Dijital platform Gain’in yeni dizisi “500T: Kayıp Otobüs” ile sahte belgesel türünü deneyen yönetmen Murat Özsoy, “Bir otobüsün yok olmasından daha saçma şeylere alışığız. O yüzden bu türün önü açık” diyor.

Kayıp otobüs 500 T aranıyor

IŞIL ÇALIŞKAN

2014 yılında kaybolan ve hâlâ bulunamayan Malezya uçağı vakasından ilham alan Murat Özsoy, İstanbul’da Tuzla-Cevizlibağ arasında sefer yapan halk otobüsü “500 T”yi 7 bölümlük mini dizi olarak ekrana taşıdı. “500 T kaybolsaydı neler olurdu?” düşüncesinden yola çıkan dizi bu efsane hattaki otobüsün içindeki yolcularıyla ortadan kaybolmasına dair sır perdesini aralıyor. Olayla ilgili esrarengiz teoriler, kayıp yakınları, görgü tanıkları, uzmanlar ve araştırmacı-yazarların yorumlarıyla mercek altına alınıyor. Dün Gain’de gösterimi başlayan “500T: Kayıp Otobüs”ü Özsoy ile konuştuk.

►500T’yi ekrana taşıma fikrinin perde arkasını dinlemek isteriz…

İçinde 277 yolcusuyla beraber 2014 yılında kaybolan ve hâlâ bulunamayan bir Malezya uçağı var. O dönem dünyanın gündemini baya meşgul etmişti. Bu konuda onlarca komplo teorisi üretildi. Uçak düştü, düşürüldü, kaçırıldı, bilinmeyen bir yere indi… Birçok ülke seferber oldu. Arama çalışmalarına 650 milyon dolar harcadılar. Ama ne uçaktan ne de yolculardan bir iz bulabildiler. Sonra unutuldu. İki sene kadar haber değeri taşıdıktan sonra gündemden düştü Malezya uçağı. Uluslararası bir sefer yaparken kaybolan uçağın unutulması iki sene sürdü, Tuzla-Cevizlibağ arasında sefer yapan bir halk otobüsünün unutulması 10 gün falan sürer diye düşündüm. Ülke gündeminde bir olay ne kadar fantastik olursa olsun, hemen ardından daha uçuk bir hadisenin vuku bulmasıyla silinip gidiyor. Giden gittiğiyle, kalan kaldığıyla kalıyor. Kimseye harcayacak 650 milyon dolarımız da yok ayrıca günümüz kurunda. Fikir burdan çıktı aslında.

►Biraz da hem senaryosunu yazdığınız hem de yönetmenliğini yaptığınınız dizinin hazırlık sürecinden söz edelim mi?

İçinde onlarca insan hikâyesi, farklı farklı komplo teorileri ve polisiye ipuçları barındıran bir senaryo olduğu için yazım aşaması daha önce yazdığım her şeyden daha uzun sürdü. Kendi yazdığım bir senaryoyu ilk kez kendim yöneteceğim için de normalden daha fazla titizlendim. Genelde senaristler bir yerden sonra “bunu da yönetmen çözer bir şekilde” deyip hikâyedeki bazı karmaşalardan kendilerini sıyırırlar. Bunu kendime yapamadım tabii. Çekim hazırlıkları aşamasına geldiğimizde en çok önem verdiğim şey oyuncu konusu oldu. 500T’nin gerçek bir belgeselmiş gibi gözükmesi için daha önce televizyon ya da sinemada görmediğimiz, tanınmayan oyuncularla çalışmak istedim. Bu zordu tabii. Türkiye’de dizi ve sinema endüstrisi çok hızlı çalıştığı için bir dizide ölen oyuncuyu ertesi gün başka bir dizide görebiliyorsun. Hep tanıdık yüzler dönüp duruyor gibi geliyor izleyiciye bir yerden sonra. Hem yetenekli hem de keşfedilmemiş simalar bulmak kolay değil yani. O yüzden oynayacakları rollerle hemen empati kurabilecek kişiler seçmeye çalıştım. 500T’de otobüs şoförünü oynayan oyuncum geçmişinde İETT şoförlüğü yapmış mesela. Böyle kişilerle çalışınca, senaryodaki repliklere de noktası virgülüne takılmayıp, anlatacağın ana fikre yoğunlaşınca bu tarz oyunculardan çok iyi performanslar çıktı.

BURASI TÜRKİYE DEYİP KABULLENİRİZ

►Gerçek ile hayalcilik bu hikâyede hangi noktada buluşuyor?

Gerçek ve hayalcilik bu ülkede hangi noktada ayrılıyor ki? Bugün haberlere baktığımızda neyin gerçek neyin masal olduğunu anlayabiliyor muyuz? Konuşulan her şey ülkenin bir kısmına göre buz gibi gerçek, bir kısmına göre tamamen deli saçması. Bazen senaryo yazarken aklıma gelen fikirleri “bu kadarı da abartı olur” diye eleyebiliyorum. Bir iki ay sonra daha absürd olanını haberlerde görüyorum. 500T’deki referans çizgim de bu oldu. İstanbul’un göbeğinde bir halk otobüsünün hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolması uçuk bir fikir, evet. Ama yarın öbür gün buna benzer bir şey yaşanırsa da o kadar şaşırmayız. Hadi başta bir şaşkınlık yaşarız diyeyim. Sonra “Burası Türkiye” deyip kabulleniriz bence. Alıştık böyle şeylere.

►Türkiye’de denenmemiş bir türü deneyimleme tecrübesini nasıl aktarırsınız?

500T de Türkiye’de yapılmış ilk mockumentary oldu. Denemeler mutlaka vardır ama televizyon veya beyaz perdede ilk kez görecek seyirci bu türün yerlisini. Sahte belgesel diye çevirebiliriz mockumentary tanımını. Gerçek olmayan bir olayı gerçekmiş gibi anlatan belgesellerle böyle deniyor. Netflix’te Edis’in hayatını anlatan belgeseli bu kategoriye koymazsak 500T bir ilk. Tabi tam olarak bu türe girmese de bana çok ilham veren işler vardı geçmişte. Saadettin Teksoy’un 90’larda yaptığı fantastik programlar, Korcan Karar’ın Şok ismindeki efsane programı… İzleyicimizin bu yeni türü yadırgayacağını sanmıyorum. Milyonlarca kişi Müge Anlı’yı izliyor her gün. Bir otobüsün yok olmasından daha saçma şeylere alışığız. O yüzden bu türün önü çok açık diye düşünüyorum. Eminim bu işten sonra devamı gelir.

►Aslında insanlığa dair de çok önemli bir mesaj veriyorsunuz. Bir anlamda hayatın gerçekliklerini hatırlatıyorsunuz…

Anlattığım şey bir otobüsle birlikte yok olan 44 kişinin hikâyesi. Her gün o otobüslerle İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna gidip gelerek ömrünü yollarda tüketmek zorunda olan milyonlarca insan ne kadar var ve bunların bir kısmının bir gün birdenbire yok olmaları ne kadar etki eder hayatın akışına? Sorduğum soru bu.