göre, günahlarının hesabını ilahi adaletin önünde verecektir,
ama sen kendinin ve tebaanın canını düşünmek zorundasın; öfkeden gö
zü dönmüş askerlerimizin Mısır'ın ve Suriye'nin halkına kıymasını ve
mallarını yağmalamasını istemiyorsan bize derhal Atılrnış'ı teslim et.
Eğer dikkafalılık eder de bu öğüdürnüzü dinlemezsen, akacak Müslüman
kanının ve kaybedeceğin hükümdarlığının vebali üstüne olur.
* * *
311
da ibadet etmiş, onuncu yüzyıl şairi el-Halidi aşağıdaki satırları
bu kentte kaleme almıştı.
312
Kent, aralarında vali Demirtaş'ın da bulunduğu barış yanlıla
rıyla, daha sert bir tepki verilmesi gerektiğini düşünenler arasın
da ikiye bölünmüştü. Demirtaş, "bugün karşımızda bulunan
hükümdar, olağanüstü güçlü," diyerek uyarıda bulunuyordu.
"Kendisi ve ordusu, tarihte emsali görülmemiş işler yaph. Gittik
leri her yerde kentleri, kaleleri ele geçirdi. Karşı koymaya kalkan
ları doğduklarına pişman edip insafsızca cezalandırdı." Böyle bir
hasını olsa olsa Allah koruyor olabilirdi. En doğrusu, ona zıt git
memek, sikkelere adını bastırmak, Cuma hutbelerinde ismini
okutmak; din büyüklerini, hekimleri ve şerifleri paha biçilmez he
diyelerle yükleyip ona göndermek ve sulh talep etmekti. Vali,
"talihi hep yaver giden; güçlü, dur durak bilmeyen, şanlı ve ihti
raslı bir hükümdar," diye devam etti. "Gazabı, ateşten bin kat da
ha yakıcı; tutuşturmaya kalkarsak, söndürmeye derya yetmez."
Arabşah'ın ifadesine göre, şahinler bu sözlerden etkilenme
mişti: "Bizim kentlerimiz topraktan ve tuğladan değil, hiçbir şe
yin işlemediği sert kayalardan kuruldu. Garnizonları, ağzına ka
dar yiyecek ve teçhizatla dolu; birini bile almak en az bir yıl sü
rer . . . Yaylarımli" Şam'dan, mızraklarırnız Arabistan'dan geliyor;
kalkanlarımız Halep'te dövülüyor. Bu eyalete kayıtlı tam altmış
bin köy var. Her köyden çok değil, bir iki yiğit çıksa, muazzam
bir orduya sahip oluruz. Bu Tatarlar bezden ve urgandan yapıl
mış çadırlarda barınıyorlar, buna karşılık biz temellerinden siper
mazgallarına kadar taştan örülmüş kalelerin içinde yaşıyoruz."
Demirtaş'ın Sultan Ferec'den acil yardım taleplerine cevap
gelmedi. Suriyeliler, Timur'un ordusuna karşı bir başlarına sava
şacaklardı. 1400 yılının Ekim ayı sonlarına doğru, Tatarlar Halep
önünde ordugahlarını kurmuşlardı. Timur birkaç gün üst üste
kenti ve civarını kolaçan ettirmek için keşif kolları gönderdi. Bu,
Hintlileri şehir surları dışına uğratmak -böylelikle ne zaman bite
ceği belirsiz bir kuşatmaya girmemek- uğruna Delhi'de uygula
dığı taktiğin aynısıydı ve burada da daha az başarılı olmadı. Şehir
kapıları açıldı ve ordu savaş düzeni içinde dışarıya çıkh. Şam şe
rifi Sudun, Memluklerle desteklenmiş kent birliklerinin sağ kana
dına komuta ediyordu. Demirtaş ise sol kanadın başındaydı;
bunlar da MemlUk destekli Halep birlikleriydi. Ciddi bir taktik
hatası sonucu, piyadeler ateş hattının ön safına konulmuştu.
313
Tatar tarafında ise, ıslah olmuş Miranşah'la Şahruh sağ ka
nadın başındaydılar. Kukla Çağatay ham Sultan Mahmud sol
kanada komuta ediyordu. Hükümdarın iki torunu, Miran
şah'ın oğulları Ebu Bekir ve Sultan Hüseyin, sağ ve sol kanadın
öncü birliklerinden sorumluydular. Delhi'de ele geçirilen ve Ti
mur'un en fazla rağbet ettiği askeri yenilik olan savaş filleri,
gösterişli kuşamlarıyla ordunun ön saflarına dizilmişlerdi. Bir
tarihçinin ifadesine göre bu, "manzarayı baştan başa kaplayan
bir orduydu".
Alışılmış "Allahü ekber" sedaları arasında iki Müslüman
ordu birbirine hücum etti. Bu çok kanlı, kıran kırana bir çarpış
ma oldu; Suriyeliler, kentlerini bu barbar istilacılara karşı canla
başla savund.ular. Ortalık birbiriyle tokuşan metallerin çınıltısı
ve uçuşan okların uğultusuyla inliyordu. Filleri Suriyelilerin
sol kanadı üstüne salarak, çözülüp dağıimalarına yol açan Ti
mur, ilk anda üstünlüğü ele geçirdi. Bunlar, Tatarların ağır bas
kısı altında nihayet tersyüzü dönüp bütün ordunun gözü
önünde, şehir kapılarına doğru kaçmaya başladı. Demirtaş'ın
sol kanadı kötü örnek olmuş, savaş alanında büyük bir karma
şaya yol açmıştı. Çok geçmeden ova, şehir sudarına doğru can
havliyle kaçışan Suriyeliler ve artları sıra kanlı bir takiple onları
kavalayan Tatarlada dolmuştu. Ortalık cehenneme dönmüştü;
askerler dörtnala giden atların altında çiğneniyor; cesetle dal
maya başlamış hendeklerde boğuluyor; üçü dördü bir arada
mızraktan geçiriliyor, oklarla paramparça ediliyorlardı. Kentle
rinin savunmasına katılmış olan yürekli kadınlar ve oğlan ço
cukları ele geçtikleri gibi boğazlanıyordu.
Demirtaş'ın, daha fazla kan dökülmesini önlemek üzere Ha
lep'i teslim etmekten başka çaresi kalmamıştı. Ona iyi davranıldı,
fakat Timur'un elçisini öldüren Sudun esir alındı. Artık bu ünlü
kentin hazineleri, hiç kimsenin karşı koyamadığı fatihin eline geç
mişti. Babası, Sultan Ferec'in ordusunda başkomutan olan tarihçi
İbn Tagribirdi'nin anlattığına göre, Şam şerifinin savaşın barışçıl
bir çözüme bağlanması ümitleri tuzla buz olmuştu.
3 14
alıp zincire vurdular, çocukları ise olduğu gibi kılıçtan geçirdiler.
Adet edindikleri yüz kızartıcı hareketlerden burada da geri durmadı
lar; herkesin ortasında kızların ırzına geçtiler, aile kadıniarına haya
sızca tecavüz ettiler; bir kadını tuttuğu gibi götürüp ulucamide na
musunu kirleten Tatarlar vardı . . . bunları kendi adamlarmdan ve
kent halkından oluşan büyük kalabalıkların önünde yapıyorlardı; ba
balar, erkek kardeşler, kocalar çaresizlik içinde bu zavallıların başına
gelenleri seyrediyorlardı . . . çünkü kendileri de bin türlü acı ve işken
ceye maruzdu; bir Tatar, bir kadınla işini bitirdiği zaman, kadmcağız
daha üstünü başını toplayamadan bir başkası üstüne çöküyordu. Son
ra Halep halkını ve askeri birliklerini kılıçtan geçirdiler; camiler ve so
kaklar ölüyle doldu; Halep ceset kokusundan geçilmez oldu.
315
kez çan biçimi verilmişti. Yükseklikleri kırk beş, çevreleri yüz
metreyi buluyordu. Üstlerinde leş kokusu alan akbabalar uçu
şuyor; bu alçakça vahşet karşısında duydukları dehşet, isyan
ve nefretten donakalmış yirmi bin sima, bomboş ufuklara ba
karken, alçalıp gözlerini oyuyorlardı.
* * *
316
Bir bina vardı ki, başka her şeyden fazla kentin o şaşaalı
dönemini çağrıştırıyordu. İbn Battuta, "güzellikte Şam'ın üstü
ne şehir yoktur; hiçbir tasvir onun efsunlu vasıflarını hakkıyla
anlatamaz," diye yazar. "Emeviye Camii olarak bilinen uluca
misi, dünyanın en güzel camisidir; en ala malzemelerden yapıl
mış, kusursuz güzellikte, soylu, zarif ve eşsiz bir yapıdır." Gök
yüzüne doğru yükselen üç minaresi, göz kamaştırıcı, kurşun
bir kubbeye tepeden bakıyordu; bu kubbe ise ortada, büyük,
kemerli bir geçidin ve yoğun kalabalıkları barındırabilen geniş
bir avlunun üstündeydi. Cepheler, boydan boya ışıltılı çinilerle
kaplıydı; bunların üstüne cennet bahçeleri, sütunlu saraylar,
sarp kaleler, nehirler ve yemyeşil kır manzaraları resmedilmiş
ti. Robert Byron, Oksiyana Yolunda adlı yapıtında, "Bugün bile,
güneş dış cephe duvarları üzerindeki bir çini parçası üzerinde
yanıp söndüğü zaman; insan, yeşilin ve altın sarısının o ilk za
manlardaki ihtişarnını göz önüne getirebiliyor; bütün bir avlu,
Arap öykücülüğünün o kuru çöl sonsuzluğuna karşı yarattığı
büyülü sahnelerle şıkır şıkır parlıyor olmalıydı," der.
İbn Tagribirdi ise, "Şam dünyanın en büyük, en zengin ve
en canlı kentiydi," diye yazar. O tarihte ise, kapılarmdan içeri
ye sel gibi akan, ıstırap içindeki Halep göçmenleri ve bunların
anlattığı dehşet verici katliam öyküleri karşısında kaskatı kesil
miş, kendini Tirnur'un gelişine ve tarihinin en korkunç saldırı
sına hazırlıyordu. Berkuk'un ölümünü izleyen ve Timur'a hati
yeleri tarafından rapor edilen başıbozukluk, şimdi askeri saha
da kendini belli ediyordu. O tarihte sekiz, dokuz yaşlarında
olan Arabşah, güçlü ve bir tek komuta kaynağı olmadığı için,
Suriyeliler ve Mısırlılar, "ihtilaf, kargaşa, bölünme ve çekişme
ye kurban gitmişlerdi," diye dert yanar. İbn Tagribirdi, emirle
rin, enerjilerinin en büyük kısmını, "devlet idaresinde mevki,
makarn ve söz sahibi olmak" uğruna birbirleriyle rekabet yo
lunda harcadıklarını yazmıştı; pek azını ise, yaklaşmakta oldu
ğu halde, "adeta yok sayılan" Timur tehlikesine karşı sarf edi-
-
yorlardı.
1 401 yılının Ocak ayına kadar, Tatar kuvvetleri kente epey
ce yakın bir mesafede ordugahlarını kurrnuşlardı. Mısır sultan
lığı o sırada ümitsiz, fakat hayli yaratıcı bir çabayla, ordugahı-
317
na derviş kisvesi altında bir suikastçı göndererek hükümdan
öldürtmek girişiminde bulundu. Fakat cellatlığa soyunmuş bu
dervişin hareketleri şüpheli bulundu ve üstünde bir hançer giz
lediği ortaya çıkarılınca derhal öldürüldü. Refakatindeki iki ki
şinin ise kulakları ve burunları kesilerek Ferec' e geri yollandı.
Bunun ardından Ferec' e bir heyet daha gönderilerek genç
Mısırlıdan önceki elçi Atılmış'ın iadesi, sikkelere Timur'un adı
nın basılması ve kentin teslimi talep edildi:
Eğer kendine ve tebaana karşı zerre kadar acıman varsa, bunları yaparsın. As
kerleri miz ava acıkmış aslanlar gibi kükrüyor. Düşmanını öldürmek, nesi var,
nesi yoksa talan etmek, kentlerini ele geçirmek, binalarını yerle bir etmek için
yanıp tutuşuyorlar. Önünde iki yol var. Ya barışı seçer, rahata ve huzura ka
vuşursun; ya savaşı seçer yıkılır, mahvolursun. Ikisini de önüne koyuyorum.
Hangi yolu seçeceğine sen karar ver. Aklını başına devşir ve seçimini yap.
318
felaket geleceğini hisseden Ferec, bir elçi aracılığıyla yapılan
saldırıdan ötürü resmen özür diledi ve bunun suçunu kent
içinde çıkan bir isyana yükleyerek, Timur'la anlaşmaya hazır
olduğunu bildirdi. Fakat hükümdarın bu kadar çabuk yumuşa
ması pek olası değildi.
Şam, bütün umudunu Ferec'in ordusuna bağlamıştı. Tatar
ların aksine, Memlukler gayet iyi dinlenmiş durumdaydı ve hiç
durmadan ilerleyerek koca bir kıtanın yarısını katetmemişlerdi.
Müthiş savaşçı bir güçtüler. Fakat Timur'un kentin etrafını sar
dığı günün ertesi sabahı, Şamlılar feci bir manzaraya uyandılar.
Mısır ordusu, karanlıktan istifade ederek kirişi kırmış, çölde
beliren kancık bir serap gibi uçup gitmişti. Sarayda kendisini
tahttan indirmek için birtakım entrikaların çevrildiğini duyan
Ferec, Mısır'a dönüyor; Şam' ı, Tanrı'nın Kırbacı'na karşı tek ba
şına bırakıyordu.
Bir kısım Tatar bölükleri kaçan Mısırlıları kovalar ve
Ferec'in bazı kıdemli yaver ve muhafızıarını kılıçtan geçirirken
Timur, önündeki işe eğilmişti. Yok olma tehlikesiyle karşı kar
. şıya olduğunu anlayan Şam, kent kapılarında barikatlar kura
rak, istilacılara karşı cihad ilan etti. Delhi' de ve daha yakın za
manda Halep'te olduğu gibi, Timur ne kadar uzayacağı belirsiz
bir kuşatmadan yana değildi. Yurdundan çok uzaktaydı; Ferec
ve Bayezici gibi kendine düşman iki sultan arasında sıkışmıştı.
Yıldırım baskın veya derhal teslim, tercih edeceği seçeneklerdi.
Hem kent çok güçlü koruma altındaydı hem malzeme ve teçhi
zat bakımından çok zengindi. Dize getirmek epeyce zorlu bir iş
olabilirdi.
Timur, bunun yerine diplomasiye başvurdu; nasıl olsa as
keri harekat gerektiğinde, bu onu, konuşmayla sağlanamayan
her türlü sonuca ulaştıracaktı. Barış şartlarını görüşme öneri
siyle kente bir elçi heyeti daha gönderildi. Karşılık olarak Şam
da kendi elçilerini yolladı. Bunların arasında, Şam' da oturduğu
için değil, tesadüfen orada bulunan bir kişi vardı. Sultan
Ferec'in seferine katılmak için davet edilmiş, fakat Mısırlı'nın
beklenmedik firarı sonucu kentte kalakalmıştı. İşe bakın ki bu
zat, Arap dünyasının yetiştirdiği en büyük tarihçiydi. Müthiş
bir karşılaşma için sahnede her şey hazırdı.
319
* * *
32 0
Kendini tam sağlama almışken, aleyhinde çevrilen bir başka
entrikaya kurban gittiği olurdu; fakat kendisi de sultaniara ve
vezirlere karşı az dolap çevirmiş değildi.
Tunuslu diplomat ve düşünür, bu meşum karşılaşma önce
si, kentte sözü geçen kimselere Tatar' a teslim olmaları tavsiye
sinde bulunduğunu, fakat savaştan yana olan düşman kesimin
kendisini öldürmesinden korktuğunu anlatır. Bir sabah, fatihin
huzuruna çıkmak üzere, kendisini şehir surlarından aşağı sar
kıttırmıştı. Bu görüşmelerin tüm ayrıntılarını büyük bir titizlik
le kaydetmişti.
Timur'la ilk karşılaşması huzura alındığı çadırda gerçek
leşmişti; hükümdar, "dirseği üzerinde yan gelip oturmuş, bir
biri ardı sıra önüne konulan yemekleri dışarıya, çadırın önünde
halkalar halinde oturan Moğollara gönderiyordu." Timur, öp
mesi için ona elini uzattı. Saygıda hiç kusur etmeyen tarihçi,
- "Allah size selamet versin - otuz kırk yıldan beri bu karşılaş
manın özlemini çekiyordum," diye söze başladı. "Siz cümle
alemin sultanı, cihanın hakimisiniz. Sanınam ki Adem' den bu
güne, dünyaya sizin gibi bir hükümdar gelmiş olsun." İbn Hal
dun, 1358'de Fez'in Karaviyin Camii'nde bir ilahiyatçı hocanın
Timur'un nasıl başa geçeceği konusunda kehanette bulundu
ğunu anlattı. Hoca, yıldız kümelerinin fevkalade önemli bir
olaya işaret ettiğini bildirmişti: "Öyle görünüyor ki, çöl kavim
lerinden kuzeydoğuda, çadırlarda barınan bir kesimden, çok
kudretli biri çıkacak; geniş diyarlar üzerinde hakimiyet kura
cak, krallıkları, imparatorlukları devirecek, dünyanın meskun
bölgelerinin büyük bir kısmına egemen olacak."
Bu ince ayarlı iltifat yerini bulmuştu. İbn Haldun, hüküm
cların çadırında yemeğe davet edildi ve burada sohbet tarih ve
coğrafyaya kaydı. Timur, misafirine Kuzey Afrika üstüne bir
çok soru sordu. Tanca'nın, Septe'nin, Sicilmese'nin nerede ol
duğunu bilmek istiyordu. İbn Haldun, elinden geldiğince tarif
etmeye çalıştı, ama Timur bununla yetinmedi. "Dedi ki, 'Bu be
ni tatmin etmedi. Bana, Magribi'nin tamamını anlatan bir tasvir
yaz; hem yakın hem uzak yerlerini, dağlarını ve nehirlerini,
köylerini ve kentlerini teferruatlı olarak anlat; öyle ki buraları
kendi gözümle görmüş gibi olayım."'
32 1
İbn Haldun kente döndü ve kendinden istenilen işi birkaç
gün içinde, çarçabuk bitirdi. Tatarların ordugahında toplam otuz
beş gün kaldı ve bu süre içinde Timur ve emirleri arasında geçen
birçok konuşmaya tanık oldu; bu, ona gösterilen yüksek itibarın
bir belirtisiydi. Hükümdarın huzura kabullerinde ve toplantıla
rında bulundu; hatta Timur'un emirlerini, Şam istihkamlarında
ki en zayıf noktaları bulmakla görevlendirdiği harp şuralarına
dahi katıldı. Bir keresinde, engin tarih bilgisine müracaatla, hali
felik iddiasında bulunan ve Kahire' de hakkı olan halifelik maka
mına oturtulmasını talep eden bir kişinin, bu iddiasının meşru
iyeti konusundaki düşüncesi soruldu. İbn Haldun, bu isteği geri
çevirmedi ve uzun bir izahattan sonra adamın iddiasının 'geçer
siz' olduğu hükmünü verdi. "Timur adama dönerek: 'İşte kadı
ların ye hukukçuların dediğini duydun. Demek ki benim kar
şımda halifelik iddiasında bulunmaya hakkın yok. Haydi baka
lım, güle güle; Allah seni doğru yoldan ayırmasın' dedi."
İbn Haldun'un, Tatar sarayındaki teşrifat kurallarına aşina
olan bir arkadaşı ona, Timur'a bir hediye sunmasını salık ver
mişti, "pahada ne kadar hafif olursa olsun, önemli değildi, bu
hükümdarın huzuruna çıkan herkesin uyması gereken bir adet
ti. Bu nedenle salıaflardan eşsiz güzellikte bir Kuranı Kerim; bir
seccade; el-Busiri'nin -Allah onu esirgesin ve selamet versin
peygamberi öven, el yazması el-Bürde şiirini ve en alasırrdan
dört kutu Kahire şekerlernesi aldım."
Her ne kadar kendine biat eden kişilerden almaya alıştığı
hazinelere kıyasla bunlar çok eften püften armağanlar olsa da,
Timur Çok duygulanmış, Tunuslu biraz daha gözüne girmişti.
O kadar ki Timur'un sağ yanına oturmaya davet edildi; bu hü
kümdarın ona ne kadar değer verdiğinin açık bir ifadesiydi.
Mükemmel bir diplomat ve saray adabmm tüm inceliklerine
vakıf bir kişi olan İbn Haldun, Sultan Ferec'in maiyetinde
Şam'a getirilen ilim ve irfan sahibi kişilerin hayatlarının bağış
lanması için ricada bulunmak üzere bu anı uygun gördü:
322
değildir. Gücünüz her yere erişiyor, topralClarıııız alabildiğine geniş;
hükümdarlığznızm çeşitli hizmet kademelerinde idarecilere duyulan
ihtiyacın başka her yerdekinden fazla olması gerekir.
Bana, "Bunlar için ne yapmamı istiyorsun" diye sordu.
"Nerede olurlarsa olsunlar, başvurabilecekleri ve onların emni
yetini sağlayacak bir vesika," diye cevap verdim.
Mabeyncisine dönüp, "istedikleri vesika için emir yazıla," dedi.
Teşekkür edip, senaZarla yanından ayrıldım ve vesika yazılana
kadar mabeyncinin başında durdum.
Adet olduğu üzere, karşılıklı hal hatır sorduktan sonra bana dönüp,
"Senin burada bir kısrağm var mı" diye sordu.
"Evet" diye cevap verdim.
"Cins mi?" diye sordu.
"Evet" diye cevap verdim.
"Satar mısın? Onu senden alayım" dedi.
"Allah size selamet versin, benim gibi birinin sizin gibi birine bir
şey satmak ne haddine, onu ancak bir saygı belirtisi olarak size verebili
rim; onun gibi daha başkaları olsaydı, onları da verirdim" dedim.
"Altında kalmam, karşılığını fazlasıyla öderim demek istemiş
tim" diye cevap verdi.
"Bana şimdiye kadar neyi fazlasıyla vermediniz ki? Beni lütuf
ve iltimasa boğdunuz; bana en yakın ve samimi yoldaşlarınızm ya
nında yer verdiniz, bana hep muhabbet ve cömertlik/e davrandımz;
bunların karşılığını Allah'ın size misli misli vermesini diliyorum"
dedim.
Sustu. Ben de öyle yaptım. Ben huzurundayken kısrak yanına
getirildi ve bir daha da hayvanı görmedim.
323
kısrağına karşılık bir miktar para gönderdi. Yolsuzluk ve zirn
ınetine para geçirme, o tarihte bile Mısır siyasetine yabancı de
ğildi. Haberci, paranın 'tam' olmadığına, fakat kendisine bu ka
dar verildiğine dair yemin üstüne yemin etmişti.
Arabşah'ın ifadesine göre Timur, Tunuslu'nun, ancak aile
sini ve dillere destan kütüphanesini alarak geri dönmesi şartıy
la gitmesine izin vermiş, fakat o, bu sözünü hiçbir zaman tut
mamıştı. Mamafih İbn Haldun, olayları farklı hatırlıyordu. Ti
mur'un sarayında, onun hizmetine girmek teklifinde bulun
muş, fakat fatih olumsuz yanıt vererek ona, "ailesinin ve halkının
yanına dönmesini" söylemişti.
Timur'un yörüngesinden sağ salim çıkan İbn Haldun,
Mağrip Merini hükümdan Ebu Said Osman'a yazdığı bir mek
tupla, Tatar'ın Şam'a kadar ilerleyişini anlattı: "Timur, Halep'i,
Hama'yı, Hums'u ve Baalbek'i fethederek hepsini yakıp yıktı;
askerleri görülmedik ve yüz kızartıcı bir vahşet sergiledi.''"
Özür diler bir edayla, nasıl olup da, "onun karşısına çıkmaktan
başka çaresi kalmadığını" açıkladı. Kendisine iyi davranıldığını
ve diplomatik çabaları sayesinde, "Şamlıların hayatlarını bağış
lattığını" ekledi.
Bunun ardından üstünkörü bir Tatar tarihi veriyor, onları,
"ünlü hükümdarları Cengiz Han'ın önderliğinde. . . Ceyhun
Nehri'nin ötesindeki, Çin'e kadar uzanan çöllerden gelme" bir
kavim olarak tanımlıyordu. İbn Haldun Cengiz'den, Timur'a
ve ordularına geçiyordu.
3 24
diye başlıyordu. "Kimisi onu arif, kimisi ise Ali'nin soyunu tut
tuğu için (yani Şiileri) kafir olarak görüyor. Sihir ve büyüyle
uğraştığını iddia edenler de var, ama bunların hiçbiri doğru de
ğil. En basit ifadesiyle, üstün ve kıvrak zekalı bir adam ve ge
rek bildiği, gerekse bilmediği konularda fikir alışverişine ve
tartıŞmaya çok meraklı."
Ardından Timur'un aksaklığına geçiyordu. "Sağ dizi tut
muyor; bana söylediğine göre çocukluğunda çapulculuk eder
ken yediği bir ok yüzünden olmuş. Kısa mesafelerde ayağını
sürüyerek yürüyor, daha uzun yürüyüşlerde ise adamları onu
elleriyle taşıyorlar." İbn Haldun gibi, Clavijo da Timur'un bu
sakatlığının ona nasıl eza verdiğini kendi gözleriyle görmüştü.
Huzurunda yapılan bir görüşme sonrası tarihçi, yaşlı hüküm
dar için, "dizindeki ağrıdan ötürü, taşınarak yanımızdan ayrıl
dı" diye yazmıştı. Fakat altmış dördünde olmasına rağmen, Ti
mur belli ki at sırtında giderneyecek kadar yaşlı veya düşkün
değildi, çünkü İbn Haldun onun, "eyerin üstünde dimdik otur
duğunu" kaydetmişti.
Timur'u bir ay süreyle yakından izleyen İbn Haldun, so
nunda şu yalın kanıya varmıştı. "Allah'ın sevgili kulu. O, kimi
isterse onu kayırır; hikmetinden sual olunmaz."
* * *
Eğer Timur'u kayıran bir ilahi güç varsa, Şam'ı kayıran hiç
kimse yoktu. Her ne kadar ilk belirtiler teslimiyetİn kabul edi
leceğini gösteriyor idiyse de -Tatar'ın emirleri kentin kapılarını
tutmuş, askerlerinin içeriye girmesini önlüyorlardı; yağmaya
kalkışan olursa, yakalandığı gibi ipek pazarının ortasında asılı
yordu- tarih, kentin baştan gösterdiği direniş yüzünden ağır
bir fidye ödemek zorunda kalacağını kaydediyordu. Bu felaket
beklentileri Suriyelilerin, Timur'la üzerinde anlaşmaya vardık
ları barışa, kendilerinin uymayabileceği olasılığını ise hiç hesa
ba katmıyordu. Şam ahalisi için ne büyük bir talihsizlikti ki, b u
uzak gibi görünen olasılık şimdi gerçek olmuştu. Kalenin beyi,
Tatar istilacılara karşı gayrete gelmiş, garnizonuna direniş emri
vermişti. Zafer kutlarnalarına hazırlanan Timur'un bahadırları,
325
kendilerini apansız bir saldırıyla karşı karşıya buldular. İbn
Tagribirdi'ye göre, bin kişi öldürülerek boyunları vuruldu ve
kaleden içeriye götürüldü.
Timur, bunu duyar duymaz kalenin hemen alınmasını em
retti. Kazmacılar işe koşularak surların altını oydular. Ahşap
kuleler inşa edildi ve bunların tepesinden kuşatma altındaki
garnizona ok ve Rum ateşi yağdırıldı. Fakat kale beyi gene de
teslim olmayı reddetti. Daha sonra mancınıklar öne çıkarak ka
leyi taş, kaya ve ateş yağmuruna tuttu. Bu cezai nitelikteki şid
detli hücum, günlerce, hiç durmadan devam etti. Kazmacıların
zayıflattığı, kuşatma cihazıarının ağır darbelerle hırpaladığı
duvarlar göçüyor, fakat yamalıklı bir biçimde de olsa, inatla di
renen savunucular tarafından çarçabuk onarılıyorlardı. Bu saat
başı saldırıya yirmi dokuz gün dayandıktan sonradır ki kale
beyi, kaçınılınaza boyun eğerek Timur karşısında yenilgiyi ka
bul etti. Fakat Tatar, artık affın da, merhametin de çok ötesin
deydi. Beyin, boynunun vurulmasını emretti. Kale, hazinelerini
teslim etmek üzere kapılarını açtığı zaman, içeride yalnızca
kırk Memlılk kölenin hayatta kaldığı görüldü.
Timur ve kent büyükleri arasındaki pazarlık, çok nazik bir
biçimde dengelenmeye çalışılıyordu. İki tarafın da gayet iyi bil
diği gibi, üstünlük Tatar'daydı. Ne isterse vermek gerekiyordu,
çünkü bu muazzam kentin kaderi artık onun elindeydi; bağış
lamak veya yakıp kül etmek tümüyle insafına kalmıştı. Bir mil
yon dinarlık bir fidye üzerinde anlaşmaya varıldı, fakat ne za
man ki bu toplandı, Timur korkudan sinmiş görevlilere dönüp
rakamı on milyona çıkardı. Kuşatma altındaki kentin ahalisin
den bu meblağ da zorla ve dayakla alındıktan sonra, Timur bu
kez istenilen fidyenin yalnızca üçte birinin ödendiğini iddia et
ti. Gözü kentin tüm servetindeydi. Pazarlık öyle bir mecraya
dökülmüştü ki artık topyekun tecavüz ve talan için bahane
arandığı belliydi. Gökler tekrar karardı. Halep'i kasıp kavuran
fırtına, bu kez Şam semalarında kopmak üzereydi.
Saflar arasında bir emir yayıldı. Askerler aç ve aylardır çar
pışmaktan yorgundular; dur durak demeden ilerlemekten zayıf
düşmüşlerdi; keyifle birbirlerine bakıp, arşa kadar çıkan sevinç
çığlıkları attılar. Şam kılıçtan geçirilecekti. Bu, çocuk yaştaki
3 26
Arabşah' a, tüm ömrü boyunca etkisinden kurtulamayacağı,
deprem niteliğinde, feci bir şok yaşattı. "Bu gözünü kan bürü
müş İblisler insanların üstüne ansızın hışım gibi yağdı; işkence
ediyor, vurup öldürüyor, yakıp kül ediyorlardı; sanki dalga
dalga gökten iniyorlardı, kızışmış, kudurmuşlardı; Müslüman
lara ve onların müttefiklerine etmedik zulüm bırakmadılar; on
ları koyun sürüsünün içine dalmış aç kurtlar gibi darmadağın
ettiler; parçaladılar ."
Katliam, kenti kasıp kavuruyordu. İbn Tagribirdi, "Şam aha
lisine yapılmadık işkence kalmadı; falakalara yatırıldılar; cende
relerde sıkıştırıldılar; ateşlerle dağlandılar; burunlarına tozlu bez
basılarak baş aşağı sallandırıldılar, her nefes alışta boğulayazdı
lar. Bir adam ölecek gibi oldu mu, bir ara verip tekrar bin türlü
işkenceye tabi tuttular." Ganimet için gözü dönmüş olan Tatar
lar, Şam'da daha önce hiç görülmedik bir mezalim uyguladılar.
Mesela bir adamı tutup kafasının etrafını bir urganla bağlıyor, son
ra bunu etine işleyene kadar sıkıyor/ardı; bir başkasının omuzları
na ip doluyor, bunu bir değnekle, omuzları yerinden çıkana dek ka
nırtıyorlardı; kiminin başparmaklarını arkadan bağlayıp sırt üstü
yere yatırıyorlar, mal varlığını birer birer itiraf edene kadar burun
deliklerinden içeriye kül akıtıyorlardı; her şeyini verse bile inanmı
yorlar, öldürene kadar işkenceye devam ediyorlardı; hatta orada da
durmuyorlar, ölü numarası yaptığı düşüncesiyle vücudunu biraz
daha paralıyorlardı. Kimisi de kurbanını başparmak/arından evinin
tavanına asıyor, altında bir ateş yakarak uzun süre adamı üstünde
tutuyordu; ola ki adam alevlerin üstüne düşerse, sürüklenip dışarı
çıkarılıyor; kendine geldikten sonra tekrar içeri götürülüp bir kez
daha asılıyordu.
327
renişin başını çeken doksan yaşındaki bir Suriyeli subayı yaka
ladığını iddia eder. Hükümdar, yaşlı adama onu öldürmeyece
ğini; çünkü böyle yapmakla elinde ölen Tatar yiğitlerinin inti
kamını almış olmayacağını söylemişti. Ayrıca, "yaşına bakma
dan sana işkence üstüne işkence edeceğim; acına acı, derdine
dert katacağım" diye keyifle böbürlendiğini de rivayet eder.
Adam, dizlerine ağır zincirler vurularak zindana atılmıştı.
Alevler Şam sokaklarını sarmışh, Emeviye Camii'nin kubbesi
dumanlar içinden göğe yükseliyordu. Rüzgarla körüklenerek
hadanan yangın, yolu üstündeki ahşap evleri, sarayları, camileri,
hamamları yuta yuta ona doğru geliyordu. İbn Haldun, "yangın,
Ulucami'ye ulaşana kadar devam etti," diye yazar. "Alevler çalı
ya çıkarak kurşunu eritti; tavan ve duvarlar çöktü." İslam Savaş
çısı olarak ünlenmek için didinen bir adamın komutasındaki
Müslüman bir ordu, sekizinci yüzyılda yapılmış bu göz kamaşh
ran, dünya harikası ve İslam dininin medarı iftiharı olan yapıyı
paralıyordu. İbn Haldun, ''bundan daha alçak, daha iğrenç bir iş
olamazdı," diye devam eder, "fakat olmuş da, olacak da Allah'ın
bileceği bir iştir; O, kullarına ne isterse onu yaptırır, yarattığı
alemde her şey onun iradesine bağlıdır."62
Modern okur bunu, İbn Haldun'a vergi tuhaf bir rahatlık
ve tevekkül olarak alabilir, oysa İbn Haldun İslamın günümüze
kadar gelen bir şartını yerine getiriyor, her şeyin Allah' tan gel
diğini söylüyordu. Fakat belki de bu sükunetinin ve ölçülü üs
lubunun ardında yatan bir başka neden daha vardı. Şam, bir vi
raneye dönmüş ve ahalisi tamamen katiedilmiş de olsa, hiç ol
mazsa o hayatta kalmış ve kılına bile dokunulmamıştı.
328
İbn Tagribirdi, esef içinde, "tüm kent yanıp kül olmuş,
Bıneviye Camii yangında göçınüş, kapıları gitmiş, merrnerieri
çatlaınış; duvarlarından başka dikili hiçbir yeri kalmamıştı/' di
ye kaydeder. "Kentin diğer cami, saray, kervansaray ve ha
maınları şimdi enkaz yığınlarından ve boş alanlardan ibaretti;
geride yalnızca, ölü veya açlıktan ölmeye mahkum çok sayıda
çocuk bırakılınıştı." 63
* * *
63 Marlowe'un Büyük Timurlenk adlı oyununda, Şam'ın düşüşü aynı ölçüde tüyler
ürperticidir. Kuşatma altındaki kentin valisi, teslim olmadan önce zaman ka
zanmaya çalışır. Süre uzadıkça, Timurlenk'in ordugahındaki sancakların rengi,
yaklaşmakta olan faciayı haber verircesine, beyazdan kırmızıya, kırmızıdan si
yaha döner.
3 29
dan mustarip, hasta yatıyordu. Ömrünün son deminde, mik
roplar ve hastalıklar yakasım bırakmıyordu.
Timur'un güneye ve batıya doğru ilerleyişini büyük bir en
dişeyle izleyen ve hemen kaçmak için hazırlık yapan Kahire
halkı, kuzeye yönelik bu akınlar karşısında sevinçlerini gizleye
miyorlardı. Bu arada Sultan Ferec, elçi Atılmış'ın sahibine iade
si konusunda hükümdan temin etmişti. Fakat son yattığı hasta
lıktan yeni kalkan Timur'un aklında başka düşünceler vardı.
Hükümdarlığıyla ilgili işlere döndü; en sevdiği tarunu ve veli
aht Muhammed Sultan'ı Semerkand'dan çağırtarak, daha önce
sefih amcası Miranşah'ın başında bulunduğu, Hulagu Han'ın
topraklarının idaresiyle görevlendirdi. Ne kadar hasta olursa
olsun, memleketine dönmeye hiç niyetli olmadığının en açık
göstergesi, Muhammed Sultan' a, beraberinde taze güç getirme
sini ve bir başka buyrukla, hükümdar ailesinin de ona katılma
sını söylemesiydi. Artık duracağı kalmamıştı. Bütün mesele,
ona hiç rahat, huzur vermeyen enerjisini bundan sonra nereye
yönelteceğiydi. Akınlar devam edecekti. Birlikler, şimdi de Ye
di Yıl Seferi'ne çıkacaktı.
Timur, önce kuzeye, Kafkasya'ya doğru hareket etti; kışı
Karabağ'ın iklimi latif yaylalarında geçirecekti. Fakat tam yola
çıkmışken, asap bozucu bir haber ulaştı. Sekiz yüz kilometre
doğudaki Bağdat'ın yeniden alınması için yolladığı yirmi bin
kişilik kuvvet, o ana kadar bir başarı gösterememişti. Timur bu
duruma aldırmamak yerine, tam da kendisinden beklendiği gi�
bi, geri dönüp şahsen gereğini yapmaya karar verdi.
* * *
3 30
Sünni İslamın belli başlı dört fıkıh mezhebinden ikisinin kuru
cuları İmam Ebu Hanife ve İmam Ahmed ibn Hanbel'in kabir
lerine ev sahipliği yapıyordu.
İbn Battuta, 1327' de şehri ziyarete geldiğinde Bağdat, artık
ne İslam aleminin şanlı başkenti ne de halHelerin 756' dan beri
oturduğu şehirdi. 1258'de, Moğol ordularının başında batıdan
saldıran Hulagu, kenti dedesi Cengiz Han'a parmak ısırtacak
bir vahşetle talan etmiş, adeta yeryüzünden silmişti. Kırk gün
süreyle kent alev alev yanmış; Halife Camii, Şii İmam Musa el
Kazım' ın türbesi, Rüsefa'daki halife mezarları, evler ve sokak
lar kül olup gitmişti.
Hulagu, içinden bir kasırga gibi geçtikten yarım asır sonra
bile, Bağdat, zaman zaman seğiren bir cesetten farksızdı. Bir dizi
istilaemın elinde -İranlı, Türk ve Moğol- dokusu tamamen bo
zulmuştu. İsmi bilinmeyen bir yazarın 1300' de güncelleştirmiş
olduğu, Yakut el-Hamavi'nin 1226 tarihli Coğrafya Sözlüğü'nde
(Mu'cemu'l-Buldan), yıkımın derecesi üzerinde önemle durulur.
İşte böylece Bağdat'ın batı yakasında, tek tük birkaç mahalleden başka
hiçbir şey kalmadı; bunların içinde en fazla insan Kerh'de var; Bağ
dat'ın doğusuııa gelince; Şanımanıiye ve Mükerrem mahalleleri çok
tan ortadan kalktığı için, geride kalanlarm önünde, Dicle Nehri'nin
kıyısını izleyen bir duvar inşa edildi. Hulagu Han'ın başını çektiği
Tatar istilasına kadar, kent böylece idare etti; bu kaZıntıların büyük
bir kısmını da onlar yakıp yıktı ve ahaZismi katletti; o kadar ki geçmi
şin görkemini hatırlayan bir tek kişi dahi bırakılmadı. Tüm sakinleri
nin telef olduğunu anlayan kırlık alan insanları gelip buraya yerleşti
ler; böylece kent artık eski Bağdat olmaktan çıktı; günümüzde burada
yaşayanlar önceki ahalisinden çok farklıdır - fakat takdir-i ilahi böy
leymiş, hikmetinden sual olunnıaz.
33 1
Bağdat'ın batı yakası, ilk inşa edilen bölgeler arasındaydı; fakat şimdi
viranelikten farksızdır. Buna rağmen, her biri bir şehre bedel ve içinde
birkaç hamam olan on üç mahallesinin kalıntıları seçilmektedir.
Darüşşifa da harap olmuş ve geriye yalnızca bazı yıkıntılar kalmıştır.
Doğu yakasında birçok çarşı bulunur, bunların en büyüğü Salı Paza
rz'dır.
332
fından gelen Tatar ordusu, bir dizi yürüyüşün ardından son
hedeflerine ulaştı. Kentin kuşatılması emri verildi ve Dicle'nin
iki yakasında ordugah kuruldu. Yezdi, Bağdat'ın çevresinin on
kilometre olmasına rağmen, bu koca ordunun onu kolayca sar
dığını yazar. Dicle'nin üstünde teknelerden bir köprü kurul
muş; nehrin aşağı yakasında, ahalinin kaçışını önlemek için ok
çular konuşlandırılmıştı. Nehrin üst yakasım ise Miranşah'la
Şahruh tutmuş; kente giriş çıkışları denetim altına almışlardı.
Kuşatma, Bağdatlılar için olabilecek en kötü zamana denk
gelmişti. Görülmemiş sıcaklıkta bir yaz yaşamyordu. Öyle kavu
rucu bir sıcak vardı ki, tarihçi, kuşların havada uçarken düşüp
öldüğünü, zırhlı askerlerin 'balmumu gibi' eridiğini yazar. Ti
mur'un sayısı belirsiz askerlerinin kentin etrafında konakladığını
gören ahali, ''burayı artık bir huzur kenti olarak değil, bir cehen
nem ve cinnet sarayı olarak görüyordu". Dehşete kapılan kentin
savunucuları, üstlerinde bir aşağı bir yukarı seğirterek surları
onarmaya çalışıyorlardı. Timur'un emirleri ve kurmayları, onu
topyekun bir saldırıya ikna etmeye çalışmışlardı, ama Yezdi'nin
(pek de inandırıCı olmayan) ifadesine göre hükümdar, ahalinin
yakında hizaya geleceği ve bu ala kenti yıkınanın çok yazık ola
cağı gerekçesiyle bu isteği geri çevirmişti.
Kuşatmanın altıncı haftasında, havanın çok sıcak olduğu
bir gün, askerler tolgalarını çıkarıp gezinti duvarlarının arka
sındaki sırıkiara asmış, mevzilerini bırakıp evlerine dönmüş
ken, Timur adamlarına Bağdat' a hücum emrini verdi. Yiğit
Şeyh Nureddin, şehir sudarına dayanan merciivenden ilk çıkan
kişi olmuş, Timur'un üstü hilalli, at kuyruklu sancağını buraya
dikmişti. Ahaliden birçok kişi ümitsizlikten kendini Dicle'ye
atıyor, fakat çok geçmeden orada bekleyen okçulara yem olu
yorlardı. Vali ve kızı, bir tekneyle kaçmaya çalışmış, ancak tek
ne vurularak batırılmıştı. İkisi de Dicle'nin köpüklü sularında
boğulmuşlardı.
Bağdat yeniden Timur'un olmuştu. Kendisine bu kadar
dert çıkaran kenti tekrar ele geçirişinin bir nişanesi olarak ve
çok sayıdaki asker kaybının intikamını almak için, en hınç dolu
emirlerinden birini verdi. Kent, hiç merhamet beklememeliydi.
Her asker, bir Bağdatimm kafasını getirecekti. Bu rakamın as-
333
ker başına iki kafa olduğunu söyleyen Arabşah, bundan sonra
olanları şöyle anlatır.
334
Tarih, Bağdat'tan çıkıp Karabağ düzlüklerinde kışlayacak
yer aramak üzere kuzeye doğru yürüyen Timur'un askerlerinin
duygularını kaydetmez. Elem ve yorgunlukla karışık bir rahat
lama ve sevinç duyduklarına kuşku yoktur. Aralarında canları
Allah'a emanet, çok sayıda yaralı vardı. Bunların· bazıları bir .
dahaki sefere kadar sağ kalmayacaktı. Yarası beresi olmayanla
rın çoğu talanla yükünü tutmuş, katır ve develeri sırtlarındaki
ganimetin ağırlığından adeta yürüyemez hale gelmişti. Kimile
ri savaş meydanındaki kahramanlıklarından ötürü terfi etmişti.
Bazıları yalnızca evlerine dönmek istiyordu.
Bir kez daha Timur'un Tatarları, ona emrettiği zaferleri ar
mağan etmişti. Kafkasya'ya doğru yol alırken hükümdar, bu
yenilgi nedir bilmeyen bahadırlarına gururla bakmış olsa ge
rektir. "Benden yana veya bana karşı olsun, asker benim için en
makbul adamdır," dediği rivayet olunur. "O ki, ömür boyu
mutluluğu, bir anlık onura değişerek, kendini savaşa ve ateşe
atar ve tehlike anı geldiğinde kanını, canını sakınmaz."
Fakat o an, bu adamların gözünde istirahatten başka hiçbir
şey yoktu. Karabağ'ın inişli çıkışlı yaylalarında şölenler, şenlik�
ler, içki alemleri ve bedensel hazlar yorgun askerleri bekliyor
du. Fakat durmak, dinlenmek bilmeyen Timur'un aklında baş
ka düşünceler vardı. Her zaman olduğu gibi, usta satranç
oyuncusu, bir sonraki hamlesini hazırlamıştı. En zorlu düşma
nıyla yapacağı savaş maya tutmuş, bir zamandır kabarıyordu.
Zaten aralarında, peşrev niteliğinde birkaç çarpışma olmuştu.
Askerleri farkında olmayabilirdi, ama tehlike anı çok uzakta
değildi.
335
Timur'un mezaliminden en fazla nasibini alan kentlerden İsfahan'da
1387 yağması. Teslim olduktan sonra şehir isyan edince yetmiş bin kişi
katledilmiştir. Abdullah Hatifi'nin, (on altıncı yüzyıl) Timurname adlı
yapıtından.
3 36
Pencap'ın Pakistan'da kalan
kısmında, Evliyalar Kenti
Multan'da, Şeyh Rüknüalem'in
Türbesi. 1398' de, Timur burayı
yakıp yıktı.
337
1402 Ankara Savaşı'nda yenilerek esir düşen Osmanlı sultanı I. Bayezici'in Timur'un
huzuruna getirilişi. Zafername'nin on altıncı yüzyıl nüshasından.
3 38
Hindistan' da Moğol hanedanının kurucusu, Timur'un tarununun, torununun,
torunu Babür.
3 39
Gökbilimci Sultan. Timur'un
torunu Uluğ Bey, matematik,
coğrafya, dinbilim, tarih, şiir ve
müzikle uğraşmıştır. On yedinci
yüzyılda İngiltere'de ilk defa.bir
Kraliyet Gökbilimeisi '!tandığı
zaman, hala onun geliştirdiği yıldız
çizelgelerine başvuruluyordu.
34 0
Timur, Özbekler için örnek insan.
"Allah'ın gazabını üzerinize çekmeyin
ya da başkalarına kötülük yapmayın,
onlara zalim davranmayın" ve "Eğer
insanlar birlikte davranınazsa
başaramazlar" diye yazar tabelalarda.
341
Cihangir dönüyor. Taşkent'te, Emir
Timur Meydanı'nda, Timur heykeli
1993 yılında Özbek başkan tarafından
açıldı.
342
22 Haziran 194l'de Timur'un
mezarını açan Sovyet arkeolog
Mikhail Gerasimov, Timur'un
kafatasını inceliyor. Araştırmaları
sağ taraf uzuvlarındayarası olan,
zamanına göre cüsseli bir adamı
ortaya çıkardı.
343
9
Yıldırım Bayezid
1402
3 44
kümdar, bir sonraki savaşından önce, kendisine yirmi kadır
ga temin edilmesini istiyordu. Geçici olarak Manuel'in yeğe
ni ve imparator naibi İoannes'in idaresine bırakılan Hıristi
yan İstanbul' dan ve Cenevizlilerin yaşadığı, Galata' dan da
benzeri taleplerde bulunulmuştu. 1398'de Papa IX. ·Bonifa- .
cius'un1 Katolik Avrupa'yı temsilen, Doğu'ya ve Habeşis
tan'a başpiskopos olarak atadığı Sultaniyeli Johannes, Ta
tar'ın huzuruna çıkarak Fransa kralı VI. Charles'ın iyi niyet
mesajlarını iletmişti. Her ne kadar İslam dininin en büyük sa
vunucusu olmak ve Gazi unvanını kazanmak gayreti gütse
de, Timur'un fırsatçı içgüdüleri kafirlerle hiç vicdanı sızıa
madan işbirliği yapmasına izin veriyordu.
Fakat Bayezid ile Timur arasındaki yazışma, bunların
hepsinden kat kat daha önemliydi. İlk diplomatik temasların
dan bu yana, alıp veremedikleri konularda bir değişiklik ol
mamış, fakat üslup gitgide sertleşerek açık bir meydan oku
maya dönüşmüştü. Timur, yıllardan beri elinden kaçınayı ba
şaran iki ezeli düşmanı, Bağdatlı Sultan Ahmed'i ve asi Türk
men reisi Kara Yusuf'u kendisine teslim etmesi için Bayezid' e
baskı yapıyordu.
Osmanlı elçilerine, "efendinizin Avrupalı kafirlerle savaş
ettiği haberini aldığımız içindir ki ordumuzla ülkesine yürü
mekten geri durduk; Müslüman bir ülkeyi batırmamız olsa olsa
kafirlerin işine yarardı" diyordu. "Fakat hiçbir şey, onun Türk
men Kara Yusuf gibi, tacirleri soyan, gezginlerin canına kıyan
ve buna benzer bir sürü rezillik eden, dünyanın en büyük hay
dut ve eşkıyasına sığınak sağlamış olduğunu duymak kadar
canımızı sıkmamıştır. En fenası, bu kepaze herifin, koyunun
koynundaki kurt misali, Müslüman bir ülkenin bağrında yaşı
yor olmasıdır." Bayezid, ya Kara Yusuf'u mahkum edip zincire
vurarak Timur' a teslim etmeli veya topraklarından sürmeliydi.
Buna ilaveten, .Fırat' ın batısındaki Kemah Kalesi'ni eski sahibi
ve Timur'un müttefiki Mutahharten'e geri vermeliydi.
Fakat her karşısına çıkanı yenmiş ve Hıristiyan Avrupa'yı
dize getirmiş olan Osmanlı sultanı taviz vermeye hiç niyetli de
ğildi. Bunun nedenini anlamak için altı yıl öncesine, Hıristiyan
saraylarındaki çalkantılara bakmamız gerekecektir.
345
* * *
346
25 Eylül 1396'da Tuna Nehri üzerindeki Niğbolu'da, buna
yakın büyüklükte bir Osmanlı ordusuyla karşılaştılar. 65 Yaklaş
tıklarının haberini alan Bayezid, İstanbul kuşatmasını kaldıra
rak batıya yürürnüştü. Osmanlıların savaş yöntemlerine aşina
olan Zsigrnund, Fransızlara geri durrnalarını, kendisinin hafif
birlikleri düşman hatlarına hücum ettiğinde, Avrupalı şövalye
lerin öne çıkmalarını söyledi. Ayrıca, müttefiklerinin sağlam
saydığı mevzilerinden gereğinden çabuk ayrılmalarını istemi
yordu. Fakat ilk hücurnun başında bulunmak şerefine nail ol
mak isteyen Fransız ve Burgundy Haçlıları bunu, savaş kabili
yeHerinin küçürnsendiği anlamına çekerek fena halde alındılar
ve köylü kabul ettikleri adarnların ardı sıra savaşa 'girmeyi ke
sinlikle reddederek, onun sözünü dinlernediler. Kont d'Eu, eli
ne bir Kutsal Meryem sancağı geçirerek havaya kaldırdı ve
adamlarına, "Tanrı ve Aziz George aşkına, ileri! Bugün benim
ne yiğit bir şövalye olduğumu göreceksiniz," diye bağırdı. İşte
böyle, kendilerine olan güvenlerinden ve Hıristiyanlığa olan
inançlarından n�redeyse göğüslerini bağıdarını yırtarak, "Tan
rı ve Aziz Denis aşkına" sedaları arasında ve dalga dalga kaba
ran flandralarının altında Avrupalı şövalyeler kendilerini ön
safiara attılar.
Bir süre için, bu acelecilik onları başanya götürecek gibi ol
du; çünkü düşmana doğru dar bir koyağı geçip bir de tepe aş
tıktan sonra, karşılarına çıkan düzensiz Türk piyadeleriyle ha
fif süvarİlerini bozguna uğrattılar. Nihayet, uçları sivriltilrniş
tahta kazıklardan bir orrnanla korunan düşman mevzilerini
yardılar ve tam zaferi kutlayacakken, felaket ansızın ufukta be
lirdi. Zsigrnund'un tavsiyesi ne kadar yerindeydi. Şimdi, çar
pışrnaktan canları çıkmış bir halde, ağır zırhlarının içinde ter
döken Hıristiyanlar, karşı tepede Bayezici'in kalabalık ağır sü
varİ birliklerinin kendilerini beklemekte olduğunu dehşetle
gördüler. Üstelik şövalyeler yayaydı; Osmanlı mevzilerirideki
tahta kazıklardan korunmak için atlarından inrnişlerdi. Daha
65 Nigbolu savaşında, birbiriyle çarpışan tarafların asker sayıları hakkında, günü
müzde yapılan tahminlerle, o zaman verilen rakamlar arasında büyük fark var�
dır; o zamanın tarihçileri, hem Haçlı hem Osmanlı ordusunun yüzer bini buldu
ğunu iddia etmişlerdi.
347
fenası, Macarların asıl kuvvetleri onlara hemen destek sağlaya
mayacak kadar uzakta, geride kalmıştı.
Haçlı ordusunun iki zayıf güce bölünmesine neden olan
bu taktik beceriksizlik, Bayezid için hiç beklenmedik bir ar
mağan oldu. Hücum emri verildi. Sipahiler, korkunç bir nara
attılar; altlarındaki kısraklar şaha kalkıp toynaklarıyla yeri
göğü inleterek öne atıldılar; darmadağın olmuş ve şaşkına
dönmüş şövalyeler, parça parça edildiler. Türk şairi Yusuf
Meddah, "nekkarelerin gümbürtüsü arşa çıkıyordu," diye ya
zar. "Ve tepelerinde kılıçlar şakıyordu. Darbeler, rastgele,
yağmur gibi iniyordu. Eli mızraklı usta savaşçılar savaşırken,
maden çınıltısı ortalığı inletiyordu. Oklar yağmur gibi yağı
yar, ödlekler sadaklarını geride bırakarak kaçıyordu." Kutsal
Meryem'in sancağı altı kez yere çalınmış, altı kez yerden kal
dırılmıştı. Fakat Osmanlı baskısı dayanılır gibi değildi. Ne
zaman ki Haçlıları sancağı altında toplayan Amiral de Vien
ne öldürüldü, işte o zaman Fransız şövalyeleri teslim oldu.
Onları Macarlar izledi. Apar tapar kaçan Zsigmund, Tuna
Nehri'ne varmayı başardı ve buradan bir tekneye atlayarak
emin ellere doğru yelken açtı. "Savaşı, Fransızların kibri ve
kendini beğenmişliği yüzünden kaybettik," deyişiyle ünlü
dür. "Tavsiyemi dinlemiş olsalardı, düşmana yetecek kadar
askerimiz vardı."
Aynı günün ilerleyen saatlerinde, Osmanlı sultanı bir emir
daha verdi. Kayıplarının çetelesi çıktıkça hiddetten kuduruyor
du; bu yetmezmiş gibi, Haçlıların lüks içindeki ordugahında
katıedilmiş bir yığın Türk -bunlar savaştan önce esir alınmış
lardı- bulunmuştu. İntikamı acı olacaktı. Karşılığında hatırı sa
yılır fidyeler alınabilecek bazı şanlı şövalyeler hariç, tüm savaş
esirleri boğazlanacaktı. Osmanlı subaylarına, yakalananları öl
dürme emri verildi. Savaş alanında kan su gibi aktı. Böylece,
Avrupa şövalye sınıfının en seçkin zümresi, büyük bir soğuk
kanlılıkla ortadan kaldırılmış oldu.
Bavyeralı içoğlanı Johann Schiltberger, ölüme mahkum
edilenler arasındaydı. Daha sonra, "yanımdakileri alıp boyun
larını vurdular; tam sıra bana geldiğinde, sultanın oğlu beni
gördü ve sağ bırakılınarnı buyurdu; beni diğer çocukların yanı-
348
na koydular, çünkü yirmi yaşın altında olan hiç kimse öldürül
müyordu; ben ise on altı yaşıma daha yeni girmiştim," diye ya
zar. Schiltberger'in, köle yapılmak için canına kıyılmamıştı,
ama toplu katliamı seyretmekten alıkonmadı.
* * *
34 9
Avrupalı krallarla Timur'un menfaatleri kazara çakışıver
mişti; işte ne eksik ne fazla, hepsi bundan ibaretti. Tatar'ın siya
si evreninde ittifaklar, bir an işine öyle geldiği için yaptığı an
laşmalardı; bunları canı istediği zaman tutar, istemediği zaman
kaldırır atardı; çünkü olayların beklenmedik bir seyir alması
durumunda, askeri üstünlük nasıl olsa kendisinde olurdu.
Eğer, Hıristiyanlar Bayezid' e karşı ona bir fayda sağlayacak
idiyseler, ne alaydı.
O güne kadarki en güçlü hasmıyla yapacağı bu tehlikeli
karşılaşma öncesi en fazla üstünde durduğu şey, Hıristiyan
kuvvetlerinin hiçbir surette onun önünü kesmemeleriydi. İkin:..
ci olarak ise, ellerinden geldiğince ona destek olmalıydılar. Ti
mur'un en yeni müttefiği imparator naibi İoannes, hiç üstelet
meden, İstanbul' dan asker, kadırga ve para göndermeyi vaat
etti. Pera' da kuşatma altında bulunan Ceneviz kolonisinin
yöneticisi de aynısını yaptı. Her ikisi de, kopma olasılığı her ge
çen gün biraz daha artan savaşta Timur'a karşı Osmanlı'ya yar
dımcı olmamak için, Bayezici'in Avrupa'daki birliklerinin Ana
dolu'ya geçmesini önlemeye ant içtiler. 66
Savaşın elinin kulağında olduğunu gösteren daha ileri bir
belirti, 1402 yılının Şubatı'nda, Timur'un eşierine Sultaniye'ye
dönmeleri talimatını vermesi oldu; bu onun savaş öncesi hep
yaptığı bir şeydi. Bunlar olurken, Semerkand' dan yeni gelen
Muhammed Sultan, Kemah Kalesi'ni başarıyla kuşatıp ele ge
çirmişti; bu da kaleyi daha yeni Mutahharten'den alan Baye
zid' e karşı açık bir meydan okuma ve kışkırtmacaydı. _
350
rak tutuldukları kötümserlik nöbetlerinden birinde oldukları
için, ona savaşa girmemesini tavsiye ediyorlardı. Öne sürdük
leri gerekçeler hükümdan bezdirecek kadar aşina olmalıydı,
üç yıldan beri sefer halinde olan birlikleri yorgundu; buna
karşılık gayet ateşli savaşçılar olarak bilinen Osmanlı kuvvet
leri, dinlenmiş ve en iyi biçimde donatılmıştı. Sabrı taşan Ta
tar, bu uyarıları sertçe kesip attı. Bir müneccim çağrılarak, yıl
dız kümelerinin konumları hakkında bilgi vermesi istendi.
Delhi' de meslektaşlarıyla birlikte savaş aleyhinde hüküm ve
ren ve Timur tarafından paylanan müneccim dersini orada al
mıştı. Şimdi daha rahatlatıcı şeyler söylüyordu. Timur gücü
nün zirvesinde; Bayezid ise, ne mutlu ki, dibindeydi. Yıldızla
ra Hükmeden Hükümdar mest olmuştu. Savaşmak için bun
dan daha hayırlı bir zaman düşünülemezdi.
Bayezid'in de savaşmak azminde olduğu ve onun da aynı
ölçüde kendi zaferine güvendiği, Timur' a yazdığı ve hükümda
rm Sivas'ta eline geçen bir mektuptan açıkça anlaşılmaktadır.
Bu, o güne dek Osmanlı sultanından alınmış en hakaret dolu
mektuptu. Arabşah, Bayezid'den, "dinin aslan yürekli savunu
cusu," olarak söz etmiş, onun "adil ve dindar bir idareci oldu
ğunu ve dini cesaretle savunduğunu," söylemişti; bu hükmün,
Timur'a karşı olan nefretinden böyle allanıp pullanıldığına
kuşku yoktur. Aralarında geçen son yazışmada, bahsi geçen
dindarlığın hiçbir belirtisine rastlanmaz; birinde Timur'un karı
larından öyle bir dille bahseder ki bu, İslamın hiçbir akidesiyle
bağdaşmaz.
Sultanın mektubu, "daha önce ne olduğuna gelince, bes
belli ki bir hayduttu; kan döküyor, hiçbir kutsal şey tanımıyor,
anlaşmaları bozuyor, sözünden dönüyordu; gözü hayırdan şer
re dönmüştü," diye başlıyor, Timur'u sanki ona tabi düşük bir
beymiş gibi ayağına çağırıyordu. Hele de kapanış cümlesi kü
fürden farksızdı. "Bu yazdıklarımdan sonra ülkemizi istila ede
ceğini biliyorum, ama eğer etmezsen dilerim karıların üç kere
boş olsun."
Arabşah, hükümdarın bu mektuba olan tepkisini şöyle
anlatmıştı: "Timur bu cevabı okur okumaz, pürhiddet yerin-
35 1
den doğrularak, 'Osmanoğlu çizmeyi aştı, hem baş ağrıtacak
kadar uzun yazmış hem kanianınıza dil uzatmış,' dedi. Çün
kü bunlar için, kadınların adını anmak bile büyük bir ayıp ve
hakaretti." 67
Bayezici'in niyeti artık açıkça ortaya çıkmıştı. Elçileri daha
Tatar ordugahından ayrılmamışken, Timur benzeri bir karşılık
ta bulundu. Ordusunun denetlenme emrini vererek, elçilere
birliklerinin ne kadar güçlü olduğunu gösterdi; bunlar, hüküm
darlığının dört bir yanından gelmiş ve çok sayıda sefere katıl
mış askerlerdi. Arabşah'a göre, bu kadar kozmopolit bir ordu-:
yu bir araya getirmek her babayiğidin harcı değildi.
67 Bu tür iidetlere sevinçli zamanlarda bile titizlikle uyulurdu. Bir kız çocuğu dün
yaya geldiği zaman, anası babası ondan, "bir duvaklımız," hatta, "bir yatak eh
limiz" oldu, diye söz ederlerdi.
352
daydı ve bunlar, "son derece süslü koşurular içindeydiler . . .
sırtlarmdaki ahşap kulelerde okçular ve ateş atıcılar, gittikleri
her yere dehşet saçıyorlardı."
Şaşaalı - ve teşrifat dolu denetim sona ermiş, elçiler fazla
uzun edilmeden salıverilmişti. Artık kimsenin diplomasiyle
uğraşacak hali yoktu. Her iki taraf da imparatorluklarını bir el
de kumara atacaktı. Bütün iş, bunun nerede ve ne zaman yapı
lacağına kalmıştı.
* * *
353
kulak asmayıp, düşmanın kendi toprakları üstünde daha fazla
ilerlemesinin önüne geçmek için, doğuya doğru yürümeye ka
rar verdi. Böyle yapmak için akıllıca nedenleri vardı. Tam hasat
zamanıydı; eğer Timur'un ilerlemesine seyirci kalırsa, harman
yerlerinin ateşe verilmesi tehlikesi doğacaktı.
Keşif kollarından Timur'un Sivas'ın kuzeybatısındaki To
kat'a doğru ilerlediğini haber alan Osmanlı sultanı, onu durdur
mak üzere ordusunu harekete geçirdi. Oysa kandırmaca ve hile
konusunda üstüne olmayan Timur, bambaşka bir rota tuttur
muştu. Tokat' a giden dağlık ve hayli meşakkatli kuzey yolu yeri
ne, güneybatıya kaymış, Halys'in (Kızılırmak) Ankara'ya doğru
kıvrılan geniş kavsini takiple; nehri, daima iki ordu arasında bı
rakacak bir tarzda ilerliyordu.68 Arabşah burayı, "içinde pınarlar
kaynayan, serin gölgeleri ve leziz yemişleri olan ekili, dikili" bir
arazi olarak tasvir eder. Tatar bahadırlar, "mahsule, meralara,
ineklere bayılmışlardı; dikensiz sidrelerin (Arabistan kirazı), sıra
sıra yüksek ağaçların, uzayıp giden gölgelerin, çağlayan suların,
tatlı tatlı esen yellerin arasında; bir konup bir kalkarak; sıhhat,
rahatlık, güven, bolluk ve bereket içinde ilerliyorlar, zaferi kaza
nacaklarını ve büyük servetiere konacaklarını bilerek, zenginlik
ve yağma hayalleri kuruyorlardı."
Tatarlar bir haftalık bir yürüyüşten sonra, Kayseri'ye ulaştı
lar ve burada ordugah kurarak atıarını dinlendirdiler ve yörede
ne kadar mahsul varsa, soyup sağana çevirdiler. Bayezid, orman
larda, dağlarda, hayırlarda düşmanını araya dursun, gözcüleri ·
ona hayret verici bir haber getirdi. Tatar ordusu görünürde yok
tu. Anadolu'nun derinliklerinde adeta buhar olup uçmuşlardı.
Düşmanının böyle apansız ortadan kayboluşu karşısında asabı
çöken Bayezid, avını araya araya ve bir yandan da gözeülerinden
68 Bugün Kızılırmak olarak bilinen Halys, Türkiye'nin en uzun nehridir. Doğudan
çıkıp, dev bir "C" çizerek Orta Anadolu'yu geçer; kuzeydeki Pontus Dağları'nı
keserek Karadeniz' e dökülür. M Ö altıncı yüzyılda yaşayan, karun kadar zengin
Lidya kralı Kresus'un öyküsü, nehrin adını ölümsüz kılmıştır.. O tarihte nehir,
kendi krallığıyla Büyük Kiros'un (Kuruş) İran İmparatorluğu arasında sınır çizi
yordu. Kresus, Kiros hücum etmeden önce Delphi'nin müneccirnine danışarak
başarı şansının ne olduğunu sormuştu. Müneccim, "Halys Nehri geçildiğinde, bü
yük bir ülke yok olacak," diye cevap vermişti. Zaferden emin olan Kresus saldır
mış, fakat düşmanının bozgununa uğramıştı. Kehaneti yanlış yorumlamış, sonuç
fetaket olmuştu; çünkü ortadan kalkan İran değil, kendi ülkesi olmuştu.
354
yeni haberler bekleyerek ilerlemeye devam etti. Gene hiçbir şey
olmadı. Derken Timur, nasıl ansızın ortadan kaybolduysa öyle
birden, Ankara'nın güneydoğusundaki Kırşehir'de yeniden orta
ya çıktı ve burada kanlı olmakla beraber bir sonuca ulaşmayan
ufak bir çarpışma oldu. Timur, son hızla adarnlarını batıya sür
meye devam etti ve üç gün sonra Bayezid'i:n daha yeni ayrıldığı,
Osmanlıların üssü Ankara'ya ulaştı. Bu yıldırım harekatının ha
beri Türk' e ulaştığında, "sanki dünyanın sonu gelmiş gibi, korku
ve telaştan çılgına döndü; kahırdan ve pişmanlıktan parmaklarını
dişliyor, hiddetten kudurmuş bir halde kükrüyor, bağulacak gibi
oluyordu; uyku ve istirahat artık ona haram olmuştu."
Timur hasroma karşı önemli bir üstünlük kazanmıştı. Za
man zaten onun lehine işliyordu. Osmanlılar doğuda, bir hafta
lık mesafedeydi. Bu ona, mevzilenmek için en uygun araziyi
seçmek, siperlerini kazdırmak, Ankara'yı kuşatmak, düşmanı
nın karargahını bozmak, onun suyunu sağlayan nehrin yatağı
nı değiştirmek ve hepsinden daha önemlisi, yol yorgunu asker
lerini dinlendirrnek fırsatını verdi. Savaş burada, yani tam da
Bayezici'in kurmaylarının tavsiyelerini dinlemeyip henüz ayrıl
dığı yerde olacaktı. Bu manevra, Timur' un taktik dehasının
tüm özelliklerini ortaya koyuyordu. Fevkalade seri ve akılhca
gerçekleştirilmiş, hasmını şaşkınlıktan yere çalacak bir sürpriz
di. Bir de şu vardı; Bayezid' e kendi toprakları üstünde galebe
çalmış olması onu manen de çökertecekti. Timur, sonraki olay
ları önemli ölçüde etkileyecek ağır bir darbe vurmuştu.
Osmanlı sultanının, şimdi Ankara'ya yürümekten başka
çaresi yoktu. Orduda moral düşüktü; arazi çorak ve nankördü;
üstelik Timur'un güruhu, üstünde ne var ne yoksa silip süpür
müştü. Arabşah'ın ifadesine göre Ankara'ya vardıkları zaman,
"meşakkatten ve susuzluktan perişan bir durumdaydılar". Tek
su kaynağı, Timur'un mevzilerinin arkasındaydı. Daha savaş
başlamadan, Bayezici'in beş bin askerinin öldüğü tahmin edilir.
Osmanlılar, savaşa hazırlık yönünden berbat bir durum
daydılar, Timur, manevralarıyla Bayezid' e kesin olarak baskın
çıkmıştı; ona, büyük bir kolaylıkla mevzilerini terk ettirmiş,
sonra da aynı yere dönmeye mecbur etmişti. Sultamn birlikleri;
onun, adı tüm Asya' da korku ve huşu uyandıran hasroma ayak
355
uydurmakta zorlandığını görmüşlerdi; o hasım ki, o güne dek
hiçbir savaşta yenilmemiş, şimdi ise daha önce kendilerinin
mevzilendiği üstün konumdaki araziye yerleşmişti. Düşmanı
farkında olmayabilirdi, ama Timur'un hazırlıkları bunlarla da
kalmamıştı. Aylardan beri, Bayezid'in ordusunda askerlik eden
Tatar boylarının gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Onların sa
dakat duygularını okşuyor; savaş başladığında saf değiştirme
leri ve Tatar kardeşleriyle birlik olmaları halinde yüklü gani
mete konacaklarını vaat ediyordu. Her ne kadar iki tarafın as
ker sayısı hakkında kesin bir rakam vermek olanaksızsa da, ta
rihi kaynaklar Bayezid'in ordusundaki Tatar sayısının çok yük
sek olduğunu kaydeder. Arabşah'a göre, "Tatarlar, neredeyse
Timur'un ordusuna eşti". Yekun ne olursa olsun, Timur asker
lerine karşı çok cömert davrandığı konusunda haklı bir üne sa
hipti; bu, onun 1370'te Emir Hüseyin'i yenerek güce kavuşma
sında önemli bir rol aynaınıştı ve şimdi de eline en büyük zafe
rini kazandıracak iskarnbil kartlarını veriyordu. Denilebilir ki
savaş daha başlamadan sonucu belli olmuştu. 69
İşte böylece, 28 Temmuz 1402 sabahı saat onda; Anka
ra'nın kuzeydoğusundaki düzlüklerde, cihangir ile Yıldırım
Bayezid karşı karşıya geldi. Bir kez daha çanların ve borazanla
rın kulakları sağır eden sesleri arasında kösler gümbürdedi. Bu
savaş kanseri, otuz yıldan beri, düşman tarafın bozgununu
müjdelemişti. Bunu, İran şahları; aynı şekilde Altın Orda ham;
Gürcistan kralları; Delhi, Bağdat ve Mısır sultanları dinlemişti. .
Şimdi davullar ve çanlar Bayezid'in sonunu çalıyordu. Bu, böl
gede yapılan en büyük savaş olacaktı.
Savaşa gereğince hazırlanamamış, Timur'un manevralarıy
la gafil avianmış ve bir haftalık bir yürüyüşten sonra yorgun
düşmüş olan Osmanlı ordusu savaşa, kendini savunma pozis-
356
! .-.
...... \.,
�--..-:- ORTA ASYA
i
..... _ ,· 1 On Dördüncü Yüzyılda ve Bugün
.. _ _
�·-
:0.·
.J
·� -\.._ . .... .. ....i
O 150 300 450 km
.. .....
\
1
KAZAKİSTAN i
·JD
i
i
\
'· - · .. ·
-·-·.... .-;• ,,.,•''
·
s \\�
�\·
..
� 1
. ..,.,.
1
./
·'
TÜRKMENiSTAN ---�-
.._..... . ,· -, .. ; MOGOLİSTAN
i
\ •. rJfo
·� i
i
·...
·,
i
\
Ta kent
...�,· i.'"
_ ..... ...... ..
SEMl
'·-·-
�
..
ŞYE
�
c.·-·- -- . ..,
, ,.. .....
) ..... ..- . ..... . ...
·-·- ·-·- ·-·- ·-·- ·--
i Isık � "'"'•.
.......
/ � '
Göf �\ (/
İRAN ,·- · ( FERGANA
\.. . ? ,. .., . __ , -.., /
/'"t, -· '4
,. \·-·,\-· -·--' , c ,.., _.-• ""- "
KIRGIZlSTAN
i �
('<l('f
.,f(t: -·-·..J ·- ·- ·-·" X!N)IANG . ./
c,\'0
.r /
� S]/J.ı\; {
' ·)
LJ/
APGAI'\J1STAN
•
'� --'..:
.. - - -:-.:
, KESM!R .:..--:.. :<..">
--------� .,
yonunda giriyordu. İlk darbeler vurulur, gökler yağan oklarla
kararırken, Osmanlı ordusunda Timur'un ondan önceki aylar
da inceden ineeye hazırladığı Tatar ihaneti gerçekleşti ve bu sa
vaşın kaderini belirledi. Bu kayıpla adeta altı oyulan Şehzade
Mehm2d Çelebi kumandasındaki sol kanat çökerek savaş ala
nından kaçtı. Muhammed Sultan kumandasındaki seçkin Se
merkand birlikleri daha savaşın ilk anlarında ortaya çıkan tüm
bu lehteki gelişmelerden faydalanmasını bildi ve sultan soyun
dan birinin kaçışını görerek çözülen Sırp süvari birliğine bin
dirdi. Onlar da kendilerinden öncekileri örnek alarak savaş ala
nından kaçtılar.
Bayezici'in direnişi akşam karanlığına kadar sürdü; fakat Ti
mur'un seksen alaylık merkez birlikleri ve otuz muharip fili, or
dusunu çoktan can evinden vurmuştu. Nihayet Timur'un güçleri,
saatlerdir etraflarını sardıkları Osmanlı yeniçerilerinin hakkından
geldiler. Bayezid yakalanarak düşmanına teslim edildi. Avrupa
ve Asya'nın her üstüne indiğinde zaferle kalkan İslamın Kılıcı ye
re çalınmıştı. Bayezid bir daha iflah olmayacaktı.
* * *
358
dır. İslamın Kılıcı o an yerin dibine geçmişti. Osmanlı tarihinde
böyle ağır bir yenilgi yaşanmamış, o güne dek hiçbir savaşta
sultan düşman eline düşmemişti.
Marlowe'un hikayesi elbette sansasyon yaratmaya yönelik
ti. Timurlenk, Bayezid'in karısı Zabina'nın başındaki tacı alıp,
muzaffer bir edayla aşığı Zenokrat'ın başına geçirir. Savaşın ar
dından yaptığı ilk konuşmasında, mağlup Osmanlı padişahı
hem kahır hem isyan duyguları içindedir. Yenilgisini, "Hiçbir
Türk imparatoru/Y enilmemişti yabancı bir düşmana böylesi
ne," sözleriyle kabullenerek, düşüşünün Hıristiyanları çok
memnun edeceğini aöyla düşünür: "Batıl çanları öter şimdi ne
şeyle çın çın." Fakat sonunun geldiğini reddeder. Onu, "Yeni
den cihan hakimi yapmaya yetecek kadar" askeri vardır.
Bu ümitleri yerle bir eden Timur, Bayezid'in fidye karşılı
ğında serbest bırakılına teklifini kabul etmez. Bunun ardından
Osmanlı sultanının elleri, ayakları bağlanarak zaferi şerefine
verilen "askeri tören"e katılmasım emreder. Daha sonra Baye
zid'i dördüncü perdenin ikinci yarısında görürüz; bu kısım, Ba
yezid'in seyirciyi hayrete düşüren bir biçimde, iki zencinin taşı
dığı bir kafes içinde sahneye getirilişiyle başlar. Timur, "Getirin
ayakaltı taburemi," diye buyurur. Burada, hasının alabildiğine
aşağılanmasına yönelik olan sahne komutları, "Bayezid'i kafe
sinden çıkarırlar . . . Timur onun kafasına basarak tahtına çıkar,"
şeklindedir. Galibiyette soylu duygulara yer yoktur. Her söz,
her davranış, Bayezid'i yerin dibine batırma amacındadır.
359
Bu sırada Zabina da bu aşağılanmadan nasibini almış, Zenok
rcıt'ın nedimesine köle olmuştur. Bayezid karşı koymaya çalışır
ve �u kadar hırs ve kibrin onun sonunu getireceği konusunda
Timu.rlenk'i uyarır. Bunun üzerine derhal kafesine geri konu
lur. Maiyetindeki İranlı soyluların ve hayranlarının yanında Ti
murlenk hasmını durmadan aşağılar; kılıcının ucuna geçirdiği
et parçalarını onun ağzına tıkmaya çalışır, ama başaramaz. Ve
rilen yiyeceği elinin tersiyle iten mağrur Osmanlı, sonradan ka
rısına açlıktan ölmek üzere olduğunu itiraf eder. Türk, Timur
lenk'in önünde bu denli aşağılanmaya daha fazla dayanamaz.
Görünürde onu, 'bu cehennem azabından ve sonu belirsiz köle
likten' kurtaracak bir güç de olmadığı için, elindeki tek onurlu
çıkış yolunu seçerek hayatına son verir. Marlowe'un bununla
ilgili unutulmaz sahne talimatı, "Kafasını kafes demirlerine vu
ra vura beynini patlatır," şeklindedir. Dul kalan Zabina, kocası
nın cansız ve korkunç kalıntıları karşısında yıkılır. Yapabileceği
başka şey yoktur. Kocasının ahirete giden gölgesini takiple, o
da, "kafasını kafes demirlerine vura vura parçalar."
* * *
3 60
Yezdi'nin öyküsü, Timur'u daha yumuşak gösterir; bir saray
vakanüvisinden de zaten bundan başkasını bekleyemeyiz. Mu
zaffer hükümdar, Bayezid' e kısa bir nutuk çekerek, kendisine
karşı büyük bir haksızlık yaptığını ve sonunu kendi eliyle ha
zırladığını söyler. Timur, onunla savaşmayı hiç istemediğini id
dia eder, "çünkü biliyordum ki birliklerin hep kafirlere karşı
çarpışıyordu. Seni en yumuşak sözlerle yola getirmeye çalıştım;
öğütlerime kulak vermiş ve benimle sulh etmiş olsaydın, niye
tim, din uğruna daha gayretle çarpışasın ve Muhammed düş
manlarıinn hakkından daha iyi gelesin diye seni güçlü silahlar
la donatmak, sana hem para hem asker sağlamaktı." Buna rağ
men şöyle devam eder: "Fakat bu savaşta talihi benden yana
çevirdiği için Allah' a şükran borcum var; bu yüzden ne sana ne
de maiyetindekilere fena muamelede bulunmayacağım; b un
dan emin olabilirsin." Y ezdi, Bayezid' e 'büyük bir padişaha'
yakışan bir surette davranıldığına okuru temin eder. Hatta Ti
mur'un nezdinde öyle bir itibarı vardır ki 1403'te, ha1a esirken
öldüğünün haberi geldiğinde, gözlerinin yaşardığı ve aslında
. onu tahtına iadeJetmeyi planladığı rivayet olunur.
Y ezdi' nin söyledikleri, kendinden beklendiği üzere, dalka
vuklukta ifrata kaçar. Ne onun hikayesine, ne de düşmanca
duygulada dolu olan Arabşah'ın anlattıklarına güvenmek için
bir sebep vardır. Timur'la Bayezid'in birbirine kin güttüğü bili
nen bir gerçektir. Fakat şu da var ki bu, Timur'la diğer hasımla
rı için de geçerliydi ve yenik düşen hiçbirine karşı bu denli ha
kir muamele göstermemişti. Mağlup ettiği düşmanlarını aşağı
lamak onun tarzı değildi. Aksine, onları kendine bağlı ve vergi
veren hükümdarlar olarak yerlerinde tutmak adetindeydi; nite
kim Bayezid'in oğullarına da aynen bunu yapriuştı. Kendisine
babasının Avrupa'daki toprakları ve başkent olarak da Edir
ne'nin verildiği Şehzade Süleyman Çelebi, Tatar hükümdara
yazdığı bir mektupta, babasına gösterdiği saygın muameleden
ötürü açıkça teşekkür etmişti. Arabşah'ın, Bayezid'in kafes ar
kasında getirildiği öyküsünün hayali olduğu konusundaki en
güçlü delil, tarihi kayıtlardaki Türkçe "kafes" sözcüğünde aran
malıdır; çünkü bu kelime hem tahtırevan hem kafes anlamında
kullanılırdı. Bu nedenle belki de, hatta kuvvetle olasıdır ki, sa-
361
vaştan sonra Bayezid, adet olduğu üzere sultanların hep getiril
diği gibi, Timur'un yanına tahtırevanla getirilmişti.
Arabşah'ın anıattıklarından kuşku duymak için başka ne
denler de vardır. Ne Clavijo, hatta bundan da önemlisi, 1396'da
Niğbolu'da esir düşen ve Ankara savaşından sonra Timur'un
kölelerinden biri olan Schiltberger kafesten söz eder. Bu konu
daki son sözü Bavyeralının anılarını tercüme eden John Buchan
Telfer'e vermek gerekir. "Kafes hikayesinin üzerinde durmaya
bile değmez," der, "eğer bunda en ufak bir doğruluk payı ol
saydı, onca yıl hizmetinde bulunduğu bu güçlü imparatora .
gösterilen bu iğrenç muameleden mutlaka haberi olurdu."
Ankara katliamından sonra, Niğbolu'nun anısı artık çok
geride kalmıştı. Bayezici'in saltanatı sona ermişti. Kafeste veya
kafes dışında, Yıldırım son kez çarpmıştı.
* * *
362
ve Marmara Denizi'nin doğu kıyılarına egemen olan Ceneviz
ve Venedik tacirleri, can derdine düşmüş Osmanlıları, fahiş be
deller karşılığında daha emniyetli olan Avrupa yakasına geçiri
yorlardı. Mamafih bu, her Türk için kazasız belasız bir yolcu
luk olmuyordu. Bir tarihi kayda göre, bazı vicdansız Hıristi
yanlar Bayezici'in İstanbul kuşatmalarının intikamını almak
için Müslüman yolcularını denize atarak öldürmüşlerdi.
Savunmasız ve çaresiz kalan Anadolu'nun kent ve kasaba
ları, istilacılara ganimet sunuyorlardı. Tatar güruhları, Baye
zici'in parçalanmış imparatorluğunu en uç noktalarına kadar
kasıp kavurdular. Gümüş sikkeler, değerli taşlar, inciler, altın
ve gümüş işlemeli eşya ve kaplar dosdoğru hükümdara gönde
rildi. Gasp etmeye değer ne varsa, uzun katır ve deve kervanla
rına yüklenip doğuya götürüldü. Timur'un doymak bilmeyen
güruhlarının önünde kent ve kasabalar birer birer düştü. Arab
şah' a göre bu, zıvanadan çıkmış bir katliamdı.
* * *
3 64
den çekip aldığı ve o dönemin ünlü dilberlerinden, şairlerin il
ham perisi, Macar kontu Janos' un kızı Angelina da vardı. 70
Ankara savaşını takip eden h ftalarda, Timur'un zaferi
Hıristiyanlığın kalbinin attığı yerlerd e yankılandıkça, A vru
palı kralların tedirginliği artıyordu. Fevkalade karışık duygu
rat içindeydiler ve bu, gösterdikleri tepkilere yansıyordu. Bir
yandan, Bayezid'i yenen kişiye, en amansız düşmanlarını bir
vuruşta devirdiği için minnet duyuyor; diğer yandan, As
ya'nın karanlıklarından ansızın çıkıp gelen bu doğulu, gi
zemli zorbanın, Ege'yi geçip daha batıya gelmesinden korku
yorlardı.
Timur'un ordugahından mektuplar gönderiliyordu. Sulta
niye başpiskoposu Johannes, fatihin zaferini ballandıra ballan
clıra anlatan ve iki kıta arasındaki ticarete hiçbir engel konul
maması gereğini bildiren hükümdarlık tezkereleriyle Fransız
kralı VI. Charles'in sarayına gelmişti. 71 İngiltere' de, IV. Henry
de benzeri mektuplar almıştı. Bölüne bölüne paramparça ol
muş ve parasızlıktan kıvranan kralların idaresi altındaki Avru
pa'nın, Timur'i" karşı çıkması pek söz konusu değildi. Ordula
rını cılızlaştırmış ve kasalarını boşaltmış olan Niğbolu'nun acı
hatırası hala hafızalardaydı. Etekleri tutuşan Hıristiyan alemi,
diplomatik yollara başvurdu; bundan başka çaresi kalmamıştı.
Buram buram dalkavukluk kokan bildiriler, doğuya doğru ak
maya başladı.
Tahtı yeni ele geçirmiş olan Henry, güçlü bir yandaş .ka
zanmak telaşı içinde, hiç karşılaşmamış olduğu bu savaş taeiri
ne İngiltere' den yürekten kutlama mesajları gönderdi. Fransa
kralı VI. Charles' den, "Yenilmez ve Şevketli Timur Hazretleri
ne" taşkın övgüler ve topraklarında dolaşan Hıristiyan taeiriere
gösterdiği uygar muameleden ötürü teşekkürler yağdı. Osman
hiara karşı Timur' dan yardım talep etmiş olan Bizans impara-
365
toru II. Manuel' den bir elçilik heyeti gelerek, paha biçilmez
mücevherler ve altın florinlerin yanı sıra, ona olan sadakatini
yineleme mesajı ve Türklere karşı gelecekte sağlayacağı koru
maya karşılık fidye verme teklifi getirdi. Timur'un yeni hay
ranlarından oluşan bu koroda, işlerini gayet iyi bilen Venedikli
lerin yanı sıra, İstanbul'un İmparator Naibi'nin sesi de duyulu
yordu. Pera' daki Ceneviz kolonisi ise tüccarların, değişen güç
dengelerine gösterdikleri ezeli hassasiyet ve saygı gereği, Ti
mur'a bağlılıklarını bildirmekte ve onun sancağınıBoğaz'ın üs
tüne dikmekte gecikmediler.
Eski düşmanlar da, bir bir hatalarının farkına varıyorlardı.
Timur'un buyruğuna uyan Mısır ve Suriye sultanı Ferec, ona
bağlılığını bildirdi. Timur'un elçisi Atılmış altın, gümüş, değer
li taş ve muhteşem koşumlu kısraklar eşliğinde sahibine iade
edildi. Yenilmiş hasımlardan beklendiği gibi, fatihin adı Cuma
hutbelerinde akutturuldu ve sikkelere bastırıldı. Ferec ayrıca,
Timur'un eski başbelalarından Bağdatlı Sultan Ahmed'le, Kara
koyuulu Türkmen kabilelerinin reisi Kara Yusuf'u zindana at
tırdığı haberini gönderdi. Bu iki adama ne yapacağına gelince;
o konuda Timur'un emrine amadeydi.
* * *
36 6
edişi ve ona gösterdiği iltifat bile, tek başına bunu göstermeye
yeterlidir.
Töreyi ve gelenekleri ise bir ölçüde işine geldiği gibi kulla
nırdı. Onun yetkesini meşru kıldıkları sürece bunlara uyardı.
Fakat bunları ustaca kendine uydurduğu da olurdu. İslamın
bayrağını dalgalandırmakla, özellikle Moğolların Şaman gele
neğine ters düşmüş; ama cihad çağrısı, fetihlerine dinen geçit
vererek, kendisine tartışmasız bir itibar kazandırmıştı.
Çağatayların başına geçerek güçlendiği 1 370 tarihinden
başlayarak, Timur daima bir kukla han bulundurmaya özen
göstermiş; böyle yapmakla, yönetirnde yalnızca Cengiz Han so
yundan gelenlere yetki veren Moğol töresine uymuştu. Her ne
kadar gücün ve yetkenin kimde olduğunu bilmeyen yoksa da
Timur hep bundan daha aşağı olan Emir unvanıyla yetinmişti.
Böyle yapmakla bozkır töresine, pek samimi olmamakla bera
ber, hürmet etmiş oluyordu.
Yasalar ise, ikiyüzyıl öncesinin Moğollarına bile aşina gele
cek ölçüde korunmuştu. Timur, kabile ve boylara özgü örf ve
adetleri ve ulusta geçerli rütbelendirme sistemini içine alan ve
tek bir adamla ordusunun gücüne dayanan, kökten devrimci
nitelikte, yepyeni ve dev bir siyasi örgüt kurmuş ve sırf buna
meşruiyet kazandırmak için bu töre ve gelenekleri yaşatmıştı.
Sağ ve sol kanatlardan, merkez ve öncü birliklerden oluşan sa
vaş meydanındaki ordu düzeni de aynı şekilde, on üçüncü
yüzyıl Moğollarına yabancı değildi.
1370'te Hüseyin'in dulu Saraymülk Hanım'la yaptığı evli
lik, Emir olarak yetkesini büsbütün artırmıştı; çünkü bu eş,
hem Maveraünnehir'in son Çağatay Ham'nın kızı hem Cengiz
Han kanını taşıyan bir soyluydu. Bu evlilik onun Hanlarha
nı'nın damadı anlamına gelen Timur Gurgan adını almasına da
izin vermişti ve bu unvanı tüm törenlerde kullanır, Cuma hut
belerinde okutur, hatta adına basılan paralara bile koydururdu.
Bayezici'in yenilgisi ve Ferec'in teslimiyetiyle birlikte,
İslamın iki büyük imparatorluğu önünde dize gelmiş oluyordu.
Timur şimdi tek başına ve rakipsiz olarak dümene geçmişti.
Tam bir devlet adamı şuuruyla, töreye ve dine bağlılığın ne öl
çüde ses getirdiğinin farkında olan Timur'un, gözünü Ege sahi-
367
linin ortasında yer alan küçük bir kaleye dikmesi doğaldı.
Smirna72, Rum elinde kalan son Hıristiyan vahasıydı ve sem
bolik bir biçimete de olsa, bu haliyle Anadolu'nun yeni haki
mine adeta meydan okuyordu. Burayı ortadan kaldırmak için,
en az bu ölçüde cazip bir başka neden daha vardı; hem Os
manlı sultanı I. Murad, hem oğlu Bayezid daha önce bu işe
kalkışmış fakat başarılı olamamışlardı. Gerçekten de Yıldırım,
Smirna'yı, on birinci yüzyılda Kudüs'te kurulan askeri din
kardeşliği örgütü St. Jean Şövalyeleri'nin elinden almak için
tam yedi yıl nafile uğraşmıştı. Başkalarının bu kadar bariz bir
biçimde başarısız olduğu bir işi becermek, Timur'un karşı ko
yamayacağı bir arzuydu.
Şövalyeler, eğer bağışlanınayı umuyor idiyseler, teslim ol
mayı reddetmekle bu ümitleri suya düşmüş oluyordu. Hiç
kimsenin başa çıkamadığı Timur'a karşı kendilerini savunmak
durumunda kalacaklarına ihtimal vermeyen şövalyelerin ken
dilerine güvEnmeleri için haklı sebepleri vardı. Denizin içine
kadar uzanan sarp bir kayalık üstünde kurulu mevzileri, ulaşıl
maz gibi duruyordu. Burayı ele geçirmek için hem denizden
hem karadan aynı anda hücum etmek gerekiyordu ki bu da o
günkü kuşatma teknolojisinin elverdiğinin çok ötesinde bir işti.
Fakat bu gibi güçlükler, olsa olsa Timur'un kurnazlığını ve ha
yal gücünü kamçılardı.
Emirler, buyruk verip adamlarına denizin içinde platform
lar kurdurdu; bunlar suya batırılmış sütunlar üstünde duruyor
ve kalenin sahille olan ilişkisini kesiyordu. Bunun ardından ku
şatma cihazıarı kale duvarlarının dibine gelip hücum merdi
venleri yerlerine yerleştirildi. Tatarlar saatlerce Smirna'nın içi
ne Rum ateşi attılar ve felakete uğramış kentten, göğe doğru
kara bulut yumakları yükselmeye başladığında, onların da ke
yifleri yerine geldi. Duvarların dibine yığınla kütük konulmuş
ve ateşe verilmişti, fakat durmadan yağan Aralık yağmurları
bunların çökmesini engelledi. On beş gün süreyle iki taraf bir
birini seyretti, kuşatma altındakiler karınca gibi kaynayan Ta
tarlara karşı kendilerini kahramanca savundular. Amansız bas
kı, sonunda etkisini gösterdi. Duvarlarda gedikler açılmaya ve
72 Bugünkü İzmir limanı.
3 68
Tatarlar bunlardan içeriye dalmaya başladı; bu karşı konulmaz
bir seldi, önüne çıkan her şeyi silip süpürüyordu. Hospitalier
Şövalyeleri yiğitçe direnmiş, fakat katle ve yok etmeye azınet
miş bir güruhun sayı üstünlüğüne yenik düşmüşlerdi. Dikkafa
lı kafirlerin ruhları temize havale edilirken, Timur bir toplu
katHarnın daha başını çekiyordu.
Smirna'nın düşüşünde son bir meşum safha vardı. Ufukta,
kuşatma altındaki şövalyelere istihkam taşıyan bir kadırga filo
su görünmüştü. Gelenler farkında değildiler, ama çok geç kal
mışlardı. Sahile yanaşırlarken, Timur Smirna karargahındaki
kesik başların kadırgalardaki şövalye kardeşlerine fırlatılmasını
buyurdu. Ateş atan cihazlar, tez elden bu yeni merrnilere göre
ayar edildi. Çok geçmeden gökyüzünde kanlı kafalar uçmaya
başladı; bunlar ahşap güvertelerin üstüne güm güm yağıyor,
savaşa hazırlanan şövalyeleri vurup deviriyordu. Timur'un
menfur planı beklenen sonucu vermişti. Kesik baş borbardıma
nından dehşete gark olan ve meslektaşlarının katliamı karşısın
da maneviyatları çöken şövalyeler tersyüzü dönüp memleket
lerine yelken açtıfar.
Ordu saflarında çınlayan cilıad çağrısına cevap alınmıştı.
Osmanlıların yıllardır onları yok etmeye yönelik en amansız
hücumlarını hüsranla sona erdiren Hıristiyanlığın son bağımsız
kalesi, şimdi bir virarieliğe dönmüştü. Yenik düşen şövalyele
rin gövdelerinden ayrılan kafalada bu şanlı zaferin anısına iki
kule dikildi. Kafirler, uğradıkları ezici yenilgiyle Bayezici'in or
dusunu izlemişlerdi.
Yıllar yılı Bağdat, Kahire ve Şam, Osmanlı sultanıyla birlik
olup Semerkandlı bu sakatı açıkça hor görmüşler, onu adam
yerine koymamışlardı. Müslüman değil, vahşinin teki, diyerek
burun kıvırmışlardı. Onlara tattıracağı acı yenilgi konusunda
yaptığı uyarıları dinlememişlerdi, fakat hepsinin sesi teker te
ker kesilmişti. Timur'un İslamın En Keskin Kılıcı olduğu yo
lundaki savı kof bir iddia olmaktan çıkmış, apaşikar bir gerçe
ğin ifadesi haline gelmişti.
* * *
3 69
Doymak bilmeyen Timur'un kafasında, şimdi bir soru di
ğerlerinin önüne geçiyordu: bundan sonra neresi gelecekti? Da
rülislam' a, yani İslam alemine artık hakim olmuştu; gelecekteki
fetihleri için gözünü bunun sınırlarının ötesine çevirmesi gere
kiyordu.
Fakat bu soru cevaplanmadan önce, Osmanlı enkazının
kaldırılması gerekiyordu. Bayezici'in aziettiği küçük çaplı bey
liklerin başındakiler, haraca bağlanarak yerlerine iade edildi.
Savaş tehdidi karşısında babasının fatihine boyun eğen Şehza
de Süleyman Çelebi'ye Osmanlı'nın Avrupa kıtasındaki top
rakları verildi. Kardeşi İsa Çelebi'ye ise, parçalanmış impara
torluğun can damarını teşkil eden batı Anadolu'daki topraklar
bırakıldı. Daha önce Altın Orda'lı Toktamış'ın yenilgisinden
sonra yaptığı gibi, alışılmış "böl ve yönet'' siyaseti güden Ti
mur, bu yolla Osmanlı şehzadelerini zapturapt altında tutmuş
olacaktı. Beş parasız kalan ve Avrupa saraylarında yan gelip
yatarak gönüllü sürgün hayatı yaşayan İmparator Manuel'in
derhal tahtına dönmesi emredildi. İstanbul nasılsa düşecekti,
ama Timur ona bir elli yıl daha kazandırmıştı,
Hıristiyan krallar gene de rahatlamaya cesaret edemiyor
lardı. Saraylarında korkunç söylentiler dolaşıyordu. Vahşi hü
kümdar, ordularını Avrupa topraklarına geçirmek için kadır
galar ısmarlamıştı. Askerlerine Karadeniz' e yürüme emri ver
mişti. Bütün kıtayı kılıç zoruyla Müslüman yapmaya azmet
mişti. Ordusunun öncü birlikleri o an itibariyle Avrupa'ya
ayak basmış, batıya doğru ilerliyorlardı. Roma'yı kuşatmaları
an meselesiydi.
Bu kıyamet günü görüntüleri, Avrupa'nın gözlerinin ne
kadar bozuk olduğunun belirtisiydi. Bilmiyordu ki onu istila
dan koruyan en güçlü silahı fukaralığıydı. Ege' den Atlantik' e
kadar, Timur'u cihat çağrısında bulunmaya teşvik edecek pek
az şey vardı. Elbette ki kafideri öldürmek veya Hak dinine
döndürmek başlı başına yüce bir amaçtı, fakat Timur bu gibi
durumları daha ticari bir anlayışla değerlendirirdi. Avrupa'nın
kasaları ve sandıkları boştu. Kazanç yoksa, cihad da yoktu.
Kocamış hükümdar, ayrıca Azrail'in onu bu dünyadan çe
kip almasına çok kalmadığını da düşünmüş olmalıydı. Cennette
3 70
onun için ayrılan yetmiş iki huri, belli ki daha fazla bekletilme
yecekti. Geri kalan kıymetli zamanı, Avrupa gibi beş para et
meyen bir kıta uğruna çarçur etmenin alemi yoktu.
Fakat değil mi ki hayattaydı ve değil mi ki hala hareket
edebiliyordu, demek ki bir seferlik daha zamanı vardı. Yıllarca
bunun hayalini kurmuştu. Hükümdarlığının en uzak sınır boy
larında zaten bunun hazırlığı yapılmıştı. Son seferi, en şanlı se
feri olacaktı. Bir kez daha cihad çağrısında buhınacaktı. Yeryü
zünde ona karşı koymaya muktedir tek güce meydan okuyacak
ve onu alt edecekti. Timur, Avrupa sahillerinde hazırda duran
ordusunu kaldırarak doğuya sürdü. Hıristiyan dünyası geniş
bir nefes aldı. Timur Çin'in Ming imparatoruyla savaşmak üze
re yola koyulmuştu.
371
10
Göklerin İmparatorluğu
1403-1404
372
anlamında, Hanbalık olarak bilinirdi). Görkemli yazlık başkenti
Sheng-Tu, çok sonralan İngiliz Samuel Taylor Coleridge'in af-'
yon etkisiyle yazdığı, "Kt.ıbilay Han" şiirindeki Xanadu'ya il
ham kaynağı olmuştu.
Çin'i ve Moğolistan'ı içine alan bu yeni imparatorluk, Mo
ğolların Orta Asya'daki üç Çağatay hanedanlığını, İran ve
Irak'taki Hulagu'yu ve Altın Orda'daki Cuci'yi gölgede bırakmış
ve her biri üzerinde büyük bir nüfuza sahip olmuştu. Azametini
anlatan öyküler, yirmi yıla yakın bir süre Harılarhanı'nın hizme
tinde bulunan, Venedikli gezgin Marea Palo'nun renkli üslubuy
la Avrupa'da yayılmaya başlamıştı. Uzun yıllardan beri Çin, ku
zey ve güney arasında ikiye bölünmüş bir durumdaydı. Kubi
lay'ın, Yangtse'nin güneyindeki fetihleriyle Sung hanedam niha
yet 1279' da çökertilmiş ve Çin yeniden birleştirilmişti. Kubilay'ın
başlattığı Yuan hanedam 1368' e kadar devam etti. Saltanatı, Do
ğu ve Batı arasında ticaretin gelişmesinden ötürü bir bolluk ve
bereket dönemi oldu. Yangtse Nehri'nde yılda iki yüz bin deniz
aracı seyrüsefer ediyor, Eski Çin İmparatorluğu'nun belli başlı
kentleri arasında ipek, pirinç, şeker, inci ve değerli taş getirip gö
türüyordu. Tacirler gözlerini kendi sınırlarının ötesine; İran,
Hindistan, Cava, Malaya ve Seylan pazarlarına dikmişlerdi. Ti
yatro, edebiyat ve resim sanatı gelişmeye başlamıştı.
Fakat Kubilay'ın 1294'teki ölümünden sonra imparatorluk
gerileme dönemine girdi. Bu durumdan bir ölçüde hanın ken
disi sorumluydu. Çünkü Çin' de tahta çıktığı zaman; Moğolla
rın, ülkeyi yönetecek kişilerin soylulardan oluşan kurultaylarca
belirlenmesi kuralını kaldırarak bunun yerine tahtın, basit ola
rak babadan oğula geçtiği bir düzen kurmuş ve böylece, bir
hamlede soyluların elinden tüm yetkeyi almıştı. Her ne kadar
kendisi bir başkaldırıya maruz kalmadıysa da aynı şey, varisie
ri için geçerli olmamıştı. Kubilay'dan sonra başa gelen müsrif
ve sefih hanlar, saray entrikaları ve darbe girişimleriyle bunal
tılmışlardı. 1323'te, Yuan imparatoru Ying-Zong'un bir suikasta
kurban gitmesi sonucu, Çin on yıl süren kanlı bir iç savaşa sü
rüklenerek parçalanmıştı. Türlü hastalıklar -bunlara muhteme
len veba da dahildi- doğal afetlerle birleşerek gittikçe zayıfla
yan imparatorluğu büsbütün güçten düşürmüştü.
373
Son Moğol imparatoru Sun Ti, zalimliği, şehvet düşkünlü
ğü ve beceriksizliğiyle ünlüydü. Kırsal bölgeleri kırıp geçiren
kıtlıkla mücadele edecek yerde, yatak odasından çıkmaz ol
muş; odalıklarına, "Gökteki Şeytanın Dansı" gibi türlü şehevi
gösteriler yaptırarak keyif çatıyordu. Yaşadığı sefih hayata pa
rasal kaynak sağlamak uğruna vergiler ağırlaştırılmıştı; bu ne
denle, Yangste ve Huai nehirlerinin kıyılarındaki ovalık bölge
lerde, Çinlilerin Moğol idaresine karşı isyan etmelerine ve bu . .
isyanların giderek ivme kazanmasına pek şaşmamak gerekir.
1350'lerde, Chu Yuan-chang adlı bir köylü bu isyanlardan biri
ne elebaşılık etmiş, tüm rakiplerini birer birer devirmişti. Ordu
sunun bir kısım birlikleri, 'ıstırap içindeki insanları, onları ya
kacak olan ateş ve boğacak olan sudan,' yani müstebit Moğol
idaresinden kurtarmak üzere kuzeye gönderilmişti. . Pekin' e
doğru ilerleyen köylü ordusu, yol üstünde karşılaştığı zaten
pek zayıf olan direnişi kırmakta zorlanmadı. Halk, korkak ve
şehvet düşkünü imparator Sun Ti için çarpışmaya hevesli de
ğildi ve imparatorun etrafında bulunanlar da Çin' deki Moğol
egemenliğinin artık son demlerini yaşamakta olduğunun far
kındaydı. Asilerden oluşan ordu, günden güne büyüyerek
1368'de karşı konulmaz bir güç halini aldı ve Pekin'i ele geçirip
Moğolları kuzey Çin' den sürdü. Sun Ti sıvışarak sürgüne gitti.
imparatorluk başkentinin düştüğü yıl, basit bir köylü olan
Chu Yuan-chang, yeni yeni filizlenen gücünden istifadeyle adı
nı değiştirip, kendini Ming hanedanının kurucusu, İmparator
Tai Tsu olarak ilan etti. Otuz yıl süreyle ülkeyi tam bir mutlakı
yetle yönetmesine rağmen huzursuzluk eksik olmadı, fakat so
nunda karışıklıklara son verip asayişi sağladı ve yenilikçi tarım
politikaları geliştirerek bu ıslahat hareketlerine karşı çıkanların
kafalarını uçurttu. Her ne kadar bu zorba imparatorun gereksi
nimlerini karşılayacak bazı değişikliklere uğradıysa da, Moğol
ların kaldırdığı Çin hukuk ve siyaset sistemi yeniden yürürlüğe
girdi; imparatorluk ailesinin bireyleri, ülkenin en zengin ve en
stratejik kentlerinin başına getirildi; bunlar gittikleri yerlerde
saraylar yaptırdılar, ordular kurdular ve gel zaman git zaman,
hep olduğu gibi, şahsi hırsların peşine düştüler.
374
1399' da Tai Tsu öldü ve on altı yaşındaki torunu veliaht
Hui Ti tahtta kalabilmek için büyük bir mücadeleye girişti. Ti
mur bu haberi, Hindistan seferinden döner dönmez almıştı; fa
kat o tarihte çoktan batıya yürüyüp Suriye, Mısır ve Bayezid' e
karşı savaş açmaya karar vermiş bulunuyordu. Casuslardan,
diplamatlardan ve tüccarlardan oluşan istihbarat şebekesi sa
yesinde, Çin'in göbeğindeki bu muhataralı durum hakkında
devamlı bilgi alıyordu. Genç imparatoru, hoşnutsuz amcaların
dan biri, ülkenin en güçlü ordusuna sahip olan ve hırs bürü
müş gözlerini tahta dikmiş bulunan Pekin prensi sıkıştırıp du
ruyordu. İmparatorun sadık hizmetkarı olduğunu ve "Dertleri
Dindirme" adını verdiği savaş için yola çıktığını ilan ederek
kuvvetlerini güneye sürdü. Huzuru bozanların saraydaki da
nışmanlar olduğu iddiası ve bunlarla savaşma kisvesi altında,
prens nihayet tahta elini uzattı. Savaş dört yıl sürecekti. Pekin
ve civarındaki topraklar, kardeşin kardeşi bağazladığı korkunç
bir kargaşa içine girerken, Timur son hedefine doğru adım
adım ilerleyecekti. Göklerin İmparatorluğu tam saldırılacak ta
va gelmişti.
Çin, girdiği hiçbir savaşta yenilmemiş bir adam için en uy
gun mükafattı. Kendisinin de bir fani olduğunu kabul eden, be
li bükük ve yarı kör hükümdara, askeri hayatını kapatmak için
uygun bir son gerekiyordu. Din, maliye, şan, şeref ve Moğol tö
resi gibi hesaba katılması gereken önemli unsurlar, Çin seferine
cevaz veriyordu. Pekin'i ele geçirecek kişi, akla hayale gelmedik
bir servete konacaktı. Tarihi kayıtlara göre; Pekin başkentliğinde
ki imparatorlukta Müslümanlar, son yıllarda onbinlerle boğazla
nıyar ve İslamın tüm izleri hunharca siliniyordu. Her yerden faz
la burada, katliam ve yağmadan sağlanacak ün, şan ve sevap
vardı. Yezdi bu noktada, kendinden beklenmeyen bir gerçekçi
likle, İslamın Kılıcı'nın katirden çok Müslüman kanı döktüğü
nü kabul etmiş ve "diğer savaşlarda çok mürnin kanı akmıştı;
Timur, Çin' de kazanacağı zaferle bunun kefaretini ödemeyi
umuyordu," diye yazmıştı. Dahası, Çin'in fethiyle Timur'un bir
ömür beslediği bir hayal gerçekleşecek; Cengiz Han'ın oğulları
na ait dört Moğol hükümdarlığı, onun hakimiyeti altında birle
şecekti. Onun egemenliğini ilk tanıyan Çağatay Hanlığı olmuş,
375
Cuci ve Hulagu cım izlemişti. Tek eksik Kubilay'ınki idi; islamı
kabul etmeyen yalnızca onun imparatorluğu kalmıştı. Hak di
ninin burada tutunamayışı ve şiddetle bastırılışı yetmezmiş gi
bi, bir de üstüne kafirlerin dini buraya sızmış -iftiranın da bu
kadarı olurdu- hatta imparator bile dinini değiştirmişti. Clavi
jo, "bize, Çin'in yeni imparatorunun doğumundan beri putpe
rest olduğu, fakat daha sonra Hıristiyanlığı kabul ettiği söylen
di," diy� yazmıştı.
Timur'un en korkunç düşmanıyla girişeceği savaşın hazır-
lıklarında en ufak bir kusur ya da eksiklik yoktu. Hep olduğu
gibi, istihbarat örgütü çok önceden faaliyete geçirilmişti. As�
ya'nın kervan yollarında mekik dokuyan adamları, Göklerin
İmparatorluğu'nda giderek bozulan siyasi durum hakkında
onu düzenli olarak bilgilendiriyorlardı. Bir ara, Müslüman tüc
carların Çin' den sürüldüğü haberi gelmişti; Timur bu bağışla
namaz hakaretin öcünü almayı üstüne vazife bildi. 1398' de, hü
kümdarın Çin'den dönen elçilik heyetiyle birlikte Taşkent'e ge
len Çin elçisi An Chi Tao, alıkonularak Tatar hükümdarın top
raklarında bir geziye çıkarıldı; yanına verilen muhafızlar onu
bir an dahi yalnız bırakmadılar. Hiç hesapta olmayan bu zo
runlu eğlence, onu ta Tebriz' e, Şiraz'a, İsfahan'a ve Herat'a ka
dar götürdü ve tam altı yıl sürdü. Elçiliği sona erdiğinde, bu,
diplomasi dünyasının en uzun görevlerinden biri olmuştu. Elçi
An, imparatorun yanından ayrıldıktan ancak on iki yıl sonra
Pekin' e geri dönebilmişti?3
Timur'un Ming imparatoruna karşı aldığı bu alaylı tavır
kasıtlıydı ve giderek artan gücünün ve kendine olan güveninin
bir göstergesiydi. Geçen yıllar zarfında Pekin'le olan ilişkisi,
daha güçsüz hükümdarın güçlü olana saygısından, giderek ar
tan bir küstahlığa ve nihayet aleni düşmanlığa dönüşmüştü.
Clavijo, Timur'un sarayında bir başka Çin elçisinin -muhteme
len Elçi An'ın serbest bırakılması için gönderilmişti- maruz
73 Elçi An'ın, kendisini tutsak eden Timur'un aksine, zamanlama konusunda çok
marifetli olduğu söylenemez. Başından olmadık maceralar geçen birçok kimse
gibi, bunları anlatan bir kitap yazmıştı. Eğer hatıratının Çin'de en çok satan ki
tap olacağı hayaline kapıldıysa, büyük hüsrana uğramış tır. Batı Seyahatinde Gör
düğüm Tuhaflzklar, adlı toplu şiirleri kendisi hayattayken ortaya çıkarılmamıştı.
Yapıt, ilk olarak on yedinci yüzyılda yayınlandı.
376
kaldığı hakaretleri dikkatle izlemiş ve bu da, Tatar hükümdarın
ondan kısa bir süre öncesine kadar Ming imparatoruna boyun
eğmekte olduğunu ispat etmişti. "Yakın bir zamanda Çin'den
gelen bu elçi Timur'dan, imparatorunun hakkı olduğunu söyle
diği ve hükümdarın ondan önce her yıl düzenli olarak ödediği
haracı istiyordu."
Çin arşivleri de buna benzer bir hikaye anlatır. 1412'de im
parator Cheng Tsu, Timur'un oğlu Şahruh'a, bir devletin başına
değil de en fazla bir generaline hitap eder gibi yazdığı mektupta,
haraç veren bende konumuna razı olmasını söylüyordu. Aksi
takdirde, sonuçlarına katlanması gerekeceğini bildirerek onu
tehdit ediyordu. "Baban Timur Gurgan, yüce Tanrı'nın buyru
ğuna uyarak, kendisinin ulu imparatorumuzun bendesi olduğu
nu kabul etmişti. Ona devamlı olarak hediyeler ve elçiler gön
dermiş, böylelikle uzaktaki ülkenizin halkını huzur ve mutluluk
içinde yaşatmıştı. . . sen de egemenliğimizi samirniyetle ve kendi
rızanla kabul et ki biz de sana bunu zorla yaptırmaya kalkmaya
lım." Timur' a kendi memleketinde verilen tumturaklı unvanlar
-Asrın Hükümdarı, Cihangir gibi- Ming imparatorunun sara
yında ağza bile alınmıyordu. Pekinli imparatorlar için Tatar hü
kümdar, sadece Semerkandlı Fu-Ma Timur'du?4
1394 gibi, hayli ileri bir tarihe kadar Timur, Ming impara
toruna övgü dolu bir dille hitap ediyordu:
377
gibi oldular . . . Haşmetmeaplarınm hatırıını sormaya tenezzül buyur
duğu mektubu hürmetle okudum; arzusuna binaen yabancıların
Çin'le münasebetini kolaylaştırmak üzere posta konakları kurdur
dum; uzak memleketlerin insanları da bunlardan istifade edebilir.
Hürmet/e belirtirim ki Haşmetmeaplarının yüreği, iilemde olup biten
lerin göründüğü kadeh gibidir . 75 İyiliğinle, merhametin/e gözümü,
. .
İki yüz hediye at, bu taşkın iltifatı biraz daha etkili kılmış olsa ·
gerektir. 76
On beşinci yüzyıla girilirken Timur, samimiyeti kuşkulu
sözleri bir kenara bırakıp savaşacak duruma gelmişti. O sırada
sarayına Çin'den bir elçilik heyeti çıkageldi ve Timur'un, Mo
ğolistan'ın doğu sınırları boyunca uzanan ve ezelden beri Çin
imparatoruna vergi veren toprakları işgal etmesine rağmen ye
di yıldan beri ödemeyi ihmal ettiği haracı istedi. Semerkand' a
varışı, Clavijo'nun burada diplomatik görevle bulunduğu za
mana denk gelen heyet, Tatar hükümdara, haracın o tarihe ka
dar ellerine geçmediğini bildirdi. Timur' un bu azar karşısında
fena halde onurunun kırıldığını kaydeden hayretler içindeki İs
panyol elçi şöyle devam eder: "Haşmetmeapları bu elçilere, çok
doğru söylediklerini ve gereken ödemeyi yakında yapacağı ce
vabını verdi; fakat onlar, yani elçiler, dönerken zahmet buyu
rup bunu ta Çin' e kadar taşımasınlardı, çünkü Timur onu ken
di eliyle getirecekti. Tabii tüm bunları alayla ve onlara olan ga:..
rezinden söylüyordu, çünkü haşmetmeaplarının bu haracı öde
meye hiç niyeti yoktu." Bir başka gün, Pekin'den gelen elçilik
75 İlk İran hükümdan Cemşid'in kadehine atıf. Firuze renkli bu kadehin, kurucusu
olduğu söylenen Persepolis kentinde, toprak altından çıkarıldığı rivayet edilir.
Adı Fars dilinde 'güneş çanağı' anlamına gelmektedir.
76 Saray tarihçelerinde, Timur'un Pekin'le pek de onur verici olmayan ilişkisi hak
kında fazla bir kayıt bulunmayışma şaşmamak gerekir. Fransız tarihçi Edgard
Blochet'nin 1910'da yazmış olduğu gibi, "Egemenliği altında bulunduğu kimsele
re karşı hiçbir ayrıcalık tanımayan Abdürrezzak es-Semerkandi dışında, Timuro
ğullarının tüm resmi vakanüvisleri, İran topraklarıyla Göklerin İmparatorluğu
arasındaki ilişkiler konusunda mutlak bir suskunluk içindedirler; böyle yapmakla
gelecek nesillere onur kırıcı anılar bırakmayacaklarını ümit ediyorlardı."
378
heyetinin İspanyollardan daha yukarıda oturduğunu fark eden
Timur, iki tarafın yerlerinin değiş tokuş edilmesini buyurmuş
tu. Sonra huzurunda bulunan sesi soluğu kesilmiş kişilere, Çin
elçisinin, "Timur'a düşman, haydut bir herifin adamı" olduğu
nu ilan etmişti. Ardından, diplomasi ve haraç devrinin artık so
na erdigine dair kesin bir işaret vermişti. "Bundan sonra hiçbir
Çinli, böyle bir heyetle buraya ayak basmaya cüret edemeye
cektir; Allah'ın izniyle Timur bunun tedbirini alacaktır."
Timur'un Pekin'le olan ilişkisindeki bu ani değişikliğin ne
denlerini anlamak zor değildir. Yıllardan beri gün saymaktay
dı. Kime düşmanlık edeceğini gayet iyi bilen bir kişi olarak, or
duları Doğu'nun en kudretli hükümdarına meydan okuyacak
güce ve büyüklüğe erişmeden bir adım atmayacaktı. Ne de, ön
ce dünya üzerindeki bütün rakiplerini yok etmek gibi uzun ve
yıpratıcı bir işe kalkışacaktı. Kuzeyde Altın Orda çökertilmişti.
Güneyde Delhi'nin canına okunmuştu. Batıda, Osmanlı ve
Memluk hükümdarlıkları Tatar istilası karşısında iki büklüm
olmuşlardı. Doğuda, yalnızca Çin, onun yörüngesine girme
mişti; bu tüm dünyaya hükmetmeyi kafasına koymuş bir ada
mın önündeki son engeldi. Doğuya giden yol şimdi ordularının
önünde açılmıştı.
Timur Çin'in başkentinde bulunan hazinelerin dünyada
bir eşi daha olmadığını biliyordu. Pekin' e gönderdiği heyet,
1404'te Elçi •An'la birlikte Semerkand'a dönmüştü. Resmi gö
revli, Çin başkentinin Tebriz' den yirmi kat daha büyük oldu
ğunu söylemişti. Clavijo, eğer bu doğruysa, "Pekin dünyanın
en büyük kenti olmalı," diye yazmıştır. Pek hoş karşılanma
makla beraber Timur' a, Ming ordularındaki askerlerin çöldeki
kum kadar çok olduğu haberi de verilmişti.
379
ği/miş. Başkent ve Çin hakkında daha başka öyle ilginç şeyler söyle
niidi ki aniatmakla bitmez.
3 80
Allahdad, ilk safhalarından itibaren, bu sefer için yapılan
hazırlıkların içindeydi. 1401-1402 kışında Timur, Karabağ yay
larında kışlarken Allahdad, doğudaki bataklıkları ıslah ederek
orduyu besieyecek tarım alanları kazanmak ve yapılacak hü
cumlar için üsler inşa etmek göreviyle doğuya gönderilmişti.
Hisariardan biri, Seyhun nehrinin doğusundaki Aşpara'ya on
günlük bir yürüme mesafesinde inşa edilecekti. Öbürü, Çin'e
daha da yakın bir yerde, Isıkgöl'ün yanına dikilecekti. Bu ha
zırlıklar 1396 gibi, Timur'un Semerkand'da iki yıl kalıp başken
tini güzelleştirdiği ve doğuda bir savaş düşündüğü, hayli erken
bir tarihten beri sürdürülen hazırlıklara ek olarak yapılıyordu.
Bunun rastgele bir girişim olmadığı açıktı. Timur, veliaht tayin
ettiği tarunu Muhammed Sultan'ı da kırk bin askerli bir birli
ğin ve önde gelen emirlerinin başına koyarak, hisariarın inşa
atını denetlernek ve o yörelerde terk edilmiş zirai arazilerin su- _
38 1
merkand'ın cıvıltılı çarşı ve sokaklarında, kubbeli cami ve med
reselerinde, bakımlı bağ ve bahçelerinde bu son seferden başka
bir şey konuşulmaz olmuştu. Semerkand, sadık bir yar gibi, se
ferde olduğu zamanlar onun hasretini çekiyor, fakat her zaman
sabır ve tevekkül içinde, onun muzaffer olarak kendisine döne
ceği günü bekliyordu. Çin'le savaşın, onun bugüne kadarki en
iddialı girişimi olduğunu bilmeyen yoktu. Birçok kişi, hüküm
cların sonunda kendini aşan bir işe kalkışmış olmasından kor
kuyordu. Daha önce kaç zafer kazanılmış olursa olsun, yeryü
zündeki en güçlü ordunun elinde yaşanacak bu bir tek bozgun
olasılığı, şimdi tüm hükümdarlığı tehdidi altına almıştı.
* * *
382
Bursa'ya götürülmesini buyurdu. Sultanın oğlu Musa Çelebi'ye,
bir hükümdar kaftanı, ala bir kemer, bir kılıç, üstüne değerli
taşlar kakılmış bir sadak, otuz at ve bir miktar altın hediye gön
derdi. Ancak bu işler bittikten sonradır ki genç velialıtın yattığı
karargaha koşabildi. Yolu üstünde isyan eden bir Türkmen bo
yu, onun biraz gecikmesine sebep oldu ve nihayet torununun
yanına vardığında, oğlanın durumunun iyiden iyiye kötüleş
miş olduğunu gördü. Konuşmaktan bile acizdi ve yüzü ölü gibi
sararmış, yatıyordu. Üç gün süreyle tahtırevanda taşındı, ama
artık çok geçti. Bayezid'in ölümünden dört gün sonra; savaş
meydanlarının aslan dövüşçüsü, hükümdarın gelecek ümidi,
hayat dolu Muhammed Sultan, öbür dünyaya göçtü.
Timur' u teselli etmenin imkanı yoktu. Bu çocuğa apayrı bir
düşkünlüğü vardı. Vakitsiz ölümü, benzeri bir derdi depreştir
mişti; çünkü bu, çeyrek asırdan fazla zaman önce, yirmi bir ya
şında ölen ilk çocuğu Cihangir'in en büyük oğluydu. Timur, bu
delikaniıyı diğer tüm oğullarından ve torunlarından üstün tut
muş ve onu; liderlik vasfına, yiğitliğine, zekasma ve askeri di
rayetine bakarak tam bir emniyetle veliaht tayin etmişti. Ti
mur'un en amansız eleştirmeni Arabşah dahi onun has kişiliği
ni takdir etmişti. Suriyeli tarihçi, "en babayiğit adamlar, en
okumuş yazmış kişiler onun yanından ayrılmak istemezdi; ka
şını kaldırışında bahtiyarlığın çizgileri okunurdu; asalet yüzü
nün her hattına sinmişti."
Tüm ordu derin bir yasa büründü. Memlekete dönüşleri ve
ardından çıkacakları sefer, şimdi bir cenaze alayına dönmüştü.
Herkes karalar bağladı. Muhammed Sultan'ın anası, Cihan
gir'in dulu, güzeller güzeli Hanzade, orduyla buluşmak üzere
Ermenilerin yaşadığı Avnik' e çağrıldı. O daha varmadan, veli
ahtın üç genç oğlu Erzurum'a geldi; bu öyle dokunaklı bir
manzaraydı ki hükümdarın gözünden bir kez daha sicim gibi
yaş indi. Hele de ananın acısı görülecek şeydi. Hanzade, zaten
daha önce kocasını kaybetmişti. İşte şimdi de en büyük oğlu
elinden alınmıştı. Muhammed'in ölüm haberi ona ulaştığında
oracıkta düşüp bayılmıştı. Daha sonra kendine geldiğinde, saçı
nı başını yolmuş, üstünü başını yırtmış, yüzünden kan getirin
ceye kadar kendini tırmalamıştı. Canı, ciğeri oğlunu, bu kadar
383
genç yaşta kaybedebileceğini hiç düşünmemişti; feryat, figan
ediyordu. Çok büyük bir hükümdar olacaktı. Kanlı gözyaşları
dinrnek bilmiyordu; oğlunun ölümü onu 'canevinden, hançer'
gibi vurmuştu.
Koca hükümdar, ölümün sinsi sinsi kendine doğru yaklaş
tığını hissediyordu. Yıllar yılı birlikte zaferden zafere koştuğu
adamlar, birer birer dökülmeye başlamıştı. Timur'un uzun süre
hizmetinde bulunmuş olan emiri Seyfeddin Nukuz, Bayezici'le
yapılan hayati karşılaşmadan kısa bir süre önce vefat etmişti.
Osmanlı sultanını kaçarken yakalayan kukla han, yiğit cenga
ver Sultan Mahmud, savaştan sonra ölmüştü. Yerine bir daha
da kimse tayin edilmemişti.
Timur, Muhammed Sultan'ın cenaze merasiminin Avnik'te
yapılmasını buyurdu. Asyalı hükümdarlar, beyler baş sağlığına
geldiler; cihana böyle asil bir sultan, böyle yiğit bir savaşçı gön
derdiği için Allah'a sena ettiler. Hocalar, durmadan Kuran
okuyordu. Muhammed Sultan'ın nekkaresine son bir kez güm
güm vuruldu. Saraylı kadınlar, emirler, beyler, bahadırlar, hiz
metkarlar, birdenbire ve hep bir ağızdan acı feryatlar ettiler.
Nekkare, Moğol töresi gereğince parça parça edildi. Bir daha
hiçbir şehzade için çalmayacaktı.
Velialıtın na'şı, Avnik'ten Sultaniye'ye, oradan da Timur'un
umumi yas ilan edilmesini buyurduğu, Semerkand'a götürül
dü. "Yaklaştıklarında, insanlar sokakla�a döküldü; karalara bü
rünmüşlerdi, soylusu, soysuzu; .rezili, erdemiisi karalar içinde
yürüyordu; sanki dünyanın üstüne, en karanlık gecenin örtüsü
serilmişti."
* * *
3 84
telikte bir akın yapılmasını emretti; çünkü kral hükümdarın or
dugahına gelmemişti. Bu, Timur'un bu dağ krallığına yaptığı
altıncı ve son sefer olacaktı.
Tam da hasat zamanıydı ve Tatarlar harman yerlerini so
yup sağana çevirdiler. Bunun ardından çarpışmalar daha yük
sek geçitlerde ve daha kanlı bir biçimde devam etti. Tarihçiler
Kurtin kuşatmasını anlata anlata bitiremezler; bu, son derece
müstahkem, ünlü bir kaleydi ve içinde yaşayanlar zapt edilmez
olduğunu düşünüyorlardı. Samıçiarı ağzına kadar su, 'mah
zenleri birbirinden leziz şaraplarla' doluydu ve sürüyle domuz
ve koyunları vardı; burayı savunanlar, Tatar belasını savuştu
racaklarından emindiler. Fakat bir gece, ustaları kuşatma cihaz
larını ve mancınıkları kurarken, bir asker kayalık cephedeki in
ce bir yarıktan içeriye süzüldü ve tırmana tırmana, yukarıdaki
kaleye çıkmayı başardı. Gece boyunca elli asker aynı yoldan
onunla birleşti. Şafakla beraber tepelerden gelen "Allahü Ekber"
feryadı ortalığı inletti; aynı anda Tatar davulları gümbürdedi,
borazanlar uğuldadı ve hücum başladı. Mancınıklardan atılan
taşlar kale kapısını parçalayıp devirdi ve garnizon istila edildi.
Kale beyi ve askerlerinin boyunları vuruldu ve saldırı sırasında
hayatlarını tehlikeye atan birlikler cömertçe ödüllendirildi. Ti
mur onlara kaftanlar, kılıçlar, şeref payesi olarak kuşaklar, at
lar, katırlar, çadırlar, şemsiyeler, geldikleri memleketlerde bağ
lar ve köyler ve tabii çok sayıda güzel kadın bağışladı.
Sefer 1403 yılının güzüne kadar devam etti. Timur ülkenin
ta bağrına kadar girerek, "yedi yüz köy ve kenti yağmaladı;
ekili dikili toprakları tarumar etti; Hıristiyan manastırlarının ve
kiliselerinin kökünü kazıdı." Yıllar yılı onca Müslümanı katiet
tikten sonra şimdi birden, büyük bir şevkle kafir avına çıkması
belki de artık günlerinin sayılı olduğunu hissetmesindendi.
Smirna'dan Gürcistan'a koşmuştu ve şimdi de Çin yolcusuydu.
Daha önce esir alınmış bazı seçkin Gürcüler aracılığıyla Ti
mur, Kral Giorgi'nin teslim şartlarını karara bağladı. Onu b ek
leyen bir sefer vardı; o nedenle bu yörede daha fazla oyalan
mak istemiyordu. Kral gene de Timur'un ordugahına gelmeyi
reddetti; fakat bir heyetle, hükümdarın adına basılmış bin altın
sikkeyle, bin at; ayrıca altın, gümüş, billur kap ve kaseler, ku-
385
maşlar ve fevkalade iri bir lal yakut gönderdi. Timur, bu kadar
uysallığı yeterli buldu ve ordu doğuya doğru yoluna devam et
ti. Başkent Tiflis civarındaki manastır ve kiliseler de yakılıp yı
kıldıktan sonra, Tatar güruhları yöreyi terk etti. Gürcistan bir
kez daha mahvolmuştu. Tarlaları kupkuru, kasaları bomboş
kalmıştı. Koca koca kent ve kasabalar bu kıyımda yok olup git
mişti. Yollar, çürüyen ölü yığınlarından geçilmiyordu. Kelleler
den dikilmiş minareler bu bataklıkta ayakta kalan tek yapılardı.
Kış hızla yaklaşıyordu ve buz gibi yeller ovalarda uğulduyor
du. Timur'un Tatar güruhları, geride hiçbir şey blrakmamacası
na, ırza geçmiş, öldürmüş, ateşe vermiş, talan etmişlerdi. Fela
kete uğramış kent, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Fakat şük
redilmesi gereken bir şey vardı ki henüz kimse bunun farkında
değildi; Yedi Düvelin Yenilmez Padişahı, bir daha buraya hiç
gelmeyecekti.
* * *
77 Yezdi, İslam aleminin eski başkenti ve halitelerin yurdu Bağdat'ı yeniden inşa et
tirdiği için Timur' u övmekle bitiremez. Hükümdara atfettiği konuşma, her ne ka
dar biraz mübalağalı da olsa, Tatar hükümdarın, Cengiz Han'ın aksine, yıkıcı ol
duğu kadar yapıcı da olduğu gerçeğini bir kez daha vurgular: "Yurtlarının yakı
hp yıkılmasına sebep, Bağdatlıların bize karşı verdikleri ve inatla uzattıkları sa
vaştır; intikarnımız acı olmuştur. Fakat buranın, Muhammed inancının yaşadığı
dünyanın belli başlı şehirlerinden biri olduğu; şeriatın burada öğretildiği, diğer
ülke alimlerinin dinimizin en kutsal akidelerini ve en faydalı bilgileri burada bul
duğu için, bu ünlü kenti topyekun yok etmenin vebali ağırdır: işte bu nedenle
onu eski canlılığına kavuşturmak azmindeyiz; böylelikle, önceden olduğu gibi
tekrar bir hak ve hukuk makamı, din ve şeriat merkezi haline gelecektir."
386
meseleler kafasını çok meşgul eder olmuştu. Yaşlı hükümdar
ölümünden sonra taht kavgası çıkmaması için elinden geleni
yapıyordu. Tarunu Pir Muhammed'e, Şiraz verilmişti. Karde
şi Rüstem, İsfahan'ın; bir başka kardeşi İskender ise Heme
dan'ın idaresinden sorumlu olacaktı. Şehzade Halil Sultan,
Anadolu'nun kuzey sahilincieki Kafkasya ve Trabzon arasın
daki toprakları almıştı.
Bayezid'in, Muhammed Sultan'ın, Seyfeddin Nukuz'un ve
Sultan Mahmud'un kısa bir süre önceki ölümlerinden sonra,
Timur'un, kendisinin de bir fani olduğunu hatırlatacak başka
bir olaya ihtiyacı yoktu. Fakat 1404 baharında, müthiş bir sürek
avının ardından Tatar ordusu yaylalardan ayrılırken, bir acı ka
yıp daha yaşadı. Yıllardan beri tüm seferlerinde ona eşlik et
miş, onu ve ordusunu gayrete getirerek peş peşe birçok parlak
zafer kazanmalarına yardımcı olmuş akıl hocası, manevi yol
göstericisi Şeyh Bereke, ölen veliahtı için Timur' a başsağlığı di
lemek üzere batıya gelmişti. Bu onların son buluşması oldu.
Bereke de, Bayezici ile Muhammed Sultan'ın ardından kara
toprağa girdi.
Yurda dönüş devam ediyor, bir yandan da hükümdarlık
işleri yürütülüyordu. Timur; gezici sarayında kararlar, hüküm
ler veriyor, dilekçelere ve şikayetlere bakıyor, bendesi olan bey
lerden veya elçilerinden gelen haraçları kabul ediyor, görevini
kötüye kullanan yöneticilerin icabına baktırıyordu. Fakat bu gi
bi devlet işleri sıradan askerlerin umurunda değildi. Tek dü
şünceleri ve emelleri Maveraünnehir'e dönmekti. Attıkları her
adım onları biraz daha yurtlarına, yuvalarına yaklaştırıyordu.
Karabağ'ın dokuz yüz kilometre doğusunda, çöl ün ortasın
daki bir müstahkem yerden, göğe saygı sunareasma bir sınır ta
şı yükseliyordu. Timur'un seferlerinde yıllanmış gaziler, hayat
larında böyle müthiş bir yapı görmemiş ve bunun bir minare
olabileceğine inanamayan genç askerlere, heyecanla onu işaret
ettiler. Yaşça büyük gazilerin bu denli sevinmesinin nedeni ba
sitti. Minare, beş yıllık koşunun sonuna geldiklerini gösteriyor
du. Sağ salim M<weraünnehir'e ulaşmışlardı. Burası, hüküm
darlığın ikinci büyük kenti, İslamın gök kubbesi, mübarek kent
Buhara'ydı.
387
* * *
388
Ayaklarım, ister istemez beni ona doğru sürükledi; dolarn
haçlı sokaklardan geçtim; Magok-i Attari Camii'ni geride bı
rakıp takke yapımcıları çarşısına girdim; Bazar-ı Kord Cami
i'nin yanından dolanıp, Emir Alim Han Medresesi boyunca
yürüdüm; sonunda Buhara'nın her cefaya direnmiş, en sağ
lam yapısı karşıma çıktı.
1 1 27' de inşa edilen Kalon Minares i, daha yüz yaşında şun
cacık bir çocukken, Cengiz Han'ın gazabından bile kurtulmayı
başarmıştı. Bu dikey harika, bozkırın amansız savaşçısını huşu
içinde bırakmıştı; o kadar ki kenti adeta tırpandan geçiren
adamlarına ona kıyıimamasım buyurmuştu. (Buhara'nın geri
kalan kısmı o kadar şanslı değildi; Cengiz' in orduları işlerini
bitirdikleri zaman, 'kentin üzerinde bulunduğu düzlüğün, gü
neş ışınları altında kan dolu bir tepsi gibi göründüğü' ifade
edilir.) Diğerlerinden farklı olarak bu minare, bin yıla yakın
bir zaman hem müezzinlere, hem tacirlere, hem askerlere hiz
met vermişti. Karakum Çölü'nü geçen, yorgunluktan canı çık
mış deve kervanları ufukta özlemle bu kuleyi arardı; açlık ve
susuzluktan bitmiş tacirler için bu, medeniyete yaklaşınanın
ilk işaretiydi. Zirvesinde yanan fenerler, şiddetli kum fırtınala
rında bata çıka ilerleyen gezginlere yol gösterirdi. Minare aynı
zamanda bir gözetierne kulesiydi. Zengin süslemelerle kaplı,
daire biçimindeki kemerli bir odanın penceresinden askerler
ufku gözetler, kente doğru düşman gelip gelmediğine bakar
lardı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Buhara usulü
adalet dağıtıcıları için Kalan Minaresi bir "Ölüm Kulesi"ydi;
en azılı suçlular sonlarına, minarenin 105 basamak merdiven
lerini tırmanarak giderlerdi. Bu merasimler, aşağıda seyir için
biriken kalabalıklarda merak, ürküntü ve dehşet uyandırmala
rı için dikkatle düzenlenirdi. Kişinin işlediği suç, minarenin te
pesinden okunurdu. Seyircilerden çıt çıkmazdı. Korkunç ve kı
sa bir duraklamadan sonra, elleri ayakları bağlanarak bir çuva
lın içine tıkılmış olan suçlu, canhıraş çığlıklar içinde aşağıya,
ölüme itilirdi.
N e gibi işlere yaradığı bir yana, Kalon Minaresi bir mimari
şölendir. Dokuz metre çapında, sekizgen bir kaide üstünde, na
rin tuğla ve çini işlemeler on şerit halinde, göğe doğru dimdik
3 89
ve dümdüz yükselir. Zirveye çıkıldığında, işlemeleri daha ince
ve girift bir görünüm arz eden bu tuğlalar, buradaki on altı
pencerenin üstünde dışarıya doğru hafif bir çıkıntı teşkil ettik
ten sonra, tekrar içeriye çekilip yatay bir çatı oluştururlar; bu
nun da üstünde, daha eskilerden kalma füze biçimli bir yüksel
ti, minareyi taçlandırır.
Her ne kadar minare, Cengiz'in ve Moğol askerlerinin zapt
ettikleri kentleri dümdüz etme siyasetinden kurtulduysa da, ait
olduğu Kalan Camii kurtulamamıştı. Öyle büyük ve görkemli
bir yapıydı ki, Cengiz atı üstünde içeriye girdiği zaman buray�
sultanın sarayı sanmıştı. Ne zaman ki yapının Buhara'nın
ulucamisi olduğunu öğrendi, büyük bir nefret içinde adamları
na, Kuran'ların durduğu rahlelerin at yemliği olarak kullanıl
masını emretti. Ve burada, yani Tanrı'nın evinde, askerlerine
kenti yerle bir etmeleri için açık kart verdi. Birkaç dakika sonra
cami alevler içindeydi. Yerde bir avuç kül haline gelene kadar
da yandı.
* * *
390
gelerinden biriydi; dünyadaki tüm Müslümanların, Kuran' dan
sonra en güvenilir kaynak olarak kabul ettikleri bu yapıtta Pey
gamber'in hadisleri yer alır. İnsanüstü hafızasıyla ünlenen bu
bilge, çocukken iki bin hadisi ezbere okııyabiliyordu. Yaptığı
araştırmalar sonucu, altı yüz bin hadis toplayıp incelemiş, bun
larm içinden yalnızca 7275 tanesini sahih, yani sahici kabul ede
rek seçmişti. Sahiciliklerini ispat için, bunları kimlerden duy
duğunu, kişilerin soyları soplarıyla beraber uzun uzadıya an
latmış, Peygamber'in şahsına kadar gitmişti.
El-Buhari gibi, Bahaeddin Nakşibendi de kentin ünlü ev
latlarından biri, Timur'un çağdaşı ve Orta Asya'nın en büyük
Sufi önderiydi. Müritlerine tefekkür, sadelik, günahlardan
arınmış bir hayat, huzur, hoşgörü ve namus bütünlüğünün
yanı sıra, yüksek mevkilerden uzak durmalarını öğütlerdi.
Buhara'nın dışında, kente on dakika uzaklıkta yer alan med
rese, cami, hankah ve Nakşibendi'nin türbesinden oluşan yapı
lar bütünü, yakın bir tarihte Türkiye'nin yardı:rİuyla restore
edilmişti. Nakşibendi'nin 675'inci doğum yılı olan 1 993'te, ya
pılar tekrar ziyarete açılmış; bu münasebetle yapılan törenle,
aynı zamanda İslamın Orta Asya' da yeniden doğuşu kutlan
mıştı. Günümüzde burayı ziyaret edenler, İslam dünyasının
dört bir yanından gelerek bu mübarek şahsın siyah mezar ta
şını tavaf eden ve arada bir durup saygıyla ona dudaklarını
dokunduran hacılarla karşılaşırlar. Bunlardan bazılarının,
Nakşibendi'nin değneğinden yeşermiş olduğu söylenen bir çı
nar ağacının gölgesinde oturan bir hacayla birkaç kelime ko
nuştuğu ve kendileri için edeceği dualar karşılığında eline bi
raz para tutuşturduğu görülür. Yapılar arasındaki başka bö
lümlerde, yerine gelen adakları karşılığında kurban eti dağı
tan hacılara rastlanır.
Timur dönemindeki İslamın Gök Kubbesi, yirminci yüzyı
lın ilk yarısında taarruza uğramıştı. Dini eğitimin yasaklandığı
Sovyet rejimi sırasında imamı, dedesiyle ninesi büyütmüştü.
Onun için gizlice, Sovyet istilasından önce medreselerde görev
yapan hocaları arayıp bulmuşlardı; bunlardan aldığı derslerle
Kuran ve Arapça yazı öğrenmeye başlamıştı. On sekiz yaşına
geldiğinde, Kalon Camii'nin tam karşısındaki, Buhara'nın mavi
391
kubbeli, saygın on altıncı yüzyıl medresesi Mir-i Arab' da ken
dine bir yer edinmişti. "O devirde olanları Timur duysa kulak
larına inanamazdı. Sovyet idaresi altındayken medrese Buha
ra' dan hiç öğrenci kabul etmezdi, çünkü kentteki komünist yet
kililer rejime ne kadar bağlı olduklarını göstermek peşindeydi
ler. Patronlarına, buradaki halk çok aydınlanmış olduğu için,
içlerinden bir tek kişinin bile dini eğitim almak istemediğini
bildirmişlerdi. Benim kabul edilmemin nedeni, Arapça yazıyı
bilmemdi."
Yedi yıl medrese eğitimi görmüş, bunun iki yılını Taş
kent'teki İmam el-Buhari Medresesi'nde okumuştu. İki yıl as
kerlik yaptıktan sonra, İslam camiasma yeniden dönerek Mir-i
Arab Medresesi'ne hoca olmuştu. Parlak bir çalışma hayatın
dan sonra,_ elli yaşında mesleğinin zirvesine ulaşmıştı. "Sovyet
devrinde topu topu üç camimiz ve ancak seksen öğrenci okuta
bilen bir medresemiz vardı. Şimdi ise yalnızca Buhara yöresin
de yüz camimiz, ülke çapında on bir medresemiz var."
Sufiliğin, Buhara' nın devraldığı dini mirasa uygun olarak, bu
dini uyanıŞın başını çektiğini bilmek herhalde Timur'u çok hoş
nut ederdi. "Biz insanlara işte bunu öğretmeye çalışıyoruz. Onla
ra tasavvufi eğitim veriyor, kendilerini geliştirerek Allah' a yak
laşmalarına yardımcı oluyoruz. Sufiler savaşa karşı ve gelişme
den yana olan insanlardır. Timur'un Sufi düşünürlere ne denli iti
bar ettiğini herhalde biliyorsunuzdur. Bunların çoğunu Semer
kand'a getirtmiş ve öldükleri zaman onlar için türbeler inşa ettir
mişti. Onun idaresi altında tasavvuf büyük ölçüde ilerlemişti."
Buhara, Özbekistan ve Orta Asya, İslam ile yeniden bağ
kurmaktadırlar. Fakat en ilginci, Buhara'nın, burada çok eski
bir gelenek olan tasavvufla yeniden tanışmasıdır; bu belki de
Timur'un kendini adadığı öğretinin, altı asırdan bu yana ilk ye
niden dirilişidir.
Kalon Camii'nde yaptığımız bir gezinti, bu sahada daha
yapılması gereken ne kadar iş olduğunu gösteriyordu. Cuma
namazlarında on iki bin mümini içine alacak büyüklükte inşa
edilmiş olan üstü açık dörtgen şeklindeki avluyu, sıra sütunlu
ve çok sayıda kubbeli bir geçit çevreliyordu. 795'te, İslamın kı
sa bir süreliğine de olsa, parlak bir devrinde yapıldığı zaman,
392
Orta Asya'nın ikinci büyük camisiydi. Bugün yerinde bulunan
dev boyutlardaki olağanüstü iddialı cami, on altıncı yüzyıl ba
şından kalmadır.
İbadet alanı bugünlerde süs olarak durmaktadır. Bu iş için,
kemerli geçidin arkasında, caminin ölçülerine oranla son dere
ce küçük kalan bir yer ayrılmıştır. Bununla, devasa batı illetha
linin ve ışıl ışıl parlayan Gök Kümbet'in altında, Mekke yönüne
bakan mihrap girintisinin büyüklüğü arasındaki fark anlamlı
dır. Bunun üstünde, Klifi yazısıyla, "Ölümsüzlük yalnız Al
lah' a mahsus tur" diye yazılıdır.
Günümüzde Kalan Camii'nin minaresi, Buhara' da bulu
nan diğer minareler gibi suskundur. Hiçbirinden insanın içini
bir tuhaf eden ezan sesi duyulmaz. İslam bir kez daha, gericili
ğin hortlamasından korkan idarecilerin denetimine girmiştir.
Kentteki diğer meslektaşları gibi, bu imam da devlet tarafından
tayin edilmiş, vaazları ve hutbeleri sıkı bir takibe alınmıştır.
Buhara' da dokuzuncu yüzyılda, kentin İslamın kalesi olarak
sivrilişinden başlayan ve on dokuzuncu yüzyılda yoksulluk ve
bağnazlığa yenik düşüşüne kadar süren İslamın altın çağıyla kı
yaslandığında, bu pek hazin bir gerilemedir. Fakat bu, devletin
dine ilk karışması değildir. Timur döneminde de hocalar onun
emriyle hareket eder, gerek kafirlere, gerek Müslümanlara karşı
yaptığı çok sayıdaki akın için fetva verirlerdi. Ayrıca, talihin bir
den ters dönmesi de daha önce hiç olmamış bir şey değildi.
İslamın Gök Kubbesi dokuzuncu yüzyıldan başlayarak hiçbir
müdahaleye maruz kalmaksızın gelişip büyümemişti.
121 9' da Cengiz'in yol açtığı kıyımdan kendini toplaması ·
bir yüzyıldan fazla zaman almıştı. 1366' da buradan geçen İbn
Battuta şunları yazmıştı: "Birkaç cami, medrese ve çarşı hariç,
her yer harabeye dönmüş." Kent, bu gezgin bilgin üzerinde bir
etki yapmamıştı. "Şehirde, ilim irfandan haberli bir tek kişiye
rast gelmedim." Kent, eski şanına kavuşmak için Timur'un ge
lişini beklemek zorunda kalacaktı.
* * *
393
bir hanımdı. Bir akşam, Liyab-ı Havuz' da, meydana bakan bir
çayhanenin birinci katındaki terasta oturmuş, yeşil çay içiyorduk.
"Emir Timur'un Buhara'yla hiçbir ilgisi olmadığını söyle�
yenler var, ama bu doğru değil," dedi.
Yan tarafımızda, uzun bir masanın etrafında, içlerinde üni
formalı askerlerin de bulunduğu geniş bir aile, birbiri ardınca ıs
marladıkları bira ve votkalarla mutlu bir olayı kutluyorlardı.
İçinde Buhara' dan ilginç bir kesitin gece gündüz dolaştığı bu
küçük meydana bayılıyor, dönüp dolaşıp hep Buhara'daki bu
Kabe'ye geri dönüyordum. Kendine özgü bir yaşantısı ve yaşlı
adamlardan, ciyak ciyak bağrışan oğlan çocuklarından, birbiri
ne sokulmuş romantik aşıklardan, ördeklerden, kazlardan, hiç
susmayan bir yalıçapkım kuşundan ve ağır ağır salınan bir ke
diden oluşmuş karmaşık bir ahalisi vardı. Sıcağın büsbütün az
dığı öğlen saatinde uyuşmuş bir kenti yansıtıyordu. Yaşlı tavla
oyuncuları daha ortalıkta yoktu; dut ağaçlarından birden atıa
yan oğlan çocukları sanki göğe çekilmiş, ördekler gölgelere si
nerek adeta gözden kaybolmuşlardı. O inatçı şiş kebap satıcısı .
bile meydandan el ayak çekmişti. Sonra, akşam çökmeye ve ha
va serinlemeye yüz tuttuğunda, yüzeyin hemen altında belli be
lirsiz kımıldanan o canlılık ve hareketle, meydan bir kez daha fı
kır fıkır kaynamaya başladı. Sanki bir işaret verilmiş gibi şadır
vanlardan sular fışkırmaya; ördekler ve kazlar neşe içinde vrak
lamaya; ağaçlarda sanki bir periler aleminin ışıkları yanıp sön
meye; aşıklar saklandıkları gölgelerden çıkıp havuz kenarında,
mum ışıklı yemek masalarında- yerlerini almaya başladılar; şiş
kebapçı bıçaklarını biliyordu ve çok geçmeden kömür ateşinden
yükselen duman lüleleri ardında görünmez oldu; oğlan çocuk
ları suya atlıyar ve meydan bir kez daha domino ve tavla şakır
tısıyla yankılanıyordu. Buhara'nın başka yerlerinde olduğu gibi
Liyab-ı Havuz'u da kendine özgü bir tempoda yaşıyordu.
Naile, "Öncelikle," diye söze başladı, "Timur'un, bir sadr
(saygın din adamı) kızı olan annesi, Buharalıydı; yani çocuklu
ğunun büyük bir kısmı burada geçti. Bu kente çok itibar ederdi
ve bunun başlıca nedeni buradaki İslam kültürü mirasıydı. Ni
tekim, zamanla hükümdarlığın ikinci büyük kenti haline geldi.
Semerkand laik, Buhara dini başkentti. Şunu unutmamalısınız
394
ki o devirde hiçbir lider, dini bir kurumun desteğini arkasına
almadan siyasi, askeri veya iktisadi bir tasarrufta bulunamazdı.
Timur burada, Şeyh Seyfeddin Buhari ve Kazım Eyüb'ün me
zarları dahil, birçok anıtın onarımını gerçekleştirdi. Bahaeddin
Nakşibendi'nin türbesini restore ettirdi. Timur'un kitaplığın
dan sorumlu Mahmud Hoca Buhari de buralıydı. Savaş zaman
larında Timur, çok defa buraya gelirdi. Buhara ve civarı onun
için çok önemliydi, çünkü Moğol istilalarını püskürtrnek için
Zerefşan ve Kaşka Derya ovalarından asker topluyordu."
Timur'un birçok sefer sırasında, belirli aralıklarla buranın
etrafındaki meralara geldiği doğruydu. 1381 yılında, Herat'ı al
dıktan sonra ordularıyla burada kışlamıştı. Bölge ava çok elve
rişliydi. Cengiz'in oğulları Çağatay ve Ögedey, burada yaşa
dıkları dönemde babalarına her hafta düzenli olarak elli deve
yükü kuğu gönderirlerdi. 1389' da Moğol ham Hızır Hoca'yı alt
ettikten sonra Timur ailesi ve askerleriyle burada istirahate çe
kilmiş, zaferini Zerefşan Dağları'nın eteklerindeki göl ve nehir
lerde avianarak kutlamıştı.
1 392' de Ti�ur tekrar Buhara' daydı; Beş Yıllık İran Sete
ri'nin daha başında hasta düşmüştü. Naile, "durumu o kadar
ağırdı ki öleceği düşüncesiyle tüm ailesini Semerkand' dan bu
raya getirtti. Fakat Buharalı bir doktor, Avicenna'nın yöntemle
rini kullanarak onu kurtarınayı başardı;7° bir ay sonra sefere
devam edecek kadar iyileşmişti," diye anlattı. "Buhara, Ha
rezm ve başka bazı yerlerin aksine, seferleri sırasında Timur' a
hep destek olmuştur."
Fakat gene de Buhara'nın Semerkand'a göre daima uzakta
ve ikinci planda kaldığını söylemek yanlış olmaz. Buharalılar, hiç
kuşkusuz zengin kültürel miraslarından dolayı gurur duynyor
lardı, ama ne zaman Timur'dan söz edilse, ister istemez onun hü-
78 İbn Sina (980-1 037) veya batıda bilinen adıyla Avicenna, yaşadığı dönemde İslam
aleminin en büyük hekimi, felsefecisi, matematikçisi, ansiklopedi yazarı ve gökbi
limcisiydi. Buhara'da doğmuş, yöredeki bey ve hanların saraylarında hekim olarak
görev yapmıştı. Aristo ve Neo-Platonik öğretilerden izler taşıyan felsefi yapıtları,
on üçüncü yüzyıl düşün hayatını etkileyen başlıca unsurlar olmuşlardı. Henüz yir
mi bir yaşındayken yazdığı el-Kammfi't-tıb adlı eseri için hem kendi bilgi ve dene
yimlerinden hem Arap ve Roma tıbbından yararlanmış; Avrupa ve Asya'nın orta
çağ tıp mekteplerinde başvurulan en büyük otorite olmuştur.
395
kümdarlık başkentine gösterdiği cömertliğe kıyasla kendilerinin
o muazzam kentini ihmal etmiş olduğunu düşünüyorlardı.
Naile'ye, kentin restorasyonu konusunda devletin ne yap
tığını sordum. Gerçi Buhara, Semerkand'da yapılan maskara
lıklara maruz kalmamıştı, ama, tarihi eserlerin ihmal yüzünden
çok harap bir duruma düştüğü de bir gerçekti.
"Yalnızca Buhara yöresinde 462 cami ve tarihi eser var;
dolayısıyla bu az bir iş değil," diye cevap verdi. "Fakat hem
devlet hem özel kuruluşlar bunun için çok büyük paralar sarf
ediyorlar. Sovyetler'in, Buhara'nın büyük bir kısmını yok etti
ğini unutmayın. 1 920'lerde kentte bulunan bin cami ve tarihi
eseri gösteren bir harita mevcuttu. Bunun içinde 360 cami, 280
medrese, seksen dört kervansaray, on sekiz hamam ve 1 1 8 ha
vuz vardı; dolayısıyla nasıl bir tahribat yaptıklarını çıkarabi
lirsiniz. Lenin, İslamın ateşe atılıp yakılmasını emretti. Oysa
Buhara, İslamı aydınlatan ateşti, bunu nasıl yapabildiler? Ki
tapları yaktılar, imamları öldürdüler, ibadeti yasakladılar. Bir
çok cami ve medreseyi de ateşe verdiler, diğerlerini iş hanına,
derneğe, ambara çevirdiler. Buhara'nın tarihi hisarı Ark'ı yık
tılar ve Kalon Minaresi'nin bir kısmını tahrip ettiler. Bir Rus
mühendis, sıtma mikrobu ve bağırsak kurdu saçtıkları ve do
layısıyla sağlığa zararlı oldukları gerekçesiyle havuzlara be
ton dökülmesi emrini verdi. Mirza Şerif Medresesi cezaevine
dönüştürüldü. Devrimden önce, herkes Arap harfleriyle ya
zardı. Kiril alfabesi zorunlu kılındığından beri eski eserlerimi
zi okumaktan bile aciziz. Buhara, İpek Yolu üstündeki başlıca
merkezlerden biriydi. Artık değil. Bolşevikler buna da son
verdi. Büyük işadamları birdenbire halk düşmanı ilan edildi. ,
Tahsilli kimseler hapse atıldı, okuması yazması olmayan bir
adam Rus güdümünde belediye başkanlığına getirildi. İşte
kentimize bunlar yapıldı."
"Yakın bir tarihe kadar, Sovyet rejiminin ilk zamanlannda
ki uygulamaları ağzımıza almamız dahi yasaktı. Turistlere bazı
tarihi eserlerin ne olduğunu anlatamıyorduk. Örneğin, ziyaret
çilerimizi Ark'ın etrafında gezdirirken, neden o durumda oldu
ğunu sorduklarında, zamanın tahribatı, deyip geçmek zorun
daydık. 1 920'de Sovyetler'in burayı bombalayıp yapıyı param
parça ettiklerini söyleyemiyorduk. Müzelerde, Buhara Emi-
3 96
ri'nin yaptırdığı katliamları gösteren resimler -boğaz kesmeler,
adam asmalar, dayaklar ve diri dlri gömmeler gibi- asılıydı.
Bundaki amaç İslami devirlerde, yani Sovyetler imdadımıza
koşup, bizi uygarlaştırmadan önce, burada yaşanan hayatın ne
kadar ilkel olduğunu göstermekti. 79 Bunların iyi anlaşılması
gerek. Özbeklerin Emir Timur' u kendilerine mal etme gayretle-
79 On dokuzuncu yüzyıl sona ererken burayı ziyaret eden genç George Curzon, Sov
yet istilasıyla birlikte gelen, modern ve laik dünyanın kaçınılmaz değişikliklerin
den önce kenti görebildiği için kendini tebrik eder: "Buradan ayrılırken ben kendi
hesabıma kenti, en şanlı döneminin üstüne alacakaranlık çökmeden biraz önce, di
yebileceğim bir zamanda gördüğüm için büyük keyif duydum. Daha somaki yıl
larda tekrar yolum buraya düşerse, elektrik ışığıyla aydınlatılmış otoyollar bul
ınarn olasıdır. Evlerin pencerelerinde cam görmem ve yolbrda pantolon giymiş ki
şilerle karşılaşmam da mümkündür. Belki de bir Rus lokantasında zakuşka yiyecek,
bir Rus otelinde yatacak, bir çiııovııik eşliğinde Ark sarayını gezecek, elli kapik karşı
lığında Kalan Minaresi'ne tırmanacağımdır. Belki bu Şeytan, Katarında uygarlık
getirecektir, ama Şeytan da hep yaptığı gibi, bunun karşılığında bir bedel isteye
cektir. Koş Beyi, Divan Beyi ve İııakı olmayan; mo/la'sız, kalender'siz, Toksaba'sız, mir
zabaş'sız, şabrak'sız, çupaıı'sız, lınlat'sız bir Buhara neye benzeyecektir? Daha şimdi
den üzerinden geçmiş yüzyılların ince tülü kalkmakta, eprimektedir. Dış çizgile
rindeki o esrarlı, güzelim bulanıklık silinmektedir. Eski ve yeni düzen arasındaki
bu kısa aralıkta, li.ala soylu denilebilecek bir durumda iken ve dünyanın en ilginç
kenti olma özelliğini yitirmeden önce Buhara'yı görmek büyük mutluluktu."
İlginç bir kent olabilirdi, ama on dokuzuncu yüzyıl Buhara'sının karanlık bir cep
hesi de vardı. Disiplin çok sert tedbirlerle sağlanıyordu. Geceleri sokağa çıkma ya
sağı konulmuştu. Kent halkı şehir surları içine hapsedilmişti. Katillerin boynu vu
ruluyordu. Kimilerinin gözkapakları kesilmiş, kimilerinin gözleri oyulmuştu. Ma
car dilbilimci ve kaşif Arrninius Vambery, 1 860'1arda birçok kişinin kendilerine ve
rilmiş olan bu cezadan mustarip olduklarını kaydetrnişti: "Cellatların elinde, kur
banlık koyun gibiydiler. Gerçi çoğu darağacına veya boyun vurulan taşa gönderili
yordu, ama bir keresinde, celladın bir işaretiyle, sekiz yaşlı adamın sırtüstü yere
yattığını gördüm. Sonra bunların elleri ve ayakları bağlandı ve cellat sırayla hepsi
nin gözünü oydu; bunu yapmak için zavallı kurbanların göğüslerinde diz çökü
yor ve her işlemden sonra ucundan kan damlayan bıçağını talihsiz yaşlıların ak sa
kallarına silip temizliyordu. Ah! Bu ne canavarlıktı! Bu korkunç ameliyat tamam
landığında, kurbanın bağları çözülüyor; zavallı el yordamıyla ayağa kalkıp denge
sini bulmaya çalışıyordu! Kimileri diğerlerinin üstüne düşüp kafa kafaya tokuşu
yor; kimileri ise ayakta durarnayıp tekrar yere çöküyor, boğuk boğuk inliyorlardı;
bunun anısı ömrüm oldukça sırtımı ürpertecektir." Kadınlar örtülüydü ve gözler
den ırak yaşıyorlardı. Emirin haremi geçerken bakışlarını başka tarafa çevirmeyen
leri, muhafızlar yakalayıp adamakıllı döverlerdi. Din polisleri yolda gidenleri dur
durur, İslam hukukuyla ilgili, kimsenin bilmediği ayrıntılarda onları imtihana çe
kerlerdi. Eğer yanlış cevap verirlerse dayak hazırdı. İslami yetkililer evlerde keyfi
arama yapıp, alkollü içecek olup olmadığına bakarlardı. Eğer Emir değilseniz, ha
yat haşin ve zordu; öyleyseniz, tatlı ve doyumsuzdu. Emirin zevkini tatmin için,
emrinde çocuk yaşta kırk köçek (erkek dansçı) bulunurdu.
397
rinin altında yatan neden budur. Özbekistan'da Timur'un bü
yüklüğünü abartma ve benzeri eğilimler olduğu söylendi. Ola
bilir; ama biz henüz çok genç, dizlerinin üstünde doğrulmaya
çalışan bir ülkeyiz, bize yeni bir sembol gerek. Daha önce Le
nin vardı, ama bizden biri bile değildi. Eğer bir abartma varsa
da, bence bu tamamen hoşgörüyle karşılanmalıdır."
Tarihi eserler hakkında söylediği bir şey karşısında şaşır
dım. Ruslar gelmeden önce 1 1 8 havuz olduğunu söylemişti.
Bunlar ne olmuştu? Toprakta kırık basamaklı, darmadağın ol
muş bir iki çukur gördüğümü hatırlıyordum. Ve tabii diğer yan
da Liyab-ı Havuz yerindeydi. Fakat gene de geriye akıbetinin ne
olduğu belirsiz yüzden fazla havuz kalıyordu. Avusturyalı halı
tüccarı ve umulmadık gezgin Gustav Krist, Sovyetler'in tahrip
gücünü iyi ölçernemiş olsa gerekti. 1937' de, şunları yazmıştı:
398
bunun için üzülürüm. Onları her sabah görmeye alışmıştık. Li
yab-ı Havuz' daki dut ağaçlarının tepesinde belki bunlardan
kalma bir iki yuva görmüşsünüzdür. Anne kuşların yavruları
na, gagalarının ucunda kurbağa ve balık taşımalarını ne büyük
bir keyifle izlerdim. Ve onlara uçmayı öğretişlerini. Bu yavru
cakların, kanatlarını çırparken Liyab-ı Havuz'a düştükleri olur
du, anneleri gelip onları kurtarana dek orada beklerlerdi. Ne
güzel kuşlardı. Yüzlercesi, binlereesi burada yaşardı; çünkü
kentte beslenebilecekleri çok şey vardı. Buhara' da ünlü bir şar
kı söylenir, bilmem duydunuz mu?" diye anılarını nakle de
vam etti. "Adı, 'İşte Leylekler Buhara'ya Dönüyor."'
Melodiyi mırıldanmaya, ardından şarkıyı söylemeye başla
dı. İnce, kadife gibi bir sesi vardı, geceye yayılıyordu. "Buha
ra'nın dışında hala bunları görmek mümkün," diye devam etti,
"ama elbette ki bu, kentte olmalarıyla aynı şey değil. Biz bü
yürken, çocukluğumuzun bir parçasıydılar. Onlar gitti gideli,
Buhara artık o eski Buhara değil."
* * *
399
re sonra, 1399 yılının Ekimi'nde Semerkand' dan ayrılmışlardı.
1404'te yorgun, ganimetle yüklü ve akıllarında sıcak yuvalarına
kavuşmaktan öte bir düşünce olmaksızın dönüyorlardı. Timur,
uyanık olduğu saatierin büyük bir kısmını Çin seferini planla
makla geçiriyor olabilirdi; ama o, ne olsa hükümdardı ve Allah
tarafından, dünyayı kafiderden temizlemek için seçilmişti. Ba
şarısını sağlayan basit askerin kafası ise, daha dünyevi kaygı
larla meşguldü. Savaş bir kenarda beklesindi. Şimdi öncelik şa
rap ve kadındaydı.
* * *
400
zeri eserler vücuda getirirler. Bu sarayda da bu tip şadırvanlar
yapıldı ve bunlar çok değişik tarzlarda, eşi görülmemiş bir sa
natkarlıkla meydana getirilmiş, sayılamayacak kadar çok fıski
yeyle süslendi. Bundan sonra, İranlı ve Iraklı zanaatkarlar, dış
cephe duvarlarını Kaşan çinileriyle bezeyerek, sarayın güzelli
ğine son noktayı koydular."
Hükümdarın başkente dönüşü, Kastilya kralı III. Enriquez'in
elçisi, İspanyol Clavijo'nun buraya gelişiyle aynı zamana denk
düştü. Mayıs 1403'te Cadiz'den yola çıkan İspanyol elçi ve be
raberindeki heyet, on beş ay ve yaklaşık on bin kilometre çeken
muazzam bir yolculuğa ve bir sürü gecikmeye katlanmıştı. Ka
radeniz' de gemileri battıktan sonra, kışı İstanbul' da geçirmek
zorunda kalmışlar, ancak ilkbaharda yeniden yola koyulabil
mişlerdi. Tatar orduları Karabağ yayıalarında ordugah kur
muşken Timur'un huzuruna çıkabilmeyi uman Clavijo, onu
burada kıl payı kaçırmış; ardı sıra doğuya gitmeye mecbur kal
mıştı. Timur, nasıl bir hızla yurduna dönüyor olmalıydı ki İs
panyol elçi, onu takiple tüm Asya kıtasını katetmişti.
Tebriz'e ve ardından Sultaniye'ye hayran olduktan ve il
kinde, Kahire' den Semerkand' a giden bir elçilik heyetiyle karşı
laşıp, ikincisinde Timur'un sefahat düşkünü oğlu Miranşah'ın
huzuruna kabul edildikten sonra, Clavijo, Maveraünnehir'e
doğru yoluna devam etPi. Nişapur' da, beraberindeki kişilerden
birini hummaya kurban verdi, fakat heyet meşakkatli yolculu
ğuna devam ederek Karakum Çölü'nü geçti ve Afganistan'ın
kuzeyinde, Ceyhun Nehri'nin güney kıyılarına vararak, Belh
kentinde Timur'un ülke sınırlarına dayandı. Çok sıkı denetim
altında tutulan bu sınırı geçtikten sonra -girişe izin vardı, ama
çıkışın cezası ölümdü- Clavijo, Tirmiz yoluyla kuzeye, Şehri
sebz'e gitti; burada, Timur'un yirmi yıldan beri inşaatı süren
Ak Saray'ının büyüklüğü ve zarafeti karşısında nutku tutuldu.
Buradan, yolculuğunun son durağına kadar yalnızca seksen ki
lometrelik bir gayret daha göstermesi gerekiyordu. Nihayet
Clavijo, 1404 yılının, 8 Eylül pazartesi sabahı, saat sekizde canı
çıkmış bir durumda, hiç ummadığı güzellikte bir kente ayak
bastı ve burada ömrü oldukça unutamayacağı bir misafirper
verlikle ağırlandı.
40 1
Tarihçeler, Timur'un bu yurda dönüşü konusunda bir hay
li ayrıntılı bilgi verir, ama Clavijo'nun olağanüstü gözlemci -ve
Arabşah'la Yezdi'ninkinin aksine, tarafsız- anlatımı; kentin
adeta rengini, dokusunu hissettirmesi bakımından daha ileri
bilgiler içerir. Üstelik Asya'nın 'barbarlarına' ilişkin önyargıları
öldürücü bir darbe almış, kültür düzeyi yüksek bir Avrupa
lının benzersiz bakış açısıyla yazıyordu. Hükümdarın huzuru
na çıkarıldığı andan başlayarak, sarayda karşılaştığı görkem ve
debdebe onu hayretten dondurmuştu. Önce, altın sarısı ve gök
mavisi çinilerle bezenmiş büyük bir kapıdan içeri sokulmuş, .
koca bir meyve bahçesinden geçirilmişti. Delhi zaferinin hatıra
sı altı fil, girişte bekçilik ediyordu; her birinin sırtında ufacık bir
ahşap kule vardı. Clavijo ve beraberindeki heyet, bir görevli
den öbür görevliye devir edilerek, nihayet hükümdarın tarunu
Halil Sultan'a ulaştılar ve Kral Enriquez'in mektubunu onlar
dan alan sultan, heyeti hükümdarın huzuruna götürdü. Timur,
çok güzel bir sarayın önünde, alçak bir tahtın üstündeydi; işle
meli ipekten minder ve şiitelerin üstünde yan gelip oturmuştu.
Sırtında ipek bir kaftan; başında lal yakut, inci ve değerli taşlar
la süslenmiş bir taç vardı. Havuzunda kırmızı elmaların yüz
düğü bir şadırvanın fıskiyesinden, gökyüzüne sudan bir sütun
yükseliyordu.
Tüm kaynaklar içinde, ömrünün son yıllarında Timur'un
nasıl göründüğüne dair en etkileyici portreyi Clavijo çizmiştir.
Eyer üstünde geçen onca yıl, deri çatlatan onca yaz ve şiddetli
kış, damgasını vurmuştu. "Haşmetmeapları bizi daha iyi gör
mek için, ayağa kalkıp yanına yaklaşmamızı buyurdu; gözleri
artık iyi görmüyordu; gerçekten pek düşkün bir haldeydi,
gözkapakları gözünün üstüne düşmüştü, bakmak için onları
zor kaldırıyordu."
Birçok oğlu ve tarunu dahil, çağdaşlarının çoğundan daha
uzun yaşamış; Asya'nın dört bir yanında savaştan savaşa koş
muş ve on binlerce kilometre yol katetmiş altmış dokuz yaşın
da, özürlü bir adam için, bu fiziksel bozulmada şaşılacak bir
yan yoktur. Bundan daha dikkate değer olan husus, bu aşikar
düşkünlüğüne rağmen Timur'un hiç kendini koyuvermemiş
olmasıdır. Aksine, hep yaptığı gibi, canla başla emellerinin ar-
402
dında koşmaya qevam ediyordu. Haşin karakterinde yaşla bir
likte hiçbir yumuşama olmamıştı.
Daha denetlenmesi gereken imar işleri vardı; kentin orta
sından geçen ve iki tarafında kemerli çarşılar bulunan yeni yo
lun, Muhammed Sultan'ın türbesinin ve hepsinden önemlisi,
Timur'un Hindistan zaferi şerefine yapılmasını buyurduğu
ulucaminin inşaatı, hiç de azımsanacak işler değildi. Bunun, o
güne kadar inşa ettirdiği en müthiş yapı olmasını arzu ediyor
du; bu yapı Allah'a ve İslam dünyası içindeki eşsiz görkemi
dikkate alındığında, bir manada kendine adanacaktı. Hüküm
darlığının dört bir bucağından getirilmiş, her milletten taş usta
sı, mimar, işçi ve usta zanaatçıdan oluşan bir ekibin beş yıldan
beri üzerinde çalıştığı cami, o batıdan döndüğünde bitmek üze
reydi.
Clavijo, "Timur'un, hele de bu mevsimde sıhhati pek bo
zuktu; ne uzun süre ayakta kalabiliyor, ne ata binebiliyordu;
gittiği her yere tahtırevanla taşınıyordu," diye yazar. Bu gibi fi
ziksel engeller hükümdarı, elindeki işten hiç mi hiç alıkoymu
yordu. Timur denetim yapmaya geldiğinde herhalde cami inşa
atından sorumlu başmimarların ve iki emirin, korkudan yürek
leri titremişti. İlk izienimler pek olumlu değildi. Clavijo ne ka
dar, "Semerkand' da ziyaret ettiğimiz en soylu yapı/' dese de,
daha önce gördüğümüz gibi, Timur onunla ayni kanıda değil
di. Bir kere methal pek küçüktü. Semerkand şöyle dursun;
onun camisi, Darülislam' daki her yapıyı gölgede bırakacak nite
likte olmalıydı. Tüm ön cephenin hemen yıkılmasını emretti.
Onun gıyabında inşaatı yönlendiren emirler, hiç uzun edilme
den asıldı.
Bir hatırlatmaya ihtiyaç varsa; bu, şunu hatırlatmak içindi:
Timur ne kadar düşkün olursa olsun, mutlak güç hala ondaydı.
Çin seferi, planlandığı gibi gerçekleşecekti . Dünyanın en büyük
ordusuna karşı verilecek savaşta onunla birlik olacak tüm soy
lular, beyler, emirler ve komutanlar bir buyrukla çağrıldı. Ku
rultay, Semerkand dışında, Kanigil ovasında toplanacaktı.
Amaç çifteydi. Öncelikle bu patırtılı toplantı Çinli kafirlere, Al
lah tarafından gönderilen büyük bir gücün, pek yakında onları
yeryüzünden sileceğini gösterecekti. İkincisi, hükümdar beş er-
40 3
kek torununun evliliklerini kutlayacaktı. Hanedan daha çok
güzel günler görecekti. Bu, Timur'un düzenlediği en büyük
şenlik olacaktı. Ve orada bulunan Clavijo, bunun her anına ta
nıklık edecekti.
* * *
404
gördük; arpa ve meyve satanlar da vardı; firmcılar ocaklarını yaknıış,
satacakları ekmeklerin hanıurımu yoğuruyorlardı. Konak yerinde, her
zanaat kolu nıevcuttu ve her biri kendine ayrılan sokakta tezgdiımı
kurnıuştu. Hamanılar ve hamanıcı/ar da vardı; bunlar da çadırlarını
dikmiş/er; tahtadan, birbirine bitişik göz göz odalar çakmışlardı; her
birinde, kazanlarda kaynayan sıcak suların do/durulduğu demir kova
lar ve bu iş için gereken diğer eşya vardı.
405
beyleri davetliydi. Elçiler de bu topluluğa katılmak üzere geti
rilmişlerdi. Etrafıarında hazırlıklar sürerken Clavijo, Timur'un,
gelenleri huzura kabul ettiği atağı gözden geçirmişti. İlk dikka
tini çeken yanı büyüklüğü olmuştu; dört kenanndan her biri,
yüz adım uzunluğunda vardı ve yüksekliği üç uzun mızrak bo
yundaydı. "Otağın tepesi bir kubbe oluşturacak biçimde çatıı
mıştı ve her biri bir adam göğsü çapında on iki direk üstünde
duruyordu." Bunlar parlak mavi, sarı ve diğer renklerdeydiler.
Otağın 'en güzel yanı' kubbenin içiydi; çünkü tepeden aşağı
sarkan işlemeli duvar halıları dört ayrı kemeraltı yolu oluştum
yordu ve her birinin köşesinde kanatlarını kavuşturmuş bir
kartal arınası işliydi: Otağın iç cephesinde, olağanüstü incelikte
dokunmuş, koyu kırmızı renkli goblenler ve sırma işlemeli
ipek örtüler asılıydı. Hükümdar, huzuruna çıkanları içeride,
çok güzel halı ve minderlerle kaplı bir tahtın üstünde kabul
ediyordu. Otağın dış cephesi, beyaz ve sarı çizgili ipek doku
maydı. Çevresinde buna bitişik, daha kısa direkler üstünde du
ran, koridor biçiminde alçak çadırlar vardı. Otağın her bir köşe
sinde, tepesinde pırıl pırıl kalaylı bakırdan bir gülle ve bunun
da üstünde bir hilal bulunan dört asa duruyordu. Kubbenin üs
tünde, ipekten yapılmış; kare biçiminde bir kule vardı; gerçek
bir kulede olduğu gibi burçlar ve siper mazgalları konulmuş,
bunun da üstü gülleler ve hilallerle bezenmişti. Otağ, bir peri
masalı kalesini andırmasına rağmen, son derece kullanışlıydı.
Tamircilerin, sert yellerin yol açabileceği tahribatı onarmaları
için, yerden otağın zirvesine kadar çıkan ahşap salmalar konul
muştu. Koyu kırmızı renkli beş yüz halat, yapıyı sağlam Nr bi
çimde yerinde tutuyordu. Otağın etrafı, rengarenk ipek kumaş
tan, sur biçiminde duvarlada çevriliydi; bunlar ancak 'at sırtında
bir adamın uzanabileceği' yükseklikteydi ve üstlerine mazgal
delikleri işlenmişti. İçeriye, bu duvarların tepesinde yer alan, çok
süslü bir başka kulenin altındaki kemerli ve çifte çadır bezinden
yapılmış bir kapıdan geçilerek giriliyordu. Bu alan, üç yüz adım
genişliğindeydi ve içinde daha başka çadır ve sayvanlar da var
dı. Clavijo, bunların toplu halde görünümünden derinlemesine
etkilenmiş, "öylesine geniş ve yüksek ki uzaktan bakıldığında bu
muazzam çadırın bir hisardan farkı yok," diye yazmıştı.
406
Hükümdar ailesine ait toplam on bir alan vardı ve her biri
nin içinde sıra sıra, göz alıcı otağlar bulunuyordu. Clavijo gezip
gördükçe hayretten hayrete düşüyordu. Her boyda, her biçim
de çadır vardı. Bir tanesi, som gümüşten; kanatlarını açmış, dev
bir kartal figürüyle süslenmişti. Bunun altında, "gene som gü
müşten üç atmaca duruyordu . . . çok ustaca yapılmışlardı; ka
natları, kartaldan kaçıyormuşçasına açılmış ve gerilmiş, başları
ona doğru çevrilmişti. Kartal da, sanki pençesiyle onları kapa
cakmış gibi temsil edilmişti." Yalnızca ince direkler üstünde
duran, halatsız çadırlar da vardı; bezlerinin kenarları değerli
taşlarla kakılmış, gümüş pullada işlenmişti. Kimileri kırmızı,
resim dokumalı örtü ve kilimlerle, daha lüks olanları kakım ve
sincap postuyla kaplanmıştı.
Gün geçmiyordu ki bir büyük ziyafet verilmesin; Clavi
jo'yla heyeti bunların hepsine davetliydi. 8 Ekim' de, bir döne
min 'namlı güzeli Hanzade Hanım'ın verdiği ziyafete katılmış
lardı; Clavijo, onun için, "şimdi kırklarında olmalı. . . açık renk
tenli ve şişman," diye yazar. Bu, Timur'un en büyük oğlu Ci
hangir'in duluydu; daha sonra, Sultaniye valisi olan Miran
şah'la evlendirilmiş ve onun ipe sapa gelmez hareketlerinden
ve kendisini itip kakmasından ötürü 1399' da kaçmıştı. Hanza
de'nin etrafında, küpler dolusu şarap ve kısrak sütünden yapı
lan ve base adı verilen tatlı bir içecek vardı. Şarkıcılara, bir grup
çalgıcı eşlik ediyordu. Soylu hanımlara, ağzına kadar dolu ku
palarda, teker teker şarap ikramı yapılıyor; bunlar bir veya iki
dikişte bitiriliyordu. Ara sıra erkek sakilerden birine bir kadeh
şarap alması söyleniyor; adam bunu içip bitirdiğinde, "eşine,
geride bir damla bırakmadığını göstermek için, kadehi ters çe
virip koyuyordu;" sonra, "bulunduğu çeşitli içki alemleriyle ve
bunlarda ne kadar çok şarap içebildiğiyle övünüyor, hanımları
kıkır kıkır güldürüyordu." Bu da, Clavijo'nun ağzına içki koy
ınama huyunun merak ve hoşnutsuzlukla karşılandığı ortam
lardan biri olmuştu. Timur'un aynı ziyafette bulunan başkadını
Saraymülk Hanım, "bizim kendisine yaklaşmamızı buyurdu ve
bize kendi eliyle bir kadeh şarap sundu ve benim, yani Ruy
Gonzalez'in içmesi için ısrar etti; ama ben içmedim; onu, öm
rümde ağzıma şarap sürmemiş olduğuma inandırana kadar ak-
407
la karayı seçtim." Böyle bir davranış hoş karşılanmazdı. Kadeh
)
teki şarabı bitirmemek bile davet sahibine karşı çok büyük bir
ayıptı. Hele tadına dahi bakmamak, düpedüz tuhaflık ve terbi
yesizlikti. Öyle veya böyle, hükümdar ailesinin, İspanyol elçile
re pek kanları ısınmamış olsa gerekti.
Avrupalılar içmezse içmesindi; şenlik ve şamata devam
ediyordu. "Böyle, bir zaman içmeye devam ettiler, ev sahibi ha
nımın karşısında oturan erkeklerde sarhoşluk alametleri baş
göstermişti, kimileriyse tam anlamıyla küfelikti. Böyle olmayı
erkekliğin şamndan sayıyorlar, misafirler dut gibi sarhoş olma-:
dıkça bir davette eğlenilmiş olabileceğini kabul etmiyorlardı."
Clavijo, yalnızca yemekierin tadını çıkarıyordu, "mebzul mik
tarda, kızarmış koyun ve at eti; ayrıca çeşit çeşit yahni vardı."
Pilav, sebze, şekerli ekmek ve kurabiye de ikram edilmişti.
Torunlarından birinin düğünü şerefine, Timur Semer
kand' daki tüm dükkfm sahiplerinin işyerierini kapatarak mal
larını burada sergilemelerini buyurmuştu. Her tür esnaf, ku
yumcu, aşçı, fırıncı, terzi, ayakkabıcı bu meralara koşturmuş,
verilen emir gereğince ürünlerini ve sanatlarını burada sergile
mişlerdi. Bir kez gelen, hükümdarın izni olmaksızın buradan
ayrılamıyordu.
Fakat günler yalnızca yeme, içme ve eğlenceyle geçmiyor
du. Timur, abanın en civcivli yerlerinde darağaçları kurulması
nı emretmişti. "Herkes şunu iyi bilmeliydi ki, hükümdar bu
şenlikler sırasında, ahalinin yiyip içerek iyi vakit geçirmesini
sağlamak kadar, ona karşı suç işlemiş kişilerin yaptıklarını yan
larına koymamak ve bunları alenen cezalandırıp, orada bulu
nanlara ibret vermek düşüncesindeydi."
İlk sallanan; yedi yıl önce, Timur Hindistan ve Anadolu s�
ferlerinde iken tayini yapılan Semerkand valisi olacaktı. Clavi
jo, koca hükümdarlıkta bu kişiden daha yüksek ve nüfuzlu bir
resmi görevli olmadığını yazar. Timur'a, valinin görevini kötü
ye kullandığı ve halka zulmettiği bilgisi iletilmişti. Hakkında
hemen hüküm verilerek ipe çekildi. Elçi, "adaletin, bu kadar
yüksek bir şahsiyete verilen böylesine ağır cezayla tecelli etme
si, herkesin tüylerini ürpertmişti," diye yazmıştı, "üstelik bu,
hükümdarın çok güvendiği bir kişiydi." Vali lehinde araya gir-
408
rnek isteyen bir arkadaşı da asılmıştı. Timur'un yeğenierinden
biri olduğu tahmin edilen bir başka arabulucu, valinin canının
bağışlanması için çok yüklü miktarda fidye önermişti. Hüküm
dar fidyeyi alır almaz, zavallı adama, servetinin geri kalan kıs
mını nereye sakladığını söyletene kadar işkence yaptırmıştı.
Sonra bu kişi, "ayaklarından bağlanarak baş aşağı asıldı ve öle
ne kadar da bu durumda bırakıldı" .
Başka bazı resmi görevliler ve fahiş fiyata mal satan tüccar
lar da ipe çekildi. Mamafih bu iç karartıcı sahneler, Kanigil şen
liğinde pek az yer tuttu. Her ne kadar hiç kimsenin kanunun
üstünde bulunmadığını ve kanunun da Timur olduğunu her
kesin kafasına iyice sakmuş da olsalar, ardı arkası gelmeyen zi
yafetler, çılgın içki alemleri, şenlikler, danslar, şarkılar bunları
gölgede bıraktı; cümbüş hiç bitmeyecekmiş gibi sürdü.
Clavijo, gözlerini hayretten bir karış açık bırakan gezintile
ri sırasında, hükümdar ailesinin önde gelen birçok bireyiyle ta
nışmak fırsatını bulmuştu. Clavijo'nun ifadesine göre, dedesini
yedi yıldan beri görmeyen Pir Muhammed Sultan, düğün şen
liklerine katılmak için Afganistan' dan çağırtılmıştı. Bu, "yirmi
iki yaşlarında, kara sarı ve köse bir delikanlıydı." Muhammed
Sultan'ın ölümünden sonra, veliaht ilan edilmişti ve "Tatar tö
resi gereği, fevkalade gösterişli giyinmişti; sırtında Zeytuni ipe
ği denilen bir kumaştan mavi bir kaftan vardı; kumaşın üstüne,
minik tekerleri andıran sırma halkalar işlenmişti; bunlar hem
önde hem arkada tüm göğsünü ve omuzlarını kaplıyor, kol r
409
ğını tasvir ederken, Clavijo'nun adeta zorlandığı hissedılir.
"Hanımın bütün yüzu kireç ya da ona benzer bir maddeyle
kaplanmış gibiydi; insanın üstünde sanki kağıttan bir maske
taktığı izlenimini uyandırıyordu. Bu, onlarda bir adet; kadınlar
yaz kış dışarıya çıkarken güneşten korunmak için yüzlerine bu
maddeyi sürüyorlar."
Yüzünde, bunun üstüne bir de ince beyaz bir peçe vardı;
fakat heyetin en çok ilgisini çeken başlığı olmuştu; bu gayet
süslü ve teferruatlı parça, "bizim at meydanında mızrak oyunu
oynadığımız zamanlar giydiğimiz miğferlerin sorgucuna ben: .
ziyordu." Kırmızı bir kumaştan yapılmıştı ve kenarları sultanın
omuzlarına kadar iniyordu.
Bu başlığın gayet yüksek bir sorgucu vardı ve her biri şıkır şıkır par
Iayan ve gayet ustaca kakılnıış, iri inci, lal yakut, firuze gibi değerli
taşlarla süslüydü. Başlığın kenarları altın sırnıayla işlennıişti ve üs
tünde gene inci ve değerli taşlarla bezenmiş, sam altından muhteşem
bir taç vardı. Biraz önce bahsi geçen sorguç, gayet berrak ve ışıltılı, iki
parmak kalmlığmda üç llil yakutla süslenmiş bir çerçeve üstünde du
ruyordu; bunların hepsinin üstünde ise bir arşın yüksekliğinde upu
zun, beyaz bir tüy yükseliyordu; o kadar biiyük ve salkım saçaktı ki
uçları gözlerine kadar inip yüzünü perdeliyordu. Bu tüyün alt kısmı
altın teller/e sıkılnııştı, üst kısmında ise inci ve değerli taşlarla öriil
müş düğümler görünüyordu.
410
Timur'un eşleri otağda birer birer boy gösteriyor, araların
da çok sıkı gözetilen kıdem farkına harfiyen riayet ederek, sele
finin bir aşağısındaki tahta oturuyordu. Clavijo, toplam sekiz
eş saymıştı. Hükümdar ailesine son olarak Cevher Ağa adında
_ bir eş daha katılmıştı; "bu ad, onların dilinde Kupa Kızı'na te
kabül ediyordu." Hükümdarın gücü kudreti her zaman olduğu
gibi yerindeydi. Bu hanımla evleneli henüz bir ay olmuştu.
Bir gün, İspanyollar Saraymülk Hanım'ın otağına davetliy
diler. Debdebe ve ihtişam burada doruk noktasına çıkmıştı.
Otağ aynı zamanda, yağmalanan hazinelerin ne gibi yeni amaç
lara hizmet ettiğini gösteren canlı bir örnekti. Otağın bulundu
ğu alana, "som altın ve mavi mineyle işlenmiş, gümüş levhalar
la bezeli, çifte kanatlı bir kapıdan giriliyordu. Bunlar öylesim
güzeldi ki bu kadar ince bir iş, ne Tataristan'da ne de batıda, bi
zim İspanya' da yapılmış olabilirdi." Clavijo yanılmamıştı. Bu
seçkin kapı, Bursa'ya aitti; Bayezici bozguna uğradıktan sonra
Timur'a geçmişti. Bir kanadında Aziz Peter'in, öbür kanadında
Aziz Paul'un tasviri vardı. "Üstü yukarıdan aşağıya kadar gü
müş pullada bezeli, kırmızı ipekten bir kumaşla kaplı olan"
otağın içinde, daha başka hazineler de vardı. Önce; mine işli,
inci ve değerli taşlar kakılı som altından bir komodin gördüler.
Bunun yanında bir sehpa duruyordu; bu da som altından ya
pılmış; üstüne, şeffaf yeşim taşından ince bir levha oturtulmuş
tu. Fakat içlerinde bir parça vardı ki tüm diğerlerini gölgede bı
rakıyordu ve her zaman olduğu gibi, Clavijo bunu anlatırken
hiçbir ayrıntıyı göz ardı etmemişti.
41 1
gibi açık; bazılarının ki ise dala dalıa yeni kmımuş gibi kapalzydı; kimi
leri sanki ağacın üstündeki meyveleri yenzek üzere uzammştz; gagala
rı, dallardan sarkan yakut/ara, ftruzelere, diğer değerli mücevher/ere
ve inci damlalarına öylesine dokımuyordu.
Lapis lazuli (lacivert taş) ve safir ise, güneye doğru, buranın bi
raz aşağısında bulunan bir yöreden geliyordu. SO
Hükümdar ailesinin genç bireyleri işte böyle bir şaşaa
içinde ve İslam hukukuyla Moğol töresinin birbirine karıştığı
törenlerle başgöz edildiler. Bunlara yüzgörümlüğü olarak
muhteşem giysiler verildi ve bunlar dokuz kere giydirilip çı
karttırıldı; çünkü töreye göre dokuz en uğurlu sayıydı. Clavi
jo, daha önce Timur'un en kıdemli iki mabeyincisinden hedi
ye gelen iki gümüş tepsi dolusu çörek ve şekerlemeyi, hizmet
karları hükümdarın önüne koyadarken görmüştü; bunlar,
"dokuza dokuz sıralar halinde dizilmişti, Haşmetmeaplarına
verilen her hediyenin bu kurala uyması gerekiyordu." Genç
çiftler, giysilerin birini çıkarıp öbürünü giyerken, maiyetlerin
de bulunanlar başlarından aşağı altın, gümüş, yakut, inci ve
değerli taş yağdırıyorlardı. Katır ve deve kervanları, coşkun
80 Günümüzde de lapis lazuli buradan, yani Afganistan'da, Bedehşan'ın güneyin
de bulunan 6.400 m yükseklikteki Kilh-i Bandakor'un eteklerinden çıkarılmak
tadır.
412
kalabalıkların arasından ağır ağır geçiyor, yeni eviilere hediye
üstüne hediye taşıyorlardı.
Bağbozumu şenliklerini andıran bu eğlenceler, gayet coş
kulu bir biçimde sürüyordu. Gündüzleri çalgıcılar, ip cambaz
ları, diğer numaralar yapan cambazlar, atletler, soytarılar, soy
lu kalabalıkları eğlendiriyordu. Filler, süslü koşumları içinde
atlarla yarıştırılıyor; adam kovalattırılıyordu. Mısır elçisinden
gelen sırık bacaklı, hediye zürafa, uzun ve rahvan adımlarla ge
zinirken etraftakiler, ağzı bir karış açık onu seyrediyordu. Bu
hayvan, filden bile daha tuhaf görülüyordu. Geceleri, Timur,
emirler, soylu beyler ve hanımlar, yiğit savaşçılar ve Barlas bo
yunun yaşlıları, tepsilere tepeleme yığılmış koyun ve at eti kı
zartması, sebze, meyve, çörek ve tatlının önüne kuruluyor, sa
bahın erken saatlerine kadar yiyip içip, eğleniyorlardı. Yemek
bittikten sonra, sıra diğer ihtiyaçların giderilmesine geliyordu
ve bunda da bir sınırlama yoktu. Timur, toplumsal hayata dü
zen veren tüm örf, adet ve kuralların askıya alınmış olduğunu
duyurmuştu. Herkes, canı ne çekiyorsa onu yapabilirdi.
Yezdi, hükümdarın, "şimdi yeme, içme, eğlenme zamanı,"
diye ilan ettiğini yazar. '"Kimse kimseden şikayet etmesin ve
kimse kimseyi kınamasın. Ne zengin fakirin, ne güçlü zayıfın
hakkına el uzatsın. Hiç kimse öbürüne, "Nasıl bunu yaptın?"
demesin.' Bu beyanattan sonra herkes kendini kapıp koyuverdi
ve canı ne çekiyorsa onu yaptı; bu şenlik sırasında ne olmuşsa,
görmezde11 gelindi." Bu gibi 'adi ve murdar şeyleri' hiç tasvip
etmeyen Arabşah, hükümdarın her türlü cinsel ilişkiye cevaz
veren bu beyanından faydalanmak için herkesin nasıl can attı
ğını kaydeder. Burada, o alışılmış karmaşık üslubu bariz bir bi
çimde erkeklik uzvu simgelerine odaklanır. "Herkes gönlünün
çektiğine koştu, aşıklar buluştu; kimse kimsenin yaptığına ka
rışmadı; ne orduda ne yurttaşlar arasında, büyük küçüğü hor
görmedi. . . kılıç ancak o niyetle kalktı, mızrak ancak o niyetle
savruldu ve yariyle kucaklaşmadan inmedi."
Bu hazlar elbette bir gün son bulacaktı. Clavijo ve berabe
rindeki heyet için cümbüş ansızın ve hüsranla bitti. Timur'la
son bir kez görüşmek için nafile bekleyen elçilere, 3 Kasım gü
nü İspanya'ya dönmeleri talimatı verildi. "Bunu duyduğumuz-
413
da hemen itiraz ettik, Haşmetmeaplarının henüz izinnamemizi
çıkarmadığını ve efendimiz Kastilya kralından getirdiğimiz
tezkereye daha cevap vermediğini, bu yüzden oradan ayrıla
mayacağımızı, daha doğrusu ayrılmayacağımızı bildirdik."
İspanyolların dediklerine aldıran olmadı. Hükümdar bir
denbire rahatsızlanmıştı; kendileriyle görüşecek durumda de
ğildi.
* * *
414
rürlüğe girmişti. Şehvet ve işrete artık ruhsat yoktu. Yabancı el
çilerin görevleri sona errrüşti. Hükümdarlıkta seferberlik ilan
edilmişti.
İspanyollar keder içinde batıya döner, Tatar ordusu doğu
da savaş için hazırlanırken, sonbahar şenliklerinin yerini, kışın
asıR suratlı soğuğu aldı. Semerkand yayıalarında yaşanan o
benzersiz günleri gözlemlemek ve kayda geçirmek konusunda
Clavijo'nun üstüne yazar yoktur. Gördükleri karşısında kah
hayrete düşmüş, kah büyülenmiş; kah huşu içinde kalmış, kah
kınamış; bu ve bunlara benzer daha nice d uyguların etkisiyle
vücuda getirdiği nesri, canlılığı ve sürükleyiciliğiyle emsalleri
ni fersah fersah geride bırakmıştır. Fakat Arabşah'ın, kış çö
kerken ve Timur ömrünün en muhataralı savaşı için son hazır
lıklarını yaparken egemen olan havayı, o pürhiddet ve fırtınalı
nesrindeki gibi de hiç kimse anlatamaz.
Çok geçmedi; sert yeller esip gür/emeye başladı; kış, cilıaıım üstünde bir
o yana bir bu yana sacnt/an buluttan çadırını gerdi; omuzlarılll şöyle
bir silkmesiyle yılanlar, çıyanlar, kertenkeleler yerin yedi kat dibine in
di, çünkü soğuk çöktü, ateşler sönüp kül oldu; sular dondu; ağaçlar
yapraklarını döktü; ımıaklar giimbiir gümbür yukarıdan aşağı indi; as
lanlar inlerine, ceylanlar ağıi/arına Çekildi. Cümle alem, kışm zulmün
den Yaradan 'a sığmdı; omm korkusımdan toprağın beıızi uçtu; bağla
rın yüzleri, arnımılarm dalları toz toprak bağladı; ortada ne güzellik, ne
canlılık kaldı; toprağm ıııahsulü kuruyup rüzgfıra savruldu.
415
11
Saflarını buz gibi yeller biçiyor; iki yüz bin asker, Semer
kand civarındaki düzlüklerde konuşlanmış, konak yeri ateşleri
nin karşısında titreyerek ve ısınmak için kollarını kavuşturup
ellerini ovuşturarak, hükümdardan gelecek harekat emrini bek
liyordu. Yakından gelen de vardı, uzaktan gelen de; Maveraün
nehir'den gelen de vardı, Mazanderan'dan da; Anadolu'dan,
Azerbaycan'dan, Afganistan'dan, İran ve Irak'tan da gelenler
olmuştu. Hasımları Çin imparatoru Ming, muazzam ordusuyla
neredeyse dünyanın öbür ucunda bekliyordu. Ona ulaşmak
için önce beş bin kilometreye yakın yol katetmeleri ve ağır kış
şartlarına göğüs germeleri gerekiyordu; hem bu öyle bir kıştı
ki, daha şimdiden, yani İspanyol elçiler döneli henüz birkaç
gün olmasına rağmen, bütün ömürlerince böyle sertini, böyle
şiddetlisini gördüklerini hatırlamıyorlardı.
416
Tüm hazırlıklar tamamdı. Hükümdar yüce harp divanında
nutkunu söylemişti. Oğulları, torunları ve ordusundaki emirler
dinlemiş ve onun Çin' e saldırı planiarına onay vermişlerdi. Bu
seferin, onun en büyük emeli olduğunu biliyorlardı. Kim bilir
belki de Timur, Azrail tam kapıya dayanmışken, Çinli kafirlere
karşı giriştiği bu seferle, o güne kadar dökmüş olduğu onca
Müslüman kardeş kanının kefaretini ödeyeceğine yürekten ina
nıyordu. Bundan daha yüksek bir olasılıkla, o güne kadar ye
nilgi nedir bilmemiş ordusunu, yeryüzünde ona meydan oku
maya muktedir yegane güce karşı sınamak istiyordu. Bu hiç de
yabana atılmayacak düşüncelere, kaçınılmaz olarak bir de, ga
nimet sağlamak arzusu ekleniyordu. Timur gayet iyi b iliyordu
ki o güne dek gözünü diktiği hiçbir servet, Pekin hazineleri ka
dar zengin değildi.
Timur'un seferleri için bulduğu ahlaki gerekçeler, ne ka
dar şaşırtıcı da olsa, geçen yıllar zarfında yavaş yavaş kalıp
laşmıştı. Hedefte eğer Müslümanlar varsa; demek ki has, dini
bütün Müslümanlar değillerdi. Kafirseler, hiç mesele yoktu.
Timur sancağın( ve İslamın hilalini dalgalandıracak, bunları
kılıç zoruyla Hak dinine döndürecekti. Gelecek nesillere bıra
kacağı mirasın iyi anlaşılması için, saray tarihçilerinin savaş
gerekçelerini uzun uzadıya vermesi gerekiyordu. Ve Timur,
Yezdi'nin şahsında, her harekatını mazur gösterebilecek, mü
kemmel bir tarihçi bulmuştu. Tatar hükümdar daha gücü eli
ne geçirmeden önce bu İranlı, Çin' e yapılacak bir seferin ne
denli isabetli olacağını yazmıştı. Asya' dan, hükmettikleri in
sanları devamlı savaşa süren birçok gaspçı ve zorba geçmişti.
İşte bu nedenledir ki, ortalıkta, ne huzur, ne zenginlik ne de
asayiş kalmıştı. Dünyanın kanına sanki 'zararlı bir mikrop'
girmişti ve bunun 'acı bir ilaçla' acilen çıkarılması gerekiyor
du. Bu tedavi, belki birtakım 'sıkıntılara yol açacak, ama has
talığı da ortadan kaldıracaktı.
lşte insanlığı yola getirmek isteyen Cenab-ı Hak da aynı böyle, acı
tatlı bir ilaç, yani diiııyada bir eşi benzeri daha olmayan, Timur'un
gazabmı ve merhametini gönderdi; onun içine Asya'yı baştan başa
fetlıetmek ve bu yolla bir sürü zorbayı defetmek lıırsını yerleştirdi.
417
Dünyanın bu bölgesini öyle bir huzur ve asayişe kavuşturdu ki, tek
başma bir adam bir gümüş kova dolusu altıııı Asya'nın doğusundan
batısına kadar kılına zarar gelmeden nakledebilir. Fakat Jethettiği yer
lerde belli bir ölçüde yılanı ve katliama, esaret ve yağmaya sebebiyet
vermeden bu dev işin üstesinden gelmesine olanak yoktu; bunlar zafer
kazanmaıım olmazsa olmaz unsurlarıydı.
418
rm hayatına mal olacak bir hesap hatası yapıp yapmadığını
merak etmiş olsalar gerektir. Sonradan akıllanan Yezdi, "gökbi
limciler, tam bu sırada üç büyük yıldızın kova burcunda küme
lendiğini, bunun da büyük bir felaketin habercisi olduğunu
söylemişti" diye hayıflanır.
· Timur, bu gibi düşüncelerle yolundan alıkonamazdı. Münec
cimler, önceden ve kendi başına aldığı kararlara onay verdikleri
sürece onun işine yarardı. Eski günlerde olsaydı, kışı belki Se
merkand' da sefa sürüp dinlenerek geçirir, sefere çıkmak için
ilkbalıarı beklerdi. Fakat Azrail'in, onu bu fani dünyadan alma
ya hazırlandığı bir sırada, işleri ertelemeye gelmezdi. Tahtıre
vanı üstünde yan gelip oturmuş ve kürklerle sarılıp sarmalan-
. mış olan Timur, emirlerini sıralıyordu. Ordu Çin seferine de
vam edecekti.
Kış, olanca hışmıyla üstlerine bastırmıştı. Dram yazariarına
has bir bakışı ve okurlarını hem şaşırtıp hem merakta bırakma
eğilimi olan Arabşah, Asya boyunca, bu ölüme kafa tutan hare
kiltı dile getirecek en uygun yazardı. Kış, şimdi onun tarihçesi
ne, yeni bir kahraman gibi girmiş, fırtına gibi sayfaları kasıp
kavuruyordu; bu doğaüstü güç, tüm cihana, özellikle de Ti
mur' a karşı harp ilan etmişti. "O gelmişti; öyleyse nefesler d on
malı, burunlar, kulaklar buz kesip düşmeli, bacaklar kopmalı,
kafalar uçmalıydı."
Pırtmaya karşı başlar omuzlara gömülmüş, atlar kardan
zırhlara kesmişlerdi; hayalet ordu bata çıka ilerlemeye devam
ediyordu. İlk konak yeri Seyhun Nehri'nden biraz önce, Aksu
lat'taydı. Burada, Halil Sultan' a, sağ kanadı alıp Taşkent' e; Sul
tan Hüseyin' e ise sol kanadı alıp Yesi'ye gitmesi emredildi. Her
ikisi de baharda askerleriyle birlikte geri dönecek; Timur, Pe
kin'e doğru yoluna devam edecekti.
Hükümdar Aksulat'ta bazı aile sorunlarıyla meşgul oldu. To
runu Halil Sultan, merhum Emir Seyfeddin'in haremine mensup
Şadimülk adlı bir odalıkla evlenerek, hÜkümdar ailesini allak bul
lak etmişti. Küplere binen Timur, kadının tutuklanmasını emret
miş; fakat Halil Sultan dedesinin emrine karşı gelerek onu sakla
mıştı. Kadın ele geçtiğinde, ölüme mahkum edildi. Eğer bir başka
torun, Pir Muhammed müdahale etmeseydi, eski odalık, yeni sul-
419
tan az kalsın boğazlanacaktı. Mamafih Aksulat'a gelen Timur,
Halil Sultan'ın bir kez daha ona karşı gelerek kadından ayrılmayı
reddettiğini öğrendi. Öfkeden kudurup, ikinci kez kadının öldü
rülmesi emrini verdi. Bu defa da, elinde büyüyen delikanlının
acısına dayanamayan Saraymülk Hanım, kadın lehine araya gir
di. İki kıdemli emir, Şeyh Nureddin ve Şah Melik kandırılarak,
Timur'a, Şadimülk'ün Halil Sultan'dan gebe olduğunu söyleme
ye ikna edildiler. Bu hile işe yaradı. Ölüm cezası uygulanmadı.
Şadimülk, hamileliği süresince Timur'un bir başka eşinin gözeti
mi altında olacaktı. Doğum yaptıktan sonra da hadımağalarına
teslim edilecek; bunlar Halil Sultan'ın, yaşadığı sürece bir daha
bu kadını görmemesini sağlayacaklardı.
Bu mesele halledildikten sonra, doğu seferine devam edildi.
Şiddetli fırtınalar bozkın kırbaç gibi dövdükçe, hükümdar aile
sindeki çalkantılı ilişkiler hafızalardan silindi. Timur, soğuktan
korunmaları için adamlarına kalın giysiler verdirmiş, çadır bez
lerini takviye ettirmişti, fakat bunlar zalim soğuğa karşı gene de
yetersiz kalıyordu. Gündüzleri eyer üstünde sallandıkları için bi
raz olsun ısınıyorlar, atıarına sımsıkı sarılarak, hayvanın vücut
ısısını emıneye çalışıyorlardı. Geceleri, ısı hızla düşüyor; gökteki
yıldızlar donmuş birer iğne ucu olup adeta etlerine batıyorlardı;
işte o zaman kirli yün battaniyelerine iyice sarınıyor, cılız ateşle
rin karşısında büzüşüp oturuyorlardı; gerçi bunlar da besieyecek
fazla yakıt olmadığından çabucak sönüp gidiyorlardı.
Seyhun'a ulaştıklarında, geç+!kleri diğer tüm nehirler gibi
bunun da donarak taş kesilmiş olduğunu gördüler. Her ne ka
dar bu durum, onları nehri aşmak için sığ yer aramak veya baş
ka bir yola sapmak zahmetinden kurtarıyor ise de, bu defa su
bulmak açısından zora sokuyordu. Yezidi'nin ifadesine göre,
bunun için adamların buzu birkaç metre kazmaları gerekiyor
du. Zaten ondan önce üç beş parça çalı çırpı bulmak uğruna,
kar kürernekten şişmiş olan parmakları, buzun içine kanıyor
du. Acı hissetmeyecek kadar donmuş, uyuşmuşlardı.
Kara, fırtınaya rağmen ordu inatla yoluna devam ediyor
du. Arabşah, bu amansız saldırı karşısında geri çekilmemekle,
Timur'un doğaya meydan okuduğunu yazar. "Fakat, kış ona
çok zarar verdi; esen yeller böğürlerine saplandı; vahşi rüzgar-
420
lar ordusuna yandan, önden daldı; dondurucu soğuk ordusu
nun filizlerini kesti, attı. . . Kış, kasırgalarıyla dört bir yanlarını
kuşattı, onları hortumlarına sarıp üstlerine patır patır dolu saç
tı; ayazlarını boralarını acı acı uğuldattı; soğuğu, karı, her şe
yiyle topyekun hücuma geçti." Arabşah, artık bunun iki kişi
arasında-ki şahsi bir kavgaya dönüştüğünü yazar; Timur bun
dan galip çıkmaya öylesine azimliydi ki askerlerinin çektiği ıs
tıraba aldırmıyor, durulması emrini vermiyordu. Suriyeli'nin
ifadesine göre, çok zayiat vardı ve ölüm soylu, yoksul gözetmi
yordu. Buna rağmen, Timur ve ordusu, Pekin' e doğru bastırı
yorlardı. Arabşah'ın kahramanı kış, aman vermiyordu.
"Sözüme kulak ver, Allah da biliyor ki, ne üst üste yığılı kömür/erin
koruyabilecek seni ölümün ayazmdan ne mangalda çıtırdayaıı ate
şin!" Sonra tepesindeki kar ambarından; göğüslük zır/ılarını çatlata
cak, demir mengenelerini eritecek bir ölçü kar tarttı; bunu göklerden
onun ve ordusunun üstüne dağ gibi dolu taneleri olarak yağdırdı, ar
dından bora/ar, kasırga/ar, tayfunlar yolladı; bunlar kulaklarına, göz
pınarlarına girdi; burun deliklerinden içeriye dolu bastı; sonra kuru
bir ayaz gönderip soluklarını gırtlaklarına tıkadı; dakunduğu her şeyi
çürüttü, parça/adı; yukarıdan tozuyan kar dört bir yanı kapladı, koca
dünyaya kıyamet günü gelmiş ya da Allalı onu gümüşten bir deryaya
çevirmiş gibi oldu. Güneş doğup, don ışı/dadığında manzara müthiş
ti; sanki gök, Türk cevlıerlerinden çatılmış, yer billurdan yaratılmıştı;
ikisinin arası altm gibi ışıldıyordu.
Kış öyle zorluydu ki güneş bile üşüyüp donmuştu. Birisi yere tü
kürdüğü zaman, tükürüğü yere bir buz topu olarak düşüyordu.
Soluk aldığı zaman, soluğu sakalında, bıyığında donuyordu.
Ocak ortasında ordu, Kazakistan' daki Otrar' a vardı. Bura
da, Timur ve en kıdemli kurmayları, Emir Birdi Bey'in kona
ğında kaldılar. Buradan çıkarılan keşif kolları, mevcut hava ko
şullarında önlerindeki yolun geçilecek durumda olup olmadı
ğına baktılar. Döndüklerinde ciddi bir ifadeyle başlarını iki ya
na sallayarak, gittikleri her yerde kar kalınlığının iki mızrak bo
yunu bulduğunu bildirdiler. Katırlar, develer ve yük arabaları,
bu yolu aşamazlardı. Tam bu sıra, Toktamış'tan bir elçi geldi;
421
Yezdi'nin ifadesine göre, 1395'te Timur'un ona yaşattığı boz
gundan beri Toktamış mağduriyet içinde, Kıpçak çöllerinde
serseri gibi dolaşıp durmuştu. Aralarındaki geçmişe rağmen,
Timur elçilik heyetinin şerefine mükellef bir şölen verdi. Tokta
mış'ın mesajı, uzlaşıcı ve af diler bir havadaydı. Başına gelen
her belaya müstahak olduğunu söylüyordu. Kendini, hüküm
cların ayakları dibine atmaktan başka çaresi kalmamıştı; affına
sığınıyor ve Timur'un emrine arnade olduğunu bildiriyordu.
Tatar hükümdar, cevaben, Çin seferinden döndükten sonra
onun tekrar tahtına kavuşması için yardımcı olacağını yazdı.
Otrar' da yeller acı acı eserken, zayıf düşmüş hükümdar an
sızın soğuk algınlığına yakalandı. Her ne kadar tahtırevanında,
adamlarına göre kışa karşı daha muhafazalı bir durumda yol
culuk ettiyse de, bunların çoğundan kat kat daha yaşlıydı ve
üstelik Clavijo'nun Semerkand' da bulunduğu dönemde tutul
duğu hastalıktan daha tam kurtulamamıştı. Sarayda, ilaçlar ve
şifalı otlarla hazırlanmış içecekler kaynatılıyor, sağuğu çıkart
mak için her yanda ateşler yakılıyordu. Fakat belirtiler kaybol
mamakta direniyordu. Asya'nın en ünlü tıp uzmanlarından,
sarayda görevli hekim, Tebrizli Mevlana Fazl, birkaç tür tedavi
hazırladı. Ne gariptir ki bunlardan biri, hükümdarın tüm gö
ğüs ve karın nahiyesinin buzla kaplanmasını öneriyordu. Her
kes tedirginlik içinde Timur'un iyileşmesini bekliyordu.
Hekimlerin çabaları istenilen sonucu vermedi. Soğuk al
gınlığı, hummaya çevirdi. Kırışık yüzlü hükümdar, yatağının
içinde iki büklüm olmuş, bir o yana bir bu yana dönüyor; bir
an soğuktan titrerken, bir an sonra tere batıyordu. Ateşler
içinde yanarken sannlar görüyor; hurilerin ona Yaradan'ına
kavuşmadan önce tövbekar olması için seslendiklerini sanı
yordu. Sonunun geldiğini hissediyordu. Son sözlerini söyle
mek için eşierini ve en kıdemli emirlerini başucuna çağırttı;
sesi zor duyuluyordu.
Çok kalmadı; ruhumu teslim edecek, canı veren ve alan Allalı'ın hu
zuruna çıkacağını. Arkanıdan ağlamayın. Üstünüzü başınızı yırtnıa
yın; divaneler gibi kendinizi yerden yere çarpnıayın; bunun yerine be
nim için dua edin ki Allalı ralınıetini üstümden eksik etmesin. Tekbir
422
getirin, fatiha okuyun ki ruhum şad olswı.82 Cenab-ı Hak bana, İran
ve Turan'a kanım ve nizanı getirmeyi ııasip eyledi; artık o topraklar
da güçlü güçsüzii ezemiyor; taksiratım çoktur, Allah affetsin . . . Ci
hangir'in oğlu, Pir Muhammed tahtınun tek kanuni vfirisidir, burada
ilan ediyorum. Senıerkand tahtında, mutlak bir egemenlik ve tanı bir
serbesti içinde oturma/ıdır; yurdumuza, ordıınıuza ve hakimiyetimiz
altmda bulunan topraklara ancak böyle hükmedebilir. Hepinizin ona
itaat etmesini emrediyorum; gerekirse onu güçlü kılmak için canınızı
vermekten kaçmmayııı; böyle yaparsanız dirlik ve düzen bozulmaz,
yıllardır çektiğim emekler zayi olmaz. Birlik olursanız kimse ne size,
ne de benim son vasiyetime karşı koyabilir.
42 3
saretle taşıyın ki benim gibi uzun saltanat sürün ve geniş topraklara
hüknıediıı . İraıı'ı ve Turaıı'ı düşmanlarmdan ve asilerden temizle
dün; onlara refah ve adalet getirdim. Eğer benim son isteklerimi yeri
ne getirir ve davraııışlarınızı sadece adalet duygusımım yönlendirme
sine izin ·uerirseniz, daha uzun süre bu hükümdarlık elinizde kalır.
Fakat ne zaıııaıı ki birlik ve ahenk bozulur, işte o zaman talih tersine
döner. Düşman, sizi savaşla lnmaltmaya başlar ve bunun önünü al
mak çok zor olur; devlete ve dine telafisi olanaksız zararlar gelir.
83 Arabşah, elbette ki Timur'un son saatleri hakkında farklı şeyler yazmıştı. Son
anında bile, Şam'da yurdunu yuvasını yıkan bu adama karşı duyduğu derin nef
reti yenememişti. Kitabında Timur'un öldüğü bölümün başlığı, "O Mağrur Zor
banın Burnu Nasıl Yere Sürtüldü ve Cehennemin En Karanlık Kuyusuna Atıldı"
olarak adlandırılmıştı. Nesri, hep olduğu gibi, tumturaklı ve haşindi: "Yüreği çat
ladı, ne servetinin ne de çocuklarının bir faydası olmuyordu; sonra kan kusmaya
başladı, esef ve tövbeyle yumruklarını dişliyordu. Ölümün sakisi ona acı şerbeti
sundu ve o güne kadar inkar ettiği şeyi artık aklı keser oldu; cehennemin lanetini
görünce imanından medet umdu, ama nafile; aman diledi, ama veren olmadı ve
ona şöyle denildi: 'Göç, ey o habis bedendeki habis ruh; göç, ey rezil, günahkar
ruh, kaynar kazanların, irinli kanların, kendin gibi günahkarların içine düş.' Öyle
bir öksürüyordu ki deve boğazlanıyar sanılırdı; suratında renk kalmamıştı; yuları
gerilmiş deve gibi ağzı burnu köpürüyordu; ona eza eden melekler ah bir görül
seydi; günahkar ruhu nasıl büyük bir keyifle hırpalıyorlar, evini barkım dağıtıp
hafızalardan siliyorlardı . . . Sonra Cehennemden at kılından yapılmış giysiler ge
tirdiler, ısianmış keçeden lif çeken şiş gibi ruhunu çekip aldılar; oradan, lanetlen
rnek ve cezasını çekmek üzere Allah katına havale edildi; işkence hiç durmadı;
Allah'ın cehennemİ azabı hiç dinmedi."
424
12
42 5
Timur'un bedeni daha soğumadan; ölüm döşeğinde gayet
belagatla sakınılması gerektiğini söylediği kardeş kavgası pat
lak vermişti. Koca bir imparatorluğun kaderinin bir tek adama
bağlı olduğu ve o adamın, tam da olmaması gereken bir za
manda, bulunmaması gereken bir yerde bulunduğu pek ender
görülmüştür. Taht varisi olarak atanan Pir Muhammed, çok
uzakta, güneyde kendisine verilen Hindistan'ın kuzeyindeki
topraklardaydı. Gözünü hırs bürümüş olan Halil Sultan ise,
Taşkent'te, ordusuyla kışlamaktaydı ve burası hükümdarlığın
merkezi, başkent Semerkand' dan yalnızca 260 kilometre uzak-'
taydı. Gücü ele geçirme savaşı başlamıştı.
İlk girişim, Timur'un tarunu Sultan Hüseyin'den geldi.
Tahtı ele geçirmek için yaptığı yıldırım harekat başarısızlıkla
sonuçlanınca, Şahruh'a sığındı ve Şahruh, hiç zaman kaybet
meden onu öldürttü. Tahta, Pir Muhammed'in geçmesini sağ
lamak için alelacele Otrar'dan başkente gelen sadık emirler,
Şah Melik ve Şeyh Nureddin, kent kapılarında durduruldular.
Tahta göz koyan genç Halil Sultan'ın, o kısa arada tayin ettiği
Semerkand'ın yeni valisi, onların içeriye girmesine izin ver
medi. Kısa vadede sonucu, basit coğrafi unsurlar belirledi.
Dedesi öldüğünde Semerkand'a en yakın mesafede bulunan
Halil Sultan, tahta oturdu. 1406' da tahtın kanuni varisi kuv
vetlerini toplayıp savaş açmak üzere kuzeye yürüdü. Halil
Sultan, onu müthiş bir bozguna uğrattı. Pir Muhammed bir
yıl sonra, en. güvendiği emirinin elebaşılık ettiği bir darbe sı
rasında öldürüldü.
Halil Sultan'ın saltanatı pek kısa ömürlü oldu. Onun başa
geçmesinde destek olan ordu, büyük ölçüde Maveraünnehir dı
şında yaşayan topluluklardan alınma askerlerden oluşuyordu.
Bu adamların, esasen bir ailenin içinde cereyan eden bu taht
kavgasıyla pek ilgileri yoktu; ne de kumandanlarına candan,
yürekten bağlıydılar. Timur'un yaşadığı süre içinde davasına
kazandığı kavim ve boylarda olduğu gibi, satın alınmaları ge
rekiyordu. Geçen yıllar zarfında bu sadakat, Asya'nın savaş
meydanlarında, yağmalanan saraylarında ve hazinelerinde ele
geçirilen ganimetierin askerler arasında paylaştırılmasıyla satın
alınmıştı. Timur'un ölümü bu denklemi altüst etmişti. Başta ka-
426
labilmek için kendi yurdunda göğüslernesi gereken entrika ve
çalkantılar yüzünden, Halil Sultan, dedesinin imparatorluğunu
ayakta tutan sınır ötesi fetihlere çıkamıyordu. Dört yıl içinde;
evlenmiş olduğu muhteris kadının da teşvikiyle, Semerkand'ın
kasalarını kendine destek verenler uğruna boşaltmıştı. Şadi
mülk, hızla yükselmişti. Haremden kurtarıldıktan sonra önce
hanım olmuş; ardından en büyük emeli gerçekleşerek, zirveye,
başkadınlığa yükselmişti. Onun etkisiyle, emirler birer birer
çaptan düşmüş; sonunda Halil Sultan, tümüyle güzel eşinin
güdümüne girerek, devlet işlerini ona danışmadan göremez ol
muştu. Arabşah, "deliliğin, divaneliğin, bu kadarı olur," diye
alay eder, "karısı tarafından yönetilmeye bir adam nasıl rıza
gösterir?"
1409' a gelindiğinde, artık verecek bir şeyi kalmamıştı. Halil
Sultan'ın cömertçe dağıttığı günlerin geride kaldığını anlayan
dalkavukları, büyük hüsran içinde, kendilerine yeni çıkar kapı
ları aramaya başladılar. Halil güçten düşmüş birliklerini alarak
amcası Şahruh'?- sığındı; ona kucak açmış gibi görünen Şahruh,
yeğenini zehirleyerek öldürdü. Arabşah, Şadimülk'ün yıkıldı
ğını yazar. "Eline bir hançer aldı ve gırtlağına dayadı, sonra öy
le bir kuvvetle üstüne abandı ki hançer kafasını delip geçti; içi
ni yakan ateş nihayet onu kavurup kül etti; ikisi bir mezara gö
müldü."
Kendine ait olan Horasan' da, bir dizi taşkın başkaldırıyı
bastıran Şahruh öne çıkarak gücü ele geçirdi. Semerkand'ı
marifetli oğlu Uluğ Bey'e bırakarak, başkenti Herat'a taşıdı.
Bundan sonraki kırk yıl Timuroğulları uygarlığının en parlak
dönemi oldu. İmparatorluğun merkezinde birlik bozulmadı
ve onlarca yıl süren savaşın ardından gelen barış ve huzur or
tamının nimetlerinden yararlanıldı. Şahruh ve karısı Gevher
şad, sanat ve edebiyatın cömert hamileri oldular ve onların
döneminde Timuroğulları kültürü, doruk noktasına ulaştı. Se
merkand'ın gökbilimci hakanı Uluğ Bey, kendini matematiğe,
tıbba ve müziğe verdi. Babası gibi şiire düşkündü; ayrıca tari
he, coğrafyaya, felsefeye ve ilahiyata da merakı vardı. Fakat
bunların hepsinden çok, yaptırdığı rasathane ve geliştirdiği
yıldız çizelgeleri ile nam salmıştır; on yedinci yüzyılda ingil-
427
tere' de ilk defa bir Kraliyet Gökbilimeisi atandığı zaman, hala
bu çizelgelere başvuruluyordu. Birbirinden güzel ve görkemli
anıtlar dikilmeye devam ediliyor, minareler gökleri süslüyor
du. Recistan' da, gökbilimci hakanın ve onun keşfettiği takım
yıldızların şerefine inşa edilen yeni bir medrese, meydanın şa
nına biraz daha şan katmıştı. Bir tarihçede yazılı olduğu gibi,
"Ademoğlu oldu olalı; insanların bu kadar mesut, bahtiyar ve
huzurlu yaşadığı ne bir çağ, ne bir dönem, ne bir devir, ne de
bir an görülmüştü."
Bunlar, Timur'un yoktan var ettiği imparatorluğun son
pırıltılarıydı. On beşinci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde,
hem Şahruh, hem Uluğ Bey ölmüştü. Otuz sekiz yıl süren fev
kalade aydınlık bir idareden sonra, gökbilimci hakanın ölümü
kendi oğlunun elinden olmuştu. Hükümdarın vefatından bir
asır sonra, Timuroğulları imparatorluğu çökmüştü. Onun aile
içi birliğin bozulmasıyla ilgili keramet dolu uyarıları dinlenil
memişti. İnsanlığa hediye ettiği mavi kubbeli camiler, göz ka
maştıran minareler, zarif bahçe ve saraylar, ölü bir uygarlığın
hazin kalıntıları olarak, Asya'nın dört bir yanına saçılmıştı.
Yalnızca Hindistan' da, dünyanın damının tam karşısında, Ti
mur'un torununun, torununun tarunu ve en şanlı varisi Ba
bür'ün kurduğu Moğol İmparatorluğu'nda, eski şaşaa sürü
yordu.
* * *
428
du. İçinde, ulu hükümdarın ölüsünün gömüleceği bir tonoz
yapılmış; etrafında bulunan yıkık evlerin yerine pek güzel bir
bahçe dikilmişti." Her ne kadar Timur, baba ocağı ve hüküm
darlığının ilk başkenti Şehrisebz'e gömülmeyi düşünüyor
idiyse de Halil Sultan onu kafuru, misk, amber ve gülsuyuyla
yıkatarak buraya defnettirmişti. Dikkafalı torunun, kente ege
men olduktan sonra, kendini göstermek için yaptığı ilk işler
den biri bu olmuştu.
Arabşah, "önce dedesinin defin işiyle uğraştı; dini gerekler
yerine getirildikten sonra mezara konuldu," diye yazar.
42 9
Mozolenin etrafında çocuklar bir o yana bir bu yana seğirti
yordu. Ayak bileklerimi okşayan hafif bir meltem, alacaka
ranlığın içinden aile yaşantısına ait uzak sesler ve buram bu'"
ram pilav kokusu getiriyordu. Otoparkın karşısında, oturdu
ğu tahttan Recistan'ı süzen ve her haftasonu yeni evlilerin
önünde merasim yaptığı, Timur'un abidevi heykeli yükseli
yordu. Kemerli, devasa giriş methali bir mavi çini cümbüşüy
dü; iç kısmı mukarııa s tabir edilen yivlerle süslenmişti ve yu
karıya doğru incelerek bir dikit oluşturuyordu; arkasındaki
avluda kimsecikler yoktu. Bir başka methalin hemen ardında,
yivli kubbe göğe doğru yükseliyordu. İsfahanlı ünlü bir mi
mar tarafından, sekiz kenarlı bir plan üzerinde inşa edilen bu
mozole -üstündeki bir kitabede, "Tanrı'nın aciz kulu, Mu
hammed ibn Mahmud İsfahani tarafından yapılmıştır/' diye
yazıyordu- bir ölçü, üslup ve yalınlık harikasıydı ve bir hü
kümdarın hayatını, bir hanecianın saltanatını ve Tanrı'nın sı
nırsız kudretini kutlulayan, soylu bir yapıydı. Lacivert, firu
ze, sarı ve yeşil çinilerle işlenmiş kubbenin altında, üç metre
yüksekliğindeki bir kitabede, "Allah ebedidir," ifadesi oku
nuyordu. Bir şair, kubbenin büyüklüğünün etkisi altında,
"Gök, bir gün ortadan kalksa da fark etmez, bu kubbe onun
yerini tutar/' demişti.
İçeriye, mozolenin ortasına doğru ilerledim; dışarının göz
kamaştıran aydınlığından sonra, içerinin loşluğundan bir an
gözlerim karardı. Karanlığa alıştığım zaman, kubbenin altında,
mağara gibi bir odaya açılan, 1420'de Uluğ Bey'in eklettiği; do
ğu yakasındaki kemerli geçitten geçtim. İçerideki süslemelerin
zenginliği karşısında nefesim kesildi; kimileri solmuş, kimileri
çarpıcı parlak renklerle onarılmıştı. Duvarların alt kısmı, oniks
mermerden altıgen karolarla kaplıydı; bu dingin süslemenin te
pesinde, pek derin olmayan, mermer kornişler yer alıyordu.
Oniks karoların hemen üstünde, duvarları çepeçevre saran ye
şim taşından bir kuşağa, oyma, altın harflerle Kuran' dan ayet
ler yazılmıştı. Her duvarın ortasında yüksek cumbalar vardı,
bunların üst tarafından aşağıya doğru sarkıt gibi inen, mavi ve
altın yaldız boyanmış kartonpiyerler görülüyordu. Bunların
430
çok yukarısında, bakarken boyun ağrıtan bir yüksekliğe konul
muş kafesli pencerelerden içeriye kehribar rengi bir ışık süzü
lüyor, kubbenin altın yaldızlı davlumbazını ve bunun üstünde
bulunan rengarenk yıldızlada kaplı geometrik b içimleri aydın
latıyordu.
Mozoleyi taçlandıran bu şanlı kubbe aşağıda, odanın tam
ortasında toplanmış ve oymalı mermer bir parmaklığın ar
dındaki yedi anıt mezara bakıyordu. Bunlar, Timuroğulları
hanedanının önde gelen parlak kişilerine ait mezarlardı; biri,
anısına bu mozolenin yapıldığı Muhammed Sultan'ın, öbürü
çok yönlü alim ve gökbilimci hükümdar Uluğ Bey'in; bir di
ğeri sanat aşığı, sağduyulu babası Şahruh'un, bir başkası hü
kümdarın haşarı oğlu Miranşah'ındı. Anıt mezarların orta
sında, yüksek bir mermer kaidenin üstünde Timur'unki du
ruyordu; bu, göze siyahmış gibi görünen, çok koyu renk ye
şim taşından, bir metre seksen üç santim uzunluğunda yek
pare bir mermer lahitti; bir zamanlar dünyada, bu taşın bun
dan -daha büyük bir parçası yoktu. Üstü ve kenarları oyma
süslemelerle bezenmiş ve ortasından çatlamış olan bu l ahti;
dedesinin mezarını süslemesi için Uluğ Bey, 1425' te Semer
kand'a getirmişti. Bu çatıağın 1 740'ta, İranlı istilacı Nadir
Şah'ın bu hazineyi gasp etmek için yaptığı başarısız girişim
sırasında meydana geldiği sanılmaktadır. Yeşim taşından la
htin hemen yanında, çevresindekilere göre daha mütevazı
süslemeleri olan gömüt, Şeyh Seyyid Bereke'ye aitti. Hüküm
darın; öldüğü zaman bu din ve ahlak hocasının ayak ucuna
gömülme vasiyeti, harfiyen yerine getirilmişti.
Timur, ölüsünde bile, kimliğinin iki zıt kutbunu bağdaştır
mıştı. Yeşim taşının üzerine, uzun, ayrıntılı -ve yer yer hayali
bir soyağacı çıkarılmıştı. Babası Turagay Barlas'tan b irkaç ku
şak geriye giden bu ağaç, Timur'un soyunu Cengiz Han'a ka
dar dayandırıyordu. İsim listesi uzaya uzaya nihayet en yakın
erkek atasına geldiğinde, "Bu şanlı adamın babası yoktu; a nası
Tekine Hatun' du. Bu, mazbut ve namusu bütün bir kadındı ve
zina nedir bilmezdi. Ona, bir kapının üstünden süzülen ve bir
erkeğe benzettiği bir ışık huzmesinden gebe kaldı. Bu adamın,
Müminlerin Kumandanı Ebu Talib'in oğullarından Ali olduğu
43 1
söylenilir." Bu bir propaganda şaheseridir. Timur, bir hamlede
hem Cengiz Han'ın hem Hz. Ali'nin ahfadından olmuş, Moğol
töreleriyle İslam geleneğini kaynaştırmıştı.
Yaşlıca bir görevlinin yanıma yaklaşmasıyla dikkatim
dağıldı. Kılığı pek düzgün değildi; başında pejmürde bir tak
ke, sırtında havı dökülmüş, ütüsüz bir takım elbise vardı. Kı
rış kırış bir yüzün ortasından boncuk gibi iki göz bana bakı
yordu. Saatini işaret edip, mozolenin kapanmak üzere oldu
ğunu söyledi ve ışıkları söndürmeye başladı. Sonra, tam dön
müş giderken ve bana da kendisini takip etmemi işaret etmiş
ken, d urakladı.
"Sana Timur'un gerçek mezarını gösterebilirim. İki dola
ra," dedi.
Yasak bir dünyanın anahtarını elinde tuttuğu için olsa ge
rek, gözleri heyecanla büyümüştü. Çarçabuk başımı salladım.
Toprak seviyesinde gördüğüm mezartaşları birer süsten ibaret
ti. Yezdi tarihinden bildiğim kadarıyla yeraltında, Timur'un ve
yakınlarının gömülü olduğu bir mezar daha vardı; fakat bu ala
nın ziyaretçilere kapalı olduğunu duymuştum.
Birlikte gizli bir merciivenden aşağıya indik. Yaşlıca görevli
cebinden bulup çıkardığı bir anahtarla, ağır bir kapının kilidini
açtı; buz gibi bir mahzenden içeriye girdik. Etraf zifiri karanlıi<
tı. Hiçbir şey görünmüyordu. Sonra bir şalter indirdi; ışıkta, taş
ve tuğladan yapılmış yalın bir mahzen ortaya çıktı.
Timur'un mezarı, üstünde Kuran' dan alınmış ayetlerin ya
zılı olduğu sade bir taş lahitti. Yukarıdaki mozolenin renk ve
debdebesinden sonra, bu loş ve kasvetli oda, insanın içini sıkı
yordu. Bir kuyrukluyıldız gibi Asya semalarından ağıp, onu
ışığa boğan adamın yattığı yer işte burasıydı. Varisieri onun ar
dından birkaç yıl daha, gökten yağan pırıltılarını izlemiş, so
nunda Timuroğulları hükümdarlığı ve hanedam yere vurarak
sönüp gitmişti. Batıda ise, Timur tümüyle unutulmuştu. Adını
duymuş olanlar, belki Marlowe'un oyununda, kendini, "Tan
rı'nın Kılıcı ve Gazabı/İnsanlığın En Büyük Korkusu ve Başbe
lası" olarak adlandıran dehşetengiz bir zorbayı hatırlıyorlardı.
Fakat belli bir kesim dışındakiler için, Cengiz Han ve Büyük İs
kender'le birlikte dünyanın en büyük üç cihangirinden biri
432
olan ve gelmiş geçmiş en büyük İslam imparatorluğunu kuran
adam, yalnızca bir isimden ibaretti. Büyük bir aşkla süslemiş
olduğu, bir zamanlar tüm dünyaya parmak ısırtan o kent, şim
di, kimsenin urourunda olmayan uzak bir yerdi. Hatırası yal
nızca burada sıcak tutulmuştu. Kapının üstündeki bir yazı, kı
saca şöyle diyordu:
Adil ve ulu cilza11gir, yüce lıakaıı, yiğit bahadır Emir Timur, bu
rada yatmaktadır.
433
Timur imparatorluğu 1 ı
Delhi•
EK A
437
1368 Çin' de yeni Ming hanedanı, Moğol Yuan hanedanını devirir.
1370 Hüseyin Belh'de bozguna uğratılır, yakalanır ve öldürülür. Yıldızla
ra Hükmeden Hükümdar Timur, Çağataylar'ın yöneticisi olarak tçıh
ta çıkar. Cengiz Han'ın soyundan gelen, Çağatay hanı Kazan'ın kızı,
Hüseyin'in dul karısı Saraymülk Hanım'la evlenir. Hanlarhanının
damadı anlamına gelen Timur Gürgan unvanını alır. Soyıırgatmış'ı
Çağatay hanı ilan eder. Timur, Moğollara karşı ilk seferini yapar.
1370'lerde, bunu başkaları izler.
1372 Timur, ordusunun başında kuzeye ilerleyerek, Harezm'de Sufi hane
danına karşı savaş açar ve Kat şehrini ele geçirir. Barış antlaşmasının
şartlarından biri de, Cengiz Han soyundan gelen Hanzade'nin Ci- .
hangir' e eş olarak gönderilmesidir.
1373 Hanzade gönderilmez; Timur Harezm' e bir sefer daha düzenler. An
laşma sağlanır; Hanzade gelir ve Harezm, Timur'un palazlanmakta
olan imparatorluğuna eklenir.
1375-76 Timur, Moğolistan'a karşı bir sefer düzenler.
1376 Cihangir vefat eder. Ak Orda'nın başına geçmek isteyen Cengiz Han
soyundan Toktamış, Timur'a sığınır; Timur, silah sağlayarak ona
destek olur. Toktamış'ın ilk tahta çıkma girişimi başarısızlıkla sonuç
lanır.
1377 Timur'un oğlu Şahruh dünyaya gelir. Toktamış bir kez daha yenilir.
1378 Toktamış, Timur'un da yardımıyla, üçüncü teşebbüsünde Ak Orda
ham olarak tahta çıkar.
1379 Timur, Herat'ın Kert boyundan gelen beyini haraca bağlar. Başkal
dıran Harezm'e karşı bir sefer düzenlenir. Timur, Urgenç'i yağma
eder.
1380 Toktamış Altın Orda hanı olur. Timur, Miranşah'ı Horasan valisi
ilan eder.
1381 Horasan'a karşı sefer düzenlenir. Timur, kışı geçirmek üzere Buha
ra'ya gelmeden önce, Herat'ı hiçbir çarpışmaya gerek kalmaksızın
ele geçirir.
1382 Mazanderan'a akın düzenleyen Timur, yerel yönetici Emir Veli'yi
bozguna uğratarak, Hazar Denizi etrafındaki topraklarda egemenlik
kurar. Ordusuyla birlikte Semerkand yakınlarında kışlar.
1383 Herat başkaldırır. Timur, Horasan'a döner ve İsfezar kenti ahalisin
den iki bin kişiyi esir alır. Ceza olarak bir kule ördürür ve bunları ku
le duvarlarına diri diri gömdürür.
1384-86 Timur, Sistan ve Kandehar'ı ele geçirir. Zerenç yağmalanır. Cela
yirli Sultan Ahmed'in alçakça tirarından sonra, Sultaniye teslim olur;
Timur Semerkand'a döner.
438
Toktamış, Tebriz' i yağmalar.
Üç Yıllık İran Seferi başlar. Tebriz ilk düşen kent olur. İlk Gürcistan seferi
yapılır. Başkent Tiflis, teslim olur.
1387 Toktamış Kafkaslar'da yağma hareketlerine girişir. Timur, batıya,
Anadolu'ya geçmeden önce Ermenistan'a bir sefer düzenler. İsfa
han önce teslim olup, hemen ardından başkaldırır. Timur, kentte
katliam emreder. Şiraz, karşı koymadan düşer. Timur'a, Tokta
mış'ın Maveraünnehir'e saldırarak Buhara'yı kuşatma altına aldığı
haberi ulaşır. Timur'un anayurdunda yağma hareketlerine girişil
miştir. Timur, Maveraünnehir'e dönerek Toktamış'ı kuzeye çekil
mek zorunda bırakır.
1388 Buraya baskın yapan Toktamış'a destek verdiği için Urgenç ceza
olarak yerle bir edilir.
1389-90 Timur, Horasan'da çıkan isyanı bastırır. Moğolistan'a bir sefer
düzenler. Moğol ham Hızır Hoca yenilgiye uğratılır. Kamereddin
onun yerine geçmeye kalkışır. Timur'la Hızır Hoca arasında anlaşma
sağlanır.
1390-91 Timur, Toktamış'a karşı büyük bir sefere hazırlanmak üzere kışı
Taşkent'te geçirir. Beş ay süren 3.200 kilometrelik bir yürüyüşten
sonra, Hazirap ayında Toktamış'ın ordusuyla karşılaşarak, onu Kun
duzca savaşında yenilgiye uğratır. Tatarlar zaferlerini Volga kıyıla
rında kutlarlar.
1391-92 Timur, Semerkand'a dönmeden önce kışı Taşkent'te geçirir. Ci
hangir' den olma torunu Pir Muhammed'i Kabil valiliğine getirir.
1392 Beş Yıllık Sefer başlar.
1393 Gürcistan'a bir sefer daha düzenlenir. Timur, Mazanderan'a yürü
yerek, İran'ın kendi içinde çekişip duran Muzafferi hanedanlığını de
virir. Muzafferi soyluları öldürülür. Oğlu Ömer Şeyh'i, Fars'ın başı
na getirir. Timur, Şiraz'ı yeniden ele geçirir. Başında bulunan Sultan
Ahmed Celayir'in bir kez daha firar etmesinden sonra, Bağdat Ti
mur'a boyun eğer. Ömer Şeyh vefat eder. Mısır sultanı Berkuk, Sul
tan Ahmed'e yardım eli uzatır ve Timur'un elçilerini öldürtür.
1394 Sultan Berkuk, ordusunu Timur'a karşı bir başka sefere hazırlayan
Toktamış'la ittifaka girer. Berkuk, ordusunu toplayıp Sultan Ah
med'i Bağdat'ta yeniden başa getirdikten sonra kuzeye, Şam'a ve ar
dından Halep'e yürür. Timur, Ermenistan'la Gürcistan'a akın düzen
ler. Toktamış, bir kez daha Timur'un topraklarına tecavüzle, Kafkas
lar' da yağma hareketlerine girişir.
1395 Timur, ikinci ve son kez, Toktamış'ı Terek savaşında yenilgiye uğra
tır. Ordusu kuzeye doğru yürümeye devam' ederek Altın Orda dev-
439
letini kökünden kazır. Başlıca kentleri Tana ile Saray'ı ve başkent As
trahan'ı yerle bir eder.
1396 Timur, güneye dönerek, savaş yorgunu Gürcistan'ı talan eder. Mu�
zaffer olarak Semerkand'a döner ve fevkalade iddialı imar işlerine
girişir. Payitahtında iki yıl geçirir; bu, ömrü boyunca Semerkand'da
kaldığı en uzun süre olur. Osmanlı padişahı I. Bayezid, son Haçlı Se
feri'nde Avrupalı düşmanlarını Niğbolu savaşında yener. Şahruh
Horasan'a vali atanır.
1397 Cihangir'in oğlu Pir Muhammed, Timur'un bir sonraki seferinin ha
zırlıkları için Pencap' daki Mu!tan kentine gönderilir.
1398 Hindistan seferi başlar. Timur, Hindikuş Dağları'nı geçerek Mul
tan'ı zapt eder. Hint ordusuyla çarpışmaya girmeden önce, aldığı
yüz bin Hintli esirin katlini emreder. Hem Büyük İskender'den hem
Cengiz Han'dan baskın çıkarak, Delhi'yi yerle bir eder. Kentin topar
lanması, yüzyıl alır.
1399 Timur, Semerkand'a döner. En iddialı projesi olan Ulucami'nin inşa
atına başlanır. Sultan Berkuk vefat eder. Yerine on yaşındaki oğlu
Ferec geçer. Yedi Yıl Seferi başlar. Timur'un batıdaki fetihleri sırasın
da, kendini sefahate kaptırmış olan oğlu Miranşah'a idareden el çek
tirilir. Sultan Ahmed, üçüncü kez firar ederek, Sultan Bayezid'e sığı
nır. Timur'un birlikleri Karabağ' da kışlar.
1400 Timur, Sivas'ı aldıktan sonra, üç bin savaş esirini diri diri gömdü
rür. Halep ahalisi kılıçtan geçirilir. Yirmi bin Suriyelinin uçurulmuş
kafalarından kuleler dikilir.
1401 Şam'ın dışında ordugah kuran Timur, büyük Arap tarihçisi İbn Hal
dun'u birçok kez huzuruna kabul eder. Şam düşer ve ateşe verilir.
Eşsiz Emeviye Camii tahrip edilir. Bağdat'ı yeniden ele geçiren Ti
mur, bir katliam emri daha verir. Bu kez son zaferinin bir nişanesi
olarak doksan bin kafadan 1 20 kule dikilir. Ordusu, bir kışı daha Ka
rabağ yayialarında geçirir.
1402 Timur, Bayezid'le karşılaşmak için batıya doğru yürür. Temmuz
ayında, Osmanlı kuvvetlerini Ankara savaşında yenilgiye uğratır; bu
onun o güne kadarki en büyük zaferi olur. Osmanlı tarihinde ilk ve
son kez bir Osmanlı padişahı düşman eline geçer. Timur, Hıristiyan
ların Anadolu' daki son kalesi, Smirna'yı (İzmir) yıkar.
1403 Sultan Bayezid esaret altındayken vefat eder. Cihangir'in en büyük
oğlu ve Timur'un tahtının varisi Pir Muhammed ölür. Timur, kış için
Karabağ yayialarma çekilmeden önce, Gürcistan'a bir sefer daha dü
zenler.
1404 Timur, Semerkand'a dönerek yeni inşaat işlerine girişir. Kastilya
440
kralının elçisi Ruy Gonzales de Clavijo, Timur'un huzuruna çıkmak
üzere, Ağustos ayında Semerkand'a ulaşır. Timur, Kanigil yaylasın
da bir kurultay toplar. Şarabın su gibi aktığı şenlikler iki ay sürer. Ti
mur, Çin'in Ming imparatoruna karşı hayatının son seferine çıkar.
1405 Timur, Ocak ayında Kazakistan'daki Otrar kentine ulaşır ve burada
hasta düşer. 18 Şubat'ta vefat eder.
1941 22 Haziran: Sovyet arkeolog Profesör Mikhail Gerasimav Timur'un
mezarını açar; sağ kol ve bacağında aksaklığa neden olan darbe izle
rini doğrular.
1991 31 Ağustos: Sovyet Rusya'nın dağılışının ardından Özbekistan İslam
Kerimov önderliğinde bağımsızlığını ilan eder.
1993 1 Eylül Bağımsızlık kutlamaları sırasında, Başkan Kerimov Ti
mur'un Taşkent'e dikilen heykelinin açılışını yapar. Öteden beri Ti
mur'u karalama gayreti güden Sovyet Rusya' dan sonra Tatar hü
kümdar, anayurdunun yeni ulusal simgesi olur.
1996 Timur'un doğumunun 660'ıncı yılını kutlama şenlikleri bağlamında,
Taşkent'te fatihin anısını ölümsüzleştirmek için kurulan müzenin açılı
şı yapılır. Özbekistan'a üstün hizmet verenleri ödüllendirmek için
Emir Timur madalyası ihdas edilir.
441
EK B
442
1342 ? Geoffrey Chaucer'ın doğumu. 1380'lerin sonunda, Timur gücü
nün zirvesindeyken, Caııterburry Öyküleri'ni yazmaya başlar.
1345 Boransa'nın en ünlü köprüsü Ponte Vecchio'nun inşaatı tamamlanır.
1346 26 Ağustos III. Edward'ın ordusu Fransızları Crecy savaşında boz
guna uğrahr.
1347 Asya' dan bahya sıçrayan Kara Ölüm İstanbul, Rodos, Kıbrıs, Sicilya,
Venedik, Cenova ve Marsilya'ya kadar ulaşır. Bir yıl sonra, İtalya'nın
geri kalan kısmım ve İngiltere'yi de kırıp geçirdikten sonra, 1350'le
rin başında Kuzey Avrupa'ya yayılır.
1350 II. Jean, Fransa kralı olarak taç giyer.
1356 19 Eylül Kara Prens Edward, Poitiers savaşında, İngiliz ordusuna
Fransızlara karşı büyük zafer kazandırır. Kral II. Jean esir düşer ve
serbest bırakılması karşılığında fidye istenir.
1356 Kutsal Roma imparatoru IV. Karl, Hanedan Seçimi Fermanı'nı vere
rek, Alman krallarının tahta geçme kurallarını vaaz eder.
1360 8 Mayıs Fransa ve İngiltere arasında Bretigny barış antiaşması im
zalanır. II. Jean, üç milyon kron fidye öder. III. Edward, Fransa tah
tındaki iddiasından vazgeçer. Fransız topraklarından kendisine bü
yük hisseler vJerilir.
1370 Granada'daki Elhamra bünyesi içinde yer alan, Comares ve Sala de
la Barca saraylarının inşaatı tamamlanır.
1377-79 İngiltere'de, II. Richard'ın saltanatı.
1378-1417 Kiliseler Arası Ayrılık. Papa VI. Urbanus'un seçimi konusunda
kiliseler arasında ihtilaf çıkar. Otuz yıl süreyle, Avignon' da bir papa
ve Roma'da ona muhalif bir başka pa pa hüküm sürer.
1381 İngiltere'de halkın nefretini kazanan nüfus vergisine karşı Wat Tyler
önderliğinde köylüler isyan eder.
1386 Kutsal Roma Germen imparatorlarını seçen kurulun üyesi I. Rupert,
Almanya'nın en eski üniversitesi Heidelberg'i kurar.
1389 Osmanlı padişahı I. Murad, Sırp kralı Lazarus kumandasındaki bir
leşik Avrupa ordusunu Kosova savaşında ağır bir yenilgiye uğrahr.
1396 Osmanlı sultanı I. Bayezid, Niğbolu'da Avrupa'nın en seçkin şöval
yelerini çıklıkları son Haçlı seferinde kılıçtan geçirir.
1399-1413 İngiltere' de IV. Henry'nin saltanatı.
1400 Galler Prensliği'nin bağımsızlığını savunan son prens Owen Glendo
wer, İngiliz idaresine karşı Galler'i isyana kışkırtır.
443
Kaynakça
444
Blair, Sheila S., 'The Mongol Capital of Sultaniyya "The Imperial"', Iran: jour
nal of the British Institute ofPersian Studies içinde, XXIV, Londra, 1986
Blair, Sheila S. ve Bloom, Jonathan M., The Art and Arclıitectııre of Islam:
125o-z8oo, Londra ve New Haven, Yale University Press, 1994
Blochet, Edgard, Introduction a l'lıistoire des Mongols de Fadl Allalı Rashid ed
Din, Londra, Luzac&Co., 1910
Boas, Frederick S., Christoplıer Marlowe, Oxford, Ciarendon Press, 1 940
Boyle, J.A. (çev.), The Successors of Genglıis K/ımı, Rashid ad-din, Farsçadan
çevrilmiştir, New York, Columbia University Press, 1 971
Bretschneider, Emile, Medieval Rescarehes from Eastern Asiatic Soruces: Frag
ments Towards the Knowledge of the Geography and History of Central and
Western Asia from the Thirteenth to the Sezıenteeııth Century (2 cilt), Lon
dra, 1888, 1 910
Browne, Edward G., A Literary History of Persia (4 cilt), Cambridge Univer
sity Press, 1 928
Bumes, Alexander, Cabool: Being a Personal Narrative of a ]oumey to, and Resi
dence in that City, in tlıe Years 1836, 7 and 8, Londra, John Murray, 1842
Bushev, Alexandr, 'Tamerlane v Marx', B ul/etin of the Atomic Scientists,
50:48, 1 994
Byron, Robert, The Road to Oxiana, Londra, Macmillan, 1937
The Cambridge History of Central Asia, Cambridge University Press, 1990
The Cambridge History ofIran, Cambridge University Press, 1968
The Cambridge History of Islam, Cambridge University Press, 1 970
Cartelli, Thomas, Marlowe, Shakespeare and the Economy of Theatrical Experi
ence, Philadelphia, University of Pennsylvania Press, 1 991
Chambers, James, The Devil's Horsemeıı: The Mangol Invasion of Eıırope,
Londra, Phoenix, 2001
Chew, Samuel, The Crescent and tlıe Rose: Islam and England During the Re
naissance, New York, Oxford University Press, 1 937
Clavijo, Ruy Gonzalez de, Embassy to Tameriane 1403-1406, Guy Le Strange
tarafından ispanyolca'dan çevrilmiştir, Londra, Routledge, 1 928
Creasy, Sir Edward S., History of the Ottoman Tıırks: From the Begimıing of
their Enıpire to the Present Day, Londra, Richard Bentley & Son, 1878
Dani, Ahmad Hasan, Timur Legacy, Islamabad, Pakistan Academy of Let
ters, 1 996
Dawood, N.J. (çev), The Koran, Londra, Penguin, 1 999
de Molina, Goncalo Argote, Historia del Gran Tanıarlan e Itincrario y Enarra
cion del Viaje, y relaci6n de la Embaxada que Ruy Gonca/ez de Clavijo le hi
zo, por mandado del muy poderoso Seılor Rey Dmı Henrique el Tercero de
Castilla, Sevilla, 1582
445
Dodwell, H.H. (ed.), The Cambridge Slıorter History of India, Cambridge
University Press, 1 934
d'Ohsson, Mouradja, histoire des Manga/s, depuis Tclıinguiz-Khaıı jusqu'a Ti,
nıour Bey au Tamerlan (4 cilt), La Haye ve Amsterdam, 1834-35
Dunbar, Sir George, A History of India from the Earliest Times to 1939, Lon
dra, Nicholson & Watson, 1 949
Dupree, Nancy Hatch, An Histarical Guide to Afglıaııistmı, Kabil, Afghan
Tourİst Organization, 1 977
Dupuy, R. Ernest ve Dupuy, Trevor N., The Collins Encyc/opedia of Military
History, Londra, HarperCollins, 1 993
Elliot, Sir Henry Miers, The History of Iıuiia as Told by its own Historians,
Volume IV, Londra, Trübner & Co., ölümünden sonra yayınlanmıştır,
1 872
Elliot, Jason, An Unexpected Liglıt: Travels in Afghanistan, Londra, Picador,
1 999
Ellis, Sir Henry, Original Letters Illustrative of English History, Third Series,
Londra, Richard Bentley, 1846
Elphinstone, Mountstuart, An Accoımt of the Kingdam of Caubul, and its De
pendencies in Persia, Tartary, and India Comprisiııg a View of the Afglıan
Nation and A History of tlıe Dooraımee Monarclıy, Kıbdra, Frank Cass &
Co., 1815
Encyclopaedia of Islam, Londra, Luzac & Co., 1971
Encyclopedia ofAsian History, Londra, Collier Macmillan, 1 988
Ferishta, Mahomed Kasim, History of the Rise of the Malıomedan Power in In
dia, til/ the year A.D. 1612, çev. John Briggs, Londra, longman, 1829
Fischel, Walter J. (çev.), Ibn Khaldım and Tamer/ane: Their Historic Meetiııg
in Danzascus, 1401, from Ibıı Klıaldım's Autobiograplıy, Berkeley ve Los
Angeles, University of California Press, 1952
Flecker, James Elroy, Hassan: The Story ofHassan of Bagdad and lıow he Came
to Make the Golden Journey to Sanzarkaııd, Londra, William Heinemann,
1 922
Fletcher, Joseph, 'China and Central Asia 1 368-1 884', The Clıinese World
Order: Traditional China's Foreign Relations içinde, ed. J. K. Fairbank,
Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1968
Forbes Manz, Beatrice, 'Tamerlane and the Symbolism of Sovereignty',
Iranian Studies içinde, XXI, 1 -2 sayılar, New Haven, Connecticut, 1 988
Forbes Manz, Beatrica, 'The Duel of Ternur and Tokhtamish Over the Res
titutian of the Mongol Empire', Materials of the International Scientific
Conference: 'Amir Tenıur and his Place in World History' içinde, Taşkent,
23-26 Ekim 1996
446
Forbes Manz, Beatrice, The Rise and Rule of Tamer/ane, Cambridge, Canto,
1 999 [Timurlenk-Bozkırların Son Göçebe Fatihi, çev. Z. Bilgin, Kitap Yayı
nevi, İstanbul, 2006]
Forbes Manz, Beatrice, 'Temur and the Problem of a Conqueror's Legacy',
Journal of the Royal Asiatic Society içinde, Third Series, Cilt 8, Bölüm I
Francklin, Colonel (çev.), 'Account of the Grand Festival Held by the
Amir Timur', Miscellaneous Translations from Oriental Languages içinde,
Cilt I, Londra, Dunn & Co., 1831
Ghiyath ad-din Ali, Diary of Tenıur's Canıpaign in India, yazar tarafından
özel olarak çevrilmiştir, Taşkent, 2002
Gibbon, Edward, The Decline and Fal/ of the Romaıı Empire, Londra, Pengu
in, 1937 [Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi, 3 cilt, BFS,
Yay., Ankara, 1987-1988]
Gibbons, Herbert Adams, The Foundation of the Ottonıan Empire: A History
of the Osman/is up to the Death of Bayezid I, 1J 00-140J, Londra, Frank
Cass & Co., 1968 [Osmanlı İmparatorluğımım Kuruluşu, 21 . Yüzyıl Yay.,
İstanbul, 1998].
Golombek, Lisa, The Tinıurid Shrine at Gazur Galı, Royal Ontario Museum
of Art and Archaeology, Sunulmuş Çalışma 15, 1969
Golombek, Lisa, 'Frpm Tameriane to the Taj Mahal', Essays in Islamic Art
and Architecture içinde, ed. Abbas Daneshvari, Malibu, Undena, 1981
Golombek, Lisa ve Wilber, Donald, The Tinıurid Arc/ıitecture ofIran and Tu
ran (2 cilt), Princeton University Press, 1988
Golombek, Lisa ve Subtelny, Maria (ed.), Timurid Art and Culture: ıran and
Central Asia in the Fifteentlı Century, Leiden, Brill, 1992
Grabar, Oleg, A.A. Semenov'un Inscriptions on the Tonıbs of Temur and Des
cendants in the Gur e Amir eleştirisi, Ars Orientalis içinde, 2, 1957
Grantley, Darryll ve Roberts, Peter (ed.), Christoplıe Marlowe and English
Renaissance Culture, Aldershot, Scolar Press, 1996
Grousset, Rene, L'empire des steppes: Attila, Genghis-Kiıan, Tamer/an, Paris,
Payot, 1976 [Bozkır İmparatorluğu: Attila, Cengiz Han, Timur, çev. Reşat
Uzmen, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1996]
Hall, Peter, Diaries: The Story of a D ramatic Battle, Londra, Oberon Books,
2000
Hartog, Leo de, Russia and the Mangol Yoke: The History of the Russian Prin
cipalities and the Golden horde, 1221-1502, Londra, British Academic
Press, 1996
Heath, Ian, Arnıies of the Middle Ages, Vol 2: The Ottoman Empire, Eastern
Europe and the Near East, 1 J 00-1500, Goring-by-Sea, Wargames Rese
arch Group, 1984
447
Hegarty, Stephen, 'The Rehabilitation of Temur: Reconstructing National
History in Contemporary Uzbekistan', Central Asia Monitor içinde, Sa
yı 1, 1995
Hitti, Philip K., History ofSyria, Londra, Macmillan, 1951
Holden, Edward S., 'Tamerlane the Great (1336-1405)', Over/and Moııthly
içinde, Ekim 1 893
Holmes, George, The Oxford Illustrated History of Medieval Europe, Oxford
university Press, 2001
Hookham, Hilda, Tanıburlaine the Conqııeror, Londra, Hodder & Stough
ton, 1962
Howorthy, Henry H., History og the Manga/s: From the Niııtlı to the Ninete
enth Century (4 cilt), Londra, Longman, 1876, 1 928
Humphreys, R. Stephen, 'Towards a History of Aleppo and Damascus in
the Early Middle Ages, 635-1260 C.E.', Kyoto Üniversitesi'nde konfe
rans, 29 Ekim 1 997
Jamaluddin, Syed, The State Under Temur: A Study in Empire Building, Yeni
Delhi, Har-Anand Publications, 1 995
Juvayni, Ata-Malik, The History of tlıe World Conqueror (1252-1260), çev.
John Andrew Boyle (2 cilt), Manchester University Press, 1 958 [Cüvey
n!, Tarih-i Cilıangüşa, Çev. M. Öztürk, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1999]
Keen, Maurice, A History of Medieval Europe, Londra, Penguin, 1 991
Khwandamir, A Literal Translation of Habeeb-us-Siyar, Life of Tamer/ane,
Parts V & VI and Parts VII & VIII, Bombay, Imperial Press, 1900
Krader, Lawrence, Peoples of Central Asia, Bloomington, Indiana Univer
sity Press, 1 963
Krist, Gustav, Alone Through the Forbidden Land: journeys in Disguise Thro
ugh Soviet Central Asia, çev. E. O. Lorimer, Londra, Faber & Faber, 1 938
Lamb, Christina, The Sewing Circles of Herat: My Afghan Years, Londra,
HarperCollins, 2002
Lamb, Harold, Genghis K/ımı: The Emperor of All Men, Londra, Thornton
Butterworth, 1928 [Bütün İnsanların İmparatoru Cengiz Han 'm Liderlik
Sırları, Alkım Yay., İstanbul, 1992]
Lamb, Harold, Tanıeriane the Earth Shaker, Londra, Thornton Butterworth,
1 929 [Emir Timur, Çev. A. Göke, İlgi Yay., İstanbul, 2006]
Lamb, Harold, Babur the Tiger: First of the Great Moguls, Londra, Robert
Hale, 1 962
Le Gay, Brereton, Marlmve's Dranıatic Art Stııdied in his Tanıburlaine, Sid
. ney, H. T. Dunn & Co., 1925
Lentz, Thomas W. And Lowry, Glenn D., Timur and the Princely Vision:
Persian Art and Culture in the Fifteenth Century, Los Angeles County
Museum of Art, 1 989
448
Le Strange, Guy, Baghdad During the Abbasid Caliphate from Contemporary
Arabic and Persian Sources, Oxford, Ciarendon Press, 1900
Le Strange, Guy, The Lands of the Eastern Caliphate: Mesopotamia and Central
Asia from the Moslem Conquest to the Time of Timur, Cambridge, 1 905
Levin, Richard, 'The Contemporary Perception of Marlowe's Tamburlaine',
Medieval and Renaissance Drama in England içinde, ed. J. Leeds Barroll
III; New York, AMS Press, 1984
Lewis, Bernard, The Muslim Discovery of Europe, Londra, Phoenix, 2000
[Müslümanların Avrupayı Keşfi, çev. Nimet Yıldırım, Erzurum, Birey
Yayıncılık, 1997]
Louis Frederic, Encyclopedia of Asian Civilisations, Villecresnes, Louis Fre
deric, 1 977
McEwen, E., 'Nomadie Archery: Some Observations on Composite Bow De
sign and Construction', Arts of the Euroasian Steppelands içinde, ed. Philip
Denwood, Londra, Percival David Foundation of Chinese Art, 1 978
Mackintosh-Smith, Tim, Travels with a Tangerine: A ]ourney in the-Footnotes
of Ibn Battutah, Londra, John Murray, 2001
Mackintosh-Smith, Tim (ed.), The Travels of Ibn Battutah, Londra, Picador,
2002
Macleod, Calum ve Mayhew, Bradley, Uzbekistan: The Golden Road to Sa
markand, Hong Kong, Odyssey, 1996
MacLure, Millar (ed.), Christopher Marlowe: The Critical Heritage, Londra,
Routledge, 1 995
Maalouf, Amin, Samarkand, Londra, Abacus, 1 994 [Semerkant, çev. Esin Ta
lu Çelikkan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1993]
Malcolm, Sir John, History of Persia, Londra, John Murray, 1 829
Malleson, G.B., Herat: The Granary and Garden of Central Asia, Londra,
W.H. Allen, 1 880
Man, John, Genghis Khan: Life, Death and Resurrection, Londra, Bantarn
Press, 2004
Manucci, Niccolao, The General History of the Mogol Empire: The History of
Tameriane the Great, Emperor of the Mogols and Tartars, and his Successors;
Concluding with the Life of the Late Emperor Orangzeb, Londra, 1 722
Marlowe, Christopher, The Complete Works of Christopher Marlowe, Oxford,
Ciarendon Press, 1 998 [Bütün Oyunları, çev. M. Harnit Çalışkan, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, 2006]
Mitchell, George (ed.), Architecture of the Islamic World, Londra, Thames &
Hudson, 1 978
Moranville, H., Mimoire sur Tamerlan et sa cour par un Dominicain en 1403,
Paris, Bibliotheque de l' ecole de Chartres, Cilt 55, 1894
449
Morgan, David 0., The Manga/s, Oxford, Blackwell, 1986
Morgan, David 0., 'The "Great Yasa of Chingiz Khan" and Mongol Law
in the Ilkhana te', Bulletin of School of Oriental and African Studies içinde,
Cilt 49, Sayı 1 , Londra, 1 986
Mukadciasi, Description of Syria and Palestine (çev.), The Library of the Pa
lestine Pilgrims' Text Society'de, Londra, 1897
Nelson, Richard, 'Temur as Military Strategist and Geopolitician: A Modem
Interpretation', Materials of the International Scientific Conference: 'Amir Te
mur and his Place in World History' içinde, Taşkent, 23-26 Ekim 1996
Nicolle, David, The Mangol Warlords: Genghis Khan, Kublai Khan, Hülegü,
Tamerlane, Poole, Firebird, 1990
Nicolle, David, Nicopolis 1396, Oxford, Osprey, 1 999
Nicolle, David, The Age ofTamerlane: Warfare in the Middle East c.1350-1500,
Londra, Osprey, 2001
Nizarn ad-din, Shami, Histoire des conquetes de Tamerlan intitulee Zafarnama,
par Nizamuddin Sami (2 cilt), ed. F. Tauer, Prag, 1937, 1956 [Nizamüd
din Şami, Zafername, çev. N. Lugal, Ankara, 1987]
O'Kane, Bemard, Timurid Architecture in Khorasan, Costa Mesa, Califomia,
Mazda Publishers, 1987
Oman, C.W.C., The Art of War in the Middle Ages A.D. 378-1515, Oxford,
Blackwell, 1885; yeniden baskısı, lthaca, Comeli University Press, 1953
Parker, E.H., A Thousand Years of the Tartars, Londra, Kegan Paul, 2002
Partington, James Riddick, A History of Greek Fire and Gunpowder, Cam
bridge, Heffer, 1 960
Polyakova, E.A., 'Timur as Deseribed by the Fifteenth-Century Court His
toriographers', Iranian Studies içinde, XXI, 1-2. sayılar, 1 988
Popper, William (çev.), History of Egypt, from Arabic Annals ofAbul Mahasin
ibn Taghri Birdi (1382-1469), Berkeley ve Los Angeles, University of
Cambridge Press, 1954
Price, Major David, Chronological Retrospect or Memoirs of the Principal
Events ofMahommedan History, from the Death of the Arabian Legislator, to
the Accessian of the Emperor Akbar, and the Establishment of the Moghul
Empire in Hindustaun, Londra, 181 1-21
Rashid, Ahmed, Jihad: The Rise of Militant Islam in Central Asia, New Ha
ven, Yale University Press, 2002
Rashid, Ahmed, Taliban: Islam, Oil and the New Great Game in Central Asia,
Londra, I.B. Tauris, 2000
Roemer, H.R., 'Timur in Iran', Cambridge History of Iran içinde, Cilt 6,
Cambridge, 1986
Rushbrook-Williams, L.F., An Empire Buiider of the Sixteenth Century: A
450
Sımınıary Account of the Palilical Career of Zahir-ud-din Muhanımad, Sur
named Babur, Londra, Longmans, 1918
Sacy, Silvestre de, Menıoire sur une correspondance inedite de Tanıer/an avec
Charles VI - Menıoires de l'Acadenıie des Inscriptions et Belles-Lettres, Al
tıncı Cilt, Paris, 1 822
Said,Edward, Orientalism: Westem Co ncepts of the Orient, Harmondsworth,
Pengui�, 1 991 [Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark Anlayışları, çev. Berna Ülner,
İstanbul, Metis Yayınları, 1 999]
Sales, Roger, Christoplıer Marlozve, Londra, Macmillan, 1 991
Saliev, Khabibullo, The Adventure of Mushaf of Olıtnıan, Taşkent, 1994
Sattiev, Ismoil Makhdum, The History of Mushaf of Othman, Taşkent, 1 971
Saunders, John Joseph, The History of the Mangol Conquests, Londra, Rout-
ledge & Kean Paul, 1971
Schiltberger, Johann, The Bondage and Travels ofJohann Schiltberger, a Native
of Bavaria, in Europe, Asia, and Africa 1396-1427, Londra, Hakluyt Soci
ety, 1879 [Türkler ve Tatarlar Arasında, çev. T. Akpınar, İletişim Yay.,
İstanbul, 1995]
Segal, Ronald, Islam's Black Slaves: The Other Black Diaspora, New York,
Farrar, Straus & Giroux, 2001
Sharaf al-din, Ali Yazdi, The History ofTinıur-Bec, Known by the Name of Ta
nıerlain the Great,jEmperor of the Moguls and Tartars: Being an Histarical
Journal of his Conquests in Asia and Europe. Written in Persian by Chered
din Ali, Native of Yezd, his Contemporary. Translated into French by the Iate
Monsieur Petis de la Croix . . . now faithfully render'd in to English [by John
Darby], Londra, 1 723
Shterenshis, Michael V., 'Approach to Tamerlane: Tradition and Innovati
on', Central Asia and the Caucasus içinde, Sayı 2, 2000
Soucek, Svatopluk, A History of Inner Asia, Cambridge University Press,
2000
Sykes, Lieut. Col. P.M., A History of Persia, Londra, Macınillan & Co., 1915
Ternur [?], The Mulfuzat Tinıury o r Autobiographical Memoirs of the Moghul
Enıperor Timur . ."., çev. Major Charles Stewart, Londra, 1 830
Ternur [?], Institutes Palilical and Military, çev. Joseph White, Oxford, Cia
rendon Press, 1 783
Toynbee, Arnold, A Study ofHistory, Londra, 1 948
Tsui Chir, A Short History of Clıinese Civilisation, Londra, Victor Gollancz,
1 942
UNESCO, The Citadel and Minarets ofHerat, Afganistan, 1 976
Vambery, Arminius, History of Bokhara, Londra, Henry S. King & Co., 1 873
Vernadsky, George, A History of Russia, Vol III: The Mongols in Russia, New
Haven, Yale University Press, 1 953
451
Wann, Louis, 'The Oriental in Elizabethan Drama', Modern Philology için
de, XII, Ocak 1915
Wellard, James, Samarkand and Beyond: A History of Desert Caravans, Lon
dra, Constable, 1 977
Whitlock, Monica, Beyand the Oxus: The Central Asians, Londra, }olm Mur
ray, 2002
Wilber, Donald, Arclıitecture of Islamic Iran, New York, Princeton Univer
sity Press, 1 955
Wilson, Richard, Clıristoplıer Marlowe, Londra, Longman, 1999
Wood, Captain John, A Jourııey to the Source of the River Oxus witlı an Essay
on the Geograplıy of the Valley of the Oxus by Co. Henry Yule, Londra,
John Murray, 1 872
Woods, John E., 'Timur's Genealogy', Intellectual Studies on Isianı içinde,
Salt Lake City, University of Utah Press, 1990
Zunder, William, Elizabethan Marlowe: Writing and Culture in the English
Renaissaııce, Hull, Unity Press, 1994
452
Dizin
453
Amanullah Han 282, 376 129, 132, 149, 154, 157, 229, 234,
Amu Derya 33 (bk. Ceyhun 237-238, 241, 260, 297, 300-301,
Nehri) 310, 330-335, 344, 356, 369, 386,
An Chi Tao 376 440
Anadolu 239, 304-306, 309-311, Bahaeddin Nakşibendi 391, 395
350, 362, 370, 382, 387, 405, Bahaeddin Rezzak 390
408, 416, 439 Baines, Richard 79
Andarab 275 Baktria imparatorluğu 37
Andhay 64-65, 113 Balar Hisar Kalesi 278
Angelina 365 Bamyan 37
Anjou 72 Bannockburn 442
Ankara 25, 353, 354-356, 358, 362, Barak Han Medresesi 198
364-365 382, 440 Barlas boyu 31, 46, 52-53, 437
'
Ankona 310 Basra 297
Antakya 26, 1 24, 129, 1 57., 223, Basra Körfezi 40
309, 312, 329, 334 Başman 94
Anti-Lübnan Dağları 316 Batnir 284
Arabistan 33 Batu 38, 93,-97
Aragon 73 Bavyera 1 71
Aral Gölü 33, 89, 1 01-102, 270 Baybars 38, 124, 309
Argun 151 Bayezici I. 27-32, 77, 81-83, 92, 160,
Arnavutluk 95 190, 240, 260, 304-306, 308, 310,
Aruğ Böke 38, 372 319, 344-356, 358-365, 367-370,
Astrahan 96, 221, 440 375, 382-384, 387, 411, 440, 443
Aşpara 259, 381 Baykal Gölü 40, 380
Atılmış 122, 311, 318, 330, 366 Baysungur 148
Avignon 75, 96, 346, 442 Bazar-ı Kord Camii 389
Avnik 383-384 Bedehşan 1 38, 412
Ayn Calut savaşı 38, 130 , 309 Behzad 148
Azerbaycan 36, 38, 112, 149, 153, Belh 26, 33, 37, 53, 64-65, 67-68,
1 61, 165-166, 184, 199, 229, 248, 118, 127-128, 130, 269, 271, 275,
297, 300, 416 438
Benedictus XIII. 346
Baalbek 312, 316, 324, 334 Bengal 265
Babür 144, 148, 227, 235, 236, 246, Bereke (Seyyid-Şeyh) 64, 65, 114-
279-283 115, 212, 387, 431
Babür Bağları 278, 280-281, 283 Berke 96
Badiyetü'ş-Şam 316 Berkuk 216, 301-302, 308, 310, 311,
Bagrat 112, 163-164 317, 320, 439-440
Bağdat 26, 38, 109, 113, 116, 123, Beyrut 316, 334
454
Beysun Tav Dağı 267 Cengiz Han 31, 33-34, 36-40, 42,
Bibi Hanım 247 45, 47, 56, 66-68, 86, 88, 92-94,
Bibi Hanım Camii 247, 248, 253 96, 111-112, 116-11 7, 119, 1 23-
Bibi Mübarek Yusufzay 282 125, 133, 135, 139, 143, 149,
Birdi Bey (Emir) 421 156, 1 62, 183-184, 193, 214, 217,
Birleşik Arap Emirlikleri 200 227, 231, 246, 252-253, 260, 271,
Blanche 95 284, 289, 298, 324, 331, 367,
Blochet, Edgard 378 372, 375, 386, 389-390
Bohemya 346 Cenin 312
Bonifacius IX. 345-346 Cenova 73, 154, 222, 310, 443
Bonifacius VIII. 74, 442 Cevher Ağa 66, 411
Boriyev, Omonullo 196 Ceyhun Nehri 33, 37, 52, 62, 64,
Bourbon 72 67, 89, 93, 101, 130, 136, 262,
Brittany 72 269, 270, 272-274, 294, 324, 401
Browne, Edward G. 1 05 Cezayir 320
Buchan, John 362 Cezeri 1 09
Buda 346 Chandos, Sir John 73
Buhara 33, 36, 113, 136, 1 72, 184, Charles VI. 30, 345, 350, 365
186, 190, 192, 253, 270-271, Chaucer, Geoffrey 443
388-389, 390-394, 396-399, 438, Cheng Tsu 377
439 Chu Yuan Chang 308, 374
Buhari 390-391 Cihangir 60, 90-92, 161, 186, 226,
Bulak 310 229, 273, 298, 301, 308, 383,
Bulgar 93 407, 428 , 437, 438, 440
Bulgaristan 346 Cihanpenah Mescidi 247
Burgundy 72 Clavijo 32, 44, 48, 54-58, 60-61,
Bursa 29, 74, 362, 383, 411 103, 116, 122-123, 151, 153-154,
Busiri 322 156-159, 161, 1 93, 218, 225, 233,
Büyük İskender 67, 33, 252, 260, 234, 236-240, 247-249, 268-269,
271, 432, 440 272-273, 297, 299, 325, 362, 364,
Byron, Robert 138, 147, 317 376, 378-379, 401-414, 422, 441
Clemens VII. 75
Cadiz 401 Clinton, Hillary 200
Cami 145-146 Coleridge, Samuel Taylor 373
Canterbury Katedrali 70, 192 Coliseum 1 92
Canıbeg 97 Crecy savaşı 71
Cava 373 Cuci 37, 93, 95, 1 83-184, 214, 227,
Celaleddin Harezmşah 37 373, 376
Celuli 130 Cumna Nehri 116, 285, 293
Cemmu 294 Curzon, George 245, 397
455
Cüveyni 130 Dublin 81
Cüveyn1 43, 93, 131 Dunbar, Sir George 265
Dupree, Nancy Hatch 280, 281
Çağatay 36, 38, 86, 88, 95, 395
Çeçenistan 218 Ebu Bekir 27-28, 314, 386
Çin 33-34, 36-38, 40, 88, 97, 106, Ebu Bekir, Hz. 1 99
127, 154, 157, 204, 207, 223, Ebu Hanife 116, 331, 334
239, 259-260, 280, 371-382, 384, Ebu Parsa 68
403, 417-418 Ebu Said 148
Çin Seddi 1 92 Ebu Said Osman 324
Çubuk Ovası 25 Ebu Tahrir ibn Yakub Şirazi 109
Ebu Talib el-Hüseyni 51
d'Eu, Kont 347 Ebu'I-Kasım e!-Kaşani 153
Dante Alighieri 442 Edirne 74, 361
Darhum Nehri 266 Edward bk. Kara Prens
Edward I. 442
Darülaman Sarayı 282
Edward II. 442
Davud (Şeyh) 209
Edward III. 71-73, 442-443
Davud Peygamber 164
Eflak 346
de Vienne 348
Efrasiyab 247, 253
Dekkan 265
Ege Denizi 363
Delhi 26-27, 53, 100, 113, 116, 232,
Elbruz Dağları 149 , 21 7
247, 259-260, 264-267, 275, 284-
Elçigidey 131
285, 287-293, 295, 313-314, 319,
Elhamra Sarayı 1 92
351-352, 356, 379, 402, 440
Elizabeth 75, 79, 80-82
Demavend 217 Emeviye Camii 32, 247, 317, 328,
Demir Derbend Kapısı 268 329, 334, 440
Demir Kapı 271 Emir Hüsrev 44
Demirtaş 313-314 Emir Kazgan 437
Deptford 79 Emir Veli 149
Derbend Boğazı 218, 268, 269 Endican 211
Derveze Geçidi 267, 269 Enriquez III. 32, 44, 30, 235, 236,
Dicle Nehri 116, 270, 331 , 333, 334 364, 401-402
Diego Gonzalez de Cantreras 365 Ermenistan 25, 38, 1 65-166, 1 99,
Dilşadağa 66 306, 439
Dina 103 Erzincan 1 66, 290, 306
Dinyeper Nehri 221 Erzurum 383
Dipalpur 263, 284· Eski Saray 96
Don Nehri 96, 222
Dost Muhammed 144, 147 Fahreddin 139
Drake, Francis 80 Fars eyaleti 1 67-1 68
456
Fas 33, 199 Granada 1 92, 320, 443
Fazl (Mevlana) 422 Greene, Robert 79
Ferec 302, 310-311, 313-314, 318, Gregorius IX. 94
319-320, 322, 330, 366-367, 414, Grozni 218
440 Grönland 73
Fer�ana 229 Gur-i Emir türbesi 248
Ferhad 241, 254 Guthrie, Tyrone 76
Ferişte 259, 289, 291 Gürcistan 38, 81, 112, 1 63-165, 1 72,
Fez 192, 321 215-218, 234, 303, 349, 356, 364,
Fırat Nehri 130, 270, 345 384, 385, 386, 439-440
Finney, Albert 77
Firuz Şah 265, 293 Habeşistan 345
Firuzabad 247, 259 Hacı Bey 52
Flecker, James Elroy 241-242 Hafız 146, 1 67, 1 71, 172
Floransa 73, 128, 310, 443 Hafız Ebru 140, 1 71
Foix 72 Hakim (Tirmizli) 270
Fransa 71-73, 1 29, 442-443 Halep 26, 1 13, 121, 129, 157, 1 92,
Friedrich II. 94 311-315, 317-318, 324, 326, 332-
Fuşenc 133-134 334, 344, 439-440
Halidi 312
Galata 345 Halil ez-Zahiri 310
Galler 443 Halil Sultan 26, 235, 255, 303, 289,
Ganj Nehri 30, 293 387, 402, 41 8-420, 423, 426-427,
Gazan 130 429
Gazze 312 Hall, Joseph 79
Gelibolu 74 Hall, Peter 77
Gerasimov, Mikhail 54, 441 Hama 312; 316, 324, 334
Gevherşad 137-139, 146, 427 Hamdullah Müstevfi el-Kazvini
Gıyaseddin Ali 287, 289, 292 128-130, 332
Gıyaseddin Pir Ali 132-133, 135, Hanbalık 373
140 Handmir 148, 286, 290
Gibbon, Edward 30, 40, 42, 55, 76, Hands, Terry 77
1 29, 296 Hanzade 90-91, 298, 301, 383, 407,
Gibbons, Herbert 308 438,
Giorgi VII. 1 64, 303-304, 384-385 Harezm 86, 88-90, 96-98, 100-1 01,
Giotto 442 126, 1 72, 184, 186, 395, 438
Giza Pirarnidi 1 92 Hartog, Leo de 81, 123
Gomez de Salazar 234 Hawkwood, Sir John 73
Gök Kümbet Camii 58, 60 Hazar Denizi 36-37, 93, 96, 1 30,
Gök Orda 93 149, 154, 165, 207, 217, 268, 438
457
Heath, Ian 356 Hui Ti 375
Heidelberg 443 Hulagu Han 38, 129-130, 1 71, 1 84,
Hemedan 130, 387 227, 229-331, 373, 376
Henry IV. 30, 72, 365, 443 Hums 312, 316, 324, 334
Herat 26, 1 23, 127-128, 130-139, Hüdad (Mevlana) 145, 147
142-146, 148-149, 155-157, 1 60, Hümayun 259
1 71, 229, 233, 290, 306, 376, Hürmüz 154, 157
427, 438 Hüseyin (Emir) 62-66, 87, 90, 115,
Herat 37 118, 206, 264, 269, 356, 367,
Herat Nehri 1 27 437-438
Herka Mübarek Camii 143 Hüseyin Sufi 90
Hernan Sanchez de Palazuelos Hüseyin Sultan 318
364
Herodot 39 Ilgar 32
Herot Tapınağı 192 Irak 36, 112, 1 92, 200, 217, 280,
Heşt İmam Camii 1 98
302, 331, 386, 416
Hevek Geçidi 275
Isık Göl 87, 46, 259, 381
Hırvatistan 95
Hızır Han 66, 87-88, 188, 204, 235,
İbn Arabşah 27, 29, 32, 52, 54-55,
259, 276, 293, 308, 395, 439
66-67, 89-90, 98, 106-108, 110-
Hicaz 309
111, 113, 121-124, 133, 149-150,
Himalaya 64, 293
1 61 , 1 64, 167, 170, 182, 213,
Bindikuş Dağları 67, 113, 1 27,
224, 231, 237, 248-249, 299, 301,
1 28, 264, 266, 275, 294, 440
304, 307-308, 313, 315, 317, 327,
Hindistan 64, 127, 153, 157, 232,
330, 334, 351-352, 354-356, 360-
237, 239, 247, 248, 251, 260,
363, 381, 383, 402, 404, 413,
263, 265, 268, 271, 279-280, 295,
415, 419, 420-421, 424, 427, 429
297-298, 300-301, 311-312, 373,
375, 399, 403, 405, 426, 428 İbn Battüta 32, 33, 68, 96-97, 1 04,
Hisar Dağı 267, 269 1 28, 158, 1 67, 223, 248, 272,
Hitler 54, 81 283, 311, 317, 330-332
Hive 33, 101 İbn Haldun 110, 320-325, 328, 366,
Hoca Ilgar köyü 48 440
Hoca Mahmud Davud 248 İbn Sina 395
Hookham, Hilda 115, 247 İbn Tagribirdi 307, 314-315, 326-
Horasan 38, 54, 63, 114, 1 27-128, 327, 329, 317
132, 135, 137, 157, 188, 1 90, İbn Tulun Camii 192
229, 238, 271, 280, 427, 438-440 İbrahim (Şeyh) 290
Houston, Arthur 81-82 İbrahim Sultan 294
Howorth, Henry 93 İdigu 276
Huai nehri 374 İlhanlı Hanedam 38, 1 28
458
İli Nehri 45 Kadızade-i Rumi Türbesi 254
İlyas Hoca 53, 62-63, 87, 437 Kafkas dağları 1 30
İmam Camii 1 92 Kafkasya 38, 306, 330, 335, 387
İmam el-Buhari Medresesi 392 Kahire 157, 192, 234, 241, 260, 301,
İndus Nehri 260, 284 310, 320, 323, 330, 369, 401
İngiltere 72-73, 80, 442-443 Kalon Camii 390, 393
İoannes 345-346, 350 Kalon Minaresi 388-389, 396-398
İran 1 12, 113, 1 27-128, 130-132, Kama nehri 93
145, 149, 151, 154, 156, 160, Kamereddin 66, 87, 437, 439
1 66-1 67, 184, 200, 217, 223, 226, Kandehar 139, 150, 155, 233, 438
229, 232-233, 237, 248, 297, 306, Kanigil 403-404, 409, 414
311, 373, 416, 439 Kanişka 271
İrtiş Nehri 30, 37, 93, 1 84, 209 Kara Prens Edward 70-73, 75, 443
İsa Çelebi 27, 370 Kara Yusuf 304, 330, 345, 366, 414
İsfahan 26, 1 13, 167-1 71, 192, 251, Karabağ 1 62, 234, 303, 330, 335,
376, 387 381, 387, 401, 440
İsfizar 1 12, 149
Karadeniz 130, 221, 223, 234, 3 70,
İskandinavya 73
401
İskender 387
Karakum Çölü 33, 389, 401
İsmail Han 139
Karakunas boyu 53
İspanya 73, 80, 82, 346, 411, 405
Karakurum Çölü 34, 40, 95, 1 25,
İstanbul 157, 346, 350, 353, 363,
1 27, 1 29, 372
366, 370, 443
Karatay 36
İstanbul Bağazı 31, 234
Karaviyin Camii 321
İtalya 73, 346
Karl IV. 443
İzlanda 73
Karşi 47, 172, 223
İzmir 31, 368, 440
İznik 74 Kastilya 30, 44, 71, 73, 154, 235,
320, 364, 401, 414, 440
Janos 365 Kaşka Derya 47, 50, 52, 172, 266,
Jean IL 71 , 443 395
Jean, Neversli 346 Kat 89-91, 438
Jhelum 284 Kaufmann, Konstantin 1 95, 200
Johannes 219, 345, 365 Kayseri 354
Johannes XXII. 154 Kazakhan 47, 52-53, 63
Johnson, Ben 80 Kazakistan 33, 45, 50, 1 12, 1 96, .
204-205, 421
Kabil 26, 128, 272, 276-283 Kazan 66, 377, 438
Kabil Nehri 279 Kazvin 1 30
Kadiz 233 Kazım Eyüb 395
459
Kebek Han 46-47 Lahor 294
Kefe 96 Lamb, Harold 1 61 , 209, 230, 425
Kemah 306, 350 Lazaroviç 27
Kemah Kalesi 345 Lazarus 74, 443
Kerameddin Şirazi 146 Lenin 1 01-102', 1 95, 396, 398
Kerh 331 Lewis, Bemard 75
Kerimov, İslam 194, 1 97, 441 Lewis, C. S. 76
Keş 31-32, 48 Liyab-ı Havuz 394, 398-399
Keşmir 265, 293, 294 Locke 42
Keyhüsrev 65, 90 Londra 76, 81, 128, 1 92
Kıbrıs 73, 327, 443 Louis IX. 95
Kıpçak 405 Louis XIV. 1 29
Kırgızistan 8, 33, 46, 112, 1 96, 259 Luristan 1 60
Kırşehir 355 Lübnan Dağları 316
Kırım 37, 154 Lütfullah Nişaburi 109
Kızılkum Çölü 34
Kızılırmak 354 Maalouf, Amin 225
Kiev 94, 96 Macaristan 94- � 5, 346
Kirman 1 68 Maclean 273
Kolomna 94 Ma dean, Fitzroy 272
Konstantinopolis 73-74 Magok-i Attari Camii 389
Kosova 74, 346, 443 Mahmud (Çağaday sultanı) 111,
Köln 128 211, 284-285, 288-290, 293, 314,
Krakow 94 384, 387
Kremlin Sarayı 248 Mahmud (Gazneli) 143
Krist, Gustav 398 Mahmud Hoca Buhari 395
Kuba Medresesi 60 Mahmudov, Mehmed Ali 1 97
Kubilay 38, 372-373, 376 Malatya 310, 311, 312
Kudüs 1 92, 312, 368 Malaya 373
Kufe 200 Malcolm, Sir Jolm 125
Kunduzca Nehri 115 Malu Han 285, 288, 290, 293
Kunduzca savaşı 214, 215, 219, 439 Manuel II. 344-346, 370, 366
Kurtin 385 Manz, Beatrice Forbes 89, 228
Kusem İbn Abbas 253, 256 Marco Polo 158, 373
Kusem ibn Abbas Camii 256 Marlowe, Christopher 70, 76-83,
Kuşhan hanedam 67 85, 232, 329, 344, 358, 360, 432
Kutbeddin (Musullu) 302 Marmara Denizi 362-363
Kutluk Ağa Türbesi 256 Marsilya 73, 443
Kutluk Oğlan 276 Marx 1 95
Kyd, Thomas 79 Maveraünnehir 33, 36, 38, 45- 47,
460
52-54, 62-66, 86, 93, 114, 118, Muhammed (Mevlana) 302
1 26, 155, 1 72, 186-187, 201, 202, Muhammed Celed 248, 249
206, 215, 221-223, 225- 226, Muhammed el-Kadı 364
234, 262, 271, 297, 301 , 353, Muhammed ibn Mahmud İsfahani
377, 380, 387, 401, 416, 426, 430
437, 439 Muhammed Olcayto Hüdabende
Mazanderan 113, 149, 215, 416, 151, 299
438, 439 Muhammed Sultan 27, 29, 92,
Medine 64, 1 99, 310 1 61, 1 87, 208, 21 0-211, 220,
Mehmed Çelebi 358 259, 261, 301, 330, 350, 352,
Mehmed I. 32 358, 362, 381 -384, 387, 403,
Mekke 64-65, 1 61, 1 66, 310, 393 409, 428, 431
Melfuzat 51 Muhammed, Hz. 112-114, 198-199
Melik Azder Hankahı 59 Muhibeddin Muhammed 315
Memey 97 Muizeddin Hüseyin 131
Merv 37, 1 27-128, 130, 139 Mukaddesi 89
Mescid-i Şah 251 Multan 260-261, 284-285, 440
Mesud Kehecani 122 Muminov, İbrahim 196
Meşhed 192 Murad I. 74, 368, 443
Mevlana CelaleddiR 67 Musa Çelebi 27, 383
Mezar-ı Şerif 68 Mustafa 27
Mezopotamya 38, 128, 233, 304 Mutahharten 290, 306, 345, 350
Mısır 200, 301, 308-310, 316, 319, Muynak 1 02-104
324, 327, 356, 375, 405, 413 Mübarek 45-47
Milano 128
Mirad Kalesi 293 Nadir Divanbeyi Hankahı 388
Miranşah 26, 90, 109, 135, 211, 213, Nadir Şah 282, 431
229, 235, 298-300, 302-303, 314, N anda, Ratish 283
329-330, 333, 386, 401, 407, 431, Napoli 73, 128
438, 440 Nasireddin Muhammed Tuğluk
Mir-i Arab Medresesi 392 259
Mirza Medresesi 148 N ermişağa 90
Mirza Şerif Medresesi 396 Neustadt 95
Moğolistan 46, 87, 1 72, 183, 188, Niğbolu 27, 74, 306, 347, 362, 365,
259, 378, 438, 439 440, 443
Morgan, David 131 Nil nehri 310
Moskova 53, 94, 100, 183, 195, 221, Ninova 1 70
222, 242, 272, 273 Nişapur 37, 127, 130, 401
Möngke Han 38, 1 29, 130 Nizameddin Şami 51, 1 09, 304
46 1
Nizni-Novgorod 96 229, 261, 284, 289, 387, 409, 419,
Nur Medresesi 200 423, 426, 439-440
Nusret Şah 259 Plymouth Hoe 80
Poitiers 71, 443
Oderic 158 Polanya 94, 346
Old Vic Tiyatrosu 76 Portekiz 73
Onon Nehri 34 Price, David 260
Orda 93 Price, Sir Makolm 285
Orleans 72 Prut Nehri 96
Osman, Hz. 198-199, 252 Putin, Vladimir 200
Otrar 36, 186, 421, 422, 423, 426,
441 Rabia, Belhli 68
Owen 443 Ramallah 312
Rangun 192
Ögedey 38, 36, 93, 95, 395 Ravi 284
Ömer Şeyh 90, 172, 1 86, 207, 211, Razi (Mevlana) 148
Recistan 237, 242-243, 245-247, 256,
214, 226-227, 229, 308, 386, 437,
399, 428, 430
439
Rembrandt 138
Özbeg 90, 96, 97
Rescobaldi, Leonarda 310
Özbekistan 31, 33, 48, 51, 81, 112,
Reşideddin 131, 151, 158, 299
190, 194, 196, 241, 254, 257,
Rey 130
269, 274, 392, 398, 437, 441
Riazan 94
Richard II. 72, 443
Padua 442
Robert The Bruce 442
Pakistan 278, 281, 284
Rodos 73, 443
Pakpattan 284 Roemer, H. R. 136
Palazuelos 365 Roma 192, 346, 370, 442-443
Pamir Dağları 33, 266, 270 Romanya 96
Paris 128 Ran Nehri 75
Paropamisus Sıradağları 1 28 Ruhabad Türbesi 254
Parthenon 1 92 Rum 280
Pedro (Zalim) 71, 320 Rupert I. 443
Pekin 36, 40, 259, 372, 374-380, Rusya 38, 50, 54, 94, 96, 156, 200,
417, 419, 421 239, 248, 327
Pencap 293, 440 Rüsefa 331
Pencap Nehri 130 Rüstem 387
Perondini, Pietro 82
Philippe IV. 442 Saadeddin Taftazani 109, 148
Pir Muhammed 92, 135, 186, 227, Sabran 204
462
Sadi 146 Septe 321
Said Molla 146 Serbedar 63
Said Muhammed Ömer Şahid 145 Serdar Eyüp Han 144
Said, Edward 81-82 Sereng Han 263
Samara Nehri 210 Sevilla 234, 320
Samarra 192 Seyfeddin Buhari 395
Saray 183, 221-223, 349, 440 Seyfeddin Nukuz 91, 99, 133, 211,
Saraymülk Hanım 66, 86, lll, 1 65, 220, 384, 387, 419
248, 294, 306, 362, 367, 377, Seyfi 131
407, 409, 411, 420, 438 Seyhun Nehri 33, 40, 101, 136, 1 86,
Saraymülk Hanım Medresesi 248, 187, 1 88, 201, 202, 262, 270,
297 381, 419, 420
Sarı Su Nehri 205 Seylan 373
Saunders, John Joseph 39, 81, 95 Seyyid Şerif el- Curcani 1 09, 148
Sayda 316 Shakespeare 78, 138
Sayrap 269 Shaw, George Bemard 81 -82
Schiltberger, Johann 1 71, 308, 328, Sheng-Tu 373
348-349, 356, 362 Sher, Antony 77
Sebzvar 132 Shwe Dagan Pagodası 1 92
Segovya 365 Sibirya 25, 40, 93, 100, 204, 207,
Selahaddin Eyyub1 129, 309 208
Selanik 74 Sicilmese 321
Semerkand 25, 27, 29, 32-33, 36, Sicilya 73, 443
40, 63, 65, 90-91, 97-98, 100, Silezya 94
1 03, lll, 114, 122, 125, 126- Siri Derya 33 (bk. Seyhun Nehri)
1 27, 133, 135, 137, 146, 156, Sistan 150, 233, 438
157, 160-1 64, 1 66, 1 71-173, Sivas ll3, 307, 308, 310, 312, 349,
1 83, 186-188, 190, 196, 200, 350, 354, 440
214-215, 225-226, 229-234, 236- Smirna 368, 369, 385, 440
243, 245-248, 251 -254, 256- Sotomayor, Paya de 364-365
258, 263, 266-268, 270-271, Soyurgatmış lll, 283, 438
273, 280, 286, 293-294, 297, St. Petersbmg 139
299, 300, 306, 312, 330, 350, Stalin 195
362, 364, 369, 377-379, 381- Stalingrad 54
382, 384, 392, 395-396, 399, Stratford 77
400-401 , 403-404, 408, 412, Subedey 94
414, - 415-416, 418, 422-423, Suclun 3ll, 313-314
426-427, 431, 437-441 Sultan Hüseyin 26, 28, 314, 418-
Semireşya 380 419, 426
463
Sultan Hüseyin Mirza 148 Şir Dür (Aslan Yatağı) Medresesi
Sultaniye 151, 153-156, 1 60, 1 66, 244, 246
234, 240-241 , 299, 302, 306, 350, Şiraz 26, 1 53, 168, 1 71, 216, 234,
365, 384, 386, 401, 407, 438 241, 290, 376, 387, 439
Sun Ti 374 Şirin Bike Ağa 255
Suriye 112, 128, 130, 154, 157, 239, Şirvan 290
301, 332, 375, 400, 405 Şuca (Muzaffer! şahı) 149, 1 67
Süleyman Çelebi 27-29, 306, 361- Şükür 281, 283
362, 370
Süleyman Şah 284 Taceddin Ali Şah 1 51
Swinburne 81-82 Tacikistan 33, 112, 196
Sykes, Sir Percy 25, 1 06 Taç Mahal 1 92, 248
Tahir 303-304
Şadi Mülk Ağa Türbesi 254-255 Tahta Karaca geeidi 266
Şadimülk 419-420, 427 Tai Tsu 374-375
Şah Cihan 51, 281 Tana 96, 222-223, 440
Şah Mansur 1 68 Tanca 321
Şah Melik 420, 423, 426 Tarmaşirin 47
Şah Yahya 1 68 Taşkent 62, 190, 1 93-198, 200-201,
Şahruh 26, 90, 137-138, 140, 146, 205, 241, 274, 376, 392, 419,
148, 186, 229, 256, 261, 270, 426, 439
272, 314, 329, 333, 377, 423, Tataristan 239
426-428, 431, 438, 440 Tebriz 153, 156-159, 1 61-1 62, 1 71,
Şah-ı Zinde Türbesi 253, 256, 297 218, 237, 239-240, 290, 306, 376, .
Şam 26, 30, 32, 53, 106, 110, 113, 379, 386, 401, 439
1 29, 157, 1 92, 234, 241, 247, Tekine Hatun 431
297, 310-311, 313, 316, 31 7-320, Telfer 362
322-329, 332, 334, 344, 366, 369, Templo Mayor 192
424, 439-440 Terek Nehri 189, 218-219, 221
Şaş 1 90 Tienşan Dağları 33, 45, 87, 259,
Şehrisebz 33, 48, 55-56, 58-60, 62, 380
135, 188-190, 267, 294, 297, 401, Tiflis 36, 1 63, 1 65, 218, 303, 386,
429, 437 439
Şemseddin Külye 60 Tilbury SO
Şenap 284 Tilye Kari Medresesi 245, 246
Şerefeddin Ali Yezdi bk. Yezdi Tilye Şeyh Camii 1 98, 200
Şer-i Derveze Dağı 278 Timuçin 34
Şeybani Han 144 Tirmiz 33, 37, 64, 268-269, 271-273,
Şeyh Nureddin 276, 333, 420, 423, 278
426 Tobol Nehri 209
464
Tokat 354 Van Gölü 1 64
Tokay Timur 1 84 Vasili I. 222
Toktamış 92-93, 97-98, 1 00, 118, Vassaf 131
1 56-157, 159, 1 65, 1 73, 1 82-1 84, Venedik 73, 1 28, 1 54, 222, 310, 443
1 86-189, 201 -204, 206, 209, 212- Viktorya 200
216, 218-226, 233, 268, 301, 370, Viyana 95
421-422, 438, 439 Volga 30, 37, 40, 89, 93, 96, 102
Toluy 37-38, 95 1 83-1 84, 222, 439
Toskana 73 Volgograd 96
Tovma Metsobetsi 1 64 Voronez 96
Trablus-şam 129, 312
Trabzon 157, 234, 239, 387 Wall Street 192
Trastamara 73 Wallace, Sir William 442
Tuğluk Timur 48, 87, 437 Walstadt 94
Tukalık Hanım 66, 294 Whetstone, George 82
Turnan Ağa Camii 255 William (Rubrucklu) 1 29
Turnanağa 66 Wolfit, Donald 77
Tuna 93, 184, 347-349
Tuna Nehri 184 Xinjiang 33-34
Turagay 31, 60, 294/ 431 Xuan Zang 67, 268, 271
Tus 130
Tükel Hanım 88, 204, 235, 259, 294 Yakut el-Hamavi 331
Türkan Ağa 254 Yangtse Nehri 373-374
Türkistan 200 Yedi Nehir Bölgesi 380
Türkiye 112, 200 Yelets 221
Türkmenistan 33, 112, 127, 196 Yeni Saray 97
Tüzükat 51 Yesi 204, 419
Tyler, Wat 443 Yezd 1 68
Yezdi, Şerefeddin Ali 51, 54-56,
Ukrayna 96 68, 91 -92, 1 05-106, 108-110,
Uluğ Bey 54, 58, 60, 148, 252, 272, 115, 118, 1 23, 134-135, 1 48-
280, 294, 427, 428, 430-431 150, 159, 1 61 , 1 63, 1 69-1 70,
Uluğ Bey Medresesi 243-244, 246 189-1 90, 207, 210, 214, 217,
Ural Nehri 94, 209 220, 223, 226, 252, 276, 284,
Urbanus VI. 75, 443 288, 291-292, 294, 298, 304,
Urgenç 33, 37, 89-90, 96, 98-102, 311, 327, 333, 361 , 372, 382,
123, 135, 1 86, 223, 438, 439 400, 404, 41 3, 416, 418-419,
Urus 92, 97-98, 1 83 422, 424-425, 428
Vambery, Arminius 1 24, 397 Ying-Zong 373
Van 1 66 Yukarı Sind 293
465
Yunanistan 1 06
Yusuf 91, 99
Yusuf Meddah 348
Yusuf Sufi 90, 98
Yusufi 153
466
Zincire vurmuşımı talihi, sımsıkı tutuyorum elimle,