Academia.eduAcademia.edu
� A N D RE B O N N A R D 1 ANTİK YUNAN1 . i UYGARLIGI 1! İl ya da ' da ��[]] [E Pa n ÇEVIREN: KEREM V R E N S E L B r h t e n o n KURTGÖZÜ A S ı M Y A Y 'a ı N 1 ı J EVRENSEL BASlM YAYlN ANDRE BONNARD ANTİK YUNAN UYGARLI GI CİLT İL YADA'DAN I PARTHENON'A Fransızcadan Çeviren Kerem Kurtgözü D oğa B ası n Y a y ı n D a ğ ı t ı m Ticaret L i m i t e d Ş i rketi T a r l a b a ş ı B u lvan Kamer Hatun M a h . A l h a t u n S k. No: 27 Beyoğlu 1 Ista n b u l T e l : 0212 361 0 9 07 (p bx) Faks: 0212 361 09 04 web: www . evre nse l b asim.com e . post a : bilgi@evrense l b asi m . c om Evrense l Basım Yayın - 267 ANTIK YUNAN UYGARLIGI-I llyada'dan Parthenon ' a O r iji n al A d ı Civilisation Grec que Andre Bonnard Fransızcadan Çeviren Kerem Kurtgözü Redaksiyon Necla Işık Kapak Tasarım Savaş Çekiç Birinci Basım Ekim 2004 ISBN 975-6525-86-X 975-6525-85-1 TK Baskı Ayhan Matbaası tYUzyıl Mah. Massit 5. Cad. Nu: 47 Ba�cılar 0212.629 Ol 65) ANTiK YuNAN UYGARLI GI --+ CİLT İL YADA'DAN I PARTHENON'A CİLT I İLYADA'DAN PARTHENON'A CiLT 2 ANTİGüNE'DEN SOKRATES'E ClLT 3 EuRiPiDES'TEN İsKENDERiYE'YE İÇİNDEKİLER Önsöz. . ........ 9 Bölüm I Y u n a n U y ga r l ı ğ ı n ı n B e ş i ğ i n d e Y u n a n Hal kı Bölüm II I l y a d a ve H o m e r os ' u n H ü m a n i z m i Bölüm III O d ysse us ve D e n i z Bölüm IV Şair ve Y u r t t a ş . . 39 71 A r k h i l o k hos Bölüm V Mi d i l l i l i Sap p h o , O n u n c u M u s a . Bölüm VI S o l o n ve D e m o k r a s i Y a k l a ş ı ml a r ı . .......107 .127 Bölüm VII K öl e l i k , Kad ı nın D u r u m u ..... Bölüm VIII I n s a nl a r ve T a n r ı l a r. Bölüm IX T r a g e d y a A i s k h y l o s, K a d e r ve A d a l e t Bölüm X O l y m p o s ' l u P e r i kl e s Kaynakça. .....19 3 .221 247 ÖN SÖZ TANER TiMUR Eski Yunan uygarlığı ile ilişkilerimiz XIX. yüzyıldan beri süregelen modernleşme çabalarımızın ve kültür tarihimizin en problematik yönlerinden birini teşkil ediyor. Bununla beraber, çeşitli nedenlerle, bu sorunu bütün yönleriyle ele aldığımız ve gün ışığına çıkarma çabası içinde bulunduğumuz söylenemez. Toplumsal yaşantımızın büyük bir kesitinin modernizm kavgası verdiği bir tarihi aşamada, düşünce hayatımızın küçük, fakat etkili bir kesimi de postmodern arayış ve özentiler içinde yaşı­ yor. Yoksa geri kalmışlığın eziklikleri içinde hep ileriye bakma telaşımız, bizlere tarihi referanslarımızı tamamen unutturdu mu? Yoksa XIX. yüzyılın yarattığı kimi saplantılarımız, sadece geleceği değil, geçmişi görmemizi de mi engelliyor? lO\ i * * * Yunan Antikitesi'nden "tarihi referanslarımız" olarak söz etmem kuşkusuz birçok okuyucuma garip gelecektir. Etnik vur­ gulu bir kültür egemenliğinin neredeyse Türk olmayan her şeyi "öteki" olarak damgaladığı bir ortamda böyle bir iddia elbette­ ki şaşırtıcıdır. Fakat, yanlış mıdır? * * * Ortaçağ Avrupa'sında olduğu gibi, geleneksel Osmanlı dü­ zeninde de Grek düşüncesi yüzyıllarca bilimin ve ilahiyatın te­ melini oluşturdu. Şu farkla ki, Avrupa' da Hıristiyan giysiler içinde ortaya çıkan Ortaçağ bilimi, Osmanlı toplumunda da ta­ mamen İslami renklere bürünmüştü. Fakat kutsal bir inancın kalıplaştırdığı aysbergin görünmeyen kısmı Eflatun'un, Aris­ to'nun ve onun düşüncelerini "şerh eden" bir sürü düşünürün katkılarından oluşuyordu. Osmanlı ulemasının Eflatun'dan "Felatun el Lillah" (İlah ı Eflatun); Aristo'dan da "Muallimi Ev­ vel" diye söz ettiklerini nasıl unutabiliriz? XVI. yüzyılda Ahmet Taşköprüzade'nin, XVII. yüzyılda Katip Çelebi'nin ansiklope­ dik kitaplarında anlatılan ve sınıflandırılan yüzlerce "ilim"in büyük ölçüde eski Yunan'dan, özellikle de Aristo'dan kaynak­ landığını bugün kaç kişi biliyor? * * * Avrupa kültürünü Osmanlı kültüründen ayıran unsur, Rö­ nesans'tan itibaren Grek Uygarlığı ile kurulan yeni ilişkiler de­ meti ve bu bağlamda gelişen "modernizm" oldu. Kuşkusuz bu ll yeni gelişme sadece düşünce alanında değildi; onu da belirle­ yen bir "iLkel sermaye birikimi" zemini, bir maddi altyapı mev­ cuttu. Fakat Batı Aydınlanması 'nın temelini oluşturan antik rasyonalizm olmadan modernizmi yaratmak da herhalde kolay olmayacaktı. Batı uygarlığı doğa bilimlerinde "deney" yöntemini icat ederek eski Yunan'ın Aristo'ya dayanan bilimlerinin önemli bir kesimini anakronik hale getirdi ve "bilim tarihi" nin raflarına yerleştirdi. Buna karşılık toplum ve insan bilimlerinde aynı modernizm çabaları Yunan Antikitesi ile yeni ve verimli bir di­ yaloga, daha doğrusu bir hesaplaşmaya yol açtı. Çağdaş felsefe, toplum bilimleri ve insan bilimleri, birkaç yüzyıl süren bu ve­ rimli hesaplaşmanın ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu hesaplaşma çok yönlüydü. Felsefeyi, bilimi, siyaseti, sa­ natı; kısaca bütün espri ve eylem dünyasını kapsıyordu. Çağdaş bir terim kullanarak Eski Yunan uygarlığı, Batı modernizminin kültürel antropoloji temelini oluşturdu da diyebiliriz. Osmanlı gelişmesini Batı'dan ayıran en önemli faktör, biz­ de böyle kapsamlı bir hesaplaşmanın hiçbir zaman yapılmamış olmasıydı. * * * Osmanlılar Batı bilimini ve Batı felsefesini onlarla diyalog kurarak ve doğa güçleri, toplum yapısı ve kültürel miras üze-· rinde eleştirel bir şekilde düşünerek benimsemediler. Batı bi­ limlerini bir çeşit ithal maddeleri, "ready-made" elbiseler şek­ linde kabul ettiler. Savaş sahalarında ve diplomasi masalarında karşılaşılan ezikliklere paralel olarak, Osmanlı büyükleri, ces- ızl i te ceste "medrese ilmi"ne "Out!", Batı bilimine de "İn!" dedi. Oysa İkinci Meşrutiyet yıllarına renk katan Osmanlı skolastiği tartışmalarında yer yer vurgulandığı gibi, "Osmanlı modern­ leşmesi" nde medreseleri çürümeye terk etmek değil, ıslah et­ mek gerekiyordu ve ancak bu bağlamda kimi çağdaş "ule­ ma" mızın hala sıkı sıkıya yapışmak istedikleri medrese bilim­ lerini ve bunlara temel teşkil eden Eski Yunan bilimini artık "öteki " nin değil, bizim bir parçamız olarak tanımamız, bilmemiz ve aşmamız mümkün olacaktı. Kısaca kirnilerimize sahte ve ya­ pay olarak görünen "laikleşme" ve "sekülerleşme" çabalarımız, Batı Avrupa'nın başardığı gibi sağlıklı, kompleksiz bir temele kavuşacaktı. Çağdaş gelişmelerin böyle bir gelişmeyi anlamsız kıldığını ve tamamen gündemden çıkardığını söyleyebilir miyiz? Pozitif bilimler alanında böyle bir düşüncenin çoktandır geçerli olduğunu biliyoruz; fakat felsefe, insan bilimleri ve sa­ natta "Yunan Mucizesi" bütün dünyada hala zengin bir okul, tü­ kenmez bir ilham kaynağı olma niteliğini sürdürmüyor mu? Bu düşüncede olduklarını sandığım büyük bir aydın kesi­ minin, Andre Bonnard'ın bu kitabını sıcak bir ilgiyle karşıla­ yacaklarından hiç kuşku duymuyorum. * * * İsviçreli bilim adamının yaklaşık yarım yüzyıllık bir tarihi olan ünlü eserini burada tanıtmak elbette bana düşmezdi. Sa­ dece konunun kültür tarihimiz ve kimlik sorunumuz açısından önemini vurgulamaya çalıştım. Antik Yunan Uygarlığı 'nın tanı­ tımını konunun en yetkin uzmanları zaten defalarca yapmış bu- 13 lunuyorlar. Eserin 1991 baskısına yazdığı önsözde Fransız he­ lenisti Mareel Detienne 'in belirttiği gibi, Bonnard 'ın anlattığı Yunanlılar ne filoloji uzmanlarının Yunanlılarına, ne de Batı "Logos "una savaş açan Heidegger'in Yunanlılarına benziyordu. "O kuyucuları için ne kadar iyi!" diyor Detienne, "insanları ve onların çevrelerini, emeklerini, tekniklerini; kölelerin sus­ kunluğunu" keşfetmek isteyen okuyucular için ne kadar iyi! Bonnard bize Yunanlıları günlük yaşantıları çerçevesinde se­ vinç ve kederleri, bilim ve efsaneleri, özgürlük ve kölelikleri içinde sunuyor. Bonnard bu kadarla kalmıyor. Eski Yunan bilgeliğiyle bes­ lenmiş bir etik anlayışıyla, tarihin dramatik bir diliminde biz­ lere bir de çağdaş hümanizm dersi veriyor. Maccartism'in Batı­ lı rejimleri kasıp kavurduğu bir ortamda, Bertolt Brecht ile ay­ nı yıl Lenin ödülünü paylaşan bu saygın ilim adamı, Dünya Ba­ rışı için çalışmaları yüzünden tutuklanıp, mahkemelere çıka­ rılmamış mıydı? Andre Bonnard 1954 Nisan'ında huzuruna çı­ karıldığı hakime şunları söylüyordu: "Benim için hümanizm, masasında çalışan bir insanın bilimi değildir; hiç ayrılmayaca­ ğım bir hayat kuralıdır.. Burada kişiliğimde Antigon dostu ve çevirmeni ile barış taraflısını ayırmak istiyorlar; oysa bunlar aynı insan!" O insan kitabında bize sadece Eski Yunan'ı anlatmıyor; bi­ raz da bizleri anlatıyor. . Ekim 2004, İstanbul Üzüm ezen Satyr'ler. (Amasis'e mal edilen amfora. VI. yüzyıl) BöLÜM I Y U N A N UY G A R L I G I N I N BE Ş İ G İ N D E Yu N A N H A L K I ()� �f;:l�: an halkı, kendi dönemindeki öteki halklar gibi bir halktı. rsın ya da varmasın, uygarlıkta, ilkel dönem yaşam biçi­ Bi m i nin ağır aksak işleyişini yüzyıllar boyu o d a yaşadı. Dahası var. Tarihi boyunca onca görkemli başyapıda daha bir parlayan gelişme dönemleriyle göz kamaştıran zamanlara, Parthe­ non'a ( Partenon), Sophokles'e ve Hippakrat çağına kadar uzamldı­ ğında görülür ki Yunan ülkesinin şu canlı ve nazlı yüreği olan, şu öz be öz He Ilen 11 Atina dahil olmak üzere, tüm Yunan halkı, öyle­ sine tuhaf, öylesine sanki Polinezya kökenli 11, kimi zaman yalnızca k a ba ve gülünç geleneklere; kirnileyin de insanı her tür uygarlıktan ll ll fersahlarca uzaktaymış duygusuna kaptıran, dehşetengiz vahşilikte­ ki boş inanç ve görenekiere sarılmış, bu nlarla uğraşıp durmuştur. A ntik Yunanistan, uygarl ık kavra mıyla, dünyaya insan gözü ile 16[ ANTIK YUNAN UYGARLICI bakmak uğruna, ilkel insanın hayvansı yanıyla,görememe ve kavra­ yamama durumundan sıyrılmak için çektiği o müthiş sı nırsız zorluk arası ndaki akıl almaz karmaşıklığı gözler önüne sermektedir; somut bir aykırılıktır bu. Atina'da her yıl, ilkbaharın tekrar gelmesi için görkemli törenler yapılırdı -zira ilkel dönem insanları ilkbaharın, kışın yerini almayı unutacağından korkarlardı- teke ya d a boğa kılığındaki Dionysos'un (Dionisos), baş yargıç olan kralın karısı yani Atina "kraliçesi" ile ev­ lenişi kutlanırdı. Buna bağlı olarak, Attika kı rsalında, yılın kalan bö­ lümünde kapalı tutulan bir tapınak ziyarete açılırdı. Demokratik yöntemle seçilmiş görevlilerce idare edilen halk, alay halinde tapına­ ğa, tahtadan yapılma eski bir tanrı heykelini almaya gelirdi; heykeli "kral sarayına ilahiler söyleyerek götürüderdi ve tanrı geceyi kra­ liçe 1 1 nin yatağında geçirirdi. ( Söz konusu prenses, Atina yurttaşı ola­ rak doğmuş olmak ve kocası olan baş yargıçla bakire olarak evlenmiş rı rı olmak zorundaydı . ) Atina'nın bir numaralı hanımıyla tanrının evlen­ mesi -ki bu evlenme simgesel değildi, eylemsel olarak da eksiksiz ya­ pılması gerekiyord u; zira kullanılan Yunanca terim bunu göstermek­ tedir- tarlalarda, meyve bahçelerinde ve bağlarda bereketi, hayvan sürülerinde ve ailelerde ise üretkenliği güvence altına alıyordu. Çiçek Şöleni ( Anthesterie) Atina'da şubat sonunda yapılırdı. Her evde kutlamalar yapılır, bu vesileyle kırsal kesimden getirilmiş taze şıra içilirdi. Şölenin ikinci günü ise halk arasında içki içme yarışı ya­ pılırdı; careının işaretiyle, bir dikişte, testisindeki şarabı en çabuk bi­ tiren kazanırdı: çok çok iyi, zira şarap hepten uygarlık demektir. Ama üçüncü gün aç ve susuz kalan ölüler uyanır ve şölenden payla­ rını isterlerdi. Bu görünmez yararıkların kentin sokaklarında koşuş­ turclukları duyulurdu. Aman dikkat! Herkes kapısını sıkıca kapatır, ama daha önce evin eşiğine, yaşayanların el değdirmeye bile çekin­ dikleri ve her türden tahılın katılmasıyla hazırlanmış ve bir güveç içerisine konmuş olan 11 savaş hali 11 çorbası bırakılırdı. O gün insan­ lar ölülere karşı tanrıları koruma altına alırlardı. Böylece evlerin ka­ pı ve pencerelerini iyice tıkayıp, tanrılarını da tapınaklara kapatır­ lardı. Bütün bir tapınak, kalın urganlarla sarılırdı, böylece tanrıların ölümsüzl üğüne ölümün bulaşması engellenmiş olurdu. Neden sonra o hiç mi hiç azalmayan çorbayla karınları iyice dayan ölüler -öyle ya görünmez olanlar tabii ki görünmez biçimde beslenirler- artık bir sonraki yıla kad a r rahat bırakılırdı. YUN A N U Y G A R L I C I N I N BE Ş I C I N D E YUN A N H A L K I ı 1 ı 17 Sonra bir de 1 1 Pharmacos 11 ( Farmatos) adı verilen, günah keçisi ayini vardı; birden ortaya çıkan ve kent devletlerini zora sokan bü­ yük felaketler karşısında derman sayılırdı . Bugün bizlere öylesine pı­ rıl pırıl gözüken, öylesine çok şey vaat eden ve de gerçekleştirmeden yana zengin uygarlığın bu ilkbahar döneminde, I.ö. VI ve V. yüzyıl­ larda, Atina da ve lonia'nın büyük ticaret limanlarında yapılırdı bu tören. Güzel genç kız heykelleri, kırmızıya boyanmış gülen yüzleri , maviye boyalı saçları, alacalı bulacalı giysileri ve aşı boyalı takılarıy­ la kentlerde çiçekler gibi açarlard ı . Ve lonia'lı bilginler ellerini tez tutup hemen çevrede olup bitenlere materyalist ve akılcı bir açıkla­ ma getirmelere girişirlerd i . Böylesine yeni ve gelişmiş kent devletleri, her şeye karşın yine de az buçuk bir insan artığını, sakatları, buda­ laları veya ölüm cezası almış olanları da içinde barındırmaktaydı ki açlık ya d a veba salgını durumunda bu insanları taşlayarak öldürüp böylece tannlara kurban ederlerdi. Ya da başka zamanlarda doku­ nul mazlığı olan günah keçilerinin ellerine kuru incir, arpa ekmeği ve peynir tutuşturularak kentten kovulurdu ve hatta, yabani adasağanı saplarıyla yedi kez cinsel organına vuruld uktan sonra yakılır, külleri denize savrul urdu . 1 1 Pharmacos 1 1 geleneği Marsilya'ya lonia yoluyla geçmiştir. Herodot'un deyişiyle, 1 1 özgürlüğe sıkıca tutunan 1 1 Atinalıların, Yunan halklarını bağımsızlığına kavuşturduğu şu Salarnine savaşı sabahında, başkomutan General Themistokles (Temistoklis), Arnİral gemisinde, tüm filonun karşısına geçip, savaşın kaderini kendi hal­ kından yana çevirmesi için sunu olarak, çiğ et meraklısı Dionysos'a üç insan kurban etmiştir. Güzel giysiler giydirilip altın takılarla be­ zenmiş çok yakışıklı üç esir, bizzat büyük kralın öz be öz yeğenieri idiler. General bunları kendi elleriyle boğazlamıştır. Bu bir baskı gösterisi değildi tabii, bir adak sunusuydu. Atomcu materyalizmin kurucusu, ünlü büyük bilgin Demokritos (ki fikirleri daha sonraki çağlarda, Pline ve Columelle ( Kolimeli) ta­ rafından yeniden ele alınmış, belki daha da güzelleştirilmiş) aybaşı kanaması olan kızların, hasata hazır tarlaların çevresinde üç kez ko­ şarak dolaşmasını ister. Aylık kanamadaki kanın, topraktaki tahıl danelerini yiyen böceklere karşı güçlü bir antidot oluşturan enerj i bakımından çok zengin olduğunu d üşünüyordu. Yalnızca önceki dönem ilkelliğinden sıyrılmış halde varlığını sürdürmekte olan antik uygarlığın bağrında değil, her yerde kendini 1 181 A NT I K YUNAN UYGARLıCı gösteren aynı türden nice başka olaylar sıralanabilir daha. Bizlere, vahşilerin garip sapınçları gibi gözüken bazı uygulamalar, toplumun temel yapılanmasından kaynaklanıyord u. Iki bin yıllık uzun sürekli­ liği, tartışılamaz özel likleri, yazılı yasalardan veya geleneksel hukuk­ tan aldıkları d a yanakla vicdanen rahat oluşları, filozofların aklayıcı yargıları, bu konunun önemini belirtmektedir. Yok olmamak için di­ renmelerinin bir açıklaması vard ır elbet; bu kitapta en azından bir kısmı, Yunan uygarlığını sona götüren yanlışlar, bozgunlar tekrar­ dan ele alınacaktır. Hemen örnek verelim: Yunan kent devletlerinin hepsinde (The­ bai hariç), aile içinde, baba, daha dünyaya gel ir gel mez, çocuğunu dilediği biçimde, başında n defetme hakkına sahiptir. Yol boyları , ta­ pınak merdivenleri bu türden terk edişlerin yapıldığı yerlerdir. Yu­ nan d ünyasında (Atina hariç), baba, insan ticareti yapan büyük mü büyük taeiriere çocuklarını satabilir. Varsıl aileler, ana baba kalıtı mallarının bütünlüğünü,bu haklarını geniş biçimde kullanarak sağ­ lamışlardır. Y aksu! zavallılar içinse, alacaklısına borcun u öderken bir fazla boğazdan kurtulmak demektir! Sparta kenti daha da güzel bir yol buldu: soylu bir ailenin oğulları, üçü dördü tek bir kadı n al­ ma yoluna giderler, s ırayla kullandıkları tek bir kadın, onlara, alıko­ yacak ya d a salıverecek kadar çok sayıda çocuk vermeyecektir hiç­ bir zaman. Peki, ya tarihi zamanların ta ilk yüzyıllarında, ( Dor'ların Peleponnes 'ten kuzeye sürdüğü Ean kabilesi dışında kalan her yerde ) yarı kölelik kıskacına d üşen kadının durumuna ne demeli ? Eş olarak evin bakım ve tutumunu gözetmek ve çocuk yapmak, tercihen, evin efendisinin gereksindiği erkek çocuğu dağurmakla görevli bir hiz­ metçidir. Kibar fahişe olaraksa, sokak köşelerinde flüt çalmak, felse­ fi veya değil, toplantı ve şölenlerde oynamak, yatak dünyasında ise zevkleri d iri tutmak gibi görevleri vardır. Kölelere gelince . . . Ama neyse, b u konuyu bırakalım. Insan uygarlıklarının en gü­ zellerinden birine adanmış bu kitabın ilk sayfasında daha, Yunan halkının tıpkı ötekiler gibi ilkelin de ilkeli olma ktan pek de geri kal­ madığını yeterince göstermiş olduk. Uygarlığı kök salmış, yeşermiş­ tir -bir m ucize sonucu değil, birkaç uygun koşul sonucu ve işinin ge­ reği olarak ortaya çıkan buluşlar sonunda olmuştur bu- ve dünya­ daki bütün halkların içinde kök saldığı boş inanç ve vahşet gübreli­ ğinde büyüyüp gelişmiştir. Zira bakın, yine bu saf ve za lim olan ay­ nı ilkel halk, aynı zaman ve aynı kaynaşma içerisinde birden keşfe- Y U NAN U Y G A R L I G I N I N B E Ş IC I N D E Y U N A N H A L K I diverdi. Kim, neyi keşfetti ? İşte görüyorsunuz, kalemimin ucuna bir­ çok söz geliyor, ama neyse geçelim ve tek sözcükle söyleyelim: Uy­ garlığı keşfetti, bizim uygarlığı. . . E y maviler ve pembeler içindeki Yunanistan, tatlı-şeker Y unan, be hey sanatın, aklın, Taine'ın ve de Renan'ın Yunan'ı, toz toprak içinde ne de kirlenmişsin, kan-ter içinde, pislenmişsin, üstünde kan lekeleri ! Nedir o halde uygarlık dedikleri? Uygar sözcüğü, Yunancada, evcilleşmiş, işlenmiş, aşılanmış anlamına gelir . Uygar insan, aşılan­ mış i nsand ır, daha besleyici ve daha tatlı meyveler versin diye kendi kendini aşılayan insandır. Uygarlık; insan yaşamını korumak, doğa güçleri karşısında onu daha bağımsız kılmak; öğrenildikçe birer öz savunma aracı olan, ama ilkel yaşamın bilgisizlik evresinde, fiziksel yasalarının insanı yaralamaktan öteye geçmediği bir d ünyada yaşa­ mı sağlama almak amacıyla yapılmış buluş ve keşiflerin tümüdür. Insan yaşamını korumak, ama aynı zamanda onu güzelleştirmek, halkın refahını artırmak, insanlar a rası ilişkilerin giderek daha den­ geli bir biçimde ve ağır ağır geliştiği bir toplumda yaşama sevincini çoğa ltmaktır. Ve nihayet, topluluk halinde yaşayanların bir arada tadına vardıkları sanatın pratiği içerisinde insanı geliştirmek, yepye­ ni yaratılar için tükenmez kaynak oluşturan bilim ve sanatın yeni baştan düşünüp kurguladığı kültür dünyasının da içinde yer aldığı, aynı zamanda hem gerçek hem de düşsel olan bu dünyada, insanın insansılığını yükseltmektir. Birçok icat-keşif-fetih . . . Hala kararsızlık gösteren bir 'Içindeki­ ler' çizelgesi için işte bunlardan birkaçı. Art arda dalgalar halinde Balkaniara gelen Hellen halklar, göçe­ be kavimler halinde yaşayan halklar gibi yaşam sürmekteydi. Çadır­ lar, önce ağaç parçası sonra bronzdan silahlar, avianmış hayvanlar ve keçiler. Evet insanoğlunun kazandığı tüm hayvanlar arasında en hıziısı olan at epeydir evcildi artık. Bu yabanıl halk, temel gıdasını avla elde ediyordu. Daha sonra Hellad adını alan yarımadaya yerle­ şince, nankör toprağı güç bela işlemeye koyulur. Her zaman için, kentliden öte köylü olarak kalacaktır. Köylüdür bu halk. En görkem­ li döneminde, Atina bile Attik kırsalının pazar yeridir hala. Yunanl ı - 1 19 ı 20 ı ANT 1 K YUN A N U Y G A R LI CI lar o zamanlardan beridir tahıl, zeytin, incir ve üzüm yetiştirirler. Çok geçmeden, zeytin yağı ve şaraplarını, Asyalı komşularını n üret­ tikleri kumaşlarla değiş tokuş etmeyi öğrenirler. Ve hatta, yeni doğan kentlerin giderek artan nüfusu için zorunlu olan buğday ve arpa kar­ şılığında bu ürünleri, boyanmış güzel çömlekler içerisinde, Karade­ niz'in kuzeyinde yer alan yöre ha lklarına sunmak için denize açılma tehlikesini göze alırlar. Ilkel avianmanın yerini alan et ağırlıklı bes­ lenme düzenini, yenice yerleştiği yerlerin iklim koşullarına uyarlı da­ ha bir bitkisel ağırlıklı yeme düzeniyle değiştirme sonucuna götüren belli alan tarımının gelişmesi ve çok geçmeden iyice yaygınlaşacak olan ticaret ilişkilerinin gelişmesi sonucu, Yunan halkı daha bir refa­ ha ulaşmış, ama aynı zamanda da pek yontulmamış bir halk olarak, çok daha eski uygarlıklara mensup halklada temasa geçmiştir. Ama bunun için kah yüreklice, kah korka korka, acemice bir başka fetih daha yapması, denizi fethetmesi gerekti. Yunan halkı ül­ kesine kara kıtasından ve kuzeyden geldi. Asya ve Rusya bozkırla­ rından, cılız bir hayvan sürüsünü önüne katarak ve aviayarak o ka­ dar uzun süre dolaşınıştı ki, akrabaları olan hemen bütün Hint-Av­ rupalı halklarda aynı sözcüklerle belirtilen engin denizin adını unut­ muştu. Latince ve ondan türeyen dillerin mare, mer, v.b., Cermen dillerinin Meer, See, sea, v . b . , Slav dillerinin de More, Morze, v . b . , diye adlandırdıkları bu akışkan d üzlüğün Yunancada adı yoktu. Ül­ keleri olacak bu toprakta buldukları topluluklardan bir sözcük al­ mak zorunda kaldılar: Thalassa (Talasa ) dediler. Gemi yapmayı da kendilerinden çok daha uygariaşmış bu topluluklardan öğrendiler. Ö nce güvenilmez ortam karşısında dehşet içinde, sonra eski şairlerin dedikleri gibi, " ağır yoksulluk . . . acı açlık . . . ve boş karnın gereksini­ mi" ile sıkıştırıldıklarından dalgalar ve rüzgarlar krallığının (Eolya ) karşısına çıkmaya, mal yüklü gemilerini derin girdaplar içinden ge­ çirmeye kalkıştılar. Onlar bu meslekte, çok emek verip zarar görse­ ler de, Fenike'lilerin bile ayağını kaydıran a ntikitenin en girişken de­ nizci halkı olurlar. Köylü halk, denizci halk: Işte Yunanlıların uygarlığının ilk adım­ ları bunlardır. Hemen ardından başka kazanımlar gelir. Yunan halkı şiirsel an­ latımda ustalaşır; yazın türleri denilen şey haline gelecek sınırsız mülkün tarlalarını bulur ve işler. Yunan dilinde önceleri bunun adı yoktur: Eşi görülmemiş bir bollukla başyapıtlar vermekle yetinir. YuNAN uvcA R L ı c ı N ı N BEşıcıNoE YuNAN HAL K ı Izı Dil; ot ve pınar kadar canlı, düşüncenin en ince ayrıntılarını açıkla­ yacak, yüreğin en gizil devinmesini açığa çıkaracak kadar esnektir. Güçlü ve tatlı bir müzik, güçlü bir org kaynaşımı, tiz flüt sesi, kır ha­ vası estiren kaval gibidir. Ilkel halkların hepsinin de şarkıları, türküleri vardır ve çalışırken veya işin yükünü hafifletmek için sanki ritimli bir dil kullanırlar. Yu­ nan ozanları, ritimleri büyük bir verimiilikle geliştirmişlerdir; bunlar­ dan çoğu halka dayalı, çok ıraklara dek uzanan geçmişlerden gelmek­ tedir. Ozanlar önceleri görkemli ama değişken ahenkler halinde, geç­ mişteki kahramanların savaş başarılarını övmelerine yarayan büyük epik dizeyi keşfederler. Ö nceleri yarı yarıya doğaçlama olan bu çok uzun şiirler kuşaktan kuşağa aktarılır. Bunlar sade bir lir eşliğinde ez­ berden okunur ve hazır bulunanların bundan duydukları ortak zevk­ le, çalışkan ve cesur bir topluluk b ilincini oluşturmaya katkıda bulu­ nurlar. Havada uçuşan bu şiirler zamanla akıllarda yer eder. Sonun­ da bunlar bugün haLi okuyageldiğimiz, Yunan halkının Inciileri olan, llyada ve Odysseia ( Odisia) gibi iki büyük yapıta varırlar. Şiiri daha sıkı bir biçimde müziğe, şarkıya ve dansa bağlayan, esinlerini bireylerin ve sitelerin gündelik yaşamından a lan, alay eden ya da coşturan, büyüleyen ya da öğreten öbür şairler, bazen yergi, bazen aşk, bazen de yurttaşlık sevgisi içeren lirizmi keşfederler. Bir başkası da yaşamın hem taklidi hem de yeniden yaratımı olan tra­ gedyasıyla komedyasıyla tiyatroyu keşfeder. Drama şa irleri Yunan halkının eğiticileridirler. Onlar, dillerindeki büyülü sözcüklerle, geçmişlerinin anısı, bu­ günlerinin kaygı ve umutları ile, imgelem dünyalarının d üşleri ve ya­ nılsamalarıyla bütün zamanların üç büyük şiirsel türünü -desta n, li­ rik şiir ve dramayı- keşfederierken yine bu sıralarda yontma kalem­ leriyle ahşaptan sonra, yontutacak en görkemli maddeler olan sert kireçtaşı ve mermere meydan okuyarlar ya da bronzu kalıba dökü­ yorlar ve bunlardan insan bedeninin, aynı zamanda tanrıların da olan bu benzersiz güzellikteki bedenin bir benzerini çıkarıyorlard ı . Çünkü dünyada dolaşıp duran b u tanrı lar belalı bir s ı r olduğundan ne pahasına olursa olsun onları kazanmak, onları al ıştırmak gereki­ yordu. Onlara erkeğin ve kadının güzel ve açık biçi mini vermek on­ ları insaniaştırma ve uygarlaştırmanın en iyi yoluydu. Bu tannlara görkem li tapınaklar dikerler; içlerine de tanrıların tasvirlerini kapa­ tır ve sonra onları açık havada törenlerle gönendirirler. Tanrıya ada- 22 ı A NT t K Y UN A N U Y G A K L ı C ı nan bu görkemli mekanlar, onları yapan sitelerin büyüklüğünü de anlatmaktadır. Yunanlıların yontuculuğu ve mimarlığı, yüzyıllar bo­ yunca ve en büyük yapıtları ile hepten göğün sakinlerine adanmışsa da, onların komşu halklardan a ldıkları bu sanatları insanların yon­ tulan ya da bir araya getirilen taş veya metal ile güzelliği yaratma gücünü de fazlasıyla doğrular. -Ve yine onu zamanımızdan çok önce VII., VI. yüzyıllarda bü­ tün mal ve mülkü ele geçirmeye doğru götüren o büyük atılım döne­ min de- Yunan halkı zaten kendini bilimin ilk yasalarını çözme yo­ lunda sınamıştır. İçinde yaşadığı bu d ünyayı anlamaya, onun ne ol­ duğunu, na sıl ol uştuğunu söylemeye, insanın kendi kullanımına a l ­ m a k istediği bu yasaları öğrenmeye, anlamaya çalışır. Matematiği, astronomiyi keşfeder, fiziğin ve tıbbın temellerini atar. Peki kimin içindir bütün bu buluş ve keşifler? Ö bür insanlar için, onların çıkarları ve onlarııı kıvançları içindir. Ama henüz b ü­ tün insanlar için değildir. En başta site halkı içindir. Bu terimden es­ ki Yuna nistan'da aynı yerleşim bölgesinde (köy ve yönetim merkezi) oturan yurttaşlar toplul uğunu anlamak gerekir. Yunanlılar henüz dar olan bu çerçevede en azından onu ol uşturan öğelere siyasal hak eşitl iği veren ve özgür yapılanma isteyen bir toplum kurmaya çalışır­ lar. Bu toplum en gelişmiş Yunan sitelerinde, halk egemenliği ilkesi­ ne göre kurul ur. Demek ki Yunanlı lar demokrasinin -henüz çok ek­ sik- ilk biçimin i de elde etmişlerd ir. Bütünüyle ele alındığında, Yunan uyga rlığını tanımlayan en önemli kazanımlar bunlardır. Bunların hepsi aynı amaca yönelir: In­ sanın doğa üzerindeki gücünü artırmak, insanın kendi insa nlığını ar­ tırma k. Bu nedenle genelde Yunan uygarlığı bir hüma nizma olarak adland ırılır. Doğrudur. Yunan halkı, aslında, insanı ve insan yaşa­ mını daha iyi hale getirmeye zorlamıştır kend ini. Bu yazgı bizim de yazgımız olduğundan, yarım ve eksik bırakıl­ mış Yunan örneği, hatta başarısızl ı kları bile günümüz insanı tarafın­ dan uzunca irdelenmeye değer doğrusu. --,� Yabanıll ıktan uygarlığa geçerken, Yunan halkının önünde uza­ nan bu uzun yoldaki birtakım evreleri, şair Aiskhylos ( Eshilos), Pro­ metheus ( Promiteas) tragedyasında sayıp döker. Kuşkusuz bilisiz ve YUNAN UYGA R L ı C ı N ı N BE Ş i C 1 N DE Y U NAN HAL K ı ! 23 zavallı atalarının, onları özgür kılan bilginin ilk kademesine yükseli­ şinin ne sebebi ne de nasılı hakkında en ufak fikri yoktur onun. On­ ların boş inançlarından birçoğunu hala paylaşmaktadır. Bir yabanı­ lın büyücülere inanması gibi bilicilere ( kahinlere) inanır. Insan eme­ ğinin doğadan çekip a ldığı tüm buluşları, insansever dediği tanrıya, Prometheus'a mal eder. Bununla birlikte insanların velinimeti'ni ve onunla birlikte in­ sanları, göğün ve yerin " hakim " i olan ve gururlu insan türünü se­ bepsiz yok etmek isteyen "zorb a " Zeus'un kinine bırakırken, Pro­ metheus onu engel lememiş ise eğer, o düşünen ve ha reket eden In­ sanların Dostu'nu, d urumumuzun sefaleti ve çıplaklığ ına karşı, çağ­ lar boyu sürdürdüğümüz mücadelede insan aklının gösterdiği gücü­ n gözüpek tanığı yapar. Prometheus der: " Ölümlü/erin sefa/etini anlayın, akla ve düşüncenin gücüne yö­ nelttiğim bu cılız çocuklar için yaptık larımı öğrenin . . . Eskiden insan­ ların gözleri vardı ama görmez/erdi; nesnelerin sesine sağırdı/ar ve hayalet gibi, yaşamları boyunca dünyanın kargaşası içinde gelişigü­ zel hareket eder/erdi. Güneşli evler yapmaz/ardı; tuğla, mertek ve ahşap bilmez/erdi ve tıpkı karıncalar gibi, yeraltına çekilir/er, mağaraların karanlığına ka­ panır/ardı. Mevsimlerin dönüşünü önceden kestiremezler, gökyü­ zünde kışın, çiçek/i baharın, meyveleri olgunlaştıran yazın işaretleri­ ni okumayı bilmez/erdi. Her şeyi hiçbir şey bilmeden yapar/ardı. Ta ki onlar için yıldızların doğuşu ve batışı ile ilgili o çetin bili­ mi lmlduğum giine kadar. Sonra her türiii bilginin kraliçesi sayıların bilimi geldi. Ve evrenin belleğini, insan emeğini, sanatlarm anasını bir araya getiren sözel bilimi. Derken, en ağır işlerde yükü hafifletmek amacıyla onlara yaba­ nıl hayvanları koşuma bağlamayı öğrettim. Öküz enseyi biiktii. A t biniciye saygılı oldu. A rabayı çekti. Kralların gururu oldu. Ve, de­ niz/erde dolaşmaları için onlara bez kanatlı kayığı verdim . . . Başka harikalar da var. Insanların hastalığa karşr hiçbir çareleri yoktu, yapacak ları tek şey ölmekti. Birtakım aşk şerhetlerini birbiri­ IlC karıştırdım, merhemler hazırladım: Yaşamları saranp soluyordu, caniandı ve devam etti . . . En sonu, onlara toprağuz ha;;;melerini aç­ trm: Altın ve gümüş buldular, demiri buldular ve tunç elde ettiler. . . sanayi ve güzel sanatlara sahip oldular." 24 1 A NT i K Y U N A N UY G A R L ı C ı Yunan halkı ile Yunanistan'a girelim bakalım. Bu halk -onlar kendilerine Hellenler derlerdi- dili bakımından ( ırktan söz etmeye kalkışmayalım) büyük Hint-Avrupa ailesindendi . Gerçekten de Yunan dili söz varlığı, eylem ve ad çekimleri, sözdizi­ mi bakımından eskiden ve bugün H indistan'da konuşulan diller ile bugün Avrupa'da konuşulan dillerin birçağuna yakındır ( istisnalar: Bask dili, Macarca, Fince, Türkçe ) . Çok sayıda sözcük bakımından bütün bu dillerle açık akrabalığı bun u kanıtlamaya yeter. Örneğin Yunancacia pere ve Latincede pater, Alınaneada Vater, lngilizcede father denir. Fransızca Frere: Latincede frater (phrater ise Yunanca­ da geniş bir ailenin üyeleri için kullanılır), Alınaneada Bruder, lngi­ lizcede brother, Slavcada brat, Sanskritçede bn1tiı, antik Pers dili olan Zendcede bhriıtar'dır. Böylece devam eder gider. Bu dil akrabalığı sonradan Hindis­ tan'a, Iran'a, Avrupa 'ya yerleşen insan topluluklarının birlikte yaşa­ maya ve ortak bir dil konuşmaya başladıkları anlamına gelir. Bu halkların 3 000 yılına doğru henüz ayrılmadıkları Ural ( ya da ötesi ) i l e Karpatlar arasında göçebe yaşadıkları k a b u l edilir. I. Ö . 2000 yılına doğru artık ilk topluluktan ayrı lan ve Tuna ovasını işgal eden Yunan halkı, gerek Asya kıyısında, gerek Ege ada­ ları-oda, gerekse gerçek anlamıyla Y unanistan'da, Doğu Akdeniz'in çevrelediği topraklara girmeye başlar. Demek oluyor ki, antik Yu­ nan dünyası, başından beri Ege'nin iki yakasını kapsar ve Asyalı Yu­ nanistan, uygarlık yolunda uzun süre Avrupalıdan önde gelir. ( Za ­ ten Asya lı Yunanlıların, yaklaşık dört bin yıldır yaşadıkları bu eski ve görkemli Hellen toprağından Türklerce çıkarılmaları - 1 9 22 'de­ çok yeni bir olaydır . ) Yunan kabileleri yeni yurtlarına yerleşmeye başlarken tüm b u bölgeleri elinde tutan v e kendilerinden çok daha ileri d üzeydeki bir halktan tarımı öğrendiler. Eskilerin bazen Pelasglar dedikleri bu hal­ kın gerçek adını bilmiyoruz. Biz onları bir kıyısında bulundukları ve ada larında oturdukları denizin adına göre Egeliler diye adland ırıyo­ ruz. Ya da hatta uygarlıklarının merkezi Girit olduğundan Giritliler diyoruz. Bu Egeli ha lk yazı yazmayı biliyordu ve kazı yapılan siteler­ de çok sayıda yazı harfleriyle kaplı kil tabietler bulundu. Bu yazının şifresi yenilerde çözülmeye başlandı. Bilim adamlarının hiç bekleme­ dikleri biçimde -onlar elli yıldan beri tersini söylüyorlardı- Ege kayPe loponne sos' un manzara sı. Ovada , çevrilmiş harman yerleri . ı 26 : A N T 1 K YUN A N U Y G A R Lı C ı naklı ta bietierin dilinin Yunanca olmayan heceye dayalı ha rflerle ya­ zılan bir Yunan dili varyasyonu olduğu ortaya çıktı. Bu bul uşu nasıl açıklamalı; bunu yanıtlamak için henüz vakit çok erkend ir. Her ne kadar, Yunan istilacılar Egeiiiere dillerini aktarmışlar ise de, onlara bilmedikleri yazıyı aktaramamışlardır. Burada bizim için önemli olan ilkel Yunanlıların, uygar Egelilerden neler aldığını belir­ lemektir. Bunlar çok sayıda ve çok değerli unsurlardır. Giritliler uzun zamandan beri bağcılık, zeytincilik ve tahıl tarı­ mı yapıyorlardı . Küçük ve büyük baş h<ıyvan yetiştiriyorlardı. Bir­ çok metali, altını, bakın ve kalayı biliyorl ard ı . Tunçtan silah yapı­ yorlardı. Ama demirden haberleri yoktu. Arkeologlar Girit'te, XX. yüzyılın başında Egeli prensierin geniş saray kalıntılarını buldular. Bu saraylar bir labirent biçiminde birbi­ rine karışan ve geniş bir avlunun çevresinde toplanan tam bir sayısız odalar ve salonlar ağı içeriyorlardı. Girit'te, Knossos ( Knosos) Sara­ yının labirentleri 1 00x 1 5 0 m2lik bir yapı alanını kaplar. En az iki katlıydı. Sarayın duvarla rında hayvanları ya da çiçekleri, gösterişli giysileriyle kadın alaylarını, boğa güreşlerini tasvir eden freskleriyle kabul salonları görül ür. Uygarlık henüz o düzeyde olmasa da, Knos­ sos Sarayında ne ilgi nçtir ki ne ba nyo küveti eksikti ne de tuvalet. Asıl belirtilmesi gereken gerçek şudur: Giritliler döneminde ka­ dın, V. yüzyıl Yunan kadınınkine kıyasla çok daha özgürdü ve daha çok saygı görürdü. Giri t'te kadınlar çok değişik işlerle uğraşmış gi­ bidirler. Zaten birtakım yeni araştırm alar çok eskiden, Ege kıyıların­ da birçok halklar bulund uğunu ve bu halk larda , kadının durumu­ nun yüksek seviyede old uğunu gösterdi. Bu halklardan bazıları ana­ erkini yaşadılar. Çocuklar ana ları nın adını taşıyorlardı, akrabalık da kadının soyuna göre hesaplanıyord u. Kadınlar art arda birçok koca seçiyorlar ve toplu luğa egemen ol uyorlardı. Egeli halklar savaşçı imiş gibi görünmezler. Saraylar ve kent ka­ lıntıları hiçbir tahkim izi taşımaz. Demek ki Yunanlılar l.ö. 2000 yılı ile 15 00 yılı arasında bu böl­ geleri ele geçirirken buralarda, uygarlıkta çoktan bir yere varmış bir halk bulmuşlardı. Egeiiierin büyüsüne ve egemenliğine bağla nınakla başladılar: Onlara haraç öd üyorlardı. Sonra ayaklandılar ve 1 400'e doğru Knossos Sarayını yaktılar. O zamandan beri Yunan ilkel toplumu, Egeiiierin tanrıları ve mitlerinden bazılarını ve onların kimi tekn iklerini alarak kendi yo- Y U N A N U Y G A R L I C I N I N BEŞ i C I N D E Y U N AN HAL K I! !unu izler. Ancak Yunan sanatında ne ta mamen doğadan esin len miş güzelGirit resmi -çiçekler ve yapraklar, kuşlar, balıklar ve kabuklu deniz hayvanları- iz bırakmış gibi görünür, ne de Girit dil i ona bir­ kaç yer adı, l abirent sözcüğü ( orda yaşayan boğa kral Minos gibi), denizin yeni ad ı (Thalassa gibi) ve başkac.ı ufak tefek unsurlardan başka bir şey vermiştir. Ilk Yu nan boylarından Akhaların uygarlığı önceki dönemden daha bel i rgin bir kalıtı hala korur. Hel len halkı Giritlilerden kendi­ sini her zaman köylü ve denizci bir halk yapacak şu iki a rmağanı al­ d ı : Tarım ve denizcilik. Zeytin ağaçları, üzüm bağları ve gemiler: Bunlar uzun süre Yu nanlılara has özellikler olarak kal mıştır. Insan­ l:ır bunlarla geçinir, şairler bunları konu ed inirler. Ama Yunan boyları pek bilinmeyen öncellerinden çok daha sa­ vaşçı idiler. Knossos Sarayı yıkıld ığı, sonradan yarı yarıya yapıldığı için genç Yunan dünyasının siyasi merkezini Peloponnesos'a ( Pele­ ponisos) taşıd ılar. Krallar orada öyle korkunç Mykene ( Mikeni) ve Tiryins (Tirineas) kaleleri diktiler ki bunların devasa duvarları haLJ. ayaktadır. Ege uygarlıkianna bulaşan şu Akhalar için korku nç yağ­ ınacılard ı denebilir. Saray ve mezarları çalıntı altın la dolup taşar. Yunanlılar, denizde önceleri, Sicilya'ya kadar uzanan Egeli ler­ den çok daha ürkek denizciler olarak göründüler. Mykene'nin Yu­ nan gemileri Ege'nin dışına çıkma tehlikesini göze alamazlar. Kıyıla­ rı izler, bir adadan öbürüne giderler. Akhaların den izciliği ise tica­ retten çok korsanlıktır. Mykeııe'li beyler, paral ı askerleriyle eşkıya­ lık yapmaya kalkarla r. Bütün bunları Delta'da yaparlar. Küçük As­ ya'da ( Anadol u) yapa rlar: Kral mezarlarındaki bunca altın, çeşitli mücevherler, maşrapalar, ölülerin yüzüne maske olarak konulan in­ ce altın yaprak lar ve özellikle büyük titizlikle ince ince işlenmiş sa­ yısız altın levhacıklar bunun göstergesidir. Kendilerine bağlı çok sayıdaki bağlaşıklarını da peşlerinden sü­ rükleyen Akha prenslerinin son seferi -efsanevi şekilde değil- bizari­ hi tarihteki Troya (Tria) savaşı olmuştur. Bir Hellen sitesi olan Tro­ ya-Ilion sitesi, akıntıya kapılmaksızın Çanakkale bağazı boyunca uzanan kara parçası üzerinden, ellerinde ne varsa: Gemileri, malları, hepsini sı rtlanıp karadan Karadeniz'e geçmek isteyen tüccarlardan vergi alarak zenginleşmişti. Troyalı lar, onlardan bu geçiş için bol bol haraç alıyorlardı. Bu yağmacılar da yağmalandılar. XII. yüzyılın ba­ şında (l. Ö . 1 180'e doğru) uzun bir kuşatmadan sonra Ilion ele geçi- ! 27 28 1 A NT 1 K YUNAN UYG A R L I C I rildi ve yakıldı. Öte yandan harikulade birçok efsane bu soyguncu­ lar arasındaki rekabetin kahramanca değil ama ekonomik olan ger­ çek nedenlerini örtülüyordu. llyada bunlardan bazı larını aktarır. Geçen yüzyılda Troya'da kazı yapan arkeologlar, üç bin yıldan faz­ la bir zamandan beri tepedeki toprakların her yanı örtmüş olduğu yangın izleri taşıyan bir kentin kalıntıları arasında, Mykene'de bul­ duklarıyla aynı döneme ait nesneler buldular. H ırsızlar, arkeolog­ polislerin sabırlı araştırmalarından kaçıp kurtulamıyorlar. Bu sırada yeni Hellen boyları -Eolia'lılar, lonia' lılar, en sonu Dorlar- Akhaların ardından Yunan toprağını ele geçirdiler. En son gelen Darların i stilası I.ö. ll OO'lere doğrudur. Giritlilerle ilişkide olan Akhalar yarı yarıya uygarlaşmışken Darlar çok ilkel kalmışlar­ dı. Yine de demiri kullanmayı biliyorlard ı: Bu metalden çeşitli silah­ lar yapmışlard ı. Akha larda demir henüz o kadar azd ı ki altın ve gü­ müş kadar değerli bir metal sayılırdı. Darlar daha sağlam ve hele k i daha uzun olan bu yeni silahlarla (tunç hançere karşı, demir kılıç) Y unanistan'ı kasıp kavurdular. Mykene ve Tiryins de yıkıldı ve yağmalandı. Egeiiierin uygarlığın­ dan etkilenen Akha uygarlığı unutulup gitti. Bu uygarlık uzun süre tari hin neredeyse bir masal alanı olur çıkar. Dor istilasının izini ta­ şıyan Y unanistan, bundan böyle yalnızca Yunan boyları ile dolup ta­ şar. Yunan tarihi başlayabilir artık. Bu tarih I . ö . Xl., X., IX. yüzyıl­ ların karanlığında başlamış ol ur. Ama gündüz yakındır. Hellen olma durumundaki bu ülke hangi ülke? Ilk hangi kay­ nak lar, acaba hangi engeller, ilkel bir halka, uzun bir tarihsel süreç için, el yordamıyla, uygarlığa doğru bir yürüyüş sunuyordu dersiniz? Belirtilmesi gereken iki önemli özellik şudur: Dağ ve deniz. Yunanistan, dorukları hiçbir zaman 3000 merreye ulaşınasa da çok dağlık bir ülkedir. Ama her yerde vardır; uzayıp gider ve bazen çok sarp olmak üzere bütün yönlerde yükselir de yükselir. Eskiler zigzaglar çizme zahmetine girmeksizin, dimdik yükselen parikalar­ dan tırmanırlard ı . Yamacın en s arp yerinde kayada oyulmuş basa­ maklar vardır. Bu kargaşalı dağ, çoğu zaten deniz kıyısında birçok küçük yerleşim bölgesine ayrılmış bir ülke sunuyordu. Bunun sonu- YUN A N U Y G A R L I C I N I N BEŞ ı C ı N D E YUN A N H A L K I ı 29 cunda Yunanlıların site dedikleri siyasal biçime uygun bir bölümlenme çıkıyordu ortaya. Devletin kantonal biçimi. Savunulması kolay küçük yöreler. Ga­ yet hoş. Bunun için ne ideoloj iye, ne de coğrafi hariraya gerek var­ dır. Yüksek bir yere çıkın, bir bakışta bütün ülkenizi kucaklarsınız. Yamaçların altına doğru ya da ovada birkaç köy vardır. Bir akropo­ lis üstünde kurulmuş bir küçük kasaba, işte size yönetim merkezi. Bu merkez hem istila halinde köylülerin sığındıkları kale, hem de bun­ ca site arasında pek devamlı olmayan barış zamanında pazar yeridir. Tahkim edilmiş bu akropolis, kentsel rej im doğduğunda kentin mer­ kezi olur. Kent deniz kıyısına kurulmaz -korsanlara dikkat!- ama oracıkta bir liman kurması için oldukça yakınındadır. Köyler ve tarlaları, tahkim edilmiş yarı yarıya kentsel bir küçük kasa ba: Işte bir Yunan devletinin dağınık ama birbirine yakın parça­ ları. Atina sitesi, kent ve dükkanlar, liman ve gemiler olduğu kadar köy ve tarlalardır da; tüm Atinalı halk, denize açılan geniş pencere­ si ile duvar gibi dağın arkasında kalır: Attika adı verilen bölge işte burasıdır. Benzer kadrosuyla düzinelerce başka başka site devletleri. Bu çok sayıda site arasında politik, ekonomik ve sonunda da savaş ol­ mak üzere birçok rekabet vardır. Yunan siteleri arasında hiçbir za­ man barış antlaşmaları imzalanmaz, yalnızca beş yıl, on yıl, en çok d a otuz yıllık kısa vadeli suskunluk dönemleri gelir. Ama süre sona ermeden savaş yeniden başlamıştır bile. Yunan tarihinde otuz yıl ve daha çok süren savaşlar otuz yıllık barışlardan daha fazladır. Ama şu sonu gelmez Yunan rekabeti bazen daha güzel bir ada layık: Yarışma. Sporda ve kültürde yarışma. Yarış, her türlü Yunan etkinliği nin tercih edilen biçimlerinden biridir. Büyük Olimpiyat spor yarışları, savaşçıların· ellerindeki silahları d üşürür. Bütün bu şenlik günlerinde aracılar, atletler, insanlar, tüm Yunanistan yolla­ rında serbestçe dolaşırlar. Atina'da traged ya, komedya yarışları, li­ rik şiir yarışları yapılır. Ödül önemsizdir: Şairler için bir sarmaşık çelengi ya d a bir sepet incir; ama ü n büyüktür. Bazen onu bir dev ya­ pıt kutsar. Sophokles Antigone'den sonra komutan seçilmiştir ! O yönetmesi gereken harekatın yüz akıyla üstesinden geldi. Delphoi ta­ pınağında Apoilan ya da D ionysos'u gösteren si mge altında lir ya da flüt eşliğinde şarkı yarışmaları yapılır. Askeri müzik, yas ya d a dü­ ğün şarkıları söylenir. Sparta ' da ve her yerde dans yarışmaları var- 30 ! ANT İ K YU NAN U Y GA R L ı G ı dır. Atina'da ve başka yerlerde güzellik yarışları olur. Bu yarışlar ye­ rine göre erkekler ya da kadınlar arasındadır. Atina'da erkek güzel­ lik yarışmasının birincisi bir kalkan kazanır. Büyük ulusal yarışlarda kazanılan spor zaferlerinin şanı yalnız ulusun değil, kazanan yarışmacının sitesinin de zaferidir. En büyük şairler -Pindaros ya da Simanides ( Simonid is)- kazanan atietin an­ cak temsilcisi olduğu yurttaşlar topluluğunun büyüklüğünü halka anlatmak için müzik ve oyunun şiirle birleştiği görkemli lirik yapı­ lada bu zaferleri kutlarlar. Kazananın, yurd un bir velinimetini onur­ landırabilecek en yüksek ödülü aldığı da olur: Sitenin kent sarayı olan Prytaneionda (Pritanionda) ağırlanır yani arda yer içer ve kal ır. Ulusal oyunlar süresince ordular gibi mahkemeler de işsiz kal ır, idam infazları ertelenir. Verilen ara bazen birkaç gün, bazen otuz gün sürer. Siteler ( kent devletleri ) arası nda süregiden savaş, Yunan halkı için, sonunda ölüm getiren bir beladır. Yunanlılar bu site-kanton devlet takıntısını hiçbir zaman aşamadılar. Ya da belki ancak düşle­ rinde aştılar. Siteyi sınırlayan ve koruyan tepelerin ufuktaki çizgisi aynı zamanda her halkın Atinalı, Thebaili ya da Sparta lı olmadan önce Yunan olma niyet ve isteğini de sınırlar sanki. Site birlik leri, it­ tifakları ya da konfederasyonları, eğreti, dış darbelerle yıkılınaktan­ sa içerden bozulmaya, dağılmaya hazırdır. Onun çekirdeğini oluştu­ ran güçlü site, nezaketen vasal olarak adla ndırmaya devam ettikleri­ ne az sonra uyruk olarak davranmaya başlar: Birliği, savaş vergisi ve haraçlar bakımından yükü ağır bir imparatorluk haline getirir. Yine de hiçbir Yunan sitesi yoktur ki, o çok canlı Hellen toplu­ muna bağlı olmak bilincine sahip olmasın. Sicilya 'dan Asya'ya, Af­ rika'nın kıyı kentlerinden Bosfor (Istanbul boğazı) ötesindekilere, Kırım ve Kafkasya'ya kadar. "Hel/en topluluğu aynı kandandır" di­ ye yazar Herodot, "aynı dili konuşur, aynı tanrı/ara, aynı tapınakla­ ra, aynı sungulara, aynı adet/ere, aynı töre/ere sahiptir. " Yunan hal­ kına karşı Barbarlar ile ittifak yapmak ihanet etmektir. Aşağılayıcı olmayan terim olarak Barbar düpedüz yabancı, Yu­ nanlı olmayan, bu dilleri kuş dillerine benzeyecek kadar tuhaf hale getirip bar-bar-bar konuşan kimse demektir. Kırlangıç da barbar ko­ nuşur. Yunanlı Barbarları hor görmez, Mısırlıların, Kalde'lilerin ve başka birçoklarının uygarlığına hayranlıkla bakar: Özgürlük tutku- Y U N A N U Y G A R L I C I N I N B E ş i C I N D E Y U N A N H A L K I : :31 1 su olması ve " k imsenin kölesi" olmak istememesi bakımından ken­ dini onlardan farklı duyumsar. " Barbar kölelik için doğmuştur, Yunanlı ise özgürlük için ": lp­ higeneia ( I figene i a ) bunun için ölür. (Burda biraz ırkçılık var. ) Barbar saldırısı karşısında Yunanlılar birleşirler. Ama hepsi de­ ğil, uzun süreli de değil: Salamis ve Plataya 'da (Platea ) , Yunanistan bir yıllığına birleşir, daha fazla deği l . Yaşayan gerçeklik demeyelim de bir hitabet konusu diyelim. Plataya'da Yunan ord usu Perslerle ol­ duğu kadar, işgalcilerin kend ilerini asker olarak almasına karşı çık­ mayan öteki Yunan sitelerinden gelmiş çok sayıdaki erle de savaşır. Büyük ulusal bağımsızlık savaşı henüz iç savaş olarak varlığını sür­ d ürür. Daha sonra Yunan sitelerinin bölünmesi, kapıyı M a kedon­ ya'ya, Romahiara açacaktır. ---,�ı_,/"' .lt- Dağ korur ve ayırır, deniz korkutur ama birleştirir. Yunanlılar d ağlık bölmelerine kapa nmış deği ldiler. Tüm ülkeyi deniz çepeçevre sarmış, derinlemesine ülke içlerine dek. Za ten denizin ulaşmadığı çok az yerleşim bölgesi vardı. Korkunç ama çekici ve ötekilerden daha sevimli deniz. Çok açık bir gökyüzü altında, son derece berrak bir havada, gemicinin gözü dağlık bir adanın toprağını 1 5 0 km uzaklıktan görür. Gemiciye o " deniz üstüne konulmuş bir kalkan " gibi görünür. Yunan denizinin kıyıları kirnileyin ilk denizcilerin akşamları ha­ fif kayıklarını çektikleri tatlı eğimli kumsallar, kirnileyin büyük tica­ ret gemileri ile savaş gemilerinin rüzgar darbelerinden uzak demirli kalabildikleri kayalık d uvarlarla korunan derin dipli limanlar olmak üzere çok sayıda limanlar sunar insanlara. Yunancada denizin taşıdığı adlardan biri yol demektir. Denize açılmak, yol almaktır. Ege Denizi denizciyi, karayı gözden kaybet­ meksizin adadan adaya, Avrupa'dan Asya'ya götüren bir yoldur. Bu adacık zincirleri bir ırmağı bir yandan öbür yana atiaya atiaya geç­ mek için çocukların içerisine iri taşları atmasına benzer. Bir tepeye çıkılınca, oradan ufukta halkıyan bir su örtüsünün görülmediği bir Yunan yerleşim alanı yoktur. Ege' de bir yer yoktur ki bir karadan 60 kın'den fazla uzakta olsun. Yunan toprağında de­ nizden 90 kın'den fazla uzakta bir yer y oktur. 1 32 [ ı ANT1K YUNAN UY G ARLıCı Yolculuklar pahalı değildir. Birkaç drahmi verildi mi bilinen dünyanın öteki ucuna gidilir. Birkaç yüzyıllık güvensizlik ve korsan­ lıktan sonra, Yunanlılar tüccar ya da şair, bazen her ikisi, kendile­ rinden daha ileri giden eski uygarlıklada dostluk ilişkisi kurarlar. Racine'in ( Rasin) ve La Fontaine'in yolculukları Ferte-Milon ya d a Chateau-Thierry'yedir. Salon'un, Aiskhylos'un, Herodot'un v e Pla­ ton'un yolculukları Mısır, Küçük Asya ve Babil, Sirenaik ve Sicil­ ya'ya doğru uzanır. Barbarların binlerce yıldır uygar oldukları ve "biz başkay ız Yunanlı/ar, biz çocuklar" halkına öğretecek çok şeyle­ ri old uğunu bilmeyen bir Yunanlı yoktur. Yunan denizi orkinos ve sardalya avı demek değildir, öbür insanlarla alışveriş yolu, büyük sa­ nat yapıtlarının, olağa nüstü buluşların, geniş ovalarda bol biten buğdayın, toprak a ltına ve ırmaklarda saklı altının ülkesine yolcu­ luk, tek pusula olarak yıldızlı gece haritası ile harikalar ülkesine yol­ culuk demektir. Denizin ötesinde keşfed ilecek, işlenecek ve oturula­ cak hale getirilecek nice geniş toprak vardır. Bütün büyük kentler VIII. yüzyıldan sonra bu yeni toprağa yeni kent filizleri dikecekler­ dir. Miletoslu denizciler Karadeniz kıyılarında en az doksan site ku­ rarlar. Bu arada, yolda giderken astronominin de temelini atarlar. Sözün kısası, Akdeniz, tanıdık yolları ile bir Yunan gölüdür. Si­ teler buralarda " bir bataklık çevresindeki kurbağalar gibi" denizin kıyısına yerleştirilmişlerdir, demektedir Platon. Deniz Yunanlıları uygarlaştırmıştır. Yunan halkı zaten ancak zor sonucu bir denizci halk oldu. Ge­ mileri donatan ve denize atan aç karınların çığlığıdır. Yunanistan yoksul bir ülkeydi. " Yunanistan yoksulluğun okulunda yetiştirilmiş­ tir. " (Yine Herodor) Toprak yoksuldur, nankördür. Bayırlar da ge­ nellikle çok taşlıdır. Iklim çok kuraktır. Erken ve geçici bir ilkbahar­ dan sonra, ağaçların ve otlakların görkemle ve birden çiçek açmasıy­ la hava sürekli iyi gitmeye başlar. Yaz tahtına kurulur ve her şeyi ka­ vurur. Toz içinde ağustosböcekleri öter. Aylarca gökyüzünde bir tek bulur yoktur. Genellikle, mayıs ortasından eylül sonuna kadar Ari­ na'ya bir damla yağmur düşmez. Sonbahada birlikte yağmur gelir, kışın d a fırtınalar parlar. Borayla kar gelir ama iki gün bile kalmaz. Yağmur büyük sağnaklada hışımla iner. Kimi yerlerde yıllık yağmu- YUN A N U Y G A R L I C I N I N B E Ş 1 C 1ND E YUN A N H A L K I ı 33 run sekizde hatta dörtte biri kadarı tek bir günde yağar. Yarı yarıya kuru dereler, korkunç seller haline gelir; uğuldayan ve kemiren su, kıraç yamaçların incecik toprak katmanını alır denize sürükler. On­ ca aranan su artık afetten başka bir şey değildir. Kimi kapalı vadi­ lerde, yağm urlar bataklık çukurlar oluştururlar. Öyle ki köylünün hem alçak çavdarlarını kavuran kuraklığa hem de otlaklarını kapla­ yan taşkına karşı mücadele etmesi gerekir. Bunu ancak çok yetersiz biçimde yapabilir. Bayırlardaki tarlalarında teraslar yapar ve küçük toprağından akan toprağı küfelerle bir setten öbürüne çıkarır. Tar­ la larını sulamaya, bataklık zeminleri akaçlamaya ve içinden göllerin suyunun akacağı kanalları temizlerneye çalışır. Çok ilkel a letlerle ya­ pılan bütün bu işler çok çetin ve çok yetersizdir. Çıplak dağı yeniden ağaçlandırmak gerekirdi, ama bu işi köylü bilemezdi ki! Başlangıç­ ta, Yunan d ağları oldukça ağaçlıydı. Çarnlar ve çınarlar, karaağaç­ lar ve meşeler uluağaçlarla dağı taçlandırırdı. D ağda a v hayvanı çok boldu. Ama Yunanlılar daha ilk zamanlardan itibaren, gerek köyle­ rini kurmak, gerek odun kömürü yapmak için ağaçları kestiler. Or- . man yol oldu. V. yüzyılda bile tepeler ve doruklar gökyüzünde bu­ günkü aynı kuru sırtlar görünümündeydiler. BiJisiz Yunanistan gü­ neşe, çığırından çıkmış suya, taşa teslim oldu. "Bir eşeğin gölgesi için " dövüşülüyordu. Bu katı toprak üstünde, bu değişken ve acımasız gökyüzü altın­ da zeytin ağaçları ile üzüm bağları ve birazcık da kökleri oldukça de­ rindeki neme ulaşamayan tahılları yetiştirmenin üstesinden gelmeyi başarmışlardı. Sabaniardan söz etmeyelim, toprağı ancak sıyıran ça­ tal ağızlı dallar ya da ağaçtan kaba karasahanlar vardı. Tahıllar ih­ mal edilir, Yunanlılar buğdaylarını Sicilya'nın ya d a bugünkü Uk­ rayna ve Romanya denilen yerlerin daha şanslı topraklarında arama­ ya giderler. V. yüzyılda, büyük kent Atina'nın her türlü emperyalist politikası en başta buğday politikasıdır. Halkını beslemek için Atina mutlaka deniz yollarının, özellikle de Karadeniz'in a nahtarları olan boğazların egemeni kalmak zorundadır. Zeytinyağı ve şarap hem değiş tokuş parası hem de antik dünya­ nın nasipsiz kızının övüncüdür. Athena 'nın armağanı boz zeytin ağacının değerli ürünü gündelik hayatın temel gereksinimlerini kar­ şılar: İnsan zeytinyağında yemek pişirir, zeytinyağıyla aydınlanır, su yoksa zeytinyağıyla yıkanır, silinir, her zaman fazla kuru olan deri, zeytinyağıyla beslenir. 34 i ANTİ K YU N A N UYGAR L 1 CI Dionysos'un harika armağanı şaraba gelince, o hemen yalnız bayram günlerinde ya da akşamları dostlar arasında ve her zaman su katılarak içilir. " Içelim. Lambanın ışığını niye bekleyelim ki, azıcık günümüz kalmış. lndir, çocuk büyük alaca bardak/arı. Şarabı insan­ lara Zeus ile Semele'nin oğlu verdi, sıkın tılarını unulsunlar diye. B ir kısım şarap ik i kısım su, do/dur onları ağzına kadar. B ir bardak öbürünü isteklendirir. " ( Ey Ramuz! Hayır, bu Alkaios (Alkeos ) . ) " Bağ dikmeden, başka hiçbir ağaç dikme. " (Horati us'dan ( Ora­ tios ) önce, yine Lesboslu ( Lezvoslu) yaşlı Alkaios. ) Şarap, gerçek li­ ğin a ynası, " bir çatı penceresi k i oradan insan ta içinden görii/ür! " Sı rık lada desteklenmiş üzüm bağları Yunan ülkesin i n teraslar halinde oyulmuş yamaçlarını kaplar. Ovada bağlar birinden öbürli ­ n e uzanan meyve bahçeleri arasına d ikilir. Yunanlı yetingend ir. Iklim bunu gerektirir, kitaplar da böyle derler. Ama kuşk usuz, yoksulluk da bunu gerektirir. Yunanlı peksi­ rnet gibi yapılmış arpa ve çavdar ekmeği, sebze, balık, meyve, peynir ve keçi sütüyle yaşar. Ve de çok sarımsak ! Et -a v hayvanı, kümes hayvanı, kuzu ve dom uz- zengin beyler (denildiği gibi "kodamanlar" ) d ışında, tıpkı şarap gi bi, yalnız bay­ ram günlerinde vardır. Bu cılız beslenme düzeni ve yaşam yoksu lluğunun nedeni (şu Güneyii ierin tembel o lduklarını ve pek az şeyle, güneş yiyerek geçin­ d iklerini bilirsiniz) yalnız oldukça nankör toprak ya da bunun nede­ ni olan basit tarım yöntemleri değil, her şeyden önce toprağın insan­ lar arasında eşitsiz dağılımıdır. Başlangıçta ülkeyi işgal eden boylar toprakta bir klan ortak mül­ kiyeri kurmuşlardı. Her köyün çevre toprağının tarımından, herkesin çalışmasından ve toprağın ürününün paylaşılmasından sorumlu klan başkanı vardı. Klan belli sayıda aileyi -geniş anlamda ev halkını- bir araya getirir; her aile ekilecek bir toprak parçası alır. Bu ilk dönemde özel mülkiyet yoktur: Ailenin payına düşen toprak kesin olarak sarıla­ maz ya da satın alınamaz, aile başının ölümü üzerine parçalanamaz. Toprak başkasına verilemez. Buna karşılık bölüştürme yeniden yapı­ labilir, toprak her ailenin gereksinimlerine göre yeniden dağıtılabilir. Bu ortak toprak ev halkı üyelerince ortaklaşa işlenir. Tarım ürünleri Moria denilen, adı pay ve kader anlamına gelen ve kur'a yo­ lu ile toprak parçalarının d � . gıtımını da yönetmiş olan tanrının gü- YU N A N U Y G A R L ı C ıN ıN BFŞ ı C ıND E YUN A N H A L K ı 1 ! vencesi altında dağıtı lır. Bununla birlikte, yurtluğun b i r bölümü, yaklaşık yarı s ı , her zaman nadasa bırakılır: Toprağı dinlendirrnek gerekir ve henüz yıldan yıla sıralı değişik ürün tarımı uygulanmaz. Bu durumda verim çok düşüktür tabii ki. Ama işler bu kadarla kalmaz. Antik kırsal komünizm, yani ilkel yaşam evresine özgü mülkiyet biçimi ( Güney Afrikalı Bathongaslara ya da kimi Bengal halklarına bakınız), Akhaların yağma dönemin­ den itibaren çökmeye başlar. Mykene monarşisi bir askeri monarşi idi. Savaş birleşik bir komutanlık ister. Kazançlı bir seferden sonra, kralların kralı ile onlara bağlı vasal krallar toprağın yeniden dağıtı­ mında olduğu gibi ganimetin paylaşımında da aslan payını kendile­ rine ayırırlar. Ya da bazı başkanlar, ancak yönetiminde bulundukla­ rı toprakları, düpedüz mülk edinirler. Içine ciddi eşitsizliklerin girdi­ ği ortaklık toplumunun yapısı tepeden başlayarak yıkılır. Kodaman­ ların yararına olmak üzere, özel m ülkiyet ortaya çıkar. Özel mülkiyet ilerlemenin gidişarına göre başka türlü de yerleşe­ bilir . . . Birtakım kimseler çeşitli nedenlerle klanlardan çıkarı labilir­ ler. Bunlar kendiliklerinden de klanlardan çıka bilirler. Macera ruhu bunlardan çoğunu denize açılmaya sürüklemiştir. Kimileri de, klan arazisinin sınırları d ışında, işlenrnek için çok verimsiz bulunmuş bir­ ta kım toprakları işgal ederler. Klanlar kenarında bir küçük üretici­ ler sını fı oluşur: Mülkiyet orada artık koruünün olmayı bırakır, aşa­ malı olarak bireysel hale gelir. Bu sınıf çok muhtaç ama çok çalış­ kandır. Klanla bağlarını koparmıştır: Bazen toprakla da bağları ko­ parır. Bu insanlar zanaatkar loncalarını kurarlar: Yaptıkları aletleri ya da sadece d ülgerler, demirciler, v . b . olarak zanaat emeğini klan­ lara sunarlar. Bu "zanaatkarlar" arasında unutmayal ı m ki hekimle­ r, şa irler vardır. Lancalarda toplanan hekimlerin, köyden köye öner­ dikleri kuralları, reçeteleri, merhem ve ilaçları vardır: Bu reçeteler yalnız onların mallarıdır. Ozan loncalarında, sözlü geleneğe göre, doğaçlama söylenen ve böylece yayılan güzel manzum a niatılar da bu loncaların malıdırlar. Bütün bu yeni toplumsal gruplar " site "nin çerçevesinde doğar ve gelişirler. Ve işte böylece site eşit olmayan güçle, ikiye ayrılmış olur. Bir yanda büyük kırsal mülk sahipleri, öte yanda k ısmetleri hiç de bol olmayan küçük mülk sahipleri, zanaatkarla r, basit k ırsal kesim işçileri, denizciler. Başlangıçta çok yoksul bir yığın olan bütün bu meslek adamlarına Yunan " demiurges " ( Dimiurgos) der. 35 36 1 ANTİ K YUNAN UYGARLI CI Yunan tarihinin bütün dramı, gelecekte ulaşacağı büyüklüğü, bu yeni toplumsal grupların ortaya çıkması ve gelişmesinde saklıdır. Kendilerini sitenin efendileri haline getiren ayrıcalıkları "büyük­ ler " den çekip almaya çalışan yeni bir sınıf doğd u. Çünkü yalnızca bu soylu mülk sa hipleri yüksek memur, din adamı, yargıç ve komutan ol url ar. Ama az sonra halk yığınının niceliği artar. Bu kitle, herkesi n h a k eşitliği temelinde birleştiği siteyi yeniden kurmak ister. Mücade­ leye başlar ve halk egemen liğinin yolunu açarlar. Görünüşte silahsız­ d ır, demokrasiyi ele geçirmek için yürür. Iktidar ve tanrılar halka karşıdırlar. Ama yine de zaferi o yığın kazanacaktır. Işte kısaca özetlersek bazı koşulların ortaklaşa etkisi Yunan uy­ garlığının doğuşunu hazırlar ve olanaklı kılar. Yunan uygarlığının doğuşuna uygun bir durumun ne yalnızca doğal koşullar (iklim, top­ rak ve deniz), ne tarihsel zaman (önceki uygarlıklardan gelen) ne de yalnız toplumsal koşullar ( yoksullar ile zenginlerin çatışması, tarihin bu " motoru " ) değildir, tüm bu öğelerin birlikte yöneşmesi olduğu bilinsin. Birtakım bilim adamları ya d a öyle geçinenler " Peki 'Yunan mucizesi'ne ne diyorsunuz ? " diye haykıracaklardır. " Yunan mucize­ si filan yoktur. " Mucize kavramı temelde bilimdışı olduğu gibi; Hellence bir tu­ tum da değildir. Mucize hiçbir şeyi açıklamaz: Ünlem işaretleriyle coşku içinde söylenmiş bir açıklama yerine geçer. Yunan halkı, içinde bulunduğu koşullarda, elinin altındaki ola­ naklarla ve göklerden özel bir bağış istenmesine gerek kalmadan kendisinden önce başlamış olan ve insan türünün yaşamasına ve ya­ şamını iyileştirmesine olanak veren bir evrimi geliştirmekten öte git­ mez. Bir tek örnek verelim. Yunanlılar sanki bir tür mucizeyle, bilimi keşfetmiş gibi görünürler. Gerçekten de sözcüğün çağdaş anlamında bilimi keşfederler: Bilimsel yöntemi keşfederler. Ama bunu başar­ ınışiarsa nedeni onlardan çok önce Kalde'liler'in, Mısırlılar ve daha başkalarının yıldızlar hakkında olsun, geometrik biçimler hakkında olsun, yığınla gözlem biriktirmiş olmalarıdır; bu gözlemler örneğin denizcilerin denizde yollarını bulmalarını, köylülerin tarlalarını ölç­ melerini, çalışmaları için tarih belirlemelerini sağlamaktaydı. YUNAN UYGARLı CıN ı N BEŞıCıNDE YUNAN HALKı Yunanlılar biçimlerin özellikleri ve yıldızların düzenli hareketi hakkındaki bu gözlemlerden yasalar çıkarmanın, olayların bir açık­ lamasını yapmanın mümkün olduğu bir zamanda ortaya çıkarlar. Evet bunu yaparlar; çoğu zaman yanılırlar ve yeniden başlarlar, bu konuda mucizelik hiçbir şey yoktur, sadece insanlığın ağır ilerleyi­ şinde yeni bir adımdır bu. Insan etkinliğinin öteki alanlarından, çok sayıda başkaca örnek­ ler de çıkarılabilir. Tüm Yunan uygarlığı hem çıkış noktası olarak hem de erek ola­ rak insanı ele alır. Onun gereksinimlerinden doğar, onun yararını ve onun ilerlemesini arar. Bunu başarmak için, hem dünyayı hem insa­ nı, birini ötekisi aracı lığıyla aşarak aydınlığa çıkarır. Ona göre insan ve dünya birbirlerinin aynalarıdır; bu aynalar karşılıklı olarak bir­ birlerine bakar ve birbirlerini okurlar. Yunan uygarlığı, insan ile dünyayı birbirine eklemler. Kavgada ve mücadelede, çok varsıl bir dostluk ortaya çıkaracak şekilde bu ikisini birbirine karıştırır, bunun adı uyumdur, " armoni" dir ( har­ monia ) . 1 37 BöLÜM II . I L YA D A V E H O M E R O S ' U N Hü M A N i Z M İ � neros'un llyada'sı -Yunan halkının ilk büyük kazanımı, şiiri ele geçirmesidir- savaştaki insanın, tutkuları ve tanrılar yüzün­ den savaşa sürüklenmiş insanların şiiridir. Burada büyük bir şair bu iğrenç felaket karşısında insanın, " kan içici. . . tanrıların en tiksinti vereni" Ares i le karşı karşıya k a lmış insanın soyluluğunu dile getirir. Şair burada yalın bir biçimde öld üren ve ölen kahramanların cesare­ tini dile getirir; yurt savunucularının kararlı özverisini anlatır; ka­ dınların acısını, babanın nesi ini sürdürecek oğluna veda edişini söy­ ler; yaşlıların yaka rma sını dile getirir. Başka şeyler de vardır: Şefie­ rin tutkusu, açgözlülükleri; kavgaları, birbirlerine savurd ukları söv­ güler ve yine yiğitlik, dostluk, sevgi ile yan yana korkaklık, böbür­ lenme, bencillik. Intika mdan daha güçlü olan merhamet. Şair, insa­ nı tanrılar katına çıkara n ün aşkını dile getirir. Şu bağışı bol tanrıla­ rı ve onların soğukka nlılıklarını dile getirir. Ve ölümlüler yığınına Kör H o meros. ( Ya k l a ş ı k 450 yılına a i t bronz bir orijinale göre, R o ma l mpara torlugu ' n u n başlangıç döne mlerinde tarihleneıı mer mer kopya) 40 ı ı ANT1 K Y UNAN UYGA RLIC I karşı onların kıskanç kızgınlıklarını, değişken ilgilerini ve derin ka­ yı tsızlıklarını . Her şeyden öte, içinde ölümün hüküm sürdüğü b u şiir, yaşam sevgisini, ama aynı zamanda yaşamdan daha yüksek ve tanrı lardan daha güçlü olan insan onurunu dile getirir. Böyle bir temanın -savaşan insan- her zaman savaşın yiyip bitir­ diği Yunan toplumunun ilk epik şiirinin tümüne h akim olması do­ ğaldır. Homeros b u temayı işlernek için çağımızdan önce XII. yüzyılın başında yer alan Troya Savaşı tarihçesinin yarı yarıya masaisı bir olunrusunu seçti. Biliyoruz ki, bu savaşın nedeni gerek asıl Yunanis­ ta n ' d a ( Mykene'li Akhalar), gerekse Ege'nin Asya yakasında (Troya­ lı Eolia' lılar) yerleşik ilk Yunan boylarının ekonomik rekabetidir. Şairin sürekli bellekte tuttuğu ve şiirin tümüne konu birliğini ve­ ren oluntu Akhi lleus'un ( Ahileas) öfkelenmesi olayı, onun Mykene kralı ve Troya'ya karşı yapılan seferin önderi Agamemnon ile kav­ gası, sonra da kavganın Troya'yı kuşatan Akha-Yunanlı ları için kö­ tü sonuçlarıdır. Işte olayın örgüsü. Başkomutan Agamemnon Yunanlıların en yi­ ğidi " ordunun kalesi" Akhilleus'dan bir ganimet paylaşımında payı­ na düşen Briseis (Vrise) adlı bir güzel tutsak kadını kendisine verme­ sini ister. Akhilleus kendisine düşen bir maldan yoks un bırakılınayı öfkeyle reddeder. Silahlı halk toplantısında bu istek kendisine bildi­ rilince, Aklıille us Agamemnon'a ağır k üfürler eder ( " Ey edepsiz adam, açgözlü, yüzsüz, köpek suratlı, şarap fıçısı, geyik yürekli " ) , her zaman savaşın e n ağır yükünü taşıdığından v e dönüşte "halkını kemiren kral", açgözlü komutan ve alçak askerden daha az pay al­ dığından yakınır. Agamemnon yiğitliğine yaptığı hakaretten ötürü kendisinden özür dilemedikçe savaştan çekilip kollarını kavuştura­ rak çadırına kapanacağına bütün arkadaşları önünde yemin eder. Ve öyle de yapar. l lyada nın baş kahramanı Akhilleus şiirdeki her olayın merkezi ve eksenidir. Savaştan çekilmesinin -kendi çekilişi ile birlikte birlik­ lerinin de- Akha ordusu için ağır sonuçları vardır. Troya surları al­ tındaki ovada hepsi birbirinden berbat üç yenilgiye uğrarlar. O vak­ ' te kadar hep saldıran Aklıalar savunmaya çekilmek zorunda kalırlar; on yıldan beri ilk kez Troyalıların geceleyin ovada konaklamaya ce­ saret ettiklerini görürler. Yunanlılar kendilerine sİperler ardında bir İLYADA VE HoMERos'uN HüMANIZM! j tahkimli ordugah kurarlar: Kuşatanlar kuşatılmışlardır. B u ordugah bile Priamos'un en yiğit oğlu Hektar'un (Ektor) yönettiği Troyalılar­ ca zorlanır. Düşman Yunan gemilerini yakmaya, ordularını, denize dökmeye hazırlanır. Şiirin büyük bir bölümünü kan dökme ve kahramanlıklarla, um utsuz fakat yorulmaz çabalarla dolduran bu çetin savaşlar bo­ yunca, Akhilleus'un yokluğu hem arkad aşlarının görüşüne hem de bizim kanımıza göre onun gücünün ve kudreti nin parlak bir belirti­ sinden başka bir şey değildir. Savaşın tü m hareketlerini ve anlarını belirleyen bir yokluk-varlık olayıdır bu. Akha önderlerinin en yiğit­ leri -Telamon (Tilamon ) oğlu dev yapılı, çevik Aias ( Eas), Oileus oğ­ lu, atılgan D i omedes ( Diomidis) ve daha başkaları- boşuna Akhille­ us'un yerini dold urmaya çalışırlar. Ama Akhilleus'un yiğitlik değeri ­ nin bu cesur yardımcıları genç kahramanın binde biri bile değildir­ ler; o, güç, çabukluk, atılganlık ve yiğitlik denince, eksiği gediği ol­ maksızın savaşçı erdemini tümüyle yalnızca kendinde toplamıştır. Her şeye egemen olan ve her şeyi reddeden Akhilleus herkesin yenil­ gisine yol açar. Iki felaket arasında trajik bir gecede, Akhilleus kapanıp kaldığı ve kendisine ağır gelen eylemsizlik içinde çadırında kendi kendini yerken Y unan ordugahından elçilerin geldiğini görür; bunlar arasın­ da ordunun iki büyük önderi, çocuklarca çekiştirilen bir keçi kadar inatç ı , yiğitliği ile Yunanlıların Akhilleus'dan sonraki baş savunucu­ su Aias ve yüreğin ve sözün bütün dolantılarını bilen çok kurnaz Odysseus vardır. B u iki savaşçının yanına, çocukluğunda Akhille­ u s ' u yetişti ren , babasının ısrarlı çağrısı üzerine onu eğiten ihtiyar Phoiniks ( Finiks) katılmıştır. Üçü de, savaşa geri dönmesi, asker olanın arkadaşlarına borçlu olduğu d ürüstlükten ödün vermemesi, orduyu k urtarması içi n ona yalvarırlar. Agamemnon adına ona gözkamaştırıcı armağanlar ve er­ demler vaat ederler. Ama en azından yemini kadar özsaygısı ile de bağlı Akhilleus gösterilen kanıtlara, gözyaşiarına ve hatta onura ka­ baca hayır yanıtı verir. Daha da ileri gider: Ertesi gün yeniden açılıp yurduna döneceğini, genç yaşta Troya önünde ölüp kazanmayı seç­ miş bulunduğu ölümsüz şana, silik ihtiyarlığı yeğlediğini söyler. Akhilleus'un o ilk seçiminden dönmesi -şimdi yaşam, şan ve şe­ refe yeğlenmektedir- eğer o buna bağlı kalsaydı kuşkusuz onu kü­ çültürdü . 41 42 1 ANT1 K Y UNAN U Y G A R LI CI Ama ertesi gün olur ve Akhilleus gitmez. İşte o gün Troyalılar Yunanlıla rın savunma hatlarını yararlar ve Hektor, Aias'ın savundu­ ğu bir kadırganın kıçına asılarak dona nınayı ateşe vermeleri için ar­ kadaşlarına bağırır. Orduga hın ö bür ucundaki Akhilleus yakılan ilk Yunan gemisinden a levin yükseldiğini görür; bu alev Yu nanlıların yenilgisi ve kendi şerefsizliği demektir. O anda en sevgili arkadaşı­ nın, kendi vücudunun en iyi yarısı gibi gördüğü Patrok los'un yalvar­ masına duyarsız kalamaz. Patraklos önderinden gerçek gözyaşlarıy­ la, Akhill·e us'un Troyalılara dehşet salacak o ünlü silahlarını kuşa­ nıp onun yerine savaşma izni ister. Akhilleus bu vesileyle en azından birliklerini savaşa sakınayı kabul eder. Patroklos'u kendi silahlandı­ rır, onu askerlerinin başına geçirir ve çabuk davranması için sıkıştı­ rır. Patraklos Troyalıları gemilerden çok uzağa, ordugah ı n dışına püskürtür. Ama yönettiği bu parlak karşı saldırıda karşısına çıkan Hektar ile çarpışır. Garip bir ça rpışmada Hektar Pa trok los'u öldü­ rür; ama bir tanrının işe karışmasıyla gerçekleşen cinayete benzer bu ölümde, görünmez Apolion'un eli vardır. Dostunun kaderini öğrenen Akhil leus' un acısı korkunçtur. Ken­ dini yere atan, yemeyi içmeyi reddeden, saçını başını yolan, yüzünü gözünü ve giysilerini küllere bulayan Akhil leus h ıçkıra hıçkıra ağl ar ve ölmeyi düşünür ( Y unanlılara göre intihar ancak korkakların utanç verici sığınağıdı r ) . D a ha ö nce Agamem non'un onun özsaygı­ sında açtığı yara ne kadar taze olursa olsun, Patroklos'un ölümü Ak­ hil leus'un içine artık ona her şeyi unutturan acı ve tutku uçurumla­ rı kazar. Ama işte bu acı, onu çığrından çıka rır, Patroklos'un katili Hektor'a ve onun halkına karşı intikam isteği deli eder onu ve yaşa­ ma ve savaşa döndürür. Böylece, şiirde; yalnızca llyada ' n ı n kahramanı ve motoru Akhil­ leus'un psikolojisindeki Homeros'un istediği dokunaklı bir değişim­ le; kendi tutkulu öfkesinden başka hiçbir şeye boyun eğmeyeıı bu ay­ nı kahramanın sertliği yüzünden kesin olarak durgu nl uğa mahkum gibi görünen dramatik olayın tam tersi gerçekleşir. Akhi lleus savaşa döner. llyada'nın dördüncü kavgası başlar. Bu artı k onun kavgasıdır; yoluna çıkan bütün Troya lı ları kırıp geçirir. Troya ordusu bozguna uğrar; bir bölümü öld ürülür; Akhilleus'un attıklarının bir bölümü ırma kta boğulur; kalanlar da yılgınlığa uğra­ mış ha lde sitenin duvarları arkasına sığınırlar. Yalnız Hektar, baba­ sının ve anasının yalvarmalarına karşın, yurdunun can düşmanını karşılamak için kapıların önünde ka l ı r. İLYA DA VE HOM EROS'UN H Ü MANı ZM ı ı 43 Hektar ile Akhilleus'un teke tek savaşı / lyada nın doruk nokta­ ' sıdır. Yüreği karısı, oğlu , yurdu için taşıdığı sevgiyle dolu Hektar yi­ ğitçe dövüşür. Ama Akhilleus daha güçlüdür. Hektor'u koruya n tan­ rılar bile ondan yüz çevirirler. Akhilleus onu döve döve öldürür. Vü­ cudunu bir ganimet gibi çekip Yunanlıların ordugahına götürür, onu aşağılama ktan da geri kalmaz; düşmanını ayaklarından savaş araba­ sının arkasına bağlar ve bir kamçıyla atiarını dört nala kaldırır " ve yerde sürüklenen gövdenin çevresinde - bir toz bulutu yükseldi bir­ denbire - Toz toprak içinde kaldı bütün başı - kopkoyu saçları dar­ madağm oldu, - çok güzeldi bu baş eskiden - şimdi Zeus verdi onu düşmanlarma - kir/etsinler diye yurdunun toprakları üstünde." '' Şiir bu sahneyle bi tmez. Akhilleus, çadırına yalvarmaya gelen Priamos'a bahtsız oğlunun cesedini verir. Hektar Troya halkınca görkemli bir cenaze töreni ile gömülür. Kadınların ağl ayıp sızlama­ ları, dağaçiama yaktıkları yas şarkıları, yakınları için yaşamını veren kişinin talihsizl iği n i ve şanını dile getirmekted ir. Bu devasa şiirin konusu böyledir. Bu konu, dahi bir sanatçı ta­ rafından ustal ıkla işlenir. Eskilerin bunu kendisine mal ettikleri şair Homeros şiirin birçok bölümünden her birini uydurma mış olsa bile bu böl ümler görkeml i bir bütünlük içinde, onun tarafından burada toplanmış ve birbirine bağl anmıştır. VIII. yüzyıla yerleştirilmesi gereken l lyada nın yazdışını Troya ' Savaşından ayıran dört yüzyıl boyunca , kuşk usuz birçok şair bu sa­ vaş ve hatta Akhilleus'un öfkesi hakkında sayısız öyküler oluştur­ muşlardır. Bu şa irler, destanı, konuşma diline benzer bir ritimle ama a hengi daha düzenli ve daha görkemli dizelerle dağaçiama söylüyor­ lardı. B u akıcı dizelerin akılda tutu lması kolaydı. Henüz, bir biçim­ de sürekli şiirsel bolluk anlamına gelen bu dağaçiama şiirlerden do­ ğan llyada, akışı içinde, yarı yarıya unutulmuş, ama; tüm destana parlak bir ahenk ve benzersiz bir görkem veren Eolia'lı atalarının, parlak sıfatiada dolu eski dili nden birçok yabancı biçim taşır. Homeros'a yolu açmış olan şiirler, kuşkusuz bellekten aktarılı,. llyada ve Odysseia'Jan bu ve bundan sonra k i a ktar malar Azra Erhat-A. Kadir çe­ virisi destan lardan a lın mıştır -ç. n . 44 ı ANT1 K Y UNAN UYGARLICI yorlardı. (Destansı şiiri ezberden söyleyen çağdaşlar arasında, örneğin XIX. yüzyılda Sırplarda, 8 0 . 000 dizeye kadar akılda tutma ve yazıya geçirmeden yayabilme yeteneği saptandı.) Homeros'un öneeli olan Yu­ nan ezbereileri parça parça önce doğaçlama şiirlerini bey evlerinde okuyorlardı. Bu beyler, artık Mykene döneminin yağmacı önderleri de­ ğildirler, bunlar özellikle geçmiş zamanın savaş kahramanlıklarının öv­ güsünü dinlemekten hoşlanan kırsal kesimdeki büyük mülk sahipleriy­ diler. Yunan dünyasında tüccarların ilk kez ortaya çıktıkları bir zaman gelir. Öncel ikle, Küçük Asya'da lonia kentlerinde, Eolia'nın tam güne­ yinde, Miletos (Militos), Smyrna ( Smirna) ve öteki limanlarda görülür. Homeros, VIII. yüzyılda , hangisi olduğunu kesin belirleyemeyeceğimiz, lonia kıyısındaki bu kentlerden birinde yaşamaktadır. Işte bu dönem­ de, belki de tarihin başka hiçbir anında görülmemiş şekliyle, apansız bir şiddetle sınıflararası mücadele başlayacaktır. Bu mücadelede, tüc­ carlar sınıfınca yönendirilen topraksız ya da yalnızca verimsiz toprak­ ları olan yoksul halk, soylu mülk sahiplerinin toprakta kendilerine mal ettikleri hemen hemen tekelci ayrıcalığı onların elinden almaya çalışa­ caktır. Onlar da bu arada, egemen sınıfın elinden kültürünü alır, ken­ dilerine mal eder ve bundan Yunan halkının ilk başyapıtlarını biçim­ lendirirler. Yenilerde yapılan birtakım yüksek düzeyde çalışmalar llya­ da nın doğuşunun VIII. yüzyı lda lonia 'da, dağaçiama söylenen ve henüz değişken yapıdaki şiirin, yazılı ve üstünde çalışılmış bir sanat yapıtı olarak topadand ığı dönemde yer aldığı düşüncesini uyandır­ mıştır. Insanal kalırın ilk ve en güzel destanının ortaya çıkması, şu yeni burj uva tüccarlar sınıfının doğuşuyla bağıntılıdır. Eskiden beri var olan, henüz pek kullanılmayan yazıyı, tüccarlar, birden yaygın hale getirirler. lonia 'lı bir ozan -geleneği n Homeros adını verdiği da­ hi bir ozan- bu geleneksel doğaçlama epik anlatının, kendisinin seç­ tiği bir bölümünü sanat yapıtı düzeyine eriştirir. llyada 'mızı düzen­ ' ler ve nihayet papirüs üstüne geçirir. Demek ki burjuva sınıfı, o vakte kadar biçim bulamamış bir şi­ irsel kültüre sanatsal bir değer vermekte, bir biçim vermektedir. Bu arada bu şiirsel kültür, yine bu sınıf tarafından, ezbere okuma top­ lantılarında, tüm sitenin hizmetine, halkın hizmetine sunulur. 1/yada ' n ı n, başlangıçta birçok yaratıcısı olan ama sonunda eşsiz bir şairin yapıtı bu çok büyük çaplı halk şiirinin doğuşuyla ilgili ola­ rak, günümüz yaklaşımı böyledir. Yapıt Yunan halkının ortak mira­ sıdır, aynı zamanda bizimkidir d e . İLyADA V E i HoMERos uN HüMAN1zMİ ı , Homeros'un dehasını, özell ikleriyle belirtmek İstersek, her şey­ den önce onun büyük, olağanüstü bir tipierne ustası olduğunu söyle­ mek gerekir. llyada destanı, insan doludur ve özgün tiplernelerin yaratıcısı ta­ rafından, yaşayan varlı klar gibi aynı, birbirlerinden farklı kişilerle doldurulmuş bir dünyadır. Homeros'un, Balzac'ın şu sözüne sahip çıkmaya hakkı vardır: " Nüfus idaresiyle yarışı yorum. " Tıpkı Balzac gibi ve de Shakespeare gibi, bütün zamanların en büyük kişilik yara­ tıcıları gibi, Homeros da, bu kendine uygun medeni halleri, eşkalle­ ri, özgün davranışları ( b ugün dendiği gibi; parmak izleri) ile birbir­ lerinden ayrı ve çok sayıda kişilik yaratma yeteneğine, en yüksek de­ recede sahiptir. Bir kişiliği canlandırmak için -onu betimlemez: Çünkü Home­ ros' un h iç betimleme yapmadığı söylenebilir- llyada nın ozanına, ki­ şilerine yükleyeceği tek bir hareket tek bir söz kafi gelmektedir. Ör­ neğin; l lyada 'nın savaşlarında ölen yüzlerce asker vardır. Kimi kişi­ ler şii re sadece ölmek için girerler. Her zaman veya hemen hemen her zaman d iyelim, ölüm karşısında insanda farklı bir d uygu belirir. Böyle yapmakla, şairin, ölümü sahneden geri çektiği anda hayat de­ vam eder. "Diores (Dioras) uzattı kollarını sevgili dost/arına, canını üfledi, - başaşağı düştü toprağın üstüne. " Bir başka şair genel ola­ rak bu kadar az şeyle ve bu kadar kısa süre için hiçbir kişi yaratmış mıdır? Bir tek hareket bu ama, bizi derinden etkiler ve bize D iores'i büyük yaşam aşkıyla tanıtır. Işte yukarıdaki örnekten biraz daha ayrıntılı bir sahne. Bir ya­ şam imgesi ile bir ölüm imgesi. " Babası bırakmazdı Polydoros'u ( Polidoros) karışsın savaşa, ' çocuklarının en küçüğüydü o, - en sevgili oğluydu, geçerdi hepsini koşuda. - Işte o gün de çocukça bir gösteriş yapayım, dedi - dedi, göstereyim bacaklarımın çevikliğini, - koştu ön sıra/ara . " O anda Akhilleus o n u vurur. " . . . Polydoros inleyerek dizleri üstüne düştü, - kapkara bir bu­ lut kapladı gözlerini, - bağırsaklarını avuç/adı devri/irk en. " Ve işte Harpalion'un ölümü. O yiğit bir insandır ama içgüdüsel bir korkuya engel olamaz. " Çekildi geri geri, arkadaşlarına doğru, - dört bir yana bakına bakına, - biri etine saplamasın diye tuncu. " 45 46 ı A N T 1 K YUN A N U Y G A R L I t. I Vurulur ve yerde vücudu " bir solucan gibi" k ıvranırken bile is­ yanını anlatmakta d ı r . Cebriones'in (Kevrioues) gövdesinin dingin du ruşu ise tam tersi­ ne, yalınl ığı anlatır; yiğitliği lekesiz olan bu kahraman, ölüme yalın bir biçimde girmişti r. Çevresinde savaşın gürültüsü devam etmekte­ dir: O, unutulmuşluk ve barış içinde sonsuz dinlenıneye çekilir. " Birbirini parçalamaya çalışan Troyalılar Akhalar karşı karşıya saldırıyorlardı . . . Cebriones 'in çevresinde yüzlerce sivri mızrak doğ­ ruca gelip hedefe saplanıyordu . . . Yüzlerce koca taş savaşçıların kal­ kanlarında patlıyordu. Ama o, Cebriones, atlara ve arabalara hiç al­ dırmayıp, büyük bir yer kaplayan koca vücuduyla toz toprak içinde yatıyordu." Böylece Homeros doğruca insana gider. Bize gösterdiği kişilik ne kadar önemsiz, cılız olursa olsun, bir hareketi, bir duruşuyla her in­ sanın özünü olu�turan şeyi özellikleriyle belideyip göstermektedir. llyada'nın hemen tüm kişileri askerlerd ir. Bu askerlerden çoğu yiğittir. Ama hiçbirinin aynı tarz yiğit olmayışı çok belirgindir. Telamon oğlu Aias'ın yiğitliği cüssesindedir: Direnme yiğitliğidir bu. Aias iri, geniş omuzlu, "dev yapılı" bir adamdır. Bu yiğitlik tam bir kütledir, taş kesilir ve kimse onu kımıldatamaz. Bir karşılaştır­ ma, bu yiğitliği onun dik başldığı ile tanımlar ( destanlara yakışma­ yan bayağılığıyla, bizim klasik yazarların kanına dokunuyordu Ai­ as( ! ) ve onun bu özelliğine bir vakitler göndermeler de yapıld ı ) . " Ço­ ğu kez bir eşek, bir tarlanın kenarında, çocuklara kafa tutar. Inatçı­ dır, insan onun üstünde değnek üstüne değnek kırabilir: Yeşil buğ­ day içine dalıp onu kökten kazır. Çocuklar dayaktan geçirirler onu. Çocuksu sertlikleri Ama her şeyi silip süpürmeden onu yerinden kı­ mıldatamazlar. Böyle dövüşürdü koca Aias . . . " Aias'da inat etme yürekliliği vardır. Ama saldırıda pek hızlı de­ ğildir, " yaban domuzu" cüssesi buna elvermez. Bedeni gibi aklı d a ağır işler. Apta l deği ldir a m a darkafalıdır. Anlamadığı şeyler vard ır. Ö rneğin, Akhilleus'un yanında komutanların elçileri arasında, kah­ ramanın, Briseis yüzünden inat etmesini bir türlü anlamaz: "Hem de bir tek kız için topu topu." diye bağırır, " Oysa en seçkin yedi kız ve­ riyoruz sana, - veriyoruz daha bir sürü şeyler. " İLY A D A VE H o M E R o s ' u N H ü M A N I Z M ! 1 Aias'ın ağır bedeni savunmada ona s o n derecede yardım eder. Ona verilen talimat konulduğu yerde kalmaktır; o da orada kalır. Kelimenin tam anlamıyla aklı kıttır: Geçilmemesi gerektiğini belirt­ mek üzere oraya konmuş bir sını rtaşı gibidir. Şair onu bir kale, bir duuar diye adlandırır. Sura dönüşmüş bir yiğitlik. Savund uğu geminin üzerinde koruması gereken her yeri savuna­ rak kasara üzerinde "geniş adımlarla " yürüyen, her sald ırganı birbi­ ri a rdına düzenli mızrak darbeleriyle öldüren, ya da gerekirse koca bir gemici kancasıyla silahianan Aias oradadır. Söz gücü bir askerin­ ki kadardır. Dört sözcük dışına çıkmaz: Hiç kaçılma malıdır. " Başka kime güveniyorsunuz?" d i ye gürler. .. "Bizden başkası yok . . . öyleyse kurtuluş bizim ellerimizde. " Anla madığı o şeylerden biri de yı lgınlık­ tır. Savaşın, tıpkı söylediği gibi, bir "şenlik " olmad ığını, " müfreze­ ler halinde, kolların ve cesaretin düşmanınkiler/e karşı karşıya geti­ rildiği" bir yer old uğunu bilir. O zaman " insan ölecek mi yoksa kalacak mı, bir anda bilir, bu da çok daha iyidir" . Işte, savaşta "A ias 'ın korkunç yüzündeki gü­ liimseme " y i doğuran basit düşünceler bunlardır. Aias'ın yiğitliği kesin biçimini almamış Spanalının ya da Roma­ lının yiğitliğid ir; askerlik kuralının kendisine, geri çekilmeyi yasak­ ladığı Spartalın ı n, nöbet yerini terk etmesi yasaklanan Horatius Cocles' in yiği tliğidir. Bulunduğu yeri elde tutmak için kendilerini öl­ dürten askerlerin yiğitliğidir bu. Plutarkhos'un ( Piutarkos ) , daha sonra gelecek olan ilk edebiyatçının kulla nacağı biçimde bunu kop­ yalayıp çoğa irmasından çok önceleri kahramanlık, Homeros tarafın­ dan böyle resmedilir. Diomedes'in yiğitliği ise bambaşkadır. Dayanmaktan değil de ile­ ri atılmaktan doğan cesaret. Spartalı yiğitliği değil de furia francese ':· Diomedes'te gençliğin atılganlığı ve cü reti vardır, a teşli biridir o. Il­ yada nın kahramanları içinde Akhilleus'dan sonra en gencidir. Gençliği yüzünden, ağa beyleri karşısında daha bir küstahtır. Gecele­ yin önderler topla ntısı sahnesinde Diomedes Agamemnon' un d avra­ nışına sa ldı rırken taşkındır: Kralların kralının Akhil leus'dan özür di­ ' lemesini ister. Ama savaş alanında disiplinli bir askerdir; başkomu­ tanın her dediğ i n i k a bul eder, en haksız azarlarını bile sineye çeker. Diorne d e s l . ,: r .1 man yürümeye hazır bir askerdir; onda bir gö· * Ru i t a l ;·,ın d c y ı ı ı . coşkunluğu ı "1 . . · • , ,·;ıvel'le birlikte, Forııoue savaşından başlayarak, Fran sız a k için kullanılır -ç. n . 47 48 ! A N T t K YUNAN UYGARLI CI nüllü ruhu vardır. Sert bir kavga gününden sonra, Troya ordugahın­ da tehlikeli bir gece keşfi için kendini ortaya atan yine odur. Göre­ vinden daha fazlasını yapmayı sever. Savaşın en başında onu bir sar­ hoşluk sarar. Hektar'un karşısında bütün önderler kaçarken Diorne­ des içindeki cesaret yüzünden daha d a i lerilere gider. Kargısı sarhoş­ luğuna katı lır: " Kargım elierirnde çılgındır, " der. Yaşlı Nestor'u bi­ le Hektor'a karşı atılmaya sürükler. Hektar'un za ferini isteyen Ze­ us'un, iki cesur savaşçıyı yıldırımlarıyla savaş alanından kovması ge­ rekir. " Yaman fışkırarak alev ve yanık kükürt kokusuyla, tam Di­ omedes'in arabasının önüne düşer. Korkuya kapılan at/ar arabanın altına saklanmaya çalışırlar ve dizginler Nestor'un ellerinden kurtu­ lur. . . " Ama Diomedes sarsılmamıştır. Homeros Diomedes'e şiirdeki en gözalıcı cesareti verdi. Genç de­ likanlı arkadaşlarından o kadar önde dövüşür ki " Tydeus 'un (Tide­ as) oğlunun (Diomedes ) der şair, Troyalıların mı yoksa Akhaların mı tarafında olduğunu anlayamazsınız. " Bunu göstermek için Homeros'un başvurduğu karşılaştırmaların hep sürükleyici bir niteliği vardır: O, ovada bahçelerin çitlerini ve köylülerin taşan suyu durdurmaya çalıştıkları şu toprak setleri devi­ ren sel sularıd ır. Homeros, bu parlak cesaretin niteliğini göstermek için kavganın ortasında D iomedes'in tolgasının tepesinde simgesel bir alev yakar. En sonu bu kahraman, şairden o biricik tannlara karşı savaşma ayrıcalığını kazanır. Ölümlülerin savaşiarına karışan ölümsüzlerin karşısına çıkmayı ne Akhilleus, ne de başka biri göze alır. Benzeri ol­ mayan görkemli sahnelerde, yalnız D iomedes Aphrodite (Afroditi ), Apolion ve de Ares'i kavalayacak ve onlara meydan okuyacak kadar atılganlığı ileri götürür. Tepelemek üzere olduğu Troyalı bir hasmını ondan saklamaya çalışan güzellik tanrıçasına saldırır. Onu yaralar ve kanını akıtır. "Sivri Kargısıyla atıldı öne, - vurdu onu elinin ayasın­ dan. - Kargı giriverdi derinin içine, - deldi Kharit'lerin (Haritis) işle­ diği rubayı; aktı tanrıçanın avucundan tanrısal kan. " Ares'i de vurur ve savaşların tanrısı on bin savaşçınınkine benzer bir kükremeyle kükrer. Bütün bu işleri kibirsizce, kurumlanmadan yapar. Hiçbir tan­ rıtanımaz övüngenlik yoktur Diomedes'de. Yalnız onu her tür aşırılı­ ğa sürükleyen şu iç ateşi vardır onda. Diomedes tutkulu biridir. Ama kasvetli tutkulu Akhilleus ile ışık saçan tutkulu Diomedes arasında şaşırtıcı bir fark vardır. Diomedes coşkulu bir kahramandır. Melos 'ta bulunmuş Girit-Mykene vazosu. (Tarih: 1 450- 1 400) 50 � A N T İ K YU N A N U Y G A lU. I C 1 Coşkulu; bu sözc ük Yuna ncada (sözcük kökü bunu belirtir) için­ de tanrısal sol uk taşı) an bir adam demektir. Diomedes'e bir tanrıça, dostlukla bağlıdır: Savaşçı, ama akıllı Athena onun gönlünde yatar ve onun ruhunu kend i n i nkiyle karıştırır. Arabasına, onun yanı başı­ na biner. Diomedes'i l<avganın ortasına atan o, içini cesaret ve güç­ le dolduran o -"Beni sev, A thena!" diye bağırır ona-, darbelerine hedef olarak ateş saçan Ares'i gösteren o'dur. Korkunç savaşı kış­ kırttığı için insanların ve tanrıların nefret ettiği bu tanrıya "şu ku­ durgan, mücessem Kötülük" der Athena . Yunanlılarda pek tapınağı ve sunağı olmayan bir tanrıdır Ares. Diomedes'de cesa retin derin kaynağı, onun Athena'nın sözüne beslediği güvendir. Bu güven zaman zaman bu Akha askerine Ortaçağımızın bir şö­ va lyesi ile aralarında bir bağ varmış havası verir. Diomedes llya­ da'nın şövalyece denebi lecek tek kahramanıdır. Bir gün, adını bil­ mediği bir Troyalı ile savaşa başlamadan önce durup düşünür; onu vuracağı sıra bu adın Glau kos ( Glafkos) olduğunu ve bu a damın büyükbabası nın bir konuğunun tarunu olduğunu öğrenir. " O za­ man gür Diomedes sevindi. - sapiadı kargısını berek etli toprağa. soylu hasmına şu dostluk dolu sözlerle seslenir: - Demek öyle ha, demek eski konuğusun sen babamın? . . - Hatırlamıyontm Tydeus 'u, - memedeyken bırakmış beni o . . . Işte sen şimdi böylece - Argos ilinde konuğum o lursun benim; - ben de Lykia 'da ( Likia ) senin ko­ nuğun olurum. - bir gün oraya düşerse yolum. - Kalabalıkta kargı­ larımızdan sakınalım; - benim öldüreceğim bir sürü Troyalı var. . . Senin karşında da bir sürü Akhalı var . . . Değişelim gel silahlarımızı - beliesin Akhalarla Troyalılar - atalarımızın konuk kardeşi olma­ sıyla övündüğümüzü. " Bunun üzerine, iki savaşçı arabalarından at­ lar, el sıkışır ve dost olurlar. Sahne parıltı l ı d ır. Homeros, kahramanlarında n başka hiçbiri­ ne bahşetmediği bu yüce gönüllü davranışı coşkulu Diomedes'e mal eder. Sahne şaşırtıcıdır, ama sonu daha da şaşırtır bizi. Şöyle tamam­ lanır: "Ama Kronosoğlu Zeus, tam o sıra, - Glaukos 'un aklını ba­ şından aldı, - Tydeus oğlu Diomedes 'le değişti silahlarını: - Altını tunçla değişti, - yüz öküzlük silahı dokuz öküzlük silahla. " Şair gözde kahramanının bundan çok hoşnut kaldığını bize söy­ lemez. Ama Diomedes, Gla ukos'u yaniışından ötürü uyarmadığına İLYA DA V E HoMEROS'UN HüMANIZM! ! göre yine d e bunu duyurmuştur. D iomedes'in şövalye ruhundaki bu az buçuk açgözlülük, kişileri kahramanlar olan her yapıtı, öldürücü bir tehlikeyle tehdit eden bilinegelen i dealizmin panzehirid ir. Bu, in­ san yüreğinin betimlenmesinde Homeros'un derin gerçekçiliğidir. llyada'da yalnızca askerler yoktur, kadınlar, yaşlılar da vardır. Askerler arasında yalnızca yiğitler yok, Paris de vardır. Geleneğe göre Troya savaşı nın kökeninde Paris ile Helene'nin olağand ışı aşkları vardı. Bu aşk, l lyada nın çarkısı içinde garip bir ' güçle hazır ve etkin durur. Paris, Helene'yi baştan çıkaran ve kaçıran kişiydi. Savaşı ilk baş� !atan oydu; aynı zamanda Akhilleus'u alt eden biriydi, attığı okla öl­ dürmüştü onu. l lyada' dan önceki dönem Troya destanlarında, Pa­ ris'in, bizzat kendisi tarafından başlatılan savaşın kahramanı, aynı zamanda Troya 'yı ve Helene'yi kazanan kişi olarak gösterild iği bir dönemin old uğu d üşünülebilir. Öyle görünüyor ki, bu soylu rolü onun yerine, Troyalı destan çevriminde, daha yeni tip olan kardeşi Hektor ile dald urarak Paris'i l lyada 'nın korkağı haline getiren Homeros'un kendisidir. Home­ ros'un dram yeteneği, Paris'i Hektar'un karşıtı bir yere yerleştirir ve bütün şiir içinde, iki kardeş arasındaki sürekli çatışmayı diri tutar. Hektor katıksız kahraman, Troya'nın koruyucusu ve kurtarıcısı; Pa­ ris ise nerdeyse katıksız korkak, " yurdunun baş belası"dır. Yeri geldiğinde, Paris'in de o çağda ideal olan saygınlığı görme­ diği anlamına gelmez. O da yiğit olmak ister tabii, ama, eylemde yi­ ğit olmaya gelince, yüreği ve gevşek güzel bedeni karar anında cıvı­ tır. Bin dereden su getirerek ve sızlanarak, geçerli hiçbir nedeni ol­ maksızın bıraktığı savaşta, Hektor'a kendisini izleyeceğini vaat eder. Önemsiz açıklamalara girişir: " Burda baş başa kalayım dedim acıla­ rım la. " Saliantıda vaatlerde bulunur: "Ama karım demin istedi sava­ şa atılmamı, - yumuşak sözlerle dokundu yüreğime" (Bu yumuşak sözleri daha önce de duyduk biz. Paris'in gık bile demeden sineye çektiği bir dizi hakaretti. ) Paris sürdürür sözlerini: " Benim de öyle yapmayı kesiyor ak lım . . . Şurda dur bekle beni, - kuşanayım Ares'in silahlarını, - istersen git, arkandan yetişeyim. " Anlatımı bir asker için laubalicedir. sı 52 1 A NT1 K Y U N AN UY G ARLıCı Bazı somut ayrıntılar d a Paris'in korkaklığını belirtir. Yeğlediği silah yaydır. Bu silah onun, "dizlerini titreten ve yanaklarını soldu­ ran " göğüs göğüse çarpışmadan kaçınmasını sağlar. Yayı germek için arkadaşlarının ardına ya da bir mezar taşının arkasına saklanır. Bir düşmanı yaralarsa, "kahkahalarla gülerek siperden dışarı sıçrar" . Yine de Paris tam bir korkak değildir. Korku onu kavgadan uzaklaştırır, ama övüngenliğin, böbürlenme isteğinin onu kavgaya döndürdüğü de olur. Çünkü Paris güzelliği ile övünür; savaşta bile omuzunda taşıdığı pars derisiyle övünür; bir kadın başı olan zülüflü saç düzeni ile övünür. Başkaları dövüşürken kadınların odasında ci­ lalamakla vakti ni geçirdiği silahları ile övünür. Bütün bunlar, tuva­ ler ve güzellik -ve "genç kızları dikizleme" biçimi, kadın düşkünlü­ ğü, ayartma başarısı- Troya'da Paris'i belki horgörülen, ama yine de önemli bir kişilik olmaktan çıkarmaz. O, Hektar'un hakaret edip durduğu çeşitli "ayartıcı" unvanlarına yiğit savaşçı unvanını da ko­ layca eklerdi . Bu yiğitlik heratını biraz ernekle elde edebilmek -yayı­ nı kullanmak- koşuluyla. Bu, çatışmada içini böbürlenme ve korku bürümüş Paris, sonund a onda baskın olacak duygular konusunda, aslında kendi kararsızlığını gösteren bu yüzsüzlük ve bu pek içten gelmeyen bir çekingenlik ile durumu idare eder. Aphrodite'nin asi Heleni'yi yarağına attığı bu korkak ve övüngen güzel oğlan, sonun­ da ola ola bir alçaktan başka nedir? Yalnız insani planda bir psikoloj ik çözümleme bu soruya karşı­ lık bulamaz. Bu çözümleme Paris'i özünde yakalamaz. Paris'in kişiliği, bu kişilik, ancak, dinsel diye adlandırılması ge­ reken bir deneyimin alanı olduğu kabul edilirse açıklanabilir. Hektor tarafından hakaret edilen Paris, kardeşinin kendisini korkaklığı yü­ zünden suçlamasını güçlük çıkarmadan kabul eder. Onun kabul et­ mediği şey güzelliğine ve aşklarına yapılan sövgüdür. Kardeşine biraz da gururlanarak, şöyle karşılık verir: "Sarı Aphrodite'nin güzel ar­ mağanlarından ötürü beni kınarnaya hakkın yok. Tanrıların parlak armağanlarını hor görmek olmaz. Tanrı bağışlar onları bize ve eli­ mizde değildir kendi seçimimizi yapmak. " Tasasız Paris'in ses tonu nasıl da yükselmiştir! Şimdi Hektor'a ders verme sırası onundur. O, bu armağanları Tanrıdan aldı; bunları insan "seçmedi"; bunlar tam olarak ona " verilmiş " şeylerdir. Güzellik lütfunu, arzuyu ve aşkı uyandırma yerisini Aphrodite'den aldı o. Aşk ve güzellik, bedava ba­ ğışlar, tanrısal şeylerdir. Paris, onların alçaltılmasına izin vermez, bir İLyADA V E HoMERos , uN HoMAN ızMı ı 53 tanrıya sövgüdür bu. O seçmedi; bir seçimin konusu oldu: Seçilmiş biri olduğunu bilir. ( Onun bedenine tanrısalı alması Paris'in kendine özgü bir dinsel deneyim yaşadığını ka bul etmemizi engellemez . ) Işte bu andan sonradır ki Paris'in karakter yapısındaki uyum v e tutarlılığı tam olarak anlıyoruz. O n u n tutkusu sıradan b i r zevk ada­ mının tutkusu değil, hepten bir kendini adayıştır. Bu tutku ona sa­ dece duyu hazzı vermez -bunu elbette verir- onu tanrısallık durumu­ na yaklaştırır. Paris 'in hafifliği, tasasızlığı, çok mutlu tanrıların din­ ginliğini andırır. Artık sorulacak soruları yoktur. Aphrodite'ye hiz­ metten başka bir şey d üşünmeden, insanlar arasında onun temsilcisi olduğu bilincinden doyum, eksiksizlik ve güç alır. Yaşamı sadeleşti­ riimiş bir yaşamdır, çünkü güdül mektedir. Kuşkusuz, içinde yaşadığı savaş dünyasında korkakça davranır. Çünkü iradesi zayıf ya da yoktur. Ama , Aphrodite'nin gücü bu te­ mel zaafı tamamıyla kapatabilir. Paris tanrısal istence bağlanınada onu her tür çabadan bağışık kılan ve her tür pişmanlıktan kurtaran bir yazgıcılık biçimi bulmuştur. D indarlığı ahlaksızlığını aklar. Ve onu Menelaos'un (Menelas) kargısından k urtara n Aphrodite, karısı­ nın ister istemez katıldığı mis kokulu yatağına götürdüğünde Hele­ ne'ye yaptığı yakıcı çağrıda nasıl yücelik vardır: "Seninle sevişe/im gel şu döşekte, - sevgi hiç daimarnıştı içime bu kadar. Denizleri aşan gemiler/e şirin Lakedaimon 'dan (Lakedemonas)- seni kaçırıp, kaya­ lık adada, - döşekte sarmaş dolaş olduğumuz gün bile - şu anda sev­ diğim gibi sevrnedim seni. - Tatlı istek hiç sarmadı beni böylesine." Aphrodite, göksel güç olarak Aphrodite, burada Paris'in ağzm­ dan konuşur ve seçtiği araç ne kadar zavallı olursa olsun, Troya hal­ --kının "seve seve taştan hir �ömlek giydireceği" bu korkağa yücelik verır. Helene Paris'ten sonsuz bir uzaklıkta. Şehvetli o lmaktan çok du­ yarlı bir kadın olan Helene, karakteri bakımından Paris'e tam ters kutupta yer alır. Ahlaksız aşığı karşısında ahlaklı davranan Helene, Aphrodite'nin onu içine düşürdüğü tutku d ü nyasına direnir; onun kendisini paylaşmaya zorladığı hazzı da reddetmek ister. Paris'in ah­ lakdışılığı, dindarlığından; Helene'nin ahlakiliği, tanrıçaya başkaldı­ rıdan kaynaklanmaktaydı. I kisi de güzel, ikisi de tutkuludur; güzellik leri ve tutkuları ken­ dilerinden öteleyemedikleri ancak yazgılarını oluşturan, onlara veril­ miş armağanlardır. 54 ! A N T İ K 1 YUNAN UYGARLI CI Yine de, Helene'nin doğası, düzen ve kural yanlısıdır. Aile bağ­ larının saygı ve sevgisi arasında, kendisi için her şeyin kolay olduğu zamanları özlemle arar. "Evim i barkımı, o nazlı büyüttüğüm kızımı - hısım akrabamı, can yoldaşlarımı bırakmasaydım, . . . - bak eriyip gidiyorum gözyaşı döke döke" Kendi kendisini sert bir biçimde 'Zar­ gılar; Troya halkınca kendisine yöneltilen ağır yargıyı doğal bul tıC Yine de eğer Paris yiğit biri olsayd ı, aşığına cesaretini örnek göster­ diği kocası Menelaos gibi onurlu olsaydı, Helene yazgısıyla avuna­ caktı . Demek ki olaylar, ahlak sahibi Helene'yi, şiirin ona ba hşettiği şöhret içinde, iki halkın yıkımına alet olan ve kocasını aldatan ka­ dın rolünü üstlenecek şekilde hazırlamıyord u . Homeros, Akhalar ile Troyalıların uğruna öldükleri bu suçlu eşten, çelişkili olarak sadece anlaşılmaz bir biçimde iyi eş ve sevecen anne yaşamını sürdürmek is­ teyen basit bir kadın oluşturmuştur. Tanrı lar -en azından onlara karşı kendimizi savunmak için keşfettiğimiz ahlaktan fazla hoşlan­ mayan şu Homeros tanrıl arı- yaşamianınıza girdi gireli aykırılıklar da vard ır. Aphrod ite mutl a k gücünü göstermek için Helene'yi ege­ menliği altına aldı. Tanrıça, güzelliğe ve insanlara esiniediği za pte­ dilmez isteğe ilişkin çifte bela k arşısında kurbanının belini büker. Helene Aphrodite'nin yansıması olur çıkar. Ve onunla k arşı k arşıya gelen erkekleri dinsel bir heyecan sarar. Bir anda bir şey, Troyalı ihtiyarları hayranlığa iteler, titretir ve de­ neyimleri bir işe yaramaz. Bir araya geldikleri sudara Helene'nin çıktığını görünce, tuhaf bir biçimde şöyle derler: "Akhalar ile Tro­ yalıların böyle bir kadın için - yıllardır acı çekmeleri hiç de ayıp de­ ğil - Yüzüne bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu. " Bu korkunç ihtiyarlar, yalnız Helene'nin güzelliği yüzünden iki halkın vahşice kı­ rılmasını haklı gösterirler! Bununla birlikte, bütün Troyalılar bunu yutmaz. Basit ve iyi yü­ rekli Helene'yi, kendi kendisinden nefret eden Helene'yi, a nlaşılmaz tutkusundan nefret eden, ama yine de, hiçbir zaman ondan ayrıla­ mayacak kadar Paris'i sevdiği gibi, kendi tutkusunu da seven Hele­ ne'yi -bu bütünüyle insan olan Helene'yi- ne Priamos, ne de Hektar karıştırır birbirine; onlar, tanrısal gücün belirtisi olacak yıkıcı bir alev gibi yüreğini kemiren şu meşum güzelliği ile karıştırmazlar onu. " Bana karşı suçlu olan, " der Priamos, "sen değilsin, tanrılar­ dır. " Helene, güzelliğinin yol açtığı sonuçlara söz geçiremez. O bu gü- İ Ly AD A V E Ho M E R o s u N Hü M A N ı z M ' ı ı 55 zelliği ne istemiş, ne de kendi geliştirmiştir. Onu, kendisine verilmiş bir armağan olduğu kadar, aynı zamanda Tanrının bir laneti olarak da almıştır. Güzelliği, aynı zamanda yazgısıdır. Bu parıltılı ama büyüklüğü ikinci derece yıldızlardan sonra , şim­ d i gelelim !lyada 'nın eşsiz yıldızları Akhilleus ile Hektor'a. Home­ ros, şiirin bu iki güneşiyle, belli bir seviyesinde birine ya da öbürüne katıl maksızın yaşamanın güç olduğu insan yaşamının çok önem li iki biçimini aydınlatır. Akhilleus önce bir gençl ik ve güç imgesi gibi görünür. Yaşça gençtir (yaklaşık 27 yaşında ) , ama özellikle kızgın kanı, ateşli öfke­ leriyle öyledir. Savaş içinde büyümüş ve toplumsal yaşamın dizgi ni­ ni henüz ne ka bul etmiş hatta ne de bilmiş ele avuca sığmaz bir genç­ liktir bu. Akhilleus gençliktir ve de güçtür. Soyluların ö fkelerine karşı kendilerini korumak için, zayıfların diledikleri kendiliğinden sağlam bir güç. Bilici Kalkhas ( Halkias) !lyada 'n ı n başında böyle der. Ordu­ da patlak veren vebanın nedeni konusunda Agamemnon'un sorguya çektiği Kalkhas, cevap vermekte duraksar. Güçlü kişilere gerçeği söylemenin tehlikeli olduğunu bilir. Akhilleus'dan koruma diler. Genç kahraman ona tam olarak gücünü vaat eder: "Korkma, Apol­ Ion adına ant olsun, Kalkhas, - Akhaların en güçlüsü olmakla övü­ nen Agamemnon bile olsa karşısındaki, - ben sağ olduğum sürece, görürken gözlerim . . . el kaldırmaz bir tek Ak halı sana. " İşte güç do­ lu Akhilleus'un ilk imgesi budur. Daha ilerde, Agamemnon'un meydan okuduğu b u güç, bir teh­ dit olarak patlak verir; Akhilleus'un artık savaşmayacağına dair iç­ tiği büyük ant içinde ( onun yalnızca bir parçasını aktarıyorum ) gu­ rurla kendini gösterir. " Bak sana diyeyim, ant içeyim bu değnek üze­ rine ki, - dağlarda bir ağaç gövdesinden tunçla kesilip alındı bu değ­ nek, - üstünde bundan böyle ne bir dal, ne bir yaprak bitecek, . . . Zeus verdi Akhalara onu, adalet dağıtsın diye adına hak koruyan/ar, - A khaoğulları taşırlar ellerinde şimdi onu. - Işte bir büyük ant sa­ na bu asa üzerine: - Bir gün gelecek, A khaoğulları tekmil - dövünüp duracaklar A khilleus gitti diye. - Ister kız, ister kızma, geçmiş ola; senin onlara yardımın dokunamaz, - kırı/ıp gidecekler Hektar'un 56 ;1 ANTIK YUNAN UYGARLICI karşısında dalga dalga. - Neden saymadın diye sen de A khaların en iyisini - yırtın dur bakalım, kendini ye. - Peleusoğlu böyle dedi, oturdu, - attı yere altın kakmalı değneğini. " Ondan sonra ve destan ın on sekiz bölümünü aşan sürede ' G üç', hareketsizdir. 'Imge' de öyle, Akhilleus'un savaş bölümlerinde zin­ cirden boşanmasında olduğu gibi Yunanlılar için ölümcül olan b u hareketsizlikte de çarpıcıdır. Çünkü orduyu kurtarmak için, " otur­ muş " Akhilleus'un yeniden ayağa kalkmasının yeteceğini biliriz. Onun yokluğun un orta yerinde Odysseus bunu ona söyler: "Kalk ve orduyu kurtar" . . . En sonunda Güç ayağa kalkar. " Ve Akhilleus kalktı yerinden . . . - Akhilleus 'un başından da tıpkı böyle - bir ışın yükseliyordu göğe doğru. - Akhilleus aştı duvarı, hendeğin önünde durdu, . . . - Durup bağırdı, öte yandan haykırdı A thene. - Bir kargaşalık saldı Troyalı­ ların sıralarına. - Bir kargaşalık ki, dile gelmez. " Homeros, Akhilleus'un gücünü dile getirmek için çok etkili kar­ şılaştırmalar yapar. Akhilleus yüksek dağların derin boğazlarında patlayan geniş bir yangına benzemektedir, sık orman yanar, rüzgar alevi savurur ve evirip çevirir: Işte izlediği herkesi öld üren bir tanrı gibi böyle saldırmıştır Akhilleus ve kara toprak üzerinde kan akıp gider dereler gibi. Ya da, şair, Akhilleus'un yıkıcı öfkesi ile bir karşılaştırma nok­ tasını bir doğal felaketten değil de, barışçı bir iş imgesinden çıkarır. " Düzenli harman yerinde, çiğnemek için ak arpayı, - geniş alın lı öküzler nasıl koşulursa sahana; arpa çabucak ayıklanırsa nasıl ayakları altında böğüren öküz/erin, - tek tırnak/ı at/ar da tıpkı öyle, - ulu canlı A khilleus 'un ayakları altında - çiğniyorlardı ölüleri kal­ kan/arı. - Arabanın sandığı altında dingiller, - çepeçevre parmaklık­ lar bulanmıştı kana, - atların ayaklarından, araba tekerleklerinden habire kan ve çamur fışkırıyordu. Peleusoğlu ün kazanmak için ya­ nıyordu - dokunulmaz elleri bulanmıştı kanlı çamura . " Yıkıcı güç, kana bulanmış güç: Şiirin en korkunç bölümlerinde Akhilleus böyle görünür. Acımasızdır Akhilleus. Bir şair, iğrençliği yeniyetme Lykaon'un ( Likeon) ölümündeki gibi sahnelerden daha öteye nadiren götürmüştür. Bu silahsız çocuğun yalvarması, ba bası­ nın bahçesinde Akhilleus ile ilk karşılaşmasını hatırlaması, umulma­ dık k urtarılma öyküsü bütün bunlar içimizi sızlatır, ama b u Akhille­ us'un yanıtını daha hoyrat, cinayeti daha vahşi ve ayaklarından tu- İLYADA VE HoMERos'uN HüMANiZMi 1 57 tulup k üfürlerle Skamandros'un balıkiarına fırlarılan cesedin duru­ munu daha ürkünç kılmak içindir. Bütün bunlardan sonra bu tanrıça oğl u bir insan mıdır, yoksa yalnızca bir hayvan mıdır ? Herhalde tutkulara aşırı duyarlığı ile bir insandır. Akhilleus'un gücünün ruhsal nedeni buradadır: Tutkulara ve derin bir biçimde dostluğun, özsaygının, şan ve şöhretin ve nefre­ tin biriktirip beslediği tutkulara duyarlı biri. Insanların en kırılganı olan Akhilleus'un gücü, ancak tutkunun kabarınası içinde görülme­ miş bir şiddetle kendini gösterir. Lykaon'un dehşete düşmüş gözleri­ ne ve bizim gözlerimize o kadar duyarsız, o kadar katı görünen Ak­ hilleus, yalnızca onu demir gibi sertleştiren bir tutkuyla gerilmiş ol­ d uğu için katı, yalnız o tutkuya duyarlı olduğu için her şey karşısın­ da duyarsızd ır. Eğer tanrı soğukkanlı ise; bu adamda tanrısal hiçbir şey, insa­ nüstü hiçbir şey yoktur demektir. Akhilleus hiçbir şeye egemen de­ ğildir, her şeye katlanır. Briseis, Agamemnon, Patrokles, Hektar, ya­ şam onda duygusa l ufkunun bu dört ana noktasından birbiri ardına bir aşk ve nefret fırtınası uyandırır. Hiçbir zaman dingin olmayan ruhu, tutkunun, içerisinde ardı ar­ kası kesilmeyen fırtınalar devşirip patiattığı geniş bir gök gibidir. Yarışma her zaman ancak görünüştedir. Örneğin, Agamemnon ile barışma sahnesinde Akhilleus -onun için artık, kendisini bunca inciten bu kuklanın önem i yoktur ki- bütün ödünlere, hem de en yü­ ce gönüllü ödünlere hazırdır, ama, harekete geçmekte geç kalındığı için birden onu eline geçiren yeni bir tutku, intikam isteyen dostluk, yüzeydeki dinginliği çatlatır. Şöyle bağırır: " Öldü can yoldaşım be­ nim, sivri tunç yırttı etini, - yüzükoyun yatıyor barakamda, - çevre­ sinde arkadaşlar kan ağlıyor, - yüreğim . aldırmaz senin dedik/erine, - düşmana acı gözyaşı döktürmektir benim işim." Akhilleus, o an için istediği, üzüldüğü veya tiksindiği, geri kalan her şeye köreesine gözlerini kapatan tek bir amaçla, sarsılan bir du­ yarlılıktır. Tutkusal imge değişebilir: Kim olursa olsun, Agamem­ non, Patrokles ya da Hektar. Ama bir kez ruhu ele geçirdi mi, bütün varlığı harekete geçirir ve eyleme geçme gereksinimi yaratır. Tutku Akhilleus'da bir takıntıdır; ancak eylemle yatıştırılabilir. Bu bağlantı -tutku, acı, eylem- işte tümüyle Akhilleus'dur. Hek­ tar'un ölümünden sonra, yatıştırılmış gözüken tutkunun ( ama o var­ lığın doğasında var bu) onu artık rahat bırakması gerekir gibi görün­ düğü zaman bile böyledir bu. 58 i ANT1K Y UNAN UYGARLI CI " Sona erince dövi.işler, Toplantı dağıldı, ordular tuttu gemilerin yolun u . Hepsi düşü nüyordu akşam yemeğini, hepsi tatlı uykuya dalmayı düşünü yordu . Bir Akh illeus ağlıyordu sevgili dostunu a n a a n a , tutmuyordu o n u tekmil canları yenen u y k u . B i r o y a n a dönüyordu, b i r bu yana, özlüyord u Patrokles'in, i nsanlarla kavgada soylu gücünü, olgun d iriliği n i , zorlu denizler geli yord u gözünün önüne, orda çektikleri çileler geliyordu aklına, paylaştıkları dertler geliyordu, acılar. Bunları bir bir geçirirken a klından gözyaşı d ö küyordu tane rane. Yana ya tıyor, yüz ü--l«r(tın uzanıyor, ya da sırtüstü . Sonra kalkıp dolaşıyordu deniz kıyısında, deli gibi. Şafak sökünce denizin, k ıyıl arın üstünde, O saat koştu hızlı a tiarını a ra basına, sürüklemek için bağladı Hektor'u arabanın a rkasına . Menoitiosoğlu'nun ölüsü gömülü mezarın çevresinde üç kere dola ştırdı Hektor'u, sonra döndü gene çadırına, toz toprak içinde yüzükoyun bıraktı ölüyü . " Tutkusal imgenin, özellikle gecenin sessizliğinde, bilinç alanını nasıl sardığı, bütün anıları nasıl yeniden yüzeye çıkardığı, bir süre için iç sıkıntısından kurtaran eylem başlayıncaya kadar acıyı nasıl canlı tuttuğu bu parçada görüldü. Akhilleus'un ilk anahtarı şud ur: Güçlü eylemlerle yatışan güçlü tutkular. Böylesi bir insan önce katıksız bir birey gibi görünür. Onun tüm zaferleri ile beslenen ve büyüyen içindeki tanrısal vicdan, Akhille­ us'un kişiliğinin tek yasası olmuş gibidir. Kahraman, kendisini arka­ daşlarına, tüm öbür insanlara bağlayan bütün bağları koparır ve çiğ­ ner. Tutku, kendine özgü yıkıcı ve bozguncu eylemle erdem duygu­ sunu yok eder, onu en insanlık dışı bir acımasızlığa yöneltir. Yenilen ve ölmek üzere olan Hektar, yalnızca cesedinin akrabalarına veril­ mesini isteyen, llyada'nın en yürek paralayıcı isteğini ona yöneltti­ ğinde Akhilleus şöyle karşılık veri r: - Priamos (EmhymiJ�s·in Artıkil 1 O' dan sonra. Ayrınt ı ) vnzo� u , 60 ı ANT1 YUNAN K UYGARLıCı " Dizlerime sarılma köpek, yalvarma anam babam adına ! Gönlüm yüreğim kışkırtıyor beni, diyor, şunun etini parçala, çiğ çiğ ye, senin bana bu yaptıklarından sonra, kimse uza klaştıramaz başından köpekleri, getirseler bana kurtulmalığın on katını, yirmi katını, tartsalar şurada, daha çok veririz deseler, Dardanosoğlu al tın kosa teraziye senin ağırlığınca döşeğine yatıp ağlayamayacak sana seni doğuran, köpekler, kuşlar yiyecek bütün bedenin i . " Akhil leus ileriediği bir çölü andıran yolda, insanlık dışı berbat bir yalnızlığa doğru yürür. Kendi ölümünü arzular. Arkadaşlarının felaketine aldırmadan orduyu terk etmekten söz ettiği sahnede zaten bu görü lür. Yaşlılığı şan ve şöhrete yeğlediğini söyleme cesareti ni bulur kendinde. Gün be gün hıncından söz eden bir ihtiyar gibi ya­ şamak, yaşamının anlamını yadsımaktır. Bunu yapamaz. Akhilleus aslında yaşamı �ever; hem her an, hem eylem içinde çok ve her zaman sever. Yaşamın coşku ve eylem olarak ona verdi­ ğini almaya hazırdır; içinde bulunduğu ana sımsıkı tutunarak her olayın ona sunduğu şeyi açgözlülükle kapar. Öld ürmeye hazır, öfke­ ye hazır, gözyaşına hazır, seveııcenliğe ve hatta acımaya hazır olan Akhilleus her şeyi eşit bir kayıt5 ızlıkla, antik bilge tarzında değil de, eşit bir arzuyla her şeyle beslenen gürbüz, acıkmış bir doğa tarzında karşılar. Acıdan bile sevinç çıkarmaktadır. Patrokles'in ölümünden kan dökme sevincini yakalar ve şair bize, " korkunç bir acı dolduruyor­ du A khilleus 'un yüreğini" derken, "silahları, onun kanatlarıydı havaya kaldırdı erierin başbuğunu bu kanat/ar" d a der. Bu yaşam coşkusu Akhilleus'da o kadar güçlüdür ki onda her şey ö l üme meydan okumak gibi görünür. Hiçbir zaman ö l ü m ü d ü ­ ş ünmez, ona göre ö l ü m yoktur. Var o l a n a öylesine güçlü bir b i ­ çimde bağla nmıştır k i . Iki k e z uyarılır: " Eğer Hek tor'u öldürür­ sen, sen de öleceksin. " Karşılık verir: " Umurumda değil!" Ö l mek d a h a iyidir, gemilerin yanında " yeryüzünün faydasız yük ü " kal­ maktansa. O n a gelecek savaşta ölümünü haber vermek üzere ga­ rip bir biçimde dile gelen atı, Ksanthos'a ( Ksantos) a ldırmaksızın karşılık verir: İLYADA VE HoMERos U N HüMANIZMt l 6l " N e diye haber verirsin bana öl ümümü, Ksanthos sana düşmez bu. Ben biliyorum sen demesen de, sevgili babamdan, anamdan uzakta, burada ölmektir benim kaderim, ama bu hiç de um urumda değil, kavgayı bırakmam Troyalıları getirmeden ama na . " Ayağıtez Akhilleus böyle dedi, sürdü tek tımaklı atiarını ön sıralara, naralarl a . Bura da, Akhilleus'un bilgeliği derindir. Yaşamın yoğunluğunu, süresine yeğleyecek kadar sever onu. Gençliğinde yapmış olduğu se­ çimin anlamı buradadır: Savaş içinde elde edilen ün, ona sorunsuz geçecek olan bir yaşamdan daha güçlü bir sevgi esinleyen bir yaşam biçimidir. Ve bu seçimi, bir anlık zaaftan sonra, sıkı sıkıya korur. Şe­ refle ölüm, aynı zamanda insanların belleğinde ölümsüz kalmak de­ mektir. Akhilleus, günümüze ve daha ötesine uzanacak şekilde yaşa­ ma yı seçmiştir. Böylece, Akhilleus birey olarak, şan şöhret aşkıyla bütün zaman­ ların insan topluluklarına bağlanır. Ün, onun için yalnızca görkemli bir mezar değil, yaşayan insanların ortak yurdudur. Yine llyada 'nın güzel bir sahnesi vardır ki, orada Akhilleus bir başka biçimde, varlığındaki derin insanlığı gözler önüne serer. Hek­ tor'u arabasının arkasında sürükled ikten sonra, geri getirdiği akşam, onun cesedini çadırına koyup, sessizlikte ölü dostun u düşünür. Bir­ den, yaşlı baba Priamos, her şeyini yitirmiş halde yaşamı pahasına, önüne d ikilir. Akhilleus'un ayaklarına kapanır, "nice oğlunu öldür­ müş o kanlı elleri öper" . Akhilleus'a uzakta ki ülkesinde hala yaşa­ yan ve oğlunun hayatta olduğu düşüncesiyle avunan kendi babasın­ dan, Peleus'tan (Pileas) söz eder. Akhilleus'a yalvararak cenaze töre­ ni için Hektar'un cesedini kendisine vermesini ister. Akhilleus ba ba­ sının anısı ile ruhunun derinliğine dek etkilenir. Ihtiyarı usulca aya­ ğa kaldırır ve iki insan bir süre birlikte ağlarlar: Biri babasına ve Pat­ rokles'e, öbürü Hektor'a ağlamaktadır. Akhilleus oğlunun cesedini vermeyi Priamos'a vaat eder. Tutkunun ve şanın bu sert kahramanının portresi son derece gü­ zel ve Akhilleus'dan beklemediğimiz kadar parlak bir insanlık sah­ nesinde böylece tamamlanır. 62 : ANT1 K YUNAN UYGARLıC ı Ve işte hayranlık uyandıran Hektar. Insan senden coşkulu söz­ lerle söz etmek ister. Ama bütün kahramanlarını tam bir yansızl ıkla ele alan, onlar hakkında hiç yargıda bulunmayan Homcros, bize bu­ nu yasa klar. Şair sadece aynanın sırı olmak ister; o sır yaratıklarının, sanatının aynasında yansırnalarına olanak verir. Homeros yine de Hektor'a karşı sevgisini bizden gizleyemez. O, Akhilleus'un kişilik özel liklerini en eski destan geleneğinden alırken, Hektor'u, belki en çok önceki ilkel bir taslaktan yararla narak, ken­ di el leriyle biçimlendirdi. Hektar onun en beğendiği kişid ir. Şair, bu kişil ikte başka herhangi bir insana olan inancından fazlasını söyler. Şunu da aklımızdan çıkarmayalım: Yunanlıların za feri demek olan Troya Savaşının genel çerçevesinde bir şiir yazarken, bu şiirde Yu­ nan yurtsevediğini hiç mi hiç saklamaz; ama Homeros bu yüzden de, aklından geçen en yüce insan sayiul uğunu onun şahsında somutla­ mak için düşman komutanını seçer kendine. Burada, Yunanlılarda sıkça görülen bir hümanizma ( insancılık) güvencesi vardır. Akhilleus gibi ve destan kişilerinin çoğu gibi Hektar da yiğit ve güçl üdür. Onun gücünü ve güzelliğini hiç kan bulaşmamış birtakım parlak karşılaştırmalar belirtir. Ahırda günlerce arpayla beslenmiş bir at na sıl ipini koparır da dörtnal koşarsa avaya, güzel akan ırnıakta yıkanmadan edemez hani, kurumludur, başı diktir, omuzlarına dökülmüştür yelesi, diyecek yoktur çalımına, çayırlara götürür onu çabucak dizleri. Hektar da öyle . . . Akhilleus kadar yiğit o l a n Hektar'un yiğitliği yine de bambaşka bir niteliktedir. Doğanın değil de aklın yiğitliğidir bu. Kendi doğası­ na göre kazandığı cesaret, ilke edindiği disiplin. Akhilleus'un tutku­ su savaştan hoşlanabilir; Hektar ise savaştan nefret eder. Ve bunu bütün yalınlığıyla, Andromakhe'a (Andromahi) söyler. Yiğit olmayı, Troyalıların ön safında dövüşmeyi " öğrenmesi" gerekmiştir. Cesare­ ti en yüce cesaret, Sokrates'e göre, korkuyu bilmernekten değil de, onu aştığı için, cesaret adına layık tek cesarettir. Hektar "k orkunç yüzünde gülümsemeyle dev yapılı" Aias'ın kar­ şısına çıktığını görünce, içgüdüsel bir ürküntü devinimini bastıramaz. İLyADA V E HoMERos,u N HüMANİzMı i 63 Bedensel bir devinimdir bu: Yüreği göğsünde daha güçlü " çarpma" ya başlar. Ama o, bu büyük fiziksel korkuya egemen olur. Onu alt et­ mek için savaş hakkındaki " bilgi"sine başvurur. Şöyle söyler: "Telamonoğlu tanrısal Aias, erieri güden cılız bir çoc u k yerine koma ben i , . . . çok i y i b i l i r i m savaşmayı öldürmeyi tosun derisinden kalkanımı sağa sola savurmayı sa vaşta dayanı klı b i r s i la htır bana o k a l kan, iyi b i l i r i m hızlı a ra balarımı k arga ş a l ığa sürmesini, savaşta A res aşkına göğüs göğüse hora tepmesi n i . " Hektor korkaklığın çekiciliğini bilmez değildir. Akhilleus ile karşı­ laşmak, onu öldürmek ya da onun tarafından öldürülmek için Troya kapıları önünde duran Hektor için, duvarların üstünden, anasıyla ba­ basının kente dönmesi için ona yalvarmalarını savuşturmak yine de, ol­ dukça kolayd ır. Bu yalvarmalar, ona, ölümünden sonra Troya'nın ya­ kılmasını, yakınlarının öldürülmesini ya da köle edilmesini gösterirken, yüreğini parçalamaktadır. Yine de insanlık saygısı, bu eğilimi püskürt­ ıneye yeter. Ama daha sonra kendi başına kalınca, yüreğin sessizliği içinde, bu yiğitin kafasını birtakım garip düşünceler kurcala r. Savaşa girerse kesin olan ölümünü düşi.inür. H1la ondan kaçmacak zaman yok mudur ? Gerçekten duvarların ardına niye gitmesin ki? Hatta bir an Ak­ hilleus'a yalvarmayı, hasmının karşısına savunmasız çıkmak için silah­ larını surun dibine bırakınayı düşünür. Neden ona Troya lılar adına bir uzlaşma önermesinler ki? (Gerçekten de neden olmasın ? ) Bir an bu düş­ ten hoşlanır, makul bir anlaşmanın koşullarını aklından geçirir. Birden silkinir. Çılgınlığı, zaafı açık açık görünür. Kendini taparlar "Neyi dü­ şünüyor akimı ?" Hayır, yalvarmayacaktır Akhilleus'a. Bir kadın gibi bırakmayacaktır kendini ölüme. Troya'ya onursuz dönmeyecektir. Düş kurma sırası değildir; gençlik aşkları kadar uzaktır ona. "Bugün artık kendi aralarında sevgiyle konuşan oğlanla kız gibi meşeden ya da ka­ yadan söz etmek olmaz. " Ölüme karşıdan bakmak, yiğitçe ölmeyi bil­ mek gerekir. Korkaklığa karşı çıkmak için yalnızca el ne der düşünce­ si, özsaygısı yoktur, yaşamdan daha yüce onur da vardır. Akhilleus'un yiğit olmak için düşünmeye gereksinimi yoktur. Hektor akıl ve fik ir ediminde yiğittir. Bu çok sağlam akıl kirnileyin onun ağzından çok güzel sözcük­ ler çıkarır. Bir gün uğursuz ve öte yandan gerçeğe uygun bir kehane- 64 1 ANT1 K Y U N A N U Y G A R L I (; I te uyan kardeşi Potydamas ( Polidamas) onu savaşı durdurmaya ça­ ğırır; kehanetin doğru olmasından kuşkulanmayan ama her şeye karşın savaşmak isteyen Hektor ona şöyle karşılık verir: "En iyi ke­ hanet insanın yurdu için savaşmasıdır. " Kehanetlerin büyük etkisi­ nin olduğu ve hele Hektor gibi çok di ndar bir adam tarafında n ko­ lay kolay karşı çıkılınadığı bir dönemde bu söz şaşırtıcıdır. Ama erdem ve akıl Hektor'u bütünüyle açıklamaz. Cesaretinin derin kaynaklarını, d uygusal kaynaklarını belirtmek gerekir. Hektor için erdem bir öz erek kavramı, bir " ideal" deği ldir; sevdiği ülke için savaşmak, gerekirse onun uğruna ölmek, karısını ve çocuğunu ölüm­ den ya da kölelikten k urtarmak için savaşmaktır. Hektar'un cesare­ ti bilgenin cesareti değildir: Örneğin Sokrates'in cesareti gibi dünya malına boş verme üstüne kurulu değildir, tam tersine onlar karşısın­ da sevgiyle doludur. Hektor yurdunu sever. "Kutsal llion'u ve Priamos'un dişbudak kargılı halkını" sever. Onları her türlü umuda karşı koruyacak kadar sever. Çünkü Troya'nın kaybedildiğini bilir. " Evet biliyorum, bir gün yok olacak kutsal Troya . " ama sevgi böylesi inançlara takılıp kal­ . . maz: Sevdiklerimizi son ana kadar savunuruz. Hektar'un her eylemi Troya 'nın kurtuluşuna yöneliktir. Akhilleus ne kadar toplumsal duy­ guları önemsemezse, Hektor o kadar sitesine, hemşehrilerine, aynı za­ manda kralı olan babasına yönettiği sevgiye bağlıdır. Ülkesini savu­ nan sitenin oğlu Hektor, savaşan bir kabilenin yarı vahşi komutanı olan ve yine vahşi savaşın kirnileyin hayvan düzeyine düşürd üğü Ak­ hilleus'un tam karşıtıdır; site ona savaşın içinde bile toplumsal disip­ linini kabul ettirir. Akhilleus kargaşa, Hektor düzen adamıdır. Akhil­ leus Hektor'da, nefret ettiği kimseyi öldürmek ister. Hektor ise sade­ ce Troya'nın a mansız d üşmanını öldürmeyi arzulamaktadır. Son kar­ gısını atarken " Tanrılar rast getirsin " diye dua eder: "Adamakıllı bir saka bilsem onu etine! Savaş çok kolay olur Troyalılara, sen ölürsen, sensin başımıza en büyük bel a . " Savaş Hektar'un h e m yurtsever h e m de uygar olmasını engelle­ mez: Onun yurtseverliği düşmana karşı kin içermez. Hektor yine uygar olduğu için her zaman hasımla bir anlaşma yapmaya hazırdır. Onda insanları birleştiren şeyin onları ayıran şe­ ye baskın olabileceği duygusu çok açıktır. Aias'a şöyle söyler: İLYADA VE H OMEROS'UN H0 MAN1ZM1 " Gel, değerli armağanlar verelim birbirimize, şöyle desin Akhalarla Trayalılar yürek yakan kinle dövüştüler ama, gene de dostça anlaşıp ayrıldıl ar." Hektar, kendisinden nefret eden Akhilleus'da hala var olan ken­ di benzerlerinden birini görür, onunla görüşmek isternek Hektor'a hayaleilik gibi gelmez: Ona Troya 'nın zenginliklerinden bir parça değil de, Paris'in kaçırdığı Helene'yi ve hazineleri Yunanlılara geri vermeyi önermeyi d üşünür. Salt bir korkaklık eğilimi yoktur burada. Hektar'un eski bir düşü, düşmanları uzlaştıracak bir a nlaşma sap­ Iantısı da vardır. Özellikle de, burada, aklındaki tasarıyı hemen bir düş olarak gördüğü karar anında bile, tüm tutumunu etkileyen şid­ dete karşı, o derin tiksinti vardır. Yine daha sonra, dövüşten hemen önce, Akhilleus'a insancıl ve makul son bir anlaşma önerir. Bu kavganın sonuncusu olduğunu bi­ lir. ( " Ya sen benim elime geçersin, ya geçerim ben senin eline" der) ama bir anlaşma düşüncesi hala baskındır: " Haydi, tanrıları tanık tutalım a ntlaşmalarımıza, olamaz onlardan iyi tanık , onlardan iyi bekçi. Zeus bana zaferi verir de a lırsam canını, dile gelmez saygısızlıklar gösterınem sana, ünlü silahlarını sayar öl ünü geri veririm Akhalara. Sen de, Akhilleus, yap benim gib i . " Akhilleus b u n u sertçe geri çevirir: " Hektar, düşmanım, antlaşmadan söz açma bana, böyle şey olamaz insanla arslan arasında, nasıl uyuşamazsa kurtla kuzunun gönlü ... " Ve Akhilleus'u tanımladığı gibi Hektar'un önerisinin anlamını da iyi belirten şu sözü ekler: " Bizim de dostluk yapmamız akla sığmaz. " Akhilleus tutkunun kendisini içine kapattığı özelin dışına çık­ mazken Hektor evrensel içinde devinir. Onun kafasında canlandırdı­ ğı bu antlaşma, bu antlaşma tasarısı, henüz basit ama gerçek devlet­ ler hukuku ilkesinden başka bir şey değildir. Ama Hektar'un ülkesine gösterdiği ve çoktan insan topluluğuna da yayılmış gibi görünen sıcak sevgi daha derin ve daha diri bir te- ı 65 66 1 A 1 NT i K Y U N A N UY G A R L I C I mele dayanır. Hektar yakınlarını sever. Hektar sağlam bir biçimde bir kadının ve bir çocuğun aşkında kök salmıştır. Gerisi burdan tü­ rer. Ona göre yurt yalnızca Troya'nın surları ve ka lesi ile Troya hal­ kı değildir (bu elbette savunulacak bir devlet anlayışı değildir), yurt hepsi yanında kendisi için değerli olan bu yaşamlardır ve onları kur­ tarmak, özgürlük içinde kurtarmak ister. Hektar'un ülkesine karşı aşkından daha " tensel" hiçbir şey yoktur. Andromakhe ile Astya­ naks ( Astianaks) yurdun en kesin, en belirgin somut imgeleridirler. Dövüşmeye gitmeden önce Andromakhe'ye şöyle der: " Elbet bir gün yok olacak kutsal Ilyon, Priamos, onun iyi kargı kullanan halkı. O vakit ne Troyalıların acısı urourumda olacak, ne Hekabe'nin ( Ekavi), ne kral Priamos'un acısı, ne de kardeşleri min acısı urourumda olacak, o kardeşlerim k i hem çok, hem soyludurlar, gene de düşmana boyun eğip, girecekler toprağa. Benim üzüntüm sensin asıl, tunç zırhlı Aklıalardan biri a lacak hür gününü, götürecek seni gözyaşları içinde, Argos'a gidip tezgah dokuyacaksın, gireceksin bir yabancı kadının buyruğu altına. Su taşıyacaksın Messeis ırmağından, Hyperie (lperia) ırmağından, çökecek omuzlarına kara kader, Gözyaşı dökerken görecek biri, diyecek k i : 'Hektor'un karısıydı bu kadın, Hektar, Ilyon'un çevresindeki kavgada, Troyalıların en başında dövüşürdü.' Yeniden tazelenecek senin acın, seni kölelik gününden kurtaracak böyle bir erkeğin olmadığına yanacaksın. Köleliğe sürüklenirken çığlığını duymaktansa Dağlar gibi toprak örtsün beni daha iyi . " Andromakhe savaşa girmemesi için az önce Hektor'a yalvar­ maktaydı. Ama artık bunu yapamaz, çünkü onun karşılıklı sevgile­ rini savunduğunu bilir. Iki eşin bu son görüşmesinde antik edebiyat­ ta çok seyrek görülen bir şey vardır: Onların birbirlerine gösterdik- 68 1 A N T 1 K 1 YUNAN UYGARLıCı leri sevgide tam eşitlik. Aynı düzeyde konuşur, aynı d üzeyde sevişir­ ler. Hektar, Andromakhe'de ve oğlunda kendisinin olan ona ait ni­ metleri sevmez: O, onlarda kendininkine eşit değerde varlıkları se­ ver. Hektar'un sonuna dek savunduğu "sevgililer" bunlardır. Akhil­ leus'un karşısında -yazgısının imgesi- silahsız ve yenik kaldığında, her umuda karşı hala dövüşür, hala umutla bir antlaşma yapar. Bu, tanrıların onu çoktan terk ettikleri andır. Hektar yanında kardeşi Deiphobos'un ( Difovus ) olacağını sanmaktaydı, ama onu al­ datmak için kardeşinin kılığına girmiş olan Athena vardı. Son kargı­ sını attıktan, kılıcı kınldıktan sonra Deiphobos'dan bir silah ister. Ama kimse yoktur orada, yapayalnızdır. O zaman yazgısını anlar, onu ölümün göz kamaştırıcı aydınlığı içinde saptar. " Eyva h ! Demek tanrılar ölüme çağırıyor beni. Yiğit Deip hobos'u ben yanımda sanıyordum, aldattı beni Athena, surların içindeymiş o. Artık uzakta değil kara ölüm, Ayağırnın dibine geldi, kaçamam onda n . " Hektar bütünüyle a k l ı başındayken, yazgısını bilir, ölümünü o kadar yakından görür ki sanki dokunur ona. Ama bu görünüşten bi­ le adeta yeni bir güç alır. Hemen şu sözleri ekler: " Gene de k ıyasıya dövüşrnek düşer bana, bir y iğitlik göstereyim de öyle öleyim, duysun gelecekteki insanlar bile. " Ö lüm anı hala mücadele anıdır. Hektar kaderine bir insan eyle­ mi ile -insan toplumunun büyük olarak değerlendireceği bir eylem­ le- karşılık verir. Demek ki Homeras'un hüma nizmi bu kişilikte bize hem gerçek, hem coşku veren bir insan imgesi sunar. Hektar yakınlarına duydu­ ğu sevgiyle, evrensel değerler bilgisi ile ve son nefesine kadar, çaba ve mücadele içinde tanımlanan bir insandır. Ölürken ölüme meydan okur gibi görünür. Insanca çığl ığının -daha iyi insanlık çabasındaki bu insanca çığlığın- "geleceğin insanları " yani bizler tarafından du­ yulmasını ister. İLy ADA VE HoMERos'uN HüMANİzM1 Akhilleus ve Hektar: Yalnızca iki insan mizacının değil, insan evriminin iki döneminin de karşıtlığıdır. Akhilleus' un büyüklüğü, yok olmak üzereymiş gibi görünen bir d ünyanın, şu Akhalı savaş ve yağmacılık dünyasının yangın a levle­ riyle aydınlanır. Ama bu dünya tam olarak yok olup gitmiş midir, yoksa hala zamanımızda devam edip gidiyor mu ? Hektar toprağını ve hukukunu savunan toplulukların, siteler dünyasının habercisidir. Antlaşmalar bilgeliğini dile getirir, en geniş insan kardeşliğinin ha bercisi olan aile sevgilerini dile getirir. Soylu llyada; bizlere dek ulaşan, doğruyu haykıran çığlık. Akhil­ leus ve Hektar gibi birbirine karşıt iki önemli kişiden damıtılmış şi­ ir çok yüksek ve dört dörtlük. Tarihin gelişimiyle ilişkili karşıtlık; hala damarlarımızda atmakta. ı 69 Dionysos'un deniz yolcul ugu. (Eksekias'ın bir kupasının dibi, VI. yüzyılın son çeyregi) BöLÜM III Ü D YS S EU S VE D EN İ Z � garlık bir özgürleşme ve fetih harekitıdır. Ünlü Home­ ros'un adıyla b ize ulaşan ikinci destan bu fetihlerin en önemlilerin­ den biridir: Cesaret, sabır ve zeka ile Yunan halkının denize açılma-. sı. Işte bu fethin kahramanı Odysseus'dur ( Odysseia destanı onun adını taşır) . Odysseia'nın şairinin llyada'nınkiyle aynı kişi olup olmadığı ko­ nusunda kesin bir bilgi yoktur, hatta çok kuşkuludur. Eskiler daha o zamanlar bile bu konuda kuşku d uymuşlardır. Şiirin dili, töreler, din­ sel inanışlar llyada'dakilerden belki yarım yüzyıl daha yenidir. Bu­ nunla birlikte, şiirin doğuşu, doğaçlama oluşması, Homerosoğu lları ( Homerides) adı verilen bir şairler loncasında önceleri sözlü olarak aktarımı, bütün bunlar llyada konusunda old uğu gibi açıklanabilir. Onu dizelere döken ozan/şair, geniş Odysseus destanları çevrimini oluşturan bir şiirler toplamını, kuşkusuz kendine konu edindi : Sana­ tının kurallarına göre seçtiği bölümleri sıraya koyan, genişleten ya da 72 1 ANT1K YUNAN UYGARLı Cı kısaltan ozan elimizdeki şiire sağlam bir bütünlük verebiimiş ve ona kahramanının güçlü kişiliğini katmıştır. Odysseus olmasa, Odysseia ancak ilginç yanları olan değişik bir masallar ve maceralar derlernesi olurdu. Ama gerçekten bu masallardan hiçbiri, bu maceralardan h iç­ biri -bunların kökenieri çok değişiktir ve kirnileyin insanlığın ilkel falklorunun karanlığında yitip gitmişlerdir-, bu anlatılardan hiçbiri yoktur ki Odysseus'un ya cesaretini, ya kurnazlığını, ya zekasını ya da bilgeliğini dile getirmesin. Odysseia'nın şairi, yani henüz şekilsiz bir şiirsel konuyu oluşturan, biçimlendiren, yönlendiren; olay, olgu­ lar ve kişiler olarak her şeyi yalnız Odysseus'a bağlayan kişi; bir de kendisinin yeniden yarattığı bu yapıtı yazı ile saptayan kişi çok bü­ yük bir şairdir. Dahası şairden de öte büyük bir sanatçıdır. Odysse­ ia 'nın yazım tarihi, çok yaklaşık kestirimle, zamanımızın epey geri­ sinde l.ö. VIII. yüzyılın ikinci yarısı, hatta sonuna yakın olarak sap­ tanabilir. (Bu tarih konusunda bütün bilim adamları anlaşmaktan uzak, hem de çok uzaktırlar . ) Kendisi bilmiyormuş gibi görünse de, Yunan halkı tarafından Batı Akdeniz'in keşfi ve fethi sırasında yazı­ lan Odysseia, Yunan halkının ulusal destanı olmadan önce, yükselen, gemiciler, tüccarlar ve deniz adamları sınıfının şiiridir. Şairinin adı bizce pek önemli değildir. Öte yandan llyada ve Odysseia'nın belki de farklı azanlarını aynı Homeros ( belki de Ho­ merosoğulları lancasının bütün üyelerinin bir tür aile adıydı bu) adıyla anmakta hiçbir sakınca yoktur. Onu, bizden önceki yirmi beş yüzyılı aşan zaman yaratmış ve aradan geçen yüzyıllar bu iki başya­ pıtın güzelliklerini yudumlamaktan geri kalmamışlardır. Gördük ki, Yunanlılar ülkelerine geldiklerinde ne denizi ne de gemi kullanmasını fazlaca biliyorlard ı . Oysa gemicilik sanatında on­ ların ustaları olan Egeliler yüzyıllardan beri kürekli ve yelkenli gemi­ ler k u l lanıyor, Homeros'un dediği gibi, belli başlı " deniz yolları " nı keşfediyorlardı. Asya kıyısına götürenler, Mısır'a ve daha ötesine gi­ denler, Sicilya'dan itibaren Batı Akdeniz'in kapısını açanlar vardı. Egeliler bu yollarda örneğin "sessiz değiştokuş " dedikleri basit tica­ ret biçimleri uyguluyorlardı; buna göre denizciler değiştirmek iste­ d ikleri ürünleri getirip bir kıyıya bırakırlar, sonra gemilerine dönüp, yerliterin aynı değerde ürünler bırakmalarını beklerler. O ndan son- 0 D Y S S EU S V E 0 EN1Z ı 73 ra -genellikle birçok deneme yapılır- mallar takas edilir. Ama, Ege ticaretinin en i lkel ve en sık görülen biçimi henüz düz korsanlıktı. Pelasg korsanları Hellen geleneğinde uzun süre ünlerini korudular: Gerçekte; onların korkunç ardılları oldu. Gerçek anlamıyla Yunanlılar -bunu tekrarlamak gerek- Egeliie­ rin denizcilik geleneklerini ancak yavaş yavaş benimsediler; bunun için yüzyıllar gerekti. Onlar, her şeyden önce toprak adamıydılar. Avı ve de küçük sürülerini ihmal de etmeksizin, denizi öğrenmeden önce, toprağı işlerneyi öğrenmek zorundaydılar. Bir süre sonra salt tarımsa l ekonomi onlara yetmez oldu. Yalnız doğunun onlara sağla­ yabileceği işlenmiş ve doğal ürünleri gereksinip istediler. Soylular k ülçe altın, mücevherler, işleme ya da renk renk boyama kumaşlar, güzel kokular istiyorlardı. Öte yandan, söylendiğine göre, batı, al­ mak isteyene toprak, hem de çok iyi toprak sunmaktaydı . Orada he­ nüz çok genç Yunanistan'ı dolduran serseriterin ağzının suyunu akı­ tacak nice şey vardı . Ama herhalde Yunanlıları denize açılmaya yü­ reklendirmede, bazı metailere olan gereksinim, tüm başka şeylerden daha çok yardımcı oldu. Ülkede demir bol değildi. Hele, kalay, Yu­ nanistan'da da komşu ülkelerde d e hiç yoktu. Oysa bakırla birlikte tunç bileşimine giren bu metal, bu alaşımla, dayanıklı olduğu kadar güzel bir bronz üretebilen tek metaldir. Gerçi demir kılıç, Oorların istilasından itibaren tunç hançeri alt etmişti ama, VIII. yüzyılda ve daha sonra zırhlı ağır askerin koruyu­ cu zırhının yapımında aranan metal hala tunçtur. Dört parçalı zırh şöyledir: Tolga, omuzlardan karına koruyucu zırh, baldırlarda ba­ cak zırhı, sol kolda kalkan. Savaş alanlarında bu soylu zırh egemen olduğu sürece kalay, bu zırhı taşıyanlar için zorunluydu. Öyleyse ilk ticaret saferlerinin başını çekenler eski klanlardan çı­ kan gözüpek soylulardır. Yalnız onlar gemileri yaptıracak ve dona­ tacak d urumdaydılar. Bu toprak zenginleri bu yeni zenginlik kayna­ ğını, yani ticareti bulduklarına pek de üzülmüş gözükmezler. Ama denize açılacaklar yalnız onlar değildi: Kürekçilere, tayfalara, kaçak­ çılara ve topraklarda çal ıştıracak çiftçilere ( yarıcılar) �- gereksinimle­ ri vardı. Yunanistan'da bol bol b ulunan topraksız ve işsiz insan kit­ lesi onlara karlı seferlerinin çekirdeğini sağladı. Ama VIII. yüzyılın insanlarını bir tür büyü ile etkileyen bu nadir kalayı nerede bulmalı ? En azından Akdeniz'de, sadece iki bölgede. • K i ralanan toprak çalışanları 1 /6 oranında üründen pay alan ortakçılardı. 1 74 ! ANTIK YUNAN UYGARLI CI Ilki Karadeniz'in dibinde, Kafkasların eteğinde bulunan Kolkhis'de. Ö nce lonia'nın büyük denizci lik sitesi Miletos, sonra da başkaları, doğudaki bu kalay yolunu kullandı: Miletos kendi madenciliğini ve komşu halklarınkini Kafkas madenieriyle besledi. Ama, Asya boğaz­ larının eski yolundan çok daha tehlikeli ve daha bilinmedik bir baş­ ka kalay yolu daha vardı: Yunanistan'ı güneyden dönüp adasız de­ nize giren yol, tehlikeli Messina Boğazından ötede ve İtalya kıyıları­ nı izleyerek Etruria maden ocaklarının kalayını bulmaya gidiyord u . B u y o l Euboea'daki ( Evia ) Khalkis ( Halkis) v e Korinthas ( Korintos) gibi, büyük demirhane usta ları yetiştiren sitelerin yolu idi. Bu batı yolu, aynı zamanda Odysseus'un uzun gezi yoludur ve kuşkusuz hem bu yoldan giden maceracılar, denizciler, sömürge adamları hem de şu zengin tüccarlar ve silah yapımının coşturduğu askeri oligarşi için yazılmıştır Odysseia'mız. Odysseus ise, denizci­ ler, tüccarlar ve soylu işadamlarından oluşan bu uyumsuz yığının öncüsü durumundaydı . Bununla birlikte, Odysseia'mız, kalayın ele geçirilişinin öyküsü­ nü açıkça anlatmaz. Bütün destanların yaptığı gibi yapar. Batıdaki deniz yollarında elli ya da yüz yıl önce bir denizcinin yaptığı inanıl­ maz keşifleri efsanevi bir geçmişe taşır. Homeros, bu bilinmeyen de­ nizi, Odysseus'dan önce keşfetmiş olan ve bütün limanlarda gemici­ ler arasında ağızdan ağıza dolaşan anlatılardan yararlanır -dev insan­ l ar, yüzen adalar, gemileri yutan ya da parçalayan canavarlar. Home­ ros'un Odysseus'u, iki kez büyücünün adası ile karşılaşır. Ve denizci­ ye yurd unu unutturan bitkinin öyküsü de vardır. Odysseia, tıpkı Bin­ bir Gece Masalları 'nda olduğu gibi böyle öykülerle doludur. Destan­ da, tarihi ya da coğrafi, kökeni ne olursa olsun, öykümüzün hareket noktası, lthake kralı O dysseus'un Troya'dan dönüşü ile hiçbir ilgisi olmayan ve ondan çok daha eskilere dayanan masallardır. l lyada 'nın O dysseus'u büyük saygınlığı olan iyi bir asker, or­ d u d a bulunan Thersites gibilere disiplini kabul ettiren çok güçlü bir kral, bir diplomat, çok zeki bir konuşmacıd ı r . Büyük bir deniz­ ci olduğunu gösteren hiçbir belirti yoktur. Odysseia'da ise tersine, deniz adamları hakkında halk imgeleminin uydurmuş olduğu Sin­ bad ya da Robinson Crusoe'ninkiler türünden tüm serüvenler onun başından aşağı boşaltılmış gibidirler. 76 1 ANTIK YUNAN UYG A R L I C I O , maceraları kendine çeker, " birçok halkı gören, onların adet­ lerini tanıyan, denizin kötü yanlarına dayanan, kendi hayatını ve başkalarınınkini kurtaran 'insan "' olur. Deniz serüvencisi, " dört bir yanda dolanıp duran " insan, " ele avuca sığmaz" denizlerde acı çe­ ken kahraman olur çıkar. Böylece batının denizlerinde yolunu şaşı­ ran denizcilerin atası ve koruyucusu, Homeros'un kendileri için tür­ kü yaktığı, o yiğit serüvencilerin efsanevi öncüsü haline gelir. Ama bu denizci masallarından daha önce, hatta bütün Akdeniz gemiciliğinden önce O dysseus simgesinin oluşumuna başka öğeler girer. Odysseus, koca 'nın dönüşüne ilişkin halk öyküsünün de kah­ ramanıdır. Bir erkek uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Karısı ona sadık kalacak ve dönüşünde onu tanıyacaktır; eski İskandinav azanların­ da ve Ramayana'da da gördüğümüz bu antik öykünün d üğümü böy­ ledir. Koca yaşlanmış ya da kılık değiştirmiş olarak döner ve kimli­ ğini ·gösteren üç işaretle tanınır. Işaretler, masalın bir türünden öbü­ rüne değişir. Ama Homeros' un kabul ettiği anlatırnın üç işareti Odysseia'da şu biçimde göze çarpar. Kendi yayını gerebilen yalnız kocadır. Evlilik yatağının nasıl kurulduğunu yalnız o bi lmektedir. En sonu, kocanın bir yara izi vardır ki onu yalnız karısı bilir. Bu işa­ ret öyküdeki son işaret olacaktır, çünkü eşierin kesin olarak birbiri­ ni tanımasını sağlar. Homeros'un izlediği masalda işaretierin sırası herhalde böyleyd i . Şair bunları şiirin son derece dramatik üç sahne­ sinde kullandı, ama bunların sırasını değiştirerek, önemini ayırarak, kullanım d üzeylerini farklılaştırarak kullandı. Halk masallarında olaylar hemen her zama n üç dizi halinde meydana gelir. Bu üçlü yi­ neleme saf merak duygusunu ayakta tutar. Homeros yinelemenin et­ kisini belirtmek yerine üç işaretin koşullarını elinden geldiğince de­ ğiştirir. Yalnızca evlilik yatağı işareti, hala güven duymayan Penelo­ peia'nın ( Pinelopi ) Odysseus'a bir tuzak kurduğu o güzel sahnede, iki eşin birbirini tanımasında kullanılır. Penelopeia Eurykleia'ya (Ev­ riklia ) , evlilik yatağını yatak odasından d ışarı çıkarmasını buyurur. Odysseus titrer. Kökleri toprağa bağlı canlı bir zeytin ağacının göv­ desine yatağın tabanı olacak bir biçim vererek yatağı vaktiyle kendi yapmıştır. Bir rezilin çıkıp zeytin ağacını tam dibinden kesmedİğİ sü­ rece kurmuş olduğu yatak düzeneğinin bozulmaz olduğunu bilir. Bu­ nu söyler ve böylece kendini karısına tanıtır. Yay işareti, talipliler arasındaki büyük yarışma sahnesinde kullanılır. Odysseus hiçbirinin kuramadığı yayı kurarak ve okunu Antinoos'a ( Antinous) yollayaHerakles'in başı. Selinus metopu (VI. yüzyılın başı) 78 1 ANT1 K Y U NAN UY G AR LI C I rak talipiiiere kendini tanıtır; adını bir meydan okuma olarak savu­ rur. En sonu, üç işaretten birincisi yara izi, bütünüyle beklenmedik bir sahnede kullanılır: Yara izi onu, ayaklarını yıkadığı sahnede, yaşlı dadısı Eurykleia'ya tanıtır, bu da çok önemli bir düğümü uyan­ dırır ve Odysseus'un ustaca yaptığı planı altüst etme tehlikesiyle kar­ şı karşıya bırakır. Böylece Homeros'un sanatı, kocanın eve dönüş masalından, " di­ zi halinde" a ldığı öğeleri canlı, beklenmedik ve değişik durumlarla zenginleştirir. Bir erkeğin yurduna dönüşünün şiiri olarak Odysseia'nın uzak kökenierinden bazıları bunlardır. � Iyi bilinen bu şiiri bir kez daha anlatmanın yararı yoktur. Yine de Odysseus'un ancak, yokluğun d a komşuları tarafından tavlanma­ ya çalışılan karısı Penelopeia 'ya ve giderken k üçük yaşta bıraktığı Te­ lemakhos'a (Telemahos) olduğu kadar, mülküne de çok bağlı bir top­ rak sahibi olduğunu unutmayalım. Troya on yıl süren kuşatmadan sonra ele geçirilince o yalnızca tez elden dönmeyi düşünür. Ama ada­ sı Ithake'ye varması için Yunanistan'ı dolaşması gerekir. O sırada, Maleas burnunda bir fırtına, onu batı denizlerinde Sicilya, Sardunya, Kuzey Afrika'ya doğru atar; Troya Savaşından sonraki yüzyıllarda buralar, bilinmeyen denizin ötesindeki ülkeler, canavarların yaşadığı korkunç topraklar olmuşlardır yeniden. Böylece, bu toprak adamı zorla denizci olur. Ama o yalnızca hep dönüşünü, Ithake'sini, ailesi­ ni, topraklarını düşünmektedir. Odysseia bu dönüşün on yıllık öykü­ südür, denizin tuzaklarına karşı mücadeledir, sonra da kılık değişti­ rip evine döndüğünde karısını çepeçevre kuşatan, kendi evine yerle­ şip malını mülkünü tüketen talipiiiere karşı mücadeledir; bu talipiiie­ ri yavaş yavaş, sakına sakına kendini tanıttığı yirmi yaşındaki oğlu­ nun ve sadık iki uşağının yardımıyla öldürür. Odysseia bir aile m ut­ luluğunun yeniden kurulmasıdır. Ama elbette nice çabalar, nice mü­ cadelelerden sonra ! O zamanın insanları için batı denizi çok korkunç, henüz yabanıl bir gerçekliktir. Düşünmeden oraya gidiveren insanları sayısız tehli­ keler beklemekted ir. Akıntılar gemileri sürükler, dar geçitlerde ya da burunların kayalıklarında fı rtınalar parçalar ya da yıldırım düşünce, 0DYSs EUS VE 0 EN l Z ı i 79 gemi kükürtle dolar ve tayfası denize dökülür. Hatta gökyüzü öyle­ sine kapanır, kılavuz-yıldızlar öylesine gizlenirler ki insan artık "gü­ neşin yeraltına indiği koyu karanlıkta mı yoksa tan yönünde mi" ol­ duğunu bilemez. Odysseus'un karşılaştığı gündelik tehlikelerden ba­ zıla rı bunlardır. Ama boğazlarda gemileri bekleyen, onları soyan, tayfaları köle olarak sata n korsanlar da va rdır. Ya da bilinmeyen bir kıyıya çıkan gemicileri öldüren vahşiler. Ya da insan yiyenler. Ve Odysseus ile adamları korkulu denizde rastgele, ne tür bir ge­ miyle dolaşırla r ? Güvertesi olmayan, ancak bir yelkeni bulunan, yal­ nızca art rüzga rdan yararlanabilen bir gemidir bu. Baştan esen rüz­ gar tayfaları kaçınrken ilerlemek olanaksızdır. Rüzgar ters esiyorsa kürek çekmekten başka yapacak şey yoktur. Gökteki takımyıldızlar­ dan başka harita olmayınca ve özellikle yiyecek nedeniyle çoğu za­ man kıyıyı takip ederler. Çünkü gemiye yalnız ekmek -bir tür gale­ ta- ve özellikle çok az su alınabilir. Bu, günaşırı veya gündelik ko­ naklamalar ve bilinmeyen topraklarda bir pınar bulmak için genel­ likle uzun araştırmalar gerektirmektedir. Meğer ki, direğin tepesine geceleyin bir koyun derisi asılsın gecenin çiyini yiyince bir tas suyu sıkılsın. Ona bile gereksi nim vard ı . VIII. yüzyılda Yunanlı denizcinin yaşamı böyledir; b u , o zama­ nın insanlarınca berbat bir yaşam, insanın, doğal güçlerin en kor­ kuncuna savunmasız teslim olduğu köpekçe yaşam sayılmaktadır. Efsaneye göre, batı yollarında deniz fatihlerinin öncüsü Odysse­ us, kahramanca yol alır, geçtiği yerlerde hemencecik, birbiri ardına Yunan siteleri çoğalacaktır. Ama, o aynı zamanda, deniz adamları­ nın onunla ilgili olarak ak tardıkları arasından geçip giderek, halk imgelerinde, gerçek tehlikeleri a bartıyla gerilerde bırakan d üşsel teh­ likelerle dopdolu masal ülkelerine doğru ilerlemektedir. !talya kıyılarında sadece insan yiyen vahşiler yoktur; ellerine geçtiğinde yabancıları yemekle birlikte, sürülerinin sütü ve peyniri ile geçinen tek gözlü devler, Tepegözler vardır. Denizdeki adalarda gemici leri, a şk zevkleri ve tuzaklarıyla alıko­ yan güzel tanrıçalar-periler de vardır. Kendini arzula yan erkeklere teslim olurken onlara değneği ile vurarak aslan, kurt ya da başka hayvaniara çeviren tanrıça Kirke ( Kirk i ) de bunlar arasındadır. Do­ muz yavrularına çevrilen Odysseus'un arkadaşlarından çoğunun ba­ şına gelen felaket de budur. Ama O dysseus asla arkadaşlarını bırak­ maz. Yiğitçe, tanrı Hermes'in de yardımıyla tanrıça nın sarayına gi- 80 1 A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L I (; I rer, yatağına çıkar, kılıcıyla onu korkutur ve ondan büyünün sırrını alır. Onun kaybolduğunu sanan arkadaşları dönüşünde onu " buza­ ğı/ar karınlarını doyurup ağıla dönen inek sürüsünü nasıl karşılar­ /arsa, nasıl hop/aya zıplaya atılır/arsa inek /erin üstüne, nasıl sığmaz olurlarsa mandıralara ve nasıl böğürerek analarının çevresinde dört dönerlerse" öyle karşılarlar. Denizdeki adalarda başka tanrıçalar da yaşarlar. Ogygie adası­ nın kraliçesi nemfa Kalypso ( Kalipso) vardır. Onun mağarasına ya­ kın bir kıyıya savrulan Odysseus, tıpkı bir güney denizleri gemicİsİ­ nin Polir ezyalı bir güzele vurulması gibi ona aşık olur. Ama sevdiği ve gemisi t�attığı için kendisini terk etme olanağından yoksun kalan cesur ölüml ;i yü yedi yıl boyunca her gece yatağında tutan periden daha çok ve d a ha çabuk, Odysseus kendi kazanımından bıkar. Yine her gün Odysseus gidip kıyıda bir kayanın üstüne oturur ve durma­ dan kendisini ülkesinden yurdundan, karısından, oğlundan, asma ve zeytin ağacı dikili mülkünden ayıran sınırsız enginlere bakar. Sonun­ d a Kalypso, Zeus'un buyruğu üzerine, onun gitmesine izin vermek zorunda kalır. Kalypso ona bir balta, bir çekiç ve kalaslar verir; O dysseus bu gereçlerle uçsuz bucaksız enginlere korka korka mey­ dan okumak üzere basit bir sal yapar. Yine denizdeki bir başka adada ise Sirenler vardır: Bunlar çok gü­ zel bir sesle, ezgiler söyleyerek denizcileri kendilerine çeken, sonra da onları parçalayıp yiyen yarı kuş, yarı kadın yaratıklardır. Çayırda, önlerinde yığılı kemik kümesi görülür. Bu adanın açığından geçen hiçbir gemici bu büyülü sesin çağrısına karşı koyamamıştır. Odysse­ us Sirenierin olağanüstü ezgisini d inlemek ister, ama onların kurbanı olmadan. O dysseus d üşünür, her zamanki kurnazlığıyla, istediğini el­ de etme ve korktuğundan kaçınma çaresini bulur. Tayfalarının ku­ laklarını balmumu ile tıkar, kendini ise gemisinin direğine bağlatır. Odysseus, böylece ölümlülere yasak bir güzelliği tatmak üzere müthiş bir tehlikeyi hiçe sayar ve bunun üstesinden gelir. Insanlar içinde yal­ nız o, yok olmadan Büyüleyici Kuşlar'ın sesini duyacaktır. Odysseia'nın şairinin çok güzel anlatımlada ol uşturduğu bu son öyküler, Homeros çağı Yunan halkı için denizin, ne kadar tehlikeler­ le dolu olursa olsun, çekici de old uğunu gösterir . Odysseus denizden korkar, ama, aynı zamanda onu sever ve tadını çıkararak ona sahip olmak i ster. Ün;:ı giire, düşüncesi bile " kalbini yoran" bu sınırsız en­ g i n l i k b u y ü k h i r !-ı�ı sran c ı ka rıcıd ı r da. Ah! Elbette ki en başta ondan oov s s Eus v E D EN ı z J sı elde edilen kazançtır bunun nedeni. Denizin ötesinde, der "sayısız hazineler bulur insan " ; " dünyanın geniş bir parçasını aşarak altın ın, gümüşün ve fildişinin görkemini getirir ülkesin e " . Ülkesine dönmekten başka b i r şey düşünmeyen aynı Odysseus bazen de "kimsenin değerlendirmeyi düşünmemesine" şaşıp kaldığı bir adayı a ncak üzülerek terk eder gibidir. Görür görmez daha he­ nüz vahşi adanın çeşitli bölgelerini hayalinde şöyle bir düzene sokar: Şurada yumuşak topraklı nemli çayırlar, az ilerde güzel bağlar, da­ ha sonra tarlalar olabilir; çiftçilik kolay olacak ve iyi ürün verecek­ tir. Yerden bir avuç toprak a lır ve " toprağın altında yağ" olduğunu görür. Gemilerin palamarlara bile gereksinimi olmayacak rüzgara ve dalgaya karşı korunmuş sakin limanı hayranlıkla seyreder. Toprak adamı olarak Odysseus denizaşırı toprakları ele geçiren bir sömür­ geci ruhuna sahip gibidir. Bu uzak ülkelerde ( henüz ıssız ya da cana­ varların oturduğu ülkeler) halkının kuracağı (kurmaya başladığı) kentlerin daha şimdiden ortaya çıktığını görür gibi o lur. Demek oluyor ki, denizaşırı d ü nyalar korku kadar güçlü ve çe­ kicidir. Ve Odysseia efsanesinde beliren yalnızca kazancın tadı değil, Yunan halkının, dünyaya ve barikalarına karşı duyduğu sonsuz me­ raktır. Odysseus, garip şeyler görme isteğine hiç dayanamaz. Yol­ daşlarının yalvarmalarına karşın neden Tepegöz'ün mağarasına gi­ rer ? Onun yanıtı şöyledir: Bir ölçüde Tepegöz'ün yabancılara sun­ mak adetinde olduğu konukseverlik armağanlarını kandırıp ondan almayı umduğu için, ama özellikle bu garip varl ığı, "ekmek yiyici" olmayan bu devi görmek istediği içindir. Kirke'yi görmek isteyişi, Si­ renler'i duymak isteyişi gibi. O dysseus d ünya ve orada olan her şey karşısında derin bir şaşkınlık duygusuna kapılır. O d a bütün ilkel in­ sanlar gibi, doğanın sırlada dolu olduğunu d üşünür ve bundan kor­ kar; o korku ki, doğayı canavarlarla doldurmuştur. Ama işte gidip görmek istediği de bu sırdır: Onu kavramak ve onu tanımak ister. Ve elbette sonunda ona egemen olmak ve doğanın hakimi olmak ister. Bu bakımdan o uygar bir insandır. Odysseus doğaya söz geçirmeden, denize ve deniz yollarına ha­ kim olmadan önce, onu, korkunç ve çekici bulmuştur. Korkularını olduğu kadar düşlerini ve umutlarını da yükler denize. Belki de bu- 82 1 A NT1 K Y UNAN UYGARLıCı lup ortaya çıkarma işinin insanoğlunun ustune düşeceği bu denizi adeta yeni baştan yaratır kafasında. Odysseia'nın en güzel bölümle­ rinden bir olan Odysseus'un Phaiak'lar ( Feaks) ülkesindeki serüve­ nine, Nausikaa ( Na fsika) ile karşılaşmasına bütün değerini, bütün çekiciliğini veren işte bu dünyayı ve insanı yeniden yaratma gücüdür. Kimlerdir bu Phaiak'lar? Hiçbir haritada aramayalım onları. So­ nunda yola getirilen denizin ortasında, bilgelik ve sadelik içinde ya­ şayan son derece verimli bir ülkede oturan bir mutlu insanlar toplu­ luğudur Phaiak'lar. Onların ülkesi -Skherie'dir ( Skeri )adı- zaman­ dan bağışık bir altın çağ adacığı, bir El-Dorado'dur: Burada güzel­ likte, görkemde, erdemde doğa ile sanat yarışır birbiriyle. Kral Alkinoos'un büyük bahçesinde, ağaçlar daima dört mevsim meyve vermektedirler. " Ağaçlar dal budak salınıştı burda kocaman kocaman, armut ve nar ağaçları, pırıl p ırıl yemişii elma ağaçları, bal gibi incirler, yemyeşil fış kıran zeytinler, n e yok olur, ne eksilir yemişleri bu ağaçların, yaz, kış ara vermeden bütün yıl yeşerirler, Zephyros (Zefizos) estikçe biri biter, biri düşer, taze armut biter kuruyan armut yerine, elma üstüne elma salkım üstüne salkım, incir üstüne incir biter . " Alkinoos' u n sarayı ise güneşe ve a y a benzer b i r parıltıyla parla­ maktadır. Sarayda a ltın, gümüş ve tunç ışıldar. Tanrı Hephaistos'un ( Ifestos) yüce yapıtı olan altından ama bir o kadar canlı köpekler, sarayın kapılarınd a bekçilik ederler. Hasılı, bu bir peri masalı sara­ yıdır. Bu El-Dorado'da töreler de altındandır, Nausikaa altın kalpli­ . dir ve tüm aile yeryüzü cennetine yaraşır. Rüzgarlara ve koca dalga­ lara karşı kürek çeken zavallı denizcilerin düşlediği bu Phaiak gemi­ ciliği altın çağda kalmıştır: Phaiak kadırgaları akıllı gemilerdir: Bun­ lar denizeiyi avarya lardan ve sisler içinde kaybolmaktan korkmaksı­ zın gitmek istediği yere kadar götürürler. Skherie işte böyle bir yerdir; üstelik oyunun ve ezginin yurdudur. K uşkusuz burada bir düş, peri masalı payı vardır, ama becerikli Yu­ nan halkında, insanların bir gün topraktan harika bir bahçe, içinde mutlu bir yaşam sürdürebilecekleri bir barış ve bilgelik ülkesi yara­ tabileceklerinin belli belirsiz düşü ncesi ve belirgin hayali de vardır. 0DYSSEUS VE 0 EN1Z ı 83 Ama Skherie'nin güzelliği yine de Nausikaa'dır. Bu kral kızı o kadar sevimli saflığıyla hem çamaşır yıkaya bilir hem de kendisi ile konuşmak için çalılıktan çıkıp gelen vahşiler gibi çıplak bir yabancı­ yı ağırbaşlılıkla karşılayabilir. Bir gün önce fırtınanın kıyıya attığı Odysseus, ormanın kena rındaki bir koruda yapraklar a ltına büzülüp yatmıştır. Yine o gece Nausikaa bir düş görür. Düşünde Athena ona yakında evleneceğini ve düğün günü için denizin kıyısındaki ırmak­ ta ailenin çamaşırını yıkaması gerektiğini söyler. Nausikaa babasına gidip şöyle der: " Hazırlatsana bana, canım babam, güzel tekerli yüksek arabayı, çamaşır yumak isterim gidip ırmağa, kipkirli durur ortada rubalarımız. Sen en başta gelenlerdensin toplantıda, tertemiz ruba lar giyinmen gerek. Sarayında beş oğlu n yaşar, ikisi evl i, üçü delikanlı, bekar, hepsi yeni yıkanmış rubalar ister . " Yine de Nausikaa " ... u tan d ı söz açmaya sevgili babasına, düğünü nden . " A m a babası bunu anladı v e ona şöyle dedi: " Ne katıdarımı esirgerim senden, ne de başka bir şeyimi, yavrum " Nausikaa böylece çamaşır ve hizmetçileriyle yola çıkar. lrmakta ayakları ile çiğneyerek çamaşırı yıkar, kıyıdaki çakılların üstüne se­ rerler. Oturur yiyip içerler, sonra top oynamaya başlarlar. Bu arada top ırınağa düşer. Kızlar çığlık atarlar, O dysseus d a uyanır. Yaprak­ tarla çıplaklığını örtrnek için bir d a l kırmayı ihmal etmeden orman­ dan çıkar. Korkan hizmetçiler dört bir yana kaçışırlar. Yalnız Nausi­ kaa kımıldamaz ve sıkı d urup yabancıyı bekler. Odysseus yaklaşır ve kazanmak istediği genç kıza onu ürkütmeden şu tatlı sözleri söyler: "Yalvarırım kral içem sana, ister tanrı ol, ister insan. Yaygın göklerdeki tanrılardansan, ulu Zeus'un kızı Artemis olmalısın, 0DYSSEUS VE DEN1 Z ı 85 görünüşün, boyun bosun, dipdiri bedeninle tıpkı osun. Yeryüzündeki ölümlü insanlardansan, üç kere ne mutlu derim ulu babana, ulu anana, ne mutlu derim kardeşlerine ü ç kere, görünce bedenini raks ederken dal gibi, ısınır göğüslerinde yürekleri k ı vançl a . A m a dünyanın e n mutlu kişisi, layık bir eştir alıp götürecek seni sana en çok ağırlık veren talipli. Senin gibisini Delos'ta görmüştüm, Apolion tapınağında, alabildiğine boy atmış hurma filizi görmüştüm. Görünce pnu şaşmış kalmıştı yüreğim, böyle bir ağaç gövdesi çıkmamıştır topraktan, baktıkça öyle şaşıyorum sana da, ey kadın, dizlerine kapanmaktan çok korkuyorum, çok . " Ondan sonra Odysseus ona felaketlerinin b i r kısmını anlatır, ama adını söylemez ve ondan kendisini babasına götürmesini ister. Gerisi, olması gerektiği gibi olur. Yabancı ve bilinmeyen bir kişi olarak Odys­ seus, Phaiak halkı tarafından cömertçe karşılanır. O zaman öyküsünü anlatır, adını söyler. Onu yeniden yurduna gönderirler; orada yine, karısı ile evlenmek bahanesiyle sarayını talan eden beylere karşı çetin kavgalara girişrnek zorunda kalacaktır. En sonu, cesaret, akıl ve sevgi sayesinde tehdit altındaki mutluluğunu yeni baştan kurar. Denizci bir halkın en popüler şiiri olan bu Odysseia destanınm bazı yönleri böyledir; yürümeyi öğrenir öğrenmez yüzmeyi de öğre­ nen Yunan çocukları bu destanı sökerek ve koro halinde ezberden söyleyerek okumayı da öğrenmekteydiler. Denizlere de sahip olan köylü bir halkın deniz hakkında edindi­ ği taptaze deneyimle olduğu kadar, mücadelelerden ve düşlerden oluşan bu şiir, aynı zamanda bir eylem şiiridir. Bu şiir, O dysseus'un kişiliğinde denizin, durmadan daha eogine uzanan yerlerde fethine çıkan meraklı ve yiğit bir halkı tanıtır. Odysseia'dan birkaç kuşak sonra, doğudan en uç batıya kadar Akdeniz; belli başh yolları artık· saptanmış ve kazanılmış bir Yunan gölü olacaktır. Böylece, Yunan şiiri, her zaman eyleme bağlanır: Eylemden doğar ve onu yönlendi­ rir, ona yepyeni bir dirilik sağlar. 86 ı1 A N T İ K Y U N A N U Y G A R L I C I Odysseia'nın yalnızca denizcinin şiiri olduğunu söylemek yeter­ siz olurd u . Odysseus çok daha fazlasıdır. Şahsında doğa ve insanın henüz yazgı dediği şey karşısında, insanın temel davranışlarından bi­ ri somutlanır. O dysseus, karşısına çıkan her türden engel önünde da­ ima d urup düşünür, harekete geçmeden önce iyice düşünür. En bü­ yük tehlike karşısında, ilk hareketi budur. Bir vahşi gibi kurnaz, di­ yeceksiniz. Hayır, çünkü kurnazlıkta, yani aklın bu temel planında bir inceliğe başvurur o; ancak ona özgü bir yetkinliğe ulaşır. Odys­ seus kurnazlığı demek, bir sorunun basit yoldan ve kibarca çözümü demektir: Çözüm, kafayı tümüyle rahatlatır. Bunu açalım biraz. Sorun: Kendilerini yemek isteyen tek gözlü bir dev ve otlağa git­ meleri gereken koyunlarla, yerinden oynatamadıkları koca bir ka­ yayla kapalı bir mağarada tutula n insanlar. Uslamlama: Yalnız dev taşı kaldırabilir, öyleyse devi öld ürmemek, ama zararsız kıl arak onu kullanmak, bu durumda, devin tek gözü olduğuna göre, onu kör et­ mek gerekir; bunun için onu derin bir uykuya daldırma lı, yani sar­ hoş etmelidir; devin yardım çağıracağını öngörmek, öyleyse o bun­ dan kuşkulanmadan, arkadaşlarının olası sorusuna ters bir karşılık verme kuşkusunu duymadan daha o, bunu ona fısıldamak; en sonu, problemin zor gerektiren tek etmenini (mağara önündeki taşın kal­ dırılması ), Tepegöz'ün dışarı çıkarmadan ederneyeceği şeyle ortadan kaldırmak: Koyunlar. Odysseus, çözümü bulmak için problemin maddi ve psikoloj ik verilerinden hiçbirini unutmaz: Yalnızca zeytin ağacından kazık ve şarap tulumundan değil, en güvenli silahı olan sözden de yararlanır. Böylece Tepegöz'e içmesi için şarap sunarken yaptığı kısa konuşma tam olarak gerekli sözleri içerir: Bunlar Tepe­ göz' ün, sunulan armağanın insanı bir tuhaf yapan garipliği üstünde durmaması için, saldırı karşısında kalmış bir adamın oldukça doğ­ ruymuş gibi gözüken sitemleri, ahlaki düşünceleridir. Demek ki, problemin bütün etmenlerini kullanan Odysseus, tam bir ineelikle mümkün olan tek çözümü bulur. Gerçekten bu işin başka çözümü yoktur. Öykü, more geometrico * götürülür. Ama kurnazlığı geliştir­ medeki bu matematik özellik bir ayrıntı zenginliğini engellemez. Ha­ rekat usta l ıkla yönetilir: Kor ateşte kızdırılan kargı, Odysseus ile ar­ kadaşlarının gayretiyle Tepegöz'ün gözünde keyifle döner. Göz ka* Olaya uygun bir plan dogrultusunda. ÜDYSSEUS VE D ENIZ 1 87 pakları ve kirpikleri cızırdar. Salt hoşluk ve ikincil yarar olsun d iye söylenen birtakım yalanları unutmayalım. Başkaları arasında, Odys­ seus'un u nutmak niyetinde olmayıp gemisine götürdüğü koyunlar vardır. Özellikle, gerek yaptığı sırada, gerekse daha sonra, kurnazlı­ ğından büyük tat alır. Yine mağarada, her türlü ince araç-gereci ken­ disine atfettiği şahsın adını keşfetmesi, onu sevince boğar. " Ben de yürekten gü/düm, çünkü, parlak kurnazlığım onu aldatmıştı. " Odys­ seus denize açıldığı zaman da arkadaşlarının büyük korkusuna kar­ şın, Tepegöz'e seslenmek, ve denebilirse kurnazlığını imzalamak zev­ kinden kendini alamaz. Uzaktan ona şöylece kartını yollar: " Dersin ki Odysseus kör etti beni, kentler yıkan, Y urdu lthake'de ola n Odysseus, Laertes' i n ogl u . " Tepegöz macerasından çok d a h a dokunaklı, içine biraz da miza­ hın karıştığı bir başka olayda, Odysseus, büyüklüğü ile hayranlık uyandıran soğukkanlılığını korur. Böyle bir olay, onu Phaiak'ların adası tarafına atacak olan fırtına sırasında meydana gelir. Notos ile Boreas (Voreas), Euros ( Evros ) ile Zephyros onun parçalanmış salı ile top oynar gibi oynarlar. Bu esnada, kendisine, suya atılırsa yüz­ mesine destek olacak bir örtü biçiminde tanrısal yardım sunan tan­ rıça Ino'nun birden sudan çıktığını gördüğünde, Odysseus'un, tutun­ muş olduğu kalastan başka dayanağı yoktur. Kendi kendine, aman dikkat( ! ) der Odysseus. Bu bir tuzak mı ? Yoksa tanrıçanın bana sun­ duğu kurtuluş m u ? Sal kalıntısının üstünde d üşünür ve şu karara va­ rır: " En iyisi, ben bildigirnden şaşmam: Salıının tahtaları ekli durdukça birbirine, ben de üstünde her şeye göğüs gererim, dalgalar parçalarsa salımı kalmaz çarem, deni ze atlar, koyu lurum yüzmeye . " Böylece, tannlara inanan Odysseus, onların kalleş oldukları ka­ dar da yüce gönüllü olduklarını bildiği halde, önce yalnızca ve yal­ nızca kendine güvenir . . . Denize atılınca iki gün daha yüzer, iki el ve iki ayağı ile yüzer, ırmağın ağzın d a n karaya çıkar. Sağdır, bu ödül, gösterdiği çaba yı taçlandırır. Mutluluk payını almak için denize karşı, yazgıya karşı giriştiği zorlu mücadelede Odysseus'un silahı, her zaman, cesaret ve onunla birlikte akıldır. Bütünüyle pratik bir zeka, insanlarla nesneleri ve de 88 iı ANT1 K YUNAN U YGARLICI tanrı ları bile kendi yararına kullanmanın o yüce sanatı, bir şarap tu­ l umu ile ve tam yerine oturtulan zeytin ağacından bir kargıyla ve çe­ kiçle vura vura bir araya topladığı kalaslar, takozlar ve tahtalada bir sal yaparak kurtuluşunu başarabilen bir akıldır bu. Hele ki bunu, Odysseus'un nice başarılı olduğu o kurnazca insan bilgisi ile: sırasın­ dan söylenmiş bir okşayıcı söz, şeytanca bir konuşma, şairin "parlak " dediği bir yalanla ve Nausikaa'nın yenice doğan aşkı, gencecik oğlu­ nun bağlılığı, karısının tatlı sadakati, eski hizmetkarlarının, çoban Eu­ maios ( Evmeos) ve dadı Eurykleia'nın, daha başkalarının her türlü sı­ namada yanında oluşu gibi onun esin bulduğu duygulada ortaya çıkı­ yor olmak . . . O dysseus icat yeteneği olan pratik zekanın t a kendisidir. D ünya hakkında çıkar gözetmeyen bir bilgi değil, onunkisi, koşul lara bir cevap bulma, Yunanlının dediği gibi olup bitenlere karşı hazırlanan makine/er, yazgının düşmanlığına karşı makineler, onu mutluluğun­ dan koparan tanrılar ve d üşmanları tarafından yoluna çıkarılan her türden engele karşı makineler yapma yeteneği ve isteğidir. Odysse­ us'un başlıca sıfatlarından biri " büyük makinist" tir. O , bu mutluluğa kavuşmaya, vaktiyle kendi elleriyle evlilik ya­ tağını yaptığı gibi, onu yenid�n k urmaya karar vermiştir. Odysseus homo faberdir, zanaatçıdır, işçi zekasıdır onunkisi. Odysseia boyun­ ca onu ekin biçici, dülger, kılavuz, d uvarcı, saraç olarak görürüz; kı­ lıcı kullandığı kadar güvenle baltayı, sabanı ve dümeni de kullanır. Ama bu iyi zanaatçının başyapıtı yine aile m utluluğu, dostları olan uyrukların babaerkil mutluluğu -Homeros' un dediği gibi- "kusur­ suz zeka" aletiyle yeniden kurduğu mutluluktur. Odysseus, onun için yasaları henüz Kharybolis ( Haribolis) ve Skylla ( Skilia ) türünden ( Charybde; Mesina boğazının korkulan su çevrintisi, ondan kaçınıldığında Scylla yakınındaki kayalara vurulur: Bir beladan kaçarken diğerine d üşmek anlamında deyim olarak da kullanılır) olan bir dünyada insanların mutluluğunu örgütlernek için, insan zekasını yöneten o m ücadeleyi temsil eder. Onun çabası, insa­ nın yaşamını korumak ve yeryüzünde onun gücünü artırmak için bi­ limin göstereceği çabayı haber verir. Homeros ve Yunan halkı Odys­ seus tipiernesini yaratarak aklın gücüne ve değerine bir güven belgesi hazırlamışlardır. BöLÜM IV Ş A i R V E Yu R T T A Ş ARKH İ LO KH O S &o. Vll. ve VI. yüzyıllar boyunca lirik şiir parlak demetler halinde açılır. Tragedya bile •onun çiçeğini soldurmaz. Lirik sözcüğünün her iki anlamıyla da lirizm vardır. Antik an­ lamda: Bu şiir, ezgiye (şarkı/türkü) yönelik dize ve k ıtalada birçok b içim yaratmaktadır. Modern anlamda: Şiir, ilk kez, şairin coşkula­ rını doğrudan dile getirmektedir, onun yaşamındaki olayları ezgiyle yansıtır ve de kişiseldir. Bu iki anlam birbirine bağl ı dır. Yaşanılan zamana bağlı olarak duygusal yaşamın değişkenliği, çeşitliliği, hem ritmin esnekliğini, hem de onun ezgi i le yakın i l işkisini yönetir. Müzik eşliği olmasa bi­ le yeni lirik şiir ezgidir. Zenginlik ve bolluk bakımından sınırsız olan bu lirik alan, bugün, Yunan ilkçağının en harap alanlarından biridir. Içinden birkaç kuşku­ lu kalıntı çıkarmak için filolojik taş yığınını uzun uzun kurcalamak ge­ rekir. Bazen bir gramereinin garip lehçe biçimi ya da kanıtını göster­ d iği ölçü özelliği konularında aktard ığı bir tek dize, bir tek sözcük, ba- 90 1 ANT1K YUNAN UYGARLı C ı zen biraz fazlası belki, ama büyük Pindaros ve okul gençliğinin kulla­ nımı için yeniden kopyaladıkları, gözden geçirdikleri ve çoğalttıkları can sıkıcı ( a h ! Haksızlık bu ! ) Theognis (Teognis) dışında çok azdır. Bırakalım bunları. Hepsi arasından iki eşsiz çiçeği seçelim: Av­ rupalı büyük lirik şairlerin ta rih sırasına göre ilki Arkhilokhos'dur (Arhilohos ) . Şiirleri çok bozulup kısmen yok olduğundan ondan bi­ ze tek bir şiirden kesintisiz on d izeden fazlası ulaşmamıştır; geri ka­ lanı bunlardan hareketle açımlanır: Bu şiirlerde destan öz ve biçimi­ nin reddi, Homeros'u sürdürenierin içinde kayboldukları o uzun an­ latımlı öyküterin reddi ve üç za manlı bir ritim üzerinde raksetmeye (iki ayağımızl a ) koyulan şiirin kendi yeniliği, ve de aşk şiiri, yergi, eski kahramanlık değerlerini yad sıma derken şairin ( " anarşizmi " ne karşın) sitenin hizmetinde oluşu ve daha başka şeyler . . . Ö bür çiçek Sappho'dur ( Sapfo ) . O nun kendi çağında olduğu gibi bizimkinde de biricik olduğunu söylemekten başka denecek şey yoktur. Arkhilokhos Paros'ta doğar. Bu ada Ege denizinden yükselen mermer bir kütledir. Ince bir toprak tabakası altında gizli büyük bir zenginlik. Ama yine de verimsizdir, çünkü o dönemde, yani VII. yüz­ yılda, heykelciler ve mimarlar yalnız yumuşak taşı işlemektedirler. Arkhilokhos'a göre Paros, kayalıklarda keçileri, birtakım incir ağaç­ ları ve bağları, çukurlarda cılız tahılları, birkaç balıkçı köyü ile yal­ nızca çıplak ve kıraç bir adadır. Şair daha sonra doğduğu adasından ayrılırken şöyle yazar: " Unut Paros'u, h a z i n incirlerini ve denizden çıkarılacak o yaşamı" Bu yoksul toprakta, o dönemde Yunanistan'ın her tarafında ol­ d uğu gibi, toplumsal ayrımlar da yok değildi. Başkalarından daha az yoksul olan soylular, zahmetine değen iyi topraklara tek başlarına sahiptirler: Yoksulları sömürürler. Zaman zaman yoksullar ayakla­ nır. Adanın kısırlığına bağlı bu toplumsa l ortam Paros'luları erken­ den göç etmeye çağırır. VII. yüzyılın Yunanistan'ında birçok sömür­ ge seferlerinden söz edilirdi. Nice öykü arasında Ege'nin kuzeyinde, Trakya 'da işletilecek altın madenleri, ürün verecek bitek topraklar konu edilirdi. Trakya, henüz altının değerini bilmeyen bir vahşiler ŞAIR V E Y u RTTA ş A R K H I L O K H O S 1 91 ülkesiydi. Paros ise, Trakya kıyısına yakın bir ada olan Thasos'a (Tasos -Taşoz) din bağlarıyla bağlıyd ı. Çoğu kez olduğu gibi, orada da yarıcı çiftçilere yolu misyonerler açarlar. Arkhilokhos'dan önce­ ki iki kuşak Thasos' a tanrıça Demeter tapınımını getirmişlerdir. tık göçmen kafilesini toplayan kişi Arkhilokhos'un öz babası Te­ lesikles (Telesiklis) idi. Bu insanlar Thasos'da yeni bir site kurmak ve elbette ad ayı yerlilerden ve daha önce gelen çok sayıda öbür yarıcı­ lardan almak istiyorlard ı. Daha sonra boğaz üstünden bir adım da­ ha atı ldığı görülecek, Trakya keşfedilecektir. Telesikles adet olduğu üzere birliğinin ve projesinin Delos'lu tanrı tarafından " kutsan­ ma " sını unutmaz. Apolion ra hipleri burada göçmen ler için bir tür 'haber ajansı' yönetiyorlard ı . Bu işler l . ö . 6 8 4'te oluyordu. Bu tarih­ te Arkhilokhos yirmi yaşlarındaydı. Ama babasıyla birlikte gitmedi. Arkh ilokhos bir piçti. Annesi bir köleydi, adı da Enipo idi. Şiirle­ rinde bunu şairin kendisi söyler. Köle kanını yadsımak bir yana, bu­ nunla övünür. Köle bir kadınla soylu bir maceraperestİn oğlu, bu yüz­ den Paros sitesinin yurttaşı bile değildir. Bunun için ( daha VII. yüzyıl­ dayız) babasının onu tanımış olması yeterliydi. Yarı köle olarak doğu­ şunun tek hukuki sonucu baba mirasında her türlü hakkını kaybetme­ siydi. Bu yüzden bir köle kadının sonradan tanınan oğlu, bir gün ma­ ceraya atılıncaya ve serveti kılıcı zoruyla alıncaya dek, Paros'ta sıkın­ tı içinde yaşamak zorunda kaldı. Sonra sırayla o iki yolu denedi. Arkhilokhos Paros'ta yaşarken sadece incir ve balıkla beslen­ mez, Homeros'un şiiri ile de beslenir. Bambaşka bir şi ire yönelik ol­ sa bile, Enipo'nun oğlu şiirsel eğilimini Homeros'u tanıyınca ( dili bunu gösteriyor) anlar. tık şiirlerinin konusunu Paros'taki yaşamına ilişkin olaylardan ve de Thasos'taki yarıcı çiftçilerden a ldığı ha ber­ lerden sağladığını kabul edebiliriz. "Batan Gemi Üstüne" adlı şiiri, aralarında eniştesi de bulunan Paros' un önde gelen yurttaşlarından çoğunun öldüğü bir deniz fela­ keti esinlemiştir şaire. Bu bir teselli, ama aynı zamanda etki li güç ve­ ren avunma şiiridir ( mersiye ) . " Y aslıyız, ağlıyoruz, Perikles, yok onları kınayacak bir hemşehrimiz. Ne şölenlerimizde sevinç var, ne şenliklerde. Öyle soylu kişilerdi ki çınlayan engin denizin yuttukları! Kabartıyor yüreklerimizi sızı ! ı 92 ! ANT1K YUNAN UYGARLıCı Yine de dostum en onmaz acılara bir ilaç düzmüş tanrılar: Sarsılmazlığıdır o kanatianan bir yüreğin. Felaket gider bir kapıdan öbürüne. Bugün bize düştü yolu Yara kanar ve bağırtır bizi; Yarın, başkalarında olacak sıra. Öyleyse çabuk topla kendini, cesur ol, ve bırak kadınlara ağlayıp sıziama yı ... " Ve daha ötede kışkırtıcı kılacak kadar ölçüyü aşan şair, sonuç olarak ahlakçı Plutarkhos'un ona sitemler etmesine mal olan şu söz­ leri ekler: "Ağiaya ağiaya azalmaz acım: eğlenceye, şenliğe koşarsam artmaz. " Arkhilokhos tümüyle işte burada, kuralcı insanların onu kına­ masına varsa bile, içtenlikle cepheden bakılan bu acıdadır. Ve bu tarihlerde, " Pouee" ( Pias) adıyla tanınan bir kibar fahişe­ ye yolladığı şiirde şöylece yergili bir havanın doğduğu ve belirdiği görülür: " Kaya lıkta onca Kuzgun besleyen incir ağacı bir hizmetçidir ve herkese her şeyi veren tatl ı bir ev sahi bi . " Arkhilokhos Neobaule'yi ( Neovuli) galiba yine Paros'ta sevdi, sonra nişan bozulunca, ondan şiirsel öcün en korkuncunu aldı. Kayınbaba Lykambes kızını ona vereceğine söz vermişti. Sonra­ dan, bilmediğimiz bir nedenle talipliyi reddetti, hatta onu bir kanun kaçağı olmakla ( hangi bahaneyle bilinmez ? ) ve kızını sadece parası için istemekle suçlayarak mahkemeye verdi. Şair-damadın intikamı korkunç oldu. O bunu, başka şiirler arasında genellikle hayvan ma­ salları, hep de şu ya da bu düşmanına, bazen de dostlarına " yöne­ lik " masallar a nlatan epidos adını verdiği şiirlerle yaptı. O önce Lykambes'in hesabını görür: "Ne geçti aklından Lykambes baba ? Kim bozdu senin kafa n ı ? Ş A I R VE Y U RTTAŞ AR K H İ L O K H O S Dengeli bir adamdın bugüne dek: Artık hemşehrilerin alay ediyor seninle . . . Büyük bir yemini çiğnedin, inkar ettin tuz ekmeği . . . Düğün yemeğinden edildim, yüce Zeus. Ama ödeyecek o bana yaptıklarını . " Şair b u arada eski kayınbabasına uygun bir masal sunuyordu. Karta! ile tilki, durumun farklılığına karşın -Lykam bes ile Arkhilok­ hos gibi- bir dostluk anlaşması yapmışlar. Ama karta! anlaşmayı bo­ zar: Tilkinin yavrularını ziyafet sofrasında kendi yavrularına yedirir ve her türlü misillerneye karşı güvende olmakla övünür. Tilki intika­ mını ala bilmesi için sırtında kuş tüylerinin çıkıp onu havalandırma­ yacağını iyi bilmektedir. Ama Zeus'tan yardımına gelmesini d iler. " Ey Zeus, yüce göklerin hakimi Bilirsin kötü ruhlu insanların ettiklerini Y ü reğini dağlar vahşi hayvan ların zorbalığı da . . . Görüyor musun o yüksek, sarp kayaya çıkmış? Tü nem iş oraya, senin saldırına aldırmadan, a k sırti ı karta i . " Zeus tilkinin sözlerini duyar. Bir g ü n kanal tanrıya sungu için ayrılmış bir armağan ı aşırır ve ganimetierine karışmış bir közü de götürür, bu köz onun yuvasını ateşe verir. Karta! yavruları yanmış, tilki de öcünü almıştır. Arkhilokhos' un en sert epidosları Neobaule'nin kendisine yöne­ liktir. Onu aşağılamaktan hem de en kaba biçimde aşağılamaktan hiç bıkmamış gibidir. Bazen sefih sanılan yaşlı bir kadındır o, bazen kart bir fahişe ya da hatta, Arkhilokhos da dahil, erkeklerin iğrene­ rek yüz çevirdikleri bir "şişko orospu" olarak betimlenir. Hepsi hay­ van masalları ya da başka masallarla süslenmiştir. Bu masallardan birinde Neobaule gençlik güçleri arayan aşık bir yaşlı d işi aslandır! Yine de Arkhilokhos Neobaule'ye karşı vaktiyle ateşli bir kös­ nüllüğü de dışlamayan tertemiz bir aşkı itiraf etmişti. Burada sevgi­ lisini her tür yazınsal güzelleştirmeden, her tür duygusal açıklama­ dan uzak yepyeni bir sanada anlatıyordu. Şöyle söylüyord u: " Severdi elinde b i r mersin d a l ı olsun ya da gül ağacının güzel çiçeği ve örterdi saçları şemsiye gibi omuzlarını ve ensesini . " ı 93 94 ı A NT1 K YUNAN UYGAR LıC ı Ya da şöyle: " Hoş kokulu saçla rıyla , göğsüyle bir yaşiıda bile uyandırdı arzu . " Yine şöyle söylüyordu: " ... Hazdan başı dönmüş bir kuzgun . . . Bumnda bir kayada bahri gibi Kanat çırpar ve uçardı o . " Kendisi hakkında şöyle diyordu: " Ben zavallı, arzuya daldım, soluksuz kaldım, tanrılar korkunç acılarla sıziatıyor içimi . " Y a d a şöyle: " Ve işte beni altediyor, dostum, elden ayaktan eden arzu, artık ne hoş şiirler bana göre, ne şenlikler. " Arkhilokhos bir aşık, hem d e tutkulu bir aşık tabiatındadır. Ar­ zu, onu altüst eder ve haz, bir an onu kendinden geçirir. Ya da en azından onu yakalayabilseydi alır kaçardı. Ne var ki arzunun nesne­ si huysuzluk eder, aşk da onda hemen kin haline döner. Hem duyar­ lı hem kızgın, hem sert hem zayıf ve de intikam da sevgiliye kavuş­ maktan daha az tat almış gibi görünmeyen bir yaratılış. Aşkta d a böyledir kinde d e . Öte yandan k i n d uygusu onda aşktan daha sürek­ lidir. Bu durumda, Neobaule'nin aşkına kavuşamayınca önce arzu­ ladığı şimdi sövdüğü bu bedene karşı öfke hemen zincirinden boşa­ mr ve uzun süre, yıllar boyunca s ürüp gider. Aynı şiir -epidoslardan biri- şöyle der: " Aşk arzusu o k a d a r yamandı k i yoğun b i r s i s boşaltıp gözlerime ve duygularıının saflığıyla benden alıp beni dalgası yüreğimde çırpınıyordu." Ama yine bu şiirde şöylece aşağılar ve alay eder: " Elbet, artık göstermiyorsun bedeninin tazeliğini tenin daha şimdiden solmuş ve uğursuz sabanı yaşlılığın orada yol yol çizgiler açmış . " 96 1 A N T 1 K Y U N A N UYG A R L I C I ( Onun b u kadar şiddetle sevdiği kadın hakkında en bayağı aşa­ ğılamaları, en kaba müstehcenlikleri içeren de bu şiirdir. ) Ve işte, aşağıda, birbirine karışan iki duygu yan yanadır: " A h ! Isterdim sarsın koliarım Neobaule'yi dala'yım bu ateşli tul uma karın k arına gelelim, kalça kalçaya . " Çeşitli parçalarda nefretin boyutu d uyulan aşkın genişliğine denk tir. Arkhilokhos'u yergi şiirinin babası yapan da kuşkusuz onu ya­ ralayan bu yürek parça layan tutkud ur. Aşkın tadını ve sövgü isteğini tüketen şairimiz doğduğu adayı terk etti. Thasos'daki yarıcı toprak işçilerinin Paros'lu hemşehrileri­ ne yaptıkları çağrıya uymaya karar verdi . Yeni bir sitenin hizmetin­ de askerlik yaşamı belki de ona iyi gelecektir. Kendisiyle birlikte Thasos'a sürüklemek istediği kişilere seslendiği şiirlerde ağaçlı ada­ nın imgeleri geçer. " Bi r eşeğİn sırtı gibi, yükselir ada, üstünde yabanıl ormanların tacı . " ( Üç duraklı vezinle yazılmış olmasına karşın iki d uraklı gibi al­ gılanan, burada Arkhilokhos'un keşfettiği, ya d a belki ülkesinin raks geleneğinden alıp yetkinleştirdiği bu "vurgulanan " ritmin büyülü güzell iğini Y unancada duymak gerekir. ) Böylece, Arkhilokhos Paros'lu yeni bir birlikte Thasos'a hareket eder (l.Ö. 664 yılına doğru, babasından yirmi yıl kadar sonra ) . Bun­ dan sonra kılıcıyla ve kalemiyle Thasos için savaşacaktır. hem hizmetkarıyım güçlü Enyalios'un ( Eniolios ) , hem d e , hoş kayırmasıyla M usaların, usta oldum . " Bu durumda b i r yandan savaş tanrısının " silah uşağı " , bir yan­ dan Musaların ( esin perileri) ağzı olmuştur. Yine şöyle söyler: " Kargıma bağlı ekmek tayınım, Ismaros şarabım kargıma bağlı, Kargıma dayanır, içerim onu . " ŞA I R V E Y U RTTA Ş A R K H I LO K H O S 1 97 Artık onunki bundan böyle sert ve yorucu asker yaşamı imgesi olacaktır. Ama, yergi, hemen sonrasında haklarını yeniden ele alacaktır. Arkhilokhos askerlik yaşamını sever. Silah arkadaşları hakkında kekre, kimi komutanları konusunda kırıcı ise de, yergideki sertliği­ nin, bu ateşli aşktan başka kaynağı yok gibidir. Askerlik mesleğini sömüren ya da gülünçleştiren kimselere kızar. Çalım atan komutan ve palavracı asker bu sade ve gözüpek askerde acımasız bir karika­ türcü bulurlar. Gülünç bir zaferle övünen arkadaşlarını şöyle yerer: " Yerde yedi ölü, yedi düşman yakaladık kaçarken : ama biz bin kişi öldürdük onları ! " N e kadar uzağız Homeros'ta n ! Artık " kahraman/arın gazalarını övmek" değil, sahte kahramanların " balonunu söndürmek " söz ko­ nusudur. İster Paros'lu, ister Thasos'lu olsunlar birtakım sözde diktatörler de yerilir: " B ugün komuta Leophilos'un ( Leofilos) elinde Mutlak hakimdir Leophilos, Her şey serilir Leophilos'un ayaklarına, Leophilos'dan başka ses duyulmaz. " ( K uşkusuz, bir takma ad olan Leophilos " Fakir fukara dostu " demektir. ) Komutan olan birtakım dostl arını da yerer. Şairin en eski dost­ larından biri olan Glaukos'a yergisi böyledir. Şair onunla uzun süre karalarda ve denizlerde dolaşmış, nice korku ve tehlikeleri pa ylaş­ mıştır. " Bak, Glaukos kabaran dalgalarla çöküyor deniz ve Gyres kayalıklarının ucunda, bir bulut yükseliyor dimdik, fırtınayı haber veriyor bize. Bir belaya çartık apansız . " Gelgelelim komutanlığa atanan bu Glaukos l ü l e saçlarıyla biraz fazlaca övünür! 98 1 ANT1 K YUN AN UYGA RLıC ı " Anlat, Tanrıça, lüle saçlı sanatçıyı, Glaukos'u . . . Sevrnem öyle komutanı, ince uzun boylu, ayna k yürüyüşlü, ayrık hacaklar isterim onda, yere çakılı ayaklar ve sağlam yüre k . " Ya da, yine Glaukos, epidoslardan birinde ürkek ve kurumlu bir geyikten başka bir şey değildir; kibar fahişe olan Neoboule, güzelli­ ği nedeniyle tahtını kendisine bırabcağını söyleyerek onu mağarası­ na götürür ve sonunda onu yer. Neobaule seçme parçayı, yüreği arar. Yazık! Geyiğin yüreği yoktur! Başka dostlarına da sert davranır şair. Arkhilökhos çok sevgili Perikles'i, sert bir şekilde tersleyerek, ortak yemeklerde ölçülü ye­ mekten çok oburluk etmekle suçlar. " Bol bol has şarap içiyorsu n , payına gelince, Mykonos'lular ( Mikonos) gibi, ödemeden kaçıyorsun, davet edilmedin ama gelip b u ldun bizi dostlar arasına düşen bir dost gibi! Aslında, seni a kıldan anlayıştan eden karnın Ça tla tmış ar damarını." Ondan sonra arkadaşının a i lesinin, baba tarafından, "ünlü oğ­ lancılardan " geldiğini sa pt ar! Şu Perikles eskiçağda ünlü bir hayvan masalının, "Arkhi/ok­ has'un maymunu " denilen masalın da kahramanıdır. Bilmem hangi krallık tahtından ayağı kaydırılan aday maymun inzivaya çekilmek istemiştir. Yolda yanında giden tilki (ki Arkhilokhos' d ur bu) ona kendi nce bir oyun hazırlar. Perik les kendini beğenmiş övüngen biri­ dir: Iki ahbap bir mezarlık boyunca giderlerken, yalnızca bir zıpçık­ tı olan maymun, atalarının hizmetkarlarının mezarlarını tanımış gi­ bi yapar. Tilki buna hemen şöyle bir atasözüyle karşılık verir: " Kar­ pathas'lu/ar ( Karpatos) da tavşamnmış derler. " Oysa Karpathos'da (Kerpe adası) hiç tavşan olmadığını herkes bilir. Bu sırada tilki bir hazine bulma bahanesiyle, maymunu bir tuza­ ğa çeker. Maymun tuzağa öyle beceriksizce dokunur ki tetiğini dü­ ş ürür. Yakalanmıştır işte. Tilki onun çıplak kıçıyla alay eder. " Şu kı­ çınla sen kralsın ha! " d iye bağırır. "Ancak bir maymunsun sen!" ŞA ıR VE Y U RTTA ŞA R K H ı LO K H O S Arkhilokhos'un yergisi dost olsun, düşman olsun k imseyi kolla­ maz. Felaket getiren yıldızın her zaman uğursuz lanetini üstüne çe­ ken bir dost mudur, bir düşman m ı ? " And içerim buna: Akyıldız kavuracak birkaçını yakıcı ışınlarıyla . " Yine o korkunç sözcüğü belirtelim: " Düşmanlarıma konukse­ verfiğe varım: Armağanım ölüm. " Birçok kişilik arasında, Homeros'ta ancak şöyle bir dokunuşla kahinierin ( bilici ) yerilişine, Yunan edebiyatında ilk kez bu örnekte görüldüğü şekliyle eşcinselin yerilişine de değinelim; eşcinsel bundan ötürü daha baştan dobra dobra ve en acımasız biçimde kınanır. Övüngenler, fahişeler, çöpçaranlar ve daha niceleri, i leride doğacak olan " komedi " türünün " tip " lerinin üstleneceği kara kter özellikleri­ ni daha şimdiden vurucu biçimde çizmektedirler. Bununla birlikte Arkhilokhos'da daha hen4z hiç de geleneksel komik " tipler" " mas­ keler " söz konusu değildir, tanıd ığı ve görüştüğü ve şairin insani bulduğu duygular açısından kendisini inciten her tür insan söz konu­ sudur. En çok sevdiği insanlar karşısında yergisini daha sert kılacak şekilde sevgi ve öfke damarları, şairin yüreğinde öylesine birbirleri­ ne dolanmıştır ki. Ama bu dostluk ve nefret alaşımı içinde her zaman baskın olan yergi havasıdır. Sanatını tanımlayan ve kendini kirpiye benzeten Arkhilokhos şöyle yazar: " Çok oyun bilir tilki, kirpininse bildiği bir tane, ama şahane . " Başka yerde de şöyle söyler: " Büyük bir sanat var elimde: k im k i beni incitir, korkunç yaralar açarım onda . " Bununla b irlikte b u kırılgan irisanın tabii ki ilk önce yara lanma­ sı gerekir. ı ı 99 l 00 ı ANT1K YUNAN UYGARLI CI Ama işte size silah arkadaşlarını ve hasımlarını ele alan yergi şi­ irlerini bile aşan ve hepsinden daha keskin bir yergi: Değerlerin ye­ rildiği bir şiir. Mülk sahibi sınıfın karşısında yükselen burj uvazinin ilk hareke­ ti hem maddi birikimleri , hem de henüz dağaçiama söylenen o arib­ tokrat şiirin yücelttiği kültürel b irikimleri talep etmek olmuştu. Soy­ luluk temaları etrafında 1/yada ve Odysseia'yı meydana getirenler, kuşkusuz burj uva şairlerdi . Ama bu, bundan yarım yüzyıl, belki çok daha çok önceydi. K üçük burj uvazi ondan sonra gücünün bilincine vardı. Arkhilokhos, bu dönemin ve yükselmekte olan bu küçük bur­ j uva türünden bir insanıdır. " Özgür" olmak ister. Bu demektir ki, o hala egemen olan sınıfın ahlaki gelenekleri ve şiirsel biçimleri karşı­ sında, düşünce özgürlüğünden yanadır. Yergiyi kurmak, yeni bir sı­ nıfın taleplerine bir çıkış yolu bulmak içindir. Burada Arkhilok­ hos'un yergisinin açık politik talepler içerdiğini söylemek söz konu­ su değildir. Ama, onun zamanında, sınıf m ücadelesi içinde yergi esi­ ninin doğuşunu dile getiren bu taleplere koşut olarak şiirde yeni bir hak iddiası vardır ki, o da toplumun ideolojik temelleri hakkında bi­ reyin kendi d üşüncesini belirtme hakkıdır. Arkhilokhos bu hakkı geniş ölçüde ve nerdeyse anarşist bir çıkış­ la kullanır. Belli bir yaşam tipine aldırmaz: Destanın yücelttiği, Ark­ hilokhos'un ise, yaşadığı dönemde, yeni insanın göstermesi gereken erdemlerden bir tür kaçış gibi duyurnsadığı " ideal" yaşamdır bu. Şa­ irin tİksindiği ve suçladığı değerler, işte bu değerlerdir. Aynı zamanda, her tür feodal toplumun belirleyici özellikleri ol­ duğu gibi bu çok yüksek düzeydeki şeref duygusu, Homeros şiirinin de en belirgin özelliğini oluşturur. Kamuoyuna boyun eğmekten başka bir şey olmayan bu " şeref" in (aidôs) karşısına Arkhilokhos yaşamdan " tat" çıkarmaktan emin olmak isteyen kendi beninin isteğini koyar. Şöyle yazar: " Kimse çok tad almaz, Esimides, halk bana ne der diye düşünürse . " N e büyük fark ve ne büyük b i r yeniliktir b u , 1/yada ' nın şöylesi yüzlerce kışkırtmasına karşı: " Haydi, korkakları B i r a n d a h e r şeyi berbat edeceksiniz. Ar ve namus d uygusu olsun yüreğinizde . " Ş A i R V E Y U RTTA Ş A R K H I L O K H O S l 101 Kuralları n e olursa olsun, Arkhilokhos' un savunduğu ahlak fel­ sefesi öncelikle ona bir zevk payı ayırır; ona göre yaşamın ve kendi m ücadelesinin ilk açıklaması budur. Destancia şöhret, kahramanın hem yaşamını hem de ölümünü doğrulamaktaydı. Akhileus, Hektor, hatta Helene bugünkü varoluşla­ rını güven altına alır, felakete direnmelerini gelecek kuşakların belleği demek olan kişiliklerine ilişkin bu ölümsüzlük türüne göre pekiştirir­ ler. Arkhilokhos'a gelince o, ne kadar büyük olursa olsun, ölümün unutulmaya, çoğu zaman da aşağılanmaya mahkum olduğunu söyler. " Bir insan ölü nce bek lenmez a rtık hemşehrilerinden saygı şan şeref unutur onu. D irilerin sevgisini ararız biz yaşayanlar ölüye sözümüz yok, sövgüden başka . " Arkhilokhos ölüleri b u şekilde alçakça yüzüstü bırakınayı onay­ layamaz, ne var ki yaşayanların yalnız dirilere bağlanmasının yaşa­ mın yasalarından biri olduğunu, biraz acıyla, ama, belli bir zevkle saptar. Homeros dünyasının başta gelen değeri olan şan ve şerefi böyle elinin tersiyle geri çevirmesi, Arkhilokhos'un yergi şiirinin, geleneğin bağlarından ne kadar kuvvetle koptuğunu gösterir. Böylesi bir parçacia şiiri gerçekçi zemine oturtan Arkhilokhos, kendisini ve çağdaşlarını heyecaniandıran d uygu ve inanışiara yer açar. Artık zamanı geçmiş Homeros değerlerinin yerilmesi -buna şi­ irsel esin konusunda kahramanlığın reddi de denilebilir- insanların özgürleşmesine aracı olur. Ö te yandan, şairin toplumsal gelenekiere karşı ele geçirmeye ça­ lıştığı bu özgürlüğü önce kendi duyguları karşısında içinde sınaması d ikkate değer. Ilginç bir örnek o larak Batan Gemi Üstüne şiirini ha­ tırlatırım . Bu içli tesel li şiirinde şair dostlarının ve öz kız kardeşinin üstüne çöke n yasa yürekten katılır ve siteyle el ele veri r. Ama şiirde bir an gelir ki, şair içtenlikle dile getirdiği duygulanımdan kendini kurtarır ve artık onun tutsağı olmak istemez. Kendi kişisel duygusu içinde kök salan, yaşamasını ve tat alarak yaşamasını engelleyecek bir toplumsal baskıyı kararlı bir b içimde ve nerdeyse kışkırtan bir tonla reddeder. Bütün içtenliğiyle ve ahlakçıları bir kez daha kızdı­ racak biçimde belirtir bunu. 102 1 A NTI K Y U N A N UYG A R L I C I Ama toplumsal anl aşmaları a ltüst eden bu bozguncu tutumun daha ünlü bir örneği var elimizde. Ona göre bu, eline hiçbir zaman k alemden başka silah almamış eski ve yeni zamanların pek çok na­ muslu yurtseverini utançtan kızartan bir öyküdür: Bırakılan kalka­ nın öyküsü. " Kalkanım bir düşmanı onurlandırıyor şimdi. B i r çalılıkta bıraktım onu, güzel silahtı istemezdim, ama kurtardım kendi canımı Benim için önemi yok eski k alkanımın ! Kendisine yazık oldu ! Bir başkasını alın ın onun kadar iyi . " Arkhilokhos dövüşmesini bilir, bu açıktır. Ama hayatını kurtar­ mak için kalkanını bırakması gerekirse, bırakır onu. Ve palavra at­ madan, ama bir zafer d uygusuyla bunu söyler: "Hayatta kalma"yı başarmıştır o ! Zaten devamına bakılmalıdır: " B ir başkasını atırım, onun kadar iyi. " Yeniden dövüşrnek için değilse, niyedir b u ? Savaşa yeniden başlamak niyetiyle canını kurtaran bu asker bir korkak de­ ğil, düpedüz aklı başında bir insandır. Bir destan kahramanı da san­ maz kendini. Başına gelen aksiliğe gülen, sağ kaldığı na sevinçle gü­ len şair, evet, Homeros değildir. Kasten hafif tonda yazılmış bu di­ zelerde, Homeros kahramanlığına, ondan da önce, Homeros şiirin­ den ileri gelen şiir geleneğinin bütününe ve şairin, ne denli büyük bir cesaret içinde, eski usul ne varsa onu reddetmekte olduğunu d uyum­ samamak olanaksız. Ama, Arkhilokhos, şiirini eski usul kahramanlık temaları ile bes­ lemiş olsaydı, lirizmin kurucusu olamazdı . O, yeni şiiri ancak yeni insanın başkaidırısı üstünde kurabildi; ki bu yeni insan, belli bir sı­ nıfı n kendine mal etmeyi amaçladığı ve o çağda a ncak yalnızca gele­ neksel. şiirin kullandığı kahramanlık temasına karşıydı. Arkhilokhos kendini olduğu gibi dile getirmek ister. Yiğit ya da değildir, bunun ne önemi var. Ama gerçektir. Bu özgür insanın, köpeğin ensesini utanç verici bir yarayla dam­ galayan tasmayı reddeden "vahşi huylu " kurt masalını ( bkz. La Fon­ taine) antik edebiyatta bize a nl atacak ilk kişi olması şaşırtıcı değil­ dir. " Böyle bir yarayı iyi etmek için " Arkhilokhos, " harika bir ilaç" bilir. Bu ilaç özgürlüktür. Arkhilokhos'un yergi dehasındaki yeni gücün kaynağı, şairde do- Ş A ı R V E Y U RTTA Ş A R KH ı LO K H O S ğuştan gibi görünen, aynı zamanda çağdaşlarının insan benliğinin kur­ tuluşuna yönelik çabalarına bağlı olan bu özgürlükte bulunmaktadır. Ama " vahşi huylu " kurt yalnızlığa yatkındır. Arkhilokhos, an­ cak yarı yarıya korunmuş en güzel şiirlerinden birinde, doruğunda yer aldığı yergi savaşının zorunlu sonucu olan bu yalnızlığın yarattı­ ğı kederli kırgınlığı acı içinde dile getirir: " Ey yürek, çaresiz acılara bulanmış yüreğim toparla kendini D i ren düşmanlarına, göğüs ger onlara. D üşme kötülerin tuzağına Yendiysen, k ahkahayla gülme; yenildiysen inleyip durma evinde bitkin. Tadını çıkar başarılarının, sıkıntılarından yakın ama a bartma hiçbir şeyi öz dostların seni kemirdiğine göre, yüreğim öğren insanların yaşamını yönlendiren gidiş i . " Evet, yalnızlık. Ama aynı zamanda başkasının kudurganlığını korkus uzca karşılayacak yiğitlik ve kaderin darbelerine katlanacak bilgelik. Şair romantik bir biçimde yalnızlıktan hoşlanmaktan çok uzaktır: Onu önlemek ve kendi özgürlüğüne daha geniş bir yön ver­ mek için onunla m ücadele de eder ve kendine özgü bir ahlak yaratır. Kural tanımaz bireyci Arkhilokhos başlangıçta, sonuçta hiç de her türlü kura la başkaldıran biri değildir. Kendi yaşamında kişiliği­ ni olabildiğince iyi dile getirmesine olanak verecek bir ahlakın, " in­ san yaşamının gidişatı " na ilişkin bir " b ilgi " nin öğelerini bulur ve özellikle, bu kuralı bulunca da hemşehrilerine aktarmak ister. Eski şair, şiirini bağlı bulunduğu bir topluluk içinde yazdığını hiç aklından çıkarmaz. Arkhilokhos'un -baştanımaz bireyci- aynı zamanda a l a bildiğine güdümlü bir birey -taraftar- olduğunu söyle­ mek çelişki yaratmaz. Gücünü kuvvetini tutkuyla sevdiği Thasos si­ tesinin hizmetine sunmaktan hiçbir zaman geri kalmamıştır. Site için safa girip başka biri gibi dövüşüyordu. Ama ayrıca o şairdi; yani hep birlikte yürüttükleri savaşın hem sertliğini hem de büyüklüğünü si­ lah arkadaşları adına anlatmak için "Musalardan ayrıcalık " almıştı. Arkhilokhos askerin emeğini bilir; denizcinin susuzluğunu bilir. l ı 03 Genç binici. (Euphronios ' u n bir kupasının içi. 5 1 0 yılları) Ş Aı R V E Y U RTTA Ş A R KH ı LO K H O S l ı 05 " Haydi, dolaştır tası geminin sıra ları arasında. Derin k üpler bir şeyler içmeye çağırıyor bizi Daldur şara b ı tortusuna dokunmadan Gözü tok kanaatkar olmak mı, hayır, elimizden gelmez o . " Göğüs göğüse dövüşe girmiştir, " Kılıçların ses veren çarpışması­ nı" betimler. Tehlike yaklaşınca her askerin üstüne çöken korkuyu bilir. Arkhilokhos'un, Thasos adası ile Trakya için birbirleriyle çeki­ şen rakip siteler arasındaki savaşları anlatan şiiri salt askeri bir şiir­ di ve Paros'lu bir tarih yazarının ( vakanüvis ) daha sonraları bu sa­ vaşların bir görüntüsünü, şairden alıntıların yardımıyla taş üstüne iş­ lemesi için oldukça önemliydi . Bu anıt çok yıpranmış halde bulundu. Bu yapıt büyük insanlar adına yapılanlar gibi bir çeşit Arkhilokhos ta pınağıyd ı . O nun bu tek varlığının yeterince gösterdiği gibi şairimi­ zin şiiri hiç de bir kanun kaçağının şiiri değil, dövüş hocasının seyi­ si ve bir de Musaların işçisi olarak iki kez hizmet ettiği sitesine bağ­ lı bir yurttaşın şiiridir. Bu askeri şiir nadiren askerin şanını dile getirmektedir. Her şey­ den önce cesarete davet gibidir: Etkili olmak ister; eylemdir zira bu şiir. Pek çok felaketle karşılaşan eski serüvenci, eğer insan ülkesini seviyorsa, gerisini tannlara bırakmasa ( aslında buna pek inanınayıp hiç sözünü etmese bile) işte o zaman, sonunda bütün tehlikeleri alt eden bir erdemin var olduğunu anLir: Işte bu erdem cesarettir. Bu, hiç de insanın "yiğit " yaratılışının ona bahşetmediği; ama, pes etmek istemeyen bir yurttaşça kazanılan bir cesarettir. Herkes için eşit ölüm karşısında savaşçıları birleştiren derin arkadaşlık duy­ gusuna dayanan, ama, kaHeşierin yanında dövüşmenin tehlikelerini paylaşmayı reddeden bir cesaret. Çok az duygu bana bu kadar köklü biçimde Hel lence görünmüş­ tür. Cesaret, yüzyıllar içinde biçim almasına karşın, antik-toplumun temelini teşkil eder. Her tür taşkınlık tan, her tür " ülküleştirme" den kurtulabilir ya da kurtulamaz: Ama hep vardır. Hem Hektor'da hem de Sokrates'de ortaktır cesaret. Arkhilokhos'da da vardır. Cesaretin ün ve şandan yana mı, yoksa bilgelikten yana mı olmasının pek öne­ mi yoktur; yeter ki, insanı, olması gerektiği gibi tutsun: ayakta. Şunu da unutmayalım ki, Arkhilokhos'un cesaretini ve şiirini si­ tesinin hizmetine sunması yalnızca savaş alanları konusunda değil­ dir. Ne kadar ağır bir biçimde yıpranmış olursa olsun, onun yapıtı- 1 06 ı ANT1 K YUNAN UYGARLıCı 1 nın bazı parçaları yine de onun Thasos'daki siyasi mücadelelerde yer aldığını gösterir. "Anlaşmazitğın ortasında " , " bir alçak onun onur payını bile alır ken, Arkhilokhos hemşehrilerine yeniden denize açıl­ maları, artık kötülerin hüküm s ürmeyecekleri başka bir yerde daha hakbilir bir site kurmaları için -" Thasos, üç kez acınacak site" de­ mektedir- bir çağrıda bulunuyor gibidir. Onun son epidosunun ko­ nusu herhalde bu olacaktır. Ama bu varsayım doğrulanamamış olsa bile, en azından şairin " tek tek birçok d izelerinden biliyoruz ki o hiçbir zaman yüreğinin zen­ ginliğini hemşehrilerinin en yoksulundan bile esirgememiştir. Hiçbir zaman yadsımadığı köle kanı, bazen onun ağzından, daha o zaman­ lardan Solon vurgusu taşıyan umutsuzların şöylesi çığlıklarını atar: " Ah, sizler, açlıktan ölenleri sitemin anlayın artık sözlerimi . . . " Şurası kesindir: Arkhilokhos ilk ve son olarak "açlıktan ölen­ ler" in tarafını seçmiştir. Şair, geleneğe göre 640 yılına doğru ( ? ) Thasos'lular ile Naksos'­ lular arasındaki bir savaşta öldü. Bu tarihte Solon doğuyordu. Ara­ dan yarım yüzyıl bile geçmeden gür sesi Atina'da çınlayacaktır. Arkhilokhos, çoktan çökmüş bir ideoloj iye başvurmaksızın halk üzerinde egemenliğini artık sürdüremeyecek olan o feodal sınıfa karşı yeni insani değerler edinme ve savunma tutkusuyla, sonunda eskimiş arisrokrasinin ( beysoyluluğun) düşüşüne, sitelerde halkın egemenliği çerçevesinde insan benliğinin serpilmesine, ve de akılcı düşüneeye tut­ kun ilk filozofların, gelenekiere karşı pek yakında girişecekleri yeni mücadeleye götürecek olan çabaların ilk sözcüsü sayılabilir. Onunla, kahramanlık şiiri yerini düşünce ağırlıklı ve konulu şi­ ire bırakır. BöLÜM V MiDİLLİLİ SAPPHO, Ü N U N C U Mu s A C?l: pho, harikalada dolu garip bir ülke gibidir. Eskiler bile, bir "gizem " , bir " harika" derlerdi. Y alınlığı ile bu d ey iş çok yerin­ dedir: Gizemdir; bu sözcük, onun, türlü türlü yorumlanan hem ya­ şamı, hem de kişiliği için kullanılır. Bir gizem, bir harika: Bu sözcük­ ler, ne kadar bozulmuş olursa olsun, şiiri için de kullanılması çok daha iyidir. Sappho, Lesbos ( Midilli) adasındaki, Mytilene'de ( Mitilini) , 600 yıllarında Aphrodite, Kharit'ler ve Musalara adanmış bir genç kızlar derneğini yönetmekteydi. "Musa/ara hizmet eden kızların konutu " der evine. Sonradan Pitagorcular arasında, daha sonra Iskenderi­ ye'de " Müze " sözcüğü çıkacaktır ortaya. Sappho'nun kurumu aşk, güzellik ve kültürün dişi tanrılarının korumasında bir " ok u l " dan başka bir şey değildir. 108 1 A N T I K YUNAN UYGARLICI B u okulun dinsel bir dernek biçiminde olması, görmezlikten ge­ linecek bir olay değildir. Tapınım ( ibadet) ortaklığı, genç kızlada eğitimciler arasında çok güçlü bağlar kuruyord u . Sappho'nun şiiri, bir anlamda, Aphrodite 'de, tanrıçaya inananların kapıldıkları karşı­ lıklı bir aşkın şiiridir. Bununla birlikte, Sappho'nun bekçi lik ettiği genç kızlara önerdiği amacın, tanrısallığı kutsama olmasına inan­ mak gerekmez. Sappho hiç de Aphrodite'nin rahibesi değildi. D insel dernek, o dönemde her türlü eğitim yuvasının ilk doğal biçimidir. Eski felsefe okulları, ilk tıp okulları aynı zamanda dinsel dernekler­ dir. Bu, tıp okullarının Asklepios'un (Asklipios) rahiplerinden oluş­ ması demek değildir. Ama, hekimler nasıl iyileştirme sanatında bu tanrıya inananları eğitiyorlarsa, Sappho da, tanrıçanın yardımıyla, Mytilene'li genç kızlara bir yaşama sanatını -kadın olma sanatını­ öğretmeye çalışıyordu. Sappho'nun derneğinde müzik, oyun ve şiirle çok ilgileniliyordu. Bununla birlikte, Musaların evi bir rahibe okulu olmadığı gibi bir konservaruar ya da bir akademi de değildir. Sanatlar, sanat adına öğretilmezler, meslek olsun diye hiç öğretilmezler. Sappho'nun ama­ cı, kend isiyle birlikte yaşayan -bu yaşamı paylaşarak, sanat yapa­ rak, Aphrodite'ye bağlanarak, Musalara tapınarak- genç k ızların yakında onun yerini alacakları topl umda, kutsadıkları bu tanrıça la­ rın ilk somut örnekleri oldukları bir kadın güzellik idealini gerçek­ leştirmelerine yardım etmektir. Bu genç kızlar evleneceklerdir. Evli ve bir aile annesi olan Sapp­ ho -bir kız çocuk anasını bir kucak d üğün çiçeğine benzetir o-, ken­ disine bırakılan genç kızları sadece, zevkte ve güzellikte kadını ta­ mamlayan evliliğe hazırlamaktaydı . B u , Lesbos'da kadının durumunun öbür Yunan sitelerinin birço­ ğunda olduğundan çok farklı olması demektir. Yapıtımız ilerde bu konuya dönecektir. Kesin olan şudur: Mytilene'de kadın; çekiciliği, giyim kuşamı, zekası ile sitenin yaşamını renklendirir. Evlilik onu, tüm Eolia ülke­ sinde olduğu gibi (Andromakhe'yi anımsıyoruz), erkek toplumunda aynı düzeye getirir. Dönemindeki müzik ve şiir kültürüne katılır. Ka­ dın, sanat alanında erkeklerle yarışır. Eolia töreleri, eş için böyle bir yer ayırdıysa, bu arada genç k ızların kadınlardan beklenen bu rol için yetiştiri ld ikleri birtakım okullar da istemesi şaşırtıcı değildir. Abiaları tarafından eğitilen Musaların öğrencileri Mytilene site- M ıDıLLıLı SAPPHo , 0NUNcU MUs A ! 1 09 sinde Aphrodite'nin güzelliklerini bir gün temsil etmeye hazırlanır­ lar. Sappho'nun şiirini tümüyle kadın güzelliğinin parıltısı aydınla­ tır. Sappho'ya göre kadının yüzünde devingen ışıltılar olmalıdır. Gözleri sevgiyle doludur, yürüyüşü istek uyandırır. Kültürün amacı güzelliğe varmaktır. Kendisine çiçekleri ve denizi sevmeyi öğreten, görünen dünyanın çekiciliğini ve her şeyden önce kadın bedeninin baş döndüren güzelliğini açıklayan kılavuzu ve modeli olan Aphro­ dite'nin armağaniarına ve derslerine dikkat eden genç kız, soyluluk ve incelikte gelişir, güzellik niteliklerini yüceltir, güzellik onu mutlu kılar ve Sappho'nun bir yıldız pırıltısı gibi selamladığı o sevinç bol­ luğunu kişiliğine yayar. Genç kızlar, yinelenen bir şenlikler ortamında, yakın gelecekte yaşamları üzerinde etkisini sezdikleri tanrıçanın bakışı altında hem sert, hem de coşkulu bir yarı keşiş yaşamı sürdürürler, ama bu ya­ şamda akılları bekarlık yerine kocaya kavuşmaya yönelirdi. Sappho, Aphrodite'nin mutlak gücünü dile getirdiği, genç kızlar korosunun da tam uyuşum halinde seslendirdikleri yakıcı bentlerde onlara şiir­ sel kültürü aşılardı; eskilerin " erotik " , yani sev i kültürü dedikleri şeydi bu. Aphrodite'nin uzun zamandır sevinç ve acı içinde bulundu­ ğu abialarının yanında genç k ızlar yavaş yavaş kadın eğilimlerine alışırlardı. Kendi içlerinde hem yüreğin hem de duyguların kımılda­ dığını sezmeye başlarlar ve yazgıları bunu çağırırsa ilk kez sevgiyi d uyumsarlardı. Hangi ateşli d ostluk ilişkilerin i n Sappho ile dostları arasında böyle bir eğitimi -Cypris'in ( Ki fris) hüküm sürdüğü bu ateşli hava­ yı- dağura bildiğini bize onun şiiri söyler. Çünkü bu yalnız ruh, kendi çevresinde doğurduğu ve büyüttüğü güzelliğin huzurunda, şiirde özgürleş ir. " Onu gördüm: Kızardım, sarardım onu görünce; Bir heyecan yükseldi çılgın ruhumda; Görmüyordu artık gözlerim, konuşamıyordum. D uydum, hem tirredi hem yandı bütün vücudum. " Sa ppho'nun en can alıcı şiirinin bir yankısını, başkalarından sonra, Racine -bu kez hiç değilse kendi dilimizde- bu eşsiz değerde d izelerde bize duyurur. ııo l A N T I K Y u N A N uvc A R L ı c ı Işte b u şiir de sözcüğü sözcüğüne ya da Fransızca anlaşı lırlığın elverdiği ölçüde, onun gibi bir çeviri : " Bence tannlara denktir Senin karşında oturan ya d a hemen yanında, dinleyen tatlı sesini, ve bu hoş gülüş, yemin ederim deli eder göğsümde yüreğim i . B i r an olsun, seni görünce, artık hiçbir ses çıkmaz ağzımdan, ama dilim kuruyor, ince bir ateş yayılıveriyor tenimin altında, gözlerim hiçbir şey görmüyor artık, kulaklarım uğulduyor, ter içinde kalıyoruru tir tir titriyor bütün vücudum, otlardan daha yeşil oluyorum. Yakındır, herhalde öleceğim . . . " Işte şimdi tutkunun çemberi içindeyiz. Eros kraldır. Arzu kamçı­ lar ve Sappho darbeleri sayar. Bu şiir bir mücadelenin öyküsüdür. Eros'un bedenine saldırdığı Sappho, yaşamsal düzeneğinin çeşitli bölümlerine koyduğu güvence­ nin her saldırıda biraz daha yıkıldığını görür. Bizi d ü nyaya bağla­ yan, varlığımız konusunda içimizi rahatlatan bütün duyumlar, gö­ rüntüler, sesler, yüreğin düzenli atışı, yüzümüze renkli kanın akını, bütün bunlar d a gözünden kaçar. Organlarının art arda bozulduğu­ nu görür Sappho ve bunlardan her biri ile onun adeta çılgına dön­ mesi ve ölmesi gerekir. Gücü tükenen yürekle, ses çıkmayan gırtlak­ la, ansızın kuruyan dille ölür; d amarlarından ateş akar, gözler gör­ meden kalır, kulaklar damarların atışından başkasını d uymazlar, vü­ cut tir tir titremeye başlar, artık bir ölü solgunluğu vardır onda ... Bu sırada, tutku yüzünden çeşitli organlarının çalışmadığını gördüğü, bu kısmi organik ölümlerden geçtiği için ona ölümüne katianmaktan başka şey kalmaz. Onu saran acı varl ığını gitgide fethettiğinden, ar­ tık onun karşısında sadece doğal d ayanaklarından yoksun salt ben MtoiLLILI SAPPHO, ÜNUNCU MusA J ııı bilincine sahiptir: Acı onu d a bastırır. Özne, ölüm halinin çelişkili bilgisini edinir ( " az kaldı " sözü tamlığın saçmalığını önler) . Doku­ nulmamış son dize tamtarnma şöyle der: " Az kaldı duyayım ölümü ... " Sappho'nun sanatı hiçbir yerde bu küçük lirik şiirden daha faz­ la incelenmemiştir. Onun şiiri, hiçbir yerde bundan daha fazla psi­ kolojik değildir. Olgular, yalnız birtakım olgular. Yalnızca arzunun maddi sonuçlarını açık ve kesin imleme. Bu şiirde sıfatlar da -sevda şiirde maddi olay üstüne duygusal kıvrımlar sarmayı çok iyi bilen o sıfatlar da- çok azdır. Burada her yerde eylemler ve adlar görülür: Karşımızda bir nesneler ve olaylar sanatı vardır. Ruhun payı neredeyse hiçtir. Beden ruhu yardımına çağırabilir, acısının yükünü ona aktarabilirdi. Sappho'nun maddi acısı hakkın­ da kıskançlık, kin ya da ayrılık hüznü gibi birkaç duygusal kanıta sı­ ğınması yeterdi. Tinsel acı morfin yerini tutar. Koşullar bu kaçışa el­ v� rişliydi. Bir filolog, bu şiirin kökeninde, evlenmek üzere Musala­ rın hizmetkarlarını, evinden ayrıl a n bir dostun gidişini buldu. Ilk di­ zelerin, Sappho'nun arzu nesnesinin yanında oturmuş gösterdiği ki­ şi, kuşkusuz nişanlıdır. Ama şiirin ayrılığın acısı hakkında hiçbir şeyden haberi yoktur. Sappho kibarca bu sevecen duyguyu yüreğin­ de büyütmez. Çektiği azabı unutmak için üzüntüyle kendinden geç­ mez. Onu, yalnız ve tümüyle bedeninin acısı sarar. Aşkına ilişkin olarak, ancak, vücudunda zincirden boşanan o sağır eden, kör eden fırtına yı bilir. Sappho'nun saklayacak hiçbir şeyi yoktur! Sanatı dürüstlük ve saflıktır. Doğrudur bu. Sappho kişiliğinde yer alan olguların hiçbi­ rinden utanç duymaz. Dil ve kulaklar der; ter ve titreme der. Hoş olanın çok uzağındadır bu sanat: Ter içinde olmak hoş değildir. Sappho ter içinde kalır: Bundan utanmaz o, bununla övünmez de, yalnızca bunu saptar. Sappho arzusunun nesnesini d e betimlemez. Kavrayışımızın dı­ şında kalır o: Yalnız tek sözcükle ve şaşmaz bir doğrulukla kaynağı bu nesne olan olaylar kaydedilirler. Peki burada girişilen dramatik davranışın sonu neye varır ? Hiç k uşkuya yer bırakmayan şu tek şe­ ye: Varlığın tutku yüzünden yıkım ı . Karşımızda karanlık içinde b i r ateş yanar. Şair onu geniş b i r ka­ ranlık bölgenin ortasına yerleştirir. Şairin sanatında hiçbir şey, ate- 112 i A N T I K Y U N A N UYGARLıCı şin ölüm işini yerine getirecek tek başına ve galip gelerek yanması için, bizi onun a levinden uzaklaştırmaz. Karanlıkların sardıgı bu ay­ d ı nlık, Sappho'nun tutkusudur. Burada edebiyat tarihçisi hayret edebilir: Yanı başında kesin bir başlangıç vardır. Euripides (Evripidis), Catullus ( Katulis), Racine, Sappho'nun havasında aşktan söz etmişlerdir: Sappho kimsenin ha­ vasında konuşmaz. Yenidir o, hem de bütünüyle yepyeni. Aşk konusunda daha eski başka sesiere boşuna kulak veririz. Andromakhe Hektor'a şöyle seslenmiştir: " Sen bana bir babasın, Hektar, ulu anamsın benim, kardaşımsın, arkadaşısın sıcak döşeği min . . . " Paris Helene'ye şöyle der: " Seninle sevişelim gel şu d öşekte, Sevgi hiç daimarnıştı içime bu kadar. Denizleri aşan gemilerle şirin Lakedaimon'dan seni kaçırıp, kayalık adada , döşekte sarmaşdolaş olduğumuz gün bile şu anda sevdiğim gibi sevrnedim seni . . . " Neobaule için Arkhilokhos'un söyledikleri şöyledir: " Saçları kapiardı omuzlarını , sırtını . . . Hoş kokulu saçlarıyla, göğsüyle bir yaşiıda bile uyandırırdı arzu . . . " Mimnermos Nanno'yu düşünürken şöyle söyler: " Sarışın Aphrodite'siz hayat mı olur hazlar mı ? Artık ilgilendirmeyecekse beni, o tatlı şeyler, ballı armağanlar, aşkın yatağı -yani gençliğin güzel çiçekleriöleyim daha iyi . ! " . . Aşka ilişkin b u çeşitli sözleri d üşünelim. Her birinin kendine öz­ gü vurgusu vardır. Ama Sappho'nun tınlayışı hepsinden ne kadar çok farklıdır! Onda ne Andromakhe'nin sevecenligi, ne Paris'in aşagsayan Helene'ye ateşli şehvet çagrısı, ne Arkhilokhos' u n Neoba­ ule'ye yönelttigi dik, atakça ve ölçülü bakış, ne de Nanno'yu a nım­ sayan Mimnermos'un h üznü vardır. Hayır, Sappho tektir. Sappho yakıcı ve serttir. 114 1 A NT I K Y U NAN U Y G A R L I C I Yakıcı. O vakte dek Eros hiç yakmamıştır. Duyuları ısırmıştır o. Yüreği canlandırmıştır. Özveriye, şehvete, sevecenliğe, yatağa götür­ müştür. Hiçbir zaman yakmamış, hiçbir zaman yıkmamıştır. Eros için­ de bulunduğu kimselerden her birine bir şey -cesaret, haz, özlem hoş­ luğu- verirdi. Yalnız Sappho'ya hiçbir şey vermez, her şeyi geri alır. Anlayıştan yoksun bir tanrı. Sappho'nun başka yerde onun için kullandığı sözcüklerden biri, hem "yenilmez" hem de "anlaşılmaz" demektir. Onu tuzağa düşürmek için insanın elinden hiçbir şey gel­ mez. Aşk yılgınlık verdiği kadar şaşırtır. Karşıtları birleştirir: Aşkın tatldığı acıdır. lmgelem onu gözünde canlandırmaz. Aphrodite'nin yüzünün ışıldadığı Sappho'nun yapıtında Eros alacak hiçbir insani bi­ çim bulmaz. Bugüne kalan şiirler içinde güçlü kuvvetli yeniyetme, gü­ venilir okçu görülmez. Sanki bu tip henüz keşfedilmemiştir. (bu da güvenilir değildir ya). Daha çok Sappho'nun onu böyle canlandırma­ yı seçemediğini söyleyelim. Onun için Eros ancak organların içine iş­ leyen ve onları "bozan " karanlık, bilinmeyen bir güçtür: Sappho, onu ancak bedenine verdiği acıyla kavrar; düşüncesi ise, ona bir yüz bul­ makta güçlük çeker. Içinde bulunan görünmez ve gizli varlık ancak eğretileme yoluyla açıklanır. Ona şiirsel bir can veren imgeler, aldatı­ cı ve hayrat yaratılışını ortaya koyar. Bu imgeler maddi dünyanın kör güçlerinden ya da hayvanın kaygı veren tutum undan alınmışlardır. " Elden ayaktan eden Eros yine işkence ediyor bana hem tatlı hem acı, yenilmez canavar o." Ama burada her tür çeviri, sözcüklerin çok ağır yükü altında ezi­ lir. Bir tek sıfat Eros' u n tatlılığın ı ve acılığını içerir, böylelikle tanrı­ nın a nlaşılmaz yaratılışını gösterir. "Canavar" d iye çevrilen sözcük sürünen hayvan demektir. Sappho'nun aşkının kanatları yoktur, he­ nüz yılandır o. " Yenilmez" sözcüğüne gelince (onun karşısında "ma­ kineler" başarısız kalırlar), Yunanca olarak burada bu yaban güce boyun eğdirmekte homo faber'in aczinin çırpındığı sezilir. Eski Fransız diline göre d üzenlenip " yenilmez canavar " d iye çevrilen söz­ cükler aşağı yukarı şunu dile getireceklerdir: Eros, " avlanamayan hayvan " Sürüngen hayvan, korkunç yaratık, d üşünülmeyecek kadar bu­ yurgan güç; işte Sappho'nun organlarında yol alan Eros budur. Yine şu başka eğretileme d e doğal güçler imparatorluğundan alınmadır: MtoiLLILi SArrHo, ONuNev MusA l ı ıs " Eros yıktı ruhumu, meşelere çullanan dağdaki rüzgar gibi. " Sappho'nun aşkla ilgili deneyimi, ortada anlaşılacak hiçbir şey olmadan onu bitkin, yere serilmiş bırakan bir kasırga deneyimidir. Bu anlamsız güç yüzünden Sappho'nun ruhu kökünden sökülme teh­ likesi altındadır. Hayvan ya da fırtına gibi, insan için korkunç olan tutku, yere serdiği kişiye kendini ancak yıkıcı bir tanrı gibi tanıtır . . . . Ve yine de Sappho bu fırtınalı iklimi hiçe sayar. Fırtınalar böl­ gesinin ötesinde Sappho kendine bozulmaz durulukta bir gökyüzü ayırır. Bu üzgün yürekte bir altın d üş yaşar. Her tutkunun bir nesnesi vardır. Haz ya da acıyla içimize işleyen tutku, bizi ya bu nesneye fırlatır ya da ondan uzaklaştırır. Bize günü geri getirecek geceye olduğu gibi, acıya da teslim oluruz. Peki, Sappho'nun tutkusunun nesnesi nedir? Bu araştırma bizi onun şiirinin en gizemli bölgesine sokar. Şiire aykırılığın ( belli bir fi­ loloj iyi kastediyorum) bu yola serptiği bayağı varsayımiara karşın, bu bölge aynı zamanda en keşfedilmemiş bölgedir. Gerçekten amaç, hiç de bu nesnenin adını ya d a cinsiyetini açık­ lamak değildir. Sappho'nun bize açıklamadığı, bizim bazen ancak bir tür rastlantıyla öğrendiğimiz şeyi ( bir filologun erdem adına ça­ bası belirtici son eki d üzeltmeyince ) metnin ötesinde ve metni zorla­ yarak kovalamamız gerekmez. Oysa, bu metin bize kendinden söz ederken önümüzde bir medeni hal bilgisinden ve bir cinsellik sapkın­ lığı saptamasından çıkaracağımız tarihsel düşüncelerden çok daha geniş şiirsel ufuklar açar. Peki, tutku için kendini öneren bu nesnede ne vardır? Daha önce uzun uzadıya çözümlenen şiirden yeniden birkaç di­ ze okuyalım. " . . . dinleyen tatlı sesini ve b u hoş gülüş deli eder göğsümde yüreğimi . . . " Başka hiçbir şey yok, gerçekten yok. Gelip kulağa çarpan bir ses; vücudu ve ruhu yakmak için daha fazlası gerekmiyor. 1 1 16 1 ANTIK YUNAN UYGARLICI " B ir an olsun, seni görünce. . . " Tutkunun tüm genişliğiyle, zincirden boşanınası için sevilen nes­ neden ses duyma gibi en akışkan bir algı ya d a ancak seçilen bir gö­ rüntü yeterlidir. Nedenin ufaklığı ile sonucun yoğunluğu arasındaki karşıtlık şa­ şı rtıcıdır. Sappho'nun bu şiirinin baştan başa geçtiği tutku alanı ne kadar geniş ise nesnesi hakkında bize sunduğu görünüm o kadar sı­ nırlıdır. Onun acısı hakkında her şeyi biliriz, bu acıyı organ organ tüketiriz. Sevdiği şeye ilişkin ancak ses ve gülüşün şu tuhaf görünü­ münü biliriz. Tanımlanmayan nesne bize sözünü geçirir. " Bu kadar az şey için bunca azap ne ola! derler. . . " Ama biliyoruz ki söz konu­ su olan az şey değildir. Tutkunun anlatıldığı Sappho'nun tüm parçalarında, yeter ki bunların kapsamı ve yoğunluğu şiirsel yaratım süreci içinde seçilebil­ sin, bu, her zaman tutkusal devinim ile onu tanıtan şiirin doğurduk­ ları sevilen nesneyi, her türlü betimleme girişimine, niteliklerin sayı­ mına karşıdır. Her sefer sevilen kişinin bir tek belirtisinin çağrısını duyurması gerekir ve yeter, ve artık tüm varlık altüst olur. Bu karı­ şıklığın içinde, bu çağrıya cevap olarak o zaman şiirsel pınar fışkırır. Çağrıyı d uyuran basit bir davranıştır; ayrılan bir kızın gidişidir, yok olan bir yüzün pırıltısıdır, bir gerdariın tatlılığıdır, çiçeklerle süslü bir alındır, yukarı kalkan bir kolun inceliğid ir. Bu, sevimliliğin yokluğu bile olabilir: " Arthis ( Aris ) , nicedir seviyorum seni, benim için küçük bir kızdın ancak hiç de çekici olmayan. " Daha önce anılan tutku patlamasını uyandırmak için, Andrame­ da'nın rahip okuluna gitmek üzere dostunun evinden ayrılan bu çe­ kici de olmayan çocuğun gidişi yetecektir; ama burada nesnesine bakmak gerekir: " Elden ayaktan eden Eros hem tatlı hem acı, yenilmez canavar yine eza ediyor bana, Ey Atthis! Sen de aklını bana takmaktan bıkıp Uçup gidiyorsun Andromeda 'ya doğru . " Demek oluyor ki, Sappho'nun tutkusu ve şiiri " belirtiler" dene­ bilecek şeye, incecik kışkırtmalara boyun eğer. Bu belirtiler şiiri -sözcüğün ilk anlamında bu sembolizm- betimlemeli şiire karşıttır. MtolLLiLI SAPPHO, ÜNUNcu MusA 1 1 17 Bir bel irti eşkal değildir. Betimlemeli şiir her zaman biraz pasaport biçemine benzer. Bu biçem bir yüzün özelliklerini sayar, bir manza­ ranın öğelerini gözden geçirirken k işilerin ve eşyaların bize beklen­ medik bir hareket, rastlantısal bir yön halinde öğelerinin çözümle­ mesinden daha özlü göründüklerini belki de unutur. Sesin tınısı, bir gidişin anısı, sevdalı Sappho'yu acı ve hazla deler. Bu belirtiler seve­ ne sevilenin yerinin doldurulmaz o lduğunu gösterir. Bu nedenle se­ vileni tü müyle ona verebilirler de. Varlık özel belirtinin çağrısına tam olarak uyar. Belirti bizi nesneye bağlar, bizi ona kul eder. Bu ba­ ğımlılık hoşumuza gider. Sappho'nun ruhunda sevilen nesnenin gücünü hiçbir şey onun yokluğu kadar artırmaz. Şöyle yazar: " Bugün kimse anımsamıyor artık Ana ktoria 'nın olmayışını A h ! Ba kmaya doymazdım güzel yürüyüşüne Ve yüzünün göz kamaştıran parıltısına . . . " Anaktoria yoktur. Ondan iki imge gelip aşık-şairi çarpar. Çevre­ sinde anılar gibi imgeler uçuşur. Ama bir şair bir imge yazıcısı değil­ dir. Bunlardan yalnızca biri ya da çok azı onu kargılarıyla deler. Im­ geler artık seçilmişlerdir. Sevene-şaire istedikleri varlığı imgeler su­ narlar. Anaktoria'yı Sappho'ya iki imge verir. Güzel (ya da " istek uyandıra n " ) bir yürüyüş; yıldızların değişken ışığından saçan bir yüz, yıldız parıltılı bir yüz. Iki belirti yeter ve dostun yokluğu beden bulur. . . Olmayan sevgilinin çağrısının d a h a garip, gizemli olduğu geceler vardır. Gecenin sessizliğin de, algıl a nabilir gerçeklik susunca, ıssız yatağa kıvrılan beden ve ruh, özlemler ve arzularla ağırlaşınca işte karanlığın ortasında yol u n u arayan anlaşılmaz d a lgalar halinde bir ses -hem bir ses hem de bir ışık- yaklaşmaktadır. Kör duygular, boş­ lukta onu seçmek için karanlığı yoklar ve çok sevgili nesneye doğru uzanır gibid irler. Arignota ( Arignuta ) eskiden Mytilene'de, Sappho'nun yönettiği genç kızlar arasında yaşadı. Şairimizin bir başka kız arkadaşı olan körpe Atthis'e tutuldu. Sonra gidip denizin öbür yakasında (Asy yakası) Lydia'da ( Lidia) yaşamak üzere sevdiği insanlardan ayrıldı. Sappho Arthis'in acısını paylaşır, şiiri ona seslenir; Sappho ona Arig­ nota ile paylaştığı yaşamın sevinçlerini hatırlatır; onunla birlikte, de- ll8 1 ı ANTIK YUNAN UYGARLıCı nizin ötesinde Sardes'ten kendilerine ulaşınaya çalışan yitik dostun sesini dinler. Dile getirdiği duyarlıkların niteliği nedeniyle bu şiirin yorumlanması çok incel ik ister. "Uzak Sardes'te çok kez, sevgili Arignota 'nın düşüncesi, Atthis, buraya dek gelip buluyor bizi, seni ve beni. Birlikte olduğumuz günler onun için gerçek bir tanrıçaydın sen, mest olurdu senin şarkılarından. Şimdi Lyd ia'lı kadınların yanında o, nasıl pariarsa pembe ışınlı ay gün batımından sonra, sildiği yıl dızların arasında öyle parlıyor. Işığını yayıyor denizin dalgaianna aydınlatıyor çiçekli çayırları. Güzel çiy damlaları düşünce, güller, nazik melekotları ve yoncanın hoş kokusu doğunca yeniden. Işte o vakit dolaşırken başı boş Arignota anımsar tatlı Atthis'i ruhu istekle dolu, yüreği hüzünle ka barmış Ve orada yürek sıziatan daveti çağırır bizi kendi yanına, hassas k u laklı gece de i letıneye çalışır bizi ayıran denizin ötesine o anlaşılmaz sözcükleri o gizemli sesi . . . " Böyle bir şiire ilişmekte duraksar insan. Bu suyu, bir yorumun delikli süzgeci içinde nasıl tutmalı ? Ve ne diye yapmalı ki bunu? Ta­ dına üst üste iki kez varmaya çalışmak için değilse. Bu şiir, Sappho'nun öbür şiirleri gibi, gecenin sessizliğine ve yıl­ dızların ışığına bağlıdır. Karanlıkta, ışık saçan yansımalar daha bü­ yük bir değer kazanırlar, işitme d uyusu daha bir keskinl iğe ulaşır. Bu arada, gecenin sessizliğinden sıyrılan anıların, özlemlerin, İstekierin iç dünyası, algılanan sesiere ve ışıltılara gizli bir anlam vermektedir. Mytilene'nin denizinde ay doğmuştur, Asya toprağından çıkıveren bir gül biçiminde gözü kür. Ay mıdır bu? Arignota'dan bir işeret mi? . . MtolLLILI SAPPHO, ONuNev MusA 1 ! 1 19 Denize ve çayırlara bir ışık düşer. Ayın aydınlığı mıdır b u ? Yok­ sa dostun güzelliğinin parıltısı mı ? Her ikisi de. Bu ay d üşü karşısın­ da, şairin düşüncesi sallantıda kalmış gibiydi . . . Sappho gökyüzünde bir hayaletin yükseldiğini görmüş gibidir; hayalet, ayakları bahçesi­ nin çiçeklerine dakunacak kadar gelir. Hayal sabah serinliğinde ya­ şama yeniden başlayan bu çiçekler arasında bir an kalakalır. Sonra birden silinir bu hayal ve yerini daha belirgin, daha kaçı­ nılmaz bir başka ha ya le bırakır. Yansının çağrısı bir sesin çağrısı olur. D üşlerin çığlıkları gibi keskin bir çığlık yükselir. Çünkü şiir tam da düş ikliminde kalmıştır. Garip sözler, boşluğu geçmeye ve ay­ nı zamanda düş göreni yalnız bırakan o sağır bölgeyi delmeye çalı­ şır. Arignota konuşur. Arignota Atthis'e karşı arzuyla, özlemle dolu­ d ur. Sözcüklerle, hem de açık, tartışmasız bir anlamı olan sözcükler­ le çağırır: Bu sözcükler Atthis'e ve Sappho'ya Arignota'nın yanına gitmelerini buyururlar. Bununla birlikte -şiirin düşsü niteliği bu noktada en çarpıcı halini alır- eğer söylenen sözcüklerin i lettikleri mesaj belliyse, "anlaşılmaz" sözcükler olarak "gizemli" dirler, algıla­ namazlar; bu sözcükler acı bir biçimde erişilmez ikinci bir anlam yüklenmiş gibidirler. Bunları kavramak için gecenin içinde kulak ka­ bartılır, daha doğrusu bunları duymak ve aktarmak için gecenin kendisi kulak kesilir: Ama ancak an laşılınayanın yankısını duyar . . . B u dizelerde, Sappho'nun şiirinin, çektiği maddi ezaya ilişkin şi­ irde sıkı sıkıya bağlı gibi göründüğü gerçeklikten ayrıldığı ve düş içinde yer aldığı görülür. Bu geçişime olanak veren de dostun yoklu­ ğudur, sevilen nesneden uzaklaşmadır. Onun bizi götürdüğü şiirsel dünyada de� inen varlıklar, düşlerim izde bulunan varlıklar gibi aynı açıklanmaz biçimde mevcutturlar. O nlarda bulanıklık yoktur. Bun­ ların bize verdiği varolduklarına değgin duyu, tam tersine fazlasıyla kesindir. Hatta bunlar olağan varlıklarınkinden daha kesin bir var­ lıkla yüklü gibidirler. Bize gönderdikleri mesaj hiç de kaypak değil­ dir. Yine de bunların gerçekliği hakkında sahip olduğumuz bu çok güçlü duyu, nesnelerin varlığını genel likle bize doğrulayan algılar­ dan hemen tümüyle kopuktur. Kendilerini duyurmak için duyuların diline bürünerek, kendilerini gösteriyor ve bizimle konuşuyariarsa bu anlaşılır görünüş bir tür kılık değiştirme gibidir ve onları bize ta­ nıtan ve anlatan da bu iğreti kılık değildir. Arignota büründüğü ay biçimiyle ve söylediği anlaşılmaz sözlerle tarafımızdan tanınıp anla­ şılmış değildir. Ancak duyular d ünyasının ötesinde, kavramayla an- 1 20 1j A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L I C I taşılır o. Burad a Sappho'nun şiiri, bizleri, sanki arı varlıklar adını ( burada sevgilinin haya l i ) verebi leceğimiz bir şeylere elimizi dokun­ durtma mucizesini başarmış gibi gözükür. (Ama zaten bu deyişin hiçbir anlamı yok kuşkusuz) Bununla birlikte bir şey kendini göstermeye başlar: Sappho'nun şiirini n keşfettiği bir yeni gerçekl i k . Işte öncelikle budur: Ay ve gece­ nin çınlayan sessizliği, hem Arignota 'dan ayrıdır hem de gizli ve kopmaz bir bağla ona sıkıca bağlıdır. Arignota ile ay ışığının, dost ile Sappho'nun şiirinin derin özü olan karanlığın sesi arasındaki iliş­ ki söz konusudur. Daha doğrusu Sappho'nun tutkusunun gerçek nesnesini oluşturan bu duyarlılık noktalarının -Arignota ve gecenin dünyası- geometrik buluşma yeridir. Birkaç parça daha okuyalım: " Ay hattı, ülker'in yıldızları d a Gece yarısı olmuş, y a l n ı z uyurum yatağımd a . " " lşıldayan ayın çevresinde yıldızlar örtüyorlar pırıltılı yüzlerini yeniden daha canlı parıltısıyla şimdi dolunay aydınlatıyor yeryüzünü . " "Ay parlıyordu olanca görkemiyle ve ha kireler sunağın çevresinde ayakta . . . " " Kapında geçirdikleri geceyi genç kızlar, şarkılar söyledi ler, ey koca, senin aşkın ve göğsü menekşe kokan eş adına şimdi, uyan artık, şafak söküyor . " " Cırcırböceklerinin kanatları duyurur çınlayan şarkısını flütü a lçalan günün sıcağını söyler . " " Bir vakit Giridi kızlar müziğe uyarak oynarlardı güzel sunağın çevresinde otları n basarak ince ve nar in çiçeklerine . " M t o l LLiLl SAPPHo, ON UNCU MusA [ 121 " Soğuk almış güvercin terin yüreği, kanatları mecalsiz. " " Ve bunca baş döndüren bezek körpe bir boyna dolanmış . . . " " Bezeklerle kuşat, ey Dika, güzel saçlarının lülelerini melekotu saplarını ör yumuşak ellerinle mutlu tanrıçalar sever çiçekli d u aetiarı taçsız bir alından yüz çevirirler . " " Altın bir çiçek demetiyle benzer bir güzel kızcağızım var benim, sevgili Kleis'im ne bütün Lydia'ya değişirim onu ne de sevimli . . . " Sappho'nun düğün şiirleri, okulundaki genç kızların kentin ve komşu köyterin şenliklerinde söyledikleri evlilik ezgileri zaten dikka­ timizi çekecektir! Doğanın güzel görünüşleri Sappho'yu coşturmuş­ tur; ağaçların ve hayvanların esrarı onu yüreğinden yaralar. Örneğin şöyle der: " Parlak tan saçıyor, sen topluyorsun Akşamyıldızı koyunu topluyorsun, keçiyi topluyorsun işte yavrusunu getiriyorsun ana y a . " Yine şöyle söyler: " Dalın ucunda k ı zaran tatlı elmaya benzer, en ince dalında ağacın - unuturlar mı elma toplayanlar onu ? Hayır, unutmadılar, u laşama d ı lar ona a ma . " Ya da şöyle der: " Güzelliğin büyüleyici, gelin, gözlerinde bal parıltısı var, aşk senin tapılası yüzünde akar Aphrodite hoşnut kılmış herkesin içinde seni . " Sappho'nun şiirinde doğa h e r yerdedir. Yıldızlı gece manzarası, rüzgarda sallanan bir dalın görünüşü onun ruhunda başka hiçbir Yunanlı ruhunun yansıtmadığı yankılar uyandırmıştır. Sappho'dan sonra, ağaçların, hayvanların, denizin ve rüzgarların dünyasını yü- M1D1 LL1 L1 sAppHo' ı o N u N c u M u s A i 123 rek isteklerinin dünyasına bağlayan b u incecik tellere, içine Hebre ır­ mağının kıyılarındaki kuğularla Olympos'taki Musaları, çalıdaki bülbül ile d işbudak dalındaki kuşu birlikte soktuğu konserin sesleri ne kadar geniş olursa olsun, ne Aris tophanes; ne de kentli özlemi ile yaldızlı kır tatili peşinde olan Theokritos (Teokritos) dokundular. Theokritos olsa olsa Büyücü Kadı n la r 'da, eskilerin şiirinin hep en modern noktasında bulunan Euripides ise olsa olsa Phaidra'nın ( Fedra ) azabının betimlenmesinde bu bağın varlığını hayal meyal gö­ rürler. Ayrıca burada her iki şairin de Sappho'yu anırusayan şiirleri­ nin söz konusu olduğunu saptamak gerekir. Sappho'dan önce, Yunan şiirinin kaynağında her zaman olduğu gibi, llyada'nın şairinin tükenmez dehası vardır. Homeros kuşkusuz doğayı sevmiştir. Daha doğrusu onu tanıdığını, katı yasaları, temel­ de, insanoğlunun ya bancısı olduğu düzeni ile onu keşfettiğini söyle­ mek gerekir. Baştan başa tanrılada dolu bu Homeros doğası -deniz uçurumları, sarp kayalıklar, gürleyen fırtınalar- ve yaşamın zengin­ liğini dile getiren, insan biçimli tannlara karşın, insan için yalnız acı­ masız değil, aynı zamanda akıl sır ermez bir doğadır bu. Temelli in­ sanlık dışı olduğundan, insan yüreği ona bağlanamaz, orada hiçbir biçimde teselli ya d a sadece içindeki acılarla bir yanıt arayamaz. Sappho'da ise tersine, efsanevi figürlerden tamamen arınmış olan doğa, birdenbire ruhun devinimlerine duyarlı varlıklarla, hem de dost varlıklarla dolar taşar. Sappho geceleyin, tutkusuyla baş başa uyanık kalır: "Ay battı, ülker'in yıldızları da ... uyurum yatağımda yalnız başıma . " Ay batar, bildik yıldızlar söner, zaman geçer . . . Ama hayır, Sapp­ ho yalnız değildir; çünkü açıkça gece kalır ona. Gecenin ve yıldızla­ rın huzurunda, çiçeklerin ve kuş ötüşlerinin h uzurunda, yeniyetme körpe tenlerin huzurunda -dünyanın !oş ve çiçekli tüm güzelliğinin huzurunda- tutk usal şiirin hüzün veren boşluklarının ötesinde, do­ ğayla alışverişin şairi sevince boğacağı yeni şiirsel bölgeleri fark et­ meye başla rız. Sonunda ıssızlığın yerini kalabalık almıştır. Işte şimdi d ünyanın görkeminin orta yerinde, güller ve yıldızlar arasında Aşk anımsanır. Sappho'nun şiiri acının ötesinde, Eros'un tadını çıkarır. O , kend isi­ ne işkence eden bu tamıyı büyülü bir çemberin merkezine yerleştir- ! ı 124 1 ANTI K YUNAN UYGARLıCı miştir. Onun şiiri, karşı karşıya kalınan tutkuyu, açığa çıkan arzu­ nun acımasızlığını doğal varlıkların büyülü güzelliği ile önler. Eros çiçeklerle taçlanır. Kuşkusuz, bezeklerle çevrilince, daha az acımasız olmaz. En azından acımasızlığı güzellikle donatılmıştır. Sappho'nun şiiri şimdi daha özenli ol ur: Doğa ile Aşk birbirini dinlerler . . . Esrarın eşiğindeyiz. Organları v e yaşamı parçalayan b u karanlık güç işte birden hazza dönüşmektedir. Varlık-yokluk bilmecesine iliş­ kin arzu, yüreğin en gizli köşesinden gelen genç kızla ilgili arzu işte şimdi çiçekli davranışlara, kibar d anslara, müziğe, masum oyunlara boğu lmuştur. Yalnızlık gecesi, beden ağırdır. Y ıldızi ı karanlığın gü­ zelliği içinde bir an gelir ki o sonunda kendini tüketir. Bedeni kavu­ ran ateş ışığa dönüşür. Gecenin sessizliği ve yıld ızların ışımasıyla bir­ leşen uzak dostun imgesi artık bedenin ağırlığını ortadan kaldırır ve uzun süren Eros tedirginliğini ansızın hayranlığa döndürür. Kuşların şarkısı, çiçeklerin parıltısı, dalların çıtırtısı, gözlerin tatlı bakışı, be­ denlerin kıvraklığı: Hepsi arzunun çağrısına yanıtlardır. Aradığın güzelliği veriyorum sana . En sonu şi ir, ruhun bütünlüğü olur ve onun verdiği temel kösnüllük sesi, şiirle birlikte giden ve zaten kös­ nüllüğün kendi yüreğinde duygulanan temizliğin ara sesleri içinde büyülü bir biçimde birden çözü lüyormuş gibidir . . . Lesbos'lu kadın şairin yapıtı bir buluşma yeridir. B u yapıtta do­ ğa ve aşk birleşir ve iç içe girerler. Dünyanın serinliği ile aşkın kav­ rukluğu tek bir şiirsel hareket halinde birbirlerine karışırlar. " Geldin, ne iyi ettin; çok istiyordum seni. Bir su gibi, fışkırdın istekten tutuşan ruhumda . Selam, Gyrinna ( Girina ) , a yrılık acısına denk binlerce selam . . . " Sappho içimizde doğayla aşkı bir araya getiren ilişkileri kavradı ve dile getirdi. Onun dış dünyanın güzelliğinden aldığı coşku ve dostlarına karşı duyduğu sevgi aynı şiirsel kumaş içine katılmış ve dokunmuş gibidirler. Şu biraz uzunca parçada bu durum daha da iyi değerlendirile­ cektir; bu parçayı bize ulaştıran papirüs ne kadar yıpranmış olursa olsun, burada çiçeklerin verdiği hazla bizden ayrılan sevgiiilere iliş­ kin hüzün birlikte yankılanır. MiDiLLiLi SAPPHO, 0NUNCU M U SA ! 125 " Işte gitti o sonsuza dek ve ben ö lmek isterd im doğrusu. Bıra ktı beni, sıcak gözya şlarıyla ağlayarak şöyle ded i : 'Ah! Sappho, ne zalim kader ! Yemin ederim istemezdim senden ayrılmak' Ben de ona dedim k i : ' Git, güle güle, ama unutma ben i . ' Bilirsin seni ne kadar sevdiğim i . Unuttuysan ha tırlatmak isterim birlikte geçirdiğimiz bütün tatlı ve güzel saatleri, sen, yanı başımda, saçiarına gü llü, menekşeli, safranlı taçlar takardın ! Ve körpe boynuna bağlardın hoş çiçekli baş döndüren süsler. Bol reçine yağları ve krala layı k esans sürerdi n lüle saçlarına . . . " Böyle bir şiirde Sappho dünyadan yüregımize, yüreğimizden dünyaya gidip gelen görünmez dalgaları yakalamış gibidir. Çünkü bugün şiir, kimyanın d a farklı bir biçimde bildiği gibi, varlığımızla dünya arasında özde yakınlık olduğunu bilmektedir. Sappho'nun asıl şiirsel keşfi buradad ır; bu, onun şiirinde mo­ dern şiirin bir önbelirtisini görmeye olanak verir. Sappho'nun şiirsel d üşü, aynı zamanda insan aklının sorguladığı iki dünyaya -dışarda­ ki dediğimiz dünya ile içimizde devinen dünya- katılır. Eski şairler­ den çoğu, olur da doğayı anımsar ve aşkı dile getirirlerse, kendileri için bu iki d ünya iki ayrı gerçeklik oluşturmuş gibi, bunu art arda ya da koşut olarak yaparlarken, Sappho insan bilinci ile maddi doğanın hem özü hem de özellikleri bakımından benzer, bir ve aynı şey ol­ duklarını, çünkü evrenin olayiarına duyarlı olmayacak tutku devi­ nimlerinden hiçbir şey çıkmayacağını bilir. Doğal dünyanın en ince ucunda bulunan yüreğin dünyası, onun geniş salınımiarına uğrar ve bunları yansıtır. Sappho'nun şiirinde bu iki dünya birbirine karışır ve aynı a nda konuşurlar. Peki b u dil nedir ? Ve en sonu, Sappho'nun öğrenmeye, a nlama­ ya çalıştığı ve bize gösterıneyi denediği bu tek gerçekliğin adı nedir? Onun tutkusunun en son nesnesi nedir ? B u kadar alıntıdan sonra, 126 [ ' ANTİK YUNAN UYGARLıCı onun evreninden kuşkulanmak gerçeğin çift yonune ilişkin ortak planların bu şiirde bu luştukları yerden kuşkulanmak gerekir m i ? Bir simge oturmuş, varlığın bu doruk çizgisinde onu bekler: Sappho be­ dava bir malı elde etmek için nasıl koşulursa öylece ona doğru atılır. Sappho'yu yaralayan ve ona işa ret eden bu nesne, birden bire bir jes­ tin inceliği ya da bir çiçeğin parıltısı ile ona açılıyor: Güzellik değil­ se ne ad verilir ona ? Y aratılmış her tür güzellik; hele de ter ü taze tenlerde, çiçekten raçların, insan bedeni denen çiçekle doğa nimetlerinin, gün ışığının verdiği neşe içinde birbirine karıştığı şu dalaşık güzellik ve yeniyet­ meliğin kırılganlığında, ilkbaharın nazeninliğinde güzelin can bul­ ması Sappho'da arzu uyandırır. " Severim gençliğin çiçeğini . . . B i r aşk düştü benim payıma, güneşin parıltısıdır o, güzelliktir. " i 127 ı BöL Ü M VI SaLoN VE D E M O K R A S i YA K L A Ş I M L A R I ()!!, ���� a n uygarlığı birkaç yüzyıldan beri üzerinde Hellen sitele­ eye başladıkları şu Asya saçağında doğdu. Homeros lo­ ri nia'lı idi, Arkhilokhos da öyle, Sappho Eolia'lı idi. Ama sadece bir­ kaç örnek verdim. Aşağı yukarı aynı dönemde, ilk bilginler ve filo­ zoflar, ilk mermer heykeller, ilk tapınaklardan bazıları d a lonia kentlerinde orta ya çıkmışlardı. Aynı dönemde, Hellen dünyasının uç batı saçağının sitelerinde, Sicilya 'da ve Büyük Yunanistan'da görülen öteki bazı bilim a damla­ rı ve başka filozoflar; Paestum'da ( Pestos) yer alan tüm Yunan tapı­ nakları içinde belki de en güzeli olan Poseidon ( Posidon) tapınağı gi­ bi, bazen çok görkemli başkaca tapınaklar doğan uygarlığın gücünü gösteren ilk örneklerdir. Yunan halkının uygarlığının onun yurdunun çevresinde yer alan bölgelerde doğmasının açıklaması ve bundan fazlası d a vardır. Bu türden açıklamalardan bir kısmı, Yunanlıların, " barbarlar" adını verdikleri komşu uygarlıklara bağımlı olduklarını göstermektedir. 1 28 � ANTIK N YU AN UYGARLICI Çünkü Asya ile Sicilya arasında kalan yerlerde, asıl Yunanistan'da yani, bu tarihte, uygarlık diye hiçbir şey ya da hemen hiçbir şey gö­ ze çarpmaz. Bu biraz kestirme bir sözdür. En azından köylü-şair Hesiodos'un ( lsiodos ) adını belirtmek, kökendeki Sparta'nın bir şarkılar ve oyun­ lar sitesi olduğunu u nutmamak gerekir . . . Az önce söylenmiş "hiçbir şey ya da hemen hiçbir şey" sözünü yalanlayan başka birkaç olgu daha vard ır. Ama işte artık Atina'nın egemenlik dönemi geliyor. Üç yüzyıldan uzun bir süre, ilkin basit bir kasaba olan Atina " Yunanistan 'ın oku­ lu " , " öz be öz Yunan" olur. Bu deyimlerden tarihçi Thukydides'e (Tukididis) ait olan birincisi, okunduğu bağlam içinde, kesinlikle si­ yasal bir anlamda alınmalıdır: Atina, demokrasiyle halkının kılavuz­ luk ettiği en aydınlık siteleri kurduğu için Yunanistan'ın okulu ol­ m uştur. Yoksa, siteler d ünyasında ortaya çıkan ilk demokrasi olma­ sından değil: Demokrasi ondan önce lonia 'da vardı . Ama büyük bir demokratik sitenin ve halka en güzel şenlikleri, en güzel tragedya ve komedya seyirliklerini sunan demokrasinin yükselmesiyle, Atina halkını ünlendirmek için inşa ettiği tapınaklada öbür anıtların gör­ kemiyle, tarihçi ve filozoflarının halkın haklarını d ile getirme, ele al­ ma ya d a savunma biçimiyle Atina birinci sıradadır. Yunan kalbi iki yüz yıl burada çarptı. Burada komedya gülünç sözlerle herkese ger­ çekleri söyledi. Ateşli yürek, insanla yazgısının trajik çatışmasıyla . çarptı burada. Sokrates ile Platon ve daha başkaları burada felsefi konuşmayı sokağa, d ükkaniara ve alanlara indirdiler ve onu sokak­ tan, gökyüzüne kadar yükselttiler. VIII. yüzyıl Atina'sının, Antigone ya da Parthenon l üksünü sun­ madan önce, çözmek zorunda olduğu ilk sorun hayatta kalabilme sorunuydu. Bu temel sorunu geçici bir çözüme kavuşturmak için yaklaşık iki yüzyıl gerekti. Sonuç, demokrasinin keşfi idi. Kuşkusuz güzel, ama biraz aldatıcı bir sözcük. " Demokrasi" " halkın iktidarı " anlamına gelir. Peki ama hangi halktan söz edilmektedir? Kuşku götürür bir durum. Bir " sözcük " asla hiçbir şeyi çözmezken, bu kitap bir sözcükle çözülmüş gibi gö­ rünen sorunun kimi öğelerini daha önce açıkça ortaya koymuştur. Kadın başı ve saç biçimi. (VI. yüzyıldan eskil yontu) 130 1 i A NTI K Y U NAN UY G A R L I C I Önemli olanları, birkaç satırda yineleyelim. VIII. yüzyılda Attİ­ ka yarımadasında ve onun dışındaki yerlerde başlayan mücadelede iki sınıf karşı karşıya gelir: Mülk sahipleri sınıfı, mülksüzler sınıfı . Mülk sahiplerinin geniş toprakları vardır, mülksüzlerin ise toprakla­ rı az, kolları ve sayıları çoktur. Soruna Salon'un önerdiği çözüm, si­ tenin bütün yurttaşlarına yavaş yavaş medeni ve siyasi haklarda eşit­ lik sağlayacak bir önlemler toplamından ibaret olacaktır. Demokra­ si, her zaman site içinde "yurttaşlar" topluluğunun iktidarından öte bir şey olmamıştır. Burada, çalışanların tümünün, sitenin üreticilerinin tümünün hiç de söz konusu olmadığı hemen görülür. Yalnız ve yalnız yurttaşlar­ dır söz konusu olanlar. Antik sitede, malları üretenlerin büyük bö­ lümü kölelerdir. Demokratik kazanırnın sınırı bu noktadadır: De­ mokrasi asla köleleri ilgilendirmez. Modern bir büyük sosyolog -hem de sosyologdan öte bir insan­ bütün açıklığıyla bunu şöyle dile getirdi: "Antik devletin biçimi ne olursa olsun -monarşik, aristokratik cumhuriyet ya da demokratik cumhuriyet- k ölelik döneminin devleti köleci bir devlet idi. . . !şin as­ lı aynı kalıyordu: Kölelerin hiçbir hakları yoktu ve ezilen bir sınıf olarak kalıyor/ardı. " B u sosyolog -ad ı Lenin' dir- b u cümlede antik demokrasinin d.dı­ na layık olmasını engelleyen ve modern çağlarda gerçek demokrasi olarak gelişme koşulunu oluşturan temel sınırı ortaya koydu. Konulan bu çekince -çok ciddi bir çekincedir bu, çünkü a ntik uygarlığı batışa sürüklemeye yardım etmiştir- I . ö . VIII. ve VII. yüz­ yıllarda, önce lonia'da, sonra Atina'da olmak üzere, Yunan siteleri­ nin çoğunda az görülür bir şiddetle bir dizi toplumsal çatışmanın başlaması; bu çatışmalarda yurttaşlar topluluğunun en yoksul bölü­ münün en güçlülerden hak eşitliğini koparmaya, bunu yazılı hukuk­ la onaylatmaya, en sonu sitenin yönetiminde kendisine borçlu olu­ nan payı elde ermeye çalışması, burada belirlenen sınırlar içinde ka­ lır. Demek ki, burada -köleler hep dışarda kalmak üzere- günün bi­ rinde tutulacak bir vaat gibi belirsiz, demokrasinin ilk taslağı biçim­ lenınektedir. Bilindiği gibi, site uzun süre iki tür yurttaştan kurulu kaldı. Es­ ki toprak işgalcilerinin torunları, klanların (ya d a Latince "gentes " ) üyeleri olan soylular vardı. Aynı zamanda zengin olan soyluların ço­ ğu " evler" inin adamları ile topraklarını kendileri işlerlerdi. Bu sıra- SaLON vEDEMOKRASI YAKLAŞlMLARI ı 131 d a , ilk ata yurdu zaten artık ortak olarak klana ait değildi. Ama ata­ larının paylaştığı toprak devredilemez: Ne bağış, ne satış, ne de çe­ yiz verme yoluyla bir başka aileye geçebilir. "Ailenin malı ailede ka­ lır" mutlak bir kuraldır. Devletin yüksek kademelİ görevlerine yalnız kanlarıyla övünen bu Eupatrides'ler ( Efpatridis) girmişler, " kral " , yargıç ve general ol­ muşlard ı . Tamamen medeni ve rahip sınıfı olmayan bu dinin tek ra­ hipleriydiler, gereken adakları suna rak sitenin adına tanrılada konu­ şuyorlardı. Eupatrides'ler denilen bu soylular Atina sitesinde, daha doğrusu Attika'da elli kadar aileyi temsil ediyorlardı. Ama, yine topluluğun içinde kendi hesaplarına çalışan birçok in­ san, eğer bu sözcük hala bir anlam taşıyorsa, " serbest " emekçiler de vardı. Yalnızca kulübeleri ve yamaçların doğru dürüst tarıma açıl­ mamış makisini kazımak için aletleri (ama ne aletler) olan küçük köyl üler vardı; iki kollarından başka bir şeyleri olmayan, her zaman kölel iğe çok yakın, aç insanlar vardı ki, ilkbahar, yani soylu gerçek­ çi bir şairin dediği gibi, "yiyecek hiçbir şey olmayan mevsim " geldi mi, kitleler halinde ölürlerdi . Her türden zanaatçıların kendilerine Eupatrides'lerin verdiklerinden başka hammaddeleri yoktu. Onlar bu hammaddelerle Eupatrides'lerin çatılarını onarır, ayakkabılarını ya da deri kalkanlarını, tunç silahlarını ve de boyunlarını vurmadan önce kurbanların başına konulan a ltını yaparlardı. Hepsi kendileri­ ne ait bir işliği olmayacak kadar zavallı kişilerdir. Yalnızca çömlek­ çi evde çalışır: Her köyde bir fırın vardır. En sonunda, bu VIII. yüz­ yılda yeni toprak ve yeni köle için koloni seferleri ile önem kazan­ maya başlayan tüm denizci halk, gemi ve kürek yapanlar, tayfalar ve az sonra gemi işletenler gelir. Bu h alk tabakası tüm olarak çok bü­ yüktü, ama çok bölünmüştü. Denizcilerle tüccarların çıkarlarıyla, zanaatçıların ya d a küçük mülk sahibi köylülerin çıkarları aynı de­ ği ldi. Bu insanlar ancak kendilerini sömüren "kodamanlar" a karşı " birlikte düşünme"ye başlıyorlard ı . Yalnız soylular silahlıdırlar. Bu silahlar ayaktakımına " iyi düşünm ç yi öğretirler. Iç savaş VIII. ve VII. yüzyılların tüm Yunan sitelerinde olağan durumdur. " Bununla birlikte, öneminin hesaplanması güç bir keşif -VIII. yüz­ yılın sonuna doğru- henüz yarı yarıya ayakta kalabilen doğal ekono­ miyi birdenbire değiştirir ve durumu daha da ağırlaştırır: Sikkenin keşfidir bu. Sınıflararası mücadele, iki şekilde tersine artacaktır: Yok­ sul sınıfın yoksulluğu daha da artacak, ama bu mülksüz sınıfın bir SaLON vEDEMOKRASI YAKLAŞlMLARI bölüğü ticaret içinde zenginleşecek ve sitenin yönetiminde payını iste­ yecek, aristokrat kalan ayrıcalıklara saldırıya kalk1şacaktır. O vakte kadar -Homeros'un ş iirlerine bakılırsa- ticaret ancak takas usulüyle yapılıyordu: Şarap tahıl ile, zeytinyağı maden cevheri ile değiştiriliyar ve işler böyle gidiyordu. " Öküz değeri " olarak d a hesap ediliyord u. Yavaş yavaş, değişimlere yarayan altın v e gümüş külçeler düşünülmüştü. Ama bu külçeler damgalanmış değildiler, her sefer onları tartmak gerekiyordu . Sarrafl a r pazarlarda terazileri­ ni hazırlıyorlardı. Her sitenin damgasını bastığı, ağırlığına güvence verdiği gerçek anlamda para, Lydia'da, Paktolos'un altın pullarını akıttığı bu Kü­ çük Asya ülkesinde keşfedildi. Ama buluşu sahiplenen ve o dönemin geniş koloni hareketi ile onu, bütün dünyada yaygınlaştıranlar, Io­ nia kıyısındaki Yunan siteleridir. Buluş, kuşkusuz değiş tokuşta yararlıdır. Ama kime yararl ı ? Es­ ki zenginler saklanması güç olmayan bu zenginlik kaynağına el koy­ maya can attı lar. Gerçekten de, doğal ekonomide, büyük toprak sa­ hip lerinin zenginliklerini biriktirme kolaylığı hiç yoktu. Buğday, zey­ tinyağı ya da şarap biriktiremezler. O lsa olsa, doğudan yastıklar, ha­ lılar ya d a işleme silahlar satın alarak biraz gösterişlerini artırırlar­ dı. Ama bu ilkel ekonomide büyük mülk sahibi, artı ürünü daha çok müşteri alanını genişletmekte kullanırd ı . Kötü geçen yıllarda " öz­ gür" küçük çiftçi, hatta zanaatçı yakındaki beye başvurabilirdi. Bey yoksul için epik şiirin dediği gibi " bir burç ya da bir kale" olmayı şa­ nından sayard ı. Demek ki, küçük emekçi, mülk sahibince, hala bir biçimde korunuyordu. Paranın ortaya çıkmasıyla durum bambaşka oldu: B u . paraya çevrilen ürün fazlasını biriktirmeye olanak verdi. Üstelik, zt· : ı gin, pa­ rasından para kazanmayı öğrenir; bu paranın kendisine "y. ıurular" ( faizlere verdiği a d budur) getirmesini ister. Soydan gelen b t ; l· üklen­ me böylece açgözl ülükle güçlenir. Eskiden de, soyluya onun tükete­ mediği bir artık verildiği olurdu; şimdi ise o borç para verir ve iste­ diği faiz çok yüksektir; çünkü sermayesinin bir bölümünü riski çok büyük denizcilik işlerine bağlamak hoşuna gider. Ödünç verir ve vurgunculuk yapar. Toplanan sermaye, yeni zenginlikler elde etmek amacıyla yarınlan bir paradan başka bir şey değildir. Paranın sanatı -parayı biriktirme ve üretme yeteneği- demek olan Aristo'nun "krematistiki" dediği şey böyle doğar. Bu "krema- j ı33 ı 134 1 A NT İ K Y U N A N UYGARL I C I tistikinin" kapitalizmin bir ilk biçiminden uzak bir şey olmadığı gö­ rülür. Sikkenin bulunması toplumsal sınıfların ilişkilerinde çok önemli sonuçlar doğurdu. Ö ncelikle, çok ağır koşullarla borçlanmak zorunda kalan alt sı­ nıf -özellikle küçük köylüler- yavaş yavaş kölelik yoluna itildi. Ger­ çekten de küçük mülk sahibinin kodarnana güvence olarak göstere­ bileceği şey nedir? Ipotek ettiği toprağıdır. Sonra da emeği. Bu de­ mektir ki, borcunu ödemeyip de toprak elinden alınınca, ona, ürü­ nünün büyük bölümünü alacaklısına bırakmak koşuluyl a, kiracı, daha doğrusu köle olmak kalıyordu. Atina'da, ürünün mülk sahibi­ ne verilen bölümü, altıda beş gibi, inanılmaz bir düzeye yükseldi. So­ nuç olarak, eski küçük mülk sahibinin, öz kişiliğinden, canından başka rehin olarak verecek bir şeyi kalmaz. Bu durumda o satılabi­ liyordu ve köle durumuna düşüyordu. Karısı ve çocukları da kendi­ siyle birlikte ve hatta kendisinden önce, sahip olduğu son taşınır mallar gibi satılıyordu. Gerçek demokrasi yolunu kapatan, köleliğin varlığı ve kadının aşağı durumunun, yurttaşın aleyhine döndüğü burada görülmekte­ dir. En parlak biçimler altında, uygarlığın doğmak üzere olduğu sı­ ralar, Atina'da, "krematistiki" nin korkunç meyvesi de bu durum­ daydı. Bununla birlikte, bir buluşun sonuçları hiçbir zaman sanıldığı kadar basit değildir. Paranın icadı, yalnızca soyluların ellerinde yeni bir baskı aracı olma d ı . Öyle bir an geldi ki, bu buluş uzun ve kanlı mücadeleler içinde, halkın ellerinde bir kurtuluş aracı oldu. Gerçekten de, alt sınıfı n tüccarları unutulmasın. Soylu olmayan kesimlerden kimileri -önce Smyrna ( b ugünkü lzmir), Miletos, Ephe­ sos ( Efesos) gibi Asya 'nın büyük kentlerinde- sonra asıl Yunanis­ tan'da, Korinthos'da, Megara'da, Atina'da zenginleştiler. Soylular onları küçümsüyord u, ama sonunda onları hesaba katmak zorunda kaldı. Bu ticaret türedileri, yoksul köylülerden toprak satın almaya başladılar. Köylüler de, tefeci fa izi ile borçlanmaktansa toprağı on­ lara satınayı yeğl iyorlardı. Tüccarlar toprak sahibi olunca kamu iş­ lerinin yönetimine, devlet mem urluklarına, yargıya, orduların ko­ mutasına -o zamana kadar yalnızca soylulara sağlanan tüm hakla­ ra- ısrarla katılmak istediler. S a L o N v E D E M O K R A S I Y A K LA Ş l M L A R I 1 135 Ama mülksüzler kitlesi ile ittifak yapmadan, sömürü len halk yı­ ğınına dayanmadan bu işte nasıl başarı gösterilir? Böylece soyluluğa karşı, bu tutku ve yoksulluk ittifakıyla güçlenen sınıf mücadelesi sert bir biçimde yeniden başlıyord u. Soyluların uydurduğu sözcüklerle " kakoi" lere karşı " kalokagat­ hoi" lerin m ücadelesiydi bu. Spor yaparak, bütün erdemlere, Musa­ lara yönelerek yetişmişlerdir " Kalokagathoi " lar, söylediklerine ba­ kılırsa. Hem güzel, hem de soyludurlar. Sözcüğün iki anlamında d a soyludurlar: Doğuştan soylu v e t ü m başarıya, mücadeleye hazır. " Kakoi " lar ise, hem kötü hem de değersizdirler. " Pis insanlar "dır bunlar: Doğuştan aşağılık olan bu insanlar, avamdandırlar ve aşağı­ lık olmayan hiçbir iş ellerinden gelmez. Tuhaf sözcükler, ama, girişilen mücadelenin sonucu, bunları ya­ lanla ya ca ktı r . Birçok sitede, sonunda demokratik kurtuluşa, ya da, hiç değilse, antik toplumun bundan anladığı şeye varacak olan bu sınıflar müca­ delesinin evrelerini burada adım a d ı m izlemek gerekmez. Atina ile yetinelim ve anlatımızı yasa koyucu-şair Salon'un öy­ küsüne bağlayalım. Solon soylu bir ailedendi . Bağlı bulunduğu "gens " Atina'ya son kralını vermişti. Yine de, bilmediğimiz nedenlerle b u aile I . ö . VII. yüzyılın ortasında çok parasız kalmıştı. Atina'da sanayi ve ticaretin birden güçlü bir biçimde geliştiği yüzyılın bu ikinci yarısında büyü­ yen Solon d ünyayı dolaşarak ve zeytinyağı satarak yeniden servet edinmeye karar verdi. Demek ki o, zeytinyağı ticaretine atılan ailenin bir oğlu ve bir şa­ ir. Yeni ülkelere gitme ve çok eski uygarlıkları görme arzusu -genç lonia ile dört beş bin yıllık Mısır-, Salon'un hayatını kazanmak için yolculuk etme kararında kuşkusuz çok yer tuttu . Çok daha sonra, yasa koyuculuğu işi sona erince, yaşlı Solon yeniden denize açılacak­ tır. Yeni bilgiler edinme tutkusu, kendisine özgü yaşianma ya da bel­ ki genç kalma tarzıdır. Şöyle yazar : "Her gün bir şeyler öğrenerek yaşlandım. " Solon, karar verdiği gibi, ticaret yaparak yeniden servet edindi­ ğinde ömrünün tam ortasında Atina'ya döner. Hemşehrileri onun 1 36 1 ANTIK YUNAN UYGARLICI önyargılardan uzak bir kafa , hele de temelli dürüst bir insan olarak görürler. Solon Atina'da birbirleriyle kanlı bıçaklı bir kavgaya giri­ şmiş olan her iki sınıfı n gözünde de popüler bir kişilik olmuştur. Ün­ lü adamlar sıralamasında Solon'a yer veren Plutarkhos ondan çok güzel söz eder: " Zenginler zengin olduğu için, yoksullar da namuslu olduğu için takdir ediyorlardı onu . " Bir gün Solon, ülkesine büyük bir hizmette bul unma cesareti gösterdi. Belki biraz düzeltilmiş olan, ama, Solon'un elimizde kırık dökük parçaları kalmış bir şiirinde buna değinildiği şekliyle, gerçek olaylara dayanan öyküyü anlatan yine Plutarkhos'd ur. O dönemde Atina ile Megara, ikisi de ticaret ve denizcilik kent­ leri haline gelmekte olan bu komşu siteler, Salamis'in mülkiyeri ko­ nusunda çekişiyorlardı. Atina açıklarındaki bu ada, limanın kilidi gi­ bidir. Adayı elde tutan Atina'ya egemen olur ya da onu sıkıştırır. Atİnalıların tüm çabalarına karşın Megara'lılar onu işgal etmişlerdi. Bunun üzerine, bu olaydan alınan Atinalılar, Plutarkhos'a göre, halk önünde bir daha Salamis'den söz etmeyi ölüm cezası ile cezalandıra­ cak bir yasa çıkardılar. Solon kendine deli süsü vermeyi düşündü. Deliliği inandırıcı gö­ züktüğü bir gün site alanına gider, duyurular taşına çıkar ve Sala­ mis'in güzelliği ve onu Megara'lılara bırakmanın Atina için taşıdığı utanç hakkında kendi yazdığı bir şiiri toplanan halka okur. Onu din­ lerler ( deli bu adam ! ) , sonra söylediğine bakıp zıvanadan çıkarlar. Halk Salamis'e yürür, harekatı S olon yönetir. Ada yeniden Mega ra'­ lılardan alınır. Bu şiirden ayrılma birkaç d izeyi aşağıya aldık. Solon şöyle söy­ l üyor: "Ey A tinalılar, biz bırakıyorsak Salamis 'i - ben artık A tina/ı ol­ maktansa - Pholegandros ya da Sicinos 'un yurttaşı ( ikisi de Ege'de­ ki küçük köylerdir) diye anılmak isterim - yakında diyecekler, çünkü: - işte bir A tina/ı, Salamis 'in döneklerinden biri! . . Öyleyse varalım Salamis'e! - Vuruşalım güzel adamız için - ve utanç bizden uzak olsun!" - Hem popüler hem de yürekli bu ses halkın hoşuna gitti. Öykü güzelleştirilmiş olsa bile, Solon'un Salamis'in yeniden fethinde eleba­ şı olduğu bellidir. Solon'un uyandırdığı saygı ile birlikte, Atİnalıları bölen çatışma­ da onu hakem ve yasa koyucu olarak seçtiren işte bu olay old u. SoLoN vEDEMOKRASI YAKLAŞl M LARI \ ı37 Varolan kampları son bir kez yeniden belirtmek v e tamamlayıcı birkaç açıklama yapmak gerekir mi ? Soyl u büyük mülk sahipleri sonunda Attika ovasının toprağını tümüyle ya da nerdeyse tümüyle ele geçird iler. Bu geniş alanları ya­ kınları, adamları, köleleri ile işliyorlardı. Arpa ve buğday az görülür. Bunun pek önemi yoktur: Karadeniz kıyılarından getirilirler zaten. Bağ, incir ağacı, zeytin ağacı boldur: Bir bölümü dışarı satılır. Bu ge­ niş mülkler küçük toprak sahiplerinin ortadan kaldırılmasıyla gitgi­ de büyürler. Mülk sahibi -Eupatride- feodal bir bey gibi, işletmesine uzaktan göz kulak olur. Zamanla kentte sürekli oturma alışkanlığını edinir. Artık asıl işi politikadır. Yönetir ve savaşır. Yargılar, henüz yarı ya­ rıya yazılı bir hukuka göre yargılar ve yorum durumunda, eşitleriy­ le birlikte sadece kendisi söz sahibidir. Bu soyluların karşısında halk, öncelikle de köylü proletarya var­ dır. Sayıları gitgide azalan kimi özgür mülk sahipleri vardır: Bunlar toprağın bir şey elde edilemeyecek kadar kötü olduğu d ağın yamacı dışındaki işletmecilerdir. Kiracılar -serfler-, borç altında kemirilen köylülerdir. Ürün ister iyi ister kötü olsun, her zaman altıda beşi be­ yin, yalnız altıda biri zavallı "altıda birci" lerindir. Bu oran, insanın koca bir yüzyıl boyunca tüm Attika kırsalında duyduğu öfke çığlık­ larını doğurur! Sunaltıcı durumuna sımsıkı bağlı köylünün bir de kentten satın almak ya da zanaatçıya evinde yaptırmak zorunda ol­ duğu mamul eşyaların, aletlerin görece çok pahalı olduklarını ekler­ sek buna. Oysa köylünün sunduğu tarım ürünleri, bunları soylu bü­ yük mülk sahibi de sata bildiği için, ucuzdur. Yarın, bütün bu özgür küçük m ülk sahipleri köle olacaklardır. Düşünelim ki onlardan biri ipotekli toprağını satsın: İşte size kır iş­ çisi, düz işçi, işsiz ( özgür bir insana iş yoktur: çok köle vard ı r ) . Var­ sayalım ki kiracı 5/6 'larını ödeyemesin: Yine köledir. Varsayalım ki, bu koşullar içinde, aldatıcı mülkünü bırakıp, göç etmeye çalışsın: Artık kaçak köle gibi aranır. . . Köle lik, yaşamının tüm çıkış yolların­ da onu gözetler. Aslında, l.ö. VII. yüzyılda Atti ka'da oynanan oyun, korkunç bir dramdır. Büyük m ülkierin çevresinde, toprak her yerde sınır taşla­ rıyla doludur. Bu sınır taşları ipotekli toprak üzerinde Eupatride'in 1 38 ! A N T I K Y U N A N U Y G A R L I C I mülkiyet hakkını gösterir: Ipotek olanı ve borçlanılan bedeli bu taş­ lar belirtirler. Bu sınır taşları, soyluların Atina halkını köle bir halk haline getirmekte oldugunu ifade ederler. Toprak ve iktidar birileri­ nindir. Öbürleri ise yurttaşlar topluluğu dışına atılmıştır. Eupatri­ de'ler Atina halkını sadece bir demirbaş köle halkı olma durumuna düşürecekler midir? Atina bir başka Sparta mı olacaktır yoksa ? Demokrasiden ne kadar da uzakta görünüyoruz! Bununla birlik­ te kurtul uş yakındır. Coğrafya, Attika'yı bir denizciler ve tücca rlar ülkesi haline getir­ d i . Daha uzun iki kenan -1 8 0 kilometre- olan, denizle kuşatılmış şu uzun üçgene bakın. Bazen hafif kayıklar için sığlık, bazen daha mo­ dern gemiler için derin sulu liman olan şu koylara ve şu kıyılara bir bakın. Attika'dan Asya'ya kadar, denizeiyi kendine çeken ve ona gü­ ven veren şu adalar köprüsüne bir bakın. Akropolis'in eteğinde Atina'da ve az sonra da, Pire'de olduğu gi­ bi, Attika kıyısında bütün bir balıkçılar, denizciler, küçük kayık sa­ hipleri, zanaatçılar, tüccarlar topluluğu kaynaşır. Kimileri pırtılar içindedir. Kimileri zengin olup, yavaş yavaş topra ktaki aristokrasiye bağımlılıktan paçayı kurta rır. Birçokları seyahat eder. Çoğu işbilir açıkgözlerdir bunların. Soyluların, ürünlerini dışarı satmak için bu denizcilere, bu tüc­ carlara gereksinimleri vardır. Içlerinde şaraplarını ve özellikle değer­ li zeytinyağlarını taşıdıkları kırmızı ve siyah büyük küpleri yapacak, kentin kenarında yer alan mahalleleri durmadan genişleyen çömlek­ çi zanaatçılara da gereksinimleri vardır. Bu güzel Attika küplerini, daha Solon zamanında, Karad eniz kıyılarında olduğu kadar Mı­ sır'da da, Sicilya'da old uğu kadar Cumes'de ( Kimis) ve Etruria'ya varıncaya kadar her yerde görürüz. Soylular, sonunda, yoksul köylüler sınıfını köleleştirebilecekler­ di, ama yoksul ya da zengin, zanaatçı ve tüccarlada görüşmek zo­ runda kaldılar. Yoksul köyl üler görünüşte halk tabakasın ın en çaresiz, eli kolu bağlı kısmını oluştururlar. Bu nedenle bu kesim en çok başkaldıran ve sayıca en kalabalık kitledir. Bunlardan kimileri, eski bir geleneğe dayanarak, yalnız ve yalnız Attika'daki bütün toprağın eşit bir yeni­ den dağıtımını talep ederler. Reformlar ancak, bu yenileştierne hareketinin önderi Salon'un 140 ı ANT1 K YUNAN UYGARLıCı izinden giden hiç sevilmeyen despot hükümdar Peisistratos'un ( Pi­ sistratos ) şiddet yöntemleriyle gerçekleşemed iği bir dönemde, tarihi evrimin mantığı gereği işte bu kitle tarafından gerçekleştirilecektir. Tüccarlara gelince, bunlar Atina halkının en ölçülü, en becerik­ li, görüşmeye en hazır, sitenin işlerine karışmada en kararlı bölümü­ dür. Tüccarlar gerek özel yaşam, gerekse kamu yaşamında, kendile­ rinin dışında, yalnız Eupatride'lerce alınan kararları kabul etmek zo­ runda kalmaktan usanmışlardır. Onlar yurttaştı rlar: Siteyle ilgili haklarının her tür gerçeklikten yoksun kalmasını istemezler. Aşağı sınıfı n toprak soyluluğuna karşı yüzyıllardan beri sürüp gelen mücadelesinde, zaferi sağlayan şey, sonunda halkın iki bölü­ münün, zanaatçılar ve tüccarlar birliği ile küçük köylüler ve tarım iş­ çilerinin ittifakı oldu. Sonunda bir uzlaşmayı dayatan kanlı karışıklıkları geçelim. Bu uzlaşma, iki tarafın -"gentes " soyluları ile halkın-, geniş çaplı bir ekonomik, toplumsal, siyasal reforma girişmekte görev alacak bir hakem seçmek üzere anlaşmasından ibaretti. Seçilen hakem, ne olur­ sa olsun, Atinalıların en güvendiği kişi -ezilenler onun adalet aşkına güveniyorlar, ezenler ise onda kendi kastlarından bir insanı görüyor­ lardı- Solon oldu. Soylular yanıldılar. Solon bir kastın adamı değil­ d i : O Atina'nı n bir yurttaşıydı . Demek k i Solon 5 9 4 'te, devleti d üzeltmek için olağanüstü yetki­ lerle arkhon olarak seçildi. Solon hemen kimileri ekonomik ve toplumsal, kimileri siyasal olmak üzere çok cesur ( yine de ölçülü) birtakım önlemler aldı. Salon'un yarı köle köylü sınıfını tam kölelikten kurtaran ilk refor­ mu -en gerekli olanı- toprakların ve insanların tamı tamına serbest bı­ rakılması idi. Toprağın serbestliği şuydu: Eupatride'lerin mülkiyeti al­ tındaki toprakların başkasına ait olduğunu belirleyen sınır taşları yer­ lerinden kaldırılıyor ve toprak, kiracı ya da köle haline gelen borçlu­ ya gerisin geri veriliyordu. Kişilerin serbestleşmesi de şöyle oluyordu: Borçlarını ödeyemeyen bu borçlular, topraklarıyla birlikte özgürlükle­ rine kavuşmakta, borçları ise bağışlanmaktadır. Üstelik, köle olarak dışarıda satılmış olanlar araştırılmakta, devletçe yeniden satın alınıp azat edilmekte ve sonunda kendi mülklerine yerleştirilmektedirler. Solon, toprağın ve insanın bu şekilde gerçekleşen kurtuluşunu S a L o N vEDEMOKRAsl Y A K LAş ı M LARI i bugün d e elimizdeki bi rta kım dizelerle kutlar; bu dizelerde hem onun derin toprak sevgisi hem de derin insan sevgisi göze çarpar. Tanrıların en eskisi olan Toprağa seslenir ve ondan tarihin mahke­ mesi önünde kendinden yana tanıklık etmesini diler. Şöyle der: " Çağın mahkemesinde, tanıklık edecek bana, O lympos ' l u ların yüce anası kara Topra k; her yerde gömülü sınır taşlarını ka ldırdım onun. Ve geri geti rdi m Atina 'ya, tanrıların kurd uğu yurtlarına, a z çok adalet üzre köle diye satılan nice insanı. Kimileri ise sürülmüşlerdi. Bir borç yüzünden, öyle çok yer dolaşmışlardı ki. Kon uşmuyorl ardı artık Attika dilini. Kimileri de ü l kede haksız bir köleliğe katla nıyorlard ı v e titriyorlardı efendilerinin g a z a b ı karşısında. Hepsini, hepsini özgür kıldım ben . " Atİnalı şairlerin e n eskisinde, yeniden özgürlüğe v e mal mülkiye­ tine kavuşturmayı becererek ezilen halkına gösterd iği sevgi, işte bu görkem li dizelerle dile gelir. Böyle bir önlernin -borçların kaldırılması- zenginlerin zararına olduğu söylenecektir. Hiç kuşkusuz öyledir. Ama, bu zenginler, güç­ lerini kötüye kullanmışlardı: Solon onların yediklerini kusturma ce­ saretini gösterdi. Bu cesur önlem geçmiş hesapları kapatıyor ve Ati­ na halkını kurtarıyordu . Solon bu önlemi böyle bir durumun gele­ cekte geri gelmesini önleyen bir yasayla tamamladı. Borca karşılık oluşan antik köleliği ortadan kaldırdı: Bundan böyle, şahısları rehin alarak, borç vermek yasaklandı. Bu yasa bireysel özgürlüğü kuru­ yordu: Attika hukukunun köşe taşı oldu bu. Böyle bir yasa başka hiçbir Yunan sitesinde hiçbir zaman var olmamıştır. Ne kadar önemli olurlarsa olsunlar, başka birçok ekonomik ve toplumsal reformu bir yana bıraka lım. Bu arada Salon'un başardığı para reformu var. Bu reformlardan çoğu, o vakte kadar bir karşı güçle dengelenmeyen "gentes " iktidarını güç d uruma sokuyordu. 141 1 42 1i A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L ı C ı Salon'un kabul ettirdiği, babanın ölümü üzerine soyluların malvar­ l ığını mirasçılar arasında bölme yükümlülüğü böyleydi. Bu önlem, eski toprak soyluluğunu zayıflatıyordu. Yine yasal oğul olmadığın­ da, "gens" dışından seçilen bir mirasçıyı vasiyetle saptama izni var­ dı. Eski aile hukukuna indirilen doğrudan bir d arbeydi bu. En sonu, herhangi bir yurttaşın, soylu toprağı satın alma hakkı vardı. B ütün bunlar, gelişme halindeki halkı güçlendiriyor, mülkiyeri parçalıyor, küçük mülk sahiplerinin sayısını artırıyord u. Başka bazı yasalar da, o dönemde olabildiğince baba erkini sı­ nırlayarak cesaretle, bireyi özgürlüğe kavuşturmaktaydı. Babaya ye­ ni doğan çocuğunu terk etmeyi yasaklamak da düşünülmesi gereken bir şeydi. Baba bu çocuğu siteye tanıttığı gün, artık onun üzerinde yaşam ve ölümle ilgili hakkı kaybediyordu. Babanın artık yalnızca apaçık ahlaksız gidişat nedeniyle ancak kızını satmasına, yal nızca ciddi nedenlerle oğlunu kovmasına izin veriliyordu. En sonunda re­ şit oğul, devletin nezdinde babaya eşit oluyordu . Salon'un reform unun v e mücadelesinin özelliği, b i r kez cesaret ve sertlik gerektiren görevinin kavgasını verirken onu yüreklendi­ ren hakseverlik ve ölçülülüktür. Gerçekten de, Solon, açmış oldu­ ğu devrimci s a rs ıntı içinde iki cephede birden savaş yürütmeye ce­ saret etti. Hiçbir şey, m ücadelenin tam ortasında, bu "adalet" (Bu sözcük Salon'un şiirlerinde durmadan yinelenir) politikasından d a ­ ha z o r l u değildir. Solon, bize çok yıpranmış halde ulaşan yapıtın d a n bir p a rça­ d a , sırayla her iki yanı kendi k alkanıyla korur görünür. Topl u m ­ s a l bir devrim isteyen d a ğ l ı k bölge kökenli h a l k ı n aşırı taleplerine karşı, soyluları korumuştur. Solon aşağıdaki sözleri yazarken b u ­ n u a nıştırır: " Sağlam kalkanımla koruyarak sırayla her iki yanı ayakta kaldım, ve izin verınedim ne biri ne de öbürü üste çıksın haksız yere . " Yine şöyle söylemektedir: SO LO N V ED EM O K RA S 1 YA K LAŞ IM LA RI ı 1 43 ! " Eşit yasalar yazdım hem yoksula hem zengine doğru bir adalet saptadım her birine benden başkası, açgözlü ve ahlaksız biri alsaydı üvendireyi eline zaptedemezdi halkı. Ya ben yapmak isteseydim halk d üşmanlarının dilediklerini . . . birçok dulla dolu olurdu site. B u yüzden harcayarak tüm gücümü kollayıp durdum her yanı köpeklerin saldırdığı bir kurt gibi . " Iki kampın aşırı isteklerine takdire değer bir cesaretle direnen ölçülülüğünü, Solon cesaretini ifade eden bir diğer görünüş daha: " Dikildim onlar arasına itirazlı iki tarlayı ayıran bir sınır taşı gibi . " ( Burada yine Salon'un şiirini halkçı b i r hava belirler.) Bu büyük Atİnalının ekonomik ve toplumsal reformunun ö nemi ve özü böyledir. Solon'un siyasal reformu da, diğer reformları kadar önemlidir. Bu reform, üstünden kuşakların geçmesine kalmadan gereken mey­ vesini, yani demokrasiyi verecek olan yine aynı cesaret ve ölçülülük­ ten esinlenir. Solon kamu görevlerini dağıtmada, bu görevlerin yalnız soyluların ayrıcalığı olduğu bir sistemden, bunların, bütün yurttaşiara açık olaca­ ğı demokratik bir rej ime bir sıçrayışta atlamaktan sakındı. Bunu I.ö. VI. yüzyılın başında Atina'da ne Solon, ne de başka kimse yapabilirdi. Sınıflar mücadelesinde güçler dengesi, bunu kesin olarak engelliyordu. Solon şöyle yaptı . Soylu doğuşun elinden yüksek görev ve siya­ sal hak ayrıcalığını bütünüyle aldı. Doğum artık hiçbir şeyi belirle­ medi : Ama servet durumu çok şeyi belirledi. Solon bu duruma göre halkı dört sı nıfa ayırdı . Hali vakti yerin­ de sınıftan yurttaşların en önemli devlet görevlerine gelme hakları vardı: En ağır vergitere de katlanıyorlardı. Sonra gelen sınıflarda haklar aza lırken gerek vergi gerek askerlik olarak yükümlülükler de 144 1 ANT1K YUNAN UYGARLICI azalıyordu. Böylece, dördüncü ve sonuncu sınıfta yurttaşlar artık hiçbir vergi ödemiyorlar ve ancak çok istisnai olarak, kürekçi olarak ya da hafif silahlı birliklerde asker olarak bulunuyorlardı. Görülüyor ki, Solon anayasasına göre bir tür vergiye dayalı de­ mokrasi içindeyiz. Önemli olan soylu olarak doğmuş olmak hakkının reddedilmesidir; çünkü doğum kazanılmaz. Bu hak, servetle geçiyordu ötekine, servetse hiç değilse kuramsal olarak, kazanılarak elde edilir. Bununla birlikte, servet durumuna dayanan böyle bir sistem, de­ mokratik kazanırnın yükselen yolu üstünde hiçbir zaman bir sahan­ lık değildir. Halk güçlerinin itişi önünde yapılan ayrımlar, dikilen engeller çabucak yok o lacaklard ır. Yaklaşık bir yüzyı llık, ama, So­ lon öncesindekilerden çok daha az kanlı mücadelelerden sonra, siya­ sal hakların tümü de tüm özgür yurttaşların olacaktır. Demek ki, So­ lon, büyük bir cesaret ve seyrek görülen bir sakınganlık karışımı ile demokrasinin yolunu açmıştır. Salon'un sisteminde, zaten, şimdiden herkese ait bir hak vardır ki, en önemlisid ir. Biri nci sınıftan sonuncusuna kadar bütün yurttaş­ ların Halkın Meclisi'nde oy hakları vardır. Önemli bir olaydır bu: Meclis'te, zenginler ve yoksullar eşittir. Kim olursa olsun oy kulla­ nır, kim olursa olsun söz ala bilird i. Salon'un döneminde Meclis'in yetkisi kuşkusuz sınırlıyd ı. Ama, en azından Solon, orada yurttaşların oy kullanmakta hak eşitliği il­ kesini kabul ediyordu. Halk Meclisi, zamanla Atina'da kamu yaşa­ mının temel orga nı olacaktır. Yoksullar -sayıca hep en kalabalık kü­ medir- düşünceleri ile zenginlerin düşüncelerini alt etmekte hiçbir güçlük çekmeyeceklerdir. Elbette b irtakım bunalımlar ya da yeni re­ formlardan sonra, vergiye dayalı sistemin sınırları silinecek ve Atina, Yunan dünyasının en demokratik sitesi olacaktır. Bu gelişme So­ lon'un anayasasında tohum halinde bulunmaktayd ı. Öte yandan Meclis'ten başka bir kurum, Atina'da kamu yaşamı­ nın çok önemli kurumu, daha bu dönemde, Solon tarafından bütün halka açılmıştı . Bu kurum, daha sonra on bölüme ayrılmış 6000 yar­ gıçtan oluşacak geniş halk ma hkemesi olan Heliastes'ler ( Eiiastis) mahkemesidir. Herhangi bir yurttaş bu mahkemenin üyesi olabilir­ di: Solon böyle saptamıştı bunu. Solon, yargıçların verdikleri kararlara karşı bu mahkemeye tem­ yiz yetkisi vererek onun yargı alanını genişletti. Heliastes'ler, sonra­ dan hemen hemen tüm kamusal ve özel hukuk alanında yargılama yapacaklard ı r . Salon. ( 300 yılından sonraki b i r bronza göre, çağımızın I. yüzyılına tarihlenen kopya) i 1 46 � A NT1 K YUNAN UYGARLICI Görülüyor ki Salon'un işe karışmasından itibaren, Meclis'te bu. lunan ve Heliastes'ler mahkemesinde yer alan halk, egemenliğini kurma yolundaydı. Halkın egemenliği ise demokrasiden başka bir şey değildir. Aristo'nun dediği gi bi, " Halk, oylarının hakimi olunca, yönetimin de hakimi demektir. " B u VI. yüzyılın başında, daha şimdiden, konuşmacıların etkisiy­ le, barış antlaşmalarını, Parthenon ile Propylaion'ların ( Propi leon) ve başka şeylerin yapımını, her şeyi tartışan ve her şeye karar veren bir halk imgesinin belirdiğini görüyoruz. Fenelon çarpıcı bir özet olarak bu halk hakkında bize şöyle der: " Yunanistan 'da (Atina 'da demesi gerek irdi ) her şey halka bağlıydı, halk ise bir söze bağlıydı. " Sonuç olarak, Salon'un bu kadar güzel bir hayat yaratmasına içindeki hangi derin kaynağın, hangi sevginin izin verdiği araştırılır­ sa, sanırım şöyle denecektir: Solon halkını sevi yord u, Solon adaleti de seviyor ve ona, tanrıya inanır gibi inanıyordu. Onun tanrısının, öznitelik olarak sadece gücü değil, adaleti de vardı. Solon halkını seviyordu, dedim. Yaptığı reformdan söz ettiği parçayı hatırlayalım. Atina'ya dönen sürgünleri nasıl karşıladığına bakınız: " Öy le çok yer dolaşmışlardı ki, konuşmuyorlardı artık Attika dilin i . " Bu dizelerde sevgi gözyaşları vardır. Ve devam eden şiir, en azın­ dan örtülü olarak, insanlık dışı köleliğe karşı bir Yunanlının ağzın­ dan alınacak itirazla rdan birini, belki de en dokunaklısını içerir: " Kimileri de ü lkede haksız bir köleliğe katlanıyorlardı ve titriyorlardı efend ilerinin gaza bı karşısında Hepsini, hepsini özgür kıldım ben. " Bir insanı bir başka insanın k aprisleri karşısında titrerecek kadar alçaltan bir duruma karşı Salon'un içinde, elinde olmadan bir isyan davranışı koparan, onun halkına d uyd uğu sevgidir. Solon halkını iş­ te böyle seviyordu. Ama, adaleti de seviyordul Adalet onun inandığı tanrının kendi yüzüdür. Solon devletin başına zenginleri geçirdi. Ama onların ı S a L O N v E D E M O K R A S I Y A K L A Ş I M L A R ı ıl l 4 7 omuzlarına ne biçim bir sorumluluk yükled i l Solon onlardan adalet­ li davranış bekler. Tanrılarca ve yasa koyucu tarafından istenen gü­ zel düzeni bozan kötü zenginlere karşı yazdığı bir tü!' yergide, şa iri, sert bir öfke, kutsal bir öfke sarar. Şöyle ki (bu şiirsel parçayı özetl iyorum), onun halkın yöneticili­ ğine atadığı kimseler, yani zenginler, haksızlığa kapılır ve güçlerini yalnız çalmak için kullanırları Dinin koruyucuları olmaları gereken bu insanlar tapınaklarda bile hırsızlık ederler ! Her tür davranışı ada­ letin yasalarına bağlı olması gereken insanlar, sınırsız kazanç hırsia­ rı ile adalete saldırırlar! Adalet önce hakarete sessizce katlanır: Sal­ dırının anısını içinde saklar, cezayı hazırlar. .. Yergi yeniden alevle­ nir. Zenginlerin haksızlığının amansız ülseri, bütün siteye yayılır. Iç savaş başlar, gençl ik mahvolur, binlerce yoksul köleliğe düşüp, ayakları bukağılı yeniden sürgün yolunu tutar. Ensonu, zenginlerin zincirinden boşalttığı kamusal afet kendilerine döner. Solon bu afeti kişileştirir: Bu, adaletsiz zenginlerin yarattığı bir Kötü Cin'dir. Inti­ kaıncı adalet işinde, onu hiçbir engel durduramaz. Zenginlerin sığın­ dıkları villaların duvarlarından aşar. Onları nerede bulacağını bilir ve saklandıkları yatak odalarının en gizli köşelerinde bile yakalar onl a rı . Şa ire göre zenginlerin büyük haksızlık yaptıkları sitenin felaketi budur. Son dizeler yasa koyucunun yurdunda yerleştirmeye çalıştığı yasanın güzelliğini coşkuyla överler: " Sürdürür düzeni v e uyumu yasanın güzelliği her yerde. " Ve biraz ötede şöyle der: " Onun sayesinde i nsanlar arasında, her şey barıştır ve de Sağduyu ! " B u parçalarda Salon 'un bir politikacı değil, büyük bir yasa ko­ yucu olduğunu görüyoruz; her şeyden önce kişiliğinde aklın berrak­ lığı ile yüreğin sıcaklığını birleştiren bir bilinç, bir insandır o. Yu­ nanlılar, bir şair, bir "coşkulu kişi " derlerdi onun için. Adalet, onun içinde vardır. Atina'nın yeni doğan demokrasisinde onun kalıcı kıl­ mak istediği şey, budur. Ama bu demokrasi gerçekten egemen bir halk demokrasisi mi­ dir ? Içinde taşıdığı ciddi sınırlamaları ve öncelikle köleliği bulacak­ tır karşısınd a . Kunduracı. (VI. yüzyıldan vazo) BöLÜM VII K ö LEL iK, KADININ DURUMU nI :�� m demokrasiyi icat ettiler. Amenna. Ama onlar de· nanlılar r içerisinde ki birtakım sınırlamalada i ca t ettiler. Ş imdi bu sınırlamaları açmak gerek. Bu sınırlamalar, uğrunda halkların bunca savaştıkları bu " halk egemenliği " nin değerini ve etkisini, hem de başından beri, ciddi bir biçimde bozdu. Şu sınırlamalar, işi daha da beter ettiler: O kadar ka­ tıydılar ki, demokrasinin ilerlemesini engellediler, ters yönde bir et­ kiyle gelişmeyi dondurdular. Hatta insan, kendi kend ine, bu sınırla­ malardan kimisinin antik uygarlığın başarısızlığının temel nedenleri arasında sayılıp sayılmayacağı sorusunu sorabilir. Bu sınırlamalardan başlıca iki tanesini belirtiyorum: Kölelik ve kadına dayatılan kötü yaşam koşulu. ( Hemen hemen bu kadar ciddi başka sınırlamalar da olacaktır . ) 1 50 ı ANT1 K YUNAN UYGARLı Cı Biliyoruz ki, demokrasi bütün "yurttaşlar" arasındaki eşitliktir. Hem çok, hem de çok az. Şöyle ki, Atina'da, I . ö . V. y ü zyılda -böy­ le hesapların güç ve şüpheli olmalarına karşı- yakLlşık 1 3 0.000 yurttaş (karıları ve çocukları hesaba katıldığından, bu durumda seç­ men sayısı 1 3 0 .000'den çok uzak ! ) , başka sitelerden gelip de Ati­ na'da sürekli biçimde yerleşen ama siyasi haklardan yararlanmayan 70.000 yerleşik yabancı ve en sonu 200.000 köle olduğu kabul edil­ mektedir. Bu demektir ki, 400.000 nüfuslu bir halkın yarısı köleler­ den oluşmuştu. Yine, bu demektir ki, yurttaşların siyasal hakları ko­ nusunda çok eşitlikçi Atina demokrasisi, geniş ölçüde ancak kölele­ rin emeği sayesinde yaşıyor ve sürüp gidiyordu . Bu durumda kölelik, Yunan demokrasisinin çok açık b i r sınırla­ masını oluşturma ktadır. Hiçbir a ntik toplum köleliği bırakmadı. Kölelik bugün " insanın insan tarafından sömürülmesi" denen şeyin ilk biçimidir. Bunun içinde en acımasız alandır. Ortaçağ toplumu evet artık köleliği tanımıyordu, ama orada da toprak köleliği söz ko­ nusudur (serfler ) . Modern topl umun ise, sömürgeciliğin yanı sıra, ücretlileri vard ır. En güçlü kişilerin en zayıflara yaptığı baskılardan dolayı insanların kurtu luşu çok ağır yol almaktadır. Bununla birlik­ te, toplumlarının varolduğu günlerden bu yana yoldadır. Köleliğin nedeni nedir? Kölelik -ne kadar aykırı gözükse de- il­ kin bir ilerleme olarak ortaya çıkar. I lkel Yunan boylarında köleler yoktu. Bu boylar birbirleriyle savaştıkları zaman, tutsakları öldürü­ yorlardı. Çok çok eskilerde (1/yada'da bunun izleri vardır) tutsakla­ rı çiğ ya da kızarmış olarak yiyorlardı. Kölelik, insanlık yüzünden değil de, tutsağın çalışarak kazandıracağı şey için, ya da ticaret baş­ layınca tutsaklar para ya da başka şey karşılığı satılmaya başlandığı için, onun sağ kalması yeğlenince doğmuştur. Olasıdır ki, insanlar ti­ caret yapmaya başl a d ı kları zaman, alışveriş konusu olan ilk mallar­ dan biri insanlar olmuştur. Ama, sonuçta bu ilerleyiş, ilkel savaş ge­ leneğinin yarattığı vahşetin -çıkar nedeniyle tabii- bir tür yumuşatıl­ ması idi. Gerçekten de, kölelik savaştan doğar ve eski Yunan topl umun­ da kölelerin çoğu eski savaş tutsaklarıd ır. Bir savaştan sonra, bir ı KöLELIK, KADININ DuRuMu ı kurtulmalık ödeyemeyen kimi tutsaklar satılırlar. Bir saldırıdan son­ ra ele geçirilen bir kentin erkekleri genellikle kılıçtan geçirilir; ama kadınlarla çocuklar, galipler arasında ganimet olarak kuraya konu­ lur veya köle olarak tutulur ya d a satılırlar. Bu kurallar Yunan site­ leri arasında sıkı sıkıya uygulanmazlar. Yunanlıları köle olarak sat­ makta birtakım d uraksamalar yaşanır; Yunan kölelerin iyi para et­ memeleri yüzünden güçlenen d uraksamalardır bunlar. Ama, Yunan­ lılarla Persler ya da Yunan olmayan başka halklar arasındaki bir sa­ vaşta, kural katıdır. Perslere karşı kazanılan bir Yunan zaferi anlatı­ lır ki; bu zafer ertesinde yirmi bin Pers tutsak köle pazarlarına dö­ külmüşlerdir. Köle tüccarları orduların ardından giderler. Köle ticareti çok canlı ve karlıdır. Barbarların ülkelerine yakın Yunan kentlerinde bü­ yük köle pazarları vardır. Bunlar özellikle lonia'da Ephesos'da, Byzans'ta, Sicilya 'daki Yunan kentlerindedir. Atina'da köle pazarı yılda bir kez kurulur. Kimi köle tüccarları bu işten büyük servetler edinmişlerdir. Bununla birlikte, savaşta tutsak edilmekten başka köle olma bi­ çimleri de vardır. Önce doğum gelir. Köle bir kadının çocuğu köle­ dir. O ananın malı değil, ananın sahibinin malıdır. Zaten sık sık ve hatta çoğu zaman, çocuk doğduğunda yol kenarına bırakılır ve ölür. Efendi bu çocuğu yaşatmanın, çalışabiieceği yaşa gelene dek onu beslemenin çok pahalı olduğunu düşünür. Yine de bu kural genel de­ ğildir: Birçok tragedya kölesi, efendinin evinde doğmuş olmakla övünür. ( Ama tragedyalara çok d a inanmayalım ! ) Bir başka kölelik kaynağı korsanlıktır. Balkanların kuzeyi ya d a Rusya'nın güneyindeki barbar denilen ülkelerde, korsanlıkla uğra­ şan birtakım insanlar baskınlar yapar ve bu baskınlardan satmak üzere birçok körpe beden getirirler. Çok iyi kölelerdir bunlar ve bu iş, insan avcılarının kaçakçılığını ö nlemek için devletin ve güvenlik sorumlularının yeterince güçlü olmadığı kimi Yunan ülkelerinde de ( örneğin Teselya'da (Teselia ), Aitolia'da ( Etolia ) ) yapılır. Ensonu, özel hukuk da, bir köle devşirme kaynağıdır. Yunan devletlerinin çoğunda borcunu ödeyemeyen borçlunun köle olarak satılabildiğini unutmayalım. Bildiği mize göre yalnız Atina, Salon'un borç nedeniyle köleliği yasaklamasından sonra, bir istisna oluşturur. Yine de, insansever Atina'da bile, aile babası yeni doğan çocukları­ nı, en azından onları bizdeki vaftize benzer bir törenle siteye tanıta- ısı 1 52 1 A NT I K Y U N A N UYGARLICI sıya kadar, yollara bırakma hakkına sahiptir. Bazen onları, köle tüc­ carları toplarlar. Daha kötüsü vardır: Atina dışında, Yunanistan'ın bütün kentlerinde, çocuklarının sahibi, mutlak hakimi sayılan aile babası her zaman, büyüdükleri zaman bile, onlardan kurtulabilir ve onları köle olarak satabilir. Aşırı yoksulluk günlerinde bu zavallıla­ ra yönelik korkunç bir eğilim vardı r ! Bu satış Atina'da, sefihlikten suçlu bulunan kızların satışı dışında yasaktır. Savaş, doğum, korsanlık, özel hukuk: Köleliğin belli başlı kay­ nakları bunlardır. Görülüyor ki, yalnızca sitenin üyesi olmamakla kalmayıp, insan yerine bile konmaz köle: Hukuk açısından, o, ancak bir mülkiyet ko­ nusu, sarılacak, devredilecek, kiralanacak, verilecek bir nesnedir. Eski bir filozof, kölenin bir " canlı alet" -kendisine verilecek buyrukları aniayıp yerine getirme becerisini gösterecek bir tür maki­ ne- olduğunu söyleyerek onun d urumunu tam olarak belirler. Köle, başka bir insana ait olan bir insan, bir aletti r: Onun eşyasıdır. Ama yasa ona hiçbir hukuksal varlık tanımaz. Gerçekten onun adı bile yoktur: Geldiği yerin adını ya da her yerde kullanılan bir tür takma a d taşır. Evliliği yasal değildir. lki köle birlikte yaşayabilirler; efendi bu birlikteliği hoşgörebilir; bu evlilik değildir. Efendi erkeği ayrı, kadını ayrı s ata bilir. Yavruları onların değil, efendinindir: Efendi gerekli görürse onları ortadan kaldırır. Köle, mülkiyet nesnesi olduğundan kendisinin mülkiyet hakkı yoktur. Olur da, bahşişlerden ya d a başka türlü şeylerden kendisine birkaç kuruş ayırırsa, o bunu a ncak hoşgörü gösteri lirse biriktirir. Efendinin onu kölenin elinden a lmasını hiçbir şey engellemez. Efendinin köle üzerinde her türden cezayı uygulama hakları da vardır. Efendi onu zindana atabilir, dövebil ir, çok dayanılmaz bir iş­ kence olarak boynuna !ale vurabilir; kızıl demirle dağlaya bilir, hat­ ta -a ma Atina'da değil- öldürebilir; ama bu zaten efendinin işine gelmez. Gerçekten efendinin çıkarı kölenin tek güvencesidir. Efendinin aletini bozmak gibi bir niyeti yoktur. Aristo bu konuda şunu belir­ tir: " Işin gerektirdiği ölçüde, alete de özen göstermek gerekir. " De­ mek ki, köle iyi bir iş a leti ise, onu yeterince beslemek, daha iyi giy- KöLELIK, KAoıNıN DuRuMu 1 ı ıs3 dirmek, onu dinlendirmek, bir aile k urmasına izin vermek, o çok bü­ yük ve binde bir görülen ödülü, yani özgürlüğü, kölelikten kurtulu­ şu ona azıcık sezdirmek akıllıcadır. Platon efendinin kölesine iyi davranmaktaki bu çıkarı üstünde d urur. O köleyi basit bir "hayvan" sayar, ama filozofa göre eşyanın doğasında olan bir eşitsizlikten do­ ğan köle durumuna karşı bu "hayvan "ın ayaklanması gerekmez. Platon bu durumda " hayvan " a iyi davranmak gerektiğini kabul eder ve " onunkinden çok bizim yararımıza " diye açıklık getirir. Denildi­ ği gibi, tam " idealist" felsefe. Öyleyse kölenin hukuksal durumu insanlık dışıdır. Üstelik, köle bir insani varlık değil, yurttaşların ya da başkalarının kullandığı ba­ sit bir " a let" sayıldığına göre, kölenin hukuksal hükmünün olmadı­ ğını tekrarlayalım. Bununla birlikte, bütün bunların biraz kuramsal kaldığını ve özellikle Atinalıların, gündelik hayatta, bir öküz türü ve bir at türüy­ müş gi bi, kölelerden doğması nedeniyle köle kalmaya ve insanlara hizmet etmeye yazgılı, kesinlikle insan türünden ayrı ve insanın ev­ cilleştird iği bir " köle türü" yaratacak doktrine razı olmadıklarını unutmamak gerekir. Atina lılar köleleri ile ilişkilerinde filozofları kadar katı ve bağ­ naz değildir. Daha az bağnaz ve daha insa nca olan Atinalılar kölele­ rine genellikle insan gibi davranıyorlardı. Az sonra bunun birkaç ör­ neğini göreceğiz; yine de burada yalnız Atinalıların söz konusu oldu­ ğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Ö bür Yunan halkları -yalnız Spartalılara bakalım- kölelerine, Heilot'lara karşı çok acımasız oluyorlardı. Spartalılarla aynı bölge­ de yaşayan bu demirbaş kölelerin (ve başkalarının) efendilerinden dokuz on misli kalabalık olduklarını belirtmek gerekir. S partalılar kölelerinden çok korkuyorlardı: O nları itaat halinde tutmak için bir yıldırma d üzeni kurmuşlardı. Heilot'ların güneş battıktan sonra ku­ l übelerinden çıkmaları, ölüm cezası gerektiren bir suçtu. Başka bir­ çok yasak vardı. Ayrıca, bunların sayılarını azaltmak için, Spartalı­ lar zaman zaman, herhalde yılda bir kez, katliam seferlerinden baş­ ka bir şey olmayan köle aviarı d üzenliyorlardı. Kırda pusu kuran gençler Heilot denilen bu pis hayvanları kovalıyorlar ve öldü rüyor­ lardı. Savaşın dehşetine karşı güzel bir idman, deniliyordu. Böylesi iğrenç şeyler, az sayıda ayrıca lıkların yararına olsa da, aynı zaman­ da hayranlık uyandıran, hoş ve güzel şeyler icat eden bir uygarlıkta 1 54 ! A N T i K Y U N A N U Y G A R L I C I varolabildiler. Uygarlık çok karmaşık bir şeydir; Yunan uygarlığın­ dan söz ederken de, üstünlüklerine karşın, bunun bir köleci toplum uygarlığı olduğunu unutmamak gerekir. Belki de, bu bize insanlığın tümü için yaratılmayan bir uygarlığın, bu adı taşımaya layık olma­ dığını ya da hep barbarlığa vardırma tehlikesi taşıdığını düşündürür. Gelelim Atinalılara. Atina' d a köle yurttaşlar, en azından öbür yoksullarla aynı biçimde giyinmiştir. Hiçbir işaret bir köleyi özgür bir insandan ayırmaz. Aile içinde efendi ile açıkça konuşur. Koroed­ yalarda birçok bölümler kölelerin efendinin bütün kusurlarını yüzü­ ne karşı söylemekten korkınadı klarını gösterir. Atina lı köle birçok dinsel törende yurttaşlarla aynı düzeyde kabul edilir. Eleusis'in ( Elefsis) esrarına bile alıştırılabilir; bu törende mürninler gibi ona da ölümsüzlüğü kazandıran inanışlar ve kurallar öğretilir. Özellikle, Atinalı efendinin artık kendi kölesi üzerinde yaşam ve ölüm hakkı yoktur. Efendi onu çok sert bir b içimde cezalandırırsa; köle, hem de tanrının koruması altında, birtakım kutsal yerlere s ığınabilir; efendi­ sinden kendisini bir başkasına satmasını isteyebilir. Yunanistan'ın öbür kentlerinde köle, bütün özgür insanların sertlikleriyle karşı karşıyadır. Herhangi bir yurttaş, sokakta onu ala­ ya alabilir ya da dövebilir. Platon bunu çok iyi bulur. Atina'da böy­ le bir şey yoktur; orada aristokratlar kölelerini durup dururken dö­ vemedikleri için küplere binerler. Atina, yöneticilerin ya da güvenlik sorumlularının sertliğine kar­ şı kölelere güvence bile verir; bu güvenceler bir h ukuksal durum baş­ langıcı gibidirler. Şöyle ki, bütün Yunanistan'da kolluk güçleri yö­ netmeliklerinde yaptırım olarak özgür insanlar için para cezası, kö­ leler (paraları yoktur ki) için ise kırbaç vardır. Ama Atina'dan baş­ ka yerlerde kırbaçlamanın süresi yargıcın ya da işkencecinin canının istediği kadardır. Atina'da ise, tersine, en yüksek para cezası yurttaş­ lar için elli drahmi olarak sapta ndığından, en fazla kırbaç sayısı da elli olarak saptanmıştır. Böylece, yasa, burada köleye devlet temsil­ cilerine karşı bir hak tanımaktadır. Önemsiz ama bu yine de hukuk­ sal bir devrimin ilk adımıdır. Zaten başka siteler bu yolda Atina'yı izlemediler. Köleye ilişkin bir hakkın böyle yasa ile tanınması, tü­ müyle köleliğe dayanan bir toplumda tehlikeli gürün üyordu. Atina için de fazla pırıltıl ı bir tablo çizmeyelim. Atina köleleri­ nin aşağı katlarında, özellikle de madenlerde, ancak çalışmalarına yetecek, çoğu zaman da yetmeyecek kadar yiyecek verilen ve çalış- KöLELiK, KADıNıN DuRuMu i : 1 maları ancak dayakla kesintiye uğrayan binlerce p i s yaratık olarak sürünür ve öl ürler. Filozoflar, Atİnalıların kölelere davranış biçiminin tamamıyla tutarsız olduğunu düşünürler. Bakın Aristo aşağılayan havası ile diş­ leri arasından ne fısıldıyor: " Demokrasi kölelerin anarşisine boyun eğmek tir. " Peki ama köleler nasıl bir işte çalışıyorlardı ? Yurttaşların kolla­ rını kavuşturup oturduklarına ya da kamu işleriyle uğraştıklarına, bütün işin, bütün üretimin de, kölelere düştüğüne inanmak büyük bir hata olur. Köleler yurttaşlar için mal üretirken, onların aylak ol­ ması, yalnız politika ile uğraşması kimi filozoflar tarafından bir tür ideal gibi sunulabildi. Oysa gerçek büsbütün başka idi. Atİnalı yurttaşlardan çoğunun bir mesleği vardı: Onlar köylü, tüccar, zanaatçı ya d a denizciydiler. Köleler ise, üretimin alt düze­ yinde -hep canlı alet olarak- kullanılıyorlardı. Ö nceleri, ev işlerinin en büyük bölümü köleler içindi. Evde he­ men her şey köle kadın hizmetine bağlıyd ı . Örneğin, antik değirmen taşları ile çok zahmetli bir iş olan tahılı dövmek ya da öğütmek : Ho­ meros 'ta, " dizleri yorgunluktan kırılmış " kadınlar, geceleyin bu işe koyulanlardır. Ekmek pişirmek ve genel olarak yemek yapmak da onlara düşer. Kumaş dokuyup Giysi dikmek de öyle. Aslında, kendi­ leri gibi iş gören hanımın bakışı altında köleler eğirir, dokur ya da nakış işlerler. Aile yaşamını paylaşan bu kölelerden bazıları kimi za­ man ailede büyük bir yer tutarlar. Komedya ve tragedya bunu doğ­ rular. Sütanalar ve adı modern anlamda olmayan ama düpedüz ço­ cukları okula götürdüklerini belirten ve onlara iyi davranınayı öğre­ ten "pedagoglar" böyledir. Sütanalar ile " pedagoglar"ın tiyatro pi­ yeslerinde bol bol öğütleri ve de azarlamaları görülür. Aynı zaman­ da sevgi doludurlar. Büyüdüklerinde çocuklar da onlara sevgi göste­ rirler. Küçük Grestes'in ( O restis ) sütanasının, onu besleyip büyür­ tükten yirmi yıl sonra, onun öldüğü haberi kendisine bildirildiği za­ man -aslında uydurma bir haberdir- "yüreğinin burkulması " gös­ terdiği canlı sevginin kanıtıdır. Sütana, bu haberi, Klytaimnesta (Kii­ temnistra ) ile birlikte Grestes'in babası Agamemnon'u öldüren Ai­ gisthos'a (Egistos) götürecektir. Aiskhylos'un tragedyasındaki bu sü­ ta na rolünden birkaç dize şöyledir: 155 1 156 1 A NTİK Y U N AN UYGARLJCJ " Kalıbımı basarım, gittiğim yerde iyi karşılanacak haber. Ba htsız başım ! Tüm eski üzüntülerini, Tüm fel aketlerini bu Atreusoğulları soyunun Sığdıra bildim y üreğime, Ama sabırla dayandım işte Ya Orestes'im, yavrucuğum, y üreğimin acısı, Anasından doğunca meme vermek için aldığım çocuk, Bilmek anlamak gerek o gece çığlıklarını, Nice tedirginlik, ama yanmam zahmetime! Çünkü bir hayvan gibi ilgilenmeli bu bebelerle Başka ne yapsınlar ? Kendini ko onların yerine! Bir kundak çocuğunun o çığl ı kları demek ister ki, Ya açtır o, ya s usuz, ya da çiş zorlaması, Baskıcıdır çünkü yavruların yumuşak teni, Ö nceden kestirmeli bunları, ve çoğu zaman, doğru Ben de yanıldım, kundak bezleri, zararına, Hem sütana, hem de çamaşırcıydım çünkü Orestes'i alırken babasından. Ve şimdi, bahtsız başım, öğrenmem gerekmiş ki ölmüş o! Işte hepimizi mahveden şu adama gidiyorum, o çok memnun olacak çok ! " Bu sütananın, bir kral evine bağlı v e bir tragedya sütanası olmasının önemi yoktur. Aiskhylos, tragedya kişisinin örneğini V. yüzyıl­ da aile yaşamına yeni girmiş gerçeklikten almıştır. Aslında, bir Atina ya da başka bir site yurtta şının en azından bir kölesi bulunmaması için çok yoksul olması gerekir. Sıradan bir yurt­ taşın bir uşağı iki de hizmetçi k adını vardır. Hali vakti yerinde bir burj uva her iki cinsten birçok hizmetkara sahiptir. Yirmi kadar hiz­ metkar kullanan büyük evler vardır, ama bunun çok nadir olduğu­ na işaret edilir. Öte yandan Yunanistan'da konutun çok basit, hazır­ lanacak yemeğİn de, şenlik günleri dışında, çok sade olduğunu belir­ telim. Ama kentte bile her zaman ekilecek bir toprak parçası ve ya­ pılacak giysi vardır. Demek ki, kölelik geniş ölçüde ev zanaatına bağlıdır. Kırda, çiftliklerde, büyük mülklerde bile köle azdır. Mülk uzun s üre geniş anlamda aile üyelerince ortaklaşa işlendi; elbette birkaç köle ve yine hasat zamanı ve bağbozumunda tutulan ve "özgür" yoksullardan birtakım kır işçileri de vardı. Ya da, toprak küçük ve parçalanmış, zemin de genellikle verimsiz ise, küçük köylünün yıl KöLELIK, KADININ DURUMU ! ı boyunca birçok köle besieyebilmesi güçtür. O zaman küçük köylü her işi görecek bir ya da iki köleyle yetinir. Öte yandan bağcılık ve zeytincilik titiz bakım gerektirir. K üçük mülk sahibi elinden geldi­ ğince kendi işletmeyi yeğler. Köle emeğini az kullanır: Bu ona çok pahalı gelecektir. Kısaca, Yunanistan'ın tarım yapılan bölgelerinde köleler her za­ man önemsiz değilse bile düşük oranda olmuştur. Yunan tarihinin ilk yüzyıllarında, özellikle tarımsal olduğu için kölelik ancak geeik­ ıneli olarak yaygı nlık kazanmıştır. Doğal olarak üretim mekanizması içinde zanaatçılığın gelişmesi ile kölelik de yaygınlaştı. Her zanaat türü, birçok köle talep ediyor­ du. Makineler olmad ığı için, Aristo'nun dediği gibi, "kendiliğinden çalışan aletler " dir bunlar. Köle "canlı bir ale t " tir, ama, bugün basit bir makineyle bile yapılan işi gerçekleştirmek için, birçok köle gerek­ mektedir. Bir köle ekibi, parçaları insanlar olan bir makinedir adeta. Yapı zanaatı hem özgür işçiler hem de köleler kullanmayı gerek­ tirir. Bir tapınağı n yapılması küçük bir iş değildir. Atina devleti ta­ rafından Akropolis'in tapınaklarından birinin yapımına ilişkin he­ saplar bugün elimizde. Görüyoruz ki, çeşitli el işleri ya da vasıflı iş­ çiler için; devlet, gerek sahiplerinden kiralanan köleler, gerekse öz­ gür insanlar istihdam etmektedir. Ister köle, ister yurttaş olsun, aynı işin ücreti de aynıdır. Şu farkla ki, genellikle kölelerle birlikte çalı­ şan patron, el bette onları doyurmak koşuluyla, ücretlerini kendisi alır. Her tür özel iş alanında durum böyledir: Bunlar atölye ya da imalathane biçiminde düzenlenmişlerdir. Kimi iş alanları aileden ay­ rıldılar. Harmanİ ima lathaneleri, büyük kund uracı dükkanları, mü­ zik aletleri, yatak ve elbette silah atölyeleri vardır. Bu iş alanlarının çoğunda köle emeği, tercih edilen işgücüdür. Bununla birlikte, el emeği isteyen yerlerde çalışan köleler ne ka­ dar çok olursa olsun, bunların büyük kitleler hal inde topla nmadık­ larını saptamak gerekir. Bizim büyük fabrikalara benzer bir durum hiç yoktur. Çünkü bir kez makineler yoktur. Sonra ücret ödenmeyen büyük emekçi kitleleri, örgütlenmesi güç bir gözetim gerektirmekte­ dir. Büyük bir işletme olarak yüz yirmi kişi çalıştıran Kephalos adın­ da birinin silah imalathanesini biliyoruz! Çok daha kalabalık emek­ çiler yalnız maden ocaklarında vardı. Atina devletinin Laurium'da ( Laurion) önemli gümüş maden ieri bulunuyordu. Bu işletmelerin So­ lon'dan sonra, topraksız küçük köylüler tarafından iktidara getirilen 157 158 i ANT1 K YUNAN UYGAR LICI diktatör Peisistrator tarafından geliştirildikleri kabul edilmektedir ve Peisistratos, önce iyi bir çıkış yaparak işsiziere iş vermek istedi. La­ urium'un ilk maden işçileri özgür yurttaşlardı. Bu madenierde çalış­ ma koşulları çok kötüydü. Çeşitli gelişmeler sonucunda, işsizlik or­ tadan ka lkınca ( özellikle bir toprak reformundan sonra ) , devlet, bu ocakları, kölelerle işleten işverenlere, imtiyaz olarak verdi. Bu imti­ yazlardan çokça elde eden; ocakları, 300, 600 ve hatta 1 000 maden işçisiyle işleten zenginlerin olduğunu biliyoruz. V. yüzyılın sonuna doğru Atina'da imalat alanı nda çalışan köle­ ler çok sayıda olmalıydı. Spartalılar Attika 'yı istila edip orada güçlü bir yer tutunca, kendilerine 20. 000 kaçak köle geldiğini gördüler. Bunlar hiç kuşkusuz özell ikle iş alanlarında çalışan kölelerd i . Doğal olarak bu kitlesel kaçış kölelerin durumlarının çok kötüleştiğini gös­ termekted ir. Kölelik antik toplumun yüreğinde elbette çok derin bir yaraydı ve onun yaşamını bile tehdit etmekteydi . Bu konuda önce şunu saptamak gerekir: Köleliğin nedenlerinden biri mekanik üretim araçlarının yokluğu ise, köleliğin varl ığı ve yeter­ li miktarda köle emeği sağlamaktaki kolaylık da mekanik icadarın gelişmemesi sonucunu doğurdu. Demek ki, insanların köleleri olduğu için bu icatlar hiçbir zaman gelişemedi. Tersine insanlar makinelere sahip olmadıklarından köleliği kesinlikle korumaları gerekiyordu. Ama, bu kısır döngü göründ üğünden çok daha can sıkıcıdır. Kö­ leliğin varlığı, mekanik üretim araçlarının icadını faydasız kılmakla kalmıyord u: Kölelik makine yapımına olanak verecek bilimsel araş­ tırmaları durdurma eğilimindeyd i. Demek ki kölelik, bilimin bile gelişmesini engel liyord u. Gerçek­ ten de -bilim adamlarının kendileri bunu çoğun ayırt etmeseler ve bazen karşı çıksalar b ile- bilimin, geniş ölçüde insanlara yararlı ol­ mak, onları hem doğal güçler karşısında; hem de toplumsal baskılar karşısında daha özgür kılmak için geliştiği ve ileriediği gerçek bir ol­ gudur. En azından, bilimin başlıca varlık nedenlerinden birinin de bu olduğunu söyleyelim. Araştırma ve buluşlarıyla insanın kurtulu­ şu ve ilerlemesinin hizmetine sokulmayan bir bilim, iç gücünü, dina­ miğini yitirir ve çok geçmeden yok olup gider. KöLELIK, KADININ DURUMU 1 159 Yunan biliminin başına gelen işte budur. Mekanik üretim araç� lar bulma ve geliştirme zorunluluğu ile uyarılmadığı için -kölelik dalduruyordu bunun yerini- yüzyıllarca uykuya daldı, öldü; onunla birlikte insanl ığın temel ilerleme güçlerinden biri de ölmüş oldu. Böyle olunca da, kuramsal spekülasyonlara dalmakta diretti, ilerle­ me konusunda bir değişiklik olmuyordu. Köleliğin a ntik topluma yaptığı kötülük konusunda öne sürüle­ cek başka düşünceler de olacaktır. Ben yalnızca insanların büyük bölümünün başkalarının baskısı altında yaşadığı, bu kadar derinle­ mesine köleci bir toplumda, böyle bir toplumun barbar istilası denen şeyin tehdidine karşı kendini savunacak durumda olmadığına dikka­ ti çekeceğim. Bu toplum daha başından peşin olarak yenilmişti . Böy­ le oldu ve antik uygarlık bir ölçüde kölelik yüzünden yok oldu. Şimdi kölelik hakkında bu düşüncelere son vermeden önce, na­ sıl olup da antik dünyada köleliği kınayacak ve ona karşı mücadele edecek adeta kimsenin olmadığı nın açıklanması istenecektir. Ilk ça­ ğın en büyük filozoflarının kölelikten söz ederken onu kınamak bir yana haklı göstermeye çalışmaları, şaşırtıcı ve utanç verici bir şeydir. Platon ve Aristo böyledir. Özellikle de, özgür insanların olması, bu özgür insanların -yurttaşlar- siteleri yönetebilmeleri için, kölelerin, yani, yaşamak için gerekli malların üretimine koşulmuş bir insan sı­ nıfının mutlaka gerekli olduğunu kanıtlamaya çalışan Aristo için, kölelik özgür insanların varlığının gerekçesidir. Öyleyse ona göre in­ sanların bir bölümünü köleleştirme doğal bir hak oluyor. Ona göre, doğası gereği köle olan varlıklar vardır ve bunları savaş yoluyla kö­ leliğe zorlamak olağandır: Ona göre savaş "itaat etmek için doğmuş olup da, boyun eğmeyi reddeden insanları ele geçirmeye olanak ve­ ren bir av" dır. likçağın en büyük " d üşünürler " inden biri olan insandaki böyle­ si düşünceler, düşünme tarzımızın içinde yaşadığımız toplumun ko­ şullarınca yoğun biçimde baskılandığını ve yönetildiğini gösterir. Bu düşünceler, köleliği haklı göstermek ve o konuda bir ırkçılık­ tan başka bir şey olmaya n bir kurarn geliştirmek üzere yüksek zeka­ lar bulund uğuna göre, köleciliğin a ntik toplumun içine ne dereceye kadar işlemiş olduğunu gösterir. !rkçılık onu benimseyen toplumlar Oltayla bal ı k avı. Dipte kum üstünde bir balık avı sepeti. Sağda yoksulların küçüm­ sediği gıda olan bir ahtapot. (V. yüzyıl k u pası) Kil çıkarma ya da belki maden işçileri. Asılı arnforada işçiler için su vardır. (VI. yüz­ yıldan Korinthas pişmiş toprak plakası) KöLELIK, KADININ DuRUMU 1 161 için ölümcül bir hastalıktır: B u konuda anılacak birçok örnek var­ dır. Ben antik örnekle yetiniyoru m : Insan türünün bir bölümüne karşı aşağısama, antik h ümanizmanın bozuluşunun, antik uygarlığın çöküşünün temel nedeni olmuştur. Bununla birlikte, bu kölelik yarasından o kadar zarar gören bu toplumda -hem de tepeden tırnağa- şurada bur: da yükselen itiraz­ lar d a vardı. Köle isyanlarından söz etmiyorum: Bunlar oldu ve sert bir biçimde bastırıldılar. Bu ayaklanmalar zaten Yunan yüzyılların­ dan çok, özellikle, Roma döneminde meydana geldiler. Atina'da bu ayaklanmalar hiçbir zaman olmadı, çünkü a detler, kölelere davranış biçimi, onları yöneten h ukuktan ve köleliği haklı gösteren teoriler­ den daha insanca idi. Peloponnesos Savaşı sırasında gerçekleşen bü­ yük kaçıştan daha önce söz ettim. Dolayısıyla, isyanlardan değil, öz­ gür yurttaşiara seslenen, özgür yurttaşların protestolarından söz edi­ yorum. Her şeye karşın bu protestolar vardır ve bunlara, Yunanlıla­ rın geliştirdikleri en popüler sanat d allarında -gerek tiyatroda, gerek tragedyada, gerekse lcomedyada- rastlanması çok ilginçtir. Köleliğe karşı ilk protestolar, büyük tragedya şairlerinin üçün­ cüsü Euripides'te duyulur. Bu şair birçok tragedyada, köleliğe d üşen özgür kadınlar gösterir: Bunlar arasında kendini öldürenler vardır. Onlar neden köle olmaktansa ölümü yeğ tutarlar? Bunu kend ileri anlatır. Onlar efendinin malı olacaklar, yalnız onun okşamalarına değil, kölelerin yaşadıkları sıkış tepiş ortamda, ilk gelenin akşama­ larına da katlanmak zorunda olacaklardır. O zaman ölmeyi yeğler­ ler. Özgür insanın soylul uğu ve kölenin sözde ruhsal bayağılığı ara­ sında bir ayrım yapmayı reddeden ilk kişi Euripides'tir. Euripides şöyle yazar: "Birçok köle kendilerini alçaltan bu adı taşırlar, ama ruhları özgür insanlarınkinden daha özgürdür. " ( Bu artık ırkçılık değil, tam bir insanseverliktir, hümanizmadır. ) Birçok köle ile karşılaştığımiz komedyada o, efendisine; köle ile efendi arasında yaratılıştan fark olmadığını söylemeye cesaret eder. IV. yüzyılın bir k amedyasında bu köle şöyle der: "Köle oldum diye senden daha az insan değilim, efendim. Aynı etten kemikten yapıldık biz; kimse yaratılıştan köle değildir, insan bedenine boyun eğdirten yazgıdır. " Bu özdeyiş V. yüzyıla kadar uzanır. Şu altüst eden çığlığı atan ki­ şi filozof Gorgias'ın ( Georgios) öğrencisi Alkidamas'dır: " Tanrı he­ pimizi özgür yarattı; doğa köle doğurmaz. " 162 1 ANTIK YUNAN UYGARLICI Uzaktan uzağa ve alttan alta Hıristiyan devrimi böyle. hazırlanı­ yordu. Hıristiyanlık, Tanrı önünde hepsi eşit olan yoksul ve zengin, köle ya d a özgür tüm ins<ı .. lara kurtuluşu sunduğu için üstün geldi ve antik toplumu, içinden, köleci temelinden yıktı. Hıristiyanlık, önce yoksullar arasında, koleler arasında ve de kadınlar arasında yayı ldı. Yine de, bu çöküş yavaş oldu. Bütünüyle Hıristiyan olan antik dün­ ya, bu yüzden köleliği kaldırmadı . Köleci felaket, -eski d ünyanın ge­ liştirdiği gibi- ancak toplumsal yapıların tümüyle birlikte, köleliği de silip süpüren barbar istilalarının şiddetine, saldırısına boyun eğdi. O zaman bile kölelik bütünüyle yok olmadı. Yeniden ortaya çık­ tı ve yumuşatılmış toprak köleliği biçimiyle devam etti. Uygarlıkların gittikçe artan gelişmesi, insan özgürlüğünün daha d a ileri gitmesi kesin bir şeydir. Ama, gerçekte, somut özgürlükler bir günde doğmazlar. Baskı mekanizmaları kendilerini iyi savun­ maktadırlar. Makedonyalı Philippas ( Büyük Iskender'in babası) Yunanistan'ı boyunduruk altına alı nca Yunan halkına kölelerin azad edilmesini yasaklayan bir kanun ka bul ettirdi. Philippas ne yaptığını biliyordu. Ama Atina toplumunda demokrasiden yoksun tek insani varlık köle değildir. Onun yanında, hemen onun kadar hor görülen kadın vardır. Atina demokrasisi katı ve sert biçimde bir erkek toplumudur. Bu toplum, köleler konusunda olduğu gibi kadınlar konusunda da, ırksal olmamakla birli kte, ırkçılığın bozucu etkileri denli yıkıcı bir başka ciddi " ayrımcılık " tan zarar görür. Durum her zaman böyle olmamıştı. Ilkel Yunan toplumunda ka­ dına büyük saygı gösteriliyordu. Erkek kendini avcılığa verirken ka­ d ı n yalnız çocukları, büyümesi en yavaş bu "yavruları " nı yetiştir­ mekle kalmıyor, yabanıl hayvanları insana alıştırıyor, şifal ı otları topluyor, ailenin değerli yedekEklerine göz kulak oluyordu. Doğal yaşamla sıkı ilişki halinde olduğundan, ordan koparılan ilk sırları elinde tutan kadındı; yaşamak için oymağın saygı göstermek zorun­ d a olduğu tabuları da o saptıyord u. Bütün bunlar, Yunan halkının kendi adını verdiği ülkeye yerleşmesinden önce bile böyleydi. Kadın, çiftler arası eşitliğe ve hatta üstünlüğe sahipti. Aslında çiftten bile söz etmek gerekmez: O zaman tek eşli evlilik değil, sürek- KöLELıK, KAD ININ DuRuMu ı 1 63 1 li ve geçici birliktelik vard ı : Bu birlikteJiklerde kendisine bir çocuk verecek erkeği seçen kadındı. Yunanlılar Balkan yarımadasının güneyi ile Ege'nin Asya kıyısı­ nı dalga dalga istila edince, çoğu a naerkil düzende yaşayan birtakım topluluklar buldular. Ailenin başı anaydı -mater familias- ve akra­ balık kadının soyuna göre hesaplanıyordu . En büyük tanrılar, do­ ğurganlığı yöneten kadın tanrılardı . Yunanlılar bunlardan en azın­ dan ikisini benimsediler: Ana Tanrıça y<.:ı. da Kybele ile adı Toprak Ana ya da buğdayın a nası anlamına gelen Demeter. Klasik dönemde bu iki tanrıça tapınımının önemi, ilkel Yunan toplumunda kadının üstünlüğünü çağrıştırır. Egeli ler, Pelasglar, Lydia 'lılar adı verilen halklar ve d aha birçok­ ları ya a naerkil düzeni ya d a anaerkil gelenek görenekieri koruyor­ lardı. Bu halklar barışçıydılar. Knossos Sarayında surlar yoktur. Gi­ rit halkı tarımcıydı . Tarımı başlatarak, insanlığı, gelişmesinin temel evresinde yerleşik yaşama kavuşturanlar onlardır. Kadınlar, Girit'te halk arasında büyük bir saygınlık görüyorlardı ve hala topl umda ha­ kim güçtü ler. Yunan edebiyatında, içinde kadının en güzel renklerle betimlen­ diği çok sayıda efsane vardır. Özellikle en eski edebiyatta görülür bunlar. l lyada ' da Andromakhe ile Hekabe, Odysseia'da Penelopeia böyledir. Nausikaa ile erkeklere tam eşit d üzeyde olan, işi yöneten ve erkeklerin yaşamının esinleyici ve düzenleyicileri gibi görünen ka­ d ı nlardan Phaiak'ların kraliçesi, kocası olan kralın kız kardeşi, ka­ rarlarında bağımsız, başına buyruk görürnce Arete'yi de unutmamak gerekir. Sappho'nun ülkesi Eolia gibi kimi Yunan ülkelerinde ise ka­ d ın, uzun zaman toplumdaki b u üstün rolünü korudu. D urum Atina demokrasisinde ve genel olarak lonia'da bambaş­ kadır. Kuşkusuz edebiyat güzel kadın figürleri imgesini korur. Ama Atina yurttaşları Antigone ile lphigeneia 'yı ancak tiyatroda alkışi ar­ lar. Bu konuda edebiyat ile gelenekler arasında kesin bir ayrılık yer­ leşmiştir. Antigone artık harem dairesine ya da Parthenon'un arka bölümüne kapatılmıştır. Ordan çıkmasına izin verilirse, bu ancak Panatheneia bayramı ndadır; bu bayramda A.ntigone, kapalı kaldığı aylar boyunca, arkadaşlarıyla birlikte işlediği yeni duvağını tanrıça A thena 'ya götüren alay içinde yer alır. Aynı zamanda, bu ideal kadın imgelerine rakip edebiyat, kadın denince önce pek beğenilmeyen, çarpık bir imge sunmaya başlar. 164 1 ANT1K YUNAN UYGARLı Cı Yunan şiirinde baştan başa tam bir kadın düşmanlığı damarı görü­ lür. Aşağı yukarı Odysseia şairinin çağdaşı olan Hesiodos'a kadar gider bu durum. Dırdırcı yaşlı köylü Hesiodos, Prometheus'un ken­ disinden çaldığı ateşi kabul eden insanları cezalandırmak için; Ze­ us'un, tanrı ve tanrıçalara; acı verici istekten, arzudan, kurnazlık ve arsızlıktan oluşan bu güzel canavarı, yani; " çıkış yolu olmayan ve sarp duvar/ı uçurum tuzağı " olan kadını, üçer dörder üretmeye ko­ yulmalarını, nasıl emrettiğini a nlatır. Insanoğlunun ürkek hayvan konumu, tüm m utsuzlukları kadın yüzünden olmuştur. Hesiodos'da kurnazlık, cilve ve dişi kösnüllüğü bitmez tükenmez bir konudur. Ne yazık ki, ünlü bir şiirinde, hayvansal ve başka benzetmeleri kullanarak ukalaca on bölüğe ayırdığı kadınlara kabaca söven şair Amorgos'lu ( Amurgos ) Simanides de ondan geri kalmaz. Dişi domuz türünden kadınlar vardır onun şiirinde: " Her şey düzensizdir evinde her şey darmadağın çirkef içinde yıkamaz kendi vücudunu bile kirlidir giysileri semirir, oturup gübreliğinde . " I ş i gücü dalavere olan tilki kadın, köpek eniği gibi durmadan havlayan, taşla d işlerini kırsa bile, koc:asının susturamadığı geveze ve dedikoducu kadın vardır. Doğduğıı toprak kadar yerinden kımıl­ clatması güç tembel kadınlar vardır. Bazen kızgın ve azgın, bazen bir yaz günü denizi gibi tatlı ve güleç, değişken ve yeltek su kızı vardır. Sonra dik kafalı, obur ve sefih d işi eşek kadın; rezil ve hırsız gelin­ cik kadın. Bir kısrak vardır ki. hiçbir işe uymayacak kadar kendini beğenmiştir, süprüntüleri evden atmaya yanaşmaz; güzelliği ile bö­ bürlenir, günde iki üç kez yıkanır, parfümlere bulanır, saçiarına çi­ çek sokar, " başka erkek/.?r için güzel bir görünüm, kocası için be­ la " dır. O kadar iğrenç hr maymun s uratlı kadın vardır ki " onu k ol­ Iarına alan bahtsız ko ca" ya acımak gerekir. Bunca iğrenç kadınlar­ dan sonuncusu olan arı kadın d a bizi avundurmaz. Kaba bir b içinı de kadın karşıtı bu şiir tarih öncesinden, tarihsel yüzyıllara, kadın· n d urumunda meyda na gelen sarsıntı yı yansıtmak­ tadır. Tek eşli evlilik yerieşirken hiç de kadını kayırmadı. Bu evlilikte artık erkek efendidir. Kadın gelecekteki kocasını hiçbir zaman seç- KöLELıK' KADI NIN D uRuMu ı 1 65 ı memiş, hatta çoğu zaman görmemiştir bile. Erkek, yalnızca "meşru çocuklar dünyaya getirmek " için evlenir. Aşk evliliği yoktur. Erkek en azından otuz, d üğün gecesinden önce bebeğini Artemis'e adayan kadınsa ancak on beş yaşındadır. Evlilik iki tara ftan ancak birini bağlayan bir sözleşmed ir. Koca , " tanıklar önünde bir açıklamadan başka formalite olmaksızın, çeyizi geri verme ya d a onun faizlerini ödeme koşuluyla karısını boşayabilir ve çocukları kendi yanında tu­ tabilir. Buna karşılık, kadının istediği boşanma çok nadir olarak ve yalnız ağır kötü muamele ya da konu edilebilecek bir aldatma ile ge­ rekçelendirilmiş bir yargıç kararı gereğince sonuçlanır. Ama bu al­ datma töredendir. Koca kendini, ne nikahsız karılardan, ne de fa hi­ şelerden yoksun bırakır. Demosthe nes'e mal edilen bir söylev şunu belirtir: "Zevk için fahişelerimiz, iyi bakılmamız için nikahsız karı­ larımız, bize meşru çocuklar vermeleri için de eşlerimiz vardır. " Meşru kadının, yurttaş kız olması gerekiyord u. Kendi alanı ve neredeyse hapishanesi olan o harem dairesinde d ünyadan habersiz bir kaz gibi yetiştiriliyordu. Doğumdan ölüme kadar bir türlü yetiş­ kin sayılmayan kadın, evlenince, sadece vasi değiştirmiş olmaktadır. Dul olursa, bu kez büyük oğlunun egemenliği altına girer. Kölelerin çalışmalarına göz kulak olduğu, kendinin de işe katıldığı harem cia­ iresinden pek ayrılmaz. Ancak ana-babasını görmek ya da hamama gitmek için ve her zaman bir köle k adının sıkı gözetimi altında dışa­ rı çıkar. Bazen de efendisi ve sahi binin yanındadır. Pazara bile git­ mez kadın. Kocasının dostlarını tanımaz, onun yanında şöleniere gitmez; kocası bu şölenlerde dostlarıyla buluşur ve buralara metres­ lerini götürdüğü olur. Kadının tek uğraşı kocasına istediği çocukları vermek, yedi yaşına kadar oğullarını yetiştirmektir ( bu yaştan sonra ise onları gözden kaybeder ) . Kızlarını ise, yanında tutar ve onları, harem dairesinde, kendi sürdürd üğü yaşama, o hazin durmadan do­ ğuran ev kadını durumuna hazırlar. Atİnalı bir yurttaşın karısı sadece bir " o 'ikourema " , yani bir " ev işleri için yaratılmış nesne " dir. Bir Atinalı yurttaş için o sadece hiz­ metçi kadınlarının birincisi, en başta gelenidir. Atina'nın klasik çağlarında nikahsız evlilik çok gelişti. Bir tür yarı-evlilik ve yarı-fuhuştur bu. Anısı günümüze kadar ulaşacak olan Atİnalı tek tük kadın kişilikler, bu tanınmayan, ama devletçe hoş gö­ rülen ve kayırılan alanda boy göstermişlerdir. Güzel ve parlak, zeka ve bilginin tüm çekicilikleriyle baştan çıkarıcı ve parıldayan, yeni 166 1 A NT1 K 'f U N A N UYGARLICI safsatacılıkta uzman denilen Aspasia, bir Milestos'lunun kızıydı. Pe­ rikles, soylu meşru karısını boşadıktan sonra, kendi evine onu yer­ leştirdi . Aspasia bu evde salon açtı ve sözde kocası, bir hakaret kam­ panyasına karşın, onu Atina toplumuna kabul ettiernesini becerdi. Thukydides'e göre, Perikles resmi bir söylevde, kadınların yapabile­ cekleri en iyi şeyin " ister iyi, ister kötü, erkeklere kendilerinden mümkün olduğu kadar az söz ettirmek " olduğunu belirtiyor, bu üs­ tün ve havalı dost'u ( "hetaire" sözcük açıkça " dost" demektir) ile ilişkisini açıklıyordu. Böylece, Aspasia ve benzerlerinin durumu bir kadının kişilik kazanması için yarı fahişe olmakla işe başlaması ge­ rektiğini göstermektedir. Bu gerçek Atinalı aileler hakkında yaratıla­ bilecek en ağır mahku miyettir. Nikahsız yaşama, erkeklerin " d ostlar "ını gizlemeleri, kadınla­ rınsa reza lete yol açmamaları koşuluyla, ideal Devletinde Platon ta­ rafından hoş görülür. Atina ve Pire genelevlerini dolduran ve gencecik kızların bir obo­ le karşılığında kendilerini verebildikleri ayaktakımı denilen -çoğu kölelerdir, ama hepsi değil- fahişelerden söz etmeyelim. Resmi fuhuş yapılan bu evleri, düzeni ve genel ahlakı korumak için Salon kur­ muştu . Peki ama kadının durumunda bu kadar eksiksiz bir devrim nasıl ve ne zaman yapılmıştı ? Efsanenin Andromakhe'leri, Alkestis'leri nasıl olup da gerçekliğin Aspasia'ları ya da bellisiz karıları ve met­ resleri, erkeğin basit zevk köleleri ya da üreme aracı haline geldiler? Bir olgu kesindir: Bir an geldi ki, kadın cinsi en ağır yenilgisine uğ­ radı. Anaerkil çağlarda ailede egemen durumdayken, Eski Yunanis­ tan döneminin kadını, fazlasıyla aşağılandığı bir duruma düştü. Ne zaman oldu bu " kadının büyük tarihsel yenilgisi" ? Burada birtakım varsayımiara gitmek zorundayız. En olası varsayım, bu yenilginin meta llerin keşfine ve savaşın çok kazançlı bir iş alanı olarak gelişme göstermesine bağlanmasıdır. Insanlar bakın bulur ve onu kalayla alaşımlayıp kendilerine ilk tunç silahları yaparlar. Sonra demiri bulur ve ondan yeni silahlar ya­ parlar. Sahip oldukları bu silahlarla, savaşı çok karlı bir iş haline ge­ tirirler. Akhalı yağmacılar, Mykene krallarının mezarlarını altınla dolduruyorlardı. Dorlar, Egeiiierin barışçı uygarlığının kalıntılarını yıkarlar. Bütün bu olaylar, tarihsel çağların daha başlangıcında geç­ mektedir. K ö LE L I K , K A D I N I N D U R U M U 1 167 Ege uygarlığı ile aynı anda, kadının üstünlüğü de yıkılır ve söz­ de tek eşli evlilik kurulur. Bunun nedeni savaş beyi erkeğin, kadının kendisine verdiği, babaları olduğundan emin olacağı çocuklara zen­ ginlik leri aktarabilmek istemesidir. Bu yüzden tek eşli evlilik, yasal kadını bir döllenme aygıtı, öbürlerini bir tat ya da haz aracı haline getirir. Öte yandan anaerkilliğin kalıntılarının yok olması, zaman aldı. Bunları yansıtan efsanelerden başka, tragedya şiirinin klasik döne­ min ortasına kadar taşıdığı kadın, o günden başlayarak kaybetmiş olduğu ve henüz hala her yerde tekrar üstlenememiş olduğu birtakım haklarını uzun süre korumuştur. Y unan uygarlığı uzmanı bir I ngiliz bilim adarnma göre, Atinalı kadınların Kekrops döneminde ( on u yaklaşık I . ö . X. yüzyıla yerleştirmek gerekir) hala sahip oldukları o y hakkı bunlardan biridir. Doruk noktası, tragedya şairi Euripides'tir. Euripides tragedya­ yı gerçekçilikle ele almaya, kadınları ya karşılaştıkları içlerine işle­ miş topl umsal baskılar içinde, gerçek kusurları ile, ya d a efsanenin onları tanıttığı gibi, soylu ama oldukları biçimde, tiyatro izleyicileri­ nin gerçek eşleri, kız kardeşleri ve k ızları haline gelecek kadar bildik ve yakın tipler olarak berimlerneye koyulunca bütün Atina'da gürül­ tüler kopardı, kendisine de, kadın d üşmanı gibi davranıldı. Euripi­ des, kadınlar hakkında ister çok iyi şeyler ister çok kötü şeyler söy­ lesin, durum değişmiyord u : Hep kadın düşmanlığı. Euripides, Perik­ tes'in "Kadınlar hakkında k onuşmayın, erdemlerinden söz etmeyin, mutsuzluklarından söz etmeyin" yolundaki buyurgan yöneegesine uymamış olmasını, çağdaşları nezdinde, çok pahalı ödedi. O, kadın­ l arı sessiz kalamayacak kadar çok seviyordu anlaşılan . . . Ama kadın doğasına yönelik b u bozuluşun, çok daha ağır bir toplumsal sonucu oldu. Gerçekten de, toplumsal bakımdan kadın kadar aşağılanmış, bunun için kadınlık yeteneği, kapasitesi olmayan bir varlığı, erkeği yani bir aşk nesnesi olarak almakla, aşk d uygusu­ na nasıl bir sapkınlığın girdiğini biliyoruz; böylece aşk, Yunan aşkı denilen olay haline gelir -antik edebiyat bu tür oğlancılıkla yüklü­ dür. Edebiyat, mitoloji, hem de ortalık ( yaşam) bunlarla doludur-. Demek ki, antik toplumda kadının durumu kölelik kadar ciddi bir yaradır. Bir köle kendine nasıl bir toplum ararsa, medeni yaşam­ dan kovulan kadın da ona öbür cinsle hak eşitliği verecek, ona say­ gınlığını iade edecek bir toplum, bir uygarlık istemektedir. 168 1 A NTI K Y U N A N UYGAR L I C I Daha önce de söylediğim gibi, Hıristiyanlık köleler arasında ya­ yıldığı gibi, işte bu nedenle önce likli olarak kadınlar arasında yayıl­ dı. Ama ilk dönem Hıristiyanlığı nın sözleri -kadının ve kölenin kur­ tuluşu ile ilgil i sözler- ancak yarım yamalak tutuldu. En azından -öte dünyayı bilemeyiz- içinde yaşadığımız bu dünyada. Kadını " büyük tarihsel yenilgi " sinin onu düşürdüğü uçurumdan kurtarmak için, Hıristiyan devriminden sonra daha kaç devrim ge­ rekti; daha da kaç devrim gerekecek ? Atina demokrasisi böyle bozuldu. Yalnız erkek cinsinin ergin yurttaşlarına indirgenen bu demokrasi o kadar az "halkın ik tidarı " idi ki, bu demokrasi, 400.000'lik bir nüfus üzerinden, oluşumuna katılan 3 0 .000 yurttaşın iktidarı anlamına geliyordu. Denize sürüklemek için bir fırtınanın yeterli olacağı incecik, bir geçimlik toprak tabakası. Yunanlılar demokrasiyi keşfettilerse, bu bir çocuğun ilk dişini çı­ karması gibi bir şeydir. Bu dişierin çıkması, sonra da düşmesi gere­ kir. Ama, bu dişler, yeniden çıkacaktır. Bö L ÜM VIII . IN S A N LA R VE TANRl LAR � n :r:L: ' an dini, önce çok ilkel görünür. Ilkeldir de. Çok eski za· m bu din için çok alışılmış olan birtakım kavra rnlara -hybris ( lbris) ve nemesis kavramları gibi- Çinhindi'nin güneyindeki M use­ vi kabileleri gibi az gelişmiş topluluklarda rastlanır. Onu anlamaya çalışmak için, Hıristiyan dini içinde karşılaştırma noktaları bulmak haksızlık olacaktır. On yüzyıllık ve belki de daha uzun süren varl ığı boyunca, Yu­ n a nlıların dinsel yaşamı, çok çeşitli biçimlere girdi: Hiçbir zaman dogmatik olmadı; öyle olsa daha kolay anlardık. Yunan dininde bir din kitabı ya da vaaza benzer şeyler yoktur. Belki sadece trajik ve gü­ lünç bazı gösteriler "vaaz" diye adlandırılabilseler bile; bu ancak, � çıklığa kavuşturulması gereken bir anlamda olabilir. Yunanistan'da büyük tapınakların bilicileri d ışında, en azından etkili olabilen, hiç­ bir din adamı sınıfının olmadığını belirtelim. Başka görevleri yanın- l 70 ı A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L I (; I d a sitenin yüksek makamlı görevlileri, birtakım sunguları sunar, bir­ takım dualar ederler. Bu törensel eylemler yurttaşların karşı çıkma­ yı düşünmedikleri atalardan kalma bir gelenek oluşturmaktadırlar. Ama i na nçlar alabildiğine serbesttir, durmadan değiştiği bile söyle­ nebilir. Inanış, yapılan törensel eylem kadar önem taşımaz. Halk kit­ leleri ve kitleden nadiren ayrı d üşen aydınlar, o sihirli b üyük güçle­ re elle verilen bir tür selamın, parmak ucuyla gönderilen bir öpücü­ ğün insan yaşamındaki önemini kabul etmekte birleşirler. Yunan dini, tıkabasa dolu ve kalabalık bir folklor görünümüne sahiptir. Aslında, dinin kendisi de, bir folklordur. Din ile folklor ara­ sında bugün yapılagelen ayrımın Hıristiyanlık gibi dogmatik tutum­ l u bir dine uyan bir anlamı varsa bile, antik diniere uyan bir a nlamı yoktur. S anatları halka seslenebildiği sürece inançlı kalabilen eski şair ve sanatçılar d urmadan yarattıkları ve yeniden yarattıkları tan­ rıları ile ilgili imgelerinin konusunu folklorik geleneklerin canlı kar­ maşasından a lıyorlardı: Onlar böylelikle halkın inancını yeniden bi­ çimlendirmekte, tanrılarını daha insancıl kılmaktadırlar. Tanrıyı öy­ lece gitgide insanlaştırma, Yunan dininin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu d inin oldukça önemli başka özellikleri de vardır, ama seç­ mek gerekirse, en çok üstünde d uracağım özellik yukarıda sözünü ettiğim olacaktır. Başla ngıçta, Yunan dini, bütün ilkel dinler gibi a ncak insanın doğada ve daha sonra d a toplumda ya da kendi aklında, eylemini güçleştiren ve kendi varlığı için kökenini kavrayamadığı oranda kor­ kunç bir tehdit oluşturur gibi gözüken "güçler " karşısındaki zayıflı­ ğını yansıtır. Ilkel insanı ilgilendiren doğa ya d a doğal güçlerin ken­ dileri değil, sadece insanın yaşamına karıştığı ve onun koşullarını be­ lirlediği ölçüdeki doğadır. Insan ilkel bile olsa, düşünme yeteneğinin -işte Odysseus-, hare­ kete geçme, bunun sonuçlarını hesap etme yeteneğinin olduğunu bi­ lir. Ne ki, sürekli birtakım engellerle karşılaşır, yanılır ve sadece bir­ kaç temel gereksinimini karşılamaktan ibaret olan amacına ulaşa­ maz. Işte o zaman, çok doğal olarak çevresinde, kendininkinden çok daha güçlü ve ne yapacağı önceden kestirilemeyen birtakım iradeler olduğunu kabul edecek noktaya varır. İ N S A N LA R V E TANRlLAR 1 171 Demek oluyor ki, ilkel insan tanrı işini, görgül olarak ansızın ya­ şamına karışan bir "güç " ün işi gibi görür. Çoğu zaman onun zararı­ na, kirnileyin de yararınadır bu. Ister yararlı, ister zararlı olsun, ön­ ce umulmadık ve keyfi bir iştir. Var oluşu ve işleyişi bakımından in­ sanın kendisine yabancı bir iş. Bir tanrı ilkin şaşırtan bir şeydir. Onun eylemi karşısında insan şaşkınlık, korku ve de saygı hissine kapılır. Bu karmaşık d uyguları dile getirmek için Yunanlı aidôs, In­ giliz awe der. Insan, " güç " ü doğaüstü olarak görmez, daha çok ken­ disinden başka biriyle karşılaştığı d uygusuna kapılır. Ilkel din duygusu hemen bütünüyle işte bu Öteki'nin varlığı duy­ gusuyla belirlenir. Tanrı taşta, suda, ağaçta ve hayvanda, her yerde bulunabilir. Doğada her şeyin tanrı olmasından değil de, her şey talih ya da ta­ lihsizlikle öyle olabilir ve tanrı olarak ortaya çıkabilir. Bir köyl ü dağda gezinmektedir: Bir patika kenarında bir taş yı­ ğınına rastlar. Bu yığın zamanla kendisi gibi köylülerin geçerken at­ tıkları taşlardan oluşmuştur. O bu yığınlara " herma " lar der. Bunlar iyi bilinmeyen bir bölgede, güven veren yol gösterici noktalardır. Bu yığında bir tanrı oturur: Bu tanrı daha sonra insan biçimine bürüne­ cek ve adı, yolcuların ve ölüler dünyasına giden çetin yollarda ruh­ ları iletenlerin kılavuzu, Hermes o l acaktır. Şimdilik o yalnızca bir taş yığınıdır, ama bu yığın tanrıdır, öyleyse " güçl ü " d ür. Bazen, kay­ gılarından kurtulma ve korunma gereksinimi duyan bir yolcu, oraya biraz yiyecek bırakır: Sonraki yolcu açsa, onu alacak, bulduğu şeye " hermaion" diyecektir. Yunanlılar önceleri ve uzun süre köylüydüler. Sonradan denizci ol urlar. Tanrıları da öyledir. Tarlalarda, ormanda, derelerde, pınarlar­ da bulunur onlar. Sonra da denizlere yerleşirler. Yunan ülkesi kendi­ sine gerekli suya yeterince doymaz ya da çok kararsız sular vardır. Ir­ maklar çok azdır ve kutsal sayılırlar. Bir ırmağı geçerken mutlaka dua etmek ve elleri onun sularında yıkamış olmak gerekir. Bir ırmağın ağ­ zına ya da pınarların yakınına işememelidir ( köylü Hesiodos'un öğüt­ leridir bunlar). ırmakların yalnız tarlalara değil, insan türüne de ve­ rimlilik getirdikleri kabul edilir. Bir delikanlı ergin olup da uzamış saç­ larını ilk kez kesince, onları ülkesinin bir ırınağına atar. Her ırmağın bir tanrısı vardır. Bu ırmak tanrısı insan yüzlü bir boğa biçimindedir. Bugünkü Avrupa folklorunda boğa biçimli ırmak perileri haLi bulunmaktadır. Yunanistan'da su perisi de, bir at biçi- ı l 72 1 A NTİ K YUNAN UYGA RLIC I minde ortaya çıkar. Eski Yunan'ın büyük tanrılarından biri haline gelen Poseidon'un suyla olduğu kadar, atla da sıkı ilişkisi vardır. Ka­ natlı at Pegasos'un, Helikon dağında bir toynak d arbesiyle, Hippok­ rene ( lpokrinis) pınarını fışkırttığı gibi, Poseidon da bir gün üç dişli yabasını bir vurmasıyla Atina Akropolisi'nin üstünde bir tuzlu su bi­ rikintisi -iyice şişirilmiş olarak deniz demişler- fışkırır. Poseidon ' un biçimi ve işlevleri ona saygı duyan toplulukların yaptıkları işe bağlı­ dır. lonia 'lı denizciler arasında Poseidon deniz tanrısı olarak anılır. Karaya çıkınca ve özellikle Peloponnesos'da ise hem at-tanrı hem de deprem tanrısıdır. Yerin içine d a lan ve bazen daha ileride bir yerde yeniden yeryüzüne çıkan birçok ırmağın halk inanışında toprağı aşındırdığı ve sarsılmasına neden olduğu kabul edilir. Yunanlılar doğayı yarı hayvan yarı insan biçimi verdikleri başka birçok doğaüstü yaratıkla doldurmuşlardır. Bir at gövdesi ile bir in­ san büstüne sahip Kentauros'lar yalnızca şiirsel ve sanatsal yaratım alanına girerler. Yine de kuşkusuz halk kökenlidirler. Adları "suları kamçı/ayan/ar" demek oluyormuş: Köken olarak da, şiirin onları ye­ relleştirdiği Pelio ve Arkadia bölgelerinde, dağdaki sel tanrılarından gelmeleri olasıdır. lonia'da, Silen'ler yazıtlarla doğrulanmış durum­ da: Onlar da oldukça çirkin insan biçimleri, at hacakları ve at kuy­ rukları ile doğanın yabanıl görüntülerini dile getirirler. Ayrıca bun­ ların erkeklik organları abartılıdır; bu, ilk çağda hiç de güldürmeye yönelik bir özellik olmayıp doğanın büyük döllenme gücünü belirtir. Ayakları, kulakları ve kuyruğu teke, erkeklik organları da kalkık Satyrler'in ( Satiri) durumu da aynıdır. Sonradan Dionysos' un neşeli ve yırtıcı alayı içinde yer alan Satyrler onunla birlikte ağaçları ve bit­ kileri büyütmeye yardım eder, s ürülerin ve ailelerin çoğalmasına kat­ kıda bulunurlar. Onlar bu büyük tanrı ile birlikte, ilkel halkların kış­ tan sonra gelip gelmeyeceğinden her zaman kuşku d uydukları baha­ rı, geri getirirler. Avrupa 'nın bütün halkları gibi, Yunanlılar da, çok sayıda dişi periler biçiminde doğanın doğurganlığını dile getirdi ler. En çok bili­ nen ve insana en yakın -yine de, tüm tanrısal varlıklar gibi, yaklaşıl­ ması çok tehlikeli- olanlar genç kadınlar gibi sevimli, hoş ve kibar perilerdir. O nlara takılan " nymph a " adı da, gerçekte genç kadın an­ lamına gelir. Çok güzel, iyiliksever, neşeli, her zaman oyun oynama­ ya hazır ve birden anlaşılmaz bir biçimde öfkeli ve tehditkar olan bu varlıklar bütünüyle tanrısalı niteleyen şu Öteki olmaktadırlar. Gö- İN s A N LAR V E TAN RI LA R ı ı 73 zunuzun önünde bir adam delirirse, onu "nymphalar çarpmıştır". Bununla birlikte, en derin duygularımızın, karımıza ve çocuklarımı­ za karşı duyduğumuz sevginin bizi sürüklediği en içten tapınım on­ lara yönelir. Yirmi yıl sonra lthaka'sına kavuşan Odysseus, Penelo­ peia ile yurtluğunu kendisine teslim etmeleri gereken ta liptilere kar­ şı Telemakhos'la birlikte çetin kavgaya girişıneden önce, eskiden o kadar kurban sunduğu, kıyıya yakın derin mağaraya, Nymphalar'ın kubbeli mağarasına yaklaşır. Yolcu! uğundan getirdiği hazineyi onla­ rın korumasına bırakır, özellikle de girişiminin esenliği ni onlara tes­ lim etmek ister. Yerlere kapanan, kırların öbür büyük tanrısını " buğday veren Toprak " ı öpen Odysseus, hemen ellerini kaldırıp At­ hena ile birlikte za feri kendisine vermeleri için koruyucu ve kendisi­ ne yakın gördüğü Nymphalar'a yalvarır. Kendisine eşlik eden Nymphalar'a çok benzeyen, vahşi doğanın bir kraliçesi vardır; önceleri sadece " vahşi hayvanların koruyucu Hanımı " denilen bu kraliçe, Yunan halkının dinsel yaşamında bü­ yük tanrıça Artemis olacaktır. Artemis sık sık ormanlarda ve yüksek d ağların tepelerinde gezinir. Artemis tapınıın ı ağaçlara, pınariara ve ırmaklara yöneliktir. Yerine göre, Lygodesmos ( Ligodesmus) diye adlandırılır, bu söğütler arasında yaşadığını gösterir, kirnileyin ceviz ağaçları nedeniyle Kariatis, kirnileyin de sedider nedeniyle Sedreatis derler ona. O bütün Yunanistan'ın en sevilen tanrıçasıdır. Bugünkü Yunan köylüsü onu bütünüyle unutmamıştır. Köylü onu hala, inan­ dığı Nym phalar'ın kraliçesi, " Güzel Hanım " ya d a " Dağların Krali­ çesi" sayar. Iki bin yıllık Hıristiyan i nancı içinde Artemis'in yaşaya­ kalması, Yunan köylüsünün antik d ininin hem popüler, hem de ev­ rensel niteliğinin en çarpıcı göstergelerinden biridir. Nymphalar'la ilgili bir başka kalıntı da şudur: Çok zaman d a geçmiş değil -ancak tam yüzyıl önce- Atina kentinin ortasında bulunan bir tepedeki ka­ yadan oyulmuş bir konuta, hamile kadınlar, kolay doğum ve evlilik­ te mutluluk istekleri için Nymphalar'a sungular getirmekteydiler. Ve işte " buğday veren Topra k " . Gök ile birlikte, dünyanın bü­ tün tanrıları arasında eski bir tanrıdır. Köylünün ayakları altında, kazması ya da sabanı altında yaşayan Toprak, tüm canlı varlık tür­ lerinin de -hayvanlar, insanlar ve tanrılar- anasıdır. O, bu varlıkla­ rı tohumu ile besler. Yunanca Demeter adı, herhalde onun " Buğday­ ların Anas ı " (Tahıl Ana) olduğunu anlatır. Homeros'a göre, Deme­ ter bir gün lasion adlı Giridi bir ölümlüyle sevişir: Üç kez sürülmüş 1 74 l i ANTi K YuNAN UYGARLıCı bir tarla onların yatağı olur. Demeter, adı zenginlik demek olan Plu­ tos' u d ünyaya getirir. Antik ekonomide zenginlik, insanların arnbariara yığdıkları ve doğa ürünlerinin kıt olduğu mevsimde onunla geçindikleri buğday yedeğinden oluşmaktadır. Ölülerin yeraltı tanrısı Pluton Plutos'dan türemiş bir biçimdir: Adı "zenginliğe sahip olan" demektir. Bu zen­ ginlik, yalnızca hükümdan olduğu birçok ölünün zenginliği değil, öncelikle ambarlarda yığılı tohumların zengi nliğidir. Demeter tahıl ta nrıçasıdır. Her zaman onun tapınırnma ortak olan bir kız vardır ki, çeşitli adlar arasında, daha yaygın olarak "To­ humların Kızı " , Toh um Tanrıçası adını taşır: Kore'dir bu. Demeter ile Kore -" Buğdayların Anası ile Tohumların Kızı "- Hellen öncesi zamandan beri, Attika köylü topluluğunun, sonra da tüm Atina top­ lumunun iki büyük tanrıçası olmuşlardır. Ambarların ve öl ülerin ye­ raltı tanrısı Platon'un Kore'yi cehennem ülkesine kaçırd ığı yolunda­ ki söylenceyi biliriz. Zeus'un buyruğu üzerine ve Demeter'in acısını yatıştırmak için, Pluton onu geri vermek zorunda kalmıştır. Pluton onu her yıl geri verir: Attika'daki Eleusis oyunlarında, Tohum Tan­ rısı 'nın aydınlığa dönmesi, sekiz ayı birlikte yeryüzünde geçiren ve dört ay ayrı kalan iki tanrıçanın görüşmesi kutlanır. Sekiz aylık kavuşma -hoş bir varsayıma göre- sonbahar ekimini yapmak için ambarların açıldığı andan başlayarak hesaplanır. Arti­ ka'da her tür bitki çabuk büyür, ekilen tahıllar, ocak ayında kısa bir duraklamayla, kış boyunca büyürler. Daha nisan ayı sonunda olgun­ laşır, mayısta biçilip kaldırılır, haziranda dövülür. Sonra gelecek ekim için ayrılan tohumluklar arnbariara girer: Tohum Tanrıçası ye­ niden yeri n altına, Pluton'un yanına döner . . . Bununla birlikte, doğal bir karıştırma yoluyla, Kore'nin yeraltında kaldığı süre de yeni ba­ şağa durmak üzere ekili tohumun toprakta kalış süresine uymuştur. Incillerde " Nasıl ki tohum ölmez. . " diye okuruz bizler de. Attika'daki Eleusis'te, ambarların açılma vaktinden az önce De­ meter ve Kore oyunları d üzenlenirdi . Buğday Ana ile Tohum Tanrı­ çasının bir araya gelişinin anlatıldığı bu gösterilerde henüz belirleye­ mediğimiz bir biçimde, bu sırra vakıf kişiler de hazır bulunurdu. Herneyse, katılanlara bazı sırların öğretildiği törenlerde kuşkusuz çok basit bir gösteri gerekiyordu . Dürüst gibi görünen bir Hıristiyan yazar ( buna inanmalı m ı ? ) , törenin en yüc� oyununun, Eleusis'li bü­ yük rahip tarafından biçilmiş bir buğday başağı ile yapılan kutsama­ dan ibaret olduğunu belirtir. . İN s A N L A R VE TAN Rı LAR l ı75 Demeter ve Kore tapınımının çok temel bir tanrısal kökeni oldu­ ğu ne kadar doğruysa, yüzyılların geçmesiyle buna daha derin an­ lamlar yüklendiği de o kadar doğrudur. Topra k buğday tanesini canıyla besler. Biz canlıları da onunla besler, öldüğü müzde bizi kendi içine alır ve biz de toprağın bitkileri­ nin besini oluruz. Besleyici buğday, biz de senin besininiz. Canlı Top­ rağın içine inmek üzere bizi bekleyen ölüm korkunçluğunu yitirir. Ye­ ni ürünün çimlenmesi, yaşamın sonsuzluğunu simgeleyebilmektedir. Ö nceleri birey için değil de kuşakların devamı için konu edilen bir ölümsüzlük umudu, eski bir köylü tapınıını temelleri üstünde iş­ te böyle gelişti. Bu gelişme eskil çağların sona erişinden bu yana sü­ regelmektedir. Daha sonra bunu kendine mal eden Atina'da, V. y üz­ yılda, birey kendini aile ve gelenek bağlarından kurtulmuş hissettiği zaman, ölümsüzlüğü artık kendisi için isteyecek noktaya kadar var­ dırdı. Eleusis törenleri sonunda katılanlara şunu da vaat etti: Ö lüler ülkesinde onları mutlu bir ,yaşam beklemekteydi; ama, bu artık ta­ rımsal tapınırnın doğal bir gelişimi değildi. Daha çok bir sapkınlık başlangıcıydı. Eleusis törenleri hakkında işaret edilmesi gereken son özellik önemlidir. Başlangıçta bir aile tapınımıydı bu: Ailenin şefi istediği­ nin katılımına izin veriyordu. Bu, tapınırnın kutlamalarında yaban­ cıların, kadınların ve kölelerin bulunması olanağını açıklamaktadır. Demek oluyor ki, Eleusis törenleri antik toplumun en sefil varlıkla­ rına, gerek kadınlara gerekse kölelere durumlarının sefilliğine karşı bir ödün sunmaktaydı. Bu açıdan, hiç değilse sahip oldukları evren­ sellik özelliği nedeniyle, bu törenler, adeta Hıristiyan dininin haber­ cisi oluyorlardı. Yunanlılar VIII. yüzyıldan itibaren köylü olduğu kadar, denizci bir halktır artık. Onlar, Odysseia ile birlikte birbiri ardına Batı Ak­ deniz topraklarını keşfe ve sömürgeleştirmeye atılırlar. Bu işi ne güç koşullarda ve nasıl küçük takalarla yaptıkları bilinmekted ir. Odys­ seus'un lonia denizinin ıssız alanlarında sürüklenmesi Lindberg'in Atlantik'i bir koltukla geçmesine benzer. Ama bu alanlar boş değildir. Her burun dönüşünde, her dar ge­ çitte korkudan doğan bir " harika " , ürküten ama yine de macera ve 176 1 ı ANTI K YUNAN UYGARLJCJ zenginlik ere aç insan yüreği için çekici bir mucize, pusulası olmayan denizeiyi ousuda bekler. "Aç karnın verdiği sıkıntı, gemileri tayfay­ la doldur: ı.r ve dalgalar üstünde dolaştırır. " Yine de, insan denizde ve adalarc :ı, deryanın uçsuz bucaksız yüzeyinin ötesinde "garip bir şeyler göri v " , d ünyayı keşfedebilir, harikaları sayıp dökebi lir. llyada' lan daha eski halk inanışlarından türerne Odysseia hari­ kası, tuhaf . 'aratıklar halinde yaşamın biçimlerini yeniden meydana getirir, onla:·ı dev boyutlar, gülünçlük ya da sonsuz güzellik içinde yeniden yara ·ır. Insandan çok uzakta olduklarından bir tapınım ko­ nusu olamaz m yaratıklar; yine de ilkel insanlar için sınırsız denizin büyüklüğünür. esiniediği çifte belirti şudur: Onun büyük yıkım gücü olduğu duygm u ve aldatıcı b içimde çekici olduğu d uygusu. Tepegöz macerasına güL·riz, çünkü kurnaz bir insan onu altetmiş ve bizi gül­ d ürmüştür. Am�. Sicilya ya da Napoli kıyısında yollarını şaşırmış de­ nizciler Vezüv ya da Etn a ' nın homurdandığını ya da gürlediğini duy­ duklarında gülmc ·derdi ki. Kykloplar (Ki_dopes ) sakin çoban yaşamlarının örtüsü altında, insanlar için tamar.ıen gizemli varlıklardır. Adı Polyphemos ( Polife­ mos -Tepegöz) olan bu insan yiyen, tanrıtanımaz, toplumdışı cana­ vara Odysseus'un ya varmış olması bu yüzden mümkündür. Odysse­ ia nın şairi, uygar ya�;amla i lgili her şeye; gemilere, yasalara ve ku­ ' rullara karşı Kyklopla r'ın nefretini ısrarla gösterir. Onlar, destanda­ ki öteki " canavarlar" gibi, akıl a lmaz boyutlarda, kaba sahadırlar ve doğal olayları hiçbir bi<;imde kavrayamazlar. Ister Kharybdis (Har ibdis), ister Skylla üstüne alınsın, bunlar ol­ sa olsa birbiri ardına gerr. ileri yutacak denizin baş döndürücü meka­ niği ya da, "kara ölüm sa�·an" d işleri ve üç katlı çenesiyle altı ağızlı canavarlardır. Bu düşsel yaratılar, denizin denizeiye karşı sahip ol­ duğu korkunç yok etme gücü karşısında onun korkusunu söylence­ sel olarak dile getirirler. Kirke ve Sirenler ile, simge daha bir karmaşık hal alır. Güzelim Nymphalar doğanın bir tuzağıdır; onun, bizi çeken ve bizi ' büyüle­ yen (bu anlamda onlar " büyüc ü " dürler) yüzüdür. Ama Nymphala­ r'ın gülümseyen yüzü, insan soyuna karşı doğanın ezeli acımasızlığı­ nı (bu aşırı imgelerle örülü dilin ötesinde anlaşılmalı) hiç de örtele­ yemez. Kirke, insanları hayvana çevirmek için " güzelliği " ni kul lanır, onları ahırlarına kapatır. Sirenler tanrısal bir sesle şarkı söylerler, ama, oralar kuru kemiklerle kaplı bir çayırlıktır. Burada bizim ona İN sA N LA R V E TAN R I L A R yüklediğimiz güzellik ve soyumuzun yaşamına karşı duyulan kor­ kunç nefret bir karşıtlık içinde ele alınmıştır. Insanlar bir kez Kirke tarafından cezbedildi mi, büyücü o nları hüküm s ürdüğü doğanın çemberi içinde döndürmekten başka şey yapamaz. Ister aslan, ister domuz haline gelsinler, bir yurtları olduğunu unuturlar. Böylece Odysseia'nın öbür öykülerinde olduğu gibi, doğanın kör dünyasın­ da insanlar ne zaman yasak bölgeye girseler, ne zaman bu dünyayı açıklamak için, şairin gelenekten aldığı bu iki yüzlü yaratıklardan biri tarafından ele geçirilseler; ortak insanlıklarının simgesi olan yur­ du kaybederler, şairin de dediği gibi dönüş yolunu kaybederler. Top­ lum halinde yaşayan, insan özelliklerini kaybederler. Onlar yurdu büsbütün kaybetmezlerse; kendilerini insanlıktan uzaklaştıran bu yılgınlıkla yok olmazlarsa; bu, Odysseus'un bir in­ san olmasındandır. Kahraman bile demiyorum: Onun başı üstünde, Diomedes'in ve öteki llyada savaşçılarının başları üstünde olduğu gibi doğaüstü bir alev yoktur. Çok insanca gözüken yüzünde ancak destek verdiği mücadelenin ve bunlardan edindiği deneyimin izleri vardır. O, kendisini insan toplumuna bağlayan bütün bağlarla bir insandır: En önce karısına ve oğluna duyduğu sevgiyle, toprağa olan sevgisiyle, iş ve nesne üreten emeğe duyduğu sevgiyle. Odysseus bir insandır ve ülkesine döner, çünkü aynı anda zekasının, yüreğinin ve ellerinin tüm olanaklarını kullanarak, denizin cinlerini yenmiştir. Ama daha llyada ve Odysseia'nın oluşma döneminde, denize ilişkin "doğaüstü " nün esiniediği korkunun bir bölümü aşılmıştır. Ev sahibi Phaiak'lara maceralarını anlatan olumlu bir insan olan Odys­ seus, denizci atalarının yarattığı bu düşsel ve ürküntü veren dünya konusunda zaman zaman gülümseyebilmektedir. Odysseia'da bile " doğaüst ü " n ü n bu gerilemesine ilişkin başka belirtiler buluruz. Bunca inanılmaz esrarı kabul edemeyen, anlaşıl­ ınaza boyun eğemeyen Yunanlılar bu korkunç tanrıların, bu acıma­ sız Nymphalar'ın yerine geleneklerinde insan biçiminde, yani düş gücü ve akıl için daha bir anlaşılır tanrılar koydular. Denizde ve baş­ ka yerlerde daha bir güven uyandıran insanbiçimcilik hüküm sürme­ ye başlad ı . Denizin Prensi Poseid o n böylece tıpkı llyada daki soylu bir savaşçı gibi adarını koşuma sokar (gerçekten de onun atları dal' ı ı 77 1 l 78 ı ANT1K YUNAN UYGARLıCı galar üstünde koşar ) . Onun çevresinde yunuslar, balinalar, camgöz­ ler neşeyle zıplarlar. Deniz ülkesinin efendisinin derinliklerde sarayı vardır, karısı ( Kraliçe Amphitrite [Amfitriti ] ) vardır. Poseidon sa­ yılamayacak kadar çok balık ve canavar topluluğuna hükmeder. Bu topluluk kaypa k ve sinsidir. Poseidon'a gelince o dalgalar gibi her zaman öfkelidir; öfkesi ile Odysseus'u ve dalgalar üstünde dolaşan tüm denizcileri tedirgin eder. Ama en sonu bir insanın biçimine, dü­ şünce ve d uygularına sahiptir; onun ani kudurganlıklarına teslim olan tayfaların öfkesine gerekçeler aramaları ve onu yarıştırmaya ça­ lışmaları bu yüzden olanaklıdır. Bu insanbiçimcilik -tanrıları insan biçimine sokma- yalnız deniz alanına değil, yeryüzüne de yayılmıştır. Zeus önceleri göğün, yarat­ tığı havanın bir tanrısı idi -yani yıldırım ve fırtınaların tanrısı-, kü­ me küme yığılan ve yararlı olmaktan çok yıkıcı, yağmur halinde pat­ layan bulutların tanrısı, Yunan d ili ayrım gözetmeden " tanrı yağı­ yar" ya da " Zeus yağıyor" der. Zeus daha sonra evlerin harkların tanrısı oldu. Onun eski sıfatlarından biri Herkeios'tur ki çitin ya da duvarın Zeus'u demektir. Kötü havalara karşı koruyan evin tanrısı oldu, aile yuvasının tanrısı oldu. Zeus Herkeios'un her evde sunağı vardır. O ailenin atası değil, koruyucusu demek olan Zeus pater (Ju­ piter) olarak sevilir. Zeus evi ve evin zenginliklerini korur, birçok Yunan ülkesinde şu Zeus Ksenios ( Kazandıran Zeus) adıyla anılır. Evi koruduğu için, temel gıda olan tuz ve ekmeğe göz kulak olduğu için, eve gelen yolcuya bunları sunduğu için ona yakaran kimselere evsiz barksız yabancılara ve yoksullara karşı insanlık dolu, konukse­ ver bir ev sahibi olarak düşünülür. Biçimiyle de, d uygularıyla da in­ sandır. Bütün tanrıların en güçlüsü ve en iyisidir o. Böylece başka tanrılar Olympos'un tanrıları oldular. Apollon'a bakınız: Gün ışığı gibi güzeldir o, yüzü aydınlık saçar. Etkinliğinin bir bölümü güneşle ilgili kökenini gösterir. O nun akları, bir güneş çarpmasının yaptığı gibi, ani ölümle cezalandırır insanı. Ama, canlı­ lığı, güneş ışınlarının da yaptığı gibi, hastaları iyileştirir. Çok insan­ ca, genellikle iyilik dolu bir tanrıdır o: Arıttığı ve iyileştirdiği yalnız­ ca beden değildir, suçlu gelip sunağında ona yakarınca ya da Delp­ hoi'daki tapınağına yakın kaynağa dalınca, cinayetin lekesini de yı­ kar. Bunun temiz bir kalple olması da -bir metin bunu açıklamakta­ dır- gereklidir. Insanlara bu kadar yakı n bir tanrı nasıl olur da, in­ san biçiminde canlandırılmaz? İN sA N LA R V E TAN R I LA R l ı 79 Ama, Yunanistan'ın pek çok bölgelerinde, hele bir çoban halkı olan Arkadia'lılar arasında bir başka Apolion kökeni yakalarız (çün­ kü Apolion figürü bir tür bağdaştırma sonucu, bunlardan daha baş­ ka çok farklı kökenden gelen figürlerle örtüşmektedir): Kurtlar tan­ rısı demek olan Apolion Lykeios'tur ( Likeos) bu; kurt öldürend ir. Sürüleri korur, kuzuları ve danaları kollarında taşır. Ilkçağ heyket­ cisinin onu çoban kı lığında vererek "ceza landırması" bundan ileri gelmektedir. Yüzyılları ve dinleri aşıp gelen bir imgedir bu: Iyilikse­ ver çoban Apolion ya da omuzlarında sürünün yavrularını taşıyan iyiliksever çoban Hermes tasviri aynı zamanda gariptir, yeraltı me­ zarlıklarında ya da Ravenne moza iklerinde gördüğümüz şu henüz sakalsız Isa tasviri olup çıkar; tanrının tasvirlerinden en eskisi bir in­ san olur. Öte yandan, gün ışığı tanrısı Apolion' un öyle keskin bir bakışı vardır ki, geleceği görür ve bildirir. Parnassos'un ( Parnasos) yama­ cında bir vadide Delphoi kutsal merkezinde Hellen veya barbar, tüm antik dünyanın kutlu gördüğü ünlü bir Apolion tapınağı vardır. Bu­ rada tanrı, bilici kadına ilham verir, rahipler de Pythia'nın ( Fiti a ) uğultulu konuşmasını vahiy olarak yorumlarlar. Apolion bireylere olduğu kadar sitelere de gerekli olan en iyi şeyi bilir. Onun tapına­ ğına ona inanan binlerce insan doluşur. Bugün nasıl avukata, note­ re ya da papaza danışılıyorsa, her konuda tanrıya danışılmaktadır. Çoğu durumda öğütleri eşsizdir. Sorun denizierin ötesinde yeni bir site kurmaksa, tanrı göç edilen uzak ülkenin en uygun yerini ve zen­ ginliklerini bildirir. (Kuşkusuz, vahiyleri yansıtan rahipler, bu bilin­ medik ülkeler hakkında kendilerine başvuran kişilerden bir seyahat acentasından pek farklı olmayan bazı yollarla bilgilenmişlerdir. Ama, onlar bunu bir parça gizlerler, inananlar ne bilsin ! ) D elphoi böylece bütün d ünyadan gelen gözkamaştırıcı hazinelerle dolup ta­ şmaktadır. Tanrının vahiyleri bazen aldatıcıydı: Bunlara uymak isteyenleri kaçınılmaz olarak yanlışa sürüklüyorlardı. Sanılıyordu ki, böyle yapmakla tanrı, ilahi mutlak güç ve kutsal özgürlüğün, her zaman ölümlüterin iradesine baskın olabileceğini göstermek istemekteydi . Apolion yine fark atıyordu. Işık tanrısı Apolion uyurnun d a tanrısıdır. Insanların coşkusu için müziği ve şiiri keşfetmiştir. B u nlarla uğraşır ve başka her şeyden çok bunlardan hoşlanır. Bu, uzak a ma , iyiliksever tanrının lütuftan- 180 1 1 A NTİK Y U NAN UYGARLıCı nı elde etmenin en iyi yolu, ona, sunakları çevresinde kız ve oğlan ko­ rolarının şarkılar söyledikleri, oyun aynadıkları şenlikler sunmaktır. Zaten tanrıların çoğu güzel şenlikleri severler. Bunlar, neşe dolu bir halkın neşeli tanrılarıdır ve bu halk, güzel gösteriler, spor yarış­ maları, meşaleli koşular, top oyunları düzenleyerek değerli tanrısal lütuflar elde eder. Tannlara dua etmek ve onlara kurbanlar sunmak, iyidir. Onların onuruna bayram lar -hatta, arada onlarla alay edile­ cek çok komik gösteriler- düzenlemek, daha d a iyidir. Tanrılar gül­ meyi severler, bu gülüş onları biraz incitse bile severler. Olympos'ta, toplantı yaptıkları Zeus'un sarayında kendi aralarında gülüşmeleri­ ne " önlenemez" der Homeros. Bir flüt havası eşliğinde güzel bir oyun oynamak, onların onuruna müzikle yek vücut oyun oynamak; işte, ritmin ve melodinin güzelliğine insanlar kadar duyarlı ve şeh­ vetli olan bu tanrıların en çok hoşlandıkları şeyler bunlardır. Ilkçağlardan sonra, Olympos tanrılarının dini olan bu dinin ba­ zı figürleri işte böyle doğdu. llyada'nın dahi şairi Homero s �· tarafından yeniden yaratılan Yu­ nan tanrıları, son derece insani o lmuşlardır. Onların fiziksel varoluş­ larını bütün d uygularımızla algılarız. Yaşadıklarını söylemek azdır. Çığlıklarını, ve bazen bağırıp çağırmalarını duyarız. Zeus 'un ve Po­ seidon'un kılları, doğal olandan daha karadır: Maviye çalar, koyu mavidir. Tanrıça giysilerinde parlak beyazı ya da koyu maviyi, hat­ ta safran renklerini görürüz. Başörtüleri "güneş gibi" göz kamaştı­ rır. Hera, d utlar gibi iri değerli taşlar takar. Zeus, altın manto, altın asa, altın kırbaç ve diğerlerinden oluşan gülünç kılığı ile, altının öl­ çüsünü kaçırmıştır. Hera 'nın p arıltılı saç örgüleri başının iki yanın­ dan sarkar. Kullandığı hoş koku keskindir: Yeri göğü doldurur. At­ hena'nın gözleri ışıldar, Aphrodite'ninkilerde mermer parıltısı var­ dır. Hera terler, Hephaistos da öyledir; Hephaistos yüzündeki terle­ ri siler, göğsü de kıllıdır. Çalımlı çalımlı topallar. .. Bu böyle uzayıp gider. Bu maddi tanrılar bizi sağır ederler, bizi kör ederler. Neredey­ se bizi gölgede bırakırlar. * Heredotos, " Homeros ve Hesiodos," diye yazar, " tanrıların nesebini saptadılar. .. Onların tavsiyelerini yaptıla r . " 1 82 1 A NT I K Y UNAN UYGARLICI Bu güçlü tensel varoluşa; eşit, ama, yine de kahramanlarınkin­ den farklı bir tinsel yaşam karşılık verir. Kuşkusuz daha karmaşık değil, ama daha kapalıdır. Yalnızca bir gecekuşu ya da çakıltaşı olan ilkel tanrılardan çok daha insanca ve dolayısıyla dualarımıza daha duyarlı olan, bazen oldukça kabaca kendi imgemizi yansıtan bu et­ ten ve kemikten tanrılar yine de kendilerinde sözle anlatılamaz bir şeyler saklarlar ki, bu da, açıkça tanrı olmalarını sağlayan şeydir. Bazen bunu bize basit bir ayrıntı gösteriverir. Ö rneğin savaş alan ına inen Aphrodite, Diomedes tarafından yaralandığında, şair bize, tan­ rıçanın koluna girip tanrısal kanı akıtmadan önce "K harit/er'in işle­ diği rubayı delen " kahramanın sivri kargısını gösterir . Bu garip özel­ lik, güzel tanrısal teni örten nerdeyse maddi olmayan bu kumaşın yırtılması üzerine D iomedes'in görülmemiş bir iş yaptığını ve " tanrı­ ların en zayıfı " nın yine de büyük bir tanrıça olduğunu anlarız. As­ lında, l lyada 'nın insanlaşan tanrıları y i ne de çok korkunç görünür­ ler: Onlar, Melek takımındandır. Onlarda bir şeyler, destan okuru­ nun d a yadsıyacağı tam bir i nsaniaşmaya her zaman direnirler. Y ö­ nettikleri dünyanın acılarına karşı, neşelerindeki olağanüstü taşkın­ lık onların tanrılıklarının korkunç göstergesidir. Insanlar onları can­ lıların tanrıları olarak ölüm yaklaştığında tanırl ar. Tanrılar yaşamı öylesine tam bir bütünlük içinde yaşarlar ki, inanan kişi, ancak on­ lara hayran ola bilir. Şairin tanrılar hakkında verdiği imge onların neşeleriyle dolar. Eksiksiz özgürlükleri ile tanrıların önceden kesti­ rilmesi hemen hemen olanaksız bir adet yaratmaları önemli değildir. Tanrısal konum ile insansal konumu derin bir uçurumun ayırması önemli değildir. Bizi ilgilendiren tek şey, tanrıların sonsuz bir mutlu­ luk içinde yaşamaları, keyif ve gülüş içinde, eksiksiz neşe içinde ya­ şamalarıdır. Homeros, " Gözyaşı insanlara, gülüş tanrı/ara mahsus­ tur, " der. Böyle tanrıların insanlara esinieyebildikleri dinsel duyguyu önemsemek gerekir. Bu duygu, yine bilinmeyen güçlerden olan kor­ kuya bağlıdır. Ama, bu korku; kendinden ayrı, ama, kendine çok ya­ kın d ünyada, bir ölümsüz varlıklar soyu olarak, ölümlü cinsi boyun­ duruk altına alan en ağır köleliklerden kurtulmuş bir insan soyunun varolduğunu bilmenin, bir tür v urdumduymaz neşesiyle karışır; tan­ rılar ki; gözkamaştırıcı Olympos ' un dinginliği içinde, bizzat kendile­ ri de dingin yaşarlar, çünkü; ölümden, acılardan ve kaygılardan aza­ de olmuşlardır. Bu tannlara göre ahiakın bile anlamı yoktur: Ahlak, İN S A N LAR V E TANRl LAR tam olara k bir insan icadı, insan deneyiminden çıkarılan ve durumu­ muzun belli başlı kazalarına çare b ulmaya yönelik bir tür bilimdir. Ama l lyada ' nın tanrılarının haz bolluğu içinde kapıldıkları tutkula­ rın, ölümlü varlıklar için olduğu gibi, kendileri için üzücü hiçbir so­ nucu olmazsa, ne d iye bir ahlaka gereksinimleri olsun ki. Aklıille­ us'un öfkesinin Yunanlıların yenilmesine yol açtığını ve Troya du­ varları dibinde ö lülerin yığıldığını biliyoruz. Ama aynı bölümde okunan, Zeus'un Hera'ya kızgınlığı, sadece karı koca sahnesine dö­ nüşür ve sonunda " tutulamayan" bir kahkaha i le biter. Macera için­ de yaşa nan her türlü tanrısal tutku gülüşle tamamlanır. Tanrısal konum hakkındaki bu düşünceler Yunanlılar için belki biraz acı. En büyük şairler bu d üşünceleri oluşturur ve halklarına ile­ tirler. Bu arada tannlara inananlar, Yunan Olympos'unu, kendisini "hayran bırakan" (sözcüğün en güçlü anlamında) bir gösteri gibi seyreder. Insanların kavgalarına çok kayıtsız kalan l lyada ' nın tanrı­ ları, iyinin hizmetindeki koruyucu güçler oldukları sürece insanın doğrultusunda, insan için değil de, en sonu kendileri için, yalnızca kendi varoluşianna sevinmek için vard ırlar. Öylece vardırlar. Yaşa­ mın birçok biçimlerinden biri olarak, görünen tek varoluş nedeni, güzellikleriyle hoşumuza gitmek olan ırmaklar, güneş ve ağaçlar gi­ bi vardırlar. Özgürdürler, ama bizim tarzımııda doğadan zorla ko­ parılmış bir özgürlükle değil, doğanın armağanı bir özgürlükle öz­ gürdür tanrılar. D ünyanın yönetimini ve insanın yazgısını, töresiz değil de, töredışı ve k aranlık, açıkça belirlenmiş bir amacı olmayan ve kendi leri için nedensellik ilkesinin artık pek önem taşımadığı bü­ yük güçlere emanet etmedeki kahramanlara özgü tavır asla fark edil­ meyecektir. Yunan halkı cesur bir halktır; cesareti de boyun eğmeye değil mücadeleye dayanır. O , tanrıianna ancak bir gün fethetmekte karar­ lı olduğu şey için, yani; yaşama sevincinin sınırsız alanı için tapınır. Olympos'taki yüce sirnaların dini, kimilerinin iddia ettiği gibi, d urağan, ölümlü doğmuş olmanın yol açtığı bir tür estetik teselli di­ ni değildir. Estetizm onu tehdit eder, ama -güzellik tapınımına borç­ lu olduğu sayısız başyapıra karşın- bu din, estetiğe saplanıp kalmaz; çünkü onun ortaya çıktığı ve geliştiği tarihte, Yunan halkı kendi içinde daha pek çok başka yaratıcı kaynaklar taşımaktadır. Bunun­ la birlikte şunu belirtmek gerekir ki, insana daha başarılı, tehlike al­ tında olsa da, hep etkin kalacak bir mutlulukta, mutlu ve insanı sa- 1 183 l R4 ı ANT1 K YUNAN UYGARLICI hip olduğu mutluluktan daha ötelere götüren, daha mutlu bir insan­ lık sunan bu din, onu, bu yeni insanlık türü ile yarışmaya çağırır. In­ sanı "Melek ile savaşma " ya çağırır. Elbette, bunda tehlike yok değil­ dir ve Yunanlılar bu tehlikeli savaşa hybris adını vermişlerdir. Tan­ rılar mutluluklarına sımsıkı sarıl mış ve varlıklı sınıf olarak onu sa­ vunmaktadırlar. Hybris (gurur) ve nemesis ( kıskançlık) yine ilkel inanışlardır. Yunanlılar yavaş yavaş bu inanıştan kurtu lacaklardır. Tragedya çakışmasının başlıca çizgilerinden biri onun hybris'in teh­ likesi ve nemesis'in tehdidine karşı yürüteceği bu m ücadele olacak­ tır. Tragedya, gerek insanın yüceliğinin getireceği tehli keyi kabul ederek, gerekse, ölümlü halka göre çok yükseklerde duran bir özeni­ şe karşı insanları uyararak karşılık verecektir. O genellikle hem ce­ zalandırılan insanın yüceliğini, hem de onu cezalandıran tanrıların mutlak gücünü doğrul ayacaktır. Şu ya d a bu biçimde henüz tanrıla­ rın tutumunu haklı göstermesi gerekmektedir. Sonunda tanrıların hak lı olmaları gerekir. Henüz o noktada değiliz. l lyada ' n ı n tanrıla­ rı, özgürlüklerini ve egemenlik güçlerini sınırlayabilecek bir insan adaletinden kaygı duymazlar. Ama insana saklı isteklerini ve geleceğinin en değerli fetihlerini eksiksiz gerçekleşmiş bir biçimde gösteren bu güzel figürler dininden hesaplaşma sonunda ortaya ne çıkar? Onun başına gelecek olan, dü­ pedüz insan içinde erimektir. Olympos'lu tanrılar, siteler döneminde "koruyuc u " tanrılar olarak yurttaş topluluklarının, hatta örneğin Zeus ile Apolion için söylersek, Hellen topluluğunun manga başları olacaklardır. Tanrılar, artık pek de, siteler arasındaki mücadeleterin rüzgarcia çırpınan sancakları olmayacaklardır. Ya da, daha çok, ar­ tık onlar, ancak düşüncemizde ve kanımızda devinen ve vücudumu­ zu ayakta tutan etkili güçlerin simgeleri olacak derecede insanlaşa­ caklardır. Bu sırada, sitenin gücü ve ünü ya da eylemlerimizin en zorlayıcı dürtüleri ile karışan Y unan dini neredeyse ölmek üzeredir. Belki güzel, ama, kof bir güzellik olarak şiirsel imgeler halinde do­ nup kalacaktır. Gerçekte din insaniaşarak laikleşir. Devlet ve tanrılar o günden bu yana bu nedenle ayrılmaz bir birlik oluşturmuşlardır. Atina'da Peisistratos, sonra da Perikles tarafından d ikilen tapınaklar en az tanrıların şanı kadar bu tapınakları kuran topluluğun şanını ve ikin­ ci olarak d a imparatorluk metropolünün şanını yüceltirler. Burada dinsel duygu ö n sırayı, parlak bayramlar vesilesi ve dünya hayranlı- iN s A N LAR v E TA N R , LAR f ıss ğının nesnesi olarak, yurttaşların tannlara a nıtlar sunma gururu ve yurtseverliğine bıra kır. Ama insanlaşan tanrıların dini yurttaşlık gu­ ruru ile özdeşleşirken, yeniden insanın yüreğinden uzaklaşır ve insan onu düşünd üğünden daha az büyütür kafasında. Ama, bu tarihte Yunan halkı dünyayı yeniden kurmak üzere, da­ ha şimdiden sıkı sıkıya bir başka silaha ya da bir başka alete sarıla­ caktır ki, bu alet bilimdir. Yunan halkı bu aleti kullanmayı becere­ bilecek midir? Bu nedenle şimdi zanaatçılarla ilgili tanrılardan söz etmek gere­ kiyor. Bilim -onu bu ya pıtta daha ilerde göreceğiz- işten, özellikle de ateşle ilgili sanatların tekniğinden doğacaktır. Ilk çağda insan, kendi keşiflerini tannlara bağlar. Bu keşifler, Yunan halkının artık yalnızca köylü ve denizci olmadığı, büyüyen kentlerde toplumun ye­ ni bir sınıfının -Soion'un döneminden itibaren kalabalık bir sınıf­ ellerinin emeği ile yaşadığı dönemde artar. Söz konusu sınıf, zanaat­ çılardan, işçilerden, aynı zamanda satıcı, dükkancı ve tüccarlardan oluşur. Bu kümelerin tanrıları da vardır ve bunlar, onların imgeleri­ ne göre emekçi tanrılardır. Hephaistos -Prometheus'dan sonra- ateşin tanrısıdır; ama yıldı­ rım ateşinin değil de mutfak ve dem irhane ateşinin, yani insanın kul­ lanımına sokulan ateşin tanrısıdır. Hephaistos' u n işçi takımlarıyla birlikte volkanlarda çalıştığı düşünülen işiikieri vardır. İşiikierde eli­ nin altında bir yığın alet -çekiçler ve maşalar-, koca bir örs, büyük fırınların önünde yirmi körük bulunur. Hephaistos her gün yarı çıp­ lak ve başında bir işçi takkesi ile örsünün üstünde madeni, çekiçle döverek çalışmaktadır. Ona açıkça işçi adını verdikleri Atina'da, V. yüzyılda eski Atina'nın en sevilen mahallesi olan aşağı kentte, bugün hala nerdeyse bozulmamış olarak d uran çok güzel bir tapınağı var­ dır. Bu tapınağın meydanında halk oyunlar ve gürültülü şenliklerle onu kutlar. (Bu bayramlar popüler kalmıştır, günümüzde de h a la kutlanmaktadır. ) Işçi sınıfına mahsus antik bayramın adı, Kalkeia ( Halki a ) idi ki, kazancılar bayramı demekti. Ama bu bayrama baş­ ka zanaatçılar, özellikle kalabalık çömlekçiler de katılıyorlardı. Bay­ ramı, lşçi ( Ergane) tanrıça sıfatıyla Athena da yönetiyordu . Atina'ya adını veren tanrıça -Athena- ilk v e klasik yüzyılların Ki bar fahişeler. Ressam Phintias'ın hydriası (su konulacak k a p ) (5 J O'a doğru. ) iN s A N LA R vE TANR l LA R J ıs7 hünerli Atinası hakkında yaratıla bilecek en kusursuz imgedir. Ken­ disi de işçi, hem de iyi işçi olan tanrıça, Atina'nın tüm çalışan halkı­ nın koruyucusudur. D ülger ve duvarcılar gönyelerini ona borçludur­ lar. Athena maden sanatlarını ve dahası, geniş keramik kenar mahal­ lesine onun adını veren kalabalık çömlekçiler halkını da korur. At­ hena çömlekçi çarkını keşfetmiş ve ilk pişmiş toprak küpleri yapmış­ tır. Renk verınede ve pişirmede kazaları engellemeye dikkat eder. At­ hena çömlek kıran ve cila çatlatan şeytanları, kil içinde, fırın içinde pusuya yatan Syntrips (Sintipsi ) , Sabahtes (savata ) ve Smarangos şeytanlarını bozguna uğratır. Tüm çömlekçi takımı, ustalar, model­ ci ler, dizgiciler, desenciler, siyah rengi veren, kırmızı kiJi figürlere ayıran ve deseni -bazen tek kıllı bir fırçayla- şarap rengi bir çizgi ya da beyaz bir çizgiyle düzelten ressamlar, pişirmeye göz kulak olmak­ la görevli işçiler, kili yağuran düz işçiler, hepsi onu yardıma çağırır­ lar. Bunlardan biri ile ilgili çok dokunaklı bir halk şarkısı var elimiz­ de. Şarkı, fırına el uzatması, küplerin kıvamında pişmesi, siyah ren­ gin parlaklığını koruması ve satışın iyi bir kar getirmesi için Atlıe­ na'ya bir dua ile başlar. Böyle bir küp üzerinde Athena'nın küçük zafer perileri eşliğinde bir çömlekçi işliğinin ortasında belirdiği ve emekçilerin başına taçlar koyduğu görü lür. Işçi tanrıça kadınların çalışmalarına da göz kulak olmaktadır. Iğ ve öreke ona göre kargıdan daha değerli simgelerdir. Athena ' nın ka­ dınları ve kızlarının kemerde kabarık durmak için bazen yumuşak ve saydam, bazen görkemli düşey kırmalada düşmek üzere ağır, o renk renk nakışlı kumaşları " A thena'nın parmakları ile" dokudukları ve nakışladıkları söylenir. Tanrıçanın Akropolis'deki tapınağının arka odasına dokuz ay kapatılan 7- 1 1 yaşlarında dört kızcağız, her yıl kutlanan bayramında ona sunulacak yeni giysiyi dokumak ve söy­ lence sahneleriyle nakışlamak için çalışırlar. Halkının tüm gündelik yaşamına karışan Işçi tanrıça onu tam olarak temsil eder: Akropo­ lis'de, elde kargı ve başta tolga, olanca görkemiyle onu savunur; aşa­ ğı kentin sokaklarında ve kenar mahal lede gizsiz ve gizemsiz, yoksul insanlara d ürüst ve o döneme göre, çok makul bir din sunar. Sophokles'in bir korosunda şöyle kaleme alınmış bir çağrı var­ dır: "Sizler, ey el işçileri sokağa inin, Zeus 'un kızı Ergane'nin parlak gözlerine tapının, kurban sepetleriyle sokağa inin, örslerin yanında durun. " Bu " sokağa inin" sözcüğünün kuşkusuz Parisli devrimci an­ lamında alınması gerekmez. ( Bu zaten bütünden kopuk bir parçadır; 188 1 A NT I K Y U N A N U Y G A R L I C I bu da yorumda çok sakı ngan olmayı gerektirir . ) Bunun sadece işçi­ lerin iki tanrısının ortak bir bayramına çağrı olduğu düşünülebilir: En azından bu popüler bir bayramdır, bu bayramı, tüm el işçi leri topluluğu kutlayacaktır. Bu işçi tannlara benzeyen, tüm Yunanistan'da çok sevilen, yol­ cu, madrabaz, dükkancı, satıcı ve tücca rların kurnaz tanrısı Hermes haline gelmiş olan eski taş yığın ları tanrısı vardır. Pazar meydanla­ rında ve yolcuların malları ile birlikte izledikleri yollar ve patikalar boyunca onun heykelleri görülür. Bu heykeller, işaret işlevi görür ve h ırsızia ra karşı korurlar. Hermes'i hırsızların tanrısı olarak göster­ mek doğru değildir: O malları h ırsıziara karşı korur. Müşteriyi de satıcılara karşı korur. Iki taraf için güvence olarak terazileri, ağırlık­ ları ve ölçüleri keşfetmiştir. Ticaret tartışmaları Hermes'in hoşuna gider: O, hem alıcının hem de satıcının dilini biler; aralarında anla­ şıncaya kadar, her birine en dürüst ve en karlı öneriyi ilham eder. Hermes her işte uzlaşma yanlısıdır. Siteler arası çatışmalarda el­ çilere diplomatik formüller salık verir. Hem alışverişin, hem de, in­ sanlığın mahvalduğu savaşın şiddetinden özellikle tiksi nir. Bu tüccar tanrının desteklemediği tek kar, savaş kazançlarıdır. Hermes cirosu­ nu artırmak için iyi bir savaş çıkmasını isteyen kargı ve kalkan ya­ pımcısını, hayd utlara adar. Kendisi, kurnazlık dolu tanr! olarak, yı­ kımları için kavgacı halkların besledikleri propagandanın yalanla­ rından iğrenir. Şair Aristophanes komedyalarından birinde Her­ mes'e, bağırıp çağırarak ülkelerinin huzurunu kaçıran halkın kötü yöneticilerine karşı sert sövgüler söyletir. Şair, tanrı Hermes'in, Şen­ likler tanrıçasının soluğunu, savaşçı torbasının kokusundan daha se­ ve seve soluduğunu da söyler. Yunan halkı böylelikle ( başka birçok örnek verebilirdim) işinin ağır zorunluluklarını " yumuşatır" . Adı geçen son tanrılar öbürlerin­ den daha çok gereksinimden ve alt sınıfın, toplumun yapılanmasın­ d a karşılaştığı engellere karşı giriştiği mücadeleden doğmuşlardır. Bu tanrılar, işçi sınıfı içinde ve tüccarlar sınıfı içinde, dediğim biçimi alarak doğmuş ya d a değişmişlerdir; onlar, tanrıların kendilerini emekçiler kampına koyan, yönetici sınıfa karşı mücadelesinde tanrı­ lardan yararlanan halkın isteğini dile getirirler. Bilinmedik tanrıların esinledikleri eski korku, yerini dostluğa bı­ rakır -bu, tanrıları insanların hizmetine sokan ve adeta onları eğitip evcil leştiren çok yararlı bir dostluktur-. iNsANLA R v E TANRlLAR i ıs9 Yine de bütün tanrılar tamamıyla insanlaşmaktan uzaktırlar. Bunlardan kimi leri -yönetici sınıfların baskısı ve insanların d ünya ve toplu m a ilişkin gerçek y:ısaları henüz bilmemesi yüzünden- ke­ sin olarak ilerlemeye ve toplumların yaşamına düşman, a nl aşılmaz güçler ol arak ka lırlar. Tanrısal esinle donanmış güç sahipleri, bu­ n u kendi çıkarlarına kullanın a d a hiçbir tereddüt duymuyorlardı, kol ayca entrikaya karışabiliyorla r d ı : Apolion ile Zeus, kötü bir an­ lamda çoğu zaman ise böyle " i n s anlaştırıld ı " . Ama, her türlü insaniaşmaya yanaşamaz gibi görünen bir tan­ rı örneği de vard ır ki, bu Kader ya da Yunancada dendiği gibi " Mo ira " dır. Moira, kendisine insa n biçimi verilen bir tanrıça de­ ğildir. O , değişmezliğini sağlad ığı evren hakkında bir tür yasadır, ama bi linmedik bir yasa . Moira, insanların oldukça göreli özgür­ lükleriyle ve kimi du rumlarda neredeyse egemen tanrılar tarafın­ d a n da tehlikeye atılan şeyleri yerli yerine koymak için, olayların a kışına müdahale eder. Yuna nlılarda kader kavramı, hiç de d ünyadaki varlıklara her türlü özgürlüğü reddeden bir k adercilik deği ldir. Moira, insanların özgürlüğü ile tanrıların özgürlüğünün üstünde yer alan bir ilke ol uşturur ve bu ilke, a niaşılamaz bir biçimde, d ünyayı gerçekten bir Düzen, düzenli bir şey h aline getirir. ( Benzetmek gerekirse, yer­ çekimi yasası ile yıldızların çekim yasası gibi bir şey olacaktı r . ) Böyle bir anlayış, henüz nedenlerin rolünü anlamaksızın, y i n e de evrenin bir bütün, yasaları olan bir orga nizma olduğunu bilen ve varolan b u düzenin sırrını bir gün çözmesi için, insanı sıkıştıran bir halkın a n l a yışıdır. Bu d urumda Moira'nın varlığının saptanması açıklanmamış k alsa da, değişmez ve bir gün anlaşılabilecek bir d üzeni varsaydı­ ğına göre, b u yüzden temelde a kılcılığa uzak d üşmez. En azından bu açıdan, i ns a n a l olmayan kural bir kez d a h a insana geri döner. Yunanca Evren a d ı bile son derece a nl a m l ı d ır: Bu ad, Casmos 'dur ve sözcük şu üçünü birden anlatır: Evren, Düzen ve Güzellik de­ mektir. ı l 90 ı ANT1 K YUNAN UYGAR L ıCı Tam olarak d insel yüzyıllard a din, ancak Yunan hümanizması­ nın biçimlerinden biridir. Ama daha ileri gitmek gerekir. Homerik ve arkaik yüzyıl lardan sonra, bu dinin asıl çabası, klasik dönemde, tanrısa l dünya ile insa­ nın ruhunu daha fazla bağdaştırmaya çalışmak olacaktır. Gördüğü­ nüz gibi, bu tanrılar başlangıçta çok az ahlaklı idiler. Hizmetleri ve iyilikleri bakımından çok değişken kalıyorlardı. Yunan din bilinci, adil olup olmadıklarını kesinlikle bilmek istedi. Bu bilinç, insanlar­ dan daha güçlü olan bu varlıkların adalete uymamaları düşüncesine başkaldırıyordu doğrusu. Çok erkenden, Odysseia'nın şairinden hemen sonra gelen eski bir köylü-şair, Hesiodos adlı bu küçük toprak sahibi köylü, sorunu şöyle ortaya koyar (bu kadar kesin olmasa d a bu sorunu Odysse­ ia' nın şairi de ortaya koymuştu r ) : " Otuz bine varır sayısı, ö l ümlüleri gözetlernek üzere Zeus'un bizi besleyen topraklara yolladığı ölüms üzlerin . . . Bir kız vardır, Zeus'un kızı, adı D ike, Olympos'lu tanrılar sayarlar severler onu. Biri saygısızlık etmesin ona haksızlık edip, Hemen gider oturur dizleri dibine Babası Zeus'un, Ve dert yanar ona, insanların haksızlığından . . . Her şeyi bilen Zeus'un her şeyi gören gözü Bunu da görür, görmek dilerse, Haklı h a ksız ne varsa kent duvarları ardı, gözünden kaçmaz. Ben de, oğlum da vazgeçeriz hemen bugün doğruluktan Eğer Hak hoş görürse haksızlığı. Ama bir türlü inanmam Işini bilen Zeus'un Böyle işlere meyda n vereceğin e . " * Daha sonraki yüzyıl larda, VII. ve VI. yüzyılların tüm Yunan li­ rik şiiri -yazılı hukuk ve yurttaşların eşitliği için mücadele dönemi­ nin şiiri- hem tanrısal, hem de insan adaleti hakkında benzeri sözler ve büyük yakarılar yükseltir. Kamusal etkinliğe karışan şairler, Ze­ us'un adil olduğunu ve olması gerektiğini öne sürerler ya da yüce * Hesiodos, Işler ve Günler, çev. S. Eyuboğlu-A. Erhat, TTK Yayını 1 99 1 -ç . n . İNSAN LAR VE TANRl LAR 1 191 ranrının Adaletin yardımına girmediğini görürlerse, ona saldırıdar ( bu d a aynı kapıya çıkar) . Arinalı Salon'dan biliriz bunu. Ama şu da Megara'dan sürülen bir şairin, Theognis'in bir parçasıdır: " Ey Zeus, hayrete düşürüyorsun beni ! Sen ki kra l ısın dünyanın, ün ve güç sahi bisin, bil irsin her insanın yüreğin i : Kudretin mutlak e y kra l . P e k i nası l , ey Zeus, senin düşüncen aynı sıraya sokuyor sapkın ile doğruyu ruhu bilgeliğe yönelenle haksızlığa ka pılanı, şiddete girişeni ? " Böylesi başkaldırı haykırmaları, Yunan d insel bilincinin tanrıla­ rın adil olmalarını istediği anlamına gelir. Bu durum, tanrıların açık­ ça çok güçlü ve özgür oldukları, önceki dönem şiirinin -llyada şiiri­ ram tersidir. I . ö . V. yüzyılda, Aiskhylos'un rragedyası ile birlikte dünyaya ve ruhlara adil ve iyi bir tanrı hükmetıneye başlar. Zaten Aiskhylos'un büyük sorunu, rragedyasını trajik yapan sorun bu nokradadır. Pro­ metheus ve Oresteia'nın ( Oresria) şairine göre dünya, gerek tanrılar, gerek insanlar karında yalnız kaba gücün h üküm sürdüğü binlerce yılı aştıktan sonra, sonunda kendileri adalete erişen ve insan toplum­ larının gelişmesini doğru davranışlarıyla destekleyen yeni tanrıların gökyüzünde yavaş yavaş evrenin komuta aygıtiarına yerleştiği bir çağa girmişti r. Yunan dininin gelişme çizgilerinden biri böyledir. Tanrılar in­ sanlaşarak -önce insan biçimi alarak, sonra da ahlakça yükselerek­ adaletin gerçekleşmekte olduğu bir evrenin simgeleri haline gelirler. BöLÜM IX TRA G E D YA A i S KHYLO S , KAD ER V E ADALET n !,. :f::lv� r . n halkının yaratımları arasında rragedya, belki de e n ö en gözü pek olanı d ır. Traged ya bi rrakım eşsiz başyapıtlar üretmiştir; bu yapıtlarda, içimizdeki korkuda kök salmış, a ma aynı zamanda yüreğimizdeki umutta gelişen insani öz, eksiksiz ve inandı­ rıcı bir güzellikle dile gelir. Eğer; bu yeni edebiyat türünün anlamı ve konumu kavranmak istenirse; I.ö. VI. yüzyılın ortalarına doğru -klasik dönemin eşiğin­ de- tragedyanın doğuşu, kısaca hatırlatılınası gereken tarihsel koşul­ lara bağlıdır. Bir yandan, Yunan tragedyası tanrıları daha fazla in­ sanlaştırarak, tanrısal d ünyayı insanların toplumuna katmak için kendinden önceki şiirin çabasını yeniden ele alır ve sürdürür. Gün­ delik gerçekliğin onu yalanlamasına ve efsane geleneğine karşın; Yu­ nan tragedyası, tanrıların adil olmalarını ve bu dünyada adaleti za­ fere ulaştırmalarını çok ister. Öte yandan, bu, Atina halkının hem si­ yasal yaşamda, hem de toplumsal yaşamda, aynı zamanda yönetici de olan mülk sahiplerine karşı, sonunda onlardan, yurttaşlar arasın- 194 1 A NT1 K Y UNAN UY GARLICI da, demokratik rej im adını alacak olan, haklarda tam eşitliğini ko­ parmak amacıyla, adalet adına çok sert bir mücadele yürütmekted ir. Tragedyanın ortaya çıkması, bu mücadelenin son dönemine denk ge­ lir. En yoksul köylüler kitlesince iktidara geti rilen, toprak kazanı­ mında halka yardım eden Peisistratos, D ionysos onuruna yapılan şenliklerde yurttaşların eğlenmesine ve eğitimine göre hazırlanmış tragedya yarışmaları açar. Bu Aiskhylos'dan önceki kuşaktır. Herhalde henüz çok az dra­ matik ve şehvet düşkünlerinin şuh gülüşü ile gözyaşl arının hazzı ara­ sında oldukça kararsız olan bu ilk tragedya, işte birden, beklenme­ dik bir olay sonucu seçimini yapar, " ağırbaşlılık "tır seçimi ve artık onu belirleyen bu ağırbaşlılık olacaktır; tragedya yüreklice onun önemini kabul eder: Asıl konusu olarak, içerdiği riskler ve derslerle birlikte, kahramanın kaderle karşılaşmasını seçer. Tragedyaya he­ men önceki Attika şiirinde olmayan " ağır" havayı veren bu olay Med savaşı, yani; Atina halkının Pers saldırganına karşı iki kez sür­ dürdüğü bağımsızlık savaşıdır. Marathan (Maraton) ve Salamis sa­ vaşçısı Aiskhylos, zarafet yanlısı ve saray şairi olan Anakreon'un ye­ rini alır. Aiskhylos bir savaşçıdır, a nlatım araçlarının mükemmel bir us­ tası olarak, yıkılmış tragedyayı bildiğimiz biçimiyle yeniden kurar. Ama, onu önce bir çatışma olarak kurar. Gerçekten de, her traj ik gösteri bir çatışma gösterisidir. Iç sıkın­ tısı, umut ya da uysallık, bazen de zaferle kesilen, ama her zaman, lirik şarkılara varıncaya kadar bir çatışma olan, bizi soluksuz kılan bir m ücadeledir; çünkü biz seyirciler, sanki kendi kaderimiz söz ko­ n usuymuş gibi, korku ve umut arasında kalmış olarak katılırız ona: Dört arış ( iki metre) boyunda bir adam, der Aristophanes, öne çık­ mış bir kahraman, aşılmaz gibi verilen ve öyle de olan bir engelle karşılaşan bir kahraman; insan için dövüşen, bizi savunuyormuş gi­ bi görünen bir kahram a n gizemli bir güç ile mücadele etmektedir -ve çoğu zaman bu güç-, haklı ya d a haksız, savaşçıyı ezmektedir. Tragedyaya giren insanlar, adil bir tanrıya bel bağlamalarına karşın, " aziz" değildirler. Suç işlerler, tutku onları şaşırtır. Ö fkeli ve sert kişilerdir. Ama hepsinin insani bazı büyük erdemleri vardır. Hepsi cesurdur; birçoğu ülkelerini, insanları sever; çoğunda adalet aşkı ve onu zafere ulaştırma isteği vardır. Yine hepsi, soyluluğa tut­ kundurlar. TRAGEDYA A1S KHY LOS, KADER V E A D A L E T 1! Aziz değild irler, adil değildirler: Onlar kahramanlardır, yani, in­ sanlıkla yakından ilgili, insanın ters talihe direnme, ta lihsizliği insa­ ni büyüklüğe ve sevince çevirme -bunu da, önce kendi halkından in­ sanlar, sonra öbür insanlar için yapma- konusunda o inanılmaz gü­ cü, mücadeleleri ile gösteren, eylem olarak gösteren insanlardır. Şairin seslendiği izleyicilerin her birinde coşku yaratan, soyumu­ zun bu yürekli sözcüleri tarafından tutsaklığımızın çevre duvarında açı lan ged iği genişleterek, içimizde, insan olma gururunu, hep daha çok insan olma istek ve umudunu yücelten bir şeyler vardır onlarda. Bir eleştirmen " trajik hava " diye yazar, "kahramanla özdeşleşti­ ğim andan itibaren, oyunun konusu benim konum olduğu andan iti­ baren, yani; oynanan maceraya kendimi kaptırdığım andan itibaren hep vardır. 'ben ' diyorsam, bu benim tüm varlığım, oyuna karışan tüm kaderimdir. " Peki tragedyanın kahramanı neye karşı dövüşür? Insanların işle­ rini yaparken karşılaştıkları çeşitli engellere, kişiliklerinin serbestçe gelişmesini güçleştiren engellere karşı dövüşür. Bir haksızlık olmasın diye, bir ölüm meyda na gelmesin d iye, cinayet cezalandırılsın diye, bir mahkemenin kararı linçe üstün gelsin d iye, yenilen düşmanlar bizde kardeşlik duyguları uyandırsın diye, tanrıların sırrı artık sır değil, en azından adalet olsun diye, tanrıların özgürlüğü, eğer; bizim için anlaşılmaz kalması gerekiyorsa, bizimkine saldırmasın diye dö­ vüşür. Sadeleştirelim: Tragedyanın kahramanı dünyanın daha iyi ol­ ması için ya d a olduğu gibi kalması gerekiyorsa, orada yaşamak için insanların daha cesur ve daha serinkanlı olmaları için dövüşür. Şu d a var: Tragedyanın kahramanı, çelişik duygular içinde dö­ vüşür; eyleminde, hem aşılamaz ve hem de aşması gereken engeller­ le karşılaşır; en azından kendi bütünlüğüne kavuşmak, içinde taşıdı­ ğı ş u tehlikeli büyüklük eğilimini gerçekleştirmek isterse; bunu, tan­ rısal kıskançlık ( nemesis) dünyasında haLi var olan şeye saldırma­ dan, aşırılık ( hybris) suçunu işlemeden gerçekleştirmek zorundadır. Demek oluyor ki, tragedyanın çatışması kaçınılınaza karşı girişi­ len bir mücadeledir; onunla çatışan kahramana göre; söz konusu olan, bunun kaçınılmaz olmadığını ya da hep öyle kalmayacağını öne sürmek ve eylem olarak göstermektir. Aşılacak engel bilinmedik bir güç tarafından onun yoluna konulmuştur; bu güce kahramanın sözü geçmez ve o andan itibaren tanrısal olarak niteler onu. B u gü­ ce verdiği en korkunç ad, Kader adıdır. 195 1 96 ı ı ANT1 K YU N AN UYG AR LI C I Tragedya kahramanının mücadelesi çetindir. Mücadele ne kadar zorlu olursa olsun; kahramanın çabası peşinen ne kadar umutsuz gö­ rünürse görü nsün; o, bu işe girişir -ve Atina halkı, modern zaman­ ların izleyicisi olarak bizler, onunla birlikteyizdir-. Ta nrılarca mah­ kum edilen bu kahramanın insan olarak, yani gösteride bulunan in­ san topluluğunca mahkum edilmemesi çok ilgi çekicidir. Tragedya kahramanının büyüklüğü cezalandırılmış bir büyüklüktür: Genellik­ le ölür. Ama şöyle olur: Bu ölüm, beklediğimiz gibi bizi yıldırmak bir yana, bizde uyandırdığı dehşetin ötesinde, içimizi sevinçle doldu­ rur. Antigone' nin, Alkestis'in, Hippolytos'un ( lpolitos ) ve daha bir­ çoklarının ölümü böyledir. Ve tragedyanın çatışması tamamıyla şöy­ le geçmiştir: Biz kahramanın m ücadelesine bir hayranlık duygusuy­ la, diyeceğim, sıkı bir kardeşlik duygusu içinde katılmış olduk. Bu katılımın, bu sevincin ancak bir anlamı olabilir -çünkü sonunda biz de insanız-; kahramanın kanıt teşkil eden ölümüne dek mücadelesi­ nin özünde bir vaat içermesidir; kahramanın davasının bizi kaderin elinden kurtarmaya yardımcı olma sözüdür bu. Yoksa, bahtsızlığı­ mızın gösterisi olarak tragedya zevki anlaşılmaz kalacaktır. Öyleyse tragedya, efsane dili kullanır diyebiliriz, bu dil simgesel değildir. Ilk iki tragedya şairleri olan Aiskhylos ile Sophokles'in dö­ nemi son derece dindar bir dönemdir. Aslında bu dönem efsanelere inanır. Halka sunduğu tanrısal dünyada, insan yaşamını ister iste­ mez yok olmaya yargıl ı kılmış gibi görünen baskıcı güçlerin var ol­ duğuna inanır. Dediğim gibi, örneğin Kaderdir b u . Ama başka efsa­ nelerde, i nsan soyunu mahvetmek isteyen, insanlığa düşman bir des­ pot, kaba bir tiran olarak temsil edilen Zeus'un kendisidir. Tragedyanın doğuşundan çok önceki efsaneleri ve daha başkala­ rını yorumlamak ve onu insancı l ahlak ilişkileri haline getirmek şa­ irin görevidir. Dionysos bayramlarında Atİnalı hemşehrilerine sesle­ nen şairin toplumsal işlevi budur. Aristophanes sahnelediği ve ko­ medyasında birbirlerine ne kadar hasım olurlarsa olsunlar, en azın­ dan tragedya şairinin tanımı ve benimserneleri gereken amaç konu­ sunda aniaşan iki büyük tragedya şairinin, Euripides ile Aiskhy­ los'un ağzından, kendi tarzında bunu doğrular. " Ne bakımdan be­ ğenmeli bir şairi? .. Sitelerdeki insanları daha iyi kıldığımızdan. " (Ve bu " daha iyi " sözcüğü yaşam m ücadelesinde daha güçlü, daha uyumlu demektir.) Tragedya burada eğitici görevini ortaya koyar. Aiskhylos'un döneminde, tragedya şairi, efsaneleri düzeltme, he- TRAGEDYA A1S KHYLOS, KADER V E ADALET 1 197 l e bunları keyfine göre yeniden uydurma hakkı olmasını düşünmez. Ama bu efsaneler birçok değişkeleriyle anlatılırlar. Aiskhylos halk geleneğinin ya da tapınak geleneği nin bu değişketeri arasında seçim yapar. Bu seçimi adalet yönünde yapması gerekir ve öyle yapar. Bun­ dan dolayı da, halkının eğitici şairi yorumlanması en güç söylencele­ ri, tanrısal ad alete en çarpıcı yalanlamayı getirmiş gibi görünenleri seçer. Gerçekten de, bunlar, onu en çok rahatsız eden ve halkının bi­ lincini bulandıran söylencelerd ir. B unlar korkunç şeylerdir ve kor­ kunçluk sonunda adil uyum halinde çözülemezse yaşamaktan umut kestirecektir. Ama tanrısal adalet hakkında, hep güçlükle karşılanan bu ısrar­ lı istek nedendir ? Çünkü; Atina halkı sürd ürdüğü ve insani adalet için hala içinde bulunduğu mücadelenin yaralarını teninde taşımak­ tadır. Bugün çoğu kişinin d üşündüğü gibi, şiirsel yararı, edebiyat, top­ lumsal gerçekliğin yansımasından b aşka bir şey değilse (şair bunu bilmeyebilir, önemli olan bu değild ir); tragedya kahramanının kade­ re karşı mücadelesi de, efsane dilinde açıklanan, VII. yüzyı ldan V. yüzyıla , tragedyanın doğduğu sırada, Aiskhylos'un da onun ikinci ve gerçek kurucusu olduğu sırada, haHi halkı ezen toplumsal baskılar­ dan kurtulmak için halk tarafından yürütülen mücadeleden başka hiçbir şey değildir. Siyasal eşitlik ve toplumsal adalet adına Atina halkının yüzyıl­ lardan beri süren bu mücadelesinde, tragedya oyununu oluşturan kahramanın, kadere karşı şu öteki mücadelesinin temsili, Atina'nın sevilen bayramında yer alır. Bu mücadelelerden birincisinde; bir yanda, hem toprağa hem de paraya sahip küçük köylüler, zanaatçılar ve düz işçiler kesimini se­ falete mahkum eden, sonunda topluluğun varoluşunu bile parçala­ yacak gibi görünen, her durumda acımasız bir soylu ya d a zengin sı­ nıfın gücü vardır. Karşıda ise; yaşamak isteyen, adaletin herkes için eşit olmasını; hukukun, her insanın yaşamını ve sitenin devamını gü­ venceye alan yeni bağ olmasını talep eden bir halkın güçlü canlılığı. Birincisinin görüntüsü olan ikinci mücadele hoyrat, keyfi ve kı­ yıcı bir kader ile insanlar arasında daha çok adalet ve insanca iyilik, kendisi için de şan olması için dövüşen bizden daha büyük, bizden daha güçlü ve daha yürekli bir kahramanın mücadelesidir. Bir zaman ve mekan noktası vardır ki, orada bu iki koşut müca- 198 1 ANT1 K Y UN AN UYGAR LICI dele birbirine yaklaşır ve yoğunlaşırlar. Bu an ilkbahardaki iki Di­ onysos şenliği; bu yer, sitenin Akropolis'inin yamacında yer alan tanrının tiyatrosudur. Orada bütün halk şairlerinin sesini duymak için toplanır; halka, tarih sayılan geçmişinin efsanelerini açıklayan şairler, onun uzun özgürlük mücadelesi demek olan tarihi yapmaya devam etme mücadelesinde ona yardım ederler. Halk şairlerin doğ­ ruyu söylediklerini bilir: Onların asıl işlevi halkı aydınlatmaktır. I . ö . V. yüzyılın başında -k lasik çağın başlangıcıdır bu- traged­ ya, hem toplumsal d üzenin koruyucusu bir sanat, hem de devrimci bir sanat olarak ortaya çıkar. Şu bakımdan toplumsal düzeni koru­ yucu bir sanattır: Sitenin bütün yurttaşlarının, tragedyanın onları götürdüğü d üşsel dünyada, halktan her insanın gündelik yaşamının acılarını ve mücadelelerini uyum içinde çözmesine olanak sağlar. Koruyucudur, ama yutturmacı değildir. Ama bu düşsel d ü nya, gerçek d ü nyanın görüntüsüdür. Tragedya uyumu, a ncak onun yarıştırdığı acıları ve başkaldırıları uyandırarak verir. O, uyum süresince seyirciye zevkle uyumu vermekten fazlasını yapar; uyumu, her insanda haksızl ığın reddini, ona karşı mücadele isteğini güçlendirerek, toplumun evrimine adar. Ortak bir yürekle kendisini dinleyen halkın, içinde taşıdığı bütün mücadele güçlerini toplar. Bu a nlamda tragedya artık koruyucu değildir, devrimci bir ey­ lemdir. Buradan somut örneklere geçelim: Işte tarihi bilinmeyen (yaklaşık I.ö. 460 ile 450 yılları arası) Aiskhylos'un tragedyası Zincire Vurulmuş Prometheus'un çetin mü­ cadelesi . Aiskhylos tanrısal adalete inanır, adil bir Zeus'a bel bağlar. Genellikle, onda, karanlık kalan bir adalettir bu. Şair, Promethe­ us'dan önceki bir tragedyada şöyle yazar: "Hiç de kolay değil niyetin i b ilmek Zeus'un. Ama işte o, her yerde, lşıldıyor birden karanlıklar içinde . . . Ta nrısal düş üncenin yolları Hiçbir bakışın delemediği Sıklıklardan, yoğun karanlıklardan geçiyor Ve gidiyor amacına doğru . " TRAGEDYA A 1 S •K H Y L O S , KADER VE A D A LET ! Aiskhylos'un halkına Prometheus efsanesinin karanlığında Ze­ us'un adaletinin nasıl " birden ışıldadığı " nı açıklaması gerekir. Prometheus, insanlara karşı iyilikle dolu bir tanrıdır. Attika'da çok sevilir; orada küçük zanaatçıların, özellikle de bir ölçüde Ati­ na'nın servetini yaratan o seramik çömlekçilerinin ustası Hephaistos ile birlikte kalır. O, yalnızca insanlara ateşi vermekle kalmamış, on­ lar için meslekleri ve sa natları d a keşfetıniştir. Site, Atinalıların bu çok saygın tanrısı onuruna bir bayram kutlamaktaydı. Bu bayram­ da, takımlar halinde bir bayrak yarışı yapılmakta, yarışta bir meşa­ le taşınmaktaydı. Şimdi yaptığı iyili kten dolayı Zeus'un cezalandırdığı işte bu " In­ san Dostu" tanrı, " insanların velinimeti " d ir. Zeus onu, çok merha­ metli Hephaistos'a zincirletir, ama, utanmaz dili, çirkin yüzüne pek yakışmış ( Zeus'un) uşakları olan Güç ve Şiddet'in gözetiminde. Ti­ tan, insanların yerl � ştiği bütün topraklardan çok uzak, lskit çölünde bir kaya duvara, hem de Zeus'un " zorbalığı " nı kabule razı olunca­ ya kadar, çivilenir. Tragedyayı açan çarpıcı sahne budur. Promethe­ us cellatlarının karşısında tek söz söylemez. Nasıl olur b u ? Aiskhylos, kuşkusuz Prometheus'un tanrıların ayrıcalığı " a teşi çalara k " ağır bir suç işlemiş olduğunu bilmekte­ dir. Ama insanların sefaletinin azalması da, bu suçtan doğmuştur. Bu efsaneyle, Aiskhylos'u traj ik bir iç sıkıntısı basar. Adil bir Ze­ u s ' a -dünyadaki d üzenin hakimi ve desteği Zeus'a- inancının sar­ sıldığını duyumsar. Ama, dosdoğru bakmaya karar verdiği kon u­ nun güç yanları gözünden kaçmaz. Tüm tragedyasını Zeus'a karşı yazar. Insanların Dostu ( b urada sözel yeniliği bakımından Promethe­ us'un insanlığa karşı sevgisinin dile getiri ldiği bir sözcük türeten Aiskhylos'un dediği gibi " lnsanseve r " ) demek ki, artık ne " insan se­ si" duyacağı , ne de "insan yüzü " göreceği bir çölde yalnızlığa terk edilmiştir. Ama, yalnız mıdır o? Tanrıların dışladığı, insanlardan ayrı düş­ müş Prometheus, doğanın kucağındadır, zaten kendisi de, bu doğa­ nın oğludur. Anasının adı hem Toprak hem de Adalettir. Promethe­ us, eşsiz ve başka dile çevrilemez bir şiirin lirik bölümünde, Yunan­ lıların bağrında güçlü bir yaşam saklı varlığını her zaman hissettik­ leri bu doğaya seslenir. Şöyle der: 1 99 200 i ı ANT1 K YUNAN UYGARLICI " Yüce gökler, tez kanatlı yeller, Irmakların akıp giden suları, Denizierin kıvrım kıvrım sonsuz gülüşleriL Topra k , varlıkların anası, Ve sen, G üneş, her şeyi gören koca toparl a k ! Sesleniyorum size, gelin görün Bir tanrıya neler çektiriyor tanrıla r ! " Daha ileride çektiği azabın nedenini belirtir: " Evet, ben, kabahadi ben başımı bu derdere saktum Insanlara iyilik edeyim derken Bir gün bir narthex'in (Nartiks ) kamışı içinde Çaldım götürdü m insanlara ateşin tohumunu. Bu tohum bütün sanatların ana htarı oldu, Bütün yolları açtı insanlara . Suçum bu işte benim tannlara karşı, Bu yüzden zincire vuruldum göklerin altında . " * B u sırada bir müzik yükselir: Seslenilen doğa, Prometheus'a kar­ şılık verir. Gökyüzü şarkı söylemeye başlamış gibidir. Titan ezgilerin arasında Okea nos'un -on iki kızlı- korosunun geldiğini görür. Kız­ lar suların dibinde Prometheus'un sızianmasını d uymuşlar, mutsuz­ luk acısını paylaşmaya gelmişlerdir. Karşılıklı konuşma başlar, acı­ ma ile öfkenin konuşmasıdır bu. Okeanos kızları gözyaşı döker ve çekine çekine en güçlünün yasasına boyun eğmeyi öğütlerler. Prometheus adaletsizliğe boyun eğmeyi reddeder. Dünyanın efendisinin başka haksızlıklarını açıklar. Zeus, gökteki tahtını ele geçirme mücadelesinde Titan'dan yardım görmüş, ama Promethe­ us'a ancak nankörlük etmiştir. Ö l ümlüler hakkında ise, Zeus onla­ rın kökünü kazımayı ve " onlardan yepyeni başka bir tür yapmayı" d üşünmüş, ancak Insanların Dostu bu tasarıyı engellemiştir. Bugün katland ığı azaba yol açan ölümlülere karşı beslediği bu sevgidir. Prometheus biliyordu bunu: Bu s uçu işlerneyi kendi seçmişti, sonuç­ larını biliyor, cezasını d a peşinen kabul ediyordu. Aiskhylos konusuyla ve kayaya çivilenmiş kahramanıyla bütü­ nüyle duygusallığa yargılı olacak gibi görünen bu tragedyaya, yine de dra matik bir öğe sokma yolunu buldu: Zeus' a karşı Prometheus'a bir silah verdi. Bu silah onun a nasından edindiği ve dünyanın efen* Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, çev. A. Erhat-S. Eyupoglu, Bilgi Yayıne­ vi, 1 96 8 -ç.n. TRAGEDYA A t S KHYLOS, KADER V E ADALET 1 disinin güvenliğini ilgilendiren b i r sırdır. Prometheus bu sırrı ancak verilecek özgürlük sözü üzerine açıklayacaktır. Sırrı açıklayacak mı açıklamayacak m ı ? Zeus onu buna zorlayacak mı zorlamayacak m ı ? D ramatik olayın düğümü budur. Öte yandan, Zeus sahnede görüne­ mediği, bu da onun yüceliğini eksiittiği için, Prometheus'un ona kar­ şı savaşı, gök boşluğuna yayılır. Zeus, göklerin derinliklerinden, kendi iktidarına karşı Prometheus'un tehditlerini duyar: Tir tir titre­ meye başlar. Onun sırrını ilgilendiren tehditler Prometheus'un bile­ rek ağzından kaçırd ığı birkaç sözcükle açıklanır. Zeus yıldırımını sa­ vuracak mı? Dram boyunca onun varlığını duyumsarız. Ayrıca, Ze­ us ile dostluk, düşmanlık ya da bağımlılık ilişkileri sürdüren kişiler Prometheus' u n kayası önünden geçerler ve başlangıçtaki Güç ve Ik­ tidar uşaklarından sonra, Zeus'u bu kez sinsiliği ve acımasızlığı için­ de bize tanıtmayı tamamlarlar. Tragedyanın ortasında, bu yapıtın okurunun önceden bildiği bir temel sahnede, hani çatışmanın önemini bel irten ve açan sahnede, Prometheus insanları yarariandırdığı keşifleri sıralar. O burada ar­ tık, şairin kalıt olarak aldığı ilk efsanede olduğu gibi yalnızca ateşi çalan değil, doğan uygarlığın yaratıcı dehasıdır; bilimleri ve sanatla­ rı keşfeden, egemenliğini dünyaya yayanbu dahiyane insanın kendi dehası ile karışır. Zeus-Prometheus savaşı, yeni bir anlam kazanır: Bu sa va ş, insanın kendisini ezme tehlikesi gösteren doğal güçlere karşı mücadelesi demektir. Ilk uygarlığın şu kazanımlarını biliyoruz: Evler, hayvanları evcilleştirme, metalleri işleme, astronomi, matema­ tik, yazı, hekimlik. Prometheus insana kendi dehasını göstermiştir. Burada, piyes, yine Zeus' a karşı yazılmıştır: Insanlar -yine seyir­ cileri kastediyorum; şairin görevi onların eğitmeni olmaktır- velini­ metlerini yadsıyamaz ve kendi insanlıklarını yadsımadan Zeus'a hak veremezler. Şairin Titan'a karşı sevgisi gevşemez. Prometheus'un in­ sancıl d ünyanın yasalarına ilişkin bilisizlikten bilgiye ve akla yük­ seltme gururu, bu gururu, Aiskhylos paylaşır. O, insan soyundan ol­ makla övünür ve şiirin gücüyle bu duyguyu bize i letir. Prometheus'un kayası önünden geçen simalar arasından yalnız­ ca, dayanılmaz ve dokunaklı bir i mge olan, zavallı lo simasım ele a lacağım. Göğün efendisinin bir aşk hevesiyle ayartılan, sonra d a al­ çakça terk edilip en acımasız işkenceye teslim edilen lo da, Promet­ heus, nasıl Zeus'un kininin kurbanıysa, onun aşkının ibretli k kurba- 201 TRAGEDYA A1 SKHYLOS , KADER V E A DA L ET 1 ı 203 nı olmuştur. lo'nun haksız yere uğradığı acıklı manzara, Promethe­ us'un Zeus'un öfkesinden korkmasını sağlamak bir yana, ancak onun öfkesini azdırır. Işte o zaman, sahibi bulunduğu sırrı bir silah gibi daha bir kor­ kusuzca savuran ve Zeus' u hırpalayan Prometheus açık açık meydan okur: " Görürsünüz bir gün gelecek, Zeus Ne kadar sert de olsa yumuşayacak, Çünkü girmeye hazırlandığı yatak Gücünden, tahtından edip yıkacak onu. Böylece tam yerine gelmiş olacak Babası Kronos 'un ettiği lanet, Bunca zaman oturduğu tahttan düşerken. Bu beladan kurtulmanın yolunu H içbir tanrı gösteremez ona benden başka: Yalnız benim, olacağı ve çares ini bilen. Varsın şimdi otursun korkusuzca tahtında Gökleri dolduran gümbürtülerine güvenerek Ateş soluyan okunu sallayıp ellerinde. Bunların hiçbiri önleyemez dü şmesini Şerefini yitirmenin dayanılmaz acısına. Öyle güçlü bir düşman hazırlıyor ki kendisine Savaşılması zor yaman bir yaratık bu, B u lacağı ateş yıldırımından zorludur, Gök gürültüsünü bastırır güm bürtüsü . . . Zeus b u belaya çattığı gün aniayacak Kralla köle arasındaki ayrılığı. " * Ama, Prometheus, oyununun a ncak bir bölümünü ortaya koy­ muştur. Zeus için ayartılacak tehlikeli kadının adını ise ( Zeus'un ölümlüleri ayartınaktan geri kalması adeti değildir), kendine saklar. Prometheus'un d arbesi etkisini gösterir. Zeus, korkar ve karşılık verir. Elçisi Hermes'i yollayıp, Prometheus'un bu a d ı kendisine bil­ dirmesini buyurur. Aksi takdirde en ağır cezalar kendisini beklemek­ tedir. Titan, Hermes'le alay eder, onu maymun ve uşak yerine koyar, sırrını vermeyi reddeder. O zaman Hermes, ona Zeus'un kararını bildirir. Prometheus kendisini dünyanın felaketine batıracak belayı soyluca bekler. * A iskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, çev. Azra Erhat-Sabahattin Eyuboğlu, Bilgi Yayınevi 1 96 8 -ç.n. 204 i 1 ANTİ K YUNAN UYGARLICI Derken dünya sallanmaya başlar ve Prometheus şöyle karşılık verir: " Söz değil artık bu, olayın ta kendi s i ! Sarsı l ıyor yer Ta d e r i ıı lerden, Sesler geliyor gök gürültüsü gibi . Kıvrım kıvrım sa rıyar gökleri yıldırım, B i r hortum kaldırıyor tozu toprağı, Birbirine giriyor havanın bü tün solukları, Rüzga rlar rüzgarlada savaşıyor, Gökler denizlere karışıyor. Bu işte, besbelli Zeus'un Beni korkutmak için çıkardığı kasırga . Ey y üce anam benim, Ve ey sen D ünyaya ışık salarak dönen Gökyüzü Gör uğradığım haksız belaları ! " Prometheus yıkılmıştır: Ama yenilmemiştir. Onu sonuna kadar yalnızca bize gösterdiği sevgi için değil, Zeus'a karşı gösterdiği dire­ nış ıçın severız. Aiskhylos'un dini, edilgence kabul edilen geleneklerden oluşma bir dindarlık değildir: Bu din d oğal olarak baş eğen uysallık da de­ ğildir. Insanın sefil duru m u, tannlara inanan şairi, tanrıların haksız­ l ığı karşısında isyan ettirir. Ilkel insanın mutsuzluğunu, buna olanak sağlayan Zeus'un bir vakitler insan türünü yok etmeyi kafasına koy­ muş olduğunu düşündürür. Yaşamın yasalarına karşı kin, başkaldı­ rı d uyguları her güçlü kişilikte vardır. Aiskhylos, bu d uyguları, ya­ şama karşı kendi başkaidırısı ile birlikte Prometheus'un kişiliğinde parlak şiir halinde çok güzel bir biçimde serbest bırakır. Ama, başkaldırı, Aiskhylos'un düşüncesinin ancak bir anında par­ lar geçer. Onda, o kadar zorunlu bir başka istek, bir düzen ve uyum gereksinimi vardır. Aiskhylos, d ünyayı bozguncu güçlerin bir oyun alanı olarak değil, aynak sistemi anlama ve düzenlemesinin, tanrıların yardımıyla insanoğluna nasip olduğu bir düzen olarak duyumsamıştır. Aiskhylos, bu nedenle, başkaldırı oyunundan sonra aynı gösteri için, bir uzlaşma oyunu olan Kurtulan Prometheus'u yazdı . Gerçek­ ten de, Zincire Vurulmuş Prometheus Yunanlıların birleşik trilogya, yani bir d üşünce ve yapı birliği halinde birleşmiş üç tragedya topla­ mı, dedikleri şeyin parçasıydı . Trilogyanın öbür iki oyunu kayboldu . TR A G E D YA A i S K HY LO s , KADER V E ADA LET i Sadece Zincire Vurulmuş Prometheus'dan hemen sonra Kurtulan Prometheus' un geldiğini biliyoruz. (Tril ogyayı başlatan ya da ta­ mamlayan üçüncü oyun hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. ) Kurtu­ lan Prometheus hakkında bazı dolaylı bilgilere sahibiz. Elimizde bu oyundan birkaç kopuk parça da var. Oyunda, Prometheus'un adını bildiği kadın için, Zeus'un kapris ya pmaktan vazgeçmeye yanaştığını ka bul etmek old ukça akla yakın­ dır. Bu vazgeçme tutu munu gösterdiyse, dünyayı d üzensizliklere at­ mamak içind i . Böylece artık evrenin efendisi, bekçisi kalmaya layık ol uyordu öyle ya . Kendine karşı kazanılan bu ilk zafer, yanında bir başkasını geti­ riyord u: Zeus, Prometheus'a karşı öfkesini bırakıyor, böylece Ada­ leti hoşnut kılıyordu . Uysal davra nan ve kuşkusuz başkaldırısındaki yanlış ve kibir payından ötürü üzülen Prometheus ise, artık bu sıfa­ ta layık olan tanrıların efendisi önünde eğiliyord u. Böylece, her iki­ si de, özünde yenilmiş olan iki düşman da, yüksek bir amaca, d ü n­ yanın d üzenine hizmet etmek üzere, kendi bozguncu tutkularına sı­ nırlama getirilmesine razı ol uyorlardı. Söz konusu iki tragedya n ı n konusunu ayıran otuz yıllık süre, tanrının bu oluşumunu daha gerçekçi kılıyordu. Başka bir deyişle, Aiskhylos'un dünyanın yazgısına, gelişimine hükmettiklerini kabul ettiği esrarlı güçler -başlangıçta tamamen keyfi ve kaçınılmaz güçler- yavaş yavaş ahlak düzlemine girmektedir. Şairin binlerce yıl ötesinden tasarladığı gibi, evrenin yüce tanrısı, işte bu tan­ rı, oluşum halinde bir varlıktır. Onun oluşumu da, tıpkı bu tanrısallık imgesini yaratan insan toplumlarının oluşumu gibidir. Işte Adalet! I . ö . 458 yılındaki Dionysos bayramlarında temsil edilen, bugün tam olarak elimizde bul unan Aiskhylos'un üçlü tragedyası ( trilogya ) Oresteia, şairin kendi kafasında ve halkı karşısında, Kader ile tanrı­ sal adaleti son uzlaştırma çabasını oluşturur. Oresteia'nın üç tragedyasından birincisi Agamemnon'dur; bunun konusu Agamemnon'un, Troya'dan zaferle dönüşü sırasında, karısı Klytaimnestra tarafından öldürülmesidir. Ikincisinin adı, Sungu taşı­ yanlar demek olan Khoephoroi'dir ( Hoifori). Bu tragedya Agamem­ non'un oğlu Orestes'in, babasının katili olan, öz anası Klytaimnest- 20 5 206 ı,l· ANTİK Y UNAN UYGARLICI ra'dan nasıl intikam aldığını, onu nasıl öldürdüğünü, böylece kendisi­ nin de, nasıl tanrıların gazabına uğradığını gösterir. Eumenides ( Ev­ menidis) adını taşıyan üçüncüsünde Grestes'in intikam tanrıçaları olan Erinys'lerce (Erinis) kovalandığını görürüz; Grestes, Atinalı yar­ gıçlar mahkemesine çıkar -bu vesileyle kurulan ve Athena'nın kendi­ sinin başkanlık ettiği bir mahkemedir- ve sonunda aklanır, hem insan­ lar hem tanrılada barıştırılır. Erinys'ler bile iyilikçi tanrıçalar haline gelirler; yeni adları olan Eumenides'in anlamı budur. Birincisi cinayet; ikincisi intikam; üçüncüsü yargılama ve bağış­ lama tragedyasıdır. Trilogyanın tamamı sadece son halkaları Aga­ memnon ile Grestes olan bir kıyıcı krallar ailesinde, Atreusoğulları ailesinde ortaya çıkan tanrısal eylemi gösterir. Bu tanrısa l eylem, At­ reusoğullarını yok etmeye kararlı korkunç bir kader işi olarak sunu­ lur. Ama, yine de bu kader, insanların eseridir: Eğer, insanlar, birbi­ rini doğuran kendi kabahatleriyle, kendi suçları ile kader denen şeyi beslemeselerdi bu tanrısal eylem meydana gelmez ya da güçsüz ka­ lırdı. Bu kader, sert bir biçimde işler, ama Grestes'in yargılanması ile, Atreusoğullarının sonuncusunun tanrısal adalet ve iyilikle uzlaş­ tırılması ile yatışır ve son bulurdu. Yapıtın genel anlamı budur, güzelliği budur, verdiği umut bu­ dur. Tanrısal adalet, ne kadar korkunç olursa olsun, insana bir çıkış yolu, bir özgürlük payı bırakır; bu da, iyilik dolu tanrılar olan Apol­ Ion ve Atheria'nın kılavuzluğunda onun kurtuluş yolunu bulmasına olanak verir. Bir ağır felaket, annesini öldürmesi ve bir ara içine d üş­ tüğü çılgınlık nöbeti sırasında G restes'in başına gelen şey budur: Yi­ ne de Grestes kurtulur. Oresteia yalın bir tanrısal iyiliğe, elde edil­ mesi güç, ama kesin bir iyiliğe inanış ın belgelenmesidir. Önceleri insanlık dışı olarak düşünülen, sonra a da let biçimine bürünen bu kaderin gücünü kavramaya çalışmak üzere, buradaki olağanüstü güzelliği de sezinlemeye çalışmak üzere yapıtı daha ya­ kından okuyalım. Oresteia'nın konusu genellikle hem insanca tutkular planında, hem de tanrısal planda d üğümlenir ve gelişir. Hatta, zaman zaman birbirinden nefret etmek için sağlam gerekçeleri olan -Klytaimnest­ ra'da bu gerekçeler onu cinayete sürükleyecek kadar sağlamdır- her­ hangi bir karı kocanın öyküsü gibi, açıkça Agamemnon ile Klyta­ imnestra'nın öyküsü anlatılıyormuş izlenimi bırakır (ama bu sadece bir görünüştür) . Bu, k abaca insani görünüş, şair tarafından çok ger­ çekçi bir açıklıkla belirtilmiştir. TR A G ED YA A 1 S K HY LO s , KADER VE A D A LET 1 207 1 Klytaimnestra -üç tragedyanın ortak tek kişiliğidir- üçlemede eş nefretinin korkunç bir figürü olarak çizilmiştir. Bu kadın, Agamem­ non'un Troya'ya giderken -Menelaos'a kendisini aldatan güzel karı­ sını geri vermekten başka amacı olmayan bu saçma savaşta, zaferi kazanmak için- bir bilicinin sözleri üzerine, kızı lphigeneia'yı boğaz­ lamaktan çeki nmed iğini, kocasının on yıllık yokluğu boyunca, hiç u nutma mıştır, unutmaması da doğaldır. Klytaimnestra bu on yıl bo­ yu nca tatlı intikam saatini bekleyerek hıncını bileyip d urmuştur. " Korkunç, b i r gün silk inmeye hazır, Sinsi bir kadın bekliyor evi: Unutmayan Kin'dir bu Çocuğunun öcünü almak isteyen ana . " Agamemnon'un başında, koro, onu böyle betimler. Ama Klytaimnestra'nın başka nefret ve öld ürme nedenleri de vardır: O bu nedenleri kendi kabahatlerinden çekip çıkarır. O ko­ casının yokluğunda krallık yatağına " bir aslan, ama alçak bir as­ lan " almıştır; bu aslan, askerler dövüşürken " efendi savaştan döne­ siye dek, onun yatağında yan gelip yatarak " yuva da kalır. Gerçek­ ten de, Klytaimnestra, galibin yolunu gözleyip, kendisi ile birlikte pusu kuran kaba bir ta bansızı, Aigisthos'u aşık olarak almıştır. Iki­ si birlikte, onu vuracaklardır. Kraliçe avucuna aldığı bu küstah öd­ leği tutkuyla sever: Cinayetten sonra Klytaimnestra, bunu utanma­ dan, zaferle, koro önünde haykıracaktır. Aigisthos onun intikamı­ dır: Agamemnon " llion 'da Khryseis'lerin tadını çıkarmıştı " şimdi de Priamo'nun kızı Kassandra'yı ( Kasandra ) , bilici Kassandra'yı evine getirmekle ve kendisinden üstün tuttuğu güzel tutsağa iyi dav­ ranmasını öğütlemekle ona hakaret etmekteydi -kraliçenin eski ki­ nini daha d a artıran ve kralı öld ürme isteğini doruğa çıkaran bir ha­ rekettir bu-. Kassandra'yı öldürmek " onun intikam zevkine çeşni katacaktır " . Klytaimnestra, başta gelen bir kadındır, "erkek iradeli bir ka­ dın " , der şair. Ustalıklı bir tuzak kurmuştur ve iblisçe bir oyun oy­ nar. Kocasının dönüşünden gecik meden haberdar olmak için, Tro­ ya'dan Mykene'ye kadar Ege adaları arasında ve Yuna nistan kıyıla­ rında tam bir ışıklı işaret zinciri k urmuştur; bu zincir I l ion'un alın­ dığı haberini bir gecede ona ulaştıracaktır. Böylece, her olaya hazır Klytaimnestra, siteni n ileri gelen kişilerinin korosu önünde, kocası- 208 i A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L I (; I ' nın döndüğünü görmekten mutlu, sadık ve onu seven eş gibi görü­ nür. Agamemnon karaya çıkınca, o hem kralın hem de halkın önün­ de aynı ikiyüzlü komediyi tekrarlar ve kocasını sarayına davet eder; sarayda onu konuksever bir banyo beklemektedir -Klyta imnestra onu bu banyo teknesinden çıkarken, silahsız ve uzattığı çarşafın için­ de kolları k ımıldamazken öldürecekti r-. " Kurnazlık ve kan banyo­ su nda Agamemnon 'u baltayla vurur. Agamemnon cinayetinin tamamen insanca -evlilik yönünden alı­ nırsa tamamen insanca- dramı işte böyledir. Bu dram, tüyler ürperti­ cidir; Klytaimnestra 'nın kinle kemirilen ruhundaki, maske altında güçlükle tutulan korkunç kötülükleri ortaya çıkarır. Cinayet olup bi­ tince, maske düşecektir: Kraliçe, yüzü kızarınadan eylemini savuna­ cak, onu haklı gösterecek, bir zafer çılgınlığıyla bununla övünecektir. Bununla birlikte bu insanca, hem de alçakça insani tutkular dra­ mı, onun trajik kahramanı olan Agamemnon'un kişiliğinde, daha ge­ niş boyutlu bir başka dram, tanrıların da hazır bulundukları bir dram halinde kökleşir. Klytaimnestra 'nın Agamemnon'a karşı d uy­ duğu kin tehlikeli ise de, bu yalnızca tanrısal dünyada ve uzun za­ mandan beri kralın yaşamına ve görkemine karşı ağır bir tehd it doğ­ duğu ve büyüd üğü içindir. Tanrılar ne iseler, öyle oldukları, yan-i ; haklı oldukları için; tanrılar katında, Agamemnon'un bir yazgısı bu­ lunur. Bu tehd it nasıl oluştu ? Bu kader; sonunda kendisi ve halkı için büyüklüğe düşkün bir kralı ezerek sonuçlanacak olan bu kaçınılmaz­ lığın ağırlığı nedir? Aiskhylos'un tanrılarının adaletini, bir çırpıda anlamak kolay değildir. Ama, b u kader, Agamemnon'un da mensu­ bu bulunduğu, Atreusoğulları ailesinde işlenen suçların toplamından başka bir şey de değildir; bu atasal suçlara bir de, onun kendi yaşa­ mındaki suçlar eklenir. Kader, ödün gerektiren ve onu cezalandır­ mak üzere Agamemnon'un aleyhine dönen bu suçların tümüdür. Agamemnon zina yapan ve kardeş katili bir soydan gelir. O, kar­ deşini bir barışma yemeğine davet edip, ona kesmiş olduğu çocukları­ nın organlarını yed iren şu Atreus'un (Atreas) oğludur. Aga ınemnon bu iğrenç cinayetlerle daha başkalarının yükünü taşır. Niçi n ? Çünkü Aiskhylos'a göre, yaşamın en katı, ama en kesin yasalarından biri şu­ dur: İçimizden hiçbiri tertemiz sorumluluğu ile dünyada tek başına de­ ğildir; bir soya ya da bir topluluğa bağldığımız nedeniyle dayanışma halinde olduğumuz birtakım suçlar vardır. Başkalarının suçlarına or­ tak olmamız gerekir, çünkü ruhumuz bunları şiddetle reddetmemiştir; Aiskhylos, olayı başka türlü açıklaması na karşın, bunun derin sezgisi" TRA G EDy A A ı s KHyLos ' KADER VE A DA LET ne sahiptir. Babaların günahlarının çocukları üstünde kalmasını ve on­ lar için bir kader olmasını isteyen şu eski inanışa, ama aynı zamanda yaşamın şu eski yasasına cepheden bakma cesaretine sahiptir. Bununla birlikte, Aiskhylos'un tüm oyunu; Agamemnon'un ken­ disi, en ağır suçları işlememiş olsa da; bu devralınan kaderin Aga­ memnon'u cezalandıramayacağını söyler. Onun kişiliğinde, Atreuso­ ğullarının çocuklarını gözetleyen tanrının, bu intİkarncı yönüne yolu açan, sonunda yanlışları ve suçları ile, bizzat onun kendi yaşamıdır. Gerçekten bir ayrıntıdan fazla olarak -Agamemnon'un birinci bölümündeki korolar parlak ezgilerle bunu hatırlatırlar- tanrılar, onu bir günah eğilimine sokarken, Agamemnon'un kötülük etmeyi reddederek, kaderin etkisinden kaçmasına, yaşamını ve ruhunu kur­ tarmasına olanak verdiler. Ama Agamemnon yenik düştü. Yenilgile­ rinin her birinden kader karşısındaki özgürlüğü daha zararlı çıktı. Onun en ağır suçu, lphigeneia'yı kurban etmesidir. Bunu huyu­ ran tanrısal esin bir sınamaydı; kralın baba sevgisinin, tutkusundan ya d a genel görevinden üstün olması gerekirdi. Kaldı ki bu görev uy­ durma bir görevdi, çünkü Agamemnon'un halkını haksız bir savaşa sokmaya hakkı yoktu. Böyle bir savaşta insanlar niye ölüme gitsin­ Ierdi ki ? Kocasını aldatan bir kadın için ( Helene ) . Böylece Agamem­ non'un çetin yaşamında yanlışlar birbirini doğururlar. Tanrılar, eğer kızının kanını akıtmazsa, donanmasına Troya yolunu açmamaya ka­ rar verince, onun yüreğinde acılı bir tartışma açarlar. Agamem­ non'un seçim yapması, hem de önceki kabahatlerle zaten tamamen kararm ış ruhunun derinliğinde açıkça iyiliği seçmesi gerekir. lphige­ neia'yi kurban etmeyi seçerek Agamemnon kaderine teslim olur. Bakın Aiskhylos'un şiiri bu tartışmayı nasıl dile getirir: " Ak ha filosu önderlerinin büyüğü vaktiyle, Ya nındayken Aulis'in ( Eolis) anaforlu ak sularının, Yelkenler toplayıp ambarlar boşalınca Hornurdanmaya başlamışlardı askerler, Biliciye uyan kral boyun eğdi kaderin da rbelerine, Agamemnon kendi suç ortağı o ldu kaderin. Strymon'da ( Strimon) eserdi rüzgarlar, Gecikme, kıtlık ve yıkım rüzgarları, Darmadağın eden tavfaları Halatları çürüten ve zararlı rüzgarlar, Ve uzad ıkça uzayan zaman 1 209 210 1 ANTIK YUNAN UYGARLICI Solduruyordu Argos'luların çiçeğini. O zaman Artemis'in adına, Rahip açıkladı tek çareyi , Fırtınadan kasırgadan d a h a a c ı b i r iyilik, Öyle k i yeri dövüyordu Atreusoğullarının asası Ve yaşlar fışkırıyordu gözlerinden, Derken şöyle dedi ulu kral yüksek sesle: 'Boyun eğmezsem ezer beni kader. Beni ezer, çocuğumu kurban edersem, Vurup parçalarsam evimin neşesini Lekelersem boğazlanmış bir genç kız kanıyla Sunağın yanında baba el lerimi. Iki yönde, yol yok bana felaketten başka. Filomu bırakıp kaçak kral mı olayım, Ihanet mi edeyim silah arkadaşlarıma ? Kurban mı seçmeliyim rüzgarları yarıştırmaya Kan dökmeyi m i seçmeli , istemeliyim Bunu mu istemeliy im tutkuyla, öfkeyle ? Tannlar i zin vermediler mi buna ? . . Peki öyle olsun, b u kan kurtarsın bizi ! ' Şimdi kader ensesine binmiş, Bir düşünce sokuyor kafasına yavaş yavaş Dinsizlik, erdemsizlik ve günaha dair. Cinayeti seçmi ş ve çark etmiş ruhu Ve kör çılgınlık rüzgarı sürüklemiş onu her şeye Kızını kurban edecek Bıçağı k aldırmaya -Hem de niye? Almak için bir kadını Misilierne savaşı açıp Ve açmak için gemilerine DeniLin yolun u . " Öte yandan lphigeneia'nın kanı ancak d a h a geniş bir cinayetin ilk kanıydı. Agamemnon haksız bir savaşta halkının kanını dökmeyi seç­ mişti. O, bunu da ödeyecektir, hem de hak etmiş olarak. Bu sonu ol­ mayan savaş boyunca halkın öfkesi kralın dönüşünü karşılamaya çıkı­ yordu. Gençlerinin kaybıyla yaralı halkının yası ve acısı tanrıların öf­ kesine karışır ve onunla birlikte Agamemnon'u Kadere teslim ederler. Ephesos'da, Kroisos Artemisiumu'n kadın ya da tanrıça başı . (550'ye doğ 212 1 ANTIK YUNAN UYGARLICI Yine burada Aiskhylos'un şiiri, haksız savaş suçunu parlak im­ gelerle açıklar. ( Burada yalnızca bu koronun son bölümünü aktan­ yoru m . ) " Ağırdır kralların ş anı şerefi Halkların lanetiyle doludur. Ağırdır k i ne borçlu ün. Bugün bir sıkıntı daraltıyar yüreğimi; seziyorum Kaderin bir karanlık darbesin i . Çünkü asker katili krallar Tutuyorlar tanrıların bakışını. Ve kara Erinys'ler sürüsü Üstünde tutuyor kendini değişken yazgıların Hiç yer tutmamış adalette. Karşı çıkılmaz Tanrının yargısına. Dorukları vurur Zeus'un y ı ldırımı . " Dramın a kıŞı içinde son bir kez tanrılar Agamemnon'a, kendile­ rine şükrederek özgürlüğünü yeniden canlandırma olanağı;11 verir­ ler. Bu kırmızı halı sahnesidir. Bu sahnede insani tutkular dramı ile ayırt ettiğim tanrısal tutum dramının birleştiğini görürüz. Bu son tu­ zağı düşünen korkunç Klytaimnestra'dır. O, tanrıların varlığına ve gücüne inanır, ama onlar hakkında günahkar bir hesap yapar: On­ ları oyununa alet etmeye kalkışır. Troya fatihi onuruna tanrıların izin verdikleri bir tertip hazırlar. Bu onun için bir tuzak, tanrılar için ise sınamadır, son kurtuluş şansıdır. Kralın arabası sarayın önünde d urunca, Klytaimnestra, fatihin ayağı yere basmasın diye hizmetkar­ lara bir kırmızı halı sermeleri ni buyurur. Oysa; bu şeref, tasvirleri­ nin taşındığı törenlerde tannlara mahsustur. Agamemnon eğer ken­ dini tannlara denk görüyorsa, onların darbeleri ile karşı karşıya de­ mektir, kendini gözetleyen bu kadere bir kez daha teslim olur. O nu n önce günaha direndiğini, sonra dayanarnayıp kapıldığını görürüz. Kırmızı halının üstünde yürür. Klytaimnestra utkuyla sevinir: Artık ceza görmeden cezalandırabileceğini düşünmektedir; cezalandırmak için tanrıların kullanacakları silah, artık sadece onun kolu olacaktır. Ama, yanılmaktadır: Tanrılar onun kolunu seçebilirler, b u o kadar da onu� suçu değildir. Fakat cezalandırma hakkı yalnız onlarındır, yalnız onlar temiz ve haklıdırlar. Sarayın kapıları düşman çiftin ardından kapanır, balta hazırdır. TRAGEDYA AISKHYLOS, KADER VE ADALET 1 213 Agamemnon a z sonra ölecektir. Artık bunu yargılamayız. Onun yüceliğini ve ancak yanlışın öznesi bir insan olduğunu biliriz. Aiskhylos, Troya fatihinin bu acıklı ölümünü içimizde yankılan­ dırmak için dramatik ve dokunaklı gücü seyrek görülen bir sahne keşfeder. Ö lümü, bize darbeden sonra saraydan çıkan bir hizmetka­ ra anlattırmak yerine, olaydan az önce, Agamemnon'a tensel aşk bağlarıyla bağlı, bilici Kassandra'nın sayıklamaları arasında duyura­ rak bize ölümü yaşatır. O vakte kadar arabasında sessiz oturan, çev­ resindeki insanların varlığına aldırmayan Kassandra a nsızın sayıkia­ yan bir esrimeye tutulur. Içinde bilici-tanrı Apolion vardır: Apolion ona hazırlanmakta olan Agamemnon cinayetini gösterir; bunu izieyecek olan kendi ölü­ münü de gösterir. Ama, bu, Atreusoğuliarı sarayının geleceği ve de kanlı geçmişinin, bölüm bölüm gözünün perdesinde görünen parça­ larıdır. Bütün bunlar, kendisiyle alay eden ya d a anlamak istemeyen koronun önünde geçer. Seyirci ise bilir ve anlar. .. Kassandra'nın bu benderi şöyledir: "Ah! lblis! Demek işlediğİn suç b u Yanında yattığın kocaya, Banyo keyfi hazırlıyorsun güya . . . Nasıl demeli çarey i ? Yaklaşıyor. Bir e l Vurmak için kalkmış, y a lvarmaya b i r başka el . . . O f ! Ama n ! . . Of! Of! . . Iğrenç . . . Dehşet işte arda, pusu, görüyorum onu Cehennem tuzağı değil mi b u ? A h ! Işte, gerçek p u s u , işte, a l e t. . . Suç ortağı yatağın, cinayetin s u ç ortağı . . . Koşun açgözlü Eriny� 'ler, lanetli çete! Öcünü alın cinayetin, taşlayın Hem bağırın hem vurun . . . A h ! A h ! Bak, d ikkat et! Uzaklaştır bağayı inekten. Onu bir çarşafa sarıyor. Vuruyor Kara boynuzuyla tuzağının. Vuruyor. Boğa d ü şüyor dolu tekneye . . . D ikkat cinayet teknesinin hain darbesine . " TRAGEDYA AiSKHYLOS, K A D E R V E A D A LET Kassandra korka korka saraya girer; o arada kütükle kendisini de bekleyen boğazlamayı görmüştür. Ensonu kapılar açılır. Agamemnon ile Kassandra'nın cesetleri Mykene halkına gösterilir. Klytaimnestra elinde balta, ayağı kurba­ nının üzerinde " bir leş kargası gibi" sevinir. Aigistos yanıbaşındadır. Son söz, bu zina çiftinin cani kininin mi olacaktır ? Mykene'li yaşlı­ lar korosu elinden geld iğince kraliçenin sevincine karşı koyar. Yüzü­ ne karşı onu rahatsız edebilecek tek adı, sürgündeki oğlu Grestes'in adını söyler; bu çağın hukukuna ve dinine göre, öldürülen babanın öcünü alması gereken bu oğuldur. Khoephoroi, intikamın, zor ve tehlikeli intikamın dramıdır. Dra­ mın merkezinde, tanrılar öyle huyurdukları için anasını öldürmesi gereken oğul Orestes vardır. Orestes bu konudaki açık buyruğu Apolion'dan almıştır. Yine de, anasının yüreğine kılıcı daldırmak herkesi, hem tanrıları hem de insanları günaha sokan korkunç bir ci­ nayettir. Oğlunun b abasının öcünü alması gerektiği ve bu aile huku­ ku dışında, Klytaimnestra'yı cezalandıracak başka bir hukuk da ol­ madığı için, adalet adına bir tanrı tarafından huyurulan bu cinayet, yine adalet a d ına, Grestes'in ölümünü isteyecek i ntikam tanrıları, Erinys'ler tarafından izlenen bir cinayet olacaktır. Demek ki, cina­ yetler ve intikamlar zincirinin sonu olmayacaktır. Öyleyse, tragedya kahramanı O restes, şu iki zorunluluk arasın­ d a kalmış olduğunu, hem de işin başında bilir: Öldürmek, öldürmüş olduğu için cezalandırılmak. Doğru bilince göre, çıkış yolu yok gibi­ dir, çünkü; bu, boyun eğmek gereken tanrıların dünyasıdır, o dün­ ya, kendi içinde de bölünmüş gibi görünmektedir. Yine de, bu korkunç koşullarda Orestes yalnız değildir. Khoep­ horoi'nin başında, Pylades'le birlikte gençliğini geçirmediği Myke­ ne'ye varınca, babasının mezarı -sahnenin ortasında yükseltilmiş bir tümsektir- önünde, abiası Elektra 'yı bulur. Öldürülen babasının anısına tutkuyla bağlı, anasından nefret eden, anasından ve Aigis­ tos'dan hizmetçi muamelesi gören Elektra, yıllardır onun yolunu gözleyerek yaşamaktadır. Sarayın hizmetçi kadınlarından (Khoepho­ roi) başka sırdaşı olmayan yalnız bir gönül, ama, içini sonsuz bir umut; sevgili kardeşi Grestes'in gelip iğrenç anasını ve suç ortağını cezalandıracağı, sarayın şerefini k urtaracağı umudu doldurduğu için, canlılığını yitirmemiş bir ruhtur Elektra. Babanın mezarı önünde kardeş ve abianın karşılaşma sahnesi 1 1 215 216 1 ANTİK YUNAN UYGARLICI çok saf bir güzellik arz eder. Agamemnon'daki canavarca sahneler­ den sonra, alçakça tutkular, kraliçenin ikiyüzlülüğü, kralın kalleşli­ ği ve her şeyi saran ve en sonu arsızca zafer sevinci halinde patlak veren kinle, dünyamızın yavaş yavaş zehirlendiği, bizi yarı yarıya bo­ gan bu tragedyadan sonra; iki gencin buluşma sevinci ile sonunda bir nefe-s temiz hava soluruz. Bununla birlikte, onları korkunç bir görevin beklediğini biliriz. Agamemnon'un mezarı oradadır, Aga­ memnon'un kendisi de oradadır; hala intikamı alınmamış Agamem­ non, kör ve dilsiz yatıyordur mezarında: Tanımadığı a nasından he­ nüz nefret edemeyen Orestes' i n babasını kendinde yaşatması için, oğulu babayla birleştiren bu sıkı bağdan, içinde akan kanın devam­ lılığından anasını vurma gücünü alasıya kadar, babanın uğradığı korkunç olayın büyük öfkesiyle dolması için onun uyarılması söz konusudur. Dramın başlıca sahnesi -şiirsel olarak da en güzel sahnesi- uzun okuyup üfleme sahnesidir. Bu sahnede kralın mezarına dönük olarak sırayla koro, Elektra ve Orestes mezarın sessizliği içinde, ölülerin dinlendikleri karanlık dünya içinde ona ulaşmaya, onu geri çağırma­ ya, kendileriyle konuşturmaya, uyandırmaya çalışırlar. Daha sonra cinayet sahnesi gelir. Orestes önce Aigistos'u öldü­ rür. Burada hiçbir güçlük çıkmaz. Bir tuzak kurulacak, pis bir hay­ van öldürülecektir. O kadar. Artık cezalandırılacak anasının karşısı­ na çıkacaktır. Şimdiye dek, anasının önünde ona Grestes 'in ölümü hakkında bir h a ber iletmekle görevli bir yabancı olarak görünmüş­ tür. Klytaimnestra'nın yüzünde, kısacık bir anne şefkati titreyişinden sonra, her zaman korktuğu öç a lıcının, çekinmesi gereken tek öç alı­ cı oğlunun ölümünden d uyduğu iğrenç sevinci gördük. Yine de, ha­ la sakınır Klytaimnestra. Q nceki gece gördüğü korkunç bir rüyayı unutmaz. Rüyasında onu, kendi sütüyle beslediği bir yılan sokmuş ve göğsünden kanla süt fışkırtmıştır. Aigistos öldürülünce, Klytaimnestra'ya cinayeti haber vermek için, bir hizmetkar, kadınların kapısını çalacaktır. Kraliçe dışarı çı­ kar, elinde kanlı kılıcı oğlu ve arkadaşı Pylades ile karşılaşır. Birden anlar ve Aigistos için bir sevgi çığlığı atar. Yalvarıp yakarır ve oğlu­ na besleyici süt emdiği memesini gösterir. Orestes bir an güçsüzlük gösterir; yapması zor işin iğrençliği karşısında sendelemiş gibidir. Arkadaşına dönüp şöyle der: " Ne yapacağım, Pylades ? Öldürebilir miyim anamı?" Pylades şu karşılığı verir: "Peki. Apolio n 'un buyru- TRAGEDYA A I S KH Y LO S , KADER VE A D A LET 1 21 7 ğunu ve kendi dürüstlüğünü ne yapıyorsun? Tanrılardan önce, tüm insanları karşma almak daha değerlidir. " Orestes annesini götürür ve öld ürür. Ve yeniden, tıpkı Agamemnon' un sonundaki gibi, sarayın kapı­ ları açılır ve Agamemnon ile Kassandra'nın gömülü oldukları mey­ danda, şimdi Klytaimnestra ile Aigistos yararlar: Orestes cesetleri halka sunar ve cinayetini haklı gösterir . Orestes masumdur, çünkü o bir tanrının buyruğuna uymuştur. Ama, insan, anasını öldürüp de masum kalabilir mi ? Açıklamasını ya­ parken içinde büyük bir korkunun kabardığını hissederiz. Hakkını ve davasının haklı olduğunu haykırır. Koro onu yarıştırmaya çabalar: "Sen kötü bir şey yapmadın" ama, ruhunda sıkıntı kabarmaya devam eder ve kendi aklı bile hocalamaya başlar. Ansızın önüne korkunç tan­ rıçalar Erinys'ler çıkar. Orestes onları görür. Biz daha görmeyiz: Bizim için onlar yalnızca onun sayıklamasının görüntüleridir. Yine de ürkü­ tücü bir gerçeklikleri vardır. Orestes'e ne yapacaklar? Bunu bilmeyiz. Bir gençlik nefesi, kurtuluş coşkusu, Atreusoğullarının uğursuz kade­ rine karşı cesur bir çıkış, soyun tek masum oğlu tarafından yapılan bir çıkışla başlamış olan Khoephoroi dramı, umutla açılmış bu dram, umutsuzluktan daha aşağı bir durumda biter: Çılgınlıkla sona erer. Khoephoroi, kadere karşı müca delede insani çabanın başarısızlı­ ğını, hem de lanetli Atreusoğulları soyunda sonsuza dek birbirini do­ ğuracak gibi görünen şu cinayet ve intikam zincirine son verme giri­ şiminde bir tanrının b uyruğuna uyan bir insanın ba,.şarısızlığını gös­ terir . Ama bu başarısızlığın nedeni açıktır. Eğer, in,an atalardan ge­ len suçlada lekelenmiş özgürlüğünü artık canlandıramıyorsa, gücü­ nü Apolion'un yetkisi nden alsa bile, ellerini göğe kaldırıp, tanrıların kolları ile buluşturam ıyorsa; bunun nedeni tanrılar dünyasının hala insanlara trajik biçimde kendi içinde bölünmüş görünmesidir. Bununla birlikte, Aiskhylos tanrısal dünyanın d üzenine ve birli­ ğine bütün ruhuyla inanır. Oresteia'nın üçüncü dramı Eumeni­ des lerde bize gösterdiği şey, iyi niyetli ve inançlı, olabildiği kadar masum bir insanın, önceden boyun eğdiği bir yargı pahasına, kade­ rin zorladığı bir cinayetten nasıl aklana bildiği, nasıl yeni bir özgür­ ' lüğe kavuşabildiği ve sonunda tanrısal dünya ile barışabildiğidir. Ama bunun için, tanrısal dünyanın, bu arada kendi kendisiyle barış­ ması ve artık, insana adalet ve iyilikle dopdolu, uyumlu bir d üzen olarak görünebilmesi gerekmiştir. 218 1 A NTI K YUNAN UYGARL!Cı Konunun ayrıntısına girmiyorum. Başlıca sahne, Grestes'in yar­ gılanma sahnesidir. Sahne -rragedya tarihinde nadir görülen bir ce­ saretle- Akropolis'de eski bir Arhena tapınağının önünde, seyircile­ rin birkaç adım öresinde yer alır. Başını kesrnek ve kanını içmek is­ teyen Erinys'lerce kavalanan Grestes oraya sığınmıştır. Diz çökmüş, vaktiyle gökten düşen ve bütün Atİnalıların iyi bildiği ahşap eski Ar­ hena heykelini kollarıyla sarmıştır. Sessizce dua eder, sonra yüksek sesle tanrıçaya yalvarır. Ama Erinys'ler izini rakip ermişlerdir ve onu cehennem çemberieri ile kuşatırlar. Şairin dediği gibi " insan kanının kokusu onlara gülümser. " Bu sırada Athena -akıllı ve adil genç Athena- heykelinin yanın­ da belirir. Grestes'in kaderi konusunda karar vermek için bir mah­ keme kurar; bu mahkeme insan yargıçlardan, Atinalı yurttaşlardan oluşmuştur. Burada, tanrısal dünyanın yaklaştığını ve insani kurum­ l arın en gereklisinde, mahkemede somutlandığını görürüz. Bu mah­ kemede Erinys'ler iddia makamını desteklerler. Dökülen kanın kar­ şılığının mutlaka kan dökme olması gerektiğini söylerler. Kısasa kı­ sas yasasıdır bu. Apolion savunma görevini üstlenir. Agamemnon'un ölümüne ilişkin tüyler ürperten ayrıntıları hatırlatır. G restes'in ak­ lanmasını ister. Jüri üyelerinin oyları malıkumiyer ve aklama arasın­ da tastamam ikiye bölünür. Ama Arhena oyunu Grestes'i aklayanla­ rın oylarına katar. Grestes kurtulur. Ayrıca, bundan böyle Atreusoğulları ailesinde işlenenler gibi ci­ nayetler, artık özel intİkarnın değil, bir tanrıça tarafından kurulan bu mahkemenin yetki alanına girecek, bu mahkemede insanlar vic­ daniarına göre suçlu ve suçsuzların kaderi hakkında karar verecek­ lerdir. Kader, sözcüğün en somut a nlamıyla, Adalet ol muştur. Ensonu, tragedyanın son bölümü, bekledikleri kurbandan yok­ sun kalmış Erinys'leri, doğalarının özünden değişiminden başka bir şey olmaya n bir tür teselli beklemektedir. Erinys'ler bundan sonra Eumenides'ler olduklarından artık açgözlü ve kör intikam dilencile­ ri olmayacaklardır: Korkunç güçleri, Arhena'nın sayesinde ansızın, bir eleştirmenin dediği gibi " iyiliğe doğru yönelmiş " rir. Buna layık kimseler için, bir lütuf kaynağı olacaklardır: Evlilik yasalarının kur­ sall ığına saygıyı, yurttaşlar arasında dirlik düzeni gözeteceklerdir. Genç insanı bir erken ölümden esirgeyecek, genç kıza sevdiği eşi ve­ recek olanlar, onlardır. TRAGEDYA A I S KHYLOS, KADER VE ADALET Oresteia'nın sonunda öyle görünüyor ki, tanrısalın intİkarncı ve uğursuz yönü iyi yüreklilikle dolmuştur; tanrısal adalet ile karıştınl­ maktan hoşnut olmayan Kader ise; iyiliğe yönelecek ve Tanrı ola­ caktır. Demek oluyor ki, insa nları, bağlı bul undukları dünya ile karşı karşıya getirebilen en korkunç çatışmalara ilişkin dram sanatını sür­ düernekte her zaman cesur olan Aiskhylos'un şiiri, bu yenilenmiş ce­ sareti, şairin sonunda insanlar ile tanrıların işbirl iği yaptıkları bir uyumlu düzenin varlığına olan derin inancından a l maktadır. Atina sitesinin halk egemenliğinin bir ilk biçimini tasarladığı bu tarihsel anda -toplumda bu yaşam biçimi zamanla demokrasi adını hak edecektir- Aiskhylos'un şiiri tanrılar dünyasının orta yerine ke­ sinlikle adaleti yerleştirmeye çalışır. Yine, bu şiir, Atina halkının a dalet aşkını, hukuka saygısını, ilerlemey,e inancını parlak bir biçim­ de dile getirir. Oresteia'nın sonunda, Athena, sitesi için şöyle dua eder: " Hiçbir şeyin kirletmediği bir zaferin tüm lütufları Verilsin ona ! Topraktan kalkan u ygun esintiler, Deni zlerde koşturup duranlar, Ve de bir güneş soluğ u gibi bulutlardan inenler Sevindirsin ü l kemi ! Ta riaların sürüleri n ü rünleri Bol gıda olsun her zaman Hemşehrilerime ! Yalnız kötülükler ayıklansın acımada n ! Yüreğim i y i b i r bahçıvan yüreğidir benim. Sever o, büyüdüğünü görmeyi yaramazdan korunmuş iyilerin . " 1 219 1 221 BöLÜM X Ü LYM P O S ' LU PERİ K L E S &P., ikles, yüzyı lına, bize göre Hıristiyanlık döneminden önce­ ki beşinci yüzyıla { l . Ö . V yy) adını vermiştir. Hak edilmiş ise eğer, büyük bir şereftir bu. Öncelikle bu " yüzyıl " ı n kesin sınırlarını belirtelim. Perik les, Ati­ nalı hasımiarına karşı, partisinin gerek dışında, gerekse içinde verdi­ ği kısa bir siyasal mücadeleden sonra, I . ö . 4 6 1 yılında iktidara ge­ lir. Bu tarihten, birkaç aylık çok kısa bir çekilme bir yana bırakılır­ sa, 429'daki ölümüne kadar Atina sitesinin tek yöneticisi olarak ka­ lır. Bu yüzyıl, ancak üçte biridir yüzyılın: Otuz iki yıl s ürer. Doğrusu bu sırada siyasal olaylar artan bir ritimle hız kazanır. Baş yapıtlar birbirini kovalar. Bu otuz iki yıl içinde, insanlık tarihi­ nin üreteceği göz kamaştırıcı yapıtlardan birinin ya da birkaçının doğuşunu görmeyen pek az yıl vardır. Bu temel yapıtlar gerek mer­ mer ya da tunç, gerekse şiirsel özlü, hatta bilimsel d üşüneeli yapıt­ lardır. Ama b ütün alanlarda ve özellikle plastik sanatlar alanında Ati­ na dehasının bu sıçramalı gelişmesinde, Perikles'in payı nedir? Ati­ na'nın yurttaşları ve bağlaşıkları Perikles yüzyılının bu doğumunu Perikles'in büstü. Çağdaşı heykelci Kresilas'ın bir yapıtın ı n kopyas ı . 222 ı ANT1 K YUNAN UYGARLICI ne ile ödedi ler; tüm Yunanistan ve onun sahip olduğu uygarlık ne ile ödedi bunu ? Bilmemiz gereken şey budur. Perikles Atina demokrasisini tamamlar. Aynı zamanda onu yö­ netir; uzun zaman kabul edilmiş önderidir -"tira n " (despot) demek gerekir mi? (Atinalılar böyle derler) uzun süre yadsınmamış. Thuky­ dides'e göre o, "A tina/ı/arın birincisi"dir. Perikles, kişiliğinde büyük devlet adamını tanımlayan, birbirine bağlı dört " erdem "i bir araya getirir. Zekidir: yani bir siyasal durumu çözümleme, olayı tam ola­ rak önceden görme ve buna bir eylemle karşılık verme yeteneği var­ dır. Bütün halkı düşüncesine bağlayan ve tutumuna katan söz usta­ lığı vardır. Ne zaman Halk Meclisi önünde konuşsa, önder tacını çı­ karıp a yaklarının dibine bıraktığı, onu ancak herkesin onayıyla ye­ niden başına koyduğu söylenir. Dilinde yıldırım vardır, derler. Üçüncü erdemi en katıksız yurtseverliğidir: Ona göre hiçbir şey yurt­ taşlarının çıkarından, Atina sitesinin şerefinden önce gelmez. Enso­ nu, o kesinlikle çıkarını gözetmez. Gerçekten de, o tümüyle ülkesine bağlı ve bozulması olanaksız olmasaydı ilk iki yetenek -ka mu yara­ rını fark etme gücü ve buna halkı inandırma yeteneği- neye yarardı ? Demek ki, büyük tarihçi, b u Perikles portresi ile yapıtının başına, onun karşısına çıkardığı ve hepsi, her büyük önderi niteleyen bu te­ mel yetenekierin birinden yoksun öbür siyasetçi sirnalarına çok üs­ tün olan bir devlet adamı görüntüsü dikmiştir. Thukydides'in anla­ tımıyla, Perikles öbür siyaset adamlarından -ne kadar zeki, konuş­ ma ustası, yurtsever ya d a d ürüst olurlarsa olsunlar- yalnızca üstün olmakla kalmaz; o ayrıca bu tarihsel anda hep kendi içinde bölün­ müş bir halkı, ona kendini aşan bir amaç, Yunanistan'ın tüm parça­ lanmış siteleri için ortak bir amaç göstererek, birleştirmeyi bilecek kadar tam bir Atİnalı zekasma ve büyüklüğüne, halkına özgü kavra­ ma gücüne de sahiptir. Gerçekten de, yine Thukydides'in kitabında Perikles bazen, so­ nunda tüm Yunan halkını, her bakımdan onu yönetmeye en layık si­ tenin hegemonyası altında toplamak isteyen insan olarak, Hellen birliğinden yana bir dil konuşmaktadır. Perikles, otuz yıl boyunca Atina sitesini " Yunanistan'ın okulu" haline getirmek üzere biçimien­ clirdi (kitap bağlamında, Yunanistan'ın siyasal okulu şeklinde anla­ malıyız ) . Yönetimi altındaki sitesinin, yakında plastik sanatlarda göstereceği üstünlüğün bütün Yunalıların yüreğinde yanan yaşam aşkını dile getirmeyi bileceğine inandığından, onu Hellen dünyasının ÜLY MPOS' LU pER1 K LES 1 etkili ve parlak merkezi haline getirmek istedi. Ama, özellikle Ati­ na'yı, tümüyle Yunan siyasal yaşamının ateşli yüreği, hiçbir şeyin ey­ lem halinde dile gelen özgürlük aşkından daha güçlü çarptırmadığı bir yürek haline getirmek istedi. Thukydides'e göre, Perikles, bütün Yunanlılarda bu ortak aşkın yankıla ndığı şu sözü söyler: "Mutlulu­ ğun özgürlükle, özgürlüğün ise cesaretle elde edileceğine inanmış olanlar; savaşın tehlikelerine çekinmeden bakınız. " Görünüşe kar­ şın, Perikles, bu sözü yalnız Atinalılara yöneltmez: Söz bütün Yu­ nanlılara, tüm Hellen sitelerine ulaşır; bir derin duygu, onları hep birlikte insanların geri kalanları karşısında belirler, hertı de onları mutluluğa hazırlayan o yüce özveri -özgürlük aşkı- d üzeyinde belir­ ler. Bir duyguyu dile getirmekten fazlasını yapar; erdemierin en Yu­ nanlısına dayanan bir eylem -bir cesa ret eylemi- ister. Perikles, öbür sitelerin dağınık Yunanistan'ını, ana site Ati­ na'nın kucağında birleştirmeyi -bu daha sonra sağlanacaktır- tasar­ lamış, ama, bu niyetinde başarısız olmuşsa ; bunun nedeni bir ölçü­ de, bu işi gerçekleştirmeden önce, öngörmek için yaratılmış bu zeka için en kestirilemez öl ümün -vebadan ölüm- onu tam çalışma halin­ de, dipdiri halde yakalamasıdır; ama bunun nedeni, bir de öbür Yu­ nanlıların, onları kesin olarak birleştirmek isteyen Perikles'in Atina­ lı yurtseverliğine başka bir ad -onlar buna Atina emperyalizmi di­ yorlardı- vermeleridir. Thukydides'e göre Peri kles ve onun yazgısı böyleydi . A m a bütün bunlar doğru m u d u r ? D a h a doğrusu bütün bunların içinde doğru bir yan var mıdır ? Kafamızda bir sürü soru ortaya çı­ kar. Thukydides'in bize gösterdiği görkemli Perikles figürü, bir sfenks yüzünden kaygılanmamamız için, bize fazla güzel sunulmuş­ tur. Bu figür, kendi içinde birtakım çelişkiler içerir; bu kişinin yaşa­ dığı dönemle açıklanabilen bu çelişkiler bize göre onun değerini azaltmazlar. Bu figür, aynı zamanda ideal olmasa da fazla yetkin gi­ bi görünür. Tarihin bir güzel rüyası gibi yok olup gitmeden önce, oluştuğu gerçek maddeyi tutmaya çalışmayalım diye de fazla değer­ li. Öyleyse onun gizli karmaşıklığın ı anlamaya çalışalım. Yüz görünümü bakımından, Perikles ancak uzun kafatası ile ayırt edilirdi; bir çağdaşı " bitmek bilmeyen " bir baş, der. Komedi 223 224 1 ANT1K YUNAN UYGARLıCı şairleri ona b u nedenle ve kurumlu tavırlarına bakarak �'soğan baş­ lı Olympos 'lu " takrna adını uydurrnuşlardı. Çağdaşı heykettraş Kre­ silias'ın yaptığı ve elimizde üç kopyası bulunan büst, kafasını bir başlıkla kapatarak onun garip biçimini gizler. Sanatçının yüze verdi­ ği anlatım ne kurumlu ne de küstahtır, sadece biraz kurnaz gülüm­ sernesiyle gururludur. Perikles, babası Ksanthippos ( Ksantipos) tarafından Attika'nın es­ ki bir soylu ailesine bağlıydı. Ama bu baba, ostrasizrn * nedeniyle sü­ rülrneden önce demokratik partinin önderi olmuştu . Anası tarafından çok soylu Alkrnainonidler ailesinden geliyordu; çok zengin ve çok güç­ lü bir aileydi bu, ama o da kutsal lığa saygısızlık ve ihanet suçlarnasıy­ la sürülrnüştü. Perikles'in ana soyundan dedesinin dedesi, Sikyon'lu bir tirandı ( antik çağda tiranlar hemen her zaman halk kitlelerince ik­ tidara getirilirler); büyük dayısı ise, büyük Salon'un yarım kalan yapı­ tını yeniden ele alarak, 508'de, Atina demokrasisinin atasının reform­ larını yenilemiş ve tamamlamış olan Kleisthenes ( Klisteuis) idi. Tam tarihini bilmiyoruz ama, Perikles'in doğumu bu olaydan az sonra, I . ö . 492'ye doğrudur. Demokratik gelenekiere sahip ve hem tiranca, hem de tam de­ mokratik biçim alan soyluluğa bağlı bir doğum : Işte Perikles'in gel­ diği ailenin bilançosu budur. Mizacının onu yönelttiği kamu davası­ na kendini vereceği zaman h a ngi partiyi seçecektir ? " Gençliğinde halka karşı aşırı bir tiksintisi vardı " , der Plutarkos. Her zaman cid­ di ve soğuk Perikles, Med savaşlarının son galibi ve aristokratik par­ tinin başkanı ağabeyi Kirnon'un rahat davranışlarından hoşlanrnaz­ d ı . Fakir fukaraya karşı belki de doğuştan sahip olduğu küçümseme­ ye, kendini koruduğu ve ani cömertlik hareketleriyle karşılık verdiği bu d uyguya karşın, siyasal sezgisi ve kusursuz mantığı onu yanıltrna­ dı: Gençliğinden beri d oruğuna ulaştırrnakta yoğunlaştığı sitesi Ati­ n a ' nı n yüceliğini gerçekleştirebilecek olanlar, kasıntılı ve hafif Ki­ rnon'un etrafında dört dönen bir avuç soylular değildi. Atina için maddi gücün büyüklüğünü ve bundan doğabilecek sanatsal ve kül­ türel üstünlüğün parıltısını fethedecek olanlar, yalnız haklarının ge­ nişletilrnesi, kendi isteklerinin hakimi olmakla birlikte, ulaşılacak amaca doğru yönlendirilmesi gereken halk kitleleri, yalnız geleceği parlak bu kitlelerdi. Böylece Perikles demokratik partiye hizmet et* Eski Yunanda şüpheli yurttaşların halk oyuyla on yıl için sürülmesi -ç.n. 0LYM POS' LU pER1 KLES ı meyi seçti . Otuz yaşında onun tek ö nderi oldu. Perikles d üşünsel eğitimi bakımından açıkçası tam bir akılcıydı: Ama, hem ateşli, hem de tatlı bir d uyarlıktan yoksun değildi; sitesine karşı sevgisiyle bileştirdiği bir dinsel duygu biçiminden de yoksun de­ ğildi. Bu dinsel saygı, bu derin ülke sevgisi, onun akılcılığıı:ıın, çoğu zaman olduğu gi bi, bayağı bir bireyciliğe d üşmesine izin vermezler. Onu yetiştirmiş olan öğretmenler fil d iş i kule düşünüderi değil­ dirler. Bunlardan belki de en öneml isi olan, hem besteci, hem de mü­ zik kurarncısı Darnon bu sanatı şöyle diyecek kadar ciddiye alırdı: "Arada devletin temel yasalarını altüst etmeksizin müziğin kuralla­ rına dokunulamaz. . . Devlet kalesini müzik/e yapmak gerekir. " Elea'lı Zenon ile Anaksagoras ise Atina'ya yerleşerek, onun başlıca düşünme öğretmenleri oldular. Zenon, Elea okulunun tektanncı öğ­ retisini Atina'ya sokar: " A ncak bir tek Tanrı vardır. . . O, zahmetsiz, yalnız düşünce gücüyle her şeyi hareket ettirir. " ( Perikles'in kamusal yaşam alanında yapmaya çalıştığı şey de, düşünce gücüyle yönetmek değil midir ? ) Perikles ile sıkı ilişkiler sürdürdüğünü bildiğimiz Anak­ sagoras ise -bu Anaksagoras'ı bu yapıtın ikinci cild inde yeniden bu­ lacağız- saf zekanın dünyayı başlangıçtaki kaosta n çıkardığını, onu örgütlediğini ve d üzenlemeye devam ettiğini öğreten bir insandır. Pe­ rikles, o dönemin olanak verdiğince geniş olan bilimsel eğitimini Anaksagoras'ın öğretisinden sağladı, düşüncesinin akılcı biçimini güçlendirdi, sitenin yönetimi için i l ke ve bir model buldu. Thukydi­ des'in ona mal ettiği bütün söylevler tümdengelimli söz ustalığının örnekleridir, ama hepsi aynı zamanda genç Atina halkını dipdiri tut­ kularla besler. Söylevler ve anlatılar, Atina sitesinin yönetiminde bu "tira n " ın etkili egemen yüksek zekasını gösterirler. " Perik/es halka söylev çekmek için herkesin önüne çıkınca Nous 'un ( Zeka) imgesi, yapıcı, devindirici çözümleyici, düzenleyici, öngörülü ve sanatçı gü­ cün insani somut örneği gibi görünürdü " , diye yazar Nietzsche. Anaksagoras, tanrıtanımazlık nedeniyle bir mahkfımiyetten kur­ tulamadı. Perikles onu bu sıkıntıda n kurtard ı . Perikles'in dini, vaktiyle insanların eylemini tek başlarına yöne­ ten antik Tanrılar tapınıını ve bunların artık içinde somutlandıkları, sitenin çerçevesinde mücadele eden insanların; yurttaşlar toplumu­ nun birden artan gücünün yol açtığı refahı, ilerlemeyi, toplumsal adaleti ve ünü gerçekleştirmek üzere mücadele eden insanların biz­ zat kendilerinin eylemsel tapınımını, aynı ruh coşkunluğuyla birbiri- 225 226 1 ANTi K YUNAN UYG ARllCI ne karıştırır. Perikles'in bu dini, kendi yükselttiği tapınakların mer­ merlerinde, tanrıların ve Atİnalı kahramanların heykellerinde, tanrı­ larla insanların ortak şam için d iktiği bütün bu anıtlarda yazılıdır. O, yurtta şlarla koruyucu tanrıların birliği için göğe doğru pek çok sütun, pek çok yontulmuş taş dikmiştir. Yine de, Thukydides'in ona mal ettiği söylevlerde tanrıların bir kez bile görünmemesi, çok ilginç­ tir. Gençliğinin özverisi ile koruması kendisine düşen iyiliklerin ve Atina sitesinin o parlak övgüsünde bile -Peloponnesos Savaşının ilk yılında ölenlerin cenaze töreninde Perikles'in övgü konuşmasında­ tanrıların adları geçmez. Peki böyle bir d urumda tanrıların adı nasıl eksik olabilird i ? Çünkü her yerde Atina adı parıldar. Atina sanki Pe­ rikles'in gözle görünür tanrısıdır. Bu sevgi hangi eylemiere esin kaynağı olmuş onda, bakalım: Perik­ les demokratik sistemi tamamlamakla işe başlar; bu demokratikleşme işinde üç önceli, Salon, Peisistratos ve Kleisthenes zamanından beri va­ rolan yasalar ya da adetleri n eksiklerini giderir. Öte yandan, o, ne bir sınıfsal rejim, ne de, bir parti yönetimi ister. Ona göre, yoksul sınıfın yararına, bedelini daha zengin sınıfların ödeyecekleri bir siyasal ve top­ lumsal tekel kurmak söz konusu değildir. Perikles'e göre, Atina demok­ rasisi, tümüyle işe koyulan sitedir. O çalışmaya saygı gösterir. Meclis­ te yaptığı konuşmada " Ülkemizde utanılacak şey yoksulluk değil, bun­ dan kurtulmak için hiçbir şey yapmamak tır, " der. Atina'yı -elbette yurttaşların Atinasını- tamamen demokratik kılmak için hali vakti en yerinde iki sınıfla sınırlanmış kalan yüksek görevlilerin atama alanını genişletmesi gerekir; öte yandan, kabul edildikleri görevlere girecek yurttaşlar ücretli olmadıkça , kazanç fır­ satının kaçınlacağı kaygısına kapılmadan, arkhan olmak ve Helias­ tes' ler mahkemesinde yer almak için fazladan zamanları olmadığı sürece, daha yoksul olan yurttaşların katılımının tamamen sözde ka­ lacağını bilir. Bu durumda Perikles arkhan'luk alanını üçüncü sınıf­ tan yurtta şiara (küçük burj uvalar ve düşük gelirle zanaatçılar) kadar genişletir, dördüncü ve sonuncu sınıfı, yani işçileri ve düz işçiler sı­ nıfını dışarda bırakır. Tazminatlara gelince, Perikles Beş Yüzler Meclisi üyeleri için, arkhonlar, Heliastes'ler mahkemesi yargıçları ( 6000 üye) için, askerler için ve de Cumh uriyetin çok sayıdaki bay- Ü LY M P O S ' L U P E R I K LES 1 227 ramına yurttaşların katılımı için b u yolu açar. Buna karşılık Halk Meclisi'ne katılmak için asla işsizlik tazminatı ödemez; ona göre yurttaşların orada bulunmaları bir ödevdir. Per ikles'e göre bu iki önlem -arkhon'luğu genişletme ve Meclis dışındaki görevlerinde yurttaşiara ücret ödeme- Atina'nın demokra­ tikleşmesini tamamlar. Buna, birçok hallerde halkın egemenliğini sı­ nırlaya n Aeropagos Meclisi'nin veto yetkisinin kald ırılması eklen­ mişti; harekat 462-4 6 1 tarihinde Meclis üyelerini zimmetçilikle suç­ layan, kısa bir süre sonra ise esrarlı bir biçimde öldürülen Ephialtes ( Efialtes ) tarafından yürütülmüştü. Bundan sonra Areopagos hemen hemen yalnız bir ad olarak kaldı. O nun terekesini kalıt olarak Halk Meclisi ile Halk Mah kemesi alıyordu. Öte yandan, politikada yasaların, göreneklerden daha az önemi vardır. Atina 'yı yönlendirenler hiç de arkhanlar değildirler; onlar Atina 'yı, alınmış kararları uygulayarak yönetirler. Bütün önemli ka­ rarlar tüm yurttaşlardan oluşan Halk Meclisi tarafından alınır; Mec­ liste bulunmayanlar, kentteki işçiler ile Pireli denizcilerden çok köy­ lülerdir; onlar mecliste bulunmak için kolayca oradan oraya çıkıp gelemezler. Çoğunluğu, bu kentin emekçi halkı oluşturur ve onun bu coşku veren söz yarışları gösterisine katılması için ödeme yapmasına bile gerek yoktur. Perikles, Atina sitesine sapta d ığı amaç için, yani, iktidar için mü­ cadelesini işte burada verir. Akıllıca edilmiş sözlerle namuslu ve te­ miz yurtseverliğin muzaffer üstünlüğünden başka, sanı da yüce gö­ revi de yoktur. Perikles, sadece hem demokratik partinin " önder" i hem d e genelinde demokratik toplumun başı demek olan "prostates tou deemou " d ur. O ayrıca stratej, yani Atina'nın on kişiden oluşan stratejler kuruluna halkça yıllık olarak seçilen generaldir. Perikles I . ö . 460'dan 429'a kadar uzanan tüm dönem boyunca yeniden stra­ tej seçilmiştir. Hem de, yalnızca kendi ayınağı ( bu, stratej iye kendi­ lerinden birini getirmeye hakkı olan bir yönetsel bölümdür) tarafın­ dan değil, çoğu zaman Atinalı yurttaşlar toplumun tümü tarafından seçil miştir. Seyrek görülen, hatta Atina'nın tarihinde tek olan bu bir­ li ktelik hiç kuşkusuz, salık verdiği, ama yine de, egemen halk olarak seçim yapmanın yalnız ona d üştüğü yolda yürümeye halkı inandır­ mış olduğunu gösteri r. Aslına bakılırsa Atinalı yurttaşların bu halk egemenliği, şimdi artık yalnızca sözde kalmaz. 228 • ANTi K YUNAN UYGARLıCı Meclis, memurlar, arkhanlar üzerinde sözcüğün geniş anlamıyla doğrudan ve sürekli bir etki yapar. Bu memurlar bir yandan herke­ sin şansının eşit olması, öte yandan da kura ve seçim bileşimi yoluy­ la ya da bazen iki sistemden yal nızca birine başvurularak yeterlilik­ lerio sağlanması için seçilirler. S tratej iler dışında, onlar için ne iki yıl art arda seçilme, ne de iki yüksek görevi elinde toplama olanağı var­ dır. Böylece iktidar halka bağımlı kılınmıştır. Ama, o da başka tür­ lü denetlenir. Memur görevine başlarken gerek eski arkhaniardan oluşan Beş Yüzler Meclisi önünde, gerekse Halk Mahkemesinin bir bölümü olan Helia önünde bir sınav geçirir. Görevinden ayrılırken hesap verir ve bu hesap verme halkı tamamıyla tatmin edecek biçim­ de yapılınaclıkça servetine sahip olamaz. Ayrıca, aklansa bile, yine herhangi bir yurttaş tarafından suçlanabilir "graphe alogion " , yani yasadışı davranış suçlaması denilen bir kovuşturmaya konu olabilir. Hepsi bu kadar da değil: Memur görevde olduğu yıl boyunca halkın doğrudan ve sürekli denetimi a ltındadır; halk onu, "o nama " oyla­ ması yöntemiyle, her zaman görevden alabilir ve yargılanmak üzere Halk Mahkemesine gönderebilir. Adalet alanında da halk, tam egemenliğini kullanır. Her yıl yurt­ taşların büyük bir bölümü Heliastes'ler mahkemesinde üye olarak bulunur; bu mahkeme kamusal ya da özel davaların çoğunu kesin • olarak yargılar. Kimi durumlarda -demokrasiye karşı suçlar, gizli bir derneğe üyelik, bir fesada katılma, siyasal kokuşmuşluk, vb.­ doğrudan doğruya Halk Meclisi, a dalet divanı olarak kurulur ya da davayı görüşülmek üzere en az bin üyeli bir Halk Mahkemesi bölü­ müne gönderir. Bütün bu d üzenlemeler ve daha başkaları ile Atina demokrasisi, tam bir demokratik rej imi, hem halk tarafından hem de halk için bir yönetimi, antik d ünyanın göreceği en yetkin demokratik yapıtı oluş­ turur. Bununla birlikte d üşünce genişliği ve söz ustalığı gücünün Perik­ les'e sağladığı büyük saygınlığın, bu demokraside önemli bir ağırlığı vardır. Bu Perikles demokrasisi, güdümlü bir demokrasidir. Thuky­ dides'in o zamanın Atİnası hakkında kesin bir sözü vardır: "Ad ola­ rak bir demokrasiydi o ama, aslında, yurttaşların birincisi tarafın­ dan uygulanan bir yönetimdi. " Burada Perikles'i çok iyi tanıyan ve onu seven Sophokles'in Antigene'de Kreon kişiliğini yaratırken bazı özellikleri ondan alabildiğini görüyoruz. Athena başı. Paros mermeri. "(V. y üzyılın ortası) 230 ANT! K YUNAN UYGAR LI C I Ama dahası, hem de daha kötüsü var. Perikles demokrasiyi ta­ mamlar ve kişiliğiyle onun karşı ağırlığı olur ve uygulamasını önler­ ken " ona son verdiği söylenebilir" . Aristoteles bize, I . ö . 45 1 -450 yılında onun önerisi üzerine Atİ­ nalı ana ve babalardan doğmamış ise, kimsenin siyasal haklardan yararlanmayacağına karar verildiğini söyler. Oysa, bu konuda ken­ dini kabul ettiren Salon'un yasasına göre, bir yurttaş ile yabancı bir kadından olma oğullar site hukukundan tam ol arak yararlanmak­ taydı. Themistokles, Kimon, tarihçi Thukydides, yasa koyucu Kleist­ henes, ve daha başka, bütün büyük' Atınalıla rın durumu böyleydi. Hatta birçok yabancı Atina'ya olağanüstü h izmetlerde bulunmuş ol­ dukları için site hukukunu elde etmişlerdi. Çokları da kokuşmuş me­ murların yaltakçıları sayesinde, yurttaşlık listelerine hile ile sokul­ muşlardı. Yeni yasadan sonra, sık sık ve ciddi denetimlere başvurur­ lar. Örneğin, I . ö . 445 -444 yılında, Delta 'dan bir kralcık olan Psam­ metikhos (Psametihos ), ağır bir kıtlık sırasında Atİnalı yurttaşiara dağıtılmak üzere otuz bin teneke buğday gönderdiği için, yurttaşlık kütüklerinden binlerce ad çıkarıldı. Adları geçerli sayılanlar arasın­ dan dağıtıma 1 4 . 240 yurttaş katıldı. Kaç kişi katılınad ı ? Kuşkusuz onbin kadar. Bu tarihte yurttaşların tam sayısı herhalde 3 0 . 000'i geçmez. Ne olursa olsun, Perikles tarafından Atina demokrasisinin ka­ panmasından sonra, Yunanistan'ın bu en demokratik sitesinde, de­ mokratik haklarını kullanacak ancak 1 4 . 240 yurttaş vardı. Nüfus ise 400. 000'dir. Kurumların gelişmesi, aynı zamanda onların gerilemesinin baş­ ladığı noktadır. Perikles iktidara geldiği sırada, Atina, on beş yıldan beri büyük bir sitel.e r konfederasyonunun -Delos birliği- başındaydı. Bu birlik, Med savaşının ikinci bölümünde, kuruluşu sırasında ( 4 7 9 ) , kend isi­ ne tam olarak askeri bir amaç saptamıştı. Perslere karşı savaşı deniz­ de sürdürmek, Krala boyun eğmiş Hellen sitelerini kurta rmak, Yu­ nanistan'ın Persler tarafından yeni bir istilasını olanaksız kılmak. Kurtarma -aynı zamanda intikam- savaşı, yani hem savunma hem de ön leme savaşı. Işte, Birliğin kendi ne saptadığı ve Themistokles, Akropolis'in kayalığına K imo111l uh kalker duvar üstünde yükselen Pa rrhenor_ 232 l 1 A NT İ K Y UNAN UYGA R L I C I Aristeides (Aristidis) ve Kirnon'un yönetiminde başarı ile gerçekleş­ tirdiği amaç budur. Konfederasyonun başkenti -hem federal meclisin toplanma yeri hem de hazinesinin tutulduğu yer olarak tam bir tapınak- Ege'nin ortasında kutsal Delos adasıdır. Atina, başından beri Konfederasyonun içinde özel bir ayrıca lık­ tan yararlanmaktaydı : Bu ayrıcalıkları, donanmasının eşsiz gücüne borçluydu. Askeri harekatın kornurası onundu, hazineyi serbestçe kullanması bundan kaynaklanıyordu. Müttefiklerin yükümlülükleri, Perslere karşı savaşmak üzere b irliğe donatılmış gem iler vermekti. Ama gemileri modern tip olmayan kimi müttefik sitelerin, gemi ye­ rine para olarak katkıda bulunabilecekleri kararı da old ukça çabuk kabul edildi. 454 yılında federasyonun içinde, borçlarını para olarak değil de gemi olarak ödeyen, Atina dışında, ancak şu üç üye vardır: Samos, Khios ( Hios) ve Lesbos ( Midilli ) . Buna karşı lık, Atina'nın aşağı yukarı yüz elli haraçlı sitesi vardır ve bu tarihte yıllık katkı tu­ tarı hemen hemen üç milyon altın franka yükselir. Birliğin hazinesinin Delos'ta n Atina'ya taşınmasına, yine bu I . ö . 4 5 4 yılında ( Perikles yönetiminde) karar verilir. Teorik olarak tüm müttefikler, özerk sitelerdir ve eşit haklara sahiptirler. Gerçekte ise, askeri hareka tın ve hazinenin hakimi At i­ na'nın gücü ile müttefik sitelerin görece zayıflığı arasında bir denge­ sizlik vardır. Bu dengesizlik fed erasyonun içinde anlaşmazlıklar ve Atina tarafından sertçe bastırılan birtakım çekilme girişimleri doğu­ rur. lik olarak 470'de Naksos ayaklanmıştı . 465 ' te ise Thasos. Müt­ tefiklerin yenilmiş bu iki s itesi, düpedüz bağımlı hale gelirler. Onla­ rın yıllık vergilerinin tutarını yalnız başına Atina saptar. Bastırmala­ rın izlediği bu ilk kopmalar aristokratlar partisi henüz iktidardayken başlar: Ayaklananları kılıç ve a teşle boyun eğmeye zorlayan bu par­ tinin önderi Kimon'dur. Perikles'in iş başına gelmesiyle hareket ancak hızlanır: Araların­ da Miletos'un d a bulunduğu lonia'daki üç büyük site ayaklanır. 446 yılında sıra Euboia ( Evia ) , Khalkis, Eretria ve başka kentlerindir. Ayaklananları destekleyen Sparta 'nın müdahalesi yüzünden Eubo­ ia'daki bu başkaldırı Cumhuriyetin varlığını son derece tehlikeye dü­ şürmüştür. Perikles Euboia 'yı sert bir biçimde bastırmaktayken, Me­ gara da birlikten ayrılmak için bu anı seçti ve Sparta ordusuna Arti­ ka yolunu açtı. Attika istila edild i . Perikles tehlikede olan sitesi Ati- ÜLYMPOS'LU pER1KLES i 233 na'nın yardımına koşmak üzere Euboia'da sürdürdüğü harekatı ya­ nda bırakmak zorunda kaldı. Onun yıldırım harekatıyla dönüşü, Spartalıları çekilmeye zorlar. Perikles yeniden Euboia'ya döner. Ada tamamıyla boyun eğer. Kimi kentle rde garnizonlar kurulur. Kimile­ ri de, başlarındaki oligarşi yanlılarının kovulduğunu ve yönetimleri­ nin "demok ratikleştiği"ni görür. Atina her yerde, her yeni başkaldırıdan sonra, silah zoruyla bo­ yun eğdirdiği site ile bir bağım lılık antiaşması yapar. Bazen rehine is­ ter. Hükümetlerin çeşitli makamiarına kendisine bağlı kişileri yerleş­ tirir. Avucunda tutması gereken kimi önemli kentlere, bağımlı site­ nin tüm politikasını denetleyen "valiler" yerleştirir. Ensonu silahlı Atina yurttaşlarının sömürgeleri olan " Klerukhia " lar (Kliruhia) uy­ gulamasını yaygınlaştırır; güven uyandırmayan siteterin yakınında, sürülen ya da öldürülen " asiler" i n toprakları ele geçirilmiş olur; ar­ tık ülkede " d üze n " in sağlanmasını gözetme işi de onlara d üşer. Uzun zamandan beri artık Federal Meclis toplanmamaktadır. Üç yılda bir, haraç bedelini saptayan Atina halkıdır. Atina ile uyrukları­ nın ya da az da olsa, müttefiklerin a nlaşmazlıklarını Atina mahkeme­ leri yargılar. Delos Konfederasyonu Atina Imparatorluğu olmuştur. Bu, her zaman içten içe tehdit edilen bir lmparatorluktur. I . ö . 44 1 tarihinde, yani Perikles yönetiminin tam ortasında, yeni b i r kop­ ma, Samos'un kopması aynı öyküyü yeniden başlatır. Bu kopma Pe­ rikles'i iki yıl kısır ve kanlı mücadelelere zorlar. Sonunda Samos tes­ lim olur. Uyruklaşır ve topraklarından bir bölümünü Atina devleti­ ne bırakır. Samos büyük savaş tazminatı öder ve yönetimi " demok­ ratikleşince" mucize kabilinden, her şey düzene girer. Bu, sade Atina'ya bağımlı siteterin bile yönetiminde olmadığı bir lmparatorluktur. Perikles'e göre, Atina 'nın kendisinin de tutsağı ol­ duğu, bir "tiranlık "tan başka bir şey değildir. Thukyd i des söylevle­ riden birinde, bunu onun ağzından ifade eder. Halkı önünde konu­ şurken onlara şöyle der: "Bu kahramanca eylemi şimdi, dirlik sevgi­ si ya da korkuyla yapsanız bile, bu Imparatorluktan vazgeçemezsi­ niz. Onu, bir tiranlık kabul ediniz: Bunu tutmak bir haksızlık gibi görünebilir, ama bundan vazgeçmek bir tehlike oluşturur. " Işte " emperyalist demokrasi" canavarı budur! Unutmayalım ki, köleleştiri lmiş bir halkın üstünde hüküm süren, şimdi de kan döke­ rek, sayısız uyrukların kaynaklarıyla zenginleşen bir demokrasidir bu. 234 A N T İ K ' ! YU NAN UYGARLI CI Ama bu imparatorluk politikası her şeye karşın böyle devam et­ tiği sürece, Perikles'e çok büyük paralar sağlar. Yıldan yıla milyon­ larla a nlatıla bilecek miktarda a l tın akar. Bu paralarla, ücretler ger­ çekten düşük olsa da, bir yığın memur beslenir. Bu pahalı sanat ça­ lışmalarına girişmek; yirmi yıl boyunca tüm işçi nüfusa ekmek, Ati­ na sitesine de "ölümsüz " bir ün sağlayacaktır. Delos Konfederasyonu'nu, kabaca Atina Imparatorluğu'na dö­ nüştürmek, kuşkusuz, Atina'da bile, a teşli protestolar doğurmuştur. Plutarkhos'a göre, Perikles'in rakipleri Meclis'te, " 0, tüm Yunan toplumuna ait bir hazineyi Delos 'tan Atina 'ya aktarınca halkın onu­ ru zedelenir ve en haklı eleştirileri üstüne çeker. . . " diyorlardı. " Yu­ nanistan, topluluğun savaş (Med Savaşı) giderleri için emanet ettiği paraların, değerli taşlarla süslenen cilveli bir kadın gibi, kentimizi güzelleştirmekte kullanıldığını; görkemli heykeller dikmeye, kimisi bin talente ( altı milyon altın fran k ) mal olan tapınaklar kurmaya ya­ radığını ancak çok büyük haksızlık ve zorbaca yağmacılık ile sakla­ yabilir. " Perikles karşılık verir. Bir gün Halk Meclisi ön üne çıkar ve özet­ le, Atinalıların Perslere karşı Ege denizinin bekçileri olduklarını, kan vergisini ödediklerini ve gereki rse yine ödeyeceklerini, Atina 'nın müttefikleri olan sitelerin, Atina'nın sağladığı Yunanista n'ın ortak savunmasına katkıda bu lunduklarını, " verilen bir miktar paranın, bir kez ödendi mi, artık verenlere değil, alanlara ait olduğunu, onla­ rm da paraları alırken kabul ettik leri koşulları yerine getirmek zo­ runda olduklarını " söyler. Işte çürütülmez bir açıklama doğrusu ! Gururla -ya d a istenirse, arsızlıktan uzak olmayan bir açık yü­ reklilikle- şunu da ekler: "Site, savaşın gerektirdiği bütün savunma araçlarına bol bol sahip olduğundan bu zenginlik/erin, bittiği zaman kendisine ölümsüz bir ün sağlayacak yapıtlar için kullanılması ge­ rekmek tedir. " Ve yine (özet olarak) şöyle söyler: " Taşıma, işleme ve bir yığın çeşitli malzemeyi yerleştirmeden sağlayacağımız yararları da unut­ mayalım; buradan endüstri ve sanatların gelişmesiyle, bütün kollar­ dan yararlanacak genel bir canlanma sonucu çıkacak tır. " Söz ustası konuşmasını şöyle sürdürür: " Elimizde önemli kay­ naklar bulunuyor. Bundan sonra bütün halk, ister silah altında as- 2 36 1 ANT1K YUNAN UYGARLıC ı ker, ister sivil görevlerde memur, ister kol emekçisi olsun, ücretini devletten alacaktır. Taş, tunç, (i/dişi, altın, abanoz, servi satın aldık. Sayısız işçi, dülger, duvarcı, demirci, ince marangoz, kuyumcu, oy­ macı ve ressam bunları işlemekle uğraşıyor/ar. Bu çok büyük mik­ tardaki malzemeleri denizciler, tüccarlar, tayfa/ar ve gemi kılavuzla­ rı deniz yoluyla taşıyorlar. Bunları karada arabacılar, yükçü/er taşı­ yor. Araba usta/arı, halatçılar, saraçlar, sekilemeciler, maden işçile­ ri mesleklerini birbirleriyle yarışırcasına yapıyorlar. . . Yani, her yaş­ tan ve her meslekten insan, bu işlerin her yönden saçtık ları bol/uğu paylaşmaya çağrılmaktadır. " Periki es 'in Akropolis 'te ve başka yerlerde başlattığı bayındırlık işlerinin bütün yurttaşlara, özellikle de işçi sınıfına, hem de Atina 'ya bağıml ı sitelerio sırtından, bolluk içinde yaşama olanağı sağlamaya yönelik oldukları, daha açık bir biçimde gösterilemez. "Tira n " politikası b ile olsa, demokratik bir politika. Parthenon hem yurttaşiara yiyecek sağlar hem de Atina 'yı öl ümsüz bir üne ka­ vuşturur. Ama, Impara torluğun uyrukları ekmek ve ün sahibi ola­ caklar mıdır? Hiç kuşkusuz ikisine de kavuşamazlar. Perikles, önerisi üzerine 45 0-449 tarihinde kabul edilen ve ikin­ ci Med savaşında yıkılan tapınakları yeniden kurmak için Atina'ya federal hazineden para almasına izin veren kararnameye dayanarak bu bayındırlık işlerini, özellikle de Akropolis'in tapınaklarının yeni­ den inşasını başlattı . Tapınakların içine veya dışına dikilen heykelle­ ri saymazsak; başlıca dört yapıt, Atina mimarlığı ve heykelciliğinin bu doruk döneminin tari hini taşırlar. Thukydides'in demesine göre " Yalın güzelliğe " tutkun kişiliği ile Perikles doruğa hakimdir ve onu tüm Atina halkı için uygular. Bilindiği gibi, bu dört örnek yapıt Part­ henon, Propylaia ( Propilea), Erekhteion (Erektion ), Athena Nike Ta­ pınağı'dır. Ben yalnız Parthenon üstünde duracağım. Burada amaç, Yunan tapınağı tarihini yeniden yazmak değil, Pe­ rikles'in kişiliğinin bu özeti vesilesiyle, tanrıça Athena ile halkının şerefine Akropolis'te yükseltilen anıtsal yapıtın gösterdiği bu "yalın güzellik sevgisi"ni, bazı basit gözlemlerle belirginleştirmektir. I . ö . 4 79 tarihinde, Pers ord usu çekildiğinde Akropolis artık yal­ nızca geniş bir yığılı taşlar ve kırık heykeller mezarlığı idi. Themis- Ü LYMPOS'LU PERIKLES 1 237 tokles ve Kirnon çok önemli bir işle, askeri zorunluluklarla uğraşır­ lar: Birincisi kuzey yamaçta, ikincisi güney yamaçta tepenin kayalı­ ğına dikilmiş iki suru yeniden inşa ederler. Akropolis'i koruyan ve çepeçevre kuşatan bu surlar onun tepesindeki yüzeyi hemen hemen düzleştirebilecek ve genişletecek biçimde yapılır. Surun üst kenan ile tepedeki düzlük arasında kalan yere, önceki kuşağın kalkınma döne­ minde dikmiş olduğu kırmızı ve mavi renklere boyanmış güzel kız heykelleri özenle gömülür. ( Bunlar ancak bizim kuşak tarafından topraktan çıkarılmışlardır: Renkleri hala tazeliklerini korumaktay­ dılar. ) Perikles, sanatı, tüm Hellen dünyasında Atina'nı n üstünlüğünü kanıtlama aracı olarak görür. Parthenon hesaplı m ükemmelliği ile karaya ve denize, hem de yüzyıllara hakim olduğu gibi Yunanistan'a da hakim olacaktır. Perikles her şeyi inceliyor, mimarlık planlarını, malzeme seçimi­ ni tartışıyordu. Yapımla uğraşıyor, şantiyeyi görüyor, harcamaları denetliyord u. 450 yılında Pheidias Akropolis'teki işlerin başına ge­ nel yönetici olarak atandı. Pheidias, Yunanistan'da birçok yapıtı ile çoktan tanınmış kırk iki yaşında Atİnalı bir heykeltraştı. O, yine bu 450 yılında, Akropolis'te, lüle lüle başıyla, gençliğin pırıltısı içinde saçları basit bir kurdela ile bağlı, çözük kalkanlı, başlığı elinde; sol kolunda tuttuğu kargı bir silah değil de sıradan bir koltuk değneği olan bir Athena tasviri yapıyordu. Bu bir savaşçı Athena değil, yeni­ den kazanılan barışın taze imgesidir. Pheidias daha sonra Akropo­ lis'te başka iki Athena heykeli daha dikti: Devasa boyutta ve savaş­ çı bir Athena'da onun bronzcu ustalığı belli olur; heykel, meta lde Atina emperyalizmini, barışın sallantılı olduğunu ve daha yeni kaza­ nılmışken, yeniden savaşa yüz tutmakta olduğunu dile getirir. Enso­ nu, tapınağının loş iç kısmında parıldayan altın ve fildişinden çok ünlü Parthenon Athenası, sitenin ve site hazinesinin putu ve bekçisi­ dir. Tapınağın içindeki çifte sıra sütunların görünümü ile çevril i yü­ zü ile başat, sakin ve yine de karanlıkta canlanan altı n giysili ve çok süslü yüksek fildişi heykeli, mermer masaların üzerine konan değer­ li eşyaları, zengin kumaş yığınlarını, sütunlara asılı kalkanları hayal ediyoruz da. Bu, Atina'nın üstünlüğünün gururlu ve görkemli imge­ sidir. Ö te yandan, Pheidias, Parthenon'daki süslemelerin büyük bir bölümünü kendi elleriyle yonttu. Kesintisiz çarkılı Ionia pervazını, 238 1 ANTİ K YUNAN UYGAR LI C I ya kendisi yonrtu ya da en azından esinledi. Bu pervazda, onun yont­ ma kalemi, ideale yaklaştıkça kalp atışını durduran bir yal ınlıkla At­ hena bayramı törenini; genç binicilerin at gezintisini, yaşın etkileme­ diği ihtiyarların ağır ağır yürüyüşünü, sungularıyla uyrukları ve yer­ leşik yabancıları, bu nadir vesileyle haremden çıkan, edepli bir süs­ leme içinde giysilerine titizlikle sarınmış genç kızları anlatır. Hiçbir yüzde hiçbir ifade yoktur; ne gülümseme, ne sevinç: Insanlar, tann­ lara yaklaşırken ( tanrılar onları pervazın ucunda bekler) soğukkan­ lılığa bürün ürler. Ama, aynı zamanda bir tapınağın pervazında tan­ rılar ya da kahramanlar değil, ilk kez sade yurttaşlar temsil edilmek­ tedir. Perikles de, Pheidias da, bunu böyle istemişlerdi. Pheidias, kişisel olarak, sözü edilmeye değer çok yıpranmış iki kapı alınlığını d a yonttu: Sadece şu söylenebilir ki, tanrısal güç, bu­ rada bir cesur tavrın şiddetiyle d eğil, dinlenme hal indeki o kusursuz kasların gevşekliği ile açıklanır. Ne olursa olsun, bir eyleme bağlan­ mış olsaydı, tanrı gücü, sınırlı görünürdü, ama; bu dinlenme halinin verdiği dinginlik içinde kullanılmayan güç, sınırsız ve tam anlamıy­ la tanrısal gibi görünür. Pheidias, dor pervaztarının aralıklarının en büyük bölümünü iş­ lemeyi ise öğrencilerine bıraktı. Söz konusu sanatçı, Perikles ile en sıkı düşünce alışverişi içinde yaşamıştır; gözden düştüğünde (l. Ö . 432 yılı) ve ölümüne dek ona bağlı kaldı; hapse mahkum olmasından kısa süre sonra öldü. On sekiz yıl Akropolis'teki çalışmaların genel yöneticdiğini yap­ tı. Hiçbir şey gözünden ve yaratıcı eleştirisinden kaçmıyord u. Pheidi­ as çeşitli anıtların genel planlarıyla old uğu kadar teknik yapıının en ince ayrıntılarıyla da ilgilendi. Parthenon'un mimarlığı, heykelciliğin parlak döneminden öte birçok şeyi, kuşkusuz ona borçludur. Pheidias, Sophokles ve Perikles ile birlikte kuşkusuz bu tarihsel dönemin doğurd uğu üç dehadan biri idi. Onlar Parthenon'a bu ortak yapıta, katkıda bulunuyorlardı. Bu arada belirtelim ki Sophokles An­ tigone'yi yazdığı sırada bile müttefiklerden alınan genel hazineyi yö­ neten maliye komisyonuna başkanlık etmekteydi. Bu üç insan, aynı politikaya olmasa bile, en azından, yeni Akropolis'in kurulmasıyla olduğu kadar, Sophokles'in tiyatrosunun gelişimiyle de, Perikles'in yönettiği halkın büyüklüğünün dile geld iği aynı büyük girişimin hizmetine adamışiard ı kend ilerini. Sophokles ise, Antigone ile Oidi­ pus'un, kendisini, zekası ve yurttaşlık görevi ile önemli bir mali ku- 240 i 1 A NT1 K Y UNAN UYGARLICI rulu yönetmekten bağışık kılmalarını aklından bile geçirmezdi. Parthenon'un güzelliği, bir " yalın güzellik " tir. Ama bu yalınlık, büyük bir sanat yapıtının tüm yalınlığı gibi, bizim ilk duygumuzdan kaçan az görülür bir karmaşıklığın en üst düzeydeki sonucudur. Parthenon, önce salt geometrik bir yapıt gibi görünür. Madde­ nin mutlu bir dengede, ayakta duracak biçimde dikey olarak, daire olarak, doğru olarak ve üçgen olarak toplanacak bir geometri prob­ leminin çözümüd ür. Rakamlarla inşa edilmiş gibidir: Bu, yapının uzunluğunun genişliğine ve yüksekliğine en doğru oranını, sütunun çapının yüksekliğine oranını, sütunun genişliğinin sütunlar arasında­ ki aralığa ora nını, tabandaki sütun çapının sütun gövdesinin çapına oranını, daha başka birçok oranları araştırmış olan Yunan tapınak­ ları mimarlarının, yüzyıllardan beri süregelen bir araştırmasının so­ nuca varmasıdır. Bununla birlikte, tapınağın matematik yetkinliğine il işkin bu araştırma, eğer, bütünüyle sonuçlanabilse idi, yalnız aklımıza hoş gelir, iyi çözülmüş bir teorem gibi bizi sarardı. Ama Pa rthenon'un hoşum uza gitmesi bundan -yal nızca bundan- değildir. O , organik yaşamımızı, organik sevincimizi doyurur, devam ettirir. O hiç de, bir Mutlak değil, canlı bir varlıkmış gibi bizi etkiler. O bir düzendir, ama saltanatların ve soyların d üzeni kadar değişken bir düzen. Bu nasıl gerçekleşir? Onu oluşturan doğru çizgiler, tıpkı yaşamın çizgileri gibi ancak " aşağı yukarı " yani yaklaşıktırlar da ondan. Da­ ireler de aynıdır, oranlar da. Parthenon'un matematiği hiçbir zaman matematik yetkinlik eğiliminde değildir: Insanın düşünüp yeniden ele a ldığı, sanatın dile getirdiği, ama her zaman göreli ve değişken gerçek dünyanın yasalarının kesinliğinden başka kesinliği yoktur. Parthenon'u canlı kılan işte bu görelilik ve bu değişkenliktir. Ö rneklere bakalı m . Yapının etek duvarının dört temelinin (su­ basman) yüksekliği eşit değildir: Birincisi, kaya üstüne konulan dü­ zenleme de temeli en basık olandır. Sonuncusu da en yüksekte olan temeldir. Farklılık çok çok küçüktür, gözden çok adımla anlaşılır ancak. Ama uzaktan üç basamak eşit düzlemdeymiş gibi görünürler ve üst basamak ise, anıtı n ağırlığı altında gömülüp gidiyormuş izle­ nıını vermez. Öte yandan, her hasamağın yüzeyi, tam olarak yatay değildir: Hafifçe tümsektir. Uçlarından birinden bakılınca, düz bir yüzey or­ tasında çukurlaşmış gibi görünmek eğilimindedir. Bu nedenle, bu 0LYM POS' LU pER1 K LES � 241 ; görsel yanılmayı gidermek için b i r kabarıklık hesaplanmıştır. Demek oluyor ki, anıtın üstüne oturduğu taban, bu ve başka özellikleri ile göze göre, doğruymuş, canlı d üzlernmiş gibi görünen göz aldatan doğrular ve göz aldatan yatay düzlemler halinde yapılmıştır. Bu ta­ ban, söylendiği gi bi, " O gün bu gündür" , üstünde taşıdığı "anıtın ağırlığına görsel (perspektif) olarak direnebilmektedir" . Bize hepsi benzer ve hepsi yere dikey gibi görünen b u sütunların farklı lığı hakkında ne demeli peki ? Sütun aralıklarının aldatıcı eşit­ liği hakkında ne söylemeli? Mermere sokuşturulmuş sayıların b u şi­ irinde, özdeş konumlarda özdeş olacak tek bir rakam yoktur. Bize, kalıcının değişmezliğinin bir güvencesini vermiş gib.i. görünen bu ya­ pıtta, değişken ve kararsız olmayan hiçbir şey yoktur. Biz orada he­ men hemen sonsuzluğa dokunuruz; ama bu M utlak olanın sonsuzlu­ ğu değil yaşamın sonsuzluğudur. Sütunlarla ilgili olarak az örnek vereceğim. Ister yere dikey, ister bitişiğindekilere tam ol arak paralel tek bir sütun göremeyiz. Tama men düşey sütun, yalnızca yapının sınırlı bir bölümüne bi­ reysel bir dayanak işi görebilecekti. Her biri, yapının içerisine doğru eğik olan sütunlar, tüm anıtın ağırlığını birlikte taşıyan bir ortaklık oluştururlar. Sütunun bu eğimi onun sıra sütu nlarda bul und uğu ye­ re göre ve sıra sütunların kendisine göre değişir. Bu eğim 6,5 cm'den 8,3 cm'ye kadar gider, çok düşüktür ama özekleri birdir ve gözü­ müzde her sütunun destek işlevini büyütme ve sıra sütunların tümü­ nü aynı "ortak işbirliği çabas ı na girmiş gibi gösterme etkisi yaratır. Burada belki de bir teknik gereklilik vardır. Böyle olmasaydı, " belki de saçakların, alı nlıkların ve tapınağın tüm üst bölümünün ağırlığı tapınakta açılma ve yıkılınaya yol açardı. Ama bu teknik ge­ reklilik aynı zamanda estetik bir gerekliliktir: Gözümüz sütunların eksenlerini gökyüzünde uzatarak onları tapınağın üstünde çok yuka­ rİda bulunan tek bir noktada birleştirir. Böylece Parthenon bize sü­ tunlarla çevrili basit bir ev gibi görünmez. Disiplinli bakışımızla, oy­ nak oturmuşluğu, bağıntılı ve denetimli bir çabayla, düşsel bir pira­ mit halinde gökyüzüne doğru yükselen bir yapı gibi görünür. Sütunların bu hesaplı eğimi daha başka sonuçlar da doğurur. " Yapının içinde kornişlerin dengesini değiştirir, böylece dış çıkmalar bölümünü genel kütleye doğru geri atar. " Ama köşe sütunları, aynı eğimi taşımazlar. Daha az eğik dörtlü bağımsız bir bütün oluşturan bu sütunlar, daha çok ortak demetin dışında görünürler. Daha açık- 242 1i A NT1 K Y U N A N UYGARL I C I çasi bunlar, dört köşesinden anıtın çatısını desteklerler. Temel işlev­ leri böylece belirginleşen bu sütunlar, bize tapınağın sağlamlılığı ve kalımlılığı konusunda güvence verirler. Yine, bu köşe sütunlarının gövdeleri de, ağırlığını daha fazla yüklendikleri ışığın panltısına da­ ha iyi karşı duracak biçimde hafifçe güçlend irilmişlerdir. Aynı ne­ denle köşe sütunları gözle görülür bir biçimde komşularına da ya­ kındırlar: Öbürlerine benzer bir sütun aralığı onları ince gösterecek ışıklı bir boşluk yaratacaktır. Oysa onların hepsine göre en güçlü ol­ maları gerekir, çünkü yapının tüm kütlesini taşımak zorundadırlar. Yaşamın geometrisinin yasalarına göre düşünülmüş, canlı bir varlık ve Akropolis'in toprağınd a doğmuş meyveli bir koca ağaç gi­ bi görünen bir tapınak böyle doğar. Aşağıdan tepeye tırmanan kim­ seye küçük, önemsiz bir şey ya da belki bize endişeli bir bakışla ba­ kan saklı bir yüz gibi görünür. Yokuş yolda ilerleyince ( antik dö­ nemde çok zahmetli bir yoldur b u ) , Parthenon gözden kaybedilir, Propylaia'ya yaklaşılır, içine girilir: Propylaia, oraya yalnızca Part­ henon'u olabildiğince uzun süre gözüroüzden saklamak için konul­ muştur. Sonra birden, Parthenon önümüzde dikilir; artık ne önem­ siz, ne de kaygı vericidir, muazzam ve bekleyişimize değen bir yapı­ dır. Çünkü o aritmetik olarak sonsuz değil, yüreğimize göre sonsuz­ dur. Boyut olarak çok büyük değildir (karşılaştıralım: Lozan kated­ rali: 1 00x42x75m; Parthenon: 70x3 l x l 7,5 0 m ) . Ama, şu söz söylen­ miş ve tekrarlanmıştır. "Yunan tapınağının boyutları yoktur, oran­ ları vardır. " Ya da şöyle denir: "!nsan, küçüğü ya da büyüğü hiçbir zaman boyuna göre düşünmez. " Parthenon'un karşısında neyi düşü­ nür insan ? Yalan söylemeyelim, uydurmayalım: Var olmak için da­ ha güçlü olmayı düşünür, mutlu olmaktan başka hiçbir şeyi düşün­ mez. Çünkü; insan, onu canlı bir varlığı sever gibi sever. . . Yazık! Canlı varlıkların çoğalma yetenekleri vardır. Parthr;non ve tüm Yunan mimarlığı da yüzyıllar boyunca, Paris'ten Manih'e, Washington'dan Moskova 'ya kadar, genellikle Madeleine �ürü ( Pa­ ris'te) korkunç varlıklar doğurarak kiliseler ya da bankalar biçimin­ de bol bol ürediler. Parthenon bir toprakta doğmuştur, bir manzara ile uyumludur, tarihsel bir anın ürünüdür. Bütün bu:1lardan hiçbir biçimde ayrılamaz. Akropolis'ten koparıld ı mı öz· st:yunu ve güzellİ­ ğİnİ yitirir. Kalker tepe ile tepeye yığılmış ama a� nı renkte taşlarla tamamlamaktan başka bir şey yapmayan Themisrokles ile Kirnon'un şu ünlü duvarına eklenen Parthenon, bir manzar ayı taçlandırmakta- ÜLYMPOS LU pER1 K LES ' dır. Ören a lanının kırık dökük hal ine karşın, onun fildişi görünü­ mündeki mermerlerinde, çıkıntı ve girintilerin karşıtlaşan oyununda, olukların çukurlarını karanlıkta doldurup sivri köşeleri güneş ışığı ile keskinleştirerek, sütunları görkem dolu devinimsiz bir dansla dans ettiren gölge ve ışık almaşıklığında, bütün bunlarda, dehanın mermere kapattığı yaşamı yakalar, kavrarız. Mermer her zaman ışı­ ğa duyarlıdır. Harap anıt gününe ya da günün saatlerine göre bazen old ukça koyu boz renkli, bazen neredeyse siyaha çalan külrengi ola­ bilir. Akşam tozları içinde pembe y a da sarı ışık yansımalarıyla efla­ tun gibi de görünebilir. Mermerin beyaz old uğu söylenirse de hiçbir zaman beyaz değildir. Eğer beyaz ise, organları üstünde parıldayan esmer lekelerle yaşlı bir insan teninin beyazlığıdır bu. Parthenon gerçekten de çok yaşlı, çok harap görünebilir, a ma harap yaşlılığında, ha lkının gençlik döneminde onu doğurmuş olan, o bilgelik sevgisini ve o güzellik aşkını hala dile getirdiğinin anlaşıl­ maması olanaksızdır. Perikles'in saltanatının sonu zor oldu. Yönetiminin ortalarında, görkemli uzun kafasında, bir Hellen birliği tasarısı çatmış gibidir. Bu girişim hakkında yeterince bilgimiz yoktur -çok kısa ve yalnız Plutarkhos'dan edindiğimiz bir bilgidir bu-. Onun önerisi üzerine, l . ö . 446 yılına doğru alınan bir karar, A.vrupa ve Asya 'daki Yunan sitelerini (Sicilya ve İtalya 'daki siteler hariç) genel çıkarla ilgili sorunları görüşmek üzere Atina'ya temsil­ ciler göndermeye davet etmekteydi . Bu sorunlar şunlardı : Perslerin yaktığı tapınakları yeniden yapma, birleşmiş halkların kazandığı za­ ferden ötürü tannlara şükretmek üzere kamusal tapınaklarda sunu­ lacak kurbanlar, denizierin güvenliği, bütün Yunanlılar arasında ba­ rışı sağlama yolları. Beş kişilik gruplar halinde Hellen yurdunun çe­ şitli bölgelerine gitmek, Atina adına barış görüşmeleri başlatmak üzere yirmi Atina yurttaşı atandı. Bu hazırlık girişimleri yapıldı. Ama Plutarkhos'un dediğine göre, Laked aimon'luların kesin muha­ lefeti ile karşılaştı; onlar Atina tara fından topla ntıya çağrılan ve bu nedenle büyük site üstün lüğü demek olan bir Hellen birliği kongre­ sini esastan reddediyorlardı. Bu durumda kongre hiçbir zaman top­ lanaınadı. ı 243 1 244 i A NT1 K Y UNAN UYGARLıCı Her zaman olduğu gibi, böyle bir durumda, görüşmenin başarı­ sızlığının sorumluluğunu yalnız iki tara ftan birinin üstüne atmak güçtür . En az on yıldır, Perikles'in Atina'nın müttefikleri karşısında­ ki imparatorluk politikası, onun şimdi tüm Yunanlılara önerdiği bu "yatıştırma " politikası ile gerçekten çelişiyordu . Hellen dünyasının sınırına barış elçilerini gönderdiği, bu I . ö . 446 yılında bile Perikles, daha önce ayrı lıkçı Ionia hareketini hastırdığı gibi, Atina kapıların­ da Euboia sitelerinin ayaklanmasını da ezip geçiyordu . Ve bu tarih­ ten de önce (l.Ö. 45 1 -450 tarihinde) Perikles, Halk Meclisi'nden si­ te hukukuna ilişkin kararı çıkartıyordu; bu karar, Atina yurttaşları topluluğunu, Imparatorluğunun bütün savunucularına yaygıntaştır­ mak şöyle dursun; bunu, bencil, ayrıcalıklı bir yurttaşlar bölüğün­ den başka bir şey olmayan, çifte Atina doğumlu olmakla sınırlandı­ rıyordu. Ensonu, yine, bu 446 tarihinde, Parthenon'un ilk taşını ko­ yan Perikles, önceden ilan ettiği büyük yapıtlar politikasını, bunla­ rın giderlerini karşılayacak Imparatorluğun Yunanlı tebaasını sö­ mürme gerekliliğine, ayrılmaz bir biçimde bağlıyord u. Döktüğü kanla, zorla aldığı parayla, el koyduğu özgürlüklerle bağlanmış, tümüyle emperyalizme batmış bu politikanın her gün da­ ha çok tutsağı olmuş olan Peri kles, Yunanistan'a genel barış öneri­ leri ile, Atina Hellen bi rliği kongresinin Atina'nın mutlak egemenli­ ğini pekiştirmekten, bütün Yunanistan'da Atina 'nın kesin üstünlü­ ğün ü onamaktan başka bir şey olabileceğine inandırmayı bu durum­ da nasıl umabilird i ? Bu durumda, Plutarkhos, "zeka yüksekliği ka­ dar ruh büyük lüğü "nü de ona mal etmekle, oldukça saf görü nür. Bu nedenle Perikles, Atina'nın savaşa doğru yürüyüşünü ancak daha hızlandırabilir. Yunan halkının bu ölümcül ve onarılmaz bö­ lünmesini, yani Peloponnesos Savaşını doğuran koşulları hatırlatma­ nın yeri burası değildir. Bu olaylarda Atina kadar Atina 'nın hasım­ larının da sorumlulukları vardır. Perikles Megara'ya karşı Atti ka pa­ zarları ile Imparatorluk limanlarını bu sitenin maliarına ve gemileri­ ne kapatan kararı, Atinalılara aldırmakla; bu konuda en ağır sorum­ luluk payını taşır. Misilierne önleıni midir? I . ö . 446 yılındaki olay­ ların karşılığı mı? Bu tür açıklamalar her zaman el altındadır. Perik­ les, bu tarihte zaten kendi kurduğu çarka kapılmıştır. Bu yüzden uzun zamandan beri zarlar atılmıştır, oyun da oynanmaktadır. O, artık kendi politikasının yol açtığı, şimdi de son a nda, yüce bir şeref konusu gibi överek, savunma gibi göstermeye çalıştığı savaşın zo- 246 1 ANT1 K YUNAN UYGARLıCı runluluğundan kaçıp kurtulamaz. Bu savaşı, dediği gibi, "zeka ve para " sa yesinde kazanma yı u mar. Sa va ş ı kazanarak bu arada barışı kazanacağını öne sürer. Yine de, bu kadar keskin bu zeka, belirlenmiş bir yönde, görme­ diği bir engelle sınırlanmıştır. Y urtseverliği, büyütmek istediği Atina sitesinin çerçevesini aşmaz. Yuna nistan'ın birliğini, ancak Atina 'nın büyüklüğünün yayılması olarak tasarlar. Öbür siteleri köleleştire­ cektir Perikles. On dokuz yaşındaki Aristophanes, işin iç yüzünü bi­ len gülüşüyle gülerek siteler "köle " dirler, der. Bu engeli aşmanın Perikles'e düşmediği anlaşılıyor m u ? Üyesi ol­ duğu toplum son derece köleci bir toplumdur. Sitelerio köleliği an­ cak sökülüp atılamaz bir ırkçılığın sürekli biçimidir. Kölelik gitti kçe yayılır. Yunan uygarlığı kölelikle batacaktır. Onun en yüce başyapıt­ larını henüz göstermedik: Ama şimdiden meyvenin içindeki kurdu biliyoruz. . Parthenon'un eşsiz güzel liğinin yalnızca altınla değil köleleştiril­ miş insanların kanı ile elde edilmesi bizi yatıştırmaz. Onarılmaz yanlış buradadır. Perikles'in yaniışı mı ? Hayır, hiç değil. Bu ya nlış onun halkının önceki ve o günkü tarihinde yazılıydı. Köleci bir toplum, gerçek demokrasiyi üretemezdi; ya lnızca a d ve gerçek olarak, köle bir halk üzerinde hüküm süren bir tiranlığı üre­ tebilirdi. " Yüzyıl " ı ne kadar parlak olursa olsun, Perikles'in düşüncesinin savaş içinde, sonunda vardığı başarısızlık, bir uygarlığın, eğer yaşa­ ya n insanların bütününe yayılamamış ise kalıcı alamadığını bütün açıklığıyla bize anlatır. Yunan uygarlığı tarihinin bize verdiği en önemli ders burada yatar. Bu uygarlığın en görkemli meyveleri, içi­ mizi sevinç, cesa ret ve umutla doldururlar. Bu meyveler ağızda bilin­ medik bir buruk tat bırakır; gelecek çağın meyveleri -eğer karanlık­ Ianna varıncaya kadar Yunan geçmişini okumayı biliyorsak- belki de, artık böyle olmayacaktır. Yeşil elma; kızarınan için sana daha çok uzun bir zaman gereke­ cektir. I nsanların tarih inde, her gün, hava güneşli olmaz. Yunan uy­ garlığı; gençsin sen, ama, senin fera hlatan ekşiliğin, Odysseia'nın şa­ irinin sözünü ettiği, şu "güneşte pişmiş " meyve ta dını -şu olgun meyve tadını- bize vaat etmektedir. KAYNAKÇA Geniş halk yığınlarına ulaşmayı a maçlayan b u k itap Yunan Uygarlığının bütünlüklü bir tarihi olma savında değildir. Yalnızca birkaç örnek oluşturmuş konuyla renk­ lendiritmiş belli bir bakış açısından izlenen bir genel görünümden i barettir. Yazar sadece y ükselerek ilerleyen hareketi, sonra ( ikinci ciltte) çok çabuk gerilerneye baş­ layacak olan Yunan Uygarlığın ı n gelişip serpilme dönemini ve bunların nedenleri­ n i açıkla maya çalışmıştır. Söz konusu tüm kaynaklarını belirtemez. Ancak en önemli ve yoğun biçimde izlene­ ler şunlard ır. YUNANLI YAZARLAR Ayrıca; Ta rihsel olayların genelinde doğrulanması için yazar i kincil olarak şu yayın­ lara başvurmuştur: G . GOLTZ: Histoire grecque (Yunan Tarihi ) , 1. 2 . , cilt " France" Ünivesitesi Yayın­ ları Paris, 1 925 ve 1 93 0 Yararlanılan kaynakların k ısaca dökümü ( bazen hemen yeri nde, bazen de k i tabın okunmasında kolaylık sağlamak amacıyla ) her bölüm için ayrı ayrı belirtilmiştir. BIRINCI BÖLÜM A . JARDE: La formatian du peuple grec (Yunan Hal k ı n ı n Oluşumu), La Rena is­ sance du Livre, Paris, 1 923 G. GLOTZ: La civilisation egeenne ( Ege Uygarlığı ) , La Renaissance du Livre, Pa­ ris, 1 923 George THOMSON: Studies in A ncient Greek Society (Eski Yunan Uygarlığı üze­ rine incelemeler), Lawrence and Wishart, London, 1 949. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Fra nçois LASERRE: Les epodes d'A rchi­ loque (Arch i log ve yergi şii rleri lmprime­ rie darantiere ) , Dijon, 1 950 François LASERRE ve Andre BON­ NARD: Archiloque (Archilog), ve ( metin çevirisi ve yorum) " Les Beli es Lerre s " k i ­ tabevi tarafından yayımlanacaktır, Paris BEŞINCI BÖLÜM C. M. BOWRA: Greek Lyric poetry, fro­ mA leman to Simanides ( Alcman'dan Si­ monidese Yunan Lirik Şiiri). -University Press London, Oxford, 1 93 6 IKINCI BÖLÜM C. M. BOWRA: Tradition and desing in the 1/iad ( ilyada'da Gelenek ve Tasarım, Andre BONNARD: L a poesie d e Sapho, Oxford, 1 93 0 Etude et traduction (Safo ve Şiiri çeviri ve inceleme yazısı ) , Wermod, Laosanne, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Emile MIREAUX: Les poemes homeri­ ques et l'histoire grecque ( Homeros Şiiri ve Yunan Tarihi cilt l-11), Albin Michel, Paris, 1 948 ve 1 94 9 ] . A. K. THOMSON: Studies i n the Odyssey ( Odesseus üzerine incelemeler), Oxford, 1 9 1 4 . 1 948 ALTlN CI BÖLÜM C. M. BOWRA: Early Greek Elegists ( Erken Dönem Yunan Ağıt Şairleri ) . Ox­ ford, 1 9 3 8 G . GLOTZ: L a Cite grecque ( Y unan Si­ tesi) La Renaissance du Livre. Paris 1 928 ı 248 ı ANT1 K YU NAN UyGARLICI YEDINCI BÖLÜM G. GLOTZ: Le travail dans la G rece an­ cienne ( Eski Yunanistan'da Iş). Felix Al­ can, Paris, 1 920 SEKIZINCI BÖLÜM Martin P. N I LSSON: La religion popula­ ire dans la Grece antique ( Eski Yunanis­ tan'da Halkın Dini), Plon, Paris, 1 945. Mircea ELIADE: Traite d'histoire des re­ ligions ( D inler Tarihi Incelemesi ) . Payot, Paris, 1 95 3 R. PETI AZZONI: L a religion dans la Grece antique ( Eski Yunanistan'da Din), Payot, Paris, 1 95 3 G. VAN LEEUW: L a religion dans son essence et ses mani(estations (Özünde Din ve O rtaya çıkışları ) , Payot, Pa­ ris, 1 948 DOKUZUNCU BÖLÜM MAX POHLENZ: Die griechische Tra­ gödie (Yunan Tragedyas ı ) , Teubner, Le­ izig, Berlin, 1 9 30, Pierre Ainıe TOUCHARD: Dionysos {Di­ onysos, Tiyatro için savunma ) . Montaig­ ne Yayınları, Paris 1 93 8 George THOMSON: Aeschylus and A t­ hens ( A k h i l leus ve Atina. Drama'nın Toplumsal Köken i . I nceleme y a z ı s ı ) . Lawrence v e Wishart, London 1 950 ONUNCU BÖLÜM Leon HOMO: Perik /es ( Perikles ) , Robert Laffont, Paris, 1 954 Henry CARO - DELV AILLE: Phidias ou le Genie { Phidias ya da Yunanlı Dahi), Felix Alcan, Paris, 1 922 V ictor EH RENBURG: Sophocles and Pe­ ricles { Sofokles ve Perikles ) , Blackwell , Oxford, 1 954 Andre Bonnard ! 1 888- 1 96 1 ) Va r l ı k lı b i r a i l e n i n ç o c u ğ u o la ra k i sv i ç re ' n i n L o z a n k e n t i n d e d o ğ d u . B a b a s ı , ü n i v e rs i t e d e E s k i F ra n s ı z c a p ro f e s ö r ü i d i . L i s e y i L o z a n ' d a o k u y a n B o n n a rd , L o z a n ' d a b a ş la d ı ğ ı ü n i v e rs i t e e g i t i m i n i P a r i s ' t e k i S o r b o n Ü n ive r s i t e s i ' n d e t a m a m la d ı . Kse n o fo n · a a d a d ı ğ ı d o kto ra t ez i n i 1 9 1 0 - 1 4 y ı l l a rı a ra s ı n d a M u l h o u s e k e n t i n d e h a z ı rla d ı ( b u t e z b i r ya n g ı n d a y o k o ld u g u i ç i n b u g ü n e u la ş m a m ı şt ı rl . 1 928 yı l ı n d a n i t i b a r e n L o z a n Ü n i v e r s i t e s i ' n d e Y u n a n D i l i v e E d e b i ya t ı p ro f e s ö r l ü ğ ü ya p t ı . C o g u E s k i Y u n a n uyg a r l ı ğ ı ü z e r i n e . o l m a k ü z e re o n la rc a e s e re i m za a t a n B o n n a rd 1 9 49 y ı l ı n d a ! svi ç re B a r ı ş H a re k e t i b a ş k a n l ı ğ ı n a , 1 9 5 0 y ı l ı n d a i s e D ü n y a B a rı ş Kon seyi ü ye l i g i n e s e ç i ld i . Ko m ü n i st Pa rt i üye s i o l m a d ı ğ ı h a ld e ' k o m ü n i st k o m p lo ' s u ç l a m a s ı y l a i svi ç re F e d e ra l M a h k e m e s i t a ra f ı n d a n ya rg ı la n d ı . 1 9 54 y ı l ı n d a Le n i n B a r ı ş N i şa n ı ö d ü l ü n ü a ld ı . Y a z a r ı n Sovyet Edebiyatt Üzerine v e insan ve Tragedya a d l ı e s e rle ri d e yayı n ev i m i z c e b a s ı l m ı şt ı r . .. . . . f e l s e f e , i n s a n b i l i m le ri ve s a n a tt a ' Y u n a n M u c i z e s i ' b ü t ü n d ü nya d a h a ta z e n g i n b i r o k u l , t ü ke n m e z b i r i lh a m kayn a ğ ı o l m a n i t e li ğ i n i s ü rd ü rm üyor m u ? B u d ü ş ü n c e d e o l d u k la r ı n ı s a n d ı g ı m b ü y ü k b i r a yd ı n k e s i m i n i n , An d re B o n n a r d ' ı n b u kita b ı n ı s ı c a k b i r ilg iyle ka rş ı laya c a k la rı n d a n h i ç k u ş k u d uym uyoru m . B o n n a rd b i z e Yu n a n l ı la rı g ü n l ü k ya ş a n t ı la rı ç e rçeve s i n d e sev i n ç v e k e d e rl e r i , b i l i m v e efsa n e le ri , ö z g ü rl ü k ve k ö le l i k le ri i ç i n d e s u n uyor. B o n n a rd b u k a d a rla k a l m ıyo r. E s k i Yu n a n b i lg e l i ğ iyle b e s le n m i ş b i r e t i k a n la y ı ş ıyla , t a ri h i n d ra m a t i k b i r d i li m i n d e b i z le re b i r d e ç a ğ d a ş h ü m a n i z m d e rs i v e r i y o r : B e n i m i ç i n h ü m a n i z m , m a sa s ı n d a ç a l ı ş a n b i r i n sa n ı n b i l i m i d e g i l d i r ; h i ç ayrı lmaya c a ğ ı m b i r hayat k u ra lı d ı r. . . B u ra d a k i ş i l i g i m d e Ant i g o n d ostu ve çevi r m e n i i l e b a r ı ş t a ra f l ı s ı n ı ayı r m a k i s t iyo rla r ; o y s a b u n la r a y n ı i n sa n ı · O i n s a n k i t a b ı n d a b i z e s a d e c e E s k i Y u n a n · ı a n la t m ıyo r ; b i ra z d a b i z l e ri a n la t ıyo r . . " T a n e r T i m u r ı 1