You are on page 1of 321

Asil e r i n ,

k a y b edenlerin,

h a y al p e r e stle r in,

küfür b a zla rın,

gün a h karl arın,

b e y a z z e nciler in,

a ş ağı tırmana n l a rın,

yola çıkmakt a n ç e ki nm e y e nl e r in,

u ç u r umda n atla y a nl a rın ...

dili, s e s i

Y e r a lt ı E d ebiy a t ı . ..
Ay r ı ntı Yayı n l a r ı

Yer altı E debiyatı

O d a H i z m e tç i s i n i n Gü n l üğ ü

O c t av e Mir b e a u
Aynntı:423
Yeraltı edebiyatı dizisi: 18
Oda Himıetçisiniıı Gilnlilğ!I.
Ocıave Mirbeau

Fransızcadan çeviren
Sevgi Türker Terlemez

Yayına hazırlayan _

Alev Ozgüner

Kitabın özgün adı


u journal d'unefemme dt chambre, 1982
© Pocket
Türkçe yayım haklan Aynntı Yayınlan' na ailtir

Kapak illiistrasyonu
Sevinç Alton

Kapak dilzeııi
Deniz Çelikoğlu

Dilzehi
Ayten Koçal

Baskı ve cilt
Sena Ofset (0 212) 613 38 46
Birinci ha.çını 2004
Baskı adedi 2000
ISBN 975-539-420-6

AYRINTI YAYINLARI
www.ayrintiyayinlari.com.tr & info@ayrintiyayinlari.com.tr
Diı.dariye Çeşmesi Sk. No.: 23/1 34400 Çemberlitaş-İst. Tel.: (O 212) 518 7619 Faks: (O 212) 51645 77
Oda Hizmetçisinin Günlüğü

Octave Mirbeau

Ayrıntı Yay ı n la r ı

Y e r a l t ı E de b iy a t ı
Oda Hizmetçisinin Günlüğü adı alnnda yayımladığım bu kitap, ger­
çekten de bir oda hizmetçisi olan Matmazel Celestine R... tarafından
bizzat kaleme alınmıştı. Bana ilk başvurduğunda, yazıyı gözden geçir­
mem, düzeltmem ve bazı bölümlerini yeniden yazmam istenmişti. Ön­
ce reddettim ... çünkü günlük o gelişigüzel haliyle özgündü; kendine
özgü bir lezzeti vardı. "Kendimden bir şeyler katıp" onu bayağılaş­
tırmaya hakkım yoktu, bu yüzden önce reddettim. Ama Matmazel Ce­
lestine R.. o kadar güzel bir kadındı ki... Israr etti. Sonunda yenik düş­
.

tüm, serde erkek olmak vardı ne de olsa!..


İtiraf etmeliyim, iyi etmemişim. Benden istediği bu çalışmayı ya­
parken, söylemek istediğim, kitabın şurasına burasına birkaç vurgu ek­
lerken, o iğneleyici zarafeti bozmuş, barındırdığı hüznü hafifletmiş ve
bu sayfalardaki yaşama ve coşkuya değin ne varsa, tümünü basit ede­
biyat oyunları ile değiştirmiş olmaktan ödüm patlıyor.
Bu açıklamayı yapmaktaki amacım, bazı sert ve bilgiç -kim bilir
ne kadar da soylu!- eleştirmenlerin er ya da geç bana yöneltecekleri
eleştirilere, ne olur ne olmaz diye baştan yanıt vennekti ...

O.M.
I

14 Eylül.

ugün 14 Eylül. Öğleden sonra saat üçte ılık, hüzünlü ve yağmur­


Blu bir hava ile başladım yeni görevime. '.iki yıl içinde bu on ikinci­
si... önceki yıllar da cabası, onları geçiyorum şimdilik; saymakla bit­
mez çünkü. Övünmek gibi olmasın ama neler gördüm neler bu kapıla­
rın ardında; kirli ruhlar, türlü türlü insanlar tanıdım... bu kadarla da
kalsa neyse... Gerçekten de olağanüstü ve baş döndürücü bir biçimde
oradan oraya gidip durdum; evlerden işyerlerine, işyerlerinden evlere,
Boulogne Onnanı 'ndan Bastille'e, Observatoire' dan Montmartre'a,
Temes'den Goblins'e; gezmediğim yer kalmadı, derken hiçbir yere
kök salamadım sözün kısası. Vay be! Ne zor işmiş bu zamanda şu efen­
di milletini memnun etmek!.. İnanılır gibi değil.

11
İş, Figaro gazetesinin küçük ilanlan vasıtası ile bağlandı, evin ha­
nımı ile görüşmedik bile, yazıştık sadece. Bu yolla, genelde işler tıkı­
nnda gider, eh bazen de çift taraflı sürprizler olur. Hakkını yememeli,
güzeldi doğrusu hanımefendinin mektuplan. Ama onun kılı kırk yaran,
mızmız bir kadın olduğu da anlaşılıyor mektuplardan. Açık1amalar,
yorumlar, niçinler, çünküler gerekiyor ona... Hanımefendi cimri mi bil­
miyorum? Öyle ya da böyle, mektup kağıtları için kıyamamış paraya,
Louvre'dan alınmış kağıtlar... Benim gibi bir züğürt bile ondan daha
zevkli doğrusu... İyi kalite, kokulu İspanyol kağıdı kullanırım ben;
pembesi var, uçuk mavisi var, eski hanımlarımın evlerinde biriktirmiş­
tim. Bazılarının üstünde kabartma kontes arması bile var. Nutku tutul­
muş olmalı haspamın!
Ve işte Nonnandiya'dayım; Mesnil-Roy'da. Hanımefendinin mali­
kanesinin adı Prieure ve kasabaya pek uzak değil. Bundan böyle yaşa­
yacağım yerle ilgili bildiklerim aşağı yukarı bu kadar...

Çılgınlığıma gelip, taşranın bu ücra köşesine diri diri gömüldüğüm


için pişman olmadığımı, endişelenmediğimi söylersem yalan olur.
Gördüklerim içime az da olsa korku saldı. "Kim bilir yine neler gele­
cek başıma!" diye düşünmekten kendimi alamıyorum... İyi şeyler gel­
mez elbette! Gelse gelse bela gelir! Eh bu da bizim kaderimiz! Bazıla­
rımız kurtara kendini; eli ayağı düzgün, helal süt emmiş bir delikanlı­
ya denk gelir evlenir veya bir moruğa yamanır. Buna karşılık kaçımı­
zın yazgısı kara, kaçımız sefalet kasırgasıyla sürüklenir gideriz, kim
bilir?.. Seçme şansım yoktu zaten... buna da şükür!

Bu benim taşradaki ilk kapım değil. Dört yıl önce yine çalışmış­
tım. . ama uzun süre değil... ve gerçekten de olağanüstü koşullar albO­
.

da . Dün gibi anımsıyorum . AynnUlar açık saçık kaçsa da, dahası, deh­
.

şete düşürse de, anlatacağım yine de bu macerayı. Ancak okurlarıma


içten bir uyarıda bulunmak isterim öncelikle; bu günlüğü yazarken ni­
yetim ne kendimle ne de başkalanyla ilgili hiçbir konuyu üstü kapalı
geçmemek; aksine tüm içtenliğimi, sırası gelince de yaşamın hoyratlı­
ğını sergilemekten sakınmayacağım. Örtüleri çekilip alınarak. üryan bı­
rakılan ruhlar güçlü bir çürüme kokusu yayıyorsa bu benim suçum değil.
İşte öykünün aslı:
İş bulma bürosundaki iri kıyım bir tür kfilıya kadın beni oda hiz­
metçisi olarak ayırmıştı; Touraine'de Mösyö Rabour adındaki birinin

12
hizmetine girecektim. Koşulların görüşülüp kabulünden sonra, filan
gün, falan saatte, feşmekan gardan trene binmem kararlaştırıldı. Prog­
rama göre gereği yerine getirildi.
Kontrol memuruna biletimi henüz vermiştim ki, çıkışta kıpkırmızı
ve asık suratlı arabacı kılıklı biri bana seslendi:
-Mösyö Rabour'un yeni oda hizmetçisi siz misiniz?
- Evet, benim.
-Eşyanız var mı?
-Evet, var.
- Bagaj fişinizi verin ve burada bekleyin beni...
Peronda kalabalığa karıştı. Memurlar peşinden seğirttiler; "Mösyö
Louis" diye sesleniyorlardı ona saygılı bir dostluk taşıyan bir sesle.
Louis, üst üste yığılı duran eşyaların arasından bavulumu çıkardı ve
onu bariyerin hemen yanında duran iki tekerlekli gezinti arabasına ta­
şıttı..
- Eee... Binecek misiniz?
Sıranın üzerinde, yanına oturdum ve hareket ettik.
Arabacı çaktırmadan bana bakıyordu. Ben de onu incelemekle
meşguldüm. Önemli kişilerin yanında hiç çalışmamış, yol yordam bil­
mez bir uşak, yontulmamış bir köylü, hödük oğlu hödüğün teki ile kar­
şı karşıya olduğumu anlamakta gecikmedim. Canım sıkıldı. Kılığı düz­
gün uşaklardan hoşlanırım tien. Güçlü bacakları saran beyaz deri pan­
tolon kadar aklımı başımdan alan bir şey olamaz. Ya bizim Louis? El­
divensiz kullanıyordu arabayı. S:ırnndaki, birkaç beden büyük, ucuz
kumaştan dikilmiş gri-mavi takım elbisesi, çift sıra sırma şerit geçmiş
yassı meşin kasketi ile zarafet yoksunuydu! İnanılmaz! Bu memleket­
te pek geri kalmışlar canım!... Dahası kaba ve asık suratlılar; ama içle­
rinde kötülük yoktur bunların. Bu tipleri bilirim. Önceleri takışırlar ye­
nilerle, sonra her şey rayına oturur, hatta biraz fazla girer rayına.
Uzun süre tek kelime etmeden kaldık öyle. Bir hava, bir hava!...
Dizginler gergin, kamçı daireler çiziyor, büyük arabacı pozları... çok
komikti doğrusu! Bana gelince, tüm asaletimi takınıp, hiçbir özelliği
olmayan evlere, ağaçlara, tarlalara; manzaraya bakıyordum. Yokuşu
çıkmak için atını dizginledi ve alaylı bir gülüşle aniden bana sordu:
-Bari birkaç çift potin getirdiniz mi?
- Elbette! dedim, bu ilgisiz ve dahası garip soruya şaşırarak. Neden
soruyorsunuz, bunu? Bu sorduğunuz şey biraz aptalca değil mi baba­
lık ha?

13
Beni dirseği ile hafifçe dürterek, çifte anlamını çıkaımakta zorlan­
dığım iğneli bir alayla, -doğru söylüyorum- neşeli bir edepsizlik karı­
şımı bir bakış fırlattı ve sırıtarak şöyle dedi:
- Hadi hadi!.. Masum kız rolü yapın bari ... Maskara n'olacak, zir­
zop maskara!
Daha sonra dilini şaklattı, hayvan yeniden hızlandı.
Aklım karışmıştı. Bu da ne demeye geliyordu şimdi? Belki de hiç­
bir anlamı yoktu... "Kadınlarla nasıl konuşulacağını bilmeyen salağın
teki" diye düşündüm. Bir şeyler söylemek istemiş ama daha iyisini bu­
lamamıştı herhalde, zaten benim de sohbet etmek gibi bir niyetim yok­
tu.
Mösyö Rabour'un malikanesi oldukça güzel ve büyüktü. Açık ye­
şile boyanmış güzel bir yapıydı. Etrafı göz alabildiğine çimlerle çevri­
liydi, her taraf çiçeklerle ve sık çam ağaçlarıyla kaplıydı ve mis gibi
reçine kokuyordu. Oldum olası bayılırım kırlara ama ne tuhaftır ki içi­
mi hüzün kaplar, uyku basar. Evin kapısından içeri girdiğimde sersem
gibiydim; kfilıya kadın, antrede beni bekliyordu. Paris'teki iş bulma
bürosunda beni işe sokan kadının ta kendisiydi; özel alışkanlıklarım ve
zevklerime dair ne kadar patavatsız soru varsa sormuş da kararını öy­
le vermişti; daha o zaman kuşkulu yaklaşmalıymışım ona... Ama insa­
nın her seferinde daha da beterini görüp katlanması boşuna, bir türlü
akıllanmıyor... Büroda gördüğümde hoşlanmamıştım bu kfilıya kadın­
dan, burada ise, karşımda belirince ani bir tiksinti duygusu kapladı içi­
mi. Ahı gitmiş vahı kalmış bir genelev patroniçesi gibi göründü gözü­
me. Şişman bir kadındı, şişman ve kısaydı, kısaydı ve sarımtırak yağ­
ları taşan bir puf böreği gibiydi. İnek yalamış gibi duran her iki yana
yapışmış kır saçları, löp löp sallanan iri memeleri, gevşek, nemli jela­
tin gibi saydam elleri vardı. Kurşuni gözlerinden kötülük okunuyordu;
soğuk, art niyetli ve sapkın kötülük... Size yönelen sakin ve hain ba­
kışları ruhunuzu, teninizi deşiyor, neredeyse kıpkırmızı kesiliyordu­
nuz.
Beni küçük salona aldı. Görevime başlamadan önce beni görmek
isteyen beyefendiye geldiğimi haber vereceğini söyleyerek hemen ya­
nımdan ayrıldı.
- Beyefendi henüz sizi görmedi, diye ekledi. Sizi ben işe aldım al­
masına ama önemli olan sizi onun beğenmesi...
Etrafı incelemeye koyuldum. Tertemiz ve son derece düzenliydi sa­
lon. Bakırlar, mobilyalar, kapılar ve parke parlanlmış, cilalanmıştı;

14
cam gibi parlıyordu her şey. Paris'in bazı evlerinde görmeye alıştığım
türden cicili bicili şeyler, albenili duvar kağıtları, nakışlar, süsler yok­
tu belki ama zengin bir hava esiyordu salonda; rahat ve ağırbaşlı eşya­
larla donatılmış, tuzu kuru bir taşralının evi olduğu her halinden bel­
liydi. Düzenli ve sakin bir havası vardı. Diyeceğim o ki, insan burada
sıkıntıdan patlardı!.. Vay be!..
Beyefendi teşrif ettiler. Bey de beydi hani; tuhaf bir adam, çok eğ­
lendirdi beni! .. Ufacık bir ihtiyar getirin gözünüzün önüne. İki dirhem
bir çekirdek, sinek kaydı tıraş olmuş, pembe pembe yanakları ile bir
taş bebek ... Baston yutınuş gibi dimdik, çok canlı, çok iç açıcı. Yala­
nım yok, çayırdaki çekirge misali zıplaya zıplaya yürüyordu. Beni se­
lamladı, kibarlıktan kırılıp dökülerek:
- Sizin adınız ne çocuğum? diye sordu.
- Celestine, efendim.
- Celestine... diye yineledi... Celestine öyle mi? Vay canına! Güzel
isim doğrusu, aksini söyleyemem ama çok uzun çocuğum, fazla uzun.
En iyisi ben size Marie diyeyim ha .. ne dersiniz? Şirin bir isim, üste-
lik de kısa ... Hem sonra tüm oda hizmetçilerimi hep Marie diye ça-
ğırdım ben... Bu alışkanlığımdan vazgeçebileceğimi hiç sanmıyorum,
hizmetçimden vazgeçerim daha iyi...
Sizi gerçek adınızla asla çağırmamak gibi bir hastalıkları vardır
bunların hepsinin. Takvimde ne kadar azize ismi varsa hepsini almış
biri olarak hiç yadırgamadım bunu. O hfila ısrar ediyordu:
- Yani diyordum, size Marie desem bozulmazsınız değil mi?.. Ka-
bul mü? ..
- Elbette efendim.
- Bu kızın kendi de güzel, huyu da, fila, fila!..
Neşeli, son derece saygılı bir tonda söylemişti; yüzüme yiyecekmiş
gibi bakmadan, gözleri ile üstümde ne varsa soymadan, genelde erkek­
ler hep öyle yaparlar da. Doğru dürüst bakmamıştı bile bana, ama sa­
lona girdiğinden beri gözlerini ısrarla potinlerime dikmişti ...
- Daha başka var mı? diye sordu kısa bir sessizliğin ardından. Göz-
leri garip bir biçimde parlıyordu sanki.
- Başka ismim mi, efendim?
- Hayır çocuğum, başka potin.
Daha sonra kedilerin yaptığı gibi dilini uzatarak birkaç kez duda­
ğında gezdirdi.
Hemen yanıtlamadım sorusunu. Potin sözcüğünü duyar duymaz

15
arabacının alaycı bir tarzda ettiği o edepsiz laflar geldi aklıma ve irkil­
dim. Bir anlamı mı varmış bunun? Bu ısrarla sorulan soru karşısında
yanıtlamak zorunda kaldım ama bir hafif meşreplik günahını papaza
itiraf eder gibi boğuk ve tedirgin çıkb. sesim:
- Evet efendim, başkaları da var.
-Parlak mı?
- Evet, efendim.
- Çok... çok parlak, öyle mi?
- Elbette, efendim.
-Aıa. Aıa. San deriden de var mı?
- Ondan yok, efendim.
- Olmalı... Ben veririm.
- Sağ olun, efendim.
-Aıa, ala. .. şimdi susun!
Korkmuştum, çünkü bulanık pırıltılar geçen gözleri kanlanıp seğir­
meye başlamışu... Alnından boncuk boncuk terler döküldü. Y ığılıp ka­
lacakmış gibime geldi. Çığlığı basıp yardım çağırmak üzereydim ki,
kriz geçti. Birkaç dakika sonra yarışmış bir sesle konuşmaya başladı.
Dudaklarının kenarındaki köpükler hfila duruyordu.
-Yok bir şey... geçti... size bir şey söyleyeyim mi çocuğum. Benim
bazı takınblanm var... Benim yaşımdaki biri için ayıp kaçmaz değil
mi? Mesela bir kadının kendi potinlerini parlatmasını hoş göremem,
hele benimkileri asla ... Kadınlara saygım büyüktür benim Marie, buna
izin veremem... Potinlerinizi ben parlatacağım; minicik potinlerinizi,
sevgili minik potinlerinizi... Onların bakımını ben yapacağım... Şimdi
beni iyi dinleyin! Her akşam, uyumadan önce, poti.nlerinizi odama ge­
tireceksiniz, yatağımın yanına, küçük sehpanın üstüne yerleştireceksi­
niz ve sabah, pencerelerimi açmaya geldiğinizde alıp götüreceksiniz.
Oldukça şaşkın görünmüş olmalıyım ki, şöyle devam etti:
-Yapmayın ne olursunuz! Zor bir şey istemiyorum ki sizden ... Çok
da tabii bir şey üstelik... sözümü dinlerseniz...
Cana geldi, elini cebine daldırıp çıkardığı iki "louis',. uzattı bana.
-Akıllı, uslu, itaatkar olursanız, bu tür küçük armağanlar hiç eksik
olmaz. Aylığınızı kahya kadın verecek her ay, ama ben Marie, -ara­
mızda kalsın tamam mı?- ben size sık sık minik armağanlar verece­
ğim. Karşılığında ne istiyorum peki? Minicik bir şey... Hadi söyleyin
Tanrı aşkına, önemli bir şey mi bu sizden istediğim?
(*) Louis: Fransız altını. (y.h.n.)

16
Beyefendi yine tuhaflaşmaya başlamıştı. O konuştukça gözkapak­
lan fırtınaya kapılan yaprak gibi tir tir titriyordu.
- Neden sesin çıkmıyor Marie? Hadi bir şeyler söyle... Sahi, neden
yürümüyorsun? Yürü ki hareket ettiklerini göreyim minik potinleri­
nin ...
Diz çöktü, öptü potinlerimi, tutkulu ve okşayıcı parmaklan ile mın­
cıkladı onları, bağlarını çözdü. Onları bir yandan öpüyor, mıncıklıyor,
okşuyor, bir yandan da yalvaran, ağlayan bir çocuğun sesi ile şöyle di­
yordu:
- Oh! Marie... Marie. .. minik potinlerin, ver bana onları, hemen
şimdi... hemen... hemen... onları hemen şimdi istiyorum... ver onları
bana ..
Güçten kesilmiş, şaşkınlıktan uyuşmuştum ... Bunlar gerçek miydi,
yoksa rüyada mıydım, kestiremiyordum. Beyefendinin gözleri... kan
oturmuş, iki beyaz yuvarlak görüyordum yalnızca. Ağzıysa sabun gibi
·

köpüren salyalar içindeydi...


Sonunda aldı potinlerimi ve çekti gitti. Tam iki saat potinlerimle
birlikte odasına kapandı.
- Beyefendi sizden çok hoşlandı, dedi kahya kadın bana evi gezdi­
rirken. Elinizden geleni yapın da devam etsin bu böyle... Böyle yer bir
daha kolay kolay geçmez elinize çünkü...
Dört gün sonra, her zamanki saatte, pencerelerini açmak için oda­
sına girdiğimde korkudan neredeyse bayılıyordum. Beyefendi ölmüş­
tü! Yatağın ortasında sırtüstü boylu boyunca yatıyordu. Neredeyse çı­
rılçıplaktı. Onda, üzerinde ölümün soğukluğunu, kaskatılığmı şimdi­
den görebiliyordum. Hiç debelenmem.işti. örtülerde hiçbir karışıklık
görünmüyordu; ölüme pençesini geçirmek isteyen kasılmış ellerin, çır­
pınmanın, can çekişmenin, mücadelenin izleri yoktu çarşafta Yorganın
dışında kalan yüzü morarmış, mosmor kesmiş, şu uğursuz patlıcan ren­
gine dönüşmüş olmasaydı, uyuduğunu sanabilirdim. Manzara kor­
kunçtu, yüzünden bile korkunç, dehşetten donakaldım... Beyefendinin
dişl�rinin arasına sıkışmıştı potinimin teki. Dişlerini öylesine kenetle­
mişti ki boşa giden yorucu çabalar sonunda tıraş bıçağı ile kesmek zo­
runda kaldım deriyi.
Bir azize değilim, pek çok erkekle düşüp kalktım. Deneyimlerim
bana erkeklerin ne tür çılgınlıklara, pisliklere kadir olduklarını göster­
di. Ama beyefendi gibi biri?.. Yine de gerçek bu!.. Böylelerinin de var
olduğunu bilmek sizce de çok matrak değil mi, ha ne dersiniz? Oysa,
F2ÖN/Oda Hizm<ıçisinin Günlüğü 17
ne güzel, ne basit şeydir kibarca sevişnıek! Bu işi herkes gibi yapmak
varken, düş gücünü böylesine zorlamak niye? ..
Eminim, burada böyle şeylerle karşılaşmayacağım. Eh! Burası da
başka bir filem. Daha mı iyi, daha mı kötü? O kadannı da bilemeyece­
ğim artık! ..
Beni huzursuz eden bir şey var. Ne diye ben de diğerleri gibi yap­
madım ki! Tanıdığım onca kız gibi yapıp -ayıptır söylemesi ama onlar
benim tırnağım bile olamazlardı- hizmetçilikten hanımefendiliğe atla­
saydım ne vardı sanki! Herkesin anladığı türden bir güzel değilim ben,
övünmek gibi olmasın ama çok daha iyiyim; havam yeter benim. Gi­
yinmeyi bilirim, sosyetenin şık kadınlarının, hani şu kokanaların gıpta
ettikleri biriyim. Belki biraz fazla uzunum ama kıvrak, ince, dolgun bir
vücudum var... ve güzel sarı saçlarım, insanın yüreğini hoplatıp çapkın
çapkın bakan lacivert çok güzel gözlerim var, bir de karşımdakine
meydan okuyan dudaklarım. Demem o ki, özgün tavrım , aynı anda
hem çok keskin hem yavaş olan zekfuııla erkeklerin bayıldığı biriyim.
Kesin başarırdım. Belki bir daha yakalayamayacağını bu "mükemmel"
fırsatları kaçırma aptallığını ettim etmesine ama, aslını sorarsanız
korktum ben ... Korktum çünkü bunun nereye varacağını önceden kes­
tirmek zordur. Bu tür pek çok felaketten kıl payı kurtuldum, içler acı­
sı öykülere sırdaşlık ettim! Yoksulları çalıştırma yurdu ile hastane ara­
sında geçen trajik tabloyu unutmamak gerekir, kaçışı yoktur genelde
ve tablonun fonunda Saint-Lazare* cehennemi vardır. İyi düşünmek
gerekir, aslında düşüncesi bile tüyler ürpertir.
Bir oda hizmetçisi olarak elde ettiğim başarıyı bir kadın olarak da
göstereceğim ne malum? Erkekler üzerindeki o karşı konulmaz etki­
miz, ne kadar çekici olursak olalım, her zaman bize bağlı olmayabilir.
Yaşadığımız ortamın koşulları bu konuda belirleyicidir, bunun farkın­
dayım; lüks, ahlak değerleri, hanımlarımızın kendileri ve uyandırdık­
ları arzu ... Erkeklerin bizi sevmelerinin kökeninde, bizde, karılarını,
onların gizemlerini bulma umudu yatar.
Başka bir neden daha var aslında. Rezil bir yaşam sürdürmeme kar-

(*) Saint-Lazare: Önce miskinler tekkesi, cüzam evi, sonra manastır ve daha
sonra da tutukevi olur. Kadınlar için sığınma ve ıslah evi olan St.-Lazare, Paris,
Saint-Denis'dedir. Sokağa düşen yaşlı veya genç fahişeleri sorgusuz sualsiz
toplayıp oraya tıkarlar ve onlara çok kötü koşullar sunarlar. Çok sıkı bir disiplin
ve sağlık kurallarına hiç uymayan iç düzeni ile pek çok eleştiri alan bu tutukevi
1 940 yılında yıkılır. (ç.n.)

18 F2ARKA/Oda Hizmetçisinin Günlüğü


şın, şükürler olsun ki, yüreğimin derinliklerinde, kendimden hep sak­
ladığım, içtenlikle inandığım dinsel duygularım var. Beni hiçliğe karşı
korudu hep, dipsiz kuyunun kenarına kadar vardığım her seferinde ya�
kaladı beni... Dinimiz olmasaydı eğer, kiliselerde okunan bunca dua
olmasaydı, geceler zifiri karanlık olurdu, ruhsal çöküntüye uğrardık.
Azize Meryem, Padovalı Aziz Antonius, adları her ne ise, ve diğerleri
olmasalardı çok daha mutsuz olurduk besbelli. Nice olurdu halimiz
kim bilir, nereye varırdı sonumuz? Bilse bilse şeytan bilir bunu!..
Neyse ... şimdi söyleyeceğim çok daha vahim. Erkeklerin karşısın­
da savunmasızım. Onların zevklerinin ve kendi cömertliğimin kurbanı
olacağım sonunda, bu kesin. İçim sevda kaynıyor. Ondan çıkar sağla­
mayı düşünemeyecek kadar tapanın ben sevdaya. Ne yapayım, elimde
değil; beni mutluluğa boğan, ışık saçan esrime kapılarını bana aralayan
birinden para isteyemem ben. Bu canavarlar benimle konuşurlarken
ve ensemde sakallarının sertliğini, soluklarının sıcaklığını hisseder­
ken, işte o an işim bitiyor! Çözülüveriyorum anında. Dile benden ne
dilersen.. Artık ben değil onlar alırlar benden ne gelirse gönüllerin­
.

den.. .
Ya işte böyle, Prieure'deyim bu sefer, nedir beklediğim?.. Doğru­
su, bunu ben de bilmiyorum. En mantıklısı, hiçbir şey düşünmemek;
en iyisi ise her şeyi oluruna bırakmak... Kim bilir, belki de böylesi da­
ha hayırlıdır. Allah vere de yarın hanımın iki dudağı arasından çıkacak
bir çift lafla bu mezbeleden de ayrılmak zorunda bırakılmayayım, bu
hiç hoşuma gitmezdi doğrusu, beni buralara kadar sürükleyen lanet
olası bu kötü kader zaten bırakmıyor yakamı... Bir süredir, belime ve
karnıma bir ağrıdır saplanıyor, tüm vücudum yorgunluktan dökülüyor,
midem harap, hafızam zayıflıyor... giderek daha çabuk öfkelenir ol­
dum. Biraz önce aynaya baktım, bitkin geldi yüzüm bana, hele o ben­
zim, kehribar rengi tenimle hep övünmüşümdür ben, külrengini al­
mış... Şimdiden yaşlanıyor muyum yoksa? Henüz yaşlanmak istemi­
yorum ben. Paris'te insanın kendine bakması zordur, hiçbir şeye zama­
nı yoktur orada, bir telaş, bir hareket... sormayın gitsin!.. Yaşam çok
hareketlidir, gürültülüdür, her an bir sürü insan, bir sürü şey, bir sürü
olay, bir sürü zevk ve bir sürü sürprizle karşı karşıya kalınır. Olsun! Yi­
ne de değer orada olmaya. Burası ise sakin... Nasıl da sessiz! Solunan
hava temiz ve sağlıklı olmalı, can sıkıntısı pahasına biraz dinlenip ken­
dimi toplasam keşke...
Her şeyden önce, burada kendimi güvende hissetmiyorum. Hakkı-
19
nı yemeyeyim hanım bana karşı çok nazile, şimdilik. Kıyafetime iltifat­
lar yağdırdı. Hakkımda edindiği olumlu bilgilerden duyduğu memnu­
niyeti ifade etti. Akılsız şey ne olacak! Edindiği bilgilerin yanlış oldu­
ğunu, en azından hatır için o şekilde verildiklerini bir bilse... En çok da
zarafetime vuruldu, şık oluşum şaşırttı onu. Bu Allahın cezası kanların
ilk gün kötü davrandıkları görülmez genelde, yeni olan iyidir, bilinen
bir tavır bu, ama ertesi gün değişiverir hava birdenbire, bu da bilinir...
Hanımın bakışlarını hiç tutmadım; buz gibi, sert. Sevgiden nasibini al­
mamış gözleri kuşku dolu, sorgulayıCL .. Dudaklarını da hiç sevmedim;
ince ve kuru, beyazımsı bir zar geçmiş dersiniz üzerine. Dilinin de aşa­
ğı kalır yanı yok; bıçak gibi keskin ve kısa kısa laflar çıkıyor ağzından.
Güzel sözleri bile hakaret, azar gibi dökülüyor neredeyse. Şu ya da bu
alışkanlıklarım, becerilerim hakkında beni soru yağmuruna tutarken
yaşlı gümrükçülere özgü sakin ve sinsi bir küstahlıkla baktı yüzüme.
Bunların hepsi böyle bakar. Şöyle dedim kendi kendime:
-Yanılmadın... Al sana bir tane daha.. Bu da her şeyi kilit altında
tutacak, her akşam şekerleri ve üzüm tanelerini tek tek sayacak, şişe­
lere işaret koyacak, diğerleri gibi. Yeme beni yavrum, yutmazlar! Ala­
yınız aynı bokun soyusunuz!..
Yine de önyargılı olmayıp biraz zaman tanımalıyım, belli mi olur!..
Karşımda açılıp kapanan bunca ağız, ruhumu araştıran bunca bakış
arasından, bir gün, kim bilir belki dost bir ağız, sevgi dolu bir bakış bu­
labilirim... Umut etmekle bir şey kaybetmem ya ...
Dört saat süren, üçüncü mevki tren yolculuğunun sersemliği hfila
üzerimde iken ve mutfakta önüme koymak için bir dilim reçelli ek­
mekten başka bir şeyi akıl edemezken hanımefendi hazretleri, mahzen­
den tavan arasına kadar evi dolaştırdılar bana Bir an önce öğrenmeliy­
mişim işimi. Hiç zaman kaybetmedi doğrusu, soluklanamadım saye­
sinde. İşin kötüsü, ev kocaman! Bir sürü köşe bucak var bu evin için­
de; bir sürü iş! Sağ olun yani çok düşüncelisiniz! Allahmızdan korkun!
Bu evi adam gibi temizlemek için dört hizmetçi bile yetmez! Üstelik
giriş katında, bu çok önemli işte, taraça biçiminde iki küçük ek yapı
var binaya dahil edilen. Ev iki katlı; bir aşağı bir yukarı, mekik doku­
yacağız artık. Yemek salonunun yanındaki küçük odada kalan hanı­
mın, benim çalışmak zorunda olduğum çamaşırhaneyi çatı katındaki
bizim odalarunıza bitişik bir bölüme taşıma gibi dfilıiyane fikri var
çünkü. Ve bir sürü dolap, gömme dolap, çekmece, depo ve tıkış tıkış ıvır
zıvır... Daha ister misin? Al sana.. Asla kalkamam bu işin altından...

20
Bana bir şey gösterirken her seferinde hanım şöyle diyordu:
- Bakın kızım, işte buna çok dikkat etmek lazım. B u gördüğünüz
enfes bir şeydir, aman dikkat kızım! Bu nadide bir parçadır kızım. Bu
çok pahalıdır kızım.
"Kızım" böyle... "Kızım" şöyle... Yetti be! Adam gibi adımı söyle­
yemez mi sanki ! İkide bir azarlar gibi, ne öyle! İnsanın keyfini kaçın­
yor, hevesini kırıyor, anında hanımlarla aramıza nefret ve mesafe so­
kuyor bu yaralayıcı üstünlük tonu. Ben ona "anacığım" diyor muyum?
Hanım diline dolamış; "çok pahalı" diyor da başka bir şey demiyor. Si­
nirimi bozuyor. Kendisine ait beş para etmez şeyler için bile "bu çok
pahalı" demez mi! Bir ev hanımının nerde böbürleneceğini kestirmek
mümkün değil ... İnsanın acıyası geliyor böylelerine... Bir ara petrol
lambasını nasıl kullanacağımı gösteriyordu, bildiğimiz şu lambalardan
işte, tembihini yapıştırdı yine:
- Kızım, gördüğünüz gibi bu lamba çok pahalı, bir şey olursa İn­
giltere' den başka bir yerde tamiri mümkün değil. Aman ha!.. Gözbe­
beğiniz gibi bakın ona. ..
Nerdeyse kaçınyordum ağzımdan:
-Anacığım, ya senin odandaki lazımlık, o da mı çok pahalı?.. Di­
bi delinince Londra'ya mı yolluyorsunuz onu da?
Abarttığım falan yok. Küstahtır bunlar, önemsiz bir şey için bile
patırtı çıkarırlar. Hele bunu yalnızca sizi aşağılamak için, sizi mat et­
mek için yaptıkları düşünülürse...
Ahım şahım bir tarafı yok evin, sıradan bir ev işte, övünülecek bir
tarafı olduğu söylenemez! Dıştan bakınca, aman Tanrım! Etrafını gör­
kemli bir biçimde çevreleyen koca koca ağaçlarla ve yumuşak eğim­
lerle ırmağa kadar inen, dikdörtgen biçimindeki geniş çim alanlarla be­
zenmiş bahçelerle bir şeye benziyor yine de. Ama içerisi... Kasvetli...
eski ve üstelik zangır zangır sallanıyor; küf kokuyor, havasız... Nasıl
yaşanır böyle bir yerde, aklım almıyor doğrusu... Her taraf fare yuva­
sı, ahşap merdivenlerden her an düşüp boynunuzu kırabilirsiniz, çar­
pılmış basamaklar titreyip duruyor ve adım attıkça gıcırdıyor. Koridor­
lara gelince, tavanları basık ve loş, zemine yumuşacık halı yerine bir­
birine iyi eklenmemiş karolar döşenmiş. Kırmızı cila çekilmiş üzerine;
parlak mı parlak, kaygan mı kaygan ... Ara duvarlar incecik, kupkuru
tahtadan yapılmış; nefes al, yanındaki duysun! Keman içi gibi ... Osu­
ruktan bir taşra evi işte! Paris'teki evler gibi de döşenmemiş üstelik...
Her odada eskimiş maun mobilyalar, kumaşlar güve yeniği, kilimler

21
yıpranmış, renkleri atmış, kanepe ve koltuklar taş gibi sert, yaysız,
kurtlar tarafından kemirilmiş ve sallanıyor. Bu halleriyle sırtınızın ca­
nına okur, kıçınızın derisini yüzerler. Ben, açık renk duvar kağıtlarını,
insanın yastıklara keyfmce uzandığı kocaman yaylı divanları ve son
derece lüks, zengin, iç açıcı olan tüm şu güzel modem mobilyaları se­
verim, dolayısıyla bunların iç karartıcı hüznü karşısında kedere gömü­
lüyorum. Ve korkanın, konfordan, zarafetten yoksun, Nuh Nebi'den
kalma bu döküntülere hiç alışamayacağım.

Evi bir yana, hanım da Paris'tekiler gibi giyinmiyor. Paris sosyete­


sinin terzilerini hiç duymamış anlaşılan. Giyinmeyi bilmiyor. Nasıl de­
sem? Biraz rüküş. Gece elbiseleri konusunda biraz iddialı görünmekle
birlikte en az on yıl geriden izliyor modayı. Buna moda denirse tabii!
Her şey bir yana, azıcık kendisine çekidüzen verse hiç de fena görün­
meyecek, en azından çok berbat görünmeyecek. En kötü tarafı ise, se­
vimlilikten yana fukaralığı. Bir kadın olarak tutulacak bir yanı yok.
Ama yüz hatları muntazam, çok güzel saçları doğal san, güzel ve du­
ru bir cildi var; amansız iç hastalıklardan mustarip gibi dupduru... Bu
tür kadınlan tanının, tenlerinin parlaklığı gözümü boyayamaz benim.
Dışı sizi içi beni yakar türden, dıştan pembe ama içi çürük... Ancak ve
ancak kemer, korse, sargı sayesinde ayakta duran, çalışan ve yaşayan
bir garip mekanizma... bir gizli iğrençlik yığını... Bütün bunlar toplum­
da adam yerine konulmalarına engel teşkil etmez... Bunun adına da cil­
ve diyorlar, ne sandınız ... Köşe bucakta kınşnnr bunlar; boya küpüne
batmış etlerini sergiler, göz süzer, kalça sallarlar. Aslında bunları ispir­
to şişesine Ukmak gerekir. Vah başıma gelenler! Hiç şansım yok onlar­
la, inan olsun gelmez insanın içinden... gelmez bunlara hizmet etmek...
Bir karakterine bakıyorum, bir de biçimsiz vücuduna; hanım o
"şey"e ilgi duysa şaşardım. Ne yüz ifadesinde, ne sert hareketlerinde,
ne de baston yutmuş vücudunda esamisi okunur aşkın. Arzunun o önü­
ne geçilmez çekiciliği, kıvraklığı, teslimiyeti yanından bile geçme­
miş... Kız kumlarından farkı yok; hırçınlık, yılan dillilik deseniz onda,
daha ne bileyim, mumya gibi, bir deri bir kemik bir kadın, üstelik bu
sarışın kadınlarda pek görülmez. Fausı operasındaki güzel müziğin
-Fausı dedim de, ah Faust ah!- etkisi ile kendinden geçip ilah gibi bir
erkeğin kollarında hazdan ürperip eriyecek türden biri değil bizim ha­
nım... Bazen, şehvet ateşi ile yüzleri ışıldayan, güzelleşen, son derece
çekicileşen o aşın çirkin kadınlardan da değil. Hanım gibilerinin görü-

22
nüşlerine aldınnamalı yine de. Ondan daha sert, daha hırçınlannı tanı­
dım ben; görende ne aşk isteği, ne de ihtirası bırakan cinsten, ama ne
orospuydu onlar, uşaktan, arabacılan ile uçuşa geçer, o da yetmez ye­
di kat yükselirlerdi...
Mesela bizim hanım, ne kadar sevimli görünmek istese de becere­
miyor. Buna birkaç kez tanık oldum. Bana sorarsanız, o kötü biri, dır­
dırcının teki, hafiye ruhlu, pis karakterli, kötü kalpli. Herhalde sürekli
olarak insanlann tepesindedir, canlanndan bezdiriyordur onları sorula­
n ile: "Bunu yapmayı biliyor musunuz?"lan, "şunu yapmayı biliyor
musunuz?" veya "sakar mısınız? .. İşinize özenir misiniz?.. Belleğiniz
kuvvetli mi? .. Düzenden intizamdan anlar mısınız?"lan bitmez, hızını
alamaz, devam eder yine: "Temiz misiniz? Ben şahsen çok titizimdir
temizlik konusunda, her şey bir yana, temizlik bir yana." Beni ne sanı­
yor acaba, bir köylü, çiftlikte çalışan bir yanaşma mı? Temizlikmiş öy­
le mi? Bu türküyü daha önce de dinledim ben. Hepsi aynı teraneyi okur
ama bir de işin içine girince, eteklerini kaldırıp, çamaşırlannı kanştı­
nnca ne kadar pasaklı oldukları çıkar ortaya .. Öyle ki bazen tiksintiy-
le midesi ağzına gelir insanın... ,
Bu nedenle hanımın temizliğine kulak asmıyorum. Bana banyosu­
nu gösterdiğinde ne dolap ilişti gözüme, ne de küvet.. Hiçbir şey yok­
tu. Bakımlı ve bakım işini banyoda görmek isteyen bir kadına gerekli
olan hiçbir şey yoktu... Ya biblolar,- cicili bicili şişeler, ellemekten bü­
yük bir haz duyduğum, kokulu özel eşyalar? .. Onlardan da pek yok.
Hanımı anadan doğma görmek için sabırsızlanıyorum, eh biraz eğlen­
mek hakkım , hoş olurdu herhalde.
Akşam, masayı hazırlarken beyefendi girdi yemek odasına, avdan
dönüyordu. İriyan biri; geniş omuzlu, gür siyah bıyıklı ve mat tenli.
Hareketleri biraz ağır, azıcık da sakar ama efendi birine benziyor. Mös­
yö Jules Lemaı"tre gibi dfilıi değil elbette -Mösyö Jules Lemaitre,
Christophe-Colomb Caddesi'nde oturur, uzun süre hizmetinde çalış­
tım-, Mösyö de Janze gibi iyi giyimli de değil! .. Ah Mösyö de Janze
ahlı! Hadi bizim beye de sempatik diyelim, batın kalmasın. Gür ve kı­
vırcık saçlı, boğa gibi kalın boyunlu, baldırlan güreşçilerinki gibi...
Durmadan gülümseyen etli nar dudaktan sağlıklı ve neşeli biri olduğu­
nu gösteriyor. İşte o, kalıbımı basanın ki, o, "şey"i çok önemsiyor. Ka­
çar mı gözümden; iyi koku alan kıpır kıpır burnundan, ışıl ışıl, tatlı ba­
kışlannda biraz muzipliğin gizli olduğu gözlerinden şıp diye anladım
bunu. Böylesine arsızca kendilerine yer açan gür kaşlara ve bu denli

23
kıllı ellere daha önce hiçbir Ademoğlunda rastlamadım. Kaşları ve el­
leri böyle ise kim bilir bu kalas bedeninin üst tarafı nasıldır bizim ba­
balığın! Pek akıllı olmayan ve gelişkin kaslara sahip erkeklerin birço­
ğu gibi bizimki de pek mahcup.
Sevecen, şaşkın ve memnun bakışlarla ve çok komik bir eda ile te­
peden tırnağa bir güzel süzdü beni. Gözleri ile beni soyarken yumuşak­
tı bakışları, aklından kötü şeyler geçirirken de mahcup... Bey alışkın
değildi belli ki benim gibi ilk görüşte kendisini etkileyen, şaşkına dön­
düren oda hizmetçilerine. Biraz tedirgin şöyle dedi bana:
-Ah! .. Yeni oda hizmetçisi siz misiniz?
Gövdemi öne çıkardım, gözlerimi hafifçe indirdim. Sonra da sesi-
min en tatlı tonuyla, çekingen, biraz da haşan şöyle cevap verdim:
- Yanılmadınız efendim, o benim işte ...
Yanının üzerine kem küm etmeye başladı:
- Ya... geldiniz demek! Çok iyi... çok iyi ...
Devam etmek istiyordu, söyleyecek bir şeyler arıyordu ama ne ko­
nuşkan ne de kıvrak zekfilıydı... Eh böyle olunca çabası boşa çıktı. Onun
bu çekingenliği bir hayli eğlendirdi beni. Kısa bir sessizlikten sonra:
- Yani... diye sürdürdü, siz şimdi Paris'ten mi geliyorsunuz?
- Evet, efendim.
- Çok iyi... bu çok iyi.
Cesarete gelerek:
-Adınız ne?
- Celestine ... efendim ...
Tedirginliğini gizlemek için ellerini ovuşturdu ve devam etti:
- Celestine!.. Vay be! Bu çok iyi ... çok sık duyulan bir isim değil ...
hoş bir isim Allah için! Dileyelim de hanımefendi değiştirmesin adını­
zı... huyudur da...
Ağırbaşlı ve uysal bir tarzda cevap verdim:
- Hanımefendinin emirleri başım üstüne.
- Elbette ... elbette... ama gerçekten de güzel bir isim.
Kahkahayı patlatıyordum az kalsın. Beyefendi salonda bir aşağı bir
yukarı dolaşmaya başladı. Sonra aniden bir sandalyeye oturdu, bacak­
larını uzattı, bakışlarına özür dileyen, sesine de yalvaran bir ifade ve­
rerek sordu:
- Hadi bakalım Celestine... bu arada ben size hep Celestine diyece­
ğim... botlarımı çıkarmama yardım eder misiniz? Rahatsız olmazsınız
değil mi? Ha .. ne dersiniz?

24
- Ne münasebet efendim...
- Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu kahrolası botları çıkamıak bir
mesele, çok zor çıkıyorlar ayaktan...
Ahenkli, yumuşak, eh biraz da tahrik edici bir hareketle önünde diz
çöktüm. Çamura batmış ıslak botlarım çıkarmasına yardım ederken
burnunu ensemdeki parfüm kokusuna gömdüğünü, gözlerinin giderek
artan bir ilgiyle bluzumun kenarlarına ve elbisemin içinden görebildi­
ği her şeye sabitlendiğini hissettim.
Aniden:
-Vay canına! Celestine... müthiş güzel kokuyorsunuz ... diye mırıl-
dandı.
Gözlerimi kaldırmadan, anlamamış gibi yaparak:
- Ben mi, efendim?
- Elbette siz... Hay Allah!.. Ayaklarım değil herhalde!
- Aman efendim!
Ağzımdan çıkan bu "aman efendim!" içtenliği için ayaklarının le­
hine bir karşı çıkış ve aynı anda dostça -cesaretlendirmeye varan bir
dostluk- bir sitemdi... Anladı mı acaba? Sanırım evet Çünkü yeniden,
bu kez daha güçlü ve aşkla ürperircesine yineledi:
- Celestine!.. Müthiş güzel kokuyorsunuz... müthiş güzel!..
Hayda! Coştu babalık! Bu üsteleme karşısında, hafif yollu da olsa,
hayretler içinde kalmış genç kız numarasına yaup sustum. Zaten pısı­
rığın teki, kadınlardan da pek anladığı yok; derken bizim bey mahcup
oldu. Çok ileri gitmiş olmaktan endişe duymuş olmalı ki aniden fıkir
değiştirdi ve:
-Alışıyor musunuz bari buraya Celestine? diye sordu.
Sorulacak soru mu? Buraya alışıyor muymuşum? Geleli daha üç
saat bile olmadı. Kahkahayı basmamak için dudaklarımı ısırmak zo­
runda kaldım. Herif çok matrak ... üstelik, gerçekten de biraz budala...
Olsun... hiç önemi yok... Rahatsız etmiyor beni. Kabalığında bile
bir tür güç var... buram buram erkek kokuyor... sıcak ve insanın içine
işleyen bu vahşi koku hoşuma gidiyor.
Botlarını çekip çıkardıktan sonra, iyi bir izlenimle yanından ayrıl­
mak için bu kez de ben ona sordum:
- Beyefendi avcı galiba. Memnun kaldılar mı bugünkü avdan?
- İyi avlandığım hiç olmadı ki Celestine, diye yanıtladı başını sal-
layarak. Yürümek, gezinmek, bu sıkıcı yerden uzaklaşmak benim yap­
Uğırn.

25
- Ah! .. Beyefendi sıkılıyorlar mı burada?
Birkaç saniye süren sessizlikten sonra çapkın bir ifade ile durumu
düzeltmeye çalıştı:
- Yani... şey... sıkılıyordum... ama şimdi... neyse... böyle işte!..
Sonra budalaca ve dokunaklı bir tebessümle:
- Celestine? diye seslendi.
- Buyurun efendim.
- Bana terliklerimi verir misiniz? .. Bağışlayın beni...
- Aman efendim, ne demek, bu benim görevim.
- Evet... neyse... merdivenin altında terliklerim ... karanlık odada...
solda ..
Bu adama istediğim her şeyi yaptırırım herhalde... kurnaz değil,
anında kaptırıyor kendini... al götür dilediğin yere!

Bir önceki günün yemeklerinin tüketildiği sade akşam yemeği


olaysız, hatta oldukça sessiz geçti. Bey löp löp yutuyor, hanım ise ye­
mekten ziyade huysuz, somurtkan ve kibirli hareketlerle didikliyor.
Yediği, içtiği sadece hap ve türevleri; şurup, damla, eczane vitrini gibi
her yemekte özenle tabağının önüne sıralanması gereken bir sürü ilaç ...
Çok az la.fladılar ve üstelik ilgimi çekmeyen konular ve komşular hak­
kında. Çok az ziyaretçi kabul ettiklerini anladım bu arada. Laf olsun
diye konuştukları her hallerinden belliydi, akıllan başka yerdeydi. Her
ikisinin de gözü üzerimdeydi, ama niyetleri ve merakları farklı farklıy­
dı. Hanım, ciddi, gergin, kibirliydi; bakışları, giderek, daha düşman­
caydı. Şimdiden, bana karşı çevireceği dolapların hesabını yapmakla
meşguldü; bey ise, çaknrmadan, alttan alttan bakıyordu. Gözlerini an­
lamlı anlamlı kırpıştırıyor, bakışlarını saklamak için gösterdiği çabaya
rağmen, o garip bakışlarını ellerimden ayıramıyordu. Aslında gerçek­
ten de anlamıyorum, nesi var bu ellerin, ne diye bu kadar tahrik olu­
yorlar ellerimden? Bana gelince, numaralarını yutmuş gibi görünüyor­
dum; giriyor çıkıyordum durmadan; ağırbaşlı, sakınımlı, becerikli ve...
mesafeli bir tarzda... Ah! Bir görebilselerdi içimi, bir duyabilselerdi
yüreğimin sesini, benim onlarınkini duyduğum ve gördüğüm gibi!
Masaya servis yapmaya oldum olası bayılırım. Çünkü orada yaka­
larız efendileri en doğal halleri içinde tüm pislikleri ve aşağılık tavır­
ları ile. Başlangıçta temkinli olup birbirlerini gözetlerken sonra yavaş
yavaş açılırlar, ele verirler kendilerini. Y üzleri olduğu gibi çıkar orta­
ya; boya dökülmüş, maske düşmüştür, kendileri olmuşlardır artık. Et-

26
raflarında dolanıp duran, kendilerini dinleyen, ağırlıklarını tartan, ah­
laklarını ölçen, gizli yaralarının ve bu namuslu insanların saygıdeğer
beyinlerine sığan ne kadar iğrenç düş, yüz kızartıcı şey varsa tümünün
çetelesini tutan birinin varlığını unuturlar. Hesap günü gelince bunla­
rın her birini yok edici silahlara dönüştürme bekleyişi içinde, bu itiraf­
ları belleğimize depolamak, onları teker teker sınıflandırıp etiketle­
mek; işte bu bizim mesleğin en derin, en büyük hazlarından biridir; kı­
nlan onurumuzun yegane intikamıdır.
Yeni efendilerle bu ilk birlikteliğimden dişe dokunur bir bilgi top­
layamadını ama evliliklerinin yürümediğini, evde hanımın borusunun
öttüğünü, beyefendinin bir hiç olduğunu, hanımefendinin karşısında
çocuk gibi titrediğini anlamam zor olmadı... Zavallıcık! Y üzü hiç gül­
müyor evde ... Kim bilir neler duyuyordur kulakları, neler görüyordur
gözleri ve nelere katlanıyordur! Burada ara sıra da olsa iyi zaman ge­
çireceğimi düşünüyorum ...
Yemek boyunca durmadan burnunu çekerek, ellerimi, kollarımı,
bluzumu koklayan hanım, sıra tatlılara gelince sert ve kesin bir dille
şöyle dedi:
- Parfüm kullanılmasından hiç hoşlanmam.
Bu cümlenin bana yöneltildiğini anlamazlıktan gelip cevap venne-
diğirni görünce:
- Dediğimi duydunuz mu Celestine? diye sordu.
- Peki efendim.
O an, parfüm kokusuna bayılan, en azından benimkini beğenen be­
yefendiye baktım çaktınnadan. Dirseklerini masaya dayamış, incinmiş
ve üzülmüş olmasına karşın, hiç oralı olmadan meyve tabağının üstün­
de dönüp duran arıyı izliyordu gözleri ile. Akşamın düşen karanlığı ile
kasvete dönüşen sevimsiz bir sessizlik çökmüştü yemek salonuna. Ta­
nımlanamayacak bir hüzün, anlatılamaz bir ağırlık akıyordu tavandan
niçin yaşadıklarına bir türlü anlam veremediğim bu iki yaratığın üstü­
ne.
- Celestine, lamba!
Hanımın sesiydi. Bu karanlıkta, bu sessizlikte daha da batıcıydı. ..
İrkildim.
- Her tarafın karardığını gönnüyor musunuz? .. Lamba yakmanızı
istemek zorunda bırakmayın beni. Bu son olsun, tamam mı?
Şu meşhur lambayı -hani İngiltere'den başka bir yerde tamir ettiri­
lemeyen lambayı- yakarken beyefendi olacak zavallının suratına şöy-

27
le haykırmak geçti içimden:
- Bekle koca budala, hiçbir şeyden korkma, hiçbir şey için üzülme.
Hasretiyle yanıp tutuştuğun parfümlerden yedireceğim sana, içirece­
ğim bol bol! Saçımda, dudağımda, boynumda, bedenimde ve tenimde
koklayacaksın, doyasıya çekeceksin içine bu kokuyu, söz veriyorum
sana .. Sen ve ben, göstereceğiz gününü bu cadaloza, bundan emin ol!..
Bu sessiz daveti somutlamak için lambayı masaya koyarken beyin
koluna hafifçe dokundum ve çekip gittim.

İşliğimiz pek sevimsiz. Benim dışımda iki hizmetçi daha var, biri
kadın ve aşçı, çenesi hiç kapanmaz, diğeri ise erkek, hem bahçıvan
hem de arabacı, ağzını bıçak açmaz. Aşçının adı Marianne, bahçıvan­
arabacınınki ise Joseph. Alık köylüler işte. Kafa taşıyorlar bir de!.. Ka­
dın yağ tulumu, ağır ve hantal. Kat kat olan gerdanına doladığı atki o
kadar pis ki, tencerenin dibini onunla kurulasa ancak bu kadar olurdu
herhalde. İri ve şekilsiz memeleri, yağ içinde kalmış mavi pamuklu bir
çeşit önlüğün altından yuvarlanıyor, kısacık elbisesi kalın ayak bilek­
lerini ve taraklı ayaklarına geçirdiği gri yün çoraplarını meydana çıka­
rıyor. Diğerine gelince, kollan sıvalı, önünde iş önlüğü, ayaklarında
saboları, yüzü sinek kaydı, bıyık ve sakal yok, kuru ve sinirli, dudak­
larından kulaklarına kadar varan ve yarık gibi duran pis bir gülüşü
var... Hareketleri bir kilise çömezi gibi sinsi ve kurnaz... Bunlar benim
arkadaşlarım; her ikisini takdim etmekten şeref duyarım...
Hizmetçilere yemek odası falan yok. Biz hizmetçiler yemeğimizi
mutfakta yiyoruz. Aşçı kadının o sosis gibi yağlı ve yuvarlak parmak­
lan ile gün boyu üzerinde et kestiği, balık temizlediği, sebze doğradı­
ğı leş gibi bir masada. Gerçekten de doğru söylüyorum, yalanım yok!
Hiç bana göre değil, hiç ... Yanan fırından ötürü içeride soluk alınmı­
yor. Her taraf buram buram üst üste kullanılmış yağ, ekşi salça, kızart­
ma kokuyor. Biz yemeğimizi yerken bir yandan da tencerede köpek
maması kaynıyor. Etrafa yayılan o pis buharlı koku boğazımızı yakı­
yor, öksürtüyor, öğüresi geliyor insanın! Kodesteki mahkumların, inle­
rindeki köpeklerin bizden daha çok saygı gördükleri kesin...
Yemekte domuz yağıyla yapılmış lahana çorbası ve pis kokan bir
peynir vardı... İçecek olarak da ekşimiş elma şarabı, başka da bir şey
yok. Bu yemeğe uygun olarak da, sırlan dökülmüş, yanmış yağ kokan
toprak çömleklerde ve tenekeden çatallarla çektik ziyafetimizi.
Ayağımın tozu ile yakınmak istemedim, ama yemek yemek de is-
28
temedim. Midemi daha fazla bozmanın bir filemi yoktu, almayayım,
teşekkür ederim.
- Neden yemiyorsunuz? diye sordu aşçı kadın.
- Aç değilim.
Sesimdeki kibirli hava fazla kaçmış olacak ki Mariaıı ne homurdan­
dı:
- Küçük hanım a mantar mı ikram etseydik ne?
Kızmadım ama biraz alıngan, bastım havamı:
- Sizi bilmem ama, benim alışkın olmadığım bir şey değil ki man­
tar yemek...
Bu da onu sustwmaya yetti.
Bu arada arabacı-bahçıvan ağzlill koca domuz yağı parçalarıyla
dold,uruyor, bir taraftan da çaktırnıadan bana bakıyordu. Bu adamın
bakışlarının insanı neden bu kadar rahatsız ettiğini anlamadım gitti.
Suskunluğunun ise neden beni alla k bullak ettiğini. Genç sayılmama­
sına karşın, hareketlerindeki kıvraklık ve esnekliğe şaştım kaldım. Be­
linin alt kısmı bir sürüngeninki gibi kıvrak. Daha ayrıntılı da tarif ede­
bilirim onu; kalın telli saçlarına kırlar düşmüş, alnı dar, gözleri kaça­
mak bakışlı, elmacık kemikleri çıkık, çene kemikleri yayvan ve güçlü,
uzun çenesi etli ve kalkık... Bu hatlar, tanımlamakta zorlandığım garip
bir kişilik veriyor ona. Ahmak mı? .. Alçak mı? Doğrusu pek anlama­
dım. Bu adamın yine de kafamı meşgul etmesi çok ilginç. Bu takıntı
zamanla azalıp yok oluyor. Kabına sığmayan, arsız, duygusal, uçan
düş gücümün bana oynadığı binlerce oyundan birine daha alet olduğu­
mu anlamakta gecikmiyorum. Bu yanılsama yüzünden, nesneleri, in­
sanları ya çok güzel ya da çok çirkin görüyorum. Düş gücüm, kaba sa­
ba, bön bir köylü parçasını, yani zavallı Joseph'i ne yapıp edip nerdey­
se bana ilah gibi gösterecek! ..
Yemeğin sonuna doğru, hfila tek bir söz çıkmamıştı Joseph'in ağ­
zından, önlüğünün cebinden La Libre Parole gazetesini çıkardı, pür
dikkat okumaya koyuldu. Bu arada iki kocaman sürahi dolusu elma şa­
rabını midesine indiren Marianne ise gevşemiş, daha sevimli olmuştu.
Sandalyesinde kaykılmış, yenleri yukarı sıyrılmış, kolunun çıplaklığı
meydana çıkmışu. Saçı başı darmadağınık, bonesi yana düşmüş bir
halde bana nereli olduğumu, nerelerde bulunduğumu, iyi yerlerde ça­
lışıp çalışmadığımı, Yahudi aleyhtarı olup olmadığımı sordu. İki arka­
daş gibi konuştuk bir süre... Ben de ev hakkında sorular sordum ona.
Eve çok sık gelen olur muydu, nasıl insanlar gelirdi? Beyefendi oda

29
hizmetçileri ile kınşnrır mıydı? Hanım sevgili tutar mıydı kendine?
Böyle şeyler işte.
Marianne'ın ve sorulanmla zırt pırt rahatsız edip okumasını engel­
lediğim Joseph'in suratları görülmeye değerdi. Hayretten ağızları açık
kaldı, ne kadar komik göründüklerini anlatamam. Ne kadar da geri ka­
falıymış bu taşralılar, söyleseler inanmazdım. Bir şeyden çaktıkları
yok, hiçbir şey gördükleri yok, akılları hiçbir şeye basmıyor. En doğal
şeylere bile şaşıp kalıyorlar. Adam her ne kadar saloz ve haysiyetli bir
ifade takınsa, hatun ise dürüst ve açık sözlü görünse de yatmadıkları­
na inandıramazlar yine de beni. Hayır. . . hayır. . . Dünyada inanmam.
Böyle bir adama fit olmak için insanın gerçekten de zor durumda ol­
ması gerekir.
- Paris'ten geldiğiniz her halinizden belli, ama kim bilir neresin-
den? diye iğneledi aşçı kadın.
Bunun üzerine Joseph başını sallayarak kısaca ekledi:
- Belli belli ! ..
La Libre Parole'a tekrar gömüldü. Marianne ağır ağır kalku ve ten­
cereyi aldı ocaktan... Bir daha da konuşmadık.
İşte o zaman buradan önceki yerim geldi aklıma, siyah favorileri,
kadın teni gibi bakımlı beyaz teniyle son derece seçkin görünen özel
uşak Mösyö Jean'ı düşündüm. Ah! Ah ! . . Erkek güzeliydi Mösyö Jean.
Çok neşeli, çok kibar ve çok yetenekliydi. Akşamlan bize Fin de
Siecle okur, edepsiz, bazen de dokunaklı hikayeler anlatır, beyefendi­
nin mektupları hakkında bilgi verirdi. Bugün her şey bambaşka. .. Tüm
sevdiklerimden uzakta, bu insanların arasında ne işim var benim? Ne
halt etmeye geldim ki ben buraya?
Dokunsalar ağlayacağım.

B u satırları, kış mevsiminin dondurucu soğuğuna, yazın da bunal­


tıcı sıcağına açık, tavan arasındaki ufacık, pis odamdan yazıyorum.
Adi bir demir karyola ve eşyalarımı yerleştirecek yer bulamadığım,
kapısı kapanmayan, beyaz ahşaptan yapılma dolap dışında eşya namı­
na hiçbir şey yok. Bakır şamdana akan ve isli yanan mumdan başka ışı­
ğım da yok. Acınacak durumdayım vesselam ! Bu günlüğü yazmak ve­
ya yanımda getirdiğim kitapları okumak, bir de iskambil falına bak­
mak istiyorsa eğer canım, hiç yolu yok, gidip kendi cebimden kendi­
me mum almalıyım... Çünkü hanımefendinin mumlan için ... Mösyö

30
Jean olsaydı burada, "Avcunu yala! " derdi herhalde, zaten hepsi kilit
albnda.
Yarın biraz olsun çekidüzen vermeye çalışacağım etrafa. Yatağımın
üstüne san bakır haçımı asarım, şöminenin üstüne porselenden o güze­
lim Meryem Ana tasvirimi koyarım, yanına da kutucuklarımı, minik
biblolarımı ve Mösyö Jean'ın fotoğraflarını... böylece bu kümese bir
sıcaklık ve neşe pırıltısı gelir.
Marianne'ın odası benimkine bitişik. Aradaki bölme incecik, "hık"
dese duyuluyor... Barakada kalan Joseph, Marianne'ın odasına gelir di­
ye düşünmüştüm; ne gezer... gelmedi. Marianne dolandı durdu odada...
öksürdü, balgam çıkardı, sandalyeleri çekti durdu, bir sürü eşyanın ye­
rini değiştirdi ... Şimdi de horluyor. O işi gündüz yapıyorlar kuşkusuz! . .
Çok uzaklarda, kırlarda bir yerlerde bir köpek havlıyor, saat saba­
hın ikisini vurdu vuracak, mumum sönmek üzere ... ben de yatmak zo­
runda kalacağım ... Ama uyuyamayacağımı hissediyorum...
Tüh be! Bu gidişle kocakarıya döneceğim bu kümeste, vah başıma
gelenler!

31
il

15 Eylül.

ahi ya, efendilerimi bir kez olsun adlarıyla anmadım şimdiye kadar.
S Adları hem tuhaf hem de komik: Lanlaire·. . . Mösyö ve Madam
Lanlaire ... Mösyö ve Madam siktir git Lanlaire! . . Böyle bir soyadının
matraklığını, çağnştırdığı anlamlan bir de siz düşünün ... Ya adlan, so­
yadlarından da beter! Söylemek gerekirse, tencere yuvarlanmış kapa­
ğını bulmuş. B eyefendininki lsidore** . . . Hanımefendininki ise Euph-

• Lanlaire: İki ayrı sözcükten birçok anlam çıkarıp sözcük oyunu yapmış O.M .
L'ane ve l'air. L'ane: eşek, budala; l'air: hava, boşluk; e n l'air: Ciddiyetten uzak;
l'avoir en l'air: (argo) kamışı kalkmak anlamlarında.
•• lsidore de Sevilla (aziz): (Cartagena 560, Sevilla 636). Piskopos, kilise refor­
munu gerçekleştirmiştir. (ç.n.)

32
rasie·ı .. Haksız mıymışım... biraz düşünün bakalım.
İpekli bir kumaşa uygun düşecek bir parça bulurum umuduyla bir­
kaç kez gittiğim tuhafiyeci kadın ev hakkında bana bilgi verdi. İç açı­
cı değildi söyledikleri. Ne yalan söyleyeyim, ben ömrümde bu kadın
kadar kötü kalpli, boşboğaz birine hiç rastlamadım. Efendilerimin alış­
veriş ettiği kimseler böyle konuştuğuna göre, diğerleri kim bilir neler
söylüyorlardır haklarında! Dillerinin kemiği yok bu taşralıların!.. Vay
başıma gelenler...
Beyefendinin babası zamanında Louviers'de tekstil üreticisi, aynı
zamanda da bankermiş. Hileli iflas sayesinde yöre halkının güçbela bi­
riktirdiği üç beş kuruşu cebellezi etmiş. On yıl hüküm giymiş. İşlediği
sahtek3rlık, dolandırıcılık, hırsızlık gibi her türden suç düşünüldüğün­
de, söylenene bakılırsa, yediği ceza çok hafif kaçmış. Gaillon' da ceza­
sını tamamlayamadan göçüp gitmiş bu dünyadan. Ocaklarını söndür­
düğü alacaklılarından ustalıkla kaçırdığı dört yüz elli bin frangı zula
etmeyi de unutmamış bu arada. Bizim beyin babadan kalına serveti
buymuş meğer... Bak şu işe! Zengin olmak uğruna bundan daha açık­
gözlü davranılabilir mi!..
Hanımın babasının durumu bundan beter. Üstelik hapse atılmadığı,
memleketinden sürülmediği, namuslu insanlardan hürmet gördüğü
halde. Herif insan taciriymiş. Tuhafiyeci kadının yalancısıyım. III. Na­
polyon zamanında, bugünkü gibi, herkesi silah altına almazlarmış.
"Kurada çıkan" zengin çocuklarının, "hizmetten kurtulma" gibi bir
haklan varmış. Bir şirkete veya bir beyefendiye başvurup günün rayi­
cine, riskine uygun düşen, bin ila iki bin frank arasında değişen bir rüş­
vet karşılığında kendi yerlerine yedi yıl süren askerliği yapacak, savaş
durumunda da yine kendi yerlerine ölecek bir gariban bulmalarını is­
terlermiş. Diyeceğim, Afrika'daki siyah insan ticareti örneği, Fran­
sa'da beyaz insan ticareti yapılırmış. Kasaplığın en korkuncu için.ku­
rulan hayvan pazarları gibi insan pazarları varmış ! Hiç şaşmadım.doğ­
rusu ... Bugün yok mu yani? İş bulma büroları ve genelevler esir pazar­
ları, insan eti sergileri değil de nedir?
Tuhafiyeci kadına bakılırsa, çok karlıymış bu iş. Çok becerikli olan
hanımefendinin babası, tüm yöreyi tekeline almış, derken malı götür­
müş anlayacağınız; aslan payını cebellezi etmiş. Mesnil-Roy'un bele­
diye başkanlığı, sulh yargıcı vekilliği, müşavirlik, fabrika yöneticiliği,
* Euphrasie (azize): Kılık değiştirerek otuz sekiz yıl rahiplerle manastırda yaşa­
yan rahibe. (ç.n.)
F3ÖN/Oda Himıoıçisiııin Oiliıiüğü 33
hayır derneklerinin veznedarlığı gibi görevler yetmiyonnuş gibi bir de
nişan sahibi olan bu zat, yok pahasına Prieure'yi de mülkiyetine geçir­
miş bir güzel ve geride bir milyon ilci yüz bin frank gibi bir meblağ bı­
rakarak on yıl önce göçüp gitmiş. Bu paranın altı yüz bini bizim hanı­
ma kalmış. Çünkü hanımın bir de erkek kardeşi varmış, hayırsızın bi­
riymiş, nerelere kaybolduğunu da bilen yokmuş. Eh, herkesin ağzı tor­
ba değil ki ... Yaa işte böyle, alın size alın teriyle kirli para. Bu para de­
nen meretin hepsi böyle mi ki acaba? B enim cevabım hazır; şansımdan
mıdır nedir, kötü zengin ve kirli para çıktı hep bahnma...
Bu Lanlaire'lerin -hadi söyleyin, sizin de içinizi bulandırmadılar
mı?- bir milyondan fazla paraları var ve hfila pintilik ediyorlar. Gider­
leri gelirlerinin üçte biri bile etmez. Her şeyden kısarlar, hem başkala­
rından, hem kendilerinden... Fanıralar üzerinde sıkı pazarlık eder, ya­
zılı çizili sözleşmeler dışında verdikleri sözü unutarak sürdürürler ya­
şamlarını. İş ilişkisinde onlara karşı çok dikkatli olmak, en küçük tar­
tışmaya bile meydan vennemek, açık kapı bırakmamak gerekir, yoksa
maazallah ... Mahkeme masraflarını ödemeye gücü olmayan küçük es­
naf veya kimi kimsesi olmayan bir sancı çıkarsa karşılarına vay hali­
ne, ne yapar eder ödememek için bir bahane bulurlar. Kilise dışında -o
da ayda yılda bir, zira sofudurlar- kimseye metelik koklatmazlar. Yok­
sullara gelince Prieure'nin kapısında açlıktan geberseler, inleseler, yal­
varıp yakarsalar bile açılmaz o kapı, kilitlidir yoksulların üstüne...
"Hatta bence" demişti tuhafiyeci kadın, "bunlar ellerinden gelse di­
lencinin çanağına el atar, bunu da hiç pişmanlık duymadan, vahşi bir
zevkle yaparlar.
Acımasızlıklannı gösteren şu örneği vererek devam etmişti kadın:
- Hayatlarını alın teri ile kazanan bizler, kutsanmış ekmeği iade et­
tiğimizde çörek satın alırız. Bu bir görgü kuralıdır, vicdan meselesidir.
Ya onlar, bu kıytırık pintiler, onlar ne dağıtırlar sizce? Ekmek, ekmek
hanım kızım. Francala ekmek, birinci kalite beyaz ekmek verseler ha­
di neyse... Ama onlar amele ekmeği verirler... Ayıp değil mi? Yakışır
mı zenginliklerine? Fıçıcının kansı Madam Paumier duymuş; bir gün
papaz efendi Madam Lanlaire' e elinin sıkılığından yakınıyormuş ufak
yollu, o da: "Sayın Peder, bunlara bu kadarı bile fazla! " diyonnuş.
Söz konusu olan efendiler bile olsa doğruyu söylemeli. Hanımefen­
di konusunda ağız birliği yapılmasına karşın beyefendiden kimse şika­
yetçi değil... Ondan nefret eden yok... Beyefendinin, kansının bu dav­
ranışlardan hoşnut olmadığını herkes bilir, ona kalsa, herkese karşı cö-

34 FJARXA/Oda Hizmetçisinin Gfiıılüğü


mert davranır, iyilik yapar, elinden gelse tabii ... Sorun da bu ya zaten,
elinden hiçbir şey gelmez, hiçbir değeri, ağırlığı yoktıır kendi evinde.
Binbir meşakkat çeken hizmetçiler kadar bile değeri yoktıır, başına
buyruk dolaşan kedi kadar bile yoktur hükmü. Gün gelmiş, evin efen­
disi rolünden ve erkeklik onurundan feragat edip görevi karısının eli­
ne teslim etmiş. Şimdi yönetim, denetim, tertip, düzen, gözetim, her
şey hanımdan sorulur .. ahır, kümes, bahçe, mahzen ve odunlukla hep
.

o ilgilenir, hep de söylenir, dırdırı hiç bitmez. İşler hiçbir zaman iste­
diği gibi yürümez, hep bir şeylerinin çalındığını iddia eder... Tanrı ona
da göz vermiştir canım! .. Akıl alır gibi değil. Ona kül yuttıırmak kimin
haddine, filasını bilir çünkü. Ödemeleri o yapar, kiraları, gelirleri biz­
zat kendisi toplar, pazarlıkta son söz onundın. Dalavereleri ile kınt bir
muhasebeci, suratsızlığı ile bir mübaşir, dfilıiyane katakullileriyle de
bir tefeci gibidir... İnanılır gibi değil... Hal böyle olunca para da onun
elindedir doğal olarak. Öyle sıkar ki kesenin ağzını, içini doldurmak
için aralaıken zorlanır. Beyefendiye zınuk koklatınaz, zavallı tütün pa­
rasını zor bulup buluşturur. Varlık içinde yokluk çeker, yörenin en zü­
ğürdü odur. Yine de sesini çıkarmaz garibim, hem de hiç. Eli mahkum,
katlanır. Öyle komik görünür ki bazen! Çomakla dürtüldüğü halde hır­
lamayıp uslu uslu duran köpeğe benzer; ama hele hanım evden uzak­
laşsın, bu arada faturasıyla birlikte bir alacaklı, tüm sefilliğini sırtlanan
bir gariban, bahşişini isteyen bir komisyoncu çıkıp gelsin, siz beyefen­
diyi o zaman görün... Gerçek bir komedyene dönüşür! .. Ceplerini ka­
rıştırır, üstünü başını araştırır, kı:zanr, bozarır, üzüntüsünü belirtir, in­
sanın içini ezen bir bakışla şöyle der:
- Hay aksi! Üzerimde hiç bozuk para kalmamış... Bin franklık ka­
ğıt para var sadece. Bin frank bozabilir misiniz? .. Yok mu bozuk? Ya­
zık ! . . Tekrar gelmeniz gerekecek...
Sevsinler! Bin frank diyene bakın! Cebi yüz metelik görmüş mü
hiç? Mektup kağıtlarını bile kilit altında tutar hanun, anahtarını da sak­
lar üstelik, kağıtları birer birer verir, hem de söylenerek:
- Pes yani! Bu kadar kağıt tüketilir mi? .. Kime yazıyorsun bu ka­
dar?
Ondan şikayeti var aslında herkesin, kimse bir anlam da veremiyor
aynca. Kalıbına yakışmayan bu zaafının nedeni nedir acaba? Bu cada­
loz kadına neden kaptırmış acaba paçasını? Çünkü ... neyse, aslında bu­
nu bilmeyen yok, zaten hanımın da sakladığı yok, neredeyse avaz avaz
herkese ilan edecek... B ey ve hanım birbirleri için hiçbir şey ifade et-

35
miyorlar, bitmiş bu iş; hanımın karnından yana bir hastalığı varmış, ço­
cuk doğuramazmış, o "iş"in adını anmak bile istemezmiş, çığlık çığlı­
ğa bağıracak kadar canı yanarmış. Hatta bu konuda tuhaf bir söylenti
bile dolaşıyor yörede ...
Bir gün, günah çıkarırken, hanım durumu papaza açmış ve ona ko­
cası ile hile yapıp yapamayacak/arını sormuş, papaz da ona:
- Hile yapmakla neyi kastediyorsunuz evladım? diye sormuş.
- Doğrusu ben de bilmiyorum tam olarak, diye yanıtlamış hanım
çekinerek. Hafif yollu okşama falan gibi bir şey yani...
- Hafif yollu okşama falan gibi şeyler ha! Ama evladım hafif yol­
lu okşama. .. siz de bilirsiniz ki bu çok günahtır.
- Ben de bu nedenle Kilise'nin iznini istiyorum ya peder.
- Tamam!..Tamam! .. Ama ... Söyler misiniz ... bu hafif yollu okşa-
ma gibi şeyler... sık sık mı yani?
- Kocam güçlü kuvvetlidir... Sağlıklı bir adamdır... Haftada iki kez,
belki...
- Haftada iki kez mi? B u fazla. .. Hem de çok fazla... Ahlaksızlık
düpedüz ... Ne kadar güçlü kuvvetli olursa olsun haftada iki kez, yani ...
şey... hafif yollu okşamalara ihtiyacı olmaz bir erkeğin ...
Birkaç dakika süren şaşkınlığın ardından papaz:
- Eh! Olsun bakalım .. İzin verdim gitti ... şu hafif yollu okşamala­
.

ra ... haftada iki kez... Ama bir şartla.. Primo ... Siz bundan günahkar
.

bir zevk almayacaksınız ... Kesinlikle...


- Ah ! Size söz veriyorum peder! ..
- Secundo ... Azize Meryem konutuna her yıl iki yüz frank bağış ya-
pacaksınız.
- İki yüz frank mı dediniz? diye yerinden fırlamış hanım. Bu şey
için mi? Olamaz!..
Ve sonra, papazı kırmadan bir yolunu bulup reddetmiş bu teklifi.
Bu hikayeyi bana anlatan tuhafiyeci kadın şöyle bitirdi sözlerini:
- Peki, kendisine sadece para değil, zevk de koklatmayan bu kadı-
nın karşısında neden bu denli iyi, neden bu denli onursuz olabiliyor be­
yefendi? O kadın benden ders almayı hak etti, hem de iyi bir ders.
Şimdi de olanlara bakın ... Güçlü, kuvvetli ve de cömert, o "şey"le
de haddinden fazla ilgili olan bey -aman kaçırmayın burayı- küçücük
bir aşk oyunu veya bir yoksula küçücük bir sadaka verme lüksünü ta­
nır kendisine ara sıra. Bunun için komik yöntemler bulur; onu bunu tır­
tıklamak, kendine yakışmayan bir biçimde ödünç para bulmak zorun-

36
da kalır. Hanım onu yakalayınca da korkunç sahneler yaşanır, küsüşür­
ler ve genelde de aylarca sürer dargınlıkları. Bey o ara kendini kırlara
atar, yürüyüşe çıkar, yürür ha yürür çılgın gibi, öfkeli el kol hareketle­
ri yapar, tehditler savurur, toprak kesekleri üzerinde tepinir, rüzgara,
yağmura, kara, tipiye açar bağrını, kendi kendine konuşur, akşam olun­
ca da her zamankinden daha ürkek, daha beli bükülmüş, daha titrek,
daha yenile döner eve.
Bu öykünün ilginç ve hüzünlü yönü ne biliyor musunuz? Tuhafiye­
ci kadının dedilcodusunu ettiği bunca kötü yönlerine, gizliliği kalma­
yan rezilliklerine, ağızlara sakız, evlere, dükkfuılara konu olan yüz kı­
zartıcı iğrençliklerine rağmen, bu memleketin insanları Lanlaire'leri
aşağılamak şöyle dursun onlara gıpta ediyorlar, diye düşünüyorum. B u
gereksiz insanların yaşamaları bile kabahatken, topluma zarar verdik­
leri, lanet olası milyonlarının- ağırlığı ile bunca insanı ezip geçtikleri
halde bu milyonları sayesinde saygı görüyor, neredeyse şöhret kazanı­
yorlar. Önlerinde iki büklüm oluyor insanlar, başkalarına göstermedik­
leri özeni onlara gösterip hürmet ediyorlar. Soysuz ruhlarını barındır­
dıkları o ev bozuntusu yere bu köle ruhlu insanlar dalkavukluk ederek
"şato" diyorlar. Yöre hakkında bilgi edinmek isteyen bir yabancıya,
bunca kinine rağmen tuhafiyeci kadının bizzat şöyle diyeceğinden
eminim:
- Güzel bir kilisemiz ... güzel bir çeşmemiz var, üstelilc çok güzel
bir şeyimiz daha var; Lanlaire'ler... Milyonları olan ve şatoda oturan
Lanlaire'lerimiz... Korkunçtur bu insanlar ve biz onlarla gurur duyarız.
Milyon hayranlığı!.. Sadece burjuvalara değil, bizden bazılarına
da; küçük insanlara, insancıklara, garibanlara, meteliksizlere özgü or­
tak bir özellilc, aşağılık bir duygu. Farklı davranışıma, hiçbir şeyi tak­
maz tavrıma rağmen bazen ben bile kaptırıyorum kendimi ... Zenginli­
ğin gazabına uğramış biri ol?rak ben, acılarımın, kinlerimin, yanlışlık­
larımın, uğradığım en büyük hakaretlerin, gerçekleşmez düşlerimin,
yaşamımın en derin kederlerinin nedeni bu olmasına karşın, bir zen­
ginle karşılaşmayagöreyim olağanüstü ve güzel biri, bir tür tanrı gibi
düşünürüm onu ve mantığıma, irademe, bana rağmen bu zengine kar­
şı -genelde geri zekfilı, bazen de eli kanlı biridir, doğru- mutlak bir
hayranlık duyarım. Bu çok aptalca değil mi? Ama neden? .. Neden? ..
Bu pis tuhafiyeci kadının yanından ayrılırken ve o garip dükkanın­
dan çıkarken, -ipek kumaşıma uygun bir parça da bulamamıştım ayrı­
ca- bu kadının efendilerim hakkında anlattıklarını yılgınlıkla bir bir

37
aklımdan geçiriyordum. Yağmur çiseliyordu. Gökyüzü bu dedikoducu
kadının ruhu gibi bulanıktı. Sokağın yapışkan kaldırımında kayıp du­
ruyordum; tuhafiyeci kadına, efendilerime, hatta kendime, taşranın bu
semasına, ayaklanmın ve ruhumun batıp çıktığı bu çamura, küçük ken­
tin şifa bulmaz hüznüne lanetler yağdırıyor, bir yandan da tekrarlayıp
duruyordum:
- Hadi bakalım ! . . Şu temizliğime bak... Bir bu eksikti ... Tam anla­
mıyla batmış durumdayım! ..
Ya evet! Tam anlamıyla batmış durumdayım ... Ve bir güzel düş­
tüm...

Evet ya! Bir güzel düştüm ... ve işte bir kez daha! .. Hanımefendi
kendisi giyinir, saçlarım da kendisi tarar. Banyoya kapanır, iki kez ki­
litler üstüne. Buraya olsa olsa girip çıkmama müsaade edilir... Kim bi­
lir neler yapar orda saatlerce? Bu akşam çaldım kapısını hiç çekinme­
den. Hanunla aramızda geçen kısa konuşmayı size aktarıyorum:
- Tak, tak!
- Kim o? dedi, insanın bir yumrukla gerisingeri gırtlağına tık.ası ge-
len o her zamanki cırtlak bet sesi ile.
- Benim efendim ...
- Ne istiyorsunuz?
- Tuvaleti temizleyecektim ...
- Temizlendi... hadi şimdi gidin burdan ve ben çağınnadan da gel-
meyin bir daha.. .
Diyeceğim, burda ben oda hizmetçisi bile değilim, ne olduğumu da
bilmiyorum, görevimi de... Giydirmek, soymak, saç taramak; ben bu
mesleği bunlar için severim oysa. Gecelikler, şifonlar ve kurdelelerle
oynamaya, iç çamaşırlarına, şapkalara, dantelalara, kürklere dokunma­
ya, onları karıştırmaya, banyo soması hanımefendilere masaj yapma­
ya, vücutlarını pudralamaya, ayaklarım süngertaşıyla ovmaya, göğüs­
lerini parfümlemeye, saçlarını oksijenlemeye, onları tepeden tırnağa
tanımaya, onları çırılçıplak görmeye... tüm bunlara bayılırım. Böylece
bizim için efendiden başka bir şey, bir tür arkadaş ya da suç ortağı, ge­
nelde de köle olurlar. Onların acılarına, kaçamaklarına, aşkta uğradık­
ları hüsrana, evliliklerinin en gizli sırlarına, hastalıklarına, bir sürü şe­
ye ister istemez tanık ve ortak oluruz. Aklımızı kullanmayı biliyorsak
eğer, ruhları bile duymadan en ince ayrıntılarına kadar her şeyi, hatta
umduğumuzdan da fazlasını, ağızlarından alabileceğimizi söylemeye

38
gerek bile yok... Bu hem eğlencelidir bizim için, hem de yararlı ... Oda
hizmetçisi deyince ben bunu anlarım doğrusu ...
İçlerinde öyleleri var ki, ıiasıl söylemeli bilmem ki, insanın aklı al­
maz bu durumu, biz bize olduğumuzda bayağı ve kaçıktırlar, toplum
içinde ise en ağırbaşlı, en ulaşılmaz, en namuslu fazilet abideleri diye
yuttururlar kendilerini. Oysa banyoda maskeleri düşer, en kibirli yüz­
leri çatlar ve un ufak olur! ..
Bir zamanlar yanında çalışbğım birinin garip bir saplanusı vardı.
Her sabah üzerine bir şey geçirmeden önce ve her akşam üzerindeki­
leri çıkardıktan sonra çırılçıplak kalır, boy aynasının önünde dakikalar­
ca bedenini incelerdi inceden inceye. Göğsünü öne doğru çıkarır, başı­
nı geriye atar, pörsümüş et yığını sarkık memelerini biraz olsun yuka­
rıya kaldırabilmek için ani bir hareketle kollarını havaya dikerdi ve ba­
na:
- Celestine... bakar mısınız? Hfila sıkılar değil mi? diye sorardı.
Kahkahayla gülünecek şeydi doğrusu ... Hele ki hanımın vücudu ! ..
İçler acısı bir harabeydi sanki! Üzerindeki bluz düşüp, korse ve sutyen­
den kurtularak özgürlüğünü ilan eden vücut, vıcık vıcık yağlı akışkan
bir sıvı halinde halının üstüne yayılacak sanırdınız. Karın, iri kalçalar,
memeler, sönmüş tulumlar gibiydi. Çuval boşalmış da geriye yağlı,
sallanan katmerler kalmışu. Kıçı salmışu kendini, üzeri eskimiş sün­
gerler gibi delik deşikti ... Yine de bu çöküntünün albnda bir zarafet
gizliydi, acınası bir zarafet, daha doğrusu anısı kalmış bir zarafet, bir
zamanlar güzel olan ve tüm yaşamı aşkla dolu bir kadının zarafeti ...
Giderek kocayan pek çok canlının yakalandığı mutlu körlük içinde,
geriye dönüşü olmayan çöküşünü göremiyordu. Kendisine gösterdiği
bilgece özenin dozunu artırıyor, tüm cilve ve işvesini takınıyor, aşkı
davet ediyordu hfilli. Bu son çağrıyı aşk da yanıtsız bırakmayıp koşup
geliyordu elbette ama nereden geliyordu? Tanrım ne kadar dokunaklı
·

bir durum!
Bazen, akşam yemeğinden biraz önce girerdi eve, nefes nefese ve
utana sıkıla.. .
- Çabuk... Çabuk... Geç kaldım, hadi üstümü çıkarın...
Yüzü çökmüş, gözlerin alb halka halka olmuş, soyunma odasında­
ki kanepeye kendini bir külçe gibi atacak kadar yorgun argın nereler-
den gelirdi acaba? Ya iç çamaşırlarına ne demeli ... Alelacele giyilmiş
olurdu hep ! .. B luzu perişan bir halde, kirlenmiş, iç eteği öylesine ilik­
lenmiş, korsesi ters.giyilmiş ve bağlan çözülmüş, jartiyeri açılmış, ço-

39
raplan düşüp kat kat olmuş, saçlarının dalgalan bozulmuş, uçlarında
yatak çarşaflarının pamukçukları, yastığın tüyleri kalmış, yanağındaki
allık, dudağındaki ruj öpüşmekten parça parça dökülmüş ve yüzünde
yara gibi sırıtan zalim kınşıklıklan ortaya çıkarmış olurdu...
Kuşkularımı dağıtmak için inlemeye başlardı:
- Bana ne oldu anlamadım. Terzideydim, aniden fenalaştım ... Ba­
yılmışım... Üstümü başımı çıkarmak zorunda kalmışlar. Hfila geleme­
dim kendime.
Acıma duygusu ağır basar ve genelde de bu aptal açıklamalara
inanmış gibi yapardım.
Bir sabah, hanımın yanındaydım, kapı çaldı, uşak dışarı çıktığı için
ben açtım kapıyL .. Bir delikanlı girdi içeriye. Kuşku uyandıran, karan­
lık ve ahlaksız bir görünümü vardı. Yan işçi yan serseri gibiydi. Dour­
lans balosunda· boy gösteren, aşk ya da cinayetle yolunu bulan o ne
idüğü belirsizlerden biri gibi görünüyordu. Yüzü oldukça solgundu;
küçük kara bıyıklan, kırmızı bir kravatı vardı. Ceketi o kadar büyük
geliyordu ki üzerine, boynu omuzlarına gömülmüştü. Bu tiplere özgü
o çok bilinen havayla sarsak sarsak yürüyordu. İşe teftişle başladı. Şaş­
kın ve huzursuz bakışları oturma odasının varsıllığında dolaşn; aynala­
rı, tabloları, halıyı ve duvar k3.ğıtlannı inceledi. Sonra hanıma vermem
için bir mektup uzattı ve tekdüze, peltek ama buyurgan bir tonda bana:
- Cevabım bekliyorum, dedi.
Kendi hesabına mı geliyordu? Aracı mıydı yoksa? İkinci olasılığın
üstüne bir çizgi çektim çünkü başkaları hesabına gelenler söz ve tavır­
ları ile bu denli kasılmazlar.
- Bir bakayım hanım odasında mı? dedim temkinlice, bir yandan
da mektubu elimde evirip çevirmekteydim.
- Odasında... biliyorum, bırak bu ağızlan! Acelem var, dedi.
Hanım mektubu okudu, morardı, neye uğradığım şaşırdı, öyle ki
boş bulunup kekelemeye başladı:
- O şimdi burada, benim evimde mi? Oturma odasında onu yalnız
mı bıraktınız? Adresimi nereden bulmuş? ..
Ardından derhal kendini toplayarak umursamaz bir tavırla şöyle
dedi:
- Önemli bir şey yok ... Kendisini tanıdığım falan da yok, yoksul bi-
(*) Dourlans balosu: Mabille, Bullier baloları gibi dönemin çok bilinen halk balo­
larından biri; kadın-erkek değişik kesimden servet avcılarının çok rağbet ettikle­
ri bu balo Ternes'dedir. (ç.n.)

40
ri, çok ilginç bir yoksul... annesi ölüm döşeğindeymiş ...
Titreyen elleri ile çarçabuk çekmecesini açıp yüz franklık bir bank­
not çıkardı:
- Hadi bunu ona götürün... çabuk... acele edin... zavallı çocuk! .. de­
di.
- Vay canına! dedim dişlerimin arasından, kendimi tutamamışum.
Hanımefendinin cömertliği üstünde bugün... Zavallıları çok şanslı.
"Zavallı" sözcüğünün üstüne haince bastıra bastıra söylemiştim.
- Ne duruyorsunuz, gitsenize! diye emretti hanım, yerinde duramı­
yordu.
Geri döndüğümde, hanım mektubu yırtmış, şömineye atmıştı, ka­
lan parçalan da kül olmak üzereydi. Oysa pek düzenli biri değildi, ge­
nelde her şeyini sağda solda, mobilyaların üzerinde unuturdu.
Bu çocuğun, neyin nesi kimin fesi olduğunu hiç öğrenemediğim gi­
bi, bir daha da göremedim yüzünü. Ama bildiğim, gördüğüm bir şey
var; o sabah hanım, aynada, üstünü başını giymeden önce, çıplak be­
denine bakmadı boy aynasında. O zavallı memelerini yukarı kaldıra­
rak, "Hfila sıkılar değil mi?" diye sormadı kesinlikle. Gün boyu çıkma­
dı odasından, büyük bir korkunun etkisiyle kaygılı ve sinirliydi.
O günden sonra, akşamlan hanım eve dönmekte ne zaman gecikse,
lanet bir izbede canına kıyıldığı düşüncesi ile içim titredi. Bazen mut­
fakta bu korkumdan söz ederdim . Ufak tefek, çok çirkin ve küstah, al­
nında kırmızı bir lekesi olan baş uşak homurdanarak lafa karışırdı:
- Ne bekliyordunuz? Er ya da geç başına gelecektir... bu pis koka­
na eskisi, pezevenklerin peşinden koşacağına, kendi evinden güvenilir
birini tutup keyfine baksa ya!
- Sizi mesela, ha? diye takılırdım ona.
Orada bulunanlann kikirdemesine aldırmaz, şişinerek şöyle sürdü­
rürdü baş uşak:
- Hay ağzınıza sağlık! Azıcık mangır karşılığında memnun eder­
dim onu...
Bu adam eşi benzeri bulunmaz biriydi ...

Bir önceki hanımım da başka bir filemdi. Akşam yemeğinden son­


ra, masa başında öyle eğlenirdik ki sormayın gitsin! Şimdi düşünüyo­
rum da çok haksızlık. etmişiz hanıma. Hiç kötü biri değildi o. Yumuşak
başlı, cömert ve çok mutsuzdu. B eni arnıağanlara boğardı. Bazen ger­
çekten de çok kabalaşıyoruz, bunu kabul etmeliyiz. Ne gariptir ki bu-

41
nu bize iyi davrananlara yapıyoruz çoğunlukla, onlara denk geliyor
hep.
Kocası, bilmem hangi akademinin üyesi, bir tür bilim adamıydı ve
onu, hanımı çok ihmal ederdi. Çirkin olduğunu sanmayın sakın, tersi­
ne çok güzel bir kadındı. Diğer kadınlarla ilgilendiğinden de değildi
adamın bu ihmalkarlığı. Çok oturaklı bir adamdı. Biraz yaşı geçkindi,
bu nedenle olmalı o "şey"e pek ilgi duymazdı, umurunda değildi sö­
zün kısası!.. Aylarca gelmezdi geceleri hanımın odasına Hanım ise
çok üzülürdü. Her akşam hanımı aşk giysileri ile donatır, bir güzel süs­
lerdim; şeffaf gecelikler, iç gıcıklayan kokular, daha neler neler...
- Bu akşam gelir mi dersiniz Celestine? Şu an ne yapıyor, ha.. bir
bilginiz var mı? diye sorardı.
- Beyefendi şu an kütüphanesinde ve çalışıyor.
Umutsuzluğunu yansıtan bir hareket yapar ve eklerdi:
- Kütüphanesinden başka bir şey bilmez zaten ! .. Of... Tannın ! Ve
iç geçirirdi.
- Belki bu akşam gelir, belli mi olur...
Onu süsleyip püsleyip, eh biraz da benim eserim olan bu güzellik
ve çekicilikten gurur duyarak hayranlıkla seyreder, coşkuyla şöyle der­
dim:
- Beyefendi bu akşam gelmezse hata eder, hanımefendiyi şöyle bir
gönnesi yeterdi, pişman olmazdı geldiğine.
- Ah! Susun ... susun!.. derdi heyecandan titreyerek.
Doğal olarak ertesi sabah keder, sızlanma ve gözyaşı olurdu beni
bekleyen...
- Ah Celestine, bu gece beyefendi gelmedi. Bütün gece bekledim
ama gelmedi . .. Artık hiç gelmeyecek!
Dilimin döndüğünce teselli ederdim:
- İşleri çok yoruyor olmalı, bilim adamları böyle işte, akılları pek
o "şey"de değildir, kim bilir ne düşünürler... Acaba diyorum hanıme­
fendi gravürleri deneseydi bir de, nasıl olurdu? Öyle güzel gravürler
varmış ki en soğuk erkekleri bile yoldan çıkarırmış, diyorlar. ..
- Hayır... hayır... neye yarar ki?
- Hanımefendi her akşam beyefendi için baharatlı şeyler, ıstakoz
falan hazırlatsa nasıl olurdu, diyorum?
- Hayır! hayır ! . .
Umutsuzca başını sallardı:
-Artık beni sevmiyor, beni mutsuz kılaıı da bu. Sevmiyor artık beni.
42
Ikına sıkına, içinde kin olmayan, daha çok yalvaran bakışlarla sor­
gulardı beni:
- Hadi Celestine doğruyu söyleyin bana, beyefendi sizi hiç sıkıştır-
madı mı bir köşede, sizi hiç öpmedi mi? .. Size hiç ...
Bu kadarı da fazlaydı hani!
- Hadi Celestine, söyleyin bana her şeyi !..
Bir seferinde haykırdım :
- Elbette k i hayır. O "şey" beyefendinin umurunda bile değil bu
bir, ikincisine gelince, hanımefendi benim· kendisine acı çektirmek is­
teyeceğimi düşünebiliyorlar mı?
- Benden saklamayın, diye ısrar ediyordu hfila. Çok güzel bir kız­
sınız, bakışlarınız ne kadar da sevdalı, kim bilir vücudunuz ne kadar
güzeldir! ..
Baldırlarına, göğsüne, kollarına ve kalçalarına dokunmam için ıs­
rar ederdi, vücudunun o kısımlarını benimkilerle kıyaslardı. Utanma
duygusundan uzak öyle kaptırırdı ki kendini, rahatsız olur kızarırdım,
yoksa bizim hanım terk edilmiş üzgün kadın acısının altında bana duy­
duğu arzuyu mu gizliyor diye geçirirdim içimden. Mızırdanmaya de­
vam ederek şöyle derdi:
- Tanrım ! Aman Tannın ! Oysa ... hiç de yaşlı bir kadın değilim
ben ... Yüzüme bakılır... Göbeğim yok değil mi? .. Tenim sımsıkı ve
ipek gibi, öyle değil mi? Aşkla yanıp tutuşuyor içim, ah bir bilseniz yü­
reğimden taşan aşkı ! . .
Ardından d a genellikle hüngür hüngür ağlamaya başlardı, kendini
divana atar, yüzünü yastığa gömer, hıçkırıklarını boğmaya çalışır ve
kekeleyerek şöyle derdi:
- Ah Celestine, siz siz olun sakın lişık olmayın! Asla sevmeyin
kimseyi ! İnsan çok... ama çok mutsuz oluyor.
Bir başka sefer hıçkırıklarını öyle abartU ki sert bir çıkış yapmak
zorunda kaldım:
- Ben hanımefendinin yerinde olsaydım, kendime bir lişık edinir-
dim ... Böyle kalacak biri değil hanımefendi, yazık bu güzelliğe ...
Sözlerim ürküttü onu:
- Susun ... lütfen susun diye bağırdı.
Israrlıydım:
- Ama hanımefendinin çevresindeki herkesin bir sevgilisi var...
- Susun diyorum, sakın bir daha bu konuyu açmayın ...
- Neden ama ... Hanımefendi aşk diye yanıp tutuştuğuna göre!

43
Yüzsüzlüğü ele alarak, evde sık sık boy gösteren şık bir delikanlı­
nın adını damdan düşer gibi söyleyiverdim ve ekledim:
- Tam 3şık olunacak biri ! . . Kadınlara ne kadar kibar ve zarif dav­
ranıyordur kim bilir! ..
- Hayır... Hayır... susun ... ne söylediğinizin farkında değilsiniz siz...
- Hanımefendi nasıl isterlerse ... Ne söylediysem hanımefendinin
iyiliği için söyledim ben.
Beyefendi kütüphanesinde rakamları alt alta yazıp pergelle yuvar­
laklar çizerken bizimki hayallerinde kaybolup aynı nakaratı tekrar edip
duruyordu:
- Bu akşam gelir mi sizce?
Her sabah mutfakta kahvaltının tek konusu bu olurdu. Benden bil-
gi almak isterdi herkes:
- Eh ... ne haber? Bey nihayet harekete geçti mi?
- Hfila bir şey yok...
Düzeysiz şakalar, iğrenç imalar, edepsiz kahkahalar için ne mü­
kemmel bir konu olduğunu siz düşünün artık! Dahası, beyefendinin
"harekete geçme" günü üzerine bahis bile tutuşulurdu.
İncir çekirdeğini doldurmaz bir tartışma sonunda, tamamen haksız­
dım aynca, hanımı terk ettim. Acıklı hikayelerini, herkesten gizlediği
mutsuzluklannı , bana dostça kalbini açarak anlattıklarının tümünü;
dertli, aptal, cazibeli, aşka susamış yüreğinin itiraflarını, neye uğradı­
ğım şaşıran zavallı suratına haykırarak terk ettim onu, hem de çirkefe
bulayarak... Daha kötüsünü de yaptım; onu en büyük ahlaksızlıklarla,
iğrenç tutkuların sahibi olmakla da suçladım� Tek kelimeyle, aşağılık­
tı benim bu davranışım.
Bazen içimde bir tür ihtiyaç, bir tür çılgınlık gibi beliren kötülük,
onarılmaz şeyler yapmaya iter beni ... Kendi mutsuzluğumu hazırladı­
ğımı, çıkarlarımı göz ardı ettiğimi bilsem bile yine de direnemem bu
dürtüye.
Bu kez haksızlık ve utanç verici hakaretler konusunda fazla ileri
gittim. Ya bu yaptığıma ne demeli! Hanımın evinden ayrıldıktan birkaç
gün sonra elime bir kartpostal alıp evdeki herkesin okuyabileceği bir
biçimde şu sevimli mektubu döşendim. Evet doğru, şunları yazma küs­
tahlığında bulundum:

Hanımefendi, bana verdiğiniz sözde armağanlarınızın tümünü, posta


parası benden olmak üzere size iade edeceğimi bildiririm. Yoksul biri-

44
yim, inkar etmiyorum ama onuruma çok düşkünümdür. Atmak zahme­
tine katlanmamak için bana vererek kurtulduğunuz, aslında çöplüğe la­
yık o eski püskü giysilerinizi saklayamayacak kadar da temizliğime
düşkün biriyimdir. Meteliksizim diye o iğrenç şeyleri -mesela o iç
eteklerinizi- giyecek değilim herhalde; maşallah eleğe dönmüşler, içi­
ne işeye işeye sapsan etmişsiniz hepsini. Hürmetlerimle...

İyi döşenmiştim mektubu, esaslı olmuştu olmasına ama bir o kadar


da saJakçaydı hatta daha fazJasıydı zira daha önce de söylediğim gibi
hanım bana karşı çok cömert davranmışn; öyle cömertti ki, hemen er­
tesi gün, iade etmek şöyle dursun, eşyaJannı bohçacının birine satmış­
nm da tam dört yüz frank saymışn bohçacı elime...
Bir oda hizmetçisinin, hayannda belki de bir kez bulabileceği tür­
den böyle hoş bir yeri, bolluk içinde yüzdüğü, paşaJar gibi yaşadığı bu
evi, kızgınlığa yenik düşerek terk etmeye kaJkmasına şımarıklık den­
mez de ne denir Allah aşkına?
Ben böyle işin ... Lanet olsun! .. Efendilere karşı adil olmaya zaman
yok... Yoksa yok, n'apaJım! . . Kötülerin günahını iyiler öder...

OJan oldu da ben şimdi ne haJt edeceğim burada... Lanet olası taş­
ranın bu ücra köşesinde? Anlaşılan o ki; yeni hanımım olacak bu cada­
loz kan ile öyle fırsatları rüyamda bile göremeyecek, o şamatayı hayaJ
bile edemeyeceğim. Buna karşın sıkıcı işlerle uğraşacak, illaJlah
dedirtecek dikişler dikeceğim ... başka da bir şey yok... Ah ... Ah! Daha
önceki yerler aklıma geliyor da... İçinde bulunduğum durumun vaha­
meti arnyor, dayanılamayacak kadar acı geliyor bana. Alıp başımı git­
mek, bu yabaniler diyarına bir daha dönmemek üzere eyvaJlah demek ·

geçiyor içimden...
Öğleden sonra beyefendi ile merdivende karşılaşbk. Ava çıkıyor-
du ... Çapkın çapkın bakU bana ve yine aynı soruyu sordu:
- Eee!.. Celestine ... alışabiliyor musunuz bari buraya?
Anlaşılan, herif takmış bu soruya ... Eh ben de şöyle yanıtladım:
- Henüz anlayamadım efendim ...
Sonra da yüzsüzlüğü takınıp:
- Ya beyefendi ... kendileri alışabiliyorlar mı acaba? diye sordum.
Bastı kahkahayı ... Beyefendi gerçekten de anlıyor şakadan ...
Beyefendi çok hoş bir adam vesselam !
- Alışmalısınız Celestine... Alışmalısınız . . . Hay Allah!

45
Havam yerindeydi... fırsat bu fırsat deyip bastırdım:
- Denerim efendim ... Beyefendinin yardımlarıyla... .
Beyefendi bana son derece müstehcen bir şey söyleyecek gibiydi;
gözleri iki adet kor parçası gibi yanıyordu adeta. ama hanımefendi be­
lirdi merdivenin başında ve bey kırdı kirişi; o bir yandan, ben bir yan­
dan toz olduk anında ... Yazık oldu doğrusu ! ..
O akşam salon kapısının aralığından hanımın, insanı şüpheye sü­
rükleyen şu sevecen ses tonuyla beyefendiye şöyle dediğine kulak mi­
safiri oldum:
- Hizmetçilerimle senli benli olunmasından hiç hoşlanmam ...
Hizmetçileriymiş ... Hanımın hizmetçileri beyin de hizmetçileri sa­
yılmıyor muymuş? Maşallah! . . Demek öyle ! ..

46
ili

18 Eylül.

ugün pazar, ayine gittim bu sabah. Daha önce de söylediğim gibi,


B sofu olmamakla birlikte dinine bağlı biri sayılınm. Boşa nefes tü­
ketmeyelim, din, dindir. Zenginler bildiklerini okusunlar, ama din bi­
zim gibi insanlar için gereklidir. Bazı istisnaların bundan farklı bir bi­
çimde yararlandıklarını, pek çok papaz ve rahibenin dine hakkını ver­
mediklerini bilmiyor değilim ama üstüme vazife değil. Neyse ... Mut­
suz olunca ki, bizim meslekte çok daha sık olunur, tutunacak tek dalı­
mızdır din, ha... bir de aşk... Evet ya aşk, bu da başka türlü bir teselli...
En inançsız evlerde bile, ayini hiç kaçırmazdım. Her şeyden önce ayin,
evin gündelik sıkıntılarından uzaklaşma, bir dışarı çıkma, bir eğlenme

47
fırsatıdır. Özellikle de arkadaşları görmeye, hikayeler dinlemeye, yeni
insanlarla tanışmaya imkfuı bulur insan... Ah ah ah! Assomption· kili­
sesinin çıkışındaki o sevimli ihtiyarların kulağıma fısıldadığı o garip
ilahilere kulak verseydim belki bugün burada olmazdım! ..
Hava düzeldi bugün. Tatlı bir güneş var; yürüyüşü hoş, kederi boş
yapan türden puslu bir güneş. Nedendir bilmem, bu altın sansı mavi
karışımı sabahın etkisinden olsa gerek, içimde bir sevinç var gibi ...
Kiliseye bir buçuk kilometre mesafedeyiz. Oraya uzanan yol çok
hoş ... Çitlerin arasından kıvrılarak ilerleyen bir patika. İlkbaharda ne
güzeldir kim bilir; yığınla çiçek, yabani kiraz ağaçları, mis kokulu ak.­
dikenlerle dolup taşar kuşkusuz ... Bayılmm ak.dikenlere... Güzel şey­
ler çağnştınrlar bana, el kadar olduğum günleri... Bu özelliğini say­
mazsak eğer, kır aynı kır .. Ahım şahım bir tarafı da yok üstelik. Göz
.

alabildiğine bir vadi, bitiminde de tepeler... Bir ırmak geçiyor vadiden,


tepeler de ormanlarla örtülü. Altın sansı, şeffaf bir sis bürümüş çevre­
yi, etrafı keyfimce göremiyorum.
İnanılır gibi değil, Bröton toprağı çekiyor beni, kanıma girmiş.
Hiçbir yer burası kadar okşamıyor gönlümü, burası kadar güzel görün­
müyor gözüme. Normandiya'nın o zengin, bereketli topraklarında bi­
le, fundalıklar, dünyaya geldiğim yürek paralayıcı, görkemli bu deniz
kenti tüter burnumda Aniden canlanan bu anı, hüzne boğdu bu güzel
sabahın neşesini.
Yolda o kadar çok kadın var ki... Her biri, bencileyin, sıkıştırmış
koltuğunun altına bir dua kitabını, düşmüş kilisenin yoluna... aşçısı,
oda hizmetçisi, kümes bakıcısı... Hepsi de irikıyım, hantal, ağır ağır
ilerliyor, hayvanlar gibi badi badi yürüyorlar... Temizlenmiş, paklan­
mış, bayramlıklarını giymişler... yağ tulumları! . . Buram buram taşra
kokuyor alayı. Paris'te hiç çalışmadıkları ayan beyan ortada. Merakla
bakıyorlar bana, kuşku dolu bir merak; aynı zamanda da sempati yük­
lü ... Şapkamı, vücudumu saran elbisemi, kısa bej ceketimi, yeşil ipek
kılıfı içindeki şemsiyemi imrenerek, en ince ayrıntısına dek inceliyor­
lar. Hanımefendilere özgü giysim, sanırım özellikle de, onu taşıyışım­
daki zarafet ve şıklık onları hayretler içinde bırakıyor. Ağız beş karış
açık, gözler iri iri, birbirlerine dirsek atıp şıklığımı, zarafetimi gösteri­
yorlar. Eh ben de az değilim hani... Yüksek potinler ayağımda, tüy gi­
bi hafif, seke seke ilerliyorum; gözüpek bir hareketle kaldırdığım ete­
(*) Assomption: Meryem Ana'nın melekler tarafından göklere kaldırılması olayı­
nın kutlandığı gün, 1 5 Ağustos. (ç.n.)

48
ğim, ipek iç eteğimin üstünde, kınştınlan ipeğin hışırtısını çıkarıyor.
Eh bu kadar da olsun artık, değil mi ya? .. Bayılırım çevremdekilerin
bana hayran kalmalarına.
Yanımdan geçerken fısıldaşarak birbirlerine şöyle dediklerini du­
yuyorum:
- Prieure'nin yenisi bu işte...
İçlerinden tıknaz, pancar suratlı ve astımlı biri çatkı gibi ayırdığı
bacaklannın üstündeki devasa göbeğini -daha iyi yerleştirmek için ay­
rık tutuyor olmalıydı bacaklarını- taşımakta zorlanarak gülücüklerle
yaklaşıyor, yaşlı içkicilere özgü dudaklarına kondurduğu kaba ve ya­
pışkan tebessümü ile soruyor:
- Siz Prieure' deki .yeni oda hizmetçisiniz öyle değil mi? Adınız da
Celestine, doğru mu söyledim? Dört gün önce Paris'ten geldiniz değil
mı" ?.
Maşallah, daha şimdiden hakkım da öğrenmediği kalmamış. Beni
benden daha iyi tanıyor. Tüyleri rüzgarda dalgalanan, silahşorlarınkini
andıran bu geniş, siyah fötr şapkada, bu ayaklı fıçıda, bu göbekli be­
dende, beni zerre kadar eğlendiren bir şey yok.
O hata devam ediyor:
- Benim adım Rose... Mam'zel Rose. Mösyö Mauger'nin evinde
çalışıyorum, bitişiğinizde... eski bir yüzbaşı ... onu belki de gördünüz
ha?
- Hayır matmazel.
- İki ev arasındaki çitin üstünden görmüşsünüzdür diye düşünmüş-
tüm de. Hep bahçededir, bahçe ile uğraşır. Demem o ki, hata yakışık­
lıdır!
Adımlarımızı yavaşlatıyoruz, zira Mam'zel Rose soluk soluğa ka­
lıyor. Yorulmuş hayvan gibi tıslıyor boğazından. Her nefeste balon gi­
bi şişen göğsü yeniden şişmek üzere iniyor. Ancak kesik kesik konuşa­
biliyor:
- Krizim tuttu ... oh... Dertsiz kul kalmadı şu dünyada. .. Olur şey
değil! diyor.
Soma da tıslamalar ve hıçkınklar arasında beni yüreklendiriyor:
- Bana gelin, he mi yavrum, bir şeye ihtiyacınız olursa yani ... ne
bileyim bir öğüt mesela, ne olursa... sakın çekinmeyin. Gençleri sev­
mişimdir ben... Şarabımızı yudumlarken bir güzel sohbet ederiz diyor­
dum ... Bu gördüğünüz kızlar var ya, birçoğu gelir bana. ..
Duruyor, soluklanıyor, sesini alçaltıyor, sır verir gibi şöyle diyor:

F4 ÖNfOda llizınetçiaiııiıı. Gıliılfiğil


49
- Mesela diyorum Matmazel Celestine... mektuplarınız için bizim
evi adres gösterebilirsiniz... Daha emin olur, alın size iyi bir nasihat...
yabana atmayın sakın... Madam Lanlaire'in adetidir, mektuplan okur
hep, hem de hepsini; hatta bir seferinde sulh yargıcından ceza bile alı­
yordu ya neyse. Demedi demeyin, benden söylemesi, sakın çekinme­
yin.
Teşekkür ediyorum ve yolumuza devam ediyoruz... Her ne kadar
bedeni azgın denizle baş etmeye çalışan köhne bir tekne misali bata çı­
ka yol almaya çalışsa da, Matmazel Rose artık daha bir rahat alıyor ne­
fesini. Dedikodu yaparak yola devam ediyoruz:
- Ah ! Buraların size çok farklı görüneceği muhakkak... Bakın yav­
rum, Prieure'de fazla tutmazlar oda hizmetçilerini, yazın bunu bir ye­
re. Bu hep böyle olmuştur. Hanım kapıya koymazsa bu kez bey bebek
kor karınlarına ... Akıl alır gibi değil şu Mösyö Lanlaire olacak adam ...
Güzel-çirkin, genç-ihtiyar demez herkesi sıradan geçirir. Her atışta bir
çocuk... Sorun kime isterseniz, aynı şeyi söyleyecektir size, hiç şaş­
maz� o evi bilmeyen yoktur. Yemekler berbat, özgürlük. deseniz hak ge­
tire, işten beli bükülür insanın ... Ya dırdır? Hiç eksik olmaz; ciyak ci­
yak bağırır kadın... Anlayacağınız cehennemden farkı yoktur. Ötesi var
mı? Sizi böyle terbiyeli ve nazik görünce bu pintilerin yanında yapa­
mayacağınızı şıp diye anladım... Yok, size göre değil orası.
Tuhafiyeci kadının anlattıklarını, daha iğrenç ayrıntıları ile bir kez
de Matmazel Rose'dan dinlemiş oluyorum böylece. Gevezelik etmek
bu kadın için büyük bir gereksinim, hastalığı bile çıkıyor aklından. Fe­
satlık astımın hakkından geliyor, derken evle ilgili dedikodulara yöre­
nin sırlan da ekleniyor. Hepsini önceden bilmeme rağmen Rose'un hi­
kayeleri öylesine ruh karartıcı, sözleri öylesine umut kırıcı ki, yeniden
kederleniyorum. Buralardan çekip gitsem daha iyi olmaz mı, diye ge­
çiriyorum içimden ... Kaybedeceğim ta başından belli olan bir deneme­
ye girişmenin ne yaran olur ki?
Nefesi gittikçe açılıp gevezeliğe devam eden Rose'un her söyledi­
ğine yılışık yılışık, merakla burnunu sokan ve hararetle "elbette" diye
onu destekleyen birkaç kadın katılıyor aramıza.
- Öyle iyi bir adamdır ki Mösyö Mauger, üstelik de yapayalnızdır,
bilmem anlatabiliyor muyum kızım? Ben adeta evin hanımıyım ... Öy­
le ya! Ne de olsa eski bir yüzbaşı. .. Şaşılacak bir şey yok bunda değil
mi? Tepemde dikilen biri yok, ev işlerine karışmak adeti değildir, an­
y
lamaz da zaten ... Fazla bir şe istemez garibim; biraz bakım, biraz naz;

50 F4ARKA/Oda Himıc"iisinin Günlüifi


temiz çamaşır, birkaç kap güzel yemek, eh biraz da huyuna suyuna git­
mek gerekir elbette. Yanında güvenilir biri olmazsa soyup soğana çe­
virirler zavallıyı maazallah; hırsız kaynıyor buralar!
Kesik kesik cümlelerinde kullandığı ses tonu, gözlerini kırpıp dur-
ması Yüzbaşı Mauger'nin evindeki gerçek konumunu ele veriyor.
- Öyle ya! Haksız mıyım Allah aşkınıza? Ne de olsa yalnız bir er­
kek, hfila pek çok şey var kafasında. Evin işi de yabana atılır gibi de­
ğil hani... Yakında küçük bir çocuk tutacağız, yardım eder hiç olmaz­
sa.
Şanslı kadınmış şu bizim Rose. Ben bile sık sık düşünmedim değil,
yaşlı birinin yanında çalışmayı ... İğrenç bir iş ... olsun! .. kafa sakin ya. ..
üstelik geleceği de var. Ama hfila kafasında pek çok şey olan bir yüz­
başı ile bu iş o kadar da zor olmasa gerek. İkisi yorganın altında .. ne
matraknr kim bilir...
Kasabayı bir baştan bir başa kat ediyoruz. Gerçekten de güzel bir
yer değil... Malesherbes Bulvarı ile uzaktan yakından bir ilgisi yok...
Daracık, pis, dolambaçlı sokaklar, gelişigüzel yapıları ile meydanlar,
yıkılacakmış gibi duran evler... tahtaları çürümüş, çatıları sallanan, üst
üste yığılmış gibi duran katlarıyla hantal, fi tarihinden kalma izlenimi
veren iç karartıcı evler... Ya insanlar... Yoldan gelip geçenler çirkin mi
çirkin, aralarından numunelik bile olsa yakışıklı bir delikanlıya rastla­
madım. Kasabanın geçim kaynağı keçe terliği imalatı. Haftalık işlerini
fabrikaya teslim edemeyen kunduracılar ha babam de babam çalışıyor­
lar. Camekanların gerisinde kösele tabanlara çekiç indirip kaldıran
kapkara eller, kamburu çıkmış sırtlar, zavallı soluk benizler görüyo­
rum.
Yörenin hüzünlü havasına bir de bu eklenince manzara tamamlanı­
yor, hapishanedeyim sanki.
Aaa ... işte şu meşhur tuhafiyeci kadın da çıkıyor ortaya, kapının
eşiğinde duruyor, bize gülümsüyor, el sallıyor.
- Uğurlar olsun, nereye böyle, sekiz ayinine mi? Ben yedi ayinine
gittim. Henüz vakit erken, biraz içeri gelmek ister miydiniz?
Rose teşekkür ediyor, tuhafiyeciye karşı uyarıyor beni; kötü kadın­
dır, herkesin aleyhinde konuşur gibisinden şeyler söylüyor... Mikrobun
tekiymiş sözün kısası. Sonra da bana efendisinin meziyetlerini, işinin
güzelliğini övüp duruyor. Ben de ona:
- Ailesi yok mu? diye soruyorum.
- Ailesi mi? diye bağırıyor kızgınlıkla. Olmaz olur mu kızım? Var

51
elbette! Hem de ne aile, dostlar başına, gerçek ailesi ... bir dolu yeğen,
sürü sepet kuzen, boş gezenin boş kalfaları, meteliğe kurşun atanlar,
felaket tellallan... onun parasını yiyor, soyup soğana çeviriyorlardı .. .
Gözünüzle görseniz ancak inanırdınız ... Rezaletti ... Ne uğraştım ama.. .
düşünebiliyor musunuz? Bu kenelerin kökünü kazıdım, evi temizledim
onlardan. Ah yavrucuğum ah ... Yüzbaşı bensiz şimdi bugün samanlık­
ta uyuyor olurdu ... Ah zavallım! Şimdi çok memnun halinden.
Hinlik ediyor, üstüne üstüne giderek soruyorum ama ne gezer,
maksadımı anlamıyor bile:
- Vasiyetinde sizi unutmaz elbette, öyle değil mi Matmazel Rose?
Temkinlice şöyle yanıtlıyor:
- Beyefendi ne biliyorsa öyle yapar artık. .. bu ona kalmış ... ben
söyleyecek değilim ya .. Hiçbir şey istediğim yok ondan, aylığımı bile
ödemesini istemiyorum ... Ben kendi iyiliğimden kalıyorum orada ... O
da kör değildir elbet .. hayan tanır, onu kimin sevip kimin sevmediği­
ni, nazını kimin çektiğini, karşılık bile beklemeden kimin kendisinin
üstüne titrediğini çok iyi bilir. Başta Madam Lanlaire olmak üzere,
hakkımızda ileri geri laf eden bazılarının iddialarına kulak asmamak
gerekir, o onların söylediği gibi aptal biri değildir, siz dinlemeyin on­
ları. Aksine cin gibidir Matmazel Celestine... üstelik ifadelidir... Neden
bu işte!..
Yüzbaşı hakkında anlan övgü dolu nutukla varıyoruz kiliseye.
Şişko Rose yanımdan ayrılmıyor. Bir iskemle çekip yanına oturma­
ya zorluyor beni ve başlıyor hemen ardından diz çöküp ıstavroz çıkar­
maya, duasını mırıldanmaya Kilise de kilise olsa bari ... Sallanan kub­
beyi sırtlanan bu derme çatma iskeletiyle kiliseden çok saman ambarı­
na benziyor. Ya içindekiler; öksüren, yere tüküren, sıralara çarpan, is­
kemleleri çeken bu insanlar, kilisede değil de sanki kasabanın barında­
lar. Suratlarından cehalet akan, dudaklan kinle çarpılmış insanlardan
başka kimse görmüyorum etrafta. Dua edecek yerde bir başkasına be­
la yağdırsın diye Tann' ya yakarmaya gelen bir sürü sefilden başka
kimse yok burada. Kendime gelemiyorum bir türlü; içim dışım buz ke­
siyor adeta .. Bu kilisede bir org bile yok; ondan mı acaba? Tuhafınıza
mı gitti? Ama ben org olmadan dua edemem ki ! Orgun müziği önce
yüreğime dolar, karın boşluğuma iner oradan ... dopdolu olurum ... Up­
kı sevişir gibi. Org sesini her zaman dinleme şansım Ölsaydı diyorum,
belki de günah işlememe gerek kalmazdı. Burada org yerine, korodaki
mavi gözlüklü, omuzlarına atuğı eski püskü minicik siyah şalı ile yaş-

52
lı kadının zorlana zorlana tıngırdattığı akordu bozuk, tıknefes bir piya­
no var. Ve yine öksürüp tıksıran, tükürüp duran insanlar... Korodaki so­
list çocuğun söyleyip diğer çocukların tekrarladığı ilahiyi, papazın din­
sel ezgilerini bastınyor bu nezleli gürültü. Ne de pis kokuyor! .. Gübre
kokusu, ahır kokusu, toprak kokusu, ekşimiş saman kokusu, ıslak deri
kokusu, bozuk tütsü kokusu, hepsi birbirine karışmış. Bu taşralılar da
son derece görgüsüz oluyorlar gerçekten de!
Ayin uzadıkça uzuyor, sıkılıyorum. Aslında daha çok, bu çok sıra­
dan, bu çok çirkin, benimle pek ilgilenmeyen insanların ortasında bu­
lunmak canımı sıkıyor. Ne güzel bir görüntü var gönlümü okşayacak,
ne güzel bir giysi var düşüncemi dağıtacak, ne de herhangi bir şey var
gözümü oyalayacak... Zarafet ve şıklık için yaratılmışım ben, bunu hiç
bu kadar iyi anlamamıştım bugüne kadar. Paris 'teki ayinlerde olduğu
üZere coşacaklan yerde, incinen duygularım birlik olup isyan bayrağı
çekiynrlar. Belki biraz oyalanırım düşüncesi ile ayini yöneten papazın
hareketlerini gözümü kırpmadan izliyorum. Pes doğrusu! Bu kadarı da
fazla artık! İrikıyım, toy, kaba saba, kiremit pembesi suratlı herifin te­
ki. Saç baş darmadağın, çene yırtıcı hayvanlarınki gibi, dudaklar do­
yumsuz, küçücük gözleri müstehcen, gözkapaklan kara sürmeli... Bu
herif masada ne varsa tümünü götürüyordur! Ya günah çıkartma oda­
sında ... Edepsiz laflar ediyor ve etekleri kaldırıyor olmalı! .. Onu dikiz­
lediğimi fark eden Rose eğilip çok alçak bir sesle şöyle diyor:
- Papazın yeni yardımcısı oluyor kendileri. Gidip görün onu derim.
Günah çıkarma konusunda kadınlar için ondan daha iyisi yoktıır. Pa­
paz efendiye gelince; mübarek bir adam, sözümüz yok elbette ama çok
sert biriymiş, öyle diyorlar... Oysa yeni yardımcısı öyle mi...
Dilini şaklatıyor, başım dua iskemlesine eğerek Tanrıya yakarma­
sına kaldığı yerden devam ediyor.
Ne dese boş, bu yeni yardımcı denen tipi gözüm tutmuyor, benlik
biri değil. Pis ve kaba görünüyor, papazdan çok bir arabacıya benzi­
yor... Benim için zarafet, şiirsellik... öte dünyaya ait bir şeyler... ve be­
yaz eller gerekli. B en erkeklerin Mösyö Jean gibi olmalarım tercih
ederim; şık ve yumuşak.
Ayinden sonra, Rose beni çeke çeke bakkal kadının dükkanına sü­
rüklüyor. Gizemli birkaç kelime ile onunla iyi geçinmek gerektiğini,
hizmetçilerin tümünün onun etrafında fır döndüklerini söylüyor.
Alın size topuz gibi biri daha, -olmaz böyle şey- burası şişkolar di­
yarı adeta... Yüzü çil istilasına uğramış gibi. Donuk, açık san saçlan-

53
nın seyrek oluşu ile meydana çıkan tepesinin üstüne süpürge sapı mi­
sali garip bir biçimde sivrilen bir topuz oturtmuş. Her kıpırdayışında
kahverengi yünlü kumaştan dikilmiş bluzunun alnnda kalan memeleri
bir şişenin içindeki sıvı gibi bir o yana bir bu yana hareket edip duru­
yor. Kan çanağı gözleri kısılıyor, iğrenç ağzına yapışan tebessümle
sahte sahte sırıtıyor. Rose beni takdim ediyor:
- Madam Gouin, bakın size Prieure'nin yeni oda hizmetçisini ge­
tirdim...
Bakkal kadın dikkatle inceliyor beni, rahatsız edici ısrarlı bakışla­
rının önce belime, ardından karnıma doğru kaydığını gözlüyorum.
Renk vermeyen bir sesle:
- Matmazel hoş gelmişler, evlerindeymiş gibi hissetsinler kendile­
rini. Matmazel güzel bir kız ... Matmazel Parisli herhalde, yanılmıyo­
rum değil mi?
- Evet, Madam Gouin, Paris'ten geliyorum.
- Belli ... hemen belli oluyor... Size bir defa bakmak yeter de artar
bile. Parislileri çok severim ben. Hayatın tadını çıkarmayı bilirler. Ben
de çalıştım Paris'te, gençliğimde ... Bir ebenin hizmetine girmiştim,
Guenegaud Sokağı'nda .. Madam Tripier idi adı... Belki de tanırsınız
onu ha?
- Hayır...
- Neyse önemli değil ... Ah, ah! Öyle ya! Çok uzun zaman geçti ara-
dan... Hadi içeri girin Matmazel Celestine.
Bizi yuvarlak bir masanın etrafına daha şimdiden dizilen dört hiz­
metçinin bulunduğu, dükkanın arka tarafındaki odaya büyük bir neza­
ketle alıyor.
- Ah benim zavallı kızım, başınıza ne belalar alacağınızı bir bilse­
niz, diyor bana oturacak bir yer gösterirken. Şatodakiler benden alış­
verişi kestiler diye böyle dediğimi sanmayın sakın, ama orası ev değil
adeta bir cehennem... evet, cehennem ... Öyle değil mi hanım kızlar?
- Elbette ! . . diye onaylıyor dördü birden aynı hareket ve aynı mi­
mikle...
Madam Gouin devam ediyor:
- Ağzınıza sağlık! Her alışverişte pazarlık eden, ciyak ciyak bağıra­
rak soyulduklarını, kendilerine haksızlık yapıldığını söyleyen insanlara
mal satmak istemem, eksik olsun, nereye isterlerse oraya gitsinler...
Hizmetçiler korosu nakarat sırasını alıyor:
- Elbette, nereye isterlerse oraya gitsinler.

54
Bunun üzerine Madam Gouin, özellikle de Rose'a dönerek, ken­
dinden emin bir sesle ekliyor.
- Kimseye yoktur minnetlııriz , öyle değil mi Mam'zel Rose? Tan­
n'ya şükür onlara muhtaç değiliz, haksız mıyım?
Rose, içinde biriken kin, horgörü, daha başka ne varsa tümünü gös­
teren bir omuz silkişiyle yetiniyor. Başındaki kocaman silahşor şapka­
sının siyah tüyleri, gelişigüzel hareketleri· ile bu yoğun duyguların gü­
cünü vurguluyor.
Kısa bir sessizlikten sonra Madam Gouin şöyle diyor:
- Hadi kapatalım bu konuyu! B u insanlardan söz etmeyelim. Her
konuştuğumda karnıma ağrılar saplanıyor.
Kara kuru, sıçan suratlı, alnı sivilce dolu, gözleri akan, ufak tefek
biri diğerlerinin kahkahaları arasında söze atılarak:
- Elbette ya! Canlan cehenneme...
Bunun üzerine hikayeler, dedikodular tekrar başlıyor. Lağım patla­
ması gibi dalga dalga dökülüyor kusmuklar bu sefil ağızlardan. Dük­
kanın arka odası leş gibi kokuyor. B ulunduğumuz oda karanlık olduğu
ve içerde bulunan şekiller düşsel değişime uğradığı için tahammül
edilmez bir duygu sarıyor içimi. Oda, zaten daracık olan tek göz bir
pencere ile aydınlatılıyor ve bu pencere, yosun bağlamış duvarlarla
çevrili bir kuyuyu andıran pis, rutubetli bir avluya bakıyor. Salamura,
çürümüş sebze ve çiroz kokusuna bulanıyoruz, bu giysilerimize sini­
yor. Dayanılır gibi değil. İskemlelerinin üstünde kirli çamaşır gibi yı­
ğılı duran bu yaratıklar, suç, rezalet ve pintilik öykülerini anlatmak için
birbirleri ile yarışıyorlar. Kendime yakıştıramadığım bir biçimde on­
larla birlikte gülmeye, alkış tutmaya çalışıyorum, ama bastıramadığım
korkunç iğrenme duygusu içimi kaplıyor bir yandan da Midem bula­
nıyor, kusma dürtüsüyle boğazım kasılıyor, ağzımda kötü bir tat kalı­
yor, şakaklarım zonklamaya başlıyor. Gitmek istiyor, yapamıyorum.
Öylece aptal aptal oturuyorum orada onlar gibi iskemleye yığılmış, ay­
nı hareketleri yaparak. Bulaşık suyunun çıkardığı sese, musluktan ev­
yeye şıp şıp damlayan, borulardan glu glu diye akan su sesine benzet­
tiğim bu sinir bozucu sesleri aptal aptal dinlemek için kalıyorum ora­
da.
İnsanın, efendilerine karşı kendini savunması gerektiğini elbette bi­
liyorum, inanın bana bunu herkes yapıyor ben de dahil ama hayır bu
kadarı da fazla... Buna çizmeyi aşmak denir. Bu kadınlardan iğreniyo­
rum, nefret ediyorum onlardan, kendi kendime onlarla ortak hiçbir yö-

55
nümün olmadığını söylüyorum... Eğitim, şık insanlarla yakın temas,
güzel şeylere alışkanlık ve dahası Paul Bourget'nin romanları beni bu
iğrençliklerden kurtardı. Ah ah ah! Nerde o Paris mutfaklannın sevim­
li ve eğlenceli eşek şakaları... Çok gerilerde kaldı!..
Gerçekten de Rose kaptırmış gidiyor, üstüne yok bu işte. Zevkten
ağzının suları akarak, gözlerini kırpıştırarak anlauyor:
- Bütün bunlar Madam Rodeau'nun, hani şu noterin kansının yanın-
da solda sıfır kalır... ah ah! Onların evinde neler dönüyor neler...
- Şüphelenmiştim zaten, diyor içlerinden biri.
O anda bir diğeri karışıyor söze:
- İstediği kadar gitsin kiliseye, onun ne mal olduğunu ben çoktan
anlamıştım.
Bakışlar canlanıyor, başlar hikayesine başlayan Rose'a çevriliyor:
- Evvelsi gün Mösyö Rodeau sözümona kıra çıkmış ve bütün gün
eve uğramamış.
Mösyö Rodeau 'nun hikayesini daha iyi anlayayım diye bana özel
bir parantez açıyor:
- Bu Mösyö Rodeau karanlık bir adam, Katoliklik'le uzaktan yakın­
dan bir ilgisi olmayan bir noter. Bir sürü entrika döner işinde. Yüzbaşı­
ya söyledim, oraya yatırdığı paralarının hepsini çektirttim. Bu işler böy­
le! Ama şimdi Mösyö Rodeau bir köşede dursun, konumuz o değil.
Parantezi kapauyor, daha genel bir hava vererek hikayesine devam
ediyor:
- Nerde kalmıştık, ha evet, Mösyö Rodeau kıra çıkmışu... Böyle
sık sık giderek ne haltlar karıştırır ki oralarda? Orası meçhul, kimse
bilmez, neyse o kırlara çıkmış. Madam Rodeau zaman geçirmeden ko­
casının küçük yardımcısını, hani şu küçük Justin var ya, onu yukarıya
yanına, odasına çağırtmış, odasını süpürttürecekmiş sözümona. Garip
bir süpürme öyle değil mi çocuklar? Kadının üstünde hemen hemen
hiçbir şey yokmuş, gözleri de acayip bakıyormuş, dişi bir av köpeği gi­
bi. Oğlanı yanına çağırmış, kucaklamış, okşamış, pirelerini temizleye­
ceğini bahane edip oğlanı bir güzel soymuş. Eh... sonra ne yapmış der­
siniz? Dinleyin hele... Bizim gulyabani aniden çocuğun üstüne çullan­
mış, zorla sahip olmuş çocuğa, evet zorla hanım kızlar... Peki söyleyin
nasıl sahip olmuş ona?
- Nasıl sahip olmuş? diye heyecanla soruyor kara kuru ufacık kız,
sıçan suratını uzatıp sallayarak.
Herkesi endişe karışımı bir merak sarıyor ama ciddiyetini, terbiye-

56
sini takınan Rose:
- Genç kızlara söylenmez böyle şeyler! diyor.
Düş kınldığını açığa vuran "ah ! " sesleri yükseliyor ağızlardan. Kfilı
öfkelenerek, kah heyecana kendini kaptırarak devam ediyor Rose:
- On beş yaşında bir sübyan... olur mu ha! Bir de güzel ki sorma­
yın gitsin ... ve üstelik, masum mu masum zavallı kurban... çocuklara
zarar vermek... Kötülük kanına işleyenler yapar buna ancak! Eve dön­
düğünde hfila titriyor, hüngür hüngür ağlıyormuş melaike... İnsanın içi
parçalanır... Eh siz ne dersiniz buna?
Bir öfke patlaması yaşanıyor, herkes ağzına geleni söylüyor. Rose
ortalığın durulmasını bekliyor ve sonra devam ediyor.
- Annesi gelip anlattı bana olup biteni. Ben de ona, tahmin edece­
ğiniz gibi, noteri ve kansını mahkemeye vermesini salık verdim.
- Elbette ... Elbette ...
- Elbette ya... Ama Justine Hanım kararsız... neden mi... belli değil.
Demem o ki istemiyor. Bana öyle geliyor ki, her hafta Rodeau' larda ye­
mek yiyen papaz efendinin bu işte parmağı var... Neyse, korkuyor sö­
zün kısası! Ah! Ben olacaktım da . Dindanm Tann 'ya şükür ama her
.

şey de papaza bırakılmaz ki canım ... Söke söke alırdım paralarını; yüz-
lerle, binlerle ... Tam on bin frank saydırtırdım...
- Elbette ... ah! Elbette...
- Böyle bir fırsat kaçınlır mı hiç?.. Yazık doğrusu!
Silahşor şapkası fırtınaya tutulan çadır gibi sallanıyor.
Bakkal kadın ağzım açmıyor. Nedense keyfi kaçmış görünüyor.
Noter müşterisi olmalı. Ustaca bir hamleyle Rose'un beddualarına son
veriyor.
- Matmazel Celestine bu genç hanımfarla birlikte bir kadeh üzüm li­
körü içmeyi reddetmezler herhalde? Ya siz Mam 'zel Rose?..
Bu ikram sinirlere iyi geliyor. Kadın dolaptan şişeyi ve kadehleri
çıkarırken Rose da masa ile ilgileniyor. Gözler ışıyor, diller obur du­
daklarda geziniyor...
Aynlırken bakkal kadın tüm sevimliliğini takınıp gülerek şöyle di­
yor bana:
- Siz aldırmayın, çünkü efendileriniz benimle aldı-verdiyi kestil­
er... Yine gelin olur mu?
Rose' la birlikte dönüyoruz. Memleketin şeceresini çıkarıyor bana.
Ben de, çirkin öyküler dağarcığı tükenmiştir artık diye geçirmiştim
içimden. Nerde ... Anında buluyor yepyeni, hem de daha dehşet verici

57
şeyleri ... Djpsiz bir felaket deposu var kadında... Bir çenebaz, dur du­
rak tanımıyor çenesi. Tüm erkekler, tüm kadınlar nasibini alıyor, ne
yetenek ama, saniyede çamur atmadık kişi bırakmıyor memlekette.
Derken Prieure' nin kapısına kadar getiriyor beni, · orada bile bırak­
mıyor yakamı, konuşuyor, durmadan konuşuyor, dostluğunu göster­
mek, arkadaşlığını kanıtlamak için didinip duruyor. Duyduklarım yü­
zünden canım çok sıkkın, Prieure'yi karşımda görünce cesaretim iyi­
den iyiye kırılıyor. Ah bu çiçekten yoksun uçsuz bucaksız çimenler! ..
Bir kışlayı, dahası bir hapishaneyi andıran ve bana, her penceresinin
gerisine saklanan bir çift casus gözün üzerimde olduğu izleniıniıii ve­
ren bu kocaman yapı ...
Güneş şimdi daha sıcak, sis dağıldı, uzaktaki manzara ortaya çıktı.
Ovanın ötesinde, tepelerin üstünde kırmızı çatıları ile cıvıl cıvıl, ışık
vurunca altın sarısı bir renge bürünen küçük köyler görüyorum. Ova­
nın içinden geçen san-yeşil ırmak orda burda gümüşi kıvrımlar halin­
de parlıyor. Tüy gibi hafif, sevimli freskleri ile bulut gökyüzünü süslü­
yor. Ama ne acıdır ki bu güzellikleri gözüm görmek istemiyor. Tek bir
arzum, isteğim, saplantım var benim, o da bu güneşten, bu ovadan, bu
tepelerden, bu evden, kötülük dolu sesi ile bana ıstırap veren, beni deh­
şete düşüren bu yağ tulumu kadından kaçıp kurtulmak...
Oh be nihayet! Benden ayrılmaya hazırlanıyor. Elimi tutup yarım
eldiveninden fırlayan şişko parmaklan ile şefkatle sıkıyor ve şöyle di­
yor:
- Ha, aklıma gelmişken... Şu Madam Gouin var ya yavrum, çok şe­
ker bir kadındır, çok da beceriklidir... sık sık gidip görün onu ...
Biraz daha eğleşiyor, sesine daha gizemli bir hava vererek devam
ediyor:
- Pek çoğunu rahatlattı, anlarsınız işte, genç kızları yani! Bir şey­
den şüphelenir şüphelenmez soluğu onun yanında alırlar... Sır küpü­
dür... Güvenilir biridir sözün kısası... B enden söylemesi. Çok... çok
görmüş geçirmiş bir kadındır...
Gözlerinin parıltısı daha da artıyor, bakışlarını üstüme dikip, garip
bir ısrarla yineliyor söylediklerini:
- Çok becerikli ... görmüş geçirmiş biridir... bir sır küpü! Bu memle­
ket için bulunmaz bir nimettir, hızır gibidir. Hadi yavrum , fırsat bulunca
bize de gelin, ama Madam Gouin' e sık sık gitmeyi ihmal etmeyin e mi?
Pişman olmazsınız ... Hadi kalın sağlıcakla... görüşürüz...
Ve gitti. Arkasından bakıyorum; yalpalayan adımlarla uzaklaşıyor,

58
iri bedenini zar zor taşıyarak duvar boyunca yürüyor, çitlerden geçerek
ilerliyor ve aniden başka bir yola sapıp gözden kayboluyor.
Arabacı-bahçıvan Joseph'in önünden geçiyorum. Geçitleri tırmık­
la temizliyor, benimle konuşacağını sanıyorum ama konuşmuyor, ters
ters bakıyor sadece. Bakışı öyle tuhaf ki korkuyorum adeta. ..
- Bu sabah hava güzel Mösyö Joseph ...
Dişlerinin arasından anlayamadığım bir şeyler geveliyor. Tırmıkla
düzelttiği yoldan umursamadan geçmeme kızmış olmalı.
Amma da tuhaf bu adam, çok da görgüsüz ... B enimle neden hiç ko­
nuşmuyor acaba? Ona bir şeyler sorduğumda neden cevap vermiyor?
Evde de hanımefendinin suratından düşen bin parça. Zılgıt yiyo­
rum:
- Gelecek sefer lütfen bu kadar oyalanmayın dışanlarda ..
Karşılık vermek için tutuşuyorum; kızgın, gergin ve sinirliyim,
neyse ki tutuyorum kendimi ve biraz homurdanmakla yetiniyorum.
- Ne dediniz?
- Hiçbir şey demedim.
- İsabet olmuş ... Mösyö Mauger'nin hizmetçisi ile dolaşmanızı da
kesinlikle istemiyorum. Size göre biri değil ... Beğendiniz mi yaptığını­
zı? . . Sizin yüzünüzden bu sabah hiçbir şey zamanında yapılmadı.
Feryadı bastım, ama içimden:
- Lanet olası ! . . Kahrolası. .. Allahın cezası! Fazla oldun artık... Ca­
nım kimi isterse onunla konuşurum, istediğimi de görürüm anlaşıldı
mı? Senden akıl alacak değilim herhalde, cadaloz karı ! ..
Cırtlak sesini işitmek, pis bakışlarını görmek, sert emirlerini duy­
mak yetti ayinle, Rose'la ve bakkal kadınla ilgili edindiğim olumsuz
izlenimleri ve hissettiğim iğrenme duygusunu silip süpürmeye. Rose
ve bakka l kadın haklıymışlar meğer... Tuhafiyeci kadın da haklıymış...
Alayı haklıymış ... Rose'u tekrar görmeye, hatta sık sık görmeye, söz
verdim kendi kendime. B akkal kadının dükkanına yine gidecek, ma­
dem hanımefendi yasaklıyordu, o pislik kadın yani tuhafiyeci kadınla
canciğer arkadaş olacaktım. Vahşi bir güçle haykırdım içimden:
- Cadaloz! . . Cadaloz! . . Cadaloz! . .
Bunları suratına, suratının tam ortasına haykırmaya cesaretim ol­
saydı çok daha rahatlardım ya hadi neyse...

O gün öğle yemeğinden sonra hanım ve bey arabaya atlayıp gitti­


ler. Tuvalet, banyo, beyin çalışma odası, çekmeceler, dolaplar, büfeler,

59
istisnasız her şey kilit albndaydı... B en dememiş miydim? İyi vallahi !
Bravo doğrusu! .. Şöyle keyifle bir mektup bile okuyamadım sayelerin­
de, ufacıcık paketler bile hazırlayamadım kendime...
Eh ben de odamda oyalandım ... Anneme ve Mösyö Jean'a mektup
yazdım. En Famille'i" okudum. Ne güzel kitap ! .. Ne de güzel yazılmış!
Yine de tuhaf... Ben edepsiz şeyleri dinlemeyi severim ama okumayı...
hayır, kesinlikle... Bana ağlatan kitaplar gerek...

Akşam yemeğinde sebzeli sığır haşlaması vardı. Hanım ve bey dar­


gınlar gibi geldi bana. Bey kışkırtıcı bir gösterişle Le Petit Journar
okuyordu ... Hoş, komik ve yumuşak bakışlarını gezdirerek kağıdı bu­
ruşturmaktayd.L .. Öfkeli olduğunda bile beyefendinin bakışları yumu­
şak ve mahcuptur. Kuşkusuz konuşmayı başlatmak için olmalı, başını,
gömdüğü gazetesinden kaldırmadan şöyle haykırdı:
- Vay be! Al işte, parça parça edilmiş bir kadın daha...
Hanım hiç oralı olmadı ... Kazık gibi dimdik, siyah ipekli giysisi
içinde buz gibi soğuk. alnı kırışmış, bakışları sert devam etti düşünme­
ye... Neydi düşündüğü kim bilir?
B eyefendiye surat asmasının nedeni ben olmayayım sakın ...

* En Famı7fe: Hector Malot'nun (1830-1 907) 1893'te yayımlanan, büyük bir ba­
şarı kazanan ve alt tabakaya hitap eden hüzünlü romanı. Pek çok baskı yapan
roman, günümüzde de büyük bir zevkle okunmaktadır. Gençliği konu alan eser,
1 87B'de yayımlanan Sans Fami/le ile eşdeğerde görülmektedir. (ç.n.)
** Le Petit Joumat. Günlük gazete olup yüksek tirajına karşın içerik olarak dü­
zeysizdir ve Yahudi düşmanlığı çığırtkanlığı ile tan ınmıştır. (ç.n.)

60
iV

26 Eylül.

ir haftadır tek bir satır bile yazamadım günlüğüme. Akşamlan öy­


B le yorgun, bitkin ve perişan dönüyorum ki yaup uyumaktan başka
bir şey düşünemiyorum bile... Uyumak!.. Keşke uyuyabilseydim... Ner­
dee! ..
Öf be! Ne berbat yer burası Tanrım! Anlatılması mümkün değil.
Bir "evet", bir "hayır" uğruna, hiç sıkılmadan Allahın belası iki ka­
tı indirir çıkartır hanım... Çamaşırhanede iki dakikacık oturup, soluk­
lansam değil mi ama, ne mümkün ... zırr! zırr! zum ! İşin yoksa kalk ve
git... Malum günlerde olmak da bir şey değiştirmez... zırr! zırrr ! zırrrr !
Öyle günlerde böğrüm sancılanır, iki büklüm olurum, karnım oyulur,

61
acıdan bağımıamak için tutanın kendimi... zırr! zırr ! zımr! Hasta ol­
mak yasak, buna bile zaman yok. .. Istırap çekmeye de. Istırap çekmek,
efendilere özgü bir lüks. . . Bize gelince; ileri marş ! .. Hem de koşar
adım, durmadan yürümeliyiz ... düşmek pahasına da olsa .. zırr ! zırr!
zırrrr ! Zil çalıp da birkaç saniye geç kalsam... aman, aman, aman... pa­
parayı yeriz, kıyamet kopar, ne sahneler yaşanır...
- Eh? Nerde kaldınız? . . Duymadınız mı?. . Sağır mısınız? . . Üç sa-
attir zil çalıyoruz herhalde ... tepemi attırıyorsunuz sonunda. . .
E n çok y aşanan sahneyi anlatayım isterseniz:
- Zırr ! zım! zırrrr !
Hadi bakalım ... yaydan fırlayan ok misali fırlarım sandalyeden zi-
lin sesiyle birlikte:
- Bana bir iğne getirin.
İğneyi alır gelirim.
- Oldu, şimdi de iplik getirin.
İplik de tamam.
- Aıa, bir düğme getirin bakayım.
Düğme de gelir.
- Bu düğme de neyin nesi? Ben sizden bu düğmeyi istemedim ki ...
Aklınız basmıyor hiçbir şeye. Beyaz, dört numara bir düğme istedim
ben, hadi fırlayın!
Ve beyaz renkte dört numara düğme ile dönerim yanına ... Kızgın­
lığımı, öfkemi ve içimden sıraladığım küfürleri de anlatayım mı? Ben
böyle gelip gidip, inip çıkarken bir de bakarım ki hanımefendi fıkrini
değiştirmiş, başka bir şey istiyor veya hiçbir şey istemiyor:
- Kalsın ... Düğmeyi de, iğneyi de geri götürün, şimdi vaktim yok...
İflahım kesilmiş, dizlerimin bağı çözülmüş, bitmişim artık.. Hanı­
.

mın ise keyfi yerinde, istediği olmuş ... Hayvanları korumak için bir
demek olduğunu duymuştum, sahi nerde o? . .
Akşam, çamaşırhane denetimine çıktığında kıyameti koparır:
- Bu da ne? Hiçbir iş görmediniz mi siz yoksa? B ütün gün ne ya­
pıyorsunuz siz? Sabahtan akşama kadar keyif çatasınız diye mi dökü­
yorum bunca parayı?
Haksızlığa dayanamadığım için sert bir tonda karşılık veririm:
- Hanımefendi beni bir dakika bile rahat bırakmadılar ki ...
- Sizi rahatsız ettim öyle mi? Bana cevap veremezsiniz siz, bu bir;
fıkrinizi kendinize saklayın, bu da iki, anladınız mı? Ne söylediğimin
farkındayım ben.

62
Kapılan çarpar, söylenir durur... Koridorlarda, mutfakta, bahçede
saatlerce duyulur ciyaklayan sesi ... Amma da usanç verici bir kadın!
İşin garibi, ona nasıl davranmanı gerektiğini kestiremedim bir tür­
lü. Bu kadar öfke hayra alamet değil, nesi var acaba, hasta mı ne? Ah!
Hemen yeni bir iş bulabileceğimden emin olsaydım var ya, bir saniye
durmaz, ekiverirdim kadını.
Bazen her zamankinden daha çok sancılanırdım. Öyle keskin bir
ağn hissederdim ki, dişlerini ve pençelerini etime geçiren, içi.mi oyan
bir hayvan var gibi gelirdi içimde. Daha o sabah, fazla kan kaybından
olsa gerek, yataktan kalkarken bayılmışım. Nasıl ayakta durdum ... sü­
rüne, sürüne de olsa o günkü işleri nasıl gördüm? .. Hfila anlamış deği­
lim ... Ara sıra merdivenlerde durmak, düşmemek için tırabzanlara ya­
pışmak zorunda kalmışnm. Yemyeşildi suratım, terden saçlarım bile
sırılsıklam olmuştu. Bağıracak kadar canını yanıyordu ama acıya çok
dayanıklıyımdır ben ve şu gururum yüzünden, ölsem de gık demem
efendilerin yanında. Bir ara bayılacak gibi oldum, tam o esnada hanım
çıkageldi, yakaladı beni o halde. Duvarlar, basamaklar, tırabzan, her
şey ama her şey dönüyordu etrafımda.
- Neyiniz var? diye sordu sert bir sesle.
- Hiçbir şeyim yok.
Ve doğrulmaya çalıştım.
- Madem bir şeyiniz yok, ne demeye bu tavırları takınıyorsunuz?
Evinden cenaze çıkmış gibi davrananlardan hoşlanmam ben. Yapuğı­
nız işin işe benzer bir tarafı yok.
Çektiğim bunca sancıya rağmen tokadı yapıştırabilirdim suratına...

Sabrımı sınayan bu olaylan yaşarken eski yerlerimi düşünürüm


hep ... Bugün en çok Lincoln Caddesi'ndeki evi özledim. İkinci oda
hizmetçisiydim ve söylemek gerekirse doğru dürüst bir şey yapmıyor­
dum. Günü çamaşırhanede geçirirdik zaten; kırmızı keçe halısı, yaldız­
lı kilitleri ile duvardan duvara maun kaplama dolapları olan nefis bir
yerdi çamaşırhane. Ne çpk güler, ne çok eğlenir, ne çok şakalaşır, ne
çok kitap okurduk orda. Hanımın resepsiyonlarını taklit ederdik, başı­
mızda da İngiliz kahya kadın bulunurdu. Hanımın kahvalusı için ta İn­
giltere' den getirttiği o mis kokulu çaylardan demlerdi bize. Bazen de
baş uşak -çok kafa dengiydi Allah için- mutfaktan havyarlı tostlar,
jambon dilimleri, pastalar ve bir sürü nefis yiyecekler yüklenip bize
katılırdı.

63
Bir öğleden soma Coco'nun· -biz beyefendiye "Coco" derdik ara­
mızda- şık kıyafetlerinden birini giymem için bana ısrar ettiler. Çok
riskli oyunlar oynadık o gün, hatta şakalanmızda da çok ileri gittik. Er­
kek giysisi içinde öyle komik duruyordum ki, kendimi o halde görün­
ce gülmekten kanldım ve kendimi tutamayıp, Coco'nun pantolonunda
nemli lekeler bıraktım.
İşte, yer diye buna derim ben!
B eyefendiyi giderek daha iyi tanıyorum. Mükemmel ve cömert bi­
ri demekte haklılar. Böyle biri olmasaydı eğer, dünyanın en aşağılık in­
sanı ve dolandırıcılar şahı unvanını kimseye kaptırmazdı. İyiliksever
olmak için duyduğu ihtiyaç ve hırs, pek de iyi olmayan davranışlarda
bulunmasına neden oluyor. Niyeti iyi olsa da başkaları için aynı şey
söylenemez, hal böyle olunca çok berbat şeyler yaşanması kaçımlmaz
oluyor! İyilikseverliği, küçük de olsa birtakım sevimsiz olaylan da be­
raberinde getirebiliyor söylemek gerekirse. Şimdi anlatacağım olay
söylediklerime iyi bir örnektir.

Geçtiğimiz salı günü, yaşı iyiden iyiye ilerlemiş bir gariban olan
Pantois Baba, beyin ısmarladığı" -hanımdan gizli olarak tabii ki- ya­
bangülü fideleri ile çıkageldi. Günbaumıydı. Geciktirdiğim çamaşırla­
rı yıkamak için sıcak su almaya aşağıya inmiştim. Hanım kente gitmiş,
henüz dönmemişti. Bey, şen şakrak, güle oynaya, dostça şakalaşarak
Pantois Baba'yı içeri aldığında ben mutfakta Marianne'la gevezelik
ediyordum. Girer girmez Pantois Baba'nın önüne ekmek, peynir ve el­
ma şarabı koydurttu. Üstelik sohbet etmeye başladı onunla.
Bu zavallı adam içimi acıtıyordu, öyle dermansız, öyle kılıksızdı
ki! . . Pantolonu tam bir paçavraydı, kasketi de çöp tenekesi kapağına
benziyordu. Ve açık gömleğinden, eski kösele gibi çatlamış, lekeli, ka­
rarmış çıplak göğsünün bir kısmı görünmekteydi.
Kıtlıktan çıkmışçasına yumuldu yiyeceklere.
Bey ellerini ovuşturarak yüksek sesle sordu:
- Eee, Pantois Baba, keyifler nasıl bakalım? Daha iyi, değil mi?
Ağzının dolu olmasına aldırmadan teşekkür etti ihtiyar.
- Siz çok has adamsınız Mösyö Lanlaire, çünkü, anlıyor musunuz
sabahtan beri, sabah dörtte çıktım evden, kursağıma bir şey girmemiş­
ti, tek lokma bile...

* Coco: Tuhaf ve şüpheli kişi; sevgi ifadesi, "canım·. (ç.n.)

64
- İyi öyleyse, yiyin Pantois Baba, mideniz bayram etsin, anasını sa­
tayım ...
- Siz çok has adamsınız Mösyö Lanlaire... af buynın ...
Yaşlı adam kocaman kocaman kopardığı ekmekleri uzun süre çiğ­
niyordu ağzında, çünkü diş namına bir şey kalmamışb. ağzında Biraz
doyar gibi olduğunu görünce:
- Eee... Pantois Baba, yabangülleriniz güzelmiş, öyle mi? diye sor­
du bey.
- Güzelleri de var, daha az güzel olanları da; her cinsten var Mös­
yö Lanlaire ... Seçme şansımız yok zaten! Onları söküp çıkarmak bir
zor ki sormayın gitsin. Hem Mösyö Porcellet de korusundan sökülme­
lerine izin vermiyor artık. Çok uzaklara gitmek zorunda kalıyorum ...
çok uzaklara... Şimdi ben size üç fersah ötedeki Raillon Ormanı'ndan
geliyorum desem, ne dersiniz? Evet, çok ciddiyim Mösyö Lanlaire.
Adamcağız anlab.rken bey masaya, yanına oturdu. Neşeyle, ner-
deyse şaklabanlık yaparak omzuna vurdu ve şöyle dedi:
- Üç fersah ha! Vay Pantois Baba vay! Hfila güçlü ... hfila genç ...
- Nerde Mösyö Lanlaire... nerde..
- Hadi canım! diye üsteledi bey... yaşlı bir Türk gibi güçlü kuvvet-
li, hem de keyifli, canına yandığımın! . . B ugün artık kimse sizin gibi
değil Pantois Baba .. Siz eski topraksınız ...
İhtiyar eski ahşap rengindeki o kuru kafasını salladı. Sonra tekrar
etti:
- Nerde! . . Bacaklarımda derman kalmadı Mösyö Lanlaire, kolla­
nın tutmuyor... ya belim, sırttm ! Kahrolası belim. Hiç gücüm kalmadı,
tutar yanım yok... Kadın evde hasta, yataktan çıkamaz ... ilaç deseniz
ateş pahası! Tadımız yok... Hiç iyi değiliz ... Bari diyorum, kocaınasay-
dık, ha ne derseniz? Ya... Mösyö Lanlaire... gördünüz mü? İşin vaha-
meti burada işte ...
Bey iç geçirdi, belirsiz bir hareket yapb. ve soruya felsefi bir yanıt
verdi:
- Evet ya! Elden ne gelir Pantois B aba, hayat bu ... İnsan aynı anda
hem var olup hem de var olmuş olamaz ... Böyle bu .. .
- Elbette! En iyisi kabullenmek. ..
- Hah işte böyle!
- Her şey sırayla, haksızsam söyleyin Mösyö Lanlaire.
- Ağzınıza sağlık!
Sonra durdu ve hüzünlü bir sesle devam etti;

FSÖN/Oda Hizmetçisinin Günlüğü 65


- Herkesin derdi kendine, hadi, boş verin Pantois Baba.
- Öyle olsun...
Bir sessizlik oldu. Marianne maydanozları doğruyordu. Bahçeye
akşamın karanlığı çökmüştü. Kapı aralığından görülen iki koca ayçiçe­
ği gölgede kalmış, renkleri solmuştu, Pantois Baba hala yiyordu. Bar­
dağı boşalmıştı. Bey doldurdu ve aniden metafizik düşüncelerden sıy­
rılarak:
- Yabangüllerinin bu yılki fiyatı ne? diye sordu.
- Yabangülleri mi dediniz, Mösyö Lanlaire? Bu yıl yüz tanesi, ta-
mı tamına yirmi iki frank ediyor. Biraz tuzlu kaçıyor, biliyorum ... ama
daha inemem, Allah bilir ya! Yalanım yok! Böyle...
Para konusunu konuşmaya tenezzül bile etmez gönlü zengin pozla­
rındaki bey, dınumu kurtaracak açıklamalar yapmaya çabalayan ihti­
yarın sözünü kesti:
- Tamam, Pantois Baba... Anlaştık... sizinle pazarlık eder miyim
hiç, ha? Hatta yirmi iki değil, yinni beş frank vereceğim yabangülleri­
nize, oldu mu?
- Ah! Mösyö Lanlaire, çok has adamsınız ...
- Yok canım! Adil biriyim... haktan yanayım o kadar... emekten ya-
na vesselam!
Yumruğunu masaya indirerek fiyatı yükseltti.
- Yirmi beş frank da değil ... otuz frank, satmışım anasını! Otuz
frank , verdim gitti, duydunuz mu Pantois Baba?
Zavallıcık minnet ve şaşkınlık dolu fersiz gözlerini beye çevirdi ve
laflan ağzında geveleyerek şöyle dedi:
- Duymaz olur muyum, duydum elbet.. Sizinle çalışmak büyük bir
zevk Mösyö Lanlaire... Emeğin kıymetini biliyorsunuz siz...
Bey bu iltifatlara bir son verdi:
- Bu parayı ödeyeceğim size... durun bakalım ... bugün ne ... ha evet
salı... Ben size pazar günü ödeme yapacağım, uygun mu? Anlaştık mı?
Fırsat bu fırsat deyip av tüfeğimi de alırım yanıma... oldu mu?
Pantois Baba'nın gözlerinde parlayan minnet ışığı sönüverdi anın­
da. Keyfi kaçmış, cam sıkılmış, yemekten vazgeçmişti.
- Şey yani, diyecek oldu çekine çekine, bu akşam veremez miydi­
niz diyecektim? Çok makbule geçerdi... sadece yirmi iki frank verin
Mösyö Lanlaire ... af buyrun...
- Şaka mı ediyorsunuz Pantois Baba! diye yanıtladı bey, son dere­
ce kendinden emin. Hay hay, şimdi derhal ödeyelim madem öyle...

66
Hay Allah, ben de bir vesile olur da sizin taraflara uz.anının diye öyle
demiştim.
Pantolonunun ceplerini yokladı, ceketinin ve yeleğinin ceplerini
kanşbrdı ve hayretler içinde kalmış gibi bağırdı:
- Olur şey değil! .. Cebimde hiç bozukluk kalmamış yine. Binlikler
var sadece...
L.oraki ve gerçekten de acı bir tebessümle şöyle sordu:
- Eminim, siz de bin frank bozamazsınız değil mi Pantois Baba?
Beyefendinin güldüğünü gören Pantois Baba, kendisinin de gülme-
si gerektiğini düşünmüş olmalı ki, şen şakrak yanıtladı:
- Ha!.. ha!.. ha!.. Şu fisbk banknotları· ben hiç görmedim bile!..
- İyi öyleyse... pazara kalır artık. diye noktaladı bey.
Gelişini kimsenin faık ebnediği hanımın fırtına gibi mutfağa daldı­
ğı sırada bey elma şarabı ile doldurduğu bardağını Pantois Baba'nınki
ile tokuşturuyordu. Beyin masada, ihtiyarın yanına oturup onunla ka­
deh tokuşturduğunu gören hanımın dudakları bembeyaz kesildi ve:
- Bu da neyin nesi? diyebildi sadece.
Beyefendi kem küm ebneye, kekelemeye başladı:
- Yabangülleri ... biliyorsun ya tatlım, yabangülleri. Pantois Baba
bana yabangülleri getirmiş de... Bu kış gül fidanlarımızın hepsi dondu.
- Ben yabangülü falan istemedim kimseden ... yabangülüne ihtiya­
cımız yok bizim, diyerek kestirip attı hanım. Soma yarım daire çizdi,
ardından da hakaretler savurarak kapıyı çarptı ve gitti. Sinirinden beni
gönnemişti. .
Beyefendi ve yabangülü toplayıcısı ihtiyar ayağa kalkmış, hanımın
biraz önce çıktığı kapıya sıkıntıyla bakıyorlardı. Tek bir laf ebneye çe­
kinerek bir süre bakıştılar. Bu can sıkıcı sessizliği ilk bozan bey oldu:
- Pekfil3, pazara görüşürüz Pantois Baba.
- Pazara görüşmek üzere Mösyö Lanlaire...
- Kendinize dikkat edin Pantois Baba. ..
- Siz de, Mösyö Lanlaire.. .
- Otuz frank. .. Sözüm söz.. .
- Sözünün eri adamsınız doğrusu...
Ve ihtiyar, bacaklarının üzerinde güçbela durarak, iki büklüm dal­
dı bahçenin karanlığına ve gözden kayboldu.

Zavallı beyefendi! Zılgıtı yemiştir mutlaka... Pantois Baba'ya ge­


lince, otuz frangını almayı başarırsa şanslı demektir!
67
Hanımdan yana çıkmak yapacağım en son şey olmakla birlikte bey
de çok ileri gitti diyebilirim yine de. Sen git alt tabakadan insanlarla
senli benli ol... Yakışık alacak bir durum değil ...
Hoş onun hayatına da hayat denmez ya... Kendince bir şeyler ya­
pıp durumu idare ediyor garibim ... Kolay değil elbette... Suya çamura
batmış olarak avdan geç saatte eve döndüğünde ve cesaretini toplamak
için şarkı mırıldandığında, işte o zaman hanımın bir dayak atmadığı
kalır ona.
- Bütün gün evde beni bir başıma bıraktığın için bravo sana...
- Ama biliyorsun ki tatlım...
- Kes sesini...
Mahkeme duvarı gibi yüzü, zehir diliyle saatlerce surat asıp dınur...
Bey de her yere peşinden gider, korkudan tir tir titreyerek kendini af­
fettirmek için zırvalar durur artık.
- Ama tatlım biliyorsun ki ...
- Git başımdan, saçmalayıp durma öyle...
Ertesi gün, doğal olarak, bey evden dışarı adım atmaz ve hanım ci-
yaklar:
- Ne diye acıdan kıvranır gibi dört dönüyorsun evde?
- Ama tatlım...
- Dışarı çık daha iyi, ava git mesela, beni bunaltma da hangi cehen-
neme gidersen git, sinirime dokunuyorsun... canımı sıkıyorsun... Def
ol ! . .
Öyle ki eli ayağına dolanır, n e yapacağını bilemez. . . gitmeli mi,
yoksa kalmalı mı! Güç iş onunkisi ... Nasılsa hanım gitse de bağıracak,
kalsa da, bey de gitmeye karar verir çoğunlukla. Böylece bağırtılan
işitmemiş olur.
Gerçekten de insanın içini paralıyor.
Geçen sabah birkaç parça çamaşırı çite sermeye çıkmıştım, beyi
gördüm, bahçe ile uğraşıyordu. Gece çıkan rüzgar yıldızçiçeklerini ye­
re sermişti, sınklara bağlıyordu onları.
Genellikle bey öğle yemeğinden önce dışarıda değilse eğer bahçe
ile uğraşır, daha doğrusu tarhlarının içinde bir şeylerle uğraşır gibi ya­
par. İçerdeki beladan kurtulma fırsatıdır bu onun için. Bu anlarda ){im­
se ona dırdır etmez. Hanımın yanında olmadığında tanınmayacak ka­
dar değişir. Yüzü güler, gözleri ışıldar. Zaten neşeli olan karakteri büs­
bütün çıkar ortaya. Gerçekten de kötü bir(değildir o. Evde benimle hiç
konuşmadığı gibi, o da hangi akla hizmetse, varlığımla yokluğumu
68
fark etmiyormuş gibi yapar. Ama dışarıda iş değişir; hanıma yakalan­
mayacağına iyice emin olmuşsa eğer gönül alıcı bir laf etmeden kesin­
likle geçmez yanımdan. Konuşmaya cesaret edemediği zamanlarda da
öylece bakar yüzüme. Demem o ki bakışı sözlerinden daha anlamlıdır.
Zaten ben de, her ne kadar onunla ilgili alınmış bir kararım yoksa da,
yaptığım her hareketle onu baştan çıkarmaktan ve onu deliye döndür­
mekten acayip zevk alınm .
Beyefendi yolun kenarındaki yıldızçiçeklerinin üzerine eğilmiş,
dişlerinin arasına da rafya telleri sıkıştırmış çalışıyordu. Yanından ge­
çerken hiç yavaşlamadan ona şöyle laf attım:
- Beyefendi doğrusu bu sabah çok hamaratlar...
- Ha. .. evet ya! diye yanıtladı... bu Allahın cezası yıldızçiçekleriDin
yüzünden, gördüğünüz gibi...
Beni biraz daha orada tutabilmek için şöyle dedi:
- Eee, Celestine? .. Umarım artık iyice alışmışsınızdır buralara?
Bu soruya takıldı kaldı, konu bulamıyor ki iki çift laf etsin. Ben yi-
ne de onu mutlu etmek için gülerek yanıtladım:
- Tabii efendim... elbette... alışıyorum işte...
- Hele şükür... Hah şöyle ... Hah şöyle...
Kazık gibi dikilmişti karşıma Sıcacık bakışı ile sarmalıyordu beni,
bir yandan da bana söyleyecek daha akıllıca bir şeyler bulacak kadar
zaman kazanmak için, Hah şöyle" diye tekrarlayıp duruyordu.
"

Dişlerinin arasında duran rafya tellerini çekip aldı, sırığın başına


bağladı. Bacakları ayrık, avuç içleri kalçalarında, gözkapaklan düş­
müş, gözlerindeki edepsiz bakışım gizlemeden haykırdı:
- Celestine, bahse girerim ki Paris'te iyi fingirdemişsinizdir... Ne
dersiniz, ha ... fingirdediniz mi?
İşte bunu hiç beklemiyordum doğrusu!.. Kahkahayı koyvermek
için dayanılmaz bir istek duydum ama yine de konumum gereği üzgün
bir ifade takınıp, kızarmaya çalışarak mahcup mahcup önüme baktım:
- Beyefendi yani... siz de! diyerek ufak yollu sitem ettim.
- Ne yani? diye üsteledi. Böyle gözlere sahip sizin gibi güzel bir
kız olacak da... mutlaka fingirdemişsinizdir. Fingirdemekle de iyi et­
mişsiniz doğrusu. Eğlenceyi severim ben ... canına yandığımının! Aşk­
tan yanayım ben, anasım satayım! ..
Bey kızıştıkça kızışıyordu. Güçlü kuvvetli, kaslı vücudunun aşkla
tutuştuğunu gösteren belirtileri çok iyi tanıyordwn. Kor gibi yanıyor­
du. Arzu ateşi fışkırıyordu gözbebeklerinden. "Bu ateşe buz gibi bir

69
duş iyi gelir" dedim içimden ve yavan olduğu kadar da asil bir tonda
şunları söyledim:
- Beyefendi yanılıyorlar... Beni diğer hizmetçileri ile kanşbrlyor­
lar heıbalde, beyefendi benim namuslu bir kız olduğumu biliyor olma­
War.
Bu hakaretin onurumu ne kadar kırdığını vurgulamak için büyük
bir ağırbaşlılıkla devam ettim:
- Beyefendi hanımefendiye şikayet edilmeyi hak ediyorlar.
Gider gibi yapb.m ... Beyefendi hemen koluma yapışn...
- Hayır... hayır, sakın ha! .. diye geveledi.
Bütün bunları kahkahayı basmadan söylemeyi nasıl başardım, bo­
ğazımı çın çın çınlatan bu kahkahayı orada tutmayı nasıl becerdim
acaba? İnanın ben de bilmiyorum gerçekten. ..
Beyefendiyi iyi madara etmiştim; çok komik bir duruma düşmüş­
tü. Koıkudan ve duyduğu rahatsızlıktan ağzı bir karış açık, nutku tu­
tulmuş, b.maklan ile ha bire kaşıyordu ensesini.
Yakınımızdaki yaşlı armut ağacının diken ve yosun istilasına uğra­
yan dallan yere eğilmişti, birkaç armut elin erişebileceği U7.3k1ıkta ası­
lı duruyordu. Armut ağacının komşusu kestane ağacının tepesine de bir
saksağan tünemiş alaylı alaylı ötüyordu; şinışirlerin gerisinde pusuya
yatan kedi bir yabanansma pati atmakla meşguldü. Bu sessizlik beye­
fendi için giderek daha katlanılmaz bir hal alıyordu. Neredeyse acılı
denebilecek çabalardan, dudaklarında gülünç çarpılmalara yol açan ça­
balardan sonra, bana sordu:
- Armut sever misiniz Celestine?
Yumuşamadım. Burnum havada, kayıtsız yanıtladım:
- Evet, efendim.
Kansına yakalanma koıkusu ağır basıp bir süre kalakaldı öylece,
sonra ani bir hareketle, arakçı bir çocuk hızıyla kopardı armudu dalın­
dan ve elime tutuşturuverdi. Öf be ! İçim acıdı. .. Dizlerinin bağı çözül-
·

müştü, titriyordu elleri ... vah zavallı m!..


- Alın şunu Celestine... önlüğünüzün alb.na saklayın. Size hiç ver­
miyorlar mutfakta, değil mi?
- Hayır, efendim.
- Madem öyle, size ben veririm ... ara sıra... çünkü... çünkü... sizin
mutlu olmanızı istiyorum ...
İçtenliği, bana karşı duyduğu arzu, sakarlığı, eli ayağının birbirine
dolaşması, sesindeki telaş, sapma kadar erkek oluşu, bunların tümü et-

70
kilemişti beni. Yüzümü azıcık yumuşattım, sert bakışlarımı hafif bir te­
bessümle gölgeledim, biraz cilveli biraz da alaylı bir sesle şöyle de­
dim:
- Ay!.. Ya hanımefendi sizi görseydi efendim?
Biraz tedirgin oldu ama evle aramızda paravan gibi duran kestane
ağaçlarını hatırlayınca hemen toparlayıverdi kendini, yumuşadığıını da
görünce büsbütün yiğitlik taslamaya başladı, el kol hareketleri yaparak
haykırdı:
- Hanımefendi, hanımefendi... o da kim oluyor? Ne yani? Tükür­
müşüm hanımefendinin içine! Fazla oldu artık! Canıma tak etti! Yeter
be! Hanımefendiden gına geldi bana...
Sertçe çıkışnm:
- Beyefendi hata ediyorlar... Beyefendi haksızlık ediyorlar... Hanı­
mefendi çok sevimli bir kadındır.
Yerinden sıçradı:
- Sevimli mi? dedi. O mu? Hey yüce Tanrım! Onun neler yaptığın­
dan haberiniz yok mu sizin? Hayatımı mahvetti. Erkeklik bırakmadı
bende, artık ben hiçbir şey değilim... Kimsenin aldırdığı yok bana,
memlekette beni adam yerine koyan bile kalmad.L .. Hepsi karımın yü­
zünden... Karım mı dedim? Ne karısı be! O ... O ... İneğin tekidir o ...
Evet Celestine o bir inek... inek... inek. ..
Ona ahlfilc dersi vermeye kalktım ve sesimi yumuşatarak söylevi­
me başladım. Hanımın enerjisine, yeteneklerine, düzenine yapmacık
övgüler yağdırdım. Her cümlemde biraz daha sinirleniyordu:
- Hayır, hayıır! O ineğin teki... inektir o!
Yine de onu biraz olsun yatıştırmayı başardım. Zavallı bey! Kedi­
nin fare ile oynaması gibi oynuyordum onunla. Bir bakışım yetiyordu
sinirini yatıştırmaya, hemen yumuşuyor, eveleme geveleme faslı baş­
lıyordu:
- Ne tatlı şeysiniz siz öyle... ne kadar sevimlisiniz! .. Çok iyisiniz...
Ama şu inek öyle mi?..
- Yapmayın efendim, lütfen ama...
Tekrar başlıyordu:
- Ne tatlı şeysiniz siz öyle! Oysa. .. basit bir oda hizmetçisisiniz...
Bir anda yanıma yalclaştı ve fısıldar gibi:
- Ah bir isteseydiniz Celestine?
- Neyi isteseydim?..
- İsteseydiniz ... Anlıyorsunuz... Pekfila da anlıyorsunuz, yalan mı?
71
- Yoksa beyefendi, hanımefendiyi kendisiyle aldatmamı mı istiyor­
lar? Yani şimdi beyefendi kendileri ile aşna fışne yapayım demeye mi
getiriyorlar?
Yüzümün aldığı ifadeyi yanlış yorumlamıştı ... gözü dönmüş, bo­
yun damarlan şişmiş, dudaklan ıslak bir halde ve ağzından salyalar
akıtarak boğuk bir sesle cevap verdi:
. - Aynen öyle! .. Evet ya... Aynen öyle!..
- Beyefendi aklından bile geçirmesinler bunu.
- Aklımda bundan başta bir şey yok ki Celestine...
Kıpkırmızı kesilmiş, kan yüzüne hücum etmişti:
- Beyefendi yine başlayacaklar galiba ..
Elimi tutmak, beni kendine çekmek istedi.
- Evet aynen öyle, dedi. . Bildiniz yine başlıyorum ... çünkü ... çün-
.

kü ... sizin için çıldırıyorum ... senin için deli divane oluyorum Celesti-
ne... çünkü başka bir şey düşünemez oldum... çünkü gözümü uyku tut-
muyor... çünkü bu beni hasta etti ... sakın çekinmeyin benden ... Kork­
mayın benden ... ben kaba biri değilim ... hamile bırakmayacağım sizi...
hayır.. Tanrı aşkına!.. söz veriyorum! Ben... ben ... biz... biz ...
.

- Bir kelime daha edin de göreyim beyefendi, bu kez, her şeyi an­
latırım hanımefendiye... Sizi bu durumda, bahçede ya bir gören olsay­
dı?
Son derece üzgün, mahcup, alıklaşmış, ellerini nereye koyacağını,
gözlerini ne yöne çevireceğine karar veremeden, kendiyle ne yapması
gerektiğini bilemeden kalakaldı öylece. Ayaklarının altındaki toprağa,
yaşlı armut ağacına, bahçeye bakıyordu görmeksizin. Yenik düşmüştü
sonunda Sırığa bağladığı rafya tellerini çözdü, yere serilen yıldızçi­
çeklerinin üzerine eğildi yeniden ... Son derece üzgün, yalvaran bir ses­
le inler gibi şöyle dedi:
- Biraz önce Celestine size... size... size laf olsun diye söyledim bu­
nu; sıradan bir şey... herhangi bir şey söyler gibi gelişigüzel söyleyi­
verdim işte... koca bir aptalım ben ... Lütfen alınmayın, darılmayın ba­
na... Sakın bunlardan bahsetmeyin hanımefendiye. Doğru ya, ya biri
bizi bahçede görseydi?
Gülmemek için kaçtım yanından.
Evet, gülmek geliyordu içimden ... bu arada hoş bir duyguya da
kapılmıştım, nasıl anlatılır bilmem ki, annelik duygusu gibi bir şeydi
herhalde. Aslında beyefendi yatağa girmek için seçeceğim biri değildi
ama ne fark ederdi ki, ha bir fazla, ha bir eksik? Bu zavallı koca bebe-

72
ğe biraz mutluluk tattırmış olurdum hiç olmazsa, öyle yoksun kalmiş­
tı ki bundan! Ben de nasiplenmiş olurdum bu arada çünkü aşkta baş­
kalarına mutluluk vermek, başkalarından almaktan belki de daha bü­
yük bir mutluluktur. Okşamalarına tenimizin kayıtsız kaldığı dınum­
larda bile, gözleri fırıldak gibi dönen korumasız bir çapkının kolları­
mızda eridiğini görmekten daha hoş ve daha saf bir duygu olabilir mi
hiç? Dahası hanımefendiye inat, bu çok da eğlenceli olurdu ... bekle de
gör gönlüm ! ..
Beyefer.Ji bütün gün bir yere kıpırdamadı. Yıldızçiçeklerini dikleş­
tirdi, öğleden sonrayı da odunlukta geçirdi. Dört beş saat kadar hırsla
odun kırdı. Çamaşırhaneden baltanın demir takoza indikçe çıkardığı o
sesleri bir tür gururla dinledim.

Dün, bey ve hanını tüm öğleden sonrayı Louviers'de geçirdiler.


Beyin dava vekili ile randevusu varmış, Hanımın da terzisi ile.
Ben de fırsattan istifade, Rose'u ziyaret ettim. O meşhur pazar gü­
nünden beri görmemiştim onu. Yüzbaşı Mauger'yi tanımak da hiç fe­
na olmadı hani. Herif tam bir kaçık, pek rastlanmayacak türden, inanın
abartmıyorum. Gözünüzün önüne bir sazan balığı kafası getirin, kırlaş­
mış uzun keçi sakalı ve bıyıkları olsun ... Son derece ruhsuz, son dere­
ce asabi, son derece huzursuz, yerinde duramıyor, dwmadan çalışıyor,
kfilı bahçede, kfilı marangozhane niyetine kullandığı hap kadar odada;
bir yandan da, askeri marşlar söylüyor ve alayın borazancısını taklit
ediyor.
Bahçe çok güzel; eski tür. Artık hiç rastlanmayan, sadece eski za­
man kırlarında ve bir de yaşlı papazların bahçesinde bulunan soyu tü­
kenmiş çiçeklerin dikildiği kare biçiminde tarhlara bölünmüş...
Oraya vardığımda Rose bir akasya ağacının gölgesine yerleştirilen
rustik bir masanın başına keyifle kurulmuş, dikiş sepetini de önüne al­
mış çorapları yamıyordu. Yüzbaşı ise çimenlik bir alana çömelmiş, te­
pesine eskiden kalma sipersiz bir polis başlığı geçirmiş, bir gün önce
delinen sulama hortumunun su kaçıran deliklerini tıkamaya çalışıyor­
du. Çok sıcak karşıladılar beni. Rose, bir kabnerli papatya tarhını ça­
palayan küçük yamağa bir şişe likör ve birkaç tane de kadeh getirme­
sini buyurdu.
Karşılıklı nezaket sözcüklerinden sonra:
- Ee! diye söze başladı Yüzbaşı, şu sizin Lanlaire gebennedi mi ha­
la?.. Bu ünlü ahlfilcsızın evinde çalıştığınız için başınız göğe erse yeri-

73
dir... Size acıyorum ... ya öyle işte sevgili hanım kızım.
Beyefendi ile bir zamanlar iyi komşu, aynlmaz ilci dost olduklarım
anlattı. Ancak Rose konusunda çıkan bir tartışma yüzünden ölünceye
kadar küs kalacaklarını söyledi. Bizim beyefendi, Rose'u masasına bu­
yur ettiği için yüzbaşıyı kendi sınıfına ihanet ebnekle suçlamışmış me­
ğer.
Öyküsünü yanda kesti ve beni kendi tarafına geçirmek ister gibi
şöyle söyledi:
- Masama buyur ebniştim! Ya yatağıma da buyur ebnek istersem?
Hadi canım sen de! Hakkım yok muymuş yani? Bu onun üstüne mi va­
zifeymiş?..
- Elbette hayır, Yüzbaşım.
Rose iç geçirerek mahcup bir sesle şöyle söyledi:
- Yalnız bir adam... bu çok normal değil mi? ..
Nerdeyse birbirlerine sille tokat girecekleri bu kavgadan sonra, es­
ki dostlar zamanlarını mahkemede geçiriyorlarmış, ölesiye nefret edi­
yorlarmış birbirlerinden.
- Ben, diye itiraf etti Yüzbaşı, bahçemde ne kadar taş varsa hepsi­
ne çitten aşağıya, Lanlaire'lerin bahçesine fırlatıyorum. Cama, çerçe-
veye isabet ederse o da onun talihine... aslında benim talihime diyelim
daha iyi . . Ah domuz herif ah! Neyse... çok geçmeden siz de görürsü-
.

nüz...
Bu sırada bahçedeki bir taş ilişti gözüne, davrandı taşa, tuzak ku­
ran avcı gibi kendini göstermeden yerde sürünerek çite doğru gitti ve
var gücüyle fırlattı taşı bizim bahçeye. Kınlan bir camın şangırtısı du­
yuldu. Zafer kazanmış biri gibi yanımıza geldi. Sarsıla sarsıla, katıla
katıla, ilci büklüm olmuş gülüyor, şarkı mırıldanır gibi de şöyle söylü­
yordu:
- Bir cam daha sizlere ömür... camcı geçerse bu iş olur...
Rose onu bir annenin sevecen bakışları ile izliyordu, hayranlık do­
lu sesi ile şöyle dedi bana:
- Ne tuhaf biri... ne kadar da çocuksu... yaşına göre ne kadar da
genç duruyor! ..
Birer kadeh yuvarladıktan sonra, Yüzbaşı Mauger bahçeyi gez­
dirmek istedi bana. Rose astımını ileri sürerek bize eşlik edemeyeceği­
ni bildirdi üzülerek, fazla gecikmememizi tembihlemeyi de ihmal et­
medi bu arada
- Zaten gözüm üstünüzde, dedi şaka yollu.

74
Yüzbaşı beni patikaların, çevresi şimşirlerle çevrili evleklerin, çi­
çekle dolup taşan tarhların arasında gezdirdi. Her seferinde, "Lanlaire
domuzu"nun bahçesinde bunlardan olmadığını hatrrlatmayı ihmal et­
meyerek söylüyordu en güzel çiçeklerin ismini. Birdenbire çömelerek
turuncu renkte mini minnacık, çok tuhaf ve çok sevimli bir çiçek ko­
pardı. parmaklarının arasında yavaşça sapını döndürerek bana:
- Bundan hiç yediniz mi? diye sordu.
Bu nıhaf soru karşısında o denli şaşımıışbm ki ağzım kilitlendi
adeta Yüzbaşı açıkladı:
- Ben yedim. Tadı çok güzeldir. Burada gördüğünüz çiçeklerin, is­
tisnasız, hepsinden yedim. Tadı ister güzel olsun, ister o kadar güzel
olmasın, isterse hiçbir şeye benzemesin ... fark etmez ... Ben yerim her
şeyi...
Göz kuptı, dilini şaklattı, kamına vurdu elini ve bir kez daha:
- Ben yerim her şeyi, dedi meydan okurcasına.
Yüzbaşı'nın bu garip açıklamayı yapma tarzından, hayattaki tek
övünç kaynağının her şeyi yemek olduğunu anladım, başka numarası
yoktu anlaşılan. Bu takınbSını pohpohlayıp kafa bulmak için:
- Hakkınız var Yüzbaşım, dedim.
- Elbette ya, diye yacıtladı, kolbıkları kabarmıştı. Yediğim sadece
bitki değil ha! .. Hayvanları da yerim ... Kimsenin yemediği... adım sa­
nını bilmediği hayvanları ... ben yerim her şeyi.
Gezintimize, çiçekli tarhların etrafından dolanarak, kırmızı, mavi,
sarı, rengarenk o güzelim taçyaprakların bizi selamladığı daracık pati­
ka yollardan geçerek devam ettik.
Çiçekler yüzbaşının iştahını kabartmış gibiydi. Dili, hafif ve ıslak
bir ses çıkararak dolaştı çatlak dudaklarında. Şöyle dedi bana:
- İtiraf etmeliyim ki yemediğim ne bir böcek, ne bir kuş, ne de bir
solucan kaldı ... Kokarca yedim ... karayılan yedim ... fare, çekirge, tır­
tıl .. ne varsa. .. hepsini yedim. Bu yörede bunu bilmeyen yoktur, ya!
.

Ölü ya da diri, kimsenin bilmediği, o zamana kadar hiç görmediği bir


hayvana rastlamasınlar, anında, ''Yüzbaşı Mauger'ye götürelim!" der­
ler ve getirirler. Ben de afiyetle yerim hayvanı. Özellikle de kış ayla­
rında, büyük soğuklar başlayınca bilmediğimiz kuşlar geçer buralar­
dan... Amerika' dan, belki de daha uzak diyarlardan gelirler bu yöreye.
Onlan bana getirirler, ben de yerim. Yeryüzünde benim kadar çeşit ta­
nıyan, tat bilen bir başka birisinin daha olmadığına kalıbımı basarım.
Ben yerim her şeyi...

75
Gezi tamamlanınca akasyalanıı altındaki yerimize geçip onırduk.
Gittnek için izin istemeye hazırlandığım sırada yüzbaşının bağırdığım
duydum:
- Durun da size kesinlikle şimdiye kadar hiç görmediğiniz, çok il-
ginç bir şey göstereyim, dedi ve çınlayan bir sesle:
- Kleber ! .. Kleber! .. diye seslendi.
Bu arada da bana açıklama yaptı.
- Kleber benim gelinciğim olur... olağanüstü bir yarabktır...
Bir kez daha seslendi:
- Kleber ! .. Kleber!..
Tam o sırada üstümüzdeki dalda bir kıpırtt oldu. Pespembe bir su­
rat çıktı ortaya yeşil ve altın sansı yaprakların arasından, dünya tatlısı
bir çi'"' minik siyah göz cin gibi bize bakıyordu parıldayarak.
- Hah ! . . Uzaklarda olmadığını biliyordum zaten... Hadi, gel yanı­
ma Kleber! .. Psstt! ..
Hayvan dalın üstünde sürünerek gövdeye doğru kaydı ve tırnakla­
rım ağacın kabuğuna geçirerek dikkatlice aşağıya indi. Yer yer pas ren­
ginde beneklerle bezenmiş bembeyaz kürkle kaplı gövdesinin hareket­
leri esnek, yılan gibi zarif ve kıvraktı. Yere değer değmez iki sıçrayış­
ta Yüzbaşı'nın dizine oturdu, o da büyük bir keyifle okşamaya başladı
tüylerini.
- Oh! Cici Kleber!.. Ah benim sevimli, küçük Kleber'im ! . .
Sonra d a bana döndü:
- Bu kadar munis, insana bu kadar yakın bir gelincik gördünüz mü
hayatınızda? Minik bir köpek sanki, bahçede nereye gitsem peşimden
gelir. Seslenmem yeter, başı dimdik, kuyruğunu bir sağa bir sola salla­
yarak anında biter yanımda Bizimle yer, bizimle yatar. Bu minik ya­
ratığı, ne yalan söyleyeyim, insana değişmem. Mesela geçenlerde üç
yüz frank verdiler de kabul etmedim. Bin franga, iki bin franga ... yine
de vermem Kleber'i. Gel yanıma Kleber...
Hayvan başını sahibine doğru kaldırdı, sonra üstüne çıktı, omuzla­
rına tırmandı, binbir maskaralık ve sevgi gösterisinden sonra bir fular
gibi dolandı Yüzbaşı'nın boynuna Rose'un sesi çıkmıyordu, keyfi
kaçmışa benziyordu.
Birdenbire şeytani bir fikir geçti aklımdan ve damdan düşer gibi
soruverdim:
- Ama yine de gelinciğinizi yemeyeceğinize bahse girerim yüzba­
şım. Yanılıyor muyum?

76
Yüzbaşı derin bir şaşkınlık, ardından da sonsuz bir acı ile baktı yü­
züme ... Gözleri irileşti, dudakları titredi.
- Kleber'i mi? diye kekeledi ... Kleber'i yemek ha?
Her şeyi yemiş biri olan bu adama böyle bir soru şimdiye kadar hiç
sorulmamıştı besbelli. Yemeye son derece elverişli yeni bir lezzet dün­
yası ile karşı karşıyaydı şimdi.
- Ama, yine de gelinciğinizi yemeyeceğinize bahse girerim Yüzba­
şım, yanılıyor muyum? diye üsteledim acımasızca.
Ürkek, endişeli, gizemli ve karşı konulmaz bir dürtü ile sarsılmış
olarak kalktı oturduğu banktan yaşlı Yüzbaşı... son derece huzursuzdu.
- Ne demiştiniz? Tekrarlayın bakalım! dedi kekeleyerek.
Her sözcüğün üstüne bastıra bastıra üçüncü kez söyledim acımasız­
ca:
- Ama, yine de gelinciğinizi yemeyeceğinize bahse girerim, yanı­
lıyor muyum? ..
- Gelinciğimi yemez miyim? .. Ne dediniz siz? .. Gelinciğimi yeme­
yeceğimi mi söylediniz? .. Aynen öyle dediniz, değil mi? .. Eh madem
öyle görün bakalım yer miymişim, yemez miymişim? .. Ben yerim her
şeyi ...
Gelinciği kaptığı gibi, ani bir hareketle, bütün bir ekmeği ikiye bö­
lercesine, minik hayvanın işini bitirdi. Sarsıntı ve kasılma yaşamadan,
can çekişmeye bile fırsat bulamadan ölen hayvanın cansız bedenini pa­
tikanın kumlarına fırlatıp attı ve Rose' a seslenerek:
- Akşama yahnisini yaparsın artık! dedi ve anlamsız, delice hare­
ketler yaparak koştu, eve kapandı.
Orada, birkaç saniye içinde, söze sığmaz gerçek bir vahşete tanık
olmuştum, Biraz önce çevirdiğim korkunç oyunun şaşkınlığı içinde,
oradan ayrılmak için yerimden kalktım. Betim benzim solmuştu. Rose
beni geçirdi ... Gülümsüyordu.
- Olanlara kızmadım, dedi sır verir gibi. Gelinciğe karşı duyduğu
sevgi fazla abartılı idi. Başka şeyi sevmesine tahammül edemiyorum,
çiçeklere olan aşın düşkünlüğü yetmiyormuş da sanki...
Kısa bir aradan sonra devam etti:
- Bu olanlardan sonra sizi kolay kolay affetmeyecektir, benden
söylemesi. Böyle bir adama meydan okumak sizin neyinize a kuzum ...
Öyle ya! Ne de olsa eski bir asker!
Birkaç adımdan sonra da şöyle dedi:
- Aman yavrum dikkat, siz siz olun ayağınızı denk alın ! Kasabada

77
dedikodunuzu yapmaya başlamışlar bile. Geçen gün, bahçede, sizi
Mösyö Lanlaire'le görmüşler galiba Ne büyük düşüncesizlik bu böy­
le... Yalanım yok, bu adam sizi anında kanclınverir tatlı dili ile, eh şim­
diye kadar kandımıamışsa elbette ... Neyse, siz dikkatli olun yeter. Bu
adamla ilk seferde... hop! bir çocuk. .. unubnayın bunu.
Arkamdan bahçe kapısını kapatırken de şunları ekledi:
- Hadi size güle güle, ben de gidip yahni.mi koyayım ateşe bari...
Bütün gün, minik gelinciğin patikanın kumlan üzerindeki cansız
bedeni gitmedi bir türlü gözümün önünden.

O akşam yemekten soma sıra tatlı ve meyve servisine geldiğinde


hanımefendi sert bir dille şöyle çıkıştı bana:
- Canınız erik çekince bana söyleyin, veririm ya da vermem o ba­
na kalmış, ama siz siz olun sakın benden habersiz bir daha dokunma­
yın onlara...
Diklendim:
- Ben hırsız değilim hanımefendi, erik de sevmem üstelik.
Hanım üsteledi:
- Ben size erik almışsınız diyorum...
Cevabımı yapıştırdım:
- Hanımefendi mademki hırsız olduğumu düşünüyorlar hesabımı
kessinler olsun bitsin...
Hanımefendi elimdeki erik tabağını hırsla alarak:
- Bu sabah beyefendi beş tanesini yemişti ... Otuz iki tane erik vardı
toplam. Oysa yirmi beş tane kalmış şimdi. İkisini de siz araklamışsınız
anlaşılan. Sakın bir daha deneyeyim demeyin! ..
Doğruydu söylediği, iki tanesini yemiştim. Demek ki hiç üşenme­
den tane tane saymış erikleri!
Olamaz! .. Böylesini ne gördüm ne duydum bugüne kadar hayatım­
da!

78
v

28 Eylül.

nnem ölmüş. Haberi bu sabah aldım. Memleketten yazmışlar. At­


Atığı dayaklardan başka bir şeyini anımsamasam da, içimi kor gibi
yaktı bu haber. Ağladım... ağladım... ağladım... Hanımefendi beni böy­
le ağlaxken görünce:
- Yine ne oldu, bu ne hal böyle? diye sordu.
- Annem, zavallı annem ölmüş! .. diye yanıtladım.
- Acı bir olay... ama elimden bir şey gelmez...Yine de, ev işlerini
aksatmamak gerek, dedi her zamanki sesiyle.
Deyip diyeceği bu oldu . Vah! Vah! Vah! Gerçekten de iyilik yanı­
. .

na bile uğramamış bu kadının...

79
Beni en çok üzen ise, annemin ölümüyle, minik gelinciğin öldürül­
mesi arasında bir bağlanu kurmam oldu. Tann'nm gazabına uğradığı­
mı, yüzbaşıyı Kleber 'i öldürmek zorunda bırakmasaydım annemin
belki de ölmeyeceğini düşündüm. Annemin Kleber'den önce öldüğü­
nü binlerce kez kendime tekrarladıysam da kar etmedi, sonuç aynıydı;
öyle ya da böyle, aynı kapıya çıkıyordu. Bu düşünce vicdan azabı gibi
bırakmadı peşimi .gün boyu.
Ne çok isterdim orada olmayı... Ama Audierne buradan o kadar
uzak ki... dünyanın öbür ucu sanki... Param da yok üstelik. Zaten ilk
aylığımdan bana hayır gelmeyecek, bu işi bulan büroya gidecek, yer­
siz yurtsuz kaldığım günlerden biriken birkaç kuruş borcumu bile te­
mizleyemeyeceğim bu gidişle.
Öte yandan, gideceğim de ne olacak yani? Erkek kardeşim asker,
bir gemide görev yapıyor ve şimdi Çin' de, öyle olmalı, çünkü uzun za­
mandır haber alınamadı ondan. Kız kardeşim Louise'e gelince, kim bi­
lir nerelerdedir şimdi? Hiç haberim yok. .. Jean le Duff"ün arkasına ta­
kılıp Concarneau'ya gitmek üzere evden kaçtığından beri onu ne gö­
ren var ne de nerede olduğunu bilen. Orada burada sürtüyordur ama
kim bilir nerde? Belki de o tür evlerden birindedir, belki o da ölmüş­
tür... Hatta belki erkek kardeşim bile ölmüş olabilir...
Öyle ya, neden gidecekmişim oraya? Elime ne geçecek sanki? Ki­
mim kimsem kalmadı orda, annemden de bir şey kalmamıştır, eminim
bundan. Birkaç pılı pırtı, bir iki de mobilya; arkasında bıraktığı içki
borcunu bile karşılamaz bu eşyalar.
Yine de çok garip... Hayatta iken aklıma bile getirmezdim onu.
Görme isteği duymazdım hiç ... İşyerimi değiştirirken yazardım sade­
ce, yeni adresimi bildirmek için olurdu o da... Beni çok dövdü ... Sürek­
li sarhoş olan bir annenin yanında çok mutsuz geçti çocukluğum. Ama
durup dururken öldüğünü öğrenmek beni yasa boğdu. Kendimi hiç bu
denli yalnız hissetmemiştim ...
Çocukluğum o kadar berrak ki belleğimde... Yaşamın zorlu başlan­
gıcında çevremde kim varsa, ne varsa, hepsini anımsıyorum... Bir yan­
da alabildiğine mutluluk, öte yanda ise sonsuz mutsuzluk var... dünya
hiç de adil değil.
Bir gece, cankurtaran vapurunun acı acı çalan siren sesi ile sıçraya­
rak uyandığımızı anımsıyorum, oysa çok küçüktüm. Ah! Fırtınada ve
gece karanlığında bu çağrılar ne de iç kararncıdır!.. Bir gün öncesinde
başlayan rüzgar fırtına halinde esiyordu. Limandaki dalgalar bembe-
80
yaz ve kudurgandı. Birkaç şalupa dışında limana girmeyi başaran ge­
mi olmamıştı. Ötekiler ise, zavallılar, kuşkusuz tehlikede idiler.
Annem, babamın Sein Adası yakınlannda balığa çıktığını bildiği
için fazla endişeli değildi. Daha önceleri de sık sık olduğu gibi bu se­
fer de adanın limanına sığınmış olacağını umuyordu. Yine de, cankur­
taran gemisinin siren sesini duyar duymaz bembeyaz bir suratla titre­
yerek kalkmıştı yatağından. Alelacele büyük bir yün şalla beni sarıp
sannaladığı gibi dosdoğru iskelenin yolunu tuttu. Ablam Louise artık
büyümüştü, ağabeyim ondan biraz daha küçüktü, peşimize takıldılar,
bir yandan da avaz avaz bağınyorlardı:
- Ah! Kutsal Bakire! .. Ah! Sevgili İsa ..
Annem de onlar gibi:
- Ah ! Kutsal Bakire! .. Ah! Sevgili İsa! .. diye bağmyordu.
Daracık sokaklar insan kaynıyordu, kadınlar, yaşlılar, ufacık ço­
cuklar, herkes sokağa dökülmüştü. Rıhtımdaki gemilerden gıcırtılar
yükseliyor, ürkek gölgeler koşuşturup duruyordu. Şiddetli esen rüzgar
yüzünden kimse duramıyordu orada, üstelik bir de dalgalar vardı. Ka­
baran dalgalar taş döşeli yolun üstünde gülle gibi patlıyor, geri çekilir­
ken de ne var ne yok tümünü silip süpürüyordu. Annem, "Ah! Kutsal
Bakire!.. Ah! Sevgili İsa! .." diyerek, koyun çevresinden dolanıp fene­
re kadar uzanan patikadan ilerledi. Her yer zifiri karanlıktı; kendisi de
simsiyah olan denizin üzerinde arada sırada, ta ilerdeki fenerin ışığı
vurdukça koca kayalar ve kabaran dalgalar ağarmak.taydı. "Ah! Kutsal
Bakire! .. Ah! Sevgili İsa! .." Bu sarsıntılara rağmen ve bir şekilde on­
lar sayesinde beşikteymişçesine sallanarak, rüzgara rağmen ve onun
sayesinde sersemlemiş bir halde, annemin kollarında mışıl mışıl uyu­
muşum. Tavanı basık bir odada açtım gözlerimi. Arkadan gördüğüm
karaltıların ortasında, hüzünlü yüzlerin ortasında, sürekli hareket ha­
lindeki kolların ortasında, sağında ve solunda mum yanan portatif bir
yatağın içinde, büyük bir ceset gördüm... "Ah! Kutsal Bakire ! . . Ah!
Sevgili İsa! .." Korkunç bir cesetti bu; upuzun ve çıplak, kaskatı, yüzü
ezilmiş, kollan bacak.lan kanlı kesiklerle, mor lekelerle dolu bi.İ ce-
set... Bu benim babamdı.. .
Hfila gözümün önünde... saçları kafasına yapışmıştı, saçlarına karı-
şan deniz yosunlan taç gibi duruyordu başında. Erkekler üstüne eğil­
miş, sıcak yünlü bezlerle vücudunu ovuşturuyor, ağzından hava üflü­
yorlardı. Belediye başkanı oradaydı, papaz efendi oradaydı, gümrük
muhafaza müdürü oradaydı, sahil güvenlik komutanı oradaydı ... kork-

81
tum, şalı üstümden attığım gibi bu adamlann bacaklarının arasından
geçerek, döşemenin ıslak zeminine basa basa koşmaya başladım; bir
yandan da avazım çıktığı kadar bağırarak annemi, babamı çağmyor­
dum. Komşu kadınlardan biri beni kucaklayıp götürdü...

İşte o günden sonra annem kendini delice içkiye verdi. önceleri


sardalye konserve fabrikalarında çalışmayı denedi ama hep kör kütük
sarhoş dolandığı için hiçbir patron barındırmadı onu yanında. O da eve
kapandı; huysuz, kederli ha bire içti. Midesinde içkiye yer kalmayınca
da bizi döverdi... Nasıl oldu da elinde kalmadım, Allah bilir...
Evde durmaz, her fırsatta kaçardım ben. Günümü rıhtımda sürte­
rek, bahçelerden bir şeyler araklayarak, deniz çekildiğinde su birikin­
tilerinde bata çıka yürüyerek geçirirdim, ya da Plogoff Yolu üzerinde­
ki, denizden esen rüzgardan uzak, sık çalılarla kaplı, bol otlu bir yama­
cın kuytusunda, akdikenler arasında küçük oğlan çocukları ile alt alta
üst üste oynaşır dururdum. Akşam olup da eve döndüğümde, çoğu kez
annemi yerdeki taşların üstünde, eşiğe enlemesine serilmiş, ağzında
kusmuklar, elinde kırılmış bir şişeyle kendinden geçmiş bir durumda
bulurdum. Üstünden atlayıp içeri girdiğim çok olmuştur. Bir de ayıl­
ması vardı, düşman başına .. Dellenirdi; yalvarma yakarmalanma, çığ­
lıklarıma aldırmaz yataktan sürükleyerek çıkarır, peşimden gelir, üs­
tümde tepinir, beni mobilyalara çarpar bir yandan da:
- Seni geberteceğim!.. Geberteceğim seni ! .. diye bağırırdı.
Öleceğimi sandığım çok olmuştur.
Daha sonra içki parasını kazanabilmek için fuhuşa döktü işi. Gece,
her gece evimizin kapısına hafif hafif vurulduğunu duyardık. Tayfanın
biri gelir, odanın içini güçlü bir deniz ve balık tuzu kokusuna boğardı.
Yatağa girer, bir saat kalır ve giderdi... Soma bir diğeri gelir, o da ya­
tağa girer, bir saat kadar kalır ve giderdi ... B u iğrenç gecelerin karan­
lığında kavga dövüşler yaşanır, korkunç çığlıklar duyulurdu, çoğu kez
de jandarmalar gelip olaya el koyarlardı.
Yıllar yılları kovaladı aynı biçimde... Hiçbir yerde istenıniyorduk;
ne ben, ne ablam, ne de ağabeyim. Sokakta insanlar bizden kaçıyorlar­
dı. Bazen dilenmek bazen de hırsızlık yapmak için kapılarına gittiği­
miz saygıdeğer ev sahipleri bizi taşla kovalarlardı. Ve bir gün ablam
Louise evden kaçtı; bir süredir o da annem gibi tayfalarla düşüp kalkı­
yordu. Ardından da ağabeyim gitti; gemide miço oldu. Annemle bir ba­
şıma kaldım böylece.
82 F6ARXA/Oda Hizmetçisinin GünlfiAiJ
Daha henüz on yaşında iken namus elden gitmişti. "Anasının kızı"
olmuş, bu acı ve kötü örnekten aşka dair pek çok şey öğrenmiştim, dü­
şüp kalktığım oğlan çocukları ile müstehcen oyunlar oynaya oynaya
ahlfilam iyice bozulmuş, vücudum da vaktinden önce gelişmişti. Bun­
ca dayağa, imkansızlıklara rağmen, mis gibi deniz havası ile büyümek­
ten, özgür ve güçlü olmaktan olsa gerek, öyle serpilmiştim ki on bir
yaşında ergenlik çağının ilk heyecan ve sarsıntılarını tanımıştım bile.
Çocuk görünümümün altında bir kadındım adeta.
On iki yaşında tam anlamıyla kadın oldum. Bakirelik gitmişti el­
den. Tecavüze mi uğramıştim? Hayır kesinlikle. Peki kendi rızamla mı
olmuştu? Eh ... aldığım kötü eğitimin ve bozulan ahlfilamm sınırları
çerçevesinde olayı saflık ve bönlüğe varan bir doğallıkla kabullenişim
düşünülürse ... Bir pazar günü, kilisedeki büyük ayinden sonra, sardal­
ye fabrikalarından birinin ustabaşılığını yapan, teke gibi pis kokan, bir
o kadar da kıllı olan, kirli ve çalı gibi saçı sakalından yüzü görünme­
yen ihtiyarın teki beni Saint-Jean taraflarındaki kumsala sürükledi. Or­
da, yalıyarm kuytu bir köşesinde, martıların yuva yaptıkları, tayfaların
denizde buldukları yitik ıvır zıvırı ara sıra sakladıkları karanlık bir ma­
ğarada, çürümüş yosunlardan yapılmış bir döşeğin üstünde, direncim­
le karşılaşmadan, bir portakal karşılığında, bana sahip oldu! .. Çok ga­
rip bir adı vardı: Mösyö Cleophas Biscouille...
İşte size, okuduğum hiçbir romanda açıklamasını bulamadığım,
akıl almaz, bir durum... Mösyö Biscouille çirkindi, kabaydı, iticiydi,
dahası, dört beş sefer daha beni alıp götürdüğü o karanlık mağarada
ondan hiçbir zevk almadığımı söyleyebilirim, hatta tam tersine. Hal
böyle iken, onu ne zaman düşünsem, -o olayı sık sık düşünürüm- na­
sıl oluyor da bu adamı lanetlemiyor, ondan nefret etmiyorum? Bu ola­
yı hoşnutlukla hatırladığımda sanki büyük bir minnet. .. büyük bir sev­
gi ve üstelik o iğrenç kişiyi, yosun döşeğin üstündeki o hali ile bir da­
ha göremeyeceğim düşüncesi ile neredeyse gerçek bir acı duyanın.
Hazır sırası gelmişken, her ne kadar önemsiz kalsam da yanların­
da, büyük insanların yaşamöyküsüne benim de kişisel, bir katkım ol­
sun isterim, eğer müsaade buyurursanız efendim ...

Mösyö Paul Bourget, geçen yıl yanına oda hizmetçisi olarak girdi­
ğim Kontes Fardin'in yakın dostu, aynı zamanda da akıl hocasıydı.
Son derece karmaşık kadın ruhunun derinliklerine inmeyi başaran tek
kişi olarak sözü geçerdi hep. Bu hastalıklı tutku vak.asını çözer umudu

83
ile, ne yalan söyleyeyim, ona yazmayı düşündüm pek çok kez. Bir tür­
lü cesaret edemedim. Böyle bir saplanbnın bu denli önemli olması şa­
şırtmasın sizi. Bu tür saplantıların hizmetçilere göre olmadığım bilmi­
yor değilim elbette ama gelin görün ki, kontesin davetlerinin tek konu­
su psikolojiydi. Düşüncelerimizin efendilerimizin düşüncelerine göre
şekillendiği kabul edilen bir savdır ve aynca salonlarda konuşulanların
aynısı mutfakta da konuşulur. İşin acı tarafı bizlerin, mutfakta tartıştı­
ğımız kadınlık durumlarını açıklama ve çözümleme yeteneğine sahip
bir Paul Bourget'mizin olmamasıydı. Mösyö Jean'ın yaptığı açıklama­
lar beni tatmin etmekten uzaktı.
Günlerden bir gün, hanımefendi bu ünlü üstada "acele" bir mektup
iletmemi istedi. Cevabı bizzat kendisi tuttışturdu elime. Aklımı kurca­
layan bu vakayı, bu müstehcen ve gizemli olayı bir arkadaşımın başın­
dan geçmiş gibi yaparak ona sormak için fırsat bu fırsat diye düşün­
düm. Mösyö Paul Bourget şöyle sordu bana:
- Bu "arkadaşım" dediğiniz kişi nasıl biri? Halktan biri mi? Fakir
fukara takımından olmalı, doğru mu bildim?
- O da benim gibi bir oda hizmetçisi, saygıdeğer üstadım.
Mösyö Bourget yüzünü buruşturdu, bir horgörü ifadesi belirdi su­
ratında. Lanet olası! Yoksulları sevmezmiş meğer...
- Ben bu ruhlarla ilgilenmiyorum, dedi. Bunlar güdük ruhlar... Ruh
bile sayılmazlar aslında. .. Benim psikoloji alanımın dışında kalır bun­
lar...
Anladım ki bu çevrede ruhtan sayılmak için en az yüz bin franklık
bir gelire sahip olmak gerekirmiş ...
Bu Paul Bourget, Mösyö Jules Lemaı
"tre'e hiç benzemiyor. Mösyö
Jules Lemaı"tre de evin müdavimlerindendi. Aynı soruyu ona da sor­
dum. Kolunu belime doladı ve şöyle dedi kibarca:
- Yani anlayacağınız tatlı Celestine, arkadaşınız iyi bir kız, hepsi
bu kadar. Size benzeyen biri ise eğer ona bir çift sözüm var, ne oldu­
ğunu siz iyi bilirsiniz... Ha!..Ha! ..Ha!..
Hiç olmazsa o, kambur ve şakacı bodur kır tanrısı görüntüsüyle ba­
na poz yapmaya kalkışmadı. İyi çocuktu Allah için ... Gidip de papaz­
lara karışması ne acı ...

Pontcroix. Düşkünler Evi'nin rahibeleri, sevimli ve akıllı bulup ha­


lime acıyarak beni sokaktan toplamasalardı eğer, yaşadıklarımdan son­
ra o Audieme denen cehennemde halim nice olurdu bilemiyorum.
84
Kendi çıkarları için beni alıkoymak, benden yararlanmak amacıyla kü­
çücük yaşımı, cehaletimi, utanç verici ve berbat konwnumu kötüye
kullanmadılar. Demem o ki, bu tür evlerde sonu cinayete kadar uzanan
insan sömürüsüne sık sık rastlanmıştır çünkü. Bu rahibeler, geçinecek
paralan olmamasına karşın ona buna el açmaya, evlere gidip dilenme­
ye bile kalkışmayan, çekingen, merhametli, temiz yürekli kadıncıklar­
dı. B azen tam bir yoksunluk yaşanırdı evlerinde ama biz yine de idare
ederdik elimizden geldiğince... Yaşamın bunca zorluklarına karşın ne­
şelerinden bir şey kaybetmez, şen şakrak şarkı söylerlerdi durmadan.
Yaşam karşısındaki cehaletlerinde içe dokunan bir şey vardı, sonsuz ve
alabildiğine iyiliklerini daha iyi anlayabildiğim bugün ise bu cehalet
gözlerimi yaşartıyor.
Bana okumayı öğrettiler, yazmayı, dikiş dikmeyi, ev işi görmeyi
öğrettiler. Gerekli şeyleri öğrendiğime iyice kanaat getirdiklerinde de
beni, karısı ve iki kızıyla Comfort yakınındaki yıkık dökük bir ,tür kü­
çük şato olan evine yaz aylarında gelen emekli bir albayın yanına orta
işleri gören hizmetçi olarak yerleştirdiler. Bu insanlar merttiler mert
olmasına ama suratlarından keder akıyordu; bir keder, bir keder sorma­
yın gitsin... Takıntıları da vardı üstüne üstlük! Yüzleri hiç gülmezdi,
giysileri de yüzleri gibiydi, siyahtan başka renk yoktu ki biraz neşe
katsın görüntülerine. Albay şatonun çatı katına bir torna yerleştirtmiş,
gününü orda geçiriyordu tek başına; ya şimşirden yumurtalıklar ya da
ev hanımlarının "yumurta" dedikleri ve kadın çoraplarının kaçan kı­
sımlarını onarırken kullandıkları şu oval bilyeleri tornadan geçirip du­
rurdu. Hanımefendi ise bir tütün dükkam açabilmek için üst makamla­
ra ha babam de babam dilekçe döşenirdi. Kızlarına gelince; o iki kızın
ağzını bıçak açmaz, elleri iş tutmazdı. Biri ördek gagalı, diğeri tavşan
suratlı, ikisi de san benizli ve zayıf, aksi ve solgun şeylerdi. Toprak, su
ve güneşten nasibini almamış, durdukları yerde kuruyup giden iki bit­
kiydiler adeta Onları görünce ruhum daralıyordu; derken sekiz ayın
sonunda kafama esti, terk ettim onları; ama sonradan pişman olmadım
değil.
Elden ne gelirdi! .. Paris işlemişti bir kere ruhuma! Nefesi ruhumu
yeni arzularla dolduruyordu. Çok sık çıkmamakla birlikte, sokaklarına,
vitrinlerine, insanlarına, saraylarına, cafcaflı arabalarına, şıkır şıkır ka­
dınlarına vurulmuştum. Akşam olup da uyumak için altıncı kata çıktı­
ğımda evin diğer hizmetçilerine özenirdim. Çok sevimli bulduğum o
şakaları, ağzımı hayretten açık bırakan hikayeleri yok muydu ... bayı-

85
lırdım onlara .. Bu evde çok az zaman geçirmiş olmakla birlikte, orda
o aluncı katta her akşam pek çok uygunsuz ilişkiye tanık oldum ve bu
arada da bir acemi çaylağın rekabet duygusu ve coşkusuyla ben de
kendi payıma düşeni aldım. Ah! Zevkin ve günahın bu aldaucı düşsel­
liğinde ne belirsiz ümitler, ne değişken tutkular besledim ...
Neylersiniz! Serde gençlik vardı bir kere... yaşamın gerçekleri ile
tanışmamıştık henüz... Hayallere, düşlere dalmıştık... Ah! O düşler...
Sırf aptallık. .. SıkU artık... Mösyö Xavier'nin de dediği gibi... "Bu da
kim?" diyeceksiniz; sevimli bir ahlaksız, biraz ileride ondan da söz
edeceğim.
Ve uçtum ! .. Ne uçuştu ama ... Düşündükçe tüylerim ürperiyor.
Yaşlı değilim, yine de o kadar çok şey gördüm ki bu genç yaşım­
da! .. Anadan doğma çıplak insanlar gördüm... çamaşırlarını, tenlerini,
ruhlarını soludum bu insanların. . Parfüm denen şeye rağmen pis ko­
.

kuyorlardı... saygın evler, saygıdeğer aileler pisliklerini, utanç verici


edepsizliklerini, aşağılık suçlarını namus perdesinin gerisinde saklaya­
bilirler kolayca... Ah! Ah! Bilirim ben bunu! İstedikleri kadar zengin
olsunlar, yığınla kadife, ipek pılı pırulara bürünsünler, cafcaflı mobil­
yalara kurulsunlar, para içinde yunsunlar, istedikleri kadar caka satsın­
lar... nafile!.. yutturamazlar bana, bilirim onları, yine de pistirler... ve
yüreklerinin yanında annemin yatağı bile temiz kalır...
Ah! Ah! Gariban bir hizmetçi ne kadar da acınacak durumdadır...
ne kadar da yalnızdır! .. Neşeli, gürültülü evlerde yaşamış olsa da o hep
yalnızdır... çok. .. çok yalnız! Yalnız olmak, yalnız yaşamak değildir;
başkalarının, sizinle ilgilenmeyen, size mamayla beslenen bir köpek­
ten, zengin çocuğu gibi üstüne titrenen bir çiçekten daha az önem ve­
ren, size işe yaramaz pılı pırtılarını ve bozuk artık yemeklerini layık
gören "ötekilerin" evinde yaşamakb.r yalnızlık.
- Bu armut çürümeye yüz tuttu, yiyebilirsiniz... şu tavuk ağır kok­
maya başladı, mutfakta bitirin...
Her sözcük sizi aşağılar, her hareket sizi hayvanlardan daha değer­
siz kılar... İşin garibi karşılık bile veremezsiniz onlara; nanköre, kötü­
ye çıkmasın diye adınız tebessüm etmeli, teşekkürlerinizi sunmalısı­
nız. Bazen hanımların saçlarını tararken enselerini tırnaklamak, tırnak-
larımı memelerine geçirmek gibi delice bir isteğe kapıldığım olurdu .. .
Neyse ki böyle karanlık düşüncelere her zaman kapılmaz insan .. .

Elinden geldiğince işi şakaya vurmak için kendini avutur ve toparlanır.

86
Bu akşam yemekten soma, beni böyle kederli gören Marianne duy­
gulandı ve teselli etmeye çalıştı. Gidip büfenin alt gözünden, bir yığın
eski kağıt ve pis gazetelerin arasından bir şişe şarap çıkardı.
- Kendinizi üzmemelisiniz böyle, dedi. Benim zavallı küçüğüm si­
zi biraz sarsmak... canlandırmak gerek.
Kadehimi doldurduktan soma, dirseklerini masaya dayayarak, bir
saatten fazla, tekdüze ve ağlamaklı bir sesle, hastalıkla, doğumla ilgili
iç karartıcı hikayeler, annesinin, babasının ve kız kardeşinin ölümünü
anlatıp durdu... Konuşması her geçen saniye biraz daha yavanlaşıyor,
·

gözleri yaşan.yordu. Kadehini yalayarak yineliyordu:


- Kendinizi böyle üzmemelisiniz ... Annenizin ölümü... ne büyük
bir acı. .. Ama elden ne gelir ! .. hepimiz öleceğiz sonunda .. Ah Tanrım!
Ah zavallı küçüğüm ! . .
Ardından birdenbire ağlamaya başladı, ağladı, ağladı v e ağlarken
de sızlanmaya devam ediyordu.
- Kendinizi böyle üzmemelisiniz ... Kendinizi böyle üzmemelisi­
niz ...
önce basit bir yakınmaydı... çok geçmeden, gittikçe şiddetlenen
korkunç bir anırmaya dönüştü. Hıçkınklarla sarsılan kocaman göbeği,
iri göğüsleri, üç kat gıdısı dev dalgalar gibi inip çıkıyordu.
- Yeter Marianne, susun artık , hanımefendi sesinizi duyarsa şıp di-
ye damlar anında, dedim.
Hiç oralı olmadı, daha da yüksek sesle ağlayarak;
- Vah! ..vah ! .. vah ! . . Ne büyük acı! . . Ne büyük acı! dedi.
İçkiden içim kalkmış, Marianne'ın gözyaşları yüreğimi parçala­
mıştı, derken iki gözüm iki çeşme ağlamaya başladım ... Yine de şu
Marianne hiç de fena bir kız sayılmaz ...
Ama ruhum daralıyor bu evde... Sıkılıyorum ... Sıkılıyorum ! Yos­
manın tekine hizmet etmek isterdim ya da Amerika' da çalışmak...

87
VI

1 Ekim.

avallı beyefendi! Geçen gün bahçede, sanının çok sert davrandım


Zona. Fazla mı ileri gittim acaba? O kadar ahmak ki beni son dere­
ce erdemli biri gibi görmüş, onurumu zedelediğini düşünmüş bile ola­
bilir...
Ah o mahcup, yalvaran, bağışlanmayı dileyen bakışları yok mu! ..
Daha sonra, daha tahrik edici ve daha sempatik davrandıysam da o
"şey"den bir daha hiç söz etmedi, yeni bir hamle yapmaya da kalkış­
madı bir daha, hani o çok bilinen pantolon düğmesini diktirmek falan
gibi şeyler işte... Adi bir hamle ama genelde hedefine ulaşır. Aman
Tanrım ! O düğmelerden ne çok diktiın ben laf aramızda . .

88
Buna karşın o "şey"i arzu ettiği, giderek daha da yanıp tutuştuğu
gün gibi ortada .. Ağzından çıkan her sözcük bir itiraf, arzusunun do­
laylı anlatımı. .. Hem de ne itiraf ama! .. Bu arada daha da çekingenleş­
ti, karar veremiyor, ürküyor; her şeyi büsbütün berbat etmekten korku­
yor, cesaret verici bakışlarıma bile güveni kalmadı artık. ..
Bir seferinde, gözlerinde şaşkınlık, yüzünde garip bir ifade ile ya­
mma sokularak şöyle dedi:
- Celestine ... siz ... siz ... ayakkabılarımı çok. .. hem de çok. .. çok gü-
zel cilalıyorsunuz ... çok... hiç ... bu kadar... güzel... böyle cilalanma-
mışn ... ayakkabılarım...
Ben de, düğme hamlesi geliyor diye hazırlamıştım kendimi... Ner­
de! . . Beyefendi soluk soluğaydı, iri sulu bir armut yemiş gibi ağzından
·

salyalar akıyordu...
Soma da köpeğini çağırdı ıslıkla. .. ve çekip gitti ...
Bu da ne ki, bir de şu yapnğma bakın ...
Dün hanımefendi pazara gitmişti, alışverişleri bizzat kendisi yapar;
beyefendi de köpeği ve tüfeği ile sabahın köründe aynlmışn evden. Üç
adet ardıçkuşu vurmuştu, erkenden çıkageldi. Her zamanki gibi yıka­
nıp giyinmek için dosdoğru üst kata, banyosuna gitti. Doğrusu beye­
fendi çok temizdir, suyun hakkım verir. Beyefendinin benden çekin­
mesine gerek olmadığını nihayet gösterebilmek için bu fırsan değer­
lendirmek istedim. Elimdeki işi bir yana bırakıp banyonun yolunu tut­
tum. Kulağımı kapıya dayayarak birkaç saniye dinledim ... Beyefendi
içerde dönüp dolaşıyor, ıslık çalıyor, şarkı mırıldanıyordu.

E hadi ama, Mamzel Suzon! ..

E ron, ronron, minik patapon. . .

Şarkı söylerken nakarat eklemek gibi bir alışkanlığı vardı beyefen­


dinin.
Sandalyeler oradan oraya gitti geldi, dolaplar açılıp kapandı, soma
da kulağıma küvete akan suyun sesi geldi. Soğuk su vücuduna değdik­
çe "Ah! ", "Oh!", "Ufff! ", "Bm!" diye sesler çıkarıyordu. Ve aniden
açnm kapıyı ...
Beyefendi karşımdaydı, yüzü bana dönük, ıpıslak, zangır zangır tit­
reyerek... Avuçlarında tuttuğu süngerden şırıl şırıl sular akıyordu. Ay!
Ay! Ay! Yüzü, gözleri, put gibi duruşu! Görülmeye değerdi. Çünkü ben
bu denli şaşkına dönen birini daha önce hiç görmemiştim. Vücudunun

89
çıplaklığını saracak harmani türü bir şey olmadığından yanında, istem­
dışı yaptığı utangaç ve komik bir hareketle süngeri asma yaprağı niye­
tine kullandı. Böyle bir tablo karşısında içimden gelen kahkaha atma
isteğini bashrmak için bir hayli zorlandım. Beyefendinin omuzlarında­
ki bolca kıl gözümden kaçmadı bu arada. Hele göğsü ... ayıdan farksız­
dı... Yine de yakışıklılığına diyecek yoktu ... Vay be!
Öylesi uygun olduğu için, kaygılı bir utanç çığlığı attım doğal ola­
rak ve kapıyı sertçe çarparak kapattım. Ama kapının ardında, "Beni ge­
ri çağıracak kesinlikle... ya sonra .. sonra neler olacak acaba?" diyor­
dum kendi kendime... Birkaç dakika bekledim. Hiç ses çıkmadı, ara sı­
ra küvete damlayan birkaç damla suyun dışında... "Düşünüyor, karar
veremedi... ama, kesin çağıracak beni" diyordum hfila. Boşuna ... He­
men ardından su tekrar gürül gürül akmaya başladı... daha sonra beye­
fendinin kurulandığını, vücudunu ovduğunu, silkelendiğini duydum.
Parke üzerinde gezinen terliğin sesi geldi kulağıma ... sandalyeler kı­
pırdadı, dolaplar yine açılıp kapandı ve sonunda beyefendi yine şarkı
söylemeye başladı:

E hadi ama, Mamzel Suzon! . .

E ron, ronron, minik patapon...

- Pes doğrusu! . . Bu herif gerçekten de çok salak!.. diye söylendim


son derece alçak, kızgın, öfkeli bir sesle.
Eh bana da çamaşırhaneye dönmek kalmıştı tabii. Ona karşı arzu
duymasam da merhamet duygusuyla ara sıra ona tattırmayı düşündü­
ğüm mutluluğu artık koklatmamaya kararlıydım.
Öğleden sonra beyefendi, son derece endişeliydi, fır döndü etra­
fımda. Kedi pisliklerini gübre çukuruna götürüyordum, kümesin ya­
nında yakaladı beni. Biraz dalga geçip sıkıntılı suratını göreyim diye
sabah olanlar için özür diledim:
- Önemi yok. .. diye fısıldadı... önemi yok... bilakis...
Beni alıkoymak istedi, rasgele şeyler geveledi ağzında... Bir güzel
ektim onu oracıkta, üstelik zor bela kurmaya çalıştığı cümlesini bile bi­
tirmesine fırsat vermeden; ve kıncı bir tarzda şu sözleri söyledim:
- Beyefendi beni bağışlasınlar... Beyefendi ile konuşacak zamanım
yok... Hanımefendi bekliyorlar beni ...
- Lanet olsun! Celestine, bir saniye dinleyin beni...
- Hayır efendim.

90
Eve .çıkan yolun köşesini dönünce beyefendiyi gördüm; yerinden
kıpırdamamışn... başı önde, bacakları cansız, gö:llerini gübre çukuru­
na dikmiş duruyordu öylece, bir yandan da ensesini kaşıyordu.
Akşam yemeğinden sonra, salonda bey ve hanım adamakıllı dalaş-
ttlar.
- B u kızdan gözlerini ayıramıyorsun, diyorum sana.
Beyefendi şöyle yanıtladı:
- Ben mi? .. Yok daha neler! .. B u da nerden çıktı şimdi ! .. Kendine
gel tatlım ... onun gibi bir orospuya mı kaldım yani ... böyle pis bir kıza
yani... kim bilir ne hastalıklar kapmışın... Pes doğrusu! . . Bu kadarı da
fazla! ..
Hanım tekrar başladı:
- Hadi canım sen de! .. Mezhebi geniş adam olduğunu bilmiyorum
sanki ... sende de ne mide var ama...
- İzin ver... İzin ver de konuşayım . ..
- Ya o sürtüklere ne demeli ... kırda bayırda eteklerini kaldırdığın o
dünkü götü boklulara .. ha? ..
Salonda sinirli bir hareketlilikle dolaşıp duran beyefendinin adım­
lan alttnda gıcırdayan parkenin sesi geliyordu kulağıma
- Ben mi? .. daha neler!.. Bunlar da nerden çıktı şimdi ! . . Nerden bu­
luyorsun bunları kuzum? ..
Hanımın pes etmek gibi bir niyeti yoktu:
- Ya küçük Jezureau? .. aşağılık herif... daha on beşindeydi! . . Beş
yüz frangıma patlamışn, ne de çabuk unuttun... Ben olmasam , hırsız
baban gibi sen de bugün bile hapiste olurdun belki ...
Beyefendi yürümüyordu artık... koltuğa atmışu kendini ... sus pus
oturuyordu ...
Tartışma hanımın şu sözleri ile son buldu:
- Biliyor musun, umurumda bile değilsin sen ! .. Kıskandığım falan
da yok seni ... Bu Celesti.ne denen kızla da yat canın çekiyorsa ... Sen
yeter ki cebime dokunma!.. İşte bundan hiç hoşlanmam! . .

Hoppala! Biraz durun bakalım, fazla ileri gittiniz ...


Hanımefendinin iddiaları doğru muydu? .. Beyefendi gerçekten de
kırda bayırda küçük kız çocuklarına musallat olur muydu? .. Hiç fikrim
yok... Ama öyle de olsa haksız sayılmaz, zevki buysa... Çok yiyor...
eh ... gücü kuvveti de yerinde. Bu gerekli ona ... Hanımefendi de ona hiç
vermiyor... En azından geldiğimden beri avcunu yalıyor adam ... Bun-

91
dan eminim... ve üstelik aynı yatakta yatıyorlar... görülmüş şey değil ...
Gözü açık, kulağı kesik bir hizmetçi, efendilerinin arasında olup biten­
leri hemen anlar, öyle kapıları dinlemesine de gerek kalmaz üstelik...
Banyo, yatak odası, çamaşırlar ve daha bir yığın şey anlatır gerçeği
kendi diliyle. Başkalarına ahlfilc dersi vermekte üstüne olmayan, hiz­
metçilerinin cinsel isteklerini bastırmalannı emreden tiplerin, aşk sap­
kınlıklarının izlerini yok etmek gibi bir kaygılarının olmayışı akıl alır
gibi değil. Aksine, bu izleri yok etmek şöyle dursun onları gözler önü­
ne sermek ihtiyacı duyar bazıları; bu bir tür meydan okuma isteğinden,
bir tür düşüncesizlik veya tuhaf bir bayağılıktan kaynaklanır... Namus­
luluk falan gibi bir şey taslamak değil niyetim , aslında bunlarla, herkes
gibi ben de kafa bulmayı, eğlenmeyi severim.:. gerçekten de, samimi
söylüyorum! Çok saygıdeğer olarak bilinen nice evlilikler gördüm, yi­
ne de dönen olayları iğrenç diye nitelendirmek az gelir.
Eskiden, yani daha yolun başında iken efendilerimle sonra. .. ertesi
gün, anlarsınız canım . .. karşılaşınca bir tuhaf olurdum... garip hisse­
derdim kendimi... Kahvaltıda onlara hizmet ederken onlara bakmaktan
kendimi alamazdım; ellerine, gözlerine dikerdim gözlerimi, öyle ısrar­
lı olurdu ki bakışlarım ikisinden biri, ya hanım, ya da bey şöyle derdi
·

sık sık:
- Neyiniz var sizin? Hiç böyle bakılır mı efendilere? .. Hadi. . . işini­
ze! ..
Evet, onları görmek kafamda birtakım düşünceler, görüntüler
uyandırırdı... nasıl açıklamalı bilmem ki ! .. Günün geri kalanında bana
işkence eden arzular, onları gönlümce doyuramadığını için, vahşi bir
taşkınlıkla, kendi okşamalarımın sersemletici, iç karartıcı saplantısına
sürüklerdi beni.
B ugün ise, her şeyi yerli yerine oturtan alışkanlık sayesinde bence
gerçeğe daha uygun olan bir davranış geliştirdim... Geceden kalma
morlukların izlerini silmek için boyaların, parfümlerin ve pudraların
bile yetersiz kaldığı bu suratları görünce omuz silkip geçiyorum . . Er­
.

tesi gün, bu saygıdeğer efendilerin ahlak ve terbiye üstüne çektikleri


söylevleri, kendilerini becerten kızlar hakkında ettikleri aşağılayıcı
sözleri, erdemli tavırları, onurlu halleri nasıl da canımı sıkıyor.
- Celestine, erkeklere fazla bakıyorsunuz ... Celestine, köşe bucak­
ta uşaklarla konuşmak yakışık almaz. . . Celestine evimi ne sandınız?
Namuslu bir yerdir burası... hizmetimde olduğunuz sürece bu tür şey­
lere göz yummayacağımı bilmelisiniz . . .

92
Vesaire... vesaire...
Ahlfilc üzerine verdiği söylevlerine karşın beyefendi hazretleri sizi
divanlara atmakta, yatağa sürüklemekte bir sakınca görmez... Geçici
ve kaba bir sevgi karşılığında da size çocuktan başka bir şey vermez
genellikle... Gerisi sana kalır. . elinden geleni yap, bir şey gelirse ta­
.

bii... gelmezse de geber git çocuğunla birlikte... Bu onu hiç ilgilendir­


mez...
Evleriymiş!.. Ah! Ne demezsiniz!..

örneğin Lincoln Caddesi'nde o "şey" düzenli olarak cuma günleri


olurdu, şaşması mümkün değildi.
Cumaları hanımefendinin kabul günüydü... çok gelen olurdu; ka­
dınlar... geveze, hoppa, yırtık, makyajlı, Tanrı bilir daha ne tür kadın­
lar!.. Fıstıklar fileminden örnekler de diyebiliriz uzatmamak için ... Ne
yakası açılmadık şeyler anlatırlardı aralarında kim bilir... Çünkü bizim
hanım çok kızışmış olurdu ... ve akşam olunca sıra operaya ve sonrası­
na gelirdi ... Bu olmuş, şu olmuş ya da bambaşka bir şey olmuş önem­
li değildi, kesin olan her cuma olmasıydı... Gidin işinize! ..
Gündüz hanımınsa, gece de söylemek caizse, beyindi ... Coco'nun
gecesi ... Ama ne gece!.. Ertesi gün banyonun, odanın halini görmeliy-
diniz ... Mobilyalar onla burda, iç çamaşırları her yerde... küvetten ta-
şan sular halının üstünde ... bu dağınıklıktan yayılan, güzel kokulu par­
fümlere karışmış ten kokusu ... Keskin bir koku! .. Hanımın banyosun­
da tüm duvarı tavana kadar kaplayan büyük bir ayna vardı. Aynanın
önüne yastıklar yığılı olurdu; çiğnenmiş, ezilmiş, basılmış, yastıklar...
Ve bu aynanın her ilci yanındaki büyük şamdanların mumları iıkmış,
donmuş gözyaşları gibi uzayıp gümüş kollara sarkmış olurdu ...
Ah! Ah! Oyun gerekiyormuş demek ki bunlara! .. Şükür evliydiler...
ya bir de evli olmasalarmış neler icat ederlermiş kim bilir!..

Bu bana meşhur Belçika seyahatimizi anımsattı. üstende'de birkaç


hafta geçirmek üzere gittiğimiz o yılı ... Feignies İstasyonu'nda güm­
rük kontrolünden geçtik. Vakit geceydi ve mışıl mışıl uyuyan bey kom­
partımanda kalmışb... Bagaj kontrolünün yapıldığı bölüme hanımla
birlikte gittik.
"Beyan edeceğiniz eşyanız var mı?" diye sordu irikıyım gümrük­
çü. Hanımın güzel ve alımlı olduğunu görünce hoş anlar yaşayabilece­
ğini düşündü kuşkusuz. Güzel bayanların pantolonlarına ve bluzlarına
93
iri pann aklarını daldırmak.tan, o kişiye sahip olınuşçasına haz alan
gümrükçüler yok değil laf aramızda...
- Hayır, diye yanıtladı hanım, öyle eşyamız yok.
- Öyleyse... açın şu bavulunuzu...
Yanımızda götürdüğümüz altı bavuldan en büyüğünü, en ağırını,
gti kumaştan yapılma kılıfı içinde duran domuz derisinden olanını işa­
ret etmişti.
- Bir şey yok dedim ya... diye üsteledi hanım, sinirli sinirli.
Hanımın direnmesinin kendisini tam ve daha despotça bir aramaya
kışkırttığ ı açıkça görülen bu hödük:
- Siz yine de açın, diye emretti.
Hanımefendi -hali hiç gitmez gözümün önünden- küçük çantasın­
dan anahtarlığını çıkardı ve açtı bavulu. .. Gümrük memuru bavuldan
yayılan nefis kokuyu kin dolu bir coşkuyla içine çekti ve o pis kaba
pençelerini o canım elbiselerin, tiril tiril iç çamaşırlarının içine daldır­
dı; başladı karıştırmaya. B izim özene bezene yerleştirdiğimiz her şeyi
o gümrükçü denen zibidi belirgin bir kötü niyetle karıştırıp buruştur­
dukça, hanımefendinin siniri tepesine çıkıyor ve çığlıklar atıyordu ...
Yoklama kazasız belasız bitmek üzere idi ki gümrük muhafaza me­
muru bavulun dibindeki kırmızı kadife kaplı uzun mücevher kutusunu
işaret ederek şöyle sordu:
- Ya bu ... Bu da neyin nesi oluyor?
- Mücevherler... diye yanıtladı hanım kendinden emin ve gayet sa-
kin bir sesle.
- Hadi açın şunu ...
- Size mücevher olduğunu söyledim ya ... Ne gereği var şimdi aç-
manın?
- Hadi açın şunu ...
- Hayrr... açmayacağım ... Buna görevi kötüye kullanmak denir. Si-
ze açmayacağım diyorum... Anahtarım da yok üstelik...
Hanımefendi son derece huzursuzdu. Gümrük memurunun elinden
tartışmaya neden olan mücevher kutusunu çekip almak isteyince adam
geriledi ve:
- Hele bir açmayın da göreyim ... hiç şakam yok gidip müfettiş ça­
ğınrım ben de, diye tehdit savurdu.
- Bu bir hakarettir... Ayıptır yaptığınız.
- Kutunun anahtarı yok mu demiştiniz ... Eh ... öyleyse... biz de kı-
rarız...

94
Hanımefendi çileden çıkmış, bas bas bağırıyordu:
- Buna hakkınız yok... sizi elçiliğe şikayet edeceğim ... bakanlara
şikayet edeceğim ... gerekirse kralın huzuruna bile çıkanın, kendileri
dostumuzdur! .. işinizden attıracağım sizi ... duyuyor musunuz ... mah­
kfim ettirip içeri bktıracağım ...
Öfkeyle söylenen bu sözler vurdumduymaz gümrük memurunun
umurunda bile olmadı, bu kez daha katı bir sesle yineledi:
- Açın kutuyu ...
Hanımın beti benzi solmuştu, ellerini oynatıp duruyordu.
- Hayır! dedi, açmayacağım işte... canım istemiyor... açamam ...
Dik kafalı gümrük memuru belki de onuncu kez emretti:
- Açın kutuyu diyorum size!
Aralarında geçen bu tartışma, gümrük işlerini aksannış, meraklı
birkaç yolcuyu etrafımıza toplamıştı. Bu küçük tiyatro oyunundaki dü­
ğüme ben bile acayip ilgi duymuştum; özellikle de bavula belli ki ben­
den gizli yerleştirilen, daha önce görmediğim, evde hiç gözüme ilişme­
yen bu mücevher kutusunun esrarına. . .
Ani bir kararla hanımefendi tavır değiştirdi. Görev aşkı ile tutuşan
doğrucu gümrük memuruna karşı yumuşadı, cilveli bir hal aldı, nefesi
ve parfümü ile aklını başından almak ister gibi yanına sokularak çok
alçak bir sesle yalvardı:
- Lütfen bu insanları uzaklaştırın buradan... kutuyu açacağım ...
Gümrük muhafaza memuru oyuna getirileceğini düşünmüş olmalı
ki, o inatçı kafasını kuşku ile salladı:
- Şimdi artık fazla oldunuz ... oyun oynamayı bırakın da açın şu ku­
tuyu ...
Bunun üzerine mahcup, kıpkırmızı ama uysal bir şekilde, hanıme­
fendi cüzdanından küçücük, şipşirin, mini minnacık alun bir anahtar
çıkardı. Etrafındakilerin içindekini görmemesi için çaba göstererek,
gümrük memurunun avuçlarında sımsıkı tutup kendisine uzattığı kır­
mızı kadife kutuyu açtı. Açar açmaz gümrük memuru, kendisini sok­
maya hazırlanan bir yılan görmüş de korkmuş gibi ani bir hamleyle ge­
ri çeklldi:
- Allah kahretsin! diyerek küfürü bastı.
Şaşkınlığı geçip de biraz kendine gelir gibi olunca, burtin kıvırarak
yüksek sesle ve alaylı alaylı:
- Dul olduğunuzu söyleseydiniz ya! deyiverdi.
Bu kez hiç acele enneden ağır ağır kapadı kutuyu, amacı kalabalık-

95
tan yükselen kahkahaları, fısıldaşmaları, kaba ve hatta öfke dolu söz­
leri hanımefendiye duyurup herkesin "mücevherlerini" gördüğünü ka­
nıtlamaktı.
Hanımefendi rahatsız oldu. Oldukça güç duruma düşmüştü, yine de
çok cesur davrandığını söyleyebilirim. Ne yırtık kadınmış da haberim
yokmuş! Altı üstüne gelen bavulu yerleştirmeme yardım etti. Sonra da
izleyicilerden gelen ıslık sesleri ve hakaret dolu kahkahalar arasında
salondan çıktık.
O meşhur "mücevher kutusu"nu koyduğu bavulu taşıyarak, hanıma
vagonuna kadar eşlik ettim. Bir ara peronda durdu ve bana, yüzü bile
kız.armadan ne söylese beğenirsiniz:
- Tüh Allah kahretsin! Hay benim aptal kafam! Kutunun size ait ol­
duğunu söylemeyi ne diye akıl edemedim ki sanki.
Ben de yüzsüzlükte ondan aşağı kalmayarak:
- Hanımefendiye çok teşekkür ederim. Bana karşı çok cömertler...
ama ben, ben bu "mücevherlerin" sahicisini kullanmayı tercih ederim
yine de... diye cevap verdim.
- Susun bakayım, dedi hanım, kızmamıştı. Küçük bir budalasınız
siz ...
Sonra da, dünyadan haberi olmayan Coco'nun yanına gitti.
Aslına bakarsanız, bizim hanım pek de şanslı biri sayılmazdı. Se­
bebi yüzsüzlüğü müydü yoksa düzensizliği mi bunu Allah bilir, bu ve
bunun gibi olaylar başından hiç eksile olmazdı. En çok örnek oluştura­
cak birkaçını size anlatabilirdim ama an gelir tiksinme duygusu ağır
basar ve pisliğe batıp çıkmaktan yorulursunuz... Sanırım, ahlfilcsızlık
diye · adlandırdığım olaylara kusursuz bir örnek teşkil eden bu evden
zaten yeterince söz ettim size. Birkaç bilgi vermekle yetineceğim sa-
·

dece.
Hanımefendi, dolabının çekmecelerinden birinde san ciltli, yaldız­
lı kilitleri olan on kadar küçük kitap saklardı. Genç kızların ayin kita­
bını andıran sevimli kitaplardı bunlar. Cumartesi sabahları bunlardan
birini başucundaki masada veya banyodaki yastıkların arasında dalgın­
lıkla bıraktığı olurdu bazen. Harika resimlerle dolup taşardı içleri. Ma­
sum kız numarası çektiğimi sanmayın ama, insanın bu kitapları evine
sokup onlarla kafa bulması için tam bir fahişe olması gerekir herhalde
diye düşünüyorum. Değil görmek, düşüncesi bile yetiyor her yanıma
ateş basmasına, kadınlarla kadınlar; erkeklerle erkekler; şehvetle co­
şan, çılgınca kucaklaşan, birbirine karışmış cinsiyetler... karmaşık ku-

96
caklaşmalar ve imkansız temaslarla birbirine kenetlenmiş kalçaların
sergilendiği, dikilmiş, yay şeklini almış, kamışı kalkmış, uzanmış yı­
ğınla çıplak beden... Memeleri emen, kasıkları kurutan, ahtapot doku­
naçları gibi vantuz şeklini almış ağızlar; cangıldaki ağaç dalları gibi
kıvnlmış, düğümler oluşturmuş bacaklar ve oyluklar!.. Yoo! olamaz ...
Hanımefendinin baş oda hizmetçisi Mathilde bu kitaplardan birini
arakladı. Hanım kitabı kendisine sormaya cesaret edemez nasılsa diye
düşünmüştü ... Evdeki hesap çarşıya uymadı, Hanım kitabı ona sordu.
Çekmecelerini karıştırdıktan, her yanı boş yere didik didik ettikten
soma:
- Odamda bir kitap gördünüz mü, Mathilde? diye sordu.
- Hangi kitabı efendim?
- Sarı bir kitap...
- Ayin kitabı herhalde?
Hanımın. gözlerine dikti gözlerini, diğeri renk venneyince de ekle­
di:
- Ha sahi, hanımefendinin odasında, yatağının başucundaki masa-
da öyle bir kitap gördüm galiba; yaldızlı kilidi olan, sarı bir kitap ...
- Eee, soma? '-
- Sonra, hanımefendi onu ne yaptılar bilmiyorum ...
- Onu aldınız mı?
- Ben mi efendim?
Ve hayran olunacak bir küstahlıkla şöyle bağırdı:
- Ooo... Hayır! Olur mu hiç ! Hanımefendi o tür kitapları okumamı
istemezler ki!..
Şu Mathilde ömürdü vallahi... Eee! Hanım da üstelemedi artık.
Ve her gün çamaşırhanede şöyle derdi Mathilde:
- Dikkat! Dua okuyacağız şimdi...
Küçük sarı kitabı cebinden çekip çıkarır, İngiliz kahya kadının iti­
razlarına aldırmadan başlardı bize okumaya. O ise: "Susun ... ne edep­
siz kızlarsınız siz öyle" derdi aptalca sızlanarak, bir yandan da gözlü­
ğünün altında iri iri duran gözleriyle, burnunu dakikalarca resimlere
gömer, onları koklar gibi bir görüntü verirdi... Ne eğlenirdik sormayın
gitsin!..
Ah şu İngiliz kfilıya kadın ah! . . Onun gibi ayyaş, onun gibi matrak
biriyle hiç karşılaşmadım ömrümde. İçince tatlı, sevdalı, tutkulu biri
oluverirdi, özellikle de kadınlara karşı. Ayıkken komik bir ağırbaşlılık­
la maskelediği kötü eğilimleri, içkili iken, gülünç güzellikleriyle seri-
F7ÖN/Oda Hizttıetçisµı.in Giinliiğii 97
lirdi gözler önüne. Ama bu eğilimleri eylemsel ol.maktan çok düşünsel­
di. Eyleme döktüğüne dair hiçbir şey duymadım. Hanımefendinin ifa­
desine göre, miss kendi kendine ''uygulamak'1a yetiniyordu. Bu son
derece modem eve ün kazandıran kaçık ve dengesiz insan koleksiyo­
nu onsuz gerçekten de tamamlanmamış olurdu...
Bir gece hanımı bekleme sırası bana gelmişti. Evde herkes mışıl
mışıl uyuyordu. Çamaşırhanede yalnızdım, üzerime ağırlık çökmüş,
ufak yollu kestiriyordum... Hanım sabahın ikisine doğru döndü eve.
Zil sesine kalktım ve hanımı odasında buldum. Gözleri halıda, eldiven­
lerini çıkarıyor, bir yandan da gülmekten kırılıyordu.
- Bakın miss yine zom olmuş, dedi.
Ve bana kfilıya kadım gösterdi. Bizimki yere serilmiş, kollarım
uzatmış, tek bacağı havada, inleyerek, iç geçirerek anlaşılmaz sözler
mırıldanıp duruyordu.
- Hadi, dedi hanım , kaldırın şunu da yatağına götürün.
Kendini salınış, gülle gibi ağırlaşmıştı, hanım yardıma geldi. Zar
zor da olsa kaldırdık ayağa.
Miss iki eliyle birden yapışmıştı hanımın mantosuna:
- Senden ayrılmak istemiyorum... seni asla bırakmak istemiyo­
rum... çok seviyorum seni ... bebeğimsin sen benim... güzelsin ... diyor­
du hanıma.
Hanım da gülerek karşılık veriyordu ona:
- Miss, siz yaşlı ayyaşın tekisiniz ve şimdi gidip yatın!
- Hayır, hayır, ben seninle yatmak istiyorum ... sen güzelsin... çok
seviyorum seni ... seni kucaklamak istiyorum.
Bir eli ile mantoyu tutuyor, diğeri ile de hanımın memelerini okşa­
maya çalışıyordu. Ağzı, o ihtiyar ağzı ıslak ve gürültülü öpücüklerle
ileriye doğru u zanmaktaydı.
- Domuzcuk... domuzcuk... sen minicik bir domuzcuksun... seni
kucaklamak istiyorum... mucuk! .. mucuk!.. mucuk! ..
Hanımı, ona sıkı sıkıya sarılan miss'ten kurtarmayı başardım sonun­
da. Sonra da miss'i sürükleyerek odadan dışarı çıkardım... B u kez de
ateşli sevgisini bana yöneltti. Bacaklarının üstünde zor durmasına karşın
belime sarılmak istiyor, eli vücudumun belli yerlerinde hanımla oldu­
ğundan daha büyük bir cesare'le dolanıyordu... lskalamıyordu da hani.
- Yeter artık, pis moruk!
- Hayır, hayır, ... sen de güzelsin ... çok seviyorum seni... gel benim-
le... mucuk! ..mucuk!.. mucuk!..
98 F7ARKA/Oda Hizmetçisinin Günlüğü
Odasına girer girmez, tutulduğu tiksinç ve mide bulandıncı hıçkı­
rık dalgası inatçı arzusunun hakkından gelmeseydi elinden nasıl kurtu­
lurdum, hiç bilemiyorum.
Bu tür sahnelere bayılırdı hanım; ne eğlenir, ne eğlenirdi ... Hanım
gerçek neşesini ahlaksız, hatta iğrenç sahnelerde bulurdu.
Bir başka gün hanımı, banyoda, bir arkadaşına, önceki gün kocası
ile birlikte gittiği özel bir evde iki küçük kamburun sevişmesini seyret­
tiğini anlabıken yakaladım ...
- İşte bunu görmek gerekir şekerim ... hiçbir sahne bundan daha he­
yecan verici olamaz.

İnsanları dış görünüşleri ile değerlendirenler, onları sadece dıştan


görüp büyülerine kapılanlar, "yüksek sosyete" denen bu güzel dünya­
nın ne denli pis, ne denli kokuşmuş olduğunu tahmin bile edemezler.
Kedi-ciğer muhabbeti yaptığımı sanm ayın ama bu sosyetenin varoluş
nedeni aşağılık şakalar ve çirkef. Burjuva ve asil ortamlarında çok bu­
lundum, aşka herhangi bir şeyi yüce ve kutsal kılan seçkin bir duygu­
nun, derin bir sevginin, ıstırap, özveri ya da merhametin eşlik ettiğini
görmek çok az nasip oldu bana.
Hadi hanımefendi ile ilgili bir şey daha anlatayım bari... Kabul
günleri ve ziyafetler dışınd3. hanım ve Coco, çok hoş, yeni evli bir çif­
ti içtenlikle kabul ederlerdi evlerine. Birlikte tiyatrolara, minik konser­
lere, lokantalara giderlerdi. Dedikodulara bakılırsa kötü yerlere de git­
tikleri olurmuş. Adam çok hoştu, efemine bir tip ... Köse denecek kadar
da tüysüzdü. Kadına gelince, kızıl bir afetti o ... Son derece ateşli göz­
leri vardı ... Dudakları... bu denli şehvetli dudakları daha önce hiç gör­
medim ben... Bu iki yaratığın neyin nesi, kimin fesi olduğunu tam ola­
rak bilen yoktu. Dördü bir arada akşam yemeği yerlerken aralannd a
geçen konuşma öyle korkunç, öyle iğrenç bir hal alırmış ki, aslında
kendisi de pek matah olmayan baş uşak ne kadar tabak varsa tümünü
kafalarına.geçirmemek için zor tutarmış kendini. Hanımın küçük sarı
kitabındakine benzer filemler yapnklarından, aralarında insan doğasına
ters ilişkiler yaşandığından hiç kuşkusu yoktu zaten. Çok sık rastlan­
masa da bilinen bir şeydir bu. Bu hayasızlığı bayıla bayıla yapmayan­
lar ise züppeliklerinden dalarlar işin içine... eh ne de olsa "ultra şık"tır...
B aşpiskoposları ve papalık büyükelçilerini evinde ağırlayan, her
hafta Le Gaulois gazetesinden erdemleri, zarafeti, iyilikseverliği, dü-

99
zenlediği smart akşam yemekleri ve Fransa'nın öz Katolik değerleri­
ne bağlılığı nedeni ile övgüler alaıı bizim haııımefendiye bu tür iğrenç
davraııışları yakıştırmak kimin aklına gelirdi ki? ..
Ne de olsa, bu evde her türlü sefahatin hüküm sürmesine kimsenin
aldırdığı yoktu. Burada serbesttik, mutluyduk ve haııımefendi çalışaıı­
ların davraııışlarına hiç karışmazdı.

Bu akşam her zamankinden daha uzun kaldık mutfakta. Mariaıı­


ne'ın hesap kitap işlerine yardım ettim ... İşin içinden çıkamıyordu bir
türlü. Bir de ne göreyim, her güvenilir kişi gibi bizim Marianne da ora­
daıı buradaıı çalıp çırparak yolunu buluyonnuş meğer. Hatta öyle üç­
kağıtlar çeviriyor ki ağzını açık kaldı... Fakat bunlara bir kılıf uydur­
mak gerek... Rakamların içinden bir türlü çıkamıyor, bu durum caııını
çok sıkıyor çünkü rakamlar söz konusu oldu mu hanımın gözünden bir
şey kaçmaz. Joseph bana karşı biraz daha ehlileşti. Lütfen de olsa, ara
sıra bir iki kelime konuşuyor benimle; bu akşam her zamanki gibi, ya­
kın arkadaşı kilise çömezinin yanına da gitmedi. Biz Marianne'la çalı­
şırken o da bir köşede La. Libre Parole okudu. Bu onun gazetesi, baş­
ka bir gazete okunabileceği aklına bile gelmez zaten. Dikkat ettim de,
pek çok kez, başını gazetesinden kaldırıp gözlerinde daha önce hiç
görmediğim bir ifade ile süzdü beni.
Okuması bitince Joseph politik düşüncelerini açmak istedi bana.
Kendisini mahveden, şerefini iki paralık eden cumhuriyet rejiminden
bıkmış, bir kılıç istiyor.
- Elimiz kılıç tutmadıkça, hem de üzerinden kan damlayan bir kı­
lıç, hiçbir şey yoluna girmez, dedi.
O dinci ... çünkü ... neyse canım ... öyle... dinci işte.
- Fransa'da din eski gücüne kavuşmadıkça, insanlar dua etmek,
günah çıkarmak için kiliseye gitmeye zorlanmadıkça, kahretsin, hiçbir
şey yoluna girmez.
Koşum ambarına Papa'nın ve Drumont'un resimlerini asmış, De­
roulecte'inkini de kendi odasına Küçük tahıl ambarına Guerin ile Ge­
neral Mercier'nin resimlerini asmış. Hepsi de esaslı tipler. . . vatanse­
ver... Sözün kısası Fransız! .. Yahudi aleyhtarı şarkıların, generallerin
renkli resimlerinin, bouts coupes· üzerine çıkan karikatürlerin tümünü

* Smart. ( lng.) şık. (ç.n.)


*bouts coupes: Sünnetliler, "şeylerinin ucu kesik"ler, Yahudilere yakıştırılan bir
betimleme. (ç.n.)
1 00
hiç üşenmeden biriktinni ş. Çünkü Joseph ateşli bir Yahudi aleyhtan.
Yörede ne kadar dini, askeri ve yurtsever demek varsa tümüne üye.
Rouen Yahudi aleyhtan gençlik derneğinin, Louviers Yahudi aleyhtan
ihtiyarlar derneğinin, bir de Gourdin National, Tocsin Normand, Baya­
dos du Vexin gibi saymakla bitmez birçok demek ve yan kuruluşları­
nın üyesi. Laf Yahudilerden açılınca gözlerinde kötücül pınlnlar beli­
riyor, hareketlerine acımasız bir saldırganlık geliyor. Şehre asla copu
olmadan inmez.
- Yahudilerin kökü kazınmadıkça hayır gelmez Fransa' dan.
Ve devam etti:
-Ah! Şimdi bir Paris 'te olsaydım Tamım ! . . Hepsini öldürürdüm Al­
lahıma kitabıma .. hepsini yakardım ... Bu kahrolası Yahudilerin bağır­
saklarını deşerdim ! . . Bir Mesnil-Roy' a gelip yerleşselerdi de göster­
seydim günlerini... Ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar, satılmışlar! ..
Protestanları, Farmasonları, din konusunda özgür düşünce sahiple­
rini, kiliseye ayak basmayan, zaten Yahudinin kılık değiştirmişinden
başka bir şey olmayan haydut takımını, tümünü aynı kefeye koyup ala­
yına kin kusuyor... Kilise yanlısı olduğu falan yok bu arada, o dinden
yana, hepsi bu ...
Dreyfus denen alçağa gelince; Şeytan Adası'ndan Fransa'ya dön­
meye cüret etmemesi gerekirdi. Asla! .. Ya o Zola denen arlanmaz utan­
maz ! .. Dedikodulara bakılırsa konferans vermek için Louviers'e gele­
cekmiş. "Aklı varsa gelmez" diyor Joseph, işi bitermiş yoksa. Bu Zo­
la denen sefil hain, alu yüz bin frank için koskoca Fransız Ordusu'nu,
yetmezmiş gibi koskoca Rus Ordusu'nu da Almanlarla İngilizlere peş­
keş çekmişmiş! .. Şaka etmiyormuş ... dedikodu da değilmiş... hele hele
laf ola diye söylenmiş bir şey hiç değilmiş... Joseph ne söylediğinin
farkındaymış, eminmiş bundan... Kilise çömezinden duymuşmuş çün-
kü... Kilise çömezi de papazdan . . . Papaz başpiskopostan ... B aşpisko-
pos da Papa' dan duymuşmuş ... Papa da Drumont' dan. Ah! Şu Yahudi­
ler bir gelselermiş Prieure'ye de görselermiş ne yazmış Joseph mah­
zene, ambara, ahıra, arabalığa, koşum takımının alt yüzüne, süpürge
saplarına varıncaya kadar her yere: "Yaşasın ordu ! .. Yahudilere
ölüm ! . ."
Joseph'in bu yaman söylevini Marianne, bazen sessiz kalarak, ba­
zen de başını sallayarak onaylıyordu. Cumhuriyet onu da mahvetmiş,
onun da şerefini iki paralık etmişti kuşkusuz. O da ordudan yana, pa­
pazlardan yanaydı ve Yahudilere karşıydı ... ama bunların hiçbirinden

101
de anladığı yoktu bu arada... Yine de bir yerlerde bir şeylerin ters git­
tiğinin farkındaydı.
Elbette ben de ordudan, vatandan, dinden yanayım ve Yahudilere
karşıyım. En büyüğümüzden en küçüğümüze, ev halkından kim bu gü­
zel öğretiyi benimsemez ki?.. Hizmetçiler için her şey söylenebilir...
Kusurları var, yok demiyorum... Ama yurtsever olmadıklarını kimse
söyleyemez ... Kendimden bir örnek vereyim... Politika hiç bana göre
değil... sözü bile edilse gelirler bana, buna rağmen bu işe girmeden bir
hafta önce oda hizmetçisi olarak Labori'lerde çalışmamı teklif ettikle­
rinde hiç düşünmeden reddettim... O gün orada bulunan tüm arkadaş­
lar da reddettiler benim gibi...
- Bu pisliklerin evinde çalışmak mı? .. Daha neler! .. Kesinlikle ol­
maz, dediler.
Yine de kendimi ciddi bir şekilde sorguladığımda Yahudilere neden
karşı olduğumu anlayamıyorum bir türlü, çünkü bir zamanlar yanlann­
da çalışmıştım. O dönemde utanılacak bir şey değildi bu henüz ... Dü­
şünüyorum da Yahudiymiş, Katolikmiş aslında hepsi bir... Hepsi de
kokuşmuş, hepsi de pis karakterli; al birini vur ötekine. Ruhtan kötü
hepsinin. Bunların dünyası aynı. Dinlerinin farklı olması onları farklı
kılmıyor... Acaba diyorum Yahudi kadınlar daha mı gösteriş meraklısı,
caka satmayı daha mı çok seviyorlar? Harcadıklan para daha mı değer­
li? Yönetim zekfiları ve pintilikleri üzerine söylenen bunca şeye rağ­
men onların evinde her şey çok daha boldu Katoliklerinkine oranla,
bence onların evinde çalışmak biç de fena değil.
Ama Joseph dinlemek bile istemiyor, ona göre vatanperverlik ya­
nımdan bile geçmemiş, ne anlarmışım ... Damarlarımda Fransız kanı
akmıyormuş. Ve soma da katliam kehanetleri, dağılan kafatasları, de­
şilen bağırsaklar üzerine kanlı bir nutuk çekip, söylene söylene gidip
yattı.
Marianne hemen büfeden bir şişe şarap çıkardı. Kendimizi toparla­
maya ihtiyacımız vardı. Konuyu değiştirdik ve başka şeylerden söz et­
tik. .. Gün geçtikçe kendini bana biraz daha yakın hissediyordu Mari­
anne. Çocukluk ve zorlu geçen ilk gençlik yıllarını anlattı. Caen'de tü­
tün tüccarı kadının yanında orta hizmetçisi olarak çalışuğı dönemde
bir up öğrencisi onu baştan çıkarmış. Son derece narin, incecik, sarışın
bir delikanlıymış, mavi gözleri ve sivri, kısa, ipek gibi sakalları var­
mış ... ah! hem de ne ipek! .. Derken hamile kalmış. Bir sürü erkekle ve
garnizonun tüm çavuşlarıyla yatan tütün tüccarı kadın onu evden kov-

102
muş. Gencecik yaşında, karnında çocuğu ile koca kentte yersiz yurtsuz
kalmış. Dostu meteliksiz olduğundan görmediği rezillik, yaşamadığı
sefalet kalmamış. Neyse ki tıp öğrencisi tıp fakültesinde ona tuhaf bir
iş bulmuş da açlıktan ölmekten kurtulmuş.
- Tanrım, diye devam etti, laboratuvarda tavşanları öldürüyor, hint­
domuzlarımn hakkından geliyordum. Hiç fena sayılmazdı.
Bu anının üzerine, Marianne'ın iri, sarkık dudaklarına bana son de-
rece hüzünlü gelen bir gülümseme yerleşti.
Bir süre suskun kaldıktan sonra ona şöyle sordum:
- Ya çocuk?.. Çocuğa ne oldu?
Marianne, çocuğunun uyuduğu, vaftiz edilmeden ölüp giden ço­
cuklar fileminin ağır perdesini açmak ister gibi, dalgınca, anlaşılması
güç bir hareket yaptı... Alkolün etkisiyle boğuklaşan bir sesle yanıtla­
dı:
- Ah! . Ah ! .. Ah!.. sizce ne yapmış olabilirim çocuğumu? Oh! Tan-
.

nın! . .
- Hintdomuzlan gibi mi yani? ..
- Evet aynen öyle... ,
Ve dikti şişeyi kafasına .. Çakırkeyif bir halde odalarımıza çıktık.

1 03
VII

6 Ekim.

esbelli ki sonbahar gelmiş. Zamansız düşen kırağı bahçedeki son


B çiçekleri de mahvetti. Yıldızçiçekleri, beyefendinin ürkek aşkına
tanıklık eden o canım yıldızçiçekleri sarardı; mutfak kapısında nöbet
bekleyen iri ayçiçekleri de sarardı. Mahzun tarhlarda hiçbir şey kalma­
mış, orada burada birkaç cılız sardunya ve ölmeden önce, çürümenin
hüzünlü maviliği içinde boyunlarını büken beş altı tutam pat dışında
hiçbir şey... Çitin üzerinden gördüğüm kadarı ile, Yüzbaşı Mauger'nin
bahçesinde de gerçek bir felaket yaşanıyor. Her şey tütün rengine bü­
rünmüş...
Kırlardaki ağaçlar sararmaya, yapraklarını dökmeye başlamışlar
1 04
birer birer. Gökyüzü hüzünlü ! Dört gün boyunca, öğleden sonra bile
dağılmayan, karanlık bir sisin, is kokan yoğun bir sisin içinde yüzüp
durduk... Şimdi de yağmur yağıyor; dondurucu, kamçı gibi inen bir
yağmur, üstelik de fırtına halinde esen korkunç bir karayelle birlikte...
Öf be ! berbat bir durumdayım ... Odam buzhane; rüzgar içeride esi­
yor sanki; çaudaki çatlaklardan yağmur sulan sızıyor, özellikle de, ça­
tı katındaki bu kümesi güçbela aydınlatan iki pencerenin çerçevelerin­
den ... Tuğlalar uçuyor, çau zangırdıyor, menteşeler gıcırdıyor, binanın
iskeleti çatırdıyor; insanı serseme çeviriyor bu sesler. Derhal onarılma­
sı gerektiği halde, yarın sabah bir tamirci getirtsin diye dökmediğim dil
kalmadı hanımefendiye ... Soğuğa hiç tahammülüm yoktur benim; ka­
nımı donduran bu buz gibi odada kışı çıkaramayacağımı hissetsem de
bir soba istemeye cesaret edemiyorum daha. Bu akşam, rüzgarın ve
yağmurun önünü kesmek için çerçevelerin aralıklarını eski eteklerim­
le tıkamak zorunda kaldım. Başımın tepesindeki bu fırıldağa ne deme­
li ... Paslı ekseni etrafında gıcırdayarak dönüp duruyor. Zaman zaman
gecenin karanlığında öyle kötü sesler çıkan.yor ki hanımefendi bir öf­
ke krizi sonunda koridorlarda ciyak ciyak bağırıyor sanırsınız...
İlk isyanlar durulmuş, yaşam tekdüze, uyuşukluk verici bir akışa
geçmişti. Biraz zaman alsa da, fazla zorlanmadan alışıverdim işte.
Kimsecikler uğramaz buraya; ev lanetlenmiş sanki. Daha önce sözünü
ettiğim hizmetçi takımının ufak tefek maceraları dışında kayda değer
hiçbir şey yok buralarda Tüm günler, tüm uğraşlar ve tüm yüzler ay­
nı ... Tam bir ölüm sıkıntısı... Ama öyle sersemlemeye başladım ki çok
doğalmış gibi bu iç sıkıntısını kanıksadım. Aşktan yoksun olmak bile
rahatsız etmiyor beni, takmıyorum artık. Mahkum edildiğim, aslını so­
rarsanız beyefendiden vazgeçtiğim, onu kesin olarak bıraktığım için
kendi kendimj mahkfim ettiğim şu iffetliliğe fazla acı çekmeden katla­
nır oldum. Beyefendi canımı sıkıyor, hanımefendinin önünde, çirkin
sözler söyleyerek bir alçak gibi arkamdan konuştuğu için ona çok içer­
liyorum. Benden vazgeçtiği falan da yok; kendini çekmiş de değil; tam
tersine, gözleri daha. da irileşmiş bir halde, ağzından salyalar akıtarak
fır dönüyor etrafımda. Adını hatırlayamadığım bir kitapta okuduğum
bir deyime göre, içindeki hayvanı su içmesi için benim yalağıma doğ­
ru dehliyor hep...
Gündüzlerin kısaldığı bugünlerde, beyefendi akşam yemeğine ka­
dar olan zamanını odasında geçiriyor; neler yapıyor kim bilir... Gerek­
siz yere eski evrakları karıştırıyor, tohum kataloglarını ve ilaç reklam-

105
lannı inceliyor, fi tarihinden kalma av kitaplarının sayfalarını çeviri­
yordur dalgın dalgın. Gece, panjurlarını kapaunak, şöminesinin ateşi­
ni canlandırmak için çalışma odasına girdiğim zamanki hali görülme­
ye değer! Ayağa kalkıyor, öksürüyor, tıksırıyor, bumunu çekiyor, mo­
bilyalara çarpıyor, bir şeyleri deviriyor; ilgimi çekmek için aptalca
şeyler yapıyor... Gülmekten katılırsınız. Çocuk.su maskaralıklanriı
duymamış, anlamamış pozlarına yatıyor, sanki o orada yokmuş gibi,
biç ondan tarafa bakmadan başım dik, sessizce çıkıp gidiyorum.
Ama dün akşam birkaç kelime ettik karşılıklı:
- Celestine!
- Beyefendi bir şey mi arzu ediyorlar? ..
- Celestine! .. Bana karşı çok acımasızsınız... Neden bu kadar acı-
masız davranıyorsunuz bana?
- Beyefendi iyi bilirler, ben bir sokak orospusuyum ...
- O da ne demek oluyor şimdi! ..
- Üstelik de pis bir kızım...
- Yok daha neler...
- Kötü bastalıldanm da var aynca. ..
- Lanet olsun Celestine! . . Hadi ama Celestine... Dinleyin beni...
- Bok herif!
Evet, inan olsun aynen bu sözler çıktı ağzımdan ... Sıktı artık... Cil­
velerimle kafasını, gönlünü allak bullak etmek haz vermiyor artık ba­
na. ..

İlgimi çeken hiçbir şey yok burada... Daha da beteri, canımı sıkan
bir şey de yok... Bu berbat yer mi, kırların sessizliği mi, yoksa kötü ol­
dukları kadar ağır olan bu yiyecekler mi acaba bunun nedeni? Uyuşuk­
luk sanp sarmalıyor beni, cazibesine kapılıyorum. Nasıl oluyor bil­
mem ama bu uyuşukluk duygularımı köreltiyor, hayallerimi kurutuyor,
hanımefendinin küstahlıklarına ve hakaretlerine dayanma gücü veriyor
bana. Bu sayede, akşamlan Marianne ve Joseph'le, artık hiç dışarı çık­
mayan ve bizimle olmaktan zevk alır gibi görünen şu tuhaf Josepb'le
saatlerce gevezelik etmekten tuhaf bir memnunluk duyuyorum. Kim
bilir belki de bu Joseph denen adam bana §şıktır, ay! .. bir hoş oluyo-
rum düşününce ... Aman Tanrım ... evet, bu hallere de düştük... Ve bol
bol okuyorum ... romanlar, romanlar ve yine romanlar... Paul Bour-
get'yi bir kez daha devirdim. Kitapları eskisi gibi etkilemiyor artık be­
ni; hatta ruhumu sıkıyor desem yeri var, yapmacık ve değersiz buluyo-

106
rum onları. Büyülenmiş, kendimden geçmiş bir durumda, zenginlik ve
lüksle tanıştığım o dönemin o çok iyi bildiğim ruh hali ile okumuş ve
değerlendirmiştim onları ... Evet, o dönem geride kaldı bugün ve beni
etkilemiyor eskisi gibi ... Paul Bourget'yi hfila etkiliyorlar... Ah benim
aptal kafam ah!.. Ondan psikolojik açıklamalar yapmasını isteyecek
kadar saf olmam bir daha, çünkü bir salon kapısının arkasında ne do­
laplar çevrildiğini ve dantelalı elbisenin altında nelerin saklı olduğunu
ondan daha iyi biliyorum ben...

Paris 'ten tek bir mektup bile almadım... İşte buna alışamadım bir
türlü... Her sabah, postacı gelince yüreğim sıkışır, herkes tarafından
terk edilmiş olduğum duygusuna kapılırım, işte o zaman anlarım yal­
nızlığımın boyutunu ... Eski arkadaşlarıma, özellikle de Mösyö Jean'a
uzun ve dertli mektuplar yazdım boşuna! Benimle ilgilenmeleri, beni
bu cehennemden kurtarmaları, Paris 'te bana önemsiz de olsa bir iş bul­
maları, beni oraya almaları için boşuna dil döktüm ... Hiçbir yanıt yok. ..
Böylesi ilgisizliği ve nankörlüğü rüyamda görsem inanmazdım doğru­
su ...
İşte bunlar elimde kalanlara sımsıkı sarılmama neden oluyor; anı­
larıma ve geçmişime. Anılarda her şeye rağmen mutluluk. acıya baskın
çıkıyor... Geçmişimse, benim için henüz her şeyin bitmediği, kazayla
düşüşün geriye dönüşünün mümkün olduğu umudunu veriyor bana.
Bu yüzden de, odamda tek başımayken ve duvarın öbür tarafından ge­
len Marianne'ın horultuları şimdiki günlerimin iğrençliğini bana hatır­
latırken, bu gülünç gürültüyü eski mutluluk.larımın sesiyle bastırmaya
çalışıyor ve dağınık parçalarıyla hfila bir gelecek kurma hayali içinde,
bu geçmişe sarılıyorum tutkuyla.
Bugün 6 Ekim! İşte anılarla dolu bir tarih .. Anlatacağım acı öykü­
.

nün üstünden tam beş yıl geçmiş; en ince ayrıntısına kadar anımsıyo­
rum oysa Bu dramatik öykü bir ölümle noktalanıyor; öpücüğe, sevgi­
ye, mutluluğa boğarak, gereğinden fazla hayat vererek öldürdüğüm
gencecik, tatlı, güzel, zavallı bir ölü var bu öyküde. Benim yüzümden
olan ölümünün üstünden geçen beş yılda ilk kez bu 6 Ekim'de meza­
rının başına o her zamanki çiçekleri koyamayacağım ama, o çiçekler-
den daha uzun ömürlü bir buket yapacağım ona, mezarlıktaki ebedi ya­
tağı olan o toprak parçasının çiçeklerinden daha güzel kokular yayıp,
daha iyi süsleyecekler sevgili anısını... Çünkü bu buketin çiçeklerini
bir bir kendi ellerimle toplayacağım, onları gönül bahçemden kopara-

1 07
cağım ... Gönül bahçemde sadece ölümcül sefahat çiçekleri bitmez, iri
beyaz aşk zambakları da vardır orada ...

Bir cumartesi günüydü, dün gibi anımsıyorum ... bir haftadır her sa­
bah hiç sektirmeden gittiğim Colisee Sokağı'ndaki iş bulma bürosun­
da, o sabah beni yas tutan yaşlı bir hanımla tanıştırdılar. Bu kadar se­
vimli bir yüz ile, böylesi sıcacık bakışlarla, alçak.gönüllü bir kişilikle
daha önce hiç karşılaşmamış, insanı böylesine sarıp sarmalayan sözler
hiç duymamıştım. İçimi ısıtan bir zarafetle karşıladı beni.
- Yavrum, diye başladı söze, Madam Paulhat-Durand (işi bulan ha­
nımdı bu) sizden övgü ile söz etti ... Sanırım çok haklı; zeki, içten ve
neşeli haliniz çok hoşuma gitti. Güvenilir ve özverili bir insana ihtiya­
cım var... Özverili! . . Ah! Ah! Çok zor bir şey istediğimin farkında­
yım ... Beni tanımıyorsunuz, bana karşı özverili davranmanız için hiç­
bir nedeniniz yok elbette. Size şimdi ne durumda olduğumu anlataca­
ğım ... Neden hfila ayaktasınız yavrum ... Gelin şöyle, yanıma oturun...
Tatlı dil yeter bana; herkesten farklı ve hayatın dışında biriymişim
gibi, bir köpekle bir papağan arası bir şeymişim gibi davranılmasın ye­
ter, anında içim coşar, çocuklaşıveririm. Ne kin kalır, ne nefret, ne de
isyan! Sihirli bir değnek arındırır beni bu duygulardan, bana insanca
davrananlara karşı içim özveri ve sevgiyle dolup taşar anında. Dene­
yimlerimden biliyorum ki, basit insanların acısını kendilerininki ile
denk tutanlar mutsuz insanlardır ancak... Mutluların iyiliğinde mesafe
vardır, küstahlık vardır her zaman.
Bu yas tutan asil hanımın yanına oturduğum an onu sevmeye baş-
lamışbm bile... Gerçek anlamda seviyordum onu.
iç geçirdi:
- Size vereceğim iş hiç de iç açıcı değil evladım ...
Gözünden kaçmayan, içten bir coşku ile karşı çıkmak istedim:
- Hiç önemi yok efendim ... Hanımefendinin yapmamı istedikleri
her şeyi yaparım ...
Doğru söylüyordum ... her şeye hazırdım ...
Sıcak bir bakışla teşekkür etti ve ekledi:
- Konuya geleyim isterseniz; yaşam bana çok acı çektirdi. Yakınla­
rımın tümünü yitirdim, torunumdan başka kimse kalmadı geriye. Sev­
diklerimin ölümüne neden olan o korkunç hastalık ona da musallat oldu.
Bu korkunç hastalığın adını anmaktan korkarak, siyah eldivenli
yaşlı elini göğsüne bastırıp bana hastalığı belirtmiş oldu, acı bir ifade

108
ile şöyle dedi:
- Zavallı yavrucak! Çok sevimli bir çocuktur; dünyalar tatlısıdır...
Tüm umudum onda, çünkü o da giderse bir başıma kalırım. Aman Tan­
rım ne yaparım ben bu dünyada?
Gözleri yaşla doldu... Mendilinin ucunu dokundurarak gözyaşları­
m sildi ve şöyle devam etti:
- Doktorlar hastalığın henüz çok ilerlemediğini, onu kurtarabilece­
ğimizi söylüyorlar. Bir tedavi önerdiler ve çok umutlular... Her öğle­
den sonra Georges deniz banyosu alacak, daha doğrusu bir saniye ka­
dar suya girip çıkacak... Sonra kan dolaşımını hızlandırmak için tüm
vücudu kıl bir keseyle sertçe ovulacak, daha sonra bir kadeh yıllanmış
Porto içirilecek ona... ve ardından sıcacık yatakta en az bir saat kadar
yatması sağlanacak... İşte sizden istediklerim yavrum , işin özü bu, ama
ben içinizden fışkıran gençliği, şefkati, neşeyi, yaşamı istiyorum ... Be­
nim ona veremediklerimi yani... Çok sadık iki hizmetçim var evde;
yaşlı, kederli ve titiz her ikisi de... Georges 'un onlara tahammülü yok...
Ben de bembeyaz saçlarım, sürekli yas giysilerimle sanırım ruhunu ka­
rartıyorum ... En kötüsü de, duygularımı ondan saklayamıyorum genel­
de... Ah! Sizin gibi çiçeği burnunda bir genç kızın yapacağı iş değil ga­
liba bu kadar genç bir çocuğun yanında kalmak... evet ya... Georges
henüz on dokuz yaşında, aman Tanrım ! İnsanlar ileri geri konuşurlar
şimdi, hay Allah!.. Aman sen de! .. Bana ne insanlardan... Ben hastamı
düşünüyorum ve size güveniyorum... Dürüst biri olduğunuzu düşünü­
yorum.
- Elbette! Evet efendim ... diye haykırdım acılı büyükannenin toru­
nunun kurtulması için aradığı azize olduğuma peşinen inanarak.
- Ya o ... benim zavallı yavrum, yüce Tanrım ! Onun durumda. ..
içinde bulunduğu durumda, anlayacağınız deniz banyosundan çok bir
refakatçiye ihtiyacı var; sürekli yanında olacak güzel bir yüze, gençli­
ğin hayat dolu tebessümüne... Sözün kısası, onu ölüm düşüncesinden
uzaklaşnracak, onu yaşama bağlayacak birine ihtiyacı var... Bu işi ka­
bul ediyor musunuz?
- Kabul ediyorum efendim, diye yanıtladım , heyecandan içim pır
pır ediyordu. Mösyö Georges'a çok iyi bakacağımdan hanımefendi
emin olabilirler.
Hemen o akşam işe başlayacaktım. Daha ertesi gün ise, yaslı hanı­
mın deniz kıyısında kiraladığı güzel villanın bulunduğu Houlgate' a ha­
reket edecektik.

109
Büyükanne yalan söylememişti ... Mösyö Georges çok sevimli,
dünya tatlısı bii çocuktu ... Henüz sakalı çıkmamış yüzü güzel bir ka­
dın cildinin çekiciliğine sahipti. O kaygısız hareketlerinin de bir kadı­
nınkinden farkı yoktu. Upuzundu elleri, bembeyazdı ... Öyle narin, öy­
le saydamdı ki, damarlan sayılıyordu ... Ama o ne ateşli gözlerdi yarab­
bim! .. Hele o gözbebekleri... Alevli bakışları ile kavrulmuş diyebilece­
ğiniz ve etrafı mor halkalarla çevrili gözkapaklannın altında karanlık
bir ateşin yiyip bitirdiği gözbebekleri... Düşünce, tutku, duyarlılık, ze­
ka fışkıran bu gözbebekleri zengin iç dünyasını nasıl da açığa vuruyor­
du! .. Ölümün kırmızı çiçekleri ne de erken kaplamıştı elmacıkkemilc­
lerini... Öyle görünüyordu ki, onu öldüren ne hastalıktı, ne de ölümün
kendisi... yaşamdı; ondaki yaşam ateşiydi... organlarını kemiren, bede­
nini kurutan tutkuydu... Ne kadar hoş, aynı zamanda da ne kadar acı
vericiydi onu seyretmek. Büyükannesi beni onun yanına götürdüğün­
de şezlongda uzanmış yatıyordu, upuzun beyaz elinde kokusuz kırmı­
zı bir gül vardı. Beni bir hizmetçi gibi değil, beklediği bir dost gibi kar­
şıladı adeta. İşte o an bağlandım ona tüm kalbimle.
Houlgate'a yerleşmemiz yolculuğumuz gibi olaysız geçti. Vardığı­
mızda her şeyi hazır bulduk. Bize de, geniş, çok hoş, ışıl ışıl, cıvıl cı­
vıl olan bu villaya girip oturmak kalıyordu. Sorgun dalından yapılma
koltuklan ve alacalı tenteleri ile geniş taraçası villayı plajdan ayırıyor­
du. Denize, büğete oyulmuş taş bir merdivenle iniliyordu. Deniz yük­
seldiğinde dalgalar gelir, ilk basamaklardan söylerlerdi şarkılarını.
Mösyö Georges'un odası giriş katındaydı ve geniş pencerelerinden
muhteşem bir deniz manzarası görülüyordu. Benimki ise duvarları
açık renk kreton kaplı, gerçek bir hanımefendi odasıydı. Mösyö Geor­
ges'un odasının karşısına düşüyordu. Koridorun diğer ucundaydı ve
cılız birkaç taflanla. taflanlardan daha da cılız birkaç gül fidanının bit­
tiği küçük bir bahçeye bakıyordu. Sevincimi, gururumu, heyecanımı
sözcüklere dökmek; ilk kez bir insan, bir hanımefendi yerine konul­
maktan, sevilmekten, ilk kez varlık içinde, lüks içinde yaşamaktan,
umutsuzca bunca yıl özlemini çektiğim ve adına aile denen bu şeyin
bir ferdi olmaktan duyduğum katıksız ve yeni onuru, sözcüklerle an­
latmak ne mümkün! .. Mucizeler yaratan masal perisinin, sihirli değne­
ği ile bana şöyle bir dokunmasıyla bir anda gelen bu iyilik sayesinde
bunca özlemle beklediğim insan olma onurunu kazanmış, beraberinde
getirdiği sorumluluk duygusunun tümünü anında kavrayıvermiştim;
söyleyebileceğim şu ki, gerçek anlamda bir değişim mucizesi yaşa-

ı ıo
dım .. Bir anda daha güzel bir insan oldum, bunu söyleyen aynalar de­
.

ğildi sadece, gerçekten daha iyi bir insan olduğumu yüreğim de haykı­
rıyordu ... Kendi içimde kaynaklar keşfettim, kaynaklar, kaynaklar...
kurumaz kaynaklar, ha bire özveri, esirgemezlik, kahramanlık fışkırtan
kaynaklar... ve tek bir düşüncem vardı artık: Zekice bir tedaviyle,
özenli bir sadakatle, olağanüstü bir beceriyle Mösyö Georges'u ölüm­
den kurtarmak...
İyileştirme gücüme duyduğum güçlü inançla, yan salonda günleri­
ni umutsuzluk içinde ve gözyaşlarını akıtarak geçiren zavallı büyükan­
nenin karşısına dikilip şöyle haykırıyordum:
- Artık ağlamayın efendim... Göreceksiniz onu kmtaracağız ... size
yemin ederim ki onu kurtaracağız...
Gerçekten de on beş gün sonra, Mösyö Georges'un durumunda
gözle görülür bir iyileşme kaydedildi. Öksürük nöbetleri seyrelmişti,
uykusu ve iştahı düzene girmiş, sabahlan onu soluk soluğa ve derman­
sız bırakan o korkunç gece terlemeleri yok olmuştu. Gücünü toplama­
ya başlamıştı, hatta uzun araba gezileri bile yapabiliyor, fazla yorulma­
dan kısa yürüyüşlere çıkabiliyorduk... Bir çeşit dirilişti sözün kısası.
Havalar çok güzel gittiğinden, aşın sıcaklar denizden esen meltemle
kınldığından, dışarı çıkmadığımız günlerin önemli bir bölümünü villa­
nın terasında, tentelerin gölgesinde banyo saatini bekleyerek geçiriyor­
duk. Mösyö Georges "çimme saati" derdi neşeyle... Çünkü neşeli, hep
neşeliydi, hastalığından hiç söz etmezdi ... hele ölümü, ağzına bile al­
mazdı. O günler boyunca o korkunç ölüm sözcüğünü bir kez olsun al­
madı ağzına, eminim bundan. Buna karşın gevezeliklerimden büyük
bir haz alır hatta beni gaza getirirdi, ben de bakışlarına güvenir, yüre­
ğinden cesaret alır, hoşgörüsü ve nezaketine sığınır, içimden geçenleri
döktürürdüm ... şarkı, maskaralık, delice şeyler, o an aklıma ne gelirse.
Yani... çocukluğumu, minik arzularımı, düşlerimi, isyanlanmı, gülünç
ya da rezil efendilerin evlerini, eski mekanlarımı anlatırdım... Ona her
şeyi, gerçeği gizleme gereksinimi duymadan anlatırdım, zira bu genç
yaşına rağmen, yaşamdan bu denli kopuk olmasına, hep kapalı yaşa­
masına rağmen önsezisi ve hastalara özgü o harika uzgörü yetisi ile ya­
şamı kolayca çözümleyiveriyordu. Karakterinin kesinlikle elverişli ol­
ması, yalnızlığının doğurduğu arzu ve özellikle de ölmek üzere olan
zavallı bedenine sebat ve sevgiyle uyguladığım tedaviler sayesinde
gerçek bir dostluk oluşmuştu aramızda. Dile getiremeyeceğim kadar
mutlu olmuştum, birlikteliğimiz bana çok şey kazandırmış, düşüncele-

111
rim onunkilerin etkisiyle olgunlaşmıştı.
Şiire sevdalıydı Mösyö Georges... Taraçada denizin melodileri eş­
liğinde veya akşam odasında, Victor Hugo'dan, B audelaire'den, Verla­
ine'den, Maeterlinck'ten saatlerce dizeler okumamı isterdi benden.
Genelde de kıpırdamadan, ellerini göğsünün üstünde kavuşturarak
gözleri kapalı dinlerdi beni. Öyle ki bazen uyuduğunu sanıp susar­
dım ... O zaman gülümser ve şöyle derdi:
- Devam ufaklık... uyumuyorum ... dizeleri daha yoğun duyumsu­
yorum böyle... sesini daha iyi duyuyorum ... sesin o kadar tatlı ki...
Bazen de kendisi keserdi okumamı. .. Havaya girer ve ağır ağır,
uzata uzata okurdu kendisini en fazla heyacanlandıran dizeleri! O coş­
kuyu bana da hissettirmeye çalışırdı ... Ah! Ne çok severdim onun bu
halini !
Ve bir gün şöyle dedi bana ve kutsal bir anı gibi sakladım bu söz­
leri:
- Şiiri soylu kılan nedir bilir misin? .. Onu anlamak, sevmek için
bilgin olmaya gerek duyulmaması... aksine... bilginler anlamazlar şiir­
den, çoğu zaman da aşağılarlar onu çünkü çok kibirlidirler... Dizeleri
sevmek için bir ruha sahip olmak yeter... küçücük çırılçıplak bir ruh...
çiçek gibi masum ... Sıradan insanların, dertlilerin, hastalann ruhuna
seslenir ozanlar; onları ölümsüz kılan da budur işte... Duyarlı insanla­
rın biraz da olsa şair olduklarını bilir miydin sen? örneğin sen sevgili
Celestine, dizeler kadar güzel şeyler anlattın bana...
- Oh! Yapmayın Mösyö Georges ... Benimle alay ediyorsunuz her­
halde...
- Asla! Bana söylediğin güzelliklerin farkında bile değilsin sen ...
güzel olan da bu ya...
Bunlar benim için unutulmaz saatlerdi; gelecekte ne olursa olsun
yaşadığım sürece yüreğimde bir ezgi gibi varlıklarını sürdürecekler...
İçimde, yeni bir insan olmanın bana tattırdığı sözcüklere sığmaz o sım­
sıcak duyguyu hissettim. Bendeki varlığından haberdar olmadığım ya­
bancı bir şeye anbean tanık oluyordum sanki; oysa o bendim... Bugün
ise o günkü değerlerimden çok şey kaybebniş olmama rağmen, içim­
deki kötülük ve öfkenin beni tekrar alt ebnesine rağmen hfila okuma­
ya karşı beslediğim tutkuyu yitirmemişsem eğer, ve bazen çevremden
hatta kendimden çok yukarılardaki şeylere uzanıyorsam, yaradılışım­
daki doğallığa yeniden güvenmeye çalışarak bunca cehaletime rağmen
bu günlüğü yazma cesaretini göstermişsem eğer, bunu Mösyö Geor-

1 12
ges'a borçluyum.
Evet mutlu oldum, özellikle de sevimli hastanın her geçen gün bi­
raz daha dirildiğini, etlerinin dolduğunu, yeni bir özsuyun damarlaİın­
da akmasıyla yüzünün canlandığını görmek beni mutlu etti. Beni bir
peri, bir kraliçe gibi başlarına taç eden ev halkının bu ani dirilişle bir­
lilcte gelen güveninden, umutlarından ve coşkusundan ötürü içim neşe
kaynıyordu. Bu eşi benzeri olmayan mucizeyi bana, uyguladığım akıl­
lıca tedaviye, özverimin sınırsızlığına, belki de daha çok neşeli karak­
terime, gençliğimin büyüsüne, Mösyö Georges'un üzerinde yarattığım
şaşırtıcı etkiye bağlıyorlardı. Zavallı büyükanne bana teşekkür ediyor,
şükranlarını sunuyor, dua ediyor, beni armağanlara boğuyordu. Ölmek
üzere olan bir bebeğe saf ve sağlıklı sütü ile gülücüğünü, yaşamını, or­
ganlarını geri veren bir sütanneymişim gibi bpkı.
Bazen de aramızdaki sınıf farkını unutup ellerimi avuçlarına alır,
onları okşar, öperdi, mutluluk gözyaşları akıtarak şöyle derdi:
- Böyle olacağını biliyordum ... ben... sizi görür görmez anlamıştım
zaten ! . .
Ve kafasında projeler oluşturmaya başlamıştı bile. . . sıcak ülkelere
yolculuk... güllük gülistanlık kırlara gezinti!
- Artık bizi bırakıp gittnezsiniz yavrum... hiç... ama hiçbir zaman...
B u coşkusu genelde sıkardı beni... Ama sonunda bu iltifatları hak
ettiğime ben de inanmıştım. Yerimde olsalar birçoklarının yapacağı gi­
bi ben de onun yüce gönüllülüğünü kötüye kullandım ... Ah akılsız ka­
fam ah!..
Ve kaçınılmaz olan gerçekleşti sonunda ..
O gün hava çok sıcaktı, ağır ve fırtına yüklüydü. Kurşuni renkteki
dümdüz denizin üstünde, boğucu, iri kızıl bulutlar toplanmaktaydı ve
fırtınanın eli kulağındaydı .. O gün Mösyö Georges taraçaya bile çık­
.

mamıştı, odasında kalmıştık. Elektrik yüklü hava sinirlerini germiş ol­


malı ki her zamankinden çok daha sinirliydi, hatta kendisine şiir oku­
mamı bile istememişti.
- Yorulurum , hem bugün sen de çok kötü okuyacaksın gibi geli­
yor... demişti.
Salona geçip piyanonun başına oturmuştu, niyeti biraz çalmaktı,
ancak piyano da sinirini bozmuş, gerisingeri odaya dönmüştü. Biraz
oyalanacağım düşünerek beni karşısına oturtmuş, birkaç tane kadın si­
lueti karalamıştı karakalemle... Bu uğraş da onu açmamış, çok geçme­
den kağıt ve kalem de bir tarafa fırlatılmıştı; biraz sabırsız bir tonda
RIÖN/Oda Himıctçisiııin Oiln!Oğll 113
homurdanarak şöyle demişti:
- Yapamıyorum ... olmuyor işte... ellerim titriyor... neyim var bile­
miyorum... ya sen, sana ne oluyor ! .. yerinde duramıyorsun ...
Sonra. denize nazır büyük pencerenin yanındaki şezlonga uz�mış­
tı. Açıklarda, tehditler savuran fırbnaya yakalanmamak için kaçışan
balıkçı tekneleri Trouville Limanı'na dönüyorlardı. Dalgın bakışları
onların manevralarına ve boz renkli yelkenlerine takılmıştı.
Mösyö Georges'un da dediği gibi, gerçekten de yerimde duramı­
yordum ... Kıpır kıpırdım, onu oyalayacak bir şeyler bulabilmek için
her tarafa saldırıyordum ... Doğal olarak hiçbir şey bulamıyordum ... ve
benim huzursuzluğum hastanınkini yatıştıramıyordu ...
- Neden yerinde duramıyorsun! .. Neden böyle sinirlisin!.. Şöyle
yanıma gel...
- Şu açıktaki teknelerden birinde olmak istemez miydiniz? . . Ben
isterdim doğrusu! . . demiştim.
- Laf olsun diye konuşma. .. Gereksiz sözler etmenin yararı yok. ..
Yanımda kal yeter.
Ben yanına oturur oturmaz, deniz manzarasını aniden çekilmez
bulmuş olmalı ki, pencerenin storlarını indirmemi istedi ...
- Bu yalancı ışık sinirlerimi bozuyor... deniz korkunç, görmek iste-
miyorum ... Bugün her şey korkunç... Gözüm hiçbir şey gömlek istemi-
yor... yalnız seni görmek istiyorum .. .
Onu hafif yollu azarlamıştım :
- Yapmayın Mösyö Georges, mantıklı olun biraz ... doğru değil bu ...
ya büyük.anneniz gelir de bizi böyle görürse... onu bir kez daha ağlat­
mış olursunuz! ..
Yastıkların üzerinden biraz doğrularak:
- Dur bakalım hele, neden bana durmadan "Mösyö Georges" diyor-
sun? .. Bundan hoşlanmadığımı bal gibi biliyorsun oysa. ..
- Size "Mösyö Gaston" diyemeyeceğime göre! ..
- Sen "Georges" de yeter... tamam mı, huysuz kız ...
- İşte bunu yapamam ... dünyada olmaz.
İşte o zaman iç geçirmişti:
- Garip değil mi bu? Yani sen şimdi kendini hfila zavallı minik bir
köle gibi mi görüyorsun?
Sonra susmuştu, günün artakalan kısmı da kah öf'ke kah sessizlik
içinde geçip gitmişti, suskunluk da bir tür öfkeydi ve ondan daha be­
terdi ...

1 14 F8ARKA/Oda Himıcıçisinin Oün!üğil


Akşam, yemekten sonra, nihayet patladı fırtına. Rüzgar var gücüy­
le esiyor, deniz sağır edici bir gürültü ile büğeti dövüp duruyordu ...
Mösyö Georges yatağa gitmek istemedi... uyuyamamaktan korkuyor­
du; uykusuz geceler de uzadıkça uzar, geçmek bilmezdi! .. O şezlong­
da uzanmış, ben de üzerinde abajur yanan küçük masanın yanında
oturmuştum. Abajurdan süzülen pembe ve tatlı bir ışık bizi çevreliyor,
biz ise susuyorduk ... Gözleri her zamankine kıyasla daha parlak olsa
da Mösyö Georges daha sakin görünüyordu. Lambanın pembe yansı­
ması cildine renk veriyor, hoş ve ince yüzünün hatlarını ışıkta ortaya
çıkarıyordu ... B en ise elimdeki dikişe vermiştim kendimi.
Birdenbire şöyle dedi:
- Celestine, elindeki işi biraz bırak da yanıma gel...
İsteklerine ve kaprislerine hiç itiraz etmezdim. Minnettarlık duygu­
suna verdiğim dostça bir sevgi ve hayranlık içindeydi. Her zaman ol­
duğu gibi bu kez de dileğini yerine getirdim.
- Biraz daha yaklaş ... biraz daha, dedi.
Soma da:
- Şimdi de elini ver bana...
İşkillenmeden elimi uzatnm, okşamaya başladı.
- Ne güzel ellerin var! .. Ne güzel gözlerin var!.. Ne kadar güzel­
sin!.. Her yerin güzel ... her yerin ... her yerin... her yerin ! ..
İyiliğimden hep söz ederdi de güzel olduğumu hiç söylememişti o
ana kadar, söyledi ise de hiç bu türlü söylememişti ... nefes nefese ve
ciddi bir ifade ile ağzından art arda dökülen bu cümlelerden şaşkına
dönmüştüm, aslını sorarsanız büyülenmiştim, içgüdüsel olarak geri çe­
kildim.
- Hayır... Hayır... Sakın gitme... yanımda kal, yanı başımda .. sen
yanımda olunca kendimi ne kadar iyi hissettiğimi, içimin nasıl ısındı­
ğını bir bilsen ... Bak işte sinirim de geçti ... gergin de değilim artık. ..
hele hasta hiç değilim ... memnunum ... mutluyum... çok... hem de çok
mutluyum ...
Belimden kavrayıp küçük bir çocuk saflığı ile şezlongda yanına
oturttu ve şöyle sordu:
- Böyle rahat değil misin?
İçim hiç de rahat değildi. Gözleri her zamankinden daha ateşliydi,
sesi de daha çok titriyordu. Ah! Ben bilirim bu titremeyi, çok iyi tanı­
nın... aşk ateşiyle yanan her erkeğin sesi aynen böyle titrer... Çok he­
yecanlanmış, fazlasıyla gevşemiştim... ve biraz da başım dönüyordu ...

115
Ama kendimi ondan korumaya, daha doğrusu onu kendisinden koru­
maya son derece kararlı bir halde, yaramaz çocuk edasıyla şöyle yanıt­
ladım:
- Hayır Mösyö Georges, çok rahatsızım, bırakın da kalkayım.
Belime dolanan kolunu çekmiyordu:
- Hayır... hayır... lütfen! .. Lütfen yapma...
Okşayıcı yumuşaklığını sözle ifade edemeyeceğim bir ses tonu ile
şöyle dedi:
- Çok korkuyorsun ... söyle, nedir seni bu denli korkutan?
Bunları söylerken yüzünü yüzüme yaklaştırdı... ve sıcak soluğunu
hissettim ... ölümün kokusuna benzer hastalıklı bir koku çarpn burnu­
ma. ..
Yüreğim tarifsiz bir endişeyle doldu ve bağırdım:
- Mösyö Georges ! Ah! Mösyö Georges! . . Bırakın beni ... hasta ede­
ceksiniz kendinizi ... Yalvarırım size! .. Bırakın beni...
Bünyesinin zayıflığı nedeni ile hassas bedenine zarar vermekten
korkarak karşı koymaya cesaret edemiyordum. Sadece bluzumu sıyır­
maya, memelerime dokunmaya çalışan ürkek, titrek, beceriksiz elini
-o da binbir dikkatle- uzaklaştırmaya çabalıyor, bir yandan da:
- Bırakın beni ! . . Bu yapttğınız çok kötü Mösyö Georges ... Bırakın
beni, diye tekrarlayıp duruyordum.
Beni göğsünde tutmak için gösterdiği çaba yormuştu onu. Kolların­
dan oluşan çember gevşeyiverdi, birkaç saniye soluk almakta zorlan­
dı ... sonra kuru bir öksürükle göğsü sarsıldı ...
Bir annenin sevgi dolu azarlaması ile ona şöyle dedim:
- B akın, gördünüz mü Mösyö Georges? .. Bile bile kendinize kötü­
lük ediyorsunuz... hiçbir şey kulağınıza girmiyor sizin... her şeye yeni­
den başlamamız gerekecek, aksi halde ilerler hastalığınız sonra. .. Man­
tıklı olun lütfen! Makul biri olsaydınız şimdi ne yapardınız biliyor mu­
sunuz? .. Hemen gidip yatardınız ...
B eni saran elini çekti, şezlonguna uzandı. Ben de bu arada, kayan
yasttkları başının alttna yerleştirmeye koyulmuştum. Kederli bir bi­
çimde iç geçirdi:
- Haklısın galiba... doğru ... bağışla beni...
- Bağışlanmanızı gerektirecek bir şey yok ortada Mösyö Georges ...
siz sakin olun yeter...
- Tabii, elbette! dedi, lambanın hareketli bir ışık yuvarlağı oluştur­
duğu tavandaki noktaya bakarak... Çılgınlıktt benimki, bir an için beni

1 16
sevebileceğini düşündüm ... benim gibi birini... aşkı hiç tatmamış biri­
ni ... acıdan başka duygu yaşamamış birini ... beni ne diye sevesin ki?
Oysa seni sevmek beni iyileştiriyordu... Burada, yanımda olduğundan
beri... seni arzuladığımdan beri yani ... gençliğinle... diriliğinle... gözle-
rinle ... ve ellerinle yanı başımda olduğundan beri ... o minicik ipeksi el-
lerinle yapuğın tedaviler tatlı bir okşama gibi... Senden başka bir şey
düşünemez oldum ... içimde, ruhumda, bedenimde yeni bir güç hisse­
diyorum, tanımadığım bir yaşam kaynıyor sanki içimde... Yani öyle
hissediyordum ama şimdi... Neyse, boş ver... çıldırmışUm anlayacağın!
Ama sen ... sen... haklısın.. .
Çok huzursuzdum ... Ne söyleyeceğimi bilemiyordum; ne yapmam
gerekirdi kestiremiyordum. Karşıt ama güçlü duyguların arasında kal­
mışbm. Duygularım beni ona doğru itiyordu, kutsal görevim ise beni
ondan uzaklaşbnyordu. Tam bir budala gibiydim çünkü içten değil­
dim, çünkü bu arzular ve bu görev duygusunun eşit bir güçle mücade­
le verdiği bir savaşta içten olamıyor; kekeleyip duruyordum:
- Mösyö Georges makul olun... Bu yaramazlıkları unutun... bunlar
size zarar veriyorlar... Hadi Mösyö Georges ... Aklınızı başınıza topla­
yın...
Ama o hfila aynı şeyleri tekrarlıyodu:
- Beni ne diye sevesin ki? Doğru... Beni sevmemekte yerden göğe
kadar hakkın var... Hasta olduğumu düşünüyorsun... Dudaklarının be­
nim dudaklarımın zehiri ile zehirlenmesinden ve seni öpersem hastalı­
ğımın -beni öldürecek olan hastalık, yalan mı?- sana bulaşmasından
korkuyorsun ... Haklısın...
Bu sözcüklerdeki acımasız haksızlık ok gibi saplandı yüreğime.
- Böyle söylemeyin, Mösyö Georges, diye bağırdım, çılgına dön­
müş bir halde... Ağzınızdan dökülen sözler hem korkunç, hem de za­
lim... Beni yaralıyorsunuz ... hem de çok...
Ellerine yapışbm... Nemli ama ateş gibiydiler. Üstüne eğildim...
Soluğu bir demirhanenin boğucu sıcaklığına sahipti.
- Korkunç... Bu çok korkunç, dedim.
O devam etti:
- Senin tek bir öpücüğün ... benim dirilişim olacakn... yaşama tüm­
den geri dönüşüm ... Ah! Sen de ciddi ciddi senin o banyolarının, por­
to şarabının, kıl eldivenlerinin hüneri sandın öyle mi? Ah benim zaval­
lı küçüğüm! . . Ben senin sevdanda yüzdüm... aşkının şarabını içtim ...
Tenimin albnda delice akan taze kanı senin aşkın pompaladı damarla-

1 17
nma ... Onca beklediğim, arzuladığım, istediğim öpücüğün uğruna ya­
şama asıldım ve güçlü olabildim... Bak şimdi güçlüyüm. B enden o
öpücüğü esirgedin diye sana kınlacak değilim. Reddetmekte haklısın ...
Bunu anlayabiliyorum... anlıyorum. Sen ürkek, korkak, minicik bir
cansın... o daldan bu dala konarak ötüp duran, en küçük gürültüde
pımr diye uçup giden bir yavru kuşsun ! ..
- Sözleriniz çok acımasız, Mösyö Georges, dedim.
Ben ellerimi sıkıp dururken o hfila devam ediyordu:
- Neden acımasız olsun? Hayır... Hiç de acımasız değil... Ama ger­
çek... sen beni hasta sanıyorsun... aşka düşen hasta düşer sanıyorsun ...
Aşk demek, yaşam demektir, sonsuzluk demektir, ama sen bunu bilmi­
yorsun ... Evet .. evet... şimdi anlıyorum ... öpücüğün benim için yaşam
olduğuna göre senin için belki ölüm olur diye düşünüyor olmalısın ...
Neyse, kapatalım bu konuyu ...
Daha fazla dinleyemedim. Acıma duygusu muydu bu? .. yoksa bu
acımasız ve hakarete varan sözlerle yaralayıcı sitemlerin, acı başkaldı­
nlann albnda yatan şey mi etkilemişti beni? .. veya sadece bir anda
benliğimi saran vahşi, güdüsel bir aşk mı? .. Bilmiyorum, belki de tü­
mü... Tek bildiğim, kendimi bir külçe gibi şezlonga bırakmış olduğum.
Bu dünyalar tatlısı çocuğun başım ellerimin arasına alıp çılgınlar gibi
haykırdım:
- Al bakalım, yaramaz, gör bak korkuyor muymuşum! ..
Ağzımı ağzına yapışnrdım, dişlerim dişleriyle öyle bir kudurganlık
içinde çarpışb. ki sanki dilim tüm zehirli kanı, tüm ölümcül irini yala­
yıp yutmak üzere göğsünün derinliklerindeki yaraya değdi. Kolları
açıldı ve beni sıkıca sardı.
Ve olması gereken oldu.
Hayır... Bu olayı enikonu düşündükçe, beni Georges'un kollarına
atan ve dudaklarımı dudaklarına yapıştınnama neden olan şeyin, onu
reddebnemin gerekçesi olarak gösterdiği -belki de kurnazlıkla bile bi­
le söylemişti- bayağı duygulara anlık ve kaçınılmaz bir tepki olduğu­
na daha da emin oldum. Daha doğrusu, son derece temiz, çıkar gübne­
yen, coşkulu bir sevgi ifadesiydi ve şu anlama geliyordu:
- Hayır, hasta olduğunu düşünmüyorum ... hayır... sen hasta değil­
sin ... Kanıt mı istiyorsun ... buyur öyleyse ... Bak işte nefesimi nefesine
karıştırmaktan korkmuyorum, onu solumaktan, ciğerlerime çekmek­
ten, bedenimi çatlayasıya onunla doldurmaktan çekinmiyorum ... Bak
bakalım gerçekten de hasta mıymışsın? .. Hastalığın bulaşıcı ve sana

1 18
yaklaşan için öldürücü müymüş? Hastalığını kapmaktan, acı çekmek­
ten ve ölmekten korktuğumu düşünmeni, bu korkunç düşünceye kapıl­
manı istemiyorum ..
Bu öpücüğün bizi sürükleyeceği o kaçınılmaz sonucu ne düşünmüş
ne de hesaba katmıştım. Bir kez dostumun kollarına atılıp, dudakları
da dudaklarımı bulduktan sonra bu çemberden kurtulma, bu öpücüğü
reddetme gücünü asla bulamayacağımı düşünememiştim ... B en böyle­
yim işte ! . . Bir erkek beni kollarına alır almaz her yanımı ateş basar, ba­
şım döner... döner... sarhoş olur, çıldırır, vahşileşirim... Arzumdan baş­
ka her şey silinir beynimde... o kişiden başka bir şey görmez gözüm,
ona odaklanır, onun isteklerine bırakırım kendimi. Uysal, aynı zaman­
da da dehşet olurum... her şey mubah olur artık... cinayet bile...
Ah! Mösyö Georges'un o ilk öpücüğü... o acemi ve yumuşacık ok­
şayışları, hareketlerindeki o saf coşku. . . aşkın ve kadının üstünden ni­
hayet kalkan esrar perdesinin karşısında büyülenmiş gibi bakan gözle­
ri ... Bu ilk öpücükle, en babayiğit erkeklerin bile dermanını kesen,
aman dileten hiçbir çıkar gözetmeyen o coşkuyla, o heyecanla, o usta,
haşin ve ateşli ihtirasla kendimi tümüyle ona verdim. Bir süre sonra
durulup da bu zavallı narin çocuğu kollarımda, nefes nefese, yarı bay­
gın bir durumda görünce korkunç bir pişmanlık duygusu kapladı ben­
liğimi. Cinayet işlemişim gibime geldi, adeta dehşete kapıldım.
- Mösyö Georges! .. Mösyö Georges! . . Size kötülük ettim... Ah be­
nim sevgili yavrum!
Oysa o, bir kedinin sokulganlığıyla, öyle sevecen ve güvenli bir
tarzda, öylesine büyülenmiş gibi minnetle, bir korunma ararcasına ba­
na sokuldu ki anlatamam ... Hayranlık dolu gözlerle şöyle dedi:
- Mutluyum ... Ölsem bile ne gam ! . .
Ama ben umutsuzluk içinde kıvranıyor, zaafımdan ötürü kendime
lanetler yağdınyordum ...
O yine tekrarladı:
- Mutluyum ... Kal benimle, bu gece hiç aynlma yanımdan, beni
yalnız bırakma ... yalnız kalırsam, çok tatlı olmasına karşın mutluluğu-
mun büyüklüğü ile tek başıma baş edemem herhalde...
Yatması için ona yardımcı olurken, öksürük nöbetine tutuldu, Al­
lahtan kısa sürdü nöbeti. Her ne kadar kısa sürse de benim içim parça­
landı ... Onu bu kadar rahatlatıp iyileştirdikten sonra sıra öldürmeye mi
gelmişti şimdi ... Gözyaşlarıma laf geçiremeyeceğimi anlayıp nefret et-
tim kendimden .. .

119
- Yok bir şey... yok bir şey... dedi gülümseyerek. Üzülrnen için bir
neden yok ki... bana bak ... ne kadar mutlu olduğumu görmüyor mu­
sun? Hasta da değilim üstelik ... hasta değilim diyorum sana .. Şimdi
senin yanında nasıl da mışıl mışıl uyuyacağımı görürsün... Çünkü ba­
şımı göğsüne yaslayarak, bebeğinmişim gibi koynunda uyumak istiyo­
rum...
- İyi de... ya büyükanneniz, gece yarısı zili çalıp beni çağınnak is­
terse Mösyö Georges, ne olur o zaman? ..
- Hayır çalmaz ... neden çalsın canım ... büyükannem zil falan çal­
maz ... Ben senin koynunda uyumak istiyorum...
Bazı hastalar yatakta öyle iyidirler ki diğer erkekler, hatta en güçlü
olanları bile onların yanında hiç kalır. İnancım odur ki aşk yatağında,
ölümün değil adı, düşüncesi bile gizemli ve şiddetli bir şehvet arzusu
uyandırır insanda. . . Enfes, bir o kadar da yürekler acısı olan o unutul­
maz gecenin üstünden geçen on beş gün boyunca dudaklarımızı, teni­
mizi, ruhumuzu doyumsuz bir hazla birleştirdiğimiz bir çeşit çılgınlı­
ğın esiri olduk. Yitip giden zamanı bir an önce telafi etmek ister gibi
acele ediyorduk; bu aşkın tadını çıkarmak, yakında ölümle son bulaca­
ğım hissettiğimiz bu aşkı durup dinlenmeden yaşamak istiyorduk...
- Yine... Yine... Yine...
Düşüncelerim ani bir değişime uğramıştı. Hiç pişmanlık duymadı­
ğım gibi Mösyö Georges halsizleşince demıansız kalan bedenine daha
güçlü ve yeni işvelerle geçici bir canlılık kazandıracağımı biliyordum.
Öpücüğümün yarayı kızgın demirle dağlar gibi zalimane bir etkisi var­
dı.
- Devam. . . devam... devam. . .
Öpücüğümde tehlikeli, ölümcül bir şey vardı... Georges' u ölüme
sürüklediğimin farkında olarak, kendimi de aynı mutluluk içinde, aym
hastalıkla öldürme çabasına girmiştim. Onun yaşamını ve kendiminki­
ni bile bile feda ediyordum ... Kasılrnalarımızın şiddetini on misline çı­
karan vahşi ve açgözlü bir ihtirasla ağzından ölümü emiyor, tümden
çekip alıyordum, dudaklarımı zehrine banıyordum... Yine bir gün kol­
larımda her zamankinden daha şiddetli bir öksürük krizine tutuldu ve
dudaklarında kocaman, iğrenç bir balgamın köpürdüğünü gördüm.
- Ver... ver... ver!..
Ölümcül bir susamışlıkla, yaşam iksiri içer gibi mutlulukla yuttum
balgamı.
Mösyö Georges fazla dayanamadı; nöbetler sıklaştı, daha şiddetli

120
ve daha kahredici oldu. Kan kustu, öyle uzun süre baygın kaldı ki öl­
düğünü sandık. Vücudu eridi, çöktü, bir deri bir kemik kaldı, iskelete
döndü. Kısa süre önce evi dolduran neşe, kısa zamanda uğursuz bir ke­
dere dönüştü. Büyükanne günlerini yeniden salonda ağlayarak, dua
ederek, kulağını kendisini yavrusundan ayıran kapıya vererek, sevdik­
lerinden geriye kalan ve hfila hayatta olan o odadaki biricik yavrusu­
nun çığlığını, can çekişme sesini ... kim bilir belki de son nefesini duy­
mak korkusuyla, o korkunç ve dinmek bilmez acı içinde geçirmeye
başladı. Ben odadan çıkar çıkmaz peşime düşer ve inleyerek konuşma­
ya başlardı:
- Neden Tannın? .. neden? .. Peki ama ne oldu böyle durup durur­
ken? ..
Bana bir de şöyle derdi:
- Siz de kendinizi helak ediyorsunuz yavrucuğum, her gece Geor­
ges'un başucunda bekleyemezsiniz ... Size yardım etsin diye bari bir
hastabakıcı bulayım ... nöbetleşe kalırsınız ...
Kabul ebniyordum. Reddettiğim için gözünde daha da değer ka­
zandım. Öyle ya, zaten bir mucize yaratmıştım, neden bir yenisi olma­
sındı ki ! . . Olur mu olurdu ... Ben onun son umuduydum! ..
Paris'ten getirtilen doktorlara gelince, hastalığın ilerlemesi onları
şaşkına çevirmişti. Bu kadar kısa zamanda bu denli yıkımın nasıl oldu­
ğuna akıl erdiremiyorlardı. Korkunç gerçekten hiç kimse bir an bile
kuşkulanmamışu; ne doktorlar, ne de başkaları. Sakinleştirici şuruplar
vermekten başka bir müdahalede bulunamamışlardı.
B u durumdan ötürü neşesi kaçmayan biri varsa o da Mösyö Geor­
ges'du; mutluluğuna hiçbir şey gölge düşüremiyordu. Şikayet ebnek
şöyle dursun minnet duygusuyla dolup 'taşıyordu yüreciği ... sevincini
dile getirmek için konuşuyordu ya1nızca ... Akşamları, odasında, o kor­
kunç nöbetlerden sonra bazen şöyle derdi bana:
- Ben mutluyum ... sen ne diye üzülüp ağlıyorsun? İçimi dolduran
neşeyi, bu coşkuyu gölgeleyen gözyaşlarının dışında bir derdim yok ki
benim. İnan bana, senin bana verdiğin o insanüstü mutluluğun bedeli
ölüm olsa da hiç önemi yok. Ben zaten bitmiştim ... ölüm tenime işle­
mişti bir kere, hiçbir güç koparamazdı artık onu benden ... Ama sen onu
benim için ışıl ışıl, kutsanmış kıldın ... Hadi benim küçük sevgilim, ha­
di kes artık ağlamayı. .. Bak ben sana tapıyorum ... sana minnet duyu­
yorum.
Yok edici tutkum iyice sönmüştü şimdi ... Şimdi ise işlediğim su-

1 21
çun, cinayetin tanımlanamaz dehşetine kapılmıştım, kendinıe duydu­
ğum korkunç tiksinti içinde yaşıyordum artık. Sevgilimin hastalığının
bana da bulaşmış olmasını, onunla birlikte, aynı anda ölmeyi umut et­
mekten, bununla teselli bulmaktan başka bir şey gelmiyordu elinıden ...
Dehşetin doruğa tırmandığı, çılgınlığın sarhoşluğuna atıldığımı hisset­
tiğim an ise Mösyö Georges'un beni, daha şinıdiden canı çekilen kol­
larına alıp, son nefesini vermeye hazırlanan dudaklarını dudaklarıma
yapıştırıp benden aşk dilendiği, beni aşka davet ettiği an oldu. Yeni bir
suç, daha da acımasız bir cinayet işleyecek olsam da bu aşkı ondan
esirgemeye ne cesaretim ne de hakkım vardı.
- Bana dudaklarını ver yine! .. ver yine gözlerini ! .. ver yine coşku­
nu! ..
Okşamalara, aşk sarsıntılarına mecali kalmamıştı ... Pek çok kez ba­
yıldı kollarımda...
Ve korktuğumuz oldu sonunda...
Ekim ayına yeni girmiştik, o gün tam 6 Ekim' di. Yumuşak ve sıcak
bir sonbahar geçiriyoı:duk o yıl. Bu nedenle doktorlar, hastanın bir sü­
re daha orda, deniz kıyısında kalmasını sonra da güneye götürülmesi­
ni salık vermişlerdi. O 6 Ekim günü Mösyö Georges her zamankinden
daha sakindi. Odanın penceresini ardına kadar açmıştım, o da pencere­
nin önündeki şezlonguna uzanmıştı, üzerinde de onu rüzgardan koru­
yan kalın bir battaniye vardı. Açıklardan gelen mis gibi iyotlu deniz
havasım ciğerlerine çekmişti en az dört saat, insanın canına can katan,
kemiklerini ısıtan güneş, açık denizden gelen güzel kokular, artık sa­
dece midye ve istiridye gibi kabuklu deniz ürünlerini toplayan balıkçı­
lara kalan ıssız kumsal mest etmişti Mösyö Georges'u ... Onu hiç bu
denli neşeli görmemiştim. Haftadan haftaya incelip zara dönen, altın­
dan kemikleri sayılan o kuru yüzünde bakmaya tahammül edemedi­
ğim, ölümü çağrıştıran bir şeyler vardı. Onu o halde görmek öyle acı
veriyordu ki bana, doyasıya ağlayabilmek için bir yolunu bulup sık sık
odadan dışarı atıyordum kendimi. O gün şiir okumamı istemedi, kita­
bın kapağını açtığımda şöyle dedi bana:
- Hayır. . . Sensin benim şiirim... Sen benim tüm şiirlerimsin... Böy­
lesi daha güzel... boş ver ! . .
Konuşmayı yasaklamışlardı ona... Azıcık konuşacak olsa yorulu­
yor, genelde de öksürük nöbetlerine tutuluyordu. Zaten konuşmaya
mecali de kalmamıştı! . . Onda, yaşamdan, düşünceden, duygusallıktan,
kendisini ifade etme arzusundan ne kalmışsa geriye, tutuşmuş bir oca-

1 22
ğa dönüşen gözlerinde yoğunlaşmıştı ve ruhunun şaşırtıcı, doğaüstü
ateşi ile alev alev yanıyordu bakışları... O akşam, o 6 Ekim akşamı, hiç
acı çekmiyordu sanki ... Ah! O hali gözümün önünden gitmiyor hiç ...
Yatağına uzanmış, başı yastıklarla desteklenmiş, uzun ince parmaklan
ile sakin sakin perdenin mavi saçakları ile oynuyor, bana gülümsüyor,
yatağın gölgesinde bir lamba gibi parlayıp yanan bakışları ile her ha­
reketimi, gidiş-gelişlerimi izliyor...
Odaya benim için küçük bir hastabakıcı yatağı koymuşlardı, ikimiz
de mahcup olmayalım, ben rahat soyunup giyinebileyim diye bir de
paravan... Ne matrak ama! O yatakta bir, bilemediniz iki kez bile yat­
mamışımdır herhalde çünkü Mösyö Georges beni hep yanına isterdi.
Onun yanında olduğum, çıplak tenim kendisinin çıplak tenine değdiği
sürece kendisini gerçekten iyi, gerçekten mutlu hissederdi; ama onun
çıplaklığı ne yazık ki kemiklerin çıplaklığından farksızdı.
Deliksiz ve huzurlu iki saatlik bir uykudan sonra gece yarısı uyan­
dı. Biraz ateşi vardı. Elmacıkkemiklerinin üstü kızarmıştı. Beni başu­
cunda ve yanaklarım yaştan sırılsıklam olmuş bir durumda otıırur gö­
rünce, sesinde tatlı bir sitemle şöyle dedi:
- Bak işte, yine ağlıyorsun! .. Senin niyetin beni üzmek, bana acı
çektirmek mi yoksa? .. Neden yatmadın? .. Hadi yanıma gel de yat...
Gıkımı çıkarmadan yaptım söylediğini çünkü en küçük gerginlik
bile ölümcül olabilirdi onun için, Canı azıcık sıkılmaya görsün, anın­
da kan gelirdi ağzından ... ve sonrası çok korkunç olabilirdi ... Korkumu
biliyor ve bunu kullanıyordu ... Yatağa henüz girmiştim ki eli bedeni­
me, dudağı da dudağıma uzandı. Karşı koymadan, çekine çekine yal­
vardım:
- Lütfen ... Bu akşam olmasın! Bu akşam uslu olun...
Oralı bile olmadı, ölüm ve arzuyla titreyen bir sesle şöyle yan!tla­
dı beni:
- Bu akşam olmasın! Hep aynı şeyi söyleyip duruyorsun... Bu ak­
şam olmasın! Bekleyecek zaman kaldı mı bende?
Hüngür hüngür ağlayarak haykırdım:
- Ah, Mösyö Georges, ölümünüz benden olsun mu istiyorsunuz
siz?. . Hayatım boyunca sizi öldürdüm diye vicdan azabı ile kıvranma­
mı mı istiyorsunuz?
Hayatım boyunca!.. Ne de çabuk unutmuştum onunla birlikte öl­
meyi, ölümümün onun elinden olmasını, aynen onun gibi ölmeyi iste­
diğimi. . .

1 23
- Mösyö Georges ... Mösyö Georges ... bana acıyın bari, yalvannm
sıze 1. . .

Dudakları dudaklarıma kapanmıştı bile. . . Ölüm dudaklarımda gezi­


niyordu ...
- Sus ! .. dedi soluk soluğa .. seni hiç bu akşamki kadar sevmemiş­
tim...
Ve bedenlerimiz birbirine dolandı. Uykuya yatan arzum uyanmıştı
artık. Georges 'un hafif çığlıkları ve iç çekişleri arasından kulağıma ka­
dar gelen ve altımda bir iskeletin kemikleri gibi tıkırdayan kemikleri­
nin sesini duymak; şehvetin en vahşisinde dayanılmaz bir ıstırap ol­
muştu.
Kollan gevşeyiverdi aniden ve cansız düşüverdi yatağın üstüne.
Dudakları çekildi ve ayrıldı dudaklarımdan. Çarpılan ağzından acı bir
feryat yükseldi, hemen ardından, sıcak kana bulandı tüm yüzüm. Ken­
dimi bir sıçrayışta yatağın dışına attım. Karşımda duran bir aynadan
kırmızı ve kanlı görüntüm yansıdı ... Dehşete kapıldım. Kendimi kay­
beuniş bir halde odada dört dönüyor, yardı m çağırmak istiyordum.
Ama korunma içgüdüsü, sorumsuzluğumun, suçumun açığa çıkmasın­
dan duyduğum korku, bilmem daha hangi aşağılık duygular ve hesap-
lılık ağzıma bir kilit vurdu ... Mantığımın gömülmek üzere olduğu uçu-
rumun kenannda beni tuttu... Durumu çarçabuk tüm çıplaklığı ile kav-
rayıverdim; ikimiz de çırılçıplaktık, seviştiğimiz gün gibi açıktı. Yata­
ğın altı üstüne gelmişti ... bu durumdaki bir odaya birinin girmesi im­
kfuısızdı... hayır bu mümkün değildi ...
Ah! Adına insan denen sefil yaratık ah! Duyduğum ıstıraptan daha
doğal, kapıldığım dehşetten daha güçlü bir şey vardı; alçakça aldığım
önlemler ve aşağılık hesaplarım... Dehşet içinde olmama karşın, salo­
nun kapısını, ardından da sofanın kapısını açıp kulak kabartmayı akıl
edecek kadar kafam çalışıyordu ... Çıt çıkmıyordu, ev halkı derin uyku-
daydı. Derhal yatağa döndüm ... Bir tüy kadar hafif olan Georges'un
bedenini kollarıma aldım, onu ellerimde dik tutabilmek için başını bi­
raz yükselttim ... Kan sızıntı halinde ağzından gelmeye devam ediyor-
du ... boşaltılan şişenin çıkardığı sese benzeyen bir gürültü ile ciğerleri
boğazından boşalıyordu sanki. Devrilen gözlerinde, kocaman açılmış
gözkapaklarının meydana çıkardığı kırmızımtırak iki küreden başka
bir şey görmek mümkün değildi.
- Georges ! . . Georges ! .. Georges ! . .
Georges bu çağrılara, bu çığlıklara yanıt vermedi; duymuyordu on-

1 24
lan, artık dünyanın çığlıklarına, çağnlanna kapanmışu kulakları. . .
- Georges ! : . Georges! .. Georges ! . .
Bedenini bıraktım; bedeni yatağa yığılıverdi. . . Başını bıraktım; ba­
şı bütün ağırlığı ile yasuğın üstüne düştü ... elimi kalbinin üstüne koy­
dum ... kalbi atmıyordu...
- Georges ! . . Georges! . . Georges! . .
B u sessizlik, bu sessiz dudaklar, b u cansız bedenin kızıl hareketsiz­
liği... ve bizzat benim halim korkunç bir dehşet tablosu sergilemektey­
di ... halının üstüne yığıldım ... Bayılmışım...
B u baygınlığın üstünden dakikalar mı geçmişti yoksa asırlar mı? ..
Bilemiyorum. Kendime geldiğimde, azap verici bir düşünce tüm diğer
düşüncelere baskın çıktı: Suçuma kanıt olacak ne varsa tümünü yok et-
mek. .. Yüzümü yıkadım... giyindim ... Yatağı ve odayı düzene soktum,
evet, bu iğrenç cesareti bulmuştum ... ve her şey tamam olunca ... evi
ayağa kaldırdım. . . Korkunç haberi çığlık çığlığa haykırdım evin için­
de...
Ah o gece! Cehennem azabı duydum o gece ...
Ve ... bu gece bana o geceyi, o zavallı bedeni yok etme çalışmaları­
ma başladığım ilk geceyi anımsatıyor bana. .. Bahçedeki ağaçların ara­
sından kopup gelen rüzgarın çığlığı, ebediyen lanetlenen Houlgate Vıl­
lası 'mn büğetini döven denizin çığlığı sanki.
Paris' e döndüğümüzde, Mösyö Georges 'un cenaze töreninden son­
ra, zavallı büyükannenin tüm ısrarlarına rağmen hizmetinde kalmayı
reddettim. B ir an önce gitmek, gözyaşları içindeki yüzünü bir daha hiç
görmemek, yüreğimi parçalayan hıçkırıklarını bir daha hiç duymamak
istiyordum. Özellikle de bana karşı beslediği minnet duygusundan
kaçmak için acele ediyor; duyduğu bunca acıya rağmen kahramanlığı­
mı ve özverimi yüceltip bana bıkıp usanmadan ettiği teşekkürlerden,
bana, "Kızım... sevgili küçük kızım" diye seslenmesinden, çılgınca
sevgi gösterileriyle beni kucaklamasından kurtulmak istiyordum. Ri­
cası üzerine yanında kalıp orada geçirmeyi kabul ettiğim o on beş gün
boyunca kim bilir kaç kez günah çıkarmak geçti içimden; suçumu iti­
raf etmek, beni boğan ve vicdanımda bir yük gibi taşıdığım ne varsa
tümünü ona sayıp dökmek istedim. B ir yararı olur muydu acaba? Ke­
derini hafifletir miydi azıcık da olsa? Derin acılarına daha da yürek pa­
ralayıcı bir acı eklemekten, ben olmasaydım sevgili yavrusunun belki
de hfila hayatta olacağı düşüncesini, o korkunç pişmanlığı eklemekten
başka bir işe yaramazdı . . . İtiraf etmeliyim ki zaten ben de o cesareti

125
kendimde bulaınamışbm. Bir azize gibi saygı görerek, armağan ve
sevgiye boğularak sımmla birlikte uğurlandım.
Oradan aynldığım gün, Madam Paulhat-Durand'ın bürosundan dö­
nerken Champs-Elysees'de eski bir arkadaşıma rastladım. Aynı evde
alb ay kadar birlikte çalışmışbk, oda hizmetindeki bir uşakb. Onu gör-
meyeli iki yıldan fazla bir zaman geçmişti. Selam faslından sonra onun
da benim gibi iş aradığını öğrendim. İş bulmak için acele etmesine ge­
rek yoktu, iki adet fısbk gibi geçici iş yakalamışb.
- Vay be bizim yaman Celestine! dedi, beni gördüğü için mutluy-
du ... Hfila çok güzelsin! ..
Neşeli, şakacı, hoş bir çocuktu, eğlenceye de pek meraklıydı.
- Akşam birlikte yemek yemeye ne dersin? diye sordu.
Bende saplanb haline dönüşen bir yığın düşünceden, gözümün
önünden gitmeyen hüzünlü görüntülerden uzaklaşmaya, oyalanmaya
ihtiyacım olduğu için kabul ettim ...
- İşte bu harika!.. dedi.
Koluma girdi ve beni Cambon Sokağı'ndaki bir meyhaneye götür­
dü. Taşkınlığının, kaba şakalarının, bayağı müstehcenliğinin tamamen
farkındaydım. Hayır, hiç şaşırtmadılar beni, aksine kaybedilen bir alış­
kanlığın geri dönüşü gibi bir şey oldu... Pis bir coşkuya, aşağılık bir
güven duygusuna kapıldım ... demem o ki, kendimi buldum; tiyatro
oyuncusu, yargıç ve uşaktaki aynı bayağı sınbşı, aynı yalan alışkanlı­
ğım, aynı iğrenç tutku merakını açığa vuran şu kırışmış gözkapakların­
da, şu tüysüz suratta, şu bıyıksız ağızlarda yaşamımı ve ruhumu gör­
düm...
Yemekten soma bir müddet bulvarlarda dolaşbk, sonra da beni si­
nemaya götürdü. Fazla Saumur şarabı içmekten üzerime ağırlık çök­
müştü. Salonun karanlığında, Fransız Ordusu, izleyicilerin alkışları
arasında ışıklı ekranda resmi geçit yaparken belimi kavradı ve enseme
bir öpücük kondurdu, az kalsın saçlarımı bozuyordu.
- Çok çekicisin, diye fısıldadı ... Kahretsin! .. ne de güzel kokuyor­
sun ...
Otelime kadar götürdü beni. Konuşmadan birkaç dakika kadar ap­
tal aptal durduk kaldırımda; o bastonunun ucuyla kunduralarının bur­
nuna vurup duruyordu ha bire, bense başım eğik, dirseklerim bedeni­
me yapışmış, ellerim manşonumun içinde, ayaklarımın dibinde duran
bir portakal kabuğunu eziyordum.
- Eh, hadi hoşça kal ! dedim.

126
- Yoo, hayır! dedi. Bırak da seninle geleyim yukarıya. . . Hadi ama
Celestine, anlaştık mı?
Laf olsun diye biraz hık mık edecek oldum... o ısrar etti.
- Hadi ama! Neyin var senin? .. Yoksa aşk acısı mı? .. Daha iyi ya. ..
işte tam zamanı. . .
Arkamdan geldi. B u otelde akşamlan girip çıkana pek aldırdıkları
falan yoktu zaten. Karanlık ve daracık merdivenleri, yapış yapış tırab­
zanları, iğrenç görünümü, mide bulandıran ağır kokusu ile otelden zi­
yade bir randevuevini, bir batakhaneyi andınyordu. Arkadaşım cesaret
bulmak için bir iki öksürdü, bana gelince, içim tiksintiden kabarmış
hülyalara dalmıştım:
- Ah, Ah! Bu lanet yerin ne Houlgate Villası ile, ne de Lincoln So­
kağı'ndaki sıcacık ve süslü evlerle bir ilgisi var...
Odama girip de, kapıyı sürgüler sürgülemez üstüme çullandı. Etek­
lerim havada, hoyratça yatağa fırlattı beni.
Amma da kancıklaşıyoruz bazen ! . . Vahlar olsun bizcileyin zavallı
yaratıklara! ..
Ve yaşam her zamanki gibi yeniden koynuna çekti beni inişleri çı­
kışları, değişik simaları, başlamadan biten ilişkileri, varsıl evleri ve bu
evlerin sokağı gösteren kapılan ile...
Ne tuhaf! Aşk ateşiyle yanıp, özveri susuzluğu ile kavrulup, içten
ve büyük bir tutkuyla ölümü çağıran ben, Mösyö Georges 'un öpücük­
lerinden hastalığını kapmış olma korkusu içinde son aylarda kabuslar
görüyordum. Sıradan bir keyifsizlik, minicik bir ağrı deliye döndürü­
yordu beni. Geceleri buz gibi soğuk terler döküyor, dehşet içinde uya­
nıyordum. Elimle göğsümü yokluyor, olmayan ağn sızılar hissediyor­
dum. Tükürüğümü inceliyor, kırmızı zerrecikler gördüğümü sanıyor­
dum. Nabzımı saya saya ateşimi yükseltiyordum ... Aynada, gözlerimin
çukurlaşnğını, elmacıkkemiklerimin Mösyö Georges'un yanaklarında­
ki o ölüm pembesi rengini aldıklarını görür gibi oluyordum. Bir gece,
danstan dönerken üşütmüş olmalıyım, tam bir hafta öksürdüm. İşimin
bittiğini sandım . . . Sırtıma yakılar yapıştırdım, tuhaf tuhaf ilaçlar yut­
tum, hatta Padovalı Aziz Antonius'a adak bile adadım. Sonunda kork­
tuğumla kaldım ... sağlığım demir gibiydi ... Mesleğin ve şehvetin yor­
gunluğu bana mısın demiyordu ...

Geçen yıl 6 Ekim'de, bu acı günde, geçmiş yıllarda olduğu gibi


Mösyö Georges'un mezarına çiçek koymaya gitmiştim. Montmartre

127
Mezarlığı'nda yatıyordu. Mezarlığın geniş yolunda zavallı büyükanne­
yi gördüm, birkaç adım önümdeydi. Ne kadar da çökmüştü zavallı­
cık! .. Kendisine eşlik eden yanındaki o iki hizmetçisi de ne kadar
yaşlanmışlardı Tannın. Büyükanne kambın, iki büklüm, sarsak bir hal­
de, ağır ağır yürüyordu ilci yaşlı hizmetçisinin ortasında Kollarına gi­
rerek ona destek olan hizmetçiler de hanımları kadar kambur, bir o ka�
dar ilci büklüm, bir o kadar sarsaktılar. Bir taşıyıcı da arkalarından ge­
liyordu; kırmızı ve beyaz güllerden derlenmiş kocaman bir buket var­
dı elinde. Adımlarımı yavaşlatbm. önıerine geçmek istemiyordum, be­
ni tanımalarını da .. Yüksek bir mezar taşım kendime siper edip bekle­
dim. Zavallı yaslı yaşlı kadın çiçeklerini koydu, dualarını etti mırılda­
narak, sevgili torununun mezarım gözyaşları ile suladı. Aıkasına giz­
lendiğim mezar taşına adeta sürtünerek aynı bitkin adımlarla küçük
yoldan geçip gittiler gerisingeri. Onları görmeyeyim diye iyice büzül­
düm saklandığım yerde, çünkü önümden geçen sanki onlar değil de
pişmanlık acılarımdı, pişmanlık acılarımın hayaletleriydi. Beni fark et­
miş miydi acaba? .. Hiç sanmıyorum. Hiçbir şeye bakmıyorlardı... Bu
dünya ile ilişkileri kesilmiş, etraflarında olup bitenleri görmeden yürü­
yorlardı... Gözleri körlerinki gibi tek bir noktaya sabitlenmişti... Du­
dakları bir şey söyleyecek gibi uzuyor, uzuyordu ama tek bir sözcük
çıkmıyordu aralarından. Mezarlığın labirentinde kaybolmuş üç yaşlı
ölü ruh döne döne çukurlarını arıyorlardı sanki... O feci gece gözleri­
min önüne geldi ... Kıpkırmızı kesilen suratımı, Georges'un ağzından
fışkıran kanı gördüm sanki .. Yüreğim ürperdi... Gözden kayboldular
.

sonunda ..
Yürek paralayan bu üç gölge bugün nerelerdedir?.. Belki hfila her
gün biraz daha ölüyorlardır... Belki de büsbütün ölmüşlerdir. Günlerce
gecelerce dolaşıp durduktan sonra, aradıkları sessizlik ve huzur çuku­
runu bulmuşlardır belki de...
Ne fark eder ki! .. Büyükannenin yaptığı da iş miydi yani ! .. Sen gel
de Mösyö Georges gibi gencecik, dünyalar tatlısı bir körpeye benim
gibi birini hastabakıcı diye seç!.. Gerçekten de akıl alır gibi değil... Na­
sıl oldu da hiçbir şeyden kuşkulanmadı ... hiçbir şey görmedi... hiçbir
şey anlamadı? .. En çok da buna şaşıyorum. Ah! Ah! Şimdi söyleyebi­
lirim kolayca... Akıllarında kötülük yoktu üçünün de... bir güven hale­
siyle çevriliydiler...

Çitin üstünden Yüzbaşı Mauger'yi gördüm ... Henüz yeni bellenmiş

128
tarhlardan birinin önüne çömelntjşti. Menekşe ve sarışebboy dikiyor­
du. B eni görür görmez elindeki işi bıraktı ve çitin yanına geldi lafla­
mak için. Gelinciğinin ölümünden dolayı bana kızgın değildi. Hatta
fazlası ile neşeliydi desem yeri var. Gülmekten kırılarak bir sır verdi
bana; daha o sabah Lanlaire'lerin beyaz kedisini tuzağa düşürmüş...
Gelinciğe karşı kedi... intikamını böyle alıyordu herhalde.
- Ruhları bile duymadan hesabını gördüğüm bu onuncusu, diye
söyledi vahşi bir hazla, bir yandan da elleri ile baldırlarını dövüyor
soma da çamurlu ellerini ovuşturuyordu. Oh olsun! Artık tarhlanmın
gübreli toprağını eşeleyemeyecek zirzop şey n' olacak! Pidelerimi kınp
geçiremeyecek iblis !.. Ah... bir de sizin şu Lanlaire denen herifle kan-
cığını enselesem yok mu ... Ah! Ah! Sizi gidi domuz sürüsü sizi, ah! ..
ah! . . ah! . . Ne fikir ama!..
Bu düşünceyle bir an gülmekten kınldı ve sonra aniden gözleri sin­
si bir kötülükle parlayarak bana şöyle sordu:
- Sahi... siz onların yatağına neden kaşınma tozu atmıyorsunuz? ..
Pis herifler n ' olacak ! . . Size, koca bir paket toz verirdim, Allahırna ki­
tabıma! .. Ne fikir ama! ..
Soma şöyle devam etti:
- Ha. . . aklıma gelmişken... Biliyor musunuz? Kleber? .. Şu benim
gelinciğim vardı ya? . .
- E e... n e oldu?
- Eeesi... bir güzel yedim onu ... hah ... hah. . . hah ! ..
- Lezzetli değil miydi yoksa? .. hadi söyleyin! . .
- Öğğğ. . . Kötü bir tavşan eti gibiydi.
Bahtsız hayvana yakılan ağıt bu kadardı işte.
Yüzbaşı anlatmaya devam etti; geçen hafta çalı çırpı yığınının al­
bnda bir kirpi bulmuşmuş, onu evcilleştirmekle meşgulmüş, adım Bo­
urbaki koymuşmuş ... Ne fikir ama!.. Akıllı, şakacı, olağanüstü ve her
şeyi yiyen bir hayvan! . .
- Ciddiyim! . . Yalanım yok ! . . diye haykırdı. . . Bu yaman kirpi bir
gün içinde biftek, koyun yahnisi, tuzlanmış domuz yağı, gravyer pey­
niri ve bir de reçel yedi ... Acayip bir yarabk, doyuramıyoruz kendisi­
ni ... o da aynen benim gibi ... yemediği yok vesselam !
Tam o sırada, küçük yamak el arabasına doldurduğu taşları, boş
sardalye kutularını ve daha bir sürü döküntüyü çöp çukuruna dökmek
üzere, patikadan geçiyordu.
- Buraya gel ! . . diye seslendi yüzbaşı...

F9ÖN/Oda Hizme!>isinin Günlüğü


1 29
Bana sorduğu için beyefendinin ava çıktığım, hanımefendinin şeh­
re, Joseph'in de alışverişe gittiğini söylemiş bulundum, bunun üzerine
elini arabaya daldırdığı gibi, ne kadar taş, kutu, çöp varsa tümünü bi­
rer birer bahçeye fırlattı. Bir yandan da:
- Alın size reziller! .. Alın size sefiller! .. diye bas bas bağınyordu.
Bir gün önce, Joseph'in bezelye ektiği ve hfila yaş olan tarhın üstü­
ne taş ve çerçöp yağıyordu...
- Al sana! .. Al bir daha! .. Olmadı bir daha! .. Al bu da benden! ..
Tarh çerçöp, molozla örtüldü çok geçmeden. Yüzbaşının keyfi gı­
cırdı doğrusu; yaptığı el kol hareketleri, attığı naralar bunu kanıtlıyor­
du ... Sonra, o kırlaşmış antika bıyıklarım yukarıya doğru kıvrrarak, za­
fer kazanmış ve çapkın bir eda ile bana şöyle dedi:
- Matmazel Celestine ... Çok alımlı bir bayansınız, Allahıma kitabı­
ma! .. Ara sıra beni görmeye gelseydiniz diyordum ... hani Rose borda
olmayınca yani... ne dersiniz? .. Ne fikir ama!..
İyi vallahi! .. Bu herif kendini ne sanıyor...

1 30 F9ARKA/Oda Hizmelfis.İDİD Oiinlüğil


VIII

25 Ekim.

ihayet Mösyö Jean'dan bir mektup alabildim sonunda Pek yavan


Nbir mektuptu. Okuyan da aramızda hiçbir şey geçmemiş sanırdı.
Ne dostane bir söz, ne bir sevgi kınnbsı, ne de bir anı vardı içinde! ..
Yalnızca kendinden bahsetmişti mektubunda. Yazdıklanna bakılırsa
oldukça önemli bir şahsiyet olmuş. Ta mektubun başından beri kendi­
sini hissettiren üstünlük taslayıcı ve küçümseyici tarzdan belli oluyor­
du zaten. Bana hava atmak için yazmıştı besbelli ... Onun bu kendini
beğenmiş tavrına yabancı değildim aslım sorarsanız -ama o kadar ya­
kışıklıydı ki kahrolası herif!- yine de bu kadarını bilmiyordum. Yok...
yok... başarı, şöhret erkeklere göre değil...

131
Jean, oldum olası, Kontes Fardin'in baş oda hizmetçisidir ve sayın
kontes hazretleri, bugünlerde Fransa'nın belki de kendisinden en çok
söz ettiren kadınlarından biridir.
Jean, oda hizmetçiliğinin yanı sıra siyasi gösterici ve kraliyet
komplocusu rolünü de üstlenmiş. Coppee,* Lemaitre, Quesnay de Be­
aurepaire ile birlikte gösteri yapar, General Mercier ile komplo kurar­
mış. Yaptıklarının tümü Cumhuriyet rejimini devirmek adınaymış. Ge­
çen akşam, Coppee ile birlikte Patrie Française'in bir toplantısına ka­
tılmış, büyük vatanperverin arkasına geçip kürsüde boy göstermiş ve
bütün gece onun pardösüsünü tutmuş. Ona bakarsanız, zamanın büyük
vatanperverlerinin tümünün pardösüsünü tutmuştur... Bu, onun gelece­
ği için önemli imiş ... Bir başka akşam, kontes onu "kozmopolitlerin
çenesini dağıtmak" için Dreyfus tllaftarlannın düzenlediği bir toplan­
tıya göndermiş. Vatansızları yuhaladığı, avazı çıktığı kadar "Yahudile­
re qlüm! .. Yaşasın kral! .. Yaşasın ordu! .." diye bağırdığı için nezarete
götürülmüş. Kontes hazretleri, hakkında gensoru önergesi vereceğini
söyleyerek hükümeti tehdit etmiş ve Mösyö Jean derhal serbest bıra­
kılmış. Bu üstün hizmet anlayışını, kontes hazretleri maaşına yirmi
frank zam yaparak ödüllendirmiş. Mösyö Arthur Meyer, Le Gaulois
gazetesinde adının geçmesini sağlamış. Aynca La Libre Parole gazete­
si Albay Henry'nin.. bağış listesinde, yüz franklık miktarın karşısına
adını yazmış ... Coppee'nin isteği üzerine alınmışmış listeye. Yine ay­
nı Coppee bu kez onu, hayranlık uyandıran bir derneğin Patrie Fran­
çaise'in onur üyesi yapmış. İtibar s ıili.ibi ailelerin istisnasız tüm hiz­
metkarları oraya kayıtlı imiş. Kontlar, markiler, dükler varmış arala­
rında ... Geçen gün öğle yemeğine gelen General Mercier şöyle demiş
Jean' a: "Jean, aslanım, nasılsın bakalım?" Vay be! .. Demek "Jean,
aslanım ! " demiş ona... Jules Guerin de Anti-Juif gazetesinde şöyle
bir başlık atmış: "Yine bir Yahudi kurbanı daha! .." Ve şöyle devam
etmiş: "Yahudi aleyhtarı üyelerimiz arasından cesur dostumuz Mös­
yö Jean... vesaire, vesaire." Son olarak da, evin müdavimlerinden

* Coppee (François) : Fransız yazar. Romantik komediler ve dramlar yazarken ,


yoksul halkın yaşamını yalın bir biçimde betimleyerek kendini kabul ettirir. Drey­
fus Davası sırasında Dreyfus'ü savunma amaçlı kurulan "İnsan Hakları Derne­
ği"nin karşıtı olan '"Ligue de la Patrie Française"in onur başkanlığını yapar.
(1 899-1 902) (ç.n.)
** Albay Henry (Hubert Joseph) : Fransız subay. 1 877'de istihbarat servisine ata­
nır. Zola Davası sırasında Dreyfus'ü suçlu duruma düşüren sahte bir mektup
yazmakla suçlanıp tutuklanır (1 896). 1 898'de intihar eder. (ç.n.)

1 32
Mösyö Forain*, vatan ruhunu simgeleyecek, bir tablosunda Jean' a poz
verdirmiş ... Mösyö Forain Jean'ın bu iş için "biçilmiş kaftan" olduğu­
nu düşünüyormuş. Önemli şahsiyetlerin gözüne girmiş Jean, önemli
bahşişler, gururunu son derece okşayan onur nişanları alınış.
Söylenenler doğru ise Zola'nın yakınlardaki davasında y·alancı ta­
nıklık yapması için General Mercier Jean'ın adını yazdırmayı düşünü­
yormuş... Genelkurmay bugünlerde bu işle bizzat ilgileniyormuş. Böy­
lece ününe ün katacakmış ... Yalancı tanıklık bu yıl yüksek sosyetede
en havalı, en göz dolduran işlerden biriymiş ... Yalancı tanık olarak se­
çilmiş olmak, kesin ve çabuk gelen bir şöhretin yanı sıra en büyük ik­
ramiyeyi kazanmakla eşdeğerde imiş ... Mösyö Jean Champs-Elyse­
es'de giderek daha çok ilgi çektiğinin farkındaymış. örnekse akşamla­
n, 1. François Sokağı'ndaki kahveye bilardo oynamaya gittiğinde veya
kontes hazretlerinin köpeklerini kaldırımda çişe çıkardığında hissedi­
yormuş bu ilgiyi; ilgi odağı olup büyük saygı görüyormuş ... Kendisi
hadi neyse de, köpeklere bile aynı muamele yapılıyormuş. İşte bu ne­
denle, o semtten Paris 'e, Patis'ten de tüm Fransa'ya mutlaka yayılacak
olan şöhreti için derhal Argus de la Presse' e abone olmuş, aynen kon­
tes hazretleri gibi. Hakkında çıkacak yazıların güzel bir kopyasını da
bana gönderecekmiş. Benim için elinden daha fazlası gelmezmiş. An­
layış göstermeliymişim, benim durumumla ilgilenemezmiş çünkü hiç
zamanı yokmuş ... O işe ilerde bakacakmış ... "Biz iktidara gelince" di­
ye yazmış, başından atmak için. Başıma gelenlerin tek sorumlusu ben­
mişim. Nasıl davranacağımı hiç bilemezmişim. Tutarsızın tekiymişim.
Yok yere kaybetmişim o güzelim yerleri. Hep bildiğimi okumasaymı­
şım eğer belki benim de General Mercier, Coppee ve Deroulede ile iyi
ilişkilerim olabilirmiş. Hatta belli mi olurmuş -her ne kadar bir kadın
da olsam- Gaulois' nın sütunlarında adımın yıldız gibi parladığını bi­
le görebilirmişim ve bu da hizmetçiler filemi için öyle yüreklendirici
bir durum olurmuş ki... veSaire ... vesaire...
B u mektubu okuyunca ağlayacak gibi oldum, çünkü Mösyö Jean 'ın
benden tamamen koptuğunu, artık ona güvenemeyeceğimi çok iyi an­
ladım ... ne ona ne de bir başkasına... Yerime geçen kız hakkında tek
kelime bile etmemişti... Ah! Onu görebiliyorum, her ikisini, onları, ez­
bere bildiğim o odada kucaklaşırken, sevişirken getiriyorum gözümün
önüne. Bir zamanlar bizim yaptığımız gibi şimdi onlar, o ikisi birlikte,
*Forain (Jean-Louis) : Fransız ressam; g ravür ve siyasi mizah karikatürleri ile
ünlü. (ç.n.)

133
neşeyle dansa, tiyatroya koşuşturup duruyorlar... Şu an karşımda o; hi­
podromdan dönüyor, sırtında bej pardösüsü, bir güzel de ütülmüş. Öte­
kine şöyle diyor, aynen bana defalarca söylediği gibi: "Şu sevimli mü­
cevherlerini ve saatini ver de rehine koyayım!" Tabii bu arada siyasi
göstericiliğinden, kraliyet komploculuğundan durumunu düzeltip yeni
ihtiraslara sürüklenmemiş, hizmetçilerle oynaşmak yerine salon aşkla­
rına terfi etmemişse eğer... Sonunda kendine gelecektir.
Başıma gelenlerin gerçekten de tek sorumlusu ben miyim? Belki! ..
Ama yine de bana öyle geliyor ki asla efendisi olmadığım bir yazgı,
tüm ağırlığıyla yaşamımda kendini hissettirdi ve aym yerde altı aydan
fazla kalmama izin vermedi ... Kapıya konmadığım zamanlarda bıkkın­
lık had safhaya ulaşır, kendim ayrılırdım. Hem tuhaf hem de acı... Ne­
dense hep acelem olmuştur "başka yerde" olmak için, bu "olmadığım
düşsel yerler" hakkında çılgınca umutlar besler, anlamsız şiirler döşe­
nir, uzakların görüntüsünü imgelerdim , özellikle de zavallı Mösyö Ge­
orges 'un başucunda geçirdiğim Houlgate'taki günlerden sonra oldu bu
daha çok. O günlerden bende kalan açıklayamadığım bir tür endişe var
içimde... ulaşamayacak olduğum halde, bilmem hangi boğucu ihtiyaç­
la yükselmek istiyorum, ta ki ulaşılamaz fikirler ve şekillere varıncaya
dek. .. Sanırım, gizemini çözemediğim, gereğince tanıyamadığım bir
dünyanın -keşke hiç tanımasaydim diyorum- çok ani ve çok kısa sü­
reli görüntüsü bende onulmaz yaralar açtı. Bilinmeyene çıkan yollar ne
kadar da düş kıncı oluyor! Gidiyorsun, gidiyorsun ve sonuç hep aynı.
İlerdeki ufuk nasıl altın tozuna batmışçasına parıldıyor bakın ... Mavi,
pembe, iç açıcı, ışıl ışıl ve bir düş gibi hafif... Orada yaşamak çok gü -
zel olmalı ... Yaklaşıyorsunuz ... varıyorsunuz ... Hiçbir şey yok... Kum,
çakıl, duvar gibi kasvetli tepeler... ve başka hiçbir şey yok. .. Bu kum­
ların, çakılların, tepelerin üstüne hüzünlü, donuk, kurşun gibi ağır bir
gökyüzü çökmüştür... öyle bir gök ki; gün, can çekişir altında, ışık ise
kurum döker, gözyaşı gibi... Hiçbir şey yoktur... bulmayı umduğumuz
hiç ama hiçbir şeyden eser yoktur... sahi, neydi benim aradığım ... Ne
aradığımı bilmiyorum ... işin kötüsü kim olduğumu da bilmiyorum...
Bir hizmetçi; normal, toplumsal bir varlık değildir, uyumsuz biri­
dir, üretilen parçalan kendi içlerinde uyumsuzdur, birbirlerine eklene­
mez, uyarlanamazlar... Berbat bir şeydir; hilkat garibesini andıran bir
insan kırması ... Halktan gelir, halktan değildir, burjuvazinin içinde ya­
şar, orda doyar, ona özenir, burjuvaziden de değildir. Yadsıdığı halkın
cömert kanını, saf gücünü yitirmiş, burjuvazinin alılaksızlıklannı ka-

134
zanmıştır ama bu ahlaksızlıkları doyuma ulaştıracak. çareleri bula­
maz ... ve yine o aynı burjuvazinin iğrenç duygularını, alçakça korku­
larını, suça olan hevesini benimsemiştir ama dekordan, dolayısıyla pa­
ranın himayesinden de yoksundur... Ruhu pisliğe batmış olarak saygın
burjuva alemini arşınlar durur, bu çirkeften yayılan kokuyu soluması
bile yeter ruh sağlığını ve hatta kendi varoluş biçimine varıncaya ka­
dar her şeyi yitirmesi için .. Tüm bu anıların derinliğinde, kendi bede­
.

ninin hayaleti olarak aralarında dolaştığı bu yüz kalabalığında çirkef­


ten, yani ıstıraptan başka bir şey bulamaz çıkaracak. Hep güler ama
gülüşü zorak.idir; yaşadığı bir sevinçten, gerçekleşen bir umuttan de­
ğildir... Acı alayın gerginliği, sert çizgileri, isyanın kahredici yapma­
cıklığı durur hep üzerinde. Bu gülüşten daha acıklı, daha çirkin hiçbir
şey olamaz; bu gülüş yak.ar, kavurur... Keşke... Keşke ağlayabilsey­
dim, belki daha iyi olurdu ! Hem sonra, bilmiyorum ... hem sonra, lanet
olsun! .. Ne olacak.sa olacak...

Ama bir şey olduğu yok... Asla olmuyor... İşte ben buna bir türlü
alışamıyorum. Bu tekdüzeliğe, bu durgun yaşama tahammül etmek
gerçekten de çok zor benim için ... Buradan gitmek isterdim. Gitmek
mi dedim ben? .. İyi de nereye ve nasıl? .. Bilmiyorum ve kalıyorum ça-
resız
• .1 . .

Hanımefendi hep aynı hanımefendi; kuşkucu, kuralcı, haşin,


açgözlü ... O duygusuz suratında ne bir coşku, ne bir değişik heves, ne
bir doğallık ne de bir neşe kırıntısı var... Beyefendi alışkanlıklarına ge­
ri döndü ve bazı sinsi tavırlarından çıkardığım kadan ile, sert çıkışla­
rımdan ötürü bana kin güdüyor. Ama onun kininden bela gelmez insa­
na ... Öğlen yemeğinden sonra silahını, tozluklarını kuşanıp, geceden
önce geri dönmüyor. Artık çizmelerini çıkarmasına yardımcı olmamı
istemiyor, gece saat dokuzu vurunca upış tıpış yatmaya gidiyor... Hep
aynı sak.ar, komik ve dalgın erkek. .. gittikçe de şişmanlıyor. Bu denli
varsıl insanların bu denli iç kararucı bir yaşama nasıl katlandıklarına
bir türlü aklım ermiyor doğrusu. Bazen beyefendi hak.kında kendi ken­
dimi sorgularım ... Ne işime yarardı acaba? Para yok pul yok, zevk de­
sem ... herhalde bana onu da veremezdi, eh... onu artık hanımefendi de
kıskanmadığına göre ...
Bu evin en korkunç yanı sessizliği, bir türlü alışamıyorum ... Böyle
söylüyorum söylemesine ama kayar gibi yürümeye alıştım. Joseph'in

135
dediği gibi "havada süzülür gibi" yürüyorum. Bu kasvetli koridorlar­
da, soğuk duvarlar boyunca yürürken kendimi bir hayalete, bir hortla­
ğa benzetiyor, kendi kendimden korkuyorum. Bunalıyorum bu evde ...
ve kalıyorum yine de!..
Tek eğlencem, pazarları ayinden sonra bakkal Madam Gouin'e git­
mek... İğrenme duygusu beni oradan uzaklaştırıyor ama iç sıkınbSı
baskın çıkıp beni oraya sürüklüyor. Hiç olmazsa orda hep birlikte olu­
yoruz ... onu bunu çekiştiriyor, şakalaşıyor, şamata yapıyoruz, bir yan­
dan da kadeh kadeh üzüm likörü yuvarlıyoruz... Orada yaşamın kendi­
si yoksa bile, yanılsaması var hiç olmazsa ... ve zaman akıp gidiyor...
Geçen pazar, ufak tefek, sıçan suratlı, sulu gözlü kızı göremedim or­
da. .. sordum:
- Bir şeyciği yok .. bir şeyciği yok, dedi bakkal kadın sesine gizem-
.

li bir hava vererek.


- Hasta mı yani?
- Evet... ama önemli değil... iki günde bir şeyciği kalmaz.
Ve Mam'zel Rose onaylayan gözlerle baktı bana. Sanki şöyle de­
mek istiyordu:
- Görüyorsunuz ya!.. çok beceriklidir kendisi...
Ha sahi, bugün orda, bakkalda bir şey duydum; dün avcılar Raillon
Ormanı'nda böğürtlenler ve ölü yapraklar arasında bir kız çocuğunun
cesedini bulmuşlar, vahşice tecavüz edilmiş çocuğa Bir yol bakım iş­
çisinin kızıymış galiba Yörede herkes ona "Küçük Claire" dermiş. Bi­
raz safmış ama çok tatlı ve sevimli bir kızmış ... Henüz on ikisinde bi­
le değilmiş! .. Konu kıtlığından her hafta döne döne aynı hikayeleri an­
latmak zorunda kalan insanlar için hiç de fena fırsat sayılmaz ... çene­
lere kuvvet! ..
Rose'un söylediğine bakılırsa -haber konusunda hiçbiri onunla ya­
rışamaz- küçük Claire'in minicik karnını bıçakla deşmişler, bağırsak­
ları dışarı dökülmüş ... Ensesinde ve boynunda kendisini boğazlayan
kişinin parmak izleri hfila belirgin bir şekilde duruyormuş. Cinsel or­
ganı, o zavallı minicik cinsel organı korkunç bir şekilde şişmiş bir ya­
ra halindeymiş, -Rose'un benzetmesiyle- bir oduncu baltasının koca
sapıyla zorlanmış gibiymiş. Bodur fundalıkların arasında, çiğnenmiş
ve basılmış otların bulunduğu alanda işlenmiş cinayet, yeri hfila belliy­
miş çünkü. Bu olayın üstünden en az bir hafta geçmiş olmalıymış zlıa
ceset tamamen çürümüşmüş ...
Bu cinayetin heıkesi gerçekten de dehşete düşürmesine karşın şu-

136
nu çok iyi hissettim. Cinayet işlemek için bir mazeret teşkil etmemek­
le birlikte, tecavüz ve onun çağrıştırdığı şehvet tabloları bu tür yaratık­
ların pek çoğu için biraz da olsa hafifletici neden sayılabiliyor. Zira te­
cavüz de sevişmenin bir başka çeşidi ... Olayla ilgili bir sürü şey anlat­
tılar... Küçük Claire'in sabahtan akşama kadar ormanda dolaşbğını ha­
tırladılar. İlkyazda fulya, müge, düğünçiçeği toplarmış. Kasabanın şık
hanımlarına bunlardan çok güzel buketler yaparmış. Pazar günleri or­
mana gider, çarşıda satmak için kuzumantarlan toplarmış ... Yaz gelin­
ce ise, çeşit çeşit mantar ve başka çiçekler de toplannış... Ama bu mev­
simde neden gidiyormuş ki ormana, toplayacağı hiçbir şey yokmuş? ..
İçlerinden biri bilmiş tavn ile şöyle dedi:
- Kızı kaybolmuş da babası neden endişelenmemiş peki? .. Kendi­
sinin yapmadığı ne malum! ..
Bunun üzerine bir diğeri aynı derecede bilmiş bir tavırla cevabını
yapıştırdı:
- B öyle bir niyeti olsaydı, kızını ormana sürüklemesine ne gerek
vardı... atmayın kafadan!..
Mam'zel Rose araya girdi:
- Bu olayda her şey çok karanlık, boş verin! . . Ben...
Kasıntılı bir havaya bürünerek, korkunç sırlar bilen biri gibi sesini
alçalttı ve tehlikeli bir sır verir gibi şöyle söyledi:
- Ben... ben bir şey bilmiyorum. . . hiçbir iddiam da yok üstelik...
Ama ...
Merakımız bu "ama"nın üzerinde yoğunlaşb.
- Eee... ne olmuş? .. ne olmuş peki? .. diye haykırdık hep bir ağız-
dan, boynumuz uzamış, ağzımız açık bir halde...
- Ama ... bu kişi şey olsaydı. .. hiç şaşırmazdım ...
Heyecandan soluk soluğaydık...
- Mösyö Lanlaire... fikrimi sorarsanız bu o... diye bitirdi, canavar­
ca ve aşağılık bir acımasızlık ifadesiyle ...
Pek çoğu itiraz etti... Bir kısmı suspus kaldı... Bana gelince, Mös­
yö Lanlaire'in böyle bir cinayeti işleyecek karakterde birisi olmadığı­
m söyleyerek haykırdım:
- O mu? .. Yüce İsa!.. Ah! Zavallıcık . . . ödü kopar onun...
Ama Rose daha çok kinlenerek diretti:
- Yapamaz öyle mi? . . Senin ... Senin ... Senin ... Ya küçük Jesureau? ..
Ya küçük Valentin? .. Peki ya küçük Dougere? .. Ne çabuk unutuldu ...
Yapamaz öyle mi? ..

137
- Aynı şey değil... Aynı şey değil...
Diğerleri, beyefendiye kin duymakla birlikte, Rose'un yapnğı gibi
onu cinayetle suçlayacak kadar ileri gitmek istemiyorlardı... Kendi rı­
zaları ile kucağına düşen kızlara tecavüz etmiş sayılır mıydı? .. Aman
Tannın öyle bile sayılsa .. onları öldürmesi mümkün müydü? Hayır, bu
mümkün değildi... Rose hiddetten kudınuyor, inatla diretiyordu... iri,
pörsümüş elleri ile masaya vınuyor, tepiniyor, bağırarak şöyle diyordu:
- Size bu doğrudur diyorsam doğrudur. Eminim diyorum size ...
Ah! ..
O zamana kadar sessiz kalıp düşünceli düşünceli oturan Madam
Gouin sonunda, renk vermeyen bir sesle şöyle dedi:
- Öf be ! . . yapmayın kızlar... Bu tür şeyler... hiç belli olmaz ... Kü­
çük Jesureau 'ya gelince... inanın bana öldürülmüş olmaması büyük bir
şans ...
Bakkal kadının sert tavrına, Rose'un konuyu değiştirmemek için
direnmesine rağmen birbirleri ile yarışıp kasabada bu işi yapabilecek
kim varsa her birinin adını bir bir saydılar... Kızdıkları, kin duydukla­
rı, kıskandıkları, küs oldukları, nefret ettikleri ne çok insan varmış me­
ğer... Sonunda, soluk benizli, sıçan suratlı yerden bitme kadın başka bir
fikir ileri sürdü:
- Geçen hafta iki capucin'in* buralarda olduğundan haberiniz var
mıydı? Pis sakallan ile hiç de tekin görünmüyorlarmış ve kapı kapı di­
lenmişler üstelik... B unlar yapmış olmasın? ..
Herkes sinirlendi:
- İyiliksever, inançlı keşişlerdir onlar!.. Tann 'nın sevgili kullan ! . .
Düşüncesi bile iğrenç! ..
Kuşkulanmadık insan bırakmayıp ayrılmak için kalkbğımızda hızı­
nı alamayan Rose hfila devam ediyordu:
- Siz söylediklerimi yabana atmayın ... Bu odur diyorsam, bir bildi­
ğim var elbet.

Eve girmeden önce koşum ambarında eğleştini biraz. Joseph ko­


şumları parlabyordu. Boya kutuları ve vernik şişelerini simetrik bir bi­
çimde dizdiği büfenin üstünde, Drumont'un köknardan yapılma bir
çerçevenin içinde parıldayan portresi ilişti gözüme. Daha haşmetli gö­
rünsün diye olsa gerek Joseph defne dallarından yaldızlı bir taç otur-
* Capucin'ler: Aziz Francesco'nun dilenci tarikatından olan papazlar. Fransız
devrimi öncesi Paris'te yangın söndürmekle görevlendirilmişlerdir. (ç.n.)

138
muştu tepesine yakın zamanda . Karşı taraftaki papanın portresi ise du­
vardaki çiviye asılı duran bir at örtüsünün albnda kaybolmuştu adeta.
Bir tah tanın üstünde Yah udi aleyhtarı broşürler ve vatanseverlik şarkı­
larının yazılı olduğu kağıtlar yığılıydı; cop bir köşede , süpürgelerin
arasında sürünüyordu.
Merak dı şında başka b ir amacım olmaksızın Joseph 'e damdan dü ­
şer gibi şöyle söyledim :
- Joseph, küçük Claire'in ormanda tecavüze uğradığından ve öldü­
rüldüğünden haberiniz var mıydı?
Şaşırdığını gösteren h areketi gizlemeyi başaramadı önce, gerçek­
ten de şaşırmı ş mıydı acaba? .. Öyle bir anlık, öyle kaçamak bir hare­
ketti ki, Claire 'in adını duymak onda bir tür tu haf sarsınb, bir ürperti
yaratb gibi geldi bana Kendini toparlaması uz un sürmedi.
- Evet. . dedi kararl ı ve güvenli b ir sesle ... Biliyorum ... Bu sabah
kasabada anlatblar bana...
Şimdi artık sakin ve kayı tsız görünüyordu . Siyah bir bez parçasıy­
la ha babam de babam koşumları parlauyordu . Çıplak kollarındaki
kaslara, pazılannın güçlü ve uyumlu kıvraklığına, teninin beyazlığına
bayıldım. İnik gözkapaklarının örttüğü , inatla i şine sabitlenen gözleri­
ni göremiyordum. Ama ağzını görebiliyordum; geniş ağz ını , vahşi bir
hayvan ınki gibi kocaman ve şehvetli ağzını .. . Yüreğim sıkışır gibi ol­
du... Bir kez daha sordum :
- Bu i şi k imin yapuğı belli mi bari?
Joseph omuzlarım s ilkti ; yarı ciddi, yan alaylı bir tonla yanıtladı:
- Birkaç serseri kuşkusuz. .. birkaç p is Yahudi. . .
Kısa bir sessizlikten sonra:
- Püüüü f! Göreceksiniz yakalanmayacaklar.. . Bu yargıçların alayı
satılmış .. .
ParlaUlması bitmiş koşumları eyerin üstüne yerleştirirken, yaldızlı
defne dalı tacı ile onurlandınlan Drumont'un portresini göstererek
şöyle devam etti :
- Ah şimdi bu olacaku da! .. Ne büyük şanssızlık! ..
Nedenini bilmiyorum ama yanından tu haf bir tedirginlikle ayrıl ­
dım .
Her neyse... Bu hik aye sayesinde konuşacak şeyimiz olur artık... e h
biraz oyal anırız. . .

Hanımefendinin evde olmadığı , benim de canımın sıkıldığı zaman

139
bazen yola çıkıyor ve parmaklıkların oraya gidiyorum. Manı'zel Rose
da geliyor. Gözü hep bizde... Evde olup biten hiçbir şey kaçmıyor o
gözlerden, kim girmiş kim çıkmış, hepsini biliyor. Her zamankinden
daha kırmızı, daha yağlı, daha hantal bir hali var. Dudakları daha da
sarkmış. Bluzu hoplayan memelerini zaptedemez olmuş. Müstehcen
düşüncelere iyiden iyiye kaptırmış kendini... Onlarla yatıp onlarla kal­
kar olmuş, başka bir şeyi ne görüyor, ne de düşünüyor. Aklı fikri orda.
Daha beni görür görmez gözleri kamıma dikiliyor ve müstehcen bir
tonda bana ilk söylediği şu oluyor:
- Size salık verdiğim şeyi sakın unutmayın emil.. Faik: eder fark et­
mez doğru Madam Gouin'in yanına .. hem de derhal! ..
Kadın kafayı takmış, bu onda tam bir saplantıya dönüşmüş ... Biraz
sinirlice karşılık veriyorum:
- Ne diye fark edecek mişim? Derdiniz ne sizin? Benim tanıdığım
kimse yok zaten hurda! . .
- Ah! Ah! diyor. Felaket bir gelir pir gelir. Bir anlık gaflet.. gerisi
malum ... ve oldu da bitti maşallah... Bazen nasıl olduğunu bile anla­
maz insan... Sizin gibi hiçbir şeyi olmadığına emin olan birçoklarını
gördüm ... ama yine de olan olmuştu bile... Ama Madam Gouin gibi bi­
ri olunca dert etmeye gerek yok. .. Onun gibi bilgili bir kadın bu kasa­
ba için bulunmaz bir nimettir...
Konuştukça iğrenç iri gövdesi, aşağılık bir şehvet duygusuyla ha­
reketleniyor.
- Benim sevgili küçüğüm eskiden bizim buraları çocuk kaynardı,
bunalırdık çocuklardan... iğrençti! Çil yavrusu gibi dökülürlerdi soka­
ğa, kendinizi tavuk çiftliğinde sanırdınız. Kapı eşiklerinde ciyak ciyak
bağırırlardı. Bir patırtı, bir gürültü sormayın gitsin! Çocuktan geçil­
mezdi anlayacağınız! Bilmem dikkatinizi çekti mi? Bugün artık çocuk
mocuk kalmadı etrafta. .. varsa da yok denecek kadar az ...
Yılışık yılışık sırıtarak devam ediyor:
- Kızların daha az gönül eğledikleri anlamına gelmez elbet... Oh!
Tanrım hiç öyle değil, bilakis ... Siz akşamları hiç çıkmıyorsunuz ...
Nerden bilesiniz ... Saat dokuz gibi çıkın da bakın neler dönüyor kesta­
ne ağaçlarının dibinde ... Bankların üstünde... her yerde öpüşen, sevi­
şen çiftler var... Bu manzaraya biterim ... Size bir şey söyleyeyim mi? ..
Aşk bence çok güzeL Aşksız yaşanamayacağını anlıyorum ... Ama
eteğinize dolaşan bir dolu çocuk çekilmez ... Şükür kurtuldu kızlar...
Bir daha da böyle bir tehlike yok... Bunu Madam Gouin'e borçlular.

140
Eh kısa ela olsa tatsız anlar yaşanmıyor değil ... O kadar ela olsun artık,
ölüm yok ya ucunda. .. Sizin yerinizde olsam hiç tereddüt etmezdim...
Sizin gibi güzel, zarif ve belli ki kıvamını bulmuş bir kız için çocuk ci­
nayet demektir...
- Merak etmeyin, benim de niyetim yok zaten...
- Tabii canım... iş niyete kalsa, o dediğinizden kimsede yoktur...
Yalmz... hadi bana doğruyu söyleyin ... sizin şu bey, size hiç asılmadı
mı yani?
- Tabii ki hayır ! ..
- İşte buna inanmam ... adamın bu yönünü bilmeyen yoktur... Hani
o sabah, ağzınızın içine giriyordu nerdeyse, o zaman ela mı asılmadı?
- Gerçekten de hayır...
Mam'zel Rose kafasını sallıyor:
- Söylemek istemiyorsunuz siz ... Benden çekiniyorsunuz ... Siz bi­
lirsiniz ... Gene de görünen köy kılavuz istemez . . .
Sabrımı taşırıyor, sonunda bağırıyorum:
. - Sahi, siz beni ne sanıyorsunuz? Önüme gelenle yatıp kalktığımı
falan mı yoksa? Pis moruklarla mesela? ..
Soğuk bir sesle yanıtlıyor:
- Hadi ama yavrum, alınmayın. Öyle yaşlılar var ki, benim diyen
delikanlıya taş çıkartırlar... Doğru, işinize burnumu sokmamalıyım ...
zırvalıyorum değil mi?
Ağzından şimdi bal yeri.ne sirke akıtarak, berbat bir sesle şöyle
noktalıyor:
- Yine de, neden olmasın... Şu sizin Mösyö Lanlaire'in ham mey­
veleri tercih ettiği de bir gerçek: .. Herkesin fikri kendine bi tanem ...
Yoldan köylüler geçiyor, Mam' zel Rose'u saygıyla selamlıyorlar.
- Günaydın Mam 'zel Rose... Yüzbaşı' dan n'aber? .. Keyifler yerin­
de mi?
- İyi, teşekkür ederim... şarap yapmakla meşgul kendileri ...
Yoldan burjuvalar geçiyor ve Mam'zel Rose'u saygıyla selamlıyor-
lar:
- Günaydın Mam' zel Rose, Yüzbaşı nasıllar?
- Her zamanki gibi zinde... Teşekkür ederim çok naziksiniz.
Ağır adımlarla, başını sallaya sallaya papaz efendi geçiyor yoldan.
Marn 'zel Rose'u görünce onu selamlıyor; tebessüm ediyor, dua kitabı­
m kapatıyor ve duruyor:
- Aa. . . siz misiniz sevgili kızım? .. Yüzbaşı ne filemde?

141
- Teşekkür ederim peder... Her şey yolunda... Yüzbaşı mahzende
çalışıyor.
- Oh! Oh! Maşallah, maşallah ... inşallah güzel çiçekler dikmiştir
bahçeye... Gelecek yıl, yortuda o nefis demetlerden birini yine koyarız
sunağa .. .
- Lafı mı olur peder... Elbette...
- Yüzbaşı'ya saygılarımı iletin kızım ...
- Baş üstüne peder... saygı bizden ...
Kitabını yeniden açıp yola koyulurken şunları söylüyor:
- Görüşmek üzere ... Kalın sağlıcakla .. Sizin gibi dinibütünler ye­
ter bir kiliseye.
Biraz hüzünlü, biraz cesaretim kırılmış, biraz da hırslanarak eve
dönüyor, nefret edilesi Rose'u orada bırakıyorum. Zaferinin tadını çı­
karıyor; he:rkes tarafından selamlandı, herkesten saygı gördü ya başı
göğe erdi şimdi, iğrenç derecede mutlu, yağ tulumu yaratık ne ola­
cak! .. Yakında papaz efendi kilisesinin duvarındaki altın yaldızlı oyuğa
onu bir azize gibi oturtup sağına soluna da birer mum dikerse hiç şaş­
mam doğrusu.

142
IX

28 Ekim.

klımı kanşbran biri varsa o da Joseph. Gerçekten de gizemli bir


Ahali var adamın. Bu suskun, bu hiddetli ruhun derinliklerinde kim
bilir neler oluyor... Ama olağanüstü bir şeylerin döndüğü kesin. Bakış­
ları bazen katlanılmaz derecede ezici oluyor, öyle ezici ki bu bakışla­
rın karşısında benimkiler yıldırıcı bir sabitlik kisvesine bürünüyor. Be­
ni korkutan bir yürüyüş tarzı var; ağır, kayar gibi... ayak bileklerine
perçinlenen prangaları sürüklüyor sanki , prangaların anısını demek
belki daha yerinde olur. Zindanı mı, yoksa manasbrı mı çağnşbrıyor? ..
kim bilir belki de her ikisi. Sırtı da korkutuyor beni, boynu da; halat gi­
bi gerilen sert adaleli, eski bir kösele gibi sam yelinde kararmış güçlü,

143
kalın boynu ... Ensesi dikkatimi çekti; ağır avlarını taşımak zorunda
olan vahşi hayvanların, örneğin kurtların ensesi gibi; sert kaslardan
oluşmuş son derece kabarık bir tümsek adeta.
İçindeki o ezeli ve ebedi Yahudi düşmanlığından kaynaklanan şid­
det eğilimi ve kana susamışlık duygusu dışında Joseph yaşama karşı
oldukça kayıtsız. Hatta onun ne düşündüğünü anlamak bile mümkün
değil. Gerçek hizmetçilerde görülen övüngenliğin ve mesleklerinden
dolayı duydukları aşağılık duygusunun kınnusı yoktur onda Aynca
ağzından ne bir şikayet dökülür ne de efendileri hakkında kötü bir söz.
Efendilerine karşı saygılıdır, bu saygının kölelik ruhu ile uzaktan ya­
kından bir ilgisi yoktur. Onlara bağlılığı içten görünür, en berbat işleri
yaparken bile surau asılmaz. Çok beceriklidir; elinden gelmeyen iş
yoktur. Üstüne vazife olmayan, çok değişik, çok zor işlerin bile hakkı­
m verir. Prieure'yi kendi malı imiş gibi sahiplenir, gözetir, kıskançlık­
la korur, savunur. Buldog köpeğininki kadar keskin bumu ve tehditkar
tavrıyla, yoksula, yolsuza. haddini bilmeze geçit vermez. Devrim ön­
cesinin, yani bir zaniiınlann hizmetçilerinin son örneğidir. Yörede şöy­
le söylenir hakkında: "Nerdee onun gibisi, bir pırlantadır o ! " Onu Lan­
laire'lerden kapmak için insanların fırsat kolladıklarını ben bile biliyo­
rum. Ta .. Louviers 'den, Elbeuf'ten, Rouen'dan teklifler, hem de ne
teklifler geliyor da tümünü reddetmek bir yana onları reddettiği için şi­
şinmiyor bile. Pes doğrusu ! Bana göre değil ... On beş yıldır burada
imiş, evi gibi görüyor burayı, kapıya konmadıkça da gitmeye niyeti
yok. Herkesten kuşkulanan, pirelenen hanımefendinin Joseph'e olan
güveni sonsuzdur. Kimseye inanmaz Joseph' e inanır, Joseph 'in dürüst­
lüğüne, Joseph'in bağlılığına inanır.
- Pırlantadır o ! .. Bizim için kendini ateşe bile atar, der de başka bir
şey demez.
Bunca pintiliğine rağmen Joseph' e her fırsatta cömert yüzünü gös­
terir, küçük de olsa armağanlara boğar onu.
Kim ne derse desin, ben yine de uzak duruyorum bu adamdan. Bu
adam beni ürkütüyor, aynı zamanda da korkunç derecede ilgimi çeki­
yor. Gözlerinin bulanık suyunda, ruhsuz ölü denizinde insanı dehşete
düşüren çalkanular gördüm. Onunla ilgilenmeye başladığımdan bu ya­
na, bu eve ilk geldiğim sıralardaki gibi görmüyorum artık onu; kaba
köylü, salak, hantal gibi sıfatlar yakıştırmışum ona, daha dikkatle bak­
malıymışım meğer çünkü şimdi onu son derece kurnaz ve dümenci bu­
luyorum, hatta kurnazdan ve dümenciden de beteri. . . Onunla ilgili duy-

1 44
gularımı bilmem ki nasıl anlatsam! .. Onu her gün görme alışkanlığın­
dan olabilir mi acaba? .. O kadar çirkin, o kadar yaşlı görünmüyor gö­
züme... Alışkanlık eşyaların, insanların üzerine sis gibi çöker, örtüsü
albnda görünmez olur yüz çizgileri, kusurlar yavaş yavaş silinir göz­
lerden, öyle ki her gününüzü birlikte geçirdiğiniz bir kamburun kam­
buru bir süre sonra kaybolur, kambur değildir arbk .o... Ama bu farklı
bir şey... Joseph 'te daha önce gözümden kaçan derin ve yeni şeyler bu­
luyorum ... Beni allak bullak eden de bu ya... Yüz çizgilerindeki uyum
değil, bir erkeği · bir kadının gözünde yakışıklı kılan, hatların düzgün­
lüğü değil anlatmak istediğim... Gözle görülür, sözle anlablır türden
bir şey değil ... Bir tür yakınlık, söylemeye dilim varsa, bir tür cinsel
çekim diyeceğim ... Hani bazı kadınların önüne geçemedikleri yakıcı,
korkunç, baş döndürücü güçlü bir saplanbya dönüşen bir tür aşk var­
dır ya ... işte onun gibi bir şey. Joseph'in etrafa yaydığı hava bu işte.
Geçen gün bir şarap fıçısını kaldırışını gördüm; vuruldum adama, çar­
pıldım... Fıçı değil de bir çocuğun elinde zıplabp oynattığı bir lastik
toptu sanki ... Olağanüstü gücü, kıvrak zek3.sı, atletik yapılı geniş
omuzlarından aldığı güçle sağladığı o mükemmel denge derken kendi­
mi tatlı düşlerin kucağında buldum. Bu etkileyici bakışın, bu sıkı ağ­
zın ve bu karanlık tavırların bende uyandırdığı, korkudan olduğu kadar
hayranlıktan da kaynaklanan olağandışı marazi bir merak, boğayı an­
dıran kalıbı ve bu güçlü kas yapısı karşısında daha şiddetleniyordu. J o­
seph 'le aramızda, kendime bile açıklayamadığım, gizli bir uyum var,
bizi her geçen gün birbirimize daha çok çeken tensel ve duygusal bir
bağ ...
Bazen çalışbğım çamaşırhanenin penceresinden onun bahçedeki
çalışmasını izliyorum. Yüzü toprağa değecek kadar yakın, iki büklüm
çalışırken ya da meyve ağaçlarının dizili olduğu duvarın dibine çömel­
miş ... Sonra bir anda yok oluyor... ortadan kayboluyor... Başımı pence­
reden uzatmama kalmıyor bir bakıyorum kimse yok. Yerin dibine mi
giriyor?.. Duvarın içinden karşıya mı geçiyor? .. Bazen hanımefendi
beni, Joseph'e bir emrini iletmem için bahçeye gönderir... Onu hiçbir
yerde göremem, seslenmeye başlanın:
- Joseph!.. Joseph!.. Nerdesiniz?
Ses seda çıkmaz ... derken bir kez daha seslenirim:
- Joseph!.. Joseph! .. Nerdesiniz?
Ansızın, sessizce dikiliverir karşımda, ya bir ağacın arkasından
çıkmışttr ya da bir sebze tarhının gerisinden... Ciddi ve içedönük bir
FlOÖN/Oda Himıc!fisinin GaıılüAiJ 145
maskeye büriinen suratı, kafasına yapışmış saçları, kıllı göğsünü mey­
dana çıkaran düğmeleri çözülmüş gömleği ile güneşin altında dikilir
karşıma .. Nerden gelir? .. Nerden çıkar? .. Gökten mi düşer? .. Anlaya­
na aşk olsun! . .
- Ah! Joseph! Korkudan yüreğimi ağzıma getirdiniz! . .
Aynen bir bıçağın bir anlık ışıltısı gibi parlayıp sönen bir tebessüm
belirir Joseph'in dudaklarında ve gözlerinde ... Bence bu adam şeytanın
ta kendisi!..

Küçük Claire'in tecavüz olayı hfila kasabanın gündeminde, insan­


lar yatıp kalkıp onu konuşuyorlar... Olayı konu alan yerel gazeteler,
hatta Paris'te çıkan gazeteler bile kapış kapış gidiyor. La. Libre Parole
açıkça, Yahudilerin alayını birden suçluyor ve bunun bir ''ritüel cina-
yet" olduğunu ileri süriiyor. Yargı görevlileri geldiler olay yerine... so-
ruşturmalar yapıldı, bilgiler toplandı... İnsanlar sorguya çekildi ... So-
nuç ... ne gören var ne de bilen ... Sağda solda duyulan Rose'un suçla­
masını ise kimse ciddiye almadı. Omuz silkip geçti insanlar. Dün jan­
clamıalar gariban bir işportacıyı tutukladılar; cinayet işlendiği sırada
kasabada olmadığını kanıtlaması zor olmadı zavallının. Hallan dediko­
dusu üzerine tutuklanan baba temize çıktı. Hem zaten onun hakkında
sadece iyi görüşler vardı... Sözün kısası, adaleti suçlunun peşine düşü­
recek hiçbir ipucu bulunamadı, hiçbir yerde. Söylenenlere bakılırsa bu
cinayet yargı görevlilerinin hayret ve hayranlıktan ağzını açık bıraka­
cak kadar ustalıkla işlenmiş ... Büyük olasılıkla failleri profesyoneller,
Parislilermiş. Diğer bir söylentiye göre de cumhuriyet savcısı işi çok
ağırdan alıyor, vaziyeti idare ediyormuş. Alt tarafı zavallı küçücük bir
kızın cinayet vakası imiş, ilginç bir tarafı yokmuş. Dolayısıyla herke­
sin inancı şu ki hiçbir zaman hiçbir şey bulamayacaklar, diğer faili
meçhul cinayetlerde olduğu gibi bu dosya da rafa kaldırılacak...

Hanımefendi suçlunun kocası olduğundan kuşkulandıysa doğrusu


hiç şaşırmazdım. Bu çok komik, onu en iyi kendisinin tanıması gere­
kir halbuki. Bu haberi duyduğundan beri kadın bir tuhaf oldu. Beye­
fendiye öyle garip garip bakıyor ki. Yemek sırasında dikkat ettim de ...
her kapı çalınışında yerinden hopluyor...
Bugün öğle yemeğinden sonra beyefendi dışarı çıkmaya niyetlen­
di, hanımefendi engelledi:
- Otur oturduğun yerde canım ... Hep dışarı çıkman mı gerek?

1 46 FIOARKA/Oda Himıctçisiııiıı Güıılüğil


Hatta bir saat kadar beyefendiyle bahçede dolaştı. Beyefendi hiçbir
şeyin farkında değil doğal olarak... Ne bir lokma daha az et yiyor ne de
bir fırt daha az tütün çekiyor. Ne hödük herif!
İkisi baş başa kalınca ne konuşurlar acaba? İşte bunu gerçekten bil­
mek isterdim. Dün akşam, üşenmedim, tam yirmi dakikadan fazla, sa­
lonun kapısında dikilip kulak kabarttım . Beyefendi gazetesini hışırda­
tıp duruyordu, hanım da çalışma masasında hesaplara gömülmüştü:
- Dün sana kaç para vermiştim? .. diye sordu hanım.
- İki frank diye yanıtladı bey.
- Emin misin?
- Elbette tatlım.
- Otuz sekiz kuruş eksik çıkıyor ama...
- Ben almadım...
- Sahi ya, kedinin aldığını unutmuşum .. .
Başka da bir şey demediler birbirlerine.. .

Mutfakta Joseph küçük Claire'in adını bile anmamızı istemiyor, is­


ter Marianne olsun ister ben, ikimizden biri o konuyu açacak olsa, der­
hal başka bir konuya atlıyor veya konuşmalara katılmıyor. Rahatı ka­
çıyor... Neden bilemiyorum ama aklıma gelen bu düşünce giderek kök
salıyor, bu işi sakın Joseph yapmış olmasın! .. Kanıt derseniz hiçbir ka­
nıtım yok, kuşkularımı güçlendirecek belirti de yok üstelik, gözlerini
saymazsak eğer. O gün, bakkal kadının yanından döndüğüm gün, ko­
şum ambarında, gözlerinin içine bakarak küçük Claire'in tecavüze uğ­
rayıp öldürüldüğünü ona ilk kez söylediğimde saklamayı başaramadı­
ğı şaşkınlığının belirtisi olan o minik hareketinden başka bir şey yok
elimde kanıt sayılabilecek. Ama yine de tamamen sezgisel olan bu kuş­
kum büyüdü, bir olasılığa dönüştü ve derken inanca... Yanılıyorum
kuşkusuz. Joseph'in bir ''pırlanta" olduğuna kendimi inandırmaya ça­
lışıyorum... Düş gücümün sapıttığını, içimdeki fesat duyguların etki­
sinde kalarak bana böyle bir oyun oynadığını tekrarlıyorum durmadan
kendime ama yararı yok... Bu duygu bana rağmen içime çörekleniyor,
bir an bile beni terk etmiyor, tedirgin edici ve ıstırap verici bir sabit fik­
re dönüşüyor. Joseph 'e şöyle demek için karşı konulmaz bir istek yük­
seliyor içimde:
- Joseph, ormanda küçük Claire' e tecavüz eden siz olmayasınız? ..
Siz misiniz yoksa o pislik moruk? ..
Cinayet bir cumartesi günü işlendi ... Yanılmıyorsam, Joseph o gün-

147
lerde funda toprağı getirmek için Raillon Ormanı' na gitmişti. Gün bo­
yu ortalıkta görünmemiş, bir daha ancak akşamın geç bir saatinde ara­
bası ile Prieure'ye dönmüştü ... Bundan eminim ... Şu müthiş rastlanb.­
ya bakın ki, o akşam döndüğünde bakışlarının bulanık. hareketlerinin
de telaşlı olduğunu habrlıyorum ama o zaman pek aldırmamışrun bu­
na .. Neden aldıracaktım ki? .. Bugün o halini en ince ayrınb.Sına kadar
gözümün önüne getirebiliyorum, ancak hangi cumartesi olduğunu çı­
karamıyorum bir türlü ... Joseph'in Raillon Ormanı'na gitmesi cinaye­
tin işlendiği güne mi denk geliyor? .. Evde olmadığı günün tarihini bu­
labilmek için boşuna zorluyorum kendimi. Hem soma başka bir şey
daha var, benim ona yakıştırdığım ve kendisini ele verdiğini düşündü­
ğüm şu kaygılı hareketlere, şu suçlayıcı bakışlara sahip miydi gerçek­
ten de. Bakışlarında ve hareketlerinde alışılmışın dışında bir gariplik
olduğuna kendimi inandırarak, nedensiz, durup dururken Joseph gibi
bir "pırlanta"nın bu işin faali olmasını isteyerek kendi kendimi gaza mı
getiriyorum yoksa? Bu düşüncelerle geriliyorum, aynı zamanda da or­
man faciasını çözememek kaygılarımı pekiştiriyor. Adli soruşturma ra­
poru olay mahallindeki ölü yapraklar üstünde, fundalıkta taze tekerlek
izlerine rastlandığını belirtmiş olsaydı hadi bir derece ... Ama nerde ...
kayıtlara buna benzer bir şey geçmemiş ki... Raporda küçük bir kızın
tecavüze uğrayıp öldürüldüğü dışında bir şey belirtilmemiş ... Beni çıl­
dırtan da bu ya zaten... Arkada en küçük suç kanıb. bırakmadan, son
derece ustalıkla işlenen bu cinayette, bu şeytani planda Joseph'in par­
mağının olduğunu hissediyor, anlıyorum. Kısa bir sessizliğin ardından,
sinirli sinirli, şu soruyu ona sormaya cesaret ediveriyorum:
- Joseph, funda toprağı getirmek için Raillon Ormanı'na hangi gün
gitmiştiniz siz? .. Anımsıyor musunuz? ..
Telaşsız, hiç irkilmeden, Joseph elindeki gazeteyi bırakıyor... Belli
ki sürprizlere karşı duyarsız kalabiliyor arb.k:
- Sebep? ..
- Merak sadece...
Joseph ezici ve derin bakışlarını dikiyor gözlerime, soma da çok
doğal bir tavırla, eski anıları anımsamaya çalışan biri gibi belleğini
yokluyor ve yanıtlıyor:
- İnan olsun çıkaramıyorum ! Ama herhalde cumartesi günü idi ...
- Küçük Claire'in cesedinin ormanda bulunduğu cumartesi mi? di-
ye devam ediyorum, sertçe sorduğum soru oldukça saldırgan bir tonda
çıkıyor ağzımdan...

1 48
Joseph gözlerini gözlerimden ayırmıyor, bakışları öyle delici, öyle
korkunç bir hal alıyor ki, ezeli küstahlığıma rağmen, başımı çevirmek
zorunda kalıyorum.
- Mümkündür... diyor. . . Vallahi ! . . Gerçekten de o cumartesiydi ga­
liba ..
Ve şöyle devam ediyor.
- Ah ! Siz kadınlar... siz yok musunuz! Aklınızı başka şeylere yor­
sanız çok daha iyi edersiniz. Mesela gazete okusaydınız Cezayir' de yi­
ne Yahudilerin öldürüldüğünü öğrenirdiniz... zahmetinize değerdi en
azından...
İşi bozan bakışlarını hesaba katmazsak eğer, Joseph çok sakin, do­
ğal ve efendi görünüyor... Hareketleri rahat, sesi de titremiyor artık .
Susuyorum... ve Joseph biraz önce masaya bıraknğı gazeteyi eline alı­
yor, en vurdumduymaz hali ile yeniden dalıyor gazetesine...
B en de düşüncelerime... Buraya geldiğimden bu yana, Joseph'in
yaşamında eyleme dönüşmüş saldırganlığa · dair bir belirti bulmaya
zorluyorum kendimi... Yahudilere karşı duyduğu kin, onları işkence­
den geçirmek, öldürmek, yakmak üzerine durmadan savurduğu tehdit-
ler... B ütün bunları söylerken palavra sıkıyor olması da mümkün ta-
bii ... politika yapıyor daha çok... neyse ... araştırmaya devam ediyorum,
Joseph 'in cinayet işlemeye eğilimli bir karakteri olduğu konusunda be­
ni yanılgıya düşürmeyecek elle tutulur, gözle görülür türden daha so­
mut şeyler bulmaya çalışıyorum. Belirsiz ve soyut izlenimlerden baş­
ka, kesin gerçekler de olsa arzumun ya da korkumun aslında sahip ol­
madıkları bir önem ve bir anlam yüklediği varsayımlardan başka bir
şey bulamıyorum hiç. Arzum mu, yoksa korkum mu? .. B u iki duygu­
dan hangisi beni yönetiyor acaba, bilmiyorum ...
O da ne? B en galiba bir şey buldum... somut bir kanıt... korkunç bir
kanıt... her şeyi açıklayan bir kanıt.. . işte bunu uydurmuyorum ... abart­
mıyorum ... rüyamda görmüş de değilim... gözlerimle gördüğüm bir
şey. Evde, tavukları, tavşanları, ördekleri öldürmek Joseph'in görevi­
dir. ördekleri çok eski bir Normandiya geleneğine göre öldürür; başla­
nna bir iğne batırır.. . istese acı çektirmeden, bir hamlede öldürebilir
hayvanları ama o en ince ve en usta yöntemlerle işkenceyi uzatmayı
tercih eder. Elinin alUnda titreyen gövdeyi, çarpan kalbi hissetmekten
hoşlanır. Avuçlarındaki zavallı bedenin çektiği acıyı görmekten, ısura­
bının derecesini hissetmekten, son nefesini vermesini ve ölümünü iz­
lemekten keyif alır. Bir seferinde Joseph 'in öldürdüğü ördeklerden bi-

1 49
tinin can çekişme sahnesine tanık olmuştum. Dizlerinin arasına sıkış­
tınruştı hayvanı. Bir eli ile boynunu sıkıyor öteki ile de kafasına iğne­
yi bannyor, düzenli ve ağır hareketlerle kafasının içinde iğneyi döndü­
rüyor, döndürüyordu, kahve değirmeninin kolunu çeviriyordu sanki .
Bir yandan iğneyi döndürüyor, öte yandan da vahşi bir coşku ile şöyle
söylüyordu Joseph:
- Istırap çekmeli ... Ölümü ne kadar ıstıraplı olursa kanı da o kadar
lezzetli olur...
Nasıl olduysa hayvan kanatlarım Joseph 'in dizlerinden kurtardı var
gücü ile çırpmaya başladı. Joseph'in sımsıkı tuunasına karşın hayva­
nın boynu korkunç helezonlar çizerek dönüyor, tüy yığınının altındaki
derisi seğirip duruyordu ... İşte o zaman Joseph hayvanı mutfağın taş­
lan üzerine fırlattı. Dirsekleri dizinde, çenesi birleştirdiği avuçlarının
içinde, iğrenç bir tabnin ifadesiyle, hayvanın sıçrayışını, çırpınışım,
sarı patilerinin zemini çılgınca dövmesini izlemeye başladı.
- Joseph, bitirin artık şunu, diye haykırdım. Derhal öldürün onu...
Hayvanlara işkence ebnek korkunç bir şeydir...
Ne dese beğenirsiniz:
- Eğlendiriyor beni ... Hoşuma gidiyor.
B u olayı gözümün önüne getiriyorum. B u çirkin anıyı tüm ayrıntı­
ları ile yaşıyor, aramızda geçen konuşmaları duyar gibi oluyorum. Ve
Joseph'e bağırmak için bir istek... daha da şiddetli bir istek duyuyo­
rum:
- Küçük Claire'e ormanda tecavüz eden sizsiniz... Evet. .. Evet...
Şimdi artık eminim bundan... Bu sizsiniz, siz ... siz ... pis monık...
Kuşkum kalmadı artık. Joseph denen adam aşağılık herifin teki ol­
malı. Ancak gelin görün ki, hakkında edindiğim bunca olumsuz düşün­
ceye rağmen ondan uzaklaşacağıma, -bunun onu sevme olasılığımla
bir ilgisi yok- bu kişiliği aramızda korku duvarı oluşturacağına ona
müthiş bir ilgi duyuyorum. Ne tuhaf, aşağılık heriflere oldum olası bir
zaafım vardır. Onlarda kanınızı kaynatan umulmadık bir şey, sizi sar­
hoş eden çok özel bir koku, cinsel duygularınızı harekete geçiren güç­
lü, doymak bilmez bir şey vardır. Bu aşağılık insanlar ne kadar rezil
olurlarsa olsunlar yine de rezillik ve iğrençlik yarışında namuslu in­
sanları geçemezler. Joseph'in hoşuma gitmeyen yönü, adının şerefliye
çıkmış olınası ve bakışlarını okuyamayan birinin gözüne namuslu biri
gibi görünmesidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben onun aşağılık
görünümünü tercih ederim yine de. O zaman da üzerindeki gizem kal-

ı so
kardı tabii ... Beni allak bullak eden, yüreğimi hoplatan, beni çeken
-kahretsin, beni bu yaşlı canavara doğru iten de bu ya- çözümlenemez
bilmece gibi olan tavnnın yaratbğı o etki kaybolurdu herhalde.
Şimdi daha sakinim, çünkü küçük Claire' e ormanda tecavüz eden
kişinin o olduğundan eminim. Bu düşüncemi hiçbir şey değiştiremez
artık.

Bir süredir Joseph'i bir hayli etkilediğimin farkındayım. B ana kar­


şı takındığı kötü tavırları kayboldu. Suskunluğunda küçümseme ve
düşmanlık görmüyorum artık. Tepkilerinde neredeyse sevgi var diye­
ceğim. Bakışlarında kinden eser kalmadı - daha önce var mıydı zaten?
Yine de bazen kötü kötü baktığı olmuyor değil ama beni tanımak, hep
daha iyi tanımak istiyor, aklınca beni sınıyor. Köylülerin pek çoğunda
görülen güvensizlik onda da var, başkalarına yakınlaşmaktan kaçını­
yor, kendisini "kafeslerler" diye düşünüyor. Ne çok sırrı vardır kim bi­
lir ama açmaz ki ... Asık suratlı, ciddi ve hoyrat görünümü altında sağ­
lam kilitlerle ve gizemli sürgülerle perçinlenmiş çelik bir kasada hazi­
ne gizler gibi gizliyor onları... Yine de bana karşı olan güvensizliği gi­
derek azalıyor, bana nazik davranıyor, tabii kendince... B ana dostluğu­
nu kanıtlamak, kendini beğendirmek için elinden geleni ardına koymu­
yor. İçinden gelerek, çapkınca bir hesaba girmeden, minnet duyguları­
mı kamçılamak gibi bir amaç gütmeden veya başka herhangi bir çıkar
gözetmeden üstümdeki ağır işleri alıyor, pis angaryaları üstleniyor.
Altta kalacak değilim ya... ben de onun işlerini görüyorum; çorapları­
m, pantolonlarım yamıyor, gömleklerinin söküğünü dikiyorum. Dolap­
larını hanunefendinin dolaplarına göstermediğim kadar çok özenle ve
sevgiyle yerleştiriyorum. Gözlerinin içi gülerek şöyle diyor:
- Daha iyisi can sağlığı Celestine ... Siz iyi bir kadınsınız ... Düzen,
bilmem anlatabiliyor muyum, düzen demek servet demektir... Buna bir
de sevimlilik ve güzellik eklenince tadına doyum olmaz.
O zamana kadar aramızda geçen konuşmalar hep kesintilerle sür­
dü. Akşamlan mutfakta Marianne ile birlikte olunca sadece genel şey­
lerden konuşuruz. İkimizin arasında senli benli konuşmalar hiç olmaz.
Onu yalnız yakaladığım zamanlarda ise onu konuşturmaktan daha zo­
ru yoktur... Kuşkusuz saygınlığım koruma kaygısıyla uzun sohbetler­
den kaçınır. Birkaç sevimli söz ordan, birkaç beceriksiz söz bordan
derken bitiverir sohbet.. Ama gözleri ağzının yerine konuşur. Ruhumu
tersyüz edip altında ne olduğunu görmek için, üzerimde döner durur,

151
beni sarmalar ve içime, en derinime nüfuz eder.
Dün ilk kez, birlikte uzun uzun sohbet ettik. Akşamdı. Efendiler
yatmıştı. Marianne da, nasıl olduysa, erkenden odasına çıkmıştı. Ne
okumak geliyordu içimden ne de yazmak, yalnızlıktan sıkılmıştım.
Küçük Claire'in görüntüsü hfila zihnimdeydi, takıntı halinde; derken
kalktım Joseph'in bulunduğu koşum ambarına gittim. Hırsız fenerinin
ışığında, beyaz ahşap bir sehpanın başına geçmiş tohumları ayıklarken
buldum onu. Kilise çömezi arkadaşı da yanındaydı, her iki koltukaltı­
na üç renkli; kırmızı, yeşil, mavi küçük broşürler sıkıştırmış ayakta di­
kiliyordu. İri, pörtlek gözleri kaşına değiyordu nerdeyse, yassı kafası,
sarımtırak ve pütür pütür teni ile adam kurbağaya benziyordu. Kurba­
ğanın görüntüsünü aldığı yetmiyormuş gibi o hantal sıçrayışını da al­
mıştı. Sehpanın altında, iki köpek, başlarını tüylerine gömmüş, tosto­
parlak uyuyorlardı.
- Ah! Siz miydiniz Celestine? dedi Joseph.
Kilise çömezi broşürleri saklamak için bir hamle yaptıysa da Jo-
seph onu rahatlattı:
- Matmazelin yanında konuşabiliriz . Düzen kadınıdır o ...
Sonra da şöyle sordu:
- İşte böyle dostum, anlaşıldı mı? Yarın, gündüz Bazoches'ta, Co-
urtain'de, Fleur-sur-Tılle'de dağıt bunları ... Abone toplamaya çalış .. .

Tekrar söylüyorum ... her yere gir çık... çalmadığın kapı kalmasın .. .
hatta Cumhuriyetçilere bile git. .. Kapıyı yüzüne çarparlar mı dersin
ha? .. Bırak çarpsınlar, sen yine de diret.. Bu pis domuzlardan bir tane­
sini bile çeksek tarafımıza kardır bizim için... Hem sonra unutma ki
Cumhuriyetçi başına yüz kuruş kazanacaksın...
Kilise çömezi başını sallayarak onaylıyordu. Broşürleri tekrar kol­
tukaltlarına sıkıştırıp çıkn, Joseph onu parmaklıklara kadar geçirdi.
Geri döndüğünde sorgulayan bakışlarım ve merakımı gizlemeyen
yüz ifademle karşılaştı:
- Evet... dedi, baştan savar gibi, birkaç şarkı, biraz da resim ve Ya­
hudi karşıtı broşürler... propaganda için dağıtıyoruz. Papaz efendilerle
görüştüm, onların hesabına çalışıyorum anlayacağınız! Düşünce uğru­
na tabii ki ... Ne yalan söyleyeyim, fena para da getirmiyor hani ...
Tohumlarını ayıkladığı sehpanın başına geçti yeniden. Bu arada
uykuları bölünen köpekler, koşum ambarında dolanmaya başladılar,
sonra da daha uzağa giderek tekrar kıvrılıp yattılar.
- Evet ... evet, diye yineledi, doğruyu söylemek gerekirse iyi para

1 52
veriyorlar... şu papaz efendilerin epey parası var.
Sonra da boşboğazlık ettiğini düşünüp biraz rahatsız olmuş gibi
şöyle ekledi:
- Bunları yalnız size söylüyorum Celestine. Çünkü siz akıllı bir ka­
dınsınız, düzen kadınısınız ... ve ben size güveniyorum. Bu aramızda
kalsın, anlaşbk mı?
Kısa bir sessizlikten sonra:
- Bu akşam ne iyi ettiniz de geldiniz buraya... diye memnuniyetini
belirtti. Çok naziksiniz ... çok hoşuma gitti doğrusu ...
Onu hiç bu denli sevecen ve konuşkan görmemiştim. Sehpaya eğil­
dim, burnunun dibine sokuldum, tabağın içindeki ayıklanmış tohumla­
n sallayarak, cilveli cilveli şöyle yanıtladım:
- Doğrusunu isterseniz... akşam yemeğinden hemen sonra çekip
gittiniz, çene çalacak fırsatımız olmadı... tohumları ayıklamanıza yar­
dım etmemi ister misiniz?
- Teşekkür ederim Celestine ... zaten bitmişti.
Başını kaşıdı:
- Tüh be! dedi sıkıntıyla. Gidip seralara bakacaktım. Tarla fareleri
bu ara hıyarlara musallat oldular, tek bir tane bırakmıyorlar. Hem son­
ra, neyse, boş verin... Sizinle konuşmam lazım Celestine...
Joseph oturduğu yerden kalktı, gidip aralık kalan kapıyı iyice ka­
patbktan sonra beni ambarın dip tarafına doğru çekti. Bir anlık da olsa
korkudan içim titredi. Unutmuş olduğum küçük Claire'i soluk yüzü ve
kan lar içindeki haliyle orman fundalıklarında görür gibi oldum ... ama
Joseph'in bakışlarında kötülük yoktu, mahcup mahcup bakıyordu san­
ki gözleri ... Fenerin ölgün ışığından yayılan donuk ve kasvetli huzme­
lerin aydınlattığı bu loş yerde birbirimizi doğru dürüst göremiyorduk.
O ana kadar titrek çıkan sesine birdenbire canlılık ve güven, neredey­
se bir ciddiyet geldi.
- Size bir sır vereceğim Celestine, günlerdir bunu düşünüyorum,
diye girdi söze... Evet .. şey... Mesele şu. .. size dostluk besliyorum. İyi
bir kadınsınız ... düzen kadınısınız ... sizi şimdi daha iyi tanıyorum, ya
işte böyle! ..
Hem muzip hem de sevimli bir tebessüm belirmiş olmalı dudakla­
rımda; karşılık verdim:
- Eh biraz uzun sürdü, siz de kabul edersiniz herhalde. Neden ba­
na o kadar ters davranıyordunuz? .. Benimle hiç konuşmuyor, ha bire
laf sokuşturuyordunuz ... B ana yaptıklarınızı bilmem hatırlar mısınız?

153
Henüz yeni çapaladığınız patikadan geçtiğim zamanlar... Aksi herif ne
olacak! ..
Joseph omuzlarını silkti ve gülmeye başladı:
- Ya, evet... Ama ilk görüşte insanları tanımak mümkün mü! . .
Özellikle de kadınları, tam bir çıkmaz bu. . . üstelik de Paris'ten geliyor­
dunuz ! Şimdi sizi iyi tanıyorum...
- Madem beni bu kadar iyi tanıyorsunuz ... Hadi Joseph söyleyin
bana... Ben sizce nasıl biriyim?..
Dudaklarını sıktı, bakışları sertleşti ve şöyle konuştu:
- Siz nasıl biri misiniz Celestine? .. Benim gibi birisiniz ...
- Ben sizin gibi miyim, hem de ben? ..
- Benim gibi dedikse, yüzünüzü kastetmedik herhalde... Siz ve ben
Celestine, ruhumuzun derinliklerinde aymyız ... Evet, evet, ne söyledi­
ğimin farkındayım elbette...
Bir süre suskun kaldık, soma daha yumuşak bir sesle şöyle sürdür-
dü konuşmasım:
- Size karşı dostane duygularım var Celestine... hem sonra ..
- Sonra ne?
- Sonra bir de param var... azıcık yani ...
- Ya?
- Evet ya .. biraz param var... Kırk yıl böyle varsıl kapılara kulluk
.

edelim de bu kadarcık birikmiş paramız olmasın mı yani? .. Değil mi


ama?
- Elbette... diye yanıtladım. Joseph'in hem sözleri hem de tavırları
giderek daha çok şaşırtıyordu beni... Paranız çok mu bari?
- Eh! Birazcık!.. Yalmz ...
- Ne kadar? .. Hadi gösterin! . .
Joseph hafif yollu alay ederek:
- Burada olmadığını bal gibi biliyorsunuz... Bir yerlerde kuluçka-
ya yattı, civciv bekliyor...
- Tamam anladık da ne kadar?
Bunun üzerine, alçak, fısıln gibi bir sesle konuştu:
- Belki on beş bin frank. . belki biraz daha fazla. ..
.

- Vay canına! .. Malı götürmüşsünüz siz ! . .


- Belki d e daha azdır... bilmiyorum . .
Birdenbire iki köpek aym anda başlarını dikti, kapıya anlıp havla­
maya başladılar. Korkudan sıçradım ...
- Yok bir şey, diyerek Joseph beni yauşnrdı, bu arada her ikisinin

1 54
de böğrüne birer tekme attı. Birileri yoldan geçiyor olmalı ... Bakın iş­
te demedim mi? Bu Rose, eve dönüyor... ayak sesinden tanının onu.
Gerçekten de, daha birkaç dakika bile geçmeden yolda bir ayak. sü­
rüme sesi duydum, soma kapanan bahçe kapısının sesi geldi kulağıma
daha uzaktan ve köpekler de sustular.
Ambarın bir köşesinde duran bir tabureye tünemiştim. Joseph ise
elleri ceplerinde, küçücük ambarın köknar panolarına ve orada asılı
duran kayışlara dirseklerini çarpa çarpa geziniyordu... Artık konuşmu­
yorduk, korkunç derecede rahatsız olmuştum, geldiğime pişmandım.
Joseph'in bana anlatacak.lan bitmemişti, nasıl söyleyeceğinin sıkınttsı­
m çektiği yüzünden okunuyordu. Birkaç dakika soma karar vermiş ol­
malı ki şöyle devam etti:
- Size bir şey itiraf etmeliyim Celestine... Ben Cherbourg'luyum
ve Cherbourg zorlu bir kenttir... müşkülpesent denizci, asker, gözü pek
tayfa kaynar kent... Orda ticaret gani ... Ben de Cherbourg 'da bu sırada
iyi bir fırsat olduğunu biliyorum. Demem o ki orda küçük bir kahve-
den söz ediyorum size, rıhtımda küçücük bir kahve... Daha iyisi can
sağlığı... Ordu mensupları şu sıralar çok içki içiyor... tüm vatansever-
ler sokağa dökülmüş ... bağırıp çağırıyor, damağına yapışan dilini içki
ile ıslauyor... Böyle bir yer açmanın tam sırası. Paraya para demezsin,
sizi temin ederim ... Yalnız ... şey diyordum... böyle bir yere bir de ka­
dın gerekir... düzenli bir kadın ... hoş bir kadın... iyi giyimli ... kaba şa­
kalardan korkmayan bir kadın. Denizciler, askerler şakacıdırlar, neşe­
lidirler, iyi çocuklardır... su bile içseler anında kafayı bulurlar, sekse
düşkündürler, seks için çok para dökerler... Ne diyorsunuz Celestine? ..
- Ben mi? dedim sersemlemiş bir şekilde.
- Evet, yani sözün gelişi... Hoşunuza gider miydi?
- Benim mi?
İşi nereye vardırmak. istediğini anlamak.ta zorlanıyordum ... Hayret­
ten hayrete düşüyordum. Altüst olmuştum, doğru dürüst bir yanıt bile
verememiştim. Israr etti:
- Elbette siz ... sizden başka kimi oturtmamı isterdiniz bu küçük
kahveye... İyi bir kadınsınız... düzen kadınısınız . . . şakaya gelemeyen o
kırıtkan şeylerden değilsiniz siz ... vatanseversiniz ... Kahretsin ! Hem
soma naziksiniz, çok hoş birisiniz ... Tüm Cherbourg garnizonunu de-
li ye döndürecek kadar güzel gözleriniz var... sizi yakından tanımaya
başlayalı beri ... yeteneklerinizi gördükten soma bu düşünce cirit arıyor
kafamda.

155
- Peki ama, ya siz?
- Hay Allah! Kendimi unuttum, elbette ben de vanm ... Güzel gü-
zel, dostça evleniriz...
- Ne yani? diye bağırdım, aniden gücenerek... Siz paİa kazanacak­
sınız diye fahi§elik mi yapacağım yani?
Joseph omuzlarını silkerek sakin sakin devam etti:
- Yapmayın Celestine... Namus çerçevesinde olduktan sonra...
Bunda anlaşılmayacak ne var? ..
Sonra yanıma geldi, ellerimi tuttu, acıdan bağntacak kadar sıkarak
şöyle dedi:
- Sizi düşlüyorum Celestine ... sizi ... bu küçük kahvede sizi düşlü­
yorum... Kanım kaynadı size...
Bu itiraftan şaşkına dönmüş, biraz ürkmüş bir halde olduğumu,
suskun ve hareketsiz durduğumu görünce devam etti:
- Sonra... belki de on beş bin franktan fazladır para, on sekiz bin
frank da olabilir, anapara ne kadar kazandırdı bilmiyoruz ki... Sonra
başka şeyler, başka başka şeyler de var... mücevherler... küçük kahve-
de acayip mutlu olacaksınız, hadi ama.. .
Güçlü kollan sımsıkı kavramıştı belimi... Vücuduma yapışık bede­
ninin hazdan tir tir titrediğini hissediyordum. İsteseydi eğer, en küçük
dirençle karşılaşmadan bana sahip olur, beni boğabilirdi ama o bana
düşünü anlatmakla meşguldü hfila:
- Şipşirin, küçücük bir kahve... tertemiz... pınl pınl... ve tezgahta,
büyük bir aynanın gerisinde, güzel bir kadın... Alsace-Lorraine tarzın-
da giyinmiş... bedenini saran ipek bir bluz ve geniş kadife kurdeleler.. .
Evet Celestine? Hele bir düşünün... Yakında tekrar konuşuruz ben·.. .
Söyleyecek bir şey bulamıyordum ... hiç, hiç... ama hiçbir şey ! . .
Şimdiye kadar aklımın ucundan bile geçmeyen bu durum beni serseme
döndürmüştü .. Bu adamın pervasızlığı karşısında ne kinleniyor ne de
korkuyordum ondan... Joseph, ormanda küçük Claire'i saran, sıkan,
boğazlayan ve öldüren o aynı ellerle belimi kavrayıp, onun kanlı yara­
larını öpen o aynı dudaklarla yineledi cümlesini:
- Konuşuruz ben bu konuyu yine... Yaşlıyım ... çirkinim ... olsun...
ama bir kadım tatmin etmek söz konusu olunca Celestine... bunu sakın
unutmayın... benim gibisi yoktur konuşuruz ben bu konuyu yine...
Bir kadım tatmin etmekmiş! En filasını bilir... hem de en korkunç
olanı!.. Bu bir tehdit miydi?.. Yoksa verilen bir söz mü? ..
* Özellikle yanlış kullanılmış. (ç.n.)
156
Joseph bugün eski alışkanlığına geri döndü; suskunlaştı ... Dün ak­
şam aramızda hiçbir şey geçmedi sanki ... Gidip geliyor, çalışıyor... ye­
meğini yiyor... gazetesini okuyor... tıpkı önceki günler gibi ... onu göz­
lüyorum, ondan nefret etmek isterdim, çirkinliği olduğu gibi görünsün
gözüme, büyük bir iğrenme duygusu onu benden ebediyen uzaklaştır­
sın isterdim. . Ama olmuyor ne yazık ki
. ... Aman Tanrım! Bu ne garip
bir durum böyle. Bu ad.anu görünce ürperiyorum ve ondan tiksinmiyo­
rum ... Küçük Claire'e ormanda tecavüz edip, onu öldüren kişi o olma­
sına karşın ondan iğrenmemek bana çok korkutucu geliyor! . .

1 57
x

3 Kasım.

ir zamanlar evlerinde çalıştığım insanların isimlerine gazete sü­


B tunlarında rastlamaktan duyduğum kıvancı hiçbir şey veremez ba­
na Bu sabah da büyük bir kıvanç duydum .. Le Petit Journa/, Victor
.

Charrigaud'nun son çıkan kitabına yer vermiş. Kitap çok ilgi görmüş,
hayranlıkla karşılanmış, dillerden düşmüyormuş. De cinq a sept adı
altında yayımlanan kitap olumlu anlamda olay yaratmış ... Makaleye
bakılırsa, kamçılayıcı, göz kamaştırıcı ve sosyetik bir dizi araşnrmayı
içeren kitabın uçan anlatımı altında derin bir felsefe yatıyormuş ... Pa­
lavra .. Yeteneğinin yanı sıra, Victor Charrigaud'nun zarafetine, seçkin

• Beşterı yediye.
158
ilişkilerine ve davetlerine övgüler yağdmlmış ... Eh! hadi biraz davet­
lerinden konuşalım... Tam sekiz ay çalışum yanlarında Charriga­
ud'larda oda hizmetçisi idim ve sanının böylesi hıyarağalarına hiçbir
yerde rastlamadım. Allah bilir yine de!
Vıctor Charrigaud'nun adını kime sorsanız bilir. Olay yaratan bir
dizi kitabı yayımlandı şimdiye kadar. Leurs Jarretelles', Comment el­
/es dormen(', Les bigoudis sentimentaux,'.. Colibris et Perroqueıs­
en tanınmış eserleri arasında yer alır. Son derece kafalı bir adamdır,
son derece yetenekli bir yazardır. Şansızlığı ise servete çok çabuk eriş­
mesi! İlk çalışmaları büyük umutlar vaat etti. Gözlem yapmaktaki çar­
pıcı ustalığına, iğneleyici kalemine, insanlık komedyasını açığa çıka­
ran yerinde ve acımasız alaycılığına vurgundur okurları. Yüksek sos­
yete sözleşmelerinin yalan dolan, yaltaklık, uşaklık ruhu üzerine kuru­
lu olduğuna inanan biri. Kıvrak zekası ve özgür düşüncesi ile önyargı­
ların insanı aşağılayan düzeyine boyun eğmek yerine, eğilimlerini kor­
kusuzca düzeyli ve pırıl pınl bir sosyal amaca yönlendiren yüce ruhlu,
öngörülü bir yazardır. En azından, bir ressam arkadaşının Vıctor Char­
rigaud'yla ilgili söyledikleri bunlardı. Bana vurgun olan bu zatı, ara sı­
ra gider görürdüm. Bu ünlü adamın yaşamını ve edebiyatı etkileyecek
detayların önünden giden yargılarına önem veririm.
Yerden yere vurarak eleştirdiği gülünçlülder arasından Charrigaud
daha çok züppeliğin gülünçlüğünü konu edinirdi kendine. Ağız kalaba­
lığına getirip örneklerle desteklediği söyleşilerinde, kitaplarının da
ötesine geçip ahlfilc çöküşünün, entelektüel duyarsızlığın kimliğini süs­
lü sözcülderle, sert bir dille ortaya koyardı. Korkunç, ateşli, keskin, iğ­
neleyici sözcülderle ve acımasız bir mantıkla bu kimliğin altını çizip
ona notunu verirdi. Sözleri bazılarınca saygı görür, bazılarınca ağızdan
ağıza yayılır; sözün kısası, Paris'in dört bir bucağında bu sözler tekrar­
lanırdı. Ağzından çıkar çıkmaz, anında, bir tür özdeyişe dönüşürlerdi
adeta. Özgün kişiliğinin bıkmadan u sanmadan sergilediği, sürekli ye­
nilediği garip bir biçimde çizilmiş ve capcanlı siluetleri, özlü profille­
ri, çehreleri, ifadeleri ile züppeliğin ilginç bir psikolojisini çıkarmak
zor olmazdı. Salonlarda canhıraş kol gezen ve insan ahlfilana musallat
olan bu illet salgından paçasını sıyıran, bu hastalığa karşı en iyi koru-

• Onların jartiyerleri. (ç.n.)


•• Nasıl uyur bu kadınlar. (ç.n.)
*** Duygusal bigudiler. (ç.n.)
•••• Sinekkuşları ve papağanlar. (ç.n.)

1 59
nan biri varsa o da ironi denen o hayran olunası antiseptik sayesinde
Victor Charrigaud idi ... Ama ne var ki insan denen yaratık sürprizin, ·

çelişkinin, tutarsızlığın ve çılgınlığın ta kendisidir...


Daha henüz başarının tatlı sarhoşluğu geçmeden içindeki züppe
-zaten bu nedenle bu denli güçlü çiziyordu bu karakteri- uyanıverdi;
tabiri caizse, elektrik şokuna tutulan bir makine gibi patlayıverdi. Ra­
hatsız edici ve tehlikeli hale gelen arkadaşlarından kopmakla başladı
işe. Yeni filizlenen ününün sürekli reklamını yaparak kendisine yarar
sağlayacak, toplumca yeteneği tescilli olanlar ve basında iyi bir ko­
numda bulunanlar dışında kimseyi yanına yaklaştırmadı. Bu arada mo­
dayı, süslenip püslenmeyi en iddialı uğraşlanndan biri haline dönüş­
türdü. Filipvari, en kurumlu redingotlar, 1 830'lu yıll arın abartılı yaka
ve kravatlan, göz alıcı kadife yelekler ve "burdayım" diye bas bas ba­
ğıran takılarla boy gösterdi ortalıkta. Yaldızlı kağıtlara fiyaka ile sarıl­
mış sigaralarını, kıymetli taşlarla süslü gümüş sigara tabakalarından
çıkarıp tellendirdi. Ama gelin görün ki, kıvraklıktan yoksun bedeni, sa­
kar hareketleri, kaba saba görünümü ve bayağı söylemi ile her şeye
rağmen hemşerileri Auvergne köylülerinin kütük görüntüsünü atamadı
bir türlü üstünden. Aniden büründüğü bu zarafete yabancı hissediyor­
du kendisini. Kendine son derece özense de, en güzel modelleri sırtın­
da taşısa da bir Parisli zarafeti taşıyamıyordu bir türlü; özendiği, daha
doğrusu kinlendiği, o kıvrak, ince, esnek çizgiyi yakalayamıyordu.
Kulüplerin, yarışların, tiyatro ve lokantaların zarif gençleri gibi olamı­
yordu her nedense. Aklı almıyordu, seçkin tüccarlarla çalışıyordu oy­
sa; en ünlü terzilerle, dillere destan gömlekçilerle... hele kunduracılar...
en meşhurları ile hem de! .. Aynada kendini incelerken umutsuzlukla
basıyordu kalayı kendine:
- Kadifelerle, satenlerle, muarelerle süslenip püslenmem nafile! . .
hfila bir hıyarağası gibi görünüyorum. . . Bir şeyler yolunda gitmiyor bir
türlü.
Madam Charrigaud'ya gelince ... O zamana kadar sade, ağırbaşlı,
hanım hanımcık giyinen kadın kocası gibi, cafcaflı, sansasyonel tuva­
letler giymeye başladı; kocaman takılar, alev gibi kırmızı saçlar, paha­
lı ipek kumaşlarla çamaşırhane güzeline, "mardi gras"" imparatoriçesi­
nin görkemli havasına büründü. Alay ettiler kendisi ile, bu alayların
bazen zalimane olduğu bile söylenebilir. Bunca lüksten ve zevksizlik-
* Mardi gras: 46 gün süren karnavalın son günü; büyük perhizin başlangıç gü­
nünden önceki son gün. (ç.n.)

1 60
ten hem keyif alıp hem de rahatsız olan bazı arkadaşları öç almak için
Vıctor Charrigaud'yu alaya alarak hakkında şöyle söylüyorlardı:
- Onun gibi bir mizah yazan için gerçekten de büyük şanssızlık...
Hayırlı birtakım girişimleri, alavere dalavereleri ve dahası yaltak­
lanmaları sayesinde kendilerinin de "gerçek dünya" diye niteledikleri
çevrelere; Yahudi bankerlerin, Venezüella düklerinin; yolsuz kalmış
arşidüklerin; edebiyat, çöpçatanlık ve sanat delisi kokanalann evlerine
kabul edildiler. Artık tek düşünceleri bu yeni ilişkileri gözbebekleri gi­
bi korumak, geliştirmek, daha çekici, zor ulaşılır yeni insanları, başka­
larını, hep daha başkalarını kazanmaku.
Bir gün, önemsiz, ancak yine de iyi geçinmesi gerektiğini düşün­
düğü bir dostunun, boş bulunup kabul ettiği davetini atlatmak için,
Chargaud şöyle yazmışn ona:
"Sevgili dostum,
Pazartesi günü için verdiğimiz sözü tutamayacağımızdan ötürü çok
mahcubuz. Bağışla bizi. Maalesef, aynı gün, akşam yemeği için
Rothschild'lardan bir davet aldık. İlk kez çağrılıyoruz; sen de takdir
edersin ki on1an geri çevirmek yakışık almaz... Sonumuz olur bu ...
Neyse ki seni tanıyorum ... Bize kızmayacak kadar iyi yürekli olduğu­
nu biliyorum. Sevincimizi ve duyduğumuz gururu bizimle paylaşaca­
ğından hiç kuşkum yok."
Bir başka gün Deauville' den satın almış olduğu bir villa ile ilgili şu
öyküyü anlattı:
- Bilemiyorum, bu insanlar gerçekten de bizi ne olarak görüyorlar­
dı... Kuşkusuz gazeteci olarak, bohem olarak... Ama ben onlara bir no­
terimin olduğunu gösterdim.
Arkadaş namına gençliğinden kim kalmışsa geriye, yavaş yavaş
sildi defterinden. Kendisi için sürekli ve sevimsiz bir biçimde geçmi­
şini yüzüne vurmaktan başka anlam ifade etmeyen bu arkadaşlarını se­
petlerken bu ayıbını, bu aşağılık kompleksini örtmek için de edebiyatı
ve yoğun işlerini bahane etti; ve sonra ara sıra beyninde çakan geçmi­
şini kendisine anımsatan alazları söndürme çabasına girdi. Aklında yer
eden bu lanet düşünceden ödü patlıyordu. Bir daha dirilmemek üzere
öldüğünü sanmıştı, oysa bazı günler aniden dikiliveriyordu karşısına.
Daha sonra başkaları tarafından davet edilmek yetmez oldu kendisine,
kendi de başkalarına ev sahipliği yapmak istedi. Auteuil'de küçük bir
ev satın alması ve bunu kutlamak istemesi bir akşam yemeği için iyi
bir bahane olabilirdi.

Fi 1 ÖN/Oda Hizmetçisinin Günlüjjü


161
Ben işte tam o sırada, Charrigaud'lann söz konusu akşam yemeği­
ne nihayet karar verdikleri tarihlerde bu eve girmiştim. Evlerine sıcak­
lık katan, yıllardan beri alışkın oldukları samimi, neşeli, teklifsiz ye­
meklerden biri değildi bu yemek, aksine seçkin bir akşam yemeği ver­
mek istiyorlardı. Sanat ve edebiyat dünyasından doğru dürüst isim
yapmış birkaç önemli simanın, yüksek sosyeteden ne çok havalı ne de
çok sıradan olan, dolayısıyla yanlarında pek de sönük kalmayacakları
birkaç insanın katılacağı tumturaklı, oturaklı, seçkin bir akşam yeme­
ğinin planım yapıyorlardı.
- İşin zor yanı, diye anlatıyordu Victor Charrigaud, şehirde akşam
yemeği yememiz değil, akşam yemeği davetini evimizde vermemiz ...
B u projeyi eni konu düşündükten sonda Vıctor Charrigaud şöyle
bir öneride bulundu:
- Bakın şimdi ! .. Öncelikle boşanmış kadınlar ve onların aşna fışne­
leri ile yetinmek zorunda kalacağız gibime geliyor. Bir yerden başla­
mak !azını. Bu iş için biçilmiş kaftanlar var nasılsa aralarında; en tutu­
cu gazetelerin bile sütunlarından düşmeyen, isimleri hayranlıkla anı­
lanlardan seçeriz biz de ... Hele bir çevremiz genişlesin, ilişkilerimizin
düzeyi yükselsin, bu boşanmış kadınları sepetlemenin bir yolunu bulu­
ruz nasılsa.
- Doğru ... diye onayladı Madam Charrigaud. Şimdi önemli olan,
boşanmışlar içinden en iyilerini seçmek... Aslında kim ne derse desin,
boşanmışlık da öyle yabana atılacak bir konum değil hani! . . .
- Zinayı ortadan kaldırmak gibi iyi bir tarafı var en azından, değil
mi ama! .. diye kikirdedi Charrigaud .. Zina imiş ... o eskidendi ... Buna
-Hıristiyan zinasına- inanan biri var, o da dostumuz Bourget, bir de
İngiliz mobilyasına inanır tabii...
Bunun üzerine Madam Charrigaud sinirli bir tonda yanıt verdi:
- B u sözümona esprilerin ve bu kötülüğünle gerçekten de çok can
sıkıcısın. B ak göreceksin... demedi deme ... B u huyundan ötürü adam
gibi bir davet vermeyi bile başaramayacağız hiçbir zaman . . .
Ve şöyle sürdürdü:
- Eğer salon adamı olmaksa niyetin, önce ya aptal olmayı öğrenir­
sin, ya da çeneni tutmayı ...
Hummalı bir çalışmanın ardından, pek çok kez karalayıp tekrar
tekrar kaleme aldıkları çeşitli bileşimlerin sonunda şöyle bir konuk lis­
tesi çıktı ortaya:

1 62 Fi !ARKA/Oda Hizmetçisinin Günlüğü


Kontes Fergus, boş�mış; dostu Joseph Brigard; ekonomist, millet­
vekili...
Barones Hemi Gogsthein, boşanmış; dostu ozan Theo Crampp...
Barones Otto Butzinghen, boşanmış; dostu Vikont Lahyrais, ku­
marbaz, hilebaz, sportmen, kulüpmen...
Madam de Rambure, boşanmış; dostu Madam Tiercelet, boşanmak
üzere...
Sir Hany Kimberly, sembolist müzisyen, ateşli kulampara; genç
dostu, erkek güzeli, kadın tenli, süet eldiven gibi esnek ve kıvrak, ince
sarılmış sigara gibi zarif, sarışın Lucien Sartorys ...
İki akademi üyesi: Joseph Dupond ve edepsiz sikke uzmanı de la
Brie; lsodore Durand de la Mame, özel hayatında hoş sohbet, Ensti-
tü' de sert tavırlı Çinbilim uzmanı .. .

Jacques Rigaud, portre ressamı.. .


Maurice Femancourt, psikolojik roman yazan ...
Poult d'Essoy, sosyete haberleri yazan.
Davetiyeler gönderildi ve etkin aracılıklar sayesinde listedeki her­
kes gelmeyi kabul etti ...
Sadece Kontes Fergus tereddüt etti...
- Charrigaud'lar mı? .. dedi. Bu gerçekten uygun bir ev mi? Vaktiy­
le Monmartre'da denemedik iş bırakmayan o kişiden mi söz ediyoruz
acaba? Ayol... bu adam hakkındaki dedikodulan duymadınız mı? Gü­
ya bizzat kendisinin alçıdan çıkıntılarla poz vermiş olduğu müstehcen
resimleri satarmış . . Ya kansı olacak kadın? .. Onunla ilgili pek çok
.

üzücü şey anlatılmamış mıydı?.. Evlenmeden önce epeyi macerası ol­


mamış mıydı? O da modellik yapmış da nesi var nesi yok meydanda
poz vermiş diye anlatmıyorlar mıydı? .. Rezalet! .. Bir kadının, sevgili­
leri bile olmayan erkeklerin karşısına çırılçıplak geçip durmasını anla­
yabiliyor musunuz kuzum? ..
Sonunda daveti kabul etti ama pek de kolay olmadı bu... önce, Ma­
dam Charrigaud'nun sadece portre modeli olduğu anlatıldı kendisine...
Soma da Charrigaud'nun kindarlığı; bir gün, kitaplarının birinde -bel­
li mi olurdu !- kendisini rezil, kepaze edebilirdi... Son olarak da Kim­
berly'nin davete katılacağı haberi verildi ... Ah! Demek Kimberly de
davete katılmaya söz vermişti ... Tam bir centilmen, son derece kibar,
son derece cazip bir erkek olan ... öylesine cazip olan Kimberly.
Bu söylenti ve tereddütlerden Charrrigaud'lann haberi oldu elbet­
te. Alınmak şöyle dursun bazılarını iyi yönlendirip diğerlerini alt ettik-

1 63
leri için birbirlerini kutladılar. Şimdi artık tek bir iş kalıyordu geriye;
davranışlarına dikkat ettnek, Madam Charrigaud'nun deyişi ile, gerçek
kibarlar gibi davranmak. .. Gerçekleştirebilmek için yeteneklerinin tü­
münü ortaya koydukları, mükemmelce tasarlanan bu akşam yemeğin­
de, gelecekteki zarif yaşamlarının yeni başlangıcındaki ilk gösterileri
olan bu yemekte her şey göz kamaştırıcı olmalıydı ...
Davete bir hafta kala ev altüst durumdaydı. Hiçbir şey aksamasın
diye, bir anlamda, evi yeni baştan düzenlemek gerekmişti. Son dakika
paniği yaşamamak için masa düzeni ve ışıklandırma sistemiyle ilgili
farklı alternatifler denendi. Bu konuda Mösyö ve Madam Charrigaud
hamallar gibi dalaştılar. Görüş ayrılıkları vardı ... bir de hiçbir konuda
örtüşmeyen farklı zevkleri ... hanım, dekorasyona duygusallık kattnak
istiyordu, bey de ciddiyet ve "sanatsallık" ...
- Çok aptalca ... diye bağırıyordu Charrigaud... İnsanlar kendilerini
bir yosmanın evinde sanacaklar... Bizimle nasıl da dalga geçecekler ! . .
Madam Charrigaud'nun kafasının tası iyiden iyiye attnıştı, şöyle
yanıtladı:
. - Ağzından çıkanı kulağın duysun ... Hiç değişmedin sen, hep aynı
kalacaksın, meyhane kabadayısı n'olacak!.. Bıktım artık, tahammülüm
kalmadı...
- Madem öyle ... tamam koçum, gel hadi boşanalım ... boşanalım ...
listeyi tamamlamış oluruz bir güzel... Kötü mü yani, konuklarımızın
arasında sıntınayız hiç olmazsa! ..
Servis tabaklarının, kristallerin yanı sıra gümüş takımlarının da ye­
terli olmadığını fark ettiler, kiralamak zorunda kaldılar, aynca sayıları
on beşi geçmediği ve takım bozulduğu için sandalyeleri de kiralamak
zorunda kalmışlardı. Neyse sonunda yemek siparişi bulvardaki en bü­
yük lokantalardan birine verildi.
- Ultra şık olsun, diye tembihledi Madam Charrigaud, öyle ki, kim­
se yediğinin ne olduğunu çıkaramasın; ince ince doğranmış karidesler,
kaz ciğeri pirzolası, jambon gibi duran av hayvanı etleri, pasta gibi gö­
rünen jambonlar, kremalı yeımantarı, dal şekli verilen püre, kare kare
doğranmış kirazlar ve sarmal dizilmiş şeftaliler... velhasıl şık duran ne
varsa ..
- Siz içinizi ferah tutun, dedi lokanta sahibi. Yiyecekleri değiştir­
mekte üstüme yoktur. Bahse girerim, kimse anlamayacak ne yediğini . . .
Eh! bu da bizim lokantamızın özelliği . . .
Ve derken, beklenen büyük gün geldi çattı.

1 64
Beyefendi o günün sabahı erkenden ka1ku: Endişeli ve sinirli görü­
nüyordu, yerinde duramıyordu. Bir önceki gün alışveriş, son hazırlık­
lar derken kendini helak eden hanımefendi bütün gece gözünü kırpma­
mışb ve yerinde duramıyordu. Alnı kırışmış, nefes nefese kalmış, eli
ayağına dolanarak ve bitkin bir halde en az beş alb kez karnının zil çal­
dığını söylemişti. Evi son bir kez gözden geçirdi, hiç gereği yokken
bibloların, mobilyaların yerlerini değiştirdi, sonra tekrar eski yerlerine
koydu. Nedenini bilmeden çıldırmış gibi bir odadan diğerine gitti gel­
di. Aşçılar gelmeyecekler, çiçekçiler sözlerini tutmayacaklar, konuklar
masada etiketlerle belirtilen yerlerine yerleştirilemeyecekler diye ödü
kopuyordu. Üzerinde sadece pembe ipekli iç donu olan beyefendi de
hanım nereye gitse peşinden gidiyor, kfilı onaylıyor, kfilı eleştiriyordu
yaptıklarını.
- Düşünüyorum da... diye başlıyordu ... Hangi akla hizmeten, ma-
sayı süslemek için, kantaron ısmarladın... Işıkta mavi renk siyah gibi
görünür inan bana... Hem sonra kantaron sıradan çiçek işte ... Buğday
tarlasından peygamberçiçeği yolmuşlar mı dedirtmek istiyorsun yok­
sa? ..
- Ne!.. Peygamberçiçeği mi dedin sen? .. Saçmalama!..
- Evet ya, peygamberçiçeği... bir daha söylüyorum peygamberçi-
çeği ... Kimberly de söylemişti zaten, geçen akşam Rothschild'ların
evinde ... sosyete çiçeği değil diye... Oldu olacak bir de gelincik alsay-
dık... ha... ne dersin?..
- Rahat bırak beni... diye karşılık verdi hanımefendi... Saçma sa­
pan eleştirilerinle çıldırtacaksın beni. Tam da sırası ya!..
Beyefendi direniyordu:
- İyi... tamam ... görürsün nasılsa... görürsün... Tanrım, bu işin al­
bndan kazasız belasız, fazla terslik yaşamadan, yüzümüzün akı ile kal­
karız inşallah. Sosyete dünyasından olmanın bu denli zor, bu denli yo­
rucu ve bu denli karmaşık olduğunu tahmin bile edemezdim... Acaba
diyorum, sıradan serseri halimizle kalsaydık daha mı iyi ederdik? ..
Hanımefendi dişlerini gıcırdauyordu:
- Bak sen! Bakıyorum da değişmek gibi bir niyetin yok senin ...
Hiçbir kadın seninle gurur duymaz.
Beni güzel ve oldukça albenili buldukları için, efendilerim bu ko­
medide bana önemli bir rol vermişlerdi. Önce vestiyere bakacaktım,
sonra da bu olağanüstü yemekte servis yapmak üzere pek çok iş bulma
bürosundan seçilen, görkemli favorileri ile dört adet çam yarması uşa-
165
ğa yardım edecektim, daha doğrusu gözümü üzerlerinden ayırmaya­
caktım.
Başlangıçta her şey yolımda gitti... Yine de bir tehlike işareti belir-
di. Saatin dokuzu vurmasına bir çeyrek kalmışa ve Kontes Fergus ba­
la görünürlerde yoktu. Son anda kararından caymış, gelmekten vaz mı
geçmişti acaba? Ne büyük hakaret! Ne büyük felaket! . . Charrigaud'la­
nn suratından düşen bin parça ... Joseph Brigard yüreklerine su serpti.
Kontes Fergus'nün "Bouts de cigares pour les armees de terre et de
mer',. adındaki o mükemmel çalışmasına başkanlık ettiği gündü o gün
ve bazen çalışma saatleri sarkar, toplana zamanından geç biterdi...
Madam Charrigaud kendinden geçercesine:
- Ne mükemmel kadın! deyiverdi, övgüsünün sihirli gücü, içinden
lanetler yağdırdığı bu "pis kontesi" bir an önce oraya getirir belki diye
umuyordu.
Charrigaud da aynı duygu içindeydi;
- Ne zeka! diye tamamladı... Geçen gün Rothschild'larda, bu sıra
dışı zarafeti, bu üstün yeteneği bulmak için zamanda yolculuk yapıp
geçen yüzyıla gitmek gerekir, diye geçirmiştim içimden, diye ekledi.
Joseph Brigard araya girerek:
- Dostum Charrigaud, bir de... bir de diyordum, den;ıokratik ve
eşitlikten yana olan toplumlarda. ..
Her davette anlatmaktan haz aldığı biraz sosyolojik, biraz da süslü
söylevine tam girişecekti ki Kontes Fergus, akça pakça tombulluğunu,
pörsümüş omuzlannın geçkin güzelliğini meydana çıkaran boncuk ve
taşlarla süslü siyah tuvaleti içinde olduğu halde tüm görkemi ve ağır­
lığı ile teşrif ettiler... Hayranlık fısılnları ve gösterileri arasından salo­
na geçildi ...
Başlangıçta yemeğe gergin bir hava hakimdi. Yarattığı olumlu et­
kiye rağmen, belki de kim bilir özellikle bu nedenle Kontes Fergus bi­
raz kibirli, en azından bir hayli mesafeli bir tavır takındı. Varlığı ile bu
"insancıkların" fakirhanelerini onurlandırma Iütfunda bulunarak bü­
yüklük gösterdiğinin bilinmesini ister gibi bir hali vardı. Çaktırmadan
ama aleni bir küçümseme ile etrafı süzdüğü Charrigaud 'nun gözünden
kaçmadı. Kiralanan gümüş takımlarına, masanın düzenine, Madam
Charrigaud'nun yeşil tuvaletine, uzun favorileri tabakların içine giren
dört uşağa burun kıvırarak bakıyordu kontes. Bir an için masasının dü­
zeninin ve kansının giysisinin yakışıksız olabileceği gibi kaygı verici
• Kara ve deniz kuvvetlerine sigara temini. (ç.n.)
166
bir şüpheye, belli belirsiz bir dehşete kapıldı. Bu, onun için korkunç bir
dakika oldu ! ..
Önemsiz günlük olaylar üzerine edilen birkaç sıradan ve zoraki
sözden soma söyleşi giderek rayına onırdu ve sonunda yüksek sosye­
te yaşamındaki olumsuzlukların giderilmesi için yapılması gerekenler
konusu etrafında bir araya geldiler.
Bu zavallı erkekler ve bu zavallı kadınlar, kansı herifi bu sefil ya­
ratıkların tümü kendi toplumsal uyumsuzluklarını unuttular. Hiç utan­
madan, kusurları ve eylemleri için değil de sosyete yaşamının kuralla­
rına uymadıkları için, tek uyulması gereken, uyulmaması suç teşkil
eden bu kurallara saygıda kusur eden "bu saygısız" kişileri eleştinn ek,
onlardan kuşkulanmak hakkını kendilerinde bulup bu insanlara karşı
amansız bir saldırıya geçtiler. Dürüstlüklerini ve meşruluklarını yitirip
toplumsal amaçlarının dışında yaşayan, bir din gibi yücelttikleri bu ya­
şamın dışına itilmiş olan bu insanlar, bu topluma tekrar dönmenin yo­
lunun diğerlerini püskürtmekten geçtiğini düşünüyorlardı kuşkusuz.
Bir komedi yaşanıyordu; güçlü ve hoş bir komedi. Dünyayı iki büyük
parçaya ayırdılar: Bir yanda meşrular, diğer yanda meşru olmayanlar,
kabul edilebilirler bu tarafa, edilemez olanlar öte tarafa... Derken bu
iki büyük parça kısa sürede, kendi içinde parçalara bölündü ve bu par­
çalar da sonsuz parçalara bölünen küçük birimlere... Evlerine akşam
yemeğine gidilebilir insanlar ve bir de sadece akşam davetlerine katt­
lınabilir insanlar vardı ... Bazılarının evine akşam yemeğine gidilemez,
akşam davetine kanlınırdı. Bazıları yemeğe çağrılabilir bazılarınınsa
sadece salona ayak basmalarına -çok iyi belirlenmiş bazı koşullar çer­
çevesinde- izin verilirdi... Bazıları vardı ki ne evlerinde yemeğe gidi­
lir ne de yemeğe alınırdı; davet edilebilir olanlar vardı ancak evlerin­
de akşam yemeği davetlerine gidilmezdi; öyleleri vardı ki sadece öğle
yemeğine davet edilirdi ama akşam yemeğine asla; sayfiyedeki evle­
rinde akşam yemeği yenebildiği halde Paris'teki evlerine ayak basma­
mak gerekenler de vardı vs. vs. Bu sayılanların tümü kesin ve kanıtlan­
mış örneklerle desteklendi, bilinen isimlerle netleştirildi.
Kumarbaz, hilebaz, sportmen, kulüpçü Vıkont Lahyrais şöyle dedi:
- Nüans ... İşin özü burada. .. Bir insanın gerçek anlamda sosyete­
den olup olmadığı nüanslara sıkı sıkıya bağWığıyla ölçülür.
Sanırım bu denli iç kararttcı sözleri daha önce hiç duymamışum.
Konuşmalarını dinleyince bu zavallı yaratıklara gerçekten acımışttm.
Charrigaud ne yiyor, ne içiyor, ne de konuşuyordu. Konuşmaya ka-

1 67
Ulmarnakla birlikte, büyük ve uğursuz budalalığı başında bir yük gibi
hissediyordu. Telaşlı, endişeli, beti benzi uçmuş bir halde servisi izli­
yor, konukların yüzünde olumlu veya alaycı ifadeler arıyordu. İstem­
siz bir şekilde, kansının kaş göz işaretlerine aldırmadan, giderek hız­
lanan hareketlerle, kocaman ekmek içi parçalarını parmaklarının ara­
sında top haline getiriyordu. Kendisine bir soru yöneltilince de ürkek,
dalgın, uzaklardan gelir gibi bir sesle şöyle yanıtlıyordu:
- Elbette... elbette... elbette. . .
Fosforlu gibi yanıp sönen v e pırıl pırıl parlayan yeşil taşlarla süslü
yeşil elbisesi içinde Madam Charrigaud, karşısında kaskatı oturuyor­
du. Saçlarına yerleştirdiği kınn.ız ı tüylerle birlikte bir sağa eğiliyor, bir
sola eğiliyor ama tek sözcük çıkmıyordu ağzından, sadece gülümsü­
yordu, dondurulmuş gibi dınan bu ebedi tebessüm sanki çizilmişti du­
daklarına.
- Ne orospu! diye geçiriyordu içinden Charrigaud ... Ne salak, ne
gülünç kadın bu böyle ! .. Ne kıyafet ama, tam kamavallık! Onun yü­
zünden yarın tüm Paris'in alay konusu olacağız ...
Madam Charrigaud ise o tebessümü albnda şunları düşünmektey­
di:
Ne budala şu Victor! . . Daha beter davranamazdı! .. O yaptığı toplar
yüzünden ağzımızın payını alırız yarın ...
Sosyete ile ilgili malzeme tükenince, kısa bir süre aşktan konuşul­
du ve konu antika biblolara geldi dayandı. Genç Lucien Sartorys 'in ol­
duğu bir ortamda bu konuda söz etmek kimin haddine düşmüştü ... Ne­
fis bir koleksiyonu vardı genç adamın. Çok yetenekli koleksiyoncu
olarak büyük ün yapmıştı. Rafları meşhurdu.
- Bu harika parçalan nerden buluyorsunuz kuzum? diye sordu Ma­
dam de Rambure ...
- Versailles'dan, diye yanıtladı Sartorys, düş dünyaları zengin ki­
bar dullardan, bir de duygusal varsıl rahibelerden. Yaşlı hanımlarda ne
gizli hazineler var bir bilseniz...
Madam de Rambure üsteledi:
- Size bu bibloları satmaları için onları nasıl ikna ediyorsunuz pe­
ki?
Edepsiz ve sevimli görüntüsüyle narin bedenini geriye doğru veren
Sartorys, ağızlan şaşkınlıktan bir karış açık bırakmak için duyduğu is­
teği gizleme gereği bile duymadan şöyle karşılık verdi:
- Onlara kur yapıyorum ... ve sonra da ... üzerlerinde doğal olmayan

1 68
uygulamalarda bulunuyorum.
Küstahça söylenen bu söz tepki ile karşılandı, ama Sartorys ' in her
şeyi hoş görüldüğünden kısa sürede herkes buna gülmeye başladı.
- Doğal olmayan uygulamalar demekle neyi kastediyorsunuz? di­
ye sordu B arones Gogsthein çapkınca bir amacı olduğunu belirten
alaycı bir ses tonu ile. Biraz kaba kaçmışu ama o zaten bu tür müsteh­
cen konulardan pek hoşlanırdı.
Fakat Kimberly 'nin bakışı üzerine Lucien Sartorys sustu ... Bu kez
Maurice Femancourt devreye girerek baronese doğru eğildi ve ciddi
bir ses tonu ile şöyle dedi:
- Bu, Sartorys 'in doğaldan ne anladığına bağlı...
Yeni bir neşe dalgası ile tüm çehreler aydınlandı. Bu başarıdan ce­
saret alan Madam Charrigaud, son söze itiraz ettiğini belirtmek için se­
vimli hareketler yapan Sartorys' e dönerek:
- Doğru mu yani? .. Öyle misiniz gerçekten? diye sordu.
Sözleri soğuk bir duş etkisi yarattı. Kontes Fergus, var gücü ile yel­
pazesini sallamaya başladı. Herkes birbirine huzursuz, öfkeli gözlerle
baktı, bu bakışlarda yine de dayanılmaz bir gülme arzusu okunuyordu.
Charrigaud yumruk yapuğı ellerini masaya dayamış, dudak.lan kenet­
lenmiş, beti benzi atmış, alnında boncuk boncuk terler birikmiş, gözle­
ri komik bir şekilde koca koca açılmış bir halde hınçla ekmek içlerini
top haline getirmeye devam ediyordu. Kimberly bu zor durumdan ve
tehlikeli sessizlikten yararlanıp Londra'ya yaptığı son seyahatini anlat­
maya kalkışmasaydı neler olurdu bilemiyorum . . .
- Evet, diye girdi söze... Lonclra'da baş döndürücü bir hafta geçir­
dim. Ve saygıdeğer hanımlar, eşi benzeri görülmemiş bir olaya tanık
oldum; büyük ozan John-Giotto Farfadetti 'nin, sevgili dostu Frecteric­
Ossian Pinggleton'un kansı ile nişanını kutlamak için birkaç dostunu
davet ettiği törensel akşam yemeğinde bulundum.
- Eşsiz bir şey olmalı! dedi Kontes Fergus kırıtarak.
Bakışlarının, hareketlerinin ve hatta ceketinin yakasında göz alan
orkidenin bile hissettirdiği bir ateşlilikle Kimberly yanıtladı kontesi:
- Tahmin etmeniz mümkün değil... Sonra da şöyle devam etti:
- Büyük bir salonda düşleyin kendinizi sevgili dostum. Duvarları
mavi, çok uçuk mavi olsun, beyaz tavus kuşları, yaldızlı tavus kuşları
süslesin bu duvarları. Şimdi de bir sehpa getirin gözünüzün önüne...
Yeşim taşından, akıllara durgunluk veren güzellikte oval bir sehpa ol­
sun. Üzerinde kaseler olsun, mor şekerlemelerin, san şekerlemelerin

1 69
uyumla bir arada durduğu kaseler... Ortaya pembe kristal bir reçellik
yerleştirin, içi Kanak· reçeli ile dolu olsun ... ve başka da bir şey olma­
sın ... İşte böyle bir yerde, üzerimize geçirdiğimiz uzun beyaz entariler
içinde sıraya giriyor, ağır adımlarla masanın önünden geçiyoruz, altın
bıçaklanmızın ucuyla bu gizemli reçelden bir gıdım alıp ağzunıza gö­
türüyoruz... hepsi bu kadar...
- Ah ! Çok etkileyici buluyorum, diye iç geçirdi kontes ... çok etki­
leyici !
- Tahmin etmeniz mümkün değil... en etkileyici olanı, bu coşkuyu
gerçek anlamda yürek parçalayan bir acıya dönüştüren o andı; Frede­
ric-Ossian Pinggleton'un kendi kansı ile kendi · dostunun nişan şiirleri­
nin ezgisini döktürdüğü an. Böylesine acıklı, böylesine insanüstü bir
güzelliğe hiç tanık olmamıştım ben.
- Oh! rica ediyorum Kimberly, bu olağanüstü şiiri bize okuyun, di­
ye yalvardı Kontes Fergus ...
- Şiiri size okumam mümkün değil ne yazık ki ! Sadece ruhunu his­
settirebilirim.
- Tamam ... tamam ... ruhunu hissettirin...
Yaşam tarzından ötürü kadınların onunla hiç işleri olmamasına kar­
şın yine de Kimberly onları büyülüyor, çılgına çeviriyordu, çünkü on­
da olağandışı heyecan verici olaylan ve günah öykülerini zarafetle an­
latma yetisi vardı ... Birdenbire, masanın etrafındakileri bir ürperme al­
dı; çiçekler, tenleri süsleyen mücevherler, masa örtüsünün üstündeki
kristaller uyum içinde ruhlarla bütünleşti. Charrigaud, aklını kaçırdığı­
nı sanıyordu. Bir anda deliler evine düşmüştü sanki, yine de iradesi sa­
yesinde gülümsemeyi ve şöyle demeyi başardı:
- Elbette ... elbette.
Uşaklar jambon benzeri şeyin servisini bitirmek üzere idiler; san
krema içinde, kınnızı kurtçuklar gibi duran kirazlar yüzmekteydi ...
Kontes Fergus'a gelince, yan kendinden geçmiş bir halde başka geze­
genlere doğru yola çıkmıştı bile...
Kimberly sözü aldı:
- Frecteric-Ossian Pinggleton ve dostu John-Giotto Farfadetti ortak
atölyelerinde günlük işlerini bitirmek üzere idiler. Biri büyük bir res­
sam, diğeri ise büyük bir ozandı. Birincisi kısa ve bıngıl bıngıl, ikinci­
si ise uzun boylu ve zayıftı. Her ikisinin de sırtında bir aba, başında da
bone vardı. Her ikisi de nevrastenikti (sinir hastası) zira farklı beden­
• Yeni Kaledonya yerlisi. (ç.n.)
170
lerde benzer ruhları taşıyorlardı ve adeta ruh ikiziydiler. John-Giotto
Farfadetti, arkadaşı Frederic-Ossian Pinggleton'un tuvale döktüğü
muhteşem sembolleri dizelerinde dile getiriyordu. Öyle ki ozanın ünü,
ressamın ününden ayn düşünülemez olmuştu. Ve sonunda, aynı hay­
ranlık içinde iki ölümsüz deha ve onların eserleri birbirine kanştınlma­
ya başlanmışn.
Kimberly bir süre suskun kaldı... İlahi bir sessizlik vardı. . . Masanın
üstünde ilahi bir varlık süzülmekteydi. Ve devam etti:
- Akşam oluyordu. Son derece tatlı bir alacakaranlık, ayın ölgün
ışığı albnda oynak gölgelerle sarmalıyordu atölyeyi. Zor da olsa hfila
fark edilen mor duvarların üzerindeki uzun, esnek, oynak altın sansı
suyosunları, kim bilir hangi derin, sihirli suyun titreşimi alttnda kıpır­
dıyor izlenimi veriyordu. John-Giotto Farfadetti, Acem kamışı ile
ölümsüz şiirlerini döktürdüğü, bir dinsel şarkılar derlemesini andıran
ince beyaz parşömen kağıtlı defterini kapattı; Frooeric-Ossian Pingg­
leton lir şeklindeki şövalesini ters çevirerek, çuhadan yapılma perdeye
dayadı, harp şeklindeki paletini iğreti duran bir mobilyanın üzerine
yerleştirdi. Her ikisi de denizin dibindeki suyosunu renginde, üç sıra
halinde dizilmiş olan yastıkların üzerine yorgun ve asil bir tavırla kar­
şılıklı uzandılar.
- Öhö! diye bir ses çıkardı Madam Tiercelet uyarır gibi öksürerek...
- Hayır, hiç de öyle değil... düşündüğünüz gibi değil ... diye rahat-
lattı onu Kimberly ve devam etti:
- Atölyenin ortasındaki mermer havuzun içinde güllerin taç yap­
raklan yüzüyor, etrafa mis gibi koku yayıyorlardı. Sehpanın üzerinde
duran ve ağzı son derece yeşil ve baştan çıkarıcı bir zambak çeneği gi­
bi açık dar vazonun içindeki uzun saplı nergisler ruhlar gibi can çeki­
şiyorlardı.
- Beyinlere kazınacak bir manzara! dedi Kontes ürpererek, sesi o
kadar zayıf çıkmışb ki zor duyuldu.
Kimberly hiç durmadan anlatmaya devam ediyordu:
- Dışarıda sokak daha da sessizleşmişti. El ayak iyiden çekilmişti
artık; Thames Nehri'ndeki gemilerin, aradaki mesafe ile gücü yiten dü­
dük sesleri ve gemi kazanlarının ttknefes soluğu işitiliyordu. İki arka­
daşın düşlere daldıkları ve tarifsiz bir sessizliğe gömüldükleri andı o
an.
- Onları görür gibiyim! .. dedi Madam Tiercelet hayranlıkla ...
- Şu sizin "tarifsiz" tanımınız ne kadar büyüleyici ... ne kadar saf...

171
diye iltifat etti Kontes Fergus...
Kimberly bu iltifatlarla sözünün kesilmesini fırsat bilip şampanya­
sından bir yudum aldı. Sonra çevresindekilerin kendisini ilgi ve heye­
canla beklediklerini görüp yineledi cümlesini:
- Tarifsiz bir sessizliğe gömülmüşlerdi ... Ama o akşam John-Giot­
to Farfadetti, "Kalbimde zehirli bir çiçek var... " diye mırıldandı. "Ke­
derli bir kuş öttü bu akşam kalbimde... " diye karşılık verdi ona Frede­
ric-Ossian Pinggleton. Atölye alışık olmadığı bu atışma karşısında te­
laşa düşmüş gibiydi. Rengi büsbütün morlaşan duvarın üzerindeki yal­
dızlı suyosunları yabancısı oldukları bir dalgaya kapılmışçasma açıldı­
lar kapandılar, tekrar açılıp tekrar kapandılar. Çünkü şu bir gerçek ki
insan ruhu kendi kaygılarını, tutkularını, coşkularını, günahlarını, ya-
·

şamını nesnelerin ruhuna geçirir.


- Ne kadar doğru! ..
Pek çok ağızdan koro halinde çıkan bu ezgisel haykırış Kimberly'nin
hızını kesmedi. Bundan böyle öyküsü dinleyicilerinin heyecanlı sessiz­
liği içinde devam edecekti. Sadece sesi daha gizemli bir hal aldı:
- Bu bir dakikalık sessizlik zehir zemberekti sanki, yürekler acısıy­
dı: ''Ey benim dostum" diye yalvaran bir sesle söze başladı J ohn-Giot­
to Farfadetti, "bana her şeyi veren sen, sen ey benim ruh ikizim, bana
sana ait bir şey daha vermelisin; henüz benim olmayan, ve ona sahip
olamamanın beni kahrettiği bir şeyi..."
"Yaşamım mıdır istediğin?" diye sordu ressam... "verdim gitti, al
senin olsun... "

"Hayu, yaşamın değil... yaşamından da öte... karın!. .. "


"Botticellina! .." diye haykırdı ozan.
"Evet, Botticellina ... Botticellinetta... canının içi... ciğerinin parça­
sı... en güzel düşün... acılarının sihirli merhemi! .."
"Botticellina!.. Yazık! .. Vay başıma gelenler... vay bana!. .. Vahlar
bana! .. olacağı buydu ... Mehtapsız bir gecede, dipsiz gölün içinde bo­
ğulur gibi sen onda boğuldun... o sende boğuldu!.. olacağı buydu..."
Gecenin alacakaranlığında fosfor gibi parlayan yaşlar yuvarlandı res­
samın gözlerinden. Ozan yanıtladı:
"Kulak ver bana a benim dostum! .. Botticellina'yı seviyorum ...
Botticellina da beni seviyor... Birbirimize açılamamaktan, birbirimize
kavuşamamaktan... birbirimizi sevmekten ölüyoruz ... Biz, o ve ben
çok eskiden, bell<i de iki bin yıl önce aynı candan kopan, birbirini ara­
yan, birbirini çağıran ve sonunda bugün bir araya gelebilen iki parça-
112
yız ... Ey benim can dostum Pinggleton, buna bilinmeyen yaşamın ga­
rip, acı, hoş cilvesi denir... Bu akşam yaşadığımız şiirden daha gör­
kemlisi yarablmış olabilir mi sence?" Fakat ressam giderek daha da
keskinleşen acısını çığlık çığlığa dile getiriyordu:
"Botticellina!.. Botticellina! .." Altında dizili olan üç kat minderden
kalktı ve hummalı bir halde atölyeyi arşınlamaya koyuldu. B irkaç da­
kikalık huzursuz hareketlilikten sonra şöyle dedi:
"Botticellina benimdi, demek bundan böyle senin olması gereki-
·

yor, öyle mi?"


"Bizim olacak! " diye yanıtladı ozan buyurgan bir eda ile. "Tanrı,
aynı candan kopan ve 'O' ve 'Ben' diye ikiye aynlan bu ruha kavuşma
noktası olarak seni seçti ... Şunu unutma ki Boticellina düşleri avutacak
sihirli inciye sahip, ben ise bedensel zincirleri koparacak hançere...
Kabul etmezsen eğer ölümde seveceğiz birbirimizi... " Dipsiz derinlik­
ten gelir gibi atölyede yankılanan boğuk bir tonla şöyle ekledi:
"Herhalde daha güzel olurdu."
"
"Hayır" diye bağırdı ressam, yaşayacaksınız... B otticellina benim
kadınım olduğu gibi şimdi de senin kadının olacak... Etimi lime lime
doğrayıp, kalbimi yuvasından söküp atacağım, kafamı duvarlara vurup
paramparça edeceğim ama dostum mutlu olacak... B u acıya dayanabi­
lirim .. Acı da bir bazdır!"
.

"Hatta hazların en güçlüsü, en ağulusu, en yabanisi!.." dedi John­


Giotto Farfadetti kendinden geçerek... "Kıskandım yazgını biliyor mu­
sun ! . . Bana gelince öyle ya da böyle öleceğim, yok kurtuluşum; ölü­
müm ya sevdanın coşkusundan, ya da dostumun acısından olacak... va­
kit geldi ... Elveda!.." Vahiy meleği gibi doğruldu yerinden ... o esnada
perde kıpırdadı, açıldı ve parlak bir görüntünün üstüne kapandı... B ot­
ticellina'ydı bu. Ay ışığı renginde, dalgalanan bir elbise vardı üstün­
de ... Dağınık saçları ışık demetleri gibi çevreliyordu yüzünü ... Elinde
altın bir anahtar tutuyordu. Şehvet dudaklarında, gecenin gökyüzü de
gözlerindeydi ... John-Giotto telaş içinde perdenin arkasında gözden
kayboldu ... Frederic-Ossian Pinggleton altında üç kat halinde dizili,
denizin dibinde bulunan suyosunlarının rengindeki minderlere gerisin­
geri uzandı . . . O tırnaklarını etine geçirir ve kanı bir pınardan çağlar gi­
bi akarken, yavaş yavaş karanlığa gömülen duvarın üzerindeki zar zor
seçilen yaldızlı suyosunları da tatlı tatlı ürperiyorlardı . . . Harp şeklinde­
ki palet ve lir şeklindeki şövale, uzun uzun titreşerek düğün şarkıları
çaldılar.

173
Kimberly bir süre soluklandı ... Masada heyecan doruktaydı; kalpler
sıkışıyor, soluklar kesiliyordu; derken Kimberly sözlerini şöyle bitirdi:
- İşte ben bu nedenle, güzellik nedir bilmeyen çağımızın bu kadar
görkemlisine şahit olmadığı bu nişan için Kanak bakirelerinin hazırla­
dıkları leziz reçele altın bıçağımın ucunu daldırdim.
Yemek sona ermişti ... Konuklar masadan yürekleri titreyerek din­
sel bir sessizlik içinde kalktılar. Salona geçildiğinde Kimberly'nin et­
rafı sarıldı; süksesi büyük olmuştu. Tüm kadın bakışları onun makyaj­
lı yüzüne yönelmiş, etrafında adeta parlak bir ihtiras kalesi oluştur­
muştu.
- Ah! Frederic-Ossian Pinggleton'un bir portremi yapmasını ne
çok isterdim, diye haykırdı Madam de Rambure kararlı bir sesle...
Böylesi bir mutluluk için varımı yoğumu verircİim doğrusu ...
- Maalesef hanımefendi! diye yanıtladı Kimberly, biraz önce anlat­
tığım bu yüce ve yüce olduğu kadar da acı olaydan sonra Frederic-Os­
sian Pinggleton ne kadar güzel olurlarsa olsunlar bir daha insan yüzü
·

resmetmek istemiyor... Sadece ruhları resmeder oldu.


- Yerden göğe kadar hakkı var adamın! . . Ruhumun resmini çizdir­
mek isterdim ona.
- Hangi cinsiyetten? diye sordu Maurice Fernancoın1 hafif yollu
alayla. Kimberly'yi kıskandığı her halinden belli oluyordu.
Ama Kimberly şu yanıtı vermekle yetindi:
- Ruhların cinsiyeti yoktur dostum Maurice... Onların sadece...
- Kılları vardır... patilerinde... diye fısıldadı Victor Charrigaud,
ama bu söylediğini psikolojik romanlar yazarından başkası duymadı
çünkü o anda ona bir sigara tutuyordu Charrigaud...
Sonra da onu sigara içilen bölüme doğru sürükleyerek şöyle devam
etti:
- Ah dostum ah! dedi yine fısıltıyla. Bu heriflerin alayının yüzüne
avazım çıktığı kadar bağırarak onları bir güzel kalaylamak geçiyor
içimden... Hay onların ruhlarına!.. Küflenmiş, kokuşmuş aşklarından
da, sihirli reçellerinden de fenalık geldi içime ... Evet. .. evet ya ... şöyle
bir on beş dakika kadar sövüp saymak, onları kapkara, pis kokulu çir­
kefe sokup çıkarmak ne keyifli, ne rahatlatıcı olurdu ama... Böylece
yüreğime ağırlık yapan mide bulandırıcı tüm şu zambaklarından kur­
tulmuş olurdum ... Ya sen? .. Sen dersin?
Ama Kimberly çarpmıştı herkesi, dinledikleri öykünün etkisindey­
diler hfila. Basit, dünyevi, sosyetik, estetik ve hatta romantik konular-

174
la ilgilenecek hali kalmamıştı kimsenin... Kulüpçü, sportmen, kumar­
baz ve hilebaz Vikont Lahyrais bile kanatlanıp uçacağını sanmaya baş­
lamıştı. Her biri içe dalış, yalnızlık, bu düşü sürdürme, onu gerçekleş­
tirme ihtiyacı içindeydi;
- Siz, hiç samur sütü içtiniz mi? .. Ah bir bilseniz ne güzeldir tadı! ..
mutlaka içmelisiniz... eminim bayılacaksınız tadına... diyerek bir ona
bir buna yanaşan Kimberly bile yaratamadı yeni bir söyleşi ortamını.
Dahası konuklar izin isteyip birer birer savuştular... Saat on birde her-
kes gitmişti.
Hanım ve bey baş başa yalnız kaldıklarında gece ile ilgili izlenim­
lerini söylemeden önce, karşılıklı uzun uzun düşmanca, gözlerini kırp­
madan bakıştılar.
- Kendimizi rezil etmek için uğraşsaydık inan daha iyisini yapa-
mazdık, diye başladı bey.
- Senin yüzünden, diye söylendi hanımefendi sinirli sinirli.
- Bak, bu harika işte...
- Evet, senin yüzünden... hiçbir şeyle ilgilenmedin ... o koca paımak-
larınla ekmekleri top yapıp durdun sadece. Ağzından tek kelime bile çık­
madı ... Öyle gülünç görünüyordun ki, anlatamam! .. Ne utanç verici! ..
- Ağzını açmışken konuş bari, hadi dök içini... diye karşılık verdi
beyefendi: Senin o yeşil tuvaletine ne demeli ... o tebessümlerine... Sar­
torys'le ilgili kırdığın potlara? .. Onların da sorumlusu benim belki ha ..
ne dersin? Pinggleton'un çektiği acıları da ben anlattım kuşkusuz ...
Kanak reçelini de ben yedim, ruhların resmini de ben yaptım, zambak
gibi bembeyaz olan da benim, kulampara da ben... öyle mi? ..
- O söylediğini bile olmaktan acizsin sen, deyiverdi sinirden ha­
nım.
Uzun süre hakaretler yağdırdılar birbirlerine. Gümüş takımlarını,
yarım kalmış içki şişelerini büfeye yerleştirdikten sonra hanımefendi
odasına çekildi ve bir daha da görünmedi.
Beyefendi hop oturup hop kalkarak dört döndü evin içinde. Ben ye­
mek odasını düzene sokarken beni fark etti birdenbire ve yanıma gel­
di, belimden kavrayarak:
- Celestine, dedi, bana bir iyilik yapar mısın? Bana büyük, çok bü­
yük bir zevk tattırmak ister misin?
- Elbette efendim...
- O halde yavrum, durma söyle öyleyse, suratıma on kez, yirmi
kez, otuz kez, yüz kez "Bok herif' diye bağır.

1 75
- Aman efendim! .. Ne garip düşünce böyle! .. Asla cesaret edemem. . .
- Cesaret Celestine ... hadi ama, yalv anrun !
Karşılıklı kahkahalar atarak isteğini yerine getirdikten sonra:
- Ah! Celestine bana ne büyük iyilik ettiğini, ne büyük zevk verdi-
ğini bir bilsen! .. Dahası, bir ruh olmayan bir kadını görmenin, zambak
olmayan bir kadına dokunmanın bana ne kadar iyi geldiğini ! . . Hadi, öp
beni...
B öyle bir şey bekliyorduysam ne olayım! . .
Ama ertesi gün, Le Figaro gazetesinin, verdikleri akşam yemeğinin
görkeminden, ev sahiplerinin zarafeti, zevki, kafa yapısı ve ilişkilerin­
den övgü ile söz eden yazısını okuyunca her şeyi unutup, büyük başa­
n1arından başka bir şey konuşmaz oldular. Ve ruhlan daha ses getirici
fetihlere, daha görkemli züppeliklere yelken açmaya hazırlandı.
- Şu Kontes Fergus ne kadar sevimli şey öyle, dedi hanımefendi,
geceden kalanları öğle yemeğinde silip süpürürken.
- Ne de asil ruhlu ! . . diye kansını destekledi beyefendi.
- Ya Kimberly... onu hiç öyle bilir miydin? Ne döktürdü ama, ne de
güzel konuşurmuş ... Tavrı da çok zarifti ...
- Dalga geçerek haksızlık ediyorlar adama . . . kötülüğü varsa kendi-
ne. . . başkalarına laf düşmez . . . onu yargılamak bize mi kalmış ...
- Elbette ...
Büyük bir hoşgörü ile devam etti hanımefendi:
- Herkesi didik didik etmek gerekseydi ...

Ve bütün gün, çamaşırhanede, bu evdeki komik olayları gözümün


önüne getirerek acayip eğlendim ... Kadının gözünü reklam hırsı bürü­
dü; o günden sonra hanımefendi kocasının bir kitabı üzerine veya ne
bileyim ben, giydiği tuvaletler, verdiği davetler üzerine bir şeyler ka­
ralayacakları konusunda kendisine söz veren ne kadar pislik gazeteci
varsa alayı ile yatağa girmeye kadar götürdü işi. Hele beyefendinin
yaltaklanmaları, bu rezilliği bile bile kansının yaptıklarına ses çıkar­
maması. .. Hayran olunası bir hayasızlıkla şöyle diyordu:
- Bürodan daha ucuza geliyor daima...
Beyefendi bayağılığın ve düşüncesizliğin en alt basamağına ulaş­
mışu. Ona bakarsanız, bunun adı "salon politikası", "sosyete diploma­
sisi "yrniş . . .
Paris 'e yazayım d a bana eski efendimin yeni kitabını göndersinler!
Mutlaka berbat bir şeydir!

1 76
XI

10 .Kasım.

V üçük Claire'den söz edilmiyor artık. Olay kapandı, böyle olacağı


ft.zaten ta başından belliydi. Anlaşılan Raillon Onnan ı da, Joseph
de sırlarını ebediyete kadar saklayacaklar. Bir zamanların mini minna­
cık bu zavallı insan yavrusunun, ormanın sık ağaçlan dibinde ölüp gi­
den bir karatavuk leşi kadar değeri olacak ancak bundan böyle. Baba­
sı, sanki hiçbir şey olmamış gibi yolda taş kırmaya devam ediyor. Kı­
sa bir süre de olsa bu cinayetle çalkalanıp keyfi yerine gelen kent de
eski havasına döndü ... Kış nedeni ile olmalı daha da kasvetli bir hava­
ya büründü. Şiddetli soğuklar insanları evlerine hapsetti. Buz tutan
camlardan hayal meyal, rengi kaçmış çehreleri ve uykulu gözleri görü-

Fl2ÖN/Ocla Hizme�isinin Gilıılilğii 177


lüyor sadece. Sokaklar, paçavralar içindeki yersiz yurtsuzlara ve bir de
tir tir titreyen köpeklere kaldı.
Hanımefendi alışveriş yapmak üzere kasaba gönderdi beni, gider­
ken köpekleri de yanıma aldım. Ben içerde iken yaşlı bir kadın çekine
çekine dükkfuıa girdi ve "Hasta oğlumun boğazından sıcak bir şeyler
geçsin diye haşlama yapacağım da, bir parça et istiyorum" dedi. Kasap
geniş bir bakır leğenin içinde yığılı duran bir sürü atık et ve kemik par­
çasının arasından seçtiği, yarısı kemik yarısı yağ olan kötü bir parçayı
tarttıktan sonra:
- On beş kuruş, diye bildirdi.
- On beş kuruş ha! diye hopladı ihtiyar. Allahınızdan korkun... hem
bununla nasıl haşlama yapılır, söyler misiniz?
- Keyfiniz bilir, diyerek kasap parçayı kaptığı gibi leğenin içine fır
-

.ıattı ... Aklıma gelmişken, bugün hesabınızı çıkarıp göndereceğim evi­


nize, yarına kadar ödenmezse eğer, haciz memuru ...
- Verin şunu, dedi ihtiyar çaresiz.
O gidince kasap arkasından şöyle söyledi:
- Şu da var, bu kötü parçaları kakaladığımız fakir fukara uğrama­
saymış dükkana, bir hayvanın üstünden öyle fazla bir şey kazanamaz­
mışız... Ama bugünlerde bu kıçı kırıkların nedense bumu büyüdü ! ..
Ve sonra, etin iyi tarafından iki büyük parça kesip köpeklere fırlat-
tı.
Boru değil, ne de olsa zengin köpeği! .. Yoksullarla bir tutulacak de­
ğiller ya...

Prieure'de olayların ardı aıkası kesilmiyor. Trajediden komediye


ne ararsanız var, hep titreyip duracak değiliz ya .. Yüzbaşı'nın sataş­
malarından beyefendiye gına geldi, karısı da fişekleyince gitti "sulh
yargıcına" şikayet etti onu. Kırılan cam çerçeve, harap olan bahçe için
tazminat talebinde bulundu. Söylenene bakılırsa ilci ezeli düşmanın
yargıcın bürosunda bir araya gelmeleri evlere şenlik bir olay olmuş.
Bohçacılar gibi dalaşmışlar. Yüzbaşı yemin billah edip Lanlaire'in
bahçesine taş ve benzeri şeyleri fırlattığını ink8r etmiş... Asıl Lanlaire
onun bahçesine taş atıp duruyormuş.
- Tanığınız var mı? . Hani nerde tanıklarınız? .. Sıkıysa getirin de
.

görelim ... diye bas bas bağrrmış Yüzbaşı.


- Tanıklar öyle mi? diye lafı yapıştırmış beyefendi. Taşlar yetmez
mi? Bahçeme hiç üşenmeden atbğımz ıvır zıvır şeylere, eski terliklere,

1 78
bayraklara ne buyurulur? Her gün topluyorum onları, onların size ait
olduğunu bilmeyen yok, kim görse tanır...
- Yalan söylüyorsunuz...
- Alçak, rezil, olan sizsiniz ... Beyefendinin kabul edilebilir ve inan-
dıncı tanıklar bulmasının imk3.nsızlığını anlayan ve zaten Yüzbaşı'nın
bir arkadaşı olan yargıç, şikayetini geri alması için beyefendiye baskı
yapmış.
- Müsaadenizle size iki çift laf edeyim, diye kapatmak istemiş ola­
yı; yiğit bir askerin, harp meydanında şan şeref kazanan yılmaz bir su­
bayın küçük bir çocuk gibi bahçenize eski şapkalar, taşlar fırlatarak eğ­
lendiğini söyleseniz bile kimse inanmaz size...
- Öyle ya! diye bağırmaya başlamış Yüzbaşı. Bu herif alçağın te­
kidir, bir Dreyfus yanlısıdır... orduya hakaret ediyor... demiş.
- Ben mi?
- Evet siz ! Sizin istediğiniz, sizi gidi pis Yahudi sizi, orduyu aşağı-
lamak. .. Yaşasın ordu! . .
Gırtlak gırtlağa geliyorlarmış nerdeyse, yargıç akla karayı seçmiş
onları ayırana kadar. Bu olayın ardından beyefendi bahçeye iki görün­
mez tanık koydu; gözlerini uydurmaları için üzerinde dört yuvarlak de­
lik açılan bir tür tahta siperin arkasına geçen bu iki adam sürekli ola­
rak nöbet tuttu. Durumdan haberdar edilen Yüzbaşı bahçeden uzak
durdu, olan beyefendinin kesesine oldu; bir sürü para döktü bu işe...

Yüzbaşı'yı çitin üstünden iki üç sefer gördüm. Don yapmış havaya


aldırmadan canhıraş çalışıyor bahçesinde gün boyu, her türlü işi yapı­
yor. Ş u sıralar gül ağaçlarına yağlı kağıttan yapbğı kocaman külahları
geçirmekle meşgul... Durmadan dert yanıyor bana .. Rose şiddetli bir
gribe tutulmuş, zavallıcığın zaten asbmı varmış ! . . Bourbaki* ölmüş ...
konyağı fazla kaçırdığı için akciğer kanamasından gitmiş ... Bu aralar
kendisi kazadan beladan yakasını kurtaramıyonnuş gerçekten de...
hepsi de şu Lanlaire denen haydudun yüzündenmiş, kuşkusuz bu lanet­
leri o yağdırmış üstüne. Onun hakkından gelmek, memleketi ondan te­
mizlemek istiyonnuş ... Bana şaşılası bir savaş planı önerdi:
- İşte yapmanız gereken şey Matmazel Celestine... Louviers Sav­
cılığı'na Lanlaire aleyhinde ahlaka aykırı davranış ve adaba karşı cü­
rüm gerekçesi ile şikayette bulunun ve dilekçeniz bir daktilo sayfası
kadar olsun ... Nasıl fıkir ama!..
• Bourbaki (Charles): ikinci imparatorluk dönemi generallerinden. (ç.n.)

179
- Ama Yüzbaşı. beyefendinin benimle ilgili ne ahlfilca aykırı dav-
ranışı ne de adaba karşı cürmü oldu.
- Ne olmuş yani? .. Ne fark eder? ..
- Yapamam...
- Yapamam da ne demek? Bundan kolay ne var ama. .. Siz yapın şi-
kayetinizi, bizi de tanık olarak yazdmn; Rose'u ve beni ... Her şeyi gör­
düğümüzü söyleriz mahkemede... hepsini... hepsini. Bir askerin tanık ­

lığı hele ki günümüzde, top gibi gürler, osuruktan tayyare gibi değil ...
Sonra da tecavüz olayını basbrdık mı... görün nasıl tıktınyoruz Lanla-
ire'i kodese... Nasıl fikir ama!.. Düşünün bunu Matmazel celestine...
iyi düşünün.. .

Bu sıralar üzerinde kafa patlatmam gereken o kadar çok şey var ki,
sormayın gitsin ... Joseph sıkışbnp duruyor beni... Bir karar vermeliy­
mişim artık... Fazla zamanımız yokmuş. Cherbourg'dan haber gelmiş,
küçük kahve gelecek hafta satışa çıkarılacakmış... Ama ben endişeli ve
ne yapacağımı bilmez durumdayım; kah istiyor, kah istemiyorum. Bir
gün hoşlanırsam, ertesi gün hiç hoşlanmıyorum bu fikirden. Düşünü­
yorum da .. galiba ben biraz korkuyorum, Joseph'in beni bir belaya bu­
laşbrmasından korkuyorum herhalde... Bir türlü karar veremiyorum .
Neyse, beni zorlamıyor, bir sürü gerekçeler gösteriyor; güzel bıvalet­
ler, başarılı, mutlu, güvenli bir yaşam vaatleri ile gönlümü çelmeye ça­
lışıyor.
- Bu küçük kahveyi mutlalca sab.n almalıyım, dedi geçen gün. Böy­
le bir fırsatın kaçmasına göz yumamam. Ya devrim olursa? Düşünebi­
liyor musunuz Celestine. . . anında vururuz vurgunu. .. ve kim bilir? ..
devrim... ah! Bunu aklıruzdan çıkarmayın... Kahveler için bundan iyi­
si düşünülemez...
- Siz onu sab.D alın her koşulda .. Ben olmasam bile nasılsa bir baş­
kası olur...
- Hayır, kesinlikle bu kişi siz olmalısınız ... Siz varsınız, yalnız siz,
bir başkası yok.. . ama siz, siz hfila benden çekiniyorsunuz.
- Hayır Joseph... yemin ederim hayır...
- Evet, evet.. kötü şeyler düşünüyorsunuz hakkımda ..
İşte o an, ona bu soruyu sorma cesaretini nerden bulduğumu ger­
çekten de bilmiyorum:
- Madem öyle, söyleyin bana Joseph, Küçük Claire'e ormanda te­
cavüz eden siz miydiniz?

180
Balyoz gibi inen soruyu Joseph olağanüstü bir soğukkanlılıkla kar­
şıladı ... Omzunu silkmekle yetindi, birkaç saniye kadar iki yana sallan ­
dıktan sonra, azıcık aşağıya kayan pantolonunu yukarıya doğru çekiş­
tirerek şöyle dedi:
- Bakın siz de görüyorsunuz işte ... size söylemiştim ... ne düşündü­
ğünüzü biliyorum ... yapmayın lütfen. .. aklınızdan geçen her şeyi bili­
yorum ben...
Sesini yumuşattı ama öyle korkunç bakmaya başlamışb ki ağzımı
bile açamadım.
- Konu Küçük Claire değil ... sizsiniz.
Geçen akşam yapttğı gibi beni yine kollanna aldı.
- Şu küçük kahveye benimle birlikte gelecek misiniz?
Trr tir titreyerek de olsa, dilim dönmekte zorlansa da ona cevap ve­
recek gücü buldum kendimde:
- Korkuyorum... sizden korkuyorum Joseph ... Acaba ben... neden
sizden korkuyorum?
Beni kollarında salladı . Kendini aklamaya çalışmayacak kadar ki­
birli, koıkumu artırmaktan belki de mutlu ve bir baba şefkati ile şöyle
dedi bana:
- Pekfil3., pekfila... Madem öyle, ben bunu sizinle tekrar konuşaca­
ğız ... yann...
Rouen'da çıkan bir gazete kentte elden ele dolaşıyor. İçindeki. bir
makale softalar arasında olay yarattı. Bmadan üç mil kadar uzakta bu­
lunan ve çok şirin bir yer olan Port-Lançon'da çok yakınlarda geçen
oldukça garip, garip olduğu kadar da akla hayale sığmaz, yaşanmış bir
hikaye anlablıyor bu yazıda Bu kadar ilgi uyandrrmasının nedeni ise
olaya adı karışan kişileri herkesin tanıyor olmasL Alın size insanları bir
süre için oyalayacak bir konu ... Gazete dün Marianne'ın eline geçmiş.
Akşam yemeğinden sonra dillere destan olan bu yazıyı yüksek sesle
okudum. Daha ilk cümleleri okur okumaz vakur, sert, hatta biraz da
hiddetli bir halde ayağa kalkn. Böyle edep dışı şeylerin ona göre olma­
dığını ayrıca bulunduğu bir ortamda dine saldırıda bulunulmasına asla
tahammül edemeyeceğini belirttikten sonra şöyle söyledi:
- Bu yapttğınız hiç doğru değil Celestine ... hem de hiç ...
Ve gidip yattı.
Bu hikayeyi aynen geçiriyorum defterime. Kayda değer buldum bu
bir; ikincisi ise bu hüzünlü sayfalara biraz neşe, biraz içten kahkaha

181
katmak hiç fena olmaz diye düşündüm.
işte hikaye! ..

Port-Lançon'un ruhani cemaatinin sayın başpapaiı sert, işçimen ve


bağnaz biriydi. Vaazları komşu köy, kasaba ve kent sakinlerinin dilin­
den düşmezdi. Öyle ünlüydü ki özgür düşünceliler, zındıklar bile sııf
onun vaazını dinleyebilmek için pazar günleri kiliseye koşarlardı. B u
yaptıklarına haklı bir neden göstermek için d e rahibin hitabet yetene­
ğini bahane ederlerdi:
- Düşüncelerine katılmadığımız bir gerçek ama böyle bir adamı
dinlemek de pek keyifli oluyor doğrusu ...
"Cerbezeli" başpapazı dinledikten sonra iki kelimeyi bile yan yana
getirmeyi beceremeyen kendi temsilcilerini düşünerek kahrolurlardı.
Her ne kadar yöre ile ilgili işler hakkında yapuğı kışkırtıcı müdahale­
ler belediye başkanını rahatsız edip diğer yetkilileri öfkelendirse de, bu
"cerbezesi" sayesinde herkesi ağzının payını vererek susturur ve son
sözü kendisi söylerdi hep. Aklını çocukların aldığı eğitime takmışu; bu
eğitimi yeterli bulmuyordu:
- Bu çocuklara okulda ne öğretiyorlar? .. Hiçbir şey öğretmiyorlar...
En beylik sorulara bile cevap veremiyor, apışıp kalıyor çocuklar... Acı­
nacak haldeler! ..
B u cehaletin sorumlusu olarak da Voltaire'i, Fransız Devrimi'ni,
hükümeti, Dreyfus taraftarlannı göstererek onlara veryansın ediyordu.
Bu konuyu ne pazar vaazında ağzına alırdı ne de toplum karşısında, sa­
dece çok güvenilir dostlanna açardı.. . Çünkü maaşı söz konusu olunca
ne bağnazlığı kalırdı ne de uzlaşmazlığı... B u nedenle salı ve perşem­
be günleri kendi evinin avlusunda olabildiğince çok çocuğu etrafına
toplayıp iki saat boyunca onları olağanüstü bilgilerle tanışurmak, laik
eğitimden kaynaklanan eğitim-öğretim boşluklarım akıllara durgunluk
veren yöntemlerle doldurmak gibi bir çabaya girmişti.
- Haydi çocuklar söyleyin bakalım, eskiden yeryüzü cenneti nere­
si imiş?. . Bilen var mı aranızda?. . B u soruyu bilen parmağını kaldır­
sın? . . Hadi ama. . .
Hiçbir parmak havaya kalkmazdı ... Ateşli bakan tüm gözlerde soru
işaretleri olurdu. Sayın başpapaz omuzlarım silkerek bas bas bağırırdı:
- Bu ne kepazelik böyle! Öğretmeniniz size ne öğretiyor? Gözünü
sevdiğimin laik eğitimi ne de güzelmiş böyle ... üstelik de parasız, hem
de zorunlu ... vay canına, güzel iş ! . . Neyse... Yeryüzü cennetinin eski-

1 82
den nerede olduğunu şimdi ben size söyleyeceğim ... Kulağınızı dört
açın, tamam mı! ..
Yapmacık olduğu kadar da kararlı, şunları söylerdi:
- Yeryüzü cenneti, çocuklarım, Port-Lançon'da değildi, ne denirse
densin, Aşağı Seine yöresinde de değildi; ne Nonnandiya'da, ne Pa­
ris'te, ne de Fransa' da idi. Avrupa' da da değildi, Amerika' da da olma­
dığı gibi Afrika' da da değildi ... ne de Okyanusya' da .. Buraya kadar ta­
mam mı, anlaşıldı mı? .. Yeryüzü cennetinin İtalya' da olduğunu iddia
edenler var, bazılarına göre de İspanya'daymış; nedenine gelince... bu
ülkelerde portakal yetişirmiş ... obur şeyler n'olacak ! . . Bunun doğru ol­
maması bir yana çok, çok yanlış... çünkü yeryüzü cennetinde portakal
yoktu ... sadece elma vardı... insanoğlunu günaha sokan elmalar... Ha­
di bari şimdi biriniz cevap verin soruma ..
Hiç kimse ağzını açmayınca:
- Asya' daydı, diye haykırırdı sayın başpapaz, sinirden titreyen se­
si ile ... Asya' daydı, o zamanlar ne yağmur, ne dolu, ne kar ne de yıldı­
rım düşerdi o topraklara .. Her yer yemyeşildi, mis gibi kokardı Asya ..
Ağaç boyundaydı çiçekler, dağ gibiydi ağaçlar... Ama şimdi, Asya' da
bunların yerinde yeller esiyor... Neden mi? .. Çünkü günah işledik...
Evet geriye hiçbir şey kalmadı Asya' da Çinlilerden, Koşinşinlilerden,
Türklerden, sapkın mezhepli siyahlardan bir de hayırsever misyonerle­
ri öldürüp cehennemi boylayan sarı benizli putperestlerden başka. ..
Bunları benden başka kimseden duyamazsınız ... Hadi şimdi de şuna
cevap verin bakalım ! . . İmanın ne olduğunu biliyor musunuz?.. İman
nedir sizce?..
Öğrencilerden biri, gayet ciddi bir tonda ezber okur gibi kekelerdi:
- İman ... umut... merhamet.. Dinin üç temel erdeminden biridir...
- Ben size onu sormuyorum, diye azarlardı sayın başpapaz. Ben si-
ze imanın ne anlama geldiğini soruyorum ... yazıklar olsun! Bunu da mı
bilmiyorsunuz? Pekfili. .. iman rahibinizin size söylediklerine inanmak
demektir.... ve öğretmeninizin size söylediklerinin tek kelimesine bile
inanmamak anlamına gelmektedir... Çünkü öğretmenlerinizin hiçbir
şeyden anladığı yok... ve size anlattıkları şeyin aslı astan yoktur...
Port-Lançon Kilisesi'ni arkeologlar ve turistler iyi bilirler. Güzel
kiliseleri ile ün yapan Normandiya'nın bu bölgesindeki en ilginç din­
sel yapıtlardan biridir bu kilise. Batı cephesinde bulunan cümle kapı­
sının üstündeki üç dilimli sıra sıra kemerlerin tepesine özene bezene
yerleştirilmiş, büyük bir zarafet ve incelik örneği olan gonca halinde

1 83
yeni açmış bir gül vardır. Dar, uzun ve karanlık bir sokağa bakan ku­
zey cephesinin aşağı tarafına çok fazla süs konmuş olmakla birlikte da­
ha az özen gösterilmiştir. Saçakların acınlu dantelleri içine yerleştiril­
miş garip mimikleri ile pek çok ilginç insan figürü göze çarpar, şeytan
suratlı insanlar, simgesel hayvanlar, dilenciyi çağnştıran azizler... Ma­
alesef zamanın ve sanat düşmanı bağnaz papazların gazabına uğrayıp
kafası uçmuş, gövdesinin bir kısmı kopmuş çoğunun... Rabelais'nin
satırlarından fırlamış izlenimi veren neşeli, ehli keyif, satirik heykel­
ciklerin taş bedenlerini yosun örtmeye başlamış bile. Zaten parampar­
ça olmuş bu figürler pek yakında tam bir harabeye dönüşecek... B u ya­
pı cesur ve zarif kemerlerle ikiye bölünür... güney cephesinde ışıl ışıl
yanan pencereler kuzey cephede adeta alev alır. Mihrap bölümünde,
büyük ve kırmızı bir gül bezek biçiminde dınan ana vitray da, sonba­
hann günbatımındaki gibi alev alev yanar, şimşek gibi çakar.
Sayın başpapaz asırlık kestane ağaçlan ile kaplı avludan girerdi ki­
liseye. Son zamanlarda yapılan ve hem kuzeye hem de güneye açılan
küçük basık kapıyı kullanırdı kiliseye girmek için. Bu kapınıri il.nahta­
n tek olduğu için güçsüzler evinin başrahibesi Rahibe Angele ile ortak­
laşa kullanırdı. Rahibe Angele aksiydi, kuruydu ve genç denecek bir
yaştaydı ama tazeliği yitip giden hırçın gençlere özgü bir gençlikti
onunkisi. Soğuk ve dedikoducuydu, girişken ve meraklıydı ... Sayın
başpapazın can dostu, akıl hocasıydı. Esrarengiz bir biçimde her gün
görüşürler, seçimler ve belediye ile ilgili durmadan planlar yaparlar,
Port-Lançon'un kapalı kapılan ardındaki sırlannı birbirlerine anlatır­
lar, en usta manevralarla valilik kararlarını ve idari yönetmelikleri ki­
lise yaranna çevirmek için kafa patlatırlardı birlikte. Yörede dolaşan
tüm çirkin haberlerin çıkış noktasıydılar... Onlardan herkes kuşkulanır
ancak kimse ağzını açıp bir şey söylemezdi; çünkü sayın başpapazın
hinoğluhin zekasından ve düşkünler evini, acımasız, kindar kadın fan­
tezileri ile yöneten Rahibe Angele'in çirkef kişiliğinden çekinirlerdi ...
Geçen perşembe günü sayın başrahip, konutunun avlusunda mete­
oroloji ile ilgili birtakım kavranılan çocukların kafasına sokmaya çalı­
şıyordu ... gök gürültüsünü, doluyu, rüzgan, şimşekleri anlatıyordu.
- Ya yağmur? Yağmurun ne olduğunu biliyor musunuz? .. Nerden
geliyor, kim yağdınyor yağmuru? .. Günümüzün bilim adanılan yağ­
murun, buhann yoğunlaşması olduğunu spyleyeceklerdir size . . . şöyle­
dir, böyledir gibisinden birtakım şeyler söyleyeceklerdir... Ama yalan
söylüyorlar. İnanmayın siz o sapkınlara, şeytanın yandaşlanna. Yağ-

ı s4
mur denen şey evlatlarım Tann'nın gazabıdır; yıllardan beri ekinleri­
niz için bereket duasına çıkmayan ebeveynlerinize Tanrı kızgın ve şöy­
le diyor: "Siz rahibinizi kayyumu ve yırlayıcıları ile tek başına bıraka­
caksınız öyle mi ... Madem öyle ... Koruyun bakalım şimdi ekininizi, si­
zi gidi alçaklar! .. " Yağmura emreder ve yağmur da yağar... Ebeveynle­
riniz dinibütün Hıristiyanlar olsalardı, dini görevlerini yerine getirse­
lerdi yağmur hiç ama hiç yağmazdı . . .
İşte o esnada Rahibe Angele kilisenin küçük basık kapısında belir­
di ... Zaten uçuk olan benzi bembeyaz kesilmişti. Allak bullaktı yüzü ...
B aşındaki saç bağı çözülmüş, başlığı hafif kaymıştı; her iki yandaki
geniş kanatlar adeta ürküntü içinde uyumsuzca çırpınıp duruyorlardı ...
Sayın başpapazın etrafını çevreleyen çocukları görünce ilk tepkisi ge­
ri dönüp kapıyı kapamak oldu ... B aşlığı yana kaymış, beti benzi uçmuş
bir d urumda onu öyle birdenbire karşısında görünce sayın başpapaz
neye uğradığım şaşırdı. Yerinden fırladı, çarpılmış bir ağız, endişeli
gözlerle rahibeye doğru ilerledi.
- Bu çocukları gönderin, hemen şimdi, diye yalvardı Rahibe Ange­
le... size anlatacaklarım var.
- Aman Tanrım! . . Ne oldu? .. Hn? . . Ne var? .. Ne kadar heyecanlan­
mışsınız öyle ...
- Bu çocukları gönderin... diye yineledi Rahibe Angele. . . çok cid-
di şeyler oluyor... çok ciddi ... çok ciddi...
Çocuklar gidince Rahibe Angele kendini bir sıranın üzerine atıver­
di ve birkaç saniye bakır haçını ve kutsal madalyonlarını, kısır kadın­
lığının tahta gibi memelerini örten kolalı göğüslüğünün üstünden sinir­
li sinirli evirip çevirerek çın çın çınlattı. Sayın başpapaz kaygılıydı...
Soru sorarken kelimeler kesik kesik çıkıyordu ağzından:
- Çabuk ... kardeşim . . . konuşun . . . beni korkutuyorsunuz . . . Ne var,
ne oldu?
Kısaca şöyle anlattı Rahibe Angele:
- Daha ne olsun! Demin, şu dar sokaktan geçerken... sizin kiliseni­
zin üstünde . . . anadan doğma bir adam gördüm ! . .
Sayın başpapazın şaşkınlıktan ağzı kasıldı v e bir karış açık kaldı. . .
Bir süre sonra kekeleyerek şöyle dedi:
- Anadan doğma bir adam mı dediniz? .. Yani, kardeşim siz şimdi
kilisenin üstünde çırılçıplak . . . bir adam ... gördünüz öyle mi? .. hem de
benim kilisemin üstünde? .. Emin misiniz? ..
- Evet, onu gördüm ...

185
- Yani şimdi benim cemaatimde, kilisemin tepesinde çınlçıplak do­
laşacak kadar yüzsüz... bir o kadar şehvet düşkünü biri var öyle mi?..
Akıl alır gibi değil! . . Ay ! Ay! Ay!
Suratı sinirden kıpkırmızı kesilmişti; kasılmış boğazından sözcük­
ler kesik kesik çıkmaktaydı.
- Kilisemin tepesinde, çırılçıplak ha? .. Oh! Ama .. biz... biz hangi
çağda yaşıyoruz? İyi de, ne demeye çıkmış ... çırılçıplak... kilisemin te­
pesine? .. B elki de zina işliyordu, ha? .. O ...
- Anlamıyorsunuz... diye sözünü kesti Rahibe Angele... B en size
bu çıplak adamın cemaatinizden biri olduğunu söylemedim ki ... çünkü
taştan yapılma bir adam bu! . .
- Ne? .. Taştan biri mi o ?.. Ama, bu hiç aynı şey değil hemşire...
B u açıklama ile rabatJayan sayın başpapaz sesli sesli soludu.
- Amma da korkuttunuz beni!
Rahibe Angele hiddetlendi, daha da incelen ve solgunlaşan dudak­
larının arasından ıslık gibi sesler çıkararak konuştu:
- Eeee... Her şey yoluna girdi ve siz de onu pek çıplak bulmuyor­
sunuz öyle mi? Adam taştan olunca iş değişti demek ki...
- Öyle demek istemedim ... ama, yine de aynı şey değil...
- Bu taştan adamın tahmininizin ötesinde çıplak olduğunu söyler-
sem ... yani bir... bir... edepsiz bir alet gösterdiğini yani ... korkunç bir
şey... ipiri ... dikilmiş kocaman bir şey desem ... ha? .. öf, lütfen peder,
böyle pis şeyleri-anlatmaya zorlamayın beni .. .
Şiddetli bir huzursuzluk içinde ayağa frrladı rahibe... Sayın başpa­
paz ise yıldırımla vurulmuş gibiydi, bu açıklamalar karşısında donup
kalmıştı... düşünceleri birbirine karışmıştı .. Aklı , dayanılmaz bir şeh­
.

vet düşü ile ürkünç cehennem arasında bocalıyordu. Çocuksu bir sesle
geveledi:
- Oh! Gerçekten mi? İpiri ha... dikilmiş ... Evet! Evet! Akıl alır gi­
bi değil... Ama bu iğrenç bir şey hemşire. Siz eminsiniz değil mi? B u
ipiri şeyi, dimdik duran b u şeyi gördüğünüzden iyice emin misiniz?
Yanılıyor olamaz mısınız? Bu bir şaka değil, değil mi? .. Öff... ne akıl
almaz şey bu böyle ...
Rahibe Angele ayağını yere vurarak:
- Hem de asırlardan beri orda... kilisenizi günaha sokuyor... siz hiç­
bir şey görmediniz öyle mi? Ve ben, bir rahibe, bekaret yemini veren
ben ... gelip bu iğrençliği size haber vermek ve gelip yüzünüze, "Sayın
başpapaz, şeytan sizin kilisenizde! " diye haykırmak zorunda kalıyorum.

ı s6
Rahibe Angele'in ateşli sözleri sayın başpapazın aklını başına ge­
tirdi. Kararlı bir sesle şöyle konuştu:
- Böylesi bir rezalete göz yumamayız ... şeytanı alt etmeliyiz ... Bu­
nu ben üstleniyorum ... Gece yansı tekrar gelin... Port-Lançon halkı ya­
tağa girmiş olsun ... siz gösterirsiniz bana yerini... Kilise çömezine ha­
ber veririm, bir merdiven bulsun diye ... sahi, çok mu yüksek?
- Çok yüksek...
- Yerini bulabilirsiniz değil mi hemşire?
- Gözlerim kapalı bulurum. Öyleyse gece yansı görüşürüz sayın
başpapaz.
- Tanrı sizinle olsun kardeşim ! . .
Rahibe Angele istavroz çıkardı, basık kapıya doğru yöneldi v e göz­
den kayboldu ...
Gece karanlıktı, mehtap yoktu. Sokaktaki en son pencerenin ışığı­
nın kararmasının üstünden bir hayli zaman geçmişti; direklerinin tepe­
sinde sönmüş sokak fenerleri hayalet gövdelerini gıcırdatarak salını­
yorlardı bir o yana, bir bu yana. Port-Lançon derin uykuya dalmıştı.
- Hah , işte orda ... dedi Rahibe Angele.
Kilise çömezi merdivenini, duvara, geniş bir pencere boşluğunun
yanına dayadı; bu pencerenin camlarından kutağı aydınlatan lambanın
kısa ve ölgün ışığı süzülmekteydi. Ve kilise, yıldızların orda burda göz
kırpar gibi titreştiği mor renkli gök kubbeye yansıyan kendi siluetleri­
ni parçalara ayırıyordu. Sayın başpapaz bir elinde çekiç ve keski, diğe­
rinde ancak kendine hayrı olan bir fenerle basamakları nrmandı. Geniş
siyah pelerininin kıvrımlan altında kaybolan başlığı ile rahibe, hemen
arkasından geliyordu.
Sayın başpapaz mırıldanmaya başlamıştı:
- Ab omni peccato.
Rahibe karşılık veriyordu:
- Libera nos, Domine.
- Ab insidiis diaboli.
- Libera nos, Domine.
- A spiritufornicationis.
- Libera nos, Domine.
Saçak hizasına gelince durdular.
- İşte burası, dedi Rahibe Angele ... Soliınuzda sayın başpapaz.
Sessizlikten ve gölgeden ürkerek, aceleyle fısıldadı rahibe:
- Agnus Dei, qui tollis peccata mundi.

187
- Exaudi nos, Domine, diye karşılık verdi sayın başpapaz. Ağız bu­
run çarpıtan, hoplayıp zıplayan korkunç şeytan ve aziz figürlerinin bu­
lunduğu taşın kesişme noktalarına tuttu fenerini.
Aniden feryadı bastı. Öfkeli ve korkunç bir biçimde kendisine yi;i­
nelmiş olan, günahın rezil görüntüsüyle karşılaşmıştı...
- Mater purissima . . . Mater castissima... Mater inviolata . diyordu
. .

sözcükleri ağzında geveleyerek rahibe, merdivenin üstünde iki büklüm


olmuştu. Ora pro nobis· der gibi hiddetle bağırıyordu sayın başpapaz.
- Ah Domuz ! . . Domuz! ..
Arkasında duran Rahibe Angele'in Kutsal Meryem Ana'ya ettiği
dualar, merdiven düşmesin diye destek veren kilise çömezin.in yanık
yanık okuduğu anlaşılmaz ve hazin dualar eşliğin.de çekicine davrandı
ve balyoz gibi indiriverdi edepsiz ikonun üstüne. Önce ufak taşlar
çarptı. suratı.na ve sonra da sert bir cismin çatılardan birinin üstüne düş­
tüğü, oradan bir oluğa kayarak indiği, yay gibi zıplayarak tekrar yük­
seldiği v e ardından dar sokağa çakıldığı duyuldu.

Ertesi gün, hayırsever bir kadın olan Matmazel Robineau ayin din­
lemek için gittiği kiliseden çıkarken dar sokağın ortasında yerde duran
alışılmamış bir biçime ve tuhaf bir görüntüye sahip bir nesne gördü;
kutsal sandukalarda saklanan bazı anmalıklara benziyordu. Nesneyi
yerden aldı, evirdi, çevirdi ve şöyle dedi kendi kendine:
- Bu bir anmalık ol.malı; garip, kıymetli ve kutsal bir anmalık... Bir
mucize eseri taşlaşan bir anmalık. .. Tanrı'mn yöntemleri ne de gizem­
li! . .
Aklından ilk geçen şey, bunu gidip sayın başrahibe armağan etmek
oldu, sonra bu anmalığın evi için bir koruyucu olabileceğini, felaket ve
günahı uzaklaştırabileceğini düşünerek alıp eve götürdü.
Eve gider gitmez odasına kapandı. Beyaz bir örtü ile kaplı masanın
üstüne, sırmalarla işli kırmızı kadife bir yastık yerleştirdi; sonra bu
kıymetli anmalığı özene bezene yastığın üzerine koydu. Daha sonra da
tümünü içine alan cam bir fanus geçirdi üzerine. Sağlı sollu iki yanına
da içinde yapma çiçek bulunan vazolar koydu ve çabucak oluşturuve­
rilen bu sunağın dibinde diz çöktü. Muhtemelen çok eski zamanlarda,
bu dine yabancı ve arınmış bu nesneye sahip olan meçhul ve muhte­
şem azize ateşli ateşli yakarmaya koyuldu. Ama çok geçmeden kendi­
ni huzursuz hissetmeye başladı... Kendin.den geçerek ettiği dualara, di­
* Ora pro nobis: (Latince) Tanrım yardımci mız ol! (ç.n.)
1 88
ni duygu ve coşkularına birtakım insani kaygılar karışmaktaydı. İçini
kemiren korkunç bir kuşku çöreklendi yüreciğine:
- Bu gerçekten de kutsal bir anmalık mı? Her ne kadar dudakları
Pater ve Ave'yi* mırıldansa ela, içinden yükselen tanımadığı bir ses, da­
ha önce duymadığı bir ses dualarım bastınnaktaydı, insanı günaha so­
kan türden şeyler düşünmekten kendini alamıyordu, bu ses şöyle de­
mekteydi:
- Allah için adam da bayağı yakışıklıymış! ..
Zavallı Matmazel Robineau ! Bu taş parçasının ne olduğu kendisi­
ne anlatılınca utancından yerin dibine geçti ve:
- Ama ben onu binlerce kez öptüm! .. diye tekrarlayıp durdu.

Bugün 10 Kasım. Bütün gün gümüş parlattık. Bu başlı başına bir


olay... Reçel kaynatma zamanı gibi geleneksel bir gün. Lanlaire'lerin
harika bir gümüş takımları var. Bir zamanların ender bulunur nefis par­
çalan. Hanımefendinin babasından kalmaymış. Bir söylentiye göre
emaneten bırakılmış vakti zamanında, diğer söylentiye göre ise, yöre­
deki bir asile verilen ödünç para karşılığında rehin olarak alınmış. As­
kere yazdırmak için sadece delikanlıları satın almaz, başka işler de çe­
virirmiş demek ki bu yalancı pehlivan ... Her şey mubahmış onun için,
sahtekfu"lıklarının bini bir para imiş. Bakkal kadının dediğine bakılır­
sa, bu gümüş takımın öyküsü ya çok karanlık ya da çok belliymiş, na­
sıl kabul edilirse öyle kısacası. Hanımefendinin babası rehin karşılı­
ğında borç para venniş, eline nasıl bir fırsat geçmişse geçmiş, ben bil­
miyorum, parasını geri almakla kalmayıp gümüş takımı da iç etmiş ol­
malı... Yankesiciliğin daniskası! ..
Bu takımı Lanlaire'ler hiçbir zaman kullanmıyorlar doğal olarak.
Bir mutfak dolabının dibinde, kırmızı kadife kılıflı ve duvara oldukça
sağlam perçinlenmiş üç büyük kutunun içinde kilit altında tutuluyor.
Her 10 Kasım günü kutulardan çıkarılır ve hanımefendinin gözetimi
altında parlatılırlar. Bir sonraki yıla kadar bir daha gören olmaz onla­
rı . . . Ay... Ay... Ay! Gümüş takımlarının karşısında hanımefendinin göz­
lerini bir görseniz !.. Ellerimizle bu takımın ırzına geçiyoruz sanki! . .
Ben bunca yıllık hayatımda, bir kadının gözlerinde böylesi saldırgan
bir doyumsuzluğu asla görmedim ...
Bu insanların , her şeylerini saklayıp; paralarını, mücevherlerini,

• Pater ve Ave: Hıristiyanlık dininde duaya başlarken edilen sözler (ön dua).
(ç.n.)

189
varsıllıklannın, mutluluklarının tümünü gömüp, lüks ve neşe içinde
yaşamak varken kendilerini dert ve sıkınbılın kucağına atmaları sizce
de garip değil mi?
İş bitip gümüş takım bir sonraki yıla kadar kutularında kilit albıla
alınınca hanımefendi pamıaklanmıza yapışıp kalan tek bir parçanın bi­
le kalmadığından entin, ayrıldı oradan. Joseph garip bir ifade ile bana
şöyle dedi:
- Biliyor musunuz Celestine, bu çok güzel bir takım! Özellikle de
"XVI. Louis'nin yağdanlığı". Canına yandığımının!.. Ağır mıdır ki?
Tüm bunlar yirmi beş bin frank eder... batta belki daha fazla ... Değer
biçmek zor!
Ruhuma nüfuz etmek istercesine sabit ve cansız bakışlarla bana
baktt
- Küçük kahveye benimle gelecek misiniz? diye sordu.

Hanımefendinin gümüş takımı ile Cherbourg 'daki küçük kahvenin


arasında ne gibi bir bağ olabilir ki? .. Aslını sorarsanız, nedendir bil­
mem, Joseph'in ağzından çıkan en küçük söz bile beni sarsmaya yeti­
yor.

190
XII

12 Kasım.

ösyö Xavier'den bahsedeceğim demiştim. Bu ufaklığın anılan


Mgölge gibi gelir peşimden, düşünmeden edemem onu. Tanıdığım
bunca insan arasından en çok onun yüzünü hatırlarım ... Bazen pişman­
lık, bazen de kızgınlıkla anarım onu. Küstah ve arsız sarışın suratı ile
son derece ahlfilcsız, bir o kadar da matrak biriydi. Ah! Küçük serseri
ah!.. Tam bir zamane çocuğuydu desem yeri ...
Günlerden bir gün Varennes Sokağı'nda oturan Madam de Tarves
tarafından işe alındım. Çok güzeldi evi, çok da şıktı. Çok da iyi para
veriyordu ... Ayda yüz frank. . Çamaşırlarım yıkanırdı, eh bir de şarap ...
.

diğer avantaları saymasak da olur... İşe büyük bir memnuniyetle başla-

191
dığım günün sabahı hanımefendi beni giyinme odasına soktu; krem
rengi saten duvarları ile oda nefisti, hanımın ise boyu oldukça uzun,
makyajı son derece abartılı, teni çok açık, saçlan sapsarı, dudakları
kıpkırmızı ama kendisi hfila güzeldi ... şıkır şıkır, albenili, şık bir kadın­
dı! .. Bu yönüne diyecek yoktu Allah için ...
Daha o zamanlardan gözümden bir şey kaçmazdı benim. Parisli bir
evin içinde şöyle bir dolaşmam yeter de artardı bile; ne geleneği kalır­
dı anlamadığım ne de göreneği. Her ne kadar mobilyaların yalan söy­
lemekte sahiplerinden aşağı kalır tarafları olmasa da yanıldığım çok
nadirdi... Her şey mükemmel ve yolunda gidiyor görünse de bu evde
birtakım şeylerin ters gittiğini anlamam zor olmadı; evdeki yaşamın
düzensizliğini, ilişkilerdeki laçkalığı, yaşantılarındaki entrikayı, telaşı,
hummayı gizli kapaklı bayağılığı. . . bu tanıdık kokuyu burnum aldığı­
na göre gizlilik konusunda pek de başarılı sayılmazlardı. Bu arada, es­
ki hizmetçilerle yeni gelenlerin ilk karşılaşmalarındaki o ilk bakışma­
larını da yabana atmamak gerekir; farmasonların kendi aralarındaki
işaretleri gibi; genellikle kendiliğinden, istemdışı bir bakış evin genel
havasını size anında özetleyiverir. Tüm diğer mesleklerde olduğu gibi
hizmetçiler de birbirlerini oldum olası çekemezler, aralarına katılan
yabancılara karşı acımasızca kendilerini savunmaya geçerler... Bizzat
ben bile, -geçimli biriyimdir oysa- bu kıskançlık ve nefret sahneleri­
ne maruz kaldım. Zarafetim ve nezaketime tahammül edemeyen hem­
cinslerimin gazabına uğradım. Ama tersi bir gerekçeyle, erkekler
-haklarını yememek gerekir- her zaman iyi davrandılar bana
Madam de Tarves'ın evinde bana kapıyı açan uşağın bakışları şöy­
le söylüyordu: "Tımarhaneye hoş geldin... yukardakiler için de aşağı­
dakiler için de böyledir bu ... güvenlikse hak getire! Yine de eğlenceli­
dir... Girebilirsin küçüğüm." Daha giyinme odasına adım atmadan, al­
dığım bu üstünkörü ve belirsiz izlenimle kendimi çok ilginç bir tablo­
ya hazırlamıştım; ama kabul etmeliyim ki beni gerçekten de nelerin
beklediğini belirten en küçük bir işaret yoktu.
Hanımefendi şipşirin bir masanın başına geçmiş mektup yazıyordu.
Yerde halı niyetine büyük beyaz astragan bir post vardı. Krem rengi sa­
ten duvarların üstüne asılı duran XVIII. yüzyıldan kalma gravürler
dikkatimi çekti ilk bakışta. Açık saçıktan çok müstehcen şeylerdi. Din­
sel sahneleri konu alan çok eski zamanların mine işlemelerini anımsa­
tıyordu. Bir vitrin antika mücevherler, fildişi işlemeler, minyatürlü en­
fiye kutuları, zar gibi ince ve zarif, nefis salcsonya porselenleri ile do-

192
lup taşıyordu. Masanın birinde altın ve gümüşten, çok değerli tuvalet
eşyaları duruyordu. İpeksi, parlak bir tüy yumağı gibi görünen açık
kahverengi köpek, şezlongun üzerindeki mor ipekten iki yastığın ara­
sına kıvrılmış şekerleme yapıyordu.
Hanım bana dönerek:
- Adınız Celestine' di değil mi? Oldum olası sevmem bu ismi. Size
bir İngiliz adı takacağım ... Mary diyeceğim size... Mary, aklınızda tu-
tabilecek misiniz? .. Mary... oldu işte ... bu çok daha uygun ...
Bu işin kuralı böyle... Biz diğerlerinin, kendimize ait bir adımız
olamaz, buna hakkımız bile yoktur. Çünkü bütün evlerde bizimle aynı
adı taşıyan kızlar, kuzinler, dişi köpekler, dişi papağanlar bulunur.
- Peki efendim, diye yanıt verdim.
- İngilizce biliyor musunuz Mary?
- Hayır efendim ... Hanımefendiye daha önce de söylemiştim.
- Ha, evet, doğru ya... üzgünüm . . . şöyle bir dönün bakayım Mary,
size şöyle bir göz atayım .. .
Önden, arkadan, profilden, tepeden tırnağa bir güzel inceledi beni.
Ara sıra da şöyle mırıldanıyordu:
- Bak sen . . . Hiç de fena sayılmaz. . . güzel bile denebilir...
Ve sonra aniden:
- Hadi Mary, söyleyin bakalım vücudunuz güzel mi? .. çok güzel
mi? .. diye sordu.
Bu soruyu çok yadırgadım, keyfim de kaçtı. Vücudumun biçimlili­
ği ile bu evde göreceğim işler arasında bir ilişki kuramıyordum. Ardın­
dan yanıtımı bile beklemeden kendi kendine konuşarak ve saplı gözlü­
ğünü tepeden tırnağa tüm bedenimde gezdirerek şöyle dedi:
- Evet .. vücudun çok güzel görünüyor...
Sonra bana döndü, hoşnut kaldığını gösteren bir tebessümle:
- Görüyorsunuz ya Mary, diye bir açıklama yaptı. Etrafımda sade­
ce güzel kadınlar gönnek isterim... B öylesi daha uygun ...
Şaşkınlığım hfila geçmemişti. B eni inceden inceye süzerken bir­
denbire bağırdı:
- Ah saçlarınız! Saçlarınızı başka türlü taramanızı isterim ... Saçla­
rınızın şekli zarif değil... Doğrusu güzel saçlarınız var, kıymetini bilin.
Saçlar çok önemlidir. . . B akın, işte böyle . . . böyle taramalısınız.
Saçlarımı karmakarışık edip alnıma döktü, bir yandan da tekrar
edip duruyordu:
- İşte böyle, bu şekil. . . böyle çok hoş oldu. . . Bakın Mary. . . B öyle

Fi 3Ö N/Oda Hiımctçisinin Oiinlüğü 1 93


çok hoşsunuz... Böylesi daha uygun.
Ellerini saçlarımda gezdirirken hanımın kaçığın biri olup olmadığı­
nı ya da doğasına aykırı tutkular taşıyıp taşımadığını soruyordum ken­
dime. . . Doğru ya. .. bir bu eksikti zaten.
Sonuçtan memnun, saçlarımla oynamayı bıraktt, bu kez soru yağ-
muruna tuttu beni:
- En güzel giysiniz bu mu?
- Evet efendim ...
- En güzel giysiniz hiç de güzel değil bence ... Benimkilerden vere-
yim size, üzerinize uyarlarsınız ... Ya altınız, altınızda ne var bakalım?
Eteğimi yavaşça yukarıya doğru kaldırdı:
- Evet, bunlar varmış demek, dedi. Hiç beğenmedim . . . Ya iç çama­
şırlarınız, uygun şeyler mi bari?
Bu saldırgan teftişten canım sıkılarak buz gibi bir sesle yanıtladım:
- "Uygun" demekle hanımefendinin neyi kastettiklerini anlama­
dım ...
- Çamaşırlarınızı gösterin bana, hadi gidip getirin onları ... şimdi de
yürüyün biraz, az daha, gelin buraya... dönün, dönün... Güzel yürü­
yor... bayağı havalı...
Çamaşırlarımı görür görmez suraunı buruşturdu:
- Aman Tanrım ! Bu paçavra da neyin nesi? Ya bu külotlu çoraplar,
gömlekler. . . Ne berbat şeyler böyle!.. Bu ne biçim korse!.. B unları
evimde görmek istemiyorum ... Gelin Mary, hadi bana yardım edin...
Pembe lake dolabım açn, büyük bir çekmeceyi çekti, içi mis gibi
kokan çamaşırlarla doluydu, içindekileri olduğu gibi halının üstüne
boşaltn. Her şey birbirine karışn.
- Alın bunu Mary... tümünü alın... elden geçirmeniz gerekecek. . .
ufak tefek düzeltmeler... B u kadarını da siz yapın müsaadenizle. . . hadi
alın bunları ... Ne ararsanız var içinde ... Size güzel bir gardırop, uygun
takımlar çıkar burdan . . . Alın, alın götürün hadi...
Ne yoktu ki! İpek korseler, ipek çoraplar, ipek gömlekler, ince pa­
tiskadan gömlekler, canını pantolonlar, nefis yakalıklar, süslü püslü jü­
ponlar... Halının üstüne çiçek sepeti devrilmişti sanki, pırıl pırıl parla­
yan rengarenk çiçekleri ile bir çiçek bahçesine dönüşmüştü halının üs­
tü. Bu tatlı, soluk ya da canlı renklere sahip kıyafetlerden keskin bir
koku yayılmışu odanın içine, bakımlı bir kadının kokusu, deri eşyalar­
da kullanılan İtalyan ve İspanyol parfümünün kokusu... Gözlerime ina­
namıyordum. Aralarına nefis dantelalar, canlı renkli kurdeleler karışan

1 94 Fi 3ARKA/Oda Hizme(fisiııin Güıılüğü


kınnızı, san, mor, pembe renk cümbüşü kumaş yığınının karşısında
ağzım açık kalmış, aptall aşmışbm; hem memnun hem de tedirgindim.
Hfila güzelliklerini koruyan bu pılı pırbyı, en fazla bir iki kez giyilmiş
olan bu iç çamaşırlarım hanımefendi bana gösteriyor, içlerinden bazı­
larını seçiyor, bazı önerilerde bulunuyor, en çok beğendiklerini işaret
ediyordu.
- Yanımda çalışanların şık ve bakımlı olmalarını isterim, güzel
kokmalılar. Buğday tenlisiniz. Bakın burada kırmızı bir jüpon var, si­
ze çok yakışır. . . Aslına bakarsanız size hepsi yakışır. Hepsini alın.
İyice salaklaşmışbrn. Ne yapmam, ne söylemem gerektiğini kesti­
remiyordum. Kurulmuş makineydim sanki, hep aynı şeyleri ağzımda
geveleyip duruyordum:
- Teşekkür ederim efendim ... Hanımefendi çok cömertler... Teşek­
kürler efendim.
Hanımefendinin düşüncelerimin netleşmesine fırsat tanımaya niye­
ti yoktu ... ha bire konuşuyordu. Kab samimi, kah edepsiz, kah anaçb,
bazen de mama oluveriyordu... Garipti sözün kısası.
- Vücut bakımı, mahrem yerlerin bakımı Mary, temiz olmak de­
mektir. Aman ha. . . Buna her şeyden daha çok önem v eririm ben ... İşte
bu konuda çok titizimdir... çook . . . hastalık derecesinde.
Çok özel detaylara indi. Hiç de uygun olmayan şeylerle ilgili -da­
ha doğrusu bana öyle geliyordu- dilinden düşürmediği o "uygun" söz­
cüğünü ısrarla kullanıyordu. Çamaşırların ayıklanmasını bitirdiğimiz­
de şöyle dedi:
- Kim olursa olsun fark etmez, bir kadın her zaman bakımlı olma­
lıdır. B undan sonra Mary, benim yapbğımı yapacaksınız ... Bakın bu
çok önemli. Yarın ilk iş olarak bir güzel yıkanırsınız ... size ne yapaca­
ğınızı sonra anlabnm ...
Daha sonra hanımefendi bana odasını, dolaplarım, giysilerini yer­
leştirdiği çekmecelerini, her şeyin yerini gösterdi, nasıl ve ne yapmam
gerektiğini, bana oldukça garip ve doğallıktan uzak görünen açıklama­
lar yaparak bir bir anlatb:
- Şimdi de, dedi . . . Mösyö Xavier'nin odasına gidelim. Mösyö Xa­
vier ' nin hizmetinden de siz sorumlusunuz . . . Mösyö Xavier benim oğ­
lum Mary.
- Peki efendim.
Mösyö Xavier ' nin odası geniş dairenin öbür ucundaydı. Oldukça
süslü püslüydü. Duvar, üzerinde sarı şeritleri olan mavi bir renkli ku-

1 95
maşla kaplıydı ve şatoları, atları, yarışları, av tablolarını, koşumları ko­
nu alan renkli İngiliz gravürleri ile süslenmişti. Bir panonun ortasına
şık bir silahlık yerleştirilmişti; ortasında bir av borusunun ve onun da
yanında çapraz konulmuş iki çevgan borazanın yer aldığı gerçek bir si­
lah takımıydı bu. Şöminenin üstünde bir süıü biblo, sigara kutusu, pi­
po vardı; bunların arasında ise, sakalı henüz bitmemiş, yaşına göre faz­
la havalı ve fazla çıtkırıldım, güzel bir deli.kanlının fotoğrafı duruyor­
du. Hoşlandım kendisinden.
- İşte bu Mösyö Xavier, diye tanıttı hanımefendi.
- Oh! Ne kadar da yakışıklıymış! diye bağırdım, kendimi alama-
mıştım ve sanırım sesim fazla heyecanlı çıkmıştı.
- Tamam Mary! Tamam! dedi hanımefendi.
Sesimdeki heyecanın onu kızdırmadığım anladım, zira gülümse­
mişti.
- Mösyö Xavier de tüm yaşıtları gibi pek düzenli biri sayılmaz.
Onun yerine düzeni sizin sağlamanız gerekecek. Her sabah saat dokuz­
da odasına gireceksiniz... çayını yatağına götüreceksiniz ... saat dokuz­
da, Mary beni duyuyor musunuz? Bazen Mösyö Xavier eve geç dö­
ner... Sabah size aksi davranabilir. Siz yine de aldırmayın ... Delikanlı
dediğin saat dokuzda ayakta olmalı.
Mösyö Xavier'nin çamaşırlarının yerini gösterdi. Kravatlarını,
ayakkabılarını nereye yerleştireceğimi anlatırken, her ayrıntıda şu söz­
leri de söylemeden edemiyordu;
- Oğlum biraz hırçındır ama çok sevimli bir çocuktur. Ya da:
- Pantolon nasıl katlanır bilir misiniz? Mösyö Xavier her şeyden
daha çok pantolonlarına önem verir.
Sıra şapkalara gelince, bu şeref uşağa verildi, ben onlarla ilgilen­
meyecektim. Şapkaların günlük ütüsünü uşak yapacaktı.
B u evde bir uşak vardı ve hanımefendi Mösyö Xavier'nin hizmeti­
ni bana vermişti; bu benim çok garibime gitti ne yalan söyleyeyim ...
- Eğlenceli ... ama çok da "uygun" olmayabilir, dedim kendi kendi­
me, hanımımın yerli yersiz sık sık kullandığı sözcüğü taklit ederek.
Demem o ki, bu garip evde her şey garip görünüyordu gözüme.

Akşam, mutfakta bir hayli şey öğrendim.


- Burası tam bir tımarhane, dediler. Önce şaşırır, sonra alışır insan.
Gün olur evde kimseden metelik çıkmaz, işte o zaman hanıniefendi gi­
der, gelir, koşturur, tekrar gider, tekrar gelir, sinirlenir, helak olur, ağ-

196
zına ne gelirse söyler. Beyefendi ise telefona yapışır... bağırır, çağırır,
tehditler savurur, yakarır, bildiği tüm numaraları döktüıür telefonda.
Sırada haciz memurları vardır! Küplere binip teslimatı tamamen kes­
mek isteyen alacaklılara baş uşak kendi cebinden avans vermek zorun­
da kalır genelde. Bir gün evde konuklar vardı, gaz ve elektrikleri kes­
tiler o gün... Sonra ise aniden gökten altın yağdı. Bir bolluk sormayın
gitsin; para içinde yüzdü ev. Bu paralar nerden gelir? Alın size bir bul­
maca, çözün sıkıysanız. Hizmetçilere gelince... aylarca beklerler ücret­
lerini zavallılar. Sonunda mutlaka alırlar almasma ama ne olaylar pa­
hasına; kavga, dövüş gırla gider! Akıl alır gibi değil...
Gerçekten de ne denirdi böyle şansa .. Kırk yılda bir tam gönlüme
uygun ücret veren yeri buldum derken düşe düşe ben nereye düşmü­
şüm meğer...
- Mösyö Xavier bu gece hfila dönmedi, dedi uşak.
- Oh! dedi aşçı kadın, gözlerini bana dikerek, döner belki şimdi.
Uşak devam etti: O sabah Mösyö Xavier'nin bir alacaklısı hır çı­
karmak amacıyla çıkagelmiş. Çok edepsizlik ebniş olmalı ki beyefen­
di alttan almış, iyi para saymış eline çaresizlikten. En az dört bin fran­
gını kaptırmış.

- Beyefendi küplere binmişti, diye ekledi. Hanımefendiye şöyle


söylediğini duydum: "Bu böyle devam edemez ... onurumuzu iki para­
lık edecek ... Bizi rezil kepaze edecek!"
Aşçı kadın o çok bilmiş haliyle omuz silkti:
- Onurlarını iki paralık etmek ha? dedi alaycı alaycı gülerek.
Umurlarındaymış da onurları... Onların keyfini kaçıran borç ödemek...
Bu konuşma keyfimi kaçırdı. Belli belirsiz de olsa, hammm kıya­
fetleri, hanımın sözleri ve Mösyö Xavier'yle bu konuşma arasında bir
ilgi olabileceğini hissettim. Ama nasıl bir ilgiydi tam olarak?
- Onların keyfini kaçıran borç ödemek...
Garip rüyalarla geçen o gece, Mösyö Xavier'yi görme sabırsızlığı
içinde doğru dürüst uyuyamadım.
Uşak doğru söylüyordu; gerçekten de tımarhaneydi burası.
Beyefendi hac işine girmişti. Görevinin kesin olarak ne olduğunu
bilemiyorum; ya başkan ya da müdürdü. Yahudi, Protestan, serseri,
hatta Hıristiyan kimi bulursa toplar, bu hacı adaylarını Roma'ya, Lo­
urdes'a Paray-le-Monial'e götüıürdü. Babasının hayrına yapmazdı ta­
bii. z.ahmetinin karşılığını alırdı. Papa bu işten bir şey anlamıyordu ve
din kazançlı çıkıyordu... Beyefendi aynı zamanda politika ve hayrr iş-

197
lerine de el atmıştı; Laik Eğitim Muhalifleri Derneği ... Müstehcen Ya­
yınlar Muhalifleri Derneği... Dinsel İçerikli Eğlenceli Kitaplar Kulü-
bü ... İşçi ailelerinin süt çocuklarını emzirmek için biberon kampanya-
sı ... Ben bilir miyim? .. Öksüzler yurdu, çömez evi, işlik, kulüp ve iş
bulma kurumları gibi kuruluşlara başkanlık ederdi ... Her şeye başkan­
lık ederdi, onda istemediğiniz kadar meslek vardı, Ufak tefek, tombul,
kanlı canlı biriydi. İki dirhem bir çekirdek dolanır, sinek kaydı tıraş
olurdu. İyilik taslayan ve edepsiz tavırları ile hem kurnaz hem de ko­
mik bir rahibi andırırdı. Ara sıra gazetelerde ondan ve yaptığı işlerden
söz edilirdi ... kimileri insani vasıflarını ve insani yardımlara öncülük
eden yüce kişiliğini göklere çıkarırken, diğerleri edepsiz moruk, pis re­
zil diye söz ederlerdi ondan. Gazetelerde kendinden söz ettiren efendi­
lerin yanında çalışmak gurur verici ve havalı görünse de, bu çekişme­
ler bizi çok eğlendirirdi.
Beyefendi her hafta büyük bir akşam yemeği düzenler, ardından da
büyük bir davet verirdi. Ne kadar ünlü kişi varsa hepsi orda olurdu;
akademi üyeleri, gerici senatörler, Katolik milletvekilleri, protestocu
papazlar, entrikacı keşişler, başpiskoposlar... Bu saymakla bitmez ün­
lülerin içinde biri vardı ki, el üstünde tutulurdu. Yaşlı bir din adamıy­
dı; bu peder bilmem kim, ikiyüzlü, akrep dilli, tövbekar bir sofu eda­
sıyla sürekli kötü sözler ederdi. Ve bu evin her odasında papanın port­
resi asılıydı; papa hazretleri bu evde ne açık saçık sahnelere şahit ol­
muştur kim bilir!
Düşüncemi sorarsanız, pek hoşlanmazdım beyefendiden. Çok faz­
la işe bulaşır, çok fazla insanla ahbaplık ederdi. Bunlar bizim bildikle­
rimiz, kim bilir başka ne işlerle uğraşır, ne çok insanla düşüp kalkardı.
Soytarının tekiydi kuşkusuz.
Geldiğimin ertesi günü holde pardösüsünü giymesine yardım eder­
ken:
- Siz de benim derneğime üye misiniz? İsa'nın Rahibeleri Derne-
ği 'ne? diye sordu.
- Hayır efendim.
- Olmalısınız! Bu çok gerekli ... Sizi yazdırayım bari ...
- Teşekkür ederim efendim. Acaba beyefendiye bunun ne tür der-
nek olduğunu sormamın bir sakıncası var mı?
- Anne olmuş bekar genç kızları toplayıp onlara Hıristiyanlık öğ­
retilerine göre eğitim veren mükemmel bir demektir.
- Ama efendim, ben anne olmuş bekar bir genç kız değilim ki ...

198
- Olsun, fark etmez ... Aralarında hapisten çıkmış kadınlar da var,
aynca tövbe eden orospular da .. Anlayacağınız her türden kadın var
orda. Ben sizi de yazdıracağım.
Özenle katlanan gazeteleri cebinden çıkarıp bana uzattı:
- Bunu saklayın ... okuyun bunu ... yalnızken ama tamam mı! .. Gö-
receksiniz çok ilginç .. .
Çenemi tutarak ve dilini hafiften şaklatarak şöyle dedi:
- Bak sen ! .. Bizim ufaklık ne de gırgır şeymiş meğer, vallahi çok
gırgır! . .
Beyefendi gittikten sonra bana bıraktığı gazetelere şöyle bir göz at­
tım. Fin du siecle; Rigolo,.. Petites Femmes de Paris;·· gibi açık sa­
çık, iğrenç şeylerdi!

Ah bu asiller ah! Bitmeyen komedi. Farklı farklı bir sürüsünü tanı­


dım... Hepsi de aynı. .. Örnekse, hizmetinde çalıştığım cumhuriyetçi
milletvekili! Bu adamın işi gücü rahiplere sataşmaktı. Yiğitlik taslayan
cins biriydi. Yanında dinden, rahibeden, papadan konuşulmasını iste­
mezdi. Söylediklerine kulak verilse idi eğer manastırlar topa tutulur,
kiliseler de yerle bir edilirdi. Ama pazar günleri ayine giderdi hazret ..
uzak kiliselere giderdi gizli gizli. Tırnağına çöp batsa yaygarayı basar,
ne kadar papaz varsa çevrede tümünü başına toplardı. Çocuklarının tü­
mü cizvit papazlarının ·eğitiminden geçmişti. Erkek kardeşi dünya evi­
ne kilise töreni ile girmeyi kabul etmedi diye onu gözü bir daha asla
gönnek istememişti. Her biri kendi türür,ün iğrençlik, alçaklık, ikiyüz­
lülük timsali...

Madam Tarves da kocasından aşağı kalacak değildi ya... O da dini


derneklerin, hayır örgütlerinin başkanlığını yapar, onların yararına sa­
tışlar düzenlerdi. Anlaşılacağı üzere evde hiç durmazdı. Eve gelince,
ev de kendi halinde gidebildiği yere kadar giderdi ... Genelde hep geç
dönerdi eve, kim bilir hangi cehennemden gelirdi. Üstü başı başkası­
nın ten kokusuna bulanmış, iç çamaşırları kırış kırış olurdu. Ah! bu eve
dönüşleri çok iyi biliyordum; hanımefendinin ne işler çevirdiğini ve
toplantılarında ne kumpaslar döndüğünü hemen hissettirmişlerdi ba­
na ... Her şeye rağmen, bana karşı çok nazikti. Beni azarlamadığı gibi

• Yüzyıl sonu. (ç.n.)


** Gırgır. (ç.n.)
*** Paris yosmaları. (ç.n.)

199
ağzından kötü bir söz bile çıkmazdı ... aksine bana çok yakın davranır-
dı ... bir arkadaş gibi... Saygınlığını unuttuğu bile olurdu bazen, eh ben
de saygı göstermem gerektiğini. Birlikte aptalca ve açık saçık şeyler­
den konuşurduk. Bazı ufak tefek özel işlerim için önerilerde bulunur,
şıklık konusunda beni yüreklendirirdi. Beni gliserine, İspanyol parfü­
müne bulardı. Kollarıma kremler sürer, yüzümü pudralardı. Bir yandan
da çenesi durmaz konuşur da konuşurdu:
- Anlıyor musunuz Mary... Kadın dediğiniz bakımlı olmalı, cildi
yumuşak ve beyaz olmalı. Çok güzel bir yüzünüz var, meydana çıkar­
mak gerekir. Çok hoş bir vücudunuz var, bunu değerlendirmelisiniz.
Bacaklarınız müthiş, onları gösterecek şeyler giymelisiniz ... Böylesi
daha uygun...
Memnundum halimden ama yine de endişem ve tanımlamakta zor­
landığım kuşkularımdan kurtulamıyordum. Mutfakta bana anlatılan o
garip öyküler hiç çıkmıyordu aklımdan. Ben hanımefendiye övgüler
yağdırıp, bana yaptığı iyilikleri sayıp döktüğümde aşçı kadın şöyle
karşılık veriyordu:
- Tabii canım, elbette... siz aynen devam edin, biz de neticeye ba­
kalım ... Onun derdi ne biliyor musunuz? Onun derdi zoru sizi oğlunun
koynuna sokmak... oğlunu tutabildiğince evde tutup sokağa salmamak.
Böylece bizim pintilerin cebinden daha az para çıkmış olacak... Aynı
şeyleri başkalarıyla da denedi. Hatta kendi bayan arkadaşlarını bile al­
dı eve... evli kadınlan ... genç kızlan... evet ya genç kızları bile aldı aşa­
ğılık kadın! Ama genç kızlar Mösyö Xavier'yi kesmiyorlar, daha çok
yosmaları tercih ediyor bu çocuk... görürsünüz... görürsünüz ...
Kin dolu bir özlemle şöyle ekledi:
- Ben sizin yerinizde olsaydım, biraz sıkıntıya girerdim belki ama
olsun yine de paralan elime saydırttırırdım peşin peşin!
Sözleri mutfaktaki arkadaşlar karşısında utandırdı beni, ama kendi­
mi rahatlatmak için, hanımefendinin beni gizleme gereği bile duyma­
dan gözdesi kabul etmesinin aşçı kadının kıskançlık damarını kabarttı-
·

ğım düşünmeyi tercih ettim.

Perdeleri açmak, çay servisi yapmak için her sabah saat dokuzda
Mösyö Xavier'nin odasına giriyordum ... Ne tuhaf... odasına kalbim
çarparak, çekine çekine girerdim her seferinde... Uzun bir süre yüzü­
me bile bakmadı. Etrafında dört dönüyordum oysa. Nazik görünüp
kendimi beğendirmek için giyeceklerini, banyosunu hazırlıyordum,

200
ama o, sabahın köründe rahatsız edilmekten hoşlanmadığını söylemek
için uykulu ve hırçın bir sesle yakınmanın dışında bana tek bir laf bile
etmiyordu. B u ilgisizlik gururumu incitti, ben de kibar ve sessiz cilve­
lerimin dozunu artırdım. Her gün, o bir türlü gelmeyen şeyi bekliyor­
dum ve Mösyö Xavier'nin bu sessizliği, beni aşağılaması, sabırsızlığı­
mı iyiden iyiye artırıyordu. Beklediğim an geldiğinde ne yapacaktım?
B unu sormuyordum hiç kendime. Benim istediğim o beklenen anın
gelmesiydi.
Mösyö Xavier gerçekten de yakışıklı bir delikanlıydı. Fotoğrafın­
daki halinden daha hoştu. İnce sarı bıyıkları -altından iki küçük yay gi­
biydiler- etli, davetkar, al dudaklarını fotoğraftaki halinden daha belir­
gin kılıyordu. Sarı noktacıkların oynaştığı gök mavisi gözleri garip bir
çekiciliğe sahipti. Hareketlerinde bir uyuşukluk, bir kızın ya da genç
bir yırucı hayvanın acımasız ve bezgin zarafeti vardı. Boylu boslu, na­
rin, çevikti. Son derece şıku. Hissedilen edepsiz ve bayağı havasıyla
güçlü bir çekim gücüne sahipti. Daha ilk günden beni çarpmış olması,
onu o haliyle arzulamamın ötesinde bana karşı direnmesi veya daha
çok ilgisizliği giderek bu arzuyu, arzu olmaktan çok daha ileriye gö­
türdü, aşka dönüştürdü.
Bir sabah Mösyö Xavier'yi uyanmış ve yatağından çıkınış, bul­
dum. B acakları çıplakU. Belleğim beni yanıltmıyorsa sırtında, mavi
benekli beyaz ipekli bir gömlek vardı. Topuklarından biri yatağın ke­
narında, diğeri de halının üzerinde idi. Uygunsuz bir şeyleri çağrıştıran
bir konumdaydı. Mahcup, geri çekilmek istediysem de beni çağırdı.
- Ne oldu, ne var? Girsene içeriye... Korkutuyor muyum yoksa se­
ni? Sen hiç erkek görmedin mi ömründe?
Gömleğinin bir ucunu, üstte duran dizine doğru çekiştirdi. Kolları­
m bacağının üstünde kavuşturdu, vücudunu bir öne bir arkaya sallaya­
rak beni arsızca uzun uzun inceledi, bense ağır ve zarif hareketlerle, bi­
raz da kızararak şöminenin yanındaki sehpanın üzerine kahvaltı tepsi­
sini yerleştirmekle meşguldüm.
- Sen ne hoş şeymişsin öyle . . . dedi... Ne zamandan beri burda ça-
lışıyorsun?
- Üç hafta oluyor efendim.
- İşte bu şaşırucı bir şey! ..
- Şaşırucı olan nedir efendim?
- Şaşırucı olan, senin çok güzel bir kız olduğunu şimdiye kadar
fark etmemiş olmamdır...

201
Her iki bacağım gerdi ve halıya uzatu, bir kadınınkiler kadar yu­
varlak ve beyaz olan baldırlarına bir şaplak indirerek:
- Gel yanıma! dedi.
Hafif yollu titreyerek yaklaştım yanına Tek kelime etmeden beni
belimden kavradı, kokladı, yanına, yatağın kenarına oturmaya zorladı.
Laf olsun diye karşı koyar gibi yaparak:
- Oh! Mösyö Xavier! diye iç geçirdim. Bırakın lütfen, ya sizinki-
ler görürse!
Gülmeye başladı.
- Benimkiler... oh! Annem babam öyle mi? Sıktı artık. ..
Her an kullanırdı bu sözü. Kendisine bir soru yöneltildiğinde, "Sık­
b artık" diye yanıtlardı... Sıkılmadığı hiçbir şey yoktu...
B üyük taarruz anını biraz geciktirmek için, -zira bluzumun üzerin­
deki eli sabırsızlanıyor, giderek işgal alanını büyütüyordu- şöyle sor­
dum:
- Aklımı kurcalayan bir şey var Mösyö Xavier. . . Hanımefendinin
verdiği akşam yemeklerinde sizi neden göremiyoruz acaba?
- Bilmek isteyeceğinden emin değilim tatlım ... Yo ! Hayır, biliyor
musun, hanımefendinin yemekleri açmıyor beni .. .
- Nasıl oluyor da, bu koca evde bir tek sizin odanızda papanın port­
resi yok? diye üzerine gittim.
Bu gözlemim gururunu okşadı ve şöyle karşılık verdi:
- Çünkü bebeğim ben, ben bir anarşistim... Din, cizvitler, papaz­
lar... istemem kalsın ... nasibimi aldım yeterince ... sıktı artık. Annem ve
babamın kopyası olan insanların dünyası değil mi bu? Aman eksik ol­
sun! ..
Şimdi artık daha rahat hisseder olmuştum kendimi Mösyö Xavi­
er'nin yanında. Paris züppelerinin o gevrek aksanı ile konuşması, aynı
sefahat merakı bana çok tanıdık geliyordu... onu yıllar, yıllar öncesin­
den beri tanıyor gibiydim sanki... Bu kez o sordu bana:
- Hadi, söyle bakalım ... babamla kınşbrıyor musun?
Çok şaşırmış numarası yaparak:
- Babanız mı? . . diye sesimi yükselttim. Ah! Mösyö Xavier... onun
gibi saygıdeğer biri!
Bu kez daha çok güldü, hatta kahkahayı basarak devam etti:
- B abam ! .. ah! babam! .. Sen ne diyorsun, babamın yatmadığı hiz­
metçi kalmadı bu evde. Hizmetçiler onun en büyük tutkusudur. Onlar­
dan başka kimse tahrik edemez babamı. .. Yani sen şimdi babamla ha-

202
la kınştınnadın öyle mi? .. Şaşırtıyorsun beni doğrusu.
- Yoo! Hayır, diye karşılik verdim... artık ben de gülüyordum ...
Ama ara sıra bana Fin de Siecle, Rigolo ... Petites Femmes de Paris ga-
zetelerini getiriyor.
B u onu acayip neşelendirdi. Gülmekten kırılarak:
- B abam ... diye bağırdı ... hayır olamaz . . . Şu babam ömür adam
doğrusu! ..
İyiden iyiye havaya girmişti, komik bir ifade ile şöyle söyledi:
- O da annem gibi. Dün annem yine çıngar çıkardı. Onun ve baba­
mın g ururunu iki paralık ediyormuşum. Aklın alıyor mu senin? Din,
toplum, daha bir sürü şey sıraladı ... Bıktırdılar beni! B en de şöyle de­
dim ona: "Benim güzel anneciğim, anlaşıldı, tamam.... Sen sevgilile­
rinden vazgeçtiğin gün, ben de kendime çekidüzen vereceğim." İ yi
oturtmuşum ha, ne dersin! Böylece sesini kesti ... Olmaz böyle şey, dü­
şünebiliyor musun? B eni yaratanlar beni öldürüyorlar... Sıktı artık on­
ların hikayeleri . . . Ha sahi ... Aklıma gelmişken Fumeau'yu tanıyorsun
değil mi?
- Hayır, Mösyö Xavier.
- Tanırsın ... Tanırsın ... Anthime Fumeau?
- İnan olsun tanımıyorum.
- Şişman, oldukça genç, kırmızı suratlı biri. Son derece şık, Pa-
ris'in en iyi atları onda, hfila hatırlamadın mı? .. Fumeau ... canım yılda
üç milyonluk geliri olan adam ... Tartelette Cabri de mi bir şey söyle­
miyor sana? .. Dünyada inanmam, mutlaka tanıyorsun ...
- Size onu tanımadığımı söyledim ya!..
- Beni şaşırtıyorsun, yapma Tanrı aşkına, onu tanımayan yoktur.
Hani şu Fumeau bisküvisi, hfila çıkaramadın mı? İki ay önce adli ku­
rula çıkmıştı, hatırladın mı şimdi?
- Yemin ederim Mösyö Xavier, tanımıyorum bu adamı. ..
- Kaz kafalı sen de! Neyse... Geçen yıl bu Fumeau'ya bir kazık at-
tım ki sorma gitsin ... tam bir kazık... Bil bakalım ne yaptım? .. Tahmin
edemiyor musun?
- Onu tanımıyorum bile, nasıl tahmin edebilirim ki?
- Madem öyle dinle bebecik ... Bu Fumeau var ya ... onu anneme
ayarladım, doğru söylüyorum! . . Nasıl ama, iyi etmiş miyim? İşin mat­
rak tarafı, iki ay içinde annem adamı üç yüz bin frangından etti... Ne
yapsın kadın, eli mecbur, babam ve babamın işleri, anlarsın ya! .. Ah
ah! Onlarda dümen istemediğin kadar, işlerini biliyorlar... Böyle olma-

203
saydı bizim ev şimdiye kadar göçmüştü, borç gırtlağa dayanmıştı. Pa­
pazlar bile göz yumuyorlardı bu işe ... Eh... ne diyorsun bakalım?
- Demem o ki Mösyö Xavier, ailenize bakış açınız oldukça garip
geliyor bana
- Eh bu işler böyle canımın içi... Ne de olsa ben bir anarşistim... Ai­
leymiş... sıktı artık ...
Bu arada bluzumun, hanımefendiden bana kalan ve üstümde olduk­
ça iyi duran bluzun kopçalarını açmaktan da geri kalmamıştı.
- Oh! Mösyö Xavier... Mösyö Xavier... Haylaz yumurcağın tekisi­
niz siz... Bu yaptığınız çok kötü ama ...
Görünüşü kurtarmak için karşı koyar gibi yapıyordum. Ani bir ha-
reketle elini yavaşça ağzıma götürdü.
- Sus bakayım, dedi.
Ve beni yatağa devirdi, bir yandan da:
- Oh! Ne kadar güzel kokuyorsun! diye fısıldıyordu. Seni küçük
fahişe seni, annem gibi kokuyorsun...
O sabah hanımefendi özellikle çok nazik davrandı bana ve şöyle
dedi:
- Hizmetinizden çok memnunum Mary, maaşınıza on frank zam
yapıyorum.
- Her seferinde on frank yükseltirse diye düşündüm... yaşadık de­
mektir... Böylesi daha uygun...
Şimdi tüm bunları bir kez daha düşününce ben de "sıktı artık" di­
yorum.
Mösyö Xavier 'nin tutkusu, daha doğrusu hevesi uzun sürmedi.
Benden çabuk "sıkıldı". Artık onu bir dakika bile tutamaz olmuştum
evde. Sabah odasına girdiğimde yatağını bozulmamış ve boş bulurdum
çoğu kez. Mösyö Xavier geceyi dışarıda geçirmiş anlamına gelirdi bu.
Aşçı kadın onun ne mal olduğunu bilirmiş meğer, şöyle demişti bir ke­
resinde: "Yosmaları tercih ediyor bu çocuk." Alışkanlıklarına, her za­
manki eğlencelerine, zevklerine, sefahatlerine koşuyordu yine eskisi
gibi... İşte böyle sabahlarda, kalbim sıkışır, kedere gömülürdüm.
İşin acı yönü ise Mösyö Xavier 'nin duygudan yoksunluğu idi;
Mösyö Georges gibi şair ruhlu biri değildi o. O "şey" dışında onun için
varlığımın bir anlamı yoktu. "Şey" bitti... git işine... bir daha ilgilen­
mezdi benimle; kitaplarda ve tiyatroda olduğu gibi 3.şıkların ağzından
dökülen o duygusal, romantik sözlerden hiçbirini etmezdi bana. Hoş­
landığım hiçbir şeyden hoşlanmazdı ki zaten... Çiçekleri sevmezdi ör-

204
neğin, yakasına taktığı o iri karanfilleri saymazsak. . . İnsanın aklı fikri
sevişmede olmadan, ruhu okşayan tatlı sözler söylemek, çıkar gözet­
meden öpüşmek, sonsuza dek göz göze bakışmak, ne hoş olurdu oy­
sa .. Ama nerde! .. Erkek denen yaratık çok kabadır. Bu coşkuyu, bu saf
ve soylu coşkuyu hissetmez içinde ... Gerçekten de çok yazık ! . . Mösyö
Xavier ' ye gelince; bildiği tek şey ahlaksızlık, zevk aldığı tek şey sefa­
hat hayatıydı. Aşkta, ahlaksızlık ve sefahata dair olmayan her şey ca­
nını sıkardı onun.
- Yo ! Hayır... biliyor musun, kafa ütüleyici bir şey bu ... Şiir sıktı
artık... Minik mavi çiçekmiş ... sen en iyisi romantizmi babama sakla ..
Doyuma ulaştığı an biterdi işim. Emirler yağdırdığı, efendi otorite­
si ile horladığı, çocukça edepsiz şakalarıyla hırpaladığı, özelliği olma­
yan birine dönüşürdüm anında. Aşk oyuncağı iken ani bir geçişle, hiz­
met hayvanı oluverirdim . Dudağının kenarında beni yaralayan, aşağı­
layan bir gülüş, korkunç bir sırıtışla şöyle derdi:
- Babamdan n'aber? Hfila yatmadın mı sen onunla? .. B u doğru
mu? .. Beni şaşırtıyorsun ...
Bir seferinde kendimi tutmayı beceremedim ve gözyaşlarına bo­
ğuldum, Mösyö Xavier kızdı bana:
- Yo, hayır, işte buna gelemem. Sana bir şey söyleyeyim mi, zırla­
mak. olay yaratmak ... buna kafa ütülemek denir... Sen bunları kendine
sakla canımın içi. . . yoksa... hadi sana eyvallah... B eni sıktı artık bu saç­
malıklar.
Oysa ben mutluluktan hfila titrerken bana bu hazzı tattıran erkeği­
mi uzun uzun tutmak isterim kollanrnda. Şehvetin o sarsıntılarından
sonra masum bir dinlenmeye, sevgi ile kucaklaşmaya, tene vahşice sal­
dıran o öpücüklere artık hiç benzemeyen şefkat öpücüklerine kaçınıl­
maz, büyük bir istek, ihtiyaç duyarım. Aşk cehenneminden, şehvet çıl­
gınlığından sonra, sonsuz mutluluk cennetine ... bütünlüğe, nefis bir
sessizliğe, esrimenin masumiyetine ulaşmak isterim hep. Ama Mösyö
Xavier esrimeden sıkılmıştı, üzerinden daha iki saniye bile geçmeden
kollanrndan kurtarırdı kendini çünkü fıziksel olarak ne bu kucaklaş­
maya ne de bu öpücüğe tahammülü vardı onun. Birkaç saniye önce
kendimizden bir parçayı diğerine sunan biz değildik sanki, cinsel or­
ganlarımız, dudaklarımız, ruhlarımız aynı çığlık, aynı kendinden geç­
mişlik, aynı mükemmel ölümde birbirlerine karışmamışlardı sanki . . .
Ben büyük bir heyecanla benimkilere kenetlenen bacaklarım bacakla­
rımın arasında biraz daha tutmak, başını göğsüme bastınnak isterken o

205
beni hoyratça iter, benden ayrılır ve yataktan fırlardı, bir yandan da:
- Yo hayır! sana bir şey söyleyeyim mi? Hiç hoş değil. . .
Hemen ardından bir sigara tellendirirdi.
Fantezilerinin tümüne fazlası ile yanıt vermeyi baştan kabul etme­
me, şehvete yönelik tüm isteklerine baş eğmeme karşın yüreğinde şef­
katin kırıntısına bile rastlamamaktan, ufacık da olsa bir sevgi izi bırak­
mamış olduğumu görmekten daha yürek parçalayıcı bir şey yoktu be­
nim için. Ne akıl almaz, ne korkunç fantezileri vardı, onu bir Tanrı bi­
lir... Bu sümüklü velet kokuşmuşun tekiydi ... Kart heriften beterdi . . .
Şehvet konusunda iktidarsız moruklardan, satanik papazlardan çok da­
ha yaratıcı, çok daha vahşi idi.
Sanırım yine de sevebilirdim bu serseriyi, her şeye rağmen bir hay­
van gibi kendimi adayabilirdim ona. O arsız, acımasız ama güzel sura­
tını bugün bile içim sızlayarak anımsarım. Teninin güzel kokusunu,
şehvet düşkünlüğündeki kfilı hoyratlığı, kfilı coşku vericiliği özlüyo­
rum. Sayısız diğer dudaklann çoktan silmiş olması gerektiği halde, du­
daklarımda öpücüğünün kavurucu sıcaklığını, o acı tadını hissederim
sık sık.
Ah! Mösyö Xavier... Mösyö Xavier !

Bir akşam, yemekten önce, üstünü değiştirmek için -giysisi içinde


ne de zarifti Tanrım- eve geri döndüğünde, benim de eşyalarını büyük
bir özenle banyoya yerleştirdiğim bir sırada benden sıcak su ister gibi
rahat, kararlı, buyurgan bir ses tonu ile şöyle dedi:
- Beş /ouis* var mı üzerinde? Bu akşam beş /ouis'ye çok ihtiyacım
var. Yarın iade ederim paranı.
Doğru ya, hanımefendi daha o sabah vermişti aylığımı... biliyor
muydu yoksa?
- Doksan frank var sadece diye yanıtladım, biraz utanmıştım. Ben­
den para istemesi yüzündendi utancım belki de; daha çok, sanıyorum ,
istediği miktarın bende olmayışı utandırmıştı beni:
- Önemi yok. . . dedi... git getir bana şu doksan frangını. .. Yarın ia­
de ederim ...
Parayı aldı, kanımı donduran sert ve yavan bir tonla, "Tamam" dedi
ben teşekkür beklerken. Sonra kaba bir şekilde ayağını bana uzatarak:
- Ayakkabımın bağcıklarını bağla, dedi küstahça. Çabuk ol, işim
acele.
* Louis: 111. Napolyon zamanında basılan altın para. (ç.n.)

206
Üzgün, yalvarır gibi baktım gözlerine ve:
- Bu akşam evde yemiyor musunuz Mösyö Xavier? diye sordum.
- Hayır, dışarıda yiyeceğim ... elini çabuk tut!
Bağlan bağlarken ağlamaklı:
- Yani, o pis kadınlarla filem yapmaya mı gidiyorsunuz yine? Ge­
ce eve dönmeyeceksiniz anlamına mı geliyor bu? Bense geceyi ağla­
yarak geçireceğim . .. Hiç hoş değil bu yaptığınız Mösyö Xavier. . .
Sesi ciddileşti v e kıncı oldu:
- Bunları söylemek için doksan frank ödünç verdiysen bana, al pa­
ranı senin olsun ... al hadi.
- Hayır... hayır... diyerek içimi çektim. B unun için olmadığını bal
gibi biliyorsunuz.
- Madem öyle git başımdan, rahat bırak beni!
Çarçabuk giyindi... ve beni öpmeden, tek bir sözcük bile etmeden
çekip gitti...
Ertesi gün paranın konusu bile edilmedi. Benim de istemek gelme­
di içimden. Onda benden bir şeylerin olması hoşuma gidiyordu. İşten
canlan çıkan kadınlan, geceleri kaldınmlarda kendilerini gelene geçe­
ne satan kadınlan, hırsızlık yapan kadınlan, cinayet işleyen kadınlan,
sevdikleri adama biraz para bulmak, onları minik armağanlarla şımart­
mak için tüm bunları seve seve yapan kadınlan anlıyorum. İşte benim
de başıma gelen bu ... Gerçekten de aynen benim anlattığım gibi miydi
başıma gelen? Ne yazık ki ben de bilmiyorum ... B azen bir erkeğin kar­
şısında öyle gevşek hissederim ki kendimi ... öylesine gevşek ... irade­
siz, cesaretsiz ve öylesine kancık... ah! evet... öylesine kancık! ..

Hanımefendi bana karşı takındığı tutumu değiştirmekte gecikmedi.


Önceleri ne kadar sevimli idiyse şimdi de o kadar sertti bana karşı;
mızmız ve tedirgin ediciydi. Aptalın teki, beceriksiz, pasaklı, görgü­
süz, hırsız olup çıkmıştım bir çırpıda. B aşlangıçtaki o tatlı, o arkadaş­
ça konuşması, sirke gibi keskin bir hal almıştı. Kıncı, aşağılayan bir
tonda emirler yağdırmaya başlamıştı. İç çamaşırlarını karıştırma ve
pudra, krem seanslarına elvada demiştik. İlk geldiğim günlerde ve ha­
la da kendi kendime, hanımın, kadın meraklısı olup olmadığını sorma­
ma yol açacak kadar rahatsızlık veren sırdaşlıkları, müstehcen konu­
lardaki önerileri son bulmuştu. Özünde, asla iyilik olmadığını çok iyi
hissettiğim bu şüpheli arkadaşlık son bulmuş ve dolayısıyla beni ken­
di kötülüğü uğruna yücelten bu efendiye duyduğum saygı yok olup git-

207
mişti. Bu evin görünen görünmeyen ne kadar pisliği, ayıbı varsa hep­
sini bir bir yüzüne vurdum. İşi, eli maşalılar gibi kavga etmeye kadar
götüıiip , birlikte geçirdiğimiz günleri eski paçavralar gibi birbirimizin
kafasına fırlattık...
- B enim evimi ne sandınız siz? diye bağırıyordu ... Bir hizmetçinin
evi falan mı yoksa? . .
Küstahlığın b u kadarı d a fazlaydı! .. Cevabımı yapıştınyordum:
- Olur mu canım, ne münasebet! .. Tertemiz sizin eviniz ... ne kadar
övünseniz azdır... Ama siz? Hadi biraz da sizden söz edelim... Siz de
mis gibisiniz ... Ya beyefendi? Aman nazar değmesin ! Sayesinde bu
semtte, hatta Paris'te şanınız göklere ulaştı. Her yerde herkesin dilin­
desiniz... Ya eviniz? .. Bence kerhane. Üstelik, pek çok genelev sizinki­
nin yanında temiz kalır...
B öylece bu kavgalar giderek kızışıyor, en ağır hakaretlerin, en adi
tehditlerin bini bir paraya gidiyordu. Ta sokak kızlarının, genelev sa­
kinlerinin düzeyine kadar inmekteydi söz dalaşı. Sonra aniden ortalık
duruluyordu. Mösyö Xavier'nin geçici bir hevesle bana tekrar yakın­
laşması durumu düzeltmeye yetiyordu ne yazık ki! Ve yeniden başlı­
yordu şüpheli samimiyet, utanılası sırdaşlık, aylığın ikiye katlanacağı
vaatleri, pılı pırtı armağanları, Simon kremine batıp çıkmalar, "böyle­
si daha - uygun"lar... Hanımın bana karşı tavırları termometre misali,
Mösyö Xavier 'ye ayarlıydı. Annenin iyiliği evladının okşamalarının
hemen ardından geliyordu, evladın benden yüz çevirmesini de annenin
bana çektiği zılgıtlar izliyordu. Bu kalpsiz ve şımarık ufaklığın çalkan­
tılı aşk hevesine uyarlanan sinir bozucu gelgitlerin arasında kalmış bir
kurbandım. Bazen hanımefendinin bizi gözetlediği, kapımızı dinlediği
izlenimine kapılırdım. İlişkimizin değişken seyrini yakından gözledi­
ğini düşünürdüm. Ama hayır, onda kötülük içgüdüsü vardı, hepsi bu.
Dişi köpeğin avının kokusunu esen rüzgardan alması örneği, bizim ha­
nımefendi de duvarların ötesinden, ruhların ötesinden alırdı kötünün
kokusunu.

B eyefendiye gelince, işi başından aşkın, tezcanlı ve komik bir şe­


kilde boy gösterir, evdeki olayların, gizli kapaklı kötü sahnelerin ara­
sından sekip giderdi, sabahlan dosyalarını ve içi dini broşürler, iğrenç
müstehcen gazetelerle tıklım tıklım dolu olan iş çantasını eline alıp,
pembe ve sinek kaydı suratı ile kaybolurdu. Akşamlan, saygınlık sim­
gesi kravatı ile, hareketleri biraz gevşemiş, günün bayır işlerinin ağır-

208
lığından olsa gerek sırtı hafifçe kamburlaşmış, Hıristiyan sosyalizmiy­
le dolup taşarak ağır adımlarla yeniden belirirdi. Düzenli olarak her cu­
ma günü, aşağı yukarı hiç değişmeyen şu kaba güldürü sahnesi geçer­
di aramızda:
- Bil bakalım ne var içinde? diye sorardı bana, çantasını göstere-
·

rek.
- Müstehcen şeyler diye yanıtlardım gülerek.
- Hayır bilemedin ... matrak şeyler var...
Sonra onları bana verir, duygularım ortaya koymadan önce tepkimi
bekler, onun suç ortağıymışım gibi tebessüm etmekle yetinir, çenemi
okşar, dilini dudaklarında gezdirerek şöyle söylerdi:
- Hey ! . . Bizim ufaklık ne de gırgır şeymiş meğer...
Hiç bozuntuya vermez, nasılsa yakında önüme fıstık gibi bir fırsat
çıkar, taşı gediğine koyarım düşüncesi ile, beyefendinin ·bu oyununa
kablırdım.
Bir öğle sonrası çamaşırhaneye girdiğini görüp çok şaşırdım. Yal­
nızdım, mahzun bir halde dalmışbm işime. Daha o sabah Mösyö Xa­
vier ile çok üzücü bir sahne yaşamışbm ve sanırım hara olayın etkisin­
deydim. Beyefendi yavaşça kapıyı örttü, iş çantasını büyük masanın
üstünde bir yığın oluşturan çarşafların yanına koydu ve bana doğru
geldi. Ellerimi tuttu ve hafifçe okşadı. Kırpışan gözkapaklarının albn­
dan gözleri, güneşte kuluçkaya yatan kart bir tavuğun gözleri gibi fıl­
dır fıldır dönüyordu. İnsanı ölesiye güldürecek bir hali vardı.
- Celestine... dedi ... ben, ben size Celestine demeyi tercih ederim,
sizce bir sakıncası yoksa tabii?
Gülmemek için kendimi zor tutuyordum.
- Neden olsun ki efendim, diye yanıtladım, kendimi savunmaya
hazır bir halde.
- Pekfila öyleyse Celestine, sizi çok sevimli buluyorum... bunu
söylemek istemiştim!
- Gerçekten mi efendim?
- Hatta çok güzel... çok, çok güzel !
- Yapmayın efendim.
Parmakları ellerimi bırakmış arzudan titreyerek bluzum boyunca
ilerlemeye başlamıştı. Oradan da boynuma çıkb. Boynumu, çenemi,
ensemi tombul ve gevşek parınaklannın dokunuşuyla piyano çalar gi­
bi okşuyordu.
- Çok güzel... çok güzel! diye fısıldıyordu.

P!4ÖN/Och Hizmcıçisiniıı GüolUğil 209


B eni öpmeye yeltendi, bu öpücüğü engellemek için biraz gerile­
dim.
- Durun Celestine... yalvarınm size, sana yalvarıyorum ! Sana sen
diyebilir miyim? Kızmazsın değil mi?
- Hayır efendim... ama tuhafıma gider.
- Tuhafına gider öyle mi... seni küçük yaramaz seni... tuhafına gi-
der ha? Ah! Ah ! Sen beni tanımıyorsun henüz ! ..
Sesindeki ruhsuz ifade tamamen kaybolmuş, dudaklarına biraz sal­
ya bulaşmışu.
- Dinle beni Celestine. Gelecek hafta Lourdes'a gidiyorum ... Evet
ya, hacı adaylarını götürüyorum Lourdes'a. Lourdes'a gelmek ister
misin? Seni oraya götürmenin bir yolunu biliyorum ben... Gelmek is­
ter misin? Kimsenin ruhu bile duymaz. Sen otelde kalırsın, etrafı ge­
zer, canın neyi çekerse onu yaparsın. Ben de akşam otele gelirim. . .
odanda, yatağında bulurum seni ... seni küçük yaramaz seni ! .. A h ! Ah!
Sen beni tanımıyorsun hfila... Neler yapabileceğimi, bilmiyorsun. Bir
yaşlının deneyimi, bir delikanlının deli deli akan kanı var bende. Gö­
receksin ... göreceksin ... Ah senin şu iri, şehvet dolu gözlerin yok mu !
Beni şaşırtan, yapbğı öneri değil -bunu çoktandır bekliyordum za­
ten-, bu öneriyi beklenmedik bir yöntemle yapmasaydı. Yine de so­
ğukkanlılığımı elden bırakmadım . Ne kendisinin ne de kansının, her
ikisinin de pis hesaplarının oyuncağı olmadığımı bu ihtiyar zamparaya
göstermek ve onu aşağılamak için büyük bir istek duydum içimde. Su­
rabnın ortasına bir tokat indirir gibi şunları söyledim:
- Peki ama Mösyö Xavier? Mösyö Xavier 'yi hesaba katmamış gi­
bi bir haliniz var, ne dersiniz? Biz Hıristiyanlık uğruna akıblan para­
larla Lourdes 'da aşna fişne yaparken o ne yapacak acaba buralarda.
ha?
Bulanık, dürüstlükten uzak bir ışık... kapana kısunlmış vahşi bir
hayvanın bakışları parladı gözlerinin karanlığında .. Kekeledi:
- Mösyö Xavier mi?
- Evet ya! ..
-Bana ne diye Mösyö Xavier ' den söz ediyorsunuz? Mösyö Xavier
de nereden çıkb şimdi? Mösyö Xavier'nin bununla uzaktan yakından
bir ilişkisi yok.
Küstahlığımı daha da ileri götürerek:
- İnanayım mı yani sözünüze? Hadi canım siz de ... bana kurnazlık
yapmayın. . . Mösyö Xavier ile yatağa gireyim diye tutmadınız mı san-

210 F!4ARKA/Oda Hizmetçisinin Günlüğü


ki beni? Evet mi? Hayır mı? Evet, öyle değil mi? Pekfila... Ben Mösyö
Xavier ile yauyonım ... ama siz? Üzgünüm sözleşmede size yer veril­
memiş. Dahası. .. size bir şey söyleyeyim mi beybaba, alınmayın ama
hiç tipim değilsiniz.
Ve sonra da suraunın ortasına bir kahkaha patlauverdim.
Kıpkırmızı kesildi. Hiddetten gözleri çakmak çakı;nak oldu. Buna
rağmen tartışmaya girmeyi güvenliği açısından yerinde bulmadı çünkü
zırhlarımı geçirmiştim ben. İş çantasını kapUğı gibi kahkahalarımın eş­
liğinde tabanları yağladı.
Ertesi gün beyefendi beni yok yere, kaba sözlerle bir güzel azarla­
dı... Kızdım... Hanımefendi üzerimize geldi... Sinirden kudurdum.
Üçümüzün arasında geçen sahne öyle korkunç, öyle ığrençti ki, bura­
ya aktarmamak daha doğru olur. Pisliklerini, namussuzluklarını yüzle­
rine vurmak için kullandığım deyimler dile getirilir gibi değil. Mösyö
Xavier'ye ödünç verdiğim parayı geri istedim onlardan. Sinirden kö­
pürüyorlardı, derken elime bir yasUk geçirdim ve var gücümle onu be­
yefendinin kafasına fırlatum.
- Def olun! Gidin buradan, derhal, derhal, diye avaz avaz bağırı­
yordu hanımefendi, bir yandan da tırnaklarıyla yüzümü parçalamak is­
tediğini gösteren hareketler yapıyordu.
- Sizin adınızı demeğimden siliyorum. Artık benim derneğimin
üyesi değilsiniz ... sizi sokak şırfınusı... kız bozuntusu... orospu parça­
sı sizi, diye bağırıyordu beyefendi, iş çantasına yumruklarını indiriyor­
du.
Sonuç olarak hanımefendi bir haftalık ücretimin üstüne yatu, Mös­
yö Xavier' ye ödünç olarak verdiğim doksan frangı iade euneyi redde­
dip, parayı iç ettiği yetmezmiş gibi bana verdiği pılı pırtıyı geri istedi.
- Alayınız hırsızsınız, diye bağırdım, hepiniz pezevenksiniz ...
Sonra da onları polis komiseri ve sulh yargıcı ile tehdit ederek çe­
kip gittim.
- Rezalet çıksın istiyorsunuz demek. Peki öyleyse, edepsizler sürü­
sü!
Ne acıdır ki komiser bu işin kendisini ilgilendirmediğini söyledi.
Sulh yargıcı ise işi örtbas etmemi salık verdi ve şöyle izah etti:
- Öncelikle matmazel, size kiinse inanmaz ... Manuklı olan da bu,
böyle bilin ... Sorarım size... bir hizmetçi efendisi karşısında haklı çık­
mayı başarırsa bu toplumun hali ne olur? .. Toplum diye bir şey kalmaz
matmazel... B unun adı anarşi olur...

21 1
Bir davavekiline başvurdum. İki yüz frank istedi. Mösyö Xavier 'ye
yazdım, yanıt vermedi. Oturup hesap yaptım. Üç buçuk frangını kal­
mışu geriye ve tabii bir de sokak kaldınmlan ...

212
XIII

13 Kasım.

e yeniden Neuilly'de buluyorum kendimi, hizmetçilere iş bulma


Vbürosu görevini de üstlenen, bir tür sığınma evinde, Notre-Dame
des Trente-six-Douleurs'ün rahibelerinin yanındayım. B üyük bir bah­
çenin içinde beyaz cepheli -hakkını yememeli- güzel bir yapı burası.
Her elli adımda bir Meryem Ana heykelleri ile süslü bahçede, toplanan
yardım paraları ile inşa edilen yepyeni, harika küçük bir kilise göze
çarpıyor. Koca koca ağaçlar çevreliyor etrafını. Her saat başı çalan çan
sesleri geliyor kulağa. Çanların sesini duymak ne hoş! .. çan sesleri ile
uyanır insanın içinde, unutulmuş pek çok eski anı. Çanlar çalınca ka­
parım gözlerimi ve dinlerim, belki de hiç görmediğim ama yine de ta-

213
nımakta zorlanmadığını, çocukluğumun, gençliğimin birbirine karış­
mış anılarından çok hoş sahneler getiririm gözlerimin önüne; Bröton
gaydalannı duyarım. Fundalıkları, çakıllı kumsalı, bayramlarda ağır
ağır akıp giden kalabalığı görürüm... Dinn... dan... donn! .. Neşeli sayıl­
maz bu anılar, neşe ile pek ilgisi yok, aslında hüzünlü sayılır, aşk gibi
hüzün verici. Ama yine de ben severim... Paris'te sokak satıcılarının
korna sesinden ve tramvayların sağır edici çıngıraklanndan başka bir
şey duyulmaz oysa. ..
Notre-Dame des Trente-six Douleurs rahibelerinin konağında, çatı
katında, kümes gibi yatakhanelerde yatılır. Kasapların attığı etler, çü­
rümüş sebzelerle zar zor doyulur ve bu kuruma günlük yirmi beş ku­
ruş ödenir. Anlayacağınız size iş bulunca aylığınızdan keserler. Buna
da size karşılıksız iş buluyoruz derler. Bunun dışında, genelevlerin
borçlandırdıkları kadınlar gibi sabahın altısından akşamın dokuzuna
kadar çalışmak gerekir. Dışarı çıkış diye bir şey asla söz konusu değil­
dir. Yemek saatleri ve dini vecibeleri yerine getirmek için kullanılan
zamanlar teneffüsten sayılır. Mösyö Xavier olsa, "İşleri iş bu iyilikse­
ver rahibelerin" derdi herhalde. İyilikleri mükemmel bir nızaktan baş­
ka bir şey değil ... Sözün kısası sizi kandırıyorlar. Enayi geldim, enayi
gideceğim bu dünyadan... Bunca bedeli ağır deneyim, bunca mutsuz­
luk bana bir şey öğretmedi, ders almadım gitti. Alallı görünüp, bağırıp
çağırmama bakmayın, herkes tarafından kafalandım hep.
Arkadaşlar Notre-Dame des Trente-six-Douleurs rahibelerinden
pek çok kez söz etmişlerdi bana:
- Evet canım, bu eve çok şık kişiler gelirmiş, diyorlar; kontesler,
markizler, falan işte. Acayip iyi bir yer kapabilirmiş insan.
İnanırdım ben de. O kötü günlerde -kaz kafalıyını çünkü- içim
sımsıcak olarak anımsamıştım Pont-Croix rahibelerinin yanında geçir­
diğim mutlu yıllan. Zaten bir yere gitmek zorundaydım, cep delik
olunca gurur da kalmıyor.
Oraya vardığımda, kırka yakın hizmetçi vardı. Pek çoğu çok uzak­
lardan gelmişti. Ta Brötanya'dan, Alsace'tan ve güneyden. Daha önce
hiçbir yerde çalışmamış acemi, sakar, külrengi tenli, sinsi ve tuhaf ba­
kışları manastır duvarlarının ötesinden Paris' in büyüsüne çevrilen kız­
lard_ı bunlar. Diğerleri ise benim gibi işinden olan, feleğin çemberinden
geçmiş kişilerdi.
Rahibeler, nereden geldiğimi, elimin hangi işlere yatkın olduğunu,
iyi hal kağıtlarımın olup olmadığını, ne kadar paramın kaldığını sordu-
214
lar. Yalan yanlış bir sürü şey anlattım onlara, daha fazla bilgi isteme­
den kabul ettiler beni:
- Vah sevgili çocuk! Biz ona güzel bir yer bulacağız, dediler.
Biz hepimiz onların "sevgili çocuklar"ıydık. Vaat edilen o güzel
yeri beklerken bu sevgili çocuklardan her biri, yetenekleri doğrultu­
sunda bir iş tutardı. Kızlardan bir kısmı mutfak ve temizlik işleri ile
uğraşırken, diğerleri bahçede çalışır; ırgat gibi toprağı bellerlerdi ... Be­
ni hemen dikiş işine verdiler, Rahibe Boniface'ın dediğine bakılırsa es­
nek parmaklarım ve seçkin bir görünümüm varmış. İşe, papazın pan­
tolonlarını ve o ara kilisede bir dizi vaaz veren, bir tür Kapüsen olan
papazın donlarını onarmakla başladım. Ah bu pantolonlar! . . Ah bu
donlar! Orası kesin ki hiç benzemiyorlardı Mösyö Xavier'ninkilere.
Daha sonra, kilise işlerini azaltıp tamamen dünyevi işler verdiler eli­
me; ince zarif iç çamaşırları işlemeye başladım, bana beni kendi dün­
yamda hissettiren tam bana göre şeyler. Bu müessese ile ilgilenen zen­
gin hayırsever kadınların rahibelere ısmarladıkları şık bebek takımları
ve zarif çeyiz sandıklarını hazırlamaya başladım böylece.
Önceleri, geçirdiğim bunca ruhsal sarsınuya, kötü beslenmeme, pa­
pazın pantolonlarına, özgürlüğümün kısıtlanmasına ve görebildiğim
kadarı ile çok acı bir şekilde sömürülmemize rağmen, bu sessiz ve hu­
zurlu ortamdan gerçek bir haz aldım. Mantığımı fazla çalışurmıyor­
dum ... Dua etme isteği yerleşmişti yüreğime. Umutsuzluk, ya da daha
çok geçmişteki davranışımdan kaynaklanan bir tür yorgunluk beni de­
rin bir pişmanlık duygusunun içine sürüklüyordu. Üst üste papaza gü­
nah çıkarmaya gidiyordum, hani şu pis pantolonlarını onardığını, içten
dindarlığıma rağmen yine de bende saygısızca ve çılgınca duygular
uyandıran papaza Çok komik bir herifti papaz; yusyuvarlak, kıpkırmı-
zıydı. Sert tavırlı ve sert dilliydi. Yaşlı bir teke gibi kokuyordu. Üste­
lik garip sorular sorardı, genellikle de okuduğum kitaplar üstünde du­
rurdu:
- Arrnand Silvestre'den ha? Anladım ... ah! Aman Tanrım ! Kesin­
likle ahlaksız şeylerdir. .. Taklit yerine geçecek bir şey değil ama tehli­
keli de sayılmaz. Okunmaması gereken kitaplara gelince, bunlar inanç­
sızlık üzerine yazılanlardır, din aleyhtarı olan kitaplar... Mesela; Volta­
ire. Bakın asla... Asla Voltaire okumayın ... çok büyük bir günahur...
Renan'dan da bir şey okumayın ... Anatole France'tan da. . . İşte size

•isa'nın Taklidi: Güçlü, kolay anlaşılır bir Latinceyle XV. yüzyılda kaleme alınmış,
son derece özgün, dinsel bir yapıt. (yay. haz.)

21 5
tehlikeli kitaplar.
- Ya Paul Bourget, peder?
- Paul B ourget ! .. O doğru yola girmek üzere... Olmaz demiyo-
rum... Olmaz demiyorum. Ama Katolik düşüncelerinde samimi değil ...
henüz değil, en azından kafası fazla karışık. Sizin Paul B ourget bana
bir leğeni hatırlaur; içine yıkamak üzere her tür şeyin atıldığı, sabun
köpükleri ve kıllar arasında Zeytin Dağı'nın· zeytinlerinin de yüzdüğü
bir leğeni... Daha bitmedi, alın size Huysmans ... mesela o katıdır... ah
lanet olsun, çok katıdır... ama Ortodoks 'tur.
Ve şöyle anlatıyordu:
- Nerede kalmıştık? Ha evet! Vücudunuzla çılgın şeyler yapıyor-
dunuz öyle mi? İşte bu iyi şey değil ... Tanrım! Bu her zaman kötüdür.
Günah işlemek için günah işlemek... Hiç olmazsa efendilerle olsaymış,
inançlı kişilerse elbette; tek başına ya da kendine benzeyen insanlarla
işlemekten daha iyidir. Bu affedilir bir günah sayılır... Tann'yı daha az
kızdırır. Belki de bu insanların ayrıcalığı vardır... pek çoğuna verilmiş­
tir bu ayrıcalık...
Tam Mösyö Xavier ve babasının adını söylüyordum ki kendisine:
- İsim istemez, diye bağırdı ... Ben sizden isim istemiyorum, sakın
isim vermeyin bana, hiçbir zaman. Ben polis değilim. Zaten adım söy­
lediğiniz kişiler zengin, saygıdeğer kişilerdir; son derece dinibütün ki­
şilerin adını veriyorsunuz bana ... Aslına bakarsanız, suç sizin, ahlak
kurallarına ve topluma karşı çıkıyorsunuz.
Bu gülünç söyleşi ve özellikle de aklımdan bir türlü silemediğim,
bu pantolonların tedirgin edici ve insani görüntüsü dine karşı duydu­
ğum ilgiyi ve pişmanlık duygularımı azaltmaya yetti. İş de beni sık­
mıştı artık, mesleğime karşı duyduğum özlemi kamçılıyordu. Bu ha­
pishaneden kaçıp kurtulmak, banyoların mahremiyetine geri dönmek
isteği ile yanıp tutuşuyordum. Güzel kokulu çamaşırlarla dolup taşan
dolapları, taftaların kabardığı, dokunmaya doyamadığım saten ve ka­
difelerin hışırdadığı gardıropları ve hele hele banyoları, mis kokulu sa­
bunların sarışın bedenlerde köpürdüğü banyoları iç geçirerek anımsı­
yordum. Mutfaktaki dedikodular... akşamları merdivende ve yatak
odalarında geçen beklenmedik serüvenler! Gerçekten de çok ilginç!
Orada iken bu tür şeyler benim midemi bulandırırken, işsiz kaldığım­
da gözümde tütüyor... Bıkmıştım artık, son derece bıkmıştım, rahibe­
lerin Levallois pazarından aldıkları ekşimiş frenküzümü reçelini ye-
* Calvarium: İsa'nın çarm ıha gerildiği Golgotha Tepesi (Zeylin Dağı). (ç.n.)
216
mekten içim dışıma çıkmıştı. İyiliksever kadınların çöp arabasından
bulup buluşturdukları ne varsa bize uygundu.
Beni asıl çileden çıkaran, bizi durmadan uluorta, sürekli bir yüz­
süzlükle sömürmeleriydi. Çevirdikleri numara çok basitti; saklamıyor­
lardı bile denebilir. Sadece, kendilerine yarar sağlamaktan yoksun kız­
lara iş buluyorlardı. İşlerin e yarayan kızlara ise tutsak gibi el koyuyor,
güçlerini, yeteneklerini ve saflıklarını kötüye kullanıyorlardı. Hıristi­
yan yardımseverliği görünümü altında, hizmetçi ve işçi sahibi olmanın
yolunu bulmuşlardı; onların sırtından gelir sağladıklarından başka,
ruhları sızlamadan akıl almaz aşağılık bir dalavere ile onları soyup so­
ğana çeviriyorlar, minicik gelirlerine el koyuyorlardı ... Ve masraflar
arttıkça artıyordu.
Önce ufak yollu yakındım, sonra ise bir kez olsun görüşme odası­
na çağrılmadığını dile getirdim sertçe. Masum rollerindeki saman al­
tından su yürüten rahibeler şikayetlerimin tümüne şöyle yanıt veriyor­
lardı.:
- Biraz sabır, sevgili çocuğum. Sizi unutmadık sevgili çocuğum,
mükemmel bir yer arıyoruz size... çok özel bir yer olsun istiyoruz. . . si­
ze neyin uygun olduğunu biliyoruz. . . Sizin için arzuladığımız ve sizin
hak ettiğiniz tek bir yer olsun çıkmadı şimdiye kadar.
Günler, haftalar akıp gidiyordu, hiçbir yer bana uygun değildi, hiç­
biri yeterince özel değildi benim için ... Ve masraflar arttıkç a artıyor­
du ...
Yatakhanede bir nöbetçi olmasına karşın her gece tüyler ürperten
olaylar olurdu. Nöbetçi denetimini bitirip herkesi de uykuda sanıp çe­
kilir çekilmez beyaz gölgelerin kalktığı, kapalı perdelerin altındaki di­
ğer yataklara süzüldükleri görülürdü. Sonra da soluk soluğa öpüşme
sesleri, kesik kesik çığlıklar, sessiz gülüşmeler, fısıldaşmalar duyulur­
du . . . Arkadaşlarımız hiç sıkılmıyorlardı doğrusu ... Yatakhanenin orta­
sında tavandan sarkan lambanın ölgün ve titrek ışığında defalarca
edepsizliğin daniskası sahnelere tanık oldum; insana özgü olmayan acı
sahnelerdi bunlar. Rahibeler, yüksek ahlfildı kadınlar bir şey görme­
mek için gözlerini kapıyor, bir şey duymamak için kulaklarını tıkıyor­
lardı . . . Evlerinde skandal çıksın istemedikleri için -aksi halde suçlula­
rı kovmak zorunda kalırlardı- bu korkunç şeyleri görmezden gelip ses­
lerini çıkarmıyorlardı. . . Ve masraflar arttıkç a artıyordu.
Neyse ki, sıkıntılarımın en yoğun olduğu sırada, Üniversite Soka­
ğı ' ndaki evde çalışırken tanıdığım ve kendisine Clecle adını taktığım

217
eski bir arkadaşım olan Clemence'i binadan içeri girerken görmek çok
sevindirdi beni... Clemence çok sevimli bir kızdı; sapsan, pespembe,
anasının gözü biriydi. Yaşam doluydu, neşeliydi! . . Her şeye güler, her
şeyi kabul eder, her yere uyum sağlardı. Fedakar ve sadık arkadaşımın
tek bir zevki vardı; hizmet etmek. Şehvet düşkünlüğü iliklerine işle­
mişti. Çok doğal, saf ve neşeli olması nedeni ile bu tutkusu iğrenç kar­
şılanmazdı. Şehveti bir bitkinin çiçeklerini, örneğin bir kiraz ağacının
kirazlarını taşıdığı gibi taşırdı... Sevimli bir kuş gibi öten düşük çene­
si birkaç gün de olsa bana sıkıntılarımı unutturdu, içimdeki isyanı bas­
tırdı... Yataklarımız yan yanaydı, bundan yararlanıp daha ikinci gece
aynı yatağa girdik. Ne yapayım? B elki ona özenme ... belki de uzun za­
mandan beri içimi kemiren merakı dindirme gereksinimi idi .... Bu, as­
lında Clecle'nin tutkusuydu ... dört yıl öncesine dayanıyordu. Bir gene­
ralin eşi olan, hanımefendilerinden biri tarafından baştan çıkarıldığın­
dan beri bu böyleydi ...
Birlikte yattığımız gecelerden birinde alçak sesle, komik fısıltılar­
la. Versailles'da oturan bir hfildmin evinden geldiğini anlatmıştı:
- Düşün ki odada hayvandan başka bir şey yoktu... kediler... üç pa­
pağan ... bir maymun ve iki köpek ... ve bunların tümüne bakmak gere-
kiyordu. Ne yapsak yeterli gelmezdi onlara. yaranamazdık... Bize ne
yedirseler beğenirsin ! .. evin değişmez kuralı... yemek artığı... Ya onla-
ra? .. Kümes hayvanlarından çekilen ziyafetin artıkları, sonra kaymak,
pasta ve Evian suyu, canım ! .. Evet ya, bu pis hayvanlar Evian suyun­
dan başka bir şey içmezlerdi, tifo yüzünden... Versailles' da salgın vardı
da O kış, hanımefendi kedilerle maymunun yattığı odaya kurmak üze­
re odamdaki sobayı söktürmek yüzsüzlüğünü gösterdi. Ya işte böyle!
Aklın alabiliyor mu bunu?.. Nefret ediyordum onlardan, özellikle de
köpeklerden birinden... Sürekli eteklerimin arasında dolaşan iğrenç, ih­
tiyar fino köpeğiydi, tekmelerime aldırış ettiği yoktu. Ertesi sabah ha­
nımefendi onu döverken yakaladı beni... Sahneyi gözünün önüne getir
bir kere... Apar topar kapı dışarı etti... Bu köpeğin marifetini bir bilsey­
din canım...
Kahkahalarını memelerimin arasında. göğsümde bastırarak şöyle
anlattı:
- Dinle bak . . . bu köpek var ya . . . işte bu köpekte bir erkeğin arzula­
n vardı . . . diye bitirdi sözünü.
Pes artık! Şu Clecle yok mu! Öyle komik ve sevimliydi ki! ..

218
Hizmetçilerin peşini bırakmayan belalan da, ömür billah üzerleri­
ne çöreklenen zalim sömürüyü de kimse tahmin edemez. Bazen efen­
diler, bazen hayırsever kurumlar, bazen de simsarlar -arkadaşları say­
mazsak tabii, aralarında gerçekten de belalıları vardır- sömürür durur­
lar. Kimsenin kimse ile ilgilendiği yoktur. Her biri kendinden kötü du­
rumda olanın sefaleti ile eğlenir, onun sefaletinden ziftlenir. Sahne de­
ğişir, dekor başka bir biçim alır; farklı ve düşman sosyal çevrelerden
geçersiniz. Tutku hep aynı kalır, iştah hep aynı iştah. B urjuvanın kü­
çük apartman dairesi, bankerin görkemli evi; her ikisinde de aynı pis­
liği görür ve aynı acımasızlığa toslarsınız. Yani benim gibi bir kız için
sonuç baştan ilan edilmiştir; yenilgi ... Ne yaparsa yapsın, nereye gider­
se gitsin, değişmez. Yoksullar, insan gübresidir, orada yaşam ekini bi­
ter, zenginlerin biçtiği neşe ekini biter ve zenginler onları zalimce bi­
ze karşı kullanırlar...
Kölelik kalkmışmış güya... Güleyim bari ! Madem öyle biz hizmet­
çiler kimiz? Köle değilsek neyiz? .. Kölelikle birlikte gelen ahlaksızlık,
kaçınılmaz kader olan çürümüşlük, kinle beslenen isyan gibi özellikle­
ri ile adı konmamış köleyiz biz. Kısacası bal gibi köleyiz biz! Hizmet­
çiler efendilerden öğrenirler ahlaksızlığı . . . Temiz, saf girerler işe, böy­
lesi vardır bu meslekte ... ahlaksız alışkanlıklarla tanışır tanışmaz koku­
şurlar anında ... varsa yoksa kötülük; göz onu görür, ciğer onu teneffüs
eder, el ona dokunur. Anbean, günbegün şekillenir bu ortamda hizmet­
çiler. Karşı konamaz kötülüğe, tam aksine, ona hizmet etmek zorunlu­
luğu vardır, saygı duymak, üstüne titremek. . . Ve isyan bayrağı kaldırır
onu yeterince memnun etmekten yoksun olanlar, doğal gelişmesini en­
gelleyen zincirleri kıramayanlar. İşte bu akıl almaz bir şey! Bizden her
konuda dürüstlük isterler, her konuda boyun eğme, alabildiğine özve­
ri, cesaret ve her konuda cömertlik; sadece kötülük okşar efendilerin
gururunu ve bir de çıkarlarına hizmet edenler: B unların tümü horgörü
ve bir de ayda otuz beş ila doksan frank ücret uğruna. Yok artık! .. B u
kadarı d a fazla! . . Buna bir d e hiç bitmeyen bir kavga içinde olduğumu­
zu, çalışuğımız yerin yarım yamalak geçici lüksü ile ertesi gün işsiz
kalmak korkusu arasında kaldığımızı ekleyin; dahası var, bizi yarala­
yan kuşkulu gözleri her an üzerimizde hissederiz, gözümüzün önünde
kapılar sürgülenir, çekmeceler kilitlenir, hatta yetmez üç kez çevrilir
anahtar, içki şişelerine işaret konur, kuru pastalar, erikler sayılır, her an
ellerimiz, ceplerimiz, eşyalarımız gurur kırıcı polis bakışları ile araşu­
nlır. Çünkü suratımıza "Hırsız! .. Hırsız ! . . Hırsız ! . ." diye haykırmayan

219
tek bir kapı, tek bir dolap, tek bir çekmece, tek bir şişe, tek bir eşya
yoktur evde. Bu korkunç eşitsizlik, alın yazısındaki tüyler ürperten bu
farldılık karşısında sürekli aşağılanmamızı da ekleyin bunlara Samimi
davranışlara, tebessümlere, armağanlara rağmen bu alın yazısının ha­
nımefendilerle aramıza koyduğu aşılmaz boşluğu, uçurumu, içten içe
gelişen kin duygusunu, bastırılmış arzuları ve gelecekteki intikamı;
sevgisiz, adaletsiz yaratıklar olan bu varsıl kişilerin kaprisleri ve hatta
yaptıkları iyiliklerle anbean daha belirgin, daha onur kıncı, daha aşa­
ğılayıcı hale dönüşen aramızdaki bu farklılığı, onu da ekleyin. Bir an
olsun ölümcül ve haklı bir kin, öldürme arzusu duyabileceğimizi dü­
şündünüz mü?.. Evet ya, aşağılık, utanç verici bir şeyi tanımlarken
efendilerimiz acımasızca insanlığımızı reddeden bir tiksintiyle yüzü­
müze karşı bağıra bağıra: "Onda hizmetçi ruhu var... bu duyguya an­
cak hizmetçilerde rastlanır...." dediklerinde öldürme arzusu duyabile­
ceğimizi ... Bu cehennemde başka ne olmamızı beklerdiniz ki? Güzel
giysilerim olsun istemez miydim? Öyle mi düşünüyor hanımefendiler?
Güzel arabaların içinde gezmek, sevgililerimle eğlenmek istemez miy­
dim? Benim de hizmetçilerim olsun istemez miydim? Bize özveriden,
dürüstlükten, bağlılıktan dem vururlar... Yo, ama bu uğurda siz kendi­
nizi paralardınız değil mi, kancık karılar sizi ! ..

Bir seferinde Cambon Sokağı'ndaydı... -vay be saymakla bitmiyor,


amma da yer değiştirmişim !- efendiler kızlarını evlendiriyorlardı. Ar­
mağanları sergilemek için görkemli bir davet verdiler. O kadar çok ar­
mağan vardı ki, bir nakliyat kamyonunu doldururdu herhalde. Baptis­
te'e -Baptiste oda hizmetçisiydi- şöyle sordum şamata olsun diye:
- Eee... Baptiste, sizden ne haber? Hani sizin armağanınız?
- Arm ağanım mı? dedi omuzlarını silkerek.
- Hadi, söyleyin bakalım!
- Yataklarının altına ateşlenmiş bir bidon benzin ... Bu da benim
armağanım işte...
Çok şık bir cevaptı, şu Baptiste denen adam tam bir siyasetçiydi
doğrusu.
- Eee, ya sizinki Celestine? diye sordu bu kez.
- Benimki mi?
Ellerimi pençe gibi kıvırdım, tırnaklarımı bir surata vahşice geçir­
meye hazır vaziyette şöyle dedim:
·- Gözlerine sokmak için tırnaklarım. . .
220
O sırada hünerli parmaklan ile çiçekleri ve meyveleri kristal bir ka­
ba özenle yerleştirmekle meşgul olan baş uşak kendisine hiçbir şey
sormamış olmamıza karşın gayet sakin bir tonda şöyle girdi konuşma­
mıza:
- B ana sorarsanız, ben kilisede suratlarına bir şişe kezzap dökmek­
le yetinirdim ...
Ve bunu söyledikten sonra iki armudun arasına bir gül sapladı.
Evet ya! Onları sevmek ! . . İlginç olan şu ki intikam almak için bu
tür fırsatlar çok az geçer elimize ... örneğin bir aşçıyı ele alalım... efen­
dilerinin yaşamını her gün ellerinde tutar... tuz niyetine, bir tutam ar-
senik... sirke niyetine de bir gıdım striknin attı mı tamamdır... ama ha­
yır! .. hayır yapmaz... Acaba diyorum, söyledikleri gibi gerçekten de,
kanımıza hizmetçilik ruhu mu işlemiş yoksa?
Ben eğitimli biri değilim, içimden geçenleri, gözlerimin gördükle­
rini yazarım sadece... ve diyorum ki, tüm bunlar hiç hoşuma gitmiyor;
her kim ki çatısının alunda ister dünyanın en sefilini, ister kızların en
müsveddesini barındırır onu korumakla, mutlu etmekle yükümlüdür...
Ve yine diyorum ki ben; eğer efendi bunu bize vermezse bizim onu al­
maya hakkımız doğar; ister cebinden, ister kanından ...
Ve sonra, sonrasını boş ver, yeter bu kadar... B aşımı ağrıtan, mide­
mi altüst eden bu tür şeyleri düşünmekle iyi etmedim, iyisi mi amlan­
ma döneyim ben yine...

Notre-Dame des Trente-six.-Douleurs rahibelerinden güçbela kur­


tuldum. Clecle'nın aşkına, bana tattırdığı hoş ve yeni duygulara rağ­
men bu kodeste çok fazla zaman geçirdiğimi düşünüyordwn ve birden­
bire özgürlüğe susayıvermiştim. Gitmekte ne denli kararlı olduğumu
anlayınca iyilik timsali rahibeler anında kırk tane iş buldular bana,
benden başkasına uygun iş yokmuş gibi... Ama, genelde -aptalım de­
diysem de her zaman değil- anlarım çevrilen dolapları... Bu işlerin tü­
münü, her birine birer bahane bularak, geri çevirdim. Bu saygıdeğer
rahibelerin suratları görülmeye değerdi... çok komikti... Akılları sıra
beni yaşlı softa kanların yanına yerleştirecek ve maaşıma el koyup
pansiyon ücretimi faizi ile birlikte alacaklardı. . . Bu kez onlara oyun
oynama zevki bana aitti ...
Bir gün, Hemşire Boniface' a hemen o akşam ayrılmak niyetinde
olduğumu bildirdim. Kollarını havaya kaldırarak şunları söyleme yüz­
süzlüğünü gösterdi:

221
- Fakat sevgili çocuğwn, bu mümkün değil.
- Nasıl, mümkün değil yani?
- Ama sevgili çocuğum böyle çekip gidemezsiniz bu evden... Yet-
miş franktan fazla borcunuz var bize. Önce bu yetmiş frangı ödemeli­
siniz ...
- İyi de ne ile ödeyeceğim, diye yanıtladım. Beş param yok... Av­
cunuzu yalayın siz...
Rahibe Boniface bana kinlenerek baktı, daha sonra vakur ve ciddi
bir tarzda şöyle konuştu:
- İyi de matmazel, bu yaptığınıza düpedüz soygunculuk dendiğini
biliyorsunuz değil mi? .. Hatta bizim gibi zavallı kadınlan soymak,
soygundan da öte bir şey... öyle bir günah ki bu, Tann cezanızı verir
sonra. Siz yine de iyi düşünün...
İşte o zaman tepem attt:
- Vay, demek öyle ha? diye haykırdım. Burada kim kimi soyuyor­
muş bakayım, ben mi sizi, yoksa siz mi beni? Yamansınız doğrusu sev­
gili rahibelerim...
- Matmazel, benimle böyle konuşmaktan men ederim sizi...
- Öf! B eni rahat bırakın, yetti be... Siz ne söylemeye getiriyorsu-
nuz? İşinizi görüyoruz... sabahtan akşama kadar öküz gibi çalışıyoruz
sizin için. Yığınla para kazandırıyoruz. Önümüze atttğınız yiyecekleri
köpekler bile yemez. Üstelik bir de size para ödeyecekmişiz! Bu ne
küstahlık!
Rahibe Boniface'ın yüzü kireç gibi oldu, kaba, pis, hakaret dolu
sözcüklerin dilinin ucuna kadar geldiğini, dökülmeye hazır oldııklan­
nı hissettim. Onları dile getirmeye cesaret edemedi ve kekeleyerek
şunları söyledi:
- Kapayın çenenizi! Utanmaz, imansız bir kızsınız siz ... Tann ceza­
nızı verecektir... Gidin, eğer istiyorsanız... eşyalarınıza el koyuyoruz.
Meydan okur gibi önüne dikildim, yüzüne dik dik bakarak:
- Hele bir yapın da göreyim ! dedim. Deneyin isterseniz eşyalarıma
el koymayı... Deneyin de anında polis kapınıza dikilsin... sizin dinden
anladığınız, papazların pis donlarını üstünkörü yamamak, zavallı kız­
ların ekmeklerini ağızlarından almak, yatakhanede her gece olan biten
korkunç şeylere göz yummaksa bilmem artık...
Rahibe hazretleri sapsan kesildi. Sesi ile benimkini basnrmaya ça­
lıştı.
- Matmazel.... Matmazel...

222
- Her gece yatakhanede olup biten pislikleri bu nedenle bilmezlik­
ten geliyorsunuz! Yalan mı? Gözlerimin içine baka baka bundan habe­
riniz olmadığını söylemeye cesaretiniz var mı, ha? Üstelik onları bu
yola teşvik bile ediyorsunuz çünkü onlar sizin gelir kaynağınız ... evet
doğru, onlar sizin gelir kaynağınız!
Bedenim sarsılarak, nefes nefese, boğazım kuruyarak şöyle nokta­
ladım suçlamamı:
- Din bu mu? Hapishane mi yani? Genelev mi? .. Eğer öyleyse alın
dininizi başınıza çalın... Eşyalarım, anlıyor musunuz? Eşyalarımı isti­
yorum ben... bana eşyalarımı hemen şimdi vereceksiniz.
Hemşire Boniface korktu.
- Yoldan çıkmış bir kızla tartışmak istemiyorum, dedi vakur bir
sesle ... Pekfila .. gideceksiniz madem öyle.
- Eşyalarımla mı?
- Eşyalarınızla ..
- Oldu... Oh be! Buradan eşyaları almak için çıngar çıkarmak ge-
rekiyormuş meğer... Gümrükten de beter burası...
Gerçekten de gittim, hem de o akşam ... Clecle, çok nazik davrandı
doğrusu, birkaç kuruşu varmış meğer bir köşede... yirmi frank ödünç
verdi bana... Sourdiere Sokağı'ndaki pansiyona gidip bir oda tuttum.
Kendime bir kıyak yapıp Porte-Saint-Martin'den bir balkon bileti al­
dım. Les Deux Orphelines· oynuyordu. Bu kadar mı olur, beni anlatı­
yorlardı sanki...
Nefis bir gece geçirdim ağlayarak; ne ağladım, ne ağladım! ..

• İki Yelim Kız. (ç.n.)

223
XIV

18 Kasım.

ose öldü. Gerçekten de kara bulutlar çöktü Yüzbaşı'nın evinin üs­


Rtüne. Zavallı Yüzbaşı! .. Gelinciği öldü ... Bourbaki öldü... Şimdi de
sıra Rose' da. Birkaç gündür iyi değildi zaten, önceki gece ani bir ak­
ciğer kanaması ile gitti. Bu sabah gömdüler onu. Çamaşırhanenin pen­
ceresinden gördüm yoldan geçen cenaze alayınL Altı tane adamın kol­
larında gidiyordu ağır tabut. Üzeri bakire bir genç kızın tabutu gibiy­
di; çelenklerle, buket buket beyaz çiçeklerlerle süslenmişti. Büyük bir
kalabalık, -Mesnil-Roy dökülmüştü yola- siyah ve çenebaz uzun bir
kuyruk arkasındaydı; daracık siyah ve tamamen askeri görünümlü re­
dingotunun içinde dimdik duran Yüzbaşı Mauger cenaze alayının ba-

224
şında gidiyordu. Kilisenin uzaktan gelen çan sesleri zangocun çaldığı
çan seslerine yanıt veriyordu. Hanımefendi, cenaze törenine katılmamı
istemediğini söylemişti. B enim de canıma minnet, içim hiç çekmiyor­
du zaten. Şişko cadalozu zaten sevememiştim bir türlü, ölümü etkile­
medi beni, hiçbir şey hissetmedim. Özler miyim acaba, ara sıra da ol­
sa yolumu kesmesini bekler miyim? .. Bakkal kadının dükkanında de­
dikodu gırla gider artık! ..

Bu ani ölümü Yüzbaşı'nın nasıl karşıladığım öğrenmek için can


atıyordum . Beyefendi ve hanımefendi misafirliğe gitmişlerdi, ben de
fırsat bu fırsat deyip öğleden sonra çit boyunca yürüyüş yaptım. Yüz­
başı'mn bahçesi hüzünlü ve ıssız. Toprağa saplanmış bir bel çalışma­
nın bırakıldığını gösteriyor. "Yüzbaşı bahçeye gelmeyecek anlaşı­
lan ... " diye geçirdim içimden. "Odasına kapanmış, berbat bir durum­
da, anıları ile baş başa ağlıyor olmalı ... " Aniden karşımda beliriveriyor.
Törende giydiği güzel redingotu yok sırtında, iş giysilerini geçirmiş
yeniden, başında o antika polis bonesi olduğu halde ha babam de ba­
bam çimenlere gübre taşıyıp döküyor. Hatta trompet sesi çıkararak
marş bile mınldanıyor. El arabasını bırakarak, omzunda dirgeni ile
yanıma geliyor:
- Sizi gördüğüme memnun oldum Matmazel Celestine, diyor.
Üzüntülerimi bildirmek, onu teselli etmek geçiyor içimden. Uygun
bir kelime, cümle arıyorum. B öyle gülünç suratlı birinin karşısında siz
gelin de bulun dokunaklı bir söz ...
- Büyük bir felaket, Yüzbaşım, büyük bir felaket sizin için . . . zaval­
lı Rose! diye hep aynı şeyleri söylemekle yetiniyorum.
- Evet, evet ... diyor cansız cansız.
Yüzünde hiçbir ifade yok, hareketlerinden bir şey çıkarılacak gibi
değil. Çitin bitişiğinde, toprağın gevşek olduğu bir yere tırpanını sap­
layıp şöyle devam ediyor:
- Yanımda kimse olmadan yaşamaya alışkın olmadığımı düşünür-
sek. . .
Rose'un hizmetçilik erdemleri üzerinde duruyorum:
- Yerini kolay kolay dolduramayacaksınız, Yüzbaşı.
Hiç de duygulanmış bir hali yok, hatta aniden parlayan gözleri, ca­
na gelen hareketlerine bakılırsa büyük bir yükten kurtulmuş izlenimi
veriyor.
- Pöh! diyor kısa bir sessizlikten sonra ... her şeyin yeri doldurulur...

Fi SÖN/Oda Hizmetçisinin Günlüğü


225
Bu kabullenmişlik felsefesi beni şaşırtıyor, hatta biraz da kanıma
dokunuyor. Azıcık şakalaşmak, Rose'u kaybetmekle neleri kaybettiği­
ni ona göstermek istiyorum...
- O sizi çok iyi tanıyordu; huyunuzu suyunuzu, neleri sevip, nele­
re kızdığınızı çok iyi bilirdi, size çok bağlıydı!
- Evet ya! Bir bu kusur kalmıştı zaten, diye dişlerini gıcırdatıyor.
Her türlü itirazı engellemek istermiş izlenimini veren bir hareket
yaparak devam ediyor.
- Hem üstelik bana çok mu bağlıymış ki? .. Bakın, size söylemek
iyi olur; ben aslında Rose' dan bıkmıştım ... İnanın, doğru ! Ona yardım­
cı olsun diye aldığımız küçük çocuk eve adımını attığı günden beri ev­
de hiçbir şeye elini bile sürmüyordu ... ve hiçbir şey yolunda gitmiyor­
du, ama hiçbir şey... Gönlüme göre pişmiş bir rafadan yumurta bile yi­
yemez olmuştum. Dahası, incir çekirdeğini doldurmaz şeyler yüzün­
den gün boyu huysuzluk ederdi. On kuruş harcamayagöreyim, bağır­
malar, sitemler gırla giderdi ... hele bir de sizinle konuşmuşsam ... ay­
nen şimdi yaptığım gibi... sormayın gitsin, olay çıkardı çünkü o kıs­
kançtı, kıskanç... Yo hayır... sizi şey yerine koyardı... Bir işitseydiniz
söylediklerini! Yo hayır... hayır... Neyse anlayacağınız, kendi evimde
değildim sanki!
Gürültülü ve derin bir nefes aldıktan sonra, uzun bir yolculuktan
dönen biri gibi büyük ve yeni bir coşku ile gökyüzünü, bahçenin çınl­
çıplak çimlerini, ışıkta mora çalan iç içe girmiş motifler gibi görünen
ağaç dallarını, sevgili evini seyrediyor.
Rose'un anısına saygısızlık diye değerlendirdiğim onun bu coşku­
su şimdi bana çok komik geliyor. Biraz daha içini deşmek için Yüzba­
şı 'nın damarına basıyorum... Sitem eder gibi şöyle diyorum:
- Yüzbaşı, bence siz Rose' a haksızlık ediyorsunuz.
- Bak sen ... öyle ha! diye tersleniyor. Siz bilmiyorsunuz, siz... si-
zin bir şey bildiğiniz yok... Bana çektiği numaralan, despotluğunu,
kıskançlığını, bencilliğini gelip size yetiştirmiyordu tabii. Her şey
onundu, kendi evimde bana ait bir şey kalmamıştı. Bunları aklınız alır
mıydı? Voltaire koltuğum... benim değildi artık... artık asla değildi.
Hep o alırdı. Aslında her şeyi o alırdı... Bu kadar basit. Akıl alır gibi
değil, o sevmiyor diye zeytinyağlı kuşkonmaz yiyemediğimi düşünü­
yorum da! Oh be! Ne iyi etti de öldü ... Başına gelebilecek en iyi şeydi
ölüm . . . çünkü, öyle ya da böyle. . . daha fazla tutmayacaktım yanımda,
hayır, hayır. Öf be! Onu zaten yanımda tutmayacaktım. Bunaltıyordu

FiSARKA/Oda Hizme(fisiniıı Güıı!uğü


226
beni! Gına gelmişti ondan, size bir şey söyleyeyim mi? Eğer ben on­
dan önce ölseydim Rose hapı yutmuştu ya! Öyle bir oyun hazırlamış­
tım ki yüreğine çöreklenecekti acısı. Bu konuda size güvence veririm.
Dudaklaruıda beliren tebessüm hain bir sırıtmaya dönüşüyor. Her
kelimesinin ardından salyalı kahkahalar savurduğu konuşmasını şöyle
sürdürüyor:
- Ona ev, para, gelir, ne varsa bıraktığımı yazdığım vasiyetten ha­
berdarsınız değil mi? Size söylemiştir mutlaka. .. Herkese anlatıyordu
bunu ... Ama anlatmadığı şey ise, anlatamazdı çünkü kendisinin de ha­
beri yoktu, iki ay sonra birinciyi geçersiz kılan ikinci bir vasiyettıame
yazmış olmamdı. Ona hiçbir şey bırakmıyordum böylece... ya! işte
böyle.
Kendini daha fazla tutamayıp bir kahkaha patlattyor, ne kahkaha
ama; ciyak ciyak öten bir serçe sürüsü geçiyor sanki tepemizin üstün­
den . . . Sonra bağın.yor:
- Bu, nasıl fikir ama, ha? Ah! Servetimin tümünü, ha, ha! Fransız
Akademisi'ne bağışladığımı duyunca surattnın almış olacağı şekli bu­
radan görebiliyor musunuz? Çünkü sevgili Matmazel Celestine... Bu
doğru ... servetimi, Fransız Akademisi'ne bırakıyorum ... Nasıl fikir
ama!..
Gülmesi geçsin, sakinleşsin diye bekliyor ve sonra sert bir tonda
soruyorum:
- Ee ... şimdi ne yapacaksınız, Yüzbaşı?
Yüzbaşı uzun uzun baku, sinsi sinsi baktı, sevdalı sevdalı baktı yü-
züme ve şöyle dedi:
- Böyle işte ! . . bu size bağlı...
- Bana mı?
- Evet, size, sadece size.
- Ee ... peki bu nasıl oluyor bakalım?
Yine kısa süren bir sessizlik boyunca, baldırları gergin, vücudu dim ­
dik, keçi sakalı yamuk ve sivri, beni cazibesi alttna almaya çalışıyor:
- Hadi ... diyor aniden, hadi hedefe dümdüz gidelim ... açık açık ko­
nuşalım ... asker gibi. Rose'un yerine almak ister misiniz? .. O yer sizin-
dir...
Bu hücumu bekliyordum. Gelişini ta gözlerinin derinliğinde gör­
müştüm ... Beni şaşırtmıyor. Renk vermeyen, ciddi bir yüz ifadesi takı­
nıyorum.
· - Vasiyetnameden ne haber Yüzbaşı?

227
- Yırtanın, yapmayın Tanrı aşkına!
Bahane ileri sürüyorum:
- Ben yemek pişirmeyi bilmem ki ! dedim.
- Ben pişiririm... yatağımı ben yapanın ... sizinkini de, öfff! Her şe-
yi yapanın.
Nazikleşip müstehcen bir tavır takınıyor. Gözleri çapkın çapkın
bakmaya başlıyor. Namusum adına ne mutlu ki aramızda çit var, çün­
kü eminim o olmazsa kesin üstüme atlardı.
- Yemek var... yemekçik var... diye bağırdı, boğuk aynı zamanda da
gümbür gümbür bir sesle... Benim sizden istediğim... Ah Celestine, ka-
lıbımı basarım ki bilirsiniz... içine baharat katmayı bilirsiniz ! Ah! Kah-
retsin!
Alaylı alaylı gülümsüyor ve küçük bir çocuğa davranır gibi parma­
ğımla onu tehdit ediyorum:
- Yüzbaşı... Yüzbaşı... siz küçük bir domuzsunuz!
- Hayır küçük değil! dedi şişinerek iri... çok iri ... Kahretsin öf!
Sonra .. başka bir şey daha var... size söylemeliyim mutlaka...
Çite doğru eğiliyor, boynunu uzatıyor... gözlerine kan oturmuş ...
Daha alçak bir sesle şöyle diyor:
- Eğer benim yanıma gelirseniz Celestine... o zaman...
- O zaman ne?..
- O zaman, Lanlaire'ler sinirden kudururlar. Ah! Nasıl fikir ama!
Susuyor, derin düşüncelere dalıyor gibi yapıyorum ... Yüzbaşı sa­
bırsızlanıyor, sinirleniyor, ayakkabısının topuğu ile yolun kumlarını
eşeliyor.
- Haydi Celestine ... Ayda otuz beş frank, efendinin masası. .. efen­
dinin yatak odası... kahretsin! Bir de vasiyetname... uyar mı size? Ce­
vap verin bana...
- Bunu daha sonra görüşürüz, iyisi mi siz bu arada başka birini bu­
lun, kahretsin!
Boğazımda yükselen kahkahaları yüzüne karşı patlatmamak için
bir an önce toz oluyorum oradan.

İki arada bir derede kaldım... Yüzbaşı mı yoksa Joseph mi? İyi ve
kötü yönüyle hanımefendi-hizmetçi konumunda yaşamak, yani bir kez
daha aptal, kaba, dengesiz bir adamın insafına kalmak ve binlerce can
sıkıcı ayrıntının ve binlerce önyargının esiri olmak; ya da evlenmek,
mutlak bir özgürlük ve saygınlık kazanmak, başkalarının denetirnin-
228
den kurtulmak, olayların keyfiyetine göre yaşamamak... İşte nihayet
düşlerimin bir kısmı gerçekleşiyor...
Şurası bir gerçek ki ben bu gerçekleşmenin daha görkemli olması­
nı isterdim. Benim gibi bir kadının yaşamında genellikle çok az fırsat
çıkar karşısına; bir evden ötekine, bir yatak.tan diğerine, bir yüzden bir
başka yüze sonsuz ve tekdüze bir şekilde sürüklenmenin dışında başı-
ma nihayet farklı bir şey geldiği için sevinmeliyim ...
Doğal olarak Yüzbaşı'mn planını derhal uzaklaştırdım aklımdan,
bu adamın ne kadar gülünç ve uğursuz bir kukla olduğunu; nasıl tuhaf
bir insan müsveddesini temsil ettiğini öğrenmeye ihtiyacım yok. Dış
görünüşünün son derece çirkin olması bir yana -çünkü hiçbir şey bu­
nu değiştiremez- ruhunun da elle tutulırr tarafı yok ... Zavallı Rose da
onu parmağında oynattığını, ona hükmettiğini sanıp böbürlenirdi ...
Meğer bu adam onu parmağında oynatıyonnuş ! .. Hiçliğe hükmedil­
mez, boşluğa etkisi olmaz insanın ... Kendimi bu gülünç adapıın kolla­
rında onu okşarken düşünmem bir an için bile mümkün değil, kahka­
haya boğulmadan... Bu duygunun iğrenmekle ilgisi yok çünkü iğren­
me bir gerçekleşme olasılığını da yanında getirir ama ben böyle bir şe­
yin söz konusu bile olamayacağından son derece eminim ... Pekfila ha­
di diyelim ki bir mucize, olağanüstü bir şey oldu ve ben onun yatağın­
da buldum kendimi, şuna eminim ki bastırılamaz kahkahaların yüzün­
den dudaklarımız asla birleşemezdi. Pek çok erkekle yattım; kimisi ile
aşkımdan, zevkimden, kimisi ile merhamet duygusundan, bazıları ile
hoppalığımdan, bir kısmı ile de menfaatimden ... Hiç pişmanlık duyma­
dığım gibi herhangi bir zevk almadığım da çok enderdir... B enim için
normal bir olaydır, doğal bir olay, bir gereksinimdir yahnak. Ama yüz­
başı gibi eşi benzeri görülmemiş bir şapşalla bu iş dünyada olmaz...
Olamaz çünkü fiziksel olarak mümkün değil... sanının, bu doğaya ay­
kın bir şey olurdu, ne bileyim, Clecle'nin köpeği ile yapmaktan daha
da beter bir şey mesela .. Söylediklerim bir tarafa yine de memnunum.
Gurırrum okşandı desem yeri var. Tenezzül ebnediğim kişilerden bile
gelse bu bir saygı gösterisidir yine de, kendime ve güzelliğime güve­
nim artar.
Joseph 'e karşı duygularım ise bambaşka Aklımdan hiç çıkmıyor.
Aklım onda, ona kul köle olmuş, ondan vazgeçemiyor. Joseph beni te­
dirgin ediyor, beni büyülüyor, beni korkutuyor, sırasıyla bu duyguların
tümünü yaşıyorum. Çirkin olmasına çirkin elbette, hein de korkunç de­
recede çirkin. Buna karşın bu çirkinliği aynştınnca altından harika bir

229
şey çıkıyor, güzel denebilir, güzelden de öte, güzelin çok üstünde, mü­
kemmel bir şey gizli bu çirkinliğin altında; öz gibi bir şey adeta. Her
konuda içime kuşku düşüren, aslında hiçbir yönünü tanımadığım böy­
lesi bir adamla evli veya evlilik dışı birlikteliğin getireceği tehlike ve
zorlukların bilincindeyim ama beni çılgınca ona doğru iten de bu ya
zaten ... Hiç olmazsa diyorum, bu adamın, sıra kötülüğe gelince, yapa­
mayacağı yoktur, öyle sanıyorum; dolayısıyla belki iyiliğinin de sınırı
yoktur... Bilmiyorum ... Benden ne istiyor acaba? .. Ne yapacak beni? . .
Bilmediğim birtakım olaylara, ruhum bile duymadan, alet mi edecek
beni yoksa? Vahşi tutkularının oyuncağı mı olacağım? .. Yoksa neden
sadece beni sevmesi mi? Öyle bile olsa neden seviyor beni? . . Neyime
vuruldu? .. Hoşluğuma mı? .. Ahlfilcsız olmama mı? .. Zek3ma mı? .. Her
fırsatta dile getirdiği tüm bu ön.yargılara karşı duyduğum kine mi yok­
sa? .. Bilmiyorum ... Gizemin, bilinmeyenin çekiciliğinden başka, şu
çetin, güçlü, üstün cazibenin büyüsünü uyguluyor üstümde. Ve bu bü­
yü -evet bu büyü- sinirlerimi giderek daha çok etkiliyor, bedenimi sa­
rıyor, uysallaştınyor beni, edilgen kılıyor. Joseph'in yanında duygula­
rım kabarıyor, coşuyor, başka bir erkeğin temasında hiç tatmadığım
duygulan tanıyorum. Şiddetli bir arzu kaplıyor benliğimi. Mösyö Ge­
orges 'la öpüşürken beni cinayet işlemeye kadar götüren arzudan bile
daha şiddetli, daha karanlık, daha dehşet verici bir arzu bu. Tüm ben­
liğimi, aklımı, cinselliğimi ele geçiren, bende bana yabancı duygular
uyandıran, bende bana rağmen var olup derin uykuya yatmış, hiçbir aş­
kın, hiçbir şehvet sarsıntısının uyandırmayı başaramadığı içgüdüler,
tam olarak tanımlayamadığım duygular bunlar; Joseph'in bana söyle­
diği sözleri anımsayınca baştan ayağa her yanım zangırdıyor:
- Siz benim gibisiniz Celestine... Ah! Yüzünüzü kastetmiyorum el­
bette, birbirinin aynısı olan ruhlarımız; ruhlarımız birbirine benziyor...
- Ruhlarımız ! .. Bu mümkün mü?
Hissettiğim bu duygular çok yeni, çok buyurgan ve öyle inatçı ki
bir an olsun soluklandırmıyor beni, büyüsünün ağırlığı altında eziliyo­
rum hep. Ne yapsam boş; zihnimi başka şeylerle meşgul etmeye çalı­
şıyorum, okumayı deniyorum, bahçede dolaşmaya çıkıyorum efendiler
evde olmadıkları zaman, onlar evde iseler eğer çamaşırhanede kendi­
mi delice sökükleri, yırtıkları yamamaya veriyorum. İmkansız! Joseph
yine düşüncelerimin efendisi ... Şimdiki düşüncelerimin efendisi olmak
yetmiyormuş gibi geçmişteki düşüncelerimin de efendisi ... Joseph geç­
mişimle arama giriyor ve ben ondan başka bir şey göremez oluyorum ...

230
bu geçmiş cazibeli, iğrenç tüm yüzleriyle giderek uzaklaşıyor, solukla­
şıyor ve yavaş yavaş siliniyor. Cleophas Biscouille, Mösyö Jean...
Mösyö Xavier... Wılliam -ondan henüz söz etmedim- ve hatta Mösyö
Georges; forsaların omzuna kızgın demirle dağlanan dövme gibi son­
suza dek ruhuma kazındığını sandığım Mösyö Georges bile... o bile si­
liniyor. Az ya da çok; özümden, titreyen tenimden ve acı dolu ruhum­
dan tutkuyla, neşeyle, keyifle kendilerine bir şeyler verdiğim tüm bu
insanlar daha şimdiden gölgeye dönüşüyorlar! . . Belli belirsiz ve silik
gölgeler; onlara anı bile denemez artık; çok geçmeden karmakarışık
rüyalara . . elle tutulamaz ve unutulmuş gerçeklere... buhara .. bir hiçe
dönüşecek ve hiçlikte yerlerini alacaklar. Bazen mutfakta akşam ye­
meğinden sonra Joseph' e bakıyorum; cani dudaklarına, cani gözlerine,
iri elmacıkkemiklerine, lambadan süzülen ışığın koyu gölgelerini dü­
şürdüğü yamru yumru, şekilsiz, basık kafasına bakıp şöyle geçiriyo­
rum içimden:
- Hayır. . . hayır... bu mümkün değil ... aklımı kaçınnış olmalıyım...
İstemiyorum ... bu adamı sevmiş olamam ... Hayır! Hayır! .. B u müm­
kün değil !
Öyle bir mümkün ki oysa ... hem de gerçek... B unu bir de kendime
itiraf edebilsem: hiç fena olmayacak. . . Kendime haykırarak söylesem ...
Ben Joseph'i seviyorum! . .
Aşkla dalga geçilmeyeceğini şimdi anladım. Neden bunca kadının
cinayetler çılgınlığıyla, doğanın karşı konulmaz gücüyle kaba erkekle­
rin öpücükleri uğruna yanıp tutuştuklarını, canavarların kollarına atıl­
dıklarını, şeytanların, tekelerin suratına şehvetle soluduklarını şimdi
anlıyorum . . .
Joseph hanımefendiden altı gün izin kopardı. Ailevi işler bahanesi
ile yarın, Cherbourg' a gitmek üzere yola çıkıyor. Karar verdi, küçük
kahveyi satın alacak. . . ancak birkaç ay kendisi çalışurmayacakmış. Or­
da biri varmış, güvenilir bir arkadaşı bu işi üstlenecekmiş.
- Anlıyor musunuz? diyor bana. . . Hele bir güzel boyansın ... her ta­
rafı elden geçirilsin ... Fiyakalı bir tabela da ne güzel yakışır ama! .. Yal­
dızlı harflerle "Fransız Ordusu'nun hizmetinde!" Sonra bir şey daha
var tabii. Ha deyince bırakamam ki işimi... Bunu yapamam . . .
- Peki am a neden Joseph?
- Çünkü şimdi olmaz da ondan ...
- Peki, ne zaman büsbütün gideceksiniz?
Joseph ensesini kaşıyor, yüzüme hin hin bakarak diyor ki:
231
- Bu konuda hiçbir şey bildiğim yok. Altı aydan önce olmaz muh­
temelen, belki daha erken, belki de daha geç ... Bilinmez ... Durumlara
göre değişir...
Konuşmak istemediğini anlıyor, yine de diretiyorum.
- Hangi durumlara göre değişir?
Cevap vermekte tereddüt ediyor, sonra gizemli, aynı zamanda da
sinirli bir tonda:
- Bir işe göre, diyor... çok önemli bir işe...
- Bir işe... buyrun işte!
Sert bir sesle söylenen bu cümlede öfkeden çok sinirlenme yatı­
yor... Daha fazla bir açıklama yapmak istemiyor...
Bana benden söz etmiyor... Bu beni şaşırtıyor, derin bir düş kınklı­
ğına sürüklüyor... Düşüncesini değiştirmiş olabilir mi? Merakım, te­
reddüdüm bıktırmış olabilir mi onu? Ama başarısını da felaketini de
paylaşacağım bir olayla ilgilenmemden daha doğal ne olabilir ki? ..
Acaba, küçük Claire'in tecavüze uğraması olayında kendisinden kuş­
kulanmam ve bunu da gizleyemem Joseph'le aramızın bozulmasına
neden olmuş olabilir mi? Kalbimin sıkışmasından anlıyorum ki -naz
yaparak ve şakaya vurarak ertelediğim- kararımı ben çoktan almışım
meğer... Özgür olmak, tezgahın arkasına kurulmak, emirler yağdırmak,
bakışların üzerimde olduğunu hissetmek, tüm erkekler tarafından arzu
edildiğimi, benim için deli olduklarım bilmek... Bu gerçekleşemeye­
cek mi acaba? Diğer tüm düşler gibi bu da elimden kaçacak mı? .. Jo­
seph 'e yapışmışım gibi bir görüntü vermek istememekle birlikte aklın­
dan geçenleri öğrenmek istiyorum... Hüzünlü bir tavır takınıp iç geçi­
riyorum:
- Joseph, siz gidince bu evde duramayacağım... Tam da size, soh-
betlerinize alışmışken...
- Vay canına!
- Ben de çekip gideceğim.
Joseph hiçbir şey söylemiyor. Kaygılı düşünceli bir halde, elleriyle
mavi iş önlüğünün cebindeki bahçıvan makasını sinirli sinirli evirip
çevirerek volta atıyor ambarın içinde. Yüzündeki ifade kötü. Onun gi­
dip gelişine bakarak yineliyorum:
- Evet, gideceğim, Paris'e döneceğim.
İtiraz etmek için tek sözcük çıkmıyor ağzından, ne bir çığlık duyu­
yorum ne de bana çevrilen yalvarış dolu bir bakış görüyorum. Sönen
sobaya bir parça odun atıyor... sonra da bu daracık yerde tekrar sessiz-
232
ce yürümeye başlıyor. Neden bqyle acaba? Bu ayrılığı kabul mü edi­
yor yoksa?. . Bunu istiyor mu? .. Bana olan güveni, bana karşı duyduğu
bu aşk... kaybetti mi onları? Benim ahret sorularımdan ve düşüncesiz­
liğimden mi korkuyor yoksa? Biraz titreyerek, soruyorum ona:
- Bir daha hiç görüşmemek sizi de üzmez mi Joseph?
Yürümesine ara vermeyip, her zaman yaptığı gibi göz ucuyla da ol­
sa, bana bakmadan:
- Elbette üzer, diyor... Ne yapabilirim ki? İnsanlara yapmak iste­
medikleri şey zorla yaptırılamaz ki . . . hoşa gitse de, gitmese de bu böy­
le ...
- Ben neyi yapmak istemedim Joseph?
- Dahası, hakkımda hep kötü düşünceler besliyorsunuz, diye de-
vam etti sorumu yanıtlamadan..
- Ben mi... Bunu bana neden söylüyorsunuz?
- Çünkü ...
- Hayır, hayır Joseph. . beni artık sevmeyen sizsiniz. Şimdi aklında
başka bir şey olan sizsiniz ... ben bir şey reddetmedim, ben... düşün­
düm, hepsi bu ... Bu çok doğal ama, lütfen... hiç düşünmeden yaşam
boyu sürecek bir olaya girilemez ki... Aksine tereddütlerimden ötürü
bana minnet duymanız gerekirdi . . . Benim hoppa biri olmadığımın, cid-
di bir kadın olduğumun kanıtıdır. . .
- Siz iyi bir kadınsınız Celestine, düzen kadınısınız.
- Eh! Öyleyse?
Nihayet yürümeyi bırakıyor Joseph, derin ama hfila sakınan, buna
rağmen şefkatli bakışlarım bana çevirerek:
- Konu bu değil Celestine, diyor sakin sakin, bununla ilgisi yok ..
düşünmenizi engellemiyorum, ben. Elbette ! . . düşünün... zamanımız
var... ben bunu konuşuruz dönüşümde... B enim hoşuma gitmeyen...
bilmem anlatabiliyor muyum ... merak, fazla meraklı olması karşımda­
kinin ... öyle şeyler vardır ki kadınlan hiç ilgilendirmez... öyle şeyler
vardır ki ...
Cümlesini kafa sallayarak bitiriyor...
Sessiz geçen kısa bir aradan sonra:
- Kafamda başka bir şey yok, Celestine... diyor, sizi düşlüyorum
hep ... beni çok heyecanlandırıyorsunuz ... Tann'mn var olduğu kadar
doğru ... bir kez söylemişsem, aynı şeyi söylerim her zaman ... ben bu­
nu konuşacağız ... Meraklı olmamak gerekir... siz, siz ne yapıyorsanız
onu yapın, ben de ne yapıyorsam onu yapayım .. Hal böyle olunca ne
.

233
hata olur ne de sürpriz ...
B ana yaklaşıp, ellerimi tutuyor:
- Kafam kalındır Celesti.ne, bu doğru! Ama içindekiler fena sayıl­
maz ... Bir giren bir daha çıkmaz ... sonrası, sizi düşlüyorum Celesti.ne,
sizi... küçük kahvede...
Gömleğinin kollan simit gibi dirsek içine kadar kıvrılmış; kalın,
kıvrak, gelişmiş, esnek, manivelalar gibi yağlanmış, her türlü kucak­
laşmaya elverişli kol kasları, beyaz teninin altında güçlü ve canlı bir
biçimde hareket ediyor... kollarının alt kısmında ve pazılannın her iki
yanında dövmeler gözüme ilişiyor, bir çiçek saksısının içine yerleşmiş
alev almış kalpler, çapraz kamalar var. Geniş ve zırh gibi kabarık göğ­
sünden, vahşi hayvanınkini andıran keskin bir erkek kokusu yükseli­
yor. Bu koku ve bu güçten sarhoş olarak, biraz önce içeri girdiğim za­
man üzerinde koşumların bakır aksamını parlattığı şövaleye abanıyo­
rum. Ne Mösyö Xavier, ne Mösyö Jean ne diğerleri, hiçbiri -aslında
güzel erkeklerdi doğrusu ve mis gibi parfüm kokarlardı- neredeyse
yaşlı denecek, dar alınlı, vahşi hayvan suratlı bu adamın bana hissettir­
diği güçlü arzuyu uyandıramadılar. Bu kez ben sarılıyorum ona, elleri­
min altındaki çelik gibi güçlü, sert kaslarını yumuşatmaya çalışıyo­
rum:
- Joseph, diyorum ona tükenmiş bir sesle... birlikte olmamız gere­
kiyor, hemen şimdi sevgili Joseph ... Ben de sizi düşlüyorum . . . siz de
beni heyecanlandırıyorsunuz ...
Ama Joseph, ciddi bir baba edasıyla:
- Şimdi olamaz Celestine, diye yanıtlıyor...
- Ah! hemen şimdi Joseph, benim sevgili Joseph 'im !
Yumuşak bir hareketle kollarımdan kurtuluyor.
- Eğer amaç eğlenmek olsaydı Celesti.ne, elbette... evet, ama bu
ciddi, bu bir ömür boyu sürecek... aklımızı başımıza toplamalıyız. Bu­
nu şimdi yapamayız, papaz buraya uğramadan olmaz.
Öylece karşılıklı kalakalıyoruz; o gözleri alev alev, nefesi kesik
kesik... ben kollarımda derman kalmamış, başım an kovanı gibi, vücu­
dum ateşler içinde...

234
xv

20 Kasım.

oseph, önceden kararlaştırdığımız gibi, dün sabah Cherbourg'a ha­


Jreket etti. Aşağıya indiğimde, o çoktan gitmişti. Yataktan kötü kal­
kan Marianne, gözleri davul gibi şiş, boğazından balgam sökerek ku­
yudan su pompalıyor. Joseph'in çorbasını içtiği çanak ve boş elma şa­
rabı testisi hfila mutfak masasının üstünde. Endişeliyim, aynı zamanda
da memnun, zira benim için yeni bir hayann gerçek anlamda nihayet
bugün başladığını hissediyorum. Gün henüz tam olarak ışımamış, ha­
va soğuk. Bahçenin ötesinde kır, kalın sis perdesinin alnnda hfila uy­
kuda. Ve uzaktan, görünmez vadiden gelen çok zayıf bir lokomotif dü­
dük sesi işitiyorum. Bu Joseph'le birlikte yazgımı da içinde götüren
235
tren işte. Kahvaltı etmekten vazgeçiyorum. Çok iri, çok ağır bir şey
doldurmuş sanki midemi. Düdük sesini artık işitemiyorum ... sis yo­
ğunlaşıyor, bahçeyi yutuyor...
Ya Joseph bir daha hiç dönmezse? ..

Gün boyu dalgın, sinirli ve son derece huzursuzdum. Ev beni bu


denli boğmamıştı, uzun koridorlar bu denli kasvetli, bu denli buz gibi
gelmemişti bana; hanımefendinin hırçın suratından, cırtlak sesinden bu
kadar nefret etmemiştim. Çalışamıyorum, mümkün değil. Hanımefen­
di ile çok kötü girdik birbirimize; gitmek zorunda kalacağımı düşün­
düm. Joseph'siz geçecek bu altı gün ben ne yapacağım diye soruyorum
kendime... Yemeklerde Marianne'la baş başa kalıp sıkıntıdan boğul­
maktan korkuyorum. Konuşabileceğim birine gerçekten de ihtiyacım
var.
Genellikle, akşam olur olmaz Marianne, içkinin etkisiyle tam anla­
mıyla alıklaşır. Beyni ağırlaşır, dili dolanır, dudakları sarkar ve eski bir
kuyunun ağzındaki eskimiş bir kuyu bileziği gibi parlar. Kederlenir,
ağlayacak kadar kederlenir... Sızlanmalardan, minik çığlıklardan, be­
bek viyaklamalarından başka bir şey çıkmaz ağzından... Bununla bir­
likte, dün akşam, her zamankine oranla daha az sarhoş oldu ve bitrne­
yen inlemeleri arasında hamile olduğundan korktuğunu itiraf etti bana.
Marianne hamile! İşte bir bu eksikti! İlk tepkim gülmek oldu... Ama
hemen ardından keskin bir acı saplandı yüreğime, midemin ortasına
yumruk yemiş gibi oldum ... Ya Marianne Joseph'ten hamile kaldıy­
sa? .. Anımsıyorum, ilk geldiğim gün, onların yattıklarından şüphelen­
miştim hemen. Aptalca bir kuşkuydu, o günden sonra bunu doğrulaya­
cak hiçbir şey olmadı. Aksine... Hayır, hayır, bu olanaksız... Eğer Jo­
seph 'in Marianne'la bir aşk ilişkisi olsaydı bunu anlardım, hisseder­
dim ... Hayır bu olmaz, olamaz sonra Joseph kendi türünde fazla artist.
Soruyorum:
- Hamile olduğunuzdan emin misiniz Marianne?
Marianne karnını elliyor... kalın parmakları karnının katları arası-
nda kayboluyor, iyi şişirilmemiş kauçuk bir yastık gibi.
- Emin miyim? Hayır... diyor... Korkuyorum sadece...
- Kimden hamile olabilirdiniz peki Marianne?
Cevap vennekte tereddüt ediyor... sonra aniden bir tür gururla ya­
nıtlıyor:
- Beyefendiden tabii!

236
Bu kez neredeyse kahkahamı bastıramayacak gibi oluyorum. B eye­
fendide bir bu kusur kalmışu doğrusu. Ne ararsanız var beyefendide...
Gülmemin hayranlıktan kaynaklandığını düşünen Marianne da kaUlı­
yor bana ...
- Evet, evet beyefendiden! .. diye yineliyor.
Nasıl oluyor da ben hiçbir şeyin farkına vannıyorum? .. ama na­
sı1!.. Böyle bir şey, bu kadar komik bir şey, gözlerimin önünde olsun
bitsin ve ben hiçbir şey görmeyeyim, hiçbir şeyden kuşkulanmaya­
yım? .. Marianne'ı sorguya çekiyorum; soru yağmuruna tutuyorum ve
başlıyor Marianne anlatmaya dostça, az da olsa kurum satarak:
- İki ay önce beyefendi bulaşıkhaneye girdi, o sırada ben de öğle
yemeğinin bulaşıklarını yıkıyordum, siz geleli çok olmamıştı daha . .

Ha evet, doğru ya, beyefendi merdivende sizinle iki çift laf etmişti. Bu­
laşıkhaneye girdiğinde garip şeyler yapıyor, derin derin nefes alıyordu,
gözleri kan çanağına dönmüştü, yuvalarından fırlayacaklardı nerdeyse.
Beyin kanamasından ölecek sandım ... Hiçbir şey söylemeden üstüme
atladı ve ne olduğunu o zaman anladım. Beyefendi, anlıyorsunuz değil
mi ... karşı koymaya cesaret edemedim. Sonra, burada böyle şeyler için
o kadar az fırsat ele geçiyor ki! .. çok şaştım bu işe .. ama çok da hoşu­
ma gitti ...Anlayacağınız yine geldi, sık sık geldi... çok hoş bir adam,
çok şefkatli ...
- Çok da domuz, ne dersiniz Marianne?
- Evet, evet diye göğüs geçirdi, gözlerinde kendisinden geçmiş bir
ifadeyle... ve yakışıklı bir adam! Onda yok yok!
İri, sarkık surau hayvanca gülümsemeye devam ediyor. Yağ ve kö­
müre batmış, çapaçul mavi işliğinin altından iri memeleri kabarıyor,
oynayıp duruyorlar. Yine soruyorum:
- Memnun musunuz bari?
- Evet, çok memnunum, diye karşılık veriyor. Daha doğrusu, hami-
le olmadığımdan emin olsaydım daha çok memnun olurdum. Benim
yaşımda... çok acı bir şey olurdu bu!
Elimden geldiğince onu teselli ediyorum ... her söylediğimi başını
sallayarak dinliyor... Sonra devam ediyor:
- Öyle ya da böyle, daha huzurlu olmak için yarın gidip Madam
Gouin' i göreceğim.
Beyninin içi kapkara olan bu kadına karşı gerçek bir merhamet du­
yuyorum. Ne kadar hüzünlü ve ne kadar acınacak bir durumda! Başka
neler gelecek başına acaba? İlginç olan şu ki, aşk ona bir ışıltı, bir za-

237
rafet katmamış. Şehvetin, en çirkin suratlann çevresine oturttuğu şu
nur halesi yok onun yüzünde. Hep aynı kalmış; hantal, cansız ve tıkız.
Yine de memnun sayılının; benden kaynaklanan bu mutluluk erkek
elinin okşayışından uzun süre mahrum kalan bu iri bedeni canlandır­
mış olmalı. B enden kaynaklanıyordu zira benim için duyduğu o yoğun
arzudan sonra bey gitmiş bu zavallı yaratığın üstüne çullanmıştı arzu­
sunu gidermek için. Ona şefkatle şöyle söylüyorum:
- Marianne, çok dikkatli olmalısınız, eğer hanımefendi sizi yaka­
larsa, bu sizin sonunuz olur...
- Oh! Tehlike yok! diye bağırıyor... Hanımefendi dışarı çıkınca ge­
liyor �ece beyefendi ... uzun kalmıyor hiç ... memnun kalınca... çekip
gidiyor; sonra, bulaşıkhanenin kapısı küçük avluya açılıyor. . . ve küçük
avlunun kapısı da sokağa .. en küçük gürültüde beyefendi görülmeden
kaçabilir. Hem sonra .. ne yapalım yani? Hanımefendi bizi yakalarsa ...
öyle olmuş olur!
- Hanım sizi kovar o zaman Marianne' cığım ...
- Öyle olmuş olur... diye tekrarlıyor, yaşlı bir ayı gibi başını salla-
yarak.
Sonra korkunç bir sessizlik oluyor, bu arada bu zavallı iki yaratığı
bulaşıkhanede sevişirken gözümün önüne getiriyorum.
- Beyefendi size karşı şefkatli mi?
- Elbette şefkatli.
- Güzel sözler söylüyor mu kulağınıza? .. Ne söylüyor mesela?
Marianne cevap veriyor:
- B ey gelir, derhal üzerime atlar ve sonra, "Aman Allah! . . Aman
Allah! " der; sonra solur da solur. Ah çok tatlıdır kendisi...
Yüreğim biraz kabarmış, ayrılıyorum yanından... Artık gülmüyo­
rum, Marianne'la alay etmek artık hiç gelmiyor içimden. Ona duydu­
ğum acıma gerçek, hatta neredeyse acılı bir yürek sızısına dönüşüyor.
Ama yüreğim daha çok kendim için sızlıyor, bunu hissedebiliyo­
rum. Odama girerken bir tür utanç duygusuna, büyük bir umutsuzluğa
kapılıyorum. Aşkı asla düşünmemek gerekirdi. Ne kadar hüzünlü şey
şu aşk aslında! Ne kalıyor peki ondan geriye, komediden, iç acısından
ve hiçlikten başka? Ne kaldı bana şimdi geriye, şöminenin üstünde kır­
mızı pelüş çerçevesi içinde hindi gibi kabaran Mösyö Jean' dan mese­
la? Bir kalpsizi, kendini beğenmişi, bir geri zekfilıyı sevmiş olmanın
bende yarattığı düş kırıklığından başka hiçbir şey. Alnının ortasındaki
izi ile, siyah emir eri favorileri ile, bembeyaz ve sağlıksız suratı ile bu

238
soğuk nevaleyi gerçekten de sevmiş olabilir miyim? Bu fotoğraf sini­
rime dokunuyor... Hep aynı küstah ve bayağı uşak bakışları ile bu bir
çift aptal gözün her gün bana bakmasına., karşımda durmasına taham­
mül edemiyorum artık Yok artık! Gitsin o da ötekilerinin yanına, san­
.

dığın dibini boylasın, her geçen gün nefretimi bir kat daha kazanan bu
geçmişi kül ve mutluluk ateşine dönüştürene kadar dursun orda! ..

Ve Joseph 'i düşünüyorum yine. . . Bu saatte nerdedir? Ne yapıyor­


dur? Yalnız beni mi düşünüyor? Kuşkusuz, küçük kahvededir şimdi.
B akıyor, tartışıyor, ölçüler alıyor, aynanın ardında, göz kamaştırıcı
rengarenk şişe ve bardakların arasında, barda nasıl duracağımı düşünü­
yor olmalı. Cherbourg 'u tanımak isterdim. Sokaklarını, meydanlarını,
limanını. Joseph'i gözümde canlandırmak için, onun beni fethettiği gi­
bi, gidip gelip kentin her tarafını fethederdim . Yatakta dönüp duruyo­
rum, biraz huzursuzum. Düşüncelerim Raillon Ormanı'nından Cher­
bourg 'a., Claire'in cesedinden küçük kahveye gidiyor. Ve çekilmez bir
uykusuzluğun arçlından nihayet uykuya dalıyorum, gözlerimde Jo­
seph'in sert, ciddi gözlerinin hayali var. Kıpırdamadan, hareketsiz du­
ruyor Joseph. Orda, uzaklarda., beyaz direklerin ve kırmızı serenlerin
süzülerek geçtiği siyah, çalkantılı bir fonda

Bugün pazar, öğleden sonra Joseph'in odasına gittim. İki köpek de


arkamdan geldi. Bana J oseph 'in nerde olduğunu sorar gibiydiler... Kü­
çük demir bir karyola, büyük bir dolap, bir tür alçak komodin, bir ma­
sa, iki sandalye... hepsi beyaz ahşaptan; içindekileri tozdan korumak
için demir çubuğa geçirilen yeşil parlak satenden perdesi var. J o­
seph 'in eşyaları bu kadar. Oda lüks döşenmemiş ama çok temiz ve dü­
zenli tutulmuş. Bir manastır keşişinin, hücreyi andıran daracık odası­
nın yalınlığına ve yavanlığına sahip ... Kireç kaplı duvarlarında asılı
duran Deroulecte ve General Mercier 'nin portrelerinin arasında azize­
ler ve Meryem Ana'nın çerçevesiz resimleri duruyor; cennetten bir
manzara ve Kralların Hayranlıklarını Sunması", Masumların Katli ..

tabloları var... Yatağın üstündeki duvardaysa, siyah ahşaptan, kutsal


kap işlevi gören ve kutsanmış bir şimşir dalıyla çevrelenmiş bir haç . . .

* Kralların Hayranlıklarını Sunması : Dinsel tablolarda sıkça kullanılan tema. İn­


cil'e göre çocuk İ sa'ya hayranlıklarını sunmak için gelenler. (ç.n.)
** Masumların Katli : İncil'e göre çocuk azizlerin Herodes tarafı ndan katledilme­
si. (ç.n.)

239
Hoş bir şey değildi kuşkusuz ama yine de her tarafı araşurmak için
duyduğum şiddetli arzuya karşı koyamadım. Belli belirsiz bir umutla,
Joseph'in gizli bir yönünü keşfedebileceğimi düşünüyordum. Oysa gi­
zemli hiçbir şey yok bu odada, gizlenen bir şey de yok. Olaylardan ve
karmaşalardan arınmış, temiz bir yaşam süren, gizlisi saklısı olmayan
bir erkeğe ait çınlçıplak bir oda burası. Her dolabın, çekmecenin anah­
tarı üzerinde duruyor, kilitli tek bir çekmece yok. Masanın üstünde to­
hum paketleri ve bir de kitap var: Bahçıvanın Elkitabı. Şöminenin üze­
rinde yaprakları sarannış bir dua kitabı ve bir de not defteri duruyor;
cila, Bordeaux lapası, nikotin ve demir sülfat dozajı hazırlamak gibi ta­
rifler var içinde. Ne bir mektup ne de bir hesap cüzdanı ilişiyor gözü­
me. İşe, politikaya, aileye, aşka dair hiçbir şey, hiçbir yazışma yok nu­
munelik bile olsa Komodinde, kullanılmayan ayakkabıların yanında
eskimiş bahçe sulama ağızlan ve bir sürü broşür, bir de La Libre Pa­
role'ün pek çok sayısı duruyor. Yatağın altına, yediuyuklayanlar ve fa­
reler için kapanlar kurulmuş. Her şeyi elledim, tersyüz ettim. Giysi,
yatak-yorgan, çamaşır, çekmece, ne varsa tümünü boşalttım. Başka bir
şey bulamadım. Dolapta hiçbir şey değişmemiş. Sekiz gün önce Jo­
seph 'in önünde düzelttiğimde nasıl bıraktıysam öyle... Joseph'in hiç­
bir şeyinin olmaması mümkün mü? Bir erkeğin zevklerinin, tutkuları­
nın, düşüncelerinin, birazcık da olsa yaşamının amacının göstergesi
olan aileye, özel yaşama ait olabilecek binlerce ufak tefek şeyden bir
tanesine bile sahip olmaması mümkün mü? Ah! İşte, buldum galiba...
Masanın çekmecesinin bir köşesinden bir sigara tabakası çıkarıyorum;
kağıtlara sarılıp sarmalanmış, üzerine dört kat ip sarılarak sıkıca bağ­
lanmış. Zar zor da olsa ipi çözüyorum, tabakayı açıyorum, pamuğa sa­
nlı kutsal madalyonlar görüyorum; gümüş küçük bir haç, kırmızı bon­
cuklan olan bir tespih... Varsa yoksa din ! . .
Araştınna bitince odadan çıkıyorum. Aradığım hiçbir şeye rastla­
madığım, bilmek istediğim hiçbir şeyi öğrenemediğim için sinirliyim.
Gerçekten de Joseph, dokunduğu her şeye kendi ulaşılmazlığını bulaş­
urmış. Kendi eşyaları da ağzı gibi sıkı, yüzü ve gözleri gibi geçit ver­
mez. Günün artakalan kısmında Joseph gözümün önünden gitmiyor,
gerçekten de karşımda hep; k1ih gizemli, k1ih alaycı ve k1ih kaba, şöy­
le diyor bana:
- Meraklılığım uç noktalara kadar vardırdın beceriksiz ufaklık .. .
Hadi bir daha bak, giysilerimi karıştır, bavullarımı ve ruhumu da .. .

Ama hiçbir zaman hiçbir şey öğrenemeyeceksin! ..

240
Bunları düşünmek istemiyorum artık. Artık Joseph'i düşünmek is­
temiyorum. Başım çatlayacak gibi ağrıyor ... Deliriyorum galiba... En
iyisi biz yine anılarıma dönelim ...

Neuilly' deki rahibelerden daha henüz kurtulmuştum ki bu kez de iş


bulma büroları denen cehennemin kazanına düştüm bir kez daha. Bir
daha onlardan yardım istemeyeceğim diye söz vermiştim oysa kendi­
me ... İnsan sokakta kalmışsa ve cebinde de bir dilim ekmek alacak pa­
rası yoksa eğer başka ne yapabilir? .. Dostlarım, eski arkadaşlarını mı
arar? .. Güldürmeyin beni, onlar size yanıt bile vermezler... Gazeteye
ilan verir mi dediniz? .. B u çok masraflı bir iş, işin yoksa yazış dur, pir
aşkına. .. sonrası da şansın cilvesine kalmış ... İnsanın cebinde şöyle üç
beş kuruşu olacak ki dayansın. Clecle'nin verdiği yirmi frank kısa sü­
rede suyunu çekti ... Orospuluk yapmak mı? .. Kaldınmlarda m: sürt­
mek? Genelde, kendinden daha zil olan erkekleri mi odaya atmak? ..
Yoo ! Hiç olmaz doğrusu! . . Zevk için, istediğin kadar... Para için mi?..
işte bunu yapamam ... Bilemiyorum ... kendimi bildim bileli dolandın­
Iınm ben... Yiyecek ve yatacak için elde kalan ufak tefek birkaç mü­
cevheri de rehin bırakmak zorunda kaldım. İster istemez, sefalet sizi
tefecilerin, kan emicilerin ocağına düşürüyor...
Ah ah! İş bulma büroları, alın size boktan bir numara. Önce on ku­
ruş verip kayıt yaptınrsınız, sonrası... bahtınıza çıkan hep kötü yerler
olur, çünkü istemediğiniz kadar vardır onlardan ... Evet doğru! Kör
inekle tek gözlü inek arasında bir seçim yapamamanın bunalımına dü­
şersiniz ... Günümüzde kadın bozuntuları, üç kuruşluk küçük esnaf ka­
nlan bile hizmetçi tutmaya kalkmazlar mı! Kendilerini kontes sanıyor
haspalar... acınası bir durum ! .. Velhasıl, uzun mülakatlardan, onur kı­
ncı soruşturmalardan, onuru iki paralık eden pazarlıklardan sonra bu
gözü doymaz burjuva kanlardan biri ile bir anlaşmaya varırsınız, bir
yıllık ücretin yüzde üçünü de sizi işe yerleştiren kadına bayılırsınız. On
günden fazla tutunamamışsanız eğer bu da sizin kötü şansınız! Hiç
oralı bile olmaz, o kendi cebine girene bakar, gerisi ilgilendirmez onu.
Kaçın kurasıdır onlar, ah ah! . . Sizi nereye gönderdiklerini bildikleri gi­
bi, gider gitmez geri döneceğinizi de bilirler. örnekse ben; dört buçuk
ay içinde yedi yer değiştirdim. Kara dizi... Allahım, zindandan da be­
ter. Demem o ki; büroya tam yedi yıl, yüzde üç ödemek zorunda kal­
dım. Her seferindeki on kuruş tutarındaki kayıt miktarını da katarsak
içine, doksan franktan fazlaya patladı bana, yapılan bir şey de yoktu

F16ÖN/Ocb Himıcıçisinin GüDlüğü 241


üstelik, her şeye yeni baştan başlamak gerekiyordu! Bu doğru mu siz­
ce? Buna iğrenç bir soygun denmez de ne denir?
Soygun mu dedim? . . Sağım, solum, önüm, arkam soygun; her yanı
sarm ış bu soygun. Hep soyulanlar ise, her şeye sahip olanların soydu­
ğu hiçbir şeyleri olmayan mazlumlar. Ne gelir elden! Küplere de binil­
se, isyan da edilse, sonunda köpek gibi sokaklarda gebermektense on
kez razı olunur soyulup ütülmeye. Dünyanın boku çıkmış, işte bu doğ­
ru ... Vaktiyle, General Boulanger yenileceğine başarsaymış ne olurmuş
sanki! .. Hiç olmazsa o hizmetçileri seviyordu, öyle görünüyor...
Salaklığıma gelip de kayıt olduğum büro Colisee Sokağı'ndadır. İş­
çi evini andıran, bir avlunun iç tarafında virane, kasvetli bir yapının
üçüncü katındadır. Girer girmez "hoş geldin" diyen dik ve dar merdi­
ven, tabanınızın yapıştığı pis basamaklar, elinizde yapış yapış bir his
bırakan nemli tırabzanlardan suratınıza yükselen pis koku, bir tür tuva­
let ve kanalizasyon kokusu, yüreğinizi umutsuzlukla doldurur... Çıtkı­
rıldım falan olduğumu düşünmeyin sakın ama bu merdiveni görmek
bile midemi bulandım, bacaklarımın dermanını keser, çılgın bir arzu­
ya kapılırım; ordan kaçmak!.. Yol boyunca kafanızda şakıyıp duran
umut derhal susar, bu yoğun, boğucu, yapışkan hava, bu iğrenç basa­
maklar, yapış yapış sülüklerin, buz gibi soğuk kurbağaların istilasına
uğramış izlenimi veren ıslak duvarlar karşısında boğulup gider. Sahi,
şık hanımlar bu pis viraneye neden gelirler? Anlayana aşk olsun! İğ­
renmezler mi gerçekten de? .. Bu şık hanımların midesini bugün ne bu­
landım acaba? .. Bir zavallıya yardım etmek için böyle bir yere dünya­
da adım atmazlardı. Ama bir hizmetçinin canına okumak için hangi ce­
henneme kadar giderlerdi kim bilir? ..
Bu büro Madam Paulhat-Durand adındaki bir kadın tarafından iş­
letiliyordu. Kırk beş yaşlarında, uzun boylu bir kadındı, ortadan ayrı­
larak yanlara yatırılmış iri dalgalı kuzguni siyah saçları vardı ... Cende­
reye sokulmuşçasına içine girdiği azap korsesinin altındaki pörsük et­
lerine rağmen bir zamanlar güzel olduğu yine de her halinden belliydi;
görkemli bir hava ve muhteşem bir tarz vardı kadında .. Neler yaşamış
olmalı gençliğinde! . . Buz gibi bir zarafet, sırnnda hep o siyah tafta el­
bise, iri göğüslerini yararak inen uzun altın bir kolye, boynuna dolanan
siyah kadifeden bir boyun bağı ve çok soluk renkli elleri ile son dere­
ce saygın hatta biraz da kibirli bir hava verirdi kendine. Soyadım bile
bilmediğimiz Mösyö Louis diye küçük bir memurla evlilik dışı bir iliş­
kisi vardı. Çok garip bir adamdı bu Mösyö Louis ... İleri derece miyop,
Fi6ARKA/Oda HizmetçisİllİD Günlüğü
242
çekingen, hiç konuşmayan biriydi. Gri renkli, çok kısa, havı dökülmüş
ceketinin içinde son derece sakar dururdu. Hüzünlü, ürkek; genç olma­
sına karşın kambur duran bu adamın mutlu bir havası yoktu, daha çok
pısırık bir görüntü sergiliyordu. Bizimle konuşmak şöyle dursun yüzü­
müze bile bakamazdı korkudan, zira patroniçe çok kıskançu. Kolunun
albna sıkışurdığı iş çantası ile teşrif ettiğinde başını çevirmeden, şap­
kası ile şöyle bir selamlamakla yetinirdi bizi. Ayaklarını sürüyerek ka­
yar giderdi koridordan bir gölge gibi sessiz. Ne de bitkin görünürdü za­
vallı taze! Akşamları yazışmaları değerlendirir, hesapları tutardı ... Baş­
ka ne gerekiyorsa...
Madam Paulhat-Durand'ın gerçek adında ne Paulhat vardı ne de
Durand. Yan yana konunca pek havalıydı bu iki isim. Söylentilere gö­
re şimdi bu dünyadan çoktan göçmüş olan, vaktiyle yanlarında yaşadı­
ğı ve bu büroyu açabilmesi için kendisine gerekli sermayeyi veren iki
yaşlı beyefendinin isimleriymiş bunlar. Gerçek adı J osephine
Carp'mış. Pek çok iş bulan kadın gibi o da hizmetçilikten gelmeymiş.
Bu her halinden belliydi zaten; alUn zincirine, siyah ipek elbisesine
rağmen, kasım kasım kasılmasından ve bir zamanlar hizmetinde oldu­
ğu hanımefendilerin pozlarına girmesinden anlaşıldığı üzere, aşağı ta­
bakanın soysuzluğu dökülüyordu üstünden. Eski bir hizmetçi gibi,
söylemekte yarar var, çok küstahb, ama bu küstalılığı sadece bizeydi.
Müşterilerine karşı tam aksine, servet ve sınıfları ölçüsünde, tam bir
köle gibi boynu eğikti, dalkavukluk ederdi onlara.
- Ah ! Kontes hazretleri, ah! Devir değişti, diye başlardı söze kırıta
kırıta. Bu lüks oda hizmetçileri, yani hiçbir şey yapmak istemeyen bu
sünepeler çalışmıyorlar... ahlfildarı ve dürüstlükleri konusunda hiçbir
garanti veremem. Bana kalırsa .. çalışan, dikiş diken, işinin ehli kadın­
lar kalmadı artık . elimde yok öylesi, hoş kimsede de yok ya ... Maale­
..

sef bu böyle...
Bürosu müşteri kaynıyordu; özellikle de Champs-Elysees semtin­
den gelirdi müşterileri, çoğunluğu yabancılar ve Yahudilerden oluşur­
du. Nelere tanık olmadık ki orcla, ah, ah!
İçeri girenleri Madam Paulhat-Durand'ın her zamanki siyah ipek
elbisesi içinde saltanaunı sürdüğü salona götüren bir koridora açılır ka­
pı. Koridorun solunda dipsiz bir çukuru andıran bir bekleme odası var­
dır, yarım daire şeklinde banklar dizilidir, ortasında bir masa, masanın
üzerinde ise rengi atmış kırmızı şayaktan bir örtü. Bekleme odası, bü­
royla arasında bulunan bölmenin üst tarafına, boydan boya yerleştiri-

243
len dar bir camdan ışık alır sadece. Camdan süzülerek gelen loş ışık,
içerisini eşya ve yüzleri güçbela seçmeye olanak tanıyan bir alacaka­
ranlığa boğar.
Aşçı, oda hizmetçisi, bahçıvan, uşak, arabacı ve baş uşak, sürü se­
pet gelirdik buraya her sabah ve öğle soması. Günümüzü, birbirimize
acı yaşamöykülerimizi anlattnakla, efendileri çekiştirmekle ve· olağa­
nüstü bir yer, bir masal filemi, bir kıntancı bulmayı ummakla geçirir­
dik. İçimizden bazıları gazete kitap taşırlardı yanlarında ve içine gö­
mülerek okurlardı. Bazıları ise mektup yazardı... Kab neşeli, kfilı ke­
derli geçen hararetli sohbetlerimiz çoğunlukla Madam Paulhat­
Dnıand'ın aniden, rüzgar gibi dalmasıyla kesilirdi:
- Susun artık hanımlar, diye bağırırdı. .. Salonda iki çift laf edemi­
yoruz.
Veya:
- Matmazel Jeanne! diye bağırırdı avazı çıkttğı kadar sert ve cırt­
lak sesi ile.
Mannazel Jeanne ayağa kalkar, saçına başına çeki.düzen verir, ka­
dının arkasından salona geçerdi, birkaç dakika soma da dudaklarında
bir horgörü ifadesiyle geri dönerdi; belgeleri eksikmiş. Hangi belge ge­
rekiyormuş ki onlara? Monthyon· ödülü mü? Erdemli bakirelere köy
meycJanlarında törenle verilen namus belgesi mi?
Bazen de ücrette anlaşılamazdı:
- A, olmaz canım, bu cadalozlar yok mu? Ev değil kerhane... çöp­
lenecek bir şey bırakmıyor karı, alışverişi kendi yaparmış... oh suyun­
dan da koy bari, dört de çocuk evde ... hep böyle olur zaten... Bunlar
edepsiz ve sinirli el kol hareketleri ile söylenirdi genelde.
Sırasıyla hepimiz, balmumu gibi suran sonunda sinirden yemyeşil
kesilen Madam Paulhat-Durand'ın giderek daha da cırtlaklaşan sesi ile
söylediği adımızı duyar duymaz odasına dalardık. Ben daha girer gir­
mez anlardım karşımdakinin nasıl biri olduğunu, o yerin bana göre ol­
madığını. İşte o zaman salak sorularına ezik büzük yanıt vermek yeri­
ne biraz da kafa bulmak için bu güzel hanımlara soruları ben sorardım.
Bir güzel dalga geçerdim onlarla.
- Hanımefendi evli midirler?
( ) Montyon ödülü: Zenginler tarafından yoksullara verilen onur ödülü; 1 782'de
*

Jean-Baptiste Montyon tarafından başlatılan ve onurlu bir iş yapan yoksul kişiye


verilen ödül. Zenginlerin yoksullar karşısında egemenliği gerekçesi ile, O. Mirbe­
au karşı çıkar bu tür kuruluşlara. Bu kitapta "Monthyon" diye hatalı yazılmış.
(ç.n.)

244
- Kuşkusuz...
- A. . . peki çocukları var mı hanımefendinin?
- Elbette...
- Köpekleri var mı?
- Evet ..
- Hanımefendi oda hizmetçisine gece nöbeti tuttururlar mı?
- Akşam dışarı çıkarsam evet
- Hanımefendi sık çıkarlar mı akşamları?
Dudakları büzülür, yanıt vermeye hazırlanırdı. O zaman da ben
şapkasını, giysisini, tüm varlığını küçümseyen bir bakışla onu süzerek,
kısa ve aldırmaz bir sesle şöyle derdim:
- Üzgünüm, hanımefendinin evi hoşuma gitmedi. Hanımefendinin
evi gibi yerlerde çalışmak fuletim değildir.
Zafer kazanmış gibi çıkardım dışarı.
Yine bir gün, saçlarında aşın boya, dudaklarında sülüğen, yanakla­
nnda allık, bir hindi gibi kibirli, lazımlık kokan, yerden bitme bir ka­
dın bana kırk bin çeşit soru sorduktan sonra bir de şu soruyu sordu:
- İyi ahlfildı mısınız? Oynaş alır mısınız eve?
- Ya hanımefendi? diye yanıtladım sakin ve hiç şaşırmamış gibi ya-
parak.
Aramızdan bazılarının -daha sıkılgan olanlarımız , lanet olsun di­
yenlerimiz veya fazla eleyip sık dokumayanlarımız- berbat yerlere
"evet" dedikleri olurdu, biz de onları yuhalardık.
- İyi yolculuklar... yakında görüşürüz, derdik onlara.
Bazen kendimizi, böyle sıraların üstüne çökmüş, bitkin, yığılmış,
bacaklar açık, dalgın, aptal ya da geveze görüp, bir de patronun dur­
madan "Matmazel Victoire! .. Matmazel Irene!.. Matmazel Zulma!.."
diye çağıran sesini duyunca, sanki genelevde müşteri bekliyormuşuz
gibi gelirdi bana. Komiğime giderdi ya da acı verirdi, bilmiyorum na­
sıl bir duyguydu hissettiğim ve bir gün bunu yüksek sesle söyledim,
herkes kahkahadan kırıldı ve kızlar bu tür evler hakkında akıllarına ne
gelirse anlattılar. Portakal soymakla meşgul olan tombalak bir kızcağız
şöyle bir fi.kir ileri sürdü:
- Burdan daha iyi olduğu muhakkak. . . Hiç olmazsa orda her daki­
ka yenip içiliyor... şampanya içtiğinizi bir düşünün kızlar. . . yaldızlı
gömlekleri unutmayın aynca, korse giyme derdi de yok!
Uzun boylu, kupkuru, simsiyah saçlı, dudaklarının üstü bol kıllı,
pasaklı gibi görünen biri şöyle dedi:

245
- Hem daha az yorucudur. Mesela ben; aynı gün önce beyefendi ile
yatsam, sonra da oğlu, kapıcı, baş uşak, kasap çırağı... bakkal çırağı...
demiryolu işçisi, elektrik tahsildarı, gaz tahsildarı ve daha niceleri ile
yatsam... voliyi vurdum demektir, ha ne dersiniz?
- Rezil seni ! .. diye sesler geldi her bir yandan.
- Ya demek öyle! .. Aman da benim küçük meleklerim ... Vah size! ..
dedi uzun boylu esmer kız, sivri omuzlarını silkerek. Ve butlarına bir
tokat aşketti.
Hatırlıyorum da, o gün ablam Louise'i düşünüyordum. Kuşkusuz
Louise de bu tür evlerden birine kapatılmıştı. Mutlu olduğunu, en azın­
dan kafasının sakin olduğunu, daha doğrusu açlık ve sefaletten kurtul­
muş olabileceğini düşünmeye zorladım kendimi. İşte o zaman, hiç bu
denli nefret etmediğim tatsız ve yenik gençliğimi, göçebe hayatımı,
yarınlar için duyduğum paniği düşündükçe şöyle geçirdim içimden:
- Evet, neden olmasın... Belki böylesinden daha iyidir! . .
Sonra akşam olurdu. . . v e gece, kara günden olsa olsa biraz daha ka­
ranlık gece... Fazla çene çalıp, fazla beklemekten halsiz düşmüş olarak
sus pus kalıverirdik öylece. Bir gaz lambası aydınlatırdı koridoru ve
saat tam beşi vurduğunda -hiç şaşmazdı saati- kapının camında hafif­
çe kamburlaşmış Mösyö Louis'nin siluetinin görünmesiyle kaybolma­
sı bir olurdu . . . Bu gitme vaktinin geldiğine işaretti.
Çıkışta, kaldırımda bizi bekleyen randevuevlerinin geçkin orospu­
ları ve hayır işlerinde çalışan rahibeler gibi saygın görünümlü -hepsi­
nin de ağzından bal akardı- çaçalann hücumuna uğrardık çoğu kez.
Çaktırmadan peşimize takılır, Champs-Elysees'nin binalarının gerisin­
de kalan sokağın, polislerin girmediği karanlık köşesinde bizi sıkıştı­
rırlardı:
- Beladan belaya, sefaletten sefalete sürükleneceğinize benim evi­
me gelsenize! Hadi gelin. Benim evimde zevk, lüks, para, özgürlük ga­
ni...
Bu ayartıcı güzel vaatlere kanan pek çok saftirik aıkadaşım aşk tel­
lallarının sözünü dinlediler. İçim ezilerek izledim gidişlerini ... Kim bi­
lir şimdi nerelerdedirler?
Yine bir akşam, daha önce çok sert yapıp başımdan defettiğim, şiş­
man, pörsümüş bu aylaklardan biri nasıl olduysa beni Rond-Point'da­
ki bir kahveye atmayı başardı. Bir kadeh Chartreuse likörü ikram etti.
Yana yatırdığı kırlaşmış saçlarını, dul burjuva hanımlarının giydikleri
ağırbaşlı tuvaletini, yüzüklerden ağırlaşan tombul, vıcık vıcık ellerini

246
görür gibiyim bugün bile. Diğer günlere kıyasla, daha coşkulu, daha
inançlı bir şekilde başladı saçmalıklarını sıralamaya ... İlgisiz kaldığımı
görünce de yalanlara döktü işi.
- Ah! Bir kabul etseniz var ya kızını, diye haykırdı ... Her anlamda
ne kadar güzel olduğunuzu anlamak için size bir kez bakmam yeter de
artar!.. B öyle bir güzelliğin kullanılmaması, evdeki insanlarca heder
edilmesi cinayettir bence ... Eminim sizin gibi her tarafından güzellik
ve cilve akan biri için servet kapıda bekliyor, hadi ! Ah! Ah! Kısa za­
manda keseyi ağzına kadar tıka basa doldurursunuz ! Sözüm o ki, be­
nim çok kibardır müşterilerim... itibarlı ve çok cömert yaşlı baylar. . . İş
bazen çok yorucu olur, söylemeye bile gerek yok ama gelin görün ki
öyle çok, öyle çok para kazanılıyor ki! Paris'in en iyileri bizde boy
gösterir... anlı şanlı generaller, güçlü yargıçlar... yabancı ülkelerin bü­
yükelçileri.
Yanıma sokuldu, sesini alçalttı:
- Ben size şimdi, cumhurbaşkanı da gelir desem ne dersiniz ha? ..
Ama doğru yavrum! . . Evim hakkında bir fikir vermiştir bu size ... Dün­
yada bir benzeri daha yoktur. La Rabineau halt etmiş benimkinin ya­
nında .. Alın size bir örnek, dün saat beşte, başkan o kadar memnun
kalmışb ki bana akademik nişan sözü verdi ... oğlum için, benim oğlum
Auteuil 'deki din eğitimi veren bir müessesenin hukuk işleri dairesi şe­
fidir de... ya işte böyle.
Uzun uzun baktı yüzüme, etimden, ruhuma kadar beni okumaya
çalışarak yineledi:
- Ah ! Bir evet deseniz! .. Zafer kazanırdınız zafer! ..
Sonra da sır verir gibi ekledi:
- Sonra benim evime, sosyetenin en üst tabakasından hanımlar da
gelir gizli gizli ... bazen yalnız, bazen de kocaları veya sevgilileri ile
birlikte gelirler. Ah! Ah! Anlatabiliyor muyum, benim evimde her şe­
ye hazır olmak gerekir...
Bir sürü bahane uydurdum; aşk konusundaki toyluğumdan, lüks iç
çamaşırlarımın, tuvaletlerimin ve mücevherlerimin eksikliğinden dem
vurdum.
Kocakarı beni rahatlattı:
- Derdiniz buysa, dedi, hiç takmayın kafanızı çünkü evimde tuva­
let, bilmem anlatabiliyor muyum tuvalet değil daha çok doğal güzellik
geçerlidir... Bir çift kaliteli çorap işi görür, fazlasına hiç gerek yok!
- Evet. .. evet. .. biliyorum ... ama henüz..

247
- İnanın kafanızı takmanıza hiç gerek yok... diye ısrar ediyordu
tüm sevimliliğini takınarak. Nerde kalmışum ... ha evet! çok şık müş­
terilerim vardır özellikle de büyükelçiler... tuhaf meraklara sahiptir­
ler... öyle ya o yaşta, o kadar parayla, değil mi ama? Tercih ettikleri,
benden en çok istedikleri oda hizmetçileri olur, işveli hizmetçi rolünü
oynayan genç kızlar isterler, dapdaracık siyah bir elbise, beyaz bir ön­
lük, ince kumaştan küçücük bir bone... Mesela iç çamaşırlar şık olma­
lı buna karşın... ya böyle ... şimdi beni iyi dinleyin... Siz bana üç aylık
bir sözleşme imzalayın, ben de size aşk çeyizi düzeyim hem de her şe­
yin en iyisinden, Theatre-Française'in hizmetçi rolünü oynayan sanat­
çılarına şimdiye kadar kısmet olmayanlardan hem de. Buna söz veri­
rim...
Düşünmek için zaman istedim.
- Pekfil3., tamam! Düşünün öyleyse diye önerdi insan taciri. Ben yi­
ne de size adresimi bırakayım! .. Gönlünüz çekince gelirsiniz, olur bi­
ter... Şimdi rahatladım işte... yarından tezi yok cumhurbaşkanına siz­
den söz edeceğim...
İçkilerimizi bitirdik. Kocakarı iki kadehin parasını ödedi, siyah kü­
çük bir cüzdandan bir kartvizit çıkarıp elime tutuşturdu gizlice. O gi­
der gitmez kartı çıkarıp okudum:

Madam REBECCA RANVET


Modacı

Madam Paulhat-Durand'ın bürosunda çok ilginç sahnelere tanık


oldum. Maalesef tümünü buraya aktarmam olanaksız, bu evde her gün
olup biten şeyler hakkında bir fikir verir düşüncesi ile içlerinden biri­
ni seçtim. Daha önce de söylediğim gibi bekleme salonu, büro ile ara­
sındaki bölmenin üst tarafında boydan boya uzanan şeffaf perdeli bir
cam tarafından aydınlanlır. Bir seferinde nasıl olmuşsa, dalgınlıklarına
gelmiş olmalı, aralık bırakmışlar! Fırsat bu fırsat diyerek bankın üstü­
ne tırmandım, üzerine bir tabure koyarak boyumu yükselttim: Çenem
vasistasın pervazına erişebilmişti, onu yavaşça geriye ittim. Bakışları­
mı odada gezdirdim, buyurun size gördüklerim ...
Kadının biri koltukta oturuyor; oda hizmetçisinin biri de önünde
ayakta duruyordu: Madam Paulhat-Durand ise bir köşede, çekmecenin
bölmelerindeki fişleri yerleştiriyordu. Bu kadın Fontainebleau'dan ge­
liyordu ve bir hizmetçi arıyordu. Ellisinde ya vardı ya yoktu. Zengin
248
ve zevzek bir burjuvaya benziyordu. Tuvaleti ciddi olmasına karşın
taşralı kabalığı akıyordu üstünden. Sıska ve sağlıksız görünüyordu, kö­
tü beslenme v e perhizlerden benzi külrengini almışn. Onun yanında
hizmetçi -eğer mutlu olsaymış yaşamı, güzel sayılabilirmiş- çok sem­
patik görünüyordu. Siyah jarse bir gömlek ince belini sımsıkı sarmış­
n. Başının arkasına zarifçe, patiskadan yapılma bir bone oturtmuştu.
Dalga dalga dökülen san saçları alnını ortaya çıkarıyordu.
Ayrıntılı, ısrarlı, aşağılayıcı ve saldırgan incelemesini nihayet biti­
ren kadın sonunda ağzını açn:
- Evet, siz ne olarak başvurmuştunuz bakalım? .. Oda hizmetçisi
olarak mı?
- Evet efendim.
- Hiç öyle bir haliniz yok ama ... adınız ne sizin?
- Jeanne Le Godec ...
- Ne dediniz?
- Jeanne Le Godec, efendim ...
Kadın omuzlarını silkti:
- Jeanne... diye yineledi ... Bu bir hizmetçi ismine benzemiyor. Bir
genç kız adı bu. Hizmetime girerseniz, Jeanne adını kullanmak için
inatlaşmazsınız umanın.
- Hanımefendi nasıl isterlerse öyle olur efendim.
Jeanne başım öne eğmişti. Elinde tuttuğu şemsiyesinin sapına iki
eliyle daha bir abandı.
- Başınızı kaldırın, diye azarladı kadın... dik durun bakayım. Gör­
müyor musunuz şemsiyenizin ucuyla halıyı deleceksiniz? Nerelisiniz
bakayım?
- Saint-Brieuc'lüyüm.
- Saint-Brieuc 'lü ha!
Yüzündeki küçümseme ifadesinin hemen ardından yüzü korkunç
bir şekilde buruştu; ağzının ve gözünün . kenarları bir bardak sirke
içmiş gibi kırış kırış oldu.
- Saint-Brieuc'lü! diye yineledi. Bröton musunuz yani? .. Brötonla­
n da oldum olası sevmem ... çok dik kafalı ve pasaklı olurlar.
- Ama ben temizim efendim, diye karşı çıkn zavallı Jeanne.
- Bu sizin fikriniz. Her neyse konu o değil şimdi. . . Kaç yaşındası-
nız?
- Yirmi alu.
- Yirmi altt mı? B ebekliğinizi katmadan saydınız besbelli ... Ayol

249
siz çok daha yaşlı duruyorsunuz ... B eni kandırmaya kalkmayın, sakın
ha! ..
- Sizi kandırmıyorum efendim ... Hanımefendiye yemin ederim ki
tam yinni altı yaşındayım. Eğer daha yaşlı gösteriyorsam, uzun süren
bir hastalık geçirdim de ondan ...
- Demek uzun süren bir hastalık öyle mi? diye karşılık verdi bur­
juva kadın, alaycı bir sertlikle... yani siz şimdi uzun süren bir hastalık
geçirdiniz ha? .. Bakın kızım, işler ağır olmasa da evi çekip çevirmek
çok önemlidir, bana şöyle güçlü kuvvetli bir kadın lazım.
Jeanne yaptığı gafı düzeltmeye yeltendi:
- Ama iyileştim ben, hem de tamamıyla iyileştim...
- Bu sizi ilgilendirir, zaten konu o değil şimdi. Siz nesiniz şimdi? ..
kız mı, evli mi, ne?
- Dulum efendim.
- Aaa öyle mi? Bir de çocuğum var demeyeceksiniz değil mi?
Jeanne hemen cevap vermedi. Kadın üstüne üstüne giderek şöyle
dedi:
- Söylesenize, çocuğunuz var mı? Evet mi?.. Hayır mı? ..
- Küçük bir kızım var, diye itiraf etti çekine çekine Jeanne.
Kadın bir sinek sürüsünü kendinden uzaklaştırmaya çalışıyormuş
gibi el kol hareketi yaparak suratını buruşturdu:
- Daha nelerrEvde çocuk falan istemem ben ... diye haykırdı ... Hiç-
bir şekilde buna razı olmam... Nerdeymiş bakalım şu küçük kızınız?
- Kocamın halalarından birinin yanında ...
- Bu hala neci?
- Rouen'da içki satış yeri var.
- Karanlık bir meslek; ayyaşlık, fuhuş, küçük kızınıza ne de güzel
örnek olur ya! Neyse bu size kalmış ... beni ilgilendirmez ... Kızınız kaç
yaşında?
- On sekiz aylık, efendim.
Hanımefendi yerinden fırladı, hışımla koltuğa geri oturdu. Sinir­
lenmiş, çileden çıkmıştı... Homurdanır gibi konuştu:
- Çocuklar! Söyleyin Tanrı aşkına! Bakamayacak olduktan sonra
çocuk sizin neyinize! Bu insanlar uslanmazlar, şeytan girmiş bedenle-
nne .1 ..

Giderek daha da saldırganlaşarak hatta zalimleşerek, karşısında tir


tir titreyen Jeanne'a döndü:
- Sizi uyarıyorum, dedi her sözcüğün üstüne bastıra bastıra. . . sizi

250
uyarıyorum ... hizmetime girecek olursanız eğer... yani diyorum evime
kızınızı getirmelerine asla müsaade etmeyeceğim, eve geldi-gittiler de
olmayacak kesinlikle ... evimde geldi-gittiler istemiyorum asla .. Ke­
sinlikle, hayır, yabancılar asla .. ne idüğü belirsizler, tanımadığım in­
sanlar dünyada olmaz ... zaten her an tehlikedeyiz ... Neme lazım, yok,
kalsın!..
Pek de sevimli denemeyecek bu açıklamalara rağmen zavallı hiz­
metçi cesaretini toplayıp şöyle sordu:
- Madem öyle, hanımefendi kızımı bir kez görmeye gitmeme izin
verirler herhalde... bir kerecik... yılda sadece bir seferlik ... ha?
- Hayır.
Merhametsiz burjuvanın yanıtı buydu işte.... soma da şöyle devam
etti:
- Benim evimde dışarı çıkılmaz. Evin kuralı böyle. B u kural üze­
rinde tarbşmam bile. Ben hizmetçilerime, kızlarını görmek bahanesi
ile çıksınlar, orda burada sürtüp çapkınlık yapsınlar diye para vermiyo­
rum. Oh ne fila .. Hayır... olmaz... Belgeleriniz var mı bari?
- Evet efendim.
Cebinden bir kağıt çıkardı ve açtı, içinden sararmış, buruşmuş, kir­
lenmiş bir sürü belge çıktı; sessizce, elleri titreyerek hanımefendiye
uzattı tümünü. Hanımefendi ise onları pislik bulaşmasını istemezmiş
gibi parmaklarının ucu ile açtı ve suratında bir iğrenme ifadesiyle yük­
sek sesle okumaya başladı:
- "İş bu belge genç kız J.... "

Aniden durdu ve hiddetli bakışlarını, giderek daha da huzursuzla­


şıp gerilen Jeanne'ın suratına dikti:
- Genç kız mı? B urada genç kız yazıyor... Vay canİna! Demek siz
evli falan değildiniz ... ve bir çocuğunuz var... ama evli değildiniz? Bu
da ne demek oluyor?
Hizmetçi açıklama yaptı:
- Hanımefendi beni mazur görsünler.. . Ben üç yıl kadar önce
evlendim. Bu belgelerin tarihi ise altı yıl öncesine ait. Hanımefendi ba­
kabilirler isterlerse...
- Neyse... Bu sizi ilgilendirir.
Ve bel.geyi okumaya devam etti:
- " ... Genç kız Jeanne Le Godec'in on üç ay boyunca hizmetimde
çalıştığını; gerek iş disiplini ve gerekse dürüstlüğü hakkında hiçbir şi­
kayetimin olmadığını belirtmek için düzenlenmiştir.... " Evet ya hep

25 1
aynı şeyler; hiçbir şey anlatmaz, göstermez bu belgeler... Bunlar refe­
rans falan değil... Bu hanımın adresi nedir, nereye mektup gönderebi­
liriz?
- O öldü.
- Öldü mü? Kahretsin! Ölmüş olmasında şaşılacak bir şey yok, çok
normal. İşte böyle, elinizde bir belge var ve bunu size veren kişi öldü,
öyle mi? Kabul edin ki şüpheli bir durum bu ...
Tüm bunları kaba bir alay ve aşağılayıcı bir güvensizlikle söyle­
mişti. Eline başka bir belgeyi aldı ve:
- Ya bu kişi? Bu da ölmüşse hiç şaşmam doğrusu...
- Hayır efendim ... Madam Robert eşi ile Cezayir'e taşındı, eşi al-
bay da ..
- Cezayir'e mi? diye haykırdı... Başka ne beklenirdi... Cezayir 'e
nasıl mektup yazarım, söyler misiniz bana? Ya ölüyor ya da Cezayii' e
gidiyorlar... Alın alabilirseniz Cezayir'den bilgileri, mümkün mü bu?
Olur şey değil! . .
- Ama, bende başka belgeler d e var, diye yalvardı gariban Jeanne
Le Godec, hanımefendi görebilir... Hanımefendi bilgi alabilir...
- Evet! Elbette! Bunu ben de görüyorum, daha çok var elinizde ...
çok yer dolaştığınızı görüyorum elbette. Bu yaşta çok demek az kalır,
çok fazla yer değiştirmişsiniz, pes doğrusu ! Hadi neyse bana belgele­
rinizi bırakın ... incelerim soma... Şimdi siz söyleyin bakalım... hangi
işler gelir elinizden?
- Ev işi yaparım .. dikiş.. masa kurmak. ..
. .

- Onarım işinden anlar mısınız?


- Evet, efendim.
- Kümes hayvanları beslemeyi bilir misiniz?
- Hayır efendim, bu benim mesleğim değil ...
- Sizin mesleğiniz kızım, diye bağırdı sertçe kadın, efendilerinizin
size verdiği işleri yapmaktır. Çok pis karakterli biri olmalısınız siz...
- Hiç de değil efendim... Hiç itirazcı biri değilimdir.
- Tabii canım, ne münasebet! Bu sizin fikriniz... diğerlerine sorsam
onlar da öyle söyler, ama huysuzluklarından yanlarına varılmaz... Ney­
se... Sanının size daha önce de söyledim ... altından kalkılmayacak bir
şey olmasa da, yine de evi çekip çevirmek çok önemlidir... Sabah beş­
te kalkılır.
- Kışın da mı?
- Ktşın da... sahi ya... Neden "kışın da mı?" diye sordunuz? Kışın
252
işler daha mı az? Ne komik bir soru böyle! .. Merdivenler, salon, beye­
fendinin çalışma odası, odaları söylemeye gerek yok sanırım, ateşleri
yakma ... Bunların hepsi oda hizmetçisinin görevidir. Aşçı holden, ko­
ridorlardan, yemek odasından sorumludur. Bakın işte, temizliğe çok
önem veririm ben ... Evimde tek bir toz zerresi bile görmek istemem.
Kapı kollan gıcır gıcır, mobilyalar pırıl pırıl, aynalar tertemiz olmalı­
dır. B enim evimde oda hizmetçisi kümesle de ilgilenir.
- Ama efendim ben bilmem o işi . ..
- Öğrenirsiniz! . . Oda hizmetçisi çamaşırları yıkar, ütü yapar -be-
yefendinin gömlekleri hariç- dikiş diker, benim giysilerim dışında dı­
şarıya dikiş vermem ben. Masaya servisi yapar, bulaşıkları kurulamak-
ta aşçıya yardım eder; cila işlerini yapar... çok düzenli olmak gerekir...
hem de çok. Düzene çok titizlenirim ben ... düzene, temizliğe, özellik-
le de namuslu olmaya... Zaten her şey dolapta kilitlidir. Bir şey gere­
kince bana haber verilir. İsraftan nefret ederim. Sabahlan ne içersiniz
genelde?
- Sütlü kahve efendim.
- Sütlü kahve mi? Bunu söylemeye utanmıyor musunuz? Evet, ar-
tık hepsi sütlü kahve içiyor... Ama bu benim alışkanlıklarımın dışında.
Çorba içeceksiniz ... Mideye iyi gelir... Ne diyorsunuz?
Jeanne hiçbir şey söylememişti ama bir şey söylemek için kıvranıp
duruyordu, sonunda kararını verdi:
- Hanımefendinin affına sığınıyorum, acaba hanımefendi içecek
olarak ne veriyorlar?
- Haftada alu litre elma şarabı...
- Ben elma şarabı içemem efendim ... Doktor yasakladı da . .
- A öyle mi? Doktor yasakladı demek. .. Ama ben size aln litre el-
ma şarabı vereceğim. Canınız şarap isterse, gider satın alırsınız tamam
mı? Beni zerre kadar ilgilendirmez... Bakalım kaç para almak istiyor­
sunuz?
Jeanne duraksadı, halıya, duvar saatine, tavana baktı, şemsiyesini
evirip çevirdi ve çekine çekine:
- Kırk frank, dedi sonunda.
- Kırk frank mı? diye haykırdı hanımefendi. Olmuşken on bin
frank peşin isteseydiniz bari? Siz biraz kafayı üşüttünüz galiba .. kırk
frank ha! .. Bu duyulmuş şey değil ! Eskiden on beş frank verirdik, üs­
telik hizmet çok daha iyi olurdu ... Kırk frank! Kümes hayvanlarını bes­
lemeyi bile bilmiyorsunuz siz! Hiçbir şeyden anladığınız yok zaten!

253
Hadi ben yine otuz frank vereyim size... Zaten bu da çok fazla ya ney­
se... Evimde hiç para çıkmayacak ki cebinizden. Giyim kuşam konu­
sunda titiz değilimdir... Çamaşırlarınız yıkanacak ve karnınız doyuru­
lacak. . . Hem de nasıl doyacaksınız! .. Yemek paylaşımını da ben yapa­
nın.
Jeanne ısrar etti:
- Şimdiye kadar çalıştığım yerlerde kırk frank alırdım ben...
Hanımefendi ayağa kalktı, sert ve kıncı bir sesle:
- Madem öyle... hadi ne duruyorsunuz, geri dönün oralara, diye
karşılık verdi... Kırk frank! Buna yüzsüzlük denir! Alın belgelerinizi,
ölülerin yazdığı belgelerinizi ... Şimdi yıkılın karşımdan!
Jeanne özenle topladı belgelerini, elbisesinin cebine yerleştirdi,
sonra ürkek ve acılı bir sesle:
- Hanımefendi otuz beş frank yapmak isterlerse anlaşabiliriz diye
yalvaracak oldu.
- Metelik bile eklemem . . . Hadi ordan. . . siz en iyisi Cezayir'e gidip,
Madam Robert'inizi bulun. Canınız nereye çekerse oraya gidin. Sizin
gibi çulsuzlar dolu burda, hem de sürü sepet, hadi şimdi yaylanın!
Yüzü kederli, hareketleri ağır, iki kez selamlamak için eğildikten
sonra çıktı bürodan Jeanne. Gözlerinden, dudaklarının büzülmesinden
ağlamak üzere olduğunu anladım.
Kadın yalnız kalınca, hiddetinden köpürerek bas bas bağırdı:
- Hizmetçiler mi! .. Tam bir felaket! .. Günümüzde kendine hizmet
ettirebilene aşk olsun doğrusu !
Bunun üzerine fişlerinin elenmesi işlemini tamamlayan Madam
Paulhat-Durand tüm haşmetiyle, bunalmış ve ciddi bir havada şöyle
yanıtladı:
- Ben size söylemiştim zaten hanımefendi. B unların hepsi böyle iş­
te! Bunların derdi hiçbir iş yapmadan paralan götürmek. Bugünlük
başka yok elimde. Diğerleri bundan da beter! Hele bir yarın olsun bir
şeyler bulurum size. Ah! Ah ! Gerçekten de umut kırıcı, inanın bana . . .
Jeanne L e Godec uğultulu bekleme odasına girdiği sırada ben de
gözlem yerimden aşağıya indim.
- Ee, ne oldu? diye sordular.
B ekleme salonunun en gerisindeki sıraya gidip oturdu; başı önde,
kollarını kavuşturmuş, yüreği kabarmış, kamı aç bir halde iki ayağı
eteğinin altında sinirden kıpır kıpır oynarken sessizliğe gömüldü Jean­
ne.

254
Bu da ne ki, daha ne acıklı sahnelere tanık oldu gözlerim ...
Madam Paulhat-Durand'ın bürosuna her gün gelen kızlardan biri­
ne takıldı gözüm. Dikkatimi çekti çünkü başında bir Bröton başlığı
vardı, sonra onu bir kez görmek bile yetmişti içimin dayanılmaz bir
hüzünle dolmasına. Paris'te, sürekli bir kargaşa ve hummalı bir telaş
içindeki şu Paris'te afallayıp kalmış bir köylü kızından daha acıklı bir
şey bilmiyorum. Böylesini gördüğümde elimde olmadan kendime yö­
neliyor düşüncelerim ve sonsuz bir isyan duygusu kaplıyor içimi. Ne­
reye gider? Nereden gelir? Memleketini neden terk etti? Hangi çılgın­
lık, hangi acı olay, hangi fırtınadan kopan hangi tufan onu sürükleye­
rek bu homurdanan insan denizine, iç karartıcı enkaza fırlatmıştır? Bir
köşede büzüşmüş, bizlerden kendini korkunç derecede soyutlamış olan·
bu zavallı kızı inceleyerek bu sorulan soruyordum her gün kendime.
Çirkindi, tüm acıma duygusunu sıfırlayan bir çirkinlik. İnsanları.
ona karşı son derece acımasızlığa iten bir çirkinlik, çünkü o gerçek an­
lamda insanlık onurunu yaralayan biriydi onlar için. Güzellikten yana
nasibini alamamıştı doğadan. Bir kadının bu kadar tam , bu kadar mut­
lak bir çirkinliğe sahip olması, bu insani çöküş pek görülmüş şey de­
ğildi. Genelde bir kadın ne kadar çirkin olursa olsun mutlaka yine de
bir şey vardır onda, herhangi bir şey, ne bileyim mesela gözleri, ağzı,
vücudunun bir kıvrımı, kalçalarının esnekliği, hadi bunları. geçtik diye­
lim bir kol hareketi, bileği, cildinin tazeliği vardır insanların hiçbir ra­
hatsızlık duymadan bakabildikleri. Hatta çok yaşlı olanlarında bile, bo­
zulmuş vücutlarına, ölüp giden kadınlıklarına rağmen, tene kazınan
derin çizgilerde bir zamanlar nasıl olduklarını gösteren bir am, her şe­
ye rağmen bir cazibe bulunur yine de... Bretön'da bunlardan hiçbiri
yoktu. Üstelik gencecikti henüz. Kısacıktı, bedeninin üst tarafı uzun,
beli kalın, kalçaları tahta gibi yassı, bacak.lan kısaydı; öyle kısaydı ki,
kötürüm diyesi geliyordu insanın. Annorique· haçlarının çarpık kolla­
n üzerinde yüzyıllardır acı çeken şu barbar bakirelerin, şu basık burun­
lu azizelerin, şekilsiz granit kütlelerin görüntüsünü akla getiriyordu
gerçekten de. Yüzüne gelince, içler acısıydı Ah zavallıcık! Öne doğru
çıkıktı alnı, gözbebekleri süngerle ovulup aşındınlmışçasına silikti.
�umu korkunçtu. Doğuştan yassı olan burnunun ortasında bir yarık
vardı ve aniden sivrilen ucunda sert kılların fışkırdığı kara, derin, ko­
caman, iki yuvarlak delik yelpaze gibi açılmıştı. Bunlar yetmiyormuş
*Armorique: 1 . Şimdiki Brölanya'n ın Vll. yüzyıldaki adı. Kara sıradağlar bölgesi.
(ç.n.)

255
gibi teni külrengiydi, pul pul, ölü bir karayılan derisi adeta .. ışıkta un­
la kaplı gibi görünen bir deri ... Bunlara rağmen tarifsiz bir çirkinliğe
sahip bu yaratıkta güzel kadınlan kıskançlıktan çatır çatır çatlatacak
bir güzellik vardı: saçları. Şelale gibi dökülen, kısık ışıkta albn gibi pı­
rıl pınl parlayan alev kızılı saçları vardı. Çirkinliğini örteceğine bu
saçlar daha da belirgin, daha dikkat çekici, daha çarpıcı ve onmaz kı­
lıyordu bu çirkinliği.
Daha bitmedi. Yaptığı her hareketten sakarlık dökülüyordu; bir şe­
ye çarpmııd.an adım atamazdı, tuttuğu her şey kayardı ellerinden, kol­
ları mobilyalara çarpar, ne varsa indiriverirdi aşağıya Yürürken ayak­
larınıza basar, dirseğini saplardı böğrünüze ve sonra da özür dilerdi ku­
lağı tırmalayan, boğuk bir sesle, ağzını açtığında yüzünüze pis bir ko­
ku, leş kokusu çarpardı. Bekleme odasına adımını atar atmaz, bizler­
den, önce sinirli bir sızlanma ve hemen ardından hakarete varan suçla­
malar, nihayet homurtular yükselirdi. Zavallı yaratık yuhalar arasında
ilerler, kısacık bacakları üzerinde yuvarlanır, adeta herkesin birbirine
fırlattığı top gibi, dipteki sıraya gider otururdu. Ve her birimiz ondan
uzak durmaya çalışırdık, tiksinti ifadesi hareketler yapar, mendilleri­
mize davranarak suratımızı buruştururduk. Onu bizden uzak tutan bu
bir anda oluşan sağlık çemberinin gerisindeki boş yere yerleşirdi içine
kapanık kız, duvara dayar sırtını, sessiz ve insanlardan soyutlanmış bir
halde hiçbir serzenişte bulunmadan, alınan tavırlara isyan etmeden ve
hatta kendisine yöneltilen küçümsemeyi bile anlamış görünmeden otu­
rurdu köşesinde.
Her ne kadar ara sıra, diğerlerinin bu zalim oyununa katılw.ış olsam
da bu küçük Bröton' a karşı bir tür acıma duygusu oluşmuştu içimde.
Tanrı'nın mutsuzluk nasip ettiği bir yaratıkla karşı karşıya olduğumu
anlamıştım. Ne yaparlarsa yapsınlar, nereye giderlerse gitsinler insan­
ların yanlarına yaklaştırmayacak.lan şu yaratıklardan biri ile karşı kar­
şıya idim. B u yaratıkları hayvanlar bile istemez yanlarında çünkü hay­
vanların bile hoş göremediği bir tür çirkinlik, bir şekil bozukluğu var­
dır onlarda.
Bir gün iğrenme duygumu bastırarak yanına yaklaştım ve ona sor-
dum:
- Adınız ne?
- Louise Randon ... diye yanıtladı.
- Ben Brötonum... Audieme' den. Ya siz, siz de mi Brötonsunuz?
Kendisi ile konuşmaya kalkan birini görmekten şaşkın, bir alaya

256
veya hakarete maruz kalmaktan korkarak, hemen yanıtlamadı sorumu.
Başparmağım burnunun o dipsiz derin mağarasına daldırdı. Sorumu
.
yineledim::
- Brötanya'nın neresindensiniz?
O zaman yüzüme baktı, gözlerimde kötülük olmadığını görmüş ol­
malı ki yanıtlamaya karar verdi:
- Saint-Michel-en-Greve'denim, Lannion yakınlarından.
Ne diyeceğimi bilemedim... sesi bana itici gelmişti. İnsan sesi de­
ğildi bu işittiğim. Boğuk, gırtlaktan gelen, hıçkınk gibi bir şeydi, aynı
zamanda da gurultu gibi gümbürdeyen bir sesti. Bu ses içimdeki acı­
ma duygusunu alıp götürse de devam ettim ben yine:
- Aileniz hayatta mı?
- Evet.. babam ... annem ... iki erkek kardeşim ... dört de kız karde-
şim var... İçlerinde en büyüğü benim.
- B abanız, ne iş tutar?
- Nalbanttır.
- Yoksul musunuz?
- B abamın üç tarlası, üç evi, üç adet de harman dövme makinesi
var.
- Öyleyse, zengin...
- Elbette... zengindir... Tarlalarını sürer... Evlerini kiralar, harman
dövme makineleriyle de, diğer tarlalara giderek köylülerin buğdayını
döver... hayvanların nalları ile erkek kardeşim uğraşır.
- Ya kız kardeşleriniz?
- Güzel başlıkları var, hem de dantelalı, işlemeli elbiseleri de var.
- Ya sizin?
- Hiçbir şeyim yoktur benim...
Nefesinin o ölümcül kokusunu almamak için geriledim biraz.
- Neden hizmetçi oldunuz? diye sordum.
- Çünkü ...
- Memleketinizi neden terk ettiniz?
- Çünkü ...
- Mutlu değil miydiniz?
Sözcükleri çakıllar üzerinde yuvarlar gibi yuvarlayarak aceleyle
yanıtladı beni:
- B abam döverdi beni ... annem döverdi . . . kız kardeşlerim döver­
di ... beni herkes döverdi velhasılı... Her işi bana gördtirürlerdi ... Kız
kardeşlerimi büyüten benim ...
F1 ?ÖN/Oda Hizmetçisiıtin Günlüğü
257
- Neden döverlerdi sizi?
- Bilmiyorum... dövmek için! .. Her ailede dayak yiyen biri çıkar...
çünkü... işte... kimse bilmez nedenini.
Sorularım onu rahatsız etmiyordu artık. giderek güveni geliyordu.
- Ya siz... diye sordu, anne babanız sizi dövmezler miydi?
- Bilmem? Döverlerdi tabii ...
- Döverler... Bu hep böyle olmuştur...
Louise, burnunu karıştırmaktan vazgeçti. Kemirilmekten tırnak na­
mına pek bir şey kalmayan ellerini baldırlarının üstüne koydu. Etrafı­
mızda fısıldaşıp duruyorlardı. Kahkahalar, kavgalar, sızlanmalar diğer­
lerinin konuşmamızı duymasım engelliyordu.
- İyi de Paris'e nasıl geldiniz? diye sordum bir sessizlikten sonra.
- Geçen yıl ... diye anlatmaya başladı Louise ... Saint-Michel-en-
Greve' de Parisli bir hanım vardı; çocukları ile birlikte deniz banyosu
için gelmişti. Hırsızlık yapan hizmetçisini kovmuştu, ben de gidip iş
istedim kendisinden. Sonra... beni alıp Paris 'e getirdi... babasına baka­
yım diye... yaşlı, sakat, bacakları felçli bir adamdı.
- Siz de kalmak istemediniz öyle mi? Ne de olsa Paris, aynı şey de­
ğil...
- Hayır, dedi canlanarak. Bana kalsa kalırdım memnuniyetle... ko­
nu başka. .. yani, şey anlaşamadık.
Fersiz gözleri tuhaf bir şekilde aydınlandı. Bakışında bir kibir ışıl­
nsı gördüm. Ve bedeni dikeliyor, yüzü neredeyse güzelleşiyordu.
- Anlaşamadık, diye devam etti... İhtiyar bana pis şeyler yapmak
istedi...
Bu itiraf karşısında ağzım açık kalakaldım bir süre. Münıkün müy­
dü bu? Aşağılık ve rezil bir ihtiyarın bile onu arzu etmesi, onu isteme­
si, bu şekilsiz et yığınını, doğanın korkunç bir alayı olan bu kişiyi ar­
zu etmesi mümkün müydü? Bir öpücük, bu çürük dişlerin üstüne kon­
durulmak, bu çürümüşlük kokan nefesle birleştirilmek istenmişti de­
mek. Öff! Amma da pislik şeyler şu erkekler. Bu aşk denen şey ne kor­
kunç bir çılgınlık öyle! Louise'e baktım. Gözlerindeki panlu kaybol­
muştu ... Gözbebekleri gri leke gibi duran cansız halini almışu yeniden.
- Bu olay olalı çok oldu mu? .. diye sordum.
- Üç ay.
- O zamandan beri bir yer bulamadınız mi?
- Beni kimse istemiyor... Neden acaba? .. Büroya girince bütün ha-
nımlar ?:leni görür görmez, "Hayır, hayır bunu istemem!" diye basıyor-
Fi 7ARKA/Oda Hizmolfisİilİil Günlüğü
258
lar çığlığı. Üzerimde bir uğursuzluk dolanıyor ama ne! .. çünkü, yani
çirkin değilim, güçlü kuvvetliyim de... Elimden iş gelir ve iyi niyetli
biriyim. Azıcık boydan kısayım, o da benim suçum değil herhalde ...
Doğru, lanetlendim herhalde ben.
- Nasıl geçiniyorsunuz?
- Pansiyon işleten birinin yanındayım. Odaların bakımım yapıyo-
rum, yırt:Jk sökük dikiyorum, karşılığında da tavan arasında bir ot min­
der, sabahları da yemek veriyorlar.
Demek benden daha mutsuz olanlar da vardı! Bu bencil düşünce
sönüp giden acıma duygumu tekrar canlandırdı.
- Bakın ne söyleyeceğim size sevgili Louise ... dedim, sesimin yu-
muşak ve ikna edici olmasına özen göstererek ... Paris'te bir yer bul-
mak oldukça zordur. Çok yönlü olmak gerekir. Zaten efendiler de baş­
ka yerlere göre çok müşkülpesentler. Sizin adınıza endişeliyim ... Yeri­
nizde olsam memleketime dönerdim...
Louise büyük bir korkuya kapıldı:
- Hayır... hayır, dedi ... Asla! Memleketime dönmek istemiyorum.
Başaramadığımı düşünecekler, kimsenin beni istemediğini söyleye­
cekler... çok alay edecekler benimle... Hayır... hayır... Bu imkansız...
ölürüm daha iyi ...
O esnada bekleme odasımn kapısı açıldı. Madam Paulhat-Du­
rand'ın hırçın sesi duyuldu:
- Matmazel Louise Randon!
- Ordan beni mi çağırıyorlar? diye bana sordu ürkek ve titrek bir
sesle.
- Elbette sizi... hadi acele edin, bu kez başarmaya bakın...
Kalktı , bedeninden ayn duran dirseklerini göğsüme çarptı, ayağı­
ma bastı, masaya çarptı, bodur bacaklanmn üzerinde yuvarlanarak yu­
halamalar eşliğinde kayboldu.
Sıranın üstüne çıktım, biraz soma sahnelenecek olan olaylan göre­
bilmek için vasistası araladım. Madam Paulhat-Durand'ın bürosu hiç
bu denli iç karartıcı görünmemişti gözüme. Tanrı bilir ya oraya her gi­
rişimde içim buz keserdi oysa ... fazla kullanılmaktan rengi atmış mavi
kumaşla kaplı o koltuklar... boydan boya yarılmış bir hayvanın leşi gi­
bi yayılan kayıt defteri ... mürekkep lekesine bulanmış ve sidik rengini
almış olan yine o aynı mavi kumaştan bir örtüyle kaplı masa ... ve ka­
raran ahşabın üzerinde Mösyö Louis 'nin dirseklerinin daha açık renk
ve parlak bölümler bıraktığı şu çalışma masası; pazardan alınma cam

259
eşyalarla aileden kalma sofra takımlarının göründüğü dip taraftaki bü­
fe ve o şömine... aşınmış iki bronz lamba ve rengi solmuş iki fotoğraf
arasında duran sinir bozucu tik-takları ile geçmek bilmez saatlerin mü­
sebbibi, kahrolası sarkaçlı saat ve insanın içine dokunan iki kanarya­
nın hastalıklı tüylerini kabarttığı kubbe şeklindeki o kafes . . . çekmece­
leri tamahkar tırnaklarla çizilmiş maun kaplama evrak dolabı ... Ama
ben tanıdığım bu odanın eşyalarının envanterini çıkarmak için tüneme­
miştim buraya, ne yazık ki ezbere biliyordum bu iç karartıcı, hüzünlü
odayı. Burjuva silikliğine rağmen, çok kereler sapıtmış düş gücüm bu
yeri kasvetli bir insan eti sergisine dönüştürmüştür. Hayır... ben Loui­
se Randon'un esir tacirleri ile dalaşmasını seyretmek istiyordum.
Hah işte ordaydı, pencerenin yanında; arkasını ışığa vermişti, kol­
lan düşmüş, put gibi duruyordu. Işık geçirmez bir peçeyi andıran ko­
yu bir gölge yüzünün çirkinliğini örtüyor, kısa, iri bedeninin şekilsiz­
liğini daha bir azalnp toparlıyordu. Parlak bir ışık saç uçlarını tutuştu­
ruyor, kolunun ve göğsünün çarpık hatlarım çevreliyor, sonra da o ber­
bat eteğinin siyah kıvrımları arasında kayboluyordu. Yaşlı bir kadın te­
peden nmağa süzüyordu onu. Sandalyeye oturmuştu, arkası bana dö­
nüktü; dost olmayan bir sırt, acımasız bir enseydi bu ... Bu yaşlı kadı­
nın gülünç bir şekilde tüylerle süslü, siyah şapkasını, alt kısımda asta­
rının gri kürkünün yukarıya kıvrıldığı siyah, bol mantosunu, halının
üzerine kat kat dökülen siyah elbisesini görebiliyordum ... özellikle de
dizlerinden birinin üstüne koyduğu siyah ipek eldivenli elini ... Canlı
bir ava saldıran pençeler gibi çıkıp giren, kumaşı kırıştıran parmakla­
rıyla, hareketleri ağır, artritten dolayı boğum boğum olmuş bir el...
Masanın yanı başında tüm asaletini takınarak dimdik bir şekilde Ma­
dam Paulhat-Durand beklemekteydi.
Sıradan bir dekora sıkışmış, sıradan üç yaratığın bir araya gelme­
sinde ne gariplik var, öyle değil mi? B u sıradan olayda üstünde duru­
lacak, heyecanlanacak bir şey yok gibi gelebilir insana. . . Bana görey­
se orda öyle sessizce bakışan bu üç kişi büyük bir üzüntü kaynağıydı.
Cinayetten de beter bir sahneye, insanı dehşete düşüren korkunç bir
sosyal trajediye tanık olduğum duygusuna kapıldım. Boğazım kurudu,
kalbim delice çarpmaya başladı.
- İyi göremiyorum sizi kızım, diye başladı aniden yaşlı kadın, or­
da durmayın ... sizi iyi göremiyorum . . . şöyle, odanın dibine doğru ge­
lin ki sizi daha iyi görebileyim...
Ve şaşkınlığını belirten bir sesle bağırdı:

260
- Aman Tanrım ! Siz ne küçük şeysiniz böyle! . .
Bunu söylerken sandalyesinin yerini değiştirmişti, profilini seçebi­
liyordum artık. Ne yalan söyleyeyim gaga burunlu, kazma dişli, atma­
calannki gibi san ve yuvarlak gözleri olan birini bekliyordum. Yanıl­
mışım, huzurlu, daha çok sevimli bir yüzü vardı. Doğruyu söylemek
gerekirse gözleri hiçbir şey söylemiyordu; kötülük olmadığı gibi iyilik
de yoktu bakışlarında. Ununu eleyip eleğini asmış bir dükkan sahibi
gibi duruyordu. Tüccarların, görünüşlerine özel bir hava vermek gibi
bir yetenekleri vardır. İç dünyaları dışarıya yansımaz. Meslekte piştik­
çe, çabuk ve haksız kazanç alışkanlıkları aşağılık içgüdülerini, acıma­
sız tutkularını geliştirdikçe yüzlerinin ifadesi de yumuşar, daha doğru­
su yüzü renk vermez olur. En kötü tarafları ise -müşterilerin güvenini
sarsacak olan yanlan- varoluşlarının derinliklerinde saklanır ya da ge­
nellikle her türlü ifade özelliğinden yoksun bedensel görüntülerine sı­
ğınır. Bu ihtiyar kadının gözbebeklerinden, dudaklarından, alnından ve
cansız suratının gevŞemiş kaslarından okumanın mümkün olmadığı
ruh katılığı tam anlamıyla ensesine yansımıştı. Ensesi gerçek yüzü ol­
muştu ve bu yüz korkunçtu.
Yaşlı kadının buyruğu üzerine Louise odanın dip tarafına geçmişti.
Hoşa gitme arzusu onu tam anlamıyla korkunç gösteriyor ve umutsuz
bir duruma sokuyordu. Işığın altına geldiği anda kadın feryadı bastı:
- Ay! Ne çirkin şeysiniz böyle kızım!
Madam Paulhat-Durand'ın da desteğini almak için ona döndü:
- Mümkün mü gerçekten de? Bu ufaklık kadar çirkin bir yaratık
olabilir mi şu dünyada?
Her zamanki gibi kasıntılı ve vakur bir tavırla Madam Paulhat-Du­
rand cevap verdi:
- Çok güzel değil elbette ama matmazel çok dürüst biridir.
- Olabilir... diye karşılık verdi kadın ... Ama çok çirkin ... böyle bir
çirkinlik başa gelebilecek en sevimsiz şey.. Ne? Bir şey mi dediniz?
Louise ağzını bile açmamıştı, kızarmıştı biraz ve başı önündeydi.
Fersiz gözlerinin çevresinde kırmızı çizgiler belirmişti, ağlayacağını
sandım. .
- Neyse... sonra bakarız, diye devam etti kadın. O esnada, v�i bir
hayvanın hareketleriyle, öfke içinde kıpırdayan parmaklan elbisesinin
kumaşını paralarcasına tırmalamaktaydı.
Louise'e ailesi ve daha önce çalıştığı yerler hakkında sorular sor­
du. Mutfak ve ev işlerine yatkınlığını, dikiş bilip bilmediğini sordu.

261
Louise, ''Evet, öyle" veya "Yoo, hayır" diyerek boğuk ve kesik kesik
yanıtlıyordu kadını. Kılı kırk yaran, kırıcı, canice soruşturma tam yir­
mi dakika sürdü.
- Velhasıl kızını, diye özetledi ihtiyar, görünen şu ki, hiçbir işten
anlamıyorsunuz. Size her şeyi benim öğretmem gerekecek bu gidişle ...
Dört beş ay hayrınızı göremeyeceğim ... üstelik, bu çirkin halinizle hiç
de sevimli değilsiniz ... Burnunuzun üstündeki bu yarık da neyin nesi?
Bir darbe mi aldınız yoksa?
- Hayır, efendim... Doğuştan.
- Ay! İşte bu hiç hoş değil ... Kaç para kazanmak istiyorsunuz?
- Otuz frank, banyo ve şarap ... dedi Louise, kararlı bir sesle.
- Otuz frank! Siz hiç bakmaz mısınız kendinize aynada? Olur şey
değil! Ne yani? Sizi kimse almaz yanma hiçbir zaman ! Ben alıyorsam
o da iyiliğimden, çünkü aslını sorarsanız acıdım size! Siz de utanma­
dan otuz frank istiyorsunuz benden! .. Kusura bakmayın ama kızını siz
de arlanma nedir bil.mezmişsiniz meğer! Herhalde arkadaşlarınız verdi
size bu aklı. . Onları dinlemekle iyi etmemişsiniz...
.

- Doğru diye onayladı Madam Paulhat-Durand. Bunlar birbirlerini


fişekliyorlar.
- Öyleyse! diye lütfetti yaşlı kadın uzlaşmak ister gibi, ben size on
beş frank vereceğim ... şarabınızı kendiniz alırsınız. Bu fazla bile, ama
sizin çirkinliğinizi ve zavallılığınızı kullanmak istemem.
Yumuşamaya başlamıştı, sesi neredeyse şefkatli bir tonda çıkıyor­
du:
- Tamam mı kızım, böyle fırsat geçmez bir daha elinize ... Ben di­
ğerleri gibi değilim. Yalnız yaşayan biriyim, ailem yok benim, hiç kim­
sem yok aslında. Benim ailem hizmetçimdir. Peki ben ne istiyorum
hizmetçimden? Beni biraz sevmesini, hepsi bu. Hizmetçim benimle
yaşar, benimle yer, şarap hariç tabii. Ah ah! Bir şımartırım onu sorma­
yın gitsin. Hem sonra, ben ölünce -çok yaşlıyım ve sık sık hastalanı­
rım- elbette unutmam bana sadakat göstereni, bana hizmet edip bana
bakanı. Siz çirkinsiniz, çok çirkin, hem de fazlasıyla çirkin. Eh ben de
alışının artık çirkinliğinize, suratınıza Doğru ya güzel olup da son de­
rece kötü davranan kadınlar var, sizi soyup soğana çevirirler. Çirkinlik,
bazen bir ev için, .ahlfil<. sigortası oluverir. Evime erkek sokmazsınız
öyle değil mi? Gördünüz mü işte; size adil davranıyorum. Bu koşullar­
da, bir de benim iyi niyetimi düşünürsek, size teklif ettiğim şey bir ser­
vet sayılır, hatta servetten de öte, bir aile! ..

262
Louise sersemlemişti, yaşlı kadının sözleri, tanımadığı umutların
türküsünü söylüyor ol.malıydı kafasında Köylü açgözlülüğü ile sandık
sandık altm, masallara özgü bir vasiyetname hayalini kuruyordu. B u
iyi kalpli efendi ile birlikte yaşamak, aynı masada yemek yemek. . . sık
sık parklara. kentin ormanlarına gitmek. .. Bunların tümü büyülüyordu
onu, bunların tümü aynı zamanda onu korkutuyordu da zira kuşkulan,
alt edilmez ilk güvensizliği bu vaatlerin üzerine bir gölge gibi düşmüş­
tü. Ne diyeceğini, ne yapacağını neye karar vereceğini bilemiyordu.
Bulunduğum yerden, "Hayır!" diye bağırmamak için zor tutuyordum
kendimi: "Hayır kabul etme!.." Ah, ah! Gözümün önüne getirebiliyor­
dum inziva yaşamını, yorgunluktan canım çıkaracak işleri, efendinin
bitmez tükenmez dırdırlarını, boğazından geçen ekmeğin münakaşası­
nı, çürümüş etlerin ve eti sıyrılmış kemiklerin yesin diye önüne atıldı­
ğını, savunmasız bir yaratığın sonsuz, ısrarlı, acı veren sömürüsünü.
"Hayır, sakın dinleme onu, kaç ordan! " Ama dilimin ucuna kadar ge­
len bu çığlığı bastırdım.
- Yaklaşın azıcık kızını, diye buyurdu yaşlı kadın ... Benden korku-
yor gibi bir haliniz var. Hadi ... benden korkmayın ... yaklaşın ... Çok il-
ginç ... daha şimdiden çirkinliğiniz azaldı gözümde... suratınıza alışıyo-
rum şimdiden.
Louise yavaşça yaklaştı. Zavallı yaratık, sandalyelere, mobilyalara
çarpmadan, zarafetle yürüyebilmek için tüm becerisini gösteriyordu;
her tarafı kaskatı kesilmişti. Ama yaşlı kadının yanma varır varmaz ,
beriki suratını buruşturarak onu itti.
- Tanrım! diye bağırdı, ne var sizde? Neden bu kadar pis kokuyor­
sunuz? İçiniz mi çürüdü? Korkunç bu! İnanılır gibi değil... sizin gibi
kokanı kimse görmemiştir. Burnunuzda kanser mi var yoksa? Yoksa
kanser midenizde mi?
Madam Paulhat-Durand asil bir hareketle şöyle dedi:
- Sizi uyaımıştım madam... En büyük kusuru bu işte... iş bulama­
masının asıl nedeni bu...
İhtiyar kadın sızlanmaya devam etti:
- Tanrım, aman Tanrım! Bu mümkün mü? Evi leş gibi kokutacak-
sınız ... Siz benim yanımda kalamazsınız! Eh! kalırsanız da koşullar de-
ğişir... Ben ki size karşı sempati bile duymuştum ! .. Yoo, Hayır... tüm
iyi niyetime rağmen bu mümkün değil ... mümkün değil!
Mendilini çıkarmıştı bile, bir yandan söyleniyor, bir yandan da pis
kokuyu uzaklaştırmaya çalışıyordu.

263
- Hayır, gerçekten de bu mümkün değil ! dedi.
- Hadi madam yapmayın böyle, diye araya girdi Madam Paulhat-
Durand, biraz zorlayın kendinizi, eminim bu zavallıcık size minnettar
kalacakllr...
- Minnettar mı dediniz? Kulağa hoş geliyor ama minnettarlık ne
yapsın... bu korkunç kusuru gideremez ki! Pekfil§. dediğiniz olsun!
ama ben ona on franktan fazlasını veremem ... sadece on frank! Kabul
eder ya da etmez...
O ana kadar gözyaşlarını tutan Louise patladı:
- Hayır... istemiyorum ... istemiyorum ... istemiyorum ...
- Dinleyin matmazel... dedi sertçe Madam Paulhat-Durand... Bu
yeri kabul edeceksiniz... ya da ben sizinle bir daha asla ilgilenmem ...
gider başka bürolardan iş istersiniz . .. Yetti canım, bıktım artık. .. işye­
rimin adını kötüye çıkaracaksınız...
- Çok doğru söylüyor! diye üsteledi yaşlı kadın. Bu on frangı ver­
dim diye teşekkür etmelisiniz bana; acıdığım için, iyilik olsun diye ve­
riyorum size. Bunun bir sevap olduğunu neden anlamıyorsunuz? Üste­
lik diğerleri gibi sonunda ben de pişman olacağım kuşkusuz ...
İş bulan kadına döndü:
- Ne yapayım !.. Ben böyleyim işte. Kimsenin karşımda acı çekme­
sine tahammülüm yoktur. Mutsuzluk görmeyeyim saflaşıveririm he­
men. B u yaştan sonra da değişeceğim falan yok benim, öyle değil mi? ..
Hadi kızım gidelim...
Bu sözleri duyar duymaz bedenime öyle bir kramp girdi ki gözet­
leme yerinden aşağıya inmek zorunda kaldım... Louis'i bir daha hiç
görmedim.

Ertesi gün Madam Paulhat-Durand beni nezaketle çağırdı bürosu­


na, biraz tedirgin edici bir biçimde beni tepeden brnağa bir güzel süz­
dükten sonra şöyle dedi:
- Matmazel Celestine, size göre iyi bir iş var elimde, hem de çok
iyi... Yalnız taşraya gitmeniz gerekecek. Oh! Pek o kadar da uzak sa­
yılmaz canım...
- Taşra mı dediniz? Uzaklardan hoşlanmadığımı bilirsiniz ...
-
Kadın diretti:
- Aslında taşra pek bilinmiyor... öyle hoş yerler vardır ki orda...
- Çok hoş yerler varmış... şaka yapıyorsunuz herhalde! dedim. Ön-
ce şunu bir kabul edin. .. o iyi yer dediğinizden hiçbir yerde yoktur. ..
264
Madam Paulhat-Durand kın.tarak, sevimli sevimli gülümsedi.
Onun öyle gülümsediğini hiç görmemiştim.
- Affedersiniz ama Matmazel Celestine... kötü yer diye bir şey
yoktırr.
- Elbette! bilmez olur muyum ... aslında sadece kötü efendiler var-
dır...
- Hayır... sadece kötü hizmetçiler... uzatmayalım ... Ben size elim­
dekilerin en iyilerini veriyorum, siz gittiğiniz yerde tutunamıyorsanız
ben ne yapabilirim?
Gözlerimin içine adeta dostça baktı:
- Siz bu kadar zeki olduktan sonra ... aynca güzel bir yüzünüz, en­
damınız ... ve işten yıpranmamış zarif elleriniz var... cin gibi olduğunu­
zu da unutmayalım ... hoş şeyler yakalayamamanız mümkün değil. Ba­
şınıza hangi devlet kuşunun konacağı hiç belli olmaz, tabii biraz yol
yordam bilmek gerek.
- Biraz üçkağıt bilmek gerek demek istiyorsunuz herhalde ...
- Adamına göre değişir... ben buna yol yordam diyorum.
Giderek gevşiyordu ... yavaş yavaş düşüyordu asalet maskesi. Şim­
di karşımda her türlü ahlaksızlıkta üstüne olmayan eski bir oda hizmet­
çisi duruyordu. Bu arada gözlerine rezil bir bakış yerleşti, "Madam Re­
becca Ranvet, Modacı'nın dudaklarında gördüğüm, tüm muhabbet tel­
lallarında bir şekilde alışık olunan şu ağız şapırdatmasıyla sözlerini
tekrarladı:
- Ben buna yol yordam diyorum.
- Peki, neymiş bu? dedim.
- Hadi canım, yapmayın matmazel, acemi çaylak numarası çekme-
yin bana, feleğin çemberinden geçmiş birisiniz ... Anlarız birbirimizi...
Diyordum ki yalnız bir adam var, oldukça geçkin ... Paris'ten çok uzak-
ta sayılmaz, çok zengin... evet, ya da oldukça zengin diyelim ... Evini
idare edeceksiniz ... kahyalık gibi bir şey anlayacağınız ... bilmem anla­
tabiliyor muyum? Bunlar çok önemli yerler... talibi bol türden, çok da
karlı... Bir kadın sizin gibi akıllı ise . . . sizin gibi zarifse... ve tekrar edi­
yorum yol yordam biliyorsa... geleceğini garantilemiş demektir.
Bu benim tutkumdu. Pek çok kez bir ihtiyarın hevesi üzerinden ne
harika gelecekler kurmuştum ... Düşünü kurduğum cennet karşımdaydı
şimdi; gülümsüyor, beni davet ediyordu ! Yaşamın açıklanamaz bir cil­
vesi ile, nedenini anlayamadığım aptal bir inatla bunca zaman arzula­
nan ve bunca zaman sonra beni nihayet çağıran bu mutluluğu elimin

265
tersi ile ittim...
- İhtiyar bir zampara ha! Yok, lazım değil! Daha yeni kurtuldum
bir tanesinden... Alayından nefret ediyorum bu heriflerin, yaşlısından
da, gencinden de, hepsinden...
Madam Paulhat-Durand şaşkınlıktan birkaç saniye kalakaldı öyle­
ce... Böyle bir çıkış beklemiyordu. Benim gibi bohem bir kızla, rolünü
oynadığı dürüst burjuva hanımefendisinin arasına büyük bir mesafe
koyan o vakur ve soğuk tavnna yeniden bürünerek şöyle dedi:
- Demek öyle, matmazel... Siz ne sanıyorsunuz kendinizi? Kime
benzettiniz beni? Aklınızdan neler geçiyor böyle?
- Hiçbir şey geçmiyor... Yalnız ... bir kez daha söylüyorum size, er­
keklerin topundan illallah dedim, hepsi bu.
- Kimden söz ettiğinizi biliyor musunuz siz? Bu beyefendi, mat­
mazel, çok itibarlı biridir, Saint-Vincent-de-Paul Derneği 'nin üyesidir.
Bir dönem kralcı bir milletvekiliydi, matmazel...
Kahkahayı basbm:
- Evet, elbette ne demezsiniz . . . O sizin Saint-Vıncent-de-Paul 'teri­
nizi çok gördüm ben, lanet olası erdemli kişileri de ... ve tüm milletve­
killerini de... Hayır, kalsın, teşekkür ederim! . .
Sonra aniden, hiç ara vermeden:
- Sabi kimin nesiymiş sizin şu ihtiyar? diye sordum. Sahi... ne fark
eder, ha bir eksik, ha bir fazla. İş bu olduktan sonra.
Ama Madam Paulhat-Durand'ın kılı bile kıpırdamadı, kararlı bir
ses tonuyla şöyle dedi:
- Yararı yok arbk matmazel, bu beyin aradığı ciddi kadın, güveni­
lir kişi değilsiniz siz. Sizi daha aklı başında biri sanırdım.. . İnsan sizin­
le güvende hissedemez kendini ...
Bir hayli dil döktüm, Nuh dedi peygamber demedi. Karmakarışık
duygularla döndüm bekleme salonuna. Ah, ah! Bu bekleme salonu yok
mu! .. hep aynı karanlık, hep aynı kasvet! Sıraların üzerinde sıkışmış,
yan yana dizilmiş kızlar... burjuva kadınların açgözlülüğüne sunulan
bu insan eti pazarı ... sizi oraya sürükleyen şu pislik akıntısı ve şu sefa­
let ters akınbsı, bu gelgit içinde sonsuza dek sall anıp duran içler acısı
enkaz, deniz kazası kalınbsı...
Ben ne tuhaf biriyim! . . diye düşündüm. Gerçekleşemez sandığım
bir sürü şey istiyorum, sonra somut bir biçimde karşıma çıkıp da ger­
çekleşmeleri kaçınılmaz olunca istemez oluveriyorum ...
Bu reddedişin albnda kuşkusuz başka bir neden daha yatıyordu.

266
Çocukça bir arzuyla Madam Paulhat-Durand'ı aşağılamak, havasından
geçilmeyen, bizi aşağılayan bu kadının yüzüne pezevenkliğini vurarak,
ondan bir tür intikam almak ...
Bilinmeyenin tüm ayartıcılığını, erişilmez düşlerin çekiciliğini ta­
şıyan bu yaşlı adamı kabul etmediğim için şimdi pişman oldum... Ha­
yallerini kurup avunmak kalıyor geriye; temiz pak bir ihtiyar, elleri yu­
muşacık, pembe ve tıraşlı yüzünde hoş bir gülümseme var, neşeli, cö­
mert ve uslu biri, fazla tutkulu olmadığı gibi Mösyö Rabour kadar tu­
haf meraklan da yok, küçük bir köpek gibi kendisini yönetmeme izin
veriyor...
- Böyle gelin ... hadi ... gelin canım ...
Ve gözlerinde uysal bir bakış, yaltaklanarak, koşa koşa geliyor.
- Şimdi de cici olun bakalım ...
Öyle komik bir cici oluşu var ki; sormayın gitsin, poposu üstünde
dimdik duruyor, ön patilerini havada sallıyor.
- Aferin benim kuçu kuçum!
Şeker veriyorum ona .. ipeksi sırtını okşuyorum. Artık ondan iğren­
miyorum ve düşünmeye devam ediyorum:
- Gerçekten de bu kadar aptal olabilir miydim ben! İyi bir köpeğim
olurdu... güzel bir bahçem, güzel bir evim ve ... paracıklanm ... keyif gı- .
cır, gelecek garanti ... ve ben bunların tümünü reddettim! Tüh bana!..
Nedenini bilmeden! Ne isteğimi hiçbir zaman bilmeden, arzu ettiğim
şeyi neden istemediğimi de bilmeden reddettim. Oysa ben pek çok er­
kekle yattım yatmasına ama aslında nefret ederim ben bundan --nefret­
ten de öte- iğrenirim erkeklerden, uzağımdalarken. Yanımda oldukla­
rında iş değişir, hasta tavuk gibi bırakırım kendimi ve sonra gelsin çıl­
gınlık... her türlüsüne varım ... Benim direncim asla gerçekleşmeyecek
olaylara, hiç rastlamayacağını erkeklere söker. Hiçbir zaman mutlu
olamayacakmışım gibime geliyor.
Bekleme odası boğuyordu beni ... bu kasvet, bu karanlık gün ışığı,
sıralara serilmiş bu yaratıklar, gittikçe daha da kasvetli bir hal alan dü­
şüncelerle dolduruyordu zihnimi. Üzerimde bir ağırlık vardı, bir çare­
sizlik duygusu kapİamıştı içimi. Yüreğim kabarmış, boğazım sıkışmış
bir vaziyette büronun kapanma saatini beklemeden ayrıldım ordan.
Merdivende Mösyö Louis ile karşılaştım, tırabzana abanmış, ağır ağır,
zorla çıkıyordu merdivenleri. Bir an göz göze geldik. O bana bir şey
söylemedi, ben de ona. Söyleyecek tek bir sözcük bulamadım, ama
bakışlarımız her şeyi söylemişti. Ah, ah o da bencileyin mutlu değildi.

267
Bir süre merdivendeki ayak seslerini dinledim ... sonra yuvarlanırcası­
na indim merdivenlerden. Ah zavallı yaratık seni!

Sokakta bir süre şaşkın şaşkın durdum ... Gözlerim sırtt kamburlaş­
mış, siyah tuvaleti içinde, aşk tellalı Madam Rebecca Ranvert Moda­
cı'yı aradı. Ah bir görseydim , şakası yok peşine takılacaktım. Kimse­
cikler yoktu ortalıkta. İnsanlar geçiyordu ordan, ilgisiz, kafası işte güç­
te insanlar, üzüntümü takan yoktu. Bir meyhanenin önünde durup bir
şişe şarap satın aldım. Avare avare orda burda biraz oyalandıktan son­
ra hfila sersemliğimi üstümden atamamış bir halde, ağırlaşmış bir ka­
fayla otelime döndüm.
Akşama doğru, ileri bir saatte kapının çalındığını duydum. Şarap
çarptığı için yan çıplak uzanmıştım yatağa.
Kim o?
-

- Benim
- Sen de kimsin?
- Garson ...
Ayağa kalktım, göğüslerim gömleğimden fırlamış, saçım başım
karmakanşık ve omuzlanma dökülmüş olduğu halde kapıyı açtım:
- Ne istiyorsun?
Garson gülümsedi. Merdivenlerde sık sık karşıma çıkan kızıl saçlı,
uzun boylu, babayiğit biriydi.
- Ne istiyorsun? diye üsteledim.
Yağ lekeleri içindeki mavi önlüğünün ucunu kalın parmaklan ile
kıvırarak, mahcup, gülümsedi yine ve kekeleyerek şöyle dedi:
- Marn' zel... ben...
Göğüslerimi, yan çıplak karnımı, kalçalanmın kavisinde son bulan
gömleğimi iç karartıcı bir arzuyla süzüyordu ...
- Hadi gir içeri... hergele! diye bağınverdim ansızın.
Odaya ittim onu ve kapıyı kırarcasına kapattım üstümüze.
Allah kahretsin beni! Ertesi gün bizi yatakta sarhoş ve yatağa seril­
miş bir şekilde buldular, ama ne durumdaydık Tanrım!
Garson kapı dışarı edildi... Adına gelince! Hiç öğrenemedim.

Madam Paulhat-Durand'ın iş bulma bürosu ile ilgili anılanmı ora­


da tanıdığım garibanın birinden söz etmeden noktalamak istemiyorum.
Söz konusu kişi bir bahçıvan, dört ay önce dul kalmış ve iş aramaya

268
çıkmış. Buradan geçen nice acınası çehre gördüm ama hiçbiri onunki
kadar hüzünlü değildi. Hiçbiri onun kadar ağır yememişti feleğin sille­
sini ... Kansını çocuğunu düşürürken -çocuğunu düşürürken mi?- kay­
beunişti. İki aylık bir sefaletten soma güçbela buldukları ve kendisinin
bahçıvan, kansının ise kümes bakıcısı olarak gireceği bir malikanede­
ki işe başlamalarından bir gün önce geJmişti bu olay başına B u büyük
acıdan soma, şansızlıktan mı yoksa yaşama karşı küskünlükten mi bi­
linmez, hiçbir yerde iş bulamamıştı. Hatta kendisi de hiçbir gayret gös­
termemişti. Bu işsiz geçen zamanda elinde kalan azıcık para da eriyip
gitmişti. Son derece içine kapanık biri olmasına karşın nasıl olduysa
ona yaklaşmayı başardım. Bir gün ona karşı gösterdiğim ilgiden ve
acısına duyduğum saygıdan olmalı, çok etkilenip bana içini döktü: Bu
yürek parçalayıcı masum dramı, aktörlerinin adını vemıeden anlataca­
ğım sizlere. İşte bahçıvanın dramı...

Bahçeyi, taraçayı, seraları, park alanının girişini dolaşıp, duvarları


o güzelim sarmaşıklarla, çift çenekli bitkilerle ve yabani asmalarla ge­
lin gibi süslü olan bahçıvan evini de gördükten soma, çimlerin üzerin­
de, dadılarının gözetiminde mutlulukla oynayan sapsarı saçlı, cicili bi­
cili giysiler içinde, pembe pembe yanaklı üç güzel çocuğunu sevgi ile
izleyen kontese doğru içleri beklenti dolu, içleri kaygı dolu olarak hiç
konuşmadan yavaş yavaş ilerlediler. Adam, başı çıplak, elinde kasketi;
kadın, hasır şapkasının altında mahcup, koyu renk, kaba yün hukası­
nın içinde tedirgin, küçücük deri el çantasının burup durduğu küçücük
zincirinden medet umar bir halde, yirmi adım kala nezaketle durup
beklediler. Epey uzakta, sık ağaçlık alanların arasında, parkın kıvrıla­
rak uzanan çimenlikleri görülüyordu.
- Yaklaşsanıza canım... dedi kontes cesaret verici, içtenlikli bir ses­
le.
Adamın esmerleşmiş, güneşten yanmış bir yüzü vardı. Kullandığı
aletlerin sürtüne sürtüne aşındırdığı şekilsiz parmaklı, toprağın rengini
almış iri elleri boğum boğumdu. Kadına gelince solgundu azıcık, tüm
yüzüne yayılmış çillerinin altında külrengi bir solgunluktu bu, biraz da
sakar bir hali vardı ama tertemizdi. Biraz sonra, diğerleri gibi, onu ha­
yasızca tepeden tırnağa incelemeye alacak; ruhunu, bedenini çınlçıp­
lak soyacak, ahret sualleri ile kan ter içinde bırakacak olan bu güzel
kadına çevirmeye cesaret edemiyordu bakışlarını. Daha bu yaşta, al­
dıkları eğitimle aşın taşkınlık yapmadan, zarafetle çimlerin üstünde

269
oynayan üç miniğin çizdiği o güzelim tablodan gözlerini ayıramıyordu
bir türlü ...
Ağır ağır birkaç adını ilerlediler, sonra her ilcisi de aynı anda, ku­
rulmuş makine gibi, ellerini karınlarının üstünde kavuşturdular.
- Eee? diye sordu kontes, her tarafa iyice baktınız mı bari?
- Kontes hazretleri çok iyi yürekliler... diye yanıtladı adam. Çok
büyük... çok güzel... muhteşem bir malikane ! . . Ayıptır söylemesi, çok
iş var. . .
- Ve ben çok titizim, açıkça söyleyeyim, hem de çok titizim. Her
şey mükemmel yapılsın isterim ... Mesela çiçekler... çiçek. . . çiçek. .. çi­
çek, her yer çiçek dolsun isterim. Zaten yazları iki, kışları da bir yar­
dımcınız olacak... Eh bu da yeter! ..
- Oh! diye karşılık verdi adam ... İşten gocunmam ben. Ne kadar
olursa o kadar iyi benim için. İşimi severim, iyi de yaparım. . . ağaçları,
tuıfandaları, maviküf hastalığını, velhasıl her şeyi bilirim. Çiçeklere
gelince, biraz bilek gücü, biraz zevk, biraz su, iyi bir ham gübre ... kon­
tes hazretleri bağışlasınlar, çokça hayvan gübresiyle istediğimizi elde
ederiz.
Bir süre durdu ve devam etti:
- Karım da oldukça çalışkandır, beceriklidir de. Çekip çevirmeyi
bilir... siz onun çelimsiz olduğuna bakmayın, çok cesurdur... hastalık
nedir bilmez. Hayvanların dilinden kimsenin anlamadığı kadar anlar.
Ta orda, geldiğimiz yerde üç inek, iki yüz tane de tavuk vardı... ya!
Kontes onaylayıcı bir baş hareketi yapu.
- Lojmanınızı beğendiniz mi?
- Lojman da pek güzel. Doğruyu söylemek gerekirse bizim gibi
küçük insanlar için fazla bile... onu döşeyecek kadar eşyamız yok...
Ama şartlarımız neyse öyle yaşayacağız tabii ... Bir iyi tarafı da şato­
dan uzak oluşu ... işte bu gerekli ... Efendiler istemezler bahçıvan bu­
runlarının dibinde olsun, bize gelince biz de rahatsız ederiz diye kor-
karız. Ama bu durumda herkes kendi yerini bilir. . . Böylesi hepimiz için
de hayırlı... Yalnız ...
Söyleyeceği şeyi dile getirmekten bir anda çekingenlik duyan
adam duraksadı . . .
- Yalnız . . . ne? diye sordu kontes, bir süre bekledikten sonra, bu ses­
sizlik adamın çekingenliğini daha da arurdı.
Kasketini daha güçlü sıktı, kalın parmaklarının arasında çevirdi,
ağırlığım daha çok verdi toprağa ve cesaretini toplayarak:

270
- Evet işte böyle! dedi... Kontes hazretlerine söylemek istediğim şu
ki ... bu para bu iş için biraz az diyecektim. Çok az... ne kadar iyi niyet­
li olursam olayım yine de olmuyor... Kontes hazretlerinin biraz daha
fazla vermeleri gerekecek...
- Unutuyorsunuz ama dostum, size bir ev verilecek ve ısınmanız,
aydınlanmanız da sağlanacak. dahası sebze, meyve, haftada bir düzine
yumurta. günde bir litre süt. .. Bu çok fazla...
- Oo! .. Kontes hazretleri süt ve yumurta mı veriyorlar? Evimizi de
ışıklandıracaklar öyle mi?
Düşüncesini almak istercesine karısına bakarken, bir yandan da mı-
rıldanıyordu:
- Vay be! İşte bu iyi, aksini iddia edemem ... hiç fena sayılmaz...
Karısı hık mık etti:
- Tabii ... azıcık ferahlarız.
Sonra sıkıntılı ve titrek bir sesle devam etti:
*
- Kontes hazretleri ocak ayında ve Saint-Fiacre'da bir şeyler
düşünürler heıhalde?
- Hayır, hiçbir şey.. .
- Adettendir ama.. .
- Benim adetim değildir.
Bu kez adam sordu:
- Ya gelincik, sansar, kokarcalar için?
- Yine hiçbir şey... derisini bırakırım size!
Öyle kararlı ve sert çıkmıştı ki sesi, ısrar etmenin yararı yoktu ...
Sonra aniden:
- Ah ! Şunu da baştan söyleyeyim, bahçıvanın sebzeleri satması ve­
ya, kim olursa olsun, birine vermesi kesinlikle yasaktır. Yeterli miktar­
da elde etmek için çok üretmek gerekir, biliyorum bu arada dörtte üçü
telef olur. Olsun!.. Şunu söylemeye getiriyorum, telef olacaklarsa bıra-
kın olsunlar.. .
- Elbette... her yerde olduğu gibi yani!
- Tamam mı, anlaştık mı? .. Ne zamandan beri evlisiniz?
- Altı yıl oluyor... diye yanıtladı kadın.
- Çocuklarınız yok mu?
- Küçük bir kızımız vardı ... öldü!
- Ah ! Bu iyi . . . çok iyi, dedi önemsemeden kontes. İkiniz de genç-
siniz henüz, yine olur çocuğunuz, öyle değil mi?
* Saint-Fiacre: 30 Ağustos Bayramı (Bahçıvanlar Günü). (ç.n.)

271
- Hiç öyle bir niyetimiz yok, kontes hazretleri, boş verin ... Ama
maalesef yüz ekülük bir gelir elde ettnekten daha kolay hamile kal­
mak...
Kontesin bakışları katılaşmıştı.:
- Sizi bir konuda daha uyarmalıyım, evimde kesinlikle çocuk iste­
miyorum. Eğer kazara bir çocuğunuz falan olursa sizi kovmak zorun­
da kalırım haberiniz olsun, hem de derhal. .. yoo, çocuk mocuk olmaz!
Vıyak vıyak, ayak alunda, her şeyi kırar döker, atlan korkutur, mikrop
bulaştı.nr. . . Hayır, hayır, dünyada olmaz, evimde bir çocuğa asla ta­
hammül edemem ... söylemedi demeyin... Ayağınızı denk aun ... şimdi­
den alın önleminizi.
O esnada, kontesin çocuklarından biri yere düşmüş ağlaya ağlaya
annesinin yanına gelmiş, eteğine saklanmıştı.. Kontes onu kollarına al­
dı, tatlı sözler söyledi, okşadı, sevgi ile bağrına bastı., sonra da sakin­
leşip, neşesine kavuşan çocuğu diğer ikisinin yanına gönderdi. Kadı­
nın yüreği sıkıştı. aniden. Gözyaşlarını tutamayacağını düşündü bir an.
Neşe, sevgi, aşk, annelik bu duygular sadece zenginlere mi özgüydü?
Çocuklar şimdi yeniden oynamaya başlamışlardı... Vahşi bir kin duy­
du onlara, küfretmek, onları dövmek, hatta öldürmek geçti içinden. Fa­
kir karnında uyuyan henüz doğmamış yavrularının dünyaya gelmesini
yasaklar nitelikte iğrenç sözler sarf eden bu bencil anneye, bu zalim ve
küstah kadına da küfürler yağdırmak, onu da dövmek istiyordu ... Ama
tuttu kendini, diğer uyanlardan daha katı. olan bu yenisinin üzerine
şöyle söylemekle yetindi:
- Dikkat ederiz kontes hazretleri... gayret edeceğiz...
- Hah şimdi oldu ... çünkü size ikide bir bunu tekrarlayamam... Be-
nim evimin kuralı böyledir... Asla ödün vermediğim bir kural.
Sonra nerdeyse şefkatli denebilecek bir sesle şöyle devam etti:
- Zaten inanın bana, zengin değilseniz eğer, çocuğunuzun olmama-
sı çok daha iyidir...
Adam yeni efendisinin beğenisini kazanmak için şöyle bitirdi:
- Elbette ... Elbette... Ne de güzel söylüyor kontes hazretleri.
Ama kin düşmüştü içine. Gözlerinde şimşek gibi çakan vahşi ve
karanlık ışık, son sözlerdeki bu zoraki yaltaklanmayı yalanlıyordu.
Kontes ölüm saçan panltı.yı hiç görmedi çünkü elinde olmadan, biraz
önce kısırlığa ve evlat katili olmaya mahkum ettiği kadının karnına ta­
kılmıştı. gözleri.
Pazarlık erken bitti. Tembihlerini yaptı. Bu iki yeni bahçıvandan

272
beklediği işleri en ince noktasına kadar anlattı. Mağrur bir tebessümle
onlara yol verirken, yanıt kabul etmez bir tonda şöyle dedi:
- Dini bütün kişiler olduğunuz belli ... Burada herkes pazarları ayi-
ne gider ve Paskalya Bayramı'nı kutlar... Buna çok önem veririm ben ...
Birbirleri ile hiç konuşmadan, ciddi, kederli ayrıldılar ordan. Yol
toz içinde, hava da boğucuydu, zavallı kadın güçlükle yürüyordu, da­
ha çok ayaklarını sürüyordu. Nefesi daralıyordu; durdu çantasını yere
bıraku ve korsesini gevşetti.
- Off! dedi derin derin nefes alarak...
Uzun süre baskı altında kalan karnı gevşedi, şişti, bir suç sayılan
hamileliğe özgü yuvarlak şeklini aldı yeniden. Yollarına devam ettiler.
Birkaç adım sonra yol üstündeki bir handa soluklanıp bir litre şa-
rap ısmarladılar.
- Hamile olduğumu neden söylemedin? diye sordu kadın.
Adam yanıtladı:
- Neden söyleyecekmişim ! Diğerleri gibi bu da bizi kapıya koysun
diye mi?
- Ha bugün, ha yarın ne fark eder?
Adam dişleri arasından mırıldandı:
- Aklı başında bir kadınsan bu akşamdan tezi yok gider görürsün
Hurlot Ana'yı... otlan var onun!
Ama kadın ağlamaya başladı... Gözyaşları içinde inliyordu:
- Böyle söyleme ... böyle söyleme ... uğursuzluk getirir!
Adam eliyle masaya vurup bağırdı:
- Tanrı aşkına, geberip gidelim mi yani?
Uğursuzluk gelmekte gecikmedi. Dört gün sonra kadın çocuğunu
düşürmüş -buna düşürmek mi denir, yoksa...- ve ardından peritonit
sancılarından kıvranarak canını teslim etmişti.
Adam öyküsünü anlatıp bitirince şöyle dedi bana:
- Böylece bir başıma kaldım şimdi yeryüzünde, eş yok, çocuk yok,
hiçbir şey yok. İntikamımı almayı düşündüm... evet, çimlerin üstünde
oynayan o üç çocuğu öldürmeyi düşündüm gaddar biri olmadığım hal­
de, yemin ederim size, bu kadının üç çocuğunu zevkle boğabilirdim ...
Evet... sonrası, cesaret edemedim işte... Neylersiniz? Serde korkaklık
var. Alçağın tekiyim ben... B enim cesaretim ancak acı çekmeye söker!

Fi SÖN/Oda Himıet.çisinin Ganlüğil


273
XVI

25 · Kasım

oseph'ten tek bir mektup bile yok. Onun ne denli temkinli biri oldu­
Jğunu bildiğim için sessiz kalışına pek şaştım diyemem ama yine de,
az da olsa, acı çekmeme engel değil bu. Gelen mektupların dağıtımdan
önce hanımefendinin eline geçtiğini Joseph bilmiyor değil elbette.
Kendisini ele vermek istemiyor, beni de tabii. Mektupların okunacağı­
nı bile bile yazmak işine gelmiyor, bana yazdığı için hanımefendinin
ileri geri konuşup yorumlar yapmasını da istemiyor olabilir. Yine de
onun gibi zeki biri ne yapar eder beni habersiz bırakmamak için mut­
laka bir yolunu bulur sanmışbm. Yarın sabah dönmesi gerekiyor. Dö­
ner mi ki? İçime kurt düşmüyor desem yalan olur. Beynim dwmadan
P1 SARKA/Oda Hizmelfis.iniıı Günlüğıl
274
çalışıyor, çalışıyor. Mesela Cherbourg'daki adresi... onu bana neden
vermek istemedi acaba? Bu tür şeyleri düşünüp kafamı patlatmak iste­
miyorum, huzursuzluğun hiçbir gereği yok doğrusu...
Burada kayda değer hiçbir şey yok, her zamanki gibi ufak tefek
olaylar ve daha da artan sessizliği saymazsak eğer. Dostluk adına kili­
se çömezi üstlendi Joseph'in işlerini. Her gün hiç sektirmeden, hep ay­
nı saatte gelip atlan b..mar ediyor, pencereleri yokluyor. Ağzından bir
kelime alana aşk olsun. Ağzının sıkılığı, mesafeli ve kuşku uyandıran
tavırları ile Joseph 'ten beter. Üstelik ondan daha ufak ve daha güçsüz...
Onu çok az görüyorum, sadece iletilecek bir emir olduğunda .. Çok da
garip bir tip aynca! Bakkal kadın anlattı: Gençken rahip olmak için
eğitim görmüş ama kabalığını ve ahlaksızlığını bahane edip atmışlar
papaz okulundan.
- Yoksa diyorum, ormanda küçük Claire'e o mu tecavüz etti? .. Da­
ha sonra her mesleğe biraz bumunu sokmuş. Pastanede çalışmış, kili­
se korosunda yırlayıcı olmuş, seyyar satıcılık yapmış, noter yardımcı­
lığı yapmış, hizmetçilik yapmış, köyün davulcusu olmuş, pazar üsten­
cisi olmuş, mübaşirin yanında çalışmış, deıken dört yıldan beri de ki­
lise çömezliği yaparmış. Kilise çömezi; eh rahip sayılır. Kiliseye özgü
tespihböceklerinin yapışkan ve sürüngen ne kadar davranışı varsa hep­
si mevcut kendisinde. En pis işlere atılmak da onda elbette, geri dura­
cak değil ya .. Joseph ne diye böyle biri ile aıkadaşlık yapıyor ki san­
ki ... Acaba gerçekten de arkadaşı mı? Yoksa arkadaştan ziyade suç or­
tağı mı?
Hanımefendinin migreni tuttu yine. Görünen o ki üç ayda bir dü­
zenli çekiyor bunu. İki gün boyunca, perdeleri çekili, ışık yüzü görme­
den odasına kapanır. Marianne'ın dışında kimse adımını atamaz odası­
na... Gözü beni görmek bile istemiyor hanımefendinin. Hanımefendi­
nin hastalığı beyefendi için tam bir fırsat... Yararlanıyor bundan... Mut­
faktan çıkmaz oldu. B azen suratı kıpkırmızı, pantolonunun düğmeleri
açık yakalıyorum onu. Ah, ah! Ne çok isterdim onları görmeyi; Mari­
anne'ı ve de onu tabii... herhalde sonsuza dek aşktan tiksinir insan...
Yüzbaşı Mauger bana küsmüş. Duvarın üstünden kızgın kızgın ba­
kıyor. Ailesi ile arası düzelmiş galiba, en azından yeğenlerinden biri,
bir kız, tasını tarağını toplayıp gelmiş yanına. Fena birine benzemiyor:
Boylu poslu, sarışın biri, bumu biraz fazla uzun, ama fark etmez, eti­
ne dolgun bir tazecik. Dedikodulara bakılırsa evi o id3re edecek ve ya­
takta Rose'un yerini dolduracakmış. B öylece pislik aileden dışarı taş-

275
mamış olacak.
Madam Gouin'e gelince, Rose'un ölümü epeyce darbe vumıuş ol­
malı onun pazar sabahlanna. Başrol oyuncusu olmadan yapamayaca­
ğının o da farkında Şimdi şu tuhafiyeci kadın illeti yürütüyormuş de­
dikodu seanslannL Bakkal kadın olacak pisliğin gizli marifetlerini
göklere çıkarıyormuş, Mesnil-Roy'un kızlarını ona hayran bırakmak
şimdi onun göreviymiş. Dün pazar günüydü ve ben bakkal kadının
dükkfuıına gittim. Çok parlak geçti toplantı... Herkes tam tekmil arday­
dı, Rose'dan çok kısa söz edildi ve ben vasiyetnamenin öyküsünü an­
latınca herkes bastı kahkahayı. Yüzbaşı, "Herkesin yeri doldurulur''
derken ne kadar haklıymış. Yine de tuhafiyeci kadın Rose kadar nüfuz­
lu biri değil. Çünkü, ahlak konusunda maalesef hakkında söylenecek
pek bir şey yok.
Joseph'i nasıl da sabırsızlıkla bekliyorum! Gelecekle ilgili hangi
umutlan beslemem veya hangi korkulan yaşamam gerektiğini öğrene­
ceğim o anı, nasıl da sinirli bir sabırsızlıkla bekliyorum! Artık böyle
yaşayamam. Sürdürdüğüm bu vasat yaşamdan, hizmet ettiğim bu in­
sanlardan, aralarında bulunmaktan ötürü her geçen gün biraz daha
alıklaştığım bu kasvetli kuklalar ortamından hiç bu denli bulanmamış­
tı midem. Şu anki yaşamıma yeni ve güçlü bir anlam verip beni ayak­
ta tutan şu tuhaf duygu olmasaydı eğer içimde, her geçen gün etrafım­
da biraz daha genişlediğini gördüğüm bu budalalık ve bayağılık çuku­
runun dibini ben de boylamakta gecikmezdim sanırım. Of, of! Joseph
bu işi başarsa da başarmasa da; benimle ilgili kararını değiştirse de de­
ğiştirmese de fark etmez, ben çoktan verdim karanını; burada bir sani­
ye daha dumıayacağım. Yine bitmek bilmeyen saatlerle, kaygıyla ge­
çecek koca bir gece ... sonunda geleceğimi belirlemiş olacağım.
Bu gece, belki de son kez olarak, geçmişi eşeleyeceğim yine. Şim­
diki zamanın kaygılarında boğulmamak, yarının boş hayalleri ile kafa­
mı patlatmamak için tek çare bu. Beni oyalıyor, içimdeki horgörü duy­
gusunu pekiştiriyor bu anılar aslında Bu kölelik yolunda amma tuhaf,
amma bıktırıcı yüzler çıktı karşıma. Düşüncelerimde bu yüzlerle yeni­
den karşılaştığımda, sanki gerçekten yaşamamışlar izlenimine kapılı­
yorum. Kötülükleriyle yaşıyorlar sadece, en azından sadece kötülükle­
riyle yaşıyor izlenimi veriyorlar... Mumyaları ayakta tutan sargılar gi­
bi onları ayakta tutan kötülüklerini çıkarıp atın da görün... geriye ha­
yaletleri bile kalmaz, kala kala toz kalır, kül kalır. . ölüm kalır...
.

Alın size bir tane daha! .. Olağanüstü bir evdi. Taşradaki yaşlı beyin

276
yanına gitmeyi reddettikten birkaç gün somaydı. Madam Paulhat-Du­
rand tarafından, elimde çok güzel referanslarla o eve gönderildim. Çi­
çeği burnunda efendiler... çocuk yok, hayvan yok ... Şık mobilyalar ve
görkemli dekora rağmen bakımsız bir ev... lüks ve savurganlık gırla gi­
diyor. Girerken şöyle bir göz attım , her şey anlaşıldı; gördüm, hem de
çok iyi gördüm kimlerle dans edeceğimi. Bir düş filemiydi anlayacağı­
nız! Mutsuzluklanmın tümünü unutacaktım burda demek... kalbimden
söküp atamadığım Mösyö Xavier' yi, küçük rezili, Neuill y' deki rahibe­
leri, iş bulma bürosunun insanı öldüren bekleyişlerini, kederli geçen
uzun günleıi, yalnız geçen uzun geceleri, pis safahat gecelerini ... tü­
münü bana unutturacağa benziyordu bu yeni yer. Sözün kısası, kendi­
me tatlı bir yaşam kuracaktım hurda; az iş, bol avanta. bu kesindi. B u
değişiklik büyük bir mutluluk verdi bana B u yerde uzun, çok uzun sü­
re 1<11.abilmek için kendime çekidüzen vermeye söz verdim. Kendime
özgü aşın tavırlarımı düzeltecek, açık yürekliliğimden kaynaklanan
fevri hareketlerimi baskılayacaktım. Kasvetli düşüncelerim bir bakışta
dağıldı, burjuvalara karşı beslediğim kin, bir mucize gerçekleşmişçesi­
ne pır diye uçup gitti. Çılgınca neşeli, coşkulu halime geri döndüm,
güçlü bir yaşama aşkıyla doldu içim. B azen efendiler de iyi olabiliyor­
lar diye düşündüm. Personel sayısı kabarık olmamakla birlikte seçkin­
di; bir aşçı, bir uşak, yaşını başım almış bir baş uşak ve bir de ben. Ara­
bacı yoktu örneğin, şoförü ile birlikte bir araba kiralayıp artık onu kul­
landıktan için efendiler kısa bir süre önce ahın iptal etmişlerdi. Hemen
dost olduk. Daha o akşam aralarına katılışımı bir şişe şampanya ile
kutladılar.
- Vay canına! dedim ellerimi çırparak... ama iyiyiz ha burda!
Uşak bir anahtar destesini havaya kaldırıp müzik sesi çıkartır gibi
şıkırdattı, bir yandan da gülümsüyordu. Mahzenin anahtarıydı bunlar;
her yerin anahtarı ondaydı. Evin güvenilir kişisiydi ne de olsa...
- Onları ara sıra bana verir misiniz, ha ne dersiniz? diye sordum
gırgır olsun diye.
Yüzüme sıcacık bir bakış fırlattı ve yanıtladı:
- Evet, bendenizle iyi geçinirseniz neden olmasın . . . Aklı olan ben­
denizle iyi geçinir...
Ah! Ah ! Ne kıyak adamdı! Kadınlarla nasıl konuşulacağını çok iyi
bilirdi . . . Adı William'dı. . . Ne hoş isim! ..
Uzadıkça uzayan yemek boyunca yaşmı başını almış baş uşak tek
kelime etmedi, durmadan tıkındı, durmadan içti. Onunla kimsenin il-

277
gilendiği yoktu, biraz bunamıştı. galiba. Wılli am'a gelince tüm sevim­
liliği, kibarlığı ve· içtenliği üstündeydi. Masanın altından zarif cilveler
yaptı bana. Kahve sırasında, ceplerini doldurmuş olduğu Rus sigarala­
rından ikram etti! Sonra beni kendine doğru çekti, -sigaradan sersem­
lemiştim biraz, biraz da sarhoş olmuştum ve saçlarım tamamen çözül­
müştü- dizlerine oturttu ve kulağıma, ağıza alınmayacak şeyler fısılda­
dı ... Ne yırtık şeydi öyle!
Aşçı Eugenie bu sohbete ve bu oyunlara pek şaşırmış görünmüyor­
du. Dalgın ve endişeliydi. Kafasını sürekli kapıya doğru çeviriyor, san­
ki birini bekliyor gibi en ufak gürültüde kulak kabartıyordu. Gözleri
bulanmış, tıka basa dolu şarap kadehlerini üst üste yuvarlamak.taydı...
Kırk beş yaşlarında bir kadındı; iri göğüslere, etli şehvetli dudakları ile
geniş bir ağıza, baygın bakan tutkulu gözlere sahipti. Hüzünlü bir iyi­
lik vardı havasında. Nihayet, servis kapısını birkaç kez hafifçe tıklattı
birisi. Eugenie'nin suratı ışıldadı, ok gibi fırlayıp kapıya davrandı.
Mutfak ahlfiloııa uymaz düşüncesi ile pozisyonumu değiştirip uygun
bir şekilde oturmak istediysem de William kollarına hapsetti beni, ken­
dine çekti, sıkı sıkı sarıldı...
- Önemli değil, dedi sakin bir sesle... ufaklıktır.
B u sırada bir delikanlı girdi içeri, daha çok bir çocuğu andırıyordu.
Sırım gibiydi, son derece sarışın ve beyaz tenliydi, on sekizindeydi an­
cak. Hafif sakalları olan dünya tatlısı bir çocuktu. Şık, gıcır gıcır bir
ceket vardı sırtında, incecik ve narin bedeninin hatlarını çıkarıyordu
ortaya, bir de pembe kravat takmıştı. Bitişik komşuların kapıcılarının
çocuğuymuş. Her akşam geliyordu besbelli... Eugenie bayılıyordu ona,
deli oluyordu çocuğa Her gün, bir köşeye yerleştirdiği büyükçe bir se­
petin içine, içi haşlama ile dolu çorba kaseleri, en iyi tarafından et par­
çaları, şarap şişeleri, iri iri meyveler, pastalar koyuyordu. Ufaklık da
bunları alıp evine götürüyordu.
- Bu akşam neden geciktin? diye sordu Eugenie.
Ufaklık cansız bir sesle özür diledi:
- Annem alışverişe çıkmıştı, yerine ben bakmak zorunda kaldım.
- Annen ... Annen! Kötü çocuk! .. Daha iyi yalan bulamadın mı? ..
İç geçirdi ve gözleri çocuğun gözlerinde, iki elini onun omuzlarına
dayayarak, sızlanmalı bir sesle şöyle söyledi:
- Sen gecikince yüreğime korku düşüyor, geç kalmanı istemiyo­
rum, bitanem... söyle annene... bir daha böyle olursa... eh ben de ona
zırnık koklatmam ....

278
Sonra burun delikleri titreyerek, tüm bedeni üıpererek şöyle devam
etti:
- Ne güzel şeysin böyle, canımın içi! Surabnı sevsinler senin, kur­
ban olurum o surata .. Kimseler görsün istemiyorum onu ... Neden o
güzel san ayakkabılarını giymemişsin bakayım? .. Buraya gelirken baş­
tan ayağa fıstık gibi olmam istiyorum senin, tamam mı? Aman da ne
güzel gözleri varmış! İri iri açarmış da edepsiz edepsiz bakarmış... Se­
ni afacan seni ! Kim bilir yine hangi kadına baktı bu gözler, bilirim se­
ni! Aman da ağzını sevsinler! Söyle bakalım, ne işler karıştırdı bu ağız
ha!
Oğlan gülümseyerek, narin kalçalarının üzerinde iki yana sallana­
rak kadının içini rahatlatn:
- İnan olsun yok öyle bir şey ! .. B una yemin edebilirim Nini, dalga
geçmiyorum, annem alışverişe gitmişti ... bak doğru söylüyorum !
Eugenie aynı sözleri yineleyip duruyordu:
- Ah ! Kötü çocuk... kötü çocuk... Başka kadınlara bakmam istemi­
yorum ... Küçücük suratın bana ait, küçücük ağzın bana ait .. iri gözle­
rin bana ait! Söyle, beni seviyor musun?
- Oo! Evet... Elbette.. .
- Hadi bi daha söyle.. .
- Ah! Elbette!
Kadın onun boynuna atıldı, boğazından hırıltılar çıkararak, sevda
sözcükleri geveleyerek, yan odaya attı çocuğu.
Wılliam bana şöyle dedi:
- Çok fena kaptırdı kendini! Bu çok pahalıya mal oluyor ona. Ge­
çen hafta baştan ayağa donattı onu. Siz beni böyle sevemezdiniz ! . .
Bu sahne bana çok dokunmuştu. Anında bağlandım zavallı Euge­
nie 'ye bir kız kardeş sevgisiyle ... Bu çocuk Mösyö Xavier ' ye benzi­
yordu, en azından buiki yozlaşmış varlıkta benzer ahlfilc değerleri var­
dı. Bu benzerlik beni öyle üzdü, öyle etkilediki anlatamam! .. Mösyö
Xavier'nin odasında ona doksan beş frank verdiğim akşam gözlerimin
önüne geldi ! Aman da senin o küçücük suratın, küçücük ağzın, iri göz­
lerin ! .. Aynı zalim soğuk gözler, aynı vücut hatları ... Gözbebeklerinde
ışıldayan ve öpücüğüne tıpkı zehir gibi uyuşturucu bir şey katan hep
aynı kötülüktü ...
Giderek haddini aşan William'ın kollarından kurtardım kendimi:
- Hayır, dedim ona biraz sertçe, bu akşam olmaz. . .
- Ama bendenize iyi davranacağına söz vermiştin hani?

279
- Bu akşam olmaz ...
Kucağından kalkarak dağılan saçlarımı topladım, buruşan etekleri­
mi düzelttim ve şöyle dedim kendisine:
- İyi vallahi ! Hiç zaman kaybetmiyorsunuz doğrusu . . .
Evin i ş düzeninde değişiklik yapmaya kalkışmadım elbette. Temiz­
lik işlerini güya William yapıyordu; Üstünkörü bir iki yeri süpürüyor,
sözümona toz alıyordu ... hepsi bu. Günün geri kalan kısmını ise geve­
zelik etmekle; dolapları, çekmeceleri karıştırmakla, zaten sağda solda
sürünen mektuplan okumakla geçiriyordu. Aynen onun gibi yapum
ben de. Tozların, mobilyaların üstünde de alunda da birikmesine aldır­
madım; odaların, salonların dağınıklığına elimi bile sürmedim. Efendi­
lerin yerinde olsam böyle leş gibi bir evde oturduğum için utancımdan
yerin dibine geçerdim. Hizmetçileri yönetmek kim . . . onlar kim ... Olay
çıkacak korkusuyla çekingen, karışmıyorlardı hiçbir şeye. Bir ihmal
batmışsa gözlerine, onları çok rahatsız etmişse eğer, kem küm ederek
şöyle dedikleri olurdu tabii: "Siz bu köşeye, şu köşeye dokunmaımşsı­
nız galiba... " Küstahlık da barındıran bir soğukkanlılıkla şöyle cevap
verirdik biz de: "Hanımefendiden çok özür dilerim ... Hanımefendi ya­
nılıyor olmalılar... Eğer hanımefendi hizmetimizden hoşnut kalmıyor­
larsa... " Bir daha üstelemezlerdi, iş çözümlenmiş oluyordu böylece.
Hayaumda bu kadar beceriksiz, hizmetçiler üzerindeki otoritesi bu ka­
dar zayıf efendilerle hiç karşılaşmadım. Onlar kadar şapşalı da yoktur
herhalde ...
William 'ın hakkı William'a... evde her şeyi çok iyi hale yola koy­
muştu Allah için. Hizmetçilerin pek çoğu gibi William'ın da bir tutku­
su vardı: at yarışları. Tanımadığı jokey, antrenör, müşterek bahis yaz­
manı yoktu; bazı zamanlar yaptığı tahminleri ile tanındığı için ondan
tiyo alınak uğruna ona dostça davranan kesesi dolu kalantor beyler, ba­
ronlar, vikontlarla da sıkı fıkıydı. Bu tutku, yakından takip gerektirir,
sonuçtan memnun kalınak için sık sık evden uzaklaşmak, kent dışına
çıkmak gibi . . . bu da bir uşağınki gibi pek serbest olmayan ve eve bağ­
lı bir meslek ile bağdaşmaz. Ama William yaşamını şöyle programla­
mışu: Öğle yemeğinden sonra giyinip çıkıyordu. Siyah beyaz kareli
pantolonu, gıcır gıcır cilalı potinleri, bej pardösüsü ve şapkalarıyla ne
de şık olurdu o zamanlar. Ah o canım şapkaları ah! Derin su rengi şap­
kalarında gök, ağaçlar, sokaklar, nehirler, kalabalıklar, hipodromlar ne­
fis yansımalarla birbirini izlerdi. Efendisini giydirme saatinde dönerdi
ancak ve akşam yemekten sonra, İngilizlerle önemli randevusu oldu-

280
ğunu söyler, yeniden kaybolurdu. Onu bir daha gecenin köıiinde, de­
virdiği karışık içkilerden biraz çakırkeyif olmuş bir halde görürdüm.
Her hafta arkadaşlarını akşam yemeğine davet ederdi; arabacılar, uşak­
lar, bahisçiler... Çarpık bacaklı, biçimsiz dizli, tavırlarından rezilce bir
sefahat düşkünlüğü akan, cinsiyetleri tartışılır, iç karartıcı tiplerdi bun­
lar. Atlardan, binicilikten, kadınlardan söz eder, efendileri üstüne iğ­
renç hikayeler anlatırlardı. Onları dinleyen de bunların alayının kulam­
para olduğunu düşünürdü herhalde. Sonra şaraptan beyinleri kızışınca
da siyasete veryansın ederlerdi. Bu konudaki uzlaşmazlıkta yoktu üs­
tüne William'ın, korkunç saldırgan bir tutucuydu.
- Benim diye bağırırdı ... benim adamım Cassagnac'tır. Dehşet bir
herif şu Cassagnac... tam bir babayiğit, dehşet herif! Herkes korkar on­
dan... Yazdı mı yazar ha... taşı gediğine kor! Aşağılık pislikler hele bir
sataşsınlar bu dehşet·herife de görsünler günlerini!
Ve seslerin yükseldiği bir anda Eugenie yerinden fırlar, yüzü daha
solgun, gözleri alev alev koşardı kapıya. Ufaklık girerdi içeriye. B oşa­
lan şişeler, silinip süpüıiilmüş masa, görmeye alışmadığı bu insanlar
güzel yüzünde şaşkınlık yaratırdı. Eugenie onun için bir bardak şam­
panya ve bir tabak şekerleme ayırmış olurdu ... Sonra ilcisi birden yan
odada kaybolurlardı gözden.
- Oh! Küçücük suratın... küçücük ağzın ... iri gözlerin! ..
O akşam anne babanın sepetine düşen pay büyük ve en iyisiydi. Bu
namuslu insanlar da ziyafetten kendilerine düşen payı almalıydılar.
Ufaklığın yine geciktiği akşamlardan birinde, her davete katılan,
ahlaksızın ve hırsızın teki olan şişko bir arabacı Eugenie'yi endişeli
görünce şöyle dedi ona:
- Sıkmayın canınızı! Sizin ibne damlar birazdan.
Eugenie titreyerek ve öfkeyle söylenerek yerinden fırladı: "Ne de­
diniz siz böyle? .. İbne ha. . . bu melaike mi? .. Kafanızı çalıştırın biraz ...
Yine de... bu, çocuğun hoşuna gidecekse ... Bu iş için oldukça güzel...
her şey için oldukça güzel ... öyle değil mi?
- Tabii ki, o bir ibne ... diye cevapladı arabacı pis pis sırıtarak. İnan­
mazsanız gidin Kont Hurot'ya sorun, iki adım ötede, Marb Sokağı'nda...
Bitirmeye zamanı olmadı, suratında patlayan bir tokat, lafını ağzı­
na tıkadı.
Tam o esnada ufaklık göründü kapıda. Eugenie ona doğru koştu.
- Oh benim canım, aşkım, gel çabuk, bu serserilerin yanında dur­
ma sakın.

28 1
Laf aramızda. şişko arabacı haklıydı galiba.

Wılliam. bana sık sık Edgar 'dan söz ederdi; Baron de Borgsheim 'ın
dillere destan seyisiydi Edgar. William onunla tanışmış olmaktan gu­
rur duyardı. Cassagnac' a olduğu kadar hayrandı ona da. Edgar ve Cas­
sagnac, hayatının iki büyük tutkusuydu ... Bu konuda dalga geçmek,
hatta tartışmak bile tehlikeli olındu sanırım. Gece geç saatte dönerse
eğer, "Edgar'la birlikteydim" diyerek özür dilerdi benden. Sanki Ed­
gar'la birlikte olması onu affettirmesinin ötesinde, onunla gurın duy­
mamızı da gerektirirdi.
- Neden onu buraya çağırmıyorsun? Bir akşam yemeğe davet et de
göreyim bari şu senin meşhur Edgar'ını, diyecek oldum bir gün.
Wılliam bu fikir karşısında çok sinirlendi... Kınumlanarak şöyle
dedi:
- Daha neler! Yani Edgar gelip de hizmetçi takımıyla akşam yeme­
ği yiyecek öyle mi?
Wılliam, eşi benzeri olmayan bir yöntemle şapkalarını parlatmayı
işte bu Edgar denen adamdan öğrenmişti. Bir gün Auteuil Hipodro­
mu 'nda genç Marki de Plerin Edgar' a yaklaşmış ve:
- Hadi Edgar, söyleyin lütfen, bu şapkaların böyle olması için ne
yapıyorsunuz? diye yalvarırcasına sormuş.
- Şapkalarım mı dediniz, marki hazretleri? diye yanıtlamış Edgar.
Yarışlarda hırsız, kumarda hilebaz olan genç Plerin, Paris sosyetesinin
en önemli simalarından biriymiş. Gururu okşanan Edgar devam etmiş:
- Çok basit aslında; bunun da bahis oyunlarından pek farkı yok, ka­
fayı kullanmak gerek. Durun anlatayım size ... Her sabah uşağımı bir
çeyrek saat kadar koştururum. Koşunca ne olur? Terler tabii. Terin
içinde ne var? Tabii ki yağ var. İncecik ipek bir fularla alnındaki teri
alır ve şapkalarımı onunla parlatır, sonra da bir güzel ütüledi mi ta­
mamdır... Ama bu iş için temiz ve sağlıklı bir adam gerekir... Bir de
kumral olursa demeyin gitsin! .. Çünkü sarışınlar bazen çok ağır kokar­
lar... Eh her ter gitmez tabii bu işe ... Geçen yıl bu tarifi Galler Prensi' -
ne de vermiştim...
Genç Marki de Plerin kimseye çaktırmadan elini sıkarak minnettar­
lığını gösteredursun, Edgar hızım alamayıp bir sır daha patlatmış:
- Baladeur 7/1 'in üstünde oynayın marki hazretleri, o kazanacak.
Sonunda -şimdi düşününce amma da komik geliyor bana- Wılli­
am'ın böyle bir ahbabının olması benim de koltuklarımı kabarttı. Artık

282
Edgar benim için hayran olunacak biriydi; Almanya İmparatoru gibi,
Victor Hugo gibi, Paul Bourget gibi, ne bileyim işte, onlar gibi erişil­
mez biriydi. Bu nedenle, William'ın bana anlattıklarından yola çıkarak
bu ünlü şahsiyetin, dahası bu tarihi kişiliğin yaşamöyküsünü buraya
aktarmakla iyi yaptım sanırım.

Edgar Londra'da köhne bir meyhanede iki viski hıçkırığı arasında


dünyaya gözlerini açar. Daha küçücükken serseriliğe, dilenciliğe, hır­
sızlığa başlar. Kodesi boylar. Bedensel olarak son derece biçimsiz, ah­
lak olarak da doğuştan edepsizdir. Ondan olsa olsa bir uşak olur diye­
rek sokaktan alırlar. Evle ahır arasında dolanırken bulaşmadığı hinlik,
açgözlülük, hizmetçilere özgü ahlaksızlık kalmaz; ahır uşağı olarak
Eaton haralarına geçiş yapar. Başına İskoç takkesini, sırtına siyah çiz­
gili yeleğini, altına da kalça kısmı kabarık, bacakları saran açık renk
külot pantolonunu geçirerek caka satar. Delikanlılığa daha henüz yeni
adım attığında ise buruşuk suratı, çelimsiz bedeni, kırmızı elmacık.ke­
mikleri, sarı benzi, çatlak ve sırıtkan dudakları, yağlı kıvrımlarını ku­
lak arkasına attığı seyrek saçları ile küçük bir ihtiyar adama benzemek­
tedir. Buram buram dışkı kokan bir toplumun içinde bir köylüden, bir
işçiden daha itibarlıdır; nerdeyse bir centilmendir.
Eaton' da mesleğinin sırrına erişir; pahalı atları nasıl tımar edeceği­
ni, hastalandıklarında onları nasıl tedavi edeceğini öğrenir. Hayvanın
donunun rengine göre değişen özenli ve karmaşık süslemeleri öğrenir.
Mahrem yerlerini yıkamayı, ipek gibi parlatmayı, ustaca pedikürünü
yapmayı, yarış atlarını, gerdeğe girmeye hazırlanan hayvanlar gibi gü­
zelleştiren ve onlara değer katan ustalıklı süslemeyi öğrenir. Barlarda,
önemli jokeyler, ünlü antrenörler, bu gübre yığının kaymak tabakası ve
bu çöplüğün çiçeği olan şiş göbek baronlar, dolandırıcı ve serseri dük­
ler gibi tanıdıkları vardır. Edgar, jokey olmayı koyar aklına çünkü ya­
pacağı hileleri, çevireceği dolapları hesaplamıştır daha şimdiden. Ama
ne yazık ki çok kilo alır. Bacaklarının çöp gibi kalıp, yay gibi eğri ol­
masına karşın, midesi genişler, göbek bağlar. Fazla kiloludur. Jokey
kasketini kafasına geçiremeyince de arabacı kıyafetine bürünmeye ka­
rar verir...
Edgar bugün kırk üçündedir. Şık sosyetenin hayranlıkla söz ettiği,
taş çatlasa sayısı beşi geçmeyen çok önemli Fransız, İtalyan ve İngiliz
seyislerden biridir. Adı gazetelerin spor sayfalarında, hatta edebiyat ve
sosyete dünyasının dedikodu sütunlarında boy gösterir. Halen efendisi

283
olan Baron de Borgsheim gurur duyar kendisi ile; yüz bin kapıcının
mahvına neden olan bir mali operasyondan bile daha fazla gurur duyar.
Bir "Seyisim" deyişi vardır duymayın gitsin! Sesine verdiği üstünlük
havası ile "Rubens 'leriın" diyen tablo koleksiyoncusu halt etmiş ya­
nında. Aslında haksız da değil hani bu şanslı baron, zira Edgar'ı yanı­
na aldığından beri ünü ve saygınlığı artmış. Olur olmaz insanların ya­
nına bile yaklaşamadıkları, kendisinin can attığı kibarlar filemine Ed­
gar'ın sayesinde girmeyi başarmış. Sosyetenin soyuna karşı gösterdiği
direnci böylece Edgar sayesinde kırmış. Kulüpte ise, "baronun İngilte­
re karşısındaki zaferi" dilden dile dolaşıyormuş. İngilizler bizden Mı­
sır'ı kapmışlarsa, baron da Edgar ' ı koparmış İngilizlerden, eh böylece
denge de sağlanmış olmuş. Hindistan 'ın tümünü ele geçirseymiş bile
daha fazla alkış toplayamazmış baron . .. Ona duyulan bu hayranlık
güçlü bir kıskançlığa da yol açmış elbette. Edgar' ı elinden kapmak için
az uğraşmamışlar; güzel bir kadını ayartmak için gösterilen çaba örne­
ği, etrafında fır dönüp tüm entrikalara, baştan çık.ancı dalaverelere baş­
vurmuş, flört etmişler kendisi ile. Gazetelere gelince; duydukları say­
gı, hayranlık öyle büyümüş ki, sonunda kimin kim olduğunu ayırt ede­
mez olmuşlar. Hangisi muhteşem maliyeci, hangisi muhteşem seyis­
miş, Edgar mı, yoksa baron mu? Her ikisini de aynı başarının yüzak­
ları olarak birbirine karıştırmışlar.
Merak edip, ne var ne yok kabilinden aristokratların dünyasına
şöyle bir dalıvermişseniz eğer, alışılmış ve en nadidelerinden bir mü­
cevher olan Edgar'la mutlaka karşılaşmışsınızdır. Orta boylu, çirkin
biridir Edgar, hani İngilizlere özgü şu komik çirkin tiplerden biri yani.
Aşırı uzunluktaki burnunun çifte kemeri, Yahudi kekeri ile Burbonya
kemeri arasında kararsızdır... Küçücük ve yukarı kıvrık dudakların al­
tındaki çürük dişlerin arasından siyah delikler sırıtır.. . Sarının tonları
halinde giderek açılan ten rengi, elmacık kemiklerinde birkaç parlak
kırmızı çizgiyle durumu kurtarır. Obez olmayıp eski zamanın kellifel­
li arabacıları gibi aheste aheste şişmanlamayı vaat eden, kemik çatısı­
nın illet tümörleri üzerinde ağır ağır yağ bağlayan bir bedene sahiptir...
Edgar, gövdesini hafifçe öne eğerek, dirseklerine bedeninden makul
bir açıyla ayırarak, sırtı sarsıla sarsıla yürür. Modayı izlemeye tenezzül
bile etmeden, aslında kendi modasını dayatmaya hevesli, pahalı ve
keyfince giyinir. Bedenini sımsıkı saran, yepyeni, hareli astarları olan
mavi redingotları vardır. İngiliz kesimli açık renk pantolonları, süt be­
yazı boyunbağları, iri takıları, buram buram parfüm kokan mendilleri,

284
ayna gibi cilalı potinleri ve pırıl pırıl şapkaları vardır. Genç züppeler
Edgar'ın alışılmamış ve parlak başlıklarını nasıl da kıskanmışlardır
yıllarca!
Edgar, her sabah saat sekizde baronun malikfuıesinin önünde oto­
mobilinden iner; başında yuvarlak küçük bir şapka, ancak ceket bo­
yunda olan bej bir pardösü, yakasında da iri sarı bir gül... Tımar işi bi­
raz önce bitmiştir. Keyifsizce avluya bir göz attıktan sonra ahıra girer,
saygı ve endişe ile arkasından gelen at uşaklarıyla birlikte teftişe baş­
lar. Hin ve kuşkucu gözlerinden hiçbir şey kaçmaz; şıp diye görüverir
anında yeri değiştirilen bir kovayı, çelik zincirlerdeki küçücük lekeyi,
bakır ve gümüşlerin üzerindeki ufacık çiziği ve basar kalayı, sinirlenir,
tehditler savurur, gece içtiği iyi mayalanmamış şampanya yüzünden
bronşları hfila balgamla dolu olarak hırıltılı sesi ile bas bas bağım. Gir­
mediği bölme kalmaz, beyaz eldivenli elini atların yelesinde, boynun­
da, karnında gezdirir. Beyaz eldivenine ufacık bir leke bulaşmaya gör­
sün it gibi azarlar uşakları, ağzına geleni söyler, küfürleri sıralar, deli
gibi tepinir hiddetten. Sonra sıra atların toynaklarına gelir, mermer
yemlikteki arpaları koklar, yatağı yoklar, dışkının şeklini, rengini, yo­
ğunluğunu inceler inceden inceye, hiçbir zaman da istediği gibi çık­
maz dışkı.
- Bu dışkı mı, lanet olsun! B una desem desem kupa arabası atının
dışkısı derim. Dua edin de görmeyeyim yarın aynı dışkıyı, yemin ede­
rim yuttururu m size. Sizi gidi pislik serseriler!
Seyisi ile sohbet etmeye bayılan baron, çıkagelir bazen. Edgar
onun farkına bile varmaz. Kendisine zaten çekingence yöneltilen soru­
lara da kısa, hırçın yanıtlar verir. "Sayın baron" diye hitap ettiği asla
olmaz. Daha ziyade baron ona, "Arabacı bey" diye hitap eder. Edgar'ı
sinirlendirmekten ödü patlar, fazla kalmaz, sessizce çekilir ordan.
Ahırın, arabalığın, koşwn takımlarının gözden geçirilme işi bittik­
ten ve bir komutan edasıyla emirler verildikten sonra Edgar otomobi­
line atlar ve Champs-Elysees'ye doğru yollanır. Orda önce küçük bir
bara uğrar, bahisçiler arasından sansar suratlı "tipster" ler· onun kula­
ğına esrarengiz sözcükler fısıldar, ardından da ona gizlice şifreler ve­
rirler; bir süre oyalanır yanlarında. Sabahın daha sonraki saatlerini ise
ziyaretlere ayırır, alışveriş yaptığı tüccara yeni siparişler verir. Komis­
yonunu alır. Ardından at satıcılarına gider ve şu tür konuşmalar geçer
aralarında:
* Tipster. (İng.) liyo verici. (ç.n.)
285
- Eee, Edgar usta?
- Eee, Poolny usta?
- Baronun doru koşum abnı sabn almak istiyorum.
- Satılık değil.
- Sizin payınıza elli lira düşer.
- Olmaz.
- Yüz lira Edgar usta.
- Bakarız, Poolny usta?
- Bir şey daha Edgar usta ..
- Yine ne var Poolny usta?
- Baron için, satılık muhteşem bir çift al arım var. . .
- İhtiyacımız yok.
- Sizin payınıza elli lira düşer.
- Hayrr.
- Yüz olsun Edgar usta.
- Bakarız, Poolny usta!
Sekiz gün soma, Edgar baronun doru koşum arını ne az ne fazla,
tam gerektiği kadar sakatlar ve bir an önce elden çıkarmak gerektiğini
anlabr barona. Poolny'ye satar. Poolny iki yıl soma belki de barona ge­
ri satacağı doru koşum abnı üç ay boyunca otlağa salmakla yetinecek­
tir.
Edgar'ın işi öğlende biter, öğle yemeği için Euler Sokağı'ndaki da­
iresine döner. B aronun evinde yatmaz Edgar zaten, onu asla evine gö­
türmez. Euler Sokağı'nda zemin kattaki ev, çarpıcı renlclerde işlemeli
pelüşlerle doludur, duvarlarındaysa İngiliz taşbaskıları yer alır: av sah­
neleri, engelli at koşuları, ünlü olayların tabloları, içlerinden birinin
Edgar'a atfedildiği Galler prensinin boy boy portreleri. Bir sürü bas­
ton, kamçı, kırbaç, üzengi, gem, av borazanından oluşan silah arması­
nın ortasına, iki alınlık arasında kalacak şekilde Kraliçe Vıctoria'nın
rengarenk ve kraliyet görkemini sunan, seramikten kocaman bir büstü
yerleştirilmiş. Mavi redingotlarının içinde bunalmaktan gayrı derdi ta­
sası olmayan Edgar, kafasına geçirdiği o ışıl ışıl farı ile günün artaka­
lan zamanını kendi özel işleri ve özel zevkleri için koşturarak geçirir.
Özel işlerinden başını kaşıyacak zamanı yoktur. Bir demek veznedarı­
nı, bir müşterek bahis yazmanını, bir at fotoğrafçısını o fınanse etmek­
tedir; Chantilly yakınlarında antrenmanda olan üç de ab vardır. Zevk­
leri de az sayılmaz hani; sosyetenin gülleri aşındırır Euler Sokağı'nı.
Çünkü bilirler ki yolsuz kaldıklarında sıcak bir çayı, ceplerine koyacak

286
beş "louis"si hep olmuştur Edgar'ın.
Akşam, elçiliklerde, sirkte ve Olympia' da ipek astarlı frakları için­
de tüm asaleti ile boy gösterdikten sonra soluğu Ancien'de alır, kibar­
ların arabacılar, arabacılann ise kibarlar gibi davrandıklan bu meyha­
nede, bu insanlarla birlikte içip kafayı bulur...
Bu tür öykülerini bana anlabrken William kendinden geçerek şöy­
le bitirirdi:
- Ah bu Edgar yok mu! Sapına kadar adam diye ben ona derim!..

Efendilerim, şu Paris sosyetesi denen kibarlar filemine aittiler. Ya­


ni anlayacağınız, bey asil ve beş parasız, hanım ise ne idüğü belirsiz...
Soyları üzerine her biri diğerine taş çıkartır türünden kötü dedikodular
sakız olurdu ağızlara. Yüksek sosyetenin her türlü söylentilerinden ha­
berdar olan William ' a bakılırsa hanımın babası eski bir arabacı, anne­
si de oda hizmetçisiydi. Vakti zamanında hile ve yolsuzlukla küçük bir
sermaye biriktirmişler. Paris'in kenar mahallelerinden birinde tefecilik
şebekesi kunnuşlarmış güya ve özellikle de yosmalara borç para ver-
mişlermiş, bir de evlerde çalışan hizmetçilere; servet kazanmışlar bu
yoldan, öyle diyor Wılliam! Şanslı tipler anlayacağınız!
Gerçekten de, zarafetine ve güzel surabna rağmen yine de bir tu­
haflık vardı hanımın tavırlarında Berbat alışkanlıkları çok itici geli­
yordu bana. örneğin, haşlanmış sığır eti ve domuz yağı ile pişmiş la­
hanaya bayılırdı, rezil kadın... Fayton sürücüleri gibi yapardı aynen;
sebze yemeğinin içine şarap dökerdi. Onun adına ben utanırdım. Bey­
le kavgaya tutuştuklarında genelde kendini unutur, "bok herif'' diye
bağırmaya kadar götürürdü işi. İşte o kavgalar sırasında sonradan gör­
me oluşunun tam olarak armdıramadığı kişiliğinin derinlerinde öfke
kabarırdı; ailesinden kalma balçık ağzına kadar gelir, pis bir tortu ola­
rak dökülürdü sözcükler bir bir, ne sözcükler ama! Bir hanım olmadı­
ğım halde ben bile sık sık bu sözcükleri sarf etmekten ötürü pişmanlık
duyarım. Ya işte böyle... kimse inanmaz dudaklarında melek tebessü­
mü, gözlerinde yıldız parıltısı, sırtlarında üç bin franklık giysisi olan
sürü ile kadının evdeki hallerine; dudaklarından dökülen pis sözcükle­
re, hareketlerindeki kabalığa, bayağılaştıkça daha da iğrençleşen görü­
nümlerine ... Zannedersin gerçek sokak orospuları! ..
- Saygıdeğer hanımefendiler, derdi William . Leziz yemeklerin üs­
tüne dökülen soslara benzetirim onları, nasıl yapıldıklarını görmemek­
te yarar var... yoksa yatağa giremezsiniz onlarla...

287
William'ın benzetmeleri de benzetmeydi hani ... İnsanı düş kırıklı­
ğına uğratırdı. Yine de hoş adamdı şu William , bu laflardan sonra ko­
lunu belime dolayarak devam ederdi:
- Senin gibi şeker bir kadınla insan fazla hava atamaz ama olsun!
Yine de böylesi daha ciddi.
Söylemekte yarar var, hanımın siniri ve kaba sözleri sadece beye­
fendiye yönelikti... Bize karşı, neme lazım, daha çok çekingendi.
Evinde her şey başını almış giderken, bunca israfa gıkı bile çık­
mazken hiç beklenmedik, son derece garip pintilikler sergilerdi. İki pa­
ralık salata için aşçı kadınla didişir, mutfak temizlik malzemelerinden
ekonomi yapmaya kalkar, eline geçen üç franklık bir hesap pusulası
yüzünden burnundan solurdu. Bir sürü şikayet, ardı arkası kesilmez
yazışmalar, sonu gelmez başvurularla, demiryolu ile postalanan bir pa­
ketin nakliye ücreti üzerinden gasp edilen on beş kuruşu geri alana ka­
dar uğraşırdı. Faytona her binişinde arabacı ile dalaşırdı, ona bahşiş
vermediği gibi ne yapar eder, bir yolunu bulup kazıklardı onu. Bu pin­
tiliklerine rağmen anahtarları ve mücevherleri gibi paralarını da masa­
nın, şöminenin mobilyaların üstüne gelişigüzel atıverirdi. Aklına esin­
ce en pahalı tuvaletlerini, zarif iç çamaşırlarını ziyan etmekte bir sakın­
ca görmez, lüks eşyalarını temin eden tüccarların kendisini kazıklama­
larına ses çıkarmaz, tıpkı kocası gibi, ihtiyar baş uşağın ve William 'ın
önüne çıkardıkları hesapları hiç sorun yaratmadan kabul ederdi. Ama
yine de bu işin içinde, Tanrı bilir ya, bir dolap var gibime gelirdi ve ba­
zen Wılliam'a şöyle derdim:
- Yok ama! Fazla yoluyorsun onları. . . böyle giderse bir gün başına
iş açacaksın . . .
Bunun üzerine Wılliaın sakin cevap verirdi:
- Bırak Tanrı aşkına, ne yaptığımın farkındayım ben, nereye kadar
gidebileceğimin de, efendiler bu kadar aptal olursa eğer bundan yarar­
lanmamak suç olur.
Ama zavallıcık hiç de yararlanamıyordu; durmadan aşırdığı bu pa­
ralar, aldığı harika tiyolara rağmen sürekli olarak müşterek bahis yaz­
manlarının ceplerini doldurmaktaydı.

Hanım ve bey beş yıl önce evlenmişler... İlk yıllarında sık sık kibar
çevrelerde boy göstenniş, akşam yemeği davetine pek çok insan kabul
etmişler. . . Sonraları ise daha az çıkar olmuşlar, davetlerini de azaltmış­
lar; amaçları biraz baş başa kalmakmış çünkü her ikisi de kıskançmış.

288
Hanım, diğer kadınlarla flört ettiği için beye sitem ederdi; bey de onun
erkeklere çok baktığını söylerdi. Birbirleri için deli divane idiler. Yani
anlayacağınız, küçük burjuva aileleri gibi gün boyu kavga ediyorlardı.
Gerçek şuydu ki hanım pek başarılı olamamıştı sosyete dünyasında, ta­
vırları yüzünden epeyce alay edilmişti kendisi ile. Kabahati kocasında
buluyordu, kansını kabul ettirmeyi becerememişti. B ey ise, kendisini
arkadaşlarının gözünde gülünç duruma düşürdüğü için kansına çok
içerliyordu. Hissettikleri acıyı birbirlerine itiraf edemiyorlar, araların­
daki geçimsizliği aşklarına yormayı daha kolay buluyorlardı.
Her yıl haziran ayı ortalarında tatillerini geçirmek üzere Touraine' e
sayfiyeye giderlermiş. Orda hanımefendiye ait muhteşem bir şato var­
mış, söylendiğine göre. Personel sayısı artırılır; bir arabacı, iki bahçı­
van, ikinci bir oda hizmetçisi, iki de kadın kümes bakıcısı alınırmış işe.
Orada bolca inek, tavus kuşu, tavuk ve tavşan beslerlermiş. Ne fila!
Wılliam bana ordaki yaşantılarını yüzünü ekşiterek anlatı_ Jı. Sayfiye­
yi hiç sevmezdi, çayırlar, ağaçlar, çiçekler ruhunu karartırdı. Doğa an­
cak barlar, at yarışı sahaları ve jokeylerle çekilebilirdi ona göre. O tam
anlamıyla bir Parisliydi.
- Bir kestane ağacından daha aptalca, anlamsız bir şey gördün mü
sen? diye sorardı bana... Bak mesela Edgar, onun gibi şık ve önemli bir
şahsiyet kırlardan hoşlanır mı sence?
Kendimden geçercesine şöyle söylerdim:
- İyi de, ya o güzelim çiçekler, geniş çimenliklerin içindeki çiçek­
ler... ya o kuşlar!
Wılliam dalga geçerdi:
- Çiçekler mi dedin? Şapkaların üstünde ve bir de moda evlerinde
çekilir çiçekler... Kuşlar demiştin bir de öyle mi? İyi, hadi onlardan söz
edelim. Sabah uyutmazlar insanı, çocuk cıvıltıları sanki! Hayır... ha­
yır... kırlardan bıkmışım ben... Bırak kırlar köylülerin olsun.
Bedenini d.ikleştirir, asil bir hava verir kendine, gurur dolu bir ses­
le şöyle bitirirdi sözünü:
- Bana spor gerek, spor... Köylü değilim ben, ben bir sportmenim.
Bana gelince, ben mutluydum yine de ... Haziran ayını da iple çeki­
yorduın. Çayırlardaki papatyalar, titreşen yaprakların altındaki patika
yollar, asırlık duvarlarda, sarmaşıkların arasına gizlenen kuş yuvalan...
mehtaplı gecelerde duyulan bülbül sesleri, yosun ve hanımeli ile be­
zenmiş kuyu üstlerinde el ele tutuşarak söylenen sevda sözleri ... buram
buram tüten süt küpleri, kocaman hasır şapkalar, mini minnacık civciv-
F19ÖN/Oda Hizmc'l'isinin Günlüğü 289
ler... köyün kilisesinden gelen çan sesleri arasında yükselen ilahiler...
tüm bunlar sizi heyecanlandım, büyüler ve içinize işler; kabarelerde
söylenen aşk türküleri gibi güzeldir.
Şakalaşmayı sevmekle birlikte, şair ruhluyumdur. Nostaljik çoban­
lar, kurutulan biçilmiş otlar, daldan dala konan kuşlar, san yumaklar
gibi gugukkuşlan, san çakıllar üstünden şınl şırıl akan ırmaklar, gü­
neşten tenleri çok eski bağların üzümleri gibi tunçlaşan yakışıklı deli­
kanlılar, güçlü kuvvetli, geniş omuzlu yağız delikanlılar, tüm bunlar
bana güzel düşler kurdurur. B unları düşünürken küçücük bir kız çocu­
ğu olurum yeniden, gönlümü saran tertemiz masum duygular, rüzgar­
dan kuruyan, güneşten kavrulan küçücük bir çiçek, kısa soluklu bir
yağmur gibi yüreğime su serper. Akşam olup da yatağımda William'ı
beklerken, pırıl pırıl bir gelecek hayali ile coşmuş, şiirler döktürürdüm:

Minik gülüm.
Kız kardeşim,
Mis kokulum,
Mutluluğum . . .

Ve sen ırmak,
Yamaç ırak,
Ağaç çıplak
Su da berrak,
Ne derim ben?
Düşümde sen,
Ve sevgimden,
Uçtum elden...

Sevda, sevda . . .
Anlık sevda
Sonsuz sevda! ..
Sevda, sevda! ..

William içeri girer girmez uçup giderdi şiirsellik. Barın ağır koku­
sunu getirirdi bana. Dudaklarında hfila tadı olurdu içkinin, öpücükleri
anında kırardı kanatlarını düşlerimin . . . Dizelerimi ona göstermek içim­
den gelmezdi hiç. Neye yarardı ki benimle alay etmesinden, bunları
bana yazdırtan duygulanmı küçümsemesinden başka? Herhalde şöyle

Fi 9ARKA/Oda Hizmetçisinin Günlüğü


290
derdi bana:
- Sapına kadar adam olan Edgar, o da dizelerle oynar mıydı sence?
Alıp başımı bir an önce kırlara gitmek istememin nedeni şair ruhlu
oluşumdan kaynaklanmıyordu sadece. Yoksulluk ve sefalet içinde ge­
çirdiğim uzun yıllar midemi perişan etmişti. Hatta artık bolca ve abar-
nlı yediğim yiyecekler Wılliam ' m bana zorla içirdiği şampanya ve İs­
panya şarabının da bunda etkisi vardı belki de. Gerçek anlamda mide
ağrıları çekiyordum. Sık sık başım dönerdi, özellikle de sabahlan ya­
taktan kalkeıken ... Gündüzleri dizlerimin bağı çözülür, başım, çekiçle
vuruluyor gibi zonk zonk zonklardı. Gerçekten de, kendime gelmek
için sakin bir yaşama ihtiyacım vardı.
Çok yazık! Sağlık ve mutluluk düşlerimin bir kez daha uçup gide­
ceği yazılmışn alnıma. Ben böyle kaderin! .. Hanımefendi de aynen
böyle derdi...

Hanım ve bey arasındaki kavgalar genelde hanımın banyosunda


başlardı ve eften püften nedenlerle kıvılcımlanırdı hep. Bahaneler ne
kadar siradan olursa kavga da o kadar şiddetli geçerdi. Uzun süredir iç­
lerinde biriktirdikleri kızgınlıklarının ve kırgınlıklarının tümünü kus­
tuktan sonra küsüşürler ve haftalarca dargın kalırlardı. Bey çalışma
odasına çekilir, iskambil falı bakar, pipo koleksiyonunu yeniden dü­
zenlerdi. Hanım odasından çıkmazdı bir daha Bir şezlonga boylu bo­
yunca uzanır, aşk romanları okurdu. Dolaplarını, gardırobunu öfke
içinde, hop oturup hop kalkarak, yağmalar gibi düzenlemek için oku­
maya ara verirdi. Yemekte bir araya gelirlerdi ancak. İlk zamanlar,
huylarım henüz öğrenememiştim; kafalarına tabak, bıçak, şişe, ne var­
sa fırlatacaklarını sanmıştım. Maalesef düşündüğümle kaldım .. ger­
.

çekleşmedi. Bu kü�zamanlarında öyle kibarlaşırlardı ki hanım tam bir


sosyete hanımefendisi kesilirdi. Aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi,
her zamankine oranla biraz daha resmi, biraz daha soğuk ve ölçülü bir
nezaketle günlük işlerinden söz ederlerdi, hepsi bu. Gören de onları dı­
şarıda yemek yiyorlar sanırdı. Yemek bitince ciddi bir havada, gözleri
kederli ama son derece vakur, her biri kendi odasına çıkardı. Hanım ro­
manına ve dolaplarına saldırırdı. Bazen bey çıkar, kulübünde birkaç
saat oyalanırdı ama çok ender yapardı bunu ... Kuş ya da kalp şeklinde­
ki kağıtlara yazılmış aşk mektuplan yollarlardı birbirlerine hevesle ...
eh! postacılık görevi de ban� düşerdi; ikisi arasında mekik dokurdum.
Gün boyu hanımın odası ve beyin çalışma odası arasında korkunç di-

291
rektifler, tehditler, rica, af ve gözyaşları dolu pusulalan taşır dururdum.
Gülmekten çatlardı insan hallerine ...
Biıkaç gün sonra barışırlardı, kavgaları gibi barışmaları için de gö­
rünürde bir neden olmazdı ... Ondan sonra sıra hıçkınklara gelirdi: "Se­
ni acımasız adamL. Seni acımasız kadın ! " veya "Bitti artık... Sana bit­
ti dediysem bitmiştir" gibi laflar ederlerdi aralarında. Barışmalarını
kutlamak için küçük bir lokantaya giderlerdi ve ertesi gün sevişmekten
dermansız, çok geç kalkarlardı.
Bu zavallı köpek soylarının aralarında oynadıkları komediyi şıp di­
ye anlamıştım... Birbirlerini terk etmekle tehdit ettikleri zaman içten
olmadıklarını çok iyi biliyordum. Birbirlerine göbekten bağlıydılar, bi­
ri çıkarından, diğeri ise sivrilme merakından ötürü. Bey, parası olan
kansına yapışmıştı, hanım ise adına ve sanına vurgundu kocasının. Bi­
rini diğerine bağlayan, aynı zamanda da aralarına giren bu örtülü pa­
zarlıktan olsa gerek, birbirlerinden nefret ediyor, ara sıra düş kınklık­
larına, kinlerine, horgörülerine tıpkı ruhları gibi iğrenç bir şekil ver­
mek, bunu birbirlerine itiraf etmek isteği ile yanıp tutuşuyorlardı.
- Böyle yaşamlar ne işe yarar ki? .. diye soracak olurdum Wılliam 'a.
- Bendenize, diye yanıtlardı kısaca, her koşulda taşı gediğine koy-
makta üstüne olmayan Wılliam.
Bunu anında kanıtlamak için, daha o sabah iç ettiği harika bir Im­
penales 'i cebinden çıkarır, özene bezene ucunu koparır, memnun ve
sakin tellendirir ve iki kokulu fırt arasında şöyle derdi:
- Efendilerin aptallığından asla şikayet etmeyeceksin Celestine'ci­
ğim ... Bu bizim, yani mutluluğumuzun tek garantisidir... Efendiler ne
kadar aptal olurlarsa, hizmetçiler de o kadar mutlu olurlar... Hadi git
bana o güzelim şampanyadan getir.
Salıncaklı bir koltuğa yatar gibi oturur, bacakları havada ve çapraz,
sigarı ağzında, yıllanmış bir Martell şişesi elinin altında, ağır ağır düz­
gün bir biçimde J; Autorite gazetesinin yapraklarını çevirir, hayran olu­
nası bir yalınlıkla şöyle derdi:
- Bilmem anlatabiliyor muyum Celestine'ciğim . . . İnsanın, hizme­
tine girdiği kişiden daha güçlü olması şarttır. İşin sırrı burda ... Bak me­
sela Cassagnac; onun ne kadar zor bir adam olduğunu Tanrı bilir, ona
ne çok değer verdiğime de Tanrı şahittir ve bu mert adama ne kadar
hayran olduğuma da; ama gel gör ki onun yanında dünyada çalışmaz­
dım. Cassagnac için söylediklerim Edgar için de geçerli, inan bana! Bu
söylediklerimi aklının b ir tarafına not et v e sakın unutma. Zeki insan-

292
ların ve "işini bilenlerin" yanında çalışmak kafaya alınmaktır canımın
içi ...
Sigarının hakkını vererek, bir sessizliğin ardından şöyle devam
ederdi:
- Düşünüyorum da .. hayatlarını efendilerini çekiştinnekle, onlarla
takışmak ve onları tehdit etmekle geçiren ne çok hizmetçi var... Ne
yontulmamışlık ama! Hatta aralarından onları öldürmek isteyenler bi­
le var... doğru söylüyorum onları öldürmek istiyorlar! Benim aklım al­
mıyor işte bunu. Eh, ne geçecek ellerine? Süt veren inek, yün veren ko­
yun kesilir mi? İnek sağılır, koyun da kırpılır, hem de yumuşakça, bü­
yük bir maharetle.
Sessizce, muhafazakar siyasetinin gizemine dalardı sonra da ..
Bu sırada Eugenie sevdalı sevdalı, uyuşuk bir halde dolanırdı mut­
fakta. Bir uyurgezer, bir makine gibi, yukarıdakilerden uzakta, bizden
uzakta, kendisinden uzakta, bakışları kendi çılgınlıklarının ve bizim
bakışlarımızın farkına bile varmadan, dudakları acılı aşkının sessiz
sözcüklerini sürekli telcrar ederek işini görürdü:
- Küçücük ağzın... küçücük ellerin ... iri gözlerin!
Bunlar, genelde içimi yaralardı. Bilmem neden, ağlayacak gibi
olurdum ... Bazen, bu garip evin ağır ve tarifsizce melankolik havası
üzerime çökerdi; bu evde yaşayan herkesi, ihtiyar baş uşağı, Wılliam'ı
ve bizzat kendimi hayaletler gibi kaygı verici, bomboş ve cansız görür­
düm.
Tanık olduğum son sahne ise özellikle garipti...
Bir sabah hanım karşıma geçmiş, sarı ipek bağcıklı, sarı çiçekli,
mor satenden berbat bir korseyi banyosunda deniyordu. Zevkten yana
çok nasipsizdi bizim hanım. Bey çıkageldi ansızın.
- Ne yani? dedi hanım cilveli bir sitemle. Kadınların yanına böyle
mi girilir, kapıyı çalmadan yani?
- Oh! Kadınlar mı dedin sen? diye sordu bey neşeli bir sesle. Ön­
celikle sen "kadınlar" değilsin.
- "Kadınlar" değil miyim? Neyim peki?
Bey ağzını büzdü. Tanrım öyle aptal görünüyordu ki ! Çok da şef­
katliydi, daha doğrusu öyle görünmeye çalışıyordu. Fısıltı halinde ko­
nuştu:
- Sen karımsın ... sevgili karım, sevgili güzel karımsın. Sevgili ka­
rımın yanına girmemde bir sakınca yoktur sanırım ...
Bey böyle durup dururken salak 3.şık pozlarına girerse mutlaka ha-

293
nımdan para koparacak anlamına gelirdi... Hanım hfila kuşkucu bir ta­
vırla yanıtladı:
- Ya varsa?..
Ve soma kırıttı:
- Sevgili karın öyle mi?.. Sevgili karın? Sevgili karın olduğum pek
o kadar da belli olmuyor.
- Pek o kadar da belli olmuyor da ne demek?
- Elbette ! Belli mi olur? Erkekler öyle tuhaf ki ...
- Benim sevgili karım, sevgilim... biricik sevgili karım olduğunu
söylüyorum ya...
- Sen de benim bebeğim... koca bebeğim, sevgili karısının biricik
koca bebeğisin ya... n' aber?
Hanımın korsesinin bağcıklarını takmakla meşguldüm. Hanım ise
çıplak kolları havada aynada kendisini seyrederken bir yandan da kol­
tukaltındaki tutam tutam kıllarını okşuyordu. Gülmemek için zor tutu­
yordum kendimi. Onların o "sevgili karıları ve koca bebekleri"nden
fenalık gelmişti içime. Ne salak şeylerdi her ikisi de!
Banyoya girip jüponları , külotlu çorapları, havluları hafifçe kaldı­
rıp, saç fırçalarını, küçük şişeleri , minik kutuları yerinden oynattıktan
sonra. bey tuvalet masasının üstüne atılan bir moda dergisini eline al­
dı; bir tür pelüş tabureye çöküp şöyle sordu:
- Bulmaca var mı bu sefer?
- Evet... sanırım var bir bulmaca...
- Sen çözdün mü bari bulmacayı?
- Hayır çözemedim...
- Ha. ha! Görelim bakalım şu bulmacayı...
Alnını kırıştırmış bir halde bey bulmacaya dalmışken hanım biraz
sert bir tonda konuştu:
- Robert?
- Canım...
- Bir şey gözünden kaçmadı mı?
- Hayır... ne mesela? Bulmacadan mı söz ediyorsun?
Hanım omuzlarını silkti, dudaklarını ısırdı.
- Evet ya, bulmacadan! Demek hiçbir şey fark etmedin ... Zaten sen
hiçbir şeyi fark edemezsin.
Bey banyoda. halıdan tavana, tuvalet masasından kapıya kadar do­
laştırdı iri iri açılmış, sıkıntılı ve son derece komik gözlerini ...
- Hayır gerçekten de... Ne var? Burda göremediğim yeni bir şey mi

294
var? Yemin ederim hiçbir şey göremiyorum!
Hanım hüzünlendi, inler gibi şöyle dedi:
- Robert, sen artık beni sevmiyorsun.
- Artık seni sevmediğim de nerden çıkU! Biraz fazla olmadı mı
sence!
Ayağa kalktı, moda dergisini elinde sallayarak:
- Seni sevmediğim de nereden çıktı? diye yineledi ! Hoppala! Bu­
nu neden söylüyorsun?
- Hayır, artık beni sevmiyorsun, çünkü beni hala sevseydin bir şey-
ler fark ederdin...
- İyi de o bir şeyler ne?
- Pekfila! Korsemi fark ederdin ...
- Hangi korseyi? Şimdi anladım ! Evet.. şu korse ... Bak hele! Fark
etmemiştim gerçekten de... Hay benim aptal kafam! Vay be! Ne de gü­
zelmiş, bir şey söyleyeyim mi sana, korsen harika...
- Evet ya! Şimdi söylemesi kolay... Umurunda bile değilim ben ...
Geri zekfilının biriyim üstelik... Hoşuna gidecek şeyler bulacağım, gü­
zel olacağım diye ne diye kendimi öldürüyorum ki sanki, umurunda mı
senin... Zaten, neyim ki ben senin için? Hiçbir şey... hatta hiçbir şey­
den de değersiz ! İçeri giriyorsun ve ne görüyorsun? Bu pis dergiyi...
Ne ile ilgileniyorsun? Bulmacayla! Bana verdiğin yaşama diyecek yok
doğrusu! Kimseyi gördüğümüz yok. .. Hiçbir yere de gitmiyoruz ...
Kurtlar gibi yaşıyoruz inimizde ... yoksullar gibi .. .
- Uzatma lütfen! Hadi canım, sinirlenme ... bırak artık bunları!
Yoksullar gibi dernek...
Hanıma yaklaşmak, beline sarılmak, kucaklamak istedi. Hanım si-
nirlendi, sertçe itekledi beyi.
- Hayır bırak beni, sinirlerimi bozuyorsun.
- Sevgilim... yeter artık! Sevgili karım benim ...
- Sinirlerimi bozuyorsun... anladın mı? Bırak beni... yaklaşma ba-
na ... koca bir bencilsin sen ... koca bir beceriksiz ... Beni memnun ede­
cek hiçbir şey yapmaya ermez aklın ... salağın tekisin, anladın mı?
- Neden böyle söylüyorsun? Çıldırdın mı sen? Hadi artık kızma ca­
nım. Haklısın, evet, hatalıyım. Hemen fark etmeliydim bu korseyi... bu
çok güzel korseyi ... Nasıl oldu da hemen görmedim? Anlayamıyorum
bir türlü! Hadi bak bana! Gülümse biraz ... Aman Tanrım! Ne güzel bir
korse bu böyle, ne de çok yakışıyor sana!
Bey fazla üstüne varıyordu. Kavgalarla hiçbir ilgisi olmayan benim

295
gibi birisini bile bezdirmişti. Hanım tepiniyordu artık halının üstünde,
öfkesi kabardıkça kabarıyordu, dudakları bembeyaz kesilmiş, elleri ka­
sılmışn. Bir solukta:
- Sinirlerimi bozuyorsun ... sinirlerimi bozuyorsun... sinirlerimi bo­
zuyorsun ... Anlaşıldı mı? Şimdi def ol hurdan ! dedi.
B ey, öfkelendiğini belirten birtakım hareketler yapıyor, zırvalama­
ya devam ediyordu:
- Sevgilim ! Bir korse için, olacak şey değil! Ne ilgisi var şimdi, ha­
di canım, yeter arnk! Bak bana... gülümse biraz... Bir korse için bu ka­
dar üzülmeye değer mi ama?
Hanım artık dayanamayıp çamaşırhane dilberi ağzı ile kustu için­
dekileri:
- Yetti be, sıktın artık! .. Sıktın aruk! .. bas git hurdan !
Efendimin bağcıklarını bağlamayı bitirmiştim. Bu söz üzerine ye­
rimden kalktım, bu iki güzel ruhu çırılçıplak yakalamaktan ve gözleri­
min önünde biraz sonra onları daha da alçalmaya zorlayacağım için
son derece mutluydum. Ordaki varlığımı unutmuş görünüyorlardı. B u
sahnenin sonunu görmek için sessiz küçücük bir gölgeye dönüştüm.
O zamana kadar kendini tutmayı başaran bey de patladı sonunda.
Moda dergisini tostoparlak yapıp olanca gücüyle tuvalet masasına fır­
latn ve bağırmaya başladı:
- Yuh be! Allah kahretsin! Sıkn aruk, hep aynı terane. Ne desem,
ne yapsam köpek muamelesi görüyorum ... Hep aynı hiddet, hep aynı
kabalık... Bıktım aruk bu hayattan ... Bu sokak kızı tavırlarından fena­
lık geldi bana Korsen hakkında ne düşündüğümü gerçekten de bilmek
ister misin? Al öyleyse, korsen iğrenç, orospu korsesi gibi aynen...
- Sefil yaratık! . .
Hanım gözleri kan çanağına dönmüş, ağzı köpürmüş, yumrukları­
nı tehditkar bir biçimde sıkmış, yürüdü beyin üstüne ... O kadar sinir­
lenmişti ki sözcükler ağzından boğuk geğirtiler gibi çıkıyordu:
- Sefil yaratık! diye bağırdı sonunda .. Benimle böyle konuşmaya
sen nasıl cesaret edersin, hem de sen? İnanılır gibi değil ... Meteliğe
kurşun atan, kulübünde beş paralık itibarı kalmayan, gırtlağına kadar
borca batan bu beyefendiyi çamurdan çıkardığım zaman hiç de fiyaka
satmıyordu ama. Adın öyle mi? Sanın öyle mi? Adın da, sanın da öyle
temizdi ki tefeciler yüz kuruş bile vermiyorlardı sana. Al adını da, sa­
nım da senin olsun, kıçını silersin onlarla. Asaletiymiş, soyu so­
puymuş... B unları ağzına alana da bakın hele, sann alıp, yönettiğim ki-

296
şi mi bunlardan söz eden! Pekala ... asaletine artık zırnık koklatmaya­
cağım, asla .. soyuna gelince... it herif, git rehine ver onları, bakalım o
paralı asker ve uşak suratlı ataların kaç para ederler, on kuruş bile ver-
mezler sana! Artık bitti, anlıyor musun! .. asla .. asla .. Seni sahtekar se­
ni, sen batakhanelerine, fahişelerine dön, godoş seni! ..
Hanım korkunç durumdaydı; ürkek, omuzlan düşmüş, gözlerinden
aşağılanmışlık okunan ve zangır zangır titreyen bey ise bu hakaret se­
li karşısında geriliyordu ... Kapıya vardığında beni fark etmişti ve sıvış­
b aceleyle. Hanım, daha da boğuklaşan korkunç sesiyle koridordan ba­
ğırdı...
- Godoş ... pis godoş!
Ve sinir krizine yenik düşerek şezlonga yığılıverdi. Bir şişe eterle
ancak başardım sakinleştirmeyi ...
Kendine gelince aşk romanlarına geri döndü, yeniden başladı do­
lap, çekmece düzeltmeye. Bey bu kez hışımla saldırdı iskambil falına,
pipo koleksiyonuna ve başladı yine mektuplaşma faslı. Seyrek ve ür­
kek başlayıp hızla hareketlendi, sıklaşn. Kuş ya da kalp şeklindeki teh­
dit dolu pusulaların postacılığını yapacağım, birinin yatak odası, diğe­
rinin çalışma odası arasında mekik dokuyacağım diye kıçımdan solu­
yordum. Ne eğlenmiştim ama!
Bu olaydan üç gün sonra, beyefendinin kendi armalarını taşıyan
pembe kağıt üstüne yazdığı mektubu okurken, hanımefendi sapsan ke­
sildi, aniden bana döndü ve nefes nefese şöyle sordu:
- Celestine? Beyefendinin kendini öldürmek isteyeceğine ihtimal
verir misiniz? Hiç elinde silah gördünüz mü? Aman Tanrım ! Ya kendi­
ni vurursa?
Hanımın yüzüne karşı patlatbm kahkahayı ... Elimde olmadan pat­
layan bu kahkaha büyüdü; ardı arkası kesilmedi bir türlü ... göğsümden
kopup gök gürültüsü gibi patlayan bu kahrolası kahkahadan boğulur
gibi oldum, nefesim kesildi. Bir an Öleceğimi sandım, şiddetli bir hıç­
kınk nöbetine tutulmuştum.
Bu kahkaha karşısında bir an şaşkın kalan hanım şöyle dedi:
- Ne oldu? Neyiniz var? Neden böyle gülüyorsunuz? Susun artık...
Keser misiniz şunu ... Pis kız, ne olacak...
Ama gülme krizi bırakmıyordu yakamı, devam ediyordu hfila. Ni­
hayet soluklandığım bir an bağırdım:
- Olamaz! Hayır... çok matrak şu sizin hikayeleriniz... çok da ap­
talca .. Hadi ama!.. Hadi ama ! .. Öyle aptalca ki! ..

297
Eh olacağı buydu, aynı akşam evden ayrılıyordum, bir kez daha
kaldınmda bulmuştum kendimL
Boktan bir meslek! .. Boktan bir hayat! ..
Ağır bir darbe almıştım. Kendi kendime böyle bir yeri bir daha as­
la bulamayacağımı söylediysem de iş işten çoktan geçmişti. Orda her
şeye sahiptim: iyi bir ücret, bir sürü avanta, kolay iş, serbestlik, eğlen­
ce. Bana da keyfıme bakmak kalıyordu. Benim yerimde, benden daha
az çılgın bir başkası olsaydı bir köşeye yığardı paracıklarım, yavaş ya­
vaş güzel bir çeyiz, şık bir gardırop, eksiksiz bir ev eşyası düzerdi ken­
dine. Beş altı yıl kadar çalışsa yeterdi, sonrası Allah kerim ... Evlenebi­
lir, küçük bir dükkan açabilir, kendi evinde, açlık ve sefaletten, kötü
kaderden uzak, mutlu, bir hanımefendi gibi yaşayıp gidebilirdi ... Şim­
di ise sil baştan yaşayacaktım sefaleti, yeniden savunmasız kalacaktım
kaderin sillesi karşısında... Bu umulmaz kazadan ötürü üzgün ve öfke­
liydim; kendime, William'a, Eugenie'ye, hanıma, herkese ateş püskü­
rüyordum. İnanılır gibi değil, işime dört elle sarılıp, yerimden olma­
mak için elimden geleni yapacağım yerde -hanım gibi biriyle hiç de
zor olmazdı bu- tam bir aptal gibi davrandım; yaptığım küstahlıkla,
onarılabilecek bir hatayı onarılmaz duruma soktum. Bazen içinizde ga­
rip şeyler olur mu? Hiç anlam veremediğiniz türden! Neden olduğu,
nerden geldiği bilinmeyen bir tür çılgınlık sizi ele geçirir, çullanır yü­
reğinize, sarsar sizi, bağırmaya, hakaretler yağdırmaya zorlar... Ben
böyle bir çılgınlığın gazabına uğradım; hanıma sövdüm, saydım bir
güzel; ne anasını bıraktım, ne de babasım. Yaşamını bir yalan üzerine
kurduğunu söyledim, bir fahişeye bile davranılmayacak şekilde dav­
randım ona. Kocasına hakaret ettim. Düşündükçe dehşete kapılıyorum.
Utanıyorum da aynca bu durumdan; mantığımın yalpaladığı ve beni
kavgaya, suça iten bu ani rezilliğe düşüşlerden, bu çirkef sarhoşlukla­
nndan ... O gün nasıl oldu da o kadını öldürmedim, boğazına yapışma­
dım bilemiyorum... Tanrı şahidimdir içimde kötülük yoktur benim.
Bugün bile gözümün önünde o zavallı kadın ve o pısırık, umutsuz de­
recede pısırık kocası ile sürdürdüğü hüzünlü, çığırından çıkmış yaşamı
geliyor gözümün önüne ve içim acıyor onun adına. Dilerim onu terk
edip gitmeye cesaret edebilmiş ve mutluluğu bulmuştur şimdi.
Korkunç sahneden sonra o hışımla mutfağa indim. William tembel
tembel ovuyordu gümüş sofra takımını, bir yandan da bir Rus sigarası
tellendiriyordu.
- Neyin var? diye sordu son derece sakin bir sesle.

298
- Daha ne olsun, gidiyorum bu akşam, evden ayrılıyorum, dedim
soluk soluğa
Konuşmakta zorlanıyordum:
- Gidiyorum da ne demek? Neden peki? diye sordu, sesinde en kü­
çüle şaşkınlık belirtisi olmaksızın.
Kesik kesik, hınlblı cümlelerle, altüst olmuş bir yüz ifadesiyle ha­
nımla aramızda geçenleri bir bir anlatlım. William, sakin, umarsız,
omuz silkti:
- Bu da çok aptalca! dedi, böyle bir salaklığa ne gerek vardı ki!
- B ütün söyleyeceğin bu mu?
- Daha fazla ne söylememi �eklerdin? Çok aptalca! B unun üstüne
diyecek bir şey kalmıyor...
Kaçamak bir bakış fırlatlı yüzüme, dudaklarında alaycı bir ifade
belirdi. Bu üzüntülü anımda nasıl da çirkindi bakışı, dudaklarında na­
sıl da iğrenç ve alçakça bir ifade vardı! ..
- Ya sen? .. ne yapmayı düşünüyorsun? diye sordum.
- B en mi? dedi, sorumun içindeki gizli yakarışı anlamamış gibi ya-
parak.
- Evet sen... ne yapacağını soruyorum sana.
- Hiçbir şey... Yapacağım bir şey yok benim... devam edeceğim...
Kızım sen kafayı mı yedin! .. yoksa benim de...
O zaman patladım:
- Kapıya konulduğum bir yerde kalmaya gücün var öyle mi?
Ayağa kalkb, sönen sigarasını yeniden yakb ve buz gibi bir sesle
konuştu:
- Hop! Hop! Olay çıkarmak yok, tamam mı? Senin kocan fi.lan de­
ğilim ben. Kafana göre takılıp bir salaklık yapbn, bundan beni sorum­
lu tutamazsın ... Eh! Başa gelen çekilir, bunu sen istedin ... Yaşam böy­
ledir işte...
Öfkelendim:
- Beni gözden çıkardın öyle mi? Seni alçak seni, seni rezil, diğer­
lerinden hiç farkın yok, biliyor musun? Bunu biliyor musun?
William gülümsedi ... çok küstah bir adamdı gerçekten de.
- Laf olsun diye konuşma... Birlikte olmaya başladığımız zaman
sana herhangi bir söz vermedim, hoş sen de vermedin ya. Karşılaşma...
bağlanma... eyvallah... ayrılma... kopma... buna da eyvallah ... Yaşam
böyledir işte...
Kasıntılı bir tavırla devanı etti:

299
-Bilmem anlatabiliyor muyum Celestine?.. Bu dünyada işini bile­
ceksin, ben buna idare etmek diyorum. Sana gelince, sen işini bilmi­
yorsun. İdare etmeyi bilmiyorsun. Sinirinin esiri oluyorsun, tutamıyor-
sun kendini. B izim meslek buna gelmez . . . Bak bunu aklının bir tarafı­
na yaz, unutma: Yaşam böyledir işte...
Üzerine ablıp yüzünü parçalayabilirdim, o merhametsiz, o uşak kı­
lıklı, aşağılık surannı öfkeli tırnaklarımla parçalayabilirdim eğer o son
derece gerilen sinirlerim aniden boşalan gözyaşlarımla gevşemeseydi;
yelkenleri indirdim ve yalvardım:
- Ah William ... William! William, canımın içi, William biricik sev­
gilim . . . öyle mutsuzum ki!
William bozulan moralimi düzeltmeye çalışu biraz. Tüm ikna gü­
cünü ve tüm bilgeliğini seferber etti bu uğurda desem yerinde olur.
Gün boyunca, derin düşünceleri, ciddi ve avutucu özdeyişleri ile bu­
naltb beni yüce gönüllülüğünü takınarak... Sıkıcı ve uyku getirici şu
sözcükleri tekrarlamaktan da geri durmadı:
- Yaşam ... böyledir işte...
Yine de hakkın ı yememeliyim ... O son gün, gerçi biraz zoraki ka­
çıyordu ama olsun, tüm sevimliliğini takınıp iyi davrandı bana. Ak­
şam, yemekten sonra eşyalarımı bir faytona aup beni tanıdığı bir pan­
siyona götürdü, bir haftalık parayı da kesesinden ödedi, bana iyi dav­
ranmalarını tembihlemeyi de ihmal etmedi bu arada. O gece benimle
kalmasını çok isterdim ama Edgar'la buluşacaku! . .
- Edgar işte, anlarsın ya, onu ekemem, doğru ya, acaba sana göre
bir iş var mıdır elinde? Edgar'ın bulacağı bir yer harika olurdu doğru­
su.
Yanımdan ayrılırken şöyle dedi:
- Yarın seni görmeye gelirim. Aklını başına devşir, bir daha böyle
aptalca şeyler yapma tamam mı? Eline bir şey geçmez. B u gerçeği an­
la aruk Celestine; yaşam bu . . .
Ertesi gün boşuna bekledim, gelmedi. . .

- Yaşam bu ... dedim kendi kendime .. .


Bir sonraki gün, dayanamadım ben gittim eve. Mutfakta uzun boy­
lu, sarışın bir kızdan başka kimse yoktu; yırtığın ve delişmenin biriy­
di ... ve benden daha güzeldi.
- Eugenie yok mu? diye sordum . . .
- Hayır, yok burda, diye sertçe yanıtladı uzun boylu kız.
- Ya William?

300
- William da yok...
- Nerde peki?
- Nerden bileyim?
- Onu görmek istiyorum ... Hadi gidip söyleyin ona onu görmek is-
tediğimi ...
Uzun boylu kız küçümser bir ifadeyle baktı bana:
- Yok canım! Uşağınız mıyım ben sizin?
Anlamam gerekeni anlamıştım ... Kavgaya tutuşacak mecalim kal­
madığı için çektim gittim.
- Yaşam bu ...
Bu cümle peşimi bırakmıyordu, kabare şarkısının nakaratı. gibi ta­
kılmıştı. beynime.
Ordan uzaklaşırken, bu evde bana kucak açan mutluluğu -kara bir
hüzünle elbett� düşünmekten kendimi alamadım. Aynı sahne mutlaka
tekrarlanmış olmalıydı. Mutlaka bir şişe şampanya açılmıştı.. Wılliam
sarışım dizlerine oturtup kulağına şöyle fısıldamıştı:
- B endenizle iyi geçinmek gerekir.. .
Aynı sözcükler... aynı hareketler... aynı okşayışlar... Bu arada da
Eugenie kapıcının oğlunu gözleri ile yiyip, yan odaya sürüklüyordu:
- Küçücük suratın! .. küçücük ellerin! . . iri gözlerin!..
Dalgın, aptallaşmış bir halde yürüyor, bir yandan da budalaca bir
inatla tekrarlıyordum içimden:
"Hadi ama! .. Yaşam bu ... Yaşam bu ... "

Bir saatten fazla, Wılliam'ın gireceği ya da çıkacağı umuduyla, ge­


rek kaldırımda, gerek kapının dibinde, volta atı.p durdum. Bu arada eve
giren çıkanın ardı arkası kesilmedi; bakkal girdi, ellerinde iki kocaman
paketle ufak tefek terzi kız girdi; Louvre'un paket taşıyıcısı girdi; mus­
lukçu çıktı; kim olduğunu, ne olduğunu bilmediğim bir sürü gölge ve
yine gölgeler ve gölgeler geçti önümden. Bitişik komşu olan kapıcı ka­
dının evine girmeye cesaret edemedim, gerçi girseydim de iyi karşılan­
mazdım ya. . . ne derdi kim bilir? Bunun üzerine, kesin olarak çekip git­
tim; şu sinir edici nakarat yakamı bırakmıyordu bir türlü:
- Yaşam bu ...
Sokaklar tahammül edilemeyecek kadar kasvetli göründü gözüme.
Yanımdan geçenler insan değil hortlaktı. sanki. Uzaktan bir adamın ka­
fasında gecenin karanlığında bir fener, güneşin altında yaldızlı kubbe
gibi parlayan bir şapka gördüğüm her seferinde, yüreğim hop etti. Ne
yazık ki gördüğüm hiçbir zaman William olmadı. . . Gri renkli alçalmış

301
gökyüzünde hiçbir umut ışığı görünmüyordu ...
Her şeyden tiksinerek döndüm odama ..
Ah! Şu erkekler yok mu? Al birini vur ötekine, arabacısı, uşağı, ki­
barı, papazı ya da ozanı hepsi aynı bokun soyu ...
Sanının anılarımın en tazelerini anlatıyorum size, oysa bende anı
bol, neler yok ki! Ama hepsi birbirine benziyor ve tekdüze bir çerçe­
vede, aynı yüzleri, aynı ruhları, aynı hayaletleri sıralamak, hep aynı hi­
kayeleri yazmak zorunda kalmak yoruyor beni; aynca giderek belle­
ğim de bulanıyor, geleceğime yönelik yeni düşler, geçmişin küllerin­
den uzaklaşmama neden oluyor. Kontes Fardin'lerde geçirdiğim gün­
leri anlatabilirdim örneğin. Ne gereği var ki? Öyle bıkkın, öyle tiksin­
miş durumdayım ki... Aynı toplumsal olgular içinde, edebiyat züppeli­
ği diyebileceğim, beni diğerlerinden daha çok tiksindiren bir züppelik
ve siyasi budalalık diyebileceğim diğerlerinden daha aşağılık bir tür
budalalık vardı.
Mösyö Paul Bourget'yi şöhretinin doruğundayken bu ortamda ta­
nıdım, fazla söze ne hacet .. Zarafetin, aşkın, damak zevkinin, dini
duyguların, vatanseverliğin, sanatın, merhametin, hatta incelik ve ede­
biyat bahanesi altında şatafatlı mistik giysilere bürünen, kutsallık mas­
kesi ardına gizlenen kötülüğün bile, kısacası her şeyin yapay olduğu
sosyete dünyasına ait yalana, aydın taklitçiliğine, kasıntılı değersizliğe
yatkın bir filozof, şair, ahlakçı kendisi. . . bu dünyada içten olan tek bir
arzu var... bu kuklaların gülünçlüğüne daha iğrenç ve daha vahşi bir
hava katan, doyurulamaz bir para arzusu. Bu acınası hayaletler, ancak
bu yönleri ile insana benziyor, yaşadıklarını kanıtlıyorlar...
Kendisi de psikolog ve bir ahlakçı olan Mösyö Jean'ı da bu ortam­
da tanıdım. Salonda saygı gören ahlakçıdan ne daha budala ne de ken­
dine göre daha zıpçıktı olan bir mutfak ahlakçısı, bir sofa psikoloğuy­
du o da. Mösyö Jean odaların lazımlıklarını boşaltıyordu... Mösyö Pa­
ul Bourget ruhları boşaltıyordu ... Mutfakla salon arasında, kölelik an­
lamında sanıldığı kadar bir mesafe yoktur! .. Ama, Mösyö Jean'ın fo­
toğrafını bavulumun dibine koyduğuma göre, anısı da buna bağlı ola­
rak, yüreğimin derinliklerinde, tam bir unutulmuşluk içinde gömülü
kalacaktır...

Sabahın ikisi... Ateşim ha söndü ha sönecek, lambam da isli isli ya­


nıyor. Elde ne odun kaldı, ne de gaz. Yatayım bari. Ama ne mümkün,
hummalı düşünceler içindeyinı, galiba uyku tutmayacak gözümü. Eh

302
ben de karşılaşacağım şeylerle ilgili düş kurarım ... Yarının bana getire­
ceklerini düşlerim. Dışarıda gece sakin ve sessiz... Yıldızların göz
kırptığı gökyüzünün altında keskin bir soğuk toprağı dondurmuş. Jo­
seph gecenin karanlığında yolda, bir yerlerde; bu mesafeye rağmen gö­
rebiliyorum onu, evet gerçekten de görüyorum; vagonlardan birinde
ciddi, hülyalı ve dev gibi ... Gülümsüyor, yaklaşıyor, bana doğru geli­
yor. . . nihayet getiriyor bana huzuru, özgürlüğü ve mutluluğu ... Mutlu­
luğu mu gerçekten?
Hele bir yarın olsun, anlarız . . .

303
XV/l

u anı defterine tek bir sabr bile yazmayalı sekiz ay geçti - eh o ka­
B dar da olsun artık. . . yapacak ve düşünecek başka işlerim vardı. Jo­
seph'le birlikte Prieure' den ayrılışımızın ve Cherboug' da, limana ya­
kın küçük kahveye yerleşeli tam üç ay oldu. Evlendik, her şey yolun­
da; işimi seviyorum, mutluyum. Denizde doğdum, denize döndüm.
Gerçi özlememiştim ama ona kavuşmak hoşuma gitmedi desem yalan
olur. Audierne'in hüzünlü manzaraları, sahillerinin sonsuz kederi,
kumsallarının ölümü haykıran görkemli dehşeti yok lıuralarda. Burda
kederli hiçbir şey yok; tam aksine her şey neşeyle kucaklaşıyor. Aske­
ri bir kentin neşeli gürültüsü, bir savaş limanının dikkat çekici hareket­
liliği, çeşit çeşit faaliyetleri egemen buraya. Aşkın fink attığı bir yer
burası; cakasından geçilmeyen fuhuş, tüm şiddeti ve acımasızlığıyla

304
hüküm sürüyor. İki uzak sürgün yeri arasında keyif sürmek için acele
eden kalabalıklar, sürekli değişken ve eğlenceli sahneler. .. Bunlar
sayesinde çocukluğumu burnumdan getiren ama yine de hep sevdiğim
bu memleket kokusunu; reçine ve yosun kokusunu soluyorum. Devlet
gemilerinde askerlik yapan hemşerilerimle, memleketimden delikanlı­
larla karşılaştım. Tek kelime bile etmedik karşılıklı. Kardeşimden ha­
ber sormayı aklımdan bile geçirmedim ... O kadar uzun zaman oldu
ki ! . . Sanki ölmüş benim için ... "Günaydın", "İyi akşamlar'', "Kendine
dikkat et" ... Sarhoş olmadıklarında pek alıklar .. alık olmadıklarında da
.

zil zuma sarhoşlar... Kafaları yaşlı balıklarınkine benziyor... Onlara


karşı hissettiklerim bu kadar; ne bir heyecan ne de bir yakınlık duygu­
su ... Zaten Joseph de istemiyor tayfa parçalarıyla, meteliğe kurşun atan
ve yarısı su olanı bir kadeh içkiyle kafayı bulan pis Brötonlarla senli
benli olmamı.
Bunlar bir yana, Prieure'den ayrılışımızın öncesinde yaşanan olay­
ları, kısa da olsa, mutlaka anlatmalıyım.

Joseph'in Prieure'de, ek binada, koşum takımları odasının üstünde


kaldığını söylemiştim anımsarsanız. Yaz-kış demeden, her sabah saat
beşte ayakta olurdu. 24 Aralık'ta, böyle bir sabah, -Cherbourg 'dan dö­
neli tam bir ay olmuştu- Joseph kalknğında mutfak kapısını ardına ka­
dar açık buldu.
- Tuhaf!.. diye geçirdi içinden, bu saatte kalkınış olabilirler mi?
Bu arada mutfak kapısının camekanlı kısmının bir parçasının bir
kol girecek kadar elmasla kesilip çıkarıldığım fark etti, kilit de ehil e.1-
lerle bir hayli zorlanmış, ağaç yongaları, eğri büğrü demir parçalan,
cam kırıkları döşemeye saçılmışn ... İçeride akşam, hanımın gözetimi
alnnda özenle sürgülenen tüm kapılar da açıktı. Korkunç bir şeylerin
döndüğü izlenimine kapıldı Joseph, -olay sabahında evi nasıl bulduğu
konusunda yargıcın karşısında verdiği ifadeyi bana anlattığı biçimi ile
aktarıyorum- olayın şaşkınlığı ile mutfaktan geçti, sağda meyvelerin
konduğu kilere, banyoya, yemek salonuna, küçük salona ve dipte bü­
yük salona açılan koridor boyunca ilerledi. Yemek salonunun manza­
rası korkunçtu; gerçek bir yağmaya uğramışn salon. Mobilyalar itilip
kakılmış, büfenin aln üstüne getirilmiş, çekmeceleri ve iki tabak rafı
halının üstüne boşaltılmış, masanın üstü değersiz bir sürü ıvır zıvır ve
boş kutularla dolmuştu, bu karışıklığın ortasındaki bakır şamdanın mu­
mu bitmek üzereydi. Manzaranın filasını servis mutfağı sergilemektey-

P20ÖN/Oda Hizmcıç.isiııllı OilnlllğO 305


di; bu bölümde -sanının daha önce de belirtmiştim- şifresini sadece
hanımın bildiği kannaşık bir kilit sistemi ile koruma altına alınan de­
rin bir dolap vardır. İşte eşsiz ve kutsal gümüş sofra takımı, kirişlerle
ve çelik köşebentlerle sağlamlaştınlmış üç ağır sandık içinde, burada
yatmaktaydı. Sandıklar alttaki tahtaya vidalanmış ve demir çivilerle
duvara tutturulmuştu. Ama bu üç sandık gizemli ve dokunulmaz do­
laplarından sökülmüş, kapakları açık ve içleri boş bir halde mutfağın
ortasında durmaktaydılar. Bunu görünce Joseph tehlike işareti verdi.
Ciğerleri elverdiğince merdivenlerde bağırdı:
- Hanımefendiii ! .. Beyefendiii . . ! Derhal aşağıya gelin! Soyulduk ...
Soyulduk! ..
Çığ gibi yuvarlanarak, korkunç bir hızla indiler aşağıya. Hanım,
geceliğinin üzerinde omuzlarını örten ince bir şal ve bey de gömleğini
henüz içine yerleştiremediği uzun donunun önünü ilikleyerek, saç baş
karmakarışık, bet beniz solmuş, gördükleri kabustan uyandınlmışçası­
na ekşi bir yüzle bağırmaya başladılar.
- Ne oldu? Ne var?
- Soyulduk... soyulduk!
- Neyi soymuşlar? Soyulan ne?
Yemek odasında hanım inlemeye koyuldu.
- Aman Tanrım! Aman Tanrım !
Bu arada ağzı burnu çarpılan bey, bangır bangır bağırıyordu hfila:
- Neyi çaldılar? Neyi? Neyi?
Joseph önden, o arkadan, servis mutfağına girip de üç sandığın ye­
rinden söküldüğünü görünce hanım, abartılı hareketlerle bastı feryadı:
- Gümüş takımım ! Aman tanrım ! Bu mümkün mü? Gümüş takı­
mım !
Boş bölmeleri kaldırıp, boş sandıkları ters çevirdikten sonra dehşet
ve büyük bir üzüntü içinde yığılıverdi parkenin üzerine. Bir çocuk se­
siyle şöyle kekeleyebilecek gücü buldu sadece:
- Her şeyi almışlar! Her şeyi almışlar! Hepsini ... Hepsini ... XVI.
Louis'nin yağdanlığına varıncaya kadar her şeyi alıp götürmüşler.
Hanım, çocuğunun tabutuna bakan bir anne gibi sandıklara bakar­
ken, bey ensesini kaşıyor, ürkek gözlerini fıldır fıldır döndürerek, bir
delinin uzaklardan gelen sesiyle durmadan ağlıyordu:
- Allah kahretsin! .. Ah! Allah kahretsin! .. Allah kahretsin ki ne
kahretsin!
Joseph de altta kalmayıp yüzünü gözünü çarpıtarak başladı bağır-

306 F20ARKA/Oda Himıetçisinin GHnliiğü


maya:
- XVI. Louis'nin yağdanlığı! XVI. Louis'nin yağdanlığı! Haydut­
lar ! . .
Soma bir dakika ka dar süren korkunç bir sessizlik oldu, uzun bir
tükenmişlik dakikası; büyük deprem çatırtılarını, büyük tufan gümbür­
tülerini izleyen şu ölüm sessizliği, canlı varlıkların ve nesnelerin şu tü­
kenmişliği ... Joseph'in elinde sallanan fenerin kızıl, titrek, ürpertici ışı­
ğı yansıyordu bu ölü yüzlerin, boşaltılmış sandıkların üstünde.
Joseph'in feryadı üzerine ben de efendilerle aynı anda inmiştim
olay yerine. Bu korkunç manzara karşısında, bu yüzlerdeki olağanüstü
komik ifadeye rağmen, içimden geçen ilk duygu insancaydı; acımak.
Bu mutsuzluğun beni de etkilediğini, kendimi ailenin bir bireyi gibi
görerek bu olayı, bu acıyı herkesle paylaşmam gerektiğini düşünmüş­
tüm. Acınacak hali yüreğime dokunan hanıma teselli edici birkaç söz
etmek geçti içimden ... Ama bu dayanışma ve bağlılık duygusu çabuk
silindi.

Suç denen şeyde bir tür şiddet, bir tür ciddiyet, bir tür intikam, bir
tüf tanrısallık vardır, beni dehşete düşürdüğü kuşkusuz ama -nasıl an­
latmalı bilmem ki- bende bir tür hayranlık uyandırdığı da kesin. Ha­
yır, hayranlık demek doğru olmaz çünkü hayranlık manevi bir duygu­
dırr, ruhsal bir coşkudur, ama benim hissettiğim sadece tenimi etkile­
yip, tenimi uyarıyor... Tüm bedenimde dayanılmaz, aynı zamanda da
çok tatlı bir etki yaratan hoyrat bir sarsıntı, cinselliğime acı ve haz do­
lu bir tecavüz gibi tıpkı. Bu çok tuhaf, tuhaf olduğu kadar da olağan­
dışı, belki de korkunç bir duygu, -bu ilginç ve güçlü duygunun gerçek
nedenini nasıl açıklayacağımı bilemiyorum- ama şu bir gerçek ki ben­
de her türlü suçun, özellikle de cinayetin, aşkla görünmez bir bağı var­
dır. Evet ya! .. Güzel bir cinayet, güzel bir erkek gibi heyecan verir ba­
na...
Söylemeliyim ki, önce hiç gereği yokken yüreğimi harekete geçi­
ren bu acıma duygusunun ardından aklıı'na gelen bir düşünce bu ciddi,
korkunç ve güçlü suç merakını alaycı bir neşeye, çocuksu bir hazza dö­
nüştürdü ... Şöyle düşündüm:
- Alın size köstebek gibi, kurtçuk gibi yaşayan iki yaratık... Kendi­
lerini, kendi istekleriyle konuk sevmez duvarların oluşturduğu bu ko­
dese tıkmışlar... Yaşama sevincine, güler yüzlü bir eve itibar etmemiş­
ler... Zenginliklerini affettirici, lüzumsuz varlıklarını bağışlatıcı ne var-

307
sa tümünden, bir pislikten uzak durur gibi uzak durmuşlar... Yoksulla­
rın aç midelerini doyurur diye pinti masalarından kırıntı bile düşsün is­
temeyen, acılı gönüllere taş kalplerinden kopacak yavan bir teselli sö­
zünü bile esirgeyen, kendi mutluluklannı, kendi öz mutluluklarını bile
cimriliklerinden ötürü taksit taksit kullanan bu yaratıklara mı acıyacak
mışım? .. Pışıık!.. Yok öyle yağma! .. Başlarına ne geldiyse geldi; ada­
let yerini buldu. Servetlerinin bir kısmını yolarak, gömülü hazinelerini
havalandırarak bu iyi hırsızlar dengeyi sağlamışlar. Üzüldüğüm bir şey
var, o da bu kötü ruhlu iki yaratığı çırılçıplak ve sefil bırakmamış ol­
maları... işte buna yanarım ben ... Defalarca kapılarına dayanıp dilen­
mek için boşu boşuna dil döken bir yolsuzdan daha çıplak, bu lanetli
ve gizli servetin ilci adım ötesinde, yol üstünde can çekişen bir kimse­
sizden daha hasta bir durumda neden bırakmadılar ki onları! ..
Efendilerimi sırtlarında heybe, üstlerinde lime lime paçavralar, de­
re tepe dolaşmaktan ayakları kan içinde, kalpsiz zenginlerin geçit ver­
mez kapılarının eşiğinde, ellerini açmış olarak gözümün önüne getir­
mek acayip keyif verdi bana, neşelendirdi. Hanımı boş sandıklarının
yanında yere yığılmış görünce duyduğum neşe çok daha dolaysız, çok
daha yoğun ve çok daha düşmanca olmuştu. Gerçekten ölseydi bu ka­
dar gerçek olmazdı ölüsü, çünkü bu ölümün bilicindeydi. Onun gibi,
hiçbir şeyi hiçbir zaman sevmemiş olan bir yaratık için bu ölümden da­
ha beteri olamazdı. Değer biçilmez coşkularımızı, aşkımızı, insani
duygularımızı, çılgınlıklarımızı, insanı insan yapan ruhların yüce zen­
ginliğini bu sevgisiz yaratık, para ile değerlendiriyordu. Bu utanç ve­
rici keder, bu iğrenç çırpınış; bu da bir bedeldi. Ettiği hakaretlerin, ba­
na çektirdiği zorlukların, ağzından çıkan her sözle, gözlerinin her ba­
kışıyla bana yaşattığı üzüntünün bedelini ödüyordu. Vahşi bir zevkle,
dolu dolu keyfini çıkardım bu tablonun. İçimden, "Oh olsun ! . . Oh ol­
sun! " diye bağırmak geçti. Özellikle de bu soylu, hayran olunası hır­
sızları tanımak için büyük bir arzu duydum; ne kadar baldın çıplak
varsa tümünün adına onlara teşekkür etmek, onları kardeşçe kucakla­
mak istedim. Ey! iyi yürekli hırsızlar, merhametin ve adaletin timsal­
leri, bana ne güçlü, ne tatlı bir heyecan yaşattığınızı bir bilseniz! ..
Han ımın kendini toplaması uzun sürmedi. Mücadeleci ve saldırgan
karakteri tüm şiddetiyle uyanıverdi.
- Sen burda ne yapıyorsun? dedi beye, öfkeli ve son derece küçüm­
seyici bir ses tonuyla. Neden burdasın? Şişmiş koca suratın ve dışarı
çıkmış gömleğinle yeterince gülünç değil misin? Gümüş takımnruz

308
sen böyle durunca tıpış tıpış bize gelecek mi sanıyorsun? Hadi silicin ...
kıpırda biraz ... ne olduğunu anlamaya çalış. Git jandarmaya haber ver,
sulh yargıcını bul... Şimdiye kadar buraya çoktan gelmiş olmaları ge­
rekmez miydi? Aman Tanrım , bu nasıl bir erkek böyle!..
Bey, omuzları çökmüş gitmeye hazırlanırken arkasından seslendi:
- Nasıl oldu da hiçbir şey duymadın sen?.. Evi boşaltıyorlar... ka­
pıyı zorluyorlar, kilitleri kırıyorlar, duvarları, sandıkları delile deşilc
ediyorlar ve sen hiçbir şey duymuyorsun! Beceriksiz herif. Söyle! .. sen
ne işe yarıyorsun?
Bey cevap vermeye kalktı:
- Ama sen de öyle şekerim, sen de bir şey duymadın.
- Ben, öyle mi? Bıi aynı şey değil, bu bir erkek işi değil mi ha, söy-
le! Tepemi attnma, bas git artık.
Bey giyinmek için yukarı çıkarken hanım hiddetini biı;e yönelterek
bizi bir güzel haşladı:
-Ya siz? Biblo gibi dizilmiş neden öyle suratıma bakıp duruyorsu­
nuz? Efendilerinizi soyup soğana çeviriyorlar, ama bu sizin hiç umu­
runuzda olmuyor, öyle değil mi? Siz de hiçbir şey duymadınız ha? Oh
ne fila! İnsanın sizin gibi hizmetçileri olması ne güzelmiş öyle... Sade­
ce yemeyi ve uyumayı düşünürsünüz siz ! .. Sizi gidi hayvan sürüsü si-
zı· ı.
Doğrudan Joseph'e hitap etti:
- Köpekler neden havlamadılar? Hadi söyleyin, neden?
Bu soru bir an için de olsa Joseph'i bocalattı ama çabucak toparla­
dı kendini:
- B en de bilmiyorum efendim, dedi son derece doğal bir sesle...
Ama... doğru ... köpekler havlaınadılar. İşte bu gerçekten de çok ilginç!
- Salmış mıydınız onları?
- Elbette salmıştım, her akşamki gibi. Ama bu çok garip! Gerçek-
ten de çok garip. Hırsızlar evi iyi tanıyorlar diyesi geliyor insanın ... kö­
pekleri de tabii.
- Hadi Joseph, sizin gibi özverili, ciddi ve düzenli biri nasıl olur da
hiçbir şey duymaz?
- Bakın, doğru söylersiniz .. hiçbir şey duymadım ... İşte bu çok
kuşku uyandırıcı. Uykum ağır değil ki benim. Bahçeden kedi geçse
uyanırım ... Bu olur şey değil! Ya bu köpek olacak itlere ne demeli...
Tüh tüh tüh! Ama...
Hanım Joseph'in sözünü kesti.

309
- Hadi ordan! Rahat bırakın beni... Siz hepiniz geri zekfilısınız, he­
piniz! Ya Marianne? .. Marianne nerde? .. Neden burda değil o? Kütük;
gibi uyuyordur kalıbımı basanın.
Servis mutfağından çıkıp merdivenin başına gelince seslendi:
- Marianne! .. Marianne! ..
Sandıklara bakan Joseph'e baktım. Çok ciddiydi. Gözlerinde gi­
zemli bir şeyler vardı sanki ...

Ne o günden, ne üst üste gelen olaylardan, ne de size o gün yaşa­


nan çılgınlıklardan bahsetmeye kalkışacağım. Cumhuriyet savcısı çe­
kilen telgraf üzerine aynı gün öğleden sonra şıp diye damladı ve soruş­
turmasını başlattı. Joseph, Marianne ve ben peş peşe sorguya çekildik,
ilk ikisi için göstermelik olan sorgulama sıra bana gelince, çok rahat­
sız olmama neden olacak kadar düşmanca ısrarlıydı. Odama girdiler,
komodinimin ve eşyalarımın altını üstüne getirdiler, mektuplarımı tek
tek elden geçirip incelediler. Minne� kaldığım bir rastlantı sonucu
günlüğüm polisin araştırmasından kurtulmayı başardı. Olaydan birkaç
gün önce, sevgi dolu bir mektup aldığım Clecle'ye postalamıştım onu;
aksi takdirde yargıçların bu sayfalarda Joseph'i suçlayacak. veya en
azından ondan kuşkulanacak kanıtlar bulması işten bile dt{ğildi ... Dü­
şündükçe tüylerim ürperiyor. Balıçedeki patikaları, tarhları, duvarları,
çitin ne kadar aralığı varsa her köşesini, ara yola bakan küçük avluyu;
bir ayak izi, tırmanmayı gösteren bir ipucu buluruz umudu ile inceden
inceye araştırdıklarını söylememe gerek bile yok... Toprak kuru ve
sertti. En ufak bir iz, bir kanıt bulmaları olanaksızdı. Parmaklık, duvar­
lar, çitin aralıkları ser veriyor sır vermiyorlardı. Tecavüz olayında da
aynen böyle olmuştu; memlekette ne kadar insan varsa olay yerine
üşüşmüş, yetkililerin görevden alınmasını istemişti. Adamın biri sarı­
şın birini görmüş ama ''kim olduğunu çıkaramamıştı'', diğeri esmer bi­
rini görmüştü, "çok garip bir hali vardı bu adamın." Sözün kısası so­
ruştumıa havada kalmış, ne bir ipucu, ne bir zanlı geçmişti ellerine...
Akşam ayrılırken savcı gizemli bir ifade ile şöyle dedi:
- Beklememiz lazım, belki Paris polisi suçluların izini bulmamıza
yardımcı olur...
Prieure'deki kasvetli havaya biraz canlılık getiren bu yorucu gün
boyunca, sağa sola koşuşturmaktan, bu felaketin sonuçlarını düşünme­
ye zamanım olmadı. Hanım nefes aldırmıyordu bize. Bir oraya bir bu­
raya koşmak gerekiyordu hem de haybeye. Çünkü hanım biraz kafayı
.'
310
yemişti. Marianne'a gelince, hiçbir şeyden haberi yok gibi görünüyor­
du, sanki evde bir felaket yaşanmamışu ... Aynen hüzünlü Eugenie gi­
biydi, kendi düşüncelerinde kaybolmuştu ve onun düşüncelerinin bi­
zim kaygılarımızla ilgisi yoktu. B ey mutfakta boy gösterince anında
sarhoş gibi oluyor, büyülenmiş gözlerini ondan ayırmıyordu.
- Oh! İri suratın! . . İri ellerin! .. İri gözlerin ! . .
Akşam, sus pus geçen yemekten sonra düşünecek zaman buldum
nihayet. Aniden şimşek çaktı beynimde ve bu düşünce giderek ağırlık
kazandı. Bu cesurca gerçekleştirilen yağmalamadan Joseph'in mutlaka
haberi vardı. Cherbourg' a yapuğı yolculuk ile, eşsiz bir ustalıkla ger­
çekleştirilen bu gözüpek eylemin hazırlığı arasında bir bağ olduğunu
bile ummak istedim. Yola çıkmadan bir gün önce sorduğum soruya
verdiği yanıt geldi aklıma:
- Çok önemli bir işe bağlı bu ...
Her ne kadar doğal görünmeye çalıştıysa da, hareketlerinde, tavır­
larında, suskun duruşunda, sadece benim hissettiğim alışılmamış bir
tedirginlik vardı...
Bu önseziyi o kadar benimsemiştim ki aklımdan uzaklaştrrmak
şöyle dursun, büyük bir coşku ile yapışmıştım ona. Marianne'ın bizi
bir ara mutfakta yalnız bırakmasını fırsat bilip Joseph'e yaklaştım ve
tatlı, sevecen bir tavır takınarak, tarifsiz bir heyecan içinde ona sor­
dum:
- Hadi J oseph, küçük Claire' e ormanda sizin tecavüz ettiğinizi söy­
leyin bana .. Hanımın gümüş takımını sizin çaldığınızı söyleyin...
Beklemediği böyle bir sorunun şaşkınlığı ile bakakaldı yüzüme. . .
Sonra yanıt vermeden ani bir şekilde beni kendisine çekti, beklenme­
dik bir darbe gibi gelen şiddetli öpücüğü ensemin bükülmesine yol aç­
tı, bana şöyle dedi:
- Bundan bahsetmeyelim istersen. . . Küçük kahveye benimle geldi­
ğine, ruhlarımız bir olduğuna göre ne gereği var...
Kontes Fardin 'in küçük bir salonunda bir tür Hindu mabudu gör­
düğümü haurlıyorum; korkunç, ölümcül bir güzelliğe sahipti, işte o an
Joseph 'i tıpkı ona benzettim...

Günler günleri, aylar aylan kovaladı ve beklendiği üzere yargıçlar


hiçbir şey bulamadılar ve büsbütün bırakular soruşturmayı. Onlara gö­
re bu işi yapsa yapsa Parisli yaman hırsızlar yapardı ... ve suç Paris' e
yüklendi... Onca kalabalık içinde çık çıkabilirsen işin içinden! . .

311
Bu olumsuz sonuç hanımı çok kızdırdı; gümüş takımını kendisine
geri getirmeyen yargıçlar aleyhinde aup tuttu. Ama, Joseph'in dediği
gibi, ''XVI. Louis'nin yağdanlığı"nı bulma umudunu hep sakladı için­
de; her gün yeni ve tuhaf kurgular sunar oldu yargıçlara. Bu saçma sa­
pan varsayımlardan bıkan yargıçlar ona cevap bile vermez oldular. So­
nunda ben de Joseph'in adına çok rahatladım çünkü başına bir felaket
gelmesinden ödüm patlıyordu.
Joseph, aile hizmetkan, nadide inci, tekrar eski özverili ve sessiz
haline döndü. Hırsızlık olayının olduğu gün, salon kapısının arkasın­
dan hanımla cumhuriyet savcısının aralarında geçen konuşmaya kulak
misafiri olmuştum, o konuşma aklıma geldikçe kendimi tutamayıp ba­
sıyorum kahkahayı. Savcı, ince dudaklı, san benizli, profili bir kılıç
ağzı gibi keskin, ufak tefek, kupkuru bir adamdı.
- Hizmetkarlarınızın içinden şüphelendiğiniz biri yok mu ... diye
sordu savcı. .. Mesela arabacımz?
- J oseph! diye şaşkınlıkla bağırdı hanım ... bize bu kadar bağlı olan,
on beş yıldan beri hizmetimizde çalışan birinden mi? Dürüstlük timsa­
lidir o savcı bey... bir inci! . . Bizim için gerekirse kendini ateşe atar o ...
Alnı kırışmış, düşünüyordu.
- Yalnız şu kız, oda hizmetçisi olan, bu kızı ben pek tanımıyorum.
Paris'le kötü bağlanuları olabilir. Sık sık yazıyor Paris'e ... Onu pek
çok kez masadaki şarabı içerken, eriklerimizi yerken yakaladım. Efen­
dilerinin şarabını içmeye yeltenen birinden her şey beklenir...
Ve mırıldandı:
- Paris'ten asla hizmetçi almamalıydık... Tuhaf biri gerçekten de.
Görüyor musunuz şu cadaloz karıyı? ..
Güvensiz insanlar böyledir işte, herkesten kuşkulanırlar, kendileri­
ni dolandıranlardan başka, doğal olarak. Çünkü bu işin mimarının Jo­
seph olduğundan giderek daha çok emin oluyordum. Uzun zamandan
beri gözlüyordum onu, düşmanca bir duygudan kaynaklanmadığını siz
de biliyorsunuz; meraktandı. Bu sadık ve özverili hizmetkar, bu nadi­
de inci evde araklayabileceği ne varsa gözünün yaşına bakmazdı. Yu­
laf, kömür, yumurta, tekrar satılınca nerden geldiği belli olmayacak
ufak tefek şeyler aşırırdı. Kilise çömezi dostu, akşamları ahıra boşu
boşuna gelmiyordu veya ne bileyim Yahudi düşmanlığının faydalarını
tartışmak değildi niyeti. Uyanık, sabırlı, temkinli, kuralcı biri olan Jo­
seph, ufak tefek günlük araklamaların yıllık tutarının büyük olduğunun
farkındaydı elbette. Eminim bu yolla kazancını üçe, hatta dörde katlı-

312
yordu; bu da küçümsenecek bir rakam değildi. Bu ufak yollu arakla­
malarla 24 Aralık gecesi yapılan cüretkar soygun arasında bir fark ol­
duğunu gayet iyi biliyorum. Bu da onun büyük işlere de soyunmaktan
hoşlandığını gösterir. Joseph'in bir şebekeye mensup olmadığım kim
söyleyebilir bana? Ah! Ne kadar isterdim ve hfila isterim bunların tü­
münü öğrenmeyi!
Öpücüğünü bir suç itirafı olarak kabul ettiğim, cinsel arzunun etki­
siyle bana güven duyduğu o akşamdan sonra Joseph inkar yolunu seç­
ti. Ne yaptıysam boşuna; evirerek sordum, çevirerek sordum, onu tu­
zağa düşürmeye çalıştım, tatlı, sevecen sözlerle kafaya almak istedim,
kendini ele vermedi bir türlü. Hanımın umut çılgınlığına o da katıldı.
O da planlar tasarlayarak hırsızlık senaryosunu tüm detaylanyla kur­
guladı; ve havlamadıklan için köpekleri dövdü; uzaklarda kaçışlarını
görüyormuşçasına yumruğunu sıkarak, tanımadığı hayali hırsızlara
tehditler savurdu. Akıl sır ermez bu adamla ilgili ne düşünmem gerek­
tiğini bilmiyordum. Bir gün suçlu olduğuna inanıyordum, diğer gün ise
masum olduğuna Korkunç bir rahatsızlık veriyordu bu durum bana.
Eskisi gibi akşamlan yine ahırda buluşuyorduk.
- Ne haber Joseph?
- Ah! Geldiniz demek Celestine!
- Neden artık konuşmuyorsunuz benimle? .. Benden kaçıyor gibi
bir haliniz var.
- Sizden kaçmak mı? Ben mi? Daha neler!
- Evet ya... şu meşhur sabahtan beri hem de...
- Bundan sakın bahsetıneyin Celestine.. çok kötü şeyler geçiriyor-
sunuz aklınızdan.
Üzgünce başını sallayıp duruyordu.
- Hadi Joseph ... Biraz eğlenelim istedim sadece, bunu siz de bili­
yorsunuz. Böyle bir suçu işleseydiniz sizi sever miydim? .. Sevgili Jo­
seph'im benini...
- Evet, evet, siz bir kandırıkçısımz ... Bu hoş değil ...
- Peki ne zaman gidiyoruz? Artık borda yaşayamıyorum.
- Hemen değil ... Biraz daha beklememiz lazım.
- Ama neden?
- Çünkü ... bu mümkün değil ... hemen gitınek yani.
Biraz incinmiştim, hafif yollu kızgın bir sesle şöyle söyledim:
- Hiç hoşuma gitınedi bu cevabınız, bana kavuşmak için hiç acele­
niz yok gibi görünüyor...

313
- Benim mi? diye bağırdı yüzünde ateşli bir ifadeyle. Böyle bir şe-
yi nasıl söyleyebilirsiniz, geberiyorum ... geberiyorum ...
- Madem öyle, hadi gidelim.
Daha fazla açıklama yapmadan diretiyordu.
İster istemez şöyle düşünüyordum:
- Doğru, haklı galiba .. Gümüş takımı çaldıysa eğer, şimdi çekip
gitmesi doğru olmaz, iş de kuramaz doğal olarak ... Kuşkulan çekebilir
üzerine. Zamana ihtiyacı var, bu gizemli olayın unutulması gerekir...
Başka bir akşam şöyle bir öneride bulundum:
- Bakın size ne söyleyeceğim sevgili Joseph ... Burdan gitmenin bir
yolunu bulabiliriz aslında ... Hanımla bir güzel kavga eder, ikimizi de
kapı dışarı etmeye zorlayabiliriz onu.
Ama sert bir şekilde karşı çıktı:
- Hayır, hayır... dedi. Sakın ha Celestine. Ah! Olur mu öyle şey ! ..
B en efendilerimi severim ... İyi efendilerdir onlar... İyilikle ayrılmak
gerekir onlardan ... Burdan ciddi, mert insanlar gibi çıkmak yani ...
Efendiler arkamızdan ağlamalı , yokluğumuzu hissetmeli, bizi aramalı­
lar...
İçinde hiçbir alay hissetmediğim hüzünlü bir ciddiyetle şöyle açık­
ladı:
- Biliyor musunuz, burdan ayrılmak beni yasa boğacak... On beş
yıldır burdayım, kolay mı! İnsan ister istemez bağlanıyor eve. Ya siz
Celestine... size de acı vermeyecek mi?
- Yok canım, daha neler... diye bağırdım gülerek.
- Bu iyi değil ... bu iyi değil... insan efendilerini sevmeli ... Efendi
efendidir. . . Bakın size benden bir nasihat; nazik olun, yumuşak başlı
olun, özverili olun ve canla başla çalışın. Karşılık vermeyin... Hadi Ce­
lestine, onlardan iyi ayrılmak gerekir, özellikle de hanımdan...
Joseph'in önerilerini dinledim, Prieure'deki sayılı aylarımız bo­
yunca, örnek bir oda hizmetçisi, bir ikinci inci olmaya söz verdim ken­
di kendime. Tüm zekfunı, tüm zarafetimi, tüm inceliğimi kullandım.
Hanım yavaş yavaş insan yerine koymaya başlıyordu beni, hatta dost­
ça yaklaşıyordu... Hanımın karakterindeki bu değişikliğin sadece be­
nim çok dikkatli davranmamdan kaynaklanmadığını sanıyordum. Ne­
den yaşadığım sorgulayacak kadar gururu incinmişti. Büyük bir yıkım,
çok sevilen bir varlığın aniden yitmesinden kaynaklanan büyük bir acı
yaşamış gibi mücadeleden vazgeçmişti. Kendini bırakmış, yumuşak
başlı olmuştu. Sinirleri yenik düşmüş ve onuru zedelenmişti. Sanki et-

3 14
rafındakilerden tek beklentisi güven, acıma duygusu ve teselliydi artık.
Prieure denen cehennem herkes için gerçek bir cennete dönüşüyordu
giderek.
Bu aile saadeti, bu ev huzuru sürüp giderken haber verdim hanıma
bir sabah, ondan aynlmam gerektiğini. Romantik bir hikaye uydur­
dum. Memleketime dönecektim, uzun zamandan beri beni bekleyen
yiğit bir delikanlı ile evlenecektim orda. Dokunaklı bir dille üzüntümü,
anlan çok arayacağımı, hanımın iyiliğini falan anlattım. Hanım yıldı­
rım çaıpmışa döndü. Duygu sömürüsüyle ve çıkarımı öne sürerek be­
ni alıkoymaya çalıştı; aylığımı artınn ayı, evin ikinci katında bana gü­
zel bir oda tahsis etmeyi önerdi. Ama kararlılığım karşısında boyun eğ­
mek zorunda kaldı.
- Size şimdi tam da alışmışken!.. diye iç geçirdi... Ah! Ah! Ne ka­
dar da şanssızım...
Bir hafta soma Joseph gelip de çok yaşlandığını, yorgun düştüğü­
nü, görevine devam edemeyeceğini, çünkü dinlenmesi gerektiğini söy­
leyince daha da beter bir sahne yaşanmış.
- Siz Joseph! diye haykırmış hanım ... Siz de mi? Olamaz... Prieu­
re lanetlendi mi yoksa? Herkes terk ediyor beni ... her şey terk ediyor
beni...
Hanım ağlamış, Joseph ağlamış. B ey ağlamış, Marianne ağlamış ...
- Üzüntülerimizi de kendinizle birlikte götüreceksiniz Joseph! ..
Maalesef Joseph sadece üzüntülerini değil, gümüş takımlarını da
götürüyordu.
Kendimi dışarıda bulunca, apışıp kaldım. Joseph'in parasının, ça­
lınmış paranın -hayır bu doğru değil... çalınmamış olan para var mı ki
sanki!- keyfini çıkarmak değildi beni tedirgin eden, ben içimdeki bu
duygunun geçici bir heves olmasından korkuyordum. Joseph'in benim
üstümde, beynimde, tenimde kurduğu egemenlik belki de uzun soluk­
lu değildi. B elki de duygularım anlık bir sapma yaşıyordu. Bazı anlar,
Joseph'i benim gördüğüm gibi kurgulayanın, aynksı düşlere dek varan
hayal gücüm olup olmadığını soruyordum kendime... Joseph, kaba sa­
ba bir herif, sıradan bir köylü, zor kullanmayı bile beceremeyen, ku­
sursuz bir suç işleyemeyecek kadar yeteneksiz biri miydi yoksa? Atı­
lan bu adımın arkasından gelecek olanlar beni ürkütüyordu... Hem
soma,-bu gerçekten de tuhaf bir şey değil mi?- bir daha başkalarının
evinde çalışmayacak olmak düşüncesi içimi eziyordu az da olsa. Bir
zamanlar, özgür olduğum günü büyük bir coşku ile karşılayacağıma

315
inanırdım. Ama nerde! Hizmetçilik ruhuma işlemiş benim. Ya bir de
"burjuva lüksü" gösterisini özlersem? B asit, soğuk, bir işçi evini andı­
ran küçük evimi; her türlü güzellikten, dokununca insanın içini gıcık­
layan o güzelim kumaşlardan, hizmet etmeyi, giydirmeyi, süslemeyi,
kokulu bir banyoya dalar gibi içine dalmayı zevk edindiğim tüm o gü­
zel sefahat yaşantısından yoksun, sıradan yaşamımı görür gibi oldum.
Ama artık geriye dönüş yoktu.
Ah, ah! Kapalı, kasvetli, yağmurlu bir günde vardığım Prieure'den;
sessiz, bir zamanlar bana yliksekten bakan, bu asık suratlı, garip
adamla birlikte çıkacağım kimin aklına gelirdi? . .
Şimdi küçük kahvemizdeyiz ... Joseph gençleşti. Hantallığı, kam­
burluğu kalmadı. B acakları çevik, bedeni lastik gibi kıvrak. bir masa­
dan bir masaya gidiyor; bir salondan bir salona koşturup duruyor. B a­
na korku veren omuzlan sevimlileşti, bazen çok ürkütücü bulduğum
ensesi babacan, rahatlatıcı bir havaya büründü. Tıraş olmuş yüzü, ma­
un gibi parlak yanık teni, kafasında siperli beresi, sırtında tiril tiril, ter­
temiz mavi renkte kısa asker ceketi ile eski bir denizciye, acayip ülke­
lere demir atıp olağanüstü şeyler gören yaşlı bir deniz kurduna benzi­
yor. Onun hayran olduğum yönü ise gönül huzuru . . . Bakışlarında en
ufak bir endişe yok. .. Yaşamının sağlam temellere dayandığı görülü­
yor. Her zamankinden çok daha evcimen, mülkiyetçi, dini bütün; hiç
olmadığı kadar deniz kuvvetlerinden yana, ordudan yana ve milliyet­
çi; beni hayretler içinde bırakıyor!
Evlendiğimizde Joseph hesabıma on bin frank yatırdı. Geçen gün
sahil güvenlik ona on beş bin franklık enkaz sattı, parasını peşin öde­
yip büyük bir karla başkasına devretti Joseph. Ufak tefek banka işleri
de yapıyor, yani balıkçılara borç para veriyor. Daha şimdiden yan bi­
nayı da alıp işi büyütmeyi düşünüyor. B elki de orayı gece kulübü ya­
parız.
Bu kadar çok parası olması kafamı kurcalıyor. Ne kadarlık bir ser­
veti var? Hiçbir fıkrim yok. B unlardan söz etmem hoşuna gitmiyor,
hizmetçilik yaptığımız zamandan söz etmem de hoşuna gitmiyor. Ge­
riye dönük ne varsa unutmuş ve küçük kahvenin sahibi olduğu gün
gerçek anlamda yaşamaya başlamış, sanki. Aklımı karıştıran bir soru
yönelttiğimde söylediklerimi anlamamış gibi görünüyor ve bakışların­
da, o bir zamanların korkunç pınltılan geziniyor. Joseph hakkında hiç­
bir zaman, hiçbir şey öğrenemeyeceğim. Yaşamının gizemini hiçbir
zaman çözemeyeceğim ... Kim bilir, belki de bu bilinmemezlik beni

316
ona bağlayan...
İşletme ile en ince ayrıntısına kadar Joseph ilgileniyor ve aksayan
hiçbir şey yok. Müşterilerin hizmetinde çalışan üç garsonumuz var.
Her işi yapan bir de hizmetçimiz; yemek, temizlik, ne varsa. .. her şey
yolunda gidiyor. Ha sahi, üç ay içinde tam dört kez hizmetçi değiştir­
dim. Cherbourg'da hizmetçiler ne kadar da doyumsuz şeylermiş öyle,
hem hırsız, hem de arsız ... Yok canım, olur şey değil, bu gerçekten de
çok iğrenç ...
Ben kasadayım, cafcaflı şişe ormanında, yani tezgfilıta sürüyor hü­
kümranlığım. Görevim müşteri çekmek ve laklak etmek. Joseph iki
dirhem bir çekirdek olmamı istiyor. Güzelleşmeme yarayan hiçbir şe­
yi esirgemiyor benden. Akşamları iç gıcıklayıcı minik bir dekolte ile
çıkıp tenimi göstereyim istiyor... Müşterilerin kanım kaynatmak gere­
kirmiş, varlığım ortama neşeli bir hava katmalı, arzu uyandırmalıymış.
Daha şimdiden iki üç kelli felli deniz onbaşı, iki üç de donanma maki­
nisti var kahvede, çok oturaklı kişiler, bıkmadan usanmadan kur yapı­
yorlar bana. Eh, böyle olunca, bana yaranmak için akıuyorlar paralan.
Joseph özellikle onlara çok nazik davramyor, ne de olsa korkunç içi­
yorlar. Dört de pansiyoner aldık yammıza. Bizimle yiyorlar ve her ak­
şam şarap, likör ekstraları oluyor, herkes de bu içkilerden nasibini alı­
yor. Bana çok kibar davranıyorlar, eh ben de onları kışkırtmak için
ellinden geleni ardıma koymuyorum... Ama cilvelerimin önemsiz göz
süzmelerin, kaypak gülümsemelerin ve aldaucı umutların ötesinde ce­
saret verici olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zaten Joseph yetiyor
bana ve sanırım takasta kaybeden ben olurdum, onu amiralle bile al­
datsam ... Vay be! Amma sıkı bir herif şu Joseph. Çok az insan onun gi­
bi tatmin edebilir bir kadını ... Bu tuhaf gerçekten de .... çok çirkin ol­
masına karşın ben Joseph'imden daha yakışıklısını hiç görmedim. İçi­
me, kamına işledi anlayacağınız. Vay ihtiyar tilki vay! Nasıl da bağla­
dı beni kendisine. Aşk oyunlarım çok iyi biliyor, neler icat etmiyor ki...
Taşradan aynlmadığım, yaşamı boyunca katıksız köylü olarak kaldığı­
m düşününce, tüm bu aşk oyunlarını nerden öğrenmiş olabilir diye dü­
şünmeden edemiyor insan.
Joseph'in en başahlı olduğu alan siyaset. Gündüz yaldızlı iri harf­
lerle, gece ise ışıklı iri harflerle, üzerinde "Fransız Ordusunun Hizme­
tinde!" yazan tabelasıyla semtin her yerinden görülen küçük kahve, Jo­
seph 'in sayesinde kentin en ateşli yurtseverleri ile en azılı Yahudi düş­
manlarının aleni buluşma yeri oldu. Bu ateşli yurtseverlerle azılı Yahu-

317
eli düşmanları kahveye gelip ordunun astsubayları ve küçük rütbeli de­
nizcilerle körkütük sarhoşluk dayanışmasına giriyor, kardeşçe kadeh
tokuşturuyorlar. Kanlı dövüşler bile oldu; pek çok kez ortada bir neden
yokken astsubaylar kınlarından çektikleri gibi kılıçlarını, karınlarını
deşme tehditleri ile yürüdüler hayali hainlerin üzerine... Dreyfus'un
Fransa'ya ayak bastığı günün akşamı, "Yaşasın ordu! ", "Yahudilere
ölüm ! " diye atılan naralarla küçük kahve çökecek sandım. Daha şim­
diden şehirde adı dillere destan olan Joseph o gecenin kahramanı oldu.
Bir masanın üstüne fırlayıp:
- Hain suçluysa gerisingeri gönderilsin ... eğer masumsa kurşuna
dizilsin! diye bağırdı.
Dört bir yandan haykırışlar yükseldi:
- Evet... Evet. Kurşuna dizilsin! Yaşasın ordu!
Bu slogan üzerine coşku doruğa çıktı. Bağırtılan bastıran, mermer
masalara inen yumruk sesleri ve kılıç şakırtıları dışında bir şey duyul­
maz oldu kahvede. Ordakilerden biri ne söylemeye çalışıyordu pek an­
lamadım ama yuhalandı, Joseph üstüne yürüdü adamın, suratının orta­
sına indirdiği yumrukla dudağını patlattı, tam beş dişini kırdı ... Kılıcın
tersi ile indirilen darbeler sonucunda yaralanan, kan revan içinde kalan
zavallıyı "Yaşasın ordu! ", "Yahudilere ölüm! " çığlıklarıyla yan ölü bir
halde, çöp gibi sokağa fırlattılar. Cinayet ve alkolden ağrrlaşan bu hay­
vani suratlardan, bu ölüm havasından korktuğum anlar oluyor. Ama
Joseph beni rahatlatıyor:
- Takma kafanı! .. diyor... iş için bu gerekli...
Joseph dün pazar dönüşü, pür neşe, ellerini ovuşturarak müjdesini
patlattı:
- Haberler kötü. İngilizlerle savaşa giriyormuşuz, diyorlar.
- Aman Tanrım! diye bağırmışım. Ya Cherbourg bombalanırsa?
- Hah ! .. Hah! .. Hah ! . . diye alaylı alaylı güldü Joseph ... Benim der-
dim başka... Ben vurgundan bahsediyorum... karlı, çok karlı bir vur­
gundan ...
Elimde olmadan ürperdim ... Yine ne rezillik geçiriyordu aklından
Tanrı bilir...
- Sana bakıyorum, bakıyorum da. .. diye devam etti ... bir türlü Brö­
tona benzetemiyorum seni. Hayır, Bröton havası yok sende. Sen ben­
zesen benzesen Alsace'lıya benzersin ... Ha ... ne dersin? Tezgfilıa da ne
yakışırdı ama, öyle değil mi?
· Haya! kırıklığına uğradım ... Ben de Joseph'in bana korkunç bir şey

318
teklif edeceğini sanmışnm . . . Gözü kara bir girişime ortak olmamın gu­
rurunu hissetmeye başlamışnm bile ... Onu düşünceli görünce derhal
başlar hayal gücüm çalışmaya; korkunç olaylar gelir aklıma, gece bas­
kınları, yağmalar, çekilen bıçaklar, ormanın fundalıklannda boğazla­
nndan hınltılar çıkan insanlar. . . Meğer reklammış derdi, hem de sıra­
dan, basit bir şey...
Eller cepte, kafasında mavi bere, garip garip sallanıyordu:
- Anlıyor musun? diye sordu. Düşün bir kere; savaş zamanında, şı­
kır şıkır giyinmiş bir Alsace dilberi, bu yürekleri hoplaur, yurtseverlik
duygusunu kabartır. İnsanlan sarhoş etmek için yurtseverlik duygu­
sundan iyisini arasak da bulamayız. Ne düşünüyorsun? Seni gazetele­
re çıkartacağım, hatta belki afişlere...
- Hanım hanımcık kalmayı yeğlerim ben, diye yanıtladım, biraz
sertçe.
Bunun üstüne bir güzel kavga ettik ve ilk kez ağır konuştuk birbi­
rimize.
- Herkesle yatağa girerken böyle numaralar çekmiyordun ama. . .
diye bağırdı Joseph.
- Sen kendine bak ! Sen . . . Neyse, git başımdan, ağzımı bir açarsam
zor kaparım.
- Fahişe !
- Hırsız!
Bir müşteri girdi içeriye . . . Devamını getirmedik. Akşam öpücük­
lerle banştık.

Güzel bir Alsace giysisi diktireceğim kendime... kadife ve ipek ka­


nşımı. Aslında Joseph'in istekleri karşısında boynum kıldan ince. Ge­
çen günkü ufak yollu başkaldın krizine rağmen Joseph beni avcunun
içine almış durumda, şeytan gibi içime girdi. Onun olmaktan mutlu­
yum. Yapmamı istediği her şeyi yapabilirim gibime geliyor, gitmemi
istediği her yere de giderim... Bu işin cinayete kadar yolu var!..

Mart 1900.

319
OCTAVE MIRBEAU: 1 848 yılında Treviere'de dünyaya gelen Octave Miıbeau, Vanne s'da
Cizvitler tarafından yetiştirildi. Sorunlu bir çocukluk geçirdikten sonra Paris 'e giderek
sana! eleştinnenliği ve gazetecilik. yapan Miıbeau, edebiyatın farklı türlerinde kalem oy­
natmış verimli bir yazar olarak dikkat çekiyor.
Siyasi görüşleri sürekli değişime uğradı. 1 860'larda yeniyetme iken cumhuriyetçiydi;
1870'1erde ve 1 880'lerin başında sağcı, özellikle de Bonaparte'çı gazetelerde yazı yaz­
dı. Bu dönemde açıkça Yahudi aleyhtarı ve kadın düşmanı yapıtlar verdi. 1 880 'lerin or­
tasında fıkir değiştirerek aşın sağı reddetti ve henüz kabaca tanunlanmı ş olan cumhuri­
yetçi sola yöneldi. 1 890'Iara gelindiğinde, siyasi görüşleri berraklaşmıştı. Anarşist solu
tercih ettiği artık açıkça ortadaydı. Fransız anarşizminin önemli figürlerinden Jean Grave
ve empresyonist ressam Camille Pissarro ile dostluk kurdu. Fransa'da kültür devriminin
başlangıcı olduğuna inandığı empresyonizm üzerine yazılar yazdı. 1 890'larda arlcadaşı
Emile Zola ile işbirliği yaparak, Fransa' da üçüncü cumhuriyetin siyasal ve toplumsal ta­
rihine damgasını vuran Dreyfus Olayı'nın kahramanı Alfred Dreyfus 'u savunmaya giriş­
ti.
Ordre dergisinde tiyatro eleştirileri kaleme alan, Figaro gazetesinde de yazılar yazan
Miıbeau, ! 882'de Les Grimaces adlı bir hiciv dergisi kurdu. Nonnandiya köylüleriyle
ilgili öyküler içeren Lettres de ma chaumiere ve Fransızların 1 870'te uğradığı yenilgiyi
anlatan bölümü yüzünden tepki toplayan Le Calvaire adlı yapıtları ona öykücü olarak ün
kazandırdı. 1888' de deli bir papazı anlattığı L' Abbe Jules' ü kaleme aldı. Bunu 1 890' da,
bir süre devam etmiş olduğu Cizvit okulunu acunasızca yerdiği Sebastien Roch izledi.
Başta Le Jardin des supplices, Oda Hizmetçisinin Günlüğü (Lejournal d'une /emme de
chambre) ve Dingo olmak üzere romanlarının çoğu da keskin birer toplumsal yergidir.
Miıbeau oyunlarında da siyaset ve ticaret çevrelerini eleştirmiştir. Yazarın en önemli
oyunlarından biri Les Affaires sont /es affaires' dir (İş Adamı, İstanbul Şehir Tiyatroları,
1 93 1 -32). Les Mauvais Bergers adlı oyunu Henry Becque'in yapıtlarıyla karşılaştırıl­
mıştır. Bunların yanı sıra otomobilin öyküsünü anlattığı 628-EB (1907) adlı bir roman­
la, Des artistes başlığı altında toplanan sanat eleştirileri yazdı.
Miıbeau'nun, kaleminden kötücül ve kokuşmuş bir olgu olarak çıkan cinselliği saplantı
haline getinnesini, gençliğinde Cizvitler tarafından cinsel tacize uğramasına yoranlar
çıktı. Kimilerince Bukowski, Burroughs, Artaud ve Hubert Selby Jr. 'ın atası olarak de­
ğerlendirilen yazar 1 9 1 7 ' de öldü. Döneminin toplumsal kurumlarını ve ruhban sınıfını
sert bir dille eleştiren Miıbeau, 1 903'te kurulan Goncourt Akademisi'nin ilk on üyesin­
den biriyeli.

You might also like