ht t p: / / genclikcephesi.blogspot .com
IMGE
kitabevi
Michel Foucault, 1926'da Poitiers'de doğdu. 19701e College de France'a seçik.ı. Bütün
hayatım tarihin kapısından geçemeyen konulann tarihini yapmakla geçirdi. Foucault
1984'te Paris'te öldü.
Foucault'nun Eserleri:
Cinselliğin Tariki [3 c ] (Afa Yayınlan, 1986)
Söylemin Düzeni (Hil Yayınları, 1987)
Annemi, Kızkardeşimi ve Erkek Kardeşimi Kadleden Ben, Pierre Riviere (Ara
Yayıncılık, 1991)
Hapishanenin Doğusu (İmge Kitabevi Yayınlan, 1992, 2000)
Deliliğin Tarihi (imge Kitabevi Yayınları, 1992, 1995, 2000)
Ders Özetleri (Yapı Kredi Yayınlan, 1992)
Ben'in Yapımı (Ara Yayıncılık, 1992)
Bu Bir Pipo Değildir (Yapı Kredi Yayınlan, 1993)
Kelimeler ve Şeyler (İmge Kitabevi Yayınlan, 1994, 2001)
Dostluğa Dair (Hil Yayınlan, 1994)
Bilginin Arkeolojisi (Birey Yayıncılık, 1999)
Kendini Bilmek (Om Yayıncılık, 1999)
Entelektüellerin Siyasi İşlevi [Seçme Yazılar 1] (Ayrıntı, Yayınlan, 2000)
Özne ve iktidar [Seçme Yazılar 2] (Ayrıntı Yayınlan, 2000]
Büyük Kapatılma [Seçme Yazılar 3] (Ayrıntı Yayınlan, 2000)
Mehmet Ali Kılıçbay, 1945 yılında Ankara'da doğdu. Galatarasay Lisesi ni ve AÜ
SBFyi bitirdi, iktisat doktorası yaptı. Gazi Üniversitesinde ders veriyor, çeviri yapıyor,
kitap yazıyor, polemik yapıyor.
Kılıçbay'ın eserleri:
Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı tirelim Tarzı (1982)
Doğu'nun Devleti Batı'mn Cumhuriyeti (Gece Yayınlan, 1992; İmge Kitabevi
Yayınlan, 2001)
Şehirler ve Kentler (Gece Yayınlan, 1993; İmge Kitabevi Yayınlan, 2000)
Cumhuriyet ya da Birey Olmak (İmge Kitabevi Yayınlan, 1995, 2001)
Benim Polemiklerim (İmge Kitabevi Yayınlan, 1995)
Bu Dünyayı Yaşamak (İmge Kitabevi Yayınlan, 1995)
Felsefesiz Sanat Oyumuz Tarih (İmge Kitabevi Yayınlan, 1996)
Uyruktan Vatandaşa Geçimden İktisada (İmge Kitabevi Yayınlan, 1996)
Siy/ısetsiz Siyaset (İmge Kitabevi Yayınlan, 1998)
Dinin Fiziği Demokrasinin Kimyası (İmge Kitabevi Yayınlan, 1999)
Efsaneler ve Gerçekler (A. Y. Ocak, 1. Ortaylı, 1. Togan, S. Divttçioglu, S. Faroqhi,
T. Timur ile birlikte, İmge Kitabevi Yayınlan, 2000)
Ahşabın Öyküsü (imge Kitabevi Yayınlan, 2000)
ht t p: / / genclikcephesi.blogspot .com
Michel Foucault
Les Mots et les Choses
Une Archâologie des Sciences Humanies
ISBN 9755330755
© Editions Gallimard, 1966
© imge Kitabevi Yayınlan, 1994
Tüm haklan saklıdır.
Yayına izni olmadan, kısmen de olsa
fotokopi, film vb. elektronik ve mekanik
yöntemlerle çoğaltılamaz.
1 Baskı: Ocak 1994
2. Baskı: Ekim 2001
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hasan Tahsin Benli
Kapak
T. Tolga Özçelik
Kapak Resmi
Velâzquez, Los Meninas
Düzelti
Eylem Soner
Baskı ve Cilt
Pelin Ofset (312) 418 70 93/94
ht t p: / / genclikcephesi.blogspot .com
İmge Kitabevi
Yayıncılık Paz. San. ve Tıc. Ltd. Şti.
Konur Sok.No: 3 Kızılay 06650 Ankara
Tel: (312) 419 46 10 419 46 11 • Faks: (312) 425 29 87
İnternet: www.imge.com.tr • www.imgekitabevi.com
EPosta: imge@imge.com.tr • imge@imgekitabevi.com
imge
Ankara
Konur Sokak No: 43/A Kızılay
tet (312) 417 50 95/96 418 28 65
Faks: (312) 425 65 32
Dağıtım
İstanbul
Mühürdar Cad. No: 80 Kadıköy
Tel: (216) 348 60 58
Faks: (216) 418 26 10
Michel Foucault
Kelimeler ve Şeyler
insan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi
Fransızca Aslından Çeviren
Mehmet Ali Kılıçbay
2. Baskı
ht t p: / / genclikcephesi.blogspot .com
içindekiler
SUNUŞ
9
ÖNSÖZ
11
BİRİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ AYIRIM: ARKADAN GELENLER
27
İKİNCİ AYIRIM: DÜNYANIN ÜSLUBU
I. Dört Benzerlik
II. İmzalar
III. Dünyanın Sınırları
IV Şeylerin Yazısı
V. Dilin Varlığı
45
45
57
63
69
79
ÜÇÜNCÜ AYIRIM: TEMSlL ETMEK
1. Don Quichotte
II. Düzen
IH. İşaretin Temsili
ht t p: / / genclikcephesi.blogspot .com
83
83
89
100
Kelimeler ve Şeyler
6
IV
V
İkiye Katlanmış Temsil
Benzerliğin Hayal Edilmesi
"Mathesis" ve Taxinomia"
107
112
118
DÖRDÖNCÜ AYIRIM: KONUŞMAK
I. Eleştiri ve Yorum
II. Genel Gramer
III. Fiil Teorisi
IV Eklemleşme
V Adlandırma
VI. Türeme
VII. Dil Dörtgeni
127
127
132
147
153
164
172
180
BEŞİNCİ AYIRIM: SINIFLANDIRMAK
I. Tarihçilerin Söyledikleri
II. Doğa Tarihi
III. Yapı... §
IV Karakter
V Süreklilik ve Felaket
VI. Canavarlar ve Fosiller
VII. Doğanın Söylemi
187
187
191
197
205
215
223
232
ALTINCI AYIRIM: MÜBADELE ETMEK
I. Zenginliklerin Çözümlenmesi
II. Para ve Fiyat
III. Merkantilizm
IV Güvence ve Fiyat
V Değerin Oluşumu
VI. Yarar
VII. Genel Tablo
VIII. Arzu ve Temsil
241
241
245
252
261
274
282
289
298
İKİNCİ BÖLÜM
YEDİNCİ AYIRIM: TEMSİLİN SINIRLARI
I. Tarih Çağı
II. Emeğin Ölçüsü
III. Varlıkların Örgütü
IV. Kelimelerin Bükümü
V İdeoloji ve Eleştiri
VI. Nesnel Sentezler
307
307
313
319
328
334
343
SEKİZİNCİ AYIRIM: EMEK, HAYAT, DİL
I. Yeni Ampiriklikler
II. Ricardo
III. Cuvier
IV. Bopp
V. Nesne Haline Gelen Dil
351
351
355
369
392
413
DOKUZUNCU AYIRIM: İNSAN VE İKİZLERİ
I_ Dilin Geri Dönüşü
II. Kralın Yeri. . ^
III. Sonluluğun Analitiği
IV. Ampirik ve Aşkın
V. Cogito ve Düşünülmemiş
VI. Kökenin Geri Çekilişi ve Geri Dönüşü
VII. Söylem ve İnsanın Varlığı
VIII. Antropolojik Uyku
423
423
429
435
444
449
458
467
474
ONUNCU AYIRIM: İNSAN BİLİMLERİ
I. Bilgiler Üçgeni
II. İnsan Bilimlerinin Biçimi
III. Üç Model
IV Tarih
V Psikanaliz, Etnoloji
VI.
479
479
485
494
511
520
538
Sunuş
Theophile Gautier, Velâzquez'in Las Meninas'mı ilk kez gör
düğünde, "tablo nerede?" diye haykırmaktan kendini ahko
yamamıştır.
İlk bakışta, tablo basit bir konuyu işlemektedir. Kralın
beş yaşındaki kızı infante Margarita, nedimeleri (las meni
nas) ve soytanlanyla çevrelenmiş olarak tablonun ortasında
dır. En dip tarafta, saray nazınmn silueti görülmektedir, ama
biraz daha yakından ve daha dikkatle bakılınca, tabloda baş
ka kişilerin de olduğu fark edilmektedir. Dip duvarın üzerin
de bir ayna vardır ve aynadan İspanya kralı IV. Felipe ile
Avusturyalı kraliçe MariaAnna'nm görüntüleri yansımakta
dır. Ve ressamın bizzat kendisi, üzerinde çalıştığı tuvalde bi
ze ters dönmüş olarak görülmektedir. O halde, resmi yapılan
kimdir, kimlerdir? Tablonun adımn belirttiği gibi, nedimeler
mi, küçük prenses rai, yoksa kral ve kraliçe mi? Tablonun
mekânı nerededir? Ressamın çalıştığı atölyede mi, yoksa kral
ile kraliçenin bulunduğu yerde mi? Acaba iki tablo mu var
dır? Biri gördüğümüz, diğeri de görmediğimiz, ama yapıldı
ğını anladığımız. Asıl tablo hangisidir? Öte yandan, kral ile
kraliçenin durdukları yer, aynı zamanda bizim de, seyircinin
de durduğu yerdir. Las Meninas, bakanın bakılan olduğu ve
tablonun kişilerinin arasına katıldığı tek resimdir; ayna kral
ile kraliçenin görüntüleriyle birlikte, bizimkini de yansıtmak
durumundadır.
10
Kelimeler ve Şeyler
Böylesine bir tablo, bilgiyi bir kerede ebediyete kadar
verilmiş sayanları, eğer anlarlarsa, altüst edecek bir ele alış
tarzına sahiptir. Bilginin, bayrak yarışı gibi birikimli ilerledi
ğine inanan, buna iman eden (ne yazık ki bunların çoğu bi
zim ülkemizde yaşıyor) kişiler bu tabloda sadece nedimeleri
göreceklerdir.
Foucault, Kelimeler ve Şeyleri .yazmaya, însan Bilimleri
nin ArkeolojisVm oluşturmaya bu noktadan itibaren başla
maktadır. Yazar bu çok önemli ve fazlasıyla gürültü kopar
mış ve koparmakta olan eserinde, "biyoloji"den "psikolo
jiye, "dilbilim"den "iktisat"a kadar, insana ilişkin bütün bil
gilerin ani değişimlerin ürünü olduklarını ortaya koymakta
dır. Bu ani değişimler, bilgi edinmenin, bilgi sahibi olmanın
örgüdenmesini tepeden tırnağa elden geçirmekte ve gelişim
lerinin koşul ve sınırlarım her alanda tanımlayan epistemo
lojik bir bütünü (episteme) yeni baştan yaratmaktadır. Bilgi,
bir kerede ebediyete kadar geçerli olmak üzere ne bulunur,
ne de verilidir. Bilgi doğru veya yanlış olmak zorunda değil
dir. Bilgi bir episteme'nin çerçevesi içinde belirir.
Çözümlemesi yapılan dönemlere göre, Rönesans episte
me'sine benzerlik yasasının egemen olduğu, XVII. yüzyılda
bunun yerine "akıl" gibi soyut bir kavramın hükmü altında
ki bir çözümleme tarzının geçtiği görülmektedir. Foucault'ya
göre, XIX. yüzyıl, "tarihsel zaman'1 fikrini devreye sokarak
"temsiller* halinde örgütlenmiş olan analitik bilgiyi tahrip
etmiş ve insana ilişkin "bilimsel" bir bilgi böylece mümkün
hale gelmiştir, ama bu bilgi de yok olmaya mahkûmdur.
Bu olağanüstü güçlükteki ve derinlikteki kitabı, felsefe
siz, düşüncesiz ve bu yüzden de "dilsiz" bir toplumun diline
çevirmeye kalkışmanın en mükemmelinden bir saçmalık ol
duğunu biliyorum; ama Las Meninas o kadar büyüleyici ki...
Mehmet Ali Kılıçbay
Ağustos 1993
Önsöz
Bu kitabın doğum yeri, Borges'in bir metninin içindedir.
Okunduğunda, düzene sokulmuş tüm yüzeyleri ve varlık
ların kaynaşmasını bizim için yatıştıran tüm düzlemleri
sarsalayarak, bizim bin yıllık Aynı ve Başka uygulamamızı
şirazesinden çıkartarak ve onu uzun bir süre boyunca kay
gılara sevk ederek, tüm düşünce alışkanlıklarını —bizimki
leri: bizim çağımız ve coğrafyamızın sahip olduklarım—
sarsan gülüşün içindedir. Bu metin "bir Çin ansiklopedi
s i n i zikretmektedir, bu eserde, "hayvanlar: a) İmparatora
ait olanlar, b) içi saman doldurulmuş olanlar, c) evcilleşti
rilmiş olanlar, d) süt domuzlan, e) denizkızlan, f) masalsı
hayvanlar, g) başıboş köpekler, h) bu tasnifin içinde yer
alanlar, i) deli gibi çırpınanlar, j) sayılamayacak kadar çok
olanlar, k) devetüyünden çok ince bir fırçayla resmedilen
ler, 1) vesaire, m) testiyi kırmış olanlar, n) uzaktan sineğe
benzeyenler olarak ayrılırlar" diye yazılmıştır. Bu sınıflan
dırmanın yol açtığı büyülenmenin içinde bir solukta ulaşı
12
Kelimeler ve Şeyler
lan nokta, bir kıssadan hissenin lehine olmak üzere, bize
başka bir düşüncenin egzotik cazibesi olarak işaret edilen
şey, bizimkinin sınırıdır bunu düşünmenin çırılçıplak ola
naksızlığı.
Neyi düşünmek olanaksızdır ve hangi olanaksızlık söz
konusudur? Bu kendine özgü başlıkların her birine belir
gin bir anlam ve içerik verilebilir; bunların bazıları fantas
tik varlıkları kapsamaktadır masalsı hayvanlar veya de
nizkızlan; fakat, Çin ansiklopedisi tam da onlara ayn bir
yer ayırmış olmakla, bunlann etrafa yayılma güçlerini sa
bitleştirmiş olmaktadır; ansiklopedi tamamen hakiki hay
vanları (deliler gibi çırpınanlar veya testiyi kırmış olanlar),
yalnızca hayal âleminde yaşayanlarından özenle ayırmak
tadır. Tehlikeli karışımlar devre dışı bırakılmışlardır; ma
sallar en yüce yerlerine ulaşmışlardır; akla sığmayan, hem
denizde hem de karada yaşayan hayvanlar, pençeli kanat
lar, iğrenç kaygan deriler, şeytani bin bir suratlar, alev püs
kürten soluklar yoktur. Canavarlık burada hiçbir gerçek
bedeni bozmamakta, hayallerdeki hayvanları hiçbir şekilde
değiştirmemektedir; canavarlık hiçbir acayip gücün derin
likleri içinde gizlenmemektedir. Eğer bu canavarlık tüm
boş mekâna doğru kaymasaydı, eğer varlıkları birbirlerin
den ayıran doku boşluklarına sızmasaydı, bu sınıflandır
manın içinde hiçbir şekilde yer alamazdı. Böyle olarak işa
ret edildikleri için olanaksız olan, "masalsı" hayvanlar de
ğil de, başıboş köpeklerle veya uzaktan sineklere benze
yenlerle çakıştırıldıktan dar mesafedir. Her hayali, her
mümkün düşünceyi aşan şey, çok basit olarak, bu katego
rilerin her birini diğerine bağlayan alfabetik dizidir (a, b, c,
d).
Gene de, alışılmamış buluşmaların tuhaflığı söz konu
sudur. Uçların yakınlığında veya aralarında ilişki olmayan
şeylerin aniden komşu hale gelmelerindeki altüst edici yan
Önsöz
13
bilinmektedir; onları birbirleriyle tokuşturan sıralama, tek
başına bir büyüleme gücüne sahiptir. Eusthenes, "artık
oruç tutmayı bıraktım" demektedir. "Bugün benim salyala
rımdan kurtulacak olanlar şunlardır: Aspic, Amphisbenes,
Aneredutes, Abedessimon, Aiartnraz, Ammobates, Apina
os, Alatrabans, Aractes, Asterions, Alcharates, Arges, Ara
ines, Ascalabes, Attelabes, Ascalabotes, Aemorroides..."
Fakat bütün bu böcek ve yılanlar, bütün bu çürüme ve kay
ganlık varlıkları, onlan adlandıran heceler gibi, Eusthe
nes'in tükürüğünün içinde kıvıl kıvıl kaynaşmaktadırlar:
Tıpkı masanın, üzerinde duran şemsiye ile dikiş makinesi
nin ortak yeri olması gibi, bunların da ortak alanı burası ol
maktadır; eğer bunların bir aradalıklarmın tuhaflığı çarpı
cıysa, bu durum böylesine bir çakışmayı olanaklı kılan şe
yin sağlamlığı ve aşikârlığı üzerinde ortaya çıkmaktadır.
Sülüklerin ve örümceklerin, Eusthenes'in dişlerinin arasın
da bir gün buluşmaları hiç kuşkusuz muhtemel değildir,
ama her şeyin sonunda, bunlar bu konuksever ve yırtıcı ağ
zın içinde yerleşecek ve birlikte yaşayacak bir yere sahip
lerdi.
Borges'in sıralaması içinde dolaştırdığı canavarlık bu
nun tersine, karşılaşmaların ortak mekânımn da bizzat tah
rip olmasına ilişkindir. Olanaksız olan şeylerin konuşkan
lıkları değil de, bunların bir arada bulunabilecekleri yerin
kendidir "i) deliler gibi çırpman, j) sayılamayacak kadar
çok olan, k) devetüyünden çok ince bir fırçayla resmedi
len" hayvanlar, onların sıralanışını telaffuz eden gayri mad
di ses hariç, bunların yazıya döküldüğü sayfa hariç, nerede
bir araya gelebilirler? Yerolmayan dil dışında nerede çakı
şabilirler? Fakat dil onlan seferber ederken, olanaksız bir
mekânı açmaktan başka bir şey yapmamaktadır. "Bu tasni
fin idinde yer alan" hayvanlar merkezi kategorisi, bilinen
paradokslara yönelik açık atıfla, bu bütünlerin her biri ile
14
Kelimeler ve Şeyler
onlan bir araya getiren arasında, içerenden içerilene doğru
kararlı bir ilişkiyi tanımlamanın mümkün olamayacağını
yeterince işaret etmektedir: eğer dağıtıma tabi tutulmuş
hayvanların istisnasız hepsi, dağılımın hanelerinden birine
yerleşirse, acaba diğer hayvanların hepsi bu gözün içinde
değil midir? Ve bu göz hangi mekânda yer almaktadır? Saç
malık, sıralanan şeylerin dağıtıma tabi olacakları alanın
olanaksızlığına darbe indirerek, sıralamayı mahvetmekte
dir. Borges, olanaksızlık atlasına hiçbir biçim eklememek
tedir; şiirsel karşılaşmanın kıvılcımını hiçbir yerde çakma
maktadır; yalnızca zorunluklann en doğrudan, ama en ıs
rarlı olanını es geçmektedir; varlıkların çakışabildikleri
alam, sessiz zemini ortadan kaldırmaktadır. Maskelenmiş
bir şekilde veya daha doğrusu, bir Çin ansiklopedisinin sı
ralamalarına yol gösterici olarak hizmet etmesi düşünülen
(bir tek o, göze görünmektedir.) bizim alfabemizin a, b, c
cinsinden dizisi tarafından gülünç bir şekilde işaret edilen
yokoluş... Geri çekilen şey, tek kelimeyle, ünlü "işlem ma
sası "dır; ve ona her zaman borçlu olunanın küçük bir bö
lümünü Roussel'e geri vermek üzere, bu "masa'1 kelimesi
ni, üst üste binmiş iki anlamda kullanıyorum: nikel kaplı,
kauçuk gibi olan, beyazlıklarla örtülmüş, gölgeleri yutan,
camdan gelen güneş ışığının altında parlayan masa —şemsi
ye burada dikiş makinesiyle bir an için, belki de ebediyen
buluşmaktadır; düşünceye, varlıklar üzerinde işlem yap
maya, düzene sokmaya, sınıflar halinde paylaştırmaya,
bunların benzerlik ve farklılıklarının onun aracılığıyla işa
ret edildiği adsal bir gruplandırma yapmaya izin veren tab
lo dil burada zamanın derinliklerinden beri, mekânla ke
sişmektedir.
Borges'in bu metni beni uzun süre güldürdü, ama bu
kesin ve engellenmesi güç bir rahatsızlıkla birlikte ortaya
çıktı. Bunun nedeni herhalde, bu metnin izinde, münase
Önsöz
15
betsiz ve uygun olmayanın yaklaştırılmasındakinden daha
beter bir düzensizlik olduğu kuşkusunun doğmasıydı; bu,
ne yasası, ne de geometrisi olan boyut içinde yer alan bü
yük sayıdaki mümkün düzenin parçalarını, kuraldışı'nı pa
rıldatan düzensizlikti; ve bu kelimeyi etimolojisine en ya
kın şekilde anlamak gerekmektedir, şeyler burada öylesine
farklı yerlere "yatırılmış", "konulmuş", "yerleştirilmiş,,ler
dir ki, onları kabul edecek bir mekân bulmak, onların her
birinin altında ortak bir yer tanımlamak olanaksız hale gel
miştir. Ütopyalar teselli etmektedirler eğer bunlann haki
ki bir yeri yoksa; bunun nedeni, bunların hepsinin birden
büyülü ve düz bir mekânda serpiliyor olmalarıdır; bunlar
geniş caddeleri, bakımlı bahçeleri olan kentler, ulaşılması
kuruntuya dayalı olsa bile, kolay varılan ülkeler kurmakta
dırlar. Bu türdeş olmayan yerler (heterotopyalar), çünkü di
li gizlice tahrip etmekte, çünkü ortak adları parçalamakta
veya onlan birbirine dolamakta, çünkü " sentaks"ı önceden
tahrip etmektedirler ve bu tahribatları cümleleri inşa ede
niyle sınırlı kalmamaktadır —kelimeleri ve şeyleri "bir ara
da tutan" (birbirlerinin yanında ve karşısında), daha az aşi
kâr olanı—. İşte bu nedenden ötürü, ütopyalar masallara ve
söylevlere izin vermektedirler: dilin tam doğrultusu içinde,
fabula'nm. temel boyutunun içindedirler, heterotopyalar
(Borges'te sıklıkla bulunanları gibi), sözü kurutmakta, ke
limeleri kendi üzerlerinde durdurmakta, her tür gramerin
olabilirliğini daha kökünden itibaren reddetmektedirler;
bunlar mitosların bağlantılarını çözmekte ve cümlelerin li
rizmine kısırlığın darbesini indirmektedirler.
Konuşma yeteneğini kaybetmiş bazı kişiler, kendileri
ne bir masanın üzerinde sunulmuş olan çeşitli renklerden
yün çilelerini tutarlı bir şekilde tasnif etmeyi başaramıyora
benzemektedirler; bu durum, sanki bu birleşik dörtgen,
şeylerin aynı anda hem kimliklerinin sürekli düzenini ve
16
Kelimler' ve Şeyler
ya farklılıklarını, hem de adlandırılmalarının semantik ala
nını açığa çıkarmayı başaracakları türdeş ve yansız mekân
olarak hizmet edemezmiş gibi ortaya çıkmaktadır. Şeylerin
olağan olarak dağıldıkları ve ad aldıkları bu birleşik me
kânda, adsız benzerliklerin şeyleri, süreksiz adacıklar ha
linde birbirlerine yapıştırdıkları pıhtılı ve parçasal bir kü
çük alanlar kalabalığı meydana gelmektedir; bunlar en par
lak çileleri bir yana, kırmızıları başka bir yana, yüne ben
zeyen görüntüleri daha fazla olanları ayrı bir tarafa, daha
uzun olanlarını veya mora çalanlarını veya yumak haline
getirilmişlerini de başka bir tarafa yerleştirmektedirler. Fa
kat, bütün bu gruplandırmalar, daha taslakları çıkartılır çı
kartılmaz bozulmaktadır, çünkü onları destekleyen kimlik
alam ne kadar dar olursa olsun, gene de istikrarlı olamaya
cak kadar geniştir; ve hasta sonsuzda bir araya toplamakta
ve ayırmakta, çeşitli benzerlikleri bir araya getirmekte, en
aşikâr olanları mahvetmekte, kimlikleri dağıtmakta, farklı
kıstastan çakıştırmakta, huysuzlanmakta, yeniden başla
makta, kaygılanmakta ve sonunda endişenin kıyısına var
maktadır.
Borges okunduğunda gülmeye neden olan rahatsızlık,
hiç kuşkusuz, dili tahrip olmuş kişilerin huzursuzluğuyla
derinden akrabadır, yer ve ad "ortak"lığını kaybetmiş ol
mak. Yoldan çıkma (atopia), konuşma yeteneğini kaybet
me (aphasia). Fakat, Borges'in metni başka bir yönde yer
almaktadır; sınıflandırmanın, onu düşünmemizi engelle
yen bir bükülmesi, tutarlı tablosu olmayan bir tablo; Bor
ges bunlara efsanevi vatan olarak, Batı için bir tek adının
bile büyük bir ütopya haznesi oluşturduğu belirgin bir böl
geyi vermektedir. Gerçekten de, Çin bizim düşümüzde ev
renin ayrıcalıklı yeri değil midir? Bizim hayali sistemimiz
için Çin kültürü, en özenlisi, en hiyerarşik olanı, zamanın
olayları karşısında en sağır kalanı, uzamın saf akışına en
Önsöz
17
fazla bağlı olanıdır, onu, tıpkı gökyüzünün ebedi çehresi
altındaki bir setler ve barajlar uygarlığı olarak düşünüyo
ruz; onu duvarlarla çevrelenmiş bir kıtanın tüm yüzeyi
üzerine yayılmış ve donmuş bir uygarlık olarak düşünüyo
ruz. Hatta onun yazısı bile, sesin kaçan uçuşunu yatay sa
tırlar halinde yeniden üretmemektedir; bu yazı, bizzat şey
lerin kendilerinin hareketsiz ve hâlâ tanınabilen imgelerini
ayağa dikmektedir, öylesine ki, Borges tarafından zikredi
len Çin ansiklopedisi ve önerdiği tasnif sistemi, mekansız
bir düşünceye; odu ocağı olmayan, ama aslında karmaşık
biçimler, arapsaçı gibi dolanmış yollar, garip yerler, gizli
geçitler ve öngörülemeyen iletişimlerle tıka basa dolu gör
kemli bir evrene dayanan kelime ve kategorilere götürmek
tedir; böylece, üzerinde yaşadığımız dünyanın diğer ucun
da, bütünü itibariyle uzamın düzenliliğine bağlı olan, ama
varlıklarının çoğulluğunu bizim için adlandırma, konuşma
ve düşünme olanağı bulunan mekânlardan hiçbirinin için
de dağıtıma tabi tutmayan bir kültür bulunacaktır.
Üzerinde düşünülmüş bir tasnif ihdas ettiğimizde, her
ikisi de evcilleştirilmiş veya içi saman doldurulmuş olsa bi
le, her ikisi de deliler gibi koşsa bile, hatta her ikisi de tes
tiyi kırmış olsa bile, kedi ile köpeğin birbirlerine iki tazı
dan daha az benzediklerini söylediğimizde, bunu ondan
hareketle tamamen kesin bir şekilde belirleyebildiğimiz ta
ban nedir? Bu kadar çok farklı ve benzer şeyi hangi kimlik
ler, benzerlikler, benzetmeler mekânına göre, hangi " tab
lo "nun üzerinde dağıtma alışkanlığını edindik? Bu tutarlık
nedir bunun ne a priori ve zorunlu bir ardışıklık tarafın
dan belirlendiği ne de dolaysız hissedilebilir içerikler tara
fından dayatıldığı hemen iyice görülmektedir? Çünkü söz
konusu olan, sonuçlan birbirine bağlamak değil de, somut
içerikleri birbirlerine yaklaştırmak ve soyutlamak, çözüm
lemek, ayarlamak ve uyarlamaktır; şeyler arasında bir dü
18
Kelimeler ve Şeyler
zen kurmaktan daha fazla el yordamı gerektiren, daha am
pirik olan (en azından görünüşte), gözleri açmayı daha faz
la gerektiren, daha sadık ve daha biçimlendirilmiş bir dile
ihtiyaç duyan bir şey olamaz; hiçbir şey, niteliklerin ve bi
çimlerin çoğalması tarafından taşınmasına izin verilmesini
bundan daha fazla isteyemez. Fakat, donanımı olmayan bir
göz, benzer birkaç biçimi yaklaştırabilir ve diğerlerini de
şu veya bu farklılıktan ötürü ayırabilir: fiili durumda, en
safından bir deney için bile, kesin bir işlemden ve önceden
konulmuş bir kıstasın uygulanmasından kaynaklanmayan
hiçbir benzerlik, hiçbir ayrım yoktur. Bir "unsurlar siste
mi" üzerinde benzerliklerin ve farklılıkların göze görünür
hale gelmedikleri segmanlann, bu segmanları etkileyebile
cek değişme tiplerinin, nihayet üzerinde farklılığın ve al
tında benzerliğin yer alacağı eşiğin tanımı—, en basit düze
nin ihdası için vazgeçilmez niteliktedir. Düzen kendini ay
nı anda hem onlann iç yasası, onların bir bakıma birbirle
rine en uygun şekilde denk düştükleri gizli şebeke olarak;
hem de bir bakışın, bir dikkatin, bir dilin çerçevesi içinde
var olabilen şeydir; ve düzen ancak bu çerçevelendirmenin
beyaz kutuları içinde, zaten oradaymış ve telaffuz edilmeyi
sessizce bekliyormuş gibi, kendini derinlemesine bir şekil
de dışavurabilmektedir.
Bir kültürün temel kodları onun diline, algılama şe
malarına, alışverişlerine, tekniklerine, değerlerine, uygula
malarının hiyerarşisine hükmedenleri, daha işin başında,
her insan için, karşılaşacağı ve kendini onların içinde bu
lacağı ampirik düzenleri saptar. Düşüncenin öteki ucunda
bilimsel teoriler veya filozofların yorumları, genelde neden
bir düzen olduğunu, bunun hangi yasaya boyun eğdiğini,
hangi ilke sayesinde fark edilebildiğini, hangi nedenden
ötürü başka biri değil de bu düzenin yerleşik hale geldiği
ni açıklamaktadırlar. Fakat, bu birbirine çok uzak iki böl
Önsöz
19
genin arasında, esas olarak aracı bir role sahip olmakla bir
likte, hiç de temelli olmaktan geri kalmayan bir alan hü
küm sürmektedir: burası daha kanşık, daha karanlık ve hiç
kuşkusuz, çözümlenmesi daha güçtür. Bir kültür, ona ilk
sel kodlan tarafından hükmedilen ampirik düzenlerden
hissedilmeden uzaklaşarak, onlara karşı ilk mesafeyi koya
rak, işte burada onlara başlangıçtaki şeffaflıklarını kaybet
tirmekte, onlar tarafından edilgin bir şekilde kat edilmeye
son vermekte, onların dolaysız ve görünmez güçlerinden
sıyrılmakta, bu düzenlerin herhalde yegâne mümkün olan
ları ve en iyileri olmadıklarını fark edecek kadar özgürleş
mektedir; öylesine ki, kendini bu kendiliğinden düzenlerin
ötesinde, sessiz bir düzene uyan, kendiliklerinden düzene
sokulabilir şeylerin olduğu ham gerçeğiyle, kısacası düzen
olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu, sanki kül
tür, dilsel, algısal, uygulamasal şifre anahtarlarının bir bö
lümünden kurtulurken, onların üzerine, onları yansızlaştı
ran, onları iki katına çıkartırken aynı anda hem açığa çı
karan, hem de dışlayan ve bu arada kendini düzenin ham
varlığının karşısında bulan ikinci bir şifre anahtarı uygulu
yormuş gibi olmaktadır. Dil, algı, uygulama kodları, işte
bu düzen adına eleştirilmekte ve kısmen geçersiz kılın
maktadır. Şeylerin düzenine ilişkin genel teoriler ve bunla
rın davet ettiği yorumlar, ilkel taban sayılan bu düzenin fo
nu üzerinde inşa edileceklerdir. Böylece, zaten kodlanmış
olan bakış ile kendini tanıyan bilince ilişkin bilginin ara
sında, düzeni bizatihi kendi varlığı altında serbest bırakan
medyan bir bölge vardır: düzeni işte burada, kültürlere ve
dönemlere göre sürekli ve basamaklı veya parçalı ve sürek
siz olarak, mekâna bağlı veya zamanın ilerlemesi tarafın
dan her an oluşturularak, bir değişkenler tablosuna benze
şerek veya tutarlıktan ayrılmış sistemler tarafından tanım
lanarak, birbirine yakın olanları izleyen veya kendi kendi
20
Kelimeler ve .Şeyler
lerine aynada denk düşen benzerliklerden meydana gele
rek, artan farklılıkların çevresinde düzenlenerek vb., orta
ya çıkmaktadır. Öylesine ki, bu "medyan" bölge düzenin
varlığının tarzlarını dışa vurduğu ölçüde, kendini en te
melli unsur sayabilir: onu artık az çok kesinlik veya geçer
lik içinde aktardığı yer, sayılan kelimelerden, algılardan ve
hareketlerden öncedir (işte bu nedenden ötürü, bu. düzen
deneyi kitlesel ve ilksel varlığı içinde, her zaman kritik bir
rol oynamaktadır); onlara açık bir biçim, tüketici bir uygu
lama veya felsefi bir temel vermeye çalışan teorilerden da
ha sağlam, daha eski, daha az kuşku uyandırıcı, her zaman
daha "doğru"dur. Böylece her kültürde, düzenleyici kodlar
denilebilecek şeylerle düzen üzerindeki düşünme arasında,
düzenin ve onun varoluş tarzlarının çıplak deneyi vardır.
Bu incelemede çözümlemek istenilen işte bu deneydir.
Söz konusu olan, bu deneyin XVI. yüzyıldan bu yana, bi
zimki gibi bir kültürün ortasında ne hale gelebildiğini gös
termektir: sanki akıntıya karşı yüzermiş gibi, konuşulduğu
haliyle dilin, algılandıkları ve bir araya toplandıkları halle
riyle doğal varlıkların, uygulandıkları halleriyle alışverişle
rin başlangıçlarına giderek, kültürümüzün kendinin düzen
olduğunu hangi biçimde dışa vurduğunu ve alışverişlerin
yasalarını, canlı varhklann düzenliliklerini, kelimelerin
bağlantı ve temsil etme değerlerini bu düzendeki değişme
lere borçlu olduklarını göstermek söz konusudur; gramer
ve filolojinin, doğa tarihi ve biyolojinin, zenginliklerin in
celenmesi ve ekonomi politiğin içinde serpilen bilgilerin
pozitif dayanağını meydana getirmek üzere, hangi düzen
değişmelerinin kabul edildiğini, konulduğunu, bunların
birbirine bağlandığını göstermek söz konusudur. Görüldü
ğü üzere, böylesine bir çözümleme fikirler veya bilimler ta
rihi alanına mensup değildir: bu daha çok, bilgilerin ve te
orilerin nereden itibaren mümkün olduklarını, bilginin
Önsöz
21
hangi düzen mekânına göre oluştuğunu, bilimlerin oluş
maya, deneylerin felsefelere yansımaya, rasyonelliklerin
ortaya çıkmaya herhalde çözülmek ve sonra da yok olmak
için başlamalarının hangi tarihsel apriori ve fikirlerin
hangi pozitiflik unsurunun içinde görülür hale geldikleri
ni bulmaya çabalayan bir incelemedir. Demek ki, bugünkü
bilimimizin, kendini, onun içinde nihayet tanıyabileceği
bir nesnelliğe doğru gelişmesinin içinde tasvir edilen bilgi
ler söz konusu olmayacaktır; gün ışığına çıkartılmak iste
nen, epistemolojik alan, bütün kıstasların dışında, ele alı
nan bilgilerin kendi değerlerine Veya nesnel biçimlerine
atıfta bulunarak, nesnelliklerini gömen ve böylece onların
artan mükemmelleşmelerininki değil de, olabilirlik koşul
larınınki olan bir tarihi dışa vuran episteme'dir; bu anlatıda
ortaya çıkmak zorunda olan şeyler, bilgi alanında ampirik
tanımanın çeşitli biçimlerine yer vermiş olan temsillerdir.
Kelimenin geleneksel anlamındaki bir tarihten çok, bir "ar
keoloji"1 söz konusu olmaktadır.
Oysa, bu arkeolojik araştırma. Batı kültürünün episte
me'si içinde iki büyük süreksizlik göstermiştir klasik çağı
başlatanı (XVII. yüzyılın ortasına doğru) ve XIX. yüzyılın
başında bizim modernliğimizi belirleyeni. Tabam üzerinde
düşündüğümüz düzen, klasiklerinkiyle aynı varoluş tarzı
na sahip değildir. İstediğimiz kadar, Avrupa ratio'sunun
Rönesans'tan günümüze kadar, adeta kesintisiz bir hareket
içinde olduğuna ilişkin bir izlenime sahip olalım; istediği
miz kadar, Linne'nin sınıflandırmasının az çok uyarlana
rak, kabaca geçerli olmaya devam ettiğini, Condillac'm de
ğer teorisinin XIX. yüzyılın marjinalizminde kısmen görül
düğünü, Keynes'in çözümlemelerinin Cantillon'unkilerle
olan yakınlıklarını fark ettiğimizi, Grammaire general'in
(PortRoyal yazarlannda veya Bauzee'de ortaya çıktığı ha
1
Böylesine bir arkeolojinin çıkardığı yöntem sorunları, yakında çıkacak olan
bir eserde ele alınacaktır.
22
Kelimeler ve Şeyler
liyle) söyleminin bizim bugünkü dil bilgimizden çok uzak
olmadığını düşünelim, fikirler ve temalar düzeyindeki bu
adetasüreklüik hiç kuşkusuz bir yüzey etkisi olmaktadır;
arkeolojik düzeyde ise, pozitiflik sistemlerinin XVIII. ile
XIX. yüzyılların dönemecinde kitlesel bir şekilde değiştik
leri görülmektedir. Bunun nedeni aklın gelişme kaydetmiş
olması değil de, şeylerin varoluş tarzının ve onlan paylaş
tırırken bilgiye sunan düzenin derinlemesine bozulmuş ol
masıdır. Eğer Tournefort'un, Linne'nia ve Buffon'un doğal
tarihi kendinden daha başka bir şeye ilişkin olduysa, bu
bağlantı biyolojiyle, Cuvier'nin karşılaştırmalı anatomisiy
le veya Darvvin'in evrimciliğiyle değil de, Bauzee'nin genel
grameriyle, Veron de Fortbonnais'de veya Turgot ve Law'da
ortaya çıktığı şekliyle para ve zenginlik çözümlemesiyle ol
muştur. Herhalde bilgiler kendilerini döllemeyi, fikirler
dönüşmeyi ve birbirlerine etki etmeyi (ama acaba nasıl?
Tarihçiler bunu şimdiye kadar bize söylemediler) başar
maktadırlar; bir şey her halü kârda kesindir: arkeoloji, bil
ginin genel uzayına, onun temsillerine ve buraya mensup
olan şeylerin varoluş tarzına atıfta bulunarak, yeni bir po
zitifliğin eşiğini eşanlıhk sistemleri kadar çerçevelemek
için gerekli ve yeterli olan mütasyonlar dizisini tanımla
maktadır.
Çözümleme böylece, temsilin teorisi ile dilin, doğal
düzenlerin, zenginliğin, değerlerin teorisi arasında klasik
çağın tümü boyunca var olmuş olan tutarlığı da gösterebil
miştir, işte, XIX. yüzyıldan itibaren tamamen değişen, bu
dış biçim olmuştur; mümkün bütün düzenlerin genel te
meli olarak temsil teorisi, şeylerin dolaysız tablosu ve ilk
çerçevesi, temsil ile varlıklar arasındaki vazgeçilmez men
zil olarak dil ortadan silinmişlerdir; derin bir tarihsellik
şeylerin kalbine nüfuz etmiş, onları tecrit etmiş ve onları
kendine özgü tutarlığı içinde tanımlamış, onlara zamanın
sürekliliğinin gerektirdiği düzen biçimlerini dayatmıştır;
Önsöz
23
mübadelelerin ve paranın çözümlenmesi, yerini üretimin
incelenmesine bırakmış, organizmanın çözümlemesi tasni
fe yönelik nitelikteki araştırmaya uyum sağlamış ve özel
likle de dil, ayrıcalıklı yerini kaybederek sırası geldiğinde,
geçmişinin ona sağladığı tüm kalınlıkla birlikte, tutarlı ta
rihin bir çehresi haline gelmiştir. Fakat, şeyler kendi üzer
lerine kapanarak, artık kendi anlaşılabilirliklerinin ilkesi
olmaktan başka bir şey istemez hale gelip, temsil mekânını
terk edince, insan da kendi hesabına ve ilk kez olarak, Ba
tı'nın bilgi alanına girmiştir. İnsan onun hakkındaki bilgi,
Sokrates'ten beri en eski araştırmalar tarafından saf bakış
lar altında oluşturulmuştur— garip bir şekilde, hiç kuşku
suz şeylerin düzeni içindeki belli bir kopuştan, bir dış bi
çimden başka bir şey, her halü kârda bilginin içinde yakın
tarihlerde kazandığı konum tarafından çizilen bir dış bi
çimden başka bir şey değildir. Yeni hümanizmaların bütün
kuruntuları, insana yönelik yarıpozitif, yarıfelsefi bir genel
düşünce olarak anlaşılan bir " antropolojinin tüm olanak
ları buradan kaynaklanmıştır. Fakat, insanın yeni bir icat
tan, iki yüzyıldan daha fazla bir geçmişi olmayan bir biçim
den, bilgimizin içindeki sıradan bir konumdan ibaret oldu
ğunu ve bu bilginin yeni bir biçim bulmasıyla hemen yok
olacağını düşünmek rahatlatıcıdır ve derin bir sükûnet ver
mektedir.
Bu araştırmanın biraz da, klasik çağda deliliğin tarihi
ni yazma projesine bir yankı olarak karşılık verdiği görül
mektedir; bu araştırma, başlangıcını Rönesansta bularak ve
XIX. yüzyılın dönemecinde içinden hâlâ çıkamadığımız bir
modernliğin eşiğine kavuşacak zaman içinde aynı eklem
leşmelere sahiptir. Deliliğin Tarihi'ndt, bir kültürün, kendi
ni sınırlandıran farklılığı kitlesel ve genel bir biçim altmda
nasıl ortaya koyduğunu sorgularken, burada bu kültürün,
şeylerin akrabalıklarının tablosunu ve onları kat ettiği dü
24
Kelimeler ve Şeyler
zeni oluştururken, bu şeylerin yakınlığını nasıl hissettiğini
gözlemek söz konusudur. Sonuç olarak, bir benzerlik tari
hi söz konusudur klasik düşünce, kelimeleri, sınıflandır
maları, alışverişleri kuran ve meşru kılan benzerlik ve eş
değerlilik ilişkilerini şeylerin arasında hangi koşullarda dü
şünebilmiştir? Farklılıkların bulanık, belirsiz, çehresi ol
mayan ve sanki kayıtsızmış gibi olan tabanı üzerinde, fark
lı kimliklerin satranç tahtasını hangi tarihsel apriori'den
itibaren tanımlamak mümkün olmuştur? Deliliğin tarihi,
Başka'nın tarihi olmalıdır bir kültür için aynı anda hem iç
hem yabancı, yani dışlanması (onun iç tehlikesini önlemek
için), ama bu işin onun kapatılarak yapılması gereken
(onun başkalığını indirgemek için); şeylerin düzeninin
tarihi ise Aynı'nm tarihi olmalıdır bir kültür için aynı an
da hem dağınık hem ilişkili, yani vurgularla farklılaştırıl
ması ve kimlikler içinde bir araya toplanması gereken.
Ve eğer hastalığın aynı anda hem düzensizlik hem in
san vücudunda ve hayatın merkezine kadar ulaşan bir baş
kalık, ama hem de kendi düzenlilikleri, benzerlikleri ve
tipleri olan bir doğa olgusu olduğu düşünülecek olursa,
tıbbi bakışa ilişkin bir arkeolojinin hangi yere sahip olabi
leceği görülmektedir. Başka'nın sınırdeneyinden tıbbi bil
ginin kurucu biçimlerine ve bunlardan şeylerin düzenine
ve Aynı düşüncesine girerken kendini arkeolojik düşünce
ye sunan şey, tüm klasik bilgi veya daha doğrusu, bizi kla
sik düşünceden ayıran ve modernliğimizi kuran şu eşiktir.
İnsan adı verilen ve insan bilimlerine kendine özgü bir alan
açan şu garip bilgi figürü, ilk kez bu eşiğin üzerinde orta
ya çıkmıştır. Batı kültürünün bu derin düzey değişikliğini
gün ışığına çıkarmaya uğraşırken, bizim kendi sessiz ve
safçasına hareketsiz zeminimize kopuşlarını, istikrarsızlık
larını, kırıklarını iade etmiş oluyoruz; ve ayaklarımızın al
tında yeniden kaygıya kapılan o olmaktadır.
BİRİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ AYIRIM
Arkadan Gelenler
i
Ressam tablosundan hafifçe uzaklaşmıştır. Modeline bir
bakar; belki son bir fırça darbesi yapması söz konusudur,
fakat daha ilk çizginin çekilmemiş olması da mümkündür.
Fırçayı tutan kol, palet yönünde sola doğru bükülmüştür;
bir ân için tuval ile boyalar arasında hareketsizdir. Bu ma
haretli el, bakış karşısında havada asılı kalmıştır, ve bakış
da bunun karşılığında, durdurulmuş hareketin üzerinde
sabitleşmiştir. Fırçanın ince ucuyla bakışın çeliği arasında,
gösteri hacmini serbest bırakacaktır.
Burada, incelmiş, ustaca bir sıyrılma sistemi yok değil
dir. Ressam biraz geri çekilerek, kendini yaptığı işin yanı
na yerleştirmiştir. Yani, şu ânda ona bakan seyirci açısın
dan, onun tüm sol ucunu işgal eden tablonun sağındadır.
Tablo, bu aynı seyirciye arkasını dönmektedir: onu tutan
muazzam destekle birlikte, ancak tersini algılamak müm
kündür. Buna karşılık ressam, tüm endamıyla tamamen gö
rülebilir durumdadır; onu belki de birazdan, işine devam
28
Kelimeler ve Şeyler
etmek üzere ona doğru yöneldiğinde özümleyecek olan
yüksek tuval tarafından her halû kârda gizlenmemiştir; hiç
kuşkusuz, seyircinin gözünde, tam o ânda, resmini yaptığı
yüzeyin arkasına doğru yansıttığı şu büyük hayali kafesin
içinden zuhur ederek belirecektir. Şimdi onu, bir durakla
ma anında, bu titreşimin merkezinde görmek mümkündür.
Karanlık bedeni, aydınlık çehresi, görünene ve görünme
yene ortaktır, bizim göremediğimiz bu tuvalden çıkarak,
gözlerimizde belirmektedir; ama biraz sonra sağa doğru bir
adım atarak bakışlarımızdan gizlendiğinde, üzerine resim
yapmakta olduğu tuvalin tam karşısına yerleşmiş olacak,
bir ân için ihmal edilmiş olan tablosunun, onun için yeni
den hiçbir karanlığı ve gizliliği olmadan görünür hale gele
ceği şu bölgenin içine girecektir.
Ressam, çehresi hafifçe dönük ve başı omzuna doğru
eğik olarak bakmaktadır. Bakışı görülmeyen bir noktada
sabitleşmiştir, ama biz seyirciler burayı kolaylıkla saptaya
biliriz, çünkü bu nokta bizzat bızizdir: bedenimiz, çehre
miz, gözlerimiz. Demek ki, onun gözlediği gösteri iki kere
görünmezdir: çünkü bu gösteri tablonun mekânında tem
sil edilmemiştir ve çünkü bu gösteri tam da şu kör nokta
da, baktığımız anda bakışımızın bizim açımızdan saklandı
ğı şu esas gözleme yerinde bulunmaktadır. Fakat, gözümü
zün önündeki bu görünmezliği görmekten nasıl kaçınabi
liriz? Çünkü o bizzat tablonun içinde hassas eşdeğerlisine,
sabitleşmiş biçimine sahiptir. Nitekim, eğer ressamın dik
katini yoğunlaştırdığı tabloya bakmak mümkünse, ressa
mın baktığı şeyi tahmin etmek mümkündür; fakat tuvalin
ancak dokusu, yatak ve dikey dikmeleri, şövalenin eğikliği
fark edilmektedir. Hakiki tablonun tüm sol tarafını kapla
yan ve sınırları tuvalin tersini temsil eden tekdüze ve yük
sek dörtgen, sanatçının seyrettiği şeyi derinlemesine görül
mezliğini, bir yüzey biçimi altında oluşturmaktadır: kinde
Arkadan Gelenler
29
bulunduğumuz bu mekân, bizden başka bir şey değildir.
Ressamın gözlerinden baktığı şeye doğru, bakan bizlerin
kaçınmamızın mümkün olmadığı emredici bir hat çizilmiş
tir; bu hat hakiki tabloyu kat etmekte ve yüzeyinin ilerisin
de, bizi gözleyen ressamı gördüğümüz şu yere kavuşmak
tadır; bu kesikli çizgi bize hiç sektirmeden ulaşmakta ve bi
zi tablonun temsiline bağlamaktadır.
Bu yer görünüşte basittir; saf bir karşılıklılıktın bir res
samın oradan itibaren bizi seyrettiği bir tabloya bakıyoruz.
Bir karşı karşıya duruştan, birbirlerine bakan gözlerden,
birbirlerine dikaçıyla bakarken kesişen bakışlardan daha
fazla bir şey değil. Fakat bu ince görülebilirlik hattı, dönüş
te koskoca bir karmaşık belirsizlikler, alışverişler ve sıyrıl
malar şebekesini kapsamaktadır. Ressam bakışlarını bize
ancak, bizim onun modelinin yerinde bulunduğumuz öl
çüde yöneltmektedir. Biz seyirciler fazlalığızdır. Bu bakış
tarafından kabul edilen bizler, onun tarafından kovulmak
ta, bizden önce burada bulunmuş olan tarafından ikame
edilmekteyizdir: bizzat modelin kendisi tarafından. Fakat
bunun tersine, ressamın tablonun dışında, onun karşısına
düşen boşluğa yönelen bakışı, ona seyircilerden gelen
kadar modeli kabul etmektedir; bu belirgin ama kayıtsız
yerde, bakan ve bakılan sürekli alışveriş halindedir. Hiçbir
bakış, kararlı veya daha doğrusu, tuvali diklemesine delen
bakışın yansız izinin içinde değildir; özne ve nesne, seyirci
ve model rollerini sonsuza kadar tersyüz etmektedir. Ve
tablonun en soluna dönen büyük tuval burada ikinci bir iş
lev görmektedir: inatçı bir şekilde görünmez olarak, bakış
ların ilişkisinin belirlenmesini ve tam olarak oturtulmasını
engellemektedir. Bir taraftan egemen kıldığı ışık geçirmez
sabitlik, merkezde seyirci ile model arasında kurulan dö
nüşümler oyununu ebediyen istikrarsız kılmaktadır. Yal
nızca bu ters tarafı görebildiğimiz için, kim olduğumuzu,
30
Kelimeler ve Şeyler
ne yaptığımızı bilmiyoruz. Görülen miyiz, gören miyiz?
Ressam, anbean içerik, biçim, çehre, kimlik değiştiren bir
yere, şu ân için sabit bir şekilde bakmaktadır. Fakat gözle
rinin dikkatli hareketsizliği, onları daha önceden de izle
dikleri başka bir yöne göndermektedir ve hiç kuşkusuz
gözleri yakında buraya gene yöneleceklerdir: artık hiç si
linmeyecek olan bir portrenin çizildiği ve belki de uzun za
mandan beri ve ebediyete kadar kalmak üzere çizilmiş ol
duğu hareketsiz tuvalin yönüne. Öylesine ki, ressamın hâ
kim bakışı, bu bakışın güzergâhı üzerinde bir tablonun
tablosunu tanımlayan hayali bir üçgene hükmetmektedir:
tepede görülebilen yegâne nokta— sanatçının gözleri; ta
banın bir kenarında modelin görülmeyen yeri; diğerinde,
tersine döndürülmüş tuvalin üzerine muhtemelen taslağı
çizilmiş olan şekil.
Ressamın gözleri, seyirciyi bakışlarının alanı içine yer
leştirdiği ânda, onu kavramakta, tablonun içine girmeye
zorlamakta, ona hem ayrıcalıklı ve hem de zorunlu bir yer
vermekte, onun aydınlık ve görünür yanını yok etmekte ve
onu donuk tuvalin ulaşılamaz yüzeyine yansıtmaktadır. Se
yirci, ressam için görünür hale gelmiş ve kendi için kesin
likle görünmez bir görüntü halinde yüzeye aktarılmış olan
görünmezliğini görmektedir. Marjinal bir tuzak tarafından
çoğaltılan ve daha da kaçınılmaz kılman şaşkınlık. En sağ
da, tablo, ışığını çok kısa bir perspektife göre sunulan bir
pencereden almaktadır; bu pencerenin yalnızca aralığı gö
rülmektedir, öylesine ki, bol bol yaydığı ışık akımı, aynı
cömertlik içinde, aynı ânda iki komşu ve kesişen, ama bir
birine indirgenemez mekânı yıkamaktadır: temsil ettiği ha
cimle birlikte tuvalin yüzeyi (yani ressamın atölyesi veya
şövalesini koyduğu salon), ve bu yüzeyin ilerisinde, seyir
cinin işgal ettiği hakiki hacim (veya modelin hakiki olma
yan yeri). Ve yaldızlı ışık, odayı sağdan sola kat ederken,
Arkadan Gelenler
31
aynı ânda hem seyirciyi ressama doğru hem de modeli tu
vale doğru taşımaktadır; ressamı aydınlatarak, onu seyirci
için görünür kılan ve modelin aktarılan görüntüsünün ka
palı kalacağı esrarlı tuvali, modelin gözünde yaldızlı çizgi
ler halinde parlatan da gene bu ışıktır. Bu kısmi, ancak şöy
lesine bir işaret edilmiş olan uç pencere, temsilin ortak ye
ri olarak hizmet eden karma ve tam bir ışığı serbest bırak
maktadır. Tablonun öteki ucunda, görülmeyen tuvali den
gelemektedir: tıpkı onun gibi, arkasını seyircilere dönerek,
onu temsil eden tabloya doğru kıvrılmakta ve onun görü
nen arka tarafını taşıyıcı tablonun üzerine çakıştırarak, en
mükemmel görüntünün olduğu kadar, saf açılma olan pen
cerenin de parıldadığı, bizim için ulaşılmaz olan yeri oluş
turmakta, diğeri ne kadar gizlenmişse o kadar aşikâr olan
bir mekânı ihdas etmektedir; diğeri ne kadar yalnızsa (çün
kü ona, ressam da dahil kimse bakmamaktadır), burası res
sam, kişiler, modeller, seyirciler açısından o kadar har
cıâlemdir. Her temsili görünür kılan bir ışığın saf hacmi,
sağdan, görünmez bir pencereden boşalmaktadır; taşıdığı
temsilden, çok görünür nitelikteki dokusunun diğer tara
fından kurtulan yüzey solda yayılmaktadır. Işık sahneye sel
gibi akarak (aynı ânda hem odayı, hem tuvali, hem tuval
üzerinde temsil edilen olayı, hem de tuvalin içinde bulun
duğu odayı kastediyorum) kişileri ve seyircileri kuşatmak
ta ve onları ressamın bakışı altında, onun fırçasının onları
temsil edeceği yere doğru taşımaktadır. Ressamın bize bak
masına bakıyoruz ve onu görmemize olanak veren aynı ışık
tarafından biz de onun için görünür kılınıyoruz. Ve, tıpkı
bir aynada olduğu gibi, onun eli tarafından tuvale aktarıl
dığımızı kavrayacağımız ânda, bu tuvalin ancak tersini ya
kalayabiliyoruz. Bir psikenin öteki tarafı.
Oysa, seyircilerin yani bizim tam karşısında, odanın
dibini meydana getiren duvarın üzerinde, ressam bir dizi
32
Kelimeler ve Şeyler
tabloyu temsil etmiştir; ve işte bütün bu asılı duran tuval
lerin arasından bir tanesi, çok özel bir ışıkla parlamaktadır.
Çerçevesi diğerlerininkinden daha geniş, daha koyudur;
fakat içe doğru ince bir beyaz çizgi onu çepeçevre dolaşa
rak, bütün düzeyinin üzerine belirlenmesi güç bir ışık yay
maktadır, çünkü bu ışık eğer ona içkin olan bir mekândan
değilse, hiçbir yerden gelmemektedir. Bu garip ışığın için
de iki siluet ve onların üzerinde, biraz geriye doğru ağır bir
erguvan perde gözükmektedir. Diğer tablolar, derinliği ol
mayan bir gecenin sınırında daha da soluklaşan birkaç le
keden başka bir şey göstermemektedirler. O tek tablo ise,
onlann tersine, tanınabilir biçimlerin sadece ona ait oldu
ğu bir aydınlığın içinde kat kat sıralandıkları, geri çekil
mekte olan bir mekâna açılmaktadır. Temsiller sunmaya
yönelik olan, ama onları konumlan veya mesafeleriyle red
deden, gizleyen ve onlardan kaçınan bütün bu unsurlann
arasında, tüm dürüstlüğü içinde işleyen ve göstermesi ge
rekeni gösteren bir tek odur. Uzaklığına rağmen, onu ku
şatan karanlığa rağmen. Fakat bu bir tablo değildir: o bir
aynadır. Uzaktaki resimler kadar, ilk plandaki ışığın da red
dettiği, alaycı tuvalle olan şu ikizliğin büyüsünü sunmak
tadır.
Tablonun temsil ettiği tüm temsiller içinde, o tek gö
rünür olanıdır, ama ona kimse bakmamaktadır. Ressam,
tablosunun yanında ve tüm dikkati modeline yönelik ola
rak, arkasında yumuşak bir şekilde parlayan bu aynayı gö
remez. Tablonun diğer kişilerinin çoğu da, ön tarafta cere
yan etmek zorunda olana doğru tuvali çevreleyen aydın
lık görülmezliğe, bakışların içinde temsil edildikleri oda
nın orada kapandığı şu karanlık oyuğa doğru değil de, on
ları görenleri görebildikleri şu ışık balkonuna doğru dön
müştür. Bazı başlar kendilerini profilden göstermektedir
ler; ama bunlardan hiçbiri odanın dibindeki şu küçük par
Arkadan Gelenler
33
lak dörtgene, görülebilirlikten başka bir şey olmayan, ama
hiçbir bakışın sahiplenmediği, eylemli hale getirmediği,
onun seyrinin hemen olgunlaşan meyvesinden yararlan
madığı bu hayal kırıklığı içindeki aynaya bakacak kadar
dönük değildir.
Bu kayıtsızlığın ancak kendiyle eşit olduğunu kabul
etmek gerekir. Nitekim, kendiyle aynı mekân içinde olan
lara ilişkin hiçbir şeyi yansıtmamaktadır ne ona arkasmı
dönen ressamı ne odanın ortasındaki kişileri. Aydınlık de
rinliği içinde yansıttığı, görünür şey değildir. Hollanda res
minde, aynalann bir ikiye katlama rolü oynamaları gele
nektendi: Bunlar tabloda ilk kez verilmiş olanları tekrarlı
yorlardı, ama hakiki olmayan, değiştirilmiş, daraltılmış,
bükülmüş bir mekânın içinde. Burada, tablonun ilk halin
dekiyle aynı şey görülmektedir, ama başka bir yasaya göre
parçalara ayrılmış ve yeniden oluşturulmuş olarak. Ayna
burada, daha önce söylenmiş olana ilişkin hiçbir şey söyle
memektedir. Ancak, konumu gene de aşağı yukarı merke
zidir: üst tarafı tam olarak, tablonun yüksekliğini ikiye bö
len çizginin üzerindedir, dipteki duvarın üstünde (veya en
azından bu duvarın görünür kısmının üzerinde) medyan
bir yer tutmaktadır; demek ki, tablonun kendininkiyle ay
nı perspektif çizgiler tarafından kat edilmek zorundadır;
aynı atölyenin, aynı ressamın, aynı tuvalin onda eş bir me
kâna göre yerleşmeleriyle, tam bir ikiz olması beklenebilir.
Oysa, bizzat tablonun temsil ettiklerinden hiçbir şeyi
göstermemektedir. Hareketsiz bakışı, tablonun önünde,
onun dış cephesini oluşturan zorunlu olarak görülmeyen
şu bölgede, orada yer alan kişileri kavrayacaktır. Görülür
nesnelerin etrafında durmak yerine, bu ayna orada yakala
yabileceklerini ihmal ederek, tüm temsil alanını katetmek
te ve tüm bakışların dışında yer alana görülebilirligini iade
etmektedir. Fakat, açtığı bu görülmezlik, saklanışınki de
34
Kelimeler ve Şeyler
gildir: Bir engeli aşmamakta, bir perspektifi saptırmamak
ta; aynı anda hem tablonun yapısından, hem de resim ola
rak varoluşundan ötürü görünmez olana hitap etmektedir.
Ondan yansıyan şey, tuvalin üzerindeki kişilerin düz bakış
larla saptadıklarıdır, yani bu, eğer tuval öne doğru uzaya
rak, resssama modellik yapan kişileri de kapsayacak şekil
de aşağı kadar inseydi görülecek olandır. Fakat, tuval bura
da sona ererek, ressamın ve atölyesinin görülmesine olanak
verdiği için, bu aynı zamanda onun tablo olması ölçüsün
de, yani mümkün her seyircinin gözünde bir şeyi temsil et
meye yönelik dört köşe bir çizgiler ve renk parçası olması
ölçüsünde tablonun dışındadır. Odanın hiç kimsenin bil
mediği dip tarafında beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan
ayna, ressama bakan çehreleri göstermektedir (ressam, ça
lışan ressam olma gibi nesnel hakikiliği içinde temsil edil
mektedir); ama aynı zamanda ressama bakan figürleri de
göstermektedir (çizgilerin ve renklerin tuvalin üzerine bı
raktıkları şu maddi hakikilik halinde). Bu iki figürün ikisi
de ulaşılmaz niteliktedir, ama farklı biçimlerde: birincisi,
tabloya özgü bir kompozisyon etkisiyle; ikincisi, genel ola
rak bütün tabloların varoluşuna hükmeden bir yasa yüzün
den. Temsil oyunu burada birini diğerinin yerine götürme
ye, bu iki görünmezlik biçimini istikrarsız bir çakışma ha
line sokmaya —ve onları hemen tablonun diğer ucuna taşı
maya— ilişkindir; bu çakıştırma, en yüksek dereceden tem
sil edilen şu kutupta olacaktır: tablonun bir derinliğinin
oyuğundaki bir yansımanın derinliğinin oluşturduğu ku
tup. Ayna, aynı anda hem tabloda temsil edilen mekânı
hem de onun temsil biçiminin bir parçasını kesip alan gö
rülebilirlik içindeki yer değiştirmeyi sağlamaktadır; tablo
dan bakıldığında, zorunlu olarak iki kere görünmez olanı,
tablonun ortasında göstermektedir.
Garip bir açıklama biçimi, ama tersine çevrildiğinde,
Arkadan Gelenler
35
yaşlı Pachero'nun Sevilla'da çalışan öğrencisine verdiği
öğüt açığa çıkmaktadır "Görüntü çerçeveden çıkmalıdır."
II
Ama belki de, aynanın dibinde gözüken ve ressamın tablo
nun önünde seyrettiği şu görüntüye sonunda bir ad koy
manın zamanı gelmiştir. Bu biraz soyut, her zaman bulan
maya ve ikiz hale gelmeye yatkın şu yüzer gezer ifadelerin
içinde sonsuza kadar sıkıntılı bir durumda kalmamak için,
belki de mevcut veya işaret edilen kişilerin kimliğini bir
kerede ebediyen geçerli olmak üzere saptamak uygun ola
caktır: "ressam", "kişiler", "modeller", "seyirciler", "görün
tüler". Görünene kaçınılmaz olarak uygun düşmeyen bir
dili sonsuza kadar sürdürmek yerine, Velâzquez*in bir tab
lo yaptığını, bu tabloda kendini kendi atölyesinin içinde
veya Escurial sarayının bir salonunda, kralın çocukların
dan Margarita'nın dadılanyla, hizmetçileriyle, saraylılarla
ve cücelerle çevrelenmiş olarak seyrettiği halde, iki kişinin
resmini yaparken temsil ettiğini, bu grubun içindekilere
çok kesin adlar verilebileceğini söylemek yeterlidir: gele
neğe göre, bunların içinden şurada dona Maria Agustina
Sarmienta, burada Nieto, ön cephede italyan soy tan Nico
laso Pertusato tanınmaktadır. Ressama modellik yapan iki
kişinin, en azından doğrudan doğruya görünür durumda
olmadıklarını; ama onlan bir aynadan görmenin mümkün
olduğunu, bunların hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde,
Kral IV Philippe ve karısı Marianna olduklarını eklemek
yeterli olacaktır.
Bu özel adlar yararlı atıf noktalan oluşturacaklar, ikir
cikli işaretleri önleyeceklerdir; bunlar bize her durumda,
ressamın neye baktığını ve onunla birlikte tablonun çoğu
kişisini söyleyeceklerdir. Fakat, dilin resimle olan bağlantı
36
Kelimeler ve Şeyler
sı sonsuz bir ilişkidir. Bunun nedeni sözün yetersizliği ve
görünenin karşısında kapatmaya boşuna uğraşacağı bir açı
ğının olması değildir. Bunlar birbirlerine indirgenemez ni
teliktedirler: gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlata
lım, görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz
ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler, kıyaslama
lar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bun
ların ışıklarım saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sen
taksın ardışıklığının tanımladığı yerdir. Öte yandan özel ad
bu ayırımda bir yapmacıktan başka bir şey değildir, par
makla işaret etmeye, yani konuşulan mekândan, bakılan
mekâna farkına varmadan geçmeye olanak vermektedir;
yani onları sanki aralannda uyumluymuşlar gibi birbirleri
üzerine uygun bir şekilde kapatmaya izin vermektedirler.
Fakat, eğer dil ile görünen'in ilişkisi açık tutulmak istenir
se, eğer uyumsuzluklarından hareketle her ikisine de en
yakın durumda kalmak istenirse, bu durumda özel adları
silmek ve lekenin sonsuzluğu içinde kalmak gerekir. Resim
belki de bu boz, adsız, her zaman özenli ve çok geniş oldu
ğundan ötürü tekrarlamalı olan bu dilin aracılığıyla, ışıkla
rını yavaş yavaş yakacaktır.
Öyleyse, aynanın dibinden kimin yansıyacağını bilmi
yormuş gibi yapmak ve bu yansımayı varlığının tabanında
sorgulamak daha iyi olacaktır.
Öncelikle, solda temsil edilen büyük tuvalin tersidir.
Ters veya daha doğrusu yüz, çünkü konumu gereği sakla
dığı şeyi cepheden göstermektedir. Üstelik, pencerenin
zıddında yer almakta ve onu güçlendirmektedir. Tıpkı pen
cere gibi tablonun ve onun dışında kalanın ortak yeridir.
Fakat pencere, dikkatli kişiler, ressam, tablo için seyrettik
leri görüntüyü bir araya getiren, soldan sağa doğru sürekli
bir akma hareketiyle işlem yapmaktadır; ayna ise, şiddetli,
anlık ve tamamen sürpriz olan bir hareketle, tablonun
Arkadan Gelenler
37
önünde yer alan, ama görünür olmayan şeyi, kurgusal de
rinliğin dibinde görünür ama bütün bakışlara kayıtsız kıl
mak üzere arayacaktır. Yansıma ile yansıttığı arasında çizi
len emredici noktalı çizgi, ışığın yatay akımını dikine kes
mektedir. Son olarak —bu, aynanın üçüncü işlevidir tıpkı
onun gibi dipteki duvarın içine açılan bir kapının yanında
durmaktadır. Bu kapı da mat ışığı, odanın içinde ışımayan
aydınlık bir dörtgeni bölmektedir. Eğer yontma bir kanat,
bir perdenin eğrisi ve birçok basamağın gölgesi tarafından
dışa doğru oyulmuş olmasaydı, yaldızlı bir düz yüzey ola
rak kalırdı. Burada bir koridor başlamaktadır, fakat bu ko
ridor karanlığın içinde kaybolmak yerine, ışığın içeri gir
meden kendi etrafında burgu gibi dönüp durduğu sarı bir
aydınlık patlamasının içinde dağılmaktadır. Aynı anda hem
yakın hem de sınırsız olan bu fon üzerinde, bir adamın
yüksek silueti fark edilmektedir; profilden görülmektedir;
bir eliyle duvar kaplamasını tutmaktadır; ayaklan iki fark
lı basamağın üzerindedir; dizi büküktür. Belki odaya gire
cek, belki de içeride olan bitenleri gözlemekle yetinerek
gözlenmeksizin gizlice görmekten mutlu olacaktır. Tıpkı
ayna gibi, sahnenin tersine sabit bir şekilde bakmaktadır:
tıpkı aynaya olduğu gibi, ona da dikkat edilmemektedir.
Nereden geldiği bilinmemektedir; kanşık koridorları izle
yerek, kişilerin toplandığı ve ressamın çalıştığı salonun et
rafından dolaştığı tahmin edilebilir; belki o da biraz önce,
bütün gözlerin seyrettiği sahnenin önünde, görülmeyen
bölgenin içindeydi. Aynanın dibinde fark edilen görüntüler
gibi, onun bu aşikâr ve gizli mekânın bir görevlisi olması
mümkündür. Fakat burada gene de bir fark vardır: o, etiy
le kemiğiyle buradadır; aniden dışarıdan belirivermiş ve
temsil edilen alanın eşiğinde ortaya çıkmıştır; onun varlı
ğından kuşku duymak mümkün değildir muhtemel bir
yansıma değil de, ani bir belirmedir. Ayna, atölyenin du
38
Kelimeler ve $ty\tr
varlarının ötesinde, tablonun önünde neyin olup bittiğini
göstererek, ok biçimindeki boyutu içinde dışarıyı ve içeri
yi birlikte titreşime sokmaktadır. İkircikli ziyaretçi, ayağı
basamağın üzerinde ve bedeni tamamen profilden görünür
bir durumda, hareketsiz bir terazilenmenin içinde, aynı an
da hem girmekte hem de çıkmaktadır. Odayı boydan boya
geçen, aynanın içine nüfuz eden, oradan yansıyan ve ora
dan itibaren görülebilir, yeni ve özdeş türler olarak fışkıran
görüntülerin anlık hareketini hemen oracıkta, ama kendi
bedeninin karanlık hakikiliği içinde tekrarlamaktadır. Ay
nanın içindeki bu soluk ve minik siluetler, kapının aralı
ğından beliren adamın uzun ve sağlam bedeni tarafından
reddedilmektedirler.
Fakat, tablonun dip tarafından sahnenin önüne doğru
yeniden inmek gerekmektedir; kıvrımını kat ettiğimiz bu
çevreyi terketmemiz gerekmektedir. Solda, kaymış bir mer
kez oluşturuyormuş gibi duran ressamın bakışından yola
çıkınca, önce tuvalin tersi, sonra merkezinde ayna bulunan
ve sergilenmekte olan tablo, sonra açık kapı, çok sivri bir
perspektifin ancak çerçevelerinin kalınlıkları içinde görül
melerine izin verdiği birçok tablo, son olarak da, en sağda
pencere veya daha doğrusu, ışığın içeri boşaldığı duvar ya
ngı fark edilmektedir. Bu pervane biçimli kabuk, temsilin
bütün dizisini sunmaktadır: bakış, palet ve fırça, üzerinde
ki işaretlerin suçunu taşımayan tuval (bunlar temsilin
maddi araçlarıdır), tablolar, gölgeler, gerçek adam (bitmiş
olan, ama onunla çakışan hayali veya gerçek işaretlerden
kurtulmuş gibi olan temsil); daha sonra temsil çözülmek
tedir: Artık ondan yalnızca çerçeveleri ve tabloları dıştan
yıkayan şu ışık görülmektedir, fakat tablolar bunun karşı
lığında, kendi türleri içinde, ışık sanki başka bir yerden ge
lerek koyu tahtadan çerçevelerini kat ediyormuş gibi, onu
yeniden oluşturmak zorundadırlar. Nitekim, bu ışık tablo
Arkadan Gelenler
39
nun üzerinde, çerçevenin bitişme noktasında yeniden fış
kırıyormuş gibi gözükmekte ve buradan, bir elinde paleti,
diğer elinde ince fırçayı tutan ressamın alnına, elmacık ke
miklerine, gözlerine, bakışma ulaşmaktadır... Kıvrım biçi
mindeki kabuk böylece kapanmakta veya daha doğrusu,
bu ışıkla açılmaktadır.
Bu açılma, artık dip taraftaki gibi çekilmiş bir kapı de
ğildir; bizzat tablonun enidir ve oradan geçen bakışlar
uzaktaki bir ziyaretçininkiler değillerdir. Tablonun birinci
ve ikinci düzlemini işgal eden düz bölge, sekiz kişiyi eğer
ressam da dahil edilirse temsil etmektedir. Bunlardan be
şi, baş, az veya çok eğik, dönük veya bükük olarak, tablo
nun dikaçısına doğru bakmaktadır. Grubun merkezinde
gri ve pembe, geniş entarisiyle, kralın küçük kızı vardır.
Prenses başını tablonun sağma döndürmüştür; bedeninin
üst tarafı ve elbisesinin geniş etek kanatlan hafifçe sola
kaçmaktadır; fakat bakışı doğrudan doğruya tablonun kar
şısında duran seyirciye yönelmiştir, tuvali iki eşit kanada
bölen medyan bir çizgi çekilecek olursa, çocuğun iki gözü
nün arasından geçecektir. Yüzü, tablonun yüksekliğinin
üçte birindedir. Kompozisyonun ana teması, hiçbir kuşku
ya yer bırakmayacak şekilde burada bulunmaktadır; bu
resmin esas konusu buradadır. Ressam bunun böyle oldu
ğunu vurgulamak ve kanıtlamak üzere, geleneksel bir figü
re başvurmuştur: Esas kişinin yanına, diz çökmüş bir du
rumda ona bakan bir başkasını daha yerleştirmiştir. Tıpkı
dua ederek adakta bulunan biri, tıpkı Bakire Meryem'i se
lamlayan Melek gibi diz çökmüş bir hizmetçi 'cadın elleri
ni prensese uzatmıştır. Yüzü tam profilden gc rülmektedir.
Çocukla aynı yüksekliktedir. Bu kadın prensese ve yalnız
ca ona bakmaktadır. Biraz daha sağda, başka bir hizmetçi
gene prensese doğru dönüktür; ona doğru hafifçe eğilmiş
tir, fakat gözlerinin ileri dönük olduğu açıkça bellidir, yani
40
Kelimeler ve Şeyler
ressamın ve prensesin baktıkları yere doğru. Nihayet, iki
şer kişilik iki grup yer almaktadır: bunlardan biri geridedir;
cücelerden meydana gelen diğeri en öndedir. Her çiftin
içinde bir kişi karşıya, diğeri de sola veya sağa bakmakta
dır. Bu iki grup, konumlan ve boyları itibariyle birbirlerine
karşılık vermekte ve bir çift oluşturmaktadır; arkada saray
lılar (soldaki kadın sağa bakmaktadır). Bu şekilde yerleşti
rilmiş olan bu kişiler bütünü, tabloya yönelik dikkate veya
seçilen atıf noktasına göre, iki figür oluşturabilirler. Bun
lardan biri büyük bir X olacaktır; ressamın bakışı sol üst
noktada ve saraylılarınki de sağda olacaktır, sol alt tarafta,
tersinden gösterilen tuvalin köşesi vardır (daha da kesin
olarak, şövalenin ayağı); sağ tarafta ise cüce vardır, ayağını
köpeğin sırtına koymuş olarak. Bu iki hattın kesişme nok
tasında, X'in merkezinde prensesin bakışı yer almaktadır.
Diğer figür ise oldukça geniş bir eğri olacaktır» iki yanı, sol
da ressam, sağda da saraylı adam tarafından belirlenecektir
—yüksek ve uzak uçlar—; çok daha fazla yaklaşmış olan
oyuk, prensesin çehresiyle ve hizmetçi kadının ona yöne
lik bakışıyla çakışacaktır. Bu esnek hat, tablonun ortasında
aynı anda aynanın yerini herri sıkıştıran, hem de açığa çı
karan bir vazo resmetmektedir.
Demek ki, seyircinin dikkatinin şuraya veya buraya
yönelmesine göre, tabloyu örgü deyebilecek iki merkez var
dır. Prenses, hizmetçilerin, nedimelerin ve soytarıların ha
reketleriyle birlikte, etrafında dönen bir SaintAndre haçı
nın ortasında ayakta durmaktadır. Fakat bu döngü don
muş olurlardı. Eğer bu aniden hareketsiz hale gelen kişiler,
bir fincanın oyuğundaki gibi, kendilerinin seyredilmesinin
beklenmedik ikizine bir aynadan bakma olanağına sahip
olmasalardı, tamamen görülmez olacak olan bir seyir için
de donmuş olurlardı. Prenses derinlik yönünde aynayla ça
kışmakta, yükseklik yönünde ise onun çehresiyle yansıma
Arkadan Gelenler
41
sı çakışmaktadır. Fakat perspektif onları birbirine çok ya
kın kılmaktadır. Oysa bunların her birinden kaçınılmaz bir
hat fışkırmaktadır; aynadan çıkan biri temsil edilen bütün
kalınlığı aşmaktadır (hatta daha da ötelere gitmektedir,
çünkü ayna duvarı dipten delmekte ve arkasında yeni bir
uzay yaratmaktadır); diğeri daha kısadır; çocuğun bakışın
dan gelmekte ve yalnızca birinci düzlemi kat etmektedir.
Bu ok biçimindeki iki hat, çok dar bir açı yaparak kesiş
mektedir ve kesiştikleri nokta tuvalden dışarı çıkarak, tab
lonun önünde, yaklaşık olarak bizim ona baktığımız yerde
sabitleşmektedir. Bu kuşkulu bir noktadır, çünkü onu gör
memekteyiz; ancak aynı zamanda kaçınılmaz ve tam olarak
belirlenmiş bir noktadır, çünkü bu egemen iki figür tara
fından belirlenmiştir ve üstelik tablodan doğan ve gene on
dan kaçan başka komşu noktalı hatlar tarafından teyit edil
miştir.
Tablonun dışında kaldığı için ulaşılmaz olan, ama bu
tablonun kompozisyonunun bütün çizgileri tarafından zo
runlu kılınan bu yerde ne vardır? Önce prensesin, sonra sa
raylıların ve ressamın ve nihayet aynanın uzak aydınlığın
da yansıyan bu çehrelerin oluşturduğu bu seyir nedir? Fa
kat soru hemen ikiye katlanmaktadır: aynanın yansıttığı
çehre, aynı zamanda onu seyretmektedir; tablonun bütün
kişilerine bakanlar, aynı zamanda seyirlik bir sahne olarak
sunulmuşlardır. Tablo bütün olarak, onun için bir sahne
olduğu sahneye bakmaktadır. Bakan ve bakılan böylece iki
ânın, tablonun iki açısından birbirinden çözülmüş olan
aynanın açık ettiği saf karşılıklılık: solda, ters dönmüş
tuval ve dış nokta onun sayesinde tam bir seyir haline
gelmektedir; sağda yere uzanmış köpek, tablonun ne ba
kan ne de hareket eden yegâne unsuru; çünkü büyük çı
kıntıları ve ipeksi tüyleri arasında oynayan ışıkla, yalnızca
bakılmak için yapılmıştır.
42
Kelimeler ve Şeyler
Tabloya ilk göz atışımızda, bu bakışhalindeseyir'in
ne'den meydana geldiğini öğrendik. Bunlar hükümdarlar
dır. Bu, etraftakilerin saygılı bakışlarından, çocuğun ve cü
celerin şaşkınlığından zaten anlaşılmaktadır. Hükümdar
lar, tablonun önünde, aynanın yansıttığı iki küçük siluetin
içinde tanınmaktadırlar. Bütün bu dikkatli çehrelerin, bü
tün bu süslü bedenlerin ortasında, onlar daha soluk, daha
gerçekdışı, bütün görüntülerin içinde en tehlikeli durum
da olanlarıdır: bir hareket, biraz ışık onları yok etmeye ye
tecektir. Temsil edilen bütün bu kişilerin içinde, aynı za
manda en çok ihmal edilenleridir; çünkü herkesin arkası
na kayan ve hiç beklenmedik bir mekândan içeri sessizce
dalan bu yansımaya kimse dikkat etmemektedir; bunlar
görünür oldukian ölçüde, her gerçeğin en çelimsiz ve en
uzak biçimi olmaktadırlar. Bunun tersine, tablonun dışın
da kaldıkları ölçüde, özsel bir görülmezliğin içine çekil
mektedirler, tüm temsili kendi etraflarında düzene sok
maktadırlar; herkes cephesini onlara dönmüştür, prenses
bayramlık elbiseleriyle kendini onların gözünde görmekte
dir, arkası dönük tuvalden prensese ve prensesten en sağ
da oynayan cüceye doğru bir eğri resmolmaktadır (veya
X'in altdalı açılmaktadır), bunun amacı, tablonun tüm dü
zenini onlara sunmak böylece kompozisyonun, prensesin
ve aynanın içindeki görüntünün sonunda tabi oldukian
gerçek merkezini açığa çıkarmaktır.
Bu merkez, öykünün içinde simgesel olarak hüküm
sürmektedir; çünkü kral IV. Philippe ve karısı tarafından
işgal edilmiştir. Ama asıl neden, tabloya nazaran sahip ol
duğu üçlü işlevdir. Modelin resminin yapıldığı andaki ba
kışı, sahneyi seyreden seyircininki ve ressamın tablosunu
yaparkenki bakışı (temsil edilen değil de, önümüzde olan
ve sözünü ettiğimiz tablo) bu noktada çakışmaktadır. Bu
üç "bakan" işlev, tablonun dışındaki bir noktada birbirleri
Arkadan Gelenler
43
ne karışmaktadır; yani bakılana nazaran ideal, ama temsi
lin ondan itibaren mümkün olmasından ötürü tamamen
gerçek bir noktada. Bizatihi bu gerçekliğin içinde, görül
mez olamaz. Fakat bu gerçeklik tablonun içine yansıtılmış
tır bu ideal ve gerçek noktanın üç işlevine tekabül eden
üç figür halinde yansıtılmış ve farklılaştınlmıştır. Bunlar
solda, elinde paletiyle ressam (ressamın öz portresi); sağda,
ayağının biri basamağın üzerinde, odaya girmeye hazır zi
yaretçi bütün sahneyi tersten almakta, ama asıl seyir olan
kral ile karısını cepheden görmektedir—; nihayet merkezde,
sabırlı modellerin tutumu içinde, süslü ve hareketsiz duran
kral ile kraliçenin yansıması.
Herkesin öncelikle baktığı şeyi, safça ve gölge içinde
gösteren yansıma. Bu yansıma sanki sihirbazlık gibi, her
bakışa eksik olan şeyi iade etmektedir: ressamın bakışına,
dip tarafta temsil edilen ikizinin eşi olan modeli; kralınki
ne, bulunduğu yerden göremediği, tuval üzerine çizilen
kendi portresini; seyircininkine, yerini adeta zorla aldığı,
sahnenin hakiki merkezini. Ama, aynanın bu cömertliği
belki de sahtedir; belki de açığa çıkardığı kadarım, hatta
daha fazlasını saklamaktadır. Kralın kraliçeyle birlikte
tahtta oturduğu yer, aynı zamanda sanatçının ve seyircinin
de yeridir: Aynanın dibinde, oradan geçen kişinin anonim
çehresi ve Velâzquez'inki gözükebilir —gözükmelidir.
Çünkü bu yansımanın işlevi, ona tamamen yabancı olanı
tablonun içine çekmektir. Ama, sanatçı ve ziyaretçi tablo
nun sağında ve solunda mevcut oldukları için, aynanın içi
ne yerleştirilemezler: tıpkı kralın tabloya ait olmaması öl
çüsünde, aynanm içinde gözükmesi gibi.
Atölyenin çevresini dolanan büyük deniz kabuğunun
içinde, paleti ve eli havada asılı kalmış olan ressamın bakı
şından, tamamlanmış tablolara kadar, temsil doğmakta, ta
mamlanmakta ve ışığın içinde yeniden bozulmaktaydı;
44
Kelimeler ve Şeyler
çember tamdı. Buna karşılık, tablonun derinliğini kat eden
çizgiler tamamlanmamıştır; bunların hepsinde de, güzer
gâhlarının bir bölümü eksiktir. Bu boşluk, kralın olmama
sından kaynaklanmaktadır bu bulunmama, sanatçının bir
hilesidir—. Fakat bu hile, dolaysız bir mevcut olmamayı
kapsamakta ve belirlemektedir: ressamın ve seyircinin tab
loyu yaptıkları veya seyrettikleri ânda bulunmayışları. Bu
nun nedeni herhalde, onun dışa vurulan özü olduğu tüm
temsillerde olduğu gibi; bu tabloda da görülenin derin gö
rülmezliğinin, görenin görülmezliğiyle dayanışma içinde
olmasıdır —aynalara, yansımalara, taklitlere, portrelere rağ
men—. Sahnenin bütün çevresine, temsilin birbirini izleyen
işaret ve biçimleri konulmuştur; ama temsilin modeli ve
hükümdanyla olan ilişkisi, onu yapan ve onun sunulduğu
kişiyle olan ilişki gibi zorunlu olarak kesintiye uğramıştır.
Bizzat kendini seyir olarak sunacak bir temsilin içinde bile
artık mevcut olamaz. Tuvali kat eden derinliğin içinde,
kurgusal olarak oyulmakta ve kendinin ilerisine yansıtıl
maktadır; görüntünün temsil eden ustayı ve temsil edilen
hükûmdan tam göstermesi asla mümkün değildir.
Belki de Velâzquez'in bu tablosunda, klasik temsilin
temsili gibi bir şey ve açtığı mekânın tanımı vardır. Nite
kim, bu mekânın tüm unsurları, imgeleri, kendini sundu
ğu bakışlar, görünür kıldığı çehreler, onu doğuran hareket
leri bu tabloda temsil etmeye girişmektedir. Fakat, buraya
getirdiği ve hepsini birden sergilediği bu dağınıklığın için
de, özel bir boşluk, her yandan emredici bir şekilde işaret
edilmektedir: onu kuranın zorunlu olarak yok olması
benzediği kişinin ve gözünde benzerlikten ibaret olduğu
kişinin—. Bu konumun kendisi aynıdır ortadan kaldırıl
mıştır. Ve sonunda, onu zincire vurmuş olan bu ilişkiden
kurtulan temsil, kendini saf temsil olarak verebilir.
İKİNCİ AYIRIM
Dünyanın Üslubu
I. DÖRT BENZERLİK
Benzerlik, Batı kültüründe XVI. yüzyılın sonuna kadar ya
pıcı bir rol oynamıştır. Metinlerin çözümlenme ve yorum
lanmalarına büyük ölçüde o egemen olmuştur; simgeler
oyununu düzene sokan, görünen ve görünmeyen şeylerin
bilgisine izin veren, onları temsil etme sanatına rehberlik
eden o olmuştur. Dünya kendi üzerine dolanmaktaydı: yer
yüzü gökyüzünü tekrarlamakta, çehreler yıldızlarda yansı
makta ve bitki insana yarayan sırlarını saplarında geliştir
mekteydi. Resim mekânı taklit etmekteydi. Ve temsil ister
şenlik, ister bilgi okun— kendini tekrar olarak sunmaktay
dı: hayatın tiyatrosu veya dünyanın aynası; her dil onun
kendini haber verme biçimine bu başlığı koyuyor ve onun
konuşma hakkını böyle formüle ediyordu.
Benzerliğin bilgiye olan aidiyetini çözeceği ve bilgi
edinme faaliyetinin ufkunda hiç değilse kısmen kaybolaca
ğı şu anm üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Ben
zerlik XVI. yüzyılın sonunda, henüz XVII. yüzyılın başın
46
Kelimeler ve Şeyler
da hâlâ nasıl düşünülmekteydi? Bilgi biçimlerini nasıl dü
zene sokabilmekteydi? Ve, birbirlerine benzeyen şeyler
sonsuz sayıdaysalar da, en azından bazılarının diğer bazıla
rına benzer hale geldikleri biçimleri saptamak mümkün
müydü?
Benzerliğin semantik dokusu XVI. yüzyılda çok zen
gindir: Amicitia, Aequalitas (contractus, consensus, matrimo
num, societas, pax et similia), Consonantia, Concertus, Con
tinuum, Paritas, Proportio, Similitudo, Conjnunctio, Copula.1
Ve düşüncenin yeryüzünde birbirlerine dolanan, karışan,
birbirini güçlendiren veya sınırlandıran daha birçok kavra
mı vardır. Şu an için, eklemleşmelerini benzerliğin bilgisin
den bekleyen başlıca biçimleri işaret etmekle yetinmek ge
rekmektedir. Bunlardan, kesinlikle esaslı olan dört tanesi
vardır.
Önce convenientia. Gerçeği söylemek gerekirse, bu ke
lime yerlerin birbirlerine yakınlığını benzerlik'ten daha
güçlü bir şekilde işaret etmektedir. Birbirlerine yaklaşan,
bitişen şeyler "yakın"dırlar; birbirlerine temas etmekte, ke
narları birbirine karışmakta, birinin sonu diğerinin başlan
gıcını belirlemektedir. Bu sayede, hareket arasında iletişim
kurulmakta, etkiler, tutkular ve özellikler için de aynı du
rum söz konusu olmaktadır. Böylece, şeylerin bu kavşağın
dan itibaren, ortaya bir benzerlik çıkmaktadır. Bu benzer
lik, sorunun çözülmesine kalkışıldığı ândan itibaren çift
yanlı olmaktadır: doğanın iki şeyi yerleştirmiş olduğu ye
rin, konunun benzerliği, demek ki özelliklerin benzerliği;
çünkü dünyanın meydana getirdiği bu doğal "içeren"de
komşuluk, şeyler arasındaki dış bir ilişki değil de, en azın
dan karanlık bir akrabalığın işaretidir. Ve sonra bu temas
tan, alışveriş yoluyla yeni benzerlikler doğmaktadır; ortak
bir rejim kendini dayatmaktadır; komşuluğun sağır nedeni
1
E Gregoire, Syntaxeon artis mirabilis, s. 28, Kolonya, 1610.
Dünyanın Üslubu
47
olarak benzerliğin üzerine, yakınlığın gözle görünür sonu
cu olan bir benzerlik binmektedir, örneğin ruh ile beden
iki kere "yakındır: Tanrının, ruhu maddenin içine yerleş
tirmesi için, günahın bu ruhu kalın, ağır ve dünyevi kılma
sı gerekmiştir. Fakat ruh, bu komşuluktan ötürü bedenin
hareketlerini kabul etmekte ve onunla özdeşleşmektedir;
bu arada "beden, ruhun tutkuları yüzünden bozulmakta ve
yozlaşmakta "dır.2 Dünyanın geniş ölçekli sentaksı içinde,
farklı varlıklar kendilerini birbirlerine göre düzenlemekte
dir; bitki hayvanla, kara denizle, insan çevresindeki her
şeyle iletişim kurmaktadır. Benzerlik, sıralan geldiğinde
başka benzerlikler sağlayan komşulukları dayatmaktadır.
Yer ve benzerlik birbirine dolanmaktadır: kabuklu hayvan
ların sırtında yosun, geyiklerin boynuzlarında bitki, insan
ların yüzünde ot gibi şeylerin bittiği görülmektedir; ve ga
rip bitki biçimli hayvan, onu bitkiye olduğu kadar hayva
na da benzer kılan özellikleri birbirlerine karıştırarak, ça
kıştırmaktadır.3 Bir o kadar yakınlık işareti.
Convenientia, mekân içinde "yakından yakına" bir
benzerliğe bağlıdır. Bağlaşma ve ayarlanma düzleminden
dir. İşte bu nedenden ötürü, şeylerin kendine, bunların
içinde bulundukları dünyadan daha az aittir. Dünya, şeyle
rin evrensel "yakınlığı "dır; yeryüzünde ne kadar hayvan
veyahut doğa veya insan tarafından üretilmiş nesne varsa,
denizde de o kadar balık vardır (adlan Episcopus, Catona,
Periapus olan balıklar yok mudur?); suda ve yeryüzünde
ne kadar varlık varsa, gökte de o kadar varlık vardır ve
bunlar birbirlerine denk düşmektedirler; son olarak da, ya
ratılmış her şeyin içinde "Varoluş, İktidar, Bilgi ve Aşk to
humları eken" Tanndan bir parça vardır.4 Böylece, benzer
liğin ve mekânın sağladığı bağlantıyla, benzeri komşu kı
2
3
4
G. Porta, La Physionomie Humaine, s. I, Fr. Çev, 1655.
U. Aldrovandi, Monstrorum Hisioria, s. 663, Bononiae.
T. Campanella, Realis Philosophia, s. 98, Frankfurt, 1623,
48
Kelimeler ve Şeyler
lan ve yakınları özümleyen bu yakınlığın gücüyle, dünya
kendi kendine zincirlenmektedir. Her temas noktasında,
bir öncekine ve bir sonrakine benzeyen bir halka başla
makta ve sona ermektedir ve benzerlikler, uçları (Tanrı ve
Madde) uzakta tutarak, çemberden çembere birbirlerini iz
lemekte, bu uçlar Hakimi Mutlak'm iradesinin en derin uy
kuda olan köşelere kadar nüfuz etmesini sağlayacak şekil
de yaklaştınlmaktadırlar. Porta'nın Doğal Büyü adlı kita
bında andığı, işte bu gergin ve titreşimli muazzam zincir,
bu yakınlık ipidir: "bitki vahşi hayvanla ve vahşi hayvan
duygusal olarak insanla ve insan da akıl olarak diğer yıldız
larla yakınsa, bu bağlantı ilk nedenden en aşağı ve önem
siz şeylere kadar gerilmiş olan bir ipe benzer şekilde işle
mektedir; bu bağlantı karşılıklı ve süreklidir; öylesine ki,
ışınlarını saçan yüce erdem bu noktaya, eğer onun bir ucu
na dokunulacak olursa gelecek, titreyecek ve geri kalanı öl
dürecektir."5
Benzerliğin ikinci biçimi aemulatio'dur: bir cins yakın
lık; ama yer yasasından kurtulmuş olarak ve mesafe içinde
hareketsiz bir şekilde oynayarak. Sanki uzaysal birlikte ha
reket kopmuş ve zincirin birbirinden ayrılmış olan halkla
rı, çemberlerini birbirlerinden uzakta, temassız bir benzer
liğe göre yeniden üretiyorlannış gibi. Rekabet'in (aemula
üo) içinde, yansımaya ve aynaya ilişkin bir şey vardır: dün
yaya dağılmış şeyler, onun aracılığıyla birbirlerine cevap
vermektedirler. İnsan yüzü, uzaktan gökyüzüyle, Tanrının
bilgeliğiyle yetersiz bir şekilde rekabet etmektedir; aynı şe
kilde, iki göz sınırlı parlaklıklarıyla, geniş ve aynı gökyü
zünün yaydığı büyük aydınlığı yansıtmaktadır; ağız Ve
nüs'tür, çünkü aşk öpücükleri ve sözleri oradan geçmekte
dir; burun Jüpiter'in asasının ve Merkür'ün kanatlı ve yı
lanlı sopasının bir imgesidir.6 Şeyler bu rekabet ilişkisiyle,
5
6
G. Porta, Magie noturelle, s. 22, Fr. Çev. Rouen, 1650.
U. Akrovandi, age, s. 3.
Dünyanın Üslubu
49
evrenin bir ucundan diğerine, aralarında bağlantı veya ya
kınlık olmadan birbirlerini taklit edebilirler: dünya, ayna
da yeniden ikili hale gelmesiyle, kendine özgü olan mesa
feyi ilga etmektedir; bu sayede, her şeye verilmiş olan bağ
lantıya üste gelmektedir. Uzayı kat eden bu yansımalardan
ilk olanları hangileridir? Bunu söylemek çoğu zaman
mümkün değildir; çünkü rekabet şeylerin bir cins doğal
ikizliğidir; varlığın, iki kenarı dolaysız olarak karşı karşıya
gelen bir kıvnmlanmasından kaynaklanmaktadır. Paracel
sus, dünyanın bu temelli ikileşmesini, ikizlerin görüntü
süyle kıyaslamaktadır; bunlar "hiç kimsenin, hangisinin
diğerine kendine benzerliği getirdiğini söylemesine olarak
vermeyecek kadar tam bir şekilde benzeşmektedirler."7
Ancak, rekabet zıtlaştırdığı iki figürü birbirinin karşı
sında hareketsiz bırakmamaktadır. Bunlardan birinin daha
zayıf olduğu ve onun edilgin aynasında kendini yansıtan
diğerinin güçlü etkisini kabul ettiği olmaktadır. Yıldızlar,
hiçbir değişiklik olmadan, modeli, bozulmaz biçimi olduk
ları ve tüm etkilerini üzerlerine gönderdikleri otlara üste
gelmekte değiller midir? Karanlık yeryüzü, yıldızların ser
pili olduğu gökyüzünün aynasıdır; ama bu çekişmede, iki
rakip ne aynı değerde ne de eşit liyakattedir. Otun aydınlı
ğı, gökyüzünün saf biçimim yeniden üretmektedir. Crolli
us, "yıldızlar bütün otlann dölyatağıdır ve gökyüzündeki
her bir yıldız, bir otun manevi temsilidir; böylece her ot ve
ya bitki gökyüzüne bakan dünyevi bir yıldızdır; bu gökyü
zü yıldızı yeryüzü yıldızlarından yalnızca maddesi itibariy
le farklıdır... Göksel bitki ve otlar dünya tarafına dönük
türler ve doğrudan doğruya yarattıkları otlara bakmakta,
onlara bazı özel erdemler aktarmaktadırlar."8
7
8
Paracelse, Leber Paramirum, s. 3, Çev. Grillot de Givry, Paris, 1913.
Crllius, Traite des Signatures, s. 18, Fr. Çev. Lyon, 1624.
50
Kelimeler ve Şeyler
Fakat, çekişmenin açık hale geldiği ve sakin aynanın
artık "kabarmış iki askerHin görüntüsünden başka bir şeyi
yansıtmadığı da olmaktadır. Benzerlik bu durumda, bir bi
çimin başka bir biçimle kavgası —veya maddenin ağırlığı
veya yerler arasmdaki mesafe nedeniyle kendinden ayrıl
mış aynı bir biçimin kavgası haline gelmektedir. Paracel
sus'un adamı, tıpkı gök kubbe gibi, "yıldızların asılı" dur
duğu bir yerdedir; ama ona, "hırsızın forsalığa, katilin te
kerleğe, balığın balıkçıya, av hayvanının avcıya" olduğu gi
bi bağlanmamıştır. İnsanın gök kubbesi "özgür ve mukte
dir" olabilmektedir, onun "hiçbir emre boyun eğmeme",
"yaratıkların diğer hiçbirinin hükmü altına girmeme" hak
kı bulunmaktadır. Bu adamın iç göğü özerk olabilir ve ken
dinden başka hiçbir şeye yaslanmayabilir; ama aynı zaman
da bilgide olan bilgeliği aracılığıyla dünyanın düzenine
benzer hale gelmesi, bu düzeni kendi içinde geliştirmesi ve
böylece, yıldızların parladığı gökyüzünü dengelemesi ko
şuluyla. Bu durumda, bu ayna bilgeliği, içine yerleştirildiği
dünyayı kuşatacaktır; büyük halkası gökyüzünün dibine
ve daha ötelere kadar dönecektir; insan "yıldızları kendi
içinde içerdiğini..., ve böylece gök kubbeyi bütün etkile
riyle birlikte taşıdığını" keşfedecektir.9
Rekabet kendini önce basit, kaçamak, uzak bir yansı
ma halinde vermektedir; dünyanın alanlarını sessizce kat
etmektedir. Fakat açtığı mesafe, onun ince eğretilemesi ta
rafından iptal edilmektedir; görülebilirlik için açık olarak
kalmaya devam etmektedir. Ve bu düelloda karşı karşıya
gelen iki figür, birbirlerini ele geçirmektedir. Benzer, ben
zeri kapsamakta, o da kendi hesabına onu kuşatmaktadır,
ve belki de, sonsuza kadar sürme gücüne sahip bir ikizlen
me yoluyla yeniden kapsanacaktır. Rekabetin halkaları, ya
kınlığın unsurları gibi bir zincir oluşturmamaktadır, daha
9
Paracelse, age.
Dünyanın Üslubu
51
çok eşmerkezli yansımalı ve rakip halkalar meydana getir
mektedir.
Üçüncü benzerlik biçimi kıyas'tır. Daha önce Yunan
bilimi ve ortaçağ düşüncesi tarafından bilinen, ama bu iki
dönemde muhtemelen farklı şekilde uygulanan eski bir
kavramdır. Convenientia ve aemulaüo, bu kıyasın içinde ça
kışmaktadır. Kıyas, tıpkı aemuîatio gibi, benzerliklerin me
kân içindeki harika çarpışmalarını sağlamaktadır; ama con
venientia gibi, ayarlamalar, bağlar ve eklemlerden söz et
mektedir. Gücü muazzamdır, çünkü ele aldığı benzerlikler,
bizatihi şeylerin görünen ve kitlesel benzerlikleri değildir;
ilişkilerin daha ince benzerliklerinin bulunması onun için
yeterlidir. Böylece yükü hafiflemiş olarak, aynı bir nokta
dan itibaren, belirsiz sayıda akrabalık kurabilir. Örneğin,
yıldızların içinde parladıklan gökyüzüyle olan ilişkileri ay
nı zamanda ot ile yeryüzü, canlılar ile oturduklan dünya,
madenler ve elmaslar ile içine gömüldükleri kayalar, duyu
organları ile harekete geçirdikleri çehre, deri lekeleri ile
gizlice damgaladıkları vücut arasında bulunmaktadır. Bir
kıyas, bu yüzden tartışılır hale gelmeksizin, kendi üzerin
de tersine de dönebilir. Bitki ile hayvan arasındaki eski kı
yas (bitki, başını aşağıda tutan, ağzı veya kökleri topra
ğa gömülü olan bir hayvandır), Cesalpinus tarafından ne
eleştirilmekte ne de reddedilmektedir; Cesalpinus bunun
tersine, bitkinin, beslenme ilkeleri bir vücut gibi uzayan ve
bir başla sona eren (taç, çiçekler, yapraklar) bir sap boyun
ca tabandan zirveye doğru yükselen, ayakta duran bir hay
van olduğunu keşfettiğinde bu kıyası güçlendirmiştir: ter
sine bir ilişki, ama "kökü bitkinin alt bölümüne, sapı üst
bölümüne" yerleştiren ilk kıyasla çelişki içinde değildir,
çünkü "hayvanlarda da damar sistemi alt kısımdan başla
makta ve ana damar başa ve kalbe doğru çıkmaktadır."10
10 Cesalpin, De Plansit Libri, XVI, 1583.
52
Kelimeler ve Şeyle?'
Bu tersine dönebilirlik gibi, bu çokdeğerlilik de kıyasa
evrensel bir uygulanma alam sağlamaktadır. Dünyanın bü
tün bilimleri, onun sayesinde birbirlerine yaklaşabilmekte
dirler. Ancak, bu her bir yönden geçilen mekânın içinde
ayrıcalıklı bir nokta vardır: burası kıyasa doymuştur (her
kes burada destek noktalarından birini bulabilir) ve ilişki
ler buradan geçerken, bozulmaksızın tersine dönebilir. Bu
nokta insandır; insan hayvanlarla ve bitkilerle olduğu gibi,
yeryüzüyle, madenlerle, mağaralardaki sarkıtlarla veya fır
tınalarla olduğu gibi, gökyüzüyle de oran içindedir. Dün
yanın güçlerinin arasına dikilmiş olarak, gök kubbeyle iliş
ki halindedir (gökyüzü boşluk karşısında ne ise, onun çeh
resi de bedeni karşısında odur, nabzı tıpkı yıldızların ken
dilerine özgü güzergâhlarında dolaşmaları gibi atmaktadır;
yüzündeki yedi delik, gökyüzünün yedi gezegeni gibidir);
fakat o bütün bu ilişkileri terazilendirmektedir ve bunlar,
insan denilen hayvan ile üzerinde yaşadığı yeryüzü arasın
daki kıyasta, benzeri bir şekilde bulunmaktadır: eti toprak
tır, kemikleri kayalardır, damarları büyük nehirlerdir, sidik
torbası denizdir ve yedi esas organı maden yataklarının di
binde saklanan yedi metaldir.11 İnsan vücudu, her zaman
bir evren atlasının mümkün yarısıdır. Pierre Belon'un insan
iskeleti ve kuşlarınki arasındaki ilk karşılaştırmalı levhayı
nasıl ayrmtılarına kadar çizdiği bilinmektedir burada "ap
pendbc (eklenti) adı verilen ve kanatla kıyaslandığında baş
parmağın ele oranı gibi olan kanatçık" görülmektedir, "ka
natçığın ucu bizdeki başparmak gibidir...; kuşlara bacak
gibi verilmiş olan kemik biçimi topuğumuza denk düş
mektedir; tıpkı bizim dört ayak parmağımızın olduğu gibi,
kuşlar da dört parmağa sahiptir ve bunların sonuncusu
oransal olarak bizim başparmağımız gibidir."12 Bütün bu
11 Croliius, age, s. 88.
Dünyanın Üslubu
53
kesinlemeler, ancak XIX. yüzyıl bilgileriyle donanmış biri
için karşılaştırmalı anatomi olmaktadır. Benzerlik figürleri
ni onun aracılığıyla bilgimize ulaştırdığımız tablo, bu nok
tada (ve hemen hemen sadece bu noktada) XVI. yüzyıl bil
gilerini şeylere uyarlayan tabloyu kesmektedir.
Fakat gerçeği söylemek gerekirse, Belon'un tasviri,
onu kendi döneminde mümkün kılmış olan perspektiften
başka bir şeye ait değildir. Aldrovandi'nin insanın alt taraf
larını dünyanın pis yerlerine, cehenneme, buranın karan
lıklarına, Evrenin dışkıları gibi olan lanetlilere kıyasladı
ğında yaptığı gözlemden ne daha rasyonel ne de daha bi
limseldir.13 Belon'un tasviri, Crollius'un döneminde beyin
kanaması ile fırtına arasında yapılan klasik karşılaştırma
kadar, aynı kıyaslamalı kozmografyaya aittir; fırtına, hava
ağırlaştığında başlamakta ve çalkantılı hale gelmektedir;
kriz de düşünceler ağır ve kaygılı olduklarında başlamak
tadır; sonra bulutlar yığılmakta, karın şişmekte, fırtına pat
lamakta, sidik torbası parçalanmaktadır; şimşekler çakar
ken, gözler müthiş bir şekilde parlamaktadır, yağmur yağ
makta, ağız köpürmektedir, yıldırım düşerken ruhlar deri
yi patlatmaktadır, ama sonra hava yatışmakta ve hastanın
aklı başına gelmektedir.14
Nihayet, dördüncü benzerlik biçimi, sempatiler (ya
kınlık) oyunu tarafından sağlanmaktadır. Burada hiçbir yol
önceden belirlenmemiştir, hiçbir mesafe tahmin edilme
miştir, hiçbir bağlantı hükme bağlanmamıştır. Sempati,
dünyanın derinliklerinde, serbest durumda rol oynamakta
dır. En geniş mekânları bir anda aşmaktadır: sempati, geze
genden, hükmü altındaki insana bir şimşek gibi inmekte
dir; tek bir temastan doğabilir bir tek ölümün yakınlığın
12 E Belon, Histoire de la Nature des Oiseaux, s. 37, Paris, 1555.
13 Aldrovandi, age, s. 4.
14 Crollius, age, s. 87.
Kelimeler ve Şeyler
54
dan ötürü, onu koklayan herkesi "hüzünlü ve ölümcül" kı
lan şu "cenaze törenlerinde kullanılan matem gülleri" gi
bi. 15 Fakat gücü o kadar fazladır ki, tek bir temastan fış
kırmakla ve mekânları aşmakla yetinmemektedir; şeylerin
dünyadaki hareketine yol açmakta ve en uzaktaki yakınlaş
malarını harekete geçirmektedir ağırlan yerin ağırlığına ve
hafifleri ağırlıksız boşluğa doğru çekmektedir, kökleri su
ya doğru itmekte ve günebakanın büyük san çiçeğini gü
neşe doğru döndürmektedir. Bundan da fazlası, şeyleri dış
ve görülebilir bir hareketle birbirlerine doğru çekerek, giz
lice bir iç harekete yol açmaktadır bayrağı birbirlerinden
devralan niteliklerin bir yer değiştirmesi: ateş sıcak ve ha
fif olduğundan havaya doğru yükselmekte, alevler hiç bık
madan ona doğru dikilmektedir; ama kendi kuruluğunu
(bu onu toprakla akraba kılmaktaydı) kaybetmekte ve böy
lece bir nemlilik (bu onu suya ve havaya bağlamaktadır)
kazanmaktadır; bu durumda hafif buhar, mavi duman bu
lut halinde dağılmaktadır: hava haline gelmiştir. Sempati,
Aynı'nın o kadar güçlü ve ısrarlı bir halidir ki, benzer'in bi
çimlerinden biri olmakla yetinmemektedir; özümleme,
şeyleri birbirlerine özdeş kılma, onları karıştırma, bireysel
liklerini kaybettirme gibi tehlikeli bir güce sahiptir demek
ki, onları oldukları şeye yabancı kılabilmektedir—. Sempati
dönüştürür. Bozar, ama bunu özdeş'in yönünde yapar; öy
lesine ki, eğer gücü dengelenmeseydı, dünya tek bir nokta
ya, türdeş bir kitleye, Aynı'nın asık suratına indirgenmiş
olurdu: dünyanın bütün parçalan, tıpkı tek bir mıknatısın
sempatisi ve çekimi nedeniyle havada asılı kalan şu maden
zincirleri gibi, aralannda kopukluk ve mesafe olmadan bir
birlerine tutunur ve iletişim halinde olurlardı. 16
işte bu nedenden ötürü, sempati ikiz çehresi olan an
15 G. Porta, age, s. 72.
16 age.
Dünyanın Üslubu
55
tipati tarafından telafi edilmiştir. Antipati, şeyleri soyu tlan
mışhkları içinde tutar ve özümlenmeyi engeller; her türü
kendi inatçı farklılığının ve olduğu şey olarak sürme eğili
minin içine kapatır: "bitkilerin birbirlerinden nefret ettik
leri oldukça iyi bilinir... Zeytin ve üzümün lahanadan nef
ret ettikleri söylenir; kabak zeytinden kaçar... Işık geçir
meyen ve kalın ağaçlar güneşin sıcaklığı ve toprağın nemi
sayesinde büyüdüklerinden, bunlardan her birinin diğeri
ne zarar vermesi zorunludur, kökleri çok olan ağaçlar için
de aynı durum geçerlidir."17 Böylece, dünya varlıkları za
man içinde sonsuza kadar birbirlerinden nefret edecekler
ve her sempatiye karşı, vahşi iştahlarını koruyacaklardır.
"Hint faresi timsah için zararlıdır, çünkü Doğa bu hayvanı
ona düşman olarak vermiştir; böylece timsah güneşte eğle
nirken, fare ona ölümcül tuzaklar kurmaktadır, timsahın
ağzı açık olarak uyuduğunu fark edince, buradan içeri gir
mekte ve onun geniş gırtlağından geçerek karnına inmek
te, iç organlarını kemirmekte, sonunda hakladığı hayvanın
karnından çıkmaktadır". Ama, farenin düşmanları da onu
gözlemektedirler çünkü örümcekle hiç geçinemez ve "en
gerek yılanıyla çok kere kavga eder ve ölür." Onları dağı
tan, ama aynı zamanda kavgaya çeken, onları ölümcül kı
lan ve kendi sıralan geldiğinde ölümün kucağına atan bu
antipati oyunu ile şeyler, hayvanlar ve dünyanın bütün fi
gürleri ne iseler o olarak kalmaktadırlar.
Şeylerin özdeşliği, bunların başkalarına benzeyebilme
leıi ve yakınlaşabilmeleri ama kendi özgünlüklerini koru
yarak olgusu, sempati ile onun karşılığı olan antipati ara
sındaki sürekli terazilenmedir. Bu durum şeylerin büyüme
lerini, gelişmelerini, karışmalarım, yok olmalarını, ölmele
rini, ama kendilerini sonsuza kadar yeniden bulmalarını,
kısacası bir mekân (ama bu mekân, atıf noktası, tekrar ve
17 J. Cardan, De la Subtitite, s. 154, Fr. Çev., 1656.
56
Kelimeler ve Şeyler
benzerlik alanlarına sahiptir) ve bir zaman (ama bu zaman
aynı türleri, aynı figürleri, aynı unsurları sonsuza kadar or
taya çıkarmaktadır) olduğunu açıklamaktadır. "Dört cisim
(su, hava, ateş, toprak) kendiliklerinden ne kadar basit ve
nitelikleri aynı olsa da, Yaratıcının karışık unsurlardan bi
rincil cisimlerin meydana geleceklerini emretmesinden
ötürü, bunların uyum ve uyumsuzluktan fark edilir nite
liktedir, bu onlann niteliklerinden bilinmektedir. Ateş un
suru sıcak ve kurudur; demek ki soğuk ve nemli olan su
yun nitelikleriyle antipati halindedir. Sıcak ve nemli hava,
soğuk ve kuru toprak, antipati demektir. Onları uyuştur
mak üzere, hava ateşle suyun arasına, su toprakla havanın
arasına konulmuştur. Hava sıcak olduğu için, ateşe yakın
dır ve nemliliği sayesinde suya uyum sağlayabilmektedir.
Nemliliğinin ılımlı olması için, ateşin ısısını azaltmakta ve
ondan yardım alarak ısınmaktadır; öte yandan, suyun
nemli soğukluğunu vasat sıcaklığıyla ılıtmaktadır. Suyun
nemliliği havanın sıcaklığıyla ısınmakta ve toprağın soğuk
kuruluğunu gidermektedir." 18 Sempatiantipati çiftinin
egemenliği, bu çiftin hükmettiği hareket ve dağılma bütün
benzerlik biçimlerine yer vermektedir. İlk üç benzerlik
böylece yeniden ele alınmış ve açıklanmış olmaktadır.
Dünyanın bütün hacmi, yakınlıktan kaynaklanan bütün
komşuluklar, rekabetin bütün yankılan, kıyasın bütün zin
cirlemeleri, şeyleri yaklaştırmaya ve birbirlerinden uzakta
tutmaya hiç ara vermeyen bu sempati ve antipati mekânı
tarafından desteklenmekte, beslenmekte ve ikiye katlan
maktadır. Dünya bu oyun sayesinde özdeş olarak kalmak
tadır; benzerlikler neyseler o olarak kalmaya ve benzeşme
ye devam etmektedir. Aynı, aynı olarak ve kendi üzerine
kilitlenmiş olarak kalmaktadır.
18 S. G. S. Annoiations ou Grand Miroir du Monde de Duchesne, s. 498.
II. İMZALAR
Ancak, sistem kapalı değildir. Bir açıklık varlığını sürdür
mektedir: Eğer yeni bir benzerlik figürü gelip diziyi ta
mamlamasaydı, onu aynı ânda hem tam hem de aşikâr
kılmasaydı, bütün benzerlik oyunu bu açıklıktan geçerek,
kendinden kaçma veya karanlıkta kalma tehlikesiyle karşı
laşabilirdi.
Convenientia, aemulatio, kıyas ve sempati, şeylerin bir
birlerine benzeyebilmeleri için kendi üstüne kapanmak,
ikizini oluşturmak, kendini yansıtmak veya zincirlemek
zorunda olduğunu söylemektedirler. Bunlar, benzerlik yol
larını ve bu yolların nerelerden geçtiklerini söylemektedir
ler; ama benzerliğin nerede olduğunu, nasıl gömüldüğünü,
hangi işaretle tanındığını bildirmemektedirler. Oysa, belki
de bütün bu harika benzerlik bolluğunu, onu, dünya düze
ni tarafından uzun zamandan beri ve bizim iyiliğimiz için
hazırlandığını fark etmeden kat etmemiz söz konusu ola
caktır. Boğanotunun göz hastalıklarını iyileştirdiğini veya
şarap ruhuyla havanda dövülmüş cevizin baş ağnsını geçir
diğini bilmek için, bir işaretin bizi uyarması gerekir bu ol
maksızın, bu sır sonsuza kadar gizli kalır. Acaba, bir insan
la yaşadığı gezegen arasında bir ikizlik mi, yoksa bir çekiş
me ilişkisi mi olduğunu, bedenimiz ve yüzümüzdeki çizgi
lerde Mars'ın rakibi mi, yoksa Satürn'e akraba mı olduğu
nun işaretlerinin bulunup bulunmadığını bilmek mümkün
olabilecek midir? Gömülü benzerliklerin, şeylerin yüze
yinde işaret edilmeleri gerekir; görülmez kıyasların görülür
bir işaretine ihtiyaç vardır. Her benzerlik aynı zamanda,
hem en aşikâr hem de en iyi saklanmış olan değil midir?
Nitekim, benzerlik çakışan parçalardan bazıları özdeş, ba
zıları farklı meydana gelmemiştir: tek bir aynılıktır ve bu
da ya görülür ya görülmez. Demek ki, benzerlikte ya üs
58
Kelimeler ve Şeyler
tünde, ya yanında, onun kuşkulu kıvılcımlarını aydınlık
bir kesinliğe dönüştüren bir karar unsuru olmasaydı, kısta
sı olmadan kalırdı.
İmzasız benzerlik yoktur. Benzerin dünyası, ancak işa
retlenmiş bir dünya olabilir. Paracelsus, "İnsanın yaran
için yarattığı ve gizlediği şeyler... Tanrının iradesi değildir.
Ve bazı şeyleri sakladıysa da, hiçbir şeyi özel damgası ol
madan, dış ve görünür işareti olmadan bırakmamıştır tıp
kı hazine gömen birinin, onu tekrar bulabilmek için, bu
yeri işaretlemesi gibi—."19 Benzerlikler bilgisi bu imzaların
dökümüne ve onlann şifrelerinin çözülmesine dayanmak
tadır. Bitkilerin doğalarını öğrenmek için, onların kabukla
rında duraklamak yararsızdır, doğrudan doğruya işaretlere
gitmek gerekir, "taşıdıkları Tanrı gölgesi ve görüntüsünde
veya iç erdeminde, ki bu onlara gök tarafından doğal bir
donanım olarak verilmiştir... erdem dediğimiz şey daha
çok imzadan tanınır."20 İmzalar sistemi, görünür ile görün
mez arasındaki ilişkiyi tersine döndürmektedir. Benzerlik,
şeyleri dünyanın tabanında görünür kılan şeyin görünmez
biçimiydi; fakat bu biçimin de kendi hesabına aydmlana
bilmesi için, onu derin görünmezliğinden çekecek görünür
bir figür gerekir. İşte bu nedenden ötürü, dünyanın çehre
si armalar, karakterler, şifreler, karanlık sözlerle Turner,
"hiyeroglifler"le demekteydi kaplıdır. Ve dolaysız benzer
lik alam, büyük bir açık kitap gibidir; sayfanın tümü bo
yunca, kesişen ve bazen de birbirlerini tekrarlayan garip fi
gürler görülmektedir. Artık onlann şifresini çözmek yeter
lidir: "toprağın derinliklerinden gelen bütün otların, bitki
lerin, ağaçlann ve diğerlerinin her biri birer kitap ve sihir
li işaret değil midir?" 21 Üzerinde şeylerin birbirlerini yan
19 Paracelse, die 9 Mücher der Natura Renim, Toplu Eserleri, s. 393, Subdorff
Yay., c. IX.
20 Crollius, s. 4.
21 age, s. 6.
Dünyanın Üslubu
59
sıttıklan ve görüntülerini birbirlerine gönderdikleri büyük
sakin ayna, aslında sözlerle uğuldamaktadır. Sessiz yansı
malar, onlan işaret eden kelimelerle ikizlenmişlerdir. Ve di
ğer hepsini kapsayan ve onlan tek bir dizinin içine kapatan
sarmal bir benzerlik biçiminin sayesinde, dünya konuşan
bir insanla karşılaştırılabilir: "tıpkı anlama yeteneğinin giz
li hareketlerinin sözle dışa vurulduğu gibi, otlar da merak
lı hekimle imzalarıyla konuşmakta, ona... doğanın sessiz
örtüsünün altında saklanmış olan iç erdemlerini ifşa et
mektedir."22
Fakat, bu dilin kendinin üzerinde biraz durmak gerek
mektedir. Onu meydana getiren işaretlerin üzerinde. Bu
işaretlerin, işaret ettikleri şeye nasıl gönderme yaptıkları
nın üzerinde.
Boğanotu ile gözler arasında sempati vardır. Eğer bit
kinin üzerinde onun göz hastalıklarına iyi geldiğini belir
ten bir sözmüş gibi duran bir imza, bir damga bulunmasay
dı, bu öngörülemez ilişki karanlıkta kalırdı. Bu işaret,
onun tohumlannda tam olarak okunabilir durumdadır:
bunlar, göz kapaklarının gözler içinki durumuna benzeyen
beyaz bir zarın içinde yer alan, küçük ve koyu renkli yu
varlaklardır.23 Ceviz ile baş arasındaki ilişki için de aynı
şey geçerlidir; "kafatası zan yaraları"nı iyileştiren şey, mey
venin kemiklerinin —yani kabuğunun— üstündeki yeşil ka
im kabuktur; fakat, başın içindeki ağnlar, "tamamen beyne
benzeyen" çekirdeğin kendi tarafından önlenmektedir.24
İlişkinin işareti ve bunu görünür kılan şey, sadece benzet
medir; sempatinin şifresi oranın içinde yer almaktadır.
Fakat bizzat oranın kendisi, acaba tanınabilmek için
hangi imzayı taşıyacaktır? El veya alın çizgilerinin insanın
22 age.
23 age, s. 33.
24 age, s. 3334.
60
Kelimeler ve Şeyler
eğilimlerini, hayatın büyük dokusu içindeki kaza ve geçiş
leri beden üzerine resmettikleri nasıl bilinebilecektir? Sem
pati, beden ile gök arasında iletişim kurduğundan ve geze
genlerin hareketim insanların maceralarına aktardığından
ötürü... Aynı zamanda, bir çizginin kısalığının kısa bir ha
yatın basit görüntüsünü, iki çizginin kesişmesinin bir en
gelle karşılaşılacağını; bir çizginin yükselen hareketinin bir
kimsenin başanya çıkışını yansıtmasından ötürü... Geniş
lik, zenginlik ve cömertlik işaretidir; süreklilik talihi, sü
reksizlik talihsizliği belirtir.25 Beden ile kader arasındaki
büyük benzerlik, aynalar ve yakınlıklar sisteminin tümü
tarafından imzalanmıştır. Benzerlikleri işaret edenler, sem
patiler ve rekabetlerdir.
Rekabete gelince, onu benzetmeyle tanımak mümkün
dür, gözler yıldızlardır, çünkü ışığı tıpkı karanlığın içinde
ki yıldızlar gibi çehrenin üzerinde yaymaktadırlar ve çün
kü körler dünyada, en karanlık gecede gören keskin gözlü
ler gibidirler. Rekabeti yakınlıktan da tanımak mümkün
dür: güçlü ve cesur hayvanların bacaklarının uç tarafları
nın geniş olduğu ve sanki bunların güçleri bedenlerinin en
uzak kısımlarına aktanlmışcasma gelişmiş olduğu Yunanlı
lardan beri bilinmektedir. İnsanın yüzü ve eli de aynı şekil
de, bağlanmış oldukları ruha olan benzerliğin işaretini ta
şıyacaklardır. Demek ki, göze en görünür benzerliklerin ta
nınması, şeylerin aralarındaki yakınlığın keşfedilmesi taba
nı üzerinde olmaktadır. Ve eğer şimdi, yakınlığın her
zaman aktüel bir yer belirlenmesi tarafından tanındığı,
birçok varlığın aynı olmamalarına rağmen yakın oldukları
düşünülecek olursa, (hastalık ile ilacı, insan ile yıldızlan,
bitki ile ihtiyacı olan toprak arasında olabildiği gibi) düşü
nülecek olursa, yeniden bir yakınlık işareti gerekecektir.
Oysa, iki şeyin birbirlerine bağlı olduğunu gösteren, bun
25 J. Cardan, Mttopoicopie, s. İ1İV1II, 1658 yayını.
Dünyanın Üslubu
61
larm birbirlerini karşılıklı olarak, tıpkı güneş ile güneba
kan veya su ile kabağın büyümesinde olduğu gibi çekme
sinden 26 aralarında yakınlık ve sempati olmasından daha
başka bir işaret var mıdır?
Böylece çember kapanmaktadır. Ancak, bunun hangi
ikizlenmeler sistemiyle gerçekleştiği görülmektedir. Ben
zerlikler bir imza gerektirmektedir, çünkü bunların arasın
dan hiçbiri, eğer okunaklı bir şekilde işaretlenmeseydi,
fark edilemezdi. Ama bu işaretler nelerdir? Bunlar, dünya
nın tüm veçheleri içinde neyin sayesinde barınmaktadır ve
birbirlerine dolanan bu kadar çok sayıdaki figürün içinden
bir tanesinin gizli ve özsel bir benzerliği işaret eden karak
teri nasıl anlaşılmaktadır? Onun kendine özgü işaret olma
değeri içindeki işareti hangi biçim meydana getirmektedir?
Bu benzerliktir. İşaret ettiği şeyle benzerliği olduğu ölçüde
(yani benzeme) işaret etmektedir. Ancak, işaret ettiği bir
türdeşlik değildir; çünkü imzadan ayrı olan varlığı, işareti
olduğu çehrenin içinde silinecektir; başka bir benzerlik; bi
rinciyi tanımaya yarayan, ama kendi sırası geldiğinde bir
üçüncüsü tarafından ortaya çıkarılan bir benzerliktir. Her
benzerlik bir imza taşır; fakat bu imza aynı benzerliğin or
tak bir biçiminden ibarettir. Öylesine ki, işaretlerin bütü
nü, benzerlikler çemberinin üzerine, birincisini noktası
noktasına ikizleş tiren ikinci bir çember kaydırmaktadır; bu
küçük kayma, sempatinin işaretini benzetmenin içinde,
benzetmeninkinin rekabetin içinde, rekabetininkinin ya
kınlığı içinde yer almasına yol açmakta, yakınlık da kendi
hesabına sempatinin işareti olarak tanınır hale gelmekte
dir. .. İmza ile işaret ettiği tamamen aynı doğadandırlar; tek
bir farklı dağıtım yasasına uymaktadırlar; bölme aynıdır.
İşaret eden biçim ile işaret edilen biçim benzerlikler
dir, ama yandan. Ve hiç kuşkusuz, benzerlik XVI. yüzyıl
26 Bacon, Histoire Naturelle, s. 221, Fr. Çev. 1631.
62
Kelimeler ve Şeyler
bilgisi içindeki en evrensel şey olma özelliğine bundan ötü
rü sahip olmuştur; hem en görünür hem de keşfedilmesi
gerekendir, çünkü en gizli şeydir; bu bilgi biçimini belirle
mekte (çürtkü ancak benzerlik yollarının izlenmesiyle tanı
nabilmektedir) ve ona içeriğinin zenginliğini garanti et
mektedir (çünkü işaretler kaldırılır kaldırılmaz ve bunlann
işaret ettiklerine bakılır bakılmaz, bizzat Benzerlik'in ken
disi gün ışığına çıkartılmakta ve kıvılcımlarını kendi ışığı
nın içinde çakmaktadır).
İşaretleri konuşturmaya ve anlamlarım keşfetmeye
olanak veren bilgi ve tekniklerin bütününe yorumbilim
adını verelim; işaretlerin nerelerde olduklarını ayırmaya,
onları işaret olarak ihdas eden şeylerin neler olduklarını ta
nımlamaya, bağlarının ve bağlantılarının yasalarını öğren
meye olanak veren bilgi ve tekniklere semiyoloji adını ve
relim: XVI. yüzyıl semiyoloji ve yorumbilim, benzerlik bi
çimi içinde çakışmıştır. Anlamını aramak benzeşenleri açı
ğa çıkarmaktır. İşaretlerin yasasını aramak, benzeyen şey
leri keşfetmektir. Varlıkların grameri, onların yorum yo
luyla çözümlenmeleridir. Ve bunların konuştukları dil, on
ları birbirlerine bağlayan sentakstan başka bir şeyi anlat
mamaktadır. Şeylerin doğası, bir arada yaşamaları, onları
bağlayan ve aracılığıyla iletişimde bulundukları zincirlen
meden, benzerliklerinden farklı değildir. Ve bu benzerlik,
dünyayı bir uçtan diğerine kat eden işaretler ağının içinden
başka hiçbir yerde ortaya çıkmaz. "Doğa", semiyoloji ile
yorumbilimi birbirinin üstünde tutan ince kalınlığının içi
ne alınmıştır; doğa ne esrarlı ne de üzeri örtülüdür; kendi
ni bazen saptırdığı bilgiye ancak, bu çakışmanın benzerlik
lerin hafif bir kaymasıyla birlikte hareket etmesi ölçüsünde
sunmaktadır. Bu yüzden tablo açık değildir; şeffaflık daha
ilk veriden itibaren bulanmaktadır. Tedricen aydınlatılma
sı gereken karanlık bir mekân ortaya çıkmaktadır. "Doğa"
Dünyanın Üslubu
63
işte buradadır ve tanınmaya çalışılması gereken budur.
Eğer benzerliğin yorumbilimi ve imzaların semiyolojisi
hiçbir titreşim olmadan çakışsalardı, her şey dolaysız ve
aşikâr olurdu. Ama, yazılan meydana getiren benzerlikler
ile söylemi meydana getirenler arasında bir "diş" açıklık ol
duğundan, bilgi ve sarf ettiği sonsuz çaba, burada kendile
rine özgü mekâna sahip olmaktadır: benzerden ona benze
yene sonsuz bir zikzakla giderek, bu mesafeyi ka etmek zo
runda olacaklardır.
III. DÜNYANIN SINIRLARI
En genel taslağı içinde, XVI. yüzyıl episteme'si işte böyledir.
Bu dış görünüş, kendiyle birlikte bazı sonuçlar taşımakta
dır.
Önce, bu bilginin hem çok kalabalık hem de kesinlik
le fakir karakteri. Kalabalıktır, çünkü sınırsızdır. Benzerlik
asla kendinde istikrarlı olarak kalmamaktadır; ancak, ken
di hesabına başkalarını davet eden diğer bir benzeşmeye
gönderme yaptığında sabitleşir; öylesine ki, her benzerlik
ancak diğer hepsinin birikimiyle değer kazanmaktadır; ve
benzetmelerin en hafifinin doğrulanması ve sonunda kesin
olarak gözükmesi için, dünyanın tümünün kat edilmesi ge
rekir. Demek ki, birbirlerini davet eden teyitlerin sonsuza
kadar yığılması yoluyla işlem yapan/yapmak zorunda olan
bir bilgidir. Ve bu bilgi bu nedenden ötürü, daha temelle
rinden itibaren kumlu olacaktır. Bilginin unsurları arasın
daki tek mümkün bağlantı, toplamadır. Bu muazzam sü
tunlar; onların tekdüzeliği buradan kaynaklanmaktadır.
İşaret ile işaret ettiğinin arasına tek bağ olarak benzerliği
(hem üçüncü güç hem de tek iktidar; çünkü işaret ve içe
riğin içinde aynı şekilde yer almaktadır) koyarak, XVI.
yüzyıl bilgisi kendini hep aynı şeyi bilmeye, ama bunu be
64
Kelimeler ve Şeyler
lirsiz bir güzergâhın asla ulaşılamayan bitiminde bilmeye
mahkûm etmiştir.
Ve çok ünlü mikrokozmos kategorisi işte burada işlev
görmektedir. Bu eski kavram, hiç kuşkusuz, ortaçağ bo
yunca ve Rönesansm başında, belli bir yeni Platoncu gele
nek tarafından canlandınlmıştır. Fakat, XVI. yüzyılda so
nunda, bilginin içinde temelli bir rol oynamıştır. Bunun,
eskiden denildiği gibi, bir dünya görüşü veya Weltanscha
uung olup olmaması pek önemli değildir. Fiili durumda, bu
dönemin epistemolojik dış biçiminin içinde bir veya daha
doğrusu iki çok kesin işlevi vardır. Düşünce kategorisi ola
rak ikiye katlanmış benzerlik oyunu doğanın bütün alanla
rında uygulanmakta, araştırma faaliyetine, her şeyin daha
büyük bir ölçekte aynasını bulacağını ve makrokozmik te
minatını bulacağını garanti etmekte, bunun karşılığında,
en yüksek kürelerin görünür düzeninin dünyanın en ka
ranlık derinliğinde yansıyacağını öne sürmektedir. Fakat,
doğanın genel dış biçimi olarak, birbirlerine eklenen ben
zerliklerin yorulmaksızın yol almalarına, gerçek ve eğer
deyim yerindeyse ele gelir sınırlan koymaktadır. Büyük bir
dünyanın var olduğunu ve bunun dış çevresinin yaratılmış
bütün şeylerin sınırını çizdiğini, öteki uçta, göğün, yıldız
ların, dağlann, nehirlerin ve fırtınaların muazzam düzeni
ni kendi sınırlı boyutları içinde yeniden üreten ayrıcalıklı
bir yaratığın var olduğunu ve benzerlikler oyunun bu ku
rucu benzetmenin fiili sınırlan içinde serpildiğini işaret et
mektedir. Mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki me
safe istediği kadar büyük olsun, bizatihi bu olgudan ötürü
sonsuz değildir; burada oturan varlıklar istedikleri kadar
kalabalık olsunlar, onları sonunda saymak mümkündür, ve
buna bağlı olarak, bunlann işaretler oyunu aracılığıyla ta
lep ettikleri benzerlikler her zaman birbirlerine yaslansalar
da, artık elden belirsiz bir şekilde kaçma tehlikesi taşıma
Dünyanın Üslubu
65
maktadırlar. Birbirlerini destekleyecekleri ve güçlendire
cekleri tamamen kapalı bir alanları vardır. Doğa, işaretler
ve benzerlikler oyunu olarak, kozmosun ikiz figürüne uy
gun olarak kendi üzerine kapanmaktadır.
Demek ki, ilişkileri tersine çevirmekten kaçınmak ge
rekir. Makrokozmos düşüncesi hiç kuşkusuz, XVI. yüzyıl
da denildiği gibi" önemli" dir; bir araştırmanın sayabileceği
tüm formülasyonlar arasında, muhtemelen en sık rastlanı
lanıdır. Fakat burada, yalnızca yazılı malzemenin istatistik
bir çözümlemesinin izin verebileceği bir kanıtlar inceleme
si söz konusu değildir. Eğer bunun tersine, XVI. yüzyıl bil
gisi arkeolojik düzeyinde yani onu mümkün kılanın için
de— sorgulanacak olursa, makrokozmos ile mikrokozmo
sun ilişkileri basit bir yüzey etkisi olarak ortaya çıkmakta
dır. Dünyanın bütün benzerliklerinin aranmaya başlaması
nın nedeni böylesine ilişkilere inanılıyor olması değildir.
Ama, bilginin merkezinde bir zorunluk bulunmaktaydı:
işaretler ile anlamlar arasına üçüncü kişi olarak dahil edil
miş bir benzerliğin sonsuz zenginliği ile benzerliğin işaret
edenle işaret ettiğine göre biçimlenmesini dayatan tekdü
zeliği birbirlerine uydurmak gerekiyordu. İşaretlerin ve
benzetmelerin birbirlerinin üzerine sonu olmayan bir
dışkabuğa uygun olarak, karşılıklı bir şekilde dolandıkları
bir episteme'de, mikrokozmos ile makrokozmos ilişkisinin
içinde bu bilginin teminatını ve içini dökmesinin sonunun
düşünülmesi gerekiyordu.
Bu bilgi, aynı gerekirlikten ötürü, büyü ve allameliği
aynı anda ve aynı düzlem üzerinde kabul etmek zorunday
dı. XVI. yüzyıl bilgileri bize, rasyonel bilginin, büyü uygu
lamalarından türeme kavramların ve eski metinlerin keşfe
dilmesiyle otorite olma gücü artmış olan koskoca bir kül
türel mirasın bir karışımından meydana gelmiş gibi gözük
mektedir. Böylece kavranan bu dönem bilimi, zayıf bir ya
66
Kelimeler ve Şeyler
pıya sahipmiş gibi gözükmektedir; ancak Eskilere sadakat
ile, bizim kendi kendimizi tanıdığımız rasyonel bir hü
kümranlığa yönelik olarak çoktan doğmuş olan bir dikkat
arasındaki çarpışmanın serbest bir yeri olabilirdi. Ve bu üç
boğumlu dönem, her eserin ve paylaşılan her zihnin ayna
sında yansıyacaktır... Aslında, XVI. yüzyıl bilgisi bir yapı
yetersizliğinden muzdarip değildir. Tersine, onun mekânı
nı tanımlayan dış biçimlerin ne kadar özenli olduklarını
gördük. Büyü ve allamelikle kabul edilen içerikler değil
de, talep edilen biçimler olan ilişkiyi dayatan işte bu katı
lık olmaktadır. Dünya, şifrelerinin çözülmesi gereken işa
retlerle kaplıdır, ve benzerlikler ile yakınlıkları açık eden
bu işaretler, bizatihi kendileri olarak benzetme biçimlerin
den ibarettir. Demek ki, bilmek yorumlamak olacaktır: gö
rünür işaretten, onun aracılığıyla söylenilen ve o olmazsa
nesnelerin içinde sessiz ve uyku halinde kalacak olan şeye
doğru gitmek. "Biz insanlar, dağların içine gizlenmiş olan
ları işaretler ve dış bağlantılar sayesinde keşfediyoruz; ve
otların bütün özelliklerini ve taşların içindeki her şeyi böy
le buluyoruz. Denizlerin derinliklerinde ve gök kubbenin
yüksekliklerinde insanın keşfedemeyeceği hiçbir şey yok
tur. İçinde bulunanları insanın bakışlarından gizleyebile
cek kadar büyük hiçbir dağ yoktur; bunlar insana, bağlan
tılı işaretler tarafından ifşa edilmektedirler."27 Kehanet, ra
kip bir bilgi edinme biçimi değildir, bizatihi bilginin ken
diyle dayanışma içindedir. Oysa, yorumlanan bu işaretler,
gizli şeyi ancak birbirlerine benzedikleri ölçüde belirtebil
mektedirler; ve aynı zamanda onlar tarafından gizlice işa
ret edilenler üzerinde işlem yapmadan, bu belirtilere yöne
linmeyecektir. Başı veya gözleri veya kalbi veya karaciğeri
temsil eden bitkiler, işte bu nedenden ötürü bir organ üze
rinde etkinliğe sahip olacaklardır; hayvanlar, işte bu ne
27 Paracelse, Archidoxis Magica, s. 2123, Fr. Çev., 1909.
Dünyanın Üslubu
67
dendcn ötürü kendilerini belirten işaretlere duyarlı olacak
lardır. Paracelsus şöyle sormaktadır: "Söyle bana, yılan ne
den Helvetya'da (İsviçre), Algorya'da, Süedya'da (isveç),
Osy, Osya, Osy gibi Yunanca sözleri anlar... Hangi akade
mi onlara, bu kelimeleri daha duyar duymaz, bir daha işit
memek için hemen kuyruklarını döndürmelerini öğretmiş
tir? Bu sözü duyar duymaz, doğalarına ve zihinlerine rağ
men hareketsiz kalmakta ve kimseyi sokarak zehirleme
mektedirler". Ve bunun yalnızca, söylenilen sözlerin çıkar
dığı gürültünün etkisi olduğu söylenilmesin: "Eğer uygun
zamanda tirşe, parşömen veya kâğıt üzerine bir tek bu söz
leri yazarsan ve bunu yılanlara gösterirsen, o da bu sözle
rin yüksek sesle söylendiğinde olduğu gibi hareketsiz kala
caktır". XVI. yüzyılın sonunda çok büyük bir yer tutan ve
XVII. yüzyılın iyice sonlarına kadar ilerleyen "doğal büyü
ler" projesi, Avrupa bilinci içinde tortusal bir etki değildir;
Campanella'nın özellikle bildirdiği üzere,28 çağdaş neden
lerden ötürü hortlatılmıştır; çünkü bilginin temel dış biçi
mi, benzetme işaretlerini birbirlerine göndermekteydi. Bü
yüsel biçim bilgi tarzına ilişkindi.
Ve aynı olgudan ötürü, allamelik için de aynı durum
söz konusudur: çünkü, Antikite'nin bize aktardığı hazine
nin içinde, dil şeylerin işareti olarak değere sahiptir. Tanrı
nın, bize iç sırlarını göstermek için dünyanın yüzeyine yer
leştirdiği görünür işaretlerle, Kutsal Yazı'nın veya Antiki
te'nin Tanrısal bir içerikle aydınlanmış olan bilgilerinin,
gelenek tarafından kurtarılmış olan kitaplara kaydırılan
okunaklı sözler arasında fark yoktur. Metinlerle olan ilişki,
şeylerle olan ilişkinin aynıdır; her iki yerde de işaretler
devşirilmektedir. Fakat, Tanrı bilgeliğimize idman yaptır
mak için, doğaya yalnızca, şifrelerinin çözülmesi gereken
figürler serpmiştir (ve bilgi işte bu anlamda divinatio olma
28 T. Camanella, De Sensu Renim et Magia, Frankfurt, 1620.
68
Kelimeler ve Şeyler
hdır); Eskiler ise bunları çoktan yorumlamışlardır ve bize
bunları toplamaktan başka bir şey düşmemektedir. Eğer
onlann dilini öğrenmek, metinlerini okumak, söyledikleri
ni anlamak zorunda olmasaydık, yalnızca toplamakla yeti
nirdik. Antikite'nin mirası, bizatihi doğanınki gibi, yorum
lanması gereken geniş bir alandır; her iki yanda da işaret
leri devşirmek ve onları yavaş yavaş konuşturmak gerek
mektedir. Başka bir ifadeyle, Divinatio ve Eruditio aynı yo
rumbilimdirler. Fakat bu bilim, benzer biçimlere göre, iki
farklı düzeyde gelişmektedir: bunlardan birinde sessiz işa
retler, şeyin kendine gitmekte (ve doğayı konuşturmakta);
diğeri de, hareketsiz yasadan, aydınlık söze gitmektedir
(uykudaki dillere yeniden hayat vermektedir). Fakat, tıpkı
doğal işaretlerin işaret ettiklerine derin benzerlik ilişkisiy
le bağlı oldukları gibi, Eskilerin söylemi de ilan ettiklerinin
imgesine bağlıdır, eğer bu söylem biçim için kıymetli bir
işaretdeğerine sahipse, bunun nedeni, varlığının tabanın
dan ve doğumundan itibaren onu kat etmeye ara vermeyen
ışık sayesinde, şeylerin bizzat kendilerine uygulanmış ol
ması, onların aynasını ve rekabetini meydana getirmesidir;
bu söylem, işaretler doğanın sırlan karşısında ne ise, ebedi
gerçek karşısında odurlar (şifresi çözülmesi gereken işaret
bu sözdedir); açığa çıkardığı şeylerle onun arasında, yaşı
olmayan bir yakınlık vardır. Öyleyse, ona otoritesinin kay
naklandığı unvanı sormanın gereği yoktur; işaret edebil
diklerine benzetme yoluyla bağlanan işareder hazinesidir.
Tek fark, bizatihi şeylerin kendilerinin saf altınını gizlice
işaret eden doğadaki işaretlere gönderme yapan ikinci de
receden bir hazinenin söz konusu olmasıdır. Bütün bu işa
retler gerçeği ister doğayı kat etsinler, ister parşömenler
üzerine yazılarak kütüphanelerde sıralansınlar her yerde
aynıdır Tannnın var olması kadar eskidir.
İşaretlerle sözler arasında, gözlem ile kabul edilmiş
Dünyanın Üslubu
69
otoriteye göre, veya sağlaması yapılabilir ile geleneğe göre
fark yoktur. Her yerde tek bir oyun vardın işaret île benzer
arasındaki ve işte bu nedenden ötürü, doğa ve söz sonsuza
kadar kesişerek, okumasını bilen için tek bir büyük metin
oluşturabilirler.
IV ŞEYLERİN YAZISI
Hakiki dil XVI. yüzyılda, şeylerin tıpkı bir aynada olduğu
gibi, kendilerine özgü gerçekleri birer birer ilan edecekleri,
bağımsız, tekdüze ve düz işaretler bütünü değildir. Bu dil
daha çok, ışık geçirmez, esrarlı, kendi üzerine kapalı bir
şey, parçalı ve bir noktadan diğerine esrarlı bir kitle olup,
dünya figürlerine şurada veya burada karışmakta ve onlara
dolanmaktadır: öylesine ki, bunlar bir arada, herkesin di
ğer herkese karşı, içerik veya işaret, sır veya belirti rolünü
oynayabileceği ve zaten de oynadığı bir işaretler şebekesi
meydana getirmektedirler. Dil, XVI. yüzyıldaki kaba ve ta
rihsel varlığı içinde, keyfi bir sistem değildir, dünyaya in
dirilmiştir ve aynı anda hem şeylerin bizatihi kendilerinin
sırlarını sakladıklarından ve bir dil olarak ifşa ettiklerinden
hem de kelimelerin kendilerini insanlara şifreleri çözüle
cek şeyler olarak sunmalarından ötürü, bu dünyaya aittir.
Doğayı tanımak için, açılan, hecelenen ve okunan kitap eğ
retilemesi, dili dünya cephesinde, bitkilerin, otların, taşla
rın ve hayvanların arasında ikamet etmeye zorlayan çok
daha derin başka bir dönüşümün görülebilir tersinden baş
ka bir şey değildir.
Dil, benzerlikler ve imzaların büyük dağılımının için
de yer almaktadır. Bunun sonucu olarak, o da doğanın bir
şeyi olarak incelenmelidir. Unsurları, tıpkı hayvanlar, bit
kiler veya yıldızlar gibi kendi yakınlık veya uyum yasaları
na, zorunlu kıyaslara sahiptir. Ramus, gramerini iki bolü
70
Kelimeler ve Şeyler
me ayırmaktaydı. Birincisi etimolojiye tahsis edilmiştir;
ama bu, burada kelimenin köken anlamının arandığı değil
de, harflerin, hecelerin, nihayet tam kelimelerin "iç" özel
liklerinin arandığı anlamına gelmekteydi. İkinci bölüm
sentaksı incelemekteydi: ama, "kelimelerin özellikleri ara
cılığıyla aralarındaki inşa"yı öğretmekti ve bu "kelimeyle
kelimenin veya fiilin, zarfın ve bağlandığı diğer tüm keli
melerin arasındaki gibi, hemen hemen yalnızca özelliklerin
yakınlık ve karşılıklı ortaklığına ilişkindi."29 Dil, bir anla
ma sahip olduğu için olduğu şey değildir; XVII. ve XVIII.
yüzyıl gramercilerinin çok önem verecekleri ve çözümle
melerinin yol göstericisi olarak kullanacakları temsili içeri
ği, burada rol sahibi değildir. Kelimeler heceleri ve heceler
de harfleri bir araya getirir, çünkü onları birbirlerine yak
laştıran özellikler buralara yerleştirilmişlerdir; bu, tıpkı
dünyada işaretlerin birbirlerini çekmeleri ve itmeleri gibi
olmaktadır. Gramer incelemesi XVI. yüzyılda, doğa bilim
leri veya deruni disiplinlermkilerle aynı epistemolojik ko
numa yaslanmaktadır. Şu farklarla birlikte: tek bir doğa ve
birçok dil vardır ve derunilikte, kelimelerin, hecelerin ve
harflerin özellikleri, gizli kalan başka bir söyleme göre keş
fedilirken, gramerde kendi özelliklerini kendiliklerinden
ilan edenler, gündelik kelimeler ve cümlelerdir. Dil, doğa
nın görülebilir biçimleri ile deruni söylemlerin gizli yakın
lıklarının yan yolundadır. İlk şeffaflığını kaybetmiş olan,
parçalanmış, kendine rağmen bölünmüş ve bozulmuş bir
doğadır; bir sır onda, ama yüzeyde, söylemek istediğinin
işaretlerini taşımaktadır. O, hem görülür ifşa hem de ken
dini yükselen bir açıklık içinde yavaş yavaş ihya eden ifşa
dır.
Dil, bizzat Tanrı tarafından insanlara verildiği ilk biçi
mi altında, şeylerin mutlak kesin ve şeffaf bir işaretiydi,
29 P Ramus, Grammaire, s. 3 ve 125126, Paris, 1572.
Dünyanın Üslubu
71
çünkü onlara benziyordu. Tıpkı gücün aslanın bedeninin
içine, krallığın kartalın bakışının içine yerleştirildiği, tıpkı
gezegenlerin etkisinin insanların alnında yazılı olduğu gi
bi, adlar işaret ettikleri şeylerin üzerine konulmuşlardı:
benzerlik biçimi içinde. Bu şeffaflık, insanları cezalandır
mak üzere, Babil'de tahrip edildi. Diller önce, dilin birinci
varlık nedeni olmuş olan bu şeylere benzerliğin silinmesi
ölçüsünde ayrıldılar ve birbirlerine uymaz hale geldiler.
Bildiğimiz bütün dilleri şimdi yalnızca, kaybolmuş olan
benzerlik yanı üzerinde ve boş bıraktığı alanda konuşuyo
ruz. Eski durumun anısını koruyan tek bir dil vardır, çün
kü doğrudan, şimdi unutulmuş olan bu ilk kelime hazne
sinden türemiştir; çünkü Tann Babil cezasının insanların
kafalarından silinmesini istememiştir; çünkü bu dil Tanrı
nın halkıyla olan eski Birliğini anlatmaya yaramaktadır; ve
son olarak çünkü, Tanrı kendim dinleyenlere bu dilden hi
tap etmiştir. Demek ki İbranice, ilk adlandırmanın işaretle
rini kalıntılar halinde taşımaktadır. Ve Adem'in hayvanlara
dayanarak telaffuz ettiği ilk kelimeler, kısmen de olsa ora
da kalmışlar, varlıkların hareketsiz özelliklerini, kalınlıkla
rı içinde sessiz bilginin bir parçası gibi, kendileriyle birlik
te götürmüşlerdir: "babalarına ve analarına karşı gösterdi
ği merhametten ötürü çok takdir edilen leylek, İbranicede
Chasida, yani iyi yürekli, merhametli, acıma duygusuna sa
hip olarak adlandırılmaktadır... Sus denilen at, Husas Fi
iliyle değerlendirilmektedir ki, bu fiil bu kelimeden de tü
remiş olabilir; bu fiil yükselmek anlamına gelmektedir,
çünkü dört ayaklı hayvanların arasında, YakubVn onu 39.
bölümde tasvir ettiği üzere, bir tek at gururlu ve cesur
dur."30 Fakat bunlar yalnızca anıtların parçalarından iba
rettir; diğer diller bu kökten benzetmeleri kaybetmişlerdir
ve eskiden Tann, Adem ve dünyanın ilk zamanlarındaki
30 Claude Duret, Tresor de LHistoire des Langues, s. 40, Cologne, 1613.
72
Kelimeler ve Şeyler
hayvanların ortak dili olduğunu göstermek üzere, bir tek
Ibranice bunları korumuştur.
Fakat, dil artık adlandırdığı şeylere hemen doğrudan
benzemiyorsa da, gene de dünyadan kopmuş değildir; ifşa
ların yeri olmaya ve gerçeğin hem kendini açık ettiği hem
de dile getirdiği mekâna ait olmaya başka bir biçim altında
devam etmektedir. Kuşkusuz, artık kökensel görülebilirli
ği içinde, doğa değildir; ama, güçlerini yalnızca birkaç ay
rıcalıklının bilebileceği esrarlı bir alet de değildir. Daha
çok, kefaretini ödemekte ve gerçek sözü nihayet dinleme
ye başlamakta olan bir dünyanın figürüdür. Tanrı işte bu
nedenle, Kilisesinin dili olan Latincenin yeryüzünün tü
müne yayılmasını istemiştir. Dünyanın bütün dilleri, bilin
dikleri halleriyle, işte bu nedenden ötürü, hepsi bir araya
geldiklerinde hakikatin görüntüsünü oluşturmaktadır.
Bunların seferber oldukları mekân ve birbirlerine dolan
maları, tıpkı ilk adların düzeninin Tanrının Adem'in yara
rına sunduğu şeylere benzemesi gibi, kurtarılmış dünyanın
işaretini serbest bırakmaktadır. Claude Duret, İbranilerin,
Kenanilerin, Samaralılann, Kaidelilerin, Suriyelilerin, Mı
sırlıların, Kartacalıların, Pönlerin, Arapların, Kuzey Afrika
lı Müslümanların, Türklerin, Moritanyalıların, İranlıların,
Tatarların, sağdan sola doğru yazdıklarını, bu şekilde "bü
yük Aristoteles'in birime yaklaşan kanaatine göre, göğün
çok mükemmel olan ilk katının gündelik hareket ve güzer
gâhını izlediklerine" dikkat çekmektedir; Yunanlılar, Gür
cüler, Maruniler, Yakubiler, Kiptiler, Çerviyanlar, Poznanlı
lar ve tabii ki Latinler ve bütün Avrupalılar soldan sağa
doğru yazmakta, böylece "yedi gezegenin bütünü olan, gö
ğün ikinci katının hareketini izlemektedir" ler; Hintliler,
Kathaylılar, Çinliler, Japonlar yukarıdan aşağı doğru yaz
makta, böylece "insanlara başı yukarıda, ayakları aşağıda
verilmiş olan doğanın düzenine uymaktadırjar"; "yukarı
Dünyanın Üslubu
73
dakilerin tersine", Meksikalılar ya aşağıdan yukarı, ya da
"güneşin burçlar kuşağı içindeki yıllık hareketiyle yaptığı
na benzeyen sarmal çizgiler" halinde yazmaktadırlar. Ve
böylece, "bu beş farklı yazma biçimiyle, dünyanın kavşağı
nın ve haç biçiminin, göğün ve dünyanın bütünsel yuvar
laklığının sırları ve esrarı belirtilmiş ve açıkça ifade edilmiş
olmaktadır."31 Diller dünya ile bir anlam ilişkisinden da
ha çok, bir kıyas ilişkisi içindedirler; veya daha doğrusu,
dillerin işaret değeri ve ikiz olma işlevleri çakışmaktadır;
imgesi oldukları gökyüzü ve yeryüzünü söylemektedirler;
tahta çıkışını haber verdikleri haçı, en maddi mimarileri
içinde yeniden üretmektedirler bu tahta çıkış, Yazı ve Söz
tarafından da belirtilmiştir. Dilde simgesel bir işlev vardın
fakat Babil felaketinden beri, bunu artık —bazı nadir istis
naların dışında—32 kelimelerin kendinde değil de, bizatihi
dilin varoluşunun içinde, onun dünyanın bütünüyle top
lam ilişkisi içinde, dilin mekânının kozmosun yer ve figür
leriyle kesişmesinin içinde aramak gerekir.
Ansiklopedi tasarısı, XVI. yüzyılın sonunda veya izle
yen yüzyılın ilk yıllarında ortaya çıktığı şekliyle, bu düşün
ceden kaynaklanmaktadır: dilin tarafsız unsuru içinde bili
neni yansıtmak değil de keyfî, ama etkin ansiklopedi dü
zeni olarak alfabenin kullanılması, ancak XVII. yüzyılın
ikmci,yarısmda ortaya çıkacaktır, 33 bizatihi dünyanın dü
zenini kelimeler ve onların mekâna yerleştiriliş biçimleri
nin zincirlenmeleri aracılığıyla yeniden kurmak. Gregori
us'un Syntaxeon artis miraluhs'inde (1610), Alstedius'un
31 Duret, Op. al.
32 Gesner, Mithridates'te doğal seslerle onlann karşılığı olan aynı seslerin takli
dine dayalı kelimeleri (onamatopees/) tabii ki zikretmekte, ama bunu istisna
olarak sunmaktadır, Tiguri tarafından yapılan 2. yay., s. 34,1610.
33 Diller bunun dışındadır, çünkü alfabe dilin malzemesidir. Krş., Gesner,
Mithridates, II. Ayırım. İlk alfabetik ansiklopedi, Moreri'nin, Grand
Dictionnaire Hisf.oriaue'idir, 1674.
74
Kelimeler ve Şeyler
Encyclopaedia'sında (1630), veyahut bilgileri hem hareket
siz ve mükemmel çember gibi olan kozmik biçime hem de
kaybolabilir, çoklu ve bölünmüş ay biçimine göre mekân
laştırmayı başaran şu Christophe de Savigny'nin Tableau de
tous les arts libdreaıoc'sunda bulunan işte bu taşandır; aynı
tasarı ayrıca, aynı ânda hem Ansiklopedi'nin hem de Kü
tüphane'nin olacak olup, yazılı metinleri komşuluk, akra
balık, kıyas ve bizzat dünyanın dayattığı tabiiyete göre dü
zenlemeye izin verecek bir mekân düşünen La Croix du
Maine'de bulunmaktadır.34 Dil ile şeylerin, ortak bir me
kân içinde böylesine bağlanmaları, her halü kârda yazının
mutlak bir ayrıcalığını varsaymaktadır.
Bu ayrıcalık bütün Rönesans dönemine egemen ol
muştur ve hiç kuşkusuz, Batı kültürünün büyük olayların
dan birini meydana getirmiştir. Matbaa, Doğu elyazmaları
nın Avrupa'ya gelmeleri, ses veya temsil için olmayan, on
lar tarafından sipariş edilmeden bir edebiyatın ortaya çık
ması, dinsel metinlerin yorumunda gelenek veya Kilise'nin
öğretilerinin dışına çıkılması; bütün bunlar, neden ve so
nuçlan belirleyememeksizin, Yazı'nın Batı'da kazandığı te
mel yere tanıklık etmektedir. İnsan sesi bunlann yalnızca
geçici ve kısa ömürlü çevirisini meydana getirir. Tann dün
yaya, yazılı kelimeleri yerleştirmiştir; Adem hayvanlara ilk
adlarını verdiğinde, yalnızca bu görülür ve sessiz işaretleri
okumuştur; Yasa insanlann hafızasına değil de, levhalara
emanet edilmiştir; ve gerçek Söz, bulunması gereken bir
kitabın içindedir. Hem Vigenere, hem de Duret35 ve he
men hemen aynı terimlerle—, doğada ve hatta insan bilgi
sinde yazılı olanın, koyulan adı kesinlikle her zaman önce
lediğini söylüyorlardı. Çünkü Babil'den çok önce, Tu
34 La Croix du Maine, Les Cents Buffets Pouf Dresser une Bibtiotheque, parfaite,
1583.
35 Smaize oe Vigenere, Traite des chiffres, s. 1,2, Claude Duret, Trtsor de Vhis
toire des langues, s. 19 ve 20, Paris, 1587.
Dünyanın Üslubu
75
fan'dan çok önce, bizzat doğanın işaretlerinde meydana
gelmiş olan bir yazı olmuş olabilir, öylesine ki, bu karak
terler şeylerin üzerinde doğrudan etki etmiş, onları çekmiş
veya itmiş, onların özelliklerini, erdemlerini ve sırlarını
temsil etmiş olabilirler. Başta bazı deruni bilgilerin içinde
ve Kabala'da olmak üzere, dağınık anılan korumuş olan ve
uzun zamandan beri uyku halindeki güçleri herhalde dev
şirmek istenilen, başlangıçta doğal olan Yazı. Derunilik
XVI. yüzyılda bir söz değil de, bir yazı olgusudur. Söz her
halükârda güçlerini kaybetmiştir; Vigenere ve Duret onun,
dilin pasif aklı gibi olduğunu, onun dişi parçasından ibaret
olduğunu söylemektedirler; Yazı ise, dilin etkin aklı, "er
kek ilkesi "dir. Gerçeği elinde tek başına tutmaktadır.
Yazılı olanın bu önceliği, XVI. yüzyıl bilgisi içinde bir
birinden ayrılmaz nitelikteki iki biçimin, görünüşteki zıt
lıklarına rağmen, ikiz varlığım açıklamaktadır. İlk önce,
görülen ile okunan, gözlenen ile aktarılan arasında ayırım
yapılmaması, yani dilin ve bakışın sonsuza kadar kesiştik
leri tek ve düz bir tabakanın oluşturulması söz konusudur;
ve bunun tersine, yorumun biteviye ortaya çıkmasını asla
hiçbir bağlantılı terim olmaksızın ikiye katlayan dilin do
laysız çözülmesi de söz konusudur.
Buffon bir gün, Aldrovandi gibi bir doğabilimcisinde,
kesin tasvirlerin, aktarılan sözlerin, eleştirilmeden getirilen
hayvan hikâyelerinin, aralarında hiçbir fark gözetmeksizin
anatomiyi, armaları, konudan, bir hayvanın mitolojik de
ğerlerini, tıp veya büyücülükteki uygulamaları gündeme
getiren işaretlerin, birbirlerinden çözülmesi olanaksız bir
kanşım halinde bulunduklannı görmekten şaşıracaktır.Ve
nitekim, Historia serpentum et draconum'a bakıldığında,
"Genel olarak Yılana dair" adlı bölümün şu başlıklar altın
da geliştiği görülecektir; cinas (yani, yılan kelimesinin çe
şitli anlamlan), eşanlamlar ve etimolojiler, farklılıklar, bi
76
Kelimeler ve Şeyler
çim ve tasvir, anatomi, doğa ve âdetler, huy, meni ve üre
me, sesler, hareketler, yerler, gıda, fizyonomi, antipati,
sempati, yakalama tarzları, yılan tarafından ısırılma ve öl
dürülme, zehirlenme tarz ve belirtileri, sıfatlar, adlandır
malar, mucize ve öngörüler, canavarlar, mitoloji, kurban
edildiği Tanrılar, ders alınacak hikâyeler, alegoriler ve es
rarlar, hiyeroglifler, amblemler ve simgeler, büyüklerin
sözleri, paralar, mucizeler, esrarlar, özlü sözler, arma işaret
leri, tarihsel olgular, rüyalar, görüntüler ve heykeller,
zehrinin gıdada kullanılması, tıpta kullanılması, çeşitli uy
gulamalar. Ve Buffon şöyle demektedir "Bunlara bakarak,
bütün bu karmakarışık yazı yığını içjnde ne kadarhk bir
doğa tarihi bulunabileceğine karar verilsin. Bütün bunlar
tasvir değil de, efsanedir." Nitekim, bütün bunlar Aldro
vandi ve çağdaşlan için de legenda'dır (efsane) okunacak
şeyler. Fakat bunun nedeni, insanların otoritesinin uya
nlmamış bir bakışın kesinliğine tercih edilmesi değil de,
bizatihi doğanın kendinde kesintisiz bir kelimeler ve işa
retler, anlatılar ve karakterler, söylevler ve biçimler dokusu
olmasıdır. Bir hayvanın tarihi yapılmaya kalkışıldığında,
doğabilimci mesleğiyle, çeşitli yazılı bilgileri bir araya ge
tirme mesleği arasında tercih yapmak yararsız ve olanak
sızdır: görülmüş ve işitilmiş her şeyi, doğa veya insanlar ta
rafından dünyanın, geleneklerin ve şairlerin diliyle anlatıl
mış her şeyi tek ve aynı bilgi biçimi içinde bir araya topla
mak gerekir. Bir hayvan veya bir bitkiyi veyahut yeryüzü
nün herhangi bir şeyini tanımak, onlara veya onların üze
rine yerleştirilmiş olan işaretlerin kalın tabakasını devşir
mektir, aynı zamanda, bunlann arma değerini aldıkları bi
çim takımlarım yeniden bulmaktır. Aldrovandi, Buffon'dan
ne daha iyi ne de daha kötü bir gözlemciydi, ondan daha
saf değildi, şeylerin rasyonelliğine veya bakışa sadakate on
dan daha az bağlı değildi. Onun bakışı sadece, olaylara ay
Dünyanın Üslubu
77
m sistemle ve aynı episteme düzeniyle bağlı değildi Aldro
vandi, baştan sona yazılı olan bir doğayı özenle seyretmek
teydi.
Demek ki, bilmek dilden dile aktarma yapmaya iliş
kindir. Kelimelerin ve şeylerin tekdüze, büyük düzlüğünü
ihya etmeye ilişkindir. Yani, bütün işaretlerin üzerinde, yo
rumun ikinci söylemini yansıtmaya ilişkindir. Bilginin
özelliği, ne görmek ne de gözetmek olmayıp, yorumlamak
tır. Yazı'nm yorumlanması, Eskilerin yorumlanması, yolcu
luklara ilişkin olarak anlatılanların yorumlanması, efsane
ve hikâyelerin yorumlanması: bu söylemlerin her birinden,
onun bir gerçeği ilan etme hakkını yorumlaması istenmek
tedir; ondan yalnızca, onun hakkında konuşabilme olana
ğı talep edilmektedir. Dil kendinde, iç yayılma ilkesine sa
hiptir. "Şeyleri yorumlamaktan çok, yorumlamaları yo
rumlama konusunda yapılacak iş oldukça çoktur ve kitap
lar hakkındaki kitaplar, diğer herhangi bir konudaki kitap
lardan çok daha fazla sayıdadır: birbirimizi yorumlamak
tan başka bir şey yapmıyoruz."36 Burada söz konusu olan
kendi anıtlarının altına gömülmüş olan bir kültürün iflası
nın fark edilmesi değil de; XVI. yüzyıl dilinin kendi ken
diyle tutturduğu dilin kaçınılmaz ilişkisinin tanımlanması
dır. Bu ilişki bir yandan, gelişmeye, toparlanmaya ve birbir
lerini izleyen biçimlerini karıştırmaya hiç ara vermeyen di
lin sonsuza kadar köpürmesine izin vermektedir. Herhalde
Batı kültüründe ilk kez olmak üzere, nihai bir sözün içine
asla kapanmadığı için artık durması mümkün olmayan bir
dilin, bu tamamen açık boyutu keşfedilmektedir; bu dil
gerçeğini yalnızca, bütün olarak söyleyeceğini söylemeye
tahsis edilmiş, gelecekteki bir söylemin içinde ilan edecek
tir; fakat bu söylem de kendinin ve söylediğinin üzerinde
durma gücüne sahip değildir, bunu, başka bir söyleme mi
36 Montaigne, Essais, kit. 111, Ayırım XIII.
78
Kelimeler ve Şeyler
ras bırakılan bir vaat gibi hapsetmektedir*.. Yorum görevi,
tanım gereği, hiçbir zaman bitmez. Fakat, yorum bütünü
itibariyle, yorumlanan dilin esrarlı, fısıldanan, onun içinde
gözlenen parçasına yöneliktin var olan söylemin altında,
daha temel ve kendi kendini ihya etme görevini yüklenmiş,
"daha ilk" gibi olan başka bir söylemin doğumuna neden
olmaktadır. Yorum ancak, eğer okunan ve şifresi çözülen
dilin altında, ilkel bir Metin'in iktidarı hüküm sürüyorsa
vardır. Ve bu metin yorumunu ihdas ederken, ona nihai
keşfedilişini ödül olarak vaat etmektir. Öylesine ki, metin
yorumunun gerekli yayılması ölçülmekte, ideal olarak sı
nırlandırılmakta, ama bu sessiz egemenlik tarafından sü
rekli olarak canlandırılmaktadır. XVI. yüzyıl dili dil tarihi
içinde bir bölüm olarak değil de, bütünsel bir kültürel de
ney olarak anlaşılmaktadır—, hiç kuşkusuz kendini bu oyu
nun içinde, ilkel Metin ile Yorumun sonsuzu arasındaki bu
kesişmenin içinde bulmuştur. Dünyayla dayanışma içinde
olan bir yazının tabanı üzerinde konuşulmakta, onun üze
rinde sonsuza kadar konuşulmakta, ve onun işaretlerinin
her biri, kendi sıralan geldiğinde, yeni söylemler için yazı
haline gelmektedir; fakat her söylem, geri dönüşü hem vaat
eden, hem de kaydıran bir ilk yazıya hitap etmektedir.
Dil deneyinin, doğanın şeylerinin tanınmasıyla aynı
arkeolojik şebekeye ait olduğu görülmektedir. Bu şeyleri
tanımak, onları birbirlerine yakın kılan ve dayanışmaya so
kan benzerlikler sistemini ortaya çıkarmakta, fakat benzer
likleri ortaya çıkarmak, ancak bir işaretler bütünün yüzey
de, tartışmaya yer bırakmayan bir işaret metni oluşturma
lan ölçüsünde mümkündür. Oysa, bu işaretlerin kendileri
bir benzerlikler oyunundan başka bir şey değillerdi, ve
benzeri tanıma konusundaki zorunlu olarak tamamlanma
mış sonsuz göreve gönderme yapıyorlardı. Dil de aynı şe
kilde, bir tersine dönüş farkıyla birlikte, kesinlikle ilk olan
Dünyanın Üslubu
79
bir söylemi ihya etme görevini kendine yüklemektedir,
ama bunu ancak ona yaklaşarak, onun hakkında ona ben
zeyen şeyler söyleyerek, ve böylece yoruma komşu ve ben
zer sadakatleri sonsuza kadar doğurarak ilan edebilir. Yo
rum, yorumladığına ve asla ilan edemediğine sonsuza ka
dar benzemektedir; tıpkı, doğanın bilgisinin benzerliğin
ancak kendi kendinden itibaren tanmabilmesinden ötürü,
benzerliğe hep yeni işaretler bulması, ama işaretlerin ben
zerliklerinden başka bir şey olamamaları gibi. Ve doğanın
bu sonsuz oyunun bağlantısını, biçimini, sınırım mikro
kozmos ile makrokozmos arasındaki ilişkide bulması gibi,
sonsuz yorumlama görevi de, yorumun bir gün bütünüyle
aydınlatacağı, fiilen yazılmış bir metnin vaat edilmesiyle
rahatlamaktadır.
V DİLİN VARLIĞI
Batı dünyasındaki işaretler sistemi, stoacı dönemden beri
üç öğeden meydana gelmiştir, çünkü bu dönemden beri,
işaret eden, işaret edilen ve "konjonktür" ayırımı yapılmış
tır. Buna karşılık, XVIL yüzyıldan itibaren işaretlerin konu
mu ikili olacaktır, çünkü PortRoyaHe birlikte, bu sistem
bir işaret edenle bir işaret edilenin bağlantısı içinde tanım
lanacaktır. Örgütleme, Rönesans'ta farklı ve çpk daha kar
maşıktır; üçlüdür, çünkü işaretlerin biçimsel alanına, onlar
tarafından işaret edilen içeriğe ve işaretleri işaret edilen
şeylere bağlayan benzerliklere çağrıda bulunmaktadır; fa
kat benzerlik aynı zamanda, işaretlerin içeriği kadar biçimi
de olduğundan, bu dağılımın üç ayrı unsuru tek bir figür
içinde erimektedir.
Bu dağılımın izin verdiği, oyunla birlikte ortaya çıkan
düzen, dil deneyinde yeniden bulunmaktadır. Nitekim dil,
önce ham ve ilkel varlığı içinde, bir yazının, şeyler üzerin
80
Kelimeler ve Şeyler
deki bir izin, dünyaya yayılmış olan ve onun en silinmez fi
gürlerinden birini meydana getiren bir işaretin basit ve
maddi biçimi altında var olmaktadır. Dilin bu tabakası, bir
bakıma eşsiz ve mutlaktır. Fakat bu tabaka hemen, onu
çevreleyen iki söylem biçimini yaratmaktadır. Üstünde, ye
ni bir söylem halinde verilen işaretleri yeniden ele alan yo
rum; ve altında, yorumun, herkes tarafından görülebilir ni
telikteki işaretlerin altında saklı olan önceliğini varsaydığı
metin. Bu nedenle, yazının eşsiz varlığından itibaren üç dil
düzeyi ortaya çıkmaktadır. Rönesans'ın sonuyla birlikte or
tadan kaybolacak olan, işte bu karmaşık oyundur. Ve bu iki
biçimde olmuştur: çünkü, bir ve üç terim arasında belirsiz
bir şekilde titreşim halinde olan figürler, onları istikrarlı
hale getirecek olan ikili bir biçim içinde sabitleşeceklerdir;
ve çünkü, dil şeylerin maddi yazısı olarak var olmak yeri
ne, artık mekânını yalnızca, temsili işaretlerin genel rejimi
içinde bulabilecektir.
Bu yeni konum, şimdiye kadar bilinmeyen yeni bir so
runun ortaya çıkmasına neden olmaktadır: nitekim o za
mana kadar, bir işaretin işaret ettiği şeyi nasıl gösterdiği so
rulmaktaydı; XVII. yüzyıldan itibaren, bu işaretin işaret et
tiği şeye nasıl bağlanabileceği sorulacaktır. Klasik çağ bu
soruya, temsil çözümlemesi aracılığıyla cevap verecektir;
ve modern çağ ise, aynı soruya anlam ve anlam verme ara
cılığıyla karşılık verecektir. Fakat bizatihi bu olgudan ötü
rü, dil temsilin özel bir şıkkından (klasikler için) veya bir
anlam vermeden (bizim için) ibaret hale gelecektir. Dünya
ile dilin birbirlerine karşı olan derinlemesine aidiyetleri
bozulmuş olmaktadır. Yazınm önceliği askıya alınmıştır.
Bu durumda, görülmüş ile okunulmuş'un, görülebilir ile
söylenebilir'in sonsuza kadar kesiştikleri şu tekdüze taba
ka yokolmaktadır. Göz görmeye, yalnızca görmeye yönelik
olacaktır; kulak ise sadece duymaya. Söylemin görevi olanı
Dünyanın Üslubu
81
söylemek olacaktır, ama söylediğinden daha fazla bir şey
olmayacaktır.
Kültürün devasa bir yeniden örgütlenmesi söz konusu
olmuş, klasik çağ bunun ilk, belki de en önemli aşamasını
meydana getirmiştir, çünkü hâlâ içinde bulunduğumuz
düzenlemenin sorumlusu odur; çünkü işaretlerin anlamı
nın Benzer'in hükümranlığı içinde özümlendiği ve esrarlı,
tekdüze, inatçı, ilkel varlıklarının sonsuz bir dağılımı için
de kıvılcım saçtığı bir kültürden bizi o ayırmıştır.
Bilgimizin veya düşüncemizin içinde, artık bu varlığın
anısını bize hatırlatacak hiçbir şey yoktur. Herhalde edebi
yatın dışında hiçbir şey yoktur; üstelik o da bu işi, doğru
dan değil de, imalı ve diagonal bir şekilde yapmaktadır.
"Edebiyat"ın olduğu haliyle, bir bakıma modern çağın ba
şında oluştuğunu ve kendini böyle belirlediğini, dilin can
lı varlığını beklenmediği bir yerde açıkça ortaya çıkardığı
nı söylemek mümkündür. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda dilin
kendine özgü varoluşu, dünyanın içine yazılı olma konu
sundaki eski sağlamlığı, temsilin işleyişinin içinde erimiş
lerdi; her dil söylem olarak değere sahipti. Dil sanatı, bir
"işaret yapma" biçimiydi; hem bir şeyi işaret etmek hem de
işaretleri bir şeyin etrafında düzene sokmaktı: demek ki,
bir adlandırma, sonra da aynı anda hem gösterimsel hem
de süslemesel olan bir ikiye katlama ile bu adı yakalama,
onu kapatma, onu ikincil işaret, temsil, retorik süs olan
başka adlarla işaret etme sanatı. Oysa, XIX. yüzyılın tümü
boyunca ve günümüze kadar Hölderlin'den Mallarme'ye,
Antonin Artaud'ya, edebiyat ancak derin bir kopuştan ge
çip, bir cins "karşı söylem" oluşturarak ve böylece dilin
temsili ve işaret eden işlevinden, XVI. yüzyıldan beri unu
tulmuş olan şu ham varlığa geçerek özerk olabilmiş, diğer
bütün dillerden ayrılabilmiştir.
Onu artık söylediğinin düzeyinde değil de, işaret eden
biçimi içinde sorgulayarak, edebiyatın bizatihi özüne ula
82
Kelimeler ve Şeyler
şıldığı düşünülmektedir: böyle yapılınca, dilin klasik statü
sünde kalınmamaktadır. Edebiyat modern çağda, dilin işa
ret edici işleyişini telafi eden şeydir (ve onu teyit eden de
ğildir). Dilin varlığı onun boyunca, yeniden Batı kültürü
nün sınırlarında ve kalbinde parlamaktadır, çünkü bu
varlık XVI. yüzyıldan beri edebiyata en yabancı olan şey
dir; ama gene bu XVI. yüzyıldan beri, edebiyatın örttüğü
alanın merkezindedir. Edebiyat işte bu nedenden ötürü, gi
derek düşünülmesi gereken şey olarak, ama aynı zamanda
ve aynı nedenden ötürü, hiçbir şekilde bir işaret teorisin
den itibaren düşünülemeyecek şey olarak ortaya çıkmakta
dır. Edebiyat ister işaret edilen (söylemek istediği, "fikirle
ri", vaat ettiği veya angaje olduğu) cephesinden veya işaret
eden (lengüistikten veya psikanalizden alınma şemalar
yardımıyla) cephesinden çözümlensin, bunun pek bir öne
mi yoktur ikincil bir olgudan ibarettir. Edebiyat bu iki şık
ta da, bizim kültürümüz açısından doğduğu ve bir.buçuk
yüzyıldan beri belirginleşmeye ara vermediği yerin dışında
aranmaktadır. 8u cins şifre çözme tarzları, dilin klasik bir
durumuna XVII. yüzyılda işaretler rejiminin ikili hale gel
diği ve işaret etmenin temsil biçiminin içinde yansıtıldığı
sırada hüküm süreni aittir; oysa edebiyat bir işaret eden
ile bir işaret edilenden meydana gelmişti ve bu şekilde çö
zümlenmeyi hak ediyordu. Edebiyat XIX. yüzyıldan itiba
ren, dili varlığı içinde gün ışığına çıkartmaya koyulmuştur:
ama Rönesans'ın sonunda görüldüğü gibi değil. Çünkü,
şimdi artık söylemin sonsuz hareketinin onun aracılığıyla
kurulduğu ve sınırlandırıldığı şu ilk ve kesinlikle başlangıç
düzeyindeki sözden başka bir şey yoktur; dil bundan son
ra artık başlangıcı, bitişi olmadan ve vaat taşımadan gelişe
cektir. Edebiyatın metninin günbegün çizdiği, işte bu bo
şuna ve temel mekânın güzergâhıdır.
UÇUNCÜ AYIRIM
Temsil Etmek
I.
DON QUICHOTTE
Don Quichotte'un maceraları, yolları ve dolambaçlanyla,
sının çizmektedir: eski benzerlikler ve işaret oyunları onda
sona ermektedir; yeni ilişkiler daha şimdiden burada ku
rulmaktadır. Don Quichotte delibozuk biri olmaktan çok,
benzerliğin bütün işaretleri önünde mola veren özenli bir
hacıdır. O, Aynı'nın kahramanıdır. Tıpkı dar ve küçük taş
rasından olduğu gibi, Benzer'in etrafında yayılan bildik
düzlükten de uzaklaşmayı başaramamaktadır. Farklılığın
net sınırlarını asla aşamadan, ne de kimliğin kalbine ulaşa
madan, buralan sonsuza kadar kat etmektedir. Oysa, ken
di de bizzat işaretlerin benzerliğinde yer almaktadır. Bir
harf gibi uzun bir çizgi olarak, kitaplann esnetmesinden
kaçmış bulunmaktadır. Bütün varlığı, dil, metin, basılı kâ
ğıt, daha önceden yazılmış öyküden başka bir şey değildir.
82
Kelimeler ve Şeyler
şıklığı düşünülmektedir: böyle yapılınca, dilin klasik statü
sünde kalınmamaktadır. Edebiyat modern çağda, dilin işa
ret edici işleyişini telafi eden şeydir (ve onu teyit eden de
ğildir). Dilin varlığı onun boyunca, yeniden Batı kültürü
nün sınırlarında —ve kalbinde— parlamaktadır, çünkü bu
varlık XVI. yüzyıldan beri edebiyata en yabancı olan şey
dir, ama gene bu XVI. yüzyıldan beri, edebiyatın örttüğü
alanın merkezindedir. Edebiyat işte bu nedenden ötürü, gi
derek düşünülmesi gereken şey olarak, ama aynı zamanda
ve aynı nedenden ötürü, hiçbir şekilde bir işaret teorisin
den itibaren düşünülemeyecek şey olarak ortaya çıkmakta
dır. Edebiyat ister işaret edilen (söylemek istediği, "fikirle
ri'1, vaat ettiği veya angaje olduğu) cephesinden veya işaret
eden (lengüistikten veya psikanalizden alınma şemalar
yardımıyla) cephesinden çözümlensin, bunun pek bir öne
mi yoktun ikincil bir olgudan ibarettir. Edebiyat bu iki şık
ta da, bizim kültürümüz açısından doğduğu ve bir.buçuk
yüzyıldan beri belirginleşmeye ara vermediği yerin dışında
aranmaktadır. Bu cins şifre çözme tarzları, dilin klasik bir
durumuna XVII. yüzyılda işaretler rejiminin ikili hale gel
diği ve işaret etmenin temsil biçiminin içinde yansıtıldığı
sırada hüküm süreni aittir; oysa edebiyat bir işaret eden
ile bir işaret edilenden meydana gelmişti ve bu şekilde çö
zümlenmeyi hak ediyordu. Edebiyat XIX. yüzyıldan itiba
ren, dili varlığı içinde gün ışığına çıkartmaya koyulmuştur:
ama Rönesans'ın sonunda görüldüğü gibi değil. Çünkü,
şimdi artık söylemin sonsuz hareketinin onun aracılığıyla
kurulduğu ve sınırlandırıldığı şu ilk ve kesinlikle başlangıç
düzeyindeki sözden başka bir şey yoktur; dil bundan son
ra artık başlangıcı, bitişi olmadan ve vaat taşımadan gelişe
cektir. Edebiyatın metninin günbegün çizdiği, işte bu bo
şuna ve temel mekânın güzergâhıdır.
UÇUNCU AYIRIM
Temsil Etmek
i.
DON QUICHOTTE
Don Quichotte'un maceraları, yollan ve dolambaçlanyla,
sının çizmektedir: eski benzerlikler ve işaret oyunları onda
sona ermektedir; yeni ilişkiler daha şimdiden burada ku
rulmaktadır. Don Quichotte delibozuk biri olmaktan çok,
benzerliğin bütün işaretleri önünde mola veren özenli bir
hacıdır. O, Aynı'nın kahramanıdır. Tıpkı dar ve küçük taş
rasından olduğu gibi, Benzer'in etrafında yayılan bildik
düzlükten de uzaklaşmayı başaramamaktadır. Farklılığın
net smırlannı asla aşamadan, ne de kimliğin kalbine ulaşa
madan, buralan sonsuza kadar kat etmektedir. Oysa, ken
di de bizzat işaretlerin benzerliğinde yer almaktadır. Bir
harf gibi uzun bir çizgi olarak, kitapların esnetmesinden
kaçmış bulunmaktadır. Bütün varlığı, dil, metin, basılı kâ
ğıt, daha önceden yazılmış öyküden başka bir şey değildir.
84
Kelimeler ve Şeyler
Aralannda kesişen kelimelerden meydana getirilmiştir; o,
dünyada şeylerin benzerliği arasında başıboş dolaşan yazı
dır. Ama tam da değil: çünkü yoksul hidalgo olması gerçe
ği içinde, ancak Yasa'yı formüle eden yüzlerce yıllık desta
nı uzaktan uzağa dinleyerek şövalye haline gelebilir. Kitap
onun varoluşundan çok, ödevidir. Ne yapacağını ve ne di
yeceğini ve içinden çıktığı metinle aynı doğadan olduğunu
kendine ve başkalarına kanıtlayabilmek için hangi işaretle
ri vereceğini bilebilmesi için, sürekli olarak bu kitaba baş
vurmak zorundadır. Şövalyelik romanları, onun macerası
nın reçetesini, bir kerede ebediyen geçerli olmak üzere yaz
mışlardır. Ve her olay, her karar, her macera, Don
Quichotte'un gerçekten, açığa çıkardığı bütün bu işaretlere
benzediğinin işareti olacaktır.
Fakat eğer onların benzeri olmak istiyorsa, onları ka
nıtlaması gerekir, çünkü işaretler (okunabilir) artık varlık
larla (görülebilir) benzerlik içinde değillerdir. Bütün bu ya
zılı metinler, bütün bu delibozuk romanlar, tam da bu ne
denden ötürü benzersizdirler dünyada hiçbir şey, hiçbir
zaman onlara benzememiştir; onların sonsuz dili, hiçbir
benzerliğin gelip dolduramadığı bir şekilde boşlukta kal
maktadır, bunlar her şeyi tamamen yakabilirler, dünyanın
çehresi bundan ötürü değişmeyecektir. Tanığı, temsilcisi,
hakiki aynısı olduğu metinlere benzeyerek, Don
Quichotte, bunların gerçeği söylediklerinin, gerçekte dün
yanın dili olduklarının gösterimini sağlamak ve bunun tar
tışma götürmez işaretini getirmek zorundadır. Kitapların
vaadini yerine getirme işi ona düşmektedir. Destanı yeni
den, ama ters yönde yapma işi ona düşmektedir destan,
belleklerde kalmaları için, gerçek kahramanlıklar anlatı
yordu (anlattığım iddia ediyordu); Don Quichotte ise, an
latının içeriksiz işaretlerini hakikatle doldurmak zorunda
dır. Onun macerası, dünyanın şifresinin bir çözümü ola
Temsil Etmek
85
çaktın dünyanın bütün yüzeyinden, kitapların doğru söy
lediklerini gösteren figürleri devşirmek üzere kat edilecek
özenle belirlenmiş bir güzergâh. Bu maceranın başarısı ka
nıt olmak zorundadır gerçekten zafer kazanmaya değil de
işte zafer bu nedenle çok önemli değildir, gerçeği işaret
haline dönüştürmeye ilişkindir. Dilin işaretlerinin, bizatihi
şeylere uygun oldukları işaret haline. Don Quichotte, ki
tapları kanıtlamak için dünyayı okumaktadır. Ve kendine,
benzerliklerin ayna gibi yansımalarından başka kanıt ver
memektedir.
Yaptığı bütün yol, bir benzerlikler arayışıdır, en küçük
kıyaslar, yeniden konuşmaya başlamaları için uyandınlma
lan gereken baygın düşmüş işaretler olarak talep edilmek
tedirler. Sürüler, hizmetçi kızlar, hanlar şatolara, soylu ha
nımlara ve ordulara benzemeleri ölçüsünde, yeniden kitap
ların dili haline gelmektedir. Aranılan kanıtı acı olay hali
ne dönüştüren ve kitapların dilini belirsiz bir şekilde oyuk
bırakan, her zaman hayalkırıklığı yaratan benzerlik. Fakat,
benzemezlik, köle gibi taklit ettiği kendi modeline sahiptir:
bu modeli büyücülerin başkalaşımında bulmaktadır. Öyle
sine ki, bütün benzemezlik göstergeleri, yazılı metinlerin
doğru söylemediklerini gösteren bütün işaretler, farklılığı
hileyle benzerliğin kuşku duyulmazlığı içine dahil eden şu
büyücülük oyununa benzemektedir. Ve madem ki bu büyü
kitaplarda öngörülmüş ve tasvir edilmiştir, o halde işin içi
ne dahil ettiği yanıltıcı farklılık, büyüye dayalı bir benzer
likten başka bir şey olmayacaktır. Demek ki, işaretlerin
gerçeğe benzediklerinin ek bir işareti
Don Quichotte, Rönesans dünyasının negatifini resmet
mektedir; yazı dünyanın nesri olmaktan çıkmıştır; benzer
likler ve işaretler eski antlaşmalarını bozmuşlardır, benzer
likler yanıltmaktadır, hayal görmeye ve hezeyana dönmek
tedirler; şeyler alaycı özdeşlikleri içinde kalmayı inatla sür
86
Kelimeler ve Şeyler
dürmektedirler: artık, oldukları şey değillerdir; kelimeler,
onları dolduracak içeriksiz benzerlikler olmadan, macera
alanında başıboş dolaşmaktadırlar; kitapların sayfalarının
içinde, tozların arasında uyumaktadırlar, işaretlerin altın
daki gizli benzerlikleri keşfederek, dünyanın şifresinin çö
zülmesine olanak veren büyü, artık kıyasların neden her
zaman hayal kırıklığı yarattıklarım, hezeyan tarzı üzerinde
açıklamaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Doğayı ve ki
taptan tek bir metin gibi okuyan allamelik, kuruntularına
geri gönderilmiştir: ciltlerin sararmış sayfalarına konulmuş
olan dilin işaretleri, artık, değer olarak temsil ettiklerinin
zayıf anlatısından başka bir şeye sahip değillerdir. Yazı ve
şeyler artık birbirlerine benzememektedirler. Onlann ara
sında, Don Quichotte macera peşinde sürtmektedir.
Fakat dil tamamen güçsüz hale gelmemiştir. Artık ye
ni ve kendine özgü güçlere sahiptir. Don Quichotte, roma
nın ikinci bölümünde, metnin birinci bölümünü okumuş
olan ve onu tanıyan kişilerle karşılaşmaktadır. Cervantes'in
metni kendi üzerine kapanmakta, kendi kalınlığının içine
saplanmakta ve kendi için, kendi anlatısının nesnesi haline
gelmektedir. Maceraların birinci bölümü, ikinci bölümde,
şövalye romanlarının romanın başlangıcında üstlenmiş ol
dukları rolü oynamaktadır. Don Quichotte, gerçekten o ol
duğu bu kitaba sadık kalmak zorundadır, onu hatalardan,
taklitlerden, düzmece sonuçlardan korumak zorundadır;
ihmal edilmiş ayrıntıları eklemek zorundadır, hakikatini
beslemek zorundadır. Fakat, Don Quichotte bu kitabı oku
mamıştır ve okuyamaz, çünkü onun ete kemiğe bürünmüş
halidir. Kitapları okuya okuya, onu tanımayan bu dünya
üzerinde sürten bir işaret haline gelmiş olan o, şimdi ken
dine rağmen ve bilmeden, onun hakikatini elinde tutan,
yaptığı ve söylediği ve gördüğü ve düşündüğü her şeyi tam
olarak devşiren ve arkasında silinmez izlerini bıraktığı bü
Temsil Etmek
87
tün bu işaretlere benzediğinin kabul edilmesine izin veren
bir kitap haline gelmiştir. Romanın birinci ile ikinci bölü
mü arasında, bu iki cildin kesişme alanında ve sadece on
ların gücüyle, Don Quichotte hakikatine kavuşmuştur. Sa
dece dile borçlu olan ve tamamen kelimelerin içinde kalan
hakikat. Don Quichottelun hakikati, kelimelerin dünyayla
olan ilişkisinde değil de, sözel işaretlerin kendiliklerinden
kendi aralannda dokuduklan şu ince ve sürekli ilişkinin
içindedir. Destanların hayal kırıklığı yaratan kurgusu, dilin
temsil etme gücü haline gelmiştir. Kelimeler, işaretlerin do
ğası üzerine kapanmışlardır.
Don Quichotle modern eserlerin ilkidir, çünkü burada
özdeşliklerin ve farklılıkların gaddar kanıtının, işaretler ve
benzerliklerin sonsuzuyla oynadığı görülmektedir; çünkü
dil burada şeylerle olan eski akrabalığını bozarak; dobra
varlığı içinde, ancak edebiyat haline geldikten sonra yeni
den görülebileceği şu yalnız hükümranlığın içine girmiştir,
çünkü benzerlik burada, onun için akıl bozukluğu ve ha
yal gücününki olan bir çağa girmektedir. Benzerlik ile işa
retler arasındaki bağ bir kez çözüldükten sonra, iki deney
oluşabilir ve iki kişi karşı karşıya ortaya çıkabilir hale gel
miştir. Hasta olarak değil de, oluşturulan ve sürdürülen
sapma, vazgeçilmez kültürel işlev olarak anlaşılan deli, Ba
tı deneyinin içinde, vahşi benzerliklerin insanı haline gel
miştir. Barok dönem romanlarında ve tiyatrosunda resme
dildiği ve XIX. yüzyıl psikiyatrisine kadar yavaş yavaş ku
rumsallaştırıldığı haliyle, bu kişi kendini kıyas içinde ya
bancılaştırmış olandır. Aynı ve Başka'nm dengesiz oyuncu
sudur. Şeyleri olmadıkları halleriyle anlamakta ve insanla
rı birbirlerine karıştırmaktadır; dostlarını tanımamakta,
yabancıları tanımaktadır; maskeyi düşürdüğünü sanmakta
ve bir maske dayatmaktadır. Tüm değerleri ve tüm oranla
rı tersine döndürmektedir, çünkü her ân işaretlerin şifrele
88
Kelimeler ve Şeyler
rini çözdüğünü sanmaktadır: çünkü ona göre, yaldızlar
içindeki biri kraldır. Deliye ilişkin olarak, XVIII. yüzyılın
sonuna kadar sahip olunan kültürel algılama içinde, o
Farklılığı tanımadığı ölçüde Farklı olan birinden başkası
değildir; o, her yerde yalnızca benzerlikler ve benzerliğin
işaretlerini görmektedir; ona göre bütün işaretler birbirine
benzemekte ve bütün benzerlikler işaret değerine sahip bu
lunmaktadır. Kültürel mekânın diğer ucunda, ama simetri
sinden ötürü ona çok yakın olan şair, ad verilmiş, gündelik
olarak öngörülen farklılıkların altında, şeylerin gömülü ak
rabalıklarını, bunların dağılmış benzerliklerini yeniden bu
lan kişidir. Belirlenmiş işaretlerin altında ve onlara rağmen,
daha derin, kelimelerin şeylerin evrensel benzerliği içinde
kıvılcımlarını çaktıkları zamanı hatırlatan başka bir söyle
mi duymaktadır: dile getirmesi çok güç olan Aynı'nm Ege
menliği, kendi dili içinde işaretler arasındaki ayırımı yok
etmektedir.
Modern Batı kültüründe şiir ile deliliğin karşı karşıya
lığı, hiç kuşkusuz bundan kaynaklanmaktadır. Fakat artık
eski Platoncu, ilham almış hezeyan teması söz konusu de
ğildir. Yeni bir dil ve şeyler deneyinin damgası söz konusu
dur. Varlıkları, işaretleri ve benzerlikleri ayıran bir bilginin
kıyılarında ve sanki kendi gücünü sınırlamak istermişçesi
ne, deli homostmantisme'm işlevini yerine getirmektedir:
bütün işaretleri bir araya toplamakta ve onlan, çoğalmaya
hiç ara vermeyen bir benzerlikle doldurmaktadır. Şair ters
işlevi yerine getirmektedir; alegorik rolü oynamaktadır;
işaretlerin dili altında ve onlann iyice parçalara bölünmüş
farklılaştırılmalan oyunu altında, "diğer dili", benzerliğin,
kelimeleri ve söylemi olmayan dilini dinlemeye koyulmak
tadır. Şair benzerliği, onu söyleyen eyaletlere kadar götür
mekte; deli bütün işaretlere, sonunda onların hepsini sile
cek olan bir benzerliği yüklemektedir. Böylece, bunların
Temsil Etmek
89
her ikisi de, kültürümüzün dış kıyısında ve bu kültürün
esas paylaşımlarının en yakınında, şu "sınır" konuma sa
hiptir —marjinal duruş ve derinlemesine arkaik siluet—, her
ikisinin sözleri de, burada sürekli olarak yabancı olma güç
lerini ve reddedilmelerinin kaynağını bulmaktadır. Onların
arasında öylesine bir bilgi mekânı açılmıştır ki, Batı kültü
rünün yol açtığı esaslı bir kopuş nedeniyle, burada artık
benzerlikler değil de, kimlikler ve farklılıklar söz konusu
olacaktır.
II. DÜZEN
Genel tarih açısından, süreksizliğin statüsünü belirlemek
kolay bir iş değildir. Bir paylaşımın hattı mı çizmek isteni
yor? Belirsiz bir şekilde hareketli olan bir bütün içindeki
her sınır, ancak keyfi bir kesik olabilir. Bir dönem mi belir
lemek isteniyor? Ama acaba, aralarında sürekli ve üniter
bir sistem çıkartmak üzere, zamanın iki noktasında sürek
li kopuşlar oluşturma hakkı var mıdır? Bu sistem nereden
gelip, oluşacak, sonra da kendini yok edecektir? Varoluşu
ve yokoluşu hangi rejime tabi olacaktır? Eğer tutarlık ilke
sine kendiliğinden sahipse, onu reddedecek yabancı unsur
nereden gelebilir? Bir düşünce, nasıl olur da, kendinden
başka bir şeyden kaçabilir? Bir düşünceyi artık düşünme
mek ne demektir? Ve yeni bir düşünceyi ortaya atmak?
Süreksiz olan bir kültürün bazen birkaç yıl içinde, o
zamana kadar yaptığı gibi düşünmeye son vererek, başka
şey ve başka şekilde düşünmeye başlaması olgusu, hiç
kuşkusuz dış bir erozyona; düşünce için öte taraf olan, ama
daha başından itibaren hep düşündüğü şu mekâna doğru
açmaktadır. Ortaya çıkan sorun, limitte düşünce ile kültür
arasındaki ilişkiler sorunudur: nasıl oluyor da, düşünce
dünyanın mekânında bir yere sahip oluyor; orada sanki bir
90
Kelimeler ve Şeyler
kökene sahip bulunuyor ve şurada veya burada hep yeni
den başlıyor? Ama belki de sorunu ortaya koymanın zama
nı henüz gelmemiştir; düşünce dünyasında dolaşabilmek
ve onu kendinden kaçtığı yön hakkında sorgulayabilmek
için, herhalde düşünce arkeolojisinin daha güvenilir hale
gelmesini, dolaysız ve pozitif olarak tasvir edebileceğinin
ölçüsünü belirlemiş olmasını, içinde yer aldığı kendine öz
gü sistemleri ve bunların iç bağlantılarını tanımlamasını
beklemek gerekir. Demek ki şu an için, bu süreksizlikleri,
kendilerini teslim ettikleri hem aşikâr hem de karanlık
olan ampirik düzen içinde kabul etmek gerekmektedir.
XVII. yüzyılın başında, haklı veya haksız, barok olarak
adlandırılan bu dönemde, düşünce benzerlik unsuru için
de hareket etmeye son vermiştir. Benzerlik artık bilginin
biçimi değil de daha çok hata fırsatı, karışıklıkların iyi ay
dınlatılmamış alanı, incelenmediğinde maruz kalınan teh
likedir. Descartes, Regulae'nin ilk satırlarında, "iki şey ara
sında herhangi bazı benzerlikler keşfedildiğinde, aslında
bunların farklı oldukları noktalarda bile, yalnızca biri için
doğruluğu belirlenen şeyi her ikisine birden atfetmek, yay
gın bir alışkanlıktır"1 demektedir. Benzer'in çağı kendi
üzerine kapanmaktadır. Arkasında oyunlardan başka bir
şey bırakmamaktadır. Büyüleme güçleri, benzerlik ile ya
nılsama arasındaki şu yeni akrabalıktan ötürü artan oyun
lar; her yerde benzerlik kuruntuları resmolmaktadır, ama
bunların kuruntu oldukları bilinmektedir; bu, göz yanılgı
sının, komik göz bağcılığın, ikiye katlanarak bir tiyatroyu
temsil eden tiyatronun, yanlış anlama yüzünden doğan ka
rışıklığın, rüyaların ve hayallerin zamanıdır; yanıltıcı duy
guların zamanıdır; eğreltilemelerin, karşılaştırmaların ve
alegorilerin dilin şiirsel mekânını tanımladıkları zamandır.
Ve XVI. yüzyıl, bizatihi bu olgudan ötürü, dünyanın bütün
1
Descartes, Oeuvres Philosophiques, c. I,s. 77, Paris, 1963
Temsil Etmek
91
şeylerinin deneylerin, geleneklerin veya enayiliklerin rast
lantısı içinde yakınlaşabilecekleri, karışık ve kuralsız bir
bilginin deforme olmuş anısını terk etmektedir. Benzerli
ğin sağlam ve zorlayıcı güzel biçimleri unutulacaktır. Ve
onlan belirleyen işaretler, henüz akli hale gelmemiş bir bil
ginin hayalleri ve cazibeleri olarak kabul edilecektir.
Bacon'da, çoktan bir benzerlik eleştirisi görülmektedir.
Şeyler arasındaki düzen ve eşitlik ilişkilerine değil de, zih
niyet tipleri ve bunların öznesi olabilecekleri yanılsama bi
çimlerine ilişkin ampirik bir eleştiri. Bir yanlış anlama
doktrini söz konusudur. Bacon, benzerlikleri aşikârlık ve
onun kurallarıyla dağıtmamaktadır. Onlan, gözlerin önün
de kıvılcımlarını çakar, yaklaşıldıkça söner, ama biraz
uzakta hemen yeniden oluşur olarak göstermektedir. Bun
lar putlar'dır. Mağara putları ve tiyatro putları, şeylerin öğ
rendiklerimize ve bizi biçimlendiren teorilere benzedikleri
ne inandırırlar; başka putlar da bizi, şeylerin aralarında
benzediklerine inandırırlar. "İnsan zihni, şeylerin arasında
gerçekte bulduğundan daha fazla düzen ve benzerlik oldu
ğuna inanmaya doğal olarak eğilimlidir, ve doğa istisnalar
ve farklılıklarla doluyken, zihin her yerde uyum, anlaşma
ve benzerlik görür. Bütün gökcisimlerinin hareketleri esna
sında tam çemberler çizdiklerine dair inanış buradan kay
naklanmaktadır": zihnin kendiliğinden yarattığı kurgular
olan kabile putları da böyledir. Bunlara sonuç ve bazen de
neden— dil karışıklıkları eklenmektedir: tek ve aynı ad, ay
nı cinsten olmayan şeylere, fark gözetilmeksizin uygulan
maktadır. Bunlar forum putlaridır.2 Eğer, doğal acelecili
ğinden ve hafifliğinden sıyrılıp, "nüfuz edici" hale gelebilir
ve sonunda doğaya özgü farklılıkları algılayabilirse, bir tek
zihnin temkinliliği bunu dağıtabilir.
Descartes'm benzerlik eleştirisi ise, başka bir tiptendir.
2
E Bacon, Novum Organum, c. I, s. III ve 119, p. 45 ve 55, Paris, 1947.
92
Kelimeler ve Şeyler
Artık, kendi kendinin karşısında endişe duyan ve en alışıl
mış biçimlerinden uzaklaşan XVI. yüzyıl düşüncesi söz ko
nusu değildir; söz konusu olan, benzerliği bilginin temel
deneyi ve ilk biçimi olarak dışarıda bırakan, onda özdeşlik
ve farklılıklar, ölçü ve düzen terimleri içinde çözümlenme
si gereken karma bir karışıklığı ifşa eden klasik düşünce
dir. Descartes benzerliği reddetmektedir, ama bunu karşı
laştırma eylemini rasyonel düşünceden dışlayarak ve bu
eylemi sınırlandırarak değil de, tamamen tersine, onu ev
renselleştirerek ve ona bu yolla en saf biçimini vererek yap
maktadır. Nitekim, "biçim, kapsam, hareket ve diğer ben
zerleri" yani basit doğalan— mevcut olabilecekleri bütün
konulann içinde, karşılaştırma yoluyla bulmaktayız. Ve öte
yandan, "her A, B'dir, her B, Cdir, öyleyse her A, C'dir" tü
ründen bir çıkarsamada, zihnin "aranan terim ile verili te
rimi, yani A ile Cyi, her ikisinin de B olması ilişkisi içinde
olmak üzere, aralarında karşılaştırdığı" açıktır. Bunun so
nucu olarak, soyutlanmış bir şeyin sezgisi bir yana bırakı
lacak olursa, her bilginin "iki veya daha çok şeyin araların
da karşılaştınlmalarıyla elde edildiği" söylenebilir.3 Oysa,
doğru bilgi ancak sezgiyle, yani saf ve dikkatli aklın kendi
ne özgü eylemi ve aşikârlıkları birbirine bağlayan çıkarsa
ma ile elde edilebilir. Hemen bütün bilgiler için talep edi
len ve tanım gereği, soyutlanmış bir aşikârlık ve bir çıkar
sama olmayan karşılaştırma, nasıl olur da doğru bir düşün
ceye olanak verebilir? "İnsan aklının hemen bütün çabası,
hiç kuşkusuz bu işlemi mümkün kılmaya yönelik olmakta
dır."4
İki, yalnızca iki tane karşılaştırma biçimi vardır: ölçü
karşılaştırması ve düzen karşılaştırması. Büyüklükler veya
çokluklar, yani sürekli veya süreksiz büyüklükler ölçülebi
3
4
Descartes, Regulae, s. 168, XICV
a%e, s. 168, XIV
Temsil Etmek
93
lir, fakat ölçüm işlemi her iki halde de, unsurlardan topla
ma doğru giden hesap farkı içinde, önce toplamın ele alın
dığını, sonra onun kısımlara bölündüğünü varsaymaktadır.
Bu bölme işlemi birimlere ulaşmaktadır; bu birimlerin ba
zıları uzlaşma veya "ödünçleme"den kaynaklanmakta (sü
rekli büyüklükler için), diğerleri de (çokluklar veya sürek
siz büyüklükler) aritmetik birimler olmaktadırlar. İki bü
yüklüğü veya iki çokluğu karşılaştırmak, her ikisinin çö
zümlenmesine de ortak bir birimin uygulanmasını gerek
tirmektedir. Böylece, ölçüm tarafından gerçekleştirilen kar
şılaştırma, bütün durumlarda, aritmetik eşitlik veya eşitsiz
lik ilişkilerine indirgenmektedir. Ölçüm benzerin, özdeşli
ğin ve farklılığın hesaplanabilir biçimine göre çözümlen
mesine olanak verir.5
Düzene gelince, o dış bir birime atıf yapmadan kuru
lur: "Nitekim, A ile B arasındaki düzenin ne olduğunu, bu
iki uç terimden başka hiçbir şeyi ele almadan bilirim", şey
lerin düzeni, onların "doğalarından soyutlanmış" olarak,
ama buradan hareketle daha karmaşık şeylere ulaşabilmek
için, önce en basit şey, sonra buna en yakın olan keşfedile
rek bulunur. Ölçüm yoluyla karşılaştırma, önce bir bölme,
sonra da ortak bir birimin uygulanmasını gerektirirken,
burada karşılaştırmak ve düzene sokmak tek ve aynı şey
olmaktadır: düzen yoluyla karşılaştırma, "tamamen kesin
tisiz" bir hareketle bir terimden diğerine, sonra bir üçün
cüsüne vs. geçmeye olanak veren basit bir eylemdir.6 Böy
lece, birinci tanımın diğer hepsinden bağımsız olarak sezi
lebildiği ve diğer terimlerin artan farklılıklara göre yerleş
tirildikleri diziler oluşturulmaktadır.
İki karşılaştırma tarzı bunlardır: biri, eşitlik ve eşitsiz
lik ilişkileri kurmak üzere birimler halinde çözümlemekte;
5
6
age, s. 182.
age, VI, s. 102, VII, s. 109.
Kelimeler ve Şeyler
94
diğeri, bulunabilecek en basit unsurları belirlemekte ve
farklılıkları en düşük derecelere göre düzenlemektedir. Öte
yandan, büyüklükler ve çokluklar ölçümünü bir düzen
oluşturması haline getirmek mümkündür, aritmetik değer
ler her zaman bir diziye göre düzene sokulabilir nitelikte
dirler: demek ki, birimlerin çokluğu "ölçünün bilinmesine
ilişkin olan zorluğun artık yalnızca düzen ele alınışına ba
ğımlı hale geleceği bir düzene göre konumlandmlabilir."7
Ve zaten yöntem ve bu yöntemin gelişmesi buna ilişkin ol
maktadır: her ölçüyü (eşitlik ve eşitsizlik aracılığıyla yapı
lan her belirlemeyi), basitten yola çıkarak, farklılığı karma
şıklık dereceleri olarak açığa çıkartan bir dizi oluşturmaya
indirgemek. Benzer, birime ve eşitlik veya eşitsizlik ilişki
lerine göre çözümlendikten sonra, aşikâr özdeşlik ve fark
lılıklara göre çözümlenmektedir: çıkarımlar'm düzeni için
de düşünülebilir nitelikteki farklılıklar. Ancak, bu düzen
veya genelleştirilmiş karşılaştırma, bilgi içindeki bağlantı
lara göre oluşturulmaktadır; basit olana tanınan mutlak ka
rakter, şeylerin varlığına değil de, bunların bilinebilme tar
zına ilişkin olmaktadır. Öylesine ki, bir şey bazı ilişkiler
içinde mutlak, başka ilişkiler içinde nispi olabilir;8 düzen
aynı anda hem gerekli ve doğal (düşünceye nazaran) hem
de keyfi (şeylere nazaran) olabilir, çünkü aynı bir şey, ele
almış tarzına göre, düzenin bir noktasına veya başka bir
noktasına yerleştirilebilir.
Bütün bunlar Batı düşüncesi üzerinde büyük sonuçlar
yaratmışlardır. Uzun bir süre bilginin temel kategorisi ol
muş olan bilginin hem biçimi hem içeriği benzerlik, öz
deşlik ve farklılık terimleri içinde yapılan bir çözümleme
nin içinde erimiştir; üstelik karşılaştırma, ölçünün aracılı
ğıyla dolaylı veya dolaysız olarak kolayca düzene taşınmış
7
8
age, XIV, s. 182.
age, VI, s. 103.
Temsil Etmek
95
tır; son olarak da, karşılaştırma artık dünyanın düzenini if
şa etmek gibi bir role sahip değildir, düşüncenin düzenine
göre yapılmakta ve doğal olarak basitten karmaşığa doğru
gitmektedir. Batı kültürünün tüm episteme'si böylece, te
mel konumlan itibariyle değişmiş bulunmaktadır. Ve özel
likle de, XVI. yüzyıl insanının hâlâ akrabalıkların, benzer
liklerin ve yakınlıkların kurulduğunu gördüğü ve dil ile
şeylerin sonsuza kadar kesiştikleri ampirik alan, bu devasa
mekânın tümü yeni bir dış biçime bürünecektir. Eğer iste
nirse, bu yeni dış biçime "rasyonalizm" adı verilebilir, eğer
insanın kafasında basmakalıp kavramlardan başka bir şey
yoksa, XVI. yüzyılın batıl itikatların veya eski büyücülük
inançlarının yokoluşunu ve doğanın sonunda bilimsel dü
zen içine girişini belirledği söylenebilir. Fakat kavranılma
sı ve ihya edilmesi gereken şey, bizzat bilginin kendini bu
arkaik düzeyde değiştirerek, bilinecek şeyin ve varoluş tar
zının tanınmasını mümkün kılan değişimlerdir.
Bu değişimler şu şekilde özetlenebilirler. Önce, kıyas
hiyerarşisinin yerine çözümlemenin ikame edilmesi: XVI.
yüzyılda öncelikle karşılıklılıkların bütünsel sistemi (yer
yüzü ve gökyüzü, gezegenler ve çehre, mikrokozmos ve
makrokozmos) kabul edilmekteydi, ve her özel benzerlik,
bu bütünsel ilişkinin içine yerleşiyordu; artık her benzer
lik, karşılaştırma sağlamasından geçirilecektir, yani ancak
ölçüm, ortak birim veya daha kökten olarak düzen, özdeş
lik ve farklılıklar dizisi tarafından bulunduktan sonra ka
bul edilecektir. Üstelik, benzerlikler oyunu eskiden son
suzdu; bunlarm yenilerini keşfetmek her zaman mümkün
dü ve tek sınırlandırma, şeylerin düzeninden, mikrokoz
mos ile makrokozmos arasına sıkışmış bir dünyanın bitim
liliğinden gelmekteydi. Şimdi, tam bir sayım mümkün ola
caktır: ya ele alman bütünü meydana getiren bütün unsur
ların tüketici bir sayımı biçiminde, ya incelenen alanı bü
Kelimeler ve Şeyler
96
tünlüğü içinde eklemleştiren bir kategorilere koyma biçi
minde ya da dizinin tümü boyunca alman yeterli sayıdaki
noktanın çözümlenmesi biçiminde. Demek ki, karşılaştır
ma tam bir kesinliğe ulaşabilir: asla tamamlanamayan ve
yeni olasılıklara hep açık olan eski benzerlikler sistemi,
birbirlerini izleyen teyidler yoluyla giderek daha fazla
muhtemel hale gelebilirdi; hiçbir zaman kesin olamazdı.
Tam sayım ve her noktada bir sonrakine gerekli geçişi be
lirleyebilme olanağı, özdeşliklerin ve farklılıkların tama
men kesin bir bilgisine izin vermektedirler: "ilgilendiğimiz
sorun her ne olursa olsun, sayım tek başına, kendi hakkın
da her zaman doğru ve kesin bir bilgi edinilmesine izin
vermektedir."9 Zihnin faaliyeti bu da dördüncü nokta
dır—, böylece artık şeylerdeki bir akrabalığı, bir cazibeyi ve
ya gizlice paylaşılmış bir doğayı açık edebilecek her şeyin
peşinde olmak üzere, onları yaklaştırmaya değil de tama
men tersine, ayırmaya yönelik olacaktır: yani özdeşlikleri
ve sonra buradan uzaklaşan tüm basamaklara geçiş gereği
ni belirlemeye. Ayırım yapmak, karşılaştırmaya bir bakıma
farklılığın öncelikli ve temel aranışını dayatmaktadır: sezgi
yoluyla, şeylerin farklı bir temsilini kendi için gerçekleştir
mek ve dizinin bir unsurundan, onun hemen ardından ge
lene gerekli geçişi açıkça kavramak. Nihayet, sonuncu so
nuç olarak çünkü bilmek, ayırmaktır tarih ve bilim bir
birlerinden ayrılacaklardır. Bir yanda allamelik, yazarların
okunması, onların kanaatlerinin oyunu olacaktır; bu ba
zen, anlaşmadan çok, orada ortaya çıkan anlaşamamadan
ötürü işaret değerine sahip olacaktır: "zor bir sorun söz ko
nusu olduğunda, bu konuda çoğun değil de, azın keşfedil
diği daha gerçeğe yakındır". Bu tarihin karşısında, onunla
hiçbir ortak ölçü içinde olmamak üzere, sezgiler ve bunla
rın bağlantılarının aracılığıyla bulunabileceğimiz güvenilir
9
age, VII, s. 110.
Temsil Etmek
97
yargılar dikilmektedir. Bunlar ve sadece bunlar bilimi mey
dana getirmektedirler ve "Platon ve Aristoteles'in bütün
akıl yürütmelerini okuduğumuzda, öğreneceğimiz bilim
değil de tarih olacaktır."10 Metin artık işaretler ve biçimler
arasında yer almaktan çıkmıştır; dil artık dünyanın figürle
rinden biri haline gelmiştir ve artık şeylere, zamanların de
rinliklerinden beri dayatılan imza değildir. Gerçek, dışavu
rumunu ve işaretini, aşikâr ve fark edilir algılanmada bul
maktadır. Eğer yapabilirlerse, bunu aktarma işi kelimelere
düşmektedir; artık onun işareti olma hakkına sahip değil
lerdir. Dil, varlıklar ortamından çekilerek, şeffaflık ve taraf
sızlık çağına girmektedir.
Bu, XVII. yüzyıl kültüründe genel bir olgudur Kar
tezyanizmin çok özel talihinden daha genel—.
Nitekim, üç şeyi birbirinden ayırmak gerekmektedir.
Bir yanda, sonuçta oldukça kısa (ancak XVII. yüzyılın ikin
ci yarısı) bir. dönem için, tıp veya fizyoloji gibi bazı bilgi
alanlarında teorik bir model önermiş olan bir mekanizma
olmuştur. Ayrıca, biçimleri itibariyle oldukça çeşitli olmak
üzere, ampiriğin matematikselleştirilmesi konusunda bir
çaba da olmuştur; astronomi ve fiziğin bir bölümü için sü
rekli ve sabit olan bu çaba, diğer alanlarda arızi olmuştur
bazen gerçekten teşebbüs edilmiş (Condorcet'de olduğu
gibi), bazen evrensel ülkü ve araştırma ufku olarak sunul
muş (Condillac ve Destutt'de olduğu gibi), bazen de biza
tihi olabilirliği reddedilmiştir (örneğin Buffon'da olduğu
gibi). Fakat ne bu çaba, ne de mekanizmanın denenmesi,
en genel biçimiyle klasik düşüncenin tümünün, ölçüm ve
düzenin evrensel bilimi olarak anlaşılan mathesis ile sür
dürdüğü ilişkiyle karıştırılmamalıdırlar. "Kartezyen etki"
veya "Newtongil model" gibi boş ve gizli bir büyü içeren
sözlerin altında, fikir tarihçileri bu üç şeyi birbirine karış
10 age, III, s. 86.
98
Kelimeler ve Şeyler
tırma ve klasik rasyonalizmi, doğayı mekanik ve hesapla
nabilir kılma eğilimiyle tanımlama âdetine sahiptirler. Di
ğerleri yan beceriklil«, bu rasyonalizmin altında, "zıt
güçler"in oyununu keşfetmeye çalışmaktadırlar: bir doğa
ile, ne cebire ne de hareket fiziğine indirgenmeye izin ver
en bir hayat arasındaki oyun; bu iki unsur böylece, klasi
sizmin tabanında, rasyonelleştirilemeyenin kaynağını bes
lemektedir. Bu iki çözümleme biçiminin her biri diğeri ka
dar yetersizdir. Çünkü klasik episteme açısından temel olan
nokta, ne mekanizmanın başarısı veya başarısızlığı, ne do
ğayı matematikselleştirme hakkı veya olanaksızlığı; mathe
sis ile XVII. yüzyılın sonuna kadar sabit ve bozulmadan ka
lan bir ilişkidir. Bu ilişki iki esas karakter göstermektedir.
Bunlardan birincisi, varlıklar arasındaki ilişkilerin düzen
ve ölçü biçimi altında düşünüleceği, ama ölçüm problem
lerini her zaman düzen problemleri haline getirmeye ola
nak veren şu temel dengesizliğin hesaba katılmasının ge
rektiğidir. Böylece, her bilginin mathesis ile olan ilişkisi, öl
çülemeyen şeyler arasında bile sıralı bir düzen kurma ola
nağını vermektedir. Bu anlamda alman çözümleme, çabu
cak evrensel yöntem değeri kazanacaktır ve Leibnitzgil, ni
telikler sıralamasına dayalı bir matematik kurma tasarısı
ortaya çıkacaktır; çözümleme bütünü itibariyle bunun çev
resinde yörüngeye girmiştir. Fakat öte yandan, düzenin ge
nel bilimi olarak bu mathesis ile ilişki, bilginin matematik
içinde özümlenmesi, ne de mümkün her bilginin onun
üzerine temellenmesi anlamına gelmemektedir; tersine, bir
mathesis aranmasıyla korelasyon içinde olmak üzere, o za
mana kadar ne oluşmuş ne de tanımlanmış olan belli sayı
da ampirik alanın ortaya çıktığı görülmektedir. Bu alanla
rın hiçbirinde (veya hemen hemen hiçbirinde), bir meka
nizmanın veya bir matematikselleştirmenin izini bulmak
mümkün değildir; fakat bunların hepsi de, mümkün bir
Temsil Etmek
99
düzen bilimi tabanı üzerinde kurulmuştur. Bunlar genel
olarak çözümleme'yt mensuplarsa da, her birinin özel aleti
cebirsel yöntem olmayıp, işaretler sistemiydi Genel gramer,
doğa tarihi, zenginliklerin çözümlenmesi; kelimeler, var
lıklar ve ihtiyaçlar alemindeki düzen bilimleri böyle doğ
muşlardır; ve klasik dönemin bu yeni ve onun tüm suresi
ne yayılan (kronolojik atıf noktaları olarak, Lancelot ve
Bopp, Ray ve Cuvier, Petty ve Ricardo vardır, bunların ilk
leri 1660'lar civannda, ikincileri 18001810'larda yazmış
lardır) bütün bu ampiriklikler, Batı kültürünün tüm epis
teme'sinin o sıralar evrensel bir düzen bilimiyle sürdürdü
ğü ilişkiler olmadan kurulamazlardı.
Düzen ile olan bu ilişki, klasik çağ için, Rönesans'ın
Yorum ile olan ilişkisi kadar esasa ilişkindir. Ve tıpkı XVI.
yüzyılın yorumunun bir semiyolojiyi bir yorumbilimle ça
kıştırarak, esas olarak bir benzerlik, aynı, işaretler aracılı
ğıyla düzene sokması gibi, bu ilişki de bütün ampirik bil
gileri özdeşliğin ve farkın bilgileri olarak inşa etmektedir.
Benzerliğin aynı anda hem belirsiz ve kapalı hem de dolu
ve totolojik dünyası, çözülmüş ve ortasından açılmış gibi
olmaktadır; bir yanda, çözümlemenin aletleri, özdeşlik ve
farklılık damgaları düzene sokma ilkeleri, bir sınıflandırma
anahtarı haline gelmiş işaretler, diğer yanda da, şeylerin
ampirik ve fısıltıh benzerlikleri, düşüncenin altında payla
şım ve dağıtımların sonsuz malzemesini sağlayan şu sakin
benzerlik bulunacaktır. Bir yanda işaretlerin, bölmelerin ve
sınıflandırmaların genel teorisi, öte yanda dolaysız benzer
likler, hayal gücünün kendiliğinden hareketi, doğanın tek
rarları sorunu. Bu ikisinin arasında, mekânlarını ve bu açık
mesafeyi bulan yeni bilgiler.
III. IŞARETIN TEMSILI
Klasik çağda, bir işaret nedir? Çünkü, XVII. yüzyılın ilk ya
nsında değişen ve belki bize kadar sürecek olan şey, işaret
ler rejiminin tümü, bunların garip işlevlerini yerine getir
dikleri koşullardır; bilinen veya görülen şeyler arasında on
ları aniden işaret olarak ortaya çıkaran şeydir; bizatihi var
lıklarıdır. İşaret klasik çağın eşiğinde, dünyanın bir figürü
olmaktan çıkmıştır, ve benzerlik veya yakınlığın sağlam ve
gizli bağlarıyla damgaladığı şeye bağlı olmaktan da çıkmış
tır.
Klasisizm onu üç değişkene göre tanımlamaktadır.11
Bağlantının kökeni: bir işaret doğal (bir aynadaki yansıma
nın, yansıttığını işaret etmesi gibi) veya anlaşmaya bağlı
(bir kelimenin, bir insan grubu için, bir fikri işaret edebil
mesi gibi) olabilir. Bağlantı tipi: bir işaret, işaret ettiği bü
tüne ait olabilir (iyi bir görünüşün, dışavurduğu sağlığın
bir parçası olması gibi) veya ondan ayrı olabilir (Eski
Ahit'teki figürlerin, Bedene bürünme veya insanların kur
tuluşu'nun uzak işaretleri olmaları gibi). Bağlantının kesin
liği: bir işaret, sadakatinden emin olunacak kadar sabit ola
bilir (nefes alma hayatın belirtisidir); ama sadece muhte
mel de olabilir; gebelikteki solukluk gibi). Bu bağlantı bi
çimlerinin hiçbiri, benzerliği zorunlu olarak gerektirme
mektedir; doğal işaret de bunu talep etmemektedir: çığlık
lar, korkunun kendiliğinden, ama onunla benzer olmayan
işaretleridir; veya Berkeley'nin dediği gibi, görsel duygular
Tannnın temaslarının işaretleridir, ama ona hiçbir şekilde
benzemezler.12 Bu üç değişken, işaretin etkinliğini ampirik
bilgiler alanında tanımlamak üzere, benzerliğin yerine geç
il Logique de PortRoyal, I. Böl., IV Ayırım.
12 Berkeley, Essai d'une Nouvelle Thiorie de la Vision, Seçme Eserler, c. 1, s. 163
164, Çev. Leroy, Paris, 1944. m/lŞ.
Temsil Etmek
101
mistir.
1. işaret her zaman ya kesin ya da muhtemel olduğun
dan, mekânını bilginin içinde bulmak zorundadır. XVI.
yüzyılda, işaretlerin şeylerin üzerine, insanlar onların sırla
rını, doğalarını veya erdemlerini açığa çıkarabilsinler diye
konulduklarına inanılıyordu; fakat bu keşif, işaretlerin ni
hai amacından, varlıklarının meşruiaştırılmasından başka
bir şey değildi; bu onların mümkün ve herhalde en iyi kul
lanım biçimleriydi; fakat var olabilmek için bilinmeye ihti
yaçları yoktu: sessiz kaldıklarında ve kimse onları fark et
mediğinde bile, tutarlıklarından hiçbir şey kaybetmiyorlar
dı. Onlan işaret etme işlevleri içinde kuran bilgi değil de,
bizatihi şeylerin diliydi. Tüm işaret alanı XVII. yüzyıldan
itibaren, kesin ile muhtemel arasında paylaştırılmıştır: ya
ni artık bilinmeyen işaret, sessiz marka olmayacaktır. Bu
nun nedeni, insanların mümkün tüm işaretlere sahip olma
ları değil de, zaten bilinen iki unsur arasındaki bir ikame
olanağının bilindiği ândan itibaren işaretin olabileceğidir,
işaret, onu tanıyacak olanın gelişini sessizce beklememek
tedir: ancak bu bilgi eylemiyle oluşabilmektedir.
Bilgi, divinatio ile olan eski akrabalığını işte burada ko
partmaktadır. Divinatio her zaman kendinden önce olan
işaretler varsaymaktaydı: böylece, bilgi bütünü itibariyle,
keşfedilen veya doğrulanan veya gizlice aktarılan bir işare
tin açıklığı içine yerleşiyordu. Görevi, Tanrının dünyaya
önceden paylaştırdığı bir dili devşirmekti; işte bu anlam
içinde, özsel bir gerekirlikle kehanette bulunuyor ve Tanrı
sal'ın kehanetini yapıyordu, işaret artık, bilginin içinde işa
ret etmeye başlayacaktır: kesinliğini veya olabilirliğini on
dan alacaktır. Ve eğer Tanrı bizimle doğa aracılığıyla ko
nuşmak üzere hâlâ işaretleri kullanıyorsa da, zihnimizde
bir işaret etme ilişkisi kurmak için, zihnimizden ve izle
nimler arasında kurulan bağlardan yararlanmaktadır. Duy
102
Kelimeler ve Şeyler
gunun Malebranche'taki veya duyumsamanın Berkeley'de
ki rolü işte böyledir: doğal yargılamada, duyguda, görsel iz
lenimlerde, üçüncü boyutun algılanmasında, acele, karışık,
ama ısrarlı, kaçınılmaz ve zorlayıcı bilgiler söz konusu
olup, bunlar bizim kesikli bilgilerimize işaret olarak hiz
met etmektedirler; çünkü bizler katışıksız zihinlere sahip
değiliz, artık kendiliğimizden veya bir tek zihnimizin gü
cüyle bilgiye ulaşma zamanına veya iznine sahip değiliz.
Tann tarafından düzenlenmiş işaret, Malebranche'ta ve
Berkeley'de, iki bilginin kurnazca ve uyancı çakışmasıdır.
Burada artık divinatio bilginin, işaretlerin esrarlı, açık ve
kutsal mekânına girmesi değil de, kendi kendinden topla
nan kısa bir bilgi vardır: uzun bir yargı dizisinin, işaretin
hızlı figürü içinde büzülmesi. Aynı zamanda, işaretleri ken
di mekâmna hapsetmiş olan bilginin geriye doğru bir hare
ketle, şimdi olabilirliğe doğru nasıl açıldığı da görülmekte
dir: bir izlenimden diğerine olan ilişki, işaret ile işaret edi
len arasındaki olacaktır, yani ardışıklıktaki gibi, en düşük
olasılıktan en büyük kesinliğe doğru ilerleyecek olan bir
ilişki. "Fikirlerin birbirlerine bağlanmaları, nedensonuç
ilişkisini değil de, sadece bir gösterge ve bir işaret ile işaret
edilen şey arasındaki ilişkiyi gerektirmektedir. Görülen
ateş, ona yaklaştığımda duyduğum acının nedeni değildir:
beni bu acıya karşı uyaran göstergedir."13 Kendinden daha
eski ve mutlak işaretlerin rastlantısı içinde kehanette bulu
nan bilginin yerine, muhtemelin bilgisi tarafından adım
adım inşa edilen bir işaretler şebekesi geçmiştir. Hume
mümkün hale gelmiştir.
2. İşaretin ikinci değişkeni: işaret ettigiyie olan bağlan
tısının biçimi. XVI. yüzyılda benzerlik, yakınlık, rekabet ve
özellikle de sempati oyunu aracılığıyla, zaman ve mekân
içinde zafer kazanmaktaydı: çünkü indirgemek ve birleştir
13 Berkeley, Principes de la Connaissance Humaine, Seçme Eserler, c. I, s. 267.
Temsû Etmek
103
mek işarete aitti. Klasisizmle birlikte, işaret bunun tersine,
özsel dağılmışlığıyla karakterize edilmiş olmaktadır. Birbir
lerine yaklaşan işaretlerin dairesel dünyası, sonsuza kadar
yayılan bir sergileme tarafından ikame edilmiştir. İşaret bu
mekânda iki konuma sahip olabilir, ya unsur olarak, işaret
edilmesine yaradığı şeyin bir parçası olur ya da ondan ger
çekten ve aktüel olarak ayrılmıştır. İşaretin fiilen olduğu
şey olabilmesi için, bilgiye işaret ettiğiyle aynı zamanda ve
rilmiş olması gerekmiştir. Condillac'ın belirttiği üzere, bir
ses bir çocuk için, eğer onu en azından bir kez bu şeyin al
gılandığı anda duymadıysa, bir şeyin sessel işareti haline
gelmeyecektir.14 Fakat, bu algılamanın bir unsurunun
onun işareti haline gelebilmesi için, onun bir parçası olma
sı yetmez; unsur olarak farklılaşmış olması ve onunla bir
likte bağlı olduğu bütünsel izlenimden ayrılmış olması ge
rekir; demek ki bu bütünsel izlenimin bölünmüş olması,
dikkatin onu oluşturan şu birbirine dolanmış bölgelerden
birine yönelmesi ve onu bütünden soyutlaması gerekir. De
mek ki, işaretin oluşturulması çözümlemeden ayrılamaz
niteliktedir. Onun sonucudur; çünkü o olmaksızın ortaya
çıkamaz. Aynı zamanda onun aletidir de, çünkü bir kez ta
nımlanıp, soyutlandıktan sonra, yeni izlenimlerin üstüne
aktarılabilir; ve burada onlara nazaran bir tablo rolünü oy
nar. Zihin çözümleme yaptığı için, işaret ortaya çıkar. Zihin
işaretlere sahip olduğu için, çözümleme sürdürülebilir. Ge
nel işaretler doktrininin ve düşüncenin çözümleme gücü
nün, Condillac'tan Destutt de Tracy'ye ve Gerando'ya ka
dar neden çok kesin olarak tek ve aynı bilgi te irisinin için
de çakıştıkları anlaşılmaktadır.
Logique de PortRoyal, bir işaretin işaret ettiğine içkin
veya ondan ayrılmış olabileceğini söylediğinde, işaretin
14 Condillac, Essai sur L'Origine des Connaissances Humaines, Toplu Eserler, c. I,
s. 188208, Paris, 1798.
104
Kelimeler ve Şeyler
klasik çağda artık dünyayı kendine yakın ve kendi biçim
lerine içkin kılmakla değil de, bunun tersine onu yaymak,
onu belirsize açık bir yüzeye göre bitiştirmek ve onun içle
rinde düşünüldüğü lerin bitimsiz sergilenişini ondan itiba
ren izlemekle yükümlü olduğunu göstermekteydi. Ve o, iş
te bu sayede hem çözümlemeye hem birleştirmeye sunul
makta, bir ucundan diğerine düzenlenebilir kılınmaktadır.
İşaret klasik düşüncede mesafeleri silmemekte ve zamanı
ilga etmemektedir: tersine, onu adım adım kat etmeye ola
nak vermektedir Şeyler onun aracılığıyla farklı hale gel
mekte, kendilerini kendi kimlikleri içinde korumakta, bağ
larını çözmekte veya bağlamaktadırlar. Batı, aklı yargılama
çağma girmektedir.
3. Geriye üçüncü bir değişken kalmaktadır: doğaya ve
anlaşmaya ait olan iki değeri alabileni. Uzun zamandan be
ri ve Caryle'dtn çok önceleri—, işaretlerin doğa tarafından
verilebilecekleri veya insan tarafından oluşturulabilecekle
ri bilinmekteydi. XVII. yüzyıl da bundan habersiz değildi,
ve insan dillerinin içinde oluşturulmuş işaretleri tanımak
taydı. Fakat, yapay işaretler güçlerini ancak doğal işaretle
re karşı olan sadakatleri sayesinde edinebilirlerdi. Bu doğal
işaretler, diğer hepsini uzaktan kurmaktaydılar. Doğaya ve
anlaşmaya XVII. yüzyıldan itibaren ters bir değer verilmiş
tir: doğal işaret artık şeylerden devşirilen bilgi tarafından
işaret olarak oluşturulan bir unsurdan başka bir şey değil
dir. Öyleyse, önceden belirlenmiş, katı, kullanışsızdır ve zi
hin ona egemen olamaz. Bunun tersine, anlaşmaya dayalı
bir işaret yerleşik hale getirildiğinde, onu basit, hatırlan
ması kolay, belirsiz sayıda unsura uygulanabilir, kendi ken
dine bölünebilir ve bütünleşebilir olacak şekilde seçmek
mümkündür (ve aslında böyle de yapmak gerekir); ihdas
edilen işaret, işleyişinin tamlığı içindeki işarettir, insan ile
hayvan arasındaki paylaşım hattını çizen; hayal gücünü
Temsil Etmek
105
iradi bellek, kendiliğinden dikkati düşünme, içgüdüyü
akıllıca bilgi haline dönüştüren odur.15 Itard'ın "Aveyron
vahşisi" nde yokluğunu keşfettiği şey gene odur. Doğal işa
retler, bu anlaşmaya dayalı işaretlerin ilkel taslaklarında,
ancak keyfiliğin ihdasıyla tamamlanabilecek olan uzak çi
zimlerinden ibarettirler.
Fakat bu keyfilik, işlevi ve onun tarafından çok kesin
olarak tanımlanan koşullan tarafından ölçülmektedir. Key
fi bir işaretler sistemi, şeylerin en basit unsurları içinde çö
zümlenmesine izin vermeli, kökene kadar parçalara ayıra
bilmelidir; ama aynı zamanda bu unsurların bileşimlerinin
nasıl mümkün olduklarını göstermek ve şeylerin karma
şıklığının ideal oluşumuna izin vermek zorundadır da.
"Keyfilik", "doğal" ile ancak, işaretlerin kuruluş biçimi be
lirtilmek istendiğinde zıtlaşmaktadır. Fakat keyfilik aynı
zamanda, doğanın kendini olduğu haliyle vereceği köken
sel izlenimlerin tabanında ve bunların bileşimlerinin müm
kün tüm biçimlerinin içinde— çözümleme tablosu ve bile
şim mekânıdır. İşaretler sistemi tam halinde, ilksel olanı
adlandırma yeteneğine sahip olan şu basit, tamamen şeffaf
dildir; aynı zamanda, bütün mümkün bağlaşmaları tanım
layan şu işlemler bütünüdür. Bu köken arayışı ve bu grup
landırmalar hesaplaması, bize uyuşmaz nitelikte olarak gö
zükmektedirler ve biz onlan XVII. ve XVIII. yüzyılların
düşüncesindeki bir ikirciklik olarak deşifre ediyoruz. Sis
tem ile doğa arasındaki oyun için de aynı durum geçerlidir.
Nitekim, doğa için hiçbir çelişki yoktur. Daha açık olmak
üzere, klasik episteme'nin tümünü kat eden gerekli ve tek
bir düzenleme vardır: bu, evrensel bir hesap ile ilksel ola
nın araştırılmasının, yapay olan ve bizatihi bundan ötürü
doğayı köken unsurlarından, bunları mümkün tüm bile
şimlerinin eşanlılığma kadar ortaya çıkarabilen bu sisteme
15 age, s. 75.
106
Kelimeler ve Şeyler
ait olmalarıdır. Klasik çağda işaretlerden yararlanmak, da
ha önceki yüzyıllardaki gibi, ebediyete kadar geçerli olacak
bir söylemin ilksel metnini onların altında bulmak değil
de, doğanın çözümlenmesinin sonuncu terimlerinin ve
oluşumunun yasalarının kendi mekânı içinde yayılmaları
na izin verecek olan keyfi dilin keşfedilmesini denemesidir.
Bilgi artık, eski Söz'û, saklanabileceği bilinmeyen yerlerden
çekip çıkartmak durumunda değildir; onun için gereken
bir dil yaratmak hem de iyi bir şekilde yaratmaktır yani
bu dil çözümleyici ve bileştirici olarak, gerçekten hesapla
rın dili olmalıdır—.
Şimdi, işaretler sisteminin klasik düşünceye hükmet
tiği aletler tanımlanabilir. Bilginin içine olasılığı, bileştir
meyi, sistemin meşrulaştmlmış keyfiliğini dahil eden .işa
retler sistemidir. Aynı anda hem köken araştırmasına ve
hesaplanabilirliğe hem de mümkün bileşimleri saptayan
tabloların oluşturulmasına ve en basit unsurlardan itibaren
bir oluşumun yeniden kurulmasına yer veren odur; bir di
lin bütün bilgisini yaklaştıran ve bütün dillerin yerine ya
pay bir simgeler ve mantıksal türden işlemler sistemi et
meye çalışan odur. Bütün bunlar, bir kanaatler tarihi düze
yinde, hiç kuşkusuz Hobbes'a, Berkeley"ye, Leibniz'e, Con
dillac'a, ideologlara düşen kişisel paylann ortaya konulma
sının gerektiği bir etki dolanması olarak gözükecektir. Fa
kat, eğer klasik düşünce, onun arkeolojik olarak mümkün
kılmış olan şey düzeyinde sorgulanacak olursa, işaret ile
benzerliğin XVII. yüzyılın başında birbirlerinden çözülme
lerinin, şu yeni figürler olan olasılığı, çözümlemeyi, bileşi
mi, sistemi ve evrensel dili birbirlerini izleyen, birbirini ya
ratan veya kovan temalar olarak değil de, tek bir gereklilik
ler şebekesi olarak ortaya çıkardığı fark edilmektedir. Ve
Hobbes veya Berkeley veya Hume veya Condillac adım ver
diğimiz şu bireysellikleri mümkün kılan o olmuştur.
IV. İKİYE KATLANMIŞ TEMSİL
Ancak, işaretlerin klasik episteme açısından en temel özel
liği şimdiye kadar telaffuz edilmemiştir. Nitekim, işaretin
az veya çok olası olması, işaret ettiğinden az veya çok uzak
olması, işaret olma doğası veya değerinin bundan ötürü
bozulmaksızın yapay veya doğal olması; bütün bunlar işa
retin içergiyle olan ilişkisinin bizatihi şeylerin düzeninin
içinde sağlanmadığını göstermektedir. İşaret edenle işaret
edilen arasındaki ilişki şimdi, artık hiçbir aracı figürün on
ların karşılaşmasını sağlamadığı bir mekâna yerleşmiştir
bu ilişki bilginin içinde, bir şeyin fikriyle bir başkasının fik
ri arasında kurulmuş olan bağdır. La Logiaue de PortRoyal
bunu belirtmektedir: "işaret iki fikri kapsar, bunlardan bi
ri temsil eden şeyin, diğeri de temsil edilen şeyinkidir ve
doğa birincinin ikinci aracılığıyla tahrikine dayalıdır."16
Rönesans'ın daha karışık düzenlemesine açıkça karşı çıkan
ikili işaret teorisi; işaret teorisi Rönesans'ta birbirlerinden
tamamen ayrı üç unsur içermekteydi: işaret edilmiş olan,
işaret eden ve işaret edenin işaretlerinin işaret edilmiş olan
da görülmesine olanak veren şey ve bu üçüncü unsur ben
zerlikti: işaret, belirttiğiyle "adeta aynı şey" olduğu ölçüde
işaret etmekteydi. "Benzetme yoluyla düşünme"yle birlikte
kaybolan işte bu üniter ve üçlü sistemdir, artık onun yeri
ne tamamen ikili bir düzenleme geçmiştir.
Fakat, işaretin bu saf iküik olabilmesinin bir koşulu
vardır. İşaret eden unsur, basit fikir veya algılama varlığı
içinde, bir başkasına ortak veya onu ediyor olarak işaret
değildir. Bunun dışında, onu işaret ettiğine bağlayan ilişki
yi açığa çıkarması koşulu içinde işaret haline gelmektedir,
işaretin ikili olarak düzenlenmesi için vazgeçilmez nitelik
te olan bu koşulu, Logiaue de PortRoyal, daha bir işaretin
16 Logtyue de PortRoyal, I. Böl., IV Ayının.
108
Kelimeler ve Şeyler
ne olduğunu belirtmeden önce ilan etmektedir: "bir nesne
ye yalnızca, bir başkasını temsil eden bir şey olarak bakıl
dığında, ona ait olarak sahip olunan fikir bir işaret fikridir
ve bu birinci nesneye işaret denilir."17 İşaret eden fikri iki
ye katlanmaktadır, çünkü başkasını ikame eden fikre, onun
temsil etme gücü fikri çakıştırılmaktadır. Acaba üç terim
söz konusu değil midir: işaret edilen fikir, işaret eden fikir
ve bu sonuncusunun içinde, onun temsil rolünün fikri?
Ancak, üçlü bir sisteme gizlice bir geri dönüş söz konusu
değildir. Söz konusu olan, daha çok kendine nazaran geri
çekilen ve bütünü itibariyle, işaret eden unsurun içine yer
leşen iki terimli figürün, kaçınılmaz kaymasıdır. Nitekim,
işaret edenin bütün içeriği, bütün işlevi ve bütün belirle
mesi temsil ettiği şeyden ibaret değildir: tamamen ona gö
re düzenlenmiştir ve şeffaftır; ama bu içerik, kendini öyle
olarak veren bir temsilin içinde işaret edilmiştir ve işaret
edilen, hiçbir tortusu ve ışık geçirmezliği olmaksızın, işa
retin temsilinin içine yerleşmiştir. Logique de PortRoyal'in
verdiği ilk işaret örneğinin ne bir kelime, ne bir çığlık, ne
de bir simge değil de, uzaysal ve grafik temsil çizim: hari
ta veya tablo olması karakteristiktir. Aslında tablonun içe
riği yalnızca temsil ettiğinden ibarettir, ama bu içerik an
cak bu temsil tarafından temsil edilmiş olarak ortaya çık
maktadır. XVII. yüzyılda ortaya çıktığı haliyle işaretin ikili
düzenlenişi, stoacılardan ve hatta ilk Yunanlı gramerciler
den beri, çeşitli tarzlarda olsa da hep üçlü olan bir düzen
lemenin yerine geçmektedir; oysa bu yeni düzenleme işa
retin ikiye katlanmış ve kendi üzerinde ikiz hale gelmiş bir
temsil olduğunu varsaymaktadır. Bir fikir bir diğerinin,
aralarında yalnızca bir temsil bağı kurulabilmesinden ötü
rü değil, aynı zamanda bu temsilin kendini her zaman tem
sil eden fikrin içinde temsil edebilmesinden ötürü de işare
17 age.
Temsil Etmek
109
ti olabilir. Veya, temsilin kendine özgü özü içinde, her za
man kendine dik olmasından ötürü: aynı ânda hem işaret
hem de göstermek; bir nesneye nazaran bağlantı ve kendi
ne nazaran dışavurumdur. İşaret klasik çağdan itibaren,
temsil etmenin temsil edilebilir olması içinde temsil edile
bilirlik'tiı.
Bunun çok ağırlıklı sonuçları olmuştur. Öncelikle, işa
retlerin klasik düşünce içindeki önemi: işaretler eskiden
bir bilmenin araçları ve bir bilgi için anahtardılar; şimdi
temsille, yani düşüncenin tümüyle birlikte genişlemekte
dirler, yani onun içine yerleşmişlerdir, ama onu tüm kap
samı içinde kat etmektedirler: bir temsil bir diğerine bağla
nır bağlanmaz ve bu bağı kendi içinde temsil eder etmez,
işaret vardır. Soyut fikir, oradan itibaren biçimlendiği so
mut algıyı işaret etmektedir (CondiUac); genel fikir, başka
larına işaret olarak hizmet eden özel bir fikirden başka bir
şey değildir (Berkeley); hayal edilen şeyler, içinden çıktık
ları algılamaların işaretidirler(Hume, CondiUac); duygular
birbirlerinin işaretidirler (Berkeley, CondiUac) ve duygular
sonunda Tanrının bize söylemek istediklerinin işaretleri
(Berkeley'de olduğu gibi) olabilirler, bu onları bir işaretler
bütününün işaretleri gibi yapacaktır. Temsilin çözümlen
mesi ve işaretler teorisi birbirlerinin içine tam olarak nüfuz
etmektedirler: ve İdeolojinin XVIII. yüzyılın sonunda ken
di kendini, fikre veya işarete verilen öncelik konusunda
sorgulayacağı gün, Destutt'ün Gerondo'yu, fikri tanımadan
bir işaretler teorisi yapmakla suçlayacağı gün, 18 bunların
birbirlerine dolaysız olarak mensup olmaları durumu bu
lanmaya başlayacak ve fikir ile işaret birbirlerine karşı tam
şeffaf olmaktan çıkacaklardır.
ikinci sonuç. İşaretin temsil alanındaki bu evrensel ya
yılması, bir işaret etme teorisini, onun olabilirliğine varana
18 Destim de Tracy, Elemente D'/deoIogie, s. 1, Yıl XI, c. I, Paris.
110
Kelimeler ve Ştyler
kadar dışlamaktadır. Nitekim, insanın kendine işaret etme
nin ne olduğunu sorması, bunun bilinç içinde belirlenmiş
bir figür olduğunu varsaymaktadır. Fakat, eğer olgular,
kendinde ve kendine özgü temsil edilebilirlik aracılığıyla,
bütünü itibariyle işaret olan bir temsil içinde verilecek
olurlarsa, işaret etme sorun yaratmaz. Daha da ötesi, gö
zükmez bile. Bütün temsiller birbirlerine işaret olarak bağ
lanmışlardır, hepsi birden muazzam bir şebeke meydana
getirirler, bunlardan her biri şeffaflığı içinde, kendim tem
sil ettiği şeyin işareti olarak verir; ve fakat —veya daha doğ
rusu bizatihi olgunun kendinden ötürü—, bilincin hiçbir
spesifik faaliyeti asla bir işaret etme durumu oluşturamaz.
Bunun nedeni herhalde, klasik temsil düşüncesinin, bizim
işareti ancak ondan itibaren düşünebildiğimiz işaret etme
çözümlemesini dışlamasıdır; görmenin çok kolay olmasına
rağmen, bizler Malebranche'tan İdeolojiye kadar olan kla
sik felsefenin aslında tamamen bir işaret felsefesi olduğunu
anlamakta çok zorluk çekiyoruz.
İşaretten önce ve ona dışsal bir anlam yoktur; şeylerin
kendilerine ait anlamım ortaya çıkartmak üzere ihya edil
mesi gerekecek ön bir söylemin açıkça belli hiçbir mevcu
diyeti yoktur. Fakat, işaret edenin kurucu eylemi ve bilinç
içi oluşumu da yoktur. Bunun anlamı, işaret ile içeriğin
arasında hiçbir aracı unsurun ve hiçbir ışık geçirmezliğin
bulunmadığıdır. Öyleyse işaretler, içeriklerinin hükmettik
lerinden başka yasaya sahip değillerdir, her işaret çözümle
mesi aynı zamanda ve doğrudan doğruya, bu işaretlerin ne
demek istediklerinin deşifre edilmesidir. Bunun tersine,
işaret edilenin açığa çıkartılması, onu işaret eden işaretler
üzerinde yapılacak olan düşünme faaliyetinden başka bir
şey olmayacaktır. Tıpkı XVI. yüzyılda olduğu gibi, "semi
yoloji" ile "yorumbilim" çakışmaktadır. Fakat farklı bir bi
çimde. Klasik çağda bunlar artık, üçüncü bir unsur olan
Temsil Etmek
111
benzerliğin içinde çakışmamakta, birbirlerine, kendi ken
dini temsil etmenin temsiline yönelik şu özgün güç içinde
bağlanmaktadırlar. Demek ki, bir anlam çözümlemesinden
daha farklı bir işaretler teorisi olmayacaktır. Ancak, sistem
işaretler teorisine, onların çözümlenmesine nazaran belli
bir ayrıcalık tanımaktadır; madem ki anlam çözümlemesi
işaret edilene, işarete tanıdığından farklı bir doğa vermez,
o halde anlam ancak birbirlerine bağlanarak açılan işaret
lerin toplamı içinde var olabilir; kendini işaretlerin tam bir
tablo'su içinde açık edecektir. Fakat öte yandan, işaretlerin
bütünsel şebekesi, anlama özgü bölümlemelere göre bağ
lanmakta ve eklemlenmektedir. Eğer anlam varlığı bütü
nüyle işaret cephesindeyse, işleyişi de bütünüyle işaret edi
len cephesindedir. İşte bu nedenden ötürü, dilin çözüm
lenmesi, Lancelot'dan Destutt de Trac^ye kadar, soyut bir
sözel işaretler teorisinden hareketle ve genel gramer biçimi
içinde yayılmıştır: ama yönlendirici olarak, her zaman ke
limelerin anlamını oluşturur; işte bu nedenle, doğa tarihi
kendini canlı varlıkların karakterlerinin çözümlenmesi
olarak sunmaktadır, fakat sınıflandırmalar yapay olsalar bi
le, doğal düzene katılmak veya onu mümkün olduğunca az
bozmak amacına sahiplerdir; işte bu nedenle, zenginlik çö
zümlemesi para ve mübadeleden hareketle yapılmaktadır,
ama değer her zaman ihtiyaca dayalıdır. Klasik çağda, saf
işaretler bilimi, işaret edilenin dolaysız söylemi olarak de
ğere sahiptir.
Nihayet, hiç kuşkusuz bize kadar ulaşan sonuncu so
nuç: ikili işaret teorisi, XVII. yüzyıldan itibaren her genel
işaret biliminin temel bir ilişkiye göre, genel bir temsil te
orisine bağlı olduğunu ortaya koyan teori, işaret, eğer bir
işaret eden ile bir işaret edilenin saf ve basit bağlantısıysa
(keyfi veya keyfi olmayan, iradi veya dayatılmış, bireysel
veya kolektif olan bağlantı), ilişki her halükârda ancak ge
112
Kelimeler ve Şeyler
nel temsil unsurunun içinde kurulabilir: işaret eden ile işa
ret edilen, her ikisinin de temsil edilmeleri (ya edilmişler
dir ya edileceklerdir) ve birinin o ân için diğerini temsil et
mesi ölçüsünde bağlıdırlar. Demek ki, klasik işaret teorisi
nin tabanının ve felsefi meşruluğunun bir "ideoloji", yani
ilkel duyumsamadan soyut ve karmaşık fikre kadar bütün
temsil biçimlerinin genel bir çözümlenmesi olarak kurul
ması gerekmekteydi. Aynı zamanda, Saussure'ün genel bir
semiyoloji tasarısını yeniden ele alarak, işareti "psikolojist"
(bir kavramla bir imgenin bağlanması) sayılabilecek bir şe
kilde tanımlaması gerekmekteydi. Saussure aslında, işare
tin ikili doğasının düşünülebilmesinin klasik koşulunu ye
niden keşfetmekteydi.
V BENZERLİĞİN HAYAL EDİLMESİ
İşte işaretler, Rönesans'ın onları eskiden içinde dağıtıma ta
bi tuttuğu, dünyanın bütün şu kaynaşmasından kurtul
muşlardır. Artık temsilin içine, fikrin çözülerek ve bileşe
rek kendi kendiyle oyun oynadığı şu dar mekâna yerleş
mişlerdir. Benzerliğe gelince, artık bilginin alanının dışına
düşmekten başka çaresi yoktur. Bu, en kaba biçimiyle am
piriktir; "artık onu felsefeye mensup olarak" kabul etmek
mümkün değildir,19 ama eğer benzerliğin kesin olmama
durumundan çıkarsa ve bilgi tarafından bir eşitlik ve düzen
ilişkisine dönüştürülürse, buraya geri dönebilir. Ancak,
benzerlik bilgi için vazgeçilmez bir sınırdır. Tünkü iki şey
arasında, bir eşitlik veya bir düzen ilişkisi ancak eğer bun
ların benzerlikleri en azından onları karşılaştırma fırsatı
yaratabiliyorsa kurulabilir. Hume özdeşlik ilişkisini, yansı
mayı varsayan "felsefi" üişkilerin arasına yerleştirmektey
19 Hobbes, Logique, Çev. Desttut de Tracy, Elernenfs D'ltkologie, c. III, s. 599,
Paris, 1805.
Temsil Etmek
113
di; oysa ona göre, benzerlik doğal ilişkilere, zihnimizi "sa
kin", ama kaçınılmaz bir güce göre zorlayan ilişkilere ait
bulunmaktaydı. 20 "Filozof istediği kadar kesinlik peşinde
koşsun... Ben benzerliğin yardımı olmaksızın, bu alanda
tek bir adım bile atmam. Bilimlerin, hatta en az soyut olan
larının bile metafizik cephesine bir bakılsın; ve bana, özel
olaylardan, hatta türlerden çıkartılan tümevarımların ve
bütün soyut düşüncelerin benzerlik dışında başka bir şe
kilde oluşturulup oluşturulamayacağı söylensin."21 Bilgi
nin, bilinenlerin dış kenarında keşfetmek zorunda olduğu
şu öylesine bir resmedilmiş biçim, şu düşük ölçekli ilişki
olan benzerlik, sessiz ve silinmesi olanaksız bir ihtiyaç ola
rak, varlığını onun altında belirsiz bir şekilde sürdürmek
tedir.
Tıpkı XVI. yüzyılda olduğu gibi, benzerlik ve işaret
birbirlerini kadermişçesine davet etmektedirler. Fakat yeni
bir tarzda, sorunun açığa çıkartılabilmesi için benzerliğin
bir işarete muhtaç olmasının yerine, şimdi bilginin ilişkile
rini, ölçülerini ve özdeşliklerini üzerinde kurabileceği fark
lılaşmamış, hareketli ve istikrarsız taban haline gelmiştir.
Demek ki çifte bir tersine dönme söz konusudur: çünkü
bir benzerlik tabanım talep eden işarettir ve onunla birlik
te tüm kesikli bilgidir; ve çünkü artık bilgiyi önceleyen bir
içeriği açığa çıkartmak değil de, bilgi biçimlerine bir uygu
lama yeri sunabilecek bir içerik vermek söz konusudur.
Benzerlik, XVI. yüzyılda varlığın kendi kendiyle ilişkisi ve
dünyanın kıvrımıyken, klasik çağda, bilinecek şeyin ve
bizzat bilgiden en uzakta olan şeyin onun altında ortaya
çıktığı en basit biçimdir. Temsil ancak onun sayesinde ta
nınabilir, yani benzer olanlarla karşılaştınlabilir, unsurlar
halinde (ona başka temsiller halinde ortak olan unsurlar
20 Hume, Essai sur la Nadire Humaine, c. I, s. 7580, Çev. Leroy, Paris, 1946.
21 Merian, Rtfladons Philosophiques sur la Ressemblance, s. 3 ve 4, 1767.
114
Kelimeler ve Şeyler
halinde) çözümlenebilir, kısmi özdeşlikler sunabilen un
surlarla birleştirilebilir ve son olarak da, düzene sokulmuş
bir tablonun içinde dağıtıma tabi tutulabilir. Benzerlik, kla
sik felsefede (yani bir çözümleme felsefesinin içinde), çe
şitli'mn eleştirel düşüncede ve yargı felsefelerinde yerine
getireceğiyle simetrik olan bir rol oynamaktadır.
Benzerlik bu sınır ve koşul konumunda ( o olmazsa ve
onun ötesinde bilmenin olanaksız olması) hayal gücü tara
fında, veya daha kesin olarak, hayal gücünün sayesinde or
taya çıkabilmekte ve hayal gücü de bunun karşılığında, an
cak ondan destek alarak uygulanabilmektedir. Nitekim,
eğer temsilin kesintisiz zinciri içinde, olabilecek en basitle
rinden ve aralannda hiçbir benzerlik olmayan devamlılık
lar varsayılacak olursa, birincinin ikinciyi hatırlatma, onu
yeniden ortaya çıkartma ve böylece onun hayali olarak ye
niden temsiline izm verme olanağı olmayacaktır; bu du
rumda, devamlılıklar birbirlerini tam bir farklılık içinde iz
leyeceklerdir o kadar tam ki, bu farklılığı fark etmek bile
mümkün olmayacaktır, çünkü hiçbir temsil asla hemen
oracıkta donup kalıverme, kendinden daha önce olan biri
ni canlandırma ve ona bir karşılaştırmaya olanak verecek
şekilde bitişme fırsatına sahip olmayacaktır; her farklılaş
tırma için gerekli olan ufacık bir özdeşlik bile verilmemiş
olacaktır. Sürekli değişme, sürekli tekdüzeliğin içinde, her
hangi bir kıstas olmadan sürüp gidecektir. Ama eğer tem
silin içinde, kendini geçmiş bir izlenimin içinde yeniden
mevcut kılma konusundaki gizli güç olmasaydı, hiçbir şey
kendinden önceki bir şeye benzer veya benzemez olarak
gözükmezdi. Bu hatırlatma gücü en azından, biri mevcut,
diğeri de herhalde uzun zamandan beri var olmaktan çık
mış olan iki izlenimi adeta benzer olarak (komşu ve çağdaş
olarak, adeta aynı şekilde var oluyor olarak) ortaya çıkart
ma olanağım gerektirmektedir. Hayal gücü olmasaydı, şey
Temsil Etmek
115
ler arasında benzerlik olmazdı.
Zihnin sonuca ulaşmak için talep ettiği çifte beklenti
görülmektedir. Temsil edilen şeylerin içinde, benzerliğin
ısrarlı mırıldanmasının olması gerekir; temsilin içinde, ha
yal gücünün her zaman mümkün büzülmesi gerekir. Ve bu
beklentilerin hiçbiri, kendini tamamlayan ve cephe oluştu
ran diğerinden vazgeçemez. Bunun sonucu olarak, varlık
larını klasik çağın tümü boyunca sürdüren ve sonunda,
XVIII. yüzyılın ikinci yansında, ideoloji içindeki ortak ger
çeklerini ilan etmek üzere birbirlerine yaklaşmaya hiç ara
vermeyen iki çözümleme yönü ortaya çıkmaktadır. Bir
yanda, temsil dizisini aktüel olmayan, ama eşanlı bir karşı
laştırmalar tablosu halinde fark eden çözümleme bulun
maktadır: izlenim, hatırlama, hayal gücü, bellek, zaman
içindeki imgenin mekaniğiymiş gibi olan bütün şu gayri
iradi arka plan çözümlemesi. Öte yanda, şeylerin benzer
liklerini fark eden onların benzerliklerini düzene sokma
dan, özdeş ve farklı unsurlar halinde parçalarına ayırma
dan, düzensiz benzerliklerini tablolara dağıtmadan fark
eden çözümleme bulunmaktadır: şeyler kendilerini ne
den, esas düzenlerinin bulanıklaştığı, ama hâlâ benzerlik
ler, belli belirsiz kesişmeler, uyanık bir bellek açısından
ima fırsatları biçiminde ortaya çıkacak kadar görünür kıl
maya devam ettiği bir koşuşturma, bir karışma, bir kesiş
me içinde teslim ederler? Birinci sorun dizisi kabaca, tem
silin doğrusal zamanını potansiyel olarak mevcut bulunan
unsurlann eşanlı mekânı haline dönüştürme konusundaki
pozitif güç olarak hayal gücü analitiği'nt, ikincisi ise, var
lıklar tablosunu bulandıran ve onları birbirlerine uzaktan
ve belli belirsiz benzeyen bir temsiller dizisi halinde dağı
tan boşluklar ve düzensizliklerle birlikte, kabaca doğanın
çözünilenmesi'ne denk düşmektedir.
Oysa, bu iki zıt moment (biri, izlenimler içindeki do
116
Kelimeler ve Şeyler
ğanın düzensizliğine ait olup, negatiftir; diğeri, bu izlenim
lerden hareketle düzeni yeniden oluşturma gücüne ait
olup, pozitiftir), birliğini bir "oluşum" fikrinin içinde bul
maktadır. Ve bunun iki mümkün biçimi ardır. Ya negatif
moment (düzensizliğinki, bulanık benzerliğinki) bizatihi
hayal gücünün hesabına geçirilmiştir ve bu hayal gücü de
tek başına ikili bir işlev görmektedir: eğer becerebilirse, bir
tek temsilin ikizlenmesiyle, düzeni ihya etmek ve bunu
tam da, şeylerin özdeşlik ve farklılıklarının bunların anali
tik gerçeklikleri içinde algılanmasını engelleyerek yapmak.
Hayal etme gücü, kendi kusurunun tersi veya diğer cephe
sinden başka bir şey değildir. Hayal gücü insanda, ruh ile
bedenin bitişme yerinde bulunmaktadır. Nitekim, Descar
tes, Malebranche, Spinoza onu burada, hem hata yeri hem
de gerçeğe ulaşma gücü olarak çözümlemişler; bitimliliğin
izini orada ya anlaşılabilir alanın dışına bir düşüş, ya da sı
nırlı bir doğanın işareti olarak tanımışlardır. Hayal gücü
nün pozitif momenti, bunun tersine bulanık benzerliğin,
benzerliklerin belli belirsiz mırıltılarının hesabına geçirile
bilir. Bu, kendi tarihinden, kendi felaketlerinden veya bel
ki de çok daha basit olarak, birbirine dolanmış çoğulluğun
dan ötürü, temsile artık benzeşen şeylerden başka bir şey
sunamayan doğanın düzensizliğidir. Öylesine ki, hep bir
birlerine çok yakın içeriklere zincirlenmiş olan temsil,
kendini tekrarlamakta, kendini çağırmakta, doğal olarak
kendi üzerine büzülmekte, adeta özdeş izlenimler yarat
makta ve hayal gücüne can vermektedir. Condillac kadar
Hume da, benzerlik ile hayal gücü arasındaki bağı çoklu
bir doğanın gizlice, ama nedensiz yere hep yeniden başla
yan bu köpüklenmesinin, her şeyden önce kendi kendine
benzeyen düzen olan bir doğanın esrarlı olgusunun içinde
aramışlardır. Tamamen zıt, ama aynı soruna karşılık veren
çözümlemeler. İkinci çözümleme tipinin, ilk insan efsane
Temsil Etmek
117
si (Rousseau) veya uyanan bilinç (Condillac) veya dünya
ya atılmış yabancı seyirci (Hume) biçimi altında, kolaylık
la genişletilebildiği her halü kârda anlaşılmaktadır bu olu
şum, tam olarak bizatihi Yaraâılış'm yerinde işlev görecek
tir.
Bir işaret daha. Eğer doğa ve insan doğası kavramları
klasik çağda belli bir öneme sahip olmuşlarsa, bunun ne
deni, doğa adı verilen şu tükenmez zenginlikteki sağır gü
cün, ampirik araştırmalar alanı olarak aniden keşfedilmiş
olması veya bu geniş doğanın içinde, insan doğası olarak,
kendine özgü ve karmaşık küçük bir bölgenin soyutlanmış
olması değildir. Bu iki kavram fiili durumda, hayal gücü ile
benzerliğin aidiyetlerini, karşılıklı bağlarını garantiye al
mak üzere çalışmaktadır. Hayal gücü, insan doğasının hiç
kuşkusuz ancak görünüşteki özelliklerinden biridir ve
benzerlik de, doğanın ancak görünüşteki etkilerinden biri
dir. Fakat, klasik düşünceye yasalarını sağlayan arkeolojik
şebeke izlenecek olursa, insan doğasının, ona kendini ye
niden sunma (aynı zamanda temsil etme) olanağı veren
temsilin şu dar çıkıntısına yerleşmiş olduğu (bütün insan
doğası buradadır: temsilin mevcudiyeti ile tekrannm"yeni
den"ini ayıran boş mekânda kendini yeniden sunabilmesi
ne tam yetecek kadar temsilin dışında); ve doğanın, ben
zerliği burada özdeşlikler düzeninin görünür hale gelme
sinden önce hissedilir hale getiren temsilin kavranamaz
bulanıklığından başka bir şey olmadığı görülecektir. Doğa
ve insan doğası, episteme'nin genel dış görünüşü içinde,
tüm ampirik düzen bilimlerini kuran ve mümkün kılan,
hayal gücü ile benzerliğin uyarlanmalarına izin vermekte
dirler.
Benzerlik XVI. yüzyılda, bir işaretler sistemine bağlıy
dı; ve somut bilgiler alanını açan şey, işaretlerin yorumuy
du. Benzerlik XVII. yüzyıldan itibaren, bilginin sınırlarına,
118
Kelimeler ve Şeyler
en aşağı ve mütevazı uçlarına itilmiştir. Burada hayal gücü
ne, belirsiz tekrarlara, sisli kıyaslara bağlanmışta" ve bir yo
rumbilimine açılmak yerine, Aynı'nm kaba biçimlerinden
ötürü, özdeşlik, farklılık ve düzen biçimlerine göre gelişen
büyük bilgi tablolarına kadar geri giden bir oluşumu ge
rektirmiştir. XVII. yüzyılda kurulduğu haliyle bir düzen bi
limi tasarısı, Locke'tan ldeoloji'ye kadar olan dönemde fi
ilen ve kesintisiz olarak öyle olduğu üzere, bir bilgi oluşu
muyla ikiye katlanmayı gerektiriyordu.
VI. "MATHESIS" VE "TAXINOMIA"
Genel bir düzen bilimi tasarısı, temsili çözümleyen işaret
ler teorisi; özdeşliklerin ve farklılıkların düzenli tablolar
haline sokulmaları: Rönesans'ın sonuna kadar var olmayan
ve XIX. yüzyılın başından itibaren yok olma sürecine gire
cek olan bir ampiriklik mekânı, klasik çağda bu şekilde
oluşmuştur. Bu mekân, şimdi bizim için yeniden kurulma
sı o kadar güç ve bilgimizin mensup olduğu pozitiflikler
sistemi tarafından öylesine örtülmüştür ki, uzun zaman
fark edilmeden kalmıştır. Bu mekân bizim kategorilerimize
veya bölümlemelerimize göre deforme edilmekte, maske
lenmektedir. Görünüşe göre, "hayat", "doğa" veya "insan
bilimleri'nin XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ne olmuş oldukla
rı yeniden ortaya konulmak istenilmektedir. Ancak, ne in
sanın, ne hayatın, ne de doğanın kendilerini bilginin mera
kına kendiliklerinden ve pozitif olarak sunan alanlar olma
dıkları unutulmaktadır.
Klasik episteme'nin bütününü mümkün kılan şey, ön
celikle bir düzen bilgisiyle olan ilişkidir. Basit doğaları dü
zene sokmak söz konusu olduğunda, evrensel yöntemi ce
bir olan bir mathesis'e başvurulmaktadır. Karmaşık doğala
rı düzene sokmak söz konusu olduğunda (deney içinde ve
Temsil Etmek
119
rildikleri halleriyle, genel olarak temsiller) ise, bir tcudno
mia oluşturmak ve bunu yapmak için de, bir işaretler siste
mi ihdas etmek gerekmektedir. Fakat, ampirik temsillerin
basit doğalar olarak çözümlenmeleri gerektiğinde, tcocino
mta'nm bütünüyle mathesis't aktarıldığı görülmektedir,
buna karşılık, aşikârlıklann algılanması genel anlamdaki
temsilin özel bir durumundan ibaret olduğu için, mathe
sis'in de taxinomia'nın özel bir durumu olduğu söylenebi
lir. Aynı şekilde, düşüncenin bizzat oluşturduğu işaretler,
karmaşık temsillerin cebiri gibi olmaktadırlar; ve cebir de
bunun tersine, basit doğalara işaret vermeye ve bu işaretler
üzerinde işlem yapmaya yarayan bir yöntemdir. Demek ki
şu duruma sahibiz:
Genel düzen bilimi
Basit doğalar
Karmaşık temsiller
Mathesis
Taxinomia
Cebir
İşaretler
Fakat hepsi bundan ibaret değildir. Taxinomia, ayrıca
şeylerin belli bir continuum'unu (süreksizlikolmama, varlı
ğın tamlığı) ve hayal gücünün olmayanı açığa çıkartan,
ama bizatihi bundan ötürü sürekliliği belirgin hale getiren
bir iktidannı gerektirmektedir. Ampirik bir düzenbiliminin
olabilirliği, böylece bilginin bir çözümlenmesini varlığın
gizli (ve bulanık) sürekliliğinin, süreksiz temsillerin za
120
Kelimeler ve Şeyler
mansal bağı sayesinde nasıl yeniden oluşturulabileceğini
göstermek zorunda olan çözümleme talep etmektedir.
Klasik çağ boyunca hep dışa vurulan bilgilerin kökenini
sorgulama ihtiyacı buradan kaynaklanmaktadır. Bu ampi
rik çözümlemeler, fiili durumda tıpkı bir kuşkuculuğun bir
rasyonalizmle zıtlaşmadığı gibi, evrensel bir mathesis tasa
rısıyla zıtlaşmamaktadırlar; bu çözümlemeler, artık kendi
ni Aynı'nın deneyi olarak değil de, Düzen'in kurulması ola
rak teslim eden bir bilginin sonuca ulaşmak için talep et
tiklerinin içine kapatılmıştı. Klasik episteme'nin iki ucun
da, demek ki, hesaplanabilir düzenin bilimi olarak bir mat
hesis ve ampirik dizilerden hareketle düzenlerin kurulma
sının çözümlemesi olarak bir oluşum bulunmaktadır. Bir
yanda, özdeşlikler ve farklılıklar üzerindeki mümkün iş
lemlerin simgeleri kullanılmaktadır; öte yanda, şeylerin
benzerlikleri ve hayal gücünün geri dönüşleri tarafından
tedricen bırakılmış işaretler çözümlenmektedir. Mathesis
ile oluşumun arasında, işaretler bölgesi uzanmaktadır —tüm
ampirik temsil alanını kateden, ama onun şuurlarının dışı
na asla taşmayan işaretlerin bölgesi—. Burası, hesap ve olu
şumla sınırlanmış olan tablo mekânıdır. Bu bölgede, temsil
gücümüzün bize sunabileceği her şeyi bir işaretten bekle
mek söz konusudur: algılamalar, düşünceler, arzular; bu
işaretler karakter değerine sahip olmalıdırlar, yani temsilin
bütününü, birbirlerinden belirgin çizgilerle ayrılmış, farklı
alanlar halinde eklemleştirmelidir; böylece, temsillerin ya
kınlık ve uzaklıklarını, komşuluk ve açıklıklarım demek
ki, onların akrabalıklarını kronoloji dışı olarak dışavuran
ve düzen ilişkilerini sürekli bir mekân içinde yeniden ku
ran şebeke ona göre telaffuz edecekleri eşanlı bir sistemin
kurulması için vermektedirler. Özdeşlikler ve farklılıklar
tablosu bu tarzın üzerine çizilebilir.
Doğa Tarihi'nt, işte bu bölgede rastlanmaktadır: doğa
Temsil Etmek
121
nın sürekliliği ile birbirine dolanmışlığını eklemleştiren
karakterlerin bilimi. Para ve değer teorisi'ne de gene bu böl
gede rastlanmaktadır mübadeleye izin veren ve insanların
ihtiyaçlan veya arzulan arasında eşdeğerlilikler kurmayı
olanaklı kılan işaretler bilimi. Nihayet, insanların algılama
larının özgüllüğünü onun aracılığıyla gruplandırdıklan ve
düşüncelerinin sürekli hareketini bölümlere ayırdıkları işa
retlerin bilimi olan genel gramer, bu bölgede yerleşmekte
dir. Bu üç alan, farklılıklarına rağmen, klasik çağda ancak
tablonun temel mekânının eşitlikler hesabı ile temsillerin
oluşumu arasında kurulabilmesi ölçüsünde var olabilmiş
tir.
Bu üç kavramın —mathesis, taxinomia, oluşum—, pek o
kadar da ayrı alanları tanımlamadığı, klasik çağda bilginin
genel dış biçimini tanımayan sağlam bir aidiyet şebekesi
nin bulunduğu görülmektedir. Taxinomia, mathesis ile zıt
laşmamaktadır: onun içinde yer almakta ve ondan farklı ol
maktadır, çünkü o da bir düzen bilimidir —niteliksel bir
mathesis—. Fakat dar anlamda ele alındığında, mathesis
eşitlikler bilimidir, yani atıflar ve yargılar bilimi; gerçek'in
bilimidir; taxinomia ise, özdeşlikleri ve farklılıkları ele al
maktadır; eklemleşmelerin ve sınıfların bilimidir; varlıklar
bilgisidir. Aynı şekilde, oluşum da taxinomia'nm içinde yer
alır veya en azından, ilk olabilirliğini onda bulur. Fakat, ta
odnomia göze görünen farklılıklar tablosunu meydana geti
rir; oluşum birbirini izleyen bir dizi varsayar; biri, işaretle
ri mekânsal eşanlılıklan içinde, bir sentaks olarak ele alır;
diğeri onları zamanın bir kıyas unsuru içinde, bir kronolo
ji olarak dağıtır. Taxinomia, mathesis'e nazaran, kesin bir
yargının (apophantique) karşısındaki bir varlıkbilim (onto
logie) gibi işlev görür; oluşumun karşısında da, bir tarihin
karşısındaki bir semiyoloji gibi işlev görür. Demek ki, var
lıkların genel yasasını ve bununla aynı anda, onların tanı
122
Kelimeler ve Şeyler
nabilecekleri koşullan tanımlar. İşaretler teorisinin, klasik
dönemde, hem kendini bizzat doğanın kendinin bilgisi ola
rak sunan dogmatik edalı bir bilimi, hem de zaman içinde
giderek adcı ve giderek kuşkucu hale gelen bir temsil felse
fesini taşımış olması olgusu buradan kaynaklanmaktadır.
Böylesine bir konum, daha sonraki çağların onun varlığı
nın anısını kaybetmelerine varana kadar silinmesi de bura
dan kaynaklanmaktadır. Kantgil eleştiriden ve Batı kültü
ründe XVIII. yüzyılın sonunda meydana gelenlerden son
ra, yeni tipten bir paylaşım yerleşik hale gelmiştir: bir yan
da, mathesis kategorik bir yargı ve bir varlıkbilim oluştura
rak bir araya toplanmıştır; biçimsel disiplinler üzerinde, bi
zim dönemimize kadar hüküm süren odur, diğer yanda, ta
rih ve semiyoloji (zaten tarih semiyolojiyi özümlemiştir),
iktidarlarım Schleiermacher'den Nietzsche ve Freud'e ka
dar sürdüren şu yorum disiplinleri içinde birleşmişlerdir.
Klasik episteme her halü kârda, bir mathesis'in, bir ta
xinomia'nın ve oluşumsal (genetik) bir çözümlemenin ek
lemleşmiş sistemi aracılığıyla, en genel düzenlenişi içinde
tanımlanabilir. Bilimler, uzak bir hedef olsa bile, her zaman
kendileriyle birlikte, tüketici bir şekilde ortaya çıkan bir
düzene sokma tasarısı taşırlar, bu bilimler aynı zamanda,
her zaman basit unsurların ve bunların tedrici bileşimleri
nin keşfini hedefler; ve bilimler kendi ortamlarında tablo
durlar, bilgilerini kendi kendiyle çağdaş bir sistemin içinde
sergilemektedirler. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda bilginin
merkezi tablo'dur. Kanaatleri meşgul etmiş olan büyük tar
tışmalara gelince, bunlar çok doğal olarak, bu örgütlenme
nin kıvrımlarının arasına yerleşmişlerdir.
Bu tartışmaları hareket noktası veya tema olarak ala
rak, klasik döneme ilişkin bir düşünce tarihi yazılabilir. Fa
kat bu durumda yalnızca kanaatler tarihi, yani bireylere,
ortamlara, toplumsal gruplara göre gerçekleşmiş tercihle
Temsil Etmek
123
rin tarihi yapılmış olacaktır; ve bütünsel bir soruşturma
yöntemi gerekecektir. Eğer, bizatihi bilginin kendinin arke
olojik bir çözümlenmesine girişilmek isteniyorsa, bu du
rumda yön gösterici olması ve söylemi eklemleştirmesi ge
rekenler bu ünlü tartışmalar olmayacaklardır. Şebekesi, po
zitifliği içinde eşanlı ve görünüşte çelişkili bir kanaatler
oyununu mümkün kılan genel düşünce sistemini yeniden
kurmak gerekir. Bir tartışmanın veya bir sorunun olabilir
lik koşullarını tanımlayan işte bu şebekedir, bilginin tarih
selliginin taşıyıcısı odur. Eğer Batı dünyası, hayatın hare
ketten ibaret olup olmadığını veya doğanın Tanrının varlı
ğını kanıtlayacak kadar düzenli olup olmadığını bilebilmek
için kavga ettiyse, bunun nedeni bir problemin açılmış ol
ması değil de, Batı kültürünün episteme'sini, işaretlerin ve
benzerliklerin belirsiz çemberini dağıttıktan sonra ve ne
densellik ve tarih dizilerini düzene sokmadan önce, düze
nin hesaplanabilir biçimlerinden en karmaşık temsil çö
zümlemelerine varana kadar her şeyi kat etmeye hiç ara
vermeyen, tablo halindeki bir mekânı açmış olmasıdır. Ve
bu güzergâhın yol izleri, temaların, tartışmaların, sorunla
rın, kanaat tercihlerinin tarihsel yüzeyinde algılanmakta
dır. Bilgiler, XVII. yüzyılda bir darbede düzene sokulan ve
ancak yüz elli yıl sonra kapanabilecek olan bir "bilgi uza
ylını bir ucundan diğerine kat etmişlerdir.
Bu tablo halindeki uzayda, çözümlemeye, en açık bi
çimde görüldüğü yerde, yani dil, sınıflandırma ve para te
orisinin içinde girişmek gerekir.
Genel gramer, doğa tarihi ve iktisadın, anlamı genel
bir işaretler ve temsil teorisinin içine taşıyarak, aynı anda
ve bir solukta çözümlemek istemeleri olgusunun, ancak bi
zim yüzyılımızdan kaynaklanabilecek bir soruyu gerektir
diği itirazı herhalde yapılabilir. Hiç kuşkusuz, klasik çağ da
diğer hiçbir çağ gibi, bilgisinin genel sisteminin sınırlarını
124
Kelimeler ve Şeyler
çizememiş veya onu adlandıramamıştır. Fakat bu sistem,
bilginin göze görünür biçimlerinin, sanki yöntemler, kav
ramlar, çözümleme tipleri, kazanılmış deneyler, zihniyetler
ve son olarak da bizzat insanlar, bilginin gizli, ama kaçınıl
ması mümkün olmayan birliğini tanımlayan temel bir şe
bekenin keyfine göre yer değiştirmişlercesine, burada akra
balıklarının taslağını kendiliklerinden çizmelerine yol aça
cak kadar zorlayıcıdır. Tarih, bu yer değiştirmelere ilişkin
binlerce örnek vermiştik Bilgi teorisi ile işaretler teorisi ve
gramer teorisi arasında defalarca kat edilen yol. PortRoyal,
Grammaire'im, ortaklaşa bir işaretler çözümlemesiyle bağ
landığı Logique'inin (Mantık) tamamlayıcısı ve doğa deva
mı olarak üretmiştir; Condillac, Destutt de Tracy, Geronda,
bilgiyi koşullarına veya "unsurlarına, ve düşünceyi dilin
yalnızca en göze görünür uygulamasının oluşturduğu şu
işaretlere bölme işim birbirlerinin içinde eklemleştirmiş
lerdir. Temsil ve işaretler çözümlemesi ile zenginlik çö
zümlemesi arasında da yol vardır; Fizyokrat Quesnay,
Eneycloptdie'ye "Aşikârlık" maddesini yazmıştır; Condillac
ve Destutt, onlara göre siyasal ve aynı zamanda ahlâki de
ğere sahip olan ticaret ve ekonomi teorisini kendi bilgi ve
dil teorilerinin çizgisine sokmuşlardır; Turgot'nun Encyc
lopedie'nin "Etimoloji" maddesini yazdığı ve parayla keli
meler arasındaki ilk sistematik paralelliği kurduğu bilin
mektedir; Adam Smith büyük iktisat eserinin dışında, dil
lerin kökeni konusunda bir deneme yazmıştır. Doğal tas
nifler ile dil sınıflandırmaları arasında da bir güzergâh var
dır: Adanson yalnızca, botanik alanında aynı anda hem ya
pay hem de tutarlı bir adlandırma sistemi yaratmayı arzu
lamamıştır; onun isteği, dilin fonetik verilerinin işlevinde,
yazının bütünü itibariyle yeniden düzenlenmesi olmuştur
(bunu kısmen de uygulamıştır); Rousseau'nun son eserleri
arasında botanik incelemeleri ve bir de, dillerin kökeni
Temsil Etmek
125
üzerine bir deneme vardır.
Böylece, ampirik bilginin büyük şebekesi, sanki nok
talı çizgi halinde resmolmaktaydı: miktarsal olmayan
düzenlerin şebekesi. Ve, bir Taxinomia universalis'in her
halde geriye çekilmiş, ama inatçı birliği doğanın veya top
lumun bütün somut alanlarında aynı dağılımları ve aynı
düzeni bulmaya kalkıştığında, Linne'nin eserinde tüm
açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.22 Bilginin sının, temsillerin,
kendilerini düzene sokan işaretlerine karşı tam şeffaflığı
olacaktır.
22 Liıme, PMosophie Botanique, p. 155 ve 256
DÖRDÜNCÜ AYIRIM
Konuşmak
I. ELEŞTİRİ VE YORUM
Dilin klasik çağdaki varoluşu, hem egemence hem de giz
lice olmuştur.
Egemence, çünkü kelimelere "düşünceyi temsil etme"
görevi ve gücü yüklenmiştir. Fakat, temsil etmek burada
tercüme etmek, göze görünür bir aktarım yapmak, düşün
ceyi bedenin dış kanadı üzerinde, tamlığı içinde yeniden
üretebilen maddi bir ikiz imal etmek anlamına gelmekte
dir dil düşünceyi, tıpkı düşüncenin kendi kendini temsil
ettiği gibi temsil etmektedir. Dili oluşturmak veya ona dış
tan hayat vermek üzere, esas ve ilkel bir işaret etme eylemi
değil de, yalnızca temsilin göbeğinde, onun kendi kendini
temsil etmekten ötürü sahip olduğu şu güç, yani düşünce
nin bakışları altında kendi kendine kısım kısım eklenerek,
kendi kendini çözümleme ve kendini, onu sürdüren bir
ikame içinde kendinin temsilcisi haline getiren bir güç bu
lunmaktadır. Klasik çağda, temsile teslim edilmeyen hiçbir
128
Kelimeler ve peyler
şey verili değildir; fakat bizatihi bu olgudan ötürü, eğer
kendi kendine mesafe koyan, ikiz hale gelen ve eşdeğerli
diğer bir temsile yansıyan bir temsilin oyunu yoksa, hiçbir
işaret zuhur etmez, hiçbir söz söylenmez, hiçbir söz veya
hiçbir önerme hiçbir içeriği hiçbir zaman hedeflemez.
Temsiller köklerini, anlamlarım aldıkları bir dünyanın içi
ne salmazlar; kendilerine özgü olan ve iç sinirleri anlam
yerine geçen bir mekâna doğru kendiliklerinden açılırlar.
Ve dil burada, temsilin kendiliğinden oluşturduğu açıklık
tadır. Demek ki, kelimeler ön cephe tarafındaki düşünceyi
ikiye katlayan ince zar değildirler; onu hatırlatmakta, onu
işaret etmektedirler, ama öncelikle içeri doğru, başkalarını
temsil eden bütün şu temsillerin arasına doğru. Klasik dil,
dışa vurmakla görevli olduğu düşünceye sanıldığından çok
daha yakındır; onun şebekesinin içine alınmıştır ve bizati
hi bu düşüncenin cereyan ettiği kumaşın içinde dokun
muştur. Düşüncenin dış etkisi değil de, bizzat düşüncenin
kendidir.
Ve bu yolla kendini görünmez (veya hemen hemen)
yapmaktadır. Her halü kârda, temsil açısından o kadar şef
faf hale gelmiştir ki, varlığı sorun çıkarmaya son vermiştir.
Rönesans, dilin olması kaba olgusu karşısında durmaktay
dı: dünyanın kalınlığı içinde, şeylere karışmış olan veya
onların altında koşan bir yazıcılık; elyazmalarının veya ki
tap sayfalarının üzerine bırakımış işaretler. Ve bütün bu ıs
rarlı işaretler, onlarda uyuklayan dili konuşturmak ve so
nunda hareketli kılmak üzere, ikinci bir dili —yorumun,
gizli anlamı ortaya çıkartmanın, allameliğin dili— davet et
mekteydiler; dilin varlığı, adeta sessiz bir inatla, onda oku
nabilecek olanı ve onu titreşime sokan sözleri öncelemek
teydi. XVII. yüzyıldan itibaren dilin bu kitlesel ve düzen
baz varoluşu ortadan kaldırılacaktır. Dilin varoluşu artık
yalnızca işaretin esrarı içinde sürecektir: henüz işaret etme
Konuşmak
129
teorisi içinde açılıma uğramamıştır. Limitte» klasik dilin
var olmadığı söylenebilir. Ama işlemiştir bütün varoluşu,
temsil etme rolünün içinde yer almış, orada kesin olarak sı
nırlanmış ve sonunda burada tükenmiştir. Dil artık temsil
den başka yere, onda sahip olduğundan başka değere sahip
değildir: düzene sokma gücüne, yalnızca bu oyukta sahip
tir.
Klasik dil burada kendi kendiyle, o zamana kadar ne
mümkün, ne de düşünülebilir olan belli bir ilişkiyi keşfet
mektedir. XVI. yüzyıl dili, kendine karşı sürekli bir yorum
durumundaydı; oysa yorum ancak eğer dil varsa yapılabi
lir dilin onun aracılığıyla konuşturulmaya çalışıldığı söy
lemden önce, sessizce var olan dil—; yorumlayabilmek için,
metnin mutlak önceliği gerekmektedir; ve bunun tersine,
eğer dünya işaretlerin ve kelimelerin bir iç içe geçmesiyse,
ondan yorum dışında başka bir şekilde nasıl söz edilebilir?
Dil klasik çağdan itibaren, temsilin ve onu oyan şu ikiye
katlanmanın içinde sergilenmeye başlamıştır. Artık ilk Me
tin silinmekte, ve onunla birlikte, sessiz varlığı şeylerin
içinde yazılı olan kelimelerin bütün tükenmez tabanı da
yok olmaktadır; bir tek, onu dışa vuran sözel işaretlerin
içinde cereyan eden ve böylece Söylem haline gelen temsil
var olmaya devam etmektedir. İkinci bir dilin yorumlama
sının gerektiği bir sözün esrarının yerine, temsilin özsel
kopuk kopukluğu geçmiştir: henüz tarafsız ve kayıtsız olan
açık olabilirlik; ama söylemin onu tamamlama ve sabitleş
tirme gibi bir görevi olacaktır. Öte yandan, bu söylem de
kendi hesabına dil nesnesi haline geldiğinde, artık bir şeyi
söylemeden söylüyormuşcasına, kendi üzerine büzülmüş
bir dil ve kapalı bir sözmüşcesine sorgulanmayacaktır, ar
tık onun işaretlerinin altına gizlenmiş olan büyük esrarlı
sözü ortaya çıkarmak söz konusu değildir; ona nasıl işledi
ği sorulmaktadır: hangi temsilleri işaret etmekte, hangi un
130
Kelimeler ye Şeyler
surları bölümlere ayırmakta ve devşirmekte, nasıl çözüm
lemekte ve bileştirmekte, ona temsil etme görevini yerine
getirmesinde hangi ikamelerin oyunu olanak vermektedir.
Yorum, eleştir'ye yer açmıştır.
Dilin kendi kendine karşı ihdas ettiği bu yeni ilişki, ne
basit ne de tek yanlıdır. Eleştiri, görünüşte yorumla, gizli
bir içeriğin keşfinden ortaya çıkan göze görünür bir biçi
min çözümlenmesi olarak zıtlaşmaktadır. Fakat, bu biçim
bir temsilin biçimi olduğu için, eleştiri dili ancak gerçeklik,
kesinlik, özellik veya ifade değeri terimleri içinde çözüm
leyebilir. Eleştirinin karma rolü ve hiçbir zaman sıyrılama
dığı ikirciklik buradan kaynaklanmaktadır. Dili, sanki bu
dil tam bir işlevmiş, bir mekanizmalar bütünüymüş, işaret
lerin büyük bir özerk oyunuymuş gibi sorgulamaktadır;
ama aynı zamanda, ona doğrusunun veya yanlışının, şeffaf
lığının veya ışık geçirmezliginin, yani onu onların aracılı
ğıyla temsil ettiği kelimelerin içinde söylediğinin mevcudi
yet tarzının sorusunu sormaktan kendini alıkoyamaz.
Taban ile biçim arasındaki zıtlık, işte bu başat çift ge
rekirükten itibaren yavaş yavaş gün ışığına çıkmış ve so
nunda bilinen yerine sahip olmuştur. Fakat bu zıtlık, eleş
tirel ilişki de XIX. yüzyılda kendi sırası gelip narinleştiğin
de, ancak çok geç olarak pekişmiştir. Eleştiri klasik çağda,
dilin temsil etme rolü üzerinde, hiçbir çözülme olmadan,
tek bir boşlukmuşçasına icra edilmektedir. O dönemde,
birbirleriyle dayanışma içinde ve birbirlerine eklemleşmiş
olmalarına rağmen, gene de ayrı olan dört biçim almakta
dır. Öncelikle, düşünsel düzen içinde, bir kelimeler eleşti
risi olarak serpilmektedir: o zamana kadar var olan kelime
haznesiyle bir bilim veya felsefe yapmanın olanaksızlığı;
temsil içinde aynı olanları karıştıran genel terimler ile da
yanışma halinde kalması gerekenleri ayıran soyut terimle
rin ifşa edilmesi; tamamen analitik bir dil haznesi oluştur
Konuşmak
131
ma gereği. Gramer çözümlemesinin içinde de, sentaksın,
kelimelerin düzeninin, cümle kuruluşlarının temsili değer
lerinin bir çözümlenmesi olarak ortaya çıkmaktadır: acaba
bir dil ad çekimlerine mi, yoksa bir edat sistemine mi sahip
olduğunda daha gelişmiştir? Acaba kelimelerin düzeninin
serbest olması mı, yoksa çok katı bir şekilde belirlenmesi
mi daha iyidir? Ardışıklık ilişkilerini en iyi ifade eden, aca
ba hangi zaman rejimidir? Eleştiri aynı zamanda kendine,
retorik biçimlerinin incelenmesinde de alan ayırmaktadır
figürlerin, yani her birinin ifadesel değeriyle birlikte söy
lem tiplerinin çözümlenmesi; topelann, yani kelimelerin
aynı temsili içerikle kurulabilecekleri çeşitli ilişkilerin çö
zümlenmesi (kısım veya bütün aracılığıyla, esas veya ek
lenti aracılığıyla, olay veya koşul aracılığıyla, bizzat şeyin
kendi veya benzerleri aracılığıyla işaret etme). Nihayet
eleştiri, zaten var olan ve zaten yazılmış olan dilin karşısın
da, kendine temsil ettiğiyle kurduğu ilişkiyi tanımlama
ödevim yükler: dinsel metinlerin yorumlanması, XVII.
yüzyıldan itibaren işte bu şekilde, eleştirel yöntemlerle
yüklü hale gelmiştir: nitekim, bu tarihten sonra artık bu
metinlerde zaten söylenilmiş olanları yeniden söylemek
değil de, böylesine bir söylemin Tanrı veya Peygamberler
tarafından, bize aktarılan biçim içinde ifade edilmiş olma
sının hangi figür ve imgeler boyunca, hangi düzeni izleye
rek, hangi ifadesel amaçlarla ve hangi hakikati söylemek
için olduğunu tanımlamak söz konusu olmuştur.
Dilin kendini, işlevinden hareketle sorgulamaya başla
dığı zaman zorunlu olarak yerleşik hale gelen eleştirel bo
yut, çeşitliliği içinde işte böyledir. Eleştiri ve yorum, klasik
çağdan beri derinlemesine zıtlaşmaktadır. Eleştiri, dilden
temsiller ve hakikat terimleriyle söz ederek, onu yargıla
makta ve değerini bilmezden gelmektedir. Dili varlığının
saldırısı altında tutarak ve onu sırrımn doğrultusunda sor
132
Kelimeler ve Şeyler
gulayarak, yorum ön metnin sarplığı karşısında durakla
makta ve kendine, doğumu kendinde tekrarlama gibi hep
yenilenen olanaksız bir görev yüklemektedir: onu kutsal
laştırmaktadır. Dilin kendi kendiyle bir ilişki kurmasının
bu iki biçimi, bizim de içinden çıkamadığımız bir rekabete
girişeceklerdir. Ve belki de bu rekabet günbegün şiddetlen
mektedir. Çünkü, eleştirinin ayrıcalıklı nesnesi olan edebi
yat, Mallarme'den beri sürekli olarak, dilin bizatihi kendi
varlığı içinde olduğu şeye yaklaşmakta ve bu yüzden de,
artık eleştiri değil de, yorum biçiminde olan ikinci bir dili
talep etmektedir. Nitekim, bütün eleştirel diller, XIX. yüz
yıldan beri yorumlarla yüklü hale gelmişlerdir; bu biraz da,
klasik çağ yorumlarının eleştirel yöntemlerle yüklü olma
ları gibi olmaktadır. Ancak, dilin bizim kültürümüzdeki
temsile mensubiyeti çözülmedikçe, veya hiç değilse, mey
dana getirdiği engel aşılmadıkça, bütün ikinci diller ya
eleştiri, ya da yorum alternatifi tarafından yakalanacaklar
dır. Ve, kararsızlıklar içinde sonsuza kadar çoğalacaklardır.
II. GENEL GRAMER
Dilin varlığı bir kez ortadan kaldırıldıktan sonra, geriye bir
tek, temsilin içindeki işleyişi kalmaktadır: doğası ve söy
lem yetenekleri. Bu, bizzat sözel işaretler tarafından temsil
edilen temsilden daha fazla bir şey değildir. Ama, bu işaret
lerin özelliği ve onlara temsili kaydetme, onu çözümleme
ve yeniden bileştirme olanağını diğer her şeyden daha iyi
sağlayan şu garip güç nedir? Bütün işaret sistemleri içinde,
dilin kendine özgü yanı nedir?
İlk incelemeden sonra, kelimeleri keyfilikleri veya
kolektif nitelikleriyle tanımlamak mümkündür. Dil, Hob
bes'un dediği gibi, ilk kökü itibariyle, bireylerin önce ken
dileri için seçtikleri bir not sistemine göre yayılmıştın bi*
Konuşmak
133
reyler bu işaretler aracılığıyla temsilleri hazırlayabilmekte,
onları birbirlerine bağlayabilmekte, çözebilmekte ve üzer
lerinde işlem yapabilmektedirler. Bu notlar topluluğa ya bir
anlaşma, ya şiddet yoluyla mal olmuştur;1 fakat kelimele
rin anlamı her halü kârda yalnızca her birinin temsiline ait
tir ve herkes tarafından kabul edilmesine rağmen, her bir
bireyin tekil düşüncesinden başka bir yerde, herhangi bir
varoluşa sahip değildin Locke, "kelimeler, konuşan kişinin
fikirlerinin işaretleridir ve kimse bunları, zihninde bizzat
sahip olduğu fikirlerden başka bir şeye, dolaysız işaret ola
rak uygulayamaz"2 demektedir. Dili böylece diğer tüm işa
retlerden ayıran ve onun temsilin içinde belirleyici bir rol
oynamasını sağlayan nokta, bireysel veya kolektif, doğal
veya keyfi olması değil de, temsili zorunlu olarak ardışık
bir düzene göre çözümlemesidir: nitekim, sesler birbirleri
ne ancak birer birer eklemlenebilirler; dil düşünceyi, bü
tünlüğü içinde, hemen temsil edemez, onu doğrusal bir
düzene göre, uzun uzadıya hizaya sokması gerekir. Oysa,
bu durum temsile yabancıdır. Düşünceler, zaman içinde
hiç kuşkusuz birbirlerini izlerler; ama ister Condillac'la
birlikte,3 bir temsilin bütün unsurlarının tek bir anda ve
rildiği ve mümkün tek düşüncenin onlan ancak teker teker
açabileceği isterse Destutt de Tracy'yle birlikte, bunların
birbirlerini çok hızlı bir şekilde izlemelerinden ötürü, dü
zenlerini gizlemenin veya zapt etmenin uygulamada ola
naksız olduğu4 kabul edilsin, bunların her biri bir birim
meydana getirmektedir. Cümlelerin içinde sergilenmeleri
gerekenler, işte bu kendi içlerinde sıkışık nizamda bulunan
temsillerdir: bakışım için, "parlaklık güle içkindir"; söyle
1
2
3
4
Hobbes, Logique.
Locke, Essai sur UEnUndement Humain, Çev. Geste, 2. Yay., s. 320321,
Amsterdam, 1729.
Condillac, Grammaire, Toplu Eşerler, c Y s. 3940.
Destutt de Tracy, age, c. I, Yıl IX, Paris.
134
Kelimeler ve Şeyler
mimde, bu parlaklığın onu öncelediğini veya sonra geldiği
ni es geçebilirim.5 Eğer zihin, fikirleri "algıladığı gibi" ifa
de edebilme olanağına sahip olsaydı, hiç kuşku yoktur ki,
"bunların hepsini aynı anda ifade ederdi."6 Ama işte, müm
kün olmayan şey tam da budur, çünkü eğer "düşünce basit
bir işlem"se de, ifade edilmesi ardışık bir işlemdir.7 Dilin
onu hem temsilden (aslında bu temsilin temsilinden iba
rettir) hem de işaretlerden (bunlara başka herhangi özel bir
ayrıcalığı olmaksızın aittir) farklılaştıran özelliği burada
yatmaktadır. Düşünceyle, dışın içle veya ifadenin düşün
ceyle olduğu gibi zıtlaşmamaktadır; diğer işaretlerle —jest
ler, pantomimler, anlatılar, resimler, amblemler 8 , keyfi ve
ya kolektifin doğal ve kendine özgüyle olduğu gibi zıtlaş
mamaktadır. Fakat bütün bunlarla, tıpkı ardışığın çağdaşla
olduğu gibi zıtlaşmaktadır. Cebir, geometri karşısında ne
ise, o da düşünce ve işaretler karşısında odur: kısımların
(veya büyüklüklerin) eşanlı kıyaslanmasının yerine, basa
makların birer birer çıkılmasının gerektiği bir düzen geçir
mektedir. Dil işte bu katı anlam içinde, düşüncenin çö
zümlenmesi'dir: basit bir parçalara ayırma işlemi değil de,
düzenin mekân içinde derinlemesine olarak ihdas edilme
sidir.
Klasik çağın "genel gramer" adını verdiği bu yeni epis
temolojik alan, işte burada yer almaktadır. Burada yalnız
ca, dil teorisine bir mantık uygulandığını görmek ters bir
anlam olacaktır. Ama, burada bir lengüistiğin dış biçiminin
şifresini çözmeye kalkışmak da ters bir anlam olacaktır.
Genel gramer, temsil etmekle yükümlü olduğu eşanlılıkla iliş
kisi içindeki sözel düzenin incelenmesidir. Demek ki, kendi
5
6
7
8
H. Dumergue, Grammcûre Generale Analytique, c. I, s. 1011, Yıl II, Paris.
Condillac, age, s. 336.
Başrahip Sicard, Elemente de Grafnmaire Genimle, s. 113, 3. Yay., Paris, 1808.
Krş., Destutt de Tracy, c. I., s. 261266.
Konuşmak
135
ne özgü nesne olarak ne düşünceye ne de dile, ama sözel
işaretler ardışıklığı olarak anlaşılan söylem e sahiptir. Bu ar
dışıklık, temsillerin eşanlılığına nazaran yapaydır ve dil bu
ölçü içinde, tıpkı yansıyanın dolaysızla olduğu gibi, düşün
ceyle zıtlaşmaktadır. Ancak, bu ardışıklık bütün dillerde
aynı değildir, bazı diller eylemi cümlenin ortasına, başka
ları sona koyar; bazı diller önce temsilin asıl nesnesini, di
ğerleri eklenti koşulları adlandırır, Encyclopedie'rûn işaret
ettiği üzere, yabancı dilleri birbirlerine nazaran ışık geçir
mez ve çevrilmesi çok güç kılan şey, kelime farklılıkların
dan çok, ardışıklıkların uyuşmazlığıdır.9 Bilimin ve özel
olarak da cebirin temsilin içine dahil ettikleri aşikâr, gerek
li, evrensel düzene nazaran, dil kendiliğinden, yansımalı
dır; adeta doğal gibidir. Aynı zamanda, ele alındığı bakış
açısına göre, vahşi haldeki bir yansımadan çok, çoktan çö
zümlenmiş bir temsildir. Gerçeği söylemek gerekirse, tem
silin düşünceyle olan somut bağıdır. Temsilin yansımayla
zorunlu olarak iletişim kurduğu yol kadar, bir insanlar ara
sı iletişimin aracı değildir. İşte bu nedenden ötürü, Genel
Gramer XVIII. yüzyıl boyunca felsefe açısından çok önem
li hale gelmiştir: aynı anda hem zihnin denetimsiz bir man
tığı olarak biçimin kendiliğinden biçimi,10 hem de düşün
cenin yansıyan ilk çözülmesidir: dolaysızla olan en ilkel
kopuşlardan biri. Zihne içkin bir felsefe gibi bir şeyi
Adam Smith, "en küçük bir sıfatı oluşturmak için ne ka
dar da çok metafizik gerekir"11 demekteydi ve her felsefe
nin, temsilin gerekli ve aşikâr düzenini bu kadar çok tercih
boyunca bulabilmek için yeniden ele almak zcunda oldu
ğu şeyi meydana getirmekteydi. Her düşünme eyleminin
9 Encyclopidie, "Langue" maddesi.
10 Condillac, Grammaire, c. V, s. 45 ve 6773.
11 Adam Smith, Considtrations sur EOrigine et la Formations des Ltmgues, Fr.
Çev. s. 410, 1860.
136
Kelimeler ve Şeyler
başlangıç biçimi, her eleştirinin ilk teması: dil işte budur.
Genel Gramer, işte bu bilgi kadar geniş, ama hep temsile
içkin, ikircikli şeyi konu olarak almaktadır.
Fakat hemen bazı sonuçlara varmak gerekmektedir.
Bunlardan birincisi, klasik çağda dilbilimlerinin nasıl bö
lündüğünün iyice görüldüğüdür: Bir yanda figürleri ve tro
pe'lan (kelimelerin, içinde alışılmış anlamlarının dışında
kullanıldıkları figürlerden her biri), yani dilin sözel işaret
lerin içinde nasıl uzaylaştığını inceleyen Retorik, öte yanda,
eklemleşme ve düzeni, yani temsil çözümlenmesinin nasıl
ardışık bir diziye göre düzenlendiğini inceleyen gramer.
Retorik, temsilin uzaysallığmı, dilin içinde doğduğu haliy
le tanımlamaktadır; Gramer, her dil için, bu uzaysallığı za
man içinde paylaştıran düzeni tanımlamaktadır. İşte bu ne
denden ötürü, ileride görüleceği üzere, Gramer, en ilkelle
ri ve en dolaysızları da dahil, dillerin retorik doğasını var
saymaktadır.
2. Öte yandan, genel anlamdaki dilin üzerinde yansı
ma olarak Gramer, dilin evrensellikle sürdürdüğü ilişkiyi
açığa çıkarmaktadır. Bu ilişki, Evrensel bir Dil'in veya Ev
rensel bir Söylem'in olabilirliğinin kabul edilmesine göre,
iki biçim alabilir. Klasik çağda evrensel dil'le işaret edilen
şey, Babil öncesindeki anlaşmanın, ceza olarak unutulmuş
olmasının asılmasıyla ihya edilebilecek olan, ilkel, parça
lanmamış ve saf dil değildir. Söz konusu olan, her temsile
ve her temsilin her unsuruna, anlam kaymasına yol açma
yacak bir şekilde kaydedebilecekleri işareti vermeye ehil
olacak bir dildir; bu dil aynı zamanda, unsurların bir tem
silin içinde nasıl birleştiklerini ve birbirlerine nasıl bağlan
dıklarını işaret etme yeteneğine sahip olacaktır; bu dil,
temsilin kesitleri arasındaki bütün muhtemel ilişkileri işa
ret etmeye izin veren aletlere sahip olarak, bizatihi bu ol
gudan ötürü, tüm düzenleri kat etme gücüne sahip olacak
Konuşmak
137
tır. Evrensel Dil, aynı ânda hem Karakteristik, hem de Bi
leştirici olarak, eski günlerin düzenini yeniden kurmamak
tadır, işaretleri, bir sentaksı, düşünülebilecek her düzenin
yerini bulduğu bir grameri icat etmektedir. Evrensel Söy
lem'e gelince, o da kendi sırrının şifresi içinde, her bilginin
çözücü anahtarını saklayan tek Metin değildir; o daha çok,
zihnin en basit temsillerinden en ince çözümlemelere ve en
karışık bileşimlere kadar olan doğal ve gerekli ilerleyişinin
tanımlanması olanağıdır: bu söylem, kökeninin ona dayat
tığı tek düzenin içine sokulmuş bir bilgidir. Bütün bilgile
rin alanını katetmekte, ama bunu bir bakıma yeraltı bir bi
çimde yaparak, bu alanın temsilden itibaren olabilirliğini
açığa ta, doğumunu göstermekte ve doğal, doğrusal ve ev
rensel bağı belirginleştirmektedir. Bu ortak payda, bütün
bilgilerin bu temeli, sürekli bir söylem halinde dışa vuru
lan bu köken, İdeolojidir; bilginin dolaysız sırasını tüm
uzunluğu boyunca ikiye katlayan bir dildin "insan, doğası
gereği hep en yakın ve en baskıcı sonuca yönelmektedir.
Önce ihtiyaçlarını, sonra zevklerini düşünmektedir. Tarım,
tıp, savaş, uygulamalı siyasetle, sonra şiir ve sanatlarla uğ
raşmakta ve felsefeyi en son düşünmektedir; ve kendi üze
rine geri döndüğünde ve düşünmeye başladığında, yargıla
ma eylemine kurallar koymaktadır, bu mantıktır; söylem
lerine koyduğu kurallar gramer, arzularına ise ahlaktır.
Bunları yapınca kendini teorinin zirvesinde hissetmekte
dir"; ama bütün bu işlemlerin "ortak bir kaynağının oldu
ğunu ve "bütün gerçeklerin bu tek kaynağının kendi en
telektüel yeteneklerinin tanınması" olduğunu fark etmek
tedir.12
Evrensel Karakteristik ve İdeoloji, tıpkı genel anlam
daki dilin evrenselliği (bu dil, mümkün bütün düzenleri
tek bir temel tablonun eşanlılığı içinde sergiler) ile tüketi
12 Destutt de Tracy, El&nents D'ldiologie, s. 2, c. I, önsöz.
138
Kelimeler ve Şeyler
ci bir söylemin evrenselliği (bu söylem, mümkün bütün
bilgilerin birbirlerine bağlanmışlıklan içinde, bunlardan
her biri için geçerli olan tek oluşumu yeniden kurar) ara
sında olduğu gibi zıtlaşmaktadırlar. Ama taşanları ve ortak
olabilirlikleri, klasik çağın dile atfettiği bir gücün içinde
yer almaktadırlar: hangisi olursa olsun, bütün temsillere
uygun işaretler vermek ve bunların arasında mümkün bü
tün bağlan kurmak. Dil, tüm temsilleri temsil edebildiği
ölçüde, evrenselin tam hakka sahip unsurudur. Kelimeleri
nin arasına dünyanın toplumsallığını devşirerek katabilen
bir dil en azından mümkün olmalıdır, ve bunun tersine,
temsil edilebilir'in toplamı olarak dünya, bütünü itibariyle
bir Ansiklopedi haline gelebilmelidir. Ve Charles Bon
net'nin büyük düşü, burada dilin, temsile olan bağı ve ona
aidiyeti içinde olduğu şeye kavuşmaktadır: "Dünyaların sa
yılamayacak derecedeki çokluğu, bütün Evren'in muazzam
Kitaplığım veya gerçek Evrensel ansiklopedi'yi oluşturan
bir o kadar kitap gibi düşünmekten tat alıyorum. Bu farklı
dünyaların arasında bulunan harika derecelenmenin, bura
ları kat etme veya daha doğrusu, onları okuma yeteneği ve
rilmiş olan üst akıllar için, kapsadığı her türden gerçeğin
edinimini kolaylaştırdığını ve onun başlıca güzelliğini
meydana getiren bu düzen ve bu bağlantıyı onlann tanıma
sına sunduğunu kavrıyorum. Fakat bu göksel Ansiklope
distler, Evren Ansiklopedisi'ne aynı derecede sahip değil
lerdir; bazıları onun yalnızca bazı dallanna sahiplerdir; di
ğerleri ise daha fazla bilimi ellerinde tutmaktadırlar; diğer
başkalan ise daha da fazlasını kavramaktadırlar; ama bilgi
leri artırmak ve tamlaştırmak ve tüm yeteneklerini geliştir
mek üzere, hepsinin önünde ebediyet vardır."13 İnsanlar,
bu mutlak bir Ansiklopedi tabam üzerinde, bileşik ve sınır
lı evrenselliğin ara biçimlerini oluşturmaktadırlar: müm
13 Ch. Bonnet, Contemplations de la Nature, s. 136 dn., c. IV
Konuşmak
139
kün en fazla bilgiyi, harflerin keyfi düzeninin içine yerleş
tiren alfabetik Ansiklopediler, dünyanın bütün dillerinin
transkripsiyonunu tek ve aynı figür sistemine göre yapma
ya izin veren pasigraphialar (matematikte olduğu gibi,
simgesel işaretlerle yazılan uluslararası diller);14 az veya
çok sayıdaki dil arasındaki eşanlamlılıklan belirleyen, çok
yönlü leksikler, nihayet, "insan bilgilerinin soy zincirini ve
bağlantılarını, doğumlanna yol açan nedenleri ve onları ay
rı kılan karakterleri" inceleyerek, onlann "düzen ve bağ
lantılarını mümkün olduğunca sergilendiğini" iddia eden
sınıflandırılmış ansiklopediler.15 Bu taşanların kısmi ka
rakteri her ne olursa olsun, onlara yönelik girişimlerin ko
şulları her ne olursa olsun, bunların klasik episteme içinde
ki olabilirlikleri şuydu: eğer dilin varlığı bütünüyle temsil
içindeki işleyişine indirgenseydi, temsilin buna karşılık ev
rensellik ilişkisi, ancak dil aracılığıyla bulunabilirdi.
3. Bilgi ve dil, birbirleriyle tam bir şekilde kesişmekte
dir. Temsilin içinde, aynı köken ve aynı işleyiş ilkesine sa
hiptirler; birbirlerine yaslanmakta, birbirlerini tamamla
makta ve birbirlerini karşılıklı olarak, aralıksız eleştirmek
tedirler. Bilmek ve konuşmak, en genel biçimleri içinde,
öncelikle temsilin eşanlısını çözümlemeye, onun unsurla
rını ayırmaya, onları bileştiren ilişkileri kurmaya, onları
gözler önüne sermeye yarayan mümkün ardışıklıklara da
yalıdırlar: zihin, aynı hareketin içinde konuşur ve bilir,
"konuşmak ve dünya sisteminin ilkeleri, veya insan zihni
nin işlemlerinin ilkeleri, yani bilgilerimizin içinde en yüce
olanlar, aynı yoldan öğrenilirler."16 Fakat dil, ancak düşü
nülmemiş bir biçim altında bilgidir; bireylere dıştan daya
tılmakta, iyi kötü somut ve soyut, kesin veya temeli zayıf
H Krş., Destutt de Tracy, Mtmoires de UAcademie des Sciences morales et poli
tiaues, c. III, s. 525.
15 D'Alembert, Dlscours Priliminaire de VEncydopidie.
16 Destutt de Tracy, Eliments..., c. I, s. 24.
140
Kelimeler ve Şeyler
kavramlara doğru rehberlik yapmaktadır; buna karşılık bil
gi, her kelimesi incelmiş ve her ilişkisinin sağlaması yapıl
mış bir dil gibidir. Bilmek, gerektiği ve zihnin kendinden
emin girişiminin emrettiği gibi konuşmaktır; konuşmak,
olabildiğince ve doğumu paylaşılanların dayattıkları mode
le göre bilmektir. Bilimler, dillerin işlenmemiş bilimler ol
maları ölçüsünde, gri yapılmış dillerdir. Her dilin yeniden
yapılması gerekmektedir: yani, aralarından hiçbirinin tam
olarak izlemediği şu analitik düzenden hareketle açıklama
sı ve yargılaması ve bilgi zincirinin hiçbir gölge ve boşluk
olmaksızın, tüm açıklığı içinde yeniden ortaya çıkabilmesi
için düzenlenmesi gerekmektedir. Böylece, gramerin hü
küm koyucu olması gerekmektedir; bunun nedeni hiç de,
gramerin beğeni kurallarına sadık güzel bir dilin ölçülerini
daraltmak istemesi değil, temsilin düzene sokulmasından
bahsedebilme konusundaki kökten olabilirliğe atıf yapıyor
olmasıdır. Destutt de Tracy bir gün, XVIII. yüzyıldaki en iyi
Mantık incelemelerinin gramerciler tarafından yazıldıkları
nı fark etmek zorunda kalacaktır: bunun nedeni, gramerin
hükümlerinin estetik değil de, analitik düzlemden olmala
rıydı.
Ve dilin bilgiye olan bu aidiyeti, daha önceki dönem
lerde var olmamış koskoca bir tarihsel alanı serbest bırak
maktadır. Bilgi tarihi gibi bir şey mümkün hale gelmekte
dir. Bunun böyle olmasının nedeni, dilin kendiliğinden,
kendinde karanlık ve beceriksiz bir bilim olsa da, kelime
lerin içine oraya izlerini bırakmadan yerleşmeyen ve kendi
içeriklerinin boş kabı gibi olan bilgiler tarafından mûkem
melleştiriliyor olmasıdır. Mükemmel olmayan bilgi olan
diller, bu bilginin mükemmelleşmesinin sadık belleğidir.
Diller hataya sürüklemekte, ama öğrenilmiş olanı kaydet
mektedirler. Düzensiz düzenleri içinde, yanlış fikirlerin
doğmasına neden olmakta, ama doğru fikirler onlara, rast
Konuşmak
141
lantının tek başına kuramayacağı bir düzenin silinmez işa
retini vurmaktadırlar. Uygarlıkların ve halkların bize dü
şüncelerinin anıtları olarak bıraktıkları şeyler, metinlerden
çok, kelime hazneleri ve sentakslar; söylemiş oldukları
sözlerden çok, bunları mümkün kılmış olan şeydir, dillerin
adım adım sonuca gidebilmeleri. "Bir halkın dili, onun ke
lime haznesini verir ve bu kelime haznesi, bu halkın bütün
bilgilerinin oldukça sadık bir kitabıdır: bir tek, bir ulusun
çeşidi zamanlardaki kelime haznesinin karşılaştırılmasıyla,
onun gelişmeleri hakkında fikir edinilebilir. Her bilimin
kendi adı, bilimin içindeki her kavramın kendıninki var
dır; sanatlar alanında icat edilen her şey ile olgular, manev
ralar ve aletlerin de olduğu gibi, doğada bilinen her şeyin
de kendi adı vardır."17 Bunun sonucu olarak, dillerden ha
reketle bir özgürlük ve kölelik tarihi yapma18 veya metin
lerin bizatihi kelimelerden daha kötü tanıklık ettikleri, her
cinsten kanaatlerin, önyargıların, batıl itikatların, inançla
rın bir tarihini yapma olanağı ortaya çıkmaktadır.19 Bir an
siklopedi yapma tasarısı da bunun sonucu olarak belir
mektedir; "bilimler ve sanatlar ansiklopedisi" olacak olan
bu çalışma, bizatihi bilgilerin kendi bağlantılarım izlemek
yerine, kelimelerin içinde açılmış olan mekânın dahilinde,
dilin biçiminin içine yerleşecektir; ilerideki zamanlar, bi
zim bildiklerimizi veya dışa vurduklarımızı zorunlu olarak
burada arayacaklardır, çünkü kelimeler, kaba bölümlenme
leri içinde, bilimin algılamayla ve imgelerin yansıtılmasıy
la bitiştiği şu ortadan geçen hat boyunca dağıtılmışlardır.
Düşünülen şey, onların hakkında bilinen şey haline gel
17 Diderot, Encycloptdie, "Encyclopedie" maddesi, s. 637, c. V
18 Rousseau, Essea sur L(origine des Langues, Oeuvres, s. 220221, c. XIII, Paris,
1826.
19 Krş., Michaelis, De Hnfluence des Opinions sur le Langage, 1759, Fr. Çev.,
Paris, 1762: Yunanlıların şan ve kanaati bir tek doksa kelimesiyle
özdeşleştirdikleri; ve germenlerin das liebe Gevıiüer ifadesiyle, fırtınanın döl
leyici yeteneğine inandıkları bilinmektedir, s. 24 ve 40.
142
Kelimeler ve Şeyler
mekte ve buna karşılık, bilinen şey de, her gün kendinde
temsil edilen şey haline gelmektedir. Rönesans'ın allâmeli
ği onun aracılığıyla tanımladığı metinle olan eski bağlantı,
şimdi dönüşmüştür bu bağlantı klasik çağda, dilin saf un
suruyla olan ilişki haline gelmiştir.
Dil ile bilginin, iyi kurulmuş söylem ile bilginin, ev
rensel dil ile düşünce çözümlemesinin, insanların tarihi ile
dilbilimlerinin, içinde tam hakka sahip olarak iletişimde
bulundukları ışıklı unsurun böylece aydınlandığı görül
mektedir. Rönesans bilgisi, yayımlanmaya yönelik oldu
ğunda bile, kapalı bir mekâna göre düzenlenmektey
di. "Akademi", bilginin özsel olarak gizli olan biçiminin iz
düşümünü, toplumsal dış biçimlerin yüzeyini aktaran ka
palı bir çemberdi. Bunun nedeni, bu bilginin ilk görevinin
sessiz işaretleri konuşturmak olmasıydı: onların biçimleri
ni tanıması, onları yorumlaması ve onları kendi hesapları
na deşifre edilmeleri gereken başka izler halinde aktarması
gerekmekteydi; bunu öyle bir şekilde yapmalıydı ki, sırrın
keşfedilmesi, onu hem bu kadar zor hem de bu kadar de
ğerli kılmış olan bu hileli düzenlemeden kaçmamalıydı.
Klasik çağda bilmek ve konuşmak, aynı dokunun içinde
birbirlerine dolanmışlardın bilgi ve dil için, temsili gerekli
ve görünür bir düzene göre sergilemeye olanak veren işa
retleri bu temsile vermek söz konusudur. XVI. yüzyıl bilgi
si ilan edildiğinde bir sırdı, ama paylaşılan bir sırdı. XVII.
ve XVIII. yüzyıllarınki ise, saklandığında, üzerine örtü çe
kilmiş bir söylemdir. Çünkü bilimin en kökensel doğası,
sözel iletişim sistemlerinin içine girmektir20 ve dilinki işe,
20 Eskilerin ve özellikle de Mısırlıların bilgisinin önce gizli, sonra halka açık
değil de, öncelikle ortaklaşa oluşturulmuş olduğuna inanılmaktadır; örnek
olarak Bkz. Warburton, Essai sur ]es Hieroglyph.es. Bu düşünceye göre, bu
bilgi daha sonra rakipler tarafından müsadere edilmiş, maskelenmiş ve
aslında başka bir şeye döndürülmüştür. Derunilik, bilginin ilk biçimi
olmanın uzağında, oun yozlaşmasından ibarettir.
Konuşmak
143
daha ilk kelimesinden itibaren bilgi olmaktır. Konuşmak,
aydınlatmak ve bilmek, kelimenin dar anlamı içinde, aynı
düzenden'diûer. Klasik çağın bilime gösterdiği ilgi, yaptığı
tartışmaları yayımlaması, güçlü bir şekilde dışadönük ka
rakteri, din dışı alana açılması, Fontenelle tarzındaki astro
nomi, Voltaire tarafından okunan Newton; bütün bunlar,
hiç kuşkusuz sosyolojik bir olgudan başka bir şey değiller
dir. Düşünce tarihinde en küçük bir bozulmayı bile tahrik
etmemiş, bilginin oluşumunu bir parmak bile değiştirme
miştir. Tabii ki, aslında yerleştirilmesi gereken yer olan ka
naat belirleme düzeyi hariç, hiçbir şey açıklamamaktadır;
ama olabilirliğinin koşulu burada, bilgi ile dilin bu karşı
lıklı adiyetinin içindedir. XIX. yüzyıl onu çözecektir ve o
da, kendi üzerine kapanmış bir bilgi ile varlığı ve işlevi
içinde esrarlı hale gelmiş saf bir dili bu dönemden beri
Edebiyat denilen bir şey karşı karşıya bırakacaktır. Bu iki
sinin arasında, bilginin olduğu kadar eserlerin de, aracı, tü
rev veya eğer öylesi istenirse, düşkün diller sonsuza kadar
yayılacaklardır.
4. Dil, çözümleme ve düzen haline geldiği için, o za
mana kadar görülmemiş ilişkilerin zamanına bağlanmakta
dır. XVI. yüzyıl, dillerin tarih içinde birbirlerini izledikleri
ne ve birbirlerine burada can verebildiklerine inanmaktay
dı. En eski diller, anadillerdi. En eskileri, Ebedi'nin insan
lara hitap ederken kullandığı dil olduğu için, lbranice, Sür
yanice ve Arapçayı doğurmuş sayılmaktaydı; daha sonra
Kıptice ve Mısırcaya can ermiş olan Yunanca gelmekteydi;
Latincenin çocukları arasında İtalyanca, İspanyolca ve
Fransızca yer almaktaydı; son olarak da, "Tötonca"dan Al
manca, İngilizce ve Flamanca türemişti.21 Dil ile zaman
21 E. Guichard, Harmonie Etymologjique, 1606. Krş., Scaliger, Diatribe de
Europaeorum Linguis veya Wilkins, An tcnvards nal character, s. 3 vd. benzer
sınıflandırmalar, Londra, 1669.
144
Kelimeler ve Şeyler
arasındaki ilişki XVII. yüzyıldan itibaren tersine dönmüş
t ü r zaman artık dilleri, sıralan geldikçe dünya tarihinin
içine yerleştiriyor olmaktan çıkmıştır; temsilleri ve kelime
leri, bizzat yasasının tanımladığı bir ardışıklığa göre sergi
leyenler dillerdir. Her dil kendi özgünlüğünü, kelimelere
tahsis ettiği bu iç düzen ve yerleştirme sayesinde tanımla
maktadır. Zaman dil için, doğum yeri değil de, iç çözümle
me tarzıdır. Klasik çağ bu nedenden ötürü, zamansal soy
zincirini, İtalyanca veya Fransızcanın Latinceyle olan akra
balığını her tür aşikârlığa söz konusu olan bizim aşikârlı
ğımızdır— rağmen reddedecek kadar görmezden gelmiş
tir.22 XVI. yüzyılda var olan ve XIX. yüzyılda yeniden orta
ya çıkacak olan bu cins dizilerin yerine tipolojiler ikame
edilmektedi r Ve bunlar düzene ilişkin tipolojilerdir. Sözü
edilen özneyi başa, onun giriştiği veya maruz kaldığı eyle
mi bunun arkasına, nihayet, bu eylemin üzerinde gerçek
leştirildiği ajanı en arkaya koyan diller vardır: örneğin
Fransızca, ingilizce, ispanyolca. Bunun karşısında, "öne
bazen eylemi, bazen nesneyi, bazen değişmeyi veya koşulu
koyan" diller grubu bulunmaktadır: örneğin Latince veya
"Esklavonca"; bu dillerde kelimenin işlevi, bulunduğu yer
tarafından değil de, bükülmesiyle işaret edilmektedir. Ni
hayet üçüncü grup, karma dillerden (Yunanca veya Töton
ca gibi) meydana gelmiştir; bunlar "tanımlık ve ad durum
ları içermeleriyle, diğer iki gruba da benzerler."23 Fakat,
her dilin kelimelerinin zorunlu veya mümkün düzenini ta
nımlayan şeyin, bükülmelerin varlığı veya yokluğu olmadı
ğını iyice anlamak gerekir. Önceli oluşturan ve çekimlerin
veya tanımlıklann kullanımını kökene bağlayan, temsille
22 La Biati, Thiorie Nouvelle de la Parole, Paris, 1750. Latince, İtalyanca, İspany
olca ve Fransızcaya yalnızca "birkaç kelimenin mirasım" aktarmış olmak
tadır.
23 Başrahip Grard, Les Vrais Principes de la Langue Française, s. 2225, ç. I, Paris,
1747.
Konu; mafe
145
rin çözümlenmesi ve ardışık sıralanışı olarak düzendir.
"Hayal gücü ve ilgi" düzenini izleyen diller, kelimelere sa
bit yerler vermezler: onları bükülmelerle belirlemek zo
rundadırlar (bunlar "transpozitif" dillerdir). Buna karşılık,
eğer bükülmenin tekdüze biçimini izlerlerse, adların sayı
ve türünü bir tammlıkla işaret etmekle yetinmemektedir
ler; analitik düzen içinde yerin bizatihi işlevsel bir değeri
vardır bunlar "analog" dillerdir.24 Diller, mümkün ardışık
lık tipleri tablosu üzerinde birbirlerine yaklaşmakta ve
farklılaşmaktadırlar. Bu tablo eşanlıdır, ama en eski dillerin
ne olmuş olduklarını da hatırlatmaktadır: nitekim, en ken
diliğinden olan düzenin (imgelerin ve tutkularınki), en dü
şünülmüş olanını (mantığınki) öncelediği olduğu kabul
edilebilir: dış tarihlendirme, çözümleme ve düzenin iç bi
çimlerinin hükmü altındadır. Zaman, dile içkin hale gel
miştir.
Dillerin kendi tarihlerine gelince, bu tarih artık aşınma
veya kaza, çeşitli unsurların takdim, karşılaşma ve konuş
masından ibarettir; bu tarihin ne kendine özgü yasası, ne
hareketi, ne de gerekirliği vardır, örneğin Yunan dili nasıl
oluşmuştur? "Yunan dilinin ilk tabanına çok miktarda par
çacıklar ve diyalektler yükleyenler, Fenikeli tüccarlar, Frig
yalı, Makedonyalı ve llliryah maceracılar, Galatlar, İskitler,
sürgün veya kaçak çeteleri olmuştur."25 Fransızcaya gelin
ce, bu dil Latince ve Gotça adlardan, Kekçe deyim ve inşa
lardan, Arapça tanımlık ve rakamlardan, İngilizce ve İtal
yancadan, icabında yolculuklardan, savaşlardan veya ticari
ilişkilerden alınma kelimelerden meydana gelmiştir.26 Bu
nun anlamı, dillerin, göçlerin, zafer ve bozgunların, mace
24 Bu sorun ve neden olduğu tartışmalar hk., Bkz. Bauzte, Grammaire genimle,
Paris, 1767; başrahip Batteux, Nouvel Bcatnen du Prefugi de Etmersion, Paris,
1767; başrahip d'Oliver, Remarques sur la Langue Française, Paris, 1771.
25 Başrahip Pluchc, La Meecaniaue des Langues, s. 26, yeni baskı, 1811.
26 age, s. 23.
146
Kelimeler ve Şeyler
ralann, alışverişlerin etkisiyle geliştikleri, ama bu gelişme
ye asla, kendiliklerinden sahip olacakları bir tarihselliğin
yol açmadığıdır. Diller, hiçbir iç açımlama ilkesine boyun
eğmezler, temsilleri ve bunların unsurlarını bir hat boyun
ca açımlayanlar dillerdir. Eğer diller için pozitif bir zaman
varsa, bunu dışarıda, tarih cephesinde değil de, kelimelerin
düzenlenişinde, söylemin oyuğunda aramak gerekir.
XVII. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve izleyen
yüzyılın sonuncu yıllarında yok olan Genel Gramer'in epis
temolojik alanını kuşatmak şimdi mümkün hale gelmiştir.
Genel gramer, hiç de karşılaştırmalı gramer değildir: diller
arasında yakınlıklar kurmak onun konusu değildir; bunu
yöntem olarak uygulamamaktadır. Bunun nedeni, genel
gramerin genelliğinin, tüm dilsel alana ortak olan ve müm
kün her dilin yapısını ideal ve zorlayıcı bir birim halinde
ortaya çıkartacak, tamamen gramatikal yasalar bulmaya
dayalı olmamasıdır; eğer genelse, bu onun söylemin temsil
edilmesi işlevini —ister bir temsil edileni işaret eden dikey
işlevi, isterse onu düşünceyle aynı tarzda birbirine bağla
yan yatay işlevi söz konusu olsun— gramer kurallarının al
tında, ama onların temellerinin düzeyinde açığa çıkartma
ya uğraşması ölçüsünde olmaktadır. Dili, bir diğerine ekle
nen bir temsil olarak gösterdiği için, tüm hakkına sahip
olarak "genel"dir: incelediği şey, temsilin ilerlemesidir. Fa
kat, bu eklemleşme birçok farklı biçimde yapıldığından,
paradoksal bir şekilde, birçok farklı genel gramer olacaktır:
Fransızcanm, Ingilizcenin, Latincenin, Almancanınki vs. 27
Genel gramer, bütün dillerin yasalarını tanımlamayı değil
de, herbir dili, düşüncenin kendiyle eklemleşmesinin bir
tarzı olarak incelemeyi hedeflemektedir. Teker teker ele alı
27 Örnek olarak Bkz. Buffier, Grammaire Française, Paris, 1723, yeni yay. XVIII.
yüzyılın sonunda işte bu nedenden ötürü, "bütün dillerinki olacak" olan
genel gramer yerine, "felsefi tercih edilmiştir; D. Thiebault, Grammaire
Philosophique, c I, s. 6 ve 7, Paris, 1802.
Konuşmak
147
narı her dilde, temsil kendini "karakterler"den itibaren tes
lim etmektedir. Genel gramer, bu kendiliğinden karakter
lerin varsaydıkları ve kullandıkları özdeşlikler ve farklılık
lar sistemini tanımlayacaktır. Her dilin taxinomia'sım kura
caktır. Yani, bu dillerin her birinde, bir söylem tutturmanın
olabilirliğini.
Zorunlu olarak aldığı iki yön buradan kaynaklanmak
tadır. Söylemin, tıpkı temsilin kendi unsurlarını bağladığı
gibi kendi kısımlarını bağlamasından ötürü, genel gramer
de, kelimelerin temsili işleyişini, birbirlerine nazaran ince
lemek zorundadır: bu öncelikle, kelimeleri bir araya geti
ren ve bağlayan bağın bir çözûmlenmesidir (cümle ve özel
olarak da fiil teorisi), sonra çeşitli kelime tiplerinin ve bun
ların temsili bölme ve aralarında farklılaşma biçimlerinin
çözûmlenmesidir (eklemleşme teorisi). Ama, söylev sadece
temsili bir bütün olmayıp, aynı zamanda bir diğerini işaret
eden —bizatihi temsil ettiğini— ikiye katlanmış bir temsil ol
duğundan, genel gramer kelimelerin söyledikleri şeyi işaret
etme biçimlerini, önce bunlann ilkel değerlerinin içinde
(köken ve kök teorisi), sonra da sürekli kayma, genişleme,
yeniden düzenleme yetenekleri içinde (retorik mekân ve
türeme teorisi) incelemek zorundadır.
III. FİİL TEORİSİ
Temsil düşünce karşısında ne ise, cümle de dilin karşısın
da odur: biçimi aynı anda, hem en genel hem de en başlan
gıç düzeyindedir, çünkü onu bölümlerine ayırır ayırmaz,
artık karşımıza söylem değil de, onun dağınık malzemeler
gibi olan unsurları çıkmaktadır. Cümlenin altında birçok
kelime bulunmaktadır, ama dil onlarda tamamına erme
mektedir. İnsanın başlangıçta yalnızca basit çığlıklar attığı
doğrudur, fakat bunlar dil olmaya, ancak düzen ile cümle
148
Kelimeler ve $ey!er
arasındaki düzen olan bir ilişkinin içine kapatıldıkları gün
başlamışlardır bu kapatılma isterse tek bir hecenin içinde
okun—. Kavga eden vahşinin uluması, ancak bunun onun
duyduğu acının yanlamasına ifadesi olmaktan çıkıp, "bo
ğuluyorum"28 cinsinden bir yargı veya açıklama değeri ka
zanması durumunda gerçek haline gelmektedir. Kelimeyi
kelime haline getiren ve onu çığlık ve gürültülerin üzerin
de ayağa diken şey, onun içine gizlenmiş olan cümledir.
Aveyronlu vahşi, eğer konuşmayı başaramadıysa, bunun
nedeni, kelimelerin onun için şeylerin ve bunların zihnin
de yarattıkları izlenimlerin sesli işaretleri halinde kalmış
olmalarıdır; bunlar cümle değeri kazanmamışlardır. Kendi
sine sunulan çanağın karşısında "süt" kelimesini telaffuz
edebilir; bu, "bu sıvı gıdanm, onu içeren kabın ve o sıvıya
yönelik isteğin kanşık olarak ifade edilmesinden" başka bir
şey değildir;29 kelime şeyin temsili işareti haline gelmemiş
tir, çünkü vahşi hiçbir zaman sütün sıcak veya hazır oldu
ğunu veya beklendiğini söylemek istememiştir. Nitekim,
sesli işareti dolaysız ifade değerlerinden kopartan ve onu
dilsel olabilirliğinin içinde egemen bir şekilde oluşturan
cümledir. Dil, klasik düşünceye göre, ifade değil de, söyle
min olduğu yerde başlamaktadır. "Hayır" denildiği zaman,
ret bir çığlıkla anlatılmamaktadır; "koskoca bir cümle, ya
ni, bunu böyle hissetmiyorum veya buna inanmıyorum"
tek bir kelimenin içine sıkıştırılmaktadır.30
"Doğrudan doğruya gramerin başat konusuna gide
lim."31 Dilin bütün işlevleri burada, bir cümle oluşturmak
için vazgeçilmez nitelikte olan yalnızca üç unsura indir
genmiştir: özne, yüklem ve bunların arasındaki bağ. Özne
28 Destutt de Tracy, Elementi..., c. II, s. 7.
29 J. Itard, Rapport sur les Noupeaıvc Dtveloppements de Yıctor de l'Aveynm, s.
209, 1806, yeni yay. in L. Maison, hts enfants Sauvages, 1964.
30 Destutt de Tracy, Elementi..., c. II, s. 60.
31 U. Domergue, Grammaire Genirale Analytique, s. 34.
Konuşmak
149
ve yüklem aynı doğadandır, çünkü cümle birinin diğerine
özdeş veya ait olduğunu iddia etmektedir demek ki, bun
ların bazı koşullar altında işlevlerini değiş tokuş etmeleri
mümkündür. Tek, ama belirleyici farklılık, fiilin indirgene
mezlîğinin ortaya çıkardığıdır: Hobbes,32 "her cümlede,
dikkat edilmesi gereken üç şey vardır: özne ve yüklem
(pridicat) gibi iki adı ve bağı (copule) bilmek. Bu iki ad, zi
hinde tek ve aynı şeyin fikrini uyandırmaktadır, ama bağ,
bu adlann bu şeylere dayatılmalanna yol açan neden fikri
ni doğurmaktadır" demektedir. Fiil, her söylemin vazgeçil
mez koşuludur: ve onun olmadığı yerde en azından po
tansiyel olarak bulunmalıdır, dilin bulunduğunu söyle
mek olanaksızdır. Adsal cümleler, bir fiilin görünmez mev
cudiyetine yataklık etmektedirler ve Adam Smith33, dilin,
ilkel biçimi altında, yalnızca kişisiz fiillerden ("yağmur ya
ğıyor* veya "gök gürlüyor" cinsinden olanları) meydana
geldiğini ve söylemin diğer bölümlerinin bu fiilsel çekir
dekten, türev ve ikincil kesinlemeler olarak koptuklarını
düşünmektedir. Dil eşiği, fiilin ortaya çıktığı yerdedir. Öy
leyse bu fiili, diğer kelimelerle aynı yasalara boyun eğen ve
aynı uyum bağlantıları içinde yer alan bir kelime, hem de
onların uzağında, konuşulan şeyinki değil de, içinde konu
şulan olan bir bölgede yer alan karma bir varlık olarak in
celemek gerekir. Fiil, söylemin kıyısında, söylenmiş olanla
kendi söyleminin bitişme noktasında, tam olarak işaretle
rin dil haline geliyor oldukları noktadadır.
Onu işte bu işlev içinde onu, sırtına binenlerden ve
karartanlardan kurtararak sorguya çekmek gerekir. Aris
toteles'le birlikte, fiilin zamanları işaret ettiği (zarf, sıfat, ad
gibi birçok başka kelime de zamansal anlam taşıyabilir) ol
gusunda durmamak. Scaliger'nin yaptığı gibi, fiilin eylem
32 Hobbes, Logique, s. 620.
33 Adam Smith, age, s. 421.
150
Kelimeler ve Şeyler
leri ve tutkuları işaret etmesine karşılık, adlann şeyleri işa
ret ettikleri ve bunu sürekli bir şekilde yaptıkları olgusu
nun üzerinde de durmamak' (çünkü bu aynı "eylem" bir
addır da). Buxtorfun yaptığı gibi, fiilin çeşitli kişilerine
önem vermemek, çünkü bazı zamirler de işaret etme özel
liğine sahiptirler. Ama, onu oluşturan şeyi hemen gün ışı
ğına : fiil iddia eder, yani "söylemi, bu kelimenin kullanıl
dığı yerde, yalnızca kelimeleri kavramakla yetinmeyip, on
ları yargılayan bir kişinin söylemini" işaret eder.34 İki şey
arasında bir ikame bağlantısının olduğu iddia edildiğinde,
bu şudur denildiğinde, cümle —ve söylem— vardır.35 Tüm
fiil türü, işaret eden bir tek unsura indirgenmektedir: ol
mak. Diğer hepsi, gizlice bu tek işlevden yararlanmaktadır,
ama onu, onu gizleyen belirlemelerle örtmüşlerdir: ona
yüklemler eklenmiştir, ve "şarkı söyleyenim" yerine "şarkı
söylüyorum" denilmektedir; ona zaman işaretleri eklen
miştir ve "eskiden şarkı söyleyenim" yerine "şarkı söyle
dim" denilmektedir; son olarak da, bazı diller fiille bizzat
öznenin kendini bütünleştirmişlerdir, örneğin Latinler geo
vivit değil de, vivo demektedirler. Bütün bunlar, çok ince,
ama öze ilişkin bir fiil işlevinin üstünde ve etrafındaki çö
kelti ve birikimlerdir, "bu sadeliği korumuş olan... bir tek
olmak fiili vardır."36 Dilin bütün özü, bu kendine özgü ke
limede toplanmaktadır. O olmasaydı, her şey sessiz kalırdı
ve insanlar, tıpkı bazı hayvanlar gibi, seslerini ne kadar
kullanırlarsa kullansınlar, ormandaki çığlıkları asla dilin
büyük zincirini meydana getirmezdi.
Klasik çağda, dilin ham varlığı —sorgulamamazı icra et
34 Logûfue de PortRoyal, s. 106107.
35 Condillac, Grammaire, s. 115.
36 Logûjue de PortRoyal, s. 107. Krş., Condillac, Grammaire, s. 132134,
IX)rigtne des Connaissances'ta., fiilin tarihi biraz farklı bir şekilde çözümlen
miştir, ama işlevi konusunda aynı durum söz konusu değildir. D. Thiebault,
Grammaire Philosophiaue, s. 216, c. I, Paris, 1802.
Konuşmak
151
mek üzere, dünyaya bırakılmış olan şu işaretler kitlesi si
linmiş, ama dil kullanılması daha güç yeni ilişkilerin varlı
ğına bağlanmıştır; bunları kavramak daha güçtür, çünkü
dil bu varlığı bir kelimeyle ifade etmekte ve ona kavuşmak
tadır; onu kendi içinden olumlamaktadır, ama eğer bu ke
lime önceden mümkün her söylemi desteklemezse, dil ola
rak var olamaz. Varlığı belirtme biçimi olmadan dil olmaz;
ama dil olmadan da, onun bir parçasından ibaret olan ol
mak fiili olmaz. Bu basit kelime, dil içinde temsil edilen
varlıktır, ama aynı zamanda dilin temsili varlığıdır da bu,
onun söylediği şeyi iddia etmesine olanak vererek, onu ha
ta veya doğru yapabilir kılmaktadır—. Bu açıdan, işaret et
tiklerine uygun, sadık, uyarlanmış olabilen, ama asla doğ
ru veya yanlış olmayan diğer bütün işaretlerden farklıdır.
Dil, işaretler sistemiyle işaret edilenin varlığı arasında köp
rü kuran bir kelimenin bu benzersiz gücü sayesinde, tepe
den tırnağa söylem'dir.
Pekâlâ, bu güç nereden gelmektedir? Ve kelimelerden
taşarak, cümleyi kuran bu anlam nedir? PortRoyal gramer
cileri, fiilin anlamının iddia etmek olduğunu söylüyorlardı.
Bu, onun mutlak ayrıcalığının dilin hangi bölgesinde oldu
ğunu işaret ediyor, ama neye ilişkin olduğunu hiç göster
miyordu. Bundan, olmak fiilinin iddia etmek fikrini içerdi
ğini anlamamak gerekir, çünkü bizatihi iddia etme kelime
si ile evet sözcüğü bu fikri aynı şekilde içermektedirler;37
öyleyse olmak fiili tarafından sağlanan, daha çok fikrin ile
ri sürülmesi olmaktadır. Fakat bir fikrin ileri sürülmesi,
acaba onun varlığının iddia edilmesi midir? Fiilin zaman
çeşitlemelerini kendi biçimi içinde toplamasının nedenle
rinden birini bu noktada bulan Bauzee böyle düşünmekte
dir: çünkü şeylerin özü değişmez, yalnızca varoluşları gö
zükür ve yok olur, sadece özün bir geçmişi ve bir geleceği
37 Krş., Logique de PortRoyal, s. 107 ve başrahip Girard, age, s. 56.
152
Kelimeler ve .Şeyler
vardır.38 Condillac buna, varoluşun şeylerden çekilip alına
bilmesinin nedeninin, bu varoluşun bir yükleminden baş
ka bir şey olmamasını eklemektedir; fiil, ölüm kadar, varlı
ğı da iddia edebilir. Fiilin iddia ettiği tek şey, iki temsilin
bir aradaki varlığıdır: örneğin yeşillik ile ağacın temsili, in
san ile varoluşun veya ölümün temsili; işte bu nedenden
ötürü, fiilin zamanı, şeylerin mutlağın içinde var oldukları
zaman değil de, şeylerin kendi aralarındaki eskilik veya
eşanlılıklanna ilişkin nispi bir sistemi işaret etmektedir.39
Nitekim, bir arada var olma, bizatihi şeyin bir yüklemi de
ğil de, temsilin bir biçiminden ibarettir: yeşil ile ağacın bir
likte var olduklarını söylemek, bunlann benim aldığım iz
lenimlerin hepsinde veya çoğunda birbirlerine bağlı olduk
larını söylemektir.
Öylesine ki, olmak fiili esas olarak, her dilin işaret et
tiği indirgeme işlevine sahip olacaktır. İşaretleri ona doğru
taşırdığı varlık, düşüncedeki varlıktan ne daha az ne de da
ha fazladır. Bir XVIII. yüzyıl sonu gramercisi, dili bir tab
loyla kıyaslayarak, adları biçimler, sıfatlan renkler ve fiili
de, bunlann üzerinde gözüktükleri tuval olarak tanımla
maktaydı. Kelimelerin çizimi ve parlaklığı tarafından tama
men örtülmüş, görünmeyen, ama dile resmini değerlendir
me yerini sağlayan tuval, fiilin işaret ettiği şey, sonuçta di
lin temsili karakteri, onun bağlantısının düşüncenin içinde
olduğu ve işaretlerin sınmm aşabilecek ve onlan hakikat
içinde kurabilecek yegâne kelimenin, bizatihi temsilin
kendinden başka bir şeye ulaşmadığıdır. Öylesine ki, fiilin
işlevi, bu işlevin tüm uzantısı boyunca kat ettiği dilin var
oluş tarzı tarafından belirlenmiş olmaktadır: konuşmak,
aynı anda hem işaretlerle temsil etmek, hem işaretlere fiil
tarafından komuta edilen sentetik bir biçim vermektir.
38 Bauzee, Grammaire Gtntrale, I, s. 426 vd.
39 Condillac, Grammaire, s. 185186.
Konuşmak
153
Destutt'ün dediği gibi, fiil yüklemdir bütün yüklemlerin
dayanağı ve biçimidir: "olmak fiili bütün cümlelerde bulu
nur, çünkü bir şeyin... olduğunu söylemeden, şu veya bu
şekilde olduğunu söylemek mümkün değildir. Ama bütün
cümlelerde yer alan şu dir (Fransızcada est [dir] ayrı bir ke
limedir) kelimesi, buralarda hep yüklemin bir bölümünü
meydana getirir, her zaman bu yüklemin başı ve tabanıdır,
genel ve ortak yüklemdir."40
Fiilin işlevinin bu noktaya geldikten sonra, üniter ge
nel gramer alanının yok olmasından sonra, artık ancak çö
zülebilir nitelikte olduğu görülmektedir. Saf gramatikal
unsur boyutu serbestliğine kavuşturulunca, cümle artık
sentaksın bir biriminden başka bir şey olmayacaktır. Fnl
orada, diğer kelimelerin arasında, kendine özgü uyum, bü
külme ve tümleç sistemiyle birlikte yer alacaktır. Ve diğer
uçta, dilin dışa vurma gücü, gramerden daha eski olan,
özerk bir sorunun içinde yeniden ortaya çıkacaktır. Ve dil,
XIX. yüzyılın tümü boyunca, fiil'in esrarlı doğası içinde
sorgulanacaktır: fiilin varlığa daha yakın olduğu, onu ad
landırmaya, aktarmaya veya onun temel anlamını belirtme
ye, onu tamamen aşikâr kalmaya ehil olduğu yerde. Varlık
ile dilin ilişkileri karşısındaki bu şaşkınlık, Hegel'den Mal
larme'ye kadar, fiilin gramatikal işlevlerin türdeş düzenine
yeniden dahil edilmesini tereddütlü kılacaktır.
IV EKLEMLEŞME
Yüklem ve iddia karması, söylemin kökten ve birincil ko
nuşma olabilirliğiyle kesişmesi olan olmak fiili, cümlenin
ilk ve en başat değişmez unsurunu tanımlamaktadır. Onun
her iki yanında bazı unsurlar yer almaktadır: söylemin ve
ya *söylev"in kısımları. Bu alanlar henüz kayıtsızdırlar ve
40 Destutt de Tracy, Elementi..., c. II, s. 64.
154
Kelimeler ve Şeyler
yalnızca varlığı işaret eden ince, adeta fark edilmez nitelik
teki ve merkezi figür tarafından belirlenmektedirler; bu
"yargılayıcının etrafında sanki yargılanacak şeylermişçesi
ne işlev görmektedirler (judicat) judicande ve yargılanan
şey. 41 Bu saf önerme aracı nasıl ayrı cümleler haline dö
nüştürülebilir? Söylem, bir temsilin bütün içeriğini nasıl
ifade edebilir?
Temsilin içinde verilmiş olan şeyleri kısım be kısım ad
landıran kelimelerden meydana geldiği için.
Kelime işaret eder, yani kendi doğası içinde addır. Özel
addır, çünkü belli bir temsile yöneliktir ve bundan başka
hiçbirine yönelik değildir. Öylesine ki, adlar fiilin tekdüze
liğinin bu da yüklemin evrensel ilanından başka bir şey
değildir sonsuz bir kaynaşma içindedirler. Ne kadar ad
landırılacak şey varsa, o kadar ad olmak zorundadır. Fakat,
bu durumda, her ad işaret ettiği tek temsile öylesine bağla
nacaktır ki, en ufak bir yüklemi bile formüle etmek olanak
sız hale gelecektir ve dil kendi kendinin altına düşecektir:
"eğer ad olarak yalnızca özel adlara sahip olsaydık, onları
sonsuza kadar çoğaltmak gerekirdi. Çokluğu hafızayı aşırı
yükleyecek olan bu kelimeler, tanıdığımız nesnelere ilişkin
hiçbir düzen getirmeyecek ve bunun sonucu olarak fikirle
rimiz de düzensiz kalacak ve bütün söylemlerimiz büyük
bir karışıklık içinde olacaktır."42 Adlar, eğer yüklem ve ad
dan birinin (en azından yüklem), birçok temsile ortak ba
zı unsurları işaret etmesi halinde, cümlenin içinde işlev gö
rebilirler ve yüklem olabilirler. Adın genelliği, söylemin
bölümlerine olduğu kadar, varlığın cümle biçiminde işaret
edilmesi için de gereklidir.
Bu genellik iki biçimde kazanılabilir. Ya aralarında ba
zı özdeşlikler bulunan bireyleri gruplandınp farklı olanları
41 U. Domergue, age, s. 11.
42 Condıllac, Grammcure, s. 152.
Konuşmak
155
ayıran yatay bir eklemleşmeyle, bu durumda giderek geniş
leyen (ve sayısı giderek azalan) grupların ardışık genelliği
ni meydana getirir; aynı zamanda, bunlan yeni ayırımlarla
altbölümlere bölebilir ve bir parçasını oluşturduğu özel ada
ulaşabilir;43 bütün bağlantı ve bağlılıklar dil tarafından
kapsanmış olmakta ve bu noktaların her biri burada kendi
adıyla yer almaktadır; dil, bireyden türe, sonra türden cin
se ve sınıfa, artan genellikler alanında tam olarak eklemleş
mektedir; dildeki bu tasnif işlevini ortaya çıkaranlar adlar
dır: bir hayvan, bir dört ayaklı, bir köpek, uzun tüylü bir
köpek denilmektedir.44 Ya da dikey bir eklemleşmeyle bi
rincisine bağlı, çünkü bunlar birbirleri için vazgeçilmez ni
teliktedirler; bu ikinci eklemleşme, kendiliklerinden
ayakta duran şeylerle asla bağımsız durumda olamayanları
değişmeler, çizgiler, kazalar veya karakterler— birbirlerin
den ayırmaktadır: özleri derinlemesine, nitelikleri yüzey
de; bir kopukluk Adam Smith'in dediği üzere, bu metafi
zik 45 , temsilin içinde kendiliğinden var olamayacak her
şeyi işaret eden sıfatların söylem içindeki varlığı tarafından
açık edilmektedir. Dilin ilk eklemleşmesi (söylemin parça
sı olduğu kadar, koşulu da olan olmak fiili bir yana bırakı
lırsa), böylece iki dik eksene göre yapılmaktadır: bunlar
dan biri bireyden genele diğeri de özden niteliğe gitmekte
dir. Bunların kesişme noktasında cins ad yer almaktadır;
uçların birinde özel ad diğerinde sıfat bulunmaktadır.
Fakat bu iki temsil tipi, kelimeleri birbirlerinden an
cak temsilin bu aynı modele göre çözümlendiği ölçüde
ayırmaktadır. PortRoyal yazarlarının söyledikleri üzere,
"şeyleri işaret eden kelimelere ad denir; dünya, güneş gibi.
Hem tavırları hem de bunlara uygun düzen özneyi işaret
43 age, s. 155.
44 age, s. 153. Aynca Bkz. A. Smith, op. cit., s. 408410.
45 age, s. 410.
156
Kelimeler ve Şeyler
edenlere sıfat adlar denir, iyi, doğru, yuvarlak gibi."46 An
cak, dilin eklemleşmesiyle, temsilin eklemleşmesi arasında
bir oyun vardır. "Beyazlık"tan söz edildiğinde işaret edilen
bir niteliktir, ama bu nitelik bir adla işaret edilmektedir:
"insanlardan (Fransızcada "humains*: insaniler) söz edil
diğinde, varlıklarını kendiliklerinden sürdüren bireyleri
işaret etmek üzere bir sıfat kullanılmaktadır. Bu kayma, di
lin temsilinkinden başka yasalara uyduğunu işaret etme
mektedir; bunun tersine, kendi kendiyle ve kendine özgü
kalınlığı içinde, temsilinkilerle özdeş ilişkilere sahip oldu
ğunu göstermektedir. Fiili durumda ikiye katlanmış bir
temsil değil midir ve temsilin unsurlarıyla, yalnızca onu
temsil etme işlev ve anlamına sahip olmasına rağmen, bi
rincisinden ayn bir temsile bileştirme gücüne sahip değil
midir? Eğer söylem, bir değişmeyi işaret eden sıfatı eline
geçirir ve onu cümlenin içinde, bizatihi önermenin özü ha
line getirirse, bu durumda sıfat ad haline gelir; bunun ter
sine, cümlenin içinde bir kazaymış gibi davranan ad ise sı
fat haline gelir, ama geçmişte olduğu gibi, özleri işaret et
meye devam eder. "Çünkü öz kendiliğinden devam eden
şeydir, hâlâ kazaları işaret etmeye devam etseler bile, cüm
le içinde kendiliklerinden süren her kelimeye suhstantif de
nilir. Ve bunun tersine, özleri işaret eden kelimeler, söylem
içindeki işaret etme tarzları gereği başka adlara bağlanmak
zorunda kaldıklarında, sıfat adını alırlar."47 Cümlenin un
surları, aralannda, temsilinkiyle özdeş ilişkilere sahipler
dir, fakat bu özdeşlik, her özün bir suhstantif ve her kaza
nın da bir sıfatla karşılanacağı şekilde, noktası noktasına
sağlanmamıştır. Bütünsel ve doğaya ilişkin bir özdeşlik söz
konusudur cümle (önerme) bir temsildir; onunla aynı
tarzda eklemleşir; ama söylem haline dönüştürdüğü temsi
46 Logique de PortRolay, s. 101.
47 age, s. 5960.
Konuşmak
157
li şu veya bu şekilde eklemleştirme gücü ona aittir. Bizati
hi kendi olarak, aynı anda hem söylem serbestisini, hem de
dillerin farklılığını oluşturan bir kayma olabilirliğiyle bir
likte, bir başkasına eklemleşen bir temsildir.
Eklemleşmenin birinci tabakası böyledir: en yüzeyseli,
en azından en aşikâr olanı. Bu andan itibaren, her şey söy
lem haline gelebilir. Fakat henüz pek çeşitlenmemiş bir dil
de: adları birleştirmek üzere henüz olmak fiilinin tekdüze
liğinden ve yüklem verici işlevinden başka bir şeye sahip
olunmamak tadır. Oysa, temsilin unsurları koskoca bir kar
maşık ilişkiler şebekesine göre (ardışıklık, tabiyet, sonucu
olmak) eklemleşirler; dilin gerçekten temsili olabilmesi
için, bunların dile aktarılmaları gerekmektedir. Bu neden
le, adlarla fiillerin arasında tedavül eden bütün kelimele
rin, hecelerin, hatta harflerin, PortRoycd'in "eklenti" adını
verdiği bu fikirleri işaret etmeleri gerekir;48 edatlar ve bağ
laçlar gerekir; özdeşlik veya uyum ilişkileriyle bağımlılık
veya tümleç ilişkilerini işaret eden sentaks işaretleri gere
kir:49 çoğul ve cins işaretleri, çekim durumları; nihayet,
cins adları işaret ettikleri bireylere indirgeyen kelimeler ge
rekir Lemercier'nin "somutlaştmcılar" veya "soyutluğu
yok ediciler" adını verdiği şu tanımlıklar veya şu işaret sı
fatlan—.50 Böylesine bir kelime toz bulutu, adın (substanüj
veya sıfat) birliğinin altında kalan bir eklemleşme oluştur
maktadır; bu eklemleşme, cümlenin (önermenin) çıplak
biçimi tarafından talep edilen şekildedir: bunlardan hiçbi
ri, onun önünde ve soyutlanmış halde, sabit ve belirlenmiş
olarak temsili bir içeriğe sahip değildir; bunlar başka keli
melere bir kez bağlanınca, artık eklenti olsa bile hiçbir
fikri kapsamamaktadırlar; adlar ve fiiller "mutlak anlam
48 age, s. 101.
49 Duclos, Commentaire d la Grammmaire de PortRoyal, s. 213, Paris, 1754.
50 J.B. Lemercier, Littre sur la Possibiliti de Faire de la Grammaire un Art
Science, s. 6265, Paris, 1806.
158
Kelimeler ve Şeyler
işaret ediciler" iken, bunlar ancak nispi bir anlam işareti ol
maktadırlar.51 Hiç kuşkusuz, temsile hitap etmektedirler;
bu temsilin kendini çözümlerken, kendi ilişkilerinin iç şe
bekesinin görülmesine izin verdiği ölçüde var olmaktadır
lar; ama bu ilişkilerde ancak, mensup oldukları gramatikal
bütünün içinde değere sahiptirler. Dilin içinde yeni bir
karma doğası olan bir eklemleşme kurmaktadırlar; bu ek
lemleşme hem temsili hem de gramatikaldir ve bu iki dü
zenden hiçbiri diğerinin üzerine tam kapanamamaktadır.
İşte cümle artık, önermenin (eski anlamdaki cümle)
geniş figürlerinden daha ince kesimli sentaks unsurlarıyla
dolmaktadır. Bu yeni kesim, genel grameri bir tercih zo
runluğuyla karşı karşıya bırakmıştır: ya çözümleme adsal
biçimin altında sürdürülecek ve bu birimi oluşturan an
lamsız unsurlar anlamdan önce açığa çıkartılacaktır, ya da
geriye yönelik bir girişimle, bu adsal birim indirgenecek,
onun için daha kısıtlı olgular kabul edilecek ve onun tem
sil etkinliği tam kelimelerin altında, kelime parçalarının,
hecelerin, hatta harflerin içinde bulunacaktır. Bu olanaklar,
diller teorisinin nesne olarak söylemi ve onun temsili de
ğerlerinin çözümlenmesini seçer seçmez sunulmuşlardır
daha da fazlası: hükmedilmişlerdir. Bu olanaklar, XVIII.
yüzyıl gramerini bölümlere ayıran hezeyan noktası'm belir
lemektedirler.
Harris, "her işaret etme eyleminin, tıpkı beden gibi,
sonsuz sayıda başka işaretlere bölündüğünü ve bunların
her birinin de sonsuza kadar bölünür olduğunu varsaya
lım. Bu saçmalık olacaktır; öyleyse, hiçbir parçası hiçbir
şey işaret edemeyen anlamlı seslerin olduğunu mecburen
kabul etmek gerekmektedir"52 demektedir, işaret etme ye
teneği, kelimelerin temsili değerleri çözülür çözülmez ve
51 Harris, Hrnnes, s. 3031. Ayrıca Bkz. A. Smith, age, s. 408409.
52 age, s. 37.
Konuşmak
159
ya askıya alınır alınmaz kaybolmaktadır: düşünceyle ek
lemleşmeyen ve bağlantıları söyleminkine indirgenemeyen
malzemeler, bağımsızlıkları içinde ortaya çıkmaktadırlar.
Uyuşmalara, tümleçlere, bükülmelere, hecelere ve seslere
özgü bir "mekanik" vardır ve hiçbir temsili değer bu meka
nik hakkında bilgi veremez. Dili, şu yavaş yavaş gelişen
makineler gibi ele almak gerekir:53 cümle en basit biçimi
içinde, tek bir özne, tek bir fiil ve tek bir yüklemden olu
şan ve her cins yeni anlam ilavesi, yeni ve tam bir önerme
gerektirir; bu da makinelerin en ilkellerinin, organlarının
her biri için farklı hareket ilkeleri gerektirmesi gibi bir du
rumdur. Fakat bunlar geliştikçe, bütün organlannı tek ve
aynı ilkeye tabi kılarlar, bu durumda bu organlar, artık ara
cılardan, aktarım araçlarından, uygulama noktalanndan
ibaret hale gelmişlerdir; diller gelişirlerken, kendiliklerin
den bir temsil değerine sahip olmayan ama bu temsili be
lirginleştirmek, onun unsurlannı birbirine bağlamak, onun
o anki belirlemelerini işaret etmek rolüne sahip olan gra
matikal organlar aracılığıyla, bir cümlenin anlamını akta
rırlar. Tek bir cümlede ve tek bir keresinde, öznefiilyük
lem dizisinin içine giren, ama bu kadar geniş bir ayınm
içinde kuşatılmaları mümkün olmayan zaman, sonuç, sa
hiplik, yer ilişkilerini işaret etmek mümkün olmaktadır.
Bauzee'den itibaren54 tümleç ve bağlılık teorilerinin kazan
dığı önem buradan kaynaklanmaktadır. PortRoyal döne
minde sentaksın rolünün artması da buradan kaynaklan
maktadır; sentaks daha önceleri inşa ve kelimelerin düze
niyle, yani cümlenin iç cereyan edişiyle özdeşleştirilmiş
ti;55 Sicard ile birlikte bağımsız hale gelmiştir: "her kelime
ye kendine özgü biçimini hükmeden odur."56 Ve böylece,
53 Smith, age, s. 430431.
54 Bauzee, grammaire Genefale'de, "compl&ment" (tamlama) terimini ilk kez
kullanmıştır.
55 Logioue de PortRoyal, s. 117 vd.
160
Kelimeler ve Şeyler
gramatikal unsurun yüzyılın sonunda, Sylvestre de Saci, Si
card ile birlikte bu işi ilk yapan kişi olarak, önermenin
mantıksal çözümlenmesi ile cümlenin gramatikal çözüm
lenmesini birbirlerinden ayırdığı zaman tam olarak tanım
landığı haliyle, taslağı ortaya çıkmaya başlamaktadır.57
Söylemin gramerin konusu olarak kaldığı sürece, bu
türden çözümlemelerin neden boşlukta kaldığı anlaşılmak
tadır; temsili değerlerin toz haline geldikleri bir eklemleş
me tabakasına ulaşıldığı ânda, gramerin öteki yakasına, ya
ni örf ve tarihin alanı olan tarafa geçilmekteydi sentaks
XVIII. yüzyılda, her halkın âdetlerinin fantezileri içinde
sergilendikleri keyfiliğin alam olarak kabul edilmektey
di. 58
Bu çözümlemeler, XVIII. yüzyılda her halü kârda, ile
ride filoloji olacak şeyin dış çerçevesi değil de, bir tercihin
ayrıcalığı olmayan dalı olan, soyut olabilirliklerden başka
bir şey değillerdi. Bunun karşısında aynı hezeyan noktasın
dan hareketle, bizim ve XIX. yüzyıldan beri inşa ettiğimiz
dilbilimi için değerden yoksun olan, ama o tarihlerde söy
lemin içindeki sözel işaretlerin tüm çözümlemesini elde
tutmaya izin veren bir düşüncenin geliştiği görülmektedir.
Ve bu bilim, bu tam kapsayışıyla, bilginin pozitif figürleri
nin arasında yer almaktaydı. Fazlasıyla gevşek cümle çö
zümlemesinin parmaklıklarının arasından geçmelerine izin
verdiği şu kelimelerin, şu hecelerin, şu bükülmelerin için
de kapsandığma ve gizlendiğine inanılan karanlık adsal iş
lev araştırılmaktaydı. Bunun anlamı, PortRoyal yazarları
nın fark ettikleri üzere, bağlantının bütün parçacıklarının
belli bir içeriğinin olmasıydı, çünkü bunlar nesnelerin bir
birlerine bağlanma ve bizim temsillerimiz içindeki zincir
56 Başrahip Sicard, age, c. II, s. 2.
57 Sylverstre de Saci, Prirıripes de Grammaire Gtntrale, 1799; ayrıca, U.
Domergue, age, s. 2930.
58 Örnek olarak Bkz. başrahip Girard, age, s. 8283.
Konuşmak
161
lenme tarzını tesil etmekteydiler.59 Bunların, tıpkı diğerle
ri gibi ad oldukları kabul edilemez mi? Fakat bunlar, nes
neleri ikame etmek yerine insanların onları işaret ettikleri
veya onların bağ ve ardışıklıklarını taklit ettikleri jestlerin
yerine geçmişlerdir.60 Ya kendi öz anlamlarım yavaş yavaş
kaybeden (nitekim, bu öz anlam her zaman görünür nite
likte değildi, çünkü okuyucunun jestlerine, bedenine ve
konumuna bağlıydı) ya da istikrarlı bir destek bulduğu ve
bunun karşılığında onlara koskoca bir değişmeler sistemi
sağladığı diğer kelimelerle bütünleşenler bu kelimelerdi 61
Öylesine ki, hangi türden olurlarsa olsunlar, bütün kelime
ler uyku halindeki adlardır: fiiller, sıfat adları, olmak fiili
ne bağlanmışlardır; bağlaçlar ve edatlar artık hareketsiz
olan jestlerin adlarıdırlar; ad çekimleri ve fiil çekimleri
emilmiş adlardan başka bir şey değillerdir. Kelimeler şimdi
açılabilirler ve kendilerine bırakılmış olan bütün adların
uçuşunu serbest bırakabilirler. Le Bel'in çözümlemenin te
mel ilkesi olarak dediği gibi, "parçaları bir araya getirilme
den önce ayrı ayrı var olmamış bir araya getirilme yok
tur,"62 bu önerme, onun bütün kelimeleri, unutulmuş eski
adların nihayet yeniden ortaya çıktıkları hecesel unsurlara
indirgeme olanağını vermekteydi olmak fiilinin yanı sıra
var olabilme olanağına sahip olmuş olan yegâne sözcükler:
örneğin Romulus,63 Roma ve moliri'âen (kurmak; ve Roma
da, gücü (Robur) işaret eden Ro'dan ve ihtişamı (magnus)
belirten Ma'dan gelmektedir. Thiebault da aynı şekilde,
"terk etmek"(abandonner) fiilinin içinde, uyku halindeki
üç anlamı keşfetmektedir: "bir şeyin başka bir şeye eğilimi
veya yönelimi fikrini sunan" a; "toplumsal bünyenin topla
59
60
61
62
63
Logiaue de PortRoyal, s. 59.
Batteux, age, s. 2324.
age, s. 2428.
Le Bel, Anatomie de la Langue Latine, s. 24, Paris, 1764.
age, s. 8.
162
Kelimeler ve peyler
mı fikrini veren" ban; ve "bir şeyin onun aracılığıyla bıra
kıldığı eylemi" işaret eden do. 64
Ve eğer hecelerin altında, bizatihi harflere kadar ula
şılmak istenirse, burada da hâlâ ilkel bir adlandırmanın de
ğerleri devşirilecektir. Court de Gibelinln çok başanlı bir
şekilde uğraştığı ve ün kazandığı (ama çabucak da kaybet
tiği) iş bu olmuştur; "dudağın yapabileceği en kolay ve en
zevkli hareketler, insanın tanıdığı ilk varlıkları, onu çevre
leyen ve her şeyini borçlu olduğu varlıkları işaret etmeye
yarıyorlardı" (baba, anne, öpücük). Buna karşılık,"dudak
lar ne kadar hareketli ve esnekse, dişler de o kadar katıdır;
buradan gelen ses titreşimleri güçlü, sesli, gürültülüdür
ler... Diş teması aracılığıyla gürlenir (on tonne), çınlanır
(on retentit), sarsalamr (on itonne); davullar (tambours),
ziller (timbales), trompetler onun aracılığıyla işaret edilir.
Sesli harfler de tek başlarına olduklarında, kullanımın on
ları içine kapattığı bin yıllık adların sırnnı açığa çıkartabi
lirler: sahiplenme için A (avoir), varoluş (acistence) için E,
güç (puissance) için 1, şaşkınlık (itonnement) için O (gözle
rin yuvarlak hale gelmesi), nemlilik (humiditi) ve buna
bağlı olarak keyif durumu (humeur) için U. 65 Ve belki de,
tarihimizin en eski oyuğunda, sesli ve sessiz harfler, henüz
karışık iki gruba göre ayrılmış olarak, insan dilini eklem
leştirmiş olan tek iki kelime gibi bir araya gelmişlerdi: şen
şakrak sesli harfler tutkuları, kaba sessizler de ihtiyaçları
belirtiyorlardı.66 Kuzeyin takımlı dilleriyle gırtlaktan ge
len sesler, açlık ve soğuk ormanlarından çıkıyorlardı, ço
banların sabahleyin "pınarların saf billurlarından aşkın ilk
ateşleri çıktığında" karşılaşmalarından doğan, tamamen
seslilerden meydana gelen güney dilleri birbirlerinden ay
64 D. Thi^bault, age, s. 172173.
65 Court de Cebelin, Histoin Naturelle de la Parole, s. 96104,1816 yay.
66 Rousseau, age, s. 144151 ve 188192.
Konıifmak
163
nlabilir.
Dil, bütün kalınlığı içinde ve onu çığlıktan ilk kez ayı
ran en eski seslere varana kadar, temsil işlevini korumakta
dır; ve eklemleşmelerinin her birinde, zamanların derinli
ğinden beri hep adlandırmıştır. Bizzat kendi olarak, birbir
lerini örten, sıkıştıran, gizleyen, ama gene de en karmaşık
temsillerin çözümlenmesine veya bileşimine izin vermek
üzere birbirlerini destekleyen adlandırmaların muazzam
bir uğultusundan başka bir şey değildir. Cümlelerin içinde,
anlamın anlamsız hecelerin üzerinden sessiz bir destek alı
yora benzediği yerde, her zaman uyku halinde bir adlan
dırma, sesli duvarlarının içinde görülmeyen, ama gene de
bilinmez olan bir temsilin yansımasını kapalı tutan bir bi
çim vardır. XIX. yüzyıl filolojisi için, bu cins çözümleme
ler, kelimenin tam anlamıyla "ölü" olarak kalmışlardır, ama
Reveroni, SaintMarc, Fabre d'Olivet ve Oegger'nin zama
nında içrek ve mistik, sonra da Mallarmi, Roussel, Leiris
veya Portge ile birlikte kelimenin esrarı kitlesel varlığı için
de ortaya çıktığında, edebi olan koskoca bir dil deneyi için
böyle olmamıştır. Kelimeleri tahrip ederek ne gürültülerin,
ne de saf keyfi unsurların değil de, kendi sıraları geldiğin
de başkalarını serbest bırakarak yok olan kelimelerin yeni
den bulunduğu fikri, aynı anda bütün modern dilbilimleri
nin ve hem de dilin en karanlık ve en gerçek güçlerini
onun içine aktardığımız efsanelerin negatifidir. Bunun ne
deni herhalde, dilin keyfî olması ve hangi koşullarda an
lamlı olduğunun tanımlanması halinde bilim nesnesi hali
ne gelebilmesidir. Ama aynı zamanda kendinin ötesinde
konuşmaktan vazgeçmemesi, tükenmez yüklemlerin onun
içinde ulaşabildikleri en uzak yerlere nüfuz etmeleri, bizim
onun içinde, edebiyatın düğümlendiği şu sonsuz mırıltının
içinde konuşabilmemizdir de. Fakat, klasik çağda ilişki hiç
de aynı değildi; iki figür birbirlerini tam olarak örtüyorla
164
Kelimeler ve Şeyler
di: dilin genel önerme (cümle) biçimi içinde tamamen an
laşılabilmesi için, her kelimenin en küçük parçası içinde
özenli bir adlandırma olması gerekiyordu.
V. ADLANDIRMA
Fakat, "genelleştirilmiş adlandırma" teorisi, dilin ucunda,
şeylerle önermesel (cûmlesel) biçimden tamamen farklı bir
doğadan olan belli bir ilişki keşfetmektedir. Eğer dil niha
yette adlandırma, yani bir temsili ayağa kaldırma veya onu
sanki parmakla gösterme işlevine sahipse, yargı değil de,
işarettir. Jeylere bir işarede, bir notla, ortak bir figürle, işa
ret eden bir jestle bağlanır: bunlann hiçbirini bir vaaz iliş
kisine indirgemek mümkün değildir. İlk adlandırma ve ke
limelerin kökeni ilkesi, yargının biçimsel önceliğini denge
lemektedir. Sanki tüm eklemleşmeleri içinde sergilenmiş
dilin herbir yanında, sözel yüklem rolü içinde, olmak fiili
ve ilk adlandırma rolü içinde köken varmışçasına. Köken,
bir işaretin işaret edilerâ ikame etmesine, olmak fiili de bir
içeriği bir başkasıyla bağlamaya olanak verir. Ve böylece,
genel anlamdaki işarete temsili çözümleme gücüyle birlik
te verilmiş olan bağlantı ve ikame gibi iki işlev, zıtlıkları,
ama aynı zamanda karşılıklı aidiyetleri içinde yeniden bu
lunmaktadırlar.
Dilin kökenini gün ışığına çıkarmak, tamamen işaret
etme olduğu ilkel am yeniden bulmaktır. Ve buradan itiba
ren, hem onun keyfiliğini (çünkü işaret eden, gösterdiğin
den, yöneldiği nesnenin bir jesti kadar farklı olabilir) ve
adlandırdığıyla olan derin ilişkisini (çünkü herhangi bir
hece veya herhangi bir kelime, her zaman herhangi bir şe
yi işaret etmek için seçilmişlerdir) açıklamak zorunda
olunmaktadır. Birinci zorunluğa, eylem dilinin çözümlen
mesi, ikincisine köklerin incelenmesi karşılık vermektedir.
Konuşmak
165
Ama bunlar Cratyle'de açıklanan "doğa"yla ve doğanın da
"yasa"yla olduğundaki gibi zıtlaşmamaktadırlar; bunlar
bunun tamamen tersine, birbirleri için mutlaka gereklidir
ler, çünkü birincisi işaretin işaret edilenin yerine ikame
edilmesini fark etmekte ve ikincisi de bu işaretin sürekli
işaret etme gücünü meşrulaştırmaktadır.
Eylem dilini konuşan bedendir; ancak bu daha işin ba
şında verilmiş değildir. Doğanın izin verdiği şey, insanın
yalnızca içinde bulunduğu çeşitli durumlarda jestler yapa
bilmesidir; yüzü hareketlerle kıpırdanıp durmaktadır; ek
lemleşmemiş çığlıklar atmaktadır yani "ne dile ne de du
daklara temas etmeden çıkartılan sesler"—.67 Bütün bunlar
henüz ne dil, hatta ne işaret ama, hayvansallığımızın etkisi
ve devamıdır. Bu aşikâr çalkantı evrenseldir, çünkü yalnız
ca organlanmızdaki yapı bozukluğuna bağımlıdır. Buna
bağlı olarak, insan kendinde ve arkadaşlarında bunun öz
deş olduğunu fark edebilir. Böylece, başka birinde duydu
ğu bağırış, onun çehresinde fark ettiği yüz buruşturma ile,
kendi bağırtılarına ve hareketlerine defalarca eşlik etmiş
olan aynı temsilleri özdeşleştirebilir. Bu mimiği, diğerinin
düşüncesinin damgası ve ikamesi olarak kabul edebilir. Bir
işaret gibi. Anlama başlamaktadır. Bunun karşılığında, işa
ret haline gelmiş olan bu mimiği, kendinde uyanan fikri şu
veya bu jeste veya sese ortak kılmış olan duyuları, ihtiyaç
ları, acıları muhataplarında uyandırmak üzere kullanabilir:
başkasının karşısında ve bir nesnenin doğrultusunda
amaçlı olarak yapılan bir haykırma, saf ünlem. 68 Üzerinde
anlaşma sağlanmış işaret kullanımıyla (daha şimdiden ifa
de), dil gibi bir şey doğmaktadır.
Condillac ve Destutt'te ortak olan bu çözümlemelerle,
67 Condillac, Grammain, s. 8.
68 Söylemin bütün kesimleri bu durumda, bu başlangıç ünleminin bölünmüş
ve bir araya getirilmiş parçalarından ibaret olacaklardır, Destutt de Tracy,
Elementi..., c. II, s. 75.
166
Kelimeler ve peyler
eylem dilinin bir oluşumu aracılığıyla, konuşmayı doğaya
bağladığı görülmektedir. Ama bu onun köklerini oraya sal
maktan daha çok, onu oradan koparmak üzere yapılmak
tadır. Dilin çığlıkla olan silinmez farklılığını vurgulamak ve
onun yapay yanını oluşturan şeyi ihdas etmek üzere. Ey
lem bedenin basitbir uzantısı olarak kaldığı sürece, hiçbir
konuşabilme gücüne sahip değildir. Dil haline gelmektedir,
ama belirti ve karmaşık işlemlerin sonunda: bir ilişkiler
benzeşiminin işaretlere dökülmesi (başkasının bağınşı ile
hissettiği arasındaki —bilinmeyen benzeşim, benim bağırı
şımla açlığım veya öfkem arasındaki benzeşimin aynıdır);
zamanın tersine çevrilmesi ve işaretin iradi olarak, işaret
ettiği temsilden önce kullanılması (bana çığlık attıracak
kadar güçlü bir açlık duygusunun hissedilmesinden önce,
bu duyguya ortak olan bağırışı yapıyorum); nihayet, diğe
rinde bağrışa veya jeste tekabül eden temsili uyandırma
amacı (ama şu özellikle birlikte: bir çığlık atarken, açlık
duyusunu uyandırmıyor ve bunu yapmayı düşünmüyo
rum, amacım bu işaret ile benim kendi yemek yeme arzum
arasındaki ilişkinin temsilidir). Dil ancak bu birbirine do
lanmışhk taban üzerinde mümkündür. Doğal bir anlama
veya ifade hareketi üzerine değil de, işaretlerin ve temsille
rin tersine döndürülebilir ve çözümlenebilir ilişkilerine da
yanmaktadır. Dil, temsil dışa yöneldiğinde değil de, üzerin
de anlaşmaya varılmış bir şekilde, bir işareti kendinden ko
parıp, kendini ona temsil ettirdiğinde vardır. Demek ki in
san, bütün çevresinde, tıpkı her biri keşfedilmesi gereken
sessiz sözler gibi olan ve yeniden duyulabilir hale getiril
meyi bekliyormuş gibi duran işaretleri konuşan özne ola
rak ve çoktan oluşmuş bir dilin içinde keşfetmemektedir;
çünkü temsil kendine işaretler vermekte, kelimeler doğa
bilmekte ve onlarla birlikte, sesli işaretlerin nihai örgütlen
mesinden başka bir şey olmayan bütün bir dil ortaya çık
Konuşmak
167
maktadır. "Eylem dili" adına rağmen, dili eylemden ayıran
indirgenemez işaretler şebekesini açığa çıkarmaktadır.
Ve böylece yapaylığım, doğası olarak ihdas etmektedir,
tünkü bu eylem dilini meydana getiren unsurlar (sesler,
jestler, yüz buruşturmalar) doğa tarafından birbiri peşi sıra
sunulmuşlardır, ama bunların çoğu, işaret ettikleriye hiçbir
içerik özdeşliğine sahip olmayıp, özellikle eşanlıkk ve ardı
şıklık ilişkilerine sahiplerdir. Çığlık korkuya, uzatılan el de
açlığa benzememektedir. Üzerlerinde anlaşmaya varıldık
tan sonra, bu işaretler "fantezisiz ve kaprissiz"69 olacaklar
dır, çünkü bunların hepsi, bir kerede ebediyen geçerli ol
mak üzere, doğa tarafından ihdas edilmişlerdir; ama işaret
ettiklerinin doğasını ifade etmeyeceklerdir, çünkü hiç de
onun imgesinde değillerdir. Ve insanlar buradan itibaren,
anlaşmaya dayalı bir dil kurabilirler, şimdi, ilklerini çö
zümleyen ve bileştiren yenilerini saptayabilecek kadar, şey
leri işaret eden işarete sahiptirler. Eşitsizliğin Kaynağı Üze
rine Söylevinde,70 Rousseau hiçbir dilin insanlar arasında
ki bir anlaşmaya dayanamayacağını, çünkü bunun zaten
bilinen ve uygulanan bir dili gerektirdiğini, öyleyse dilin
insanlar tarafından kurulduğunun değil de, ona maruz ka
lındığının düşünülmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Fiili
durumda, eylem dili bu zorunluğu teyit etmekte ve bu var
sayımı işe yaramaz kılmaktadır. İnsan doğadan, işaret ya
pacak şeyleri almaktadır ve bu işaretler ona önce, muhafa
za edecekleri, onlara tanınacak değerleri, uygulama kural
larını seçmek üzere diğer insanlarla anlaşma konusunda
hizmet etmektedirler; bunlar daha sonra, birine ilerin örne
ğine uygun olarak yeni işaretlerin oluşturulmasında işe ya
ramaktadırlar. İlk anlaşma biçimi, sesli işaretlerin (uzaktan
69 Condillac, Grammaire, s. 10.
70 Rousseau, Discoun sur VOriğme de Vlnigaliti, krş., Condillac, Grammaire, s.
27, da. 1.
168
Kelimeler ve Şeyler
tanınmaları daha kolaydır ve geceleri yalnızca bunlar kul
lanılabilir); ikinci anlaşma ise, henüz belirlenmemiş tem
silleri işaret etmek üzere, komşu temsilleri gösteren seslere
yakın olan sesleri işaret etmeye ilişkindir. Böylece, eylem
dilini veya hiç değilse onun sesli kesimini yanlara doğru
genişleten bir benzeştirmeler dizisiyle, asıl anlamıyla dil
doğmaktadır: bu dil eylem diline benzemektedir ve "anla
şılmasını bu benzerlik kolaylaştıracaktır. Buna benzeşme
denilmektedir... Yasayı oluşturan benzeşmenin, işaretleri
rastlantısal veya keyfi bir şekilde seçmemize izin vermedi
ğini görüyorsunuz." 71
Dilin eylem dilinden hareketle oluşması, doğanın tak
lidi ile keyfi anlaşma arasındaki alternatifin tamamen dı
şında kalmaktadır. Doğanın olduğu yerde —bedenimiz bo
yunca, kendiliğinden ortaya çıkan işaretlerin içinde—, hiç
bir benzerlik yoktur; ve benzerliklerin kullanımının oldu
ğu yerde, insanlar arasında iradi anlaşma bir kez kurul
muştur. Doğa, farklılıkları çakıştırır ve onları zorla birbiri
ne bağlar; düşünce benzerlikleri keşfeder, onları çözümler
ve geliştin}'. İlk aşama yapaylığa izin verir, ama bunu bütün
insanlara özdeş bir biçimde dayatılan bir malzemeyle ya
par; ikinci aşama keyfiliği dışlar, ana çözümlemeye, bütün
insanlarda ve bütün halklarda tam olarak çakıştmlabilir ni
telikte olmayacak yollar açar. Doğa yasası, kelimelerin ve
şeylerin farklılığıdır dil ile onun altında yer alan ve onun
işaret etmekle yükümlü olduğu şey arasındaki dikey payla
şım—; anlaşmaların kuralı, kelimelerin birbirlerine benzer
liği, kelimeleri birbirlerinden hareketle oluşturan ve onları
sonsuza kadar yayan büyük yatay şebekedir.
Bu durumda, kökler teorisinin neden eylem dili çö
zümlemesini hiçbir şekilde reddetmediği ve onun içine
tam bir şekilde yerleştiği anlaşılmaktadır. Kökler, birçok
71 Condillac, Grammaire, s. 1112.
Konuşmak
169
dilde özdeş bir şekilde belki de hepsinde bulunan ilkel
kelimelerdir; bunlar doğa tarafından gayri iradi çığlıklar
olarak dayatılmışlar ve eylem dili tarafından kendiliğinden
kullanılmışlardır. İnsanlar bunlara kendi anlaşmaya dayalı
dillerinde yer vermek üzere, onları burada aramışlardır. Ve
eğer bütün iklimlerdeler tüm halklar, dil malzemelerinin
arasında bu ilkel seslilikleri seçtilerse, bunun nedeni, bura
da işaret edilen nesneyle bir benzerliğe veya onu benzer bir
nesneye uygulama olanağını keşfetmiş olmalarıydı ama
ikincil ve düşünceye dayalı bir tarzda. Kökün, adlandırdı
ğı şeye olan benzerliği, sözel işaret değerine ancak, insan
ları birleştiren ve onların eylem dilini bir dil halinde kura
la bağlayan anlaşma sayesinde kavuşmaktadır. İşaretler
temsilin içinde, işaret ettiklerinin doğasıyla işte böyle bir
leşmektedirler (sözcüklerin ilkel haznesi, kendini bütün
dillerde böyle dayatmaktadır).
Kökler birçok biçimde oluşabilirler. Tabii ki kendili
ğinden ifade değil de, benzeyen bir işaretin iradi eklemleş
mesi olan doğadaki seslerin taklidi (onomatopee): "adlandı
rılmak istenilen nesnenin çıkardığı gürültünün aynını ken
di sesiyle yapmak."72 Duyular içinde hissedilen bir benzer
liğin kullanılmasıyla: "Görünüşü canlı, hızlı, katı olan kır
mızı rengin izlenimi, işitme duygusu üzerinde benzer bir
izlenim yaratan R sesiyle (Fransızcada kırmızı: rouge) çok
iyi aktarılacaktır."73 Ses organlarına, işaret edilmek isteni
lenlerinkine benzeyen hareketleri dayatarak: "bu duruma
geçmiş organın biçim ve doğal hareketinden kaynaklanan
ses, böylece nesnenin adı haline gelecektir": bir cismin bir
başkasına sürtünmesini işaret etmek üzere, gırtlak temiz
lenmesi sesi çıkartılacaktır; boğaz içbükey bir yüzeyi işaret
72 De Brosses, age, s. 9.
73 Başrahip Copineau, Essat Syntheüaue sur LOrigine et la Formation des
Langues, s. 3435, Paris, 1774.
170
Kelimeler ve Şeyler
etmek üzere, içsel olarak oyulmaktadır.74 Nihayet, bir or
ganı işaret etmek üzere, onun doğal olarak çıkardığı sesle
ri kullanarak: ghen eklemleşmesi, gırtlağın (gorge) kaynak
landığı adı vermiştir ve dişleri (dents) ifade etmek üzere diş
seslerinden (d ve t) yararlanılmaktadır.75 Benzerliğin, bu
anlaşmaya dayalı eklemleşmeleriyle, her dil kendi ilkel
kökleri üzerinde yeni oyunlar oynayabilir. Bu kısıtlı bir
oyundur, çünkü bu köklerin hemen hepsi tek hecelidir ve
sayılan çok azdır Bergier'nin hesaplanna göre, İbrani dili
için iki yüz tane—;76 eğer bunların birçok dilde ortak ol
dukları (ihdas ettikleri şu benzerlik ilişkilerinden ötürü)
düşünülecek olursa, daha da kısıtlıdırlar: de Brosses bunla
rın, bütün Avrupa ve Doğu lehçeleri için "bir mektup kâğı
dım bile dolduramayacak" kadar olduklarını düşünmekte
dir. Ama her dil, kendi özgünlüğü içinde, bunlardan hare
ketle oluşmuştur: "gelişmeleri müthiştir. Bir tohumdan bü
yük bir ağacın oluşarak, yeni sürgünlerle koskoca bir or
mana can vermesi gibi."77
Dil şimdi, kendi soy zincirinin içinde serpilebilir. De
Brosses'un "Evrensel Arkeoloji" adım verdiği, sürekli bir
akrabalık mekânı içinde sergilemek istediği odur.78 Bu me
kânın üst tarafına, Avrupa ve Doğu dillerinin kullandıkları
kökler yazılacaktır çok sayıda olmalarına rağmen; bu
köklerin her birinin altına, onlardan türeyen daha karma
şık kelimeler yerleştirilecektir, ama bu iş yapılırken, önce
en yakın olanlar konulmaya ve birbirlerini izleyen kelime
lerin arasında mümkün en küçük mesafenin olacağı sıkı
bir düzen izlemeye özen gösterilecektir. Böylece mükem
mel ve tüketici diziler, eğer kopukluklar varsa, bunlann
74
75
76
77
78
De Brosses, s. 1618.
age, s. 14.
Bergier, Les Ûtments primitijs des langu.es, s. 78, Paris, 1764.
De Brosses, c. I, s. 18.
age, s. 490499.
Konuşmak
171
bugün kaybolmuş olan bir kelimenin, bir lehçenin, bir di
lin yerini kaçınılmaz olarak işaret edecekleri, tamamen sü
rekli zincirler oluşturacaktır.79 Bu dikişsiz büyük örtü, di
kine ve boyuna kat edilebilecek, iki boyutlu bir mekâna sa
hip olunacaktır: dikine boyutta her kökün tam soy zinciri,
yatay boyutta belli bir dil tarafından kullanılan kelimeler
bulunacaktır; Ukel köklerden uzakkşıldıkça, verev bir hat
tarafından tanımlanan diller daha karmaşık ve kuşkusuz
daha yeni tarihlerde ortaya çıkmış olacaklardır; fakat aynı
zamanda kelimeler temsillerin çözümlenmesinde daha bü
yük bir etkinliğe ve önceliğe sahip olacaklardır. Böylece ta
rihsel mekân ile düşünce çerçevesi tamamen çakışmış ola
caklardır.
Bu kök araştırması, klasisizmin bir ân için boşlukta bı
rakmışa benzediği tarihe, anadiller teorisine bir geri dönü
şe benzeyebilir. Kökler çözümlemesi gerçekte dili, onun
doğum ve dönüşüm yeri gibi olacak bir tarihin içine yeni
den yerleştirmemektedir. Daha çok tarihi, temsilin ve keli
melerin eşanlı kesimini, birbirini izleyen menzillerden
meydana gelen güzergâhı haline gelmektedir. Dil klasik
çağda, şu veya bu ânda belli bir düşünce biçimine izin ve
ren bir tarih parçası değil de, insanların zaman ve bilginin
güzergâhı üzerinde oluşturdukları bir çözümleme mekânı
dır. Ve dilin kökenler teorisi yüzünden tarihsel bir varlık
haline gelmediğinin veya yeniden gelmediğinin kanıtı,
XVIH. yüzyılda etimolojilerin araştırılma biçiminde kolay
lıkla bulunacaktır. Yönlendirici ipucu olarak kelimelerin
maddi dönüşümlerinin incelenmesi değil de, anlamlarının
sabitliği alınmaktaydı.
Bu araştırmanın iki veçhesi vardı: kökün çekim ekle
rinden ve örneklerden ayrı olarak tanımlanması. Kökü ta
nımlamak, bir etimoloji yapmaktır. Tahkim edilmiş kendi
79 age, c. I, Önsöz, s. I.
172
Kelimeler ve Şeyler
kuralları olan bir sanat;80 kelimeyi, bileşim ve bükülmele
rin onun üzerinde bırakabilecekleri bütün izlerden temiz
lemek; tek hecesel bir unsura ulaşmak; bu unsuru dilin bü
tün geçmişi içinde izlemek; daha ilkel başka dillere kadar
geri gitmek. Ve tek hecenin bütün bu soy zinciri boyunca
dönüştüğünü iyice kabul etmek: bir kökün tarihi boyunca,
bütün sesli harfler birbirlerinin yerine gelebilirler, çünkü
sesli harfler, ne süreksizlik, ne de kopuş olan sesin ta ken
disidirler; buna karşılık sessiz harfler, ayrıcalıklı yollara gö
re değişirler: gırtlaksal, dilsel (organ olarak dil), ağız içine
bağlı, dişsel, dudaksal, burunsal sesler, telaffuz değişiklik
lerinin tercihen, ama zorunlu bir şekilde olmadan meyda
na geldikleri eşsesli sessizler ailesini meydana getirirler.81
Kökün silinmez sürekliliğini tüm tarihi boyunca sağlayan
yegâne sabite, anlam birliğidir: sonsuza kadar ayakta kalan
temsili alan. Bunun nedeni, "herhalde hiçbir şeyin tümeva
rımları sınırlandırmaması ve her şeyin onlara, tam benzer
likten en küçük benzerliklere varana kadar, temel olarak
hizmet etmesiHdir. kelimelerin anlamı "başvurulabilecek
en güvenilir ışıktır. "82
VI. TÜREME
İlk özleri itibariyle ad ve işaret olan ve bizatihi temsillerin
çözümlenmeleri gibi birbirlerine eklemlenen kelimeler, na
sıl olmaktadır da, köken anlamlarından önlenemez bir şe
kilde uzaklaşarak, yakın veya daha geniş veyahut daha sı
nırlı bir anlam kazanabilmektedirler? Nasıl olmaktadır da,
biçim değiştirmekle kalmayıp, bir de kapsam değiştirmek
80 Özellikle Bkz. Turgot, Encyclopidie, "Etymologie" maddesi.
81 Bunlar, birkaç eklenti varyant dışında, De Brosses tarafından kabul edilen
yegâne deisme yasalarıdır, s. 108123. Bergier, s. 4562, Court de Gebelin, s.
5964, Turgot, age.
82 Turgot, age, krş. de Brosses, s. 420.
Konuşmak
173
tedirler? Nasıl olmaktadır da, yeni seslilikler ve aynı za
manda yeni içerikler kazanmaktadırlar öylesine ki, çeşitli
diller, muhtemelen özdeş bir kök donanımından hareketle,
farklı seslilikler ve bunun dışında, anlamlan örtûşmeyen
kelimeler oluşturmuşlardır—?
Biçim değişmeleri, kuralsız, hemen hemen belirsiz ve
her zaman istikrarsızdır. Bütün nedenler dışsaldır, telaffuz
kolaylıkları, modalar, alışkanlıklar, iklim soğuk, "dudak
tan gelen ıslık gibi sesi"; sıcaklık, "gırtlaksal içine çekme
leri" teşvik etmektedir—.83 Buna karşılık, anlam kaymaları,
mutlak olarak kesin olmasa bile, en azında "muhtemel"84
bir etimoloji bilimine izin verecek kadar sınırlı oldukların
dan, belirlenmesi olası ilkelere boyun eğerler. Dillerin iç ta
rihlerini karıştıran bu ilkelerin hepsi de, mekânsal düzlem
dendirler. Bunlardan bazıları şeylerin arasındaki benzerlik
lere veya yakınlıklara, diğerleri de dilin yerleştiği yere ve
korunduğu biçime ilişkindirler. Biçimler ve yazı.
İki büyük yazı tipi bilinmektedir: kelimelerin anlamı
nı çizeni; sesleri çözümleyen ve kuranı. İster ikincisinin
bazı halklarda, gerçek bir "deha ürünü" 85 olan birincisinin
yerine geçtiği, isterse bu ikisinin birbirlerinden farklı ol
dukları, birincisinin ressam halklarda, ikincisinin şarkıcı
halklarda olmak üzere, 86 hemen hemen aynı ânda ortaya
çıktığı kabul edilsin, bu ikisinin arasında katı bir paylaşım
vardır. Kelimelerin anlamını grafik olarak temsil etmek,
köken itibariyle kelimenin işaret ettiği şeyin tam bir resmi
ni yapmaktır: gerçeği söylemek gerekirse, bu ancak şöyle
sine bir yazı, en fazlasından resimsel bir yeniden üretimdir,
bu yazının sayesinde ancak en somut anlatılar yazıya dö
külebilmektedir. VVarburton'a göre, Meksikalılar bu usul
83
84
85
86
De Brosses, c. I, s. 6667.
Turgot, age.
Duclos, age, s. 4344.
Destutt de Tracy, Elementi..., 11, s. 307312.
174
Kelimeler ve Şeyler
den başkasını bilmemektedirler.87 Gerçek yazı, şeyin ken
dinin değil de, onu oluşturan unsurlardan birinin veya onu
işaret eden alışılmış durumlardan birinin veyahut da ben
zediği başka bir şeyin temsil edilmesiyle başlamıştır. Bura
dan üç teknik kaynaklanmıştır Mısırlıların küriyolojik ya
zısı; bu hepsinin en kabası olup, "bir öznenin başlıca duru
munu, her şeyin yerini tutmak üzere" kullanmaktadır (bir
çarpışma yerine bir yay, bir kentin kuşatılmasının yerine
bir merdiven); sonra biraz daha gelişmiş "tropik" hiyerog
lifler; bunlar dikkat çekici bir durumu kullanmaktadır
lar(Tann kadiri mutlak olduğundan, her şeyi bildiğinden
ve insanları gözetim altında tutabildiğiden, bir göz aracılı
ğıyla temsil edilmektedir); nihayet, az veya çok gizli ben
zerliklerden yararlanan simgesel yazı (doğan güneş, yuvar
lak gözleri tam su yüzeyinin hizasında olan bir timsah ba
şı tarafından temsil edilmiştir).88 Burada, retoriğin üç bü
yük biçimi tanınmaktadır: synedoque (eşanlı anlama), mi
tonymie (ad değiştirme), catachrtse (bir kelimeyi esas anla
mından saptırma). Ve simgesel bir yazıyla ikiye katlanan
bu diller, yazdıklarının izinden gelişebileceklerdir. Bu dil
ler yavaş yavaş şiirsel güçlerle donanmaktadırlar; ilk adlan
dırmalar, uzun eğretilemelerin hareket noktası haline gel
mektedirler bu eğretilemeler tedricen karmaşıklaşmakta
ve bir süre sonra köken noktalarının o kadar uzağına düş
mektedirler ki, bağlantıyı bulmak çok güç hale gelmekte
dir. Böylece, güneşin bir timsah veya Tanrının dünyayı gö
zetim altında tutan büyük bir göz olduğuna inanılmasına
neden olan batıl inançlar doğmaktadır; aynı zamanda, eğ
retilemeleri kuşaktan kuşağa aktaranlardaki (rahipler) de
runi bilgiler bu şekilde doğmaktadır; en eski edebiyaüarda
çok sık rastlanılan söylem alegorileri ve aynı zamanda bik
87 Warburton, age, s. 15.
88 age, s. 923.
Konuşmak
175
ginin benzerlikleri tanımak demek olduğuna ilişkin yanıl
sama da böyle doğmaktadır.
Fakat, figürlü bir yazıyla donanmış bir dil tarihi çabu
cak duraklamıştır. Bunun nedeni, bu yolla artık ilerleme
kaydetmenin mümkün olmamasıdır. İşaretler, temsillerin
özenle çözümlenmesiyle değil, en uzak benzetmelerle ço
ğalmaktadırlar: böylece, halkların düşünme eylemlerinden
çok hayal güçleri teşvik edilmektedir. Bilgi değil de, saflık.
Üstelik, bilgi iki çıraklıktan geçmeyi gerektirmektedir ön
ce kelimelerin öğrenilmesinden (bütün diller için olduğu
gibi), sonra da başharflerden meydana gelen kısaltmalann
kini (bunlann kelimelerin telaffuz edilmeleriyle bir ilişki
leri yoktur); bir insanın ömrü, bu çifte eğitime yetecek
uzunlukta değildir; ve üstüne üstlük, bazı keşifler yapacak
kadar boş zamana sahip olunduysa da, bunları aktaracak
işaretler bulunmamaktadır. Bunun tersine, aktarılan bir
işaret, temsil ettiği kelimeyle içsel bir ilişkisi olmadığın
dan, her zaman kuşkulu olarak kalmaktadır: bir çağdan di
ğerine, aynı sesin aynı figürü aktardığı asla kesin değildir.
Demek ki, yenilikler olanaksızdır ve gelenekler tehdit al
tındadır. Öylesine ki, bilginlerin tek kaygıları, atalardan ge
len ışıklar ile bunlann mirasını kurumlar karşısında da
"batıl inanca dayalı bir saygı "yi sürdürmektir, "bunlar
adetlerdeki her değişmenin dili değiştirdiğini ve dildeki
her değişmenin de, bütün bilimleri yok ettiğini hissetmek
tedirler."89 Bir halk eğer yalnızca figürlerden oluşan bir ya
zıya sahipse, siyaseti, tarihi veya hiç değilse tamamen mu
hafaza olan bütün tarihi dışarıda bırakmak zorundadır.
Volney'ye göre, 90 Doğu ile Batı arasındaki özsel fark bura
da, mekân ile dil arasındaki ilişkide yer almaktadır. Tıpkı
dilin mekânsal konumu zamanın yasasını hükmediyormuş
89 Destutt de Tracy, Efements..., c. II, s. 284300.
90 Volky, Us Suines, Ayırım XIV, Paris, 1791.
176
Kelimeler ve Şeyler
gibi; tıpkı insanlara dilleri tarih boyunca gelmiyormuş da,
tersine, tarihe işaretlerin sistemi boyunca ulaşıyorlarmış
gibi. Halkların kaderleri, temsilin, kelimelerin ve mekânın
bu düğümünde (kelimeler temsilin mekânını temsil eder
ken ve kendilerini de zaman içinde temsil ederlerken) ses
sizce oluşmaktadır.
Nitekim, insanların tarihi alfabetik yazıyla birlikte ta
mamen değişmiştir. Mekân içinde fikirlerini değil de, ses
leri yazmaktadırlar ve bunlardan, bileşimleri bütün müm
kün hecelerin ve kelimelerin meydana getirilmelerine izin
verecek olan, küçük bir sayıdaki benzersiz işaretleri oluş
turmak üzere gereken ortak unsurları çekmektedirler. Sim
gesel yazı, bizatihi temsillerin kendilerini mekânlaştırmak
isteyerek, benzerliklerin karışık yasasını izler ve dili düşü
nülmüş düşüncenin biçimlerinin dışına kaydırırken, alfa
betik yazı temsilleri resmetmekten vazgeçerek, seslerin çö
zümlemesinin içine, bizzat aklın kendi için geçerli olan ku
ralları aktarmaktadır. Öylesine ki, harfler istedikleri kadar
fikirleri temsil etmesinler, kendi aralarında fikirler gibi bi
leşmektedirler ve fikirler de birbirlerine alfabenin harfleri
gibi bağlanmakta ve birbirlerinden tıpkı onlar gibi çözül
mektedirler.91 Temsil ile çizim arasındaki tam paralelliğin
kopması, dilin tamamının —yazılı olsa bile— genel çözümle
me alanına yerleştirilmesine ve yazının gelişmesi ile dü
şüncenin gelişmesinin birbirlerine dayandırılmasına ola
nak vermektedir.92 Aynı grafik işaretler, her yeni kelimeyi
bilebilirler ve hiçbir unutulma kaygısı olmaksızın, her keş
fi yapıldığı andan itibaren aktarabilirler; farklı dilleri yazı
ya dökmek ve böylece bir halkın fikirlerini bir başkasına
aktarmak üzere aynı alfabeden yararlanılabilir. Bu alfabe
nin öğrenilmesi, unsurların az sayıda olmalarından ötürü
91 Condillac, Grammaire, Ayırım II.
92 A. Smith, agt, s. 424.
Konuşmak
177
çok kolay olduğundan, herkes başka halkların harfleri öğ
renmek üzere israf ettikleri zamanı düşünce ve çözümle
meye ayırabilir. Ve böylece, dilin içinde, daha da çok kesin
olarak, çözümleme ile mekânın buluştuktan şu kelimelerin
oluşturduğu kat yerinde, gelişmenin ilk, ama belirsiz olabi
lirliği doğmaktadır. Gelişme kökü itibariyle, XVIII. yüzyıl
da tanımlandığı haliyle tarihe içkin bir hareket olmayıp,
mekân ile dil arasındaki temel bir ilişkinin soncudur: "di
lin ve yazının keyfi işaretleri, insanlara fikirlerinin sahipli
ğinden emin olma ve onları her yüzyıldaki keşiflerle sürek
li artan bir mirasmışçasına, başkalarına aktarma olanağı ve
rir; ve insan türü, ta ortaya çıktığı ândan itibaren, bir filo
zofa, tıpkı bir birey gibi çocukluk ve gelişme dönemleri
olan koskoca bir bütün olarak gözükmektedir."*3 Dil, za
manın sürekli kopukluğuna mekânın sürekliliğini verir ve
dil, temsili çözümlediği, eklemleştirdiği ve bölümlere ayır
dığı ölçüde, şeylerin bilgisini zaman boyunca birbirine
bağlama gücüne sahiptir. Mekânın karışık tekdüzeliği dille
birlikte parçalanır, bu arada ardışıklıkların çeşitliliği birle
şir.
Ancak, geriye bir sorun kalmıştır. Çünkü yazı, giderek
daha da incelen bu çözümlemelerin her zaman uyanık ko
ruyucusu ve desteğidir. Bu çözümlemelerin ilkesi değildir.
Ne de ilk hareketi. İlk hareket, dikkate, işaretlere ve keli
melere yönelik olarak meydana gelen ortak bir kaymadır.
Zihin bir temsilde, sözel bir işareti onun parçası olan bir
unsura, ona eşlik eden bir koşula, ona benzeyen ve akla
onun sayesinde gelen namevcut başka bir şeye bağlayabi
lir.94 Dil işte böyle gelişmiş ve ilk adlandırmalardan hare
ketle, yavaş yavaş kayma göstermiştir. Başlangıçta her
93 Turgot, Tableau des frogrts Successifs de UEsprit Humain, 1750, Ocuvres. s.
215, Schelles yay.
94 Condillac, Essai..., age, s. 7587.
178
Kelimeler ve peyler
şeyin bir adı vardı —özel veya tekil ad. Sonra ad, bu şeyin
tek bir unsuruna bağlanmış ve bu unsuru içeren tüm diğer
bireylere de uygulanmıştır: ağaç adım taşıyan artık belli bir
meşe değil de, en azından bir gövdesi ve dalları olan her
şeydir. Ad aynı zamanda, belirleyici bir koşula da bağlan
mıştır: gece yalnızca belli bir günün sona ermesini değil,
bütün güneş batışlarını bütün şafaklardan ayıran karanlık
dilimi işaret etmiştir. Ad son olarak da kıyaslara bağlanmış
tır: bir ağaç yaprağı gibi ince ve düz olan her şeye yaprak
denilmiştir.95 Dilin birçok şeye tek bir ad verilmesine ola
nak veren tedrici çözümlenmesi ve daha da ileri götürülen
eklemleştirilmesi, retoriğin iyi bildiği şu temel biçimler iz
lenerek gerçekleştirilmiştir: synecdoque, mitonymie ve ca
tachrtse (veya eğer kıyas daha az doğrudan hissedilir nite
likteyse, eğretileme). Bunun nedeni, bunların bir tarz in
celmesinin sonucu olmamalarıdır; tamamen tersine, bun
lar her dilin kendiliğinden hale geldiği ândan itibaren, ona
özgü olan hareketliliği açık etmektedirler: "Halde kurulan
tek bir pazar gününde, akademik toplantılarda birçok gün
boyunca ortaya çıkanından çok daha fazla figür oluşmak
tadır."96 Bu hareketliliğin başlangıçta, şimdikinden çok da
ha büyük olması oldukça muhtemeldir: günümüzde çö
zümleme o kadar incelmiş, bölümleme o kadar sıkılaşmış,
eşgüdüm ve bağımlılık ilişkileri o kadar iyi kurulmuştur
ki, kelimeler artık yerlerinden oynama fırsatını bulama
maktadırlar. Fakat insanlığın başlangıcında, kelimeler kıt
ken, temsiller henüz kanşık ve kötü çözümlenmişken, tut
kular onları değiştirir veya birlikte kurarken, kelimelerin
büyük bir yer değiştirme güçleri bulunmaktaydı. Hatta, ke
limelerin özel hale gelmeden önce mecazi oldukları bile
söylenebilir: yani tekil adlar olma statülerine ancak ucun
95 Du BMarsais, Traiti des Tropes, s. 150151, 1811 yay.
96 age, s. 2.
Konuşmak
179
dan kavuştukları, temsillerin üzerine çoktan kendiliğinden
bir retoriğin gücü sayesinde yayılmış oldukları söylenebi
lir. Rousseau'nun dediği üzere, hiç kuşkusuz insanları işa
ret etmeden önce, devlerden söz edilmiştir.97 Gemiler önce
yelkenleriyle işaret edilmiş ve ruh, "Psychi" ilkönce bir ke
lebeğin biçimini almıştır.98
Öylesine ki, konuşulan dilin olduğu kadar, yazının da
tabanında keşfedilen şey, kelimelerin retorik mekânıdır:
işaretin, temsilin çözümlenmesine göre, hiçbir unsurun
üzerine, onun yakınlığının bir noktasının üzerine, benzer
bir figürün üzerine konulma serbestisi. Ve eğer diller, fark
ettiğimiz çeşitliliğe sahiplerse, eğer insan doğasının evren
selliğinden ötürü hiç kuşkusuz ortaklaşa olarak görülmüş
olan ilkel adlandırmalardan hareketle, farklı biçimlerde
serpilmeye hiç ara vermemişlerse, eğer her birinin kendi
tarihi, kendi tarzları, kendi âdetleri, kendi unutkanlıkları
olduysa, bütün bunların nedeni, kelimelerin yerleri'nin za
man içinde değil de kökensel alanlarını bulabilecekleri, yer
değiştirebilecekleri, kendi üzerlerine geri dönebilecekleri
ve koskoca bir eğriyi yavaşça sergileyebilecekleri bir me
fedn'ın içinde bulunmuş olmasıdır: topologique (küresel) bir
mekân. Ve böylece, bizatihi dilin üzerinde düşünülmesine
başlangıç noktası olarak hizmet etmiş olan yere ulaşılmış
olunmaktadır. Bütün işaretlerin arasında, dil ardışık olma
özelliğine sahipti: bizzat bir kronolojiye mensup olmuş ol
masından değil de, temsilin eşanlılığını ardışık seslilikler
halinde sergilemesinden ötürü. Fakat, süreksiz unsurları
çözümleyen ve birbiri ardı sıra açığa çıkaran bu ardışıklık,
temsilin zihnin bakışına sunduğu mekânı kat etmektedir,
öylesine ki, dil temsil edilen dağınıklıkları çizgisel bir dü
zene sokmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Önerme
97 Rousseau, Essai...', age, s. 152153.
98 De Brosses, Traitt..., age, s. 267.
180
Kelimeler ve Şeyler
(cümle), retoriğin bakış için hissedilir kıldığı figürü açım
lar ve anlaşılır hale getirir. Dil bu küresel mekân içinde, bir
yüklem ilişkisine izin veren bütün bu cins adlardan oluş
mamıştır. Ve figürler, bu kelime çözümlemesi olmaksızın,
sessiz, anlık kalacaklar ve anın parıltısı içinde görülecekler,
sonra da hemen zamanın bile olmadığı bir karanlığın içine
düşeceklerdir.
Önerme (cümle) teorisinden türeme teorisine kadar,
tüm klasik dil düşüncesi —"genel gramer" denilen şeyin tü
mü, şu basit cümlenin sıkı bir yorumundan ibarettir: "dil
çözümler". Batının dil konusundaki tüm deneyi, XVII.
yüzyılda burada terazilenmiştir o zamana kadar dilin ko
nuştuğu'na inanmış olan Batı deneyi—.
VII. DİL DÖRTGENİ
Bitirmek üzere birkaç işaret. Dört teori önerme (cümle),
ekiemleşme, adlandırma ve türeme, bir dörtgenin parça
ları gibidirler, ikişer ikişer zıtlaşmakta ve birbirlerini ikişer
ikişer desteklemektedirler. Ekiemleşme, henüz önermeden
yana boş olan saf fiilsel biçime içerik vermektedir; onu dol
durmakta, ama onunla tıpkı şeyleri farklılaştıran bir adlan
dırmanın onları bağlayan yüklemle zıtlaştığı gibi zıtlaş
maktadır. Adlandırma teorisi, eklemleşmenin bölümlere
ayırdığı bütün adsal biçimlerin bağlanma noktasını açığa
çıkarmaktadır; ama onunla, tıpkı anlık, jeste dayalı, dikine
adlandırmanın genelliklerin bölümlere ayrılmasıyla zıtlaş
tığı gibi zıtlaşmaktadır. Türeme teorisi, kelimelerin sürekli
hareketini onlann kökeninden itibaren göstermekte; ama
temsilin yüzeye kayması, bir kökü bir temsile bağlayan tek
ve istikrarlı bağla zıtlaşmaktadır. Nihayet, türeme önerme
ye (cümleye) geri dönmektedir; çünkü o olmazsa adlandır
ma kendi üzerine büzülmüş olarak kalacak ve bir yüklem
Konuşmak
181
yerine izin veren şu genelliği elde edemeyecektir, ancak tü
reme mekânsal bir biçime göre gerçekleşirken, önerme
(cümle) ardışık bir düzene göre cereyan etmektedir.
Bu dikdörtgenin zıt tepelerinin arasında, diagonal iliş
kilerin olduğunu kaydetmek gerekir. Önce eklemleşmeyle
türeme arasında: eğer birbirleriyle çakışan veya birbirlerini
içine oturan veyahut birbirlerine uyan kelimelerle, eklem
leşmiş bir dil olabildiyse, bu durum, bu kelimelerin köken
değerlerinden ve onları kurmuş olan basit adlandırma ey
leminden itibaren türemeye ara vermemeleri, değişken bir
genişlik kazanmaları sayesinde olmuştur, bu genişleme
tüm dil dörtgenini kat eden eksen boyunca olmuştur; bir
dilin durumu, bu hat boyunca saptanmaktadır: dilin ek
lemleşme kapasitelerini belirleyen, onun ulaştığı türeme
noktasıdır, tarihsel konum ve ayırımcılık gücü burada ta
nımlanmaktadırlar, öteki diagonal, önermeden (cümle
den) kökene gitmektedir, yani bütün yargılama eylemleri
nin içinde sarmalanmış olan iddiadan, her adlandırma ey
lemi tarafından içerilen işaret etmeye doğru gitmektedir;
kelimelerin temsil ettikleri şeylerle olan ilişkileri, işte bu
eksen boyunca kurulmaktadır: kelimelerin temsilin varlı
ğından başka bir şeyi asla söylemedikleri, ama her zaman
temsil edilen bir şeyi adlandırdıkları burada ortaya çık
maktadır. Birinci diagonal, dilin özelleşme gücü içindeki
gelişimini, ikincisi, dilin ve temsilin sonsuz açılışımmı vur
gulamaktadır fiilsel işaretin her zaman bir temsili temsil
etmesine olanak veren ikizlenme. Kelime, bu son hat üze
rinde ikame olarak (temsil etme gücüyle birlikte), ikincisi
nin üzerinde ise, unsur olarak (bileşme ve çözülme gücüy
le birlikte) işlev görmektedir.
Bu iki diagonaiin kesişme noktasında, dörtgenin mer
kezinde, temsilin ikizlenmesinin çözümlenme olarak keş
fedildiği ve ikamenin paylaştırma gücüne sahip olduğu
yerde, buna bağlı olarak genel bir temsil taxinomia'smm
182
Kelimeler ve Şeyier
yerleştiği yerde ad vardır. Adlandırmak, aynı anda hem bir
temsilin fiilsel temsilini vermek hem de onu genel bir tab
lonun içine yerleştirmektir. Tüm klasik dil teorisi bu ayrı
calıklı ve merkezi varlığın etrafında düzene girmektedir.
Dilin bütün işlevleri onda kesişmektedirler, çünkü temsil
ler bir cümlenin içinde ancak onun aracılığıyla yer alabilir
ler. Öyleyse, söylem de bilgiyle onun aracılığıyla eklemleş
mektedir. Tabii ki, yalnızca yargı yanlış veya doğru olabilir.
Fakat eğer bütün adlar tam kesin olsalardı, üzerine dayan
dıkları çözümleme tamamen yansıtıcı nitelikte olsaydı,
eğer dil "iyi kurulmuş" olsaydı, doğru yargıları telaffuz et
mekte hiçbir güçlük çekilmeyecekti ve hata, meydana gel
diği durumda, cebirsel hesaptaki kadar kolayca ortaya çı
kabilecekti ve o kadar aşikâr olacaktı. Fakat çözümlemenin
yetersizliği ve türemenin tüm kaymaları, çözümleme, so
yutlama veya gayri meşru bileşimlere adlar dayatmıştır.
Eğer kelime kendini bir temsilin temsili olarak sunmasay
dı, bunun sakıncası olmazdı (üpkı masal devlerine bir ad
yakıştmlması gibi): öylesine ki, temsil ettiği şeyin olabilir
liğini iddia etmeksizin bir kelimeyi istediği kadar soyut,
genel ve boş olsun düşünmek mümkün değildir. İşte bu
nedenden ötürü, ad, dil dörtgeninin ortasında, hem dilin
bütün yapılarının oraya doğru yoğunlaştıkları nokta (keli
me dilin en derin, en iyi korunmuş biçimi, tüm anlaşmala
rının, bütün kurallarının, bütün tarihinin saf içsel sonucu
dur), hem de her dilin ondan itibaren, gerçeklikle, orada
yargılanacağı bir ilişkiye girebildiği nokta olarak ortaya
çıkmaktadır.
Tüm klasik dil deneyi burada düğümlenmektedir: ay
nı ânda hem bilim hem de talimat, hem kelimelerin ince
lenmesi hem de onların ihdas edilmeleri, kullanılmaları,
temsili işlevleri İçinde ıslah edilmeleri için kural olan gra
matikal çözümlemenin tersine dönebilirlik karakteri; felse
fenin Hobbes'tan İdeoloji'ye kadarki temel adcılığı, bir dil
Konuşmak
183
eleştirisinden ve Malebranche'ta, Berkeley'de, Condillac'ta,
Hume'da görülen şu genel ve soyut kelimeler karşısındaki
çekinme tavrından ayrılamaz nitelikteki adcılık; şeylerin
bizzat kendilerinin, ya tamamen keyfi, ama tamamen yan
sıtan (yapay dil) bir sistemle ya da çok doğal olduğu için,
düşünceyi tıpkı çehrenin bir tutkuyu yansıtmasında oldu
ğu gibi aktaracak bir dille (Rousseau, Dialoglar'mm birin
cisinde, bu dolaysız işaretlerden meydana gelmiş olan dilin
düşünü kurmuştur) hiçbir bulanıklık olmadan adlandırıla
cakları, tamamen şeffaf bir dile ilişkin büyük ütopya. Kla
sik söylemin tümünü düzene sokanın Ad olduğu söylene
bilir; konuşmak veya yazmak, şeyleri söylemek veya ken
dini ifade etmek değildir, dille oynamak değildir; adlandır
manın hükümran eylemine doğru yol almak, dil boyunca
ilerleyerek, şeylerin ve kelimelerin ortak özleri içinde bir
birlerine bağlandıkları ve onlara bir ad verilmesine izin ve
ren yere kadar gitmektir. Fakat bu ad, bir kez telaffuz edil
dikten sonra, ona kadar ulaştırmış olan veya ona ulaşmak
için kat edilmiş bulunan bütün dil, onda erimekte ve için
de hep bu sınıra yönelmekte, ama ancak ondan uzaklaşa
rak ayakta kalabilmektedir. Ad'm, sürekli beslenen gergin
liğine doğru yol almaktadır. Bu nedenden ötürü, bizatihi
kendi olabilirliği içinde, burada retoriğe, yani adı çevrele
yen, onu temsil ettiğinin çevresinde titreşime sokan, adlan
dırdığı şeyin unsurlarını veya yakınlığını veya benzeşmele
rini açığa çıkaran bütün bu mekâna bağlanmıştır. Söylemin
kat ettiği figürler, son anda gelerek onları dolduran veya il
ga eden adın gecikmesini sağlamaktadırlar. Ad, söylemin
sonu'dur. Ve bütün klasik edebiyat, belki de bu mekâna, bu
harekete, her zaman korkutucu olan bir ada ulaşmak için
yerleşmiştir; ad korkutucudur, çünkü onu tüketerek, ko
nuşma olabilirliğini öldürmektedir. Dil deneyini, Princesse
de Cleves'in çok iyi bilinen itirafından, Juliette'in dolaysız
şiddetine kadar taşımış olan işte bu harekettir. Adlandırma
184
Kelimeler ve Şeyler
burada kendini, nihayet en basit çıplaklığı içinde sunmak
ta ve şimdiye kadar onu gerilim içinde tutmakta olan reto
rik biçimleri sallamakta ve hep tekrarlanan aynı adlann,
asla sınıra ulaşma olanağı olmaksızın, kat ederek tükendik
leri arzunun belirsiz biçimleri haline gelmektedirler.
Klasik edebiyatın tümü, adın temsilinden, adın bizzat
kendine doğru giden hareketin içine yerleşmekte; aynı şey
leri başka temsillerle adlandırma gayretinden (bu süslü an
latımdır) vazgeçerek, nihayet uzak kelimelerin kıvrımları
içinde uyku halinde kalmış doğru anlamlara yönelmekte
dir. Beşinci Gezinfi'nin dilinin onlar için kendiliğinden ber
rak hale geldiğini şu ruhun sırlan, şu şeylerin ve bedenin
sınırlarında doğmuş olan şeyler böyledirler. Romantizm,
şeyleri kendi adlarıyla adlandırmayı öğrendiğini düşündü
ğü için, bir önceki çağdan koptuğuna inanacaktır. Aslında,
bütün klasisizm bu noktaya yönelmekteydi: Hugo, Volta
ire'in vaadini gerçekleştirmiştir. Fakat bizatihi bu olgudan
ötürü, ad dilin ödülü olmaktan çıkmıştır; onun esrarlı mal
zemesi haline gelmiştir. Adın, hem dilin tamamına erdiril
mesi, hem özü hem vaat ve hammadde olduğu tek an hoş
görüyle karşılanamayan ve uzun zaman gizli kalmış—, Sade
ile birlikte, ortaya çıkış, yatışma ve belirsiz yeniden başla
ma yeri olduğu arzu tarafından tüm kapsamı boyunca kat
edildiğinde ortaya çıkmıştır. Sade'ın eserinin bizim kültü
rümüzde, kesintisiz bir başat mırıltı rolü oynaması bura
dan kaynaklanmaktadır. Nihayet kendi için telaffuz edilen
adın bu şiddetiyle birlikte, dil şeyin kabalığı içinde su yü
züne çıkmıştır; "söylevin" diğer "parçalan" da sırayla
özerkliklerini kazanmakta, adın egemenliğinden kurtul
makta, onun etrafında bir süs randosu meydana getiriyor
olmaktan çıkmaktadır. Ve artık dili adın kıyısında ve çev
resinde "tutacak", söylemediği şeyi ona gösterecek özel bir
güzellik yoktur; o halde, rolü dili ham varlığı içinde açık
etmek olan, kanıttan kanıta atlamayan bir söylev olacaktır.
Konuşmak
185
Dilin bu kendine özgü varlığına, XIX. yüzyıl Söz (klasikle
rin, işlevi dili temsilin varoluşuyla gizlice, ama sürekli ola
rak bitiştirmek olan "fiil"ine zıt olarak) adım verecektir. Ve
bu varlığı elinde tutan ve onu kendi için serbest bırakan
söylem, edebiyattır.
Adın bu klasik ayrıcalığının çevresinde, teorik bölüm
lemelere (önerme (cümle), eklemleşme, adlandırma ve tü
reme), o sıralarda dil deneyi olmuş olan şeyin sınırlarını ta
nımlamaktadırlar. Onları çözümlemek, XVII. ve XVIII.
yüzyılların gramer kavrayışlarının bir tarihini yapmak, ya
da insanların dil hakkında düşünebildiklerinin genel profi
lini çıkarmak anlamına gelmiyordu. Söz konusu olan, dilin
hangi koşullar altında bir bilginin nesnesi haline gelebildi
ğini ve bu epistemolojik alanın hangi sınırların içinde ser
gilenebildiğim belirleyebilmekti. Kanaatlerin ortak payda
sını hesaplamak değil de, dil üzerindeki kanaatlerin şu
veya bu kanaatler ne'den itibaren mümkün olabilecekleri
ni belirlemek. İşte bu nedenden ötürü, bu dörtgen iç bir bi
çimden daha çok, bir çevre resmetmekte ve dilin kendine
dışsal ve gerekli olanla nasıl arapsaçı gibi dolandığım gös
termektedir. Dilin ancak önerme (cümle) sayesinde olabil
diği görüldü: olmak fiilinin hiç değilse örtülü varlığı ve izin
verdiği yüklem ilişkisi olmaksızın, karşımızdaki şey dil de
ğil de, diğerleri gibi işaretler olacaktır. Önermesel (cümle
sel) biçim, dilin koşulu olarak, bir özdeşlik veya farklılık
ilişkisinin iddia edilmesini koymaktadır: ancak bu ilişkinin
mümkün olması ölçüsünde konuşulmaktadır. Fakat diğer
üç teorik bölüm tamamen farklı bir talebi karşılamaktadır:
kelimelerin kökenlerinden hareketle türeyebilmeleri için,
bir kökün anlamına kökensei bir aidiyetinin olabilmesi
için ve nihayet, temsillerin eklemleşmiş bir bölümlenmele
rinin olabilmesi için, daha en dolaysız deneyden itibaren,
şeylerin benzeşen bir uğultusunun, kendilerini daha işin
başında sunan benzerliklerin olması gerekir. Eğer her şey
186
Kelimeler ve Şeyler
mutlak çeşitlilik olsaydı, düşünce özelliklere bağlanırdı ve
tıpkı Condillac'ın heykeli gibi, hatırlamaya ve karşılaştır
maya başlamadan önce, kendini mutlak çeşitliliğe ve mut
lak tekdüzeliğe teslim ederdi. Ne bellek, ne mümkün ha
yal gücü ne de buna bağlı olarak düşünce olurdu. Ve şeyle
ri birbirleriyle karşılaştırmak, özdeş çizgilerini tanımlamak
ve bir cins ad oluşturmak olanaksız olurdu. Dil olmazdı.
Eğer dil varsa, bunun nedeni, özdeşliklerin ve farklılıkların
altında, doğal sürekliliklerin, benzerliklerin, tekrarların,
kesişmelerin tabanının bulunmasıdır. XVII. yüzyılın başın
dan itibaren bilgiden dışlanmış olan benzerlik, hep dilin
dış kenarını meydana getirmektedir, çözümlenebilecek,
düzene sokulabilecek ve tanımlanabilecek alanı kuşatan
halka. Söylem mırıltıyı dağıtmakta, ama o olmadan konu
şamamaktadır.
Şimdi, klasik deneyin içinde dilin sağlam ve sıkı birli
ğinin ne olduğu kavranabilir. Benzerliği önermesel (cümle
sel) ilişkisinin içine, eklemleşmiş bir adlandırmanın
aracılığıyla dahil eden odur. Yani, olmak fiiliyle kurulduğu
ve adlar şebekesi aracılığıyla.açığa çıkartıldığı haliyle, bir
özdeşlikler ve farklılıklar sisteminin içine. Klasik " söy
lemen temel görevi, şeylere bir ad yakıştırmak ve onların
varlıklarını bu adla adlandırmaktır. Batı söylemi iki yüzyıl
boyuna, ontolojinin yeri olmuştur. Her genel temsilin var
lığını adlandırdığında, felsefe olmaktaydı; bilgi teorisi ve
fikirlerin çözümlenmesi. Temsil edilen her şeye uygun
düşen adı yakıştırdığında ve tüm temsil alanında, iyi yapıl
mış bir dil şebekesine sahip olduğunda, bilimdi ad verme
ve taxinomia~.
BEŞİNCİ AYIRIM
Sınıflandırmak
I. TARİHÇİLERİN SÖYLEDİKLERİ
Fikir veya bilim tarihleri burada yalnızca aktarma profil
leri altmda işaret edilmişlerdir, XVII. ve özellikle XVIII.
yüzyılda yeni bir meraka yer vermişlerdir, hayat bilimleri
ni keşfetmelerine değilse bile, bu bilimlere o zamana kadar
görülmemiş bir genişlik ve kesinlik sağlamalarına yol aça
nı. Bu olguya, geleneksel olarak belli sayıda neden ve bir
çok öze ilişkin dışavurum atfedilmektedir.
Kökenler veya nedenler cephesine, gözleme ilişkin ye
ni ayrıcalıklar yerleştirilmektedir: Bacon'dan beri gözleme
atfedilen güçler ve mikroskobun icadının bu gözleme sağ
ladığı teknik iyileşmeler. Bir rasyonellik modeli sağlayan fi
zik bilimlerin, o sıralarda yeni olan prestiji de bu cepheye
konulmaktadır; deney ve teori aracılığıyla, hareket yasala
rını veya ışıklı ışınların yansıma yasalannı çözümlemek
188
Kelimeler ve Şeyler
mümkün olduğundan, canlıların daha karmaşık, ama
komşu alanım örgütleyen yasaları deneyler, gözlemler veya
hesaplamalar aracılığıyla aramak olağan değil miydi? Daha
sonra bir engel haline gelen kartezyen rnekanistlik, ilk ön
ce bir aktarım aracı gibi olmuş ve biraz da kendine rağmen,
mekanik rasyonellikten, canlılarınki olan şu diğer rasyo
nelliğin keşfine yönelmiştir. Fikir tarihçileri, çeşitli dikkat
leri biraz karışık bir şekilde olmak üzere, gene nedenler
cephesine yerleştirmektedirler: tanma yönelik ekonomik
ilgi; Fizyokrasi bunun bir tanığıdır, ama bir tarım bilimi
oluşturma konusundaki gayretler de tanıklık etmektedir
ler; ekonomi ile teorinin ortasında yer alan, egzotik hayvan
ve bitkiler karşısındaki dikkat, bunları Avrupa'da yetiştir
meye uğraşmakta ve büyük araştırma ve keşif gezilerinin
Tournefort'un Ortadoğu'da, Adanson'un Senegal'de yap
tıkları— aktardıkları tasvirler, gravürler ve örneklerden bes
lenmektedir; ve sonra, özellikle doğanın ahlaki olarak de
ğerlendirilmesi ve önceki dönemlerde uzun süre ihmal
edilmiş olan toprağa para ve duygu "yatırılmasınaM —aris
tokratlar veya burjuvalar tarafmdan neden olan şu ilkesi
itibariyle ikircikli hareket. Rousseau XVIII. yüzyılın orta
sında, araştırma yapmak üzere bitki toplamaktadır.
Tarihçiler daha sonra, dışavurumlar siciline bu yeni
hayat bilimlerinin ve o zaman söylendiği üzere, onları yö
netmiş olan "zihniyet" in kazandıkları çeşitli biçimleri kay
detmektedirler. Bunlar önce, Descartes'ın etkisiyle, XVIII.
yüzyılın sonuna kadar mekanist olmuşlardır; o sıralar tas
lağı ancak şöylesine belirlenmiş olan bir kimyaya yönelik
ilk çabalar onlan damgalamış olmalıdır, fakat hayata ilişkin
temalar XVIII» yüzyılın tümü boyunca, nihayet yekpare bir
doktrin içinde kendilerini formüle etmek üzere, ayrıcalık
larını kazanmışlar veya yeniden kazanmışlardır bu "haya
ta ilişkin temalar", biraz değişik biçimlerde olmak üzere,
Sınıflandırmak
189
Bordeu ve Barthez tarafından Montpellier'de, Blumenbach
tarafından Almanya'da, Diderot, sonra da Bichat tarafından
Paris'te vaaz edilmektedirler. Bu farklı teorik rejimlerin
içinde, hemen her zaman aynı sorular sorulmuş, bunlara
her seferinde farklı çözümler getirilmiştir: canlıları sınıf
landırma olanağı Linne gibi bazıları doğanın bir taxino
mia'nın içine girebileceğini, Buffon gibi diğerleri doğanın
bu kadar katı bir çerçeveye uyamayacak kadar çeşitli ve
zengin olduğunu savunmaktaydılar; önoluşum yanlıları
olan daha mekanistler ve tohumların özgül bir gelişimine
inanan diğerleriyle birlikte, oluşum süreci; işlevlerin çö
zümlenmesi (Harvey'den sonra kan dolaşımı, duyu, kas
hareketliliği ve yüzyılın sonuna doğru solunum).
İnsanların kanaat ve tutkularım, aynı zamanda akıl yü
rütmelerini de bölen büyük münakaşalan, bu sorunlar ve
yol açtıkları tartışmalar boyunca yeniden oluşturmak, ta
rihçiler için bir oyundur. Böylece, her biçimin altına ve bü
tün hareketlerin içine, kendi yolunun basitliğini, esrannı
ve taleplerini yerleştiren bir ilahiyat ile, daha şimdiden do
ğanın özerkliğini tanımlamaya uğraşan bir bilim arasında
ki başat bir çatışmanın izinin bulunduğuna inanılmaktadır.
Aynı zamanda, astronominin, mekaniğin ve optiğin eski
önceliğine aşırı bağımlı bir bilimle, daha şimdiden hayat
alanında indirgenemez ve kendine özgü olabilecek şeyin
varlığından kuşkulanan bir başka bilim arasındaki çelişki
de keşfedilmektedir. Tarihçiler son olarak da, doğanın ha
reketsizliğine özellikle Tournefort ve Linn^'nin tarzında
inananlar ile, Bonnet, Benoit de Maillet ve Diderot ile daha
şimdiden hayatın büyük yaratıcı gücünü, tükenmez dönü
şebilme iktidannı, biçime girebilme kolaylığını ve tüm üre
timlerini biz de dahil hiç kimsenin egemen olamadığı bir
zamanın kuşattığı şu olayların akıntısı yönünde gitmesini
hissedenler arasındaki zıtlığı, sanki kendi gözleri önünde
190
Kelimeler ve Şeyler
cereyan ediyorlarmışçasına resmoluyor olarak görmekte
dirler. Evrimcilik konusundaki büyük tartışma, Dar
win'den ve Lamarck'tan çok önceleri, Telliamed, Palingini
sie ve le Reve d'Alemıbert'le başlamıştır. Sürekli olarak birbir
lerine yaslanan veya birbirini reddeden mekanistlik ve ila
hiyat, klasik çağı kökenine en yakın noktada Descartes ve
Malebranche'ın cephesinde tutmaktadırlar; bunun karşı
sında dinsizlik ve hayata ilişkin karmakarışık bir içe doğ
malar bütünü de birbiriyle çatışma (Bonnet'de olduğu gibi)
veya işbirliği (Diderot'da olduğu gibi) halinde olup, onu
en yakın geleceğine doğru çekmektedirler: XVIII. yüzyılın
henüz karanlık ve birbirlerine zincirlenmiş girişimlerini,
pozitif ve rasyonel bir bilim halinde tamamına erdirerek
bu hayat bilimini, kendine özgülüğünün en canlı noktasın
da ve onunla —bilgimizin nesnesi— onu tanımak için orada
olan bizim aramızda tedavül eden şu biraz da yeraltına
mensup olan sıcaklığı sürdürebilmek için rasyonelliği feda
etme ihtiyacını duymaktan çıkardığı varsayılan şu XIX.
yüzyıla doğru.
Böylesine bir yöntemin varsayımlarına geri dönmenin
bir yararı yoktur. Burada sonuçlarını göstermek yeterli ola
caktır sınıflandırma girişimleri ve mikroskopik gözlemler
kadar çeşitli araştırmaları birbirlerine bağlayabilecek şebe
keyi kavrama güçlüğü; canlı türlerin hep aynı olduklarını
ve hiçbir evrim geçirmediklerini savunanlarla tersini düşü
nenler veya yöntemciler ile sistem yanlıları arasındaki ça
tışmaları gözlem olguları olarak kaydetme gereği; birbirle
rine yabancı olmalarına rağmen, birbirlerine dolanan iki
bilgi dokusunu ayırma zorunluğu: bunlardan birincisi za
ten biünen (Aristotelesçi veya skolastik miras, kartezyaniz
min ağırlığı Newton'm prestiji), diğeri de henüz bilinme
yen (evrim, hayatın kendine özgülüğü, organizma kavra
mı) tarafından temsil edilmektedir; ve özellikle de, bu bil
Sınıflandırmak
191
giye nazaran tamamen anakronik olan kategorilerin uygu
lanması. Bütün bunların en önemlisi, tabii ki hayat katego
risidir. XVIII. yüzyılın biyoloji tarihleri yazılmak istenmiş
tir, ama o dönemde biyolojinin var olmadığı ve bilginin bi
zim yüz elli yıldan beri alışık olduğumuz bölümlenmesinin
eski bir dönem için geçerli olamayacağı fark edilememiştir.
Ve biyolojinin bilinmiyor olmasının basit bir nedeni bulun
maktaydı: çünkü hayatm bizzat kendi yoktu. Yalnızca, do
ğa tarihi tarafından oluşturulmuş bir bilgi tablosundan gö
rülen canlı varlıklar vardı.
II. DOĞA TARİHİ
Klasik çağ nasıl olmuştur da, şimdi bize geçerliği ve bizati
hi birliği çok uzak ve çoktan bulanıklaşmış olarak gözük
mekte olan bu "doğa tarihi" alanım tanımlayabilmiştir?
Doğanın, kapsadığı bireylerin tasnif edilmelerine izin vere
cek kadar kendine yakın ve bu tasnifin çözümleme ve dü
şünme yoluyla yayılmasına izin verecek kadar kendine
uzak olarak görüldüğü bu alan nedir?
Doğa tarihinin kartezyen mekanistliğin serpintilerinin
altında doğduğu izlenimine sahip olunmaktadır ve bu
sıklıkla söylenmektedir. Sonunda dünyanın tümünün,
düz hat üzerindeki hareketin yasalarının içine sokulması
nın olanaksız olduğu ortaya çıkınca, bitki ve hayvan âlem
lerinin karışıklığı yaygın özün basit biçimlerine yeteri ka
dar direnince, doğanın kendini garip zenginliği içinde dışa
vurması gerekmiştir; ve canlı varlıkların özenle incelenme
si, kartezyanizmin henüz çekildiği bu alanda ortaya çıkmış
olmalıdır. Ama işler ne yazık ki bu basitlik içinde cereyan
etmemektedir. Bir bilim bir başkasından doğmuş olabilir
ama bunun incelenmesi gerekir; fakat bir bilim asla bir
başkasının yokluğundan, ne başarısızlığından, ne de hatta
192
Kelimeler ve peyler
onun rastladığı bir engelden doğabilir. Doğa tarihinin Ray,
Jonston, Christopher Knaut ile birlikte olabilirliği, fiili du
rumda kartezyanizmin başarısızlığının değil de, bizzat ken
dinin çağdaşıdır. Aynı episteme hem Descartes'dan d'Alem
bert'e kadar mekaniğe, hem de Tournefot'dan Daubenton'a
kadar doğa tarihine izin vermiştir.
Doğa tarihinin ortaya çıkabilmesi için, doğanın kalın
laşması, karanlıklaşması ve ölçülmesine, hesaplanmasına
ve açıklanmasına imkân olmadan, ancak resmedilebilen ve
tasvir edilebilen bir tarihin ışık geçirmez ağırlığını kazan
ması değil, ama bunun tamamen tersine, Tarih'in doğal ol
ması gerekmiştir. XVI. yüzyılda ve XVII. yüzyüm ortasına
kadar olan sürede var olanlar, tarihlerdi: Belon bir Kuşların
Doğasının Tarihi; Duret bir Bitkilerin Hayranlık Veren Tari
hi; Aldrovandi bir Yılanlar ve Ejderhalar Tarihi'ni yazmış
lardı. Jonston 1657'de bir Dörtayaklıların Doğal Tarihi'ni
yayımlamıştır. Tabii ki, bu doğum tarihi kesin değildir;1
burada yalnızca bir atıf noktasını belirlemesi ve bir olayın
aşikâr esrarım uzaktan işaret etmesi için verilmiştir. Bu
olay, artık birbirlerinden farklı hale gelen iki düzenin, His
toria alanındaki ani anlaşmalarıdır. Tarih Aldrovandi'ye ge
lininceye kadar, şeylere ilişkin olarak görülebilen ve onlar
da keşfedilen veya onların üzerine bırakılmış olan bütün
işaretlerin, tamamen yekpare ve çözülemez dokusuydu: bir
bitkinin veya bir hayvanın tarihini yapmak, onun unsurla
rının veya organlarımı neler olduklarını, ona benzer olarak
bulunabilen şeyleri, ona atfedilen hassaları, içine karıştığı
efsane ve öyküleri, üzerlerinde yer aldığı armaları, onun
özünden imal edilen eczaları, sağladığı gıdaları, eskilerin
ona ilişkin olarak aktardıklarım, seyyahların ona ilişkin
olarak anlatabildiklerini söylemek demekti. Canlı bir varlı
ğın tarihi, bizzat bu varlığın, onu dünyaya bağlayan tüm
1
J. Ray, 16S6'da bir Historia Plantarum General i s yazmıştır.
Sınıflandırmak
193
semantik şebeke içindeki kendisiydi. Bizim için aşikâr
olan, gördüğümüz ile başkalarının gözledikleri ve aktar
dıktan, nihayet diğer başkalarının hayal ettikleri veya safça
inandıkları arasındaki paylaşım; Gözlem, Belge ve Masal
arasındaki, görünüşte çok basit ve fazlasıyla dolaysız üçlü
ayırım o sıralarda yoktu. Ve bunun olmamasının nedeni,
bilimin rasyonele yatkınlık ile safça inanılan geleneğin
ağırlığı arasında tereddüt etmesi değil de, çok daha kesin
ve zorlayıcı bir durumdur: işaretler şeylerin parçasını mey
dana getirmekteydiler, oysa XVII. yüzyılda bunlar temsil
tarzları haline gelmişlerdir.
Jonston, Dörtayaklıların Doğal Tarihi'm yazdığında,
acaba bu konuda, Aldrovandi'nin yarım yüzyıl önce bildik
lerinden daha fazlasını mı biliyordu? Çok daha fazlasını
değil, demektedir tarihçiler. Ama, sorun burada değildir
veya eğer bu terimler içinde sorulmak istenirse, Jonston'un
bu konuda Aldrovandi'den çok daha az şey bildiği cevabı
nı vermek gerekir. Aldrovandi, incelenen her hayvana iliş
kin olarak, onun anatomisini ve yakalama biçimlerini, alle
gorik kullanımını ve üreme tarzını, yaşadığı yerleri ve efsa
nelerdeki konumunu, gıdalarını ve onu işe koşmanın en iyi
biçimini, aynı düzlemde olmak üzere sergilemekteydi.
Jonston, "at" başlığını taşıyan bölümü on iki kesime ayır
maktadır: ad, anatomik bölümler, yaşadığı yer, yaşlar, üre
me, ses, hareketler, sempati ve antipati, yararlı olduğu işler,
tıpta kullanımı.2 Aldrovandi'de bunların hiçbiri eksik de
ğildi, üstelik fazlası vardı. Ve esas fark bu eksilme'dedir.
Tüm hayvansal semantik, ölü ve yararsız bir parça gibi
düşmüştür. Hayvana dolanmış olan kelimeler çözülmüş ve
sökülmüştür ve canlı varlık, anatomisi, biçimi, âdetleri,
doğumu ve ölümü itibariyle, çıplakmışçasma ortaya çık
maktadır. Doğal tarih yerini, şimdi şeylerle kelimelerin ara
2
Jonston, Histria Naturelis Quadripedius, Amsterdam, s. IIl, 1657.
194
Kelimeler ve Şeyler
sında açılmış olan bu aralıkta —her tûr sözel çökeltiden
arınmış olan, ama tüm haklara sahip olarak adlandmlabi
len temsili unsurlarına göre eklemleşmiş, sessiz mesafe—
bulmaktadır. Şeyler söylemin kıyılarına kadar yanaşmakta
dırlar, çünkü temsilin oyuğunda belirmektedirler. Demek
ki, hesaplama yapmaktan vazgeçildiği anda, sonunda göz
lem yapmaya başlanmakta değildir. İçinde geliştiği ampirik
iklimle birlikte, doğal tarihin oluşumunda, başka bir yerde
doğanın gerçeğini gizlemekte olan bu bilgiye girilmesini is
ter istemez zorlayan bir deneyi görmemek gerekir; doğal
tarih ve işte bu nedenden ötürü, tam da bu anda ortaya
çıkmıştır—, adlandırma olabilirliği üzerinde öndeyişte bu
lunan bir çözümleme aracılığıyla temsilin içinde açılan me
kândır; söylenebilecek, ama eğer daha sonra şeyler ile keli
meler daha işin başında bir temsil halinde iletişimde bu
lunmazlarsa, uzaktan ne söylenebilecek, ne de görülebile
cek olan şeyin görülebilme olabilirliğidir. Linne^nin doğa ta
rihine Jonston'dan çok sonraları önereceği betimsel düzen,
çok karakteristiktir. Ona göre, herhangi bir hayvanı ele
alan her bölüm, şu yolu izlemelidir: ad, teori, cins, tür,
yüklemler, kullanımı ve bitirmek üzere, Litteraria. Şeylerin
üzerine zaman tarafından bırakılmış olan dilin tümü, söy
lemin kendi kendim anlatacağı ve keşifleri, gelenekleri,
inançları, şiirsel biçimleri aktaracağı bir sınıra, bir eklenti
olarak sürülmüştür. Bu dilin dilinden önce, şeyin bizzat
kendi, kendine özgü karakterleri içinde, ama daha işin ba
şında ad tarafından bölümlere ayrılmış olan şu gerçekliğin
içinde ortaya çıkmaktadır. Klasik çağda bir doğa biliminin
ihdas edilmesi, başka bir yerde oluşmuş olan bir rasyonel
liğin (geometri veya mekaniğe ilişkin olarak) aktarılması
nın doğrudan veya dolaylı sonucu değildir. Bu, genel işa
retler teorisine ve evrensel maihesis tasarısına bağlı olması
na (ama, korelasyon ve eşanlılık tarzı üzerinde) rağmen,
Sınıflandırmak
195
kendine özgü mimarisi olan, ayrı bir oluşumdur.
Eski tarih kelimesi böylece değer değiştirmiş ve belki
de, eski anlamlarından birine yeniden kavuşmuştur. Her
halü kârda, eski Yunan düşüncesinde tarihçinin, gören ve
gördüğünden hareketle anlatan kişi olduğu doğruysa da,
bizim kültürümüzde hep böyle olmamıştır. Hatta bu rolü
çok geç, klasik çağın eşiğinde üstlenmiş veya yeniden üst
lenmiştir. Tarihçi XVII. yüzyılın ortasına kadar, belgeleri ve
işaretleri dünyada bir damga olarak bulunabilecek her
şeyi devşirmekle görevliydi. Gömülü kalmış olan bütün
kelimelere konuşma olanağını yeniden vermekle yükümlü
olan oydu. Varlığı, bakıştan çok yeniden söylemeyle, sağır
laştırılmış birçok sözün yeniden telaffuz ettikleri ikinci bir
konuşmayla tanımlanmaktaydı. Klasik çağ tarihe tamamen
başka bir anlam vermiştir ilk kez olmak üzere, bizatihi
şeylerin kendilerinin üzerlerine özenli bir bakış yöneltmek
ve daha sonra, devşirdiklerini düz, tarafsız ve sadık kılın
mış kelimelerin içinde aktarmak. Bu "arındırma"nın için
de, ilk oluşan tarih biçiminin doğa tarihi olmuş olduğu an
laşılmaktadır. Çünkü, bu tarih kurulmak için, yalnızca şey
lerin bizzat kendilerine aracısız uygulanan kelimelerden
başka bir şeye ihtiyaç duymamaktadır. Bu yeni tarihin bel
geleri başka kelimeler, metinler veya arşivler değil de, şey
lerin çakıştıkları aydınlık mekânlardır: bitki derlemeleri,
koleksiyonlar, bahçelerdir; bu tarihin yeri, varlıkları her
tür yorumdan ve etraftaki her cins konuşmadan annmış
olarak, kendilerini birbirlerinin yanı başında, görülebilir
yüzeyleriyle sundukları, ortak çizgilerine göre yakınlaştı
rdıkları ve bu durumdan ötürü daha şimdiden potansiyel
olarak çözümlenebildikleri ve sadece kendi adlarım taşı
dıkları, zamandışı bir dörtgendir. Botanik bahçelerinin ve
hayvan koleksiyonlarının kurulmasının, egzotik bitki ve
hayvanlara yönelik yeni bir merakı belirlediği sıklıkla söy
196
Kelimeler ve Şeyler
lenmiştir. Aslında, bunlar uzun zamandan beri merak ko
nusuydular. Değişen şey, onların görülebildiği ve buradan
hareketle tasvir edildiği mekândır. Rönesasta hayvanların
tuhaflığı bir gösteriydi; bayramlarda, düellolarda, gerçek
veya yapmacık döğüşlerde, efsanelerin oynanmasında yer
alıyorlar ve yaşı olmayan hayvan hikâyeleri biçiminde or
taya çıkıyorlardı. Doğa tarihi koleksiyonu ve bahçesi, kla
sik çağda düzenlendikleri biçimiyle, "gösteri"nin sirk bi
çimli geçit resminin, şeylerin "tablo" halinde sergilenmesi
nin yerine geçmiştir. Bu tiyatrolardan bu kataloglara kayan
şey, bilme isteği değil de, şeyleri hem bakışa hem de söyle
me bağlamanın yeni bir biçimidir. Yeni bir tarih yapma bi
çimi.
Ve bu mekânların ve bu "doğal" dağıtımların, XVIII.
yüzyılın sonunda kelimelerin, dillerin, köklerin, belgele
rin, arşivlerin sınıflandırılması, kısacası, XIX. yüzyılın şey
lerin bu saf tablosundan sonra, kelimelerin üzerinde konu
şabilmenin yenilenmiş olabilirliğini bulabileceği bütün bir
tarih ortamının (kelimenin şimdi alışık olduğumuz anlamı
içinde) oluşturulması açısından kazandıkları metodolojik
önem bilinmektedir. Ve XIX. yüzyıl kelimelerden artık yo
rum üslubunda değil de, doğa tarihininki kadar pozitif ve
nesnel sayılacak bir tarzda söz edebilme olabilirliğini de
burada bulmuştur.
Yazılı malzemenin giderek daha tam bir şekilde korun
ması, arşivlerin oluşturulması, bunlann sınıflandırılmaları,
kütüphanelerin yeniden düzenlenmeleri, katalogların, içe
riklerin, envanterlerin düzenlenmesi, klasik çağın sonun
da, zamana, geçmişe, tarihin derinliğine yönelik yeni bir
duyarlıktan çok, çoktan yerleşmiş bir dilin içine ve bırak
tığı izlerin içine, canlılar arasında kurulanıyla aynı tipten
bir düzenin dahil edilmesinin bir biçimini temsil etmekte
dir. Ve XIX. yüzyıl tarihçileri, nihayet "doğru" bir tarihi
Sınıflandırmak
197
yani klasik rasyonellikten, onun düzenlemesinden ve ilmi
ilahisinden kurtarılmış, zamanın fışkıran şiddetine iade
edilmiş bir tarih yazma işine, işte bu sınıflandırılmış za
manın, bu çerçevelenmiş ve mekânsallaştırılmış oluşun
içinde girişeceklerdir.
III. YAPI
Böylece düzene sokulan ve anlaşılan doğal tarih, olabilirlik
koşulu olarak şeylerin ve dilin ortaklaşa bir şekilde temsi
le mensubiyetlerini gerektirmektedir; fakat görev olarak,
ancak şeylerin ve dilin aynı olmaları ölçüsünde var olmak
tadır. Öyleyse, dili bakışın olabildiğince yakınına ve bakı
lan şeyleri de kelimelerin olabildiğince yakma getirebilme
si için, bu mesafeyi azaltmak zorundadır. Doğa tarihi, gö
rülebilenin adlandırılmasından başka bir şey değildir. Gö
rünüşteki basitliği ve sıradan ve şeylerin aşikârhğı tarafın
dan dayatıldığı kadarıyla uzaktan saf olarak gözüken edası
buradan kaynaklanmaktadır. Tournefort ile birlikte, Linne
veya Buffon ile birlikte, her zaman görünür olan, ama ba
kışların bir cins yenilmesi olanaksız dalgınlığı karşısında
sessiz kalmış olan her şeyin nihayet söylenilmeye başladığı
izlenimi vardır. Aslında, bin yıllık bir dikkatsizlik aniden
dağılmamış, yeni bir görülebilirlik alanı tüm kalınlığı için
de oluşmuştur.
Doğa tarihi daha yakından ve daha iyi bakıldığı için
mümkün hale gelmemiştir. Dar anlamı içinde, klasik çağın
olabilecek en az şeyi görmeye değilse bile, en azından de
neyinin alanını iradi olarak kısıtlamaya çabaladığı söylene
bilir. Gözlem XVII. yüzyıldan itibaren, sistematik olarak
negatif olan koşulların eşlik ettiği hassas bir bilgidir. Ku
laktan dolma bilgiler tabii ki dışlanmıştır; ama aynı zaman
da zevk ve tat da dışlanmıştır, çünkü bunlar belirsizlikle
198
Kelimeler ve Şeyler
tiyle, değişkenlikleriyle, evrensel olarak kabul edilebilecek
unsurlar halinde bir çözümlemeye olanak vermemektedir.
Dokunma duyusunun bazı oldukça aşikâr zıtlıklarla (örne
ğin düz ve pürtüklü gibi) sınırlandırılması, görme duyusu
nun adeta eşsiz ayrıcalığı; bu duyu aşikârlığın ve kapsamın
ve buna bağlı olarak, herkes tarafından kabul edilen bir
partes extra partes çözümlemenin duyuşudur: kör, XVIII.
yüzyılda geometrici olabilir, doğabilimci ise olamayacak
tır.3 Ve üstelik, kendini bakışa sunan her şeyden yararlan
mak mümkün değildin özellikle renkler, yararlı bir karşı
laştırmanın tabanım oluşturamazlar. Gözlemin iktidar sa
hasını kuracağı görülebilirlik alam, bu dışlamaların tortu
sundan başka bir şey değildir hissedilebilir diğer tüm yük
lerden kurtulmuş ve üstelik bir de tekdüzelik alanına geç
miş olan bir görülebilirlik. Bu alan, doğa tarihinin olabilir
lik koşullarını ve onun süzgeçten geçmiş kesimlerini hat
lar, yüzeyler, biçimler, kabartılar—, şeylerin bizzat kendile
rine karşı nihayet dikkatli hale gelmiş olan hüsnü kabul
den çok daha fazla tanımlamaktadır.
Belki de, mikroskop kullanımının bu kısıtlamaları te
lâfi ettiği ve duyular aracılığıyla yapılan deneyin, bu en
kuşkulu uçlar tarafından kısıtlanıp, teknik olarak denetle
nen bir şebekenin yeni nesnelerine doğru yaygınlaştırıldığı
söylenecektir. Gerçekte, deney alanını sınırlandıran ve op
tik aletlerin kullanımını mümkün kılan, aynı negatif koşul
lar bütünüdür. Bir mercekle daha iyi gözlem yapabilmek
için, diğer duyular aracılığıyla ve kulaktan dolma öğren
mekten vazgeçmek gerekir. Bakış düzeyindeki bir ölçek de
ğişimi, izlenimlerin, okumaların veya derslerin sağlayabile
cekleri çeşitli tanıklıklar arasındaki bir korelasyondan da
3
Diderot, Lettre sur les aveugles. Krş. Linne: "Bitkide ne göze, ne de dokunma
duyusuna hitap eden bütün arızi notlar... atılmalıdırlar", Philosophie
Botaniqııe, s. 258.
Sınıflandırmak
199
ha fazla değere sahip olmalıdır. Görülebilirin kendi kapsa
mının içine belirsiz bir şekilde oturması, bakışa mikroskop
sayesinde daha iyi sunuluyorsa da, bu bakıştan azat olma
mıştır. Ve bunun en iyi kanıtı, optik aletlerin soy aktarımı
sorunlarının çözümü için kullanılması olgusu tarafından
sağlanmaktadır; yani, yetişkin bireylerin ve cinslerin ka
rakteristikleri olan biçimlerini, niteliklerini, oranlarım, öz
deşliklerini hiç bozmadan, nasıl olup da çağlar boyunca
aktanlabildiğini keşfetmek için Mikroskop, görülebilirli
ğin temel alanının sınırlarını aşmak için değil, ortaya çıkar
dığı sorunları çözmek için yardıma çağrılmıştır görülebi
lir biçimlerin kuşaklar boyunca korunmaları. Mikroskop
kullanımı, şeyler ile gözlem arasındaki aletsel olmayan bir
ilişkiye dayanmaktadır. Doğa tarihini tanımlayan ilişki.
Linne, Naturalia'nın, Coelestia ve Elementa'ya zıt olarak,
kendilerini doğrudan duyulara sunduklarım söylemekte
değil miydi?4 Ve Tournefort, birlikleri tanıyabilmek için
"onların değişimlerinin her birini dinsel bir titizlikle ince
lemekten çok" onları "göze göründükleri halleriyle" çö
zümlemenin daha iyi olduğunu düşünüyordu.5
Demek ki gözlem yapmak, görmekle yetinmektir. Az
sayıdaki şeyi sistematik olarak görmekle yetinmek. Temsi
lin biraz karmaşık olan zenginliğinin içinde çözümenebilir
olanı, herkes tarafından tanınabilir olanı ve böylece herke
sin anlayacağı bir ad alabileni görmekle yetinmek: Linne,
"tüm karanlık benzerlikler, ancak sanatın utancı olarak
devreye sokulmuşlardır" demektedir.6 Kendiliklerinden
4
5
6
Linne, Systema Naturae, s. 214. Mikroskobun sınırlı yaran konusunda Bkz.
age, s. 220221.
Tournefort, hogagage in Rem Herbariam, 1719, Çev. Paris, 1956, s. 295.
Buffon, Linne'nin yöntemini, onu mikroskop kullanmak zorunda bırakacak
kadar küçük karakterlerin üzerine dayanmakla eleştirmektedir. Bir doğabil
imcinin bir diğerini, nesnellik değeri teorik olan bir optik aletin
kullanımından ötürü suçlaması.
Linne, Philosophie Botaniaue, s. 299.
200
Kelimeler ve Şeyler
sergilenen, bütün benzerliklerinden arındırılan, renklerin
den bile temizlenen görülebilir temsiller, doğa tarihine ni
hayet onun kendine özgü nesnesini verebileceklerdir: bu
nu, inşa etmeye uğraştığı iyi kurulmuş bu dilin içine bile
aktaracaktır. Bu nesne, doğanın varlıklarının ondan itiba
ren meydana geldikleri kapsamdır bu kapsam dört değiş
ken tarafından etkilenebilmektedir. Ve yalnızca dört de
ğişken tarafından: unsurların biçimi, miktarı, mekâna bir
birlerine nazaran dağılma biçimi, her birinin nispi büyük
lüğü. Linne'nin temel bir metinde söylediği üzere, "her ka
yıt, sayıdan, biçimden, orandan, konumdan çıkartılmalı
dır."7 örneğin bitkinin üreme organları incelendiğinde, er
kek organlar ile dişi organları saymak (veya eğer böyle bir
durum varsa, yokluklarını fark etmek), aldıkları biçimi, çi
çeğin içine hangi geometrik şekle göre (çember, altıgen,
üçgen) dağıldıklarını, boyutlarının diğer organlara nazaran
tanımlamak yeterli ve mutlaka gerekli olacaktır. Bitkinin
beş bölümüne —kökler, saplar, yapraklar, çiçekler, meyve
ler aynı şekilde uygulanabilen bu dört değişken, kendini
temsile sunan kapsamı, onu herkes tarafından kabul edile
bilecek bu tasvirle eklemleştirmeye yetecek kadar belirle
mektedir aynı bireyin karşısında, herkes aynı tasviri yapa
bilir, ve bunun tersine, böylesine bir tasvirden hareketle,
herkes ona tekabül eden bireyleri tanıyabilir. Görülebilirin
bu temel eklemleşmesinde, dil ile şeylerin ilk karşılaşması,
her tür belirsizliği dışarıda bırakan bir şekilde kurulabilir.
Bir bitkinin veya bir hayvanın görünür bir şekilde ay
rı olan her bölümü, demek ki onun dört değer dizisini yük
lenebilmesi ölçüsünde tasvir edilebilir niteliktedir. Bir or
ganı veya herhangi bir unsuru etkileyen ve belirleyen bu
dört değer, botanikçilerin onun yapısı adını verdikleri şey
dir. "Bitkilerin bölümlerinin yapısından, onların gövdeleri
7
age, 1.167, ayrıca Bkz. 327.
Sınıflandırmak
201
ni meydana getiren parçaların bileşimi bir araya gelmeleri
anlaşılmaktadır."8 Yapı, görülen şeyin hemen tasvir edile
bilmesine olanak vermekte, bunu çelişkili Ve tekelci olma
yan iki tarzda yapmaktadır. Sayı ve büyüklük her zaman
bir hesaplama veya bir ölçümle saptanabilirler; demek ki
bunları miktarsal terimler halinde ifade etmek mümkün
dür. Buna karşılık, biçimler ve konumlar başka yöntemler
le tasvir edilmek zorundadırlar: ya geometrik şekillerle öz
deşlik kurarak, ya da hepsi de "son derece aşikâr" olmala
rı gereken kıyaslamalar yaparak.9 İşte, bazı oldukça karma
şık biçimleri, görülebilirlik modellerine ihtiyat hazinesi gi
bi hizmet eden ve görülebilen ile söylenebilen arasında
kendiliğinden bir birleşme noktası oluşturan insan bede
niyle olan çok görülür nitelikteki benzerliklerden itibaren
tasvir etmek mümkündür. 10
Yapı, görünürü sınırlandırarak ve filtreden geçirerek,
onun dilin içine aktarılmasına izin vermektedir. Hayvanın
veya bitkinin görülebilirliği, yapının aracılığıyla, onu dev
şiren söylemin içine tamamen geçmektedir. Ve belki de li
mitte, Linne'nin düşünü kurduğu şu botaniğe özgü yazıla
rın içinde, kendini kelimeler boyunca toplayabilmekte
dir.11 Linne, tasvirin düzeninin, paragraflar halinde bölüm
lenmesinin, topografik harflerin kendine varıncaya kadar,
bizatihi bitkinin kendi biçimini yansıtmalarını istiyordu.
Metnin biçim, nitelik ve nicelik değişkenleri içinde bitkisel
bir yapıya sahip olmasını istemekteydi. "Doğayı izlemek,
Kökten Saplara, Yaprak saplarına, Yapraklara, Çiçek sapla
rına, Çiçeklere geçmek güzeldir." Tasviri, bitkide ne kadar
8 Tourrefort, Eltments de Botanique, s. 558.
9 Linne, Philosophie Botaniaue, s. 299.
10 age, s. 331'de, insan vücudunun ya boyutlanyla ya da özellikle biçimlenyle
ilk örnek olabilecek bölümlerini saymaktadır: saçlar, tırnaklar, başparmak,
karış, göz, kulak, parmak, göbek, penis, dişilik organı, meme.
11 age, s. 328329.
202
Kelimeler ve Şeyler
bölüm varsa o kadar başlığa ayırma, ama bölümlere ilişkin
olanları büyük puntolarla, "bölümlerin bölümlerinin çö
zümlenmesini küçük harflerle basmak gerekmektedir. Tıp
kı taslağını ışık ve gölge oyunlarıyla tamamlayan bir res
sam gibi, bitkiye ilişkin olarak başka kaynaklardan bilinen
şeyler eklenecektir: "Tasvir, bitkinin tüm tarihini tam ola
rak içerdiği gibi, adlarını, yapısını, dışsal bütününü, doğa
sını, kullanımını da içerecektir." Dile aktarılan bilgi, oraya
kazılmakta ve okuyucunun gözleri önünde, saf biçimini
yeniden oluşturmaktadır. Kitap, bitki türleri bahçesi haline
gelmektedir. Ve bunun, doğa tarihini tüm kapsamı içinde
temsil edemeyen bir sistemleştiricinin düşü olduğu söylen
mesin. Linne'nin ezeli karşıtı olan Buffon'da da aynı yapı
vardır ve aynı rolü oynamaktadır: "Gözlem yöntemi, biçi
me, büyüklüğe, çeşitli bölümlere, bunların sayılarına, ko
numlara, nesnenin özüne yönelecektir."12 Buffon ve Linne
aynı tabloyu koymaktadırlar; bakışları, nesnelerin yüzeyin
deki aynı temas yüzeyiyle meşguldür; tablolarındaki aynı
siyah kutular görülmeyeni belirlemektedirler; aynı aydın
lık ve fark edilir alanlar kendilerini kelimelere sunmakta
dırlar.
Temsilin yapı aracılığıyla, karışık bir şekilde ve eşanlı
lık biçimi içinde verdiği şey, bu sayede çözümlenmiş ve di
lin çizgisel açılımına sunulmuş olmaktadır. Nitekim tasvir,
bakılan şeye nazaran, cümle ifade ettiği temsile nazaran ne
ise odur: unsur be unsur dizi haline sokulması. Fakat dilin,
ampirik biçim altında, bir cümle teorisiyle bir de eklemleş
me teorisini gerektirdiği hatırlanmaktadır. Cümle kendin
de boş olarak kalmaktaydı; eklemleşmeye gelince, ancak
olmak fiilinin görünen veya gizli işleviyle bağlanmış olma
sı koşulu altında, gerçekten söylemi meydana getirebil
mekteydi. Doğa tarihi bir bilim, yani bir dildir, ama temeli
12 Buffon, Maniere de Traiter l'Histoire Naturelle, Toplu Eserler, c. I, s. 21.
Sınıflandırmak
203
olan ve iyi kurulmuş bir dildir, cümlesel açılımı, bütün
haklara sahip bir eklemleşmedir; unsurların çizgisel dizi
haline sokulması, temsili aşikâr ve evrensel olan bir tarza
göre bölümlere ayırmaktadır. Böylece aynı temsil, oldukça
çok sayıda önermeye (cümle) yer verebilir, çünkü onu
meydana getiren kelimeler, onu farklı tarzlarla eklemleştir
mektedir; tek ve aynı hayvan, tek ve aynı bitki, temsilden
dile doğru yapının hükümranlığının olması ölçüsünde, ay
nı şekilde tasvir edileceklerdir. Klasik çağda doğa tarihinin
tüm alanını kat eden yapı teorisi, dilin içinde cümle (öner
me) ve eklemleşme tarafından oynanan rolleri, tek ve aynı
işlevin içinde çakıştırmaktadır.
Ve doğa tarihinin olabilirliği mathesis'e bu yoldan bağ
lanmaktadır. Nitekim, görülebilir alanın tümü, tüm değer
leri miktar olarak değilse bile, en azından tamamen açık ve
her zaman sonlu bir tasvirle belirlenebilen bir değişkenler
sistemine indirgemektedir. Öyleyse, doğal varlıklar arasın
da özdeşlikler sistemi ve farklılıklar düzeni kurmak müm
kündür. Adanson, Botaniğin bir gün tamamen matematik
bir bilim olarak ele alınabileceğini ve burada, cebir ve ge
ometri alanındaki gibi problemler kurulabileceğini düşün
mekteydi: "uyuzotları ailesiyle, hanımelleri ailesi arasında
ki ayrılma veya tartışma hattını belirleyen en hassas nokta
yı bulmak"; Apocinler ile Bourrachelar arasında, tam orta
da yer alan, biIinen(doğal veya yapay olmasının önemi
yoktur) bir bitki türünü bulmak.13 Varlıkların dünya üze
rindeki büyük dağılımı, yapının yardımıyla, aynı anda hem
betimsel bir dilin ardışıklığının içine hem de genel düzen
bilimi olacak bir mathesis'in alanına girebilir. Ve bu çok
karmaşık kurucu ilişki, görünenin tasviri'nin aşikâr basitli
ği içinde ihdas edilmektedir.
Bütün bunlar, doğa tarihinin kendi nesnesi içinde ta
13 Adanson, Famille des Plantes, I, Önsöz, s. CCI.
204
Kelimeler ve $eyltr
nımlanabilmesi açısından, büyük bir öneme sahiptir. Bu
nesne, işleyişler veya görünmeyen dokular tarafından de
ğil, yüzeyler ve hatlar tarafından sunulmaktadır. Bitki ve
hayvan organik birimlerinin içinde, organlann göze görü
nür bölümlenmesi içinde giderek görülebilir hale gelmek
tedirler. Solunum veya iç sıvılar olmadan önce, pençeler
veya toynaklar, çiçekler ve meyveler. Doğa tarihi, eşanlı, bi
tişik, içsel bir tabiyet veya örgütlenme ilişkisi olmayan, gö
ze görünür bir değişkenler mekânını kat etmektedir. Ana
tomi XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, Rönesans'ta sahip olduğu
ve Cuvier'nin döneminde yeniden kazanacağı yön vericilik
rolünü kaybetmiştir; bunun nedeni, bu dönemde merakın
azalmış olması veya bilginin gerilemesi değil de, görülebi
lir ve ifade edilebilir'in temel düzeninin artık bedeninin ka
lınlığı içinden geçmiyor olmasıdır. Botaniğin epistemolojik
önceliği, işte bu durumdan kaynaklanmaktadır: çünkü, ke
limelerin ve şeylerin ortak alanı, bitkiler için, hayvanların
kinden çok daha konuksever, çok daha az "karanlık" bir
tablodan meydana gelmekteydi; dolaysız olarak algılanabi
len değişkenlerden hareketle oluşturulan sınıflandırmaya
dayalı bilgi, bitkilerdeki oluşturucu organlann çoğunun,
hayvanlarda olmayan bir şekilde göze görünür olması öl
çüsünde, botanik âleminde hayvanlar âlemindekinden da
ha zengin olmuştur. Demek ki sıklıkla ve olağan olarak
söylenilen şeyi tersine çevirmek gerekmektedir: XVII. ve
XVIII. yüzyıllarda incelenenin sınıflandırma yöntemlerine
aktarılmasının nedeni, botanikle ilgilenilmesi değil, bilgi
nin ancak görülebilirliğinin smıflandınldığı bir mekânda
mümkün olabilmesiydi; bitkilere ilişkin bilgi, hayvanlara
ilişkin olanına üste gelmek zorundaydı.
Botanik bahçeleri ve doğa tarihi kabineleri, kurumlar
düzeyinde, bu bölümlere ayırma faaliyetinin gerekli ta
mamlayıcısıydılar. Ve bunların klasik kültür açısından
Sınıflandırmak
205
önemleri, esas olarak görülmesine izin verdikleri şeylere
değil, gizlediklerine ve bu engelleme yoluyla zuhur etmesi
ne olanak verdiklerine bağlıdır: anatomiyi ve işleyişini giz
lemekte, organizmayı saklamakta, böylece bunların gerçe
ğini bekleyen gözlerin önünde, biçimlerinin göze görünür
engebelerini, unsurları, dağılım tarzları ve boyutlarıyla bir
likte ortaya çıkarmaktadırlar. Bunlar, yapılanların, karak
terlerin bileştikleri ve sınıflandırmaların serpildikleri me
kânın düzenli kitabıdırlar. XVIII. yüzyılın sonunda, Cuvi
er bir gün Museum'a saldıracak, bütün kavanozları kıracak
ve hayvanın görülebilirliğine ilişkin bütün klasik hazineyi
paramparça edecektir. Lamarck'ın hiçbir zaman onaylama
yacağı bu tasvir kinci hareket, tanınması için ne kaygı, ne
cesaret, ne de olabilirliğin olduğu bir sır karşısındaki yeni
bir merakı göstermemektedir. Çok daha vahim bir şey ola
rak, Batı kültürünün doğal mekanındaki sıçramalı bir de
ğişimi belirtmektedir: Tournefort'un, Linne'nin, Buffon'un,
Adanson'un verdikleri anlamdaki, aynı zamanda Boissier
de Sauvages'm görülebilir'in tarihsel bilgisiyle, görüleme
zin, saklının ve nedenlerin felsefi bilgisini zıtlaştırdığı za
man yüklediği anlamdaki14 tarihin sonu; ve bu aynı za
manda, anatomiyi sınıflandırmanın yerine, organizmayı
yapının yerine, iç tabiyeti görülebilen karakterin yerine, di
ziyi tablonun yerine ikame ederek, hayvanların ve bitkile
rin düz ve beyaz üzerine siyah olarak nakşedilmiş olan es
ki dünyalarının üzerine, yenilenmiş bir adla tarih denile
cek olan koskoca bir derin zaman kitlesinin dökülmesine
izin verecek olan şeyin de başlangıcıdır.
IV KARAKTER
Yapı, kendini bir cins dil öncesi sınıflandırma sayesinde di
14 Boissier de Sauvages, Nosologie Mithodiaue, s. 9192, Fr. Çev., Lyon, 1772.
206
Kelimeler ve Şeyler
lin içine aktarabilen, şu görünenin işaret edilmesidir. Fakat
bu şekilde elde edilen tasvir, bir özel ad biçiminden daha
başka bir şey değildir: her bireyin, kendi katı bireyselliğini
korumasına izin vermekte ve ne onun ait olduğu tabloyu,
ne onu çevreleyen komşulukları, ne de işgal ettiği yeri dile
getirmektedir. Tamamen ve yalnızca işarettir. Ve doğa tari
hinin dil haline gelebilmesi için, tasvirin "cins ad" haline
gelmesi gerekir. Kendiliğinden dilin içinde yalnızca tekil
temsillere ilişkin olan ilk işaretlerin, kökenlerini eylem di
linden ve ilkel köklerden aldıktan sonra, türetme sayesin
de nasıl yavaş yavaş daha genel değerler kazandıkları gö
rüldü. Fakat, doğa tarihi iyi yapılmış bir dildir: türetmenin
ve onun biçiminin zorlamasını kabul etmemelidir, hiçbir
etimolojiye yüz vermemelidir.15 Gündelik dilin ayrı tuttuk
larını, tek ve aynı işlemin içinde birleştirmelidir: aynı anda
hem bütün doğal varlıkları kesin bir şekilde işaret etmeli
dir hem de onlan birbirlerine yaklaştıran ve diğerlerinden
ayıran özdeşlikleri ve farklılıkları sisteminin içine yerleştir
melidir. Doğa tarihi tek bir kerede, kesin bir işaret etme ile
egemen olunmuş bir türerme'yi sağlamalıdır. Ve tıpkı yapı
teorisi, eklemleşme ile cümleyi birbirlerinin üzerine düşür
düğü gibi karakter teorisi de aynı şekilde, işaret eden de
ğerleri ve bunların içinde türedikleri mekânı özdeşleştir
mek zorundadır. Tournefort, "bitkileri tanımak, tam ola
rak, onlara kısımlarının birkaçının yapısına nazaran veril
miş adlan bilmektir... Bitkileri birbirlerinden özsel olarak
ayıran karakter fikri, her bitkinin adıyla değişmez bir şekil
de birleştirilmiş olmalıdır."16
Karakter belirlemek, hem kolay hem de zordur. Kolay
dır, çünkü doğa tarihi bir ad sistemini, çözümlenmeleri
güç olan temsillerden itibaren değil de, tasvirleri içinde
15 Linne, Philosophie Botanique, p. 258.
16 Tournefort, Eltments de Botanique, s. 12.
Sınıflandırmak
207
çoktan açımlanmış olan bir dilden itibaren kurmak duru
mundadır. Adlandırma görülenden harekele değil de, yapı
nın söylemin içine zaten aktarmış olduğu unsurlardan iti
baren yapılacaktır. Bu birinci, ama kesin ve evrensel dilden
hareketle, ikinci bir dil inşa etmek söz konusudur. Fakat
ortaya hemen temel bir güçlük çıkmaktadır. Bütün doğal
varlıklar arasındaki özdeşlikleri ve farklılıkları belirleyebil
mek için, bir tasvirin içinde zikredilmiş olması muhtemel
her çizgiyi hesaba katmak gerekir. Eğer zorluğu yenmeye
ve karşılaştırma çalışmasını sınırlandırmaya izin verecek
teknikler olmasaydı, doğa tarihinin ortaya çıkmasını ulaşı
lamaz bir geleceğe erteleyecek olan, bitimsiz bir çaba. Bu
tekniklerin iki tipten olduklarını, apriori fark etmek müm
kündür. Ya benzerliklerin sayısı açıkça çok fazla olduğun
dan ötürü, farklılıkların sayılarının belirlenmesinin uzun
sürmeyeceği, ampirik olarak oluşturulmuş grupların için
de, toptan karşılaştırmalar yapmak; ve böylece özdeşlikle
rin ve farklılıkların oluşturulmasını yavaş yavaş sağlamak.
Ya da, kendini sunan bütün bireylerin süreklilik ve deği
şimleri incelenecek olan çizgilerin sonlu ve nispeten sınır
lı bir bütününü seçmek. Bu sonuncu usule Sistem adı ve
rilmektedir. Diğerine ise Yöntem denilmektedir. Bunlar,
tıpkı Buffon ile Linng'nin, Adanson ile AntoineLaurent de
Jussieu'nün zıtlaştmldıkları gibi zıtlaştırılmaktadırlar. Tıp
kı doğamn katı ve açık bir kavranışıyla, onun akrabalıkla
rının ince ve dolaysız algılanışının zıtlaştırıldığı gibi. Tıpkı
hareketsiz bir doğaya ilişkin fikirle, aralarında iletişim ku
ran, birbirlerine kansan ve belki de bazıları birbirlerine dö
nüşen varlıkların kaynaşmalı bir sürekliliğine ilişkin fikrin
zıtlaştırıldığı gibi... Fakat esas nokta, doğanın bu büyük
vahiylerinin çatışmasının içinde değildir. Bu çatışma daha
çok, doğa tarihini bir dil olarak oluşturmanın iki biçimi
arasındaki tercihi bu noktada mümkün ve kaçınılmaz kıl
208
Kelimeler ve Şeyler
mış olan gerekirlik şebekesinin içindedir. Geriye kalanın
tamamı, mantıksal ve kaçınılmaz sonuçtan ibarettir.
Sistem, tasvirinin özenle çakıştırdığı unsurların arasın
dan bazılarının sınırlarını belirlemektedir. Bunlar, ayrıca
lıklı ve gerçeği söylemek gerekirse, tekelci olan yapıyı ta
nımlamaktadırlar; bundan sonra bu yapıya ilişkin olarak,
özdeşliklerin ve farklılıkların bütünü incelenecektir. Bu
unsurlardan birine yönelik olmayan her farklılık, farksızlık
sayılabilecektir. Eğer Linne gibi yaparak, karakteristik nok
ta olarak "meyve verme işleminin bütün ayrı kısımları" se
çilecek olursa,17 bir yaprak veya sap veya kök veya yaprak
sapı farkı, sistematik olarak ihmal edilmek zorunda kala
caktır. Aynı şekilde, bu unsurlardan birine ait olmayan hiç
bir özdeşliğin, karakterin tamamında bir değeri olmaya
caktır. Buna karşılık, bu unsurlar iki bireyde benzer olduk
larında, ortak bir ad almaktadırlar. İnatçı özdeşliklerin ve
farklılıkların yeri olarak seçilen yapı, karakter adı verilen
şeydir. Linne'ye göre karakter, "ilk türün meyve vermesi
nin olabilecek en özenli tasvirinden" meydana gelecektir.
• Cinsin diğer tüm türleri, uyumsuz noktaların dışta bıra
kılmasıyla, birincisiyle kıyaslanacaktır. Bu çalışmadan son
ra, karakter nihayet oluşur."18
Sistem, çıkış noktası itibariyle keyfidir, çünkü ayrıca
lıklı yapıya yönelik olmayan her farklılığı ve her özdeşliği
bilinçli bir şekilde ihmal etmektedir. Fakat bu tekniğin sa
yesinde, bir gün doğal bir sistemin keşfedilmesini engelle
yecek hiçbir şey yoktur, karakterin içindeki bütün farklı
lıklara, bitkinin genel yapısının içindeki aynı değerden
farklılıklar tekabül edecektir; ve bunun tersine, ortak bir
karakter altında bir araya getirilmiş olan bütün bireyler ve
ya bütün cinsler, kısımlarının her birinde aynı benzerlik
17 Lirine, Philosophie..., p. 192.
18 age, p. 193.
Sınıflandırmak
209
ilişkisine sahip olacaklardır. Fakat doğal sisteme, ancak ke
sin bir yapay sistem veya en azından bitkiler veya hayvan
lar âleminin bazı noktalarında oluşturulan yapay bir siste
min kurulmasından sonra ulaşılabilir. Linne işte bu neden
den ötürü, kendi sistemi için "kalıcı olan her şeyi tamamen
bilmeden,"19 doğal bir sistem kurmaya kalkışmamaktadır.
Kuşkusuz, doğal yöntem "botanikçilerin ilk ve son istekle
ri"ni meydana getirmektedir ve bu yöntemin bütün "parça
lan", tıpkı Linne'nin Classes Plantaroum'da bizzat yaptığı
gibi, "büyük bir özenle araştırılmalıdırlar,"20 fakat kesin
bir tamamlanmış biçimi henüz ortaya bulunmayan bu do
ğal yöntem olmayınca, "yapay sistemler mutlaka gerekli
dirler."21
Üstelik, sistem görelidir: istenilen kısmilikte işlev gö
rebilir. Eğer seçilen karakter, çok sayıda değişkenle birlik
te, geniş bir yapıdan meydana gelmişse, farklılıklar bir bi
reyden diğerine geçildiğinde bunlar birbirlerine çok yakın
olsalar bile, çok çabuk ortaya çıkacaklardır: karakter bu
durumda düpedüz tasvire benzemektedir.22 Eğer bunun
tersine, ayrıcalıklı yapı darsa ve az sayıda değişken içeri
yorsa, farklılıklar nadir olacak ve bireyler kompakt kitleler
halinde gruplanacaklardır. Karakter, elde edilmek istenilen
sınıflandırmanın inceliğinin işlevinde seçilecektir. Tourne
fort cinsleri belirlemek üzere, karakter olarak çiçek ile
meyve bileşimini seçmiştir. Bunu, Cesalpin'in yaptığı gibi,
bunların bitkinin en yararlı bölümleri olmalarından ötürü
değil de, sayısal açıdan memnuniyet verici bileşimlere izin
vermelerinden ötürü seçmiştir: nitekim, diğer üç bölüm
den (kökler, saplar ve yapraklar) alman unsurlar, bir arada
19
20
21
22
Linne, Systema Naturac, p. 12.
Linne, Philosophie..., p. 72.
Linne, Systema..., p. 12.
"Türün doğal karakteri tasvirdir", Linne, Philosophie..., s. 193.
210
Kelimeler ve Şeyler
alındıklarında çok fazla, teker teker alındıklarında da çok
azdırlar.23 Linne, her biri dört değişken sayı, biçim, ko
num ve oran— içeren 38 üreme organının, türü tanımlama
ya yeterli olan 5.776 dış biçime olanak verdiğim hesapla
mıştır.24 Eğer cinslerden daha kalabalık gruplar elde edil
mek isteniyorsa, örneğin yalnızca erkeklik veya yalnızca
dişilik organlan gibi daha kısıtlı karakterlere ("botanikçile
rin üzerinde anlaşma sağladıkları yapay karakterler") baş
vurmak gerekmektedir: böylece sınıfları ve takımları ayır
mak mümkün olacaktır.25
Böylece hayvanlar âleminin veya bitkiler âleminin tüm
alanı çerçevelenebilecektir. Her grup bir ad alabilecektir.
Öylesine ki, bir cins, tasvir edilmeye gerek kalmaksızın,
içine yerleştirildiği farklı bütünlerin adlarıyla, çok büyük
bir kesinlikle işaret edilebilecektir. Bu cinsin tam adı, en
yüksek sınıflara varana kadar ihdas edilen karakterlerin
tüm şebekesini kat etmektedir. Fakat Linne'nin işaret etti
ği üzere, bu ad kolaylık gerekçesiyle, kısmen "sessiz" kal
malıdır (sınıf ve takım adlandmlmamaktadır), fakat diğer
bölüm "sesli" olmalıdır: cins, tür ve çeşit adlandırılmalı
dır.26 Esas karakteri içinde bu şekilde tanınan ve ondan iti
baren işaret edilen bitki, aynı anda hem onu tam olarak işa
ret edeni hem de onu kendine benzeyenlere ve aynı cinse
mensup olanlara bağlayan (demek ki, aynı aileye ve aynı
takıma) akrabalığı belirtmelidir. Aynı ânda hem özel adını
hem de içine yerleştiği bütün cins adlar dizisini (aşikâr ve
ya gizli) almış olacaktır. "Soy adı, eğer deyim yerindeyse,
bizim botanik cumhuriyetimizin has parasıdır."27 Doğa ta
rihi, "düzenleme ve adlandırma" olan temel görevini yeri
23
24
25
26
27
Toumefort, Elements..., s. 27.
Linne, Philosophie..., p. 167.
Linne, Systtme Sexuel des Wtgttaux, s. 21.
Linne, Philosophie..., p. 212.
age, s. 284.
Sınıflandırmak
211
28
ne getirmiş olacaktır.
Yöntem, aynı sorunu çözmek üzere, başka bir teknik
tir. Karakter olarak hizmet edecek unsurlanaz veya çok,
tasvir edilen bütünlük içinde bölümlere ayırmak yerine,
Yöntem onları tedricen çıkarsamaya dayanmaktadır. Çıkar
sama burada, çıkartma anlamında alınmalıdır. Keyfi olarak
seçilen veya önce bir karşılaşmanın rastlantısı tarafından
sunulan bir cinsten yola çıkılmaktadır Adanson'un Sene
geal bitkilerinin incelenmesinde yaptığı budur.29 Bu cins,
tüm bölümlerine göre tam olarak tasvir edilmekte ve değiş
kenlerin onda aldıkları bütün değerler saptanmaktadır. Bir
sonraki cins için bu yeniden başlamaktadır; bu cins de
temsilin keyfiliği tarafından sunulmuş olmaktadır; tasvir
ilk seferindeki kadar tam olmalıdır, ancak şu farkla birlik
te: birinci tasvirde zikredilmiş olan hiçbir şey ikincisinde
tekrarlanmamahdır. Yalnızca farklılıklar zikredilmektedir.
Üçüncüsü de, ilk ikisine nazaran bu şekilde tasvir edilmek
te ve işlem böyle sürüp gitmektedir. Öylesine ki, her şeyin
sonunda, bütün bitkilerin farklı çizgileri bir kere (ama as
la bir kereden fazla değil) zikredilmiş olmaktadır. Ve son
radan yapılan ve işler ilerledikçe hafifleyen tasvirleri, ilk
yapılanların etrafında gruplandırarak, ilkel kaos boyunca,
akrabalıkların genel tablosunun resmedildiği görülmekte
dir. Her cinsi veya türü farklılaştıran karakter, sessiz özdeş
likler tabanı üzerinde zikredilen tek çizgidir. Aslında böy
lesine bir teknik, hiç kuşkusuz en güvenilir olanıdır, fakat
var olan türlerin sayısı o kadar fazladır ki, işin sonuna var
manın olanağı olmayacaktır. Ancak, karşılaşılan cinslerin
incelenmesi, büyük "aileler"in, yani cinslerin ve türlerin
onlann içinde oldukça büyük sayıda özdeşliğe sahip ol
28 age, s. 151. Tam olarak işaret etme ve türetme işlevlerine denk düşen bu iki
işlev, karakterler tarafından garanti edilmektedirler, bu işlevleri dilde cins ad
yerine getirmektedir.
29 Adanson, Histoire Naturelk âu Senegal, Paris, 1757.
212
Kelimeler ve $eyler
duklan çok geniş grupların varlığını açığa çıkarmaktadır.
Ve bu özdeşliklerin sayısı o kadar büyüktür ki, bunlar ken
dilerini en az analitik nitelikteki bakışa bile, çok miktarda
ki çizgiyle işaret etmektedirler, bütün Renoncules cinsleri
arasındaki veya bütün Aconit türleri arasındaki benzerlik,
duyular tarafından dolaysız olarak algılanmaktadır. İşin
sonsuz hale gelmemesi için, girişimi bu noktada tersine çe
virmek gerekir. Aşikâr bir şekilde tanınan ve ilk tasvirlerin
ana çizgileri sanki körlemesineymiş gibi tammladığıbüyük
aileler kabul edilmektedir. Şimdi pozitif bir şekilde belirle
nen, bu çizgilerdir; daha sonra, aşikâr bir şekilde onlara
mensup olan bir tür veya cinse rastlandığında, bunlann
sanki doğal çerçevelerini meydana getiriyormuş gibi olan
diğerlerinden hangi farklılıklarla ayrıldıklarını işaret etmek
yeterli olacaktır. Her cinsin tanınması, bu genel karakter
leştirmeden hareketle kolayca sağlanacaktır: "Üç âlemden
her biri, aralarında çarpıcı ilişkiler olan bütün varlıkları bi
r araya toplayacak birçok aileye böleceğiz, bu ailelerin içer
dikleri varlıkların genel ve özel karakterlerinin tümünü
gözden geçireceğiz"; bu şekilde "bu varlıkların hepsinin
doğal aileleriyle ilişkilendirildiğinden emin olunabilecek
tir; böylece işe sansar ve kurttan, köpek ve ayıdan başlaya
rak aynı aileden hayvanlar olan aslan, kaplan, sırtlan ko
layca tanınacaktır."30
Sistem ile yöntemi zıtlaşmanın ne olduğu hemen gö
rülmektedir. Yalnızca tek bir yöntem olabilir; çok sayıda
sistem icat edilebilir ve uygulanabilir. Adanson bunlardan
altmış beş tanesini tanımlamıştır.31 Sistem, tüm açılımı
içinde keyfidir, fakat değişkenler sistemi —karakter baş
langıçta bir kez tanımlandıktan sonra onu değiştirmek, ona
bir şeyler eklemek, ondan bir tek unsur olsa bile bir şeyler
30 Adanson, Cours d'histoire Naturelle, s. 17, 1772, 1845 yay.
31 Adanson, Familles des Plantes, Paris, 1763.
Sınıflandırmak
213
çıkartmak olanaksızdır. Yöntem, şeyleri birbirlerine akraba
kılan bütünsel benzerlikler tarafından dıştan dayatılmıştır;
başlangıç noktasında tasvire çok yakın olarak durmaktadır;
ama ampirik olarak tanımladığı genel karaktere, kendileri
ni dayatan değişiklikleri getirmesi her zaman mümkündür,
bir hayvan veya bitki grubu için özsel olduğu sanılan bir
çizgi, aynı aileye mensup bazılarının bir özelliğinden ibaret
olabilir; yöntem kendini her zaman düzeltmeye hazır ol
malıdır. Adanson'un da dediği gibi, sistem "hesaplamadaki
hatalı konum" gibidir bir karardan kaynaklanmaktadır,
ama tamamen tutarlı olmak zorundadır; yöntem bunun
tersine, "genel bir kavramla ifade edilen ve bütün bu nes
nelere uygulanabilen herhangi bazı anlaşmalar veya ben
zerlikler tarafından yakın kılınan olgular veya nesnelerin
herhangi bir şekilde düzenlenmesidir; ancak bu temel kav
ramı veya bu ilkeyi mutlak, değişmez veya istisnası olma
yacak kadar genel olarak kabul etmemek gerekir... Yöntem
kendi ilkelerine yönelik olarak sahip olduğu fikre göre
farklılaşmaktadır, yazar bunları yöntemin içinde değişken,
sistemin içinde mutlak olarak kabul etmektedir."32
Üstelik sistem, hayvanın veya bitkinin yapılanara
sında, ancak eşgüdüm ilişkileri bulabilir çünkü karakter,
işlevsel öneminden ötürü değil, bileştirici etkinliğinden
ötürü seçilmiştir, bireyin iç hiyerarşisinde, şu dişilik orga
nıbiçiminin, bu erkeklik organı düzenlenişinin şu veya bu
yapıya yol açtığını kanıtlayan herhangi bir şey yoktur; bun
lar "özel yapılar"dan başka bir şey değillerdir:33 düşük sa
yılan, yalnızca nadir olmalarından kaynaklanmaktadır, oy
sa çenek ve tacın eşit bölünümü, sıklığından başka bir de
ğere sahip değildir.34 Buna karşılık, yöntem en genel öz
32 age, c. I, önsöz.
33 Linn£, Phiîosophle..., p. 105.
34 age, s. 94.
214
Kelimeler ve Şeyler
deşlikler ve farklılıklardan, daha seyrek olanlarına doğru
gittiğinden, dikey tabiyet ilişkilerini açığa çıkartabilir. Ni
tekim, belli bir ailenin içinde hiçbir zaman yadsınamaya
cak kadar önemli karakterlerin görülmesine izin vermekte
dir. Sisteme nazaran tersine dönüş çok önemlidir, en esas
lı karakterler, en geniş ve en göze görünür şekilde aynı ai
lelerin fark edilmesine izin vermektedirler; oysa Tourne
fort'a veya Linne'ye göre, esas olarak karakter türü tanım
lamaktaydı; ve sınıflan ve takımları ayırmak için yapay bir
karakter seçmek üzere, doğabilimcilerinin "anlaşma"sıye
terli olmaktaydı. Yöntemde, bu iş tabiyetlerin genel örgü
lenmesi, değişkenlerin sabit bir donanımın yanlamasına
aktarımına üste gelmektedir.
Bu farklılıklara rağmen, sistem ve yöntem aynı episte
molojik kaidenin üzerinde yer almaktadır. Bu kaide tek bir
cümleyle tanımlanabilir: klasik bilginin içinde ampirik bi
reylerin tanınması ancak mümkün bütün farklılıkların sü
rekli, düzene sokulmuş ve evrensel tablosu üzerinde müm
kün olabilir. Bitkilerin ve hayvanların özdeşliği, XVI. yüz
yılda pozitif damga (çoğu zaman görünür, ama bazen giz
li) tarafından sağlanmaktaydı: bu, örneğin çeşitli hayvan
cinslerini ayırıyordu, söz konusu olan bunların aralarında
ki farklılıklar değil, bu kuşlardan birinin gece avlanması,
diğerinin su üzerinde yaşaması, bir diğerinin canlı etle bes
lenmesi idi. 35 Her varlık bir damga taşımakta ve cins ken
di kendini işaret etmekte, bireyselliğini diğerlerinden ba
ğımsız bir şekilde ilan etmekteydi: diğer cinsler var olma
yabilirlerdi, bu durumda tanımlama kıstasları, görülebilir
kalmakta tek başlanna olanlar için değişmezlerdi. Fakat
XVII. yüzyıldan itibaren, işaretler ancak, temsillerin özdeş
likler ve farklılıklara göre yapılan çözümlemelerinde bulu
nur hale gelmişlerdir. Bunun anlamı, her işaretin diğer bü
35 Krş. P. Belon, Histoire de la Nature des Oisecavc.
Sınıflandırmak
215
tün mümkün işaretlerle belli bir ilişki içinde yapılmak zo
runda olduğudur. Bir bireye özgü olarak ait olan şeyi bil
mek, önünde ya diğerlerinin bütününü sınıflandırmanın
ya da sınıflandırma olanağının bulunmasıdır. Özdeşlik ve
onu vurgulayan şey, farklılıkların tortusu tarafından tanım
lanmaktadır. Bir hayvan veya bir bitki, onda kayıtlı olarak
bulunan bir izin işaret ettiği veya açık ettiği şey değildir;
o başkalarının olmadığı şeydir; ancak onlardan ayrıldığı sı
nırda, kendinde var olmaktadır. Yöntem ve sistem, özdeş
liklerin, farklılıkların genel şebekesini tanımlamanın iki bi
çiminden ibarettirler. Daha sonraları, Cuvier'den itibaren,
cinslerin özdeşliği aynı zamanda bir farklılıklar oyunuyla
da saptanacaktır; ama bu farklılıklar, kendi iç bağımlılık
sistemlerine (iskelet, solunum, dolaşım) sahip olan büyük
organik birimler tabanı üzerinde ortaya çıkacaklardır:
omurgasızlar yalnızca omurgalarının olmamasıyla değil,
aynı zamanda belli bir solunum tarzıyla, bir dolaşım tipi
nin varlığıyla ve pozitif bir birimi resmeden tam bir orga
nik tutarlıkla tanımlanacaktır. Organizmanın iç yasaları,
diferansiyel karakterlerin yerine geçerek, doğabiliminin
nesnesi haline geleceklerdir. Doğal tarihin başat ve kurucu
sorunu olarak sınıflandırma, bir damga teorisiyle bir orga
nizma teorisinin arasına, tarihsel ve zorunlu olarak yerleş
miştir.
V. SÜREKLİLİK VE FELAKET
Doğa tarihi haline gelen bu iyi yapılmış dilin göbeğinde,
bir sorun var olmaya devam etmektedir. Her şeyin sonun
da, yapısının karakter haline dönüşmesi hiç mümkün ol
mayabilirdi ve cins ad da, hiçbir zaman özel addan doğma
yabilirdi. Tasvirlerin, bir bireyin çok çeşitli unsurlarını bir
sonrakine ve bir cinsinkileri bir diğerine yaymayacağını ve
böylece, bir cins ad oluşturma girişiminin daha baştan di
216
Kelimeler ve Şeyler
namitlenmeyeceğini kim garanti edebilir? Her yapının di
ğerlerinden tam olarak tecrit edilmemesini ve bireysel bir
damga gibi işlememesini kim sağlayabilir? En basit karak
terin ortaya çıkabilmesi için, yapının en azından bir unsu
runun, bir başkasının içinde kendini tekrarlamasıgerekir.
Çünkü, cinslerin düzene sokulmasına izin veren farklılık
ların genel düzeni, belli bir benzeşme oyununu gerektir
mektedir. Bu sorun, yukarıda dile ilişkin olarak rastladığı
mızla eşbiçimlidir:36 bir cins adın mümkün olabilmesi için,
şeylerin arasında işaret eden unsurların sonunda ortaklaşa
işaret etmeler oluşturmak üzere, temsiller boyunca koşuş
turmalarına, onlann yüzeylerine kaymalarına, ürnaklannı
onlann benzerliklerine geçirmelerine izin veren şu dolay
sız benzerliğin bulunması gerekmekteydi. Fakat, adların
yavaş yavaş genel değerlerini aldıkları bu retorik mekânı
resmedebilmek için, ne bu benzerliğin statüsünün ne de
gerçek temelinin olup olmadığını belirlemeye ihtiyaç vardı;
hayal gücüne yeteri kadar iktidar sağlanması yeterli olmak
taydı. Ancak, iyi yapılmış dil olan doğal tarih için, hayal
gücünün bu kıyasları yeterli garanti değerine sahip ola
mazlar; ve Hume'un deney içindeki tekrar zorunluğuna ta
şıdığı kökten kuşkuyu atlatacak çareyi, onun tehdidini her
dil gibi hisseden doğa tarihinin bulması gerekiyordu. Do
ğa'da süreklilik olması gerekiyordu.
Sürekli bir doğaya yönelik bu talep, sistemlerde ve
yöntemlerde tamamen aynı biçimde değildir. Sistemciler
için, süreklilik sadece, karakterlerin açıkça fark edilmeleri
ne izin verdiği çeşitli bölgelerin, hiçbir kırığı olmayan ça
kışmalarından ibarettir; karakter olarak seçilen yapının,
cinslerin bütünsel alanında alabileceği değerlerin kesintisiz
bir derecelenmesi yeterlidir; bu ilkeden hareketle, henüz
bilinmiyor olsalar bile, bütün bu değerlerin gerçek varlık
36 Bkz. yukarıda, bu bölümde, II. kesim.
Sınıflandırmak
217
lar tarafından işgal edildikleri kabul edilecektir... "Sistem,
henüz zikredilmemiş olanlarıda dahil bütün bitkileri işaret
eder; bir katalogtaki sıralama bunu asla başaramaz."37 Ve
bu çakışmanın sürekliliğinin üzerinde, kategoriler sadece
keyfi anlaşmalar olmayacaklardır; bunlar (eğer gerektiği gi
bi belirlenirlerse) doğanın bu kesintisiz örtüsü üzerinde ay
rı olarak var olan bölgelere denk düşebileceklerdir; birey
lerden daha geniş, ama aynı zamanda daha gerçek alanlar
olacaklardır. Linne'ye göre, cinsel sistem, hiç kuşku duyul
mayacak dayanaklara sahip olan türlerin keşfedilmesine iş
te bu şekilde olanak vermiştir: "cinsi oluşturanın karakter
değil, karakteri oluşturanın cins olduğu, cinsin karakter
den değü, karakterin cinsten kaynaklandığını biliniz."38
Buna karşılık, benzerliklerin öncelikle kitlesel ve aşikâr bi
çimleri içinde sunuldukları yöntemlerde, doğanın sürekli
liği şu negatif postulat (ayrı kategorilerin arasında boş alan
yoktur) değil de, pozitif bir talep olacaktır doğanın tümü,
varlıkların yakınlaştıkça benzeştikleri, komşu bireylerin
aralarında birbirlerine çok benzedikleri büyük bir doku
oluşturur; öylesine ki, bireyin küçük farklılığınıdeğil de,
daha geniş kategorileri işaret eden her kopukluk, her za
man gerçek dışıdır. Her genelliğin adsal olduğu, kaynaşma
sürekliliği. Buffon, genel fikirlerimiz "sürekli bir nesne de
recelenmesine oranlıdır, biz buradan hareketle, yalnızca
ortaları net olarak görüyoruz, uçlar ise bizim anlayışımız
dan giderek kaçmaktadırlar... doğal üretimlerin bölümleri
nin sayılarıne kadar artırılırsa, gerçeğe o kadar yaklaşıla
caktır, çünkü doğada gerçekte yalnızca bireyler vardır, ve
cinsler, takımlar, sınıflar yalnızca hayalimizde var olmakta
dırlar"39 demektedir. Ve Bonet aynı yönde olmak üzere,
37 Linne, Fhilosophie..., p. 156.
38 age, s. 169.
39 Buffon, Discours sur la Maniere de Traiter Phistoire Naturelle, s. 36 ve 39,
Toplu Eserler, c. 1.
8
Kelimeler ve Şeyle»'
"doğada sıçramalar yoktur, orada her şey basamaklı, nü
anslıdır. Eğer herhangi iki varlığın arasında bir boşluk ol
saydı, birinden diğerine geçişin nedeni ne olurdu? Demek
ki, altında veya üstünde bazıkarakterlerden ötürü yaklaşan
veya diğer bazılarından ötürü uzaklaşan hiçbir varlık yok
tur" demekteydi. Öyleyse, bitki ile hayvan arasındaki po
lip, kuş ile dörtayaklı arasındaki uçan sincap, dörtayaklı ile
insan arasındaki maymun gibi, "orta üretimler"i keşfetmek
her zaman mümkündür. Buna bağlı olarak, bizim cinsler ve
sınıflar halinde yaptığımız dağıtımlar, "tamamen adsal
dır"lar, "ihtiyaçlarımıza ve bilgilerimizin sınırlarına ilişkin
araçlar"dan başka bir şeyi temsil etmemektedirler.40
Doğanın sürekliliği, XVIII. yüzyılda her doğal tarih ta
rafından, yani doğada bir düzen ihdas etmeye ve onun için
de ister gerçek ve aşikâr ayırımlar tarafından hükmedilen,
isterse kolaylık sağlayan ve düpedüz hayal gücümüz tara
fından bölümlenen genel kategoriler bulmaya yönelik her
çaba tarafından talep edilmektedir. Doğanın kendini tek
rarladığını ve buna bağlı olarak yapımn karakter haline ge
lebileceğini, bir tek süreklilik garanti edebilir. Fakat bu ta
lep hemen ikizlenmektedir. Çünkü eğer deneye, kesintisiz
hareketi içinde bireylerin, çeşitliliklerin, cinslerin, türlerin,
sınıfların sürekliliğini adım adım kat etme olanağı verilmiş
olsaydı, bir bilimin kurulmasına gerek olmazdı; tasvire yö
nelik işaretler çok haklı olarak genelleşirlerdi, ve şeylerin
dili, kendiliğinden bir hareketle, kendini bilimsel söylem
halinde ihdas ederdi. Doğanın özdeşlikleri kendilerini ha
yal gücüne tamamen sunarlardı ve kelimelerin onların re
torik mekânına kendiliklerinden kaymaları, varlıkların öz
deşliklerini, artan genellikleri içinde, tam çizgiler halinde
yeniden üretirlerdi. Doğa tarihi gereksiz hale gelirdi veya
daha doğrusu, insanların gündelik dilleri tarafından zaten
40 Ch Bonnet, Contemplalion de la Nature, c. IV, I. Böl., Toplu Eserler, s. 3536.
Sınıflandırmak
219
yapılmış olurdu; genel gramer aynı zamanda, varlıkların
evrensel taxinomia'sı olurdu. Fakat eğer, kelimelerin çö
zümlenmesinden tamamen ayrı bir doğal tarih mutlaka ge
rekliyse, bunun nedeni, deneyin doğanın sürekliliğini bize
olduğu haliyle sunuyor olmasıdır. Bu sürekliliği hem bölük
pörçük çünkü, değişkenlerin fiilen işgal ettikleri değerler
dizisi içinde birçok boşluk vardır (yeni fark edilen, ama
hiçbir zaman gözleme fırsatı bulunmayan mümkün varlık
lar vardır), hem de bulanık bir şekilde sunmaktadır, çün
kü içinde bulunduğumuz coğrafi ve küresel gerçek mekân,
varlıkları bize tocinomialarm büyük örtüsüne nazaran rast
lantı, düzensizlik ve bozulmadan başka bir şey olmayan bir
düzen içinde, birbirlerine dolanmış olarak göstermektedir.
Linne, doğanın bir hayvan ile bir yosunu veya sünger ile
mercanı aynı yerlerde ortak kılarak, sınıflandırmaların dü
zeninin öyle olmasını isteyeceği gibi, "en mükemmel bitki
lerle, çok yetersiz sayılan hayvanlar"ı ortak kılmadığına,
"yetersiz hayvanlarla, yetersiz bitkileri birleştirdiğine"41
dikkat çekmekteydi. Ve Adanson, doğanın "rastlantının ya
kmlaştırmışa benzediği varlıkların karmakarışık bir karışı
mı" olduğunu fark etmekteydi: "altın şurada başka bir ma
denle, bir taşla, bir toprakla karışmıştır; menekşe burada
bir meşenin yanında bitmektedir. Bu bitkilerin arasında ay
nı zamanda dörtayaklı, sürüngen ve böcek dolaşmaktadır;
balıklar eğer deyim yerindeyse, içinde yüzdükleri sıvıun
surlarla ve suların dibinde biten bitkilerle karışmaktadır
lar. .. Hatta bu karışma o kadar genel ve çoktur ki, doğanın
yasalarından biriymişe benzemektedir. " 42
Oysa bu birbirine dolanma, kronolojik bir olay dizisi
nin sonucudur. Bu olayların başlangıç noktası ve ilk uygu
lama yeri bizatihi canlı cinslerin içinde değil de, bunlann
41 Linne, Philosophie Botanique.
42 Adanson, Coun..., s. 45.
220
Kelimeler ve Şeyler
yerleştikleri mekânın içindedir. Bunlar Yeryüzü ile Güne
şin ilişkisinin içinde, iklim rejimi içinde, yeryüzü kabu
ğundaki değişikliklerin içinde meydana gelmektedirler;
öncelikle ulaştıkları denizler ve kıtalardır, burasıda dünya
nın yüzeyidir, canlılara ise ikincil ve dolaylı olarak temas
edilmektedir: ısı onları çekmekte veya uzaklaştırmakta, ya
nardağlar onları yok etmektedir, çöken topraklarla birlikte
yok olmaktadırlar. Örneğin Buffon'un varsaydığı gibi, 43
yeryüzünün yavaş yavaş soğumadan önce yanar bir du
rumda olmuş olması mümkündür; en yüksek ısılarda yaşa
maya alışan hayvanlar, bugün kavurucu olan bölgede top
lanmışlardır; bu arada ılıman veya soğuk bölgelere, o za
mana kadar ortaya çıkma fırsatı olmayan cinsler yerleşmiş
tir. Yeryüzü tarihindeki dönüşümlerle birlikte, taxinomia
alanı (burada komşuluklar hayat tarzı değil de, karakter
düzlemindendir) onu altüst eden somut bir mekâna dağıl
mıştır. Daha da ötesi: hiç kuşkusuz parçalanmıştır, ve tanı
dığımız veya alışık olduğumuz taxinomia alanları arasında
aracı olanlarına komşu birçok cins, arkalarında yalnızca
şifrelerini çözmenin güç olduğu izler bırakarak yok olmak
zorunda kalmıştır. Bu tarihsel olaylar dizisi her halü kârda,
varlıklar örtüsüne eklenmektedir: ona esastan mensup de
ğildir; tasniflerin analitik mekânında değil de, dünyanın
gerçek mekânında cereyan etmektedir; gündeme soru ola
rak getirdiği şey, canlı olma özelliğine sahip varlıklar değil,
varlıkların yeri olarak dünyadır. Kitabı Mukaddes'te anlatı
lanların simgeledikleri bir tarihsellik, astronomik sistemi
mizi doğrudan cinslerin taksinomik şebekesini dolaylıola
rak etkilemektedir; ve Yaradılış ile Tufan'ın dışında, "yer
küremizin bize ifşa edilmeyen başka dönüşümlerden de
geçmiş olması mümkündür. Yerküremizi diğer gökyüzü ci
simlerine bağlayan bağlantılar, özellikle de Güneş ile kuy
43 Bufion, Histoire de la Terre.
Sınıflandırmak
221
rukluyıldızlar ve astronomik sistemin tümü, biçim için his
sedilir hiçbir izinin kalmadığı ve belki de komşu dünyala
rın birkaçının bildikleri birçok dönüşümün kaynağı olmuş
olabilirler.B44
Demek ki, doğal tarih bilim olarak var olabilmek için,
iki bütün varsaymaktadır: bunlardan biri varlıkların sürek
li şebekesi tarafından oluşturulmuştur; bu süreklilik çeşit
li uzaysal biçimler alabilir; Charles Bonnet onu bazen uçla
rından biri çok basit, diğeri çok karışık, merkezinde med
yan bir bölge olan bize bir tek burasıifşa edilmiştir, ba
zen de bir yanından bir dalın çıktığı (ek dallanmalar olarak
yengeçler ve karideslerle birlikte, kabuklular), diğer yanın
dan da böcekler ve kurbağalann dallandıkları böcekler di
zisinin çıktığı, merkezi bir gövde45 biçimindeki büyük bir
çizgisel merdiven olarak düşünmektedir; Buffon bu aynı
sürekliliği, "geniş bir doku veya daha doğrusu, başka bir
düzlemden demetlerle birleşebilmek için, aralıktan aralığa
dal çıkaran bir demet olarak"46 tanımlamakadır; Pallas çok
yüzlü bir biçim düşünmektedir;47 J. Hermann, hepsi de or
tak bir noktadan yola çıkan, birbirlerinden ayrılarak, "çok
büyük sayıdaki yan dallar üzerine dağılan", sonra yeniden
bir araya toplanan ipliklerden oluşan, üç boyutlu bir mo
del kurmayı arzulamıştır.48 Taksinomik sürekliliği her biri
kendi tarzında tanımlayan bir uzaysal dış biçimlerin için
de, olaylar dizisi farklılaşmaktadır; bu dizi süreksiz ve dev
relerinin her birinde farklıdır; fakat bütün ancak zamanın
ki olan basit bir hat çizebilir (bu hattı düz, kırık veya da
iresel olarak düşünmek mümkündür). Doğa, somut biçimi
altında ve kendine özgü kalınlık içinde bütün olarak, taxi
44
45
46
47
48
Ch. Bonnet, Palinginisie Philosophiaüe, s, 122, Toplu escrlt% c. VII.
Ch. Bonnet, Contemplation..., Aymm XX, s. 130138.
Buffon, Histoire... Oiseaux, s. 396.
Pallas, Elencus Zoophytorum, 1786.
J. Hermann, Tabulae Affinitatum Animafium, s. 24, Strasburg, 1783.
• ) " ) •)
Kelimeler ve Şeyler
nomia örtüsüyle dönüşümler hattı arasına yerleşmektedir.
İnsanların gözleri önünde oluşturduğu "tablolar" ve bili
min söylemi canlı türlerin büyük yüzeyinin parçalarını,
bunların bölündükleri, altüst edildikleri ve zamanın iki is
yanı arasında donduklan halleriyle kat etmekle yükümlü
dür.
Doğanın varlıklarını sürekli bir tabloda tasnif etmekle
yetinen bir "sabitçilik" ile, doğanın başlangıcı belirsiz bir
tarihine ve varlıkların onun sürekliliği boyunca olan derin
bir atılımına inanan bir cins "evrimcilik"i, temel tercihleri
itibariyle çarpışan iki farklı kanaat olarak zıtlaştırmanın ne
kadar yüzeysel olduğu görülmektedir. Cinslerin ve türlerin
boşluğu olmayan bu sağlamlığıyla onu bulandırmış olan
olaylar dizisi, aynı düzeyde olmak üzere, doğa tarihi gibi
bir bilginin klasik çağda ondan itibaren mümkün olduğu
epistemolojik kaideye ait bulunmaktadır. Doğanın kökten
zıt iki biçimde algılanması söz konusu değildir, çünkü
bunlar bütün bilimlerden daha eski ve daha temelli felsefi
tercihlerin içine kök salmış değillerdir; burada, klasik çağ
da doğa bilgisini tanımlayan arkeolojik şebekenin içindeki
iki eşanlı talep söz konusudur. Fakat bu iki talep birbirle
rini tamamlamaktadır. Demek ki birbirlerine indirgene
mezler. Zamansal dizi, varlıkların basamaklandırılmasıyla
bütünleşemez. Doğanın dönemleri, varlıklarm iç zamam'nı
ve onun sürekliliğini hükmetmemektedir, onlarıdağıtma
ya, tahrip etmeye, karıştırmaya, ayırmaya, birbirlerine bağ
lamaya hiç ara vermemiş olan felaketleri dikte etmektedir
ler. Klasik düşüncede bir evrimcilik veya bir dönüşümcü
lük yoktur, böylesine bir düşüncenin izi bile olmamıştır;
çünkü zaman hiçbir şekilde, canlı varlıkların iç organizma
larının içindeki gelişme ilkesi olarak kavranmamıştır; za
man yalnızca, bunların içinde yaşadıkları dış mekânın için
deki mümkün dönüşüm olarak algılanmıştır.
VI. CANAVARLAR VE FOSİLLER
Lamarck'tan çok önceleri, koskoca bir evrimci tipten
düşüncenin zaten bulunduğu itirazı yapılacaktır. Bu dü
şüncenin XVIII. yüzyılın ortasından, Cuvier tarafından
vurgulanan duraklamaya kadar çok önemli olduğu söyle
necektir. Bonnet'nin, Maupertuis'nin, Diderot'nun, Robi
net'nin, Benoit de Maillet'nin, canlı biçimlerin birbirlerine
geçiş yapabilecekleri, şu ândaki cinslerin hiç kuşkusuz es
ki dönüşümlerin sonuçlan olduklarını ve canlı dünyanın
tümünün herhalde gelecekteki bir noktaya yöneldiği öy
lesine ki, hiçbir canlı biçimin artık kesinlikle tamamlandı
ğı ve ebediyen sabitleştiği konusunda güvence verilemez—
konusundaki fikri açıkça eklemleştirdikleri ileri sürülecek
tir. Bu cins çözümlemeler gerçekte, bugün bizim evrim dü
şüncesinden anladığımız şeyle uyuşur nitelikte değillerdir.
Nitekim bu çözümlemeler, söylem olarak özdeşlikler ve
farklılıklar tablosundan, ardışık olaylar dizisine uzanmak
tadırlar. Ve bu tablo ile bu dizinin bütünlüğünü düşünebil
mek üzere, ellerinin altında yalnızca iki araç vardır.
Bunlardan biri, varlıkların sürekliliği ve bunların tablo
halindeki dağılımını, ardışıklıklar dizisiyle bütünleştir
meye dayanmaktadır. Taxinomia'nm kesintisiz bir eşanlılık
içinde düzene soktuğu bütün varlıklar, bu durumda zama
na tabi kılınmaktadırlar. Zamansal dizinin, daha sonra ya
tay bir bakışın tasnifçi bir çerçevelemeye göre düzene so
kabileceği bir cins çoğulluğu yaratması anlamında değil de
tocinomia'nın bütün noktalarının, "evrim"in, merdivenin
unsurlarının birincisinden sonuncusuna kadar giden tekil
ve genel bir yer değiştirmesinden ibaret olarak kalacağı bir
biçimde, zamansal bir gösterge tarafından etkilendikleri
anlamında. Bu sistem Charles Bonnet'ye aittir. Sayılamaya
cak kadar çok halkadan meydana gelen bir dizi aracılığıyla
224
Kelimeler ve Şeyler
Tanrının mükemmelliğine uzanan varlıklar zincirinin, ona
aktüel olarak ulaşamamasını,49 Tanrı ile varlıkların en ku
surlusu arasındaki mesafenin halen sonsuz olmasını ve
varlıkların kesintisiz tüm dokusunun belki de aşılamaz
olan bu mesafenin içinde, hep daha mükemmele doğru
ilerlemesini gerektirmektedir. Bu "evrim"in çeşitli cinsler
arasında var olan ilişkiye dokunmasınıda gerektirmektedir:
eğer cinslerden biri gelişirken, hemen bir üstünde yer alan
basamağın daha önceleri sahip olduğu karmaşıklık derece
sine ulaşırsa, bu nedenden ötürü ona katılmış olmaz, çün
kü aynı hareket tarafından taşınan o basamağın da, eşdeğer
bir oran içinde gelişmemiş olması olanaksızdır: "bütün
cinslerin üst bir kata doğru sürekli ve az çok yavaş bir ge
lişimi olacaktır, böylece merdivenin bütün basamakları,
belirli ve sabit bir oran içinde, hep değişken olacaklardır...
Yeteneklerine daha uygun bir yere taşman insan, gezegeni
mizin hayvanları arasında işgal ettiği ilk yerini maymun ve
file bırakacaktır... Maymunlar arasında Newtonlar ve kun
duzlar arasında Vaubanlar olacaktır. Midyeler ve polipler
en gelişkin cinslere nazaran, kuşlar ve dörtayaklılar insana
nazaran ne iseler o olacaklardır."50 Bu "evrimcilik", varlık
ların birbiri peşi sıra ortaya çıkmalarını kavramanın bir bi
çimi değildir; gerçekte, süreklilik ilkesini ve varlıkların ke
sintisiz bir tabaka oluşturduklarını ileri süren yasayı genel
leştirmenin bir biçimidir. Bu kavrayış, Leibnizgil bir tarz
içinde,51 zamanın sürekliliğini mekânın sürekliliğine ve
varlıkların gelişmesinin sonsuzluğunu varlıkların sonsuz
çoğulluğuna eklemektedir. Söz konusu olan tedrici bir hi
yerarşikleştirme değil de, tamamen kurulu bir hiyerarşinin
49 Ch. Bonnet, Contemplation..., s. 34 vd.
50 Ch. Bonnet, Paltngenesie..., s. 149150.
51 Ch. Bonnet, Toplu eserler, c. 111, s. 173'le, Leibniz'in Herman'a, varlıklar zin
ciri konusundaki bir mektubunu zikretmektedir.
Sınıflandırmak
225
basit ve bütünsel ilerlemesidir. Bu evrimcilik son olarak da,
zamanın tcvanomia'nm bir ilkesi olmanın uzağında, onun
yanızca faktörlerinden biri olduğunu ve bu zamanın, tıpkı
diğer bütün değişkenler tarafından alman bütün değerler
gibi, önceden belirli olduğunu varsaymaktadır. Demek ki,
Bonnet'nin önoluşumcu olması gerekmektedir —ve bu, bi
zim XIX. yüzyıldan beri "evrimcilik"ten anladığımız şey
den olabildiğince uzak kalmaktadır, Bonnet, yeryüzünün
değişim ve felaketlerinin, varlıkların sonsuz zincirinin son
suz bir değişme yönünde ilerleyebilmesi için, bir o kadar
fırsat yaratmak üzere düzenlendiklerini varsaymak zorun
da kalmaktadır: "Bu evrimler öngörülmüşler ve hayvanla
rın tohumlarının içine, daha yaradılışın ilk gününden iti
baren nakşedilmişlerdir. Çünkü bu evrimler, Tanrının gü
neş sisteminin içinde önceden düzenlediği bütün dönü
şümlerle bağlantılıdırlar." Dünya bütünü itibariyle bir lar
va olmuştur; şimdi bir krizalittir ve hiç kuşkusuz bir gün
kelebek olacaktır.52 Ve bütün cinsler, bu büyük hareket ta
rafından aynı şekilde taşınacaklardır. Görüldüğü üzere,
böylesine bir sistem, eski sabitlik dogmasını altüst etmeye
başlayan bir evrimcilik değil de, fazladan bir de zamanı
kapsayan bir tevcinomia'dır. Genelleştirilmiş bir sınıflandır
ma.
"Evrimcilik"in diğer biçimi, zamana tamamen zıt bir
rol oynatmaya dayanmaktadır. Zaman artık, sınıflandmcı
tablonun bütününü gelişmenin sonlu veya sonsuz hattı
üzerinde ilerletmeye değil de, bir araya geldiklerinde cins
lerin sürekli şebekesini oluşturacak olan kutuların her biri
ni birbiri ardısıra ortaya çıkartmaya yaramaktadır. Canlının
değişkenlerine, ardışık olarak mümkün bütün değerleri al
dırtmaktadır: kendini yavaş yavaş ve unsur be unsur kuran
bir karakterleştirmenin mekânıdır. Bir taxinomia'nm olabi
52 Ch. Bonnet, Palingintsie..., s. 193.
226
Kelimeler ve Şeyler
lirliğini düzenleyen benzerlikler veya kısmi özdeşlikler bu
durumda, doğanın bütün değişimlerine rağmen ayakta ka
lan ve bu yüzden taksinomik tablonun boşluk halinde sun
duğu bütün olabilirlikleri dolduran, tek ve aynı canlının
şimdiki zaman içine yayılmış olan işaretleri olacaktır. Be
noit de Maillet, "eğer kuşlar, tıpkı balıkların yüzgeçlerinin
olduğu gibi, kanatlara sahiplerse, bunun nedeni, onlann
atalarının sulann ilk geri çekilmesi esnasında karayıkendi
lerine vatan seçmiş olmalarıdır." Bu balıkların tohumları
bataklıklara taşınınca, cinsin denizden karaya çıkmasına
yol açmış olabilirler. Bunlardan yüz milyonlarcasının kara
da yaşama alışkanlığını edinemeden ölmüş olması bir şeyi
değiştirmez, bir iki tanesinin bunu başarmış olması, cinsin
varlığına yol açmıştır."53 Canlı varlıkların yaşam koşulla
rındaki değişiklikler, tıpkı bazı evrimcilik biçimlerinde ol
duğu gibi, burada da yeni cinslerin ortaya çıkmasına neden
oluyora benzemektedir. Fakat havanın, suyun, iklimin,
toprağın hayvanlar üzerindeki etki tarzı bir ortamın, bir iş
lev ve bu işlevin içinde cereyan ettiği organlar üzerindeki
etkisinin tarzı değildir; dış unsurlar bir karakteri ortaya çı
karabilmek üzere, ancak fırsat olarak işe karışmaktadır. Ve
bu ortaya çıkış yerkürenin herhangi bir olayı tarafından
kronolojik olarak koşullanmışsa da, canlının bütün muh
temel biçimlerini tanımlayan değişkenlerin genel tablosu
tarafından, apriori mümkün kılınmıştır. XVIII. yüzyılın
âdetaevrimciliği, Danvin'de görüldüğü haliyle karakterin
kendiliğinden değişimini olduğu kadar, Lamarck'm tasvir
edeceği haliyle ortamın pozitif etkisini de önceden haber
veriyora benzemektedir. Fakat bu geriye doğru bakışın bir
yanılsamasıdır: nitekim, bu düşünce biçimi için, zamanın
devamlılığı önceden belirlenmiş değişkenlerin bütün
53 Benoit de Maillet, Ttlliamed ou les Entretiens d'un Philosophe Chtnois avec un
Missıonnaire Français, s. 142, Amsterdam, 1748.
Sınıflandırmak
227
mümkün değerlerinin onun üzerinde art arda geldikleri
çizgi üzerinde resmedilebilir. Ve bunun sonucu olarak,
canlı varlığın içindeki bir değişimin ilkesini tanımlamak,
böylece ona bu fırsattan istifade doğal bir değişim süreci,
yeni bir karakter alabilme olanağı tanımak gerekmektedir.
Bu durumda, yeni bir tercih noktasının karşısında bu
lunulmaktadır: ya canlıda biçim değiştirme konusunda
kendiliğinden bir yatkınlık (veya hiç değilse, kuşaklar bo
yunca, başlangıçta verimli olanından hafifçe farklı bir ka
rakter kazanabilme yeteneği; öylesine ki, başlangıç biçimi
giderek tanınmaz hale gelecektir) olduğunu var saymak ya
da onun, kendini önceleyenlerin hepsinin karakterlerine
sahip olan, ama daha yüksek bir karmaşıklık ve gelişmişlik
düzeyinde bulunan nihai bir cinsi gizlice aradığını düşün
mek.
Birincisi, sonsuz hatalar sistemidir Maupertuis'de
rastladığımız gibi—. Doğa tarihinin belirleyebileceği cinsler
tablosu, sürekliliği sağlayan bir bolluk (cinslerin zaman
içindeki desteği ve birinin diğerine benzemesi) ile, aynı ân
da hem tarihi, hem farklılıktan hem de dağılımı sağlayan
bir sapma eğiliminin arasında parça parça kurulan, ama
doğada sabit olan bir denge sayesinde kazanılmış olmalı
dır. Maupertuis, madde parçalarının faaliyet ve bellekle do
nandıklarmı varsaymaktadır. Birbirleri tarafından çekilen
en az faalleri, mineral özleri meydana getirmekte, en faal
leri, hayvanların daha karmaşık vücutlarını resmetmekte
dirler. Çekime ve rastlantıya tabi olan bu biçimler, eğer de
vam edemezlerse yok olmaktadırlar. Devam edebilenler,
bellekleri ebeveyn çiftin karakterlerini koruyan yeni birey
lere hayat vermektedirler. Ve bu durum, parçacıkların bir
sapmasının bir rastlantı, gene aynının inatçı gücüyle ko
runan yeni bir cinsin doğmasına kadar sürmektedir: "Hay
vanların sonsuz çeşitliliği, tekrarlanan sapmalar nedeniyle
228
Kelimeler ve Şeyler
olmuştur."54 Canlı varlıklar böylece, onlara ait olarak bil
diğimiz bütün karakterleri yavaş yavaş ve birbirlerini izle
yen değişmelerle kazanmışlardır, ve meydana getirdikleri
tutarlı ve sağlam tabaka, onlara zaman boyutu içinde bakıl
dığında, çok daha sıkı, çok daha ince bir sürekliliğin par
çasal sonucundan başka bir şey değildir. Sayılamayacak ka
dar çok unutulmuş veya kötü akıbete uğramış küçük fark
lılık tarafından dokunan bir süreklilik. Kendilerini çözüm
lememize sunan görülebilir cinsler, ortaya çıkan cana
varlıkların ardı arkası kesilmeyen tabanı üzerinde bölüm
lere ayrılmış olarak» kısa bir hayat sürmekte, uçuruma yu
varlanmakta ve bazen de sürmektedirler. Ve temel nokta
buradadır: doğa bir tarihe ancak sürekli olabilmesi ölçü
sünde sahiptir. Bütün mümkün karakterleri sırayla (bütün
değişkenlerin her karakterini) alabildiği için, kendim ardı
şıklık biçimi altında sunabilmektedir.
Prototip ve nihai cinse dayalı olan ters sistem için de
farklışeyler olmamaktadır. Bu şıkta, J. B. Robinet ile birlik
te, sürekliliğin bellek tarafından değil de, tasarı tarafından
sağlandığını varsaymak gerekir. Doğanın bir araya getirdi
ği ve yavaş yavaş düzenlediği basit unsurlardan hareketle,
ona doğru yol aldığı karmaşık bir varlık tasarısı: "Önce un
surlar bileşirler. Bütün bedenlere, küçük sayıdaki ilkeler
taban olur"; minerallerin örgütlenmesine yalnızca onlar
hükmeder; sonra "doğanın cömertliği", "dünyanın yüze
yinde dolaşan varlıklara" varana kadar artmaya hiç ara ver
mez; "organların sayı, büyüklük, nitelik, iç doku, dış görü
nüş olarak değişimleri, yem düzenlemelerle kendi içlerin
de sonsuza kadar bölünen ve altbölümlere ayrılan cinsleri
verir."55 Ve bu iş, bizim bildiğimiz en karmaşık düzene ka
dar böyle sürüp gider. Böylece, doğanın tüm sürekliliği,
54 Maupertuis, Essai sur la Formation des Corps Organises, s. 41, Berlin, 1754.
55 J. B Robinet, De la Salure, s. 2528, 3. yay., 1786.
Sınıflandırmak
229
her tarihten daha derinlere giden, tamamen eski bir proto
tip ile, bu modelin yerkürede en azından insanın kişisi üze
rinde gözlenebilen haliyle, uç karmaşıklaşması arasına yer
leşir."56 Bu iki ucun arasında, karmaşıklığın ve bileşimin
bütün mümkün basamakları bulunmaktadır: bazılarının
sabit cinsler halinde sürdüğü ve diğerlerinin de battığı, de
vasa bir deney dizisi gibi. Canavarlar, cinslerin kendilerin
den daha başka bir "doğa"dan değillerdir: "Görünüşteki en
garip biçimlerin... zorunlu ve esas olarak varlığın evrensel
planına mensup olduklarına, bize farklı olgular sunmakla
birlikte, bunların diğerleri kadar doğal prototip başkala
şımları olduklarına, bunların komşu biçimlerine geçiş ola
rak hizmet ettiklerine, tıpkı onların kendilerini önceleyen
ler tarafından getirildikleri gibi, onları izleyen bileşimleri
hazırladıklarına ve düzene soktuklarına, şeylerin düzenini
bozmanın uzağında kalarak, bu düzene katkıda bulunduk
larına... inanalım. Doğa herhalde, bu varlıkların sayesinde
daha düzenli varlıklar ile daha simetrik bir düzenleme
üretmeyi başarmaktadır."57 Tıpkı Maupertuis'de olduğu gi
bi, Robinet'de de ardışıklık ve tarih doğa için yalnızca, ma
ruz kalmaya yatkın olduğu sonsuz değişkenlerin dokusu
nu kat etmenin araçlarından ibarettirler. Demek ki, canlıla
rın sürekliliğini ve özelleşmesini sağlayan zaman veya sûre
değildir; zaman, mümkün bütün çeşitlenmelerin sürekli
tabanıüzerinde, iklimlerin ve coğrafyanın yalnızca ayrı
calıklı ve sürmeye aday bölgeleri devşirdikleri bir güzergâ
hı resmetmektedir. Süreklilik, aynı canlılık ilkesinin değiş
ken bir ortamla mücadele ettiği temel bir tarihin, göze gö
rünür izi değildir. Onun koşuludur. Ve tarih ona nazaran,
ancak negatif bir rol oynayabilir: devşirir ve sürdürür veya
ihmal eder ve kaybolmaya bırakır.
56 J. B. Robinet, Considirations philosophiqu.es sur la gradalion naturelle des
formes de Vitre, s. 45, Paris, 1768.
57 age, s. 198.
230
Kelimeler ve Şeyler
Bunun iki sonucu vardır. Önce, işe canavarları bunlar
dipteki gürültü, doğanın kesintisiz mırıltısı gibidirler— da
hil etme ihtiyacı vardır. Nitekim, sınırlı olan zamanın, do
ğanın bütün sürekliliğini kat etmesi 4>elki de daha önce
den kat etmiştir gerekiyorsa, önemli sayıda mümkün de
ğişimin üzerine çarpıtılmış, sonra da bunların üstlerinin çi
zilmiş olduğunu kabul etmek gerekir; tıpkı, bulanık, ka
otik ve parçalanmış bir deney boyunca, taksinomik tablo
dan sürekliliğe çıkabilmek için jeolojik felaketin gerekli ol
ması gibi; canavarların geleceği olmayan çoğalmaları da,
süreklilikten tabloya doğru zamansal bir dizi boyunca ye
niden inebilmek için gereklidir. Başka bir şekilde söylen
mesi halinde, bir yönde toprağın ve suların dramı olarak
okunması gereken şey, diğer yönde biçimlerin görünüşteki
sapması olarak okunmalıdır. Canavar, zamanın içinde ve
bizim teorik bilgimiz için, tufanlann, yanardağların ve ba
tık kıtaların bizim gündelik deneyimiz açısından bulandır
dıktan bir sürekliliği sağlamaktadır. Diğer sonuç ise, sürek
lilik işaretlerinin böylesine bir tarih boyunca, artık benzer
lik düzeninden başka bir şey olmamalarıdır. Ortam ile or
ganizma arasındaki hiçbir ilişki 58 bu tarihi tanımlamadı
ğından, canlı biçimler burada bütün mümkün başkalaşım
lara maruz kalacaklar ve arkalannda, katedilen yolun işa
reti olarak yalnızca benzeşmenin menzillerini bıraka
caklardır. Örneğin doğanın, insanın geçici olarak nihai bi
çimini tasarladığını, ilkel prototipten hareketle yapmaya
hiç ara vermediği neye bakılarak anlaşılacaktır? Güzergâh
üzerinde bıraktığı, onun modelini resmeden binlerce biçi
me bakarak mı? Acaba kaç tane fosil, insanın kulağı, kafa
tası veya cinsel organları için, biçim verilen ve bir gün da
ha gelişkin bir biçim uğruna terk edilen alçı heykeller gibi
58 XVIII. yüzyılda, biyolojik "ortam" kavramının bulunmaması hakkında Bkz.
Cnaguilhem, La Connaissance de la Vie, s. 129154, 2. bas., Paris, 1965.
Sınıflandırmak
231
dir? " İnsan kalbine benzeyen ve bu yüzden Anthropocardi
te denilen cins... özel bir dikkat hak etmektedir. Özü, için
deki bir çakıltaşıdır. Kalp biçimi olabildiğince iyi taklit
edilmiştir. Burada toplardamarın gövdesi ve iki parçası fark
edilmektedir. Ayrıca, sol karıncıktan büyük atardamarın
büyük gövdesi ile alt veya inen kısmın çıktığıda görülmek
tedir."59 Fosil, hayvan ve mineral karması olan doğasıyla,
sürekliliği araştıran tarihçinin aradığıbir benzerliğin ayrı
calıklı yeridir —taxinomia mekânının onu katı bir şekilde
parçalamasına rağmen—.
Canavar ve fosilin her ikisi de, bu dış biçimin içinde
çok belirgin bir role sahiptir. Canavar, doğanın elinde tut
tuğu süreklilik gücünden hareketle, farklılığı açığa çıkar
maktadır: bu farklılık henüz yasasızdır ve iyi tanımlanmış
bir yapıya sahip değildir; canavar özelleşme tabakasıdır,
ama tarihin yavaş inadı içinde bir altcinsten başka bir şey
değildir. Fosil, benzerliklerin doğanın kat ettiği bütün sap
maların içinde sürmesine izin verdiğidir; özdeşliğin uzak
ve yaklaşık bir biçimi olarak işlev görmektedir; zamanın
kıpırdanışı içinde bir âdetakarakter kaydetmektedir. Bu
nun nedeni, canavar ve fosilin, taxinomia için yapıyı, son
ra da karakteri tanımlayan şu farklılıklar ve şu özdeşlikle
rin geriye doğru yansıtılmasından başka bir şey olmamala
rıdır. Bunlar, tablo ile süreklilik arasmda, çözümlemenin
özdeşlik olarak tanımlayacağışeyin henüz sessiz benzeştir
me olduğu ve sabit ve belirlenebilir farklılık olarak tanım
layacağışeyin henüz yalnızca serbest ve rastlantıya bağlı
değişiminden ibaret olduğu karanlık, hareketli, ütreşen bil
giyi meydana getirmektedirler. Fakat eğer gerçeği söyle
mek gerekirse, doğanın tarihi'ni düşünmek doğa tarihi için
o kadar olanaksız, tablo ile süreklilik tarafından resmedil
miş olan epistemolojik düzen o kadar temellidir ki, oluş
59 J. B. Robinet, Considirations..., s. 18.
232
Kelimeler ve Şeyler
ancak bütünün talepleri tarafından ölçülen, bir tek aracı
yere sahip olabilir. İşte bu nedenden ötürü, ancak birinden
diğerine gerekli geçiş esnasında müdahale edebilmektedir.
Ya, canlılara yabancı ve onlara yalnızca dışarıdan gelen fe
laketler olarak. Ya da, hep taslağı çıkartılan, ama daha tas
lak halindeyken durdurulan, ve yalnızca tablonun kıyıla
rında, onun ihmal edilen kenarlarında algılanabilen bir ha
reket olarak: ve Canavar böylece, farklılıkların oluşumunu,
sürekliliğin tabanı üzerinde bir karikatür gibi anlamakta ve
fosil de özdeşliğin ilk inatlarını, benzerliğin belirsizliği
içinde hatırlatmaktadır.
VII. DOĞANIN SÖYLEMİ
Doğal tarih teorisini dil teorisinden ayırmak mümkün de
ğildir. Ama, bunların arasında bir yöntem aktarımı söz ko
nusu değildir. Ne de bir kavram iletişimi veya bir alanda
"başarılı" olduktan sonra, diğer alanda da denenen model.
Gramer ve tcucinomia konusundaki düşüncelere özdeş bi
çimler dayatacak, daha genel bir rasyonellik de söz konu
su değildir. Söz konusu olan, varlıkları tanımayı, onlanbir
adlar sistemi içinde temsil etme olabilirliğine bağlayan bil
ginin temel bir düzenidir. Bizim şimdi hayat adını verdiği
miz bu bölgede, hiç kuşkusuz sınıflandırma çabalanndan
farklı daha birçok araştırma, özdeşlikler ve farklılıklarmki
lere ilişkin olanının dışında daha birçok çözümleme ol
muştur. Ama bunlann hepsi, onlara dağınıklıklaniçinde,
tekil ve birbirinden uzaklaşan tasarılarıiçinde izin veren ta
rihsel bir cins apriori'ye dayanmaktaydı; bu apriori aynıza
manda bunlann yerini oluşturduklan bütün fikir tartışma
larmımümkün kılmaktaydı. Bu apriori, somut olgulanin
sanlann merakına bir o kadar esrar olarak sunmaya hiç ara
vermeyecekleri bir sabit sorunlar donanımı tarafından
Sınıflandırmak
233
oluşturulmamıştır; daha önceki çağlar boyunca çökelti ha
linde biriken ve rasyonelliğin az veya çok eşitsiz veya hız
lıgelişmelerine taban olarak hizmet eden bir bilgi halinden
de meydana gelmemiştir; hatta hiç kuşkusuz, belli bir dö
nemin zihniyetleri veya "düşünce çerçeveleri* denilen şey
tarafından da belirlenmemiştir eğer bundan spekülatif bil
gilerin, saflıkların veya büyük teorik tercihlerin tarihsel
profilini anlamak gerekiyorsa. Bu apriori, belli bir dönem
de, deneyin içinde belli bir mümkün bilgi alanınıbelirle
yen, orada ortaya çıkan nesnelerin varoluş tarzını tanımla
yan, gündelik bakışı teorik güçlerle donatan ve şeylerin
üzerinde, doğru sayılan bir söylemin tutturulmasına ola
nak veren koşulları tanımlayan şeydir. XVIII. yüzyılda,
türlerin varlığı, karakterlerin kuşaklar boyunca aktanmı
konusundaki araştırmaları veya tartışmaları belirleyen ta
rihsel a priori, bir doğa tarihinin varlığıdır: bilgi alanı ola
rak belli bir görülebilirliğin düzenlenmesi, tasvirin dört de
ğişkeninin tanımlanması, hangisi olursa olsun her bireyin
yerleşebildiği bir komşuluk alanının oluşturulması. Doğa
tarihi, klasik çağda yeni bir merak nesnesinin keşfedilme
sine tekabül etmemekte; sabit bir düzeni bir temsil bütü
nünün içine dahil eden karmaşık bir işlemler dizisini kap
samaktadır. Bütün bu ampiriklik alanını, aynı ânda hem
tasvir edilebilir, hem de düzene sokulabilir olarak kurmak
tadır. Onu dil teorileriyle akraba kılan, XIX. yüzyıldan be
ri biyolojiden anladığımız şeyden ayıran ve ona klasik dü
şüncenin içinde belli bir eleştirel rol oynatan işte bu alan
dır.
Doğa tarihi dille çağdaştır: temsilleri ânı içinde çö
zümleyen, onların ortak unsurlarını saptayan, işaretleri on
lardan itibaren belirleyen ve sonunda adlan dayatan kendi
liğinden oyunla aynıdüzeydedir. Sınıflandırmak ve konuş
mak, köken noktalarım, temsilin zamana, belleğe, düşün
234
Kelimeler ve Şeyler
ceye, sürekliliğe bağlı olduğu için kendi içinde açtığı bu
aynı mekânda bulmaktadırlar. Fakat doğal tarih, bütün di
ğerlerinden bağımsız bir dil olarak, ancak iyi yapılmış bir
dil olması halinde var olabilir/olmalıdır. Ve evrensel olarak
geçerli olması halinde, kendiliğinden ve "kötü yapılmış"
dilin içinde, dört unsur (önerme (cümle), eklemleşme, işa
ret, türeme) kendi aralarında büyük aralıklar bırakmak
tadırlar herkesin teker teker yaptığı deneyler, ihtiyaçlar
veya tutkular, alışkanlıklar, önyargılar, az veya çok uyanık
bir dikkat, yüzlerce farklıdil oluşturmuştur; ve bunlar yal
nızca kelimelerin biçimiyle değil, her şeyden önce bu
kelimelerin temsili bölümlere ayırma biçimiyle farklılaş
maktadırlar. Doğa tarihi, ancak oyunun kapalı olması ha
linde iyi yapılmış bir dil olacaktır: tasvire yönelik kesinlik
eğer her cümleyi, hakikinin sabit bir bölümlenmesi haline
getirebilirse (eğer temsile her zaman, orada eklemleştirilen
şey yufeleneıbüirse) ve eğer her varlığın işareti, onun bütü
nün genel düzenlenişi içinde bütün haklara sahip olarak iş
gal ettiği yeri işaret ederse. Fiilin dilin içindeki işlevi evren
sel ve boştur; ve adlar eklemleşme sistemlerini bunun için
de işletmektedirler; doğal tarih bu iki işlevi, bir varlığa
yüklenebilecek tüm değişkenleri eklemleştiren yapı'mn
birliği içinde bir araya getirmektedir. Ve işaret dilin içinde,
bireysel işleyişi itibariyle, cins adlara kapsam ve genişlik
lerini veren türetmelerin rastlantısına açıkken, doğa tari
hinin belirlediği haliyle karakter de hem bireyi dam
galamaya hem de onu birbirlerine ayak uyduran genellik
lerin mekânı içine yerleştirmeye izin vermektedir. Öylesine
ki, gündelik kelimelerin üzerinde (ve onlar boyunca, çün
kü onları ilk tasvir için kullanmak gerekmektedir), şey
lerin kesin Adlarının nihayet hüküm sürdükleri ikinci
dereceden bir dilin binası inşa olmaktadır: "bilimin ruhu
olan yöntem, ilk bakışta doğadaki herhangi bir şeyi işaret
Sınıflandırmak
235
etmektedir, böylece bu cismin kendine özgü olan admı
telaffuz etmekte, ve bu ad, bu adı taşıyan cismin zaman
içinde edinebildiği bütün bilgileri hatırlatmaktadır: öy
lesine ki, aşın karmaşıklığın içinde, doğanın egemen
düzeni keşfedilmektedir."60
Fakat bu özsel adlandırma görülebilir yapıdan tak
sinomik karaktere bu geçiş maliyetli bir talebe gönderme
yapmaktadır. Kendiliğinden dü, olmak fiilinin tekdüze iş
levinden, türetmeyi ve retorik mekânın güzergâhına giden
biçimi tamamına erdirmek ve onun çemberini kapatmak
için, yalnızca hayal gücünün işleyişine ihtiyaç duymaktay
dı: yani dolaysız benzerliklere. Buna karşılık, tcocinomia'mn
mümkün olabilmesi için, doğanm gerçekten ve bizatihi
tamlığıiçinde sürekli olmasıgerekir. Dilin izlenimlerin ben
zeşmelerini istediği yerde, sınıflandırma şeyler arasında
mümkün en küçük farklılık ilkesini talep etmektedir. Oy
sa, adlandırmanın tabanında, tasvir ile düzenleme arasında
bırakılan açıklığın içinde bu şekilde ortaya çıkan bu con
tinuum (süreklilik), dilden çok önce ve onun koşulu olarak
varsayılmıştır. Ve bunun nedeni yalnızca, onun iyi yapılmış
bir dili kurabilmesi değil de, aynı zamanda genel olarak her
dili açıklayabilmesidir. Bir temsil belleğe, herhangi bir
karışık ve iyi algılanmayan özdeşlik aracılığıyla başka biri
ni hatırlattığında ve her ikisine birden bir cins adın keyfi
işaretinin verilmesine izin verdiğinde, işleme fırsatını
veren hiç kuşkusuz doğanın sürekliliğidir. Kendini hayal
gücünün içinde körlemesine benzeşme olarak veren şey,
özdeşliklerin ve farklılıkların kesintisiz büyük dokusunun
yansımasız ve bulanık izinden başka bir şey değildi. Hayal
gücü (karşılaştırma yapmaya izin vererek, dile olanak
vereni), o sırada bilinmemekle birlikte, doğanın çökmüş,
ama inatçı sürekliliğinin, bilincin boş, ama dikkatli sürek
60 Linn6, Systema Naturae, s. 13.
236
Kelimeler ve Şeyler
İiliğine eklendiği kaypak yeri meydana getirmekteydi. Öy
lesine ki, eğer doğa şeylerin tabanında, bütün temsillerden
önce sürekli olmasaydı, konuşmak mümkün olamazdı, en
küçük bir ad için bile yer bulunamazdı. Cinslerin, türlerin
ve sınıfların boşluğu olmayan büyük tabakasını oluştur
mak için, doğal tarihin, olabilirlik koşulu tam da bu sürek
liliğin içinde bulunan yeni bir dili, maliyetine katlanarak
kullanması, eleştirmesi, sınıflandırmasıve sonunda yeni
den kurması gerekmiştir. Şeyler ve kelimeler çok sıkı bir
şekilde kesişmişlerdin doğa kendini ancak, adlandır
maların tablosu boyunca teslim etmektedir, ve böylesine
adlar olmasaydı sessiz ve görülmez olarak kalacak olan bu
doğa, onların arkasında uzaktan ışıldamakta, onu aslında
bilgiye sunan ve ancak dilin tümünün kat edilmesi halinde
görünür kılan bu çerçevelendirmenin ötesinde, sürekli
olarak mevcut olmaktadır.
Doğal tarih klasik çağda, herhalde bu nedenden ötürü
biyoloji olarak kurulmamıştır. Nitekim, XVIII. yüzyılın
sonuna kadar hayat var olmamıştır, Yalnızca canlı varlıklar
olmuştur. Bunlar, dünyanın bütün nesnelerinin dizisi için
de bir, daha doğrusu birçok sınıf meydana getirmektedir
ler, ve eğer hayattan söz edilebilirse, bu ancak varlıkların
evrensel dağılımı içindeki bir karakter kelimenin tak
sinomik anlamında— olarak mümkündür. Doğadaki şeyleri
üç sınıfa ayırma âdeti vardır: geliştiği kabul edilen, ama
hareket ve duyarlığı olmayan mineraller, çoğalabilen ve
duyusu olabilen bitkiler, kendiliklerinden yer değiş
tirebilen hayvanlar.61 Hayata ve onun ihdas ettiği eşiğe
gelince, benimsenen kıstaslara göre, bunları bu merdiven
basamaklanboyunca kaydırmak mümkündür. Eğer bu
merdiven, Maupertuis ile birlikte, hareketlilik ve unsurlan
birbirine çeken ve onlan bağlı tutan yakınlık ilişkileriyle
61 Örnek olarak, age, s. 215.
Sınıflandırmak
237
tanımlanacak olursa, hayatı maddenin en basit parçacık
larının içine yerleştirmek gerekir. Hayat eğer Linne'nin,
onun kıstası olarak doğumu (tohum veya tomurcukla),
beslenmeyi (bir özün dıştan dahil edilmesiyle), yaşlan
mayı, dış hareketi, sıvıların iç hareketini, hastalıkları,
ölümü; damarların, bezlerin, derinin, tulumcukların mev
cudiyetini62 saptadığında yaptığı gibi, yüklü ve karmaşık
bir karakterle tanımlanacak olursa, dizi üzerinde çok daha
yukarılara konulmak durumunda kalır. Hayat, tamamen
yeni bilgi biçimlerinin ondan itibaren edinildikten aşikâr
bir eşik meydana getirmez. Tıpkı bütün diğerleri gibi, sap
tanan kıstaslara nazaran nispi bir sınıflandırma kategori
sidir. Ve tıpkı bütün diğerleri gibi, sınırlarının saptanması
söz konusu olduğunda, bazı belirsizliklere maruz kalmak
tadır. Ve tıpkızoofit'in (biçimi bitkiye benzeyen hayvan)
hayvanlar ile bitkilerin ikircikli kesitinde yer alması gibi,
fosiller de, madenler de, hayattan söz etmenin gerekip
gerekmediğinin bilinmediği şu belirsiz sınıra yerleşmek
tedirler. Fakat canlı ile canlı olmayan arasındaki kopukluk
asla belirleyici bir sorun değildir.63 Linne'nin dediği gibi,
doğabilimci o buna Historiens naturalis adını vermek
tedir "doğal cisimlerin bölümlerini bakarak fark eder, on
lansayı, biçim, konum ve orana göre uygun bir şekilde tas
vir eder ve onları adlandırır."64 Doğabilimci, yapılanmış
görülebilenin ve karakteristik adlandırmanın adamıdır.
Hayatın değil.
Demek ki, klasik çağda geliştiği haliyle doğal tarihi,
karanlık ve henüz emekleyen bir hayat felsefesine bağ
62 lint, Philosophie..., g. 133. Ayrıca age, Systtme Seauel..., s. 1.
63 Bonnet, doğada dört bölümlü bir ayırımı kabul etmekteydi: örgütlenmemiş
ham varlıklar, hareketsiz organize varlıklar (bitkiler), hareketli organize
varlıklar (hayvanlar), hareketli ve akıllı organize varlıklar (insanlar). Bkz.
Contemplation..., Ayırım I.
64 Linne, Systema Naturae, s. 215.
238
Kelimeler ve Şeyler
lamamak gerekir. Doğal tarih gerçekte, bir kelimeler
teorisiyle kesişmektedir. Doğal tarih aymanda hem dilin
önünde hem de arkasında yer almaktadır; gündelik dili
bozmakta, ama bu işi onu yeniden yapmak ve onu hayal
gücünün körlemesine benzerlikleri boyunca mümkün kıl
mış olanın ne olduğunu keşfetmek için yapmaktadır; onu
eleştirmektedir, ama bunu onun temelini keşfetmek için
yapmaktadır. Eğer onu yeniden ele alıyor ve onu mükem
melliği içinde tamamına erdirmek istiyorsa, bunun anlamı
aynı zamanda onun kökeni geri döndüğüdür. Kendine do
laysız taban olarak hizmet eden bu gündelik kelime haz
nesini aşmaktadır ve onun ötesinde, onun varlık nedenini
oluşturmuş şeyi araştıracaktır; ama bunun tersine, bütü
nüyle dilin mekânına yerleşmektedir, çünkü esas olarak,
adların üzerinde anlaşmaya varılmış bir kullanımıdır ve
nihai amacı şeylere tam adlarını vermektir. Demek ki, dil
ile doğa teorisi arasında eleştirel tipten bir ilişki vardır;
nitekim doğayı tanımak, dilden hareketle, doğru ama her
dilin hangi koşullarda mümkün olduğunu ve hangi sınır
ların içinde bir geçerlik alanı bulunabileceğini keşfedecek
bir dil inşa etmektir. Eleştirel sorun XVIII. yüzyılda var ol
muştur; ama belirgin bir bilginin biçimine bağlı olarak. Bu
yüzden ne özerklik, ne de kökten sorgulama değeri kaza
nabilmiştir: benzerliğin, hayal gücünün, doğa ile insan
doğasının, genel ve soyut düşüncelerin değerinin, kısacası
benzeşmenin algılanması ile kavramın geçerliği arasındaki
ilişkilerin söz konusu olduğu bir bölgede sürtmeye ara ver
memiştir. Klasik çağda —Locke ve Linne, Buffon ve Hume
buna tanıktırlar kritik soru, benzerliğin temeli ile cins
lerin varoluşuna ilişkin olanıdır.
XVIII. yüzyılın sonunda yeni bir dış biçim ortaya
çıkarak, doğa tarihinin eski mekânını, modernler açısın
dan ebediyen bulamklaştıracaktır. Bir yandan eleştiri yer
Sınıflandırmak
239
değiştirmekte ve doğduğu topraktan kopmaktadır. Hume,
nedenselliği benzerliklere yönelik genel soruşturmanın
şıklarından biri haline getirirken;65 Kant nedenselliği
buradan soyutlayarak, soruyu tersine çevirmiştir; benzeş
melerin sürekli tabanı üzerinde özdeşlik ve ayrılık iliş
kilerinin belirlenmesinin söz konusu olduğu yerde, çeşit
linin sentezine ilişkin ters sorunu açığa çıkarmıştır. Eleş
tirel soru aynı darbeyle, kavramdan yargıya, türün varlığın
dan (temsillerin çözümlenmesiyle elde edilmektedir), tem
silleri birbirlerine bağlamanın olabilirliğine, yüklemin, ad
sal eklemleşmenin temelindeki adlandırma hakkından
bizatihi cümleye ve onu kuran olmak fiiline taşınmış ol
maktadır. Yalnızca doğa ile insan doğasının ilişkileri konu
sunda geçerli olmak yerine, bizzat her bilginin olabilir
liğini sorgulamaktadır.
Fakat öte yandan, hayat aynı dönemde sınıflandırma
kavramlarının karşısında özerkliğini kazanmıştır. XVIII.
yüzyılda doğa bilgisinin kurucusu olan şu eleştirel iliş
kiden kurtulmaktadır. Kurtulmaktadır sözü iki anlama gel
mektedir: hayat diğerleri arasında bir bilgi nesnesi haline
gelmekte ve bundan ötürü, genel anlamdaki her eleştirinin
alanına girmekte, ama kendi hesabına geçirdiği ve kendi
adına olmak üzere, mümkün her bilgiye taşıdığı şu eleştirel
yargıya da direnmektedir. Öylesine ki, XIX. yüzyılın tümü
boyunca, Kant'tan Dilthey'e ve Bergson'a varana kadar
bütün eleştirel düşünceler ve hayat felsefeleri kendilerini
bir toparlanma ve karşılıklı meydan okuma konumunda
bulacaklardır.
65 Hume, Essai sur la Nature Humaine, s. 80 ve 239 vd., Çev. Leroy, c. 1.
ALTINCI AYIRIM
Mübadele Etmek
I. ZENGİNLİKLERİN ÇÖZÜMLENMESİ
Klasik çağda hayat ve hayat bilimi yoktur; filoloji de yok
tur. Ama bir doğal tarih, ama bir genel gramer vardır. Ay
nı şekilde siyasal iktisat da yoktur, çünkü bilgi düzleminde
üretim var olmamaktadır. Buna karşılık XVII. ve XVIII.
yüzyıllarda, bizim için özsel kesinliğini kaybetmiş olmakla
birlikte, alışık olmayı sürdürdüğümüz bir kavram olmuş
tur. Onun hakkında gene de "kavram"dan söz edilemez,
çünkü anlamlarından birazını müsadere ederek veya onla
rın yayılma alanlarından bir bölümünü sahiplenerek, yer
lerini hafifçe kaydıracağı ekonomik kavramlann bir oyu
nunun içinde yer almamaktadır. Söz konusu olan daha çok
genel bir alandır: değer, fiyat, ticaret, dolaşım, rant, faiz
kavramlarını bir o kadar kısmi nesneymiş gibi kavrayan ve
yerleştiren, çok tutarlı ve fazlasıyla tabakalı bir doku söz
konusudur. Klasik çağda "iktisat"m toprağı ve nesnesi olan
bu alan, zenginlik alanıdır. Ona farklı tipten, örneğin üre
242
Kelimeler ve Şeyler
tim veya emek çevresinde örgütlenen bir ekonomiden kay
naklanan sorular sormanın yaran yoktur; onun çeşitli kav
ramlarını (hatta ve özellikle, bunların adlan daha sonradan
bazıanlam benzeşmelerinin sayesinde sürdüyse), bunlann
pozitifliklerini aldıklansistemi hesaba katmadan çözümle
mek de yararsızdır. Böyle yapmak, tıpkı Linnegil doğa tari
hinin alanının dışında veya Bauzee'deki zamanlar teorisini,
genel gramerin onun tarihsel olabilirlik koşulu olduğunu
hesaba katmadan çözümlemeye kalkışmak gibi olacaktır.
Demek ki, klasik zenginlik çözümlemesine, yalnızca
daha sonraki tarihlerde el yordamıyla oluşmakta olan bir
siyasal iktisatın birliğini atfedecek olan geriye dönük bir
okumadan kaçınmak gerekir. Ancak fikir tarihçileri, Batı
düşüncesinde Ricardo ve J. B. Say'in döneminde tamamen
donanımlı ve çoktan tehlikeli bir hale gelmiş olarak zuhur
etmiş olan bir bilginin esrarlı doğumunu, bu tarz içinde
kurgulama âdetine sahiptirler. Bilimsel bir iktisadın, tama
men ahlaki bir kâr ve rant sorunsalı (adil fiyat teorisi,
faizin meşrulaştınlmasıveya mahkûm edilmesi), sonra da
para ik zenginlik, değer ile piyasa fiyatıarasındaki sistema
tik bir kanştırma tarafından, uzun bir süre için olanaksız
hale getirildiğini varsaymaktadırlar: bu kanştırmaların baş
lıca sorumlulanndan biri ve bu durumun en parlak dışavu
rumu merkantilizm olmuştur. Fakat XVIII. yüzyıl, pozitif
ekonominin daha sonra daha iyi uyarlanmış aletlerle ele al
maya hiç ara vermeyeceği büyük sorunlar arasındaki esas
ayınmıyapmış ve bunlardan bazılannı çerçevelemiştir: pa
ra, keyfi olmayan, ama anlaşmaya dayalı karakterini böyle
ce keşfetmiştir (ve bu, metalciler ile metal karşıtları arasın
daki uzun tartışmalar boyunca olmuştur: birincilerin ara
sında Child, Petty, Locke, Cantillon, Galliani'yi, ikincilerin
arasında Barban, Boisguillebert ve özellikle Law'u ve 1720
felaketinden sonra, daha ılımlı bir şekilde olmak üzere
Mübadele Etmek
243
Montesquieu ve Melon'u saymak gerekir); aynı zamanda
ve bu Cantillon'un eseridir, değişim değeri ile içsel değer
ayırımı yapılmaya başlamış; elmasın yararsız pahalılığı ile
o olmazsa yaşayamayacağımız suyun ucuzluğu zıtlaştırıla
rak, büyük "değer paradoksu" kuşatılmıştır (nitekim, bu
sorunu, Galliani tarafından sağlam bir şekilde formüle
edilmiş olarak bulmak mümkündür); Jevons ve Menger'i
haber veren bir şekilde, değer genel bir yarar teorisine bağ
lanmaya başlamıştır (taslak olarak Galiani, Graslin, Tur
got'da ortaya çıkmıştır); yüksek fiyatların ticaretin gelişme
sindeki önemi anlaşılmıştır (bu, Fransa'da Boisguillebert
ve Quesnay tarafından yemden ele alınan "Becher ilke
si "dir); son olarak da işte karşımızda fizyokratlar, üretim
mekanizmasının çözümlemesine girişilmiştir. Ve siyasal ik
tisat böylece, esas temalarım parça parça ve sessizce yerine
kovmuştur; bu faaliyet, Adam Smith'in üretim çözümleme
sini başka bir yönde yeniden ele alarak, artan işbölümü sü
recini, Ricardo'nun sermayenin rolünü, J. B. Say'in piyasa
ekonomisinin bazı temel yasalarını gün ışığına çıkarmala
rına kadar sürmüştür. Siyasal iktisat bundan sonra, kendi
ne özgü nesnesi ve iç tutarhlığıyla var olmaya koyulmuş
tur.
Fiili durumda, para, fiyat, değer, dolaşım, piyasa kav
ramları XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, onları karanlıklar için
de bekleyen bir gelecekten itibaren değil de, sağlam ve ge
nel bir epistemolojik düzenleme tabanı üzerinde düşünül
müşlerdir. "Zenginliklerin çözümlenmesi"ni bütünsel ge
rekirliği içinde destekleyen, işte bu düzenlemedir. Bu dü
zenleme siyasal iktisat için, genel gramer filoloji için ney
se, biyoloji doğal tarih için odur. Ve nasıl ki fiil ve ad teori
si, eylem dili, kökler ve bunların türetilmelerine ilişkin çö
zümlemeler, genel gramer aracılığıyla, onlan mümkün ve
gerekli kılan şu arkeolojik şebekeye atıfta bulunmadan an
244
Kelimeler ve Şeyler
laşılamazlarsa, nasıl ki klasik tasvir, karakterleştirme ve ta
xinomia'nın ne olmuş oldukları; sistemiyle yöntem veya
"sabitlik" ile "evrim" arasındaki zıtlık doğal tarih alanı ku
şatılmadan anlaşılamazsa, aynı şekilde, para, fiyat, değer,
ticaret çözümlemelerini birbirlerine ekleyen gerekirlik ba
ğı da, bunların eşanlılıklannın yeri olan zenginlikler alanı
gün ışığına çıkarılmadan yakalanamaz.
Zenginlik çözümlemesi, hiç kuşkusuz genel gramer
veya doğal tarihinkilerle aynı yollardan ve aynı ritmde
oluşmamıştır. Bunun nedeni, para, ticaret ve mübadele
üzerindeki düşüncenin bir uygulamaya ve kurumlara bağ
lıolmasıdır. Ancak, uygulama ile saf spekülasyon zıtlaştrn
labilirse de, bunların her ikisi de her halü kârda tek ve ay
nı başat bilgiye dayanmaktadır. Bir para reformu, bir ban
kacılık âdeti, ticari bir uygulama, kendilerine özgü biçim
lere göre rasyonelleşebiiir, gelişebilir, sürebilir veya yok o
labilirler; her seferinde belli bir bilgiye dayanmaktadırlar:
kendini bir söylem halinde kendi için dışa vuran gizli bilgi
değil de, gerçekle görünür bir ilişkisi olmayan soyut teori
ler veya spekülasyonlar için gerekliliği aynı olan bir bilgi.
Bir kültürde ve belli bir ânda, bütün bilgilerin olabilirlik
koşullarını tanımlayan ancak bir tek episteme vardır. Bu is
ter bir teori halinde açığa çıkan bilgi »terse bir uygulama
nın içinde sessizce yer alanıolabilir. 1575 tarihinde topla
nan Etats G6n£raux tarafından hükme bağlanan para refor
mu, merkantilist tedbirler veya Law deneyi ve bunun tasfi
yesi, Davanzatti'nin, Houterou'nun, Petty'nin veya Cantil
lon'nun teorileriyle aynı arkeolojik kaideye oturmaktadır
lar. Ve konuşturulmaları gerekenler, bu başat bilgi gerekir
likleridir.
II. PARA VE FİYAT
iktisadi düşünce, XVI. yüzyıldafiyatve parasal öz sorunla
rıyla sınırlıydı (veya hemen hemen). Fiyat sorunu, zahire
nin pahalılanmasının mutlak veya nispi karakterine ve bir
birini izleyen devalüasyonların veya Amerikan değerli ma
den akımının fiyatlar üzerinde yapabilecekleri etkilere iliş
kindir. Parasal öz sorunu ise, paranın ayarının doğası, kul
lanılan çeşitli madenlerin fiyatları arasındaki oran, parala
rın ağırlıklanile nominal değerleri arasındaki uyuşmazlık
konularına ilişkindir. Fakat bu iki sorun dizisi birbirine
bağlıydı, çünkü maden ancak kendi de bir zenginlik oldu
ğu için bir işaret, zenginlikleri ölçen bir işaret olarak orta
ya çıkabiliyordu. Eğer işaret edebiliyorduysa, bunun nede
ni onun hakiki bir damga olmasıydı. Ve tıpkı kelimelerin
söyledikleriyle aynı gerçekliğe sahip oldukları, tıpkı canlı
varlıkların damgalarının görülebilir ve pozitif işaretler ola
rak bedenlerine kazınmış olmaları gibi, zenginlikleri işaret
eden ve onlan ölçen işaretlerin de kendi üzerlerinde haki
ki damgayı taşımaları gerekmekteydi. Fiyatın söylenebil
mesi için, bunlann değerli olmaları gerekiyordu. Nadir, ya
rarlı, istenir olmaları gerekiyordu. Ve aynı zamanda, bütün
bu niteliklerin, dayattıkları damganın herkes tarafından
okunabilir gerçek bir imza olabilmesi için, istikrarlı olma
ları gerekiyordu. Fiyatlar sorunu ile, Copernicus'tan Bodin
ve Davanzatti'ye kadar, zenginlik üzerindeki her düşünce
nin ayrıcalıklı nesnesini oluşturan paranın doğası arasın
daki korelasyon buradan kaynaklanmaktadır.
Paranın, mallar ile mübadele mekanizmasındaki
ikame arasında ortak ölçü olma konusundaki iki işlevi,
onun maddi gerçekliğine dayanmaktadır. Bir ölçü, eğer öl
çek olarak, ölçülecek şeylerin çeşitliliğiyle kıyaslanabilir
nitelikte bir gerçeklik yüklemine sahipse, istikrarlı, herkes
246
Kelimeler ve Şeyler
tarafından kabul edilebilir ve her yerde geçerli olabilir: Co
pernicus, toise ve boisseau işte bu şekilde maddi uzunluk
ve hacime sahip olmalarından ötürü ölçü birimi olmakta
dırlar demektedir.1 Bunun sonucu olarak, para ancak, eğer
birimi hakikaten varsa ve herhangi bir malın atıfta buluna
bileceği bir gerçeklikse ölçebilmektedir. XVI. yüzyıl bu
noktada, ortaçağın hiç değilse bir bölümünde kabul edil
miş olan ve paranın valor impositus'unu saptama, haddini
değiştirme, belli bir sikke kategorisini veya madeni para ol
maktan çıkarma hakkım hükümdara veya kamusal rızaya
bırakan teoriye geri dönmektedir. Paranın değerinin, içer
diği maden kitlesi tarafından ayarlanması gerekmektedir:
yani eskiden olduğu şeye, hükümdarların metal parçaları
nın üzerine ne baş kabartmalarını, ne de armalarını bastır
dıkları döneme geri dönmesi gerekmektedir; o sıralarda
"ne bakır, ne altın, ne gümüş sikke haline gelmişlerdi, yal
nızca ağırlıklarına göre değerlendiriliyorlardı";2 keyfi işa
retler, hakiki damgalar olarak kabul edilmiyorlardı; para
tam bir ölçüydü, çünkü zenginlikleri kendi maddi zengin
lik gerçekliğinden hareketle ölçeğe bağlama gücünden baş
ka bir şeyi işaret etmiyordu.
XVI. yüzyıldaki reformlar bu epistemolojik taban üze
rinde gerçekleştirilmiş, tartışmalarda kendilerine özgü bo
yuta aynı taban üzerinde ulaşmışlardır. Parasal işaretlerin
ölçüm kesinliklerine geri getirilmesine uğraşılmaktadır:
sikkelerin üzerlerindeki nominal değerlerin, ölçü olarak
seçilen maden miktarına uygun olması ve onunla bütün
leşmesi gerekmektedir; para bu durumda, ölçme değerin
den daha fazla bir şeyi işaret etmeyecektir. Compendious'un
anonim yazan bu yönde olmak üzere, "şu ânda geçerU olan
1
2
Copernicus, Discours sur la Frappe des Mionnaies, in,}. Y. Le Branchu, Ecrits
Notables sur la Monnaie, s. 15,1, Paris, 1934.
Anonim, Compendiemc ou BrefExamen de Quelques Plaintes, in, age, II, s. 117.
Mübadele Etmek
247
paraların belli bir tarihten itibaren böyle olmamalarını" is
temektedir, çünkü nominal değerin "aşın yükselmesi", on
ların ölçme işlevini uzun zamandan beri bozmuştur; para
haline gelmiş sikkelerin artık "içerdikleri madenin değeri
nin biçilmesinden sonra" kabul edilmeleri gerekmektedir;
yeni paraya gelince, onun nominal değeri kendi ağırlığı ka
dar olacaktır: "bu ândan itibaren yalnızca aynı değere, ay
nı ağırlığa, aynı ada sahip eski ve yeni paralar geçerli ola
caktır, ve böylece para eski haddine ve eski haslığına iade
edilmiş olacaktır."3 1581'den önce yayımlanmayan, ama
bundan otuz yıl öncesinden beri elyazması olarak var olan
ve elden ele dolaşan Compendious metninin, Elizabeth dö
neminin para politikasına ilham verip vermediği bilinme
mektedir. Ama, kesin olan bir şey vardır: 15441559 ara
sındaki bir dizi "aşırı yükseltme "den (devalüasyon) sonra,
1561 Mart kararnamesi paraların nominal değerini "indir
miş" ve bunu paralann içerdikleri maden miktarına geri
getirmiştir. Fransa'da da aynı şekilde, 1575'te toplanan
Etats Generaux muhasebe sikkelerinin (bunlar, tamamen
aritmetik olan ve ağırlık ile nominal değer tanımına ekle
nen üçüncü bir para tanımını getirmektedirler: bu ek oran,
para manipülasyonlarmın yönünü, konu hakkında yeterli
bilgisi olmayanlardan gizlemekteydi) kaldırılmasını iste
mişler ve bunu sağlamışlardır; 1577 tarihli ferman, altın
eküyü hem hakiki sikke hem de hesap birimi olarak ihdas
etmiş, diğer tüm madenleri altına tabi kılmıştır özellikle,
ödeme aracı olma değerini koruyan, ama değer değişmez
liğini kaybeden gümüşü. Böylece paralar, metalik ağırlık
larına göre yeniden ölçekiendirilmişlerdir. Taşıdıkları işa
ret valor impositus, oluşturdukları ölçünün tam ve şeffaf
damgasından ibarettir.
Fakat bu geri dönüşün istenilmesi,bazen de gerçekleş
3
age, s. 155.
248
Kelimeler ve Şeyler
tirilmesiyle birlikte, işaretpara'ya özgü olan ve belki de
onun ölçü olma rolünü tamamen tehlikeye sokan belli sa
yıda olgu açığa çıkartılmıştır. Öncelikle, bir paranın ne ka
dar kötüyse o kadar hızlı dolaşması ve yüksek maden içe
rikli paraların saklı tutulması ve ticarette yer almamaları
olgusu: bu, Copernicus 4 ile Compendious yazarının5 çok
önceden bildikleri, Gresham kanunu 6 denilen durumdur.
Sonra ve özellikle, parasal olgularla fiyat hareketleri arasın
daki ilişki: para işte burada, malların arasında bir mal ola
rak gözükmüştür —tüm eşdeğerliliklerin mutlak ölçüsü de
ğil de, mübadele kapasitesi ve buna bağlı olarak, mübade
lelerdeki ikame değeri, bolluk ve kıtlığına göre değişen bir
mal: paranın da fiyatı vardır. Malestroit7, XVI. yüzyılda
görünüşte öyle olmasına rağmen, fiyat artışı olmadığına
dikkat çekmiştir; çünkü mallar hep oldukları gibidir, ve
para kendine özgü doğası içinde sabit bir ölçüdür, malların
pahalılanması ancak, aynı maden kitlesi tarafından taşman
nominal değerlerin artmasına bağlı olabilir; fakat aynı buğ
day miktarı için hep aynı miktarda altın veya gümüş veril
mektedir. Öylesine ki, "hiçbir şey pahalılanmamış"tır: altın
ekü VI. Philippe döneminde, muhasebe sikkesi olarak yir
mi sols tournois ve şimdi de elli ederken, eskiden dört lira
eden bir arşın kadife kumaşın şimdi on etmesi gerekir.
"Her şeyin pahalılanması, alışılmış miktardaki saf altın ve
gümüşten daha fazla vermekten değil de, daha az almaktan
kaynaklanmaktadır." Fakat, paranın rolünün, dolaşıma
soktuğu maden kitlesiyle özdeşleştirilmesinden itibaren,
diğer bütün mallarla aynı değişimlere tabi kılındığı iyice
anlaşılmaktadır. Ve Malestroit, madenlerin miktar ve mal
değerlerinin sabit kaldıklarım örtülü bir şekilde kabul edi
4
5
6
7
Copernicus, age, s. 12.
Compendieux..., II, s. 156.
Gresham, Avis de Sır Th. Gresham, s. 7 ve 11, age, c. II.
Malestroit, Le Paradoxe sur le Fail des Monnaies, Paris, 1566.
Mübadele Etmek
249
yorsa da, Bodin ondan birkaç yıl sonra 8 , Yenidünya'dan ge
tirtilen maden kitlesinde artışı ve buna bağlı olarak, malla
rın reel pahalılanmasını fark etmiştir, çünkü daha fazla
külçe madene sahip olan veya özel kişilerden bunlan edi
nen hükümdarlar, daha fazla sayıda ve daha iyi ayarlı sik
keler bastırmışlardır; demek ki, aynı bir mal için, daha bü
yük miktarda maden verilmektedir. Demek ki, fiyatlann
yükselmesinin "şimdiye kadar kimsenin değinmediği te
mel ve adeta tek bir nedeni 9 vardır: bu da "altın ve gümüş
bolluğu", "nesnelerin fiyat ve değerini veren şeyin bollu
ğu "dur.
Eşdeğerliliklerin ölçüsü mübadele sisteminin içine
alınmıştır ve paranın satın alma gücü yalnızca madenin
mal değerini işaret etmektedir. Parayı farklı kılan, onu be
lirleyen, herkes için kesin ve kabul edilebilir kılan damga,
demek ki tersine çevrilebilir niteliktedir ve onu iki yönde
okumak mümkündür: sabit ölçü olan bir maden miktarına
gönderme yapmaktadır (Malestroit onun şifresini böyle
çözmektedir); aynı zamanda, şu miktar ve fiyat olarak de
ğişken mallar olan madenlere de gönderme yapmaktadır
(bu da Bodin'in okumasıdır). Burada, XVI. yüzyıldaki ge
nel işaretler rejimini karakterize edenine benzer bir düzen
leme vardır; hatırlanacağı üzere, işaretler, tanınabilmek
için kendi hesaplarına işaretlere ihtiyaç gösteren benzerlik
ler tarafından meydana getirilmekteydiler. Burada, parasal
işaret mübadele değerini ancak, kendi değerini diğer mal
ların düzeni içinde tanımlayan bir maden kitlesinin üzerin
de tanımlayabilir, kendini damga olarak ancak bu kitlenin
üzerinde kurabilir. Eğer mübadelelerin ihtiyaçlar sistemi
içinde, bilgiler sistemi içindeki benzeşmeye tekabül ettiği
kabul edilecek olursa, episteme'nin tek ve aynı dış biçimi
nin, Rönesans süresinde doğa bilgisini ve paraya ilişkin dü
8
Bodin, La Riponse aux Paradoxes de M. de Malestroit, 1368.
250
Kelimeler ve Şeyler
şünceyi veya uygulamaları denetlediği görülecektir.
Ve tıpkı mikrokozmos ile makrokozmos ilişkisinin,
benzerlik ile işaretin belirsiz salınmamı durdurmak için
vazgeçilmez olması gibi, maden ile mal arasında, limitte
değerli madenlerin toplam ticari değerinin saptanmasına
ve bunun ardından da, bütün malların fiyatlarını kesin ve
nihai bir şekilde ölçeklendirmeye izin veren belli bir ilişki
nin kurulması gerekmiştir. Bu ilişki, altm ve gümüş ma
denlerini dünyaya gömdüğünde ve onları tıpkı yeryüzünde
bitkilerin büyümesi ve hayvanların çoğalmasındaki gibi ya
vaş yavaş artırdığında, Tanrı tarafından kurulmuşlardır,
insanın ihtiyaç veya arzu duyabileceği bütün şeylerle, ma
denlerin saklı olarak parıldadıkları damarlar arasında,
mutlak bir mütekabiliyet vardır. Davanzatti, "Doğa bütün
dünyevi şeyleri iyi yapmıştır; bunların toplamı, insanlar
arasında varılan anlaşma gereği, işlenmiş altınların toplamı
kadar etmektedir, demek ki bütün insanlar her şeyi edin
mek için, her şeyi arzulamaktadırlar... Şeylerin kendi ara
larında ve altınla olan matematik oranlan ve bunun kura
lını her gün fark etmek üzere, yeryüzünde var olan her şeyi
veya daha doğrusu, bunların gökyüzüne tıpkı kusursuz bir
aynaya olduğu gibi yansıyan görüntülerini, göklerin yuka
rısından veya çok yüksekteki bir gözlemevinden seyretmek
gerekir. Bu durumda tüm hesaplamalarımızı bir yana bıra
kır ve şöyle derdik: yeryüzünde şu kadar altm, şu kadar
nesne, şu kadar insan, şu kadar ihtiyaç var; her nesnenin
ihtiyaçları gidermesi ölçüsünde, değeri şu kadar altm veya
şu kadar nesne olacaktır."9 Bu göksel ve tüketici hesapla
mayı Tanndan başka kimse yapamaz: bu hesaplama, mik
rokozmosun her unsurunu makrokozmosun bir unsuruyla
ilişkilendiren şu diğer hesaplamaya denk düşmektedir; tek
bir farkla: ikincisi dünyevi olanı göksel olana bağlamakta,
9
Davanzatti, Leçon sur les Monnaies, s. 230231, J. Y. Le Branchu, age.
Mübadele Etmek
251
ve nesnelerden, hayvanlardan veya insanlardan yıldızlara
doğru gitmektedir; oysa birincisi yeryüzünün mağaralarına
ve madenlerine bağlanmaktadır; insanlar tarafından yaratı
lan nesneleri, dünyanın yaradılışından beri gömülü olan
hazinelerle ilişkilendirmektedir. Benzeşmenin işaretleri,
çünkü bunlar bilgiye rehberlik etmekte, gökyüzünün mü
kemmelliğine atıfta bulunmaktadır; mübadelenin işaretle
ri, çünkü arzuyu tatmin etmekte, madenin karanlık, tehli
keli ve lanetli parıltısına dayanmaktadır. Bu ikircikli bir pa
rıltıdır, çünkü gecenin dibinde şarkı söyleyeni, yeryüzü
nün dibinde yeniden üretmektedir: orada mutluluğun ter
sine dönmüş bir vaadi olarak oturmakta ve maden yıldızla
ra benzediği için, bütün bu tehlikeli hazinelerin bilgisi, ay
nı zamanda dünyanın bilgisi olmaktadır. Ve zenginliklere
ilişkin düşünce böylece, kozmosa ilişkin büyük spekülas
yona doğru yatmaktadır; tıpkı bunun tersine, dünyanın
düzeninin derin bilgisinin madenlerinin sırrına ve zengin
liklerin sahipliğine götürmek zorunda olması gibi. XVI.
yüzyılda bilgi unsurlarını birbirlerine hangi sıkı bir ihtiyaç
şebekesinin bağladığı görülmektedir: işaretler kozmolojisi,
fiyatlar ve para üzerindeki düşünceyi nasıl ikiye katlamak
ta ve sonunda kurmaktadır; madenlere yönelik teorik ve
pratik bir spekülasyona nasıl olanak vermektedir; arzunun
vaatleriyle bilgininkileri, madenler ile yıldızlan birbirlerine
karşılık düşüren ve yakınlaştıran gizli yakınlıklannkiyle
aynı tarzda ilişkiye sokmaktadır? Bilginin uçlarında, tama
men muktedir ve adeta Tanrısal hale geldiği yerde, üç işlev
birleşmektedir JBasîZeus'unki, Philosophos'miki ve Metaîli
cos'unki. Fakat bu bilgi ancak parçalar halinde ve divina
tio'nun dikkatli parıltıları içinde verildiğinden, nesnelerle
maden, arzu ile fiyatlar arasındaki tekil veya kısmi ilişkiler
içinde aynı durum söz konusu olduğundan, Tanrısal bilgi
veya "herhangi bir yüksek gözlemevi "nden elde edilebile
252
Kelimeler ve peyler
cek bilgi insana verilmemiştir. Bunu sadece anlık ve tüccar
ların oluşturduğu, gözlemesini bilen zihinlerin, talihin yar
dımıyla ortaya çıkan istisnaları vardır. Kâhinler benzerlik
ler ve işaretler oyununda ne idiyseler, tüccarlar da mübade
lelerin ve paralann —tıpkı onun gibi hep açık oyununda
odurlar. "Burada, bizi çerçeveleyen azıcık şeyi ancak şöyle
sine bir keşfedebiliyor ve onlara, her yerde ve her zamanda
az veya çok talep edilmelerine göre bir fiyat biçiyoruz. Tüc
carlar bundan hemen ve iyi haber almaktadırlar; işte nes
nelerin fiyatlarını bu yüzden hayranlık verici bir şekilde
bilmektedirler."10
III. MERKANTİLİZM
Zenginlikler alanının klasik düşünce içinde düşünme nes
nesi olarak oluşabilmesi için, XVI. yüzyılda kurulmuş olan
dış biçimin çözülmesi gerekmiştir. Rönesans "iktisatçıla
n B nda ve bizzat Davanzatti'ye varana kadar, paranın malla
rı ölçebilme yeteneği ve mübadele edilebilirliği kendi içsel
değerine dayanmaktaydı: değerli madenlerin, para basımı
dışında küçük bir yarara sahip oldukları bilinmekteydi;
ama bunlar eğer ölçü olarak seçildilerse, mübadelede kul
lanıldılarsa, bunun sonucu olarak yüksek bir fiyata ulaştı
larsa, bunun nedeni onlann doğal düzende ve bizzat ken
dilerinde mutlak, temelli, diğer her şeyinkinden daha yük
sek, her malm değerinin atfedilebildiği bir fiyata sahip ol
malarıydı.11 Güzel maden kendiliğinden bir zenginlik işa
retiydi; gömülü parlaklığı, hem gizli mevcudiyet hem de
dünyanın bütün zenginliklerinin görünür imzası olduğunu
yeteri kadar işaret etmekteydi, işte bu nedenden ötürü bir
10 agt, s. 231.
11 Krş., XVII. yüzyılın başında, Antoine de La Pierre'in şu önerisi: "altın ve
gümüş sikkelerin esas değeri, içerdikleri değerli maddeye dayalıdır", De la
ntcesiiu da piiement, y.y., t.y.
Mübadele Etmek
253
fiyatı vardı; gene bu nedenden ötürü bütün fiyatlan ölçü
yordu; nihayet, fiyatı olan her şeyle mübadele edilebilmesi,
bu nedenden ötürü olmaktaydı. En mükemmelinden de
ğerli şeydi. XVII. yüzyılda paraya hâlâ bu üç özellik atfedil
mektedir, ama üçü birden artık birincisine (fiyatı olmak)
değil de, sonuncusuna (fiyatı olanın yerine ikame olmak)
dayandırılmaktadır. Rönesans, para haline getirilmiş made
nin iki işlevini (ölçü ve ikame), iç karakterinin ikizlenme
sine (değerli olma olgusu) dayandırırken, XVII. yüzyıl çö
zümlemeyi kaydırmıştır; diğer iki karakterin temeli artık
mübadele karakteri olmuştur (ölçme yeteneği ve bir fiyat
bulma kapasitesi o sıralarda bu işlevden türeyen nitelikler
olarak görülmektedir).
Bu tersine dönüş, XVII. yüzyılın tümüne dağılan (Sci
pion de Grammont'dan Nicolas Barbon'a kadar) ve biraz
yaklaşık bir terim olan "merkantilizm" adı altında bir ara
ya toplanan bir düşünce ve uygulama bütününün eseridir.
Onu aceleyle, bir "paracılıkHla, yani zenginlikler ile parala
rı sistematik (veya inatçı) bir şekilde karıştırmakla karak
terize etme âdeti vardır. Aslında, "merkantilizm" bunlann
arasında kurduğu az çok karışık bir özdeşlik değil de, pa
rayı zenginliklerin temsilinin ve çözümlemesinin aleti ha
line getiren ve bunun karşılığında zenginlikleri de paranın
temsil edilen içeriği haline sokan, üzerinde düşünülmüş
bir eklemleşmedir. Tıpkı, benzerliklerin ve damgalann es
ki dairesel dış biçiminin, temsilin ve işaretlerin korelasyon
halindeki iki tabakaya uygun olarak açılmak üzere çözül
mesi gibi, "değerlilik" çemberi de merkantilizm dönemin
de bozulmuş, zenginlikler ihtiyaç ve arzu nesneleri olarak
seferber edilmiştir; bunlar, onları işaret eden paralann oyu
nu aracılığıyla bölünmekte ve birbirlerinin yerine ikame
edilmektedirler; ve para ile zenginliğin karşılıklı ilişkileri,
dolaşım ve mübadele biçimi altında kurulmaktadır. Eğer
254
Kelimeler ve Şeyler
merkantilizmin zenginlik ile parayı karıştırdığına inanıla
bildiyse, bunun nedeni hiç kuşkusuz, paranın mümkün
her zenginliği temsil etme gücüne sahip olması, evrensel
çözümleme ve temsil aleti olması, alanın tümünü tortu bı
rakmadan açmasıdır. Her zenginlik paraya dönüşebilir ve
böylece dolaşıma girer. Bütün doğal varlıklar da aynı şekil
de karakterize edilebilir nitelikteydi ve bir taxinomia'ya gi
rebilmekteydi; her birey adlandırılabilirdi ve eklemleşmiş
bir dile girebilirdi; her temsil işaret edilebilirdi ve bir özdeş
lik ve farklılık sisteminin içine bilinmek üzere girebilirdi.
Fakat bunu daha yakından incelemek gerekmektedir.
Dünyada var olan bütün şeylerin arasında, merkantilizmin
"zenginlik" diyebileceği hangileridir? Temsil edilebilir ol
duklarından ötürü, bir de arzulanır nesne olanların hepsi.
Yani, "ihtiyaç veya yarar veya zevk veya nedret" tarafından
damgalanmış olanları. 12 Oysa, sikke imal etmeye (ancak
bazı bölgelerde geçerli olanları değil de, dış ticarette kulla
nılanları) yarayan madenlerin zenginliklerin içinde yer al
dıkları söylenebilir mi? Altın ve gümüş, yarardan yana pek
nasipti değillerdir —"evin ihtiyaçlarında ne kadar kullanılı
yorlarsa, o kadar yararlıdırlar" ve ne kadar kıt olsalar da,
miktarları bu kullanımlar için talep edilenleri aşmaktadır.
Eğer aranıyorlarsa, eğer insanlar hep onun kıtlığını çeki
yorlarsa, eğer madenler buluyorlar ve ondan elde etmek
için savaşıyorlarsa bunun nedeni, altın ve gümüş para bas
manın onlara, bu madenlerin kendiliklerinden sahip olma
dıkları bir yarar ve nedret sağlamasıdır. "Para değerim,
onu meydana getiren madenden değil de, Hükümdarın
damgası veya imgesi olan biçimden alır,"13 Altın, para ol
duğu için değerlidir. Tersi doğru değildir. XVI. yüzyılda sı
12 Scipion de Grammont, Le Denier Royal, TraiU Turieıu de Vor et de Vargent, s.
48, Paris, 1620.
13 age, s. 1314.
jgjâ*j
Mübadele Etmek
255
ki sıkıya saptanmış olan ilişki, böylece tersine döndürül
müştür: para (ve imal edildiği madene varana kadar), de
ğerini saf işaret olma işlevinden almaktadır. Bu da iki sonu
ca yol açmaktadır. Önce, şeylerin değeri artık madenden
kaynaklanmayacaktır. Bu değer, paraya atıf olmaksızın, ya
rar, zevk ve nedret kıstaslarına göre, kendiliğinden belir
lenmektedir; şeyler birbirlerine nazaran değer kazanmak
tadırlar; maden yalnızca bu değerin temsil edilmesine ola
nak verecektir, tıpkı bir adın bir imge veya bir fikri temsil
edip de, onu oluşturmadığı gibi: "Altın, şeylerin değerini
uygulamaya sokmanın işaretinden ve kullanışlı aletinden
ibarettir; fakat bunun gerçek değerinin kaynağı, insan yar
gısı ve değerlendirme yapabilme yeteneğidir."14 Zenginlik
ler zenginliktirler, çünkü biz onları, tıpkı fikirlerimizin on
ları temsil etmemizin sonucu olarak fikir olmaları gibi de
ğerlendirmekteyiz. Üstelik buna bir de parasal veya sözel
işaretler de eklenmektedir.
Kendileri ancak şöyle ucundan zenginlik olan altın ve
gümüş, acaba neden bu işaret etme gücünü kazanmışlar
veya almışlardır? Bu iş için, hiç kuşkusuz "ne kadar baya
ğı ve iğrenç"15 olsa da, başka bir mal bal gibi kullanılabilir
di. Birçok ulusta ucuz bir madde olarak kalan bakır, bazı
başka uluslarda ancak para haline geldikten sonra değerli
olabilmektedir.16 Fakat genel olarak altın ve gümüş kulla
nılmaktadır, çünkü bizatihi bir "kendine özgü mükemmel
liği" açık etmektedirler. Bu mükemmellik fiyat düzleminde
değil de, onların sonsuz temsil yeteneklerinde yer almakta
dır. Bu madenler sert, aşınmaz ve bozulmaz niteliktedirler;
küçük parçalara ayrılabilirler; küçük bir hacimde büyük
bir ağırlık oluşturabilirler; kolayca taşınabilirler; üzerlerin
14 age, s. 4647.
15 age, s. 14.
16 Schroeder, Füntliche Schatz und Rentkammer, s. III, Montanari, Della
Moneta, s. 35.
256
Kelimeler ve peyler
de kolayca delik açılabilir. Bütün bunlar, altın ve gümüşü,
diğer bütün zenginlikleri temsil etme ve çözümleme yoluy
la, onların karşılaştırmasını yapma konusunda ayrıcalıklı
bir alet haline getirmektedir. Para ile zenginliğin üişkisi
böylece tanımlanmış olmaktadır. Bu keyfi bir ilişkidir, çün
kü şeylerin fiyatını veren maddenin içsel değeri değildir; fi
yatı olmayanları bile dahil, her nesne para olabilir; ama bu
nesnenin ayrıca, kendine özgü temsil nitelikleri ve zengin
likler arasında eşitlik ve farklılık ilişkileri kurmaya izin ve
ren çözümleme yeteneğinin olması gerekir. Öyleyse, altın
ve gümüşün kulanımmın haklı nedenlere dayandığı ortaya
çıkmaktadır. Bouteroue'nun dediği gibi, para "kamusal
otoritenin fiyat olarak hizmet etmesi ve ticaret sırasında,
şeylerin arasındaki eşitsizliği gidermesi için bir ağırlık ve
değer verdiği bir madde parçasıdır."17 "Merkantilizm" hem
parayı madenin özgül değeri postulatından "parayı diğer
leri gibi bir mal sayanların çılgınlığı"—18 kurtarmış, hem de
onunla zenginlik arasında sağlam bir temsil ve çözümleme
ilişkisi kurmuştur. Barbon, "parada dikkat edilen şey, içer
diği gümüş miktarından çok, geçerli olup olmadığıdır."19
"Merkantilizm" adını vermenin âdet olduğu şey konu
sunda genellikle adil olunmamaktadır, hem de iki kere! Ya
onun sürekli olarak eleştirdiği şey (zenginliğin ilkesi ola
rak paranın içsel değeri) onun kusuru olarak gösterilmek
te ya da onda bir dizi dolaysız çelişki keşfedilmektedir: pa
ranın birikimini, sanki bir malmışcasına isterken, onu saf
işaret olma işlevi içinde tanımlamış değil midir? Paranın
miktarındaki dalgalanmaların önemim kabul etmiş, bunla
rın fiyatlar üzerindeki etkilerini bilmezden gelmiş değil
midir? Zenginliklerin artma mekanizmasını mübadeleye
17 Bouteroue, Recherehes Curieux de Monnaies de France, s. 8, Paris, 1666.
18 Josuah Gec, Considirations sur le Commerce, s. 13, Çev. 1749.
19 N. Barbon, A discourse concerning coining the hew money lighter, sayfa numa
ralan yok, Londra, 1695.
Mübadele Etmek
257
dayandırmakla birlikte, korumacı olmamış mıdır? Aslında
bu çelişkiler veya bu tereddütler ancak, eğer merkantiliz
me, onun için anlam taşımayacak olan bir ikilem dayatıla
cak olursa vardırlar: para mal mıdır, işaret midir ikilemi.
Oluşmakta olan klasik düşünce için para, zenginlikleri
temsil etmeye izin veren şeydir. Böylesine işaretler olma
saydı, zenginlikler hareketsiz, yararsız ve adeta dilsiz kalır
lardı; altın ve gümüş bu anlamda, insanın tamah edebilece
ği her şeyin yaratıcısıdırlar. Fakat bu temsil etme rolünü
oynayabilmek için, paranın, onu görevine uygun ve bun
dan ötürü de değerli kılan özelliklerine (ekonomik değil
de, fizik) sahip olması gerekir. Evrensel işaret olma özelli
ğinden ötürü nadir ve eşitsiz dağılmış meta haline gelmek
tedir: "bütün paralara dayatılan kur ve değer, onların ger
çek içsel hastalıklarıdır."20 Tıpkı temsiller düzleminde, on
ları ikame eden ve çözümleyen işaretlerin de temsiller ol
maları gibi, para eğer kendi de bir zenginlik olmazsa, zen
ginlikleri işaret edemez. Ama, işaret olduğu için zenginlik
haline gelmektedir; oysa, bir temsil işaret haline gelebil
mek için, önce temsil edilmek zorundadır.
Birikim ilkeleriyle dolaşım kuralları arasındaki aşikâr
çelişkiler buradan kaynaklanmaktadır. Zamanın belli bir
anında var olan para miktarı bellidir; hatta Coîbert, ma
denlerin işletilmesine rağmen, Amerikan madenlerine rağ
men, "Avrupa'da tedavülde bulunan para miktarının sabit
olduğu"na inanmaktaydı. Oysa, zenginlikleri temsil etmek
için işte bu paraya ihtiyaç duyulmaktadır; yani onlan çek
meye, onları dışandan getirterek veya ülkede imal ederek
ortaya çıkarmaya ihtiyaç duyulmaktadır; mübadele için de
ihtiyaç duyulan aynı paradır. Demek ki, komşu ülkelerden
maden ithal etmek gerekmektedir "bu büyük sonucu, bir
20 Dumoulin, zikr., Gonnard, Histoire des thtories monetaires, I, s. 173.
258
Kelimeler ve .Şeyler
tek ticaret ve ona bağlı olan şeyler yaratabilir."21 Öyleyse
yasama iki şeyi gözetmek zorundadır: "dışarıya maden ak
tarımını veya madenin para dışında kullanımını yasakla
mak ve gümrük resimlerim, ticaret bilançosunun her za
man lehte olmasını sağlayacak şekilde saptamak, hammad
de ithalatını teşvik etmek, mamul malların ithalatını müm
kün olduğunca engellemek, azalmalarının kıtlığa ve fiyat
yükselmelerine yol açacağı gıda maddelerinden çok, ma
mul mal ihraç etmek."22 Öte yandan, biriken maden uyu
maya veya boğulmaya yönelik değildir; bir devlete maden,
orada mübadele yoluyla tüketilmesi için çekilmektedir.
Becker'in dediği gibi, taraflardan biri için harcama olan her
şey, diğeri için hasılattır;23 ve Thomas Mun nakit parayı
servetle özdeşleştirmektedir.24 Bunun nedeni, paranın an
cak, temsil etme işlevini yerine getirdiği tam ölçü içinde
hakiki zenginlik haline gelebilmesidir: malları ikame etti
ğinde, onlara yer değiştirme veya bekleme olanağı verdi
ğinde, hammaddelere tüketilebilir olma fırsatı verdiğinde,
emeğin ücreti olduğunda. Demek ki, bir devletteki para yı
ğılmasının, orada fiyatların artmasına yol açmasından kay
gılanmanın gereği yoktur; ve Bodin tarafından getirilen,
XVI. yüzyılın büyük pahalılığının Amerikan altınının hü
cumundan kaynaklandığı ilkesi geçerli değildir; para mik
tarındaki artışın önce fiyatları yükselttiği doğruysa da, bu
durum ticaret ve imalatı teşvik etmekte, zenginlik miktarı
artmakta ve paralan paylaşan unsurlar da bir o kadar art
maktadır. Fiyat artışından korkmaya gerek yoktur: tersine,
Scipion de Grammont'un dediği gibi, burjuvalar şimdi
"ipekli ve kadife" giyebilirler, en nadirleri bile dahil, nesne
lerin değeri diğerlerinin toplamına nazaran ancak düşebi
21
22
23
24
Clement, Lettres instuetions et mimoirti de Colbert, c. VII, s. 239.
age. t. 284. Ayrıca Bkz., Bouteroue, Recherches curieuses, s. 1011.
J. Becher, Politischer Diskurs, 1668.
Th. Mun, England Treasure byjoreign trade, Ayırım II, 1663.
Mübadele Etmek
259
lir; aynı şekilde, her maden parçası, dolaşımdaki para kit
lesinin artması ölçüsünde, diğerlerinin karşısındaki değeri
ni kaybeder.25
Demek ki, zenginlik ile para arasındaki ilişkiler, made
nin "değerliliği"nin içinde değil de, dolaşım ve mübadele
nin içinde belirlenirler. Mallar dolaşıma girebilirlerse (ve
bu para sayesinde olur), çoğalırlar ve zenginlikler artar; pa
ra miktarı iyi bir dolaşımın ve lehte bir bilançonun etkisiy
le artarsa, yeni mallar çekmek ve ekim alanları ile imalat
haneleri çoğaltmak mümkün olur. öyleyse Hornech ile
birlikte, altın ve gümüşün "kanımızın en saf kısmı, güçle
rimizin kemik iliği", "insan faaliyeti ve varoluşumuz için
en vazgeçilmez aletler"26 olduklarım söylemek gerekir.
Kan beden için ne ise, paranın da toplum için o olduğuna
ilişkin eski kıyas, burada karşımıza bir kez daha çıkmakta
dır.27 Fakat Davanzatti'nin eserinde, paranın ulusun çeşitli
bölümlerini beslemekten başka bir rolü yoktu. Şimdi para
ve zenginliğin ikisi birden mübadeleler ve dolaşım mekânı
içine alındığından, merkantilizm çözümlemesini, Har
vey'nin yakınlarda ortaya koyduğu modele uyarlayabilir.
Hobbes'a göre,28 paranın damar ağını, taşınan, satılan veya
satın alman mallardan belli bir miktarda değerli maden
alan vergi ve resimler meydana getirmektedir, bu ağ Insan
Leviathan'ın kalbine yani devletin kasalarına kadar git
mektedir. Maden "hayati ilke "sine burada kavuşmaktadır:
nitekim devlet onu eritebilir veya yeniden dolaşıma soka
bilir. Ona geçerliliğini her halü kârda devletin otoritesi ve
recektir; ve özel kişilere yeniden dağıtılarak (maaş, ücret
veya devlet ihtiyaçlarının karşılanması yoluyla), şimdi
25
26
27
28
Scipion de Grammont, Le Denier Royal, s. 116119.
Horneck, Oesterreich ûber alles, wenn es wiîl, s. 8 ve 188,1684.
Krş., Davanzatti, age, s. 230.
Th. Hobbes, Leviaihan, s. 179180, Cambridge University Press, 1904.
260
Kelimeler ve peyler
atardamarlannki olan ikinci dolaşım hattı boyunca, müba
deleleri, imalatı ve ekimleri teşvik edecektir. Dolaşım böy
lece, çözümlemenin temel kategorilerinden biri haline gel
mektedir. Fakat bu fizyolojik modelin aktarımı ancak, pa
ra ile işaretlere, zenginlikler ile temsillere ortak bir mekâ
nın daha derinlemesine açılmasıyla mümkün olabilmiştir.
Batı düşüncesinde çok eskiden beri varlığını sürdüren dev
letbeden benzetmesi, XVII. yüzyıda hayali gücünü ancak
çok daha kökten olan arkeolojik ihtiyaçlar tabanından ala
bilmiştir.
Zenginlikler alanı, merkantilist deney boyunca, tem
sillerinkiyle aynı tarz üzerinde oluşmaktadır. Temsillerin,
kendilerini kendilerinden hareketle temsil etme gücüne sa
hip olduklarını görmüştük; kendilerinde, kendilerini çö
zümledikleri bir mekân açmak ve kendi unsurlarıyla, hem
bir işaretler sistemi hem de bir özdeşlikler ve farklılıklar
tablosu kurmaya izin veren vekiller oluşturma. Zenginlik
ler de aynı şekilde değiş tokuş edilme, eşitlik ve eşitsizlik
ilişkilerine izin veren parçalar halinde çözümleme, değerli
madenlerin meydana getirdikleri tamamen kıyaslanabilir
zenginlik unsurlarıyla, birbirlerini işaret etme gücüne sa
hiptirler. Bir temsilden diğerine, özerk bir işaret etme eyle
mi değil de, basit ve belirsiz bir mübadele olabilirliği var
dır. Ekonomik belirlenmeleri ve sonuçlan her ne olursa ol
sun, merkantilizm eğer episteme düzeyinde sorgulanacak
olursa, fiyatlara ve paraya yönelik düşünceyi temsillerin
çözümlenmesinin doğrultusuna koyabilmek için sarf edi
len yavaş ve uzun çaba olarak gözükmektedir. Merkanti
lizm, aynı döneme doğru doğa tarihinin önünde açılan ve
aynı şekilde, genel gramerin önünde sergilenen alana biti
şik bir "zenginlikler" alanını ortaya çıkarmıştır. Fakat, bu
ilk iki alandaki sıçramak değişim aniden meydana gelmiş
ken (dilin belli bir varoluş tarzı, Grammaire de PortRoyaV
Mübadele Etmek
261
de aniden dikilmekte, doğal varlıkların belli bir varoluş tar
zı, Jonston ve Tournefort'la birlikte adeta tek bir darbede
ortaya çıkmaktadır) para ile zenginliğin varoluş tarzı bir
prcuds't, koskoca bir kurumsal bütüne bağlı olduğundan,
yukarıdaki durumun tersine çok daha yüksek bir tarihsel
yapışkanlığa sahip olmuştur. Doğal varlıklar ile dil, temsil
alanına girebilmek, onun yasalarına boyun eğmek, ondan
işaretlerini ve düzen ilişkilerini almak için, merkantilist iş
levin eşdeğerliliğine ihtiyaç duymamışlardır.
IV. GÜVENCE VE FİYAT
Klasik para ve fiyat teorisi, iyi bilinen tarihsel deneyler bo
yunca yoğrulmuştur. Önce Avrupa'da XVIII. yüzyıl gibi bir
tarihte, çok erkenden başlayan parasal işaretlerin büyük
belirlemesi söz konusu olmuştur: acaba Colbet'in Avru
pa'daki maden kitlesinin sabit olduğuna ve Amerika'dan
gelen miktarın ihmal edilebileceğine ilişkin sözlerinde, bu
belirlenmenin, henüz marjinal ve imalı olsa bile, ilk bilin
cine varılma biçimini mi görmek gerekir? Yüzyılın sonun
da her halü kârda, para haline getirilmiş madenin aşın kıt
olduğunun deneyinden geçilmiştir, ticaretin gerilemesi, fi
yatların düşmesi, borç, vergi ve rant ödemelerinde güçlük,
toprağın değer kaybetmesi. Fransa'da XVIII. yüzyılın ilk
on beş yılı esnasında, nakit miktarını artırmak için başvu
rulan büyük devalüasyonlar dizisi buradan kaynaklanmak
tadır; 1 Aralık 1713 ile 1 Eylül 1715 arasında sıralanan ve
saklanan madeni yeniden dolaşıma sokmayı hedefleyen
ancak başarısız olan on bir "indirim" (yeniden değerlen
dirme), rant hadlerini indiren ve onlann nominal sermaye
lerini düşüren bir önlemler dizisi, 1701'de kâğıt paraların
çıkması, bunlann kısa bir süre sonra devlet rantlarına dö
nüştürülmesi. Law deneyi birçok başka sonuçla birlikte,
262
Kelimeler ve $eyier
madenlerin yeniden ortaya çıkmalarına, fiyatların yüksel
mesine, toprağın değerlenmesine, ticaretin toparlanmasına
olanak vermiştir. 1726 Ocak ve Mayıs kararnameleri, XVI
II. yüzyılın tümü için istikrarlı bir madeni para oluştur
muşlardır bu kararnameler yirmi dört livre tournois eden
ve bu değerini Devrime kadar koruyacak olan bir altın lo
ıtts basımım hükme bağlamışlardır.
Bu deneylerde, onların teorik çerçevesinde, yol açtık
ları tartışmalarda, bir paraişaret yanlılarıyla bir paramal
yanlılarının çarpışmasını görmek âdet olmuştur. Bir yana
Law (tabii Tarrasson'la birlikte),29 Dutot,30 Montesquieu,31
Jaucourt şövalyesi,32 ve öteki yana ParisDuverney'nin33
dışında, şansölye d'Aguesseau,34 Condillac, Destutt konul
maktadır; bu iki grubun arasına, sanki ortak bir hattın üze
rindeymiş gibi Melon35 ve Graslin'i36 yerleştirmek gerekir.
Kuşkusuz, kanaatlerin tam bir dökümünü yapmak ve bun
ların çeşitli toplumsal gruplara nasıl dağıldıklarını belirle
mek ilginç olacaktır. Fakat bunlann ikisini birden aynı an
da mümkün kılan bilgi sorgulanacak olursa, zıtlığın yüzey
sel olduğu fark edilecektir; ve bu zıtlık gerekli olduysa, an
cak vazgeçilmez bir tercihin çatalını, belirgin bir nokta
üzerinde çekip çeviren tekil bir durumdan itibaren müm
kün olmuştur.
Bu tekil düzenleme, parayı bir güvence olarak tanımlı
yordu. Bu tanım Locke'ta ve ondan biraz önce Vaug
29
30
31
32
33
Terrasson, TnHs lettres sur le nouveau systeme des jinances, Paris, 1720.
Dutot, Reflodons sur le commerce et les Jinances, Paris, 1738.
Montesquieu, Lesprit des lois, kit. XXII, ayının II.
Encyclopidie, "Monnaie" maddesi.
ParisDuverney, Examen des reflacions politiques sur les jinances, La Haye,
1740
34 D'Aguesseau, Considirations sur la monnaie, 1718, Eserler, c..X, Paris, 1777.
35 Melon, Essai poltique sur le commerce, Paris, 1734.
36 Graslin, Essai ancdytiaue sur les nchesses, Londra, 1767.
Mübadele Etmek
263
37
han'da, sonra Melon'da "altın ve gümüş genel anlaşma
ya bağlı olarak, insanların kullanımına yarayan her şeyin
güvencesi, eşdeğerlisi veya ortak ölçüsüdür",38 Dutot'da
"güven veya kanaat zenginlikleri, tıpkı altın, gümüş,
bronz, bakır gibi yalnızca temsilidirler";39 Forbonnais'de
anlaşmaya dayalı zenginliklerdeki "önemli nokta, para sa
hipleri ile zahire sahiplerinin mübadele ettikleri zamanki
güven ilişkisidir... bu uygulama tarafından oluşturulmuş
tur"40 bulunmaktadır. Paranın bir güvence olduğunu söy
lemek, onun ortak anlaşmaya dayalı olarak kabul edilen bir
jetondan başka bir şey olmadığını bildirmektir —buna bağ
lı olarak saf bir kurgu, ama bu aynı zamanda, ne karşılı
ğında alındıysa, tam o kadar ettiğini de söylemektir; çünkü
o da kendi hesabına aynı miktarda mal veya bunun eşde
ğerlisiyle mübadele edilebilir. Para sahibine her zaman,
onun karşılığında mübadele edilen şeyi geri getirebilir; bu
tıpkı bir işaretin temsilin içinde, temsil ettiği şeyi akla ge
tirebilme zorunda olması gibidir. Para sağlam bir bellek,
ikizlenen bir temsil, zaman içinde ertelenen bir mübadele
dir. Le Trosne'un dediği gibi, para kullanan ticaret, kendi
"yetersiz bir ticaret" olsa bile,41 bir iyileşmedir, onu telafi
eden şeyin eksikliğini bir süre çeken bir eylem, güvencenin
onun aracılığıyla fiili içeriğine dönüşeceği ters mübadeleyi
vaat eden ve bekleyen yarım bir işlemdir.
Fakat, parasal güvence bu emniyeti nasıl verebilir? De
ğeri olmayan işaret veya diğer hepsine benzeyen mal di
lemmasından nasıl kurtulabilir? Klasik para çözümlemesi
37 Vaughan, A discourse of coin and coinage, s. I, Lonc'ra, 1675, Locke,
Considerations ofthe lovnerinğ ofinterests, Worhs, s. 2123, c. V, Londra, 1801.
38 Melon, op. ât., s. 761.
39 Dutot, s. 905906.
40 Veron de Fortbonnais, Elemente de commerce, c. II, s. 91 Ayrıca Bkz.
Recherehes et considerations sur \esrichessesde la France, s. II, s. 582.
41 Le Trosne, De \1nUrit social; in. Daire, Les Physiocrates, s. 908.
264
Kelimeler ve Şeyler
nin sapkınlık noktası Law yanlıları ile karşıtlarını zıtlaştı
ran tercih— işte burada yer almaktadır. Nitekim, parayı gü
vence haline getiren işlemin, imal edildiği maddenin ticari
değeri tarafından sağlandığı veya bunun tersine, dışsal,
ama ortaklaşa rıza veya hükümdarın iradesiyle ona bağlan
mış olan başka bir mal tarafından sağlandığı düşünülebilir.
Law, maden kıtlığı ve ticari değerindeki oynamalardan ötü
rü, bu ikinci çözümü seçmiştir. Toprak mülkiyetinin gü
vencesi olacağı bir kâğıt paranın dolaşıma sokulabileceğini
düşünmektedir: bu durumda yalnızca "toprakların ipoteği
ne dayalı olan ve yıllık ödemelerle tedavülden kalkacak
olan kâğıtların" çıkartılması söz konusu olacaktır... "bu
kâğıtlar, tıpkı sikkeler gibi, dolaşıma ifade ettikleri değer
olarak gireceklerdir."42 Lavv'un, Fransa'daki deneyde bu
teknikten vazgeçmek zorunda kaldığı ve paranın güvence
sini bir ticaret şirketine sağlattığı bilinmektedir. Girişimin
başarısızlığı, onu mümkün kılmış olan, ama aynı zamanda
Lavv'un kavrayışına zıt olanları da dahil, para üzerindeki
tüm düşünceleri de mümkün kılan güvencepara teorisini
hiç de çürütmemiştir. Ve 1726'da istikrarlı bir madeni para
ihdas edildiğinde, güvence bizatihi paranın özünden bek
lenecektir. Paraya mübadele edilebilirliğini sağlayan şey,
onun içinde mevcut bulunan maddenin ticari değeri ola
caktır; ve Turgot, Law'u "paranın, geçerliği hükümdarın
damgasına dayanan bir zenginlik işaretinden başka bir şey
olmadığına" inanmış olmaktan ötürü eleştirecektir. "Bu
damga burada,yalnızca ağırlık ve ayarı onaylamak üzere
bulunmaktadır... Demek ki para diğer malların ortak ölçü
sü olmayı, işaret olarak değil de, mal olarak gerçekleştir
mektedir... Altın, fiyatını nedretinden almaktadır, ve aynı
anda hem mal hem de ölçü olarak kullanılması bir kötülük
42 Law, Considerations sur le numeraire, in Daire, Economistes et fînantiers du
XVTUe siecle, s. 519
Mübadele Etmek
265
olmanın uzağında kalmakta, bu iki kullanım onun fiyatını
desteklemektedir."43 Law yandaşlanyla birlikte, yûzyılıyla,
kâğıt paralann dahi —veya tedbirsiz— öncüsü olarak zıtlaş
mamaktadır. Hasımlanyla aynı tarzda olmak üzere, parayı
güvence olarak tanımlamaktadır. Fakat, onun temelinin,
paraya dışsal bir mal tarafından (hem daha bol hem de da
ha istikrarlı) daha iyi sağlandığını düşünmektedir; buna
karşılık hasımları, bu temelin, paranın maddi gerçekliğini
meydana getiren madeni öz tarafından (daha kesin ve spe
külasyona daha az tabi) daha iyi sağlanacağını düşünmek
tedirler. Law ile onu eleştirenler arasındaki zıtlık, güvence
verenle güvence alan arasındaki mesafeden ibarettir. Şıkla
rın birinde para tüm ticari değerinden ayıklanmıştır, ama
kendine "dışsal olan bir değer tarafından güvence altına
alınmış olup, malların onun "aracılığıyla" mübadele edildi
ği şeydir;44 diğer şıkta ise, para bizatihi bir fiyata sahip ola
rak, zenginliklerin hem "onunla" hem de"onun için" mü
badele edildiği şeydir. Fakat para her iki şıkta da, zengin
likler olan belli bir oran ilişkisinin ve onlan dolaştırma ko
nusundaki belli bir güvenin sayesinde, şeylerin fiyatının
saptanmasına olanak vermektedir.
Para güvence olarak, belli bir zenginliği (o ândaki ve
ya değil) işaret etmektedir. Fakat, para ile mallar, yani fi
yatlar sistemi arasındaki ilişki, para miktarının veya mal
miktarının belli bir ânda bozulmasıyla değişmektedir. Eğer
para miktarı mallara nazaran düşükse, daha büyük bir de
ğere sahip olacak ve fiyatlar düşük olacaktır; eğer para
miktarı artarsa ve zenginlikler karşısında bol hale gelirse,
düşük değere sahip olacak ve fiyatlar yükselecektir. Para
nın temsil ve çözümleme gücü, bir yandan dolaşımdaki
43 Turgot, Seconde iettre d l'abbi de Cice, 1749, Eserler, Schelle yay., c. I, s.
146147.
44 Law, age, s. 472 vd.
266
Kelimeler ve Şeyler
sikke miktarına diğer yandan da zenginlik miktarına göre
değişmektedir, bu güç ancak, iki miktar sabit olsaydı veya
aynı oranda değişseydi, değişmeden kalırdı.
"Miktar yasası" Locke tarafından "icat" edilmemiştir.
Bodin ve Davanzatti, daha XVI. yüzyılda, dolaşımdaki ma
den miktarındaki artışın mal fiyatlarını artırdığını çoktan
biliyorlardı; ama bu mekanizma madenin içsel değerindeki
bir azalmaya bağlıymış gibi gözükmekteydi. Bu aynı meka
nizma, XVII. yüzyılın sonunda, paramn temsil işlevinden
itibaren tanımlanmıştır; "para miktarı ticaretin bütünüyle
ilişkilidir". Daha fazla maden —ve böylece, dünyada var
olan her mal biraz daha fazla temsili unsura sahip ola
bilecektir; daha fazla mal ve her maden birimi biraz daha
fazla güvence içerecektir. Sabit kıstas olarak, herhangi bir
ürünü almak yeterlidir: değişme olgusu tüm açıklığıyla
ortaya çıkmaktadır: Locke, "eğer sabit ölçü olarak buğdayı
alırsak, paranın da diğer tüm mallarla aynı değer deği
şikliklerine uğradığını görürüz... Bunun nedeni anlaşılır
niteliktedir. Hindlerin keşfinden beri, dünyadaki para
miktarı on kat artmıştır; böylece değeri 9/10 azalmıştır,
yani aynı miktarda mal almak için, bundan iki yüzyıl
öncesinde verilen paranın on katım vermek gerekmekte
dir" 45 demektedir. Madenin burada anılan değer düşüklü
ğü, ona ait olan belli bir değerlilik niteliğine değil de, genel
temsil gücüne ilişkindir. Paralan ve zenginlikleri, birbirle
rine zorunlu olarak tekabül eden ikiz iki kitle olarak dü
şünmek gerekir: "Birinin toplamı diğerinin toplamı için ne
ise, birinin parçası da diğerinin parçası için o olacaktır...
Altın gibi bölünebilir tek mal olsaydı, bu malın yarısı diğer
tarafın toplamının yansına denk düşerdi." 46 Eğer yeryü
zünde tek bir mal olsaydı, dünyanın bütün altını onu tem
45 Locke, age, s. 73.
46 Moatesquieu, Uesprit des lois, kit. XXII, Ayırım VII.
Mübadele Etmek
267
sil ederdi; ve bunun tersine, eğer insanların bütününün tek
bir sikkesi olsaydı, doğadan ve onların ellerinden doğan
bütün zenginlikler bu sikkenin alt birimleriyle yetinirlerdi
Eğer bu smırdurumdan hareketle maden bollaşırsa ürün
ler sabit kalırken, "sikkenin her bölümünün değeri bir o
kadar düşecektir"; buna karşılık, "eğer endüstri, sanatlar
ve bilimler mübadele çemberinin içine yeni nesneleri dahil
ederlerse... bu yeni ürünlerin yeni değerine, değerlerin
temsili işaretlerinin bir bölümünü uygulamak gerekecek
tir; bu bölüm işaretler kitlesinden alındığından, daha fazla
değeri karşılayabilmek için onun nispi miktarını azaltacak
ve temsil değerini bir o kadar artıracaktır, çünkü işlevi, on
ların hepsini, kendilerine uygun düşen oranlarda temsil et
mektir."47
Demek ki, adil fiyat yoktur: herhangi bir malın içinde,
herhangi bir içsel karakter aracılığıyla, karşılanması gere
ken para miktarını işaret eden bir şey yoktur. Ucuzluk, tıp
kı pahalılık gibi doğru olmayan bir şeydir. Ancak, zengin
likleri ifade etmesi tercihe şayan olan para miktarını sapta
maya olanak veren kolaylık kuralları bulunmaktadır. Her
mübadele edilebilir şeyin, limitte nakdi bir eşdeğerlisi
—"işaret edilmesi" bulunmalıdır; kullanılan paranın kâğıt
olması bir sakınca yaratmayacaktır (Law'un fikrine göre,
kâğıt para basılacak veya yok edilecektir); fakat eğer para
madeniyse, bu can sıkıcı, hatta olanaksız olacaktır. Oysa,
tek ve aynı para birimi, dolaşımdayken birçok şeyi temsil
edebilme gücünü kazanmaktadır; el değiştirdiği zaman, ya
girişimciye bir mal bedeli, işçiye ücret, çiftçiye bir ürün be
deli ödenmesi ya da mal sahibine rant ödenmesi aracı ol
maktadır. Tek bir maden kitlesi, zaman boyunca ve onu
alan bireylere göre, eşdeğerli birçok şeyi (bir nesne, bir ça
lışma, bir ölçü buğday, bir gelirin bir kısmı) temsil edebi
47 Graslin, age, s. 5455.
268
Kelimeler ve Şeyler
lir; bu tıpkı, bir cins adın birçok şeyi veya taksinomik bir
karakterin birçok bireyi, birçok cinsi, birçok türü vb. tem
sil edebilme gücüne sahip olması gibidir. Fakat, karakter
ne kadar basitleşirse, o kadar büyük bir genelliğe bûrünü
yorsa, para da ne kadar hızlı dolaşırsa, o kadar fazla zen
ginliği temsil etmektedir. Karakterin genişlemesi, bir araya
getirdiği cins sayısıyla (demek ki tabloda işgal ettiği alan
la), paranın dolaşım hızı, yola çıktığı noktaya geri dönme
den önce geçtiği el sayısıyla tanımlanmaktadır (işte bu ne
denden ötürü, köken olarak, tarıma ürünleri karşılığı yapı
lan ödemeler seçilmektedir, çünkü tarım alanında tama
men belirgin yıllık devreler vardır). Böylece karakterin,
tablonun eşanlı mekânı içindeki taksinomik yayılmasına,
paranın belli bir zaman içindeki hareket hızının tekabül et
tiği görülmektedir.
Bu hızın iki sınırı vardır: paranın bir rolünün olmaya
cağı dolaysız bir mübadelenin sonsuz derecede süratli olan
hızı, ve her zenginlik unsurunun parasal ikizinin olacağı
sonsuz derecede yavaş bir hız. Bu iki ucun arasında, onla
rı mümkün kılan para miktarına tekabül eden değişken
hızlar vardır. Oysa, dolaşım devreleri hasatların yıllık ol
masının hükmü altındadır öyleyse bu hasatlardan yola çı
karak ve bir devletin nüfusunu oluşturan bir eylemin sayı
sını hesaba katarak, paranın bütün ellerden geçmesi ve en
azından herkesin geçimliğim temsil etmesi için gereken ye
terli miktarını belirlemek mümkündür. XVIII. yüzyılda, ta
rımsal gelirlerden hareketle dolaşım çözümlemeleri, nüfu
su artırma sorunları ve optimum para miktarının hesaplan
masının nasıl birbirlerine bağlı oldukları anlaşılmaktadır.
Normatif bir biçim altında ortaya çıkan üçlü soru: çünkü
sorun, paranm hangi mekanizmalarla dolaştığı veya durak
ladığı, nasıl harcandığı veya biriktiği değil de (böylesine
sorular ancak, üretim ve sermaye sorunlarını ortaya koy
Mübadele Etmek
269
muş bir ekonomide mümkündür), belli bir ülkedeki dola
şımın, oldukça fazla sayıda elden geçerek, oldukça hızlı
olabilmesi için gereken para miktarının ne olması gerekti
ğidir. Bu durumda fiyatlar içsel olarak "adil" değil de, tam
olarak uyarlanmış olacaklardın para kitlesinin bölümleri,
zenginliği ne fazla gevşek, ne de fazla sıkı olan bir eklem
leşmeye göre çözümleyeceklerdir. "Tablo" iyi yapılmış ola
caktır.
Eğer soyutlanmış bir ülke veya onun dış ticareti düşü
nülecek olursa, bu optimal oran aynı olmayacaktır. İçine
kapalı olarak yaşayan bir ülke varsayılırsa, dolaşıma sokul
ması gereken para miktarı birçok değişkene bağımlıdır:
mübadele sistemine giren mal miktarı, bu malların takas
sistemi tarafından dağıtılmayan veya bedeli belirlenmeyen
kısmının, belirli bir anda para tarafından temsil edilme 20
runluğu, kâğıt para tarafından ikame edilebilecek maden
miktarı, nihayet ödemelerin yapılma ritmi,48 işçi ücretleri
nin haftalık veya günlük ödenmesi, rantların yıl sonunda
veya adet olduğu üzere üç ayda bir ödenmesi aynı sonucu
doğurmaz. Bu dört değişkenin değeri belli bir ülke tarafın
dan belirlendiği, için, optimal madeni para miktarını belir
lemek mümkündür. Cantillon bu cinsten bir hesaplama
yapmak özere, bütün zenginliklerin dolaylı veya dolaysız
kaynağı olan tarımsal üretimden yola çıkmaktadır. Bu üre
tim, çiftçinin elinde üç ranta bölünmektedir: toprak sahi
bine ödenen rant, çiftçinin adamlarının ve atlarının geçimi
için ayrılanı, nihayet "işletmesini kârlı hale getirmek için
ayrılması gereken bir üçüncüsü." 49 Oysa yalnızca birinci
rant ile üçüncü rantın yaklaşık yansı nakden ödenmek zo
rundadır; diğerleri dolaysız mübadeleler biçiminde ödene
bilirler. Nüfusun yansının kentlerde oturduğu ve idame
48 Cantillon, Essai sur la Nature du Commerce En General, s. 73, 1952 yay.
49 age, s. 6869.
270
Kelimeler ve Şeyler
harcamalarının köylülerinkinden daha yüksek olduğu he
saba katılırsa, dolaşımdaki para miktarının üretimin he
men hemen 2/i^nt eşit olmasının gerektiği görülür. Bu,
bütün ödemelerin yılda bir kez yapılması halinde geçerli
dir; ama fiili durumda, toprak rantı her üç ayda bir öden
mektedir; demek ki, üretimin 1/6'sına eşit bir miktar yeter
lidir. Üstelik, birçok ödeme gündelik veya haftalık olmak
tadır; öyleyse gereken para miktarı üretimin 1/9'u civarın
dadır yani toprak sahiplerinin aldıkları rantın 1/3'ü—.50
Fakat bu hesaplama, ancak kapalı bir ulus düşünülme
si halinde geçerlidir. Oysa, devletlerin çoğu birbirleriyle,
tek ödeme aracının takas, ağırlığına göre değerlendirilen
maden(normal değerlerine göre sikkeler değil) ve bazen de
banka kâğıtlarının olduğu bir ticaret sürdürmektedirler. Bu
durumda da, dolaşıma sokulması gereken nispi para mik
tarını hesaplamak mümkündür, ancak bu tahmin atıf nok
tası olarak tarımsal üretimi değil de, ücretlerin ve fiyatların
yabancı ülkelerdeki ücretler ve fiyatlarla olan belli bir iliş
kisini almak zorundadır. Nitekim, fiyatların nispeten dü
şük olduğu (para miktarındaki düşüklükten ötürü) bir ül
kede, yabancı para geniş satın alma olanakları tarafından
çekilmektedir: maden miktarı artmaktadır. Devlet, öyle
söylendiği üzere, "zengin ve güçlü'' hale gelmektedir; bir
donanma ve bir ordu besleyebilir, fetihlere girişebilir, daha
da zenginleşebilir. Dolaşımdaki nakit miktarı, bireylere dı
şarıdan, fiyatların düşük olduğu yerlerden satın alma yete
neği sağlarken, fiyatları da yükseltmektedir ve devlet yeni
den fakirleşmektedir. CantiUon'un tasvir ettiği ve genel bir
ilke halinde formül leştirdiği devre işte böyledir: "devam et
tiği sürece, devletlerin gücünü oluşturan büyük para bollu
ğu, onları duyarsızca ve doğallıkla yoksulluğa iter."51
50 age, Petty de aynı 1/10 oranını vermekteydi. Anatomie Politique de lürlande.
51 Cantillon, s. 76.
Mübadele Etmek
271
Eğer eşyanın tabiatı içinde, zaten fakir olan ulusların
sefaletini artıran, ve bunun tersine zengin devletlerin refa
hını çoğaltan ters bir eğilim olmasaydı, hiç kuşkusuz bu
sahnımlardan kaçınmak mümkün olmazdı. Bunun anlamı,
nüfus hareketlerinin, paranmkinin tersi yöne doğru olma
sıdır. Para, zengin devletlerden, düşük fiyat bölgelerine gi
der, insanlar ise, yüksek ücretler tarafından, yani bol nak
di olan ülkeler tarafından çekilirler. Öyleyse, fakir ülkeler
de nüfus azalma eğilimindedir; buralarda tanm ve endüst
ri geriler, sefalet artar. Bunun tersine, zengin ülkelerde
emek gücü akımı yeni zenginliklerin işletilmesine olanak
verir; bunların satılması da dolaşımdaki maden miktarını
artırır.52 Öyleyse, siyaset bu ters yönlü nüfus ve para hare
ketlerini birleştirmenin çaresini aramalıdır. İmalathanele
rin her zaman bol bir emek gücü bulabilmeleri için, nüfu
sun yavaş, ama kesintisiz artması gerekir; bu durumda üc
retler zenginliklerden daha hızlı artmayacaklardır ne de
onlarla birlikte fiyatlar—, ve ticaret bilançosu lehte kalabile
cektir: burada, nüfus artışı yanlısı tezlerin temeli görül
mektedir.53 Ama diğer yandan, nakit miktarının da hep ha
fif bir artış içinde olması gerekir: tarım veya endüstri üre
timlerinin iyi bedel alabilmeleri, ücretlerin yeterli olabil
mesi, halkın yarattığı zenginliklerin arasında sefil düşme
mesi için tek yol: dış ticareti teşvik etmek ve lehte bir bi
lanço oluşturmak için alınan bütün tedbirler buradan kay
naklanmaktadır.
Dengeyi sağlayan ve zenginlik ile fakirlik arasındaki
büyük gidiş gelişleri önleyen şey, demek ki ebediyete kadar
kazanılmış bir statü değil de, iki hareketin hem doğal hem
de düşünülmüş bir bileşkesidir. Bir ülkede nakit bolluğu
52 Dutot, s. 862 ve 908.
53 Krş., Veron de Fortbonnais, c. I, s. 45 ve özellikle Tucker, Questions lmpor
tantes sur le Commerce, Çev. Turgot, Eserler, I, s. 335.
272
Kelimeler ve $ey\er
ve yüksek fiyatlar olduğunda değil de nakit miktarı, fiyat
ların artmasına neden olmadan ücretleri destekleyecek öl
çüde artıyorsa ve bunu devam ettirmek gerekir, refah
var demektir: bu durumda nüfus düzenli bir şekilde art
makta, bu nüfusun emek gücü hep daha fazla üretmekte ve
nakitte buna bağlı olarak meydana gelen artış (temsil edi
lebilirlik yasasına göre) az sayıdaki zenginlikler arasında
paylaştınlmakta, fiyatlar yabancı ûlkelerdekilere nazaran
artmaktadır. "Altın miktarındaki artış ile fiyat yükselmele
ri arasında, yalnızca altın ve gümüş miktarının artması en
düstrinin lehinedir. Nakdi azalmakta olan bir ulus, karşı
laştırma yapıldığı anda, ondan daha fazla nakde sahip ol
mayan, ama bunun miktarı artmakta olan bir ulusa naza
ran daha zayıf ve daha sefildir."54 İspanyolların felaketi iş
te böyle açıklanmaktadır: nitekim, bu ülkenin madenlere
sahip olması, nakitte kitlesel bir artışa ve sonuç olarak fi
yatlarda— yol açmıştır ve bu arada endüstri, tarım ve nüfus
buna uyum sağlayacak artışları gerçekleştirmeye zaman
bulamamışlardır bu durumda, Amerikan altınının Avru
pa'ya yayılarak zahire satın alması, imalathaneleri geliştir
mesi, çiftlikleri zenginleştirmesi ve böylece İspanya'yı hiç
bir zaman olmadığı kadar sefil bırakması kaçınılmaz ol
muştur. Buna karşılık, İngiltere kendi ülkesine maden çek
tiyse, bu yalnızca halkın lüksünü artırmak için değil de,
her zaman emeği yararlandırmak için olmuştur; yani fiyat
artışlarından önce, işçilerinin sayısını ve ürünlerinin mik
tarını artırmak için olmuştur. 55
Böylesine çözümlemeler önemlidir, çünkü ilerleme
kavramını insan faaliyetlerinin içine dahil etmektedir. Ama
onlan daha da önemli kılan nokta, ilerleme için olabilirlik
54 Hume, De la Circulation Monitaire, îktisat Eserleri, s. 2930, Fr. Çev.
55 V£ron de Forbonnais, age, s. 5152'de, İngiliz ticaretinin sekiz temel kuralını
vermektedir.
Mübadele Etmek
273
koşulunu tanımlayan bir göstergenin işaretler ve temsiller
oyununu etkilemesidir. Bu gösterge, düzen teorisinin baş
ka hiçbir bölgesinde bulunmamaktadır. Nitekim, klasik
düşüncenin kavradığı biçimiyle para, eğer bu güç zaman
tarafından içten değiştirilemezse, zenginliği temsil edemez
ya kendiliğinden bir devre onu azalttıktan sonra, zengin
likleri temsile yönelik kendi kapasitesini artırır ya da bir si
yaset, üzerinde düşünülmüş çabaların darbeleri sayesinde,
temsil edilebilirliğin sabitliğini korur. Karakterler (birçok
cinsi veya birçok türü temsil etmek ve ayırmak için seçil
miş olan özdeşlik demetleri), doğal tarihin düzeninde, tak
sinomik bir tablo halinde bölümlere ayırdıkları, doğanın
sürekli mekânının içine yerleşiyorlardı; zaman ancak dışa
rıdan, en küçük farklılıkların sürekliliğini altüst etmek ve
onları coğrafyanın parçalanmış yerlerine dağıtmak üzere
müdahale etmekteydi. Burada bunun tersine, zaman tem
sillerin iç yasasına aittir, onunla tekvücut halindedir; zen
ginliklerin ellerinde tuttukları, kendi kendilerini parasal
bir sistemin içinde temsil etme ve çözümleme güçlerini iz
lemekte ve sürekli bozmaktadır. Doğal tarihin, farklılıklar
tarafından ayrılan özdeşlik alanları keşfettiği yerde, zen
ginlik çözümlemesi "diferansiyeller" artış veya azalış eği
limleri— keşfetmektedir.
Zamanın zenginlik içindeki bu işlevinin, paranın gü
vence olarak tanımlandığı ve kendiyle birleştirildiği anda
(yani XVII. yüzyılın sonunda) ortaya çıkması gerekmek
teydi: kredinin süresinin, sona erme hızının, belli bir za
man içinde ellerinden geçtiği kişilerin sayısının, onun tem
sil etme gücünün karakteristik değişkenleri haline gelme
leri gerekiyordu. Fakat bütün bunlar, parasal işareti zen
ginliğe nazaran, kelimenin tam anlamında bir temsil konu
muna yerleştiren bir düşünce biçiminin sonucundan iba
rettirler. Bunun sonucu olarak, zenginlik çözümlemelerin
274
Kelimeler ve Şeyler
de paratemsil teorisini ve doğal tarihte de karaktertemsil
teorisini aynı arkeolojik şebeke desteklemektedir. Karak
ter, varlıkları komşulukları içinde belirleyerek işaret et
mektedir, parasal fiyat ise, zenginlikleri artışlarının veya
azalışlarının hareketi içinde işaret etmektedir.
Y DEĞERİN OLUŞUMU
Para ve ticaret teorisi şu soruya cevap vermektedir: müba
dele hareketinin içinde, fiyatlar şeyleri nasıl karakterize
ederler para zenginliklerin arasında nasıl bir işaretler ve
belirlemeler sistemi kurabilir—? Değer teorisi, mübadelele
rin gerçekleştikleri yatay alanı derinlemesine ve diklemesi
ne sorgulayan ve yukarıdaki soruyla kesişen bir soruya ce
vap vermektedir: neden insanların mübadele etmeye uğ
raştıkları bazı şeyler vardır, bunların bazıları neden diğer
lerinden daha fazla etmektedir; neden bunların yararsız
olan bazıları yüksek bir değere sahipken, vazgeçilmez nite
likte olan diğerlerinin hiçbir değeri yoktur? Demek ki ar
tık zenginliklerin kendilerini hangi mekanizmanın saye
sinde kendi aralarında temsil edebildikleri (ve değerli ma
denin meydana getirdiği, evrensel bir temsil yeteneğine sa
hip şu zenginlik aracılığıyla) değil de, arzu ve ihtiyaç nes
nelerinin temsil edilmelerinin neden gerektiğini, bir şeyin
değerinin nasıl belirlendiğini ve onun neden şu kadar veya
bu kadar ettiğinin iddia edildiğini bilmek söz konusudur.
Klasik düşünce için değer taşımak, her şeyden önce bir
şey etmek, bir mübadele sürecinde bir şeyle ikame edilebil
mektir. Paranın icadı, fiyatların saptanması ancak bu mü
badelelerin var olması sayesinde mümkün olmuştur, fiyat
lar ancak bu mübadele sayesinde değişmektedir. Oysa mü
badele ancak görünüşte basit bir olgudur. Nitekim, takas
esnasında, ancak eğer iki taraf da diğerindekinin elindeki
Mübadele Etmek
275
ne bir değer atfederse, mübadele olabilmektedir. Demek ki
bir bakıma, çifte vazgeçmenin ve çifte edinmenin sonuçta
gerçekleşebilmesi için, bu mübadele edilebilir şeylerin,
kendilerine özgü değerleriyle birlikte, her birinin elinde
daha önceden bulunması gerekir. Fakat öte yandan, her
birinin yediği ve içtiği, yaşamak için ihtiyaç duyduğu şey,
ondan vazgeçmediği sürece değere sahiptir, ve ihtiyaç duy
madığı şey de aynı şekilde, eğer ihtiyaç duyduğu bir şeyi
edinmesine yaramıyorsa, değere sahip olmayacaktır. Başka
bir ifadeyle, bir şeyin bir başkasını bir mübadelede temsil
edebilmesi için, bunlann zaten değerle yüklü olarak var
olmaları gerektir; fakat, değer ancak temsilin (şimdiki veya
mümkün) içinde vardır, yani mübadelenin veya mübadele
edilebilirliğin içinde. Buradan ortaya, iki eşanlı okuma ola
bilirliği çıkmaktadır: bunlardan biri değeri bizatihi müba
dele eyleminin içinde, verilen ile alınanın kesişme nokta
sında çözümlemektedir; diğeri ise, değeri mübadeleden da
ha önce var olarak çözümlemekte ve onu bu mübadelenin
olabilmesinin ilk koşulu saymaktadır. Bu iki okumadan bi
rincisi, dilin tüm özünü cümlenin (önermenin) içine yer
leştiren ve hapseden bir çözümlemeye, diğeri de, dilin bu
aynı özünü ilkel işaretler cephesinde eylem dili veya kök;
nitekim, dil olabilirlik yerini, birinci şıkta fiil tarafından
sağlanan bir yüklemde bulmaktadır keşfeden bir çözüm
lemeye tekabül etmektedir; yani bütün kelimelerin uzağın
da kalan, ama onları birbirleriyle ilişkilendiren şu dil unsu
ru aracılığıyla keşfetmektedir; dilin bütün kelimelerini, on
ların önermesel bağlarından itibaren mümkün kılan fiil,
mübadele edilen şeylerin değerini ve onlardan vazgeçilme
sini sağlayan fiyatı diğerlerinden daha ilkel bir eylem ola
rak kuran mübadeleye tekabül etmektedir; dil diğer çö
zümleme biçiminde kendi dışına ve tıpkı doğadaymış veya
şeylerin benzerliğinin içindeymiş gibi kök salmıştır; daha
276
Kelimeler ve Şeyler
dilin bile doğmasından önce kelimelere hayat veren kök,
ilk çığlık, değerin mübadeleden ve karşılıklı ihtiyaç ölçüle
rinden önceki dolaysız oluşumuna tekabül etmektedir.
Fakat bu iki çözümleme biçimi cümleden veya kök
lerden hareketle— gramer açısından tamamen aynıdır, çün
kü onun işi dilledir —yani aynı anda hem işaret etmek hem
de yargılamakla yükümlü veya aynı anda hem bir nesneye
hem de bir gerçeğe ilişkin olan bir temsil sistemiyle—. Eko
nomi düzeninde bu ayınm yoktur, çünkü arzu ile nesnesi
arasındaki ilişki ve onun arzulanır olduğu iddiası, tek ve
aynı şeyi meydana getirmektedir; onu işaret etmek, zaten
bağı kurmaktır. Böylece, gramerin önce bir önerme cümle
(veya yargı) çözümlemesi, sonra da bir işaret etme (jest ve
ya kök) çözümlemesi oluşturan, aynı ve birbirlerine uyar
lanmış iki parçaya sahip olduğu yerde, iktisat tek bir teorik
parça tanımaktadır; ama bu parça aynı anda, ters yönde iki
okumaya izin verir niteliktedir. Bunlardan biri, değeri, ih
tiyaç nesnelerinin —yararlı nesneler— mübadelesinden, di
ğeri de, mübadelenin değerini sonradan tanımlayacağı nes
nelerin oluşum ve doğumundan itibaren —doğanın aşırı
yaygınlığından itibaren çözümlemektedir. Bu iki müm
kün olma arasında, alışık olduğumuz bir sapkınlık noktası
tanınmaktadır: bu nokta, Condillac, Galiani, Graslin'in
"psikolojik teori"leri denilen şeyi, Quesnay ve okulunun
mensup oldukları Fizyokratlardan ayırmaktadır. Fizyokra
si herhalde, XIX. yüzyılın ilk yarısı iktisatçılarının siyasal
iktisadın temellerini ararken, ona atfettikleri öneme sahip
değildir; ama bu aynı rolü marjinalistlerin yaptıkları gi
bi—, "psikolojik okul"a atfetmek de aynı derece boşunadır.
Bu iki çözümleme tarzının arasında, başlangıç noktası ve
özdeş kalan bir ihtiyaç ağını kat etmek için seçilen yönden
başka farklılık yoktur.
Değerlerin ve zenginliklerin olabilmesi için, Fizyok
Mübadele Etmek
277
ratlara göre, bir mübadelenin mümkün olması gerekir ya
ni, diğerinin ihtiyaç duyduğu bir fazlaya sahip olmak. İhti
yaç duyduğum, kopardığım ve yediğim meyve, bana doğa
nın sunduğu bir maldır; zenginlik ancak, ağacımın üstün ı
deki meyveler iştahımın tüketebileceğinden daha fazla ol
duğunda var olacaktır. Ayrıca bir de, bir başkasının acıkmış
olması ve benden meyve talep etmesi gerekir. Quesnay,
"soluduğumuz hava, ırmaktan aldığımız su ve bütün in
sanların ortaklaşa kullandıkları aşın bolluktaki bütün şey
ler, zenginlik değil, maldırlar"56 demektedir. Mübadeleden
önce bir tek, doğanın bol veya kıt olarak sağladığı bu ger
çek vardır, değerler ancak birinin talebi ve diğerinin vaz
geçmesiyle ortaya çıkabilirler. Oysa, mübadelenin amacı
tam da fazlalıkları, bunlann eksikliğini çekenlere dağıtabil
mektir. Demek ki bunlar, birilerinde mevcut, diğerlerinde
namevcut oldukları sırada, ancak geçici olarak "zengin
lik" tirler, onları tüketicilere götürerek, onlan ilkel mal ol
ma doğalarına iade edecek olan yola girmekte ve bu yolu
tamamlamaktadırlar. Mercier de la Riviere, "mübadelenin
amacı tatmindir, tüketimdir; öylesine ki, ticaret kısaca ta
nımlanabilir olmaktadır: yararlı şeylerin tüketicilere ulaş
ması için yapılan mübadele"57 demektir. Oysa, değerin ti
caret yoluyla oluşumu, 58 mallarda bir azalma olmadan ya
pılamaz; nitekim, ticaret şeyleri taşımakta; taşımacılık, mu
hafaza, dönüşüm, satış maliyetlerine yol açmaktadır;59 kı
sacası, malların zenginliğe dönüşebilmeleri için, bir miktar
mcâ tüketimi gerekmektedir. Hiçbir şeye mal olmayacak
56 Quesnay, "Homme" makalesi, s. 42, in Daire, age.
57 Mercier de la Riviere IlOrdre Naturel et Essentiel des Sodetes Politiques, in.
Daire, s. 709.
58 "Buğday, demir, kezzap, elmas gibi ticari değerler olarak ele alındıklarında,
aynı zamanda, değerler, sadece fiyatlarına bağlı olan zenginlikler olmak
tadırlar, Quesnay, age, s. 138.
59 Dupont de Nemours, Riponse Demandee, s. 16.
278
Kelimeler ve Şeyler
yegâne ticaret, düpedüz takas olacaktır; mallar burada,
mübadele anında, bir kullanım süresince zenginlik ve de
ğerdirler. "Eğer mübadele hemen ve maliyetsiz yapılabil
seydi, ancak her iki taraf için de daha avantajlı olabilirdi:
böylece, ticaret yapılmasına yarayan aracı işlemler ticaretin
kendi olarak kabul edildiğinde, müthiş bir yanılgıya düşül
mektedir."60 Fizyokratlar, malların maddi gerçekliğinden
başka bir şeyi kabul etmemektedirler; ve değerin mübade
lenin içinde oluşması bu durumda maliyetli hale gelmekte
ve var olan mallardan düşülmektedir. Demek ki değer oluş
turmak, daha çok sayıdaki ihtiyacı tatmin etmek değil de,
bazı malları mübadele etmek için diğer bazılarını feda et
mektir. Değerler, malların negatifini meydana getirirler.
Fakat, değerin böyle oluşabilmesi nereden kaynaklan
maktadır? Malların, birbiri peşi sıra gelen mübadeleler ve
dolaşım nedeniyle silinmelerine ve yok olmalarına yol aç
madan, zenginlik haline dönüşmelerine olanak veren bu
fazlalığın (artık) kökeni nedir? Bu sürekli değer oluşumu
nun maliyetinin, insanların ellerindeki malları tüketmeme
si nasıl mümkün olmaktadır?
Acaba ticaret bu gerekli eklentiyi kendinde bulabilir
mi? Muhakkak ki hayır, çünkü ticaret değeri değerle ve
mümkün en büyük eşitlik içinde mübadele etmenin peşin
dedir: "Çok alabilmek için çok vermek gerekir ve çok ver
mek için de, çok almak gerekir, işte ticaretin bütün sanatı
budur. Ticaret doğası gereği, eşit değerdeki şeyleri bir ara
da mübadele ettirmekten başka bir şey yapmaz."61 Bir mal
uzak bir pazara giderek, hiç kuşkusuz kendi piyasasında
kinden daha yüksek bir fiyattan mübadele edilebilir; fakat
bu artış, gerçek taşıma harcamalarına denk düşmektedir;
ve eğer bu olgudan ötürü hiçbir şey kaybetmiyorsa, bunun
60 SaintPerasy, Jountû d'Agricıdture, Aralık 1765.
61 dge.
Mübadele Etmek
279
nedeni malın mübadele edildiği şey karşısında sabit kalır
ken, bu taşıma maliyetini kendi fiyatının üzerinden kay
betmiş olmasıdır. Mal, dünyanın bir ucundan diğerine iste
diği kadar gezdirilsin, mübadele maliyeti her zaman müba
dele edilen malların üzerinden ödenmektedir. Bu fazlalığı
meydana getiren ticaret değildir. Ticaretin olabilmesi için,
bu bolluğun varlığı gerekmiştir.
Endüstri de, değer oluşumunun maliyetini karşılama
yeteneğine sahip değildir. Nitekim, imalat ürünleri iki reji
me göre satışa çıkarülabilirler. Eğer fiyatlar serbestse, reka
bet onları hammaddenin maliyetinin dışında, en fazlasın
dan bu hammaddeyi dönüştüren işçinin ücretini karşılaya
cak düzeye kadar düşürme eğiliminde olur; Cantillon'un
tanımlamasına göre, bu ücret işçinin çalıştığı zaman süre
sindeki geçimliğine denk düşer; hiç kuşkusuz buna giri
şimcinin geçimliği ve kânm da eklemek gerekir; fakat,
imalathanelerden kaynaklanan değer artışı, her halü kârda
bedel ödediklerinin tüketimini temsil eder; zenginlikleri
imal etmek için, malları feda etmek gerekmiştin "zanaatkar
emeğiyle ürettiği kadannı, geçimliği olarak yok eder."62 Bir
tekel fiyatı olduğunda, nesnelerin satış fiyatları büyük öl
çekte yükselebilir. Ama bunun nedeni, işçilere bu durum
da daha iyi ücret ödenmesi değildir: onların arasında var
olan rekabet, ücretlerini ancak geçimliklerine yetecek dü
zeyde tutma eğilimindedir;63 girişimcilerin kârlarına gelin
ce, tekel fiyatlarının bunları, piyasaya çıkartılan nesnelerin
değerlerinin artması ölçüsünde yükselttikleri doğrudur; fa
kat bu yükselme, diğer malların mübadele değerlerinin
oransal düşüşünden başka bir şey değildir: "Bütün bu giri
şimciler, ancak diğerlerinin harcama yapmalarından ötürü,
servet yapmaktadırlar."64 Endüstri, görünüşte değerleri ar
62 Maxim.es de Gouvernement, in, Daire, s. 289.
63 Turgot, R^/Iorions..., p. 6.
64 Maximes..., s. 289.
280
Kelimeler ve Şeyler
tırmaktadır; aslında bir veya birçok geçimliğin bedelini bi
zatihi mübadeleden çıkartmaktadır. Değer üretimle ne
oluşmakta ne de artmaktadır; bu işi gerçekleştiren tüke
timdir. İster geçimliği için işçinin yaptığı, ister kâr sağlayan
girişimcininki, isterse satın alan aylağınla olsun: "Kısır sı
nıfın sayesinde gerçekleşen parasal değer artışı, işçinin ça
lışmasının değil, harcama yapmasının sonucudur. Çünkü,
hiç çalışmadan harcama yapan aylak kişiler, bu alanda ay
nı sonucu yaratmaktadırlar."65 Değer, ancak malların yok
oldukları yerde ortaya çıkar; ve çalışma bir harcama gibi iş
lev görür bizzat kendi tükettiği bir geçimliğin bedelini
oluşturur.
Bu, tarımsal emek için de geçerlidir. Tarla süren işçi,
dokuyan veya taşıyan işçininkinden faklı bir statüde değil
dir; "çalışmanın veya tarımsal faaliyetin aletlerinden" bi
rinden başka bir şey değildir66 —bir geçimliğe ihtiyacı olan
ve bunu toprağın ürünlerinden devşiren bir alet. Tıpkı di
ğer şıklarda da olduğu gibi, bu tarımsal emeğin bedeli, bu
geçimliğe tam olarak uyma eğilimindedir. Fakat, malların
üretim düzeninin içinde ekonomik mübadele sistemi
içinde değil de, fizik olan bir ayrıcalık bulunmaktadır:
toprak işlendiğinde, çiftçiye gerekeninden daha yüksek bir
geçimlik olanağı sağlamaktadır. Demek ki tarım işçisinin
emeği, bedeli ödenen çalışma olarak, imalathane işçisinin
ki kadar negatif ve masraflıdır, ama doğayla "fizik alışve
riş" olarak,67 bu doğadaki muazzam üretkenliği açığa çı
kartmaktadır. Ve bu üretkenliğin bedelinin önceden, eme
ğin, tohumluğun, hayvan yeminin maliyeti tarafından
ödendiği doğruysa da, bir tek tohumun ekildiği yerden bir
başak elde edilecektir; ve sürüler dinlenme ânlarında bile
65 Mirabeau, Philosophie Rurcde, s. 56.
66 age, s. 8.
67 Dupont de Nemours, Journal Agricole, Mayıs 1766.
Mübadele Etmek
281
sürekli gelişmektedirler; bunları depolardaki ipek veya yün
balyalan için söylemenin olanağı yoktur. 68 Tarım, üretim
den kaynaklanan değer artışının üreticinin idame masrafla
rına eşdeğerli olmadığı yegâne alandır. Gerçeği söylemek
gerekirse, hiçbir ücret ödenmesine ihtiyaç göstermeyen,
görülmez bir üretici bulunmaktadır; çiftçi haberi olmaksı
zın, işte ona ortak olmaktadır; ve çiftçi kendi ürettiği kada
rını tüketirken, ortağı bütün değer oluşumunu gerçekleş
tirmektedir: "Tanm, imalatçının ortak olarak doğamn mi
manna, bütün mal ve zenginliklerin üreticisine sahip oldu
ğu, ilahi bir imalathanedir."69
Fizyokratların toprak rantına tarımsal emeğe değil—
atfettikleri teorik ve pratik önem anlaşılmaktadır. Tarımsal
emeğin bedeli tüketimle ödenmektedir, oysa toprak rantı
net ürünü temsil etmektedir veya etmelidir: doğanın sağla
dığı mal miktarından işçinin geçimliği ve kendinin üretime
devam etmek için ihtiyaç duyduklarının düşülmesinden
sonra kalan, net üründür (toprak rantı). Malları değere ve
ya zenginliğe dönüştüren işte bu ranttır. Diğer bütün çalış
maların ve onlara denk düşen tüketimlerin bedelini o sağ
lamaktadır. Buradan iki başat kaygı ortaya çıkmaktadır:
emeği, ticareti ve endüstriyi besleyebilmesi için emrine bü
yük bir nakit miktarı verilmesi; toprağın üretmeye devam
edebilmesi için onun payına düşmesi gereken avans mikta
rının kesinlikle ayrılmasını gözetmek. Öyleyse, Fizyokrat
ların ekonomik ve siyasal programlan zorunlu olarak şun
ları içerecektir: tarım fiyatlarının artması, ama toprağı işle
yenlerin ücretlerinin artmaması; bütün vergilerin toprak
rantından alınması; tekel fiyatlannın ve bütün ticari aynca
lıklann ilgası (rekabetin denetimi altındaki endüstri ve ti
caretin, zorunlu olarak adil fiyatı muhafaza edebilmeleri
için); gelecekteki hasatlar için gerekli para avanslannın
68 Mirabeau, s. 37.
69 age, s. 33.
282
Kelimeler ve Şeyler
toprağa geri dönmesi.
Bütün mübadele sistemi, bütün maliyetli değer olu
şumları, toprak sahibinin avansları ile doğanın cömertliği
arasında kurulan bu dengesiz, kökten ve ilkel mübadeleye
aktarılmıştır. Bir tek bu mübadele mutlak olarak kârlıdır ve
her mübadelenin, buna bağlı olarak her zenginlik unsuru
nun ortaya çıkmasının gerektirdiği masraflar, ancak bu net
kârdan karşılanabilir. Doğanın kendiliğinden değer üretti
ğini söylemek yanlış olacaktır; ama doğa, mübadelenin
masraf ve tüketime katlanarak değere dönüştürdüğü malla
rın yorulmaz kaynağıdır. Quesnay ve öğrencileri zenginlik
leri, kendini mübadeleye bırakandan yani hiçbir değeri
olmadan var olan, ama bütün yer değiştirmelerin her biri
ni, bütün dönüştürmelerin her birini ücretler, gıda, geçim
lik, kısacası kendinin de ait olduğu şu artığın bir bölümüy
le ödemek zorunda kalacağı bir ikame devresinin içine gi
rerek değer haline gelen şu fazlalık— itibaren çözümlemek
tedirler. Fizyokralar çözümlemelerine, değerin içinde işa
ret edilmiş durumda bulunan, ama zenginlikler sistemin
den daha önce var olan şeyin bizzat kendinden başlamak
tadırlar. Gramerciler kelimeleri, kökten, bir ses ile bir şeyi
birleştiren dolaysız ilişkiden ve bu kökün bir dilin içinde
bir ad olmasına yol açan ardışık soyutlamalardan itibaren
çözümlediklerinde, aynı işi yapmış olmaktadırlar.
VI. YARAR
Condillac, Galiani, Graslin, Destutt'ün çözümlemeleri, gra
matikal cümle (önerme) teorisine tekabül etmektedir. Bu
çözümleme hareket noktası olarak, bir mübadelenin içinde
verileni değil de, alınanı seçmektedir: aslında aynı şey, ama
ona ihtiyacı olanın, onu talep edenin ve daha yararlı saydı
ğı ve daha fazla yarar atfettiği bu diğer şeyi elde etmek için
Mübadele Etmek
283
sahip olduğundan vazgeçmeyi kabul edenin açısından ele
almaktadır. Aslında, Fizyokratlar ve karşıtları aynı teorik
kesitte dolaşmaktadırlar, ama ters yönlerde: birinciler, bir
malın bir mübadele sistemi içinde hangi koşullarda —ve
hangi maliyetle bir değer haline gelebileceğini kendileri
ne sorarken; diğerleri, bir değer yargısının bir mübadele
sistemi içinde, hangi koşullarda fiyata dönüşebileceğini
araştırmaktadırlar.Fizyokratlann ve yararcıların çözümle
melerinin çoğu zaman, neden bu kadar yakın ve bazen de
tamamlayıcı oldukları, Cantillon'a neden birincilerin de
üç tarımsal gelir teorisi ve tarıma atfettiği önemden ötü
rü—, ikincilerin de devreler çözümlemesi ve paraya verdi
ği önemden ötürü 70 sahip çıktıkları; Turgot'nun La For
mation et la Distribution des Richesses'te (Zenginliklerin
Oluşumu ve Dağılımı) Fizyokrasiye sadık kalırken, Valeur
et Monnaie'de (Değer ve Para) Galiani'ye çok yakın olduğu
anlaşılmaktadır.
Mübadele durumlarının en ilkelini varsayalım: yalnız
ca buğday veya mısırı olan bir adam ve onun karşısında,
şarap veya odundan başka bir şeyi olmayan bir başkası. He
nüz saptanmış bir fiyat, hiçbir eşdeğerlik, hiçbir ortak ölçü
yoktur. Ancak, eğer bu adamlar bu odunu kestilerse, mısır
veya buğdayı ekip biçtilerse, bunun nedeni, bu şeylere iliş
kin bir yargılarının bulunmasıdır; bunlan herhangi bir şey
le kıyaslamasını bilmeksizin, bu buğday veya bu odunun
ihtiyaçlanndan birini giderebileceği onlara yararlı olaca
ğı yargısına sahiptirler: "bir şey değerlidir demek, onun
bir işe yaradığını veya bizim onun öyle olduğunu düşün
düğümüzü söylemektir. Demek ki, şeylerin değerleri, ya
rarlarına veya aynı anlama gelmek üzere, onlan kullanabil
memize dayanmaktadır."71 Bu yargı, Turgot'nun şeylerin
70 Cantillon, Essoi..., s. 68, 69 ve 73.
71 Condillac, Le Commerce et le Gouvemement, Eserler, c. IV, s. 10.
284
Kelimeler ve Şeyler
"biçme değeri" dediği şeyi ortaya koymaktadır.72 Bu değer
mutlaktır, çünkü her mala tekil olarak ve diğer hiçbiriyle
kıyaslamadan ele alınmaktadır; ama gene de nispi ve değiş
kendir, çünkü insanlann iştah, arzu ve ihtiyaçlarına göre
azalıp çoğalmaktadır.
Fakat bu birincil yararlar zemini üzerinde gerçekleşen
mübadele, onların basit bir ortak paydaya indirgenmeleri
değildir. Bizatihi yarar yaratıcıdır, çünkü biri için o zama
na kadar az bir yarar olmuş olan bir şeyi, diğerinin değer
lendirmesine sunmaktadır. Bu ânda üç olabilirlik vardır. Ya
Condiliac'm dediği gibi "herkesteki fazla"73 bir kişinin
kullanmadığı veya hemen kullanmayı düşünmediği—, nite
lik ve miktar olarak diğerinin ihtiyaçlarına denk düşer:
buğday sahibinin bütün fazlalığının, mübadele durumun
da, şarap üreticisi için yararlı olduğu ve tersi ortaya çıkar;
bu andan itibaren, o zamana kadar yararsız olan, her iki ta
rafta da eşanlı ve eşit değerlerin yaratılmasıyla tamamen
yararlı hale gelir; ve durum simetrik olduğundan, biçme
değerler otomatik olarak eşdeğerli hale gelirler; yarar ve fi
yat, tortu bırakmadan birbirlerine denk düşerler; tatmin ile
biçme değer uyuşurlar. Ya da birinin fazlalığı diğerinin ih
tiyaçlarını karşılamaya yetmez; bu durumda o da sahip ol
duğu her şeyi vermekten kaçınacaktır; elindekinin bir bö
lümünü, ihtiyacını tamamlayacak bölümü üçüncü bir kişi
den karşılamak için ayıracaktır; bu ayrılan parça ve mu
hatabı bunu mümkün olduğunca azaltmaya çalışmaktadır,
çünkü birincinin bütün fazlasına ihtiyacı vardır fiyatı or
taya çıkartır: artık buğdayın fazlası ile şarabın fazlası mü
badele edilmemekte, girişilen bir ağız dalaşının ardından,
şu kadar müd şarap karşılığında, şu kadar şinik buğday ve
rilmektedir. En fazla mal verenin, sahip olduğu değer üze
72 Turgot, Valeur et Monnaie, Toplu eserler, c. III, s. 9192.
73 Condillac, Le Commerce, c. IV, s. 28.
Mübadele Etmek
285
rinden kayba uğradığı mı söylenecektir? Hiç de değil, çün
kü bu fazlalık onun için yararsızdır veya ona, mübadele et
meyi kabul ettiğine göre, her halü kârda aldığına verdiğin
den daha fazla değer atfetmektedir. Nihayet üçüncü varsa
yım, hiçbir şey hiç kimse için tamamen gereksiz değildir,
çünkü iki taraftan her biri, sahip olduğunun toplamını
uzun veya kısa vadede kullanabileceğini bilmektedir: ihti
yaç durumu geneldir, ve mülkiyetin her bir parçası zengin
lik haline gelmektedir. İki taraf, bu andan itibaren hiçbir
şey için mübadele etmeyebilir; ama her biri diğerinin malı
nın bir parçasının, kendininkinin bir parçasından daha ya
rarlı olabileceğini düşünebilir. Her ikisi de, minimum bir
eşitsizlik ve herkes kendi için, yani farklı bir hesaplama
ya göre oluşturmaktadır: biri, sahip olmadığım şu kadar
ölçek mısır, benim için odunumun şu kadar ölçeği eder
derken öteki, şu kadar odun benim için şu kadar mısırdan
daha değerli olacaktır diyecektir. Bu tahmini iki eşitsizlik,
her biri için, sahip olduğuna ve olmadığına atfettiği nispi
değeri tanımlamaktadır. Bu iki eşitsizliği uyarlamak için,
aralannda iki ilişkinin eşitliğini kurmaktan başka yol yok
tur: mübadele ancak, biri için olan mısır/odun oranının,
diğeri için olan odun/mısır oranına eşitlendiğinde müm
kün hale gelebilmektedir. Biçme değer bir tek bir ihtiyacın
ve bir nesnenin işleyişiyle demek ki, tekil bir bireydeki
tek bir çıkarla tanımlanırken, şimdi ortaya çıktığı haliyle
değerlendirme değerinde, "Karşılaştırma yapan iki kişi ve
kıyaslamalı dört çıkar vardır; ama her birinin iki tekil çıka
rı önce aralannda kıyaslanarak, ortalama bir değerlendir
me değeri elde edilmiştir"; bu oransal eşitlik, örneğin dört
ölçek mısırın ve beş ölçek buğdayın eşit bir mübadele de
ğerine sahip olduklarının söylenmesine olanak vermekte
dir,74 Fakat bu eşitlik yararın yararla, özdeş parçalar halin
74 Turgot, Valeur..., III, s. 9193.
286
Kelimeler ve Şeyler
de mübadele edildiği anlamına gelmemektedir; eşitsizlikler
mübadele edilmektedir, yani her iki taraf da sahip oldu
ğundan ve her piyasa unsurunun içsel bir yarara sahip ol
masına rağmen— daha fazla bir yarar elde etmektedir. İki
dolaysız yarar yerine, daha büyük ihtiyaçları giderdiği dü
şünülen iki başkası vardır.
Bu cins çözümlemeler, değer ile mübadelenin kesiştik
lerini göstermektedir: eğer dolaysız değerler olmasaydı
yani, şeylerin içinde "onlar için arızi olan ve tıpkı sonu
cun nedenine bağımlı olması gibi, bir tek insan ihtiyaçları
na bağımlı olan bir yüklem" olmasaydı mübadele yapıl
mazdı. 75 Fakat mübadele de kendi hesabına değer yarat
maktadır. Önce, o olmasaydı yararı düşük veya yararsız ka
lacak olan şeyleri yararlı kılmaktadır: aç olan veya giyinme
ihtiyacında olan kişiler için, bir elmasın ne değeri olabilir?
Fakat, yeryüzünde hoşa gitmek isteyen ve bu elması ona
ulaştırmayı becerebilen bir ticaretin olması, taşın "ona ih
tiyacı olmayan sahibi açısından dolaylı zenginlik" haline
gelmesi için yeterlidir, "... bu nesnenin değeri, onun için
bir mübadele değeridir";76 ve yalnızca parlamaya yarayan
şeyi satarak beslenebilir: lüksün Önemi buradan itibaren
ortaya çıkmaktadır;77 zenginlik açısından, ihtiyaç, rahatlık
ve keyfe keder arzu arasında farklılık olmaması buradan
kaynaklanmaktadır.78 Öte yandan, mübadele yeni tipten
bir değer yaratmaktadır; bu "değerlendirme değeri"dir: ya
rarlar arasında, sadece ihtiyaçla olan ilişkiyi iki katma çı
karan karşılıklı bir oran düzenlenmektedir. Bu oran, basit
ihtiyaç ilişkisini esas olarak değiştirmektedir: demek ki,
değerlendirme düzeninde, yani her değerin bütün hepsiyle
75
76
77
78
Graslin, s. 33.
age, s. 45.
Hume, De la Circulation Moneetaire, s. 41.
Graslin ihtiyaçtan, "gereklilik, yarar, zevk ve hoşluk"u anlamaktadır, Essai...
*. 24.
Mübadele Etmek
287
karşılaştırma düzeninde, en küçük bir yeni yararın yaratıl
ması, zaten var olanların nispi değerini azaltmaktadır. Zen
ginliklerin toplamı, ihtiyaç giderebilen yeni nesnelerin or
taya çıkmasına rağmen anmamaktadır; her üretim yalnızca
"zenginlikler kitlesine nazaran yeni bir değer düzeni" ya
ratmaktadır: "ilk ihtiyaç maddeleri, kitlenin içinde yeni bir
rahatlık veya zevk nesnesine yer açmak için, değerlerini
düşüreceklerdir."79 Öyleyse mübadele, değerleri artıran
(ihtiyaçları en azından dolaylı olarak gideren yeni yararlar
yaratarak), ama aynı zamanda değerleri düşüren (her biri
ne atfedilen değerlendirme içinde, birilerini bazılarına kar
şı) şeydir. Yararsız onun aracılığıyla yararlı hale gelmekte,
ve en yararlı aynı oran içinde, daha az yararlı olmaktadır.
Mübadelelerin değer oyunu içindeki kurucu rolü böyledir:
her şeye bir fiyat vermekte ve her birinin fiyatını düşür
mektedir.
Teorik unsurların Fizyokratlarda ve karşıtlarında aynı
oldukları görülmektedir. Önermeler bütünü iki tarafta da
ortaktır: bütün zenginlikler topraktan doğar; şeylerin değe
ri mübadeleye bağlıdır; para dolaşımdaki zenginliklerin
temsili olarak değere sahiptir: dolaşım olabildiğince basit
ve tam olmalıdır. Fakat bu teorik kesitler, Fizyokratlar ve
"yararcılar" tarafından, birbirlerine ters düzenler halinde
örgütlenmişlerdir ve bunun sonucu olarak, birinciler için
pozitif bir role sahip olan bir unsur, diğerleri için negatif
olmaktadır. Condillac, Galiani, Graslin, bütün değerlerin
öznel ve pozitif temeli olarak, yararlann mübadelesinden
yola çıkmaktadırlar; demek ki, ihtiyaç gideren her şeyin bir
değeri vardır, ve en çok sayıda ihtiyacın tatminini sağlayan
her dönüştürme veya her taşıma bir değer artışı meydana
getirir: işçilere, bu artıştan alınarak verilen geçimliklerin
eşdeğerlisiyle ücret ödenmesini, işte bu çoğalma sağlamak
79 age, s. 36.
Kelimeler ve Şeyler
tadır. Fakat değeri oluşturan bütün bu pozitif unsurlar, in
sanlardaki belli bir ihtiyaç durumuna, yani doğanın üret
kenliğinin sonlu karakterine dayanmaktadır. Fizyokratlara
göre, aynı dizi tersten kat edilmelidir: toprağın ürünlerinin
her dönüştürülmesi ve işlenmesi, işçinin geçimliğiyle üc
retlendirilmektedir, demek ki bunlar malların toplamının
azalması hanesine açılmaktadırlar; değer ancak tüketimin
olduğu yerde doğmaktadır. Öyleyse, değerin ortaya çıkma
sı için, doğanın sonsuz bir üretkenliğe sahip olması gere
kir. Okumalardan birinde pozitif olarak abartılıymış gibi
algılanan, diğerinde negatif ve oyuk olarak algılanmakta
dır. "Yararcılar", şeylere belli bir değer atjedilmesini, müba
delelerin eklemleşmesine dayandırmaktadırlar; Fizyokrat
lar, değerlerin tedrici bölünrlenmesini zenginliklerin varlı
ğıyla açıklamaktadırlar. Ancak tıpkı yapının doğal tarihte
atfeden ânla, eklemleştiren ânı birbirlerine bağlaması gibi,
bunların her ikisinde de değer teorisi aynı işi yapmaktadır.
Fizyokratların toprak sahiplerini ve "yararcılar"m da
tüccarlar ve girişimcileri temsil ettiklerini söylemek, her
halde daha basit olurdu. Buna bağlı olarak, "yararcıların
doğal ürünler dönüştürüldüklerinde veya yer değiştirdikle
rinde, değer artışına uğradıklarına inandıklarını şeylerin it
mesi sonucu, ihtiyaç ve arzuların yasa koyucu oldulan bir
piyasa ekonomisiyle meşgul oldukları söylenebilirdi. Buna
karşılık, Fizyokratların tarımsal üretimden başka bir şeye
inanmadıkları ve onun için daha iyi bir pay istedikleri, top
rak sahibi olduklarından ötürü, toprak rantına doğal bir te
mel atfettikleri ve siyasal iktidarı talep ettikleri için, vergi
ye tabi tek uyrukların, yani yükümlülüğün meyvelerinin
tek taşıyıcılarının kendilerinin olmasını arzu ettikleri ileri
sürülebilirdi. Ve hiç kuşkusuz, çıkarların tutarlılığı içinde,
her iki tarafın da büyük ekonomik tercihleri bulunabilirdi.
Ama, belli bir toplumsal gruba mensubiyet, birinin şu dü
Mübadele Etmek
289
şünce yerine bu düşünceyi seçmiş olmasını her zaman
açıklayabilirse de, bu sistemin düşünülmüş olmasının ko
şulu hiçbir zaman bu grubun varoluşunun içinde yer alma
maktadır, iki inceleme biçimini ve düzeyini özenle ayır
mak gerekmektedir. Bunlardan biri, XVIII. yüzyılda kimin
Fizyokrat, kimin de Fizyokrat karşıtı olduğunu, oyundaki
çıkarların neler olduklarını, polemiğin noktalarının ve ka
nıtlarının neler olduklarını, iktidar mücadelesinin nasıl ce
reyan ettiğini anlamak için yapılacak bir kanaat soruştur
ması olmalıdır. Diğeri ise, kişileri ve onların öykülerini he
saba katmaksızın, "fizyokratik" bilginin ve "yararcı" bilgi
nin hangi koşullardan itibaren, tutarlı ve eşanlı biçimler
içinde düşünülmelerinin mümkün olduğunu tanımlamaya
ilişkindir. Birinci çözümleme, bir kanaatbilimin (doxologie)
işidir. Arkeoloji ancak ikincisini tanımlayabilir ve uygula
yabilir.
VII. GENEL TABLO
Ampirik düzenlerin genel örgütlenmesi, şimdi bütünlüğü
içinde resmedilebilir.80
öncelikle, zenginlik çözümlemesi 'nin doğal tarih ve ge
nel gramer ile aynı dış biçime tabi olduğu fark edilmekte
dir. Nitekim değer teorisi, bazı nesnelerin mübadele siste
mine nasıl dahil edildiklerinin; ilkel takas jestiyle, bir şeyin
bir diğeriyle eşdeğerli sayılarak nasıl verilebildiğinin; birin
cinin değerlendirilmesinin ikincisinin değerlendirilmesine,
bir eşitlik (A ve B aynı değere sahiptirler veya kıyas muha
tabımın elindeki A'nın değeri benim ihtiyacıma nazaran,
benim sahip olduğum B'nin onun ihtiyacına nazaranki du
rumundadır) ilişkisine göre nasıl aktarıldığının açıklaması
na izin vermektedir (ya eksikliğini çekme ve ihtiyaç ya da
80 Bkz. Bölüm sonundaki şema.
290
Kelimeler ve $eyler
doğanın yaygmlığıyla). Demek ki değer, genel gramer açı
sından fiil tarafından sağlanan ve cümleyi ortaya çıkaran,
dilin oradan itibaren var olduğu eşiği oluşturan, yükleme
işlevine tekabül etmektedir. Fakat tahmini değer, değerlen
dirme değeri haline gelince, yani kendini bütün mümkün
mübadeleler tarafından oluşturulan sistemin içinde tanım
layıp, sınırlandırdığında her değer, diğer hepsi tarafından
konulmuş ve bölümlenmiş olmaktadır değer bu andan iti
baren, genel gramerin cümlenin fiilsel olmayan bütün un
surlarına (yani kelimelere ve açık veya gizli bir şekilde ad
sal bir işlevi olan kelimelerin her birine) tanıdığı eklemleş
tiricilik rolünü oynamaktadır. Mübadele sisteminde, her
zenginlik parçasına diğerlerini işaret etme veya onlar tara
fından işaret edilme olanağı veren işleyişte, değer hem/iil
ve ad, hem bağlama gücü ve çözümleme ilkesi, hem de
yüklem ve bölümlemedir. Demek ki değer, zenginlik çö
zümlemesinde, yapının doğal tarihin içindeki konumunun
tamamen aynım işgal etmektedir, tıpkı onun gibi, başka bir
işarete bir işaret yüklemeye, bir başka temsile bir temsil
yüklemeye olanak veren işlevle, temsillerin bütününü
meydana getiren unsurları veya onların birliğini bozan işa
retleri eklemleştirmeye olanak veren işaretleri tek ve aynı
işlemin içinde birleştirmektedir.
Para ve ticaret teorisi de kendi cephesinden, herhangi
bir maddenin, bir nesneye atıfta bulunarak ve ona sürekli
işaret olarak hizmet ederek, nasıl bir işaret etme işlevine
bürünebileceğini açıklamaktadır; bu teori ayrıca (ticaretin
işleyişiyle, nakdin azalması ve artmasıyla), işaret edenle
edilen arasındaki bu ilişkinin, asla tamamen yok olmamak
la birlikte nasıl bozulabileceğini, aynı parasal unsurun az
veya çok zenginliği işaret edebileceğini, bu unsurun temsil
etmekle yükümlü olduğu değerlere nazaran nasıl kayabile
ceğini, yayılabileceğini veya büzülebileceğini de açıkla
Mübadele Etmek
291
maktadır. Demek ki, parasal fiyat teorisi, genel gramer'âe
bir kökler ve eylem dili çözümlemesi (işaret etme işlevi) bi
çiminde ve mecazlar ile anlam kaymaları (türetme işlevi)
biçiminde ortaya çıkan şeye tekabül etmektedir. Para, tıpkı
kelimeler gibi, işaret etme rolüne sahiptir, ama şu dikey ek
sen boyunca salınmaya hiç ara vermemektedir: retorik yer
değiştirmeler fiilsel işaretlerin ilkel değerine nazaran ne
ise, fiyat değişmeleri de maden ile zenginlikler arasındaki
ilk ilişkinin kurulmasına nazaran odur. Fakat bundan da
fazlası vardır: para kendi olanaklarından hareketle, zengin
liklerin işaret edilmesini, fiyatların oluşumunu, nominal
değerlerin değişimini, ulusların fakirleşmesini ve zengin
leşmesini sağlayarak, zenginliklere nazaran, tıpkı karak
terln doğal varlıklara nazaran olduğu gibi işlev görmekte
dir hem onlara özgün birer damga vurulmasına hem de
onlara şeylerin bütünü ve elde bulunan işaretler tararından
şu anda tanımlanmış bulunan mekân içinde, hiç kuşkusuz
geçici olan bir yer gösterilmesine olanak vermektedir. Para
ve fiyat teorisi, zenginlikler çözümlemesinin içinde, karak
ter teorisinin doğal tarihin içinde işgal ettiği yerin aynına
sahip bulunmaktadır. Tıpkı bu sonuncusu gibi, şeylere bir
işaret verme, bir şeyi bir başkasıyla temsil ettirme ve bir
işareti işaret ettiği şeye nazaran kaydırma olabilirliğini, tek
ve aynı işlevin içinde birleştirmektedir.
Demek ki, fiilsel işareti kendi özgünlükleri içinde ta
nımlayan ve onu temsilin kendi kendine sunabileceği diğer
bütün işaretlerden ayıran dört işlev, doğal tarihin teorik
işaret sisteminde ve parasal işaretlerin uygulamada kulla
nılmasında da bulunmaktadır. Zenginlikler düzeni, doğal
varlıklar düzeni ihtiyaç nesneleri arasında, görülür varlık
lar arasında, temsillerin birbirlerini işaret etmelerine, işaret
eden temsillerin işaret edilenlere nazaran türetilmelerine,
temsil edilenin eklemleştirilmesine, bazı temsillerin diğer
292
Kelimeler ve Şeyler
bazılarına affedilmelerine izin veren işaretler sisteminin
kurulması ölçüsünde ortaya çıkmakta ve keşfedilmektedir
ler. Bu anlamda, doğal tarih sistemlerininve para veya tica
ret teorilerinin klasik düşünce açısından, bizzat dilin ken
dininkiyle aynı olabilirlik koşullarına sahip oldukları söy
lenebilir. Bu iki anlama gelmektedir önce, doğadaki düzen
ve zenginliklerdeki düzen, klasik deney açısından, kelime
ler tarafından dışa vurulan temsil düzeninkiyle aynı var
oluş tarzına sahiptir; ikinci olarak, eğer iyi yapıldıysa doğal
tarihin ve eğer iyi düzenlendiyse paranın dil gibi işlev gö
rebilmeleri için, şeylerin düzenini açığa çıkarmak söz ko
nusu olduğunda, kelimeler yeteri kadar ayrıcalıklı bir işa
ret sistemi meydana getirirler. Cebir maihesis için neyse,
işareder ve özellikle de kelimeler taxinomia için odur: şey
lerin aşikâr düzeninin kurulması ve dışa vurulması.
Ancak, tasnifin doğanın kendiliğinden dili olmasını ve
fiyatların da zenginliklerin doğal söylemi olmalarını engel
leyen başat bir farklılık bulunmaktadır. Veya daha doğ
rusu, biri, fiilsel işaretlerle zenginliklerin veya doğal varlık
ların işaretlerini ayırmaya olanak veren ve diğeri de, doğal
tarih teorisiyle değer veya fiyat teorisini ayırmaya izin
veren iki farklılık bulunmaktadır.
Dilin esas işlevlerini tanımlayan dört moment (yük
lem, eklemleşme, işaret etme, türetme) birbirlerine sıkı
sıkıya bağlıdır, çünkü fiille birlikte dilin varoluş eşiğinin
aşılmasından itibaren, her biri diğerini de talep etmektedir.
Fakat dillerin hakiki oluşumu içinde, bu yol ne aynı yön
de, ne de aynı sağlamlıkta kat edilmektedir: insanlann
hayal güçleri (yaşadıkları iklime, içinde bulundukları
hayat koşullarına, yaptıkları deneylere göre), ilkel işaret et
melerden itibaren, halkına göre farkhlaşan türetmeler
doğurmaktadırlar; bu durum dillerin çeşitliliğinin dışında,
hiç kuşkusuz bunların her birinin nispi istikrarsızlığını da
Mübadele Etmek
293
açıklamaktadır. Bu türetmenin belli bir anında ve belli bir
dilin içinde, insanlar ellerinin altında, birbirleriyle eklem
leşen ve temsillerini bölümlere ayıran bir kelimeler, adlar
bütününe sahiptirler, fakat bu çözümleme o kadar yeter
sizdir ki, o kadar çok belirsizliği ortada bırakmaktadır ki,
insanlar aynı temsillerle çeşitli kelimeler kullanmakta ve
farklı cümleler kurmaktadırlar: bunların yansıması hata
dan arınmış değildir. İşaret etme ile türetme arasındaki
hayal gücü kaymaları artmaktadır; eklemleşme ile yüklem
arasında yansımanın hatası yayılmaktadır. İşte bu nedenle,
kelimelerin temsil etme değerinin, düşüncenin herhangi
bir cümlenin gerçekliği konusunda tüm açıklığı içinde
karar verebilmesi için, oldukça açık bir şekilde saptandığı,
oldukça iyi bir biçimde temellendirildiği, oldukça açıkça
tanındığı evrensel bir dil fikri bu dil aracılığıyla "köylüler
şeylerin gerçeğini, bugün filozofların yaptıklarından daha
iyi yargılayacaklardır"81—, herhalde belirsiz bir uzaklıkta
bulunan bir ufka atılmaktadır; tamamen belirgin bir dil,
tamamen açık bir söyleme izin verecektir: bu dil bizatihi
bir Ars combinatoria olacaktır, işte gene bu nedenle, her
hakiki dilin uygulanması, kelimelerin güzergâhını tanım
layan, en doğal yollan belirleyen, bilginin meşru kay
malarını resmeden, yakınlık ve benzerlik ilişkilerini yasa
laştıran bir Ansiklopediyle, ikiye katlanmalıdır. Tıpkı Ev
rensel Dil'in iyi kurulmuş bir eklemleşmeden hareketle, bir
yargıyı formüle eden düşüncenin hatalarını denetlemek
üzere yapılmış olması gibi Sözlük de, kelimelerin ilk işaret
lerinden hareketle, türemenin işleyişini denetlemek üzere
yapılmıştır. Ars combinatoria ve Ansiklopedi, hakiki dil
lerin yetersizliğine cevap vermektedirler.
Doğal tarih bir bilim olması gerektiğinden, zenginlik
lerin dolaşımı insanlar tarafından yaratılmış ve onlar tara
ş ı Descartes, Mersenne'e mektup, 20 Kasım 1620, A T., I, s. 76.
294
Kelimeler ve peyler
fından denetlenen bir kurum olduğundan, kendiliğinden
dil için bu tehlikelerden kaçınmak zorundadırlar. Doğal
tarihin düzeninin içinde, eklemleşme ile yüklem arasında
olası hata yoktur; çünkü yapı kendini dolaysız bir
görülebilirlik içinde teslim etmektedir; doğru bir şekilde
işaret edilmiş doğal bir varlığı, onunki olmayan bir mekâ
na yerleştirecek hayali kaymalar, sahte benzerlikler, aykırı
karışımlar da yoktur, çünkü karakter ya sistemin tutarlığı
ya da yöntemin kesinliği tarafından ihdas edilmiştir. Yapı
ve karakter, doğal tarihin içinde, dilin içinde açık kalan ve
sınırlan üzerinde esas olarak tamamlanmamış sanat
tasarımları yaratan şeyin teorik kapanışını sağlamaktadır.
Tahminiyken, otomatik olarak değerlendirmeye dayalı hale
gelen değer, artan veya azalan miktarıyla fiyat dalgalan
masına yol açan, ama bunu her zaman sınırlandıran para,
zenginlikler düzeni içinde yüklem ile eklemleşmenin,
işaret etme ile türetmenin uyarlanmalarını sağlamaktadır.
Değer ve fiyatlar, dilde açık kalan kesimlerin uygulamada
kapatılmalarını sağlamaktadır. Yapı doğal tarihe, kendini
hemen bir bileştiricinin içinde bulmasını, karakterde, var
lıklara ve benzerliklerine ilişkin olarak, tam ve kesin bir es
tetik oluşturmasını sağlamaktadır. Değer, zenginlikleri bir
birleriyle birleştirmektedir, para onların gerçek mübadele
sine olanak yaratmaktadır. Dilin düzensiz düzeninin bir
sanat ve onun sonsuz ödevleriyle sürekli bir ilişki gerektir
diği yerde, doğanın düzeni ve zenginliklerin düzeni, doğ
rudan doğruya yapının ve karakterin, değerin ve paranın
varoluşları içinde açığa çıkarlar.
Fakat doğal düzenin kendini, bir düzenin veya hakiki
bir tablonun tam okunması olarak formüle ettiğini kaydet
mek gerekir: öylesine ki, varlıkların yapısı hem görülebi
lirin dolaysız biçimi hem de eklemleşmesi olmaktadır;
karakter de aynı şekilde, tek bir hareketle işaret etmekte ve
Mübadele Etmek
295
yerleştirmektedir. Buna karşılık tahmini değer, ancak bir
dönüşümden sonra değerlendirmeye tabi hale gelebilmek
tedir; ve maden ile mal arasındaki başlangıç ilişkisi, ancak
yavaş yavaş değişime tabi bir fiyat haline gelebilmektedir.
Birinci durumda, yüklem ile eklemleşmenin, işaret etme ile
türemenin tam bir çakışması söz konusudur; ikinci
durumda ise, şeylerin doğasına ve insanların faaliyetlerine
bağlı olan bir geçiş söz konusudur. İşaretler sistemi dille
birlikte, yetersizliği içinde, pasif bir şekilde kabul edilmiş
tir ve bir tek bir sanat onu toparlayabilir dil teorisi hemen
kuralcı olmaktadır. Doğal tarih, varlıkları işaret etmek için
kendiliğinden bir işaret sistemi kurmaktadır ve bu neden
den ötürü bir teoridir. Zenginlikler, insanlar tarafından
üretilmiş, çoğaltılmış, değiştirilmiş işaretlerdir; zenginlik
ler teorisi bir uçtan diğer uca, bir siyasete bağlanmıştır.
Ancak, temel dörtgenin diğer iki yanı açık kalmak
tadır. İşaret etme (tekil ve noktasal eylem) nasıl olmaktadır
da, doğanın, zenginliklerin, temsillerin bir eklemleşmesine
olanak vermektedir? İki zıt kesit {dil için yargı ve işaret
kesitleri, doğal tarih için yapı ve karakter kesitleri, zengin
lik teorisi için değer ve fiyat kesitleri) nasıl olmaktadır da,
birbirlerine uymakta ve böylece bir dile, bir doğa sistemine
ve zenginliklerin kesintisiz hareketine izin vermektedir?
Temsillerin işte burada birbirlerine benzediklerini ve bir
birlerini hayal gücünün içinde çağrıştırdıklarını, doğal var
lıkların bir yakınlık ve benzerlik ilişkisi içinde olduklarını,
insanlann ihtiyaçlarının birbirlerine tekabül ettiğini ve
tahmin edilebildiklerini varsaymak gerekir. Tenkillerin bir
birlerine bağlanması, varlıkların kopuklumu olmayan
tabakası, doğanın yayılması, dilin olabilmesi, bir doğa tar
ihinin olabilmesi ve zenginlikler ile zenginliklerin uy
gulanmasının olabilmesi için her zaman talep edilmişler
dir. Temsilin ve varlığın sürekliliği, hiçliğin yokluğu
296
Kelimeler ve Şeyler
biçiminde negatif olarak tanımlanmış bir varlıkbilim, var
lığın genel bir temsil edilebilirliği, ve temsilin mevcudiyeti
tarafından dışa vurulan varlık; bütün bunlar klasik epis
teme'nin bütünsel dış biçiminin içinde yer almaktadırlar.
Bu süreklilik ilkesinin içinde, XVII. ve XVIII. yüzyılların
metafizik açıdan güçlü momentini tanımak mümkündür
(bu, cümlenin biçimine fiili bir anlama sahip olma, yapıya
karakter biçiminde düzene girme, şeylerin değerine fiyat
olarak hesaplanma olanağı vermektedir); oysa, eklemleşme
ile yüklem, işaret etme ile türeme arasındaki ilişkiler (bun
lar, bir yandan yargı, diğer yandan anlamı, yapı ile karak
teri, değer ile fiyatlan kurmaktadırlar), bu düşünce açısın
dan bilimsel olarak güçlü momenti tanımlamaktadırlar (bu
da grameri, doğal tarihi, zengiaiikler bilimini mümkün kıl
maktadır). Ampirikliğin düzene sokulması, böylece, klasik
düşünceyi karakterize eden varlıkbilime bağlanmış olmak
tadır; nitekim, bu düşünce kendini daha işin başında, var
lığın temsile sürekli bir şekilde tesüm edilmiş olması ol
gusu sayesinde şeffaf kılınmış bir varlıkbilimin ve varlığın
sürekliliğini sunuyor olması olgusu tarafından aydınlatılan
bir temsilin içinde bulmaktadır.
XVII. yüzyılın sonuna doğru tüm Batı episteme'sinde
meydana gelen ani değişime gelince, klasik episteme'nin
metafizik olarak güçlü bir zamana tanık olduğu yerde,
bilimsel olarak güçlü bir momentin oluştuğunu ve buna
karşılık, klasisizmin en sağlam kilitlerini taktığı yerde, fel
sefi bir alanın ortaya çıktığını söyleyerek, onu şimdiden
uzaktan karakterize etmek mümkündür. Nitekim, yeni
"siyasal iktisat"ın yeni tasarısı olarak üretim çözümlemesi,
esas olarak değerle fiyatlar arasındaki ilişkiyi çözümleme
rolüne sahiptir; organizma ve örgütlenme kavramları, kar
şılaştırmalı anatomi yöntemleri, kısacası doğmakta olan
"biyoloji"nin bütün temaları, bir yerlerin üzerindeki göz
Mübadele Etmek
297
lenebilir yapıların, cinsler, aileler, dallar için nasıl genel
karakter olarak değere sahip olabileceklerini açıklamak
tadırlar: nihayet, bir dilin biçimsel düzenlemelerini (cüm
le kurabilme yeteneği) ve kelimelerine ait olan anlamı bir
leştirmek üzere, "filoloji" artık söylemin temsil etme işlev
lerini değil de, bir tarihe tabi kılınmış olan bir morfolojik
sabiteler bütününü inceleyecektir. Filoloji, biyoloji ve
siyasal iktisat Genel Gramer'in, Doğal Tarih'in ve Zenginlik
ler Çözümlemesi'nin yerlerinde değil de, bu bilgilerin var
olmadıkları yerde, onların boş bıraktıkları mekânda, on
ların büyük teorik kesimlerini ayıran ve varlıkbilimsel
sürekliliğin mırıltısının doldurduğu derin izlerde oluşmuş
lardır. XIX. yüzyıl bilgisinin nesnesi, tam da klasik varlığın
tamlığmın sustuğu yerde oluşmuştur.
Bunun tersine, yeni bir felsefi alan, klasik bilginin nes
nelerinin birbirlerinden çözüldükleri yerde serbest
kalacaktır. Yüklem momenti (yargı biçimi olarak) ile ek
lemleşme momenti (varlıkların genel bölûmlenmesi
olarak) birbirlerinden ayrılmakta, böylece biçimsel bir ön
deyisel yargı ile biçimsel bir varlıkbilim arasındaki ilişkiler
sorununu doğurmaktadırlar; ilkel işaret etme momenti ile
zaman boyunca türeme momenti birbirlerinden ayrılmak
ta, böylece kökensel anlam ile tarih arasındaki ilişkiler
sorununun ortaya çıktığı bir mekânı açmaktadırlar.
Modern felsefi düşüncenin iki büyük biçimi, böylece yerli
yerlerine konulmuş olmaktadır. Bunlardan biri mantık ile
varlıkbilim arasındaki ilişkileri sorgulamakta, biçimlendir
me yollarından iş görmekte ve mathesis sorunuyla yeni bir
görüntü altında karşılaşmaktadır. Diğeri ise, işaret etme ile
zaman arasındaki ilişkileri sorgulamakta, tamamlanmamış
ve herhalde hiçbir zaman tamamlanmayacak bir ifşa işine
girişmekte ve yorum'un tema ve yöntemlerini açığa
çıkarmaktadır. Bu sırada felsefeye sorulabilecek en temel
298
Kelimeler ve Şeyler
soru, herhalde bu iki düşünce biçimi arasındaki ilişkiye
dair olacaktır. Bu ilişkinin mümkün olup olmadığım, nasıl
kurulabildiğini söylemek muhakkak ki arkeolojiye düş
mez; ama aynı arkeoloji, bu ilişkinin kurulmaya çalışıldığı
yeri, modern felsefenin birliğini episteme'nin hangi böl
gesinde bulmaya uğraştığını, en geniş alanını bilginin han
gi noktasında keşfettiğini işaret edebilin bu yer, biçimsel'in
(öndeyiscl yargının ve varlıkbilimin), yorum içinde aydın
landığı haliyle anlamsalla birleşeceği yerdir. Klasik düşün
cenin özsel sorunu, ad ile düzen arasındaki ilişkilerde yer
almaktaydı tcocinomia olan bir adlandırma keşfetmek,
veyahut varlığın sürekliliğine şeffaf olan bir işaretler sis
temi ihdas etmek. Modern düşüncenin temel olarak sorun
haline getireceği şey, anlam ile gerçeklik biçimi ve varlık
biçimi arasındaki ilişkidir: bizim düşüncemizin göklerine,
hem bir varlıkbilim hem de bir semantik olması gereken
bir söylem —belki de ulaşılmaz bir söylem— hükmet
mektedir. Yapısalcılık yeni bir yöntem değildir, modern
düşüncenin uyanmış ve kaygılı bilincidir.
VIII. ARZU VE TEMSİL
XVII. ve XVIII. yüzyıl insanları zenginliği, doğayı ve dilleri,
onlara daha önceki yüzyılların bıraktıklarıyla ve bir süre
sona keşfedilecek olan çizgi üzerinde düşünmemektedir
ler; bunlar, onlara yalnızca kavram ve yöntem dayatmakla
kalmayıp, aynı zamanda daha da temelli bir şekilde olmak
üzere, dil, doğa varlıkları, ihtiyaç ve arzu nesneleri için bel
li bir varoluş tarzını tanımlayan genel bir düzenlemeden
itibaren düşünmektedirler; bu varoluş tarzı, temsilinkidir.
Bu ândan itibaren, bilim tarihinin bir yüzey hareketiymiş
gibi gözüken, ortak bir zemin ortaya çıkmaktadır. Bunun
anlamı, bu tarihin artık bir yana bırakılabileceği değil de,
Mübadele Etmek
299
bir bilginin tarihçesi üzerindeki bir düşüncenin artık bil
gilerin soy zincirini zaman içinde geriye doğru izlemekle
yetinmeyeceğidir; nitekim bu bilgiler verasetten veya
gelenekten kaynaklanan olgular değillerdir; ve onlardan
daha önce bilinenleri bildirmekle, onları mümkün kılmış
olan şeyler ve öyle denildiği üzere, bunlann "yeni olarak
getirdikleri" söylenmiş olmamaktadır. Bilginin tarihi an
cak, ona çağdaş olandan hareketle ve hiç kuşkusuz kar
şılıklı etkileşim terimleriyle değil de, zaman içinde oluş
muş koşullar ve aprioriler terimleriyle yapılabilir. Ar
keoloji işte bu anlamda, genel bir gramerin, doğal bir tari
hin ve bir zenginlikler analizinin varlığını fark edebilir ve
böylece bilim, fikirler ve kanaatler tarihlerinin, eğer is
tenirlerse çılgınca eğlenecekleri kesintisiz bir alanı serbest
bırakabilir.
Temsil, dil, doğal düzenler ve zenginlikler çözüm
lemeleri birbirleriyle tamamen tutarlı ve türdeşlerse de,
gene de derin bir dengesizlik bulunmaktadır. Bunun
nedeni, temsilin dilin, bireylerin, doğanın ve bizzat ih
tiyacın varoluş tarzına hükmetmesidir. Öyleyse, temsilin
çözümlenmesinin, bütün ampirik alanlar için belirleyici
değeri vardır. Bütün klasik düzen sistemi, şeyleri özdeşlik
lerinin sistemiyle tanımaya izin veren şu büyük taxinomia,
temsilin kendi kendini temsil ettiğinde kendi içinde açılan
mekânda sergilenmektedir: varlığın ve aynının orada yer
leri vardır. Dil, kelimelerin temsilinden başka bir şey değil
dir; doğa, varlıkların temsilinden başka bir şey değildir; ih
tiyaç, ihtiyacın temsilinden başka bir şey değildir. Klasik
düşüncenin ve genel grameri, doğal tarihi ve zenginlikler
bilimini mümkün kılan şu episteme'nirı sınırı, temsilin
geri çekilmesiyle, veya daha doğrusu, dilin, canlının ve ih
tiyacın temsil karşısındaki özgürleşmeleriyle çakışacaktır.
Konuşan bir halkın karanlık, ama inatçı zihniyeti, hayatın
300
Kelimeler ve Şeyler
şiddeti ve kesintisiz çabası, ihtiyaçların sağır gücü temsilin
varoluş tarzından kurtulacaktır. Ve temsil ikiye katlanacak,
sınırlandırılacak, dış hatları belirlenecek, belki de aldatıcı
hale gelecek, her halü kârda kendilerini bilincin metafizik
tersi olarak sunacak bir özgürlüğün veya bir arzunun veya
bir iradenin muazzam ilerlemesi tarafından dıştan yöne
tilecektir. Modern deneyin içinde bir istek veya bir güç gibi
bir şey ortaya çıkacaktır; onu belki oluşturan, kesinlikle.
haber veren klasik çağ sona ermektedir ve onunla birlikte
temsili söylemin saltanatı, kendi kendini işaret eden ve
şeylerin uykudaki düzenini kelimelerin dizisi içinde ilan
eden bir temsilin hanedanı da sona ermektedir.
Bu altüst oluş Sade ile çağdaştır. Veya daha doğrusu,
bu yorulma bilmeyen çaba, arzunun yasasız yasası ile
aşama aşama ilerleyen bir temsilin özenli düzenlenişi
arasındaki narin dengeyi açığa çıkarmaktadır. Söylemin
düzeni burada sınırını ve Yasasım bulmaktadır; ama yön
temle birlikte aynı varoluş içinde kalmasına yetecek güce
hâlâ sahiptir. Batı dünyasının sonuncu "ahlak bozuk
luğu "nun ilkesi de herhalde buradadır (ondan sonra cin
sellik çağı başlamaktadır): her temsil, arzunun yaşayan
bedeninde hemen canlanmalıdır, her arzu, temsili bir söy
lemin saf ışığında ilan edilmelidir. "SahneHlerin şu katı ar
dışıklığı (Sade'da temsil, temsilin düzeninin düzenli bir
şekilde bozulmasıdır) ve sahnelerin içinde, bedenlerin
bileşkesi ile akılların birbirlerine bağlanması arasındaki
özenli denge buradan kaynaklanmaktadır. Justine ve Jüliet
te herhalde modern kültürün doğduğu dönem için, Don
Quichotte'un Rönesans ile klasisizmin arasında sahip ol
duğu rolün aynına sahiptir. Cervantes'in kahramanı, XVI.
yüzyılda yapıldığı gibi, dünya ve dil raporları okurken, bir
tek benzerliği işleterek hanlarda şatoları ve çiftlik hizmet
çilerinde soylu hanımları görürken, kendini farkında ol
maksızın saf temsil biçiminin içine hapsediyordu; ama bu
Mübadele Etmek
301
temsil benzeşmeden başka yasa tanımadığı için, hezeyan
biçiminde görülmekten geri kalamazdı. Oysa, Don Quic~
hotte romanın ikinci bölümünde, gerçeğini ve yasasını bu
temsil edilmiş dünyadan almaktaydı; içinde doğduğu, oku
madığı, ama yolunu izlemek zorunda olduğu bu kitaptan,
artık ona bundan sonra diğerleri tarafından dayatılan bir
kaderden başka bir şey umamazdı. Kendi saf temsilinin
dünyasına deliliği yüzünden girmiş olan kendinin, sonun
da orada bir temsilin yapaylığı içinde, düpedüz bir kişi
haline geldiği şatoda yaşamaya razı olması yeterdi. Sade'm
kişileri, ona klasik çağın diğer ucundan, yani gerileme
anından cevap vermektedirler. Artık temsilin benzerliği
üzerindeki alaya zaferi söz konusu değildir; temsilin sınır
larını döven, arzunun tekrarlanan karanlık şiddetidir.
Quichotte'un ikinci bölümüne denk düşebilir; tıpkı Don
Quichotte'un kendine rağmen, onda derin varlığında bulu
nan temsilin nesnesi olması gibi, Justine de saf kökeni ol
duğu arzunun belirsiz nesnesidir. Arzu ile temsil Jus
tine'de, ancak Justine'i arzu nesnesi olarak kendinde tem
sil eden bir Başkası aracılığıyla iletişim kurabilirken, Jus
tine'in kendisi arzu olarak yalnızca, temsilin hafif, uzak,
dışsal ve donmuş biçimini tanımaktadır. Mutsuzluğu şöy
ledir: masumiyeti, arzu ile temsil arasında hep üçüncü bir
kişi olarak kalmaktadır. Juliette ise, mümkün bütün ar
zuların öznesinden başka bir şey değildir; fakat bu arzular,
onları söylem halinde akli olarak kuran ve onlan iradi
olarak sahnelere dönüştüren temsilin içinde, tortu bırak
maksızın yeniden ele alınmaktadırlar. Öylesine ki, Juliet
te'in hayatının büyük anlatısı, şiddetler, vahşetler ve ölüm
boyunca, temsilin parıldayan tablosunu sergilemektedir.
Fakat bu tablo o kadar ince, onda yorulmaksızın biriken ve
bir tek bileşmelerin gücüyle çoğalan tüm arzu biçimlerine
o kadar şeffaftır ki, Don Quichotte'un benzerlikten benzer
302
Kelimeler ve Şeyler
lige geçerken, dünya ile kitapların karma yolundan geç
tiğini sandığı, ama kendi temsillerinin labirentine saplan
dığı tablo kadar akıl dışıdır. Juliette, bütün arzu olabilirlik
lerinin burada en küçük bozukluk, en küçük çekince, en
küçük örtü olmaksızın çiçek açmaları için, temsil edilişin
bu kalınlığını yormaktadır.
Don Quichotte'un açtığı klasik çağ, bununla kendi
içine kapanmaktadır. Ve bunun Rousseau ile Racine'in çağ
daşı olan sonuncu dil olduğu doğruysa da, bu "temsil et
meye", yani adlandırmaya girişen sonuncu dilse de, onun
aynı ânda hem töreni tam yerine indirgediği (şeyleri tam
adlarıyla çağırmakta, böylece retorik mekânın tümünü
bozmaktadır) ve onu sonsuza kadar uzattığı (her şeyi, en
küçük olaslıığı bile unutmaksızın adlandırarak, çünkü
bunların hepsi, Arzunun evrensel Karakteristiğine göre
katedilmişlerdir) iyi bilinmektedir. Sade, söylemin ve
klasik düşüncenin ucuna ulaşmaktadır. Tam onların
sınırında hüküm sürmektedir. Şiddet, hayat ve ölüm, arzu,
cinsellik ondan itibaren, temsilin altına, bizim şimdi söy
lemimizde, özgürlüğümüzde, düşüncemizde elimizden
geldiğince yeniden ele almaya çalıştığımız muazzam bir
karanlık tabloyu yapacaklardır. Fakat düşüncemiz o kadar
dar, özgürlüğümüz o kadar bağımlı, söylemimiz o kadar
kabak tadı vermiştir ki, sonunda bu alttaki karanlığın içile
cek deniz olduğunu farketmemiz gerekmektedir. Juliette'm
mutluluktan her zaman daha yalnızdırlar. Ve bunların
sonu yoktur.
XVII. XVIII. yüzyıllar
Ars comb'matoris
Varlıkların yapısı
Şeylerin değe
G.G.: Adlar
*
D. T.: Tasvir
\ . Z. C : M Übadeleler.
G. G^ Fiil
D. T.: Varlıkların
görülebİlirliğİ
Z. Ç.: İhtiyaç
(teşneleri
Ansiklopediler
Soy karakterleri
Mallarm fiyatları
G. O.: Mecazlar
D. T.: Varlıkların komşuluğu
Z. Ç.: Dolaşım ve Ticaret
G.GJ Genel Gramer
D.T.: Doğal Tarih
Z.Ç.: Zenginliklerin Çözümlenmesi
XX. yüzyıl
.
Felsefi alan
. yO
. \A
İP
varhkbiIinP^A^'N
FONETİK
KARŞILAŞTIRMALI
ANATOMİ ÜRETİM
^ÇÖZÜMİ F.MBSİ
BİÇİMSELLEŞTİRME
T
Epistemoloji k alan
^«^St^KLEMLEŞME^
V<
b YÜKLEM
JO
SENTAKS
DAĞITIM ÇÖZÜMLEMESİ
ETMEv.\TV
TtlRETMEV^ *
"°"rara j
v'
YORUM
İKİNCİ BÖLÜM
YEDİNCİ AYIRIM
Temsilin Sınırları
I. TARİH ÇAĞI
XVIII. yüzyılın son yıllan, XVII. yüzyılın sonunda Rö
nesans düşüncesini kırmış olan simetrik bir süreksizlik ta
rafından kopartılmıştır; Rönesans'ın sonunda, benzeşme
nin içinde kapalı durduuu büyük dairesel biçimler çözül
müş ve özdeşlikler tablosunun sergilenebilmesi için açıl
mıştı; bu tablo şimdi kendi hesabına bozulacak, bilgi de ye
ni bir mekâna yerleşecektir, ilkesi itibariyle, ilk yırtılışı
içinde, Paracelsus çemberlerini kartezyen düzenden ayıra
nı kadar esrarlı olan bir süreksizlik. Epistemolojik düzen
lerin bu beklenmedik hareketliliui, pozitifliklerin birbirle
rine nazaran sapmaları; bundan da derin olmak üzere,
bunlann varlık tarzlarının bozulması nereden kaynaklan
maktadır? Düşünce nasıl olmaktadır da, eskiden oturduğu
şu alanlardan genel gramer, doğal tarih, zenginlikler
kopmakta ve bundan yirmi yıl kadar önce bilginin aydınlık
308
Kelimeler ve Şeyler
mekânına yerleştirilmiş şeyin hataya, kuruntuya, bilgi ol
mama'ya sürüklenmesine izin vermektedir? Şeylerin bir
denbire, artık aynı şekilde algılanamaz, tasvir edilemez, te
laffuz edilemez, karakterize edilemez, sınıflandırılamaz ve
bilinemez hale gelmelerine, ve kelimelerin kesişme nokta
larında veya onların şeffaflıklarında bilgiye sunulanın artık
zenginlikler, canlı varlıklar, söylem değil de, kökten farklı
varlıklar olmasına yol açan bu ani değişimler hangi olaya
veya hangi yasalara boyun eğmektedirler? Süreklilik taba
kasındaki bu derin açıklık, eğer bir bilgi arkeolojisi tarafın
dan özenle çözümlenmek zorundaysa da, tek bir söz halin
de "açıklanamaz", hatta bir araya bile getirilemez. Bilginin
bütün görünür yüzeyine dağılan ve işaretleri, sarsıntıları,
etkileri adım adım izleyebilen kökten bir olaydır. Hiç kuş
kusuz yalnızca, kendini tarihinin kökünde yeniden kavra
yabilen düşünce, bu olayın tekil gerçekliğinin kendinde ne
olduğunu temellendirebilir.
Arkeoloji, olayı kendi aşikâr düzenlenişine göre kat et
mek zorundadır; her pozitifliğe özgü dış biçimlerin nasıl
değiştiklerini söyleyecektir (örneğin, gramer için, ada atfe
dilen başat rolün silinmesini ve yeni hüküm sistemlerinin
önemini çözümleyecektir; veya canlıda karakterin işleve
tabi hale gelmesini çözümleyecektir); pozitiflikleri doldu
ran ampirik varlıkların bozulmalarını çözümleyecektir
(dillerin söylemin yerine, üretimin zenginliklerin yerine
ikame edilmesi); pozitifliklerin birbirlerine nazaran yer de
ğiştirmelerini inceleyecektir (örneğin, biyoloji, dilbilimleri
ve ekonomi arasındaki yeni ilişkiler); nihayet ve özellikle,
bilginin genel mekânını artık özdeşlikler ve farklılıkların,
niceliksel düzenlerin, evrensel bir karakterleştirmenin, ge
nel bir torinomia'nın, ölçülemez bir mathesis'in değil de ör
gütlenenden, yani bütünü bu işlevi yerine getiren unsurlar
arasındaki iç ilişkilerden oluşturulan bir uzayın alanı oldu
Temsilin Sınırları
309
ğunu gösterecektir; bu örgütlerin süreksiz olduklarını, öy
leyse kesintisiz bir eşanlılıklar tablosu oluşturmadıklarım,
ama bazılarının aynı düzeyde olmalarına karşılık, diğerle
rinin diziler veya çizgisel ardışıklıklar resmettiklerini gös
terecektir. Öylesine ki, bu ampiriklikler uzayının örgütleyi
ci ilkeleri olarak, ortaya Kıyas ve Ardışıklık'm çıktığı görül
mektedir: nitekim, bir örgütten diğerine olan bağ artık bir
veya birçok unsurun özdeşliği değil de, unsurlar arasında
ki ilişkinin özdeşliği (görülebilirliğin artık burada rolü
yoktur) ve yerine getirdikleri işlev olacaktır; üstelik eğer
bu örgütler, özellikle büyük bir kıyas yoğunluğuyla birbir
lerine komşu olurlarsa, bunun nedeni bir tasnif mekânın
da yakın yerler işgal ediyor olmaları değil de, birbirleriyle
aynı ânda ve ardışıklıkların ortaya çıkışı içinde, birinin di
ğerinin hemen ardından oluşmuş olmasıdır. Klasik düşün
cede, kronolojilerin birbirini izlemesi, bu sürekliliğin tüm
olasılıklarını önceden iddia eden bir tablonun muhtemel
ve daha kökten tablosunu kat etmekten başka bir şey yap
mazken, artık çağdaş ve mekân içinde eşanlı olarak gözle
nebilen benzerlikler, kıyastan kıyasa giden bir ardışıklığın
belirlenmiş ve saptanmış biçimlerinden başka bir şey olma
yacaklardır. Klasik düzen, şeyleri ayıran ve birleştiren nice
liksel olmayan özdeşlikler ve farklılıkları daimi bir mekân
halinde paylaştırmaktaydı: egemen bir şekilde hüküm sü
ren bir düzendi; ama bu hüküm sürme, insanların söylemi,
doğal varlıkların tablosu ve zenginliklerin mübadelesi hak
kında, her seferinde hafifçe farklı biçim ve yasalara göre ol
maktaydı. Tarih XIX. yüzyıldan itibaren, ayrı örgütleri za
mansal bir kıyas dizisi içinde birbirlerine yaklaştıran bir di
ziyi sergileyecektir. Üretim çözümlemesine, örgütlü varlık
lar çözümlemesine ve son olarak da, dilsel gruplar çözüm
lemesine yasalannı tedricen dayatacak olan, işte bu Tarih
tir, Tıpkı Düzenin ardışık özdeşlikler ve farklılıklar yolunu
310
Kelimeler ve Şeyler
açtığı gibi, Tarih de kıyaslamak örgütlere yer vermektedir.
Fakat Tarih'in burada, olayların kurulabildikleri halle
riyle ardışıklıklarının derlemesi olarak değil de, ampirik
liklerin temel varoluş tarzı, bunların ondan itibaren iddia
edildikleri, konuldukları, düzenlendikleri ve ilerdeki bilgi
ler ve muhtemel bilimler için bilgi mekânına dağıtıldıkları
şey olarak anlaşılmasının gerektiği görülmektedir. Tıpkı,
klasik düşüncede Düzen'in şeylerin görünür uyumu, bir
birlerine uyarlanmaları, onların düzenliliği veya fark edilir
simetrileri değil de, onların varlıklarına özgü mekân ve on
ları bütün fiili bilgilerden önce bilginin içine yerleştiren
şey olduğu gibi; Tarih de XIX. yüzyıldan itibaren, ampirik
olan doğum yerini, oluşturulmuş bütün kronolojilerin öte
sinde, kendine özgü varoluşu aldığı şeyi tanımlamaktadır.
Herhalde bu yüzden olsa gerek, Tarih çok erkenden, her
halde egemen olmanın mümkün olmadığı bir ikircikliğe
göre, olayların ampirik bir bilimiyle, bütün ampirik varlık
ların ve şu kendilerine özgü varlıklar olan bizlerin âdetle
rine hükmeden şu kökten varlık tarzı arasında paylaştırıl
mıştır. Bilindiği üzere Tarih, belleğimizin herhalde en alla
me, en uyanık, en haberli, en dolu alanıdır; ama aynı za
manda, bütün varlıkların varoluşlarına ve geçici parlaklık
larına doğduklan zemindir. Bize deney tarafından verilen
her şeyin varoluş tarzı olan Tarih, böylece düşüncemizin
atlatılamaz yanı haline gelmiştir: bu konuda, klasik Dü
zen'den kuşkusuz perk farklı değildir. Düzen'i de düşünül
müş taşınılmış bir bilginin içine yerleştirmek mümkündür,
ama Düzen daha da kökten olarak her varlığın bilgiye doğ
duğu mekândı; ve klasik metafizik tam da düzenle Düzen,
tasniflerle Özdeşlik, doğal varlıklarla Doğa, kısacası insan
ların algılaması (veya hayal gücü) ile idrak ve Tanrının ira
desi arasındaki şu aralığa yerleşmekteydi. Felsefe XIX. yüz
yılda, tarihle Tarih, olaylarla Köken, evrim ile Kaynaktaki
Temsilin Sınırlan
311
ilk yırtılma, unutma ile Geri dönüş arasındaki aralığa yer
leşecektir. Demek ki artık, ancak Bellek olduğu ölçüde Me
tafizik olabilecek, ve düşünceyi zorunlu olarak, düşünce
için bir tarihe sahip olmanın ne demek olduğu sorusuna
götürecektir. Bu soru, Hegel'den Nietzsche'ye ve daha öte
lere kadar, felsefeyi bıkıp usanmadan baskı altında tutacak
tır. Burada, yalnızca kendinden önce ve başka lan tarafın
dan söylenmiş şeylerin üzerine eğilecek kadar kendiyle if
tihar eden ve aşın erkenci, özerk bir felsefi düşüncenin so
nunu görmeyelim; kendi başına ayakta duramayacak kadar
güçsüz ve her zaman önceden gerçekleştirilmiş bir düşün
cenin üzerinde yuvarlanmak zorunda olan bir düşünceyi
ihbar etmek için bu gerekçenin arkasına sığınmayalım. Bu
rada, düzen mekânından uzaklaştığı için belli bir metafi
zikten sıyrılmış, ama Tarih'in varlık tarzına yakalandığı
için Zaman'a, onun akımına tabi hale gelmiş bir felsefeyi
teşhis etmek yeterlidir.
Ancak, XVIII. yüzyılla XIX. yüzyılın dönemecinde ce
reyan eden şeyin üzerine, biraz daha ayrıntılı olarak geri
dönmek gerekmektedir: fazlasıyla hızla resmedilen Dü
zen'den Tarih'e bu ani sıçrama ve yaklaşık bir buçuk yüz
yıl boyunca çok sayıda komşu bilgiye yer vermiş olan şu
pozitifliklerin temelden bozulması temsillerin çözümlen
mesi, genel gramer, doğal tarih, zenginlikler ve ticaret üze
rinde düşünme üzerine geri dönmek gerekmektedir. Söy
lemin, tablo'mm, mübadele'lerin olmuş oldukları şu ampi
riklikleri düzene sokma biçimleri, nasıl olmuştur da silin
mişlerdir? Kelimeler, varlıklar, ihtiyaç nesneleri, hangi baş
ka mekânda ve hangi biçimlere göre yer almışlar ve birbir
lerine nazaran dağıtılmışlardır? Bütün bu değişimlerin
mümkün olabilmesi ve bizim XIX. yüzyıldan beri filoloji,
biyoloji, siyasal iktisat adını verdiğimiz, şimdi bildik olan
bu bilgilerin, birkaç yıl gibi kısa bir sürede ortaya çıkmala
312
Kelimeler ve Şeyler
xı için, kelimeler, varlıklar, ihtiyaç nesneleri hangi varlık
tarzına bürünmüşlerdir? Bu yeni alanların geçen yüzyılda
tanımlanmış olmalarının nedeninin, bilgi alanındaki biraz
daha fazla nesnelliğin, akıl yürütmedeki sağlamlığın, bi
limsel araştırma ve bilgi edinmedeki örgütlenmenin, biraz
talih veya deha yardımıyla, birkaç mutlu keşifle, bizi bilgi
nin Grammaire de PortRoyal ile, Linne sımflandırmalarıy
la ve ticaret veya tarım teorileriyle, henüz emeklemekte ol
duğu bir tarihöncesi çağından çıkardığını istekle düşünü
yoruz. Fakat, bilgilerin rasyonelliği açısından tarihöncesin
den söz edilebilirse de, pozitiflikler açısından yalnızca ta
rihten söz edilebilir. Ve klasik bilginin pozitifliğinin çözül
mesi ve herhalde içinden henüz tamamen çıkmadığımız bir
pozitifliğin kurulabilmesi için temel bir olayın meydana
gelmiş olması gerekmiştir —Batı kültüründe ortaya çıkan
olayların herhalde en köktenlerinden biri.
Herhalde hâlâ onun açıklığı içinde olduğumuz için ol
sa gerek, bu olay büyük bir bölümü itibariyle elimizden
kaçmaktadır. Bu olayın genişliği, ulaştığı derin tabakalar,
altüst edebildiği ve yemden birleştirebildiği bütün pozitif
likler, ona birkaç yıl gibi kısa bir sürede kültürümüzün
tüm alanını kat edebilme olanağı veren güç; bütün bunlar
ancak, bizatihi modernliğimizin varoluşundan başka bir
şeye ilişkin olmayacak, adeta bitimsiz bir araştırmanın so
nunda değerlendirilebilir ve ölçülebilir. Birçok pozitif bili
min kurulması, edebiyatın ortaya çıkması, felsefenin kendi
oluşunun üzerine kapanması, tarihin hem bilgi hem de
ampirikiiğin varlık tarzı olarak su yüzüne çıkması, derin
bir kopuşun bir o kadar işaretinden başka bir şey değiller
dir. Bunlar bilgi mekânına dağılmış işaretlerdir, çünkü bu
rada bir filolojinin, şurada bir siyasal iktisadın, orada bir
biyolojinin oluşumu içinde kendilerinin fark edilmesine
izin vermektedirler. Kronoloji içinde de dağılım: muhak
Temsilin Sınırlan
313
kak ki, olgunun bütünü kolaylıkla belirlenebilir tarihler
arasında yer almaktadır (uç noktalar, 1775 ve 1825 yıllan
dır); fakat incelenen alanların her birinde, yaklaşık
17951800 yıllan civannda birbirlerine eklemlenen, ardışık
iki evreyi teşhis etmek mümkündür. Bu evrelerin birinci
sinde, pozitifliklerin temel varoluş tarzı değişmemiştir, in
sanların zenginlikleri, doğanın cinsleri, dilleri dolduran
kelimeler, klasik çağda ne iseler hâlâ öyle kalmışlardır:
ikizienmiş temsiller; rolleri, özdeşliklerinin ve farklılıkları
nın sistemi içinde, bir düzenin onlardaki genel ilkesini su
yüzüne çıkarmak olan temsilleri işaret etmek, çözümle
mek, bileştirmek ve çözmek olan temsiller. Kelimeler, sı
nıflar ve zenginlikler ancak ikinci evrede, artık tarihinkiy
le uyuşur nitelikte olmayan bir varoluş tarzı elde edecek
lerdir. Buna karşılık, daha Adam Smith, A. L. de Jussieu ve
ya Vicq d'Azyr'den itibaren, Jones veya AnquetilDuper
ron'un döneminde çok erkenden değişen şey, pozitiflikle
rin dış biçimidir: temsili unsurlann, bunlann her birinin
içinde birbirlerine nazaran işleyiş tarzları, işaret etme ve
eklemleştirme çifte rollerini yerine getirme tarzlan, karşı
laştırma yoluyla bir düzen kurmayı başarma tarzlan. Bu
ayınmda, bu birinci evre incelenecektir.
II. EMEĞİN ÖLÇÜSÜ
Adam Smith'in, henüz bunu tanımayan bir düşünce alanı
na, emek kavramını dahil ederek modern siyasal iktisadı
kısaca iktisat da denilebilir kurduğu istekle iddia edil
mektedir: bunun üzerine, bütün eski para, ticaret ve müba
dele kavramlan bilginin tarihöncesine geri gönderilmiştir
herhalde, hiç değilse tanmsal üretim çözümlemesine kal
kışmış olma liyakati tanınan Fizyokrasinin oluşturduğu
tek istisnayla birlikte. Adam Smith'in zenginlik kavramı
314
Kelimeler ve Şeyler
nı daha işin başında emek kavramına bağladığı doğrudur:
Bir ulusun bir yıllık çalışması, yaşamak için gereken ve uy
gun olan her şeyi yıllık tüketim için sağlayan başlangıç fo
nudur; ve bu şeyler her zaman ya bu çalışmanın dolaysız
ürünüdürler ya da bu ürünle diğer uluslardan satın alın
mışlardır";1 Smith'in "kullanım değeri"ni unsurların ihti
yaç duyduklan şeyler ve "mübadele değeri"ni de onu üret
mek için kullanılmış olan emek miktarına ait saydığı da ay
nı derece doğrudur: "herhangi bir şeyin, ona sahip olan,
ama onu kendi kullanma veya tüketme niyetine sahip ol
mayıp, başka bir şeyle değiştirmek isteyen kişi açısından
değeri, bu şeyin satın alacağı şeyin içerdiği emek miktarına
eşittir. 2
Smith'in çözümlemeleriyle, Turgot veya Cantillon'un
kiler arasındaki farklılık aslında sanıldığından daha azdır;
veya daha doğrusu, bu farklılık sanıldığı yerde değildir.
Cantillon'dan itibaren, hatta ondan daha önce, kullanım ve
mübadele değerleri mükemmelen ayrılmıştı; gene Cantil
lon'dan itibaren, mübadele değerini işaret etmek için emek
miktarından yararlanılmaktaydı. Fakat malların fiyatları
tarafından içerilmiş olan emek miktarı, hem nispi hem de
indirgenebilir bir ölçüm aracından başka bir şey değildi.
Nitekim, bir kişinin emeği, ona ve ailesine çalışma süresin
ce yetecek olan gıdanın miktarı kadar etmekteydi. 3 Öylesi
ne ki, ihtiyaç gıda, giyim, konut nihai çözümlemede, pi
yasa fiyatının mutlak ölçüsünü belirlemekteydi. Klasik ça
ğın tümü boyunca, eşdeğerlilikleri ihtiyaç ölçmektedir;
kullanım değeri mübadele değerlerinin mutlak atıf noktası
olmaktadır; tarımsal üretime, buğdaya ve toprağa, herkesin
kabul ettiği ayrıcalığı vererek, fiyatları biçen gıdadır.
1
2
3
Adam Smith, Recherches sur la Richesse des Nations, s. 1, Fr. Çev., Paris, 1843.
agc, s. 38.
Canüllon, Essoi..., s. 1718.
Temsilin Sınırlan
315
Demek ki, Adam Smith emeği ekonomik kavram ola
rak icat etmemiştir, çünkü bu Cantillon, Quesnay, Condil
lac'ta zaten vardır. Ona yeni bir rol bile oynatmış değildir,
çünkü o da ondan mübadele değerinin ölçüsü olarak yarar
lanmaktadır: "emek, her malın mübadele edilebilir değeri
nin hakiki ölçüsüdür."4 Fakat onun yerini değiştirmekte
dir: onun mübadele edilebilir zenginlikleri çözümleme iş
levini daima muhafaza etmektedir; ancak bu çözümleme
artık, mübadeleyi ihtiyaca (ve ticareti takasın ilkel hareke
tine) indirgemenin basit bir momenti değildir; bu çözüm
leme indirgenemez, aşılamaz ve mutlak bir ölçü birimi keş
fetmektedir. Böylece, zenginlikler artık eşdeğerliliklerinin
iç düzeni, mübadele edilecek nesnelerin karşılaştırılması
ve her birinin bir ihtiyaç nesnesini (ve nihai çözümlemede
hepsinin en temsilisi olan gıdayı) temsil etme konusunda
ki kendine özgü gücünün değerlendirilmesini ihdas etme
yecekler; onları gerçekte üretmiş olan emek birimlerine
göre bölüneceklerdir. Zenginlikler her zaman, işlev gören
temsili unsurlardır: ama nihayette temsil ettikleri, artık ar
zu nesnesi değil de, emektir.
Fakat ortaya hemen iki itiraz noktası çıkmaktadır:
emeğin kendi de bir fiyata —üstelik değişken sahipken,
şeylerin doğal fiyatının nasıl sabit ölçüsü olabilir? Kendi de
biçim değiştirirken ve imalathanelerin gelişmesi onu her
zaman daha fazla bölerek, her seferinde daha üretken hale
getirirken, emek nasıl aşılamaz birim haline gelebilir? Oy
sa, emeğin indirgenemezliği ve birincil karakter olması tam
da bu itirazlar boyunca ve âdeta onların aracılığıyla gün ışı
ğına çıkarılabilir. Nitekim, dünyada ülkeler ve bir ülkede
de, emeğin pahalı olduğu ânlar vardır: işçi sayısı az, ücret
ler yüksektir; başka bir ülkede veya başka bir ânda emek
gücü boldur, ona kötü ücret ödenmektedir, emek ucuzdur.
4
Adam Smith, age, s. 38.
316
Kelimeler ve Şeyler
Fakat bu gidiş gelişler esnasında değişen şey, bir çalışma
günü karşılığında elde edilebilecek gıda miktarıdır; eğer az
yiyecek ve çok tüketici varsa, her emek birimi ancak düşük
bir geçimlik miktarıyla ödüllendirilecektir; bunun tersine,
eğer yiyecek boka, ödül yüksek olacaktır. Bütün bunlar, bir
piyasa durumunun sonuçlarıdır; çalışmanın kendi, harca
nan saatler, zahmet ve yorgunluk her halü kârda aynıdır; ve
bu birimlerden ne kadar fazla gerekirse, ürünler o kadar
maliyetli olacaktır. "Eşit emek miktarları, çalışan için her
zaman aynıdır."5
Fakat, bu birimin gene de sabit olmadığı söylenebilir,
çünkü tek ve aynı nesneyi üretmek için, imalathanelerin
gelişmişliğine (yani oradaki işbölümüne göre), az veya çok
bir çalışma süresi gerekmektedir. Fakat gerçeği söylemek
gerekirse, değişen bizatihi çalışmanın kendi değil de, çalış
ma ile üretim arasındaki orandır. Çalışma günü, zahmet ve
yorgunluk olarak anlaşılan emek, sabit bir paydır bir tek
payda (üretilen nesne miktarı) değişebilir niteliktedir. Bir
topluiğnenin gerektirdiği on sekiz farklı işlemi tek başına
gerçekleştirecek bir işçi, hiç kuşkusuz bütün bir gün bo
yunca yirmi taneden fazlasını üretemeyecektir. Fakat, her
bai bir veya iki işlem yapacak olan on işçi, bir gün boyun
ca kırk sekiz binden fazlasını üretebilir; her işçi bu üreti
min onda birini sağladığından, her biri günde dört bin se
kiz yüz iğne üretiyor sayılabilir.6 Emeğin üretken gücü, ay
nı birimin (bir ücretlinin işgünü) içinde artırılmış, imal
edilen nesneler çoğaltılmıştır; öyleyse bunların değişim de
ğeri düşecektir, yani her biri ancak, oransal olarak daha
küçük bir emek miktarı satın alabilecektir. Emek, şeylere
nazaran azalmamıştır; emek birime nazaran sanki büzül
müş gibi olanlar, şeylerdir.
5
6
age, s. 42.
aee, s. 78.
Temsilin Sınırları
317
İhtiyaçlar olduğu için mübadele yapıldığı doğrudur;
eğer ihtiyaç olmasaydı, ticaret, çalışma ve özellikle de, da
ha üretken kılan işbölümü olmazdı. Bunun tersine, çalış
mayı ve iyileştirilmesini sınırlandıran, tatmin edilmiş ihti
yaçlardır: "işbölümüne mübadele etme kolaylığı yol açtı
ğından, bunun sonucu olarak, bu işbölümünün artırılması
her zaman, mübadele yeteneği, yani piyasanın genişliği ta
rafından sımrlandınlacaktır."7 İhtiyaçlar ve onlara karşı ge
len ürünlerin mübadelesi, her zaman ekonominin ilkesi ol
muşlardır: onun ilk sürükleyicisidirler ve onun dış sınırla
rım belirlemektedirler; çalışma ve onu örgütleyen işbölü
mü bunun sonucundan ibarettirler. Fakat, mübadelenin
içinde, eşdeğerlilikler düzeni içinde, eşitlikleri ve farklılık
ları ihdas eden ölçü, ihtiyaçtan farklı bir doğadandır. Yal
nızca bireylerin arzularına bağlı olmayıp, onunla birlikte
değişmez ve onun gibi değişken değildir. O mutlak bir öl
çüdür —bundan, insanların zevklerine veya iştahlarına ba
ğımlı olmadığı anlaşılmalıdır—; kendini onlara dışardan da
yatır: onların zamanı ve zahmetidir. Adam Smith'm çözüm
lemesi, öncellerininkine nazaran, bağlantıdaki esaslı bir
kopuşu temsil etmektedir: mübadelenin nedeni ile müba
dele edilebilirin ölçüsünü, mübadele edilenin doğasıyla
onun bölümlenmesine olanak veren birimleri birbirinden
ayırmaktadır. Mübadele, ihtiyaç olduğundan yapılmaktadır
ve bu mübadele edilenler tam da ihtiyaç duyulan nesneler
dir, ama mübadelelerin düzeni, burada ortaya çıkan müba
deleler hiyerarşisi ve farklılıkları, söz konusu nesnelerin
içinde yer alan emek birimleri tarafından ihdas edilmişler
dir. Eğer insanların deneyi açısından daima psikoloji ola
rak adlandırılacak şey düzeyinde, mübadele ettikleri on
lar için "vazgeçilmez, uygun veya hoşsa", iktisatçı açısın
dan nesne biçimi altında dolaşan, emektir. Artık birbirleri
7
age, s. 2223.
318
Kelimeler ve Şeyler
ni temsil edenler ihtiyaç nesneleri değil de, dönüşmüş, sak
lanmış, unutulmuş zaman ve zahmettir.
Bu bağlantı kopukluğu çok önemlidir. Kuşkusuz
Adam Smith, XVIII. yüzyılın "zenginlikler" adını verdiği
bu pozitiflik alanını hâlâ öncelleri gibi çözümlemektedir;
ve o da bu zenginlikler sözünden, kendilerini mübadele
hareketleri ve süreleri içinde temsil eden ihtiyaç nesneleri
ni yani belli bir temsil biçimindeki nesneleri anlamakta
dır. Fakat bu ikizlenmenin içinde ve mübadelenin yasasını,
birimlerini ve ölçülerini belirlemek üzere, temsil çözümle
mesine indirgenmesi olanaksız bir düzen ilkesi formül et
mektedir: çalışmayı, yani zahmet ve zamanı, insan hayatı
nı hem bölen hem de aşındıran bu işgününü gün ışığına
çıkarmaktadır. Arzu nesnelerinin eşdeğerliliği artık başka
nesnelerin ve başka arzuların aracılığıyla değil de, onlarla
kökten bir şekilde türdeş olmayan bir geçişle belirlenmek
tedir; eğer zenginliklerin içinde bir düzen varsa, şu bunu
satın alabiliyorsa, eğer altın gümüşün iki katı ediyorsa, bu
nun nedeni artık insanların karşılaştmlabilir arzulara sahip
olmaları; bedenlerinde aynı açlığı hissetmeleri veya hepsi
nin gönlünde aynı isteklerin olması değil, hepsinin zama
na, zahmete, yorgunluğa ve sınıra varıldığında da, bizatihi
ölüme tabi kılınmış olmalarıdır. İnsanlar ihtiyaç ve arzu
duyduklarından mübadelede bulunurlar, ama zamana ve
dışsal büyük kadere tabi kılındıkları için mübadele edebil
mekte ve bu mübadeleleri düzene sokabilmektedirler. Bu
çalışmanın verimliliğine gelince, bu da kendi temsiline dış
sal koşullara endüstrinin gelişmesi, görev bölüşümünün
artması, sermaye birikimi, üretken ve üretken olmayan
emeğin ayrılması dayanmaktadır. Zenginlikler üzerindeki
düşüncenin Adam Smith ile birlikte hangi biçim altında,
klasik çağda ona tanınmış olan mekândan taşmaya başladı
ğı görülmektedir; klasik çağda " ideoloji "nin temsilin çö
Temsilin Sınırlan
319
zümlenmesi— içine yerleştiriliyordu; artık dolaylıymışçası
na, her ikisi de fikirlerin bölümlere ayrılmasının yasaların
dan ve biçimlerinden kurtulan iki alana atıfta bulunmakta
dır: bir yandan, daha şimdiden insanın özünü gündeme ge
tiren (amaçlılığı, zamanla ilişkisi, ölümün kaçınılmazlığı)
bir antropolojiye ve insanın dolaysız ihtiyacının orada ta
nınmasına olanak bırakmadan zamanın ve zahmetin tahsis
ettiği işgühüne yönelmektedir; ve öte yandan da, artık ko
nusu zenginliklerin mübadelesi (ve onu kuran temsillerin
işleyişi) değil de, yalnızca onların gerçek üretimi olacak bir
siyasal iktisadın henüz boşluktaki olabilirliğim işaret et
mektedir: emek ve sermaye biçimleri. Bu yeni oluşturul
muş pozitifliklerin kendine yabancı kılınmış bir insandan
söz eden bir iktisat arasında, İdeoloji veya Çözümle
me'nin nasıl kısa bir süre sonra, bir psikolojiden başka bir
şey olmama durumuna indirgeneceklerini ve bu arada bu
psikolojinin karşısında ve ona karşıt olarak ve kısa bir sû
re sonra ona bütün boyutlarıyla yukarıdan egemen olacak
mümkün bir tarihin bulunacağı anlaşılmaktadır. Smith'den
itibaren, iktisadın zamanı artık, fakirleşmelerin ve zengin
leşmelerin devrevi zamanı olmayacaktır; dolaşımdaki sik
keleri hep biraz daha artırarak, üretimi fiyatlardaki yüksel
meden daha fazla artıracak becerikli politikaların çizgisel
yükselişi de olmayacaktır; iktisadın zamanı artık, kendi ge
reklerine göre büyüyen ve yerli yasalara göre sermayenin
zamanı ve üretim rejimi gelişen bir örgütlenmenin iç za
manı olacaktır.
III. VARLIKLARIN ÖRGÜTÜ
Doğal tarih alanında, 17751795 yıllan arasında fark edile
bilen değişimler aynı tiptendirler. Sınıflandırmanın ilkesi
olanlar sorgulanmamaktadır: bunlar hep, bireyleri ve cins
320
Kelimeler ve Şeyler
feri daha genel birimlerin içinde bir araya getiren, bu bi
rimleri birbirinden ayıran ve onlara bilinen veya bilinme
yen bütün bireylerin ve bütün grupların yerlerini bulabile
cekleri bir tablo oluşturmak üzere birbirlerine eklenmele
rine olanak veren "karakter"i belirleme amacına sahip ol
muştur. Bu karakterler, bireylerin toplam temsilinin üze
rinden devşirilmiştir; onların çözümlenmeleridirler ve, bu
temsilleri temsil ederken, bir düzen oluşturmalarına izin
vermektedirler; genel tcodnomia ilkeleri —Tournefort ve
linne sistemlerine, Adanson yöntemine hükmetmiş olan
ların aynıları, A. L. de Jussieu için, Vicq d'Azyr için, La
marck için, Condolle için aynı şekilde geçerli olmaya de
vam etmektedirler. Ancak, karakteri belirlemeye izin veren
teknik, görülür yapı ile özdeşliğin kıstası arasındaki ilişki,
tıpkı ihtiyaç ve fiyat ilişkilerinin Adam Smith tarafından
değiştirildikleri gibi değiştirilmişlerdir, Tasnifçiler karakte
ri, XVIII. yüzyılın tümü boyunca, görülür yapıların karşı
laştırılması yoluyla, yani her biri kendi için seçilen düzen
leyici ilkeye göre, diğer hepsini temsil etmeye yarayabildi
ğinden ötürü türdeş olan unsurların ilişkilendirilmesiyle
belirtmişlerdi; tek fark şuydu: temsil eden unsurlar siste
matikleştiriciler için baştan saptanmışken, yöntemciler
için tedrici bir karşılaştırma boyunca yavaş yavaş ortaya çı
kıyorlardı. Fakat tasvir edilen yapıdan sınıflandmcı karak
tere geçiş tamamen, görülebilirin kendi kendine karşı uy
guladığı temsili işlevler düzeyinde yapılmaktaydı. Karak
ter, Jussieu'den, Lamarck'tan ve Vicq d'Azyr'den itibaren,
görülebilirlik alanına yabancı bir ilkeye dayanacaktır —tem
sillerin karşılıklı işleyişine indirgenemez nitelikteki iç bir
ilke. Bu ilke (ona ekonomi düzeninde emek tekabül et
mektedir), örgüttür. Örgüt, taxtnomiaların temeli olarak,
dört farklı biçimde ortaya çıkmaktadır.
Temsilin Sınırlan
321
1. Önce, bir karakterler hiyerarşisi biçimi akında. Ni
tekim, bazı cinsler birbirlerinin yanında ve büyük çeşitli
likleri içinde sergilenmeyip de, araştırma alanını sınırlan
dırmak için, göze görünür durumun dayattığı geniş grup
landırmalar bitkiler için taneliler, taçyapraklılar, sebzegil
ler, hayvanlar için böcekler, balıklar, kuşlar, dörtayaklılar
kabul ediliyorsa da, bazı karakterlerin tamamen sabit ol
dukları ve bulunabilecek hiçbir cinste, hiçbir türde eksik
olmadıkları görülmektedir, örneğin, bitkilerdeki dişilik or
ganlarının erkeklik organlanna nazaran yeri, taçyaprakla
nn erkeklik organlarını taşıdıktan zamanki yerleri, tohum
içinde rüşeymde bulunan dilim sayısı. Başka karakterlere
ise, bir ailede çok sıklıkla rastlanmaktadır, ama bunlar ay
nı sabitlik derecesine ulaşmamaktadırlar; bunun nedeni,
bunların daha az özsel organlardan meydana gelmeleridir
(taçyaprak sayısı, çiçek tacımn varlığı veya yokluğu, çenek
veya erkeklik organının karşılıklı durumları); bunlar "tek
düzelikaltı ikincil" karakterlerdir. Son olarak da "yantez
düze üçüncül1' karakterler bazen sabit, bazen değişkendir
ler (çeneğin tekli veya çoklu yapısı, meyvedeki dilim sayı
sı, çiçek yapraklarının konumu, sapın doğası): aileleri veya
takımları bu yantekdüze karakterlerle tanımlamak müm
kün değildir—bütün cinslere uygulandıklarında genel ben
zerlikler oluşturma yeteneğine sahip olmamalarından değil
de, bir grup canlıda var olan özsel noktalara ilişkin olma
malarından ötürü. Her büyük doğal aile, onu tanımlayan,
zihinsel kavrama unsurlarına sahiptir ve onun tanınmasına
izin veren karakterler, bu temel koşullara çok yakındırlar
böylece, üreme bitkilerin başat işlevi olduğundan, tohum
en önemli bölümü olacaktır ve bitkiler bu açıdan üç sınıfa
ayrılabileceklerdir: çeneksizler, tekçenekliler, ikiçenekliler.
Bu esas ve "birincil" karakterlerin zemini üzerinde, daha
başkalan ortaya çıkabilir ve daha ince ayırımlar getirebilir
Kelimeler ve Styitr
ler. Karakterin artık görünür yapıdan doğrudan devşirilme
diği ve tek kıstasın da varlığı veya yokluğu olmadığı görül
mektedir, karakter, canlının esas işlevlerinin varlığına ve
yalnızca tasvire bağımlı olmayan önemli ilişkilere dayan
maktadır.
2. Demek ki, karakterler işlevlere bağlıdırlar. Bir bakı
ma, varlıkların yüzeylerinin en görünür yüzeyinde, onlar
daki en özsel şeyin işaretini taşıdıklarını varsayan eski im
zalar veya damgalar teorisine geri dönülmektedir. Fakat,
buradaki önemli ilişkiler, işlevsel bağımlılık ilişkileridir.
Eğer çenek sayısı bitkileri sınıflandırma konusunda belir
leyiciyse, bunun nedeni, bu çeneklerin üreme işlevi için de
belirleyici bir rol oynamaları ve bizatihi bu olgudan ötürü,
bitkinin içsel örgütüne bağlanmış olmalarıdır; bunlar, bire
yin bütün düzenine hükmeden bir işlevi işaret etmektedir
ler.8 Vicq d'Azyr hayvanlara ilişkin olarak, bu bağlamda
beslenme işlevlerinin kuşkusuz en önemlileri olduklarını
göstermiştir; işte bu nedenden ötürü, "etoburların diş ya
pılarıyla; kaslarının, parmaklarının, tırnaklarının, dilleri
nin, midelerinin, bağırsaklarının yapısı arasında sabit iliş
kiler vardır."9 Demek ki karakter, görülebilirin kendiyle
olan bir ilişkisi tarafından kurulmamaktadır; karakter biz
zat kendi olarak, işlevin esaslı bir emir ve belirleme rolü
oynadığı, karmaşık ve hiyerarşik bir örgütün görülebilir uç
noktasından ibarettir. Karakter, gözlenen yapılarda sıklıkla
görüldüğünden ötürü önemli değildir; ona işlevsel olarak
önemli olduğu için sıklıkla rastlanmaktadır. Cuvier'nin,
yüzyılın sonuncu büyük yöntemcilerinin eserini özetler
ken dikkat çektiği üzere, en genel sınıflara doğru çıkıldığı
8
9
A L. de jussieu, Genera Plantarium, s. XVIII.
Vîcq d'Azyr, SftUme Anatomique des Quadruptdes, s. LXXXVÜ, Ön Söylev,
1792.
Temsilin Sınırlan
323
ölçüde, "ortak kalan özellikler de daha genel hale gelmek
tedirler; ve en sabit ilişkiler en önemli bölümlere ait olan
ları olduğundan, ûst bölümlemelerin karakterleri en
önemli bölümlerden çıkartılmış olacaklardır... Yöntem iş
te bu şekilde doğal olacaktır, çünkü organların önemini he
saba katmaktadır."10
3. 8u koşullarda, hayat kavramının doğal varlıkların
düzene sokulması içinde nasıl vazgeçilmez hale gelebildiği
anlaşılmaktadır, iki nedenden ötürü böyle olmuştun önce,
bedenin derinliği içine, yapısal organları, saklı varlık ve bi
çimleri esas işlevleri sağlayanlarına bağlayan ilişkileri kav
rayabilmek gerekiyordu; Storr bu bağlamda, memelileri
toynaklarının düzenine göre sınıflandırmayı önermektedir;
bunun nedeni, toynağın hayvanın yer değiştirme tarzlarına
ve çekici güç olmasına bağlı olmasıdır; oysa, bu tarzlar da
kendi hesaplarına beslenme biçimine ve sindirim sistemi
nin çeşitli organlarına bağlıdır.11 Üstelik, en önemli karak
terlerin en fazla saklı olanlarının olması da mümkündür;
bitkiler âleminde, anlamlı unsurların çiçekler ve meyvalar
bitkinin en görülebilen kısımları değil de, tohumlama
aygıtı ve çenek gibi organlann oldukları çoktan ortaya çık
mıştır. Bu olguya hayvanlarda daha da sık rastlanmaktadır.
Storr, büyük sınıfların dolaşım biçimi aracılığıyla tanım
lanması gerektiğini düşünmekteydi; ve Lamarck, hayvanla
rı kesip biçerek iç organlarına bakmamasına rağmen, alt sı
nıftan hayvanlar için, yalnızca görülen biçime dayalı bir sı
nıflandırma sistemini reddetmekteydi: "kabuklu hayvanla
rın beden ve organ eklemleşmelerinin ele alınması, bunla
rın bütün doğabilimciler tarafından gerçek böcekler olarak
kabul edilmelerine neden olmuştur; ben de bu kanaate
10 G. Cuvier, Tdbleau Eltmentaire de Lhistoire Naturette, s. 2021, Yıl VI, Paris.
11 Storr, Prodmmus Methodi Mammdium, s. 720, Tübingen, 1780.
Kelimeler ve Şeyler
uzun zaman katıldım. Ama, hayvanların metodik ve doğal
bir sınıflandırılmasında ve onların arasındaki gerçek ilişki
lerin belirlenmesinde rehberlik yapacak en esaslı ele alışın
örgütlenme açısı olduğu herkesçe kabul edildiğinden, sü
müklüböcekler gibi yalnızca solungaçlardan nefes alan ve
onlar gibi kassal bir kalbe sahip olan deniz kabuklularının,
onların hemen arkasından ve böylesine bir örgütlenmeye
sahip olmayan örümcekgiller ile böceklerden önceki yere
yerleştirilmelerinin gerektiği sonucu çıkmaktadır."12 De
mek ki sınıflandırmak, artık görülebilirin unsurlarından
terine diğer hepsini temsil etme görevini yükleyerek, onun
kendi kendine atıf yapması olmayacaktır; sınıflandırma,
çözülemeyi ekseni üzerinde döndüren bir hareketin içinde,
görünürü görünmeze onun derin nedeni olarak atfetmek,
sonra bu gizli mimariden, onun bedeninin yüzeyinde veril
miş olan aşikâr işaretlerine doğru çıkmak olacaktır. Pi
nel'in doğabilim çalışmalarında söylediği üzere, "adlandır
maların saptadıkları dış karaktere saplanıp kalmak, araştır
manın en verimli kaynağını kapalı tutmak ve eğer terim ye
rindeyse, aslında tanımak istenilen doğamn büyük kitabını
açmayı reddetmek demektir.*13 Karakter artık, gömülü bir
derinliği gösteren, eski görülür işaret olma rolünü yeniden
üstlenmektedir; ama işaret ettiği gizli bir metin, kapalı tu
tulan bir söz veya sergilenemeyecek kadar değerli bir ben
zerlik değil de egemenliğinin eşsiz dokusunun içine hem
görülürü hem de görülmezi alan bir örgütün tutarlı bütü
nüdür.
4. Sınıflandırma ile adlandırma arasındaki paralellik,
bizatihi olgu tarafından çözülmüş olmaktadır. Sınıflandır
ma, görünür mekânın yerine tedricen yerleştirilen bir bö
12 Lamatck, Sytime des Animaıuc şans Vertehre, s. 43144, Paris, 1801.
13 Ph. Pinel, Nouvelle Mtthode de Classification des Quadrumanes, zikr., Daudin,
Les Classes Zoologiques, s. 18.
Temsilin Sınırlan
325
lümlenmeye ilişkin olarak kaldığı sürece, bu bütünlerin sı
nırlandırılmasmın birlikte gerçekleştirilmesi kolayca kav
ranabilir nitelikteydi. Ad sorunu ile cins sorunu eş biçim
liydiler. Fakat, şimdi karakter artık ancak önce bireylerin
örgütlenmesine atıfta bulunarak sınıflandırma yapabildi
ğinden, "ayırmak" artık "adlandırmak"ınkiyle aynı kıstas
lara ve aynı işlemlere göre yapılmamaktadır. Doğal varlık
ları gruplandıran temel bütünleri bulabilmek için, yüzeysel
organlardan en saklı olanlarına ve oradan da, bunların sağ
ladıkları büyük işlevlere götüren şu alanı derinlemesine
dolaşmak gerekmektedir. Buna karşılık iyi bir adlandırma,
kendini tablonun düz mekânında sergilemeye devam ede
cektin bireyin görülebilir karakterlerinden hareketle, bu
türün ve cinsinin adının bulunduğu belirgin kutuya ulaşa
bilmek gerekmektedir. Örgütlenme mekânıyla adlandırma
mekânının arasında temel bir bükülme vardır; veya daha
doğrusu, bunlar birbirlerini tam örtmek yerine, artık bir
birlerine diktirler; ve kesişme noktalarında, bir işlevi de
rinlemesine işaret eden ve yüzeyde bir ad bulunmasına izin
veren aşikâr karakter bulunmaktadır. Doğal tarihi ve taxi
nomia'nm önceliğini birkaç yıl içinde geçersiz kılacak olan
bu ayırım, Lamarck'ın dehasının ürünüdür: Fransız Flo
ra'sının önsözünde, botaniğin iki ödevini kökten farklı ola
rak zıtlaştırmıştır. Çözümleme kurallarını uygulayan ve
ikili bir yöntemin basit işleyişiyle adın bulunmasına yara
yan (ya belli bir karakter incelenen bireyde mevcuttur ve
onu tablonun sağ tarafına yerleştirmek gerekmektedir ya
da mevcut değildir ve onu nihai belirlemeye kadar, tablo
nun sol tarafına yerleştirmek gerekmektedir) "belirleme";
ve cinslerin tam örgütünün incelenmesini varsayan, gerçek
benzerlik ilişkilerinin keşfedilmesi.14 Ad ve cinsler, işaret
etme ve sınıflandırma, dil ve doğa artık çakışmaktan çık
14 Lamarck, La Flöre Française, ön Söylev, s. XCCII, Paris, 1778.
326
Kelimeler ve Şeyler
maktadırlar. Kelimelerin düzeni ve varlıkların düzeni, artık
ancak yapay olarak tanımlanmış bir hat halinde kesişmek
tedirler. Klasik çağda doğal tarihi kurmuş olan ve tek bir
hareketle, yapıyı karaktere kadar, temsili ada kadar ve gö
rünür bireyi soyut cinse kadar götürmüş olan eski birbirle
rine aidiyetleri çözülmeye başlamıştır. Kelimelerden daha
başka bir mekânda meydana gelen şeylerden söz edilmeye
başlamıştır. Lamarck, böylesine bir ayırımı çok erkenden
yaparak, doğal tarih çağını kapatmış ve biyoloji çağını,
bundan yirmi yıl sonra, çoktan bilinen cinslerin tek dizisi
ve tedrici dönüşümleri teması ele alındığında yapılacak
olanından çok daha iyi, çok daha kesin ve kökten bir şekil
de aralamıştır.
Örgütlenme kavramı, doğal tarihin içinde XVIH. yüz
yılda zaten vardı —tıpkı, zenginlikler çözümlemesinin için
de, o da klasik çağdan çıkılırken icat edilmiş olmayan
emek kavramının bulunması gibi—; ama o tarihlerde, kar
maşık bireyin, daha ilkel malzemelerden hareketle, belli bir
bölümleme tarzını tanımlamaya yaramaktaydı; örneğin
Linne, metali çoğaltan "çakışma" ile bitkinin onun aracılı
ğıyla beslenerek geliştiği "besleyici özün içine dahil olma
sı"nı birbirinden ayırmaktaydı.15 Bonnet, "ham katılar"ın
" kalışımı" ile "bazıları sıvı, diğerleri katı olan, hemen he
men sonsuz sayıdaki bölümü birbirine bağlayan" "örgütlü
katıların bileşimi"yle zıtlaştırmaktaydı.16 Ama, bu örgüt
lenme kavramı yüzyılın sonundan önce, doğanın düzenini
kurma, onun alanını tanımlama ve biçimlerini sınırlandır
ma konusunda kullanılmamıştı, tik kez Jussieu, Vicq
d'Azyr ve Lamarck'ın eserleri boyunca, karakterleştirme
yöntemi olarak işlev görmeye başlamıştır: karakterleri bir
birine bağımlı hale getirmekte, onları işlevlere bağlamakta,
13 linne, Systime Sexuel des Vegltaıuc, Fr. Çev., s. 1, Yıl, VI, paris.
16 Bonnet, Contemplation..., c. 1V, s. 40.
Temsilin Sınırları
327
onları hem iç hem de dış ve aynı zamanda hem görülür
hem de görülmez bir mimariye göre düzene sokmakta, on
ları adlann, söylemin ve dilinkinden başka bir mekânın içi
ne dağıtmaktadır. Demek ki, artık bir varlık kategorisini di
ğerleri arasından işaret etmekle yetinmemekte, yalnızca
taksinomik mekândaki bir kopukluğu işaret etmemekte,
bazı varlıklar için onlann yapılarının herhangi birinin ka
rakter yapısını almasına olanak veren iç yasayı tanımla
maktadır. Örgütlenme, eklemleştiren yapılarla işaret eden
karakterlerin arasına girmektedir onlann arasına, derin,
içsel, özsel bir alan sokarak.
Bu önemli ve ani değişim, doğal tarihin unsuru içinde
hâlâ kararsız kalmaktadır, bir taxinomia'mn yöntem ve
tekniklerini değiştirmekte, ama onun temel olabilirlik ko
şullarını reddetmemekte, doğal bir düzenin varoluş tarzına
henüz değmemektedir. Ancak gene de temel bir sonuca yol
açmıştır: organik ile inorganik arasındaki paylaşımın kök
teni eşmesi. Doğal tarihin sergilediği varlıklar tablosunda,
örgütlenmiş ve örgütlenmemiş iki kategoriden başka bir
şey tanımlanmıyordu; bunlar canlı ile canlı olmayan'm zıt
laşmasıyla zorunlu olarak karşılaşmadan kesişiyorlardı.
Örgütlenmenin doğal karakterleştirmenin kurucu kavramı
haline gelmesinden ve görünür yapıdan işaret etmeye ge
çilmesine izin vermesinden itibaren, kendi de yalnız bir ka
rakter olmaya son vermek zorunda kalmıştır; içine yerleş
tirildiği taksinomik alanın çevresini dolaşmıştır, ve şimdi
kendi hesabına, mümkün bir sınıflandırmaya yer veren
odur. Bizatihi bu olgudan ötürü, organik ile inorganiğin
zıtlaşması temelli hale gelmiştir. Nitekim, 17751795 yılla
rından itibaren, ûç veya dört âlemin eski eklemleşmesi or
tadan silinmiştir, iki âlemin organik ve inorganik zıtlığı
onun yerine tam olarak geçmemiştir; aslında başka bir dü
zeyde ve başka bir mekânda, başka bir paylaşım dayatarak,
28
Kelimeler ve Şeyler
onu mümkün olmaktan çıkartmıştır. Pa 11 as ve Lamarck,17
canlı ile canlı olmayan zıtlığının gelip çakıştığı bu büyük
dikotomiyi formüle etmişlerdir. Vicq d'Azyr 1786'da, "do
ğada yalnızca iki âlem vardır, bunlardan biri hayatın tadını
çıkartır, diğeri ondan yoksundur" 18 diye belirtmektedir.
Organik, canlı ve canlı da büyüyüp üreyerek üreten haline
gelmiştir; inorganik canlı olmayandır, gelişmeyen ve ürete
meyen her şeydir, hayatın sınırlarındaki hareketsiz ve kısır
şeydir ölüm. Hayata karışmışsa da, bu onu yok etmeye
ve öldürmeye yönelik bir şekilde olmaktadır. "Bütün canlı
varlıklarda, çok belirgin ve birbiriyle hep çelişen iki ege
men güç vardır, öylesine ki, bu güçlerden her biri diğerinin
ürettiği sonuçları sürekli yok etmektedir."19 Biyoloji gibi
bir şeyin, doğal tarihin büyük tablosunu kırarak nasıl
mümkün hale geldiği ve aynı zamanda, Bichat'mn çözüm
lemelerinde, hayat ile ölüm arasındaki temel zıtlaşmanın
nasıl su yüzüne çıkabildiği görülmektedir. Bu, bir hayati
yetçiliğin bir mekanistçilik üzerindeki, az çok narin zaferi
olmayacaktır; hayatiyetçilik ve hayatın kendine özgülüğü
nü tanımlama konusundaki gayreti, arkeolojik olayların
yüzey etkilerinden başka bir şey değillerdir.
IV KELİMELERİN BÜKÜMÜ
Bu olayların tam karşılığı, dil çözümlemeleri cephesinde
bulunmaktadır. Fakat burada, hiç kuşkusuz daha derli top
lu bir biçime ve aynı zamanda daha yavaş bir kronolojiye
sahiptirler. Bunun keşfedilmesinin kolay bir nedeni vardır;
çünkü dil, klasik çağın tümü boyunca, söylem olarak, yani
temsilin kendiliğinden çözümlemesi olarak konulmuş ve
17 Lamarck, La Flöre..., s. 12.
18 Vîcq d'Azyr, Premien Discours Anatomiques, s. 1718,1786.
19 Lamarck, Memoires de Physique et Dllistoire Naturelle, s. 248, Yıl 1797.
Temsilin Suutian
329
düşünülmüştür. Niceliksel olmayan bütün düzen biçimleri
içinde, dil en kendiliğinden, anlaşmaya en az dayalı, tem
sili harekete en derinlemesine bağlı olanıydı. Ve bu ölçü
içinde, varlıkların sınıflandırılmasının veya zenginliklerin
mübadelesinin kurduğu şu üzerinde düşünülmüş düzen
lerden bilgince veya dikkatli daha fazla kendi varoluş
tarzının ve bizzat kendinin içine kök salmıştı. Mübadele
değerlerinin ölçüsünü veya karakterleştirme usullerini et
kilemiş olanları gibi teknik değişimler, zenginlikler çözüm
lemesini veya doğal tarihi bozmaya yetmişlerdir. Dilbilimi
nin bu denli büyük değişimlere uğrayabilmesi içiş, Batı
kültüründe, temsilin bizatihi varlığına kadar her şeyi de
ğiştirmeye yatkın daha derin olaylar gerekmiştir. Tıpkı ad
teorisinin XVII. ve XVIII. yüzyıllarda temsilin çok yakını
na yerleştiği ve buradan da, canlılardaki yapı ve karakter
çözümlemesine, zenginliklerdeki fiyat ve değer çözümle
mesine hükmettiği gibi, klasik çağın sonunda, temsilin biz
zat kendinin arkeolojik rejimin en derin düzeyinde değiş
tiği anda, ancak çok geç bozularak, en uzun süre devam
eden de odur.
Dil çözümlemeleri, XIX. yüzyılın başlarına kadar pek
az bir değişim göstermişlerdir. Kelimeler hâlâ temsil etme
değerlerinden hareketle, hepsine birden aynı varoluş tarzı
nı hükmeden söylemin potansiyel unsurları olarak sorgu
lanmaktadırlar. Fakat bu temsili içerikler artık yalnızca,
onları efsanevi olan veya olmayan mutlak bir kökene yak
laştıran boyutun içinde çözümlenmemektedirler. En saf bi
çimi altındaki Genel Gramer'dt, bir dilin bütün kelimeleri,
az çok saklı, az çok türev, ama ilkel nedeni bir başlangıç
işaretinin içinde yer alan bir anlamın taşıyıcısıydılar. Ne
kadar karmaşık olursa olsun her dil, ilkel çığlıklar tarafın
dan ayarlanmış bir açıklığın içine yerleştirilmiş durumday
dı. Diğer dillerle olan yanlamasına benzerlikler komşu
330
Kelimeler ve Şeyler
sesler, benzeri anlamları kapsarlar—, bu dillerin her birinin
kumlann derinliklerinde duran, adeta sessiz olan kendi de
ğerleriyle olan dikine ilişkiyi teyit etmekten başka bir
amaçla kaydedilmiyor ve toplanamıyorlardı. XVI1L yüzyı
lın sonuncu çeyreğinde, diller arasındaki yatay karşılaştır
ma başka bir işlev kazanmıştın her bir dilin atalardan ge
len anılardan neleri, Babil öncesinde kelimelerinin sesleri
arasına yerleştirilmiş hangi damgalan koruduklarını bil
meye artık izin vermemektedir; ama bu dillerin birbirleri
ne ne kadar benzediklerini, benzeşme yoğunluklarının ne
olduğunu, birbirlerine hangi ölçüde şeffaf olduklarını ölçe
bilmeye izin vermek zorundadır. Yüzyılın sonunda ortaya
çıkan büyük çaplı dil karşılaştırmaları buradan kaynaklan
maktadır. Bu iş bazen de, Rusya'da olduğu gibi siyasal
amaçlar taşımaktadır;20 bu ülkede, imparatorluktaki dille
ria dökümü konusunda bir girişim olmuştur. 1787'de Pet
rograd'da Glossarium comparativum totius orbis'm ilk cildi
yayınlanmıştır; bu kitap 279 dile atıfta bulunmaktadır: As
ya'da 171, Avrupa'da 55, Afrika'da 30, Amerika'da 23 ta
ne.21 Bu kıyaslamalar hâlâ tamamen, temsili içeriklerden
hareketle ve onların işlevinde yapılmaktadır: aynı anlam
çekirdeği sabite olarak kullanılmaktadır—, çeşitli dillerde
bu anlamı işaret eden kelimelerle karşılaştırılmaktadır
(Adelung,22 farklı dil ve lehçelerde Pater'üı 500 versiyonu
nu vermektedir) veya, bir kökü hafifçe değişmiş biçimler
boyunca sabite olarak kabul ederek, onun alabileceği an
lam yelpazesi belirlenmektedir (bunlar, Buthet de la Sart
he'ınkiler gibi, sözlükbilim alanındaki ilk denemelerdir).
Bütün bu çözümlemeler her zaman, Genel Gramer'in zaten
20 Bachmeister, Idea et desideria ie colligendis linguarum specimenibus,
Petrograd, 1773; gûldenstadt, Voyage dans le Caucase.
21 Dört cilt halindeki ikinci edisyon 1790179 l'de yayımlanmıştır.
22 E Adelung, MÜhridates, 4 cilt, Berlin 18061817.
Temsilin Sınırları
331
bagh olduğu iki ilkeye gönderme yapmaktadırlar: başlan
gıç köklerini sağladığı düşünülen bir ilk ve ortak dil ilkesi
ile, dile yabancı olan ve onu dıştan eğip büken, yıpratan,
incelten, esneten, biçimlerini çoğaltan veya birbirlerine ka
rıştıran bir dizi köksel olayın olduğu ilkesi (istilalar, göçler,
bilginin ilerlemesi, siyasal özgürlükler veya kölelik vb.)
Ama dillerin XVIII. yüzyılın sonundaki karşılaştırıl
ması, içeriklerinin eklemleşmesi ile köklerin değeri arasın
da yer alan aracı bir biçimi gün ışığına çıkarmıştır: söz ko
nusu olan bûkülmedir (büküm). Gramerciler kuşkusuz,
bükümsel olguları uzun zamandan beri bilmektedirler
(tıpkı doğal tarihte, örgütlenme kavramının Pallas ve La
marck'tan önce ve iktisatta emek kavramının Adam
Smith'ten önce bilindiği gibi); fakat bükümler o zamana
kadar yalnızca, temsil etme değerlerinden ötürü çözümlen
mişlerdi ya eklenti temsiller sayıldıklarında, ya da onda
temsilleri birbirine bağlamanın bir biçimi görüldüğünden
ötürü (başka bir kelime düzeni gibi bir şey)—. Fakat, Co
eurdoıuc23 ve William James24 gibi, olmak fiilinin Sanskrit
çe ve Latince veya Yiınancadaki çeşitli biçimlerinin karşı
laştırılması yapılınca, o zamana kadar yaygın olarak kabul
edilenin tersi olan bir sabitlik ilişkisi keşfedilmiştir: bozul
muş olan köktü ve bükümler aynı kalmışlardı. Sanskritçe
deki asmi, asi, asti, smas, stha, santi dizisi, Latincenin sum,
es, est, sumus, estis, sunt dizisine tamamen, ama bükümsel
benzeme yoluyla denk düşmektedir. Coeurdoux ve Anqu
etilDuperron'dan birincisi bu paralellikte bir ilk dilin ka
lıntılarını ve ikincisi de Baktriyana krallığı döneminde
Hindularla Akdenizliler arasında oluşan tarihsel kanşımm
sonucunu gördüklerinde, hiç kuşkusuz Genel Gramer'in
çözümlemelerinin düzeyinde kalmaktaydılar. Fakat bu
23 R.P. Cceurdoux, Mimoires de l'Academie des inscriptions, s. 647697, c. XUX.
24 W. James, Works, 13 cilt, Londra, 1807.
332
Kelimeler ve Şeyler
karşılaştırmalı fiil çekimiyle gündeme gelen şey, daha şim
diden İlkel hece ile onun ilk anlamı arasındaki bağ olmak
tan çıkarak, kökün değişimleri ile gramerin işlevleri arasın
daki daha karmaşık bir ilişki haline gelmiştir, iki farklı dil
de, belirginleşmiş bir biçimsel bozulmalar dizisiyle, gene
belirlenmiş olan bir gramatikal işlevler, sentaksa ilişkin de
ğerler veya anlam değişimleri dizisi arasında sabit bir ilişki
olduğu keşfedilmekteydi.
Bizatihi bu olgudan ötürü, Genel Gramer dış biçimini
değiştirmeye başlamıştır artık çeşitli teorik kesimleri bir
birlerine tamamen aynı biçimde bağlamamaktadır; ve onla
rı birleştiren ağ, daha şimdiden hafifçe farklı bir güzergâh
çizmektedir. Bauzee veya Condillac'ın döneminde, çok de
ğişken biçimli kökler ile temsilerin içinde bölümlere ayrıl
mış anlam arasındaki ilişki veyahut işaret etme gücüyle ek
lemleştirme iktidarı arasındaki bağlantı, Adın hükümranlı
ğı tarafından sağlanmaktaydı. Şimdi yeni bir unsur müda
hale etmektedir: bu unsur, anlam veya temsil cephesinde,
eklenti, zorunlu olarak ikincil bir değerden başka bir şeyi
işaret etmemektedir (birey veya işaret edilen şey tarafından
oynanan özne veya tümleç rolü söz konusudur; zaman ve
eylem söz konusudur); ama biçim cephesinde, egemen ya
sanın kendini temsili köklere, onları bile değiştirecek ka
dar dayattığı sağlam, sabit, bozulmaz (veya hemen hemen)
bütünü meydana getirmektedir. Bundan da ötesi, anlamsal
değeri açısından ikincil, biçimsel sabitliği açısından birin
cil olan bu unsur, adeta bizzat bir cins kök gibi soyutlan
mış bir hece değildir, çeşitli kesimleri birbirleriyle dayanış
ma içinde bulunan bir değişim sistemidir: tıpkı Court de
Gebelin'in e harfinin solunumu, hayatı ve varoluşu işaret
ettiğini iddia ettiğinde olduğu gibi, s harfi de ikinci kişiyi
işaret etmektedir; fiil köküne birinci, ikinci ve üçüncü kişi
değerlerini yükleyen, m, s, t değişimleridir.
Temsilin Sınırları
333
Bu yeni çözümleme XVIII. yüzyılın sonuna kadar, <&
ün temsili değerlerinin araştırılması faaliyetinin içine yer
leşmiştir. Hâlâ söylem söz konusudur. Fakat daha şimdi
den bükümler sistemi içinde, saf gramatikal işlev belirme
ye başlamıştır dil yalnızca temsillerden ve kendi araların
da düşünce bağlantılarının istedikleri biçimde düzene gi
ren ve temsilleri temsil eden seslerden meydana gelme
mektedir; bunların dışında, bir de sistem halinde gruplan
mış ve seslere, hecelere, köklere, temsilinki olmayan bir re
jimi dayatan biçimsel unsurlardan meydana gelmektedir.
Dil çözümlemesine böylece, ona indirgenemeyen bir unsur
dahil edilmiştir (tıpkı mübadele çözümlemesinin içine
emeğin veya karakterler çözümlemesinin içine örgütlen
menin dahil edildiği gibi), ilk sonuç olarak, XVIII. yüzyı
lın sonunda, artık ilk ifadesel değerlerin araştırılması değil
de seslerin, bunların arasındaki ilişkilerin ve birbirlerinin
içindeki olası dönüşümlerinin çözümlenmesi olan bir fo
netiğin ortaya çıkması kaydedilebilir; Helwag 1781'de ses
sel üçgeni tanımlamıştır.25 Ayrıca, karşılaştırmalı gramer
konusundaki ilk taslaklar da kaydedilebilir: artık çeşitli
dillerdeki kıyaslama nesnesi olarak, bir harf grubu ile bir
anlam tarafından oluşturulan çift değil de, gramatikal de
ğeri olan değişim bütünleri (fiil çekimleri, ad çekimleri ve
takılamalar) alınmaktadır. Diller artık kelimelerin işaret et
tileri şeyler aracılığıyla değil de, onları birbirlerine bağla
yan şeyler aracılığıyla karşılaştırılmaktadırlar; şimdi temsil
etmeye yönelik şu anonim ve genel düşüncenin aracılığıy
la değil de, kelimelerin birbirlerine karşı sahip oldukları şu
görünüşte çok narin, ama aynı zamanda çok sabit, çok in
dirgenemez nitelikteki hassas aletler sayesinde birbirleriy
le doğrudan iletişim kuracaklardır. Monboddo'nun dediği
gibi, "dillerin mekanizması, kelimelerin telaffuzundan da
25 Helwag, Deformatione loquelae. 1871.
334
Kelimeler ve Şeyler
ha az keyfî ve daha fazla kurala bağlı olduğundan, biz bu
rada dillerin birbirlerine olan yakınlıklarını belirleme ko
nusunda mükemmel bir kıstas buluyoruz, işte bu nedenle,
dilin büyük usulleri olan türetme, bileşim, bükümü aynı
biçimde uygulayan iki dil bulduğumuzda, birinin diğerin
den tûrediği veya her ikisinin birden aynı ilkel dilin lehçe
leri olduğu sonucuna varabiliriz.'126 Dil söylem olarak ta
nımlandığı sürece, temsillerink inden başka bir tarihe sahip
olamazdı: fikirler, şeyler, bilgiler, duygular değişirse, dil iş
te ancak o zaman değişmekteydi ve bu da tam yukarıdaki
değişmelerin ölçeğinde olmaktaydı. Fakat artık dillerin,
yalnızca her birinin bireyselliğini değil, aynı zamanda di
ğerlerine olan benzerliklerini de belirleyen bir iç "meka
nizma"ları vardın işte, özdeşlik ve farklılık taşıyıcısı, kom
suluk işareti, akrabalığın damgası olan bu mekanizma tari
hin desteği haline gelecektir. Tarihsellik onun aracılığıyla
bizatihi sözün kalınlığının içine dahil olabilecektir.
V İDEOLOJİ VE ELEŞTİRİ
Demek ki Genel Gramerin içinde, Doğal larih'in içindi
Zenginlikler Çözümlemesi'nin içinde, XVIII. yüzyılın so
yıllarına doğru, her yerde aynı tipten olan bir olay meycb
na gelmiştir. Temsilleri etkilemiş olan işaretler, o sıralard
kurulabilir olan özdeşlikler ve farklılıklar çözümlemes
benzeşmelerin kaynaşması içinde ihdas edilen hem sürek
hem de eklemleşmiş tablo, ampirik çoğullukların arasınc
tanımlanan düzen; bütün bunlar artık yalnızca temsili
kendine nazaran ikizlenmesine dayanır olmaktan çıkmı
la r d ir. Bu olaydan itibaren arzu nesnelerini degerlendireı
ler artık yalnızca, arzunun kendi kendine temsil edebilea
ği diğer nesneler değil, aynı zamanda bu temsile indirgene
26 Lord Monbocido, Ancient metaphysics, s. 326, c. IV
Temsilin Sınırlan
335
meyen bir unsur olan emektir; doğal bir varlığın karakteri
ze edilmesine izin verenler artık yalnızca, ona ve diğerleri
ne ilişkin olarak yapılan temsiller üzerinden çözümlenebi
lecek olanlar değil, aynı zamanda onun örgütü denilen şu
varlıktır; bir dilin tanımlanmasına izin veren şey, onun
temsilleri temsil etme biçimi değil de, belli bir iç mimari,
kelimeleri birbirlerine nazaran işgal ettikleri gramatikal
konuma nazaran değiştirmenin belli bir biçimidir bu onun
bükümsel işlevidir. Bütün bu şıklarda, temsilin kendi ken
diyle ilişkisi ve her tür niceliksel ölçünün dışında belirlen
mesine izin verdiği düzen ilişkileri, şimdi dış koşullardan,
temsilin aktüelliği içinde bizzat kendine geçmektedirler.
Bir anlamın temsili ile bir kelimenin temsilini birbirlerine
bağlamak için, temsilleri temsil etme konusundaki her tür
iktidann dışında, kendi fonetik değişimlerinin ve kendi
sentetik bağımlılıklarının güçlü sistemine tabi kılınmış
olan bir dilin tamamen gramatikal olan yasalarına başvur
mak ve bunlardan yardım almak gerekir; diller klasik çağ
da bir gramere sahiplerdi, çünkü temsil etme güçleri vardı;
şimdi, onlar için görülmeyen tarihsel yan, temsili değerle
ri artık dış, parıldayan ve görülür cepheden ibaret olan iç
ve gerekli bir hacim gibi olan bu gramerden hareketle tem
sil etmektedirler. Kısmi bir yapıyla, bir canlının bütünü
nün görülebilirliğini, belirgin bir karakterin içinde birbir
lerine bağlamak için, şimdi işaret etmeye yönelik her türlü
damganın dışında ve onlara nazaran geri çekilmiş gibi ola
rak, işlevler ile organlar arasındaki ilişkileri örgütleyen ta
mamen biyolojik yasalara atıfta bulunmak gerekmektedir;
canlı varlıklar benzerlikleri, yakınlıklarını ve ailelerini ar
tık, onlann sergilenen tasvir edilebilirliklerinden hareketle
tanımlanmaktadırlar; dilin kat edebileceği ve tanımlayabi
leceği karakterlere sahiptirler, çünkü onların görülebilirîi
ğinin karanlık, hacimli ve içsel tersiymiş gibi olan bir yapı
336
Kelimeler ve Şeyler
ya sahiptirler, bu, karakterlerin su yüzüne çıkardıkları şu
gizli, ama egemen kitlenin aydınlık ve bilgiye aşama aşama
ulaştıran yüzeyidir, şimdi birbirlerine bağlanmış organiz
maların çevresinde yer alan bir cins birikintidir. Son olarak
da, bir ihtiyaç nesnesinin temsilini, mübadele eyleminde
onun karşısına çıkarabilecek her şeye bağlamak söz konu
su olduğunda, onun değerini belirleyen bir emeğin biçimi
ne ve miktarına başvurmak gerekmektedir; şeyleri piyasa
nın sürekli hareketlerinin içinde hiyerarşikleştirenler, ne
diğer nesneler ne de diğer ihtiyaçlardır, bunu onları üreten
ve onlara sessizce yerleşen faaliyet gerçekleştirmektedir;
onların kendilerine özgü ağırlıklarını, ticari sağlamlıkları
nı, iç yasalannı ve buradan hareketle, onlann gerçek fiyatı
olarak adlandırabilecek şeyi meydana getirenler, onların
imal edilmeleri, elde edilmeleri veya taşınmaları için gere
ken iş günleri veya saatleridir; mübadeleler bu özsel çekir
dekten itibaren gerçekleştirilebilir ve piyasa fiyatları, salın
dıktan sonra, sabit noktalarını bulabilirler.
Bu biraz esrarlı olay, XVIII. yüzyılın sonuna doğru bu
üç alanda meydana gelen bu alt katman olayı, onları tek bir
keresinde aynı kopuşun içine sokmuştur; öyleyse şimdi
onu, onun çeşitli biçimlerini kuran birliğin içine dahil et
mek mümkündür. Bu birliği, rasyonellik cephesindeki bir
gelişme veya yeni bir kültürel temanın keşfinde aramanın
ne kadar yüzeysel olacağı görülmektedir. XVIII. yüzyılın
son yıllarında, biyolojinin veya diller tarihinin veya en
düstriyel üretimin karmaşık olguları, o zamana kadar ya
bancı kaldıkları rasyonel çözümleme biçimlerinin içine so
kulmuşlardır; hayatın, tarihin, toplumun karmaşık biçim
leriyle de aniden ilgilenir hale gelinmemiştir doğmakta
olan, Allah bilir hangi "romantizmBin etkisiyle—; mekanik
modele, çözümleme kurallarına ve idrak yasalarına tabi kı
lınmış bir rasyonalizmden, bu sorunların ûstelemesiyle
Temsilin Sınırlan
337
kurtulımmuş da değildir. Veya daha doğrusu, bütün bunlar
meydana gelmişlerdir, ama yüzey hareketi olarak: kültürel
ilgilerin değişmesi ve kayması, kanaat ve yargıların yeni
den dağılımı, bilimsel söylemin içinde yeni biçimlerin or
taya çıkması, bilginin aydınlık suratına ilk kez çizilen kırı
şıklar. Daha temel bir biçimde ve bilgilerin kendi pozitif
liklerinin içine kök saldıkları bu düzeyde, olay, bilgi içinde
hedeflenen, çözümlenen ve uygulanan nesnelere, hatta on
ları bilinme veya rasyonelleştirilme biçimlerine değil de
temsil ile onun içinde sunulan şey arasındaki ilişkiye dair
dir. Adam Smith ile, ilk filologlarla, Jussieu, Vicq d'Azyr ve
ya Lamarck ile meydana gelen şey, minik, ama kesinlikle
esasa ilişkin bir kaymadır; bu kayma tüm Batı düşüncesi
nin yer değiştirmesine yol açmıştın temsil, kendinden iti
baren ve kendine özgü sergilenişi içinde, onu ikiz hale ge
tiren işleyiş aracılığıyla, çeşitli unsurlarını birleştirebilen
bağları kurma gücünü kaybetmiştir. Hiçbir bileşim, hiçbir
çözülme, hiçbir özdeşlik ve farklılık çözümlemesi, temsil
lerin arasındaki bağı artık meşru kılamaz; düzen, içinde
mekânlaştığı tablo, tanımladığı komşuluklar, izin verdiği
ardışıklıklar, yüzeyin noktalan arasında bir o kadar güzer
gâh olarak, ortak temsilleri veya her birinin unsurlarını
birbirine bağlama gücüne sahip değillerdir. Bu bağların ko
şulu, adeta temsilin dışında, onun dolaysız görülebilirliği
nin ötesinde, ondan daha derin ve kalın bir cins arka dün
yanın içinde yer almaktadır. Varlıkların görünebilen biçim
lerinin canlıların yapısı, zenginliklerin değeri, kelimelerin
sentaksı birbirlerine bağlandıkları noktaya ulaşabilmek
için, bu zirveye, bakışımızın dışında, bizatihi şeylerin kal
bine doğru derinlere dalan şu gerekli, ama asla ulaşılama
yan uç noktaya yönelmek gerekmektedir. Kendilerine özgü
özlerine geri çekilen; onlan harekete geçiren gücün, onlan
ayakta tutan örgütün, onları üretmeye son vermeyen olu
338
Kelimeler ve Şeyler
sumun içine sonunda yerleşen şeyler, temel gerçekleri için
de, tablonun mekânından kaçmaktadırlar; onların temsil
lerini aynı biçimlere göre dağıtan sabitlikten daha başka bir
şey olmamak yerine, kendi üzerlerine dolanmakta, kendi
lerine özgü bir hacim edinmekte, bizim temsilimiz açısın
dan içeri'de olan iç bir mekânı tanımlamaktadırlar. Jeyler,
işte gizledikleri bu mimariden, bu mimarinin egemen ve
gizli saltanatını destekleyen tutarlıktan itibaren, onları do
ğurtan ve onlarda hareketsizmiş gibi, ama hâlâ titreşim
içinde olan bu gücün dibinden itibaren parçalar, kesitler,
bölümler, yongalar halinde olmak üzere, kendilerini temsi
le çok kısmi olarak sunmaktadırlar. Temsil, şeylerin ulaşı
lamaz haznesinden, ancak birliği hep orada, yukarıda ka
lan önemsiz unsurları, parça parça koparabilmektedir.
Temsilin ve şeylerin, ampirik görüiebilirliğin ve doğanın
düzenliliği ile hayal gücünün benzerliklerini özdeşliklerin
ve farklılıkların çerçevelediği alanda birleştiren, temsillerin
ampirik devamım eşanlı bir tabloda sergileyen ve doğanın
kendiliklerinden çağdaş kılınmış unsurlarının bütününü
mantıksal bir tutarlık içinde adım adım aşmaya izin veren
esas kuralların ortak yeri olarak hizmet etmekte olan düzen
mekânı, artık dağılacaktır; şeyler bu dağılmış mekânda,
kendi örgütleriyle, gizli damarlarıyla, onları eklemleştiren
mekânla, onları üreten zamanla birlikte var olacaklardır; ve
bu dağılmış mekânın içinde daha sonra, şeylerin bir öznel
lik, bir bilinç, özel gayret içindeki bir bilgi, kendi tarihinin
dibinden veya ona aktarılmış olan gelenekten hareketle bi
linmeye çalışan "psikolojik" birey karşısında kendini hep
kısmen belli ettiği, saf zamansal ardışıklık olan temsil bu
lunacaktır. Temsil, şeyler ile bilginin ortak oldukları varo
luş tarzını artık tanımlayamaz hale gelmeye doğru yol al
maktadır. Temsil edilenin varlığı, şimdi bizatihi temsilin
dışına düşecektir.
Temsilin Sınırlan
339
Fakat, bu önerme tedbirsizdir. Her halü kârda, XVIII.
yüzyılın sonunda henüz kesin olarak yerleşik hale gelme
miş olan bir bilgi konumunu ortaya çıkmış gibi kabul et
mektedir. Smith'in, Jussieu'nün ve W. Jones'un emek, ör
güt, gramatikal sistem kavramlarından yararlanmış olma
nedenlerinin hiç de, klasik düşünce tarafından tanımlan
mış tablo mekânından çıkmak, şeylerin görülebilirliğini bir
yana bırakarak, kendi kendilerini temsil eden temsillerin
işleyişinden kurtulmak değil de sadece bu tablonun içinde,
aynı anda hem çözümlenebilir, hem sabit, hem de temelli
olan bir bağlantı ihdas edebilmek olduğunu unutmamak
gerekir. Söz konusu olan hâlâ, özdeşliklerin ve farklılıkla
rın büyük düzenini bulabilmekti. Bizzat temsil edilenin
varlığının temsilin öteki tarafında aranmaya başlamasına
yol açacak olan büyük dönemeç henüz dönülmemiştir; yal
nızca, bu dönme'işlemini mümkün hale getirecek olan yer
ihdas edilmiştir. Fakat bu yer, hâlâ temsilin iç düzenlerin
de yer almaktadır. Bu ikircikli epistemolojik dış biçime, hiç
kuşkusuz onun gelecekteki çözülmesini işaret eden felsefi
bir ikilik tekabül etmektedir.
XVIII. yüzyılın sonunda İdeoloji ile eleştirel felsefenin
Destutt de Tracy ve Kant'mki bir aradaki varlıkları, bi
limsel düşüncelerin yakında çözülecek olan bir birlik için
de tuttuklan şeyleri, birbirine dış, ama eşanlı iki düşünce
biçimi altında paylaştırmaktadır. İdeoloji, Destutt veya Ge
rando'da kendini aynı anda hem felsefenin bürünebileceği
tek rasyonel ve biçimsel biçim hem de genel olarak bilim
lere ve bilginin her tekil alanına önerilebilecek yegâne fel
sefi temel olarak sunmaktadır. Fikirler bilimi olan İdeoloji,
kendilerine nesne olarak doğa varlıklarını veya dilin keli
melerini veya toplumun yasalarını alan bilgilerle aynı tip
ten bir bilgi olmak zorundadır. Fakat, nesnesi bizatihi fi
kirler, onların kelimelerin içindeki ifade tarzları ve akıl yü
340
Kelimeler ve Şeyler
rütmelerdeki bağlantı biçimleri olarak kaldığı sürece,
mümkün her bilimin Grameri ve Mantığı olarak değer ka
zanmaktadır. İdeoloji, temsilin temelini, sınırlarını veya
kökünü sorgulamamakta, genel temsil alanında dolaşmak
ta, burada ortaya çıkan zorunlu ardışıklıkları saptamakta,
oradaki bağlantıları tanımlamakta, orada hüküm sürebilen
bileşim ve çözülme yasalarını açığa çıkarmaktadır. Bütün
bilgiyi temsiller alanına yerleştirmekte, ve bu mekânı dola
şarak, onu örgütleyen yasaların bilgisini formüle etmekte
dir. Bir bakıma, bütün bilgilerin bilgisidir. Fakat bu kuru
cu izlenme, onu temsil alanından çıkarmamaktadır; bu
ikizlenmenin amacı, her bilgiyi dolaysızlığmdan kurtulma
nın asla mümkün olmadığı bir temsilin üzerine düşürmek
tin "Düşünmenin ne olduğunu, her ne olursa olsun, düşü
nürken ne hissettiğimizi acaba hiç, biraz kesin olarak fark
ettiniz mi?.. Bir kanaatimiz olduğunda, bir yargı oluşturdu
ğumuzda, kendi kendinize şunu düşünüyorum dersiniz.
Fiili durumda ister doğru ister yanlış olsun, bir yargıya sa
hip olmak bir düşünme eylemidir; bu eylem, bir ilişki, bir
bağlantı olduğunun hissedilmesine ilişkindir... Gördüğü
müz üzere, düşünmek her zaman hissetmektir ve hissetmek
ten başka bir şey değildir."27 Fakat, Destutt'ün bir ilişkinin
düşüncesini, bu düşüncenin hissedilişiyle veya daha kısa
ca, düşünceye genel olarak hissetmeyle açıklarken, temsil
alanının tümünü, içinden çıkarmaksızın kapsadığını kay
detmek gerekir; fakat, temsilin tamamen basit ilk biçimi
olarak duygunun, düşünceye sunulabilecek şeyin mini
mum içeriği olarak hissedişin, onu fark edebilecek fizyolo
jik koşulların düzeni içinde devrildikleri sınıra ulaşmakta
dır. Bu yönde okunan şey, düşüncenin en ince genelliği ola
rak görülürken şifresi diğer yönde çözüldüğünde, zoolojik
bir özelliğin karmaşık sonucu olarak ortaya çıkmaktadır:
27 Destutt de Tracy, Elements d'ideologie, I, s. 3335.
Temsilin Sınırlan
341
"Eğer entelektüel yetenekleri bilinmiyorsa, bir hayvana
ilişkin olarak ancak eksik bir bilgiye sahip olunmaktadır,
ideoloji zoolojinin bir parçasıdır ve bu parça özellikle in
san söz konusu olduğunda önemlidir ve derinleştirilmeyi
hak etmektedir."28 Temsilin çözümlenmesi en büyük ge
nişliğine ulaştığı ânda, yaklaşık olarak bir insan doğal bffi
mi olabilen veya daha doğrusu olabilecek, çünkü henüz
böyle bir şey yoktur— bir alana, en dış yanıyla temas etmek
tedir.
Biçimleri, tarzları ve hedefleri itibariyle ne kadar fark
lı olsalar da, Kantçı soru ve ideologların sorusu aynı uygu
lama noktasına sahiptirler: temsillerin kendi aralarındaki
ilişki. Fakat Kant bu ilişkiyi soruyu kuran ve meşrulaştı
ran, edilginliğin ve bilincin uç taraflarında saf ve basit
duygu haline gelecek kadar hafifletilmiş temsil düzeyinde
değil de onu genelliği içinde mümkün kılan şeyin yönün
de sorgulamaktadır. Temsiller arasındaki bağı, onu saf izle
nimine varana kadar yavaş yavaş boşaltan iç bir cins ayar
lamaya dayandırmak yerine bu bağı onun evrensel olarak
geçerli biçimini tanımlayan koşulların üzerinde kurmakta
dır. Kant sorgusunu böylece yönlendirerek, hangisi olursa
olsun her temsilin bizzat ondan itibaren teslim edilebilir
hale geldiği şeye hitap etmek için, temsili ve onda verili
olan şeyin çerçevesini çizmektedir. Demek ki, kendilerine
özgü bir işleyişin yasalarına uygun olarak, tek bir hareket
le çözülebilen (çözümlemeyle) ve tekrar bileşebilenler
(sentezle) temsillerin bizzat kendileri değildir: temsillerin
içeriklerinin üzerine yalnızca, deney yargılan veya ampirik
fark edişler dayandmlabilir. Diğer her bağlantı, eğer evren
sel olmak zorundaysa, her deneyin ötesinde, onu mümkün
kılan apriorVyz dayanmak zorundadır. Bunun nedeni, baş
ka bir dünyanın değil de, genel olarak dünyanın her temsi
28 age, Önsöz, s. 1.
342
Kelimeler ve Şeyler
linin var olabileceği koşulların söz konusu olmasıdır.
Öyleyse, Kantçı eleştiri ile, aynı dönemde kendini ide
olojik çözümlemenin hemen hemen tam biçimi olan ilk
şekli olarak sunan şey arasında kesin bir mütekabiliyet var
dır. Fakat İdeoloji, düşüncesini bütün bilgi alanına yayarak
kökensel izlenimlerden, mantık, aritmetik, doğabilimleri
ve gramerden geçerek, siyasal iktisata kadar—, temsilin dı
şında oluşmakta ve yeniden oluşmakta olan şeyi temsil bi
çiminde ele almaya çalışıyordu. Bu ele alış ancak, hem te
kil hem de evrensel bir yaradılışın adeta efsanevi biçimi al
tında yapılabilirdi: soyutlanmış, boş ve soyut bir bilinç, en
minik temsilden hareketle, temsil edilebilir her şeyin tab
losunu yavaş yavaş eleştirmek zorundaydı. Bu anlamda
İdeoloji, klasik felsefelerin sonucudur —biraz, Juliette'in
klasik anlatıların sonuncusu olması gibi. Sade'm sahnele
ri ve akıl yürütmeleri arzunun bütün yeni şiddetini, şeffaf
ve hatasız bir temsilin sergilenişi içinde ele almaktadırlar;
İdeolojinin çözümlemeleri, temsilin bütün biçimlerini, en
karmaşıklarına varana kadar, bir doğumun anlatısı içinde
ele almaktadırlar. Buna karşılık Kant eleştirisi, İdeolojinin
karşısında modernliğimizin eşiğini vurgulamaktadır; tem
sili basit unsurdan mümkün bütün bileşimlerine giden be
lirsiz harekete göre değil de, hak sınırlarından itibaren sor
gulamaktadır. Böylece, Avrupa kültüründe XVIII. yüzyılın
sonunda meydana gelen bu olayı ilk kez zikretmiş olmak
tadır: bilginin ve düşüncenin temsil mekânının dışına çe
kilmeleri. Bu çekilme böylece, temeli, kökeni ve sınırlan
itibariyle sorguya çekilmiştir, klasik düşüncenin ihdas etti
ği, ideolojinin aşama aşama ilerleyen ve bilimsel olan bir
adım adım yol alış içinde kat etmek istediği sınırsız temsil
alanı, bizatihi bu olgudan ötürü ortaya bir metafizik olarak
çıkmıştır. Fakat, çevresi asla kuşatılamayan, bilgisiz bir
dogmatizmin içine yerleştirilen ve hakkının ne olduğu so
Temsilin Sınırlan
343
rusunu asla gün ışığına çıkarmayan bir metafizik. Eleştiri
bu anlamda, XVIII. yüzyıl felsefesinin yalnızca temsil çö
zümlemesi aracılığıyla indirgemek istediği metafizik boyu
tu yeniden ortaya çıkarmıştır. Ama aynı zamanda, temsilin
kaynağı ve kökeni olan her şeyi temsilin dışında sorgula
mak isteyen başka bir metafiziğin olabilirliğine yol vermiş
tir; bu metafizik, XIX. yüzyılın Eleştirisi'nin içinde gelişti
receği şu Hayat, istek, Söz felsefelerine izin vermiştir.
VI. NESNEL SENTEZLER
Buradan hareketle, ortaya âdeta sonsuz bir sonuç dizisi
çıkmıştır. Bu sonuçların her halü kârda sınırı yoktur, çün
kü düşüncemiz bugün hâlâ onların hanedanına mensup
tur. Hiç kuşkusuz, ilk sıraya aşkın bir tema ile yeni —veya
en azından yeni bir şekilde dağıtılan ve temellendirilen
ampirik alanların eşanlı olarak ortaya çıkışlarını yerleştir
mek gerekir. Mathesis'in XVII. yüzyılda genel düzen bilimi
olarak ortaya çıkışının yalnızca matematik disiplinlerde
kurucu bir role sahip olmakla kalmayıp, aynı zamanda ge
nel gramer, doğal tarih ve zenginlikler çözümlemesi gibi
çeşitli ve tamamen ampirik alanların oluşumuyla bağlantı
lı olduğunu görmüştük; bunlar, doğanın matematikselleş
tirilmesinin veya mekanikleştirilmesinin onlara hükmetti
ği bir n model"e göre inşa edilmemişlerdir; bu disiplinler,
genel bir olabilirlik zemini üzerinde kurulmuşlar ve dü
zenlenmişlerdir: bu zemin, temsillerin arasında düzene so
kulmuş bir özdeşlikler ve farklılıklar tablosu kurulmasına
izin vermiş olanıdır» iki yeni düşünce biçimini birbirleriy
le bağlantılı olarak ortaya çıkaran şey, düzene sokulabilir
temsillerin bu türdeş alanının XVIII. yüzyılın son yılların
daki çözülmesidir. Bu biçimlerden biri, temsiller arasında
ki ilişkinin koşullarını, onları genelde mümkün kılan şey
344
Kelimeler ve Şeyler
lerin cephesinde sorgulamaktadır: öznenin orada deneye
asla teslim edilmemiş (çünkü ampirik değildir), ama sonlu
(çünkü entelektüel içe doğma yoktur) olduğu aşkın bir
alanı böylece açığa çıkarmakta, deneyin genel olarak bir x
nesnesine olan ilişkisi içindeki bütün biçimsel koşullarını
belirlemektedir; bu, temsiller arasındaki mümkün bir sen
tezin temelini açığa çıkaran aşkın öznenin çözümlenmesi
dir. Aşkına yönelik bu açıklığın karşısında, sentetik olan
başka bir düşünce biçimi, temsiller arasındai ilişkinin ko
şullarını, bizzat orada temsil edilmekte olan varlık cephe
sinden sorgulamaktadır bu, şu anki bütün temsillerin uf
kunda, kendini kendiliğinden onların birliğinin temeli ola
rak işaret eden şeydir; bunlar, asla nesnelieştirilemeyen şu
nesneler, asla tamamen temsil edilebilir olmayan şu temsil
ler, aynı ânda hem aşikâr hem de görülmez olan şu görüle
bilirlikler, kendini bize sunan ve bize doğru ilerleyenin ku
rucuları oldukları ölçüde geri çekilen şu gerçekliklerdir:
emek gücü, hayatın kuvveti, konuşma iktidarı. Şeylerin de
ğeri, canlıların örgütlenmesi, gramatikal yapı ve dillerin ta
rihsel yakınlığı, işte deneyimizin dış sınırlarında kol gezen
bu biçimlerden itibaren bütün temsillerimize kadar gel
mekte ve bizden, herhalde sonsuz olan bilgi ödevini talep
etmektedirler. Deneyin olabilirlik koşulları böylece, nesne
nin ve varlığın olabilirlik koşullan içinde aranmaktadır;
oysa aşkın düşüncede, deney nesnelerinin olabilirlik ko
şullan, bizzat deneyin olabilirlik koşullarıyla özdeşleştiril
mektedir. Hayat, dil ve iktisat bilimlerinin yeni pozitifliği,
aşkın bir felsefenin ihdas edilmesiyle bağlantılıdır.
Emek, hayat ve dil; canlı varlıklann, üretim yasaları
nın, dil biçimlerinin nesnel bilgisini mümkün kılan bir o
kadar "aşkınlık" olarak ortaya çıkmaktadırlar. Kendi var
lıklarının içinde bilgi dışındadırlar, fakat bizatihi bundan
ötürü, bilgilerin koşullarıdırlar; Kant tarafından keşfedilen
Temsilin Sınırları
345
aykırı bir alana denk düşmektedirler, ama ondan gene de
iki esas noktada farklılaşmaktadırlar: nesne cephesine ve
bir bakıma onun da ötesine yerleşmektedirler; tıpkı aşkın
Diyalektikteki Fikir'in olduğu gibi, olguları toplamakta ve
ampirik çoğullukların apriori tutarlıklarını bildirmektedir
ler; fakat bu çoğullukların esrarlı gerçekliği, düzeni ve bu
düzenin bilinecek şeylerle olan bağını bütün bilgilerden
önce oluşturan bir varlığın içinde temellendirmektedirler,
üstelik aposteriori gerçeklikler ve bunların sentezinin ilke
lerine ilişkin olmaktadırlar —mümkün her deneyin apriori
sentezinin ilkelerine değil. Birinci farklılık (aşkınlıklarm
nesne cephesine yerleşmiş olmaları olgusu), Kantöncesi
kronolojilerine rağmen, "eleştiri öncesi" olarak gözüken
bu metafiziklerin doğumunu açıklamaktadır: nitekim, bu
metafizikler kendilerini aşkın özenlilik düzeyinde ifşa ede
bilecekleri halleriyle bilgi koşullarının çözümlenmesinden
uzaklaşmakta ve ancak temsil alanının önceden sınırlan
mış olması ölçüsünde mümkün olabilen nesnel aşkınlık
lardan hareketle (Söz, Tanrı, İstek, Hayat) gelişmektedir
ler; demek ki bu metafizikler, bizzat eleştirininkiyle aynı
arkeolojik zemine sahiptirler. İkinci farklılık (bu aşkınlık
larm aposteriori sentezlere ilişkin olmaları olgusu), bir "po
zitivizmBin ortaya çıkmasını açıklamaktadır: rasyonelliğe
ve bağlantısı gün ışığına çıkarılması mümkün olmayan
nesnel bir temele dayanan koskoca bir olgular tabakası de
neye sunulmuştur; cevherler değil de, olgular; özler değil
de, yasalar; varlıklar değil de, düzenlilikler tanınabilir. Böy
lece, eleştiriden hareketle veya daha doğrusu, Kantçılığın
ilk felsefi saptamasını yaptığı, varlığın temsile nazaran şu
mesafesinden hareketle temel bir korelasyon kurulmakta
dır: bir yanda nesnenin metafizikleri veya daha da kesin
olarak, nesnelerin yüzeysel bilgimize oradan itibaren gel
dikleri şu asla nesnelleştirilemeyen tabanın metafizikleri;
346
Kelimeler ve Şeyler
ve diğer yanda, kendilerine görev olarak yalnızca, bizatihi
pozitif bir bilgiye sunulmuş olan şeyin gözlemini yükleyen
felsefeler. Bu zıtlığın iki teriminin birbirlerine nasıl destek
ve güç verdikleri görülmektedir; "zemin" veya "aşkın" me
tafizikleri, saldın noktalarını pozitif bilgilerin haznesinin
içinde (ve özellikle, biyolojiyi, ekonomiyi ve filolojiyi öz
gürleştirebilecek olanlannkinin içinde) bulacaklardır; ve
bunun tersine, pozitivizmler meşruluklarını bilinemez ze
min ile bilinebilirin rasyonelliği arasındaki paylaşımın
içinde bulacaklardır. Eleştiri—pozitivizmnesnenin metafi
zik üçgeni, XIX. yüzyılın başından Bergson'a kadar, Batı
düşüncesinin kurucu unsuru olmuştur.
Böylesine bir örgütlenme, arkeolojik olabilirliği içinde,
artık yalnızca iç çözümlenmesinin farkına varamayacağı şu
ampirik alanların su yüzüne çıkmalarına bağlıdır. Demek
ki, modern episteme'ye özgü belli sayıda düzenlemeye bağ
lıdır.
Her şeyden önce, o zamana kadar formüle edilmeden,
ve gerçeği söylemek gerekirse, var olmadan kalmış olan bir
tema ortaya çıkmıştır. Klasik çağda gözlem bilimlerinin ve
gramatikal bilgilerin veya ekonomik deneyin matematik
selleştirilmesine çalışılmamış olması garip gözükebilir.
Sanki doğanın Galilegil matematikselleştirilmesi ve meka
niğin kurulmuş olması, bir mathesis tasarısının gerçekleş
mesine tek başlarına yetmişler gibidir. Burada paradoksal
olan bir şey yoktur: temsillerin özdeşliklerine ve farklılık
larına göre çözümlenmesi, sürekli tablolar içinde düzene
sokulmaları, niteliksel bilimleri evrensel bir mathesis'in içi
ne yerleştirmekteydi XVIII. yüzyılın sonunda, temel ve ye
ni bir paylaşım meydana gelmiştir; temsillerin bağı şimdi
bizatihi onlan çözen hareketin içinde kurulmadığından,
analitik disiplinler senteze başvurmak zorunda olanlara
nazaran, epistemolojik olarak farklılaşacaklardır. Demek
Temsilin Sınırlan
347
ki, bir apriori bilimler, biçimsel ve saf bilimler, mantığa ve
matematiğe ilişkin tümdengelime! bilimler alam olacaktır;
öte yandan, bir aposteriori bitimler, tümdengelimci biçim
leri ancak parçalar halinde ve yerleri sıkı sıkıya belirlenmiş
bölgelerde kullanan ampirik bilimler alanının koptuğu gö
rülmektedir. Oysa bu paylaşım, mathesis ile evrensel düzen
biliminin birbirlerinden ayrılmalanyla kaybedilmiş olan
birliği, başka bir düzeyde yeniden bulma gibi bir epistemo
lojik kaygının ortaya çıkması sonucunu vermiştir. Buradan
da, bilimler üzerindeki modern düşünceyi karakterize
eden bazı çabalar kaynaklanmıştın bilgi alanlarının mate
matikten hareketle sınırlandırılması ve en karmaşık ve en
az kesin olanına doğru tedricen gidebilmek üzere ihdas
edilen hiyerarşi, tümevarımın ampirik yöntemleri üzerin
deki düşünce ve hem onları felsefi olarak temellendirmek
hem de biçimsel bir açıdan meşrulaştırmak üzere sarf edi
len çaba, ekonomi, biyoloji ve son olarak da bizzat lengü
istik alanlarını saflaştırmak, biçimselleştirmek ve belki de
matematikselleştirmek yönündeki girişim. Bölünmez bir
epistemolojik alan oluşturma konusundaki bu girişimlerin
karşısında, bir olanaksızlığın düzenli aralıklarla öne sürül
mesi bulunmaktadır: bu olanaksızlık ya hayatın indirgen
mesi mümkün olmayan bir kendine özgülüğüne (bu ken
dine özgülük, özellikle XIX. yüzyılın başından itibaren
kavranmaya çalışılacaktır) ya da her metodolojik indirge
meye direnen insan bilimlerinin kendilerine özgü karakte
rine (bu düzensizlik, özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısın
da tanımlamaya ve ölçmeye çalışılmıştır) dayanmaktadır.
Ampiriğin biçimselleştirilmesinin mümkün olduğuna veya
olmadığına ilişkin karşılıklı veya eşanlı bu çifte iddianın
içinde, hiç kuşkusuz XVIII. yüzyılın sonuna doğru sentez
olanağını mekânından kopartan şu derin hareketin izini
görmek gerekmektedir. Biçimselleştirmeyi ve matematik
selleştirmeyi her modern bilimsel tasarının kalbine yerleş
348
Kelimeler ve Şeyler
tiren, işte bu olaydır, ampiriğin her aceleci maternatiksel
leştirilmesinin veya her saf biçimselleştirilmesinin neden
"eleştiriöncesi" bir dogmatizm edasına bûrûndüğünû ve
düşüncenin içinde ideolojinin bayağılığına bir geri dönüş
olarak yankılandığını açıklayan da odur.
Modern episteme'nin ikinci bir karakterine daha değin
mek gerekmektedir. Klasik çağ boyunca, ampirik olanları
da dahil, bilginin evrensel bir mathesis ile olan sabit ve te
mel ilişkisi, aralıksız olarak ve çeşitli biçimler altında yeni
den ele alman, bilgilerin sonunda birleşik hale gelmiş olan
bir corpus'una ilişkin tasarıyı meşrulaştırmaktaydı; bu ta
san, sırasıyla, ama temeli bu yüzden bir değişime uğramak
sızm, ya genel bir hareket bilimi, ya evrensel bir karakteris
tik, ya yansıyan ve tüm çözümleme değerleri ve tüm sen
taks olanakları içinde yeniden oluşturulan bir dil, ya da bil
ginin alfabetik veya analitik bir Ansiklopedisi edasına bü
rünmüştür; bu girişimlerin sonuna varamaması veya doğ
malarına neden olan amacı tam olarak gerçekleştirememe
lerinin pek bir önemi yoktur bunların hepsi de, klasik ça
ğın bilgiye arkeolojik kaide olarak özdeşliklerin ve farklı
lıkların çözümlemesiyle evrensel bir düzene sokma olabi
lirliği vererek ihdas ettiği derin birliği, olayların veya me
tinlerin görülebilir yüzeyinde dışa vurmaktadırlar. Böylece,
Descartes, Leibniz, Diderot ve d'Alembert, onların başarı
sızlıkları olarak adlandırılabilecek şeyin içinde, boşlukta
asılı kalan ve sapmış eserlerinde, klasik düşüncenin kuru
cu unsurunun çok yakınında kalmaya devam etmekteydi
ler. Mathesis'in birliği XIX. yüzyıldan itibaren kurulmuş
tur: önce, çözümlemenin saf biçimleriyle sentez yasalannı
ayıran çizgi boyunca, sonra da, sentezleri, aşkın öznelliği
ve nesnelerin varoluş tarzını temellendirmek gerektiğinde
ortaya çıkan ayırım hattı boyunca. Bu iki kopuş biçimi,
belli bir evrensellik hedefinin Descartesçı ve Leibnizci giri
şimlerin doğrultusuna yerleştiriyora benzediği iki girişim
Temsilin Sınırlan
349
dizisine can vermiştir. Fakat biraz daha yakından bakıldı
ğında, bilgi alanının birleştirilmesi, XIX. yüzyılda klasik
çağdakiyle ne aynı biçimlere, ne aynı iddialara, ne de aynı
temellere sahip olmuştur/olabilmiştir. Descartes'm veya Le
ibniz'in döneminde, bilgi ile felsefenin karşılıklı şeffaflıkla
rı tamdı; öylesine ki, bilginin felsefi bir düşünce halinde
evrenselleştirilmesi, özel bir düşünce tarzı gerektirmemek
teydi. Sorun Kant'tan itibaren tamamen farklı hale gelmiş
tir; bilgi artık kendini bir mathesis'in birleşik ve birleştirici
zemini üstünde sergilememektedir. Bir yandan, biçimsel
alan ile aşkın alan arasındaki ilişkiler sorunu (ve bu düzey
de bilginin bütün ampirik içerikleri parantez içine alınmış
lardır ve her türlü geçerliğin uzağında kalmaktadırlar); ve
öte yandan, ampiriklik alanı ile bilginin aşkın temeli ara
sındaki ilişkiler sorunu (bu durumda, biçimselin saf düze
ni, düşüncenin en saf biçimlerininki de dahil, bütün de
neylerin temellendikleri bölgeyi kavramak konusunda uy
gun görülmeyerek, bir yana bırakılmaktadır) ortaya konul
maktadır. Fakat bu durumların her ikisinde de, evrensellik
konusundaki felsefi düşünce gerçek bilgi alanıyla aynı dü
zeyde değildir; felsefi düşünce kendini, ya temeUendirmeye
yatkın saf bir düşünce ya da ifşa etmeye ehil bir yeniden ele
alış olarak kurmaktadır. Felsefenin birinci biçimi, aşkınhk
alanının tümünün, soy açısından saf, evrensel ve düşünce
den boşaltılmış yasalardan çıkarsandığı Fichte girişiminde
açığa çıkmıştır: bu yolla, ya bütün aşkın düşünceyi orada
biçimselliklerin çözümlemesine indirgemeye uğraşıldığı ya
da bütün biçimselliklerin olabilirlik zemininin aşkın öznel
liğin içinde keşfetmeye çalışıldığı bir araştırma alanı açıl
mıştır. Diğer felsefi açıklığa gelince, burası önce Hegel fe
nomenolojisiyle birlikte, ampirik alanın toplamı kendini
kendine zihin olarak, yani aynı anda hem ampirik, hem de
aşkın alan olarak ifşa eden bir bilincin içinde yeniden ele
350
Kelimeler ve Şeyler
alınınca ortaya çıkmıştır.
Husserl'in kendine çok sonraları yükleyeceği fenome
nolojik görevin, olabilirliklerinin ve olanaksızlıkların en
derin noktalarında, XIX. yüzyıldan itibaren oluşan haliyle
Batı felsefesinin kaderine nasıl bağlı olduğu görülmektedir.
Nitekim, Husserl'in üstleneceği bu görev, biçimsel bir man
tığın haklarını ve sınırlarını aşkın tipten bir düşüncenin
içine demirlemeye ve öte yandan da, aşkın öznelliği, bir tek
kendini oluşturmaya, sürdürmeye ve sonsuz netleştir
melerle açmaya olanağının olduğu ampirik içeriklerin üstü
kapalı ufkuyla bağlamaya çalışmaktadır. Fakat herhalde,
fenomenolojiden bile daha önce, bütün diyalektik girişim
leri tehdit eden ve bunları her zaman tatlılıkla veya zorla
bir antropolojinin içine yuvarlayan tehlikeden kur
tulamamaktadır. Ampirik içeriklere aşkınlık değeri vermek
ve bir antropolojiye, yani bilme hakkının sınırlarının (ve
buna bağlı olarak bütün ampirik bilginin) aynı zamanda,
kendilerini tam da bu aynı ampirik bilginin içinde sunduk
ları halleriyle varoluşun somut biçimleri de oldukları bir
düşünce tarzına hiç değilse sessizce yer vermeden, ona
kurucu bir öznelliğin tarafında doğru yer değiştirtmek kuş
kusuz mümkün değidir.
Batı episreme'şinin başına XVIII. yüzyılın sonunda
gelen temel olayın en uzak ve bizim için kuşatılması en güç
sonuçları, şu şekilde özetlenebilir: saf biçimler alanı, bütün
ampirik bilgilere nazaran hem özerklik hem de hükümran
lık kazanarak, somutu biçimselleştirme ve her şeye rağmen
saf bilimler oluşturma tasarısını sürekli canlandırarak,
kendini negatif bir şekilde soyutlamıştır; ampirik alanlar,
felsefe değeri ve işlevi alarak, felsefeyi veya karşıfelsefeyi
indirgeyerek, öznellik, insan ve sonluluk hakkındaki
düşüncelere pozitif bir şekilde bağlanmışlardır.
SEKİZİNCİ AYIRIM
Emek, Hayat, Dil
rtk?
1. YENİ AMPİRİKLİKLER
İşte, yerini belirlemenin söz konusu olduğu tarihsel olayın
çok ötelerine geçtik; Batı dünyasının episteme'siıü derinle
mesine ayıran ve ampiriklikleri tanımanın belli bir modern
biçiminin başlangıcını bizim için soyutlayan bu kopuşun
kronolojik sınırlarının çok ötesine geçtik. Bunun nedeni,
bizim çağdaşımız olan ve iyi kötü onunla düşünmekte ol
duğumuz düşüncenin, XVIII. yüzyılın sonunda gün ışığına
çıkartılmış olan, sentezleri temsil alanında temellendirme
nin olanaksızlığının ve nesnelliğin aşkın alanını açma ile
bunun tersine, bizim için Hayat, Emek, Dil olan şu "adeta
aşkınlıklaruı oluşturma konusundaki bağlantılı, eşanlı,
ama kendine rağmen parçalanmış zorunluğun hâlâ ege
menliği altında bulunmasıdır. Bu zorunluğu ve bu olanak
sızlığı tarihsel fışkırmaların ürkütücülügü içinde ortaya çı
352
Kelimeler ve Şeyler
kartmak için, çözümlemenin kaynağını böylesine bir açık
lıkta bulan düşünce boyunca koşmasına izin vermek gere
kirdi; sözün, sonunda tersine dönme noktasına ulaşabil
mesi için, modern düşüncenin kaderini veya yokuşunu
hızla ikiye katlaması gerekirdi: Modern çağın eşiğinde olu
şan bu düşüncenin tamamının kuşatılmasına değilse bile,
bir kısmının hâlâ bize kadar ulaşmasına, bizi sarmalaması
na ve söylemimize sürekli zemin olarak hizmet vermesine
izin veren, henüz soluk, ama herhalde belirleyici olan bu
günün bu netliği. Ancak, olayın diğer yarısı kuşkusuz en
önemlisi, çünkü ampirik bilgilerimizin tutundukları pozi
tifliklere bizatihi varlıktan, kökleri itibariyle ilişkindi— boş
lukta kalmıştır; ve şimdi onu çözümlemek gerekmektedir.
Bir ilk aşamada kronolojik olarak 17751795 yılları
arasında kalan ve dış biçimi Smith'in, Jussieu'nün ve Wil
kins'in eserleri boyunca belirleneni—, emek, organizma ve
grarnatikal sistem kavramları, temsil çözümlemelerinin içi
ne ve bu çözümlemenin şimdiye kadar kendini sergilediği
tablo mekânına dahil edilmişlerdir veya özel bir statü
içinde yeniden dahil edilmişlerdir. İşlevleri kuşkusuz he
nüz bu çözümlemeye izin vermekten, özdeşlikler ve farklı
lıkların kurulmasına olanak vermekten ve bir düzene sok
ma eyleminin aletini niteliksel arşın (uzunluk ölçüsü) gi
bi— sağlamaktan ibaretti. Fakat ne emek, ne grarnatikal sis
tem, ne canlıların örgütlenmesi çözülen, çözümlenen, ye
niden bileşen ve böylece kendini tam bir ikizlenmenin
içinde temsil eden temsilin basit işleyişiyle tanımlanabilir
veya sağlanabilirdi; öyleyse, çözümleme alanının özerkliği
ni kaybetmemesi olanaksızdı. Bundan sonra, mümkün bü
tün düzenlerin yeri, bütün ilişkilerin matrisi, bütün varlık
ların kendine özgü bireysellikleri içindeki dağılım biçimi
olmaktan çıkan tablo, artık bilgi için ince bir yüzey tabaka
sından başka bir şey meydana getirmemektedir; açığa vur
Emek, Hayat, Dil
353
duğu komşuluklar, çerçevelediği ve tekrarını gösterdiği il
kel özdeşlikler, sergilerken çözdüğü benzerlikler, katedil
mesine izin verdiği sabitlik; görülebilirden hareketle düze
ne sokulan bütün paylaşımların iyice uzağında yer alan ba
zı sentezlerin veya sistemlerin etkilerinden daha fazla bir
şey değillerdir. Kendini ayırımlarının sürekli çerçevesiyle
birlikte bakışlara sunan düzen, artık bir derinliğin üzerin
deki yüzeysel bir parıltıdan başka bir şey değildir.
Batı bilgi mekânı şimdi yana devrilmeye hazırdır: bü
yük evrensel tabakanın, bir mathesis'in olabilirliğiyle bir
likte sergilediği ve bilginin güçlü yanını meydana getir
mekte olan tcucinomia aynı ânda hem ilk olabilirliği hem
de mükemmelliğinin tamamına erişi, karanlık bir dikeyli
ğin içinde yer alacaktır: bu dikeylik, benzerliklerin yasası
nı tanımlayacak, komşulukları ve süreksizlikleri hükme
bağlayacak, algılanabilir düzenleri kuracak ve tcucino
mia'nm bütün yatay açılımlarını, sonuçların biraz da eklen
ti niteliğinde olan bölgesine doğru kaydıracaktır. Batı kül
türü böylece kendine, artık orada özdeşliklerin, ayırımcı
karakterlerin, mümkün bütün yol ve güzergâhlanyla bir
likte daimi tabloların değil de ilkel çekirdeklerinden itiba
ren geliştirilen ve ulaşılamaz nitelikte olan büyük gizli güç
ler köken, nedensellik ve tarihin söz konusu olduğu bir de
rinlik icat etmektedir. Şeyler bundan sonra artık temsile,
ancak bu kendi içine çekilmiş, herhalde bulanıklaşmış ve
karanlığından ötürü daha da koyulaşmış, ama kendi ken
dine daha da güçlü olarak düğümlenmiş, birleşmiş veya
bölünmüş, bu zeminde saklanan güç tarafından telafisiz bir
şekilde bir araya getirilmiş olan bu kalınlığın dibinden ge
çebileceklerdir. Görülebilir biçimler, bunların bağlan, on
ları tecrit eden ve profillerini kuşatan beyazlıklar; bütün
bunlar kendilerini bakışlarımıza artık, ancak onlan zaman
la birlikte kışkırtan bu yukarı bölgenin karanlığının içinde,
354
Kelimeler ve Şeyler
tamamen oluşmuş ve çoktan eklemleşmiş olarak sunacak
tır.
Bu durumda bu, olayın diğer safhasıdır, bilgi, pozi
tifliği içinde doğa ve biçim değiştirmektedir. Bu ani değişi
mi, Sanskritçenin gramatikal sistemi veya canlılarda anato
mik düzenlerle işlevsel planlar arasındaki ilişki veyahut da,
sermayenin ekonomik rolü gibi, henüz bilinmeyen nesne
lerin keşfine atfetmek yanlış özellikle de yetersiz— olacak
tır. Genel Gramerin filoloji doğal tarihin biyoloji ve zen
ginlikler çözümlemesinin siyasal iktisat haline gelmeleri
nin nedeninin, bütün bu bilgi tarzlarının yöntemlerini ta
zelemiş, nesnelerine daha yakınlaşmış, kavramlarını rasyo
nelleştirmiş, daha iyi biçimselleştirme modelleri seçmiş ol
maları kısacası, aklın bizzat kendinin kendini bir cins iç
çözümlemeye tabi tutmasıyla, kendi tarihsel öncellerinden
uzaklaşmış olmaları olduğunu düşünmek de daha fazla
doğru olmayacaktır. Yüzyılın dönemecinde değişen ve te
lafisiz bir başkalaşım geçiren şey, bilen özne ile bilgi nesne
si arasındaki ince ve bölünmez varoluş olarak bilginin bi
zatihi kendidir; eğer üretim maliyeti incelenmeye başladıy
sa ve eğer değerin oluşumunun çözümlenmesinde artık, ta
kasın meydana getirdiği ideal ve ilkel konum kullanılmı
yorsa, bunun nedeni, bilgi mekanındaki temel biçim olarak
üretimin, arkeolojik düzeyde mübadelenin yerine geçmiş
olmasıdır bu ikame ile, bir yandan yeni bilinebilir nesnele
ri(sermaye gibi) ortaya çıkarmakta ve öte yandan da yeni
kavramlar ve yeni yöntemlere (üretim biçimleri çözümle
mesi gibi) hükmetmektedir. Aynı şekilde, eğer Cuvier'den
itibaren canlıların iç örgütlenmesi incelendiyse ve bunu ya
pabilmek için, karşılaştırmalı anatomi yöntemleri kullanıl
dıysa, bunun nedeni, temel bilgi biçimi olarak Hayat'ın, ye
ni nesneleri (karakter ile işlev arasındaki ilişki gibi) ve ye
ni yöntemleri (kıyasların aranması) ortaya çıkarmış olma
Emek, Hayat, Dil
355
sidir. Nihayet, eğer Grimm ve Bopp seslerin birbirlerinin
yerine geçmelerinin veya sessiz harflerin değişimlerinin ya
salarını tanımlamaya uğraştılarsa, bunun nedeni, bilgi tar
zı olarak Söylem'in yerine, o zamana kadar fark edilmez
olan nesneleri (gramatikal sistemleri kıyaslanabilir olduğu
dil aileleri) tanımlayan ve o zamana kadar kullanılmamış
olan yöntemleri (sessiz ve sesli harflerin dönüşüm kuralla
rının çözümlenmesi) hükmeden Dil1 in geçmiş olmasıdır.
Üretim, hayat, dil; bu alanlarda sanki kendi ağırlıklarıyla
ve özerk bir ısrarın etkisiyle, onlan fazlasıyla uzun zaman
dan beri ihmal etmiş olan bir bilgiye dıştan dayatılan nes
neler aramamak gerekir; bu alanlarda, kendilerine özgü
rasyonelliğe doğru ilerleyen bilimler boyunca ortaya çıkan
yeni yöntemler sayesinde, yavaş yavaş inşa edilen kavram
lar da görmemek gerekir. Yeni bilimler ile tekniklerin o za
mana kadar bilinmeyen nesnelerle olan ikincil ve türev ko
relasyonunu, çatlağı olmayan birlikleri içinde destekleyen
ler, bilginin temel tarzlarıdır. Bu temel tarzların oluşumu,
hiç kuşkusuz arkeolojik tabakaların iyice derinlerine gö
mülmüştür: ama gene de, iktisada ilişkin olarak Ricar
do'nun, biyolojiye ilişkin olarak Cuvier'nin ve filolojiye
ilişkin olarak da Bopp'un eserlerinde, bunun bazı işaretle
rini ayıklamak mümkündür.
II. RICARDO
Adam Smith'in çözümlemesinde emek, ayrıcalığını ona
şeylerin değerleri arasında sabit bir ölçü konusunda tanın
mış olan iktidara borçluydu; emek, eğer başka türlü olsay
dı, ayarı değişime açık ve özsel bir nispiliğe tabi olacak
olan ihtiyaç nesnelerinin mübadelesinde eşdeğerlilik yara
tılmasına olanak vermekteydi. Fakat, böylesine bir rolü bir
koşul karşılığında üstlenebilirdi: bir şeyin üretilmesi için
356
Kelimeler ve Şeyler
gereken emek miktarının, bu şeyin mübadele süreci içinde
satın alabileceği emek miktarına eşit olduğunun varsayıl
ması gerekmekteydi. Fakat bu özdeşlik nasıl meşrulaştırı
labilir, eğer üretim faaliyeti olarak emek ile alınıp satılabi
len mal olarak emek arasında var olduğu kabul edilen
açık olmaktan daha fazla kapalı bir aynılığa değilse, ne
ye dayan dır ılabilirdi? Emek bu ikinci anlamı içinde, sabit
bir ölçü olarak kullanılamaz, çünkü "karşılaştırılabildiği
mal veya gıda ürünlerinin uğradıkları kadar değişime uğra
maktadır."1 Adam Smith'deki bu karıştırmanın kökeni,
temsile tanınan önceliğin içinde yer almaktaydı: her mal
belli bir emeği temsil etmekteydi, ve her emek belli bir mal
miktarını temsil edebilirdi. İnsanların faaliyeti ile şeylerin
değeri, temsilin şeffaf unsurunun içinde birbirleriyle ilişki
halindeydiler. Ricardo'nun çözümlemesi, yerini ve belirle
yici önemViıı nedenini işte burada bulmaktadır. Bu çö
zümleme, ekonominin işleyişi içinde emeğe önemli bir yer
verme konusunda birinci değildir; ama kavramın birliğini
kırmakta ve işçinin alınıp satılan bu gücü, bu zahmeti, bu
zamanıyla, şeylerin kökeninde yer alan bu faaliyeti birbir
lerinden ilk kez kökten bir şekilde ayırmaktadır. Demek ki
artık, bir yanda işçilerin arz ettikleri, girişimcilerin kabul
veya talep ettikleri ve bedeli ücretle ödenen emek gücü; öte
yandr1. da maden çıkaran, yiyecek üreten, nesneleri imal
eden, mallan taşıyan ve böylece, ondan önce var olmayan
ve olmaksızın ortaya çıkmayacak olan mübadele edilebilir
değerleri biçimlendiren emek gücü olacaktır.
Smith için olduğu gibi, kuşkusuz Ricardo için de
emek, mübadele akımından geçen malların eşdeğerliliğini
ölçebilmektedir: "Toplumların çocukluk çağında, şeylerin
mübadele edilebilir değeri veya bir başkası karşılığında bir
nesneden verilecek miktarı saptayan kural, bu malların her
1
Ricardo, Toplu Eserler, s. 5, Fr. Çev. Paris, 1882.
Emek, Hayat, Dil
357
ikisinin üretiminde kullanılan karşılaştırmalı emek mikta
rından başka bir şeye dayanmaz."2 Fakat Smith ile Ricardo
arasındaki farklılık şuradadır birincisi için, emek geçimlik
elde edilen işgünieri cinsinden çözümlenebilir olduğun
dan, bütün diğer malların (geçimlik için gereken gıda mad
deleri de kendiliklerinden bunların içinde yer almaktadır)
ortak birimi olarak hizmet edebilir, ikincisi için, emek
miktarı yalnızca emek birimleri halinde temsil edilebilir ol
duğundan değil, emeğin üretim faaliyeti olarak öncelikle
ve temelden, "her değerin kaynağı" olmasından ötürü bir
şeyin değerinin saptanmasına izin verir. Değer artık klasik
çağda olduğu gibi, eşdeğerliliklerin toplam sistemi ve mal
ların birbirlerini temsil etme konusunda sahip olabilecek
leri yetenekten itibaren tanımlanamaz. Değer bir işaret ol
maktan çıkmıştır, bir ürün haline gelmişitr. Eğer şeyler,
ona tahsis edilmiş olan emek kadar ediyorlarsa veya en
azından, değerleri bu emekle orantılıysa, bunun nedeni
emeğin saptanmış, sabit ve her yerde ve her zamanda mü
badele edilebilir bir değer olması değil de, hangisi olursa
olsun her değerin kökeninin emeğin içinde yer almasıdır.
Ve bunun en iyi kanıtı, şeylerin değerinin, üretilmek isten
diklerinde onlara tahsis edilen emek miktanyla birlikte ar
tıyor olmasıdır; fakat bu değer, emeğin ona karşı tamamen
ayrı bir mal olarak mübadele edildiği ücret artışları veya
azalışlarıyla değişmemektedir.3 Pazarlarda dolaşan, birbir
leriyle mübadele edilen değerler hâlâ bir temsil gücüne sa
hiptirler. Fakat bu gücü başka bir yerden her temsilden da
ha ilkel ve daha kökten olan ve bunun sonucu olarak mü
badele tarafından tanımlanamaz nitelikte olan emekten al
maktadırlar. Klasik düşüncede, ticaret ve mübadele zen
ginlikler çözümlemesinin aşılamaz tabanı olarak hizmet
2
3
age, s. 3.
age, s. 24.
358
Kelimeler ve Şeyler
ederken (ve hatta, işbölümüne takas kıstaslarının hükmet
tiği Adam Smith'te bile böyleyken), mübadele olabilirliği,
Ricardo'dan itibaren emeğe dayandırılmıştır; ve üretim te
orisi bundan sonra hep dolaşım teorisini önceleyecektir.
Buradan, dikkat edilmesi gereken üç sonuç çıkmakta
dır. Bunlardan birincisi, kökten yeni bir biçimde olan bir il
liyet dizisinin ihdas edilmesidir. XVIII. yüzyılda ekonomik
belirlenmenin işleyişi bilinmekteydi: paranın nasıl kaçaca
ğı veya akacağı,fiyatlarınyükselip düşeceği, üretimin arta
cağı, sabit kalacağı veya azalacağı açıklanmaktaydı; fakat
bütün bu hareketler, değerlerin birbirlerini temsil edebil
dikleri bk tablo mekânından hareketle tanımlanmaktaydı
lar; fiyatlar, temsil eden unsurlar temsil edilen unsurlardan
daha hızlı arttıklarında yükseliyorlardı; üretim, temsil un
surları temsil edilecek şeylere nazaran azaldıklarında düşü
yordu vb. Her zaman dairesel ve yüzeyde yer alan bir illi
yet söz konusuydu, çünkü çözümleyen ile çözümlenen
arasındaki karşılıklı güçlerden başka bir şeye ilişkin değil
di. Ricardo'dan itibaren temsile nazaran uzaklaştırılan ve
artık tutunacak yerinin olmadığı bir bilgiye yerleşen emek,
kendine özgü bir illiyete göre örgütlenmektedir. Bir şeyin
imali (veya haşatı veya taşınması) için gereken ve değerini
belirleyen emek miktarı, üretim biçimlerine bağlıdır: üre
tim, çalışma sürecindeki bölünme derecesine, aletlerin
miktar ve doğasına, girişimcinin elinde bulunan ve fabrika
sının tesislerine yatırdığı sermaye kitlesine göre değişecek
tir; bazı durumlarda pahalı, diğer bazı durularda daha az
pahalı olacaktır.4 Fakat, bu maliyet (ücretler, sermaye ve
gelirler, kârlar) bütün şıklarda, daha önceden sarf edilmiş
olan ve bu yeni üretime uygulanan emek tarafından belir
lendiği için, üretiminki olan büyük bir çizgisel ve türdeş
dizinin doğduğu görülmektedir. Her emek, şu veya bu bi
4
age, s. 12.
Emek, Hayat, Dil
359
çimde maliyetini belirlediği bu yeni emeğe uygulanan bir
sonuca sahiptir; ve bu yeni emek sarfı da kendi hesabına,
bu değerin oluşumuna dahil olmaktadır vs. Bu dizi halin
deki birikim, klasik zenginlik çözümlemesinde tek başına
rol oynamakta olan karşılıklı belirlenmeden ilk kez kop
maktadır. İleride göreceğimiz üzere, Ricardo'nun gelecek
teki evrimi fiilen bir yavaşlama ve nihayette tarihin tama
men boşlukta kalması biçiminde düşünüyor olmasına rağ
men, bizatihi yukarıdaki olgudan ötürü, dizi halindeki bi
rikim sürekli bir tarihsel zamanın olabilirliğini işe dahil et
mektedir. Ricardo düşüncenin olabilirlik düzeyinde, değe
rin oluşumuyla temsil edilebilirliğini birbirinden ayırarak,
iktisatm tarihle eklemleşmesine olanak vermiştir. "Zengin
likler", bir tablo halinde dağıtılmak ve buradan hareketle
bir eşdeğerlilik sistemi kurmak yerine, zamansal bir zincir
halinde örgütlenmekte ve birikmektedirler: değerler, çö
zümlenmelerine izin veren araçlara göre değil de, onları ya
ratan üretim koşullarına göre belirlenmektedir ve daha da
ötede, bu koşullar üretimlerine uygulanan emek miktarla
rı tarafından belirlenmektedirler. Ekonomik düşüncenin
olaylar veya toplumlar tarihine daha açıklayıcı bir söylem
halinde bağlanmasından önce, tarihsellik ekonomik varo
luş tarzına nüfuz etmiştir (ve kuşkusuz uzun bir süre için).
Ekonomi pozitifliği içinde, artık eşanlı bir farklılıklar ve
özdeşlikler mekânına değil de, ardışık üretimlerin zamanı
na bağlıdır.
Hiç de daha az belirleyici olmayan ikinci sonuca gelin
ce, bu da nedret kavramına ilişkindir. Klasik çözümleme
nedreti ihtiyaca nazaran tanımlamaktaydı: nearetin ihtiya
cın artması veya yeni biçimler kazanması ölçüsünde vurgu
lu hale geldiği kabul edilmekteydi; aç olanlar için buğdayın
kıtlığı, ama sosyetede dolaşan zenginler için elmas kıtlığı.
XVIII. yüzyıl iktisatçıları Fizyokrat olsunlar veya olma
360
Kelimeler ve Şeyler
smlar—, bu kıtlığın aşılmasında toprağın veya toprağın iş
lenmesinin en azından kısmen yardımcı olduğunu düşün
mekteydiler: çünkü toprak, onu işleyenlerin sayısından da
ha fazla insanın ihtiyaçlarım karşılamak gibi harika bir gü
ce sahipti. Klasik düşüncede nedret vardır, çünkü insanlar
sahip olmadıkları nesneleri zihinlerinde canlandırmakta
dırlar, ama zenginlik de vardır, çünkü toprak, hemen tüke
tilmeyen ve bu yüzden diğer nesneleri dolaşım ve mübade
le içinde temsil edebilen nesnelerden belli bir bollukta
üretmektedir. Ricardo bu çözümlemenin terimlerini tersi
ne çevirmiştir: toprağın görünüşteki cömertliği, aslında
yalnızca artan cimriliğinin sayesindedir; ve birinci olan, in
sanların zihnindeki ihtiyaç ve ihtiyacın temsili değil de,
yalnızca ve sadece kökensel bir yetersizliktir Nitekim,
dünya tarihinde emek yani ekonomik faaliyet, insanların
toprağın kendiliğinden verdikleriyle doyamayacak kadar
kalabalıklaştıkları gün ortaya çıkmıştır. Geçimlik bulama
yan bazıları ölmüştür ve eğer toprağı işlemeselerdi, diğer
birçoğu da ölecekti. Ve nüfus arttıkça, yeni orman parçala
rı açılmak, temizlenmek ve tarıma uygun hale getirilmek
zorunda kalınmıştır, insanlık artık tarihinin her anında
ölüm tehdidi altında çalışmaktadır her halk, eğer yeni kay
naklar bulamazsa yok olmaya mahkûmdur; ve bunun ter
sine, insanlar çoğaldıkça, daha çok sayıda, daha uzun rae
safedelerde, daha zor, dolaysız olarak daha az verimli işle
re girişmektedirler. Geçimliklere ulaşılmasının güçleşmesi
ölçüsünde ölümün baskısının daha da ürkütücü hale gel
mesiyle, çalışma bunun tersine yoğunluk olarak artmalı ve
daha üretken hale gelebilmek için bütün araçlan kullan
malıdır. Böylece, iktisatı mümkün ve gerekli kılan şey, sü
rekli ve temelli bir nedret durumudur: bizatihi kendi ola
rak hareketsiz ve küçük bir parçası hariç kısır olan bu do
ğanın karşısında, insan hayatını tehlikeye atmaktadır. îkti
Emek, Hayat, Dit
361
sat ilkesini artık temsilin işleyişinin içinde değil de, haya
tın ölümle boğuştuğu şu tehlikeli bölgenin tarafında bul
maktadır. Demekki, antropolojik denilebilecek, şu oldukça
kaypak ele alışlar düzenine atıfta bulunmaktadır: nitekim,
Malthus'un Ricardo ile aynı dönemde, eğer çare bulunmaz
sa veya zorlama olmazsa hep artış eğiliminde olduğunu
gösterdiği bir insan cinsinin biyolojik öncellerine atıfta bu
lunmaktadır; aynı zamanda, kendilerini çerçeveleyen do
ğada, varlıklarını güvenceye alma olanaklarını bulamama
tehlikesiyle karşı karşıya olan şu canlı varlıkların durumu
na atıfta bulunmaktadır; nihayet, temel yetersizliği reddet
menin ve ölüme karşı bir ân için zafer kazanmanın yegâne
yolunun çalışmada ve hatta bu çalışmanın güçlüğünde bu
lunduğunu işaret etmektedir. İktisatm pozitifliği, bu antro
polojik oyuğa yerleşmektedir. Homo oeconomicus, kendi ih
tiyaçlarını ve onlan giderebilen nesneleri kendine temsil
eden değil de ölümün kaçınılmazlığından kurtulmak için
hayatını geçiren, tüketen ve kaybeden kişidir. O sonlu bir
varlıktır: ve sonluluk sorunu Kant'tan itibaren temsiller çö
zümlemesinden daha temelli hale geldiğinden (ikincisi ar
tık birincisine nazaran ancak türev olabildiğinden), iktisat
da Ricardo'dan itibaren az veya çok açık bir şekilde, sonlu
luğa somut biçimler yüklemeye çabalayan bir antropoloji
ye dayanmaktaydı. XVIII. yüzyıl iktisatı, bütün mümkün
düzenlerin genel bilimi gibi olan bir mathesis ile ilişkiliydi;
XIX. yüzyıl iktisatı ise, insanın doğal sonluluğu üzerinde
bir söylem gibi olan bir antropolojiye başvuracaktır. Bizati
hi bu olgudan ötürü, ihtiyaç, arzu, öznel küre cephesine
aynı dönemde psikolojinin nesnesi haline gelmekte olan
bölgeye geri çekilmektedirler. Marjinalistler, işte XIX.
yüzyılın ikinci yarısında, yarar kavramını tam burada ara
yacaklardır. Bunun tersine, Condillac'ın veya Graslin'in ve
ya Forbonnais'nin değeri ihtiyaçtan hareketle çözümleme
362
Kelimeler ve Şeyler
lerinden ötürü, çoktan "psikolojist" olduklarına inanıla
caktır, ve aynı şekilde, Fizyokratların, Ricardo'dan itibaren
değeri üretim maliyetinden hareketle çözümlemiş olan bir
iktisatın ilk ataları olduklarına inanılacaktır. Gerçekte ise,
Quesnay ve Condillac'ı eşanlı olarak mümkün kılan dış bi
çimden çıkılmış, bilgiyi temsiller düzeni üzerinde temel
lendiren şu episteme'nin saltanatından kurtulunmuş ve
temsil edilen bür ihtiyaçlar psikolojisiyle doğal bir sorum
luluk antropolojisini, bunlan birbirlerine atıf yapmadan
ayıran başka bir epistemolojik düzen içine girilmiş oluna
caktır.
Nihayet sonuncu sonuç, iktisatın evrimine ilişkin ol
maktadır. Ricardo, doğanın özsel cimriliğini onun verimli
liği olarak üstelik hep artan bir verimlilik— yorumlama
manm gerektiğini göstermektedir. Bizzat Adam Smith'e5
kadar, bütün iktisatçıların toprağa özgü bir verimliliğin işa
reü olarak gördükleri toprak rantı, ancak tarımsal çalışma
nın giderek daha zor ve giderek daha az "rantabl" hale gel
mesi ölçüsünde vardır. Nüfusun kesintisiz artmasının daha
az verimli topraklarda tarım yapılmasını zorlamasıyla, bu
yeni buğday üretim birimleri daha fazla emek gerektirmek
tedir: bu, ya daha derin sürüm yapmanın ya daha geniş ala
na tohum atılmasının ya da daha fazla gübre gerekmesin
den kaynaklanmaktadır; demek ki, bu sonuncu ekim alan
larındaki üretim maliyeti, verimli ve zengin topraklarda
kinden daha yüksektir. Öte yandan, elde edilmeleri çok
güç olan bu gıda maddeleri, eğer insanlığın bir bölümünün
açlıktan ölmesi istenmiyorsa, diğer topraklardan elde edi
lenlerinden daha az gerekli değillerdir, öyleyse, iki veya üç
kez daha az emek sarûyla elde edilmiş olanları da dahil, ge
nel buğday fiyatı en verimsiz topraklardaki üretimin mali
yeti tarafından belirlenecektir. Bunun sonucu olarak, işlen
5
Adam Smith, Recherches sur la richesse des naüons. I, s. 190,
Emek, Hayat, Dil
363
mesi kolay topraklar, sahiplerine buraları yüksek bir bedel
karşılığında kiralama olanağı vererek, kazançtan artıracak
lardır. Toprak rantı cömert bir doğanın değil de, cimri bir
toprağın sonucudur. Öte yandan, bu cimrilik her gün biraz
daha fazla hissedilir hale gelecektir: nitekim, nüfus art
makta, giderek daha fakir topraklar işlenmeye başlamakta,
tarımsal fiyatlar ve onlarla birlikte toprak rantlan yüksel
mektedir. İşçinin nominal ücreti de bu baskının altında ar
tabilir artmalıdır, çünkü ücretin minimum geçimlik har
camaları karşılaması gerekir, fakat gene bu aynı nedenden
ötürü reel ücret, uygulamada işçinin giyinmesi, barınması,
beslenmesi için gerekenlerin üzerine çıkamaz. Ve sonuçta,
girişimcilerin kân, toprak rantının artması ve işçi ücretinin
sabit kalması ölçüsünde düşecektir. Hatta, eğer bir sınıra
doğru gidilmeseydi, sonsuza kadar düşerdi: nitekim, en
düstri kârlan bir noktadan sonra o kadar düşük olacaklar
dır ki, yeni işçi çalıştırmak mümkün olmayacaktır; ilave
ücretler olmaksızın, emek gücü artık artamayacak, nüfus
sabitleşecektir; önce ekileninden daha verimsiz yeni top
rakları tarıma açmak gerekmeyecektir: toprak rantı tavana
vuracak ve artık endüstri gelirleri üzerindeki geleneksel
baskısını uygulayamayacak, bu gelirler de artık sabitleşebi
leceklerdir. İnsanın sonluluğu belirli olacaktır ebediyen,
yani belirsiz bir zaman için.
Paradoksal olarak, tarihin bu hareketsizleşmesine izin
veren şey, iktisatın içine Ricardo tarafından dahil edilen bu
tarihselliktir. Klasik düşünce ise, iktisat için hep açık, hep
değişken bir gelecek düşünmekteydi; ama fiili durumda
uzaysal tipten bir değişim söz konusuydu: zenginliklerin
kendilerini sergilerken, mübadele edilirken, düzene girer
ken oluşturdukları düşünülen tablo istediği kadar büyüsün
hep aynı tablo olarak kalmaktaydı, her unsur nispi yüze
yinden kaybetmekte, ama yeni unsurlarla ilişkiye girmek
364
Kelimeler ve Şeyler
teydi. Buna karşılık, XIX. yüzyıldan itibaren Tarih'in fakir
leşmesinin, tedrici ataletinin, taşlaşmasının ve kısa bir sü
re sonra da taş gibi hareketsizliğinin düşünülmesine izin
veren şey, nüfusun ve üretimin birikimli zamanıdır. Tarih
ile antropolojinin karşılıklı olarak hangi rolleri oynadıkla
rı görülmektedir. Tarih (emek, üretim, birikim ve reel ma
liyetlerin artması), ancak doğal varlık gibi olan insanın
sonlu olması ölçüsünde vardır. Cinsin ilkel sınırlarının ve
bedenin dolaysız ihtiyaçlarının iyice uzağına giden, fakat
uygarlıkların bütün evrimine, en azından sessizce eşlik et
meye hiç ara vermeyen sonluluk. İnsan dünyanın merkezi
ne yerleştikçe, doğayı sahiplenmekte mesafe kazandıkça,
aynı zamanda sonluluk tarafından daha da aceleci hale ge
tirilmekte, ölümüne daha da fazla yaklaşmaktadır. Tarih,
insanın kendi başlangıç sınırlarının dışına çıkmasına izin
vermemektedir sınıra en yüzeysel anlam verildiğinde, gö
rünüş olarak ortaya çıkan durum hariç—; ama eğer insanın
temel sonluluğu ele alınacak olursa, Tarihin antropolojik
konumunu giderek artan bir şekilde dramatikleştirdiği,
onu daha tehlikeli kıldığı ve eğer deyim yerindeyse onu
kendi olanaksızlığına yaklaştırdığı görülecektir. Tarih böy
lesine uçlara temas ettiği ânda, durmaktan, kendi ekseni
üzerinde bir ân titreşmekten ve ebediyen hareketsiz kal
maktan başka bir şey yapamaz. Fakat bu durum iki tarzda
meydana gelebilir: ya zamanın sonsuzluğu içinde hep ona
doğru yürüdüğü şey, sonuçta başlangıçtan beri olduğu şe
yi onaylayan bir hareketsiz durumuna tedricen ve giderek
vurgulu hale gelen bir yavaşlıkla kavuşmaktadır ya da bu
nun tersine, o zamana kadar sürekli olarak olduğu şeyi sil
diği ölçüde sabitleşebildiği bir altüst oluş noktasına ulaş
maktadır.
Birinci çözümde (Ricardo'nun "kötümserliği" tarafın
dan temsil edilmektedir). Tarih antropolojik belirlemelerin
Emek, Hayat, Dil
365
karşısında, bir cins büyük bir telafi mekanizması gibi işlev
görmektedir; hiç kuşkusuz insanlığın sonluluğunun içinde
barınmaktadır, ama burada pozitif ve kabartılı bir biçim
olarak gözükmektedir; insanın, mahkûm olduğu nedreti
aşmasına izin vermektedir. Bu yoksunluk her gün daha da
arttığından, çalışma daha yoğunlaşmaktadır; üretim mut
lak rakamlarla artmakta, ama onunla birlikte ve aynı hare
ketin içinde olmak üzere, üretim maliyetleri de yükselmek
tedir —yani, aynı nesnenin üretimi için gereken emek mik
tarı. Böylece, emeğin ürettiği yiyecek tarafından (bu artık,
onu elde eden işçinin gıdası kadar bir maliyete sahip ola
caktır) dengelenemeyen bir ân kaçınılmaz olarak gelecek
tir. Üretim artık açığı kapatamayacaktır. Bu durumda ned
ret kendi kendini sınırlandıracaktır (nüfusun sabitleşme
siyle) ve emek ihtiyaçlara tam uyarlanacaktır (zenginlikle
rin belirli bir dağılımıyla) sonluluk ve üretim artık, tek bir
biçim halinde tam olarak çakışacaklardır. Bütün ilave
emekler gereksiz olacaktır; bütün nüfus fazlası yok olacak
tır. Böylece hayat ve ölüm yüz yüze, hareketsiz ve sanki her
ikisi de zıt bir hareket tarafından güçlendirilmiş gibi, bir
birlerinin tam karşısına konulmuş olacaklardır. Tarih, insa
nının sonluluğunun, nihayet saflığı içinde görüleceği şu sı
nır nokta'ya kadar götürülmüş olacaktır; tarih artık, kendi
kendinden kaçabileceği bir marja, kendine bir gelecek
oluşturmak üzere sarf edeceği bir çabaya sahip olmayacak
tır, artık gelecekteki insanlara sunulacak yeni topraklar ol
mayacaktır; insan, Tarihin büyük erozyonunun altında
onu kendinden gizleyebilecek her şeyden ayıklanacaktır;
antropolojik çıplaklığını bir miktar bulandıran ve bu çıp
laklığın zamanın vaatlerinden ötürü ıskalanmasına neden
olan bütün olanaklarını tüketmiş olacaktır; bu tükenme
uzun, ama kaçınılmaz, ama zorlayıcı yollardan geçerek ola
caktır. Tarih insanı, onu kendi üzerinde durduran şu ger
366
Kelimeler ve Şeyler
çekliğe kadar götürmüş olacaktır.
İkinci çözüm (Marx tarafından temsil edilmektedir),
Tarihin antropolojik sonlulukla ilişkisinin şifresini ters
yönde çözmektedir. Tarih burada negatif bir rol oynamak
tadır: nitekim, ihtiyacın baskılarını vurgulu hale getiren,
yoksunlukları artıran, insanları kendilerine yaşamak için
gerekenden ve bazen de biraz daha azından daha fazlasını
elde edemeden, hep daha fazla çalışmaya ve üretmeye zor
layan odur. Öylesine ki, emeğin üretimi zamanla birikerek,
bu çalışmayı gerçekleştirenlerin elinden telafisiz bir şekil
de kaçmaktadır: bunlar, değerin kendilerine ücret olarak
gelen parçasından sonsuz derece daha fazlasını üretmekte
ve böylece sermayeye yeniden emek satın alma olanağı ver
mektedirler. Böylece, Tarihin var olma koşullarının sınırın
da tuttuklarının sayısı sürekli artmakta ve bizatihi bu olgu
dan ötürü bu koşullar sürekli daha narin hale gelerek, bi
zatihi varoluşu olanaksız kılacak olan duruma yaklaşmak
tadırlar; sermaye birikimi, firmaların ve kapasitelerin geliş
mesi, ücretler üzerindeki sürekli baskı, üretim fazlalığı,
emek piyasasını daraltmakta ve işsizliği artırmaktadırlar.
Sefalet yüzünden ölümün uçlarına sürüklenen koskoca bir
insan sınıfı, ihtiyacın, açlığın ve çalışmanın ne olduğunun
çıplak deneyinden geçmektedir. Diğerlerinin doğaya ve
şeylerin kendiliğinden düzenine atfettikleri şeyde, bunlar
bir tarihin sonucunu ve bir biçime sahip olmayan bir son
luluğun yabancılaşmasını teşhis etmeyi bilmektedirler. İşte
bu nedenden ötürü, onu düzeltmek üzere insanın özünün
bu gerçekliğini ele alabilirler —ve bunu bir tek onlar yapa
bilîr—. Bu ancak, şimdiye kadar cereyan ettiği haliyle Tari
hin iptali veya tersine çevrilmesiyle mümkündür: artık ne
aynı biçime, ne aynı yasalara, ne de hatta aynı akış tarzına
sahip olacak bir zaman, işte ancak bu gerçekleştiğinde baş
layabilecektir.
Emek, Hayat, Dil
367
Fakat, Ricardo'nun "kötümserliği8 ile Manc'ra devrim
ci vaadi arasındaki alternatif, kuşkusuz pek o kadar önem
li değildir. Böylesine bir tercih sistemi, iktisatm onları ned
ret ve emek kavramları boyunca ihdas ettiği halleriyle ant
ropoloji ile Tarih ilişkilerini kat etmenin iki mümkün biçi
minden daha başka bir şeyi temsil etmemektedir. Tarih Ri
cardo'ya göre, antropolojik sonluluk tarafından düzenle
nen ve sürekli bir yoksunluk tarafından dışa vurulan oyu
ğu, nihai bir hareketsizliğe ulaşılıncaya kadar doldurmak
tadır; Marksist okumaya göre ise, Tarih inşam emeğinin sa
hipliğinden çıkararak, onun sonluluğunun pozitif biçimini
—maddi gerçeği nihayet serbest kalmaktadır ele gelir hale
getirmektedir. Gerçek tercihlerin nasıl dağıldıkları, neden
bazılarının birinci çözümleme tipini ve diğerlerinin de
ikincisini seçtiklerini kanaat düzeyinde anlamak, kuşku
suz kolaydır. Fakat bunlar, bütünü itibariyle kanaatlerin
incelenmesi düzeyinde yer alan bu soruşturmaya mensup
olan, türev farklılıklardan ibarettirler. Marksizm, Batı bilgi
sinin derin düzeyinde, hiçbir gerçek kopuş getirmemiştir;
dolu, sakin, rahat ve inan okun bir zaman için (kendinin
ki) memnuniyet verici bir biçim olarak, onu yücelterek
karşılayan (çünkü ona yer açan tam da oydu) ve onun da
bunun karşılığında rahatsız etmeye ve özellikle bozmaya
niyetinin olmadığı (bir parmak bile bozmaya niyeti olma
mıştır, çünkü bütünüyle ona dayanmaktadır) bir epistemo
lojik düzenin içine, hiçbir güçlük olmadan yerleşmiştir.
Manrizm XIX. yüzyıl düşüncesinde, tıpkı sudaki balık gibi
dir: yani onun dışındaki hiçbir yerde nefes alamaz. "Burju
va" iktisat teorilerine karşı çıkıyorsa ve bu karşı çıkışın
içinde onlara karşı Tarih'in kökten bir tersine dönüşünün
taslağını ortaya koyuyorsa da, bu çatışmanın ve bu taslağın
olabilirlik koşulu tüm Tarih'in ele alınması değil de, her ar
keolojinin yerini kesin bir şekilde belirleyebileceği ve bur
368
Kelimeler ve Şeyler
juva ekonomisiyle devrimci ekonomiye eşanlı olarak aynı
tarzın üzerinde hükmetmiş olan bir olayın ele alınmasıdır.
Bu ikisinin tartışmaları istediği kadar bazı dalgalara ve su
yüzeyinde bazı kıpırtılara yol açmış olsun: bunlar çocukla
rın havuzunda kopan fırtınalardan ibarettirler.
Esas olan, XIX. yüzyılın başında hem iktisadın tarih
selliginin (üretim ilişkileriyle bağlantılı olarak), hem de in
san varoluşunun sonluluğunun (nedret ve emekle bağlan
tılı olarak) yer aldığı bir bilgi düzeninin —ister sonsuz ya
vaşlama, isterse kökten tersine dönüş olsun— oluşmuş ol
masıdır. Tarih, antropoloji ve oluşun boşlukta olması, XIX.
yüzyıl düşüncesi için başat şebekelerden birini tanımayan
bir biçime göre birbirlerine mensupturlar. Örneğin, bu dü
zenin hümanizmalarm yorgun iyi niyetini canlandırma ko
nusunda oynadığı rol, tamamlanış ütopyalarını nasıl can
landırdığı bilinmektedir. Ütopya klasik düşüncede, daha
çok bir köken düşü olarak işlev görmekteydi: bunun nede
ni, dünyanın tazeliğinin, her şeyin komşulukları, kendine
özgü farklılıkları, dolaysız eşdeğerlilikleriyle kendi yerinde
olacağı bir tablonun ideal sergilenişini sağlamak zorunda
olmasaydı, temsiller bu ilk ışığın altında, temsil ettiklerinin
canlı, sivri ve hassas mevcudiyetinden henüz kopartılma
mış olmak zorundaydılar. Ütopya XIX. yüzyılda, zamanın
başlangıcından çok, sonuna ilişkindir: bunun nedeni, bil
ginin artık tablo tarzının üzerinde değil de dizinin, zincir
lenmenin ve oluşun üzerinde meydana getiriliyor olması
dır: vaat edilen günbatımıyla birlikte çözülmenin gölgesi
düştüğünde, Tarih'in yavaş erozyonu veya şiddeti, taşlaş
mış hareketsizliği içinde, insanın antropolojik gerçeğini dı
şa sarkıtacaktır; takvimlerin zamanı sürebilir; bu zaman
boşalmış gibi olacaktır, çünkü tarihsellik insanın özüyle
tam çakışmış olacaktır. Oluşun akışı, bütün dram, unutma,
yabancılaşma kaynaklarıyla birlikte antropolojik bir sonlu
Emek, Hayat, Dil
369
luğun içine hapsedilmiş olacaktır; bu sonluluk da bu akı
şın içinde, aşkınlık dışa vurumunu bulmaktadır. Sonluluk
kendini gerçekliğiyle birlikte zaman'ın içinde teslim et
mektedir ve böylece zaman sonlu olmaktadır. Tarihin sonu
konusundaki büyük düş, tıpkı kökenlere ilişkin düşün tas
nifçi düşüncelerin ütopyası olması gibi, belli düşüncelerin
ütopyasıdır.
Bu düzen uzun süre zorlayıcı olmuştur; ve XIX. yüzyı
lın sonunda Nietzsche onu tutuşturarak, son bir kez parıl
datmıştır. Zamanların sonunu, onu Tannmn ölümü ve so
nuncu insanın başıboş dolaşması haline getirmek için ye
niden ele almıştır; antropolojik sonluluğu da yeniden ele
almıştır, ama üstinsanm devasa sıçrayışını ortaya çıkarmak
için, Tarihin sürekli büyük zincirini de yeniden ele almış
tır, ama onu geri dönüşün sonsuzluğunun içinde eğmek
için. Tanrının ölümü, üstinsanm kaçınılmazlığı, büyük yı
lın vaadi ve dehşeti, bütün bunlar XIX. yüzyıl düşüncesi
nin içinde düzene giren ve onun arkeolojik şebekesini
meydana getiren unsurlar tarafından istediği kadar terimi
terimine yeniden ele alınsınlar, kemikleşmiş kalıntılarıyla
resmettikleri garip ve belki de olanaksız çehrelerin bütün
bu sabit biçimlerini bu yüzden tutuşturmaktan geri kalma
maktadırlar; ve sonuncu yangını mı canlandırdığı, yoksa
şafağı mı işaret ettiği henüz bilinmeyen bir ışığın içinde,
herhalde çağdaş düşüncenin mekânı olacak yerin açıldığı
görülmektedir. Diyalektik ile antropolojinin karma vaatle
rini yaratmamızdan önce, yangını bizim için her halü kâr
da Nietzsche çıkarmıştır.
III. CUVIER
Jussieu, bir yöntem kadar sadık ve bir sistem kadar sağlam
bir sınıflandırma kurma tasarısı içinde, tıpkı Smith'in şey
370
Kelimeler ve .Şeyler
İcrin doğal fiyatını eşdeğerliliklerin işleyişi içinde ihdas et
mek üzere emeğin sabit değerini kullanmış olması gibi, ka
rakterlerin bağımlılığı kuralını icat etmiştir. Ve tıpkı Ricar
do'nun emeği ölçü olma yükünden azat ederek, onu bütün
mübadelelerin ötesinde, üretimin genel biçimlerinin içine
soktuğu gibi Cuvier de6 karakterlerin bağımlılığını taksi
nomik işlevinden kurtararak, onu bütün muhtemel tasnif
lerin ötesinde, canlı varlıkların çeşitli örgütlenme düzlem
lerinin içine sokmuştur. Yapılan birbirlerine bağımlı hale
getiren iç bağ, artık yalnızca sıklıklar düzeyinde yer alma
makta, bizatihi korelasyonların temeli haline gelmektedir.
Geoffroy SaintHilaire bu kaymayı ve tersine dönüşü şu şe
kilde anlatmaktadır "Örgütlenme... birçok biçim alabilen
soyut bir varlık haline gelmiştir."7 Canlı varlıklar alanı bu
kavramın ve o zamana kadar doğal tarihin çerçevelenmesi
(türler, cinsler, bireyler, yapılar, organlar) boyunca ortaya
çıkabilen her şeyin çevresinde dönmektedir; bakışa sunul
muş olan her şey, artık yeni bir varoluş tarzı kazanmakta
dır.
Ve ilk sırada, bakışın bireylerin bedenlerinde dolaştı
ğında eklemleştirebildigi ve organlar denilen şu unsurlar
veya şu ayn unsur grup lan yer almaktadır. Organ, klasik
lerin çözümlemesinde, hem yapısıyla hem de işleviyle ta
nımlanmaktaydı; ya oynadığı role göre (örneğin üreme) ya
da morfolojik değişkenlerinden hareketle (biçim, büyük
lük, düzen ve sayı) tüketici bir şekilde okunabilen, iki gi
rişli bir sistem gibiydi: bu iki şifre çözme biçimi tamamen
örtüşüyordu, ama birbirlerine nazaran bağımsız kalıyorlar
dı birincisi yararlanılabilir'i, ikincisi belirlenehilir'i bildiri
6
7
Gnöier üzerinde dikkat çekici bir inceleme: Daudin, JLes Classes zoologicpj.es,
Paris, 1930
Kars., Th. Cahn, La Vie et l'oeuvre d'E. Geoffroy SaintHilaire, s. 138, Paris,
1962.
Emek, Hayat, Dil
371
yordu. Cuvier işte bu düzeni altüst etmiştir; uyarlanma
postülasmı olduğu kadar, bağımsızlık postulasını da kaldı
rarak, işlevi organa nazaran taşkın hale getirmiş hem de
geniş ölçekte ve organın düzenini işlevin hükümranlığına
bağımlı kılmıştır. Organın bireyselliğini değilse bile, en
azından bağımsızlığını iptal etmektedir: "önemli bir organ
daki her şeyin önemli olduğuna" inanmak hatadır; dikkati
"organların kendilerinden çok işlevlere" yöneltmek gere
kir;8 organları değişkenleriyle açıklamadan önce, onları
sağladıkları işleve götürmek gerekir. Öte yandan, bu işlev
ler nispeten az sayıdadırlar: solunum, sindirim, dolaşım,
hareket... Öylesine ki, yapıların göze görünür çeşitliliği ar
tık bir değişkenler tablosunun arkasında değil de, amaçla
rım farklı biçimlerde gerçekleştirebilen büyük işlevsel bi
rimlerin arkasında su yüzüne çıkmaktadır: "bütün hayvan
lardaki her organ türünde ortak olanlar çok az bir şeye in
dirgenmekte ve bunlar çoğu zaman birbirlerine yalnızca,
meydana getirdikleri sonuçlarla benzemektedirler. Bu du
rum özellikle, çeşitli sınıflarda, aralannda hiçbir yapısal
benzerlik olamayacak kadar farklı organlarla yapılan solu
num işlevi konusunda çarpıcı olmaktadır". Demek ki, or
gan işlevle olan ilişki içinde ele alındığında, hiç de "özdeş"
unsurlarm olmadığı yerde "benzerliklerBin ortaya çıktığı
görülmektedir; benzerlik, işlevin aşikâr görülemezliğine
geçiş tarafından oluşturulmaktadır. Solungaçların ve ciğer
lerin sonuçta bazı biçim, büyüklük, sayı değişkenlerine or
tak olarak sahip olmalarının pek bir önemi yoktur: bunlar
birbirlerine benzemektedir, çünkü şu var olmayan, soyut,
hakiki olmayan, ele gelmez, tasvir edilebilir hiçbir sınıfta
mevcut olmayan, ama gene de hayvanlar âleminin bütü
nünde mevcut olan ve genel olarak solumaya yarayan orga
nın iki çeşididirler. Böylece canlıların çözümlenmesinde,
8
G. Cuvier, Leçons d'Anatomie Comparie, s. 6364, c. I.
372
Kelimeler ve Şeyler
Aristoteles tipi kıyaslar yeniden ihya edilmiş olmaktadır:
solungaçlar su içindeki solunum için ne ise, ciğerlerde ha
mı içindeki solunum için odur. Bu cins bağlantılar klasik
çağda kuşkusuz bilinmekteydiler, fakat bunlar yalnızca iş
levlerin belirlenmesine yaramaktaydı; bunlar, çoğa mekâ
nında şeylerin düzeninin kurulması için kullanılmamak
taydı. Cuvier'den itibaren, ulaşılacak sonucun algılanamaz
biçimi olarak tanımlanan işlev, sabit aracı terim olarak hiz
met edecek ve en ufak bir görünür özdeşlikten yoksun un
sur bütünlerini birbirine eklemeye izin verecektir. Klasik
bakış için yalnızca, özdeşliklerle çakışan basit ve saf farklı
lık olan şey, sanki onu gizlice destekleyen işlevsel türdeş
liklerden hareketle düzene girmek ve düşünülmek zorun
dadır. Doğal Tarih, ancak Aynı ve Başka tek bir mekâna
mensup olduklarında vardır; biyoloji gibi bir şey, bu düz
lem birliği bozulmaya ve farklılıklar, ondan daha derin ve
adeta daha ciddi bir zemin üzerinde ortaya çıkmaya başla
dıklarında mümkün hale gelmektedir.9
İşleve yapılan bu atıf, özdeşlikler düzlemiyle farklılık
lar düzlemi arasındaki bu temas kopukluğu, ortaya yeni
ilişkiler çıkarmaktadır: bir arada var olma, iç hiyerarşi, dr~
gütlenme düzlemine bağımlılık ilişkileri. Bir arada var olma,
bir organın veya bir organlar sisteminin bir canlıda var ol
masının, ancak belli bir doğadan ve biçimden başka bir or
ganın veya başka bir sistemin de var olmasıyla mümkün ol
duğunu işaret etmektedir: "Bir hayvanın bütün organları,
bütün kısımları birbirleriyle bağlantılı olan ve birbirlerine
etki eden ve tepki veren tek bir sistem meydana getirirler;
ve bunlardan birinde, diğer hepsinde birden benzer deği
şimlere yol açmayan bir değişim olamaz."10 Sindirim siste
minin içinde, dişlerin biçimi (ister kesici ister çiğneyici ol
9 age, s. 3435.
10 û . Cuvier, Rapvort historique sur Vetal des Sciences naturelles, s. 330.
Emek, Hayat, Dil
373
şunlar), "beslenme sisteminin uzunluğu, kıvrımları, geniş
lemeleri" ile aynı ânda değişir; veya, farklı sistemlerin bir
arada var olmalarına ilişkin bir örnek vermek üzere, sindi
rim organları kol ve bacak morfolojisinden (ve özellikle de
tırnakların biçiminden) bağımsız olarak değişmezler: pen
çe veya toynak olmasına yani hayvanın gıdasını kavrayıp,
parçalayabilmesine göre, beslenme kanalı, "çözücü iç sı
vılar", dişlerin biçimi aynı olmayacaktır.11 Bunlar, aynı dü
zeydeki unsurlar arasında, işlevsel gerekler tarafından ku
rulmuş olan bir arada olma ilişkileri yaratan yanlamasına
korelasyonlardır: mademki hayvan beslenmek zorundadır,
o halde avın doğası ve yakalanma biçimi, çiğneme ve sin
dirim sistemlerine yabancı kalamazlar (ve tersi).
Ancak gene de, hiyerarşik tabakalaşmalar vardır. Kla
sik düşüncenin, en önemli organların yalnızca taksinomik
etkinliklerini ele almak kastıyla, onların ayrıcalıklarını na
sıl askıya aldığı bilinmektedir. Şimdi artık bağımsız değiş
kenler değil de, birbirlerine hükmeden sistemler ele alındı
ğından, karşılıklı önem sorunu yeniden ortaya çıkmış ol
maktadır. Böylece, memelilerin beslenme kanalı yalnızca
yürüme ve tutma organlarıyla muhtemel bir birlikte değiş
me ilişkisi içinde olmayıp, üreme tarzı tarafından, en azın
dan kısmen, belirlenmektedir. Nitekim, üreme sistemi do
ğurma biçimi altında, yalnızca ona dolaysız olarak bağlı
unsurları gerektirmemekte, aynı zamanda süt üreten or
ganların varlığını, dudakların, etli bir dilin mevcudiyetini
de talep etmektedir; öte yandan, kanın sıcak ve kalbin çift
odaklı olmasını da hükme bağlamaktadır.12 Organizmala
rın çözümlenmesi ve onların arasında benzerlikler ve fark
lılıklar oluşturma olanağı, cinsten cinse değişebilen unsur
11 G. Cuvier, Leçons..., $. 53.
12 G. Cuvier, Second me'moire sur les animaux a sang blanc Magasin encydopi
dique, II, s. 441.
374
Kelimde?' ve Şeyler
lann değil de, canlılarda genel olarak birbirleriyle bağlantı
halinde bulunan işlevlerin tablosunun saptanmış olduğu
nu varsaymaktadır: artık mümkün değişimlerin çokgeni
değil de, önemliliklerin hiyerarşik piramiti söz konusudur.
Cuvier önce, varoluş işlevlerinin ilişki işlevlerinden Önce
geldiğini düşünmüştür ("çünkü hayvan önce vardır, sonra
hisseder ve hareket eder"): demek ki, üretim ve dolaşımın
önce belli sayıda organı belirlemek durumunda oldukları
nı, diğerlerinin düzeninin de bunlara tabi olmak zorunda
olduğunu düşünmekteydi; bu önce belirlenen organlar ba
şat karakterleri, diğerleri de ikincil karakterleri oluştura
caklardı.13 Daha sonra, dolaşımı sindirime tabi kılmıştır,
çünkü sindirim bütün hayvanlarda varken (polipin vücu
du, bütünü itibariyle bir cins sindirim sisteminden başka
bir şey değildir), kan ve damarlar "ancak üst hayvanlarda
bulunmakta ve sonuncu sınıflara doğru kaybolmaktadır
lar. " H Daha da sonra, sinir sistemi (omurilik olsun veya ol
masın) ona bütün organik düzenlerin belirleyicisi olarak
gözükmüştür: "Bu (sistem) sonuçta hayvanın her şeyidir:
diğer sistemler yalnızca ona hizmet etmek ve onu destek
lemek için vardırlar."15
Bir işlevin diğerleri üzerindeki bu önceliği, organizma
nın görülebilir düzenleri itibariyle bir plan'a uymasını ge
rektirmektedir. Böylesine bir plan, esas işlevlerin saltanatı
nı garantiye almakta ve daha az başat işleyişleri sağlayan
organları oraya bağlamaktadır (ama daha büyük bir ser
bestlik derecesiyle). Bu plan, hiyerarşik ilke olarak, önce
likli işlevleri tanımlamakta, ona kendini gerçekleştirme
olanağı veren anatomik unsurların dağıtımını yapmakta ve
onları vücudun ayrıcalıklı yerlerine yerleştirmektedir: ör
13 flge, s. 441.
14 Cuvier, Leçons..., c. 111, s. 45.
15 G. Cuvier, Sur utmouveau rapprochement A etablir, AxauA.es de Museum, c. XIX,
s. 76.
Emth, Hayat, Dil
375
neğin, Eklemliler'in geniş grubunun içinde, Böcekler sınıfı
ilerleme işlevlerinin ve hareket organlarının öncelikli öne
mini açık etmektedirler; buna karşılık diğer üç sınıfta üste
çıkanlar, hayati işlevler olmaktadır.16 Örgütlenme planı,
daha az başat organlar üzerinde uyguladığı bölgesel dene
timde bu denli belirleyici bir rol oynamamaktadır, bu plan,
merkezden uzaklaşıldıkça bir bakıma daha özgürlükçü ha
le gelerek, biçim veya muhtemel kullanım değişimlerine,
bozulmasına, farklılaşmalarına izin vermektedir. Bu plan,
daha esnek ve diğer belirleme biçimlerine karşı daha geçir
gen hale gelmektedir. Memelilerde bu durumu» ilerleme
sistemine ilişkin olarak fark etmek kolaydıı. Dört bacak
(veya kol) örgütlenme planı içinde yer almaktadır, ama bu
yalnızca ikincil karakter düzleminde olmaktadır; demek ki
bunlar asla iptal edilmemişlerdir, ne namevcutturlar ne de
ikame edilmişlerdir, ama "tıpkı yarasının kanatlarında ve
ya fokun ön yüzgeçlerinde olduğu gibi, bazen maskelen
mişlerdir"; hatta bunların "balinaların göğüs yüzgeçlerinde
olduğu gibi, kullanımlarının doğasının" bozulduğu da ol
maktadır. .. "Doğa bir kolu yüzgeç yapmıştır, ikincil karak
terlerin gizlenme biçimlerinde her zaman bir cins sabitliğin
olduğunu görüyorsunuz." 17 Cinslerin nasıl hem benzeşe
bildiklerini (türler, sınıflar ve Cuvier'nin dallanmalar adını
verdiği gruplar oluşturmak üzere) hem de farklılaşabildik
leri görülmektedir. Onları birbirlerine yaklaştıran, belirli
sayıdaki çakıştmlabilen unsur değil de, bir cins özdeşlik
ocağıdır; bu ocağı görülebilir alanlar halinde çözümlemek
mümkündür, çünkü işlevlerin karşılıklı önemlerini tanım
lamaktadır; organlar özdeşliklerin bu algılanamaz kalbin
den itibaren düzene girmektedirler ve ondan uzaklaştıkla
rı ölçüde esneklikleri, değişme olanakları, ayırıcı karakter
16 age.
17 Cuvier, Second...
376
Kelimeler ve Şeyler
leri artmaktadır. Hayvan cinsleri dış çevrede farklılaşmak
ta, merkezde benzeşmektedirler; ulaşılamaz onları birleş
tirmekte, aşikâr onları dağıtmaktadır. Hayatları için esas
olanın cephesinde genelleşmekte, daha eklenti olanın cep
hesinde özgünleşmektedirler. Daha geniş gruplara ulaşıl
mak istendikçe, organizma yokluğunun içine, az görülebi
lene doğru, algılanabilirden kaçan şu boyuta daha fazla
dalmak gerekmektedir; bireysellik daha fazla kuşatılmak
istendikçe, o kadar yüzeye çıkmak ve ışığın temas ettiği bi
çimlerin görülebilirlikleri içinde panldamalarına izin ver
mek gerekmektedir, çünkü çoğulluk görülmekte ve birlik
saklanmaktadır. Kısacası, canlı türler bireylerin ve cinsle
rin kaynaşmasından "kaçmaktadırlar", ancak yaşadıkları
için ve gizledikleri şeylerden hareketle sınıflandırılabilirler.
Bütün bunların klasik tcodnomia'ya nazaran ortaya çı
kardığı devasa altüst oluş ölçülmektedir. Klasik düşünce
kendini tamamen, dil ve bakış tarafından tek bir solukta
kat edilen dört tasvir değişkeninden (biçimler, sayı, düzen,
büyüklük) hareketle inşa etmekteydi; ve görülebilirin bu
sergilenişinin içinde, hayat bir bölümlemenin basit bir sı
nıflandırıcı sınır sonucu olarak ortaya çıkmaktaydı. Cuvi
er'den itibaren, bir sınıflandırmanın dış olabilirliğini algıla
namaz ve tamamen işlevsel olarak sahip olduklarının için
de kuran hayattır. Büyük düzen tabakasının üstünde artık
yaşayabilenlerin sınıfı değil de hayatın derinliklerinden,
bakışa en uzak noktadan gelen sınıflandırma olabilirliği
vardır. Canlı varlık, doğal sınıflandırmanın bir yerleşim ye
riydi; sınıflandırılabilir olma olgusu şimdi canlının bir
özelliğidir. Böylece, genel bir tcodnomia tasarısı yok olmak
tadır; böylece, en basitten ve en cansızdan en canlıya ve en
karmaşığa doğru gidecek büyük bir doğal düzeni açımlama
olabilirliği yok olmaktadır; böylece , genel bir doğabilimi
nin zemini ve temeli gibi olan düzenin araştırılması orta
Emek, Hayat, Dil
377
dan kalkmaktadır. Böylece "doğa" yok olmaktadır doğa
nın klasik çağın tümü boyunca, öncelikle "tema", "fikir",
bilginin sonsuz kaynağı olarak değil de, düzene sokulabilir
özdeşlikler ile farklılıkların türdeş mekânı olarak var oldu
ğunun anlaşılması halinde.
• tjjjjğ;Bu mekân şimdi çözülmüştür ve kalınlığının içinde
açılmış gibidir. Unsurlarının birbirlerine karşı ayırıcı değe
re sahip oldukları bir görülebilirlik ve düzen mekânının
yerine, iki terimi aynı düzeyde olmayan bir zıtlıklar dizisi
vardır: bir yanda, bedenin yüzeyinde görülebilen ve kendi
lerini dolaysız algıya müdahale olmaksızın teslim eden
ikincil organlar ve öte yanda, esas, merkezi, gizli olan ve
ancak teşrih yaparak (bedeni parçalayarak), yani ikincil or
ganların renkli zarfını maddi olarak yok ederek ulaşılabilen
birincil organlar vardır. Bundan daha derin olmak üzere,
mekânsal, sağlam, dolaylı veya dolaysız olarak görülebilen
genel organlarla kendilerini algıya teslim etmeyen, ama al
gılanan şeylerin düzenine sanki yukarıdan hükmeden iş
levler arasındaki zıtlık vardır. Son olarak da, limitte özdeş
likler ile farklılıklar arasındaki zıtlık vardır: bunlar artık
aynı kumaştan değillerdir, kendilerini artık birbirlerine na
zaran türdeş bir planın üzerinde kurmamaktadırlar; fakat
farklılıklar yüzeyde çoğalırken, derinlikte yok olmakta,
birbirlerine karışmakta, birbirlerine bağlanmaktadırlar, ve
çoğulun adeta sürekli bir dağıtma eylemiyle türetiyora ben
zediği, esrarlı ve görülmez büyük odak birimine yaklaş
maktadırlar. Hayat artık, mekanikten az veya çok kesin bir
şekilde ayrılabilen şey değildir; hayat canlılar arasındaki
bütün mümkün ayırımların üzerinde temellendikleri şey
dir. XIX. yüzyılın başında hayatiyetçi temaların yeniden
canlanmalanyla, fikirler ve bilimler kronolojisi içinde işa
ret edilen, işte hayatın taksinomik kavranışından sentetik
kavranışına olan bu geçiştir. Arkeoloji açısından bu anda
378
Kelimeler ve Şeyler
ihdas edilen şey, bir hiyoloji'nin olabilirlik koşullarıdır.
Doğal tarihin mekânını çözen bu zıtlaşma dizisinin
her halü kârda büyük ağırlık taşıyan sonuçlan olmuştur.
Uygulama açısından, birbirini destekleyen ve birbirine ek
lenen iki bağlantılı tekniğin ortaya çıkması söz konusudur.
Bu tekniklerden birincisi, karşılaştırmalı anatomi tarafın
dan meydana getirilmiştin bu disiplin, bir tarafından or
ganları kaplayan zarlar ve kabuklar ve diğer tarafından da,
sonsuz küçüğün adetagörülmezliği tarafından sınırlandırı
lan iç bir mekânı ortaya çıkarmıştır. Çünkü karşılaştırmalı
anatomi, klasik çağda uygulanan tasviri tekniklerin basit
bir derinleştirilmesinden ibaret değildir; altta kalan tarafı
daha iyi ve daha yakından görmekle yetinmemektedir; ne
görülebilir karakterierinki ne de mikroskopik unsurlarmki
olan bir mekân ihdas etmektedir.18 Burada organların kar
şılıklı düzenlerini, korelasyonlarını, bir işlevin başlıca mo
mentlerinin birbirlerine nazaran çözülme, uzaysallaşma,
düzene girme biçimlerini ortaya koymaktadır. Ve böylece,
bütünsel organizmaları kat ederken, karşısında farklılıkla
rın kaynaşmasını gören basit bakışa zıt olarak anatomi, be
denleri gerçekten bölümlere ayırarak, onları ayn parsellere
bölerek, onları mekân içinde parçalayarak, aksi olsaydı gö
rülmez olarak kalacak olan büyük benzerlikleri açığa
çıkarmaktadır; görülen büyük dağılımların altında gizli
olan birlikleri yeniden oluşturmaktadır. Geniş taksinomik
birimlerin oluşturulması (sınıflar ve âlemler), XVII. ve
XVIII. yüzyıllarda dilsel bir bölümleme sorunuydu: genel ve
temeli olan bir ad bulmak gerekmekteydi; şimdi ise anato
mik bir eklemleşme çözülmesi söz konusudur; başat işlevsel
sistemi soyutlamak gerekmektedir; büyük canlı ailelerinin
oluşturulmasına izin verecek olanlar, anatominin hakiki
18 Cuvier ve anatomopatolojistlerdekinin aynı olan bu mikroskobun reddi
konusunda Bkz. Leçons.... c. V, s. 180 ve Le Regne aninuû, c. I, s. XXVIII.
Emek, Hayat, Dil
379
paylaşımlarıdır.
İkinci teknik anatomiye dayanmaktadır (çünkü onun
sonucudur); ama onunla zıtlaşmaktadır (çünkü ona karşı
bağışık olunmasına izin vermektedir); bu teknik, yüzeysel,
öyleyse görülebilir unsurlarla, bedenin derinliklerinde yer
alan diğerleri arasında işaret etme bağlantıları kurulmasına
ilişkindir. Bunun anlamı, organizma içindeki dayanışma
yasası sayesinde, herhangi bir çevresel ve eklenti organın,
daha esaslı bir organda hangi yapıyı gerektirdiğinin biline
bileceğidir; böylece, "her ikisi de hayvanın ayrılmaz parça
lan olan dış biçimlerle iç biçimler arasında bağlantı kur
mak" meşrudur.19 Örneğin, böceklerdeki antenlerin düze
ninin ayrıca bir değeri yoktur, çünkü bunlar hiçbir büyük
iç organizmayla korelasyon halinde değillerdir; buna karşı
lık, altçenenin yapısı, onun benzerliklerine ve farklılıkları
na göre dağılımının yapılmasında başat bir rol oynayabilir;
çünkü bu yapı beslenmeye, sindirime ve buradan da, hay
vanın esas işlevlerine bağlıdır: "çiğneme organlan beslen
me organlarıyla, buna bağlı olarak yaşama biçiminin tü
müyle ve buna bağlı olarak da, örgütlenmenin tümüyle iliş
ki halinde olmalıdırlar."20 Gerçeği söylemek gerekirse, bu
göstergeler tekniği, zorunlu olarak görülebilir dış çevreden
organik içselliğin geriliğine doğru gitmemektedir: bedenin
herhangi bir noktasından herhangi başka bir noktasına gi
den gerekirlilik şebekeleri kurulabilir, böylece bazı durum
larda, tek bir unsur, bir organizmanın genel mimarisini
yansıtmak için yeterli olabilir; bir hayvanı bütünü itibariy
le "tek bir kemikten, tek bir kemik parçasından" tanımak
mümkün olabilir: "bu yöntem, hayvan fosilleri üzerinde
çok ilgi çekici sonuçlar vermiştir."21 Fosil XVIII. yüzyıl dü
19 G. Cuvicr, Le Regne animal ilstribui d'apres son organisation, c. I, s. XIV
20 G. Cuvier, Lettre a Hartmann, karş. Daudin, age., s. 20, s. 1.
21 G. Cuvier, Rapport..., s. 329330.
380
Kelimeler ve Şeyler
şüncesi için, bugünkü biçimlerin bir önbelirtisi iken ve
böylece zamanın büyük sürekliliğini işaret ediyorken, bun
dan sonra gerçekten ait olduğu biçimin işareti olacaktır.
Anatomi yalnızca özdeşliklerin tablo tipinden ve türdeş
mekânını kurmakla kalmamış, aynı zamanda zamanın var
sayılan sürekliliğini de parçalamıştır.
Bunun anlamı, Cuvier'nin çözümlemelerinin teorik
açıdan, doğal süreklilikler ve süreksizlikler rejimini tama
men yeniden oluşturduğudur. Nitekim karşılaştırmalı ana
tomi, canlılar âleminde, birbirlerinden tamamen ayrı iki
süreklilik biçiminin ihdas edilmesine olanak vermektedir.
Bunlardan birincisi, cinslerin çoğunda bulunan büyük iş
levlere (solunum, sindirim, dolaşım, üreme, hareket...)
ilişkindir insandan bitki biçimli hayvana varana kadar, bü
tün canlılara azalan bir karmaşıklık skalasma göre dağıtıla
bilecek geniş bir benzerlik ihdas etmektedir; tat cinslerde
bütün işlevler mevcuttur, sonra bunlann birer birer yok ol
dukları görülmektedir ve sonunda da bitki biçimli hayvan
da "dolaşım merkezi, sinir, duyu merkezi yoktur; her nok
ta emme yoluyla besleniyora benzemektedir."22 Fakat esas
işlevlerin kısıtlı sayısı nedeniyle basit bir mevcudiyetler ye
namevcudiyetler tablosu meydana getiren bu süreklilik, za
yıftır, nispeten gevşektir, organların az veya çok gelişmiş
liklerine bağlıdır. Diğer süreklilik daha sıkıdır: organların
az veya çok mükemmelleşmiş olmalarına bağlıdır. Ama
bundan hareketle, ancak sınırlı diziler, çabucak kesintiye
uğrayan ve bir de üstelik birbirlerine farklı yerlerde dola
nan bölgesel süreklilikler kurulabilir: bunun nedeni, çeşit
li cinslerde "organların hepsinin aynı bozulma düzenini iz
lememesidir: biri kendi cinsinden en yüksek mükemmellik
derecesindedir, başka biri farklı bir cinste bu dereceye ula
22 G Cuvier, Tableau iltmentaire, s. 6 vd.
23 Cuvier, Leçons..., 1, s. 59.
Emek, Hayat, Dil
23
381
şartlamaktadır." Demek ki karşımızda, sınırlı ve kısmi,
cinslerden çok şu veya bu organa bağlanan "mikrodiziler"
denilebilecek şeylerle; diğer uçta, süreksiz, gevşek ve biz
zat organizmaların kendinden çok işlevlerin büyük temel
siciline bağlanan "makrodiziler" bulunmaktadır.
Bu ne çakışan, ne de birbirine uyarlanan iki süreklili
ğin arasında, büyük süreksiz kitlelerin dağıldıkları görül
mektedir. Bunlar farklı örgütlenme planlarına uymakta, ay
nı işlevler çeşitli hiyerarşilere göre düzene girmekte ve
farklı tiplerde organlar tarafından gerçekleştirilmektedir
ler. Örneğin, ahtapotta "balıklarda yerine getirilen bütün
işlevleri" bulmak kolaydır; "ama bunların arasında hiçbir
benzerlik, hiçbir düzenleme benzeşmesi yoktur."24 Öyley
se, bu grupların her birini kendi içinde çözümlemek, bir
grubu başka birine bağlayabilecek benzerliklerin dar hattı
nın değil de, onu kendi üzerinde sıkılaştıran güçlü tutarlı
ğı ele almak gerekir: kanı kırmızı olan her hayvanın ve bu
nedenle özerk bir plana mensuptur her zaman kemikli bir
kafaya, bir omurgaya, kol ve bacaklara (yılanlar hariç), atar
ve toplardamarlara, bir karaciğere, bir pankreasa, bir dala
ğa, böbreklere sahip olduğu ortaya konulacaktır.25 Omur
galılar ve omurgasızlar tamamen soyutlanmış alanlar mey
dana getirmektedirler; bu alanların arasında, bir yöne veya
diğerine geçişi sağlayan aracı biçimler bulmak mümkün
değildir: "Omurgalı hayvanlar ve omurgasızlar nasıl düzen
lenirlerse düzenlensinler, bu iki büyük sınıftan birinin so
nunda, ne de diğerinin başında bunların ikisi arasında bağ
kurabilecek kadar birbirine benzeyen iki hayvan buluna
mayacaktır."26 Demek ki, dallanmalar teorisinin, gelenek
sel sınıflandırmalara ek bir taksinomik çerçeve katmadığı
24 Cuvier, Mimoire sur la ciphalopodes, s. 4243,1817.
25 Cuvier, Tableau dimentaire d'histoire natuıtlle, s. 8485.
26 Cuvier, Leçons..., I, 60.
382
Kelimeler ve Şeyler
görülmektedir; bu teori, yeni bir özdeşlikler ve farklılıklar
mekânının oluşturulmasına bağlıdır. Bu mekân, özsel bir
süreklilikten yoksundur. Bu mekân kendini, daha işin ba
şında parçalanmış olarak bulmaktadır. Bu mekân, bazen
birbirlerinden uzaklaşan, bazen de kesişen hatlar tarafın
dan kat edilmektedir. Öyleyse, onun genel biçimini belirle
yebilmek için XVIII. yüzyılda Bonnet'den Lamarck'a kadar
ki geleneksel sürekli skalanm imgesinin yerine, bir ışıma
nın veya daha doğrusu, çok sayıda ışının oradan itibaren
yayıldıkları bir merkezler bütününün imgesini ikame et
mek gerekir, böylece her varlığı "örgütlü doğayı meydana
getiren bu muazzam şebekenin içine" yerleştirmek müm
kün olacaktır, ... fakat, on veya yirmi tane ışın, bu sayıla
mayacak kadar çok ilişkiyi ifade etmeye yetmeyecektir."27
O sırada dengesini kaybederek devrilen, tüm klasik
farklılık deneyi, ve onunla birlikte, varlık ile doğa arasın
daki ilişkidir. Farklılık XVII. ve XVIII. yüzyıllarda cinsleri
birbirlerine bağlama ve böylece, varlığın uçlan arasındaki
açıklığı doldurma işlevine sahipti; "hatları askıya alma" ro
lü oynamaktaydı: mümkün olduğunca sınırlı ve inceydi;
en dar çerçevenin içinde barınmaktaydı; her zaman bölü
nebilir nitelikteydi ve hatta algılama eşiğinin altına düşebi
lirdi. Cuvier'den itibaren bunun tersine kendini çoğaltmış,
çeşitli biçimleri kendine eklemiş, onu bütün diğerlerinden
çeşitli eşanlı şekillerde soyutlayan organizma boyunca da
ğılmış ve yankılanmıştır, bunun nedeni, varlıktan birbirine
bağlamak üzere, onların aralanndaki alana yerleşmemiş ol
masıdır; organizmanın kendi kendiyle dayanışma içinde
olması ve hayatta kalabilmesi için, onunla ilişki halinde iş
lev görmektedir; varlıkların arasındaki alanı, ardışık önce
liklerle doldurmamaktadır; büyük uyarlanabilir tiplerini
soyutlanmışlıklan içinde tanımlamak üzere, kendi kendini
27 Cuvier, Hisloire des poissons, s. 569,1, Paris, 1828.
Emek, Hayat, Dil
383
derinleştirerek, bu ara alanı oymaktadır. XIX. yüzyılın do
ğası, canlı olması ölçüsünde süreksizdir.
Altüst oluşun büyüklüğü ölçülmektedir; klasik çağda,
doğal varlıklar sürekli bir bütün meydana getirmekteydiler,
çünkü varlıktılar ve yayılmalarının kesintiye uğramasının
nedeni yoktu. Varlığı kendi kendinden ayıran şeyi temsil
etmek mümkün değildi; demek ki, temsilin (işaretlerin ve
karakterlerin) sürekliliği ve varlıkların sürekliliği (yapıla
rın aşın yakınlığı) bağlantılıydı. Cuvier ile birlikte ebedi
yen kopan, işte bu hem arkeolojik hem de temsili olan do
kudun canlılar yaşadıkları için, artık tedrici ve basamaklı
bir farklılıklar dokusu oluşturamazlar; birbirlerinden ta
mamen ayrı ve hayatı destekleyen bir o kadar farklı düzen
leniş gibi olan tutarlık çekirdeklerinin çevresinde saflaş
mak zorundadırlar. Klasik varlık kusursuzdu; hayat ise sı
nırsızdı ve gerilememiş durumdaydı. Varlık muazzam bir
tablonun içinde akıyordu; hayat, birbirlerine bağlanan bi
çimleri soyutluyordu. Varlık kendini, temsilin her zaman
çözümlenebilir nitelikte olan mekânında sunmaktaydı; ha
yat, özü itibariyle ulaşılamaz ve yalnızca açığa çıkmak ve
ayakta kalmak için şurada burada sarf ettiği çabalann için
de ele gelen bu gücün esrarının içine çekilmekteydi. Kısa
cası, hayat klasik çağın tümü boyunca, yaygınlığa, çekime,
harekete tabi kılınmış olan bütün maddi varlıkları aynı şe
kilde kapsayan bir ontolojiye mensup bulunmaktaydı; ve
bütün doğabilimleri ve özellikle de canlı varlıkla uğraşan
bilim, işte bu anlamda derin bir mekanist eğilime sahipler
di; canlı, Cuvier'den itibaren, hiç değilse ilk aşamada, yay
gın varlığın genel yasalanndan kaçmıştır; biyolojik varlık
bölgeselleşmekte ve özerkleşmektedir; hayat, varlığın uç
sınırlarında, ona dış olan ve gene de kendini onda dışa vu
ran şeydir. Ve eğer, onun canlı olmayan ile ilişkileri veya fi
zikkimyasal belirlenmeleri sorutuyorsa, bu hiç de, klasik
384
Kelimeler ve Şeyler
tarzları üzernde ısrar eden bir "mekanistliğin" hattı üzerin
de olmamakta, iki doğayı birbirleriyle ekiemleştirmek üze
re, tamamen yeni bir biçimde olmaktadır.
Fakat, mademki süreksizlikler hayatın sürdürülmesi
ve koşulları tarafından açıklanmak zorundadır, bu durum
da organizma ile onun yaşamasına izin veren şey arasında
öngörülemeyen bir sürekliliğin veya en azından, henüz
çözümlenmemiş kesişmelerin— taslağının çizildiği görül
mektedir. Eğer Gevişgetirenler Kemirgenlerden, hafiflet
menin söz konusu olmadığı koskoca bir kitlesel farklılıklar
sistemiyle farklılaşıyorlarsa, bunun nedeni, Gevişgetirenle
rin farklı bir diş yapısına, başka bir sindirim sistemine, par
mak ve tırnakların farklı bir düzenlenişine sahip olmaları
dır; bunun nedeni, aynı gıdayı elde edememeleri, gıdayı
aynı muameleye tabi tutamamalandır; bunun nedeni, aynı
tür gıdayı sindirememeleridir. Demek ki, canlı artık yalnız
ca, belli karakterler taşıyan, belirli bir molekül bileşimi
olarak anlaşılmamalıdır; kendi yapısını sürdürmek veya
geliştirmek için kullandığı dış unsurlarla (solunum aracılı
ğıyla, "dıştan içe ve içten dışa sürekli bir dolaşım" gerçek
leşmektedir; bu dolaşım "sürekli beslenmekte, ama bazı sı
nırlar arasında sabit kalmaktadır. Böylece canlı bedenler,
ölü cevherlerin kendi aralarında çeşitli şekillerde birleş
mek üzere ardışık olarak taşındıkları, bir cins ocak olarak
düşünülmelidirler. " 28 Canlı, onu kendiyle süreksizlik ha
linde tutan bu aynı gücün işleyişi ve hükümranlığı aracılı
ğıyla, kendini çevreleyen şeylerle sürekli bir ilişkiye tabi
kılınmış olmaktadır. Canlının yaşayabilmesi için, birbirle
rine indirgenemez birçok örgütlenmenin ve aynı zamanda,
bunların her birinin soluduğu hava, içtiği su, tükettiği gı
da arasında kesintisiz bir hareketin bulunması gerekir. Ha
yatın bölünmüş gücü, varlık ile doğa arasındaki eski klasik
vier, Leçons..., t, s. 45
Emek, Hayat, Dil
385
sürekliliği kopararak, dağınık, ama hepsi de varoluş koşul
larına bağlı biçimleri ortaya çıkaracaktır. Avrupa kültürü,
XVIII. ile XIX. yüzyılların dönemecindeki birkaç yıl içinde,
canlının temel mekânlaştınlmasım tamamen değiştirmiş
tir; canlı klasik deney açısından, evrensel varlık taxino
mia'smm içindeki bir kutu veya kutular dizişiydi; eğer coğ
rafi yerleştirmenin bir rolü varsa (Buffon'da olduğu gibi),
bu zaten mümkün olan çeşitlenmeleri açığa çıkarma yö
nündeydi. Canlı Cuvier'den itibaren, kendi kendini ört
mekte, taksinomik yakınlıklarına son vermekte, süreklilik
lerin geniş ve zorlayıcı planından kopmakta ve kendine ye
ni bir mekân oluşturmaktadır: gerçeği söylemek gerekirse,
çifte bir mekân, çünkü bu hem anatomik tutarlıklann ve
fizyolojik uygunlukların iç, hem de kendi bedenini oluştu
ran ve içinde yer aldığı unsurların dış mekânıdır. Fakat bu
iki mekân tek bir yerden yönetilmektedir: bu yer artık var
lığın olabilirliği değil de, hayat koşullarıdır.
Bir canlılar biliminin bütün apriori'si, bu yüzden altüst
olmakta ve yenilenmektedir. Keşiflerin, tartışmaların, te
orilerin veya felsefi tercihlerin daha belirgin düzeyinde de
ğil de, arkeolojik derinliğinde ele alınan Cuvier'nin eseri,
biyolojinin geleneği olacak şeyin üzerine uzaktan sark
maktadır. Lamarck'm, evrimcilik olacak şeyi "önceden ha
ber veriyora" benzeyen "dönüşümcü" vahiyleriyle, Cuvi
er'nin bağlı kalmakta inat ettiği geleneksel önyargıların ve
din bilimsel postulalarm damgasını yemiş olan eski sabit
çilik çoğu zaman zıtlaştınlmaktadır. Ve koskoca bir karı
şımlar, eğretilemeler, iyi denetlenemeyen kıyaslamalar
oyunuyla, insanların narin düzenini güvenceye almak üze
re, şeylerin hareketsizliklerine tutkuyla sarılan "gerici" bir
düşüncenin profili çizilmektedir; tüm iktidarlara sahip Cu
vier'nin felsefesi böyle olacaktır; onun karşısında ise, hare
ketin gücüne, kesintisiz yeniliğe, uyumların hayatiyetine
386
Kelimeler ve Şeyler
inanan ilerici bir düşüncenin zorlu kaderi çizilmektedir:
devrimci Lamarck burada yer alacaktır. Böylece, bir bakıma
güçlü bir şekilde tarihsel olan bir fikirler tarihi yapma ba
hanesiyle, güzel bir saflık örneği verilmektedir, tünkü bil
ginin tarihseli iğinde önemli olan, kanaatler ve onların ara
sında çağlar boyunca kurulabilecek benzerlikleri (nitekim
Lamarck ile belli bir evrimcilik arasında bir "benzerlik"
vardır, tıpkı bu evrimcilikle Diderot, Robinet veya Benoit
de Maullet'nin fikirleri arasında da olduğu gibi) değil de,
düşünce tarihini kendi içinde eklemleşmiş hale getiren,
onun iç olabilirlik koşullandır. Oysa, Lamarck'ın cinslerin
dönüşümünü ancak, klasiklerin doğal tarihininki olan var
lıkbilimsel süreklilikten itibaren düşünebildiğini fark et
mek için, onun çözümlemesine girişmek yeterlidir. La
marck, tedrici bir basamaklanma, kesintisiz bir mükem
melleştirme birbirlerinden itibaren oluşabilecek varlıkların
geniş bir tabakasını varsaymaktaydı. Lamarck'ın düşünce
sini mümkün kılan, gelecekteki bir evrimciliğin uzaktan
kavranması değil de, doğal "yöntemler"in keşfettikleri ve
varsaydıkları haliyle, varlıkların sürekliliğidir. Lamarck, A.
L. de Jussieu'nün çağdaşıdır. Cuvier'nin değil. Cuvier, var
lıkların klasik skaiasmın içine kökten bir sürekliliği dahil
etmiştir; ve bizatihi bu olgudan ötürü, biyolojik uyuşmaz
lık, dış unsurlarla ilişki» varoluş koşulları gibi kavramları
su üstüne çıkarmıştır; aynı zamanda, hayatı destekleyen
bir gücü ve onu ölümle cezalandıran bir tehdidi de su yü
züne çıkarmıştır; evrim düşüncesi gibi bir şeyi mümkün
kılan koşulların çoğu işte burada bir araya gelmektedir.
Canlı biçimlerin süreksizliği, yapıların ve karakterlerin sü
rekliliğinin yüzey kıyaslamalarına rağmen izin vermediği,
büyük bir zamansal sapmanın kavranmasına olanak ver
miştir. Doğal tarihin yerine bir doğa "tarihi" ikame edile
bilmiştir; bu uzaysal süreksizliğin, tablonun bağlantıları
Emek, Hayat, Dil
387
nm kopmasının, bütün doğal varlıkların yerlerini bulmak
üzere düzen içinde geldikleri şu tabakanın parçalanması
nın sayesinde olmuştur. Daha önce görüldüğü üzere, kla
sik mekân, kuşkusuz bir oluşun olabilirliğini dışlamıyor
du; ama bu oluş, mümkün değişmelerin gizlice muhtemel
tabanı üzerindeki bir dolaşmayı sağlamaktan başka bir şey
yapmıyordu. Bu mekânın kopması, hayata özgü bir tarih
selliğin keşfedilmesine izin vermiştir hayatın, varoluş ko
şullan içinde sürdürülme tarihi. Böylesine bir sürdürme
nin çözümlenmesi olarak, Cuvier'nin "sabitçiliği", Batı bil
gisinin içinde ilk yeşerdiği anda, bu tarihsel ligin düşünül
mesinin başlangıç biçimidir.
Demek ki, tarihsellik şimdi doğanın içine veya daha
doğrusu, canlının içine dahil edilmiştir; ama orada muh
temel bir ardışıklık biçiminden daha fazla bir şey meydana
getirmemektedir; adeta temel bir varoluş tarzı gibi bir şeyi
oluşturmaktadır. Kuşkusuz, Cuvier'nin döneminde henüz
evrimciliğin tasvir edeceği biçimiyle canlının tarihi yoktur;
ama canlı daha işin başında, ona bir tarihe sahip olma ola
nağı veren koşullarla birlikte düşünülmüştür, zenginlikler
de Ricardo'nun döneminde, aynı şekilde, henüz iktisadi ta
rih olarak formüle edilmemiş bir tarihsellik statüsü kazan
mışlardı. Endüstri gelirlerinin, nüfusun ve rantın Ricardo
tarafından öngörülen yakın gelecekteki sabitlikleri, cinsle
rin Cuvier tarafından iddia edilen sabitlikleri, yüzeysel bir
incelemenin sonrasında, tarihin reddi olarak görülebilirler;
gerçekte ise, Ricardo ve Cuvier, XVIII. yüzyılda düşünül
dükleri halleriyle kronolojik ardışıklığın biçimlerini redde
diyorlardı; zamanın temsillerin hiyerarşik veya sınıflandın
cı düzenine mensubiyetini bozuyorlardı. Buna karşılık, tas
vir ettikleri veya haber verdikleri, şu andaki veya gelecek
teki bu hareketsizliği, ancak bir tarihin olabilirliğinden ha
reketle kavrayabilirlerdi; ve bu tarih onlara, ya canlının
388
Kelimeler ve Şeyler
varoluş koşullan ya da değer üretiminin koşullan tarafın
dan sunulmuştur. Ricardo'nun kötümserliği ve Cuvier'nin
sabitçiliği, paradoksal olarak ancak tarihsel bir zemin üze
rinde ortaya çıkmaktadır: bunlar, bundan sonra artık ken
di derin özel koşullannm içinde bir tarihe sahip olmaya
hakları olan varlıkların sabitliğini tanımlamaktadırlar; zen
ginliklerin sürekli bir gelişmeye göre artabileceğine veya
varlıklann zamanla birbirlerine dönüşebileceklerine ina
nan klasik düşünce, bunun tersine, her tarihten önce bir
değişkenler, özdeşlikler veya eşdeğerlilikler sistemine bo
yun eğen varlıklann hareketliliğini tanımlamaktaydı. Doğa
varlıklannm ve emek ürünlerinin, modern düşünceye on
lan kavrama ve sonra da onlann ardışıklıklarını, aşama
aşama ilerleyen bilimini seferber edebilme olanağı veren
bir tarihsellik kazanabilmeleri için, klasik tarihin boşlukta
kalması ve adeta paranteze alınması gerekmiştir. XVIII.
yüzyıl düşüncesi açısından, kronolojik ardışıklıklar, varlık
lann düzeninin bir özelliğinden ve az çok bulanık dışavu
rumundan başka bir şey değildir; bunlar XIX. yüzyıldan iti
baren, şeylerin ve insanlann derinlemesine tarihsel olan
varoluş tarzlarının, az çok doğrudan olarak ve kesintiye
uğramalanna kadar ifade etmektedirler.
Canlının tarihselliğinin böylece kurulmasının, Avrupa
düşüncesi üzerinde her halü kârda büyük etkileri olmuş
tur. Bunlar hiç kuşkusuz, ekonomik bir tarihselliğin oluşu
munun yol açtıklan kadar büyüktürler. Büyük hayali de
ğerlerin yüzeysel düzeyinde artık tarihe adanan hayat, ken
dini hayvansallık biçimi altında resmetmektedir. Büyük
tehdidi ve kökten yabancılığı ortaçağın sonunda veya en
azından Rönesansın bitiminde askıya alman ve sanki silah
sızlandınlan hayvan, XIX. yüzyılda yeniden fantastik güç
lere kavuşmuştur. Bu iki dönem arasında, klasik doğa bit
kisel değerleri ayncalıklı kılmıştır bitki, görülebilir arma
Emek, Hayat, Dil
389
sının üzerinde, her muhtemel düzenin tereddüt edilemeye
cek damgasını taşımaktadır; saptan tohuma, kökten mey
veye kadar sergilenen bütün bu biçimleriyle, bitki tablo ha
lindeki bir düşünce için, ters yüz edilmiş sırlara cömertçe
şeffaf olan saf bir nesne meydana getirmekteydi Karakter
lerin ve yapıların hayatın derinliklerine doğru kat kat in
dikleri andan itibaren şu egemen, sonsuza kadar uzakla
şan, ama oluşturucu kaçış noktası hayvan artık, her biri
görülmeyen bir işlev olan gizli iç yapısı, üstü örtülü organ
larıyla, ve onu her şeyin sonunda hayatta tutan şu uzak gü
cüyle, ayrıcalıklı biçim haline gelmiştir. Canlı, bir varlık sı
nıfıysa da, ot onun saydam özünü her şeyden daha iyi be
lirtmektedir; canlı, hayatın bir dışavurumuysa da, hayvan
onun esrarını daha iyi göstermektedir. Hayvan inorganiğin
organiğe solunum veya gıda yoluyla aralıksız geçişini ve
büyük işlevsel mimarilerin, ölümün etkisiyle, hayatsız toz
lara doğru olan ters yöndeki dönüşümünü, karakterlerin
sakin imgesinden daha fazla göstermektedir: Cuvier, "ölü
cevherler, arada bir kopmak ve içine girdikleri bileşimlerin
doğası tarafından belirlenen bir etki yapmak ve ölü doğa
nın yasalarına geri dönmek için bir gün oradan ayrılmak
üzere, canlı bedenlere aktarılmaktadırlar"29 demekteydi.
Bitki, hareketiyle hareketsizliğin, duyarlı ile duyarsızın sı
nırlarında hüküm sürmekteydi; hayvan ise, hayat ile ölü
mün sınırlarında durmaktadır. Ölüm onu her bir taraftan
kuşatmakta, daha da ötesi, onu içinden de tehdit etmekte
dir; çünkü sadece organizma ölebilir, ve ölüm canlılara ha
yatlarının derininden gelmektedir. Hayvansallığın XVIII.
yüzyılın sonuna doğru yüklendiği ikircikli değerler, hiç
kuşkusuz buradan kaynaklanmaktadır: hayvan, kendinin
de maruz kaldığı bir ölümün taşıyıcısı olarak gözükmekte
dir, onda, hayatın kendi kendini sürekli bir yemesi vardır.
29 Cuvier, Cours d'anatomie paihologitpıe. I, s. 5.
390
Kelimeler ve Şeyler
Doğaya ancak, bir doğa karşıtı çekirdeğini kendinden ba
rındırarak ait olabilmektedir. Hayat, en gizli özünü bitki
den hayvana aktararak, düzen mekânını terk etmekte ve
yeniden vahşi olmaktadır. Onu ölüme tabi kılan bu aynı
hareketin içinde, kendini ölümcül olarak ifşa etmektedir.
Yaşadığı için öldürmektedir. Doğa artık iyi olmayı bilme
mektedir. Hayatın artık cinayetten, doğanın kötülükten,
arzulann da doğa karşıtından ayrılmadıklarını, Sade dilini
kuruttuğu XVIII. yüzyıla ve onu uzun süre sessizliğe mah
kûm etmeye uğraşan modern çağa ilan etmişti. Saygısızlık
affedilsin (kime karşı?): 120 Gün, Karşılaştırmalı Anatomi
Dersleri'nin yumuşacık ve büyülü tersidir. Bunlar bizim ar
keolojimizin takviminde, her halû kârda aynı yaştadırlar.
Fakat, bütünüyle kaygı verici ve karanlık güçlerle yük
lenmiş bu hayali hayvansallık statüsü, XIX. yüzyıl düşün
cesinde hayatın çoklu ve eşanlı işlevlerine daha derinden
gönderme yapmaktadır. Batı kültüründe herhalde ilk kez
olmak üzere, hayat, temsilin içinde sunulduğu ve çözüm
lendiği haliyle varlığın genel kurallarından kaçmaktadır.
Hayat, bizatihi var olabilmenin ötesinde, onu ortaya çıkar
mak için destekleyen ve onu ölümün şiddetiyle hiç ara ver
meden yokeden şeylerin öteki tarafında, tıpkı hareketin
hareketsizlikle, zamanın mekânla, gizli iradenin görünür
dışavurumla zıtlaştığı gibi, varlıkla zıtlaşan temel bir güç
haline gelmektedir. Hayat, her varoluşun köküdür, ve can
lı olmayan, cansız doğa hayatın döküntüsünden başka bir
şey değildir; düpedüz varlık, hayatın varlık olmayanıdır.
Çünkü hayat ve XIX. yüzyıl düşüncesinde işte bu yüzden
kökten bir değere sahiptir, aynı anda hem varlığın hem de
varlık olmayanın çekirdeğidir: hayat olduğu için varlık var
dır ve dağınık ve bir ân için sabit varlıklar onları ölüme ta
bi kılan bu temel hareketin içinde oluşmakta, duraksamak
ta, hayatı durdurmakta ve bir bakıma onu öldürmektedir
Emek, Hayat, Dil
391
ler—, ama kendi hesaplarına, bu tükenmez güç tarafından
yok edilmektedirler. Demek ki, hayat deneyi kendini var
lıkların en genel yasası, onların oradan itibaren var olduk
ları şu ilkel gücün açığa çıkarılması olarak sunmakta, bü
tün varlıkların birbirinden çözülemeyen varoluşlarım ve
varlıkolmamalarını söylemenin çaresini arayan vahşi bir
varlıkbilim gibi işlev görmektedir. Fakat bu varlıkbilim,
varlıkları ihdas eden şeyden daha çok, onları bir ân için na
rin bir biçime taşıyan ve onlan yok etmek üzere daha şim
diden içeriden mayınlayan şeyi ifşa etmektedir. Varlıklar,
hayata nazaran yalnızca geçici biçimlerden ibarettirler ve
varoluşları boyunca destekledikleri varlık da, onların var
olma sanıları ve iradelerinden başka bir şey değildir. Öyle
sine ki, şeylerin varlığı bilgi açısından yanılsama, onları ge
cenin karanlığında yutan sessiz ve görünmez şiddeti bul
mak üzere yırtılması gereken örtüdür: ama bu yüzden, ol
guyu temellendirmek, onun hem sınırını hem de yasasını
söylemek, onu mümkün kılan sonluluğa eklemekten çok,
tıpkı hayatın kendinin varlıkları tahrip ettiği gibi, onu da
ğıtmak ve yok etmek söz konusudur: çünkü bütün varlığı
görünüşten ibarettir.
Böylece, terimlerinin hemen hepsi itibariyle, ekono
mik bir tarihselliğin oluşumuna bağlı olan düşünceyle zıt
laşan bir düşüncenin inşa edildiği görülmektedir. Daha ön
ce gördüğümüz üzere, ekonomik tarihsellik, indirgenemez
ihtiyaçlar, emeğin nesnelliği ve tarihin sonu konusundaki
üçlü bir teoriden destek almaktaydı. Burada bunun tersine,
ona göre bireyselliğin biçimleri, sınırlan ve i'ıtiyaçlarıyla
birlikte geçici ve tahribe yönelik bir ândan ibaret olduğu,
sadece bu yokoluşun yolu üzerinde kenara itilmesi gereken
bir engel oluşturduğu bir düşüncenin geliştiğini görmekte
yiz; bu düşüncenin içinde, şeylerin nesnelhgi bir görüntü,
algılamanın bir kuruntusu, dağıtılması ve onları yaratan ve
392
Kelimeler ve Şeyler
bir ân için desteklemiş olan olgusuz saf iradeye iade edil
mesi gereken yanılsamadan ibarettir, nihayet, bu düşünce
açısından, hayatın yeniden başlaması, ardı arkası gelmeyen
tekrarları, inadı, ona süre içinde bir sınır konulmasını dış
lamaktadır; çünkü zamanı kendi de, kronolojik bölümleri
ve adeta uzaysal takvimiyle, hiç kuşkusuz bilginin bir ya
nılsamasından başka bir şey değildir. Bir düşüncenin tari
hin sonunu öngördüğü yerde, bir başkası hayatın sonsuz
luğunu ilan etmektedir; birinin şeylerin gerçek üretiminin
emekle olduğunu kabul ettiği yerde, diğeri bilincin kurun
tularını dağıtmaktadır; birinin bireyin sınırlarıyla birlikte
hayatının taleplerini ileri sürdüğü yerde, diğeri onları ölü
mün homurtusu içinde silmektedir. Bu zıtlık acaba, bilgi
alanının XIX. yüzyıldan itibaren, artık tüm noktalarında
türdeş ve tekdüze olan bir düşünceye yer veremediğinin
işareti midir? Bundan sonra, her pozitiflik biçiminin ken
dine uygun düşen Mfelsefenye sahip olduğunu mu kabul et
mek gerekin iktisat için, ihtiyacın damgasını yemiş, ama
sonunda zamanın büyük ödülü vaat edilmiş olan bir emek
felsefesi; biyoloji için, varlıkları ancak çözmek için biçim
lendiren ve bu yüzden Tarih'in bütün sınırlarından azat
edilmiş olan şu süreklilik tarafından damgalanan bir hayat
felsefesi ve dilbilimleri için, nispiliklerinin ve kendilerine
özgü dışavurumun güçlerininki olan bir kültür felsefesi?
IVBOPP
ı
"Fakat her şeyi aydınlatacak olan belirleyici nokta, dillerin
iç yapısı veya karşılaştırmalı gramerdir, tıpkı karşılaştırma
lı anatominin doğal tarihin üzerine büyük bir ışık saçtığı
gibi, bu da bize dillerin soy zinciri hakkmda yepyeni çö
30 Fr. Schlegel. La Langue et la philosophie des Indiens, s. 35, Fr. Çev, Paris,
1837.
Emek, Hayat, Dil
393
zûmler sunacaktır."30 Schlegel bunu iyi bilmekteydi: gra
mer bağlamında tarihselliğin oluşturulması, canlı bilimin
dekiyle aynı modele göre yapılmıştı. Ve gerçeği söylemek
gerekirse, bunda şaşılacak bir yan yoktu, çünkü dilleri
meydana getirdikleri düşünülen kelimeler ve onların aracı
lığıyla doğal bir düzenin kurulmaya çalışıldığı karakterler,
klasik çağın tümü boyunca özdeş bir şekilde, aynı statüye
sahip olmuşlardı: yalnızca, sahip oldukları temsili değer ve
onlara temsil edilen şeyler karşısında tanınan çözümleme,
ikizlenme, bileşim ve düzene sokma gücü sayesinde var
oluyorlardı. Önce Jussieu ve Lamarck, sonra da Cuvier ile
birlikte, karakter temsil etme işlevini kaybetmişti veya da
ha doğrusu, henüz "temsil edebiliyorsa ve komşuluk ve
akrabalık ilişkilerinin kurulmasına izin vermekteyse de,
bunu görünür yapısının kendine özgü yeteneğiyle veya
onu meydana getiren tasvir edilen unsurlar aracılığıyla de
ğil de, öncelikle bütünsel bir örgütlenmeye ve dolayh veya
dolaysız, başat veya yanlamasına, "birincü" veya "ikincil*
bir biçimde sağladığı işleve eklenmesinden ötürü yapabili
yordu. Dil alanında kelime, hemen hemen aynı dönemde
benzeri bir dönüşüme maruz kalmıştır: tabii ki bir anlama
sahip olmaktan ve onu kullanan veya duyanm zihninde bir
şeyi "temsil edebilme "ye son vermemiştir; fakat bu rol ar
tık, kelimenin bizaihi kendi varlığı içinde, özsel mimarisi
içinde, ona bir cümlenin içinde yer alma ve orada az veya
çok farklı kelimelerle bağ kurma izni veren şeyin içinde
kurucu unsur değildir. Eğer bir kelime, bir şey söylemek
istediği bir söylemin içinde yer alabiliyorsa, bu artık kendi
ne özgü bir nitelik ve doğumdan getirdiği hak olarak sahip
olacağı dolaysız bir aşamalı akıl yürütmenin sayesinde de
ğil de, bizatihi kendi biçiminin içinde, onu meydana geti
ren sesliliklerin içinde, yerine getirdiği gramatikal işleve
göre maruz kaldığı değişimlerin içinde, son olarak da, za
394
Kelimeler ve Şeyler
man içinde maruz kaldığı değişimlerin içinde, aynı dilin
diğer bütün unsurlarıyla birlikte, onlara aynı şekilde hük
meden belli sayıdaki katı yasaya boyun eğmesi sayesinde
olacaktır; öylesine ki, kelime artık bir temsile ancak, önce
dilin kendine özgü tutarlığını tanımladığı ve sağladığı gra
matikal örgütlenmeye mensup olması ölçüsünde bağlı ol
maktadır. Kelimenin söylediği şeyi sağlayabilmesi için, ona
nazaran birincil, temel ve belirleyici olan gramatikal bir
toptanlığa mensup olması gerekir.
Kelimenin bu kayması, temsil etme işlevlerinin dışın
da bu bir cins arkaya sıçrama, hiç kuşkusuz XVIII. yüzyı
lın sonuna doğru Batı kültürünün önemli olaylarından bi
rini meydana getirmiştir. Aynı zamanda en fark edilmeden
kalanlarından birini de. Dikkatler istekle siyasal iktisadın
ilk ânlarında, Ricardo'nun toprak rantı ve üretim maliyeti
çözümlemelerine yöneltilmektedir: burada olayın büyük
boyutlu olduğu, çünkü adım adım ilerleyerek, yalnızca bir
bilimin gelişmesine olanak vermekle kalmayıp, aynı za
manda belli sayıda ekonomik ve siyasal değişime yol açtığı
kabul edilmektedir. Doğabilimlerinin aldığı yeni biçimler
de pek fazla ihmal edilmemektedir; ve Lamarek'm, geriye
yönelik bir yanılsamayla Cuvier'nin aleyhine olmak üzere,
daha muteber kılındığı doğruysa da, hayatın Karşılaştırma
lı Anatomi Dersleri ile ilk kez pozitiflik eşiğine ulaştığı doğ
ru dürüst fark edilmiyorsa da, gene de Batı kültürünün bu
andan itibaren canlılar âlemine yeni bir bakış yönelttiği ko
nusunda en azından yaygın bir bilinç vardır. Buna karşılık,
HindAvrupa dillerinin soyutlanması, karşılaştırmalı bir
gramerin oluşturulması, bükümlerin incelenmesi, seslile
rin birbirlerinin yerine geçmelerinin ve sessiz harflerin ani
değişimlerinin yasalarının formüle edilmesi; kısacası,
Grimm, Schelegel, Rask ve Bopp'un filolojik eserlerinin
bütünü, bizim tarih bilincimizin kıyısında, sanki biraz yan
Emek, Hayat, Dil
395
larda kalan ve belirli bir gruptan başka kimsenin anlayama
yacağı bir disiplin kurmuş gibi durmaktadır; sanki bu un
surlar boyunca değişen, gerçekte dilin (ve bizim) bütün va
roluş tarzı değilmiş gibi. Kuşkusuz, böylesine bir unutma
yı değişmenin büyüklüğüne rağmen değil de, tersine on
dan ve bu olayın bizim alışılmış ışıklarından pek kurtula
mamış olan gözlerimiz için hep muhafaza ettiği körlemesi
ne yakınlıktan itibaren meşrulaştırılmaya çalışılmalıdır.
Bunun nedeni, bu olayın meydana geldiği zamanla, zaten
bir esrann içinde değilse bile, en azından belli bir gizliliğin
içinde sarmalanmış olmamasıydı. Dilin varoluş tarzındaki
değişmeler, herhalde telaffuzu, grameri veya semantiği et
kileyen bozulmalar gibi olmuşlardır: bunlar ne kadar hızlı
meydana gelmiş olurlarsa olsunlar, dilin bu değişimleri
çoktan taşır hale gelmesine rağmen onu konuşanlar tara
fından hiçbir zaman açıkça kavranamamışlardır; bu deği
şimlerin bilincine ancak dolaylı olarak, anlar halinde varıl
maktadır; ve karar sonuçta ancak negatif tarzda işaret edil
mektedir: kullanılmakta olan dilin kökten ve dolaysız ola
rak fark edilebilen aşınması. Bir kültürün, dilin temsilleri
ne şeffaf olmaktan çıkarak, inceldiğini ve kendine özgü bir
çekime sahip hale geldiğinin bilincine, tematik ve pozitif
bir şekilde varması herhalde mümkün değildir. Konuşma
ya devam edildikçe, dilin (kullanılmaya devam edenin)
yalnızca aşama aşama akıl yürütmeye dayalı bir düşünceye
indirgenemeyen bir boyut kazanmakta olduğu nasıl biline
cektir ancak şöylesine bir ve kötü yorumlanan birkaç ka
ranlık gösterge boyunca olanları hariç? Filolojinin doğu
mu, kuşkusuz bütün bu nedenlerden ötürü, ekonominin
doğuşundan çok daha karanlıkta kalmıştır. Oysa o da aynı
arkeolojik alt üst oluşun içinde yer almaktaydı. Oysa,
onun sonuçlan kültürümüzün içinde, en »zindan onu ka
teden ve destekleyen yeraltı tabakalarının içinde çok daha
396
Kelimeler ve Şeyler
uzaklara kadar yayılmıştı.
Bu filolojik pozitiflik nasıl oluşmuştur? Dört tane te
orik kesit, onun XIX. yüzyılın başında meydana geldiğini
işaret etmektedir Schelegel'in Hintlilerin dil ve felsefeleri
(1808), Grimm'in Deutsche Grammatik'i (1818) ve
Boppün Sanskritçeninfiilçekim sistemi'nin (1816) döne
mi.
1. Bu kesitlerden birincisi, bir dilin kendini içten ka
rakterize etme ve diğerlerinden farklılaşma biçimine iliş
kindir. Klasik çağda bir dilin bireyselliği, birçok kıstastan
hareketle tanımlanabilmekteydi: kelimeleri oluşturmak
üzere kullanılan farklı sesler arasındaki oran (sesli harfle
rin çoğunlukta olduğu diller vardır), bazı kelime kategori
lerine tanınan ayrıcalık (olmak fiilini nitelemek üzere so
mut adlar kullanan dillerle, soyut adlar kullanan diller
vb.), ilişkileri temsil etme biçimi (edatlar veya ad çekimle
riyle), kelimelerin sıralanması için seçilen düzen (ya Fran
sızlar gibi özne öne konulur, ya da Latincede olduğu gibi
en önemli kelimelere öncelik tanınır); böylece Kuzey ile
Güney dilleri, duyu ile ihtiyaç dilleri, özgürlük ile kölelik
dilleri, barbarlık ile uygarlık dilleri, mantıksal akıl yürütme
ile retorik delillendirme dilleri arasında aymm yapılmak
taydı: dillerin arasındaki bütün bu ayırımlar, onların tem
sili çözümleyebilme, sonra da unsurlarını bileştirme tarzı
na hiçbir zaman ilişkin olmamaktaydılar. Fakat Schele
gel'den itibaren, diller en azından genel tipolojileri içinde,
onları meydana getiren fiilsel unsurları birbirlerine bağla
ma tarzlarına göre tanımlanır hale gelmişlerdir; bu unsur
ların arasından bazıları tabii ki temsilidir; her halü kârda
görünür bir temsil etme değerine sahiptirler, ama diğerleri
hiçbir anlamla yüklü değildir ve diğer bir unsurun söyle
min birliği içindeki anlamını belirli bir bileşimle belirleme
ye yaramaktadırlar. Diller cümlecik ve cümle kurmak için,
Emek, Hayat, Dil
397
işte bu malzemeyi adlardan, fiillerden, genel olarak keli
melerden, ama aynı zamanda hecelerden ve seslerden mey
dana gelmektedir birleştirmektedirler. Fakat, seslerin, he
celerin ve kelimelerin ayarlanmasıyla meydana getirilen
maddi birim, yalnızca temsil unsurlarının basit bileşkesi
nin hükmü altında değildir. Çeşitli dillerde, farkhlaşan,
kendine özgü ilkeleri vardır: gramatikal bileşimin, söyle
min anlamına şeffaf olmayan kuralhlıkları vardır. Oysa, an
lam bir dilden diğerine hemen hemen bütünüyle aktanla
bildiğinden, bir dilin bireyselliğini tanımlamaya bu kural
lılıklar izin verecektir. Her dil, özerk bir gramatikal mekâ
na sahiptir; bu mekânlan yatay olarak, yani mümkün bü
tün altbölümleriyle temsil alam olarak ortak bir "or
tam "dan geçme zorunda kalınmadan, bir dilden diğerine
kıyaslamak mümkündür.
Gramatikal unsurlann arasında, hemen üci büyük bile
şim tarzını fark etmek kolay bir iştir. Bunlardan biri, un
surları birbirlerini belirleyecekleri bir şekilde çakıştırmaya
dayanmaktadır; bu durumda dil, çeşitli biçimlerde bileşe
bilen bir unsur kalabalığından genelde çok kısa unsurlar
meydana gelmektedir; ama bunların her biri özerkliğini,
dolayısıyla bir başkasıyla bir cümle veya cümleciğin içinde
kurduğu geçici bağı kopartma olanağını korumaktadır. Dil
bu durumda, birimlerinin sayısı ve bunlann arasında söy
lem içinde kurulabilecek mümkün bütün bileşimlerle ta
nımlanmaktadır; bu durumda bir "atomların bir araya ge
tirilmesi", bir "dış bir yakınlaşma tarafından gerçekleştiri
len mekanik yığma"31 söz konusudur. Bir dilin unsurları
arasında başka bir bağlantı tarzı daha vardır: bu, esas hece
veya kelimeleri köksel biçimler içten bozan büküm sis
temidir. Bu biçimlerin herbiri, kendiyle birlikte belli sayıda
değişme olanağı taşımaktadır; ve cümlenin diğer kelimele
31 age, s. 57.
398
Kelimeler ve Şeyler
rine göre, bu kelimelerin arasındaki bağımlılık veya kore
lasyon ilişkilerine göre, şu veya bu değişken kullanılacak
tır. Bu tarz görünüşte, birincisine nazaran daha az zengin
dir, çünkü bileşim olanakları çok daha kısıtlıdır, ama ger
çekte, büküm sistemi asla saf ve en zayıf biçimi altında var
olmaz; kökün içsel değişimi, ona kendileri de içten değişe
bilen unsurları ekleme yoluyla kabul olanağı tanır; öylesi
ne ki, "her kök gerçekten bir cins yaşayan tohumdur; çün
kü ilişkiler içsel bir değişme tarafından işaret edildiklerin
den ve kelimelerin gelişimi için serbest bir alan bırakıldı
ğından, bu kelime sınırsız bir şekilde genişleyebilir.*32
Bu iki büyük lengüistik örgütlenme tipine, bir yandan
"ardışık fikirleri işaret eden parçacıkların, kendi ayrı hayat
ları olan tek heceler" olduğu Çince ve öte yandan da, "ya
pısı tamamen organik olup, eğer deyim yerindeyse, bü
kümlerin, içsel değişmelerin ve kökün çeşitli dolanımlan
nın yardımıyla dallanan" 33 Sanskritçe denk düşmektedir.
Bu başat ve uç modellerin arasına, bütün diğer dilleri yer
leştirmek mümkündür; bu dillerin her biri, onu bu iki dil
den birine ister istemez yaklaştıracak veya her ikisine eşit
uzaklıkta tutacak bir örgütlenmeye sahip olacaktır bu şe
kilde tanımlanan alanın ortasında yer alacaktır—. Çinceye
daha yakın bölgede, Baskça, Kıptice, Amerika dilleri bu
lunmaktadır; bu diller ayrılabilir unsurları birbirlerine bağ
lamaktadırlar; fakat bu unsurlar hep serbest halde ve sanki
indirgenemez nitelikteki bir o kadar fiilsel atom halinde
kalmak yerine, "daha şimdiden kelimenin içinde erimeye
başlamışlardır"; Arapça, ekler ve bükümler arasındaki bir
karışımla tanımlanmaktadır; Keltçe, hemen bütünüyle bü
kümlü bir dildir, ama orada hâlâ "ekli dillerin kalıntıları"
bulunmaktadır. Belki de, bu zıtlaştırmamn XVIII. yüzyılda
32 age, t. 56.
33 age, s. 47.
Emek, Hayat, Dil
399
zaten bilindiği ve Çince kelimelerin bileşkesiyle, Latince ve
Yunanca gibi dillerin ad ve fiil çekimlerinin ayırımının ya
pılmasının çoktan beri bilindiği söylenecektir. Ayrıca,
Schelegel'in getirdiği mutlak zıtlaşmanın Bopp tarafından
çok eleştirildiği de ileri sürülecektir: Schlegel'in birbirleriy
le kökten uyuşmaz iki dil tipi gördüğü yerde, Bopp ortak
bir köken aramıştır;34 büklümlerin ilkel unsurunun içsel
ve kendiliğinden bir cins gelişimi değil de, kök hecesiyle
bütünleşen parçacıkların bir gelişimi olduğunu gösterme
ye çalışmıştır: Sanskritçede birinci tekil kişinin m'si (bha
vâmi) veya üçüncü tekil kişinin t'si (bhavâti), mâm (im) ve
tâm (dır) zamirlerinin fiil köküne eklenmesinin sonucu
durlar. Fakat, filolojinin kurulması açısından önemli olan,
çekim unsurlarının az veya çok uzak bir geçmişte, özerk
bir yüklemle birlikte soyut bir varoluştan yarar sağlamış
olup olmadıklarının bilinmesi değildir. Esas olan ve Sche
legel'ye Bopp'un çözümlemelerini, XVIIL yüzyılda onların
kini haber verir nitelikte gibi olanlarından35 ayıran şey, he
celerin kökte meydana gelen belli sayıdaki değişme olma
dan artmamalandır (ekleme veya iç çoğalma yoluyla). Çin
ce gibi bir dilde, yalnızca bitişme yasalan vardır; fakat kök
lerin (ister Sanskritçedeki gibi tekheceli, isterse İbranice
deki gibi çok heceli olsunlar) geliştikleri dillerde, her za
man düzenli iç değişme biçimleri bulunmaktadır. Şimdi ar
tık dilleri karakterize etmek üzere, bu iç örgütlenme kıstas
larına sahip olan yeni filoloiinin, XVIII. yüzyılın uyguladı
ğı hiyerarşik sınıflandırmaları terk etmesi anlaşılmaktadır:
XVIII. yüzyılda, diğerlerinden daha önemli dillerin olduğu
kabul edilmekteydi; çünkü temsiller çözümlemesi bu gibi
dillerde daha kesin veya daha nitelikliydi. Bundan sonra,
bütün diller eşdeğerli sayılmışlardır: yalnızca iç örgûtlen
34 Bopp, Ueber das Konjuğationssystem der Sanshritsprache, s. 147.
35 J. Horne Tooke, Paroles volantes, Londra, 1798.
400
Kelimeler ve Şeyler
meleri farklıdır. Nadir, az sayıda kişinin konuştuğu, fazla
"uygarlaşmamış" dillere karşı merak buradan kaynaklan
mıştır; İskandinavya, Rusya, Kafkasya, İran ve Hind'de bu
konuda yürütülen büyük araştırmanın tanığı Baskçadır.
2. Bu iç değişmeler'in incelenmesi, ikinci önemli teorik
kesiti meydana getirmektedir. Genel gramer, etimolojik
araştırmalarında kelimelerin ve heceleria zaman içindeki
dönüşümlerini araştırmaktaych. Fakat bu inceleme, üç ne
denden ötürü sınırlıydı. Fiilen telaffuz edilen seslerin deği
şebilme biçiminden daha çok, alfabenin harflerinin başka
laşımına yönelikti. Üstelik bu değişmeler, harflerin birbir
lerine karşı her zaman ve her koşulda var olan bir yatkın
lıklarının sonucu sayılmaktadır; p ile b'nin ve m ile n'nin
birbirlerinin yerine geçecek kadar yakın oldukları kabul
edilmekteydi; bu cins değişmeler ancak, telâffuzda veya
işitmede meydana gelebilecek bu kuşkulu yakınlık ve ka
rıştırmalar tarafından meydana getirilmekte veya belirlen
mekteydi. Son olarak da, sesli harfler dilin en akışkan ve
dengesiz unsuru olarak ele alınırken, sessiz harfler dilin
sağlam mimarisini oluşturan unsurlar sayılmaktaydılar
(örneğin, İbranice sessiz harfleri yazmaya gerek görme
mekte değil midir?).
Dil, Rask, Grimm ve Bopp ile birlikte, ilk kez (artık
kökensel çığlıklara geri götürülmeye çalışılmamasına rağ
men) fonetik unsurlarının bir bütünü olarak ele alınmıştır.
Genel gramere göre, dil ağzın veya dudakların çıkardığı gü
rültü harf haline geldiğinde doğuyorken, bundan sonra ar
tık, dilin bu gürültülerin ayrı sesler halindeki bir dizide ek
lemleştirilip bölündüğünde ortaya çıktığı kabul edilmiştir.
Ditin bütün varoluşu, şimdi sesseldir. Bu da, Grimm kar
deşlerin ve Raynouard'ın yazılı olmayan edebiyata, halk
anlatılarına ve konuşulan lehçelere yönelik ilgilerini açık
lamaktadır. Dil, olduğu şeyin mümkün olduğunca yakının
Emek, Hayat, Dil
401
da, sözün içinde aranmaktadıryazının kuruttuğu ve oldu
ğu yerde dondurduğu şu söz. Koskoca bir mistik doğmak
tadır: söze, arkasında yalnızca bir ân için asılı kalan bir tit
reşimden başka bir iz bırakmadan geçen şiirsel parlaklığa
ilişkin mistik. Söz, geçici ve derin sesselliği içinde hüküm
ran olmuştur. Ve peygamberlerin soluğuyla canlanan gizli
güçleri, görülebilir labirentin merkezindeki bir sımn bü
zülmüş sürekliliğini varsayan yazının deruniliğiyle temel
den (bazı kesişmelere tahammül etmekle birlikte) zıtlaş
maktadırlar. Dil artık, Logique de PortRoyaV'm dolaysız ve
aşikâr modeli olarak bir insan portresini veya bir coğrafya
haritasını önerdiği şu işaret az veya çok uzak, bazen de
keyfi— değildir. Onu görülebilir işaretten kopararak, müzik
notasına yaklaştıran titreşimsel bir doğa kazanmıştır. Ve di
lin genel boyutunu tarihsel biçimlerin ötesinde ihya ede
bilmek ve çok sayıdaki unutkanlığın ötesinde, düşünceyi
PortRoyal'den sonuncu İdeologlara kadar kesintisiz bir şe
kilde canlı tutmuş olan eski işaret sorununu yeniden aşa
bilmek için, Saussure'ün XIX. yüzyıl filolojisi için başat ol
muş olan, sözün bir momentini kuşatabilmesi gerekmiştir.
Demek ki, XIX. yüzyılda, onları aktaran harflerden
azat edilmiş olan bir sesler bütünü olarak ele alınan dilin
bir çözümlemesi başlamaktadır.36 Bu iş üç yönde yapılmış
tır. Öncelikle, bir dilde kullanılan çeşitli sesselliklerin tipo
lojisi: örneğin sesli harfler için, tek ve çift olanlar arasında
zıtlaşma (d, o'da olduğu gibi uzatılmış; veya ae, ai'de oldu
ğu gibi çift sesliden meydana gelen hece); tek seslilerin
içinde, saf olanlarıyla (a, i, o, u), yumuşakları (e, ö, û) ara
sındaki zıtlaşma; saf olanların içinde, birçok telaffuz biçi
mine sahip olanlarla (o gibi), yalızca bir tanesine sahip
36 Grimm, çoğu zaman harflerle sesleri karıştırmış olmakla suçlanmıştır
(Schri/t'i sekiz unsur halinde incelemektedir, çünkü fyi p ve h'ya bölmekte
dir). Dili, saf sessel unsur olarak ele almak çok zordu.
402
Kelimeler ve Şeyler
olanlar (a, i, u) vardır; son olarak da, bu sonuncuların için
de bazıları değişmeye maruz kalarak umlaut alabilirler (a
ve u); i ise hep sabit kalır.37 İkinci çözümleme tipi, bir ses
selliğin içindeki bir değişmeyi belirleyebilecek koşullara
yönelmektedir kelimenin içindeki yeri bizatihi önemli bir
öğedir: eğer bir hece sona geliyorsa, sürekliliğini kök olma
sı durumuna göre daha zorlukla koruyabilmektedir;
Grimm, kökün harfleri uzun ömürlüdürler demektedir; bi
tim sesselliklerinin ise ömürleri kısadır. Fakat bunun dı
şında, bir de pozitif belirlenmeler vardır, çünkü herhangi
bir sesselliğin "korunması veya değişmesi, hiçbir zaman
keyfi olmaz."38 Bu keyfilik yokluğu, Grimm'e göre bir an
lam belirlenmesiydi (Almancada fiillerin büyük çoğunlu
ğunun kökünde, a ile i arasındaki zıtlık, dili geçmiş ile şim
diki zaman arasındaki zıtlık gibidir). Bopp'a göre, keyfili
ğin olmayışı belli sayıda yasanın sonucudur. Bunların bazı
ları, iki sessiz temasa geçtiğinde ortaya çıkan değişme ku
rallarını tanımlamaktadır: "Böylece, Sanskritçede adti (ad:
yemek kökünden) yerine atti (yemek yiyor) denildiğinde,
d'nin t halinde değişmesinin nedeni fizik bir yasa olmakta
dır". Başkaları, bir bitimin eylem tarzının kökün sessellik
leri üzerindeki etkisini, "mekanik yasalar" ile tanımlamak
tadırlar: "bundan esas olarak yerçekimi yasalarını ve özel
olarak da, kişisel çekim eklerinin ağırlığının bir önceki he
ce üzerindeki etkilerini anlıyorum.*39 Nihayet sonuncu çö
zümleme biçimi, dönüşümlerin Tarih boyuncaki sabitliği
ne yönelik olmaktadır. Grimm böylece, yanak, diş ve gırt
lak seslerine ilişkin olarak Yunanca "Gotça" ve yukarı Al
manca için bir denklik tablosu düzenlemiştir. Yunanlıların
37 J. Grimm, Deutsche Grammatih, c. I, s. 5, 2. yay., 1822. Bu çözümlemeler bir
inci yayımda bulunmamaktadır (1818).
38 age, s. 5.
39 Bopp, Grammaire camparie, s. 1, not, Fr. Çev., Paris, 1866.
Emek, Hayat, Dil
403
p, b, /'si; sırasıyla, Gotçada/, p, b\ Yukarı Almancada b veya
v,/ve p haline gelmiştir; Yunancanın t, d, th'si; Gotçada th,
t, d ve Yukan Almancada d, z, t olmuştur. Tarihin yollan,
bu ilişkiler bütünü aracılığıyla belirlenmiş olmaktadır; ve
diller, klasik düşünce açısından onların değişimlerini açık
layan bu dış ölçüye, bu insan tarihinin şeylerine tabi olmak
yerine bizatihi kendileri bir evrim ilkesini ellerinde tut
maktadırlar. Başka yerlerde olduğu gibi, burada da kaderi
saptayan "anatomi^dir.40
3. Sessiz ve sesli harflerdeki değişmelere ilişkin bir ya
sanın tanımlanması, yeni bir kök teorisi'nin kurulmasına
izin vermektedir. Klasik dönemde, kökler çifte bir sabiteler
sistemiyle saptanmaktaydı: keyfi bir harf sayısına yönelik
olan alfabetik sabiteler (gerektiğinde tek bir harf de olabi
liyordu) ve sonsuza kadar genişletilebilen miktardaki kom
şu anlamı genel bir tema altında gruplandıran anlamsal sa
biteler; bu iki sabitenin kesişme noktasında, aynı anlamın
aynı harfle veya aynı heceyle gün ışığına çıktığı yerde, bir
kök bireyselleştiriliyordu. Fakat eğer sesliler ve sessizler
ancak belli yasalara göre ve belli koşullar altında dönüşü
yorlarsa, bu durumda kök kararlı bir lengüistik bireysellik
(bazı sınırlar içinde) olmalıdır; bu kök muhtemel değişme
leriyle birlikte soyutlanabilmekte ve çeşitli mümkün bi
çimleriyle birlikte, bir dil unsuru meydana getirmektedir.
Bir dilin birincil ve tamamen basit unsurlarını belirleyebil
mek üzere, genel gramer, henüz fiilsel olmayan sesin bir
bakıma temsilin bizatihi canlılığına dokunduğu hayali te
mas noktasına kadar geri gitmek zorunda kalmıştır. Bun
dan sonra artık, bir dilin unsurları ona içseldir (başka dil
lere ait olsalar da): onlann sabit bileşimlerini ve mümkün
değişimlerinin tablosunu kurmanın tamamen lengüistik
yolları vardır. Etimoloji böylece, tamamen doğal çığlıklarla
40 J. Grimin, LOrigine du langage, s. 7, Fr. Çev., Paris, 1859.
404
Kelimeler ve Şeyler
dolu bir ilk dile doğru, geriye yönelik sonsuz bir girişim ol
maktan çıkmaktadır; bir kelimenin içinde, onun oradan
itibaren oluştuğu kökü bulmak üzere kullanılan kesin ve
sınırlı bir çözümleme yöntemi haline gelmektedir, "keli
melerin kökleri, ancak büküm ve türeme çözümlemeleri
nin basan kazanmalarından sonra ortaya çıkarılabilmişler
dir. "^
Böylece, Sami ailesinden olanları gibi bazı dillerde,
köklerin çift heceli (genelde üç harften meydana gelirler),
diğerlerinde ise (HintAvrupa dilleri gibi) düzenli olarak
tek heceli oldukları belirlenebilir; bunlardan bazıları tek
bir sesliden meydana gelmiştir (i, gitmek anlamına gelen
fiillerin, u, yankılanmak anlamına gelen fiillerin köküdür);
fakat kök bu dillerde çoğu zaman en azından bir sessiz ve
bir sesli içermektedir sessiz harf sona veya başa gelebilir;
birinci durumda sesli zorunlu olarak baştadır, diğer du
rumda ise, ona destek veren ikinci bir sessiz tarafından
destekleniyor olabilir (Latincede metiri, Almancada mes
sen'i veren ma, mad kökü gibi)—.42 Bu tek heceli köklerin
ikizlendikleri de olmaktadır; örneğin Sanskritçenin dada
mi'sinde ve Yunancanın didöm i 'sinde do'nun veya tishatmi
ve istemi kelimelerinde sta'mn ikizlendiği gibi.43 Nihayet
ve özellikle, kökün doğası ve dilin içindeki kuruculuk ro
lü, tamamen yeni bir tarzda kavranmıştır: kök XVIII. yüz
yılda, kökeninde somut bir şeyi işaret eden ilkel bir ad, do
laysız bir temsil, kendini bakışa veya duygulardan herhan
gi birine sunan bir nesneydi. Dil kendini, onun adsal ka
rakterleştirmelerinin işleyişinden hareketle inşa etmektey
di: türeme bu faaliyetin kapsamını genişletmekte; soyutla
ma sıfatları yaratmaktaydı; ve bu durumda, çekilebilir ad
41 age, s. 37. Ayrıca, Deutsche Grammatik, I, s. 588.
42 J. Grimm, UOrigine..., s. 41.
43 Bopp, Ueber...
Emek, Hayat, Dû
405
lar kategorisinin oluşabilmesi için, bunlara, diğer büyük
indirgenemez unsur olan, olmak fiilinin büyük tekdüze iş
levinin eklenmesi yetiyordu olmak fiili ile sıfat tamlaması
içindeki sıfatın fiilsel biçim içinde bir cins saf oluşturmala
rı—. Bopp da, fiillerin, fiille bir kökün kaynaşmasından olu
şan karışımlar olduklarını kabul etmekteydi. Fakat onun
çözümlenmesi klasik şemadan birçok esaslı noktada farklı
laşmaktadır: olmak fiiline atfedilen yuklemsel işlevin ve
önermesel anlamın potansiyel ve gizli ilavesi söz konusu
değildir; ilk önce, bir kökle olmak fiilinin biçimleri arasın
daki maddi bir bitişme söz konusudur. Sanskritçenin asi,
Yunancanın aorista'smdaki (Yunancaya özgü belirsiz geç
miş zaman MAK) sigma'da, Latincenin misli geçmişin hi
kâyesindeki ve geçmiş zamanda gelecefe'teki er'de bulun
maktadır; Sanskritçenin bhu'su ise, Latincenin gelecek za
man ile hikâye bileşik zamanındaki b'de yeniden ortaya
çıkmaktadır. Üstelik, olmak fiilinin eklemesi, köke bir za
man ve bir kişi yüklenmesine olanak vermektedir (olmak
fiilinin kökü tarafından meydana getirilen bitim eki, serip
si'de olduğu gibi, bir de kişi zamiri eklemektedir) , 44 Daha
sonra, bir sıfatı fiile çeviren olmak fiilinin eklemesi değil
dir, kökün kendi fiilsel bir anlama sahip bulunmaktadır;
olmak fiilinin çekiminden türeyen kelime bitimleri ona yal
nızca kişi ve zaman değişimleri eklemektedirler. Demek ki
fiillerin kökleri, başlangıçta "şeyler'i değil de eylemleri,
süreçleri, arzulan, istekleri işaret etmektedirler; ve olmak
fiilinden gelen bazı bitimleri ve kişi zamirlerini alarak çe
kimli hale gelenler bizzat onlardır; öte yandan gene onlar,
bizatihi değişken başka ekler alarak türemeye yatkın adlar
haline gelmektedirler. Demek ki, klasik çözümlemeyi ka
rakterize eden adfiil çifte kutupluluğunun yerine, daha ka
rışık bir düzen ikame etmek gerekmektedir: farklı tipler
44 age, s. 147 vd.
406
Kelimeler ve Şeyler
den bitimler alabilen ve böylece çekimli fiillere veya adlara
can veren, fiilsel anlamlı kökler. Fiiller (ve kişi zamirleri)
böylece dilin öncelikli unsuru haline gelmektedirler dilin
ondan itibaren gelişebildiği unsur—. "Fiil ve kişi zamirleri,
dilin gerçek levyeleri olmuşa benzemektedirler."45
Bopp'un çözümlemeleri yalnızca bir dilin iç ayrıştırıl
ması açısından değil, aynı zamanda bir dilin özü itibariyle
ne olduğunu tanımlayabildiği için başat bir öneme sahip
olmuşlardır. Dil artık, başka temsilleri bölümleme ve yeni
den birleştirme gücüne sahip bir temsil sistemi değildir;
eylemlerin, durumların, isteklerin en sabitlerini köklerinde
işaret etmektedir; görülenden daha çok, kökensel olarak
yapılan veya maruz kalınanı anlatmayı istemektedir; ve
şeyleri sonunda sanki parmakla gösteriyorsa da, bu onlann
bu eyleminin sonucu veya nesnesi veya aracı olması ölçü
sünde olmaktadır; adlar bir temsilin karmaşık tablosunu
pek o kadar bölümlere ayırmamaktadır; bir eylemin süreci
ni bölümlemekte ve durdurmakta ve dondurmaktadır. Dil,
"köklerini" algılanan şeyler cephesine değil de, öznenin ve
onun faaliyetinin cephesine "salmaktadır". Ve herhalde,
temsili ikiye katlayan şu bellekten çok, irade ve güçten
kaynaklanmıştır. Tanınarak bilindiği için değil de, eylemde
bulunduğu için konuşulmaktadır. Tıpkı eylem gibi, dil de
derin bir iradeyi ifade etmektedir. Bunun iki sonucu vardır.
Birincisi, aceleci bir bakış açısından paradoksaldır: çünkü
filolojinin, saf gramerin bir boyutunun keşfi aracılığıyla
kendini oluşturduğu sırada, dile derin ifade güçleri affedil
meye başlanmıştır (Humboldt, yalnızca Bopp'un çağdaşı
olmakla kalmamakta, onun eserini de ayrıntılarıyla bil
mektedir): oysa klasik çağda, dilin ifadesel işlevi ancak kö
ken noktasında elde edilebilmekteydi ve yalnızca bir şeyin
temsil edilebilmesini açıklamaktaydı; dil XIX. yüzyıldaki
45 J. Grimsi, ÜOrigine du langage, s. 39.
Emek, Hayat, Dil
407
tüm güzergâhı boyunca ve en karmaşık biçimlerinin için
de, indirgenemez nitelikte bir değere sahip olacaktır; hiçbir
keyfilik, hiçbir gramatikal kural onu iptal edemez, çünkü
dilin ifade edebilmesinin nedeni, şeyleri taklit etmesi veya
ikizlemesi değil de, konuşanların temel iradesini dışa vura
bilmesi ve aktarabilmesidir. İkinci sonuç, dilin uygarlıkla
ra artık, onların ulaştıkları bilgi düzeyiyle (temsili şebeke
nin niteliği, unsurlar arasında kurulabilen bağların çoklu
ğu) değil de, onları yaratan, onlara can veren ve kendini
onların içinde bulan halkın zihni aracılığıyla bağlanmış ol
masıdır. Tıpkı canlı organizmanın kendini hayatta tutan iş
levleri tutarlılığıyla dışavurması gibi; dil de gramerin tüm
mimarisi içinde, bir halkı hayatta tutan ve ona yanızca ken
dine ait bir dil konuşma iktidan veren temel iradeyi görü
nür kılmaktadır. Böylece, dilin tarihselliğinin koşullan de
ğişmiştir; ani değişmeler artık yukarıdan (bilginlerin, tüc
carların ve seyyahların küçük grubunun, muzaffer ordula
rın, istilacı aristokrasinin meydana getirdiği seçkinler gru
bundan) gelmemektedir; bunlar artık alt kesimlerde karan
lıklar içinde doğmaktadırlar, çünkü dil bir araç veya bir
ürün Humboldt'un dediği gibi bir ergon değil de, kesin
tisiz bir faaliyettir bir energeîar. Bir dilin içinde konuşan
ve duyulmayan, ama tüm parlaklığın oradan geldiği bir
uğultunun içinde konuşmaya hiç ara vermeyen halktır.
Grimm bu uğultuyu, altdeutsche Meistergesang'ı dinlerken
ve Raynouard da, Troubadourların özgün şiir/eri'ni aktarır
ken yakaladıklarım düşünmüşlerdir. Dil artık şeylerin ta
nınmasına değil de, insanların özgürlüğüne bağlanmıştır:
"Dil insanidir: kökenini ve gelişmesini bizim tam özgürlü
ğümüze borçludur; o bizim tarihimiz, mirasımızda."46
Gramerin iç yasalarının tanımlandığı sırada, dil ile insanla
rın özgür kaderi arasında derin bir akrabalık kurulmuştur.
46 age, s. 50.
408
Kelimeler ve Şeyler
Filoloji, XIX. yüzyılın tümü boyunca derin siyasal titreşim
lere sahip olacaktır.
4. Köklerin çözümlenmesi, diller arasındaki akrabalık
sistemi'nin yeni bir tanımım mümkün kılmıştır. Ve filoloji
nin ortaya çıkışını karakterize eden dördüncü büyük te
orik kesit burada yer almaktadır. Bu tanım öncelikle, dille
rin birbirlerine nazaran kesintili bütünler halinde gruplan
dıklarını varsaymaktadır. Genel Gramer, tüm dillerde iki
süreklilik düzeninin varlığını kabul ettiğinden ötürü, kar
şılaştırmayı dışlamaktaydı: bu sürekliliklerden dikey olanı
tüm dillerin aynı ilkel kök haznesine sahip olmalarına ne
den oluyordu, bu kökler bazı dönüşümlerle her dili başlan
gıç eklemleşmelerine bağlamaktaydı; yatay olan diğer sü
reklilik ise, dillerin temsilin evrenselliği içinde iletişim
kurmalarını sağlıyordu: dillerin hepsi, tüm insan türü için
oldukça geniş sınırlar içinde aynı olan temsilleri çözümle
me, ayrıştırma ve yeniden birleştirme durumundaydılar.
Böylece, dilleri ancak dolaylı ve adeta üçgen bir güzergâh
üzerinde karşılaştırmak mümkündü; şu veya bu dilin ortak
ilkel kökler donanınım işleme ve değiştirme biçimini çö
zümlemek mümkündü; aynı zamanda iki dihn aynı temsil
leri bölümleme ve yeniden bağlama tarzını da kıyaslamak
mümkündü. Oysa Grimm ve Bopp'tan itibaren mümkün
hale gelen şey, iki veya daha çok dilin dolaysız ve yanlama
sına karşılaştınlmasıdır. Dolaysız karşılaştırma, çünkü ar
tık saf temsillerden veya tamamen ilkel kökten geçmek ge
rekli değildir kökteki değişimleri, büklüm sistemlerini, bi
tim dizilerim incelemek yeterlidir. Fakat bütün dillerin or
tak olduğu unsurlara ve bunlann kaynaklandığı temsil et
me zeminine kadar geri gitmeyen yanlamasına kıyaslama:
demek ki bir dili, diğer hepsini mümkün kılan biçime ve
ya ilkelere dayandırmak olanaksızdır; dilleri biçimsel ya
kınlıklarına göre gruplandırmak gerekir: benzerlik yalnız
Emek, Hayat, Dil
409
ca ortak köklerin çok sayıda olmalarında bulunmamakta,
aynı zamanda dillerin iç yapılarına ve gramere kadar geniş
lemektedir."47
Öte yandan, dolaysız olarak kıyaslanmaları mümkün
olan bu gramatikal yapılar, iki kendine özgü karakter sun
maktadırlar. Önce, ancak sistemler halinde var olabilme
karakteri: tek heceli köklerle belli sayıda büklüm müm
kündür; bitimlerin ağırlığı, sayısı ve doğası belirlenebilir
nitelikte etkiler yapabilir; takılama tarzları tamamen sabit
bazı modellere denk düşmektedir; buna karşılık, çok hece
li kökleri olan dillerde, bütün değişmeler ve bileşimler baş
ka yasalara tabi olacaklardır. Böylesine iki sistem arasında
(biri HindAvrupa dillerinin, diğeri Sami dillerinin karakte
ristiği), ne aracı tip ne de geçiş biçimleri bulunmaktadır.
Bir aileden diğerine süreksizlik vardır. Fakat diğer yandan,
gramatikal sistemler belli sayıda evrim ve değişim yasasını
hükme bağladıklarından, bir dilin yaşlanma göstergesinin
belli bir noktaya kadar saptanabilmesine izin vermektedir
ler; belli bir biçimin belli bir kökten itibaren ortaya çıkabil
mesi için, şu veya bu dönüşüm gerekmiştir. Klasik çağda
iki dil birbirine benzediğinde, ya onların ikisini birden ta
mamen ilkel dile bağlamak, ya birinin diğerinden kaynak
landığını kabul etmek (fakat bu kıstas dışsaldı, en fazla tü
rev olan dil, düpedüz tarih içinde en son ortaya çıkanıydı),
ya da alışverişlerin varlığını (dildışı olaylara istilalar, tica
ret, göç bağlıdırlar) kabul etmek gerekmekteydi. Şimdi
ise, iki dil benzer sistemler sunduklarında, ya birinin diğe
rinden türediğine ya da her ikisinin bir üçüncüsünden kay
naklanarak, bir yandan farklı, öte yandan da benzer sistem
ler geliştirdiklerine karar verilebilmektedir. Örneğin,
Sanskritçe ve Yunancaya ilişkin olarak, ilkel dilin izlerine
inanan Coeurdoux'nun varsayımı ile, Baktriyana krallığı
47 Fr. Schlegel, Essai..., s. 11.
410
Kelimeler ve peyler
esnasında bir karışıma inanan Anquetil'inki birbiri peşi sı
ra terk edilmişlerdir; ve Bopp da, "en eski olan Hind dilidir
ve diğerleri (Latince, Yunanca, Germen dilleri ve Farsça)
daha ileri tarihlidirler ve ondan türemişlerdir"48 diyen
Schleger'in tezini reddedebilmiştir. Bopp, Sanskritçe, La
tince, Yunanca ve Germen dillerinin arasında bir "kardeş
lik" ilişkisinin olduğu, Sanskritçenin diğerlerinin anası de
ğil de, daha çok ablaları olduğunu ve bütün bu ailenin kö
keninde yer alan bir dile daha yakın bulunduğunu göster
miştir.
Tarihselliğm, tıpkı canlılar âlemine olduğu gibi, dil
alanına da dahil edildiği görülmektedir. Bir evrimin yal
nızca varlıkbilimsel sürekliliklerin güzergâhından ibaret
olmayan— düşünülebilmesi içia, doğal tarihin kesintisiz ve
düz planının kırılması, dallanmanın süreksizliğinin örgüt
leme planlarını aracısız çeşitlilikleri içinde ortaya çıkarma
sı, organizmaların sağlamak zorunda oldukları işlevsel dü
zenlere uymaları ve böylece canlı ile onun var olmasına
izin veren şey arasındaki bağlantıların kurulması gerekmiş
tir. Aynı şekilde, diller tarihinin düşünülebilmesi için, dil
lerin, onları kökenlerine kesintisiz bir şekilde bağlayan bu
büyük kronolojik süreklilikten koparılmaları gerekmiştir;
aynı zamanda, içine kapatıldıkları temsillerin ortak tabaka
sından kurtulmaları da gerekmiştir, bu çifte kopuşun saye
sinde, gramatikal sistemlerin türdeş olmaması, kendine öz
gü bölümlenmeleri, her birinin değişimini hükmü altına
alan yasaları ve evrim olabilirliklerini saptayan yollarıyla
birlikte ortaya çıkmıştır. Bütün olası biçimlerin kronolojik
ardışıklığı olarak cinslerin tarihinin bir kez askıya alınma
sıyla ve yalnızca o anda, canlı bir tarihselik kazanabilmiş
tir; aynı şekilde, genel gramerin her zaman varsaydığı şu
sonsuz türetmelerin ve şu sınırsız karışımların çözümlen
48 age, t. 12.
Emek, Hayat, Dil
411
mesi, eğer dil düzeni içinde askıya alınmasaydı, dil asla iç
bir tarihselliğin etkisine giremezdi. Sanskritçeyi, Yunanca
yı, Latinceyi, Almancayı sistematik bir eşanhlık içinde in
celemek gerekmiştir; yapılarının şeffaf hale gelmesi ve bir
dil talihinin okunabilir hale gelebilmesi için, onları bütün
kronloojilerin dışında, bir kardeşlik zamanının içine yer
leştirmek gerekmiştir. Başka yerlerde olduğu gibi burada
da, kronolojik dizilere sokmalar silinmek zorunda kalmış,
unsurları yeniden dağıtılmış ve bu durumda, yalnızca var
lıkların ardışıklık düzeniyle birbirlerine zaman içindeki
zincirlenmeleri değil, aynı zamanda oluşumlarının farklılı
ğım da bildiren yeni bir tarih meydana gelmiştir. Ampirik
lik doğal bireyler kadar, onları adlandıran kelimeler de
söz konusudur— artık Tarih tarafından ve varlığının tüm
kalınlığı boyunca kat edilmiştir. Zamanın düzeni başla
maktadır.
Ancak, diller ile canlı varlıklar arasında başat bir fark
lılık vardır. Canlı varlıklar ancak, işlevleri ve varoluş koşul
lan arasındaki belli bir ilişkinin aracılığıyla gerçek bir tari
he sahip olabilmektedirler. Ve onların tarihselliklerini
mümkün kılanın, örgütlü bireylerin iç bileşimi olduğu
doğruysa da, bu tarihsellik ancak onların içinde yaşadıkla
rı bu dış dünya aracılığıyla gerçek bir tarih haline gelebil
mektedir. Demek ki, bu tarihin gün ışığına çıkabilmesi ve
bir söylem halinde tasvir edilebilmesi için, Cuvier'nin kar
şılaştırmalı anatomisine ortam ve canlı üzerinde etki eden
koşullar çözümlemesinin eklenebilmesi gerekmiştir. Buna
karşılık, Grimm'in ifadesiyle dilin "anatomisi", Tarih'in
unsuru içinde işlev görmektedir: çünkü organlann hakiki
bir arada var olmalarını veya birbirlerini karşılıklı olarak
dışlamalarını değil de, ani değişimlerin hangi yönde olabi
leceklerini veya olamayacaklarını bildiren bir mümkün de
ğişmeler anatomisidir. Yeni gramer, dilsel değişimleri za
412
Kelimeler ve Şeyler
man içinde dolaysız olarak incelemektedir. Başka türlüsü
nasıl olabilirdi? Çünkü pozitifliği artık ancak, dil ile temsil
arasındaki bir kopuşla ihdas edilebilirdi Dillerin iç örgüt
lenmeleri, işlev görebilmek için izin verdikleri ve dışladık
tan, artık ancak kelimelerin biçimi içinde kavranabilirler;
ama bu biçim bizzat kendi olarak, yasasını ancak daha ön
ceki durumlarına, yatkın olduğu değişimlere, hiçbir zaman
meydana gelmeyen değişikliklere eklendiğinde ilan edebi
lir. Dili temsil ettiği şeyden kopararak, hiç kuşkusuz onu
ilk kez kendine özgü yerelliği içinde açığa çıkarmakta ve
onu yalnızca tarihin içinde kavrayabilme durumuna tabi
olunmaktaydı. Saussure'ün, filolojinin bu zamansal eğili
minden ancak, dilin temsille olan ilişkisini ihya ederek
kurtulabildiği bilinmektedir; bunu, işareti Genel Gramer'in
tarzında, iki fikir arasındaki bağlantıyla açıklayan bir "se
miyoloji"yi yeniden kurma pahasına gerçekleştirmiştir.
Demek ki, aynı arkeolojik olay, doğal tarih ve dil için kıs
men farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Karakterleri canlı
dan veya gramer kurallarını kendini çözümleyen bir temsi
lin yasalarından ayırarak, hayatın ve dilin tarihselîiği
mümkün kılınmıştır. Fakat bu tarihsellik, biyoloji düzeni
nin içinde, birey ile ortamın ilişkilerini bildirmek zorunda
olan ek bir tarihe ihtiyaç duymuştur; hayatın tarihi, bir ba
kıma canlının tarihine dışsaldır; işte bu nedenden ötürü
evrimcilik, olabilirlik koşulu evrimsiz bir biyoloji olmuş
olan biyolojik bir teori meydana getirmektedir Cuvier'nin
teorisi. Bunun tersine, dilin tarihselîiği tarihini hemen ve
aracısız keşfetmektedir; bunlar birbirleriyle içten iletişim
kurmaktadırlar. XIX. yüzyıl biyolojisi giderek canlının dı
şına, kendinin diğer tarafında ilerleyerek, doğabilimcinin
bakışının eskiden durakladığı beden yüzeyini giderek daha
geçirgen hale getirirken filoloji, gramercinin iç bir tarihi ta
nımlamak için dil ile dış tarih arasında ihdas ettiği ilişkile
Emek, Hayat, Dil
413
ri çözecektir. Ve bu iç tarih bir kez nesnelliği içinde sağlan
dıktan sonra, asıl tarihin yararına olmak üzere, her tür bel
leğin dışına düşmüş olayların yeniden oluşturulması işin
de yol göstericilik yapabilecektir.
V NESNE HALİNE GELEN DİL
Yukarıda çözümlenen dört teorik kesitin, hiç kuşkusuz fi
lolojinin arkeolojik zeminini meydana getirdiklerinden
ötürü, genel gramerin tanımlanmasına izin verdikleriyle
terimi terimine denk düştüklerini ve zıtlaştıklarmı fark et
mek mümkündür. 49 Bu kesitlerin sonuncusundan birinci
sine doğru geri gidildiğinde, diller arasındaki akrabalık
(büyük aileler arasındaki süreksizlik ve değişmeler reji
minde iç benzeşmeler) teorisinin ayırımsız bütün diller
üzerinde, dış bir ilkeden hareketle ve sınırlı sonuçlara sa
hip olacak şekilde, aynı biçimde etki eden kesintisiz aşın
ma öğeleri ve karışımlar varsayan türeme teorisinin karşı
sında yer aldığı görülmektedir. Kök hecesi teorisi, işaret et
me teorisiyle zıtlaşmaktadır: çünkü kök, soyutlanabilir, bir
dil grubuna içsel ve her şeyden önce fiilsel biçimlere çekir
dek olarak hizmet eden dilsel bir bireyselliktir; oysa kök,
dili doğa ve çığlık cephesiyle birleştirmek, kendini artık
yalnızca sonsuza kadar dönüştürebilen bir sessellik olarak
işlev olarak, şeylerin ilk adsal biçimlerini gerçekleştirmiş
ti— tüketmektedir. Dilin iç değişmeleri'nin incelenmesi de,
temsili eklemleşme teorisiyle zıtlaşmaktadır: temsili eklem
leşme teorisi kelimeleri tanımlıyor ve onlan, işaret edebil
dikleri içeriğe ekleyerek, birbirlerine nazaran bireyselleşti
riyordu; dil eklemleşmesi temsilin görünür çözümlenme
siydi; kelimeler şimdi öncelikle morfolojileriyle ve sessel
likierinin her birinin geçirebileceği muhtemel değişimlerle
49 Bkz. yukarıda. Ayırım IV Kesim VII.
414
Kelimeler ve Şeyler
karakterize edilmektedirler. Nihayet ve özellikle, dilin iç
çözümlenmesi, klasik düşüncenin olmak fiiline tanıdığı ön
celikle zıtlaşmaktadır: olmak fiili dilin sınırlarında hüküm
sürmekteydi; çünkü hem kelimelerin ilk bağıydı hem de
temel iddia etme gücünü elinde tutmaktaydı; dil eşiğini
vurgulamakta, onun kendine özgülüğünü işaret etmekte ve
onu düşünce biçimlerine silinmez bir şekilde bağlamaktay
dı. Gramatikal yazıların bağımsız çözümlenmesi, XIX. yüz
yılda uygulandığı haliyle, bunun tersine dili soyutlamakta,
onu özerk bir örgütlenme olarak ele almakta, yargılar, yük
lem ve iddia ile olan bağlantılarım koparmaktadır. Olmak
fiilinin konuşmak Ue düşünmek arasında sağladığı varlık
bilimsel geçiş kopmuş bulunmaktadır; dil de bu sayede
kendine özgü bir varlık kazanmaktadır. Ve, ona hükmeden
yasaları elinde tutan bu varlıktır.
Dilin klasik düzeni şimdi kendi içine kapanmıştır. Şef
faflığını ve bilgi alanındaki başat işlevini kaybetmiştir.
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, temsillerin dolaysız ve kendili
ğinden açılımıydı; temsiller ilk işaretlerini onda almakta,
ortak çizgilerini onda bölümlemekte ve yeniden gruplan
dırmakta, özdeşlik veya yüklem ilişkilerini onda ihdas et
mekteydi; dil bir bilgiydi ve bilgi de tam hak sahibi olarak,
bir söylevdi. Demek ki, her bilgiye nazaran temel bir ko
numda bulunmaktaydı: dünyanın şeyleri ancak ondan ge
çilerek bilinebilirdi. Bunun nedeni, dünyaya varlıkbilimsel
bir dolanma içinde mensup olması (Rönesans'ta olduğu gi
bi) değil de, dünyanın temsillerinin içindeki ilk düzen tas
lağı olmasıydı; temsilleri temsil etmenin, kaçınılmaz baş
langıç tarzı olmasıydı. Bütün genellikler onda oluşmaktay
dı. Klasik bilgi, derinlemesine adcıydı. Dil XIX. yüzyıldan
itibaren kendi içine kapanmış, kendine özgü kalınlığına
kavuşmuş, yasalarını ve yalnızca kendine ait olan bir nes
nelliği sergilemiştir. Diğerleri arasında bir bilgi nesnesi ha
Emek, Hayat, Dil
415
line gemiştir: canlı varlıkların yanında, zenginliklerin ve
değerin yanında, olayların ve insanların tarihinin yanında.
Herhalde kendine özgü kavramlara ilişkindir, ama ona yö
nelik özümlemlerin köklerini, ampirik bilgilere ilişkin olan
diğer hepsiyle aynı düzeye salmaktadır. Genel Gramer'e ay
nı zamanda Mantık olma ve onunla karışma olanağı veren
bu aşın yükselme, artık engellenmişti*, Dili tanımak, artık
bizzat bilginin en yakınına gitmek değil de, yalnızca genel
bilgi yöntemlerini nesnelliğin kendine özgü bir alanına uy
gulamaktır.
Dili tamamen nesne statüsüne indiren bu düzey eşit
lenmesi, gene de üç şekilde telafi edilmiştir. Önce, kendini
söylem olarak dışa vurmak isteyen her bilimsel bilgi için
gerekli aracı olması olgusu. Bizzat kendi istediği kadar, bir
bilimin bakışları altında düzene sokulsun, sergilensin, çö
zümlensin gene de onun için bildiğini ilan etmek söz ko
nusu olduğunda, hep bilen öznenin cephesinde yeniden
zuhur etmektedir. XIX. yüzyılda sabitlik gösteren iki kaygı
buradan kaynaklanmaktadır. Bunlardan biri bilimsel dili
tarafsızlaştırmaya ve adeta cilalamaya yöneliktir; öylesine
ki, kendine özgü tüm yanlarından arındırılmış, manzala
rmdan ve yetersizliklerinden temizlenmiş sanki bunlar
hiç de onun özüne ait değillermiş gibi olarak, kendisi, sö
zel olmayan bilginin tam yansıması, özenli ikizi, buğusuz
aynası olabilsin. Bu, bilincin düzeyinde tutulacak bir dile
ilişkin pozitivist düştür: Cuvier'nin de bilime doğanın bir
"kopyacı olmaHasansını yüklediğinde kuşkusuz düşlediği
tablodildir; bilimsel söylem şeylerin karşısında onların
"tablo"su olacaktır; ama tablo burada XVIII. yüzyılda sahip
olduğundan temelli farklı bir anlama sahiptir; XVIII. yüz
yılda, doğayı, sabit bir özdeşlikler ve farklılıklar tablosu
aracılığıyla dağıtıma tabi tutmak söz konusuydu; dil onun
için ilk çerçeveyi sunmaktaydı ve bu çerçeve yaklaşık ve
Kelimeler ve Şeyler
416
düzeltilebilir nitelikteydi; şimdi dil tablodur, ama ona do
laysız bir tasnifçilik rolü veren şu karmaşıklıktan kurtul
muş olması anlamında dil, sonunda doğanın sadık bir port
resini çıkarabilmek için ondan belli bir uzaklıkta durmak
tadır.50 İkinci kaygı birincisine bağlı olmakla birlikte, on
dan tamamen farklıdır, gramerlerin, kelime haznelerinin,
kelimelerin sentetik biçimlerinin bağımsız bir mantığını
bulmaya yönelik olmuştur: düşüncenin evrensel sonuçlan
ın, içinde maskelenebilecekleri oluşturulmuş bir dilin ken
dine özgülüklerinden koruyarak kullanabilen ve gün ışığı
ışığına çıkarabilen bir mantık. Boole ile birlikte, tam da
dillerin filolojinin nesnesi faaline geldikleri bir dönemde,
simgesel bir mantığın doğması gerekmekteydi: bunun ne
deni, yüzeydeki benzerliklere ve birkaç teknik benzeşmeye
rağmen, klasik çağdaki gibi evrensel bir dil oluşturmanın
değil de, düşüncenin biçim ve bağlantılarını bütün dillerin
dışında temsil etmenin söz konusu olmasıydı, dilbilimin
nesnesi haline geldiğinden, dilden çok simgecilik olan ve
bu nedenden ötürü düşünceye, bizatihi bilme olanağı ve
ren hareketin içinde şeffaf olan bir dil icat etmek gerekiyor
du. Mantıksal Cebir ile HindAvrupa dilleri'nin bir bakıma
Genel Gramer"ix\ çözülmesinin iki yüzü oldukları söylene
bilir: HindAvrupa dilleri, dilin bilincin nesne cephesine
kaymasını gösterirken, Mantıksal Cebir de onu o sıralarda
oluşmuş her biçimden arındırarak, bilme eylemi tarafına
yönelten harekeli işaret etmektedir. Fakat, olguyu bu tama
men negatif biçimi altmda bildirmek yetersiz olacaktır: sö
zel olmayan bir mantık ile tarihsel bir gramerin olabilirlik
koşullan, arkeolojik düzeyde aynıdır. Pozitiflik zeminleri
özdeştir.
Dilin düzeyinin eşleştirilmesi konusundaki ikinci tela
fi, onun incelenmesine atfedilmiş olan eleştirel değerdir.
Cuvief, Rapport..., s. 4.
Emek, Hayat, Dil
417
Kalın ve tutarlı tarihsel gerçeklik haline gelen dil, gelenek
lerin, düşüncenin, halkların karanlık zihninin, sessiz adet
lerinin yerini meydana getirmekte, kendini bellek olarak
bile tanımayan, kaçınılmaz bir anı yığını haline gelmekte
dir. Düşüncelerini egemen olmadıkları kelimelerle ifade
eden, onları tarihsel boyutları ellerinden kaçan sözel bi
çimlerin içine yerleştiren insanlar, sözlerinin kendilerine
boyun eğdiğine inanmakta, onun isteklerine tabi oldukla
rını bilmemektedirler. Bir dilin gramatikal düzenleri, onun
içinde söylenebilecek her şeyin apriori 'sidir. Söylemin ger
çekliği, filolojinin kurduğu tuzakla karşı karşıyadır. Böyle
ce, kanaatlerden, felsefelerden ve belki de bilimlerden, on
ları mümkün kılan kelimelere ve buradan da, canlılığı he
nüz gramerlerin şebekesinin içine alınmamış bir düşünce
ye kadar geri gitme ihtiyacı buradan kaynaklanmaktadır.
Böylece, XIX. yüzyılda çok vurgulu hale gelen, bütün yo
rumlama tekniklerinin canlanması anlaşılmaktadır. Bu ye
niden ortaya çıkış, dilin Rönesans döneminde taşıdığı es
rarlı yoğunluğu yeniden kazanmış olmasına bağlıdır. Fakat
şimdi, dilin içine gömülmüş olan bir ilk sözün bulunması
değil de, konuştuğumuz kelimeleri kaygılandırmak, fikir
lerimizin gramatikal kıvnmnu ifşa etmek, kelimelerimize
can veren efsaneleri dağıtmak, her söylemin kendini ilan
ettiğinde kendiyle birlikte taşıdığı sessiz bölümü yeniden
gürültülü ve işitilir kılmak söz konusu olacaktır. Kapitalin
birinci cildi "değerin bir yorumudur; Nietzsche'nin bütün
eseri birkaç Yunanca kelimenin yorumudur; Freud, görü
nür söylemlerimizi, fantazmalanmızı, rüyalarımızı, bede
nimizi hem destekleyen hem de oyan bütün şu sessiz cüm
lelerin yorumudur. Söylemin derinliğinde söylenilen şeyin
çözümlenmesi olarak filoloji, eleştirinin modern biçimi ha
line gelmiştir. XVIII. yüzyılın sonunda bilginin sınırlarının
saptanmasının söz konusu olduğu yerde, sentakslar çözül
418
Kel imekrve Şeyler
meye, konuşmaya zorlayan biçimler kırılmaya, kelimeler
onların boyunca ve onlara rağmen söylenilenlerin tarafına
döndürülmeye çalışılacaktır. Tanrı herhalde bilgilerimizin
ötesinde olmaktan çok, cümlelerimizin ötesindedir; ve
eğer Batılı insan ondan ayrılamaz nitelikteyse, bunun ne
deni, deneyin sınırlarını aşma yönündeki doğal bir eğilim
değil de, insanın dilinin onu yasalarının karanlığı içinde
aralıksız kışkırtmasıdır: "Korkarım ki Tanndan hiçbir za
man kurtulamayacağız, çünkü hâlâ gramere inanıyoruz."51
Yorum, XVI. yüzyılda dünyadan (hem şeyler hem de me
tinler), orada deşifre edilen Tanrısal söze doğru gidiyordu;
bizim yorumumuz, her halü kârda XIX. yüzyılda oluşmuş
olan, insanlardan, Tanndan, bilgilerden veya kuruntular
dan, onları mümkün kılan kelimelere doğru gitmektedir;
ve bu yorumun keşfettiği şey, bir ilk söylemin hükümran
lığı değil de, en küçük sözümüzden bile daha önce, dil ta
rafından çoktan egemenlik altına alındığımız ve dondurul
duğumuzdur. Modern eleştirinin kendini adadığı yorum
gariptir: çünkü dile ilişkin farkına vanşından, onun söyle
mek istediğinin keşfine değil de aşikâr söylemin sergileni
şinden, dilin ham haliyle dışavurumuna gitmektedir.
Demek ki, modern düşünce içindeki yorum yöntemle
ri, biçimselleştirme tekniklerine karşı durmaktadır: birin
ciler, diÜ kendi kendinin altında ve onda söylenilenin en
yakınında konuşturma iddiasındadırlar; ikinciler ise, her
muhtemel dili denetleme ve onun üzerine, söylenmesi
mümkün olanın yasasıyla sarktıkları iddiasındadırlar. Yo
rumlamak ve biçimselleştirmek, çağımızın iki büyük çö
zümleme biçimi haline gelmiştir: gerçeği söylemek gerekir
se, daha başkasını bilmiyoruz. Fakat, acaba yorum ile bi
çimselleştirmenin ilişkilerini biliyor muyuz, onları denet
leme ve onlara egemen olma yeteneğine sahip miyiz? Çün
51 Nietzche, Le cripuscule des idoles, s. 130, Fr. Çev., 1911.
Emek, Hayal, Dil
419
kû yorum bizi bir ilk söylemden çok, dil gibi bir şeyin çıp
lak varoluşuna götürûyorsa da, yalnızca bu dilin daha bir
anlam kazanmadan önceki saf biçimlerini söylemek zorun
da kalmış değil midir? Fakat, dil olduğu varsayılan şeyi bi
çimselleştirmek için, minimum bir yorum uygulamış ol
mak ve hiç değilse, bir şey söylemek istermişçesine sessiz
duran bütün bu biçimleri yorumlamış olmak gerekmez
mi? Yorum ile biçimselleştirme arasındaki paylaşım, bugün
bizi gerçekten baskı altında tutmakta ve bize egemen ol
maktadır. Fakat yeteri kadar güçlü değildir; resmettiği ça
tal kültürümüzün çok derinlerine dalamamaktadır; bu ça
talın iki dişi, yalnızca basit bir tercihi hükme bağladığını
veya bizi anlama inanan geçmiş ile işaret eden'i keşfetmiş
olan şimdiki zaman (gelecek) arasında bir seçim yapmaya
davet ettiğini söylememize izin veremeyecek kadar çağdaş
tır. Gerçekte, ortak olabilirlik zeminleri, modern çağın eşi
ğinde oluştuğu haliyle dilin varlığı tarafından meydana ge
tirilen, bağlantılı iki teknik söz konusudur. Düzeyin eşit
lenmesini nesnede telafi eden dilin eleştirel olarak aşırı
yükselmesi, onun aynı anda, her sözün tanınmasına yöne
lik olan, ama bu yüzden söylemlerimizin her birinde tanın
mayan saf bir bilme eylemine yaklaş tırılmasmı gerektir
mekteydi. Onu ya bilgi biçimlerine şeffaf kılmak, ya da bi
linçdışının içeriklerinin içine daldırmak gerekiyordu. Bu
durum, XIX. yüzyılın düşüncenin biçimselliğine ve bilin
çaltının keşfine doğru Russel ve Freud'a doğru çifte yü
rüyüşünü iyice açıklamaktadır. Ve aynı zamanda, birini di
ğerine doğru yöneltme ve bu iki yönelişi kesiştirme eğili
mini de açıklamaktadır: örneğin, kendilerini bilinç dışımı
za her içerikten önce dayatan saf biçimlerin gün ışığına
çıkarılması girişimi; veya deney zeminini, varlığın anlamı
nı, bütün bilgilerimizin yaşanmışlık ufkunu söylemimize
kadar götürme yönündeki çaba. Yapısalcılık ve fenomeno
420
Kelimeler ve Şeyler
k>ji, kendilerine özgü düzenle birlikte, burada ortak yerle
rini tanımlayan genel mekânı bulmaktadırlar.
Nihayet, dilin eşdüzeye getirilmesindeki sonuncu, ay
nı zamanda en önemli ve en beklenmedik telafi, edebiyatın
ortaya çıkmasıdır. Edebiyat olarak edebiyat, çünkü Batı
dünyasında Dante'den beri, Homeros'tan beri, bizlerin şim
di "edebiyat" dediğimiz bir dil biçimi olmuştur. Fakat keli
menin kendi yakın tarihlerde ortaya çıkmıştır; tıpkı kül
türümüzde, kendine özgü varoluş tarzı "edebi" olan özel
bir dilin soyutlanmasının da yakın tarihli olduğu gibi.
Bunun nedeni, dilin XIX. yüzyılın başında nesne kalın
lığının içine daldığı ve bir bilginin onu boydan boya kat et
mesine izin verdiği dönemde, kendini başka bir yerde,
ulaşılması zor bir bağımsız biçim altında, doğumunun es
rarının üzerine kapanmış olarak ve bütünüyle saf yazma
eylemine atfen yeniden oluşturmaktaydı. Edebiyat, filolo
jiye meydan okunmasıdır (fakat onun ilk biçimidir): ede
biyat, gramerin dilini çıplak sözün iktidarına götürmekte
ve burada, kelimelerin vahşi ve emredici varlığıyla karşılaş
maktadır. Törenselliği içinde hareketsizleşmiş bir söyleme
karşı romantik dönemden, Mallarme'nin kelimenin ik
tidarını onun güçsüzlüğünün içinde keşfetmesine kadar,
edebiyatın XIX. yüzyıldaki işlevinin dilin modem varoluş
tarzına nazaran ne olduğu iyice görülmektedir. Bu esas iş
leyişin zemini üzerindeki diğer her şey sonuçtur: edebiyat,
fikirler söyleminden giderek farklılaşmakta ve kendini
kökten bir geçişimsizliğin içine hapsetmektedir; klasik
çağda onu dolaşıma sokabilen bütün değerlerden (zevk,
beğeni, doğal, gerçek) kopmakta ve kendi mekânında,
onun oyunsal inkârını sağlayabilecek her şeyi (rezalet, çir
kin, olanaksız) yaratmaktadır: Bir temsil düzenine uyarlan
mış biçimler olarak "türler* tanımıyla bağlarını koparmak
ta ve sarp varoluşunu iddia etmekten diğer bütün söylem
Emeli, Hayat, Dil
421
lere karşı— başka bir yasası olmayan bir dilin düpedüz
dışavurumu haline gelmektedir; artık sanki söylemi kendi
biçimini söylemekten başka bir içeriğe sahip olmazmış
gibi, kendi üzerine nihayetsiz bir geri dönüşün içine büzül
mekten başka yapacak bir şeyi yoktur: kendi kendine
yazan öznellik olarak hitap etmekte veya onu yaratan
hareketin içinde, her edebiyatın özünü yeniden kavramaya
uğraşmaktadır; ve böylece bütün iplikleri en ince uca
kendine özgü, anlık, ama gene de tamamen evrensel—,
sadece yazma eylemine doğru birbirlerine yaklaşmaktadır
lar. Yaygın söz olarak dilin bilgi nesnesi haline geldiği an
da, işte yazma eylemi tamamen zıt bir tarzda yeniden or
taya çıkmaktadır: ne sesselliğe ne muhataba sahip ola
bileceği, kendinden başka söyleyecek bir şeyinin olmadığı,
varlığın parlaklığı içinde parıldamaktan başka yapacak bir
şeyinin olmadığı bir kâğıdın beyazlığı üzerine kelimenin
sessizce ve ihtiyatla bırakılması.
DOKUZUNCU AYIRIM
insan ve İkizleri
ite
I. DİLİN GERİ DÖNÜŞÜ
Edebiyatla birlikte, yorumun geri dönüşü ve bıçrmselleş
tirme kaygısıyla ve bir filolojinin kurulmasıyla birlikte, kı
sacası dilin çok yönlü bir billurlaşma içinde yeniden orta
ya çıkmasıyla birlikte, klasik düşünce düzeni artık yok ola
bilir hale gelmiştir. Daha ileri zamanlardan bakanlar için,
bu tarihte karanlık bir bölgenin içine girmiştir. Üstelik bir
karanlıktan değil de, aşikârlığı sahte olan ve dışa vurdu
ğundan fazlasını gizleyen, biraz bulanık bir ışıktan söz et
mek gerekin nitekim, eğer klasik düşüncenin rasyonalist
olduğunu, Galileo'dan ve Descartes'tan ben Mekaniğe
mutlak bir güç atfettiğini, doğanın genel bir düzenini var
saydığını, unsuru veya kökeni keşfedecek kadar kökten bir
çözümleme olabilirliğini kabul ettiğini, ama daha o sıralar
da, bütün bu idrak kavramlan boyunca ve onlara rağmen
424
Kelimeler ve Şeyler
hayatın hareketini, tarihin kalınlığını ve doğanın egemen
olması güç düzensizliğini çoktan hissettiğini anlıyorsak,
ona ilişkin her şeyi bildiğimizi sanıyoruz. Fakat klasik dü
şünceyi ancak bu cins işaretlerden tanımak, onun temel
düzenini bilmemek; bu cins dışa vurumlar ile onları müm
kün kılanlar arasındaki ilişkiyi tamamen ihmal etmek de
mektir. Ve her şeyin sonunda (eğer çabaya dayalı ve yavaş
bir teknikle değilse), temsillerin, özdeşliklerin, düzenlerin,
kelimelerin, doğal varlıkların ve çıkarların düzenini, bu
büyük şebekenin bozulduğu, ihtiyaçların kendi üretimleri
ni kendilerinin örgütledikleri, canlıların hayatın esas işlev
leri üzerine kapandıkları, kelimelerin maddi tarihleriyle
ağırlaştıklan ândan itibaren, kısacası temsilin özdeşlikleri
nin varlıkların düzenini çekince koymadan ve tortu bırak
madan dışa vurmaya son verdikleri ândan itibaren yeniden
bulmak nasıl mümkün olacaktır? Temsillerin devamını,
onu yana yatırmak, durdurmak, sürekli bir tablo halinde
dağıtmak ve sergilemek için çözümleyen bütün tasnif siste
mi (insanların zihinlerinde açımlanan ince zamansal dizi);
keümeler ve söylem tarafından, karakterler ve sınıflandır
ma, eşdeğerlilik ve mübadele tarafından meydana getirilen
bütün bu kavgalar şimdi iptal edilmişlerdir; öylesine ki, ar
tık bu bütünün işleyiş tarzını yeniden bulmak güçleşmiştir.
Yerinden çıkan sonuncu "parça" —bunun kaybı, bizi klasik
düşünceden ebediyen uzaklaştırmıştır—, tam da bu tasnif
hanelerinin birincisidir: temsilin başlangıçta tablo halinde
ki kendiliğinden, saf sergilenişini sağlayan söylem. Söyle
min temsilin içinde, onun ilk düzene sokuluşu olarak var
olmaktan ve iş görmekten çıktığı gün, klasik düşünce de
bizim tarafımızdan dolaysız olarak ulaşılabilen bir şey ol
maktan çıkmıştır.
Klasisizmden modernliğe geçişin eşiği (kelimelerin
kendileri önemli değildir. Tarihöncemizden bize hâlâ çağ
înscm ve ikizleri
425
daş olana diyelim), kelimeler temsillerle kesişmekten ve
şeylerin bilgisini kendiliklerinden çerçevelemekten çıktık
larında aşılmıştır. Kelimeler XIX. yüzyılın başında, eski, es
rarlı kalınlıklarına yeniden kavuşmuşlardır; ama bu hiç de,
onları Rönesans döneminde barındıran dünyanın eğrisine,
ne de şeylerle işaretlerin dairesel bir sistemiyle yeniden bü
tünleşmek üzere olmuştur. Temsilden kopan dil, bundan
sonra ve günümüze kadar, artık yalnızca dağınık bir siste
min üzerinde var olmaktadır: kelimeler filozoflar için, ta
rih tarafından oluşturulan ve bırakılan şeyler gibidir; bi
çimselleştirmek isteyenler için dil, somut içeriğini ayıkla
malı ve artık söylemin evrensel olarak geçerli biçimlerin
den başka bir şeyi göstermemelidir, eğer bu durumda yo
rum yapılmak istenirse, kelimelerin sakladıkları şu diğer
anlamın apaçık ortaya çıkması için, bu kelimelerin kırıla
cak metinler haline gelmeleri gerekir; nihayet dilin kendi
için, kendinden başka bir şeyi işaret etmeyen bir yazma ey
lemi biçiminde zuhur ettiği de olmaktadır. Bu dağınıklık
dile, bir ayrıcalık değilse bile, en azından emek veya haya
tınkiyle karşılaştırıldığında kendine özgü olarak gözüken
bir kader dayatmaktadır. Doğal tarihin tablosu çözüldü
ğünde, canlı varlıklar dağılmamışlar, tersine hayatın esrarı
nın etrafında gruplanmışlardır; zenginlikler çözümlemesi
ortadan yok olduğunda, bütün ekonomik süreçler üreti
min ve onu mümkün kılan şeylerin etrafında gruplanmış
lardır; buna karşılık, genel gramerin söylem birliği orta
dan kalktığında, dil, birliği herhalde tekrar kurulamayacak
olan birçok varoluş tarzı halinde ortaya çıkmıştır. Herhal
de bu nedenden olsa gerek, felsefi düşünce çok uzun süre
dilden uzak kalmıştır. Felsefe, kendi nesnesi veya modelle
ri olacak bir şeyi hayat veya emek cephesinde yorulmaksı
zın ararken, onun hakiki ve temel zemininde ise dile ancak
yan bir dikkat göstermekteydi; onun için özellikle söz ko
426
Kelimeler ve Şeyler
nusu olan, dilin onun önüne çıkarabileceği engellerden ka
çınmaktı; örneğin kelimeleri, onları yabancılaştıran içerik
lerinden kurtarmak veya dili esnek hale getirmek ve idra
kin uzaysallaşmasından azat olarak, hayatın hareketini ve
kendine özgü süresini aktarabilmesi için onu içten akışkan
hale getirmek gerekiyordu. Dil düşünce alanına, doğrudan
ve kendi için, ancak XIX. yüzyılın sonunda girmiştir. Hat
ta, filolog Nietzsche'nin —ve bu alanda da çok bilgeydi, ko
nuya ilişkin çok şey biliyordu, çok güzel kitaplar yazıyor
d u XX. yüzyılda, dile ilişkin kökten bir düşünce ile felse
feyi yakınlaştıran ilk kişi olduğu söylenebilir.
Ve işte Nietzsche'nin bizim için açtığı bu felsefifilolo
jik mekân üzerinde, dil egemen olunması gereken esrarlı
bir çoğulluk içinde ortaya çıkmaktadır. Bunun üzerine, her
biri bir tasan (belki de kuruntu, bunu şu anda kim bilebi
lir) halinde olmak üzere, her söylemin evrensel bir biçim
selleştirilmesinin temaları veya aynı zamanda dünyanın al
datıcılıktan tam bir arındırılması da olan, gene bu dünya
nın bütüncül bir yorumuna ilişkin temalar veya genel bir
işaretler teorisinin temalan veyahut tortusuz bir dönüşme
(herhalde tarihsel olarak ilk); bütün söylemlerin bütünsel
olarak tek bir kelimede, bütün kitapların tek bir sayfada,
bütün dünyanın tek bir kitapta içerilmelerine ilişkin tema
lar ortaya çıkmaktadır. Mallarme'nin kendini ölümüne ka
dar adadığı büyük ödev; işte şimdi bize egemen olan odur;
bu ödev emeklemeleri içinde, bizim bugün dilin parçalı va
roluşunu belki de olanaksız bir birliğe ulaştırma konusun
daki bütün gayretlerimizi kapsamaktadır. Mallarme'nin,
mümkün her söylemi kelimenin narin kalınlığının içine,
mürekkebin kâğıt üzerine çizdiği şu ince ve maddi siyah
çizginin içine kapatma konusundaki girişimi, sonuçta Ni
etzsche'nin felsefeye sorduğu soruya cevap vermektedir.
Nietzsche'ye göre, iyilik ve kötülüğün kendilerinde ne ol
tnsan ve İkizleri
427
duğunu, kimin işaret edildiğini, daha doğrusu kimin ko
nuştuğunu bilmek söz konusuydu, çünkü başkalarını işa
ret etmek üzere Agathos ve Deilos denilmekteydi 1 Çünkü
dil burada, söylevi çeken ve sözü elinde daha derinlemesi
ne tutan'da tam anlamıyla toplamaktadır. Nietzsche'nin
kim konuşuyor? sorusuna, Mallarm6, yalnızlığı, narin tit
reşimi, hiçliği içinde kelimenin bizzat kendidir cevabını
vermektedir kelimenin anlamı değil, esrarlı ve geçici var
lığı. Nietzsche, bu sorgulamayı bizzat kendi üzerinde
konuşan ve sorgulayan özne: ecce homo —temellendirmek
üzere, sonunda onun içinde püskürmesine rağmen, konu
şana ilişkin bu soruyu sonuna kadar sürdürürken; Mallar
ına, söylemin kendiliğinden oluşacağı saf bir kitap töreni
nin içinde yalnızca icracı olarak yer almaya varacak kadar,
kendini kendi dilinin içinde silmeye hiç ara vermemiştir.
Şu anda merakımızı harekete geçiren bütün soruların (Dil
nedir? Bir işaret midir? Dünyada, hareketlerimizde, davra
nışlarımızın bütün esrarlı armasında, rüyalarımızda ve has
talıklarımızda sessiz kalan şey; bütün bunlar konuşurlar
mı ve hangi dili, hangi gramere göre konuşurlar? Her şey
işaret eder mi, neyi ve kim için ve hangi koşullara göre işa
ret eder? Dil ile varlık arasında hangi ilişki vardır ve dil
acaba hep varlığa mı, en azından gerçekten konuşanın var
lığına mı hitap eder? Şu hiçbir şey söylemeyen, hiç susma
yan ve kendine "edebiyat" diyen dil nedir?), Nietzsche'nin
sorusu ile Mallarme'nin ona verdiği cevap arasındaki asla
kapatılamayan mesafenin içinde yer alıyor olmaları müm
kündür.
Şimdi, bu soruların bize nereden geldiklerini biliyo
ruz. Bunlar, söylem yasasının XIX. yüzyılın başında temsil
den kopmasından ötürü, dilin varoluşunun kendini parça
1
Nietzsche, Gintalogie de la morale, 1, p. 5.
428
Kelimeler ve peyler
lanmış gibi bulması olgusu sayesinde mümkün hale gel
mişlerdir; fakat bu sorular, düşünce Nietzsche ve Mallarme
ile birlikte dilin bizzat kendine ve şiddetli bir şekilde, di
lin tek ve zor varlığına doğru yeniden taşındığında gerekli
hale gelmişlerdir. Düşüncemizin bütün merakı şimdi şu so
runun içine yerleşmiştir: Dil nedir, onu kendinde ve tamlı
ğı içinde ortaya çıkartabilmek üzere nasıl kuşatmalı? Bu
soru nöbeti bir anlamda, XIX. yüzyılda hayat ve emeğe iliş
kin olanlarından devralmaktadır. Fakat bu araştırmanın ve
onu çeşitlendiren bütün soruların statüsü tam açık değil
dir. Acaba burada, kendini ancak şöylesine haber veren bir
günün doğumunu, ondan daha az olmak üzere, bu günün
ilk ışıklarım mı hissetmek gerekir, düşüncenin burada
—binlerce yıldan beri konuşmanın ne demek olduğunu,
hatta konuştuğunu bile bilmeden konuşan şu düşünce
kendini yeniden bütünüyle kavrayacağını ve kendini varlı
ğın parlaklığı içinde yeniden aydınlatacağını mı hissetmek
gerekir? Bu, Nietzsche'nin kendi dilinin içinde hem insanı
hem de Tanrıyı öldürüp, bu yoldan tanrıların geri dönüşü
nü vaat ettiğinde hazırladığı şey değil midir? Veyahut da,
dile ilişkin bu kadar çok sorunun, arkeolojinin bize varlık
larını ve ilk etkilerini XVIII. yüzyılın sonundan itibaren öğ
rettiği şu olayı izlemekten, en fazlasından tamamına erdir
mekten başka bir şey yapmadıklarını mı kabul etmek gere
kir? Dilin, filolojik nesnelliğe geçişiyle çağdaş olan parça
lanması, bu durumda, klasik düzenin kopuşunu en yakın
tarihlerde görünür hale gelen (çünkü en gizli ve en temel
lisidir) sonucundan başka bir şey olmayacaktır; bu kırılma
ya egemen olmaya ve dili bütün olarak ortaya çıkarmaya
çalışırken, XVIII. yüzyılın sonuna doğru bizden önce ve
bizsiz cereyan etmiş olanı tamamına erdirmiş olacağız. Fa
kat bu tamamlanış ne olacaktır? Dilin kayıp birliğini yeni
den oluşturmaya çalışırken, acaba XIX. yüzyıla ait olan bir
tnsan ve ikizleri
429
düşüncenin dibine kadar mı gidilmektedir, yoksa onunla
çoktan uyuşmaz hale gelmiş olan biçimlere mi başvurul
maktadır? Nitekim dilin dağılması, söylemin kaybolması
olarak belirtilebilecek olan bu arkeolojik olaya, temel bir
tarz içinde bağlıdır. Dilin büyük oyununu tek bir mekân
içinde yeniden bulmak, tamamen yeni bir düşünce biçimi
ne doğru belirleyici bir sıçrayış olduğu kadar, bir önceki
yüzyılda oluşan bir bilme tarzını kendi için kapatmak da
olabilir.
Gerçeği söylemek gerekirse, ne bu sorulara cevap ver
meyi ne de bu alternatiflerden hangisini seçmenin gerekti
ğini biliyorum. Bir gün bu sorulara cevap verip veremeye
ceğimi veya bir gün kendimi belirleyebileceğim nedenlere
sahip olup olamayacağımı bilmiyorum. Ancak, şimdi her
kes gibi, bu sorulan neden sorabildiğimi ve şimdi sormak
zorunda olduğumu— biliyorum. Bunları Kant veya He
gel'den daha açık bir şekilde Cuvier'den, Bopp'tan, Ricar
do'dan öğrendiğime, yanızca okumasını bilmeyenler şaşı
racaklardır.
11. KRALIN YERİ
Hiç kuşkusuz, bu kadar cehaletin, boşlukta kalmış bu ka
dar sorunun üzerinde durmak gerekir: söylemin sonu ve
herhalde emeğin başlangıcı burada saptanmıştır. Fakat ge
ne de söylenecek birkaç söz vardır. Kuşkusuz, statülerini
meşrulaştırmanın güç olduğu sözler, şimdi son ânda ve ya
pay bir tiyatro oyunundaymış gibi, temsillerin büyük kla
sik oyununun içinde henüz hiç ortaya çıkmamış bir kişiyi
işe dahil etmek gerekmektedir. Bu oyunun ön yasasını,
temsilin momentlerinin her birinde temsil edildiği Las Me
ninas tablosunda bulmak hoşa gidecektir, ressam, palet,
tersi dönük tuvalin büyük koyu yüzeyi, duvara asılı tablo
430
Kelimeler ve Şeyler
lar, bakan ve onlara bakanlar tarafından çerçevelenmiş se
yirciler; nihayet merkezde,temsilin kalbinde, esas olanın
en yakınında, temsil edileni gösteren ayna; fakat o kadar
uzak, gerçek olmayan bir mekâna o kadar dalmış, başka ta
rafa yönelen bütün bakışlara o kadar yabancı bir yansıma
olarak ki, temsilin en zayıf ikizlemesinden başka bir şey ol
mamaktadır. Tablonun bütün iç çizgileri ve özellikle de,
merkezi yansımadan gelenleri, temsil edilen, ama mevcut
olmayana yönelmektedirler. Bu hem nesne çünkü temsil
edilen sanatçının tuvaline aktardığı odur, hem de öznedir
çünkü ressamın kendini çalışırken temsil ettiği sırada
karşısında bulunan şey odur, çünkü tabloda gösterilen ba
kışlar, ressamın gerçek yeri olan, kral ve kraliçenin bu say
maca yerine yönelmişlerdir, nihayet çünkü sınırsız bir göz
kırpması haünde ressam ve hükümdarın yer değiştirdikle
ri bu ikircildi yerin konuğu, bakışı tabloyu bir nesneye, bu
esas damganın saf temsiline dönüştüren seyircidir—. Üste
lik bu eksiklik, tabloyu hamaratlıkla unsurlarına ayıran
söylemin dışında, kimse için bir boşluk değildir; çünkü
temsil edilen ressamın dikkatinin, tablonun gösterdiği kişi
lerin saygısının, tersinden görülen büyük tuvalin mevcudi
yeti ve bu tablonun ona göre var olduğu ve bu tablonun za
manın içinde ona göre düzenlendiği bizim bakışlarımızın
kanıtladığı üzere, hep ve gerçekten işgal edilmektedir.
Klasik düşüncede, temsilin onun için var olduğu kişi
ve kendini orada temsil eden kişi, kendilerini orada, "tab
loda temsil "in kesişen bütün iplerini birbirlerine bağlayan
görüntü veya yansıma olarak tanımaktaydı orada kendi
asla mevcut olarak bulunmayan—, insan, XVIII. yüzyılın so
nundan önce var olmuyordu. Hayatın gücü, emeğin üret
kenliği veya dilin tarihsel kalınlığı için de aynı durum ge
çerliydi. İnsan, bilginin evreni düzenleme çabası içinde,
bundan iki yüz yıldan daha az bir zaman önce, kendi elle
İnsan ve ikizleri
431
riyle imal ettiği çok yeni bir yaratıktır: fakat bu yaratık o
kadar çabuk ihtiyarlamıştır ki, nihayet içinde tanınabilece
ği aydınlanma anını, karanlıklar içinde binlerce yıl bekle
miş olduğu kolaylıkla hayal edilmiştir. Tabii ki, genel gra
merin, doğal tarihin, zenginlikler çözümlemesinin insanı
tanımanın birer biçimi olduğu söylenebilir, ama ayırım
yapmak gerekir. Doğal bilimler insanı kuşkusuz bir cins
veya bir tür gibi incelemişlerdir: XVIII. yüzyıldaki ırklar
üzerindeki tartışma buna tanıktır. Öte taraftan, gramer ve
iktisat, ihtiyaç, arzu veya bellek ve hayal gücü gibi kavram
lar kullanıyorlardı. Fakat insanın insan olarak, epistemolo
jik bir bilinci bulunmamaktaydı. Klasik episteme, insana
özgü ve spesifik bir alanı hiçbir şekilde soyutlanmayan çiz
gilere göre ekiemleştirmektedir. Ve eğer hâlâ, hiçbir döne
min insan doğasına onun kadar büyük ve onun kadar ka
rarlı, onun kadar söyleme sunulmuş bir statü vermediği iti
razında ısrar edilecek olursa buna, bizatihi insan doğası
kavramının ve işleyiş tarzının klasik bir insan biliminin
olabilirliğini dışladığı cevabı verilebilir.
Klasik episteme'nin içinde "doğa" ve "insan doğası" iş
levlerinin terimi terimine zıtlaştıklarını kaydetmek gerek
mektedir: doğa, gerçek ve düzensiz bir çakışmanın işleyi
şiyle, varlıkların düzenli sürekliliği içindeki farklılığı orta
ya çıkarmaktadır; insan doğası ise, temsillerin düzensiz
zinciri içindeki özdeşliği ortaya koymakta ve bunu imgele
rin sergilenmesi yoluyla yapmaktadır. Biri, şu anki manza
raların oluşumu için bir tarihin bulanıklaştırılmasını ge
rektirirken, diğeri, kronolojik bir ardışıklığın dokusunu
bozan bu âna mensup olmayan unsurların karşılaştırılma
sını gerektirmektedir. Doğa ile insan doğası arasındaki po
zitif ilişkinin bu zıtlığa rağmen veya daha doğrusu, bu zıt
lık boyunca resmolduğu görülmektedir. Nitekim, bunlar
özdeş unsurların sayesinde (aynı, sürekli, fark edilmez
432
Kelimeler ve Şeyler
farklılık, kesintisiz ardışıklık) işlememektedir; bunların
her ikisi de soyutlanabilir özdeşlikleri ve görülebilir farklı
lıkları tablo halindeki bir mekâna ve düzenli bir sıraya gö
re dağıtmaya izin veren genel bir çözümlemenin olabilirli
ğini kesintisiz bir doku üzerinde ortaya koymaktadır. Fa
kat, hiçbiri bunu diğeri olmadan başaramamaktadır ve bu
radan itibaren iletişim kurmaktadır. Nitekim, temsil zinci
ri ikizlenebilme konusunda sahip olduğu güçle (hayal gü
cünün ve anının içinde ve onu karşılaştıran çoklu dikkatin
içinde), yeryüzünün düzensizliğini altında, varlıkların ke
sintisiz tabakasını yeniden bulabilir; önce rastlantısal olan
ve kendilerini sundukları halleriyle temsillerin kaprislerine
teslim edilen bellek, yavaş yavaş var olan her şeyin genel
bir tablosu halinde sabitleşmektedir, insan artık dünyayı,
kendi temsilini temsil etme gücüne sahip bir söylemin hü
kümranlığına sokabilir. Konuşma eyleminde veya daha
doğrusu (klasik dil deneyi açısından esaslı olanın mümkün
olduğunca yakınında durarak), adlandırma eyleminde,
temsilin kendi üzerine kıvrım yapması olarak insan doğa
sı, düşüncelerin çizgisel devamını kısmen farklı varlıkların
sabit bir tablosu haline dönüştürmektedir, temsillerini ora
da ikizlediği ve dışa vurduğu söylem, onu doğaya bağla
maktadır. Bunun tersine, varlıklar zinciri, insan doğasına
doğanın işleyişi aracılığıyla bağlıdır: mademki gerçek dün
ya, kendini bakışlara sunduğu haliyle varlıkların temel zin
cirinin açımlanması değildir ve onun birbirlerine karışmış
tekrarlanan ve süreksiz parçalannı sunmaktadır, o halde
zihindeki temsiller dizisi fark edilmez farklılıkların sürekli
yolunu izlemek zorunda değildir; uçlar burada karşılaş
makta, aynı şeyler kendilerini burada birçok kere sunmak
tadırlar; özdeş çizgiler belleğin içinde çakışmaktadır; fark
lıklar parçalanmaktadır. Böylece, büyük belirsiz ve sürekli
tabaka, ayrı karakterlerle, az çok genel çizgilerle, kimlik
İnsan ve titizleri
433
belirleme işaretleriyle basılmaktadır. Ve bunun sonucu ola
rak, kelimelerle varlıklar zemini söylem haline gelmekte,
bu sayede insan doğasına ve temsiller dizisine bağlanmak
tadır.
Doğa ile insan doğasının, zıt, ama birbirleri üzerine et
ki edemediklerinden ötürü tamamlayıcı olan iki işlevden
hareketle iletişime sokulması, geniş teorik sonuçlara yol
açmıştır. Klasik düşünceye göre insan doğaya, ona doğum
dan gelen bir hak olarak ve bütün diğer varlıklara olduğu
gibi tamnan şu bölgesel, sınırlı ve spesifik ndoğaHnın aracı
lığıyla yerleşmemektedir. İnsan doğası ve doğa eğer birbir
lerine dolanıyorlarsa, bu bilgi mekanizmaları ve onlann iş
leyişleri aracılığıyla olmaktadır; veya daha doğrusu, doğa,
insan doğası ve onlann ilişkileri klasik episteme'nin büyük
düzenlenişinin içinde, tanımlanmış ve öngörülmüş işlevsel
momentlerdir. Ve kalın ve ilk gerçek olarak, mümkün her
bilginin zor nesnesi ve hükümran öznesi olarak insan, hiç
bir yere sahip değildir. Bir ekonominin, bir filolojinin ve
bir biyolojinin yasalarına göre yaşayan, konuşan ve çalışan,
ama bir cins iç burulma ve örtme tarafından, bizatihi ken
di yasalarının işleyişi sayesinde onlan tanıma ve tamamen
gün ışığına çıkarma hakkının verilmiş olduğu bir bireye
ilişkin modern temalar, bizim için bildik ve "insan bilimle
ri" nin varlığına bağlı olan bütün bu temalar klasik düşün
ce tarafından dışlanmışlardır: doğası (onu belirleyen, elin
de tutan ve onu zamanlann dibinden beri kat eden) doğa
yı ve buna bağlı olarak kendini doğal varlık olarak tanımak
olan bir varlığın garip kişiliğinin karşısına dikilmesi o sıra
larda mümkün değildi.
Buna karşılık, temsil ile varlığın karşılaşma noktasın
da, doğa ile insan doğasının kesiştikleri yerde günümüz
de, insanın ilk, reddedilemez ve esrarlı doğasının varlığını
tanıdığımıza inandığımız şu yerde, klasik düşüncenin or
ır»e
atkı
T\2
»to
IMrvtfnn tjwvw v HHHKV
ımcf IMH, V8 vte âitsıniope
dik sösjiö^t htçırrunAt olmuştur tVrrark M, yalımca ff fi*»
(^mdk Kin vanfcr; W$%. fûsv^Ma onu fifre» <örül«*k bir
%os hjthndf kalfniafttTa* ve ontı dvRvamn fryi*nnt dola
v&c? şu giziı lutarithgtrıı kaybetmiştir; (telim kttftdımiıı otM
?İI$IÖM olarak «»rjşutadığımu: fa çoklu varoluş* henüz ka
vyfsnamtşf*? aörkm klasik ca^da, temsilin ve «artıkların
«emden geçtikleri fit yatı berrak ihtiyattı vaıhklar ahnın
hak»$4araai vi'rv'.ts alarak temsil e=i k!.klennde> temsili?»
whfclw> get^ckitkJeri tjlftde ghhsifrtir kıkitfındHH
BliıiMİıııııı ı
• a m i bi ıTnlılİİhaıfc JımvJ
Nİlf
ıhttt nnsksij| ıttifii 1 vi
fesiBi v* /felsfen
nk, içinde doğa ite insan doğasının kesiştikleri yer olarak
ditin, ^manbiiimi" olabilecek bir şeyi kesinlikle dışladığı
dır, Patı kültüründe İm dil konuştuğu sürece, insan varolu
şun
kendi içinde sorguya çekilmek olanaksızdı, çünkü
onda bırmrtenne bağlananlar, temsil ile varlıktı. XVII yüz
yılda "düşürtüyorum" ile bu işe girişenin "vanm"ını birbir
lerine bağlamış olan söylem, görünür bir biçim altında.
klasik ditin özü olarak kalmıştır, çünkü.onda birbirlerine
tam hak sahibi olarak bağlananlar, temsil ile varlıktı. "Du
çeklcşivordu Demek ki bu geçiş esnasında, ne genel olarak
varlığın döşüme tarafından ıçerilmemesınc nede "varım"
tarafından işaret edildiği haliyle şu kendine öy«u varlığın
kendi için sorgulanmasına ve çözümlenmesine itiraz edile
bilir. Veva daha dotrusu, bu itirazlar yapılabilir ve hakları
rnk
nı
itııe
t Of I
ne
insan bar bilgi için nesne ve bilen için de d i '
Etfeit konumunun içinde, böylesine arkeolojik
416
Kelimeler ve Şeyler
bi kılınmış bağımsız, bakılan seyirci olarak, burada Los Me
ninas'in Krala önceden tahsis ettiği, ama gerçek varlığının
uzun zamandır dışladığı bu yerde zuhur etmektedir. Sanki,
onların algılanamaz dansları, Velâzquez'in tablosunun tü
münün ona doğru döndüğü, ama gidip gelmelerinden, bir
birlerini karşılıklı olarak dışlamalarından, birbirleriyle iç
içe geçmelerinden ve daldan dala konmalarından kuşkula
nılan bütün figürleri (model, ressam, kral, seyirci) bir ay
nanın rastlantısı içinde ve adeta zor kullanarak yansıtabi
len bu mekânda, aniden donuyormuş, tam bir figür halin
de donuyormuş ve böylece sonunda mekânın bütün temsi
lini bir bakışta aktanyormuş gibi.
Bu yeni mevcudiyetin nedeni, ona özgü olan tarz, ona
izin veren episteme'nin düzeni, kelimeler ve şeyler arasında
onun boyunca kurulan yeni ilişki; bütün bunlar şimdi ay
dınlatılabilmektedir. Cuvier ve çağdaşları, hayattan kendi
kendini ve varlığının derinliğinde de, canlının olabilirlik
koşullarını tanımlamasını istemişlerdi; Ricardo da aynı şe
kilde, emekten mübadelenin, kârın ve üretimin olabilirlik
koşullarını sormuştu; ilk filologlar da, söylem ile gramerin
olabilirliğini dillerin tarihsel derinliğinin içinde aramışlar
dı. Temsil bizatihi bu olgudan ötürü, canlılar için, ihtiyaç
lar için ve kelimeler için, onların kökenleri ve gerçeklikle
rinin ilkel makamı olma değerini taşımaya son vermişti;
temsil artık onlara nazaran, onlan kavrayan ve ihya eden
bir bilincin içinde, onlara az çok bulanık bir şekilde karşı
lık veren bir etkiden başka bir şey değildir. Şeylere ilişkin
temsil artık bağımsız bir tablonun içinde, onların düzene
sokulmasının sergilenişi değildir; temsil artık insanın oldu
ğu şu ampirik bireyin cephesinden, şimdi bizzat şeylerin
kendine ve onların iç yasasına ait olan bir düzenin olgusu
dur belki de bundan da az olmak üzere, görünüşüdür.
Varlıklar temsilin içinde kimliklerini değil de, insanla kur
insan ve ikizleri
437
duklan dış ilişkiyi açık etmektedirler. İnsan, kendine özgü
varlığı, kendine temsiller sunma gücüyle o zamana kadar
doğal yerleşim yerleri olmuş olan temsil etmeyi terk ede
rek, hayatın, üretimin ve dilin yasalanna göre şeylerin de
rinliğine çekilen ve kendi içlerinde kapanan canlılar, mü
badele nesneleri ve kelimeler tarafından açılmış bir oyuğa
yerleşmektedir. Onlann ortasında, onların meydana getir
dikleri çember tarafından sıkıştırılan insan, onlar tarafın
dan işaret edilmektedir daha da ötesi, talep edilmektedir,
çünkü konuşan odur, çünkü onun hayvanların arasında
(ve yalnızca ayrıcalıklı olmakla kalmayıp, aynı zamanda
onlarin oluşturduğu bütünü düzene sokan bir yerde: insan
evrimin son durağı olarak kavranmasa bile, uzun bir dizi
nin uç noktası olduğu kabul edilmektedir) oturduğu görül
mektedir, nihayet çünkü ihtiyaçlar ile bunları tatmin et
mek için sahip olduğu araçlar arasındaki ilişki öyledir ki,
her üretimin zorunlu olarak ilkesi ve aracı olmaktadır. Fa
kat bu emredici işaret ediş ikirciklidir. İnsan bir bakıma ça
lışmaya, hayata ve dile tabi durumdadır: somut varoluşu,
belirlenmelerini burada bulmaktadır; insana ancak kelime
leri, organizması, imal ettiği nedenler boyunca ulaşılabilir
sanki gerçeği öncelikle onlar (belki de sadece onlar) elle
rinde tutuyorlarmış gibi—; ve insanın kendi de, düşünür
düşünmez kendini kendine, çoktan zorunlu olarak gizli
olan bir kalınlığın içinde, indirgenemez bir önceliğin için
de, ancak bir canlı, bir üretim aracı, ondan önce var olan
kelimeler için bir taşıyıcı biçimi altında açık edebilmekte
dir. Bilgisinin ona dışsal ve daha eski olduklarını açık etti
ği bütün bu içerikler onu öncelemekte tüm sağlamlıkları
içinde onun üzerine sarkmakta ve onu sanki bir doğa nes
nesinden veya tarih içinde silinecek bir çehreden başka bir
şey değilmiş gibi kat etmektedirler. İnsanın sonluluğu,
kendini bilginin pozitifliği içinde ve emredici bir şekilde
438
Kelimeler ve Şeyler
ilan etmektedir; insanın sonlu olduğu, tıpkı fiil çekiminin
bilindiği gibi bilinmektedir; veya daha doğrusu, bütün bu
sağlam, pozitif ve dolu figürlerin filigranında, dayattıkları
sonluluk ve sınırlar fark edilmekte, olanaksız hale getirdik
leri her şey açıkça tahmin edilmektedir.
Fakat gerçeği söylemek gerekirse, .sonluluğun bu ilk
keşfi istikrarsızdır; onu kendi üzerinde durdurmaya izin
veren hiçbir şey yoktur; ve reddettiği bu aynı sonsuzluğu,
güncellik sistemine göre, kendinin de aynı şekilde vaat et
tiği varsayılamaz mı? Belki de cinsin evrimi tamamlanma
mıştır; üretim ve çalışma biçimleri değişmeye ara verme
mektedirler, ve belki insan, yabancılaşmasının, ihtiyaçları
nın, sınırlarının sürekli hatırlatılmasının ilkesini bir gün
artık emeğin içinde bulamayacaktır; ve tarihsel dillerin ışık
geçirmezliğini çözecek kadar saf simgesel sistemleri keşfet
meyeceğini kanıtlayan bir şey de yoktur. Pozitiflik içinde
ilan edilen insanın sonluluğu, profilini sonsuzluğun para
doksal biçimi altında çizmektedir; bu biçim daha çok sını
rın sağlamlığını, hiç kuşkusuz sınırı olmayan, ama herhal
de umutsuz da olmayan bir yol alışın tekdüzeliğini işaret
etmektedir. Ancak, bütün bu içerikler, sakladıktan ve aynı
zamanda zamanın sınırlarına doğru yoğunlaştırdıklarıyla
birlikte, bilgi mekânının içinde pozitifliğe sahip değillerdir,
kendilerini mümkün bir bilgi edinme ödevine, ancak son
luluğa tepeden tırnağa bağlanmış olarak sunmaktadırlar.
Çünkü, eğer kendini onlar boyunca keşfeden insan, hay
vansal hayatın dilsiz, karanlık, dolaysız ve mutlu açıklığı
nın içinde yer alsaydı, bunlar burada onları kısmen aydın
latan bu ışığın içinde olmazlardı; ama eğer insan onları
sonsuz bir idrakin parlaklığı içinde hiç eksiksiz kat edebil
seydi, kendilerini, onlan kendilerinden hareketle gizleyen
dar açının içinde de sunamazlardı. Fakat insanın deneyine,
onun bedeni olan bir cisim —kendine özgü ve indirgenemez
İnsan ve ikizleri
439
uzaysallığı şeylerin mekânıyla eklemleşen ikircikli mekâ
nın parçası sunulmuştur; arzu da bu aynı deneye, her şe
yin ondan itibaren değer ve nispi değer kazandığı başat iş
tah olarak sunulmuştur, bir dil de bu aynı deneye, bütün
zamanların bütün söylemlerinin, bütün ardışıklıkların ve
bütün eşanlılıklarm içinde verilebildiği bir sıranın içinde
sunulmuştur. Bunun anlamı, insanın sonlu olduğunu öğre
nebileceği bu pozitif biçimlerin her birinin, ona ancak ken
di sonluluğunun zemini üzerinde verildiğidir. Hayatın var
oluş tarzı ve hayatın biçimlerini bana dayatmadan var ola
maması olgusu, bana temel olarak bedenim tarafından ve
rilmiştir, üretimimin varoluş tarzı, belirlenmelerimin varo
luşunun üzerindeki çekim gücü bana arzum tarafından ve
rilmiştir; ve dilin varoluş tarzı, kelimelerin telâffuz edildik
leri ânda ve belki de daha da algılanamaz bir zamanın için
de açık ettikleri tarihin bütün izi, bana ancak benim konu
şan düşüncemin ince zinciri boyunca verilebilmişlerdir.
Bütün ampirik pozitifliklerin ve kendini insanın varoluşu
na somut sınırlandırmalar olarak işaret edebilecek şeylerin
arkasında bir sonluluk —bir anlamda aynı olan: bedenin
uzaysallığı, arzunun açıklığı ve dilin zamanı tarafından
vurgulanmaktadır; ama gene de tamamen başkadır: sınır
burada kendini, insana dışandan dayatılan belirlenme ola
rak değil de (çünkü bir doğası veya bir tarihi vardır), ancak
kendi olgusuna dayanan ve her somut sınırın pozitifliğine
açılan temel sonluluk olarak dışa vurmaktadır keşfedil
mektedir.
Böylece, insanın varlığının sonsuz olmadığım onu işa
ret eden bütün biçimleri, pozitiflikleri içinde temellendire
bileceği bir sonluluk analitiğine kadar çıkma, veya eğer öy
lesi istenirse, inme zorunluğu, kendini bizzat ampirikliğin
kalbinde işaret etmektedir. Ve bu analitiğin insanın varolu
şunun ilk karakteri olarak kaydedeceği şey veya daha doğ
440
Kelimeler ve Şeyler
rusu, bu analitiğin kendini içinde tam olarak sergileyeceği
yer, tekrarın mekânı olacaktır pozitif ile temelli arasında
ki özdeşlik ile farklılığın mekânı: canlığın gündelik varo
luşunu anonim bir şekilde kemiren, bana ampirik hayatı
mın ondan itibaren verildiği temel şeyle aynıdır» insanları
ekonomik sürecin yansızlığı içinde birleştiren ve ayıran ar
zu, benim için her şeyin ondan itibaren arzulanır olduğu
şeyle aynıdır, dilleri taşıyan, onlara yerleşen ve sonunda
onları aşındıran zaman, benim söylemimi daha hiç kimse
nin egemen olmadığı bir ardışıklığın içinde söylememden
önce çekip uzatan zamandır. Sonluluk, deneyin bir ucun
dan diğerine, kendi kendine cevap vermektedir; Aynı'nın
biçimi içinde, pozitifliklerin ve onlann temellerinin özdeş
liği ve farklılığıdır. Modern düşüncenin, daha bu analitiğin
ilk harekete geçişinden itibaren, klasik düşüncenin emret
tiği üzere tablo halinde serpilmesiyle birlikteki temsilin
sergilenişini belli bir aynı düşüncesine burada Farklılık,
Özdeşlikle aynı şeydir— nasıl döndürdüğü görülmektedir.
Bütün bu sonluluk analitiği modern düşüncenin kaderine
ne kadar da bağlıdır, işte pozitifin temelli içindeki tekrarı
tarafından açılmış olan bu ince ve muazzam mekânda ser
gilenecektir: aşkının ampiriği tekrarladığı, cogito'nun dû
şünülmemiş'i tekrarladığı, kökenin geri dönüşünün kendi
geri çekilmesini tekrarladığı, birbiri ardına işte burada gö
rülmektedir; klasik felsefeye indirgenemez nitelikteki bir
Aynı düşüncesi, kendini kendinden itibaren burada iddia
edecektir.
Sonluluk fikrinin gün ışığına çıkarılabilmesi için XIX.
yüzyılın beklenmesinin gerekmediğini söyleyenler olabilir.
XIX. yüzyılın belki de bu fikre daha karmaşık, daha ikircik
li, kuşatması daha güç olan bir rol oynatarak, sadece onun
düşünce mekânı içindeki yerini değiştirdiği herhalde doğ
rudur XVII. ve XVIII. yüzyıllar düşüncesi açısından, inşa
insan ve İkizleri
441
nı hayvansal bir hayat sürdürmeye, alın teriyle çalışmaya,
ışık geçirmez kelimelerle düşünmeye zorlayan onun sonlu
luğuydu; onun kendi bedeninin mekanizmalarını, ihtiyaç
larını tatmin araçlarını, tamamen alışkanlıklar ve hayal gü
cü tarafından dokunmuş bir dilin tehlikeli yardımını al
maksızın düşünebilme yöntemim tam olarak bilmekten
alıkoyan da, gene bu aynı sonluluktu. Sonsuzluğa ulaşama
ma olarak insanın sınırlılığı, kendi ampirik içeriklerinin
varlığını olduğu kadar, onlan dolaysız olarak bilebilme ola
naksızlığını da belli etmekteydi. Ve böylece, sonsuzlukla
olan negatif ilişki ister yaradılış, ister düşüş, ister ruh ile
beden bağlantısı, ister sonsuz varlığın içindeki belirleniş,
ister toplumsallık hakkındaki kendine özgü bakış açısı, is
terse temsilin izlenimle bağı olarak algılansın—, kendini in
sanın ampirikliğinden ve buna ilişkin olarak sahip olabile
ceği bilgiden eski olarak sunmaktaydı. Bu bilgi tek bir ha
reketle, ama karşılıklı gönderme ve dairesellik olmaksızın,
bedenin, ihtiyaçların ve kelimelerin varlığını ve onlara
mutlak bir bilginin içinde egemen olmanın olanaksızlığını
temellendirmekteydi. XIX. yüzyılın başında oluşan deney
sonluluğun keşfini artık sonsuzluğun düşüncesinin içinde
değil de sonlu bir bilgi tarafından, sonlu varoluşun somut
biçimleri olarak verilmiş olan bu içeriklerin bizatihi kalbi
ne yerleştirmektedir, lkizlenmiş bir atfın nihayetsiz oyunu
buradan kaynaklanmaktadır: insanın bilgisi sonluysa, bu
nun nedeni, kurtulmanın olanaksız olduğu bir şekilde, di
lin, çalışmanın ve hayatın pozitif içeriklerinin içinde hap
sedilmiş olmasıdır; ve bunun tersine, hayat, çalışma ve dil
kendilerini pozitiflikleri içinde sunuyorlarsa, bunun nede
ni, bilginin sonlu biçimlere sahip olmasıdır. Başka bir de
yimle, klasik düşünceye göre sonluluk (sonsuzluktan itiba
ren pozitif olarak oluşturulmuş belirlenme olarak), beden,
ihtiyaç, dil ve onlara ilişkin olarak sahip olunabilen sınırlı
442
Kelimeler ve Şeyler
bilgi olan şu negatif biçimleri açıklamaktadır; modern dü
şünceye göre, hayatın, üretimin ve çalışmanın pozitifliği
(bunlar kendi varoluşlarına, kendi tarihselliklerine ve ken
dilerine özgü yasalara sahiptirler), negatif korelasyonlar
olarak bilginin olabilirliğini pozitif olarak, ama hayatın, ça
lışmanın ve dilin ne olduğuna ilişkin, her zaman sınırlı bir
deneyin içinde kurmaktadır. Bu ampirik içerikler temsil
mekânının içine yerleştirildikleri sürece, bir sonsuzluk me
tafiziği yalnızca mümkün olmakla kalmayıp, aynı zamanda
talep de edilmekteydi: nitekim, bu içeriklerin insanın son
luluğunun aşikâr biçimleri olmaları, ama kendi bağlanna
ve gerçekliklerine temsilin içinde sahip olmaları gerekiyor
du; sonsuzluk fikri ve onun sonsuzluğun içinde belirlen
mesi fikri her ikisine de izin veriyordu. Fakat, ampirik içe
rikler temsilden kopunca ve varoluşlarının ilkesini bizzat
kendileri kapsar hale gelince, sonsuzluk metafiziği yararsız
hale geldi; sonluluk kendi kendine gönderme yapmaktan
vazgeçmedi (içeriklerin pozitifliğinden bilginin sınırlandı
nlrnalanna ve bilginin sınırlı pozitifliğinden içeriklerin sı
nırlı bilgisine). Böylece, Batı düşüncesinin tüm alam tersi
ne dönmüş oluyordu. Eskiden bir temsil ve sonsuz metafi
ziği ile canlı varlıkların, insanların arzularının ve insanın
dilinin kelimelerinin çözümlenmesi arasında korelasyon
bulunan yerde, şimdi bir sonluluk ve insan varoluşu anali
tiği ile, onunla zıtlık içinde olan (ama bağlantılı bir zıtlık),
bir hayat, çalışma ve dil metafiziği oluşturma konusundaki
sürekli bir eğilimin ortaya çıktığı görülmektedir. Ama bun
lar, hemen itirazla karşılaşan ve adeta içten mayınlanan
eğilimlerden ibarettirler, çünkü yalnızca, insanın sonlulu
ğu tarafından ölçülen metafizikler söz konusudur: orada
durmasa bile, gene de insanda yoğunlaşan bu hayat meta
fiziği, insanı sonunda ondan kurtulacak bir şekilde özgür
leştiren bir çalışma metafiziği, insanın kendi kültürü için
insan ve İkizleri
443
de yeniden sahiplenebileceği bir dilin metafiziği. Böylece
modern düşünme, kendini kendi metafizik ilerlemeleri
içinde inkâr edecek ve hayat, çalışma ve dil üzerindeki dü
şüncelerin sonluluğun analitiği olarak değere sahip olma
ları ölçüsünde, metafiziğini sorununu dışa vurduklarını
gösterecektir hayat felsefesi, metafiziği yanılsama örtüsü
olarak ihbar etmektedir, çalışma felsefesi, onu yabancılaş
mış düşünce ve ideoloji olarak ihbar etmektedir; dil felse
fesi ise, onu ikincil bir kültürel olgu olarak ihbar etmekte
dir.
Fakat metafiziğin sonu, Batı düşüncesinde meydana
gelen çok daha karmaşık bir olayın negatif çehresinden
ibarettir. Bu olay, insanın ortaya çıkmasıdır. Ama, insanın
bizim ufkumuzda aniden zuhur ederek, bedeninin, emeği
nin, dilinin kaba olduğunu bizim düşüncemize adeta püs
kürmeli ve tamamen şaşırtıcı bir şekilde dayattığını sanma
mak gerekir; metafiziği aniden yok eden, insanın pozitif se
faleti değildir. Modernlik görünüşler düzeyinde, hiç kuş
kusuz insan kendi organizmasınm içinde, kafasının kabu
ğu içinde, organlarının donanımı içinde ve fizyolojisinin
bütün sinir dokusu içinde var olmaya koyulduğunda baş
lamaktadır; modernlik , insanın ilkesi ona egemen olan ve
ürünü elinden kaçan bir çalışmanın kalbinde var olduğun
da başlamaktadır; modernlik, insan düşüncesinin, kendin
den çok daha eski olduğu için, onun sözünde hayat bulma
sına rağmen anlamlarına egemen olamadığı bir dilin kıv
rımlarının arasına yerleştirildiğinde başlamıştır. Fakat, kül
türümüz bundan da temelli olmak üzere, modernliğimizi
teşhis ettiğimiz eşiği, sonluluğun kendine yönelik nihayet
siz bir atfın içinde düşünüldüğü ân aşmıştır. Sonluluğun
farklı bilgiler düzeyinde, hep somut insandan ve onun va
roluşuna yüklenebilen ampirik biçimlerden itibaren işaret
edildiği doğruysa da; bilgilerin her birinin tarihsel ve genel
444
Kelimeler ve Şeyler
apriori 'sini keşfeden arkeolojik düzeyde, modern insan
bedensel, çalışkan ve konuşkan varoluşu içinde saptana
bilen şu insan ancak sonluluk biçimi olarak mümkündür.
Modern kültür insanı, sonluluğu ondan itibaren düşüne
bildiği için düşünebilmektedir. Bu koşullarda, klasik dü
şüncenin ve onu önceleyen bütün düşüncelerin beden ve
ruhtan, insandan, onun evrenin içindeki çok sınırlı yerin
den, onun bilgisini veya özgürlüğünü ölçen bütün sınırlar
dan söz edebilmiş olmaları; ama bunlardan hiçbirinin insa
nı hiçbir zaman, modern bilgiye sunulduğu haliyle tanıya
mamış olması anlaşılmaktadır. Rönesans'ın "hümaniz
ma"sı, klasiklerin "rasyonaliznTi, insanlara dünya düze
ninde istedikleri kadar ayrıcalıklı bir yer vermiş olsunlar,
insanı düşünememişlerdir.
IV AMPİRİK VE AŞKİN
İnsan sonluluk analitiğinin içinde, garip bir ampirik aşkın
çifttir, çünkü her bilgiyi mümkün kılan bilginin edinilece
ği bir varlıkür. Ama, ampirikçilerin insan doğası da, XVIII.
yüzyılda aynı rolü oynamıyor muydu? Fiili olarak o sıralar
da çözümlenen, genel olarak bilgi edinmeye izin veren
temsil özellikleri ve biçimleriydi (Condillac, temsilin ken
dini bilgi halinde sunması için gerekli ve yeterli koşullan
şöyle tanımlamaktaydı: hatırlama, kendinin bilinci hayal
gücü, bellek); şimdi çözüleme yeri artık temsil değil de,
sonluluğu içindeki insan olduğundan, bilgi koşullarını
onun içinde verili olan ampirik içeriklerden itibaren gün
ışığına çıkarmak söz konusudur. Modern düşüncenin ge
nel hareketi açısından, bu içeriklerin nerede yer aldıkları
pek önemli değildir, onların içe bakışta mı, yoksa başka çö
zümleme biçimlerinde mi arandığını bilmek söz konusu
değildir. Çünkü modernliğimizin eşiği, insanın incelenme
tn$an ve İkizleri
445
sine nesnel yöntemlerin uygulanmaya kalkışıldığı ânda de
ğil de, İnsan adı verilen ampirikaşkm bir çiftin oluştuğu
günde yer almaktadır. O sırada iki çözümleme biçiminin
doğduğu görülmüştür: beden mekânının içine yerleşen ve
algılama, duygusal mekanizmalar, sinirselmotor şemalar,
şeylerin ve organizmanın ortak eklemleşmesine ilişkin
olanlar, bir cins aşkın estetik gibi işlev görmüşlerdir: bu çö
zümlemelerde, bilginin anatomikfizyolojik koşullarının
olduğu, bilginin bedenin sinir dokusunda yavaş yavaş
oluştuğu, belki de orada ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu,
biçimlerinin işleyişinin kendine özgülüklerinden her halü
kârda ayrılamayacağı, kısacası, insan bilgisinin bir doğası
olduğu, bu doğanın bilginin biçimlerini tanımladığı ve ay
nı zamanda, kendini kendine özgü biçimleri içinde dışa
vurabildiği keşfedilmekteydi. Ayrıca, insanlığın az veya
çok eski, az veya çok zorlukla yenilebilir nitelikteki yanıl
samalarının incelenmesi yoluyla, bir cins aşkın diyalektik
olarak işlev görmüş olan çözümlemelerde olmuştur; böyle
ce, bilginin tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullarının
bulunduğu, insanlar arasında dokunan ilişkilerin içinde
oluştuğu ve şurada veya burada alabildiği özel biçimlerden
bağımsız olmadığı, kısacası, insan bilgisinin bir tarihi'nin
olduğuna, bu tarihin hem ampirik bilgiye sunulabileceği,
hem de onun biçimlerini hükmedebileceği gösterilmektey
di.
Oysa bu çözümlemelerin birbirlerine hiçbir ihtiyaçla
rının olmaması gibi bir özellikleri bulunmaktadır; daha da
ötesi, bunlar bir analitiğe (veya bir özne teorisine) başvur
maktan vazgeçebilirler: yalnızca kendilerine dayandıkları
nı iddia etmektedirler, çünkü aşkın düşünce olarak işlev
görenler, bizzat içeriklerin kendileridir. Fakat aslında, bil
ginin, eleştirinin kendine özgü boyutunu ampirik bir bilgi
nin üzerine düşürdüğü hareketin içinde bir bilgi doğasının
446
Kelimeler ve Şeyler
veya tarihinin araştırılması, belli bir eleştirinin kullanımını
varsaymaktadır. Saf bir düşüncenin icrası değil de, az çok
karanlık bir dizi paylaşımın sonucu olan eleştiri. Ve önce
likle, keyfi olsalar bile, nispeten aydınlatılmış paylaşımlar:
başlangıç düzeyindeki, yetersiz, iyi dengelenmemiş, yeni
doğmakta olan bilgiyi tamamlanmış değilse bile, en azınan
istikrarlı ve nihai biçimleri içinde oluşturulmuş olanından
ayıran paylaşım (bu paylaşım, bilginin doğal koşullarının
incelenmesini mümkün kılmaktadır), gerçeklik yanılsama
sını, ideolojik kuruntuyu, bilimsel teoriden ayıran (bu pay
laşım, bilginin tarihsel koşullarının incelenmesini müm
kün kılmaktadır), fakat daha karanlık ve daha temelli bir
paylaşım daha vardır: bu, bizatihi gerçekliğini paylaşımı
dır; nitekim, nesne sınıfından olan bir gerçekliğin olması
gerekmektedir —yavaş yavaş taslağı çizilen, oluşan, denge
lenen ve kendini beden ve algılama kuruntuları boyunca
dışa vuran gerçeklik, aynı zamanda, yanılsamalar dağıldık
ça resmolan ve tarihin yabancılaşmasından kurtardığı bir
statü içinde kurulan gerçeklik*; fakat aynı zamanda, söy
lem sınıfından olan bir gerçekliğin de var olması gerek
mektedir bilginin doğasına veya tarihine ilişkin olarak
doğru olacak bir dilin tutturulmasına izin veren gerçek
lik. İşte, bu doğru söylemin statüsü ikircikli kalmaktadır,
iki şeyden biri: ya bu doğru söylem, temelini ve modelini,
oluşumunu doğanın ve tarihin içinde çizdiği bu ampirik
gerçekliğin içinde bulmaktadır bu durumda pozitivist tip
ten bir çözümleme vardır (nesnenin gerçekliği, onun olu
şumunu tasvir eden söylemin gerçekliğine hükmetmekte
dir) ya da doğru söylem, doğasını ve tarihini tanımladığı
bu gerçekliği önceden bildirmekte, onun taslağını önceden
çizmekte ve onu uzaktan kışkırtmaktadır bu durumda ni
hai söz (eskatolojik) tipinden bir söylem vardır (felsefi
söylemin gerçeği, oluşmakta olan gerçekliği meydana ge
İnsan ve İkizleri
447
tirmektedir). Gerçeği söylemek gerekirse, burada bir se
çenekten çok, ampiriği aşkınlık düzeyinde değerlendiren
her çözümlemeye içkin olan bir dalgalanma söz konusu
dur. Comte ve Marx, nihai söz'ün (insana ilişkin söylemin
gelecekteki nesnel gerçeği olarak) ve pozitivizmin (nesne
nin gerçekliğinden itibaren tanımlanan söylemin gerçekli
ği olarak) arkeolojik olarak birbirlerinden çözülmez ol
duklarına tanıktırlar: hem ampirik hem de eleştirel olmak
isteyen bir söylem, aynı ânda ancak pozitivist ve eskatolo
jik olabilir: insan burada, aynı anda hem indirgenmiş hem
de vaat edilen bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaktadır. Eleşti
ri öncesi saflık, burada tamamiyle hüküm sürmektedir.
Modem düşünce, işte bu yüzden, ne indirgeme sınıfın
dan ne de vaat sınıfından olacak bir söylemin yerini ara
maktan kaçınamamıştır ve tam da, bu saf söylemden iti
baren—: gerilimi, ampirik ve aşkım ayrı tutacak olan, ama
bu arada her ikisini aynı ânda hedeflemeye izin verecek bir
söylem; insanı özne olarak, yani ampirik bilgilerin yeri,
ama bu bilgileri mümkün kılan şeyin en yakınma getiril
miş ve bu içeriklerde dolaysız olarak mevcut saf biçim ola
rak çözümlenmeye izin verecek bir söylem; sonuç olarak,
adetaestetik ve adetadiyalektiğe nazaran; aynı ânda hem
onları bir özne teorisi içinde kuracak, hem de onlara her
halde beden deneyinin ve kültür deneyin aynı anda kök sa
lacakları şu üçüncül ve aracı terim halinde eklemleşmele
rine izin verecek bir analitik rolünü oynayacak olan bir
söylem. Bu çok karmaşık, çok üstbelirlenmiş ve çok gerek
li rol, modern düşüncede yaşanmışlığın çözümlenmesi ta
rafından üstlenilmiştir. Nitekim yaşanmışlık, aynı ânda
hem bütün ampirik içeriklerin devreye sokuldukları me
kân, hem de onları genelde mümkün kılan ve ilk kök sal
malarını işaret eden kökensel biçimdir; yaşanmışlık, beden
mekânı ile kültürün zamanı arasında, doğanın belirlemek
448
Kelimeler ve Şeyler
ri ile tarihin çekimi arasında iletişim kurmaktadır; ancak
bedenin ve onun boyunca doğanın, öncelikle deneye indir
genemez bir uzaysallık içinde temsil edilmeleri ve tarihin
taşıyıcısı kültürün öncelikle, çökelti anlamların dolaysızlı
ğının içinde hissedilmesi koşuluyla. Yaşanmışlık deneyinin
modern düşüncenin içinde, pozitivizme ve eskatolojiye
kökten bir itiraz olarak ihdas edildiği; aşkının unutulmuş
boyutunu ihya etmeyi denediği; ampiriğe indirgenmiş bir
gerçekliğin saf söylemini ve deneye nihayet bir insanın ge
leceğini safçasına vaat eden peygamberane söylemi savuş
turmayı istediği kolaylıkla anlaşılabilir. Ancak bunun böy
le olması, yaşanmışlık deneyinin karma cinsten bir söylem
olmasını engellememiştir: spesifik, ama ikircikli, özenli ve
tasvire yönelik bir dilin uygulanabileceği kadar somut; on
dan itibaren bu saflıktan kaçmanın, onu tartışmanın ve te
mellerini aramanın mümkün olacağı kadar şeylerin pozitif
liğinden uzak bir tabakaya hitap etmektedir. Bir doğa bilgi
sinin mümkün nesnelliğini, taslağı beden boyunca çizilen
deneyle eklemleştirmeye çalışmaktadır; ve' bir kültürün
mümkün tarihini, yaşanmış deneyin içinde hem gizlenen
hem de kendini gösteren semantik kalıntılarla eklemleştir
meye uğraşmaktadır. Demek ki, insanda ampiriği aşkın
olarak değerlendirmenin istendiği sırada ortaya konulmuş
olan aceleci talepleri daha özenli olarak yerine getirmekten
başka bir şey yapmamaktadır. Görünüşe rağmen, hangi sı
kı şebekelerin pozitivist veya eskatoloik tipten düşüncele
ri (ilk sırada Marksizm olmak üzere), ilhamını fenomeno
lojiden alan düşüncelere bağladıkları görülmektedir. Yakın
tarihlerde meydana gelen yakınlaşma, gecikmiş bir uyum
düzleminde yer almamaktadır: bunlar, arkeolojik dış bi
çimler düzeyinde, antropolojik postulasının oluşmasından
itibaren, yani insanın ampirikaşkın çift olarak belirdiği an
dan itibaren birbirleri için gerekli olmuşlardır.
insan ve İkizleri
449
Demek ki, pozitivizm ile eskatoloji arasındaki gerçek
çatışma, yaşanmışa bir geri dönüşün içinde değildir (gerçe
ği söylemek gerekirse, bu geri dönüş onların köklerini de
rinlere salarak, onlan teyit etmektedir); bu çatışma eğer fi
iliyata dökülebilecek olursa, tüm düşüncemizi tarihsel ola
rak mümkün kılmış olan şeyle uyum içinde olmadığından
ötürü; kuşkusuz sapkın olarak gözüken bir sorudan itiba
ren var olacaktır. Bu soru, insanın gerçekten var olup ol
madığına ilişkin olacaktır. Eğer insan var olmasaydı, dün
yanın ve düşüncenin ve gerçekliğin ne olacağını bir ân için
düşünmenin, paradoksla oynamak olduğuna inanılmakta
dır. Bunun nedeni, insanın yakın tarihli aşikârlığmm bizi
fazlasıyla körleştirmesinden ötürü, dünyanın, bu dünyanın
düzeninin, insani varlıkların var oldukları, ama insanın ol
madığı şu aslında fazla uzak olmayan zamanın anısını bile
koruyamamış olmamızdır. Nietzsche'nin kaçınılmaz olay
biçimi altında, VaatTehdit biçimi altında, insanın yakında
artık olmayacağını —ama ûstinsanın olacağını— ilan ettiğin
de, bunun sahip olduğu ve bugün hâlâ koruduğu sarsala
ma gücü anlaşılmaktadır; bu, bir geri dönüş felsefesi için
de, insanın çoktan beri kaybolduğu ve kaybolmaya son
vermediği ve bizim modern insan düşüncemizin, ona yö
nelik büyük ilgimizin, hümanizmamızın, onun homurda
nan yokluğu üzerinde sakince uyudukları anlamına gel
mekteydi. Yalnızca bize ait olan ve onu tanıdıkça, bize
dünyanın gerçekliğini açan bir sonluluğa bağlı olduğumu
za inanan bizlerin, bir kaplanın sırtına bağlandığımızı ha
tırlamamız gerekmez mi?
V. COGITO VE DÜŞÜNÜLMEMİŞ
İnsan dünyada, ampirikaşkın bir ikizlenmenin yeriyse de
bilginin ampirik içeriklerinin, onları mümkün kılmış olan
450
Kelimeler ve Şeyler
koşulları ondan itibaren teslim ettikleri şu paradoksal fi
gürse de kendini bir cogito'nun dolaysız şeffaflığı içinde su
namaz; ama kendi bilincine varamayan ve asla varamaya
cak olanın nesnel ataleti içinde de duramaz, insan, şu her
zaman açık, asla bir kerede ebediyen sınnlanamaz, ama
sonsuza kadar kat edilen, bir yandan onda bir cogito içinde
yansıtmadığı şeyden, onu tekrar kavradığı düşünme eyle
mine ve bunun tersine, bu saf kavrayıştan, ampirik karışık
lığa, içeriklerin düzensiz yükselişine, kendilerinden kaçan
deneylerin çıkıntısına, kendini düşünceolmayan'ın kum
sallarında sunan tüm sessiz ufka doğru giden şu boyutun
onda temellendiği haliyle, bir varoluş tarzıdır. İnsan ampi
rikaşkın çift olduğu için, aynı zamanda bilmeme'nin de
yeridir —düşüncesini hep kendine özgü varlığı tarafından
taşınılarak ve aynı zamanda, ona kendini, ondan kaçandan
hareketle hatırlatma olanağı verecek şekilde sergileyen şu
bilmeme—. Bu, modern biçimi altındaki aşkın düşüncenin,
gereklilik noktasını Kant'ta olduğu gibi bir doğabiliminin
varlığında değil de (buna filozofların sürekli kavgalan ve
emin olamamaları karşı çıkmaktadır), dilsiz, ama gene de
potansiyel bir söylem, insanın kendini ondan itibaren tanı
maya çağrıldığı şu bilinmeyen gibi konuşmaya hazır varo
luşun içinde bulunmasının nedenidir. Soru artık şu değil
din doğa deneyi nasıl olmaktadır da, zorunlu yargılara yer
vermemektedir? Soru artık şudur: insan nasıl olmaktadır
da, düşünmediğini düşünmekte; dilsiz bir işgal tarzı içinde
ondan kaçanın içinde barınmakta; kendini ona inatçı bir
dışsallık biçimi altında sunan bu kendi figürünü, bir cins
donmuş hareketle canlandırmaktadır? İnsan nasıl, şebeke
si, damar atışları, gömülü gücü, ona dolaysız olarak veril
miş olan deneyi sonsuza kadar taşman şu hayat olabilmek
tedir? İnsan nasıl, taleplerini ve yasalarını kendilerini ona
yabana bir katılık olarak dayatan şu çalışma olabilmekte
tnsan ve Azizleri
451
dir? İnsan nasıl binlerce yıldan beri o olmaksızın oluşan,
sistemi elinden kaçan, anlamını onun söylemiyle bir ân
için kıvılcımlandırdığı ve daha işin başında sözünü ve dü
şüncesini sanki bunlar sayılamayacak kadar çok sayıdaki
olabilirliklerin dokusu üzerindeki bir kesitlermişçesine,
onun içine yerleştirmek zorunda olduğu kelimelerin için
de, adeta bozulması olanaksız bir uykuyla uyuyan bir dilin
öznesi olmaktadır? Kantçı soruya nazaran dörtlü bir yer
değiştirme, çünkü artık gerçeklik değil, varlık; doğa değil,
insan; bir bilginin olabilirliği değil, bir ilk bilmemenin ola
bilirliği; felsefi teorilerin bilim karşısındaki dayanaksız ka
rakterleri değil, insanın orada kendini tanımadığı şu daya
naksız deney alanının tamamen açık bir felsefi bilinç halin
de yeniden ele alınması söz konusudur.
Aşkınlık sorununun bu yer değiştirmesinden itibaren,
çağdaş düşünce artık cogito temasını canlandırmaktan ka
çınamazdı. Descartes da, hatadan, yanılsamadan, rüyadan
ve delilikten, dayanaksız tüm düşünce deneylerinden hare
ketle, bunların düşünülmemiş olmalarının olanaksızlığını
keşfetmiş değil miydi öylesine ki, kötü düşünülmüşün,
gerçek olmayanın, kuruntusalın, tamamen hayalinin dü
şüncesi, bütün bu deneylerin olabilirlik yeri ve reddedile
mez ilk aşikârlık olarak ortaya çıkmaktaydı—? Fakat mo
dern cogito Descartes'mkinden,.bizim aşkmlık düşüncemi
zin Kant'mkinden olduğu kadar farklıdır. Bunun nedeni,
Descartes için söz konusu olanın, bu düşünceyi, hata veya
yanılsama olan bütün şu düşüncelerin en genel biçimi ola
rak, bunlann yarattığı tehlikeyi savuşturmak, girişimin so
nunda yeniden bulunmak üzere, onlan açıklamak ve o za
man onlardan korunmanın yöntemini vermek üzere gün
ışığına çıkarmaktı. Modern cogito'da bunun tersine, kendi
ni kendine sunan düşünce ile düşüncenin içinden, kökle
rini düşünülmemişin içine salan kesimi hem ayıran, hem
452
Kelimeler ve .Şeyler
de birleştiren mesafeyi en büyük boyutuna göre değerlen
dirmek söz konusudur; modern cogito'ya, düşüncede,
onun etrafında, onun altında düşünülmemiş olan, ama bu
yüzden ona indirgenemez, aşılamaz bir dışsaİlıkla yabancı
kalmayan şeyin düşüncenin kendiyle eklemleştirilmesini
katetmesi, ikiye katlaması ve açık bir şekilde yeniden faali
yete geçirilmesi gerekmektedir. Cogito böyle bir biçim al
anda, her düşüncenin düşünülmüş olduğunun ani ve ay
dınlatıcı keşfi değil de düşüncenin nasıl buranın dışında,
ama gene de kendine en yakın yerde oturduğunu, bir dü
şünmeyenin altında nasıl var olabildiğini bilme konusun
daki, hep yeniden başlayan sorgulama olacaktır. Modern
cogito, düşüncenin varoluşunu düşünmeyenin hareketsiz
sinir sistemine varana kadar dallandırmadan, şeylerin tüm
varoluşunu düşünceye getirmemektedir.
Modern cogito'ya özgü bu çifte hareket, "Düşünüyo
runTun neden burada "Varım"ın aşikârlığına götürmediği
ni açıklamaktadır; nitekim, "Düşünüyorum" kendini he
men hemen mevcut olduğu, canlandırdığı, ama bu işi uyur
uyanık bir nöbet tutmanın ikircikli tarzı içinde yaptığı kos
koca bir kalınlığın içine dalmış olarak gösterir göstermez,
artık onun arkasından "Varım" iddiasını getirmek müm
kün olmaktan çıkar, nitekim, konuştuğum ve düşüncemin
onun içine, tüm kendine özgü olabilirliklerini onda bula
cak kadar kaydığı; ama aslında hiçbir zaman tamamen
güncelleştiremeyeceği çökeltilerin ağırlığı içinde var olabi
len şu dil olduğumu (şu dil olarak var olduğumu) söyleye
bilir miyim? Ellerimle gerçekleştirdiğim, ama yalnızca bi
tirdiğimde değil, daha girişmeden önce ellerimden kaçan
şu çalışma olduğumu (şu çalışma olarak var olduğumu)
söyleyebilir miyim? Kendi derinliklerimde hissettiğim,
ama beni hem kendiyle birlikte ileri ittiği ve beni bir ân
için kendi doruğuna tüneten müthiş zamanla, hem de ölü
insan ve ikizleri
453
mümü hükmeden kaçınılmaz zamanla sarmalayan şu ha
yat olduğumu (şu hayat olarak var olduğumu) söyleyebilir
miyim? Bütün bunlan olduğumu da, olmadığımı da söyle
yebilirim: cogito bir olmak iddiasına götürmemekte, sade
ce olmak'ın söz konusu olduğu bir dizi soruyu gündeme
getirmektedir düşünen ve kendi düşüncem olan benim,
düşünmediğim şey olabilmem için düşüncemin benim ol
madığım şey olması için ne gerekir? Öyleyse, cogito'nun
açıklığında kıvılcımlanan ve eğer deyim yerindeyse göz
kırpan, ama onda ve onun tarafından bağımsız olarak ve
rilmemiş olan şu varlık nedir? Öyleyse, varlık ile düşünce
nin ilişkileri ve zor aidiyetleri nedir? İnsanın varlığı nedir
ve "düşüncesinin olması" olgusuyla çok kolayca belirlene
bilen ve belki de bu düşünceyi tek başına elinde tutan bu
varlık nasıl olmaktadır da, düşünülmemişle silinmez ve te
mel bir ilişkiye sahiptir? Kartezyanizmin ve Kantçı çözüm
lemenin çok uzağında yer alan ve insanın varlığının ilk
kez, düşüncenin ona göre düşünülmemişe yöneldiği ve
onunla eklemleştiği şu boyut içinde söz konusu olduğu bir
düşünce biçimi ihdas edilmektedir.
Bunun iki sonucu vardır. Birincisi negatiftir ve tama
men tarih alanında yer almaktadır. Fenomenolojinin, kar
tezyen cogito temasıyla Kant'm Hume'un eleştirisinden çı
kardığı aşkınlık motifini birleştirdiğine, Husserl'in böylece,
Batı ratio'sunu, saf felsefenin köktenleştirilmesi ve kendi
tarihinin olabilirliğinin temeli olacak bir düşünce halinde
kendi üzerine bükerek, onun en derin eğilimini canlandır
dığına inanılabilir. Gerçeği söylemek gerekirse, Husserl bu
birleştirmeyi, ancak aşkınlık çözümlemesinin uygulama
noktasını değiştirmesi (bu nokta, bir doğabiliminin olabi
lirliğinden insanın kendi kendini düşünmesinin olabilirli
ğine taşınmıştır), ve cogito'nun işlevini değiştirmesi (bu iş
lev artık, düşündüğü her yerde kendini kanıtlayan bir dü
454
Kdimcltr ve $tyifr
şûnceden hareketle, su götürmez bir varoluşa götürmek
değil de. düşüncenin kendi kendinden nasıl kurtulabilece
ğini göstermek ve böylece varlık üzerinde çoklu ve çoğalan
bir sorgulamaya götürmek doğrultusundadır) ölçüsünde iş
görebilmiştir. Demek ki fenomenoloji, Batının eski bir ras
yonel yönelişinin yeniden kavranmasından çok, XVIII. ve
XIX. yüzyılların dönemecinde modern eptsteme'dc meyda
n ı gelen büyük kopuşun çok hassas ve uyarlanmış fark
edilişidir. Fenomenoloji eğer bir şeye bağlıysa, bu, hayatın,
emeğin ve dilin keşfidir; aynı zamanda, eski insan adı altın
da, bundan iki yüz yıl kadar önce zuhur etmiş olan yeni fi
gürle de bağlantılıdır, insanın varoluş tarzı ve onun düşü
nülmemişle olan ilişkisiyle de bağlantılıdır. İşte bu neden
den ötürü, Fenomenoloji taslağı önce antipsikolojizm bo
yunca, daha doğrusu ona karşı olarak, apriori ve aşkınlık
motifi sorununun yeniden ortaya çıkarılması ölçüsünde çi
zilmiş olsa bile, insana ilişkin ampirik çözümlemelerle
olan aldatıcı komşuluğu; hem vaatkâr hem de tehditkâr
olan yakınlığı asla savuşturamamıştır; gene bu nedenden
ötürü, tofjlo'y* bir indirgemeyle kendini yeniden ortaya çı
karmakla birlikte, hep ontolojık soruya (sorulara) yöneltil
miştir. Fenomenolojık tasan, gözlerimizin önünde, ona
rağmen ampirik olan bir yaşanmışlık tasviri ve "Duşunu
yorum'un önceliğini devre dtşı bırakan bir düşünülmemiş
variıkbılımı halinde çözülmektedir.
Diğer sonuç pozitiftir. İnsanın düşünülmemişle olan
ilişkisine veya daha da kesin olarak, bunların Batı kültü
ründe biçimsel olarak ortaya çıkmalarına ilişkindir. İnsa
nın kendim, bilgi alanının üzerinde pozitif bir biçim olarak
oluşturduğu andan itibaren, düşünce, bilginin, kendi ken
dini düşünen düşüncenin eski amcalığının yok olmaktan
İnsan ve ikizleri
453
ği burada, onun düşünce eylemine, ne de bilincine verile
meyecek olanı keşfetse bile: karanlık mekanizmalar, biçimi
olmayan belirlemeler, dolaylı veya dolaysız şekilde bilinç
dışı diye adlandırılan koskoca bir gölgeler manzarası izle
nimine kolaylıkla sahip olunmaktadır. Bilinçdışı, kendini
bilimsel düşünceye zorunlu olarak sunan, insanın kendi
kendini düşünce biçimi altında düşünmeye son verdiğinde
kendine uyguladığı şey değil miydi? Nitekim, bilinçdışı ve
daha da genel olarak düşünülmemişin biçimleri, insanın
pozitif bilgisine sunulan ödül olmamışlardır. İnsan ve dü
şünülmemiş, arkeolojik düzeyde çağdaştırlar. İnsan kendi
ni epısteme'nin içinde, düşüncenin hem kendinde, hem dı
şında, kıyılarında, ama aynı zamanda kendi dokusuyla ke
sişen bir karanlık parçasını, angaje okluğu görünüşte hare
ketsiz bir kalınlığı, bir uçtan diğerine içerdiği, ama aynı za
manda içine hapsotduğu bir düşünülmemişi iği aynı ânda
keşfe tmeksizin, bir dış biçim olarak çizememiştir. Düşü
nülmemiş (ona verilen ad her ne olursa olsun), insanın İçi
ne, büzülmüş bir doğa ve ondan tabakaianacak bir i
olarak yerleşmemiştir; o, insana nazaran Başka'dır: ondan
veya onda değil de, onun yakınında ve aynı ânda, özdeş bir
yeniliğin içinde, telafisız bir ikiliğin içinde doğmuş olan
kardeş ve ikiz Başka. İnsan doğasmdaki uçurumlu bir böl
ge veya kendi tarihi tarafından özellikle kilit altında tutu
lan bir kale olarak istekle yorumlanan bu karanlık alan,
ona tamamen başka bir tarzda bağlıdır; ona hem dıştır,
hem de onun için vazgeçilmez niteliktedir: biraz, bilginin
içinde zuhur eden insandan taşınan gölge; bin z, onu tanı
manın oradan itibaren mümkün olduğu kör leke. Düşü
nülmemiş, insana her halü kârda XIX. yüzyıldan itibaren
sağır ve kesintisiz bir şekilde refakat etmiştir. Sonuçta inat
çı bir ikizden başka bir şey olmadığından, özerk bir tarzın
456
Kelimeler ve peyler
ve gölge olduğu şeyden, tamamlayıcı biçimini ve tersine
dönmüş adını almıştır; Hegel fenomenolojisinde, Für
sidı'in karşısında An sich olmuştur; Schopenhauer için Un
bevvusste idi; Marx için yabancılaşmış insandı; Husserl'in
çözümlemelerinde ise, gizil, aktüel olmayan, çökelti, icra
edilmemiş olmuştur: her halükârda, kendini düşünülmüş
düşünceye, insanın gerçekliği içinde ne olduğunun bula
nık izdüşümü olarak sunan, ama aynı zamanda, insanın
kendini ondan itibaren bir araya getirmek ve kendini ger
çekliğine varana kadar hatırlamak zorunda olduğu ön ze
min rolünü de aynı derecede iyi oynayan, tükenmez kıvrım
olmuştur. Bu ikiz ne kadar yakın olursa olsun, yabancıdır,
ve düşüncenin rolü, kendine özgü girişimi, onu kendine
mümkün olduğunca yakınlaştırmak olacaktır; tüm modern
düşünce, düşünülmemişi düşünme Kendinde'nin içerik
lerini Kendi için biçimi içinde düşünme—, insanı kendi
özüyle uyuşturarak yabancılaşmasından kurtarma, deney
lere dolaysız ve silahsız aşikârlık arka planının veren ufku
açık hale getirmek, Bilinçdışmın üzerindeki örtüyü kaldır
mak, onun sessizliğinin içine dalmak veya sonsuz homur
tusuna kulak kabartmak yasası tarafından kat edilmiştir.
Modern deneyin içinde, insanı bir bilginin içinde ih
das etmenin olabilirliği, bu yeni figürün episteme alanı
içinde basit ortaya çıkışı, düşünceyi içten kurcalayıp duran
bir emir gerektirmektedir, bu emrin piyasaya, bir ahlakın,
bir siyasetin, bir hümanizmanm, Batı'nm kaderini «linde
tutan bir ödevin veya düpedüz tarihin içinde bir memur
görevini yerine getirmenin biçimleri altında sürülmesinin
pek bir önemi yoktur; esas olan, düşüncenin kendi için ve
emeğinin kalınlığı içinde, bildiğinin bilgisi ve dönüştürül
mesi, üzerinde düşündüğü şeyin varoluş tarzının düşünül
mesi ve dönüştürülmesi olmasıdır. Düşünme, değdiği şeyi
hemen kıpırdatmaktadır: onu hemen kendine yaklaştır
İnsan ve İkizleri
457
maksızm veya uzaklaştırmaksızın, ama insanın varoluşu
bu mesafenin içinde seferber olduğundan, bu durumdan
ötürü bozulmaya uğramamalıdır, düşünülmemişi keşfe
demez veya en azından onun yönünde gidemez. Burada,
bizim modernliğimize derinlemesine bağlı bir şey vardır:
Batı dinsel ahlakların dışında, herhalde yalnızca iki erik bi
çim tanımıştır: eski olanı (Stoacılık veya Epikurosçuluk bi
çimi altında), dünya düzeniyle eklemleşmekteydi ve onun
yasasını keşfederken, buradan bir bilgelik ilkesi veya bir
toplum kavrayışı çıkartabiliyordu: XVIII. yüzyıl düşüncesi
bile hâlâ bu genel biçime mensuptur; buna karşılık modern
olanı, her evrim düşüncesinin ve onun düşünülmemişi ye
niden kavrama konusundaki tüm hareketin içine yerleşme
si ölçüsünde, hiçbir ahlak oluşturmuyordu; 2 bu düşünme,
bilinçlenme, sessizin aydınlatılması, dilsize sözün iade
edilmesi, insanı kendi kendine çeken şu karanlık kesimin
ışığa geri dönmesi, hareketsizin yeniden canlanmasıdır;
bütün bunlar, etiğin içerik ve biçimini tek başlarına oluş
turmaktadır. Gerçeği söylemek gerekirse, modern düşünce
asla bir ahlak önermemiştir: fakat bunun nedeni, bu dü
şüncenin saf bir spekülasyon olması değil de; tamamen ter
sine, daha işin başında ve kendi kalınlığının içinde belli bir
eylem tarzı olmasıdır. Düşünceyi inzivasından çıkmaya ve
tercihini belirlemeye zorlayanların konuşmalarına izin ve
relim; isteyenlerin, her vaadin dışında ve erdemin yokluğu
halinde, bir ahlak kurmalanna izin verelim. Modern dü
şünceye göre mümkün ahlak yoktur; çünkü düşünce XIX.
yüzyıldan beri, kendine özgü varlığı içinde, çoktan kendin
den "çıkmıştır", artık teori değildir; düşünür düşünmez,
yaralamakta veya uyuşturmaktadır, yakınlaştırmakta veya
uzaklaştırmaktadır. Kopartmakta, çözmekte, bağlamakta
veya yeniden bağlamaktadır; kendini özgürleştirmeye veya
2
ikisi arasında Kantçı ân eşik meydana getirir: Bu, öznenin akıla olarak
evrensel olan yasanın kendi yasası olduğunu keşfetmesidir.
Kelimeler ve Şeyler
köleleştirmeye devam etmekten alıkoyamaz. Bir geleceğe
hükmetmekten, onun taslağım çizmekten, yapılması gere
keni söylemekten, teşvik etmekten veya sadece uyarmak
tan önce düşünce varoluşun zemininde, daha ilk biçimle
rinden itibaren, kendi kendinde bir eylemdir tehlikeli bir
eylem—. Sade, Nietzsche, Artaud ve Bataülon, bunu bütün
bilmezden gelmek isteyenler için bilmişlerdir; ama He
gel'il, Mars'ın ve Freud'ün de bunu bildikleri kesindir. Aca
ba bunu yalnızca, siyasal tercih olmadan felsefe olmayaca
ğını, her düşüncenin "ilerici" ya da "gerici" olduğunu bön
cesine iddia edenlerin bilmediği söylenebilir mi? Bunların
salaklığı, her düşüncenin bir sınıfın ideolojisini "ifade etti
ği" ne inanmalarıdır, gayri iradi derinlikleri, düşüncenin
modern varoluş tarzını parmakla göstermelerindedir. İnsa
nın bilgisinin yüzeyde, doğa bilimlerine nazaran, eriklere
ve siyasetlere hep en belirsiz biçimde bağlandığı söylenebi
lir; daha temelli olarak ise, modern düşünce insamn Baş
ka'sının onunla Aynı olmak zorunda olduğu şu yöne doğ
ru ilerlemektedir.
VI. KÖKENİN GERİ ÇEKİLİŞİ VE GERİ DÖNÜŞÜ
Aynı anda hem insanın varoluş tarzım hem de ona hitap
eden düşünceyi karakterize eden sonuncu çizgi, kökenle
olan ilişkidir. Klasik düşüncenin ideal oluşumları içinde
kurmaya çalıştığından çok farklı bir ilişki: XVIII. yüzyılda
kökeni bulmak, düpedüz temsilin ikizlenmesinin en yakı
nma yeniden yerleşmekti: iktisat takastan itibaren düşü
nülmekteydi, çünkü taraflardan birinin takasta yaptığı iki
temsil ile diğerinin yaptıkları eşdeğerliydiler; hemen he
men özdeş iki arzunun tatminini sundukları için, bunlar
sonuçta "eştiler". Doğanın bütün afetlerden önceki düzeni,
varlıkların birbirlerini çok sıkı bir doku üzerinde izledikle
İnsan ve ikizleri
459
rinden ötürü, bu ardışıklığın bir noktasından diğerine,
adeta bir özdeşliğin içinde yer değiştirilen ve bir uçtan di
ğerine, "eşin" düz tabakası tarafından taşınılan bir tablo
olarak düşünülüyordu. Dilin kökeni, bir şeyin temsiliyle,
ona eşlik eden çığlığın, sesin, mimiğin (eylem dilinin) tem
silinin arasındaki şeffaflık olarak düşünülüyordu. Nihayet,
bilginin kökeni, şu temsillerin saf devamlılığı cephesinde
aranmaktaydı bu o kadar tam ve o kadar çizgisel bir de
vamlılıktı ki, ikinci birinciyi hiç farkına vanlmadan ikame
etmekteydi, çünkü bunlar eşanlı değillerdi; aralarında bir
fark kurulamazdı ve arkadan geleni birincinin "eşi" olmak
tan başka bir şekilde hissetmek mümkün değildi: ve yal
nızca bir duygu öncekine diğerlerinden daha "eş* olarak
gözüktüğünde, belli belirsiz anı işlemeye başlayabiliyor,
hayal gücü bir temsili yeniden temsil edebiliyor ve bilgi bu
ikizlenmenin üzerine adım atabiliyordu—. Bu doğumun
saymaca veya hakiki olarak kabul edilmesinin, açıklayıcı
bir varsayım veya tarihsel olay değerine sahip olmasının
pek bir önemi yoktu: gerçeği söylemek grekirse, bu ayırım
lar sadece bizim için vardırlar; kronolojik gelişmenin ona
göre bir tablonun içine yerleştiği, bu tablonun üzerinde tek
bir güzergâhın oluştuğu bir düşünce için, hareket noktası
hem hakiki zamanın dışında, hem de onun içinde oluş
maktadır: bu hareket noktası, bütün tarihsel olayların
onun aracılığıla meydana gelebildikleri şu ilk kıvrımdır.
Modern düşüncede, böylesine bir kavram artık kavra
nabilir nitelikte değildir: çalışmanın, hayatın, dilin kendi
lerine özgü olan ve içine saplandıkları tarihselliği nasıl el
de ettiklerini daha önce gördük: demek ki bunlar, tüm ta
rihlerinin onlara içten yönelik olmasına rağmen, kökenle
rini hiçbir zaman gerçekten söyleyemezlerdi, Tarihselliğe
neden olan artık köken değildir; kendine içsel ve yabancı
olacak bir kökenin gerekliliğinin profilinin, bizatihi kendi
460
Kelimeler ve Şeyler
dokusunun içinde ortaya çıkmasına erin veren, tarihsellik
tir bütün farklılıkların, bütün dağılımların, bütün sürek
sizliklerin, artık yalnızca tek bir özdeşlik noktasını, kendi
üzerinde patlatma ve başka haline gelebilme iktidanna sa
hip olmakla birlikte, ele gelmez olan Aynı'nın biçimini
oluşturacak kadar sıkıştırıldıkları bir konunun saymaca te
pesi gibi
insan, tarihsellikleriyle, sergilenişlerinle içinde, ama
kendi yasalarına uygun olarak, kökenlerinin ulaşılamaz öz
deşliğini işaret eden bütün bu kendi içlerine sarmalanmış
şeylerle korelasyon halinde olmak üzere, XIX. yüzyılın ba
şında oluşmuştur. Ancak, insanın kökeniyle olan ilişkisi
aynı tarzda değildir. Nitekim, insan kendini zaten yapılmış
olan bir tarihseilikle ilişki halinde keşfetmemektedir: tasla
ğını, şeylerin zamanı boyunca saklanarak çizen bu köken
le hiçbir zaman çağdaş değildir, kendini canlı varlık olarak
tanımlamaya kalkıştığında kendi başlangıcını ancak ondan
önce başlamış bir hayatın zemini üzerinde keşfedebilmek
tedir, kendini çalışan varlık olarak yeniden kavramaya uğ
raştığında, bu çalışmanın en ilkel biçimlerini, ancak top
lum tarafından çoktan kurumsallaştırılmış, çoktan egemen
olunmuş bir insani zaman ve mekânın içinde gün ışığına
çıkartabilmektedir, ve konuşan özne olma özünü, fiilen
oluşmuş bütün dillerin ötesinde tanımlamaya kalkıştığın
da, bütün dillerin ve bizatihi konuşulan dilin mümkün ha
le ondan İtibaren geldikleri emeklemeyi, ilk kelimeyi değil
de, zaten sergilenmiş olan bir dilin olabilirliğinden başka
bir şeyi bulamamaktadır. İnsan, kendi için köken olarak
geçerli olanı, ancak zaten başlamış olanın tabanı üzerinde
bulabilir; bu bir cins tarihsel başlangıç olup, daha sonraki
kazanımlar buradan itibaren yığılmaya başlamışlardır. Kö
ken, insanın, çalışmanın, hayatın ve dilin zaten başlamışlı
ğıyla eklemleşme tarzıdır; bu kökenin, insanın binlerce yıl
İnsan ve İkizleri
461
dan beri işlenmiş bir dünyayı tüm saflığı içinde işlediği;
emsalsiz, yakın tarihli ve narin varoluşunun taslağı içinde,
köklerini ilk organik oluşumlara kadar daldıran bir hayat
yaşayan; her bellekten daha eski kelimeleri, şimdiye kadar
hiç söylenmemiş (kuşaklar bunları tekrarlasalar bile) cüm
lelerde bileştiren dizisi şu kıvrımın içinde aranmalıdır. Kö
kensel olanın düzeyi, insan için, bu anlamda hiç kuşkusuz
ona en yakın olanıdır: masumca, her zaman ilk kez kat et
tiği ve yan açık gözlerinin kendi bakışı kadar genç biçim
ler keşfettiği şu yüzey onun gibi, ama başka bir nedenden
ötürü yaşı olmayan biçimler: yaşlanmanın olmamasının
nedeni, hep genç kalmaları değil de, ölçüleri ve temelleri
farklı olan bir zamana mensup olmalarıdır—. Fakat, köken
selin varoluşumuz boyunca uzanan ve hiçbir zaman kay
bolmayan (hatta ve özellikle, sanki çıplakmışçasına keşfe
dildiği ölüm ânında) şu ince yüzeyi, bir doğumun dolaysız
lığını meydana getirmemektedir; emeğin, hayatın ve dilin
kendilerine özgü tarihleri içinde oluşturdukları ve biriktir
dikleri şu karmaşık aracılıklarla doludur; böylece bu basit
temas esnasında, daha ilk nesneye el değer değmez, en ba
sit ihtiyaç dışa vurulur vurulmaz, en tarafsız kelime söyle
nir söylenmez, insan kendine adeta sonsuza kadar egemen
olan bir zamanı canlandırmış olmaktadır ve bütün bunlar
da bunun aracıları olmaktadır. Demek ki, modern düşün
cenin Zihnin Fenomenölojisii\derı beri tasvir etmeye hiç ara
vermediği haliyle kökensel, klasik çağın yeniden kurmaya
çalıştığı şu ideal oluşumdan çok farklıdır, fakat bir cins ge
riye yönelik öte dünyanın içinde, varlıkların tarihsellikleri
boyunca resmolan kökenden de farklıdır (ona temel bir
korelasyonla bağlı olmasına rağmen). Hakiki veya potansi
yel bir özdeşlik zirvesine götürmenin veya hatta sadece
oraya yöneltmenin uzağında olan, Aynı'nın, Başka'nm da
ğılmasının henüz gerçekleşmeyen momentini işaret etme
462
Kelimeler ve Şeyler
nin uzağında olan insanın kökensel yanı, onu daha işin ba
şında kendinden başka bir şeye bağlayandır; onun deneyi
ne, ondan daha eski ve egemen olamadığı içerikler ve bi
çimleri dahil edendir; onu çoklu, çakışmalı, çoğu zaman
birbirlerine indirgenemez nitelikteki kronolojilere bağlaya
rak, onu zaman içinde dağıtan ve şeylerin süresinin orta
sında yıldızlarla donatandır. İnsanın kökensel yanı, para
doksal olarak, onun doğumunun zamanını ve deneyinin en
eski çekirdeğini bidirmemektedir; onu, onunla aynı zama
na sahip olmayana bağlamakta ve ona çağdaş olmayan her
şeyi onda teslim etmektedir; şeylerin ondan önce başladık
larını ve bu nedenden ötürü, bütün deneyi bu şeyler tara
fından oluşturulan ve sınırlanan ona, hiç kimsenin köken
belirleyemeyeceği aralıksız ve hep artan bir şekilde işaret
etmektedir. Öte yandan, bu olanaksızlığın iki veçhesi var
dır: bir yandan, şeylerinin kökeninin hep daha geriye çe
kildiğini işaret etmektedir, çünkü insanın gözükmediği bir
takvime kadar geri gitmektedir; ama öte yandan, insanın
doğundan belirli olan bu şeylere nazaran kökensiz varlık
olduğunu, "ne vatanı ne tarihi" olan varlık olduğunu, do
ğumu hiçbir zaman olmadığı için ulaşılamaz nitelikte olan
varlığı işaret etmektedir. Öyleyse, kökenselin dolaysızlığı •
içinde ilan edilen şey, insanın, onu kendi varoluşuna çağ
daş kılacak olan kökenden ayrılmış olmasıdır: zaman için
de doğan ve kuşkusuz ölen bütün şeylerin içinde, bir tek o
her kökenden ayrılmıştır, öylesine ki, şeyler başlangıçları
nı onda bulmaktadır (onun üzerine geriden sarkanları bi
te): sürenin herhangi bir anındaki vurgulu iz olmaktan
çok, genel zamanın oradan itibaren oluşabildiği, sürenin
akabildiği ve şeylerin kendilerine özgü ânda ortaya çıkabil
dikleri açıklıktır. Ampirik düzen içinde şeyler, hep ona na
zaran geri çekilmiş ve sıfır noktalarında kavranamaz nite
iikteyseler de, insan şeylerin bu geri çekilmesine nazaran
İnsan ve İkizleri
463
temel olarak geri çekilmiş bulunmaktadır ve şeyler sağlam
önceliklerini, işte kökensel deneyin dolaysızlığının üzerin
de, burada ağırlıklı kılabilmektedirler.
Bu durumda düşüncenin karşısına bir ödev çıkmakta
dır: şeylerin kökenini kabul etmemek ama bu itirazı, zama
nın olabilirliğinin üzerinde oluştuğu tarzı yeniden bularak,
kökeni kurmak için yapmak —her şeyin ondan itibaren do
ğabildiği, şu kökensiz ve başlangıçsız köken. Böylesine
bir ödev, zamana ait olan her şeyi, zaman içinde oluşan her
şeyin, zamanın hareketli unsurunda bulunan her şeyin, za
manın geldiği kronolojisiz ve tarihsiz yırtılışın ortaya çı
kartılması için sorguya çekilmesini gerektirmektedir. Za
man bu durumda, aslında ondan kurtulamayan çünkü
hiçbir zaman kökenin çağdaşı değildir bu düşüncenin
içinde askıya alınacaktır; fakat bu askıya almanın, köken
ile düşünce arasındaki şu karşılıklı ilişkisi devirmeye gücü
olacaktır; zaman kendi etrafında dönecek ve köken, dü
şüncenin henüz ve hep yeniden düşüneceği şey haline ge
leceğinden, köken bu düşünceye hep daha yakın, ama asla
ulaşılamayan bir kaçınılmazlık içinde vaat edilmiş olacak
tır. Köken artık, geri dönmekte olan, düşüncenin yöneldi
ği tekrar, hep zaten başlamış olanın geri dönüşü, her za
man aydınlanmış olan bu ışığın yakınlığı olacaktır. Böyle
ce, köken profilini, üçüncü bir kez zaman boyunca çiz
mektedir; ama bu kez düşünce, gelecek içindeki geri çekil
meyi, bağlantısızlığı almakta ve onu hep mümkün kılmış
olana doğru minik adımlarla ilerlemektedir.
XVIII. yüzyıda tasvir edilmiş olan oluşumları kuruntu
olarak ihbar etmenin mümkün olduğu ânda, modern dü
şünce çok karmaşık ve çok dolanık bir köken sorunsalı ih
das etmekteydi; bu sorunsal bizim zaman deneyimizin te
meli olmuştur ve XIX. yüzyıldan beri, insanlık düzleminde
başlangıç ve yeniden başlama, başlangıcın uzaklaşması ve
464
Kelimeler ve Şeyler
mevcudiyeti, geri dönüş ve son olabilecek şeyleri yeniden
kavramaya yönelik bütün girişimler ondan itibaren doğ
muşlardır. Nitekim, modern düşünce kökenle, insanla ve
şeylerle olanının tersinde bir ilişki kurmuştur: bu ilişki, in
sanın kronolojisini içine dahil etme konusundaki pozitivist
çabalara isin vermektedir ama bu çabalan baştan bozmak
ta ve onların karşısında, itiraz gücünü korumaktadır—,
böylece zamanın birliği ihya edilecek ve insanın kökeni,
bir tarihten, varlıkların ardışık dizisi içindeki bir kıvrım
dan başka bir şey olmayacaktır (bu kökeni ve onunla bir
likte, kültürün ortaya çıkmasını, uygarlıkların şafağını bi
yolojik evrimin hareketinin içine yerleştirmek); bu ilişki
insanın şeylere ilişkin deneylerini, onlara dair edindiği bil
gileri, böylece oluşturulabildiği bilimleri, gene insanın kro
nolojisine göre sıraya sokmaya izin vermekteydi (böylece,
eğer insanın başlangıçlarının yeri şeylerin zamanının için
deyse, insanın bireysel veya kültürel zamanı, psikolojik ve
ya tarihsel bir oluşum halinde olmak üzere, şeylerin ger
çekliklerinin çehresiyle ilk kez karşılaştıkları anın tanım
lanmasına izin vermektedir); şeylerin ve insanın kökeni bu
sıralamaların her ikisinde de birbirlerine tabi olmaktadır;
fakat, mümkün ve uyuşmaz iki sıralamanın olması olgusu
tek başına, modern köken düşüncesini karakterize eden te
mel asimetriyi işaret etmektedir. Üstelik bu düşünce, ger
çeği söylemek gerekirse, hiçbir kökenin mevcut olmadığı,
ama insanın başlangıçsız zamanının, mümkün bir bellek
için, şeylerin anısız zamanını dışa vurduğu belli bir köken
sel tabanın üzerine sonuncu bir ışık saçmaktadır; buradan
iki eğilim kaynaklanmaktadır hangisi olursa olsun, her
bilgiyi psikolojikleştirmek, ve psikolojiyi bir cins bütün bi
limlerin bilimi haline getirmek; veya tersine, bu kökensel
tabakayı, her pozitivizmin elinden kaçan bir tarzda tasvir
etmek, böylece buradan hareketle, her bilimin pozitifliğini
İnsan ve ikizleri
465
rahatsız etmek ve bu deneyin temel, görmezden gelinemez
karakterine ona karşı sahip çıkmak. Fakat, kendine köken
sel olanı yeniden kurma ödevini yükleyen modern düşün
ce, burada hemen kökenin geri çekilmesini keşfetmektedir
ve kendine paradoksal olarak, bu geri çekilmenin gerçek
leştiği ve hep derinleştiği yönde ilerleme işini yüklemekte
dir; bu geri çekilmeyi deneyin diğer tarafında açığa çıkar
maya uğraşmaktadır; bunun yanı sıra, onu bu geri çekilişi
içinde destekleyeni, onun en görünür olabilirliği içinde
ona en yakın olanı, onda kaçınılmaz olanı da ortaya koy
maya çalışmaktadır; ve kökenin geri çekilmesi, kendini
böylece en büyük açıklığı içinde sunuyorsa, bunun nedeni,
teslim edilenin bizzat kökenin kendisi olması ve kendi ar
kaikliğinin alanı içinde kendine kadar geri gitmesi değil
midir? Modern düşünce, işte bu nedenden ötürü, büyük
geri dönüş kaygısına, yeniden başlama derdine, onu tekra
rı tekrar etme ödeviyle karşı karşıya bırakan şu endişeye
tepeden tırnağa adanmıştır. Böylece, Hegel'den Marx'a ve
Spengler'e kadar, içinde tamamlandığı hareketle erişilen
toplumsallık, yoksunluğun uç noktasındaki şiddetli yeni
den kavrayış, güneşin batışı— kendi üzerine eğilen, kendi
tamlığım aydınlatan, çemberini tamamlayan, kendini yol
culuğunun bütün garip figürlerinin içinde bulan, ve için
den fışkırdığı bu aynı okyanusta kaybolmayı kabul eden
bir düşünce teması sergilemiştir; mutlu olmasa da, tam
olan bu geri dönüşün zıddında, Hölderlin'in, Nietzsche'nin
ve Heidegger'in deneyleri resmolmaktadır; geri dönüş bu
deneyde, kendini ancak kökenin aşın geri çekilmesinin
içinde Tanrıların vazgeçtikleri, tekne'nin iradesinin ege
menliğini kurduğu yerde teslim etmektedir; böylece bura
da hiç de bir tamamlanış veya eğri değil de, kökeni bizati
hi kendi geri çekilmesi ölçüsünde teslim eden şu kesintisiz
yırtılma söz konusu olmaktadır. Onun bizatihi insanı icat
466
Kelimeler ve Şeyler
ettiği hareketin içinde keşfedilen bu kökensel tabaka, iste
diği kadar tamamlanışın ve tamamlanmış tamlıklarm vade
sini vaat etsin veya kökenin boşluğunu onun geri çekil
mesi sonucu meydana gelen ve onun yaklaşımını oyan ye
niden kursun, düşünülmesini hükmettiği şey, her halü kâr
da "Aynı" gibi bir şey olmaktadır: insani deneyi doğanın ve
hayatın zamamyla, tarihle, kültürlerin çökeltili geçmişiyle
eklemleştiren kökensel alan boyunca, modern düşünce, in
san kimliği içinde $u tamlığın veya şu kendinden başka
bir şey olmayanın içinde, tarih ve zamanı, olanaksız kıl
dıkları ama düşünmeye zorladıklarının içinde, ve varlığı
bizatihi olduğu şeyin içinde bulmaya çabalamaktadır.
Ve kökeni kendinin en yakınında ve en uzağında dü
şünme ödevi içinde, düşünce bu nedenden ötürü, insanın
kendini varlık yapanla veya ondan itibaren olduğuyla (var
olduğuyla)— çağdaş olmadığını, ama onu dağıtan, onu ken
di kökeninin uzağına çeken, fakat hep saklı olacak bir ka
çınılmazlık içinde bu kökeni ona vaat eden bir iktidarın
içine hapsolduğunu keşfetmektedir; oysa bu iktidar ona
yabancı değildir: onun dışında, ebedi ve hep yeniden baş
layan kökenlerin sükûneti içinde barınmamaktadır, çünkü
böyle olsaydı, köken fiilen verilmiş olurdu; bu iktidar,
onun kendine özgü varlığının iktidarıdır. Zaman ama,
bizzat kendi olan şu zaman, onu içinden çıktığı başlangıç
tan olduğu kadar, onu haber vereninden de uzaklaştırmak
tadır. Bu başat zamanın zamanın ondan itibaren deneye
teslim edilebildiği zaman, temsil felsefesinde işleyeninden
ne kadar farklı olduğu görülmektedir zaman bu felsefede
temsili dağıtmaktaydı, çünkü ona çizgisel bir ardışıklığın
biçimini dayatmaktaydı; ama kendini hayal gücünün için
de yeniden kurma, böylece kendini tam olarak ikizlendir
me ve zamana egemen olma işi temsile aitti; imge, zamanın
tam olarak yeniden ele alınmasına, ardışıklığa bırakılmış
İnsan ve İkizleri
467
olanın yemden kavranılmasına ve ebedi bir idrakınki kadar
doğru bir bilgi inşa edilmesine izin vermekteydi. Modern
deneyde, bunun tersine, kökenin geri çekilmesi her deney
den daha başattır, çünkü deney onun içinde kıvılcımlan
makta ve pozitifliğim dışa vurmaktadır, şeyler, insan kendi
varlığıyla çağdaş olmadığı için, kendilerine özgü bir zama
nın içinde teslim olmaktadırlar. Ve burada, sonluluğun
başlangıç teması yeniden karşımıza çıkmaktadır. Fakat,
önce şeylerin insanın üzerine sarkmasıyla hayatın, tari
hin, dilin egemenliği altında olması olgusuyla ilan edilmiş
olan bu sonluluk, şimdi daha temel bir düzeyde ortaya çık
maktadır: insanın varlığı ile zaman arasındaki aşılamaz iliş
kidir.
Böylece, sonluluğu kökenin sorgulanmasının içinde
keşfeden modern düşünce, XVIII. yüzyılın sonunda tüm
Batı episteme'si devrildiği sırada çizmeye başladığı büyük
dörtgeni kapatmaktadır: pozitifliklerin sonlulukla bağı,
ampiriğin aşkınlık içindeki ikizlenmesi, cogito ile düşü
nülmemiş arasındaki sürekli ilişki, kökenin geri çekilme
sine geri dönmesi, bizim için insanın varoluş tarzını tanım
lamaktadırlar. Düşünce XIX. yüzyılın sonundan beri, bil
menin olabilirliğini artık temsilin çözümlenmesinin değil
de, bu varoluş tarzının çözümlenmesinin üzerine dayan
dırmaktadır.
VII. SÖYLEM VE İNSANİN VARLIĞI
Bu dört teorik kesitin (sonluluk, ampirikaşkm tekrar, dü
şünülmemiş ve köken çözümlemeleri), bağımlı dört alanla
belli bir ilişki sürdürdükleri ve bunların hepsinin birden,
klasik dönemde genel dil teorisini oluşturdukları işaret
edilebilir.3 İlk bakışta, benzerlik ve simetri olan ilişki. Fiil
3
Bkz. yukarıda Ayırım IV, Kesim VII.
468
Kelimeler ve Şeyler
teorisinin, dili kendi dışına nasıl taşırabildiğini ve varlığı
iddia edebildiği hatırlanmaktadır—bunu, karşılık olarak bi
zatihi dilin varoluşunu sağlayan bir hareketin içinde yap
maktaydı, çünkü kendini ancak "olmak" fiilinin zaten ol
duğu (en âzından gizli bir biçimde) yerde ihdas edebilir ve
mekânını açabilirdi—, sonluluk çözümlemesi de aynı şekil
de, insanın varlığının ona dışsal olan, ama onu şeylerin ka
lınlığına bağlayan pozitiflikler tarafından nasıl belirlendiği
ni, ama bunun karşılığında, her belirlemeye kendi pozitif
gerçekliği içinde ortaya çıkma olanağını verenin sonlu var
lık olduğunu açıklamaktadır. Efelemleşme teorisi, kelimele
rin ve temsil ettikleri şeylerin bölümlere tek bir kerede ay
rılmasının nasıl yapılabildiğini gösterirken ampirikaşkın
ikizlerime çözümlemesi, deneyin içinde verilmiş olanla de
neyi mümkün kılanın sonsuz bir salınınım içinde nasıl bir
birlerine denk düştüklerini göstermektedir. Dilin ilk işaret
leri 'nin araştırılması, kelimelerin, hecelerin, bizzat seslerin
en sessizlerinin kalbinde, onların unutulmuş ruhunu mey
dana getiriyormuş gibi olan (ve düşüncenin daha doğru ol
ması, şiirin daha büyük bir büyüleme gücüne sahip olması
için gün ışığına çıkarılması, yeniden konuşturulması ve
şarkı söyletilmesi gereken) bir temsili fışkırtmaktaydı; âû
şünûlmemiş'in hareketsiz kalınlığı da, modern düşünce açı
sından, bir cogito tarafından hep aynı tarzda, işgal edilmek
tedir, ve düşünülmemişin içinde uykuda olan bu düşünce
nin canlandırılması ve yeniden "Düşünüyorum"un hü
kümranlığına yöneltilmesi gerekmektedir. Nihayet dile
ilişkin klasik düşüncede bir türeme teorisi vardı: bu teori,
dilin tarihinin başlangıcından itibaren ve belki de köken
anında, tam konuşmaya başladığı noktada, kendi mekânı
nın içinde kaydığını, ilk temsiline sırt çevirerek kendi etra
fında döndüğünü ve en eskileri bile dahil, kelimelerini an
cak, retoriğin figürleri boyunca zaten sergilenmiş olarak
İnsan ve İkizleri
469
koyabildiğim gösteriyordu; bu çözümlemeye, zaten hep
saklanmış olan bir köken'i düşünme, insanın varlığının,
kendine nazaran hep onu oluşturan bir uzaklık ve bir me
safe halinde tutulduğu şu yönde ilerleyebilme çabası teka
bül etmektedir.
Fakat bu mütekabiliyet oyunu yanılsama yaratmakta
dır. Klasik söylem çözümlemesinin, yalnızca yeni bir nes
neye uygulanarak, çağlar boyunca hiç değişmeden sürdü
rüldüğünü, bazı tarihsel yerçekimlerinin gücünün onu çok
sayıdaki komşu değişime rağmen, kendi kimliğinin içinde
tuttuğunu düşünmemek gerekir. Genel gramerin mekânını
resmeden dört teorik kesit, fiili durumda muhafaza edilme
mişlerdi; bunlar, temsil teorisi XVIII. yüzyılın sonunda yok
olunca, çözülmüş, işlev ve düzey değiştirmiş, bütün geçer
lik alanını değiştirmişlerdir. Genel gramer klasik çağ bo
yunca, temsillerin ardışık zincirinin içine, kendim söyle
min basit ve kesinlikle inatçı hattı boyunca dışa vururken,
eşanlüık biçimleri (varoluşların ve birlikte varoluşların id
dia edilmesi, temsil edilen şeylerin bölümlere ayrılması ve
genelliklerin oluşturulması; kelimelerin ve şeylerin köken
sel ve silinmez ilişkisi; kelimelerin retorik mekânlarının
içinde yer değiştirmeleri) varsayan bir dili nasıl dahil ede
bildiğini gösterme işlevine sahipti. Bunun tersine, insanın
varoluş tarzının çözümlenmesi, XIX. yüzyıldan beri gelişti
ği haliyle, bir temsil teorisinin içine yerleşmemektedir; gö
revi, genel olarak şeylerin temsile nasıl olup da sunulabil
diklerini, bunların algılamanın çeşitli tarzlarında olduğun
dan daha derin bir pozitiflik içinde nasıl, hangi koşullarda,
hangi zemin üzerinde, hangi sınırlar içinde ortaya çıkabil
diklerini göstermektedir; insan ile şeylerin bu birlikte var
olmalarının içinde, temsilin açtığı büyük uzaysal sergileniş
boyunca, bu durumda keşfettiği şey, insanın kökten sonlu
luğu, zamanın aşılamaz mesafesidir, insanın analitiği, söy
Kelimeler ve Şeyler
lem çözümlemesini başka yerde oluşturulmuş ve ona gele
nek tarafından verilmiş haliyle ele almamaktadır. Bir tem
sil teorisinin mevcudiyeti veya namevcudiyeti, daha doğru
su, bu teorinin birincilik karakteri veya türev konumu, sis
temin dengesini tepeden tırnağa değiştirmektedir. Temsil
kendiliğinden, düşüncenin genel unsuru olarak kaldıkça,
söylem teorisi aynı ânda ve tek bir hareketin içinde, hem
mümkün her gramerin temeli hem de bilgi teorisi olarak
değere sahip olmaktadır. Fakat, temsiün önceliği kaybo
lunca, söylem teorisi çözülmüştür ve onun ruhunu kaybet
miş ve başkalaşmış biçimine iki düzeyde rastlar hale gelin
miştir. Ampirik düzeyde, dört kurucu kesite rastlanmakta
dır, ama yerine getirdikleri işlev tamamen tersine dönmüş
tür;4 fiilin ayrıcalığının, söylemi kendi kendinden çıkarma
ve onun köklerini temsilin varoluşunun içine salma gücü
nün çözümlendiği yerde her dile içkin olan ve artık kendi
üzerinde özerk bir varlık oluşturan iç bir gramatikai yapı
ikame edilmiştir; büküm teorisi için de aynı şekilde, keli
melere özgü değişim yasalarının araştırılması, kelimeler ve
şeylerdeki ortak eklemleşme çözümlemesinin yerine geç
mektedir; kök unsuru teorisi, temsil eden kök çözümleme
sinin yerine geçmiştir; nihayet, türemelerin sınırsız sürek
liliğinin arandığı yerde, dillerin yanlamasına akrabalığı
keşfedilmiştir. Başka terimlerle söylenilmesi halinde, şey
lerle (temsil edildikleri halleriyle) kelimeler (temsil etme
değerleriyle birlikte) arasındaki ilişki boyutunda işlev gör
müş her şey dilin içine alınmış ve onun içsel meşruiyetini
sağlamakla görevlendirilmiştir. Teorinin dört kesiti, temel
ler düzeyinde de hâlâ bulunmaktadır: tıpkı klasik çağda ol
duğu gibi, insani varlığın bu. yeni analitiğinin içinde de,
şeylerle olan ilişkileri dışa vurmaya yaramaktadırlar; fakat
değişim bu kez, bir öncekinin tersidir, artık şeyleri dile iç
4
Bkz. "Nesne Haline Gelen Dil", s. 413.
İnsan ve İkizleri
471
kin bir mekâna taşımak değil de, onları içine hapsedildik
leri temsil alanından kurtarmak ve insanın sonlu, belirlen
miş, düşünmediği şeyin kalınlığına angaje olmuş ve bizati
hi kendi varlığı içinde zamanın dağılmasına tabi kılınmış
olarak ortaya çıktığı şu dışsallık boyutunun içinde işlet
mektir.
Klasik söylem çözümlemesi, bir temsil teorisiyle artık
süreklilik içinde olmadığı ândan itibaren, kendini iki par
çaya ayrılmış olarak bulmuştur: bir yandan, gramatıkal bi
çimlerin ampirik bir bilgisinin içine dahil edilmiş ve öte
yandan da, bir sonluluk analitiği haline gelmiştir; fakat bu
aktarmaların hiçbiri, işleyişin tam bir ters yüz edilmesi ol
maksızın gerçekleşmemiştir. Klasik söylem (temsilin sor
gulanmayan aşikârlığma dayanmaktadır) ile modern dü
şüncenin içindeki haliyle insan varoluşu (ve izin verdiği
antropolojik düşünceyle birlikte) arasında hüküm süren
uyuşmazlık şimdi baştan sona anlaşılabilir hale gelmiştir:
insanın varoluş tarzının analitiği gibi bir şey, ancak temsil
eden söylem çözümlemesinin çözülmesi, aktarılması ve
ters yüz edilmesinden sonra mümkün hale gelebilmiştir.
Buradan hareketle, dilin çağımızda, birliğinin ve varlığının
esrarı içinde yeniden ortaya çıkışının, bu şekilde tanımla
nan ve konulan insan varoluşu üzerinde nasıl bir tehdit
oluşturabileceği de tahmin edilmektedir. Acaba gelecekte
ki ödevimiz, kültürümüz açısından şimdiye kadar meçhul
olan ve ne süreksizlik ne de çelişki olmadan hem insanın
varlığını hem de dilin varlığını düşünmeye izin verecek bir
düşünce tarzına doğru ilerlemek midir? Bu durumda, kla
sik söylem teorisine safça bir geri dönüş (bu cazibesi o ka
dar fazla bir geri dönüştür ki, dilin kıvılcımlı ama çetin
varlığını düşünme konusunda donatmışız kalmaktayız, oy
sa buna karşılık, eski temsil teorisi tamamen oluşmuş ola
rak oradadır, bize bu varlığın yerleşebileceği ve kendini saf
472
Kelimeler ve Şeyler
bir işleyiş halinde çözebileceği bir yer sunmaktadır) her
şeyden büyük bir özenle kaçınmak gerekecektir. Fakat, ay
nı ânda hem dilin varlığım, hem de insanın varlığını dü
şünme hakkı ebediyen dışlanmış olabilir; burada yok ol
maz bir açıklık (tam da bizim içinde var olduğumuz ve ko
nuştuğumuz açıklık) olabilir, öylesine ki, dilin varlığının
söz konusu olduğu her antropolojinin, insanın kendine öz
gü varlığı katılmak, bunu dışa vurmak ve özgürleştirmek
isteyen her dil veya işaretleme kavrayışının kuruntular âle
mine gönderilmesi gerekir. Çağımızın en önemli siyasal
tercihi, herhalde köklerini buraya salmaktadır. Ancak, ge
lecekteki bir düşüncenin sınanması içinde yapılabilecek
seçim. Çünkü hiçbir şey bize, yolun hangi tarafının açık ol
duğunu önceden söyleyemez. Şu ân için kesinlikle emin
olarak bilebildiğimiz tek şey, insanın varlığı ile dilin varlı
ğının, Batı kültüründe hiçbir zaman birlikte var olamadık
ları ve eklemleşemedikleridir. Bunların uyuşamazlıklan,
düşüncemizin temel çizgilerinden biri olmuştur.
Söylem çözümlemesinin bir sonluluk analitiği haline
dönüşmesinin bir başka sonucu da olmuştur. Klasik işaret
ve kelime teorisi, birbirlerini ayırımların ortaya çıkamaya
cağı kadar dar ve sıkı bir zincir halinde izleyen ve bu yüz
den, sonuçta hepsi de eş olan temsillerin, sabit farklılıkla
rın ve sınırlı özdeşliklerin sürekli bir tablosu halinde sergi
lenebileceklerini göstermek durumundaydı; burada Farklı
lığın, Eş'in gizlice çeşitli tekdüzeliğinden hareketle oluşu
mu söz konusuydu. Sonluluk analitiği bunun tam tersi bir
role sahiptir insanın belirlenmiş olduğunu gösterirken
onun için söz konusu olan, bu belirlemelerin temelinin bi
zatihi köklü sınırlan içindeki insanın kendinin olduğunu
dışa vurmaktır; deneyin içeriklerinin zaten onların kendi
koşullan olduklannı, düşüncenin onlardan kaçan ve yaka
lamak ödevine sahip olduğu düşünülmemişe önceden mu
İman ve İkizleri
473
sallat olduğunu da dışa vurmak zorundadır; sonluluk ana
litiği, insanın asla çağdaş olmadığı bu kökenin ondan nasıl
hem uzaklaşmış olduğunu hem de ona kaçınılmazlık tarzı
içinde sunulduğunu göstermektedir: kısacası, bu analitik
için, Başka'nm, Uzağın aynı zamanda nasıl en Yakın ve Ay
nı olduğunu her zaman göstermek söz konusudur. Böyle
ce, Farklılıklar düzeni hakkındaki bir düşünceden (varsay
dığı çözümleme ve süreklilik varlıkbilimi kesintisi olma
yan, mükemmelliği içinde sergilenen tam bir varlığa yöne
lik taleple birlikte, bunlar bir metafiziği varsaymaktadır
lar), kendi çelişkisi içinde hep fethedilmesi gereken bir Ay
nı düşüncesine geçiş: bu (sözünü ettiğimiz etiğin dışında),
bir diyalektik ve sürekliliğe ihtiyacının olmaması için, var
lığı yalnızca onun sınırlı biçimleri veya mesafesinin uzak
lığı içinde düşünebilmesi için metafizikten vazgeçebilen ve
vazgeçmek zorunda olan şu varhkbilim biçimini gerektir
mektedir. Diyalektik bir işleyiş ve metafiziksiz bir varhkbi
lim birbirlerini davet etmekte ve birbirlerine modern dü
şünce boyunca ve onun tüm tarihinin uzantısı içinde cevap
vermektedirler: çünkü modern düşünce, artık Farklılığın
hiçbir zaman tamamlanmamış olan oluşumuna değil de,
Aynı'nın her zaman tamamlanması gereken, örtüsünün
açılmasına doğru giden bir düşüncedir. Oysa, böylesine bir
örtü açma işi, Çift'in eşanlı ortaya çıkışı olmadan ve geri
çekilme ve geri dönüşün, düşünce ve düşünülmemişin,
ampirik ve aşkının, pozitiflik sınırından olan ve temsiller
sınıfından olanın "ve"sinin içinde yer alan minik, ama ka
çınılmaz açıklık olmadan yürümez.
Ona bir anlamda iç olan, ama başka bir anlamda onu
kuran bir mesafenin içinde kendi kendinden ayrılan özdeş
lik özdeşi veren, ama uzaklaşma biçimi içinde veren tekrar,
hiç kuşkusuz, modern düşüncenin kalbinde yer almakta
dır (bu düşüncenin zamanı bulduğuna aceleyle karar veril
474
Kelimeler ve Şeyler
mektedir). Fiili durumda, eğer biraz daha dikkatle bakıla
cak olursa, klasik düşüncenin şeyleri bir tablo halinde
uzaysallaştırma olabilirliğini, saf temsili ardışıklığın kendi
ni kendinden itibaren hatırlama, ikizleme ve kendini sü
rekli bir zamandan hareketle oluşturma özelliğine ekle
mekteydi: zaman, mekânı kuruyordu. Modern düşüncede,
şeylerin tarihinin ve insana özgü tarihselliğin temelinde
kendini ifşa eden, Aynı'yı kazan mesafe, onu dağıtan ve
kendi iki ucunda bir araya getiren açıklıktır. Modern dü
şünceye hep zamanı düşünme onu ardışıklık olarak tanı
ma, onu kendine tamamlanış, köken veya geri dönüş ola
rak vaat etme— olanağını veren işte bu derin uzaysallıktır.
VIII. ANTROPOLOJİK UYKU
Antropoloji, tıpkı insan analitiği gibi, modern düşünce
içinde kesinlikle kurucu bir rol oynamıştır, çünkü ondan
hâlâ büyük ölçüde kopabilmiş değiliz. Bu analitik, temsilin
sentezlerinin ve çözümlemelerinin işleyişinin eşsiz hareke
ti içinde ve tek başına belirleme gücünü kaybettiği andan
itibaren gerekli hale gelmiştir. Ampirik sentezlerin, "Düşü
nüyorum"un hükümranlığından başka yerde sağlanmaları
gerekiyordu. Bunların, tam da bu hükümranlığın sınırını
bulduğu yerde yani insanın sonluluğunun içinde bilincin
sonluluğu olduğu kadar, yaşayan, konuşan, çalışan bireyin
de sonluluğu— talep edilmesi gerekiyordu. Kant bunu, ge
leneksel üçlüsüne son bir soru eklediği Mantık'ında çoktan
formüle etmişti: üç kritik soruya (Ne bilebilirim? Ne yap
malıyım? Ne umut edebilirim?) şimdi bir dördüncüsü ek
lenmiş ve diğer üçü, bir bakıma onun "hesabına" geçiril
mişlerdi: Was ist der Menschl5
Daha önce gördüğümüz üzere, bu soru düşünceyi XIX.
5
Kant, Loglk, Wtrfee, c. VH1, s. 343, yay. Cassirer.
tnsan ve İkizleri
475
yüzyıldan beri kat etmektedir: bunun nedeni, aslında
Kant'm paylaşımlarını göstermiş olduğu, ampirik ile aşkı
nın karışıklığım el altından ve önceden kullanmış olması
dır. Modern felsefeyi karakterize eden, karma düzeyden bir
düşünce onun aracılığıyla oluşmuştur. İnsana yönelik olan
ve yalnızca söylemlerinde değil, aynı zamanda pathosunda
da sahip çıktığı kaygı, onu canlı varlık, çalışan birey veya
konuşan özne olarak tanımlama konusundaki özeni, yal
nızca iyi ruhlular için, insanın hüküm süreceği dönemin
nihayet geldiğini işaret etmektedirler; aslında, doğa, müba
dele veya söylem insanın, onun aracılığıyla, kendi sonlulu
ğunun temeli olarak değerlendirilmeye çalışıldığı ampirik
eleştirel bir ikizlenme söz konusudur (ve bu incelikten da
ha uzak ve daha az ahlakidir). Aşkınlık işlevi, ampirikliğin
hareketsiz ve geri alanını, bu Kıvrımdan gelerek kendi em
redici şebekesiyle kaplamaktadır; bunun tersine, ampirik
içerikler canlanmakta, yavaş yavaş toparlanmakta, ayağa
kalkmakta ve hemen, onların aşkınlık sanılarını uzağa ta
şıyan bir söylemin içinde düşünülmektedirler. Ve işte felse
fe, bu Kıvrımın içinde yeni bir uykuya dalmıştır; bu artık
Dogmatizmin değil de, Antropolojinin uykusudur. İnsana
ilişkin olması halinde her ampirik bilgi, bilginin temelinin,
sınırlarının tanımının ve son olarak da, her gerçeğin ger
çekliğinin orada keşfedileceği, mümkün felsefi alan olarak
değere sahiptir. Modern felsefenin antropolojik dış biçimi,
dogmatizmi ikiye katlamaya, onu birbirlerine destekleyen
iki farklı düzeye dağıtmaya ilişkindir: insanın özünde ne
olduğunun eleştiriöncesi çözümlenmesi, kendini genel
olarak insan deneyine sunabilecek her şeyin analitiği hali
ne gelmektedir.
Düşünceyi böylesine bir uykudan o kadar derindir ki,
kendi desteğini kendinde bulmak için ikizlenen bir dog
matizmin daireselliğini, kökten felsefi bir düşüncenin çe
476
Kelimeler ve Şeyler
vikiiği ve kaygısıyla karıştırdığı sürece, düşünce onu para
doksal şekilde uyanıklık olarak hissetmektedir— onu, baş
langıç düzeyindeki olanaklarına davet etmek için antropo
lojik "dörtgenMi temellerine varana kadar tahrip etmekten
başka çare yoktu. Yeniden düşünme konusundaki bütün
tabanların, her halü kârda öfkelerini tam da ondan çıkar
dıkları bilinmektedir: ister antropolojik alanı kat etmek ve
ondan ilan ettiği şeyden itibaren koparak, saflaştmlmış bir
varlıkbilimin veya kökten bir varlık düşüncesi bulmak söz
konusu olsun, isterse psikolojizm ve tarihselliğin dışında,
anropolojik önyargının bütün somut biçimlerini devre dı
şında bırakırken, düşüncenin sınırlarını yeniden bütünleş
tirmek ve böylece genel bir akıl eleştirisi tasarısına yeniden
bağlanmak söz konusu olsun. Çağdaş düşüncenin kuşku
suz kendini adamış olduğu, antropolojinin bu kökünden
koparılması yönündeki ilk çabayı herhalde Nietzsche'nin
deneyinde görmek gerekir. Nietzsche, filolojik bir eleştiri
boyunca, belli bir biyolojizm boyunca, insan ile Tanrının
birbirlerine ait oldukları, ikincisinin ölümünün birincisi
nin yok olmasıyla eşanlamlı olduğu, ve üst insanın vaat e
dilmesinin her şeyden önce insanın ölümünün kaçınılmaz
lığını işaret ettiği noktayı bulmuştur. Bize burada, aynı ân
da hem vade hem de görev olan bu geleceği sunan Nietzsc
he, çağdaş felsefenin düşünmeye oradan itibaren başlayabi
leceği eşiği vurgulamaktadır; bu gelecek kuşkusuz, felsefe
nin üzerine uzun zaman sarkmaya devam edecektir. Eğer
geri dönüş gerçekten felsefenin sonuysa, insanın sonu da,
felsefenin başlangıcının geri dönüşüdür. Günümüzde, an
cak kayıp insanın boşluğunun içinde düşünülebilmektedir.
Çünkü bu boşluk bir eksikliği oymamakta; doldurulması
gereken bir açıklığı hak etmemektedir. Düşüncenin niha
yet gene mümkün olduğu bir mekânın açılan kıvrımından
ne daha fazla ne de daha az bir şeydir.
İnsan ve tkizieri
477
Antropoloji herhalde, felsefi düşünceye Kant'tan za
manımıza kadar hükmeden ve yol gösteren temel düzen ol
muştur. Bu düzen esastır, çünkü tarihimizin parçasıdır; fa
kat gözlerimizin önünde çözülmektedir, çünkü hem onu
mümkün kılmış olan açıklığın unutulmasını hem de yakın
gelecekteki bir düşünceye ısrarla direnen inatçı bir engeli
orada görmeye, orada eleştirel bir şekilde ihbar etmeye baş
lıyoruz. Hâlâ insandan, hüküm sürmesinden veya kurtulu
şundan söz etmek isteyen herkesin, hâlâ insanın özünde ne
olduğuna dair soru soranların, gerçeğe ulaşmak için ondan
yola çıkmak isteyenlerin, buna karşılık her bilgiyi bizatihi
insanın gerçeklerine yönelten herkesin, antropolojikleştir
meden biçimselleştirmek istemeyen herkesin, aldatmayı
yok etmeden mitoiojikleştirmek istemeyen herkesin, dü
şünenin insan olduğunu hemen düşünmeden düşünmek
istemeyen herkesin karşısına, bütün bu beceriksiz ve
beceriksizleştirilmiş düşünce biçimlerinin karşısına, felsefi
bir gülüşten yani, bir kesimi itibariyle sessiz başka bir
şey çıkarılamaz.
ONUNCU AYIRIM
insan Bilimleri
r*5
I. BİLGİLER ÜÇGENİ
Modern düşüncenin içinde oluştuğu haliyle insanın var
oluş tarzı, onun iki rol oynamasına izin vermektedir: hem
bütün pozitifliklerin temelindedir hem de ampirik şeylerin
unsurunun içinde, ayrıcalıklı bile demlemeyecek bir şekil
de mevcuttur. Bu olgu —insanın genel olarak özü değil de,
düpedüz, XIX. yüzyıldan beri düşüncemize hemen hemen
aşikâr zemin olarak hizmet eden şu tarihsel apriori söz ko
nusudur, hiç kuşkusuz "insan bilimleri "ne, nesne olarak
insanı ampirik yanıyla ele alan şu bilgiler bütününe verile
cek statü konusunda belirleyici olmuştur (fakat bu söz bel
ki de fazla kaçtığından, daha da yansız olmak üzere, şu
söylemler bütünü diyelim).
Fark edilmesi gereken ilk nokta, insan bilimlerinin da
ha önceden belirlenmiş, belki de bütünü itibariyle adım
480
Kelimeler ve Şeyler
lanmış, ama nadasa bırakılmış ve onun da ödevinin niha
yet bilimsel hale gelmiş kavramlar ve pozitif yöntemlerle
yoğurmak olacağı belli bir toprak parçasını miras olarak al
madığıdır; XVIII. yüzyıl insan bilimlerine, insan veya insan
doğası adı altında dıştan çerçevelenmiş, ama içi boş olan
bir mekân aktarmamıştır (bu bilimlerin rolünün de kapsa
mak ve çözümlemek olacağı bir mekân aktarmamıştır). İn
san bilimlerinin kat ettikleri epistemolojik alan önceden
hükmedilmemiştir: hiçbir Felsefe, hiçbir siyasal veya ahlaki
tercih, hiçbir ampirik bilim, insan bedenine yönelik hiçbir
gözlem, hiçbir duyu, hayal gücü veya tutku çözümlemesi,
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda hiçbir zaman insan gibi bir şeye
rastlamamıştır; çünkü bu sıralarda insan var olmamaktay
dı (tıpkı hayat, dil ve emeğin de olmadıkları gibi); ve insan
bilimleri ancak, bazı baskıcı rasyonalizmlerin, çözüleme
miş bazı bilimsel soruların, bazı pratik çıkarların etkisiyle,
insanın bilimsel nesnelerin cephesine geçirilmesine (tatlı
lıkla veya zorla ve az veya çok başarıyla) karar verildiğinde
ortaya çıkmışlardır —bunların bilimsel konular arasına ke
sinlikle konulabilecekleri henüz kanıtlanmamıştır; insan
bilimleri, insanın kendini Batı kültürünün içinde, hem dü
şünülmesi gereken hem de bilinecek şey olarak oluşturdu
ğu gün ortaya çıkmışlardır. İnsan bilimlerinin her birinin
ortaya çıkışının, bir sorun, bir talep, teorik veya teknik
cinsten bir engel vesilesiyle olduğunda kuşku yoktur; psi
kolojinin XIX. yüzyılda bilim olarak yavaş yavaş kurulabil
mesi için, hiç kuşkusuz endüstri toplumun bireylere dayat
tığı yeni ölçüler gerekmiştir, sosyolojik tipten bir düşünce
nin ortaya çıkabilmesi için, hiç kuşkusuz Devrim'den beri
toplumsal dengeler üzerinde ve bizzat burjuvaziyi ihdas et
miş olanının üzerinde ağırlık yapan tehditlerin ortaya çık
ması gerekmiştir. Fakat bu atıflar, bu bilimlerin hangi be
lirgin koşullarda ve hangi belirgin soruya cevap vermek
İnsan Bilimleri
481
üzere eklemleştiklerini açıklayabiliyorlarsa da bunların iç
sel olabilirlikleri, insani varlıkların olmasından ve toplum
halinde yaşamasından beri, soyutlanmış veya grup halinde
ki insanın ilk kez bilim nesnesi olması, bir kanaat olgusu
olarak kabul edilemez ve incelenemez: bu, bilgi düzeninde
yer alan bir olaydı.
Ve bu olayın kendi de, episteme'nin genel bir yeniden
dağılımının içinde meydana gelmiştir: canlı varlıklar tem
sil alanını terk ederek, hayatın spesifik derinliğinin içine
yerleştiklerinde, zenginlikler üretim biçimlerinin tedrici
büyümesinin içine yerleştiklerinde, kelimeler dillerin olu
şumunun içine yerleştiklerinde. Bu koşullarda, insanın bil
gisinin bilimsel hedefi içinde, biyoloji, ekonomi ve filolo
jiyle çağdaş ve aynı hamurdan olmak üzere ortaya çıkması
o kadar gerekliydi ki, bu, büyük bir doğallık içinde, Batı
kültürü tarihinde gerçekleştirilmiş en belirleyici olgular
dan biri olarak görülmüştür (ampirik rasyonelliğinden
ötürü). Fakat aynı zamanda genel temsil teorisi ortadan
yok olduğundan ve bunun yerine, insan varoluşunu tüm
pozitifliklerin temeli olarak sorgulama ihtiyacı kendini da
yattığından, bir dengesizliğin meydana gelmemesi olanak
sızdı: insan, her bilginin dolaysız ve sorunsallaştırılmış aşi
kârlığı içinde ancak ondan itibaren ihdas edilebileceği şey
haline gelmekteydi; zorunlu olarak, insana ilişkin her bil
ginin sorguya çekilmesine izin veren şey haline geliyordu.
Şu çifte ve kaçınılmaz çatışma buradan kaynaklanmakta
dır: insan bilimleri ile düpedüz bilimlerarasındaki sürekli
tartışmayı meydana getireni; birinciler ikincileri temellen
dirme konusunda sarsılmaz bir iddiaya sahiptiler; onlara
göre ikinciler, temellerini, yöntemlerinin meşruluğunu ve
tarihlerinin saflaştınlmasmı sürekli olarak, "psikolojizm"e,
"sosyolojizm"e karşı aramak zorundadırlar; ikinci çatışma
ise, insan bilimlerinin kendi kendilerini kurma konusunda
482
Kelimeler ve Şeyler
sahip oldukları saflığa itiraz eden felsefe ile eskiden felse
fenin alanım oluşturmuş alana kendi nesneleri olarak sa
hip çıkan bu insan bilimleri arasındaki sürekli tartışma ta
rafından meydana getirilmektedir.
Fakat bütün bu farkına varışların gerekli olmasına rağ
men, bu, onların saf çelişki unsurunun içinde geliştikleri
anlamına gelmemektedir; varoluşları, bir yüzyıldan daha
uzun bir süredir bitmez tükenmez bir şekilde tekrarlanış
lan, sonsuza kadar açık bir sorunun sürekliliğini işaret et
memektedir; bunlar tarih içinde çok iyi belirlenmiş* iyice
belirgin bir epistemolojik düzene gönderme yapmaktadır
lar. Klasik çağda bilgi alanı, bir temsil çözümlemesi tarafın
dan evrensel maihesis temasına kadar, tamamen türdeşti:
hangisi olursa olsun her bilgi, farklılıkların ortaya konul
ması yoluyla düzene sokma çabasına girişmekte ve farklı
lıkları bir düzen ihdas ederek tanımlamaktaydı; bu, mate
matik için de, tcüdnomia (geniş anlamda) ve doğa bilimleri
için de geçerliydi; ama aynı zamanda, bütün şu yaklaşık,
tam olmayan ve büyük bir bölümü itibariyle kendiliğinden
olan biümler içm de geçerliyrfi, bunlar en küçük şeylerin
inşa edilmesinde veya mübadelenin gündelik sürecine gö
re olmaktaydı; son olarak da, felsefi düşünce ve İdeologla
rın en basit ve en aşikâr fikirlerden en karmaşık gerçeklere
gerekli olarak gidebilmek üzere, Descartes veya Spino
za'dan hiç de geri kalmayan bir şekilde, ama başka bir tarz
içinde kurmak istedikleri şu düzenli uzun zincirler için de
geçerliydi. Fakat, epistemolojik alan XIX. yüzyıldan itiba
ren parçalara ayrılmış veya daha doğrusu, patlamış ve fark
lı yönlerde dağılmıştır. Compte tarzı sınıflandırmaların ve
çizgisel hiyerarşilerin cazibesinden kurtulmak kolay değil
dir; ama, bütün modern bilgileri matematikten hareketle
sıraya sokmaya kalkışmak, bilgilerin pozitifliği, bunların
varoluş tarzı, onlara tarih içinde hem nesnelerini hem de
İnsan Bilimleri
433
biçimlerini veren şu olabilirlik koşullarının içine kök sal
maları sorununu, bir tek bilginin nesnelliği bakış açısına
tabi kılmaktadır.
Arkeolojik düzeyde sorgulanan bu modern episteme
alanı, kusursuz bir matematikselleştirme idealine göre dü
zene girmemekte ve giderek daha fazla ampiriklikle yüklü
uzun bir bilgi silsilesini, biçimsel saflıktan itibaren açımla
mamaktadır. Modern episteme alanını daha çok, hacimli ve
üç boyut doğrultusunda açık bir mekân olarak düşünmek
gerekir. Bunlardan birinin üzerine, matematik ve fizik bi
limler yerleştirilecektir; düzen bu bilimler için her zaman,
aşikâr ve sağlaması yapılmış önermelerin tümdengelimsel
ve çizgisel bir zincirlenmesidir; diğer bir boyutta, süreksiz,
ama benzer unsurları düzene sokmakla uğraşan bilimler
(dil, hayat, üretim ve zenginliklerin dağılımı bilimleri gibi)
olacaktır; bunlar benzer olduklarından ötürü kendi arala
rında nedensel ve sabit yapı ilişkileri kurabileceklerdir. Bu
ilk iki boyut, ortak oldukları bir düzlemi tanımlamaktadır:
kat edildiği yöne göre, matematiğin bu ampirik bilimlere
uygulanması veya lengüistiğin biyolojinin ve iktisatın için
de matematikselleştirilebilenin alanı olarak görülebilecek
şey. Üçüncü boyuta gelince, bu, Aynı'nm düşünülmesi ola
rak gelişen felsefi düşünceninki olacaktır; bu boyut, lengü
istik, biyoloji ve iktisatın boyutlarıyla birlikte, ortak bir dü
zen resmetmektedir: burada çeşitli hayat, yabancılaşmış in
san, simgesel biçimler (çeşitli ampirik alanlarda doğmuş
olan kavram ve sorunlar felsefeye aktarıldıklarında) felse
feleri ortaya çıkabilir ve nitekim çıkmıştır da; ama eğer bu
ampirikliklerin temeli kökten felsefi bir bakış açısından
sorguya çekilecek olursa hayatın, emeğin ve dilin kendile
rine özgü varlıkları içinde ne olduklarım tanımlamaya ça
lışan bölgesel varlıkbilimler de burada ortaya çıkmışlardır;
nihayet, felsefi boyut, matematik disiplinlerin boyutuyla
484
Kelimeler ve Şeyler
birlikte ortak bir düzlem tanımlamaktadır düşüncenin bi
çimselleştirilmesi düzlemi.
İnsan bilimleri, bu epistemolojik üçgenden, en azın
dan onları hiçbir boyutta ve bu şekilde resmedilen hiçbir
düzlemin yüzeyinde bulmanın mümkün olmaması anla
mında dışlanmışlardır. Ama bu üçgen tarafından içerildik
leri de aynı şekilde söylenebilir, çünkü insan bilimleri yer
lerini, bu bilgilerin kesişme noktasında, daha da kesin ola
rak, onların Üç boyutu tarafından tanımlanan hacmin için
de bulmaktadırlar. Bu konum (birinde düşük, diğerinde
ayrıcalıkh), onları diğer bütün bilgi biçimleriyle ilişkiye
sokmaktadır insan bilimleri kendilerine şu veya bu düzey
de matematiksel bir biçimselleştirme sağlama veya en azın
dan kullanma konusunda az çok değişmiş, ama sabit bir ta
sarıya sahiplerdir; biyoloji, iktisat ve dil bilimlerinden
ödünç alınma model veya kavramlara göre iş görmektedir
ler; nihayet, felsefenin kökten sonluluk düzeyinde düşün
meye çalıştığı şu insani varoluş tarzına başvurmakta ve
onun ampirik dışavurumlarım kat etmeye çalışmaktadırlar.
İnsan bilimlerini bir yere yerleştirmeyi bu kadar güç kılan,
onlann epistemolojik alan içindeki yerlerine indirgenemez
narinliğini veren, onları hem tehlikeli hem de tehlikede
olarak ortaya çıkartan, herhalde bu üç boyutlu mekân için
de bir bulut gibi dağılmalarıdır. Tehlikeli, çünkü bunlar
kendilerini, diğer bütün bilgiler için sürekli bir tehdit ola
rak sunmaktadırlar kuşkusuz, ne tümdengelimsel bilim
ler, ne ampirik bilimler, ne de felsefi düşünce, bunlar ken
dilerine özgü boyutta kalsalardı, insan bilimleri alanına
geçme veya onlann saf olmayan yanlarını yüklenme riski
ni taşırlardı; fakat, epistemolojik alanın üç boyutunu birbi
rine bağlayan bu aracı düzlemlerin ihdasının bazen hangi
zorluklala karşılaştığı bilinmektedir; bunun nedeni, bu
özenli düzlemlerden en ufak bir sapmanın, düşünceyi
insan Bilimleri
485
insan bilimleri tarafından kuşatılmış alanm içine düşürme
sidir; buradan, örneğin düşünce ve biçimselleştirme ilişki
leri düzgün bir şekilde düşünülmediğinde veya hayatın,
emeğin ve dilin varoluş tarzları gerektiği gibi çözümlenme
diğinde tehditkâr hale gelen "psikolojizm", "sosyolojizm"
tek bir kelimeyle "antropolojizm" olarak adlandırılabilir
ler— tehlikesi kaynaklanmaktadır. İnsanın ne yaradılışın
merkezinde, ne uzayın ortasında, ne de hatta belki de ha
yatın zirvesinde ve nihai amacında bulunduğunu keşfetti
ğinden beri kendi kendinden azat olduğuna kolaylıkla ina
nılmaktadır; fakat insan artık dünya krallığında hükümran
değilse, artık varlığın ortasında saltanat sürmüyorsa, "in
san bilimleri" ilgi mekânının içinde tehlikeli aracılardır.
Fakat gerçeği söylemek gerekirse, bizatihi bu konum onla
rı özsel bir istikrarsızlığa mahkûm etmektedir. Bu da,
"insan bilimleri"nin karşılaştıkları zorlukları, narinlikleri
ni, bilim olarak kararsızlıklarını, felsefeyle olan tehlikeli
samimiyetlerini, başka bilgi alanlarındaki iyi tanımlanma
mış desteklerini, her zaman ikincil ve türev olan karakter
lerini, ama aynı zamanda evrensellik iddialarını açıklamak
tadır; çoğu zaman denildiği gibi, onların nesnelerinin aşın
yoğunluğunu değil de, sözünü ettikleri şu insanın metafi
zik statüsünü veya silinmez aşkınlığını değil de, onlara me
kânlarını sunan üç boyutla olan sabit ilişkilerinin yerleşti
rildiği epistemolojik dış biçimin karmaşıklığını açıklamak
tadır.
II. İNSAN BİLİMLERİNİN BİÇİMİ
Şimdi bu pozitifliğin biçiminin taslağını çizmek gerekmek
tedir. Olağan durumda, matematiğin işlevinde tanımlan
maya çalışılmaktadır: ya insan bilimlerinin içinde matema
tikselleştirilebilir nitelikteki her şeyin envanterini çıkara
486
Kelimeler ve Şeyler
rak ve öylesine bir biçirnselleştirmeye yatkın olmayan her
şeyin henüz bilimsel pozitifliğe ulaşmadığını varsayarak,
onu mümkün olduğunca matematiğe yaklaştırarak ya da
bunun tersine, matematikselleştirilebilirin alam ile, yoru
mun yeri olduğundan, özellikle anlama yöntemleri uygula
nacağından, bilginin klinik kutbunda yoğunlaşmış olaca
ğından ötürü ona indirgenemez nitelikte olanın alanını bir
birlerinden ayırmaya çalışarak. Bu cins çözümlemeler, yal
nızca aşınmış olduklarından ötürü değil, aynı zamanda ye
rindelikten yoksun olduklarından ötürü de bıktırıcıdırlar.
Kuşkusuz, insana uygulanan bu ampirik bilginin (hangi sı
nırlar içinde "bilim" denileceğini henüz bilmeksizin, genel
âdete uymak üzere, bunlara "insan bilimleri" adı verilebi
lir" matematikle ilişkisinin olduğu kesindir: diğer bütün
bilgi alanları gibi, bu bilgiler de, bazı koşullar altında ma
tematikten yararlanabilirler; bazı girişimleri, sonuçlarının
çoğu biçimselleştirilebilir. Bu aletleri tanımak, bu biçimsel
leştirmeleri uygulayabilmek, tamamına erecekleri düzeyle
ri tanımlamak kesinlikle başat öneme sahiptir; Condor
cet'nin olasılık hesaplannı siyasete nasıl uyguladığını, Fec
her'nin duygu artışıyla tahrik artışı arasındaki logaritmik
ilişkiyi nasıl tanımladığını, çağdaş psikologların öğrenim
olgularını anlamak için enformasyon teorisinden nasıl ya
rarlandıklarım bilmek, bilgi tarihi açısından hiç kuşkusuz
ilginçtir. Fakat ortaya konulan sorunların spesifikliğine
rağmen, matematikle olan ilişkinin (matematikselleştirme
nin olabilirliği veya tüm biçimselleştirme gayretlerine di
renç), insan bilimlerinin kendilerine özgü pozitifliklerinin
kurucu unsuru olması pek olası değildir. Ve bunun iki ne
deni vardır: çünkü bu sorunlara esas olarak birçok diğer
disiplinle (biyoloji, genetik gibi) ortak olarak sahiptirler
(tamamen özdeş bir şekilde olmasa bile) ve özellikle de
çünkü, arkeolojik çözümleme, insan bilimlerinin tarihsel
İnsan Bilimleri
487
apriorisinin içinde, yeni bir matematik biçim veya matema
tiğin insani alandaki bir ilerlemesinden çok mathesis'in bir
cins geri çekilmesine ve hayat, dil ve emek gibi ampirik ör
gütlenmelerin, mümkün en küçük farklılıkların çizgisel
düzenine nazaran serbest kalmalarına tanık olmuştur. İn
sanın ortaya çıkışı ve insan bilimlerinin kurulması (bir ta
san biçiminde bile olsa), bu anlamda, bir cins "matematik
sizleşme" ile bağlantılı olacaktır. Hiç kuşkusuz, bütünü iti
bariyle mathesis olarak kavranmış olan bir bilginin bu çö
zülüşünün matematiğin bir geri çekilmesi olmadığı, çünkü
bu bilginin hiçbir zaman (astronomi ve fiziğin bazı nokta
larındaki durum hariç) fiili bir matematikselleştirmeye yö
nelmediği söylenecektir; bu bilgi ortadan kaybolarak, do
ğayı ve tüm ampiriklikler alanını matematiğin her ân sınır
lı ve denetimli bir uygulanışı için serbest bırakıyordu; ma
tematik fiziğin ilk büyük ilerlemeleri, olasılık hesaplarının
kitlesel olan ilk uygulamaları, nicelleştirilmeyen düzenle
rin genel bir bilimin kurulmasından vazgeçilmesinin he
men arkasında ortaya çıkmamışlar mıdır? Nitekim, bir
mathesis'ten vazgeçilmesinin (en azından geçici olarak),
bazı bilgi alanlarında nitelik engelinin kaldırılmasına ve
matematik aletinin henüz girmediği alana uygulanmasına
izin verdiğini inkâr etmek mümkün değildir. Fakat, fizik
alanda mathesis tasarısının çözülmesinin, matematiğin ye
ni uygulamalarının keşfiyle bir ve aynı şey olmasına karşı
lık, durum bütün alanlarda böyle olmamıştır: örneğin bi
yoloji, niteliksel düzenler bilimlerinin dışında, olgular ile
işlevler arasındaki ilişkilerin çözümlenmesi, yapıların ve
dengelerin incelenmesi, bireylerin ve cinslerin tarihi içinde
bunların oluşum ve gelişimlerinin araştırılması olarak ku
rulmuştur; bütün bunlar biyolojinin matematik kullanma
sını ve bu kullanımın eskisinden daha büyük ölçekte olma
sını engellememiştir. Fakat, biyoloji özerkliğini matema
488
Kelimeler ve Şeyler
tikle olan ilişkisi içinde kazanmamış, pozitifliğini bu ilişki
içinde tammlamamıştır. İnsan bilimleri için de aynı durum
söz konusu olmuştur: insana kendini bilgi nesnesi olarak
kurma olanağını veren matematiğin ilerlemesi değil de,
mathesis'in geri çekilmesi olmuştur; bu yeni alanın ortaya
çıkışma dışarıdan hükmeden, emeğin, hayatın ve dilin
kendi kendilerini kapsar hale gelmeleridir; ve bu ampiri
kaşkın varlığın, düşünce dokusu düşünülmemişle sonsuza
kadar karışmış olan bu varlığın, ona geri dönüşün dolay
sızlığı içinde vaat edilmiş olan bir kökenden hep ayrı olan
bu varlığın ortaya çıkışı, insan bilimlerine kendine özgü
edasını sağlamaktadır. Diğer disiplinlerde olduğu gibi, bu
rada da matematiğin uygulanması gene de, XIX. yüzyılda
Batı düşüncesinde meydana gelen bütün değişimler tara
fından kolaylaştırılmış (ve giderek artan bir şekilde) olabi
lir. Fakat insan bilimlerinin en kökten tasarılarının, olası
lık hesabının siyasal kanaat olgularına uygulanmaya ve
duygulann artan yoğunluğunu ölçmek için logaritmadan
yararlanmaya kalkışıldığı gün tanımlandığını ve bu bilim
lerin pozitif tarihinin de gene aynı gün başladığını hayal et
mek, bir yüzey karşı etkisini temel olay olarak kabul etmek
olacaktır.
||||
Başka terimlerle söylenilmesi halinde, insan bilimleri
ne kendine özgü mekânı açan ve kitle oluşturdukları hac
mi sağlayan üç boyutun içinde, matematiğinki herhalde en
az sorunlu olanıdır, her halü kârda en açık, en sakin ve bir
bakıma en şeffaf ilişkileri onunla sürdürmektedirler: öte
yandan, matematiğe şu veya bu biçim altında başvurulma
sı, insan hakkındaki pozitif bilgiye, bilimsel bir üslup, bir
meşruluk atfetmenin en basit biçimi olmuştur. Buna karşı
lık, en temelli güçlükler (insan bilimlerinin özleri itibariy
le ne olduklarını en iyi tanımlayanlar), bilginin diğer iki
boyutunun tarafında yer almaktadırlar: sonluluk analitiği
tnsan Bilimleri
439
nin sergilendiği boyut ve nesne olarak dili, hayatı ve eme
ği alan ampirik bilimlerin onun boyunca dağıldıkları bo
yut.
Nitekim insan bilimleri, insana yaşaması, konuşması,
üretmesi ölçüsünde yönelmektedirler. Çünkü insan canlı
varlık olarak gelişmekte, ihtiyaçlarını ve işlevlerini bul
makta, hareketli koordinatlarını birbirlerine kendi içinde
bağladığı bir mekânın açıldığını görmektedir; bedensel
varoluşu onu genel olarak, canlıyla her bir yandan çakıştır
maktadır; aletler ve nesneler üreterek, ihtiyaç duyduğu
şeyleri mübadele ederek* tüketebileceği şeylerin onun bo
yunca yol aldığı ve kendinin de burada bir menzil olarak
tanımlandığı koskoca bir dolaşım şebekesi örgütleyerek,
kendi varoluşu içinde diğerleriyle dolaysız bir şekilde iç içe
girmiş olarak gözükmektedir; nihayet çünkü bir dili vardır,
kendine koskoca bir simgesel evren kurabilir ve bunun
içinde geçmişiyle, şeylerle, başkalarıyla ilişki halinde olabi
lir, gene bu evrenden hareketle bilgi gibi bir şey kurabilir
(özellikle, kendiliğinden sahip olduğu ve insan bilimleri
nin mümkün biçimlerinden birini meydana getirdikleri şu
bilgi). Öyleyse, insan bilimlerinin yerini, hayatın, emeğin
ve diün söz konusu olduğu bütün şu bilimlerin yakınında,
sınırında ve bütün uzantısı boyunca saptamak mümkün
dür. Bu bilimler tam da, insanın kendini ilk kez pozitif bir
bilginin olabilirliğine sunduğu dönemde oluşmuş değiller
midir? Ancak, ne biyoloji, ne iktisat, ne de filoloji insan bi
limlerinin ne ilkleri, ne de en başatları olarak alınmalıdır.
İnsandan başka canlılara da yönelik olarak biyoloji için bu
zahmetsizce kabul edilmektedir; aynı şeyi, sadece insanla
ve faaliyetleriyle uğraşan iktisat veya filoloji için kabul et
mek daha zordur. Fakat, insan biyolojisi veya fizyolojisi
nin, dilin kortikal merkezlerinin anatomisinin neden hiç
bir şekilde insan bilimi olarak kabul edilemeyecekleri so
490
Kelimeler ve Şeyler
rulmamaktadır. Bunun nedeni, insan bilimlerinin nesnesi
nin kendini hiçbir zaman biyolojik bir işleyişin varoluş tar
zı içinde (ne de insandaki bir uzantısı olarak, özel halinde)
sunmamasıdır; daha çok bunun tersi geçerlidir, eylem ve
sonuçların değil de, bu işleyişin kendine özgü varlığının
durakladığı yerde başlamaktadır doğru veya yanlış, açık
veya kapalı, tamamen bilinçli veya bazı uykuların derinlik
lerinde, doğrudan veya dolaylı olarak gözlenebilir, insanın
kendi kendine telaffuz ettiğinin içinde gözlenebilir veya
ancak dıştan teşhis edilebilir temsillerin serbest kaldıkları
yerde; dilin çeşitli bütünleşme merkezleri (işitsel, görsel,
motor) arasındaki intrakortikal bağlantıların araştırılması
insan bilimlerine ait değildir; ama bu bilimler şu kelimeler
mekânı, onların anlamlarının mevcudiyeti veya unutulma
sı, söylenilmek istenenle bu hedefin içinde yer aldığı ek
lemleşme arasındaki açıklık sorguya çekilir çekilmez, işle
yiş alanlarım bulacaklardır (özne herhalde bu alanların bi
lincine varmamıştır, ama eğer bu aynı özne temsillere sahip
olmasaydı, onlara tahsis edilecek hiçbir varoluş tarzı ol
mazdı).
Daha genel olarak, insan, insan bilimleri için, kendine
özgü bir biçimi (oldukça özel bir fizyoloji ve hemen hemen
benzersiz bir özerklik) olan bir canlı değil de tamamen ait
olduğu ve tüm varlığı boyunca onun tarafından kat edildi
ği bir hayatın içinde, sayelerinde yaşadığı ve onlardan iti
baren şu hayatı kendine temsil etme konusundaki garip
kapasiteye sahip olan canlıdır. Aynı şekilde, insan istediği
kadar yeryüzünün tek çalışan canlısı değilse bile, en azın
dan üretimi, dağıtımı, tüketimi çok önemli hale getirmiş ve
çok farklı ve çeşitlenmiş biçimlere sokmuş olan cins olsa
da, iktisat bu yüzden bir insan bilimi değildir. Herhalde ik
tisatın, aslında genelde, üretim mekanizmalarına içkin
olan yasaları (sermaye birikimi veya ücret haddi ile maliyet
insan Bilimim
491
arasındaki ilişki gibi) tanımlayabilmek için, insan davra
nışlarına ve iktisadı kuran bir temsile (faiz, en yüksek kâr
arayışı, tasarruf eğilimi) başvurduğu söylenecektir, ama ik
tisat bunu yaparken, temsilleri bir işleyişin (nitekim, açık
bir insan faaliyetinden geçer) talepleri olarak kullanmakta
dır; buna karşılık, bir insan bilimi ancak, bireylerin veya
grupların üretim ve mübadele içindeki muhataplarını ken
dilerine temsil etme tarzlarına, bu işleyişi aydınlattıkları,
bilemedikleri veya maskeledikleri tarza ve burada işgal et
tikleri yere, bu işleyişin içinde meydana geldiği toplumu
kendilerin temsil etme tarzlarına, kendilerini bu toplumla
bütünleşmiş, bağımlı, tabi veya özgür veyahut ondan so
yutlanmış hissetme biçimlerine yönelmesi halinde var ola
bilecektir, insan bilimlerinin nesnesi, dünyanm şafağından
veya altın çağın ilk çığlığından itibaren kendini çalışmaya
adamış olan varlık değil de, bütün varoluşuna onların ara
cılığıyla hükmedilen üretim biçimlerinin içinden, ihtiyaç
larının, bu ihtiyaçlarını onun sayesinde, onunla birlikte ve
ya ona karşı gizlediği toplumun temsilini oluşturan şu var
lıktır; öylesine ki, iktisatın temsilini sonunda kendine bu
noktadan itibaren sunabilmektedir. Dil için de aynı durum
söz konusudur: insanın dünyanın tek konuşan varlığı ol
masına rağmen, fonetik değişimleri, dillerin akrabalığını,
semantik kaymaların yasasını bilmek hiç de insan bilimi
yapmak değildir; buna karşılık, bireylerin veya grupların
kelimeleri kendilerine teslim etme, bu kelimelerin biçimle
ri ve anlamlarını kullanma, hakiki söylemler oluşturma,
belki de kendilerine rağmen düşündüklerini, söyledikleri
ni bu söylemlerde gösterme ve saklama, her halü kârda bu
düşüncelerden, şifreleri çözülmesi ve temsili canlılıklarına
olabildiğince iade edilmesi gereken bir sözel izler kitlesi bı
rakma biçimlerinin tanımlanması söz konusu olduğunda,
hemen insan bilimlerinden söz etmek mümkün hale gel
492
Kelimeler ve Şeyler
mektedir. Demek ki, insan bilimlerinin nesnesi dil (ancak
gene de yalnızca insanlar tarafından konuşulmaktadır) de
ğil de, konuşurken kendini çevreleyen dilin içinden, keli
melerin anlamını veya telaffuz ettiği cümleleri kendine
temsil eden ve kendini sonunda, bizzat dilin temsiline tes
lim eden şu varlıktır.
İnsan bilimlerinin, insanm doğası gereği olduğu şeyin
çözümlenmesi değil de insanın pozitifliği içinde olduğu
şeyle(canlı, çalışan, konuşan varlık) bu aynı varlığa haya
tın ne olduğunu, çalışmanın özünün ve yasalannm neler
olduğunu ve hangi biçimde konuşabildiğini bilme (veya
bilmenin peşinden koşma) olanağı veren şeyin arasında ya
yılan çözümlemedir. Öyleyse insan bilimleri, biyoloji, ikti
sat ve filolojiyi, onlara bizatihi insanın varoluşu içinde ola
bilirlik vereni ayıran (ama birleştirerek) şu mesafeyi işgal
etmektedir. Öyleyse insan bilimlerini biyolojik mekaniz
maların insan cinsinin, onun karmaşık organizmasının,
davranışının ve bilincinin içindeki içselleşmiş uzantısı ha
line getirmek hata olacaktır; iktisat ve dil bilimlerini insan
bilimlerinin içine yerleştirmek de daha az hata olmayacak
tır (bu iki bilimin insan bilimlerine indirgenemezliği, saf
bir iktisat ve saf bir lengüistik oluşturma gayreti tarafından
dışa vurulmuştur). Fiili durumda insan bilimleri, bu bilim
lerin yönünü insanın öznelliğine doğru bükerken onlan iç
selleştirdiğinden daha büyük bir ölçekte, bu bilimlerin
içinde değildir; insan bilimleri bu bilimleri temsil boyutun
da yeniden ele alıyorlarsa da, bunu daha çok onlan dış ka
natlarında yeniden kavrayarak, onlan kendi ışık geçirmez
likleri içinde bırakarak, bunlan soyutladıklan mekanizma
ve işleyişleri şeyler olarak kabul ederek, onlan oldukları
şey olarak değil de, temsil mekânı açıldığında olmaktan
çıktıklan şey olarak sorgulayarak yapmaktadırlar; ve bura
dan itibaren, onlann ne olduklannın bir temsilinin nasıl
doğabileceğini ve sergilenebileceğini göstermektedirler.
İnsan Bilimleri
493
Hayat, emek ve dil bilimleri, insanın tanıdığı bu şeylerle
kendi varlığında nasıl uğraşabileceğini ve onun varoluş tar
zını pozitiflik içinde belirleyen bu şeyleri nasıl tanıyabile
ceğini gösteren bu sonluluk analitiği cephesine doğru ses
sizce götürmektedirler. Fakat, analitiğin içselliğin içinde
veya en azından, sonluluğunu yalnızca kendi kendine
borçlu olan bir varlığa derin mensubiyetin içinde talep et
tiği şeyi, insan bilimleri, bilginin dışsallığınm içinde geliş
tirmektedirler. İşte bu nedenden ötürü, insan bilimlerinin
kendilerine özgü yanlan, belli bir içeriğin (insani varlığın
meydana getirdiği şu emsalsiz nesne) hedeflenmesinden
daha çok, tamamen biçimsel bir karakterdir: insan bilim
lerinin, insanın nesne olarak verili olduğu (iktisat ve filo
loji için tamamen veya biyoloji için kısmen nesne) bilimle
re nazaran bir ikizlenme konumunda olmaları ve bu ikiz
tenmenin afortiori kendileri için de geçerli olabilmesi gibi
basit bir olgu.
Bu konum, iki düzeyde hassas kılınmıştır: insan bilim
leri, insanın hayatını, emeğini ve dilini, kendilerini sunabi
lecekleri en büyük şeffaflığın içinde değil de, hal ve gidiş
lerin, tavırların, tutumların, çoktan yapılmış jestlerin, çok
tan söylenmiş veya yazılmış cümlelerin bu tabakasının
içinde incelemektedirler; hayat, emek ve dil bu tabakanın
içinde, ilkönce hareket edenlere, kendilerini yönetenlere,
mübadele edenlere, çalışanlara ve konuşanlara sunulmuş
tur; başka bir düzeyde (hep aynı biçimsel özellik söz konu
sudur, ama en uç ve en ender noktasına kadar geliştirilmiş
tir) bazı bireyler veya toplumlar için hayata, üretime ve di
le ilişkin spekülatif bir bilginin limitte bir biyolojinin, bir
iktisatın ve bir filolojinin olması olgusunun insan bilim
lerinin üslubu içinde (psikolojinin, sosyolojinin, kültür ta
rihinin veya fikir veya bilim tarihinin üslûbu içinde) ince
lemek her zaman mümkündür. Burada söz konusu olan,
hiç kuşkusuz yalnızca, nadiren icra edilen ve ampiriklikler
494
Kelimeler ve peyler
düzeyinde herhalde büyük bir zenginlik sunmaya yatkın
olmayan bir olabilirliğin işaretidir, fakat muhtemel mesafe,
insan bilimlerine bizatihi geldikleri yere nazaran verilmiş
olan geri çekilme mekânı olarak var olması olgusu, aynı za
manda bu işleyişin insan bilimlerine de uygulanabilir ol
ması olgusu (insan bilimlerinin insan bilimlerini, psikolo
jinin psikolojisini, sosyolojinin sosyolojisini vb. yapmak
ter zaman mümkündür), bunların eşi olmayan dış biçim
lerini göstermeye yetmektedirler. Demek ki insan bilimle
ri, biyolojiye, iktisata, dil bilimlerine nazaran bir kesinlik
veya güç eksikliği içinde değillerdir; ikizlenme bilimleri
olarak daha çok "metaepistemolojik" bir konumdadırlar.
Belki de örnek iyi seçilmemiş olabilir çünkü bir meta
dil'den, ancak bir ilk dilin yorumlanmasının kurallarını ta
nımlamak söz konusu olduğunda bahsedilmektedir. İnsan
bilimleri burada, dil, emek ve hayat bilimlerini üüzledikle
rinde, kendilerini en ince uç noktalarında ikizlendirdikle
rinde, biçimselleştirilmiş bir söylem kurmayı hedeflemek
tedirler bunun tersine, nesne olarak aldıkları insanı sonlu
luk, görecelik, perspektif tarafına gömmektedirler zama
nın sonsuz erozyonunun tarafına. Belki de onların konu
muna ilişkin olarak "ana" veya "hipoepistemolojik" demek
gerekecektir; eğer bu ikinci önek içerebileceği küçültücü
anlamlardan anndınlacak olursa, şeyleri herhalde daha iyi
Delinecektir: hemen bütün insan bilimlerinin bıraktıkları,
aşılamaz nitelikteki bulanıklık, kesin olmama, belirgin ol
mama izleniminin, onlann pozitiflikleri içinde tanımlan
malarına izin veren şeyin yüzey etkisinden ibaret olduğu
nu anlamamıza olanak verecektir.
III. ÜÇ MODEL
Bir ilk yaklaşım olarak, insan bilimleri alanının üç "bilim"
/nsan Bilimleri
495
tarafından veya daha doğrusu, her biri kendi içinde altbö
lümlere ayrılmış ve hepsi de birbiriyle kesişen üç epistemo
lojik bölge tarafından açılmış olduğu söylenebilir, bu böl
geler, genel insan bilimlerinin biyoloji, iktisat ve filolojiyle
olan ûçlû ilişkisi tarafından tanımlanmışlardır. Bu şekilde,
"psikolojik bölge"nin, yani canlı varlığın işlevlerinin, sınir
selmotor şemalarının, ama aynı zamanda onları kesintiye
uğratan ve sınırlandıran belirsizliğin içinde bulduğu, tem
silin olabilirliğine açıldığı kabul edilebilir; aynı şekilde,
"sosyolojik bölge" yerini çalışan, üreten ve tüketen bireyin,
toplumun temsilini kendine sunduğu noktada, aralarında
dağıldığı grupların ve bireylerin faaliyetlerinin onu destek
leyen veya köstekleyen emirlerin, yaptırımların, ayinlerin,
bayramların ve inançların icra edildiği noktada, nihayet,
bir dilin yasa ve biçimlerinin hüküm sürdükleri, ama aynı
zamanda kendi kendilerinin kenarında durarak, insana
temsillerinin işleyişini buradan geçirme olanağı verdikleri
noktada bulmaktadır; edebiyatların ve efsanelerin incelen
mesi, bütün sözel dışa vurumlarm ve bütün yazılı belgele
rin çözümlenmesi, kısacası bir bireyin veya bir kültürün
kendiliklerinden bırakabilecekleri sözel izlerin çözümlen
mesi burada doğmaktadır. Bu dağılım henüz çok üstünkö
rü olmakla birlikte, herhalde çok yanlış değildir. Ancak,
gene de, iki başat sorunu olduğu haliyle bırakmaktadır:
bunlardan biri insan bilimlerine özgü pozitiflik biçimine
(insan bilimlerinin çevrelerinde düzenlendikleri kavram
lar, atıfta bulunduktan ve kendilerini onun aracılığıyla bil
gi olarak oluşturmaya çalıştıkları rasyonellik tipi) ilişkin
dir; diğeri ise, onları temsille olan ilişkilerine (ve bu para
doksal olgu, temsil olan bu noktada ve yalnızca bu nokta
da yer alarak, mekanizmalara, biçimlere, bilinçsiz süreçle
re, her halü kârda bunlann hitap ettikleri bilincin dış sınır
larına) ilişkindin
496
Kelimeler ve Şeyler
İnsan bilimleri alanında spesifik bir pozitiflik aranma
sının hangi tartışmalara yol açtığı fazlasıyla iyi bilinmekte
dir: oluşumsal ya da yapısal çözümleme; açıklama ya da
anlama, "alfa başvurma ya da okuma düzeyindeki şifre
çözmenin sürdürülmesi Gerçeği söylemek gerekirse, bü
tün bu teorik tartışmalar, tüm insan bilimleri tarihi boyun
ca, bunlann insanla, son derece karmaşık bir nesneyle (o
kadar karışık ki, onun doğrultusunda henüz tek olan bir
giriş bulunanamamıştır veya sırasıyla birçok girişi kullan
mak gerekmiştir) uğraştığı için doğmamış ve sürdürülme
miştir. Fiili durumda bu tartışmalar, ancak insan bilimleri
nin pozitifliğinin, aynı anda üç farklı modelin aktarımına
yaslanabilmesi olgusunda var olabilmişlerdir. Bu aktarım,
insan bilimleri için marjinal bir olgu (bir cins destek yapı
sı, dış bir anlaşılabilirliğin dolambacı, daha önce oluşmuş
bilimler cephesinden gelen teyit) değildir; bu bilimlerin ta
rihinin sınırlı bir olayı da (kavram ve yasaların, kendilikle
rinden saptayamayacak kadar genç olduktan bir dönemde
ki oluşum bunalımı) değildir. Epistemolojik mekânda, bu
bilimlerin kendilerine özgü düzenlerine silinmez bir şekil
de bağlı olan bir olgu söz konusudur. Nitekim, insan bilim
leri tarafından kullanılan iki cins modeli birbirinden ayır
mak gerekir (biçimselleştirme modellerini bir yana bıraka
rak). Bir yandan, bilginin başka bir alanından itibaren taşı
nan ve bu durumda bütün işlemsel etkinliğini kaybettiği
için, artık yalnıca bir imge rolü oynayan (XIX. yüzyıl sos
yolojisindeki organisist eğretilemeler; Janet'deki enerjetik
eğreltilemeler; Levvin'deki geometrik ve dinamik eğreltile
meler) kavramlar olmuştur (ve bunlar hâlâ sıklıkla var
olmaktadırlar). Fakat aynı zamanda, insan bilimleri için bi
çimselleştirme teknikleri veya süreçleri en az maliyetle ha
yal etmenin basit yöntemleri olmayan kurucu yöntemler
de vardır; bu yöntemler, mümkün bir bilgi açısından bir o
İnsan Bilimleri
497
kadar "nesne"ymiş gibi olan olgu bütünlerini oluşturmaya
izin vermektedirler; bunlar, nesnelerin ampiriklikler için
deki bağlannı sağlamakta, ama onlan deneye birbirlerine
zaten bağlanmış olarak sunmaktadır. İnsan bilimlerinin
kendine özgü bilgisinin içinde, "kategoriler1' rolü oyna
maktadır.
Bu üç kurucu model, biyoloji, iktisat ve dil inceleme
sinin meydana getirdikleri üç alandan alınmıştır. însan iş
levleri olan uyanlar alan (fizyolojik, ama aynı zamanda
toplumsal, insanlar arası, kültürel)— bunlara karşılık veren,
uyum sağlayan, evrilen, ortamın taleplerine boyun eğen,
dayattığı değişimler sayesinde bileşimler yapan, dengesiz
likleri yok etmeye uğraşan, kurallılıklara göre hareket
eden, sonuç olarak varoluş koşullarına ve ona işlevlerini
yerine getirme olanağı veren ortalama ayarlama ölçüleri 'nin
olabilirliğine sahip olan bir varlık olarak, biyolojinin izdü
şüm yüzeyinde ortaya çıkmıştır. İnsan, iktisatm izdüşüm
yüzeyinde, ihtiyaçları ve arzulan olan, bunlan tatmin çare
lerini arayan, öyleyse çıkarları bulunan, kâr hedefleyen,
başka insanlarla zıtlaşan bir varlık olarak ortaya çıkmakta
dır; kısacası indirgenemez bir çatışma konumunda ortaya
çıkmaktadır; bu çatışmalardan sıynlmakta, kaçmakta veya
onlara egemen olmayı, çelişkiyi yumuşatan bir çözüm bul
mayı en azından bir düzeyde ve bir zaman için başar
maktadır, aynı ânda hem çatışmanın sınırlandmlması hem
de yeniden alevlendirilmesi olan bir kurallar bütünü ihdas
etmektedir. Son olarak da, dilin izdüşüm yüzeyinde, insa
nın tavırlan bir şeyler söylemek istiyorlarmış gibi gözük
mektedirler; insanın en küçük jestleri en gayri iradi meka
nizmalarına ve başansızlıklanna varana kadar, bir anlam
taşımaktadırlar; ve çevresinde nesne, ayin, alışkanlık, söy
lem olarak bıraktığı her şey, arkasında bıraktığı bütün izler,
onun için tutarlı bir bütün ve işaretler sistemi meydana ge
498
Kelimeler ve Şeyler
tirmektedirler. Böylece işlev ile ölçüt, çatışma ile kural, an
lam ve sistem tarafından meydana getirilen üç çift, insan
bilgisinin tüm alanını hiçbir tortu bırakmaksızın kapsa
maktadır.
Ancak, bu kavram çiftlerinin her birinin, ortaya çıka
bildiği izdüşüm yüzeyinde lokalize bir durumda kaldığını
düşünmemek gerekir: işlev ve ölçüt psikolojik terimler ve
yalnızca psikoloik terimler değillerdir; çatışma ve kural,
yalnızca sosyoloji alanıyla sınırlı bir uygulamaya sahip de
ğillerdir, anlam ve sistem yalnızca, dille az çok akrabalığı
olan olgular için geçerli değillerdir. Bütün bu kavramlar,
insan bilimlerinin ortak kitabının içinde yeniden ele alın
maktadır, bu kitabın kapsadığı bölgelerin her birinde ge
çerlidir; yalnızca nesnelerin arasındaki değil, aynı zaman
da psikolojiye, sosyolojiye, edebiyat ve efsane çözümleme
sine özgü yöntemler arasındaki sınırları saptamanın çoğu
zaman güç olması buradan kaynaklanmaktadır. Fakat, psi
kolojinin gene de temel olarak, işlevler ve ölçütler (ikincil
bir şekilde olmak üzere, çatışmalar ve anlamlardan, kural
lar ve sistemlerden itibaren yorumlanabilen işlevler ve öl
çütler) terimleri içinde bir insan incelemesi olduğu, sosyo
lojinin temel olarak, kurallar ve çatışmalar terimleri içinde
bir insan incelemesi olduğu (fakat bunlan ikincil olarak, ya
sanki kendilerine organik olarak bağlı bireylermiş gibi iş
levlerden ya da sanki yazılı veya konuşulan metinlermiş gi
bi anlam sistemlerinden itibaren yorumlamak mümkün
dür); son olarak da, edebiyatların ve efsanelerin incelen
mesi, esas olarak bir anlam va anlam veren sistemlerin çö
zümlenmesine mensuptur, fakat bunun işlevsel tutarlık ve
ya çatışmalar ve kurallar terimleri içinde de ele alınabilece
ği iyi bilinmektedir. İşte bütün insan bilimleri bu şekilde
kesişmekte ve birbirlerini her zaman yorumlayabilmekte
dirler ve bunun sınırları silinse de, aracı ve karma disiplin
insan Bilimleri
499
ler sonsuza kadar çoğalsa da, her birinin kendine özgü nes
nesi sonunda yok olsa da, yapabilmektedirler. Fakat, çö
zümlemenin ve uygulandığı alanın doğası her ne olursa ol
sun, psikoloji, sosyoloji veya dil çözümlemesi düzeyinde
neyin bulunduğunun biçimsel bir kıstası vardır: bu, temel
modelin seçimi ve edebiyat ve efsane incelemesinde hangi
ânda "psikoloji yapıldığı"mn veya "sosyoloji yapıldığının
psikolojide hangi anda metin çözümlemesi veya sosyolojik
çözümleme yapıldığının bilinmesine izin veren ikincil mo
dellerin konumlarıdır. Fakat, modellerin bu üst üste bindi
rilmesi bir yöntem hatası değildir. Hata ancak, modellerin
düzene sokulmaması ve birbirleriyle açık bir şekilde ek
lemleştirilmemesi halinde vardır. HindAvrupa mitolojile
rinin incelenmesinin, sosyolojik modelin, bir anlam veren
ler ve anlamlar çözümlemesi tabanı üzerinde kullanılması
yoluyla nasıl hayranlık verici bir kesinlik içinde yürütüle
bildiği bilinmektedir. Buna karşılık, "klinik" denilen bir
psikoloji kurma konusundaki hep vasat girişimin, hangi
senkrotik yavanlıklara ulaştığı da bilinmektedir.
Kurucu modellerin bu kesişmesi ister temellendiriimiş
ve egemen olunmuş olsun, isterse karışıklık içinde gerçek
leşsin, her seferinde bir süre önce anılmış olan yöntem tar
tışmalarını açıklamaktadır. Bunlar, kökenlerini ve meşru
luklarını, insanın kendine özgü karakteri olacak olan, ba
zen çelişkili bir karmaşıklığın içinde değli de modellerin
her birini diğer ikisine göre tanımlamaya olanak veren zıt
laşma oyunu içinde bulmaktadırlar. Oluşumla yapıyı zıt
laştırmak, işlevle (gelişimi, tedricen çeşitlenen işlemleri,
kazanılmış ve zaman içinde dengelenmiş uyarlanmaları iti
bariyle) çatışma ile kuralın, anlamla sistemin eşanlılığınm
zıtlaştmlmasıdır; "alttan" çözümleme ile nesnesinin düze
yinde kalanını zıtlaştırmak, çatışma ile (ilk, arkaik, insanın
başat ihtiyacının içinde yer alan veri olarak), kendilerin öz
500
Kelimeler ve Şeyler
gü tamamlanışları içinde sergilenen işlev ve anlamla zıtlaş
tırılmasıdır; anlamayla açıklamayı zıtlaştırmak, bir anla
mın şifresinin anlam veren bir sistemden İtibaren çözülme
sine izin veren teknikle, bir çatışmayı sonuçlarıyla birlikte
fark etmeye veya bir işlevin organlarıyla birlikte alabilece
ği veya maruz kalabileceği biçimleri ve biçim bozulmaları
nı fark etmeye izin veren tekniklerle zıtlaştırmaktır. Ama
daha da ileri gitmek gerekmektedir. İnsan bilimlerinde, sü
reksizlik bakış açısının (doğa ile kültür arasındaki eşik, her
toplum veya her birey tarafından bulunmuş olan dengele
rin veya çözümlerin değerlerine indirgenemezliği, aracı bi
çimlerin yokluğu, zaman veya mekân içinde verili bir con
tinuum'un yokluğu) süreklilik bakış açısıyla zıtlaşmaktadır.
Bu zıtlaşmanın varlığı, açıklamasını modellerin çift kutup
lu olma karakterinde bulmaktadır: süreklilik tarzındaki çö
zümleme, işlevlerin dairniliğine (hayatın dibinden itibaren,
birbiri peşi sıra gelen uyarlanmalara izin veren ve bunlann
kök salmalarına olanak veren bir kimlik içinde rastlanan
işlevler), çatışmaların birbirlerine zincirlenmelerine (iste
dikleri kadar farklı biçimlere bürünsünler, dipten gelen gü
rültüleri asla kesilmemektedir), işaret etmelerin dokusuna
(birbirlerini tekrarlarlar ve bir söylemin örtüsü gibi bir şey
oluştururlar) dayamr; süreksizlikler çözümlemesi bunun
tersine, işaret eden (anlam veren) sistemlerin iç tutarlılığı
nı, kural bütünlerinin spesifîkliğini ve bunların düzenlen
mesi gerekene nazaran aldıkları karan, ölçütün işlevsel sa
hnımların üstüne çıkmasını açığa çıkarmaya çalışmaktadır.
İnsan bilimlerinin XIX. yüzyıldan itibarenki tüm tari
hini, herhalde bu üç modelden hareketle yeniden yazmak
mümkündür. Nitekim, bu öç model insan bilimleri tarihi
nin bütün oluşunun üstünü örtmüşlerdir, çünkü onların
ayrıcalıklarının hükmünü bir yüzyıldan daha uzun sûre
den beri izlemek mümkündür: önce biyolojik modelin sal
İnsan Bilimleri
501
tanatı (insan, psikesi, grubu, toplumu, konuştuğu dili, ro
mantik dönemde canlılar gibi ve fiilen yaşadıktan ölçüde
var olmuşlardı; varoluş tarzları organiktir ve bu tarz işlev
terimleri içinde çözümlenmektedir); sonra ekonomik mo
delin saltanatı gelmektedir (insan ve tüm faaliyeti, aynı ân
da hem az veya çok açık dışa vurumu hem de az veya çok
başank ifadesi oldukları çatışmaların yeridirler); son ola
rak da tıpkı Freud'un, Comte ve Marx'tan sonra gelmesi
gibi, fizyolojik modelin (gizli anlamın yorumlanması ve
keşfedilmesi söz konusu olduğunda) ve lengüistik modelin
(anlam veren (işaret eden) sistemin yapılandırılması ve
gün ışığına çıkarılması söz konusu olduğunda) saltanatı
başlamaktadır. Demek ki, geniş çaplı bir rota sapması,
insan bilimlerini canlı modellerden yana yoğun bir biçim
den, dilden alınma modellerden yana daha zengin bir biçi
me yöneltmiştir. Fakat, bu kaymaya bir ikincisi daha eşlik
etmiştin kurucu çiftlerin her birinin birinci terimim (işlev,
çatışma, anlam verme) gerileten ve ikincisinin önemini bir
o kadar yoğunlukla ortaya çıkaranı (ölçüt, kural, sistem):
Goldstein, Mauss, Dumezil, modellerin her birinde meyda
na gelen tersine dönüşü hemen hemen temsil etmektedir
ler. Böylesine bir tersine dönüşün iki tane kayda değer so
nucu olmuştun işlev bakış açısı ölçüt bakış açısına üste
geldiği sürece (işlevin tamamlanışının ölçütten itibaren ve
onu ortaya koyan faaliyetin içinde anlaşılmaya çalışılmadı
ğı sürece), normal işleyişleri normal olmayanlanndan de
facto ayırmak gerekmekteydi; böylece, normal olanının he
men yanında patolojik bir psikoloji kabul edilmekteydi,
ama normalin ters imgesi olarak (Jackson şemasının, Ribot
ve Janet'deki bütünlük bozulması temasının önemi bura
dan kaynaklanmaktadır); aynı zamanda, bir de toplum pa
tolojisi (Durkheim), inançlann irrasyonel ve adeta ölüm
cül biçimleri kabul edilmekteydi (LevyBruhl, Blondel); öte
502
Kelimeler ve Şeyler
yandan, çatışma bakış açısı kural bakış açısına üste geldiği
sûrece, bazı çatışmaları aşmanın mümkün olmadığına, bi
reylerin ve toplumların bunlardan zarar görme tehlikesi ta
şıdıklarına inanılıyordu, son olarak da, anlam verme (işa
ret etme) bakış açısı sistem bakış açısına üste geldiği süre
ce, anlam veren ve anlamı olmayan arasında ayırım yapıl
makta, insan davranışının veya toplumsal mekânın bazı
alanlarında anlam olduğu ve bunun dışındaki yerlerde de
olmadığı kabul edilmekteydi. Öylesine ki, insan bilimleri
kendi sahalarında özsel bir paylaşım uygulamakta, her za
man pozitif bir kutupla negatif bir kutup arasında yayıl
makta her zaman bir başka olma durumunu işaret etmek
teydiler (ve bunu, çözümledikleri sûrekliUkten hareketle
yapmaktaydılar) Bunun tersine çözümleme, ölçüt, kural
ve sistem bakış açısından yapıldığında, her bütün kendine
özgü tutarlılığı ve geçerliği kendiliğinden edinmiştir; bu
durumda, hastalar için bile "hastalıklıhk bilinci "nden, ta
rih tarafından terk edilmiş toplumlar için bile "ilkel zihni
yetler"den, saçma anlatılar, görünüşte hiçbir tutarlığı ol
mayan efsaneler için bile "anlamsız söylevlerden söz et
mek olanaksız hale gelmiştir. Her şey sistem, kural, ve öl
çüt düzeni içinde düşünülebilir. İnsan bilimleri alanı ken
dini çoğullaştınrken çünkü sistemler soyutlanmış du
rumdadırlar, çünkü kurallar kapalı sistemler oluşturmak
tadırlar, çünkü ölçütler kendilerini özerklikleri içinde koy
maktadırlar birleşmiş hale gelmiştir, bu sayede, bir değer
ler dikotomasine göre bölünmekten kurtulmuştur. Ve eğer
Freud'ün insan bilgisini herkesten daha fazla olmak üzere,
bu bilginin filolojik ve lengüistik modeline yaklaştırdığı,
ama aynı zamanda pozitif ile negatif arasındaki ayırımı or
tadan kaldırmaya etkin bir şekilde girişen ilk kişi olduğu
(normalpatolojik, anlaşılabiliraktarılamaz, anlamlıan
lamsız ayırımım) düşünülecek olursa, onun işlev, çatışma
İnsan Bilimleri
503
ve anlam terimleri içindeki bir çözümlemeden, ölçü, kural
ve sistem terimleri içindeki bir çözümlemeye geçişi nasıl
haber verdiği anlaşılır: ve böylece, Batı kültürünün kendi
ne onun içinden belli bir insan imgesi vermiş olduğu bü
tün bu bilgi Freud'ün eserinin etrafında dönmekte, ama bu
yüzden temel düzeninin dışına çıkmış da olmaktadır. Fa
kat, psikanalizin en belirgin önemi de zaten burada değil
midir —bunu ilerde göreceğiz?
Ölçüt, kural ve sistem bakış açısına bu geçiş, bizi her
halü kârda, boşlukta bırakılmış olan bir soruna yaklaştır
maktadır: temsilin insan bilimleri içindeki rolüne ilişkin
olan sorun. İnsan bilimlerini (biyoloji, iktisat, filolojiyle
zıtlaştırmak üzere) temsil mekânının içine kapatmak, daha
şimdiden çok tartışmalı olarak gözükebilir; daha şimdiden,
bir işlevin açık bir bilincin momentinden geçmeden icra
edilebileceğini, bir çatışmanın sonuçlannı geliştirebileceği
ni, bir anlam vermenin anlaşılabilirliğini dayatabileceğini
kabul etmek gerekmez mi? Ve şimdi, ölçütün belirlediği iş
leve nazaran kendine özgü yanının, kuralın hükmettiği, ça
tışmaya nazaran kendine özgü yanının, sistemin mümkün
kıldığı anlam vermeye nazaran kendine özgü yanının, tam
da bilince teslim olmamış olduğunu kabul etmek gerekmez
mi? Daha önceden soyutlanmış olan iki tarihsel değişim
haddine bir üçüncüsünü eklemek ve insan bilimlerinin
XIX. yüzyıldan beri, temsilin makamının boşlukta tutuldu
ğu şu bilinçsizlik bölgesine yaklaşmaya hiç ara vermedik
lerini söylemek gerekmez mi? Fiili olarak, temsil bilinç de
ğildir ve bilince asla öyle olarak sunulmayan unsurların ve
ya örgütlerin gün ışığına çıkartılması, insan bilimlerinin
temsilden kaçmasına neden olmaktadır. Nitekim, anlam
verme kavramının rolü, açık bir söylem söz konusu olma
sa bile ve hatta bir bilinç için sergilenmese bile, dil gibi bir
şeyin nasıl olup da genelde temsile sunulabildiğini göster
504
Kelimeler ve Şeyler
mektedir; sistemin tamamlayıcılık rolü, anlam vermenin
hiçbir zaman birincil ve kendi kendiyle çağdaş değil de,
hep ikincil ve onu önceleyen, onun pozitif kökenini mey
dana getiren ve kendini yavaş yavaş, parçalar halinde ve
profiller biçiminde teslim eden bir sisteme nazaran türev
olarak var olduğunu göstermektedir; bir anlam vermenin
bilincine nazaran, sistem her zaman bilinçsizdir, çünkü on
dan daha önce oradadır, çünkü onun içine yerleşmiştir ve
ondan itibaren icra edilmektedir; ama hep gelecekteki bir
bilincin vaadine yönelik olduğundan, herhalde onun topla
mım hiçbir zaman kavrayamayacaktır. Başka bir ifadeyle,
anlam vermesistem çifti, aynı ânda hem dilin temsil edile
bilirliğini (filoloji ve lengüistik tarafından çözümlenen me
tin veya yapı olarak) hem de kökenin yakın, ama geri çe
kilmiş mevcudiyetini (sonluluk analitiği tarafından, insa
nın varoluş tarzı olarak dışa vurulduğu haliyle) sağlamak
tadır. Aynı şekilde çatışma kavramı, ihtiyacın, arzunun ve
ya çıkarın onları hisseden bilince teslim edilmiş olmasalar
bile, temsil içinde nasıl biçim alabileceklerini göstermekte
dir; ve kavramın, kuralın tersi olan rolü, çatışmanın şidde
tinin, ihtiyacın görünüşte vahşi ısrarının, arzunun yasasız
sonsuzluğunun, aslında nasıl olup da daha önceden bir dü
şünülmemiş tarafından örgütlendiklerini, bu düşünülme
mişin onlara kurallarım hükmetmekle kalmayıp, aynı za
manda onları bir kuraldan itibaren mümkün kıldığını gös
termektedir. Çatışmakurai çifti, ihtiyacın temsil edilebilir
liğini (iktisatm, emek ve üretimin içinde nesnel süreç ola
rak incelediği şu ihtiyacın) ve sonluluk analitiğinin örtüsü
nü kaldırdığı şu düşünülmemiş'in temsil edilebilirliğini
sağlamaktadır. Son olarak da işlev kavramı, hayat yapıları
nın temsile nasıl yer verebildiklerini (bilinçli olmasalar bi
le) göstermek rolüne sahiptir ve ölçüt kavramı da, işlevin
kendi koşullarını ve icra edilmesinin sınırlarım kendi ken
İnsan Bilimleri
505
dine nasıl sağladığını gösterme rolüne sahiptir.
Böylece, bu büyük kategorilerin insan bilimlerinin
tüm alanını nasıl örgütleyebilecekleri anlaşılmaktadır: bu
nun nedeni, bu büyük kategorilerin bu alam bir uçtan di
ğerine kat etmeleri, hayatın, emeğin ve dilin ampirik pozi
tifliklerini (insan, mümkün bir bilgi figürü olarak, onlar
dan itibaren tarihsel olarak ayrı bir varlık kazanmıştır), in
sanın varoluş tarzını karakterize eden (temsilin bilginin ge
nel mekânım tanımlamaya son verdiği ânda kendini oluş
turduğu haliyle) sonluluk biçimlerim uzakta tutması, ama
aynı zamanda bunların ampirik pozitifliklerini birbirlerine
bağlamasıdır. Demek ki bu kategoriler, oldukça büyük bir
genelliğin basit ampirik kavramları değillerdir; bunlar, ha
sanın kendini oradan itibaren mümkün bir bilgiye sunabil
diği şeylerdir; bunlar, insanın bütün olabilirlik alanını kat
etmekte ve onu, onu sınırlandıran iki boyutla sıkı bir şekil
de eklemleştirmektedirler.
Ama hepsi bundan ibaret değildir, insana ilişkin tüm
çağdaş bilginin karakteristiği olan, temsil ile biünç arasın
daki çözülmeyi sağlamaktadırlar. Ampirikliklerin temsile
sunulabilme biçimini (ama bilinçte mevcut olmayan bir bi
çimde: İşlev, çatışma, anlam verme; hayatın, ihtiyacın, di
lin temsil içinde ikizlendikleri, ama bunu tamamen bilinç
siz olabilen bir biçimde yap tıklan tarzdırlar) tanımlamak
tadırlar; öte yandan, temel sonluluğun temsile pozitif ve
ampirik olan, ama saf bilince şeffaf olmayan (ne ölçüt, ne
kural, ne de sistem gündelik deneye sunulmuştur bunlar
gündelik deneyi kat etmekte, kısmi bilinçlere yer vermek
te, ama ancak düşünmeye dayalı bir bilgi tarafından tama
men aydınlatabilmektedirler) bir şekilde sunulabilmesi
nin biçimini tanımlamaktadırlar. Böylece, insan bilimleri
yalnızca temsil edilebilirin unsuru içinde konuşmakta,
ama bunu, sistemlerin, kuralların ve ölçülerin düzenin açı
5Ö6
Kdimtkfve Şeyler
ga çıkartılmaya çalışılması ölçüsünde vurgulu hale gelen
bir bilinçlıbılınçsız boyutta yapmaktadırlar. Her şey, sanki
normal ile patolojik dikotomisi. bilinç ile bilinçsizlik çifte
kutupluluğunun lehine yok olacakmış gibi cereyan etmek
Ûyîeyse, bilinçsizliğin giderek vurguhı hale gelen öne
minin, temsilin önceliğini hiçbir şekilde tehlikeye atmadı
gını unutmamak gerekir. Ancak, bu öncelik önemli bir so
run yaratmaktadır. Şimdi hayaünki. emcğınkı ve dilinkı gi
bi ampirik bilgiler onun yasasından kaçtıktan için, şimdi
insanın varoluş tarzı onun alama dışında tanımlanmaya
çalışıldığı için. temsil eğer insanda meydana gelen ve bu
şekilde çözümlenebılen, ampirik cinsten bir olgu değilse,
acaba nedir? Ve eğer temsil insanda meydana geliyorsa,
onuma bilinç arasında ne fark vardır? Fakat acaba, temsil
insan bilimleri için düpedüz bir nesneden ibaret değildir;
gördüğümüz üzere, bizatihi insan bilimlerinin alanı, ondan
itibaren mümkün hale geldiği fa bilgi biçiminin kaıdesıdır.
Buradan iki sonuç çıkmaktadır Bir tanesi tarihsel nitelikte
d i r bunun anlamı, insan bilimlerinin XIX. yüzyıldan ben,
ampirik bilimlerin tenine ve modern düşüncenin tersine.
Temsilin önceliğini aşamamış olmalarıdır; tıpkı klasik bilgi
nin bütünü gibi, onların içinde barınmakta, ama hiç de on
ların mirasçısı veya devamı olmamaktadırlar, çünkü bilgi
nin buta» dış biçimi değişmiştir ve insan bilimleri, eskiden
enişteme alanında var olmayan bir varlığın insanla birlikte
ortaya çıkması ölçüsünde doğmuşlardır. Ancak, felsefe
yapmak, insanın gündemde olduğu yerde öğren ilebilenleri
düşünce alanına akıtmak için, insan bilimlerinden yarar
ummak istenilen her seferinde, aslındı insanın yerinin ol
madığı XVTIL yüzyıl felsefesinin neden taklit edildiği anla
stlmaktadar; çünkü insan hakkındaki bilginin alanını «nır
İannın ötesine doğru genişletirken, temsilin hüküm sürdü
insan Bilimleri
507
ğü alan da daha ötelere genişletilmekte ve yeniden klasik
tipten bir felsefenin içine yerleşilmiş olunmaktadır. Diğer
sonuç, insan bilimlerinin, temsil olanı incelerken (bilinçli
veya bilinçsiz bir biçimde), olabilirlik koşulları olan şeyi
nesneleri olarak incelemek durumunda kalmalarıdır. De
mek ki, her zaman bir cins aşkın hareketlilik onlara can
vermektedir. Kendilerine karşı hep eleştirel bir tavır için
dedirler. Verilmiş olandan temsile, temsili mümkün kılana,
ama henüz bir temsil olana gitmektedirler öylesine ki. di
ğer bilimler gibi genelleşmek veya belirginleşmekten daha
çok, aralıksız olarak kendilerini aldatmactlıktan kurtarma
ya uğraşmaktadırlar: dolaysız ve denetlenmeyen bir aşikâr
hktan, daha az şeffaf, ama daha başat biçimlere geçmeye
uğraşmaktadırlar. Bu adeta aşkın yol alış, kendini hep sır
ların çözülmesi biçiminde sunmaktadır. Çünkü insan bi
limleri ancak karşı darbeyle sır çözerek genelleşebilmekte
veya bireysel olguları düşünebilecek kadar incelebilmekte
dirler. Her insan biliminin ufkunda, insan bilincini hakiki
koşullarına götürmek, bu bilinci onu doğurtan içerikler ve
biçimlere iade etmek bunlar onda kendilerini saklamakta
dırlar tasarısı vardır; işte bu nedenden ötürü, bilinçsizlik
sorunu olabilirliği, statüsü, varoluş tarzı, onu tanıma ve
açığa çıkarma yolları yalnızca insan bilimlerinin tç bir so
runu olarak ve girişimlerinin rastlantıları boyunca karşılaş
tıkları durumlar olarak kabul edilemez; bu aynı zamanda
onlarla birlikte genişleyen bir sorundur. Bilinçolmayan'ın
örtüsünün açılması halinde tersine döndürülmüş aşkın bir
aş iri yükselme, tüm insan bilimlerinin kurucu unsurudur.
Onları, esas olarak sahip olduktan itibariyle kuşatma
nın yolu herhalde burada bulunacaktır. Her halü kârda,
insan bilimlerinin kendine özgü yanım dışa vuranın, şu in
san denilen ayrıcalıklı ve özellikle bulanık nesne olmadığı
ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, insan bilimlerini kura
508
Kelimeler ve Şeyler
nm ve onlara spesifik bir alan sunanın insan değil de; on
lara yer açan, onları çağıran ve onlan ihdas edenin episte
me'nin genel düzeni olmasıdır —böylece onlara, insanı nes
ne olarak oluşturma olanağı vermektedir. Öyleyse, insa
nın söz konusu olduğu her yerde değil de ölçütlerin, kural
ların, bilme biçimlerinin ve içeriklerinin sırnm ifşa eden
anlam veren bütünlerin, bilinçsizliğe özgü boyut içinde çö
zümlendiği her yerde "insan bilimi'nin olduğu söylene
cektir. Bunun dışındaki herhangi bir durumda "insan bi
limlerinden söz etmek, tamamen dilin kötüye kullanılma
sı olacaktır. Şu veya bu bilginin gerçekten bilimsel olup ol
madığını anlamak ve bunların bilim olmalarının hangi ko
şullara bağımlı olduğunu bilmek için girişilen bütün can
sıkıcı tartışmaların ne kadar boşuna ve yararsız oldukları
anlaşılmaktadır. "İnsan bilimleri", tıpkı kimya veya tıp ve
ya herhangi başka bir bilim gibi modern episteme'ye men
supturlar; veyahut gramerin ve doğal tarihin klasik episte
me'ye mensup olmaları gibi, modern episteme'ye dahildir
ler. Fakat, onların epistemolojik alana dahil olduklarını
söylemek, yalnızca onların pozitifliklerinin köklerini bura
ya saldıkları, varoluş koşullarını burada bulduktan, öyley
se yalnızca yanılsama, sahtebilimsel kuruntular, gerekçe
lerini kanaatler, çıkarlar, inançlar düzeyinden bulan ku
runtular, başkalarının garip "ideolojiler" adını verdikleri
şeylerden ibaret olmadıklarını söylemek demektir. Ama bu
onların bilim oldukları anlamına da gelmemektedir.
Hangisi olursa olsun, her bilimin arkeolojik düzeyde
sorguya çekildiğinde ve pozitifliğinin zemini ortaya çıkar
tılmaya çalışıldığında, hep kendini mümkün kılmış olan
epistemolojik dış biçimi açık ettiği doğruysa da, buna kar
şılık her epistemolojik dış biçim, pozitifliği içinde tama
men belirlenebilir nitelikte olsa bile, gene de bir bilim ol
mayabilir ama bundan ötürü bir sahtekârlık durumuna da
İnsan Bilimleri
509
düşmekte değildir. Üç şeyi özenle ayırmak gerekir: kanaat
ler düzeyinde rastlanan ve bir kültürün epistemolojik şebe
kesine mensup olmayan (veya artık mensup olmayanı) bi
limsel olma iddiasında temalar vardır: örneğin, doğal büyü
XVII. yüzyıldan itibaren Batı episteme'sine mensup olmak
tan çıkmış, ama inançlar ve duygusal değerlendirmeler âle
minin işleyişinin içinde uzun süre kalmıştır. Daha sonra,
amacı, konumu, işleyişi, arkeolojik tipten bir çözümlemey
le pozitifliklerine iade edilebilecek olan epistemolojik bi
çimler vardır; ve bunlar da kendi sıraları geldiğinde, iki
farklı örgütlenmeye uyabilirler: bazıları, onları bilim olarak
tanımlamaya olanak veren nesnellik ve sistematiklik ka
rakterleri sunmaktadırlar; diğerleri, bu kıstaslara uyma
maktadırlar, yani tutarhk biçimleri ve nesneleriyle olan
ilişkileri bir tek onların pozitifliğiyle belirlenmektedir.
Bunlar bilimsel bilginin biçimsel kıstaslarına sahip olmasa
lar da, gene de bilginin pozitif alanına mensupturlar. Onla
rı kanaat olguları olarak çözümlemek ne kadar boşuna ve
haksız olacaksa, onları tarih veya eleştiri aracılığıyla esas
bilimsel oluşumlarla karşılaştırmak da o kadar boşuna ve
haksız olacaktır; onlan "rasyonel unsurlar"la, böyle olma
yan başka unsurları değişen oranlarda karıştıran bileşimler
olarak ele almak, daha da saçma olacaktır. Onları, onlan
mümkün kılan ve biçimlerini zorunlu olarak belirleyen po
zitiflik düzeyine oturtmak gerekir. Öyleyse, arkeolojinin
onlara karşı iki ödevi vardın içinde kök saldıkları episte
me'deki düzenleniş biçimlerini belirlemek; dar anlamdaki
bilimlerden hangi noktalarda kökten farklılaştıklarını gös
termek. Onlara özgü bu dış biçimi negatif bir olgu olarak
ele almamak gerekir bu bir engelin varlığı değildir, bu on
lan bilimsel biçimlerin karşısında başarısız kılan bazı iç ye
tersizlikler değildir. Bunlar, bilimlerin yanında ve aynı ar
keolojik zemin üzerinde, kendilerine özgü figürleri içinde,
510
Kelimeler ve Şeyler
bilginin başka dış biçimlerini meydana getirmektedirler.
Bu cins dış biçimlerin örneklerine, genel gramerde ve
ya klasik değer teorisinde rastladık; bunlar kartezyen ma
tematiğinkiyle aynı pozitiflik zeminine sahiplerdi, fakat hiç
değilse çağdaşlarının çoğu açısından, bilim değillerdi. Bu
gün insan bilimleri denilen disiplinler için de aynı durum
söz konusudur; bunlar, arkeoloik çözümlemeleri yapıldı
ğında, tamamen pozitif dış biçimler çizmektedirler; fakat
bu dış biçimler ve modern episteme içindeki düzenlenme
tarzları belirlenir belirlenmez, neden bilim olamayacakları
anlaşılmaktadır: nitekim onları mümkün kılan şey, biyolo
ji, iktisat, filoloji'ye (veya lengüistiğe) nazaran sahip ol
dukları belli bir "komşuluk"tur; ancak bunların yanına
yerleşebildikleri ölçüde veya daha doğrusu, bunların altı
na, onların izdüşüm alanına yerleşebildikleri ölçüde— var
olabilmektedirler. Ancak, bu üç alanla, birbirine "bitişik"
veya "yatkın" iki bilimin kurabileceğinden kökten farklı
bir ilişki kurmaktadırlar: nitekim bu ilişki, bilinçdışmın ve
bilincin boyutunda ve eleştirel düşüncenin bizzat bu mo
dellerin geldiği yere doğru yükselmesinde, dış modellerin
aktarımını gerektirmektedir. Öyleyse, "insan bilimleri"nin
sahte bilimler olduklarını söylemenin bir yararı yoktur,
çünkü bunlar doğrudan doğruya bilim değillerdir; onların
pozitifliğini tanımlayan ve köklerini modern episteme'nin
içine salan dış biçim, onlan aynı zamanda bilim olma du
rumunun dışına çıkarmaktadır; ve bu durumda neden bu
unvanı aldıkları sorulacak olursa, bilimlerden ödünç aldık
ları modelleri davet etmeleri ve kabul etmelerinin, kök sal
ma lannın arkeolojik tanımına ait olduğunu hatırlatmak
yeterli olacaktır. Demek ki insanın bilimin nesnesi olması
nı engelleyen, onun indirgenemezliği, aşılamaz aşkmlığı
olarak işaret edilen şey, hatta çok aşın boyuttaki karmaşık
lığı değildir. Batı kültürü, insan adı altında, tek ve aynı akıl
insan Bilimleri
511
oyunuyla, bilginin pozitif alanı olmak zorunda olan, ama
herhalde bilim nesnesi olmayan bir varlık meydana getir
miştir.
IV. TARİH
İnsan bilimlerinden söz edildi; yaklaşık olarak psikoloji
nin, sosyolojinin, edebiyat ve efsane çözümlemesinin sınır
landırdıkları şu büyük bölgelerden söz edildi. İnsan
bilimlerinin ilki ve hepsinin anası gibi olmasına rağmen,
herhalde insanın belleği kadar eski olmasına rağmen, Ta
rih'ten söz edilmedi. Veya daha doğrusu, bizzat bu neden
den ötürü onun hakkında sessiz kalındı. Belki de tarih fiili
olarak, insan bilimlerinin ne içinde ne de yanında yere sa
hiptir: onlarla garip, belirsiz, silinemez ve ortak bir mekân
da olabilecek bir komşuluk ilişkisindekinden daha temel
bir ilişki sürdürmektedir.
Tarih'in insan bilimlerinin kurulmasından çok daha
öncelerden beri var olduğu doğrudur; Eski Yunan çağının
derinlerinden beri, Batı kültüründe belli sayıda büyük işlev
görmüştür: bellek, efsane, Söz'ün ve Örnek'in aktarımı, ge
leneğin taşıyıcısı, şimdiki zamanın eleştirel bilinci, insanlı
ğın kaderinin şifresinin çözülmesi, geleceğin öndeyişi veya
bir geri dönüş vaadi. Bu Tarih'i karakterize eden en azın
dan, onu genel çizgileri içinde, bizimkiyle zıt olarak tanım
layabildi şey, insanların zamanının dünyanın oluşuna gö
re düzenlenmesiyle (stoacılarda olduğu gibi, bir cins bü
yük kozmik kronolojinin içinde) veya bunun tersine, bir
insanlık kaderi ilkesini ve hareketini doğanın en küçük
parçalanna kadar genişleterek(biraz, Hıristiyan Tannsı'nm
tarzında), büyük bir pürüzsüz, her noktasında tekdüze ve
bütün insanlan ve onlarla birlikte şeyleri, hayvanları, her
canlı veya cansız varlığı ve dünyanın en sakin çehrelerine
512
Kelimeler ve Şeyler
varana kadar her şeyi aynı yükselişin, aynı devrenin içine,
aynı sapmayla sürüklemiş olan bir tarih kavrayışıdır. Oysa
bu birlik, XIX. yüzyılın başında, Batı episteme'sinin büyük
altüst oluşunun içinde kırılmıştır: doğaya özgü bir tarihsel
lik keşfedilmiştir; hatta her büyük canlı tipi için, daha son
ra onun evrim profilinin tanımlanmasına izin verecek orta
ma uyarlanma biçimleri tanımlanmıştır, bundan da ötesi,
emek veya dil kadar insana özgü faaliyetlerin, insanın ve
şeylerin ortak olarak yer aldıkları büyük anlatının içinde
kendi yerini bulamayacak olan bir tarihselliğe kendilikle
rinden sahip oldukları gösterilebilmiştin üretimin gelişme
tarzları, sermayenin birikme tarzları, fiyatların salınım ve
değişme yasaları vardır ki, bunları ne doğal yasalarla birleş
tirmek, ne de insanlığın genel yol alışına indirgemek müm
kündür; aynı şekilde, dil ve göçlerle, ticaretle veya savaş
larla, insanın başına gelen şeylerin veya icat edilebilenin
fantezisinin keyfine göre pek değişmemektedir; dil esas
olarak, onu meydana getiren fonetik ve gramatikal biçim
lere ait olan —onlara özgü olarak ait olan— koşullar altında
değişmektedir ve çeşitli dilerin doğduklan, yaşadıkları, ih
tiyarlayarak güçlerim kaybettikleri ve sonunda öldükleri
söylenebilirse de, bu biyolojik eğretileme, onların tarihini
hayatınki olan bir zamanın içinde eritmek için değil de,
dillerinde iç işleyiş yasalanna sahip olduklarını ve krono
lojilerinin öncelikle onların kendine özgü tutarlıklanna ait
olan bir zamana göre geliştiğini vurgulamak için yapılmak
tadır.
Olağan olarak, XIX. yüzyılın esas olarak siyasal ve top
lumsal nedenlerle, insanlık tarihine daha büyük bir dikkat
gösterdiğine, zamanın bir düzeni veya sürekli bir planının
olduğu fikrini terk ettiğine, ayrıca kesintisiz bir ilerleme
fikrini de bir yana bıraktığına ve burjuvazinin kendi yük
selişini anlatmak isterken, zaferinin takvimi içinde kurum
İnsan Bilimleri
513
ların tarihsel kalınlığına, alışkanlıklann ve inaçlann yerçe
kimine, mücadelelerin şiddetine, basanlar ile başarısızlık
ların birbirlerini izlemelerine rastladığına inanma eğilimi
vardır. Ve, insanda keşfedilen tarihselliğin, buradan hare
ketle, onun imal ettiği nesnelere, konuştuğu dile ve daha
da ötelerde hayata yaygınlaştırıldığı kabul edilmektedir.
Ekonomilerin incelenmesi, edebiyat ve gramer tarihi, nihai
tahlilde canlının evrimi, önce insanda keşfedilmiş olan bir
tarihselliğin giderek daha uzaktaki bilgi alanlarına doğru
genişlemesinin sonuçlarından başka bir şey olmayacaklar
dır. Gerçekte bunun tamamen tersi olmuştur. Şeyler önce,
onlara insanlarla birlikte aynı kronolojiyi dayatan şu sü
rekli mekândan kurtulma olanağı veren, kendilerine özgü
bir tarihsellik kazanmışlardır. Öylesine ki, insan Tarihinin
en aşikâr içeriklerini meydana getiren şeyler elinden alın
mış gibi olmuştur. Doğa artık ona yaradılıştan veya kıya
metten, bağımlılığından veya yakında yargılanacak olma
sından söz etmemektedir; artık yalnızca doğal bir zaman
dan söz etmektedir; doğanın zenginlikleri artık insana bir
altın çağın gerilerde kaldığını veya ilerde geri döneceğini
işaret etmemektedirler; bunlar artık yalnızca, Tarih içinde
değişen üretim koşullarından söz etmektedirler; dil artık
Babil öncesinin veya ormanda yankılanan ilk çığlıkların
damgalarını taşımamaktadır; kendi soy zincirinin armaları
nı taşımaktadır. İnsanın artık tarihi yoktun veya daha doğ
rusu, konuştuğu, çalıştığı ve yaşadığı için, kendini kendi
ne özgü varlığının içinde, ne ona bağımlı, ne de türdeş olan
tarihlere tamamen dolanmış olarak bulmaktadır. Klasik
bilginin kesintisiz olarak yayıldığı mekânın parçalanmasıy
la, böylece azad olan her alanın kendi oluşu üzerine dolan
masıyla, XIX. yüzyılın başında ortaya çıkan insan "tarihsiz
leşmiş"tir.
Ve geçmişin o sıralarda edindiği hayali değerler, bu dö
514
Kelimeler ve Şeyler
nemde tarih bilincini kuşatan tüm lirik hale, belgeler veya
zamanın arkasında bırakabildiği izler karşısındaki merak,
bütün bunlar, insanın kendini boşalmış olarak bulduğunu,
ama kendi derinliklerinde ve ona hâlâ imgesini yollayabi
len her şeyin (diğerleri sustuklarından ve kendi içlerine
kapandıklarından) arasından, ona özsel olarak bağlı bir ta
rihselliği bulabilecek güçte olduğunu yüzeysel olarak dışa
vurmaktadır. Fakat bu tarihsellik hemen ikircilikli hale
gelmektedir. İnsan kendini pozitif bilgiye ancak konuştu
ğu, çalıştığı ve yaşadığı ölçüde sunduğu için, acaba tarihi,
bu faaliyetlere yabancı ve birbirleriyle türdeş olan farklı za
manların çözülemez düğümünden başka bir şey olacak mı
dır? İnsanlık tarihi acaba, hayat koşullarındaki (iklimler,
toprak verimliliği, ekim tarzları, zenginliklerin işletilmesi),
iktisadi dönüşümlerdeki (ve sonuç yoluyla, toplum ve ku
rumlardaki) ve dil biçimleri ile kullanımlarının birbirlerini
izlemelerindeki değişimlerde ortaklaşa olarak ortaya çıkan
bir cins tarz farklılaşmasından başka bir şey olmayacak mı
dır? Fakat, insanın kendi bu durumda tarihsel değildir: za
man ona kendisinden başka bir şeyden geldiği için, kendi
ni Tarih nesnesi olarak, ancak varlıkların tarihine, şeylerin
tarihine, kelimelerin tarihine çakışarak oluşturabilmekte
dir. Onların saf olaylarına tabidir. Fakat bu basit edilgenlik
ilişkisi hemen tersine dönmektedir: çünkü dilin içinde ko
nuşan, iktisatm içinde çalışan ve tüketen, insan hayatının
içinde yaşayan, insanın bizzat kendidir; ve bu durumdan
ötürü, onun da varlıklarınki ve şeylerinki kadar pozitif ve
onlarınki kadar özerk —ve belki de daha başat bir oluşa
hakkı vardın insanın her canlı gibi uyum sağlamasına ve
onun da evrilmesine (fakat, başka hiçbir canlıya ait olma
yan aletlerin, tekniklerin ve örgütlenmelerin sayesinde)
izin veren, üretim biçimleri icat etmesine, onlara ilişkin
olarak edindiği bilinç ve onlardan hareketle ve onlarm çev
İnsan Bilimleri
515
resinde düzenlediği kurumlar sayesinde ekonomik yasala
rın geçerliklerini sürdürmesine veya sona erdirmesine izin
veren, son olarak da, sarf ettiği sözlerin her birinde dilin
üzerinde bir cins sabit ve iç baskı yapmasına bu onu za
manın her anında kendi üzerinde kaydırmaktadır izin ve
ren şey, insana özgü ve varlığının derinliklerinde yer alan
bir tarihsellik değil midir? Böylece, pozitifliklerin tarihinin
arkasında, insanın bizzat kendinin daha kökten tarihi orta
ya çıkmaktadır. İnsanın yalnızca çevresinde "Tarihe sahip
olması" ndan ötürü değil, aynı zamanda kendinin de, ken
dine Ö2gü tarihselliğinin içinde, bir insan hayatı tarihinin,
bir iktisat tarihinin, bir diller tarihinin onun aracılığıyla
resmolduğu şey olmasından ötürü de, şimdi bizzat insanın
varlığına ilişkin olan Tarih. Demek ki, çok derinlere batmış
bir düzeyde, kendi kendine karşı kendi tarihi, ama aynı za
manda diğer hepsini kuran temel dağılma olacak olan bir
insan tarihselliği bulunacaktır. İşte XIX. yüzyıl, her şeyi ta
rihselleştirme, her şeye ilişkin olarak bir genel tarih yaz
ma, zaman içinde hep daha gerilere gitme ve en istikrarlı
şeylerin yerini zamanın serbest kalışının içinde değiştirme
kaygısı içinde, bu ilk erozyonu araştırmıştır. Herhalde bu
rada da, Tarih'in tarihinin geleneksel yazılış biçimimi göz
den geçirmek gerekmektedir; XIX. yüzyılın olayların saf
kroniğini yapmaktan, yalnızca bireylerin ve kazalann yer
aldıkları bir geçmişin basit belleği olmaktan çıktığını ve
oluşun genel yasalarını araştırdığını söylemek âdet olmuş
tur. Gerçekte hiçbir tarih, klasik çağdakilerden daha "açık
layıcı", genel ve sabit yasalarla daha fazla meşgul olmamış
tır yani, dünya ile insanın tek bir keresinde, tek bir tari
hin içinde birlik oldukları tarihler. XIX. yüzyıldan itiba
ren gün ışığına çıkan, insan tarihselliğinin çıplak bir biçi
midir insanın insan olarak olaya maruz kalması olgusu.
Ya bu saf biçime yasalar bulma (bunlar Spengler'inki gibi
516
Kelimeler ve Şeyler
felsefelerdir) ya da bu saf biçimi insanın yaşıyor, çalışıyor
ve düşünüyor olması olgusundan hareketle tanımlama bu
radan kaynaklanmaktadır: ve bunlar, canlı cins olarak dü
şünülen insandan hareketle veya iktisat yasalarından veya
hut kültürel bütünlerden hareketle girişilen Tarih yorum
landır.
Tarih'in epistemolojik mekân içindeki bu düzenlenişi
her halü kârda, insan bilimleriyle olan ilişkisi açısından
büyük bir öneme sahiptir. Tarihsel insan çalışan, yaşayan
ve konuşan insan olduğu için, hangisi olursa olsun, Ta
rih'in bütün içeriği psikolojiye, sosyolojiye veya dil bilim
lerine ilişkin olmaktadır. Fakat bunun tersine, insani var
lık tepeden tırnağa tarihsel hale geldiği için, insan bilimle
ri tarafından çözümlenen hiçbir içerik bizatihi istikrarlı ka
lamaz ve Tarih'in hareketinden kaçamaz. Ve bunun böyle
olmasının iki nedeni vardır çünkü psikoloji, sosyoloji, fel
sefe, kendileriyle çağdaş nesnelere —yani insanlara— uygu
landıklarında bile, kendilerini oluşturan ve kat eden bir ta
rihselliğiıı içindeki eşzamanlı bölümlemelerden başka bir
şeyi asla hedeflememektedirler; çünkü insan bilimleri tara
fından arka arkaya alınan biçimler, nesneleri konusundaki
tercihleri, onlara uyguladıkları yöntemler Tarih tarafından
verilmiş, onun tarafından aralıksız taşınmış ve keyfince de
ğiştirilmişitr. Tarih kendi tarihsel köklerini ne kadar aşma
ya çalışırsa kökeninin ve tercihlerinin tarihsel göreliliğinin
ötesinde, evrensellik küresine ulaşmaya o kadar fazla gay
ret göstermekte, tarihsel doğumunun yara izlerini o kadar
fazla taşımaktadır; tabii ki mensup olduğu tarih de onun
boyunca daha iyi ortaya çıkmaktadır (ve burada da Speng
ler ve tüm tarih filozofları tanıklık etmektedirler); bunun
tersine, nispıliğini ne kadar kabul ederse, anlattığıyla or
taklaşa sahip olduğu hareketleri içine daha fazla gömül
mekte, bu durumda anlatının inceliğine daha fazla yönel
İnsan Bilimleri
517
mekte, ve kendine insan bilimleri boyunca vermekte oldu
ğu bütün pozitif içerik dağılmaktadır.
Demek ki Tarih, insan bilimleri için, hem ayrıcalıklı
hem de tehlikeli bir kabul yeri meydana getirmektedir. Her
insan bilimine, onu kuran, ona bir zemin oluşturan ve bir
vatan gibi olan bir arka plan vermektedir: bu bilginin ge
çerliğinin tanınacağı kültürel alanı belirlemektedirkrono
lojik bölüm, coğrafi katılım; fakat onları sınırlandıran bir
hudutla çevrelemekte ve evrensellik unsuru içinde gerçek
lik kazanma iddialarını daha baştan yok etmektedir. Bu şe
kilde, insanın daha kendi de bilmezkenden beri— psikolo
jinin, sosyolojinin, dil çözümlemesinin dışa vurabildikleri
belirlenmelere her zaman tabi olduğunu, onun en azından
hak düzeyinde başlangıcı olmayan bir bilginin zaman dışı
nesnesi olmadığını ifşa etmektedir, insan bilimleri, tarihe
yönelik her türlü atıftan kaçındıklarında bile (ve tarih bu
açıdan onlann arasına yerleştirilebilir), kültürel bir dönem
ile, bir başkasını (tıpkı nesnelerine oldukları gibi uygulan
dıkları ve varoluşlarına, varoluş tarzlarına, yöntemlerine ve
kavramlarına ilişkin olarak kök saldıklarını) ilişkiye geçir
mekten başka bir şey yapmamaktadırlar; ve eğer kendi
senkronilerine uygulanıyorlarsa, içinden çıktıkları kültürel
dönemi kendi kendine yeniden bağlamaktadırlar. Öylesine
ki, insan pozitifliği içinde, ancak bu pozitifliğin hemen Ta
rihin sınırsızlığı tarafından sınırlanmadan belirememekte
dir.
Burada, tüm insan bilimleri alanını içten harekete ge
çirenine benzeyen bir hareketin oluştuğu görülmektedir:
yukarıda çözümlendiği haliyle, bu hareket, insanın varlığı
nı belirleyen pozitiflikleri aralıksız olarak, bu aynı pozitif
likleri ortaya çıkaran sonhıluğa göndermekteydi, böylece
bilimler bizzat bu büyük sahnıma yakalanmışlardı, ama
onlar da kendi hesaplanna, sürekli olarak bilinçten bilinç
518
Kelimeler ve Şeyler
sizliğe giderek, bu salimim kendi pozitifliklerinin biçimi
içinde yeniden ele almaya çalışıyorlardı. Oysa, şimdi Tarih
ile birlikte benzeri bir salınım yeniden başlamaktadır; fakat
bu kez, insanın nesne olarak alınan pozitifliği (ve emek,
hayat ve dil tarafından ampirik olarak dışa vurulmuş olan)
ile onun varlığının kökten sınırlan arasında değil de eme
ğin, hayatın ve dilin kendilerine özgü sınırlarını tanımla
yan zamansal hudutlar ile, öznenin bilgi aracılığıyla onlara
kadar ulaşabilen tarihsel pozitifliği arasında işlemektedir.
Özne ve nesne, burada da karşılıklı bir sorgulama içinde
birbirlerine bağlanmışlardır; fakat bu sorgulama eskiden
bizzat pozitif bilginin içinde ve bilinçaltının üzerindeki ör
tünün bilinç tarafından tedricen açılması yoluyla yapılır
ken şimdi nesne ile öznenin dış uçlarında yapılmaktadır;
bu sorgulama, her ikisinin de tabi olduğu erozyonu, onları
birbirinden uzaklaştıran dağılmayı, onları sakin, köklü ve
belirgin bir pozitiflikten koparan dağılmayı işaret etmekte
dir. İnsan bilimleri, bilinçsizliğin örtüsünü, onu en temel
nesneleri haline getirmek üzere kaldırırlarken, daha önce
den aşikâr düzeyde düşünülmüş şeyin içinde hâlâ düşü
nülecek şeylerin olduğunu göstermekteydiler; Tarih, zama
nın yasasım insan bilimlerinin dış sının olarak keşfettiğin
de düşünülmüş her şeyin henüz gün ışığına çıkmamış bir
düşünce tarafından gene düşünüleceğini göstermektedir.
Fakat burada herhalde bilinçsizliğin ve Tarih'in somut bi
çimleri altında, yalnızca, kendi kendinin temeli olduğunu
keşfederek, XIX. yüzyılda insan çehresini ortaya çıkaran şu
sonluluğun iki cephesinden başka bir şeye sahip değiliz:
sonsuzu olmayan bir sonluluk, hiç kuşkusuz hiçbir zaman
bitmemiş olan bir sonluluk, kendi kendine nazaran hep ge
ri çekilen, düşündüğü ânda hâlâ düşünecek bir şeyleri ka
lan, düşündüğü şeyi yeniden düşünmesi için hep zamanı
kalan bir sonluluktur. •
insan Bilimleri
519
Modem düşüncede, tarihselcilik ile sonluluk analitiği
karşı karşıyadırlar. Tarihselcilik, Tarih i k insan bilimleri
arasındaki kritik ve sürekli ilişkiyi kendi için değerlendir
menin bir biçimidir. Ama bu ilişkiyi yalnızca pozitiflikler
düzeyinde kurmaktadır insan hakkındaki pozitif bilgi, bi
len öznenin tarihsel pozitifliği tarafından sınırlandırılmak
tadır; böylece sonlu luğun momenti, kaçınılması mümkün
olmayan ve bizzat bir mutlaklık değerine sahip olan bir gö
reliliğin işleyişinin içinde erimektedir. Sonlu olmak, düpe
düz hem bir kavramaya algılama veya anlama tipinden
izin veren, hem de bunun evrensel ve kesin anlama olma
sını engelleyen yasalar tarafından yakalanmış olmak de
mektir. Her bilgi, köklerini tarihi olan bir hayatın, bir top
lumun, bir dilin içine salar; ve bizatihi bu tarihin içinde,
ona diğer hayat biçimleriyle, diğer toplum tipleriyle, diğer
anlam vermelerle iletişim kurma olanağı veren unsuru bu
lur: tarihselcilik işte bu nedenden ötürü, her zaman belli
bir felsefeyi veya en azından, canlı anlama (Lebensvnelt un
suru içinde), insanlar arası iletişim (toplumsal örgütlenme
ler tabam üzerinde) ve yorumbilim (bir söylemin aşikâr
anlamı boyunca, hem ikincil, hem de birincil olan, yani en
gizli ve en temel olan anlamın yeniden kavranması olarak)
metodolojisi gerektirmektedir. Tarih tarafından meydana
getirilmiş ve onun üzerine bırakılmış olan çeşitli pozitiflik
ler, bu yoldan birbirleriyle temasa geçebilmekte, bilgi tarzı
na göre zarfa bûrünebilmekte, kendilerinde uyuklamakta
olan içeriği serbest bırakabilmektedirler; bu durumda orta
ya çıkanlar bizatihi emredici sınırlar değil de kısmi top
lamsallıklar, fiilen sınırlandırılmış toplamsalh'dar, sınırlan
belli bir noktaya kadar oynatılabilen, ama nihai bir çözüm
lemeye kadar hiçbir zaman genişleyemeyecek olan ve hiç
bir zaman mutlak toplumsallığa kadar da yükselemeyecek
olan toplamsallıklardır. Sonluluk çözümlemesi işte bu yüz
520
Kelimeler ve Şeyler
den, tarihselcilikten onun ihmal ettiği parçayı talep etme
ye hiç ara vermemiştir: bütün pozitifliklerin temelinde, yer
alan ve onları mümkün kılan sonluluğu açığa çıkarma ta
sarısına sahiptir; tarihselciliğin sınırlı toplamsallıkların
arasındaki somut ilişkilerin olabilirliğini ve meşruluğunu
aradığı yerde bu sınırlı toplamsallıkların varoluş tarzı, ha
yat veya toplumsal biçimle veya dilin anlamlan tarafından
önceden verilmiştir; sonluluk analitiği, insani varlıkla
onun sonluluğunu işaret ederken, pozitiflikleri somut va
roluş tarzlan içinde mümkün kılan varlık arasındaki şu
ilişkiyi sorguya çekmek istemektedir.
V PSİKANALİZ, ETNOLOJİ
Psikanaliz ve etnoloji, bizim bilgimizin içinde ayrıcalıklı
bir yer işgal etmektedirler. Bunun nedeni, hiç kuşkusuz
bunların pozitifliklerini diğer bütün insan bilimlerinden
daha iyi oturtmuş olmalan ve gerçekten bilimsel olma ko
nusundaki eski tasarılarım sonunda gerçekleştirmiş olma
lan değildir; bunun nedeni daha çok, insan hakkındaki bü
tün bilgilerin uç taraflannda tükenmez bir deney ve kav
ram hazinesi meydana getirmeleri, ama özellikle sürekli bir
kaygı, sorgulama, başka yerlerde çözülmüş gibi gözüken
şeylerin eleştirisi ve reddi ilkesini oluşturmalandır. Öte
yandan bunun nedeni, bunknn birbirlerine karşılıklı ola
rak verdikleri, ama bundan daha fazla olmak üzere, bunla
nn genel episteme mekânı içinde işgal ettikleri konuma ve
yerine getirdikleri işleve bağlı olan nesneye ilişkindir.
Nitekim psikanaliz, bütün insan bilimlerine içkin ol
duğunu gördüğümüz bu kritik işlevin en yakınında dur
maktadır. Kendine, bilinçsizliğin söylemini bilinç boyunca
konuşturma görevini yükleyen psikanaliz, temsil ile sonlu
luğun ilişkilerinin oynandığı şu temel bölge yönünde iler
insan Bilimleri
521
lemektedir. Bütün insan bilimleri bilinçsizliğe doğru, an
cak sırtlarım ona çevirerek, bilinç çözümlemesinin yapıl
ması ölçüsünde kendini sanki geri geri giderken ifşa etme
sini bekleyerek yönelirken, psikanaliz bilinçli olarak seçil
miş sözleri ona doğrudan yöneltmektedir gizli olanın ted
rici aydınlatılmasıyla yavaş yavaş açık hale gelecek olana
doğru değil de, orada olan ve gizlenene, bir şeyin, kendi
üzerine kapanmış bir metnin veya görülebilir bir metnin
boş kısmının içinde dilsiz bir sağlamlık içinde bulunan ve
kendini bu yolla savunana doğru. Freudcu girişimi bir an
lam yorumlamasının ve bir direnç veya engel dinamiğinin
kurucu parçalanndan biri olarak kabul etmeye gerek yok
tur; psikanaliz insan bilimlerininkiyle aynı yolu izleyerek,
ama bakışlarım ters tarafa yönelmiş olarak, bilinç içerikle
rinin eklemleştikleri veya daha doğrusu, insanın sonlulu
ğunun üzerinde açık olarak kaldıkları momente teorik
olarak, insan hakkındaki hiçbir bilgi, alma verme terimle
riyle hiçbir kavrayış buraya ulaşamaz— doğru yönelmekte
dir. Yani psikanaliz, bilinçsizliğin tersi yönde yol alarak,
hep temsil edilebilirin alanında kalan insan bilimlerinin
tersine, temsil yönündeki engelleri aşmak, onu sonluluk
cephesine taşırmak ve böylece, kendi ölçülerini taşıyan iş
levlerin kurallarla yüklü çatışmaların ve sistem oluşturan
anlam vermelerin beklendiği yerde, burada sistem (yani
anlam verme), kural (yani zıtlaşma), ölçüt (yani işlev) ola
bileceği çıplak gerçeğini ortaya çıkarmak üzere ilerlemek
tedir. Temsilin kendi kenarında, bir bakıma sonluluğun ka
panmışlığına açık olarak, boşlukta kaldığı bu bölgede, ha
yatın işlevleri ve ölçütleriyle birlikte onlar aracılığıyla, ölü
mün dilsiz tekrarlanışmm, çatışmalar ve kuralların, Arzu
nun çıplaklaşmış açıklığının, anlam vermeler ve sistemle
rin aynı zamanda Yasa olan bir dilin içinde kurulduğu üç
figür resmolmaktadır. Psikologların ve filozofların bütün
522
Kelimeler ve Şeyler
bunlara ne ad verdikleri bilinmektedir: Freudcu mitoloji.
Freud'un bu girişiminin onlara böyle gözükmesi gerekiyor
du; temsil edilebilirin içine yerleşmiş bir bilgi için, bizatihi
temsilin olabilirliğini dışa doğru sınırlandıran ve tanımla
yan, ancak mitoloji olabilirdi. Fakat, psikanalizin hareketi
yol alışı içinde izlendiğinde veya epistemolojik mekân bü
tün olarak kat edildiğinde, bu figürlerin —miyop bir bakış
için hiç kuşkusuz hayali—, modern düşüncede çözümlendi
ği haliyle bizzat sonluluğun biçimleri oldukları iyice görül
mektedir: ölüm, genel olarak bilginin ondan itibaren müm
kün olduğu şey değil midir —öylesine ki, ölüm psikanaliz
cephesinden, insanın varoluş tarzını sonluluğun içinde ka
rakterize eden şu ampirikaşkın ifeizienme'nin biçimi ola
caktır—? Arzu, düşüncenin göbeğinde hep düşünülmeden
kalan şey değil midir? Ve psikanalizin konuşturmaya çalış
tığı şu YasaDil (hem söz hem de sözün sistemi), her anlam
vermenin kökeni'ni onda, kendinden uzakta olarak aldığı,
ama aynı zamanda geri dönüşü bizatihi çözümleme eylemi
içinde vaat edilmiş şey değil midir? Ne bu ölümün ne bu
Arzunun, ne de bu Yasanın, insanın ampirik alanım pozi
tifliği içinde kat eden bilginin içinde karşılaşamayacakları
çok doğrudur; ama bunun nedeni, bunların insan hakkın
daki bütün bilginin olabilirlik koşullarını işaret etmeleri
dir.
Ve tam da bu dil kendini çıplak halinde gösterdiğinde,
ama aynı zamanda sanki büyük bir despotik ve boş sistem
mişçesine, her anlam vermenin dışında saklandığında; Ar
zu, sanki kuralının katılığı bütün zıtlaşmaları törpülemiş
çesine, vahşi halde hüküm sürdüğünde; ölüm her psikolo
jik işleve egemen olduğunda ve onun üzerinde, onun tek
ve tahripkâr ölçütü olarak tutunduğunda, işte bu durumda
deliliği mevcut durumu içinde tanımaktayız; kendini mo
dern deneye, gerçeği ve başka olma karakteri içindeymiş
İnsan Bilimleri
523
gibi sunduğu haliyle deliliği. Bilincimiz, bu ampirik, ama
gene de deneyini yapabildiğimiz her şeye (ve içinde) ya
bancı olan bu figürde, artık XVI. yüzyılda olduğu gibi baş
ka bir dünyanın izini bulmamaktadır; doğru yoldan sapmış
aklın başıboş dolaşmasını fark etmemektedir; bize tehlike
li bir şekilde en yakın olanın zuhur ettiğini görmektedir
sanki, bizatihi varoluşumuzun oyuğunun profilinin ani
den belirlenmesi gibi, ondan itibaren olduğumuz şeyi ol
duğumuz ve düşündüğümüz ve bildiğimiz sonluluk, aynı
anda hem hakiki hem de olanaksız olarak, düşünemeyece
ğimiz düşünce, bilgimiz için nesne, ama ondan hep sakla
nan nesne olarak aniden karşımızdadır. Psikanaliz işte bu
nedenden ötürü, bu en mükemmelinden delilikte psiki
yatrlar buna şizofreni adını vermektedirler— en içten, en
yok edilemez azabını bulmaktadır: çünkü, psikanalizin
olağan olarak belirsiz bir şekilde ilerlediği (ve bitmez tü
kenmez bir şekilde) sonluluk biçimleri, ona hastanın dili
içinde iradi veya gayri iradi olarak sunulandan itibaren ol
mak üzere, bu deliliğin içinde tamamen aşikâr ve tamamen
geri çekilmiş bir biçimde teslim olmaktadır. Böylece, psika
naliz aslında hiçbir şekilde ulaşamadığı bu aynı psikozlar
la karşı karşıya kaldığında, "kendini burada tanımaktadır"
(zaten bunlara aynı nedenden ötürü ulaşamamaktadır):
tıpkı pzikoz, gaddar bir aydınlatmanın içinde, çözümleme
nin yavaş yavaş yol almak zorunda olduğu şeyi sergiliyor
ve ona çok uzak olmayan, ama çok da yakın olan bir tarz
içinde veriyormuş gibi.
Fakat psikanalizin, insan bilimleri düzeni içindeki bü
tün genel bilgiyi mümkün kılan şeyle olan ilişkisinin bir
sonucu daha vardır. Psikanaliz kendini saf spekülatif insan
bilgisi veya genel insan teorisi olarak sergileyemez. Tüm
temsil alanını kat edemez, onun sınırlarının çevresini do
laşmaya kalkışamaz, özenli gözlemlerden hareketle inşa
524
Kelimeler ve Şeyler
edilmiş ampirik bir bilim biçimi içinde en temel olana yö
nelemez; bu delme hareketi ancak, yalnızca insana ilişkin
olarak sahip olunan bilginin değil, aynı zamanda bizzat in
sanın da işin içine katıldığı bir uygulamanın içinde yapıla
bilir onun ızdırabmı işleyen şu ölümle, nesnesini kaybet
miş şu Arzuyla ve yasasının onunla, onun boyunca eklem
leştiği şu dille birlikte imanın da. Demek ki, her analitik
bilgi kaçınılmaz olarak bir uygulamaya, biri diğerinin dili
ni dinleyen iki birey arasındaki ilişkinin şu gırtlaklanması
na bağlıdır; böylece kaybettiği nesnesine karşı olan arzu
sundan kurtararak (ona onu kaybettiğini duyurtarak) ve
onu ölümün hep tekrarlanan komşuluğundan kurtararak
(ona bir gün öleceğini duyurtarak) bu uygulamayı gerçek
leştirmektedir, İşte bu nedenden ötürü, psikanalize genel
bir insan teorisinden veya bir antropolojiden daha yabancı
bir şey olamaz.
Tıpkı psikanalizin bilinçsizlik boyutuna (insan bilim
lerinin tüm alanım içten kaygılandıran şu kritik hareketli
lik boyutuna) yerleşmesi gibi, etnoloji de tarihsellik boyu
tuna (insan bilimlerinin, kendi tarihleri tarafından hep dı
şa doğru tartışmalı hale getirilmelerine yol açan şu sürekli
titreşim boyutuna) yerleşmektedir. Etnolojinin geleneksel
olarak tarihsiz halklara ilişkin bilgi olması nedeniyle, tarih
sellikle temel bir ilişkiye sahip olduğunu savunmak kuşku
suz güçtür; etnoloji her halü kârda, kültürün içinde (aynı
anda hem sistematik seçim hem de belge yokluğu nedeniy
le), olayların ardışıklığından çok yapının sabitelerini ince
lemektedir. Başka kültürel biçimler içinde eşzamanlı kore
lasyonları ortaya çıkarmak üzere, bizim kültürümüzün
içinde düşünmeye çalıştığımız "kronolojik" söylemi, etno
loji askıya almaktadır. Fakat etnoloji, gene de belli bir ko
numdan, hem tarihseUigimizin, hem de bir etnolojinin
nesnesini oluşturabilecek bütün insanların dahil edildikle
İnsan Bilimleri
525
ri, tamamen kendine özgü bir olaydan itibaren mümkün
dür (tabii ki, kendi toplumumuzun etnolojisini de yapabi
liriz): nitekim, etnoloji köklerini bizim kültürümüzün öz
malı olan bir olabilirliğin, bundan da fazlası, diğer kültür
lerle saf teori tarzı üzerinde bağ kurmasına olanak veren,
her tarihle olan temel ilişkisinin içine salmaktadır. Batı'nın,
kendi tarihi içinde oluşmuş olan ve diğer bütün toplumlar
la, hatta tarihsel olarak içinde ortaya çıktığı şu toplumla bi
le sahip olabileceği ilişkiyi kuran bir ratio'su vardır. Bu ta
bii ki, sömürgecilik konumunun etnoloji açısından vazge
çilmez olduğu anlamına gelmemektedir: ne hipnoz ne de
hastanın hekimin fantasmatik kişiliğine yabancılaşması
psikanalizin kurucu unsurlarıdır; fakat tıpkı psikanalizin
ancak kendine özgü bir ilişkinin sakin şiddetinin ve davet
ettiği aktarımın içinde gelişebildiği gibi, etnoloji de, kendi
ne özgü boyutları ancak Avrupa düşüncesinin tarihsel hü
kümranlığının —hep muhafaza edilen, ama hep aktüel
olan— ve onu hem başka kültürlerle hem de kendiyle karşı
karşıya getirebilen ilişkinin içinde edinebilmektedir.
Fakat bu ilişki (etnolojinin onu silmeye değil de, tersi
ne, onun içine ebediyen yerleşerek, onu oymaya uğraşma
sı ölçüsünde), etnolojiyi tarihselciliğin dairesel işleyişleri
nin içine hapsetmemektedir; onu daha çok, onları doğuran
hareketi tersine çevirerek, tehlikelerinden kurtulma konu
muna yerleştirmektedir; nitekim, psikolojinin, sosyoloji
nin veya edebiyat ve efsane çözümlemelerinin ortaya çı
karabilecekleri halleriyle ampirik içerikleri, onları algıla
yan öznenin tarihsel pozitifliğine eklemek yerine, etnoloji
her kültürün kendine özgü biçimlerini, onu diğerleriyle
zıtlaştıran farklılıkları, kendini tanımladığı ve içinde kendi
tutarlığının üstüne kapandığı sınırlan, üç büyük pozitifli
ğin (hayat, ihtiyaç ve emek, dil) her biriyle ilişki kurduğu
boyutun içine yerleştirmektedir: etnoloji böylece, bir kül
526
Kelimeler ve Şeyler
türün içinde, büyük biyolojik işlevlerin, tüm mübadele
üretim ve tüketim biçimlerim mümkün veya zorunlu kılan
kuralların, dilsel yapıların modeli çevresinde veya üzerin
de düzenlenen sistemlerin tekdüze hale getirilmelerinin
nasıl yapıldığını göstermektedir. Demek ki etnoloji, insan
bilimlerinin şu biyolojiyle, şu iktisatla, şu filoloji ve lengü
istikle (ki, bunlann onların üzerine ne kadar yüksekten
sarktıklarını gördük) eklemleştikleri bölgeye doğru ilerle
mektedir işte bu nedenden ötürü, her etnolojinin genel so
runu, doğa ile kültür arasındaki ilişkiler (süreklilik veya
süreksizlik) sorunu olmaktadır. Fakat, bu sorgulama tar
zında, tarihin sorunu tersine dönmüş olmaktadır: çünkü
bu durumda, kullanılan simgesel sistemlere göre, hükme
dilmiş kurallara göre, seçilmiş ve konulmuş işlevsel ölçüt
lere göre, her kültürün hangi cins tarihsel oluşa yatkın ol
duğunu belirlemek söz konusudur; etnoloji daha köken
den itibaren, her kültürde ortaya çıkabilecek tarihselik tar
zını ve tarihin burada zorunlu olarak birikimli veya daire
sel, ilerlemeli veya düzene sokucu titreşimlere tabi, kendi
liğinden uyarlama yapabilir veya bunalımlara tabi olması
nın nedenlerini yeniden kavramaya uğraşmaktadır. Ve böy
lece, çeşitli insan bilimlerinin içinde geçerlik kazandıkları
ve belli bir kültüre, belli bir eşzamanlı alan üzerinde uygu
lanabildikleri bu tarihsel sapmanın temeli açığa çıkmış ol
maktadır.
Etnoloji, tıpkı psikanaliz gibi, insan bilimlerinde orta
ya çıkabileceği haliyle insanın kendini değil de, insan hak
kındaki genel bir bilgiyi mümkün kılan bölgeyi sorgula
maktadır; tıpkı psikanaliz gibi, bu bilginin tüm alanını,
onun sınırlarına ulaşmaya yönelen bir hareketin içinde kat
etmektedir. Fakat psikanaliz, dilin ve analitik uygulamala
rın dip taraflarında, sonluluğun somut biçimlerini resme
den Arzu'yu, Yasa'yı, Ölüm'ü temsilin dış uçlarında keşfet
İnsan Bilimleri
527
mek üzere, aktarımın kendine özgü ilişkisinden yararlan
maktadır; etnoloji ise, Batı ratio'sunun diğer bütün kültür
lerle kurduğu kendine özgü ilişkinin içine yerleşmektedir;
ve buradan hareketle, insanların bir uygarlığın içinde ken
dilerine, hayatlarına, ihtiyaçlarına, dillerinin içine bırakıl
mış işaretlere ilişkin olarak edinebilecekleri temsillerin en
gelini aşmakta ve bu temsillerin arkasında, insanların ha
yat işlevlerini oradan itibaren yerine getirdikleri ama bu iş
levlerin dolaysız baskısını, ihtiyaçlarını onların boyunca
hissettikleri ve sürdürdükleri kuralları, her tür işaretin on
lara onlann zemini üzerinde verildiği sistemleri kendile
rinden uzaklaştırdıkları ölçülerin ortaya çıktığını görmek
tedir. Etnoloji ile psikanalizin ayrıcalığı, derin akrabalıkla
rının ve simetrilerinin ni; öyleyse bütün bunları, bu iki di
siplinin de derin esran delme konusunda sahip olabilecek
leri bir kaygıda, insan doğasının en gizli parçasının esrarı
nı delme konusunda sahip olabilecekleri bir kaygıda ara
mamak gerekir; gerçekte, onlann söyleminin yüzeyinden
yansıyan, bütün insan bilimlerinin tarihsel apriori 'sidir.
Batı episteme'sinin içinde insanın profilini çizen ve onu
mümkün bir bilgi için depolayan büyük aralıklar, izler,
paylaşımlar. Demek ki, her ikisinin de bilinçsizlik bilim
leri olması gerekliydi: bunun nedeni, insanda onun bilinci
nin altında yer alana ulaşmaları değil de pozitif bir bilginin
insanın dışında, onun bilincine teslim olan veya kaçan şe
yin bilinmesine izin veren şeye yönelmeleridir.
Belli sayıdaki belirleyici olguyu buradan hareketle an
lamak mümkündür. Ve ilk sırada şu: psikanaliz ve etnolo
jinin, diğerlerine nazaran pek o kadar insan bilimi olma
maları, ama insan bilimlerinin tüm alanını kat etmeleri,
ama bu alanın tümünü yüzeyinde harekete geçirmeleri, her
yerde kendi şifre çözme ve yorumlama yöntemlerini önere
bilmeleri olgusu. Hiçbir insan bilimi onlardan sıyrıldığın
528
Kelimeler ve Şeyler
dan, onlarm keşfedebildiklerinden bağımsız hale geldiğin
den, şu veya bu şekilde onlara ilişkin olmaktan çıktığından
emin olamaz. Fakat bu iki disiplinin gelişmelerin şöylesine
bir kendine özgü yanı bulunmaktadır: istedikleri kadar şu
adeta evrensel "kapsam"a sahip olsunlar, bu yüzden genel
bir insan kavramına yaklaşmış olmamaktadırlar: insanda
spesifik, indirgenemez, deneye teslim edildiği her yerde
tekdüze olarak geçerli olarak bulunabilecek şeyleri kuşat
maya hiçbir zaman yönelmemektedirler. Bu "psikanalitik
antropoloji" fikri, etnoloji tarafından ihya edilmiş bir "in
san doğası" fikri, olmayacak duaya amin demekten başka
bir şey değildir. Bu iki disiplin insan kavramından vazgeçe
bilir olarak kalmamakta, aynı zamanda ondan geçememek
tedirler; çünkü her zaman insanın dış sınırlarını meydana
getiren şeylere hitap etmektedirler. LeviStrauss'un etnolo
ji için söylediğim, her ikisi için birden söylemek mümkün
dür: bunlar insanın birliğini bozarlar. Onu daha iyi ve da
ha saf bir biçimde ve özgürleşmiş olarak yeniden bulmak
üzere değil de, onun pozitifliğini harekete geçirene doğru
geri gitmelerinden ötürü. Psikanaliz ve etnoloji, "insan bi
limleri"ne nazaran daha çok "karşıt bilimler"dir; bu onla
rın, diğerlerinden daha az "rasyonel" veya "objektif" ol
dukları değil de akıntıya karşı yüzdükleri, diğerlerini epis
temolojik kaidelerine geri götürdükleri ve pozitifliğini
insan bilimlerinin içinde kuran ve yeniden kuran şu insa
nı "çözmeye" ara verdikleridir. Nihayet, psikanaliz ve etno
lojinin birbirlerinin karşısında, temel bir korelasyonun
içinde kurulmuş oldukları anlaşılmaktadır: Totem ve Ta
bu'dan bu yana, ortak olacakları bir alanın ihdas edilmesi,
birinden diğerine kopukluk olmadan gidebilecek bir söyle
min olabilirliği, bireylerin tarihinin kültürlerin bilinçsizlik
cephesiyle ve kültürlerin tarihselliğinin bireylerin bilinç
sizlik cephesiyle çifte eklemleşmesi, hiç kuşkusuz insana
insan Bilimleri
529
ilişkin olarak ortaya konulabilecek en genel sorunları aş
maktadır.
Şimdiye kadar öyle yapıldığı üzere, önce kendini tarih
siz toplumların incelenmesiyle tanımlamak yerine, nesne
sini bilinçli olarak, belli bir kültürün sistemini karakterize
eden bilinçsiz süreçler cephesinde arayacak bir etnolojinin
prestij ve önemini tahmin etmek mümkündür, bu etnoloji
böylece, genelde her etnolojinin kurucu unsuru olan tarih
sellik ilişkisini, psikanalizin hep içinde seferber olduğu bo
yutta iletecektir. Bunu yaparken, bir toplumun mekaniz
malarını ve biçimlerini ortaklaşa fantazmalann basınç ve
baskılarıyla birleştirmeyecek, böylece çözümlemenin bi
reyler düzeyinde keşfedebileceklerini daha büyük bir öl
çekte yeniden bulmuş olmayacaktır; efsanevi söylemleri
anlamlı kılan, ihtiyaçlara hükmeden kurallara tutarlıklan
nı ve gerekirliklerini veren, hayat ölçütlerini doğada oldu
ğundan farkh bir şekilde yalnızca saf biyolojik işlevler üze
rinde temellendiren biçimsel yapılar bütününü, bilinçsiz
likler sistemi olarak tanımlayacaktır. Bir etnolojinin boyu
tuna kendi cephesinde, bir "kültürel psikolojinin ihdas
edilmesiyle değil de bireyler düzeyinde dışa vurulan olgu
ların sosyolojik olarak açıklanmasıyla değil de; bilinçsizli
ğinde sahip olduğu veya daha doğrusu, onun da bizzat
öyle olduğu biçimsel yapıların keşfi yoluyla ulaşacaktır.
Etnoloji ve psikanaliz bu sayede, çakışmayacaklar, hatta
belki de birbirlerine kavuşmayacaklar, ama farklı yönlerde
ki iki çizgi gibi kesişeceklerdir: biri, işaret edilenin nevroz
la bitişmesinden, nevrozun işaret eden (anlam veren) sis
tem içinde kendini orada dışa vurduğu boşluğa doğru di
ğeri, çok sayıdaki işaret edilenin (örneğin, mitolojilerde)
benzeşmelerinden, biçimsel dönüşümleri, anlatıların çeşit
liliğini serbest bırakacak olan bir yapının birliğine doğru
gitmektedir. Demek ki, psikanaliz ve etnoloji, çoğu zaman
530
Kelimeler ve Şeyler
öyle olduğuna inanıldığı gibi, birey ile toplum arasındaki
ilişkiler düzeyinde eklemleşmeyeceklerdir; bu iki bilgi bi
çiminin fazla yakın olmalarının nedeni, bireyin kendi gru
buna mensup olması değildir, bir kültürün kendini bireyde
az çok sapan bir şekilde yansıtması ve ifade etmesi değildir.
Gerçeği söylemek gerekirse, bu ikisinin ancak tek bir ortak
noktası vardır, ama bu esaslı ve kaçınılmaz niteliktedir: bu
rası dikaçıyla kesiştikleri noktadır, çünkü bireyin emsalsiz
deneyinin onun aracılığıyla oluştuğu anlam veren sistem,
bir kültürün anlam vermelerinin ondan itibaren kurulduk
ları biçimsel sisteme diktir: bireysel deneyin kendine özgü
yapısı, toplum sistemlerinin içinde her ân belli sayıda
mümkün tercih bulmaktadır (ve dışta bırakılan olabilirlik
ler); bunun tersine toplumsal yapılar, onlann tercih nokta
larının her birinde, belli sayıda mümkün birey bulmakta
dırlar (ve mümkün olmayan başka bireyler) —tıpkı dilin
içinde, çizgisel yapının belli bir anda birçok kelime ve bir
çok fonem arasında tercih yapılmasını (ama diğer hepsinin
dışta bırakılmasını) her zaman mümkün kılması gibi.
Böylece, bu şekilde kavranan etnoloji ve psikanalize
biçimsel modellerim verecek olan saf bir dil teorisi teması
kapanmaktadır. Bu şekilde, yalnızca kendi güzergâhının
içinde, insan bilimlerini onları sınırlandıran pozitifliklerle
birleştiren şu etnoloji boyutunu olduğu kadar, insan bilgi
sini onu kuran sonlulukla birleştiren şu psikanaliz boyutu
nu da kapsayabilen bir disiplin olacaktır. Lengüistikle, ta
mamen insana dışsal pozitiflikler düzeni içinde kurulmuş
(çünkü saf dil söz konusudur) olan ve insan bilimlerinin
bütün alanını kat ederken sonluluk sorusuna ulaşacak
(çünkü düşünce ancak dil boyunca ve onun içinde düşü
nebilir: böylece dil kendinde, başat olarak değere sahip bir
pozitifliktir) bir bilime sahip olunacaktır. Etnolojinin ve
psikanalizin üzerinde, daha da kesin olarak, onlarla suç or
frisan Bilimleri
531
taklığı içinde olan üçüncü bir "karşıt bilim", insan bilimle
rinin tüm oluşmuş alanını kat etmek, canlandırmak, kaygı
landırmak üzere gelecek ve onu hem pozitiflikler, hem de
sonluluk cephesinden dışa taşırarak, onun en genel karşı
tını meydana getirecektir. Tıpkı diğer iki karşıt bilim gibi,
insan bilimlerinin smırbiçimlerini aşama aşama yol alan
bir tarz içinde ortaya çıkaracaktır; tıpkı bu ikisi gibi, dene
yini, insan hakkındaki bilginin bilinçsizlik ve tarihsellik
cinsleri altında, onları mümkün kılanlarla olan ilişkisi için
de işlediği şu aydınlatılmış ve tehlikeli bölgelerin içine yer
leştirecektir. Bu üçü bir arada bizzat insanın tanınmasına
izin vermiş olan şeyi "sergileyerek" tehlikeye sokmaktadır
lar. Böylece, insanın kaderi gözlerimizin önünde dokun
maktadır, ama bu tersine olmaktadır; bu garip mekiklerin
üzerinde, doğumunun biçimlerine, onu mümkün kılmış
olan vatana geri götürülmektedir. Fakat, bu onu sonuna ta
şımanın bir biçimi değil midir? Çünkü dil, insanın kendin
den, psikanaliz ve etnolojiden daha fazla söz etmemekte
dir.
Belki de, lengüistiğin bu rolü oynarken, XIX. yüzyılda
ve XX. yüzyılın başında insan bilimleri, biyoloji ve iktisat
tan alınma kavramlar altında birleştirilmek istendiğinde bi
yoloji ile iktisata ait olmuş olan işlevleri yeniden ele almak
tan başka bir şey yapmıyordu. Fakat lengüistiğin daha te
mel bir rol oynamış olma olasılığı vardır. Ve birçok neden
den ötürü. Öncelikle çünkü, bizzat içeriklerin yapılanma
sına izin vermektedir en azından, bunu mümkün kılmaya
uğraşmaktadır; demek ki, başka alanlarda kazanılmış bil
gilerin teorik olarak yeniden ele alınması, olguların zaten
gerçekleştirilmiş bir okunuşunun yorumu değildir; insan
bilimlerinde gözlenen olguların "lengüistik bir versiyo
nu "nu sunmamaktadır, birincil bir şifre çözmenin ilkesidir;
onunla donanmış bir bakış altmda, şeyler varoluşa, ancak
532
Kelimeler ve Şeyler
anlamı veren bir sistemin unsurlarım oluşturabildikleri öl
çüde ulaşabilmektedirler. Lengüistik çözümleme, bir açık
lamadan çok, bir algılamadır: yani bizzat kendi nesnesinin
kurucu unsurudur. Üstelik yapının (bir unsurlar bütünü
içinde sabit ilişki olarak) bu su yüzüne çıkışıyla, insan bi
limlerinin matematikle olan ilişkisi tamamen yeni bir bo
yut üzerinde tekrar başlamıştır; artık söz konusu olan so
nuçların miktarsal hale getirilebilip getirilemeyeceğinin
veya insan davranışlarının ölçülebilir bir olasılık sahasına
girmeye yatkın olup olmadıklarının bilinmesi değildir, or
taya çıkan soru, yapı kavramının kelime oyunu yapmadan
kullanılıp kullanılamayacağı veya en azından, matematikte
ve insan bilimlerinde söz edilenin aynı yapı olup olmadığı
dır meşru kılınmış bir biçimselleştirmenin olabilirlikleri
ve haklan, koşullan ve sınırlan bilinmek istenirse, merke
zi bir soru; insan biümlerinin, biçimsel ve apriori disiplin
ler ekseniyle olan ilişkisi şimdiye kadar ve ölçme haklıya
özdeşleştirilmeye çalışıldığı sürece esas olmayan ilişki,
canlanmakta ve şimdi insan bilimleri mekânı içinde aynı
zamanda, bu bilimlerin dilin ampirik pozitifliği ve sonlu
luğun analitiği ile olan ilişkileri de ortaya çıktığı için, her
halde daha temel hale gelmektedir, insan bilimlerine özgü
hacmi tanımayan üç eksen, böylece görülebilir ve sorduğu
sorularla adeta eşanlı hale gelmektedir. Nihayet, lengüisti
ğin ve insana ilişkin bilgiye uygulanmasının önemi, kültü
rümüzün temel sorunlarına ne kadar bağlı olduğunu daha
önce gördüğümüz, dilin varlığı sorunun, esrarlı ısran için
de ortaya çıkartmaktadır. Lengüistik kategorilerin giderek
yaygınlaşan kullanımının daha da ağırlaştırdığı sorun, çün
kü bundan sonra, aslında kendinde ne söz, ne de söylem
olan şeyi böylesine yapılandırmak ve bilginin saf biçimle
riyle eklemleşmek için dilin ne olması gerektiğini sormak
gerekmektedir. Nietzsche'nin "Kim konuşuyor?" diye sor
insan Bilimleri
533
duğunda ve Mallarme'nin de buna, "Kelimenin kendisi"
cevabını verdiğinde işaret ettikleri bu yere, çok daha uzun
ve çok daha belirsiz bir yoldan, yeniden varılmış olunmak
tadır. Dilin varlığı içinde ne olduğu konusundaki sorgula
ma, bir kez daha emir kipinin tonuna bürünmektedir.
Dil sorusunun çok güçlü bir üst belirlenmeyle birlikte
yeniden zuhur ettiği ve insan figürünü her bir yandan ku
şatıyora benzediği (tam da, eskiden klasik SöylenVin yerini
almış olan figür) bu noktada, çağdaş kültür şimdiki zama
nının ve belki de geleceğinin büyük bir bölümü itibariyle
iş başındadır. Bir yanda, şimdiye kadar ampirik alanlara
çok uzakmışa benzeyen sorular, aniden bu alanların çok
yakmındaymış gibi gözükmektedirler: bu sorular, düşün
cenin ve bilginin genel bir biçimselleştirilmesinin soruları
dır; ve bunların yalnızca mantık İle matematik arasındaki
ilişkiye adanmış olduklarının düşünüldüğü sırada eski am
pirik aklın biçimsel dillerin oluşturulması yoluyla arındı
rılması ve matematik aprioridtn hareketle ikinci bir saf ak
lın eleştirisinin icra edilmesi olabilirliğine ve aynı zamanda
görevine doğru atılmaktadırlar. Ancak, kültürümüzün öte
ki ucunda, dil sorusu onu sormaktan hiç vazgeçmeyen,
ama kendi kendine ilk kez soran şu söz biçimine emanet
edilmiştir. Günümüz edebiyatının dilin varlığından büyü
lenmesi, ne bir amacın işareti ne de bir köktenleşmenin ka
nıtıdır: gerekirliğinin köklerini, bilgimizin ve düşüncemi
zin tüm dokusunun resmolduğu geniş bir dış biçimin içine
salan bir olgudur. Fakat, biçimsel diller sorusu, pozitif içe
riklerin yapılandırılmasının olanaklılığmı veya olanaksızlı
ğını gündeme getiriyorsa dile adanmış bir edebiyat da, son
luluğun temel biçimlerini ampirik canlılıkların içinde gün
deme getirmektedir. Dil olarak hissedilen ve kat edilen di
lin içinden, en uç noktalarına yönelmiş olabilirliklerinin
işleyişinin içinden kendini haber veren şey, insanın "sonlu"
534
Kelimeler ye $tyler
olduğu ve mümkün her sözün zirvesine ulaştığında kendi
kendinin kalbine değil de, onu sınırlandırmanın kenanna
vardığıdır, ölümün kol gezdiği, düşüncenin söndüğü, kö
ken vaadinin belirsiz şekilde geri çekildiği şu bölgede. Ede
biyatın bu yeni varlık tarzının, tam da Artaud'nunkiler ve
ya Roussel'inkiler gibi eserlerde —ve onlar gibi adamlar ta
rafından— ifşa edilmesi gerekiyordu; Artaud'da söylem ola
rak reddedilen ve çarpmanın plastik şiddeti içinde yeniden
ele alınan dil, çığlığa, işkence görmüş bedene, düşüncenin
maddiliğine, tene geri gönderilmiştir, Roussel'de sistema
tik olarak yönetilen bir rastlantı tarafından toz haline geti
rilen dil, ölümün tekrarlanmasını ve ikizlenen kökenlerin
esrarını sonsuza kadar anlatmaktadır. Ve sanki, sonluluğun
biçimlerinin dil içindeki bu sınanmasına dayanılamazmış
gibi veya bu sınama yetersizmiş gibi (belki de bizzat bu ye
tersizliği dayanılmazdır), kendini deliliğin içinde dışa vur
muştur sonluluğun biçimi, kendini böylece dilin içinde
sunmaktadır (onda ifşa edilen şey olarak), ama aynı za
manda ondan önce, onun ötesinde, dilin serbest kalabildi
ği şu biçimci olmayan, dilsiz, anlamı olmayan bölgede de—.
Ve edebiyat, bu şekilde açığa çıkarılmış olan bu mekânın
içinde, önce sürrealizmle (ama oldukça gizlenmiş bir bi
çimde) sonra giderek saflaşan bir şekilde olmak üzere, Kaf
ka, Bataille, Blanchot ile birlikte, kendini deney olarak sun
muştur ölüm deneyi olarak (ve ölüm unsuru içinde), dü
şünülemez düşünce deneyi olarak (ve onun ulaşılamaz
mevcudiyetinin içinde), tekrar deneyi olarak (hep dilin en
yakınında ve hep en uzağında olan kökensel masumiyet
deneyi); sonluluk deneyi olarak (bu sonluluğun açıklığına
ve zorlamasına yakalanmış olarak).
Dilin bu "geri dönüş M ünün, bizim kültürümüzde ani
bir giriş değerine sahip olmadığı görülmektedir; uzun za
mandan beri gömülü kalmış olan bir aşikârhğın fış kırmalı
İnsan Bilimleri
535
keşfi değildir; düşüncenin, kendini onun aracılığıyla her
içerikten azat ettiği hareketin içinde kendi üzerine kapan
masının damgası, ne de sonunda çırılçıplak kalmış dil ol
ma olgusundan başka bir şeyden söz etmemek üzere söyle
yeceklerinden azat olan edebiyatın bir kendini beğenmişli
ği değildir. Fiili durumda, Batı kültürünün bir kıvrımının,
XIX. yüzyılın başında kendi kendine yüklediği bir zorun
luk gereği açılması söz konusudur. Deneyimizin "Biçimci
lik" adı verilebilecek bu genel göstergesinde, içeriklerin
tamlığını yeniden kavramaktan aciz kalan düşüncenin bir
kurumasının, nadirleşmesinin işaretini görmek hata ola
caktır; onu daha işin başında yeni bir düşüncenin ve yeni
bir bilginin ufkuna yerleştirmek de aynı derecede hata ola
caktır. Bu çağdaş deney olabilirliğini, modern episteme'nin
çok sıkı, çok tutarlı amacının içinde bulmuştur; onu bizzat
kendi mantığıyla harekete geçiren, tepeden tırnağa oluştu
ran ve var olmamasını olanaksız hale getiren, modern epis
teme'dir. Ricardo, Cuvier ve Bopp'un döneminde cereyan
eden şey, iktisatla, biyolojiyle ve filolojiyle birlikte ihdas
edilen şu bilgi biçimi, Kantçı eleştirinin felsefenin görevi
olduğuna hükmettiği sonluluk düşüncesi; bütün bunlar
hâlâ bizim düşüncemizin dolaysız mekânını meydana ge
tirmektedirler. Bu mekânda düşünüyoruz.
Ve fakat, tamamlanış ve son izlenimi, düşüncemizi ta
şıyan, harekete geçiren ve belki de onu vaatlerinin kolaylı
gıyla uyutan ve ancak çok ince bir çizgi halindeki bir ışığı
nın ufukta belirdiğinden kuşku duyulan yeni bir şeyin baş
lamakta olduğuna bizi inandıran sağır bir duygu; belki de
bu duygu ve bu izlenim çok da temelsiz değildir. XIX. yüz
yılın başından beri var oldukları, kendilerini yeniden for
müle etmeye ara vermedikleri söylenecektir, Hölderlin'in,
Hegel'in, Feuerbach'm ve Manc'uı, bir kültürün sona er
mekte olduğundan ve belki de aşılamaz olmayan bir uzak
536
Kelimeler ve Şeyler
lığın dibinden bir başkasının yaklaşmakta olduğundan
çoktan emin olduktan söylenecektir bir şafak haznesi
içinde, öğlenin parlaklığının içinde veya sona ermekte olan
günün uyumsuzluğunun içinde. Fakat bugün vaatlerin
den kuşku duyduğumuz, tehlikelerini kabul ettiğimiz bu
yakın ve bu tehlikeli kaçınılmazlık, kuşkusuz aynı cinsten
değildir. Bu ilanın düşünceye eklediği şey, tanrıların yüz
çevirdikleri veya yok oldukları bu dünyada insan için istik
rarlı bir ikametin sağlanmasıydı. Günümüzde ve Nietzsc
he, bükülme noktasını hâlâ uzaktan işaret etmektedir— ile
ri sürülen pek o kadar da Tannnın mevcut olmaması veya
ölümü değil de, insanın sonudur (şu ince, şu fark edilemez
kayma, özdeşlik biçimindeki şu geri çekilme, insanın son
luluğunu onun sonu haline getirmektedirler); bu durum
da, Tannnın ölümü ile sonuncu insanın birbirlerine bağlı
oldukları keşfedilmektedir: Tannyı öldürdüğünü ilan
eden, böylece dilini, düşüncesini, gülüşünü artık ölmüş
olan Tannnın mekânına yerleştiren, ama kendini aynı za
manda Tannyı öldüren olarak ve varoluşu, bu cinayetin öz
gürlüğünü ve iradesini kapsayan kişi olarak sunan, sonun
cu insan değil midir? Böylece sonuncu insan, Tannnın ölü
münden hem daha yaşlı hem de daha gençtir; Tanrıyı öl
dürdüğü için, kendi sonluluğuna kendi karşılık vermek zo
rundadır; fakat Tannnın ölümünün içinde konuştuğu, dü
şündüğü ve var olduğu için, cinayeti de ölmeye adamıştır;
yeni Tannlar, aynılan, daha şimdiden gelerek Okyanusu
kabartmaya başlamışlardır; veya daha doğrusu, bu ölümün
izinde ve onunla olan derin bir korelasyona göre Nietzsc
he'nin ilan ettiği şey, katilinin sonudur; insanın çehresinin
gülüşü içinde paramparça olması ve maskelerin geri dönü
şüdür; tarafından taşındığını hissettiği ve baskısının bizzat
şeylerin varlığının içinde bulunduğundan şüphelendiği za
manın derin akışının dağılmasıdır; Aym'nm Geri dönüşüy
İnsan Bilimleri
537
le insanın mutlak dağılmasının özdeşliğidir. Tüm XIX.
yüzyıl boyunca, felsefenin sonu ve yakında gelecek bir kül
tür konusundaki vaat, hiç kuşkusuz sonluluk düşüncesi ve
insanın bilginin içinde ortaya çıkışıyla bir ve aynı şey ol
maktaydı; felsefenin günümüzde hep ve hâlâ bitmekte ol
ması olgusu ve dil sorusunun herhalde onun içinde, ama
bundan da fazlası, onun dışında ve ona karşı edebiyatın
içinde ve biçimsel düşüncenin içinde soruluyor olması,
kuşkusuz insanın yok olmakta olduğunu kanıtlamaktadır.
Bunun nedeni, moden episteme'nin XVIII yüzyılın
sonunda oluşan ve hâlâ bilgimize pozitif zemin olarak hiz
met edeni, insanın kendine özgü varoluş tarzını ve onu
ampirik olarak tanımanın olabilirliğim meydana getireni
tümünün Söylem'in ve tekdüze hükümranlığının yok ol
masına, dilin nesnellik cephesine kaymasına ve çok kereler
yeniden ortaya çıkmasına bağlı olmasıydı. Eğer bu aynı dil,
bugün düşünmek zorunda olduğumuz, ama henüz başara
madığımız bir birlik içinde, giderek artan bir ısrarla zuhur
ediyorsa, bu bütün bu dış biçimin şimdi devrileceğinin ve
dilin varlığı ufkumuzda giderek daha parlak hale geldikçe,
insanın yok olacağının işareti değil midir? insan, dil dağıl
maya adandığı zaman oluştuğundan, dil tekrar bir araya
geldiğinde dağılacak değil midir? Ve eğer bu doğru olsay
dı, şu anki deneyi, dil biçimlerinin insan düzlemindeki bir
uygulanması olarak yorumlamak bir hata derin bir hata,
çünkü şimdi ne düşünülmesinin gerektiğini bizden sakla
yacaktır olmayacak mıdır? İnsanı düşünmekten vazgeç
mek veya daha kesin olmak üzere, insanın bu dağılımım
ve bütün insan bilimlerinin olabilirliğinin zeminini, bi
zim dil kaygımızla olan korelasyonu içinde daha yakından
düşünmek gerekmeyecek midir? Dil yeniden orada oldu
ğunda, insanın eskiden onu söylemin emredici birliğinin
orada tuttuğu şu sakin var olmamaya geri döneceğini kabul
538
Kelimeler ve Şeyler
etmek gerekmez mi? İnsan, dilin iki varoluş tarzının
arasında bir figür idi; veya daha doğrusu, dilin temsilin
içine yerleştikten sonra ve onun içinde erimiş gibi olduk
tan sonra, ondan ancak parçalanarak kurtulabildiği
zamanın içinde oluşabilnüştin insan kendi biçimini, par
çalar halindeki bir dilin aralıklarında meydana getirmiştir.
Tabii ki bunlar iddialar olmayıp, en fazlasından cevaplan
dırılmaları mümkün olmayan sorulardır; yalnızca onları
sorabilme olabilirliğinin kuşkusuz gelecekte ortaya
çıkacak bir düşünceye açıldığını bilerek, onları kendilerini
ortaya koydukları yerde boşlukta bırakmak gerekmektedir.
VI
Her halü kârda bir şey kesindir: insan, insani bilgiye sorul
muş olan ne en eski ne de en sabit problemdir. Nispeten
kısa bir kronolojiyi ve kısıtlı bir coğrafi bölümlemeyi—XVI.
yüzyıldan itibaren Avrupa kültürü ele alarak, insanın
burada yakın tarihli bir icat olduğundan emin olunabilir.
Bilgi onun ve sırlarının etrafında uzun süre gizlice kol gez
memiştir. Fiili durumda, şeylere ilişkin bilgiyi ve onların
düzenini özdeşlikler, farklılıklar, karakterler, eşdeğerlilik
ler, kelimeler bilgisini etkilemiş olan bütün değişimlerin
arasında kısacası, Aynı'nın şu derin tarihinin içindeki tüm
dönemlerin ortasında, yalnızca bir tanesi, bundan bir
buçuk yüzyıl önce başlayan ve herhalde şimdi sona ermek
te olanı, insanın çehresinin ortaya çıkmasına olanak ver
miştir. Ve bu hiç de, eski bir kaygıdan kurtulmuş, binlerce
yıllık bir endişenin aydınlık bilincine geçiş, uzun zaman
boyunca inançlar ve felsefelerin içinden hapis olarak kal
mış şeyin nesnelliğine ulaşma değildi: bilginin temel
düzenlemelerindeki bir değişikliğin sonucuydu. İnsan,
düşüncemizin arkeolojisinin yakın tarihli olduğunu kolay
insan Bilimleri
539
lıkla gösterdiği bir icattır. Ve belki de yakınlardaki son.
Eğer bu düzenlemeler, tıpkı ortaya çıktıktan gibi kay
bolsalardı, olabilirliğini en fazlasından önceden his
sedebileceğimiz, ama şu ân için ne biçimini ne vaadini bil
diğimiz herhangi bir olayla, tıpkı XVÎL yüzyılın döneme
cinde klasik düşünceye yaptıkları gibi, düşüncenin zemini
ni sarsalasalardı; bu durumda insanın, tıpkı denizin
sınırında bir kum görüntüsü gibi kaybolacağından söz
edilebilirdi.
ht t p: / / genclikcephesi.blogspot .com