�
A N D RE B O N N A R D
1 ANTİK YUNAN1
.
i UYGARLIGI
1! İl ya da ' da
��[]] [E
Pa
n
ÇEVIREN: KEREM
V
R
E
N
S
E
L
B
r
h
t
e n o n
KURTGÖZÜ
A
S
ı
M
Y
A
Y
'a
ı
N
1
ı
J
EVRENSEL
BASlM
YAYlN
ANDRE BONNARD
ANTİK YUNAN
UYGARLI GI
CİLT
İL YADA'DAN
I
PARTHENON'A
Fransızcadan Çeviren
Kerem Kurtgözü
D oğa B ası n Y a y ı n
D a ğ ı t ı m Ticaret L i m i t e d Ş i rketi
T a r l a b a ş ı B u lvan
Kamer Hatun M a h .
A l h a t u n S k. No: 27
Beyoğlu 1 Ista n b u l
T e l : 0212 361 0 9 07 (p bx)
Faks: 0212 361 09 04
web: www . evre nse l b asim.com
e . post a : bilgi@evrense l b asi m . c om
Evrense l Basım Yayın - 267
ANTIK YUNAN UYGARLIGI-I
llyada'dan Parthenon ' a
O r iji n al A d ı
Civilisation Grec que
Andre Bonnard
Fransızcadan Çeviren
Kerem Kurtgözü
Redaksiyon
Necla Işık
Kapak Tasarım
Savaş Çekiç
Birinci Basım
Ekim 2004
ISBN 975-6525-86-X
975-6525-85-1 TK
Baskı
Ayhan Matbaası
tYUzyıl Mah. Massit 5. Cad. Nu: 47 Ba�cılar 0212.629 Ol 65)
ANTiK YuNAN
UYGARLI GI
--+
CİLT
İL YADA'DAN
I
PARTHENON'A
CİLT
I
İLYADA'DAN PARTHENON'A
CiLT
2
ANTİGüNE'DEN SOKRATES'E
ClLT
3
EuRiPiDES'TEN İsKENDERiYE'YE
İÇİNDEKİLER
Önsöz.
. ........
9
Bölüm I
Y u n a n U y ga r l ı ğ ı n ı n B e ş i ğ i n d e Y u n a n Hal kı
Bölüm II
I l y a d a ve H o m e r os ' u n H ü m a n i z m i
Bölüm III
O d ysse us ve D e n i z
Bölüm IV
Şair ve Y u r t t a ş
.
. 39
71
A r k h i l o k hos
Bölüm V
Mi d i l l i l i Sap p h o , O n u n c u M u s a .
Bölüm VI
S o l o n ve D e m o k r a s i Y a k l a ş ı ml a r ı
. .......107
.127
Bölüm VII
K öl e l i k , Kad ı nın D u r u m u .....
Bölüm VIII
I n s a nl a r ve T a n r ı l a r.
Bölüm IX
T r a g e d y a A i s k h y l o s, K a d e r ve A d a l e t
Bölüm X
O l y m p o s ' l u P e r i kl e s
Kaynakça.
.....19 3
.221
247
ÖN SÖZ
TANER TiMUR
Eski Yunan uygarlığı ile ilişkilerimiz XIX. yüzyıldan beri
süregelen modernleşme çabalarımızın ve kültür tarihimizin en
problematik yönlerinden birini teşkil ediyor. Bununla beraber,
çeşitli nedenlerle, bu sorunu bütün yönleriyle ele aldığımız ve
gün ışığına çıkarma çabası içinde bulunduğumuz söylenemez.
Toplumsal yaşantımızın büyük bir kesitinin
modernizm
kavgası
verdiği bir tarihi aşamada, düşünce hayatımızın küçük, fakat
etkili bir kesimi de postmodern arayış ve özentiler içinde yaşı
yor. Yoksa geri kalmışlığın eziklikleri içinde hep ileriye bakma
telaşımız, bizlere tarihi referanslarımızı tamamen unutturdu
mu? Yoksa XIX. yüzyılın yarattığı kimi saplantılarımız, sadece
geleceği değil, geçmişi görmemizi de mi engelliyor?
lO\
i
*
*
*
Yunan Antikitesi'nden "tarihi referanslarımız" olarak söz
etmem kuşkusuz birçok okuyucuma garip gelecektir. Etnik vur
gulu bir kültür egemenliğinin neredeyse Türk olmayan her şeyi
"öteki" olarak damgaladığı bir ortamda böyle bir iddia elbette
ki şaşırtıcıdır. Fakat, yanlış mıdır?
*
*
*
Ortaçağ Avrupa'sında olduğu gibi, geleneksel Osmanlı dü
zeninde de Grek düşüncesi yüzyıllarca bilimin ve ilahiyatın te
melini oluşturdu. Şu farkla ki, Avrupa' da Hıristiyan giysiler
içinde ortaya çıkan Ortaçağ bilimi, Osmanlı toplumunda da ta
mamen İslami renklere bürünmüştü. Fakat kutsal bir inancın
kalıplaştırdığı aysbergin görünmeyen kısmı Eflatun'un, Aris
to'nun ve onun düşüncelerini "şerh eden" bir sürü düşünürün
katkılarından oluşuyordu. Osmanlı ulemasının Eflatun'dan
"Felatun el Lillah" (İlah ı Eflatun); Aristo'dan da "Muallimi Ev
vel" diye söz ettiklerini nasıl unutabiliriz? XVI. yüzyılda Ahmet
Taşköprüzade'nin, XVII. yüzyılda Katip Çelebi'nin ansiklope
dik kitaplarında anlatılan ve sınıflandırılan yüzlerce "ilim"in
büyük ölçüde eski Yunan'dan, özellikle de Aristo'dan kaynak
landığını bugün kaç kişi biliyor?
*
*
*
Avrupa kültürünü Osmanlı kültüründen ayıran unsur, Rö
nesans'tan itibaren Grek Uygarlığı ile kurulan yeni ilişkiler de
meti ve bu bağlamda gelişen
"modernizm" oldu. Kuşkusuz bu
ll
yeni gelişme sadece düşünce alanında değildi; onu da belirle
yen bir
"iLkel sermaye birikimi" zemini, bir maddi altyapı mev
cuttu. Fakat Batı Aydınlanması 'nın temelini oluşturan
antik
rasyonalizm olmadan modernizmi yaratmak da herhalde kolay
olmayacaktı.
Batı uygarlığı doğa bilimlerinde "deney" yöntemini icat
ederek eski Yunan'ın Aristo'ya dayanan bilimlerinin önemli bir
kesimini anakronik hale getirdi ve "bilim tarihi" nin raflarına
yerleştirdi. Buna karşılık toplum ve insan bilimlerinde aynı
modernizm çabaları Yunan Antikitesi ile yeni ve verimli bir di
yaloga, daha doğrusu bir hesaplaşmaya yol açtı. Çağdaş felsefe,
toplum bilimleri ve insan bilimleri, birkaç yüzyıl süren bu ve
rimli hesaplaşmanın ürünü olarak ortaya çıktılar.
Bu hesaplaşma çok yönlüydü. Felsefeyi, bilimi, siyaseti, sa
natı; kısaca bütün espri ve eylem dünyasını kapsıyordu. Çağdaş
bir terim kullanarak Eski Yunan uygarlığı, Batı modernizminin
kültürel antropoloji temelini oluşturdu da diyebiliriz.
Osmanlı gelişmesini Batı'dan ayıran en önemli faktör, biz
de böyle kapsamlı bir hesaplaşmanın hiçbir zaman yapılmamış
olmasıydı.
*
*
*
Osmanlılar Batı bilimini ve Batı felsefesini onlarla diyalog
kurarak ve doğa güçleri, toplum yapısı ve kültürel miras üze-·
rinde eleştirel bir şekilde düşünerek benimsemediler. Batı bi
limlerini bir çeşit ithal maddeleri,
"ready-made" elbiseler şek
linde kabul ettiler. Savaş sahalarında ve diplomasi masalarında
karşılaşılan ezikliklere paralel olarak, Osmanlı büyükleri, ces-
ızl
i
te ceste "medrese ilmi"ne "Out!", Batı bilimine de "İn!" dedi.
Oysa İkinci Meşrutiyet yıllarına renk katan Osmanlı skolastiği
tartışmalarında yer yer vurgulandığı gibi, "Osmanlı modern
leşmesi" nde medreseleri çürümeye terk etmek değil, ıslah et
mek gerekiyordu ve ancak bu bağlamda kimi çağdaş "ule
ma" mızın hala sıkı sıkıya yapışmak istedikleri medrese bilim
lerini ve bunlara temel teşkil eden Eski Yunan bilimini artık
"öteki " nin değil, bizim bir parçamız olarak tanımamız, bilmemiz
ve aşmamız mümkün olacaktı. Kısaca kirnilerimize sahte ve ya
pay olarak görünen "laikleşme" ve "sekülerleşme" çabalarımız,
Batı Avrupa'nın başardığı gibi sağlıklı, kompleksiz bir temele
kavuşacaktı.
Çağdaş gelişmelerin böyle bir gelişmeyi anlamsız kıldığını
ve tamamen gündemden çıkardığını söyleyebilir miyiz?
Pozitif bilimler alanında böyle bir düşüncenin çoktandır
geçerli olduğunu biliyoruz; fakat felsefe, insan bilimleri ve sa
natta
"Yunan Mucizesi" bütün dünyada hala zengin bir okul, tü
kenmez bir ilham kaynağı olma niteliğini sürdürmüyor mu?
Bu düşüncede olduklarını sandığım büyük bir aydın kesi
minin, Andre Bonnard'ın bu kitabını sıcak bir ilgiyle karşıla
yacaklarından hiç kuşku duymuyorum.
*
*
*
İsviçreli bilim adamının yaklaşık yarım yüzyıllık bir tarihi
olan ünlü eserini burada tanıtmak elbette bana düşmezdi. Sa
dece konunun kültür tarihimiz ve kimlik sorunumuz açısından
önemini vurgulamaya çalıştım.
Antik Yunan Uygarlığı 'nın tanı
tımını konunun en yetkin uzmanları zaten defalarca yapmış bu-
13
lunuyorlar. Eserin
1991
baskısına yazdığı önsözde Fransız he
lenisti Mareel Detienne 'in belirttiği gibi, Bonnard 'ın anlattığı
Yunanlılar ne filoloji uzmanlarının Yunanlılarına, ne de Batı
"Logos "una
savaş açan Heidegger'in Yunanlılarına benziyordu.
"O kuyucuları için ne kadar iyi!" diyor Detienne, "insanları ve
onların çevrelerini, emeklerini, tekniklerini; kölelerin sus
kunluğunu" keşfetmek isteyen okuyucular için ne kadar iyi!
Bonnard bize Yunanlıları günlük yaşantıları çerçevesinde se
vinç ve kederleri, bilim ve efsaneleri, özgürlük ve kölelikleri
içinde sunuyor.
Bonnard bu kadarla kalmıyor. Eski Yunan bilgeliğiyle bes
lenmiş bir etik anlayışıyla, tarihin dramatik bir diliminde biz
lere bir de çağdaş hümanizm dersi veriyor. Maccartism'in Batı
lı rejimleri kasıp kavurduğu bir ortamda, Bertolt Brecht ile ay
nı yıl Lenin ödülünü paylaşan bu saygın ilim adamı, Dünya Ba
rışı için çalışmaları yüzünden tutuklanıp, mahkemelere çıka
rılmamış mıydı? Andre Bonnard
1954
Nisan'ında huzuruna çı
karıldığı hakime şunları söylüyordu: "Benim için hümanizm,
masasında çalışan bir insanın bilimi değildir; hiç ayrılmayaca
ğım bir hayat kuralıdır.. Burada kişiliğimde Antigon dostu ve
çevirmeni ile barış taraflısını ayırmak istiyorlar; oysa bunlar
aynı insan!"
O insan kitabında bize sadece Eski Yunan'ı anlatmıyor; bi
raz da bizleri anlatıyor. .
Ekim 2004, İstanbul
Üzüm ezen Satyr'ler. (Amasis'e mal edilen amfora.
VI.
yüzyıl)
BöLÜM
I
Y U N A N UY G A R L I G I N I N
BE Ş İ G İ N D E
Yu N A N H A L K I
()�
�f;:l�:
an halkı, kendi dönemindeki öteki halklar gibi bir halktı.
rsın ya da varmasın, uygarlıkta, ilkel dönem yaşam biçi
Bi
m i nin ağır aksak işleyişini yüzyıllar boyu o d a yaşadı.
Dahası var. Tarihi boyunca onca görkemli başyapıda daha bir
parlayan gelişme dönemleriyle göz kamaştıran zamanlara, Parthe
non'a ( Partenon), Sophokles'e ve Hippakrat çağına kadar uzamldı
ğında görülür ki Yunan ülkesinin şu canlı ve nazlı yüreği olan, şu
öz be öz He Ilen 11 Atina dahil olmak üzere, tüm Yunan halkı, öyle
sine tuhaf, öylesine sanki Polinezya kökenli 11, kimi zaman yalnızca
k a ba ve gülünç geleneklere; kirnileyin de insanı her tür uygarlıktan
ll
ll
fersahlarca uzaktaymış duygusuna kaptıran, dehşetengiz vahşilikte
ki boş inanç ve görenekiere sarılmış, bu nlarla uğraşıp durmuştur.
A ntik Yunanistan, uygarl ık kavra mıyla, dünyaya insan gözü ile
16[
ANTIK YUNAN UYGARLICI
bakmak uğruna, ilkel insanın hayvansı yanıyla,görememe ve kavra
yamama durumundan sıyrılmak için çektiği o müthiş sı nırsız zorluk
arası ndaki akıl almaz karmaşıklığı gözler önüne sermektedir; somut
bir aykırılıktır bu.
Atina'da her yıl, ilkbaharın tekrar gelmesi için görkemli törenler
yapılırdı -zira ilkel dönem insanları ilkbaharın, kışın yerini almayı
unutacağından korkarlardı- teke ya d a boğa kılığındaki Dionysos'un
(Dionisos), baş yargıç olan kralın karısı yani Atina "kraliçesi" ile ev
lenişi kutlanırdı. Buna bağlı olarak, Attika kı rsalında, yılın kalan bö
lümünde kapalı tutulan bir tapınak ziyarete açılırdı. Demokratik
yöntemle seçilmiş görevlilerce idare edilen halk, alay halinde tapına
ğa, tahtadan yapılma eski bir tanrı heykelini almaya gelirdi; heykeli
"kral sarayına ilahiler söyleyerek götürüderdi ve tanrı geceyi kra
liçe 1 1 nin yatağında geçirirdi. ( Söz konusu prenses, Atina yurttaşı ola
rak doğmuş olmak ve kocası olan baş yargıçla bakire olarak evlenmiş
rı
rı
olmak zorundaydı . ) Atina'nın bir numaralı hanımıyla tanrının evlen
mesi -ki bu evlenme simgesel değildi, eylemsel olarak da eksiksiz ya
pılması gerekiyord u; zira kullanılan Yunanca terim bunu göstermek
tedir- tarlalarda, meyve bahçelerinde ve bağlarda bereketi, hayvan
sürülerinde ve ailelerde ise üretkenliği güvence altına alıyordu.
Çiçek Şöleni ( Anthesterie) Atina'da şubat sonunda yapılırdı. Her
evde kutlamalar yapılır, bu vesileyle kırsal kesimden getirilmiş taze
şıra içilirdi. Şölenin ikinci günü ise halk arasında içki içme yarışı ya
pılırdı; careının işaretiyle, bir dikişte, testisindeki şarabı en çabuk bi
tiren kazanırdı: çok çok iyi, zira şarap hepten uygarlık demektir.
Ama üçüncü gün aç ve susuz kalan ölüler uyanır ve şölenden payla
rını isterlerdi. Bu görünmez yararıkların kentin sokaklarında koşuş
turclukları duyulurdu. Aman dikkat! Herkes kapısını sıkıca kapatır,
ama daha önce evin eşiğine, yaşayanların el değdirmeye bile çekin
dikleri ve her türden tahılın katılmasıyla hazırlanmış ve bir güveç
içerisine konmuş olan 11 savaş hali 11 çorbası bırakılırdı. O gün insan
lar ölülere karşı tanrıları koruma altına alırlardı. Böylece evlerin ka
pı ve pencerelerini iyice tıkayıp, tanrılarını da tapınaklara kapatır
lardı. Bütün bir tapınak, kalın urganlarla sarılırdı, böylece tanrıların
ölümsüzl üğüne ölümün bulaşması engellenmiş olurdu. Neden sonra
o hiç mi hiç azalmayan çorbayla karınları iyice dayan ölüler -öyle
ya görünmez olanlar tabii ki görünmez biçimde beslenirler- artık bir
sonraki yıla kad a r rahat bırakılırdı.
YUN A N U Y G A R L I C I N I N BE Ş I C I N D E YUN A N H A L K I
ı
1
ı
17
Sonra bir de 1 1 Pharmacos 11 ( Farmatos) adı verilen, günah keçisi
ayini vardı; birden ortaya çıkan ve kent devletlerini zora sokan bü
yük felaketler karşısında derman sayılırdı . Bugün bizlere öylesine pı
rıl pırıl gözüken, öylesine çok şey vaat eden ve de gerçekleştirmeden
yana zengin uygarlığın bu ilkbahar döneminde, I.ö. VI ve V. yüzyıl
larda, Atina da ve lonia'nın büyük ticaret limanlarında yapılırdı bu
tören. Güzel genç kız heykelleri, kırmızıya boyanmış gülen yüzleri ,
maviye boyalı saçları, alacalı bulacalı giysileri ve aşı boyalı takılarıy
la kentlerde çiçekler gibi açarlard ı . Ve lonia'lı bilginler ellerini tez
tutup hemen çevrede olup bitenlere materyalist ve akılcı bir açıkla
ma getirmelere girişirlerd i . Böylesine yeni ve gelişmiş kent devletleri,
her şeye karşın yine de az buçuk bir insan artığını, sakatları, buda
laları veya ölüm cezası almış olanları da içinde barındırmaktaydı ki
açlık ya d a veba salgını durumunda bu insanları taşlayarak öldürüp
böylece tannlara kurban ederlerdi. Ya da başka zamanlarda doku
nul mazlığı olan günah keçilerinin ellerine kuru incir, arpa ekmeği ve
peynir tutuşturularak kentten kovulurdu ve hatta, yabani adasağanı
saplarıyla yedi kez cinsel organına vuruld uktan sonra yakılır, külleri denize savrul urdu . 1 1 Pharmacos 1 1 geleneği Marsilya'ya lonia yoluyla geçmiştir.
Herodot'un deyişiyle, 1 1 özgürlüğe sıkıca tutunan 1 1 Atinalıların,
Yunan halklarını bağımsızlığına kavuşturduğu şu Salarnine savaşı
sabahında, başkomutan General Themistokles (Temistoklis), Arnİral
gemisinde, tüm filonun karşısına geçip, savaşın kaderini kendi hal
kından yana çevirmesi için sunu olarak, çiğ et meraklısı Dionysos'a
üç insan kurban etmiştir. Güzel giysiler giydirilip altın takılarla be
zenmiş çok yakışıklı üç esir, bizzat büyük kralın öz be öz yeğenieri
idiler. General bunları kendi elleriyle boğazlamıştır. Bu bir baskı
gösterisi değildi tabii, bir adak sunusuydu.
Atomcu materyalizmin kurucusu, ünlü büyük bilgin Demokritos
(ki fikirleri daha sonraki çağlarda, Pline ve Columelle ( Kolimeli) ta
rafından yeniden ele alınmış, belki daha da güzelleştirilmiş) aybaşı
kanaması olan kızların, hasata hazır tarlaların çevresinde üç kez ko
şarak dolaşmasını ister. Aylık kanamadaki kanın, topraktaki tahıl
danelerini yiyen böceklere karşı güçlü bir antidot oluşturan enerj i
bakımından çok zengin olduğunu d üşünüyordu.
Yalnızca önceki dönem ilkelliğinden sıyrılmış halde varlığını
sürdürmekte olan antik uygarlığın bağrında değil, her yerde kendini
1
181
A NT I K
YUNAN
UYGARLıCı
gösteren aynı türden nice başka olaylar sıralanabilir daha. Bizlere,
vahşilerin garip sapınçları gibi gözüken bazı uygulamalar, toplumun
temel yapılanmasından kaynaklanıyord u. Iki bin yıllık uzun sürekli
liği, tartışılamaz özel likleri, yazılı yasalardan veya geleneksel hukuk
tan aldıkları d a yanakla vicdanen rahat oluşları, filozofların aklayıcı
yargıları, bu konunun önemini belirtmektedir. Yok olmamak için di
renmelerinin bir açıklaması vard ır elbet; bu kitapta en azından bir
kısmı, Yunan uygarlığını sona götüren yanlışlar, bozgunlar tekrar
dan ele alınacaktır.
Hemen örnek verelim: Yunan kent devletlerinin hepsinde (The
bai hariç), aile içinde, baba, daha dünyaya gel ir gel mez, çocuğunu
dilediği biçimde, başında n defetme hakkına sahiptir. Yol boyları , ta
pınak merdivenleri bu türden terk edişlerin yapıldığı yerlerdir. Yu
nan d ünyasında (Atina hariç), baba, insan ticareti yapan büyük mü
büyük taeiriere çocuklarını satabilir. Varsıl aileler, ana baba kalıtı
mallarının bütünlüğünü,bu haklarını geniş biçimde kullanarak sağ
lamışlardır. Y aksu! zavallılar içinse, alacaklısına borcun u öderken
bir fazla boğazdan kurtulmak demektir! Sparta kenti daha da güzel
bir yol buldu: soylu bir ailenin oğulları, üçü dördü tek bir kadı n al
ma yoluna giderler, s ırayla kullandıkları tek bir kadın, onlara, alıko
yacak ya d a salıverecek kadar çok sayıda çocuk vermeyecektir hiç
bir zaman. Peki, ya tarihi zamanların ta ilk yüzyıllarında, ( Dor'ların
Peleponnes 'ten kuzeye sürdüğü Ean kabilesi dışında kalan her yerde )
yarı kölelik kıskacına d üşen kadının durumuna ne demeli ? Eş olarak
evin bakım ve tutumunu gözetmek ve çocuk yapmak, tercihen, evin
efendisinin gereksindiği erkek çocuğu dağurmakla görevli bir hiz
metçidir. Kibar fahişe olaraksa, sokak köşelerinde flüt çalmak, felse
fi veya değil, toplantı ve şölenlerde oynamak, yatak dünyasında ise
zevkleri d iri tutmak gibi görevleri vardır. Kölelere gelince . . .
Ama neyse, b u konuyu bırakalım. Insan uygarlıklarının en gü
zellerinden birine adanmış bu kitabın ilk sayfasında daha, Yunan
halkının tıpkı ötekiler gibi ilkelin de ilkeli olma ktan pek de geri kal
madığını yeterince göstermiş olduk. Uygarlığı kök salmış, yeşermiş
tir -bir m ucize sonucu değil, birkaç uygun koşul sonucu ve işinin ge
reği olarak ortaya çıkan buluşlar sonunda olmuştur bu- ve dünya
daki bütün halkların içinde kök saldığı boş inanç ve vahşet gübreli
ğinde büyüyüp gelişmiştir. Zira bakın, yine bu saf ve za lim olan ay
nı ilkel halk, aynı zaman ve aynı kaynaşma içerisinde birden keşfe-
Y U NAN U Y G A R L I G I N I N B E Ş IC I N D E Y U N A N H A L K I
diverdi. Kim, neyi keşfetti ? İşte görüyorsunuz, kalemimin ucuna bir
çok söz geliyor, ama neyse geçelim ve tek sözcükle söyleyelim: Uy
garlığı keşfetti, bizim uygarlığı. . .
E y maviler ve pembeler içindeki Yunanistan, tatlı-şeker Y unan,
be hey sanatın, aklın, Taine'ın ve de Renan'ın Yunan'ı, toz toprak
içinde ne de kirlenmişsin, kan-ter içinde, pislenmişsin, üstünde kan
lekeleri !
Nedir o halde uygarlık dedikleri? Uygar sözcüğü, Yunancada,
evcilleşmiş, işlenmiş, aşılanmış anlamına gelir . Uygar insan, aşılan
mış i nsand ır, daha besleyici ve daha tatlı meyveler versin diye kendi
kendini aşılayan insandır. Uygarlık; insan yaşamını korumak, doğa
güçleri karşısında onu daha bağımsız kılmak; öğrenildikçe birer öz
savunma aracı olan, ama ilkel yaşamın bilgisizlik evresinde, fiziksel
yasalarının insanı yaralamaktan öteye geçmediği bir d ünyada yaşa
mı sağlama almak amacıyla yapılmış buluş ve keşiflerin tümüdür.
Insan yaşamını korumak, ama aynı zamanda onu güzelleştirmek,
halkın refahını artırmak, insanlar a rası ilişkilerin giderek daha den
geli bir biçimde ve ağır ağır geliştiği bir toplumda yaşama sevincini
çoğa ltmaktır. Ve nihayet, topluluk halinde yaşayanların bir arada
tadına vardıkları sanatın pratiği içerisinde insanı geliştirmek, yepye
ni yaratılar için tükenmez kaynak oluşturan bilim ve sanatın yeni
baştan düşünüp kurguladığı kültür dünyasının da içinde yer aldığı,
aynı zamanda hem gerçek hem de düşsel olan bu dünyada, insanın
insansılığını yükseltmektir.
Birçok icat-keşif-fetih . . . Hala kararsızlık gösteren bir 'Içindeki
ler' çizelgesi için işte bunlardan birkaçı.
Art arda dalgalar halinde Balkaniara gelen Hellen halklar, göçe
be kavimler halinde yaşayan halklar gibi yaşam sürmekteydi. Çadır
lar, önce ağaç parçası sonra bronzdan silahlar, avianmış hayvanlar
ve keçiler. Evet insanoğlunun kazandığı tüm hayvanlar arasında en
hıziısı olan at epeydir evcildi artık. Bu yabanıl halk, temel gıdasını
avla elde ediyordu. Daha sonra Hellad adını alan yarımadaya yerle
şince, nankör toprağı güç bela işlemeye koyulur. Her zaman için,
kentliden öte köylü olarak kalacaktır. Köylüdür bu halk. En görkem
li döneminde, Atina bile Attik kırsalının pazar yeridir hala. Yunanl ı -
1 19
ı
20 ı
ANT 1 K
YUN A N U Y G A R LI CI
lar o zamanlardan beridir tahıl, zeytin, incir ve üzüm yetiştirirler.
Çok geçmeden, zeytin yağı ve şaraplarını, Asyalı komşularını n üret
tikleri kumaşlarla değiş tokuş etmeyi öğrenirler. Ve hatta, yeni doğan
kentlerin giderek artan nüfusu için zorunlu olan buğday ve arpa kar
şılığında bu ürünleri, boyanmış güzel çömlekler içerisinde, Karade
niz'in kuzeyinde yer alan yöre ha lklarına sunmak için denize açılma
tehlikesini göze alırlar. Ilkel avianmanın yerini alan et ağırlıklı bes
lenme düzenini, yenice yerleştiği yerlerin iklim koşullarına uyarlı da
ha bir bitkisel ağırlıklı yeme düzeniyle değiştirme sonucuna götüren
belli alan tarımının gelişmesi ve çok geçmeden iyice yaygınlaşacak
olan ticaret ilişkilerinin gelişmesi sonucu, Yunan halkı daha bir refa
ha ulaşmış, ama aynı zamanda da pek yontulmamış bir halk olarak,
çok daha eski uygarlıklara mensup halklada temasa geçmiştir.
Ama bunun için kah yüreklice, kah korka korka, acemice bir
başka fetih daha yapması, denizi fethetmesi gerekti. Yunan halkı ül
kesine kara kıtasından ve kuzeyden geldi. Asya ve Rusya bozkırla
rından, cılız bir hayvan sürüsünü önüne katarak ve aviayarak o ka
dar uzun süre dolaşınıştı ki, akrabaları olan hemen bütün Hint-Av
rupalı halklarda aynı sözcüklerle belirtilen engin denizin adını unut
muştu. Latince ve ondan türeyen dillerin mare, mer, v.b., Cermen
dillerinin Meer, See, sea, v . b . , Slav dillerinin de More, Morze, v . b . ,
diye adlandırdıkları bu akışkan d üzlüğün Yunancada adı yoktu. Ül
keleri olacak bu toprakta buldukları topluluklardan bir sözcük al
mak zorunda kaldılar: Thalassa (Talasa ) dediler. Gemi yapmayı da
kendilerinden çok daha uygariaşmış bu topluluklardan öğrendiler.
Ö nce güvenilmez ortam karşısında dehşet içinde, sonra eski şairlerin
dedikleri gibi, " ağır yoksulluk . . . acı açlık . . . ve boş karnın gereksini
mi" ile sıkıştırıldıklarından dalgalar ve rüzgarlar krallığının (Eolya )
karşısına çıkmaya, mal yüklü gemilerini derin girdaplar içinden ge
çirmeye kalkıştılar. Onlar bu meslekte, çok emek verip zarar görse
ler de, Fenike'lilerin bile ayağını kaydıran a ntikitenin en girişken de
nizci halkı olurlar.
Köylü halk, denizci halk: Işte Yunanlıların uygarlığının ilk adım
ları bunlardır.
Hemen ardından başka kazanımlar gelir. Yunan halkı şiirsel an
latımda ustalaşır; yazın türleri denilen şey haline gelecek sınırsız
mülkün tarlalarını bulur ve işler. Yunan dilinde önceleri bunun adı
yoktur: Eşi görülmemiş bir bollukla başyapıtlar vermekle yetinir.
YuNAN uvcA R L ı c ı N ı N BEşıcıNoE YuNAN HAL K ı
Izı
Dil; ot ve pınar kadar canlı, düşüncenin en ince ayrıntılarını açıkla
yacak, yüreğin en gizil devinmesini açığa çıkaracak kadar esnektir.
Güçlü ve tatlı bir müzik, güçlü bir org kaynaşımı, tiz flüt sesi, kır ha
vası estiren kaval gibidir.
Ilkel halkların hepsinin de şarkıları, türküleri vardır ve çalışırken
veya işin yükünü hafifletmek için sanki ritimli bir dil kullanırlar. Yu
nan ozanları, ritimleri büyük bir verimiilikle geliştirmişlerdir; bunlar
dan çoğu halka dayalı, çok ıraklara dek uzanan geçmişlerden gelmek
tedir. Ozanlar önceleri görkemli ama değişken ahenkler halinde, geç
mişteki kahramanların savaş başarılarını övmelerine yarayan büyük
epik dizeyi keşfederler. Ö nceleri yarı yarıya doğaçlama olan bu çok
uzun şiirler kuşaktan kuşağa aktarılır. Bunlar sade bir lir eşliğinde ez
berden okunur ve hazır bulunanların bundan duydukları ortak zevk
le, çalışkan ve cesur bir topluluk b ilincini oluşturmaya katkıda bulu
nurlar. Havada uçuşan bu şiirler zamanla akıllarda yer eder. Sonun
da bunlar bugün haLi okuyageldiğimiz, Yunan halkının Inciileri olan,
llyada ve Odysseia ( Odisia) gibi iki büyük yapıta varırlar.
Şiiri daha sıkı bir biçimde müziğe, şarkıya ve dansa bağlayan,
esinlerini bireylerin ve sitelerin gündelik yaşamından a lan, alay eden
ya da coşturan, büyüleyen ya da öğreten öbür şairler, bazen yergi,
bazen aşk, bazen de yurttaşlık sevgisi içeren lirizmi keşfederler. Bir
başkası da yaşamın hem taklidi hem de yeniden yaratımı olan tra
gedyasıyla komedyasıyla tiyatroyu keşfeder. Drama şa irleri Yunan
halkının eğiticileridirler.
Onlar, dillerindeki büyülü sözcüklerle, geçmişlerinin anısı, bu
günlerinin kaygı ve umutları ile, imgelem dünyalarının d üşleri ve ya
nılsamalarıyla bütün zamanların üç büyük şiirsel türünü -desta n, li
rik şiir ve dramayı- keşfederierken yine bu sıralarda yontma kalem
leriyle ahşaptan sonra, yontutacak en görkemli maddeler olan sert
kireçtaşı ve mermere meydan okuyarlar ya da bronzu kalıba dökü
yorlar ve bunlardan insan bedeninin, aynı zamanda tanrıların da
olan bu benzersiz güzellikteki bedenin bir benzerini çıkarıyorlard ı .
Çünkü dünyada dolaşıp duran b u tanrı lar belalı bir s ı r olduğundan
ne pahasına olursa olsun onları kazanmak, onları al ıştırmak gereki
yordu. Onlara erkeğin ve kadının güzel ve açık biçi mini vermek on
ları insaniaştırma ve uygarlaştırmanın en iyi yoluydu. Bu tannlara
görkem li tapınaklar dikerler; içlerine de tanrıların tasvirlerini kapa
tır ve sonra onları açık havada törenlerle gönendirirler. Tanrıya ada-
22 ı
A NT t K
Y UN A N U Y G A K L ı C
ı
nan bu görkemli mekanlar, onları yapan sitelerin büyüklüğünü de
anlatmaktadır. Yunanlıların yontuculuğu ve mimarlığı, yüzyıllar bo
yunca ve en büyük yapıtları ile hepten göğün sakinlerine adanmışsa
da, onların komşu halklardan a ldıkları bu sanatları insanların yon
tulan ya da bir araya getirilen taş veya metal ile güzelliği yaratma
gücünü de fazlasıyla doğrular.
-Ve yine onu zamanımızdan çok önce VII., VI. yüzyıllarda bü
tün mal ve mülkü ele geçirmeye doğru götüren o büyük atılım döne
min de- Yunan halkı zaten kendini bilimin ilk yasalarını çözme yo
lunda sınamıştır. İçinde yaşadığı bu d ünyayı anlamaya, onun ne ol
duğunu, na sıl ol uştuğunu söylemeye, insanın kendi kullanımına a l
m a k istediği bu yasaları öğrenmeye, anlamaya çalışır. Matematiği,
astronomiyi keşfeder, fiziğin ve tıbbın temellerini atar.
Peki kimin içindir bütün bu buluş ve keşifler? Ö bür insanlar
için, onların çıkarları ve onlarııı kıvançları içindir. Ama henüz b ü
tün insanlar için değildir. En başta site halkı içindir. Bu terimden es
ki Yuna nistan'da aynı yerleşim bölgesinde (köy ve yönetim merkezi)
oturan yurttaşlar toplul uğunu anlamak gerekir. Yunanlılar henüz
dar olan bu çerçevede en azından onu ol uşturan öğelere siyasal hak
eşitl iği veren ve özgür yapılanma isteyen bir toplum kurmaya çalışır
lar. Bu toplum en gelişmiş Yunan sitelerinde, halk egemenliği ilkesi
ne göre kurul ur. Demek ki Yunanlı lar demokrasinin -henüz çok ek
sik- ilk biçimin i de elde etmişlerd ir.
Bütünüyle ele alındığında, Yunan uyga rlığını tanımlayan en
önemli kazanımlar bunlardır. Bunların hepsi aynı amaca yönelir: In
sanın doğa üzerindeki gücünü artırmak, insanın kendi insa nlığını ar
tırma k. Bu nedenle genelde Yunan uygarlığı bir hüma nizma olarak
adland ırılır. Doğrudur. Yunan halkı, aslında, insanı ve insan yaşa
mını daha iyi hale getirmeye zorlamıştır kend ini.
Bu yazgı bizim de yazgımız olduğundan, yarım ve eksik bırakıl
mış Yunan örneği, hatta başarısızl ı kları bile günümüz insanı tarafın
dan uzunca irdelenmeye değer doğrusu.
--,�
Yabanıll ıktan uygarlığa geçerken, Yunan halkının önünde uza
nan bu uzun yoldaki birtakım evreleri, şair Aiskhylos ( Eshilos), Pro
metheus ( Promiteas) tragedyasında sayıp döker. Kuşkusuz bilisiz ve
YUNAN UYGA R L ı C ı N ı N BE Ş i C 1 N
DE
Y U NAN HAL K ı
! 23
zavallı atalarının, onları özgür kılan bilginin ilk kademesine yükseli
şinin ne sebebi ne de nasılı hakkında en ufak fikri yoktur onun. On
ların boş inançlarından birçoğunu hala paylaşmaktadır. Bir yabanı
lın büyücülere inanması gibi bilicilere ( kahinlere) inanır. Insan eme
ğinin doğadan çekip a ldığı tüm buluşları, insansever dediği tanrıya,
Prometheus'a mal eder.
Bununla birlikte insanların velinimeti'ni ve onunla birlikte in
sanları, göğün ve yerin " hakim " i olan ve gururlu insan türünü se
bepsiz yok etmek isteyen "zorb a " Zeus'un kinine bırakırken, Pro
metheus onu engel lememiş ise eğer, o düşünen ve ha reket eden In
sanların Dostu'nu, d urumumuzun sefaleti ve çıplaklığ ına karşı, çağ
lar boyu sürdürdüğümüz mücadelede insan aklının gösterdiği gücü
n gözüpek tanığı yapar.
Prometheus der:
" Ölümlü/erin sefa/etini anlayın, akla ve düşüncenin gücüne yö
nelttiğim bu cılız çocuklar için yaptık larımı öğrenin . . . Eskiden insan
ların gözleri vardı ama görmez/erdi; nesnelerin sesine sağırdı/ar ve
hayalet gibi, yaşamları boyunca dünyanın kargaşası içinde gelişigü
zel hareket eder/erdi.
Güneşli evler yapmaz/ardı; tuğla, mertek ve ahşap bilmez/erdi ve
tıpkı karıncalar gibi, yeraltına çekilir/er, mağaraların karanlığına ka
panır/ardı. Mevsimlerin dönüşünü önceden kestiremezler, gökyü
zünde kışın, çiçek/i baharın, meyveleri olgunlaştıran yazın işaretleri
ni okumayı bilmez/erdi.
Her şeyi hiçbir şey bilmeden yapar/ardı.
Ta ki onlar için yıldızların doğuşu ve batışı ile ilgili o çetin bili
mi lmlduğum giine kadar. Sonra her türiii bilginin kraliçesi sayıların
bilimi geldi. Ve evrenin belleğini, insan emeğini, sanatlarm anasını
bir araya getiren sözel bilimi.
Derken, en ağır işlerde yükü hafifletmek amacıyla onlara yaba
nıl hayvanları koşuma bağlamayı öğrettim. Öküz enseyi biiktii. A t
biniciye saygılı oldu. A rabayı çekti. Kralların gururu oldu. Ve, de
niz/erde dolaşmaları için onlara bez kanatlı kayığı verdim . . .
Başka harikalar da var. Insanların hastalığa karşr hiçbir çareleri
yoktu, yapacak ları tek şey ölmekti. Birtakım aşk şerhetlerini birbiri
IlC karıştırdım, merhemler hazırladım: Yaşamları saranp soluyordu,
caniandı ve devam etti . . . En sonu, onlara toprağuz ha;;;melerini aç
trm: Altın ve gümüş buldular, demiri buldular ve tunç elde ettiler. . .
sanayi ve güzel sanatlara sahip oldular."
24 1
A NT i K
Y U N A N UY G A R L ı C ı
Yunan halkı ile Yunanistan'a girelim bakalım.
Bu halk -onlar kendilerine Hellenler derlerdi- dili bakımından
( ırktan söz etmeye kalkışmayalım) büyük Hint-Avrupa ailesindendi .
Gerçekten de Yunan dili söz varlığı, eylem ve ad çekimleri, sözdizi
mi bakımından eskiden ve bugün H indistan'da konuşulan diller ile
bugün Avrupa'da konuşulan dillerin birçağuna yakındır ( istisnalar:
Bask dili, Macarca, Fince, Türkçe ) . Çok sayıda sözcük bakımından
bütün bu dillerle açık akrabalığı bun u kanıtlamaya yeter. Örneğin
Yunancacia pere ve Latincede pater, Alınaneada Vater, lngilizcede
father denir. Fransızca Frere: Latincede frater (phrater ise Yunanca
da geniş bir ailenin üyeleri için kullanılır), Alınaneada Bruder, lngi
lizcede brother, Slavcada brat, Sanskritçede bn1tiı, antik Pers dili
olan Zendcede bhriıtar'dır.
Böylece devam eder gider. Bu dil akrabalığı sonradan Hindis
tan'a, Iran'a, Avrupa 'ya yerleşen insan topluluklarının birlikte yaşa
maya ve ortak bir dil konuşmaya başladıkları anlamına gelir. Bu
halkların 3 000 yılına doğru henüz ayrılmadıkları Ural ( ya da ötesi )
i l e Karpatlar arasında göçebe yaşadıkları k a b u l edilir.
I. Ö . 2000 yılına doğru artık ilk topluluktan ayrı lan ve Tuna
ovasını işgal eden Yunan halkı, gerek Asya kıyısında, gerek Ege ada
ları-oda, gerekse gerçek anlamıyla Y unanistan'da, Doğu Akdeniz'in
çevrelediği topraklara girmeye başlar. Demek oluyor ki, antik Yu
nan dünyası, başından beri Ege'nin iki yakasını kapsar ve Asyalı Yu
nanistan, uygarlık yolunda uzun süre Avrupalıdan önde gelir. ( Za
ten Asya lı Yunanlıların, yaklaşık dört bin yıldır yaşadıkları bu eski
ve görkemli Hellen toprağından Türklerce çıkarılmaları - 1 9 22 'de
çok yeni bir olaydır . )
Yunan kabileleri yeni yurtlarına yerleşmeye başlarken tüm b u
bölgeleri elinde tutan v e kendilerinden çok daha ileri d üzeydeki bir
halktan tarımı öğrendiler. Eskilerin bazen Pelasglar dedikleri bu hal
kın gerçek adını bilmiyoruz. Biz onları bir kıyısında bulundukları ve
ada larında oturdukları denizin adına göre Egeliler diye adland ırıyo
ruz. Ya da hatta uygarlıklarının merkezi Girit olduğundan Giritliler
diyoruz. Bu Egeli ha lk yazı yazmayı biliyordu ve kazı yapılan siteler
de çok sayıda yazı harfleriyle kaplı kil tabietler bulundu. Bu yazının
şifresi yenilerde çözülmeye başlandı. Bilim adamlarının hiç bekleme
dikleri biçimde -onlar elli yıldan beri tersini söylüyorlardı- Ege kayPe loponne sos' un manzara sı.
Ovada , çevrilmiş harman yerleri .
ı
26 :
A N T 1 K YUN A N U Y G A R Lı C ı
naklı ta bietierin dilinin Yunanca olmayan heceye dayalı ha rflerle ya
zılan bir Yunan dili varyasyonu olduğu ortaya çıktı. Bu bul uşu nasıl
açıklamalı; bunu yanıtlamak için henüz vakit çok erkend ir.
Her ne kadar, Yunan istilacılar Egeiiiere dillerini aktarmışlar ise
de, onlara bilmedikleri yazıyı aktaramamışlardır. Burada bizim için
önemli olan ilkel Yunanlıların, uygar Egelilerden neler aldığını belir
lemektir. Bunlar çok sayıda ve çok değerli unsurlardır.
Giritliler uzun zamandan beri bağcılık, zeytincilik ve tahıl tarı
mı yapıyorlardı . Küçük ve büyük baş h<ıyvan yetiştiriyorlardı. Bir
çok metali, altını, bakın ve kalayı biliyorl ard ı . Tunçtan silah yapı
yorlardı. Ama demirden haberleri yoktu.
Arkeologlar Girit'te, XX. yüzyılın başında Egeli prensierin geniş
saray kalıntılarını buldular. Bu saraylar bir labirent biçiminde birbi
rine karışan ve geniş bir avlunun çevresinde toplanan tam bir sayısız
odalar ve salonlar ağı içeriyorlardı. Girit'te, Knossos ( Knosos) Sara
yının labirentleri 1 00x 1 5 0 m2lik bir yapı alanını kaplar. En az iki
katlıydı. Sarayın duvarla rında hayvanları ya da çiçekleri, gösterişli
giysileriyle kadın alaylarını, boğa güreşlerini tasvir eden freskleriyle
kabul salonları görül ür. Uygarlık henüz o düzeyde olmasa da, Knos
sos Sarayında ne ilgi nçtir ki ne ba nyo küveti eksikti ne de tuvalet.
Asıl belirtilmesi gereken gerçek şudur: Giritliler döneminde ka
dın, V. yüzyıl Yunan kadınınkine kıyasla çok daha özgürdü ve daha
çok saygı görürdü. Giri t'te kadınlar çok değişik işlerle uğraşmış gi
bidirler. Zaten birtakım yeni araştırm alar çok eskiden, Ege kıyıların
da birçok halklar bulund uğunu ve bu halk larda , kadının durumu
nun yüksek seviyede old uğunu gösterdi. Bu halklardan bazıları ana
erkini yaşadılar. Çocuklar ana ları nın adını taşıyorlardı, akrabalık da
kadının soyuna göre hesaplanıyord u. Kadınlar art arda birçok koca
seçiyorlar ve toplu luğa egemen ol uyorlardı.
Egeli halklar savaşçı imiş gibi görünmezler. Saraylar ve kent ka
lıntıları hiçbir tahkim izi taşımaz.
Demek ki Yunanlılar l.ö. 2000 yılı ile 15 00 yılı arasında bu böl
geleri ele geçirirken buralarda, uygarlıkta çoktan bir yere varmış bir
halk bulmuşlardı. Egeiiierin büyüsüne ve egemenliğine bağla nınakla
başladılar: Onlara haraç öd üyorlardı. Sonra ayaklandılar ve 1 400'e
doğru Knossos Sarayını yaktılar.
O zamandan beri Yunan ilkel toplumu, Egeiiierin tanrıları ve
mitlerinden bazılarını ve onların kimi tekn iklerini alarak kendi yo-
Y U N A N U Y G A R L I C I N I N BEŞ i C I N D E Y U N AN
HAL K I!
!unu izler. Ancak Yunan sanatında ne ta mamen doğadan esin len miş
güzelGirit resmi -çiçekler ve yapraklar, kuşlar, balıklar ve kabuklu
deniz hayvanları- iz bırakmış gibi görünür, ne de Girit dil i ona bir
kaç yer adı, l abirent sözcüğü ( orda yaşayan boğa kral Minos gibi),
denizin yeni ad ı (Thalassa gibi) ve başkac.ı ufak tefek unsurlardan
başka bir şey vermiştir.
Ilk Yu nan boylarından Akhaların uygarlığı önceki dönemden
daha bel i rgin bir kalıtı hala korur. Hel len halkı Giritlilerden kendi
sini her zaman köylü ve denizci bir halk yapacak şu iki a rmağanı al
d ı : Tarım ve denizcilik. Zeytin ağaçları, üzüm bağları ve gemiler:
Bunlar uzun süre Yu nanlılara has özellikler olarak kal mıştır. Insan
l:ır bunlarla geçinir, şairler bunları konu ed inirler.
Ama Yunan boyları pek bilinmeyen öncellerinden çok daha sa
vaşçı idiler. Knossos Sarayı yıkıld ığı, sonradan yarı yarıya yapıldığı
için genç Yunan dünyasının siyasi merkezini Peloponnesos'a ( Pele
ponisos) taşıd ılar. Krallar orada öyle korkunç Mykene ( Mikeni) ve
Tiryins (Tirineas) kaleleri diktiler ki bunların devasa duvarları haLJ.
ayaktadır. Ege uygarlıkianna bulaşan şu Akhalar için korku nç yağ
ınacılard ı denebilir. Saray ve mezarları çalıntı altın la dolup taşar.
Yunanlılar, denizde önceleri, Sicilya'ya kadar uzanan Egeli ler
den çok daha ürkek denizciler olarak göründüler. Mykene'nin Yu
nan gemileri Ege'nin dışına çıkma tehlikesini göze alamazlar. Kıyıla
rı izler, bir adadan öbürüne giderler. Akhaların den izciliği ise tica
retten çok korsanlıktır. Mykeııe'li beyler, paral ı askerleriyle eşkıya
lık yapmaya kalkarla r. Bütün bunları Delta'da yaparlar. Küçük As
ya'da ( Anadol u) yapa rlar: Kral mezarlarındaki bunca altın, çeşitli
mücevherler, maşrapalar, ölülerin yüzüne maske olarak konulan in
ce altın yaprak lar ve özellikle büyük titizlikle ince ince işlenmiş sa
yısız altın levhacıklar bunun göstergesidir.
Kendilerine bağlı çok sayıdaki bağlaşıklarını da peşlerinden sü
rükleyen Akha prenslerinin son seferi -efsanevi şekilde değil- bizari
hi tarihteki Troya (Tria) savaşı olmuştur. Bir Hellen sitesi olan Tro
ya-Ilion sitesi, akıntıya kapılmaksızın Çanakkale bağazı boyunca
uzanan kara parçası üzerinden, ellerinde ne varsa: Gemileri, malları,
hepsini sı rtlanıp karadan Karadeniz'e geçmek isteyen tüccarlardan
vergi alarak zenginleşmişti. Troyalı lar, onlardan bu geçiş için bol bol
haraç alıyorlardı. Bu yağmacılar da yağmalandılar. XII. yüzyılın ba
şında (l. Ö . 1 180'e doğru) uzun bir kuşatmadan sonra Ilion ele geçi-
!
27
28 1
A NT 1 K
YUNAN UYG A R L I C I
rildi ve yakıldı. Öte yandan harikulade birçok efsane bu soyguncu
lar arasındaki rekabetin kahramanca değil ama ekonomik olan ger
çek nedenlerini örtülüyordu. llyada bunlardan bazı larını aktarır.
Geçen yüzyılda Troya'da kazı yapan arkeologlar, üç bin yıldan faz
la bir zamandan beri tepedeki toprakların her yanı örtmüş olduğu
yangın izleri taşıyan bir kentin kalıntıları arasında, Mykene'de bul
duklarıyla aynı döneme ait nesneler buldular. H ırsızlar, arkeolog
polislerin sabırlı araştırmalarından kaçıp kurtulamıyorlar.
Bu sırada yeni Hellen boyları -Eolia'lılar, lonia' lılar, en sonu
Dorlar- Akhaların ardından Yunan toprağını ele geçirdiler. En son
gelen Darların i stilası I.ö. ll OO'lere doğrudur. Giritlilerle ilişkide
olan Akhalar yarı yarıya uygarlaşmışken Darlar çok ilkel kalmışlar
dı. Yine de demiri kullanmayı biliyorlard ı: Bu metalden çeşitli silah
lar yapmışlard ı. Akha larda demir henüz o kadar azd ı ki altın ve gü
müş kadar değerli bir metal sayılırdı.
Darlar daha sağlam ve hele k i daha uzun olan bu yeni silahlarla
(tunç hançere karşı, demir kılıç) Y unanistan'ı kasıp kavurdular.
Mykene ve Tiryins de yıkıldı ve yağmalandı. Egeiiierin uygarlığın
dan etkilenen Akha uygarlığı unutulup gitti. Bu uygarlık uzun süre
tari hin neredeyse bir masal alanı olur çıkar. Dor istilasının izini ta
şıyan Y unanistan, bundan böyle yalnızca Yunan boyları ile dolup ta
şar. Yunan tarihi başlayabilir artık. Bu tarih I . ö . Xl., X., IX. yüzyıl
ların karanlığında başlamış ol ur. Ama gündüz yakındır.
Hellen olma durumundaki bu ülke hangi ülke? Ilk hangi kay
nak lar, acaba hangi engeller, ilkel bir halka, uzun bir tarihsel süreç
için, el yordamıyla, uygarlığa doğru bir yürüyüş sunuyordu dersiniz?
Belirtilmesi gereken iki önemli özellik şudur: Dağ ve deniz.
Yunanistan, dorukları hiçbir zaman 3000 merreye ulaşınasa da
çok dağlık bir ülkedir. Ama her yerde vardır; uzayıp gider ve bazen
çok sarp olmak üzere bütün yönlerde yükselir de yükselir. Eskiler
zigzaglar çizme zahmetine girmeksizin, dimdik yükselen parikalar
dan tırmanırlard ı . Yamacın en s arp yerinde kayada oyulmuş basa
maklar vardır. Bu kargaşalı dağ, çoğu zaten deniz kıyısında birçok
küçük yerleşim bölgesine ayrılmış bir ülke sunuyordu. Bunun sonu-
YUN A N U Y G A R L I C I N I N BEŞ ı C ı N D E YUN A N H A L K I
ı 29
cunda Yunanlıların site dedikleri
siyasal biçime uygun bir bölümlenme çıkıyordu ortaya.
Devletin kantonal biçimi. Savunulması kolay küçük yöreler. Ga
yet hoş. Bunun için ne ideoloj iye, ne de coğrafi hariraya gerek var
dır. Yüksek bir yere çıkın, bir bakışta bütün ülkenizi kucaklarsınız.
Yamaçların altına doğru ya da ovada birkaç köy vardır. Bir akropo
lis üstünde kurulmuş bir küçük kasaba, işte size yönetim merkezi. Bu
merkez hem istila halinde köylülerin sığındıkları kale, hem de bun
ca site arasında pek devamlı olmayan barış zamanında pazar yeridir.
Tahkim edilmiş bu akropolis, kentsel rej im doğduğunda kentin mer
kezi olur. Kent deniz kıyısına kurulmaz -korsanlara dikkat!- ama
oracıkta bir liman kurması için oldukça yakınındadır.
Köyler ve tarlaları, tahkim edilmiş yarı yarıya kentsel bir küçük
kasa ba: Işte bir Yunan devletinin dağınık ama birbirine yakın parça
ları. Atina sitesi, kent ve dükkanlar, liman ve gemiler olduğu kadar
köy ve tarlalardır da; tüm Atinalı halk, denize açılan geniş pencere
si ile duvar gibi dağın arkasında kalır: Attika adı verilen bölge işte
burasıdır.
Benzer kadrosuyla düzinelerce başka başka site devletleri. Bu
çok sayıda site arasında politik, ekonomik ve sonunda da savaş ol
mak üzere birçok rekabet vardır. Yunan siteleri arasında hiçbir za
man barış antlaşmaları imzalanmaz, yalnızca beş yıl, on yıl, en çok
d a otuz yıllık kısa vadeli suskunluk dönemleri gelir. Ama süre sona
ermeden savaş yeniden başlamıştır bile. Yunan tarihinde otuz yıl ve
daha çok süren savaşlar otuz yıllık barışlardan daha fazladır.
Ama şu sonu gelmez Yunan rekabeti bazen daha güzel bir ada
layık: Yarışma. Sporda ve kültürde yarışma. Yarış, her türlü Yunan
etkinliği nin tercih edilen biçimlerinden biridir. Büyük Olimpiyat
spor yarışları, savaşçıların· ellerindeki silahları d üşürür. Bütün bu
şenlik günlerinde aracılar, atletler, insanlar, tüm Yunanistan yolla
rında serbestçe dolaşırlar. Atina'da traged ya, komedya yarışları, li
rik şiir yarışları yapılır. Ödül önemsizdir: Şairler için bir sarmaşık
çelengi ya d a bir sepet incir; ama ü n büyüktür. Bazen onu bir dev ya
pıt kutsar. Sophokles Antigone'den sonra komutan seçilmiştir ! O
yönetmesi gereken harekatın yüz akıyla üstesinden geldi. Delphoi ta
pınağında Apoilan ya da D ionysos'u gösteren si mge altında lir ya da
flüt eşliğinde şarkı yarışmaları yapılır. Askeri müzik, yas ya d a dü
ğün şarkıları söylenir. Sparta ' da ve her yerde dans yarışmaları var-
30 !
ANT İ K YU NAN
U Y GA R L ı G ı
dır. Atina'da ve başka yerlerde güzellik yarışları olur. Bu yarışlar ye
rine göre erkekler ya da kadınlar arasındadır. Atina'da erkek güzel
lik yarışmasının birincisi bir kalkan kazanır.
Büyük ulusal yarışlarda kazanılan spor zaferlerinin şanı yalnız
ulusun değil, kazanan yarışmacının sitesinin de zaferidir. En büyük
şairler -Pindaros ya da Simanides ( Simonid is)- kazanan atietin an
cak temsilcisi olduğu yurttaşlar topluluğunun büyüklüğünü halka
anlatmak için müzik ve oyunun şiirle birleştiği görkemli lirik yapı
lada bu zaferleri kutlarlar. Kazananın, yurd un bir velinimetini onur
landırabilecek en yüksek ödülü aldığı da olur: Sitenin kent sarayı
olan Prytaneionda (Pritanionda) ağırlanır yani arda yer içer ve kal ır.
Ulusal oyunlar süresince ordular gibi mahkemeler de işsiz kal ır,
idam infazları ertelenir. Verilen ara bazen birkaç gün, bazen otuz
gün sürer.
Siteler ( kent devletleri ) arası nda süregiden savaş, Yunan halkı
için, sonunda ölüm getiren bir beladır. Yunanlılar bu site-kanton
devlet takıntısını hiçbir zaman aşamadılar. Ya da belki ancak düşle
rinde aştılar. Siteyi sınırlayan ve koruyan tepelerin ufuktaki çizgisi
aynı zamanda her halkın Atinalı, Thebaili ya da Sparta lı olmadan
önce Yunan olma niyet ve isteğini de sınırlar sanki. Site birlik leri, it
tifakları ya da konfederasyonları, eğreti, dış darbelerle yıkılınaktan
sa içerden bozulmaya, dağılmaya hazırdır. Onun çekirdeğini oluştu
ran güçlü site, nezaketen vasal olarak adla ndırmaya devam ettikleri
ne az sonra uyruk olarak davranmaya başlar: Birliği, savaş vergisi ve
haraçlar bakımından yükü ağır bir imparatorluk haline getirir.
Yine de hiçbir Yunan sitesi yoktur ki, o çok canlı Hellen toplu
muna bağlı olmak bilincine sahip olmasın. Sicilya 'dan Asya'ya, Af
rika'nın kıyı kentlerinden Bosfor (Istanbul boğazı) ötesindekilere,
Kırım ve Kafkasya'ya kadar. "Hel/en topluluğu aynı kandandır" di
ye yazar Herodot, "aynı dili konuşur, aynı tanrı/ara, aynı tapınakla
ra, aynı sungulara, aynı adet/ere, aynı töre/ere sahiptir. " Yunan hal
kına karşı Barbarlar ile ittifak yapmak ihanet etmektir.
Aşağılayıcı olmayan terim olarak Barbar düpedüz yabancı, Yu
nanlı olmayan, bu dilleri kuş dillerine benzeyecek kadar tuhaf hale
getirip bar-bar-bar konuşan kimse demektir. Kırlangıç da barbar ko
nuşur. Yunanlı Barbarları hor görmez, Mısırlıların, Kalde'lilerin ve
başka birçoklarının uygarlığına hayranlıkla bakar: Özgürlük tutku-
Y U N A N U Y G A R L I C I N I N B E ş i C I N D E Y U N A N H A L K I : :31
1
su olması ve " k imsenin kölesi" olmak istememesi bakımından ken
dini onlardan farklı duyumsar.
" Barbar kölelik için doğmuştur, Yunanlı ise özgürlük için ": lp
higeneia ( I figene i a ) bunun için ölür. (Burda biraz ırkçılık var. )
Barbar saldırısı karşısında Yunanlılar birleşirler. Ama hepsi de
ğil, uzun süreli de değil: Salamis ve Plataya 'da (Platea ) , Yunanistan
bir yıllığına birleşir, daha fazla deği l . Yaşayan gerçeklik demeyelim
de bir hitabet konusu diyelim. Plataya'da Yunan ord usu Perslerle ol
duğu kadar, işgalcilerin kend ilerini asker olarak almasına karşı çık
mayan öteki Yunan sitelerinden gelmiş çok sayıdaki erle de savaşır.
Büyük ulusal bağımsızlık savaşı henüz iç savaş olarak varlığını sür
d ürür. Daha sonra Yunan sitelerinin bölünmesi, kapıyı M a kedon
ya'ya, Romahiara açacaktır.
---,�ı_,/"'
.lt-
Dağ korur ve ayırır, deniz korkutur ama birleştirir. Yunanlılar
d ağlık bölmelerine kapa nmış deği ldiler. Tüm ülkeyi deniz çepeçevre
sarmış, derinlemesine ülke içlerine dek. Za ten denizin ulaşmadığı
çok az yerleşim bölgesi vardı.
Korkunç ama çekici ve ötekilerden daha sevimli deniz. Çok açık
bir gökyüzü altında, son derece berrak bir havada, gemicinin gözü
dağlık bir adanın toprağını 1 5 0 km uzaklıktan görür. Gemiciye o
" deniz üstüne konulmuş bir kalkan " gibi görünür.
Yunan denizinin kıyıları kirnileyin ilk denizcilerin akşamları ha
fif kayıklarını çektikleri tatlı eğimli kumsallar, kirnileyin büyük tica
ret gemileri ile savaş gemilerinin rüzgar darbelerinden uzak demirli
kalabildikleri kayalık d uvarlarla korunan derin dipli limanlar olmak
üzere çok sayıda limanlar sunar insanlara.
Yunancada denizin taşıdığı adlardan biri yol demektir. Denize
açılmak, yol almaktır. Ege Denizi denizciyi, karayı gözden kaybet
meksizin adadan adaya, Avrupa'dan Asya'ya götüren bir yoldur. Bu
adacık zincirleri bir ırmağı bir yandan öbür yana atiaya atiaya geç
mek için çocukların içerisine iri taşları atmasına benzer.
Bir tepeye çıkılınca, oradan ufukta halkıyan bir su örtüsünün
görülmediği bir Yunan yerleşim alanı yoktur. Ege' de bir yer yoktur
ki bir karadan 60 kın'den fazla uzakta olsun. Yunan toprağında de
nizden 90 kın'den fazla uzakta bir yer y oktur.
1
32 [
ı
ANT1K YUNAN
UY G
ARLıCı
Yolculuklar pahalı değildir. Birkaç drahmi verildi mi bilinen
dünyanın öteki ucuna gidilir. Birkaç yüzyıllık güvensizlik ve korsan
lıktan sonra, Yunanlılar tüccar ya da şair, bazen her ikisi, kendile
rinden daha ileri giden eski uygarlıklada dostluk ilişkisi kurarlar.
Racine'in ( Rasin) ve La Fontaine'in yolculukları Ferte-Milon ya d a
Chateau-Thierry'yedir. Salon'un, Aiskhylos'un, Herodot'un v e Pla
ton'un yolculukları Mısır, Küçük Asya ve Babil, Sirenaik ve Sicil
ya'ya doğru uzanır. Barbarların binlerce yıldır uygar oldukları ve
"biz başkay ız Yunanlı/ar, biz çocuklar" halkına öğretecek çok şeyle
ri old uğunu bilmeyen bir Yunanlı yoktur. Yunan denizi orkinos ve
sardalya avı demek değildir, öbür insanlarla alışveriş yolu, büyük sa
nat yapıtlarının, olağa nüstü buluşların, geniş ovalarda bol biten
buğdayın, toprak a ltına ve ırmaklarda saklı altının ülkesine yolcu
luk, tek pusula olarak yıldızlı gece haritası ile harikalar ülkesine yol
culuk demektir. Denizin ötesinde keşfed ilecek, işlenecek ve oturula
cak hale getirilecek nice geniş toprak vardır. Bütün büyük kentler
VIII. yüzyıldan sonra bu yeni toprağa yeni kent filizleri dikecekler
dir. Miletoslu denizciler Karadeniz kıyılarında en az doksan site ku
rarlar. Bu arada, yolda giderken astronominin de temelini atarlar.
Sözün kısası, Akdeniz, tanıdık yolları ile bir Yunan gölüdür. Si
teler buralarda " bir bataklık çevresindeki kurbağalar gibi" denizin
kıyısına yerleştirilmişlerdir, demektedir Platon. Deniz Yunanlıları
uygarlaştırmıştır.
Yunan halkı zaten ancak zor sonucu bir denizci halk oldu. Ge
mileri donatan ve denize atan aç karınların çığlığıdır. Yunanistan
yoksul bir ülkeydi. " Yunanistan yoksulluğun okulunda yetiştirilmiş
tir. " (Yine Herodor) Toprak yoksuldur, nankördür. Bayırlar da ge
nellikle çok taşlıdır. Iklim çok kuraktır. Erken ve geçici bir ilkbahar
dan sonra, ağaçların ve otlakların görkemle ve birden çiçek açmasıy
la hava sürekli iyi gitmeye başlar. Yaz tahtına kurulur ve her şeyi ka
vurur. Toz içinde ağustosböcekleri öter. Aylarca gökyüzünde bir tek
bulur yoktur. Genellikle, mayıs ortasından eylül sonuna kadar Ari
na'ya bir damla yağmur düşmez. Sonbahada birlikte yağmur gelir,
kışın d a fırtınalar parlar. Borayla kar gelir ama iki gün bile kalmaz.
Yağmur büyük sağnaklada hışımla iner. Kimi yerlerde yıllık yağmu-
YUN A N U Y G A R L I C I N I N
B E Ş 1 C 1ND E
YUN A N H A L K I
ı 33
run sekizde hatta dörtte biri kadarı tek bir günde yağar. Yarı yarıya
kuru dereler, korkunç seller haline gelir; uğuldayan ve kemiren su,
kıraç yamaçların incecik toprak katmanını alır denize sürükler. On
ca aranan su artık afetten başka bir şey değildir. Kimi kapalı vadi
lerde, yağm urlar bataklık çukurlar oluştururlar. Öyle ki köylünün
hem alçak çavdarlarını kavuran kuraklığa hem de otlaklarını kapla
yan taşkına karşı mücadele etmesi gerekir. Bunu ancak çok yetersiz
biçimde yapabilir. Bayırlardaki tarlalarında teraslar yapar ve küçük
toprağından akan toprağı küfelerle bir setten öbürüne çıkarır. Tar
la larını sulamaya, bataklık zeminleri akaçlamaya ve içinden göllerin
suyunun akacağı kanalları temizlerneye çalışır. Çok ilkel a letlerle ya
pılan bütün bu işler çok çetin ve çok yetersizdir. Çıplak dağı yeniden
ağaçlandırmak gerekirdi, ama bu işi köylü bilemezdi ki! Başlangıç
ta, Yunan d ağları oldukça ağaçlıydı. Çarnlar ve çınarlar, karaağaç
lar ve meşeler uluağaçlarla dağı taçlandırırdı. D ağda a v hayvanı çok
boldu. Ama Yunanlılar daha ilk zamanlardan itibaren, gerek köyle
rini kurmak, gerek odun kömürü yapmak için ağaçları kestiler. Or- .
man yol oldu. V. yüzyılda bile tepeler ve doruklar gökyüzünde bu
günkü aynı kuru sırtlar görünümündeydiler. BiJisiz Yunanistan gü
neşe, çığırından çıkmış suya, taşa teslim oldu.
"Bir eşeğin gölgesi için " dövüşülüyordu.
Bu katı toprak üstünde, bu değişken ve acımasız gökyüzü altın
da zeytin ağaçları ile üzüm bağları ve birazcık da kökleri oldukça de
rindeki neme ulaşamayan tahılları yetiştirmenin üstesinden gelmeyi
başarmışlardı. Sabaniardan söz etmeyelim, toprağı ancak sıyıran ça
tal ağızlı dallar ya da ağaçtan kaba karasahanlar vardı. Tahıllar ih
mal edilir, Yunanlılar buğdaylarını Sicilya'nın ya d a bugünkü Uk
rayna ve Romanya denilen yerlerin daha şanslı topraklarında arama
ya giderler. V. yüzyılda, büyük kent Atina'nın her türlü emperyalist
politikası en başta buğday politikasıdır. Halkını beslemek için Atina
mutlaka deniz yollarının, özellikle de Karadeniz'in a nahtarları olan
boğazların egemeni kalmak zorundadır.
Zeytinyağı ve şarap hem değiş tokuş parası hem de antik dünya
nın nasipsiz kızının övüncüdür. Athena 'nın armağanı boz zeytin
ağacının değerli ürünü gündelik hayatın temel gereksinimlerini kar
şılar: İnsan zeytinyağında yemek pişirir, zeytinyağıyla aydınlanır, su
yoksa zeytinyağıyla yıkanır, silinir, her zaman fazla kuru olan deri,
zeytinyağıyla beslenir.
34 i
ANTİ
K
YU N
A
N UYGAR
L
1 CI
Dionysos'un harika armağanı şaraba gelince, o hemen yalnız
bayram günlerinde ya da akşamları dostlar arasında ve her zaman su
katılarak içilir. " Içelim. Lambanın ışığını niye bekleyelim ki, azıcık
günümüz kalmış. lndir, çocuk büyük alaca bardak/arı. Şarabı insan
lara Zeus ile Semele'nin oğlu verdi, sıkın tılarını unulsunlar diye. B ir
kısım şarap ik i kısım su, do/dur onları ağzına kadar. B ir bardak
öbürünü isteklendirir. "
( Ey Ramuz! Hayır, bu Alkaios (Alkeos ) . )
" Bağ dikmeden, başka hiçbir ağaç dikme. " (Horati us'dan ( Ora
tios ) önce, yine Lesboslu ( Lezvoslu) yaşlı Alkaios. ) Şarap, gerçek li
ğin a ynası, " bir çatı penceresi k i oradan insan ta içinden görii/ür! "
Sı rık lada desteklenmiş üzüm bağları Yunan ülkesin i n teraslar
halinde oyulmuş yamaçlarını kaplar. Ovada bağlar birinden öbürli
n e uzanan meyve bahçeleri arasına d ikilir.
Yunanlı yetingend ir. Iklim bunu gerektirir, kitaplar da böyle
derler. Ama kuşk usuz, yoksulluk da bunu gerektirir. Yunanlı peksi
rnet gibi yapılmış arpa ve çavdar ekmeği, sebze, balık, meyve, peynir
ve keçi sütüyle yaşar. Ve de çok sarımsak !
Et -a v hayvanı, kümes hayvanı, kuzu ve dom uz- zengin beyler
(denildiği gibi "kodamanlar" ) d ışında, tıpkı şarap gi bi, yalnız bay
ram günlerinde vardır.
Bu cılız beslenme düzeni ve yaşam yoksu lluğunun nedeni (şu
Güneyii ierin tembel o lduklarını ve pek az şeyle, güneş yiyerek geçin
d iklerini bilirsiniz) yalnız oldukça nankör toprak ya da bunun nede
ni olan basit tarım yöntemleri değil, her şeyden önce toprağın insan
lar arasında eşitsiz dağılımıdır.
Başlangıçta ülkeyi işgal eden boylar toprakta bir klan ortak mül
kiyeri kurmuşlardı. Her köyün çevre toprağının tarımından, herkesin
çalışmasından ve toprağın ürününün paylaşılmasından sorumlu klan
başkanı vardı. Klan belli sayıda aileyi -geniş anlamda ev halkını- bir
araya getirir; her aile ekilecek bir toprak parçası alır. Bu ilk dönemde
özel mülkiyet yoktur: Ailenin payına düşen toprak kesin olarak sarıla
maz ya da satın alınamaz, aile başının ölümü üzerine parçalanamaz.
Toprak başkasına verilemez. Buna karşılık bölüştürme yeniden yapı
labilir, toprak her ailenin gereksinimlerine göre yeniden dağıtılabilir.
Bu ortak toprak ev halkı üyelerince ortaklaşa işlenir. Tarım
ürünleri Moria denilen, adı pay ve kader anlamına gelen ve kur'a yo
lu ile toprak parçalarının d � . gıtımını da yönetmiş olan tanrının gü-
YU N A N
U Y G A R L ı C ıN ıN
BFŞ
ı C ıND E
YUN A N H A L K ı
1
!
vencesi altında dağıtı lır. Bununla birlikte, yurtluğun b i r bölümü,
yaklaşık yarı s ı , her zaman nadasa bırakılır: Toprağı dinlendirrnek
gerekir ve henüz yıldan yıla sıralı değişik ürün tarımı uygulanmaz.
Bu durumda verim çok düşüktür tabii ki.
Ama işler bu kadarla kalmaz. Antik kırsal komünizm, yani ilkel
yaşam evresine özgü mülkiyet biçimi ( Güney Afrikalı Bathongaslara
ya da kimi Bengal halklarına bakınız), Akhaların yağma dönemin
den itibaren çökmeye başlar. Mykene monarşisi bir askeri monarşi
idi. Savaş birleşik bir komutanlık ister. Kazançlı bir seferden sonra,
kralların kralı ile onlara bağlı vasal krallar toprağın yeniden dağıtı
mında olduğu gibi ganimetin paylaşımında da aslan payını kendile
rine ayırırlar. Ya da bazı başkanlar, ancak yönetiminde bulundukla
rı toprakları, düpedüz mülk edinirler. Içine ciddi eşitsizliklerin girdi
ği ortaklık toplumunun yapısı tepeden başlayarak yıkılır. Kodaman
ların yararına olmak üzere, özel m ülkiyet ortaya çıkar.
Özel mülkiyet ilerlemenin gidişarına göre başka türlü de yerleşe
bilir . . . Birtakım kimseler çeşitli nedenlerle klanlardan çıkarı labilir
ler. Bunlar kendiliklerinden de klanlardan çıka bilirler. Macera ruhu
bunlardan çoğunu denize açılmaya sürüklemiştir. Kimileri de, klan
arazisinin sınırları d ışında, işlenrnek için çok verimsiz bulunmuş bir
ta kım toprakları işgal ederler. Klanlar kenarında bir küçük üretici
ler sını fı oluşur: Mülkiyet orada artık koruünün olmayı bırakır, aşa
malı olarak bireysel hale gelir. Bu sınıf çok muhtaç ama çok çalış
kandır. Klanla bağlarını koparmıştır: Bazen toprakla da bağları ko
parır. Bu insanlar zanaatkar loncalarını kurarlar: Yaptıkları aletleri
ya da sadece d ülgerler, demirciler, v . b . olarak zanaat emeğini klan
lara sunarlar. Bu "zanaatkarlar" arasında unutmayal ı m ki hekimle
r, şa irler vardır. Lancalarda toplanan hekimlerin, köyden köye öner
dikleri kuralları, reçeteleri, merhem ve ilaçları vardır: Bu reçeteler
yalnız onların mallarıdır. Ozan loncalarında, sözlü geleneğe göre,
doğaçlama söylenen ve böylece yayılan güzel manzum a niatılar da
bu loncaların malıdırlar.
Bütün bu yeni toplumsal gruplar " site "nin çerçevesinde doğar ve
gelişirler. Ve işte böylece site eşit olmayan güçle, ikiye ayrılmış olur.
Bir yanda büyük kırsal mülk sahipleri, öte yanda k ısmetleri hiç de
bol olmayan küçük mülk sahipleri, zanaatkarla r, basit k ırsal kesim
işçileri, denizciler. Başlangıçta çok yoksul bir yığın olan bütün bu
meslek adamlarına Yunan " demiurges " ( Dimiurgos) der.
35
36 1
ANTİ
K
YUNAN UYGARLI
CI
Yunan tarihinin bütün dramı, gelecekte ulaşacağı büyüklüğü, bu
yeni toplumsal grupların ortaya çıkması ve gelişmesinde saklıdır.
Kendilerini sitenin efendileri haline getiren ayrıcalıkları "büyük
ler " den çekip almaya çalışan yeni bir sınıf doğd u. Çünkü yalnızca bu
soylu mülk sa hipleri yüksek memur, din adamı, yargıç ve komutan
ol url ar. Ama az sonra halk yığınının niceliği artar. Bu kitle, herkesi n
h a k eşitliği temelinde birleştiği siteyi yeniden kurmak ister. Mücade
leye başlar ve halk egemen liğinin yolunu açarlar. Görünüşte silahsız
d ır, demokrasiyi ele geçirmek için yürür. Iktidar ve tanrılar halka
karşıdırlar. Ama yine de zaferi o yığın kazanacaktır.
Işte kısaca özetlersek bazı koşulların ortaklaşa etkisi Yunan uy
garlığının doğuşunu hazırlar ve olanaklı kılar. Yunan uygarlığının
doğuşuna uygun bir durumun ne yalnızca doğal koşullar (iklim, top
rak ve deniz), ne tarihsel zaman (önceki uygarlıklardan gelen) ne de
yalnız toplumsal koşullar ( yoksullar ile zenginlerin çatışması, tarihin
bu " motoru " ) değildir, tüm bu öğelerin birlikte yöneşmesi olduğu
bilinsin. Birtakım bilim adamları ya d a öyle geçinenler " Peki 'Yunan
mucizesi'ne ne diyorsunuz ? " diye haykıracaklardır. " Yunan mucize
si filan yoktur. "
Mucize kavramı temelde bilimdışı olduğu gibi; Hellence bir tu
tum da değildir. Mucize hiçbir şeyi açıklamaz: Ünlem işaretleriyle
coşku içinde söylenmiş bir açıklama yerine geçer.
Yunan halkı, içinde bulunduğu koşullarda, elinin altındaki ola
naklarla ve göklerden özel bir bağış istenmesine gerek kalmadan
kendisinden önce başlamış olan ve insan türünün yaşamasına ve ya
şamını iyileştirmesine olanak veren bir evrimi geliştirmekten öte git
mez.
Bir tek örnek verelim. Yunanlılar sanki bir tür mucizeyle, bilimi
keşfetmiş gibi görünürler. Gerçekten de sözcüğün çağdaş anlamında
bilimi keşfederler: Bilimsel yöntemi keşfederler. Ama bunu başar
ınışiarsa nedeni onlardan çok önce Kalde'liler'in, Mısırlılar ve daha
başkalarının yıldızlar hakkında olsun, geometrik biçimler hakkında
olsun, yığınla gözlem biriktirmiş olmalarıdır; bu gözlemler örneğin
denizcilerin denizde yollarını bulmalarını, köylülerin tarlalarını ölç
melerini, çalışmaları için tarih belirlemelerini sağlamaktaydı.
YUNAN UYGARLı CıN ı N BEŞıCıNDE YUNAN HALKı
Yunanlılar biçimlerin özellikleri ve yıldızların düzenli hareketi
hakkındaki bu gözlemlerden yasalar çıkarmanın, olayların bir açık
lamasını yapmanın mümkün olduğu bir zamanda ortaya çıkarlar.
Evet bunu yaparlar; çoğu zaman yanılırlar ve yeniden başlarlar, bu
konuda mucizelik hiçbir şey yoktur, sadece insanlığın ağır ilerleyi
şinde yeni bir adımdır bu.
Insan etkinliğinin öteki alanlarından, çok sayıda başkaca örnek
ler de çıkarılabilir.
Tüm Yunan uygarlığı hem çıkış noktası olarak hem de erek ola
rak insanı ele alır. Onun gereksinimlerinden doğar, onun yararını ve
onun ilerlemesini arar. Bunu başarmak için, hem dünyayı hem insa
nı, birini ötekisi aracı lığıyla aşarak aydınlığa çıkarır. Ona göre insan
ve dünya birbirlerinin aynalarıdır; bu aynalar karşılıklı olarak bir
birlerine bakar ve birbirlerini okurlar.
Yunan uygarlığı, insan ile dünyayı birbirine eklemler. Kavgada
ve mücadelede, çok varsıl bir dostluk ortaya çıkaracak şekilde bu
ikisini birbirine karıştırır, bunun adı uyumdur, " armoni" dir ( har
monia ) .
1 37
BöLÜM
II
.
I L YA D A V E H O M E R O S ' U N
Hü M A N i Z M İ
�
neros'un llyada'sı -Yunan halkının ilk büyük kazanımı,
şiiri ele geçirmesidir- savaştaki insanın, tutkuları ve tanrılar yüzün
den savaşa sürüklenmiş insanların şiiridir. Burada büyük bir şair bu
iğrenç felaket karşısında insanın, " kan içici. . . tanrıların en tiksinti
vereni" Ares i le karşı karşıya k a lmış insanın soyluluğunu dile getirir.
Şair burada yalın bir biçimde öld üren ve ölen kahramanların cesare
tini dile getirir; yurt savunucularının kararlı özverisini anlatır; ka
dınların acısını, babanın nesi ini sürdürecek oğluna veda edişini söy
ler; yaşlıların yaka rma sını dile getirir. Başka şeyler de vardır: Şefie
rin tutkusu, açgözlülükleri; kavgaları, birbirlerine savurd ukları söv
güler ve yine yiğitlik, dostluk, sevgi ile yan yana korkaklık, böbür
lenme, bencillik. Intika mdan daha güçlü olan merhamet. Şair, insa
nı tanrılar katına çıkara n ün aşkını dile getirir. Şu bağışı bol tanrıla
rı ve onların soğukka nlılıklarını dile getirir. Ve ölümlüler yığınına
Kör H o meros. ( Ya k l a ş ı k 450 yılına a i t bronz bir orijinale göre,
R o ma l mpara torlugu ' n u n başlangıç döne mlerinde tarihleneıı mer mer kopya)
40 ı
ı
ANT1 K Y UNAN UYGA RLIC I
karşı onların kıskanç kızgınlıklarını, değişken ilgilerini ve derin ka
yı tsızlıklarını .
Her şeyden öte, içinde ölümün hüküm sürdüğü b u şiir, yaşam
sevgisini, ama aynı zamanda yaşamdan daha yüksek ve tanrı lardan
daha güçlü olan insan onurunu dile getirir.
Böyle bir temanın -savaşan insan- her zaman savaşın yiyip bitir
diği Yunan toplumunun ilk epik şiirinin tümüne h akim olması do
ğaldır.
Homeros b u temayı işlernek için çağımızdan önce XII. yüzyılın
başında yer alan Troya Savaşı tarihçesinin yarı yarıya masaisı bir
olunrusunu seçti. Biliyoruz ki, bu savaşın nedeni gerek asıl Yunanis
ta n ' d a ( Mykene'li Akhalar), gerekse Ege'nin Asya yakasında (Troya
lı Eolia' lılar) yerleşik ilk Yunan boylarının ekonomik rekabetidir.
Şairin sürekli bellekte tuttuğu ve şiirin tümüne konu birliğini ve
ren oluntu Akhi lleus'un ( Ahileas) öfkelenmesi olayı, onun Mykene
kralı ve Troya'ya karşı yapılan seferin önderi Agamemnon ile kav
gası, sonra da kavganın Troya'yı kuşatan Akha-Yunanlı ları için kö
tü sonuçlarıdır.
Işte olayın örgüsü. Başkomutan Agamemnon Yunanlıların en yi
ğidi " ordunun kalesi" Akhilleus'dan bir ganimet paylaşımında payı
na düşen Briseis (Vrise) adlı bir güzel tutsak kadını kendisine verme
sini ister. Akhilleus kendisine düşen bir maldan yoks un bırakılınayı
öfkeyle reddeder. Silahlı halk toplantısında bu istek kendisine bildi
rilince, Aklıille us Agamemnon'a ağır k üfürler eder ( " Ey edepsiz
adam, açgözlü, yüzsüz, köpek suratlı, şarap fıçısı, geyik yürekli " ) ,
her zaman savaşın e n ağır yükünü taşıdığından v e dönüşte "halkını
kemiren kral", açgözlü komutan ve alçak askerden daha az pay al
dığından yakınır. Agamemnon yiğitliğine yaptığı hakaretten ötürü
kendisinden özür dilemedikçe savaştan çekilip kollarını kavuştura
rak çadırına kapanacağına bütün arkadaşları önünde yemin eder. Ve
öyle de yapar.
l lyada nın baş kahramanı Akhilleus şiirdeki her olayın merkezi
ve eksenidir. Savaştan çekilmesinin -kendi çekilişi ile birlikte birlik
lerinin de- Akha ordusu için ağır sonuçları vardır. Troya surları al
tındaki ovada hepsi birbirinden berbat üç yenilgiye uğrarlar. O vak
'
te kadar hep saldıran Aklıalar savunmaya çekilmek zorunda kalırlar;
on yıldan beri ilk kez Troyalıların geceleyin ovada konaklamaya ce
saret ettiklerini görürler. Yunanlılar kendilerine sİperler ardında bir
İLYADA VE HoMERos'uN HüMANIZM!
j
tahkimli ordugah kurarlar: Kuşatanlar kuşatılmışlardır. B u ordugah
bile Priamos'un en yiğit oğlu Hektar'un (Ektor) yönettiği Troyalılar
ca zorlanır. Düşman Yunan gemilerini yakmaya, ordularını, denize
dökmeye hazırlanır.
Şiirin büyük bir bölümünü kan dökme ve kahramanlıklarla,
um utsuz fakat yorulmaz çabalarla dolduran bu çetin savaşlar bo
yunca, Akhilleus'un yokluğu hem arkad aşlarının görüşüne hem de
bizim kanımıza göre onun gücünün ve kudreti nin parlak bir belirti
sinden başka bir şey değildir. Savaşın tü m hareketlerini ve anlarını
belirleyen bir yokluk-varlık olayıdır bu. Akha önderlerinin en yiğit
leri -Telamon (Tilamon ) oğlu dev yapılı, çevik Aias ( Eas), Oileus oğ
lu, atılgan D i omedes ( Diomidis) ve daha başkaları- boşuna Akhille
us'un yerini dold urmaya çalışırlar. Ama Akhilleus'un yiğitlik değeri
nin bu cesur yardımcıları genç kahramanın binde biri bile değildir
ler; o, güç, çabukluk, atılganlık ve yiğitlik denince, eksiği gediği ol
maksızın savaşçı erdemini tümüyle yalnızca kendinde toplamıştır.
Her şeye egemen olan ve her şeyi reddeden Akhilleus herkesin yenil
gisine yol açar.
Iki felaket arasında trajik bir gecede, Akhilleus kapanıp kaldığı
ve kendisine ağır gelen eylemsizlik içinde çadırında kendi kendini
yerken Y unan ordugahından elçilerin geldiğini görür; bunlar arasın
da ordunun iki büyük önderi, çocuklarca çekiştirilen bir keçi kadar
inatç ı , yiğitliği ile Yunanlıların Akhilleus'dan sonraki baş savunucu
su Aias ve yüreğin ve sözün bütün dolantılarını bilen çok kurnaz
Odysseus vardır. B u iki savaşçının yanına, çocukluğunda Akhille
u s ' u yetişti ren , babasının ısrarlı çağrısı üzerine onu eğiten ihtiyar
Phoiniks ( Finiks) katılmıştır.
Üçü de, savaşa geri dönmesi, asker olanın arkadaşlarına borçlu
olduğu d ürüstlükten ödün vermemesi, orduyu k urtarması içi n ona
yalvarırlar. Agamemnon adına ona gözkamaştırıcı armağanlar ve er
demler vaat ederler. Ama en azından yemini kadar özsaygısı ile de
bağlı Akhilleus gösterilen kanıtlara, gözyaşiarına ve hatta onura ka
baca hayır yanıtı verir. Daha da ileri gider: Ertesi gün yeniden açılıp
yurduna döneceğini, genç yaşta Troya önünde ölüp kazanmayı seç
miş bulunduğu ölümsüz şana, silik ihtiyarlığı yeğlediğini söyler.
Akhilleus'un o ilk seçiminden dönmesi -şimdi yaşam, şan ve şe
refe yeğlenmektedir- eğer o buna bağlı kalsaydı kuşkusuz onu kü
çültürdü .
41
42 1
ANT1
K
Y UNAN
U Y G A R LI CI
Ama ertesi gün olur ve Akhilleus gitmez. İşte o gün Troyalılar
Yunanlıla rın savunma hatlarını yararlar ve Hektor, Aias'ın savundu
ğu bir kadırganın kıçına asılarak dona nınayı ateşe vermeleri için ar
kadaşlarına bağırır. Orduga hın ö bür ucundaki Akhilleus yakılan ilk
Yunan gemisinden a levin yükseldiğini görür; bu alev Yu nanlıların
yenilgisi ve kendi şerefsizliği demektir. O anda en sevgili arkadaşı
nın, kendi vücudunun en iyi yarısı gibi gördüğü Patrok los'un yalvar
masına duyarsız kalamaz. Patraklos önderinden gerçek gözyaşlarıy
la, Akhill·e us'un Troyalılara dehşet salacak o ünlü silahlarını kuşa
nıp onun yerine savaşma izni ister. Akhilleus bu vesileyle en azından
birliklerini savaşa sakınayı kabul eder. Patroklos'u kendi silahlandı
rır, onu askerlerinin başına geçirir ve çabuk davranması için sıkıştı
rır. Patraklos Troyalıları gemilerden çok uzağa, ordugah ı n dışına
püskürtür. Ama yönettiği bu parlak karşı saldırıda karşısına çıkan
Hektar ile çarpışır. Garip bir ça rpışmada Hektar Pa trok los'u öldü
rür; ama bir tanrının işe karışmasıyla gerçekleşen cinayete benzer bu
ölümde, görünmez Apolion'un eli vardır.
Dostunun kaderini öğrenen Akhil leus' un acısı korkunçtur. Ken
dini yere atan, yemeyi içmeyi reddeden, saçını başını yolan, yüzünü
gözünü ve giysilerini küllere bulayan Akhil leus h ıçkıra hıçkıra ağl ar
ve ölmeyi düşünür ( Y unanlılara göre intihar ancak korkakların
utanç verici sığınağıdı r ) . D a ha ö nce Agamem non'un onun özsaygı
sında açtığı yara ne kadar taze olursa olsun, Patroklos'un ölümü Ak
hil leus'un içine artık ona her şeyi unutturan acı ve tutku uçurumla
rı kazar. Ama işte bu acı, onu çığrından çıka rır, Patroklos'un katili
Hektor'a ve onun halkına karşı intikam isteği deli eder onu ve yaşa
ma ve savaşa döndürür.
Böylece, şiirde; yalnızca llyada ' n ı n kahramanı ve motoru Akhil
leus'un psikolojisindeki Homeros'un istediği dokunaklı bir değişim
le; kendi tutkulu öfkesinden başka hiçbir şeye boyun eğmeyeıı bu ay
nı kahramanın sertliği yüzünden kesin olarak durgu nl uğa mahkum
gibi görünen dramatik olayın tam tersi gerçekleşir.
Akhi lleus savaşa döner. llyada'nın dördüncü kavgası başlar. Bu
artı k onun kavgasıdır; yoluna çıkan bütün Troya lı ları kırıp geçirir.
Troya ordusu bozguna uğrar; bir bölümü öld ürülür; Akhilleus'un
attıklarının bir bölümü ırma kta boğulur; kalanlar da yılgınlığa uğra
mış ha lde sitenin duvarları arkasına sığınırlar. Yalnız Hektar, baba
sının ve anasının yalvarmalarına karşın, yurdunun can düşmanını
karşılamak için kapıların önünde ka l ı r.
İLYA DA VE HOM EROS'UN H Ü MANı ZM ı
ı 43
Hektar ile Akhilleus'un teke tek savaşı / lyada nın doruk nokta
'
sıdır. Yüreği karısı, oğlu , yurdu için taşıdığı sevgiyle dolu Hektar yi
ğitçe dövüşür. Ama Akhilleus daha güçlüdür. Hektor'u koruya n tan
rılar bile ondan yüz çevirirler. Akhilleus onu döve döve öldürür. Vü
cudunu bir ganimet gibi çekip Yunanlıların ordugahına götürür, onu
aşağılama ktan da geri kalmaz; düşmanını ayaklarından savaş araba
sının arkasına bağlar ve bir kamçıyla atiarını dört nala kaldırır " ve
yerde sürüklenen gövdenin çevresinde - bir toz bulutu yükseldi bir
denbire - Toz toprak içinde kaldı bütün başı - kopkoyu saçları dar
madağm oldu, - çok güzeldi bu baş eskiden - şimdi Zeus verdi onu
düşmanlarma - kir/etsinler diye yurdunun toprakları üstünde." ''
Şiir bu sahneyle bi tmez. Akhilleus, çadırına yalvarmaya gelen
Priamos'a bahtsız oğlunun cesedini verir. Hektar Troya halkınca
görkemli bir cenaze töreni ile gömülür. Kadınların ağl ayıp sızlama
ları, dağaçiama yaktıkları yas şarkıları, yakınları için yaşamını veren
kişinin talihsizl iği n i ve şanını dile getirmekted ir.
Bu devasa şiirin konusu böyledir. Bu konu, dahi bir sanatçı ta
rafından ustal ıkla işlenir. Eskilerin bunu kendisine mal ettikleri şair
Homeros şiirin birçok bölümünden her birini uydurma mış olsa bile
bu böl ümler görkeml i bir bütünlük içinde, onun tarafından burada
toplanmış ve birbirine bağl anmıştır.
VIII. yüzyıla yerleştirilmesi gereken l lyada nın yazdışını Troya
'
Savaşından ayıran dört yüzyıl boyunca , kuşk usuz birçok şair bu sa
vaş ve hatta Akhilleus'un öfkesi hakkında sayısız öyküler oluştur
muşlardır. Bu şa irler, destanı, konuşma diline benzer bir ritimle ama
a hengi daha düzenli ve daha görkemli dizelerle dağaçiama söylüyor
lardı. B u akıcı dizelerin akılda tutu lması kolaydı. Henüz, bir biçim
de sürekli şiirsel bolluk anlamına gelen bu dağaçiama şiirlerden do
ğan llyada, akışı içinde, yarı yarıya unutulmuş, ama; tüm destana
parlak bir ahenk ve benzersiz bir görkem veren Eolia'lı atalarının,
parlak sıfatiada dolu eski dili nden birçok yabancı biçim taşır.
Homeros'a yolu açmış olan şiirler, kuşkusuz bellekten aktarılı,. llyada ve Odysseia'Jan bu ve bundan sonra k i a ktar malar Azra Erhat-A. Kadir çe
virisi destan lardan a lın mıştır -ç. n .
44 ı
ANT1 K Y UNAN
UYGARLICI
yorlardı. (Destansı şiiri ezberden söyleyen çağdaşlar arasında, örneğin
XIX. yüzyılda Sırplarda, 8 0 . 000 dizeye kadar akılda tutma ve yazıya
geçirmeden yayabilme yeteneği saptandı.) Homeros'un öneeli olan Yu
nan ezbereileri parça parça önce doğaçlama şiirlerini bey evlerinde
okuyorlardı. Bu beyler, artık Mykene döneminin yağmacı önderleri de
ğildirler, bunlar özellikle geçmiş zamanın savaş kahramanlıklarının öv
güsünü dinlemekten hoşlanan kırsal kesimdeki büyük mülk sahipleriy
diler. Yunan dünyasında tüccarların ilk kez ortaya çıktıkları bir zaman
gelir. Öncel ikle, Küçük Asya'da lonia kentlerinde, Eolia'nın tam güne
yinde, Miletos (Militos), Smyrna ( Smirna) ve öteki limanlarda görülür.
Homeros, VIII. yüzyılda , hangisi olduğunu kesin belirleyemeyeceğimiz,
lonia kıyısındaki bu kentlerden birinde yaşamaktadır. Işte bu dönem
de, belki de tarihin başka hiçbir anında görülmemiş şekliyle, apansız
bir şiddetle sınıflararası mücadele başlayacaktır. Bu mücadelede, tüc
carlar sınıfınca yönendirilen topraksız ya da yalnızca verimsiz toprak
ları olan yoksul halk, soylu mülk sahiplerinin toprakta kendilerine mal
ettikleri hemen hemen tekelci ayrıcalığı onların elinden almaya çalışa
caktır. Onlar da bu arada, egemen sınıfın elinden kültürünü alır, ken
dilerine mal eder ve bundan Yunan halkının ilk başyapıtlarını biçim
lendirirler.
Yenilerde yapılan birtakım yüksek düzeyde çalışmalar llya
da nın doğuşunun VIII. yüzyı lda lonia 'da, dağaçiama söylenen ve
henüz değişken yapıdaki şiirin, yazılı ve üstünde çalışılmış bir sanat
yapıtı olarak topadand ığı dönemde yer aldığı düşüncesini uyandır
mıştır. Insanal kalırın ilk ve en güzel destanının ortaya çıkması, şu
yeni burj uva tüccarlar sınıfının doğuşuyla bağıntılıdır. Eskiden beri
var olan, henüz pek kullanılmayan yazıyı, tüccarlar, birden yaygın
hale getirirler. lonia 'lı bir ozan -geleneği n Homeros adını verdiği da
hi bir ozan- bu geleneksel doğaçlama epik anlatının, kendisinin seç
tiği bir bölümünü sanat yapıtı düzeyine eriştirir. llyada 'mızı düzen
'
ler ve nihayet papirüs üstüne geçirir.
Demek ki burjuva sınıfı, o vakte kadar biçim bulamamış bir şi
irsel kültüre sanatsal bir değer vermekte, bir biçim vermektedir. Bu
arada bu şiirsel kültür, yine bu sınıf tarafından, ezbere okuma top
lantılarında, tüm sitenin hizmetine, halkın hizmetine sunulur.
1/yada ' n ı n, başlangıçta birçok yaratıcısı olan ama sonunda eşsiz
bir şairin yapıtı bu çok büyük çaplı halk şiirinin doğuşuyla ilgili ola
rak, günümüz yaklaşımı böyledir. Yapıt Yunan halkının ortak mira
sıdır, aynı zamanda bizimkidir d e .
İLyADA
V E
i
HoMERos uN HüMAN1zMİ ı
,
Homeros'un dehasını, özell ikleriyle belirtmek İstersek, her şey
den önce onun büyük, olağanüstü bir tipierne ustası olduğunu söyle
mek gerekir.
llyada destanı, insan doludur ve özgün tiplernelerin yaratıcısı ta
rafından, yaşayan varlı klar gibi aynı, birbirlerinden farklı kişilerle
doldurulmuş bir dünyadır. Homeros'un, Balzac'ın şu sözüne sahip
çıkmaya hakkı vardır: " Nüfus idaresiyle yarışı yorum. " Tıpkı Balzac
gibi ve de Shakespeare gibi, bütün zamanların en büyük kişilik yara
tıcıları gibi, Homeros da, bu kendine uygun medeni halleri, eşkalle
ri, özgün davranışları ( b ugün dendiği gibi; parmak izleri) ile birbir
lerinden ayrı ve çok sayıda kişilik yaratma yeteneğine, en yüksek de
recede sahiptir.
Bir kişiliği canlandırmak için -onu betimlemez: Çünkü Home
ros' un h iç betimleme yapmadığı söylenebilir- llyada nın ozanına, ki
şilerine yükleyeceği tek bir hareket tek bir söz kafi gelmektedir. Ör
neğin; l lyada 'nın savaşlarında ölen yüzlerce asker vardır. Kimi kişi
ler şii re sadece ölmek için girerler. Her zaman veya hemen hemen
her zaman d iyelim, ölüm karşısında insanda farklı bir d uygu belirir.
Böyle yapmakla, şairin, ölümü sahneden geri çektiği anda hayat de
vam eder. "Diores (Dioras) uzattı kollarını sevgili dost/arına, canını
üfledi, - başaşağı düştü toprağın üstüne. " Bir başka şair genel ola
rak bu kadar az şeyle ve bu kadar kısa süre için hiçbir kişi yaratmış
mıdır? Bir tek hareket bu ama, bizi derinden etkiler ve bize D iores'i
büyük yaşam aşkıyla tanıtır.
Işte yukarıdaki örnekten biraz daha ayrıntılı bir sahne. Bir ya
şam imgesi ile bir ölüm imgesi.
" Babası bırakmazdı Polydoros'u ( Polidoros) karışsın savaşa, '
çocuklarının en küçüğüydü o, - en sevgili oğluydu, geçerdi hepsini
koşuda. - Işte o gün de çocukça bir gösteriş yapayım, dedi - dedi,
göstereyim bacaklarımın çevikliğini, - koştu ön sıra/ara . "
O anda Akhilleus o n u vurur.
" . . . Polydoros inleyerek dizleri üstüne düştü, - kapkara bir bu
lut kapladı gözlerini, - bağırsaklarını avuç/adı devri/irk en. "
Ve işte Harpalion'un ölümü. O yiğit bir insandır ama içgüdüsel
bir korkuya engel olamaz.
" Çekildi geri geri, arkadaşlarına doğru, - dört bir yana bakına
bakına, - biri etine saplamasın diye tuncu. "
45
46 ı A N T
1 K YUN A N
U Y G A R L I t. I
Vurulur ve yerde vücudu " bir solucan gibi" k ıvranırken bile is
yanını anlatmakta d ı r .
Cebriones'in (Kevrioues) gövdesinin dingin du ruşu ise tam tersi
ne, yalınl ığı anlatır; yiğitliği lekesiz olan bu kahraman, ölüme yalın
bir biçimde girmişti r. Çevresinde savaşın gürültüsü devam etmekte
dir: O, unutulmuşluk ve barış içinde sonsuz dinlenıneye çekilir.
" Birbirini parçalamaya çalışan Troyalılar Akhalar karşı karşıya
saldırıyorlardı . . . Cebriones 'in çevresinde yüzlerce sivri mızrak doğ
ruca gelip hedefe saplanıyordu . . . Yüzlerce koca taş savaşçıların kal
kanlarında patlıyordu. Ama o, Cebriones, atlara ve arabalara hiç al
dırmayıp, büyük bir yer kaplayan koca vücuduyla toz toprak içinde
yatıyordu."
Böylece Homeros doğruca insana gider. Bize gösterdiği kişilik ne
kadar önemsiz, cılız olursa olsun, bir hareketi, bir duruşuyla her in
sanın özünü olu�turan şeyi özellikleriyle belideyip göstermektedir.
llyada'nın hemen tüm kişileri askerlerd ir. Bu askerlerden çoğu
yiğittir. Ama hiçbirinin aynı tarz yiğit olmayışı çok belirgindir.
Telamon oğlu Aias'ın yiğitliği cüssesindedir: Direnme yiğitliğidir
bu. Aias iri, geniş omuzlu, "dev yapılı" bir adamdır. Bu yiğitlik tam
bir kütledir, taş kesilir ve kimse onu kımıldatamaz. Bir karşılaştır
ma, bu yiğitliği onun dik başldığı ile tanımlar ( destanlara yakışma
yan bayağılığıyla, bizim klasik yazarların kanına dokunuyordu Ai
as( ! ) ve onun bu özelliğine bir vakitler göndermeler de yapıld ı ) . " Ço
ğu kez bir eşek, bir tarlanın kenarında, çocuklara kafa tutar. Inatçı
dır, insan onun üstünde değnek üstüne değnek kırabilir: Yeşil buğ
day içine dalıp onu kökten kazır. Çocuklar dayaktan geçirirler onu.
Çocuksu sertlikleri Ama her şeyi silip süpürmeden onu yerinden kı
mıldatamazlar. Böyle dövüşürdü koca Aias . . . "
Aias'da inat etme yürekliliği vardır. Ama saldırıda pek hızlı de
ğildir, " yaban domuzu" cüssesi buna elvermez. Bedeni gibi aklı d a
ağır işler. Apta l deği ldir a m a darkafalıdır. Anlamadığı şeyler vard ır.
Ö rneğin, Akhilleus'un yanında komutanların elçileri arasında, kah
ramanın, Briseis yüzünden inat etmesini bir türlü anlamaz: "Hem de
bir tek kız için topu topu." diye bağırır, " Oysa en seçkin yedi kız ve
riyoruz sana, - veriyoruz daha bir sürü şeyler. "
İLY A D A VE H o M E R o s ' u N H ü M A N I Z M !
1
Aias'ın ağır bedeni savunmada ona s o n derecede yardım eder.
Ona verilen talimat konulduğu yerde kalmaktır; o da orada kalır.
Kelimenin tam anlamıyla aklı kıttır: Geçilmemesi gerektiğini belirt
mek üzere oraya konmuş bir sını rtaşı gibidir. Şair onu bir kale, bir
duuar diye adlandırır. Sura dönüşmüş bir yiğitlik.
Savund uğu geminin üzerinde koruması gereken her yeri savuna
rak kasara üzerinde "geniş adımlarla " yürüyen, her sald ırganı birbi
ri a rdına düzenli mızrak darbeleriyle öldüren, ya da gerekirse koca
bir gemici kancasıyla silahianan Aias oradadır. Söz gücü bir askerin
ki kadardır. Dört sözcük dışına çıkmaz: Hiç kaçılma malıdır. " Başka
kime güveniyorsunuz?" d i ye gürler. .. "Bizden başkası yok . . . öyleyse
kurtuluş bizim ellerimizde. " Anla madığı o şeylerden biri de yı lgınlık
tır. Savaşın, tıpkı söylediği gibi, bir "şenlik " olmad ığını, " müfreze
ler halinde, kolların ve cesaretin düşmanınkiler/e karşı karşıya geti
rildiği" bir yer old uğunu bilir.
O zaman " insan ölecek mi yoksa kalacak mı, bir anda bilir, bu
da çok daha iyidir" . Işte, savaşta "A ias 'ın korkunç yüzündeki gü
liimseme " y i doğuran basit düşünceler bunlardır.
Aias'ın yiğitliği kesin biçimini almamış Spanalının ya da Roma
lının yiğitliğid ir; askerlik kuralının kendisine, geri çekilmeyi yasak
ladığı Spartalın ı n, nöbet yerini terk etmesi yasaklanan Horatius
Cocles' in yiği tliğidir. Bulunduğu yeri elde tutmak için kendilerini öl
dürten askerlerin yiğitliğidir bu. Plutarkhos'un ( Piutarkos ) , daha
sonra gelecek olan ilk edebiyatçının kulla nacağı biçimde bunu kop
yalayıp çoğa irmasından çok önceleri kahramanlık, Homeros tarafın
dan böyle resmedilir.
Diomedes'in yiğitliği ise bambaşkadır. Dayanmaktan değil de ile
ri atılmaktan doğan cesaret. Spartalı yiğitliği değil de furia francese ':·
Diomedes'te gençliğin atılganlığı ve cü reti vardır, a teşli biridir o. Il
yada nın kahramanları içinde Akhilleus'dan sonra en gencidir.
Gençliği yüzünden, ağa beyleri karşısında daha bir küstahtır. Gecele
yin önderler topla ntısı sahnesinde Diomedes Agamemnon' un d avra
nışına sa ldı rırken taşkındır: Kralların kralının Akhil leus'dan özür di
'
lemesini ister. Ama savaş alanında disiplinli bir askerdir; başkomu
tanın her dediğ i n i k a bul eder, en haksız azarlarını bile sineye çeker.
Diorne d e s l . ,: r .1 man yürümeye hazır bir askerdir; onda bir gö·
*
Ru i t a l ;·,ın d c y ı ı ı .
coşkunluğu ı
"1
.
.
· •
, ,·;ıvel'le birlikte, Forııoue savaşından başlayarak, Fran sız
a k için kullanılır -ç. n .
47
48 ! A N T t
K
YUNAN UYGARLI CI
nüllü ruhu vardır. Sert bir kavga gününden sonra, Troya ordugahın
da tehlikeli bir gece keşfi için kendini ortaya atan yine odur. Göre
vinden daha fazlasını yapmayı sever. Savaşın en başında onu bir sar
hoşluk sarar. Hektar'un karşısında bütün önderler kaçarken Diorne
des içindeki cesaret yüzünden daha d a i lerilere gider. Kargısı sarhoş
luğuna katı lır: " Kargım elierirnde çılgındır, " der. Yaşlı Nestor'u bi
le Hektor'a karşı atılmaya sürükler. Hektar'un za ferini isteyen Ze
us'un, iki cesur savaşçıyı yıldırımlarıyla savaş alanından kovması ge
rekir. " Yaman fışkırarak alev ve yanık kükürt kokusuyla, tam Di
omedes'in arabasının önüne düşer. Korkuya kapılan at/ar arabanın
altına saklanmaya çalışırlar ve dizginler Nestor'un ellerinden kurtu
lur. . . " Ama Diomedes sarsılmamıştır.
Homeros Diomedes'e şiirdeki en gözalıcı cesareti verdi. Genç de
likanlı arkadaşlarından o kadar önde dövüşür ki " Tydeus 'un (Tide
as) oğlunun (Diomedes ) der şair, Troyalıların mı yoksa Akhaların mı
tarafında olduğunu anlayamazsınız. "
Bunu göstermek için Homeros'un başvurduğu karşılaştırmaların
hep sürükleyici bir niteliği vardır: O, ovada bahçelerin çitlerini ve
köylülerin taşan suyu durdurmaya çalıştıkları şu toprak setleri devi
ren sel sularıd ır. Homeros, bu parlak cesaretin niteliğini göstermek
için kavganın ortasında D iomedes'in tolgasının tepesinde simgesel
bir alev yakar.
En sonu bu kahraman, şairden o biricik tannlara karşı savaşma
ayrıcalığını kazanır. Ölümlülerin savaşiarına karışan ölümsüzlerin
karşısına çıkmayı ne Akhilleus, ne de başka biri göze alır. Benzeri ol
mayan görkemli sahnelerde, yalnız D iomedes Aphrodite (Afroditi ),
Apolion ve de Ares'i kavalayacak ve onlara meydan okuyacak kadar
atılganlığı ileri götürür. Tepelemek üzere olduğu Troyalı bir hasmını
ondan saklamaya çalışan güzellik tanrıçasına saldırır. Onu yaralar ve
kanını akıtır. "Sivri Kargısıyla atıldı öne, - vurdu onu elinin ayasın
dan. - Kargı giriverdi derinin içine, - deldi Kharit'lerin (Haritis) işle
diği rubayı; aktı tanrıçanın avucundan tanrısal kan. " Ares'i de vurur
ve savaşların tanrısı on bin savaşçınınkine benzer bir kükremeyle
kükrer. Bütün bu işleri kibirsizce, kurumlanmadan yapar. Hiçbir tan
rıtanımaz övüngenlik yoktur Diomedes'de. Yalnız onu her tür aşırılı
ğa sürükleyen şu iç ateşi vardır onda. Diomedes tutkulu biridir. Ama
kasvetli tutkulu Akhilleus ile ışık saçan tutkulu Diomedes arasında
şaşırtıcı bir fark vardır. Diomedes coşkulu bir kahramandır.
Melos 'ta bulunmuş Girit-Mykene vazosu. (Tarih: 1 450- 1 400)
50 �
A N T İ K YU N A N U Y G A lU. I C 1
Coşkulu; bu sözc ük Yuna ncada (sözcük kökü bunu belirtir) için
de tanrısal sol uk taşı) an bir adam demektir. Diomedes'e bir tanrıça,
dostlukla bağlıdır: Savaşçı, ama akıllı Athena onun gönlünde yatar
ve onun ruhunu kend i n i nkiyle karıştırır. Arabasına, onun yanı başı
na biner. Diomedes'i l<avganın ortasına atan o, içini cesaret ve güç
le dolduran o -"Beni sev, A thena!" diye bağırır ona-, darbelerine
hedef olarak ateş saçan Ares'i gösteren o'dur. Korkunç savaşı kış
kırttığı için insanların ve tanrıların nefret ettiği bu tanrıya "şu ku
durgan, mücessem Kötülük" der Athena . Yunanlılarda pek tapınağı
ve sunağı olmayan bir tanrıdır Ares.
Diomedes'de cesa retin derin kaynağı, onun Athena'nın sözüne
beslediği güvendir.
Bu güven zaman zaman bu Akha askerine Ortaçağımızın bir şö
va lyesi ile aralarında bir bağ varmış havası verir. Diomedes llya
da'nın şövalyece denebi lecek tek kahramanıdır. Bir gün, adını bil
mediği bir Troyalı ile savaşa başlamadan önce durup düşünür; onu
vuracağı sıra bu adın Glau kos ( Glafkos) olduğunu ve bu a damın
büyükbabası nın bir konuğunun tarunu olduğunu öğrenir. " O za
man gür Diomedes sevindi. - sapiadı kargısını berek etli toprağa. soylu hasmına şu dostluk dolu sözlerle seslenir: - Demek öyle ha, demek eski konuğusun sen babamın? . . - Hatırlamıyontm Tydeus 'u,
- memedeyken bırakmış beni o . . . Işte sen şimdi böylece - Argos
ilinde konuğum o lursun benim; - ben de Lykia 'da ( Likia ) senin ko
nuğun olurum. - bir gün oraya düşerse yolum. - Kalabalıkta kargı
larımızdan sakınalım; - benim öldüreceğim bir sürü Troyalı var. . . Senin karşında da bir sürü Akhalı var . . . Değişelim gel silahlarımızı
- beliesin Akhalarla Troyalılar - atalarımızın konuk kardeşi olma
sıyla övündüğümüzü. " Bunun üzerine, iki savaşçı arabalarından at
lar, el sıkışır ve dost olurlar.
Sahne parıltı l ı d ır. Homeros, kahramanlarında n başka hiçbiri
ne bahşetmediği bu yüce gönüllü davranışı coşkulu Diomedes'e
mal eder.
Sahne şaşırtıcıdır, ama sonu daha da şaşırtır bizi. Şöyle tamam
lanır: "Ama Kronosoğlu Zeus, tam o sıra, - Glaukos 'un aklını ba
şından aldı, - Tydeus oğlu Diomedes 'le değişti silahlarını: - Altını
tunçla değişti, - yüz öküzlük silahı dokuz öküzlük silahla. "
Şair gözde kahramanının bundan çok hoşnut kaldığını bize söy
lemez. Ama Diomedes, Gla ukos'u yaniışından ötürü uyarmadığına
İLYA DA
V E
HoMEROS'UN HüMANIZM! !
göre yine d e bunu duyurmuştur. D iomedes'in şövalye ruhundaki bu
az buçuk açgözlülük, kişileri kahramanlar olan her yapıtı, öldürücü
bir tehlikeyle tehdit eden bilinegelen i dealizmin panzehirid ir. Bu, in
san yüreğinin betimlenmesinde Homeros'un derin gerçekçiliğidir.
llyada'da yalnızca askerler yoktur, kadınlar, yaşlılar da vardır.
Askerler arasında yalnızca yiğitler yok, Paris de vardır.
Geleneğe göre Troya savaşı nın kökeninde Paris ile Helene'nin
olağand ışı aşkları vardı. Bu aşk, l lyada nın çarkısı içinde garip bir
'
güçle hazır ve etkin durur.
Paris, Helene'yi baştan çıkaran ve kaçıran kişiydi. Savaşı ilk baş�
!atan oydu; aynı zamanda Akhilleus'u alt eden biriydi, attığı okla öl
dürmüştü onu. l lyada' dan önceki dönem Troya destanlarında, Pa
ris'in, bizzat kendisi tarafından başlatılan savaşın kahramanı, aynı
zamanda Troya 'yı ve Helene'yi kazanan kişi olarak gösterild iği bir
dönemin old uğu d üşünülebilir.
Öyle görünüyor ki, bu soylu rolü onun yerine, Troyalı destan
çevriminde, daha yeni tip olan kardeşi Hektor ile dald urarak Paris'i
l lyada 'nın korkağı haline getiren Homeros'un kendisidir. Home
ros'un dram yeteneği, Paris'i Hektar'un karşıtı bir yere yerleştirir ve
bütün şiir içinde, iki kardeş arasındaki sürekli çatışmayı diri tutar.
Hektor katıksız kahraman, Troya'nın koruyucusu ve kurtarıcısı; Pa
ris ise nerdeyse katıksız korkak, " yurdunun baş belası"dır.
Yeri geldiğinde, Paris'in de o çağda ideal olan saygınlığı görme
diği anlamına gelmez. O da yiğit olmak ister tabii, ama, eylemde yi
ğit olmaya gelince, yüreği ve gevşek güzel bedeni karar anında cıvı
tır. Bin dereden su getirerek ve sızlanarak, geçerli hiçbir nedeni ol
maksızın bıraktığı savaşta, Hektor'a kendisini izleyeceğini vaat eder.
Önemsiz açıklamalara girişir: " Burda baş başa kalayım dedim acıla
rım la. " Saliantıda vaatlerde bulunur: "Ama karım demin istedi sava
şa atılmamı, - yumuşak sözlerle dokundu yüreğime" (Bu yumuşak
sözleri daha önce de duyduk biz. Paris'in gık bile demeden sineye
çektiği bir dizi hakaretti. ) Paris sürdürür sözlerini: " Benim de öyle
yapmayı kesiyor ak lım . . . Şurda dur bekle beni, - kuşanayım Ares'in
silahlarını, - istersen git, arkandan yetişeyim. " Anlatımı bir asker
için laubalicedir.
sı
52 1
A NT1 K Y U N AN
UY G
ARLıCı
Bazı somut ayrıntılar d a Paris'in korkaklığını belirtir. Yeğlediği
silah yaydır. Bu silah onun, "dizlerini titreten ve yanaklarını soldu
ran " göğüs göğüse çarpışmadan kaçınmasını sağlar. Yayı germek
için arkadaşlarının ardına ya da bir mezar taşının arkasına saklanır.
Bir düşmanı yaralarsa, "kahkahalarla gülerek siperden dışarı sıçrar" .
Yine de Paris tam bir korkak değildir. Korku onu kavgadan
uzaklaştırır, ama övüngenliğin, böbürlenme isteğinin onu kavgaya
döndürdüğü de olur. Çünkü Paris güzelliği ile övünür; savaşta bile
omuzunda taşıdığı pars derisiyle övünür; bir kadın başı olan zülüflü
saç düzeni ile övünür. Başkaları dövüşürken kadınların odasında ci
lalamakla vakti ni geçirdiği silahları ile övünür. Bütün bunlar, tuva
ler ve güzellik -ve "genç kızları dikizleme" biçimi, kadın düşkünlü
ğü, ayartma başarısı- Troya'da Paris'i belki horgörülen, ama yine de
önemli bir kişilik olmaktan çıkarmaz. O, Hektar'un hakaret edip
durduğu çeşitli "ayartıcı" unvanlarına yiğit savaşçı unvanını da ko
layca eklerdi . Bu yiğitlik heratını biraz ernekle elde edebilmek -yayı
nı kullanmak- koşuluyla. Bu, çatışmada içini böbürlenme ve korku
bürümüş Paris, sonund a onda baskın olacak duygular konusunda,
aslında kendi kararsızlığını gösteren bu yüzsüzlük ve bu pek içten
gelmeyen bir çekingenlik ile durumu idare eder. Aphrodite'nin asi
Heleni'yi yarağına attığı bu korkak ve övüngen güzel oğlan, sonun
da ola ola bir alçaktan başka nedir?
Yalnız insani planda bir psikoloj ik çözümleme bu soruya karşı
lık bulamaz. Bu çözümleme Paris'i özünde yakalamaz.
Paris'in kişiliği, bu kişilik, ancak, dinsel diye adlandırılması ge
reken bir deneyimin alanı olduğu kabul edilirse açıklanabilir. Hektor
tarafından hakaret edilen Paris, kardeşinin kendisini korkaklığı yü
zünden suçlamasını güçlük çıkarmadan kabul eder. Onun kabul et
mediği şey güzelliğine ve aşklarına yapılan sövgüdür. Kardeşine biraz
da gururlanarak, şöyle karşılık verir: "Sarı Aphrodite'nin güzel ar
mağanlarından ötürü beni kınarnaya hakkın yok. Tanrıların parlak
armağanlarını hor görmek olmaz. Tanrı bağışlar onları bize ve eli
mizde değildir kendi seçimimizi yapmak. " Tasasız Paris'in ses tonu
nasıl da yükselmiştir! Şimdi Hektor'a ders verme sırası onundur. O,
bu armağanları Tanrıdan aldı; bunları insan "seçmedi"; bunlar tam
olarak ona " verilmiş " şeylerdir. Güzellik lütfunu, arzuyu ve aşkı
uyandırma yerisini Aphrodite'den aldı o. Aşk ve güzellik, bedava ba
ğışlar, tanrısal şeylerdir. Paris, onların alçaltılmasına izin vermez, bir
İLyADA
V E
HoMERos
,
uN
HoMAN ızMı
ı 53
tanrıya sövgüdür bu. O seçmedi; bir seçimin konusu oldu: Seçilmiş
biri olduğunu bilir. ( Onun bedenine tanrısalı alması Paris'in kendine
özgü bir dinsel deneyim yaşadığını ka bul etmemizi engellemez . )
Işte bu andan sonradır ki Paris'in karakter yapısındaki uyum v e
tutarlılığı tam olarak anlıyoruz. O n u n tutkusu sıradan b i r zevk ada
mının tutkusu değil, hepten bir kendini adayıştır. Bu tutku ona sa
dece duyu hazzı vermez -bunu elbette verir- onu tanrısallık durumu
na yaklaştırır. Paris 'in hafifliği, tasasızlığı, çok mutlu tanrıların din
ginliğini andırır. Artık sorulacak soruları yoktur. Aphrodite'ye hiz
metten başka bir şey d üşünmeden, insanlar arasında onun temsilcisi
olduğu bilincinden doyum, eksiksizlik ve güç alır. Yaşamı sadeleşti
riimiş bir yaşamdır, çünkü güdül mektedir.
Kuşkusuz, içinde yaşadığı savaş dünyasında korkakça davranır.
Çünkü iradesi zayıf ya da yoktur. Ama , Aphrodite'nin gücü bu te
mel zaafı tamamıyla kapatabilir. Paris tanrısal istence bağlanınada
onu her tür çabadan bağışık kılan ve her tür pişmanlıktan kurtaran
bir yazgıcılık biçimi bulmuştur. D indarlığı ahlaksızlığını aklar. Ve
onu Menelaos'un (Menelas) kargısından k urtara n Aphrodite, karısı
nın ister istemez katıldığı mis kokulu yatağına götürdüğünde Hele
ne'ye yaptığı yakıcı çağrıda nasıl yücelik vardır: "Seninle sevişe/im
gel şu döşekte, - sevgi hiç daimarnıştı içime bu kadar. Denizleri aşan
gemiler/e şirin Lakedaimon 'dan (Lakedemonas)- seni kaçırıp, kaya
lık adada, - döşekte sarmaş dolaş olduğumuz gün bile - şu anda sev
diğim gibi sevrnedim seni. - Tatlı istek hiç sarmadı beni böylesine."
Aphrodite, göksel güç olarak Aphrodite, burada Paris'in ağzm
dan konuşur ve seçtiği araç ne kadar zavallı olursa olsun, Troya hal
--kının "seve seve taştan hir �ömlek giydireceği" bu korkağa yücelik
verır.
Helene Paris'ten sonsuz bir uzaklıkta. Şehvetli o lmaktan çok du
yarlı bir kadın olan Helene, karakteri bakımından Paris'e tam ters
kutupta yer alır. Ahlaksız aşığı karşısında ahlaklı davranan Helene,
Aphrodite'nin onu içine düşürdüğü tutku d ü nyasına direnir; onun
kendisini paylaşmaya zorladığı hazzı da reddetmek ister. Paris'in ah
lakdışılığı, dindarlığından; Helene'nin ahlakiliği, tanrıçaya başkaldı
rıdan kaynaklanmaktaydı.
I kisi de güzel, ikisi de tutkuludur; güzellik leri ve tutkuları ken
dilerinden öteleyemedikleri ancak yazgılarını oluşturan, onlara veril
miş armağanlardır.
54 ! A N T İ K
1
YUNAN UYGARLI CI
Yine de, Helene'nin doğası, düzen ve kural yanlısıdır. Aile bağ
larının saygı ve sevgisi arasında, kendisi için her şeyin kolay olduğu
zamanları özlemle arar. "Evim i barkımı, o nazlı büyüttüğüm kızımı
- hısım akrabamı, can yoldaşlarımı bırakmasaydım, . . . - bak eriyip
gidiyorum gözyaşı döke döke" Kendi kendisini sert bir biçimde 'Zar
gılar; Troya halkınca kendisine yöneltilen ağır yargıyı doğal bul tıC Yine de eğer Paris yiğit biri olsayd ı, aşığına cesaretini örnek göster
diği kocası Menelaos gibi onurlu olsaydı, Helene yazgısıyla avuna
caktı . Demek ki olaylar, ahlak sahibi Helene'yi, şiirin ona ba hşettiği şöhret içinde, iki halkın yıkımına alet olan ve kocasını aldatan ka
dın rolünü üstlenecek şekilde hazırlamıyord u . Homeros, Akhalar ile
Troyalıların uğruna öldükleri bu suçlu eşten, çelişkili olarak sadece
anlaşılmaz bir biçimde iyi eş ve sevecen anne yaşamını sürdürmek is
teyen basit bir kadın oluşturmuştur. Tanrı lar -en azından onlara
karşı kendimizi savunmak için keşfettiğimiz ahlaktan fazla hoşlan
mayan şu Homeros tanrıl arı- yaşamianınıza girdi gireli aykırılıklar
da vard ır. Aphrod ite mutl a k gücünü göstermek için Helene'yi ege
menliği altına aldı. Tanrıça, güzelliğe ve insanlara esiniediği za pte
dilmez isteğe ilişkin çifte bela k arşısında kurbanının belini büker.
Helene Aphrodite'nin yansıması olur çıkar.
Ve onunla k arşı k arşıya gelen erkekleri dinsel bir heyecan sarar.
Bir anda bir şey, Troyalı ihtiyarları hayranlığa iteler, titretir ve de
neyimleri bir işe yaramaz. Bir araya geldikleri sudara Helene'nin
çıktığını görünce, tuhaf bir biçimde şöyle derler: "Akhalar ile Tro
yalıların böyle bir kadın için - yıllardır acı çekmeleri hiç de ayıp de
ğil - Yüzüne bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu. " Bu korkunç
ihtiyarlar, yalnız Helene'nin güzelliği yüzünden iki halkın vahşice kı
rılmasını haklı gösterirler!
Bununla birlikte, bütün Troyalılar bunu yutmaz. Basit ve iyi yü
rekli Helene'yi, kendi kendisinden nefret eden Helene'yi, a nlaşılmaz
tutkusundan nefret eden, ama yine de, hiçbir zaman ondan ayrıla
mayacak kadar Paris'i sevdiği gibi, kendi tutkusunu da seven Hele
ne'yi -bu bütünüyle insan olan Helene'yi- ne Priamos, ne de Hektar
karıştırır birbirine; onlar, tanrısal gücün belirtisi olacak yıkıcı bir
alev gibi yüreğini kemiren şu meşum güzelliği ile karıştırmazlar onu.
" Bana karşı suçlu olan, " der Priamos, "sen değilsin, tanrılar
dır. "
Helene, güzelliğinin yol açtığı sonuçlara söz geçiremez. O bu gü-
İ Ly AD A
V E Ho M E R o s u N Hü M A N ı z M
'
ı
ı 55
zelliği ne istemiş, ne de kendi geliştirmiştir. Onu, kendisine verilmiş
bir armağan olduğu kadar, aynı zamanda Tanrının bir laneti olarak
da almıştır. Güzelliği, aynı zamanda yazgısıdır.
Bu parıltılı ama büyüklüğü ikinci derece yıldızlardan sonra , şim
d i gelelim !lyada 'nın eşsiz yıldızları Akhilleus ile Hektor'a. Home
ros, şiirin bu iki güneşiyle, belli bir seviyesinde birine ya da öbürüne
katıl maksızın yaşamanın güç olduğu insan yaşamının çok önem li iki
biçimini aydınlatır.
Akhilleus önce bir gençl ik ve güç imgesi gibi görünür. Yaşça
gençtir (yaklaşık 27 yaşında ) , ama özellikle kızgın kanı, ateşli öfke
leriyle öyledir. Savaş içinde büyümüş ve toplumsal yaşamın dizgi ni
ni henüz ne ka bul etmiş hatta ne de bilmiş ele avuca sığmaz bir genç
liktir bu.
Akhilleus gençliktir ve de güçtür. Soyluların ö fkelerine karşı
kendilerini korumak için, zayıfların diledikleri kendiliğinden sağlam
bir güç. Bilici Kalkhas ( Halkias) !lyada 'n ı n başında böyle der. Ordu
da patlak veren vebanın nedeni konusunda Agamemnon'un sorguya
çektiği Kalkhas, cevap vermekte duraksar. Güçlü kişilere gerçeği
söylemenin tehlikeli olduğunu bilir. Akhilleus'dan koruma diler.
Genç kahraman ona tam olarak gücünü vaat eder: "Korkma, Apol
Ion adına ant olsun, Kalkhas, - Akhaların en güçlüsü olmakla övü
nen Agamemnon bile olsa karşısındaki, - ben sağ olduğum sürece,
görürken gözlerim . . . el kaldırmaz bir tek Ak halı sana. " İşte güç do
lu Akhilleus'un ilk imgesi budur.
Daha ilerde, Agamemnon'un meydan okuduğu b u güç, bir teh
dit olarak patlak verir; Akhilleus'un artık savaşmayacağına dair iç
tiği büyük ant içinde ( onun yalnızca bir parçasını aktarıyorum ) gu
rurla kendini gösterir. " Bak sana diyeyim, ant içeyim bu değnek üze
rine ki, - dağlarda bir ağaç gövdesinden tunçla kesilip alındı bu değ
nek, - üstünde bundan böyle ne bir dal, ne bir yaprak bitecek, . . . Zeus verdi Akhalara onu, adalet dağıtsın diye adına hak koruyan/ar,
- A khaoğulları taşırlar ellerinde şimdi onu. - Işte bir büyük ant sa
na bu asa üzerine: - Bir gün gelecek, A khaoğulları tekmil - dövünüp
duracaklar A khilleus gitti diye. - Ister kız, ister kızma, geçmiş ola;
senin onlara yardımın dokunamaz, - kırı/ıp gidecekler Hektar'un
56 ;1
ANTIK YUNAN
UYGARLICI
karşısında dalga dalga. - Neden saymadın diye sen de A khaların en
iyisini - yırtın dur bakalım, kendini ye. - Peleusoğlu böyle dedi,
oturdu, - attı yere altın kakmalı değneğini. "
Ondan sonra ve destan ın on sekiz bölümünü aşan sürede ' G üç',
hareketsizdir. 'Imge' de öyle, Akhilleus'un savaş bölümlerinde zin
cirden boşanmasında olduğu gibi Yunanlılar için ölümcül olan b u
hareketsizlikte de çarpıcıdır. Çünkü orduyu kurtarmak için, " otur
muş " Akhilleus'un yeniden ayağa kalkmasının yeteceğini biliriz.
Onun yokluğun un orta yerinde Odysseus bunu ona söyler: "Kalk ve
orduyu kurtar" . . .
En sonunda Güç ayağa kalkar. " Ve Akhilleus kalktı yerinden . . .
- Akhilleus 'un başından da tıpkı böyle - bir ışın yükseliyordu göğe
doğru. - Akhilleus aştı duvarı, hendeğin önünde durdu, . . . - Durup
bağırdı, öte yandan haykırdı A thene. - Bir kargaşalık saldı Troyalı
ların sıralarına. - Bir kargaşalık ki, dile gelmez. "
Homeros, Akhilleus'un gücünü dile getirmek için çok etkili kar
şılaştırmalar yapar. Akhilleus yüksek dağların derin boğazlarında
patlayan geniş bir yangına benzemektedir, sık orman yanar, rüzgar
alevi savurur ve evirip çevirir: Işte izlediği herkesi öld üren bir tanrı
gibi böyle saldırmıştır Akhilleus ve kara toprak üzerinde kan akıp
gider dereler gibi.
Ya da, şair, Akhilleus'un yıkıcı öfkesi ile bir karşılaştırma nok
tasını bir doğal felaketten değil de, barışçı bir iş imgesinden çıkarır.
" Düzenli harman yerinde, çiğnemek için ak arpayı, - geniş alın lı
öküzler nasıl koşulursa sahana; arpa çabucak ayıklanırsa nasıl ayakları altında böğüren öküz/erin, - tek tırnak/ı at/ar da tıpkı öyle,
- ulu canlı A khilleus 'un ayakları altında - çiğniyorlardı ölüleri kal
kan/arı. - Arabanın sandığı altında dingiller, - çepeçevre parmaklık
lar bulanmıştı kana, - atların ayaklarından, araba tekerleklerinden habire kan ve çamur fışkırıyordu. Peleusoğlu ün kazanmak için ya
nıyordu - dokunulmaz elleri bulanmıştı kanlı çamura . "
Yıkıcı güç, kana bulanmış güç: Şiirin en korkunç bölümlerinde
Akhilleus böyle görünür. Acımasızdır Akhilleus. Bir şair, iğrençliği
yeniyetme Lykaon'un ( Likeon) ölümündeki gibi sahnelerden daha
öteye nadiren götürmüştür. Bu silahsız çocuğun yalvarması, ba bası
nın bahçesinde Akhilleus ile ilk karşılaşmasını hatırlaması, umulma
dık k urtarılma öyküsü bütün bunlar içimizi sızlatır, ama b u Akhille
us'un yanıtını daha hoyrat, cinayeti daha vahşi ve ayaklarından tu-
İLYADA VE HoMERos'uN HüMANiZMi
1 57
tulup k üfürlerle Skamandros'un balıkiarına fırlarılan cesedin duru
munu daha ürkünç kılmak içindir.
Bütün bunlardan sonra bu tanrıça oğl u bir insan mıdır, yoksa
yalnızca bir hayvan mıdır ? Herhalde tutkulara aşırı duyarlığı ile bir
insandır. Akhilleus'un gücünün ruhsal nedeni buradadır: Tutkulara
ve derin bir biçimde dostluğun, özsaygının, şan ve şöhretin ve nefre
tin biriktirip beslediği tutkulara duyarlı biri. Insanların en kırılganı
olan Akhilleus'un gücü, ancak tutkunun kabarınası içinde görülme
miş bir şiddetle kendini gösterir. Lykaon'un dehşete düşmüş gözleri
ne ve bizim gözlerimize o kadar duyarsız, o kadar katı görünen Ak
hilleus, yalnızca onu demir gibi sertleştiren bir tutkuyla gerilmiş ol
d uğu için katı, yalnız o tutkuya duyarlı olduğu için her şey karşısın
da duyarsızd ır.
Eğer tanrı soğukkanlı ise; bu adamda tanrısal hiçbir şey, insa
nüstü hiçbir şey yoktur demektir. Akhilleus hiçbir şeye egemen de
ğildir, her şeye katlanır. Briseis, Agamemnon, Patrokles, Hektar, ya
şam onda duygusa l ufkunun bu dört ana noktasından birbiri ardına
bir aşk ve nefret fırtınası uyandırır.
Hiçbir zaman dingin olmayan ruhu, tutkunun, içerisinde ardı ar
kası kesilmeyen fırtınalar devşirip patiattığı geniş bir gök gibidir.
Yarışma her zaman ancak görünüştedir. Örneğin, Agamemnon
ile barışma sahnesinde Akhilleus -onun için artık, kendisini bunca
inciten bu kuklanın önem i yoktur ki- bütün ödünlere, hem de en yü
ce gönüllü ödünlere hazırdır, ama, harekete geçmekte geç kalındığı
için birden onu eline geçiren yeni bir tutku, intikam isteyen dostluk,
yüzeydeki dinginliği çatlatır. Şöyle bağırır: " Öldü can yoldaşım be
nim, sivri tunç yırttı etini, - yüzükoyun yatıyor barakamda, - çevre
sinde arkadaşlar kan ağlıyor, - yüreğim . aldırmaz senin dedik/erine,
- düşmana acı gözyaşı döktürmektir benim işim."
Akhilleus, o an için istediği, üzüldüğü veya tiksindiği, geri kalan
her şeye köreesine gözlerini kapatan tek bir amaçla, sarsılan bir du
yarlılıktır. Tutkusal imge değişebilir: Kim olursa olsun, Agamem
non, Patrokles ya da Hektar. Ama bir kez ruhu ele geçirdi mi, bütün
varlığı harekete geçirir ve eyleme geçme gereksinimi yaratır. Tutku
Akhilleus'da bir takıntıdır; ancak eylemle yatıştırılabilir.
Bu bağlantı -tutku, acı, eylem- işte tümüyle Akhilleus'dur. Hek
tar'un ölümünden sonra, yatıştırılmış gözüken tutkunun ( ama o var
lığın doğasında var bu) onu artık rahat bırakması gerekir gibi görün
düğü zaman bile böyledir bu.
58 i
ANT1K
Y UNAN
UYGARLI CI
" Sona erince dövi.işler,
Toplantı dağıldı, ordular tuttu gemilerin yolun u .
Hepsi düşü nüyordu akşam yemeğini,
hepsi tatlı uykuya dalmayı düşünü yordu .
Bir Akh illeus ağlıyordu sevgili dostunu a n a a n a ,
tutmuyordu o n u tekmil canları yenen u y k u .
B i r o y a n a dönüyordu, b i r bu yana,
özlüyord u Patrokles'in, i nsanlarla kavgada
soylu gücünü, olgun d iriliği n i ,
zorlu denizler geli yord u gözünün önüne,
orda çektikleri çileler geliyordu aklına,
paylaştıkları dertler geliyordu, acılar.
Bunları bir bir geçirirken a klından
gözyaşı d ö küyordu tane rane.
Yana ya tıyor, yüz
ü--l«r(tın uzanıyor, ya da sırtüstü .
Sonra kalkıp dolaşıyordu deniz kıyısında, deli gibi.
Şafak sökünce denizin, k ıyıl arın üstünde,
O saat koştu hızlı a tiarını a ra basına,
sürüklemek için bağladı Hektor'u arabanın a rkasına .
Menoitiosoğlu'nun ölüsü gömülü mezarın çevresinde
üç kere dola ştırdı Hektor'u,
sonra döndü gene çadırına,
toz toprak içinde yüzükoyun bıraktı ölüyü . "
Tutkusal imgenin, özellikle gecenin sessizliğinde, bilinç alanını
nasıl sardığı, bütün anıları nasıl yeniden yüzeye çıkardığı, bir süre
için iç sıkıntısından kurtaran eylem başlayıncaya kadar acıyı nasıl
canlı tuttuğu bu parçada görüldü.
Akhilleus'un ilk anahtarı şud ur: Güçlü eylemlerle yatışan güçlü
tutkular.
Böylesi bir insan önce katıksız bir birey gibi görünür. Onun tüm
zaferleri ile beslenen ve büyüyen içindeki tanrısal vicdan, Akhille
us'un kişiliğinin tek yasası olmuş gibidir. Kahraman, kendisini arka
daşlarına, tüm öbür insanlara bağlayan bütün bağları koparır ve çiğ
ner. Tutku, kendine özgü yıkıcı ve bozguncu eylemle erdem duygu
sunu yok eder, onu en insanlık dışı bir acımasızlığa yöneltir. Yenilen
ve ölmek üzere olan Hektar, yalnızca cesedinin akrabalarına veril
mesini isteyen, llyada'nın en yürek paralayıcı isteğini ona yöneltti
ğinde Akhilleus şöyle karşılık veri r:
-
Priamos (EmhymiJ�s·in Artıkil
1 O' dan sonra. Ayrınt ı )
vnzo� u ,
60 ı
ANT1
YUNAN
K
UYGARLıCı
" Dizlerime sarılma köpek, yalvarma anam babam adına !
Gönlüm yüreğim kışkırtıyor beni,
diyor, şunun etini parçala, çiğ çiğ ye,
senin bana bu yaptıklarından sonra,
kimse uza klaştıramaz başından köpekleri,
getirseler bana kurtulmalığın on katını, yirmi katını,
tartsalar şurada, daha çok veririz deseler,
Dardanosoğlu al tın kosa teraziye senin ağırlığınca
döşeğine yatıp ağlayamayacak sana seni doğuran,
köpekler, kuşlar yiyecek bütün bedenin i . "
Akhil leus ileriediği bir çölü andıran yolda, insanlık dışı berbat
bir yalnızlığa doğru yürür. Kendi ölümünü arzular. Arkadaşlarının
felaketine aldırmadan orduyu terk etmekten söz ettiği sahnede zaten
bu görü lür. Yaşlılığı şan ve şöhrete yeğlediğini söyleme cesareti ni
bulur kendinde. Gün be gün hıncından söz eden bir ihtiyar gibi ya
şamak, yaşamının anlamını yadsımaktır. Bunu yapamaz.
Akhilleus aslında yaşamı �ever; hem her an, hem eylem içinde
çok ve her zaman sever. Yaşamın coşku ve eylem olarak ona verdi
ğini almaya hazırdır; içinde bulunduğu ana sımsıkı tutunarak her
olayın ona sunduğu şeyi açgözlülükle kapar. Öld ürmeye hazır, öfke
ye hazır, gözyaşına hazır, seveııcenliğe ve hatta acımaya hazır olan
Akhilleus her şeyi eşit bir kayıt5 ızlıkla, antik bilge tarzında değil de,
eşit bir arzuyla her şeyle beslenen gürbüz, acıkmış bir doğa tarzında
karşılar.
Acıdan bile sevinç çıkarmaktadır. Patrokles'in ölümünden kan
dökme sevincini yakalar ve şair bize, " korkunç bir acı dolduruyor
du A khilleus 'un yüreğini" derken, "silahları, onun kanatlarıydı havaya kaldırdı erierin başbuğunu bu kanat/ar" d a der.
Bu yaşam coşkusu Akhilleus'da o kadar güçlüdür ki onda her
şey ö l üme meydan okumak gibi görünür. Hiçbir zaman ö l ü m ü d ü
ş ünmez, ona göre ö l ü m yoktur. Var o l a n a öylesine güçlü bir b i
çimde bağla nmıştır k i . Iki k e z uyarılır: " Eğer Hek tor'u öldürür
sen, sen de öleceksin. " Karşılık verir: " Umurumda değil!" Ö l mek
d a h a iyidir, gemilerin yanında " yeryüzünün faydasız yük ü " kal
maktansa. O n a gelecek savaşta ölümünü haber vermek üzere ga
rip bir biçimde dile gelen atı, Ksanthos'a ( Ksantos) a ldırmaksızın
karşılık verir:
İLYADA VE HoMERos U N HüMANIZMt
l 6l
" N e diye haber verirsin bana öl ümümü,
Ksanthos sana düşmez bu.
Ben biliyorum sen demesen de,
sevgili babamdan, anamdan uzakta,
burada ölmektir benim kaderim,
ama bu hiç de um urumda değil,
kavgayı bırakmam Troyalıları getirmeden ama na . "
Ayağıtez Akhilleus böyle dedi,
sürdü tek tımaklı atiarını ön sıralara, naralarl a .
Bura da, Akhilleus'un bilgeliği derindir. Yaşamın yoğunluğunu,
süresine yeğleyecek kadar sever onu. Gençliğinde yapmış olduğu se
çimin anlamı buradadır: Savaş içinde elde edilen ün, ona sorunsuz
geçecek olan bir yaşamdan daha güçlü bir sevgi esinleyen bir yaşam
biçimidir. Ve bu seçimi, bir anlık zaaftan sonra, sıkı sıkıya korur. Şe
refle ölüm, aynı zamanda insanların belleğinde ölümsüz kalmak de
mektir. Akhilleus, günümüze ve daha ötesine uzanacak şekilde yaşa
ma yı seçmiştir.
Böylece, Akhilleus birey olarak, şan şöhret aşkıyla bütün zaman
ların insan topluluklarına bağlanır. Ün, onun için yalnızca görkemli
bir mezar değil, yaşayan insanların ortak yurdudur.
Yine llyada 'nın güzel bir sahnesi vardır ki, orada Akhilleus bir
başka biçimde, varlığındaki derin insanlığı gözler önüne serer. Hek
tor'u arabasının arkasında sürükled ikten sonra, geri getirdiği akşam,
onun cesedini çadırına koyup, sessizlikte ölü dostun u düşünür. Bir
den, yaşlı baba Priamos, her şeyini yitirmiş halde yaşamı pahasına,
önüne d ikilir. Akhilleus'un ayaklarına kapanır, "nice oğlunu öldür
müş o kanlı elleri öper" . Akhilleus'a uzakta ki ülkesinde hala yaşa
yan ve oğlunun hayatta olduğu düşüncesiyle avunan kendi babasın
dan, Peleus'tan (Pileas) söz eder. Akhilleus'a yalvararak cenaze töre
ni için Hektar'un cesedini kendisine vermesini ister. Akhilleus ba ba
sının anısı ile ruhunun derinliğine dek etkilenir. Ihtiyarı usulca aya
ğa kaldırır ve iki insan bir süre birlikte ağlarlar: Biri babasına ve Pat
rokles'e, öbürü Hektor'a ağlamaktadır. Akhilleus oğlunun cesedini
vermeyi Priamos'a vaat eder.
Tutkunun ve şanın bu sert kahramanının portresi son derece gü
zel ve Akhilleus'dan beklemediğimiz kadar parlak bir insanlık sah
nesinde böylece tamamlanır.
62
:
ANT1 K YUNAN UYGARLıC ı
Ve işte hayranlık uyandıran Hektar. Insan senden coşkulu söz
lerle söz etmek ister. Ama bütün kahramanlarını tam bir yansızl ıkla
ele alan, onlar hakkında hiç yargıda bulunmayan Homcros, bize bu
nu yasa klar. Şair sadece aynanın sırı olmak ister; o sır yaratıklarının,
sanatının aynasında yansırnalarına olanak verir.
Homeros yine de Hektor'a karşı sevgisini bizden gizleyemez. O,
Akhilleus'un kişilik özel liklerini en eski destan geleneğinden alırken,
Hektor'u, belki en çok önceki ilkel bir taslaktan yararla narak, ken
di el leriyle biçimlendirdi. Hektar onun en beğendiği kişid ir. Şair, bu
kişil ikte başka herhangi bir insana olan inancından fazlasını söyler.
Şunu da aklımızdan çıkarmayalım: Yunanlıların za feri demek olan
Troya Savaşının genel çerçevesinde bir şiir yazarken, bu şiirde Yu
nan yurtsevediğini hiç mi hiç saklamaz; ama Homeros bu yüzden de,
aklından geçen en yüce insan sayiul uğunu onun şahsında somutla
mak için düşman komutanını seçer kendine. Burada, Yunanlılarda
sıkça görülen bir hümanizma ( insancılık) güvencesi vardır.
Akhilleus gibi ve destan kişilerinin çoğu gibi Hektar da yiğit ve
güçl üdür. Onun gücünü ve güzelliğini hiç kan bulaşmamış birtakım
parlak karşılaştırmalar belirtir.
Ahırda günlerce arpayla beslenmiş bir at
na sıl ipini koparır da dörtnal koşarsa avaya,
güzel akan ırnıakta yıkanmadan edemez hani,
kurumludur, başı diktir, omuzlarına dökülmüştür yelesi,
diyecek yoktur çalımına,
çayırlara götürür onu çabucak dizleri.
Hektar da öyle . . .
Akhilleus kadar yiğit o l a n Hektar'un yiğitliği yine de bambaşka
bir niteliktedir. Doğanın değil de aklın yiğitliğidir bu. Kendi doğası
na göre kazandığı cesaret, ilke edindiği disiplin. Akhilleus'un tutku
su savaştan hoşlanabilir; Hektar ise savaştan nefret eder. Ve bunu
bütün yalınlığıyla, Andromakhe'a (Andromahi) söyler. Yiğit olmayı,
Troyalıların ön safında dövüşmeyi " öğrenmesi" gerekmiştir. Cesare
ti en yüce cesaret, Sokrates'e göre, korkuyu bilmernekten değil de,
onu aştığı için, cesaret adına layık tek cesarettir.
Hektar "k orkunç yüzünde gülümsemeyle dev yapılı" Aias'ın kar
şısına çıktığını görünce, içgüdüsel bir ürküntü devinimini bastıramaz.
İLyADA
V E
HoMERos,u N HüMANİzMı
i 63
Bedensel bir devinimdir bu: Yüreği göğsünde daha güçlü " çarpma" ya
başlar. Ama o, bu büyük fiziksel korkuya egemen olur. Onu alt et
mek için savaş hakkındaki " bilgi"sine başvurur. Şöyle söyler:
"Telamonoğlu tanrısal Aias, erieri güden
cılız bir çoc u k yerine koma ben i , . . .
çok i y i b i l i r i m savaşmayı öldürmeyi
tosun derisinden kalkanımı sağa sola savurmayı
sa vaşta dayanı klı b i r s i la htır bana o k a l kan,
iyi b i l i r i m hızlı a ra balarımı k arga ş a l ığa sürmesini,
savaşta A res aşkına göğüs göğüse hora tepmesi n i . "
Hektor korkaklığın çekiciliğini bilmez değildir. Akhilleus ile karşı
laşmak, onu öldürmek ya da onun tarafından öldürülmek için Troya
kapıları önünde duran Hektor için, duvarların üstünden, anasıyla ba
basının kente dönmesi için ona yalvarmalarını savuşturmak yine de, ol
dukça kolayd ır. Bu yalvarmalar, ona, ölümünden sonra Troya'nın ya
kılmasını, yakınlarının öldürülmesini ya da köle edilmesini gösterirken,
yüreğini parçalamaktadır. Yine de insanlık saygısı, bu eğilimi püskürt
ıneye yeter. Ama daha sonra kendi başına kalınca, yüreğin sessizliği
içinde, bu yiğitin kafasını birtakım garip düşünceler kurcala r. Savaşa
girerse kesin olan ölümünü düşi.inür. H1la ondan kaçmacak zaman yok
mudur ? Gerçekten duvarların ardına niye gitmesin ki? Hatta bir an Ak
hilleus'a yalvarmayı, hasmının karşısına savunmasız çıkmak için silah
larını surun dibine bırakınayı düşünür. Neden ona Troya lılar adına bir
uzlaşma önermesinler ki? (Gerçekten de neden olmasın ? ) Bir an bu düş
ten hoşlanır, makul bir anlaşmanın koşullarını aklından geçirir. Birden
silkinir. Çılgınlığı, zaafı açık açık görünür. Kendini taparlar "Neyi dü
şünüyor akimı ?" Hayır, yalvarmayacaktır Akhilleus'a. Bir kadın gibi
bırakmayacaktır kendini ölüme. Troya'ya onursuz dönmeyecektir. Düş
kurma sırası değildir; gençlik aşkları kadar uzaktır ona. "Bugün artık
kendi aralarında sevgiyle konuşan oğlanla kız gibi meşeden ya da ka
yadan söz etmek olmaz. " Ölüme karşıdan bakmak, yiğitçe ölmeyi bil
mek gerekir. Korkaklığa karşı çıkmak için yalnızca el ne der düşünce
si, özsaygısı yoktur, yaşamdan daha yüce onur da vardır.
Akhilleus'un yiğit olmak için düşünmeye gereksinimi yoktur.
Hektor akıl ve fik ir ediminde yiğittir.
Bu çok sağlam akıl kirnileyin onun ağzından çok güzel sözcük
ler çıkarır. Bir gün uğursuz ve öte yandan gerçeğe uygun bir kehane-
64 1
ANT1
K Y U N A N U Y G A R L I (; I
te uyan kardeşi Potydamas ( Polidamas) onu savaşı durdurmaya ça
ğırır; kehanetin doğru olmasından kuşkulanmayan ama her şeye
karşın savaşmak isteyen Hektor ona şöyle karşılık verir: "En iyi ke
hanet insanın yurdu için savaşmasıdır. " Kehanetlerin büyük etkisi
nin olduğu ve hele Hektor gibi çok di ndar bir adam tarafında n ko
lay kolay karşı çıkılınadığı bir dönemde bu söz şaşırtıcıdır.
Ama erdem ve akıl Hektor'u bütünüyle açıklamaz. Cesaretinin
derin kaynaklarını, d uygusal kaynaklarını belirtmek gerekir. Hektor
için erdem bir öz erek kavramı, bir " ideal" deği ldir; sevdiği ülke için
savaşmak, gerekirse onun uğruna ölmek, karısını ve çocuğunu ölüm
den ya da kölelikten k urtarmak için savaşmaktır. Hektar'un cesare
ti bilgenin cesareti değildir: Örneğin Sokrates'in cesareti gibi dünya
malına boş verme üstüne kurulu değildir, tam tersine onlar karşısın
da sevgiyle doludur.
Hektor yurdunu sever. "Kutsal llion'u ve Priamos'un dişbudak
kargılı halkını" sever. Onları her türlü umuda karşı koruyacak kadar
sever. Çünkü Troya'nın kaybedildiğini bilir. " Evet biliyorum, bir gün
yok olacak kutsal Troya . " ama sevgi böylesi inançlara takılıp kal
. .
maz: Sevdiklerimizi son ana kadar savunuruz. Hektar'un her eylemi
Troya 'nın kurtuluşuna yöneliktir. Akhilleus ne kadar toplumsal duy
guları önemsemezse, Hektor o kadar sitesine, hemşehrilerine, aynı za
manda kralı olan babasına yönettiği sevgiye bağlıdır. Ülkesini savu
nan sitenin oğlu Hektor, savaşan bir kabilenin yarı vahşi komutanı
olan ve yine vahşi savaşın kirnileyin hayvan düzeyine düşürd üğü Ak
hilleus'un tam karşıtıdır; site ona savaşın içinde bile toplumsal disip
linini kabul ettirir. Akhilleus kargaşa, Hektor düzen adamıdır. Akhil
leus Hektor'da, nefret ettiği kimseyi öldürmek ister. Hektor ise sade
ce Troya'nın a mansız d üşmanını öldürmeyi arzulamaktadır. Son kar
gısını atarken " Tanrılar rast getirsin " diye dua eder:
"Adamakıllı bir saka bilsem onu etine!
Savaş çok kolay olur Troyalılara, sen ölürsen,
sensin başımıza en büyük bel a . "
Savaş Hektar'un h e m yurtsever h e m de uygar olmasını engelle
mez: Onun yurtseverliği düşmana karşı kin içermez.
Hektor yine uygar olduğu için her zaman hasımla bir anlaşma
yapmaya hazırdır. Onda insanları birleştiren şeyin onları ayıran şe
ye baskın olabileceği duygusu çok açıktır. Aias'a şöyle söyler:
İLYADA
VE
H
OMEROS'UN
H0
MAN1ZM1
" Gel, değerli armağanlar verelim birbirimize,
şöyle desin Akhalarla Trayalılar
yürek yakan kinle dövüştüler ama,
gene de dostça anlaşıp ayrıldıl ar."
Hektar, kendisinden nefret eden Akhilleus'da hala var olan ken
di benzerlerinden birini görür, onunla görüşmek isternek Hektor'a
hayaleilik gibi gelmez: Ona Troya 'nın zenginliklerinden bir parça
değil de, Paris'in kaçırdığı Helene'yi ve hazineleri Yunanlılara geri
vermeyi önermeyi d üşünür. Salt bir korkaklık eğilimi yoktur burada.
Hektar'un eski bir düşü, düşmanları uzlaştıracak bir a nlaşma sap
Iantısı da vardır. Özellikle de, burada, aklındaki tasarıyı hemen bir
düş olarak gördüğü karar anında bile, tüm tutumunu etkileyen şid
dete karşı, o derin tiksinti vardır.
Yine daha sonra, dövüşten hemen önce, Akhilleus'a insancıl ve
makul son bir anlaşma önerir. Bu kavganın sonuncusu olduğunu bi
lir. ( " Ya sen benim elime geçersin, ya geçerim ben senin eline" der)
ama bir anlaşma düşüncesi hala baskındır:
" Haydi, tanrıları tanık tutalım a ntlaşmalarımıza,
olamaz onlardan iyi tanık , onlardan iyi bekçi.
Zeus bana zaferi verir de a lırsam canını,
dile gelmez saygısızlıklar gösterınem sana,
ünlü silahlarını sayar öl ünü geri veririm Akhalara.
Sen de, Akhilleus, yap benim gib i . "
Akhilleus b u n u sertçe geri çevirir:
" Hektar, düşmanım, antlaşmadan söz açma bana,
böyle şey olamaz insanla arslan arasında,
nasıl uyuşamazsa kurtla kuzunun gönlü ... "
Ve Akhilleus'u tanımladığı gibi Hektar'un önerisinin anlamını
da iyi belirten şu sözü ekler:
" Bizim de dostluk yapmamız akla sığmaz. "
Akhilleus tutkunun kendisini içine kapattığı özelin dışına çık
mazken Hektor evrensel içinde devinir. Onun kafasında canlandırdı
ğı bu antlaşma, bu antlaşma tasarısı, henüz basit ama gerçek devlet
ler hukuku ilkesinden başka bir şey değildir.
Ama Hektar'un ülkesine gösterdiği ve çoktan insan topluluğuna
da yayılmış gibi görünen sıcak sevgi daha derin ve daha diri bir te-
ı 65
66 1 A
1
NT
i K Y U N A N UY G A R L I C I
mele dayanır. Hektar yakınlarını sever. Hektar sağlam bir biçimde
bir kadının ve bir çocuğun aşkında kök salmıştır. Gerisi burdan tü
rer. Ona göre yurt yalnızca Troya'nın surları ve ka lesi ile Troya hal
kı değildir (bu elbette savunulacak bir devlet anlayışı değildir), yurt
hepsi yanında kendisi için değerli olan bu yaşamlardır ve onları kur
tarmak, özgürlük içinde kurtarmak ister. Hektar'un ülkesine karşı
aşkından daha " tensel" hiçbir şey yoktur. Andromakhe ile Astya
naks ( Astianaks) yurdun en kesin, en belirgin somut imgeleridirler.
Dövüşmeye gitmeden önce Andromakhe'ye şöyle der:
" Elbet bir gün yok olacak kutsal Ilyon,
Priamos, onun iyi kargı kullanan halkı.
O vakit ne Troyalıların acısı urourumda olacak,
ne Hekabe'nin ( Ekavi), ne kral Priamos'un acısı,
ne de kardeşleri min acısı urourumda olacak,
o kardeşlerim k i hem çok, hem soyludurlar,
gene de düşmana boyun eğip, girecekler toprağa.
Benim üzüntüm sensin asıl,
tunç zırhlı Aklıalardan biri a lacak hür gününü,
götürecek seni gözyaşları içinde,
Argos'a gidip tezgah dokuyacaksın,
gireceksin bir yabancı kadının buyruğu altına.
Su taşıyacaksın Messeis ırmağından, Hyperie (lperia) ırmağından,
çökecek omuzlarına kara kader,
Gözyaşı dökerken görecek biri, diyecek k i :
'Hektor'un karısıydı bu kadın,
Hektar, Ilyon'un çevresindeki kavgada,
Troyalıların en başında dövüşürdü.'
Yeniden tazelenecek senin acın,
seni kölelik gününden kurtaracak
böyle bir erkeğin olmadığına yanacaksın.
Köleliğe sürüklenirken çığlığını duymaktansa
Dağlar gibi toprak örtsün beni daha iyi . "
Andromakhe savaşa girmemesi için az önce Hektor'a yalvar
maktaydı. Ama artık bunu yapamaz, çünkü onun karşılıklı sevgile
rini savunduğunu bilir. Iki eşin bu son görüşmesinde antik edebiyat
ta çok seyrek görülen bir şey vardır: Onların birbirlerine gösterdik-
68 1 A N T 1 K
1
YUNAN UYGARLıCı
leri sevgide tam eşitlik. Aynı düzeyde konuşur, aynı d üzeyde sevişir
ler. Hektar, Andromakhe'de ve oğlunda kendisinin olan ona ait ni
metleri sevmez: O, onlarda kendininkine eşit değerde varlıkları se
ver.
Hektar'un sonuna dek savunduğu "sevgililer" bunlardır. Akhil
leus'un karşısında -yazgısının imgesi- silahsız ve yenik kaldığında,
her umuda karşı hala dövüşür, hala umutla bir antlaşma yapar.
Bu, tanrıların onu çoktan terk ettikleri andır. Hektar yanında
kardeşi Deiphobos'un ( Difovus ) olacağını sanmaktaydı, ama onu al
datmak için kardeşinin kılığına girmiş olan Athena vardı. Son kargı
sını attıktan, kılıcı kınldıktan sonra Deiphobos'dan bir silah ister.
Ama kimse yoktur orada, yapayalnızdır. O zaman yazgısını anlar,
onu ölümün göz kamaştırıcı aydınlığı içinde saptar.
" Eyva h ! Demek tanrılar ölüme çağırıyor beni.
Yiğit Deip hobos'u ben yanımda sanıyordum,
aldattı beni Athena, surların içindeymiş o.
Artık uzakta değil kara ölüm,
Ayağırnın dibine geldi, kaçamam onda n . "
Hektar bütünüyle a k l ı başındayken, yazgısını bilir, ölümünü o
kadar yakından görür ki sanki dokunur ona. Ama bu görünüşten bi
le adeta yeni bir güç alır. Hemen şu sözleri ekler:
" Gene de k ıyasıya dövüşrnek düşer bana,
bir y iğitlik göstereyim de öyle öleyim,
duysun gelecekteki insanlar bile. "
Ö lüm anı hala mücadele anıdır. Hektar kaderine bir insan eyle
mi ile -insan toplumunun büyük olarak değerlendireceği bir eylem
le- karşılık verir.
Demek ki Homeras'un hüma nizmi bu kişilikte bize hem gerçek,
hem coşku veren bir insan imgesi sunar. Hektar yakınlarına duydu
ğu sevgiyle, evrensel değerler bilgisi ile ve son nefesine kadar, çaba
ve mücadele içinde tanımlanan bir insandır. Ölürken ölüme meydan
okur gibi görünür. Insanca çığl ığının -daha iyi insanlık çabasındaki
bu insanca çığlığın- "geleceğin insanları " yani bizler tarafından du
yulmasını ister.
İLy
ADA VE HoMERos'uN HüMANİzM1
Akhilleus ve Hektar: Yalnızca iki insan mizacının değil, insan
evriminin iki döneminin de karşıtlığıdır.
Akhilleus' un büyüklüğü, yok olmak üzereymiş gibi görünen bir
d ünyanın, şu Akhalı savaş ve yağmacılık dünyasının yangın a levle
riyle aydınlanır. Ama bu dünya tam olarak yok olup gitmiş midir,
yoksa hala zamanımızda devam edip gidiyor mu ?
Hektar toprağını ve hukukunu savunan toplulukların, siteler
dünyasının habercisidir. Antlaşmalar bilgeliğini dile getirir, en geniş
insan kardeşliğinin ha bercisi olan aile sevgilerini dile getirir.
Soylu llyada; bizlere dek ulaşan, doğruyu haykıran çığlık. Akhil
leus ve Hektar gibi birbirine karşıt iki önemli kişiden damıtılmış şi
ir çok yüksek ve dört dörtlük. Tarihin gelişimiyle ilişkili karşıtlık;
hala damarlarımızda atmakta.
ı 69
Dionysos'un deniz yolcul ugu. (Eksekias'ın bir kupasının
dibi, VI. yüzyılın son çeyregi)
BöLÜM
III
Ü D YS S EU S
VE
D EN İ Z
�
garlık bir özgürleşme ve fetih harekitıdır. Ünlü Home
ros'un adıyla b ize ulaşan ikinci destan bu fetihlerin en önemlilerin
den biridir: Cesaret, sabır ve zeka ile Yunan halkının denize açılma-.
sı. Işte bu fethin kahramanı Odysseus'dur ( Odysseia destanı onun
adını taşır) .
Odysseia'nın şairinin llyada'nınkiyle aynı kişi olup olmadığı ko
nusunda kesin bir bilgi yoktur, hatta çok kuşkuludur. Eskiler daha o
zamanlar bile bu konuda kuşku d uymuşlardır. Şiirin dili, töreler, din
sel inanışlar llyada'dakilerden belki yarım yüzyıl daha yenidir. Bu
nunla birlikte, şiirin doğuşu, doğaçlama oluşması, Homerosoğu lları
( Homerides) adı verilen bir şairler loncasında önceleri sözlü olarak
aktarımı, bütün bunlar llyada konusunda old uğu gibi açıklanabilir.
Onu dizelere döken ozan/şair, geniş Odysseus destanları çevrimini
oluşturan bir şiirler toplamını, kuşkusuz kendine konu edindi : Sana
tının kurallarına göre seçtiği bölümleri sıraya koyan, genişleten ya da
72 1
ANT1K YUNAN UYGARLı Cı
kısaltan ozan elimizdeki şiire sağlam bir bütünlük verebiimiş ve ona
kahramanının güçlü kişiliğini katmıştır. Odysseus olmasa, Odysseia
ancak ilginç yanları olan değişik bir masallar ve maceralar derlernesi
olurdu. Ama gerçekten bu masallardan hiçbiri, bu maceralardan h iç
biri -bunların kökenieri çok değişiktir ve kirnileyin insanlığın ilkel
falklorunun karanlığında yitip gitmişlerdir-, bu anlatılardan hiçbiri
yoktur ki Odysseus'un ya cesaretini, ya kurnazlığını, ya zekasını ya
da bilgeliğini dile getirmesin. Odysseia'nın şairi, yani henüz şekilsiz
bir şiirsel konuyu oluşturan, biçimlendiren, yönlendiren; olay, olgu
lar ve kişiler olarak her şeyi yalnız Odysseus'a bağlayan kişi; bir de
kendisinin yeniden yarattığı bu yapıtı yazı ile saptayan kişi çok bü
yük bir şairdir. Dahası şairden de öte büyük bir sanatçıdır. Odysse
ia 'nın yazım tarihi, çok yaklaşık kestirimle, zamanımızın epey geri
sinde l.ö. VIII. yüzyılın ikinci yarısı, hatta sonuna yakın olarak sap
tanabilir. (Bu tarih konusunda bütün bilim adamları anlaşmaktan
uzak, hem de çok uzaktırlar . ) Kendisi bilmiyormuş gibi görünse de,
Yunan halkı tarafından Batı Akdeniz'in keşfi ve fethi sırasında yazı
lan Odysseia, Yunan halkının ulusal destanı olmadan önce, yükselen,
gemiciler, tüccarlar ve deniz adamları sınıfının şiiridir.
Şairinin adı bizce pek önemli değildir. Öte yandan llyada ve
Odysseia'nın belki de farklı azanlarını aynı Homeros ( belki de Ho
merosoğulları lancasının bütün üyelerinin bir tür aile adıydı bu)
adıyla anmakta hiçbir sakınca yoktur. Onu, bizden önceki yirmi beş
yüzyılı aşan zaman yaratmış ve aradan geçen yüzyıllar bu iki başya
pıtın güzelliklerini yudumlamaktan geri kalmamışlardır.
Gördük ki, Yunanlılar ülkelerine geldiklerinde ne denizi ne de
gemi kullanmasını fazlaca biliyorlard ı . Oysa gemicilik sanatında on
ların ustaları olan Egeliler yüzyıllardan beri kürekli ve yelkenli gemi
ler k u l lanıyor, Homeros'un dediği gibi, belli başlı " deniz yolları " nı
keşfediyorlardı. Asya kıyısına götürenler, Mısır'a ve daha ötesine gi
denler, Sicilya'dan itibaren Batı Akdeniz'in kapısını açanlar vardı.
Egeliler bu yollarda örneğin "sessiz değiştokuş " dedikleri basit tica
ret biçimleri uyguluyorlardı; buna göre denizciler değiştirmek iste
d ikleri ürünleri getirip bir kıyıya bırakırlar, sonra gemilerine dönüp,
yerliterin aynı değerde ürünler bırakmalarını beklerler. O ndan son-
0 D Y S S EU S V E
0
EN1Z
ı 73
ra -genellikle birçok deneme yapılır- mallar takas edilir. Ama, Ege
ticaretinin en i lkel ve en sık görülen biçimi henüz düz korsanlıktı.
Pelasg korsanları Hellen geleneğinde uzun süre ünlerini korudular:
Gerçekte; onların korkunç ardılları oldu.
Gerçek anlamıyla Yunanlılar -bunu tekrarlamak gerek- Egeliie
rin denizcilik geleneklerini ancak yavaş yavaş benimsediler; bunun
için yüzyıllar gerekti. Onlar, her şeyden önce toprak adamıydılar.
Avı ve de küçük sürülerini ihmal de etmeksizin, denizi öğrenmeden
önce, toprağı işlerneyi öğrenmek zorundaydılar. Bir süre sonra salt
tarımsa l ekonomi onlara yetmez oldu. Yalnız doğunun onlara sağla
yabileceği işlenmiş ve doğal ürünleri gereksinip istediler. Soylular
k ülçe altın, mücevherler, işleme ya da renk renk boyama kumaşlar,
güzel kokular istiyorlardı. Öte yandan, söylendiğine göre, batı, al
mak isteyene toprak, hem de çok iyi toprak sunmaktaydı . Orada he
nüz çok genç Yunanistan'ı dolduran serseriterin ağzının suyunu akı
tacak nice şey vardı . Ama herhalde Yunanlıları denize açılmaya yü
reklendirmede, bazı metailere olan gereksinim, tüm başka şeylerden
daha çok yardımcı oldu. Ülkede demir bol değildi. Hele, kalay, Yu
nanistan'da da komşu ülkelerde d e hiç yoktu. Oysa bakırla birlikte
tunç bileşimine giren bu metal, bu alaşımla, dayanıklı olduğu kadar
güzel bir bronz üretebilen tek metaldir.
Gerçi demir kılıç, Oorların istilasından itibaren tunç hançeri alt
etmişti ama, VIII. yüzyılda ve daha sonra zırhlı ağır askerin koruyu
cu zırhının yapımında aranan metal hala tunçtur. Dört parçalı zırh
şöyledir: Tolga, omuzlardan karına koruyucu zırh, baldırlarda ba
cak zırhı, sol kolda kalkan. Savaş alanlarında bu soylu zırh egemen
olduğu sürece kalay, bu zırhı taşıyanlar için zorunluydu.
Öyleyse ilk ticaret saferlerinin başını çekenler eski klanlardan çı
kan gözüpek soylulardır. Yalnız onlar gemileri yaptıracak ve dona
tacak d urumdaydılar. Bu toprak zenginleri bu yeni zenginlik kayna
ğını, yani ticareti bulduklarına pek de üzülmüş gözükmezler. Ama
denize açılacaklar yalnız onlar değildi: Kürekçilere, tayfalara, kaçak
çılara ve topraklarda çal ıştıracak çiftçilere ( yarıcılar) �- gereksinimle
ri vardı. Yunanistan'da bol bol b ulunan topraksız ve işsiz insan kit
lesi onlara karlı seferlerinin çekirdeğini sağladı.
Ama VIII. yüzyılın insanlarını bir tür büyü ile etkileyen bu nadir
kalayı nerede bulmalı ? En azından Akdeniz'de, sadece iki bölgede.
•
K i ralanan toprak çalışanları 1 /6 oranında üründen pay alan ortakçılardı.
1
74 !
ANTIK YUNAN UYGARLI CI
Ilki Karadeniz'in dibinde, Kafkasların eteğinde bulunan Kolkhis'de.
Ö nce lonia'nın büyük denizci lik sitesi Miletos, sonra da başkaları,
doğudaki bu kalay yolunu kullandı: Miletos kendi madenciliğini ve
komşu halklarınkini Kafkas madenieriyle besledi. Ama, Asya boğaz
larının eski yolundan çok daha tehlikeli ve daha bilinmedik bir baş
ka kalay yolu daha vardı: Yunanistan'ı güneyden dönüp adasız de
nize giren yol, tehlikeli Messina Boğazından ötede ve İtalya kıyıları
nı izleyerek Etruria maden ocaklarının kalayını bulmaya gidiyord u .
B u y o l Euboea'daki ( Evia ) Khalkis ( Halkis) v e Korinthas ( Korintos)
gibi, büyük demirhane usta ları yetiştiren sitelerin yolu idi.
Bu batı yolu, aynı zamanda Odysseus'un uzun gezi yoludur ve
kuşkusuz hem bu yoldan giden maceracılar, denizciler, sömürge
adamları hem de şu zengin tüccarlar ve silah yapımının coşturduğu
askeri oligarşi için yazılmıştır Odysseia'mız. Odysseus ise, denizci
ler, tüccarlar ve soylu işadamlarından oluşan bu uyumsuz yığının
öncüsü durumundaydı .
Bununla birlikte, Odysseia'mız, kalayın ele geçirilişinin öyküsü
nü açıkça anlatmaz. Bütün destanların yaptığı gibi yapar. Batıdaki
deniz yollarında elli ya da yüz yıl önce bir denizcinin yaptığı inanıl
maz keşifleri efsanevi bir geçmişe taşır. Homeros, bu bilinmeyen de
nizi, Odysseus'dan önce keşfetmiş olan ve bütün limanlarda gemici
ler arasında ağızdan ağıza dolaşan anlatılardan yararlanır -dev insan
l ar, yüzen adalar, gemileri yutan ya da parçalayan canavarlar. Home
ros'un Odysseus'u, iki kez büyücünün adası ile karşılaşır. Ve denizci
ye yurd unu unutturan bitkinin öyküsü de vardır. Odysseia, tıpkı Bin
bir Gece Masalları 'nda olduğu gibi böyle öykülerle doludur. Destan
da, tarihi ya da coğrafi, kökeni ne olursa olsun, öykümüzün hareket
noktası, lthake kralı O dysseus'un Troya'dan dönüşü ile hiçbir ilgisi
olmayan ve ondan çok daha eskilere dayanan masallardır.
l lyada 'nın O dysseus'u büyük saygınlığı olan iyi bir asker, or
d u d a bulunan Thersites gibilere disiplini kabul ettiren çok güçlü
bir kral, bir diplomat, çok zeki bir konuşmacıd ı r . Büyük bir deniz
ci olduğunu gösteren hiçbir belirti yoktur. Odysseia'da ise tersine,
deniz adamları hakkında halk imgeleminin uydurmuş olduğu Sin
bad ya da Robinson Crusoe'ninkiler türünden tüm serüvenler onun
başından aşağı boşaltılmış gibidirler.
76 1
ANTIK YUNAN UYG A R L I C I
O , maceraları kendine çeker, " birçok halkı gören, onların adet
lerini tanıyan, denizin kötü yanlarına dayanan, kendi hayatını ve
başkalarınınkini kurtaran 'insan "' olur. Deniz serüvencisi, " dört bir
yanda dolanıp duran " insan, " ele avuca sığmaz" denizlerde acı çe
ken kahraman olur çıkar. Böylece batının denizlerinde yolunu şaşı
ran denizcilerin atası ve koruyucusu, Homeros'un kendileri için tür
kü yaktığı, o yiğit serüvencilerin efsanevi öncüsü haline gelir.
Ama bu denizci masallarından daha önce, hatta bütün Akdeniz
gemiciliğinden önce O dysseus simgesinin oluşumuna başka öğeler
girer. Odysseus, koca 'nın dönüşüne ilişkin halk öyküsünün de kah
ramanıdır. Bir erkek uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Karısı ona sadık
kalacak ve dönüşünde onu tanıyacaktır; eski İskandinav azanların
da ve Ramayana'da da gördüğümüz bu antik öykünün d üğümü böy
ledir. Koca yaşlanmış ya da kılık değiştirmiş olarak döner ve kimli
ğini ·gösteren üç işaretle tanınır. Işaretler, masalın bir türünden öbü
rüne değişir. Ama Homeros' un kabul ettiği anlatırnın üç işareti
Odysseia'da şu biçimde göze çarpar. Kendi yayını gerebilen yalnız
kocadır. Evlilik yatağının nasıl kurulduğunu yalnız o bi lmektedir.
En sonu, kocanın bir yara izi vardır ki onu yalnız karısı bilir. Bu işa
ret öyküdeki son işaret olacaktır, çünkü eşierin kesin olarak birbiri
ni tanımasını sağlar. Homeros'un izlediği masalda işaretierin sırası
herhalde böyleyd i . Şair bunları şiirin son derece dramatik üç sahne
sinde kullandı, ama bunların sırasını değiştirerek, önemini ayırarak,
kullanım d üzeylerini farklılaştırarak kullandı. Halk masallarında
olaylar hemen her zama n üç dizi halinde meydana gelir. Bu üçlü yi
neleme saf merak duygusunu ayakta tutar. Homeros yinelemenin et
kisini belirtmek yerine üç işaretin koşullarını elinden geldiğince de
ğiştirir. Yalnızca evlilik yatağı işareti, hala güven duymayan Penelo
peia'nın ( Pinelopi ) Odysseus'a bir tuzak kurduğu o güzel sahnede,
iki eşin birbirini tanımasında kullanılır. Penelopeia Eurykleia'ya (Ev
riklia ) , evlilik yatağını yatak odasından d ışarı çıkarmasını buyurur.
Odysseus titrer. Kökleri toprağa bağlı canlı bir zeytin ağacının göv
desine yatağın tabanı olacak bir biçim vererek yatağı vaktiyle kendi
yapmıştır. Bir rezilin çıkıp zeytin ağacını tam dibinden kesmedİğİ sü
rece kurmuş olduğu yatak düzeneğinin bozulmaz olduğunu bilir. Bu
nu söyler ve böylece kendini karısına tanıtır. Yay işareti, talipliler
arasındaki büyük yarışma sahnesinde kullanılır. Odysseus hiçbirinin
kuramadığı yayı kurarak ve okunu Antinoos'a ( Antinous) yollayaHerakles'in başı. Selinus metopu
(VI. yüzyılın başı)
78 1
ANT1 K
Y U NAN
UY G AR LI C I
rak talipiiiere kendini tanıtır; adını bir meydan okuma olarak savu
rur. En sonu, üç işaretten birincisi yara izi, bütünüyle beklenmedik
bir sahnede kullanılır: Yara izi onu, ayaklarını yıkadığı sahnede,
yaşlı dadısı Eurykleia'ya tanıtır, bu da çok önemli bir düğümü uyan
dırır ve Odysseus'un ustaca yaptığı planı altüst etme tehlikesiyle kar
şı karşıya bırakır.
Böylece Homeros'un sanatı, kocanın eve dönüş masalından, " di
zi halinde" a ldığı öğeleri canlı, beklenmedik ve değişik durumlarla
zenginleştirir.
Bir erkeğin yurduna dönüşünün şiiri olarak Odysseia'nın uzak
kökenierinden bazıları bunlardır.
�
Iyi bilinen bu şiiri bir kez daha anlatmanın yararı yoktur. Yine
de Odysseus'un ancak, yokluğun d a komşuları tarafından tavlanma
ya çalışılan karısı Penelopeia 'ya ve giderken k üçük yaşta bıraktığı Te
lemakhos'a (Telemahos) olduğu kadar, mülküne de çok bağlı bir top
rak sahibi olduğunu unutmayalım. Troya on yıl süren kuşatmadan
sonra ele geçirilince o yalnızca tez elden dönmeyi düşünür. Ama ada
sı Ithake'ye varması için Yunanistan'ı dolaşması gerekir. O sırada,
Maleas burnunda bir fırtına, onu batı denizlerinde Sicilya, Sardunya,
Kuzey Afrika'ya doğru atar; Troya Savaşından sonraki yüzyıllarda
buralar, bilinmeyen denizin ötesindeki ülkeler, canavarların yaşadığı
korkunç topraklar olmuşlardır yeniden. Böylece, bu toprak adamı
zorla denizci olur. Ama o yalnızca hep dönüşünü, Ithake'sini, ailesi
ni, topraklarını düşünmektedir. Odysseia bu dönüşün on yıllık öykü
südür, denizin tuzaklarına karşı mücadeledir, sonra da kılık değişti
rip evine döndüğünde karısını çepeçevre kuşatan, kendi evine yerle
şip malını mülkünü tüketen talipiiiere karşı mücadeledir; bu talipiiie
ri yavaş yavaş, sakına sakına kendini tanıttığı yirmi yaşındaki oğlu
nun ve sadık iki uşağının yardımıyla öldürür. Odysseia bir aile m ut
luluğunun yeniden kurulmasıdır. Ama elbette nice çabalar, nice mü
cadelelerden sonra !
O zamanın insanları için batı denizi çok korkunç, henüz yabanıl
bir gerçekliktir. Düşünmeden oraya gidiveren insanları sayısız tehli
keler beklemekted ir. Akıntılar gemileri sürükler, dar geçitlerde ya da
burunların kayalıklarında fı rtınalar parçalar ya da yıldırım düşünce,
0DYSs EUS VE
0 EN l Z
ı
i 79
gemi kükürtle dolar ve tayfası denize dökülür. Hatta gökyüzü öyle
sine kapanır, kılavuz-yıldızlar öylesine gizlenirler ki insan artık "gü
neşin yeraltına indiği koyu karanlıkta mı yoksa tan yönünde mi" ol
duğunu bilemez. Odysseus'un karşılaştığı gündelik tehlikelerden ba
zıla rı bunlardır. Ama boğazlarda gemileri bekleyen, onları soyan,
tayfaları köle olarak sata n korsanlar da va rdır. Ya da bilinmeyen bir
kıyıya çıkan gemicileri öldüren vahşiler. Ya da insan yiyenler.
Ve Odysseus ile adamları korkulu denizde rastgele, ne tür bir ge
miyle dolaşırla r ? Güvertesi olmayan, ancak bir yelkeni bulunan, yal
nızca art rüzga rdan yararlanabilen bir gemidir bu. Baştan esen rüz
gar tayfaları kaçınrken ilerlemek olanaksızdır. Rüzgar ters esiyorsa
kürek çekmekten başka yapacak şey yoktur. Gökteki takımyıldızlar
dan başka harita olmayınca ve özellikle yiyecek nedeniyle çoğu za
man kıyıyı takip ederler. Çünkü gemiye yalnız ekmek -bir tür gale
ta- ve özellikle çok az su alınabilir. Bu, günaşırı veya gündelik ko
naklamalar ve bilinmeyen topraklarda bir pınar bulmak için genel
likle uzun araştırmalar gerektirmektedir. Meğer ki, direğin tepesine
geceleyin bir koyun derisi asılsın gecenin çiyini yiyince bir tas suyu
sıkılsın. Ona bile gereksi nim vard ı .
VIII. yüzyılda Yunanlı denizcinin yaşamı böyledir; b u , o zama
nın insanlarınca berbat bir yaşam, insanın, doğal güçlerin en kor
kuncuna savunmasız teslim olduğu köpekçe yaşam sayılmaktadır.
Efsaneye göre, batı yollarında deniz fatihlerinin öncüsü Odysse
us, kahramanca yol alır, geçtiği yerlerde hemencecik, birbiri ardına
Yunan siteleri çoğalacaktır. Ama, o aynı zamanda, deniz adamları
nın onunla ilgili olarak ak tardıkları arasından geçip giderek, halk
imgelerinde, gerçek tehlikeleri a bartıyla gerilerde bırakan d üşsel teh
likelerle dopdolu masal ülkelerine doğru ilerlemektedir.
!talya kıyılarında sadece insan yiyen vahşiler yoktur; ellerine
geçtiğinde yabancıları yemekle birlikte, sürülerinin sütü ve peyniri
ile geçinen tek gözlü devler, Tepegözler vardır.
Denizdeki adalarda gemici leri, a şk zevkleri ve tuzaklarıyla alıko
yan güzel tanrıçalar-periler de vardır. Kendini arzula yan erkeklere
teslim olurken onlara değneği ile vurarak aslan, kurt ya da başka
hayvaniara çeviren tanrıça Kirke ( Kirk i ) de bunlar arasındadır. Do
muz yavrularına çevrilen Odysseus'un arkadaşlarından çoğunun ba
şına gelen felaket de budur. Ama O dysseus asla arkadaşlarını bırak
maz. Yiğitçe, tanrı Hermes'in de yardımıyla tanrıça nın sarayına gi-
80 1 A N T 1 K
Y U N A N U Y G A R L I (; I
rer, yatağına çıkar, kılıcıyla onu korkutur ve ondan büyünün sırrını
alır. Onun kaybolduğunu sanan arkadaşları dönüşünde onu " buza
ğı/ar karınlarını doyurup ağıla dönen inek sürüsünü nasıl karşılar
/arsa, nasıl hop/aya zıplaya atılır/arsa inek /erin üstüne, nasıl sığmaz
olurlarsa mandıralara ve nasıl böğürerek analarının çevresinde dört
dönerlerse" öyle karşılarlar.
Denizdeki adalarda başka tanrıçalar da yaşarlar. Ogygie adası
nın kraliçesi nemfa Kalypso ( Kalipso) vardır. Onun mağarasına ya
kın bir kıyıya savrulan Odysseus, tıpkı bir güney denizleri gemicİsİ
nin Polir ezyalı bir güzele vurulması gibi ona aşık olur. Ama sevdiği
ve gemisi t�attığı için kendisini terk etme olanağından yoksun kalan
cesur ölüml ;i yü yedi yıl boyunca her gece yatağında tutan periden
daha çok ve d a ha çabuk, Odysseus kendi kazanımından bıkar. Yine
her gün Odysseus gidip kıyıda bir kayanın üstüne oturur ve durma
dan kendisini ülkesinden yurdundan, karısından, oğlundan, asma ve
zeytin ağacı dikili mülkünden ayıran sınırsız enginlere bakar. Sonun
d a Kalypso, Zeus'un buyruğu üzerine, onun gitmesine izin vermek
zorunda kalır. Kalypso ona bir balta, bir çekiç ve kalaslar verir;
O dysseus bu gereçlerle uçsuz bucaksız enginlere korka korka mey
dan okumak üzere basit bir sal yapar.
Yine denizdeki bir başka adada ise Sirenler vardır: Bunlar çok gü
zel bir sesle, ezgiler söyleyerek denizcileri kendilerine çeken, sonra da
onları parçalayıp yiyen yarı kuş, yarı kadın yaratıklardır. Çayırda,
önlerinde yığılı kemik kümesi görülür. Bu adanın açığından geçen
hiçbir gemici bu büyülü sesin çağrısına karşı koyamamıştır. Odysse
us Sirenierin olağanüstü ezgisini d inlemek ister, ama onların kurbanı
olmadan. O dysseus d üşünür, her zamanki kurnazlığıyla, istediğini el
de etme ve korktuğundan kaçınma çaresini bulur. Tayfalarının ku
laklarını balmumu ile tıkar, kendini ise gemisinin direğine bağlatır.
Odysseus, böylece ölümlülere yasak bir güzelliği tatmak üzere müthiş
bir tehlikeyi hiçe sayar ve bunun üstesinden gelir. Insanlar içinde yal
nız o, yok olmadan Büyüleyici Kuşlar'ın sesini duyacaktır.
Odysseia'nın şairinin çok güzel anlatımlada ol uşturduğu bu son
öyküler, Homeros çağı Yunan halkı için denizin, ne kadar tehlikeler
le dolu olursa olsun, çekici de old uğunu gösterir . Odysseus denizden
korkar, ama, aynı zamanda onu sever ve tadını çıkararak ona sahip
olmak i ster. Ün;:ı giire, düşüncesi bile " kalbini yoran" bu sınırsız en
g i n l i k b u y ü k h i r !-ı�ı sran c ı ka rıcıd ı r da. Ah! Elbette ki en başta ondan
oov s s Eus
v E D EN ı z
J sı
elde edilen kazançtır bunun nedeni. Denizin ötesinde, der "sayısız
hazineler bulur insan " ; " dünyanın geniş bir parçasını aşarak altın ın,
gümüşün ve fildişinin görkemini getirir ülkesin e " .
Ülkesine dönmekten başka b i r şey düşünmeyen aynı Odysseus
bazen de "kimsenin değerlendirmeyi düşünmemesine" şaşıp kaldığı
bir adayı a ncak üzülerek terk eder gibidir. Görür görmez daha he
nüz vahşi adanın çeşitli bölgelerini hayalinde şöyle bir düzene sokar:
Şurada yumuşak topraklı nemli çayırlar, az ilerde güzel bağlar, da
ha sonra tarlalar olabilir; çiftçilik kolay olacak ve iyi ürün verecek
tir. Yerden bir avuç toprak a lır ve " toprağın altında yağ" olduğunu
görür. Gemilerin palamarlara bile gereksinimi olmayacak rüzgara ve
dalgaya karşı korunmuş sakin limanı hayranlıkla seyreder. Toprak
adamı olarak Odysseus denizaşırı toprakları ele geçiren bir sömür
geci ruhuna sahip gibidir. Bu uzak ülkelerde ( henüz ıssız ya da cana
varların oturduğu ülkeler) halkının kuracağı (kurmaya başladığı)
kentlerin daha şimdiden ortaya çıktığını görür gibi o lur.
Demek oluyor ki, denizaşırı d ü nyalar korku kadar güçlü ve çe
kicidir. Ve Odysseia efsanesinde beliren yalnızca kazancın tadı değil,
Yunan halkının, dünyaya ve barikalarına karşı duyduğu sonsuz me
raktır. Odysseus, garip şeyler görme isteğine hiç dayanamaz. Yol
daşlarının yalvarmalarına karşın neden Tepegöz'ün mağarasına gi
rer ? Onun yanıtı şöyledir: Bir ölçüde Tepegöz'ün yabancılara sun
mak adetinde olduğu konukseverlik armağanlarını kandırıp ondan
almayı umduğu için, ama özellikle bu garip varl ığı, "ekmek yiyici"
olmayan bu devi görmek istediği içindir. Kirke'yi görmek isteyişi, Si
renler'i duymak isteyişi gibi. O dysseus d ünya ve orada olan her şey
karşısında derin bir şaşkınlık duygusuna kapılır. O d a bütün ilkel in
sanlar gibi, doğanın sırlada dolu olduğunu d üşünür ve bundan kor
kar; o korku ki, doğayı canavarlarla doldurmuştur. Ama işte gidip
görmek istediği de bu sırdır: Onu kavramak ve onu tanımak ister. Ve
elbette sonunda ona egemen olmak ve doğanın hakimi olmak ister.
Bu bakımdan o uygar bir insandır.
Odysseus doğaya söz geçirmeden, denize ve deniz yollarına ha
kim olmadan önce, onu, korkunç ve çekici bulmuştur. Korkularını
olduğu kadar düşlerini ve umutlarını da yükler denize. Belki de bu-
82 1
A
NT1 K Y UNAN UYGARLıCı
lup ortaya çıkarma işinin insanoğlunun ustune düşeceği bu denizi
adeta yeni baştan yaratır kafasında. Odysseia'nın en güzel bölümle
rinden bir olan Odysseus'un Phaiak'lar ( Feaks) ülkesindeki serüve
nine, Nausikaa ( Na fsika) ile karşılaşmasına bütün değerini, bütün
çekiciliğini veren işte bu dünyayı ve insanı yeniden yaratma gücüdür.
Kimlerdir bu Phaiak'lar? Hiçbir haritada aramayalım onları. So
nunda yola getirilen denizin ortasında, bilgelik ve sadelik içinde ya
şayan son derece verimli bir ülkede oturan bir mutlu insanlar toplu
luğudur Phaiak'lar. Onların ülkesi -Skherie'dir ( Skeri )adı- zaman
dan bağışık bir altın çağ adacığı, bir El-Dorado'dur: Burada güzel
likte, görkemde, erdemde doğa ile sanat yarışır birbiriyle.
Kral Alkinoos'un büyük bahçesinde, ağaçlar daima dört mevsim
meyve vermektedirler.
" Ağaçlar dal budak salınıştı burda kocaman kocaman,
armut ve nar ağaçları, pırıl p ırıl yemişii elma ağaçları,
bal gibi incirler, yemyeşil fış kıran zeytinler,
n e yok olur, ne eksilir yemişleri bu ağaçların,
yaz, kış ara vermeden bütün yıl yeşerirler,
Zephyros (Zefizos) estikçe biri biter, biri düşer,
taze armut biter kuruyan armut yerine,
elma üstüne elma salkım üstüne salkım,
incir üstüne incir biter . "
Alkinoos' u n sarayı ise güneşe ve a y a benzer b i r parıltıyla parla
maktadır. Sarayda a ltın, gümüş ve tunç ışıldar. Tanrı Hephaistos'un
( Ifestos) yüce yapıtı olan altından ama bir o kadar canlı köpekler,
sarayın kapılarınd a bekçilik ederler. Hasılı, bu bir peri masalı sara
yıdır. Bu El-Dorado'da töreler de altındandır, Nausikaa altın kalpli
.
dir ve tüm aile yeryüzü cennetine yaraşır. Rüzgarlara ve koca dalga
lara karşı kürek çeken zavallı denizcilerin düşlediği bu Phaiak gemi
ciliği altın çağda kalmıştır: Phaiak kadırgaları akıllı gemilerdir: Bun
lar denizeiyi avarya lardan ve sisler içinde kaybolmaktan korkmaksı
zın gitmek istediği yere kadar götürürler.
Skherie işte böyle bir yerdir; üstelik oyunun ve ezginin yurdudur.
K uşkusuz burada bir düş, peri masalı payı vardır, ama becerikli Yu
nan halkında, insanların bir gün topraktan harika bir bahçe, içinde
mutlu bir yaşam sürdürebilecekleri bir barış ve bilgelik ülkesi yara
tabileceklerinin belli belirsiz düşü ncesi ve belirgin hayali de vardır.
0DYSSEUS VE
0
EN1Z
ı 83
Ama Skherie'nin güzelliği yine de Nausikaa'dır. Bu kral kızı o
kadar sevimli saflığıyla hem çamaşır yıkaya bilir hem de kendisi ile
konuşmak için çalılıktan çıkıp gelen vahşiler gibi çıplak bir yabancı
yı ağırbaşlılıkla karşılayabilir. Bir gün önce fırtınanın kıyıya attığı
Odysseus, ormanın kena rındaki bir koruda yapraklar a ltına büzülüp
yatmıştır. Yine o gece Nausikaa bir düş görür. Düşünde Athena ona
yakında evleneceğini ve düğün günü için denizin kıyısındaki ırmak
ta ailenin çamaşırını yıkaması gerektiğini söyler. Nausikaa babasına
gidip şöyle der:
" Hazırlatsana bana, canım babam,
güzel tekerli yüksek arabayı,
çamaşır yumak isterim gidip ırmağa,
kipkirli durur ortada rubalarımız.
Sen en başta gelenlerdensin toplantıda,
tertemiz ruba lar giyinmen gerek.
Sarayında beş oğlu n yaşar,
ikisi evl i, üçü delikanlı, bekar,
hepsi yeni yıkanmış rubalar ister . "
Yine de Nausikaa
" ... u tan d ı söz açmaya
sevgili babasına, düğünü nden . "
A m a babası bunu anladı v e ona şöyle dedi:
" Ne katıdarımı esirgerim senden,
ne de başka bir şeyimi, yavrum "
Nausikaa böylece çamaşır ve hizmetçileriyle yola çıkar. lrmakta
ayakları ile çiğneyerek çamaşırı yıkar, kıyıdaki çakılların üstüne se
rerler. Oturur yiyip içerler, sonra top oynamaya başlarlar. Bu arada
top ırınağa düşer. Kızlar çığlık atarlar, O dysseus d a uyanır. Yaprak
tarla çıplaklığını örtrnek için bir d a l kırmayı ihmal etmeden orman
dan çıkar. Korkan hizmetçiler dört bir yana kaçışırlar. Yalnız Nausi
kaa kımıldamaz ve sıkı d urup yabancıyı bekler. Odysseus yaklaşır ve
kazanmak istediği genç kıza onu ürkütmeden şu tatlı sözleri söyler:
"Yalvarırım kral içem sana,
ister tanrı ol, ister insan.
Yaygın göklerdeki tanrılardansan,
ulu Zeus'un kızı Artemis olmalısın,
0DYSSEUS VE DEN1 Z
ı 85
görünüşün, boyun bosun, dipdiri bedeninle tıpkı osun.
Yeryüzündeki ölümlü insanlardansan,
üç kere ne mutlu derim ulu babana, ulu anana,
ne mutlu derim kardeşlerine ü ç kere,
görünce bedenini raks ederken dal gibi,
ısınır göğüslerinde yürekleri k ı vançl a .
A m a dünyanın e n mutlu kişisi, layık
bir eştir alıp götürecek seni
sana en çok ağırlık veren talipli.
Senin gibisini Delos'ta görmüştüm, Apolion tapınağında,
alabildiğine boy atmış hurma filizi görmüştüm.
Görünce pnu şaşmış kalmıştı yüreğim,
böyle bir ağaç gövdesi çıkmamıştır topraktan,
baktıkça öyle şaşıyorum sana da, ey kadın,
dizlerine kapanmaktan çok korkuyorum, çok . "
Ondan sonra Odysseus ona felaketlerinin b i r kısmını anlatır, ama
adını söylemez ve ondan kendisini babasına götürmesini ister. Gerisi,
olması gerektiği gibi olur. Yabancı ve bilinmeyen bir kişi olarak Odys
seus, Phaiak halkı tarafından cömertçe karşılanır. O zaman öyküsünü
anlatır, adını söyler. Onu yeniden yurduna gönderirler; orada yine,
karısı ile evlenmek bahanesiyle sarayını talan eden beylere karşı çetin
kavgalara girişrnek zorunda kalacaktır. En sonu, cesaret, akıl ve sevgi
sayesinde tehdit altındaki mutluluğunu yeni baştan kurar.
Denizci bir halkın en popüler şiiri olan bu Odysseia destanınm
bazı yönleri böyledir; yürümeyi öğrenir öğrenmez yüzmeyi de öğre
nen Yunan çocukları bu destanı sökerek ve koro halinde ezberden
söyleyerek okumayı da öğrenmekteydiler.
Denizlere de sahip olan köylü bir halkın deniz hakkında edindi
ği taptaze deneyimle olduğu kadar, mücadelelerden ve düşlerden
oluşan bu şiir, aynı zamanda bir eylem şiiridir. Bu şiir, O dysseus'un
kişiliğinde denizin, durmadan daha eogine uzanan yerlerde fethine
çıkan meraklı ve yiğit bir halkı tanıtır. Odysseia'dan birkaç kuşak
sonra, doğudan en uç batıya kadar Akdeniz; belli başh yolları artık·
saptanmış ve kazanılmış bir Yunan gölü olacaktır. Böylece, Yunan
şiiri, her zaman eyleme bağlanır: Eylemden doğar ve onu yönlendi
rir, ona yepyeni bir dirilik sağlar.
86 ı1 A N T İ K Y U N A N U Y G A R L I C I
Odysseia'nın yalnızca denizcinin şiiri olduğunu söylemek yeter
siz olurd u . Odysseus çok daha fazlasıdır. Şahsında doğa ve insanın
henüz yazgı dediği şey karşısında, insanın temel davranışlarından bi
ri somutlanır. O dysseus, karşısına çıkan her türden engel önünde da
ima d urup düşünür, harekete geçmeden önce iyice düşünür. En bü
yük tehlike karşısında, ilk hareketi budur. Bir vahşi gibi kurnaz, di
yeceksiniz. Hayır, çünkü kurnazlıkta, yani aklın bu temel planında
bir inceliğe başvurur o; ancak ona özgü bir yetkinliğe ulaşır. Odys
seus kurnazlığı demek, bir sorunun basit yoldan ve kibarca çözümü
demektir: Çözüm, kafayı tümüyle rahatlatır. Bunu açalım biraz.
Sorun: Kendilerini yemek isteyen tek gözlü bir dev ve otlağa git
meleri gereken koyunlarla, yerinden oynatamadıkları koca bir ka
yayla kapalı bir mağarada tutula n insanlar. Uslamlama: Yalnız dev
taşı kaldırabilir, öyleyse devi öld ürmemek, ama zararsız kıl arak onu
kullanmak, bu durumda, devin tek gözü olduğuna göre, onu kör et
mek gerekir; bunun için onu derin bir uykuya daldırma lı, yani sar
hoş etmelidir; devin yardım çağıracağını öngörmek, öyleyse o bun
dan kuşkulanmadan, arkadaşlarının olası sorusuna ters bir karşılık
verme kuşkusunu duymadan daha o, bunu ona fısıldamak; en sonu,
problemin zor gerektiren tek etmenini (mağara önündeki taşın kal
dırılması ), Tepegöz'ün dışarı çıkarmadan ederneyeceği şeyle ortadan
kaldırmak: Koyunlar. Odysseus, çözümü bulmak için problemin
maddi ve psikoloj ik verilerinden hiçbirini unutmaz: Yalnızca zeytin
ağacından kazık ve şarap tulumundan değil, en güvenli silahı olan
sözden de yararlanır. Böylece Tepegöz'e içmesi için şarap sunarken
yaptığı kısa konuşma tam olarak gerekli sözleri içerir: Bunlar Tepe
göz' ün, sunulan armağanın insanı bir tuhaf yapan garipliği üstünde
durmaması için, saldırı karşısında kalmış bir adamın oldukça doğ
ruymuş gibi gözüken sitemleri, ahlaki düşünceleridir. Demek ki,
problemin bütün etmenlerini kullanan Odysseus, tam bir ineelikle
mümkün olan tek çözümü bulur. Gerçekten bu işin başka çözümü
yoktur. Öykü, more geometrico * götürülür. Ama kurnazlığı geliştir
medeki bu matematik özellik bir ayrıntı zenginliğini engellemez. Ha
rekat usta l ıkla yönetilir: Kor ateşte kızdırılan kargı, Odysseus ile ar
kadaşlarının gayretiyle Tepegöz'ün gözünde keyifle döner. Göz ka*
Olaya uygun bir plan dogrultusunda.
ÜDYSSEUS VE D ENIZ
1 87
pakları ve kirpikleri cızırdar. Salt hoşluk ve ikincil yarar olsun d iye
söylenen birtakım yalanları unutmayalım. Başkaları arasında, Odys
seus'un u nutmak niyetinde olmayıp gemisine götürdüğü koyunlar
vardır. Özellikle, gerek yaptığı sırada, gerekse daha sonra, kurnazlı
ğından büyük tat alır. Yine mağarada, her türlü ince araç-gereci ken
disine atfettiği şahsın adını keşfetmesi, onu sevince boğar. " Ben de
yürekten gü/düm, çünkü, parlak kurnazlığım onu aldatmıştı. " Odys
seus denize açıldığı zaman da arkadaşlarının büyük korkusuna kar
şın, Tepegöz'e seslenmek, ve denebilirse kurnazlığını imzalamak zev
kinden kendini alamaz. Uzaktan ona şöylece kartını yollar:
" Dersin ki Odysseus kör etti beni, kentler yıkan,
Y urdu lthake'de ola n Odysseus, Laertes' i n ogl u . "
Tepegöz macerasından çok d a h a dokunaklı, içine biraz da miza
hın karıştığı bir başka olayda, Odysseus, büyüklüğü ile hayranlık
uyandıran soğukkanlılığını korur. Böyle bir olay, onu Phaiak'ların
adası tarafına atacak olan fırtına sırasında meydana gelir. Notos ile
Boreas (Voreas), Euros ( Evros ) ile Zephyros onun parçalanmış salı
ile top oynar gibi oynarlar. Bu esnada, kendisine, suya atılırsa yüz
mesine destek olacak bir örtü biçiminde tanrısal yardım sunan tan
rıça Ino'nun birden sudan çıktığını gördüğünde, Odysseus'un, tutun
muş olduğu kalastan başka dayanağı yoktur. Kendi kendine, aman
dikkat( ! ) der Odysseus. Bu bir tuzak mı ? Yoksa tanrıçanın bana sun
duğu kurtuluş m u ? Sal kalıntısının üstünde d üşünür ve şu karara va
rır:
" En iyisi, ben bildigirnden şaşmam:
Salıının tahtaları ekli durdukça birbirine,
ben de üstünde her şeye göğüs gererim,
dalgalar parçalarsa salımı kalmaz çarem,
deni ze atlar, koyu lurum yüzmeye . "
Böylece, tannlara inanan Odysseus, onların kalleş oldukları ka
dar da yüce gönüllü olduklarını bildiği halde, önce yalnızca ve yal
nızca kendine güvenir . . . Denize atılınca iki gün daha yüzer, iki el ve
iki ayağı ile yüzer, ırmağın ağzın d a n karaya çıkar. Sağdır, bu ödül,
gösterdiği çaba yı taçlandırır.
Mutluluk payını almak için denize karşı, yazgıya karşı giriştiği
zorlu mücadelede Odysseus'un silahı, her zaman, cesaret ve onunla
birlikte akıldır. Bütünüyle pratik bir zeka, insanlarla nesneleri ve de
88 iı
ANT1 K YUNAN
U
YGARLICI
tanrı ları bile kendi yararına kullanmanın o yüce sanatı, bir şarap tu
l umu ile ve tam yerine oturtulan zeytin ağacından bir kargıyla ve çe
kiçle vura vura bir araya topladığı kalaslar, takozlar ve tahtalada bir
sal yaparak kurtuluşunu başarabilen bir akıldır bu. Hele ki bunu,
Odysseus'un nice başarılı olduğu o kurnazca insan bilgisi ile: sırasın
dan söylenmiş bir okşayıcı söz, şeytanca bir konuşma, şairin "parlak "
dediği bir yalanla ve Nausikaa'nın yenice doğan aşkı, gencecik oğlu
nun bağlılığı, karısının tatlı sadakati, eski hizmetkarlarının, çoban Eu
maios ( Evmeos) ve dadı Eurykleia'nın, daha başkalarının her türlü sı
namada yanında oluşu gibi onun esin bulduğu duygulada ortaya çıkı
yor olmak . . .
O dysseus icat yeteneği olan pratik zekanın t a kendisidir. D ünya
hakkında çıkar gözetmeyen bir bilgi değil, onunkisi, koşul lara bir
cevap bulma, Yunanlının dediği gibi olup bitenlere karşı hazırlanan
makine/er, yazgının düşmanlığına karşı makineler, onu mutluluğun
dan koparan tanrılar ve d üşmanları tarafından yoluna çıkarılan her
türden engele karşı makineler yapma yeteneği ve isteğidir. Odysse
us'un başlıca sıfatlarından biri " büyük makinist" tir.
O , bu mutluluğa kavuşmaya, vaktiyle kendi elleriyle evlilik ya
tağını yaptığı gibi, onu yenid�n k urmaya karar vermiştir. Odysseus
homo faberdir, zanaatçıdır, işçi zekasıdır onunkisi. Odysseia boyun
ca onu ekin biçici, dülger, kılavuz, d uvarcı, saraç olarak görürüz; kı
lıcı kullandığı kadar güvenle baltayı, sabanı ve dümeni de kullanır.
Ama bu iyi zanaatçının başyapıtı yine aile m utluluğu, dostları olan
uyrukların babaerkil mutluluğu -Homeros' un dediği gibi- "kusur
suz zeka" aletiyle yeniden kurduğu mutluluktur.
Odysseus, onun için yasaları henüz Kharybolis ( Haribolis) ve
Skylla ( Skilia ) türünden ( Charybde; Mesina boğazının korkulan su
çevrintisi, ondan kaçınıldığında Scylla yakınındaki kayalara vurulur:
Bir beladan kaçarken diğerine d üşmek anlamında deyim olarak da
kullanılır) olan bir dünyada insanların mutluluğunu örgütlernek için,
insan zekasını yöneten o m ücadeleyi temsil eder. Onun çabası, insa
nın yaşamını korumak ve yeryüzünde onun gücünü artırmak için bi
limin göstereceği çabayı haber verir. Homeros ve Yunan halkı Odys
seus tipiernesini yaratarak aklın gücüne ve değerine bir güven belgesi
hazırlamışlardır.
BöLÜM
IV
Ş A i R V E Yu R T T A Ş
ARKH İ LO KH O S
&o.
Vll. ve VI. yüzyıllar boyunca lirik şiir parlak demetler
halinde açılır. Tragedya bile •onun çiçeğini soldurmaz.
Lirik sözcüğünün her iki anlamıyla da lirizm vardır. Antik an
lamda: Bu şiir, ezgiye (şarkı/türkü) yönelik dize ve k ıtalada birçok
b içim yaratmaktadır. Modern anlamda: Şiir, ilk kez, şairin coşkula
rını doğrudan dile getirmektedir, onun yaşamındaki olayları ezgiyle
yansıtır ve de kişiseldir.
Bu iki anlam birbirine bağl ı dır. Yaşanılan zamana bağlı olarak
duygusal yaşamın değişkenliği, çeşitliliği, hem ritmin esnekliğini,
hem de onun ezgi i le yakın i l işkisini yönetir. Müzik eşliği olmasa bi
le yeni lirik şiir ezgidir.
Zenginlik ve bolluk bakımından sınırsız olan bu lirik alan, bugün,
Yunan ilkçağının en harap alanlarından biridir. Içinden birkaç kuşku
lu kalıntı çıkarmak için filolojik taş yığınını uzun uzun kurcalamak ge
rekir. Bazen bir gramereinin garip lehçe biçimi ya da kanıtını göster
d iği ölçü özelliği konularında aktard ığı bir tek dize, bir tek sözcük, ba-
90
1
ANT1K YUNAN UYGARLı C ı
zen biraz fazlası belki, ama büyük Pindaros ve okul gençliğinin kulla
nımı için yeniden kopyaladıkları, gözden geçirdikleri ve çoğalttıkları
can sıkıcı ( a h ! Haksızlık bu ! ) Theognis (Teognis) dışında çok azdır.
Bırakalım bunları. Hepsi arasından iki eşsiz çiçeği seçelim: Av
rupalı büyük lirik şairlerin ta rih sırasına göre ilki Arkhilokhos'dur
(Arhilohos ) . Şiirleri çok bozulup kısmen yok olduğundan ondan bi
ze tek bir şiirden kesintisiz on d izeden fazlası ulaşmamıştır; geri ka
lanı bunlardan hareketle açımlanır: Bu şiirlerde destan öz ve biçimi
nin reddi, Homeros'u sürdürenierin içinde kayboldukları o uzun an
latımlı öyküterin reddi ve üç za manlı bir ritim üzerinde raksetmeye
(iki ayağımızl a ) koyulan şiirin kendi yeniliği, ve de aşk şiiri, yergi,
eski kahramanlık değerlerini yad sıma derken şairin ( " anarşizmi " ne
karşın) sitenin hizmetinde oluşu ve daha başka şeyler . . . Ö bür çiçek
Sappho'dur ( Sapfo ) . O nun kendi çağında olduğu gibi bizimkinde de
biricik olduğunu söylemekten başka denecek şey yoktur.
Arkhilokhos Paros'ta doğar. Bu ada Ege denizinden yükselen
mermer bir kütledir. Ince bir toprak tabakası altında gizli büyük bir
zenginlik. Ama yine de verimsizdir, çünkü o dönemde, yani VII. yüz
yılda, heykelciler ve mimarlar yalnız yumuşak taşı işlemektedirler.
Arkhilokhos'a göre Paros, kayalıklarda keçileri, birtakım incir ağaç
ları ve bağları, çukurlarda cılız tahılları, birkaç balıkçı köyü ile yal
nızca çıplak ve kıraç bir adadır. Şair daha sonra doğduğu adasından
ayrılırken şöyle yazar:
" Unut Paros'u, h a z i n incirlerini
ve denizden çıkarılacak o yaşamı"
Bu yoksul toprakta, o dönemde Yunanistan'ın her tarafında ol
d uğu gibi, toplumsal ayrımlar da yok değildi. Başkalarından daha az
yoksul olan soylular, zahmetine değen iyi topraklara tek başlarına
sahiptirler: Yoksulları sömürürler. Zaman zaman yoksullar ayakla
nır. Adanın kısırlığına bağlı bu toplumsa l ortam Paros'luları erken
den göç etmeye çağırır. VII. yüzyılın Yunanistan'ında birçok sömür
ge seferlerinden söz edilirdi. Nice öykü arasında Ege'nin kuzeyinde,
Trakya 'da işletilecek altın madenleri, ürün verecek bitek topraklar
konu edilirdi. Trakya, henüz altının değerini bilmeyen bir vahşiler
ŞAIR
V E
Y u RTTA ş A R K H I L O K H O S
1 91
ülkesiydi. Paros ise, Trakya kıyısına yakın bir ada olan Thasos'a
(Tasos -Taşoz) din bağlarıyla bağlıyd ı. Çoğu kez olduğu gibi, orada
da yarıcı çiftçilere yolu misyonerler açarlar. Arkhilokhos'dan önce
ki iki kuşak Thasos' a tanrıça Demeter tapınımını getirmişlerdir.
tık göçmen kafilesini toplayan kişi Arkhilokhos'un öz babası Te
lesikles (Telesiklis) idi. Bu insanlar Thasos'da yeni bir site kurmak ve
elbette ad ayı yerlilerden ve daha önce gelen çok sayıda öbür yarıcı
lardan almak istiyorlard ı. Daha sonra boğaz üstünden bir adım da
ha atı ldığı görülecek, Trakya keşfedilecektir. Telesikles adet olduğu
üzere birliğinin ve projesinin Delos'lu tanrı tarafından " kutsan
ma " sını unutmaz. Apolion ra hipleri burada göçmen ler için bir tür
'haber ajansı' yönetiyorlard ı . Bu işler l . ö . 6 8 4'te oluyordu. Bu tarih
te Arkhilokhos yirmi yaşlarındaydı. Ama babasıyla birlikte gitmedi.
Arkh ilokhos bir piçti. Annesi bir köleydi, adı da Enipo idi. Şiirle
rinde bunu şairin kendisi söyler. Köle kanını yadsımak bir yana, bu
nunla övünür. Köle bir kadınla soylu bir maceraperestİn oğlu, bu yüz
den Paros sitesinin yurttaşı bile değildir. Bunun için ( daha VII. yüzyıl
dayız) babasının onu tanımış olması yeterliydi. Yarı köle olarak doğu
şunun tek hukuki sonucu baba mirasında her türlü hakkını kaybetme
siydi. Bu yüzden bir köle kadının sonradan tanınan oğlu, bir gün ma
ceraya atılıncaya ve serveti kılıcı zoruyla alıncaya dek, Paros'ta sıkın
tı içinde yaşamak zorunda kaldı. Sonra sırayla o iki yolu denedi.
Arkhilokhos Paros'ta yaşarken sadece incir ve balıkla beslen
mez, Homeros'un şiiri ile de beslenir. Bambaşka bir şi ire yönelik ol
sa bile, Enipo'nun oğlu şiirsel eğilimini Homeros'u tanıyınca ( dili
bunu gösteriyor) anlar. tık şiirlerinin konusunu Paros'taki yaşamına
ilişkin olaylardan ve de Thasos'taki yarıcı çiftçilerden a ldığı ha ber
lerden sağladığını kabul edebiliriz.
"Batan Gemi Üstüne" adlı şiiri, aralarında eniştesi de bulunan
Paros' un önde gelen yurttaşlarından çoğunun öldüğü bir deniz fela
keti esinlemiştir şaire. Bu bir teselli, ama aynı zamanda etki li güç ve
ren avunma şiiridir ( mersiye ) .
" Y aslıyız, ağlıyoruz, Perikles,
yok onları kınayacak bir hemşehrimiz.
Ne şölenlerimizde sevinç var, ne şenliklerde.
Öyle soylu kişilerdi ki
çınlayan engin denizin yuttukları!
Kabartıyor yüreklerimizi sızı !
ı
92 !
ANT1K YUNAN UYGARLıCı
Yine de dostum en onmaz acılara
bir ilaç düzmüş tanrılar:
Sarsılmazlığıdır o kanatianan bir yüreğin.
Felaket gider bir kapıdan öbürüne.
Bugün bize düştü yolu
Yara kanar ve bağırtır bizi;
Yarın, başkalarında olacak sıra.
Öyleyse çabuk topla kendini, cesur ol,
ve bırak kadınlara ağlayıp sıziama yı ...
"
Ve daha ötede kışkırtıcı kılacak kadar ölçüyü aşan şair, sonuç
olarak ahlakçı Plutarkhos'un ona sitemler etmesine mal olan şu söz
leri ekler:
"Ağiaya ağiaya azalmaz acım:
eğlenceye, şenliğe koşarsam artmaz. "
Arkhilokhos tümüyle işte burada, kuralcı insanların onu kına
masına varsa bile, içtenlikle cepheden bakılan bu acıdadır.
Ve bu tarihlerde, " Pouee" ( Pias) adıyla tanınan bir kibar fahişe
ye yolladığı şiirde şöylece yergili bir havanın doğduğu ve belirdiği
görülür:
" Kaya lıkta onca Kuzgun besleyen incir ağacı
bir hizmetçidir ve herkese her şeyi veren tatl ı bir ev sahi bi . "
Arkhilokhos Neobaule'yi ( Neovuli) galiba yine Paros'ta sevdi,
sonra nişan bozulunca, ondan şiirsel öcün en korkuncunu aldı.
Kayınbaba Lykambes kızını ona vereceğine söz vermişti. Sonra
dan, bilmediğimiz bir nedenle talipliyi reddetti, hatta onu bir kanun
kaçağı olmakla ( hangi bahaneyle bilinmez ? ) ve kızını sadece parası
için istemekle suçlayarak mahkemeye verdi. Şair-damadın intikamı
korkunç oldu. O bunu, başka şiirler arasında genellikle hayvan ma
salları, hep de şu ya da bu düşmanına, bazen de dostlarına " yöne
lik " masallar a nlatan epidos adını verdiği şiirlerle yaptı.
O önce Lykambes'in hesabını görür:
"Ne geçti aklından Lykambes baba ?
Kim bozdu senin kafa n ı ?
Ş A I R VE Y U RTTAŞ AR K H İ L O K H O S
Dengeli bir adamdın bugüne dek:
Artık hemşehrilerin alay ediyor seninle . . .
Büyük bir yemini çiğnedin,
inkar ettin tuz ekmeği . . .
Düğün yemeğinden edildim, yüce Zeus.
Ama ödeyecek o bana yaptıklarını . "
Şair b u arada eski kayınbabasına uygun bir masal sunuyordu.
Karta! ile tilki, durumun farklılığına karşın -Lykam bes ile Arkhilok
hos gibi- bir dostluk anlaşması yapmışlar. Ama karta! anlaşmayı bo
zar: Tilkinin yavrularını ziyafet sofrasında kendi yavrularına yedirir
ve her türlü misillerneye karşı güvende olmakla övünür. Tilki intika
mını ala bilmesi için sırtında kuş tüylerinin çıkıp onu havalandırma
yacağını iyi bilmektedir. Ama Zeus'tan yardımına gelmesini d iler.
" Ey Zeus, yüce göklerin hakimi
Bilirsin kötü ruhlu insanların ettiklerini
Y ü reğini dağlar vahşi hayvan ların zorbalığı da . . .
Görüyor musun o yüksek, sarp kayaya çıkmış?
Tü nem iş oraya, senin saldırına aldırmadan, a k sırti ı karta i . "
Zeus tilkinin sözlerini duyar. Bir g ü n kanal tanrıya sungu için
ayrılmış bir armağan ı aşırır ve ganimetierine karışmış bir közü de
götürür, bu köz onun yuvasını ateşe verir. Karta! yavruları yanmış,
tilki de öcünü almıştır.
Arkhilokhos' un en sert epidosları Neobaule'nin kendisine yöne
liktir. Onu aşağılamaktan hem de en kaba biçimde aşağılamaktan
hiç bıkmamış gibidir. Bazen sefih sanılan yaşlı bir kadındır o, bazen
kart bir fahişe ya da hatta, Arkhilokhos da dahil, erkeklerin iğrene
rek yüz çevirdikleri bir "şişko orospu" olarak betimlenir. Hepsi hay
van masalları ya da başka masallarla süslenmiştir. Bu masallardan
birinde Neobaule gençlik güçleri arayan aşık bir yaşlı d işi aslandır!
Yine de Arkhilokhos Neobaule'ye karşı vaktiyle ateşli bir kös
nüllüğü de dışlamayan tertemiz bir aşkı itiraf etmişti. Burada sevgi
lisini her tür yazınsal güzelleştirmeden, her tür duygusal açıklama
dan uzak yepyeni bir sanada anlatıyordu. Şöyle söylüyord u:
" Severdi elinde b i r mersin d a l ı olsun
ya da gül ağacının güzel çiçeği
ve örterdi saçları şemsiye gibi
omuzlarını ve ensesini . "
ı 93
94
ı
A
NT1 K YUNAN UYGAR LıC ı
Ya da şöyle:
" Hoş kokulu saçla rıyla , göğsüyle
bir yaşiıda bile uyandırdı arzu . "
Yine şöyle söylüyordu:
" ... Hazdan başı dönmüş bir kuzgun . . .
Bumnda bir kayada bahri gibi
Kanat çırpar ve uçardı o . "
Kendisi hakkında şöyle diyordu:
" Ben zavallı, arzuya daldım, soluksuz kaldım,
tanrılar korkunç acılarla sıziatıyor içimi . "
Y a d a şöyle:
" Ve işte beni altediyor, dostum,
elden ayaktan eden arzu,
artık ne hoş şiirler bana göre, ne şenlikler. "
Arkhilokhos bir aşık, hem d e tutkulu bir aşık tabiatındadır. Ar
zu, onu altüst eder ve haz, bir an onu kendinden geçirir. Ya da en
azından onu yakalayabilseydi alır kaçardı. Ne var ki arzunun nesne
si huysuzluk eder, aşk da onda hemen kin haline döner. Hem duyar
lı hem kızgın, hem sert hem zayıf ve de intikam da sevgiliye kavuş
maktan daha az tat almış gibi görünmeyen bir yaratılış. Aşkta d a
böyledir kinde d e . Öte yandan k i n d uygusu onda aşktan daha sürek
lidir. Bu durumda, Neobaule'nin aşkına kavuşamayınca önce arzu
ladığı şimdi sövdüğü bu bedene karşı öfke hemen zincirinden boşa
mr ve uzun süre, yıllar boyunca s ürüp gider. Aynı şiir -epidoslardan
biri- şöyle der:
" Aşk arzusu o k a d a r yamandı k i
yoğun b i r s i s boşaltıp gözlerime
ve duygularıının saflığıyla benden alıp beni
dalgası yüreğimde çırpınıyordu."
Ama yine bu şiirde şöylece aşağılar ve alay eder:
" Elbet, artık göstermiyorsun bedeninin tazeliğini
tenin daha şimdiden solmuş
ve uğursuz sabanı yaşlılığın
orada yol yol çizgiler açmış . "
96 1
A
N T 1 K Y U N A N UYG A R L I C I
( Onun b u kadar şiddetle sevdiği kadın hakkında en bayağı aşa
ğılamaları, en kaba müstehcenlikleri içeren de bu şiirdir. )
Ve işte, aşağıda, birbirine karışan iki duygu yan yanadır:
" A h ! Isterdim sarsın koliarım Neobaule'yi
dala'yım bu ateşli tul uma
karın k arına gelelim, kalça kalçaya . "
Çeşitli parçalarda nefretin boyutu d uyulan aşkın genişliğine
denk tir.
Arkhilokhos'u yergi şiirinin babası yapan da kuşkusuz onu ya
ralayan bu yürek parça layan tutkud ur.
Aşkın tadını ve sövgü isteğini tüketen şairimiz doğduğu adayı
terk etti. Thasos'daki yarıcı toprak işçilerinin Paros'lu hemşehrileri
ne yaptıkları çağrıya uymaya karar verdi . Yeni bir sitenin hizmetin
de askerlik yaşamı belki de ona iyi gelecektir. Kendisiyle birlikte
Thasos'a sürüklemek istediği kişilere seslendiği şiirlerde ağaçlı ada
nın imgeleri geçer.
" Bi r eşeğİn sırtı gibi,
yükselir ada,
üstünde yabanıl ormanların tacı . "
( Üç duraklı vezinle yazılmış olmasına karşın iki d uraklı gibi al
gılanan, burada Arkhilokhos'un keşfettiği, ya d a belki ülkesinin raks
geleneğinden alıp yetkinleştirdiği bu "vurgulanan " ritmin büyülü
güzell iğini Y unancada duymak gerekir. )
Böylece, Arkhilokhos Paros'lu yeni bir birlikte Thasos'a hareket
eder (l.Ö. 664 yılına doğru, babasından yirmi yıl kadar sonra ) . Bun
dan sonra kılıcıyla ve kalemiyle Thasos için savaşacaktır.
hem hizmetkarıyım güçlü Enyalios'un ( Eniolios ) ,
hem d e , hoş kayırmasıyla M usaların, usta oldum . "
Bu durumda b i r yandan savaş tanrısının " silah uşağı " , bir yan
dan Musaların ( esin perileri) ağzı olmuştur. Yine şöyle söyler:
" Kargıma bağlı ekmek tayınım,
Ismaros şarabım kargıma bağlı,
Kargıma dayanır, içerim onu . "
ŞA I R V E Y U RTTA Ş A R K H I LO K H O S
1 97
Artık onunki bundan böyle sert ve yorucu asker yaşamı imgesi
olacaktır.
Ama, yergi, hemen sonrasında haklarını yeniden ele alacaktır.
Arkhilokhos askerlik yaşamını sever. Silah arkadaşları hakkında
kekre, kimi komutanları konusunda kırıcı ise de, yergideki sertliği
nin, bu ateşli aşktan başka kaynağı yok gibidir. Askerlik mesleğini
sömüren ya da gülünçleştiren kimselere kızar. Çalım atan komutan
ve palavracı asker bu sade ve gözüpek askerde acımasız bir karika
türcü bulurlar.
Gülünç bir zaferle övünen arkadaşlarını şöyle yerer:
" Yerde yedi ölü,
yedi düşman yakaladık kaçarken :
ama biz bin kişi öldürdük onları ! "
N e kadar uzağız Homeros'ta n ! Artık " kahraman/arın gazalarını
övmek" değil, sahte kahramanların " balonunu söndürmek " söz ko
nusudur.
İster Paros'lu, ister Thasos'lu olsunlar birtakım sözde diktatörler de yerilir:
" B ugün komuta Leophilos'un ( Leofilos) elinde
Mutlak hakimdir Leophilos,
Her şey serilir Leophilos'un ayaklarına,
Leophilos'dan başka ses duyulmaz. "
( K uşkusuz, bir takma ad olan Leophilos " Fakir fukara dostu "
demektir. )
Komutan olan birtakım dostl arını da yerer. Şairin en eski dost
larından biri olan Glaukos'a yergisi böyledir. Şair onunla uzun süre
karalarda ve denizlerde dolaşmış, nice korku ve tehlikeleri pa ylaş
mıştır.
" Bak, Glaukos kabaran dalgalarla çöküyor deniz
ve Gyres kayalıklarının ucunda,
bir bulut yükseliyor dimdik,
fırtınayı haber veriyor bize.
Bir belaya çartık apansız . "
Gelgelelim komutanlığa atanan bu Glaukos l ü l e saçlarıyla biraz
fazlaca övünür!
98 1
ANT1 K YUN AN UYGA RLıC ı
" Anlat, Tanrıça, lüle saçlı sanatçıyı, Glaukos'u . . .
Sevrnem öyle komutanı,
ince uzun boylu, ayna k yürüyüşlü,
ayrık hacaklar isterim onda,
yere çakılı ayaklar ve sağlam yüre k . "
Ya da, yine Glaukos, epidoslardan birinde ürkek ve kurumlu bir
geyikten başka bir şey değildir; kibar fahişe olan Neoboule, güzelli
ği nedeniyle tahtını kendisine bırabcağını söyleyerek onu mağarası
na götürür ve sonunda onu yer. Neobaule seçme parçayı, yüreği
arar. Yazık! Geyiğin yüreği yoktur!
Başka dostlarına da sert davranır şair. Arkhilökhos çok sevgili
Perikles'i, sert bir şekilde tersleyerek, ortak yemeklerde ölçülü ye
mekten çok oburluk etmekle suçlar.
" Bol bol has şarap içiyorsu n ,
payına gelince, Mykonos'lular ( Mikonos) gibi,
ödemeden kaçıyorsun,
davet edilmedin ama gelip b u ldun bizi
dostlar arasına düşen bir dost gibi!
Aslında, seni a kıldan anlayıştan eden karnın
Ça tla tmış ar damarını."
Ondan sonra arkadaşının a i lesinin, baba tarafından, "ünlü oğ
lancılardan " geldiğini sa pt ar!
Şu Perikles eskiçağda ünlü bir hayvan masalının, "Arkhi/ok
has'un maymunu " denilen masalın da kahramanıdır. Bilmem hangi
krallık tahtından ayağı kaydırılan aday maymun inzivaya çekilmek
istemiştir. Yolda yanında giden tilki (ki Arkhilokhos' d ur bu) ona
kendi nce bir oyun hazırlar. Perik les kendini beğenmiş övüngen biri
dir: Iki ahbap bir mezarlık boyunca giderlerken, yalnızca bir zıpçık
tı olan maymun, atalarının hizmetkarlarının mezarlarını tanımış gi
bi yapar. Tilki buna hemen şöyle bir atasözüyle karşılık verir: " Kar
pathas'lu/ar ( Karpatos) da tavşamnmış derler. " Oysa Karpathos'da
(Kerpe adası) hiç tavşan olmadığını herkes bilir.
Bu sırada tilki bir hazine bulma bahanesiyle, maymunu bir tuza
ğa çeker. Maymun tuzağa öyle beceriksizce dokunur ki tetiğini dü
ş ürür. Yakalanmıştır işte. Tilki onun çıplak kıçıyla alay eder. " Şu kı
çınla sen kralsın ha! " d iye bağırır. "Ancak bir maymunsun sen!"
ŞA ıR
VE
Y U RTTA ŞA R K H ı LO K H O S
Arkhilokhos'un yergisi dost olsun, düşman olsun k imseyi kolla
maz. Felaket getiren yıldızın her zaman uğursuz lanetini üstüne çe
ken bir dost mudur, bir düşman m ı ?
" And içerim buna:
Akyıldız kavuracak birkaçını
yakıcı ışınlarıyla . "
Yine o korkunç sözcüğü belirtelim: " Düşmanlarıma konukse
verfiğe varım: Armağanım ölüm. "
Birçok kişilik arasında, Homeros'ta ancak şöyle bir dokunuşla
kahinierin ( bilici ) yerilişine, Yunan edebiyatında ilk kez bu örnekte
görüldüğü şekliyle eşcinselin yerilişine de değinelim; eşcinsel bundan
ötürü daha baştan dobra dobra ve en acımasız biçimde kınanır.
Övüngenler, fahişeler, çöpçaranlar ve daha niceleri, i leride doğacak
olan " komedi " türünün " tip " lerinin üstleneceği kara kter özellikleri
ni daha şimdiden vurucu biçimde çizmektedirler. Bununla birlikte
Arkhilokhos'da daha hen4z hiç de geleneksel komik " tipler" " mas
keler " söz konusu değildir, tanıd ığı ve görüştüğü ve şairin insani
bulduğu duygular açısından kendisini inciten her tür insan söz konu
sudur. En çok sevdiği insanlar karşısında yergisini daha sert kılacak
şekilde sevgi ve öfke damarları, şairin yüreğinde öylesine birbirleri
ne dolanmıştır ki.
Ama bu dostluk ve nefret alaşımı içinde her zaman baskın olan
yergi havasıdır. Sanatını tanımlayan ve kendini kirpiye benzeten
Arkhilokhos şöyle yazar:
" Çok oyun bilir tilki,
kirpininse bildiği bir tane,
ama şahane . "
Başka yerde de şöyle söyler:
" Büyük bir sanat var elimde:
k im k i beni incitir,
korkunç yaralar açarım onda . "
Bununla b irlikte b u kırılgan irisanın tabii ki ilk önce yara lanma
sı gerekir.
ı
ı 99
l 00
ı ANT1K
YUNAN UYGARLI CI
Ama işte size silah arkadaşlarını ve hasımlarını ele alan yergi şi
irlerini bile aşan ve hepsinden daha keskin bir yergi: Değerlerin ye
rildiği bir şiir.
Mülk sahibi sınıfın karşısında yükselen burj uvazinin ilk hareke
ti hem maddi birikimleri , hem de henüz dağaçiama söylenen o arib
tokrat şiirin yücelttiği kültürel b irikimleri talep etmek olmuştu. Soy
luluk temaları etrafında 1/yada ve Odysseia'yı meydana getirenler,
kuşkusuz burj uva şairlerdi . Ama bu, bundan yarım yüzyıl, belki çok
daha çok önceydi. K üçük burj uvazi ondan sonra gücünün bilincine
vardı. Arkhilokhos, bu dönemin ve yükselmekte olan bu küçük bur
j uva türünden bir insanıdır. " Özgür" olmak ister. Bu demektir ki, o
hala egemen olan sınıfın ahlaki gelenekleri ve şiirsel biçimleri karşı
sında, düşünce özgürlüğünden yanadır. Yergiyi kurmak, yeni bir sı
nıfın taleplerine bir çıkış yolu bulmak içindir. Burada Arkhilok
hos'un yergisinin açık politik talepler içerdiğini söylemek söz konu
su değildir. Ama, onun zamanında, sınıf m ücadelesi içinde yergi esi
ninin doğuşunu dile getiren bu taleplere koşut olarak şiirde yeni bir
hak iddiası vardır ki, o da toplumun ideolojik temelleri hakkında bi
reyin kendi d üşüncesini belirtme hakkıdır.
Arkhilokhos bu hakkı geniş ölçüde ve nerdeyse anarşist bir çıkış
la kullanır. Belli bir yaşam tipine aldırmaz: Destanın yücelttiği, Ark
hilokhos'un ise, yaşadığı dönemde, yeni insanın göstermesi gereken
erdemlerden bir tür kaçış gibi duyurnsadığı " ideal" yaşamdır bu. Şa
irin tİksindiği ve suçladığı değerler, işte bu değerlerdir.
Aynı zamanda, her tür feodal toplumun belirleyici özellikleri ol
duğu gibi bu çok yüksek düzeydeki şeref duygusu, Homeros şiirinin de
en belirgin özelliğini oluşturur. Kamuoyuna boyun eğmekten başka
bir şey olmayan bu " şeref" in (aidôs) karşısına Arkhilokhos yaşamdan
" tat" çıkarmaktan emin olmak isteyen kendi beninin isteğini koyar.
Şöyle yazar:
" Kimse çok tad almaz, Esimides,
halk bana ne der diye düşünürse . "
N e büyük fark ve ne büyük b i r yeniliktir b u , 1/yada ' nın şöylesi
yüzlerce kışkırtmasına karşı:
" Haydi, korkakları B i r a n d a h e r şeyi berbat edeceksiniz.
Ar ve namus d uygusu olsun yüreğinizde . "
Ş A i R V E Y U RTTA Ş A R K H I L O K H O S
l 101
Kuralları n e olursa olsun, Arkhilokhos' un savunduğu ahlak fel
sefesi öncelikle ona bir zevk payı ayırır; ona göre yaşamın ve kendi
m ücadelesinin ilk açıklaması budur.
Destancia şöhret, kahramanın hem yaşamını hem de ölümünü
doğrulamaktaydı. Akhileus, Hektor, hatta Helene bugünkü varoluşla
rını güven altına alır, felakete direnmelerini gelecek kuşakların belleği
demek olan kişiliklerine ilişkin bu ölümsüzlük türüne göre pekiştirir
ler. Arkhilokhos'a gelince o, ne kadar büyük olursa olsun, ölümün
unutulmaya, çoğu zaman da aşağılanmaya mahkum olduğunu söyler.
" Bir insan ölü nce
bek lenmez a rtık hemşehrilerinden saygı
şan şeref unutur onu.
D irilerin sevgisini ararız biz yaşayanlar
ölüye sözümüz yok, sövgüden başka . "
Arkhilokhos ölüleri b u şekilde alçakça yüzüstü bırakınayı onay
layamaz, ne var ki yaşayanların yalnız dirilere bağlanmasının yaşa
mın yasalarından biri olduğunu, biraz acıyla, ama, belli bir zevkle
saptar.
Homeros dünyasının başta gelen değeri olan şan ve şerefi böyle
elinin tersiyle geri çevirmesi, Arkhilokhos'un yergi şiirinin, geleneğin
bağlarından ne kadar kuvvetle koptuğunu gösterir.
Böylesi bir parçacia şiiri gerçekçi zemine oturtan Arkhilokhos,
kendisini ve çağdaşlarını heyecaniandıran d uygu ve inanışiara yer
açar. Artık zamanı geçmiş Homeros değerlerinin yerilmesi -buna şi
irsel esin konusunda kahramanlığın reddi de denilebilir- insanların
özgürleşmesine aracı olur.
Ö te yandan, şairin toplumsal gelenekiere karşı ele geçirmeye ça
lıştığı bu özgürlüğü önce kendi duyguları karşısında içinde sınaması
d ikkate değer. Ilginç bir örnek o larak Batan Gemi Üstüne şiirini ha
tırlatırım . Bu içli tesel li şiirinde şair dostlarının ve öz kız kardeşinin
üstüne çöke n yasa yürekten katılır ve siteyle el ele veri r. Ama şiirde
bir an gelir ki, şair içtenlikle dile getirdiği duygulanımdan kendini
kurtarır ve artık onun tutsağı olmak istemez. Kendi kişisel duygusu
içinde kök salan, yaşamasını ve tat alarak yaşamasını engelleyecek
bir toplumsal baskıyı kararlı bir b içimde ve nerdeyse kışkırtan bir
tonla reddeder. Bütün içtenliğiyle ve ahlakçıları bir kez daha kızdı
racak biçimde belirtir bunu.
102 1
A NTI K Y U N A N UYG A R L I C I
Ama toplumsal anl aşmaları a ltüst eden bu bozguncu tutumun
daha ünlü bir örneği var elimizde. Ona göre bu, eline hiçbir zaman
k alemden başka silah almamış eski ve yeni zamanların pek çok na
muslu yurtseverini utançtan kızartan bir öyküdür: Bırakılan kalka
nın öyküsü.
" Kalkanım bir düşmanı onurlandırıyor şimdi.
B i r çalılıkta bıraktım onu, güzel silahtı
istemezdim, ama kurtardım kendi canımı
Benim için önemi yok eski k alkanımın !
Kendisine yazık oldu !
Bir başkasını alın ın onun kadar iyi . "
Arkhilokhos dövüşmesini bilir, bu açıktır. Ama hayatını kurtar
mak için kalkanını bırakması gerekirse, bırakır onu. Ve palavra at
madan, ama bir zafer d uygusuyla bunu söyler: "Hayatta kalma"yı
başarmıştır o ! Zaten devamına bakılmalıdır: " B ir başkasını atırım,
onun kadar iyi. " Yeniden dövüşrnek için değilse, niyedir b u ? Savaşa
yeniden başlamak niyetiyle canını kurtaran bu asker bir korkak de
ğil, düpedüz aklı başında bir insandır. Bir destan kahramanı da san
maz kendini. Başına gelen aksiliğe gülen, sağ kaldığı na sevinçle gü
len şair, evet, Homeros değildir. Kasten hafif tonda yazılmış bu di
zelerde, Homeros kahramanlığına, ondan da önce, Homeros şiirin
den ileri gelen şiir geleneğinin bütününe ve şairin, ne denli büyük bir
cesaret içinde, eski usul ne varsa onu reddetmekte olduğunu d uyum
samamak olanaksız.
Ama, Arkhilokhos, şiirini eski usul kahramanlık temaları ile bes
lemiş olsaydı, lirizmin kurucusu olamazdı . O, yeni şiiri ancak yeni
insanın başkaidırısı üstünde kurabildi; ki bu yeni insan, belli bir sı
nıfı n kendine mal etmeyi amaçladığı ve o çağda a ncak yalnızca gele
neksel. şiirin kullandığı kahramanlık temasına karşıydı. Arkhilokhos
kendini olduğu gibi dile getirmek ister. Yiğit ya da değildir, bunun
ne önemi var. Ama gerçektir.
Bu özgür insanın, köpeğin ensesini utanç verici bir yarayla dam
galayan tasmayı reddeden "vahşi huylu " kurt masalını ( bkz. La Fon
taine) antik edebiyatta bize a nl atacak ilk kişi olması şaşırtıcı değil
dir. " Böyle bir yarayı iyi etmek için " Arkhilokhos, " harika bir ilaç"
bilir. Bu ilaç özgürlüktür.
Arkhilokhos'un yergi dehasındaki yeni gücün kaynağı, şairde do-
Ş A ı R V E Y U RTTA Ş A R KH ı LO K H O S
ğuştan gibi görünen, aynı zamanda çağdaşlarının insan benliğinin kur
tuluşuna yönelik çabalarına bağlı olan bu özgürlükte bulunmaktadır.
Ama " vahşi huylu " kurt yalnızlığa yatkındır. Arkhilokhos, an
cak yarı yarıya korunmuş en güzel şiirlerinden birinde, doruğunda
yer aldığı yergi savaşının zorunlu sonucu olan bu yalnızlığın yarattı
ğı kederli kırgınlığı acı içinde dile getirir:
" Ey yürek, çaresiz acılara bulanmış yüreğim
toparla kendini
D i ren düşmanlarına, göğüs ger onlara.
D üşme kötülerin tuzağına
Yendiysen, k ahkahayla gülme;
yenildiysen inleyip durma evinde bitkin.
Tadını çıkar başarılarının, sıkıntılarından yakın
ama a bartma hiçbir şeyi
öz dostların seni kemirdiğine göre, yüreğim
öğren insanların yaşamını yönlendiren gidiş i . "
Evet, yalnızlık. Ama aynı zamanda başkasının kudurganlığını
korkus uzca karşılayacak yiğitlik ve kaderin darbelerine katlanacak
bilgelik. Şair romantik bir biçimde yalnızlıktan hoşlanmaktan çok
uzaktır: Onu önlemek ve kendi özgürlüğüne daha geniş bir yön ver
mek için onunla m ücadele de eder ve kendine özgü bir ahlak yaratır.
Kural tanımaz bireyci Arkhilokhos başlangıçta, sonuçta hiç de
her türlü kura la başkaldıran biri değildir. Kendi yaşamında kişiliği
ni olabildiğince iyi dile getirmesine olanak verecek bir ahlakın, " in
san yaşamının gidişatı " na ilişkin bir " b ilgi " nin öğelerini bulur ve
özellikle, bu kuralı bulunca da hemşehrilerine aktarmak ister.
Eski şair, şiirini bağlı bulunduğu bir topluluk içinde yazdığını
hiç aklından çıkarmaz. Arkhilokhos'un -baştanımaz bireyci- aynı
zamanda a l a bildiğine güdümlü bir birey -taraftar- olduğunu söyle
mek çelişki yaratmaz. Gücünü kuvvetini tutkuyla sevdiği Thasos si
tesinin hizmetine sunmaktan hiçbir zaman geri kalmamıştır. Site için
safa girip başka biri gibi dövüşüyordu. Ama ayrıca o şairdi; yani hep
birlikte yürüttükleri savaşın hem sertliğini hem de büyüklüğünü si
lah arkadaşları adına anlatmak için "Musalardan ayrıcalık " almıştı.
Arkhilokhos askerin emeğini bilir; denizcinin susuzluğunu bilir.
l ı 03
Genç binici. (Euphronios ' u n bir kupasının içi. 5 1 0 yılları)
Ş Aı R V E Y U RTTA Ş A R KH ı LO K H O S
l ı 05
" Haydi, dolaştır tası geminin sıra ları arasında.
Derin k üpler bir şeyler içmeye çağırıyor bizi
Daldur şara b ı tortusuna dokunmadan
Gözü tok kanaatkar olmak mı, hayır, elimizden gelmez o . "
Göğüs göğüse dövüşe girmiştir, " Kılıçların ses veren çarpışması
nı" betimler. Tehlike yaklaşınca her askerin üstüne çöken korkuyu
bilir.
Arkhilokhos'un, Thasos adası ile Trakya için birbirleriyle çeki
şen rakip siteler arasındaki savaşları anlatan şiiri salt askeri bir şiir
di ve Paros'lu bir tarih yazarının ( vakanüvis ) daha sonraları bu sa
vaşların bir görüntüsünü, şairden alıntıların yardımıyla taş üstüne iş
lemesi için oldukça önemliydi . Bu anıt çok yıpranmış halde bulundu.
Bu yapıt büyük insanlar adına yapılanlar gibi bir çeşit Arkhilokhos
ta pınağıyd ı . O nun bu tek varlığının yeterince gösterdiği gibi şairimi
zin şiiri hiç de bir kanun kaçağının şiiri değil, dövüş hocasının seyi
si ve bir de Musaların işçisi olarak iki kez hizmet ettiği sitesine bağ
lı bir yurttaşın şiiridir.
Bu askeri şiir nadiren askerin şanını dile getirmektedir. Her şey
den önce cesarete davet gibidir: Etkili olmak ister; eylemdir zira bu
şiir. Pek çok felaketle karşılaşan eski serüvenci, eğer insan ülkesini
seviyorsa, gerisini tannlara bırakmasa ( aslında buna pek inanınayıp
hiç sözünü etmese bile) işte o zaman, sonunda bütün tehlikeleri alt
eden bir erdemin var olduğunu anLir: Işte bu erdem cesarettir.
Bu, hiç de insanın "yiğit " yaratılışının ona bahşetmediği; ama,
pes etmek istemeyen bir yurttaşça kazanılan bir cesarettir. Herkes
için eşit ölüm karşısında savaşçıları birleştiren derin arkadaşlık duy
gusuna dayanan, ama, kaHeşierin yanında dövüşmenin tehlikelerini
paylaşmayı reddeden bir cesaret.
Çok az duygu bana bu kadar köklü biçimde Hel lence görünmüş
tür. Cesaret, yüzyıllar içinde biçim almasına karşın, antik-toplumun
temelini teşkil eder. Her tür taşkınlık tan, her tür " ülküleştirme" den
kurtulabilir ya da kurtulamaz: Ama hep vardır. Hem Hektor'da hem
de Sokrates'de ortaktır cesaret. Arkhilokhos'da da vardır. Cesaretin
ün ve şandan yana mı, yoksa bilgelikten yana mı olmasının pek öne
mi yoktur; yeter ki, insanı, olması gerektiği gibi tutsun: ayakta.
Şunu da unutmayalım ki, Arkhilokhos'un cesaretini ve şiirini si
tesinin hizmetine sunması yalnızca savaş alanları konusunda değil
dir. Ne kadar ağır bir biçimde yıpranmış olursa olsun, onun yapıtı-
1 06
ı ANT1 K YUNAN UYGARLıCı
1
nın bazı parçaları yine de onun Thasos'daki siyasi mücadelelerde yer
aldığını gösterir. "Anlaşmazitğın ortasında " , " bir alçak onun onur
payını bile alır ken, Arkhilokhos hemşehrilerine yeniden denize açıl
maları, artık kötülerin hüküm s ürmeyecekleri başka bir yerde daha
hakbilir bir site kurmaları için -" Thasos, üç kez acınacak site" de
mektedir- bir çağrıda bulunuyor gibidir. Onun son epidosunun ko
nusu herhalde bu olacaktır.
Ama bu varsayım doğrulanamamış olsa bile, en azından şairin
"
tek tek birçok d izelerinden biliyoruz ki o hiçbir zaman yüreğinin zen
ginliğini hemşehrilerinin en yoksulundan bile esirgememiştir. Hiçbir
zaman yadsımadığı köle kanı, bazen onun ağzından, daha o zaman
lardan Solon vurgusu taşıyan umutsuzların şöylesi çığlıklarını atar:
" Ah, sizler, açlıktan ölenleri sitemin
anlayın artık sözlerimi . . .
"
Şurası kesindir: Arkhilokhos ilk ve son olarak "açlıktan ölen
ler" in tarafını seçmiştir.
Şair, geleneğe göre 640 yılına doğru ( ? ) Thasos'lular ile Naksos'
lular arasındaki bir savaşta öldü. Bu tarihte Solon doğuyordu. Ara
dan yarım yüzyıl bile geçmeden gür sesi Atina'da çınlayacaktır.
Arkhilokhos, çoktan çökmüş bir ideoloj iye başvurmaksızın halk
üzerinde egemenliğini artık sürdüremeyecek olan o feodal sınıfa karşı
yeni insani değerler edinme ve savunma tutkusuyla, sonunda eskimiş
arisrokrasinin ( beysoyluluğun) düşüşüne, sitelerde halkın egemenliği
çerçevesinde insan benliğinin serpilmesine, ve de akılcı düşüneeye tut
kun ilk filozofların, gelenekiere karşı pek yakında girişecekleri yeni
mücadeleye götürecek olan çabaların ilk sözcüsü sayılabilir.
Onunla, kahramanlık şiiri yerini düşünce ağırlıklı ve konulu şi
ire bırakır.
BöLÜM
V
MiDİLLİLİ SAPPHO,
Ü N U N C U Mu s A
C?l:
pho, harikalada dolu garip bir ülke gibidir. Eskiler bile,
bir "gizem " , bir " harika" derlerdi. Y alınlığı ile bu d ey iş çok yerin
dedir: Gizemdir; bu sözcük, onun, türlü türlü yorumlanan hem ya
şamı, hem de kişiliği için kullanılır. Bir gizem, bir harika: Bu sözcük
ler, ne kadar bozulmuş olursa olsun, şiiri için de kullanılması çok
daha iyidir.
Sappho, Lesbos ( Midilli) adasındaki, Mytilene'de ( Mitilini) , 600
yıllarında Aphrodite, Kharit'ler ve Musalara adanmış bir genç kızlar
derneğini yönetmekteydi. "Musa/ara hizmet eden kızların konutu "
der evine. Sonradan Pitagorcular arasında, daha sonra Iskenderi
ye'de " Müze " sözcüğü çıkacaktır ortaya. Sappho'nun kurumu aşk,
güzellik ve kültürün dişi tanrılarının korumasında bir " ok u l " dan
başka bir şey değildir.
108 1 A N T I K
YUNAN UYGARLICI
B u okulun dinsel bir dernek biçiminde olması, görmezlikten ge
linecek bir olay değildir. Tapınım ( ibadet) ortaklığı, genç kızlada
eğitimciler arasında çok güçlü bağlar kuruyord u . Sappho'nun şiiri,
bir anlamda, Aphrodite 'de, tanrıçaya inananların kapıldıkları karşı
lıklı bir aşkın şiiridir. Bununla birlikte, Sappho'nun bekçi lik ettiği
genç kızlara önerdiği amacın, tanrısallığı kutsama olmasına inan
mak gerekmez. Sappho hiç de Aphrodite'nin rahibesi değildi. D insel
dernek, o dönemde her türlü eğitim yuvasının ilk doğal biçimidir.
Eski felsefe okulları, ilk tıp okulları aynı zamanda dinsel dernekler
dir. Bu, tıp okullarının Asklepios'un (Asklipios) rahiplerinden oluş
ması demek değildir. Ama, hekimler nasıl iyileştirme sanatında bu
tanrıya inananları eğitiyorlarsa, Sappho da, tanrıçanın yardımıyla,
Mytilene'li genç kızlara bir yaşama sanatını -kadın olma sanatını
öğretmeye çalışıyordu.
Sappho'nun derneğinde müzik, oyun ve şiirle çok ilgileniliyordu.
Bununla birlikte, Musaların evi bir rahibe okulu olmadığı gibi bir
konservaruar ya da bir akademi de değildir. Sanatlar, sanat adına
öğretilmezler, meslek olsun diye hiç öğretilmezler. Sappho'nun ama
cı, kend isiyle birlikte yaşayan -bu yaşamı paylaşarak, sanat yapa
rak, Aphrodite'ye bağlanarak, Musalara tapınarak- genç k ızların
yakında onun yerini alacakları topl umda, kutsadıkları bu tanrıça la
rın ilk somut örnekleri oldukları bir kadın güzellik idealini gerçek
leştirmelerine yardım etmektir.
Bu genç kızlar evleneceklerdir. Evli ve bir aile annesi olan Sapp
ho -bir kız çocuk anasını bir kucak d üğün çiçeğine benzetir o-, ken
disine bırakılan genç kızları sadece, zevkte ve güzellikte kadını ta
mamlayan evliliğe hazırlamaktaydı .
B u , Lesbos'da kadının durumunun öbür Yunan sitelerinin birço
ğunda olduğundan çok farklı olması demektir. Yapıtımız ilerde bu
konuya dönecektir.
Kesin olan şudur: Mytilene'de kadın; çekiciliği, giyim kuşamı,
zekası ile sitenin yaşamını renklendirir. Evlilik onu, tüm Eolia ülke
sinde olduğu gibi (Andromakhe'yi anımsıyoruz), erkek toplumunda
aynı düzeye getirir. Dönemindeki müzik ve şiir kültürüne katılır. Ka
dın, sanat alanında erkeklerle yarışır. Eolia töreleri, eş için böyle bir
yer ayırdıysa, bu arada genç k ızların kadınlardan beklenen bu rol
için yetiştiri ld ikleri birtakım okullar da istemesi şaşırtıcı değildir.
Abiaları tarafından eğitilen Musaların öğrencileri Mytilene site-
M
ıDıLLıLı
SAPPHo
,
0NUNcU
MUs
A
! 1 09
sinde Aphrodite'nin güzelliklerini bir gün temsil etmeye hazırlanır
lar. Sappho'nun şiirini tümüyle kadın güzelliğinin parıltısı aydınla
tır. Sappho'ya göre kadının yüzünde devingen ışıltılar olmalıdır.
Gözleri sevgiyle doludur, yürüyüşü istek uyandırır. Kültürün amacı
güzelliğe varmaktır. Kendisine çiçekleri ve denizi sevmeyi öğreten,
görünen dünyanın çekiciliğini ve her şeyden önce kadın bedeninin
baş döndüren güzelliğini açıklayan kılavuzu ve modeli olan Aphro
dite'nin armağaniarına ve derslerine dikkat eden genç kız, soyluluk
ve incelikte gelişir, güzellik niteliklerini yüceltir, güzellik onu mutlu
kılar ve Sappho'nun bir yıldız pırıltısı gibi selamladığı o sevinç bol
luğunu kişiliğine yayar.
Genç kızlar, yinelenen bir şenlikler ortamında, yakın gelecekte
yaşamları üzerinde etkisini sezdikleri tanrıçanın bakışı altında hem
sert, hem de coşkulu bir yarı keşiş yaşamı sürdürürler, ama bu ya
şamda akılları bekarlık yerine kocaya kavuşmaya yönelirdi. Sappho,
Aphrodite'nin mutlak gücünü dile getirdiği, genç kızlar korosunun
da tam uyuşum halinde seslendirdikleri yakıcı bentlerde onlara şiir
sel kültürü aşılardı; eskilerin " erotik " , yani sev i kültürü dedikleri
şeydi bu. Aphrodite'nin uzun zamandır sevinç ve acı içinde bulundu
ğu abialarının yanında genç k ızlar yavaş yavaş kadın eğilimlerine
alışırlardı. Kendi içlerinde hem yüreğin hem de duyguların kımılda
dığını sezmeye başlarlar ve yazgıları bunu çağırırsa ilk kez sevgiyi
d uyumsarlardı.
Hangi ateşli d ostluk ilişkilerin i n Sappho ile dostları arasında
böyle bir eğitimi -Cypris'in ( Ki fris) hüküm sürdüğü bu ateşli hava
yı- dağura bildiğini bize onun şiiri söyler. Çünkü bu yalnız ruh,
kendi çevresinde doğurduğu ve büyüttüğü güzelliğin huzurunda,
şiirde özgürleş ir.
" Onu gördüm: Kızardım, sarardım onu görünce;
Bir heyecan yükseldi çılgın ruhumda;
Görmüyordu artık gözlerim, konuşamıyordum.
D uydum, hem tirredi hem yandı bütün vücudum. "
Sa ppho'nun en can alıcı şiirinin bir yankısını, başkalarından
sonra, Racine -bu kez hiç değilse kendi dilimizde- bu eşsiz değerde
d izelerde bize duyurur.
ııo l A N T I K
Y u N A N uvc A R L ı c ı
Işte b u şiir de sözcüğü sözcüğüne ya da Fransızca anlaşı lırlığın
elverdiği ölçüde, onun gibi bir çeviri :
" Bence tannlara denktir
Senin karşında oturan
ya d a hemen yanında,
dinleyen tatlı sesini,
ve bu hoş gülüş, yemin ederim
deli eder göğsümde yüreğim i .
B i r an olsun, seni görünce,
artık hiçbir ses çıkmaz ağzımdan,
ama dilim kuruyor,
ince bir ateş yayılıveriyor tenimin altında,
gözlerim hiçbir şey görmüyor artık,
kulaklarım uğulduyor,
ter içinde kalıyoruru
tir tir titriyor bütün vücudum,
otlardan daha yeşil oluyorum.
Yakındır, herhalde öleceğim . . .
"
Işte şimdi tutkunun çemberi içindeyiz. Eros kraldır. Arzu kamçı
lar ve Sappho darbeleri sayar.
Bu şiir bir mücadelenin öyküsüdür. Eros'un bedenine saldırdığı
Sappho, yaşamsal düzeneğinin çeşitli bölümlerine koyduğu güvence
nin her saldırıda biraz daha yıkıldığını görür. Bizi d ü nyaya bağla
yan, varlığımız konusunda içimizi rahatlatan bütün duyumlar, gö
rüntüler, sesler, yüreğin düzenli atışı, yüzümüze renkli kanın akını,
bütün bunlar d a gözünden kaçar. Organlarının art arda bozulduğu
nu görür Sappho ve bunlardan her biri ile onun adeta çılgına dön
mesi ve ölmesi gerekir. Gücü tükenen yürekle, ses çıkmayan gırtlak
la, ansızın kuruyan dille ölür; d amarlarından ateş akar, gözler gör
meden kalır, kulaklar damarların atışından başkasını d uymazlar, vü
cut tir tir titremeye başlar, artık bir ölü solgunluğu vardır onda ... Bu
sırada, tutku yüzünden çeşitli organlarının çalışmadığını gördüğü,
bu kısmi organik ölümlerden geçtiği için ona ölümüne katianmaktan
başka şey kalmaz. Onu saran acı varl ığını gitgide fethettiğinden, ar
tık onun karşısında sadece doğal d ayanaklarından yoksun salt ben
MtoiLLILI SAPPHO, ÜNUNCU MusA
J ııı
bilincine sahiptir: Acı onu d a bastırır. Özne, ölüm halinin çelişkili
bilgisini edinir ( " az kaldı " sözü tamlığın saçmalığını önler) . Doku
nulmamış son dize tamtarnma şöyle der:
" Az kaldı duyayım ölümü ...
"
Sappho'nun sanatı hiçbir yerde bu küçük lirik şiirden daha faz
la incelenmemiştir. Onun şiiri, hiçbir yerde bundan daha fazla psi
kolojik değildir. Olgular, yalnız birtakım olgular. Yalnızca arzunun
maddi sonuçlarını açık ve kesin imleme. Bu şiirde sıfatlar da -sevda
şiirde maddi olay üstüne duygusal kıvrımlar sarmayı çok iyi bilen o
sıfatlar da- çok azdır. Burada her yerde eylemler ve adlar görülür:
Karşımızda bir nesneler ve olaylar sanatı vardır.
Ruhun payı neredeyse hiçtir. Beden ruhu yardımına çağırabilir,
acısının yükünü ona aktarabilirdi. Sappho'nun maddi acısı hakkın
da kıskançlık, kin ya da ayrılık hüznü gibi birkaç duygusal kanıta sı
ğınması yeterdi. Tinsel acı morfin yerini tutar. Koşullar bu kaçışa el
v� rişliydi. Bir filolog, bu şiirin kökeninde, evlenmek üzere Musala
rın hizmetkarlarını, evinden ayrıl a n bir dostun gidişini buldu. Ilk di
zelerin, Sappho'nun arzu nesnesinin yanında oturmuş gösterdiği ki
şi, kuşkusuz nişanlıdır. Ama şiirin ayrılığın acısı hakkında hiçbir
şeyden haberi yoktur. Sappho kibarca bu sevecen duyguyu yüreğin
de büyütmez. Çektiği azabı unutmak için üzüntüyle kendinden geç
mez. Onu, yalnız ve tümüyle bedeninin acısı sarar. Aşkına ilişkin
olarak, ancak, vücudunda zincirden boşanan o sağır eden, kör eden
fırtına yı bilir.
Sappho'nun saklayacak hiçbir şeyi yoktur! Sanatı dürüstlük ve
saflıktır. Doğrudur bu. Sappho kişiliğinde yer alan olguların hiçbi
rinden utanç duymaz. Dil ve kulaklar der; ter ve titreme der. Hoş
olanın çok uzağındadır bu sanat: Ter içinde olmak hoş değildir.
Sappho ter içinde kalır: Bundan utanmaz o, bununla övünmez de,
yalnızca bunu saptar.
Sappho arzusunun nesnesini d e betimlemez. Kavrayışımızın dı
şında kalır o: Yalnız tek sözcükle ve şaşmaz bir doğrulukla kaynağı
bu nesne olan olaylar kaydedilirler. Peki burada girişilen dramatik
davranışın sonu neye varır ? Hiç k uşkuya yer bırakmayan şu tek şe
ye: Varlığın tutku yüzünden yıkım ı .
Karşımızda karanlık içinde b i r ateş yanar. Şair onu geniş b i r ka
ranlık bölgenin ortasına yerleştirir. Şairin sanatında hiçbir şey, ate-
112 i A N T I K Y U N A N
UYGARLıCı
şin ölüm işini yerine getirecek tek başına ve galip gelerek yanması
için, bizi onun a levinden uzaklaştırmaz. Karanlıkların sardıgı bu ay
d ı nlık, Sappho'nun tutkusudur.
Burada edebiyat tarihçisi hayret edebilir: Yanı başında kesin bir
başlangıç vardır. Euripides (Evripidis), Catullus ( Katulis), Racine,
Sappho'nun havasında aşktan söz etmişlerdir: Sappho kimsenin ha
vasında konuşmaz. Yenidir o, hem de bütünüyle yepyeni.
Aşk konusunda daha eski başka sesiere boşuna kulak veririz.
Andromakhe Hektor'a şöyle seslenmiştir:
" Sen bana bir babasın, Hektar,
ulu anamsın benim, kardaşımsın,
arkadaşısın sıcak döşeği min . . . "
Paris Helene'ye şöyle der:
" Seninle sevişelim gel şu d öşekte,
Sevgi hiç daimarnıştı içime bu kadar.
Denizleri aşan gemilerle şirin Lakedaimon'dan
seni kaçırıp, kayalık adada ,
döşekte sarmaşdolaş olduğumuz gün bile
şu anda sevdiğim gibi sevrnedim seni . . .
"
Neobaule için Arkhilokhos'un söyledikleri şöyledir:
" Saçları kapiardı omuzlarını , sırtını . . .
Hoş kokulu saçlarıyla, göğsüyle
bir yaşiıda bile uyandırırdı arzu . . .
"
Mimnermos Nanno'yu düşünürken şöyle söyler:
" Sarışın Aphrodite'siz hayat mı olur hazlar mı ?
Artık ilgilendirmeyecekse beni,
o tatlı şeyler, ballı armağanlar, aşkın yatağı
-yani gençliğin güzel çiçekleriöleyim daha iyi . ! "
. .
Aşka ilişkin b u çeşitli sözleri d üşünelim. Her birinin kendine öz
gü vurgusu vardır. Ama Sappho'nun tınlayışı hepsinden ne kadar
çok farklıdır! Onda ne Andromakhe'nin sevecenligi, ne Paris'in
aşagsayan Helene'ye ateşli şehvet çagrısı, ne Arkhilokhos' u n Neoba
ule'ye yönelttigi dik, atakça ve ölçülü bakış, ne de Nanno'yu a nım
sayan Mimnermos'un h üznü vardır. Hayır, Sappho tektir. Sappho
yakıcı ve serttir.
114 1
A NT I K Y U NAN U Y G A R L I C I
Yakıcı. O vakte dek Eros hiç yakmamıştır. Duyuları ısırmıştır o.
Yüreği canlandırmıştır. Özveriye, şehvete, sevecenliğe, yatağa götür
müştür. Hiçbir zaman yakmamış, hiçbir zaman yıkmamıştır. Eros için
de bulunduğu kimselerden her birine bir şey -cesaret, haz, özlem hoş
luğu- verirdi. Yalnız Sappho'ya hiçbir şey vermez, her şeyi geri alır.
Anlayıştan yoksun bir tanrı. Sappho'nun başka yerde onun için
kullandığı sözcüklerden biri, hem "yenilmez" hem de "anlaşılmaz"
demektir. Onu tuzağa düşürmek için insanın elinden hiçbir şey gel
mez. Aşk yılgınlık verdiği kadar şaşırtır. Karşıtları birleştirir: Aşkın
tatldığı acıdır. lmgelem onu gözünde canlandırmaz. Aphrodite'nin
yüzünün ışıldadığı Sappho'nun yapıtında Eros alacak hiçbir insani bi
çim bulmaz. Bugüne kalan şiirler içinde güçlü kuvvetli yeniyetme, gü
venilir okçu görülmez. Sanki bu tip henüz keşfedilmemiştir. (bu da
güvenilir değildir ya). Daha çok Sappho'nun onu böyle canlandırma
yı seçemediğini söyleyelim. Onun için Eros ancak organların içine iş
leyen ve onları "bozan " karanlık, bilinmeyen bir güçtür: Sappho, onu
ancak bedenine verdiği acıyla kavrar; düşüncesi ise, ona bir yüz bul
makta güçlük çeker. Içinde bulunan görünmez ve gizli varlık ancak
eğretileme yoluyla açıklanır. Ona şiirsel bir can veren imgeler, aldatı
cı ve hayrat yaratılışını ortaya koyar. Bu imgeler maddi dünyanın kör
güçlerinden ya da hayvanın kaygı veren tutum undan alınmışlardır.
" Elden ayaktan eden Eros yine
işkence ediyor bana
hem tatlı hem acı, yenilmez canavar o."
Ama burada her tür çeviri, sözcüklerin çok ağır yükü altında ezi
lir. Bir tek sıfat Eros' u n tatlılığın ı ve acılığını içerir, böylelikle tanrı
nın a nlaşılmaz yaratılışını gösterir. "Canavar" d iye çevrilen sözcük
sürünen hayvan demektir. Sappho'nun aşkının kanatları yoktur, he
nüz yılandır o. " Yenilmez" sözcüğüne gelince (onun karşısında "ma
kineler" başarısız kalırlar), Yunanca olarak burada bu yaban güce
boyun eğdirmekte homo faber'in aczinin çırpındığı sezilir. Eski
Fransız diline göre d üzenlenip " yenilmez canavar " d iye çevrilen söz
cükler aşağı yukarı şunu dile getireceklerdir: Eros, " avlanamayan
hayvan "
Sürüngen hayvan, korkunç yaratık, d üşünülmeyecek kadar bu
yurgan güç; işte Sappho'nun organlarında yol alan Eros budur.
Yine şu başka eğretileme d e doğal güçler imparatorluğundan
alınmadır:
MtoiLLILi SArrHo, ONuNev MusA
l ı ıs
" Eros yıktı ruhumu,
meşelere çullanan
dağdaki rüzgar gibi. "
Sappho'nun aşkla ilgili deneyimi, ortada anlaşılacak hiçbir şey
olmadan onu bitkin, yere serilmiş bırakan bir kasırga deneyimidir.
Bu anlamsız güç yüzünden Sappho'nun ruhu kökünden sökülme teh
likesi altındadır.
Hayvan ya da fırtına gibi, insan için korkunç olan tutku, yere
serdiği kişiye kendini ancak yıkıcı bir tanrı gibi tanıtır .
. . . Ve yine de Sappho bu fırtınalı iklimi hiçe sayar. Fırtınalar böl
gesinin ötesinde Sappho kendine bozulmaz durulukta bir gökyüzü
ayırır. Bu üzgün yürekte bir altın d üş yaşar.
Her tutkunun bir nesnesi vardır. Haz ya da acıyla içimize işleyen
tutku, bizi ya bu nesneye fırlatır ya da ondan uzaklaştırır. Bize günü
geri getirecek geceye olduğu gibi, acıya da teslim oluruz.
Peki, Sappho'nun tutkusunun nesnesi nedir? Bu araştırma bizi
onun şiirinin en gizemli bölgesine sokar. Şiire aykırılığın ( belli bir fi
loloj iyi kastediyorum) bu yola serptiği bayağı varsayımiara karşın,
bu bölge aynı zamanda en keşfedilmemiş bölgedir.
Gerçekten amaç, hiç de bu nesnenin adını ya d a cinsiyetini açık
lamak değildir. Sappho'nun bize açıklamadığı, bizim bazen ancak
bir tür rastlantıyla öğrendiğimiz şeyi ( bir filologun erdem adına ça
bası belirtici son eki d üzeltmeyince ) metnin ötesinde ve metni zorla
yarak kovalamamız gerekmez. Oysa, bu metin bize kendinden söz
ederken önümüzde bir medeni hal bilgisinden ve bir cinsellik sapkın
lığı saptamasından çıkaracağımız tarihsel düşüncelerden çok daha
geniş şiirsel ufuklar açar.
Peki, tutku için kendini öneren bu nesnede ne vardır?
Daha önce uzun uzadıya çözümlenen şiirden yeniden birkaç di
ze okuyalım.
" . . . dinleyen tatlı sesini
ve b u hoş gülüş
deli eder göğsümde yüreğimi . . .
"
Başka hiçbir şey yok, gerçekten yok. Gelip kulağa çarpan bir ses;
vücudu ve ruhu yakmak için daha fazlası gerekmiyor.
1
1 16 1
ANTIK YUNAN UYGARLICI
" B ir an olsun, seni görünce. . . "
Tutkunun tüm genişliğiyle, zincirden boşanınası için sevilen nes
neden ses duyma gibi en akışkan bir algı ya d a ancak seçilen bir gö
rüntü yeterlidir.
Nedenin ufaklığı ile sonucun yoğunluğu arasındaki karşıtlık şa
şı rtıcıdır. Sappho'nun bu şiirinin baştan başa geçtiği tutku alanı ne
kadar geniş ise nesnesi hakkında bize sunduğu görünüm o kadar sı
nırlıdır. Onun acısı hakkında her şeyi biliriz, bu acıyı organ organ
tüketiriz. Sevdiği şeye ilişkin ancak ses ve gülüşün şu tuhaf görünü
münü biliriz. Tanımlanmayan nesne bize sözünü geçirir. " Bu kadar
az şey için bunca azap ne ola! derler. . . " Ama biliyoruz ki söz konu
su olan az şey değildir.
Tutkunun anlatıldığı Sappho'nun tüm parçalarında, yeter ki
bunların kapsamı ve yoğunluğu şiirsel yaratım süreci içinde seçilebil
sin, bu, her zaman tutkusal devinim ile onu tanıtan şiirin doğurduk
ları sevilen nesneyi, her türlü betimleme girişimine, niteliklerin sayı
mına karşıdır. Her sefer sevilen kişinin bir tek belirtisinin çağrısını
duyurması gerekir ve yeter, ve artık tüm varlık altüst olur. Bu karı
şıklığın içinde, bu çağrıya cevap olarak o zaman şiirsel pınar fışkırır.
Çağrıyı d uyuran basit bir davranıştır; ayrılan bir kızın gidişidir,
yok olan bir yüzün pırıltısıdır, bir gerdariın tatlılığıdır, çiçeklerle
süslü bir alındır, yukarı kalkan bir kolun inceliğid ir. Bu, sevimliliğin
yokluğu bile olabilir:
" Arthis ( Aris ) , nicedir seviyorum seni,
benim için küçük bir kızdın ancak hiç de çekici olmayan. "
Daha önce anılan tutku patlamasını uyandırmak için, Andrame
da'nın rahip okuluna gitmek üzere dostunun evinden ayrılan bu çe
kici de olmayan çocuğun gidişi yetecektir; ama burada nesnesine
bakmak gerekir:
" Elden ayaktan eden Eros
hem tatlı hem acı, yenilmez canavar
yine eza ediyor bana,
Ey Atthis! Sen de aklını bana takmaktan bıkıp
Uçup gidiyorsun Andromeda 'ya doğru . "
Demek oluyor ki, Sappho'nun tutkusu ve şiiri " belirtiler" dene
bilecek şeye, incecik kışkırtmalara boyun eğer. Bu belirtiler şiiri
-sözcüğün ilk anlamında bu sembolizm- betimlemeli şiire karşıttır.
MtolLLiLI SAPPHO, ÜNUNcu MusA
1 1 17
Bir bel irti eşkal değildir. Betimlemeli şiir her zaman biraz pasaport
biçemine benzer. Bu biçem bir yüzün özelliklerini sayar, bir manza
ranın öğelerini gözden geçirirken k işilerin ve eşyaların bize beklen
medik bir hareket, rastlantısal bir yön halinde öğelerinin çözümle
mesinden daha özlü göründüklerini belki de unutur. Sesin tınısı, bir
gidişin anısı, sevdalı Sappho'yu acı ve hazla deler. Bu belirtiler seve
ne sevilenin yerinin doldurulmaz o lduğunu gösterir. Bu nedenle se
vileni tü müyle ona verebilirler de. Varlık özel belirtinin çağrısına
tam olarak uyar. Belirti bizi nesneye bağlar, bizi ona kul eder. Bu ba
ğımlılık hoşumuza gider.
Sappho'nun ruhunda sevilen nesnenin gücünü hiçbir şey onun
yokluğu kadar artırmaz. Şöyle yazar:
" Bugün kimse anımsamıyor artık
Ana ktoria 'nın olmayışını
A h ! Ba kmaya doymazdım güzel yürüyüşüne
Ve yüzünün göz kamaştıran parıltısına . . .
"
Anaktoria yoktur. Ondan iki imge gelip aşık-şairi çarpar. Çevre
sinde anılar gibi imgeler uçuşur. Ama bir şair bir imge yazıcısı değil
dir. Bunlardan yalnızca biri ya da çok azı onu kargılarıyla deler. Im
geler artık seçilmişlerdir. Sevene-şaire istedikleri varlığı imgeler su
narlar. Anaktoria'yı Sappho'ya iki imge verir. Güzel (ya da " istek
uyandıra n " ) bir yürüyüş; yıldızların değişken ışığından saçan bir
yüz, yıldız parıltılı bir yüz.
Iki belirti yeter ve dostun yokluğu beden bulur. . .
Olmayan sevgilinin çağrısının d a h a garip, gizemli olduğu geceler
vardır. Gecenin sessizliğin de, algıl a nabilir gerçeklik susunca, ıssız
yatağa kıvrılan beden ve ruh, özlemler ve arzularla ağırlaşınca işte
karanlığın ortasında yol u n u arayan anlaşılmaz d a lgalar halinde bir
ses -hem bir ses hem de bir ışık- yaklaşmaktadır. Kör duygular, boş
lukta onu seçmek için karanlığı yoklar ve çok sevgili nesneye doğru
uzanır gibid irler.
Arignota ( Arignuta ) eskiden Mytilene'de, Sappho'nun yönettiği
genç kızlar arasında yaşadı. Şairimizin bir başka kız arkadaşı olan
körpe Atthis'e tutuldu. Sonra gidip denizin öbür yakasında (Asy
yakası) Lydia'da ( Lidia) yaşamak üzere sevdiği insanlardan ayrıldı.
Sappho Arthis'in acısını paylaşır, şiiri ona seslenir; Sappho ona Arig
nota ile paylaştığı yaşamın sevinçlerini hatırlatır; onunla birlikte, de-
ll8 1
ı
ANTIK YUNAN
UYGARLıCı
nizin ötesinde Sardes'ten kendilerine ulaşınaya çalışan yitik dostun
sesini dinler. Dile getirdiği duyarlıkların niteliği nedeniyle bu şiirin
yorumlanması çok incel ik ister.
"Uzak Sardes'te çok kez,
sevgili Arignota 'nın düşüncesi, Atthis,
buraya dek gelip buluyor bizi, seni ve beni.
Birlikte olduğumuz günler
onun için gerçek bir tanrıçaydın sen,
mest olurdu senin şarkılarından.
Şimdi Lyd ia'lı kadınların yanında o,
nasıl pariarsa pembe ışınlı ay
gün batımından sonra,
sildiği yıl dızların arasında
öyle parlıyor.
Işığını yayıyor denizin dalgaianna
aydınlatıyor çiçekli çayırları.
Güzel çiy damlaları düşünce,
güller, nazik melekotları
ve yoncanın hoş kokusu doğunca yeniden.
Işte o vakit dolaşırken başı boş
Arignota anımsar tatlı Atthis'i
ruhu istekle dolu, yüreği hüzünle ka barmış
Ve orada yürek sıziatan daveti
çağırır bizi kendi yanına,
hassas k u laklı gece de
i letıneye çalışır bizi ayıran denizin ötesine
o anlaşılmaz sözcükleri
o gizemli sesi . . .
"
Böyle bir şiire ilişmekte duraksar insan. Bu suyu, bir yorumun
delikli süzgeci içinde nasıl tutmalı ? Ve ne diye yapmalı ki bunu? Ta
dına üst üste iki kez varmaya çalışmak için değilse.
Bu şiir, Sappho'nun öbür şiirleri gibi, gecenin sessizliğine ve yıl
dızların ışığına bağlıdır. Karanlıkta, ışık saçan yansımalar daha bü
yük bir değer kazanırlar, işitme d uyusu daha bir keskinl iğe ulaşır. Bu
arada, gecenin sessizliğinden sıyrılan anıların, özlemlerin, İstekierin iç
dünyası, algılanan sesiere ve ışıltılara gizli bir anlam vermektedir.
Mytilene'nin denizinde ay doğmuştur, Asya toprağından çıkıveren
bir gül biçiminde gözü kür. Ay mıdır bu? Arignota'dan bir işeret mi? . .
MtolLLILI SAPPHO, ONuNev MusA
1
! 1 19
Denize ve çayırlara bir ışık düşer. Ayın aydınlığı mıdır b u ? Yok
sa dostun güzelliğinin parıltısı mı ? Her ikisi de. Bu ay d üşü karşısın
da, şairin düşüncesi sallantıda kalmış gibiydi . . . Sappho gökyüzünde
bir hayaletin yükseldiğini görmüş gibidir; hayalet, ayakları bahçesi
nin çiçeklerine dakunacak kadar gelir. Hayal sabah serinliğinde ya
şama yeniden başlayan bu çiçekler arasında bir an kalakalır.
Sonra birden silinir bu hayal ve yerini daha belirgin, daha kaçı
nılmaz bir başka ha ya le bırakır. Yansının çağrısı bir sesin çağrısı
olur. D üşlerin çığlıkları gibi keskin bir çığlık yükselir. Çünkü şiir
tam da düş ikliminde kalmıştır. Garip sözler, boşluğu geçmeye ve ay
nı zamanda düş göreni yalnız bırakan o sağır bölgeyi delmeye çalı
şır. Arignota konuşur. Arignota Atthis'e karşı arzuyla, özlemle dolu
d ur. Sözcüklerle, hem de açık, tartışmasız bir anlamı olan sözcükler
le çağırır: Bu sözcükler Atthis'e ve Sappho'ya Arignota'nın yanına
gitmelerini buyururlar. Bununla birlikte -şiirin düşsü niteliği bu
noktada en çarpıcı halini alır- eğer söylenen sözcüklerin i lettikleri
mesaj belliyse, "anlaşılmaz" sözcükler olarak "gizemli" dirler, algıla
namazlar; bu sözcükler acı bir biçimde erişilmez ikinci bir anlam
yüklenmiş gibidirler. Bunları kavramak için gecenin içinde kulak ka
bartılır, daha doğrusu bunları duymak ve aktarmak için gecenin
kendisi kulak kesilir: Ama ancak an laşılınayanın yankısını duyar . . .
B u dizelerde, Sappho'nun şiirinin, çektiği maddi ezaya ilişkin şi
irde sıkı sıkıya bağlı gibi göründüğü gerçeklikten ayrıldığı ve düş
içinde yer aldığı görülür. Bu geçişime olanak veren de dostun yoklu
ğudur, sevilen nesneden uzaklaşmadır. Onun bizi götürdüğü şiirsel
dünyada de� inen varlıklar, düşlerim izde bulunan varlıklar gibi aynı
açıklanmaz biçimde mevcutturlar. O nlarda bulanıklık yoktur. Bun
ların bize verdiği varolduklarına değgin duyu, tam tersine fazlasıyla
kesindir. Hatta bunlar olağan varlıklarınkinden daha kesin bir var
lıkla yüklü gibidirler. Bize gönderdikleri mesaj hiç de kaypak değil
dir. Yine de bunların gerçekliği hakkında sahip olduğumuz bu çok
güçlü duyu, nesnelerin varlığını genel likle bize doğrulayan algılar
dan hemen tümüyle kopuktur. Kendilerini duyurmak için duyuların
diline bürünerek, kendilerini gösteriyor ve bizimle konuşuyariarsa
bu anlaşılır görünüş bir tür kılık değiştirme gibidir ve onları bize ta
nıtan ve anlatan da bu iğreti kılık değildir. Arignota büründüğü ay
biçimiyle ve söylediği anlaşılmaz sözlerle tarafımızdan tanınıp anla
şılmış değildir. Ancak duyular d ünyasının ötesinde, kavramayla an-
1 20 1j A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L I C I
taşılır o. Burad a Sappho'nun şiiri, bizleri, sanki arı varlıklar adını
( burada sevgilinin haya l i ) verebi leceğimiz bir şeylere elimizi dokun
durtma mucizesini başarmış gibi gözükür. (Ama zaten bu deyişin
hiçbir anlamı yok kuşkusuz)
Bununla birlikte bir şey kendini göstermeye başlar: Sappho'nun
şiirini n keşfettiği bir yeni gerçekl i k . Işte öncelikle budur: Ay ve gece
nin çınlayan sessizliği, hem Arignota 'dan ayrıdır hem de gizli ve
kopmaz bir bağla ona sıkıca bağlıdır. Arignota ile ay ışığının, dost
ile Sappho'nun şiirinin derin özü olan karanlığın sesi arasındaki iliş
ki söz konusudur. Daha doğrusu Sappho'nun tutkusunun gerçek
nesnesini oluşturan bu duyarlılık noktalarının -Arignota ve gecenin
dünyası- geometrik buluşma yeridir.
Birkaç parça daha okuyalım:
" Ay hattı, ülker'in yıldızları d a
Gece yarısı olmuş, y a l n ı z uyurum yatağımd a . "
" lşıldayan ayın çevresinde yıldızlar
örtüyorlar pırıltılı yüzlerini yeniden
daha canlı parıltısıyla şimdi
dolunay aydınlatıyor yeryüzünü . "
"Ay parlıyordu olanca görkemiyle
ve ha kireler sunağın çevresinde ayakta . . .
"
" Kapında geçirdikleri geceyi genç kızlar,
şarkılar söyledi ler, ey koca, senin aşkın
ve göğsü menekşe kokan eş adına
şimdi, uyan artık, şafak söküyor . "
" Cırcırböceklerinin kanatları duyurur çınlayan şarkısını
flütü a lçalan günün sıcağını söyler . "
" Bir vakit Giridi kızlar müziğe uyarak
oynarlardı güzel sunağın çevresinde
otları n basarak ince ve nar in çiçeklerine . "
M t o l LLiLl SAPPHo,
ON UNCU
MusA
[ 121
" Soğuk almış güvercin terin yüreği,
kanatları mecalsiz. "
" Ve bunca baş döndüren bezek
körpe bir boyna dolanmış . . . "
" Bezeklerle kuşat, ey Dika, güzel saçlarının lülelerini
melekotu saplarını ör yumuşak ellerinle
mutlu tanrıçalar sever çiçekli d u aetiarı
taçsız bir alından yüz çevirirler . "
" Altın bir çiçek demetiyle benzer bir
güzel kızcağızım var benim, sevgili Kleis'im
ne bütün Lydia'ya değişirim onu
ne de sevimli . . .
"
Sappho'nun düğün şiirleri, okulundaki genç kızların kentin ve
komşu köyterin şenliklerinde söyledikleri evlilik ezgileri zaten dikka
timizi çekecektir! Doğanın güzel görünüşleri Sappho'yu coşturmuş
tur; ağaçların ve hayvanların esrarı onu yüreğinden yaralar. Örneğin
şöyle der:
" Parlak tan saçıyor, sen topluyorsun Akşamyıldızı
koyunu topluyorsun, keçiyi topluyorsun işte yavrusunu getiriyorsun ana y a . "
Yine şöyle söyler:
" Dalın ucunda k ı zaran tatlı elmaya benzer,
en ince dalında ağacın - unuturlar mı elma toplayanlar onu ?
Hayır, unutmadılar, u laşama d ı lar ona a ma . "
Ya da şöyle der:
" Güzelliğin büyüleyici, gelin,
gözlerinde bal parıltısı var,
aşk senin tapılası yüzünde akar
Aphrodite hoşnut kılmış herkesin içinde seni . "
Sappho'nun şiirinde doğa h e r yerdedir. Yıldızlı gece manzarası,
rüzgarda sallanan bir dalın görünüşü onun ruhunda başka hiçbir
Yunanlı ruhunun yansıtmadığı yankılar uyandırmıştır. Sappho'dan
sonra, ağaçların, hayvanların, denizin ve rüzgarların dünyasını yü-
M1D1 LL1 L1 sAppHo'
ı
o
N u N c u M u s A i 123
rek isteklerinin dünyasına bağlayan b u incecik tellere, içine Hebre ır
mağının kıyılarındaki kuğularla Olympos'taki Musaları, çalıdaki
bülbül ile d işbudak dalındaki kuşu birlikte soktuğu konserin sesleri
ne kadar geniş olursa olsun, ne Aris tophanes; ne de kentli özlemi ile
yaldızlı kır tatili peşinde olan Theokritos (Teokritos) dokundular.
Theokritos olsa olsa Büyücü Kadı n la r 'da, eskilerin şiirinin hep en
modern noktasında bulunan Euripides ise olsa olsa Phaidra'nın
( Fedra ) azabının betimlenmesinde bu bağın varlığını hayal meyal gö
rürler. Ayrıca burada her iki şairin de Sappho'yu anırusayan şiirleri
nin söz konusu olduğunu saptamak gerekir.
Sappho'dan önce, Yunan şiirinin kaynağında her zaman olduğu
gibi, llyada'nın şairinin tükenmez dehası vardır. Homeros kuşkusuz
doğayı sevmiştir. Daha doğrusu onu tanıdığını, katı yasaları, temel
de, insanoğlunun ya bancısı olduğu düzeni ile onu keşfettiğini söyle
mek gerekir. Baştan başa tanrılada dolu bu Homeros doğası -deniz
uçurumları, sarp kayalıklar, gürleyen fırtınalar- ve yaşamın zengin
liğini dile getiren, insan biçimli tannlara karşın, insan için yalnız acı
masız değil, aynı zamanda akıl sır ermez bir doğadır bu. Temelli in
sanlık dışı olduğundan, insan yüreği ona bağlanamaz, orada hiçbir
biçimde teselli ya d a sadece içindeki acılarla bir yanıt arayamaz.
Sappho'da ise tersine, efsanevi figürlerden tamamen arınmış
olan doğa, birdenbire ruhun devinimlerine duyarlı varlıklarla, hem
de dost varlıklarla dolar taşar.
Sappho geceleyin, tutkusuyla baş başa uyanık kalır:
"Ay battı, ülker'in yıldızları da
... uyurum yatağımda yalnız başıma . "
Ay batar, bildik yıldızlar söner, zaman geçer . . . Ama hayır, Sapp
ho yalnız değildir; çünkü açıkça gece kalır ona. Gecenin ve yıldızla
rın huzurunda, çiçeklerin ve kuş ötüşlerinin h uzurunda, yeniyetme
körpe tenlerin huzurunda -dünyanın !oş ve çiçekli tüm güzelliğinin
huzurunda- tutk usal şiirin hüzün veren boşluklarının ötesinde, do
ğayla alışverişin şairi sevince boğacağı yeni şiirsel bölgeleri fark et
meye başla rız.
Sonunda ıssızlığın yerini kalabalık almıştır. Işte şimdi d ünyanın
görkeminin orta yerinde, güller ve yıldızlar arasında Aşk anımsanır.
Sappho'nun şiiri acının ötesinde, Eros'un tadını çıkarır. O , kend isi
ne işkence eden bu tamıyı büyülü bir çemberin merkezine yerleştir-
!
ı
124 1
ANTI K
YUNAN
UYGARLıCı
miştir. Onun şiiri, karşı karşıya kalınan tutkuyu, açığa çıkan arzu
nun acımasızlığını doğal varlıkların büyülü güzelliği ile önler. Eros
çiçeklerle taçlanır. Kuşkusuz, bezeklerle çevrilince, daha az acımasız
olmaz. En azından acımasızlığı güzellikle donatılmıştır. Sappho'nun
şiiri şimdi daha özenli ol ur: Doğa ile Aşk birbirini dinlerler . . .
Esrarın eşiğindeyiz. Organları v e yaşamı parçalayan b u karanlık
güç işte birden hazza dönüşmektedir. Varlık-yokluk bilmecesine iliş
kin arzu, yüreğin en gizli köşesinden gelen genç kızla ilgili arzu işte
şimdi çiçekli davranışlara, kibar d anslara, müziğe, masum oyunlara
boğu lmuştur. Yalnızlık gecesi, beden ağırdır. Y ıldızi ı karanlığın gü
zelliği içinde bir an gelir ki o sonunda kendini tüketir. Bedeni kavu
ran ateş ışığa dönüşür. Gecenin sessizliği ve yıld ızların ışımasıyla bir
leşen uzak dostun imgesi artık bedenin ağırlığını ortadan kaldırır ve
uzun süren Eros tedirginliğini ansızın hayranlığa döndürür. Kuşların
şarkısı, çiçeklerin parıltısı, dalların çıtırtısı, gözlerin tatlı bakışı, be
denlerin kıvraklığı: Hepsi arzunun çağrısına yanıtlardır. Aradığın
güzelliği veriyorum sana . En sonu şi ir, ruhun bütünlüğü olur ve
onun verdiği temel kösnüllük sesi, şiirle birlikte giden ve zaten kös
nüllüğün kendi yüreğinde duygulanan temizliğin ara sesleri içinde
büyülü bir biçimde birden çözü lüyormuş gibidir . . .
Lesbos'lu kadın şairin yapıtı bir buluşma yeridir. B u yapıtta do
ğa ve aşk birleşir ve iç içe girerler. Dünyanın serinliği ile aşkın kav
rukluğu tek bir şiirsel hareket halinde birbirlerine karışırlar.
" Geldin, ne iyi ettin; çok istiyordum seni.
Bir su gibi, fışkırdın istekten tutuşan ruhumda .
Selam, Gyrinna ( Girina ) , a yrılık acısına denk binlerce selam . . .
"
Sappho içimizde doğayla aşkı bir araya getiren ilişkileri kavradı
ve dile getirdi. Onun dış dünyanın güzelliğinden aldığı coşku ve
dostlarına karşı duyduğu sevgi aynı şiirsel kumaş içine katılmış ve
dokunmuş gibidirler.
Şu biraz uzunca parçada bu durum daha da iyi değerlendirile
cektir; bu parçayı bize ulaştıran papirüs ne kadar yıpranmış olursa
olsun, burada çiçeklerin verdiği hazla bizden ayrılan sevgiiilere iliş
kin hüzün birlikte yankılanır.
MiDiLLiLi
SAPPHO, 0NUNCU
M
U
SA
! 125
" Işte gitti o sonsuza dek
ve ben ö lmek isterd im doğrusu.
Bıra ktı beni, sıcak gözya şlarıyla ağlayarak
şöyle ded i : 'Ah! Sappho, ne zalim kader !
Yemin ederim istemezdim senden ayrılmak'
Ben de ona dedim k i : ' Git, güle güle,
ama unutma ben i . '
Bilirsin seni ne kadar sevdiğim i .
Unuttuysan ha tırlatmak isterim
birlikte geçirdiğimiz
bütün tatlı ve güzel saatleri,
sen, yanı başımda, saçiarına
gü llü, menekşeli, safranlı
taçlar takardın !
Ve körpe boynuna bağlardın
hoş çiçekli baş döndüren süsler.
Bol reçine yağları ve krala layı k esans
sürerdi n lüle saçlarına . . .
"
Böyle bir şiirde Sappho dünyadan yüregımize, yüreğimizden
dünyaya gidip gelen görünmez dalgaları yakalamış gibidir. Çünkü
bugün şiir, kimyanın d a farklı bir biçimde bildiği gibi, varlığımızla
dünya arasında özde yakınlık olduğunu bilmektedir.
Sappho'nun asıl şiirsel keşfi buradad ır; bu, onun şiirinde mo
dern şiirin bir önbelirtisini görmeye olanak verir. Sappho'nun şiirsel
d üşü, aynı zamanda insan aklının sorguladığı iki dünyaya -dışarda
ki dediğimiz dünya ile içimizde devinen dünya- katılır. Eski şairler
den çoğu, olur da doğayı anımsar ve aşkı dile getirirlerse, kendileri
için bu iki d ünya iki ayrı gerçeklik oluşturmuş gibi, bunu art arda ya
da koşut olarak yaparlarken, Sappho insan bilinci ile maddi doğanın
hem özü hem de özellikleri bakımından benzer, bir ve aynı şey ol
duklarını, çünkü evrenin olayiarına duyarlı olmayacak tutku devi
nimlerinden hiçbir şey çıkmayacağını bilir.
Doğal dünyanın en ince ucunda bulunan yüreğin dünyası, onun
geniş salınımiarına uğrar ve bunları yansıtır. Sappho'nun şiirinde bu
iki dünya birbirine karışır ve aynı a nda konuşurlar.
Peki b u dil nedir ? Ve en sonu, Sappho'nun öğrenmeye, a nlama
ya çalıştığı ve bize gösterıneyi denediği bu tek gerçekliğin adı nedir?
Onun tutkusunun en son nesnesi nedir ? B u kadar alıntıdan sonra,
126 [
'
ANTİK YUNAN
UYGARLıCı
onun evreninden kuşkulanmak gerçeğin çift yonune ilişkin ortak
planların bu şiirde bu luştukları yerden kuşkulanmak gerekir m i ? Bir
simge oturmuş, varlığın bu doruk çizgisinde onu bekler: Sappho be
dava bir malı elde etmek için nasıl koşulursa öylece ona doğru atılır.
Sappho'yu yaralayan ve ona işa ret eden bu nesne, birden bire bir jes
tin inceliği ya da bir çiçeğin parıltısı ile ona açılıyor: Güzellik değil
se ne ad verilir ona ?
Y aratılmış her tür güzellik; hele de ter ü taze tenlerde, çiçekten
raçların, insan bedeni denen çiçekle doğa nimetlerinin, gün ışığının
verdiği neşe içinde birbirine karıştığı şu dalaşık güzellik ve yeniyet
meliğin kırılganlığında, ilkbaharın nazeninliğinde güzelin can bul
ması Sappho'da arzu uyandırır.
" Severim gençliğin çiçeğini . . .
B i r aşk düştü benim payıma,
güneşin parıltısıdır
o, güzelliktir. "
i 127
ı
BöL Ü M
VI
SaLoN VE
D E M O K R A S i YA K L A Ş I M L A R I
()!!,
����
a n uygarlığı birkaç yüzyıldan beri üzerinde Hellen sitele
eye başladıkları şu Asya saçağında doğdu. Homeros lo
ri
nia'lı idi, Arkhilokhos da öyle, Sappho Eolia'lı idi. Ama sadece bir
kaç örnek verdim. Aşağı yukarı aynı dönemde, ilk bilginler ve filo
zoflar, ilk mermer heykeller, ilk tapınaklardan bazıları d a lonia
kentlerinde orta ya çıkmışlardı.
Aynı dönemde, Hellen dünyasının uç batı saçağının sitelerinde,
Sicilya 'da ve Büyük Yunanistan'da görülen öteki bazı bilim a damla
rı ve başka filozoflar; Paestum'da ( Pestos) yer alan tüm Yunan tapı
nakları içinde belki de en güzeli olan Poseidon ( Posidon) tapınağı gi
bi, bazen çok görkemli başkaca tapınaklar doğan uygarlığın gücünü
gösteren ilk örneklerdir.
Yunan halkının uygarlığının onun yurdunun çevresinde yer alan
bölgelerde doğmasının açıklaması ve bundan fazlası d a vardır. Bu
türden açıklamalardan bir kısmı, Yunanlıların, " barbarlar" adını
verdikleri komşu uygarlıklara bağımlı olduklarını göstermektedir.
1 28
� ANTIK
N
YU AN UYGARLICI
Çünkü Asya ile Sicilya arasında kalan yerlerde, asıl Yunanistan'da
yani, bu tarihte, uygarlık diye hiçbir şey ya da hemen hiçbir şey gö
ze çarpmaz.
Bu biraz kestirme bir sözdür. En azından köylü-şair Hesiodos'un
( lsiodos ) adını belirtmek, kökendeki Sparta'nın bir şarkılar ve oyun
lar sitesi olduğunu u nutmamak gerekir . . . Az önce söylenmiş "hiçbir
şey ya da hemen hiçbir şey" sözünü yalanlayan başka birkaç olgu
daha vard ır.
Ama işte artık Atina'nın egemenlik dönemi geliyor. Üç yüzyıldan
uzun bir süre, ilkin basit bir kasaba olan Atina " Yunanistan 'ın oku
lu " , " öz be öz Yunan" olur. Bu deyimlerden tarihçi Thukydides'e
(Tukididis) ait olan birincisi, okunduğu bağlam içinde, kesinlikle si
yasal bir anlamda alınmalıdır: Atina, demokrasiyle halkının kılavuz
luk ettiği en aydınlık siteleri kurduğu için Yunanistan'ın okulu ol
m uştur. Yoksa, siteler d ünyasında ortaya çıkan ilk demokrasi olma
sından değil: Demokrasi ondan önce lonia 'da vardı . Ama büyük bir
demokratik sitenin ve halka en güzel şenlikleri, en güzel tragedya ve
komedya seyirliklerini sunan demokrasinin yükselmesiyle, Atina
halkını ünlendirmek için inşa ettiği tapınaklada öbür anıtların gör
kemiyle, tarihçi ve filozoflarının halkın haklarını d ile getirme, ele al
ma ya d a savunma biçimiyle Atina birinci sıradadır. Yunan kalbi iki
yüz yıl burada çarptı. Burada komedya gülünç sözlerle herkese ger
çekleri söyledi. Ateşli yürek, insanla yazgısının trajik çatışmasıyla
. çarptı burada. Sokrates ile Platon ve daha başkaları burada felsefi
konuşmayı sokağa, d ükkaniara ve alanlara indirdiler ve onu sokak
tan, gökyüzüne kadar yükselttiler.
VIII. yüzyıl Atina'sının, Antigone ya da Parthenon l üksünü sun
madan önce, çözmek zorunda olduğu ilk sorun hayatta kalabilme
sorunuydu. Bu temel sorunu geçici bir çözüme kavuşturmak için
yaklaşık iki yüzyıl gerekti. Sonuç, demokrasinin keşfi idi. Kuşkusuz
güzel, ama biraz aldatıcı bir sözcük.
" Demokrasi" " halkın iktidarı " anlamına gelir. Peki ama hangi
halktan söz edilmektedir? Kuşku götürür bir durum. Bir " sözcük "
asla hiçbir şeyi çözmezken, bu kitap bir sözcükle çözülmüş gibi gö
rünen sorunun kimi öğelerini daha önce açıkça ortaya koymuştur.
Kadın başı ve saç biçimi.
(VI. yüzyıldan eskil yontu)
130 1
i
A NTI K Y U NAN UY G A R L I C I
Önemli olanları, birkaç satırda yineleyelim. VIII. yüzyılda Attİ
ka yarımadasında ve onun dışındaki yerlerde başlayan mücadelede
iki sınıf karşı karşıya gelir: Mülk sahipleri sınıfı, mülksüzler sınıfı .
Mülk sahiplerinin geniş toprakları vardır, mülksüzlerin ise toprakla
rı az, kolları ve sayıları çoktur. Soruna Salon'un önerdiği çözüm, si
tenin bütün yurttaşlarına yavaş yavaş medeni ve siyasi haklarda eşit
lik sağlayacak bir önlemler toplamından ibaret olacaktır. Demokra
si, her zaman site içinde "yurttaşlar" topluluğunun iktidarından öte
bir şey olmamıştır.
Burada, çalışanların tümünün, sitenin üreticilerinin tümünün hiç
de söz konusu olmadığı hemen görülür. Yalnız ve yalnız yurttaşlar
dır söz konusu olanlar. Antik sitede, malları üretenlerin büyük bö
lümü kölelerdir. Demokratik kazanırnın sınırı bu noktadadır: De
mokrasi asla köleleri ilgilendirmez.
Modern bir büyük sosyolog -hem de sosyologdan öte bir insan
bütün açıklığıyla bunu şöyle dile getirdi: "Antik devletin biçimi ne
olursa olsun -monarşik, aristokratik cumhuriyet ya da demokratik
cumhuriyet- k ölelik döneminin devleti köleci bir devlet idi. . . !şin as
lı aynı kalıyordu: Kölelerin hiçbir hakları yoktu ve ezilen bir sınıf
olarak kalıyor/ardı. "
B u sosyolog -ad ı Lenin' dir- b u cümlede antik demokrasinin d.dı
na layık olmasını engelleyen ve modern çağlarda gerçek demokrasi
olarak gelişme koşulunu oluşturan temel sınırı ortaya koydu.
Konulan bu çekince -çok ciddi bir çekincedir bu, çünkü a ntik
uygarlığı batışa sürüklemeye yardım etmiştir- I . ö . VIII. ve VII. yüz
yıllarda, önce lonia'da, sonra Atina'da olmak üzere, Yunan siteleri
nin çoğunda az görülür bir şiddetle bir dizi toplumsal çatışmanın
başlaması; bu çatışmalarda yurttaşlar topluluğunun en yoksul bölü
münün en güçlülerden hak eşitliğini koparmaya, bunu yazılı hukuk
la onaylatmaya, en sonu sitenin yönetiminde kendisine borçlu olu
nan payı elde ermeye çalışması, burada belirlenen sınırlar içinde ka
lır. Demek ki, burada -köleler hep dışarda kalmak üzere- günün bi
rinde tutulacak bir vaat gibi belirsiz, demokrasinin ilk taslağı biçim
lenınektedir.
Bilindiği gibi, site uzun süre iki tür yurttaştan kurulu kaldı. Es
ki toprak işgalcilerinin torunları, klanların (ya d a Latince "gentes " )
üyeleri olan soylular vardı. Aynı zamanda zengin olan soyluların ço
ğu " evler" inin adamları ile topraklarını kendileri işlerlerdi. Bu sıra-
SaLON vEDEMOKRASI YAKLAŞlMLARI
ı 131
d a , ilk ata yurdu zaten artık ortak olarak klana ait değildi. Ama ata
larının paylaştığı toprak devredilemez: Ne bağış, ne satış, ne de çe
yiz verme yoluyla bir başka aileye geçebilir. "Ailenin malı ailede ka
lır" mutlak bir kuraldır.
Devletin yüksek kademelİ görevlerine yalnız kanlarıyla övünen
bu Eupatrides'ler ( Efpatridis) girmişler, " kral " , yargıç ve general ol
muşlard ı . Tamamen medeni ve rahip sınıfı olmayan bu dinin tek ra
hipleriydiler, gereken adakları suna rak sitenin adına tanrılada konu
şuyorlardı. Eupatrides'ler denilen bu soylular Atina sitesinde, daha
doğrusu Attika'da elli kadar aileyi temsil ediyorlardı.
Ama, yine topluluğun içinde kendi hesaplarına çalışan birçok in
san, eğer bu sözcük hala bir anlam taşıyorsa, " serbest " emekçiler de
vardı. Yalnızca kulübeleri ve yamaçların doğru dürüst tarıma açıl
mamış makisini kazımak için aletleri (ama ne aletler) olan küçük
köyl üler vardı; iki kollarından başka bir şeyleri olmayan, her zaman
kölel iğe çok yakın, aç insanlar vardı ki, ilkbahar, yani soylu gerçek
çi bir şairin dediği gibi, "yiyecek hiçbir şey olmayan mevsim " geldi
mi, kitleler halinde ölürlerdi . Her türden zanaatçıların kendilerine
Eupatrides'lerin verdiklerinden başka hammaddeleri yoktu. Onlar
bu hammaddelerle Eupatrides'lerin çatılarını onarır, ayakkabılarını
ya da deri kalkanlarını, tunç silahlarını ve de boyunlarını vurmadan
önce kurbanların başına konulan a ltını yaparlardı. Hepsi kendileri
ne ait bir işliği olmayacak kadar zavallı kişilerdir. Yalnızca çömlek
çi evde çalışır: Her köyde bir fırın vardır. En sonunda, bu VIII. yüz
yılda yeni toprak ve yeni köle için koloni seferleri ile önem kazan
maya başlayan tüm denizci halk, gemi ve kürek yapanlar, tayfalar ve
az sonra gemi işletenler gelir. Bu h alk tabakası tüm olarak çok bü
yüktü, ama çok bölünmüştü. Denizcilerle tüccarların çıkarlarıyla,
zanaatçıların ya d a küçük mülk sahibi köylülerin çıkarları aynı de
ği ldi. Bu insanlar ancak kendilerini sömüren "kodamanlar" a karşı
" birlikte düşünme"ye başlıyorlard ı . Yalnız soylular silahlıdırlar. Bu
silahlar ayaktakımına " iyi düşünm ç yi öğretirler. Iç savaş VIII. ve
VII. yüzyılların tüm Yunan sitelerinde olağan durumdur.
"
Bununla birlikte, öneminin hesaplanması güç bir keşif -VIII. yüz
yılın sonuna doğru- henüz yarı yarıya ayakta kalabilen doğal ekono
miyi birdenbire değiştirir ve durumu daha da ağırlaştırır: Sikkenin
keşfidir bu. Sınıflararası mücadele, iki şekilde tersine artacaktır: Yok
sul sınıfın yoksulluğu daha da artacak, ama bu mülksüz sınıfın bir
SaLON vEDEMOKRASI YAKLAŞlMLARI
bölüğü ticaret içinde zenginleşecek ve sitenin yönetiminde payını iste
yecek, aristokrat kalan ayrıcalıklara saldırıya kalk1şacaktır.
O vakte kadar -Homeros'un ş iirlerine bakılırsa- ticaret ancak
takas usulüyle yapılıyordu: Şarap tahıl ile, zeytinyağı maden cevheri
ile değiştiriliyar ve işler böyle gidiyordu. " Öküz değeri " olarak d a
hesap ediliyord u. Yavaş yavaş, değişimlere yarayan altın v e gümüş
külçeler düşünülmüştü. Ama bu külçeler damgalanmış değildiler,
her sefer onları tartmak gerekiyordu . Sarrafl a r pazarlarda terazileri
ni hazırlıyorlardı.
Her sitenin damgasını bastığı, ağırlığına güvence verdiği gerçek
anlamda para, Lydia'da, Paktolos'un altın pullarını akıttığı bu Kü
çük Asya ülkesinde keşfedildi. Ama buluşu sahiplenen ve o dönemin
geniş koloni hareketi ile onu, bütün dünyada yaygınlaştıranlar, Io
nia kıyısındaki Yunan siteleridir.
Buluş, kuşkusuz değiş tokuşta yararlıdır. Ama kime yararl ı ? Es
ki zenginler saklanması güç olmayan bu zenginlik kaynağına el koy
maya can attı lar. Gerçekten de, doğal ekonomide, büyük toprak sa
hip lerinin zenginliklerini biriktirme kolaylığı hiç yoktu. Buğday, zey
tinyağı ya da şarap biriktiremezler. O lsa olsa, doğudan yastıklar, ha
lılar ya d a işleme silahlar satın alarak biraz gösterişlerini artırırlar
dı. Ama bu ilkel ekonomide büyük mülk sahibi, artı ürünü daha çok
müşteri alanını genişletmekte kullanırd ı . Kötü geçen yıllarda " öz
gür" küçük çiftçi, hatta zanaatçı yakındaki beye başvurabilirdi. Bey
yoksul için epik şiirin dediği gibi " bir burç ya da bir kale" olmayı şa
nından sayard ı. Demek ki, küçük emekçi, mülk sahibince, hala bir
biçimde korunuyordu.
Paranın ortaya çıkmasıyla durum bambaşka oldu: B u . paraya
çevrilen ürün fazlasını biriktirmeye olanak verdi. Üstelik, zt· : ı gin, pa
rasından para kazanmayı öğrenir; bu paranın kendisine "y. ıurular"
( faizlere verdiği a d budur) getirmesini ister. Soydan gelen b t ; l· üklen
me böylece açgözl ülükle güçlenir. Eskiden de, soyluya onun tükete
mediği bir artık verildiği olurdu; şimdi ise o borç para verir ve iste
diği faiz çok yüksektir; çünkü sermayesinin bir bölümünü riski çok
büyük denizcilik işlerine bağlamak hoşuna gider. Ödünç verir ve
vurgunculuk yapar. Toplanan sermaye, yeni zenginlikler elde etmek
amacıyla yarınlan bir paradan başka bir şey değildir.
Paranın sanatı -parayı biriktirme ve üretme yeteneği- demek
olan Aristo'nun "krematistiki" dediği şey böyle doğar. Bu "krema-
j ı33
ı
134 1
A NT İ K Y U N A N UYGARL I C I
tistikinin" kapitalizmin bir ilk biçiminden uzak bir şey olmadığı gö
rülür.
Sikkenin bulunması toplumsal sınıfların ilişkilerinde çok önemli
sonuçlar doğurdu.
Ö ncelikle, çok ağır koşullarla borçlanmak zorunda kalan alt sı
nıf -özellikle küçük köylüler- yavaş yavaş kölelik yoluna itildi. Ger
çekten de küçük mülk sahibinin kodarnana güvence olarak göstere
bileceği şey nedir? Ipotek ettiği toprağıdır. Sonra da emeği. Bu de
mektir ki, borcunu ödemeyip de toprak elinden alınınca, ona, ürü
nünün büyük bölümünü alacaklısına bırakmak koşuluyl a, kiracı,
daha doğrusu köle olmak kalıyordu. Atina'da, ürünün mülk sahibi
ne verilen bölümü, altıda beş gibi, inanılmaz bir düzeye yükseldi. So
nuç olarak, eski küçük mülk sahibinin, öz kişiliğinden, canından
başka rehin olarak verecek bir şeyi kalmaz. Bu durumda o satılabi
liyordu ve köle durumuna düşüyordu. Karısı ve çocukları da kendi
siyle birlikte ve hatta kendisinden önce, sahip olduğu son taşınır
mallar gibi satılıyordu.
Gerçek demokrasi yolunu kapatan, köleliğin varlığı ve kadının
aşağı durumunun, yurttaşın aleyhine döndüğü burada görülmekte
dir.
En parlak biçimler altında, uygarlığın doğmak üzere olduğu sı
ralar, Atina'da, "krematistiki" nin korkunç meyvesi de bu durum
daydı.
Bununla birlikte, bir buluşun sonuçları hiçbir zaman sanıldığı
kadar basit değildir. Paranın icadı, yalnızca soyluların ellerinde yeni
bir baskı aracı olma d ı . Öyle bir an geldi ki, bu buluş uzun ve kanlı
mücadeleler içinde, halkın ellerinde bir kurtuluş aracı oldu.
Gerçekten de, alt sınıfı n tüccarları unutulmasın. Soylu olmayan
kesimlerden kimileri -önce Smyrna ( b ugünkü lzmir), Miletos, Ephe
sos ( Efesos) gibi Asya 'nın büyük kentlerinde- sonra asıl Yunanis
tan'da, Korinthos'da, Megara'da, Atina'da zenginleştiler. Soylular
onları küçümsüyord u, ama sonunda onları hesaba katmak zorunda
kaldı. Bu ticaret türedileri, yoksul köylülerden toprak satın almaya
başladılar. Köylüler de, tefeci fa izi ile borçlanmaktansa toprağı on
lara satınayı yeğl iyorlardı. Tüccarlar toprak sahibi olunca kamu iş
lerinin yönetimine, devlet mem urluklarına, yargıya, orduların ko
mutasına -o zamana kadar yalnızca soylulara sağlanan tüm hakla
ra- ısrarla katılmak istediler.
S a L o N v E D E M O K R A S I Y A K LA Ş l M L A R I
1 135
Ama mülksüzler kitlesi ile ittifak yapmadan, sömürü len halk yı
ğınına dayanmadan bu işte nasıl başarı gösterilir? Böylece soyluluğa
karşı, bu tutku ve yoksulluk ittifakıyla güçlenen sınıf mücadelesi sert
bir biçimde yeniden başlıyord u.
Soyluların uydurduğu sözcüklerle " kakoi" lere karşı " kalokagat
hoi" lerin m ücadelesiydi bu. Spor yaparak, bütün erdemlere, Musa
lara yönelerek yetişmişlerdir " Kalokagathoi " lar, söylediklerine ba
kılırsa. Hem güzel, hem de soyludurlar. Sözcüğün iki anlamında d a
soyludurlar: Doğuştan soylu v e t ü m başarıya, mücadeleye hazır.
" Kakoi " lar ise, hem kötü hem de değersizdirler. " Pis insanlar "dır
bunlar: Doğuştan aşağılık olan bu insanlar, avamdandırlar ve aşağı
lık olmayan hiçbir iş ellerinden gelmez.
Tuhaf sözcükler, ama, girişilen mücadelenin sonucu, bunları ya
lanla ya ca ktı r .
Birçok sitede, sonunda demokratik kurtuluşa, ya da, hiç değilse,
antik toplumun bundan anladığı şeye varacak olan bu sınıflar müca
delesinin evrelerini burada adım a d ı m izlemek gerekmez.
Atina ile yetinelim ve anlatımızı yasa koyucu-şair Salon'un öy
küsüne bağlayalım.
Solon soylu bir ailedendi . Bağlı bulunduğu "gens " Atina'ya son
kralını vermişti. Yine de, bilmediğimiz nedenlerle b u aile I . ö . VII.
yüzyılın ortasında çok parasız kalmıştı. Atina'da sanayi ve ticaretin
birden güçlü bir biçimde geliştiği yüzyılın bu ikinci yarısında büyü
yen Solon d ünyayı dolaşarak ve zeytinyağı satarak yeniden servet
edinmeye karar verdi.
Demek ki o, zeytinyağı ticaretine atılan ailenin bir oğlu ve bir şa
ir. Yeni ülkelere gitme ve çok eski uygarlıkları görme arzusu -genç
lonia ile dört beş bin yıllık Mısır-, Salon'un hayatını kazanmak için
yolculuk etme kararında kuşkusuz çok yer tuttu . Çok daha sonra,
yasa koyuculuğu işi sona erince, yaşlı Solon yeniden denize açılacak
tır. Yeni bilgiler edinme tutkusu, kendisine özgü yaşianma ya da bel
ki genç kalma tarzıdır. Şöyle yazar : "Her gün bir şeyler öğrenerek
yaşlandım. "
Solon, karar verdiği gibi, ticaret yaparak yeniden servet edindi
ğinde ömrünün tam ortasında Atina'ya döner. Hemşehrileri onun
1 36 1
ANTIK YUNAN UYGARLICI
önyargılardan uzak bir kafa , hele de temelli dürüst bir insan olarak
görürler. Solon Atina'da birbirleriyle kanlı bıçaklı bir kavgaya giri
şmiş olan her iki sınıfı n gözünde de popüler bir kişilik olmuştur. Ün
lü adamlar sıralamasında Solon'a yer veren Plutarkhos ondan çok
güzel söz eder: " Zenginler zengin olduğu için, yoksullar da namuslu
olduğu için takdir ediyorlardı onu . "
Bir gün Solon, ülkesine büyük bir hizmette bul unma cesareti
gösterdi. Belki biraz düzeltilmiş olan, ama, Solon'un elimizde kırık
dökük parçaları kalmış bir şiirinde buna değinildiği şekliyle, gerçek
olaylara dayanan öyküyü anlatan yine Plutarkhos'd ur.
O dönemde Atina ile Megara, ikisi de ticaret ve denizcilik kent
leri haline gelmekte olan bu komşu siteler, Salamis'in mülkiyeri ko
nusunda çekişiyorlardı. Atina açıklarındaki bu ada, limanın kilidi gi
bidir. Adayı elde tutan Atina'ya egemen olur ya da onu sıkıştırır.
Atİnalıların tüm çabalarına karşın Megara'lılar onu işgal etmişlerdi.
Bunun üzerine, bu olaydan alınan Atinalılar, Plutarkhos'a göre, halk
önünde bir daha Salamis'den söz etmeyi ölüm cezası ile cezalandıra
cak bir yasa çıkardılar.
Solon kendine deli süsü vermeyi düşündü. Deliliği inandırıcı gö
züktüğü bir gün site alanına gider, duyurular taşına çıkar ve Sala
mis'in güzelliği ve onu Megara'lılara bırakmanın Atina için taşıdığı
utanç hakkında kendi yazdığı bir şiiri toplanan halka okur. Onu din
lerler ( deli bu adam ! ) , sonra söylediğine bakıp zıvanadan çıkarlar.
Halk Salamis'e yürür, harekatı S olon yönetir. Ada yeniden Mega ra'
lılardan alınır.
Bu şiirden ayrılma birkaç d izeyi aşağıya aldık. Solon şöyle söy
l üyor:
"Ey A tinalılar, biz bırakıyorsak Salamis 'i - ben artık A tina/ı ol
maktansa - Pholegandros ya da Sicinos 'un yurttaşı ( ikisi de Ege'de
ki küçük köylerdir)
diye anılmak isterim - yakında diyecekler,
çünkü: - işte bir A tina/ı, Salamis 'in döneklerinden biri! . . Öyleyse
varalım Salamis'e! - Vuruşalım güzel adamız için - ve utanç bizden
uzak olsun!"
-
Hem popüler hem de yürekli bu ses halkın hoşuna gitti. Öykü
güzelleştirilmiş olsa bile, Solon'un Salamis'in yeniden fethinde eleba
şı olduğu bellidir.
Solon'un uyandırdığı saygı ile birlikte, Atİnalıları bölen çatışma
da onu hakem ve yasa koyucu olarak seçtiren işte bu olay old u.
SoLoN vEDEMOKRASI YAKLAŞl M LARI
\ ı37
Varolan kampları son bir kez yeniden belirtmek v e tamamlayıcı
birkaç açıklama yapmak gerekir mi ?
Soyl u büyük mülk sahipleri sonunda Attika ovasının toprağını
tümüyle ya da nerdeyse tümüyle ele geçird iler. Bu geniş alanları ya
kınları, adamları, köleleri ile işliyorlardı. Arpa ve buğday az görülür.
Bunun pek önemi yoktur: Karadeniz kıyılarından getirilirler zaten.
Bağ, incir ağacı, zeytin ağacı boldur: Bir bölümü dışarı satılır. Bu ge
niş mülkler küçük toprak sahiplerinin ortadan kaldırılmasıyla gitgi
de büyürler.
Mülk sahibi -Eupatride- feodal bir bey gibi, işletmesine uzaktan
göz kulak olur. Zamanla kentte sürekli oturma alışkanlığını edinir.
Artık asıl işi politikadır. Yönetir ve savaşır. Yargılar, henüz yarı ya
rıya yazılı bir hukuka göre yargılar ve yorum durumunda, eşitleriy
le birlikte sadece kendisi söz sahibidir.
Bu soyluların karşısında halk, öncelikle de köylü proletarya var
dır. Sayıları gitgide azalan kimi özgür mülk sahipleri vardır: Bunlar
toprağın bir şey elde edilemeyecek kadar kötü olduğu d ağın yamacı
dışındaki işletmecilerdir. Kiracılar -serfler-, borç altında kemirilen
köylülerdir. Ürün ister iyi ister kötü olsun, her zaman altıda beşi be
yin, yalnız altıda biri zavallı "altıda birci" lerindir. Bu oran, insanın
koca bir yüzyıl boyunca tüm Attika kırsalında duyduğu öfke çığlık
larını doğurur! Sunaltıcı durumuna sımsıkı bağlı köylünün bir de
kentten satın almak ya da zanaatçıya evinde yaptırmak zorunda ol
duğu mamul eşyaların, aletlerin görece çok pahalı olduklarını ekler
sek buna. Oysa köylünün sunduğu tarım ürünleri, bunları soylu bü
yük mülk sahibi de sata bildiği için, ucuzdur.
Yarın, bütün bu özgür küçük m ülk sahipleri köle olacaklardır.
Düşünelim ki onlardan biri ipotekli toprağını satsın: İşte size kır iş
çisi, düz işçi, işsiz ( özgür bir insana iş yoktur: çok köle vard ı r ) . Var
sayalım ki kiracı 5/6 'larını ödeyemesin: Yine köledir. Varsayalım ki,
bu koşullar içinde, aldatıcı mülkünü bırakıp, göç etmeye çalışsın:
Artık kaçak köle gibi aranır. . . Köle lik, yaşamının tüm çıkış yolların
da onu gözetler.
Aslında, l.ö. VII. yüzyılda Atti ka'da oynanan oyun, korkunç bir
dramdır. Büyük m ülkierin çevresinde, toprak her yerde sınır taşla
rıyla doludur. Bu sınır taşları ipotekli toprak üzerinde Eupatride'in
1 38 ! A N T I K Y U N A N U Y G A R L I C I
mülkiyet hakkını gösterir: Ipotek olanı ve borçlanılan bedeli bu taş
lar belirtirler. Bu sınır taşları, soyluların Atina halkını köle bir halk
haline getirmekte oldugunu ifade ederler. Toprak ve iktidar birileri
nindir. Öbürleri ise yurttaşlar topluluğu dışına atılmıştır. Eupatri
de'ler Atina halkını sadece bir demirbaş köle halkı olma durumuna
düşürecekler midir? Atina bir başka Sparta mı olacaktır yoksa ?
Demokrasiden ne kadar da uzakta görünüyoruz! Bununla birlik
te kurtul uş yakındır.
Coğrafya, Attika'yı bir denizciler ve tücca rlar ülkesi haline getir
d i . Daha uzun iki kenan -1 8 0 kilometre- olan, denizle kuşatılmış şu
uzun üçgene bakın. Bazen hafif kayıklar için sığlık, bazen daha mo
dern gemiler için derin sulu liman olan şu koylara ve şu kıyılara bir
bakın. Attika'dan Asya'ya kadar, denizeiyi kendine çeken ve ona gü
ven veren şu adalar köprüsüne bir bakın.
Akropolis'in eteğinde Atina'da ve az sonra da, Pire'de olduğu gi
bi, Attika kıyısında bütün bir balıkçılar, denizciler, küçük kayık sa
hipleri, zanaatçılar, tüccarlar topluluğu kaynaşır. Kimileri pırtılar
içindedir. Kimileri zengin olup, yavaş yavaş topra ktaki aristokrasiye
bağımlılıktan paçayı kurta rır. Birçokları seyahat eder. Çoğu işbilir
açıkgözlerdir bunların.
Soyluların, ürünlerini dışarı satmak için bu denizcilere, bu tüc
carlara gereksinimleri vardır. Içlerinde şaraplarını ve özellikle değer
li zeytinyağlarını taşıdıkları kırmızı ve siyah büyük küpleri yapacak,
kentin kenarında yer alan mahalleleri durmadan genişleyen çömlek
çi zanaatçılara da gereksinimleri vardır. Bu güzel Attika küplerini,
daha Solon zamanında, Karad eniz kıyılarında olduğu kadar Mı
sır'da da, Sicilya'da old uğu kadar Cumes'de ( Kimis) ve Etruria'ya
varıncaya kadar her yerde görürüz.
Soylular, sonunda, yoksul köylüler sınıfını köleleştirebilecekler
di, ama yoksul ya da zengin, zanaatçı ve tüccarlada görüşmek zo
runda kaldılar.
Yoksul köyl üler görünüşte halk tabakasın ın en çaresiz, eli kolu
bağlı kısmını oluştururlar. Bu nedenle bu kesim en çok başkaldıran
ve sayıca en kalabalık kitledir. Bunlardan kimileri, eski bir geleneğe
dayanarak, yalnız ve yalnız Attika'daki bütün toprağın eşit bir yeni
den dağıtımını talep ederler.
Reformlar ancak, bu yenileştierne hareketinin önderi Salon'un
140
ı ANT1 K
YUNAN UYGARLıCı
izinden giden hiç sevilmeyen despot hükümdar Peisistratos'un ( Pi
sistratos ) şiddet yöntemleriyle gerçekleşemed iği bir dönemde, tarihi
evrimin mantığı gereği işte bu kitle tarafından gerçekleştirilecektir.
Tüccarlara gelince, bunlar Atina halkının en ölçülü, en becerik
li, görüşmeye en hazır, sitenin işlerine karışmada en kararlı bölümü
dür. Tüccarlar gerek özel yaşam, gerekse kamu yaşamında, kendile
rinin dışında, yalnız Eupatride'lerce alınan kararları kabul etmek zo
runda kalmaktan usanmışlardır. Onlar yurttaştı rlar: Siteyle ilgili
haklarının her tür gerçeklikten yoksun kalmasını istemezler.
Aşağı sınıfı n toprak soyluluğuna karşı yüzyıllardan beri sürüp
gelen mücadelesinde, zaferi sağlayan şey, sonunda halkın iki bölü
münün, zanaatçılar ve tüccarlar birliği ile küçük köylüler ve tarım iş
çilerinin ittifakı oldu.
Sonunda bir uzlaşmayı dayatan kanlı karışıklıkları geçelim. Bu
uzlaşma, iki tarafın -"gentes " soyluları ile halkın-, geniş çaplı bir
ekonomik, toplumsal, siyasal reforma girişmekte görev alacak bir
hakem seçmek üzere anlaşmasından ibaretti. Seçilen hakem, ne olur
sa olsun, Atinalıların en güvendiği kişi -ezilenler onun adalet aşkına
güveniyorlar, ezenler ise onda kendi kastlarından bir insanı görüyor
lardı- Solon oldu. Soylular yanıldılar. Solon bir kastın adamı değil
d i : O Atina'nı n bir yurttaşıydı .
Demek k i Solon 5 9 4 'te, devleti d üzeltmek için olağanüstü yetki
lerle arkhon olarak seçildi.
Solon hemen kimileri ekonomik ve toplumsal, kimileri siyasal
olmak üzere çok cesur ( yine de ölçülü) birtakım önlemler aldı.
Salon'un yarı köle köylü sınıfını tam kölelikten kurtaran ilk refor
mu -en gerekli olanı- toprakların ve insanların tamı tamına serbest bı
rakılması idi. Toprağın serbestliği şuydu: Eupatride'lerin mülkiyeti al
tındaki toprakların başkasına ait olduğunu belirleyen sınır taşları yer
lerinden kaldırılıyor ve toprak, kiracı ya da köle haline gelen borçlu
ya gerisin geri veriliyordu. Kişilerin serbestleşmesi de şöyle oluyordu:
Borçlarını ödeyemeyen bu borçlular, topraklarıyla birlikte özgürlükle
rine kavuşmakta, borçları ise bağışlanmaktadır. Üstelik, köle olarak
dışarıda satılmış olanlar araştırılmakta, devletçe yeniden satın alınıp
azat edilmekte ve sonunda kendi mülklerine yerleştirilmektedirler.
Solon, toprağın ve insanın bu şekilde gerçekleşen kurtuluşunu
S a L o N vEDEMOKRAsl Y A K LAş ı M LARI
i
bugün d e elimizdeki bi rta kım dizelerle kutlar; bu dizelerde hem
onun derin toprak sevgisi hem de derin insan sevgisi göze çarpar.
Tanrıların en eskisi olan Toprağa seslenir ve ondan tarihin mahke
mesi önünde kendinden yana tanıklık etmesini diler. Şöyle der:
" Çağın mahkemesinde,
tanıklık edecek bana,
O lympos ' l u ların yüce anası
kara Topra k;
her yerde gömülü
sınır taşlarını ka ldırdım onun.
Ve geri geti rdi m Atina 'ya,
tanrıların kurd uğu yurtlarına,
a z çok adalet üzre
köle diye satılan nice insanı.
Kimileri ise sürülmüşlerdi.
Bir borç yüzünden,
öyle çok yer dolaşmışlardı ki.
Kon uşmuyorl ardı artık Attika dilini.
Kimileri de ü l kede
haksız bir köleliğe katla nıyorlard ı
v e titriyorlardı efendilerinin g a z a b ı karşısında.
Hepsini, hepsini özgür kıldım ben . "
Atİnalı şairlerin e n eskisinde, yeniden özgürlüğe v e mal mülkiye
tine kavuşturmayı becererek ezilen halkına gösterd iği sevgi, işte bu
görkem li dizelerle dile gelir.
Böyle bir önlernin -borçların kaldırılması- zenginlerin zararına
olduğu söylenecektir. Hiç kuşkusuz öyledir. Ama, bu zenginler, güç
lerini kötüye kullanmışlardı: Solon onların yediklerini kusturma ce
saretini gösterdi. Bu cesur önlem geçmiş hesapları kapatıyor ve Ati
na halkını kurtarıyordu . Solon bu önlemi böyle bir durumun gele
cekte geri gelmesini önleyen bir yasayla tamamladı. Borca karşılık
oluşan antik köleliği ortadan kaldırdı: Bundan böyle, şahısları rehin
alarak, borç vermek yasaklandı. Bu yasa bireysel özgürlüğü kuru
yordu: Attika hukukunun köşe taşı oldu bu. Böyle bir yasa başka
hiçbir Yunan sitesinde hiçbir zaman var olmamıştır.
Ne kadar önemli olurlarsa olsunlar, başka birçok ekonomik ve
toplumsal reformu bir yana bıraka lım. Bu arada Salon'un başardığı
para reformu var. Bu reformlardan çoğu, o vakte kadar bir karşı
güçle dengelenmeyen "gentes " iktidarını güç d uruma sokuyordu.
141
1 42 1i A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L ı C ı
Salon'un kabul ettirdiği, babanın ölümü üzerine soyluların malvar
l ığını mirasçılar arasında bölme yükümlülüğü böyleydi. Bu önlem,
eski toprak soyluluğunu zayıflatıyordu. Yine yasal oğul olmadığın
da, "gens" dışından seçilen bir mirasçıyı vasiyetle saptama izni var
dı. Eski aile hukukuna indirilen doğrudan bir d arbeydi bu. En sonu,
herhangi bir yurttaşın, soylu toprağı satın alma hakkı vardı. B ütün
bunlar, gelişme halindeki halkı güçlendiriyor, mülkiyeri parçalıyor,
küçük mülk sahiplerinin sayısını artırıyord u.
Başka bazı yasalar da, o dönemde olabildiğince baba erkini sı
nırlayarak cesaretle, bireyi özgürlüğe kavuşturmaktaydı. Babaya ye
ni doğan çocuğunu terk etmeyi yasaklamak da düşünülmesi gereken
bir şeydi. Baba bu çocuğu siteye tanıttığı gün, artık onun üzerinde
yaşam ve ölümle ilgili hakkı kaybediyordu. Babanın artık yalnızca
apaçık ahlaksız gidişat nedeniyle ancak kızını satmasına, yal nızca
ciddi nedenlerle oğlunu kovmasına izin veriliyordu. En sonunda re
şit oğul, devletin nezdinde babaya eşit oluyordu .
Salon'un reform unun v e mücadelesinin özelliği, b i r kez cesaret
ve sertlik gerektiren görevinin kavgasını verirken onu yüreklendi
ren hakseverlik ve ölçülülüktür. Gerçekten de, Solon, açmış oldu
ğu devrimci s a rs ıntı içinde iki cephede birden savaş yürütmeye ce
saret etti. Hiçbir şey, m ücadelenin tam ortasında, bu "adalet" (Bu
sözcük Salon'un şiirlerinde durmadan yinelenir) politikasından d a
ha z o r l u değildir.
Solon, bize çok yıpranmış halde ulaşan yapıtın d a n bir p a rça
d a , sırayla her iki yanı kendi k alkanıyla korur görünür. Topl u m
s a l bir devrim isteyen d a ğ l ı k bölge kökenli h a l k ı n aşırı taleplerine
karşı, soyluları korumuştur. Solon aşağıdaki sözleri yazarken b u
n u a nıştırır:
" Sağlam kalkanımla koruyarak
sırayla her iki yanı
ayakta kaldım,
ve izin verınedim ne biri ne de öbürü
üste çıksın haksız yere . "
Yine şöyle söylemektedir:
SO LO N V ED EM O K RA S 1 YA K LAŞ IM LA RI
ı 1 43
!
" Eşit yasalar yazdım hem yoksula hem zengine
doğru bir adalet saptadım her birine
benden başkası, açgözlü ve ahlaksız biri
alsaydı üvendireyi eline
zaptedemezdi halkı.
Ya ben yapmak isteseydim
halk d üşmanlarının dilediklerini . . .
birçok dulla dolu olurdu site.
B u yüzden harcayarak tüm gücümü
kollayıp durdum her yanı
köpeklerin saldırdığı bir kurt gibi . "
Iki kampın aşırı isteklerine takdire değer bir cesaretle direnen ölçülülüğünü, Solon cesaretini ifade eden bir diğer görünüş daha:
" Dikildim onlar arasına
itirazlı iki tarlayı ayıran
bir sınır taşı gibi . "
( Burada yine Salon'un şiirini halkçı b i r hava belirler.)
Bu büyük Atİnalının ekonomik ve toplumsal reformunun ö nemi
ve özü böyledir.
Solon'un siyasal reformu da, diğer reformları kadar önemlidir.
Bu reform, üstünden kuşakların geçmesine kalmadan gereken mey
vesini, yani demokrasiyi verecek olan yine aynı cesaret ve ölçülülük
ten esinlenir.
Solon kamu görevlerini dağıtmada, bu görevlerin yalnız soyluların
ayrıcalığı olduğu bir sistemden, bunların, bütün yurttaşiara açık olaca
ğı demokratik bir rej ime bir sıçrayışta atlamaktan sakındı. Bunu I.ö.
VI. yüzyılın başında Atina'da ne Solon, ne de başka kimse yapabilirdi.
Sınıflar mücadelesinde güçler dengesi, bunu kesin olarak engelliyordu.
Solon şöyle yaptı . Soylu doğuşun elinden yüksek görev ve siya
sal hak ayrıcalığını bütünüyle aldı. Doğum artık hiçbir şeyi belirle
medi : Ama servet durumu çok şeyi belirledi.
Solon bu duruma göre halkı dört sı nıfa ayırdı . Hali vakti yerin
de sınıftan yurttaşların en önemli devlet görevlerine gelme hakları
vardı: En ağır vergitere de katlanıyorlardı. Sonra gelen sınıflarda
haklar aza lırken gerek vergi gerek askerlik olarak yükümlülükler de
144
1
ANT1K YUNAN UYGARLICI
azalıyordu. Böylece, dördüncü ve sonuncu sınıfta yurttaşlar artık
hiçbir vergi ödemiyorlar ve ancak çok istisnai olarak, kürekçi olarak
ya da hafif silahlı birliklerde asker olarak bulunuyorlardı.
Görülüyor ki, Solon anayasasına göre bir tür vergiye dayalı de
mokrasi içindeyiz. Önemli olan soylu olarak doğmuş olmak hakkının
reddedilmesidir; çünkü doğum kazanılmaz. Bu hak, servetle geçiyordu
ötekine, servetse hiç değilse kuramsal olarak, kazanılarak elde edilir.
Bununla birlikte, servet durumuna dayanan böyle bir sistem, de
mokratik kazanırnın yükselen yolu üstünde hiçbir zaman bir sahan
lık değildir. Halk güçlerinin itişi önünde yapılan ayrımlar, dikilen
engeller çabucak yok o lacaklard ır. Yaklaşık bir yüzyı llık, ama, So
lon öncesindekilerden çok daha az kanlı mücadelelerden sonra, siya
sal hakların tümü de tüm özgür yurttaşların olacaktır. Demek ki, So
lon, büyük bir cesaret ve seyrek görülen bir sakınganlık karışımı ile
demokrasinin yolunu açmıştır.
Salon'un sisteminde, zaten, şimdiden herkese ait bir hak vardır
ki, en önemlisid ir. Biri nci sınıftan sonuncusuna kadar bütün yurttaş
ların Halkın Meclisi'nde oy hakları vardır. Önemli bir olaydır bu:
Meclis'te, zenginler ve yoksullar eşittir. Kim olursa olsun oy kulla
nır, kim olursa olsun söz ala bilird i.
Salon'un döneminde Meclis'in yetkisi kuşkusuz sınırlıyd ı. Ama,
en azından Solon, orada yurttaşların oy kullanmakta hak eşitliği il
kesini kabul ediyordu. Halk Meclisi, zamanla Atina'da kamu yaşa
mının temel orga nı olacaktır. Yoksullar -sayıca hep en kalabalık kü
medir- düşünceleri ile zenginlerin düşüncelerini alt etmekte hiçbir
güçlük çekmeyeceklerdir. Elbette b irtakım bunalımlar ya da yeni re
formlardan sonra, vergiye dayalı sistemin sınırları silinecek ve Atina,
Yunan dünyasının en demokratik sitesi olacaktır. Bu gelişme So
lon'un anayasasında tohum halinde bulunmaktayd ı.
Öte yandan Meclis'ten başka bir kurum, Atina'da kamu yaşamı
nın çok önemli kurumu, daha bu dönemde, Solon tarafından bütün
halka açılmıştı . Bu kurum, daha sonra on bölüme ayrılmış 6000 yar
gıçtan oluşacak geniş halk ma hkemesi olan Heliastes'ler ( Eiiastis)
mahkemesidir. Herhangi bir yurttaş bu mahkemenin üyesi olabilir
di: Solon böyle saptamıştı bunu.
Solon, yargıçların verdikleri kararlara karşı bu mahkemeye tem
yiz yetkisi vererek onun yargı alanını genişletti. Heliastes'ler, sonra
dan hemen hemen tüm kamusal ve özel hukuk alanında yargılama
yapacaklard ı r .
Salon. ( 300 yılından sonraki b i r bronza göre,
çağımızın I. yüzyılına tarihlenen kopya)
i
1 46 �
A
NT1 K YUNAN UYGARLICI
Görülüyor ki Salon'un işe karışmasından itibaren, Meclis'te bu. lunan ve Heliastes'ler mahkemesinde yer alan halk, egemenliğini
kurma yolundaydı. Halkın egemenliği ise demokrasiden başka bir
şey değildir. Aristo'nun dediği gi bi, " Halk, oylarının hakimi olunca,
yönetimin de hakimi demektir. "
B u VI. yüzyılın başında, daha şimdiden, konuşmacıların etkisiy
le, barış antlaşmalarını, Parthenon ile Propylaion'ların ( Propi leon)
ve başka şeylerin yapımını, her şeyi tartışan ve her şeye karar veren
bir halk imgesinin belirdiğini görüyoruz. Fenelon çarpıcı bir özet
olarak bu halk hakkında bize şöyle der: " Yunanistan 'da (Atina 'da
demesi gerek irdi ) her şey halka bağlıydı, halk ise bir söze bağlıydı. "
Sonuç olarak, Salon'un bu kadar güzel bir hayat yaratmasına
içindeki hangi derin kaynağın, hangi sevginin izin verdiği araştırılır
sa, sanırım şöyle denecektir: Solon halkını sevi yord u, Solon adaleti
de seviyor ve ona, tanrıya inanır gibi inanıyordu. Onun tanrısının,
öznitelik olarak sadece gücü değil, adaleti de vardı.
Solon halkını seviyordu, dedim. Yaptığı reformdan söz ettiği
parçayı hatırlayalım. Atina'ya dönen sürgünleri nasıl karşıladığına
bakınız:
" Öy le çok yer dolaşmışlardı ki,
konuşmuyorlardı artık Attika dilin i . "
Bu dizelerde sevgi gözyaşları vardır. Ve devam eden şiir, en azın
dan örtülü olarak, insanlık dışı köleliğe karşı bir Yunanlının ağzın
dan alınacak itirazla rdan birini, belki de en dokunaklısını içerir:
" Kimileri de ü lkede
haksız bir köleliğe katlanıyorlardı
ve titriyorlardı efend ilerinin gaza bı karşısında
Hepsini, hepsini özgür kıldım ben. "
Bir insanı bir başka insanın k aprisleri karşısında titrerecek kadar
alçaltan bir duruma karşı Salon'un içinde, elinde olmadan bir isyan
davranışı koparan, onun halkına d uyd uğu sevgidir. Solon halkını iş
te böyle seviyordu.
Ama, adaleti de seviyordul Adalet onun inandığı tanrının kendi
yüzüdür. Solon devletin başına zenginleri geçirdi. Ama onların
ı
S a L O N v E D E M O K R A S I Y A K L A Ş I M L A R ı ıl l 4 7
omuzlarına ne biçim bir sorumluluk yükled i l Solon onlardan adalet
li davranış bekler. Tanrılarca ve yasa koyucu tarafından istenen gü
zel düzeni bozan kötü zenginlere karşı yazdığı bir tü!' yergide, şa iri,
sert bir öfke, kutsal bir öfke sarar.
Şöyle ki (bu şiirsel parçayı özetl iyorum), onun halkın yöneticili
ğine atadığı kimseler, yani zenginler, haksızlığa kapılır ve güçlerini
yalnız çalmak için kullanırları Dinin koruyucuları olmaları gereken
bu insanlar tapınaklarda bile hırsızlık ederler ! Her tür davranışı ada
letin yasalarına bağlı olması gereken insanlar, sınırsız kazanç hırsia
rı ile adalete saldırırlar! Adalet önce hakarete sessizce katlanır: Sal
dırının anısını içinde saklar, cezayı hazırlar. .. Yergi yeniden alevle
nir. Zenginlerin haksızlığının amansız ülseri, bütün siteye yayılır. Iç
savaş başlar, gençl ik mahvolur, binlerce yoksul köleliğe düşüp,
ayakları bukağılı yeniden sürgün yolunu tutar. Ensonu, zenginlerin
zincirinden boşalttığı kamusal afet kendilerine döner. Solon bu afeti
kişileştirir: Bu, adaletsiz zenginlerin yarattığı bir Kötü Cin'dir. Inti
kaıncı adalet işinde, onu hiçbir engel durduramaz. Zenginlerin sığın
dıkları villaların duvarlarından aşar. Onları nerede bulacağını bilir
ve saklandıkları yatak odalarının en gizli köşelerinde bile yakalar
onl a rı .
Şa ire göre zenginlerin büyük haksızlık yaptıkları sitenin felaketi
budur. Son dizeler yasa koyucunun yurdunda yerleştirmeye çalıştığı
yasanın güzelliğini coşkuyla överler:
" Sürdürür düzeni v e uyumu
yasanın güzelliği her yerde. "
Ve biraz ötede şöyle der:
" Onun sayesinde i nsanlar arasında,
her şey barıştır ve de Sağduyu ! "
B u parçalarda Salon 'un bir politikacı değil, büyük bir yasa ko
yucu olduğunu görüyoruz; her şeyden önce kişiliğinde aklın berrak
lığı ile yüreğin sıcaklığını birleştiren bir bilinç, bir insandır o. Yu
nanlılar, bir şair, bir "coşkulu kişi " derlerdi onun için. Adalet, onun
içinde vardır. Atina'nın yeni doğan demokrasisinde onun kalıcı kıl
mak istediği şey, budur.
Ama bu demokrasi gerçekten egemen bir halk demokrasisi mi
dir ? Içinde taşıdığı ciddi sınırlamaları ve öncelikle köleliği bulacak
tır karşısınd a .
Kunduracı. (VI. yüzyıldan vazo)
BöLÜM
VII
K ö LEL iK,
KADININ DURUMU
nI
:��
m
demokrasiyi icat ettiler. Amenna. Ama onlar de·
nanlılar
r
içerisinde ki birtakım sınırlamalada i ca t ettiler. Ş imdi bu
sınırlamaları açmak gerek.
Bu sınırlamalar, uğrunda halkların bunca savaştıkları bu " halk
egemenliği " nin değerini ve etkisini, hem de başından beri, ciddi bir
biçimde bozdu. Şu sınırlamalar, işi daha da beter ettiler: O kadar ka
tıydılar ki, demokrasinin ilerlemesini engellediler, ters yönde bir et
kiyle gelişmeyi dondurdular. Hatta insan, kendi kend ine, bu sınırla
malardan kimisinin antik uygarlığın başarısızlığının temel nedenleri
arasında sayılıp sayılmayacağı sorusunu sorabilir.
Bu sınırlamalardan başlıca iki tanesini belirtiyorum: Kölelik ve
kadına dayatılan kötü yaşam koşulu. ( Hemen hemen bu kadar ciddi
başka sınırlamalar da olacaktır . )
1 50
ı
ANT1 K YUNAN UYGARLı Cı
Biliyoruz ki, demokrasi bütün "yurttaşlar" arasındaki eşitliktir.
Hem çok, hem de çok az. Şöyle ki, Atina'da, I . ö . V. y ü zyılda -böy
le hesapların güç ve şüpheli olmalarına karşı- yakLlşık 1 3 0.000
yurttaş (karıları ve çocukları hesaba katıldığından, bu durumda seç
men sayısı 1 3 0 .000'den çok uzak ! ) , başka sitelerden gelip de Ati
na'da sürekli biçimde yerleşen ama siyasi haklardan yararlanmayan
70.000 yerleşik yabancı ve en sonu 200.000 köle olduğu kabul edil
mektedir. Bu demektir ki, 400.000 nüfuslu bir halkın yarısı köleler
den oluşmuştu. Yine, bu demektir ki, yurttaşların siyasal hakları ko
nusunda çok eşitlikçi Atina demokrasisi, geniş ölçüde ancak kölele
rin emeği sayesinde yaşıyor ve sürüp gidiyordu .
Bu durumda kölelik, Yunan demokrasisinin çok açık b i r sınırla
masını oluşturma ktadır. Hiçbir a ntik toplum köleliği bırakmadı.
Kölelik bugün " insanın insan tarafından sömürülmesi" denen şeyin
ilk biçimidir. Bunun içinde en acımasız alandır. Ortaçağ toplumu
evet artık köleliği tanımıyordu, ama orada da toprak köleliği söz ko
nusudur (serfler ) . Modern topl umun ise, sömürgeciliğin yanı sıra,
ücretlileri vard ır. En güçlü kişilerin en zayıflara yaptığı baskılardan
dolayı insanların kurtu luşu çok ağır yol almaktadır. Bununla birlik
te, toplumlarının varolduğu günlerden bu yana yoldadır.
Köleliğin nedeni nedir? Kölelik -ne kadar aykırı gözükse de- il
kin bir ilerleme olarak ortaya çıkar. I lkel Yunan boylarında köleler
yoktu. Bu boylar birbirleriyle savaştıkları zaman, tutsakları öldürü
yorlardı. Çok çok eskilerde (1/yada'da bunun izleri vardır) tutsakla
rı çiğ ya da kızarmış olarak yiyorlardı. Kölelik, insanlık yüzünden
değil de, tutsağın çalışarak kazandıracağı şey için, ya da ticaret baş
layınca tutsaklar para ya da başka şey karşılığı satılmaya başlandığı
için, onun sağ kalması yeğlenince doğmuştur. Olasıdır ki, insanlar ti
caret yapmaya başl a d ı kları zaman, alışveriş konusu olan ilk mallar
dan biri insanlar olmuştur. Ama, sonuçta bu ilerleyiş, ilkel savaş ge
leneğinin yarattığı vahşetin -çıkar nedeniyle tabii- bir tür yumuşatıl
ması idi.
Gerçekten de, kölelik savaştan doğar ve eski Yunan topl umun
da kölelerin çoğu eski savaş tutsaklarıd ır. Bir savaştan sonra, bir
ı
KöLELIK, KADININ DuRuMu
ı
kurtulmalık ödeyemeyen kimi tutsaklar satılırlar. Bir saldırıdan son
ra ele geçirilen bir kentin erkekleri genellikle kılıçtan geçirilir; ama
kadınlarla çocuklar, galipler arasında ganimet olarak kuraya konu
lur veya köle olarak tutulur ya d a satılırlar. Bu kurallar Yunan site
leri arasında sıkı sıkıya uygulanmazlar. Yunanlıları köle olarak sat
makta birtakım d uraksamalar yaşanır; Yunan kölelerin iyi para et
memeleri yüzünden güçlenen d uraksamalardır bunlar. Ama, Yunan
lılarla Persler ya da Yunan olmayan başka halklar arasındaki bir sa
vaşta, kural katıdır. Perslere karşı kazanılan bir Yunan zaferi anlatı
lır ki; bu zafer ertesinde yirmi bin Pers tutsak köle pazarlarına dö
külmüşlerdir.
Köle tüccarları orduların ardından giderler. Köle ticareti çok
canlı ve karlıdır. Barbarların ülkelerine yakın Yunan kentlerinde bü
yük köle pazarları vardır. Bunlar özellikle lonia'da Ephesos'da,
Byzans'ta, Sicilya 'daki Yunan kentlerindedir. Atina'da köle pazarı
yılda bir kez kurulur. Kimi köle tüccarları bu işten büyük servetler
edinmişlerdir.
Bununla birlikte, savaşta tutsak edilmekten başka köle olma bi
çimleri de vardır. Önce doğum gelir. Köle bir kadının çocuğu köle
dir. O ananın malı değil, ananın sahibinin malıdır. Zaten sık sık ve
hatta çoğu zaman, çocuk doğduğunda yol kenarına bırakılır ve ölür.
Efendi bu çocuğu yaşatmanın, çalışabiieceği yaşa gelene dek onu
beslemenin çok pahalı olduğunu düşünür. Yine de bu kural genel de
ğildir: Birçok tragedya kölesi, efendinin evinde doğmuş olmakla
övünür. ( Ama tragedyalara çok d a inanmayalım ! )
Bir başka kölelik kaynağı korsanlıktır. Balkanların kuzeyi ya d a
Rusya'nın güneyindeki barbar denilen ülkelerde, korsanlıkla uğra
şan birtakım insanlar baskınlar yapar ve bu baskınlardan satmak
üzere birçok körpe beden getirirler. Çok iyi kölelerdir bunlar ve bu
iş, insan avcılarının kaçakçılığını ö nlemek için devletin ve güvenlik
sorumlularının yeterince güçlü olmadığı kimi Yunan ülkelerinde de
( örneğin Teselya'da (Teselia ), Aitolia'da ( Etolia ) ) yapılır.
Ensonu, özel hukuk da, bir köle devşirme kaynağıdır. Yunan
devletlerinin çoğunda borcunu ödeyemeyen borçlunun köle olarak
satılabildiğini unutmayalım. Bildiği mize göre yalnız Atina, Salon'un
borç nedeniyle köleliği yasaklamasından sonra, bir istisna oluşturur.
Yine de, insansever Atina'da bile, aile babası yeni doğan çocukları
nı, en azından onları bizdeki vaftize benzer bir törenle siteye tanıta-
ısı
1 52 1
A NT I K Y U N A N UYGARLICI
sıya kadar, yollara bırakma hakkına sahiptir. Bazen onları, köle tüc
carları toplarlar. Daha kötüsü vardır: Atina dışında, Yunanistan'ın
bütün kentlerinde, çocuklarının sahibi, mutlak hakimi sayılan aile
babası her zaman, büyüdükleri zaman bile, onlardan kurtulabilir ve
onları köle olarak satabilir. Aşırı yoksulluk günlerinde bu zavallıla
ra yönelik korkunç bir eğilim vardı r ! Bu satış Atina'da, sefihlikten
suçlu bulunan kızların satışı dışında yasaktır.
Savaş, doğum, korsanlık, özel hukuk: Köleliğin belli başlı kay
nakları bunlardır.
Görülüyor ki, yalnızca sitenin üyesi olmamakla kalmayıp, insan
yerine bile konmaz köle: Hukuk açısından, o, ancak bir mülkiyet ko
nusu, sarılacak, devredilecek, kiralanacak, verilecek bir nesnedir.
Eski bir filozof, kölenin bir " canlı alet" -kendisine verilecek
buyrukları aniayıp yerine getirme becerisini gösterecek bir tür maki
ne- olduğunu söyleyerek onun d urumunu tam olarak belirler. Köle,
başka bir insana ait olan bir insan, bir aletti r: Onun eşyasıdır.
Ama yasa ona hiçbir hukuksal varlık tanımaz. Gerçekten onun
adı bile yoktur: Geldiği yerin adını ya da her yerde kullanılan bir tür
takma a d taşır. Evliliği yasal değildir. lki köle birlikte yaşayabilirler;
efendi bu birlikteliği hoşgörebilir; bu evlilik değildir. Efendi erkeği
ayrı, kadını ayrı s ata bilir. Yavruları onların değil, efendinindir:
Efendi gerekli görürse onları ortadan kaldırır.
Köle, mülkiyet nesnesi olduğundan kendisinin mülkiyet hakkı
yoktur. Olur da, bahşişlerden ya d a başka türlü şeylerden kendisine
birkaç kuruş ayırırsa, o bunu a ncak hoşgörü gösteri lirse biriktirir.
Efendinin onu kölenin elinden a lmasını hiçbir şey engellemez.
Efendinin köle üzerinde her türden cezayı uygulama hakları da
vardır. Efendi onu zindana atabilir, dövebil ir, çok dayanılmaz bir iş
kence olarak boynuna !ale vurabilir; kızıl demirle dağlaya bilir, hat
ta -a ma Atina'da değil- öldürebilir; ama bu zaten efendinin işine
gelmez.
Gerçekten efendinin çıkarı kölenin tek güvencesidir. Efendinin
aletini bozmak gibi bir niyeti yoktur. Aristo bu konuda şunu belir
tir: " Işin gerektirdiği ölçüde, alete de özen göstermek gerekir. " De
mek ki, köle iyi bir iş a leti ise, onu yeterince beslemek, daha iyi giy-
KöLELIK, KAoıNıN DuRuMu
1
ı ıs3
dirmek, onu dinlendirmek, bir aile k urmasına izin vermek, o çok bü
yük ve binde bir görülen ödülü, yani özgürlüğü, kölelikten kurtulu
şu ona azıcık sezdirmek akıllıcadır. Platon efendinin kölesine iyi
davranmaktaki bu çıkarı üstünde d urur. O köleyi basit bir "hayvan"
sayar, ama filozofa göre eşyanın doğasında olan bir eşitsizlikten do
ğan köle durumuna karşı bu "hayvan "ın ayaklanması gerekmez.
Platon bu durumda " hayvan " a iyi davranmak gerektiğini kabul eder
ve " onunkinden çok bizim yararımıza " diye açıklık getirir. Denildi
ği gibi, tam " idealist" felsefe.
Öyleyse kölenin hukuksal durumu insanlık dışıdır. Üstelik, köle
bir insani varlık değil, yurttaşların ya da başkalarının kullandığı ba
sit bir " a let" sayıldığına göre, kölenin hukuksal hükmünün olmadı
ğını tekrarlayalım.
Bununla birlikte, bütün bunların biraz kuramsal kaldığını ve
özellikle Atinalıların, gündelik hayatta, bir öküz türü ve bir at türüy
müş gi bi, kölelerden doğması nedeniyle köle kalmaya ve insanlara
hizmet etmeye yazgılı, kesinlikle insan türünden ayrı ve insanın ev
cilleştird iği bir " köle türü" yaratacak doktrine razı olmadıklarını
unutmamak gerekir.
Atina lılar köleleri ile ilişkilerinde filozofları kadar katı ve bağ
naz değildir. Daha az bağnaz ve daha insa nca olan Atinalılar kölele
rine genellikle insan gibi davranıyorlardı. Az sonra bunun birkaç ör
neğini göreceğiz; yine de burada yalnız Atinalıların söz konusu oldu
ğunu akıldan çıkarmamak gerekir.
Ö bür Yunan halkları -yalnız Spartalılara bakalım- kölelerine,
Heilot'lara karşı çok acımasız oluyorlardı. Spartalılarla aynı bölge
de yaşayan bu demirbaş kölelerin (ve başkalarının) efendilerinden
dokuz on misli kalabalık olduklarını belirtmek gerekir. S partalılar
kölelerinden çok korkuyorlardı: O nları itaat halinde tutmak için bir
yıldırma d üzeni kurmuşlardı. Heilot'ların güneş battıktan sonra ku
l übelerinden çıkmaları, ölüm cezası gerektiren bir suçtu. Başka bir
çok yasak vardı. Ayrıca, bunların sayılarını azaltmak için, Spartalı
lar zaman zaman, herhalde yılda bir kez, katliam seferlerinden baş
ka bir şey olmayan köle aviarı d üzenliyorlardı. Kırda pusu kuran
gençler Heilot denilen bu pis hayvanları kovalıyorlar ve öldü rüyor
lardı. Savaşın dehşetine karşı güzel bir idman, deniliyordu. Böylesi
iğrenç şeyler, az sayıda ayrıca lıkların yararına olsa da, aynı zaman
da hayranlık uyandıran, hoş ve güzel şeyler icat eden bir uygarlıkta
1 54 ! A N T i K Y U N A N U Y G A R L I C I
varolabildiler. Uygarlık çok karmaşık bir şeydir; Yunan uygarlığın
dan söz ederken de, üstünlüklerine karşın, bunun bir köleci toplum
uygarlığı olduğunu unutmamak gerekir. Belki de, bu bize insanlığın
tümü için yaratılmayan bir uygarlığın, bu adı taşımaya layık olma
dığını ya da hep barbarlığa vardırma tehlikesi taşıdığını düşündürür.
Gelelim Atinalılara. Atina' d a köle yurttaşlar, en azından öbür
yoksullarla aynı biçimde giyinmiştir. Hiçbir işaret bir köleyi özgür
bir insandan ayırmaz. Aile içinde efendi ile açıkça konuşur. Koroed
yalarda birçok bölümler kölelerin efendinin bütün kusurlarını yüzü
ne karşı söylemekten korkınadı klarını gösterir. Atina lı köle birçok
dinsel törende yurttaşlarla aynı düzeyde kabul edilir. Eleusis'in
( Elefsis) esrarına bile alıştırılabilir; bu törende mürninler gibi ona da
ölümsüzlüğü kazandıran inanışlar ve kurallar öğretilir. Özellikle,
Atinalı efendinin artık kendi kölesi üzerinde yaşam ve ölüm hakkı
yoktur. Efendi onu çok sert bir b içimde cezalandırırsa; köle, hem de
tanrının koruması altında, birtakım kutsal yerlere s ığınabilir; efendi
sinden kendisini bir başkasına satmasını isteyebilir.
Yunanistan'ın öbür kentlerinde köle, bütün özgür insanların
sertlikleriyle karşı karşıyadır. Herhangi bir yurttaş, sokakta onu ala
ya alabilir ya da dövebilir. Platon bunu çok iyi bulur. Atina'da böy
le bir şey yoktur; orada aristokratlar kölelerini durup dururken dö
vemedikleri için küplere binerler.
Atina, yöneticilerin ya da güvenlik sorumlularının sertliğine kar
şı kölelere güvence bile verir; bu güvenceler bir h ukuksal durum baş
langıcı gibidirler. Şöyle ki, bütün Yunanistan'da kolluk güçleri yö
netmeliklerinde yaptırım olarak özgür insanlar için para cezası, kö
leler (paraları yoktur ki) için ise kırbaç vardır. Ama Atina'dan baş
ka yerlerde kırbaçlamanın süresi yargıcın ya da işkencecinin canının
istediği kadardır. Atina'da ise, tersine, en yüksek para cezası yurttaş
lar için elli drahmi olarak sapta ndığından, en fazla kırbaç sayısı da
elli olarak saptanmıştır. Böylece, yasa, burada köleye devlet temsil
cilerine karşı bir hak tanımaktadır. Önemsiz ama bu yine de hukuk
sal bir devrimin ilk adımıdır. Zaten başka siteler bu yolda Atina'yı
izlemediler. Köleye ilişkin bir hakkın böyle yasa ile tanınması, tü
müyle köleliğe dayanan bir toplumda tehlikeli gürün üyordu.
Atina için de fazla pırıltıl ı bir tablo çizmeyelim. Atina köleleri
nin aşağı katlarında, özellikle de madenlerde, ancak çalışmalarına
yetecek, çoğu zaman da yetmeyecek kadar yiyecek verilen ve çalış-
KöLELiK, KADıNıN DuRuMu
i
:
1
maları ancak dayakla kesintiye uğrayan binlerce p i s yaratık olarak
sürünür ve öl ürler.
Filozoflar, Atİnalıların kölelere davranış biçiminin tamamıyla
tutarsız olduğunu düşünürler. Bakın Aristo aşağılayan havası ile diş
leri arasından ne fısıldıyor: " Demokrasi kölelerin anarşisine boyun
eğmek tir. "
Peki ama köleler nasıl bir işte çalışıyorlardı ? Yurttaşların kolla
rını kavuşturup oturduklarına ya da kamu işleriyle uğraştıklarına,
bütün işin, bütün üretimin de, kölelere düştüğüne inanmak büyük
bir hata olur. Köleler yurttaşlar için mal üretirken, onların aylak ol
ması, yalnız politika ile uğraşması kimi filozoflar tarafından bir tür
ideal gibi sunulabildi. Oysa gerçek büsbütün başka idi.
Atİnalı yurttaşlardan çoğunun bir mesleği vardı: Onlar köylü,
tüccar, zanaatçı ya d a denizciydiler. Köleler ise, üretimin alt düze
yinde -hep canlı alet olarak- kullanılıyorlardı.
Ö nceleri, ev işlerinin en büyük bölümü köleler içindi. Evde he
men her şey köle kadın hizmetine bağlıyd ı . Örneğin, antik değirmen
taşları ile çok zahmetli bir iş olan tahılı dövmek ya da öğütmek : Ho
meros 'ta, " dizleri yorgunluktan kırılmış " kadınlar, geceleyin bu işe
koyulanlardır. Ekmek pişirmek ve genel olarak yemek yapmak da
onlara düşer. Kumaş dokuyup Giysi dikmek de öyle. Aslında, kendi
leri gibi iş gören hanımın bakışı altında köleler eğirir, dokur ya da
nakış işlerler. Aile yaşamını paylaşan bu kölelerden bazıları kimi za
man ailede büyük bir yer tutarlar. Komedya ve tragedya bunu doğ
rular. Sütanalar ve adı modern anlamda olmayan ama düpedüz ço
cukları okula götürdüklerini belirten ve onlara iyi davranınayı öğre
ten "pedagoglar" böyledir. Sütanalar ile " pedagoglar"ın tiyatro pi
yeslerinde bol bol öğütleri ve de azarlamaları görülür. Aynı zaman
da sevgi doludurlar. Büyüdüklerinde çocuklar da onlara sevgi göste
rirler. Küçük Grestes'in ( O restis ) sütanasının, onu besleyip büyür
tükten yirmi yıl sonra, onun öldüğü haberi kendisine bildirildiği za
man -aslında uydurma bir haberdir- "yüreğinin burkulması " gös
terdiği canlı sevginin kanıtıdır. Sütana, bu haberi, Klytaimnesta (Kii
temnistra ) ile birlikte Grestes'in babası Agamemnon'u öldüren Ai
gisthos'a (Egistos) götürecektir. Aiskhylos'un tragedyasındaki bu sü
ta na rolünden birkaç dize şöyledir:
155
1
156 1
A NTİK Y U N AN UYGARLJCJ
" Kalıbımı basarım, gittiğim yerde iyi karşılanacak haber.
Ba htsız başım ! Tüm eski üzüntülerini,
Tüm fel aketlerini bu Atreusoğulları soyunun
Sığdıra bildim y üreğime,
Ama sabırla dayandım işte
Ya Orestes'im, yavrucuğum, y üreğimin acısı,
Anasından doğunca meme vermek için aldığım çocuk,
Bilmek anlamak gerek o gece çığlıklarını,
Nice tedirginlik, ama yanmam zahmetime!
Çünkü bir hayvan gibi ilgilenmeli bu bebelerle
Başka ne yapsınlar ? Kendini ko onların yerine!
Bir kundak çocuğunun o çığl ı kları demek ister ki,
Ya açtır o, ya s usuz, ya da çiş zorlaması,
Baskıcıdır çünkü yavruların yumuşak teni,
Ö nceden kestirmeli bunları, ve çoğu zaman, doğru
Ben de yanıldım, kundak bezleri, zararına,
Hem sütana, hem de çamaşırcıydım çünkü
Orestes'i alırken babasından.
Ve şimdi, bahtsız başım, öğrenmem gerekmiş ki ölmüş o!
Işte hepimizi mahveden şu adama gidiyorum, o çok memnun olacak çok ! "
Bu sütananın, bir kral evine bağlı v e bir tragedya sütanası olmasının önemi yoktur. Aiskhylos, tragedya kişisinin örneğini V. yüzyıl
da aile yaşamına yeni girmiş gerçeklikten almıştır.
Aslında, bir Atina ya da başka bir site yurtta şının en azından bir
kölesi bulunmaması için çok yoksul olması gerekir. Sıradan bir yurt
taşın bir uşağı iki de hizmetçi k adını vardır. Hali vakti yerinde bir
burj uva her iki cinsten birçok hizmetkara sahiptir. Yirmi kadar hiz
metkar kullanan büyük evler vardır, ama bunun çok nadir olduğu
na işaret edilir. Öte yandan Yunanistan'da konutun çok basit, hazır
lanacak yemeğİn de, şenlik günleri dışında, çok sade olduğunu belir
telim. Ama kentte bile her zaman ekilecek bir toprak parçası ve ya
pılacak giysi vardır. Demek ki, kölelik geniş ölçüde ev zanaatına
bağlıdır.
Kırda, çiftliklerde, büyük mülklerde bile köle azdır. Mülk uzun
s üre geniş anlamda aile üyelerince ortaklaşa işlendi; elbette birkaç
köle ve yine hasat zamanı ve bağbozumunda tutulan ve "özgür"
yoksullardan birtakım kır işçileri de vardı. Ya da, toprak küçük ve
parçalanmış, zemin de genellikle verimsiz ise, küçük köylünün yıl
KöLELIK, KADININ DURUMU
!
ı
boyunca birçok köle besieyebilmesi güçtür. O zaman küçük köylü
her işi görecek bir ya da iki köleyle yetinir. Öte yandan bağcılık ve
zeytincilik titiz bakım gerektirir. K üçük mülk sahibi elinden geldi
ğince kendi işletmeyi yeğler. Köle emeğini az kullanır: Bu ona çok
pahalı gelecektir.
Kısaca, Yunanistan'ın tarım yapılan bölgelerinde köleler her za
man önemsiz değilse bile düşük oranda olmuştur. Yunan tarihinin
ilk yüzyıllarında, özellikle tarımsal olduğu için kölelik ancak geeik
ıneli olarak yaygı nlık kazanmıştır.
Doğal olarak üretim mekanizması içinde zanaatçılığın gelişmesi
ile kölelik de yaygınlaştı. Her zanaat türü, birçok köle talep ediyor
du. Makineler olmad ığı için, Aristo'nun dediği gibi, "kendiliğinden
çalışan aletler " dir bunlar. Köle "canlı bir ale t " tir, ama, bugün basit
bir makineyle bile yapılan işi gerçekleştirmek için, birçok köle gerek
mektedir. Bir köle ekibi, parçaları insanlar olan bir makinedir adeta.
Yapı zanaatı hem özgür işçiler hem de köleler kullanmayı gerek
tirir. Bir tapınağı n yapılması küçük bir iş değildir. Atina devleti ta
rafından Akropolis'in tapınaklarından birinin yapımına ilişkin he
saplar bugün elimizde. Görüyoruz ki, çeşitli el işleri ya da vasıflı iş
çiler için; devlet, gerek sahiplerinden kiralanan köleler, gerekse öz
gür insanlar istihdam etmektedir. Ister köle, ister yurttaş olsun, aynı
işin ücreti de aynıdır. Şu farkla ki, genellikle kölelerle birlikte çalı
şan patron, el bette onları doyurmak koşuluyla, ücretlerini kendisi
alır. Her tür özel iş alanında durum böyledir: Bunlar atölye ya da
imalathane biçiminde düzenlenmişlerdir. Kimi iş alanları aileden ay
rıldılar. Harmanİ ima lathaneleri, büyük kund uracı dükkanları, mü
zik aletleri, yatak ve elbette silah atölyeleri vardır. Bu iş alanlarının
çoğunda köle emeği, tercih edilen işgücüdür.
Bununla birlikte, el emeği isteyen yerlerde çalışan köleler ne ka
dar çok olursa olsun, bunların büyük kitleler hal inde topla nmadık
larını saptamak gerekir. Bizim büyük fabrikalara benzer bir durum
hiç yoktur. Çünkü bir kez makineler yoktur. Sonra ücret ödenmeyen
büyük emekçi kitleleri, örgütlenmesi güç bir gözetim gerektirmekte
dir. Büyük bir işletme olarak yüz yirmi kişi çalıştıran Kephalos adın
da birinin silah imalathanesini biliyoruz! Çok daha kalabalık emek
çiler yalnız maden ocaklarında vardı. Atina devletinin Laurium'da
( Laurion) önemli gümüş maden ieri bulunuyordu. Bu işletmelerin So
lon'dan sonra, topraksız küçük köylüler tarafından iktidara getirilen
157
158
i ANT1 K YUNAN UYGAR LICI
diktatör Peisistrator tarafından geliştirildikleri kabul edilmektedir ve
Peisistratos, önce iyi bir çıkış yaparak işsiziere iş vermek istedi. La
urium'un ilk maden işçileri özgür yurttaşlardı. Bu madenierde çalış
ma koşulları çok kötüydü. Çeşitli gelişmeler sonucunda, işsizlik or
tadan ka lkınca ( özellikle bir toprak reformundan sonra ) , devlet, bu
ocakları, kölelerle işleten işverenlere, imtiyaz olarak verdi. Bu imti
yazlardan çokça elde eden; ocakları, 300, 600 ve hatta 1 000 maden
işçisiyle işleten zenginlerin olduğunu biliyoruz.
V. yüzyılın sonuna doğru Atina'da imalat alanı nda çalışan köle
ler çok sayıda olmalıydı. Spartalılar Attika 'yı istila edip orada güçlü
bir yer tutunca, kendilerine 20. 000 kaçak köle geldiğini gördüler.
Bunlar hiç kuşkusuz özell ikle iş alanlarında çalışan kölelerd i . Doğal
olarak bu kitlesel kaçış kölelerin durumlarının çok kötüleştiğini gös
termekted ir.
Kölelik antik toplumun yüreğinde elbette çok derin bir yaraydı
ve onun yaşamını bile tehdit etmekteydi .
Bu konuda önce şunu saptamak gerekir: Köleliğin nedenlerinden
biri mekanik üretim araçlarının yokluğu ise, köleliğin varl ığı ve yeter
li miktarda köle emeği sağlamaktaki kolaylık da mekanik icadarın
gelişmemesi sonucunu doğurdu. Demek ki, insanların köleleri olduğu
için bu icatlar hiçbir zaman gelişemedi. Tersine insanlar makinelere
sahip olmadıklarından köleliği kesinlikle korumaları gerekiyordu.
Ama, bu kısır döngü göründ üğünden çok daha can sıkıcıdır. Kö
leliğin varlığı, mekanik üretim araçlarının icadını faydasız kılmakla
kalmıyord u: Kölelik makine yapımına olanak verecek bilimsel araş
tırmaları durdurma eğilimindeyd i.
Demek ki kölelik, bilimin bile gelişmesini engel liyord u. Gerçek
ten de -bilim adamlarının kendileri bunu çoğun ayırt etmeseler ve
bazen karşı çıksalar b ile- bilimin, geniş ölçüde insanlara yararlı ol
mak, onları hem doğal güçler karşısında; hem de toplumsal baskılar
karşısında daha özgür kılmak için geliştiği ve ileriediği gerçek bir ol
gudur. En azından, bilimin başlıca varlık nedenlerinden birinin de
bu olduğunu söyleyelim. Araştırma ve buluşlarıyla insanın kurtulu
şu ve ilerlemesinin hizmetine sokulmayan bir bilim, iç gücünü, dina
miğini yitirir ve çok geçmeden yok olup gider.
KöLELIK, KADININ DURUMU
1 159
Yunan biliminin başına gelen işte budur. Mekanik üretim araç�
lar bulma ve geliştirme zorunluluğu ile uyarılmadığı için -kölelik
dalduruyordu bunun yerini- yüzyıllarca uykuya daldı, öldü; onunla
birlikte insanl ığın temel ilerleme güçlerinden biri de ölmüş oldu.
Böyle olunca da, kuramsal spekülasyonlara dalmakta diretti, ilerle
me konusunda bir değişiklik olmuyordu.
Köleliğin a ntik topluma yaptığı kötülük konusunda öne sürüle
cek başka düşünceler de olacaktır. Ben yalnızca insanların büyük
bölümünün başkalarının baskısı altında yaşadığı, bu kadar derinle
mesine köleci bir toplumda, böyle bir toplumun barbar istilası denen
şeyin tehdidine karşı kendini savunacak durumda olmadığına dikka
ti çekeceğim. Bu toplum daha başından peşin olarak yenilmişti . Böy
le oldu ve antik uygarlık bir ölçüde kölelik yüzünden yok oldu.
Şimdi kölelik hakkında bu düşüncelere son vermeden önce, na
sıl olup da antik dünyada köleliği kınayacak ve ona karşı mücadele
edecek adeta kimsenin olmadığı nın açıklanması istenecektir. Ilk ça
ğın en büyük filozoflarının kölelikten söz ederken onu kınamak bir
yana haklı göstermeye çalışmaları, şaşırtıcı ve utanç verici bir şeydir.
Platon ve Aristo böyledir. Özellikle de, özgür insanların olması, bu
özgür insanların -yurttaşlar- siteleri yönetebilmeleri için, kölelerin,
yani, yaşamak için gerekli malların üretimine koşulmuş bir insan sı
nıfının mutlaka gerekli olduğunu kanıtlamaya çalışan Aristo için,
kölelik özgür insanların varlığının gerekçesidir. Öyleyse ona göre in
sanların bir bölümünü köleleştirme doğal bir hak oluyor. Ona göre,
doğası gereği köle olan varlıklar vardır ve bunları savaş yoluyla kö
leliğe zorlamak olağandır: Ona göre savaş "itaat etmek için doğmuş
olup da, boyun eğmeyi reddeden insanları ele geçirmeye olanak ve
ren bir av" dır.
likçağın en büyük " d üşünürler " inden biri olan insandaki böyle
si düşünceler, düşünme tarzımızın içinde yaşadığımız toplumun ko
şullarınca yoğun biçimde baskılandığını ve yönetildiğini gösterir.
Bu düşünceler, köleliği haklı göstermek ve o konuda bir ırkçılık
tan başka bir şey olmaya n bir kurarn geliştirmek üzere yüksek zeka
lar bulund uğuna göre, köleciliğin a ntik toplumun içine ne dereceye
kadar işlemiş olduğunu gösterir. !rkçılık onu benimseyen toplumlar
Oltayla bal ı k avı. Dipte kum üstünde bir balık avı sepeti. Sağda yoksulların küçüm
sediği gıda olan bir ahtapot. (V. yüzyıl k u pası)
Kil çıkarma ya da belki maden işçileri. Asılı arnforada işçiler için su vardır. (VI. yüz
yıldan Korinthas pişmiş toprak plakası)
KöLELIK, KADININ DuRUMU
1 161
için ölümcül bir hastalıktır: B u konuda anılacak birçok örnek var
dır. Ben antik örnekle yetiniyoru m : Insan türünün bir bölümüne
karşı aşağısama, antik h ümanizmanın bozuluşunun, antik uygarlığın
çöküşünün temel nedeni olmuştur.
Bununla birlikte, bu kölelik yarasından o kadar zarar gören bu
toplumda -hem de tepeden tırnağa- şurada bur: da yükselen itiraz
lar d a vardı. Köle isyanlarından söz etmiyorum: Bunlar oldu ve sert
bir biçimde bastırıldılar. Bu ayaklanmalar zaten Yunan yüzyılların
dan çok, özellikle, Roma döneminde meydana geldiler. Atina'da bu
ayaklanmalar hiçbir zaman olmadı, çünkü a detler, kölelere davranış
biçimi, onları yöneten h ukuktan ve köleliği haklı gösteren teoriler
den daha insanca idi. Peloponnesos Savaşı sırasında gerçekleşen bü
yük kaçıştan daha önce söz ettim. Dolayısıyla, isyanlardan değil, öz
gür yurttaşiara seslenen, özgür yurttaşların protestolarından söz edi
yorum. Her şeye karşın bu protestolar vardır ve bunlara, Yunanlıla
rın geliştirdikleri en popüler sanat d allarında -gerek tiyatroda, gerek
tragedyada, gerekse lcomedyada- rastlanması çok ilginçtir.
Köleliğe karşı ilk protestolar, büyük tragedya şairlerinin üçün
cüsü Euripides'te duyulur. Bu şair birçok tragedyada, köleliğe d üşen
özgür kadınlar gösterir: Bunlar arasında kendini öldürenler vardır.
Onlar neden köle olmaktansa ölümü yeğ tutarlar? Bunu kend ileri
anlatır. Onlar efendinin malı olacaklar, yalnız onun okşamalarına
değil, kölelerin yaşadıkları sıkış tepiş ortamda, ilk gelenin akşama
larına da katlanmak zorunda olacaklardır. O zaman ölmeyi yeğler
ler. Özgür insanın soylul uğu ve kölenin sözde ruhsal bayağılığı ara
sında bir ayrım yapmayı reddeden ilk kişi Euripides'tir. Euripides
şöyle yazar: "Birçok köle kendilerini alçaltan bu adı taşırlar, ama
ruhları özgür insanlarınkinden daha özgürdür. " ( Bu artık ırkçılık
değil, tam bir insanseverliktir, hümanizmadır. )
Birçok köle ile karşılaştığımiz komedyada o, efendisine; köle ile
efendi arasında yaratılıştan fark olmadığını söylemeye cesaret eder.
IV. yüzyılın bir k amedyasında bu köle şöyle der: "Köle oldum diye
senden daha az insan değilim, efendim. Aynı etten kemikten yapıldık
biz; kimse yaratılıştan köle değildir, insan bedenine boyun eğdirten
yazgıdır. "
Bu özdeyiş V. yüzyıla kadar uzanır. Şu altüst eden çığlığı atan ki
şi filozof Gorgias'ın ( Georgios) öğrencisi Alkidamas'dır: " Tanrı he
pimizi özgür yarattı; doğa köle doğurmaz. "
162 1
ANTIK YUNAN UYGARLICI
Uzaktan uzağa ve alttan alta Hıristiyan devrimi böyle. hazırlanı
yordu. Hıristiyanlık, Tanrı önünde hepsi eşit olan yoksul ve zengin,
köle ya d a özgür tüm ins<ı .. lara kurtuluşu sunduğu için üstün geldi ve
antik toplumu, içinden, köleci temelinden yıktı. Hıristiyanlık, önce
yoksullar arasında, koleler arasında ve de kadınlar arasında yayı ldı.
Yine de, bu çöküş yavaş oldu. Bütünüyle Hıristiyan olan antik dün
ya, bu yüzden köleliği kaldırmadı . Köleci felaket, -eski d ünyanın ge
liştirdiği gibi- ancak toplumsal yapıların tümüyle birlikte, köleliği de
silip süpüren barbar istilalarının şiddetine, saldırısına boyun eğdi.
O zaman bile kölelik bütünüyle yok olmadı. Yeniden ortaya çık
tı ve yumuşatılmış toprak köleliği biçimiyle devam etti.
Uygarlıkların gittikçe artan gelişmesi, insan özgürlüğünün daha
d a ileri gitmesi kesin bir şeydir. Ama, gerçekte, somut özgürlükler
bir günde doğmazlar. Baskı mekanizmaları kendilerini iyi savun
maktadırlar.
Makedonyalı Philippas ( Büyük Iskender'in babası) Yunanistan'ı
boyunduruk altına alı nca Yunan halkına kölelerin azad edilmesini
yasaklayan bir kanun ka bul ettirdi. Philippas ne yaptığını biliyordu.
Ama Atina toplumunda demokrasiden yoksun tek insani varlık
köle değildir. Onun yanında, hemen onun kadar hor görülen kadın
vardır. Atina demokrasisi katı ve sert biçimde bir erkek toplumudur.
Bu toplum, köleler konusunda olduğu gibi kadınlar konusunda da,
ırksal olmamakla birli kte, ırkçılığın bozucu etkileri denli yıkıcı bir
başka ciddi " ayrımcılık " tan zarar görür.
Durum her zaman böyle olmamıştı. Ilkel Yunan toplumunda ka
dına büyük saygı gösteriliyordu. Erkek kendini avcılığa verirken ka
d ı n yalnız çocukları, büyümesi en yavaş bu "yavruları " nı yetiştir
mekle kalmıyor, yabanıl hayvanları insana alıştırıyor, şifal ı otları
topluyor, ailenin değerli yedekEklerine göz kulak oluyordu. Doğal
yaşamla sıkı ilişki halinde olduğundan, ordan koparılan ilk sırları
elinde tutan kadındı; yaşamak için oymağın saygı göstermek zorun
d a olduğu tabuları da o saptıyord u. Bütün bunlar, Yunan halkının
kendi adını verdiği ülkeye yerleşmesinden önce bile böyleydi.
Kadın, çiftler arası eşitliğe ve hatta üstünlüğe sahipti. Aslında
çiftten bile söz etmek gerekmez: O zaman tek eşli evlilik değil, sürek-
KöLELıK, KAD ININ DuRuMu
ı 1 63
1
li ve geçici birliktelik vard ı : Bu birlikteJiklerde kendisine bir çocuk
verecek erkeği seçen kadındı.
Yunanlılar Balkan yarımadasının güneyi ile Ege'nin Asya kıyısı
nı dalga dalga istila edince, çoğu a naerkil düzende yaşayan birtakım
topluluklar buldular. Ailenin başı anaydı -mater familias- ve akra
balık kadının soyuna göre hesaplanıyordu . En büyük tanrılar, do
ğurganlığı yöneten kadın tanrılardı . Yunanlılar bunlardan en azın
dan ikisini benimsediler: Ana Tanrıça y<.:ı. da Kybele ile adı Toprak
Ana ya da buğdayın a nası anlamına gelen Demeter. Klasik dönemde
bu iki tanrıça tapınımının önemi, ilkel Yunan toplumunda kadının
üstünlüğünü çağrıştırır.
Egeli ler, Pelasglar, Lydia 'lılar adı verilen halklar ve d aha birçok
ları ya a naerkil düzeni ya d a anaerkil gelenek görenekieri koruyor
lardı. Bu halklar barışçıydılar. Knossos Sarayında surlar yoktur. Gi
rit halkı tarımcıydı . Tarımı başlatarak, insanlığı, gelişmesinin temel
evresinde yerleşik yaşama kavuşturanlar onlardır. Kadınlar, Girit'te
halk arasında büyük bir saygınlık görüyorlardı ve hala topl umda ha
kim güçtü ler.
Yunan edebiyatında, içinde kadının en güzel renklerle betimlen
diği çok sayıda efsane vardır. Özellikle en eski edebiyatta görülür
bunlar. l lyada ' da Andromakhe ile Hekabe, Odysseia'da Penelopeia
böyledir. Nausikaa ile erkeklere tam eşit d üzeyde olan, işi yöneten
ve erkeklerin yaşamının esinleyici ve düzenleyicileri gibi görünen ka
d ı nlardan Phaiak'ların kraliçesi, kocası olan kralın kız kardeşi, ka
rarlarında bağımsız, başına buyruk görürnce Arete'yi de unutmamak
gerekir. Sappho'nun ülkesi Eolia gibi kimi Yunan ülkelerinde ise ka
d ın, uzun zaman toplumdaki b u üstün rolünü korudu.
D urum Atina demokrasisinde ve genel olarak lonia'da bambaş
kadır. Kuşkusuz edebiyat güzel kadın figürleri imgesini korur. Ama
Atina yurttaşları Antigone ile lphigeneia 'yı ancak tiyatroda alkışi ar
lar. Bu konuda edebiyat ile gelenekler arasında kesin bir ayrılık yer
leşmiştir. Antigone artık harem dairesine ya da Parthenon'un arka
bölümüne kapatılmıştır. Ordan çıkmasına izin verilirse, bu ancak
Panatheneia bayramı ndadır; bu bayramda A.ntigone, kapalı kaldığı
aylar boyunca, arkadaşlarıyla birlikte işlediği yeni duvağını tanrıça
A thena 'ya götüren alay içinde yer alır.
Aynı zamanda, bu ideal kadın imgelerine rakip edebiyat, kadın
denince önce pek beğenilmeyen, çarpık bir imge sunmaya başlar.
164 1
ANT1K YUNAN UYGARLı Cı
Yunan şiirinde baştan başa tam bir kadın düşmanlığı damarı görü
lür. Aşağı yukarı Odysseia şairinin çağdaşı olan Hesiodos'a kadar
gider bu durum. Dırdırcı yaşlı köylü Hesiodos, Prometheus'un ken
disinden çaldığı ateşi kabul eden insanları cezalandırmak için; Ze
us'un, tanrı ve tanrıçalara; acı verici istekten, arzudan, kurnazlık ve
arsızlıktan oluşan bu güzel canavarı, yani; " çıkış yolu olmayan ve
sarp duvar/ı uçurum tuzağı " olan kadını, üçer dörder üretmeye ko
yulmalarını, nasıl emrettiğini a nlatır. Insanoğlunun ürkek hayvan
konumu, tüm m utsuzlukları kadın yüzünden olmuştur. Hesiodos'da
kurnazlık, cilve ve dişi kösnüllüğü bitmez tükenmez bir konudur.
Ne yazık ki, ünlü bir şiirinde, hayvansal ve başka benzetmeleri
kullanarak ukalaca on bölüğe ayırdığı kadınlara kabaca söven şair
Amorgos'lu ( Amurgos ) Simanides de ondan geri kalmaz. Dişi domuz
türünden kadınlar vardır onun şiirinde:
" Her şey düzensizdir evinde
her şey darmadağın çirkef içinde
yıkamaz kendi vücudunu bile
kirlidir giysileri
semirir, oturup gübreliğinde . "
I ş i gücü dalavere olan tilki kadın, köpek eniği gibi durmadan
havlayan, taşla d işlerini kırsa bile, koc:asının susturamadığı geveze
ve dedikoducu kadın vardır. Doğduğıı toprak kadar yerinden kımıl
clatması güç tembel kadınlar vardır. Bazen kızgın ve azgın, bazen bir
yaz günü denizi gibi tatlı ve güleç, değişken ve yeltek su kızı vardır.
Sonra dik kafalı, obur ve sefih d işi eşek kadın; rezil ve hırsız gelin
cik kadın. Bir kısrak vardır ki. hiçbir işe uymayacak kadar kendini
beğenmiştir, süprüntüleri evden atmaya yanaşmaz; güzelliği ile bö
bürlenir, günde iki üç kez yıkanır, parfümlere bulanır, saçiarına çi
çek sokar, " başka erkek/.?r için güzel bir görünüm, kocası için be
la " dır. O kadar iğrenç hr maymun s uratlı kadın vardır ki " onu k ol
Iarına alan bahtsız ko ca" ya acımak gerekir. Bunca iğrenç kadınlar
dan sonuncusu olan arı kadın d a bizi avundurmaz.
Kaba bir b içinı de kadın karşıtı bu şiir tarih öncesinden, tarihsel
yüzyıllara, kadın· n d urumunda meyda na gelen sarsıntı yı yansıtmak
tadır.
Tek eşli evlilik yerieşirken hiç de kadını kayırmadı. Bu evlilikte
artık erkek efendidir. Kadın gelecekteki kocasını hiçbir zaman seç-
KöLELıK' KADI NIN D uRuMu
ı 1 65
ı
memiş, hatta çoğu zaman görmemiştir bile. Erkek, yalnızca "meşru
çocuklar dünyaya getirmek " için evlenir. Aşk evliliği yoktur. Erkek
en azından otuz, d üğün gecesinden önce bebeğini Artemis'e adayan
kadınsa ancak on beş yaşındadır. Evlilik iki tara ftan ancak birini
bağlayan bir sözleşmed ir. Koca , " tanıklar önünde bir açıklamadan
başka formalite olmaksızın, çeyizi geri verme ya d a onun faizlerini
ödeme koşuluyla karısını boşayabilir ve çocukları kendi yanında tu
tabilir. Buna karşılık, kadının istediği boşanma çok nadir olarak ve
yalnız ağır kötü muamele ya da konu edilebilecek bir aldatma ile ge
rekçelendirilmiş bir yargıç kararı gereğince sonuçlanır. Ama bu al
datma töredendir. Koca kendini, ne nikahsız karılardan, ne de fa hi
şelerden yoksun bırakır. Demosthe nes'e mal edilen bir söylev şunu
belirtir: "Zevk için fahişelerimiz, iyi bakılmamız için nikahsız karı
larımız, bize meşru çocuklar vermeleri için de eşlerimiz vardır. "
Meşru kadının, yurttaş kız olması gerekiyord u. Kendi alanı ve
neredeyse hapishanesi olan o harem dairesinde d ünyadan habersiz
bir kaz gibi yetiştiriliyordu. Doğumdan ölüme kadar bir türlü yetiş
kin sayılmayan kadın, evlenince, sadece vasi değiştirmiş olmaktadır.
Dul olursa, bu kez büyük oğlunun egemenliği altına girer. Kölelerin
çalışmalarına göz kulak olduğu, kendinin de işe katıldığı harem cia
iresinden pek ayrılmaz. Ancak ana-babasını görmek ya da hamama
gitmek için ve her zaman bir köle k adının sıkı gözetimi altında dışa
rı çıkar. Bazen de efendisi ve sahi binin yanındadır. Pazara bile git
mez kadın. Kocasının dostlarını tanımaz, onun yanında şöleniere
gitmez; kocası bu şölenlerde dostlarıyla buluşur ve buralara metres
lerini götürdüğü olur. Kadının tek uğraşı kocasına istediği çocukları
vermek, yedi yaşına kadar oğullarını yetiştirmektir ( bu yaştan sonra
ise onları gözden kaybeder ) . Kızlarını ise, yanında tutar ve onları,
harem dairesinde, kendi sürdürd üğü yaşama, o hazin durmadan do
ğuran ev kadını durumuna hazırlar.
Atİnalı bir yurttaşın karısı sadece bir " o 'ikourema " , yani bir " ev
işleri için yaratılmış nesne " dir. Bir Atinalı yurttaş için o sadece hiz
metçi kadınlarının birincisi, en başta gelenidir.
Atina'nın klasik çağlarında nikahsız evlilik çok gelişti. Bir tür
yarı-evlilik ve yarı-fuhuştur bu. Anısı günümüze kadar ulaşacak olan
Atİnalı tek tük kadın kişilikler, bu tanınmayan, ama devletçe hoş gö
rülen ve kayırılan alanda boy göstermişlerdir. Güzel ve parlak, zeka
ve bilginin tüm çekicilikleriyle baştan çıkarıcı ve parıldayan, yeni
166 1
A NT1 K
'f U N A N
UYGARLICI
safsatacılıkta uzman denilen Aspasia, bir Milestos'lunun kızıydı. Pe
rikles, soylu meşru karısını boşadıktan sonra, kendi evine onu yer
leştirdi . Aspasia bu evde salon açtı ve sözde kocası, bir hakaret kam
panyasına karşın, onu Atina toplumuna kabul ettiernesini becerdi.
Thukydides'e göre, Perikles resmi bir söylevde, kadınların yapabile
cekleri en iyi şeyin " ister iyi, ister kötü, erkeklere kendilerinden
mümkün olduğu kadar az söz ettirmek " olduğunu belirtiyor, bu üs
tün ve havalı dost'u ( "hetaire" sözcük açıkça " dost" demektir) ile
ilişkisini açıklıyordu. Böylece, Aspasia ve benzerlerinin durumu bir
kadının kişilik kazanması için yarı fahişe olmakla işe başlaması ge
rektiğini göstermektedir. Bu gerçek Atinalı aileler hakkında yaratıla
bilecek en ağır mahku miyettir.
Nikahsız yaşama, erkeklerin " d ostlar "ını gizlemeleri, kadınla
rınsa reza lete yol açmamaları koşuluyla, ideal Devletinde Platon ta
rafından hoş görülür.
Atina ve Pire genelevlerini dolduran ve gencecik kızların bir obo
le karşılığında kendilerini verebildikleri ayaktakımı denilen -çoğu
kölelerdir, ama hepsi değil- fahişelerden söz etmeyelim. Resmi fuhuş
yapılan bu evleri, düzeni ve genel ahlakı korumak için Salon kur
muştu .
Peki ama kadının durumunda bu kadar eksiksiz bir devrim nasıl
ve ne zaman yapılmıştı ? Efsanenin Andromakhe'leri, Alkestis'leri
nasıl olup da gerçekliğin Aspasia'ları ya da bellisiz karıları ve met
resleri, erkeğin basit zevk köleleri ya da üreme aracı haline geldiler?
Bir olgu kesindir: Bir an geldi ki, kadın cinsi en ağır yenilgisine uğ
radı. Anaerkil çağlarda ailede egemen durumdayken, Eski Yunanis
tan döneminin kadını, fazlasıyla aşağılandığı bir duruma düştü. Ne
zaman oldu bu " kadının büyük tarihsel yenilgisi" ? Burada birtakım
varsayımiara gitmek zorundayız. En olası varsayım, bu yenilginin
meta llerin keşfine ve savaşın çok kazançlı bir iş alanı olarak gelişme
göstermesine bağlanmasıdır.
Insanlar bakın bulur ve onu kalayla alaşımlayıp kendilerine ilk
tunç silahları yaparlar. Sonra demiri bulur ve ondan yeni silahlar ya
parlar. Sahip oldukları bu silahlarla, savaşı çok karlı bir iş haline ge
tirirler. Akhalı yağmacılar, Mykene krallarının mezarlarını altınla
dolduruyorlardı. Dorlar, Egeiiierin barışçı uygarlığının kalıntılarını
yıkarlar. Bütün bu olaylar, tarihsel çağların daha başlangıcında geç
mektedir.
K ö LE L I K , K A D I N I N D U R U M U
1 167
Ege uygarlığı ile aynı anda, kadının üstünlüğü de yıkılır ve söz
de tek eşli evlilik kurulur. Bunun nedeni savaş beyi erkeğin, kadının
kendisine verdiği, babaları olduğundan emin olacağı çocuklara zen
ginlik leri aktarabilmek istemesidir. Bu yüzden tek eşli evlilik, yasal
kadını bir döllenme aygıtı, öbürlerini bir tat ya da haz aracı haline
getirir.
Öte yandan anaerkilliğin kalıntılarının yok olması, zaman aldı.
Bunları yansıtan efsanelerden başka, tragedya şiirinin klasik döne
min ortasına kadar taşıdığı kadın, o günden başlayarak kaybetmiş
olduğu ve henüz hala her yerde tekrar üstlenememiş olduğu birtakım
haklarını uzun süre korumuştur. Y unan uygarlığı uzmanı bir I ngiliz
bilim adarnma göre, Atinalı kadınların Kekrops döneminde ( on u
yaklaşık I . ö . X. yüzyıla yerleştirmek gerekir) hala sahip oldukları o y
hakkı bunlardan biridir.
Doruk noktası, tragedya şairi Euripides'tir. Euripides tragedya
yı gerçekçilikle ele almaya, kadınları ya karşılaştıkları içlerine işle
miş topl umsal baskılar içinde, gerçek kusurları ile, ya d a efsanenin
onları tanıttığı gibi, soylu ama oldukları biçimde, tiyatro izleyicileri
nin gerçek eşleri, kız kardeşleri ve k ızları haline gelecek kadar bildik
ve yakın tipler olarak berimlerneye koyulunca bütün Atina'da gürül
tüler kopardı, kendisine de, kadın d üşmanı gibi davranıldı. Euripi
des, kadınlar hakkında ister çok iyi şeyler ister çok kötü şeyler söy
lesin, durum değişmiyord u : Hep kadın düşmanlığı. Euripides, Perik
tes'in "Kadınlar hakkında k onuşmayın, erdemlerinden söz etmeyin,
mutsuzluklarından söz etmeyin" yolundaki buyurgan yöneegesine
uymamış olmasını, çağdaşları nezdinde, çok pahalı ödedi. O, kadın
l arı sessiz kalamayacak kadar çok seviyordu anlaşılan . . .
Ama kadın doğasına yönelik b u bozuluşun, çok daha ağır bir
toplumsal sonucu oldu. Gerçekten de, toplumsal bakımdan kadın
kadar aşağılanmış, bunun için kadınlık yeteneği, kapasitesi olmayan
bir varlığı, erkeği yani bir aşk nesnesi olarak almakla, aşk d uygusu
na nasıl bir sapkınlığın girdiğini biliyoruz; böylece aşk, Yunan aşkı
denilen olay haline gelir -antik edebiyat bu tür oğlancılıkla yüklü
dür. Edebiyat, mitoloji, hem de ortalık ( yaşam) bunlarla doludur-.
Demek ki, antik toplumda kadının durumu kölelik kadar ciddi
bir yaradır. Bir köle kendine nasıl bir toplum ararsa, medeni yaşam
dan kovulan kadın da ona öbür cinsle hak eşitliği verecek, ona say
gınlığını iade edecek bir toplum, bir uygarlık istemektedir.
168 1
A NTI K Y U N A N UYGAR L I C I
Daha önce de söylediğim gibi, Hıristiyanlık köleler arasında ya
yıldığı gibi, işte bu nedenle önce likli olarak kadınlar arasında yayıl
dı. Ama ilk dönem Hıristiyanlığı nın sözleri -kadının ve kölenin kur
tuluşu ile ilgil i sözler- ancak yarım yamalak tutuldu. En azından
-öte dünyayı bilemeyiz- içinde yaşadığımız bu dünyada.
Kadını " büyük tarihsel yenilgi " sinin onu düşürdüğü uçurumdan
kurtarmak için, Hıristiyan devriminden sonra daha kaç devrim ge
rekti; daha da kaç devrim gerekecek ?
Atina demokrasisi böyle bozuldu. Yalnız erkek cinsinin ergin
yurttaşlarına indirgenen bu demokrasi o kadar az "halkın ik tidarı "
idi ki, bu demokrasi, 400.000'lik bir nüfus üzerinden, oluşumuna
katılan 3 0 .000 yurttaşın iktidarı anlamına geliyordu.
Denize sürüklemek için bir fırtınanın yeterli olacağı incecik, bir
geçimlik toprak tabakası.
Yunanlılar demokrasiyi keşfettilerse, bu bir çocuğun ilk dişini çı
karması gibi bir şeydir. Bu dişierin çıkması, sonra da düşmesi gere
kir. Ama, bu dişler, yeniden çıkacaktır.
Bö L ÜM
VIII
.
IN S A N LA R
VE
TANRl LAR
�
n
:r:L:
' an dini, önce çok ilkel görünür. Ilkeldir de. Çok eski za·
m
bu din için çok alışılmış olan birtakım kavra rnlara -hybris
( lbris) ve nemesis kavramları gibi- Çinhindi'nin güneyindeki M use
vi kabileleri gibi az gelişmiş topluluklarda rastlanır. Onu anlamaya
çalışmak için, Hıristiyan dini içinde karşılaştırma noktaları bulmak
haksızlık olacaktır.
On yüzyıllık ve belki de daha uzun süren varl ığı boyunca, Yu
n a nlıların dinsel yaşamı, çok çeşitli biçimlere girdi: Hiçbir zaman
dogmatik olmadı; öyle olsa daha kolay anlardık. Yunan dininde bir
din kitabı ya da vaaza benzer şeyler yoktur. Belki sadece trajik ve gü
lünç bazı gösteriler "vaaz" diye adlandırılabilseler bile; bu ancak,
� çıklığa kavuşturulması gereken bir anlamda olabilir. Yunanistan'da
büyük tapınakların bilicileri d ışında, en azından etkili olabilen, hiç
bir din adamı sınıfının olmadığını belirtelim. Başka görevleri yanın-
l 70 ı
A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L I (; I
d a sitenin yüksek makamlı görevlileri, birtakım sunguları sunar, bir
takım dualar ederler. Bu törensel eylemler yurttaşların karşı çıkma
yı düşünmedikleri atalardan kalma bir gelenek oluşturmaktadırlar.
Ama i na nçlar alabildiğine serbesttir, durmadan değiştiği bile söyle
nebilir. Inanış, yapılan törensel eylem kadar önem taşımaz. Halk kit
leleri ve kitleden nadiren ayrı d üşen aydınlar, o sihirli b üyük güçle
re elle verilen bir tür selamın, parmak ucuyla gönderilen bir öpücü
ğün insan yaşamındaki önemini kabul etmekte birleşirler.
Yunan dini, tıkabasa dolu ve kalabalık bir folklor görünümüne
sahiptir. Aslında, dinin kendisi de, bir folklordur. Din ile folklor ara
sında bugün yapılagelen ayrımın Hıristiyanlık gibi dogmatik tutum
l u bir dine uyan bir anlamı varsa bile, antik diniere uyan bir a nlamı
yoktur. S anatları halka seslenebildiği sürece inançlı kalabilen eski
şair ve sanatçılar d urmadan yarattıkları ve yeniden yarattıkları tan
rıları ile ilgili imgelerinin konusunu folklorik geleneklerin canlı kar
maşasından a lıyorlardı: Onlar böylelikle halkın inancını yeniden bi
çimlendirmekte, tanrılarını daha insancıl kılmaktadırlar. Tanrıyı öy
lece gitgide insanlaştırma, Yunan dininin en belirgin özelliklerinden
biridir. Bu d inin oldukça önemli başka özellikleri de vardır, ama seç
mek gerekirse, en çok üstünde d uracağım özellik yukarıda sözünü
ettiğim olacaktır.
Başla ngıçta, Yunan dini, bütün ilkel dinler gibi a ncak insanın
doğada ve daha sonra d a toplumda ya da kendi aklında, eylemini
güçleştiren ve kendi varlığı için kökenini kavrayamadığı oranda kor
kunç bir tehdit oluşturur gibi gözüken "güçler " karşısındaki zayıflı
ğını yansıtır. Ilkel insanı ilgilendiren doğa ya d a doğal güçlerin ken
dileri değil, sadece insanın yaşamına karıştığı ve onun koşullarını be
lirlediği ölçüdeki doğadır.
Insan ilkel bile olsa, düşünme yeteneğinin -işte Odysseus-, hare
kete geçme, bunun sonuçlarını hesap etme yeteneğinin olduğunu bi
lir. Ne ki, sürekli birtakım engellerle karşılaşır, yanılır ve sadece bir
kaç temel gereksinimini karşılamaktan ibaret olan amacına ulaşa
maz. Işte o zaman, çok doğal olarak çevresinde, kendininkinden çok
daha güçlü ve ne yapacağı önceden kestirilemeyen birtakım iradeler
olduğunu kabul edecek noktaya varır.
İ N S A N LA R V E TANRlLAR
1 171
Demek oluyor ki, ilkel insan tanrı işini, görgül olarak ansızın ya
şamına karışan bir "güç " ün işi gibi görür. Çoğu zaman onun zararı
na, kirnileyin de yararınadır bu. Ister yararlı, ister zararlı olsun, ön
ce umulmadık ve keyfi bir iştir. Var oluşu ve işleyişi bakımından in
sanın kendisine yabancı bir iş. Bir tanrı ilkin şaşırtan bir şeydir.
Onun eylemi karşısında insan şaşkınlık, korku ve de saygı hissine
kapılır. Bu karmaşık d uyguları dile getirmek için Yunanlı aidôs, In
giliz awe der. Insan, " güç " ü doğaüstü olarak görmez, daha çok ken
disinden başka biriyle karşılaştığı d uygusuna kapılır.
Ilkel din duygusu hemen bütünüyle işte bu Öteki'nin varlığı duy
gusuyla belirlenir.
Tanrı taşta, suda, ağaçta ve hayvanda, her yerde bulunabilir.
Doğada her şeyin tanrı olmasından değil de, her şey talih ya da ta
lihsizlikle öyle olabilir ve tanrı olarak ortaya çıkabilir.
Bir köyl ü dağda gezinmektedir: Bir patika kenarında bir taş yı
ğınına rastlar. Bu yığın zamanla kendisi gibi köylülerin geçerken at
tıkları taşlardan oluşmuştur. O bu yığınlara " herma " lar der. Bunlar
iyi bilinmeyen bir bölgede, güven veren yol gösterici noktalardır. Bu
yığında bir tanrı oturur: Bu tanrı daha sonra insan biçimine bürüne
cek ve adı, yolcuların ve ölüler dünyasına giden çetin yollarda ruh
ları iletenlerin kılavuzu, Hermes o l acaktır. Şimdilik o yalnızca bir
taş yığınıdır, ama bu yığın tanrıdır, öyleyse " güçl ü " d ür. Bazen, kay
gılarından kurtulma ve korunma gereksinimi duyan bir yolcu, oraya
biraz yiyecek bırakır: Sonraki yolcu açsa, onu alacak, bulduğu şeye
" hermaion" diyecektir.
Yunanlılar önceleri ve uzun süre köylüydüler. Sonradan denizci
ol urlar. Tanrıları da öyledir. Tarlalarda, ormanda, derelerde, pınarlar
da bulunur onlar. Sonra da denizlere yerleşirler. Yunan ülkesi kendi
sine gerekli suya yeterince doymaz ya da çok kararsız sular vardır. Ir
maklar çok azdır ve kutsal sayılırlar. Bir ırmağı geçerken mutlaka dua
etmek ve elleri onun sularında yıkamış olmak gerekir. Bir ırmağın ağ
zına ya da pınarların yakınına işememelidir ( köylü Hesiodos'un öğüt
leridir bunlar). ırmakların yalnız tarlalara değil, insan türüne de ve
rimlilik getirdikleri kabul edilir. Bir delikanlı ergin olup da uzamış saç
larını ilk kez kesince, onları ülkesinin bir ırınağına atar.
Her ırmağın bir tanrısı vardır. Bu ırmak tanrısı insan yüzlü bir
boğa biçimindedir. Bugünkü Avrupa folklorunda boğa biçimli ırmak
perileri haLi bulunmaktadır. Yunanistan'da su perisi de, bir at biçi-
ı
l 72 1
A NTİ K YUNAN UYGA RLIC I
minde ortaya çıkar. Eski Yunan'ın büyük tanrılarından biri haline
gelen Poseidon'un suyla olduğu kadar, atla da sıkı ilişkisi vardır. Ka
natlı at Pegasos'un, Helikon dağında bir toynak d arbesiyle, Hippok
rene ( lpokrinis) pınarını fışkırttığı gibi, Poseidon da bir gün üç dişli
yabasını bir vurmasıyla Atina Akropolisi'nin üstünde bir tuzlu su bi
rikintisi -iyice şişirilmiş olarak deniz demişler- fışkırır. Poseidon ' un
biçimi ve işlevleri ona saygı duyan toplulukların yaptıkları işe bağlı
dır. lonia 'lı denizciler arasında Poseidon deniz tanrısı olarak anılır.
Karaya çıkınca ve özellikle Peloponnesos'da ise hem at-tanrı hem de
deprem tanrısıdır. Yerin içine d a lan ve bazen daha ileride bir yerde
yeniden yeryüzüne çıkan birçok ırmağın halk inanışında toprağı
aşındırdığı ve sarsılmasına neden olduğu kabul edilir.
Yunanlılar doğayı yarı hayvan yarı insan biçimi verdikleri başka
birçok doğaüstü yaratıkla doldurmuşlardır. Bir at gövdesi ile bir in
san büstüne sahip Kentauros'lar yalnızca şiirsel ve sanatsal yaratım
alanına girerler. Yine de kuşkusuz halk kökenlidirler. Adları "suları
kamçı/ayan/ar" demek oluyormuş: Köken olarak da, şiirin onları ye
relleştirdiği Pelio ve Arkadia bölgelerinde, dağdaki sel tanrılarından
gelmeleri olasıdır. lonia'da, Silen'ler yazıtlarla doğrulanmış durum
da: Onlar da oldukça çirkin insan biçimleri, at hacakları ve at kuy
rukları ile doğanın yabanıl görüntülerini dile getirirler. Ayrıca bun
ların erkeklik organları abartılıdır; bu, ilk çağda hiç de güldürmeye
yönelik bir özellik olmayıp doğanın büyük döllenme gücünü belirtir.
Ayakları, kulakları ve kuyruğu teke, erkeklik organları da kalkık
Satyrler'in ( Satiri) durumu da aynıdır. Sonradan Dionysos' un neşeli
ve yırtıcı alayı içinde yer alan Satyrler onunla birlikte ağaçları ve bit
kileri büyütmeye yardım eder, s ürülerin ve ailelerin çoğalmasına kat
kıda bulunurlar. Onlar bu büyük tanrı ile birlikte, ilkel halkların kış
tan sonra gelip gelmeyeceğinden her zaman kuşku d uydukları baha
rı, geri getirirler.
Avrupa 'nın bütün halkları gibi, Yunanlılar da, çok sayıda dişi
periler biçiminde doğanın doğurganlığını dile getirdi ler. En çok bili
nen ve insana en yakın -yine de, tüm tanrısal varlıklar gibi, yaklaşıl
ması çok tehlikeli- olanlar genç kadınlar gibi sevimli, hoş ve kibar
perilerdir. O nlara takılan " nymph a " adı da, gerçekte genç kadın an
lamına gelir. Çok güzel, iyiliksever, neşeli, her zaman oyun oynama
ya hazır ve birden anlaşılmaz bir biçimde öfkeli ve tehditkar olan bu
varlıklar bütünüyle tanrısalı niteleyen şu Öteki olmaktadırlar. Gö-
İN s
A N LAR V E TAN RI LA R
ı ı 73
zunuzun önünde bir adam delirirse, onu "nymphalar çarpmıştır".
Bununla birlikte, en derin duygularımızın, karımıza ve çocuklarımı
za karşı duyduğumuz sevginin bizi sürüklediği en içten tapınım on
lara yönelir. Yirmi yıl sonra lthaka'sına kavuşan Odysseus, Penelo
peia ile yurtluğunu kendisine teslim etmeleri gereken ta liptilere kar
şı Telemakhos'la birlikte çetin kavgaya girişıneden önce, eskiden o
kadar kurban sunduğu, kıyıya yakın derin mağaraya, Nymphalar'ın
kubbeli mağarasına yaklaşır. Yolcu! uğundan getirdiği hazineyi onla
rın korumasına bırakır, özellikle de girişiminin esenliği ni onlara tes
lim etmek ister. Yerlere kapanan, kırların öbür büyük tanrısını
" buğday veren Toprak " ı öpen Odysseus, hemen ellerini kaldırıp At
hena ile birlikte za feri kendisine vermeleri için koruyucu ve kendisi
ne yakın gördüğü Nymphalar'a yalvarır.
Kendisine eşlik eden Nymphalar'a çok benzeyen, vahşi doğanın
bir kraliçesi vardır; önceleri sadece " vahşi hayvanların koruyucu
Hanımı " denilen bu kraliçe, Yunan halkının dinsel yaşamında bü
yük tanrıça Artemis olacaktır. Artemis sık sık ormanlarda ve yüksek
d ağların tepelerinde gezinir. Artemis tapınıın ı ağaçlara, pınariara ve
ırmaklara yöneliktir. Yerine göre, Lygodesmos ( Ligodesmus) diye
adlandırılır, bu söğütler arasında yaşadığını gösterir, kirnileyin ceviz
ağaçları nedeniyle Kariatis, kirnileyin de sedider nedeniyle Sedreatis
derler ona. O bütün Yunanistan'ın en sevilen tanrıçasıdır. Bugünkü
Yunan köylüsü onu bütünüyle unutmamıştır. Köylü onu hala, inan
dığı Nym phalar'ın kraliçesi, " Güzel Hanım " ya d a " Dağların Krali
çesi" sayar. Iki bin yıllık Hıristiyan i nancı içinde Artemis'in yaşaya
kalması, Yunan köylüsünün antik d ininin hem popüler, hem de ev
rensel niteliğinin en çarpıcı göstergelerinden biridir. Nymphalar'la
ilgili bir başka kalıntı da şudur: Çok zaman d a geçmiş değil -ancak
tam yüzyıl önce- Atina kentinin ortasında bulunan bir tepedeki ka
yadan oyulmuş bir konuta, hamile kadınlar, kolay doğum ve evlilik
te mutluluk istekleri için Nymphalar'a sungular getirmekteydiler.
Ve işte " buğday veren Topra k " . Gök ile birlikte, dünyanın bü
tün tanrıları arasında eski bir tanrıdır. Köylünün ayakları altında,
kazması ya da sabanı altında yaşayan Toprak, tüm canlı varlık tür
lerinin de -hayvanlar, insanlar ve tanrılar- anasıdır. O, bu varlıkla
rı tohumu ile besler. Yunanca Demeter adı, herhalde onun " Buğday
ların Anas ı " (Tahıl Ana) olduğunu anlatır. Homeros'a göre, Deme
ter bir gün lasion adlı Giridi bir ölümlüyle sevişir: Üç kez sürülmüş
1 74
l
i
ANTi K YuNAN UYGARLıCı
bir tarla onların yatağı olur. Demeter, adı zenginlik demek olan Plu
tos' u d ünyaya getirir.
Antik ekonomide zenginlik, insanların arnbariara yığdıkları ve
doğa ürünlerinin kıt olduğu mevsimde onunla geçindikleri buğday
yedeğinden oluşmaktadır. Ölülerin yeraltı tanrısı Pluton Plutos'dan
türemiş bir biçimdir: Adı "zenginliğe sahip olan" demektir. Bu zen
ginlik, yalnızca hükümdan olduğu birçok ölünün zenginliği değil,
öncelikle ambarlarda yığılı tohumların zengi nliğidir.
Demeter tahıl ta nrıçasıdır. Her zaman onun tapınırnma ortak
olan bir kız vardır ki, çeşitli adlar arasında, daha yaygın olarak "To
humların Kızı " , Toh um Tanrıçası adını taşır: Kore'dir bu. Demeter
ile Kore -" Buğdayların Anası ile Tohumların Kızı "- Hellen öncesi
zamandan beri, Attika köylü topluluğunun, sonra da tüm Atina top
lumunun iki büyük tanrıçası olmuşlardır. Ambarların ve öl ülerin ye
raltı tanrısı Platon'un Kore'yi cehennem ülkesine kaçırd ığı yolunda
ki söylenceyi biliriz. Zeus'un buyruğu üzerine ve Demeter'in acısını
yatıştırmak için, Pluton onu geri vermek zorunda kalmıştır. Pluton
onu her yıl geri verir: Attika'daki Eleusis oyunlarında, Tohum Tan
rısı 'nın aydınlığa dönmesi, sekiz ayı birlikte yeryüzünde geçiren ve
dört ay ayrı kalan iki tanrıçanın görüşmesi kutlanır.
Sekiz aylık kavuşma -hoş bir varsayıma göre- sonbahar ekimini
yapmak için ambarların açıldığı andan başlayarak hesaplanır. Arti
ka'da her tür bitki çabuk büyür, ekilen tahıllar, ocak ayında kısa bir
duraklamayla, kış boyunca büyürler. Daha nisan ayı sonunda olgun
laşır, mayısta biçilip kaldırılır, haziranda dövülür. Sonra gelecek
ekim için ayrılan tohumluklar arnbariara girer: Tohum Tanrıçası ye
niden yeri n altına, Pluton'un yanına döner . . . Bununla birlikte, doğal
bir karıştırma yoluyla, Kore'nin yeraltında kaldığı süre de yeni ba
şağa durmak üzere ekili tohumun toprakta kalış süresine uymuştur.
Incillerde " Nasıl ki tohum ölmez. . " diye okuruz bizler de.
Attika'daki Eleusis'te, ambarların açılma vaktinden az önce De
meter ve Kore oyunları d üzenlenirdi . Buğday Ana ile Tohum Tanrı
çasının bir araya gelişinin anlatıldığı bu gösterilerde henüz belirleye
mediğimiz bir biçimde, bu sırra vakıf kişiler de hazır bulunurdu.
Herneyse, katılanlara bazı sırların öğretildiği törenlerde kuşkusuz
çok basit bir gösteri gerekiyordu . Dürüst gibi görünen bir Hıristiyan
yazar ( buna inanmalı m ı ? ) , törenin en yüc� oyununun, Eleusis'li bü
yük rahip tarafından biçilmiş bir buğday başağı ile yapılan kutsama
dan ibaret olduğunu belirtir.
.
İN s A N L A R
VE TAN Rı LAR
l ı75
Demeter ve Kore tapınımının çok temel bir tanrısal kökeni oldu
ğu ne kadar doğruysa, yüzyılların geçmesiyle buna daha derin an
lamlar yüklendiği de o kadar doğrudur.
Topra k buğday tanesini canıyla besler. Biz canlıları da onunla
besler, öldüğü müzde bizi kendi içine alır ve biz de toprağın bitkileri
nin besini oluruz. Besleyici buğday, biz de senin besininiz. Canlı Top
rağın içine inmek üzere bizi bekleyen ölüm korkunçluğunu yitirir. Ye
ni ürünün çimlenmesi, yaşamın sonsuzluğunu simgeleyebilmektedir.
Ö nceleri birey için değil de kuşakların devamı için konu edilen
bir ölümsüzlük umudu, eski bir köylü tapınıını temelleri üstünde iş
te böyle gelişti. Bu gelişme eskil çağların sona erişinden bu yana sü
regelmektedir. Daha sonra bunu kendine mal eden Atina'da, V. y üz
yılda, birey kendini aile ve gelenek bağlarından kurtulmuş hissettiği
zaman, ölümsüzlüğü artık kendisi için isteyecek noktaya kadar var
dırdı. Eleusis törenleri sonunda katılanlara şunu da vaat etti: Ö lüler
ülkesinde onları mutlu bir ,yaşam beklemekteydi; ama, bu artık ta
rımsal tapınırnın doğal bir gelişimi değildi. Daha çok bir sapkınlık
başlangıcıydı.
Eleusis törenleri hakkında işaret edilmesi gereken son özellik
önemlidir. Başlangıçta bir aile tapınımıydı bu: Ailenin şefi istediği
nin katılımına izin veriyordu. Bu, tapınırnın kutlamalarında yaban
cıların, kadınların ve kölelerin bulunması olanağını açıklamaktadır.
Demek oluyor ki, Eleusis törenleri antik toplumun en sefil varlıkla
rına, gerek kadınlara gerekse kölelere durumlarının sefilliğine karşı
bir ödün sunmaktaydı. Bu açıdan, hiç değilse sahip oldukları evren
sellik özelliği nedeniyle, bu törenler, adeta Hıristiyan dininin haber
cisi oluyorlardı.
Yunanlılar VIII. yüzyıldan itibaren köylü olduğu kadar, denizci
bir halktır artık. Onlar, Odysseia ile birlikte birbiri ardına Batı Ak
deniz topraklarını keşfe ve sömürgeleştirmeye atılırlar. Bu işi ne güç
koşullarda ve nasıl küçük takalarla yaptıkları bilinmekted ir. Odys
seus'un lonia denizinin ıssız alanlarında sürüklenmesi Lindberg'in
Atlantik'i bir koltukla geçmesine benzer.
Ama bu alanlar boş değildir. Her burun dönüşünde, her dar ge
çitte korkudan doğan bir " harika " , ürküten ama yine de macera ve
176 1
ı
ANTI K YUNAN UYGARLJCJ
zenginlik ere aç insan yüreği için çekici bir mucize, pusulası olmayan
denizeiyi ousuda bekler. "Aç karnın verdiği sıkıntı, gemileri tayfay
la doldur: ı.r ve dalgalar üstünde dolaştırır. " Yine de, insan denizde
ve adalarc :ı, deryanın uçsuz bucaksız yüzeyinin ötesinde "garip bir
şeyler göri v " , d ünyayı keşfedebilir, harikaları sayıp dökebi lir.
llyada' lan daha eski halk inanışlarından türerne Odysseia hari
kası, tuhaf . 'aratıklar halinde yaşamın biçimlerini yeniden meydana
getirir, onla:·ı dev boyutlar, gülünçlük ya da sonsuz güzellik içinde
yeniden yara ·ır. Insandan çok uzakta olduklarından bir tapınım ko
nusu olamaz m yaratıklar; yine de ilkel insanlar için sınırsız denizin
büyüklüğünür. esiniediği çifte belirti şudur: Onun büyük yıkım gücü
olduğu duygm u ve aldatıcı b içimde çekici olduğu d uygusu. Tepegöz
macerasına güL·riz, çünkü kurnaz bir insan onu altetmiş ve bizi gül
d ürmüştür. Am�. Sicilya ya da Napoli kıyısında yollarını şaşırmış de
nizciler Vezüv ya da Etn a ' nın homurdandığını ya da gürlediğini duy
duklarında gülmc ·derdi ki.
Kykloplar (Ki_dopes ) sakin çoban yaşamlarının örtüsü altında,
insanlar için tamar.ıen gizemli varlıklardır. Adı Polyphemos ( Polife
mos -Tepegöz) olan bu insan yiyen, tanrıtanımaz, toplumdışı cana
vara Odysseus'un ya varmış olması bu yüzden mümkündür. Odysse
ia nın şairi, uygar ya�;amla i lgili her şeye; gemilere, yasalara ve ku
'
rullara karşı Kyklopla r'ın nefretini ısrarla gösterir. Onlar, destanda
ki öteki " canavarlar" gibi, akıl a lmaz boyutlarda, kaba sahadırlar ve
doğal olayları hiçbir bi<;imde kavrayamazlar.
Ister Kharybdis (Har ibdis), ister Skylla üstüne alınsın, bunlar ol
sa olsa birbiri ardına gerr. ileri yutacak denizin baş döndürücü meka
niği ya da, "kara ölüm sa�·an" d işleri ve üç katlı çenesiyle altı ağızlı
canavarlardır. Bu düşsel yaratılar, denizin denizeiye karşı sahip ol
duğu korkunç yok etme gücü karşısında onun korkusunu söylence
sel olarak dile getirirler.
Kirke ve Sirenler ile, simge daha bir karmaşık hal alır. Güzelim
Nymphalar doğanın bir tuzağıdır; onun, bizi çeken ve bizi ' büyüle
yen (bu anlamda onlar " büyüc ü " dürler) yüzüdür. Ama Nymphala
r'ın gülümseyen yüzü, insan soyuna karşı doğanın ezeli acımasızlığı
nı (bu aşırı imgelerle örülü dilin ötesinde anlaşılmalı) hiç de örtele
yemez. Kirke, insanları hayvana çevirmek için " güzelliği " ni kul lanır,
onları ahırlarına kapatır. Sirenler tanrısal bir sesle şarkı söylerler,
ama, oralar kuru kemiklerle kaplı bir çayırlıktır. Burada bizim ona
İN sA N LA R V E TAN R I L A R
yüklediğimiz güzellik ve soyumuzun yaşamına karşı duyulan kor
kunç nefret bir karşıtlık içinde ele alınmıştır. Insanlar bir kez Kirke
tarafından cezbedildi mi, büyücü o nları hüküm s ürdüğü doğanın
çemberi içinde döndürmekten başka şey yapamaz. Ister aslan, ister
domuz haline gelsinler, bir yurtları olduğunu unuturlar. Böylece
Odysseia'nın öbür öykülerinde olduğu gibi, doğanın kör dünyasın
da insanlar ne zaman yasak bölgeye girseler, ne zaman bu dünyayı
açıklamak için, şairin gelenekten aldığı bu iki yüzlü yaratıklardan
biri tarafından ele geçirilseler; ortak insanlıklarının simgesi olan yur
du kaybederler, şairin de dediği gibi dönüş yolunu kaybederler. Top
lum halinde yaşayan, insan özelliklerini kaybederler.
Onlar yurdu büsbütün kaybetmezlerse; kendilerini insanlıktan
uzaklaştıran bu yılgınlıkla yok olmazlarsa; bu, Odysseus'un bir in
san olmasındandır. Kahraman bile demiyorum: Onun başı üstünde,
Diomedes'in ve öteki llyada savaşçılarının başları üstünde olduğu
gibi doğaüstü bir alev yoktur. Çok insanca gözüken yüzünde ancak
destek verdiği mücadelenin ve bunlardan edindiği deneyimin izleri
vardır. O, kendisini insan toplumuna bağlayan bütün bağlarla bir
insandır: En önce karısına ve oğluna duyduğu sevgiyle, toprağa olan
sevgisiyle, iş ve nesne üreten emeğe duyduğu sevgiyle. Odysseus bir
insandır ve ülkesine döner, çünkü aynı anda zekasının, yüreğinin ve
ellerinin tüm olanaklarını kullanarak, denizin cinlerini yenmiştir.
Ama daha llyada ve Odysseia'nın oluşma döneminde, denize
ilişkin "doğaüstü " nün esiniediği korkunun bir bölümü aşılmıştır. Ev
sahibi Phaiak'lara maceralarını anlatan olumlu bir insan olan Odys
seus, denizci atalarının yarattığı bu düşsel ve ürküntü veren dünya
konusunda zaman zaman gülümseyebilmektedir.
Odysseia'da bile " doğaüst ü " n ü n bu gerilemesine ilişkin başka
belirtiler buluruz. Bunca inanılmaz esrarı kabul edemeyen, anlaşıl
ınaza boyun eğemeyen Yunanlılar bu korkunç tanrıların, bu acıma
sız Nymphalar'ın yerine geleneklerinde insan biçiminde, yani düş
gücü ve akıl için daha bir anlaşılır tanrılar koydular. Denizde ve baş
ka yerlerde daha bir güven uyandıran insanbiçimcilik hüküm sürme
ye başlad ı . Denizin Prensi Poseid o n böylece tıpkı llyada daki soylu
bir savaşçı gibi adarını koşuma sokar (gerçekten de onun atları dal'
ı
ı 77
1
l 78 ı
ANT1K YUNAN UYGARLıCı
galar üstünde koşar ) . Onun çevresinde yunuslar, balinalar, camgöz
ler neşeyle zıplarlar. Deniz ülkesinin efendisinin derinliklerde sarayı
vardır, karısı ( Kraliçe Amphitrite [Amfitriti ] ) vardır. Poseidon sa
yılamayacak kadar çok balık ve canavar topluluğuna hükmeder. Bu
topluluk kaypa k ve sinsidir. Poseidon'a gelince o dalgalar gibi her
zaman öfkelidir; öfkesi ile Odysseus'u ve dalgalar üstünde dolaşan
tüm denizcileri tedirgin eder. Ama en sonu bir insanın biçimine, dü
şünce ve d uygularına sahiptir; onun ani kudurganlıklarına teslim
olan tayfaların öfkesine gerekçeler aramaları ve onu yarıştırmaya ça
lışmaları bu yüzden olanaklıdır.
Bu insanbiçimcilik -tanrıları insan biçimine sokma- yalnız deniz
alanına değil, yeryüzüne de yayılmıştır. Zeus önceleri göğün, yarat
tığı havanın bir tanrısı idi -yani yıldırım ve fırtınaların tanrısı-, kü
me küme yığılan ve yararlı olmaktan çok yıkıcı, yağmur halinde pat
layan bulutların tanrısı, Yunan d ili ayrım gözetmeden " tanrı yağı
yar" ya da " Zeus yağıyor" der. Zeus daha sonra evlerin harkların
tanrısı oldu. Onun eski sıfatlarından biri Herkeios'tur ki çitin ya da
duvarın Zeus'u demektir. Kötü havalara karşı koruyan evin tanrısı
oldu, aile yuvasının tanrısı oldu. Zeus Herkeios'un her evde sunağı
vardır. O ailenin atası değil, koruyucusu demek olan Zeus pater (Ju
piter) olarak sevilir. Zeus evi ve evin zenginliklerini korur, birçok
Yunan ülkesinde şu Zeus Ksenios ( Kazandıran Zeus) adıyla anılır.
Evi koruduğu için, temel gıda olan tuz ve ekmeğe göz kulak olduğu
için, eve gelen yolcuya bunları sunduğu için ona yakaran kimselere
evsiz barksız yabancılara ve yoksullara karşı insanlık dolu, konukse
ver bir ev sahibi olarak düşünülür. Biçimiyle de, d uygularıyla da in
sandır. Bütün tanrıların en güçlüsü ve en iyisidir o.
Böylece başka tanrılar Olympos'un tanrıları oldular. Apollon'a
bakınız: Gün ışığı gibi güzeldir o, yüzü aydınlık saçar. Etkinliğinin
bir bölümü güneşle ilgili kökenini gösterir. O nun akları, bir güneş
çarpmasının yaptığı gibi, ani ölümle cezalandırır insanı. Ama, canlı
lığı, güneş ışınlarının da yaptığı gibi, hastaları iyileştirir. Çok insan
ca, genellikle iyilik dolu bir tanrıdır o: Arıttığı ve iyileştirdiği yalnız
ca beden değildir, suçlu gelip sunağında ona yakarınca ya da Delp
hoi'daki tapınağına yakın kaynağa dalınca, cinayetin lekesini de yı
kar. Bunun temiz bir kalple olması da -bir metin bunu açıklamakta
dır- gereklidir. Insanlara bu kadar yakı n bir tanrı nasıl olur da, in
san biçiminde canlandırılmaz?
İN sA N LA R V E TAN R I LA R
l ı 79
Ama, Yunanistan'ın pek çok bölgelerinde, hele bir çoban halkı
olan Arkadia'lılar arasında bir başka Apolion kökeni yakalarız (çün
kü Apolion figürü bir tür bağdaştırma sonucu, bunlardan daha baş
ka çok farklı kökenden gelen figürlerle örtüşmektedir): Kurtlar tan
rısı demek olan Apolion Lykeios'tur ( Likeos) bu; kurt öldürend ir.
Sürüleri korur, kuzuları ve danaları kollarında taşır. Ilkçağ heyket
cisinin onu çoban kı lığında vererek "ceza landırması" bundan ileri
gelmektedir. Yüzyılları ve dinleri aşıp gelen bir imgedir bu: Iyilikse
ver çoban Apolion ya da omuzlarında sürünün yavrularını taşıyan
iyiliksever çoban Hermes tasviri aynı zamanda gariptir, yeraltı me
zarlıklarında ya da Ravenne moza iklerinde gördüğümüz şu henüz
sakalsız Isa tasviri olup çıkar; tanrının tasvirlerinden en eskisi bir in
san olur.
Öte yandan, gün ışığı tanrısı Apolion' un öyle keskin bir bakışı
vardır ki, geleceği görür ve bildirir. Parnassos'un ( Parnasos) yama
cında bir vadide Delphoi kutsal merkezinde Hellen veya barbar, tüm
antik dünyanın kutlu gördüğü ünlü bir Apolion tapınağı vardır. Bu
rada tanrı, bilici kadına ilham verir, rahipler de Pythia'nın ( Fiti a )
uğultulu konuşmasını vahiy olarak yorumlarlar. Apolion bireylere
olduğu kadar sitelere de gerekli olan en iyi şeyi bilir. Onun tapına
ğına ona inanan binlerce insan doluşur. Bugün nasıl avukata, note
re ya da papaza danışılıyorsa, her konuda tanrıya danışılmaktadır.
Çoğu durumda öğütleri eşsizdir. Sorun denizierin ötesinde yeni bir
site kurmaksa, tanrı göç edilen uzak ülkenin en uygun yerini ve zen
ginliklerini bildirir. (Kuşkusuz, vahiyleri yansıtan rahipler, bu bilin
medik ülkeler hakkında kendilerine başvuran kişilerden bir seyahat
acentasından pek farklı olmayan bazı yollarla bilgilenmişlerdir.
Ama, onlar bunu bir parça gizlerler, inananlar ne bilsin ! ) D elphoi
böylece bütün d ünyadan gelen gözkamaştırıcı hazinelerle dolup ta
şmaktadır.
Tanrının vahiyleri bazen aldatıcıydı: Bunlara uymak isteyenleri
kaçınılmaz olarak yanlışa sürüklüyorlardı. Sanılıyordu ki, böyle
yapmakla tanrı, ilahi mutlak güç ve kutsal özgürlüğün, her zaman
ölümlüterin iradesine baskın olabileceğini göstermek istemekteydi .
Apolion yine fark atıyordu.
Işık tanrısı Apolion uyurnun d a tanrısıdır. Insanların coşkusu
için müziği ve şiiri keşfetmiştir. B u nlarla uğraşır ve başka her şeyden
çok bunlardan hoşlanır. Bu, uzak a ma , iyiliksever tanrının lütuftan-
180 1
1
A NTİK Y U NAN
UYGARLıCı
nı elde etmenin en iyi yolu, ona, sunakları çevresinde kız ve oğlan ko
rolarının şarkılar söyledikleri, oyun aynadıkları şenlikler sunmaktır.
Zaten tanrıların çoğu güzel şenlikleri severler. Bunlar, neşe dolu
bir halkın neşeli tanrılarıdır ve bu halk, güzel gösteriler, spor yarış
maları, meşaleli koşular, top oyunları düzenleyerek değerli tanrısal
lütuflar elde eder. Tannlara dua etmek ve onlara kurbanlar sunmak,
iyidir. Onların onuruna bayram lar -hatta, arada onlarla alay edile
cek çok komik gösteriler- düzenlemek, daha d a iyidir. Tanrılar gül
meyi severler, bu gülüş onları biraz incitse bile severler. Olympos'ta,
toplantı yaptıkları Zeus'un sarayında kendi aralarında gülüşmeleri
ne " önlenemez" der Homeros. Bir flüt havası eşliğinde güzel bir
oyun oynamak, onların onuruna müzikle yek vücut oyun oynamak;
işte, ritmin ve melodinin güzelliğine insanlar kadar duyarlı ve şeh
vetli olan bu tanrıların en çok hoşlandıkları şeyler bunlardır.
Ilkçağlardan sonra, Olympos tanrılarının dini olan bu dinin ba
zı figürleri işte böyle doğdu.
llyada'nın dahi şairi Homero s �· tarafından yeniden yaratılan Yu
nan tanrıları, son derece insani o lmuşlardır. Onların fiziksel varoluş
larını bütün d uygularımızla algılarız. Yaşadıklarını söylemek azdır.
Çığlıklarını, ve bazen bağırıp çağırmalarını duyarız. Zeus 'un ve Po
seidon'un kılları, doğal olandan daha karadır: Maviye çalar, koyu
mavidir. Tanrıça giysilerinde parlak beyazı ya da koyu maviyi, hat
ta safran renklerini görürüz. Başörtüleri "güneş gibi" göz kamaştı
rır. Hera, d utlar gibi iri değerli taşlar takar. Zeus, altın manto, altın
asa, altın kırbaç ve diğerlerinden oluşan gülünç kılığı ile, altının öl
çüsünü kaçırmıştır. Hera 'nın p arıltılı saç örgüleri başının iki yanın
dan sarkar. Kullandığı hoş koku keskindir: Yeri göğü doldurur. At
hena'nın gözleri ışıldar, Aphrodite'ninkilerde mermer parıltısı var
dır. Hera terler, Hephaistos da öyledir; Hephaistos yüzündeki terle
ri siler, göğsü de kıllıdır. Çalımlı çalımlı topallar. .. Bu böyle uzayıp
gider. Bu maddi tanrılar bizi sağır ederler, bizi kör ederler. Neredey
se bizi gölgede bırakırlar.
* Heredotos, " Homeros ve Hesiodos," diye yazar, " tanrıların nesebini saptadılar. ..
Onların tavsiyelerini yaptıla r . "
1 82 1
A NT I K Y UNAN
UYGARLICI
Bu güçlü tensel varoluşa; eşit, ama, yine de kahramanlarınkin
den farklı bir tinsel yaşam karşılık verir. Kuşkusuz daha karmaşık
değil, ama daha kapalıdır. Yalnızca bir gecekuşu ya da çakıltaşı olan
ilkel tanrılardan çok daha insanca ve dolayısıyla dualarımıza daha
duyarlı olan, bazen oldukça kabaca kendi imgemizi yansıtan bu et
ten ve kemikten tanrılar yine de kendilerinde sözle anlatılamaz bir
şeyler saklarlar ki, bu da, açıkça tanrı olmalarını sağlayan şeydir.
Bazen bunu bize basit bir ayrıntı gösteriverir. Ö rneğin savaş alan ına
inen Aphrodite, Diomedes tarafından yaralandığında, şair bize, tan
rıçanın koluna girip tanrısal kanı akıtmadan önce "K harit/er'in işle
diği rubayı delen " kahramanın sivri kargısını gösterir . Bu garip özel
lik, güzel tanrısal teni örten nerdeyse maddi olmayan bu kumaşın
yırtılması üzerine D iomedes'in görülmemiş bir iş yaptığını ve " tanrı
ların en zayıfı " nın yine de büyük bir tanrıça olduğunu anlarız. As
lında, l lyada 'nın insanlaşan tanrıları y i ne de çok korkunç görünür
ler: Onlar, Melek takımındandır. Onlarda bir şeyler, destan okuru
nun d a yadsıyacağı tam bir i nsaniaşmaya her zaman direnirler. Y ö
nettikleri dünyanın acılarına karşı, neşelerindeki olağanüstü taşkın
lık onların tanrılıklarının korkunç göstergesidir. Insanlar onları can
lıların tanrıları olarak ölüm yaklaştığında tanırl ar. Tanrılar yaşamı
öylesine tam bir bütünlük içinde yaşarlar ki, inanan kişi, ancak on
lara hayran ola bilir. Şairin tanrılar hakkında verdiği imge onların
neşeleriyle dolar. Eksiksiz özgürlükleri ile tanrıların önceden kesti
rilmesi hemen hemen olanaksız bir adet yaratmaları önemli değildir.
Tanrısal konum ile insansal konumu derin bir uçurumun ayırması
önemli değildir. Bizi ilgilendiren tek şey, tanrıların sonsuz bir mutlu
luk içinde yaşamaları, keyif ve gülüş içinde, eksiksiz neşe içinde ya
şamalarıdır. Homeros, " Gözyaşı insanlara, gülüş tanrı/ara mahsus
tur, " der.
Böyle tanrıların insanlara esinieyebildikleri dinsel duyguyu
önemsemek gerekir. Bu duygu, yine bilinmeyen güçlerden olan kor
kuya bağlıdır. Ama, bu korku; kendinden ayrı, ama, kendine çok ya
kın d ünyada, bir ölümsüz varlıklar soyu olarak, ölümlü cinsi boyun
duruk altına alan en ağır köleliklerden kurtulmuş bir insan soyunun
varolduğunu bilmenin, bir tür v urdumduymaz neşesiyle karışır; tan
rılar ki; gözkamaştırıcı Olympos ' un dinginliği içinde, bizzat kendile
ri de dingin yaşarlar, çünkü; ölümden, acılardan ve kaygılardan aza
de olmuşlardır. Bu tannlara göre ahiakın bile anlamı yoktur: Ahlak,
İN S A N LAR V E TANRl LAR
tam olara k bir insan icadı, insan deneyiminden çıkarılan ve durumu
muzun belli başlı kazalarına çare b ulmaya yönelik bir tür bilimdir.
Ama l lyada ' nın tanrılarının haz bolluğu içinde kapıldıkları tutkula
rın, ölümlü varlıklar için olduğu gibi, kendileri için üzücü hiçbir so
nucu olmazsa, ne d iye bir ahlaka gereksinimleri olsun ki. Aklıille
us'un öfkesinin Yunanlıların yenilmesine yol açtığını ve Troya du
varları dibinde ö lülerin yığıldığını biliyoruz. Ama aynı bölümde
okunan, Zeus'un Hera'ya kızgınlığı, sadece karı koca sahnesine dö
nüşür ve sonunda " tutulamayan" bir kahkaha i le biter. Macera için
de yaşa nan her türlü tanrısal tutku gülüşle tamamlanır.
Tanrısal konum hakkındaki bu düşünceler Yunanlılar için belki
biraz acı. En büyük şairler bu d üşünceleri oluşturur ve halklarına ile
tirler. Bu arada tannlara inananlar, Yunan Olympos'unu, kendisini
"hayran bırakan" (sözcüğün en güçlü anlamında) bir gösteri gibi
seyreder. Insanların kavgalarına çok kayıtsız kalan l lyada ' nın tanrı
ları, iyinin hizmetindeki koruyucu güçler oldukları sürece insanın
doğrultusunda, insan için değil de, en sonu kendileri için, yalnızca
kendi varoluşianna sevinmek için vard ırlar. Öylece vardırlar. Yaşa
mın birçok biçimlerinden biri olarak, görünen tek varoluş nedeni,
güzellikleriyle hoşumuza gitmek olan ırmaklar, güneş ve ağaçlar gi
bi vardırlar. Özgürdürler, ama bizim tarzımııda doğadan zorla ko
parılmış bir özgürlükle değil, doğanın armağanı bir özgürlükle öz
gürdür tanrılar. D ünyanın yönetimini ve insanın yazgısını, töresiz
değil de, töredışı ve k aranlık, açıkça belirlenmiş bir amacı olmayan
ve kendi leri için nedensellik ilkesinin artık pek önem taşımadığı bü
yük güçlere emanet etmedeki kahramanlara özgü tavır asla fark edil
meyecektir.
Yunan halkı cesur bir halktır; cesareti de boyun eğmeye değil
mücadeleye dayanır. O , tanrıianna ancak bir gün fethetmekte karar
lı olduğu şey için, yani; yaşama sevincinin sınırsız alanı için tapınır.
Olympos'taki yüce sirnaların dini, kimilerinin iddia ettiği gibi,
d urağan, ölümlü doğmuş olmanın yol açtığı bir tür estetik teselli di
ni değildir. Estetizm onu tehdit eder, ama -güzellik tapınımına borç
lu olduğu sayısız başyapıra karşın- bu din, estetiğe saplanıp kalmaz;
çünkü onun ortaya çıktığı ve geliştiği tarihte, Yunan halkı kendi
içinde daha pek çok başka yaratıcı kaynaklar taşımaktadır. Bunun
la birlikte şunu belirtmek gerekir ki, insana daha başarılı, tehlike al
tında olsa da, hep etkin kalacak bir mutlulukta, mutlu ve insanı sa-
1 183
l R4
ı
ANT1 K YUNAN
UYGARLICI
hip olduğu mutluluktan daha ötelere götüren, daha mutlu bir insan
lık sunan bu din, onu, bu yeni insanlık türü ile yarışmaya çağırır. In
sanı "Melek ile savaşma " ya çağırır. Elbette, bunda tehlike yok değil
dir ve Yunanlılar bu tehlikeli savaşa hybris adını vermişlerdir. Tan
rılar mutluluklarına sımsıkı sarıl mış ve varlıklı sınıf olarak onu sa
vunmaktadırlar. Hybris (gurur) ve nemesis ( kıskançlık) yine ilkel
inanışlardır. Yunanlılar yavaş yavaş bu inanıştan kurtu lacaklardır.
Tragedya çakışmasının başlıca çizgilerinden biri onun hybris'in teh
likesi ve nemesis'in tehdidine karşı yürüteceği bu m ücadele olacak
tır. Tragedya, gerek insanın yüceliğinin getireceği tehli keyi kabul
ederek, gerekse, ölümlü halka göre çok yükseklerde duran bir özeni
şe karşı insanları uyararak karşılık verecektir. O genellikle hem ce
zalandırılan insanın yüceliğini, hem de onu cezalandıran tanrıların
mutlak gücünü doğrul ayacaktır. Şu ya d a bu biçimde henüz tanrıla
rın tutumunu haklı göstermesi gerekmektedir. Sonunda tanrıların
hak lı olmaları gerekir. Henüz o noktada değiliz. l lyada ' n ı n tanrıla
rı, özgürlüklerini ve egemenlik güçlerini sınırlayabilecek bir insan
adaletinden kaygı duymazlar.
Ama insana saklı isteklerini ve geleceğinin en değerli fetihlerini
eksiksiz gerçekleşmiş bir biçimde gösteren bu güzel figürler dininden
hesaplaşma sonunda ortaya ne çıkar? Onun başına gelecek olan, dü
pedüz insan içinde erimektir. Olympos'lu tanrılar, siteler döneminde
"koruyuc u " tanrılar olarak yurttaş topluluklarının, hatta örneğin
Zeus ile Apolion için söylersek, Hellen topluluğunun manga başları
olacaklardır. Tanrılar, artık pek de, siteler arasındaki mücadeleterin
rüzgarcia çırpınan sancakları olmayacaklardır. Ya da, daha çok, ar
tık onlar, ancak düşüncemizde ve kanımızda devinen ve vücudumu
zu ayakta tutan etkili güçlerin simgeleri olacak derecede insanlaşa
caklardır. Bu sırada, sitenin gücü ve ünü ya da eylemlerimizin en
zorlayıcı dürtüleri ile karışan Y unan dini neredeyse ölmek üzeredir.
Belki güzel, ama, kof bir güzellik olarak şiirsel imgeler halinde do
nup kalacaktır.
Gerçekte din insaniaşarak laikleşir. Devlet ve tanrılar o günden
bu yana bu nedenle ayrılmaz bir birlik oluşturmuşlardır. Atina'da
Peisistratos, sonra da Perikles tarafından d ikilen tapınaklar en az
tanrıların şanı kadar bu tapınakları kuran topluluğun şanını ve ikin
ci olarak d a imparatorluk metropolünün şanını yüceltirler. Burada
dinsel duygu ö n sırayı, parlak bayramlar vesilesi ve dünya hayranlı-
iN s A N LAR v E TA N R , LAR
f ıss
ğının nesnesi olarak, yurttaşların tannlara a nıtlar sunma gururu ve
yurtseverliğine bıra kır. Ama insanlaşan tanrıların dini yurttaşlık gu
ruru ile özdeşleşirken, yeniden insanın yüreğinden uzaklaşır ve insan
onu düşünd üğünden daha az büyütür kafasında.
Ama, bu tarihte Yunan halkı dünyayı yeniden kurmak üzere, da
ha şimdiden sıkı sıkıya bir başka silaha ya da bir başka alete sarıla
caktır ki, bu alet bilimdir. Yunan halkı bu aleti kullanmayı becere
bilecek midir?
Bu nedenle şimdi zanaatçılarla ilgili tanrılardan söz etmek gere
kiyor. Bilim -onu bu ya pıtta daha ilerde göreceğiz- işten, özellikle
de ateşle ilgili sanatların tekniğinden doğacaktır. Ilk çağda insan,
kendi keşiflerini tannlara bağlar. Bu keşifler, Yunan halkının artık
yalnızca köylü ve denizci olmadığı, büyüyen kentlerde toplumun ye
ni bir sınıfının -Soion'un döneminden itibaren kalabalık bir sınıf
ellerinin emeği ile yaşadığı dönemde artar. Söz konusu sınıf, zanaat
çılardan, işçilerden, aynı zamanda satıcı, dükkancı ve tüccarlardan
oluşur. Bu kümelerin tanrıları da vardır ve bunlar, onların imgeleri
ne göre emekçi tanrılardır.
Hephaistos -Prometheus'dan sonra- ateşin tanrısıdır; ama yıldı
rım ateşinin değil de mutfak ve dem irhane ateşinin, yani insanın kul
lanımına sokulan ateşin tanrısıdır. Hephaistos' u n işçi takımlarıyla
birlikte volkanlarda çalıştığı düşünülen işiikieri vardır. İşiikierde eli
nin altında bir yığın alet -çekiçler ve maşalar-, koca bir örs, büyük
fırınların önünde yirmi körük bulunur. Hephaistos her gün yarı çıp
lak ve başında bir işçi takkesi ile örsünün üstünde madeni, çekiçle
döverek çalışmaktadır. Ona açıkça işçi adını verdikleri Atina'da, V.
yüzyılda eski Atina'nın en sevilen mahallesi olan aşağı kentte, bugün
hala nerdeyse bozulmamış olarak d uran çok güzel bir tapınağı var
dır. Bu tapınağın meydanında halk oyunlar ve gürültülü şenliklerle
onu kutlar. (Bu bayramlar popüler kalmıştır, günümüzde de h a la
kutlanmaktadır. ) Işçi sınıfına mahsus antik bayramın adı, Kalkeia
( Halki a ) idi ki, kazancılar bayramı demekti. Ama bu bayrama baş
ka zanaatçılar, özellikle kalabalık çömlekçiler de katılıyorlardı. Bay
ramı, lşçi ( Ergane) tanrıça sıfatıyla Athena da yönetiyordu .
Atina'ya adını veren tanrıça -Athena- ilk v e klasik yüzyılların
Ki bar fahişeler. Ressam Phintias'ın hydriası (su konulacak k a p ) (5 J O'a doğru. )
iN s A N LA R vE TANR l LA R
J ıs7
hünerli Atinası hakkında yaratıla bilecek en kusursuz imgedir. Ken
disi de işçi, hem de iyi işçi olan tanrıça, Atina'nın tüm çalışan halkı
nın koruyucusudur. D ülger ve duvarcılar gönyelerini ona borçludur
lar. Athena maden sanatlarını ve dahası, geniş keramik kenar mahal
lesine onun adını veren kalabalık çömlekçiler halkını da korur. At
hena çömlekçi çarkını keşfetmiş ve ilk pişmiş toprak küpleri yapmış
tır. Renk verınede ve pişirmede kazaları engellemeye dikkat eder. At
hena çömlek kıran ve cila çatlatan şeytanları, kil içinde, fırın içinde
pusuya yatan Syntrips (Sintipsi ) , Sabahtes (savata ) ve Smarangos
şeytanlarını bozguna uğratır. Tüm çömlekçi takımı, ustalar, model
ci ler, dizgiciler, desenciler, siyah rengi veren, kırmızı kiJi figürlere
ayıran ve deseni -bazen tek kıllı bir fırçayla- şarap rengi bir çizgi ya
da beyaz bir çizgiyle düzelten ressamlar, pişirmeye göz kulak olmak
la görevli işçiler, kili yağuran düz işçiler, hepsi onu yardıma çağırır
lar. Bunlardan biri ile ilgili çok dokunaklı bir halk şarkısı var elimiz
de. Şarkı, fırına el uzatması, küplerin kıvamında pişmesi, siyah ren
gin parlaklığını koruması ve satışın iyi bir kar getirmesi için Atlıe
na'ya bir dua ile başlar. Böyle bir küp üzerinde Athena'nın küçük
zafer perileri eşliğinde bir çömlekçi işliğinin ortasında belirdiği ve
emekçilerin başına taçlar koyduğu görü lür.
Işçi tanrıça kadınların çalışmalarına da göz kulak olmaktadır. Iğ
ve öreke ona göre kargıdan daha değerli simgelerdir. Athena ' nın ka
dınları ve kızlarının kemerde kabarık durmak için bazen yumuşak ve
saydam, bazen görkemli düşey kırmalada düşmek üzere ağır, o renk
renk nakışlı kumaşları " A thena'nın parmakları ile" dokudukları ve
nakışladıkları söylenir. Tanrıçanın Akropolis'deki tapınağının arka
odasına dokuz ay kapatılan 7- 1 1 yaşlarında dört kızcağız, her yıl
kutlanan bayramında ona sunulacak yeni giysiyi dokumak ve söy
lence sahneleriyle nakışlamak için çalışırlar. Halkının tüm gündelik
yaşamına karışan Işçi tanrıça onu tam olarak temsil eder: Akropo
lis'de, elde kargı ve başta tolga, olanca görkemiyle onu savunur; aşa
ğı kentin sokaklarında ve kenar mahal lede gizsiz ve gizemsiz, yoksul
insanlara d ürüst ve o döneme göre, çok makul bir din sunar.
Sophokles'in bir korosunda şöyle kaleme alınmış bir çağrı var
dır: "Sizler, ey el işçileri sokağa inin, Zeus 'un kızı Ergane'nin parlak
gözlerine tapının, kurban sepetleriyle sokağa inin, örslerin yanında
durun. " Bu " sokağa inin" sözcüğünün kuşkusuz Parisli devrimci an
lamında alınması gerekmez. ( Bu zaten bütünden kopuk bir parçadır;
188
1
A NT I K Y U N A N U Y G A R L I C I
bu da yorumda çok sakı ngan olmayı gerektirir . ) Bunun sadece işçi
lerin iki tanrısının ortak bir bayramına çağrı olduğu düşünülebilir:
En azından bu popüler bir bayramdır, bu bayramı, tüm el işçi leri
topluluğu kutlayacaktır.
Bu işçi tannlara benzeyen, tüm Yunanistan'da çok sevilen, yol
cu, madrabaz, dükkancı, satıcı ve tücca rların kurnaz tanrısı Hermes
haline gelmiş olan eski taş yığın ları tanrısı vardır. Pazar meydanla
rında ve yolcuların malları ile birlikte izledikleri yollar ve patikalar
boyunca onun heykelleri görülür. Bu heykeller, işaret işlevi görür ve
h ırsızia ra karşı korurlar. Hermes'i hırsızların tanrısı olarak göster
mek doğru değildir: O malları h ırsıziara karşı korur. Müşteriyi de
satıcılara karşı korur. Iki taraf için güvence olarak terazileri, ağırlık
ları ve ölçüleri keşfetmiştir. Ticaret tartışmaları Hermes'in hoşuna
gider: O, hem alıcının hem de satıcının dilini biler; aralarında anla
şıncaya kadar, her birine en dürüst ve en karlı öneriyi ilham eder.
Hermes her işte uzlaşma yanlısıdır. Siteler arası çatışmalarda el
çilere diplomatik formüller salık verir. Hem alışverişin, hem de, in
sanlığın mahvalduğu savaşın şiddetinden özellikle tiksi nir. Bu tüccar
tanrının desteklemediği tek kar, savaş kazançlarıdır. Hermes cirosu
nu artırmak için iyi bir savaş çıkmasını isteyen kargı ve kalkan ya
pımcısını, hayd utlara adar. Kendisi, kurnazlık dolu tanr! olarak, yı
kımları için kavgacı halkların besledikleri propagandanın yalanla
rından iğrenir. Şair Aristophanes komedyalarından birinde Her
mes'e, bağırıp çağırarak ülkelerinin huzurunu kaçıran halkın kötü
yöneticilerine karşı sert sövgüler söyletir. Şair, tanrı Hermes'in, Şen
likler tanrıçasının soluğunu, savaşçı torbasının kokusundan daha se
ve seve soluduğunu da söyler.
Yunan halkı böylelikle ( başka birçok örnek verebilirdim) işinin
ağır zorunluluklarını " yumuşatır" . Adı geçen son tanrılar öbürlerin
den daha çok gereksinimden ve alt sınıfın, toplumun yapılanmasın
d a karşılaştığı engellere karşı giriştiği mücadeleden doğmuşlardır.
Bu tanrılar, işçi sınıfı içinde ve tüccarlar sınıfı içinde, dediğim biçimi
alarak doğmuş ya d a değişmişlerdir; onlar, tanrıların kendilerini
emekçiler kampına koyan, yönetici sınıfa karşı mücadelesinde tanrı
lardan yararlanan halkın isteğini dile getirirler.
Bilinmedik tanrıların esinledikleri eski korku, yerini dostluğa bı
rakır -bu, tanrıları insanların hizmetine sokan ve adeta onları eğitip
evcil leştiren çok yararlı bir dostluktur-.
iNsANLA R v E TANRlLAR
i ıs9
Yine de bütün tanrılar tamamıyla insanlaşmaktan uzaktırlar.
Bunlardan kimi leri -yönetici sınıfların baskısı ve insanların d ünya
ve toplu m a ilişkin gerçek y:ısaları henüz bilmemesi yüzünden- ke
sin olarak ilerlemeye ve toplumların yaşamına düşman, a nl aşılmaz
güçler ol arak ka lırlar. Tanrısal esinle donanmış güç sahipleri, bu
n u kendi çıkarlarına kullanın a d a hiçbir tereddüt duymuyorlardı,
kol ayca entrikaya karışabiliyorla r d ı : Apolion ile Zeus, kötü bir an
lamda çoğu zaman ise böyle " i n s anlaştırıld ı " .
Ama, her türlü insaniaşmaya yanaşamaz gibi görünen bir tan
rı örneği de vard ır ki, bu Kader ya da Yunancada dendiği gibi
" Mo ira " dır. Moira, kendisine insa n biçimi verilen bir tanrıça de
ğildir. O , değişmezliğini sağlad ığı evren hakkında bir tür yasadır,
ama bi linmedik bir yasa . Moira, insanların oldukça göreli özgür
lükleriyle ve kimi du rumlarda neredeyse egemen tanrılar tarafın
d a n da tehlikeye atılan şeyleri yerli yerine koymak için, olayların
a kışına müdahale eder.
Yuna nlılarda kader kavramı, hiç de d ünyadaki varlıklara her
türlü özgürlüğü reddeden bir k adercilik deği ldir. Moira, insanların
özgürlüğü ile tanrıların özgürlüğünün üstünde yer alan bir ilke
ol uşturur ve bu ilke, a niaşılamaz bir biçimde, d ünyayı gerçekten
bir Düzen, düzenli bir şey h aline getirir. ( Benzetmek gerekirse, yer
çekimi yasası ile yıldızların çekim yasası gibi bir şey olacaktı r . )
Böyle bir anlayış, henüz nedenlerin rolünü anlamaksızın, y i n e de
evrenin bir bütün, yasaları olan bir orga nizma olduğunu bilen ve
varolan b u düzenin sırrını bir gün çözmesi için, insanı sıkıştıran bir
halkın a n l a yışıdır.
Bu d urumda Moira'nın varlığının saptanması açıklanmamış
k alsa da, değişmez ve bir gün anlaşılabilecek bir d üzeni varsaydı
ğına göre, b u yüzden temelde a kılcılığa uzak d üşmez. En azından
bu açıdan, i ns a n a l olmayan kural bir kez d a h a insana geri döner.
Yunanca Evren a d ı bile son derece a nl a m l ı d ır: Bu ad, Casmos 'dur
ve sözcük şu üçünü birden anlatır: Evren, Düzen ve Güzellik de
mektir.
ı
l 90 ı
ANT1
K YUNAN
UYGAR
L
ıCı
Tam olarak d insel yüzyıllard a din, ancak Yunan hümanizması
nın biçimlerinden biridir.
Ama daha ileri gitmek gerekir. Homerik ve arkaik yüzyıl lardan
sonra, bu dinin asıl çabası, klasik dönemde, tanrısa l dünya ile insa
nın ruhunu daha fazla bağdaştırmaya çalışmak olacaktır. Gördüğü
nüz gibi, bu tanrılar başlangıçta çok az ahlaklı idiler. Hizmetleri ve
iyilikleri bakımından çok değişken kalıyorlardı. Yunan din bilinci,
adil olup olmadıklarını kesinlikle bilmek istedi. Bu bilinç, insanlar
dan daha güçlü olan bu varlıkların adalete uymamaları düşüncesine
başkaldırıyordu doğrusu.
Çok erkenden, Odysseia'nın şairinden hemen sonra gelen eski
bir köylü-şair, Hesiodos adlı bu küçük toprak sahibi köylü, sorunu
şöyle ortaya koyar (bu kadar kesin olmasa d a bu sorunu Odysse
ia' nın şairi de ortaya koymuştu r ) :
" Otuz bine varır sayısı, ö l ümlüleri gözetlernek üzere
Zeus'un bizi besleyen topraklara yolladığı ölüms üzlerin . . .
Bir kız vardır, Zeus'un kızı, adı D ike,
Olympos'lu tanrılar sayarlar severler onu.
Biri saygısızlık etmesin ona haksızlık edip,
Hemen gider oturur dizleri dibine
Babası Zeus'un,
Ve dert yanar ona, insanların haksızlığından . . .
Her şeyi bilen Zeus'un her şeyi gören gözü
Bunu da görür, görmek dilerse,
Haklı h a ksız ne varsa kent duvarları ardı, gözünden kaçmaz.
Ben de, oğlum da vazgeçeriz hemen bugün doğruluktan
Eğer Hak hoş görürse haksızlığı.
Ama bir türlü inanmam
Işini bilen Zeus'un
Böyle işlere meyda n vereceğin e . " *
Daha sonraki yüzyıl larda, VII. ve VI. yüzyılların tüm Yunan li
rik şiiri -yazılı hukuk ve yurttaşların eşitliği için mücadele dönemi
nin şiiri- hem tanrısal, hem de insan adaleti hakkında benzeri sözler
ve büyük yakarılar yükseltir. Kamusal etkinliğe karışan şairler, Ze
us'un adil olduğunu ve olması gerektiğini öne sürerler ya da yüce
* Hesiodos, Işler ve Günler, çev.
S. Eyuboğlu-A.
Erhat,
TTK Yayını
1 99 1 -ç . n .
İNSAN LAR VE TANRl LAR
1 191
ranrının Adaletin yardımına girmediğini görürlerse, ona saldırıdar
( bu d a aynı kapıya çıkar) . Arinalı Salon'dan biliriz bunu. Ama şu da
Megara'dan sürülen bir şairin, Theognis'in bir parçasıdır:
" Ey Zeus, hayrete düşürüyorsun beni !
Sen ki kra l ısın dünyanın,
ün ve güç sahi bisin,
bil irsin her insanın yüreğin i :
Kudretin mutlak e y kra l .
P e k i nası l , ey Zeus, senin düşüncen
aynı sıraya sokuyor sapkın ile doğruyu
ruhu bilgeliğe yönelenle
haksızlığa ka pılanı, şiddete girişeni ? "
Böylesi başkaldırı haykırmaları, Yunan d insel bilincinin tanrıla
rın adil olmalarını istediği anlamına gelir. Bu durum, tanrıların açık
ça çok güçlü ve özgür oldukları, önceki dönem şiirinin -llyada şiiri
ram tersidir.
I . ö . V. yüzyılda, Aiskhylos'un rragedyası ile birlikte dünyaya ve
ruhlara adil ve iyi bir tanrı hükmetıneye başlar. Zaten Aiskhylos'un
büyük sorunu, rragedyasını trajik yapan sorun bu nokradadır. Pro
metheus ve Oresteia'nın ( Oresria) şairine göre dünya, gerek tanrılar,
gerek insanlar karında yalnız kaba gücün h üküm sürdüğü binlerce
yılı aştıktan sonra, sonunda kendileri adalete erişen ve insan toplum
larının gelişmesini doğru davranışlarıyla destekleyen yeni tanrıların
gökyüzünde yavaş yavaş evrenin komuta aygıtiarına yerleştiği bir
çağa girmişti r.
Yunan dininin gelişme çizgilerinden biri böyledir. Tanrılar in
sanlaşarak -önce insan biçimi alarak, sonra da ahlakça yükselerek
adaletin gerçekleşmekte olduğu bir evrenin simgeleri haline gelirler.
BöLÜM
IX
TRA G E D YA A i S KHYLO S ,
KAD ER V E ADALET
n !,.
:f::lv�
r . n halkının yaratımları arasında rragedya, belki de e n
ö
en gözü pek olanı d ır. Traged ya bi rrakım eşsiz başyapıtlar
üretmiştir; bu yapıtlarda, içimizdeki korkuda kök salmış, a ma aynı
zamanda yüreğimizdeki umutta gelişen insani öz, eksiksiz ve inandı
rıcı bir güzellikle dile gelir.
Eğer; bu yeni edebiyat türünün anlamı ve konumu kavranmak
istenirse; I.ö. VI. yüzyılın ortalarına doğru -klasik dönemin eşiğin
de- tragedyanın doğuşu, kısaca hatırlatılınası gereken tarihsel koşul
lara bağlıdır. Bir yandan, Yunan tragedyası tanrıları daha fazla in
sanlaştırarak, tanrısal d ünyayı insanların toplumuna katmak için
kendinden önceki şiirin çabasını yeniden ele alır ve sürdürür. Gün
delik gerçekliğin onu yalanlamasına ve efsane geleneğine karşın; Yu
nan tragedyası, tanrıların adil olmalarını ve bu dünyada adaleti za
fere ulaştırmalarını çok ister. Öte yandan, bu, Atina halkının hem si
yasal yaşamda, hem de toplumsal yaşamda, aynı zamanda yönetici
de olan mülk sahiplerine karşı, sonunda onlardan, yurttaşlar arasın-
194 1
A
NT1 K Y UNAN
UY
GARLICI
da, demokratik rej im adını alacak olan, haklarda tam eşitliğini ko
parmak amacıyla, adalet adına çok sert bir mücadele yürütmekted ir.
Tragedyanın ortaya çıkması, bu mücadelenin son dönemine denk ge
lir. En yoksul köylüler kitlesince iktidara geti rilen, toprak kazanı
mında halka yardım eden Peisistratos, D ionysos onuruna yapılan
şenliklerde yurttaşların eğlenmesine ve eğitimine göre hazırlanmış
tragedya yarışmaları açar.
Bu Aiskhylos'dan önceki kuşaktır. Herhalde henüz çok az dra
matik ve şehvet düşkünlerinin şuh gülüşü ile gözyaşl arının hazzı ara
sında oldukça kararsız olan bu ilk tragedya, işte birden, beklenme
dik bir olay sonucu seçimini yapar, " ağırbaşlılık "tır seçimi ve artık
onu belirleyen bu ağırbaşlılık olacaktır; tragedya yüreklice onun
önemini kabul eder: Asıl konusu olarak, içerdiği riskler ve derslerle
birlikte, kahramanın kaderle karşılaşmasını seçer. Tragedyaya he
men önceki Attika şiirinde olmayan " ağır" havayı veren bu olay
Med savaşı, yani; Atina halkının Pers saldırganına karşı iki kez sür
dürdüğü bağımsızlık savaşıdır. Marathan (Maraton) ve Salamis sa
vaşçısı Aiskhylos, zarafet yanlısı ve saray şairi olan Anakreon'un ye
rini alır.
Aiskhylos bir savaşçıdır, a nlatım araçlarının mükemmel bir us
tası olarak, yıkılmış tragedyayı bildiğimiz biçimiyle yeniden kurar.
Ama, onu önce bir çatışma olarak kurar.
Gerçekten de, her traj ik gösteri bir çatışma gösterisidir. Iç sıkın
tısı, umut ya da uysallık, bazen de zaferle kesilen, ama her zaman,
lirik şarkılara varıncaya kadar bir çatışma olan, bizi soluksuz kılan
bir m ücadeledir; çünkü biz seyirciler, sanki kendi kaderimiz söz ko
n usuymuş gibi, korku ve umut arasında kalmış olarak katılırız ona:
Dört arış ( iki metre) boyunda bir adam, der Aristophanes, öne çık
mış bir kahraman, aşılmaz gibi verilen ve öyle de olan bir engelle
karşılaşan bir kahraman; insan için dövüşen, bizi savunuyormuş gi
bi görünen bir kahram a n gizemli bir güç ile mücadele etmektedir -ve
çoğu zaman bu güç-, haklı ya d a haksız, savaşçıyı ezmektedir.
Tragedyaya giren insanlar, adil bir tanrıya bel bağlamalarına
karşın, " aziz" değildirler. Suç işlerler, tutku onları şaşırtır. Ö fkeli ve
sert kişilerdir. Ama hepsinin insani bazı büyük erdemleri vardır.
Hepsi cesurdur; birçoğu ülkelerini, insanları sever; çoğunda adalet
aşkı ve onu zafere ulaştırma isteği vardır. Yine hepsi, soyluluğa tut
kundurlar.
TRAGEDYA A1S KHY LOS, KADER
V
E A D A L E T 1!
Aziz değild irler, adil değildirler: Onlar kahramanlardır, yani, in
sanlıkla yakından ilgili, insanın ters talihe direnme, ta lihsizliği insa
ni büyüklüğe ve sevince çevirme -bunu da, önce kendi halkından in
sanlar, sonra öbür insanlar için yapma- konusunda o inanılmaz gü
cü, mücadeleleri ile gösteren, eylem olarak gösteren insanlardır.
Şairin seslendiği izleyicilerin her birinde coşku yaratan, soyumu
zun bu yürekli sözcüleri tarafından tutsaklığımızın çevre duvarında
açı lan ged iği genişleterek, içimizde, insan olma gururunu, hep daha
çok insan olma istek ve umudunu yücelten bir şeyler vardır onlarda.
Bir eleştirmen " trajik hava " diye yazar, "kahramanla özdeşleşti
ğim andan itibaren, oyunun konusu benim konum olduğu andan iti
baren, yani; oynanan maceraya kendimi kaptırdığım andan itibaren
hep vardır. 'ben ' diyorsam, bu benim tüm varlığım, oyuna karışan
tüm kaderimdir. "
Peki tragedyanın kahramanı neye karşı dövüşür? Insanların işle
rini yaparken karşılaştıkları çeşitli engellere, kişiliklerinin serbestçe
gelişmesini güçleştiren engellere karşı dövüşür. Bir haksızlık olmasın
diye, bir ölüm meyda na gelmesin d iye, cinayet cezalandırılsın diye,
bir mahkemenin kararı linçe üstün gelsin d iye, yenilen düşmanlar
bizde kardeşlik duyguları uyandırsın diye, tanrıların sırrı artık sır
değil, en azından adalet olsun diye, tanrıların özgürlüğü, eğer; bizim
için anlaşılmaz kalması gerekiyorsa, bizimkine saldırmasın diye dö
vüşür. Sadeleştirelim: Tragedyanın kahramanı dünyanın daha iyi ol
ması için ya d a olduğu gibi kalması gerekiyorsa, orada yaşamak için
insanların daha cesur ve daha serinkanlı olmaları için dövüşür.
Şu d a var: Tragedyanın kahramanı, çelişik duygular içinde dö
vüşür; eyleminde, hem aşılamaz ve hem de aşması gereken engeller
le karşılaşır; en azından kendi bütünlüğüne kavuşmak, içinde taşıdı
ğı ş u tehlikeli büyüklük eğilimini gerçekleştirmek isterse; bunu, tan
rısal kıskançlık ( nemesis) dünyasında haLi var olan şeye saldırma
dan, aşırılık ( hybris) suçunu işlemeden gerçekleştirmek zorundadır.
Demek oluyor ki, tragedyanın çatışması kaçınılınaza karşı girişi
len bir mücadeledir; onunla çatışan kahramana göre; söz konusu
olan, bunun kaçınılmaz olmadığını ya da hep öyle kalmayacağını
öne sürmek ve eylem olarak göstermektir. Aşılacak engel bilinmedik
bir güç tarafından onun yoluna konulmuştur; bu güce kahramanın
sözü geçmez ve o andan itibaren tanrısal olarak niteler onu. B u gü
ce verdiği en korkunç ad, Kader adıdır.
195
1 96
ı
ı
ANT1 K YU N AN UYG AR LI C
I
Tragedya kahramanının mücadelesi çetindir. Mücadele ne kadar
zorlu olursa olsun; kahramanın çabası peşinen ne kadar umutsuz gö
rünürse görü nsün; o, bu işe girişir -ve Atina halkı, modern zaman
ların izleyicisi olarak bizler, onunla birlikteyizdir-. Ta nrılarca mah
kum edilen bu kahramanın insan olarak, yani gösteride bulunan in
san topluluğunca mahkum edilmemesi çok ilgi çekicidir. Tragedya
kahramanının büyüklüğü cezalandırılmış bir büyüklüktür: Genellik
le ölür. Ama şöyle olur: Bu ölüm, beklediğimiz gibi bizi yıldırmak
bir yana, bizde uyandırdığı dehşetin ötesinde, içimizi sevinçle doldu
rur. Antigone' nin, Alkestis'in, Hippolytos'un ( lpolitos ) ve daha bir
çoklarının ölümü böyledir. Ve tragedyanın çatışması tamamıyla şöy
le geçmiştir: Biz kahramanın m ücadelesine bir hayranlık duygusuy
la, diyeceğim, sıkı bir kardeşlik duygusu içinde katılmış olduk. Bu
katılımın, bu sevincin ancak bir anlamı olabilir -çünkü sonunda biz
de insanız-; kahramanın kanıt teşkil eden ölümüne dek mücadelesi
nin özünde bir vaat içermesidir; kahramanın davasının bizi kaderin
elinden kurtarmaya yardımcı olma sözüdür bu. Yoksa, bahtsızlığı
mızın gösterisi olarak tragedya zevki anlaşılmaz kalacaktır.
Öyleyse tragedya, efsane dili kullanır diyebiliriz, bu dil simgesel
değildir. Ilk iki tragedya şairleri olan Aiskhylos ile Sophokles'in dö
nemi son derece dindar bir dönemdir. Aslında bu dönem efsanelere
inanır. Halka sunduğu tanrısal dünyada, insan yaşamını ister iste
mez yok olmaya yargıl ı kılmış gibi görünen baskıcı güçlerin var ol
duğuna inanır. Dediğim gibi, örneğin Kaderdir b u . Ama başka efsa
nelerde, i nsan soyunu mahvetmek isteyen, insanlığa düşman bir des
pot, kaba bir tiran olarak temsil edilen Zeus'un kendisidir.
Tragedyanın doğuşundan çok önceki efsaneleri ve daha başkala
rını yorumlamak ve onu insancı l ahlak ilişkileri haline getirmek şa
irin görevidir. Dionysos bayramlarında Atİnalı hemşehrilerine sesle
nen şairin toplumsal işlevi budur. Aristophanes sahnelediği ve ko
medyasında birbirlerine ne kadar hasım olurlarsa olsunlar, en azın
dan tragedya şairinin tanımı ve benimserneleri gereken amaç konu
sunda aniaşan iki büyük tragedya şairinin, Euripides ile Aiskhy
los'un ağzından, kendi tarzında bunu doğrular. " Ne bakımdan be
ğenmeli bir şairi? .. Sitelerdeki insanları daha iyi kıldığımızdan. " (Ve
bu " daha iyi " sözcüğü yaşam m ücadelesinde daha güçlü, daha
uyumlu demektir.) Tragedya burada eğitici görevini ortaya koyar.
Aiskhylos'un döneminde, tragedya şairi, efsaneleri düzeltme, he-
TRAGEDYA A1S KHYLOS, KADER
V
E ADALET
1 197
l e bunları keyfine göre yeniden uydurma hakkı olmasını düşünmez.
Ama bu efsaneler birçok değişkeleriyle anlatılırlar. Aiskhylos halk
geleneğinin ya da tapınak geleneği nin bu değişketeri arasında seçim
yapar. Bu seçimi adalet yönünde yapması gerekir ve öyle yapar. Bun
dan dolayı da, halkının eğitici şairi yorumlanması en güç söylencele
ri, tanrısal ad alete en çarpıcı yalanlamayı getirmiş gibi görünenleri
seçer. Gerçekten de, bunlar, onu en çok rahatsız eden ve halkının bi
lincini bulandıran söylencelerd ir. B unlar korkunç şeylerdir ve kor
kunçluk sonunda adil uyum halinde çözülemezse yaşamaktan umut
kestirecektir.
Ama tanrısal adalet hakkında, hep güçlükle karşılanan bu ısrar
lı istek nedendir ? Çünkü; Atina halkı sürd ürdüğü ve insani adalet
için hala içinde bulunduğu mücadelenin yaralarını teninde taşımak
tadır.
Bugün çoğu kişinin d üşündüğü gibi, şiirsel yararı, edebiyat, top
lumsal gerçekliğin yansımasından b aşka bir şey değilse (şair bunu
bilmeyebilir, önemli olan bu değild ir); tragedya kahramanının kade
re karşı mücadelesi de, efsane dilinde açıklanan, VII. yüzyı ldan V.
yüzyıla , tragedyanın doğduğu sırada, Aiskhylos'un da onun ikinci ve
gerçek kurucusu olduğu sırada, haHi halkı ezen toplumsal baskılar
dan kurtulmak için halk tarafından yürütülen mücadeleden başka
hiçbir şey değildir.
Siyasal eşitlik ve toplumsal adalet adına Atina halkının yüzyıl
lardan beri süren bu mücadelesinde, tragedya oyununu oluşturan
kahramanın, kadere karşı şu öteki mücadelesinin temsili, Atina'nın
sevilen bayramında yer alır.
Bu mücadelelerden birincisinde; bir yanda, hem toprağa hem de
paraya sahip küçük köylüler, zanaatçılar ve düz işçiler kesimini se
falete mahkum eden, sonunda topluluğun varoluşunu bile parçala
yacak gibi görünen, her durumda acımasız bir soylu ya d a zengin sı
nıfın gücü vardır. Karşıda ise; yaşamak isteyen, adaletin herkes için
eşit olmasını; hukukun, her insanın yaşamını ve sitenin devamını gü
venceye alan yeni bağ olmasını talep eden bir halkın güçlü canlılığı.
Birincisinin görüntüsü olan ikinci mücadele hoyrat, keyfi ve kı
yıcı bir kader ile insanlar arasında daha çok adalet ve insanca iyilik,
kendisi için de şan olması için dövüşen bizden daha büyük, bizden
daha güçlü ve daha yürekli bir kahramanın mücadelesidir.
Bir zaman ve mekan noktası vardır ki, orada bu iki koşut müca-
198 1
ANT1 K Y UN AN UYGAR
LICI
dele birbirine yaklaşır ve yoğunlaşırlar. Bu an ilkbahardaki iki Di
onysos şenliği; bu yer, sitenin Akropolis'inin yamacında yer alan
tanrının tiyatrosudur. Orada bütün halk şairlerinin sesini duymak
için toplanır; halka, tarih sayılan geçmişinin efsanelerini açıklayan
şairler, onun uzun özgürlük mücadelesi demek olan tarihi yapmaya
devam etme mücadelesinde ona yardım ederler. Halk şairlerin doğ
ruyu söylediklerini bilir: Onların asıl işlevi halkı aydınlatmaktır.
I . ö . V. yüzyılın başında -k lasik çağın başlangıcıdır bu- traged
ya, hem toplumsal d üzenin koruyucusu bir sanat, hem de devrimci
bir sanat olarak ortaya çıkar. Şu bakımdan toplumsal düzeni koru
yucu bir sanattır: Sitenin bütün yurttaşlarının, tragedyanın onları
götürdüğü d üşsel dünyada, halktan her insanın gündelik yaşamının
acılarını ve mücadelelerini uyum içinde çözmesine olanak sağlar.
Koruyucudur, ama yutturmacı değildir.
Ama bu düşsel d ü nya, gerçek d ü nyanın görüntüsüdür. Tragedya
uyumu, a ncak onun yarıştırdığı acıları ve başkaldırıları uyandırarak
verir. O, uyum süresince seyirciye zevkle uyumu vermekten fazlasını
yapar; uyumu, her insanda haksızl ığın reddini, ona karşı mücadele
isteğini güçlendirerek, toplumun evrimine adar. Ortak bir yürekle
kendisini dinleyen halkın, içinde taşıdığı bütün mücadele güçlerini
toplar.
Bu a nlamda tragedya artık koruyucu değildir, devrimci bir ey
lemdir.
Buradan somut örneklere geçelim:
Işte tarihi bilinmeyen (yaklaşık I.ö. 460 ile 450 yılları arası)
Aiskhylos'un tragedyası Zincire Vurulmuş Prometheus'un çetin mü
cadelesi . Aiskhylos tanrısal adalete inanır, adil bir Zeus'a bel bağlar.
Genellikle, onda, karanlık kalan bir adalettir bu. Şair, Promethe
us'dan önceki bir tragedyada şöyle yazar:
"Hiç de kolay değil niyetin i b ilmek Zeus'un.
Ama işte o, her yerde,
lşıldıyor birden karanlıklar içinde . . .
Ta nrısal düş üncenin yolları
Hiçbir bakışın delemediği
Sıklıklardan, yoğun karanlıklardan geçiyor
Ve gidiyor amacına doğru . "
TRAGEDYA
A
1 S •K H Y L O S
,
KADER VE
A
D A LET
!
Aiskhylos'un halkına Prometheus efsanesinin karanlığında Ze
us'un adaletinin nasıl " birden ışıldadığı " nı açıklaması gerekir.
Prometheus, insanlara karşı iyilikle dolu bir tanrıdır. Attika'da
çok sevilir; orada küçük zanaatçıların, özellikle de bir ölçüde Ati
na'nın servetini yaratan o seramik çömlekçilerinin ustası Hephaistos
ile birlikte kalır. O, yalnızca insanlara ateşi vermekle kalmamış, on
lar için meslekleri ve sa natları d a keşfetıniştir. Site, Atinalıların bu
çok saygın tanrısı onuruna bir bayram kutlamaktaydı. Bu bayram
da, takımlar halinde bir bayrak yarışı yapılmakta, yarışta bir meşa
le taşınmaktaydı.
Şimdi yaptığı iyili kten dolayı Zeus'un cezalandırdığı işte bu " In
san Dostu" tanrı, " insanların velinimeti " d ir. Zeus onu, çok merha
metli Hephaistos'a zincirletir, ama, utanmaz dili, çirkin yüzüne pek
yakışmış ( Zeus'un) uşakları olan Güç ve Şiddet'in gözetiminde. Ti
tan, insanların yerl � ştiği bütün topraklardan çok uzak, lskit çölünde
bir kaya duvara, hem de Zeus'un " zorbalığı " nı kabule razı olunca
ya kadar, çivilenir. Tragedyayı açan çarpıcı sahne budur. Promethe
us cellatlarının karşısında tek söz söylemez.
Nasıl olur b u ? Aiskhylos, kuşkusuz Prometheus'un tanrıların
ayrıcalığı " a teşi çalara k " ağır bir suç işlemiş olduğunu bilmekte
dir. Ama insanların sefaletinin azalması da, bu suçtan doğmuştur.
Bu efsaneyle, Aiskhylos'u traj ik bir iç sıkıntısı basar. Adil bir Ze
u s ' a -dünyadaki d üzenin hakimi ve desteği Zeus'a- inancının sar
sıldığını duyumsar. Ama, dosdoğru bakmaya karar verdiği kon u
nun güç yanları gözünden kaçmaz. Tüm tragedyasını Zeus'a karşı
yazar.
Insanların Dostu ( b urada sözel yeniliği bakımından Promethe
us'un insanlığa karşı sevgisinin dile getiri ldiği bir sözcük türeten
Aiskhylos'un dediği gibi " lnsanseve r " ) demek ki, artık ne " insan se
si" duyacağı , ne de "insan yüzü " göreceği bir çölde yalnızlığa terk
edilmiştir.
Ama, yalnız mıdır o? Tanrıların dışladığı, insanlardan ayrı düş
müş Prometheus, doğanın kucağındadır, zaten kendisi de, bu doğa
nın oğludur. Anasının adı hem Toprak hem de Adalettir. Promethe
us, eşsiz ve başka dile çevrilemez bir şiirin lirik bölümünde, Yunan
lıların bağrında güçlü bir yaşam saklı varlığını her zaman hissettik
leri bu doğaya seslenir. Şöyle der:
1 99
200 i
ı
ANT1 K YUNAN UYGARLICI
" Yüce gökler, tez kanatlı yeller,
Irmakların akıp giden suları,
Denizierin kıvrım kıvrım sonsuz gülüşleriL
Topra k , varlıkların anası,
Ve sen, G üneş, her şeyi gören koca toparl a k !
Sesleniyorum size, gelin görün
Bir tanrıya neler çektiriyor tanrıla r ! "
Daha ileride çektiği azabın nedenini belirtir:
" Evet, ben, kabahadi ben başımı bu derdere saktum
Insanlara iyilik edeyim derken
Bir gün bir narthex'in (Nartiks ) kamışı içinde
Çaldım götürdü m insanlara ateşin tohumunu.
Bu tohum bütün sanatların ana htarı oldu,
Bütün yolları açtı insanlara .
Suçum bu işte benim tannlara karşı,
Bu yüzden zincire vuruldum göklerin altında . " *
B u sırada bir müzik yükselir: Seslenilen doğa, Prometheus'a kar
şılık verir. Gökyüzü şarkı söylemeye başlamış gibidir. Titan ezgilerin
arasında Okea nos'un -on iki kızlı- korosunun geldiğini görür. Kız
lar suların dibinde Prometheus'un sızianmasını d uymuşlar, mutsuz
luk acısını paylaşmaya gelmişlerdir. Karşılıklı konuşma başlar, acı
ma ile öfkenin konuşmasıdır bu. Okeanos kızları gözyaşı döker ve
çekine çekine en güçlünün yasasına boyun eğmeyi öğütlerler.
Prometheus adaletsizliğe boyun eğmeyi reddeder. Dünyanın
efendisinin başka haksızlıklarını açıklar. Zeus, gökteki tahtını ele
geçirme mücadelesinde Titan'dan yardım görmüş, ama Promethe
us'a ancak nankörlük etmiştir. Ö l ümlüler hakkında ise, Zeus onla
rın kökünü kazımayı ve " onlardan yepyeni başka bir tür yapmayı"
d üşünmüş, ancak Insanların Dostu bu tasarıyı engellemiştir. Bugün
katland ığı azaba yol açan ölümlülere karşı beslediği bu sevgidir.
Prometheus biliyordu bunu: Bu s uçu işlerneyi kendi seçmişti, sonuç
larını biliyor, cezasını d a peşinen kabul ediyordu.
Aiskhylos konusuyla ve kayaya çivilenmiş kahramanıyla bütü
nüyle duygusallığa yargılı olacak gibi görünen bu tragedyaya, yine
de dra matik bir öğe sokma yolunu buldu: Zeus' a karşı Prometheus'a
bir silah verdi. Bu silah onun a nasından edindiği ve dünyanın efen*
Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, çev. A. Erhat-S. Eyupoglu, Bilgi Yayıne
vi, 1 96 8 -ç.n.
TRAGEDYA A t S KHYLOS, KADER V E ADALET
1
disinin güvenliğini ilgilendiren b i r sırdır. Prometheus bu sırrı ancak
verilecek özgürlük sözü üzerine açıklayacaktır. Sırrı açıklayacak mı
açıklamayacak m ı ? Zeus onu buna zorlayacak mı zorlamayacak m ı ?
D ramatik olayın düğümü budur. Öte yandan, Zeus sahnede görüne
mediği, bu da onun yüceliğini eksiittiği için, Prometheus'un ona kar
şı savaşı, gök boşluğuna yayılır. Zeus, göklerin derinliklerinden,
kendi iktidarına karşı Prometheus'un tehditlerini duyar: Tir tir titre
meye başlar. Onun sırrını ilgilendiren tehditler Prometheus'un bile
rek ağzından kaçırd ığı birkaç sözcükle açıklanır. Zeus yıldırımını sa
vuracak mı? Dram boyunca onun varlığını duyumsarız. Ayrıca, Ze
us ile dostluk, düşmanlık ya da bağımlılık ilişkileri sürdüren kişiler
Prometheus' u n kayası önünden geçerler ve başlangıçtaki Güç ve Ik
tidar uşaklarından sonra, Zeus'u bu kez sinsiliği ve acımasızlığı için
de bize tanıtmayı tamamlarlar.
Tragedyanın ortasında, bu yapıtın okurunun önceden bildiği bir
temel sahnede, hani çatışmanın önemini bel irten ve açan sahnede,
Prometheus insanları yarariandırdığı keşifleri sıralar. O burada ar
tık, şairin kalıt olarak aldığı ilk efsanede olduğu gibi yalnızca ateşi
çalan değil, doğan uygarlığın yaratıcı dehasıdır; bilimleri ve sanatla
rı keşfeden, egemenliğini dünyaya yayanbu dahiyane insanın kendi
dehası ile karışır. Zeus-Prometheus savaşı, yeni bir anlam kazanır:
Bu sa va ş, insanın kendisini ezme tehlikesi gösteren doğal güçlere
karşı mücadelesi demektir. Ilk uygarlığın şu kazanımlarını biliyoruz:
Evler, hayvanları evcilleştirme, metalleri işleme, astronomi, matema
tik, yazı, hekimlik.
Prometheus insana kendi dehasını göstermiştir.
Burada, piyes, yine Zeus' a karşı yazılmıştır: Insanlar -yine seyir
cileri kastediyorum; şairin görevi onların eğitmeni olmaktır- velini
metlerini yadsıyamaz ve kendi insanlıklarını yadsımadan Zeus'a hak
veremezler. Şairin Titan'a karşı sevgisi gevşemez. Prometheus'un in
sancıl d ünyanın yasalarına ilişkin bilisizlikten bilgiye ve akla yük
seltme gururu, bu gururu, Aiskhylos paylaşır. O, insan soyundan ol
makla övünür ve şiirin gücüyle bu duyguyu bize i letir.
Prometheus'un kayası önünden geçen simalar arasından yalnız
ca, dayanılmaz ve dokunaklı bir i mge olan, zavallı lo simasım ele
a lacağım. Göğün efendisinin bir aşk hevesiyle ayartılan, sonra d a al
çakça terk edilip en acımasız işkenceye teslim edilen lo da, Promet
heus, nasıl Zeus'un kininin kurbanıysa, onun aşkının ibretli k kurba-
201
TRAGEDYA
A1
SKHYLOS
,
KADER
V E
A
DA L ET
1
ı 203
nı olmuştur. lo'nun haksız yere uğradığı acıklı manzara, Promethe
us'un Zeus'un öfkesinden korkmasını sağlamak bir yana, ancak
onun öfkesini azdırır.
Işte o zaman, sahibi bulunduğu sırrı bir silah gibi daha bir kor
kusuzca savuran ve Zeus' u hırpalayan Prometheus açık açık meydan
okur:
" Görürsünüz bir gün gelecek, Zeus
Ne kadar sert de olsa yumuşayacak,
Çünkü girmeye hazırlandığı yatak
Gücünden, tahtından edip yıkacak onu.
Böylece tam yerine gelmiş olacak
Babası Kronos 'un ettiği lanet,
Bunca zaman oturduğu tahttan düşerken.
Bu beladan kurtulmanın yolunu
H içbir tanrı gösteremez ona benden başka:
Yalnız benim, olacağı ve çares ini bilen.
Varsın şimdi otursun korkusuzca tahtında
Gökleri dolduran gümbürtülerine güvenerek
Ateş soluyan okunu sallayıp ellerinde.
Bunların hiçbiri önleyemez dü şmesini
Şerefini yitirmenin dayanılmaz acısına.
Öyle güçlü bir düşman hazırlıyor ki kendisine
Savaşılması zor yaman bir yaratık bu,
B u lacağı ateş yıldırımından zorludur,
Gök gürültüsünü bastırır güm bürtüsü . . .
Zeus b u belaya çattığı gün aniayacak
Kralla köle arasındaki ayrılığı. " *
Ama, Prometheus, oyununun a ncak bir bölümünü ortaya koy
muştur. Zeus için ayartılacak tehlikeli kadının adını ise ( Zeus'un
ölümlüleri ayartınaktan geri kalması adeti değildir), kendine saklar.
Prometheus'un d arbesi etkisini gösterir. Zeus, korkar ve karşılık
verir. Elçisi Hermes'i yollayıp, Prometheus'un bu a d ı kendisine bil
dirmesini buyurur. Aksi takdirde en ağır cezalar kendisini beklemek
tedir. Titan, Hermes'le alay eder, onu maymun ve uşak yerine koyar,
sırrını vermeyi reddeder. O zaman Hermes, ona Zeus'un kararını
bildirir. Prometheus kendisini dünyanın felaketine batıracak belayı
soyluca bekler.
*
A iskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, çev. Azra Erhat-Sabahattin Eyuboğlu,
Bilgi Yayınevi 1 96 8 -ç.n.
204 i
1
ANTİ
K YUNAN UYGARLICI
Derken dünya sallanmaya başlar ve Prometheus şöyle karşılık verir:
" Söz değil artık bu, olayın ta kendi s i !
Sarsı l ıyor yer
Ta d e r i ıı lerden,
Sesler geliyor gök gürültüsü gibi .
Kıvrım kıvrım sa rıyar gökleri yıldırım,
B i r hortum kaldırıyor tozu toprağı,
Birbirine giriyor havanın bü tün solukları,
Rüzga rlar rüzgarlada savaşıyor,
Gökler denizlere karışıyor.
Bu işte, besbelli Zeus'un
Beni korkutmak için çıkardığı kasırga .
Ey y üce anam benim,
Ve ey sen
D ünyaya ışık salarak dönen Gökyüzü
Gör uğradığım haksız belaları ! "
Prometheus yıkılmıştır: Ama yenilmemiştir. Onu sonuna kadar
yalnızca bize gösterdiği sevgi için değil, Zeus'a karşı gösterdiği dire
nış ıçın severız.
Aiskhylos'un dini, edilgence kabul edilen geleneklerden oluşma
bir dindarlık değildir: Bu din d oğal olarak baş eğen uysallık da de
ğildir. Insanın sefil duru m u, tannlara inanan şairi, tanrıların haksız
l ığı karşısında isyan ettirir. Ilkel insanın mutsuzluğunu, buna olanak
sağlayan Zeus'un bir vakitler insan türünü yok etmeyi kafasına koy
muş olduğunu düşündürür. Yaşamın yasalarına karşı kin, başkaldı
rı d uyguları her güçlü kişilikte vardır. Aiskhylos, bu d uyguları, ya
şama karşı kendi başkaidırısı ile birlikte Prometheus'un kişiliğinde
parlak şiir halinde çok güzel bir biçimde serbest bırakır.
Ama, başkaldırı, Aiskhylos'un düşüncesinin ancak bir anında par
lar geçer. Onda, o kadar zorunlu bir başka istek, bir düzen ve uyum
gereksinimi vardır. Aiskhylos, d ünyayı bozguncu güçlerin bir oyun
alanı olarak değil, aynak sistemi anlama ve düzenlemesinin, tanrıların
yardımıyla insanoğluna nasip olduğu bir düzen olarak duyumsamıştır.
Aiskhylos, bu nedenle, başkaldırı oyunundan sonra aynı gösteri
için, bir uzlaşma oyunu olan Kurtulan Prometheus'u yazdı . Gerçek
ten de, Zincire Vurulmuş Prometheus Yunanlıların birleşik trilogya,
yani bir d üşünce ve yapı birliği halinde birleşmiş üç tragedya topla
mı, dedikleri şeyin parçasıydı . Trilogyanın öbür iki oyunu kayboldu .
TR A G E D YA A i S K HY LO s
,
KADER
V
E ADA LET
i
Sadece Zincire Vurulmuş Prometheus'dan hemen sonra Kurtulan
Prometheus' un geldiğini biliyoruz. (Tril ogyayı başlatan ya da ta
mamlayan üçüncü oyun hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. ) Kurtu
lan Prometheus hakkında bazı dolaylı bilgilere sahibiz. Elimizde bu
oyundan birkaç kopuk parça da var.
Oyunda, Prometheus'un adını bildiği kadın için, Zeus'un kapris
ya pmaktan vazgeçmeye yanaştığını ka bul etmek old ukça akla yakın
dır. Bu vazgeçme tutu munu gösterdiyse, dünyayı d üzensizliklere at
mamak içind i . Böylece artık evrenin efendisi, bekçisi kalmaya layık
ol uyordu öyle ya .
Kendine karşı kazanılan bu ilk zafer, yanında bir başkasını geti
riyord u: Zeus, Prometheus'a karşı öfkesini bırakıyor, böylece Ada
leti hoşnut kılıyordu . Uysal davra nan ve kuşkusuz başkaldırısındaki
yanlış ve kibir payından ötürü üzülen Prometheus ise, artık bu sıfa
ta layık olan tanrıların efendisi önünde eğiliyord u. Böylece, her iki
si de, özünde yenilmiş olan iki düşman da, yüksek bir amaca, d ü n
yanın d üzenine hizmet etmek üzere, kendi bozguncu tutkularına sı
nırlama getirilmesine razı ol uyorlardı.
Söz konusu iki tragedya n ı n konusunu ayıran otuz yıllık süre,
tanrının bu oluşumunu daha gerçekçi kılıyordu.
Başka bir deyişle, Aiskhylos'un dünyanın yazgısına, gelişimine
hükmettiklerini kabul ettiği esrarlı güçler -başlangıçta tamamen keyfi
ve kaçınılmaz güçler- yavaş yavaş ahlak düzlemine girmektedir. Şairin
binlerce yıl ötesinden tasarladığı gibi, evrenin yüce tanrısı, işte bu tan
rı, oluşum halinde bir varlıktır. Onun oluşumu da, tıpkı bu tanrısallık
imgesini yaratan insan toplumlarının oluşumu gibidir. Işte Adalet!
I . ö . 458 yılındaki Dionysos bayramlarında temsil edilen, bugün
tam olarak elimizde bul unan Aiskhylos'un üçlü tragedyası ( trilogya )
Oresteia, şairin kendi kafasında ve halkı karşısında, Kader ile tanrı
sal adaleti son uzlaştırma çabasını oluşturur.
Oresteia'nın üç tragedyasından birincisi Agamemnon'dur; bunun
konusu Agamemnon'un, Troya'dan zaferle dönüşü sırasında, karısı
Klytaimnestra tarafından öldürülmesidir. Ikincisinin adı, Sungu taşı
yanlar demek olan Khoephoroi'dir ( Hoifori). Bu tragedya Agamem
non'un oğlu Orestes'in, babasının katili olan, öz anası Klytaimnest-
20 5
206 ı,l·
ANTİK Y
UNAN UYGARLICI
ra'dan nasıl intikam aldığını, onu nasıl öldürdüğünü, böylece kendisi
nin de, nasıl tanrıların gazabına uğradığını gösterir. Eumenides ( Ev
menidis) adını taşıyan üçüncüsünde Grestes'in intikam tanrıçaları
olan Erinys'lerce (Erinis) kovalandığını görürüz; Grestes, Atinalı yar
gıçlar mahkemesine çıkar -bu vesileyle kurulan ve Athena'nın kendi
sinin başkanlık ettiği bir mahkemedir- ve sonunda aklanır, hem insan
lar hem tanrılada barıştırılır. Erinys'ler bile iyilikçi tanrıçalar haline
gelirler; yeni adları olan Eumenides'in anlamı budur.
Birincisi cinayet; ikincisi intikam; üçüncüsü yargılama ve bağış
lama tragedyasıdır. Trilogyanın tamamı sadece son halkaları Aga
memnon ile Grestes olan bir kıyıcı krallar ailesinde, Atreusoğulları
ailesinde ortaya çıkan tanrısal eylemi gösterir. Bu tanrısa l eylem, At
reusoğullarını yok etmeye kararlı korkunç bir kader işi olarak sunu
lur. Ama, yine de bu kader, insanların eseridir: Eğer, insanlar, birbi
rini doğuran kendi kabahatleriyle, kendi suçları ile kader denen şeyi
beslemeselerdi bu tanrısal eylem meydana gelmez ya da güçsüz ka
lırdı. Bu kader, sert bir biçimde işler, ama Grestes'in yargılanması
ile, Atreusoğullarının sonuncusunun tanrısal adalet ve iyilikle uzlaş
tırılması ile yatışır ve son bulurdu.
Yapıtın genel anlamı budur, güzelliği budur, verdiği umut bu
dur. Tanrısal adalet, ne kadar korkunç olursa olsun, insana bir çıkış
yolu, bir özgürlük payı bırakır; bu da, iyilik dolu tanrılar olan Apol
Ion ve Atheria'nın kılavuzluğunda onun kurtuluş yolunu bulmasına
olanak verir. Bir ağır felaket, annesini öldürmesi ve bir ara içine d üş
tüğü çılgınlık nöbeti sırasında G restes'in başına gelen şey budur: Yi
ne de Grestes kurtulur. Oresteia yalın bir tanrısal iyiliğe, elde edil
mesi güç, ama kesin bir iyiliğe inanış ın belgelenmesidir.
Önceleri insanlık dışı olarak düşünülen, sonra a da let biçimine
bürünen bu kaderin gücünü kavramaya çalışmak üzere, buradaki
olağanüstü güzelliği de sezinlemeye çalışmak üzere yapıtı daha ya
kından okuyalım.
Oresteia'nın konusu genellikle hem insanca tutkular planında,
hem de tanrısal planda d üğümlenir ve gelişir. Hatta, zaman zaman
birbirinden nefret etmek için sağlam gerekçeleri olan -Klytaimnest
ra'da bu gerekçeler onu cinayete sürükleyecek kadar sağlamdır- her
hangi bir karı kocanın öyküsü gibi, açıkça Agamemnon ile Klyta
imnestra'nın öyküsü anlatılıyormuş izlenimi bırakır (ama bu sadece
bir görünüştür) . Bu, k abaca insani görünüş, şair tarafından çok ger
çekçi bir açıklıkla belirtilmiştir.
TR
A G ED YA A 1 S K HY LO s , KADER VE A D A LET
1 207
1
Klytaimnestra -üç tragedyanın ortak tek kişiliğidir- üçlemede eş
nefretinin korkunç bir figürü olarak çizilmiştir. Bu kadın, Agamem
non'un Troya'ya giderken -Menelaos'a kendisini aldatan güzel karı
sını geri vermekten başka amacı olmayan bu saçma savaşta, zaferi
kazanmak için- bir bilicinin sözleri üzerine, kızı lphigeneia'yı boğaz
lamaktan çeki nmed iğini, kocasının on yıllık yokluğu boyunca, hiç
u nutma mıştır, unutmaması da doğaldır. Klytaimnestra bu on yıl bo
yu nca tatlı intikam saatini bekleyerek hıncını bileyip d urmuştur.
" Korkunç, b i r gün silk inmeye hazır,
Sinsi bir kadın bekliyor evi:
Unutmayan Kin'dir bu
Çocuğunun öcünü almak isteyen ana . "
Agamemnon'un başında, koro, onu böyle betimler.
Ama Klytaimnestra'nın başka nefret ve öld ürme nedenleri de
vardır: O bu nedenleri kendi kabahatlerinden çekip çıkarır. O ko
casının yokluğunda krallık yatağına " bir aslan, ama alçak bir as
lan " almıştır; bu aslan, askerler dövüşürken " efendi savaştan döne
siye dek, onun yatağında yan gelip yatarak " yuva da kalır. Gerçek
ten de, Klytaimnestra, galibin yolunu gözleyip, kendisi ile birlikte
pusu kuran kaba bir ta bansızı, Aigisthos'u aşık olarak almıştır. Iki
si birlikte, onu vuracaklardır. Kraliçe avucuna aldığı bu küstah öd
leği tutkuyla sever: Cinayetten sonra Klytaimnestra, bunu utanma
dan, zaferle, koro önünde haykıracaktır. Aigisthos onun intikamı
dır: Agamemnon " llion 'da Khryseis'lerin tadını çıkarmıştı " şimdi
de Priamo'nun kızı Kassandra'yı ( Kasandra ) , bilici Kassandra'yı
evine getirmekle ve kendisinden üstün tuttuğu güzel tutsağa iyi dav
ranmasını öğütlemekle ona hakaret etmekteydi -kraliçenin eski ki
nini daha d a artıran ve kralı öld ürme isteğini doruğa çıkaran bir ha
rekettir bu-. Kassandra'yı öldürmek " onun intikam zevkine çeşni
katacaktır " .
Klytaimnestra, başta gelen bir kadındır, "erkek iradeli bir ka
dın " , der şair. Ustalıklı bir tuzak kurmuştur ve iblisçe bir oyun oy
nar. Kocasının dönüşünden gecik meden haberdar olmak için, Tro
ya'dan Mykene'ye kadar Ege adaları arasında ve Yuna nistan kıyıla
rında tam bir ışıklı işaret zinciri k urmuştur; bu zincir I l ion'un alın
dığı haberini bir gecede ona ulaştıracaktır. Böylece, her olaya hazır
Klytaimnestra, siteni n ileri gelen kişilerinin korosu önünde, kocası-
208
i A N T 1 K Y U N A N U Y G A R L I (;
I
'
nın döndüğünü görmekten mutlu, sadık ve onu seven eş gibi görü
nür. Agamemnon karaya çıkınca, o hem kralın hem de halkın önün
de aynı ikiyüzlü komediyi tekrarlar ve kocasını sarayına davet eder;
sarayda onu konuksever bir banyo beklemektedir -Klyta imnestra
onu bu banyo teknesinden çıkarken, silahsız ve uzattığı çarşafın için
de kolları k ımıldamazken öldürecekti r-. " Kurnazlık ve kan banyo
su nda Agamemnon 'u baltayla vurur.
Agamemnon cinayetinin tamamen insanca -evlilik yönünden alı
nırsa tamamen insanca- dramı işte böyledir. Bu dram, tüyler ürperti
cidir; Klytaimnestra 'nın kinle kemirilen ruhundaki, maske altında
güçlükle tutulan korkunç kötülükleri ortaya çıkarır. Cinayet olup bi
tince, maske düşecektir: Kraliçe, yüzü kızarınadan eylemini savuna
cak, onu haklı gösterecek, bir zafer çılgınlığıyla bununla övünecektir.
Bununla birlikte bu insanca, hem de alçakça insani tutkular dra
mı, onun trajik kahramanı olan Agamemnon'un kişiliğinde, daha ge
niş boyutlu bir başka dram, tanrıların da hazır bulundukları bir
dram halinde kökleşir. Klytaimnestra 'nın Agamemnon'a karşı d uy
duğu kin tehlikeli ise de, bu yalnızca tanrısal dünyada ve uzun za
mandan beri kralın yaşamına ve görkemine karşı ağır bir tehd it doğ
duğu ve büyüd üğü içindir. Tanrılar ne iseler, öyle oldukları, yan-i ;
haklı oldukları için; tanrılar katında, Agamemnon'un bir yazgısı bu
lunur. Bu tehd it nasıl oluştu ? Bu kader; sonunda kendisi ve halkı için
büyüklüğe düşkün bir kralı ezerek sonuçlanacak olan bu kaçınılmaz
lığın ağırlığı nedir? Aiskhylos'un tanrılarının adaletini, bir çırpıda
anlamak kolay değildir. Ama, b u kader, Agamemnon'un da mensu
bu bulunduğu, Atreusoğulları ailesinde işlenen suçların toplamından
başka bir şey de değildir; bu atasal suçlara bir de, onun kendi yaşa
mındaki suçlar eklenir. Kader, ödün gerektiren ve onu cezalandır
mak üzere Agamemnon'un aleyhine dönen bu suçların tümüdür.
Agamemnon zina yapan ve kardeş katili bir soydan gelir. O, kar
deşini bir barışma yemeğine davet edip, ona kesmiş olduğu çocukları
nın organlarını yed iren şu Atreus'un (Atreas) oğludur. Aga ınemnon
bu iğrenç cinayetlerle daha başkalarının yükünü taşır. Niçi n ? Çünkü
Aiskhylos'a göre, yaşamın en katı, ama en kesin yasalarından biri şu
dur: İçimizden hiçbiri tertemiz sorumluluğu ile dünyada tek başına de
ğildir; bir soya ya da bir topluluğa bağldığımız nedeniyle dayanışma
halinde olduğumuz birtakım suçlar vardır. Başkalarının suçlarına or
tak olmamız gerekir, çünkü ruhumuz bunları şiddetle reddetmemiştir;
Aiskhylos, olayı başka türlü açıklaması na karşın, bunun derin sezgisi"
TRA G EDy A
A
ı s KHyLos
'
KADER VE
A
DA LET
ne sahiptir. Babaların günahlarının çocukları üstünde kalmasını ve on
lar için bir kader olmasını isteyen şu eski inanışa, ama aynı zamanda
yaşamın şu eski yasasına cepheden bakma cesaretine sahiptir.
Bununla birlikte, Aiskhylos'un tüm oyunu; Agamemnon'un ken
disi, en ağır suçları işlememiş olsa da; bu devralınan kaderin Aga
memnon'u cezalandıramayacağını söyler. Onun kişiliğinde, Atreuso
ğullarının çocuklarını gözetleyen tanrının, bu intİkarncı yönüne yolu
açan, sonunda yanlışları ve suçları ile, bizzat onun kendi yaşamıdır.
Gerçekten bir ayrıntıdan fazla olarak -Agamemnon'un birinci
bölümündeki korolar parlak ezgilerle bunu hatırlatırlar- tanrılar,
onu bir günah eğilimine sokarken, Agamemnon'un kötülük etmeyi
reddederek, kaderin etkisinden kaçmasına, yaşamını ve ruhunu kur
tarmasına olanak verdiler. Ama Agamemnon yenik düştü. Yenilgile
rinin her birinden kader karşısındaki özgürlüğü daha zararlı çıktı.
Onun en ağır suçu, lphigeneia'yı kurban etmesidir. Bunu huyu
ran tanrısal esin bir sınamaydı; kralın baba sevgisinin, tutkusundan
ya d a genel görevinden üstün olması gerekirdi. Kaldı ki bu görev uy
durma bir görevdi, çünkü Agamemnon'un halkını haksız bir savaşa
sokmaya hakkı yoktu. Böyle bir savaşta insanlar niye ölüme gitsin
Ierdi ki ? Kocasını aldatan bir kadın için ( Helene ) . Böylece Agamem
non'un çetin yaşamında yanlışlar birbirini doğururlar. Tanrılar, eğer
kızının kanını akıtmazsa, donanmasına Troya yolunu açmamaya ka
rar verince, onun yüreğinde acılı bir tartışma açarlar. Agamem
non'un seçim yapması, hem de önceki kabahatlerle zaten tamamen
kararm ış ruhunun derinliğinde açıkça iyiliği seçmesi gerekir. lphige
neia'yi kurban etmeyi seçerek Agamemnon kaderine teslim olur.
Bakın Aiskhylos'un şiiri bu tartışmayı nasıl dile getirir:
" Ak ha filosu önderlerinin büyüğü vaktiyle,
Ya nındayken Aulis'in ( Eolis) anaforlu ak sularının,
Yelkenler toplayıp ambarlar boşalınca
Hornurdanmaya başlamışlardı askerler,
Biliciye uyan kral boyun eğdi kaderin da rbelerine,
Agamemnon kendi suç ortağı o ldu kaderin.
Strymon'da ( Strimon) eserdi rüzgarlar,
Gecikme, kıtlık ve yıkım rüzgarları,
Darmadağın eden tavfaları
Halatları çürüten ve zararlı rüzgarlar,
Ve uzad ıkça uzayan zaman
1 209
210 1
ANTIK YUNAN UYGARLICI
Solduruyordu Argos'luların çiçeğini.
O zaman Artemis'in adına,
Rahip açıkladı tek çareyi ,
Fırtınadan kasırgadan d a h a a c ı b i r iyilik,
Öyle k i yeri dövüyordu Atreusoğullarının asası
Ve yaşlar fışkırıyordu gözlerinden,
Derken şöyle dedi ulu kral yüksek sesle:
'Boyun eğmezsem ezer beni kader.
Beni ezer, çocuğumu kurban edersem,
Vurup parçalarsam evimin neşesini
Lekelersem boğazlanmış bir genç kız kanıyla
Sunağın yanında baba el lerimi.
Iki yönde, yol yok bana felaketten başka.
Filomu bırakıp kaçak kral mı olayım,
Ihanet mi edeyim silah arkadaşlarıma ?
Kurban mı seçmeliyim rüzgarları yarıştırmaya
Kan dökmeyi m i seçmeli , istemeliyim
Bunu mu istemeliy im tutkuyla, öfkeyle ?
Tannlar i zin vermediler mi buna ? . .
Peki öyle olsun, b u kan kurtarsın bizi ! '
Şimdi kader ensesine binmiş,
Bir düşünce sokuyor kafasına yavaş yavaş
Dinsizlik, erdemsizlik ve günaha dair.
Cinayeti seçmi ş ve çark etmiş ruhu
Ve kör çılgınlık rüzgarı sürüklemiş onu her şeye
Kızını kurban edecek
Bıçağı k aldırmaya -Hem de niye?
Almak için bir kadını
Misilierne savaşı açıp
Ve açmak için gemilerine
DeniLin yolun u . "
Öte yandan lphigeneia'nın kanı ancak d a h a geniş bir cinayetin ilk
kanıydı. Agamemnon haksız bir savaşta halkının kanını dökmeyi seç
mişti. O, bunu da ödeyecektir, hem de hak etmiş olarak. Bu sonu ol
mayan savaş boyunca halkın öfkesi kralın dönüşünü karşılamaya çıkı
yordu. Gençlerinin kaybıyla yaralı halkının yası ve acısı tanrıların öf
kesine karışır ve onunla birlikte Agamemnon'u Kadere teslim ederler.
Ephesos'da, Kroisos Artemisiumu'n
kadın ya da tanrıça başı . (550'ye doğ
212
1
ANTIK YUNAN
UYGARLICI
Yine burada Aiskhylos'un şiiri, haksız savaş suçunu parlak im
gelerle açıklar. ( Burada yalnızca bu koronun son bölümünü aktan
yoru m . )
" Ağırdır kralların ş anı şerefi
Halkların lanetiyle doludur.
Ağırdır k i ne borçlu ün.
Bugün bir sıkıntı daraltıyar yüreğimi; seziyorum
Kaderin bir karanlık darbesin i .
Çünkü asker katili krallar
Tutuyorlar tanrıların bakışını.
Ve kara Erinys'ler sürüsü
Üstünde tutuyor kendini değişken yazgıların
Hiç yer tutmamış adalette.
Karşı çıkılmaz Tanrının yargısına.
Dorukları vurur Zeus'un y ı ldırımı . "
Dramın a kıŞı içinde son bir kez tanrılar Agamemnon'a, kendile
rine şükrederek özgürlüğünü yeniden canlandırma olanağı;11 verir
ler. Bu kırmızı halı sahnesidir. Bu sahnede insani tutkular dramı ile
ayırt ettiğim tanrısal tutum dramının birleştiğini görürüz. Bu son tu
zağı düşünen korkunç Klytaimnestra'dır. O, tanrıların varlığına ve
gücüne inanır, ama onlar hakkında günahkar bir hesap yapar: On
ları oyununa alet etmeye kalkışır. Troya fatihi onuruna tanrıların
izin verdikleri bir tertip hazırlar. Bu onun için bir tuzak, tanrılar için
ise sınamadır, son kurtuluş şansıdır. Kralın arabası sarayın önünde
d urunca, Klytaimnestra, fatihin ayağı yere basmasın diye hizmetkar
lara bir kırmızı halı sermeleri ni buyurur. Oysa; bu şeref, tasvirleri
nin taşındığı törenlerde tannlara mahsustur. Agamemnon eğer ken
dini tannlara denk görüyorsa, onların darbeleri ile karşı karşıya de
mektir, kendini gözetleyen bu kadere bir kez daha teslim olur. O nu n
önce günaha direndiğini, sonra dayanarnayıp kapıldığını görürüz.
Kırmızı halının üstünde yürür. Klytaimnestra utkuyla sevinir: Artık
ceza görmeden cezalandırabileceğini düşünmektedir; cezalandırmak
için tanrıların kullanacakları silah, artık sadece onun kolu olacaktır.
Ama, yanılmaktadır: Tanrılar onun kolunu seçebilirler, b u o kadar
da onu� suçu değildir. Fakat cezalandırma hakkı yalnız onlarındır,
yalnız onlar temiz ve haklıdırlar.
Sarayın kapıları düşman çiftin ardından kapanır, balta hazırdır.
TRAGEDYA AISKHYLOS, KADER VE ADALET
1 213
Agamemnon a z sonra ölecektir. Artık bunu yargılamayız. Onun
yüceliğini ve ancak yanlışın öznesi bir insan olduğunu biliriz.
Aiskhylos, Troya fatihinin bu acıklı ölümünü içimizde yankılan
dırmak için dramatik ve dokunaklı gücü seyrek görülen bir sahne
keşfeder. Ö lümü, bize darbeden sonra saraydan çıkan bir hizmetka
ra anlattırmak yerine, olaydan az önce, Agamemnon'a tensel aşk
bağlarıyla bağlı, bilici Kassandra'nın sayıklamaları arasında duyura
rak bize ölümü yaşatır. O vakte kadar arabasında sessiz oturan, çev
resindeki insanların varlığına aldırmayan Kassandra a nsızın sayıkia
yan bir esrimeye tutulur.
Içinde bilici-tanrı Apolion vardır: Apolion ona hazırlanmakta
olan Agamemnon cinayetini gösterir; bunu izieyecek olan kendi ölü
münü de gösterir. Ama, bu, Atreusoğuliarı sarayının geleceği ve de
kanlı geçmişinin, bölüm bölüm gözünün perdesinde görünen parça
larıdır. Bütün bunlar, kendisiyle alay eden ya d a anlamak istemeyen
koronun önünde geçer. Seyirci ise bilir ve anlar. .. Kassandra'nın bu
benderi şöyledir:
"Ah! lblis! Demek işlediğİn suç b u
Yanında yattığın kocaya,
Banyo keyfi hazırlıyorsun güya . . .
Nasıl demeli çarey i ?
Yaklaşıyor. Bir e l
Vurmak için kalkmış, y a lvarmaya b i r başka el . . .
O f ! Ama n ! . . Of! Of! . . Iğrenç . . .
Dehşet işte arda, pusu, görüyorum onu
Cehennem tuzağı değil mi b u ?
A h ! Işte, gerçek p u s u , işte, a l e t. . .
Suç ortağı yatağın, cinayetin s u ç ortağı . . .
Koşun açgözlü Eriny� 'ler, lanetli çete!
Öcünü alın cinayetin, taşlayın
Hem bağırın hem vurun . . .
A h ! A h ! Bak, d ikkat et!
Uzaklaştır bağayı inekten.
Onu bir çarşafa sarıyor. Vuruyor
Kara boynuzuyla tuzağının.
Vuruyor. Boğa d ü şüyor dolu tekneye . . .
D ikkat cinayet teknesinin hain darbesine . "
TRAGEDYA
AiSKHYLOS,
K A D E R V E A D A LET
Kassandra korka korka saraya girer; o arada kütükle kendisini
de bekleyen boğazlamayı görmüştür.
Ensonu kapılar açılır. Agamemnon ile Kassandra'nın cesetleri
Mykene halkına gösterilir. Klytaimnestra elinde balta, ayağı kurba
nının üzerinde " bir leş kargası gibi" sevinir. Aigistos yanıbaşındadır.
Son söz, bu zina çiftinin cani kininin mi olacaktır ? Mykene'li yaşlı
lar korosu elinden geld iğince kraliçenin sevincine karşı koyar. Yüzü
ne karşı onu rahatsız edebilecek tek adı, sürgündeki oğlu Grestes'in
adını söyler; bu çağın hukukuna ve dinine göre, öldürülen babanın
öcünü alması gereken bu oğuldur.
Khoephoroi, intikamın, zor ve tehlikeli intikamın dramıdır. Dra
mın merkezinde, tanrılar öyle huyurdukları için anasını öldürmesi
gereken oğul Orestes vardır. Orestes bu konudaki açık buyruğu
Apolion'dan almıştır. Yine de, anasının yüreğine kılıcı daldırmak
herkesi, hem tanrıları hem de insanları günaha sokan korkunç bir ci
nayettir. Oğlunun b abasının öcünü alması gerektiği ve bu aile huku
ku dışında, Klytaimnestra'yı cezalandıracak başka bir hukuk da ol
madığı için, adalet adına bir tanrı tarafından huyurulan bu cinayet,
yine adalet a d ına, Grestes'in ölümünü isteyecek i ntikam tanrıları,
Erinys'ler tarafından izlenen bir cinayet olacaktır. Demek ki, cina
yetler ve intikamlar zincirinin sonu olmayacaktır.
Öyleyse, tragedya kahramanı O restes, şu iki zorunluluk arasın
d a kalmış olduğunu, hem de işin başında bilir: Öldürmek, öldürmüş
olduğu için cezalandırılmak. Doğru bilince göre, çıkış yolu yok gibi
dir, çünkü; bu, boyun eğmek gereken tanrıların dünyasıdır, o dün
ya, kendi içinde de bölünmüş gibi görünmektedir.
Yine de, bu korkunç koşullarda Orestes yalnız değildir. Khoep
horoi'nin başında, Pylades'le birlikte gençliğini geçirmediği Myke
ne'ye varınca, babasının mezarı -sahnenin ortasında yükseltilmiş bir
tümsektir- önünde, abiası Elektra 'yı bulur. Öldürülen babasının
anısına tutkuyla bağlı, anasından nefret eden, anasından ve Aigis
tos'dan hizmetçi muamelesi gören Elektra, yıllardır onun yolunu
gözleyerek yaşamaktadır. Sarayın hizmetçi kadınlarından (Khoepho
roi) başka sırdaşı olmayan yalnız bir gönül, ama, içini sonsuz bir
umut; sevgili kardeşi Grestes'in gelip iğrenç anasını ve suç ortağını
cezalandıracağı, sarayın şerefini k urtaracağı umudu doldurduğu
için, canlılığını yitirmemiş bir ruhtur Elektra.
Babanın mezarı önünde kardeş ve abianın karşılaşma sahnesi
1
1 215
216 1
ANTİK YUNAN UYGARLICI
çok saf bir güzellik arz eder. Agamemnon'daki canavarca sahneler
den sonra, alçakça tutkular, kraliçenin ikiyüzlülüğü, kralın kalleşli
ği ve her şeyi saran ve en sonu arsızca zafer sevinci halinde patlak
veren kinle, dünyamızın yavaş yavaş zehirlendiği, bizi yarı yarıya bo
gan bu tragedyadan sonra; iki gencin buluşma sevinci ile sonunda
bir nefe-s temiz hava soluruz. Bununla birlikte, onları korkunç bir
görevin beklediğini biliriz. Agamemnon'un mezarı oradadır, Aga
memnon'un kendisi de oradadır; hala intikamı alınmamış Agamem
non, kör ve dilsiz yatıyordur mezarında: Tanımadığı a nasından he
nüz nefret edemeyen Orestes' i n babasını kendinde yaşatması için,
oğulu babayla birleştiren bu sıkı bağdan, içinde akan kanın devam
lılığından anasını vurma gücünü alasıya kadar, babanın uğradığı
korkunç olayın büyük öfkesiyle dolması için onun uyarılması söz
konusudur.
Dramın başlıca sahnesi -şiirsel olarak da en güzel sahnesi- uzun
okuyup üfleme sahnesidir. Bu sahnede kralın mezarına dönük olarak
sırayla koro, Elektra ve Orestes mezarın sessizliği içinde, ölülerin
dinlendikleri karanlık dünya içinde ona ulaşmaya, onu geri çağırma
ya, kendileriyle konuşturmaya, uyandırmaya çalışırlar.
Daha sonra cinayet sahnesi gelir. Orestes önce Aigistos'u öldü
rür. Burada hiçbir güçlük çıkmaz. Bir tuzak kurulacak, pis bir hay
van öldürülecektir. O kadar. Artık cezalandırılacak anasının karşısı
na çıkacaktır. Şimdiye dek, anasının önünde ona Grestes 'in ölümü
hakkında bir h a ber iletmekle görevli bir yabancı olarak görünmüş
tür. Klytaimnestra'nın yüzünde, kısacık bir anne şefkati titreyişinden
sonra, her zaman korktuğu öç a lıcının, çekinmesi gereken tek öç alı
cı oğlunun ölümünden d uyduğu iğrenç sevinci gördük. Yine de, ha
la sakınır Klytaimnestra.
Q nceki
gece gördüğü korkunç bir rüyayı
unutmaz. Rüyasında onu, kendi sütüyle beslediği bir yılan sokmuş
ve göğsünden kanla süt fışkırtmıştır.
Aigistos öldürülünce, Klytaimnestra'ya cinayeti haber vermek
için, bir hizmetkar, kadınların kapısını çalacaktır. Kraliçe dışarı çı
kar, elinde kanlı kılıcı oğlu ve arkadaşı Pylades ile karşılaşır. Birden
anlar ve Aigistos için bir sevgi çığlığı atar. Yalvarıp yakarır ve oğlu
na besleyici süt emdiği memesini gösterir. Orestes bir an güçsüzlük
gösterir; yapması zor işin iğrençliği karşısında sendelemiş gibidir.
Arkadaşına dönüp şöyle der: " Ne yapacağım, Pylades ? Öldürebilir
miyim anamı?" Pylades şu karşılığı verir: "Peki. Apolio n 'un buyru-
TRAGEDYA A I S KH Y LO S , KADER VE A D A LET
1 21 7
ğunu ve kendi dürüstlüğünü ne yapıyorsun? Tanrılardan önce, tüm
insanları karşma almak daha değerlidir. "
Orestes annesini götürür ve öld ürür.
Ve yeniden, tıpkı Agamemnon' un sonundaki gibi, sarayın kapı
ları açılır ve Agamemnon ile Kassandra'nın gömülü oldukları mey
danda, şimdi Klytaimnestra ile Aigistos yararlar: Orestes cesetleri
halka sunar ve cinayetini haklı gösterir .
Orestes masumdur, çünkü o bir tanrının buyruğuna uymuştur.
Ama, insan, anasını öldürüp de masum kalabilir mi ? Açıklamasını ya
parken içinde büyük bir korkunun kabardığını hissederiz. Hakkını ve
davasının haklı olduğunu haykırır. Koro onu yarıştırmaya çabalar:
"Sen kötü bir şey yapmadın" ama, ruhunda sıkıntı kabarmaya devam
eder ve kendi aklı bile hocalamaya başlar. Ansızın önüne korkunç tan
rıçalar Erinys'ler çıkar. Orestes onları görür. Biz daha görmeyiz: Bizim
için onlar yalnızca onun sayıklamasının görüntüleridir. Yine de ürkü
tücü bir gerçeklikleri vardır. Orestes'e ne yapacaklar? Bunu bilmeyiz.
Bir gençlik nefesi, kurtuluş coşkusu, Atreusoğullarının uğursuz kade
rine karşı cesur bir çıkış, soyun tek masum oğlu tarafından yapılan bir
çıkışla başlamış olan Khoephoroi dramı, umutla açılmış bu dram,
umutsuzluktan daha aşağı bir durumda biter: Çılgınlıkla sona erer.
Khoephoroi, kadere karşı müca delede insani çabanın başarısızlı
ğını, hem de lanetli Atreusoğulları soyunda sonsuza dek birbirini do
ğuracak gibi görünen şu cinayet ve intikam zincirine son verme giri
şiminde bir tanrının b uyruğuna uyan bir insanın ba,.şarısızlığını gös
terir . Ama bu başarısızlığın nedeni açıktır. Eğer, in,an atalardan ge
len suçlada lekelenmiş özgürlüğünü artık canlandıramıyorsa, gücü
nü Apolion'un yetkisi nden alsa bile, ellerini göğe kaldırıp, tanrıların
kolları ile buluşturam ıyorsa; bunun nedeni tanrılar dünyasının hala
insanlara trajik biçimde kendi içinde bölünmüş görünmesidir.
Bununla birlikte, Aiskhylos tanrısal dünyanın d üzenine ve birli
ğine bütün ruhuyla inanır. Oresteia'nın üçüncü dramı Eumeni
des lerde bize gösterdiği şey, iyi niyetli ve inançlı, olabildiği kadar
masum bir insanın, önceden boyun eğdiği bir yargı pahasına, kade
rin zorladığı bir cinayetten nasıl aklana bildiği, nasıl yeni bir özgür
'
lüğe kavuşabildiği ve sonunda tanrısal dünya ile barışabildiğidir.
Ama bunun için, tanrısal dünyanın, bu arada kendi kendisiyle barış
ması ve artık, insana adalet ve iyilikle dopdolu, uyumlu bir d üzen
olarak görünebilmesi gerekmiştir.
218 1
A NTI K
YUNAN UYGARL!Cı
Konunun ayrıntısına girmiyorum. Başlıca sahne, Grestes'in yar
gılanma sahnesidir. Sahne -rragedya tarihinde nadir görülen bir ce
saretle- Akropolis'de eski bir Arhena tapınağının önünde, seyircile
rin birkaç adım öresinde yer alır. Başını kesrnek ve kanını içmek is
teyen Erinys'lerce kavalanan Grestes oraya sığınmıştır. Diz çökmüş,
vaktiyle gökten düşen ve bütün Atİnalıların iyi bildiği ahşap eski Ar
hena heykelini kollarıyla sarmıştır. Sessizce dua eder, sonra yüksek
sesle tanrıçaya yalvarır. Ama Erinys'ler izini rakip ermişlerdir ve onu
cehennem çemberieri ile kuşatırlar. Şairin dediği gibi " insan kanının
kokusu onlara gülümser. "
Bu sırada Athena -akıllı ve adil genç Athena- heykelinin yanın
da belirir. Grestes'in kaderi konusunda karar vermek için bir mah
keme kurar; bu mahkeme insan yargıçlardan, Atinalı yurttaşlardan
oluşmuştur. Burada, tanrısal dünyanın yaklaştığını ve insani kurum
l arın en gereklisinde, mahkemede somutlandığını görürüz. Bu mah
kemede Erinys'ler iddia makamını desteklerler. Dökülen kanın kar
şılığının mutlaka kan dökme olması gerektiğini söylerler. Kısasa kı
sas yasasıdır bu. Apolion savunma görevini üstlenir. Agamemnon'un
ölümüne ilişkin tüyler ürperten ayrıntıları hatırlatır. G restes'in ak
lanmasını ister. Jüri üyelerinin oyları malıkumiyer ve aklama arasın
da tastamam ikiye bölünür. Ama Arhena oyunu Grestes'i aklayanla
rın oylarına katar. Grestes kurtulur.
Ayrıca, bundan böyle Atreusoğulları ailesinde işlenenler gibi ci
nayetler, artık özel intİkarnın değil, bir tanrıça tarafından kurulan
bu mahkemenin yetki alanına girecek, bu mahkemede insanlar vic
daniarına göre suçlu ve suçsuzların kaderi hakkında karar verecek
lerdir.
Kader, sözcüğün en somut a nlamıyla, Adalet ol muştur.
Ensonu, tragedyanın son bölümü, bekledikleri kurbandan yok
sun kalmış Erinys'leri, doğalarının özünden değişiminden başka bir
şey olmaya n bir tür teselli beklemektedir. Erinys'ler bundan sonra
Eumenides'ler olduklarından artık açgözlü ve kör intikam dilencile
ri olmayacaklardır: Korkunç güçleri, Arhena'nın sayesinde ansızın,
bir eleştirmenin dediği gibi " iyiliğe doğru yönelmiş " rir. Buna layık
kimseler için, bir lütuf kaynağı olacaklardır: Evlilik yasalarının kur
sall ığına saygıyı, yurttaşlar arasında dirlik düzeni gözeteceklerdir.
Genç insanı bir erken ölümden esirgeyecek, genç kıza sevdiği eşi ve
recek olanlar, onlardır.
TRAGEDYA A I S KHYLOS, KADER VE ADALET
Oresteia'nın sonunda öyle görünüyor ki, tanrısalın intİkarncı ve
uğursuz yönü iyi yüreklilikle dolmuştur; tanrısal adalet ile karıştınl
maktan hoşnut olmayan Kader ise; iyiliğe yönelecek ve Tanrı ola
caktır.
Demek oluyor ki, insa nları, bağlı bul undukları dünya ile karşı
karşıya getirebilen en korkunç çatışmalara ilişkin dram sanatını sür
düernekte her zaman cesur olan Aiskhylos'un şiiri, bu yenilenmiş ce
sareti, şairin sonunda insanlar ile tanrıların işbirl iği yaptıkları bir
uyumlu düzenin varlığına olan derin inancından a l maktadır.
Atina sitesinin halk egemenliğinin bir ilk biçimini tasarladığı bu
tarihsel anda -toplumda bu yaşam biçimi zamanla demokrasi adını
hak edecektir- Aiskhylos'un şiiri tanrılar dünyasının orta yerine ke
sinlikle adaleti yerleştirmeye çalışır. Yine, bu şiir, Atina halkının
a dalet aşkını, hukuka saygısını, ilerlemey,e inancını parlak bir biçim
de dile getirir.
Oresteia'nın sonunda, Athena, sitesi için şöyle dua eder:
" Hiçbir şeyin kirletmediği bir zaferin tüm lütufları
Verilsin ona !
Topraktan kalkan u ygun esintiler,
Deni zlerde koşturup duranlar,
Ve de bir güneş soluğ u gibi bulutlardan inenler
Sevindirsin ü l kemi !
Ta riaların sürüleri n ü rünleri
Bol gıda olsun her zaman
Hemşehrilerime !
Yalnız kötülükler ayıklansın acımada n !
Yüreğim i y i b i r bahçıvan yüreğidir benim.
Sever o, büyüdüğünü görmeyi yaramazdan korunmuş iyilerin . "
1 219
1 221
BöLÜM
X
Ü LYM P O S ' LU PERİ K L E S
&P.,
ikles, yüzyı lına, bize göre Hıristiyanlık döneminden önce
ki beşinci yüzyıla { l . Ö . V yy) adını vermiştir. Hak edilmiş ise eğer,
büyük bir şereftir bu.
Öncelikle bu " yüzyıl " ı n kesin sınırlarını belirtelim. Perik les, Ati
nalı hasımiarına karşı, partisinin gerek dışında, gerekse içinde verdi
ği kısa bir siyasal mücadeleden sonra, I . ö . 4 6 1 yılında iktidara ge
lir. Bu tarihten, birkaç aylık çok kısa bir çekilme bir yana bırakılır
sa, 429'daki ölümüne kadar Atina sitesinin tek yöneticisi olarak ka
lır. Bu yüzyıl, ancak üçte biridir yüzyılın: Otuz iki yıl s ürer.
Doğrusu bu sırada siyasal olaylar artan bir ritimle hız kazanır.
Baş yapıtlar birbirini kovalar. Bu otuz iki yıl içinde, insanlık tarihi
nin üreteceği göz kamaştırıcı yapıtlardan birinin ya da birkaçının
doğuşunu görmeyen pek az yıl vardır. Bu temel yapıtlar gerek mer
mer ya da tunç, gerekse şiirsel özlü, hatta bilimsel d üşüneeli yapıt
lardır.
Ama b ütün alanlarda ve özellikle plastik sanatlar alanında Ati
na dehasının bu sıçramalı gelişmesinde, Perikles'in payı nedir? Ati
na'nın yurttaşları ve bağlaşıkları Perikles yüzyılının bu doğumunu
Perikles'in büstü. Çağdaşı heykelci
Kresilas'ın bir yapıtın ı n kopyas ı .
222 ı
ANT1 K
YUNAN
UYGARLICI
ne ile ödedi ler; tüm Yunanistan ve onun sahip olduğu uygarlık ne ile
ödedi bunu ? Bilmemiz gereken şey budur.
Perikles Atina demokrasisini tamamlar. Aynı zamanda onu yö
netir; uzun zaman kabul edilmiş önderidir -"tira n " (despot) demek
gerekir mi? (Atinalılar böyle derler) uzun süre yadsınmamış. Thuky
dides'e göre o, "A tina/ı/arın birincisi"dir. Perikles, kişiliğinde büyük
devlet adamını tanımlayan, birbirine bağlı dört " erdem "i bir araya
getirir. Zekidir: yani bir siyasal durumu çözümleme, olayı tam ola
rak önceden görme ve buna bir eylemle karşılık verme yeteneği var
dır. Bütün halkı düşüncesine bağlayan ve tutumuna katan söz usta
lığı vardır. Ne zaman Halk Meclisi önünde konuşsa, önder tacını çı
karıp a yaklarının dibine bıraktığı, onu ancak herkesin onayıyla ye
niden başına koyduğu söylenir. Dilinde yıldırım vardır, derler.
Üçüncü erdemi en katıksız yurtseverliğidir: Ona göre hiçbir şey yurt
taşlarının çıkarından, Atina sitesinin şerefinden önce gelmez. Enso
nu, o kesinlikle çıkarını gözetmez. Gerçekten de, o tümüyle ülkesine
bağlı ve bozulması olanaksız olmasaydı ilk iki yetenek -ka mu yara
rını fark etme gücü ve buna halkı inandırma yeteneği- neye yarardı ?
Demek ki, büyük tarihçi, b u Perikles portresi ile yapıtının başına,
onun karşısına çıkardığı ve hepsi, her büyük önderi niteleyen bu te
mel yetenekierin birinden yoksun öbür siyasetçi sirnalarına çok üs
tün olan bir devlet adamı görüntüsü dikmiştir. Thukydides'in anla
tımıyla, Perikles öbür siyaset adamlarından -ne kadar zeki, konuş
ma ustası, yurtsever ya d a d ürüst olurlarsa olsunlar- yalnızca üstün
olmakla kalmaz; o ayrıca bu tarihsel anda hep kendi içinde bölün
müş bir halkı, ona kendini aşan bir amaç, Yunanistan'ın tüm parça
lanmış siteleri için ortak bir amaç göstererek, birleştirmeyi bilecek
kadar tam bir Atİnalı zekasma ve büyüklüğüne, halkına özgü kavra
ma gücüne de sahiptir.
Gerçekten de, yine Thukydides'in kitabında Perikles bazen, so
nunda tüm Yunan halkını, her bakımdan onu yönetmeye en layık si
tenin hegemonyası altında toplamak isteyen insan olarak, Hellen
birliğinden yana bir dil konuşmaktadır. Perikles, otuz yıl boyunca
Atina sitesini " Yunanistan'ın okulu" haline getirmek üzere biçimien
clirdi (kitap bağlamında, Yunanistan'ın siyasal okulu şeklinde anla
malıyız ) . Yönetimi altındaki sitesinin, yakında plastik sanatlarda
göstereceği üstünlüğün bütün Yunalıların yüreğinde yanan yaşam
aşkını dile getirmeyi bileceğine inandığından, onu Hellen dünyasının
ÜLY MPOS' LU pER1 K LES
1
etkili ve parlak merkezi haline getirmek istedi. Ama, özellikle Ati
na'yı, tümüyle Yunan siyasal yaşamının ateşli yüreği, hiçbir şeyin ey
lem halinde dile gelen özgürlük aşkından daha güçlü çarptırmadığı
bir yürek haline getirmek istedi. Thukydides'e göre, Perikles, bütün
Yunanlılarda bu ortak aşkın yankıla ndığı şu sözü söyler: "Mutlulu
ğun özgürlükle, özgürlüğün ise cesaretle elde edileceğine inanmış
olanlar; savaşın tehlikelerine çekinmeden bakınız. " Görünüşe kar
şın, Perikles, bu sözü yalnız Atinalılara yöneltmez: Söz bütün Yu
nanlılara, tüm Hellen sitelerine ulaşır; bir derin duygu, onları hep
birlikte insanların geri kalanları karşısında belirler, hertı de onları
mutluluğa hazırlayan o yüce özveri -özgürlük aşkı- d üzeyinde belir
ler. Bir duyguyu dile getirmekten fazlasını yapar; erdemierin en Yu
nanlısına dayanan bir eylem -bir cesa ret eylemi- ister.
Perikles, öbür sitelerin dağınık Yunanistan'ını, ana site Ati
na'nın kucağında birleştirmeyi -bu daha sonra sağlanacaktır- tasar
lamış, ama, bu niyetinde başarısız olmuşsa ; bunun nedeni bir ölçü
de, bu işi gerçekleştirmeden önce, öngörmek için yaratılmış bu zeka
için en kestirilemez öl ümün -vebadan ölüm- onu tam çalışma halin
de, dipdiri halde yakalamasıdır; ama bunun nedeni, bir de öbür Yu
nanlıların, onları kesin olarak birleştirmek isteyen Perikles'in Atina
lı yurtseverliğine başka bir ad -onlar buna Atina emperyalizmi di
yorlardı- vermeleridir.
Thukydides'e göre Peri kles ve onun yazgısı böyleydi .
A m a bütün bunlar doğru m u d u r ? D a h a doğrusu bütün bunların
içinde doğru bir yan var mıdır ? Kafamızda bir sürü soru ortaya çı
kar. Thukydides'in bize gösterdiği görkemli Perikles figürü, bir
sfenks yüzünden kaygılanmamamız için, bize fazla güzel sunulmuş
tur. Bu figür, kendi içinde birtakım çelişkiler içerir; bu kişinin yaşa
dığı dönemle açıklanabilen bu çelişkiler bize göre onun değerini
azaltmazlar. Bu figür, aynı zamanda ideal olmasa da fazla yetkin gi
bi görünür. Tarihin bir güzel rüyası gibi yok olup gitmeden önce,
oluştuğu gerçek maddeyi tutmaya çalışmayalım diye de fazla değer
li. Öyleyse onun gizli karmaşıklığın ı anlamaya çalışalım.
Yüz görünümü bakımından, Perikles ancak uzun kafatası ile
ayırt edilirdi; bir çağdaşı " bitmek bilmeyen " bir baş, der. Komedi
223
224
1
ANT1K YUNAN UYGARLıCı
şairleri ona b u nedenle ve kurumlu tavırlarına bakarak �'soğan baş
lı Olympos 'lu " takrna adını uydurrnuşlardı. Çağdaşı heykettraş Kre
silias'ın yaptığı ve elimizde üç kopyası bulunan büst, kafasını bir
başlıkla kapatarak onun garip biçimini gizler. Sanatçının yüze verdi
ği anlatım ne kurumlu ne de küstahtır, sadece biraz kurnaz gülüm
sernesiyle gururludur.
Perikles, babası Ksanthippos ( Ksantipos) tarafından Attika'nın es
ki bir soylu ailesine bağlıydı. Ama bu baba, ostrasizrn * nedeniyle sü
rülrneden önce demokratik partinin önderi olmuştu . Anası tarafından
çok soylu Alkrnainonidler ailesinden geliyordu; çok zengin ve çok güç
lü bir aileydi bu, ama o da kutsal lığa saygısızlık ve ihanet suçlarnasıy
la sürülrnüştü. Perikles'in ana soyundan dedesinin dedesi, Sikyon'lu
bir tirandı ( antik çağda tiranlar hemen her zaman halk kitlelerince ik
tidara getirilirler); büyük dayısı ise, büyük Salon'un yarım kalan yapı
tını yeniden ele alarak, 508'de, Atina demokrasisinin atasının reform
larını yenilemiş ve tamamlamış olan Kleisthenes ( Klisteuis) idi. Tam
tarihini bilmiyoruz ama, Perikles'in doğumu bu olaydan az sonra, I . ö .
492'ye doğrudur.
Demokratik gelenekiere sahip ve hem tiranca, hem de tam de
mokratik biçim alan soyluluğa bağlı bir doğum : Işte Perikles'in gel
diği ailenin bilançosu budur. Mizacının onu yönelttiği kamu davası
na kendini vereceği zaman h a ngi partiyi seçecektir ? " Gençliğinde
halka karşı aşırı bir tiksintisi vardı " , der Plutarkos. Her zaman cid
di ve soğuk Perikles, Med savaşlarının son galibi ve aristokratik par
tinin başkanı ağabeyi Kirnon'un rahat davranışlarından hoşlanrnaz
d ı . Fakir fukaraya karşı belki de doğuştan sahip olduğu küçümseme
ye, kendini koruduğu ve ani cömertlik hareketleriyle karşılık verdiği
bu d uyguya karşın, siyasal sezgisi ve kusursuz mantığı onu yanıltrna
dı: Gençliğinden beri d oruğuna ulaştırrnakta yoğunlaştığı sitesi Ati
n a ' nı n yüceliğini gerçekleştirebilecek olanlar, kasıntılı ve hafif Ki
rnon'un etrafında dört dönen bir avuç soylular değildi. Atina için
maddi gücün büyüklüğünü ve bundan doğabilecek sanatsal ve kül
türel üstünlüğün parıltısını fethedecek olanlar, yalnız haklarının ge
nişletilrnesi, kendi isteklerinin hakimi olmakla birlikte, ulaşılacak
amaca doğru yönlendirilmesi gereken halk kitleleri, yalnız geleceği
parlak bu kitlelerdi. Böylece Perikles demokratik partiye hizmet et* Eski Yunanda şüpheli yurttaşların halk oyuyla on yıl için sürülmesi -ç.n.
0LYM POS' LU pER1 KLES
ı
meyi seçti . Otuz yaşında onun tek ö nderi oldu.
Perikles d üşünsel eğitimi bakımından açıkçası tam bir akılcıydı:
Ama, hem ateşli, hem de tatlı bir d uyarlıktan yoksun değildi; sitesine
karşı sevgisiyle bileştirdiği bir dinsel duygu biçiminden de yoksun de
ğildi. Bu dinsel saygı, bu derin ülke sevgisi, onun akılcılığıı:ıın, çoğu
zaman olduğu gi bi, bayağı bir bireyciliğe d üşmesine izin vermezler.
Onu yetiştirmiş olan öğretmenler fil d iş i kule düşünüderi değil
dirler. Bunlardan belki de en öneml isi olan, hem besteci, hem de mü
zik kurarncısı Darnon bu sanatı şöyle diyecek kadar ciddiye alırdı:
"Arada devletin temel yasalarını altüst etmeksizin müziğin kuralla
rına dokunulamaz. . . Devlet kalesini müzik/e yapmak gerekir. "
Elea'lı Zenon ile Anaksagoras ise Atina'ya yerleşerek, onun başlıca
düşünme öğretmenleri oldular. Zenon, Elea okulunun tektanncı öğ
retisini Atina'ya sokar: " A ncak bir tek Tanrı vardır. . . O, zahmetsiz,
yalnız düşünce gücüyle her şeyi hareket ettirir. " ( Perikles'in kamusal
yaşam alanında yapmaya çalıştığı şey de, düşünce gücüyle yönetmek
değil midir ? ) Perikles ile sıkı ilişkiler sürdürdüğünü bildiğimiz Anak
sagoras ise -bu Anaksagoras'ı bu yapıtın ikinci cild inde yeniden bu
lacağız- saf zekanın dünyayı başlangıçtaki kaosta n çıkardığını, onu
örgütlediğini ve d üzenlemeye devam ettiğini öğreten bir insandır. Pe
rikles, o dönemin olanak verdiğince geniş olan bilimsel eğitimini
Anaksagoras'ın öğretisinden sağladı, düşüncesinin akılcı biçimini
güçlendirdi, sitenin yönetimi için i l ke ve bir model buldu. Thukydi
des'in ona mal ettiği bütün söylevler tümdengelimli söz ustalığının
örnekleridir, ama hepsi aynı zamanda genç Atina halkını dipdiri tut
kularla besler. Söylevler ve anlatılar, Atina sitesinin yönetiminde bu
"tira n " ın etkili egemen yüksek zekasını gösterirler. " Perik/es halka
söylev çekmek için herkesin önüne çıkınca Nous 'un ( Zeka) imgesi,
yapıcı, devindirici çözümleyici, düzenleyici, öngörülü ve sanatçı gü
cün insani somut örneği gibi görünürdü " , diye yazar Nietzsche.
Anaksagoras, tanrıtanımazlık nedeniyle bir mahkfımiyetten kur
tulamadı. Perikles onu bu sıkıntıda n kurtard ı .
Perikles'in dini, vaktiyle insanların eylemini tek başlarına yöne
ten antik Tanrılar tapınıını ve bunların artık içinde somutlandıkları,
sitenin çerçevesinde mücadele eden insanların; yurttaşlar toplumu
nun birden artan gücünün yol açtığı refahı, ilerlemeyi, toplumsal
adaleti ve ünü gerçekleştirmek üzere mücadele eden insanların biz
zat kendilerinin eylemsel tapınımını, aynı ruh coşkunluğuyla birbiri-
225
226
1
ANTi K YUNAN
UYG
ARllCI
ne karıştırır. Perikles'in bu dini, kendi yükselttiği tapınakların mer
merlerinde, tanrıların ve Atİnalı kahramanların heykellerinde, tanrı
larla insanların ortak şam için d iktiği bütün bu anıtlarda yazılıdır.
O, yurtta şlarla koruyucu tanrıların birliği için göğe doğru pek çok
sütun, pek çok yontulmuş taş dikmiştir. Yine de, Thukydides'in ona
mal ettiği söylevlerde tanrıların bir kez bile görünmemesi, çok ilginç
tir. Gençliğinin özverisi ile koruması kendisine düşen iyiliklerin ve
Atina sitesinin o parlak övgüsünde bile -Peloponnesos Savaşının ilk
yılında ölenlerin cenaze töreninde Perikles'in övgü konuşmasında
tanrıların adları geçmez. Peki böyle bir d urumda tanrıların adı nasıl
eksik olabilird i ? Çünkü her yerde Atina adı parıldar. Atina sanki Pe
rikles'in gözle görünür tanrısıdır.
Bu sevgi hangi eylemiere esin kaynağı olmuş onda, bakalım: Perik
les demokratik sistemi tamamlamakla işe başlar; bu demokratikleşme
işinde üç önceli, Salon, Peisistratos ve Kleisthenes zamanından beri va
rolan yasalar ya da adetleri n eksiklerini giderir. Öte yandan, o, ne bir
sınıfsal rejim, ne de, bir parti yönetimi ister. Ona göre, yoksul sınıfın
yararına, bedelini daha zengin sınıfların ödeyecekleri bir siyasal ve top
lumsal tekel kurmak söz konusu değildir. Perikles'e göre, Atina demok
rasisi, tümüyle işe koyulan sitedir. O çalışmaya saygı gösterir. Meclis
te yaptığı konuşmada " Ülkemizde utanılacak şey yoksulluk değil, bun
dan kurtulmak için hiçbir şey yapmamak tır, " der.
Atina'yı -elbette yurttaşların Atinasını- tamamen demokratik
kılmak için hali vakti en yerinde iki sınıfla sınırlanmış kalan yüksek
görevlilerin atama alanını genişletmesi gerekir; öte yandan, kabul
edildikleri görevlere girecek yurttaşlar ücretli olmadıkça , kazanç fır
satının kaçınlacağı kaygısına kapılmadan, arkhan olmak ve Helias
tes' ler mahkemesinde yer almak için fazladan zamanları olmadığı
sürece, daha yoksul olan yurttaşların katılımının tamamen sözde ka
lacağını bilir. Bu durumda Perikles arkhan'luk alanını üçüncü sınıf
tan yurtta şiara (küçük burj uvalar ve düşük gelirle zanaatçılar) kadar
genişletir, dördüncü ve sonuncu sınıfı, yani işçileri ve düz işçiler sı
nıfını dışarda bırakır. Tazminatlara gelince, Perikles Beş Yüzler
Meclisi üyeleri için, arkhonlar, Heliastes'ler mahkemesi yargıçları
( 6000 üye) için, askerler için ve de Cumh uriyetin çok sayıdaki bay-
Ü LY M P O S ' L U P E R I K LES
1 227
ramına yurttaşların katılımı için b u yolu açar. Buna karşılık Halk
Meclisi'ne katılmak için asla işsizlik tazminatı ödemez; ona göre
yurttaşların orada bulunmaları bir ödevdir.
Per ikles'e göre bu iki önlem -arkhon'luğu genişletme ve Meclis
dışındaki görevlerinde yurttaşiara ücret ödeme- Atina'nın demokra
tikleşmesini tamamlar. Buna, birçok hallerde halkın egemenliğini sı
nırlaya n Aeropagos Meclisi'nin veto yetkisinin kald ırılması eklen
mişti; harekat 462-4 6 1 tarihinde Meclis üyelerini zimmetçilikle suç
layan, kısa bir süre sonra ise esrarlı bir biçimde öldürülen Ephialtes
( Efialtes ) tarafından yürütülmüştü. Bundan sonra Areopagos hemen
hemen yalnız bir ad olarak kaldı. O nun terekesini kalıt olarak Halk
Meclisi ile Halk Mah kemesi alıyordu.
Öte yandan, politikada yasaların, göreneklerden daha az önemi
vardır. Atina 'yı yönlendirenler hiç de arkhanlar değildirler; onlar
Atina 'yı, alınmış kararları uygulayarak yönetirler. Bütün önemli ka
rarlar tüm yurttaşlardan oluşan Halk Meclisi tarafından alınır; Mec
liste bulunmayanlar, kentteki işçiler ile Pireli denizcilerden çok köy
lülerdir; onlar mecliste bulunmak için kolayca oradan oraya çıkıp
gelemezler. Çoğunluğu, bu kentin emekçi halkı oluşturur ve onun bu
coşku veren söz yarışları gösterisine katılması için ödeme yapmasına
bile gerek yoktur.
Perikles, Atina sitesine sapta d ığı amaç için, yani, iktidar için mü
cadelesini işte burada verir. Akıllıca edilmiş sözlerle namuslu ve te
miz yurtseverliğin muzaffer üstünlüğünden başka, sanı da yüce gö
revi de yoktur. Perikles, sadece hem demokratik partinin " önder" i
hem d e genelinde demokratik toplumun başı demek olan "prostates
tou deemou " d ur. O ayrıca stratej, yani Atina'nın on kişiden oluşan
stratejler kuruluna halkça yıllık olarak seçilen generaldir. Perikles
I . ö . 460'dan 429'a kadar uzanan tüm dönem boyunca yeniden stra
tej seçilmiştir. Hem de, yalnızca kendi ayınağı ( bu, stratej iye kendi
lerinden birini getirmeye hakkı olan bir yönetsel bölümdür) tarafın
dan değil, çoğu zaman Atinalı yurttaşlar toplumun tümü tarafından
seçil miştir. Seyrek görülen, hatta Atina'nın tarihinde tek olan bu bir
li ktelik hiç kuşkusuz, salık verdiği, ama yine de, egemen halk olarak
seçim yapmanın yalnız ona d üştüğü yolda yürümeye halkı inandır
mış olduğunu gösteri r.
Aslına bakılırsa Atinalı yurttaşların bu halk egemenliği, şimdi
artık yalnızca sözde kalmaz.
228
•
ANTi
K
YUNAN
UYGARLıCı
Meclis, memurlar, arkhanlar üzerinde sözcüğün geniş anlamıyla
doğrudan ve sürekli bir etki yapar. Bu memurlar bir yandan herke
sin şansının eşit olması, öte yandan da kura ve seçim bileşimi yoluy
la ya da bazen iki sistemden yal nızca birine başvurularak yeterlilik
lerio sağlanması için seçilirler. S tratej iler dışında, onlar için ne iki yıl
art arda seçilme, ne de iki yüksek görevi elinde toplama olanağı var
dır. Böylece iktidar halka bağımlı kılınmıştır. Ama, o da başka tür
lü denetlenir. Memur görevine başlarken gerek eski arkhaniardan
oluşan Beş Yüzler Meclisi önünde, gerekse Halk Mahkemesinin bir
bölümü olan Helia önünde bir sınav geçirir. Görevinden ayrılırken
hesap verir ve bu hesap verme halkı tamamıyla tatmin edecek biçim
de yapılınaclıkça servetine sahip olamaz. Ayrıca, aklansa bile, yine
herhangi bir yurttaş tarafından suçlanabilir "graphe alogion " , yani
yasadışı davranış suçlaması denilen bir kovuşturmaya konu olabilir.
Hepsi bu kadar da değil: Memur görevde olduğu yıl boyunca halkın
doğrudan ve sürekli denetimi a ltındadır; halk onu, "o nama " oyla
ması yöntemiyle, her zaman görevden alabilir ve yargılanmak üzere
Halk Mahkemesine gönderebilir.
Adalet alanında da halk, tam egemenliğini kullanır. Her yıl yurt
taşların büyük bir bölümü Heliastes'ler mahkemesinde üye olarak
bulunur; bu mahkeme kamusal ya da özel davaların çoğunu kesin
•
olarak yargılar. Kimi durumlarda -demokrasiye karşı suçlar, gizli
bir derneğe üyelik, bir fesada katılma, siyasal kokuşmuşluk, vb.
doğrudan doğruya Halk Meclisi, a dalet divanı olarak kurulur ya da
davayı görüşülmek üzere en az bin üyeli bir Halk Mahkemesi bölü
müne gönderir.
Bütün bu d üzenlemeler ve daha başkaları ile Atina demokrasisi,
tam bir demokratik rej imi, hem halk tarafından hem de halk için bir
yönetimi, antik d ünyanın göreceği en yetkin demokratik yapıtı oluş
turur.
Bununla birlikte d üşünce genişliği ve söz ustalığı gücünün Perik
les'e sağladığı büyük saygınlığın, bu demokraside önemli bir ağırlığı
vardır. Bu Perikles demokrasisi, güdümlü bir demokrasidir. Thuky
dides'in o zamanın Atİnası hakkında kesin bir sözü vardır: "Ad ola
rak bir demokrasiydi o ama, aslında, yurttaşların birincisi tarafın
dan uygulanan bir yönetimdi. " Burada Perikles'i çok iyi tanıyan ve
onu seven Sophokles'in Antigene'de Kreon kişiliğini yaratırken bazı
özellikleri ondan alabildiğini görüyoruz.
Athena başı. Paros mermeri. "(V. y üzyılın ortası)
230
ANT!
K YUNAN UYGAR LI C I
Ama dahası, hem de daha kötüsü var. Perikles demokrasiyi ta
mamlar ve kişiliğiyle onun karşı ağırlığı olur ve uygulamasını önler
ken " ona son verdiği söylenebilir" .
Aristoteles bize, I . ö . 45 1 -450 yılında onun önerisi üzerine Atİ
nalı ana ve babalardan doğmamış ise, kimsenin siyasal haklardan
yararlanmayacağına karar verildiğini söyler. Oysa, bu konuda ken
dini kabul ettiren Salon'un yasasına göre, bir yurttaş ile yabancı bir
kadından olma oğullar site hukukundan tam ol arak yararlanmak
taydı. Themistokles, Kimon, tarihçi Thukydides, yasa koyucu Kleist
henes, ve daha başka, bütün büyük' Atınalıla rın durumu böyleydi.
Hatta birçok yabancı Atina'ya olağanüstü h izmetlerde bulunmuş ol
dukları için site hukukunu elde etmişlerdi. Çokları da kokuşmuş me
murların yaltakçıları sayesinde, yurttaşlık listelerine hile ile sokul
muşlardı. Yeni yasadan sonra, sık sık ve ciddi denetimlere başvurur
lar. Örneğin, I . ö . 445 -444 yılında, Delta 'dan bir kralcık olan Psam
metikhos (Psametihos ), ağır bir kıtlık sırasında Atİnalı yurttaşiara
dağıtılmak üzere otuz bin teneke buğday gönderdiği için, yurttaşlık
kütüklerinden binlerce ad çıkarıldı. Adları geçerli sayılanlar arasın
dan dağıtıma 1 4 . 240 yurttaş katıldı. Kaç kişi katılınad ı ? Kuşkusuz
onbin kadar. Bu tarihte yurttaşların tam sayısı herhalde 3 0 . 000'i
geçmez.
Ne olursa olsun, Perikles tarafından Atina demokrasisinin ka
panmasından sonra, Yunanistan'ın bu en demokratik sitesinde, de
mokratik haklarını kullanacak ancak 1 4 . 240 yurttaş vardı. Nüfus
ise 400. 000'dir.
Kurumların gelişmesi, aynı zamanda onların gerilemesinin baş
ladığı noktadır.
Perikles iktidara geldiği sırada, Atina, on beş yıldan beri büyük
bir sitel.e r konfederasyonunun -Delos birliği- başındaydı. Bu birlik,
Med savaşının ikinci bölümünde, kuruluşu sırasında ( 4 7 9 ) , kend isi
ne tam olarak askeri bir amaç saptamıştı. Perslere karşı savaşı deniz
de sürdürmek, Krala boyun eğmiş Hellen sitelerini kurta rmak, Yu
nanistan'ın Persler tarafından yeni bir istilasını olanaksız kılmak.
Kurtarma -aynı zamanda intikam- savaşı, yani hem savunma hem
de ön leme savaşı. Işte, Birliğin kendi ne saptadığı ve Themistokles,
Akropolis'in kayalığına K imo111l uh
kalker duvar üstünde yükselen Pa rrhenor_
232
l
1
A NT İ K Y UNAN UYGA R L I C I
Aristeides (Aristidis) ve Kirnon'un yönetiminde başarı ile gerçekleş
tirdiği amaç budur.
Konfederasyonun başkenti -hem federal meclisin toplanma yeri
hem de hazinesinin tutulduğu yer olarak tam bir tapınak- Ege'nin
ortasında kutsal Delos adasıdır.
Atina, başından beri Konfederasyonun içinde özel bir ayrıca lık
tan yararlanmaktaydı : Bu ayrıcalıkları, donanmasının eşsiz gücüne
borçluydu. Askeri harekatın kornurası onundu, hazineyi serbestçe
kullanması bundan kaynaklanıyordu. Müttefiklerin yükümlülükleri,
Perslere karşı savaşmak üzere b irliğe donatılmış gem iler vermekti.
Ama gemileri modern tip olmayan kimi müttefik sitelerin, gemi ye
rine para olarak katkıda bulunabilecekleri kararı da old ukça çabuk
kabul edildi. 454 yılında federasyonun içinde, borçlarını para olarak
değil de gemi olarak ödeyen, Atina dışında, ancak şu üç üye vardır:
Samos, Khios ( Hios) ve Lesbos ( Midilli ) . Buna karşı lık, Atina'nın
aşağı yukarı yüz elli haraçlı sitesi vardır ve bu tarihte yıllık katkı tu
tarı hemen hemen üç milyon altın franka yükselir.
Birliğin hazinesinin Delos'ta n Atina'ya taşınmasına, yine bu I . ö .
4 5 4 yılında ( Perikles yönetiminde) karar verilir.
Teorik olarak tüm müttefikler, özerk sitelerdir ve eşit haklara
sahiptirler. Gerçekte ise, askeri hareka tın ve hazinenin hakimi At i
na'nın gücü ile müttefik sitelerin görece zayıflığı arasında bir denge
sizlik vardır. Bu dengesizlik fed erasyonun içinde anlaşmazlıklar ve
Atina tarafından sertçe bastırılan birtakım çekilme girişimleri doğu
rur. lik olarak 470'de Naksos ayaklanmıştı . 465 ' te ise Thasos. Müt
tefiklerin yenilmiş bu iki s itesi, düpedüz bağımlı hale gelirler. Onla
rın yıllık vergilerinin tutarını yalnız başına Atina saptar. Bastırmala
rın izlediği bu ilk kopmalar aristokratlar partisi henüz iktidardayken
başlar: Ayaklananları kılıç ve a teşle boyun eğmeye zorlayan bu par
tinin önderi Kimon'dur.
Perikles'in iş başına gelmesiyle hareket ancak hızlanır: Araların
da Miletos'un d a bulunduğu lonia'daki üç büyük site ayaklanır. 446
yılında sıra Euboia ( Evia ) , Khalkis, Eretria ve başka kentlerindir.
Ayaklananları destekleyen Sparta 'nın müdahalesi yüzünden Eubo
ia'daki bu başkaldırı Cumhuriyetin varlığını son derece tehlikeye dü
şürmüştür. Perikles Euboia 'yı sert bir biçimde bastırmaktayken, Me
gara da birlikten ayrılmak için bu anı seçti ve Sparta ordusuna Arti
ka yolunu açtı. Attika istila edild i . Perikles tehlikede olan sitesi Ati-
ÜLYMPOS'LU pER1KLES
i 233
na'nın yardımına koşmak üzere Euboia'da sürdürdüğü harekatı ya
nda bırakmak zorunda kaldı. Onun yıldırım harekatıyla dönüşü,
Spartalıları çekilmeye zorlar. Perikles yeniden Euboia'ya döner. Ada
tamamıyla boyun eğer. Kimi kentle rde garnizonlar kurulur. Kimile
ri de, başlarındaki oligarşi yanlılarının kovulduğunu ve yönetimleri
nin "demok ratikleştiği"ni görür.
Atina her yerde, her yeni başkaldırıdan sonra, silah zoruyla bo
yun eğdirdiği site ile bir bağım lılık antiaşması yapar. Bazen rehine is
ter. Hükümetlerin çeşitli makamiarına kendisine bağlı kişileri yerleş
tirir. Avucunda tutması gereken kimi önemli kentlere, bağımlı site
nin tüm politikasını denetleyen "valiler" yerleştirir. Ensonu silahlı
Atina yurttaşlarının sömürgeleri olan " Klerukhia " lar (Kliruhia) uy
gulamasını yaygınlaştırır; güven uyandırmayan siteterin yakınında,
sürülen ya da öldürülen " asiler" i n toprakları ele geçirilmiş olur; ar
tık ülkede " d üze n " in sağlanmasını gözetme işi de onlara d üşer.
Uzun zamandan beri artık Federal Meclis toplanmamaktadır. Üç
yılda bir, haraç bedelini saptayan Atina halkıdır. Atina ile uyrukları
nın ya da az da olsa, müttefiklerin a nlaşmazlıklarını Atina mahkeme
leri yargılar. Delos Konfederasyonu Atina Imparatorluğu olmuştur.
Bu, her zaman içten içe tehdit edilen bir lmparatorluktur. I . ö .
44 1 tarihinde, yani Perikles yönetiminin tam ortasında, yeni b i r kop
ma, Samos'un kopması aynı öyküyü yeniden başlatır. Bu kopma Pe
rikles'i iki yıl kısır ve kanlı mücadelelere zorlar. Sonunda Samos tes
lim olur. Uyruklaşır ve topraklarından bir bölümünü Atina devleti
ne bırakır. Samos büyük savaş tazminatı öder ve yönetimi " demok
ratikleşince" mucize kabilinden, her şey düzene girer.
Bu, sade Atina'ya bağımlı siteterin bile yönetiminde olmadığı bir
lmparatorluktur. Perikles'e göre, Atina 'nın kendisinin de tutsağı ol
duğu, bir "tiranlık "tan başka bir şey değildir. Thukyd i des söylevle
riden birinde, bunu onun ağzından ifade eder. Halkı önünde konu
şurken onlara şöyle der: "Bu kahramanca eylemi şimdi, dirlik sevgi
si ya da korkuyla yapsanız bile, bu Imparatorluktan vazgeçemezsi
niz. Onu, bir tiranlık kabul ediniz: Bunu tutmak bir haksızlık gibi
görünebilir, ama bundan vazgeçmek bir tehlike oluşturur. "
Işte " emperyalist demokrasi" canavarı budur! Unutmayalım ki,
köleleştiri lmiş bir halkın üstünde hüküm süren, şimdi de kan döke
rek, sayısız uyrukların kaynaklarıyla zenginleşen bir demokrasidir
bu.
234 A N T İ K
'
!
YU
NAN UYGARLI CI
Ama bu imparatorluk politikası her şeye karşın böyle devam et
tiği sürece, Perikles'e çok büyük paralar sağlar. Yıldan yıla milyon
larla a nlatıla bilecek miktarda a l tın akar. Bu paralarla, ücretler ger
çekten düşük olsa da, bir yığın memur beslenir. Bu pahalı sanat ça
lışmalarına girişmek; yirmi yıl boyunca tüm işçi nüfusa ekmek, Ati
na sitesine de "ölümsüz " bir ün sağlayacaktır.
Delos Konfederasyonu'nu, kabaca Atina Imparatorluğu'na dö
nüştürmek, kuşkusuz, Atina'da bile, a teşli protestolar doğurmuştur.
Plutarkhos'a göre, Perikles'in rakipleri Meclis'te, " 0, tüm Yunan
toplumuna ait bir hazineyi Delos 'tan Atina 'ya aktarınca halkın onu
ru zedelenir ve en haklı eleştirileri üstüne çeker. . . " diyorlardı. " Yu
nanistan, topluluğun savaş (Med Savaşı) giderleri için emanet ettiği
paraların, değerli taşlarla süslenen cilveli bir kadın gibi, kentimizi
güzelleştirmekte kullanıldığını; görkemli heykeller dikmeye, kimisi
bin talente ( altı milyon altın fran k ) mal olan tapınaklar kurmaya ya
radığını ancak çok büyük haksızlık ve zorbaca yağmacılık ile sakla
yabilir. "
Perikles karşılık verir. Bir gün Halk Meclisi ön üne çıkar ve özet
le, Atinalıların Perslere karşı Ege denizinin bekçileri olduklarını, kan
vergisini ödediklerini ve gereki rse yine ödeyeceklerini, Atina 'nın
müttefikleri olan sitelerin, Atina'nın sağladığı Yunanista n'ın ortak
savunmasına katkıda bu lunduklarını, " verilen bir miktar paranın,
bir kez ödendi mi, artık verenlere değil, alanlara ait olduğunu, onla
rm da paraları alırken kabul ettik leri koşulları yerine getirmek zo
runda olduklarını " söyler. Işte çürütülmez bir açıklama doğrusu !
Gururla -ya d a istenirse, arsızlıktan uzak olmayan bir açık yü
reklilikle- şunu da ekler: "Site, savaşın gerektirdiği bütün savunma
araçlarına bol bol sahip olduğundan bu zenginlik/erin, bittiği zaman
kendisine ölümsüz bir ün sağlayacak yapıtlar için kullanılması ge
rekmek tedir. "
Ve yine (özet olarak) şöyle söyler: " Taşıma, işleme ve bir yığın
çeşitli malzemeyi yerleştirmeden sağlayacağımız yararları da unut
mayalım; buradan endüstri ve sanatların gelişmesiyle, bütün kollar
dan yararlanacak genel bir canlanma sonucu çıkacak tır. "
Söz ustası konuşmasını şöyle sürdürür: " Elimizde önemli kay
naklar bulunuyor. Bundan sonra bütün halk, ister silah altında as-
2 36 1
ANT1K YUNAN UYGARLıC
ı
ker, ister sivil görevlerde memur, ister kol emekçisi olsun, ücretini
devletten alacaktır. Taş, tunç, (i/dişi, altın, abanoz, servi satın aldık.
Sayısız işçi, dülger, duvarcı, demirci, ince marangoz, kuyumcu, oy
macı ve ressam bunları işlemekle uğraşıyor/ar. Bu çok büyük mik
tardaki malzemeleri denizciler, tüccarlar, tayfa/ar ve gemi kılavuzla
rı deniz yoluyla taşıyorlar. Bunları karada arabacılar, yükçü/er taşı
yor. Araba usta/arı, halatçılar, saraçlar, sekilemeciler, maden işçile
ri mesleklerini birbirleriyle yarışırcasına yapıyorlar. . . Yani, her yaş
tan ve her meslekten insan, bu işlerin her yönden saçtık ları bol/uğu
paylaşmaya çağrılmaktadır. "
Periki es 'in Akropolis 'te ve başka yerlerde başlattığı bayındırlık
işlerinin bütün yurttaşlara, özellikle de işçi sınıfına, hem de Atina 'ya
bağıml ı sitelerio sırtından, bolluk içinde yaşama olanağı sağlamaya
yönelik oldukları, daha açık bir biçimde gösterilemez.
"Tira n " politikası b ile olsa, demokratik bir politika. Parthenon
hem yurttaşiara yiyecek sağlar hem de Atina 'yı öl ümsüz bir üne ka
vuşturur. Ama, Impara torluğun uyrukları ekmek ve ün sahibi ola
caklar mıdır? Hiç kuşkusuz ikisine de kavuşamazlar.
Perikles, önerisi üzerine 45 0-449 tarihinde kabul edilen ve ikin
ci Med savaşında yıkılan tapınakları yeniden kurmak için Atina'ya
federal hazineden para almasına izin veren kararnameye dayanarak
bu bayındırlık işlerini, özellikle de Akropolis'in tapınaklarının yeni
den inşasını başlattı . Tapınakların içine veya dışına dikilen heykelle
ri saymazsak; başlıca dört yapıt, Atina mimarlığı ve heykelciliğinin
bu doruk döneminin tari hini taşırlar. Thukydides'in demesine göre
" Yalın güzelliğe " tutkun kişiliği ile Perikles doruğa hakimdir ve onu
tüm Atina halkı için uygular. Bilindiği gibi, bu dört örnek yapıt Part
henon, Propylaia ( Propilea), Erekhteion (Erektion ), Athena Nike Ta
pınağı'dır. Ben yalnız Parthenon üstünde duracağım.
Burada amaç, Yunan tapınağı tarihini yeniden yazmak değil, Pe
rikles'in kişiliğinin bu özeti vesilesiyle, tanrıça Athena ile halkının
şerefine Akropolis'te yükseltilen anıtsal yapıtın gösterdiği bu "yalın
güzellik sevgisi"ni, bazı basit gözlemlerle belirginleştirmektir.
I . ö . 4 79 tarihinde, Pers ord usu çekildiğinde Akropolis artık yal
nızca geniş bir yığılı taşlar ve kırık heykeller mezarlığı idi. Themis-
Ü LYMPOS'LU PERIKLES
1 237
tokles ve Kirnon çok önemli bir işle, askeri zorunluluklarla uğraşır
lar: Birincisi kuzey yamaçta, ikincisi güney yamaçta tepenin kayalı
ğına dikilmiş iki suru yeniden inşa ederler. Akropolis'i koruyan ve
çepeçevre kuşatan bu surlar onun tepesindeki yüzeyi hemen hemen
düzleştirebilecek ve genişletecek biçimde yapılır. Surun üst kenan ile
tepedeki düzlük arasında kalan yere, önceki kuşağın kalkınma döne
minde dikmiş olduğu kırmızı ve mavi renklere boyanmış güzel kız
heykelleri özenle gömülür. ( Bunlar ancak bizim kuşak tarafından
topraktan çıkarılmışlardır: Renkleri hala tazeliklerini korumaktay
dılar. )
Perikles, sanatı, tüm Hellen dünyasında Atina'nı n üstünlüğünü
kanıtlama aracı olarak görür. Parthenon hesaplı m ükemmelliği ile
karaya ve denize, hem de yüzyıllara hakim olduğu gibi Yunanistan'a
da hakim olacaktır.
Perikles her şeyi inceliyor, mimarlık planlarını, malzeme seçimi
ni tartışıyordu. Yapımla uğraşıyor, şantiyeyi görüyor, harcamaları
denetliyord u. 450 yılında Pheidias Akropolis'teki işlerin başına ge
nel yönetici olarak atandı. Pheidias, Yunanistan'da birçok yapıtı ile
çoktan tanınmış kırk iki yaşında Atİnalı bir heykeltraştı. O, yine bu
450 yılında, Akropolis'te, lüle lüle başıyla, gençliğin pırıltısı içinde
saçları basit bir kurdela ile bağlı, çözük kalkanlı, başlığı elinde; sol
kolunda tuttuğu kargı bir silah değil de sıradan bir koltuk değneği
olan bir Athena tasviri yapıyordu. Bu bir savaşçı Athena değil, yeni
den kazanılan barışın taze imgesidir. Pheidias daha sonra Akropo
lis'te başka iki Athena heykeli daha dikti: Devasa boyutta ve savaş
çı bir Athena'da onun bronzcu ustalığı belli olur; heykel, meta lde
Atina emperyalizmini, barışın sallantılı olduğunu ve daha yeni kaza
nılmışken, yeniden savaşa yüz tutmakta olduğunu dile getirir. Enso
nu, tapınağının loş iç kısmında parıldayan altın ve fildişinden çok
ünlü Parthenon Athenası, sitenin ve site hazinesinin putu ve bekçisi
dir. Tapınağın içindeki çifte sıra sütunların görünümü ile çevril i yü
zü ile başat, sakin ve yine de karanlıkta canlanan altı n giysili ve çok
süslü yüksek fildişi heykeli, mermer masaların üzerine konan değer
li eşyaları, zengin kumaş yığınlarını, sütunlara asılı kalkanları hayal
ediyoruz da. Bu, Atina'nın üstünlüğünün gururlu ve görkemli imge
sidir.
Ö te yandan, Pheidias, Parthenon'daki süslemelerin büyük bir
bölümünü kendi elleriyle yonttu. Kesintisiz çarkılı Ionia pervazını,
238 1
ANTİ
K YUNAN
UYGAR LI C I
ya kendisi yonrtu ya da en azından esinledi. Bu pervazda, onun yont
ma kalemi, ideale yaklaştıkça kalp atışını durduran bir yal ınlıkla At
hena bayramı törenini; genç binicilerin at gezintisini, yaşın etkileme
diği ihtiyarların ağır ağır yürüyüşünü, sungularıyla uyrukları ve yer
leşik yabancıları, bu nadir vesileyle haremden çıkan, edepli bir süs
leme içinde giysilerine titizlikle sarınmış genç kızları anlatır. Hiçbir
yüzde hiçbir ifade yoktur; ne gülümseme, ne sevinç: Insanlar, tann
lara yaklaşırken ( tanrılar onları pervazın ucunda bekler) soğukkan
lılığa bürün ürler. Ama, aynı zamanda bir tapınağın pervazında tan
rılar ya da kahramanlar değil, ilk kez sade yurttaşlar temsil edilmek
tedir. Perikles de, Pheidias da, bunu böyle istemişlerdi.
Pheidias, kişisel olarak, sözü edilmeye değer çok yıpranmış iki
kapı alınlığını d a yonttu: Sadece şu söylenebilir ki, tanrısal güç, bu
rada bir cesur tavrın şiddetiyle d eğil, dinlenme hal indeki o kusursuz
kasların gevşekliği ile açıklanır. Ne olursa olsun, bir eyleme bağlan
mış olsaydı, tanrı gücü, sınırlı görünürdü, ama; bu dinlenme halinin
verdiği dinginlik içinde kullanılmayan güç, sınırsız ve tam anlamıy
la tanrısal gibi görünür.
Pheidias, dor pervaztarının aralıklarının en büyük bölümünü iş
lemeyi ise öğrencilerine bıraktı.
Söz konusu sanatçı, Perikles ile en sıkı düşünce alışverişi içinde
yaşamıştır; gözden düştüğünde (l. Ö . 432 yılı) ve ölümüne dek ona
bağlı kaldı; hapse mahkum olmasından kısa süre sonra öldü.
On sekiz yıl Akropolis'teki çalışmaların genel yöneticdiğini yap
tı. Hiçbir şey gözünden ve yaratıcı eleştirisinden kaçmıyord u. Pheidi
as çeşitli anıtların genel planlarıyla old uğu kadar teknik yapıının en
ince ayrıntılarıyla da ilgilendi. Parthenon'un mimarlığı, heykelciliğin
parlak döneminden öte birçok şeyi, kuşkusuz ona borçludur.
Pheidias, Sophokles ve Perikles ile birlikte kuşkusuz bu tarihsel
dönemin doğurd uğu üç dehadan biri idi. Onlar Parthenon'a bu ortak
yapıta, katkıda bulunuyorlardı. Bu arada belirtelim ki Sophokles An
tigone'yi yazdığı sırada bile müttefiklerden alınan genel hazineyi yö
neten maliye komisyonuna başkanlık etmekteydi. Bu üç insan, aynı
politikaya olmasa bile, en azından, yeni Akropolis'in kurulmasıyla
olduğu kadar, Sophokles'in tiyatrosunun gelişimiyle de, Perikles'in
yönettiği halkın büyüklüğünün dile geld iği aynı büyük girişimin
hizmetine adamışiard ı kend ilerini. Sophokles ise, Antigone ile Oidi
pus'un, kendisini, zekası ve yurttaşlık görevi ile önemli bir mali ku-
240
i
1
A
NT1 K Y
UNAN UYGARLICI
rulu yönetmekten bağışık kılmalarını aklından bile geçirmezdi.
Parthenon'un güzelliği, bir " yalın güzellik " tir. Ama bu yalınlık,
büyük bir sanat yapıtının tüm yalınlığı gibi, bizim ilk duygumuzdan
kaçan az görülür bir karmaşıklığın en üst düzeydeki sonucudur.
Parthenon, önce salt geometrik bir yapıt gibi görünür. Madde
nin mutlu bir dengede, ayakta duracak biçimde dikey olarak, daire
olarak, doğru olarak ve üçgen olarak toplanacak bir geometri prob
leminin çözümüd ür. Rakamlarla inşa edilmiş gibidir: Bu, yapının
uzunluğunun genişliğine ve yüksekliğine en doğru oranını, sütunun
çapının yüksekliğine oranını, sütunun genişliğinin sütunlar arasında
ki aralığa ora nını, tabandaki sütun çapının sütun gövdesinin çapına
oranını, daha başka birçok oranları araştırmış olan Yunan tapınak
ları mimarlarının, yüzyıllardan beri süregelen bir araştırmasının so
nuca varmasıdır.
Bununla birlikte, tapınağın matematik yetkinliğine il işkin bu
araştırma, eğer, bütünüyle sonuçlanabilse idi, yalnız aklımıza hoş
gelir, iyi çözülmüş bir teorem gibi bizi sarardı. Ama Pa rthenon'un
hoşum uza gitmesi bundan -yal nızca bundan- değildir. O , organik
yaşamımızı, organik sevincimizi doyurur, devam ettirir. O hiç de, bir
Mutlak değil, canlı bir varlıkmış gibi bizi etkiler. O bir düzendir,
ama saltanatların ve soyların d üzeni kadar değişken bir düzen.
Bu nasıl gerçekleşir? Onu oluşturan doğru çizgiler, tıpkı yaşamın
çizgileri gibi ancak " aşağı yukarı " yani yaklaşıktırlar da ondan. Da
ireler de aynıdır, oranlar da. Parthenon'un matematiği hiçbir zaman
matematik yetkinlik eğiliminde değildir: Insanın düşünüp yeniden
ele a ldığı, sanatın dile getirdiği, ama her zaman göreli ve değişken
gerçek dünyanın yasalarının kesinliğinden başka kesinliği yoktur.
Parthenon'u canlı kılan işte bu görelilik ve bu değişkenliktir.
Ö rneklere bakalı m . Yapının etek duvarının dört temelinin (su
basman) yüksekliği eşit değildir: Birincisi, kaya üstüne konulan dü
zenleme de temeli en basık olandır. Sonuncusu da en yüksekte olan
temeldir. Farklılık çok çok küçüktür, gözden çok adımla anlaşılır
ancak. Ama uzaktan üç basamak eşit düzlemdeymiş gibi görünürler
ve üst basamak ise, anıtı n ağırlığı altında gömülüp gidiyormuş izle
nıını vermez.
Öte yandan, her hasamağın yüzeyi, tam olarak yatay değildir:
Hafifçe tümsektir. Uçlarından birinden bakılınca, düz bir yüzey or
tasında çukurlaşmış gibi görünmek eğilimindedir. Bu nedenle, bu
0LYM POS' LU pER1 K LES
� 241
;
görsel yanılmayı gidermek için b i r kabarıklık hesaplanmıştır. Demek
oluyor ki, anıtın üstüne oturduğu taban, bu ve başka özellikleri ile
göze göre, doğruymuş, canlı d üzlernmiş gibi görünen göz aldatan
doğrular ve göz aldatan yatay düzlemler halinde yapılmıştır. Bu ta
ban, söylendiği gi bi, " O gün bu gündür" , üstünde taşıdığı "anıtın
ağırlığına görsel (perspektif) olarak direnebilmektedir" .
Bize hepsi benzer ve hepsi yere dikey gibi görünen b u sütunların
farklı lığı hakkında ne demeli peki ? Sütun aralıklarının aldatıcı eşit
liği hakkında ne söylemeli? Mermere sokuşturulmuş sayıların b u şi
irinde, özdeş konumlarda özdeş olacak tek bir rakam yoktur. Bize,
kalıcının değişmezliğinin bir güvencesini vermiş gib.i. görünen bu ya
pıtta, değişken ve kararsız olmayan hiçbir şey yoktur. Biz orada he
men hemen sonsuzluğa dokunuruz; ama bu M utlak olanın sonsuzlu
ğu değil yaşamın sonsuzluğudur.
Sütunlarla ilgili olarak az örnek vereceğim. Ister yere dikey, ister
bitişiğindekilere tam ol arak paralel tek bir sütun göremeyiz.
Tama men düşey sütun, yalnızca yapının sınırlı bir bölümüne bi
reysel bir dayanak işi görebilecekti. Her biri, yapının içerisine doğru
eğik olan sütunlar, tüm anıtın ağırlığını birlikte taşıyan bir ortaklık
oluştururlar. Sütunun bu eğimi onun sıra sütu nlarda bul und uğu ye
re göre ve sıra sütunların kendisine göre değişir. Bu eğim 6,5 cm'den
8,3 cm'ye kadar gider, çok düşüktür ama özekleri birdir ve gözü
müzde her sütunun destek işlevini büyütme ve sıra sütunların tümü
nü aynı "ortak işbirliği çabas ı na girmiş gibi gösterme etkisi yaratır.
Burada belki de bir teknik gereklilik vardır. Böyle olmasaydı,
"
belki de saçakların, alı nlıkların ve tapınağın tüm üst bölümünün
ağırlığı tapınakta açılma ve yıkılınaya yol açardı. Ama bu teknik ge
reklilik aynı zamanda estetik bir gerekliliktir: Gözümüz sütunların
eksenlerini gökyüzünde uzatarak onları tapınağın üstünde çok yuka
rİda bulunan tek bir noktada birleştirir. Böylece Parthenon bize sü
tunlarla çevrili basit bir ev gibi görünmez. Disiplinli bakışımızla, oy
nak oturmuşluğu, bağıntılı ve denetimli bir çabayla, düşsel bir pira
mit halinde gökyüzüne doğru yükselen bir yapı gibi görünür.
Sütunların bu hesaplı eğimi daha başka sonuçlar da doğurur.
" Yapının içinde kornişlerin dengesini değiştirir, böylece dış çıkmalar
bölümünü genel kütleye doğru geri atar. " Ama köşe sütunları, aynı
eğimi taşımazlar. Daha az eğik dörtlü bağımsız bir bütün oluşturan
bu sütunlar, daha çok ortak demetin dışında görünürler. Daha açık-
242 1i
A NT1 K Y U N A N UYGARL I C I
çasi bunlar, dört köşesinden anıtın çatısını desteklerler. Temel işlev
leri böylece belirginleşen bu sütunlar, bize tapınağın sağlamlılığı ve
kalımlılığı konusunda güvence verirler. Yine, bu köşe sütunlarının
gövdeleri de, ağırlığını daha fazla yüklendikleri ışığın panltısına da
ha iyi karşı duracak biçimde hafifçe güçlend irilmişlerdir. Aynı ne
denle köşe sütunları gözle görülür bir biçimde komşularına da ya
kındırlar: Öbürlerine benzer bir sütun aralığı onları ince gösterecek
ışıklı bir boşluk yaratacaktır. Oysa onların hepsine göre en güçlü ol
maları gerekir, çünkü yapının tüm kütlesini taşımak zorundadırlar.
Yaşamın geometrisinin yasalarına göre düşünülmüş, canlı bir
varlık ve Akropolis'in toprağınd a doğmuş meyveli bir koca ağaç gi
bi görünen bir tapınak böyle doğar. Aşağıdan tepeye tırmanan kim
seye küçük, önemsiz bir şey ya da belki bize endişeli bir bakışla ba
kan saklı bir yüz gibi görünür. Yokuş yolda ilerleyince ( antik dö
nemde çok zahmetli bir yoldur b u ) , Parthenon gözden kaybedilir,
Propylaia'ya yaklaşılır, içine girilir: Propylaia, oraya yalnızca Part
henon'u olabildiğince uzun süre gözüroüzden saklamak için konul
muştur. Sonra birden, Parthenon önümüzde dikilir; artık ne önem
siz, ne de kaygı vericidir, muazzam ve bekleyişimize değen bir yapı
dır. Çünkü o aritmetik olarak sonsuz değil, yüreğimize göre sonsuz
dur. Boyut olarak çok büyük değildir (karşılaştıralım: Lozan kated
rali: 1 00x42x75m; Parthenon: 70x3 l x l 7,5 0 m ) . Ama, şu söz söylen
miş ve tekrarlanmıştır. "Yunan tapınağının boyutları yoktur, oran
ları vardır. " Ya da şöyle denir: "!nsan, küçüğü ya da büyüğü hiçbir
zaman boyuna göre düşünmez. " Parthenon'un karşısında neyi düşü
nür insan ? Yalan söylemeyelim, uydurmayalım: Var olmak için da
ha güçlü olmayı düşünür, mutlu olmaktan başka hiçbir şeyi düşün
mez. Çünkü; insan, onu canlı bir varlığı sever gibi sever. . .
Yazık! Canlı varlıkların çoğalma yetenekleri vardır. Parthr;non
ve tüm Yunan mimarlığı da yüzyıllar boyunca, Paris'ten Manih'e,
Washington'dan Moskova 'ya kadar, genellikle Madeleine �ürü ( Pa
ris'te) korkunç varlıklar doğurarak kiliseler ya da bankalar biçimin
de bol bol ürediler. Parthenon bir toprakta doğmuştur, bir manzara
ile uyumludur, tarihsel bir anın ürünüdür. Bütün bu:1lardan hiçbir
biçimde ayrılamaz. Akropolis'ten koparıld ı mı öz· st:yunu ve güzellİ
ğİnİ yitirir. Kalker tepe ile tepeye yığılmış ama a� nı renkte taşlarla
tamamlamaktan başka bir şey yapmayan Themisrokles ile Kirnon'un
şu ünlü duvarına eklenen Parthenon, bir manzar ayı taçlandırmakta-
ÜLYMPOS LU pER1 K LES
'
dır. Ören a lanının kırık dökük hal ine karşın, onun fildişi görünü
mündeki mermerlerinde, çıkıntı ve girintilerin karşıtlaşan oyununda,
olukların çukurlarını karanlıkta doldurup sivri köşeleri güneş ışığı
ile keskinleştirerek, sütunları görkem dolu devinimsiz bir dansla
dans ettiren gölge ve ışık almaşıklığında, bütün bunlarda, dehanın
mermere kapattığı yaşamı yakalar, kavrarız. Mermer her zaman ışı
ğa duyarlıdır. Harap anıt gününe ya da günün saatlerine göre bazen
old ukça koyu boz renkli, bazen neredeyse siyaha çalan külrengi ola
bilir. Akşam tozları içinde pembe y a da sarı ışık yansımalarıyla efla
tun gibi de görünebilir. Mermerin beyaz old uğu söylenirse de hiçbir
zaman beyaz değildir. Eğer beyaz ise, organları üstünde parıldayan
esmer lekelerle yaşlı bir insan teninin beyazlığıdır bu.
Parthenon gerçekten de çok yaşlı, çok harap görünebilir, a ma
harap yaşlılığında, ha lkının gençlik döneminde onu doğurmuş olan,
o bilgelik sevgisini ve o güzellik aşkını hala dile getirdiğinin anlaşıl
maması olanaksızdır.
Perikles'in saltanatının sonu zor oldu.
Yönetiminin ortalarında, görkemli uzun kafasında, bir Hellen
birliği tasarısı çatmış gibidir. Bu girişim hakkında yeterince bilgimiz
yoktur -çok kısa ve yalnız Plutarkhos'dan edindiğimiz bir bilgidir
bu-. Onun önerisi üzerine, l . ö . 446 yılına doğru alınan bir karar,
A.vrupa ve Asya 'daki Yunan sitelerini (Sicilya ve İtalya 'daki siteler
hariç) genel çıkarla ilgili sorunları görüşmek üzere Atina'ya temsil
ciler göndermeye davet etmekteydi . Bu sorunlar şunlardı : Perslerin
yaktığı tapınakları yeniden yapma, birleşmiş halkların kazandığı za
ferden ötürü tannlara şükretmek üzere kamusal tapınaklarda sunu
lacak kurbanlar, denizierin güvenliği, bütün Yunanlılar arasında ba
rışı sağlama yolları. Beş kişilik gruplar halinde Hellen yurdunun çe
şitli bölgelerine gitmek, Atina adına barış görüşmeleri başlatmak
üzere yirmi Atina yurttaşı atandı. Bu hazırlık girişimleri yapıldı.
Ama Plutarkhos'un dediğine göre, Laked aimon'luların kesin muha
lefeti ile karşılaştı; onlar Atina tara fından topla ntıya çağrılan ve bu
nedenle büyük site üstün lüğü demek olan bir Hellen birliği kongre
sini esastan reddediyorlardı. Bu durumda kongre hiçbir zaman top
lanaınadı.
ı
243
1
244 i
A
NT1 K
Y
UNAN UYGARLıCı
Her zaman olduğu gibi, böyle bir durumda, görüşmenin başarı
sızlığının sorumluluğunu yalnız iki tara ftan birinin üstüne atmak
güçtür . En az on yıldır, Perikles'in Atina'nın müttefikleri karşısında
ki imparatorluk politikası, onun şimdi tüm Yunanlılara önerdiği bu
"yatıştırma " politikası ile gerçekten çelişiyordu . Hellen dünyasının
sınırına barış elçilerini gönderdiği, bu I . ö . 446 yılında bile Perikles,
daha önce ayrı lıkçı Ionia hareketini hastırdığı gibi, Atina kapıların
da Euboia sitelerinin ayaklanmasını da ezip geçiyordu . Ve bu tarih
ten de önce (l.Ö. 45 1 -450 tarihinde) Perikles, Halk Meclisi'nden si
te hukukuna ilişkin kararı çıkartıyordu; bu karar, Atina yurttaşları
topluluğunu, Imparatorluğunun bütün savunucularına yaygıntaştır
mak şöyle dursun; bunu, bencil, ayrıcalıklı bir yurttaşlar bölüğün
den başka bir şey olmayan, çifte Atina doğumlu olmakla sınırlandı
rıyordu. Ensonu, yine, bu 446 tarihinde, Parthenon'un ilk taşını ko
yan Perikles, önceden ilan ettiği büyük yapıtlar politikasını, bunla
rın giderlerini karşılayacak Imparatorluğun Yunanlı tebaasını sö
mürme gerekliliğine, ayrılmaz bir biçimde bağlıyord u.
Döktüğü kanla, zorla aldığı parayla, el koyduğu özgürlüklerle
bağlanmış, tümüyle emperyalizme batmış bu politikanın her gün da
ha çok tutsağı olmuş olan Peri kles, Yunanistan'a genel barış öneri
leri ile, Atina Hellen bi rliği kongresinin Atina'nın mutlak egemenli
ğini pekiştirmekten, bütün Yunanistan'da Atina 'nın kesin üstünlü
ğün ü onamaktan başka bir şey olabileceğine inandırmayı bu durum
da nasıl umabilird i ? Bu durumda, Plutarkhos, "zeka yüksekliği ka
dar ruh büyük lüğü "nü de ona mal etmekle, oldukça saf görü nür.
Bu nedenle Perikles, Atina'nın savaşa doğru yürüyüşünü ancak
daha hızlandırabilir. Yunan halkının bu ölümcül ve onarılmaz bö
lünmesini, yani Peloponnesos Savaşını doğuran koşulları hatırlatma
nın yeri burası değildir. Bu olaylarda Atina kadar Atina 'nın hasım
larının da sorumlulukları vardır. Perikles Megara'ya karşı Atti ka pa
zarları ile Imparatorluk limanlarını bu sitenin maliarına ve gemileri
ne kapatan kararı, Atinalılara aldırmakla; bu konuda en ağır sorum
luluk payını taşır. Misilierne önleıni midir? I . ö . 446 yılındaki olay
ların karşılığı mı? Bu tür açıklamalar her zaman el altındadır. Perik
les, bu tarihte zaten kendi kurduğu çarka kapılmıştır. Bu yüzden
uzun zamandan beri zarlar atılmıştır, oyun da oynanmaktadır. O,
artık kendi politikasının yol açtığı, şimdi de son a nda, yüce bir şeref
konusu gibi överek, savunma gibi göstermeye çalıştığı savaşın zo-
246 1
ANT1
K YUNAN UYGARLıCı
runluluğundan kaçıp kurtulamaz. Bu savaşı, dediği gibi, "zeka ve
para " sa yesinde kazanma yı u mar. Sa va ş ı kazanarak bu arada barışı
kazanacağını öne sürer.
Yine de, bu kadar keskin bu zeka, belirlenmiş bir yönde, görme
diği bir engelle sınırlanmıştır. Y urtseverliği, büyütmek istediği Atina
sitesinin çerçevesini aşmaz. Yuna nistan'ın birliğini, ancak Atina 'nın
büyüklüğünün yayılması olarak tasarlar. Öbür siteleri köleleştire
cektir Perikles. On dokuz yaşındaki Aristophanes, işin iç yüzünü bi
len gülüşüyle gülerek siteler "köle " dirler, der.
Bu engeli aşmanın Perikles'e düşmediği anlaşılıyor m u ? Üyesi ol
duğu toplum son derece köleci bir toplumdur. Sitelerio köleliği an
cak sökülüp atılamaz bir ırkçılığın sürekli biçimidir. Kölelik gitti kçe
yayılır. Yunan uygarlığı kölelikle batacaktır. Onun en yüce başyapıt
larını henüz göstermedik: Ama şimdiden meyvenin içindeki kurdu
biliyoruz. .
Parthenon'un eşsiz güzel liğinin yalnızca altınla değil köleleştiril
miş insanların kanı ile elde edilmesi bizi yatıştırmaz.
Onarılmaz yanlış buradadır. Perikles'in yaniışı mı ? Hayır, hiç
değil. Bu ya nlış onun halkının önceki ve o günkü tarihinde yazılıydı.
Köleci bir toplum, gerçek demokrasiyi üretemezdi; ya lnızca a d ve
gerçek olarak, köle bir halk üzerinde hüküm süren bir tiranlığı üre
tebilirdi.
" Yüzyıl " ı ne kadar parlak olursa olsun, Perikles'in düşüncesinin
savaş içinde, sonunda vardığı başarısızlık, bir uygarlığın, eğer yaşa
ya n insanların bütününe yayılamamış ise kalıcı alamadığını bütün
açıklığıyla bize anlatır. Yunan uygarlığı tarihinin bize verdiği en
önemli ders burada yatar. Bu uygarlığın en görkemli meyveleri, içi
mizi sevinç, cesa ret ve umutla doldururlar. Bu meyveler ağızda bilin
medik bir buruk tat bırakır; gelecek çağın meyveleri -eğer karanlık
Ianna varıncaya kadar Yunan geçmişini okumayı biliyorsak- belki
de, artık böyle olmayacaktır.
Yeşil elma; kızarınan için sana daha çok uzun bir zaman gereke
cektir. I nsanların tarih inde, her gün, hava güneşli olmaz. Yunan uy
garlığı; gençsin sen, ama, senin fera hlatan ekşiliğin, Odysseia'nın şa
irinin sözünü ettiği, şu "güneşte pişmiş " meyve ta dını -şu olgun
meyve tadını- bize vaat etmektedir.
KAYNAKÇA
Geniş halk yığınlarına ulaşmayı a maçlayan b u k itap Yunan Uygarlığının bütünlüklü
bir tarihi olma savında değildir. Yalnızca birkaç örnek oluşturmuş konuyla renk
lendiritmiş belli bir bakış açısından izlenen bir genel görünümden i barettir. Yazar
sadece y ükselerek ilerleyen hareketi, sonra ( ikinci ciltte) çok çabuk gerilerneye baş
layacak olan Yunan Uygarlığın ı n gelişip serpilme dönemini ve bunların nedenleri
n i açıkla maya çalışmıştır.
Söz konusu tüm kaynaklarını belirtemez. Ancak en önemli ve yoğun biçimde izlene
ler şunlard ır.
YUNANLI YAZARLAR
Ayrıca; Ta rihsel olayların genelinde doğrulanması için yazar i kincil olarak şu yayın
lara başvurmuştur:
G . GOLTZ: Histoire grecque (Yunan Tarihi ) , 1. 2 . , cilt " France" Ünivesitesi Yayın
ları Paris, 1 925 ve 1 93 0
Yararlanılan kaynakların k ısaca dökümü ( bazen hemen yeri nde, bazen de k i tabın
okunmasında kolaylık sağlamak amacıyla ) her bölüm için ayrı ayrı belirtilmiştir.
BIRINCI BÖLÜM
A . JARDE: La formatian du peuple grec
(Yunan Hal k ı n ı n Oluşumu), La Rena is
sance du Livre, Paris, 1 923
G. GLOTZ: La civilisation egeenne ( Ege
Uygarlığı ) , La Renaissance du Livre, Pa
ris, 1 923
George THOMSON: Studies in A ncient
Greek Society (Eski Yunan Uygarlığı üze
rine incelemeler), Lawrence and Wishart,
London, 1 949.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Fra nçois LASERRE: Les epodes d'A rchi
loque (Arch i log ve yergi şii rleri lmprime
rie darantiere ) , Dijon, 1 950
François LASERRE ve Andre BON
NARD: Archiloque (Archilog), ve ( metin
çevirisi ve yorum) " Les Beli es Lerre s " k i
tabevi tarafından yayımlanacaktır, Paris
BEŞINCI BÖLÜM
C. M. BOWRA: Greek Lyric poetry, fro
mA leman to Simanides ( Alcman'dan Si
monidese Yunan Lirik Şiiri). -University
Press London, Oxford, 1 93 6
IKINCI BÖLÜM
C. M. BOWRA: Tradition and desing in
the 1/iad ( ilyada'da Gelenek ve Tasarım,
Andre BONNARD: L a poesie d e Sapho,
Oxford, 1 93 0
Etude et traduction (Safo ve Şiiri çeviri
ve inceleme yazısı ) , Wermod, Laosanne,
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Emile MIREAUX: Les poemes homeri
ques et l'histoire grecque ( Homeros Şiiri
ve Yunan Tarihi cilt l-11), Albin Michel,
Paris, 1 948 ve 1 94 9
] . A. K. THOMSON: Studies i n the
Odyssey ( Odesseus üzerine incelemeler),
Oxford, 1 9 1 4 .
1 948
ALTlN CI BÖLÜM
C. M. BOWRA: Early Greek Elegists
( Erken Dönem Yunan Ağıt Şairleri ) . Ox
ford, 1 9 3 8
G . GLOTZ: L a Cite grecque ( Y unan Si
tesi) La Renaissance du Livre. Paris 1 928
ı
248 ı
ANT1 K YU NAN UyGARLICI
YEDINCI BÖLÜM
G. GLOTZ: Le travail dans la G rece an
cienne ( Eski Yunanistan'da Iş). Felix Al
can, Paris, 1 920
SEKIZINCI BÖLÜM
Martin P. N I LSSON: La religion popula
ire dans la Grece antique ( Eski Yunanis
tan'da Halkın Dini), Plon, Paris, 1 945.
Mircea ELIADE: Traite d'histoire des re
ligions ( D inler Tarihi Incelemesi ) . Payot,
Paris, 1 95 3
R. PETI AZZONI: L a religion dans la
Grece antique ( Eski Yunanistan'da Din),
Payot, Paris, 1 95 3
G. VAN LEEUW: L a religion dans son
essence et ses mani(estations (Özünde
Din ve O rtaya çıkışları ) , Payot, Pa
ris, 1 948
DOKUZUNCU BÖLÜM
MAX POHLENZ: Die griechische Tra
gödie (Yunan Tragedyas ı ) , Teubner, Le
izig, Berlin, 1 9 30,
Pierre Ainıe TOUCHARD: Dionysos {Di
onysos, Tiyatro için savunma ) . Montaig
ne Yayınları, Paris 1 93 8
George THOMSON: Aeschylus and A t
hens ( A k h i l leus ve Atina. Drama'nın
Toplumsal Köken i . I nceleme y a z ı s ı ) .
Lawrence v e Wishart, London 1 950
ONUNCU BÖLÜM
Leon HOMO: Perik /es ( Perikles ) , Robert
Laffont, Paris, 1 954
Henry CARO - DELV AILLE: Phidias ou
le Genie { Phidias ya da Yunanlı Dahi),
Felix Alcan, Paris, 1 922
V ictor EH RENBURG: Sophocles and Pe
ricles { Sofokles ve Perikles ) , Blackwell ,
Oxford, 1 954
Andre Bonnard
! 1 888- 1 96 1 )
Va r l ı k lı b i r a i l e n i n ç o c u ğ u o la ra k
i sv i ç re ' n i n L o z a n k e n t i n d e d o ğ d u . B a b a s ı , ü n i v e rs i t e d e E s k i
F ra n s ı z c a p ro f e s ö r ü i d i . L i s e y i L o z a n ' d a o k u y a n B o n n a rd ,
L o z a n ' d a b a ş la d ı ğ ı ü n i v e rs i t e e g i t i m i n i P a r i s ' t e k i S o r b o n
Ü n ive r s i t e s i ' n d e t a m a m la d ı . Kse n o fo n · a a d a d ı ğ ı d o kto ra t ez i n i
1 9 1 0 - 1 4 y ı l l a rı a ra s ı n d a M u l h o u s e k e n t i n d e h a z ı rla d ı ( b u t e z
b i r ya n g ı n d a y o k o ld u g u i ç i n b u g ü n e u la ş m a m ı şt ı rl . 1 928 yı l ı n d a n
i t i b a r e n L o z a n Ü n i v e r s i t e s i ' n d e Y u n a n D i l i v e E d e b i ya t ı
p ro f e s ö r l ü ğ ü ya p t ı . C o g u E s k i Y u n a n uyg a r l ı ğ ı ü z e r i n e . o l m a k
ü z e re o n la rc a e s e re i m za a t a n B o n n a rd 1 9 49 y ı l ı n d a ! svi ç re
B a r ı ş H a re k e t i b a ş k a n l ı ğ ı n a , 1 9 5 0 y ı l ı n d a i s e D ü n y a B a rı ş
Kon seyi ü ye l i g i n e s e ç i ld i . Ko m ü n i st Pa rt i üye s i o l m a d ı ğ ı h a ld e
' k o m ü n i st k o m p lo ' s u ç l a m a s ı y l a i svi ç re F e d e ra l M a h k e m e s i
t a ra f ı n d a n ya rg ı la n d ı . 1 9 54 y ı l ı n d a Le n i n B a r ı ş N i şa n ı ö d ü l ü n ü
a ld ı . Y a z a r ı n Sovyet Edebiyatt Üzerine v e insan ve Tragedya a d l ı
e s e rle ri d e yayı n ev i m i z c e b a s ı l m ı şt ı r .
.. . . . f e l s e f e , i n s a n b i l i m le ri ve s a n a tt a ' Y u n a n M u c i z e s i ' b ü t ü n
d ü nya d a h a ta z e n g i n b i r o k u l , t ü ke n m e z b i r i lh a m kayn a ğ ı o l m a
n i t e li ğ i n i s ü rd ü rm üyor m u ?
B u d ü ş ü n c e d e o l d u k la r ı n ı s a n d ı g ı m b ü y ü k b i r a yd ı n k e s i m i n i n ,
An d re B o n n a r d ' ı n b u kita b ı n ı s ı c a k b i r ilg iyle ka rş ı laya c a k la rı n d a n
h i ç k u ş k u d uym uyoru m .
B o n n a rd b i z e Yu n a n l ı la rı g ü n l ü k ya ş a n t ı la rı ç e rçeve s i n d e sev i n ç
v e k e d e rl e r i , b i l i m v e efsa n e le ri , ö z g ü rl ü k ve k ö le l i k le ri i ç i n d e
s u n uyor.
B o n n a rd b u k a d a rla k a l m ıyo r. E s k i Yu n a n b i lg e l i ğ iyle b e s le n m i ş
b i r e t i k a n la y ı ş ıyla , t a ri h i n d ra m a t i k b i r d i li m i n d e b i z le re b i r d e
ç a ğ d a ş h ü m a n i z m d e rs i v e r i y o r : B e n i m i ç i n h ü m a n i z m ,
m a sa s ı n d a ç a l ı ş a n b i r i n sa n ı n b i l i m i d e g i l d i r ; h i ç ayrı lmaya c a ğ ı m
b i r hayat k u ra lı d ı r. . . B u ra d a k i ş i l i g i m d e Ant i g o n d ostu ve çevi r m e n i
i l e b a r ı ş t a ra f l ı s ı n ı ayı r m a k i s t iyo rla r ; o y s a b u n la r a y n ı i n sa n ı ·
O i n s a n k i t a b ı n d a b i z e s a d e c e E s k i Y u n a n · ı a n la t m ıyo r ; b i ra z d a
b i z l e ri a n la t ıyo r . . " T a n e r T i m u r
ı
1