D Ü N D E N   B U G Ü N E


G Ö R E   K A S A B A S I

Öğretmen HÜSEYİN GÜNEY 
Öğretmen EMRULLAH GÜNEY
Öğretmen CİHAN EROĞLU

SUNUŞ

Bir GÖRE kitabı yazma düşüncesi nasıl doğdu? 

Neden böyle bir çalışmaya gereksinme duyuldu? 

Aslında, buna benzer bir çalışma 1972 yılında yapılmıştı. TC Başbakanlık Kültür Müsteşarlığının öğretmenler arasında açtığı bir yarışmada Göre’nin folkloru incelenmişti (Hüseyin,Sonsel,Emrullah, Hatice Güney). Ödül alan bu araştırmada; Göre’nin gelenekleri, görenekleri, konuşmalarda geçen Göre’ye özgü sözcükler, deyimler, atasözleri, yemekleri, öyküleri derlenmişti. Daha sonra, bu çalışmayla oluşan birikimden yararlanarak 2006 yılında, Nevşehir Belediyesince 4000 adet basılıp Nevşehir’deki öğretmenlere dağıtılan Nevşehir Folkloru 1 kitabı yazılmıştı. (Emrullah, Hüseyin Güney)

Şimdi sıra yeni bir kitaptaydı. Göre’nin tarihini, coğrafyasını, geleneklerini, göreneklerini, özelliklerini araştıracak, gelecek kuşaklara aktaracak yeni bir kitap…

Günümüzde iletişim pek hızlı. Eskiden uzun sürelerde elde edebileceğimiz bilgilere, günümüzde birkaç saniye içinde ulaşabiliyoruz. Biz de bu olanaktan bol bol yararlandık. Göre’nin araştırmaya ilgi duyan bilinçli gençleri, bizimle birlikte çalıştılar. Dedeleri savaşlara katılmış şehit, gazi torunları, belleklerindeki anılardan süzülüp gelen bilgileri bize aktardılar. Böylece, Göre’de savaşa katılmış, adları unutulmaya yüz tutmuş, dedelerimizi yeniden gün ışığına çıkarmanın mutluluğunu yaşadık.

Nevşehir ili dışında yaşayan Göreliler de Göre Kasabası internet sitesinden, kendilerinin bulunduğu ili, ülkeyi, bildirerek kitaba katkı sağladılar.

Kitabımızda, kasabamızın bütün değerlerine yer vermeye çalıştık. Ancak, bu bilgilerin eksiksiz olduğu söylenemez. Unutulan konular, kişiler olmuştur. İstenmeden ortaya çıkabilecek bu durumdan dolayı şimdiden özür dileriz.

Lakaplar, kasabamız halkının birbirine yakıştırdığı takma adlardır. Lakapların kimileri, yakışıksız bulunabilir. Biz, bu tür lakapları kitabımıza almamaya çalıştık. 

Kitabımızın yeni basımlarında değerlendirilmek üzere önerilere açığız. Böylece, buradaki bilgiler, yenilenerek güncelliğini koruyacaktır.

Gurbetteki Görelilerin gönüllerinin Göre’de olduğunu biliyoruz. Bu yönüyle kitabımız, Göre’den uzaktaki Görelilere de bir selam olsun.
                                Göre, 2012

GÖRE’NİN TARİHÇESİ

Göre, 1553 tarihli tapu sicil defterinde, Niğde sancağına bağlı bir köy olarak kayıtlıdır.  Peki ondan öncesi? Bilemiyoruz. Ancak, eski Göre’nin kurulu olduğu yerden, ( Hisar adı verilen bazalt kütlenin dibinden) Göre Çayına inen kaçış tüneli, Göre’nin tarihini çok eskilere götürüyor. 
Göre’nin de yer aldığı Kapadokya yöresi, güvenliğin yetersiz olduğu eski çağlarda, insanlara korunaklı bir yurt olmuştur. Çünkü,  Erciyes Dağı’nın püskürüğü olan ve  bu yörenin doğal yapısını oluşturan tüf kaya, yumuşaktır,  işlenmeye elverişlidir. Güvenli barınaklar bu kayalar oyularak yapılmıştır. 
Günümüzde, yerin üstünde kat kat yükselen apartmanlar yerine, eskiden yerin altına kat kat inen barınaklar yapılmıştır. Yeraltı kenti dediğimiz bu barınaklar, Kapadokya yöresindeki pek çok yerleşim biriminin altında ya da yakınında  bulunmaktadır. Yapılış tarihleri 4000-5000 yıl öncesine değin uzanmaktadır. 
Yeraltı kentleri, dışarıdan gelecek saldırılara karşı güvenli barınaklardı. Yeraltı kentinin bir tünelle daraltılan giriş kapısı, gerektiğinde, değirmen taşı biçiminde, sürgü taşı dediğimiz bir taşla kapatılarak, dışarıdan gelecek tehlike önlenmiş oluyordu. Göre’de de Nernek yöresinde, bir yer altı kenti bulunmaktadır. 
Göre;  uzun yıllar, Nernek, Oylu, Muşkara (Nevşehir), Nar, Güvercinlik köyleriyle komşu olarak yaşamıştır.  Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, kendi köyü olan Muşkara’yı geliştirip bir şehire dönüştürmeye karar verince, Göre’nin de yazgısı değişmiştir. Göre, 1727 yılında, Niğde sancağından alınarak Nevşehir kazasına (ilçe) bağlanmıştır. Yeni kurulan Nevşehir’e, içme suyu, Aşıklı dağının dibindeki kaynaklardan, kazılan tünellere alınarak götürüldü. Oysa bu su, Nernek köyünün önünden akmakta, değirmenlerini döndürmekte, bahçelerini sulamakta, hayvanlarının gereksinimini karşılamaktaydı. 
Nernekliler, suları kesilince, büyük sıkıntıya düştüler. Hayvanlarına içirecek su bile bulamıyorlardı.  Hayvan sürülerini ya İvrişi’ye ya da Arılık’a götürmek zorunda kalıyorlardı. Değirmenleri dönmez olmuş, bahçeleri ise kurumaya yüz tutmuştu. Yalnızca, Nernek’in Aşıklı’ya doğru güney ucunda, iki parmak kalınlığında akan bir çeşme, ancak günlük su gereksinimlerini karşılayabiliyordu. 
Nernekliler, İsmail Koca önderliğinde, (Kofalakoğlu, Alioğlu, Çavdarcıoğlu, Nöbetçioğlu aileleri) sularının kesilmesinden 100 yıl  kadar sonra, Göre’ye göçtüler. Göre’nin güney ucuna evler yapıp yerleştiler. Nerneklilerin bir bölümü, Gülşehir yöresine göçüp orada Nernek köyünü (Yakatarla) kurdular. Bir süre sonra, Kasapoğlu ailesi de yaşadıkları Oylu Örenlerinden göçüp Nerneklilerin yanına yerleşti. Böylece, Göre, biraz daha büyüdü. İki mahallelik (Hacı İbrahimağa, Kasapoğlu) kocaman bir köy oldu.


Niçin Göre? Göre’nin Adı

Eskiden, yerleşim yerleri, yollar pek güvenli değildi. Yol kesmeler, soygunlar, köy basmalar oldukça yaygındı. Güvenlik önemli bir sorundu. Bu yüzden, yolculuklar güvenliği sağlanmış kervanlarla yapılıyordu. Tüccarlar, mallarını bu kervanlarla başka illere ulaştırıyorlardı. Köyler de olabildiğince güvenli, sapa yerlere kuruluyordu. İşte Göre, bu nedenle o sarp yamaca kurulmuş olabilir. Çünkü, Göre’nin kurulduğu yer, dışarıdan gelecek saldırılara karşı korunaklıdır. İnilmesi çıkılması güçtür. Üstelik tüf kayayı oyup ev yapmak gibi bir kolaylık da vardır. Öyle ki kaya oyularak, oturma odası, ahır, samanlık, şırahane gibi evin bütün bölümleri yapılabiliyordu. Kaya oyulurken içerden çıkan taşlarla da dışarıda bir oda yapılıyor, avlu duvarı çevriliyordu. 
Kaya oymak kolay bir iş değildi.  Güç isterdi, sabır isterdi, ustalık isterdi. Göre’de kaya oyan belli kimseler vardı.  Elektriğin olmadığı zamanlarda, ancak bir çıranın aydınlığında çalışmak, iş üretmek kolay değildi. Uzun uğraşlar sonunda, bloklar halinde kesilen kaya, 60-80 cm. boyunda yapı taşlarına bölünürdü. Bu arada kırılan biçimsiz taşlar da yapılarda halapa olarak kullanılırdı. Kaya oyan ustalar, külünk adı verilen iki ucu sivri bir kazma ile büyük çiviler, küskü (küssük) ve balyoz kullanırlardı. 
Göre’nin adı nereden gelmiştir sorusuna yukardaki özelliğinden dolayı GÖRE adının verildiği söylenir. Öykü şudur: İnsanlar, yerleşmek için güvenli bir yer arıyorlarmış. Uygun bir yer bulunması için dört bir yana keşifçiler çıkarmışlar.  Bir süre sonra, dönüp gelenlerden biri: “Öyle bir yer buldum ki, GÖRE bakasınız nasıl bir yer!” diye Göre’nin bugünkü bulunduğu yeri övmüş. Gelip bakmışlar ki, tam istedikleri gibi bir yer! Oraya yerleşip kalmışlar. O günden sonra da bu köyün adı GÖRE olarak kalmış.
Öte yandan, Göre ile Göreme’nin, yer olarak bu denli birbirine yakın olması, sözcüklerin de aynı kaynaktan çıktığını düşündürüyor. Göreme’nin sözcük anlamı çözülürse, Göre’ninki de belki çözülebilir. 


Göre’de İlk Aileler

Bilindiği gibi, köyler ilk kuruluşlarında birkaç büyük aileden  oluşmaktaydı. Büyük aileler, içlerinde birçok küçük aileyi barındırıyordu. Bu küçük aileler zamanla bağımsızlaştılar. Eski büyük aile ile olan bağları zayıfladı. Kendi özel lakaplarıyla  anılır oldular. Soyadı yasası çıktıktan sonra da (1934) her aile değişik bir soyadı aldı.  
Göre de kuruluşunda az sayıda aileden oluşmaktaydı. Bu aileleri şöyle sıralayabiliriz: 
1.    Topçular, 
2.    Kırımlıoğlu
3.    Hırasevi  (Hıra Yusuf  evi)
4.    İsmail Koca ( Çavdarcıoğlu, Alioğlu, Kofalakoğlu, Nöbetçioğlu)
5.    Kasapoğlu (Hamdi Çavuşlar, Hacı Babalar, Kasapoğlu Hasan)
Görelilerin tamamının bu ailelerden türediğini söylemek yanlış olur. 
Zamanla, yeni katılımlar olduğu da unutulmamalıdır. 

Göreliler-Nevşehirli Rumlar

1924 yılına dek Nevşehir’de Rumlarla Türkler birarada yaşıyorlardı. Rumlar genellikle esnaftı, tüccardı. Birçoğu da İstanbul’da ticaretle uğraşıyordu. Göre, Nevşehir’e bu denli yakın, üstelik, Rum Mahallesi Nevşehir’in Göre yönünde olunca, Göreliler ile Rumlar arasında, iş ilişkisi kendiliğinden oluştu.  
O yıllarda Nevşehir, bağlarıyla ünlü bir yerdi. Rumların, Göre’de bile bağları, bahçeleri vardı. Durum böyle olunca, zengin Rumlar, bağlarını bahçelerini gördürmek (belletmek, budatmak…), odunlarını kırmak için Görelilerden işçi tuttular. “Her Görelinin bir gavuru vardı.” Mevsimi gelince, Göreliler, abone oldukları Rumların işlerine koşuyorlardı.  Rumlar, saman, arpa gibi hayvan yiyeceklerini, unluk buğdaylarını da Göre’den sağlıyorlardı.
Dilleri Türkçe, dinleri Hıristiyanlık  olan bu halk, (Türk kökenli oldukları söylenir) Kurtuluş Savaşı yıllarında iyi bir sınav vermedi. Yunan ordularının Ankara’ya yaklaştığı sırada, yüzyıllardır birlikte yaşadıkları Türklere karşı düşmanca tavır aldılar. Dahası, çevre köylerde yaşayan Rumlardan Türklere saldırılar başladı. Bu olumsuz durum, Tüm Türkiye’de görüldü. Türkiye Cumhuriyet’i kurulduktan sonra, Yunanistan ile yapılan bir mübadele (karşılıklı değişim) anlaşmasıyla, Anadolu’daki Rumlar ile Yunanistan’daki Türklerin bir bölümü, karşılıklı olarak değiştirildi. 
Yunanistan’a gidecek Rumları Niğde tren istasyonuna götürmek için, geri verilmek üzere, Göre’den at, eşek, kağnı toplandı. Rumlar bir katar halinde, Göre’nin önünden geçerken, Göreliler de yola indiler.  Göreliler, şımarıklıklarından dolayı Rumlara pek kızgındılar. Bunlardan biri de Ağaçayak’ın  karısı Nazik Kadındı. Eşeğinin üzerinde bir Rum’u görünce çılgına döndü. Atılıp yere devirdiği adamın “Hökümat! Hökümat!” diye bağırıp jandarmadan imdat istemesine aldırmadan eşeğini çeke çeke evine götürdü.
Rumlardan, Türklerle çok iyi anlaşan, aralarında hiçbir sorun olmayanlar için Nevşehir’den ayrılmak pek güç geldi. Ağlaya ağlaya ayrıldılar doğup büyüdükleri topraklardan. Niğde yolu üzerinde bulunan köylerde (Kaymaklı, Zile, Derinkuyu, Suvermez…) yaşayan Rumlar da kiliselerini, evlerini Türk komşularına emanet ederek katıldılar katara. Niğde’den Mersin’e giden göç katarı, gemi ile Yunanistan’a ulaştı. Rumlar, Yunanistan’da büyük güçlüklerle karşılaştılar. Dilini bilmedikleri bu yabancı ülkede, öncelikle “Türk” diye aşağılandılar. Türkiye’ye geri dönme umuduyla açlık, sefalet içinde geçti bir kuşağın ömrü.   
Nevşehir’de boşalan Rum Mahallesine, bir süre sonra Yunanistan’dan gelen Türk muhacirler yerleştirildi.  

Göre’nin Belde Oluşu

    1964 yılına değin muhtarlıkla yönetilen Göre köyü, nüfusu 2000’i geçince belde oldu. Yapılan seçim sonunda Göre Belediyesinin ilk başkanı olarak Sami Yüksel seçildi. Daha sonra, sırasıyla Halil Topçu, Mehmet Fidan, İbrahim Ceylan, Ali Kılıç belediye başkanı seçildiler. Şimdiki başkan Mustafa Topçu, eski başkanlardan Halil Topçu’nun oğludur.
    Eski Göre, dik bir yamaç üzerinde kuruluydu. Niğde yolundan geçenler için Göre, inilmesi, çıkılması güç bir köy olarak bilinirdi. Nevşehir ilinde  bu yapıda başka bir köy de yoktu.  Başka yer yokmuş gibi niçin o dik yamaca köy kurulduğu şaşılası bir durumdu. Göre’nin bu konumu, alay konusu bile olmuştu. Komşu köylüler, Nevşehirliler, Görelilere takılıyorlardı: “Aşağı yuvarlanmasın diye pahla çömleğini tandıra zincirle mi bağlıyorsunuz?” Bir başka şaka da şuydu: “Geçen gün Niğde yolunda geçiyordum, şu Göre’ye bir bakayım dedim, başımı kaldırınca şapkam düştü.” Daha istiyor musunuz? İşte, Göre ile ilgili bir takılma daha: “Sabah erkenden Göre’nin önündeki yoldan geçiyordum, gökyüzünden bir horoz öttü!” 
Bir de Görelilerin bilmediği bir deyim var: “Göre tavuğu gibi.” Bu deyim, çevre köylerde (Mazı) kullanılıyor.  Bilindiği gibi, Göre’nin çevresi dağlarla çevrili. O nedenle güneş geç doğuyor, erken batıyor. Güneş erken batınca da Göre’nin tavukları, çevre köylere göre kümese daha erken giriyor. Komşu köylerde, akşam olup da evine erkenden çekilenler için “Göre tavuğu gibi” deyimi kullanılıyor.

Taşınma

Hisar dibindeki eski Göre’de yaşayanlar, bağa-bahçeye, eş-dost ziyaretlerine, düğüne- derneğe giderken Göre’nin bayırlığından yakınıyorlardı. Dizlerine dayana dayana, durup soluklana soluklana o dik yamacı tırmanmak zorunda kalıyorlardı. “Ah bizim de şöyle düz bir yerde evimiz olsa!” diye aşağılarda düzlükteki evlere imrenerek bakıyorlardı. 
Taşımacılığın eşekle ya da at arabasıyla yapıldığı dönemlerde, Göre’nin daracık yolları pek bir sorun olmuyordu. Yüklü bir eşek ya at arabası  geçerken, karşıdan gelen, bir kenara çekilip bekliyordu. Ancak , zamanla traktör, otomobil, Görelinin yaşamına girince, büyük sorunlar çıktı. Traktörle Göre’nin pek az yerine ulaşılabiliyordu. Varılan yerde ise, manevra yapılacak alan bulmak güçtü.
Göreliler, bir başka sorunla da karşı karşıya kalmışlardı. Bir evin hayatı, kayadan oyma başka bir evin damı olabiliyordu. Suyun mahalle çeşmelerinden testilerle taşındığı dönemlerde bu durum bir sorun değildi. Çünkü evlere, fazla su girmiyordu.  Ancak, evlere su alınınca, çeşmelerden akan su, avludan, aşağıdaki evin içine sızdı. Yakınmalar giderek arttı. En iyisi, köyü başka bir yere taşımaktı. 
Zaten, Hisar dibinde oturanlar, yıllardır, evlerinin üzerine yukardan taş düşeceği korkusuyla yaşıyorlardı. Gerekli yerlere başvuruldu. 1974 yılında alınan karara dayanarak Karşı Dağ’a Yeşiltaşlar yöresine yeni afet evleri yapıldı. Görelilerin büyük bir bölümü, 1984’ten başlayarak bu evlere taşındılar. Eski evlerindeki işlerine yarayacak malzemeyi söküp götürdüler. Eski Göre, bir yıkıntıya dönüştü. Evlerin ön duvarları çöktü. Kemerler ortaya çıktı. Bu görüntü, turistlerin ilgisini çekti. Yoldan geçerken durup Göre’yi görüntülediler. Dahası, yukarı çıkıp gezenler bile oldu. Günümüzde, Göre’nin (Ürgüp’te olduğu gibi) eski evlerinin onarılıp turistik bir köy haline dönüştürülmesi düşüncesi gittikçe yayılıyor.
Günümüzde Göre, Alıç Yazısına, Harımlar’a doğru serpilmiş güzel evleriyle yeni bir yüz, yeni bir görünüş kazanmıştır. 
Eski Göre’de 2 mahalle vardı: Kasapoğlu, Hacı İbrahimağa. Bugün de Göre’de 2 mahalle var. Kasapoğlu Mahallesi yerinde duruyor, ancak Hacı İbrahimağa Mahallesi tamamen boşalıp Afet Evlerine taşınmıştır. Bu nedenle Hacı İbrahimağa Mahallesinin yerini Afet Evleri Mahallesi almıştır.
Ağaç dikme, Göre’de bir görenektir. Evinin hayatına, bahçesinin bir köşesine, sokağın boş bulunan bir yerine… Göreli ağaç dikmeden duramaz. 1984 yılında taşınıldığında Afet Evleri ağaçsızdı. Geriden bakıldığında kel,  çirkin bir görüntüsü vardı. Zamanla hayatlar, sokak başları ağaçlarla doldu. Afet Evleri, şimdilerde, ağaçların yeşiliyle uyumlu kırmızı çatılı evleriyle içinde oturanlara dirlik düzenlik, geriden bakanlara güzel bir görüntü sunuyor. 

Eski Göre Evleri

Göre evi, yüksek duvarlarla çevrili bir hayatın içindedir. Hayata, yüklü bir eşeğin geçebileceği büyüklükte bir kapıdan girilir. Kapı iki kanatlıdır. Kanatlardan biri, günlük girip çıkmalar için açıktır. Öbür kanat, kapalı tutulur. Bir kol demiri ile sabitlenmiştir. Gerektiğinde, kol demiri kaldırılarak kanat  açılır.  Kapı, akşamları arkasında bulunan bir kora ile koralanıp kilitlenir. Kora, ağaçtan yapılmış bir sürgüdür. Açılmayan kanatta bulunur. Koralandığında, sürgü, açılır kanattaki köprüye geçer. Böylece, kapı kilitlenmiş olur. Kapının altında, tavukların girip çıkacağı küçük bir açıklık bulunur. Dışarıdan gelenin çalması için de bir tokmak vardır.  
    Birbirinden bağımsız odalar, Göre evlerinin özelliğidir. Bu durum, bir gelenekten çok, eldeki olanakların yetersizliği ile açıklanabilir. Evin bulunduğu arsanın konumu da unutulmamalıdır. Evin oğlu evlenmiş, oda gerekmiş, içerdeki kaya damdan taş kesilip oda yapılmıştır. Onun yanına, konuklar için bir başka oda eklenmiştir. Böylece, birbiriyle bağıntısı olmayan odalar ortaya çıkmıştır. Kimileyen, odanın tamamı kayadan oyulmuştur. Kaya oymanın yetmediği durumlarda, birkaç kemerlik eklemelerle bir oda bütünlüğü sağlanmıştır. Her odada, yıkanmak için bir hamamlık bulunur. Odaların pencereleri, dar ve uzundur. 

Evin yüksek kemerli, hayata açılan aralığı, tahtayla ikiye bölünerek tahtalı denilen yeni bir bölüm edilmiştir. Son derece kullanışlı olan tahtalı, kuru katıkları saklamaya uygun bir yerdir. Kuru üzüm, kaysı, bulgur, erişte, kurutulmuş kaburga… gibi yiyecekler burada bulundurulurdu. Önü açık tahtalılar, arı kovanları yerleştirmek için de uygun bir yerdi. 
Tandırevi, şırahane, ambar, buğday koymak için aşıt, büyükbaş hayvanlar için ahır, küçükbaş hayvanlar için ağıl, kayalar oyularak yapılmıştır.  Kayadan oyma odalar kışın daha sıcaktır.  Bu odalara kış odası denirdi.
Ahırlarda, büyükbaş hayvan yemliği olarak takalar oyulmuştur. Yeni doğan buzağıları koymak için danalık bulunur.  Ağıllarda kuzular için kuzuluk vardır. Ayrıca, hayvanların altına serpilen kuruluk (gübür) için bir gübürlük bulunur. Hayatın  ya da ahırın bir köşesinde kümes vardır. Kümeslerde, tavukların tünemesi için ağaçtan tünekler konulmuştur. 
    Göre evleri, dağınık yapısı dolayısıyla kışın ısıtılması güçtür. Her odaya bir soba kurmak gerekmiştir. Bu da odun, kömür gereksinimini artırmış, masrafları çoğaltmıştır. Günümüzde, artık evler bir plana uyularak yapıldığı için daha kullanışlı, ısıtılmada daha az masraflıdır. Artık eskisi gibi amcalarla birlikte oturulmadığından daha küçük evler yeterli olmuştur. Günümüz yaşamını karşılayacak yeterliktedir. 
Sıcak su gereksinimini karşılayan güneş enerjisi düzeneği, birçok evin çatısında görülmektedir. Bu durum, temizlik açısından olumlu bir gelişmedir. 
    Günümüzde Göre evleri, Nevşehir’in ünlü sarı taşı ya da briket  tuğla gibi gereçlerle yapılıyor. Üstleri çatıyla kapatılıyor. Yeni yapılarda düz damlı evler yoktur. Ancak,   gereksinimi karşılamak için hayatın bir köşesine beton düz damlı bir oda eklenmiştir. Bu damlarda yaz aylarında kak kurutuluyor, güz aylarında, pekmez kaynatmak için üzüm çiğneniyor. 
Günümüz Göre evlerinin hayatlarına artık “bir eşeğin geçebileceği” değil, bir traktörün geçebileceği kapılardan giriliyor. 
    
Ahır Oda

    Sobanın henüz ısınma aracı olarak pek kullanılmadığı dönemlerde, o soğuk kış günlerinde ısınmak büyük bir sorundu. Tandırın üstüne kurulan iskemle ile bu soruna bir çözüm üretilmiş. Aile, iskemleye sokularak soğuktan korunmuştur. Bundan başka, pek ilkel bir yöntemle de ısınmaya çalışılmış. İnsanlar, hayvanlarla birlikte oturmuşlar. Nerede? Ahırda! İnsanlar ahırda oturur mu demeyin. Olanakların yeterli olmadığı dönemlerde, bu tür barınma olağan sayılmıştır. 
    Kayadan oyma ahırın girişine, insanların oturabileceği, yüksekçe bir seki yapılmış. Böylece, hayvanların sıcağından yararlanma yoluna gidilmiş. Bu, pek sağlıksız ısınma yönteminin birçok sakıncaları vardı. Hayvanların dışkılarından yayılan kötü koku, insanların üstüne siniyordu. Ayrıca, birçok hastalık da bu sağlıksız ortamda insanlara bulaşabiliyordu. Ahır ortamını pek seven bit, pire gibi asalak böcekler, insanların üzerinden hiç eksik olmuyordu. 
    Bu ilkel ısınma yöntemi, umarsızlığın bir sonucuydu. Buna görgüsüzlük de eklenebilir. Ancak, insanlar, bu yöntemi hiç de benimsememişlerdir. Katlanmak zorunda kalmışlardır. Yoksa, o ünlü deyimi niçin söylesinler: “Oturduğun ahır sekisi, çığırdığın İstanbul türküsü” Demek ki, ahır odada isteyerek oturmuyorlardı. Orada oturmanın pek ilkel bir durum olduğunun onlar da ayırdındaydı. 
     
Göre’de Düz Damlar

    Eskiden Göre evleri, düz toprak damlıydı. Ağaç örtme ya da kemer olan bu damlarda salça yapılır, erik, kaysı, kak, bulgur, tarhana kurutulurdu. Damların düz olması insanların işine yarıyordu. Ancak, yağmur yağdığında ya da kışın, düz damlar sorun çıkarıyordu. Damların üzerinde yuvak denen silindir biçimli taşlar vardı. Bu taşlar, toprağın kabardığı zamanlarda, özellikle ilkyaz aylarında yuvarlanarak damın toprağı sıkıştırılıyordu.  Bu işlem yapılmazsa, yağmur suları  olduğu gibi evin içine akıyordu. 
Kışın, damda biriken karı da atmak gerekiyordu. Buna kar kürümek deniyordu. Bu iş için tahtadan yapılmış, özel, geniş kar kürekleri kullanılırdı. Kar, damdan atılmazsa eriyip eve akabilirdi. 
1960’lı yıllarda, artık evlerin üstü betonla örtülmeye başlandı. Betonla örtülmüş ev pek sağlıklı değildi. Kışın, ağaçla ya da kemerle örtülmüş eve göre daha soğuk oluyordu. Ancak, yağmur yağdığında dam akmıyordu. Daha temiz olduğundan, bulgur, tarhana, zerdali, kak kuruturken de çok işe yarıyordu. Zamanla, evlerin en az bir damı, ağaç örtü sökülüp betonla kapatılarak bu tür işlerde kullanılmaya başlandı. 

Ambarlar

    Göre’de her evde, kayadan oyma bir ambar bulunurdu. Evin en bucağında bulunduğu için bu ambarlara bucak da denirdi.  Patates, soğan, elma armut bu ambarlara konurdu. Peynir basılmış çömlekler, ağızları bezle kapatılıp üzeri çamurla sıvanarak ters çevrilip ambarın bir köşesine dökülmüş hışıra gömülürdü. Yazın ambarlar serin olurdu. Buzdolabının daha kullanılmadığı dönemlerde, su, testilerle ambarlarda soğutulurdu. Çabuk bozulacak yiyecekler de burada saklanırdı.
    1940’lı yıllardan beri Göre’de patates ekilir. Göreli çiftçi, söktüğü patatesin bir bölümünü, gereksinimi için hemen satar. Geri kalanını, fiyatın yüksek olduğu kış aylarında satmak için ambarlarda bekletir. Eskiden, kışın satılmak üzere bekletilen patatesler evlerdeki ambarlara taşınırdı. Traktörün yanaşamadığı ambarlara patates çuvallarını taşımak pek ezgili bir işti. Zamanla, Niğde yolu üzerinde, Ballıkaya’nın eteğine kamyonların yanaşabileceği geniş ambarlar yapıldı, patates tarımı yapan çiftçinin işi biraz daha kolaylaştı.   

Göre’de Değirmenler

Göre çevresi, çok eskilerden beri, sulak olması nedeniyle bir “değirmenler vadisi” idi. Aşıklı dağının dibinden çıkan su, Yuvanlı’da 2, Nernek Örenleri’nin önünde 1 değirmeni döndürüyordu. Ancak bu su, kazılan tünellerle Göre üzerinden Nevşehir’e içme suyu olarak götürülünce, değirmenler susuz kaldı, dönmez oldu. Yıkıldı, yok oldu. 
    İvrişi’den çıkan su (Göre Çayı) ise, Kelete Değirmen, Kötü Değirmen, Oluk Değirmen, Bucak Değirmen, İniş Değirmen, olmak üzere alt alta sıralanmış beş değirmeni döndürüyordu. Kelete değirmen, saatte 4 kile (8 teneke), iniş değirmen, saatte 6 kile un öğütüyordu.  
    Değirmenlerin ortakları vardı. Bir değirmen 12 okka üzerinden paylaşılıyordu. 2 okka payı olan, değirmende 1 gün bekleme hakkına sahipti. O gün öğütülen tahıllardan gelen gelir o hak sahibinindi.
Güz aylarında değirmenler pek kalabalık oluyordu. Yalnız Göreliler değil, çevre köylerden de un öğütmek için geliyorlardı. Çünkü yakın çevredeki  köylerde değirmen döndürecek su olmadığından değirmen de yoktu. Derinkuyu, Kaymaklı gibi uzak yerlerden eşekle, kağnıyla, at arabasıyla un öğütmek ya da pazara gitmek için gelenler, aynı gün geri dönemeyecekleri için Göre’de konuk olarak kalıyorlardı. Böylece birçok dostluğun temelleri atılıyordu.
Nernek Örenleri de yaz aylarında, un öğütmek için gelenlerle, Nevşehir pazarına yetişmek için bir gün önceden gelip aynı gün geri dönemeyen uzak köylüler için güvenli bir barınak oluyordu.  
Kaymaklı’ya ve Nevşehir’e kurulan un fabrikaları, Göre değirmenlerinin önemini zamanla azalttı.
Göre Çayı da çevredeki tarlalara derin sulama kuyuları açılınca kurudu. Değirmenler dönmedi, terk edildi, yıkıldı. Bir de motorlu değirmenler çıkınca, kimse, eski su değirmenlerinin yüzüne bakmaz oldu. 
Değirmenin girdisini çıktısını bilen, (ayarını yapan, taşını dişleyen, tahılı tekneye döken, kuyuya gelecek suyu toplayan, ) bir kişi de her zaman değirmende bulunurdu. Bu kişiye tozcu denirdi. Tozcu, öğütülen tahıldan belli bir ölçüde pay (Bir kileden bir kürek) alırdı. 
Öğütülen un, ya palanlı eşeklere iki çuval olarak çatılır ya da palansız eşeğe tek çuval olarak atılırdı. Bu dokuma uzun çuvala seklem denirdi.
İşte, değirmenle ilgili atasözleri: 
    “Değirmene tozcu durur, kibrinden un almaz.
“Kuyunun başında gezen, kendini çark evinde bulur.” 
“Değirmenden gelenin eline bakarlar.”
İki de deyim: “Sakalı değirmende ağartmak.”
         “Kına gibi un olmak.”   
    (Değirmenlerin işlediği dönemlerde, Göre’nin delikanlıları kendilerini, değirmenin kuyusuna çivileme (bacaklar bitişik) bırakırlar, bir süre sonra hoplayıp çıkarlardı. Anlatıldığına göre, kuyuya kendini bırakan, dibe yaklaşınca, bacaklarını açıyor, suyun kaldırma gücüyle kendiliğinden suyun yüzüne çıkıyordu. Tabii bu dalış pek tehlikeliydi. Zamanında bacaklarını açmazsan, kendini çark evinde* bulurdun. İşte, bu nedenle, “Kuyunun başında gezen kendini çark evinde bulur,” denmiştir. Açıklaması: Tehlikeli işlerle uğraşanlar, birgün acı sonuçlarla karşı karşıya kalabilirler.)
*çark evi: Kuyudan fışkıran basınçlı suyun döndürmesiyle değirmeni çalıştıran çark düzeneğinin bulunduğu bölüm.

El Değirmeni

Motorlu değirmenlerin olmadığı zamanlarda bulgur, yarma gibi yiyecekler, burçak, arpa gibi hayvan yemleri el değirmeni ile çekilip kırılırdı. El değirmeni, 50-60 cm çapında, teker biçimi, üst üste iki bazalt (cingi) taştan oluşur. Taşlardan biri, altta sabit durur. İki kişi karşılıklı oturur, üstteki taşın deliğinden bulgur, burçak… ne çekilecekse, akıtılır. Üstteki taş sapından tutularak döndürülür. Taş döndükçe, öğütülmüş ürün, iki taşın arasından bezin üzerine dökülür. 

Göre’de Çeşmeler

Çeşmeler, Göre kurulduğundan bu yana, halkın su gereksinimini karşılamışlardır. Kimi çeşmenin suyu Kayalar’dan kimininki de Yuvanlı’dan gelirdi. Rumların yaşadığı dönemlerde, bir keşiş (papaz) Yuvanlı’daki kaynaktan aldığı suyu, Nevşehir’e götürmüştür. Buna Kiyişin (Keşişin) Suyu denmiştir. Bu sudan Göre’deki çeşmeler de yararlanmıştır. 
Göre’deki çeşmeler: Kayalar Çeşmesi, Ağaçayak Çeşmesi, Baş Çeşme, Atiye Çeşmesi, Tat Arif’in Çeşme, Köse Çeşmesi, Kör Eminin Çeşmesi… Baş çeşmenin suyu ünlüydü. Suyu, Kayalar yöresinden çıkar. Uzak evlerden Baş çeşmeye su almaya gelinirdi. 
Su evlere testilerle taşınırdı. Göreliler, testilerini, Pekmez küplerini, bulgur küplerini, Avanos’tan at arabalarıyla gelen testicilerden alırlardı. 
Evin suyunu taşımak kadınların işiydi. Yünden  örme kalın yumuşak bir ip, (testi ipi) testilerin kulpundan geçirilerek omuza alınır, bir önde, iki sırtta olmak üzere üç testi ile su taşınırdı. Su taşıma, pek ezgili bir işti. Toprak testiler zaten ağırdı. Bir de içine su doldurulduğunda iyice ağırlaşırdı. Göre’nin bayırında rahmetli ninelerimiz, analarımız, bacılarımız neler çektiler! Hele kış aylarında, karda, buzda kayıp düşerek pek çok Göreli kadının canı yanmıştır.
Su, evin kayadan oyma bir bucağına soğumaya bırakılırdı. Sıcak günlerde, kaya damlarda soğumuş su cana can katardı.  
Ev yapılırken, düğünde dernekte, pekmez kaynatma zamanı şırahane (şırahne)  yıkanırken,  gerekli olan bol su, ağaç heybe denilen bir araca tenekeler yüklenerek eşeklerle taşınırdı.  

Göre’de Camiler

Alaeddin Keykubat (Alıçyazısı), İvrişi camisi, Afetevler camisi, Kasapoğlu camisi… Eski Göre’de, Hacı İbrahim Ağa Mahallesinde, insanlar oturuyorken iki cami daha vardı: Kaya Cami, Orta Cami… 

Mutfak-Tandır- Yemek Kültürü

Eski Göre evlerinde birer tandır bulunurdu. Tandırın bulunduğu yere tandırevi denirdi. Tandırın yemek pişirmede önemli bir yeri vardı. Tandır, 80-100 cm derinliğindeki bir çukura, Avanos’tan getirilen tandır çanağı indirilerek yapılırdı. Bunun yanında, isteyen, tandırını kendi de yapardı. Kol kalınlığında parçalara ayrılan koyu çamur, üst üste konarak tandır çanağı yapılır, güneşte kurutulur, sonra da çukura indirilip yakılırdı. 
Tandırın hava alıp iyi yanması için dışarıya açılan bir deliği vardı. Buna külle denirdi. Yemek çömlekleri tandıra indikten sonra, ateş çabuk geçmesin diye külle bir bezle tıkanırdı. Tandırın ağzı, kayadan kesme bir kapakla kapatılırdı. Böylece, tandır bütün gün sıcak kalırdı.
Tandırın başına saçma (yakacak: Kesmik, saman…) dökülür, kösengi (köseği) ile rürülüp tandıra indirilirdi. Tandır yanarken üzerine sayacak (saçayak) yerleştirilirdi. Saçayağı üzerine konan bakır tencerelerle de sabah yemeği pişerdi. Eskiden, şimdi olduğu gibi kahvaltı alışkanlığı olmadığından, sabahları, yemek yenirdi: Şire çorbası, sütlü çorba, tarhana çorbası, dolaz, asede… 
Yemekler, sofraya konan bakır tas ya da sahanda, bir sininin çevresine oturularak tahta kaşıklarla yenirdi. Kaşıklar, yıkandıktan sonra, tahtadan yapılma kaşıklığa konurdu.
Bulaşıklar, kap çaputu denen bir bezle, külle ovularak yıkanırdı.  Kaplardaki artık yağ, külün içindeki bir kimyasal madde ile birleşince, sabuna benzeyen temizleyici bir maddeye dönüşüyordu. Bu da kapların temizliğini sağlıyordu.
Göre, eskiden beri ağpahla (kuru fasulye), çörek (yerel fırın ekmeği), elma ile ünlüydü. Ağpahla tandırda pişerdi. Tandır, sabahleyin yakılır, üstüne saçayak konulur, bakır tencerelerde sabah yemeği pişerdi. Sabah yemeği, genellikle şıra çorbası, yanında dolaz, ya da tarhana çorbası, yanında asede, yuvarlama köfte olurdu. Daha sonra, sıra öğle ve akşam yemeklerine gelirdi. Ağpahla, Göre’nin değişmez yemeği idi. Başka yemek olsa da ağpahla hiç  eksik olmazdı. Börtlenen ağpahla, bir parça kuru etle birlikte çömleğe doldurulup suyu, salçası, yağı, tuzu eklenerek pişmesi için tandıra indirilirdi. Öğleye ağpahla pişmiş olurdu. Biber turşusu, çörekle yemelere doyulmazdı. Belki de Göre’nin toprak yapısı, fasulyesinin bu denli lezzetli olmasını sağlıyordu.
Göre’de, kuru fasulyeye ağpahla, taze fasulyeye göğpahla, baklaya da karapahla denirdi.
Göre’de hali vakti yerinde olanlar, yaz aylarında alıp besledikleri inek ya da danaları, (etlik) güz aylarında keserek, sızgıt ve sucuk yaparlar, kaburgalarını da tuzlayıp kuruturlardı. Böylece, kışın et gereksinimi karşılanmış olurdu.
Göre’de kullanılan mutfak araçları: Kazan, tencere (bakır), ekecik (güveç)  kevgir, kepçe, çömçe, süzgü, sahan, tas, çanak, tahta kaşık, honça, çömlek, üzlük, sini, sofra altı, testi, eltesti, maşrapa, lenger…
Yayık
Göre’de, her evde bir ineğin, birkaç koyunun bulunduğu dönemlerde,  yayıkla yağ çıkarmak gelenektendi. Yağ; yoğurt ya da biriktirilen süt kaymağı, yayıkta yayılarak çıkarılırdı. Yayık, bir küpecik (küpçük) büyüklüğündedir. Gövdenin üstünde, ağıza yakın bir yerde elle tututup sallamak için iki kulpu vardır. 
Yayık, yoğurt ya da kaymakla su katılarak doldurulur. Ağzı, koyun işkembesinden yapılmış bir kapakla kapatılıp iple sıkıca bağlanır. İki kulpun arasında bulunan hava deliği, bir bezle tıkanır. Ağaçtan yapılma, ortası oyuk bir eşeğin üzerine yerleştirilir. Yayık yayacak olan yere oturur, kulplarından tutup yayığı aşağı yukarı sallamaya başlar. Yayık sallandıkça, yağın ayrışması sırasında, içerde oluşan hava dolayısıyla kapak şişer. O zaman, hava deliğindeki tıkaç yavaşça gevşetilerek hava boşaltılır. Böylece, işlem sürer. 
Bir süre sonra, yayıktan değişik, tok sesler gelmeye başlar. İşte, yağ, topaklanıp ayranın yüzüne gelmiştir! (Bir tas pekmezin içine bir parça yağ alıp taze çörekle yemenin sırasıdır!) Yağ, geniş kaba alınıp suyla yıkanır, ayranından arındırılır, sonra da tuzlanıp bir küpeciğe basılarak yemeklere konmak üzere evin serin bir yerine kaldırılır.
Süt Makinesi
Evlerde ineğin, koyunun bulunduğu dönemlerde, evin yoğurt gereksinimi karşılandıktan sonra artan süt, süt makinesinde çekilip kaymağı alınırdı. Bu kaymak biriktirilip yayıkta yayılarak yağ elde edilirdi. Kaymağı alınmış yavan süt, yoğurt çalınır, eşeklerin sırtındaki heybelerle Nevşehir’e yoğurt pazarına götürülüp satılırdı. Göreliler bir sıra dizilip müşteri beklerlerdi. Müşteri gelip sorardı: “Yoğurdun nasıl?” Yanıt hazırdı: “Tertemiz!” gerçekten de yoğurtlarımız tertemizdi; içinde bir gram yağ yoktu!

Ocak
Şimdilerde her evde bulunan mutfak ocağı, Göre’ye ilk kez 1970 yılında girmiştir. Daha önceleri, tandırın yanmadığı günlerde, yemekler odun ocağında pişerdi. Günümüzde de kullanılmakta olan bu ocak, bir tencere aralığındaki karşılıklı iki taştan oluşmaktadır. Taşların üzerine oturtulmuş olan tencerenin altına ateş yakılır. Yakacak olarak, bağdan bahçeden getirilmiş çubuk, ağaç dalları kullanılır. Bu ocak, tüp gaz tüketen mutfak ocağına göre, neredeyse bedavaya gelmektedir. Özellikle yaz aylarında kullanılmakta, evin hayatında, bir köşede her zaman yakılmaya hazır beklemektedir.
Gazocağı
Tandırın, odun ocağının bulunmadığı yerlerde, gaz ocağı kullanılırdı. Gaz ocağı, pompalı deposunda gazyağı bulunan bir aygıttı. Pompalanarak yukarıya püskürtülen gazın yakılmasıyla üstündeki tencereyi ya da çaydanlığı ısıtırdı. Depodaki hava basıncı azaldıkça pompalamak, ikide bir, tıkanan memeyi gazocağı iğnesi ile açmak gerekirdi. 
Buzdolabı
Göre’de, yemekleri bozulmadan saklamak, yaz aylarında içilecek suları soğutmak, kayadan oyma, serin damlar sayesinde sorun olmuyordu. Bundan dolayı, Göre’ye buzdolabı oldukça geç girmiştir. Daha doğrusu, tüm Kapadokya bölgesi, kayadan oyma damları nedeniyle buzdolabıyla oldukça geç tanışmıştır.
Ancak, yapılan yeni evlerin serin kaya damlardan yoksun olmasıyla, buzdolabı bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Göre’ye ilk buzdolabı, mutfak ocağında olduğu gibi, 1970 yılında girmiştir.

Yemekler

Göre’de, bundan 30 yıl önce, evlerde tandır varken pişen yemekleri şöyle bir sıralayalım. 
Tencere yemekleri: Sütlü çorba, şıra çorbası, yuvarlama köfte, tarhana çorbası, patates, soğanlama, kesme çorbası, erişte pilavı, kesme mantı, kesme makarna, ayranlı çorba, sütlü kabak, düğü (bulgurun ufağı) pilavı…
Çömlek yemekleri: Ağpahla (kuru fasulye), mercimek, nohut, gendime, bumbar dolması, bulgur çorbası…
Helvalar: Dolaz, assede, pekmez helvası, patates helvası…
Tatlılar: Sütlü (Göre’de 1970’li yıllara değin sütlüye tuz atılırdı.), bulamaç (ağ bulamaç, pekmez bulamacı), incir dondurması, kabak tatlısı, ayva dolması, büzme baklava, kedi batmaz, kıvırma, kar katması…
Kızartmalar: Kaygana, kaşık dökmesi, patates kızartması…
Kahvaltılıklar: Kuru-yaş kaymak, sızgıt, sucuk, zeytin, peynir, pekmez reçeli… 
Meyve ezmeleri: Kuru üzüm ezmesi, kuru zerdali ezmesi…
Çerezler: Kavurga (çetene ile), kabak çekirdeği, nohut kavurması, kuru üzüm, kuru zerdali, kuru erik, (kak), köftür, pekmez tarhanası… (Eskiden, tandır varken, kabak çekirdeği, kırık testi çanağına konup tandıra indirilerek kavrulurdu. Çekirdek, kabaktan taze taze alındığından daha lezzetli olurdu.)
Günümüzde, kaç evde tandır var? Olsa bile artık kim tandırla uğraşır! Sabah yemeği, yerini çaylı kahvaltıya bırakmış. Tandırda ağpahla, ancak söyleşilerde kalmış. Ocakta, güveçte pişen fasulye, çömlekte pişen ağpahlanın yerini tutmuyor. Zaten, günümüz gençliği de eski ağpahlanın tadını bilmediğinden, bu konunun üstünde pek durmuyor. 
Bulgur Kaynatma: Buğday, yıkanıp taşı ayıklandıktan sonra, pekmez leğeninde pişirilir. Pişen buğday, sergilerin üzerine serilip kurutulur. Daha sonra, dink’e götürülerek kabuğu soyulur. Yeniden kurutulur. Bulgur değirmeninde çekilir. Küplere doldurulur. Bereketli olması için birkaç tane çöreğotu atılır.
Ayranlı çorba: Yarma pişirilir. Ayran katılıp soğuk soğuk içilir. Üstüne nane serpiştirilebilir.
Soğanlama: 5-6 baş soğan ince ince doğranır, yağ eklenir, kıyılmış et ya ciğerle pişirilir.
Şıra çorbası (şire çorbası): Bulgur, kak (meyve kurusu), pekmez eklenerek pişirilir. Bir tür aşuredir.
Kaygana: Un, süt, yumurta, tuz karıştırılarak, kaşıktan akacak kıvamda bir hamur yapılır. Kızgın yağa dökülüp kızartılır. Pekmez ya da balla yenir.
Kaygana hamuru, kızgın yağa kaşık kaşık konup kızartılırsa bunun adı kaşık dökmesi olur.
Assede: Un, pekmez, yumurta, süt, karıştırılarak yapılan hamur, bol sıvı yağda karıştırıla kırıştırıla pişirilir. 
Dolaz: Assedenin pekmezsiz olanıdır. Sonradan üzerine, isteğe göre, pekmez, bal ya da toz şeker dökülerek yenir.
Zerdali ezmesi: Kuru zerdali, suya konup bekletilir, yumuşayıp kabarınca karıştırılıp çekirdeklerinden ayrılır. Gerektikçe, bardağa alınıp yeterince su eklenerek içilir.
Kedi batmaz: Lokma lokma koparılmış ekmek (pide), yağla karıştırılmış pekmeze katılır, pekmez çekene değin karıştıra kırıştıra pişirilir.
İncir dondurması: Küçük küçük doğranan kuru incir, kaselere bölüştürülür. Üzerine incirleri kapatacak kadar pişmiş sıcak süt dökülür. Üzeri, yoğurt çalmada olduğu gibi örtülür. 4-5 saat sonra açılır. İncirin mayaladığı sütün biraz daha katılaşması için buzdolabında 1 gün bekletilir.
Kuru kaymak: Pişmiş süt, (özellikle koyun sütü) bir leğene dökülüp yanmış tandırın üzerine konur. Bir süre sonra, leğenin yüzüne gelen kaymak, bir oklava yardımıyla alınıp kalburun üstüne serilir, kurumaya bırakılır.  Daha çok “ağır konuklar” için evlerde bulundurulur. Ev halkının önüne pek çıkarılmaz.
Bal: Göre’de arısı olan aile sayısı çok değildi. Özellikle, Keleloğlu’nun (Kel Ali oğlu), çok arısı vardı. Arılar, İvrişi’nin tertemiz suyundan içiyor, karşı dağın bin bir çiçeğinden bal sağıyorlardı. Sahibine bolca bal veriyorlardı. Bal da kaymak gibi, ağır konuklar için saklanırdı. 
Kabak tatlısı: Balkabağı soyulup yassı dilimler halinde doğranır. Bir tepsiye dizilip üzerine yeterince şeker ya da pekmez konarak ocakta pişirilir. Üzerine, dövülmüş ceviz, fındık ya da fıstık serpilir.
Bulamaç (Ağ bulamaç):Un, süt, yumurtadan oluşan karışım, karıştıra karıştıra pişirilir. Üzerine, eritilmiş tereyağı gezdirilir. Bulamacın pekmezle yapılanına pekmez bulamacı denir.
Üzüm ezmesi; Kuru üzüm yıkanıp havanda ezilir. Su katılıp içilir.
Kar katması: Kara, pekmez katılarak yapılır. İlkyaz aylarında, havanın ısınmaya başladığı zamanlarda sevilerek yenir.
Hevenk üzümü: Uzun süre bozulmadan durabilen, dayanıklı üzüm çeşitleri (buludu, parmak üzümü), budaklı bir sopaya çatallarından asılarak kışın yemek üzere saklanır.
Serme üzüm: Dayanıklı üzümler, hasır ya da ekin sapları üzerine serilerek kışın yenir.
(Sormuk: Kuru üzüm ezilir, bir tülbendin köşesine çıkılanır, emmesi için bebeklerini ağzına verilir. Sormuğun bebeğin boğazına kaçmaması için tülbendi sıkı tutmak gerekir.)

Turşular
Biber turşusu, domates turşusu, hıyar turşusu, taze fasulye turşusu, kirebolu turşusu, üzüm turşusu…
Sivri biber turşusu: Sivri biber (Aksaray biberi) yıkanıp sirkeli su ile leğende haşlanır, küplere doldurulup sirke eklenir. 
Dolma biber turşusu: patlıcan, salatalık, taze fasulye, sarımsak, maydanoz, domates, dere otundan oluşan iç, sirkeli suda haşlanmış dolmalık bibere doldurulup küplere indirilir, sirke eklenir.
    Üzüm turşusu: Üzümün iyisi seçilip küpe doldurulur, üzerine şıra dökülür. Üzüm suyunun sirkeye dönüşmemesi için, eskiden, hardal tohumu eklenirdi. Daha sonraları, eczaneden alınan bir kimyasal toz kullanılmaya başlandı. 
    Hardaliye (şıra): Küpe doldurulmuş şıraya hardal katılır. Mayalandıktan sonra içilir. Tadı, üzüm turşusuna benzer. 

Erişte, Makarna, Mantı

    Erişte hamuru, yufka hamuru gibi sert ve katıdır. Kalınca açılan yufka, usta ellerde bıçaklarla kıyıla kıyıla, uzun ipler halinde kesilir. Sırıkların üzerine serilip kurutulur. Sonra da ekmek fırınında kavrulur. Küplerde, selelerde saklanır. Yeneceği zaman, haşlanıp üzerine tereyağ gezdirilir.
    Makarna, eriştenin kavrulmamışıdır. Haşlanır, peynir katılarak üzerine tereyağ gezdirilir. Makarna, dövülmüş kabak çekirdeği ya da ceviz katılarak da yenir. Ayrıca, mercimekli çorba yapılarak içilir. (Kesme çorbası)
    Mantı: Kalınca açılan yufka, önce uzunlamasına, sonra da enlemesine kesilip kurutulur. Haşlanıp sarımsaklı yoğurt katılır, üzerine domates sosu gezdirilir.

Ekmek

Göre’de eskiden beri mahalle fırınlarında ekmek pişirilir. Bu ekmeğe çörek denir. Göre çöreği çevrede pek ünlüdür. Ekşi maya ile mayalandığından da lezzetlidir. Hamur, geçen seferden kalma 1 beze (bezi) hamurla mayalanıp yoğrulur.  Hamura, haşlanıp ezilen patates de katılabilir. Maya gelince, hamurun yapışmaması için iteği üzerine uğra serpilip beze açılır. Bezelerin üzerine çöreğotu serpilir. Yer mayası gelmesi için de 10-15 dakika beklenir. Pişirim sırasında, komşular birbiriyle yardımlaşır. Ekmek pişirilip eve götürülürken, yolda denk gelinenlere bir ekmek vermek gelenektendir.
Çörek pişerken, acıkanlar için çabucak pişen bir yemek de yapılır. Bir beze sündürülüp uzatılır, üzerine yumurta, peynir  ya da kıyma konarak fırına sürülür. Buna sündürleme denir. Üzüm ya da pekmezle yenir. Çayla iyi gider.
Fırın yakacağına saçma denir. Fırının taşını silmek için kullanılan, ucunda bir bez bulunan sırığa gelin denir. Fırın yanmışsa, mayanın gelmesi bekleniyorsa, buna “fırın diniziyor”  denir. 
Göre’de tandır ekmeği de pişirilirdi. Tandır ekmeğinin hamuru serttir, koyucadır. Çünkü, fırın hamuru kıvamında olursa, tandıra vurulduğunda tutmaz aşağı düşer. 
    Göre’de kışın yenmek üzere, güz aylarında yufka yapılırdı. Çünkü, kışın çörek yapmak pek ezgili bir işti. Soğuk, kar yüzünden kimse evinden dışarı çıkamazdı. Mahalle fırını pek yakılmazdı. İşte o zaman, yufka ekmeği yenirdi. 
Yufka yapmanın ölçüsü testi idi. Yufka hamurunun ne kadar olacağı, hamur yoğrulurken dökülen suyla ölçülürdü. Örneğin: “Bu yıl beş testi yufka yapacağım” denirdi. Yufka hamuru da tandır ekmeğinin hamuru gibi sert olurdu. Hamur yoğrulduktan sonra, bir iteğinin (hamur bezi) içine alınır, saatlerce çiğnenirdi. Böylece, hamur olgunlaştırılırdı.  Hamur çiğnemek, çocuklar için eğlenceli bir işti.
Yufka açmak, sacda pişirmek ustalık isteyen bir iştir. Çevrede bu işi iyi yapanlar tanınır, bilinirdi. Ekmek yapılacağı zaman komşular birbirine yardım ederlerdi. Bu yardımlaşmaya kişik/keşik denirdi. 5-6 ekmek tahtası kurulur akşam olmadan işin bitirilmesi için çalışılırdı.
Dışarıdan biri gelmişse, ekmek yapanlara seslenir:
“Kolay gele! Bereketli olsun!” 
Bu iyi dilek karşılıksız bırakılmaz:
    “Hoş geldin. Buyur bazlama ye.”
    Dışarıdan gelen, oturup tereyağlı bazlamasını yerken, gelmişten, geçmişten konuşmaya da kapı aralanmış olur.
Ayrıca, peynirli, yumurtalı sac böreği yemek için bu günü bekleyenler de yufka yapılan eve uğramak için fırsat kollarlardı. 
Yufkayı sac üzerinde çevirmek için kullanılan değneğe bişirgeç denirdi.
Yufkayı pişirene bişirici denirdi. Pişen yufka üst üste konur (kayılır), evin serin bir yerine yerleştirilirdi. Üst üste konan yufkanın yüksekliği 1 metreyi geçerdi. 
    Yazıya-yabana tek başına çalışmaya gidenler için, yemek olarak dürüm konurdu. Dürüm, kolayca hazırlanabilen bir yemekti. İçine, sıvı olmayan her türlü yemek konabilirdi. Özellikle, yumurta, peynir, sızgıt dürümün içeriğini oluştururdu. İlkyaz aylarında, yazıda yabanda kendiliğinden biten yenir otlar da (karauluk, bikriza…) peynir dürümüne tat katardı.
     
Pekmez

    Nevşehir yöresinde, yüzyıllardır bağcılık yapılır. Bağlardan elde edilen üzüm, ya kurutulur, ya pekmez yapılır, ya da şaraphaneyi verilir. Bu yörenin toprağı, üzüm yetiştirmek için pek elverişlidir. Çevremizde hala 100 yıllık bağlardan üzüm alınmaktadır. Eskiden pekmez evde tatlı gereksinimini karşılıyordu. Bu nedenle bağlara önem veriliyordu. Bol üzüm elde ediliyordu. Hele güvercin gübresi verilen bağların üzümü hem çok, hem de tatlı oluyordu.
    Şekerin evlerde bolca kullanılmaya başlamasıyla bağlar eski önemini yitirdi. Budanmadı, bellenmedi; bakımsız kaldı, harap oldu. Kimi bağlar sökülüp tarlaya dönüştürüldü. Oysa, şeker hiçbir zaman pekmezin yerini tutamaz. Pekmez, hem besleyicidir, hem de kalori değeri yüksektir. Oysa şeker, yalnızca kalori verir, besleyici değeri yoktur. Doğal bir besin olan pekmezi tahine katıp özellikle kış aylarında sofralardan eksik etmemeli. 
    Pekmez, değerli bir besindir, ancak yapımı da o denli ezgilidir.  Olgunlaşan üzümler, eylül sonunda kesilip şırahaneye getirilir. Çiğnenerek ezilip şırası çıkarılır. Şıra, bolum denen 1 metre derinliğindeki kayadan oyma bir çukura akar. (Şimdilerde bolumun yerine bidonlar kullanılıyor.) Pekmez toprağı katılıp durultulur ve tatlandırılır. 
Pekmez toprağı, Hisar yakınlarındaki  Sarnıçlar yöresinde bulunan bir toprak ocağından alınmaktadır. Durulan şıra, Pekmez leğenlerine alınarak daha önceden kesilip hazırlanmış iğde çalısıyla yakılan ocakta saatlerce kaynatılır. Koyulaşınca indirilir. Tülbentten geçirilip süzülür, kazanlara alınıp soğutulur. 
    Şıra, pekmeze dönüşürken, kuru (kak) ya da yaş meyveler (kaysı, elma, armut, ayva…) katılarak reçel yapılır. 50 yıl öncesinde kabak reçeli de yapılırdı. Kabak reçeli yapmak biraz ezgili olduğundan, (kabağı kirece yatırıp sertleştirmek gerekiyor) günümüzde artık yapılmıyor.
    Çalma Pekmez (Süpürge pekmezi): Ak üzüm şırasının içine birtakım karışımlar (yumurta akı, süt, karpuz suyu ) katılarak kefi alınır; kullanılmamış bir süpürge ile çırpa çırpa koyulaştırılır. 
    Pekmez leğeni indikten sonra, ocaktaki ateşe kabak gömülür. Sabahleyin pişmiş kabak ve çekirdeği toplaşıp hep birlikte yenir.
    (Küplere doldurulan pekmez, bir süre sonra, kristalize olarak koyulaşır. Buna, pekmez bitmiş denir. Çocuklar bitmiş pekmezi severek yerlerdi.)
    Üzüm şırası ile pişirilen pekmez tarhanası ve köftür de kış aylarında sevilerek yenen tatlılardır. Pekmez tarhanası kurutulduğu gibi, çömleklere doldurularak kışa saklanır. Tereyağı ile kavrulup yenir.  


Bağcılık

    Üzümün, pekmezin önemini koruduğu dönemlerde bağın bakımı da hiç aksatılmazdı. Bağ, bozulduktan sonra gübrelenir, asmaların dibi toprakla kapatılırdı. Buna göz örtme denirdi. Böylece, asmalar, kışın soğuklarından korunmuş olurdu.  İlkyaz gelince de örtülen göz açılırdı. Buna da göz açma denirdi. Böylece, asmaların soluk alması sağlanırdı. Daha sonra, asmalar budanırdı. Budama, ustalık isterdi, herkes yapamazdı. Sırada bağ belleme var. Arkasından filiz alma. 
    Bağ bellenirken asmaların arasına fasulye de saçılırdı. Biten fasulyeler  çapalanırken bağ da çapalanmış olurdu. Üstelik, bağ, fasulyenin kökünde biriken azotla gübrelenmiş olurdu. Böylece, bir taşla iki deği, üç kuş vurulurdu. Bakımlı bağlar hemen göze çarpardı. Gür asmalar, iri salkımlar göz alırdı. Sahibi de gelenden geçenden övgü alırdı.
    Bağ bozulmadan 10 gün önce kuru kesilirdi. Üzüm kurutmak için, bağın uygun bir yerine güneş alacak biçimde toprak yükseltilerek kuruluk hazırlanırdı. Kuru serildikten sonra, bağ sahiplerini gözü gökyüzünde olurdu. Yağmur yağarsa, kurutmak için kesilen üzümler toza toprağa belenir, işe yaramazdı. Bu nedenle gök gürlemeye başlamışsa, insanlar, gecenin bir vaktinde, ellerinde fenerlerle tam kurumamış da olsa, üzümlerini kurtarıp eve getirmek için yollara düşerdi. Kurtarılan üzümler, evde uygun bir yere serilerek kurutulurdu.
Üzüm, traktörün olmadığı zamanlarda, eve, bağlardan eşeğin sırtına çatılmış iki küfe ile taşınırdı. Küfenin tabanı, çabuk eskimemesi için deri ile kaplanırdı. Bağdan üzüm taşıma pek ezgili bir işti. İşin çabuk bitmesi için komşulardan da ödünç eşek alınırdı. Kimileyin, bir kişinin önünde birkaç eşek bulunurdu. Eve geldikten sonra, küfeleri evin uzak bir yerindeki şırahaneye taşımak da başlı başına bir sorundu. Şimdilerde, her bağın başına traktör ulaşabiliyor. Üzümler, traktörlerin römorkunda kasalarla taşınıyor. Şırahane yerine, beton damlar kullanılıyor. Eskiye göre, her şey daha kolay.
    Günümüzde, artık yeni bağlar dikilmemekte, eskiden kalma, belki de  yüz yıllık bağlardan verim alınmaya çalışılmaktadır. Göz örtme, göz açma, belleme, çapalama gerilerde kalmıştır. Bağ, yılda bir kez sürülmekte, budaması yapılmakta, filizi alınmaktadır. Bu bakımsızlığa karşın bağlar verdiği salkım salkım üzümlerle ağzımı tatlandırmakta, ekmeğimizi banacağımız o güzelim pekmezle soframızı şeneltmektedir. 

Göre’de Yetişen Meyveler

    Göre’nin toprak yapısı, pek çok meyvenin yetişmesine uygundur. Toprağın yapısında hışır dediğimiz pomza (köfek) ufakları bulunur. Karların erimesi ve ilkyaz yağmurlarıyla toprağın derinliklerine sızan su, bu pomza kırıkları tarafından sünger gibi emilir. Bu nedenle toprak hep nemli kalır. Bitkiler de sıcak yaz aylarını, toprakta bulunan bu nemi emerek sorunsuz geçirirler. İlkyaz aylarında (nisan, mayıs)  ağaçları don vurmazsa, Göre’de bol meyve elde edilir.
    Üzüm Türleri : Buludu, çavuş üzümü, dimrit, göğce, horoz karası, imir (emir) karaser (Karahisar) karası, keten gömlek, parmak üzümü.
    Elma Türleri: Amasya, tavşan başı, misket, zanapa, taş ekşi, mor ekşi, Ankara ekşisi, saksı elması, starking…
    Armut Türleri: Ankara armudu, Akça, kiyiş (keşiş) , oyma, ip armudu….
    Erik Türleri: Sarı erik, kara erik, reyhan eriği…
    Kaysı Türleri: Zerdali (aşısız), bitirgen, şekerpare…    
    Öbür Meyveler: Kirebolu, muşmula, üvez, alıç, badem, ceviz, vişne, kiraz, şeftali…

Yaban Bitkileri

    Bikriza, Çildirim, yalangı, has keven, kör keven, püren, acımık, kara uluk, kangal, kenger, kertiyen, hardal, kuzu kulağı, ebe gömeci, deve dikeni, çanak çatlatan (gelincik), sormuk, gül burnu…

Bahçeler

    Göre Çayı’nın, söğüt kavak ağaçları arasından, yarpuzların içinden usul usul, tertemiz aktığı o güzel günlerde, özdeki bahçeler bir şenlik yeri gibi cıvıltılıydı. İlkyaz geldi mi, beli çapayı, tırmığı kapan bahçesine inerdi. Neler ekilmezdi ki bahçelere! Kabak, soğan, fasulye, domates, hıyar, pancar… Bahçeler, sırayla sulanırdı. Su sırasının kime geldiğini, merav adı verilen bir görevli belirlerdi.
    Tarlaya ekilmiş iribaş soğanlar, yaz aylarında kart çıkarır. Kartların ucunda karatohum topları oluşur. O toplar güze doğru açılır, içindeki olgunlaşmış tohumlar ortaya çıkar. İşte o tohumlar, ertesi yıl, bahçelere ekilerek kıska üretilir. Kıskalar, gelecek yıl ekilerek soğan yetiştirilir. Görüldüğü gibi, soğan yetiştirmek, 3 aşamalı bir çalışmayı gerektiriyor. Öbür sebzeler de özenli bir çalışmanın özverili bir çabanın ürünüydü. Doğaldı, lezzetliydi, besleyiciydi. Herkes, kendi kaldırdığı ürünü ağız tadıyla yemenin mutluluğunu yaşardı.     
Bahçenin kenarında, köşesinde, yemişlerinden kak yapmak için oyma armut, reçel yapmak için sarı erik, harmanda yemek için kara erik, reyhan eriği ağaçları bulunurdu. Şifalı yemişleriyle kirebolu temmuz ayından sonra salkım salkım kızarıp  bahçeye güzellik katmak için sırasını beklerdi. 
Bahçeden getirilen göğbakla (taze fasulye), kapı önlerinde, konu komşunun yardımıyla kırılır, bir yandan da oyma armut, kara erik yenirdi. Kırılan göğbakla, dama çıkarılıp kışın yenmek üzere, kuruması için serilirdi.
    Ağustos sonlarına doğru, sarı erikler, sararıp olgunlaşır, hafiften pembeleşir, yarı saydam bir görüntüyle göz alırdı. Sarı erikler, bıçaklarla uzunlamasına çizilir, pekmez zamanı reçel yapmak için damlarda kurutulurdu. 
    Hoca Mezarı, Karaağaçlar, Küllüaltı, Bucak Karşısı, Simitçi, İnişönü… bahçelerin bulunduğu yörelerin adlarıydı. Sular kesildi, bahçeler kurudu. Sarı erikler, kara erikler, kirebolular, armutlar kurudu. Göre, şenliğini yitirdi.

Harman

    Temmuz ayının ikinci yarısı, Göre’de harman zamanıdır. Güzden ekilen ekinler artık biçilecek olgunluğa ulaşmıştır. Çiftçinin dört gözle beklediği günler gelmiştir. Çiftçi, harmanını kaldıracak, ununu öğütecek, bulgurunu kaynatacak, tarhanasını pişirecek, kışı rahat geçirecektir. Gel gör ki, harman kaldırmak pek ezgili bir iştir. Şimdilerde pek bir zorluğu yok. Tarlaya biçerdöver giriyor, birkaç saat içinde ekini biçip çıkıyor. Peki ya bundan 60-70 yıl önce?
    Motorlu tarım araçları yokken, tarlayı işlemek için hayvan ve insan gücünden yararlanılıyordu. Hayvan olarak öküz ve at kullanılıyordu. Ekin, orak ya da tırpanla biçiliyor, öküzlerin çektiği kağnılarla köydeki harman yerine getiriliyordu. Ekin, harman yerinde, öküz ya da atların koşulu olduğu dövenle günlerce ezilip malama haline getiriyor, sonra da yığın yapılıp eserde (rüzgarda) savruluyordu. Çeç ile saman birbirinden ayrılıyordu. Saman, harar ya da haşalara basılıp eşeklerle evdeki samanlığa taşınıyordu.     
    Buğday eleniyor, çöpünden tozundan arındırıyor, bir bölümü tohumluk ayrılıyor, evde kayadan oyma aşıtlarda saklanıyordu. Kalanı, özün (çay) dupduru suyunda yıkanıp kurutuluyordu. Arınıp kurutulmuş buğdayın büyük bölümü un için değirmene gidiyor, kalanı de bulgur kaynatılıyordu.
    1950 yılında Göre’ye ilk traktör girdi. Traktör girince tarım biraz daha kolaylaştı. Artık çalışmaya giderken, insanlar yollara yaya düşmüyorlar, traktörün römorkuna doluşup yorulmadan tarlaya ulaşıyorlardı. Biçilen ekinler, yine traktörle harmana taşınıyor, döveni traktör çekiyordu. İşler eskiye göre daha hızlı görülüyordu. 
    1960’lı yıllarda patoz çıkınca dövene de gerek kalmadı. Harman savurmak da tarihe karıştı. Patoz, sapı eziyor, samanını, tanesini ayırıyordu. İşler iyice kolaylaşmıştı. Daha sonraki yıllarda hayvancılık bırakılınca, samana da gerek kalmadı. Biçerdöverin biçip dövüp deposuna akıttığı buğday çiftçiye yetti. Hayvanı olmayanlar, samanla ilgilenmez oldu.
Tarlada, harmanda çalışanlar için evde yemek pişen yemekler (azık) götürülüyordu. Yemekler çömleklere dolduruyor, çömleklerin ağızları ağız bağı denen bir bezle kapatılıyor, eşeğin sırtındaki heybelere konarak işçilere ulaştırıyordu. Azık götürme, genellikle çocukların görevleri arasındaydı.

Harman Sözlüğü
    yığın: Orakla ya da tırpanla işlenip (biçilip) bırakılan ekin demetlerinin, tarlanın belli yerlerine istiflenmesi.
    (Yığın yeri tarif etmek: Bir işe hiç emek vermeden, katılmadan, o işin nasıl yapılacağı konusunda görüş ileri sürmek, bilgiçlik taslamak.)
anadut: Ekini; kağnıya, at arabasına ya da traktör römorkuna  yüklemekte kullanılan üç büyük dişli kucaklayıcı bir araç.
çeç: Samandan ayrılmış tane. (buğday, çavdar, arpa, yulaf)
dirgen: Harmanda sapları aktarmak için kullanılan demirden en az üç dişli araç.
döven: Harmanda, öküz, at ya da traktörün çektiği, sapları ezip saman yapmak için kullanılan, tabanına çakmak taşları çakılarak dişlendirilmiş tahta araç
geri: Saman taşımak için traktör römorkundaki direklere bez gerilerek yapılmış düzenek.
gözer: İri gözenekli kalbur. 
harar: Saman taşınan kıl dokuma büyük çuval.
harmancı: Yalnızca harman işlerinde çalıştırılmak üzere tutulmuş işçi. 
haşa: Saman taşımak için kullanılan bezden, büyük çuval.
kalbur: Buğday elemek için kullanılan elek.
kağnı: Öküz arabası.
karasaban: Öküzlerin çektiği ilkel pulluk.
    malama: Dövenle ezilen sapların taneyle karışık durumu.
    orak: Ekin biçmekte kullanılan yarım ay biçiminde kısa saplı araç.
    orakçı: Orakla ekin işleyen kimse.
    (Orakçının orağını saklamak: İş yapacak kimseyi oyalayarak işinden alakoymak.)
    tınaz: Harmanda dövenle ezilip malama durumuna getirilmiş sapların, tanesini samandan ayırmak için savrulmak üzere yığılmış hali. 
    tırpan: Ekin ya da yonca biçmekte kullanılan uzun saplı bir araç.
    yaba: Harman savurmakta kullanılan 4 dişli tahta araç.
    
Bezirhaneler
 
Göre’de 1940’lı yıllara değin bezirhane çalıştırılırdı. Bezirhane’de beziryağı üretilirdi. Beziryağı elde etmek için, bezirhanenin fırınında kavrulan keten tohumu ya da ızgın bezirhanede, mandaların çekip döndürdüğü ağır dink taşlarının altında ezilirdi. Sonra da sepet otundan yapılmış sepetlere alınıp mengenede sıkıştırılarak yağı çıkarılırdı. Elde edilen beziryağı, büyük bezir küplerine doldurulurdu. Sepetlerde kalan küspesi de hayvan yemi olarak değerlendirilirdi.
Keten tohumundan (zeyrek) elde edilen yağ, özellikle hamur işlerinde (kaygana)  kullanılırdı. Izgından elde edilen yağ, acı olduğundan yemeklerde kullanılamazdı. Bezir yağı, boya yapımında ve makine yağı olarak kullanılırdı. Bezirhanenin ağır işlerinde kullanılan mandalar da bezir yağı ile yağlanırdı. Ayrıca, aydınlanmada da değerlendirilirdi. Bir teneke ya da toprak çanağın içine konan bezir yağının içine pamuklu bir fitil (bilde) salınırdı. Yağı emen fitilin ucu yakılarak ortalık aydınlatılırdı. Bu aydınlanma aracına bezir çırası denirdi.
Kavrulmuş, dinkte ezilmiş zeyreğe kavut denirdi. Çocuklar, büyüklerinden uğrun kaçırabildikleri kavutu severek, kapış kapış yerlerdi. Göre’deki bezirhaneler: Hömerti- Kofalakoğlu,  Sinanlı- Camızcıoğlu, Aşağı, Yakupağa, Hacı Babalar.

Arıcılık

Göre’de eskiden beri arıcılık yapılır. Binbir çiçekli dağlarıyla, sessiz sessiz akan tertemiz sularıyla Göre, arılara uygun bir yurt olmuştur. Bu özelliğinden dolayı, geçmişte Göre’de arıcılık yapanların sayısı epeyce artmıştı. 
    Arı sessiz, temiz bir ortam ister. Gürültü olmayacak, kirlilik olmayacak. Oysa, 1960’dan sonra, Göre’de yoğun bir biçimde tarım ilacı kullanılmaya başlandı. Elma ağaçları, patates bitkisi, tarım zararlılarına karşı motorlu pompalarla ilaçlandı.  Nevşehir-Niğde yolundaki trafik de alabildiğine yoğunlaştı, gürültü arttı.  Gün boyunca, çiçekten çiçeğe konan arılar, bu ağılı, gürültülü ortamdan olumsuz etkilendiler.
    Arıcılığa hevesli Göreliler, bu yararlı uğraştan uzaklaştılar. Şimdilerde Göre’de arıcılık yapanlar, arılarını sessiz, temiz bir ortama taşıyarak eski günlerdeki verimi yakalamaya çalışıyorlar.  
    Göre’ye yaz aylarında Milas yöresinden gelen arıcılar, kovanlarını Arılık yöresine yerleştirmektedirler. Arılık, adından da anlaşılacağı gibi, eskiden arıcıların konakladığı, arılar için uygun bir yerdir. Olumsuz yanı ise, tarım ilaçlaması ve Niğde-Nevşehir yolunun gürültüsüdür.  
1970’li yıllara değin kara kovan kullanılırdı. Kara kovan, söğüt dalından örme, bir metre uzunluğundaki sepet, inek mayısı ile sıvanarak yapılırdı. Daha sonra, tahtadan yapılma fenni kovanlar kullanılmaya başlandı.

Koyun Sürüleri

1980’li yıllara değin çoğu Göre evinde birkaç koyun bulunurdu. Koyun her yönüyle köylünün geçimine katkı sağlayan pek yararlı bir hayvandı. Yününden, sütünden, etinden yararlanılırdı. Gerektiğinde kolayca satılıp paraya çevrilirdi. Gübresi, bağda, bahçede kullanılırdı. Bu değerli özelliklerinden dolayı, koyuna “gümüş ufağı” deyimi yakıştırılmıştır.
İlkyaz geçip sıcaklar bastırınca koyunlar kırkılırdı. Koyun kırkmak için “kırklık” denilen özel bir makas kullanılırdı. Koyun kırkmak ustalık isterdi. Öyle her eline kırklık alan koyun kırkamazdı. Koyundan kırkılan yüne “yapağı” denir. Yünden yatak doldurulur, yorgan sırınırdı. Yün, “iğ” ya da “kirman” (eğirtmeç) ile eğrilerek ipe dönüştürülür, sonra da çorap örülürdü. Boyalı ipten nakışlı çorap örmek de ustalık gerektiriyordu.
    Göre’de koyunun çok olduğu yıllarda, sayıları yüzleri bulan 2 koyun sürüsü çıkardı. Mahallelere göre ayrılan sürüler, ilkyazda otların yeşermesiyle yaylıma çıkardı. Doğumu yakın koyunlar sürüye katılmazdı. Yazıda, yaylım sırasında doğan kuzular, çobanın heybesinde eve gelirdi. Sırtında, çobanın koyduğu bir kök kekik, keven  ya da başka bir ottan bel (işaret) bulunan koyunun kuzuladığı anlaşılır, heyecanla çobanın yolu gözlenirdi. Çoban kuzuyu getirir, karşılığında bir sahan bulgur, fasulye, nohut ya da birkaç yumurta alırdı.
    Kuzu gütmek çocukların işiydi. Köy okulları, eskiden erken kapanırdı. Çocuklar, kendilerinin ve komşularının önlerine kattıkları kuzuları, yakınlardaki boş alanlarda otlatırlardı. Bu iş, onlar için tam bir eğlenceydi. Hem kuzuların, oğlakların oradan oraya koşturmalarını neşe içinde izler, hem de kendi aralarında oyun oynarlardı. Bazen oyuna dalıp sürüyü unuttukları da olurdu. Acıkınca, sıra bohçaların içindeki azığı yemeye gelirdi. Azık yemek tam bir şenlikti! Neler çıkmazdı ki bohçalardan: Peynir, soğan, zerdali, yumurta, kuru üzüm, ceviz… Susayınca, öze koşulur, tertemiz sudan kana kana içilirdi.  Akşama doğru eve dönülürdü. Çocukların güttüğü kuzular, bir süre sonra kuzu sürüsüne katılırdı.
    Kuzu doğumu bittikten sonra, yaza doğru, koyunlar geceyi yaylımda geçirirlerdi. Kuşluk vakti, sürüler sağım için köye gelirdi. Kuzu sürüsü, daha önceden gelmiş olurdu. Evin koyunu çoksa, sağım için “koşan ipi” denilen yünden örme kalınca yumuşak bir iple karşılıklı olarak birbirine bağlanırdı. Koyunlar eğitimli olduklarından, sağımı yapacak kişilerin “Koşana! Koşana!” diye seslenmesi üzerine karşılıklı olarak durup bağlanmayı beklerlerdi. Daha sonra sağım başlardı. Sağımdan sonra, kuzular salınırdı. Kuzuların annelerini ararken sağa sola koşturmaları, meleşmeleri görülecek şeydi. 
    İkindiye doğru, serinlik basınca, sürüler yeniden yazının yolunu tutardı.

Göre’de Kış Hazırlıkları

    Kışı sıkıntısız geçirmek için, her yerde belli hazırlıklar yapılır. Göre’de  kış hazırlıkları ağustostan başlar. Bu hazırlıkları şöyle sıralayabiliriz: Yakacak sağlama, un öğütme, bulgur kaynatma, yufka yapma, pekmez kaynatma, salça yapma, ayran tarhanası yapma, erişte, mantı kesme, çömleğe peynir basma, üzüm kurutma…Kak/hak: Meyve kurutma (elma, kaysı, armut, erik…) 
Taze fasulye kurutma.
    Patates, soğan, fasulye hasadı.
    Odun, kömür sağlanması.

    Ayran tarhanası:  Yarma pişirilip belli bir kıvama gelince, önceden kesede biriktirilmiş olan süzme yoğurt eklenir. Kesilmemesi için tahta kürekle karıştıra karıştıra pişirilir. Leğenlere alınıp dama çıkarılır. Soğuyan tarhana, ertesi gün, yine yoğurtla yoğrularak, küçük bezeler halinde, kuruması için kamış hasırlara ya da ekin saplarının üzerine sıralanır.

    İskembe (İskemle)
    Kışın soğuk günlerde, sürekli soba yakılamadığından, iskembe (iskemle) denen bir düzenekle birçok kişinin ısınması sağlanıyordu. Önceden yakılmış, içinde köz bulunan tandırın üzerine kare biçimli, kısa ayaklı bir masa yerleştiriyor, masanın üzerine de kalınca bir yorgan (tatlık) örtülüyordu. Üşüyenler, yorganın altına sokulup ısınıyorlardı. 
    Aynı düzenek, odalarda da kurulabiliyordu. Bu kez, içi köz dolu büyük bir çanak, odada kurulmuş olan iskembenin içine yerleştiriliyordu. Çocuklar,  iskembenin içinde ayaklarını birbirine çarparak ayak savaşı yaparlardı. Bunun sonucunda, büyüklerden azar işitmek kaçınılmaz olurdu.
    O zamanlar televizyon olmadığından, evlerde kış eğlencesi olarak ya tek çift oynanır, ya masal anlatılır, ya öcüm çekişilir (lades) ya da bilmece sorularak zaman geçirilirdi. İskembenin üzerindeki tepsilerde, üzüm, kavurga, çekirdek, elma, ceviz, badem, köftür, kak, gibi çerezler eksik olmazdı.

Oyunlar

    Ceviz Oyunu: Kışın yapılacak iş olmadığından oyun oynamak için boş zaman çoktu. Ceviz oyunu da bunlardan biriydi. Belli bir sayıda ceviz ayrılır, bunun için aşık atılırdı. Aşık dala gelmişse, karşıdaki cevizleri alırdı.
    Aşık oyunu için bir daire çizilir, dairenin ortasına çizilen bir çizgiye aşıklar dizilirdi. Belli bir uzaklıktan saka (irice, kurşunlanmış ağır aşık)  fırlatılarak dizili aşıkların daire dışına çıkarılmasına çalışılırdı.
    Katır (topaç) döndürmek de eğlenceli bir oyundu. Köyde topaç yapan eksik olmazdı. Kendine eğlence olsun diye topaç yapanlar bile vardı. Topaç, ağaçtan yontulup sivri ucuna bir kabara çakılırdı. Sonra, isteyen renk renk boyardı. Sıra topacı döndürmeye gelmiştir. Yeterli uzunlukta bir ip, topaca ucundan başlayarak sıkıca sarılır, sivri ucu üste gelecek biçimde tutularak fırlatılırdı. Topacın vınıltısı dünyayı tutardı. Çocukların sevincine diyecek olmazdı.
    Kızak: Göre gibi bayır bir köyde kar olur da kızak olmaz mı! Büyüklere ağaçtan bir kızak çaktırılır, sonra üstüne binilip bayırdan aşağı koyverilirdi. Kızağı ayaklarınla iyi yönetemezsen, taşlara çarpma olasılığını unutmamalı.
    Gıcırah: Yere sağlamca çakılmış 1 metre uzunluğundaki bir kazığın tepesine, ortası oyulmuş uzunca bir ağaç oturtularak bir çeşit tahtıravalli  yapılır, iki kişi karşılıklı inip kalkarak dönerler. Gıcırahın iyi dönmesi için ağacın oyuğuna ezilmiş zerdali çekirdeği konur.
    Enek: Zerdali çekirdeklerine enek denirdi. Zerdali zamanı, çocukların başlıca oyun aracıydı. Sayışma sonucu, önceliği alan çocuk, avcunu açarak ”Kat vit vit” diye seslenir herkes belli sayıda enekle katılırdı. Enekler yere serpilirdi. İki eneğin arasından en az serçe parmağın geçeceği kadar açıklık olmalıydı. Yoksa, oyun karşıdakine geçerdi. Yeterli aralık varsa, başparmak fiskesi ile bir çekirdek ötekine vurdurularak oyun sürdürülürdü. 
    Çelik: Bir karış boyunda bir çelik ve  bir sopayla oynanırdı. İki takımdan yaş-kuru kaldırılarak* önceliği alan, çeliği çelme hakkına sahipti. Karşı takım çeliği yakalayabilirse, hak kendilerine geçerdi. Yakalayamazsa, yere konan değnek çelikle vurulmaya çalışılırdı. Çelik deneğe değmişse ya da bir değnek boyu yaklaşmışsa, çelik çelme karşı takıma geçerdi. 
    Murt: Yumurta büyüklüğünde yuvarlak bir taş, bir saylağın fırlatılmasıyla ileri doğru götürülür, vurulamadığında sıra öbür takıma geçer.
    Üç Taş: İki kişiyle oynanır. Yere bir kenarı 20-30 cm olan bir kare çizilir. Karenin karşılıklı köşeleri arasına birer çizgi çekilerek oyun alanı hazırlanır. Oyunculardan birinin elinde küçük ak taşlar, öbürünün elinde kara taşlar vardır. Taşlar köşelere ve ortadaki köşegenlerin birbirini kestiği noktaya konur. Oyunculardan biri ötekine seslenir: “Düş!” öbür oyuncu bir taş koyar, sonra öteki… Sonra, taşlar köşeden köşeye sürülerek oyun oynanır. Üç taşı aynı hizada getirebilen oyunu kazanır.

    *Yaş- kuru kaldırmak: Oyunlara kimin önce başlayacağını belirlemek için, bir yassı taşın (saylak) bir yüzüne tükürülür (yaşartılır) karşıdakilere sorulur: “Yaş mı, kuru mu?” Karşıdaki yaş ya da kuru der. Saylak havaya fırlatılır. Yere düşünce bakılır, seçilen yüz üste gelmişse öncelik alınır.

    Mahalle Odası

    Mahallede evi uygun olanlar, boş bir odayı komşularına açarlardı. Böylece, bir söyleşi ortamı oluşurdu. Komşu erkekler toplanırlar, söyleşirlerdi. Askerlik anıları, gezilip görülen yerler, yaşanan olaylar anlatılırdı. Gençler tura oyunu oynarlardı. Bu söyleşiler, oyunlar sırasında, herhangi bir kusur işleyenler suya kaldırılırdı. Suya kaldırma, kusurlu kişiyi karga tulumba yapıp mahalle çeşmesinin haftına basmak demekti. Kış ayında suya girmek ne demek! Kusurlu olan omuzlara alınıp cezasını çekmeye götürülürken “yoldayım” derdi. Yoldayım, demek, “Beni suya basmayın, size ziyafet çekeceğim” demekti. Orada bulananlardan biri de kefil olurdu. Böylece cezadan kurtulurdu.

    Aydınlanma
    
    Göre’de aydınlama, dünyadaki gelişmelerle koşut gitmiştir. Önce, yakılan odunun alevinde aydınlanılmış, daha sonra, sırasıyla çıra, gaz lambası, elektrik akımı gelmiştir. Gazyağının bulunmadığı ya da az bulunduğu dönemlerde, çıralarda (kandil) bezir yağı kullanılmıştır. Bezir yağı Göre’de üretildiği için elde edilmesi sorun olmamıştır. Bezir çırası, içine fitil salınmış küçük bir depodur. Yağı emen fititin ucu yakıyarak aydınlanma sağlanmıştır. Gaz çırası da bezir çırası gibidir. Bezir yağı yerine gaz yağı kullanılır. Çıranın ortalığı iyi aydınlatması için çırabba denen yüksekçe bir sehpanın üzerine konurdu.
    Gaz lambası, gaz çırasının bir üstünde yer alır. Zamanında, gaz lambası kullanmak bir üstünlük sayılmıştır. Gaz lambası, cam depo ile üzerindeki lamba şişesinden oluşur. Lambanın  içine salınan yassı bir fitilin yakılmasıyla aydınlanma sağlanır. İslenen şişeyi her gün silmek gerekir. Fener de (gemici feneri) aynı yöntemle aydınlanma sağlar. Lüks lambası da pompalı bir aydınlanma aygıtıdır. Gazın geldiği memeye, ipekten bir gömleğin takılıp yakılmasıyla parlak bir ışık elde edilir. 
    Göre’ye elektrik 1960’lı yılların ikinci yarısında gelmiştir. Göreliler, evlerine elektrik almakta hiç duraksamamışlardır. Herkes evine elektrik çektirmiş, bir adım ötedeki Nevşehir’de gıptayla gözledikleri aydınlığa kavuşmuşlardır.  Daha sonra, elektrikle çalışan aygıtlar bir bir Görelilerin evlerindeki yerini almıştır. 

    Seslenmeler (Hitap)

    Göre’de, eskiden çocuklar babalarına ağa, dedelerine baba derlerdi. Küçükler, yaşça kendilerine yakın akraba büyüklerine güccağa (küçükağa), daha büyük olanlar ise emmi ya da dayı derlerdi.  Akraba dışındakiler ise ağa idi: Ali Ağa… 
    Çocuklar, annelerine aba, ninelerine ana derlerdi. Babanın kızkardeşi ama, annenin kızkardeşi hala idi.  Dayı ve emmi eşleri nene idi. Akraba olsun, olmasın, yaşça büyük kadınlara bacı denirdi. Akraba olmayan büyüklere dudu ya da aba denirdi. Yaşıt kadınlar birbirlerine kadın derlerdi: Ayşe kadın…

    Ferfene

Genellikle bayramlarda çocuklar, ev ev gezip leblebi- üzüm ya da kavurga-çetene karışımından oluşan çerezleri topladıktan sonra, bir odada toplanıp eğlenirlerdi. Katılanlar, daha önceden belirlenmiş yiyecekleri getirirlerdi. Birlikte yenir, türküler söylenir, tura oyunu oynanırdı. 
    Kızlar da kendi aralarında ferfene yaparlar, çalıp söylerler, oyunlar oynarlardı. 
    Ferfene, yalnız bayramlara özgü değildir. Herhangi bir zamanda, toplanıp ferfene yapılabilir. Amaç, birlikte olma, söyleşme, oynamadır.
    “Yarım yumurta ile ferfeneye katılmak” Göre’de kullanılan bir deyimdir. Açıklaması: Bir başarıya küçük bir emekle ortak olmak isteyenlere söylenir. Bilindiği gibi, ferfenenin giderlerini herkes eşit olarak paylaşır. Yemek gelecekse, herkes üstlenir. Kimse ayrıcalıklı değildir. Hele hele yarım yumurta ile ferfeneye katılmak hiç hoş değildir. 

Yer (Yöre) Adları

İnsanlar, yaşadıkları yerlere değişik adlar vermişlerdir. Böylece, bir yeri tanıtırken, kendiliğinden oluşan bir kolaylık sağlanmıştır. Yöremize şöyle bir baktığımızda, eskiden beri söylenegelen birçok yer adıyla karşılaşırız: İvrişi, Kayalar, Çevlik…
Yer adları, bir yakıştırmadır. O yerin özelliği göz önünde bulundurularak verilir. Kuşkusuz o ad, bir kişinin yakıştırmasıdır. Ancak daha sonra, o yörede yaşayan insanların benimsemesi sonucu, artık “ortak mal” olmuştur.
Göre’deki yer adları, her zaman duyduğumuzdan, bizim için sıradandır, hiçbir özelliği yoktur. Ancak bu adları ilk kez duyanlara pek ilginç gelmektedir. 
Şimdi Göre’nin yer adlarını, yönlere göre sıralayalım:
Doğu: (Öz-Karşı Dağ-Oylu) Ağcin, Avlağı,  Bucak Karşısı, Çayaltı, Çevlik, Delikli kayalar, Dutluk, Güllüce, Harımlar, Hardallık, Hoca Mezarı, Ilıkpınar, İnönü, Sivri, Küllük Altı, Karaağaçlar, Kara Dere, Kalaycık, Karşı Dağ, Kıtlıkpınarı, Kızıl Toprak, Karanlık Dere, Kocaderenin Ağzı, Kuzuluk, Kisle burun, Kisle (Kilise) Önü, Kurt Çukuru, Küçük Çayır, Mamelli,  Mantarlık, Oylu, Oylu Örenleri, Oylu Bağları, Öz, Soğukluk, Tengerlek Çayır, Türkmen Koyağı, Üzerlik, Yeşil Taşlar…
Batı: (Yukarı Yazı): Ağ hendek, Ballıklaya, Ballıüstü Bayam, Bezirhanebaşı, Burun, Büyüköz, Camız Çökerten, Çukurlar, Güvercinlik Özü, Dere bağlar, Eğri Yol, Nefi’nin Arılık, Evlerin Önü, Harmanlı Tarla, Hisar, Hisar Üstü, İsmail Bağı, Kalınağıl, Kapıcı Koyağı, Karaağaçlı Özü, Kara dere, Kayalar, Kaytaslar, Keler, Kışlak Ören,  Kızıltepe, Kızılağıl, Kişintaş (Keşişin taş), Kolcak, Koyak, Kör Sarnıç, Kurt Deliği, Mercimek Tepesi,  Muslu Koyağı, Örenözü, Pınar Bileği, Pirenci Yolu, Sarı Kekik, Sarı Yaprak, Sarnıçlar, Saylaklık, Sığır Yolu, Şarlak, Tanabaş, Taşardı, Taş tepe, Tengerlek özü, Tuluca, Yalak taş,Yukarı Harmanlar… 
Güney: (Aşıklı): Alıç Yazısı, Arılık, Aşıklı, Bahçelerüstü, Bayır, Bilezik, Çakıllı, Çakmaklık, Değirmencik, Gedik, Hoyuhlar,  İvrişi, Kesteller, Kırkbayır, Örenler, (Örencik), Örenlerin Önü, Samanlıklar, Sıra Çalılar,  Tandırpınar, Teraziler, Töme,  Tek Ören, Tekke,  Yuvanlı…
Kuzey: (Nevşehir): Çağşak, Hömerti, İniş Önü, Mezarlık, Simitçi, Uyuz Pınarı,…

Dilimiz

    Dil, bir toplumun önemli varlıklarından biridir. Dilini yitiren toplumlar, benliklerini, kişiliklerini de yitirirler. Başka ulusların kölesi olurlar. Çünkü dil, yalnızca bir konuşma aracı değildir. Dilde, o ulusun, bin yıllar boyunca oluşturduğu ulusal değerleri, birikimleri saklıdır. 
    Türkçemiz, bizim dilimiz, özellikli bir dildir. Deyimleri, atasözleri pek çoktur. Bu özelliğiyle dünyada ilk sırayı alır. 
    Bundan 30-40 yıl önce, dilimiz daha arı-duru idi. Daha az yabancı sözcük kullanıyorduk. Atatürk, 1932’de Türk Dil Kurumu’nu (TDK) kurarak dilimizi yabancı sözcüklerden temizlemişti. Ancak, zamanla dilimiz yeniden kirlenmeye başladı. Çok sayıda yabancı sözcük dilimize girdi. Konuşurken, yazarken yabancı sözcük kullanmak moda oldu.
    1970’li yıllara değin, Göre’de kullanılan öz Türkçe sözcüklerden birkaç örnek verelim Bugün kaç kişi o sözcükleri kullanıyor?
    bel: İşaret
    bel koymak: İşaret koymak.
    ivedi: Acele.
    ivmek: Acele etmek.
    kara: Siyah.
    sındı: Makas.
    yiğni: 1.Hafif, 2. Şımarık.
    yiğnilmek: 1.Hafiflemek, 2. Şımarmak.
    yitirmek: Kaybetmek.
yitik: Kayıp.


Göre’de kullanılan sözcük, deyim ve atasözleri

Nevşehir yöresi, Türkmenlerin yoğun olarak yerleştiği bir yerdir. O nedenle, bu yörenin Türkçesi, dilimizin özelliklerini yansıtan sözcük zenginliğini barındırır.  Göre de sözcükler, deyimler, atasözleri varlığıyla öne çıkan bir yerleşim birimidir. Şimdi, Görelilerin konuşmalarında geçen sözcük, deyim, atasözlerinden birkaç örneği sırasıyla görelim.

Sözcükler, deyimler, atasözleri: 

A

aba: Anne.
abari: Hayret sözcüğü, ünlem. (Abari, ne zaman geldin!)
acışmak: Yanmak. (İlaç sürünce yaralarım acıştı)
ağa: Baba
ağdırmak: Yükün dengesini bozmak.
ağrı: Beri. (Harımlardan ağrı bir gelen var)
ağuz/ağız: İneğin, koyunun doğurduktan sonraki ilk günlerinde koyu kıvamlı, yavruyu hastalıktan koruyucu sütü.
akıdak: Sidik.
akınmak: Sevdalanmak.
alamaç: Alev
alaşa: Laf taşıyan.
algın: Sevdel, mecnun.
alıcı: Düşman.
aşıt: Kayadan oyma, küçük buğday ambarı.
    ayırt: Fark.
    ………………………….
    Abdalın uyuyup kalanına dönmek: Fırsatı kaçırmak.
    Adamı yabanda bulmak: İnsan kıymeti bilmemek.
    Ağır oturup batman kalkmak: Davranışlarında ölçülü olmak.
    Alnı kaküllü oğlu olma: (alay) Gözün aydın! 
    Alnı kırışmamak: Utanmamak.
    Alt’ını çaldırmak: Gereksiz davranışlarla kendi sosyal durumunu sarsmak.
    Aşıklı’yı helik diye atmak: Abartılı konuşmak.
    Ayırdına varmak: fark etmek.
    …………………………….
    Acı acıyı, su sancıyı
    Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme yüzsüz edersin.
    Aç buldu da alaç mı kaldı.
    Adam çokluğunda akıl yokluğu olmaz.
    Ağırı na yel alır, ne sel.
    Akıllı işini görür, deli başanı bekler.
    Akraba ile ye iç de alışveriş etme.
    Aş da çoğunan, iş de çoğunan.

    B
    
    bağlam/bağlayım: Deste, demet.
    barutlanmak: Sinirlenmek, kızmak.
    bastırak: Kapının, dışarıdan zorlamayla açılmaması için arkasina konan dayak.
    bel/ bellik: İşaret. (Çocuk, yolunu yitirmemek için geçtiği yerlere bel koydu.) 
    bertelmek: Dikleşmek, sertleşmek. (Komşum, beni dövecekmeş gibi berteldi.)
    bicik: İnek ya da koyun memesi.
    bilik: Civciv.
    bitmek: Pekmez, bal gibi tatlı yiyeceklerin kristalize olup koyulaşması.
    bolavurt: Sözünün nereye varacağını düşünmeden konuşan.
    buymak: Üşümek, donmak.
    …………………………..
    Bağrı geçmek: Uyuyakalmak.
    Bağrı yufka olmak: Merhametli olmak.
    Baş ipini yemek: Şımarmak.
    Bir tekerin böldüğü: Kötülükte denk, eşit.
    Boğaz ola: Afiyet olsun, yarasın.
    Boyanacak ipi olmak: (Bir kişi tarafından) Bitirilecek işi  olmak.
    ……………………………
    Baba, oğla bağ bağışlamış, oğul, babaya bir salkım üzümü çok görmüş.
    Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun.
    Başı dumansız dağ olmaz.
    Benden sana öğüt, ununu kendin öğüt.
    Bereket versin tipiye, sürdü getirdi kapıya.
    Bey de ölür, abdal da.
    Bir kötü toklu, bir sürüyü boklar.
    Borcun mu var ver kurtul, derdin mi var öl kurtul.
    

    C

    carı: Hızlı, ivedi.
    cavırdak: Cana yakın, konuşkan.
    cencik: Zayıf, arık.
    cevizili: Kahverengi.
    cıcıklı: Süslü, boyalı (Çocuklar cıcıklı şekeri pek sever.)
    cıkla: Tüm, tamamen. (Pilav cıkla yağ.)
    cılga: Küçük, dar yol, patika, yolak.
    cıngırdak: Çan, zil.
    cızlağan: Isırgan otu.
    …………………………
    Cayırtı vermek: Velveleye vermek.
    Ce demek: Görünüp kaçmak, kısa bir süre görünmek.
    Cıdırına basmak: (Bir kişiyi) Açığını, zayıf yanını yakalayıp üstüne üstüne gitmek, kızdırmak.
    Cırığı çıkmak: Ağır bir işten dolayı pek yorulmak.
    Cur olmak: Bir araya toplanmak.
    ………………………….
    Cahilden kork, aslandan korkma.
    Can, canın yoldaşı.
    Can, cümleden önce gelir.
    Cinsi kötü kabağın dölü çok olur.
    Cömert derler, maldan ederler, cesur derler candan ederler.

    Ç

    çağşak: Yıkılgan, çürük, iğreti, döküntü.
    çala: Biraz (Orhan, bir çala dayısına benziyor.)
    çalık: Satat, çot, inmeli, felçli.
    çanak çatlatan: Gelincik çiçeği.
    çatma: Taş kemer.
    çetene: Hint keneviri tohumu.
    çırabba: Üzerine çıra konan ağaç iskemle.
    çolpa: Beceriksiz.
    ……………………….
    Çalı yüklü eşek gibi: Oraya buraya takılmak, gereksiz el şakası yapmak.
    Çarpanalı tavuk gibi dolaşmak: Sersem sersem dolaşmak, yanıç yanıç yürümek.
    Çerçi eşeği gibi kokmak: Aşırı koku sürünmek.
    Çıtlık gibi: Pek ekşi.
    Çörtel çörtel yürümek: Aksayarak yürümek.
    Çul tutmaz tazı gibi: Pek zayıf.
    Çulunu sudan çıkarmak: Zoru başarmak, işini yoluna koymak.
    Çüş dedikçe parmak üzümüne gitmek: Uyarıldığı halde zararlı davranışlarından artırarak sürdürmek.
    ………………………..
    Çalma kapıyı, calarlar kapını.
    Çarık sırımınan, her iş kırımınan. (kırım: zamanında, tavında)
    Çaydan (çamaşır yıkamadan) gelenin önünden süpürge kaçar.
    Çıra, dibine karanlık.
    Çobanın gönlü olursa, tekeden süt sağar.
    Çocuğu işe gönder, ardından kendin git.
    Çul sekiz, mirasçı dokuz.

    D

    dabaz: Deride oluşan kaşıntılı kızarıklık, alerji.
    dadak: Mama, bebek yiyeceği.
    dalbınmak: Dalgalanmak.
    dazır: Kel.
    delimsek: Deli gibi, acayip davranışlı.
    delme: Yelek
deper: İstek, heves. (Bu çocuğun içinde hiç deperi yok)
    dikme: Fidan.
    dimi: Kadın şalvarı.
    dutu: Nişanlanan erkeğin, kıza gönderdiği armağanlar.
    ………………………..
    Damağı tak tak etmek: (Bir şeye) İsteklenmek, imrenmek.
    Darın kaçmak: Güçlükle kaçıp kurtulmak.
    Davulun kasnağına vurmak: Bir işi isteksizce yapmak, engellemek.
    Dek (Dölek) durmak: Doğru durmak, yaramazlık yapmamak.
    Döşüne hamur sarmak: Bir kişiyi kandırıp soyup soğana çevirmek.
    Döven öküzü gibi yemek: Aşırı yemek.
    Dumanda bir kuş: Ne olacağı belli değil.
    …………………………..
    Dadanmış (alışmış) kudurmuştan beter.
    Dağ başında duman, yiğit başında seren.
    Dağ dağ üstüne olmuş da ev ev üstüne olmamış.
    Davetsiz yere giden, kuru yere oturur.
    Değirmene tozcu durur, kibirinden un almaz.
    Derici, sevdiği deriyi taşa vurur.
    Donsuzun  gönlündün dokuz top bez geçer.
    Dostu elden kazan, düşmanı anan doğurur.
    Düğün el ile, harman yel ile.

    E

    ede: Ağabey.
    eğdi: Çiçeklerin dibini kaçmak için kullanılan küçük çapa.
    endek: Adi, alçak.
    eke: Babacan, usta.
    eksikli: Kadın.
    eldesti: Küçük testi.
    elgördülük: Göstermelik.
    elleşmek: Bir yükü kaldırmak için el ele vermek.
    emişmek: Kardeş olmayan iki çocuğun bir anneden süt emmesi.
    erpik: Eriyebilir, erimeyi yatkın.
    eser: Rüzgar, yel. ( Bir eser çıktı, ortalığı birbirine kattı.)
    ezgili: Zahmetli, güç.
    ………………………….
    Eftiği daralmak: Canı sıkılmak.
    Ekip yaymak: Bir konuda kesin söz vermemek, zamana bırakmak.
    Eli dağılmak: (Yaşlılıktan dolayı) El becerilerini yitirmek. (Yazı yazamamak, yemek yapamamak)
    Elinden tutup yüzüne tükürülecek adam bulamamak: Doğru dürüst adam bulamamak.
    Eşek sattığının bağ komşusu: Uzaktan tanıdık.
    Etinden sızgıt olmamak: Kimseye bir yararı dokunmamak.
    Et üstüne et bağlamak: Aşırı şişmanlamak.
    …………………………
    Edep, edepsizden öğrenilir.
    Ek tohumun hasını, çekme hasat yasını.
    Ekmeğin büyüğü, hamurun çoğundan olur.
    Ekmeği yenir, kişisi ağırlanmaz.
    El ağzına bakan avradını çabuk boşar.
    El ayranı ciğer soğutmaz.
    El uzatılan yere dil uzatılmaz.
    Ev sahibi udlu olur.

    F

    ferfene: Yemekli eğlence.
    fırlanmak: Bir şeyin çevresini dolanmak.
    filke: Musluk.
    fitlemek: Birini, başka bir kimseye karşı kışkırtmak, doldurmak.    fosalmak: Sönmek, havası, boşalmak.
    …………………………….
    Fas koparmak: Kavga çıkarmak, ortalığı velveleye vermek.
    Fasulye kabak, başka yarenliğe bak: O işi bırak, başka konulardan konuşalım.
    Ferik elması gibi: Güzel.
    Fit sokmak: Kişilerin arasını bozmak için kasıtlı sözler söylemek.
    …………………………..
    Faydasız baş, omuz ortasında durmaz.
    Fazla mal göz çıkarmaz.
    Filik keçiyi gören, içi dolu yağ sanır.
    Fukaranın tavuğu tek tek yumurtlar.
    
    G

    galaç: Göz değmemesi için çocukların omuzlarına dikilen böcek kabuğu.
    garsamba: Döküntü, süprüntü.
    gede: Açgözlü, görgüsüz.
    gedelenmek: Gözü doymamak, ufak çıkarlar peşinde olmak.
    gerelmek: (Kaysı, elma gibi yemişler için) Kızarmaya başlamak.
    gıdaksınmak: Bir şeye alışmak, tiryakisi olmak.
    göfer: Güç, kuvvet.
    gömeç: Bal tekeri.
    günsüz: Zamanından önce. (Ayşe günsüz doğum yaptı.)
    güzleme: Yaşı ilerlemiş kadının doğurduğu çocuk.
    …………………………….
    Gavur gibi bilmek: İşine gelmediği çin bilmez görünmek.
    Gemini gevmek: Azgın olmak, enerjiyle dolu olmak.
    Geveleyip tükürmek: Bocalamak, şaşkınlıktan ne söyleyeceğini bilememek.
    Gıcılamaz kağnı: İvedisiz, devinimlerinde yavaş.
    Göresi gelmek: Özlemek.
    Gözü bakıp gövdesi erimek: Çaresiz kalmak, elinden bir şey gelmemek.
    ………………………..
    Garip itin kuyruğu döşünde gerek.
    Geçen kağnının gölgesi olmaz.
    Gök ağlamayınca yer gülmez.
    Gönül, umduğu yere küser.
    Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır, ya baş.
    Gün var, yılı besler, yıl var, günü besleyemez.
    Güneş çarığı sıkar, çarık ayağı sıkar.
    Güzellik ondur, dokuzu dondur. (Don: Giyim-kuşam)

    H

    habire: Durmadan, sürekli. (İşi gücü bırakmış, habire laf veriştiriyor.)    haha: Gülme, kahkaha.
    halapa: Yontulmamış, biçimsiz yapı taşı.
    hangırdak: Yerli-yersiz gülen.
    heğ: Söğüt sürgününden yapılmış üzüm sepeti.
    hınaza: Ters, hırçın, içten pazarlıklı.
    horanta: Aile.
    hoyuk: Korkuluk.
    …………………………..
    Haha çalmak: Kahkaha atmak.
    Hamamda oynayacak karının sıpası: Becerikli, işbilir.
    Ham armut gibi boğaza durmak:  Konuşan birine karşı davranışta bulunup konuşmasını engellemek.
    Hasıra sarmak: (Birisini) Soyup soğana çevirmek.
    Hartalaş köpek gibi: Çevresiyle geçinemeyen.
    Hoşkişi geçmek: Yaranmak, yağ çekmek, dalkavukluk yapmak.
    ………………………….
    Haline bakmaz, Ali dağına oduna gider.
    Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.
    Her yorulana han yaptırılmaz.
    Herkes, minderinin üstünde oturur.
    Herkesin bir derdi var, değirmencininki de su.
    Hızır diye sarıldık, hınzır çıktı.
    Horozu çok olan köyün sabahı güç olur.

    I

    ığşalamak: (Ağacı) Sallamak, silkelemek.
    ıldırdamak: Az ışık vermek.
    ılımak: Hoşa geden bir olay ya da varlık karşısında, katı tutumunu değiştirip yumuşamak.
    ıpılamak: Parlamak.
    ısıngın: Sıcak, ısınmış, kızmış.
    ışkın: Ağacın dibinden fıştıran yararsız sürgünler.
    ………………………………..
    Ilgı gelmemek: (Canlılar için) Beklenen gelişmeyi gösterememek, cılız kalmak, büyüyememek.
    Imıl ımıl yanmak: Kendi halinde yavaş yavaş yanmak.
    Irmakta boğulandan borç istemek: Güç durumdaki birinden yardım istemek.
    …………………………………
    Irağa kız verme, yiter gider, ırmağa taş atma batar gider.
    Irgatın kötüsü, akşama doğru iştahlanır.
    Isıracak köpek dişini göstermez.
    Islanmışın yağmurdan korkusu olmaz.

    İ

    içlik: İçe giyilen giyecek, çamaşır.
    idişmek: Dedikodu yapmak, tartışmak.
    ilik: Giysi düğmesi.
    illik: Sahur.
    issilmek: Şişi inmek, fosalmak.
    işlik: Gömlek
    iti: (eski peynir için) Hafif acı.
    ………………………………..
    İbibik yuvası gibi kokmak: (Kapalı kalmış yerler için) Pis kokmak.
    İçinde meşe közü yanmak: Üzülmek.
    İçinden kırmalı: Art niyetli.
    İçinde deperi olmak: Bir işi yapmak için istek duymak.
    İt kılı, postal bağı: Ciddiyetsiz, önemsiz iş.
    İtin kavurga yediği gibi: Beceriksizce, döküp saçarak.
    ……………………………….
    İğnesini yitiren, yere bakar da yürür.
    İkinci koca, karanlık gece.
    İnsan, yalnız başına olsaydı, dağ başında yaşardı,
    İsin yanına varan is, misin yanına varan mis kokar.
    İt de yaza çıkar ama yediği ayazı bilir.
    İt takkeyi neylesin, ıngıldayınca düşer.
    İte bak, ürdüğü yere bak.
    İte pastırma bekletilmez.
    İtin duası kabul olsa, gökten kemik yağar.
    İtin akılsızı kayganadan pay umar.
    
    K

    kabala: Götürü (Kendim yapamadığım için bağın budanmasını kabala yaptırdım)
    kalgımak: Yerinde duramamak.
    kamga: Ağaç kabuğu.
    Karamak: Birinin aleyhinde bulunmak, kötülemek.
    kavrak: Anlayışlı, zeki.
    kef: Pekmez kaynatırken oluşan köpük.
    kekitmek: Hedefi tutturamamak.
    kırık: Arkadaş, zampara.
    kırmızı: Domates.
    kızınmak: Isınmak.
    kötülengin: Zayıf, arık.
    kümeli: Çok, yeterince. (Elime kümeli bir para geçerse, araba alacağım.)
    ………………………………
    Kafadan sakat: Ruh sağlığı bozuk.
    Kafası soğuk: Aptal.
    Kamga ile kaşınmak: Yoksul olmak.
    Kaşık çalımı: Yemek zamanı.
    Kelete değirmen gibi öğütmek: Sürekli yalan söylemek.
    Kırk deyyusluğa bir bıçak çalmak: Elinden her türlü kötülük gelmek.
    Komşu bağından sepet doldurmak: Başkasının zararına kendi çıkarını gözetmek.
    Koyun sağıldı, komşu dağıldı: İş bitti, herkes evine gitti.
    Kumar aşığı gibi: İncecik kalmak, zayıflamak.
    Kuru söğütten düdük yapmak: Becerikli olmak.
    Küssük gibi: Sağlam, güçlü.
    ………………………………
    Kalbur, sudan ne getirecek bakalım.
    Kalçalı avrat, pençeli oğlan doğurur.
    Kan toprağa akar.
    Kar, karı yemiş, iki avrat bir eri yemiş.
    Kardaşın küçüğü olacağına eşeğin büyüğü ol.
    Kavganın üst başında, yemeğin alt başında.
    Keçi dağda, kılı sırtında.
    Kızını ele verip elini gere vermek olur mu!
    Kursak, kavurgasını ister.
    Kuru söğütten düdük olmaz.

    L

    langırdak: Geveze, boş konuşan.
    lip: Tam oturan (Taş, duvara lip oturdu.)
    lodur: Cimri, içine kapanık.
    löngürdemek: Davranışlarında kaba saba olmak, deve gibi yürümek.
    ………………………………..
    Lafı döşüne vurmak: Sözü, karşısındakine hissettirecek biçimde vurgulu konuşmak.
    Lafın gavurunu konuşmak: Gereksiz, başkasını incitecek sözler söylemek.
    Lafının avcarı olmamak: İpe sapa gelmez sözler söylemek.
    Lomunu almak: Yakışıksız bir davranışa karşı sert bir yanıt almak.
    ……………………………..
    Laf torbada durmaz.
    Laf torbaya girmez.
    Lafla duvar örülmez.
    Lafla peynir gemisi yürüme.,

    M

    malama: Dövenle ezilen sapın, samana dönüşmemiş hali.
    mele: Çocuk oyununda, karşı takıma göre, kişinin kendi bölgesi.
    meses: Öküz sürerken kullanılan uzun değnek.
    mırçımak: Yaranın sulanıp azması.
    mitirdemek: Yerinde duramamak.
    miyirsemek: Çocuğu, hayvan yavrusuna karşı aşırı sevgi göstermek.
    mudara: Başkasına karşı boynu eğri.
    …………………………………
    Mal gibi: Aklı bir şeye ermez.
    Manı manı oynatmak: Birisiyle alay etmek, gereksiz yere birinin zamanını almak.
    Menzilci beygiri gibi titremek: Çok korkmak.
    Meresçi bakırı gibi kızarmak: Utanmak, mahcup olmak. 
    Möhlüse (müflis) mal kaptırmak: Verilen borcun, ödenmesinden umudu olmamak.
    …………………………………
    Mart’ın gönlü olursa, çifti yürütür, iti solutur.
    Maya olmayınca hamur yoğrulmaz.
    Mezar taşıyla övünme.
    Misafir kendi ayağıyla gelir, ancak gidişi ev sahibinin izniyledir.
    Misafirin kötüsü, ev sahibini ağırlar.
    Misafir, misafiri istemez, ev sahibi ikisini de istemez.
    
    N

    namlı: Harmanda, tınaz yığınının önünde oluşan saman yığını.
    navrak: Yüz, surat.
    navraksız: (İnsanlar için) Çirkin.
    nene: Amca ya da dayı eşi.
    ……………………………
    Nan ekmeğe muhtaç olmak: Yoksul düşmek.
    Navrağı azmak: Çirkinleşmek.
    Ne gözün görsün, ne yüreğin dayansın: Senden uzak olsun.
    Ne kapıyı bastırmak, ne kırığı küstürmek: Kimseyi kırmak istememek, herkesi memnun etmeye çalışmak.
    ……………………………..
    Namaza niyetlenmeyenin kulağı ezanda olmaz.
    Nasibi kesilen it, kurban bayramında uykuya yatar.
    Nasibinde ne varsa, kaşığına o çıkar.
    Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına.
    Ne verdinse elinle, o gider seninle.

    O

    okumak: Bir düğüne ya da şenliğe davet etmek.
    oluşu: Başlangıcından beri. (Bu çocuk, oluşu böyle zayıf)
    oşukçu: Birine yaranmak için yalan söyleyen.
    oturak: Zamanı geldiği halde yürüyemeyen çocuk.
    oyulgamak: Bir şeyi iri dikişlerle iğreti dikmek.
    oyuncak: Ciddi olmayan, gelişigüzel.
    oyuncaklamak: Bir işi eline yüzüne bulaştırmak. (Adam, ustayım diye işe başladı, oyuncaklayıp yarım bıraktı.)
    …………………………..
    Oğlan doğur, kız doğur, gir hamuru kendin yoğur: Kimseden yardım bekleme, kendi işini kendin yap.
    Omuzu soğuk: İyiliksever olduğu halde, kimseye yaranamamak.
    Orakçının orağını saklamak: Çalışan insanın işini engellemek.
    Oturduğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü: Kendi sosyal durumunu göz önüne almadan, daha iyi koşullarda yaşamaya yeltenmek.
    Oyuncağın takım torbası: Ciddiyetsiz.
    ……………………………
    Oğlan dayıya, kız halaya çeker.
    Oğlan evi alana kadar, kız evi ölene kadar.
    Oğlun iyi mi, neyleyeceksin malı, oğlun kötü mü, neyleyeceksin malı.
    Oğlun mu var, yemeden kal, kızın mı var, giymeden kal.
    Onmadık yılın yağmuru harman vakti gelir.
    Ot, kökün üstünde büyür.

    Ö

    öğretlemek: Bir kişiyi, bir konu hakkında önceden kandırmak.
    öğünsümek: Belli saatlerde bir işi yapmaya alışmak.
    örtme: Üstü ağaçla örtülmüş dam, çardak.
    öveç: Bir yaşındaki koyun.
    özemek: Bir şeyi, pütürleri yok olana değin çırpmak.
    ……………………………….
    Ödü sıdmak: Çok korkmak.
    Öksürse kuşağı kopacak: Pek yoksul.
    Öksüz yamalğı gibi: Büyük, iri.  (Kar, öksüz yamalığı gibi yağıyor.)
    Önüne geleni kapmak, arkasına geleni tepmek: Geçimsiz olmak.
    Örüm karım olmak: Birbirine dolaşmak.
    Öşür eşeği gibi birikmek: Bir yere toplanmak.
    Öve öve öküz etmek: (Bir şeyi) Aşırı övmek.
    Özü dövmemek: Gönlü razı olmamak.
    ………………………………...
    Ödünç, güle güle gider, ağlaya ağlaya gelir.
    Öküz öldü, ortaklak bozuldu.
    Öldürmektense korkutmak iyidir.
    Ölmüş eşek, canavardan korkmaz.
    Ölüsü olan, bir gün ağlar, delisi olan her gün ağlar.
    Övünme çördük, seni de görürük (görürüz)
    
    P

    palazımak: Parçalanırcasına koşmak.
    parpu: Vücuttaki şişliklere, yanmakta olan bezi yaklaştırarak, sıcakla yapılan iyileştirme yöntemi.
    parsık: Pörsümüş, solmuş.
    patak: Şişman.
    pece: Tandır dumanının çıkması için damda bulunan baca.
    pörüşmek: Pörsümek.
    pürçüklü: Havuç.
    püs: Kaysı, badem gibi ağaçların budak yerlerinden sızan reçine ile yapılan zamk.
    …………………………
    Pata puta: Kaba saba
    Para için kulağını deldirmek: Para için her şeyi yapmak.
    Perem perem olmak: Her biri bir yana dağılmak.
    Pörüşüğü açılmamış: Uyku mahmurluğu üstünde, tam uyanmamış.
    Putu sıngın: Neşesiz.
    …………………………
    Para, adama akıl öğretir.
    Paranın kendi soğuk, yüzü sıcak.
    Pekmezin varsa sineği nerden olsa gelir.
    Pilav yiyen, kaşığı yanında taşır.

    S

    sağalmak: İyileşmek, dirilmek.
    salım: Nezle.
    samağar: Aptal, ahmak.
    sası: Balat, kokmuş.
    saylak: İnce yassı taş.
    setirekli: Sinirli, evhamlı.
    sındı: Makas.
    sınık: Çıkık ya da kırık kemik.
    sızgıt: Kavurma et.
    sürerge: Devamlılık, kararlılık, istikrar.
    …………………………….
    Sakalı tutuşandan sigara yakmak:  Zordaki insanın durumundan yararlanmaya kalkmak.
    Sakalı yerine koymak: Büyüklüğünü bilmek, geleneklere göre davranmak.
    Sak durmak: Dikkatli olmak, gelecek bir tehlikeye karşı tetikte beklemek, uyanık olmak.
    Seme tavuk gibi dolaşmak: Sendeleye sendeleye yürümek.
    Serinlik vermek: Teselli vermek, avutmak, yüreğine su serpmek.
    Suyu Ballıkaya’ya çıkarmak: Gerçekleşmesi olanaksız bir işi inatla savunmak.
    Süte gelmek: Yumuşamak, birdenbire merhamete gelip anlayışlı olmaya başlamak.
    ……………………………...
    Sabanın tutağına yapışan el aç kalmaz.
    Sabırla koruk pekmez olur.
    Sac düzen aldı, hamur bitti; ev düzen aldı ömür bitti.
    Sağır duymaz ama yakıştırır.
    Saksağan ava çıkmış, taşağına yel dolmuş.
    Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış.
    Sarımsak içli-dışlı, soğan yalnız başlı.
    Sirkeyi sarımsağı hesap eden, paçayı yiyemez.

    Ş

    şelek: Yük dengi, bağlayım, demet, tutam, 
    şerpene: Sulu cıvık.
    şibik: Köşe, uç.
    şillez: Yapılarda taşların arasına akıtılan cıvık çamur harç.
    şişek: 1-2 yaşında dişi koyun.
    şişkin: Şımarık.
    şiplemek: İşittiği bir sırrı, duymaması gereken kişiye kısa sürede yetiştirip söylemek. (Senden endek adam var mı; duyduğunu hemen YusuF’a şipledin)
    ………………………….

    Şamar içirmek: Tokat atmak.
    Şapkasını atmak: Bir işin sonuçlandırılmasını çok istemek, bir işe istekle katılmak.
    Şor olmak: Toplaşmak, bir araya gelmek.
    ………………………….
    Şapkası küçük olan, başını büyük sanır.
    Şaşkın adam, karısına aba (anne) der.
    Şaşkın ördek, suya götün götün dalar.
    Şık şık eden nalça, iş gördüren akça.

    T

    taka: Duvardaki kapaksız oyuk, hayvan yemliği.
    takanak: Borç.
    talaz: Yaz aylarında çıkan tozlu yel.
    tatlık: Çuldan sırınan ağır yorgan.
    tengerlek: Daire biçimi, yuvarlak.
    tezikmek: Olumlu bir şeyden uzaklaşmak, yozlaşmak, kaçmak.
    tokmalamak: (Hayvanlar için) Aşırı yemekten dolayı rahatsızlanmak.
    tomas: Şişman.
    tutkun: Yürekten bağlı.
    tühsünmek: Pişman olmak, hayıflanmak, acınmak.
    tütün: Duman.
    ……………………………….
    Tandır ağartmak: Tandır yakmak.
    Tarla mı kesek, ben mi koşamıyorum:  Niçin başarılı değilim, neden ilerleyemiyorum?
    Tilki gibi yer dinlemek: Kurnazlık için fırsat kollamak.
    Topçunun dip hayvanı gibi: Güçlü.
    Tuzdan gelmiş gibi: Yorgun argın.
    Türüm türüm tütmek: Yeni temiz giysiler giymek, temiz olmak.
    …………………………
    Tandır içine yanar.
    Tatmayanın tadası gelir, tadanın kusası gelir.
    Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok.
    Tavuk deşindiğiynen, deli düşündüğüynen.
    Tekkeyi bekleyen, pilavı yer.
    Tilkilik’te bağım yok, tilkiyle davam yok.
    Tok ağırlaması güç olur.
    Toprak, ölünü vermez. (öl: nem)

    U

    uçunmak: Pişman olmak, acınmak.
    udlanmak: Utanmak, birisine karşı kendini borçlu duyumsamak.
    uğrun: Gizlice, habersizce.
    uğunmak: Kendinden geçercesine ağlamak.
    umsunmak: Bir şeyi pek istemek.
    uylamak: Bir konuda inat etmek, üstüne düşmek.
    uylaşmak: Uzlaşmak, anlaşmak.
    uyuntu: Aptal, mızmız.
    …………………………….
    Udu perdeyi kaldırmak: Utanmayı bırakmak, arsızlaşmak.
    Udunu çekmek: Kaygılanmak, bir şeyin sıkıntısını çekmek.
    Umsunuk olmak: Çok istenildiği halde elde edilemeyen bir şeyden dolayı vücudun bir yerinin şişmesi.
    Uydur kaydır: Ciddi olmayan,uyduruk.
    Uykusu sak: Kolay uyanan, uykusu ağır olmayan.
    …………………………….
    Ucuz etin yahnisi kara olur.
    Ulaşamadığın köyün berisinde yat.
    Ulu kuş, ağır uçar.
    Ummadığın taş baş yarar.
    Usta hırsız, ev sahibini bastırır.
    Utananın oğlu uşağı olmaz.


    Ü

    üfürmek: Kolayca yalan söylemek.
    üğrünmek: Konuşurken, ya da ağlarken kendinden geçercesine sallanmak.
    üstlük: Üste giyilen giysi.
    üzlük: Küçük çömlek.
    üzülmek: (Ağaç dalı, kitap yaprağı…) Yerinden kopmak, kırılmak.
    ………………………………
    Üç buçuğun üstünde beklemek: Tedirgin olmak.
    Üç keçili Kürt ağası gibi: Az bir zenginlikten dolayı gurura kapılmak.
    Üfürdün olmak: Kızmak, sinirlenmek, köpürmek.
    Üzeri yüklü: Gebe.
    Üzüm için bağ duvarına yaslanmak: Çıkarı için başkasına yanaşmak.
    ……………………………….
    Ürmesini bilmeyen it, sürüye kurt getirir.
    Üşenenin oğlu uşağı olmaz.
    Üzüm yersen aş, karpuz yersen yaş olur.
    Üzümünü ye, bağını sorma.
    Üzüm yiyen tilki, kışı rahat geçirir.

    V

    varlı: Zengin.
    vazalak: Kendini öven, kofalak.
    vızıttırmak: Oraya buraya savurmak, saçmak.
    vurunmak: Başvurmak, umar aramak, çıkış yolu bulmaya çalışmak.
    …………………….
    Vızgar almak: İvedi ivedi gidip gelmek.
    Vık vık çeneli: Geveze.
    ………………………
    Vakitsiz acan gül tez solar.
    Vakitsiz öten horozun başanı keserler.
    Varamadığın köyün berisinde yat.
    Ver kavurmayı, gör savurmayı
    Veresiye şarap içen iki kere sarhoş olur.
    
    Y

    yadırgı: Yabancı,
    yağlık: Büyük mendil.
    yağnı: Sırt.
    yağrık: Üzerinde et kesilen ya da kıyılan kütük.
    yakılmak: Sevdalanmak.
    yalangı: Sarı çiçekler açan, tou kaşındırıcı bir bozkır bitkisi.
    yalandırmak: Birini yalan söyleyerek aldatmak.
    yangılı: Cana yakın, istekli, ateşli.
    yapık: Kadınların çene altından bağlayarak başlarına örttükleri örtü.
    yaslamak: Dövmek.
    yiğnilmek: Şımarmak. (Yiğnilme!: Şımarma!)
    yüzlemek: İyisini alıp kötüsünü bırakmak.
    …………………………………
    Yabada kürekte durmamak: Cıvımak, şımarmak, yiğnilmek.
    Yağmurda yaş, kavgada taş değmemek: Her zaman güvencede olmak.
    Yamaç gelmek: Karşı gelmek.
    Yığın yeri tarif etmek: Bir işe emeğiyle katılmadan, o işin nasıl yapılacağı konusunda düşünce ileri sürmek.
    Yoğrulmuş hamur, pişmiş ekmek: Dört dörtlük, her yönüyle yetkin, olgun.
    Yumuş buyurmak: Emir vermek.
    Yüzü gözü bulunmamak: Somurtmak.
    ………………………………
    Yağınan yavşan yenir, kaldı ki tavşan.
    Yalnız taş duvar olmaz.
    Yas kocamaz.
    Yaş satan, taş satar.
    Yavaş atın çiftesi pek olur.
    Yeğniyi yel alır, ağır yerinde kalır.
    Yıkılan yıkışa doymaz.
    Yoldan giden yorulmaz.

    Z

    zanapa: İri bir elma türü.
    zanzun: Ciddiyetsiz.
    zavarcı: Yalancı.
    zınarmak: Oyunbozanlık yapmak.
    zırık: Erkek eşek.
    zobu: İri yarı.
    zorsunmak: Bir işi yapmakta isteksiz davranmak.
    ………………………………
    Zıpçık gibi: Diri, çevik.
    Zorunan köpeği mirasa getirmek: Layık olmaya iyilik yapmaya çalışmak.
    Zot koymak: Değersiz duruma düşürmek.
    ……………………………..
    Zahmetsiz rahmet olmaz.
    Zaman sana uymazsa, sen zamana uy.
    Zengin arabasını dağdan aşırır, yoksul düz ovada yolunu şaşırır.
    

Kurtuluşa Giden Yolda Göreliler

Osmanlı Devleti’nin son dönemleri yenilgilerle geçmiştir. Yapılan savaşlarda binlerce Anadolu çocuğu, cephelerde yıllarca savaşmış, 10 yıl gibi uzun bir sürelerle evinden ocağından uzak kalmıştır.  Bu yiğitlerden  kimisi hiç evine dönememiş, şehit olmuş, kara toprakla buluşmuştur. Binbir tehlike atlatıp evine dönebilenleri, çocukları tanıyamamış, onları bir yabancı olarak görmüştür.  Bugünlerimizi borçlu olduğumuz atalarımızı anmak da bizim boynumuzun borcu olmuştur.
Burada bir örnek vermek istiyoruz.  Abdullah Sucu, Mustafa Kızılkaya, Karacoğlu Mustafa 1912-1921 yılları arasında Osmanlı ordusunda askerlik yapmışlar, Kosova, Kafkaslar, Arabistan cephelerinde çarpışmışlar. 1918’de Bağdat’ta, İngiliz’e esir düşmüşler, Hindistan’da 3 yıllık tutsak kalmışlar. Savaş resmen bitince, gemi ile İstanbul’a getirilip serbest bırakılmışlar. Aradan birkaç geçmeden, bizi Anadolu’dan kovmayı amaçlayan İngiliz Emperyalizminin maşası durumundaki Yunan askerlerinin Haymana’ya doğru ilerlediği günlerde, tehlikeyi görüp gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı’na katılmışlardır. Burada onları sevgiyle,  rahmetle anıyoruz.  
Aşağıda, 1. Dünya Savaşı’na, (Çanakkale Savaşı da 1. Dünya Savaşı’nın içinde geçse de tarihimizde önemli bir yeri vardır ve ayrı bir başlığı hak etmektedir.) Çanakkale Savaşı’na ve Kurtuluş Savaşı’na katılmış Görelilerin adlarını veriyoruz. Ulaşamadıklarımız varsa, şimdiden bağışlanmamızı dileriz.


Çeşitli Savaşlara Katılan Göreliler

Hatipoğlu Ahmet (Ercan) –şehit, evli (Yemen)
Cin Ali (Bahadıroğlu) - şehit (Yemen)
Ahmet Cemal Ateşok (Kore)
Ahmet oğlu Bilal (Sucu) –şehit (Yemen)
Kofalakoğlu Yan Ali-şehit  (Sarıkamış)
Abdullah Sucu (Kosova, Kafkaslar, Arabistan)
Eyüp (İyiplerden İsa oğlu)-şehit ( Sarıkamış, Evli 3 çocuk)
Mustafa (Meraba’nın babası) – şehit (Balkan Savaşı) 
Mustafa Kızılkaya (Kosova, Kafkaslar, Arabistan)
Karacoğlu Mustafa (Arabistan)
Hilmi Neylüfer(Arabistan)
Halit Güney (Balkan, Arabistan)
Osman Fidan (Tahtabacak) Bağdat- İngilizlere tutsak.
Osman (Alioğlu) Sarıkamış 
Rafet (Bahadıroğlu)-şehit ( Yemen)
Yakup Kaynar (Balkan)
    
Çanakkale Savaşı’na Katılan Göreliler

    Ahmet Çolak 
    Terlemezoğlu Ali – şehit
    Ali (Samitoğlu-Uçar)-şehit (Evli)
    Ali (Tiftikoğlu-Akdemir) - şehit 
    İsa oğlu Ethem – şehit (16-17 yaşında)
    Halit Güney
    Hasan Çavuş (Küçük Hacağmetlerden –Fırıncı) 
    Hasan (Hasan Hocalardan-Özburun)- şehit (Evli 1 kız, 1 erkek)
    Hasan (Ailoğlu) – şehit (evli, 1 oğlan 1 kız)
    Hüseyin (Alioğlu) – şehit (evli, i kız, 1 oğlan)
    Camızcıoğlu Hilmi  (Neylüfer)
    Hasan Hüseyin Şimşek
    İsa – şehit
    İsmail (Tiftikoğlu- Akdemir) şehit
    Ali oğlu İsmail – şehit , (Doğruer’lerden, 16-17 yaşlarında.) 
    Kofalakoğlu İsmail – şehit   (borazan onbaşısı)
    Mehmet oğlu İsmail – şehit ( Köriminler’den, Aslan)
    Mehmet –şehit (Ömer Gürbüz’ün babası- Boranlar’dan)
    Mustafa (Çamakoğlu Hasan oğlu)-şehit (Evli, 1 kız)
    Kofalakoğlu Mehmet Güney – (Ağaçayak)
    Osman Metin 
    Tiftikoğularından İsmail (Akdemir) –şehit (4 çocuk)
    Yakup Kaynar (Parmaksız Yakup)

Kurtuluş Savaşına Katılan Göreliler
    
    Abdullah Sucu
    Ali Kılıç
    Ali Osman Güney
    Dayıosmanın Salih
    Halit Güney
    Hasan Hüseyin Şimşek
    Hasan Ertaş 
    Hilmi Neylüfer
    Hüseyin Karaman
    Mustafa İpek (Poli)
    Mustafa Kaya (Topçu çavuşu)
    Mustafa Kızılkaya
    Mustafa Polat
    Mustafa Ünal
    Recep (Tavuğun)
    Süleyman Sucu    
    Yakup Kaynar

16 Yaşında Asker –Kınalı Kuzu

    Ali oğlu İsmail (Hacıkadirlerden), daha 16-17 yaşındaydı. O da köyden askere gidenlerin arasına karışıp Çanakkale savaşına gönüllü katılmak istedi. Arkadaşı Ethem katılıyordu savaşa. O neden katılmasındı? Onun nesi eksikti? Anası, onu bugünler için doğurmamış mıydı? Gidecekti, o da gerekirse vatan için canını verecek, şehit olacaktı. 
Anası Zeliha Kadın; “Oğlum, yavrum daha küçüksün. Savaş çocuk oyuncağı değil.”  diye yalvardıysa  da İsmail’i vazgeçiremedi.   
     Zeliha ana, baktı ki İsmail kararlı, yüreğine taş bastı, gözyaşlarını içine akıttı.  Tuttu, o akşam oğlunun eline kına yaktı. Daha 16 yaşında, belki de gönlüne sevdanın ateşi düşmemiş oğlunu askere bir “kınalı kuzu” olarak göndermek geçti içinden.  
Öte yandan,  İsa, ile oğlu Ethem, sabahleyin erkenden kalktılar. Ballıüstündeki bağı budadılar. Öğle üzeri eve döndüler. Ailece oturup son bir kez yemek yediler. İsmail onları bekliyordu. Kalanlarla helalleşip düştüler yola. Yüreklere düşen ateş yaktı kavurdu anaları, bacıları, eşleri, yavruları. İsa’nın kızları Taybe ile Kiraz, babalarının, kardeşlerinin arkasından hıçkıra hıçkıra ağladılar.  Gidenler, iki adımda bir dönüp arkada kalanlara el sallıyorlardı. Zeliha kadın, İsa’ya seslendi: “Yavrular sana emanet, Kınalı kuzular sana emanet İsa! Kurda kuşa yem etme çocuklarımızı!”
     Analar, bacılar, oğulcuklarının, kardaşlarının, eşlerinin arkasından gözyaşı döktüler,  türküler yaktılar. Körpecik kuzular savaşa gidiyorlardı, ama geri dönecekler miydi? Onları bir daha görecek miydiler?
Göre’dekilerin gözleri yollarda kaldı. Aylarca, oğul, eş, baba yolu gözlediler. Ancak, gidenler geri gelmediler. Vatan için şehit düşmüştüler.  Anacıklar, şehit anası olmanın gururunu yaşadılar. Geri kalan ömürlerini de onları bir an bile unutmadan, onların acısıyla geçirdiler. Öbür dünyaya onların adlarını sayıklayarak göçtüler. Onların öyküleri, kuşaktan kuşağa aktarılarak, bugünlere geldi. Torunları onları hep sevgiyle andılar.

Çanakkale’de Üç Kardeş

Arabistan Cephesinde yıllarca çarpışmış olan Kofalakoğlu Halit’in (Güney) yolu bu kez de Çanakkale’ye düşer. Kardeşleri Mehmet ile İsmail de Çanakkale’ye gelir. Kardeşler ayrı ayrı bölüklerdedir. Yalnız, birbirleriyle bağlantıları kesilmez. Düşman gemilerinden atılan bir gülleden fırlayan bir şarapnel parçası Mehmet Çavuş’un bacağını parçalar. Mehmet’i, savaş alanından  Göre’den birlikte savaşa katıldıkları Camızcıoğlulardan Hilmi Neylüfer çıkarır.  Bacak kesilir. Mehmet köye döner.
Yine bir çarpışmada, borazan onbaşı İsmail’in birliğinden (57. Alay) yalnızca 60 kişi sağ kalır. Haberi alan Halit, savaş alanına koşar, yere serilmiş, al kanlar içinde yatan yüzlerce şehit içinde kardeşini arar. Arar ama, toza toprağa bulanmış ana kuzularının hepsi de birbirine benziyor. Bunların arasından İsmail’i nasıl bulacak? Diz çöküp şehitler için bir dua okur. Tam umudunu kesip oradan ayrılacağı sırada, İsmail’in sol elinin serçe parmağının kopuk olduğu gelir aklına. İsmail’in parmağı, Göre’de kağnı tekerinin altında kalıp kopmuştur.
Halit, deli gibi şehitlerin arasında dolaşmaya başlar. Şehitlerin sol ellerine bakmaktadır. Çok geçmeden, sol elinin perçe parmağı kopuk bir şehit bulur. Çevirip bakar  ki İsmail! Üzerine kapanıp ağlar. Sonra da orada bulduğu kazma kürekle ivedi ivedi bir mezar kazıp İsmail’i oracıkta toprağa verir. (Anlatan: Osman Güney)

Hüseyin Karaman’ın Kahramanlığı

    Hüseyin Karaman, Kurtuluş Savaşı’nda, binlerce Anadolu yiğidi gibi yurdunu ölümüne savunup düşmanla gırtlak gırtlağa boğuşmaktadır. Atatürk’ten gelen bir emir üzerine birkaç arkadaşıyla birlikte kömürcü kılığına girerek işgal altındaki İstanbul’a giderler. Orada buluştukları başka kahramanlarla gece, gizlice karakollardaki İngiliz bayrağını indirip denize atarlar. Yerine Türk Bayrağı çekerler. Ertesi gün Atatürk İngilizlere ültimatom verir: “İstanbul’u bir hafta içinde terk etmezseniz, tüm İngiliz askerlerini esir alacağım!” İngilizler, bakarlar ki pabuç pahalı, Atatürk’ün verdiği süre dolmadan İstanbul’dan çekilirler. 
    (Bide’nin Hüseyin Ağa, başından geçen bu öyküyü, öğretmen Hamdi Sucu’ya ağlayarak anlatır.)

İkiyüzlü İngiliz

    Kafkas Cephesinden Bağdat cephesine sevk edilen ordu ile Bağdat cephesinde bulunan ordu, birbirini düşman askeri sanarak sabaha dek savaşırlar.Sabahleyin, karaya çıkan İngilizler, birbirini tüketmiş olan ordulardan kalanları kolayca teslim alır. Teslim olmak için ellerini kaldırmış olan Türk askerlerini, bir İngiliz askeri süngülemektedir. Muçoğlu Abdullah’a 3 asker kala, ufak defek bir Türk askeri arkasına sakladığı tüfeği ateşleyerek İngilizi öldürür. O zamana değin görmezlikten gelen İngiliz makamları, olaya el koyarlar ve bir açıklama yapmak zorunluluğunu duyarlar: “O asker Ermeni idi…” (Anlatan: Hamdi Sucu)

Mustafa Kızılkaya (Kocoğlan) (1889-1962)

    27 Mayıs 1960 günü ihtilal olduğundan okullar tatil edilmiş, Salih Kızılkaya da Nevşehir’e ortaokula gidememiştir. Evde eli boş durmanın ne alemi var! Dedesi (Mustafa Kızılkaya) onu Yukarı Yazı’ya at gütmeye götürür. Dede ile torun Büyüköz’ün boş alanlarında atlarını yayarlar. Dede sağa sola bakınır, gülümser:  “Bizim burada iyi savaş olur ha!”  der. “Arabistan çöllerinde böyle inişli çıkışlı arazi yok. Dümdüz kum. Siper alacağın bir tümsek bile bulunmaz.”
    Mustafa Kızılkaya, torununa savaş anılarını anlatmaya başlar: “Yaşımız gelince asker olduk. İstanbul’da Fatih Kışlasına geldik. Boyuma bosuma bakıp beni tulumbacı sınıfına ayırdılar. Hafta sonlarında, İstanbul’daki teyzemin evine (İstanbullu Ahmet’in babası Hafız Tahir’in evi) evci çıkıyorum. Bir süre sonra, bizi Bağdat’a gönderdiler. Yanımıza da Arabistanlı askerleri kılavuz olarak verdiler. 
Onlar bize yol gösterecekler. Arabistan’a varınca, işler değişti. Arap askerler, bizi tuzağa düşürüp elimizdeki avucumuzdaki birkaç kuruş harçlığı almaya kalktılar. İstanbul’dan ayrılırken, teyzemin bana verdiği bir altını kaptırmamak için yuttum. Gel gör ki, altın midede durmaz ki, ikide bir kontrol etmek gerek. Muçoğlu Adullah da yanımda. O da altının çıkıp çıkmadığına bakıyor. Neyse altını kaptırmadık Araplara. Açlık, susuzluk… Ay aydınlığında bir gece, nasıl bir ekmek kokusu çavdı burnuma. Baktım, Araplar yemek yiyorlar. Yavaşça sokuldum. Alaca karanlıktan da yararlanarak ekmeği çaldım. Aynı anamın ekmeği gibi kokuyordu. 
    Elimizdeki birkaç mermiyi attık. İkmal olmayınca teslim olmak zorunda kaldık. İngilizler soydular. Adem baba gibi olduk. Üstümüzden çıkan giysileri ateşe attılar. Kirden iyice yağlanmış, bit torbasına dönmüş giysiler nasıl yanıyor! Bitler yandıkça, çatır çutur sesler çıkıyor. Sonra bir bidonun içine naftalin eritip bitlerin en çok yerleştiği bacak aralarımızı, koltuk altlarımız onunla fırçaladılar. İki parça kaput verdiler. Birini altımıza, birini üstümüze sardık. Bizi bir gemiye bindirdiler. 39 gün gemiyle gittik. 40. gün, uzaktan eşek palanı gibi dağlar göründü. Karaya çıktık. Hava cehennem gibi sıcak. Çöl sıcağından da beter. Nemli… Dayanamadık. Akdeniz humması denen bir hastalığı yakalandık. Karınlarımız şişti, boyunlarımız inceldi, göğüs kafesi yükseldi. Neredeyse öleceğiz.
    Bizi, Hindistan’ın Birmanya eyaletinin Mekdine kasabasına götürdüler. Orada biraz düzeldik. 4 yıl boyunca, kağnı ile dağdan taş taşıdık. Bir gün, kağnının bir parçasını çıkarıp ırmağa attım. Benim attığımı bildiler. Ceza olarak her gün dağdan sırtımda taş taşıttılar. 
    Savaş bitti, bizi gemi ile İstanbul’a getirip bıraktılar. Çok hastaydım, yürüyemiyordum.  Karacoğlu Mustafa ile Muçoğlu Abdullah olmasaydı İstanbul’a gelemezdim. İstanbul’da, teyzemlerde 3 ay kaldım. Teyzem bana iyi baktı, iyileştim. 
    Bir gün balık pazarına gittim. Orada, Nevşehirli bir Rum beni tanıdı. Boynuma sarıldı. Cebi para dolu önlüğünü çıkarıp bana vermeye çalıştı. Almadım. Gönlü kalmasın diye yalnızca 50 kuruş aldım. 
    Trenle Himmetdede istasyonuna geldim. Orada, askerlerin kaldığı bir handa geceledim. Sabahleyin hancı, tarhana çorbası ile tandır ekmeği ikram etti. Çok hoşuma gitti. Oradan yaylı araba ile Nevşehir’e ulaştım. Nevşehir’de Necip Emmimi gördüm. Saç sakal birbiren karışmış. Emmim; “Oğlum baban seni böyle görmesin, gel berbere gidelim dedi. Güzelce traş oldum. Babam da Nevşehir’deymiş 8 yıl sonra birbirimize kavuştuk. Akşama doğru Göre’ye döndük.
    Mezarların arasında, Çil Nazik, değirmene zahire götürüyordu. Beni tanıdı. “Mustafa hoş geldin.” dedi. Eve geldik. Kapıyı çaldım. Anam açtı. Beni tanıyamadı. “Oğlum, akşam akşam ne istiyorsun?” dedi.  Babam, “İyi bak, senden ne istiyor.” dedi. Benden umudu kestikleri için, anam bir çocuk daha doğurmuş, adını Davut koymuşlar.  “Ana, bu adam kim? Niye bizi yemeğimizi yiyor?” diye söylendi durdu.
    Kurtuluş Savaşı başlayınca, bizi yeniden askere çağırdılar. Afyon cephesine gittik. 26 Ağustos gecesi, gökte ay ile yıldız, bayrağımızdaki gibiydi. Komutan, öncülere sordu: Şu tepeye biz mi önce çıkarız, düşman mı?” Öncüler; “Biz önce çıkarız.” deyince meşelerden kestiğimiz sopalara dayana dayana çıktık tepeye. Biraz sonra, düşman saldırdı. Taşlarla, sopalarla kovaladık onları. Sonra arkalarına düştük, 9 gün Manisa’ya kadar kovaladık. İşte böyle oğul. Bu hesaba göre, dedenin 10 yılı savaşlarla geçmiş. Söylemesi kolay! Bu vatanı kolayına kurtarmadık. Nice yiğitler gittiler, dönmediler. Bu toprakların kıymetini bilin.” 

Tahta Bacak

    Muçoğlu Abdullah, Davutoğlu Mustafa, Karacoğlu Mustafa, Cinbaşoğlu Osman, 1. Dünya Savaşında Arabistan Cephesinde İngiliz’e tutsak düştüler. İngiliz, tutsakları, o zamanlar sömürgesi olan Hindistan’a götürdü. Aşırı sıcak, nem bizim Anadolu çocuklarını yeri bitirdi. Hasta olmayan kimse kalmadı. Üstüne üstlük, bir de trahom hastalığı, ortalığı kırdı geçirdi. İngilizlerin emrinde çalışan bir Ermeni doktorun bilerek verdiği yanlış bir merhem yüzünden pek çok askerin gözü sakatlandı.
    Tutsaklar, at eti yemeyi reddettiklerinden 9 ay boyunca ot yediler. Beslenemediler. Hastalıkları katlandı. Cinbaşoğlu Osman’ın (Fidan) ayak başparmağında kara bir benek çıktı. Tutsaklıktan kurtulup Göre’ye dönünce, ayağı kangren olup kesildi.  Ona bir tahta bacak yaptılar. Kalan ömrünü bu bacakla geçirdi. 1967’de öldü.
    
Karacoğlu

    Karacoğlu Mustafa’nın sağ omzunda iki kurşun yarası vardı. Torunu Durmuş’a gösterir, nasıl yaralandığını anlatırdı. Açlık, yoksulluk, sefalet… Salgın hastalık ortalığı kasıp kavuruyor. Askerler sinek gibi kırılıyorlar. Hastalığı askerden askere bulaştıran da bit. Askerler bit yüzünden, hem hastalanıyorlar hem de hatır hatır kaşınıyorlar. Kaşınmaktan yorgun düşünce de üstlerinde ne varsa çıkarıp giysilerindeki bitleri ayıklamaya girişiyorlar. Bir yandan düşman, bir yandan bit.  Asker, iki ateş arasında kalmış. Mühimmat da bitmiş. İngilizlere tutsaklık bu koşullarda oluyor. Sonra gemilere doldurulup Hindistan’a götürülüyorlar. Hindistan’ın korkunç sıcağı onları bekliyor. 

Poli Mustafa

    Turasıllılardan Hüseyin oğlu Hasan Ertaş ile Poli Mustafa İpek, Kurtuluş Savaşında yan yana savaşmışlar. Poli Mustafa çok iyi kalpli, saf bir insanmış. Savaşın en kızgın zamanında, ayağa kalkar düşmana ateş edermiş. Kurşunlar vızır vızır sağından solundan geçer, bir tanesi bile Poli Mustafaya isabet etmezmiş. 
    Hasan Ertaş, bu öyküyü torunu Musa’ya anlatırken, kurşunların Poli Mustafa’ya isabet etmeyişini onun iyi kalpli oluşuna verirmiş.

Yeniden Cepheye

    1922 yılı haziran ayı… Göreliler, İvrişi’de toplanmışlar, yaklaşmakta olan harman mevsimi için öküzlerini nallatmaktalar. O sırada, Tosunoğlu adlı bir Nevşehir Rum’u, eşeğinin üzerinde, şen şakrak Görelilere yaklaşıyor. “Ulan Delibalak, (Terlemezoğlu İsmail) bizimkiler yakında geliyor. O zaman bu eşek yerine senin sırtına bineceğim.” diyerek eşeğine sopa ile vurarak uzaklaşır.
    Düşman Haymana’ya yaklaşmıştır. Top sesleri Ankara’da duyulmaktadır. Yüzyıllardır Türklerle bir arada yaşayan Anadolu Rumları iyice şımarmışlardır. Tosunoğlu’nun bu hakareti Görelileri harekete geçirir. “Yunan gelirse halimiz nic’olur! Gidip Mustafa Kemal’e asker yazılalım,” diyerek Niğde’nin yoluna düşerler. Niğde’deki teşkilat gönüllü askerleri giydirip kuşatıp Nevşehir’e gönderir. Nevşehir’de başka köylerden gelmiş gönüllüler de vardır. Kosova’da, Kafkaslarda, Arabistan’da çarpışmış Göreliler, bu kez de Afyon Cephesi’ne gönderilirler. 
    Savaş tüm hızıyla sürmektedir. Mustafa Kemal, düşmanın eline geçmiş olan Çiğiltepe’nin yarım saat içinde ele geçirilmesini emreder. Çünkü burasının askeri önemi pek büyüktür. Komutan Albay Reşat tüm gücüyle yüklenir. Askerlerimiz, kahramanca çarpışır. Çiğiltepe bir türlü düşmez. Bunun üzerine Albay Reşat, “Verilen emri yerine getiremedim. Ben Mustafa Kemal’in yüzüne nasıl bakarım” diye üzüntüsünden intihar eder. Reşat Bey’in intiharından kısa bir süre sonra Çiğiltepe düşmandan temizlenir, şanlı bayrağımız tepede yeniden dalgalanmaya başlar. 
    Çiğiltepe’nin alınmasından sonra, Mustafa Kemal, Reşat Bey’i telefona ister. İntihar ettiğini öğrenince gözyaşlarını tutamaz. Olayın tanığı Abdullah Sucu, savaş anılarını anlatırken bu olayı hiç unutmaz. (Anlatan: Hamdi Sucu)

Göre’de Yaşanmış Olayların Öyküleri
    
    Ben de Hasta Olacağım

    Göre’de bir muhtarlık seçimi… Alioğlu Ali Ağa’nın kapısı çalınıyor. Kapıyı, o sırada hayatı süpürmekte olan Ali Ağa’nın karısı Hatçe Aba açıyor. Gelenler, bir muhtar adayının adamları.  
    “Haydi, Hatça Aba, oy atmaya gidiyoruz.” diye ivdiriyorlar.
    Hatçe Aba’nın hiç oralı değil. Eğilip hayatı süpürmeye koyuluyor. Adamlar telaşlanıyorlar.
    “Ali Ağa içerde mi?”
    Hatçe Aba, başını kaldırmadan yanıtlıyor:
    “Ali Ağanız hasta kuzum; içerde yatıyor. Şu hayatı süpüreyim, ben de hasta olacağım.” 

    N’öörüyon

    Delikanlı, gönül verdiği kızı çeşmede görüyor. Çevresine bakınıyor, gelen giden yok. Konuşmanın tam sırası. Yüreği, güm güm vurarak yaklaşıyor. Kız, onun geldiğini görüyor, güldüğünü göstermemek için başını dolmakta olan testiye eğiyor.
    “N’öörüyon?” diye soruyor delikanlı
    Kız, yanakları al al, başını kaldırıyor:
    “N’öörüyüm…”
    Delikanlı, kızdan birkaç sözcük daha duymak istiyor:
    “Aban n’öörüyor?”
    “N’öörsün…”
    Delikanlının aklına başka bi şey gelmiyor. Yürüyüp gidiyor.    

    Takma Diş

    30-40 yıl önce, Göre Belediyesinin hoparlöründen ikide bir duyurular yayınlanır:
    “Kahvelerin önüne karpuz gelmiştir. Almak isteyenlere duyurulur.”
    “Kahvelerin önüne nalbant gelmiştir. Eşeğini nallatmak isteyenlere duyurulur.”
    “Ali Osman Ercan, Alıçyazısı yolunda kaysı almaktadır; duyurulur.”
    Birgün Göre belediyesinin hoparlöründen değişik bur duyuru yayınlandı:
    “Dağ yolunda, mendile sarılı takma diş bulunmuştur. Takma diş yitirenlerin belediyeye başvurması duyurulur.”


    Ben Yemem Ya

    Kofalakoğlu İbrahim, karısı Nesibe, çocukları; Hüseyin, Mehmet, Halit, İsmail, Ahmet, Ali Osman, Hatice sininin çevresine dizilmişler, yemek yiyorlar. Bir ara, Halit, Mehmet’in koluna dokunuveriyor, kaşıktaki pilav olduğu gibi sofraya saçılıyor. Baba, Halit’e bir tane yapıştırıyor. Halit, ağlayarak sofradan kalkıyor. Odanın köşesinde suratını asıp oturuyor.    
    Ana yüreği… Nesibe Kadın, bir çanağa biraz yemek ayırıp bir kenara koyuyor. Halit, yemeğin kendisine ayrıldığının ayırdında, ortaya konuşuyor:
    “Ben yemem ya, kime ayırdınızsa o yemek az.” 

    Beni de Al

    Kır Üseyin (Hüseyin) Göre’ye kuzu çobanı durur. Köylü ondan çok memnundur. Kır Üseyin, tembellik etmez. Kuzuları dağ bayır dolaştırır, karınlarını bir güzel duyurur. 
Birgün, köyden birkaç yaramaz genç, sürüdün bir kuzu çalıp yerler. Çalınan kuzu, Güdük Sıddıka’nındır. Kır Üseyin bir yandan, Güdük Sıddıka bir yandan kuzuyu günlerce  boşuna ararlar.  
Kuzunun çalındığı anlaşılınca, Güdük Sıddıka, birgün sürünün içine dalar, Kır Üseyin’in eşeğini yularından yakalar. 
    “Kuzumu çaldırdın Üseyin!” diye bağırır.  “Kuzumun yerine eşeğini alacağım!”
    Güdük Sıddıka’nın anlayışsızlığı karşısında canından bezmiş olan Kır Üseyin, yumruğunu döşüne vurarak karşılık verir:
    “Al Sıddıka,  eşeği de al, beni de al kurtulayım!”

    Başbakan Yardımcısı

    1970’li yıllar… Musa Terlemez, kahvelerin önüne oturmuş, söyleşiyi koyultmuştur. Çevresindekilere İzmir anılarını anlatmaktadır. O, İzmir ayaklıdır. Kışın, Göre’de bomboş oturmak yerine,  İzmir’in yolunu tutar. Orada çalışır çabalar, ne iş olsa yapar. Evinin masrafını doğrultur. Yazın Göre’ye dönüp tarla tapan işleriyle uğraşır. 
    Musa hoşsohbettir, şakacıdır. Kendisine takılanlara zekice yanıtlar verir.
Göre’nin okumuşlarıyla arası iyidir. Karşılıklı olarak birbirlerine takılırlar. İşte, karşısına öğretmenleri almış, verip veriştirmektedir:
    “Okumuşsunuz da ne olmuş! Ya öğretmen olmuşsunuz, ya katip! Ben sizin kadar okusaydım, başbakan yardımcısı olurdum!”

    Kırk Kıble

    Ali Osman Şahin, harmanda döven sürmektedir. Öğle vakti ötüzleri durdurur, çabucak abdest alıp dövenin üzerinde namaza durur. Dövenin üzerine birinin çıktığını gören öküzler, alıştıkları gibi dönmeye başlarlar. Ali Osman Şahin, istifini bozmaz, döne döne namazını kılar. Namaz bitince, eline mesesi alıp öküzleri dövmeye girişir.
    Koşmuşu Ali Osman Ercan seslenir:
    “Alisman Emmi, niye dövüyorsun öküzleri? Yazık değil mi! Ne suçu var hayvanların?”
    Ali Osman Şahin, elindeki mesese dayanıp soluklanır:
    “Onlar suçlarını biliyor. Doğru dürüst namaz kıldırmadılar. Kırk kıbleye taptırdılar beni!”

    Şehirli

    Aşık (Ali Osman Pınarbaşı) Nevşehir’de bir duvar ustasının yanında çalışmaktadır. Usta, halapa (yontulmamış taş) ile duvar örmektedir. Halapalar, ancak aralarına küçük taşlar sıkıştırılarak dengeye getirilir. Bu küçük taşlara, sağda solda atılı haliyle moloz, duvarda kullanılırken helik denir. Nevşehirliler ise, hangi halde olursa olsun, moloz anlamında Göreli derler.
    Aşık’ın yanında çalıştığı usta da hazır yanında çalışan bir Göreli bulmuşken, bu hazzı yaşamak ister: “Aşık, ver oradan bir Göreli!” diye seslenir.
    Aşık, bu dokundurmaya içerler. Sağa sola bakınır, yerden aldığı bir briket kırığını uzatır: “Ustam, Göreli bulamadım. Şehirli olsa olur mu?”

    Arpa

    Ali Kaya, yaşlanmıştır. Ağır hastadır. Yine de ziyaretine gelenlere, o hasta haliyle şaka yapmaktan geri durmaz. Halini hatırını soranlara şu yanatı verir:
    “Azrailin atının torbasına bir koçam arpa attım; şimdilik paçayı kurtardık.
Ancak, Azrail, bir daha ki sefere arpayla kurtulamazsın ha! dedi”

    Görece
    
    Emrullah Güney’in üniversite’den arkadaşı, Ereğlili Eyüp Karakaya,
Davetli olarak Göre’dedir. Eyüp, Emrullah’ın enişteleri, Hamdi, Halil, Erol’un da bulunduğu söyleşide, konuşmaları ilgiyle dinlemektedir. Bir ara, ortaya bir soru atar:
    “Siz, dedenize ne dersiniz?”
    “Baba.”
    “Ninenize?”
    “Ana.”
    “Ya babanıza?”
    “Ağa.”
    “Annenize?”
    “Aba.”
    “Ağabeyinize?”
    “Güccaa.”
    “O, ne demek?”
    “Küçük Ağa’nın Görece’si…  Baba, asıl ağa olduğuna göre, onun yokluğunda ağabey babalık yaptığından, öyle ünlemek gelenek olmuş.”
    “Ablaya ne dersiniz?”
    “Bacı.”
    “Halanıza?”
    “Ama.”
    “Teyzenize?”
    “Hala.”
    “Amcanıza?”
    “Emmi.”
    “Amcanın, dayının karısına?”
    “Nene.”
    Bu yanıtlar karşısında, Eyüp kahkahalarla güler:
    “Azizim, ben daha önce hiç duymamıştım bunları!”
    “Tabii duymazsın,” der Halil enişte, “Çünkü biz Göreliyiz.” 

    Elma

    Lavgar’ın evine başka köylerden konuklar gelir. Konukların köyünde elma yetişmemektedir. O nedenle, iyi bir ikram olacağı düşüncesiyle konuklara bir sini içinde elma ikram edilir. Ne var ki, elmalar, konuğa ikram edilecek nitelikte değildir. Küçüktür, yaralı-berelidir, döküntüdür. O nedenle, konuklar elmayı yemekte pek istekli davranmazlar. Lavgar konuklarının isteksizliğine kızar:
    “Haydi yiyin. Telef olmasın. Yoksa ineklere vereceğim.”

    İspirto

    Mustafa Uğur, Nevşehir’den gelmektedir. Yolda, eşek arabası ile İniş Değirmenden gelmekte olan Sait Eker’le karşılaşır. Sait Eker alkoliktir, rakı, şarap bulamadığı zaman ispirto içmektedir. Mustafa, elindeki ispirto şişesini Sait Eker’e gösterir. Eker, koşarak Mustafa’nın yanına gelir:
    “Ne olur bir yudum alayım!”
    “Olmaz! İspirtoyu bitirirsin!”
    Eker, yalvar-yakar olur. Sonunda Mustafa şişeyi uzatır. Eker, kocaman bir yudum aldıktan sonra şişeyi geri verirken dua etmeyi de unutmaz:
    “Allah razı olsun! Geçmişlerinin ağzında bulunsun!” (Anlatan: Mustafa Uğur)

    Soğan Kokusu

    Musa Usta’nın kızı, Dobada yöresine gelin gitmiş.Gittiği yerde, doğru dürüst bağ-bahçe yok…. Yoksulluk diz boyu… Baba evi de bol-bolamat değildi ama… Gelin kızımız zari zari ağlar. Çoğu zaman açtır evin horantası. 
    Birgün, anası kalkar, kızını ziyarete gider, “Kızım ne halde” diyerekten.
Yol hediyesi olarak da bohçasına birkaç soğanla bir Göre çöreği koyar. Kızı, anasına sarılır ya gözü bohçadadır. Açar bakar, gözyaşlarını tutamaz. Duygularını şöyle dile getirir:
    “Suvan mı getirdin gözel anam! Mis gibi koktuuu!”

    Bayramdan Bayrama

    Kasım ayının sonlarına doğru bir bayramın ikinci günü… Güneşli bir gün… Göreliler, hem bayramlaşıyorlar, hem de söyleşiyorlar. Birden, Nevşehir yönünden ardı ardına üç araba görünüyor. Kim acaba gelenler?
    Arabalar, kalabalığın önünde duruyor. Savcı, yargıç, avukat, esnaf… Nevşehir’in kalburüstü kişileri… Bayramlaşmaya gelmişler… Göreliler, karşılama kusur etmiyorlar. Sandalye çıkarılap çay ikram ediliyor.
    Söyleşi sırasında, orada bulunan Aşık A. Osman Pınarbaşı, konukları iğnelemeden edemiyor:
    “Bayramdan bayrama köye gelirsiniz/ Köylüyü her gün bayram yapar/ Kurban eti, ballı börek yer sanırsınız.” (Anlatan: Mustafa Güney)

    Dalgınlık

    Yan Ali, dalgınlılığıyla ünlüdür. Evden, bağa gitmek üzere çıkar,bir süre sonra, kendini harımlarda, elma ağacının dibinde bulabilir. İşte bugün de kirizma yapmak üzere bağa gidecektir. Erkenden çıkar yola. Bir süre sonra, kazmayı evde unuttuğunu anlar. Kazmasız kirizma yapılır mı! Geri döner.
    Ali eve gelince anası sorar:
    “Ali oğlum, ne unuttun yine?”
    “Ah sorma anacığım, ben bu dalgınlıkla ne yapacağım bilmem! Kazmayı evde unutmuşum. Kazmasız kirizma yapılır mı hiç! Topağı ellerimle mi kazacağım?”
    Anası, gülerek Ali’nin omzunda tutup durduğu kazmayı gösterir:
    “Ya bu ne oğlum? Omzundaki kazma değil mi?”
    Ali, bakar ki kazma omzunda! Yüzünde mahcup bir gülümseme dolaşır. Hiçbir şey olmamış gibi bağın yolunu tutar.

    Kofalak

    Yıl 1850… Kış günü, çat ayaz… Göre’de düğün var. Başka bir köyden Göre’ye gelin almaya gelmişler. Gelmişler ya yengeler seymenler ortada kalmışlar. Köyde, birkaç kişi dışında kimsenin konuk ağırlayacak gücü yok. Konuk, yemek ister, yatacak yer ister… Düğün sahibi dersen, ellerini ovuşturup durur. Kimseye “Konuklarımı ağırlayın” diyemez ya!
    Düğün sahibinin umarsızlığı karşısında, içi burkulan İsmail Koca’nın oğlu Mustafa Koca, herkesin içinde çocuklarına sesleniyor:
    “Oğlum, koca öküzü kesin, konukları ağırlayın!”
    Düğün sahibi geniş bir soluk alırken, Mustafa Koca’yı kıskananlar;
    “Koca kofaldı!” diyorlar.
    O günden sonra, Mustafa’nın lakabı Kofalak kalıyor. Onun soyundan gelenler, Kofalakoğlu lakabıyla anılıyor. (Anlatan: Şükrü Güney)

    7 Yıl Sonra 

    Bu çalınan, düğün davulu değil, savaş davulu. “Padişahımız efendimiz, kafire cihat ilan eylemiştir. Allah’ını, dinini, padişahını seven silah başına!”
    Köyden, eli silah tutanlar cepheye koşuyor. Hilmi durur mu! O da çarığını çeker, karısı Hava’nın ekmek, soğan, çökelek koyduğu çıkının sırtına vurup yayan yapıldak Niğde’nin yolunu tutar. 
    Hilmi’nin gidişinden 3 ay sonra, Hava bir erkek çocuk doğurur. Adını Mehmet koyarlar. Aradan yıllar geçer. Mehmet 7 yaşına gelip işin ucundan tutmaya başlar.
    Bir akşam, bir adam belirir kapıda. Yemen güneşi mi yakmış, Sarıkamış ayazı mı kavurmuş? Kapkara… Bu kara adam içeri alınır, yunur, yıkanır, başköşeye oturtulur. Pilavın çoğunu da o yer. Mehmet şaşkınlık içinde izler olanları.
    Derken, yatma zamanı gelir. Adam, abasının yatağına girmesin mi! Mehmet olanlara bir anlam veremez. Uykuları kaçsa da sızıp kalır.
    Mehmet, sabahleyin kapının gıcırtısına uyanır. Baksa ki abası dışarı çıkıyor. Eteğinden çekiştirip sorar: “Aba, bu adam, niye bizim pilavımızı yiyor? Niye seninle yatıyor?”

    Yukardaki öyküyü anlatan Hava Dudu sustu, artık gözleri görmediği için elinden düşürmediği bastonuna dayanarak doğruldu. Kendisini soluksuz dinleyenlere, sanki görüyormuş gibi baktı. “Yaa komşular, işte biz, çocuklarımızı böyle büyüttük.” dedi. (Anlatan: Mustafa Uğur)

    Meslekler

    Polisler: Abdullah Kahraman, Adem Dalkılıç, Ahmet Sucu, Ahmet Yavuz, Ali Karadeniz, Ali Ateşok, Attila Topçu, Avni Topçu (komiser), Durmuş Akdemir (kom.) Emrullah Kahraman, Erdoğan Topçu, Ergün Güleç, H. Osman Özkan,  H. İbrahim Dalkılıç, Hasan Mercan, Hüseyin Koçan, İbrahim Karakoyun, İsmail Ceylan (kom.), İsmail Gülsüm, İsmail Özkan, Kemal Karaaslan, Kerem Güney, Mehmet Özburun, Murat Bilgiç, Mustafa Gülsüm, Mustafa Kemal Güney, Mustafa Özburun, Nazım Kalay, Nazım Kılıç, Necip Subaşı, Osman Metin, Süleyman Sucu, Şahin Topçu, Yaşar Subaşı, Yusuf Koçan (kom.) Yüksel Korkmaz,
    
    Nevşehir İli Dışında Yaşayan Göreliler (Göre’den göçetmiş Göreliler)

    Adana: Görkem Güney, Muzaffer Dalkılıç, Mustafa Dalkılıç, Nuri Güney, 
    Ankara: Ahmet Ünal, Ali Çiçek, Ali Rıza Gölbaşı,  Alper Kaya, Ayşe Erdoğan,  Demet Ünal, Erdoğan Ünal, Figen Güney, Hatice Sönmez Kaya, Hatice Topçu Çorak, Hikmet Güney,Hilmi Bilgiç, Hilmi Ünal, İbrahim Bilgiç, İbrahim Topçu, İlhan Gölbaşı, Mehmet Güler, Meryem Çiçek, Mustafa Bilgiç, Mustafa Demir,  Naci Kaya, Nesibe Güney, Orhan Güney, Salih Kızılkaya, Yaşar Karaaslan, Yücel Güney, 
    Antalya: Cumhur Güney, Emin Güleç, Halit Güleç, İbrahim Ceylan, Mehmet Güney, Nevriye Özer Dinç, Remzi Ceylan, Süleyman Uğur,
    Aydın: Kadriye Çiçek
    Balıkesir: Adil Eraslan
    Denizli: Derya Güney Bağ
Diyarbakır: Emrullah Güney, Mutlu Güney,
    Edirne: Mehmet Uğur, Mustafa uğur, 
    Hatay: Mustafa Akdemir,
    İstanbul: Ahmet Kaya, Ahmet Özburun, Bekir Karaduman, Erdoğan Kaynar, Erdinç Ercan, Erdem Güney, Erdinç Güney, Hazım Şubaşı,  Kemal Uğurlu, Mustafa Güney, Mustafa Karaperçin, Mustafa Solmaz, Nimet Güney Dalkılıç, Nevzat Dalkılıç, Nihat (Tanju) Dalkılıç, Oktay Olgun, Osman Solmaz, Özen Güney, Sait Uğurlu, Yaşar Mercan, Remzi Ceylan,
    İzmir: Adem Ceylan, Attila Sucu, Hamdi Sucu, Mehmet Ünal, Murat Güney, Zafer Sucu, 
    İzmit: Dilek Kaya, Orhan Kaya.
    Kahramanmaraş: Mehmet Yılmaz.
    Kayseri: Deniz Güney, Tahsin Şimşek, Vehbi Doğan.
    Mersin: Adalet Eraslan, Ahmet Kaynar (Tarsus), Attila Topçu, Emin Eraslan, Esat Güney, Günaltay Güney Kozan, Gülay Güney Aydemir, Halil Kaynar (Tarsus), Hüseyin Güney, Musa Kaynar (Tarsus), Mehmet Güney,  Mehmet Gündoğdu, Mustafa Kemal Güney, Murat Güney, Mustafa Dalkılıç, Önder Dalkılıç, Özbek Güney,  Süleyman Kaynar, Tayyar Bozdemir, 
    Muş: Filiz Kaynar Açıkalın, Osman Çolak.
    Sivas: Fatih Bilgiç, Sedat Güney.
    Yalova: Ali İhsan Şubaşı
    Zonguldak: Fatma Ünal
    Almanya: Cenap Güney, Erkan Başgöl, Hanife Güney, İzzet Güleç, İzzet Öztürk, M. Ali Aydın, Turgut Kaynar, Zeynep Karaduman
    Finlandiya: Erol Uğur, Erdal Uğur, Erkan Uğur.
    Hollanda: Durmuş Akdeniz, Hüseyin Sucu, Mustafa Nejat Sucu, Yaşar Aydın,    

                                ………………………………………….