DÜŞÜNEN ŞEHİR
HAZİRAN 2022 SAYI: 16
Ücretsizdir
Yerel Süreli Yayın
ISSN: 2564-6354
E-ISSN: 2564-7121
İMTİYAZ SAHİBİ
Kayseri Büyükşehir Belediyesi adına
Kayseri Büyükşehir Belediyesi Genel
Sekreteri Hüseyin Beyhan
HAKEM VE DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. Muharrem Akoğlu
Prof. Dr. Yunus Apaydın
Prof. Dr. Hakkı Büyükbaş
Dr. Aynur Erdoğan Coşkun
Mehmet Çayırdağ
Prof. Dr. Celaleddin Çelik
Dursun Çiçek
Prof. Dr. Ayhan Çitil
Dr. Abdulkadir Dağlar
Dr. Can Deveci
Prof. Dr. Muhittin Eliaçık
Prof. Dr. Alev Erkilet
Doç. Dr. Fatih Ertugay
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu
Dr. Yonca Gençoğlu
Fatih Gökdağ
Prof. Dr. Tahsin Görgün
Dr. M. Fazıl Himmetoğlu
Leyla İpekçi
Semih Kaplanoğlu
GENEL YAYIN YÖNETMENİ VE
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Yusuf Yerli
yusufyerli38@gmail.com
YAYIN KURULU
Prof. Dr. Celaleddin Çelik
Dursun Çiçek
Dr. M. Fazıl Himmetoğlu
Doç. Dr. Faruk Karaarslan
Prof. Dr. Atabey Kılıç
Salih Özgöncü
Gürcan Senem
Yusuf Yerli
Erkan Küp
YAPIM
Barbaros Mahallesi Oymak Caddesi
Sümer Hukuk Plaza A Blok Kat: 10 D: 55
Kocasinan - KAYSERİ
t: +90 352 221 16 16
bilgi@bilgegrafik.com
KAPAK TASARIMI
Ali Saraçoğlu
TASARIM
Ahmet Deniz Doğan
REDAKSİYON
Rumeysa Ersözlü
FOTOĞRAF KURULU
Dursun Çiçek
Ali Saraçoğlu
Abdullah Koç
Faik Çiftçi
Fatih Çolak
Doç. Dr. Faruk Karaarslan
Fikret Karakaya
Prof. Dr. Atabey Kılıç
Prof Dr. Turan Koç
Prof. Dr. Yurdagül Mehmedoğlu
Ayşe Önder
Prof. Dr. İlhan Özkeçeci
Prof. Dr. Osman Özsoy
Prof. Dr. Ali Uzay Peker
Prof. Dr. Selahattin Polat
Prof. Dr. Şefaettin Severcan
Doç. Dr. Lütfi Sunar
Prof. Dr. İhsan Toker
Prof. Dr. Ömer Türker
Prof. Dr. Nur Urfalıoğlu
Doç. Dr. İbrahim Halil Üçer
Yusuf Yerli
Hasanali Yıldırım
Dr. Ali Yıldız
İLETİŞİM
Milli Mücadele Müzesi
Tacettin Veli Mah. İnönü Bulvarı No.72
38050 Melikgazi / KAYSERİ
t: (0352) 220 70 50 - 90
sehir38@kayseri.bel.tr
BASKI
EKSPRES BASKI VE FOTOKOPİ HİZ. LTD. ŞTİ
Anbar, Organize Cd. No:29 D:C, 38170
Melikgazi/Kayseri
(0352) 222 28 78
www.expressbaski.com
Düşünen Şehir Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin altı ayda bir yayımlanan hakemli dergisidir.
Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonların elektronik ortamlar da dahil olmak üzere çoğaltılma hakları yalnızca Kayseri Büyükşehir Belediyesi’ne aittir. Yazılı izin olmadıkça makul alıntılar dışında bir kısmının ya da tamamının çoğaltılması yasaktır. Yayımlanan yazıların hukuki
sorumluluğu yazarlarına aittir.
Dergimiz TÜRDEB -Türkiye Dergiler Birliği üyesidir.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | |
2
Tabak/Selçuklu Uygarlığı Müzesi
BAŞKAN'DAN
eni bir tadın, yeni bir yemeğin keşfi, yeni bir
teknolojik aletin keşfi kadar önemlidir.
Yoğurdun keşfinin tekerleğin keşfinden daha önemsiz
olduğunu kim söyleyebilir? Hayatımız hem besinsel hem
de bilimsel keşiflerin akışında akıp gidiyor.
Düşünen Şehir dergimiz bu sayısında Yemek ve Şehir
ilişkisi eksenine odaklanmış; yemeğin sadece yemekten
ibaret olmadığının, aynı zamanda toplumların kültürel
kodlarının dürümlü olduğu bir insani üretim biçiminin
ifadesi olduğunun altını çizmeye gayret göstermiş. Kimi
şehirlerin yemekleri ile kimi yemeklerin de şehirleri ile
öne çıktığını biliyoruz. Kayseri’miz kısaca PASUMA olarak
ifadelendirdiğimiz pastırması, sucuğu ve mantısı ile ülkemiz
çapında bilinirlik kazanmış ve bu ünü ülkemiz sınırlarını
aşmaya başlamıştır. Osmanlı sarayında pastırmanın hatırının yüksek olduğunu saray mutfağı üzerinde çalışanlar
bizlere bildirmektedirler. Evliya Çelebi bu tattan tatmadan
ve tadından bahsetmeden edemez. Kayseri mutfağının
zenginliği malum. Bu zenginliğin kaynağı olarak pek çok
sebep sıralayabiliriz, ama ilk sırada şehrimizin İpek Yolu
güzergâhında olması gelir. Kervanlar yük taşırken aynı
zamanda tat/lezzet de taşımaktaydılar. Üstelik kervancılar
besleyici ve dayanıklı yiyeceklerle yola çıkmak zorundaydılar.
Şehirler arasında tatlı bir rekabetin olduğunun farkındayız ve bu durumun altını hep çizmişimdir. Şehirler
tarihî geçmişi, mimari mirası, insani zenginliği, ekonomik
kalkınmışlığı, eğitilmiş insan kalitesi vb. konular ile kendini
tanıtmak ve yarıştan kopmamak ister. Son yıllarda kentler
kimliklerini kilerleri, yemekleri, sofraları üzerinden öne
çıkarmaya ve kentler arası rekabette bir adım daha öne
geçmeye çalışmaktadırlar. Gastronomi etkinlikleri olarak
kentlerin gündemine gelen bu durum kentler için yeni bir
kalkınma biçiminin ifadesi olmuştur. Küresel mutfaklar
karşısında yerel mutfakların sönmemesi için yerel yemeklerin desteklenmesi ve ön plana çıkarılması bir zarurettir.
Gastroturizmin kentler için bir imkân olduğunun bilincinde
olarak yerel mutfağımıza yönelik tanıtıcı çalışmalarımız
her geçen gün artarak devam ediyor. Bu vesile ile davetimizi yineleyelim: sizleri Kayseri’mizde, mükellef bir sofra
etrafında ağırlamak bizleri mutlu edecektir.
Dr. Memduh Büyükkılıç
Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı
DÜŞÜNEN ŞEHİR | |
Y
3
EDİTÖR'DEN
DÜŞÜNEN ŞEHİR | |
Mide, Maide, Mamure
4
Bebeğin dünyaya geldiğinde ağlamasının nedeni beslendiği bağdan kopması
mı, barındığı barınaktan boşalması mı?
Bebek annesini emdiğinde mi sakinleşmekte, bağrında barınma imkânı
bulduğu için mi susmakta? İki edim de
aynı anda vuku bulduğuna göre hangisinden olduğuna dair bir tercih yapmak
yerine iki durumun bir aradalığını
tercih etmek daha doğru. Dolayısıyla
beslenme ile barınma arasında kopmaz
bir bağdan söz edebiliriz demektir. Her
iki durum da insanoğlunun doğuştan
getirdiği vazgeçilemez ve ertelenemez
iki ihtiyacıdır. Dosya konumuzu Şehir
ve Yemek bağlamında seçmemizin arka
planında bu bakış açısı yatmaktadır.
Kişinin sıhhati için midesine (insan),
saadeti için sofrasına (aile), selameti
için sûk’una (şehir) girip çıkanın hem
kemmiyeti hem de keyfiyetinin önemi
yadsınamaz ama keyfiyet en önce gelendir. Kadim geleneğimiz kişinin, ailenin
ve şehrin hem maddi anlamda hem de
manevi anlamda sıhhat ve selameti için,
mideye giren, sofraya konan ve çarşıda
satılanların kazanılma ve kullanılma
biçimlerinin belirleyici olduğunun
altını ısrarla çizer.
Geleneğimiz şehri “Cuma kılınan,
Pazar kurulan” yer olarak tanımlar. Pazarlar şehirlerin sofralarıdır, mideleridir.
Nasıl kişinin sağlığı mide fesadından
bozulursa, şehrin selameti de pazarının fesadıyla kaybolur. Atalarımız ne
de isabetle ifade etmişler: Biri yer biri
bakar, kıyamet ondan kopar.
Yemeğin kişi üzerindeki belirleyici- anlamaya, anlatmaya ve anlamlandırliğinin altını çizmek için dile getirilen maya çalışıyor.
bir cümle var: “Ne yediğini söyle, kim
Gülsen Çankal Bolluk ve Bereketten
olduğunu söyleyeyim.” Bu ifade “yeme- Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure başlıklı
ğin sadece yemekten ibaret olmadığı”nın yazısında aşurenin anlam dünyasından
başka bir şekilde altının çizilmesidir. tatlar sunarak bir hafıza tazelenmesinin
Biz de bu sayımızda yemeğin besinsel imkânını bir yemek ve tat üzerinden
değerinden daha çok ve önce betimsel yokluyor. Benzer bir okumayı Ayşe
(sembolik) değerinin altını çizmeye Şahin Şivlilik üzerinden yapıyor.
çalıştık. Çünkü şahsın ve şehrin kimİsmail Doğu Bileşke ve Çeşitliliğin T/
liğini, midesi/sofrası/pazarı belirler.
adı: Ramen Teh yazısında Ramen Teh
Dosyamızın ilk yazısı İsmail filmi üzerinden yemek ve hayat görüşü
Doğu’dan. Tüten En Son Ocak, hem farklılaşmasını anlatıyor. Uygur kökenli
yemeğin üzerinde piştiği hem de şehrin bir Japon yiyeceği Ramen ile Alman
üzerine bina edildiği ocak kavramının kökenli bir ABD yiyeceği Hamburger
soy kütüğünü ve muhtemel uzantıla- üzerinden simgesel bir okuma da yapıyor.
rının hikâyesini anlatıyor.
Yusuf Yerli Son Akşam Yemeği Mi,
Tahsin Görgün hocamız Şehir, Yemek Ahir Zaman Sofrası Mı? başlıklı yazıve Medeniyet Üzerine yazdığı yazıda sında, bizi iki meşhur sofra/maide’nin
yemekle gelenin sadece yemek olma- taşıdığı anlam dünyasına doğru bir
dığının altını çizer ve “yemek, sadece yolculuğa çıkarıyor.
yemek değildir” diyerek hükmünü verir.
Sevim Demir Akgün Hz. Peygamber
Celaleddin Çelik ise Sofradan Atıştır- Dönemi Yemek Kültürü başlıklı yazısında
malığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini Hz. Muhammed as’ın yaşadığı dönemde
ve “Fark”ını Kaybeden Yemek yazısı ile yenilen yiyecekler ve tüketilen içecekbaşlıkta geçen kavramların değişim, lerden bahsediyor.
dönüşüm ve evrimleşme süreçleri ile
Kemal Yüksel yazısında Nimet’in
iki kanadı üzerinde bizleri tefekbizleri tanıştırıyor.
Ahmet Dağ Yemek/ler, Şehrin Epis- küre çağırıyor.
temolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır
Dursun Ali Tökel Mevlânâ’nın yeme
başlıklı yazısında insanla yemek arasında, içme konusundaki duyarlılığından
dolayısıyla şehirle beslenme arasındaki hareketle kaleme aldığı yazısında şu
temel bağlara dikkatimizi çekiyor.
soruyu soruyor: Peygamber Sofrası Mı
Yusuf Yerli Aşure Şehirler- Hambur- Firavun Sofrası Mı?
Büsam Şehir Akademi öğrencileger Kentler başlıklı yazısında iki farklı
şehirleşme/kentleşme pratiğini (galaksi rimizden Oğuzhan Erdinç ise Bediüzve grid) iki farklı yiyecek üzerinden zaman Said Nursi’nin yeme-içme
Yusuf Yerli
DÜŞÜNEN ŞEHİR | |
konusundaki yaklaşımlarını merkeze dikkat çekip, Eros üzerinden bir çıkış mutfağını, Yusuf Kartal kendi deneyialdığı yazısında mide-maide-medine umudunun olup olmadığını irdeliyor. minden ve gözlemlerinden hareketle
ilişkilerine dikkat çekiyor.
Bir yerde Dionysos’un adı geçer de Kayseri sofrasını yazdı.
Kültür dünyamıza İktidarların Sof- orada hazdan bahsetmemek elbette
Mutfak kültürümüz bunca zengin
rası kitabı ile çok önemli ve değerli bir olmaz. Hasanali Yıldırım Yurtsuz Hazlar olunca bir türlü mutfaktan çıkamadık.
eser kazandıran Artun Ünsal Türklerde Mezarlığı başlıklı yazısında besin-beden Çıkamazdık çünkü mamurelerin (şehir)
Sofra-Siyaset ve Sembolizm konulu bir ve bilinç üzerinden hazzın tezahürle- selameti imarathanelerin (aşhane)
rine odaklanıyor ve şu soruyu sorup çalışmasına, imarathanelerin adil bir
yazı ile dergimize konuk oluyor.
XVI. yüzyılda İstanbul’da bulunmuş cevabını araştırıyor: Haz şeytanın oltası biçimde fonksiyon icra etmesi emaretbir Batılı olan Pedro’nun anlatımıyla mı, Rahman’ın tesellisi mi?
hanelerin (idari merkezlerin) dirayet ve
Türkler Nasıl Yemek Yer’in tasvirini
Mustafa İbakorkmaz İhtiyaçlar, siyasetlerine bağlıdır. Bu hususun altını
okuyoruz, diğer yandan.
Hazlar ve Medeniyetler başlıklı yazı- çizen bir yazı ile yolculuğumuza devam
İşin içine tarih girer, efsane girer sında haz arayışı ile cenneti aramak ediyoruz. Mustafa Özel üstadımız Şiir
ve seyahatname girer de orada Evliya arasında bir süreklilik olup olmadığına Diliyle Yönetim başlıklı yazısı ile halk
bulunmazsa olmaz. Dursun Çiçek Seyyah, yoğunlaşmış ve bir haz nesnesi olarak ozanlarımızın herhangi bir alanda
Şehir ve Yemek başlıklı yazısında bir baharat yolundan medeniyetlere doğru yönetici konumunda olanların dikkat
yandan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde yolculuğa çıkmış.
etmesi gereken hususlar konusunda
Yemek Kültürü adlı kitabı tanıtıyor, diğer
Yasemin Demirel Yolda Yemek uyarıcı, sakındırıcı ve yönlendirici
yandan yemek ve şehir konusundaki Yapmak: Lezzetin Göçü başlıklı yazısında tavsiyelerinden bir demet ikram etmiş.
düşüncelerini bizimle paylaşıyor.
göçmenlerin sadece bedenlerini değil
Son olarak BÜSAM Şehir Akademi
Aylin Yonca Gençoğlu Yemek Kül- bavul bavul besinlerini/lezzetlerini de öğrencilerimizden gelen yazıları takdim
türüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak gittikleri yere taşıdıklarının ve yeni etmek istiyorum. 1 kitap 3 tanıtım-1984
konulu yazısında gündelik hayat içinde, bir terkiple yeni lezzetlere nasıl yol (George Orwell) üst başlığında üç okuma
özellikle de mutfakta oryantalist, özel- verdiklerinin hikâyesini yazmış.
arkadaşı, romanın farklı yönlerini
likle de yerli oryantalist bakışın şaşılığına
Gamze Şenyayla Yemek ve Piyasada mercek altına almışlar. Hatice Kılıç,
dikkatleri yönlendiriyor.
Sunumu üzerinde dururken Ömür Nihal 1948’den 1984’e, Seda Gürdap 1984’den
Ömür Nihal Karaarslan Parazit Karaarslan Zenginlik Kültürü, Yemek ve 2022’ye, Ahmet Buğra Han Arıcı
filmi dolayımında yazdığı yazıda Koku Sofra başlıklı makalesi ile zenginliğin 1984194884194819 başlıkları ile okuma
ve Lezzetin Sınıfsallığı üzerinden bir göstergesi olarak yemek yeme ve sunma notlarını bizlerle paylaşıyorlar. Rukiye
toplumsal tabakalaşma okuması yapıyor. biçimlerine dikkat kesiliyor.
Er ise bir mimarlık fakültesi lisans
İbn Haldun’dan bir alıntımız var:
Dr. Murat Balanlı Geçmişten Günü- öğrencisi olarak Columbus Filmi Üzerine
Meskûn Yerlerin Bolluk ve Kıtlık Yönünden müze “Beslenmeye Bakış” başlıklı yazı- Düşünceler’ini aktarıyor.
Farklı Olması ve Bunun İnsanların Bedenleri sında mesleki birikiminden de hareketle
Düşünen Şehir dergimiz Şehir ve
ve Ahlakları Üzerindeki Etkileri Hakkında. “Kılavuzumuz ‘karga’ olmasın: Modern Yemek temalı 16. sayısı ile sizleri bir
İrfan Kaya Şehir Uygarlığında Eros Kar- beslenme kılavuzlarından uzak durun!” ziyafet ortamı içinde ağırlamak istiyor.
şıtlığı başlıklı yazısında Apollon-Diony- çağrısını yapıyor.
Soframız ve sofranız, verimli, lezzetli
sos karşıtlığının bir anlamda sanallığına
Şimdi sıra Kayseri mutfağında. ve bereketli olsun.
Yunus Emre Akkor Tarih boyu Kayseri
5
DOSYA
İSMAİL DOĞU
Tüten En Son Ocak
8
AYŞE ŞAHİN
Medeniyetin Lezzet İkramı:
Konya’da Şivlilik Geleneği
46
TAHSİN GÖRGÜN
Şehir, Yemek ve Medeniyet
Üzerine
14
İSMAİL DOĞU
Bileşke ve çeşitliliğin t/adı:
Ramen Teh
50
CELALEDDİN ÇELİK
Sofradan Atıştırmalığa
“Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini
ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
Son Akşam Yemeği mi? Ahir
Zaman Sofrası mı?
20
54
AHMET DAĞ
SEVİM DEMİR AKGÜN
Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik
ve Ontolojik Anlam Haritasıdır
28
YUSUF YERLİ
içindekiler
YUSUF YERLİ
Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
32
GÜLSEN ÇANKAL
Bolluk ve Bereketten Mateme:
Toplumsal Hafızada Aşure
40
Hz. Peygamber Dönemi Yemek
Kültürü
60
KEMAL YÜKSEL
Nimet
66
DURSUN ALİ TÖKEL
Peygamber Sofrası mı Firavun
Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme
70
DÜŞÜNCE
OĞUZHAN ERDİNÇ
İBN HALDUN
Mide-Maide-Medine
Meskûn Yerlerin Bolluk ve Kıtlık
Yönünden Farklı Olması ve Bunun
İnsanların Bedenleri ve Ahlakları
Üzerindeki Etkileri Hakkında
76
ARTUN ÜNSAL
Türklerde Sofra Siyaset ve
Simgesellik
82
MUSTAFA ÖZEL
Şiir Diliyle Yönetim
158
KITAP
104
1 kitap 3 tanıtım 1984
(George Orwell)
İRFAN KAYA
166
Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı
SEYYAH PEDRO
108
1948’den 1984’e
Türkler Nasıl Yemek Yerler
88
HATİCE KILIÇ
HASANALİ YILDIRIM
166
Yurtsuz Hazlar Mezarlığı
DURSUN ÇİÇEK
114
SEDA GÜRDAP
1984’den 2022’ye
Seyyah, Şehir ve Yemek
90
MUSTAFA İBAKORKMAZ
AYLİN YONCA GENÇOĞLU
118
168
İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler
Yemek Kültürüne Oryantalizm
Üzerinden Bakmak
AHMET BUĞRA HAN ARICI
1984194884194819
YASEMİN DEMİREL
96
Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin
Göçü
ÖMÜR NİHAL KARAARSLAN
124
Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı:
Parazit Filmi Üzerine
GAMZE ŞENYAYLA
100
Yemek ve Piyasada Sunumu
170
SINEMA
RUKİYE ER
128
Columbus Filmi Üzerine
Düşünceler
ÖMÜR NİHAL KARAARSLAN
172
Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra
134
DR. MURAT BALANLI
Geçmişten Günümüze
“Beslenmeye Bakış”
140
YUNUS EMRE AKKOR
Geçmişten Geleceğe Kayseri
Mutfağı
148
YUSUF KARTAL
Kayseri’de Yemek...
156
Dosya
İsmail Doğu
Tüten En Son Ocak
DOSYA
Tüten En
Son Ocak
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak
İSMAİL DOĞU
8
OCAK-ODAK-OTAĞ
T
ürkçemizde kullanılan ocak kelimesinin kökü aslında od’dan
gelir. kelimenin aslının böyle olması şaşırtıcı olsa da sonuçta
oldukça manidardır ve sebebini kendiliğinden açık eder. Malum olduğu üzere
ocak derken ilk elden akla gelen “ev içerisinde üzerinde yemek pişirmek, su
kaynatmak için ateş yakılmak üzere oluşturulan oyuk” kastedilir. Teknoloji
çağında bile, oyukların yerini alan makinelerin adı da hâlâ aynıdır. Anlaşıldığı
üzere ocak kelimesi zaten içinde “ateş” barındırır. Ateşi olmayan ocak olmaz.
İşte od kelimesi, eski Türkçede “ateş” anlamında kullanılan bir kelime olduğu
için ocak kelimesi de odak kelimesinden bozma bir şekilde ateşin yakıldığı yer
anlamında kullanılmıştır. Türkçemizde ek alma marifeti kadar ses değişimi
imkânları ile kelime zenginliğine ulaşılması yaygın âdetlerdendir. C harfi ile
d harfinin ses değişimine uğraması da bizlere sadece zaman içinde söylem
farklılığını ortaya çıkarmamış, ocaktan başka bir anlam dağarcığı oluşurken
odak kelimesinden de başka kapılara yol açılmıştır. Türkçemizde odak kelimesi
Arapça mihrak kelimesinin karşılığı olarak “bir noktaya sabitlemek, merkezi
bulmak” anlamında ayrıca kullanılır. Çok ilginçtir Arapçadaki mihrak kelimesi
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak
de “yanma” anlamına gelen haraka’dan
türemiş, “yanma yeri” anlamında kullanılmıştır. Kelimenin içinde yanma
fiilini barındırması aslında yansımadan
kaynaklanır. Odak ifadesi bu yüzden bir
yansıma yapsa bile asıl olarak merkeze
işaret eder. “Yansıma” pek tabiidir ki
ateşi/alevi ortaya çıkarır ama aynı şekilde
çıkartılmış bir yanmayı da aksettirir.
Ocak kelimesi içinde bir zamanlar
od denilen ateşi barındırdığı gibi oçak
kelimesiyle ses değişimine uğrayarak
“üç ayaklı” bir kullanım malzemesini
de doğurmuştur. Eğer bir taş oyuğu
ise pek tabiidir ki ayağa gerek yoktur,
sadece ateş yakılacak oyuğun tencere
üstte kalacak şekilde oyulması gerekir.
Otağ kelimesi de, ot ismiyle beraber düşünüldüğünde içinde ateş yanan kapalı
Yok, eğer bir oyuktan bahsedemiyorsak,
o zaman orada kabın üzerinde durması bir yere işaret ederken, otlak yere kurulmasını da hatırlatır. Farsça çadır kelimesi
için üç ayak üzerinden bir yapının tesis bizde otağ olarak kullanılır. Eskiden tek parça olması hasebiyle bütün bir ev
edilmesi gerekir. Bu demektir ki, ocak
için kullanılan otağ kelimesine bugün kısaca “evin bir bölümü” olarak oda
kelimesi başka bir kullanımda kısaltılmış
olarak üç ile ayak (üç-ayak/üçak/oçak/ diyoruz. Bu meyanda otağ ile ocak, içinde ateşin yandığı, dolayısıyla canlılığın
ocak) kelimelerinden türeme bir şekilde barındırıldığı, hayatın ikame ve idamesini çağrıştıran bir mekân anlayışı için
ihtiyaç malzemesine dönüşmüştür.
geliştirilmiş kelimelerdir. Otağ kelimesinden otaklamak yani bir araya toplanBiz buradan od kelimesine geri
mak anlamının verilmesi de bundandır. Otağ kurulmuşsa otaklama/toplanma
dönersek, od ile ot arasında da ses
değişimi ile başka bir anlam dizgesine gerçekleşmiştir. Otağ sayesinde otaklamanın yapıldığı yere de bugünkü “çiftlik”
geçeriz. D ile t arasındaki ses dönüşümü, anlamında otar adı verilmiştir.
bizlere hem “yeşil çimenlikler”i akla
getiren ot kelimesini hem de göçebe insanların hastalıklarını tedavi eden ve idamesini çağrıştıran bir mekân
Türklerde bir yere iskân edildiğinde “şifacı” anlamında otacı kelimesi hâlen anlayışı için geliştirilmiş kelimelerdir.
oluşturulan otağ kelimesini hatırlatır. kullanılır. Ot kelimesinden doğan ilaçla Otağ kelimesinden otaklamak yani bir
Ot kelimesiyle başlarsak, “ateş” anla- tedavi metodu, ilginç bir şekilde otala- araya toplanmak anlamının verilmesi
mındaki yanma eyleminin “çayır-çimen” mak fiili ile tersine döndürülür. Ottan de bundandır. Otağ kurulmuşsa otakanlamındaki ot ismiyle yakın ilişkisi, ateşli hastalık giderilirken, otalamak lama/toplanma gerçekleşmiştir. Otağ
aşırı sıcaklıkta otların yakıcı bir nesne fiili ile “ağılamak” yani “zehirlemek” sayesinde otaklamanın yapıldığı yere
gibi tutuşturulması ya da güneşten anlamı çıkarılmaktadır. Bu demektir de bugünkü “çiftlik” anlamında otar
sanki yanmış gibi kararıp solmasını ki ot hem şifa hem zehir hükmündedir. adı verilmiştir.
çağrıştırır. Bu kadarla kalmaz tabii Otağ kelimesi de, ot ismiyle beraber
DİL:YEMEK, DÜŞÜNCE: SOFRA,
anlam genişlemesi. Ot kelimesinin bir düşünüldüğünde içinde ateş yanan
DİMAĞ/HAFIZA: ŞEHİR
kullanımı da, kendisinden “ilaç” yapıl- kapalı bir yere işaret ederken, otlak yere
Bu çok uzunca bahsettiğimiz kelime
ması sebebiyledir. Bu bağlamda “ilaç” kurulmasını da hatırlatır. Farsça çadır
anlamındaki ot, bir bakıma ateşli hasta- kelimesi bizde otağ olarak kullanılır. hazinesi ile anlam dağarcığı için kökenları iyileştiren bir tarza dönüşmektedir. Eskiden tek parça olması hasebiyle lere gitme arayışı, sıradan bir ders
Zaten eskiden ilaçlar, tabiatta bulunan bütün bir ev için kullanılan otağ keli- nitelemesi gibi anlaşılmamalı. Dil ile
otlardan yapılmaktaydı ve hâlen de mesine bugün kısaca “evin bir bölümü” düşünce arasında doğrusal bir ilişki
kullanılmaktadır. Bu yönde de otamak olarak oda diyoruz. Bu meyanda otağ ile olduğunu buyur edebileceğimiz gibi,
fiili türetilmiştir, yani “otlarla tedavi ocak, içinde ateşin yandığı, dolayısıyla bunun kültürel dokuyu tespit için bir
etmek”. Bitkilerden yapılan ilaçlarla canlılığın barındırıldığı, hayatın ikame anahtar olduğunu da baş tacı yapabi-
9
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak
F.: Merve Hatice Turan
10
liriz. Heidegger boşuna “dil varlığın
evidir” demez. Dilimiz evimiz ise dile
gösterdiğimiz özen, aslında evimizi
fark edişimiz ve hem onu zaman içinde
düzenleyişimiz hem de onunla bu
süreç içinde düzene girişimizin niteliği
olur. Evimizin adresi, düzeni, içeriği
dilimizde saklıdır.
“Şehir ve Yemek” dosyasını içeren bu
sayıda yemek fiilinin şehirle alakasını
buralardan kurabiliriz diye düşünüyorum. İçinde ateş yakılan ocak aynı
zamanda oturduğumuz otağdır. Sürekli
yanan bir ateştir, başka bir ifadeyle.
“Ocağın sönmesi” deyimi, işte bu ateşin
sönmesidir, otağın çökmesidir. Otağ
bize ev kavrayışını verirken, otarımız
bize şehir anlayışını gösterir. Tüm
bunların kökeninde ise, her ne kadar
ısınma, barınma ihtiyacını karşılamayı
kapsasa da, yemek için yakılan ateş
anlamında bir mekân adı olarak ev
yapısı kurulmuştur. Hem toplanmayı
hem tohumu içeren ev kelimesinin,
aynı kökten gelen evirmek fiilini de
düşündüğümüzde, neden dil ile ilişki
kurulup varlığın adresi olduğu belki
daha iyi anlaşılır. Biz sadece kişisel
olarak kendi oturduğumuz yapıya ev
demeyiz; bunun yanında tüm arza/
kâinata da ev kelimesinden türeyen
evren deriz. Biri özel (ev) diğer genel
(evren) olan evimiz, bizi bir araya toplar,
sürekli bir evrim içinde döndürüp durur.
Evlenmek/evermek de zaten “yeni bir ev
” Madem yemek fiilinin kökeninde ilaç
anlamına gelen em kelimesi var, o
hâlde yemek faaliyeti aslında bedensel
ihtiyacı en güzel ve en sağlıklı biçimde
karşılamayı salık verir. Ateş anlamındaki
od’un ses değişimi ile ot’a dönüşmesini
konuşmuştuk. Ot kelimesinin ateş ile
bağlantısından da bahsetmiştik. Bahsi
geçenler içinde ot kelimesinden tedavi
anlamında otamak fiili çıkarıldığı gibi
sadece bir l harfinin eklenmesiyle
otalamak fiilinin tam tersi bir şekilde
zehirleme anlamında kullanıldığını da
okuyuculara tekrar hatırlatmak isterim.
Yemek fiilinin kökeni olan em kelimesi
de işte aynen ot’taki gibi yeri gelir şifa
yeri gelir zehir olur. Can’ın boğazdan
geldiği gibi boğazdan gitmesi de
mukadderdir.
kurmak” anlamında zincirin halkaları
gibi birbirine bağlı ama sürekli uzayan
bir dizgeyi oluşturmak içindir. Bir tohum
atılır ve oradan ağaç, derken orman olur.
Evden şehire geçiş, aslında dilimizdeki
harflerden kelimelere, oradan da cümlelere bir akıştır. Hepsinin kökeninde de
elbette düşünce ya da başka bir deyişle
dünya görüşü yatar.
İnsanlar her ne kadar şehri kurarken
bir dünya görüşüne ait olarak ifa ederse
de, unutulmamalıdır ki şehir de insanı
kurar. Kurulan evler ve şehirler, kişinin
ayinesi olur; tıpkı dil içeren söylem
ve eylemi gibi. “Nasıl yaşarsanız öyle
inanırsınız” hesabından hareketle,
nasıl kurarsanız öyle yaşarsınız. Aynı
şekilde, inanç esaslarının yaşamayı
belirlemesi gibi, yaşanılan şehirler de
kişileri kurar, kurcalar. Kurmaca yaşam
içinde ev’lenerek atılan tohumlarla
yeni oluşumlara gebe bırakılır, bireysel
doğumlar zamanla topluma/topluluğa
evrilip kün/ol kavrayışıyla mekân/
yer duygusu içerisinde kâinat/evren’i
oluşturur. Tüm bunların kökeninde
ateş vardır dense yeridir. Herakleitos bağlamında ateş, evrenin oluş ve
bozuluşunu en veciz bir şekilde ve
tam da yerinde simgeler. Od’un ocağı
oluşturması, ocağın otağa dönüşmesi,
otağdan otara evrilmesi, bize bir topluluk fikri kadar bir devinim-değişim
algısını da beraberinde getirir. Yine
Herakleitos’a dönersek, asıl logos, işte
bu oluş ve bozuluşun arkasındaki
yasanın adıdır. Bu evrenin/varoluşun
yasasıdır ve bu yasa tektir. Logos, bir
nomostur bu açıdan.
Ev demek, içinde bir ateşin yanması
demekse; şehir de bu bağlamda ateşler
zümresidir. Her evde ateşin var olmasının temel esprisi ısı ve ışıktır. Aydınlanma kişinin görmesini sağlar ve bu
ona güven verir. Aynı şekilde ısınma
da bir rahatlık ve sıcaklık kazandırır.
Güven, bedensel ısınmanın dışında
kişinin içini ferahlatan ve yeni atılımlara
sebep olan manevi bir yöndür. Burada
ateşin bizim dosya sayımıza temel
teşkil eden yemek fiili ile çok yakından
ve doğrudan ilişkisini ise asla gözden
kaçırmamalıyız. Hatta denilebilir ki, ısı
ve ışık olayı dahi bunun için vardır ya
da başka dendik de ısınma ve ışınma
faaliyetinin yegâne sebebi de budur. Bu
ifade ile her şeyi yemeğe bağlayan bir
haz çıkarsaması yapıldığı sanılabilir.
Moliere’in Cimri’sindeki “yemek için
kurar? Aslen sığınma barınma olan
ve bir şekilde tanınmayı ve ulaşılmayı
sağlayan ev, çatısı çökmüş ve üzerinden
yağmur suları akan bir virane/harabe
için de kullanılır, aynı şekilde sağlam
çatısı ve duvarları olan imrenilesi bir
yapı için de kullanılır. Dil varlığın evi
ise ve evi de insanın kendisi kurarsa, bu
demektir ki nasıl kurar ve yaşarsa öylece
de tanınır. Dil, içinde gizli bir kimlik,
olmadı düzeltelim, kişilik taşır. Dilin
düşünce ve kültürel doku ile ilişkisi
bundandır. Dilin tıpkı ot kelimesindeki
gibi “bal ile yağ ide” bir tarafı olduğu
gibi, “aşı ağulu” hâle de getiren çift
taraflı bir yapısı vardır. Evin ve şehrin
kuruluşu da aynen burada olduğu gibi,
durumuna/konumuna göre şifa verir
ya da zehirler.
Bu dil ve ev ilişkisi, beni fazlasıyla
sardı. Buradan devam edelim derim.
Ev kelimesi hakkında hem tohum hem
toplum havasının olduğunu söylemiştik.
Tabii bunu sağlayan metaforumuz da
ateşti, hatırlarsak. Bir evin ocak olması,
içinde ateşin yanması demekti. Ateş
bize bir taraftan bireysel anlamda
yaşamı ikame ve idame ettirecek temel
ihtiyaçlarımızdan olan besin giderini
karşılarken başka taraftan da toplumsal
açıdan yeni oluşumlara zemin hazırlar.
Mesela vakti gelen everilir ve evlendirilir. Bu evrimsel döngü içinde oluşan
topluluklar bize ev dışında şehirlerin
oluşumunu sağlar. Ancak tam burada
gözden kaçırılmayacak husus, bir
evin içinde beslenme biçiminin ortak
olmasıdır. Öyle ya, herkes için ayrı ayrı
besin çıkarılmaz ve yapılamaz. Evin
içinde her gün farklı bir besin de olsa,
sonuçta bir gün içinde bir ya da iki çeşit
yemek yapılır. Herkes sofraya birlikte
oturur ve yemekler bir arada yenilir.
Bununla nostaljik bir hatırlatma ya da
romantik bir algılama yapmak değil
niyetim. Bunu açmamdaki kasıt, ev
ortaklığının bir dil ortaklığı kadar bir
besin ortaklığına dönüşmesidir. Pek
tabiidir ki besinlerin elde edilmesi ve
tüketilmesi, evlerin konumlandığı şehir
yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Diyelim
ki suya yakın olanlar balık türünü
daha çok tüketirken, toprağa yakın
olanlar başka et türü olan sığırlardan
faydalanır. Meyve ve sebze tüketimi,
tabiatın elverdiği ölçüdedir. Kimi
yerlerde bitmeyen sebze ve meyve türü,
başka yerde fazlasıyla tüketilir. Et ve ot
biçimlerinin konumlara göre değişiklik
arz etmesi, bir açıdan şükür nişanesi
olarak zaman ve mekâna göre Allah’ın
sonsuz nimetlerini hatırlatırken, asıl
konumuz gereği olacak şekilde farklı
beslenme kültürlerini açık eder. Bu da
farklı kelimelerin doğmasına ya da bazı
kelimelerin fazlaca kullanılmasına zemin
hazırlar. Gerek Doğu’da gerekse Batı’da
kimi yazarların beslenme biçimlerine
göre toplumlara ait karakter analizleri
yapmalarının nedeni de budur. Bu
analizler çok genellemeci bir tarz içerir,
hatta komedi derecesinde açılımlar
gerçekleştirir. Ancak şurası bir gerçektir
ki, yediklerimiz bize kişilik oluşumunda
inkâr edilemeyecek kadar bir katkı sağlar.
Bireysel anlamdaki karakter oluşumu
yanında, toplumsal alana da kayar bu
ve bir veri olarak kaydedilebilir. Tabii ki
sadece yediklerimiz değil, yaşadığımız
coğrafya ve iklimin de tesiri vardır, tüm
bunlar yanında adını koyabileceğimiz
ya da sebebini bulamayacağımız sayısız
tesirler de bulunmaktadır. Bu yüzden
bunların her biri etken olsa da birine
indirgeyerek açıklamak oldukça yanıltıcı olur. Kesin olan, yediklerimizin
dilimize ve düşüncelerimize sirayet
edecek kadar, bizlerde kimi kişilik
özelliklerini belirtecek kadar dikkate
değer olmasıdır. Tüm bunları bir bağlam
içinde ele aldığımızda dimağımız ve
hafızamız yaşadığımız ve yaşattığımız
şehrin içe dönük halidir. Bu dimağ, bir
düşüncenin sonucudur ya da, deposudur.
Bu da bize sofrayı imler. Sonuçta sofralar,
toplumsal dokuların dışa vurulmuş
halidir. Bu açıdan bakıldığında bir
şehri sofralarından tanıyabilirsiniz.
Sofra şehrin açık göstegelerindendir.
Tabii ki sofraya gelen yemekler, dile
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak
mi yaşamalı, yaşamak için mi yemeli?”
dilemmasını hatırlayabiliriz hemen.
Bizim bahse mevzu edeceğimiz yemeğin
şehirle ilişkisi, hangi kısım öne çıkarılırsa
çıkarılsın sonuçta yaşamın kendisinin
yemekle doğrudan ilişkisi olduğu hep
göz önünde tutulduğunda, meselenin
aslının yaşam ve yemek fiillerinin nasıl
tezahür edeceğine göre değişeceğidir.
Daha kısa ifade edecek olursak, ister
yemek için yaşansın ister yaşamak için
yenilsin, yaşama dair algımız ona dair
beslenme biçimini oluşturur. Bunu tersten de söylemek mümkündür. Yemek
fiilinin, aslında ilaç anlamına gelen em
fiiline y harfinin başa zaid kılınması
sonucunda oluştuğunu hatırlarsak,
işin içinden başka tavşanların çıkacağı
malum olur. Yemek fiili bu meyanda
bir ilaç biçimidir. Bu aynı zamanda şu
demektir: “Ne yerseniz o’sunuz.” Kabaca
başka bir mottoyu da hatırlayabiliriz
burada: “Ne yerseniz onu çıkarırsınız.”
Madem yemek fiilinin kökeninde ilaç
anlamına gelen em kelimesi var, o
hâlde yemek faaliyeti aslında bedensel
ihtiyacı en güzel ve en sağlıklı biçimde
karşılamayı salık verir. Ateş anlamındaki
od’un ses değişimi ile ot’a dönüşmesini
konuşmuştuk. Ot kelimesinin ateş ile
bağlantısından da bahsetmiştik. Bahsi
geçenler içinde ot kelimesinden tedavi
anlamında otamak fiili çıkarıldığı gibi
sadece bir l harfinin eklenmesiyle
otalamak fiilinin tam tersi bir şekilde
zehirleme anlamında kullanıldığını
da okuyuculara tekrar hatırlatmak
isterim. Yemek fiilinin kökeni olan em
kelimesi de işte aynen ot’taki gibi yeri
gelir şifa yeri gelir zehir olur. Can’ın
boğazdan geldiği gibi boğazdan gitmesi
de mukadderdir.
O hâlde ipleri bir nakış gibi yavaş
yavaş ama yerinde örerek gittiğimizde,
şehri/otarı kuran düşüncenin yapısına göre şehir bir hapishaneye de
dönüşebilirken tertemiz havası ve
yemyeşil çayırları olan bir çiftliğe de
dönüşebildiğini gözlemleriz. Evet dil
varlığın evidir ama bu evi kim nasıl
11
gelen sözcükler gibidir. Dimağdan,
hafızadan süzülür ve bir yemek çeşidi
olarak sofraya getirilir. Dilin düşünceyi
yansıtması gibi, sofralardaki yemekler
ve yeme biçimleri bireysel ve toplumsal
yapıyı hem kurar hem de o toplumsal
yapı tarafından kurulur.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak
VAHYİN NİMETİ,
NİMETİN VAHYİ
12
Kur’an’da nimet kelimesi hem vahy
hem de yenilen rızıklar için kullanılır.
Aslında bu bakış açısına göre nimetler
de birer vahydir, vahyin bir nimet olması
gibi. Biri ruhsal diğeri bedenseldir. Ruh
ve beden ayrımını dikotomik bir tarzda
birbirine karşıt kutuplarda değil de bir
arada ve birbirini tamamlar vaziyette
dilsel bir ayrım olarak ele alırsak, vahyin
nimet, nimetin de vahy olması gibi,
ruha etki edenin bedene, bedene etki
edenin de ruha etki edeceğini söylemek
kolaylaşır ve anlamlanır. Kur’an’ın vahy
olgusunu bir nimet/rızık şeklinde örneklendirmesi, örnekler içinde sıradan bir
seçim değildir. Örneği örmek kelimesi
ile kök bağlantısını kurarak devam
ettirdiğimizde, kişinin yeme biçiminin
aslında vahyi algılama ve yaşama noktasındaki tutumuna işaret etmek için
olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz.
Bu demektir ki helal olanı bulmak ve
yemek konusundaki öneri, vahye tabi
olma ve vahy üzere yaşama için ilk ve
tek şart/kayt olmasa bile, önemli ve
öncelikli bir uyarıdır. Tersi biçimde
haram olanın yenmesi, kişinin karakterini bozacağı için, vahye karşı tutumu
da oldukça kibir ve inat üzere olmayı
sağlar, sağlamlaştırır. Haram lokma
hem kişiliksiz bir tutum kazandırır
hem de toplumsal açıdan soysuzlaştırır.
“Harsın ve neslin ifsadı”ndan bahseden
ayetler, insanların Allah’ın bahşettiği
nimetleri yapıbozuma uğratması yani
haramlaştırması sebebiyledir. Yaratılış
mahza Hak ve Hayr üzeredir. Başka
dendik de batıl ve haram üzere bir şey
var kılınmamış, yaratılmamıştır. Haram
ve batıl denilen şey, aslında hak ve hayr
üzere olanın bozuma uğratılmasıdır ki,
işte bu da fesadı içerir. “Hakka batıl
elbisesi giydirilmemesi”ne yönelik
ayet/ler, hem besin nimetinin hem de
zihin nimetinin butlana taşınmaması
konusunda ciddi bir uyarı niteliği taşır.
Besin nimeti bir rızık olarak Allah’tan
gelmiş olması hasebiyle tertemizdir ve
dilediğimizden yeme serbestiyetini
içerir; sadece israf etmemek yani boşa
tüketmemek şartıyla. Bunun yanında bu
nimetler, kendi emeğimizle de olsa bir
şekilde kazanıldığında, paylaşma (infak)
olgusunu da ortaya döker. Tertemiz
olanlardan yemek, yenilenlerden de
üleşmek esastır. Helali haramlaştırmak,
haram olandan yemek nasıl ciddi bir
sorun ise aynı şekilde helal olsa dahi
onu infak yerine istif etmek de o denli
sorundur. Haramlardan uzak durmayı
salık veren ayetler, zımnen haramlaştırma ameliyesinden uzak kalmayı
imler. Haramlaştırma konusunda, işte
vahşi hayvanlar tarafından parçalanan
ya da kendiliğinden uçuruma düşüp
parçalanan hayvanlar kastedilirken,
Allah adı dışında kurban edilen hayvanlar da dâhil edilir. Doğal ya da yapay
şekilde oluşan bu yapıbozumlar, elbette
haram olarak sınıflandırılır ve yenmesi
istenmez. Bunları yemek, aslında nefsin
ve böylece de neslin fesadına yol açar.
Domuz eti gibi varoluş açısından haram
kılındığı sanılan hayvanlar sorulacak
olursa, aslında buradan başka açılımlar
da yapılabilir. İlk söylediklerimize tezat
gibi görünen ve doğal harama örnek
kabilinden gösterilecek olan domuz
(ve onun gibi hayvanlar) haddizatında
batıl ve şer türleri değildir. Evet, onlar
her hâlükârda haramdır ama bundan
kasıt aslında şudur: Evrende yaratılan
her şey insanın yemesi/tüketmesi için
yaratılmamıştır. Bu meyanda domuzun
haram kılınmaz hikmeti, domuzun
herşeyi yiyen bir tür olmasıyla çok yakın
alakalı olsa gerek. Herşey yenmek için
olmadığına göre herşeyi yiyenler bir
ortaklık da olamaz. Yaratılış hangi tür
açısından olursa olsun hak ve hayr üze-
redir. Ancak bir şeyin insan için haram
olması, onun ille de varlık açısından
butlan taşıması anlamına gelmez. Onun
varoluşunun amacı, yararı vardır, ancak
bu insan için geçerli değildir. Buradan
hareketle, her şeyin insan için olduğu
anlayışını öngören, insanı merkez alan
düşünce tarzlarının çöktüğü görülür.
O da varoluş açısından bir nimet ve bir
ayettir, ancak her nimet insan tarafından
yenilecek ve tüketilecek diye bir şey
yoktur. Bu yüzden de helal olanlardan
istediğiniz kadarını yiyin der; ve sadece
hem israf hem istif edilmemesini de
yanına ekler. Yiyeceklerin ve yeme
biçimlerinin şehirle ilişkisi de tam
burada yatar. İnsanın her yere ev ve
şehir kurma iştiyakı, tıpkı her var olanı
yeme ya da var değilse bile genetiğiyle
oynayarak var etme arzusu ile oldukça
paraleldir. Aynı şekilde sürekli binalar
çoğaltarak iskân edilmesi ile helal de
olsa yiyeceklerin israf ve istif edilmesi
arasındaki bağlantıyı çok net olarak
ortaya döker. Açgözlü bir şekilde iskân
ve inşaat anlayışı, dere yataklarını
doldurma ve kıyı şeritlerini bozma
üzerinden delice bir yapılanmayı serdeder. Ancak gün gelir dere taşar, deniz
kabarır ve önündekileri/üstündekileri
silip süpürür. Aynı şekilde her şeyin
yenilmesi ve her şekilde yenilmesi
meselesi de, onlarca hastalığa davetiye
çıkarır. Vahyin nimet olarak algılanması,
işte bu idrakin sağlanması için hoş bir
sembol içerir.
ŞEHİRLERİ KURAN İNSAN,
İNSANLARI KURAN ŞEHİR
İnsanlar şehri kurarken şehir de
insanları kurar demiştik ya, dil de böyledir işte varlığın evi olarak. İnsanlar
dil aracılığı ile konuşup evlerini, bu
meyanda kişiliklerini/benliklerini inşa
ederken ve tüm bunlarla bir ikamet, bir
adres beyan ederken; dil de kendisini ele
alan insanı, ele aldığı şekilde konuşur,
onu tanır ve tanımlar. Nimeti külfete,
rahmeti zahmete dönüştüren ya da
nimeti nimet bilip bölüştüren, rahmeti
kelimesini hatırlarsak, bu kelimenin
estetik ile aynı kökten geldiğini ve fakat
zıddını içeren bir yapı taşıdığını fark
ederiz. Anestezi, bir duyu yitimidir ki,
bir verildiğinde ölüm uykusuna yatırırken, diğer verilişinde de o uykudan
kaldırır. Bu da bize estetiğin aslında
anestezik bir etkisi olduğunu gösterir,
zıddını aynı kelime içinde barındırarak.
Bu açıklamalar, besin ve şehir olgusu
açısından oldukça anlamlı ve yararlıdır. Besin tezgâhları da bir estetik
düzenleme oluşturmakta, şehirlerin
bulvarları da bu vitrinlere ev sahipliği
yapmaktadır. Ama aslında bunlar anestezik etki yapan simülasyonlardır ki,
harsın ve neslin fesadı anlamında bir
çeşit asimilasyondur. Bu illüzyonları
bertaraf etmek için bir asa ve bir yedi
beyza yeter de artar bile.
FASTFOOD: HAZ VE
HIZ KÜLTÜRÜ
Hamburg usulü yiyecekler, Hippodomus türü kentlerden doğar ancak.
Bunun tersinden ifadesi de doğrudur.
Burada içilen kolalar birer kolonyalizm
içerir aslında. Bir espri gibi gelebilir
ama kolonyalizm kelimesinin kökünde
kültür kelimesinin olduğunu söylersek,
sanırım bu espri ciddiye alınabilir. Kültür
kelimesi toprağı işlemek demektir.
Ne var ki toprağı işleme ameliyesi
bir yerleşik durumu çağrıştırır. Bu
açıdan bireyi ve bireylerden oluşan
topluluğu işleyen algı biçimleri, dünya
görüşü oluşturarak yerleşik bir biçime
dönüşür. Artık kültürlü olmak, bu
toprağın nimetlerinden faydalanmayı
ve o toprağa bağımlı olarak yaşamayı
çağrıştırır. Yerleşik düzen, kurgusal
bir sistemle görgü kurallarını estetik
adına ortaya koyar ve tanımlar. Artık
bunun dışında kalan yabanidir. Kültürün oluşturduğu besinler ve kentler,
birbirini tamamlar mahiyette, Sanayi
Devrimi’ne çanak tutar. İlerleme miti
üzerinden çağdaşlık kurulur. Eğer
toprak vermiyorsa, toprağın genetiği
ile oynanır ve orada yaratılır. Veriyorsa
da bu çoğaltılma yoluna gider. Her şey
sunileşir, sathileşir. Salt karın doyurma
ve salt barınma adına dil de feda edilir,
vahy de nimet de; ya da tüm bunlar
heva ve heveslerin hizmetlerine amade
kılınır. Bilgiyi bir güç olarak addeden
Bacon, işte bu sebeple, sonsuzluk ve
mülk arzusuyla dopdolu bir şekilde
tanımlamak ister. Allah’ın ilminden
verdiği ve hâlen de isteyene vermeye
devam ettiği süreçte, gerçekte Allah’ın
indinde ebedî olan ve Allah’ın melekût
âleminde melekelerle donatılmış,
meleklerin kendisine secde ettiği insan,
tüm bunları kenara iterek sonsuzluk
ve mülkiyet arzusuyla şaşkın şaşkın
yaratılışı değiştirme adına yaratışlarda
bulunur, dolaşıp durur. Ütopyalar ihdas
eder ama bunlar sonuçta kaçınılmaz
biçimde distopyaya dönüşür. Dimyat’a
pirince giderken elindeki bulgurdan olur.
İnsan, hâsılı, kendi dili ve eliyle
kendi besinini ve kendi kentini kurar.
Bu kendilik olma ve kurma sürecine
göre de, kendini tanımlar. Ne ekerse
onu biçer, ne söylerse onu eyler. Şu da
bir gerçektir ki, al sancağın bu şafaklarda yüzmesi için en son da olsa tüten
bir ocağın olması gerektir. Ocaklar
tütmüyorsa aydınlık gitmiş yerine
karanlık gelmiş demektir. Bakmayın
sizler neonlarla ışıl ışıl yanan ve göz
kamaştıran evlere/şehirlere, onların
hepsi ankebut hükmündedir. Ne kadar
güzel görünse de dışarıdan, aslında
içi boştur ve en zayıfıdır. Yanmak ile
uyanmak aynı kökten olduğuna göre
evleri ocak edinmek, o yanış ile uyanışı
gerçekleştirmenin, o evle aydınlanmanın ve aydınlatmanın iskânı/mekânı
hâline getirecektir her daim. Çünkü
orada pişen ve onunla beslenilen, göksel
sofranın ikramıdır.
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak
merhamet ile gösteren anlayış, bu dil
sayesindedir. Bu yüzden de aslolan
kalp dilidir ki, eğer o yoksa, meramı
anlatabilmek hakikaten bizar kılar
insanı. Dilin bu iki kullanım biçimi,
ayrı tarzlarda da olsa sonuçta bize bir ev
bahşettiği gibi şehri de kurar ve gözetir.
Tüm bunlarda ekip biçtiklerimiz ve yiyip
içtiklerimiz önemli bir rol oynar. Hız
ve haz üzere yaşam biçimi beraberinde,
on dakikada felsefe türü kitapların
yayımlanması, hızlı okuma kursları
türünden atılımları getirir. Bunun
yemek versiyonu da herkesin bildiği
hamburger ve coladan oluşan fast food
türüdür. Şehirler de buna göre dizayn
edilir. Dolambaçlı değildir. Bulvarlarla
kaplıdır. Ufuk bellidir, çünkü ızgara
planlıdır. Bu plan her şeyin gözaltına
alınmasını sağlar. Göz bir noktada toplanır. Aslında göz tembelleşir bu yolla, yol
anlamını kaybeder. Adına “perspektif”
denilen ve aslında bir dayatma biçimi
olan bu bakış açısı, sözümona estetiği
sağlar ya da estetik adına sağlanır. İyi
de, estetik de bir dayatma biçimi değil
midir sanki? Kök itibarıyla duyuları ve
duyulanımları içeren bu Antik Yunan
terimi, çok sonraları, özellikle Sanayi
Devrimi’nden sonra güzelin tanımlanması adına sanatta bir ölçü olarak
kullanılmış bir kavramsallaştırmadır.
Kelimenin bugünkü anlamına gelmesinin ve tedavüle girmesinin Sanayi
Devrimi ile paralellik arz etmesi boşa
değildir sanırım. O hâle gelmiştir
ki estetik, güzel için değil her şey
için kullanılan bir turnusol kâğıdına
dönüştürülmüştür adeta. Çirkin de
estetik konusu kılınmıştır bu hâliyle. Bir
ölçü ve kalıp içeren estetik, bu hâliyle
bile neyin nasıl güzel olduğunu belirleyen bir dayatma rejimi iken, karşıtı
çirkinliği absorbe etme adına, onu da
içine/içeriğine dâhil ederek uçlaşma
yoluna gitmiştir. Aslında bu hâliyle
estetik, kendi kendisini yok etmiştir.
Ama olacağı buydu zaten ve bu sonuç
kaçınılmazdı. Tıbbi bir kelime olan ve
ameliyatlar için kullanılan anestezi
13
Tahsin Görgün
Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine
Şehir, Yemek
ve Medeniyet
Üzerine
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine
TAHSİN GÖRGÜN
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
14
F.: Nazan Çetin
GİRİŞ:
M
odern batı düşüncesi ve bilimi hayatın daha
çok tümel ciheti ile ilgilendiği için, insanların hayatını yapısal cihetten ele alarak, insanı, fert olarak
değil de bir toplumun parçası olarak ele almayı, onu anlamanın ön şartı hâline getirmiştir.
İslam dini başından itibaren ferdi esas alıp, her şeyi fert
ile başlatarak, sonunda yine ferdî kemâli, gaye edindiği için,
hayatı sadece tümel/yapısal boyutu ile değil, tikel boyutu
ile de mevzu hâline getirmiştir.
Son iki yüzyılda yaşanılan ve adına Batılılaşma veya
modernleşme denilen süreçte Müslümanlar modern Batı
medeniyetinin yapısal cihetten tasallutuna maruz kalmış;
adım adım bu süreçle yüzleşerek, bu sürecin üstesinden
gelmenin makul yollarını geliştirme hususunda önemli
bir tecrübe ve bu tecrübe üzerinden bir tefekkür cihetinde
önemli gayretlere sahne olmuştur.
Son zamanlarda yaşanılan süreçte mesele sadece yapısal
cihette kalmamış, bunun da ötesine geçerek, başta sinema
ve televizyon olmak üzere, internet ve ona bağlı olarak yaygınlaşan sanal âlemin etkisi ile, gündelik hayat da doğrudan
küresel etkileşim alanına katılmıştır.
Bugün artık sadece ulaşım imkânlarının yaygınlaşması
sebebi ile değil, bunun ötesinde sanal âlemdeki etkileşim
imkânlarının yaygınlaşması ile birlikte, insanların gün-
F.: Uğur Aydın
izhar ettikleri temel alanlardan birisi maveraya yönelik olana ise “ahiret
hayatı” veya gelecek hayat anlamında
yemek kültürüdür.
Yemek insanın bedeni olmasının son “ukbâ” denilir.
ucudur. Beden hücrelerden oluştuğu
İnsan canlılığını sürdürürken başta
ve hücrelerin varlığını sürdürmesi, gıda olmak üzere zaruri ihtiyaçlarını
beslenmesine bağlı olduğu için, insanın belirli bir oranda ve bir şekilde karşılarbedeninin devamı uygun bir şekilde ken, bu bir düzen kazanır ve ihtiyaçların
beslenmesini iktiza eder.
belirli bir düzen içinde karşılanmasının
Kısaca ifade etmek gerekirse bedeni son ucu aynı zamanda bir düzen olan
sürdürmenin ön şartı, yeterli gıda dünya hayatıdır. Dünya hayatı, yani
almaktır. İnsanın doğumu ile birlikte yakın hayat, bir sıfat tamlamasıdır; bu
hayatı boyunca gıdaya bağımlı olması, sıfat tamlamasından isim düşürülerek/
her şeyin başladığı bir hususu işaret hazf edilerek sıfat isim yerine kullaederken, her şeyin bittiği noktayı işaret nılmıştır ki, bu sebeple dünya hayatı
ettiği anlamına gelmez.
kısaca “dünya” olarak kullanılagelmiştir.
İnsan, yaşamak için yemek zorundaİnsan ihtiyaçlarını karşılarken bir
dır; ancak yemek, yaşamanın sadece ön dünya kurar ve bu dünyada ikamet
şartıdır. Yemek, insanı diğer canlılardan eder. Aslında bunu daha açık ifade
ayıran önemli alametler taşır: insan etmek gerekirse, insan kendisinden
yemek ile yaşar; yemek için yaşamaz. önce yaşamış olan insanların oluşturYaşamak ile canlılığı muhafaza etmek duğu az çok belirli bir düzenin, yani bir
arasındaki fark, fark edildiğinde, insan dünyanın içine doğar ve bu dünyada
ile diğer canlılar arasındaki fark da ikamet etmeyi öğrenerek, canlılığını
birbirinden tefrik edilebilir hâle gelir. sürdürebilir.
Canlı olmak ile “yaşamak/hayat”ı
2. Neyin gıda olarak kabul edileceği,
birbirinden tefrik etmek gereklidir. coğrafi ve fiziki şartlar yanında, inanç
İnsan canlı olmanın ötesinde, “hayat” ve hayat tarzı ile doğrudan alakalıdır.
sahibidir. İnsanın bir hayatının olması, Bir şeyin gıda olmasının ön şartı, insan
onu diğer canlılardan ayırır.
bedenini oluşturan hücre yapısını
İnsanın hayatı, ona verilmiş anların beslemeye uygun olmasıdır. Gıda
toplamını ifade eder. Bu hayatın bir olabilecek nesneler ise esas itibarıyla,
yüzü ân’a, yani duyulara bakarken, insan bedeni gibi, insana verilmiştir.
diğer bir yüzü öteye, maveraya bakar. Verilmiş olma her şeyden önce bilkuvve
İnsan hayatının hissî olanına yakın tasarrufa açık olma, insana musahhar
hayat, “dünya hayatı” denilir. Öteye, kılınma ile alakalıdır. Âlemde bulunan
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine
delik hayatı da küresel etkileşimin
bir parçası hâline gelmiştir. On veya
yirmi yıl öncesinde olduğu gibi evine
kapanmak veya evinde bulunmak dış
dünyanın tesirine kapanmak anlamına
gelmemekte, insanın evi de artık farklı
manaları ile korunaklı/mahrem bir
alan olmaktan çıkmaktadır.
Yeni şartlarda eve geri çekilerek
kendini korumak ve bu anlamda inziva
üzerinden kendine bir korunak oluşturmak, anlamını gittikçe kaybetmektedir.
Bu durumu en açık şekilde yemek ve
yemek kültüründe görmek ve ele almak
mümkündür. İnsanın en temel ihtiyacı
olarak yemek, genellikle korunaklı
alanın bir parçası gibi gözükmekte
idiyse de, bugün artık bu alanda, daha
önce olduğu gibi, helal haram sınırına
riayet etmek kolay değildir ve bu durum
gittikçe zorlaşmaktadır.
Bu meydan okuma bizi çaresizliğe
ve umutsuzluğa sevk etmek yerine,
yüzleşmeye zorlamaktadır. Çünkü
artık kaçacak bir yer, sığınacak bir “ev”
kalmamıştır. Bu bizi meseleyi esasından
düşünerek, adım adım önce neyle karşı
karşıya olduğumuzu belirlemeye, sonra
da bunun üstesinden gelmenin makul
yollarını aramaya sevk etmektedir.
Bu yazıda ana hatları ile insan hayatının olmazsa olmazlarından birisi olan
“yemek” mevzusunu ele alarak, bazı
hususlara yine ana hatları ile işaret
etmeye çalışacağız.
1. Canlı bir bedeni olan insanın temel
ihtiyaçları arasında yemeğin tayin
edici bir yeri vardır. İnsan, canlılığını,
düzenli ve yeterli gıda alması sayesinde
muhafaza edebilir. Bu durum insan
hayatta olduğu müddet böyledir. Üç
günlük dünya beş günlük yiyecek ister.
Yemek her insanın temel ihtiyaçlarından birisi olduğu için, bütün
insanları ilgilendirir. Temel ihtiyaçların
karşılanmasının keyfiyeti insanların
hayat tarzları ile, hayat tarzları da
inançları ile doğrudan alakalı olduğu
için de, medeniyetlerin özgünlüklerini
15
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine
16
her şey, insana musahhar kılınmıştır;
insana verilmiştir. İnsana verilmiş olma,
âlemde bulunan şeylerin varlıklarının
ötesinde, insan ile birlikte kazandıkları
mananın esasıdır. Mevcudat; manasını,
mucidinin icadı olmanın, Halik’ının
mahlûku olmanın ötesinde insan ile
irtibatı içinde kazanır. İşte tam da bu
anlamda bazı şeyler insan ile irtibatı
içinde gıda manası kazanır. Nimetlerin
hepsi gıda olmamakla birlikte, bazısı
gıda olabilir.
Coğrafi ve fiziki şartlar, insanın
sahip olduğu kabiliyetlere, bilgi ve
becerilere bağlı olarak, insan hayatında
yer alırlar. Bu cihetten şartlar ve şeyler
manalarını, insanın ilgi, bilgi ve kabiliyeti çerçevesinde kazanırlar. İnsanın
bedeni olmasaydı, nesneler gıda/yiyecek
manası kazanamazlardı. Nesnelerin
yiyecek manası kazanmasının ön şartı
insanın bedeninin olmasıdır.
Mevcudatın insan ile irtibatı içinde
kazandığı manayı belki en güzel anlatan âlimlerimizden birisi olan Yusuf
Hemedani şöyle der:
“Kâinât (Kevn), göründüğü şekliyle
(zâhiren) senin emrine âmâdedir. Sen
de manen kâinatın emrine âmâdesin.
Zîrâ kâinât bir yiyecektir. Sen onu alır,
yer, sindirirsin. Kâinat bir içecektir. Onu
alır, içer ve boşaltırsın. Kâinât giysidir,
sen onu giyer, eskitirsin. Kâinat evdir,
orada oturursun.”1
Bu bir taraftan insanın alet kullanma
ve geliştirme kabiliyeti ile doğrudan
alakalıdır. İnsanın eli olduğu için, gıda
olması mümkün olan nesnelere uzanır
ve onları ağzına götürerek, yiyebilir.
İnsanın bu anlamda yiyebileceği şeylere,
yiyecek denir. Daha başka bir ifade ile
insanın ulaşabildiği yerde bulunan ve
canlılığını sürdürmesinin vasıtası olan
yiyebileceği nesneleri tanımlarken bir
inceliğe dikkat etmek gerekir: Yiyecek
tanımı altına giren nesnelerin gerçekten
yiyecek olabilmesi için, onun insanın
1
Yusuf Hemedani, “İnsan ve Kâinât”, Hayat Nedir?,
çev. N. Tosun, İnsan Yay., İstanbul 2000, içinde,
s. 100.
önüne getirilmesi gerekir. Bilkuvve
yiyecek olan bir nesnenin gerçekten
de yiyecek olabilmesi için, insanın onu
önüne getirecek ve sonrasında ağzına
götürecek, başta eli olmak üzere aletlere
ihtiyacı vardır. Dolayısı ile neyin gerçekten yiyecek olduğu, insanın sahip
olduğu aletlere de bağlıdır.
Bu durumu şu şekilde kısa yoldan
daha açık hâle getirebiliriz: Bugün soframızda bulunan yiyeceklerin, yiyecek
olarak önümüze gelmesinin ön şartları
çok fazladır. Hele hele ulaşım imkânlarının hızlanması ile birlikte bilkuvve
yiyecek olan nesnelerin sınırları, daha
önceki yüz yıla göre oldukça genişlemiş durumdadır. Bırakın yüz yılı elli
yıl öncesinde adını bile bilmediğimiz
tropikal bölgelerde yetişen meyveler
bugün el altında olduğu gibi, artık
yiyecekler bölgeler ve mevsimlerle de
sınırlı olmaktan çıkmış durumdadır.
Yerkürede her an her mevsimin ve
hemen her bölgenin ürünlerini hemen
her yerde bulmak artık mümkün bir
hâle gelmektedir.
Bu aynı zamanda insanın gıdasını
temin etme sürecini etkiler. Bu demektir
ki, insanların bilgi ve becerilerindeki
gelişmelere bağlı olarak geliştirdiği
aletler ile birlikte, yerkürede bulunan ve
bilkuvve gıda olan hemen her şey, hemen
herkes için bilfiil gıda olabilmektedir.
Bu durum bir taraftan önemli imkânlar
sunmakla birlikte, ciddi sorunları da
beraberinde ortaya çıkarmaktadır.
İmkânlar teknik olarak gıdaya ulaşılabilirlik cihetinden kendisini izhar
etmekte ise de sorunlar, bir taraftan
yenilebilir olan her şeyi yemenin uygun
olup olmadığı ile ilgili olarak kendisini
göstermektedir. Bunun bir tarafı gıda
üretim teknolojileri ile alakalı iken,
diğer tarafı insanların inanç ve hayat
tarzı ile doğrudan alakalıdır.
Canlılar yiyebilecekleri her şeyi
yiyebilirler; hatta onların fıtratı, onlara
bu cihetten ciddi bir şekilde yol gösterir,
destek olur. Hâlbuki insan önüne gelen
her şeyi yiyemez: meselenin bir taraftan
kültürel bir ciheti vardır. Bu kültürel
cihetin esasında da din bulunmaktadır.
Din, farklı alanlarda olduğu gibi, gıda
alanında da sınırlar belirleyerek, insanın
hayatını makul bir şekilde düzenlemesini
sağlar. Dinin ihmal edildiği şartlarda
insanlar insan olma boyutundan eksik
kalarak, tamamen canlı kategorisinde
hayatlarını sürdürürler.
Bu durum İslam dini özelinde helal
ve haram kavramları üzerinden belirlendiği için, yiyecek genel olarak insanlar
gibi, özel olarak Müslümanlar için de,
sadece biyolojik olarak canlılığı muhafaza etme anlamına gelmez; daha öte
bir anlamı vardır.
Helal ve haram sınırının konusu,
önce insanın gıdaya nasıl ulaştığı ile
alakalıdır. İnsan gıda olarak önünde
bulunan nesneye nasıl ulaşmıştır? Bu
ulaşmanın yolu helal midir? Daha başka
bir ifade ile insan bu yiyecek nesnesine
helal yolla mı ulaşmıştır? Verili şartlar
içinde gıdaya helal yolla ulaşmak ne
demektir? Bunun ön şartları nelerdir?
Bu şartlar yerine getirilmiş midir?
Gıdaya ulaşmanın keyfiyeti insanın
içine doğduğu ve üstlendiği dünyanın
düzeni ile doğrudan alakalı olduğu
için, meselenin bir yapısal tarafı, bir
de ferdî tarafı bulunmaktadır. Eğer
yapısal olarak yiyeceğe ulaşmanın
yolları helal’i sağlamıyorsa, insanın
yediğinin muhtevası ne olursa olsun,
haram ile karşı karşıyadır. Ferdî taraf ile
ilgili cihet yapısal veya sistem ile alakalı
olan taraf hallolduktan sonra anlamlı
olur. Eğer sistem insanların helal yolla
kazanmalarını mümkün kılıyorsa, o
zaman fertlerin, bu şartlarda helal
olmayan yollara yönelip yönelmediği
sorgulanabilir. Bir tefecinin sofrasında
bulunan hurma nerden gelirse gelsin,
muhtemelen helal değildir. Gazali’nin
İhya’da yemek adabını ele alırken helal
kazancı özellikle vurgulaması, insanların
dünyasına mahsus bir mana boyutu ile
alakalıdır. Yani sofrada yemeğe uzanan
el, daha öncesinde, onu sofraya kadar
getirirken bunu meşru/helal yollardan
3. İnsanların gıdasını temin etme
sürecinde, önceleri basit unsurlar yeterli
iken, zaman içinde, imkânlar ve ihtiyaçları artar; gıda alanı da kaçınılmaz
olarak bir iş bölümüne konu olur. Bu
durum tek yönlü değildir; imkânları
azalan insanlar veya iradi olarak ihtiyaçlarını sınırlayan insanlar ihtiyaçlarını kontrol ederek, fazlası mümkün
iken, daha az ile iktifa edebilirler veya
etmek zorunda kalabilirler. Bir vakitler
refah seviyesi yüksek olan bölgelerde
yaşayan insanların, bir zaman sonra bu
refah seviyelerini kaybettikleri, tarihin
gösterdiği en açık sonuçlardan biridir.
Klasik fıkıh eserleri kadar farklı
eserlerde yapılan zaruriyat, hâciyat ve
tahsiniyat ayrımı, ilk bakışta göründüğünün aksine tek yönlü bir gelişmeyi
değil, insanların hayatlarındaki farklı
irtibat çerçevelerini ve buna bağlı
olarak da farklı ilişki şekillerini ifade
etmektedir. Zaruri olarak nitelenen
ihtiyaçların sadece insanın canlılığı
ile alakalı olmadığı açıktır; bazı şeyler
aile hayatı açısından zaruri olduğu gibi,
başkaları da çarşı-pazar, zanaat ve hatta
bazı kurumların varlığı açısından zaruri
olabilir. Bu sebeple zaruriyat, haciyat
ve tahsiniyat ayrımı, ilk bakışta göründüğü anlamda bir toplumsal gelişme
bağlamının ötesine delalet eder.
Zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat
hem tek tek fertlerin hayatında, hem
de toplumların hayatında, meseleler
müzakere edilirken dikkate alınacak
varoluşsal çerçeveyi işaret eder. Toplumsal hayat planlanırken ve bununla
ilgili siyasetler geliştirilirken zaruri
olanların farkında olunarak öncelikli
olarak dikkate alınması, sonrasında
haci olan ve sonra da tahsiniyatın
dikkate alınması, yiyecek ve yemek ile
de irtibatlı olarak önem arz etmektedir.
Tahsiniyat alanına öncelik verilerek
zaruriyatın ihmal edilmesi durumu,
toplumda adaletin eksik tahakkukunun
en bariz misalidir.
Tahsiniyatın tayin edici bir konum
kazanmasının en önemli sebebi, insana
F.: İlayda Sena Özçelik
sunulan/verilen nimetlerin, onun ihtiyaçlarından fazla olması ve insanların
kendilerine verilen imkânları sahih
bir şekilde kullanması durumunda,
nimetlerin ihtiyaçlardan fazla olacağının farkında olunmaması/unutulması
ile alakalıdır. Bir taraftan ihtiyaçların
ihtiraslara indirgenmesi veya ihtiyaçların ihtiraslara bağlanması sebebi ile
insanların hayatı sınırsız ihtirasların
tahakkümüne girmektedir. Bu durum
insanların ferdî olarak kendi ihtirasları
ve tûl-i emellerine kendi iradelerini
teslim etmeleri ile alakalıdır. Bunun
en önemli sebebi, hayr ile irtibatın
gevşemesi veya kopmasıdır. Diğer
taraftan insanların fiillerinin son ucu
olan oluşumların, insanın kendinde
taşıdığı sınırsızlık yönelişinin formel
yapılara taşınması ile birlikte ortaya
çıkan sınırsız güç ve tahakküm arayışı
sonunda, insanların hakiki ihtiyaçları
ile alakası olmayan ve tek tek insanların
aleyhine bir durum oluşturan ihtiyaç
tanımlamaları, tahsiniyat alanını ön
plana çıkarırken, insanların önemli bir
kısmının zaruri ihtiyaçlarını karşılamaları cihetinden eksik bırakmaktadır.
Bu durumun keyfiyetini kolayca
şehrin yemek kültürü üzerinden yakalamak mümkündür. Bazı lokantalarda
bazı insanların bir öğün yemeğinin
maliyetinin, bazı mahallelerde yaşayan
bir ailenin bir aylık ihtiyacından daha
fazla olabilmesi, insanların tahsiniyat
alanının sınırlarını zaruriyat alanı
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine
yapmamışsa, o sofranın esasında bir
sorun vardır.
Yiyecek olarak sofrada bulunan
nesnelerin farklı cihetlerden helal olup
olmadıkları meselesi, kendi başına bir
mevzu olduğu için, burada üzerinde
duramayacağız. Her şeyden önce insan
fıtratına uymayan, insanların kerih
gördüğü şeyler kadar Kur’an-ı Kerim
ve Hadis-i Şeriflerde leş, domuz eti,
sarhoş ediciler gibi haram kılınan nesneler ve onların benzerlerinin yiyecek
olamayacakları açıktır. Bu durum kendi
başına Müslümanlara, farklı ortamlarda
farklı bir aidiyet şuuru da verir ki, sırf
bu husus bile kendi başına ele alınmayı
hak eder. Nelerin yiyecek olabileceği ile
ilgili yapılan ayırımlar, kimlerin aynı
sofraya oturabileceklerini ve dolayısı
ile kimlerin kimlerle yakınlık/sıhriyet
kurabileceklerini belirlediği için, toplumsal hayatın temel kategorilerinden
birisini teşkil eder. Bir toplumun kimliği ile yiyecek ve içeceklerdeki temel
tercihleri arasında doğrudan bir irtibat
bulunmaktadır.
Helal ve haram sınırı, insanın yiyecekle irtibatını tanzim eden sınırları işaret ederken, bu sınırlar içinde
meselenin edeb kısmı, insanlar arasında varoluş düzenlerini nezaket ve
zevk inceliği ile irtibatlı olarak nasıl
oluşturduklarını gösterir. Ne yediğin
kadar, nasıl ve kiminle yediğin de kim
olduğunu belirleyicidir.
Gıdaların ve yiyeceklerin yanında
yemeğin nasıl hazırlandığı ve nasıl
yenildiği; yani sofranın nasıl kurulduğu,
kendi başına önemli meselelerdir.
Bunların her birisi bir cihetten insanın
hayatı ve hayat düzeni ile irtibatlıdır.
İnsanın hayatı ve hayat düzeni, bireysel
ve toplumsal olduğu kadar, kurumsal
olarak da gerçekleştiği için, yiyecek ve
yemek, şehir hayatının da mütemmim
cüz’üdür. Şehir hayatı insanın kemalinin
ön şartı olduğu için, bir şehrin kemali, o
şehirdeki yiyecek ve yemek düzeninde
de kendisini izhar eder.
17
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine
18
aleyhine genişletmeleri ile doğrudan
alakalıdır. Zaruriyat alanı aleyhine
işleyen tahsiniyatta israfı görebiliriz.
Meşru bir şekilde yemek ve içmek
ancak israf söz konusu olmadığında
tahakkuk edebilir. İsraf, rızkın yerinde
ve yerine sarf edilmemesi ile alakalıdır.
Yemenin ve yedirmenin, ikram ve
infakın ihtiyaç karşılamanın ötesinde
bir zevk ve zevk inceliğinin tecessümü
hâline gelmesi, kısaca yemek kültürü
ile alakalıdır. Burada üzerinde fazlaca
durmak mümkün olmadığı için, sadece
bir misal olarak ikramda bir inceliği, bir
zevk ve nezaket boyutunu işaret eden
çok sayıda misal vardır.
Bunlardan birisi yemek alanında
ikramın bir zevk hâline gelmesinin
temsil gücü olan bir örneği olarak “diş
kirası”dır. Diş kirası, ikramı bir vecibe
olarak kabul eden bir tavrın, kendisine bir
vecibesini ifa etme noktasında yardımcı
olarak, ona ikram etme imkânını sunan
bir misafire, teşekkür olarak takdim
edilen bir hediyedir. Mesele misafirine
yemek ikram ederek, onun temel bir
ihtiyacını karşılamaktan çıkmakta,
ikram edecek kadar nimete mazhar
olan bir insanın, bu nimete şükretmek
gibi bir vazifesi olduğunu idrak ederek,
bunu ifa etmesi ve bu ifa sürecinde
kendisine ikram imkânını sunan bir
insana ayrıca teşekkür etmesi anlamına gelmektedir. Burada biraz daha
yakından bakıldığında ihtiyaç sahipleri
yer değiştirmekte ve dolayısı ile kimin
kime teşekkür edeceği sorusu yeniden
bir mana kazanmaktadır: kendisine
ikram edilen, ikram için ikram edene
müteşekkir iken, ikram eden, kendisi
sayesinde ikram etme imkânına kavuştuğu misafirine, bu imkân vesilesi ile
müteşekkir olmaktadır. Kısaca yemek
nasıl bir ihtiyaç ise, ikram da bir ihtiyaç
hâline gelmekte; iki muhtaç birbirinin
ihtiyacını karşılamış olmaktadırlar.
Mesele burada kalacak olursa, teşekkür
ve şükür her hâlükârda eksik kalacaktır: teşekkür ve şükrün esas mercii
olan Cenab-ı Hakk’a, her iki taraf da,
kendilerine verilen iki ayrı nimetten
dolayı şükredecektir: birincisi yemek
nimeti ile alakalı iken ikincisi, her iki
tarafa da, ikram ile mükellef kılan dinin
gönderilmesi ile alakalıdır. Çünkü bütün
bunların tahakkuku, müminleri ikram
ile mükellef kılan din ile mümkün hâle
gelerek gerçekleşmiştir.
Yemek alanında ikram ve infakın
impersonel formu olarak imaretler/
aşevleri ve benzeri kurumlar kendi
başına önemlidir ve İslam şehri ve
medeniyetinin temayüz ettiği mütemmim cüzleridir. Bu konularda yeterli
olmasa da bazı çalışmalar mevcut
olduğu için burada konunun bu tarafı
üzerinde durmayacağım.
4. Bütün bu süreçte, demek oluyor
ki, insanın gıdasını alması, “yemek
yemesi” sadece fiziki olarak insanın gıda
olması uygun olan nesneleri eliyle alıp
ağzına götürmesinden ibaret değildir;
bunun ötesinde, gıdayı almanın keyfiyeti kadar, gıdayı almanın ferdî ve
toplumsal boyutu da, yemek yemeye
dâhildir. Dolayısı ile yemek yemenin
İslam medeniyetinde ferdî ve toplumsal
boyutu kadar sistem ile alakalı kurumsal boyutunu da dikkate almadan, onu
kavramak eksik kalacaktır. Buradaki
temel soru yemek yemenin kendisi ile
birlikte neleri ortaya çıkardığı, yemek
yemekle birlikte nelerin teşekkül ettiği
ile alakalıdır.
Sorumuzu şu şekilde de sorabiliriz:
İnsan gıda almakla ne yapıyor? Gıda
almakla gerçekleştirdiği şey ile ne
yapmış oluyor?
Yemek yemenin kendisi ile birlikte
neleri getirdiğini ele almak ve bunun
sebepleri ve neticelerini kavramak, İslam
şehri ve medeniyetini kavramanın da bir
yoludur. Bu konuyu da geniş bir şekilde
ele almak mümkün olmadığı için bazı
hususları işaret etmekle iktifa edeceğiz.
Her şeyden önce yemek, yaşamanın
ön şartı ve aynı zamanda mütemmim
cüz’üdür. Dolayısı ile Müslümanlar
yemek için yaşamaz, yaşamak için
gerektiği kadar ve gerektiği gibi bes-
lenirler. Beslenme insanın sıhhatli
bir şekilde yaşaması ile alakalı olduğu
için, genellikle beslenme kültürü tıp
kültürü ile irtibat içinde kavranır. Tıp
kitaplarında yemek ile ilgili bölümlerin
bulunması, yemek meselesinin insanın
sıhhati ile irtibatlı olarak düşünüldüğünün sonuçlarındandır.
Diğer taraftan yemek, rızık olarak
gıda anlamından daha farklı bir mana
boyutuna sahiptir. Rızık denildiğinde ilk
akla gelenin gıda olması, bu sebepledir.
Rızık, insanın bedenini de yaratanın,
bu bedeni sıhhatli bir şekilde muhafaza etme bağlamında anlamlıdır.
Gıdanın rızık olması, verilmiş olması
ile alakalıdır ve rızık verenin hakkını
gözetmek, rızık ile sahih bir irtibat
kurmanın ön şartıdır.
İnsanın rızık ile irtibatının insanın
kendi sıhhatini sürdürmesi ile alakasının ötesinde, başka insanlarla da
paylaşılması onun üzerinde tasarruf
imkânının sonucu olarak önem arz
etmektedir. Bu tasarruf şeklinin adına
infak denilmektedir. İnfak insanın
kendisine rızık olarak verilene yönelik
tavrının adıdır.
Rızık infak üzerinden yaşatmanın,
yani rahmetin yayılmasının yollarından
birisi hâline gelir. Dolayısı ile İslam
şehri ve medeniyetinde yemek kültürü,
rahmetin mazharı olan bir düzenin
mütemmim cüzünü teşkil eder.
Bütün bu süreç hem bireysel/ahlaki,
hem toplumsal/kültürel hem de kurumsal/hukuki olarak tahakkuk eder.
5. Yemeğin bireysel/ahlaki, toplumsal/kültürel ve kurumsal/hukuki
boyutlarının olması, onu sıradan bir
beslenme meselesi olmaktan çıkarır;
onu bir kültür ve medeniyet meselesi
hâline getirir.
Norbert Elias modern Batı medeniyetinin teşekkül sürecini ele aldığı
Uygarlık Süreci2 isimli eserinde, bu
sürecin izlerini farklı unsurlar yanında
2
Norbert Elias, Über den Prozess der Zivilisation,
Suhrkamp, Frankfurt/Main 1976, 2 Bde. (Türkçe
çevirisi: Uygarlık Süreci, çev. E. Ateşman, 1. Cilt
Adab-ı muaşeret ise daha çok seçkin
sınıflara ve aristokrasiye özgü bir alan
olarak kabul edilmiş, bu anlamda kültür
ve medeniyet ile özdeşleştirilmiştir.
Toplumun geri kalan kısmı yönetilecek
ve yönlendirilecek kitleler olarak kabul
edilerek, yapısal analizlerin konusu
olarak kabul edilmiştir.4
Sofra adabı, kendi başına bir kültür
ve medeniyet işidir. Bir medeniyetin
özünü yemek kültüründen okumak
mümkündür. Kast sisteminin en önemli/
tanımlayıcı kuralı, yemek cihetinde
ortaya çıkar: Hangi kasta ait olduğunuz,
kiminle yemek yiyebileceğiniz/kiminle
aynı sofraya oturabileceğiniz üzerinden
belirlenir. Özünde bir sınıf toplumuna
dayanan Batı medeniyeti için de benzer
bir durum söz konusudur.
Son zamanlarda ortaya çıkan
gelişmeler gündelik hayatı da bütün
ehemmiyeti ile ortaya çıkardığı için,
günümüzde yemek ve sofra adabı,
bireysel ve toplumsal bir hadise olmanın
ötesinde, Müslümanların Müslüman
olarak varlıklarını sürdürmelerini de
ilgilendirir bir konum kazanmıştır.
Yirminci yüzyılda Müslümanlar
tarihin en ağır şartlarında yaşamış
ve her şeye rağmen kendi varlıklarını
muhafaza etmişlerdir. Bunun en önemli
sebebi, emperyalizmin Müslümanların mahrem/korunmuş alanlarında
nüfuzunun sınırlı ölçüde gerçekleşme
imkânı bulması idi. Ancak durum şimdi
oldukça farklıdır: Müslümanların artık
dokunulamaz olarak kabul edilebilecek bir mahrem/korunmuş alanları
nerdeyse kalmamıştır.
Modern dönem denilen şartlarda
insanlar, oluşturulan ve fertlere gaib/
bir anlamda gizli, dolayısı ile de “aşkın”
olarak kurgulanan yapılar/güç merkezleri üzerinden “yönlendirilerek yönetilirken”, post modern adı verilen şartlar,
4
3
ve E. Özbek, 2. Cilt, İletişim, 3. Baskı, İstanbul
2004, 2 cilt).
Bak: Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, Darü’l-Minhac,
Cidde 2011, c. III, s. 9-88.
Bu konu için bak: Andy Bennet, Culture and
Everyday Life, Sage Publications, London 2005
(Türkçe çevirisi: Kültür ve Gündelik Hayat, çev.
N. Tokdoğan, B. Şenel ve U. Y. Kara, Phoenix
Yayınevi, Ankara 2013).
bu yapıların/güç merkezlerinin deşifre
edilmesi/keşf edilmesi ile birlikte, geri
plana çekilerek, yeniden görünmez/
gaib hâle getirilmesi anlamına gelmektedir. Fertler yine yönlendirilerek
yönetilmeye devam edilirken, bunu
yapan güç merkezleri/yapılar kendilerini yeni bir perde ile perdeleyerek,
yine görünmez hâle gelmiş; bu yolla
teşhis edilerek/deşifre olarak hedef
hâline gelmelerini, zorlaştırmışlardır.
Bu sayede küresel boyutta etkin olma
imkânını elde eden “güç merkezleri”,
yerel yapıları o yapılarla irtibatlı olanların gözünde sorun hâline getirmeyi
başararak, bunun üzerinden yönlendirerek yönetme cihetinde önemli bir
imkân elde etmişlerdir.
Bu durumu biz farklı alanlarda takip
edebileceğimiz gibi yemek konusu
üzerinden araştırma mevzuu hâline
getirebiliriz.
Buraya kadar dile getirmeye çalıştığımız gibi yemek meselesi, sadece
bir beslenme meselesi değildir: ne
yiyeceğiniz kadar, kimin sofrasında
oturabileceğiniz sorusu, kiminle nereye
kadar yakınlaşabileceğiniz sorusuyla
da alakalıdır.
Bu sorunun diğer bir ciheti kiminle
evlenebileceğiniz ile alakalıdır: Aynı
sofraya oturamayacağınız birisi ile
evlenemeyeceğinize göre, insanlar
arasındaki ilişkilerin temel formu,
yemek kuralları içinde bulunur.
7. Gıdanın temini, zaman içerisinde bireysel ve toplumsal bir hadise
olmaktan çıkarak, bir sistem sorunu
hâline gelir: belirli bir aşamadan sonra
gıda güvenliği, bir toplumun kendi
kendine yeterliliğinin ön şartı olarak
kendisini gösterir.
Kısaca yemek, sadece yemek değildir.▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine
özellikle sofra adabı üzerinden adım
adım tespit ederek sunmaya; hatta
bunun üzerinden bir toplum teorisi
geliştirmeye çalışmaktadır.
Her ne kadar Elias’ın kullandığı
kaynaklar ve kullanım yöntemi epeyce
yoruma ve eleştiriye açık olsa da, “medenileşme” ile sofra adabı arasındaki irtibatı
görüp, göstermeye çalışması önemlidir.
Kısaca sofra tamamen toplumsal bir
hadisedir. Her toplumsal hadise gibi bir
örfü ve edebi/adabı iktiza ve icab eder.
İslam medeniyeti başından itibaren
gündelik hayatı tanzim ederek varlığa
geldiği ve varlığını gündelik hayatı
tanzim ederek sürdürdüğü için, insan
hayatının merkezine ilm-i hâli yerleştirmiş; ilm-i hâl de, aynı zamanda yemek
ve sofra adabını ihtiva etmiştir. Başta
Hadis külliyatı olmak üzere, bütün
bir adab literatüründe sofra adabına
verilen yer, bu cihetten henüz yeterince
araştırılmış değildir.
İslam medeniyetinde yemek sadece
gıda almak veya beslenme meselesi
değil, sofra kurmak ve sofrada bir araya
gelmek demek olur. Bu sofranın kurulması hayatı inşa eden bütün değerler
ile irtibatlıdır ve bu değerler kendilerini
aynı zamanda sofra adabında izhar
eder. Bu konuda derli toplu bir metin
okumak isteyenler, Gazali’nin İhyau
Ulumi’d-Din isimli eserinin “Kitabu
Adabi’l-Ekl/Yemek Yemenin Adâbı”
isimli bölümüne bu gözle bakabilirler.3
6. Batı medeniyetinde kültür, asırlarca, yüksek sınıflara özgü olarak kabul
edildiği için, gündelik hayat ve onun
önemli bir parçası olan sofra adabı sosyal
bilimlerin ve felsefenin olduğu kadar
ahlakın da konusu olarak ele alınmamıştır. Mesele daha çok yapısal cihetten
araştırma konusu hâline getirilerek,
fertlerin hayat düzeninde esas teşkil
ettiğini hareket noktası olarak kabul
eden bir tavır söz konusu olmamıştır.
19
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
Celaleddin Çelik
Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
20
SOFRADAN
ATIŞTIRMALIĞA
“YEMEK”TEN
“BESLENME”YE
“EV”İNİ VE “FARK”INI
KAYBEDEN YEMEK
CELALEDDİN ÇELİK
Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi
Anabilim Dalı Öğr. Üyesi.
İ
nsanî gelişim sürecinde günlük yaşam döngüsüne ait bütün rutinlerde olduğu gibi yemek ve beslenme edimleri de zamanla sembolik
ve kültürel anlamlar kazandı. Kişisel ihtiyaçların dinî, mahallî ve kültürel bağlamları gündelik yaşama ilişkin her aşama, geçiş ve örüntüyü bir geleneğe ve
değere dönüştürdü. Bu çerçevede yeme-içme ve beslenme gibi beşerî ihtiyaçlar
da kültürel kimlik ve kolektif hafızanın ayrıştırıcı kodları olarak biçimlendi.
Böylelikle bütün evreleri içinde günlük hayatın seremonik rutinlerinden olan
yemek, özünde birlikteliğin, ailevi buluşma ve kaynaşmanın, kurulacak ilişki
ya da irtibatların bir odağı hâline geldi. Kültürel hafızanın ve sosyal yaşamın
ritmik unsurlarından olan yemek, zaruri bir ihtiyacın ötesinde kültür ve aidiyet
tamamlayan esaslı bir gösterge oldu. Her şeyden önce aileyi ve onun kuşatıcı
sıcaklığını temsil eden bir fenomen olarak ocak ise daima yemek için yandı. Yemek
ailenin bir sofra ya da masa çevresinde mahrem ve müstesna yakınlığını sürekli
F.: Mustafa Aksebzeci
Her şeyden önce aileyi ve onun kuşatıcı sıcaklığını temsil eden bir fenomen
olarak ocak ise daima yemek için yandı. Yemek ailenin bir sofra ya da masa
çevresinde mahrem ve müstesna yakınlığını sürekli yenileyen bir tecrübe olarak
kutsandı. Sofra ise insanın hanesinde varlığını nimet ve bereketle taçlandıracak
bir adabın zemini oldu.
Zamanla dışarıda yemek giderek daha
sınırlayıcı kurallara bağlanırken ev ise
yemeğin etrafında sofrada biçimlenen
bir haneye dönüşmüştür.
Öte yandan yemeğin ev-merkezli
mahrem bir alana sıkışması ya da
çekilmesi, yemek yapma ile kadının
rolü arasında kalıcı bir irtibatın kurulmasına yol açtı. Kadın evde diğer rollerinin yanı sıra yemeğin de sorumlusu
konumuna geçti. Bütün âdetleri içinde
yemeğin zaman içerisindeki yolculuğu
kültürel sembollerin ayırt edilmesi
bakımından özel anlamlar kazanmıştır.
Nitekim kadim toplulukların günlük
yaşamlarını gösteren ocak, yemek ve
beslenme araçlarının arkeolojik değeri
oldukça yüksektir. Antropolojik gelişim
sürecinde de yine avlanma, ehlî hayvan
yetiştirme ve toprağı ekip biçme gibi
bütün zirai faaliyetin merkezinde
yemek ve beslenme ihtiyacının merkezî
konumu görülür.
Yemeğin kültürel arka planı ise
tarihsel kimliğin sürekliliğini temin
eden kimliksel bir boyut taşır. Kültürel
yaşam bize neyi ne zaman yiyeceğimizi
öğretir ve buna sadık kalmamızı ister,
bu yüzden yemek rutinleri, ritimleri ve
tutumları kültür çevrelerine göre değişebilmektedir. “Örneğin çoğu kültürde
ana yemek öğlen yenir, Amerikalılar
ana yemeklerini akşam yemeyi tercih
ederler. İngilizler kahvaltıda balık yerler;
Amerikalılar ise kahvaltıda sıcak kek
ve soğuk tahıl yemeyi tercih ederler.
Brezilyalılar, sert olarak hazırlanmış
kahveye sıcak süt koyarlar; Amerikalılar
ise, daha hafif, sıcak bir içeceğe soğuk süt
koyarlar, Orta Batılılar akşam yemeğini
saat beşte veya altıda yerler; İspanyollar
ise saat onda. Avrupalılar yemeği, çatalı
sol elde, bıçağı sağ elde tutarak yerler.
Et bıçakla kesilip çatalla ağza götürülür. Amerikalılar ise kestikleri eti ağza
götürmeden önce çatalı sağ ele geçirirler
vb.” (Kottak 2002, 51). Sofra düzeni ya
da sofranın tezyin edilmesi, amaç ve
önemine göre sunumun çeşitlenmesi
de kültürel farklılıklar gösterir. Ancak
bugün mumlar eşliğinde yemeğin
paylaşıldığı bir sofra düzeni neredeyse
bütün kültürlere sirayet etmiş geçmişin
kutsal törenlerinden bir kalıntıdır.
Bütün kültürlerde yemeğin evlilik,
doğum, düğün, bayram, tabiat rutinleri
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
yenileyen bir tecrübe olarak kutsandı.
Sofra ise insanın hanesinde varlığını
nimet ve bereketle taçlandıracak bir
adabın zemini oldu.
Aile muhitinde yemek sağlık, afiyet
ve maişet için zaruri olsa da samimiyet,
saadet ve muhabbet için özel bir zamanmekân eksenidir. Bedenin kendine
has ritimleri olsa da, birlikteliğin
yerel, kültürel ve hatta dinî desenleri
bir sofra ve mutfak mecrasında kişiyi
ve aileyi içine alır. Ailenin hane içinde
şekillenen varlığı en çok belirli vakitlere ayarlı sofra çevresinde buluşur.
Mutfak, hemen her kültürde zamana
ve mevsimlere yayılmış nimetleri, bir
sofra düzeninde yer alan bütün araçları
ve hepsinden önemlisi bunları bir ziyafete ve âdete dönüştüren hikâyelerin
yaşandığı bir ocak olmuştur. Mutfak
sofra tecrübesinde geçmişten geleceğe
uzanan bir hafızanın saklandığı ve
aslında yaratıcı bir eylemin sürekli
yenilenerek tekrarlandığı bir sahnedir.
Orada icra edilen sanat biteviye sıradanlaşan bir şey değil, aksine tabiatın
verimleri ve ritimleriyle eşgüdümlü
bir oyundur. Muhabbet ve ciddiyetle
tefriş edilen bu oyun her defasında
sahnelendiği hane içinde birlikteliğin
manevi ikliminde dolaştıran lezzete ve
kokulara karışmış anlatılar ile sürekli
rötuşlanan bir senaryodur. Birlikte ihya
edilen sofra âdetleri bedenî tatminin
ötesinde bir sohbet ve muhabbetle,
bazen de kuşatıcı bir sessizlikle herkesi
içine alır. Elbette mutfağın mekânsal
özerkliği için uzun zaman gerekiyordu,
ancak her evin topluma ait ruhun
yaşadığı bir ocaktan müstakil aileler
şeklinde özelleştiği bir zamana doğru
(18. yüzyıl) evlerde “yemek pişirilen yer”
ile “yemek yenilen yer” de birbirinden
ayrıldı (Duby 2021, 69). Yine bu bakımdan N. Elias’a bakılırsa yemeğin evde
yenmesi ile mahremiyete dair benlik
bilincinin gelişimi arasında doğrudan
bir bağ bulunmaktadır. Mutfak ve
yemeğin ailevî karakteri evin özerkliği
ve mahremiyeti ile belirginleşmiştir.
21
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
22
ile cenazeler bağlamında törensel bir
boyutu bulunur. Törensel yemekler
geçiş törenlerini kıymetlendiren ve
sosyal ağda yer alan herkesi birbirine yakınlaştıran bir ziyafettir. Toplu
yemek törenleri için büyük ve küçükbaş hayvanlar kurban edilir, bitkisel
ürünler ve diğer müştemilat hazırlanır,
ateşler yakılır, yemeğin adanması ve
bereketlenmesini kutsayan şarkılar,
ilahiler ve dualar söylenirdi. Sofrada
kimlerin bulunacağı ya da kimlerle
yemek yenebileceği gibi hususlar bir
hafıza zinciri içinde aktarılır. Bir kimlik
ve aidiyet çerçevesi olmaya başladıkça
şehre özel ya da şehir mutfağına özgü
yemek türleri ortaya çıkmıştır. Geçmişte
her bir şehir kendine özgü tarihsel
yemekleriyle kimlik vurgusunu öne
çıkarırken, bugün çokkültürlülük ve
etnik çeşitlilikle zenginleşen mutfaklar
sahiplenilmektedir. Diğer taraftan aile
içinde yemek öğünleri ve türlerinin bir
çeşitlenme sürecine girmesi gündelik
hayatın ritimlerine göre farklılaşır.
Sabahları çorba içerek güne başlamak
bugün köylerde bile terk edilmiş bir
itiyattır. Bedenin biyolojik ya da organik
vakitleri küresel tüketim kültüründe
yerinden edildiği için, ihtiyaçlarla
birlikte lezzet farkları ve atıştırma
öğünleri her tür birlikteliği ve müşterek
yemek rutinlerini saf dışı bırakmıştır.
Gündelik hayatın öğünleri gibi lezzetleri de tektipleşmiş, örneğin kahvaltı
yapmadan önce güne bir fincan kahve
(nescafe vb.) ile başlamak değişimin
sembolik göstergelerinden olmuştur.
Günümüzün bilimsel disiplinleri
içinde farklı adlarla yer edinmiş beslenme ekonomisi ve kültürü, zamanında
büyük toplulukların kitlesel göç ve değişim hareketlerinin de ana sebeplerinden
biriydi. Modern öncesi dönemlerde
hayatın ve yaşanılan çevrenin ekolojik
döngüsünde biçimlenen beslenme ve
yemek kültürü, günümüzde yüksek
bir standardizasyonla hem tüketimci
kapitalizmin ilgi ve pazar alanına hem
de bilimsel disiplinlerin tanımlama
ve belirleme alanına girmiştir. Oysa
modern öncesi hayatta yemek yaşamın
ve çevrenin tabii akışına ve verimine
uygun bir ritim ve muhtevayla şekillenmekteydi. Bugün beslenme pratikleri
kültürel farklılıklarını kaybetmekle
birlikte, yaşlara, dönemlere, sosyal,
kültürel, ekonomik tabakalara, tüketim ve piyasanın yönlendirmeleriyle
güdülenen açlık ve doyma krizlerine
göre sürekli değişmektedir. Bugün
piyasa ekonomisi içinde beslenme, artık
sınırı ve değeri belirsiz bir tüketimin
konusu olarak hem küreselleşmekte
hem de bu yeni tarzın yarattığı beden ve
sağlık krizlerine yol açmaktadır. Yiyecek
endüstrisi gelişen biyo-teknoloji ve gen
çalışmaları sayesinde besinlerin uzun
süre saklanması ve pazarlanmasına
imkân verirken bu durum gıda ürünlerini
bir yandan iktisadi bir pazar değerine
dönüştürmekte diğer yandan da tabiatın
doğal dengelerini bozmakta ve telafisi
zor ekolojik hasarlara kapı açmaktadır.
Genel bir kabul olarak bilinir ki
kadim zamanlara özgü yemek ve beslenme tecrübesinde canlıların doğal
gelişim evrelerine müdahale ederek
onları olduğundan farklı kılacak yapay
zorlamalara gidilmezdi. Tabiatın kendi
doğal akışında varlık bulan canlılığın
ve tabii süreçlerin genetik, mekanik
ve organik yapılarına müdahale tabii
düzeni sarsarak asli tabii dengeyi bozmakta, bir yandan da insani yaşamın
manevî-zihnî boyutları üzerinde ağır
hasarlara yol açmaktadır. Doğrusu
bütün bu gelişmeleri göz önünde
tutarsak cevabı verilmesi gereken
soruların sayısı da artmaktadır; elbette
ilk olarak deriz ki, nasıl oldu da insan
bu hâle evrildi; oldukça mutmain bir
şekilde zamanı ve mekânı şenlendiren,
manevi ve bedenî bir hazzı kokular ve
tatlar eşliğinde kültürel meskene ve
hayata nakşeden yemek sanatı nasıl
oldu da popüler bir tüketime, standart
bir ürüne ve sıhhî bir soruna dönüştü?
Nasıl oldu da günlük hayatın söyleşme,
halleşme, buluşma ve kaynaşma gibi
ihtiyaçlarını bir davet ve şölen atmosferinde renklerinden sofra gelenekleri
altüst oldu? Nasıl oldu da bir ziyaret
ve muhabbet, bir ziyafet ve afiyet dünyasını inşa eden deruni sofra kodları,
insanları bir anda paketlenmiş vakitsiz,
mekânsız, doyumsuz ve sebepsiz bir
atıştırmalıklar dünyasına savurdu? Bu
sorular popüler hâle gelmiş bir şikâyet
ve sızlanmaya, kültürel tepkiler ve
sloganik nakaratların kolaycılığına
düşürmeyen değerlendirmeler için bir
fırsat sunabilir. Öte yandan bu durum
hem kimliğin korunarak devam ettiği
hem de ayırt edici mana ve sembollerin
hızla aşındırıldığı şehir kültürü bağlamında çok özel bir konuma işaret edebilir.
Küresel tüketim kültürü şehirlerin
tarihsel, dinî, sanatsal, mimarî ve medenî
boyutlarıyla birlikte kimliğin yaşayan
döngüselliğini ve yenilenmesini temsil
eden beslenme ve yemek kültürlerini
de tektipleştirmeye maruz bırakmaktadır. Standartlaşma ve piyasalaşma
ile şehrin yalnızca kokuları, tatları ve
yemek çeşitleri değil, onlar vesilesiyle
ruh bulan muhabbet ve sohbet vakitleri,
birlikteliğe güç veren davet fasılları,
yalnızlığa mahal bırakmayan fırsatları
ve sofraya çağırmanın bütün âdetleri
kaybolmaktadır. Şehir kendine has
kılan yemekleriyle de farklılaşırken
küresel kapitalizm bütün bu farklılıkları
geçmişle sınırlamakta, bir yandan da
yemeği sokağa taşırmaktadır. Şehrin
sofrası ıssızlaşmakta ve aslında ağzımızın tadı kaçmaktadır.
GIDA ENDÜSTRİSİ VE
BESLENME TEKNİKLERİNDE
ARAÇSALLAŞAN YEMEK
Kültürel arka planı içinde günlük
hayatı ve ilişkileri anlamlı kılan sofra
ve yemek müktesebatı modern kapitalizmle birlikte geleneksel özelliklerinden
uzaklaşarak yeni işlevler kazandı. Kentsel
yaşamın mesai düzeni içinde yemeğin
mekânsal ve zamansal tanzimi, teşrifatı
ve mutfağı da değişmek durumunda
kaldı. İnsan ve doğa tasavvurunun
F.: Aynur Ekici
N. Elias’a bakılırsa yemeğin evde yenmesi ile mahremiyete dair benlik bilincinin
gelişimi arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır. Mutfak ve yemeğin ailevî
karakteri evin özerkliği ve mahremiyeti ile belirginleşmiştir. Zamanla dışarıda
yemek giderek daha sınırlayıcı kurallara bağlanırken ev ise yemeğin etrafında
sofrada biçimlenen bir haneye dönüşmüştür.
kaygı vericidir. Yeni kapitalizmin tayin
ettiği gıda üretim ve tüketim piyasasına
özgü eşitsizlikler bir yanda dizginsiz
refahın ve hadsiz israfın şaşkınlık
yaratan görünümlerine, diğer yandan
sistem dışında kalan dünyanın dehşete
düşürücü yoksulluk, açlık ve yetersiz
beslenme trajedisine sebep olmaktadır.
Endüstriyel beslenme düzenine
özgü yeni gelişmelerden biri de genetik
ve biyo-teknolojik bakımdan doğal
ürünlerin organik yapılarına müdahale
edilmesi, kısa zamanda yüksek verim
alabilmek için tohum ıslah çalışmalarının yaygınlaşmasıdır. Yeni ekonomi,
nüfus ve piyasa baskısı nedeniyle gıda
ve beslenme meselesi giderek ekonomik
ve teknolojik bir karakter kazanmıştır.
Tarım ve ziraat ürünlerinin suni yollarla
verimliliğinin ve rekoltelerinin artırılması, bir yandan sağlık ve çevre sorunlarına yol açarken diğer yandan temiz
çevre ve organik gıdalar konusunda
küresel reaksiyonlara sebep olmaktadır.
Burada asıl trajik olan gıda ve beslenme
çeşitliliği ile hacmini artıran sözde
biyo-teknolojik gelişmelere rağmen
dünya üzerindeki açlık, yoksulluk,
yetersiz ve sağlıksız beslenme gibi
eşitsizlik ve adaletsizlik durumlarının
da artarak devam etmesidir.
SOFRANIN MEDENİ KODLARI
VE ADAB-I MUAŞERET
Kadim dünyanın bütün erkân ve
âdetleri içinde bir hazırlık, sanat ve
adab-ı muâşeretine sahne olan sofra,
İslami medeniyet pratiğinde de kişiye
ve hayata nüfuz etmiş bir tasavvurun
muhitiydi. Sofra rutin ve ritim olarak
geleneğin varlığa içkin dünya görüşünü
yansıtan nimet, şükür, sabır, kanaat gibi
irfan ve ihsan kavramlarında tecelli
eden bir tasavvurun tahkimi anlamına
geliyordu. Günlük yemek vakitlerine ve
sofraya iştirak ederek bir şükür sebebi
olan nimete, birlikte oturmayı anlamlı
kılan geleneğe, ailenin topladığı geçmiş
ve geleceğe, ocağın tütmesine, kokunun
ve lezzetin cezbetmesine, yalnızca bedenin değil ruhların da huzur ve sükûnet
bulmasına kapı açılırdı. Mutfağından
ocağına, davetinden sofrasına yemek
âşina usul ve süreçlerin bütün şeyleri
ve canlı-cansız varlığı da içine alan bir
zaman-mekân bileşkesinde şekille-
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
dönüşümü, toprak ve tarımın seküler mekanik algıyla işlenmesi, yeni
biyo-teknolojilerin verimlilik ve kazancı
maksimize edecek müdahaleleri meşrulaştırması, yemek bağlamındaki kültürel
çeşitlilik ve tatların benzeşmesine ve
standartlaşmasına yol açtı. Yemeğin
kültür içindeki sembolik, seremonik
işlevleri ve önemi kentsel yaşamın yeni
sosyal sisteminde ve dakikleşen çalışma
düzeninde gündelik hayatın rutin aralıklarına sıkışmış bir atıştırma eylemine
dönüştü. Geniş manada insani ilişkiler
ve yaşamın duygusal uzlaşmalar, zihnî
yakınlıklar ve manevi zenginlikleri için
zaman durdurucu mekânsal muhitleri
olan geleneksel sofralar artık sembolik
ve derûnî estetiğinden yoksunlaşarak
hızlı “atıştırma” seanslarına evrilmiştir.
Geleneksel yemeğin tüm müktesebatı,
protein değerleri ile büyüleyen, albenili
tekniklerle paketleyen ve pazarlayan
gıda teknolojileri sayesinde daha çok
ekonomik boyuta taşınmış bir beslenme
sektörünün aracı hâline dönüştü.
Niceliksel değerlerle kuşatılmış
yeni beslenme olgusu popüler tüketim
kültürü içinde yemeğin araçsallaşması
anlamına gelmektedir. Geleneksel
hayatı tamamlayan ve günlük ilişkilerine içkin olan yemek ve sofra âdetleri
tüketimci kapitalizmin sosyo-ekonomik
sisteminde daha nicel, profesyonel ve
sektörel bir beslenme endüstrisine
teslim olmuştur. Dakikliğin maddî
kültürüne angaje olmakla kalmayan
yeni beslenme düzeni yalnız sosyal ve
kültürel ilişkiler dünyasını değil, aynı
zamanda başta şişmanlık olmak üzere
çeşitli sağlık sorunlarını tetikleyen bir
beden pratiğine yol açmıştır. Geleneksel
yemek ve beden tasavvurunda ortaya
çıkan bu kırılma, tüketimci kapitalist
yemek kültürüyle iç içe geçmiş ruhsal
ve fiziksel rahatsızlıkların kaynağını
oluştururken bir yandan da sağlık alanında alternatif tıp, maneviyatçı şifa ve
spritüel arayışları güçlendirmiştir. Öte
yandan sorunun daha üst planda ortaya
çıkan küresel yansımaları da oldukça
23
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
24
nirdi. Yemeğin kültürel çeşitliliği ile
hangi sırada ve nasıl sunulacağından,
yemek esnasında eller, ağız ve bütün
olarak bedenin kullanımına kadar
hemen her şey bir gelenek içinde
aktarılır ve uyulması beklenirdi. Bir
medeniyet kodu olarak sofra adabı
günlük hayatın rutin akışını temin
ederken bir şahsiyet olarak insanı da
herhangi bir boşluk ya da belirsizliğe
bırakmıyordu. Bu bakımdan sofraya
ilişkin adab-ı muâşeret modern öncesi
ailenin günlük hayat düzeninde hem
aile mensuplarını hem de şehirle temsil
olunan medenî dokuyu ahlakî ve estetik
bir çerçevenin içinde tutuyordu. Öte
yandan eskiden Avrupa’da olduğu gibi
Anadolu’da da erkeklerle kadınların
ve çocukların bir araya gelmeleri ve
aynı sofraya oturmaları söz konusu
değildi. Yemek vakitlerinde önce erkeklerin sofrası kurulur, kalanları sonra
kadınlar ve çocuklar yemeye devam
ederlerdi. Bu âdet selamlık-haremlik
bulunan varlıklı ailelerde de değişmez,
selamlıkta evin efendi ve beyleri ile
hizmetçileri, haremde ise kadınlar,
çocuklar ve halayıklar yemeklerini
yerdi (Emiroğlu 2002, 100).
Sofra sadece yemeğin vaktini değil,
yerine göre bazı sohbetlerin dile geldiği
bir toplanma vaktini de simgeler. Aile
bir hane içinde yaşamak, yemek ve
sofra vakitlerinde bir araya gelmekle
mekânsal anlamını ikmal eder. Başından sonuna belli kurallar ve beklentiler
yumağı içinde her bir kişi sofranın
kendine açtığı yerde bir şahsiyet ve rol
içinde olacağını bilir. Adab-ı muâşeret
kitapları yemek masasının etrafında
özellikle mutluluğu yaratmayı bilen
ev hanımının rolü üzerinde çok durur.
Toplumsal yaşam erkeklere aile yaşamı
içinde yemek saatleri dışında başka
bir zaman bırakmaz, çünkü ömrü
uzatma sanatı ve tecrübesi sindirimi
kolaylaştırmak, hissedilemez bir hâle
getirmek için yemek zamanının sevinç
içinde geçirilmesini öğütler (Duby/4
2021, 208). Sofra adabı yemeğe her
F.: İsmail Daşgeldi
Bütün kültürlerde yemeğin evlilik, doğum, düğün, bayram, tabiat rutinleri ile
cenazeler bağlamında törensel bir boyutu bulunur. Törensel yemekler geçiş
törenlerini kıymetlendiren ve sosyal ağda yer alan herkesi birbirine yakınlaştıran
bir ziyafettir.
işte olduğu gibi besmeleyle başlanmasını gerektirir; Avrupa’da yemeğin
başında yapılan dua İslami gelenekte
yemek sonuna bırakılmıştır. Yemek
bir eğlence değildir, “işret” sınırları
dışında kalmaya özen göstermek gerekir,
ancak hiç konuşmamak da mekruh
görülmüştür (Emiroğlu 2002, 102).
Sofraya ve yemeğe hürmetin boyut
ve ölçüleri adab kitaplarının dışında
fıkhi boyut kazanmış ilmihallerde bile
yer tutmuştur.
Bugün her ne kadar yemek kültürü
bütün süreç ve unsurlarıyla birlikte
hem şeklî hem de kültürel dokusuna
ait manevi hususiyetlerini yitirmiş
olsa da zaman zaman geleneği yeniden
inşa etme çabalarıyla hatırlanmaktadır.
Bununla birlikte kadim sofra adabının
modern araçsal rasyonalizasyon bağlamında bir mer’iyyeti ve meşrûiyeti
kalmamış gibidir. Zamane bireyi için
yemeğin bereketi ile sofranın nimeti
seküler tatlar ve lezzetler arayışında
araya gitmiştir. Yemek sonunda yapılan
dua bile geleneksel ailevi desteğinden
koparken, ancak törensel yemek davetlerinde muhafazakârlığın ayrıştırıcı bir
aracı olarak yerini almaktadır.
Tarihsel bağlamda yemeğe ilişkin
bütün sarfiyat ve münderecat, tüm süreç
ve rutinler, içinde örfü, irfanı ve vahyi
birleştiren bir geleneği tamamlarken,
sofra günlük rutinlerde medeniyetin
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
cüzî bir temsili olarak tekerrür ediyordu. değildi, sofra rutinleri aynı zamanda Bugün alışveriş merkezlerinin yiyecek
Yemek ve sofrada tahakkuk eden ailenin ve bütün bir muhitin terbiye ve fast-food kısımlarında müşterilerin
simgesel anlamlar ve işlevlerin zaman sistemine dâhil olması demekti. Yemek dakikalar içerisinde atıştırarak ticari
içinde geri çekilmesi ve değersizleşmesi, ve sofra adabına ilişkin zihniyet ve kârlılık ve akışa dâhil olmaları sağladaha çok bereket, helal rızık, nimet, şükür, tutumların hayattan uzaklaşması aile nıyor. “Yeme hızı” fast-foodlarda ve
davet, ziyafet ve dua gibi temsil edici eksenli bir terbiye ve irfan geleneğinin hamburger dükkânlarında menünün
eylemsel kodların dilden, hayattan ve altüst olmasına yol açıyor. Elbette bunda “hazırlanma hızına” eriştirilmeye çalıkültürden buharlaşmasıyla ilgilidir. Bu modern çekirdek ailede bireylerin şılmaktadır. Tüketimci kapitalist topkavramların ördüğü dinî ve medenî değişen konumları da etkili olmak- lumda yemek ve beslenme pratikleri
dokunun modern beslenme pratikleri tadır; mutfağın yoksullaşması kadar de sistemin ritimlerine ve verimlilik
ve süreçlerinde karşılığını bulmak artık ailenin çocuk merkezli hâle gelmesi kriterlerine ayak uydurmak için genel
çok zordur. Bazı şeklî unsurları devam de bu dönüşümü hızlandırmaktadır. bir McDonaldlaştırma düzenini tesis
etse bile sofradaki ürünlerin doğal Günümüzde çocuğun beslenmesi piya- etmiş durumdadır. Özünde fast-food
yapısı ticari ve teknolojik müdahalelerle saya göre şekillenmiş tüketimci hazır yemek kültürünü yaygınlaştıran ilkeler
değiştirilmiş, yemek etrafında örülmüş gıda ve beslenme sektörüne emanet verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebinimet ve ekmek seküler bir beslenme edilmiş durumdadır. Doğal olarak bir lirlik ve denetim gibi kapitalist tüketimi
sürecinin parçasına dönüşmüştür. sofra ve aile yemek düzeninde yemek rasyonelleştiren ve süreklilik kazandıran
Sofraya hürmet, nimete şükür ve adaba süreçlerinin kazandıracağı bütün temellerdir. Fast-foodla ikame olunan
riayet gibi cansızlaşmış motifler ise tecrübe ve bilgi tarzları da devreden McDonaldlaşma ve yemek tüketimi
eskimiş bir adab-ı muâşeretin folklorik çıkmaktadır. Paketlenmiş ürünlerden aslında günümüz toplum yapısındaki
kalıntıları durumuna düşmüştür. Yoğun dolayı yeni kuşaklar doğal ürünlerin değişimi karakterize eden bir kavramdır.
mesaili çalışma düzeni ve dakiklik doğal kaynaklarından arındırılmış ya Nitekim Ritzer fast-food üzerinden
kültürü içinde yemeğin büyük ölçüde da katkı maddeleriyle rafine edilmiş ve çağdaş toplum yaşamının değişen
dışarıda ve acûl bir şekilde yenmesi, değerleri değiştirilmiş bir gıda endüstri- yapısını ve ilişkilerini vurgulamıştır
gündelik hayatın artan ritmi ve meş- sine muhatap hâle gelmiştir. Kaybolan (Ritzer 1998). Söz konusu değişim o
guliyetlerinde meşruluk bulmaktadır. sadece adab-ı muaşeretin kadim kodları kadar kuşatıcı ve tektipleştirici bir
Bir sükûnet ve muhabbet ahvali içinde değil, muhiti ve ilişkileri içinde ailenin süreçtir ki klasik yemek kültürüne ait
kurulan sofra muhiti modern dünyada kendine has derûni havasıdır.
“pide, lahmacun ve kebap” gibi mahallî
davetler, konuşmalar, etkinlikler ya da
yemek türleri de aynı paketleme, reklam
YEMEĞİN DIŞARIYA
sohbetlerin araçsallaşmış bir etkinliğine
ve satış stratejilerine intibak etme duruTAŞINMASI, TENHALAŞAN EV
dönüştü. Modern dinamiklerin hayatı
mundadır. “Dışarıda yemek” alışkanlığı
Modern kent yaşamıyla birlikte ev yeni orta sınıfın hafta sonu kahvaltıları,
dönüştüren gücü nedeniyle geleneksel
sofra ve yemek kültürü bugün folklorik dışında yani “dışarıda” yemek bugün kadınların günleri ve oturmaları, iftar
anlatılar, medyatik nostaljiler ve törensel sektör mahiyetli kültürel bir olgu hâline davetleri ile lokanta ve restaurantlara
kutlamaların konusuna indirgenmek- gelmiştir. Bazı yaklaşımlarda bu durum taşınan bir hizmet sektöründen de güç
tedir. Bu durum elbette kadim olanın kadının ev dışı çalışma hayatına katıl- almaktadır. Çeşitli vesilelerle yapılan
kendi içinde yenilenme cehdini yitirmesi, masıyla açıklanmaktadır; ancak temelde kutlama ve etkinliklere özgü yemekli
kökler ve hafıza üzerinde yeni usul ve mesai düzenli sınaî, ticarî ve bürokratik toplantı ve ziyafetler artık yalnızca kentin
gelenekleri ihdas edememesiyle ilgili- sistem zaten toplu eğitim, etkinlik ve seküler ailelerinde değil muhafazakâr
dir. Ne yazık ki zamanın lezzetleri gibi çalışma alanlarına kurumlarda ya da dindar kesimlerinde de hane dışında
geleneksel arka planı içinde tüm sofra dışarıda bir yemek zamanı ihdas etmişti. özel mekânlarda gerçekleştirilmektedir.
müktesebatı da tüketimci kapitalizmin Neticede çalışanlar için yemek sorunu
Kamusal alanda, seyirlik ve yürüyüş
piyasa gereklerine angaje olmaktan bu ara zamanlarda standartlaşmış ve mekânlarında halka açık yemek artık
kurtulamıyor. Bugün yemek daha paketlenmiş bir ürüne ve kısa süreli bir sakınılması gereken ya da utanılarak
çok göze hitap eden bir süs nesnesine, rutine dönüşmüştür. Esasen kentsel yapılan bir şey olmaktan çıkmıştır.
masayı tamamlayan bir görsel dekora zaman ve mekân sıkışması hayatın Yemek yemenin bedensel vaziyeti ile
bütün rutinleri ve ilişkilerinde olduğu yemek esnasında eller, ağzını kapalı
dönüşmek üzeredir.
Yemeğin bir adab sürecinde hazır- gibi yemek meselesini de artık “ayakta”, tutma ya da şapırdatmama gibi gelelanması yalnızca nimete hürmet ve “seyir hâlinde” ve hatta “arabada” geçiş- neksel tutumlar zihin dünyasından ve
bereketin talebiyle sınırlı bir durum tirmeyi bir zorunluluk hâline getiriyor. davranış haritasından silinmiş gibidir.
25
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
26
İslami gelenek her şeyden önce alenî
yenilen yemeklerde “göz hakkı”nı ve
mahremiyet ihlalini tartışır. Gelenekte
yemeğin alenî yenmesi veya ifşâsı adab-ı
muâşerete uygun görülmez, evde yapılan yemeklerin kokusuyla hane dışına
sirayet etmesine karşı da mümkün
olduğunca ve ikramlık düzeyinde de
olsa en yakın komşularla paylaşılırdı.
Yeni muhafazakârlar yemeğin mahremiyetinden çok muhteviyatındaki
helal standartlarıyla yetinmekte, artık
yemekten ziyade seçkin mekânlarda
yemekli görüntüleri paylaşmaktadır.
Dışarıda yemenin cazibesiyle evler
tenhalaşırken, oturma odasına dönüşen
mutfaklarda ise rutin yemek vakitlerinin
yerini programlara ya da açlık krizlerine
göre zamansız atıştırmalar almıştır.
Mutfak dijital çağın bütün aletleriyle
ve marketlerin son kullanma tarihli
ürünleriyle tıka basa doludur, ama
sofra bir türlü kurulamamaktadır. Öte
yandan yoksulluk sarmalına düşmüş
kesimler için bir handikap ve soğukluktan başka bir şey olmayan mutfak
ise gözlerden ıraktır.
BEREKET VE NİMETİN
PAYLAŞIMINDA SOFRANIN
MEDENİYET KODLARI
Modern-öncesi zamanlarda ve
ötesi muhitlerde yemeğin misyonu
insanları berekete, nimete, hayra ve
sohbet etrafında bir huzura çağırmaktır.
Sofra esasen bedenî bir ihtiyacın telafisinden çok kişilere şahsiyet kazandıran, hanenin ve muhitin ruhuna
âşina kılan bir meclistir. Geleneksel
topluluklarda meydana kurulan sofra
uzun yıllar süren kavgalar, çatışma ve
hasımlıkların sona ermesini mühürleyen bir ahit ve sözleşme zeminidir.
Yemeğin etrafında bir araya gelmek,
sorunların konuşulması, ihtilaf ve
anlaşmazlıkların unutulması, geçmişin ve düşmanlığın bertaraf edilmesi,
yeni bir ittifak ve anlaşma döneminin
başlamasını simgeler. Yemek davetleri
geniş akraba ve aile toplumlarında
önemli kararların istişare edilmesi,
sıkıntı ve dertlerin halledilmesi için
ritüelleşmiş kritik zamanlardır. Camia
ya da grup yemekleri müşterek bir mazi
ve mekâna mensubiyeti daimî kılarak
tescil ederler. İnsanın yalnızlığa ve
yalnız taam etmeye tahammülü zayıftır.
Davet yemekleri gerçekte insanların
bir araya gelme, birlikte olma ve bir
aidiyet içinde sükûn bulmanın temel
araçlarından biridir. Yemek davetleri
ya da davet yemekleri hâlen modern
bireyci toplumda mahallesini kaybetmiş
tekil insanın diğerleriyle yan yana ve
göz göze gelebilme fırsatı bulabildiği
nadide zamanlardır.
Kentsel yaşamın çekirdek ailesinde
bile yemek vakitleri ailenin bir araya
gelme sebebidir. Akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık bağları zayıflayan
yeni ailenin yegâne buluşma sığınağı
yemek masasıdır artık. Duby gündelik
hayatın tarihinde orta ve alt tabaka
kentli ailelerde haftanın bir veya iki
gününde ancak yemek etrafında toplanıldığına dikkat çeker. Ailenin yemek
etrafında bir araya gelme alışkanlığı en
çok hafta sonu ve pazar yemeklerinde
gerçekleşmektedir. Diğer taraftan bu
öyle özel bir andır ki, evin hanımı bu
ortamı ayrıcalıklı hâle getirmek için
elinden geleni yapar (Duby/4 2021, 174,
206). Yemek esnasında ebeveynin ya da
aile büyüklerinin öğrettiği şeyler vardır,
yemeğe başlamadan önce söylenmesi
gereken besmele ile yemeğin sonundaki
şükür duası sesli olarak yapılır. Nimete
şükür ve bereketle ziyadelenme yemek
faslıyla medeniyete nüfuz etmiş ahlaki
ve estetik bir tasavvurdur.
Yemeğin fenomenolojik boyutu ve
simgelediği anlamlar silsilesi onun
fiziksel ve mekânsal boyutunu tamamlar.
Yemek açlığın yatıştırılması bedensel
gücün ve fiziksel yeterliğin sürdürülmesi
bakımından sanki sadece zorunlu maddi
ihtiyaçların başında yer alıyormuş gibi
algılanır. Oysa yemek insanın hayatla ve
varlıkla hissedilir derecede kurabileceği
irtibat vesilelerinden biridir. Tefekkür
ederek yemek ya da yerken tefekküre
dalmak, sohbet ederek yemek ya da
yemeği bir muhabbete dönüştürmek
insanın yemekle birlikte zamanın
yavaşladığı mekânın duyumsandığı
bir tecrübeyi yaşamasına fırsat verir.
Bu tecrübe hayata ve içinde yaşanan
zaman ile mekâna medenî bir estetiğin
ve ahlakın güzelliklerini katar. Ancak
bütün bu özelleştirilmiş bir zemin
içinde varoluşu tatlandıran tecrübe,
belki de daha çok rutin bir beslenmeye,
biyolojik bir zarurete ve piyasanın bir
aracına dönüştüğünde yani kısaca bir
beslenme sorunu hâline geldiğinde
insan sadece ahlakî ve manevî eksikliklerle değil sıhhî ve kültürel risklerle
de yüzleşmek zorunda kalmaktadır.
YEMEK BİR “FARK”TI,
AYRIŞTIRAN VE
YOKSUNLAŞTIRAN
YEMEK ARZUSU
Yemeğin kültürel boyutu aslında her
bir evin içinde “kendiliğin” dâhil olduğu
sofranın ve lezzetin kişisel yaratımını
gölgeleme ihtimalini güçlendirir. Oysa
yemek ile her bir hanede kişinin münferit tatlar ve kokuları ruha dinginlik
veren bir bestenin ahenkli notaları gibi
birleştirmesi düşünce ve duyguların
güçlü bir bireşimini temsil eder. Bu
bakımdan yemek sadece ve yalnızca
kültürle açıklanacak bir örüntü değil,
aynı zamanda şahsiyet olarak bir aktörün
bütün farkını ve hünerini sofranın bütün
aşamalarına yansıtmasıdır. Günümüzde
medyatik yemek programları, yemek
pazarlaması ve dağıtımı yapan internet
siteleri, paketlenmiş yemek sektörü ve
hülasa kapitalist modernliğin beslenme
pratikleri her şeyden önce yemekte
kişisel tecrübenin kendini ve farkını
ifade etme gücünü elinden almış, insan
tecrübe edemediği, müdahil olamadığı
bir beslenme parodisine aktör olarak
değil bir tüketici olarak düşmüştür.
Yemeğin mekânsal ve zamansal koordinatları öylesine mekanikleşmiş ve
sıradanlaşmıştır ki, onun adabına
MODERNLİĞİN “POST”LU
ZAMANLARINDA
EVSİZ VE FARKSIZ BİR
SOFRAYA DÜŞMEK
Günlük hayatta nelerin yenilip
yenilemeyeceğine dair bilgi ve eylemler
ile yeme-içme pratiklerinin kaynağı
kültürel örüntülerde içkindir. Kişisel
beğenilerimiz ile damak tatları aile,
çevre ve toplumsal iştah kriterlerinden
bağımsız değildir. Bir yiyeceğin iştiha ile
arzu edilmesi ya da kerih ve tiksindirici
görülmesini sağlayan şey hafızada yerleşik kültürel sınırlardır. Günlük hayatın
bedenî ihtiyaçlarına ilişkin özel bir
boyutu olan beslenmenin tayin, tanzim
ve tekrarı coğrafi çevre, fiziki imkânlar,
dinî ve kültürel kodlarla iç içe geçmiş
bir koordinasyonda şekillenir. Ancak
kültürel zemin sürekli olarak değişmekte, tarihî ve dinî motifler zamanla
eklektik ya da sentetik etkileşimlerle
yenilenmektedir. Nitekim kültürü ve
günlük hayatın değişimini hedefleyen
Türk modernleşmesi bu minvalde Batılı
adab-ı muaşereti yemek sofrasında
görmenin altyapısını hazırladı. Türk
modernleşmesinin “asrileşme” ile Batılı
yaşam tarzı ve kültürel kodlarını taklidi
içermesi geleneksel ayaküstü yemeklerin
de modern tüketim kültürüne uyum
sağlamasını kolaylaştırmış, gündelik
hayatın geleneksel formları ve muh-
tevası adeta “McDonaldlaştırma”nın
şiddetine maruz kalmıştır. Mutfak ve
sofra düzeni ile odayı, masayı ve yemek
araçlarını da içine alan mekânın zihniyet ve davranışa yansıyan değişimi
Tanzimat’la birlikte Türk hanesinin
Batılılaşmasını simgeleyecek bir kimlik
dönüşümünde yer bulmuştur. Gelenekte
adab-ı muâşeret bir varlık tasavvuruna
uygun şekilde insana günlük hayatta
yemesini, içmesini ve davranmasını
öğreten bir terbiye kodu olarak işlev
görüyordu. Ancak geleneğin modernlik
karşısında savunmasız ve yetersiz kalan
formları, öykünmeci seküler stratejilerin güç ve geçerlik kazanmasına
yol açtı. Tanzimat sonrası dönemde
halkın inanç ve kültürünü bir gerilik
ve taassub olarak niteleyip aşağılayan
eğilimler adab-ı muâşereti artık daha
çok seçkinler, üst düzey bürokratlar ve
aydınların modern yaşam tarzıyla özdeşleştirmiştir (Emiroğlu 2002, 87). Seksen
sonrasında kültürel modernleşmenin
öncülüğünü devralan muhafazakâr
siyaset, neoliberal kapitalist ilkelerin
sekülerleştirici rüzgârıyla gündelik
hayatın içsel değişimini hızlandırdı.
Bu süreçte İslami referansların dâhil
edildiği tatil ve eğlence sektörü, boş
zamanları değerlendirme endüstrisi,
medya, moda, sinema, sanat ve müzik
gibi alanlarda gündelik hayat tüketim
kültürüne evrildi. Yemek konusu da
hız ve haz eksenli bu dönemle birlikte devasa bir endüstri hâline gelen
hizmet sektörünün merkezine oturdu.
Hamburger çağının hızlı standart ve
ayaküstü yemekleri geleneksel yemek
mirasının yerini aldı. Yemek artık her
şeyin simüle edildiği medyatik şov
programlarında tüketim odaklı popüler
kültürün nesnesi olarak araçsallaşmaktadır. Ancak bu durum sürekli
değişen ve belirli ritimlerini kaybeden
yeni orta sınıf aileler için cezbedici bir
önem taşımaktadır. Yeni kentsel aile
içe kapandıkça yemek ve sofra üzerinden taşınan paradigmatik birikimden
mahrum kalmakta, biteviye bir yiyecek
endüstrisine teslim olmaktadır.
Şehir kültürü tarihsel mekânları,
doğal ve fiziki özellikleri dışında yemek
gibi günlük hayat rutinleriyle her vakit
dile gelen bir hafızaya dayanır. Bugün
kültürel ve insani “fark”ları tarihe
gömen piyasa kapitalizmi, şehirlerin
kimliğine can veren geleneksel yemekleri marjinalize etmektedir. Küresel
lezzet menüsü belli markalarla özdeşleşmiş yiyecekleri her yerde ve bütün
zamanlarda ulaşılabilen bir aidiyete
dönüştürmüş durumdadır. Öğünleri,
kahvaltıyı, öğleyi ve akşamı tanımlayan
sofralar yok artık. Artık istediğimiz her
yerde ve yaşadığımız her anda yiyecek
kapımıza gelebiliyor; seçkin konak ve
köşk lokantalarına gitmek herkes için
mümkün olmasa da dünyanın öbür
ucunda yenen hamburger bile masamıza
erişiyor. Tek kişilik paketlerde evlere
gelen yiyecekler bizi birlikte yemek
sofrasından muaf kılıyor. Menüler
çeşitlendikçe her defasında bir diğeri
için rezervasyon yapıyor, bedenin yükü
arttıkça bu sefer de diyet menülerine
koşuyoruz. Şehirlerin farkını ve havasını
temsil eden yemekler kendine kıyı-köşe
ve salaş mekânlarda ancak yer buluyor.
Çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler ve
yaşlılar her biri şehrin bir köşesinde bir
şeyler atıştırıyor. Ne sofra kuruluyor
bu şehirde artık, ne de masada bizi
sükûna eriştiren ve huzura davet eden
bir yemek var...
▪
KAYNAKLAR
▪ Duby, Georges (2021). Özel Hayatın Tarihi 4,
Çev. Ali Berktay, Alfa Yayınları, İstanbul.
▪ Emiroğlu, Kudret (2002). Gündelik Hayatımızın
Tarihi, Dost Kitabevi, Ankara.
▪ Kottak, Conrad Phillip (2002). Antropoloji;
İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Çev. Heyet, Ütopya
Yayınevi, Ankara.
▪ Ritzer, George (1998). Toplumun McDonaldlaştırılması Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen
Karakteri Üzerine Bir İnceleme, Çev. Şen Süer
Kaya, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek
ilişkin müşterek hafıza ve ritüellerle
birlikte ocağın sıcaklığı, aşın bereketi ve
sofranın nimeti kaybolmuştur. Farklar
silinir ve etkisizleşirken mideler fesada
uğramış, beden hiç olmadığı kadar
bütün ölçü ve ritimleriyle tüm iştiha
ve şevkiyle irade ve seçimin pasifleştiği
küresel bir metalaştırmanın nesnesi
olmuştur. İnsan “yemek”te söz hakkını,
her dem bir “fark”la yaşadığı lezzeti
tecrübe etme vasfını yitirmiştir. Zincir
marketler, restaurantlar ve lokantaları
ile fast-food uygarlığı bütün tatları
ve lezzetleri merkezîleştirerek farka
savaş açmakta, sofranın tecrübesini
prangalamaktadır.
27
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır
Ahmet Dağ
Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır
28
Yemek/ler, Şehrin
Epistemolojik ve
Ontolojik Anlam
Haritasıdır
AHMET DAĞ
Doç. Dr. Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü
M
ekân ile insan arasındaki bağlantı, yalnızca
ontolojik bir ilişki biçimi değil aynı zamanda
epistemolojik bir ilişki biçimidir. Söz konusu olan hem ontolojik hem epistemolojik düzlem, insanın yalnızca varoluş
düzlemini değil bilinç veya zihin düzlemini de yapılandırır.
Kişinin ontolojik dünyası, onun epistemolojik düzlemini de
inşa eder. İnsanlık, yaşadığı mekânın en büyük dönüşümüne
sanayileşme vasıtasıyla şahitlik etmiştir. Sanayileşme ile
insanların kazanma biçimi, yaşam alanları, giyim-kuşamı
ve yeme-içme alışkanlıkları da toptan değişmiştir. Sanayi
Devrimi’ne kadar şehirler ile yemek kültürü arasında doğrudan bir ilişki vardı, yani şehirler ve şehrin insanları, yörenin
yemekleri üzerinden tanımlanabiliyordu. Sanayileşme, bu
ilişkiyi kıran bir darbı mesel olmuştur.
Gıdalarda kullanılan kimyasal katkılar, yalnızca yemeği dönüştürmemiş o
yemekle beslenen insanı da dönüştürmüştür. Yöresel yemek biçimlerinin
fast-food tarzına dönmesi, zaman-mekân olgusunun da değişmesine yol
açmıştır. Yemeklerin ve yeme alışkanlığının dönüşmesi, kültürel kimliği ve yerel
aidiyeti buharlaştırmıştır.
lere dair enformasyonun internetle
sınırları aşması, endüstriyel ürünlerin
pazarlara ve mutfaklara ulaşmasını
kolaylaştırmıştır. Süpermarketlerin
rafları ve hanelerin mutfakları, dünyanın
çeşitli mutfaklarını barındırır. Yemek
yenilecek mekânlar, yemeklerin hızlı
servisinin yapıldığı ve yenilip hızla
kalkılabilecek bir doldur boşalt uzamı
hâline getirilmiştir. Bu mekânların en
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır
20. yüzyılda sanayileşmeye bağlı
olarak şehirlerin; önce kozmopolitan
veya metropol hâline gelmesi, sonrasında ise küreselleşmenin etkisiyle kendi
yerel kimliklerinden koparak küresel
şehirler yani benzeşen şehirler hâline
gelmesi söz konusu olmuştur. Sofraya
değil artık masaya konulan yemekler,
küreselleşme ve endüstrileşme kaynaklı yemek türleri hâline gelmiştir.
Yemeklerin endüstriyel ve küresel
oluşu, şehir ile yemek arasında var olan
organik bağın ve ilişkinin kopmasına
dolayısıyla yaşam biçiminin özünden
kopuşuna yol açmıştır. Endüstrileşmenin gelişmesi, tarlanın geri çekilmesi
ve köylünün kayboluşuna, marketlerin
artışı ise köylünün gözden çıkarılmasına NEDEN OLMUŞTUR. Market
raflarındaki yerel olmayan endüstriyel
yemeklikler, egzotik ürünler, mevsimsiz
sebzeler ve meyveler; yalnızca insanın
boğazından geçip midesine giren
gıdasal veya maddi ürünler değildir;
kişinin giyimini, kuşamını, konuşma
biçimini değiştirmiş dolayısıyla tüm
hayat biçimine sirayet etmiştir.
Endüstriyel mutfak, endüstriyel
toplumun meydana gelmesinde çok
önemli etken olmuştur. Endüstriyel gıdalar; yalnızca endüstrileşmiş
toplumları etkilememiştir, endüstrileşmemiş toplumların mutfaklarına
girmiş ve mutfaklarını da etkilemiş
ve dönüştürmüştür. Gıda sektörünün
endüstrileşmesi, hem yeni ekonomik
tahakküm süreçlerini doğurmuş hem
de devasa gıda üretim merkezleri (fabrikalar) üzerinden çevresel tahakkümü
de meydana getirmiştir. Gıdalarda
kullanılan kimyasal katkılar, yalnızca
yemeği dönüştürmemiş o yemekle beslenen insanı da dönüştürmüştür. Yöresel
yemek biçimlerinin fast-food tarzına
dönmesi, zaman-mekân olgusunun da
değişmesine yol açmıştır. Yemeklerin ve
yeme alışkanlığının dönüşmesi, kültürel
kimliği ve yerel aidiyeti buharlaştırmıştır.
Gıda ürünlerinin ulaşım imkânlarıyla
farklı mutfaklara erişmesi ve yemek-
29
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır
Sanayi Devrimi’ne kadar şehirler ile yemek kültürü arasında doğrudan bir ilişki vardı, yani şehirler ve şehrin insanları,
yörenin yemekleri üzerinden tanımlanabiliyordu. Sanayileşme, bu ilişkiyi kıran bir darbı mesel olmuştur.
30
bariz örnekleri; KFC, McDonald’s ve
Burger Kings gibi mekânlardır.
Harvey için mekân; varlıkbilimsel
(ontolojik) bir kategori değil, insanı
biçimlendiren ve insan tarafından
biçimlendirilen toplumsal bir düzlemdir. Dünyanın tüm mutfakları, market
raflarında veya etnik restoranlarda
bir araya getirilmiştir. Harvey’e göre
küresel yemeklerin yükselişi, “zamanmekân sıkışmasının” bir göstergesidir.
Harvey’in dikkat çektiği bu sıkışma,
küreselleşme ile ilgili bir durum olup
yemek ile yerellik arasındaki maddi ve
manevi ilişkiyi zayıflatmaktadır. Yemeğin pakete girmesi ve küreselleşmenin
enformasyon teknolojisi ile yaygınlaşması, mutfakların melezleşmesine
yani postmodern bir hâl almasına yol
açmıştır. Mutfakların somut ahlaki
sözleşmelerin göstergesi olduğunu
düşünen Baudrillard’ın ifadesiyle çağdaş
bir terim olan tüketim, yemeğe sirayet
etmiş, “daha güzel” ve “daha çok yemek”
düsturuyla hem mutfakları hem de
yeme alışkanlıklarını dönüştürmüştür.
Geleneksel toplum anlayışımızda
yatak odası ve mutfak, iki mühim
mahrem alandır. Mahrem olan mutfa-
ğın yitirilmesi, neticesinde şeffaflığın
ve gösterişin temsili olan “Amerikan
Mutfağı” modellerinin ülkemizde
dahi yaygınlaşmasını doğurmuştur.
Mutfak biçiminin mahremlikten ve
yerellikten kopuşu, hem yemeğin
küreselleşmesini hem de mutfakların
benzeşmesini veya klonlaşmasını
doğurmuştur. Sanayileşmeyle birlikte, aile için hazırlanan “nimetler”,
marketlerin paketler hâline getirdiği
veya yemek fabrikalarının kitleler için
hazırladığı “ürünler” hâline gelmiştir.
Söz konusu bu durum, yemeğin kozmopolitleşmesini, metropolleşmesini
dolayısıyla yersiz-yurtsuzlaşmasını
doğurmuştur. Yemeklerin de eklektik
olmasını ve melezleşmesini doğurmuştur. Yemeklerin yersiz-yurtsuzlaşması,
bir nevi insanın da yersiz-yurtsuzlaşmasına yol açmıştır. Nitekim C. Classen,
yersiz-yurtsuzlaşmanın sadece Batılı
uluslarda değil Doğulu uluslarda da
olduğunu söyler.
Market tezgâhlarında bir araya
gelen farklı ulusların farklı gıdalarının, mutfaklarda bir araya gelmesi de
çok zor olmamıştır. Farklı gıdaların
farklı mutfakları sentezlemesini veya
melezleştirmesini, yemeğin sepete
(yemek sepeti) girme sürecini kolaylaştırmıştır. Yemeğin hem yapılışı hem de
yeniliş biçimi hatta sunuluş veya ikram
ediliş biçimi, insanları ve toplumları
biçimlendiren önemli etkenlerdendir.
Nitekim “insan yediklerine bir baksın”
ayeti, hem yenilen ürünlerin bir “nimet”
olduğuna hem de bu nimetlerin insanla
olan organik bağına yani insanın
varoluşunda etkisine dikkat çeken
bir ayettir. Yine Feuerbach’ın “İnsan
ne yerse odur.” sözünün önemli bir
karşılığı vardır. Beslenmenin ahlaki
ve siyasi bakımdan önemli olduğunu
düşünen filozofa göre yiyecekler, kan
üzerinden kalbe ve beyne ulaşarak
düşünceye dönüşmektedir. Biyolojik
düzlemle psikolojik ve epistemolojik
düzlem arasında ilişki kuran Feuerbach’a göre gıda, insani eğitimin ve
zihniyetin temelidir. Ona göre esas
olan şey, dinî vaaz yerine kişilere daha
iyi yiyecekler vermektir.
Beslenme veya yemek yeme, hem
kişinin ahlak yapısının oluşumunu hem
de toplumların ilişki biçimlerini belirler.
Yemek, sadece birey ve toplumların
davranış biçimlerini ve ilişki biçimlerini
bir alameti gibi açık büfelere uzanan
yeni bir yemek serüvenimiz var. Hem
yenilen yemeklerin hem de mutfakların,
sanal düzlemde kamusal/şeffaf hâle
getirilişinin tecrübesine şahit olunan
modern dönemleri yaşamaktayız. Hem
yenilen yemeklerin endüstrileşmesi hem
de mekânların dönüşmesi, insanların
suretlerine ve siretlerine yansımıştır.
Feuerbach’ın dediği “İnsan, ne yerse
odur” sözünün karşılığı olarak yiyip
içtiği şeyler kişinin karakterine de
sirayet eder. Yine B. Turner, yemek
yeme ile toplumsal düzen arasında sıkı
bir bağ olduğunu vurgular.
Her ne kadar “yeni olana” karşı tepkili
olduğumuz eleştirilse de toplum olarak
bu tutumumuz yöresel mutfağımızın
korumasında önemli bir koruyucu
olmuştur. “Kayseri ve diğer şehirlerin
mantısı, yine Kayseri’nin yağlaması
ve Çankırı’nın Ekmek Muskası, Adıyaman’ın Meyir Çorbası, Trabzon’un
Arpa Çorbası vs. ülkemizde bulunan
binlerce yöresel yemek çeşitlerinin
varlığının nedeni olarak bu direnci
görebiliriz. Yemek, sadece yemek
değildir. Yemek, şehrin ne kadar kadim
ve muhkem olduğunun en önemli
göstergesidir. Şehrin yemeklerinin ne
kadar çeşitliliğinin olduğu ve yemeklerini ne kadar koruyabildiği şehrin
kadimliğini ve muhkemliğini gösterir.
Yine beslenme türü ve biçimi ile kişilik
oluşumu ve toplumsal düzen arasında
doğrudan ilişki olduğu için yemekler,
şehrin insanının kişiliğini ve toplumsal
düzenini belirler. Yemeklerini koruyan
şehirler, insanlarının kimliklerini de
toplumsal düzenlerini de korurlar.
Şehrinin geleceğini dert edinenler,
geçmişte olan yemeklerini dirilterek ve
mevcut yemeklerini koruyarak şehrinin
kimliğini derinleştirirler ve korurlar.
Yemekler şehrin hem hafızasıdır hem
de anlam haritalarından biridir.
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır
belirlemez, toplumsal katmanların da sonra hemen kalkılmaz. Yemek sofrası,
önemli bir göstergesidir. Sınıfsallığın bir has sohbetlerin yapıldığı mekândır.
göstergesi de olan yemekler, kişilik ve Yöresel yemekler, yalnızca doyurmaz
toplum biçimlerine de etkide bulunurlar. yani aynı zamanda yemeğin lezzetini
Fast-Food türü yiyeceklerle beslenen alarak damak tatlandıran lezzetlerdir.
toplum biçimleriyle kuru fasulye-pilav Yine yemek yeme, edep-adap öğrenile beslenen toplum biçimlerinin ben- menin öğrenildiği önemli terbiye
zerlikten çok farklıkları söz konusudur. süreçlerinden biridir. Çocuğun toplum
Nitekim Bauman, mutfak kültürünün içinde yemek yeme adabını öğrendiği
salt olarak bir karın doyurma eylemi sofra, ailenin bir arada toplandığı nadir
olmadığını, bireylerin ve toplumların mekânlardan biri olduğu gibi zamanı
kültürel belleğini ve kimliğini yansıtan koordine eden yani hayatı takvimlenönemli bir faktör olduğunu iddia eder. diren bir muvakkithanedir. Sofra hem
Chul Han da Japonya’da yemeğin bir hayatta muhkem/sağlam olmayı hem de
kült ve estetik meselesi olduğunu söyler. insanlarla irtibatı sağlayıcı bir vasıtadır.
Yöresel mutfağını küreselleşmenin Aile bağının güçlendirilmesinin mekânı
getirdiği fast-food türü fırtınalara kap- olan sofrada buluşulma nadirleştikçe
tırmayan aileler ve milletler, benliğini ailedeki bağlar da zayıflar. Sofranın
muhafaza etmede ve sürdürmede mut- kaybolmasıyla ailenin de buharlaşması
fağını bu fırtınaya kaptırmış ailelere söz konusu olur.
ve milletlere göre daha şanslılardır.
Yemek, yalnızca beslenme ürünü
Özgün yemekler ve yöresel mutfaklar, değil aynı zamanda mahremiyet unsuyerel kimliğin önemli bir göstergesi- rudur. Kadim gelenekte insanların
dir. Zira özgün yemekler ve yöresel yediği ve içtiğinden bahsetmesi, hem
mutfaklar, tarihî süreçlerde yaşanan “ayıp” hem de “lüzumsuz” bir iş olarak
olumsuz hadiselere (göç, kıtlık, savaş görülmüştür. “Yediğin içtiğin senin
ve hastalık) dayanıklılığını sürdüre- olsun, gezip gördüğün yerleri anlat”
bilmiş tarihsel bir gerçeklik ve maddi sözü, görgü’nün, yenilen içilenden
kültürün esaslarından biridir. Yöresel daha mühim olduğunun önemli bir
mutfak, kültürel kimliğin ve belleğin göstergesidir. Yemek fabrikalarının
hem tezahürü hem de söz konusu bu ve restoranların araçlarının, “getir-gökimliği ve belleği belirleyen önemli bir tür”lerin, “sepetlerin” yemeklerle taşınetmendir. Yöresel mutfakları yutan bir dığı ortamda yemeğin mahremiyeti
kara delik olan Fast-Foodlar, sadece yitirilmiştir. Adına müstehcenleşme
yöresel mutfağı değil mekânı da dönüş- diyebileceğimiz bu durumla yetiniltüren adeta mekân parçalayıcı hiltiler memiş “The Chef Show” ve “Top Chef”
gibidir. Fast-Food’la beslenen bir insanın gibi ithal programlarla “gösteriş”, yerli
düşünce derinliği ile pilav ve fasulye “Usta-Şef”lerle ülke topraklarına da
pişirip yiyen insanın düşünce derin- girmiştir. Doymadan kalkmanın bir
liğinin aynı olması mümkün değildir. inanış ve sünnet olduğu bu topraklarda,
Mutfağın dönüşmesi ve yenilen mekâ- çatlayana kadar yenilen yemek yarışnın da dönüşmesi, bireylerin kimlik maları yapılmıştır ve yapılmaktadır.
dokularını yitirmesini ve yurtsuzluğu
Endüstrileşme, kentleşme veya metmeydana getirmiştir. Yemek, sadece ropolleşme, yemeğin melezleşmesine
boğazdan geçip mideye giden bir ürün ve yemek mahremiyetinin yitirilişine
değil aynı zamanda toplumların yaşam yol açmıştır. Oysa şehrin büyümesi ile
biçimini, davranış şeklini ve mekân yemek mahremiyetinin korunması aynı
tasavvurunu da etkileyen bir etkendir. düzlemde sağlanabilirdi. Sefer tasları
Yemek-yeme, kültürel hayatımızda ile taşınan ve kapalı kaplar içinde servis
adeta bir ritüeldir. Yemek yenildikten edilen yemeklerden “görmemişliğin”
31
Yusuf Yerli
Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
Aşure Şehirler,
Hamburger
Kentler
“Bilinci, biçimler dünyasına yansıtmaktır yapmak istediğim”
Turgut Cansever
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
“Modern kentlere özgü olan ızgara planı kapitalist rejimin talep
ettiği değer değişimine imkân veren ve böylece kapitalist biçimlerin kente hâkim olmasını sağlayan mekanizmalardır.”
Lewis Mumford
32
YUSUF YERLİ
K
imi imgeler, simgeler ya da nesneler; birçok
kültür ve medeniyet tarafından kullanılmış,
zaman içinde anlam kaymaları, anlam dönüşümleri ve
değişimlerine uğrayarak belli bir kültür ve medeniyeti
imleyen, simgeleyen alem olarak yoluna devam etmiştir.
Hilal ve haç bu konuda en bilindik iki örnektir.
Yazımızın başlığı ve makalemizin konusunun bir unsuru
olarak ele alacağımız aşure ve hamburgerin de benzer
sembolik ve tarihsel anlamları bünyelerinde taşıdıklarını
biliyoruz. Hamburger ve bu yiyeceğin ilk üretici firması
olan McDonald’s dolayımında bir dönemi, bir kültürü, bir
zihniyeti, bir medeniyeti anlatmak ve açıklamak üzere
AŞURE
Aşurenin içine konan malzemelerin
miktarı ve cinsi geçmişten günümüze
bazı farklılıklar arz etmişse de tüm
aşure tariflerinde birincil ana malzeme
buğdaydır. Nohut ve kuru fasulye ikincil ana malzemedir. Bunların dışında
mısır, yeşil mercimek, az pişmiş pirinç,
çiğ bulgur katılabilmektedir. Aşurede
meyve olarak ayva, elma; baharat ve
çerez olarak ise ceviz, çörekotu, badem
(dolma fıstığı), fındık, fıstık, fesleğen,
karabiber, karanfil, kuru incir, kuru
kayısı, kuru üzüm (çekirdeksiz), kuşüzümü, tarçın, çir (kaymak), zemzem
suyu ve şerbet kullanılmıştır. Aşure
hazırlandıktan sonra üzerine gül suyu
serpilerek ikram edilmiştir. Aşureye
bu malzemeler dışında Türk mutfak
kültürünün en eski baharatlarından
biri olan, doğal bir koku ve renk verici
olarak safranın da konulduğu anlaşılmaktadır. Tekke yaşantısında aşure
pişirilmesi ve yenilmesi bir çeşit ibadet
olarak görülmüştür. Aşure içine konan
her malzeme birer “esmâ”ya (Allah’ın
isimleri) işarettir. Bu malzemeler
çiğ olarak kazana girerler, pişerler,
olgunlaşırlar ve en sonunda durulur,
teslimiyet hâline gelirler.
Özellikle Osmanlı toplumunda en
küçük ve mütevazi mutfaktan ihtişamlı
saray mutfağına kadar, lezzet arama ve
damak zevkine cevap verme kaygısı
daima var olmuş, aşure de bu bağlamda
hazırlayan kişilerin varlık seviyesine
göre farklılık arz etmiştir. Aşurenin
içine konan malzemelerin Sünni ve
Alevi gelenekte farklılıklar gösterdiği
anlaşılmaktadır. Alevi geleneğinde
aşurenin içine en az oruç tutulan gün
sayısı kadar (12 ya da 15) malzeme
konmasına özen gösterilirken, Sünni
gelenekte oruç tutulan gün sayısından
bağımsız olarak bu sayının en az 7 çeşit
olduğu anlaşılmaktadır.
“Aşure sadece İslam toplumlarına
özgü bir gelenek değildir. Theofania
(İsa’nın vaftizi yortusu) öncesi ve Paskalya öncesi oruç sırasında evlerde aşure
pişirilmiştir. Aşure yılbaşından artan
kuruyemiş, buğday ve baklagillerle
yapılmıştır. Ermeniler ve Türklerin de
sevdiği ve pişirdiği aşure hazırlandığında
komşulara dağıtmak âdettendi. Yine
Yahudilerde de bugün ‘Yom Kipur katan’
olarak ifade edilmiştir. O gün Yahudi
takviminin en kutsal günüdür. Nedamet,
pişmanlık, dua, kişinin vicdanıyla ve
Tanrı ile hesaplaşarak yargılanma ve
sonra da kendini yenileyerek temize
çıktığı Teşuva’ya ulaştığı gündür. Yahudi
inancında bugünün kutsallığı İslam
toplumlarının aksine herhangi bir
olaya dayandırılmamaktadır.”1
Bütün dinlerde ve toplumlarda
birlik ve beraberliği sağlamaya yönelik
olarak bazı yiyecek ve içecekler ön
plana çıkmıştır. Aşure de bunlardan
birisidir. Ancak zaman içinde aşure
Müslüman toplumlarına özellikle de
Osmanlı İslam toplumuna ve günümüzde ise Anadolu coğrafyasına has
bir yemek olarak varlığını sürdürmeye
devam etmektedir.
Osmanlı döneminde Safer ve Muharrem aşuresi olmak üzere iki çeşit aşure
pişirildiği anlaşılmaktadır. Muharrem
aşuresi Kerbela vakasının sene-i devriyesi
anısına, Safer aşuresi ise Hz. Zeynelabidin’in Kerbela’dan sağ kurtulması
ve Peygamber neslinin devamının bu
vesile ile sağlanmasından dolayı, bu
günlerin hatırlanması ve bir bayram
kıvamında kutlanması amacıyla pişirilmiştir. Böylelikle pişirilen aşurelerden
birisi hüznü diğeri ise sevinci temsil
etmiştir. Bu gelenek 1925’te tekkelerin
kapatılmasına kadar sürdürülmeye
çalışılmıştır. Anadolu’da Çepni, Tahtacı, Abdal gibi zümreler arasında bu
anane daha kuvvetli olarak yaşamıştır.2
Günümüzde ise aşure, kimi vakıf ve
tekkelerde belli zamanlarda yapılıp
halka ikram ediliyor olmasına ilaveten Anadolu insanı tarafından aşure
zamanlarında pişirilerek komşulara
ikram edilmeye devam etmektedir.
1
2
Özlü, Zeynel. «Osmanlı Devletinde Tekkelere
Bir Bakış: Aşure Geleneği”. Türk Kültürü ve Hacı
Bektaş Velî Araştırma Dergisi /57 (2011).
Özlü, agm.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
yazılmış olan makale ve kitaplar (McDonaldlaşma, Hamburger Çağı, Hamburger Medeniyeti vb) bir yiyeceğin ne
türden bir tarihsel tecrübeyi, bir yaşam
biçimini ifade etmek için kullanışlı
sembolik imkânlar taşıdığını ortaya
koymaktadır. Benzer bir açıklama ve
anlamlandırma imkânını bize aşure
yemeği de vermektedir.
Aşure ve Hamburger bu yazıda bir
zihniyet dünyasının, bir dünya görüşü
ve hayat tarzının en geniş çerçevede
hayat bulduğu, ete kemiğe büründüğü
mekânsal zemin olması bakımından
şehir/kent bağlamında sembolik/metaforik bir anlatım olarak ele alınacaktır.
Önce Aşure ve Hamburger’in tarihi,
kültürel ve simgesel değerleri üzerinde
duralım ve daha sonra şehir/kent bağlamında ne türden bir metaforik boyut
kazandıklarını göstermeye çalışalım.
33
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
AŞURENİN ANLAMI
(BÜTÜNLEŞTİREN YEMEK):
34
Aşure gününe İslam toplumlarında
muhtelif kutsallıklar atfedilmiştir. Aşure
tüm zamanların kırılma anlarını, köklü
değişimlerin ve dönüşümlerin zuhur
ettiği olayları sembolik olarak bünyesinde taşır. Ve bu olayları soframıza
getirerek onlardan ilham ve ibret alarak
bilinçsel ve bilgisel olarak beslenmemizi
sağlar. Taşıyıcı ve bütünleştirici işlevi ile
dünyamızda ve soframızda yer edinmiş
olan aşure aynı zamanda bir hatırlatıcı
olarak da zihnimizde kodlanmış olarak
varlığını sürdürmektedir.
Dünyanın yaratılışı, ilk yağmurun
inişi, Adem peygamberin tevbesinin
kabul edilmesi, Hz. İdris’in semaya
yükseltilmesi, Hz. Nuh’un gemisinin
Cudi Dağı’na oturması, İbrahim (as)’ın
ateşten kurtulması, Hz. Yusuf’un kuyudan çıkışı (üçüncü günü), Hz. Yakub’un
gözlerinin iyi olması ve oğlu Hz. Yusuf
ile kavuşup buluşması, Hz. Eyyüb’ün
hastalığının iyileşmesi, Hz. Yunus’un
yunus balığının karnından çıkması
(dokuzuncu gün), Hz. Musa’nın Tur
Dağı’na çıkışı (beşinci gün), Hz. Davud’un
tevbesinin kabul edilmesi, Hz. Süleyman’a mülkünün geri verilmesi, Hz.
Zekeriya’nın yaşlılığında çocuğu olsun
diye Allah’a ettiği duanın kabul edilişi, Hz.
Yahya’nın doğuşu, Hz. İsa’nın doğumu
ve göğe çıkışı, Peygamber Efendimizin
geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlandığı müjdesinin Hz. Peygamber’e
verdiği değerler dolayımında inşa ve
imar ediyor. Aşuredeki her bir yiyecek
kendi tatlarını muhafaza ediyor; ama
herhangi bir tat öne çıkmıyor. Her
birinin tadını ayrı ayrı hissediyorsunuz;
ama baskın bir tat yok. Ortada yeni
bir tat var: aşurenin tadı. Aşurenin
pişirilmesi kadar servis edilmesi de
önemli. Zira katılan yiyeceklerin pişme
süreleri farklı. Önce ayrı ayrı pişiriliyor.
Kimi ıslatılıyor. Kimi öylece katılıyor.
Eğer aşureyi usta biri pişiremezse, o
canım tat gidiveriyor. Fasulye, nohut
dilinize takılıyor. Aşure, aşure olmaktan
çıkıyor. İnsanlık son üç yüzyıldır tek
tipleştirmenin, farklılıkları yok etmenin, farklı renklere, kültürlere, ırklara,
dinlere, inanç ve mezheplere tahammül
edilemeyen bir anlayışın tahakkümü
altında. Aşure bu tahammülsüzlüğe
dur demenin ve yeni yollar göstermenin
bir imkânı olarak sofralarımızda bulunuyor. Aşure’nin aynı zamanda ikram
edilen bir yiyecek olması da bize farklı
bir medeniyet ve dünya görüşünün
ipuçlarını ilham ediyor: İstif ekonomisi
değil İnfak ekonomisi, İsraf ekonomisi
değil İkram ekonomisi.
verilmesi ve İmam Hüseyin’in şehit
edilmesi (onuncu gün) vs., tüm bu
olayların hep aşure günlerinde vuku
bulduğuna inanılır. Yukarıda zikredilen
ve zikredilmeyen binlerce olayın aşure
günlerinde vuku bulduğuna dair inancın kimileri tarafından sorgulanmaya,
tarihî gerçeklik ile uyuşmadığına dair
eleştiriler getirilerek bu bilinç durumunun küçümsenmeye çalışıldığını
görmekteyiz. Burada aşure isminin,
sadece Muharrem ayının onuncu günü
için bir ad olarak kullanılmasından öte
bir anlamının olduğunun altını çizmek
lazım. Kur’an’da üzerine yemin edilen
“leyalin aşr” yani on geceden bahsedilir.
HAMBURGER
Aşure günlerinin ve bu günlerde vuku
1850’lerde Hamburg-Amerika
bulduğuna inanılan olayların bu on gece hattında teknelerle ABD’ye gelen
ile bir bağlantısının olma ihtimalini de göçmenler yanlarında sevdikleri bazı
hesaba katmamız gerekir.
yemekleri de getirmişlerdi. Bunlardan
Aşureye yüklenen bu tarihsel derin- biri de Hamburg Biftek’ti. Almanların
liğe, tecrübe ve bilince bir de birbiriyle kıyılmış düşük kalite dana etini kendi
alakası olmayan yiyeceklerin bir araya baharatlarıyla tatlandırarak hem pişigelmesi ile oluşan mekânsal bir boyut rilmiş hem de çiğ olarak fakir sınıfın
ilave edilir: Kuru fasulye, nohut, kuru standart öğünü hâline getirdikleri
bakla, buğday, kuru üzüm, kayısı, bu lezzet, “Hamburg’a ait” anlamına
incir, portakal kabuğu, fındık, ceviz, gelen “Hamburger” adıyla bilinmeye
çam fıstığı, kestane, kuş üzümü, gül başlamıştı. Hamburger’e bir geçmiş
suyu, pirinç, süt, şeker ve üzerine nar yüklemek isteyenler bu tadı ta Moğollara
taneleri… Böylesine farklı zamanlarda kadar götürmüşlerse de günümüzdeki
zuhur eden olayların ve bu derece çeşitli hamburger köftesi ve sunum biçimi ile
mekânlarda yetişen envai çeşit yiye- Moğolların tükettikleri arasında doğruceklerin bir kurgu içinde bütünleşmesi dan bir benzerlik kurmak zorlamadır.
ve bu bütünlüğün anlam katmanları… Bu hâliyle Hamburger’in ve bu lezzeti
Aşureyi keşfeden zihniyet aynı zamanda üreten Mcdonalds’ın ortaya çıkışı ile
toplumu da şehri de bu zihniyetin yön ABD’nin kuruluş dinamiği arasında
Yunan ne de Fransızdır. O sadece basit
bir yemektir. Dahası, hamburger, insanın ailesiyle değil, tek başına yediği bir
yiyecektir. Hamburgeri araba sürerken,
yarı uyur vaziyette ya da bir işçi işini
yaparken yiyebilir. Hamburger, kamusal
hayatta bulunan insanın bireysel yemeğidir. Hamburger, bütün medeniyetleri
peşinden sürüklemektedir.”3
Hamburger Çağı adlı kitabında
Christiane Grefe hamburgerin üretim
süreçlerine ve aşamalarına dikkat kesiliyor ve daha ucuz, daha fazla ve daha
bağımlılık yapacak biçimde hamburger
köftesinin gayri sıhhı ortamlarda nasıl
üretildiğini Amerika ve Almanya üretim
örneklerinden hareketle gözler önüne
seriyor ve ekliyor: “Hamburgerler bol
makyajlı orospulardır ve kendilerine
uygun kerhanelerde, süslenip, eksantrik
promosyonlarla satılırlar.4 Grefe hızını
alamaz ve ekler: “Yakında klozet kapağı
büyüklüğünde köfteler mi yiyeceğiz?”5
diye sorar ve kitabının kapağına bir
klozet resmini yerleştirir.
McDonaldlaşma süreci, hızlı-yiyecek restoranı ilkelerinin Amerikan
toplumunun gitgide daha fazla kesimi
üzerinde olduğu kadar dünyanın geri
kalanında da egemen olmaya başlamasına aracılık eden süreçtir.
3
4
5
Hamburger Medeniyeti, Abdulvahap el Messiri,
s. 183.
Christiane Grefe, Hamburger Çağı, s. 21.
Grefe, aynı eser, s. 25.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
ilginç bir bağ vardır: Avrupalı göçmenlerin getirdiği bir göçmen lezzet ve
Avrupalı göçmenlerin kurduğu kentler
ve ülke. 1948 yılında Mcdonald’s tarafından fastfood kültürünün bir ürünü
olarak insanların damak tadına sunulan
Hamburger, çok kısa zamanda dünyaca
en çok tüketilen yiyeceklerin başında
yer almayı başarmıştır. Bugün yedi
kıtada, onlarca ülkede, binlerce kentte,
on binlerce Mcdonalds istasyonunda ya
da “tüketim katedrali”nde, milyarlarca
insan tarafından sayısız hamburger
tüketilmekte ve hamburger Amerikan
yaşam tarzının, damak tadının küresel
bazda dünya egemenliğinin somut ve geçirme yoluyla denetim ve paradoksal
sembolik değeri olarak boy göstermek- olarak rasyonelliğin irrasyonelliği.
tedir. Hamburger ve Mcdonald’s; taşıdığı Kapitalizm öncesi toplumlarda gerek
fazlaca bir tarihî birikim olmasa bile üretim gerekse tüketim mekânlarının
günümüzü, Batı’yı ve onun lokomotifi verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörüleolan Amerikan yaşam tarzını anlamak bilirlik gibi boyutlara sahip olmadığını
ve anlamlandırmak bakımından oldukça iddia etmek de yanlış olacaktır. Ancak
sembolik ve işlevsel değeri olan bir söz konusu boyutların anlamları ve
göstergedir.
mantığı kapitalist toplumlardan çok
Mcdonald’s ve hamburgerin bu denli daha farklıdır. Birinde mantık nitelik
tüketilmesinin ve yaygınlaşmasının üzerinden oluşup işlerken diğerinde
farkında olan sosyal bilimciler, egemen nicelik üzerinden oluşup işlemekteve küresel Batı yaşam tarzının üretildiği dir. Burada Rene Guenon’un çağın
ve dolayısıyla bu yaşam tarzının ürettiği alametlerinden biri olarak “niceliğin
kapitalist kentleşme pratiğinin çözüm- eğemenliği”ne dikkat çektiğine işaret
lenmesi ve anlamlandırılmasında bu etmekle yetinelim.
tadı merkeze almışlar ve ona sembolik
Kapitalist kentleri ve Amerikan
bir anlam yüklemişlerdir. Bu çerçevede yaşam biçimini Hamburger Medeniyeti
Amerikan sosyolog George Ritzer’in isimli kitabında anlamaya ve anlamToplum’un McDonaldlaştırılması adlı landırmaya çalışan Abdulvahap el
eserinde ortaya koyduğu analiz oldukça Messiri, “Hamburger Medeniyeti ve
önemli savları içermektedir.
İnsan” konulu makalesinde şöyle der:
Ritzer, fastfood sektörünün simge “Bu medeniyetin en önemli ve en ‘güçlü’
ismi McDonald’s üzerinden makro bir sembollerinden biri, hamburgerdir.
toplumsal değişme analizi yapar ve Hamburger, tektipleşmenin, yüzeybunu “toplumun McDonaldlaştırılması” selleşmenin, mekanikleşmenin, sıraolarak adlandırır. Buna göre günümüz danlaşmanın göstergesidir. Herhangi
toplumları sosyal hayatın hemen her bir hamburger dükkânına girdiğinizde
alanında farklı derecelerde de olsa sizin daha önce yediğiniz ve daha sonra
Weberyen anlamda bir rasyonelleşmeye da yiyeceğiniz hamburgerin aynısını
uğramaktadır. McDonaldlaşma süreci- yersiniz. Karşınızda aynı satıcıları,
nin doğası, beş temel boyut üzerinden aynı yapay gülümsemeleri ve aynı
ana hatlarıyla açıklanarak betimlenebilir: fiyatları bulursunuz.
verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörüAyrıca hamburger zamanı ve mekânı
lebilirlik, insanların yerine teknolojiyi aşar. Ne Çinli ne Hintli ne Mısırlı ne
35
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
36
McDonaldlaşma birden ortaya çıkmamıştır. Birtakım toplumsal, politik
ve iktisadi gelişmelerin neticesinde
oluşmuştur. Ritzer’e göre bu gelişmeler
şunlardır: bürokratikleşme, Yahudi
soykırımı, F.W. Taylor’ın bulduğu bilimsel yönetim, Henry Ford’un bulduğu
işçileri robotlara dönüştüren montaj
hattı, Levittown’daki toplu inşa edilen
banliyö evleri, alışveriş merkezleri
(AVM) ve Ray Kroc’un McDonald’s
zincirini yaratması.
Ritzer; Weber’in rasyonelleşme ve
bürokratikleşmeyle alakalı korkularının mantıksal en uç noktası olarak
görülebilecek bir toplu imha yöntemi
olan Yahudi soykırımını McDonaldlaşma bağlamında ele alarak soykırımı
McDonaldlaşmanın öncüleri arasında
ele almıştır.6
Ritzer McDonaldlaştırma sürecinin
aynı zamanda insanlığı kafesleme
sürecinin (mahkûmiyet) bir diğer adı
olduğunu söyler ama bu kafesin malzemesi noktasında farklı belirlemelerin
olabileceğini de ifade eder. “Demir
kafes”le, McDonaldlaştırma toplumun
giderek daha fazla kesimine egemen
oldukça ondan kaçmanın gittikçe
daha olanaksızlaşacağını söylemek
istiyorum.”7
“Kafes kadifeden mi yapılmış, yoksa
lastik ya da demirden mi? Birçok insan
geleceği, McDonaldlaştırmanın ‘kadife
kafesi’ olarak görmektedir. McDonaldlaştırmanın onları istikrarlı bir
şekilde kuşattığını kabul edebilseler de,
bunu çok rahat bir şey olarak görürler.
McDonaldlaştırılmış dünyayı severler,
hatta özlerler ve sürekli büyümesini,
çoğalmasını iyi karşılarlar. Bu kesinlikle
tercih edilir bir tutumdur; yalnızca
McDonaldlaştırılmış toplumlarda yaşamış ve McDonaldlaştırılmış dünyanın
ortaya çıkmasından sonra dünyaya
gelmiş olanlar bunu özellikle kolayca
6
7
George Ritzer’in Toplum’un McDonaldlaştırılması,
s. 54
George Ritzer’in Toplum’un McDonaldlaştırılması,
s. 209
benimserler. Bildikleri tek dünya,
McDonaldlaştırılmış dünya, onların
lezzet ve kalite standartlarını temsil eder.
Giderek akılcılaştırılan dünyadan daha
iyi bir şey düşünemezler, birçok seçim
ve seçeneği olmayan bir dünyayı tercih
ederler. Yaşamlarının birçok yanının
öngörülebilir olmasından hoşlanırlar.
İçinde insanlarla, hatta insan olmayan
otomatlarla ilişki kurdukları kişiliksizleşmiş bir dünyada rahat ederler. Hiç
değilse dünyanın McDonaldlaştırılmış
kısımlarında insanlarla temastan
kaçınırlar. Nüfusun gün geçtikçe
büyüyen bir kesimini temsil eden bu
tür insanlara göre McDonaldlaştırma
bir tehdit değil, nirvanadır.”8
Max Weber’in Demir Kafesi (Iron
Cage)9 Eflatun’un mağara metaforunu
akla getirir. Denebilir ki tüm Batı tarihi
sürekli olarak bir kafeslenme (mağaraya tıkılma) ve bu kafesten kurtulma
(bir kafesten başka bir kafese tıkılma)
şeklinde de okunabilir. Mitoloji’nin
mağarasından (kafesinden) filozofi
ile çıktığını sanan Batı insanı, kendini
teolojinin kafesinde (mağarasında)
8
9
George Ritzer’in Toplum’un McDonaldlaştırılması,
s. 256
Demir kafes metaforu, Max Weber’in bürokrasi
modelinde olumsuz bir anlama sahiptir. Bireysel
inisiyatif ve yaratıcılığı baskı altına alan, bir tür
çelik kurallar ve düzenlemeler kafesine tıkılmış,
yukarıdan gelen emirlere mecburen uyan ruhsuz
uzmanlar yaratan bir hiyerarşik kontrol tehlikesini
ifade etmek için kullanmıştır.
buldu. Orta çağ/karanlık çağ olarak
nitelendirdikleri bu kafesten (mağaradan) filozof, bilim adamı ve sanatçıdan
oluşan rehberlerin aydınlattığı yoldan
giderek kurtulabileceklerini sandılar
ama bu sefer modernitenin ve onun
geliştirdiği ideolojilerin kafeslerinde
buldular kendilerini. İdeolojilerin
kafeslerinden çıkmanın yolu olarak da
teknolojinin peşine düştüler ve gelinen
noktada ideolojilerin kafesinden /
mağarasından çıkmak için çırpınırken
teknolojinin dijital kafesine/mağarasına
tıkıldılar, mahkum edildiler. Ne yazık
ki mahkumiyetlerinin ve kafeslendiklerinin de farkında değiller.
HAMBURGER KENTLER
Kentsel mekânın tüketim toplumunun ideolojik yapısına uygun olarak
biçimlenmesinin en iyi örneklerinden
birisini McDonald’s yemek kültürü
oluşturmaktadır. Bu kültür; Richard ve
Maurice McDonald’ın 1929 ekonomik
bunalımından sonra iş bulmak amacıyla
Güney California’ya gelmeleriyle başlayan, film stüdyolarındaki set işçiliğinden 1940’ların sonlarında McDonald’s
restoranlarının açılmasına ve oradan
günümüze uzanan bir süreci temsil
etmektedir. McDonald’s dili ve ortak
kültürü bir ‘fastfood’ yemek alışkanlığı
geliştirmiş olup dünya gıda sektörünün
önemli bir kısmını da elinde tutmaktadır.
Amerikan kaynaklı küresel kültürün
getirdiği yaşam biçimini simgeleyen
McDonald’s; gıda restoran zincirleriyle
küreselleşmenin temellerini atan ve
modern olarak algılanan yaşam biçimini
kolaylaştıran, ürettiği hamburgerlerle
yoğun ve stresli iş ortamlarının akışını
hızlandıran bir popüler yaşam biçimini
de kendiliğinden sunmaktadır. Böylece
kentler McDonald’s aracılığıyla hazın ve
hızın egemen olduğu ortak bir kültürü
paylaşıp çoğaltırken, bu kültür karşısında
kendi özgün kimliklerini korumaktan
giderek uzaklaşmaktadırlar. “Türkiye
gibi tarihi, kültürel ve çevresel özellikleriyle öne çıkan ve yöresel yemek
10 Jale Karahan, “Fast-Food İmparatorluğunun
Zihniyetini Ritzer’in ‘Mcdonaldlaşma’ Kavramı
Üzerinden Okumak”, Bingöl Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 8, Cilt: 8, Sayı: 16,
Güz 2018, http://busbed.bingol.edu.tr.
11 Doç. Dr. Ayşe Özcan, Yrd. Doç. Dr. Gülizar Çakır
Sümer, Küreselleşmenin Kimliksiz Kentleri ve
Mcdonalds Kent Kültürü, Akademik Araştırmalar
ve Çalışmalar Dergisi Yıl: 2015, Cilt: 7, Sayı: 13.
istasyonlarını kapatma kararı almasının, Rusların bu tat/hazdan mahrum
bırakılmasına yönelik bir cezalandırıcı
yaptırım olarak simgesel bir boyutu
vardır. Rusların ise son bir kez hamburger yemek için bu karardan sonra
McDonald’s istasyonlarında uzun
kuyruklar oluşturması ABD yaşam
biçimi ve tat alma pratiğinin Ruslar
üzerindeki derin etkisinin bir göstergesi
olarak okunabilir.
“Aytaç’ın Baudrillard’ın “tüketim
toplumuna” ilişkin çözümlemelerine
sadık kalarak yaptığı değerlendirmelere göre; kentsel mekânlar, modern
temsil, gösterge ve işaretlerin diline
yatkınlık göstermeleri açısından adeta,
modernliğin kutsal mekânları gibidirler. Örneğin alışveriş merkezleri
sadece nesnelerin tüketim mekânı
değildirler, ya da restoranlar, eğlence
yerleri kentte yaşayanlara salt karın
doyurma ya da salt eğlence hizmeti
vermezler; aynı zamanda, sınıf, statü, ırk,
etnisite, cinsiyet ve benzer türde sosyal
belirleyicilere dair işaret ve semboller
de atfederler. Coca Cola, McDonalds
gibi ‘her yerde’ bulunabilen örnekler
popüler kültürün önemli simgeleridir.
Tutarlı bir marka tüketiciliğinin var
olduğu küresel kentlere baktığımızda,
kültürel küreselleşmenin bir çözücü gibi
hareket ettiği görülebilir, çünkü marka
tüketiciliği kültürel farklılıkları eriterek
(çözerek) dünya genelinde kültürel
homojenlik yaratmaktadır. Batının
kendi dışındaki toplumları dönüştürme
aracı olarak kentlere yerleştirilen batıya
özgü yapıların büyük bir toplumsal
dönüşümü gerçekleştirmede önemli
bir rol oynadığı söylenebilir.”12
Giyim kuşam, yeme içme, eğlenme
ve zevk alma dâhil hayatın hemen
hemen bütün alanlarında egemen bir
yaklaşım olan tek tipleştirme, düzleştirme, farklılıklara tahammül edememe
yaklaşımı grid (ızgara sistem) kentsel
yapılaşmaların da temel karakteristiği
olmuştur. Lewis Mumford’un da dediği
gibi ızgara sistem kapitalist kent yapılanmasının omurgasını oluşturmakta
ve modern yaşam biçimini belirlemekte
en temel faktörlerden biri olmaktadır.
İlk örneğini Hippodamus’un Miletos
için çizmiş olduğu grid kent planı
Yunan polislerinin, Roma garnizon
kentlerinin zaman içinde ideal fizyolojik
yapılanmasını oluşturmuştur. Yunan
ve Roma’nın yeniden keşfi olan hümanist-aydınlanmacı değerlerin egemen
olduğu ve Sanayi Devrimi’nin inşa ettiği
kapitalist kent yapısı da fizyolojik ve
ideolojik ilhamını buradan almış ve
grid kent planlaması üzerine kapitalist
kentler inşa edilmiştir. Bu kent sistemi günümüzde tüm kentleri belirler
konumdadır ve bu plana uymayan
kentler artık kurulamaz durumdadır.
Kalıcılığın ve ölümsüzlüğün arandığı
ve bir üst iradenin bir seferde tayin
ettiği, değiştirilemez çözümlemeler
olarak adeta dayatıldığı kentsel doku
grid şemalı (ızgara sistem) kentlerde
açıkça izlenebilmektedir.
Turgut Cansever bu duruma örnek
olarak Roma şehirlerini, Bonaparte’ın
Paris’ini ve Çin’in Pekin’ini örnek olarak
verir: “Pekin, birbirine dik yolların
arasında teşekkül eden yapı adaları-
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
tatlarının çeşitli ve zengin olduğu
çok sayıda kentsel yerleşmelere sahip
ülkeler için McDonald’s kendine özgü
kentsel kültürün aşınmasının en önemli
araçlarından birisi konumundadır.
Bugün ülkemizde herhangi bir AVM’ye
gidildiğinde McDonald’s görülebileceği
gibi onun verimlilik, hesaplanabilirlik,
öngörülebilirlik ve denetim ilkelerini
kendilerine uyarlamış olan fast-food
tarzı pek çok tantuni, kebap, döner,
kahve, simit, lahmacun vb. yerel restoran
zincirleriyle de karşılaşılır.10
“Fast food yaşam biçimi (haz, hırs
ve hız) aynı zamanda kendine özgür
bir kültürel sistem de yaratmaktadır.
Fast food üretimiyle piyasaya girmiş
çok uluslu şirketler herhangi bir ürünü
satarken o ürünün adı, markası, sloganı
ve sembolüyle sadece ürünü/malı değil
aynı zamanda kendi kültürlerini de satmaktadırlar. Günümüzde McDonald’s’da
hamburger, Pizza Hut’da pizza, Kentucy
Fried Chicken’da kızarmış tavuk yemek
ve Starbucks’ta kahve içmek modern
yaşam biçiminin göstergeleri arasında
yer almaktadır. … McDonald’s Batı tarzı
yemek kültürünün küresel alanda dolaşıma çıkmasını içermektedir. Böylece
McDonalds, Batı’nın kendi değerlerini
tüm dünyaya yaymanın simgesi olmuş,
küresel ile yerel arasında ilişki kuran
önemli bir ağ hâline gelmiştir. SSCB
dağıldığında ilk Mcdonald’s restoranının Moskova’da açılması ve önünde
oluşan uzun kuyruk, McDonald’sın bu
ilk imgesini güçlendirir niteliktedir.”11
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması
sonucu ABD öncülüğünde Batı’nın
Rusya’ya karşı uyguladığı yalnızlaştırma
ve Batı’dan soyutlama yaptırımları
kapsamında McDonald’s’ın Rusya’daki
37
12 Özcan, Çakır Sümer, agm.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
nın, tamamen dik açılı bir düzen ile belirlemiştir. Üst iradenin yansıması insanın gözü ile algılaması, şehirlerin
planlanmış parseller üzerinde inşa olan şehrin değişmez çizgileri, varlığın yapılanmasını düzenleyen iki farklı
edilen evlerin plan düzeni, yapı sistemi, dinamik yapısını da inkar eden bir varlık telakkisi, şehre iki farklı nitelik
renkleri, çatılarının biçimi ve renkleri, tavrın ürünüdür.”14
kazandırmaktadır. Hareket eden göz ile
bahçe duvarlarının ve harpuştalarının
Cansever şehrin, Batı Avrupa ana- algılanan varlık telakkisinin en çarpıcı
renkleri, bahçeye dikilecek ağaçların nesinden tamamen farklı bir biçimde örnekleri, Asya, Avrupa steplerinin
cinsleri ve yerleri gibi pek çok hususta oluşumunun mümkün olduğunu ve hareketli kültürlerinin asli bir özelliği
önceden tayin edilmiş esasların aynen bunun en belirgin örneklerinin İslam olan menhirler (10-12 m boyunda dikili
uygulanması veya renkler üzerindeki iki Şehirleri olduğunu söyler ve ilave eder: taş) ve daha sonra da minareler, İran
alternatiften birini seçmek gibi sınırlı “En parlak ve İslami özelliği en üst ve Orta Asya’nın renkli kubbeleri her
elastikiyete ve seçme yetkisine yer veren düzeyde yansıtan şehirlerin de Osmanlı yönden görmek için tasarlanmış tekbir yapı nizamı ile gerçekleştirilmiştir. şehirleri olduğu söylenebilir.”15
toniklerdir… Hareket hâlinde insanın
Paris’de bütün yapıların yüksekliğive var olan tektoniklerin etrafında,
AŞURE ŞEHİRLER
nin, yolların, büyük bulvarların istikabunların içinde yer aldıkları mekânın
Cansever, Osmanlı İslam şehirle- sonsuzluğunun kabulünü de zaruri
metleri değişmez kabul edilerek, bu yol
veya bulvarlara cehpesi olan 5-6 katlı rini mümkün kılan idrak dünyasının kılmaktadır. Nitekim Allah’tan başka
apartmanların mimari farklılaşması, mekâna ve şehre yansımasının kodla- hiç kimsenin zaman ve mekândan
şahsiyet sahibi olması; bu yapıların rını çözümler ve pratize ediliş biçimini münezzeh olmadığı şeklindeki İslami
küçük teferruata ait farklılaşmaları İstanbul üzerinden anlatmaya çalışır: varlık zaman-mekân telakkisinin zaruri
“…her ailenin, her evi vücuda getiren neticesi olarak İslami inanca göre,
kimlik sahibi olmalarını hiçbir şekilde
sağlayamamakta ve bu yapılar; üst ira- mimarın, mahalli ve aktüel gerçeğin tektonikler ve insanlar bu iki temel
denin belirlediği cephe çizgisi içinde yer ışığında, nihai mimari çözümü her kategorinin ve bunların oluşturduğu
alan, anonim, sıradan nesneler olarak yapıya şahsiyet kazandıracak şekilde zaman-mekân bütünlüğünün içinde
geliştirmesi mümkün olmuştur. Bu üst varolmaya mahkumdurlar. Sonsuzluk
kalmaktadırlar.”13
Cansever’e göre Paris’e nazaran ve mahalli idarenin, evrensel olan ile içinde varolan tektoniklerin bir arada
Pekin’de, sınırlı da olsa insanların ferdi, mahalli ve aktüel olanın zahiri bulunmaları ile oluşan, açık, üzerlealdıkları kararlar ile oluşan şehir doku- tezadının, insanlık tarihinde benzeri rine ilaveler alabilen bütünlük biçimi,
sunun izine rastlayabiliriz; ama Paris belki de olmayan çözümlemesi; her Osmanlı şehirlerinde bütünlüğün biçimi
Krallığı’nın, Napoleonların mutlakiyetçi yapıya bir kimlik kazandırarak, her yapıyı belirlediği gibi bazen de bu bütünlüktavrından kaynaklı nedenlerle Paris’te bir tektonik olma vasfına ulaştırarak, lerin mekân içinde yıldız kümesi gibi
bu ize bile rastlayamayız. Çünkü Paris, şehri, tektoniklerin tezyini topluluğu yerleşmelerine imkân veren yaradılışın
ferdin ferdiyetinin yüceliğini yok eden olarak düzenleyen Osmanlı şehirlerinde yapısının kaçınılmaz ve uyulması zaruri
bir toplum ve insan telakkisinin ürünü gerçekleştirilmiştir.”16
olan düzenleme biçimidir.”17
Osmanlı şehrini insanlık tarihinin
olarak inşa edilmiştir.
Cansever’e göre şehir ve şehir imajı
Cansever bu mutlakiyetçi tavrın yeni müstesna bir kültürel aşaması olarak İslam kültürlerinde cennet tasavvuolmadığını, tarihten gelen bir anlayış selamlayan Cansever grid şemalı kent- runun bir yansımasıdır. Cennet ise
ve kavrayışın günümüze bir yansıması leri mümkün kılan, rönesansı doğuran bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır.
olduğunu ifade eder: “Mutlakiyetçi bilinç durumu ile galaksivari şehir Cansever bu tespitleri yaptıktan sonra
tavrın Batı Ortaçağ Katolik Hristiyan yapılanmalarını mümkün kılan bilinç geleceğin şehrini/cennetini kurmakla
kültürünün de asli vasfı olduğunu durumlarının bir kıyaslamasını yapar: görevli olanlara şu hususları öğütler:
biliyoruz. İnsanı günahkar, ve dünyayı; “Bu noktada öncelikle Rönesans’ta, “Kendi cennetini, şehirlerini inşa edecek
günahkar insanın günahının kefaretini insanın dünyayı anlaması için durduğu insanın, vücuda getireceği şehrin bu
ödediği yer, kiliseyi; günahının kefare- yerden karşısına bakması esas iken, temeller üzerinde vücuda getireceği
tini ödeme yolunda insanı yönelten üst hareketli kültürlerde, insanın bir nesneyi mimarinin vasıfları ile biçim ve üslup
organ olarak kabul eden Batı Avrupa algılaması için o nesnenin etrafında özelliklerini belirlemek ilk ve en önemli
kültürünün bu asli tavrı, Ortaçağ dolaşması, ona her cephesinden üstten, görevidir.”18
şehirlerinin olduğu gibi, son beş asırlık alttan bakması, varlığı hareket eden
“Şehir, ahlakın, sanatın, felsefe ve
dönemde de Avrupa şehrinin imajını
dini düşüncenin geliştiği ortam olarak,
38
13 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996.
14 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996.
15 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996.
16 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996.
17 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996.
18 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996.
şında olmuş. Hamburger tek tipliliğin,
benzer hazzın, her zamanda ve zeminde
aynı kıvamın garantisini verir, aşure
çok renkliliğin, çok tatlılığın, farklı
zamanlarda ve mekânlarda farklı
ikramların sunumunu yapar.
Kentler ve Şehirler de hamburger
ve aşure gibidirler: Kentler rant-nifak
üretim üsleri, şehirler ikram-infak
dağıtım merkezleri. Kent hamburger
gibi vazgeçilmez ve küreselleşmiş
haliyle içinde bulunduğumuz haz
ve habitattır. Şehir aşure gibi zaman
zaman hatırlanan, geleneğin geleceğe
aktarılmasını bekleyen, kıyıda köşede,
turistik tatminler için bir tat, bir mekan
hüviyetindedir. Hamburger kar hırsı
ile, kentler rant hırsı ile yaygınlaşırken;
aşure sevap kazanlarında kaynatılıyor;
şehir, inşa edilmiyor adeta ibadet aşkı
ile imar ediliyordu.
SONUÇ:
Yemek üzerine yazan, konuşan kimi
yazarlar “Bana ne yediğini söyle, sana ne
olduğunu söyleyeyim”, “ne yiyorsanız,
o’sunuz” türünden, yemek ile yiyen
arasındaki geçişkenliğin altını çizen
ifadeler kullanmışlardır. Beslenme ile
insan karakteri ve hatta hayvanların
karakter oluşumuyla doğrudan bağ
kurmak suretiyle kadim zamanlardan
beri eserler yazıldığı da bilinmektedir.
Yediklerimiz ve içtiklerimiz bizleri
değiştirip dönüştüreceği gibi kimliğimizin de göstergeleri olmaktadırlar.
Yemek, sadece hayatı idame ettirmek
için gerekli olan fizyolojik bir ihtiyaç
değil aynı zamanda evrensel, yerel,
iletişimsel, kültürel, dini, sınıfsal,
etnik, sembolik, ideolojik, iktisadi,
ahlaki, coğrafi, tarihsel, siyasi ve toplumsal bir olgudur. Dolayısıyla yemek
kültürümüzle kentleşme/şehirleşme
pratiklerimiz arasında da bir bağ olması,
bir etkileşim bulunması yadırganacak
bir konu değildir.
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler
insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst yakıştığı şehir olarak da Kudüs bizi
düzeyde varlığının anlamını tamamla- selamlıyor. Gerek aşureye Müslüman
dığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin muhayyelesinin yüklediği tarihsel
oluşmasını da sağlar ve insanın en üst olaylar, gerek aşurede kullanılan malgelişme düzeyine ulaşmasının teme- zemelerin yetiştiği coğrafi zemin ve
lidir. Tarih boyunca toplumumuzun zengin çeşitlilik, gerekse yukarıdan
bir kesiminde ulaşılmış bir bilgi-idrak beri anlamlandırmaya çalıştığımız
düzeyinin mutlak ve hiç değişmez, tam başkalarının ferdiyetini ezmeden, yok
ve mükemmel olduğu şeklindeki inanç- etmeden, kendi kalarak bir üst anlam
lardan hareket ederek, bu bilgiye sahip zeminine taşınan ve kesrette vahdeti,
toplum kesimlerinin şehirleri değişmez vahdette kesreti bünyesinde tezahür
yapılar hâline getirdiği yaklaşımlar, ve tecelli ettirebilen bir coğrafyanın
bunların belirgini olan Firavunların şehri olarak Kudüs ile Aşure aynı
ve Firavunlar gibi önemsizlik iddiasın- dalga boyunda mesaj sunmaktadır. Tin
dakilerin ortaya koyduğu ürünler ve Suresi’nde altı çizilen iki yiyecek türü
yapılardır. Varlığın dinamik bir süreç incir ve zeytin, müfessirler tarafından
olduğu gerçeğinin fark edildiği çağların Kudüs ve çevresinin iki yiyecek türü
ise (bu dinamik sürecin gereğine göre üzerinden anlatılmasının bir ifadesi
hayatı biçimlendirmenin, yeni şartların, olarak yorumlanmıştır.20
imkânların önünde kalıcı yapıların
Kudüs tarih ile metafiziğin, ontolojik
teşkil ettiği engellerin, hayatın, varlığın varoluş ile tarihî varoluşun kesiştiği
dinamik yapısı ve oluşumu ile çelişki- bir serüvenin mekânıdır. Kudüs’ün
sini yok etmenin) en çarpıcı örneğini (aşurenin) barındırdığı şehir (yemek)
de, göçebe hareketli kültürlerin teşkil ruhunun özünde, bu mekânın (yiyeettiğini biliyoruz. Cengiz Han’ın bütün ceğin) insanlığın varoluşu ile tarihî
Asya’nın kalıcı yapılarını yok etmeyi serüveni arasında kurduğu güçlü bağı
adeta ilahi bir vazife sayması, Hüla- görmekteyiz.
gü’nün, Halife Mansur’un dairevi planlı
AŞURE VE HAMBURGER
Bağdat şehrini, bir ilk iradenin bütün
Aşure tüm zamanların kırılma
gerçeği sınırlayan ve kendi tasavvuru
içine hapseden tutumunu yok etmek anlarını, tüm mekânların tatlarını büniçin yıkması, bu karşıt varlık görüşle- yesinde taşır. Hamburger nevzuhurdur.
rinin çatışmasının en çarpıcı bir diğer Aşure ikram amaçlı üretilir, Hamburger
örneğidir. Yukarıdaki örnekler, şehirleri kâr amaçlı. Aşure kadim ve küresel bir
oluşturan iradeye teşkil eden varlık tattır, Hamburger modern ve küresel.
görüşünün, şehirlerin biçimlenmesinde Aşure günümüzde nostaljik bir değer
ne kadar önemli bir etken olduğunu dolayımında da olsa bir hatırlama
vesilesi olarak hayatiyetini sürdürürken
göstermektedir.”19
hamburger dünyada girmediği köşe
kalmamış ve adeta kendi lezzetinde
TARİHİN RUHU, RUHUN
TARİHİ: KUDÜS
insanlığı birleştirmiştir. Aşurede tat
Bir İslam şehrini yemek üzerinden alınır, hamburgerde haz. Hamburgerde
bir metaforla anlatmaya çalıştığımızda hızlı, hırslı ve hazlı yaşamın, aşurede
aşure, meramımızı en derli toplu, eski- tatlı, kanaatkâr ve yavaş hayatın izlerini
mez deyimle, ağyarını mani efradını buluruz. Hamburger daha fazla rant/
cami bir tasvirle anlatabileceğimiz bir kazanç elde etmek için türlü metotlarla
besin/yemek/tatlı olarak bize gülüm- yaygınlaşırken, aşure daha fazla sevap
süyor. Aşure metaforunun en çok kazanabilmek için yaygınlaşma arayı-
39
19 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996.
20 Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, Tin suresi.
Gülsen Çankal
Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure
BOLLUK VE
BEREKETTEN
MATEME:
TOPLUMSAL
HAFIZADA AŞURE
40
GÜLSEN ÇANKAL
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü Doktorant.
E-mail:gulsencimen42@hotmail.com
Y
emek, sosyolojik anlamda sadece yaşamsal
faaliyetlerin sürdürülmesi adına yapılan bir
eylem değildir. Yemek, kültür ile şekillenen, inanç ile harmanlanan, hafıza ile kodlanan, toplumsal statü ile belirlenen
geniş bir alanın anlatıcısıdır. Yemek toplumsal grupların
birlik ve beraberliğine işaret eden tüm yaşamsal faaliyetler
içerisinde yer alan temel bir unsurdur. Bu anlamda acının ve
hüznün, sevinç ve mutluluğun, ölüm ve yaşamın ayrılmaz bir
parçasıdır. İnsan topluluklarının belirli bir zaman diliminde,
belirli bir düzende ve belirli birtakım ritüel kodlarla, neyi,
nasıl ve neden yiyip içtiklerini anlamak sosyal, kültürel,
ekonomik ve siyasal kimliği anlamaktır. Aslında yemek,
kimliğin anlatıcısıdır. Kimlik ise bir aidiyet bilincidir. Her
toplumsal grup kendi kimliğini inşa etmek adına tarihsel
bir anlatıya sığınır. Tarihsel anlatıya sığınmak hem kimliğin meşruiyetini hem de sürdürülebilirliğini mümkün
kılacaktır. Tarihsel anlatıyı sürdüremeyen toplumlar
nesne üzerinde birlikte olması garanti
altına alınır. Ritüelin ardında bir kutsal
barındırması ise onun sürekliliğine
işaret eder. Kutsal olan nesne ya da
varlıkla kurulan herhangi bir iletişim,
genel olarak değişmeyecek şekilde
içeriklere sahiptir. Bu nedenle bilginin,
inancın ya da değerin hatırlatılması
ve aktarılmasında ritüeller önemli bir
konum elde etmektedir.
Toplumsal hafıza ise önemli anıların
biçimlendirilerek canlandırılmasıdır
(Assmann, 2015). Bu biçimlendirme
ile hem toplumlar dün ile bugünleri
arasında bir köprü inşa ederek bugünün
referans noktasını geçmişten almakta
hem de bir aidiyet bilinci geliştirerek
toplumsal bağlılığı güçlendirmektedir.
Aidiyet bilinci bir yere, bir kimseye ya
da bir gruba bağlılıkla ilişkili bir kavramdır. Dolayısıyla toplumsal hafızanın,
topluluk üyelerine bir aidiyet bilinci
kazandırması sahip olduğu toplumsal
kimliğin süreklilik göstermesi adına
önemlidir. Toplumsal hafıza belirli
birtakım formlara ihtiyaç duyar ve bu
formları Karaarslan (2019), mekânsal
kurgu, tarihsel anlatı, bedensel pratikler
ve dilsel ögeler olarak kaleme alır. Her
biri birbiri ile ilişkili olan bu dört unsur,
toplumsal hafızanın muhafaza edilmesi
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure
toplumsal hafızanın kaybolmasıyla
yeni anlatılara gebe kalacaktır. Bu
bağlamda toplumsal hafızaya sahip
çıkmak aidiyet bilincine sahip olmayı
gerektiren sosyal bir sorumluluktur.
Birçok toplumsal grup tarihsel
anlatıyı hatırlamak, canlandırmak ve
kuşaklar boyunca sürdürülebilirliğini
sağlamak amacıyla ritüellere başvurur.
Bu noktada tarihsel bir anlatıdan
yola çıkarak, toplumsal hafızanın
sürdürülmesinde önemli bir konumda
bulunan aşure geleneğini ele almak
mümkündür. Bilindiği üzere aşure;
buğday, fasulye, nohut gibi baklagiller
ile mevsimine uygun meyvelerin şeker
ile harmanlanması sonucu elde edilen
bir tür tatlıdır. Farklılıkların bir araya
getirilerek harmanlandığı en güzel
TOPLUMSAL HAFIZANIN
lezzetlerden birisidir. Zamanı geldiTAŞIYICISI OLARAK RİTÜEL
ğinde kazanlar kaynatılır, eşe, dosta,
Gündelik olarak hayatın içerisinde
komşuya dağıtılmak üzere çokça aşure
olan ve neyin, neden, nasıl yapıldığı tam
yapılır. Bir haneye değil bin haneye
olarak bilinmeyen, ancak bir şekilde
ulaşması istenen aşureyi vermek kadar
“böyle yapılması gerektiği” için yapılan
almak da kıymetlidir. Bir haneye aşure
birçok davranış kalıbı bulunmaktadır.
veren daha sonra verdiği haneden
Genel olarak ritüel olarak adlandırıgelen aşureyi de kabul eder. Böylece
lan bu davranış kalıpları insanların
komşuluğun, tanış olmanın ya da
kutsal olarak nitelendirdiği zamanlar
tanışmanın imkânı doğar. Ancak aşure
içerisinde daha çok belirginlik gössadece komşuluğun pekiştirilmesi için
terir. Doğum gibi, ölüm gibi, düğün
yapılan bir eylem değildir. Esas olarak
gibi zaman dilimleri belirli ritüeller
aşure tarihsel bir anlatıya dayanan ve
ile şekillenir. Her bir kalıbın kendine
anlatının dile gelmesine yardımcı olan
has ritüelleri vardır. Düğünde olması
ritüeldir. Bu tarihsel anlatı kimileri
gereken ritüelin ölümde sergilenmesi
için bolluğu ve bereketi temsil ederkınama ile sonuçlanır. Benzer şekilde
ken kimileri için hüznün ve kederin
olması gereken ritüelin olmaması
anlatısıdır. Bir tatlı olmanın yanı sıra
da yine kabul edilebilir bir davranış
hatırlamanın ve unutmanın, hatırlatolarak nitelendirilmez. Bu nedenle
manın ve unutturmanın mücadelesini
ritüeller gündelik hayatın içerisinde
yansıtan bir ritüeldir. Bu mücadele, aynı
toplumsalı belirli bir kalıba sığdıran
coğrafyayı paylaşan insanlar arasında
ve ona şekil veren yegâne unsurlardan
farklı anlatıların referans alınmasıyla
birisidir. En genel anlamı ile ritüel,
belirmektedir. Aynı coğrafyayı paylaşan
zaman, mekân, varlık ya da nesne üzeinsanların farklı inançları ve aynı inanç
rine ortak anlam yüklenen geleneksel
içerisinde farklı mezhepsel aidiyetlerin
davranış kalıplarıdır. Daha çok kutsala
olması aşure gününe ve aşureye olan
yönelik hareket tarzını biçimlendiren
yaklaşımı da farklılaştırmıştır.
ritüeller aracılığıyla bir toplumsal
grubun belirli bir zaman diliminde,
belirli bir mekânda, belirli varlık ya da
41
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure
42
ve süreklilik göstermesi adına önemli
olduğu gibi yine toplumsal hafızaya
müdahale edilmesinde de önemlidir.
Her anı bir mekânda gerçekleşir, önemli
kabul edilen anılar ise tarihsel anlatıyla
efsaneleşir, bedensel pratikler ve dilsel
ögeler ile bugüne taşınır. Her müdahale
ise bir mekânı yıkar ve yerine yenisini
inşa eder, tarihsel anlatıyı yeniden
kurgular, bedensel pratiklere yön verir
ve dilsel ögeleri yok eder. Toplumsal
hafızaya sahip çıkmak bu dört unsura
sahip çıkmanın zorunlu bir koşuludur.
Birinde meydana gelecek herhangi bir
değişim er ya da geç diğer unsurları da
etkileyecek ve toplumsal hafıza yeniden
kurgulanacaktır. Toplumsal hafızanın
birbiri ile ilişkili bu dört unsuru aynı
zamanda birinden yola çıkarak diğer
unsurlara ulaşılmasını da mümkün
kılmaktadır. Bir toplumsal grubun
bedensel pratiği olan ritüel davranışı
aslında tarihsel bir olayın anlatılmasıdır.
Ritüeller ve dilsel ögeler ile belirli bir
mekânda cisimleşen tarihsel anlatı
zamanın sınırlarını aşarak yeniden
hayat bulur. Bu bağlamda bir toplumsal
grubun ritüel davranışının ardında
yatan tarihsel anlatıya ulaşmak, o
toplumsal grubun hafızasına ulaşmayı
beraberinde getirir.
Tarihsel anlatı toplumsal grupların
neden ve nasıl ortaya çıktıklarının
yanıtını verir. Assmann (2015), tarihsel
anlatı ile toplumların nereden geldikleri, neler yaptıklarına dair bir köken
oluşturma çabası içerisinde olduklarını
ifade eder. Ona göre tarihsel anlatıda
kim olduğunu keşfeden toplumlar,
kültürel dünyanın niteliklerini keşfedecek ve geleceği geçmişin ışığında
sürdüreceklerdir. Hemen hemen her
toplumsal grubun neden ve nasıl ortaya
çıktığı, nereden geldiği efsanevi bir
kökene dayanmaktadır. Bu nedenle
Connerton’ın da ifade ettiği gibi tarihsel
anlatıyı bir mistikleştirme ile değiştirilen ve daha sonrasında değişmeyen
ve değiştirilemez özler kazandırılan
tarihsel olaylar olarak ele almak doğru
olacaktır (Connerton, 2014: 68). Tarihsel
anlatıda önemli anıların mistikleştirilip
biçimlendirilerek efsaneye dönüşmesi
bizleri kültürel hafıza konusuna yönlendirir. Toplumsal hafıza ile hatırlanan
ögelerin ritüel kodlarla bir gelenek hâline
gelmesi ve bu gelenekler sayesinde
bugünün hafızasının inşa edilmesi
kültürel hafızanın konusudur.
Bedensel davranışlara yön veren
kültürel hatırlama biçimi hem kültürel
örüntüleri yeni kuşaklara aktarmakta
(Assmann, 2015: 99) hem de taşıyıcısı olduğu bu unsurlar tarafından
şekillenmektedir. Bu noktada beden,
toplumsal hafızanın hem öznesi hem
de nesnesidir (Karaarslan, 2019: 158159). Bedensel pratikler ile kültürel
hafıza belirli bir düzenlilikte süreklilik
gösterir. Ritüel davranışların belirli
bir düzenlilikte süreklilik göstermesi
grubun kimliğinin de süreklilik göstermesi adına önemlidir. Her yeni
kuşak daha önceki kuşaklar tarafından
belirli bir düzenlilikte tekrar eden ritüel
davranışı içselleştirir. Kurumsal dünyanın nesnelliği insan tarafından inşa
edilmiş bir gerçekliktir. Nesnelleşme,
insani faaliyetin dışsallaşmasıdır. İki
kişinin etkileşimi ile biçimlenen sosyal
dünya bir sonraki kuşağa aktarılır.
Birey üzerinde zorlayıcı bir güce sahip
olarak değişime karşı direnç gösterir
ve sosyalleşme sürecinde içselleşir
(Berger ve Luckmann, 2008). Bir toplumun üyesi olarak birey, içerisinde yer
aldığı toplumda nelerin unutulmaması
gerektiğini sosyalleşme sürecinde
öğrenir. Unutulması istenilmeyen
kutlamalar, bayramlar, şenlikler gibi
geçmiş zamanın mutluluğu ritüeller
aracılığıyla bugüne aktarıldığı gibi
belirli dönemlerde tutulan yaslar da
aynı şekilde geçmişin kötü hatıralarının bugüne ulaşmasını sağlamaktadır.
Bireyler, ritüeller ile aktarılan anlatıyı
içselleştirir ve ne yapıp ne yapmayacakları hakkında fikir sahibi olurlar.
Bedensel bir pratik olan ritüel, tarihsel
bir anlatıyı meydana geldiği zamanın
ötesine taşımaktadır. Böylece geçmişin
izleri düzenli tekrarlarla geleceğe taşınır.
HATIRLAMA VE UNUTMANIN
ÇORBA HÂLİ
Arapça bir kökene sahip olan Aşure,
hicri takvimin ilk ayı olan muharrem
ayının onuncu gününe denk gelen ve
buğday, fasulye, nohut gibi baklagiller
ile çeşitli kuru meyvelerin şeker ile
harmanlanarak kaynatılmasıyla elde
edilen bir tür tatlıdır. Yapanın yemesinden ziyade eşin, dostun, komşunun
yemesi önemsenir. Bu yüzden bir
hane yerine daha çok haneye ulaşması istenir. Büyük kazanlarla ya da
geniş tencerelerle kaynatılan aşure
evin küçük çocuğu tarafından dağıtılır ve bir başkası tarafından yapılan
aşure kabul edilir. Peki ya neden aşure
muharrem ayının onuncu gününde
yapılır? Neden eşe dosta dağıtılır ve
neden başkasından gelen aşure evde
var olduğu hâlde kabul edilir? Tüm bu
soruların yanıtı insandan insana, kültürden kültüre farklı yanıtlara gebedir.
Bu noktada aşure bir tatlı olmanın
ötesinde anlamını derinlerde taşıyan
hatırlatıcı ve unutturucu bir ritüeldir.
Esasında farklı tarihsel anlatı ve olaylara
dayanan aşure, farklı anlatı ve olayları
dile getiren bir ritüeldir. Hatırlama
kültürü zamana vurgu yapar. Aşure,
önemli birtakım olayların belirli bir
zamanda meydana geldiği ve nelerin
unutulmaması gerektiği noktasında
hatırlatıcı bir öneme sahiptir. Bu tarihi
önemli bir yerde konumlandıran ise
aynı coğrafyayı paylaşan insanların
önemli birtakım olayların o tarihte
gerçekleştiğini kabul etmeleridir.
Aşure geleneği ile ilgili karşımıza
çıkan ilk anlatı Hz. Nuh ile ilgili olmakla
birlikte anlatının örüntüsü farklı kaynaklarda farklı şekilde ele alınmaktadır.
Bir anlatıda Hz. Nuh, muharrem ayının
onuncu gününde tufandan kurtulduktan
sonra oruç tutar ve bugünü kutlamak
için geminin ambarında kalan erzakı
karıştırıp bir tür tatlı yiyecek hazırlar.
tarihe verilen anlam da bu ayrılıklardan nasibini almıştır. 680 yılının
muharrem ayının onuncu gününde Hz.
Peygamberin torunu Hz. Hüseyin ve
beraberindekilerin şehit edilmesinden
sonra bu tarih artık sadece kurtuluş
anlatılarının hatırlandığı bir tarih
olmaktan çıkarak hüznün ve bir nebze
sevincin temsilcisi olmuştur.
Bu anlatı kimi Müslümanlarca
hüznün temsilcisidir çünkü Müslümanların hafızasında tarihin en dramatik
olaylarından birisini temsil etmektedir.
Esasında bir hilafet kavgası olan Kerbela
olayında, Hz. Muhammed’in torunu
olan Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72
yakını Yezid’in görevlendirdiği askerler
tarafından günlerce susuz bırakılarak
işkence görmüş, daha sonra muharrem
ayının onuncu gününde şehit edilmişlerdir. Bu anlatı aynı zamanda sevincin
temsilcisidir çünkü Hz. Hüseyin’in oğlu
Zeynelabidin bu olaydan sağ olarak
kurtulmuş ve peygamber soyu devam
etmiştir. Kerbela olayının meydana
gelmesiyle birlikte İslam dini içerisinde
çeşitli ayrılıklar görünür bir hâl almış
ve hem Şiiler, hem Aleviler hem de
Sünniler için bu olayı hatırlama pratikleri de bu ayrılıktan nasibini almıştır.
Şiiler, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit
edilmesi anısına muharrem ayının
onuncu gününü hem bir yas hem de
intikam günü olarak kabul etmişlerdir
(Polat, 2019). Şiiler için; bu günün Hz.
Âdem’in yaratılışı, Hz. İsmail’in kurban
edilmekten kurtuluşu, Hz. Nuh’un
tufandan Hz. Yusuf’un zindandan çıkışı,
Hz. Yakup’un gözlerinin açılması, Hz.
Süleyman’a mülkünün verilmesi, Hz.
Davud’un tövbesinin kabul edilmesi,
Hz. İsa’nın doğumu gibi, birçok peygamberin sıkıntılardan kurtulduğu
gün olarak kabul edilmesi Emeviler
tarafından Kerbela olayını unutturmak
adına kutlamaların teşvik edilmesi
için izlenen bir yoldur (Bozkuş, 2008:
36-37). Şiiler, pek çok peygamberin
kurtuluş anlatısını dönemin siyasi
iktidarı olan Emeviler’in Kerbala olayını
unutturma adına izlediği bir politika
olarak görmüşlerdir. Siyasal erk karşısında konumlanan Şiiler bu dönemde
matemlerini gizli yaşamışlardır. Şii
gelenekte, Emevi idaresi Şiilerin aşureyi
yas günü ilan etmesine karşılık Kerbela
olayını unutturmak ve peygamberlerin
kurtuluş anlatısını yaşatmak için o
günlerin bir bayram havası içerisinde
kutlanmasının yollarını aramıştır.
Unutturma için bir yas gününden
ziyade yeni elbiselerle, süslemelerle,
davet ve ziyafetlerle adeta bir şenlik
havasında kutlamalar yapılmıştır. Kaynatılan aşureler eşe dosta dağıtılarak
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure
Bu nedenle aşurenin neden yapıldığının sorusu sorulduğunda birçok insan
şükür yanıtını verir. Tıpkı Hz. Nuh’un
Allah’a şükretmesi gibi insanlar bu
dönemde şükranlarını Allah’a iletir ve
aşure şükrün anlatıcısı olur. Diğer bir
anlatıda ise Hz. Nuh’un gemisinin uzun
süre su üstünde kalmasıyla yiyecekler
azalmıştır ve son kalan erzaklar birleştirilerek bir çorba olan aşure pişirilmiş
ve karaya ulaşana kadar yenmiştir. Bu
durumda kimileri için aşurenin neden
yapıldığı sorusunun yanıtı bolluk ve
bereket için yapıldığı üzerinedir. Dar
vakitte az olanın çoğalması gibi elde
olan tüm malzemelerin bitmek bilmeyen günler boyu insanlara yetmesinin
anlatısıdır. Bunların yanında İslam tarihi
kaynaklarında yer alan ve muharrem
ayının onuncu gününe kutsallık atfeden
diğer iki olay Hz. Âdem’in tövbesinin
kabul edilmesi ve Hz. Musa ile İsrailoğulları’nın Firavun’un zulmünden
kurtulmalarıdır. Hz. Âdem, Hz. Havva’ya
aldanmış ve cennetteki yasak meyveyi
yemiş, ancak Allah’ın sözünü de bu
meyve ile çiğnemiştir. Yasak meyve
yüzünden dünyaya gönderilmekle
cezalandırılan Hz. Âdem’in Allah’tan
af dilemesi ve Allah’ın bu affı kabul
etmesi muharremin onuncu gününde
gerçekleşmiştir. Bu anlatıların yanında
Hz. Âdem’in yaratılışı, Hz. İsmail’in
kurban edilmekten kurtuluşu, Hz.
Yusuf’un zindandan çıkışı, Hz. Yakup’un
gözlerinin açılması, Hz. Süleyman’a
mülkünün verilmesi, Hz. Davud’un
tövbesinin kabul edilmesi, Hz. İsa’nın
doğumu gibi anlatılar da kaynağı net
olmamakla birlikte onuncu güne kutsallık atfeden tarihsel olaylar olarak
çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. 680
yılına kadar bu anlatılar aynı coğrafyayı
paylaşan Müslümanların ve Hz. Musa
anlatısı ile Yahudilerin ilk olarak oruç
tuttukları ve daha sonrasında aşure
yaparak kurtuluşu anlatan anlatıları
hatırladıkları hadiselerdir. 680 yılına
gelindiğinde ise İslam dini içerisinde
birtakım ayrılıklar yaşanmış ve bu
43
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure
44
peygamberlerin kurtuluş hikâyeleri
kutlanmıştır.
Traverso, tarihte bir travma şeklinde meydana gelen bir olayın çeşitli
evrelerden geçerek bellek takıntısına
dönüşmesinden söz eder. İlk evre baskı
evresidir. Bu evrenin ardından kaçınılmaz olarak bastırılanın geri gelişi olan
“anamnez” meydana gelecektir ki bu
durum bir bellek takıntısının işaretidir
(Traverso, 2009). Şiilerin baskı evresi
Emevi döneminde yaşanmış ancak
kaçınılmaz olarak bastırılan duygular
daha sonraki iktidarlar döneminde
kamusal bir görünümle günümüze
kadar tazelenerek ulaşmıştır. Şiiler Hz.
Hüseyin’in öldürüldüğü bu günde ağlamış, kabir ziyaretinde bulunmuş, oruç
tutmuş ve bu gün kendileri için dünyalık
olan faaliyetlerde bulunmamışlardır
(Baş, 2004:168). Emeviler’in baskıcı
politikası Abbasiler döneminde esnemiş
(Blake 2013’den akt. Polat, 2019: 464)
Büveyhiler zamanına gelindiğinde ise
aşure matemi resmî bir kimlik kazanmış,
muharrem ayının ilk on günü matem
olarak ilan edilmiştir (Bozkuş 2008).
Böylece hatırlama pratikleri görünür bir
biçim alarak sosyal hayata yansımıştır.
Matemin resmî olarak ilan edilmesiyle
muharremin on günü boyunca alışverişlerin yapılması yasaklanmış, kurban
kesilmesine izin verilmemiştir. Ayrıca
kadın ve erkekler sokak ve caddelerde
matemlerini yansıtacak eylemlerde
bulunmuşlar, kılık kıyafetlerini mateme
göre şekillendirmişlerdir. İnsanlar
kıldan yapılmış elbiseler içerisinde
ağıt yakarak, yüzlerini siyaha boyayıp
kendilerine vurarak, kanlarını akıtarak
acılarını yaşatmışlardır (Bozkuş, 2008:
46). Böylece baskı evresinden sonra
“anamnez” gündelik ve kamusal alana
sirayet etmiştir.
Kerbela olayı, Türklerin İslamiyet’i
kabul etmesinden çok önce yaşanmış
bir olay olsa da Türkler de bu olayın
anlatısına sahip çıkmıştır. Edebî metinler üzerinde Hz. Hüseyin’in Kerbala’da
şehit edilmesini anlatan mersiyeler
yazılmış, Yezid’e beddualar edilmiştir.
Osmanlı aşure geleneği ise hem Kerbela’yı referans almış hem de birbirine
zıt iki duyguyu bünyesinde barındırmıştır. Hüznün ve sevincin anlatısı
olarak hüzün ve sevinç durumlarında
muharrem ayından bağımsız olarak
hatırlama nesnesi hâline gelmiştir. Hz.
Hüseyin ve diğer şehitleri hatırlamak
ve anmak için hüznün aşuresi olan
muharrem aşuresi, Hz. Hüseyin’in
oğlu Zeynelabidin’in Kerbala’dan sağ
olarak kurtuluşu neticesinde Peygamber
neslinin devamını kutlamak amacıyla
safer aşuresi olmak üzere iki çeşit
aşure pişirilmiştir (Özlü, 2011: 195). Bu
nedenle Osmanlı döneminde aşure
yapımı sadece aşure günü ile sınırlı
kalmamıştır. Sevinçli bir durum saray
tarafından aşure yapılarak kutlanırken
bir sultanın vefatı sonrasında yine
hüznün anlatıcısı olarak günü gözetmeden aşure yapılmıştır. Günümüz
Sünni geleneğinde ise aşure daha çok
Hz. Nuh’un tufandan kurtuluş anlatısını
referans almış, bolluk ve bereketin bir
simgesi olarak değerlendirilmiştir.
Anadolu Aleviliğinde ise Şii gelenekteki kendini dövme, karalar giyinme,
kan akıtma gibi uygulamalar bulunmamakla birlikte, muharrem ayında
aşureden önce tutulan orucun kaynağı
hakkında farklı kabullerin dile getirildiği görülmektedir. Bu kabullerden
ilki peygamberlerin kurtuluş anlatıları
(Tur, 2002), ikincisi peygamberlerin
af dilemek ve şükretmek için tuttuğu
orucu devam ettirmek ve üçüncüsü
Kerbela’da şehit edilenlerin anısını
yaşatmak için tutulduğu yönündeki
kabullerdir (Üçer, 2015: 50). Bu üç kabul
nedeniyle Alevi gelenek Şii gelenekten
ayrı bir şekilde konumlanmaktadır. Zira
peygamberlerin kurtuluş anlatıları Şii
gelenekte yer almaz. Şii gelenek kurtuluş anlatısını Emeviler’in unutturma
politikası olarak görürken Aleviler için
peygamberlerin kurtuluş anlatısı bir
unutturma politikası değildir. Daha
çok tasavvufi bir anlayışa sahip bu
gelenek içerisinde hem muharrem
ayında tutulan oruç hem oruç sonrası
kaynatılan aşure, diğer anlatıları da
referans alsa da, daha çok bir matemin
izlerini taşır. Kaynağı ne olursa olsun
günümüz Alevileri oruçlarını matem
algısı ile tutmaktadırlar. Dolayısıyla Hz.
Hüseyin’in şehit edilmesi nedeniyle
tutulması gereken matem gereği zevk
ve eğlenceden kaçınmak için birtakım
hususlara dikkat etmektedirler (Üçer,
2015: 51). Bu bağlamda muharrem
orucu Kerbala olayını anlatmak, canlandırmak gibi bir işleve sahiptir. Bu
oruca kaynaklık eden, Hz. Hüseyin’in
susuzluğunu yaşamak ve onun çektiği
acı ve ıstırabı anlamak, anlatmaktır.
Alevilerde bu oruç, muharremin
birinci gününden başlayıp, Hz. Hüseyin
ve onunla birlikte şehit edilen on iki
imam adına toplamda on iki gün tutulur
(Okumuş, 2010: 168). Yas tutmak, acı ve
ıstıraba ortak olmak için, oruç tutulan
günün akşamı kana kana su içilmez,
düğün, nişan, sünnet gibi etkinlikler
bu döneme denk getirilmez, kurban
kesilmez, et yenmez (Dedekargınoğlu,
2014: 37; And, 2002: 34). Muharrem
günleri boyunca bir şey kesmeme, bıçak
kullanmama uygulaması, Hz. Hüseyin’in boynuna aldığı kılıç darbesiyle
şehit edilmesine bağlı olarak yapılan
bir uygulamadır. Bıçak kullanmaktan
kaçınmak adına, kesilen şeylerin el ile
parçalanması söz konusudur (Üçer,
2015: 53). Alevi geleneğinde muharrem
ayı boyunca tutulan oruç bir matemin, orucun sonunda pişirilen aşure
ise şükrün nedenidir. Alevi gelenek
Kerbela’da şehit edilen Hz. Hüseyin’in
oğlu Zeynelabidin’in sağ kurtulmuş
olması nedeniyle aşureyi kurtuluşla
ilişkilendirir.
Bir hatırlama ve hatırlatma ritüeli
olarak aşure yapılırken bu pratikler
Alevi geleneğinde daha görünür bir
hâl alır. Aşurenin kazanda kaynaması
sıradan bir yemeğin pişmesi şeklinde
değildir. Bu nedenle aşureyi kaynatan
kişi de sıradan bir kişi değildir. Sırayla
KAYNAKÇA
▪ Assmann, J., (2015). Kültürel Bellek, 2. Baskı,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
▪ Baş, E., (2004). Aşure Günü, Tarihsel Boyutu
ve Osmanlı Dini Hayatındaki yeri Üzerine
Düşünceler. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı: 1, s: 167-190.
▪ Berger ve Luckmann (2008). Gerçekliğin Sosyal
İnşası, Çev. Vefa Sayın Öğütle, Paradigma
Yayınları, İstanbul.
▪ Bozkuş, M., (2008). “Aşure Günü, Muharrem
Matemi/Orucu ve Sivas’ta Aşure Uygulamaları”
C. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII/1, 33-61.
▪ Connerton, P., (2014). Toplumlar Nasıl Anımsar?,
Ayrıntı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
▪ Dedekargınoğlu, H., (2014). “Muharrem ve
Aşure”, Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi, s. 31-46.
▪ Karaarslan, F., (2019). Toplumsal Hafıza, Ketebe
Yayınları, İstanbul.
▪ Okumuş, E., (2010). “Kerbela: Hz. Hüseyin’le
Randevu”, Çeşitli Yönleriyle Kerbela, (Din
Bilimleri,, III. Cilt, Ed. Alim Yıldız, Asitan Yayınları, Sivas.
▪ Özlü, Z., (2011). Osmanlı Devleti’nde Tekkelerine
Bir Bakış: Aşure Geleneği. Türk Kültürü ve Hacı
Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 57, s: 191-212.
▪ Polat, K., (2019). “Aşure Geleneğinin Tarihsel
Arka Planı ve Osmanlı Kültür Dünyasına Yansımaları”, Akademik Dil ve Edebiyat Dergisi,
3 (4), 457-474.
▪ Traverso, E., (2009). Geçmişi Kullanma Kılavuzu, Çev. Işık Ergüden, Versus Kitap, İstanbul.
▪ Tur, S. D., (2002). Erkânname Aleviliğin İslam’da
Yeri ve Alevi Erkânları, Can Yay. İstanbul.
▪ Üçer, C., (2015). “Aleviliğin Yanlış Algılanması:
Muharrem Uygulamaları Örneği”, Türk Kültürü
ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, (74).
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure
kepçeyi eline alan her mürşit “Ya imam” Hünkar Hacı Bektaş Veli demine Hu…”
diyerek kazanı karıştırır ve kepçeyi (Dedekargınoğlu, 2014: 44).
öperek geri aşçı babaya verir. Kepçeyi
Görüldüğü üzere toplumsal hafıza,
alanın “ya imam”, verenin “ya Hüseyin” tarihsel anlatıya ve bu anlatının taşıyıcı
demesi de ritüelin pişirme anında unsuru olan ritüellere ihtiyaç duyar. Aynı
başladığının göstergesidir. Kepçeyi alıp dine mensup insanlar farklı tarihsel
verme işlemi de sıradan bir uygulama anlatıları referans alarak hatırlama
değildir. Bozkuş’a göre bu bedensel ve unutmanın mücadelesi içerisinde
pratikte başka bir anlamın canlandı- kendilerine ilişkin bir aidiyet bilinci
rılmasıdır; “Aşureyi kepçeyle karıştıran, geliştirmişlerdir. Bu anlamda kendi
kepçeyi öperek bir başkasına verir; o da aralarında birlik olurken daha geniş
öperek alır; kazandaki aşı, sağdan sola, çerçevede ayrılıklar yaşamışlardır.
soldan sağa karıştırır… Bektaşilerde kepçe Şiiler, Aleviler ve Sünniler tarihsel
‘Ya İmam’ diye alınır veren ‘Ya Hüseyin’ der süreçte hatırlama ve unutmanın mücave hep birden ‘Selamullahi al’el-Huseyn, delesinde çatışmalar deneyimlemiş,
la’netullahi ala kaatili-l-Huseyn’ denir. kayıplar vermişlerdir. Neredeyse 1350
Aşureyi bu tarzda karıştırmaya ‘Çifte Vav yıl öncesine dayanan Kerbela olayı hiç
Çevirmek’ denir. Ebced hesabında ‘vav’ şüphesiz tüm Müslümanları derinden
altıdır; iki ‘vav’ iki altı eder ki yan yana etkileyen bir olaydır. Ancak aralarında
yazılınca, ‘Allah’ lafza-i celalisinin ebced farklılıklar olsa da hem Şiiler hem de
hesabında tutarı olan ‘66’ sayısı belirir. Aleviler hatırlamanın periyodik ritmi
‘Çifte Vav Çevirmek’, aynı zamanda zikir sayesinde Kerbela olayını zamanın
sayılır.” (Bozkuş, 2008: 42). Bu uygula- ötesine taşıyarak toplumsal hafızayı
mada gülbengler, dualar, mersiyeler sürekli canlı tutmakta, yaşatmakta ve
okunarak aşure yapımı devam eder. geleceğe aktarmaktadırlar.
Gülbeng ilk olarak Kerbela olayının
Şii ve Alevilerin Kerbela olayını
anlatıcısıdır: “Bism-i Şah, Allah… Allah… süreklilik içerisinde tekrar edilerek
Barekallah. Şehitler Şahı İmam Hüseyin hatırlanan bir mite dönüştürmesi bir
Efendimizin ve Kerbela şehitlerinin yüce anma ritüeli olan aşure geleneği ve
ruhlarının şad olması için barekallah. Cümle muharrem orucu ile sağlanmaktadır.
erenlerin ruhu için barekallah. Yurdumuzun, Bu bağlamda aşure, Şii ve Aleviler için
ulusumuzun, cumhuriyetimizin esenlikte Kerbela olayını dile getirici bir eylemdir.
olması için berakallah. Ordularımızın Sünniler ise Kerbela olayını derinden
güçlü olması için barekallah. Ahirete hissettikleri gibi diğer tarihsel anlatılara
göçenlerimiz ve bugün yaşayanlarımız için da sahip çıkarak hem sevincin hem
barekallah. Gökten hayırlı rahmet, yerden de matemin izinde aşure geleneğine
hayırlı bereket vermesi için barekallah. sahip çıkmışlardır. Ancak Sünnilerin
Muhammed Mustafa, Aliyye’l Mürteza, hatırlama pratikleri toplumsal hayatta
İmam Hasan, İmam Hüseyin ve Kerbela Şii ve Aleviler gibi görünür bir yas tutma
Şehitleri hakkı için el-Fatiha ve salavat. şeklinde değildir. Süreklilik içerisinde
Gerçeğe Hu…” Aşure yendikten sonra her yıl düzenli olarak tekrar edilen
aşure bitiş gülbengi okunarak aşure aşure geleneği günümüzde daha çok
erkânı tamamlanır. “Bism-i Şah, Allah… bolluğun ve bereketin simgesidir. Bu
Allah… Muhammed, Ali, On iki İmam bağlamda aşure, Sünniler için daha çok
Efendilerimizin ruhu revanları, şad ve bolluk ve bereketin temsilcisi iken Alevi
handan ola. Münkir ve münafıklar mat ola, ve Şiiler için matemin anlatıcısı olarak
müminler şad ola. Lokmalarımız dertlere hatırlama ve unutmanın mücadelesiyle
deva ola. Matem-i Hasan ve Hüseyin ola. varlığını sürdürmektedir.
Cümlemize haklı, hayırlı kısmetler verilmesi için Nur-ı Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz
45
Ayşe Şahin
Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği
Medeniyetin Lezzet
İkramı:
Konya’da Şivlilik
Geleneği
46
AYŞE ŞAHİN
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü Doktorant.
Email:sahinaise94@gmail.com
Can konağını aramadaysan, cansın
Bir lokma ekmek arıyorsan, ekmeksin,
Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir:
Neyi arıyorsan o’sun sen.
İ
Kaynak: Url-2: Şivlilik Market Reyonları
Konya halkına göre Hz. Peygamber’e duyulan muhabbet ve
hicri takvime göre üç ayların (Recep, Şaban ve Ramazan)
başlangıcını temsil eder. Şivlilik kültürünün önemi, eğlence
ve çeşitli yiyeceklerle, hediyelerle (küçük oyuncak, şeker,
çikolata, kuruyemiş vb. birçok yiyecek) çocuklara dolayısıyla
nesilden nesile aktarılır. Peki, bu gelenek nasıl icra edilir?
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği
nsanın yolculuğu bir lokma ekmek olarak görünüyor olsa da bir lokma ekmeğin içinde birbiri
ile ilintili nice hayatlar vardır. Her bir hayat, belli bir yapı
içinde bulunur. Hayatı ve yapıları belirleyen inanç, kültür,
tarih ve hafızadır. Şehir, bu iki unsurun (hayat ve yapı)
birbirine dokunduğu, birbirine anlam kattığı ilginç bir
birleşimin adıdır (Alver, 2012: 10). Kültür ve inanç farklılaştıkça hayat ve şehir de değişir. Nasıl ki insanın terk ettiği
ev metruk ve harabeye dönmeye mahkûm ise şehir de
viran olmaya mahkûm olur. Bu anlamda şehri canlı kılan,
ona hayat veren insandır. İnsanı tanımak; şehri tanımayı,
şehirle hemhâl olmayı mümkün kılar. İnsan, değerlerini
şehre giydirmek ve bunu görmek ister. Kendi aynasında
gördüğü inancı, tarihi, edebî özellikleri ve hayat tarzını
mekâna yansıtır ve mekâna biçim verir. İnsanı ve yaşadığı
şehri okumanın ilk göze çarptığı yer; asırlara meydan okuyan,
sembol hâline gelen eserlerdir. Elbette şehrin okunacağı
tek alan mimari değildir. Tarihî, coğrafi, edebî ve kültürel
değerler de mevcuttur.
Geniş bir alana sahip olan maddi-manevi kültürel değerler
içerisinde şehirler kendilerine has bir kimlik oluşturur, bu
kimlik ile tanınırlar. Tanpınar’ın deyimi ile “bir bozkır çocuğu
olan” eski başkent Konya şehrinin de onu diğer şehirlerden
ayıran tarihî, insani, ekonomik yönlerinin yanında bilgi,
kültür sanat olarak da birçok yönü bulunmaktadır. Asırlardır devam ettirilen Şivlilik geleneği de Konya şehrinin
ruhunu yansıtan ve Konya’yı diğer şehirlerden farklı kılan
bir gelenektir. Tarihi, kültürel geçmişi ve “şivlilik” adındaki
yiyecek ikramı ile Konya’nın kimliğini oluşturur. Nitekim
“şivlilik” yalnız bir gelenek adı değildir, bu ismin altındaki
derin anlam ve kültürün de kodlarını barındırır. Ve bunu
ikram kültürü ile taşımaya devam eder.
Konya’nın şehir merkezine özgü, hicri takvime göre
recep ayının ilk perşembesi ile sınırlı ve çocuklara yönelik
bir eğlence olan şivlilik geleneğinin ortaya çıkışı Friglere
dayandırılmış (Işık, 2017) olmasına rağmen, Konya halkı bu
geleneği büyüklerinden dinledikleri menkıbeye dayandırır.
Bir Türk İslam mutasavvıfı olan Ebu Bekir Şibli bir gece
rüyasında Hazreti Peygamber’in, annesinin rahmine recep
ayının ilk perşembesi intikal ettiğini öğrenir. Büyük bir
sevinç içerisinde uyanarak bunu, oturduğu semtin bütün
evlerine vararak “Şibli” nidasıyla müjdeler. Her hane sahibi
de müjdelik olarak ona bir parça yiyecek verir. Eski Konyalılara göre şivliliğin çıkışı bu şekildedir (Url-1). Bunun
yanında bir nevruz eğlencesi olarak da yorumlanmıştır.
“Şib” kelimesi, Farsça “uyuşma”, Arapça “doyuran” anlamı
itibarıyla şivliliğe köken olarak görülmüştür (Şivlilik, 2015).
Ortaya çıkış ve kökeni itibarıyla söylenegelen farklı görüşler
bulunsa da Konya şehir halkı bu geleneği benimsemiş ve
asırlardır aktarmaya devam etmektedir. Bir anlamda şivlilik,
47
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği
yakın mahallelere şivlilik toplamak için giderler. Bunun için
tanış olmaya gerek yoktur. O günü halk bilir ve yiyecekleri
ikram etmek için ayırt etmeksizin herkese kapısını açar.
Bayram havası içinde gelen çocuklar Şivliliiik diye bağırır.
Hatta meşhur bir de tekerlemeleri vardır:
Şivli şivli şişirmiş
Erken kalkan pişirmiş / Ergen oğlu bişirmiş
İki çörek bir börek
Bize namazlık gerek
Şivlililikkk.
48
Recep ayı -Konya halkının tabiri- ile “ilk namaz” (Görgülü, 2018: 71) girmeden önce marketler şivlilik reyonları
ile halka “şivlilik geliyor, Recep ayı geliyor” mesajı verir.
Konya halkı bütçesine göre ikramlıklarını almaya başlar.
Regaib Kandili’nin (Recep ayının ilk perşembe günü) bir gün
öncesi akşam çocuk, genç, yetişkinlerin hep birlikte dışarı
çıktığı “fener alayı” isminde eğlence olur. Mahallelerde
Bu tekerlemelerle, ellerindeki kese, poşetlerle kapı kapı
fenerler yakılır, lastik veya ateş yakılıp üzerinden atlanır. gezip şivliliklerini toplarlar. İkramlar geçmişten günümüze
Fenerlerin olmadığı yokluk yıllarında ise tenekeler içine çeşitlenmiştir. Şivlilik ikramları eskiden kuru üzüm, kayısı,
konulan gaz yağı çıra ile yakılıp hep birlikte eğlenmenin leblebi, mısır patlağı, ambalajı olmayan halk dilinde açık
tadı çıkarılırmış.
gofret iken günümüzde ambalajlı oyuncaklı şekerler,
Günümüzde ise mahalle eğlencelerinin yanında fener çikolata, kek, tatlı-tuzlu bisküviler olarak daha fazla çeşitalayı, Kültürpark eski ismiyle Fuar alanında da icra edilir. lenmiştir. Çocuklar küçük yaşlarda ise “Şivliliikk” nidaları
Yeni söylemle “dilek fenerleri”nin usul usul yukarı doğru ve ellerindeki şivlilik keseleri ile evlere gelir. Yaşları biraz
çıkmasıyla Hacıveyiszade Camii ve Kültürpark’taki görü- daha büyük çocuklar “Kandiliniz mübarek olsun” veya
nümü geceyi süsler ve fener alayına katılanlar büyük bir “İlk namazınız mübarek olsun” diyerek ev sahiplerinin üç
coşku yaşadıklarını dile getirir.
aylarını kutlar. Toplama sürecinde çocuklar birbirleri ile
Bu akşamın sabahında yani Regaip Kandili günü ise yiyecek değiş tokuşu yaparlar. Hangi apartmanda sevdikleri
önceden alınan ikramlıklar hazırlanır. Komşu ve misafirler çikolata, şeker varsa diğer arkadaşları da alsın diye birbiriçin “bişi” denilen hamur kızartmaları yapılır. Ve çocukların lerine iletirler. Bu şekilde sabah erken saatlerde başlayan
ikramlıkları almaları için gelmeleri beklenir. Sabah erken şivlilik toplama öğle vakti son bulur. Şivlilik keseleri dolan
saatlerde veliler veya arkadaşları ile birlikte şivlilik topla- çocuklar evlerine giderek tüm hasılatı döker ve önce yemek
maya çıkan çocuklar önce komşularını ziyaret eder, sonra istediklerini bir yere, sonra yiyeceklerini başka bir tarafa
Kaynak: Url-3 Şivlilik Hediye Kutusu
KAYNAKÇA
▪ Alver, K. (2012). “Kent İmgesi”, Kent Sosyolojisi, (Ed.) Köksal Alver,
Ankara: Hece Yayınları.
▪ Görgülü, D. (2018). Konya’da Aşure, Şivlilik ve Fener Alayı Geleneği,
Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD) 5 (12): 66-82.
▪ Işık, A. (2013). Şivlilik Adı ve Kökeni Üzerine, Merhaba Akademik
Sayfalar, Cilt.13 (16) s. 254-256.
▪ Şivlilik. (2015). Konya Ansiklopedisi içinde (Cilt.8 s.250). Konya: Konya
Ansiklopedisi.
▪ Url-1 https://konyayazilari.blogspot.com/2017/10/sivlilik.html Erişim
Tarihi: 22.11.2021
▪ Url-2 https://www.merhabahaber.com/sivlilik-reyonlarda-yerini-aldi-744643h.htm Erişim Tarihi: 04.03.2022
▪ Url-3 https://haberdairesi.com/konya/konya-100-bin-sivlilik-hediye-kutusu-ne-zaman-gelir-2022-66162h Erişim Tarihi: 04.03.2022
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği
ayırırlar. Nihayetinde bir süreç içerisinde tüm toplanan
şivlilikler paylaşılarak yenir.
Günümüzde başta Konya halkı olmak üzere Konya
Büyükşehir Belediyesi de bu çocuk şenliğini önemsemektedir. Belediye olarak içinde yiyecek, oyuncak, kırtasiye
eşyalarının bulunduğu yüz bin adet “şivlilik” kutusunu
5-10 yaş arası çocukların evlerine ulaşacak şekilde hediye
etmiş ve 2-6 Şubat 2022 tarihi arası çocuk ve yetişkinler
için çeşitli etkinlikler düzenlemiştir.
Şivlilik yalnızca birkaç şeker, çikolata ve fener alayından
ibaret değildir. Şivlilik adı altında paylaşmak, mutlu olmak,
mutlu etmek, birlik ve beraberliği sürdürmek gibi bir kültür ve
hafıza yatar. Dolayısıyla şivlilikten ne arıyorsak onu buluruz,
ailesinden neyi aramayı öğrendiyse çocuk onu arayacaktır.
Kimi bereket olarak, sadaka vermek olarak görecek şivliliği,
kimi ikramlıklar konusunda çocukların mutlu olacağı şeylerden alıp bilhassa çocukları bekleyip teker teker ellerine
ikramları verirken diliyle de çocukların gönlüne dokunacak
ve bu geleneği bu şekliyle aktaracak, kimi ise kapıya bile
çıkmadan apartman görevlisine ikramları bırakıp gidecek.
Bazısı eğlence, fener alayı kısmıyla ilgilenecek. Bazısı akşam
gelecek olan misafirlerini önemseyecek. Ve çocuklar en çok
mutlu olmayı, sevinmeyi, doyasıya eğlenmeyi, arkadaşlarıyla
birlikte olmayı isteyecek; tablet ve bilgisayar oyunlarından
vazgeçebildikleri ölçüde… Bu anlamda şivlilikte kim neyi
görmek istiyorsa onu bulup önemseyecektir.
Şivlilik; eskisi kadar olmasa da yer yer devam eden
komşuların birbirlerine “bişi” ikramı yaptığı, akrabaların, komşuların birbirini ziyaret ettiği, kandilini tebrik
ettiği, Konya şehrinin özellikle çocukların bayram havası
içerisinde geçirdiği bir gündür. Çocukların ailelerinden
şivlilik gününü nasıl geçirdiğini öğrendiği ve öğrendiği
şekliyle hatırlayacağı, belki de yaşatmaya devam edeceği
bir gün. Paylaşma, birlik ve beraberlik, bereket gibi kök
hafızanın birleşimi ve kutsallıkla harmanlanmış bir gelenek.
Kutsallığın olduğu törenlerde olduğu gibi şivlilikte de yemek
yedirme, ikram etme geleneği var olmuştur. Bu anlamda
şivlilik yalnız ikramın adı değil bu ikramın içinde çocuk
sevindirme, infak etme düşüncesinin toplumsal hafızada
derin anlamlarının bulunduğu ve bu kültürel kodların
devam edeceği bir geleneğin de adı olmuştur.
▪
49
İsmail Doğu
Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh
Bileşke ve
çeşitliliğin t/adı:
Ramen Teh
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh
İSMAİL DOĞU
50
R
amen teh, bir singapur-japon-fransız ortak yapımıdır. eric khoo’nun
yönettiği film dünya prömiyerini şubat 2018’de berlin uluslararası
Film Festivali’nde yaptı ve 29 Mart 2018’de Singapur’da gösterime girdi. Filmin
orijinali olan Ramen Teh, Ramen lokantası anlamına gelse de Türkçede Geçmişten
Gelen Lezzet adıyla gösterime girmiştir. Bu adı almasındaki hikmeti ve film içindeki
yerini ve ilişkisini ilerleyen satırlarda ele alacağız.
Filmin kısaca konusuna değinirsek ana karakter olan Masato, Japonya’nın Takasaki
şehrinde genç bir ramen şefidir. Duygusal olarak mesafeli babasının ani ölümünden
sonra, o henüz on yaşındayken ölen Singapurlu annesinin geride bıraktığı hatıralarla
dolu bir bavul ve derin düşünceler ve eski fotoğraflarla dolu kırmızı bir defter bulur.
Bir önseziyle hareket ederek, ailesinin yanı sıra kendi hayatının hikâyesini bir araya
getirmeyi umarak defterle Singapur’a doğru yola çıkar. Orada, bak kut teh işleten
dayısı Ah Wee’yi bulmasına yardım eden bekâr bir anne ve Japon yemek blogcusu
Miki ile tanışır. Masato, büyükannesi Madam Lee’nin hâlâ hayatta olduğunu ve
anne babasının hassas ama çalkantılı aşk hikâyesinin anahtarının onda olduğunu
keşfeder. Masato ve büyükannesi birbirlerinin kırılan ruhlarını iyileştirmeye çalışırlar ve melhemi, pişirdikleri yemeklerin malzemelerin toplamından daha fazlası
olduğu mutfakta bulurlar.
ERİŞTE VE ÇORBA
Filme ismini de veren ramen yemeği, bir karakter tiplemesi gibi karşımıza çıkar.
Ramen sadece yemek adı değildir, içerdiği yapı ve insanların severek yapıp yediği bir
aş olması sebebiyle aslında önemli bir simgeselliği barındırır. Ramen, Uygur kökenli
olan ve çorba içinde sunulan eriştenin Japon mutfağındaki adıdır. Genellikle çorbası
et suyu ile yapılır ve dilimlenmiş et, kurutulmuş deniz yosunu, kamaboko, yeşil soğan
ve hatta mısır gibi üst malzemeleri ile servis edilir. Herkesin bildiği ve sıklıkla tercih
ettiği bir yemek çeşidi olmasına rağmen kıvamını tutturmak o kadar da kolay değildir. Bu durum bizlere önemli bir ipucu sağlar. Zira yemekler bir toplumun kültürel
kodlarına işaret ettiği gibi, birliktelikleri açısından da önemli bir katkı sunar. Bir
millete has özellikli yemekler, alt zeminde bir zihniyete işaret eder. Çünkü gerek o
yemeğin malzemesi ve gerek yapılış biçimi, hatta bizzat sunum çeşidi bile bu zihni-
Haz ve hızın esas olduğu bir dünyada
her şey tüketime yöneldiği gibi bu
tüketimi de çabuklaştırıcı ürünler ve
üretimler yapılmaya başlanmıştır. Her
yerde ve en hızlı bir şekilde tüketilebilen
bu nesneler, sanki kıyamet kopacakmış
gibi insanları aceleye sevk ettirmektedir
ama asıl ecele gidiş buradadır.
edilir ki önemlidir. Bu asla beğendirme
faaliyeti değildir, her ne kadar ilk elden
öyle görünse de. Bu, öncelikle ve özellikle
kişinin kendine saygısının göstergesidir.
Malzemenin iyi yerden alınması, güzel
bir şekilde hazırlanması, gereği gibi
pişirilmesi ve en sonunda da en müstesna
biçimde sunulması gerekir ki yenilmesi
rahat ve sağlıklı olsun, ağızda hoş bir tat
bıraksın. Çünkü tüm bunlar hem zihnimize kazınacak ve hem de midemize
kazandırılacaktır. Zihnin ve midenin
fesadı, tüm bu olmazsa olmazların göz
ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır.
Ne olsa ve nasıl yapılsa yenir düşüncesi,
ne olsa gider diyen liberalizm gibi hiçbir
zihniyet inşa etmez, hatta tüm zihniyetleri
imha eder. Liberalizmin, kapitalizmin ileri
aşaması olması da bundandır. Kapitalizm
her şeyi metalaştırır, ihtiyaç kabilinden
tüketim zincirine sokar; liberalizm de güya
felsefe adına her şeyi mübahlaştırarak
bu tüketimleri anlamlaştırır. Zaten liberalizmin ismini özgürlük/serbestiyetlik
anlamında alması, kullanması bundandır.
Bu özgürlük aslında bir illüzyondur.
Hiçbir özen, özellik, gizlilik içermez.
Liberaldir, ne yapsa yeridir. İşte filmde
ramen sadece bir çorba adı ve kullanımı
değildir. Yönetmen muhteşem bir şekilde
onu karakterize etmiştir. Böylelikle
aslında hem bireysel donanım hem de
toplumsal kuşanma adına simgesel bir
değer taşır. Başka bir dendik de, ramen
yapmak, aslında kendi olmak, toplum
oluşturmaktır. Ramen yaparken kendini
bulur ve kendi olur.
ŞEHİR VE YEMEK
Her milletin kendine has bir rameni
vardır. İtalyanlar için makarna örneğini
vermiştik. Kayseri’de de mantı baş tacıdır.
Bir kaşığa kırk tane sığdırmak marifettir,
maharettir. Değilse o mideye kazandırılmaz,
mideye oturtulur. O da karın ağrısı yapar.
Buradan ramenin malzeme karışımına
da dikkat etmek gerekir. Aslında bir çeşit
erişte olan bu yemek, sulu hazırlanır ve
yenilir. Erişte, elbette o yörelerde kuru bir
şekilde de yapılır ve yenilir. Ama ramen,
bu tarzlardan farklıdır. Farklılığı sadece
sulu olmasında da değildir. İçeriğine
tekrar dikkat edersek hem et hem de
sebze vardır. Tabii yemeklerin olmazsa
olmazı sos biçimi de onu ayrıcalıklı
kılar. Biz her ne kadar bir çırpıda ve
sayılı/sınırlı biçimde aktarsak da, genel
bilgilerden yola çıktığımız kadar filmde
de satır aralarına işlendiği gibi yöreye ve
satıcısına göre değişen geniş bir ramen
çeşitliliği vardır; bazen, aynı adı paylaşan
ramen türleri dahi lezzet farkı gösterebilir.
Ramen, kabaca, iki ana içeriği ile kategorize edilir; erişte ve çorba. Birçok ramen
eriştesi dört temel malzeme ihtiva eder:
buğday unu, tuz, su ve -sodyum karbonat
ile genelde potasyum karbonattan, bazen
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh
yeti açık eden göstergelerdir. Bugünlerin
ifadesiyle coğrafi tescilli yemekler, onu
tüketen insanlar için birlikte olma ve
bunu paylaşma noktasında katkı sağlar.
Zaten içeriğine dikkat edilirse, ramen
yemeğinin aslında çok basit malzemeleri
ve yapılış biçimleri açısından bile bunları
görebiliriz. Lakin bu bildik ve sevdik havaya
rağmen, herkesin kolaylıkla yapacağı bir
çeşit olmanın dışında, maharetli eller
sayesinde ancak yenilir. Bu biraz İtalyanların makarnasına benzer. Makarna
denilince herkesin kolaylıkla yapacağı
bir yemek akla gelir ama İtalyan mutfağı
ve aşçıları açısından durum sanıldığı
gibi değildir. Çokça bilinen ve tüketilen
olması, sanıldığı gibi kolayca yapılması
anlamına gelmez. Her şeyden önce çiğ
olan makarna çeşitlerinin ta başlangıçta
hazır edilirken kullanılan un, hamurun
yoğruluşu, onun en ince şekilde açılması
gerekmektedir. Pişirimden önce malzemenin kaliteli olması gerekir ki pişirim
sonrasında o lezzet ortaya çıkarılsın. Bu
demektir ki, eğer malzeme daha ilk yapım
aşamasında özensiz bir şekilde hazırlanıp
kullanıma konmuşsa, aşçının üstün nitelikli maharetleri birçok ayıbını kapasa da,
sonuçta asla istenilen kıvama getirilemez.
Tabii bu hazırlık aşaması yetmez. Çok iyi
hazırlanan malzemeler, acemi ellerde ziyan
edilebilir. Bu da yetmez. Hazırlanan ve
pişirilen yemeğin o aşamaya getirilene
kadarki tüm titizlik ve özeninin sunum
sırasında da gösterilmesi gerekir. Sunum
sanılanın aksine çok ama çok önemlidir.
Bu tür anlatımlar, birçokları için hazcılık
olarak değerlendirilebilir ve “ne gerek var,
sonuçta karnımızı doyuracağız” diyerek
bir çırpıda reddedilebilir. Ancak bu aceleci
bir davranış ve sevimsiz bir yargılamadır.
Kişinin diline özen göstermesi gereği,
düşüncesine özen göstermesindendir.
Düşüncesine özen göstermeyen, başka
bir ifadeyle savruk düşünen kişilerin
dili de, zihniyetinin aynası gibi yansır ve
ne dediği anlaşılmaz bir tarza bürünür.
“Sonuçta konuşuyoruz” diye kabul edilmesi
bir gerekçe olamaz. Sadece söylem için
de geçerli değildir bu. Her tür eylemin de
bir özen içinde gerçekleştirilmesi gerekir.
Giyim-kuşam da buna dâhildir ve takdir
51
de az miktarda fosforik asitten oluşan bir
çeşit alkalin mineral suyu olan- kansui.
Temelde kansui, adını, büyük oranda bu
mineralleri içeren ve erişte yapımı için
ideal olduğu söylenen İç Moğolistan’ın
Kan Gölü’nden almıştır. Erişteleri kansui
ile yapmak, onların sarı bir renk almasına
neden olmakla beraber dokusunu da
dayanıklı kılar. Kansui, JAS standartlarına göre imal edilmesine rağmen II.
Dünya Savaşı’ndan sonra kısa bir süre
için düşük-kalitede, bozulmuş kansui
satılmıştır. Ayrıca yumurta da kansui
yerine kullanılabilir. Bazı ramen erişteleri
ne yumurta ile ne de kansui ile yapılır
ve sadece yakisoba için kullanılmalıdır.
Ramen erişteleri farklı şekillerde ve
uzunluklarda olabilir. Kalın, ince, hatta
kurdele-şekilli olabileceği gibi düz veya
kırışık da olabilir.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh
SİMGESEL BİÇİMLER
52
Yönetmen bu tür anlatımlarla meşhur
bir yemek çeşidini överek kendi yörelerini
kutsuyor ya da yemek tarifini vererek
insanlara öğretiyor değil. Biz de zaten
bunun için bu ayrıntıları nakletmiyoruz.
Ramen hem bir tarih hem bir toplum
biçimlemesidir bu film içinde. Karakterize edilmesini söylememizdeki temel
espri de budur aslında. Film yemek
üzerinden bir tarih ve toplum okuması
yapmaktadır. Bunun için de en iyi bilinen
ve tüketilen bir yemek çeşidini seçmiştir.
Tabii bunun seçiminde az önce bahsi
geçen ramen çorbası içindeki farklı
unsurların bileşkesi kadar farklı ramen
çorbalarının yapılabilmesi yatmaktadır.
İçindeki malzemeler ve pişirme teknikleri,
bunu öğrenmek isteyen ve bunun için
de ramenin yapıldığı asıl bölgeye giden
çocuğun, bir bakıma bununla geçmişle
yüzleşmesi ve hesaplaşmasını da içerir.
Aynı şekilde farklı ramen çorbası yapım
teknikleri de, kültürel çoğulculuk adına
ilişkileri ve etkileşimleri açık eder. Ramen
yapmayı öğrenmeye çalışan genç, bir
taraftan kendi annesi ve anneannesi
açısından özel bir geçmişe doğru yolculuk
yaparken ve hayatında giz olarak kalan
meseleleri aydınlatmaya çalışırken; diğer
taraftan tarihsel bir yolculuğa çıkarcasına
iki ülke arasındaki derin düşmanlığın
farkına varır bu sayede. Ancak düşmanlık
çoktan yerini dostluğa bırakmış olsa da
anneannenin kini devam etmektedir.
Ramen burada devreye girip anneanne
açısından hem ölmüş kızını gıyabında
affetme ve torununa sahip çıkmayı sağlarken aynı zamanda geçmişi unutmasa
da bugünü yaşama ve ondan faydalanma
adına kapandığı evden dışarıya çıkmasını
da sağlamıştır. Böylelikle et ve sebzenin,
kuru ile sulunun bileşkesi gibi, hem
geçmiş ile gelecek hem öfke ile sevgi, ilki
ikincisinin lehine dönüşerek muhteşem ve
muazzam bir birlikteliğe erişiyor. Sadece
birbirlerine uzak, hatta düşman kalmış
aile fertleri değil, ülkeler ve toplumlar
ramenin bileşkesi ve çeşitliliği adına aynı
sofrada, aynı tatta buluşabiliyor.
Ramen yapımı farklılık arz eder demiştik, yörelere göre. Bu farklılık düşmanlığı
ve dolayısıyla çatışmayı değil, tam aksine
hoş bir rekabeti yansıtır. En güzelini
yapma ve sunma yarışı, mutluluğun elde
edilmesi konusunda bir rekabettir. Zaten
bunu öğrenme konusunda şehirler aşan ve
azimle uğraşan genç, daha çok insanların
yedikten sonraki mutluluğunu görme
sevdasındadır. Geçmişten Gelen Lezzet
ismini almasına sebep olan da, aslında
bu kültürel dokuya ve tarihsel sürece
işaret eder. Zira nevzuhur yiyecekler,
bir hatıra ve bir lezzet taşımaz. Sadece
ve sadece o ana aittir ve tek amacı da
tıkınma vesilesiyle doy/ur/maktır.
MERHAMET VE ÇORBA
Filmde sürekli Merhamet Tanrıçası
olarak da bilinen Guan Yin heykeline atıf
yapılmaktadır. Keelung Limanı’na bakan
22,5 metre yüksekliğindeki bu heykel,
Uzakdoğuda Budistler tarafından kutsal
kabul edilen Merhamet Bodhisattvası’dır
aslında. Kaynağını Hindistan’daki Sanskrit
Avalokiteśvara inancından almaktadır.
Guan Yin, Dünyanın seslerini dinleyen
anlamında Çince Guan Shih Yin kelimesinin kısaltılmış şeklidir. Guan Yin
inancı ilk olarak MÖ 1. yüzyılda Budizm
ile birlikte Çin’de yayılmaya başlamıştır.
Ancak zamanla Çin ve diğer Uzakdoğu
ülkelerindeki halk inanışları Guan Yin’e
çok farklı özellikler atfetmiştir. Hindistan
ve Tibet’te Avalokitesvara bir erkek olarak
resmedilirken, onun Çinli versiyonu,
Guan Yin Song hanedanlığından itibaren bir kadına benzetilmiştir. Çin’deki
Guan Yin heykelleri ve resimleri genelde
Guan Yin’i beyaz uzun bir elbise giymiş,
boynunda kraliyet ailesinin simgesi bir
gerdanlıkla gösterir. Kimi yerde ise Kuan
Yin’in on bir başlı ve bin kollu olarak resmedildiğini görürüz. Sağ elinde içinde su
olan bir çömlek, sol elinde ise bir söğüt
dalı bulunmaktadır. Başındaki taçta ise,
Kuan Yin’in Bodhisattva olmadan önceki
ruhani hocası Amitabha Buddha’nın
resmi bulunur. İnanışa göre Kuan Yin
yeryüzündeki acılardan yani samsara
döngüsünden kendisi kurtulmuş olmasına rağmen, dünya üzerindeki tüm
duyarlı canlılar kurtulana dek bu dünyada
canlıların yardımına koşmaya kendini
adamıştır. Adından da anlaşılabileceği
gibi yeryüzündeki her sesi duyabilmek
gibi bir yetenek geliştirmiştir.
Buradaki okuyucuya fazla gelecek
ayrıntı, aslında ramendeki gibi benzer
özelliklere sahip olmasına dikkat çekmek
için yapılmıştır. Ramendeki çeşitlilik gibi
Guan Yin de çeşitlilik arz eder. Ancak
ikisinin de hem kendi içinde hem de
beraberce buluştuğu bir nokta vardır:
merhamet. Dünyanın seslerini dinleyen
heykel, dünyanın çeşitliliklerini bir araya
getiren bir çorba ile aynı sekansta yer
alır. Bu çeşitliliğe ister heykel üzerinden
merhamet diyelim, ister çorba üzerinden
mutluluk diyelim sonuçta birlikteliğinin
nedeni kadar sonucunu da doğuran bir
duygu bütünlüğü sağlanmıştır iyilik ve
güzellik adına. Yönetmenin başarısı bir kez
daha kendini gösterir. Ramen çorbasını
içenler karınlarını doyurmanın yanında
hatta daha da ötesinde mutludurlar; tabii
usta ellerde yenildiği vakit. Kaynaştırıcı
etkisi de göz ardı edilmemelidir. Zaten
mutluluk o kaynaş/tır/mayı sağlar. Aynı
şekilde Guan Yin de merhamet adına
insanları toplar. Denilebilir ki zaten
toplanmak, bir araya gelmek merhametin
bir göstergesidir. Düşmanlıklar gider,
dostluklar başlar.
HAMBURGERE
KARŞILIK RAMEN
Haz ve hızın esas olduğu bir dünyada her şey tüketime yöneldiği gibi bu
tüketimi de çabuklaştırıcı ürünler ve
üretimler yapılmaya başlanmıştır. Her
yerde ve en hızlı bir şekilde tüketilebilen
bu nesneler, sanki kıyamet kopacakmış
gibi insanları aceleye sevk ettirmektedir
ama asıl ecele gidiş buradadır. Bu durum
tabii aynı zamanda tek tipleşmeyi de
çağrıştırmaktadır. Aynı tornadan çıkmış
bir topluluğu var etme adına herkesin her
yerde ve her zaman bulabileceği bir yemek
biçimi, beraberinde aynı şeyleri düşünme
ve dillendirme, aynı duygulanım içinde
katarsizme ulaşmayı sağlar. İnsanları bu
hız içinde tutmanın elbette bir politikası
ve amacı vardır: gerçekten içine düşmeyi
ve bu sayede düşünüp düşlemeyi engellemek. Zira içine düşen kimse artık farklı
düşünür ve düşler. Dışına düşen ise her
daim vehim ve kâbus içindedir. O hâlde
ucuz olduğu için çokça ve çabuk tüketilen giyimler gibi yiyecek ve içecekler
ihdas edilmelidir. Dil ve düşüncenin de
buna benzer bir kadere sahip olması da
mukadderdir. Çünkü kudret sahipleri
çoğulculuğa izin vermez, her ne kadar
çoğulculuk adına türküler söylese de.
Çoğulculuk teraneleri müzeliktir, arada
bir seyredilebilir ama içine girilmez ve
içine düşülmez. Dıştan bir seyir ile nostaljiye, en fazla arada bir yâd etme adına
var ederek showa dönüştürür. Çünkü
her şey emrine amade şekilde, üstelik
fazlasıyla elinin altındadır. Çeşitlilik
ve farklılık dahi türsel değil şekilseldir.
McDonald’s esastır ama onun çeşidi
beyaz ya da kırmızı ettir; veganlar için
etsiz çeşidi de vardır. Bu da bir mutluluk
biçimi olarak sergilenir. Hatta Friedman
daha da ileri gider ve öneri mahiyetinde
şöyle bir tespitte bile bulunur: McDonald’s
restoranlarının bulunduğu iki ülke
arasında, her ikisinin de McDonald’s
zincirlerine kavuştuğu andan itibaren
savaş çıkmamıştır. Buradan hareketle
“çatışmayı önleyici altın kemerler teorisi”ni
ortaya atar. Kemer ifadesine dikkatinizi
çekmek isterim. Malum olduğu üzere
kemer hem kavuşturucu hem bağlayıcı hem de sıkı tutucu bir işlev görür.
Buna göre bir McDonald’s ağını ayakta
tutacak büyüklükte bir orta sınıfa sahip
oldukları ekonomik gelişim düzeyine
ulaşan ülkeler, birer McDonald’s ülkesi
olurlar. Hâliyle McDonald’s ülkelerindeki insanlar savaşmaktan hoşlanmaz,
bunun yerine hamburger kuyruğunda
beklemeyi tercih ederler. Bu teori, bir
zamanların “savaşma seviş” sloganının
yeni bir eklentisini ortaya çıkarır, yine
savaşmama ama sevişme yanında başka
bir eklenti: “savaşma, tıkın”. Ayaküstü
sevişmeler yanında ayaküstü yemeler.
Teorideki açığa çıkarılması ve bir
sonuca varılması gereken nokta, orta
sınıfın yaratılma modelinde saklıdır. Haz
ve hızın sembolü olan fast-food ve bunun
en büyük göstergesi olan McDonald’s (her
ne kadar Friedman bahsetmese de yanına
da mutlaka cola’yı eklemek farzdır), bir
ülkeye girdiğinde liberal ekonomi girmiş
demektir. Bu da özgürlük ve seçicilik adına
orta sınıf isteklerine cevap niteliğinde,
onların istemesine gerek bile kalmadan,
önüne sunulmuş hazır reçetelerin varlığını
sağlar: “Ye iç eğlen çok kısa ömrün / sev
çünkü sevmek en kolay.”
Friedman teorisi bugünlerde sarsılmış
gibi gözükebilir ama yanılan o değil,
böyle düşünenlerdir. Ukrayna ile Rusya
arasındaki savaşta Rusya aleyhine McDonald’s zincirlerinin kapatılması kararı,
aslında teoriyi bozan değil, bu anlayışı
bozan Rusya için bir ders niteliğine
dönüşürken, teori açısından da tahkim
edici bir örneklik yaratılmıştır. Madem
McDonald’s sahibi iki ülke arasında savaş
çıkmamalıdır, o hâlde çıkarsa biri buna
layık görülmeyerek cezalandırılmıştır.
Hâlen devam eden bu savaşta Rusya,
elinden McDonald’s zincirlerini kaybederek cezalandırılmıştır, zira fatura ona
kesilmiştir. Teori ise kaldığı yerden devam
etmektedir. Bu aşamada eğer Rusya’nın
aklı varsa, savaş için sorun yaratmış ve
haksız pozisyonlara düşmüş gözükse de,
McDonald’s kapatılması aslında hayra
işarettir, kadir kıymet bilene tabii. Belki bu
sayede Rusya, kendi ramenlerine dönme
fırsatını yakalar da, düşmanlıklar son
bulur. Çünkü McDonald’s türü dostluk
ve sevgi, obez bir biçimdir, sadece hasta
eder adamı; belki bir sevgi zehirlemesi de
denilebilir buna. Ama ramen üzerinden
gidersek, burada kalıcı bir dostluk ve gerçekten de mutluluk/merhamet bahşeden
sevgi vardır. Film elbette bu zincire atıf
yapmaz, yaparsa da zaten tadını kaçırır.
Ancak bizler, dikkatlice seyreder ve bir film
okuması yaparsak, bir siret oluşturur ve
oku hedefine atarak isabet ettirebiliriz.▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh
Anneannesinin, kocasının savaşta
kaybedilmesine neden olan düşman bir
ülkenin genciyle evlenmesi sebebiyle
kızını dışlaması ve ondan olan torununu
kapı dışarı atmasına rağmen merhamet
devreye girer ve anneanne ramen yapımı
için torununa destek verir. Burada kilit
rol oynayan ise gencin annesine ait olan
ve kendisine yadigâr kalan, yemek tariflerinin yer aldığı kırmızı bir defterdir. Tüm
yemek tarifleri en ince noktasına kadar
anlatılmıştır ama tüm bunlara rağmen
eksik bir şey vardır. Her ne kadar malzemeler ve yapım aşamaları tek tek hem de
açıklayıcı tarzda yazılsa da, bu bir kümülatif
bilgidir. Deneyim aktarılamaz, yazılamaz.
Yazılan ve aktarılan deneyimin bir karşılığı
yoktur zira. El marifeti için sürekli deneyim yapılmalıdır. Gerçi gencimiz sürekli
öğrenme sevdasında kalarak deneyimler
gerçekleştirir lakin yine de başaramaz.
Bunun için anneannesine başvurur ama
anneannesi kızından dolayı torununa
da sert tavırlıdır. Çocuğun merhamet
dilemesi ve anneannenin merhamete
karşılık vermesi sonucunda en güzel
ramen çorbasını yapmasıyla ünlenir. Zira
bilginin yanında araya el marifeti ve daha
da önemlisi kalp ünsiyeti girmiştir. Bu
başlı başına bir merhamet değil de nedir?
Merhamet yoksa o yemeğin tadı olmaz
ve yenilen yemekten hayır da gelmez.
53
Yusuf Yerli
Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı?
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı?
Son Akşam
Yemeği mi?
Ahir Zaman
Sofrası mı?
54
YUSUF YERLİ
K
ur’an-ı kerim; diğer dinlerin
gerek kitaplarında gerekse
zihin dünyalarında yer etmiş ve inananlarına yön vermekte olan kimi
anlatıları, kimi sembolleri kendisine
konu edinir ve o konu hakkında kendi
duruşunu ortaya koyar. Kimi zaman
ortaya konulan iddiaları temelden
tenkit ve tekzib eder, kimi zaman
sukut ile geçer, kimi zaman o konuya
doğrudan işaret etmeden benzer bir
konuyu gündeme taşıyarak o konu
hakkında bir vizyon çizer.
1
2
Nisa suresi, 157.
Kehf suresi.
geçen sembolik/metaforik ya da gerçek bir yaşanmışlığa
işaret eden bir olayın bambaşka bir yerden/zaviyeden
anlatımını kendisine konu edinir ve yeni fetihlere doğru
okuyucusunu kanatlandırır. Bu tespitimize en iyi örnek ise
İncillerde Son Akşam Yemeği olarak geçen anlatı ile Kur’an-ı
Kerim’in 5. suresi olan Maide suresinin son ayetlerinde söz
konusu edilen, havarilerin İsa (as)’dan Göksel Sofra’nın
indirilmesine dair isteklerinin yer aldığı ayetlerdir.
Son Akşam Yemeği ile Maide talebini İncil ve Kur’an’da
geçtiği şekilde aktardıktan sonra değerlendirmemizi yapalım.
FISIH YEMEĞİ
“Mayasız Ekmek Bayramı’nın ilk günü öğrenciler İsa’nın
yanına gelerek, ‘Fısıh yemeğini yemen için nerede hazırlık
yapmamızı istersin?’ diye sordular. İsa onlara, ‘Kente varıp o
adamın evine gidin’ dedi. ‘Ona şöyle deyin: ‘Öğretmen diyor
ki, zamanım yaklaştı. Fısıh Bayramı’nı, öğrencilerimle birlikte
senin evinde kutlayacağım.’’ Öğrenciler, İsa’nın buyruğunu
yerine getirerek Fısıh yemeği için hazırlık yaptılar. Akşam
olunca İsa on iki öğrencisiyle yemeğe oturdu. Yemek yerlerken ‘Size doğrusunu söyleyeyim, sizden biri bana ihanet
edecek’ dedi. Bu söz onları kedere boğdu. Teker teker, ‘Ya
Rab, beni demek istemedin ya?’ diye sormaya başladılar. O da,
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı?
Kur’an, mevcut Tevrat ve İncil anlatımlarında söz konusu
edilen gerek peygamber kıssaları gerekse İsa imajı ve gerçekliği
hakkında İncil yazarlarının iddialarını bir biçimde yeniden
ele alır ve işin hakikatini ortaya koyar. “İsa’nın tanrı oğlu
değil Meryem oğlu olduğunu net bir dille ortaya koyması;
İsa (as)’ın İncillerin ifade ettiği gibi çarmıha gerilmediğini
ve öldürülmediğini1 açık bir dille ifade etmesi bu konudaki
en bilindik örneklerdendir.
Kur’an, kimi zaman İncillerde yer almasa bile Hristiyanlar
nezdinde kutsal bir yeri olan bazı anlatıları da gündemine
alır ve o işin hakikatinin neye tekabül ettiği noktasında bir
açılım ve vizyon sunar. Hristiyan tasavvurunda merkezî
yeri olan Yedi Uyurlar olarak da bilinen efsanevi gençlerin
mitolojik hikâyesini kendisine konu edinir ve işin ehem
kısmı nedir onun altını çizer. Ve Ashab-ı Kehf ve Rakim’in
kıssasını anlatırken, Yedi Uyurlar’ı bir mitolojik anlatı
olmanın ötesine taşıyarak, bir menkıbe ve kıssa gerçekliği
üzerinden, tüm zamanlarda karşılaşılabilecek olan benzer
durumlarda nasıl davranılması gerektiğinin ipuçlarını verir.2
Kimi zaman da Kur’an; İncillerde yer almasına rağmen
doğrudan o anlatıma gönderme yapmadan, ama o anlatımda
55
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı?
56
‘Bana ihanet edecek olan’ dedi, ‘Elindeki ekmeği benimle birlikte
sahana batırandır. İnsanoğlu, kendisi için yazılmış olduğu gibi
gidiyor, ama İnsanoğluna ihanet edenin vay haline! O adam hiç
doğmamış olsaydı, kendisi için daha iyi olurdu.’ O’na ihanet
edecek olan Yahuda, ‘Rabbî, yoksa beni mi demek istedin?’ diye
sordu. İsa ona, ‘Söylediğin gibidir’ karşılığını verdi. Yemek
sırasında İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve
öğrencilerine verdi. ‘Alın, yiyin’ dedi, ‘Bu benim bedenimdir.’
Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine vererek,
‘Hepiniz bundan için’ dedi. ‘Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan antlaşma
kanıdır. Size şunu söyleyeyim, Babam’ın egemenliğinde sizinle
birlikte yenisini içeceğim o güne dek, asmanın bu ürününden
bir daha içmeyeceğim.’ İlahi söyledikten sonra dışarı çıkıp
Zeytin Dağı’na doğru gittiler.” (Matta-26)
MAİDE-İ KUR’AN
“Havâriler ‘Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra
indirebilir mi?’ diye sormuşlardı. O şöyle cevap verdi: ‘Eğer
iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun.’ Onlar ‘İstiyoruz
ki ondan yiyelim, kalplerimiz güvenle dolsun, bize doğru
söylediğini bilelim ve buna tanık olalım’ dediler. Meryem
oğlu Îsâ şöyle yalvardı: ‘Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten öyle
bir sofra (maide) indir ki, ilk gelenimizden son gelenimize kadar
bizler için bir şölen (bayram) ve senden bir işaret (ayet) olsun.
Bizi rızıklandır, sen rızık verenlerin en hayırlısısın.’ Allah da
şöyle buyurdu: ‘Onu size mutlaka indireceğim; fakat bundan
sonra içinizden kim inkâr ederse, varlıklar âleminde hiç kimseye
etmediğim azabı ona edeceğim.’” (Maide Suresi;112-115)
Burada Maide suresinde zikredilen sofra (Maide) ile İncil’de
geçen Son Akşam Yemeği arasında bir irtibat aramıyorum,
ancak İsa (as)’ın içinde yer aldığı iki ayrı sofranın (maide)
mesajlarını anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum.
Son akşam yemeğinde altı çizilen, havarilerden birinin
ihanet edeceği anlatısı Kur’an’da geçmimez. Kur’an havarileri
istisnasız şekilde tezkiye eden bir dil ile hikâye eder.3 İncillerde anlatılan ve Hristiyanlıkta kabul edilen anlatılardaki
havari tiplemesi ile Kur’an’ın bahsettiği havariler arasında
hiçbir benzerlik de yoktur.
Kur’an Hz. İsa’nın temelde iki görevinin olduğunun altını
çizer: Tevrat’ı tasdik, tadil ve tebliğ ile Ahmet (as)’ı tebşir
etmek.4 İncil’deki Son Akşam Yemeği’nde altı çizilen ve
daha sonra evharistiya sakramenti olarak devam ettirilen
“ekmek benim etimdir, şarap benim kanımdır, bu ikisinden yemek
suretiyle benimle bütünleşirsiniz” şeklindeki anlatıyı; İsa’nın
taşıdığı misyon ile hemhâl olmanın, fenâ fî tarîki İsa olmanın bir sembolik ifadesi olarak okuyabiliriz: Ekmeği Tevrat,
Şarabı, Ahmed’e verilen şarab-ı kevser olarak ele alabiliriz
(Nanı aziz ve abı leziz). Böylece buradaki sakramentte
vurgulanan şeyi Ahmed’i müjdenin bir sembolik anlatısı
olarak anlamlandırabiliriz.5
Göksel Sofra, Kur’an Dili’nde zaman zaman vahiy nimeti/
rızkı ile dünyevi besin/rızık, nimet arasında paralellikler
ve hatta benzerlikler kurularak ifade edilir ve birinden
diğerine geçiş sağlanır.6
Havarilerin arzuladığı, İsa (as)’in aracı olduğu ve Allah’ın
mutlaka indireceğim dediği o sofra indi mi inmedi mi? Bu
sorular müfessirlerin gündemini epeyce meşgul etmiş,
çoğunluk bu sofranın İsa (as) zamanında indirilmiş olduğu
yönünde kanaat sahibi olmuştur.7 İsa (as) ve Hristiyanlıkla
3
4
5
6
7
Âl-i İmrân 52; Saf 14.
Saf 6.
Kevser suresi
Enam suresi
Diyanet tefsirinde konu ile ilgili şu görüşler aktarılmıştır: Havârilerin “Rabbin
bize gökten bir sofra indirebilir mi?” şeklindeki sorusunu “Rabbinin buna
gücü yeter mi?” anlamında düşünen müfessirler, o esnada havârilerin henüz
tam bir teslimiyet içinde olmadıkları ve imanlarında zaaf bulunduğu yorumunu yapmışlardır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ise bu sorudaki
yardımcı fiili “güç yetirme” anlamına göre düşünmemek gerekir. Zira onların
bu talebi -müteakip âyette ifade edildiği üzere- olumlu amaçlara yöneliktir.
Şu halde bu soruyu -Arap dilindeki örneklerin ışığında- “Rabbin bize gökten
bir sofra indirir mi, indirmesi O’nun hikmetine uygun olur mu; Allah’ın
Hz. İsa’nın duasında yer alan ve “ziyafet” diye çevirdiğimiz îd kelimesi “dinî,
millî, yöresel bayramlar veya belirli münasebetlerle yapılan toplantılar ve
sevinçlerin paylaşıldığı özel günler” anlamındadır. Bazı müfessirler Hz. İsa’nın
“Bize gökten öyle bir sofra indir ki, ilk gelenimizden son gelenimize kadar bizler
için bir ziyafet... olsun” ifadesini “ki o günü ibadet ederek kutlayalım, biz ve
bizden sonrakiler onu tâzim edelim” şeklinde açıklamışlardır. Aynı duadaki
“Senden bir işaret olsun” ifadesi, “Benim peygamberliğime ve söylediklerimin
doğruluğuna kanıt (mucize) olsun” demektir; fakat burada “senden” kaydı
konarak asıl kudret sahibinin Allah Teâlâ olduğuna ve Hristiyanların Hz.
İsa’yı rab olarak nitelemelerinin yanlışlığına dikkat çekilmiş olmaktadır.
İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Hz. İsa’nın bu duası üzerine gökten
bir sofra indirilmiştir. Tefsir kitaplarında bu sofrada hangi yiyeceklerin yer
aldığı, bu ziyafetin ne kadar bir süre devam ettiği ve kimlere nasip olduğu
hususunda ayrıntılı açıklamalar yer almıştır. Fakat bu bilgileri destekleyen
sahih rivayetler bulunmamaktadır. Bazı tâbiîn bilginlerinden gelen bir rivayeti esas alan müfessirlere göre yüce Allah’ın “Kuşkunuz olmasın, ben onu
size indireceğim; fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, varlıklar
âleminde hiç kimseye etmediğim azabı ona edeceğim” buyurması üzerine,
sofra indirilmesini isteyenler bu taleplerinden vazgeçmişler ve sofra indirilmemiştir. Reşîd Rızâ, Hristiyanların kutsal kitabı olan İncillerde bu konuda
bir bilginin bulunmamasını ve bunun Hristiyanlar arasında bilinegelen bir
olay olmamasını bu yorumu destekler nitelikte bulur, İncillerdeki Hz. İsa’nın
yiyecekleri bereketlendirmesiyle ilgili bilgilerin gökten sofra indirilmesi
mucizesiyle ilgisinin bulunmadığını açıklar. Şu var ki İncillerde bu konuda
bilgi bulunmamasını bu görüşe destek kılmak isabetli görünmemektedir. Zira
sofranın indirilip indirilmediği bir yana -Kur’an’ın haber verdiği- havârilerin
bu isteği ve Hz. İsa’nın bu duası da İncillerde zikredilmemektedir. Taberî,
Resûlullah’tan, ashabından ve selef bilginlerinden nakledilen rivayetleri
dikkate alarak ve Allah Teâlâ’nın vaadini mutlaka yerine getirmiş olduğunu
düşünerek sofranın indiği görüşünü tercih etmek gerektiğini savunur. Ancak
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı?
âdetine (sünnetullah) göre bu olabilir mi; sen Rabbinden bize gökten bir
sofra indirmesini isteyebilir misin, istersen Rabbin buna rızâ gösterir mi
veya isteğini yerine getirir mi?” gibi mânâlarda anlamak daha uygun olur. 111.
âyette onlardan “İman ettik, şahit ol ki bizler yürekten teslimiyet içindeyiz,
demişlerdi” şeklinde söz edilmiş olması da bu anlayışı desteklemektedir.
Gerçi Hz. Îsâ “Eğer iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun” cevabını vererek, onları Allah hakkındaki düşünce ve ifadelerinde daha saygılı
olmaları gerektiği yönünde uyarmış ve mûcize talep etmenin gönülden
inanmış insanlara yaraşmayacağını hatırlatmıştır. Fakat konuşmanın akışı
dikkate alınırsa bu, onları itham etme niteliğinde değil, bilâkis onların neyi
amaçladıklarını açıklamalarına imkân veren bir cevaptır. Nitekim havârilerin
niçin böyle bir istekte bulunduklarını açıklamaları üzerine Hz. Îsâ onları
reddetmeyip isteklerini yüce Allah’a arz etmiştir.
Havâriler gökten sofra indirilmesini istemelerinin sebeplerini şöyle açıklamışlardı: “İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz güvenle dolsun, bize doğru
söylediğini bilelim ve buna tanık olalım.” Böylece onlar buna hem kendi
ihtiyaçlarının bulunduğunu hem de Hz. İsa’nın tebliğini sonraki nesillere
aktarmada bunun önemli bir role sahip olacağını ifade etmiş oluyorlardı.
Onların buna ihtiyaç duyması, o esnada aç oldukları şeklinde açıklandığı
gibi, böyle kutlu bir sofradan yiyerek manevi hazza erişme arzusu olarak da
anlaşılmıştır. “Kalplerinin güvenle dolmasını” istemeleri ise Hz. İbrahim’in
Bakara suresinin 260. ayetinde aktarılan konuşmada geçen isteğine benzetilmiştir. Bu konuşma şöyle cereyan etmiştir: İbrahim, “Rabbim! Ölüleri nasıl
diriltiyorsun, bana göster!” deyince Rabbi, “Yoksa inanmıyor musun?” demişti.
O, “Hayır inanıyorum, fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabını verdi.
Bunun üzerine yüce Allah onu mucizevi bir olaya tanık kılarak kalbinin
güvenle dolmasını sağladı. Havâriler bu taleplerinin yerine getirilmesiyle,
Hz. İsa’nın doğru söylediğinden, önce kendileri emin olacaklar, gözleriyle
görüp tanık olunca onun öğretilerini tebliğ ederken bu tanıklıklarını tekrar
tekrar ifade edip bundan güç alacaklardı.
57
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı?
58
ilgili kimi anlatılardan bahseden Kur’an ayetleri, olayların Hz. İbrahim söz konusu isteklerinin nasıl gerçekleşeceği
nasıl sonuçlandığına dair genelde net ifadeler kullanmak noktasında meraklandı ve bu merakının giderilmesini
yerine ucu açık ifadeler kullanır. Bu nedenle olayın geldiği Rabbinden istedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ cevaben kuş
noktadan sonraki akışı üzerine yoğun tartışmalar gündeme meselini, yüz yıl uyuduktan sonra uyandırılan adamın
gelir. İsa (as)’ın akıbeti (öldü mü, ref mi oldu), Ashab-ı meselini verdi.14 Ahmed’in gelişi de maide meseli üzerinden
Kehf’in akıbeti gibi konularda net bir sonuç üzerinde ittifak bir metaforla anlatılmıştır.
edilemez. Maide konusu da böyledir. Sofra indi mi, indi ise
Gerek Kur’an (başak misali),15 gerek Tevrat (men ve selva)16
ne zaman indi, inmedi ise neden inmedi…
gerekse İncil (tuz)17 yiyecek/gıda sembolizmi/metaforu üzeHavariler ve İsa (as) tarafından istenen, Allah tarafından rinden bazı önemli konuları anlatmıştır. Maide suresinde
indirilmesi kabul edilen Maide mucizesinin Maide suresinde söz konusu edilen sofra isteği de böyle bir olayın sofra
konu edilmesi de dikkate değerdir. Özelde Maide suresi, metaforu üzerinden dillendirilmesidir. Ayette geçen ve İsa
genelde Kur’an’ı Kerim gerçek anlamda göksel bir maidedir (as) tarafından dile getirilen “Bize gökten öyle bir sofra indir
ve bu surenin inmesi o vadedilen göksel sofranın bu vesile ki ilk gelenimizden son gelenimize kadar bizler için bir şölen
ile indirildiğinin açık delilidir. Maide suresinin “akitlerinizi (bayram) ve senden bir işaret olsun.” şeklindeki talep yine
yerine getirin”8 emri ile başlamış olması, Allah’ın “vadinden Hz. Muhammed’in (as) ilk insan ve ilk Peygamber’den (Hz.
dönmeyen”9 olması bakımından da önemlidir. Akitleşmenin Âdem) itibaren hep müjdelenen olmasına bir göndermedir ve
bir gereği olarak insana sorumluluk yükleyen taleplerin kıyamete kadar gelenler için de bir işarettir. Müjdeleyenlerin
ilkinin de yemek ile ilgili olması (Âdem ve eşine şu ağaca müjdesi gerçekleşmiş, bekleyenlerin beklentisi tahakkuk
yaklaşmayın)10 ve son peygambere gelen son ayetin yine etmiş, gelecekler için de sofra hazır beklemektedir. Herkes
yenmesi helal ve haram olan yiyeceklerin anlatıldığı bir bayram etmektedir. Kur’an bu anlamda kıyamete kadar
pasaj içine yerleştirilmiş olması,11 üzerinde düşünülmesi devam edecek olan bir bayram ziyafeti sofrasıdır.
gereken bir ayrıntı olarak orada duruyor (Kur’an’da ayrıntı
Maide suresi 3. ayette geçen “Bugün sizin için dininizi
olmaz, her bir ayrıntı kabilinden görülen şey aslında temel tamamladım…” ayeti, peygamberler sofrasına gelen son
esastır da).
lezzettir. Bu ayet müfessirlerin çoğu tarafından son gelen
Bu durumda söz konusu Maide talebini nasıl yorum- ayet olarak kabul edilmiştir. Bir bayram günü nazil olan
layabiliriz? Bu soruyu Hz. İsa (as)’ın temel görevinin ne bu ayet bayramın da ta kendisi olmuştur. Bursevi, Ruhu’l
olduğu noktasından hareketle cevaplandırabiliriz. Kur’an’da Beyan’ında şu rivayetleri aktarır: “Hazreti Ömer’den rivayet
geçtiği üzere İsa (as)’ın temel görevi Tevrat’ı tasdik, tadil edildiğine göre, Yahudilerden bir adam bir gün, kendisine
ve tebliğ ile Hz. Muhammed’i (Ahmed’i) tebşirdir. Tüm demiş ki: ‘Ey mü’minlerin emiri! Sizin kitabınızda okuduğunuz
önceki peygamberler gibi İsa (as) da Muhammed (as)’ı tebşir bir âyet vardır ki, eğer bize inmiş olsaydı; biz o günü bayram
etmiştir.12 İsa (as) havarilerine Ahmed’i o kadar anlatmıştır edinirdik.’ Hazreti Ömer: ‘Hangi âyettir’ diye sorduğunda,
ki havariler o anlatılanları dünya gözü ile görmek ya da Yahudi: ‘Bugün, dininizi kemâle erdirdim... diye başlayan âyettir’
Ahmed’in İsa (as)’ın müjdelediği geleceği nasıl tahakkuk cevabını vermiş, bunun üzerine Hazreti Ömer: ‘Biz o günü ve
ettireceğini anlamak istemişlerdir. İsa (as) da bu hususu âyetin peygambere indiği o yeri çok iyi biliyoruz. Bu âyet cuma
ancak Allah takdir ederse anlatabileceğini söylemiş ve günü Peygamberimiz Arafat’ta iken inmişti’ karşılığını vermiş.
Allah’tan kendilerine bir vizyon çizmesini istemiştir. Tıpkı
İbn Abbas (ra) der ki: ‘Bu ayetin nazil olduğu gün, beş
Hz. İbrahim meselinde olduğu gibi. İbrahim (as) Allah’tan bayram bir araya gelmiştir. Bunlar Cuma, Arefe, Yahudilerin,
bir takım istekte bulunmuştu. Allah Teâlâ da bu istekleri Hristiyanların ve Mecusilerin bayramı idi. Ne bundan önce ne
yerine getireceğine dair Hz. İbrahim (as)’a söz vermişti.13 de sonra farklı din mensuplarının bayramları böylesi bir günde
toplanmamıştır.’”18
Yine “Onu size mutlaka indireceğim; fakat bundan sonra
Taberî’ye göre, neler içerdiğini belirleme cihetine gitmeksizin üzerinde
içinizden
kim inkâr ederse, varlıklar âleminde hiç kimseye
yiyecekler bulunan bir sofra indiğini kabul etmekle yetinilmelidir; zaten
etmediğim azabı ona edeceğim.” şeklinde geçen ayet, sofrabunları bilmenin bir yararı olmadığı gibi, bilmemenin de bir zararı yoktur.
Konu ile ilgili daha geniş ve ayrıntılı bir değerlendirme için Kurtubî tefsirinde
nın ineceğinin kesin kanıtıdır. Bu sofra Hz. Muhammed’in
ilgili ayetin tefsirine bakılabilir.
kurduğu sofradır. Ve bu ayet; Hz. Muhammed ve onun
8
9
10
11
Maide 1.
Âl-i İmrân 9.
Bakara 35.
Maide 3: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim.”
12 Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, Beşâirü’n-nübüvve mad.
13 Bakara 124-129, Maide 97, Hac 27.
14
15
16
17
18
Bakara, 259-260.
Fetih 29.
Tevrat, Mısır’dan çıkış16/12-14; Kur’an, Bakara 57.
Matta 5:13-16.
İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l Beyan, Maide suresi tefsiri.
Takvim 610’u gösterdiğinde Mesih’in müjdelediği Ahmet (as) gelmiş, havarilerin Mesih’ten istedikleri, Mesih’in Allah’a
arz ettiği ve Allah’ın da “mutlaka indireceğim” diyerek söz verdiği ziyafet sofrası da Hz. Muhammed’in evinde kurulmuştu
bile. Bu sofranın sayılamayacak kadar çeşit yiyeceği, içmekle tüketilmeyecek denli kevseri mevcuttu.
KUDÜS’TE İSTENEN (MÜJDELENEN)
SOFRA, MEKKE’DE KURULUYOR
Fil vakası gerçekleşmiş, kuşlar Mekke semalarını selamlamıştı. Takvim 610’u gösterdiğinde Mesih’in müjdelediği
Ahmet (as) gelmiş, havarilerin Mesih’ten istedikleri, Mesih’in
Allah’a arz ettiği ve Allah’ın da “mutlaka indireceğim” diyeKUR’AN BİR ZİYAFETTİR.
rek söz verdiği ziyafet sofrası da Hz. Muhammed’in evinde
Abdullah ibni Mesud (ra) Hz. Peygamber’in (sav) şöyle kurulmuştu bile. Bu sofranın sayılamayacak kadar çeşit
buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bu Kur’an Allah’ın ziyafet yiyeceği, içmekle tüketilmeyecek denli kevseri mevcuttu.
sofrasıdır. Yiyebildiğiniz kadar onun nimetlerinden yiyiniz.
Resûlullah Efendimiz, Müddessir suresinin nâzil olmasıyla,
Şüphesiz ki bu Kur’an, Allah’ın ipidir, apaçık nurdur ve faydalı insanları İslâm dinine dâvete başlamıştı. Bunun üzerine
şifadır. Kur’an kendisine sarılanın koruyucusu, kendisine uyanların Muhammed aleyhisselâm, akrabasını dine dâvet etmek için
kurtarıcısıdır. Kur’an’a uyan doğru yoldan sapmaz ki kınansın. Hazreti Ali’yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib’in evine çağırdı.
Eğrilmez ki doğrultulsun. Kur’an’ın bambaşka üstünlüğü kay- Önlerine bir kişiye yetecek kadar, bir tabak yemek ve bir tas
bolmaz, çok okumakla eskimez. Onu okuyunuz. Çünkü Allah süt koydu, önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabaonun okunmasının her harfine on ecir verir. Dikkat edin elif, sına “Buyurun” dedi. Yemekten sonra Peygamber Efendimiz,
lam, mim bir harftir demiyorum. Fakat elif tek başına bir harftir, akrabalarını İslâm’a dâvet etmek için söze Fatiha suresi ile
mim bir harf ve lam da bir harftir.” (Terğib ve Terhib.3/276)
başladı. Ebû Leheb hâriç, oradaki akrabaları ve amcaları
Hz. İbrahim (as)’ın iki oğlunun (İshak ve İsmail (as)) yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb; “Ey Abdülmuttalib
soyundan gelen iki oğul (İsa ve Muhammed (as)), atalarının oğulları! Başkaları onun elini tutup mâni olmadan önce siz
geleneği olan Maide kurma geleneğini sürdürmektedirler. mâni olun. Eğer bugün onun dediklerini kabul ederseniz, zillete,
Bu bağlamda İsa (as) İkindi Vakti’nin Sofra müjdecisi, hakârete uğrarsınız. Onu korumaya kalkarsanız hepiniz
Muhammed (as) ise sofra kurucusu olarak ahir zamanda, öldürülürsünüz…” diye tehditler savurdu. Bu sofradan
ikindi vaktinde göksel sofrayı kurar ve insanlığı bu bitimsiz Ebu Leheb eli kurumuş olarak (tüm hayalleri, beklentileri,
ziyafete davet ederler.
imkânları tükenmiş olarak) kalkarken, Peygamber’in eline
ve evine Kevser’den maideler ikram edilmişti. O gün bugündür bu mükellef sofradan beslenenler, bitimsiz ve betimsiz
bir kaynaktan beslenmiş olmanın hazzını yaşamakta ve
bayram etmektedirler.
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı?
getirdiği Kur’an eğer bundan sonra kabul edilmeyecek olursa
(özellikle kendisini İsa (as)’a atfedenler tarafından), bu kadar
açık ve net mesajdan sonra inkâr etmelerinin müsamaha ile
karşılanmayacağı ve en sert biçimde cezalandırılmayı hak
edecekleri konusunda uyarı mahiyetinde gelen bir ayettir.
59
Sevim Demir Akgün
Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü
Hz. Peygamber
Dönemi
Yemek Kültürü
60
SEVİM DEMİR AKGÜN
Hz
. peygamber dönemi yemek kültürü; arabistan coğrafyasının imkân verdiği ölçüde
oluşmuş, Câhiliye dönemi yemek kültüründen İslâm
dininin yasakladığı yiyecek ve içeceklerin çıkarılması ile
ayrılmış, ticaret yoluyla gelen yiyecekler ile zenginleşmiş
bir yemek kültürüdür.
Hz. Peygamber döneminde ekmek olarak genellikle arpa
ve buğday ekmeği tüketilmekteydi. Yufka ekmeği sofralarda
bolca bulunan bir yiyecek türü değildi. Ebû Hüreyre (ö.
58/678) ve Enes b. Mâlik’in (ö. 93/711-12) ifadelerine göre
Hz. Peygamber, vefat edinceye kadar halis buğday unundan
yapılmış ince yufka ekmek yememiştir. Hz. Peygamber ve
arkadaşları çoğu kere elenmemiş arpa ekmeğine yağ, sirke,
ciğer, hurma gibi yiyecekleri katık yapıp yemişlerdir. Hz.
Peygamber, yerin ve göğün emrine verildiğini ifade ederek
ekmeğe değer verilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır.
Ayrıca insanların birbirlerine ekmeği ikram etmelerini ve
kendisine bu çorba ikram edilmiştir.
Sahabeden Es‘ad b. Zürâre (ö. 1/623)
bazı gecelerde Hz. Peygamber’e herîse
hazırlardı ve rivayetlerden Hz. Peygamber’in bu çorbayı sevdiği anlaşılır.
Hz. Peygamber dönemi yemek kültüründe et ve et yemekleri önemli bir
yere sahiptir. Zira Araplar büyük ölçüde
hayvânî gıdalarla besleniyorlardı. Et en
çok sevilen yemeklerin başındaydı. Hz.
Peygamber davet edildiği et yemeğine
icabet etmiş, kendisine sunulan eti de
daima kabul etmiş, eti, hem dünya hem
cennet ehlinin yemeklerinin efendisi
olarak zikretmiştir.
Bu dönemde özellikle deve, koyun,
sığır ve keçi eti yenilmekteydi. Bu
hayvanların etlerinden başka tavşan,
tavuk, toy kuşu, balık gibi hayvanların etlerinden de faydalanılıyordu.
Çekirge, keler, yaban eşeği, at eti de bazı
durumlarda yeniliyordu. Et yemekleri
olarak da şiva, hanîz, tirit, irt, tafeyşel,
kadîd adlarını taşıyan yemekler yapılıp
yenilmekteydi.
Deve eti özellikle zengin kişilerce
verilen ziyafetlerde ikram ediliyordu.
Bundan başka, savaşçıları doyurmak
amacıyla da deve kesiliyor ve eti yeniliyordu. Deve eti genellikle kızartılarak
ya da kaynatılarak yeniliyordu.
Bu dönemde günlük hayatta aile veya
misafir için koyunun da kesilip etinden
faydalanıldığı bilinmektedir. Koyun
eti kebap yapılarak ya da kaynatılarak
yenilirdi. Enes b. Mâlik (ö. 93/711-12) Hz.
Peygamber’in Hz. Zeyneb (ö. 20/641) ile
yapılan nikâhında düğün yemeği için bir
koyun kestiğini, herkesin doyana kadar
et yediğini anlatmıştır. Hz. Peygamber
ve arkadaşlarını yemeğe davet eden bir
kadın sahâbî Medine yakınlarındaki
otlaklardan biri olan Bakî’den bir koyun
almış ve pişirmiştir.
Koyun ya da diğer hayvanların
ciğer, dalak, beyin gibi etleri de Araplar
tarafından yeniliyordu. Hz. Peygamber
helal kılınan iki kanın karaciğer ve dalak
olduğunu söylemiştir. Abdurrahman
b. Ebû Bekir (ö. 53/673) bir sefer esnasında da Peygamber’le beraber ekmekle
birlikte, kesilen bir koyunun ciğerini
pişirip yediklerini anlatmıştır. Hz.
Peygamber’e getirilen ikramlardan biri
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü
sofradaki ekmek kırıntılarını yemelerini
de tavsiye etmiştir.
Bu dönemde çorba genelde toprak
kaplarda pişirilirdi. Bu dönemde deşîşe,
hazîre, pazılı arpa çorbası ve herîse isimli
çorbalar pişirilip sevilerek yenilmekteydi.
Deşîşe öğütülmüş hububatın et veya
hurma katılıp pişirilmesiyle yapılırdı.
Hadislerde bir kısım sahâbînin Hz.
Peygamber’e deşîşe pişirdiği, bazen de
onun ashâbı deşîşe yemeye davet ettiği
belirtilir. Hazîre (َزیرة
َ )الخsu ile kepeksiz
undan pişirilen bir çorbadır. Hazire
çorbası yağlı çorba ve etli un çorbası
olarak da anlaşılmıştır. Bu da bu çorbaya
bazen farklı malzemeler konulduğunu
göstermektedir. Sahabeden Itbân b.
Mâlik (ö. 50/670), Hz. Peygamber’i ve
Hz. Ebû Bekir’i (ö. 13/634) evine davet
etmiş ve hazîre çorbası ikram etmiştir.
Diğer bir çorba çeşidi de “pazılı arpa
çorbası”dır. Hz. Ali’nin (ö. 40/661) hastalanması üzerine pazı ile birlikte arpa
çorbası pişirildiği rivayet edilmiştir. Hz.
Peygamber dönemi çorba çeşitlerinden
bir diğeri de etli un çorbası “herîse”dir.
Hz. Peygamber hacamat yaptırdığında
61
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü
62
de tabak içinde bulunan beyin olarak
rivayet edilmektedir. Paça da yenilen
et yemeklerindendi. Hz. Peygamber
paça hediye edildiği zaman kabul
etmiş, paça yemeye davet edildiğinde
icabet etmiştir.
Hz. Peygamber döneminde tavşan
eti de yenen etler arasındadır. Enes b.
Mâlik (ö. 93/711-12) Mekke’ye yakın
bir yerde tavşan yakaladığını ve üvey
babası Ebû Talha’ya (ö. 34/654-55) getirdiğini, onun da tavşanı kesip iki budu
ve arkasını Rasûlüllah’a gönderdiğini
Peygamber’in de bunu kabul ettiğini
bildirmiştir.
Bir diğer et çeşidi de tavuk etidir. Hz.
Peygamber ve sahabenin tavuk eti yediği
rivayetlerde yer almıştır. Kuş etinin
yendiğine dair rivayetler de mevcuttur.
Hz. Peygamber’in hizmetçisi Sefîne (ö.
80/699 [?]) Peygamber’le birlikte toy
kuşu eti yediklerini ifade etmiştir. Hz.
Enes de annesinin kendisini kızarmış
kuş eti ve buğday ekmeğiyle Peygamber’e
gönderdiğini ve orada bulunanlarla
birlikte bu etin yendiğini anlatmıştır.
Ayrıca bu kızartılmış kuş etinin keklik/
bıldırcın eti olduğu ve Hz. Ali’nin de
bu ziyafette yer aldığı kaynaklarda
zikredilmektedir.
Bu dönemde keçi eti de yenilen
et yemekleri arasındaydı. Hâzım, Hz.
Peygamber’e dağ keçisinin etini hediye
ettiğini ve Peygamber’in kabul buyurup
bu etten yediğini anlatmıştır. Câbir
b. Abdullah da (ö. 78/697) Hendek
Savaşı’nda (5/627) savaşa katılanların
açlık çektiğini görünce eşine yemek
hazırlamasını söylemiş, o da ekmekle
birlikte keçi yavrusu eti pişirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Denizden taze
et yiyesiniz diye denizi hizmetinize
veren O’dur” ayetinde balıktan bahsedilmektedir. Hz. Peygamber döneminde,
Câbir’in (ö. 78/697) anlattığı rivayette,
Ceyşü’l-Habat gazvesinde (8/629) açlık
çekildiği, deniz kenarında “anber” adı
verilen büyük bir balık görüldüğü,
balığın büyüklüğünün, kaburga kemiklerinden biri havaya doğru dikildiğinde
altından bir süvarinin geçeceği kadar
büyük olduğu, bu balıktan iki hafta
boyunca yenildiği anlatılmıştır. Her
defasında bir öküz gövdesi kadar et
koparılacak kadar büyük olan bu balığın
(balinanın) eti tuzlanıp kurutularak
uzun süre bozulmadan saklanmıştır.
Hatta Medine’ye dönüldüğünde Hz.
Peygamber’e de ikram edilmiştir.
Zor zamanlarda mecburiyetten
veya başka kültürlerin alışkanlıkla-
rından kaynaklanan nedenlerle bazı
etler tüketilmiştir. Çekirge bunlardan
biridir. Peygamber helal kılınan iki
ölü hayvandan biri olarak çekirgeyi
zikretmiştir. Sahabeden Abdullah b.
Ebî Evfâ, (ö. 86/705) Peygamber ile
birlikte altı-yedi savaşa katıldığını
ve çekirge yediklerini anlatmıştır. O
dönemde yenilen hayvan etlerinden
biri de kelerdir. Hz. Peygamber’e İbn
Abbas’ın teyzesi yoğurt, tereyağı ve
birkaç keler hediye etmiş, Peygamber
sofrasında bunlar yenilmiş, ancak Hz.
Peygamber keler yememiştir.
Hz. Peygamber döneminde genellikle
dağlık arazide oturanlar av eti yerlerdi.
Av hayvanları arasında yaban eşeği,
yaban sığırı, ceylan, tavşan, aktavşan,
sırtlan vardı. Ancak Hz. Peygamber
yırtıcı hayvanların ve pençeli kuşların
yenmesini yasaklamıştır.
Hz. Peygamber evcil eşek etini
yasaklarken yaban eşeği avlayan kimselere bunu yiyebileceklerini söylemiş
kendisi de kol kemiğindeki eti kemirerek yemiştir.
Esma bint Ebî Bekir de (ö. 73/692)
Peygamber zamanında atı gerdanından kesip etini yediklerini anlatmıştır.
Hayber günü de at eti yendiği rivayetler
arasındadır.
Hz. Peygamber dönemi et yemekleri içinde en önemli yeri tirit (serid)
yemeği almaktadır. Hz. Peygamber, Hz.
Âişe’nin (ö. 58/678) faziletini anlatırken
diğer kadınlardan onun üstünlüğünün,
tiridin diğer yemeklerden üstünlüğü
gibi olduğunu belirtmiştir. Tirit; ekmeği
küçük parçalar hâlinde doğrayıp et
suyunda ıslatmaya ya da içine ekmek
doğranmış et suyuna denmektedir.
Hz. Peygamber’e gittiği bir yemekte
tiridi ve parça eti bol olan bir yemek
getirildiğinin anlatılmasından, tiritten
et suyu içindeki ekmeklerin kastedildiği
ve bunun yanında tirit yemeğine et
suyundan hariç parça etler de konduğu
anlaşılmaktadır.
Ensar’dan olan Sa’d b. Ubâde’nin (ö.
14/635 [?]) Hz. Peygamber ailesine gön-
olarak da yapılıyordu. Etsiz yapılırsa
buna “asîde” deniliyordu.
Hz. Peygamber döneminde et kurutularak saklanır ve yenilirdi. Bu et
bazen çorbalara bazen de yemeklere
konulurdu. Et, uzunluğuna yarılır ve
güneşte kurutulursa “kadid”, enine
yarılır da kurutulursa “safif” denilirdi.
Kendisiyle görüşmeye gelip korkudan
titreyen adama Hz. Peygamber kendisinin kral olmadığını, tuzlanıp güneşte
kurutulmuş et yiyen kadının oğlu
olduğunu söylemiştir. Parça parça kesip
güneşte kurutmak anlamına gelen teşrik
kelimesinin hacdaki teşrik günlerinde
kurban etinin güneşte kurutulduğu
zaman dilimini ifade etmesinden
dolayı isim olarak verildiği rivayet
edilmektedir. Özellikle kurban edilen
hayvanların eti tuzlanarak saklanmaktadır. Rivayetlerde zikredildiğine göre
özellikle yolculuklarda kurutulmuş et
azık olarak taşınıyordu.
Resûlullah döneminde kabak, pazı,
mantar, soğan, sarımsak, pırasa, şalgam
gibi sebzeler tüketiliyordu. Enes b.
Mâlik (ö. 93/711-12) Hz. Peygamber’in
bir terzi tarafından davet edildiği
yemekte Peygamber’e içinde kabak ve
et bulunan yemek takdim edildiğini,
Hz. Peygamber’in tabağın etrafında
kabakları araştırdığını, bunun üzerine
Peygamber’in önüne kabakları yaklaştırdığını anlatmıştır.
Bu dönemde yapılan sebze yemeklerinden biri de pazıdır ()سلق. Sehl b. Sa’d’ın
cuma günü çok sevindiklerini, çünkü
ihtiyar bir hanımın pazı bitkisinden
toplayıp tencerede arpa taneleriyle
pişirdiğini, cuma namazından sonra
onlara ikram ettiğini ve bu yemeğin
içinde iç yağı ya da et yağı olmamasına rağmen severek yediklerini anlatan ifadelerine rastlanılmaktadır. Bu
dönemde yemek olarak ya da tek olarak
yenilen sebzelerden bazıları da soğan
(صل
َ َ)ب, sarımsak ( )الثُّومve pırasadır. Bu
sebzelerin kavrularak pişirilmesinden
başka közlenerek de pişirildiği bilgisine
ulaşılmaktadır. Arabistan coğrafyasında
yer alan bu sebzeleri kokusundan
dolayı çiğ olarak yiyip mescide gelme
konusunda Hz. Peygamber’in uyarıları
bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in en
son yediği yemeğin soğanlı olduğu ve
soğanın tencerede kızartılmış, yani
pişirilmiş olduğunu anlatan hadisler
bulunmaktadır.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü
derdiği yiyecekler arasında tiridin sirke,
zeytinyağı veya hayvani yağ kullanılan
çeşidinden de bahsedilmektedir. Yine
Abdullah b. Büsr el-Mâzinî annesinin
misafir olarak davet ettiği Rasûlüllah’a
tereyağlı tirit yaptığını söylemiştir.
Hz. Peygamber sahur yemeğinden
başka tirit yemeğinin bereketi için de
dua etmiştir.
Bu dönem yemek pişirme şekillerinden biri de “şiva”dır. Koyun, deve
gibi hayvanların etleri genellikle kebap
edilerek (şiva) yeniliyordu. Bir rivayette
sahabe Peygamber’le birlikte Dımeşkî’nin mangal eti olarak anlattığı kebap
edilmiş bir parça eti yediklerini belirtirken Enes b. Mâlik’ten (ö. 93/711-12)
gelen rivayetlerde Peygamber’in kuzu
kebabı yemediği, önünden kebap artığı
kaldırılmadığı anlatılır. Buna göre bu
dönemin en meşhur yemeklerinden
olan kebap etinin Hz. Peygamber tarafından çok az yendiğini ya da deve etinin
kebap edilmişini yemesine rağmen
kuzu kebabı yemediği anlaşılmaktadır.
Bir diğer kebap çeşidi olarak “Hanîz”
görülmektedir. Haniz de kızartılmış
anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de
Hz. İbrahim’in misafirlerine kızartılmış
buzağı ikram ettiği anlatılmaktadır.
Hanîz kebabı; etin parçalanıp taşların
karşılıklı dikilmesi, ateşin yakılıp taşların
etrafının çamurla sıvanması ve duman
bittiği zaman etin konulup bir müddet
bırakılmasıyla hazırlanmaktadır.
Kaynatılarak yapılan et yemeğine de
“veşîka” denilmekteydi. “İrt” adı verilen,
belli bir süre sirkede bekletilerek pişirilen
ve yolculuk için götürülen et yemeği de
rivayetlerde yer almaktadır. Medine’ye
hicret yolculuğunda Hz. Peygamber’e
kılavuzluk yapan Sa’d el-Eslemî irt
yemeği yediklerini anlatmaktadır.
Bu dönem et yemeklerinden olan
tafeyşel, et ve bulgur ile yapılırdı. Hz.
Peygamber’in sevdiği bir yemek olduğu
rivayetlerde yer alır.
Çorbalar kısmında zikrettiğimiz
hazîre daha katı şekilde et bulamacı
63
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü
64
Hz. Peygamber dönemi sebze yemek- hüzünlerinin giderilmesi için de yapıldığı
lerinden biri de mantardır ()الك َْمأَة. Hz. anlaşılmaktadır. Bu dönem yemeklePeygamber, yer mantarını külfetsiz rinden olan harîka, unun suyun ya da
nimetler çeşidinden olan kudret helva- sütün içerisinde inceltilip karıştırılması
sına benzetmiş ve suyunun da faydalı ile yapılır, bu yemek bulamaçtan daha
olduğunu söylemiştir. Bu dönemde koyu kıvamdadır. Zikrettiğimiz dönemde
salatalık ve acur da yenilen sebzeler- açlık günlerinde insanlar çocuklarını
dendir. Hz. Peygamber’in taze hurma bu yemekle doyururdu.
Sehîne yemeği ise undan yapılır,
ile “kıssa” ( )قِثّاءolarak geçen salatalığı
yediği rivayetler arasındadır. Hz. Pey- asîdeden ince hasâdan katıdır. Senenin
gamber döneminde pişirilen sebze zor zamanlarında yenilirdi. Özellikle
yemeklerinden biri de şalgam yapra- Kureyş’te bu yemek meşhurdur. Fakir
ğından yapılan yemektir. Hz. Ali’nin yemeği olarak düşünüldüğünden olsa
hastalanması üzerine Peygamber onun gerek Hassan b. Sâbit sehîne yiyen bazı
hurma yemesine izin vermemiş, onun kişilerden bahsederek onları ayıplamıştır.
için yemek yaptırmıştır. Ümmü’l-Münzir
Bu dönemde sıklıkla yenilen yemekşalgam yaprağı ile arpadan bir yemek lerden biri de haystır. Hays, hurma,
pişirmiş ve Hz. Ali bu yemeği yemiştir. ekıt (lor) ve de tereyağının karıştırılBir defasında Eyle halkı Hz. Peygamber’e masından oluşturulan yemektir. Hz.
yer elması hediye etmiş, Peygamber de Peygamber’in Safiyye (ö. 50/670 [?])
bu sebzeyi beğenmiştir.
ile evlenmesinden bahseden rivayette
Hz. Peygamber döneminde et bulun- bu malzemelerin deri sofralar üzerinde
madığı durumda unla yapılan bulamaçlar karıştırılıp düğün yemeği olarak ikram
çokça tüketilmiştir. Hays, sevîk, asîde, edildiği anlatılmıştır. Hays yemeği Hz.
beş’i, harîka, sehîne, besîse, atriyye, Peygamber’in Safiyye’den başka Zeyneb
lemze, akke, sahîra, azîra, rağîde, rehiye, bint Cahş (ö. 20/641), Meymûne bint
velîka, hazîfe gibi çok sayıda bulamaç Hâris (ö. 51/671) ile de evliliği sırasında
çeşidi bulunmaktadır. Kavrulmuş un verdiği düğün yemeğidir.
anlamına gelen “sevik” de yenilirdi.
Hamidullah, Hz. Peygamber’in
Kavrulmuş un suyla karıştırılır ve bir askerî sefer esnasında deve kuşu
bulamaç yapılırdı. Hayber’e doğru yumurtası yediğini söylemektedir.
Peygamber ile sefere çıkan Süveyd b. Tebük Savaşı’nda Peygamber’e peynir
Nu’man, Peygamber’in yiyecek istemesi getirildiği ve Peygamber’in nerede
üzerine, sadece sevîk bulunduğunu üretildiğini sorması üzerine kendisine
ve suyla bulamaç yapıp yediklerini bunun Acem ülkesine ait bir yiyecek
anlatmıştır. Hasâ denilen muhallebiye olduğunun söylendiği ve Peygamber’in
benzeyen bulamaç, özellikle hasta de bıçakla kesip yemelerini buyurduğu
olanlara yapılan bir yemek türüydü. rivayet edilir. Bu dönemdeki yiyecekHasâ un, yağ ve su karışımından yapılan lerden biri de tereyağıdır. Tereyağı
bir yemekti. Hasâ yemeğine telbine de hem yalnız başına katık olarak, hem de
denilmiştir. Mekke halkı ise telbineyi yiyecek çeşitlerinin tatlandırılmasında
harire olarak adlandırmıştır. Hz. Pey- kullanılıyordu.
gamber hasta kişilere hasâ (telbine)
Hz. Âişe (ö. 58/678) Hz. Peygamber’in
yemeğine hoşlanılmamasına rağmen tatlıyı çok sevdiğini belirtmiştir. Burada
yararı çok olduğu için devam etmeyi, geçen tatlının helva olduğu anlaşılmaktelbine çömleğinin hasta iyileşene ya tadır. Peygamber’in sevdiği helva çeşidi
da vefat edinceye kadar devamlı ateş “meci’” isimli olup bu helvanın kuru
üzerinde olmasını tavsiye etmiştir. hurmanın süt içinde yoğrulmasıyla
Telbine yemeğinin sadece hasta için yapıldığı kaynaklarda açıklanmaktadır.
değil vefat eden insanın yakınlarının Kur’ân-ı Kerîm’de de zikri geçen balı,
Peygamber’in çok sevdiği, kendisine
bal hediye edildiği zaman onu ashâbı
arasında kaşık kaşık bölüştürdüğü
nakledilmektedir. Yine Sakîf kabilesi
heyeti Medine’ye gelirken Peygamber’e
hediyeler getirmiştir. Bunlar arasında
Hz. Peygamber’in kokusunu ve tadını
beğendiği Tâif balı da bulunmaktadır.
Bal bazen içecek olarak kullanılırdı.
Baldan yapılan içeceğe ( )ال ِبتْعdenilirdi.
Bu içecek çok keskin olurdu. Hz. Peygamber de en faziletli içecek olarak bal
şerbetini söylemiş, baldan da “helvaül
barid” (soğuk içecek) olarak söz etmiştir.
Bazen de baldan yemek yapılırdı ve
buna ye’kîd ( )اليَ ْعقِيدadı verilirdi.
Bu dönemde genellikle hurmadan
yapılan tatlılar yeniliyordu. Mec’i, nehale,
esıyye, gafiha gibi tatlılar hurmadan
yapılan tatlı çeşitlerindendir. Hurma,
yağ ve undan yapılan ve felluzeç olarak
anlatılan tatlının Osman b. Affân (ö.
35/656) tarafından yapıldığı Hz. Peygamber’e ikram edildiği ve Peygamber’in
bu tatlıyı sorması üzerine Osman b.
Affan’ın Acemlerin yaptığı ve “habis”
olarak isimlendirdikleri tatlı dediği
ve Peygamber’in de bundan yediği
nakledilmiştir. Bundan dolayı İslâm’da
ilk un helvası yapanın Osman b. Affân
olduğu söylenir.
Hz. Peygamber döneminde birçok
meyve çeşidi biliniyordu. Hurma, kavun,
karpuz, ayva, üzüm, yabani yemiş gibi
meyveler yenilmekteydi. Nar, şeftali,
dut, incir gibi meyvelerin de yenildiğine
dair rivayetler vardır.
Hamidullah Mekke’nin Tâif gibi bir
yayla bölgesinin yanı başında kurulmasının, Medine’nin de bereketli ve sulak
topraklara sahip olmasının birçok meyve
çeşidinin yetişmesine özellikle de çok
çeşidi bulunan hurmanın yetişmesine
imkân verdiğini anlatır. Meyvenin ilk
çıkanı getirildiğinde Peygamber’in dua
ettiği ve sonra da o meyveyi çocukların en küçüğüne verdiği rivayetlerde
anlatılmaktadır. Arapça hurma ile ilgili
kelimeler bakımından en zengin dildir.
Hurmanın acve, berni, dekal, tadut,
Hz. Peygamber’in en sevdiği içecek
tatlı ve soğuk olan içecekti. Çok sıcak
olduğunu bildiğimiz Arabistan’da su,
bazı kaplarda soğutularak içilirdi.
Hz. Peygamber dönemindeki içeceklerden biri de süttür. Sağmal hayvanlardan alınan süt, günlük içecek
olarak tüketilirdi. Bu dönemde deve,
koyun, davar sütünün içildiğine dair
rivayetlere rastlanmaktadır. Hz. Peygamber kendisine süt ikram edildiğinde
sütün bereket olduğunu belirtir, sütü
bereketli kılması için dua eder ve hem
yiyeceğin hem içeceğin yerini ancak
sütün tutacağını söylerdi. Yine Hz.
Peygamber terk edilemeyecek üç şeyden
biri olarak sütü zikretmiştir. Kur’an’da
da zikri geçen sütü, Hz. Peygamber
tavsiye etmiş ve onda şifa olduğunu
söylemiştir.
Hz. Peygamber şırayı gece hazırlanmışsa gündüz, gündüz hazırlanmışsa
gece içerdi. Bir rivayette Hz. Peygamber’in hazırlanan şırayı en çok üçüncü
güne kadar içtiği, bundan sonra kalanın
ise döküldüğü nakledilmektedir. Kendisine getirilen cer şırasının kaynayıp
kabardığını gören Hz. Peygamber, bunun
içki olduğunu belirtmiş ve bahçeye
dökülmesini emretmiştir.
Hz. Peygamber en faziletli içecek
olarak balı zikretmiştir. Hz. Peygamber’e
Zeynep bint Cahş (ö. 20/641) bal şerbeti
ikram etmiş, Peygamber de içmişti.
Halil b. Ahmed sözlüğünde ()النَّقِيع
denilen, kuru üzümden elde edilen ve
üzümün suyun içine pişirilmeksizin
konduğu bir içecekten; ayrıca ()الفَقَد
denilen, balın içecek yapılıp kuru üzüm
konularak hazırlanan içecekten ve de
( )السَّكركَةdenilen, darıdan yapılan içecekten bahsetmektedir. Hz. Peygamber
dönemi içeceklerinden biri de Mekke’ye
has olan zemzem suyudur.
Hz. Peygamber döneminde zikri
geçen yiyecekler büyüklüğüne ve
yapıldığı malzemeye göre değişen
isimleriyle desia, cefne, kas’a, mektele,
feyha, sükürrüce, mircel, bürme, tuluk,
misab, bed’i gibi kaplar ile tüketilmek-
teydi. Bu dönemde ağaçtan, deriden,
camdan, taştan, topraktan yapılan ve
büyüklüğüne göre ya da içine konulan
içeceğe göre isimlendirilen maşraba,
kırba, testi gibi su kapları kullanılıyordu.
Taş değirmeni, havan, kalbur, sepet,
sofra, tepsi, bıçak, el bezi gibi mutfak
eşyaları mevcuttu.
▪
KAYNAKLAR
▪ Demir Akgün, Sevim, Hz. Peygamber Döneminde Yemek Kültürü, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Sakarya Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2007.
▪ Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Müsnedü
Ahmed b. Hanbel (nşr. Abdullah Muhammed
el-Dervîş), I-XI, Beyrut 1991.
▪ Buhârî, Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), el-Câmiu’s-Sahîh, I-VIII, 2. Baskı, İstanbul 1992.
▪ Cevâd Ali, el-Mufassal fî Târîhi’l-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Bağdat 1993.
▪ Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş‘as es-Sicistânî
(ö. 275/889), Sünenü Ebî Dâvûd, I-V, 2. Baskı,
İstanbul 1992.
▪ Halîl b. Ahmed, Ebû Abdirrahmân el-Ferâhîdî
(1994), Kitâbü’l-Ayn (thk. Mehdî el-Mahzûmîİbrâhim es-Samerrâî), I-III, 1. Baskı, Beyrut.
▪ İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b.
Müslim ed-Dîneverî (1343), Uyûnü’l-Ahbâr,
I-IV, Kahire.
▪ İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd (ö.
273/887), es-Sünen, I-II, 2. Baskı, İstanbul 1992.
▪ İbn Sa’d, Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa’d b.
Menî’ el-Kâtib (1???), et-Tabakâtü’l-Kübrâ (thk.
İhsan Abbas), I-VIII, Beyrut.
▪ Müslim, Ebü’l-Hüseyin el-Haccâc el-Kuşeyrî (ö.
261/875), el-Câmiu’s-Sahîh (nşr. Muhammed
Fuâd Abdülbâkî), I-III, 2. Baskı, İstanbul 1992.
▪ Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb
(ö. 303/915), Kitâbü’s-Süneni’l-Kübrâ, 2. Baskı,
İstanbul 1992.
▪ Tirmizî, Ebû Îsâ (ö. 279/892), el-Câmiu’s-Sahîh,
I-V, 2. Baskı, İstanbul 1992.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü
safran, seyhaniye gibi birçok çeşidi
vardır. Hurmanın bir çeşidi de berni
hurmasıdır. Peygamber berni hurmasının hurmaların en iyisini olduğunu,
derdi giderdiğini söylemiştir.
Hz. Peygamber döneminde olan
meyvelerden biri de ayvadır. Arapçada
ayva için (سف َْر َجل
َّ )الkelimesi kullanılmaktadır. Hz. Peygamber elinde ayva
bulunuyorken içeri giren Talha’ya
(ö.34/654-655) ayva yemesini tavsiye
etmiş ve ayvanın gönlü rahatlatacağını
söylemiştir.
Hz. Peygamber’e Tâif’te yetişen
üzüm hediye edilmişti. Peygamber de
bir salkımı annesine göndermek üzere
Nu’man b. Beşîr’e (ö. 64/684) vermiş,
Nu’man’ın kendisinin yiyip annesine
götürmemesini de vefasızlık kabul
ederek ona kızmıştır. Hz. Peygamber
döneminde Tâif’te yetiştirilen meyveler
olarak kaynaklarda şeftali ( ) ُخوخَةve
nar ()الر َّمان
ُّ yer almaktadır. Kur’ân-ı
Kerîm’de de zikri geçen narla ilgili
olarak İbn Hibban, İbn Abbas’ın (ö.
71/690 [?]) Peygamber’e nar getirildiğini,
Peygamber’in de yediğini anlattığını
söylemiştir. Yine Sakîf kabilesi heyeti
Medine’ye gelirken Peygamber’e hediyeler getirmiştir. Bunlar arasında nar
da bulunmaktadır. Hz. Ali (ö. 40/661)
narı içindeki zarla yemeği tavsiye etmiş
ve mideye iyi geleceğini söylemiştir.
Hatib, Bera b. Âzib’in (ö. 71/690
[?]) Peygamber’i bir kapta dut yerken
gördüğünü söylemiştir. Ebû Zerr
Peygamber’e bir tabak incir hediye
edildiğini, peygamberin de ashâbına
yemelerini söyleyip, Kuran’da da zikri
geçen incirin, cennet meyvelerinden
olduğunu söylediğini anlatmıştır. Ebû
Saîd el-Hudrî (ö. 74/693-694) Peygamber’e Hint hükümdarının zencefil
gönderdiğini, Peygamber’in orada
bulunanlara yedirdiğini anlatmıştır.
Sahabeden Dıhye’nin (ö. 50/670 [?])
Şam’dan Peygamber’e fıstık, badem
gibi kuru meyveler getirdiğini anlattığı
rivayet de bulunmaktadır.
65
Kemal Yüksel
Nimet
Nimet
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Nimet
KEMAL YÜKSEL
66
“İki böyük nimetim var
biri anam, biri yârim...
ikisine de hörmetim var…”
diyordu Neşet Ertaş.
Usta’ya hörmetsizlik etmek istemem ama bu nimet
tanımıyla ya fena hâlde yanılıyor ya da “evvelim sen
oldun, ahirim sen” derken yaptığı gibi yine hedefi tam on
ikiden vuruyordu.
Kur’an terminolojisinde nimetin çoğul kullanımına
pek rastlamayız, çoğunlukla tekil kullanılır ve o durumda
da Yaratıcı’nın kuluyla diyalog kurması, ona ilahi vahye
muhatap olmayı lütuf ve ihsan etmesi anlamı ağır basar.
Sanki Kur’an kullara “Âlemlerin Rabbi sizinle konuştu,
bunun dışında neye nimet diyebilirsiniz ki?” der gibidir.
Nitekim Allah’la olan ahidlerini bozanlar için ahirette
onları bekleyen cezalar sayılırken Âl-i İmran 77. ayette ilk
zikredilen “… Allah onlarla konuşmayacak…”tır.
F.: Yasin Çetin
Allah’ın kitabı “bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet” duasını bize öğretirken
kitabın başı olan Fatiha’da, kuşkusuz
bizi at, yat, kat… verdiklerinin yoluna
ilet demeye yönlendirmiyordu.
Kitabın sonunda Duha suresinde
“Rabbinin nimetini çokça anlat” derken
de kastedilen “Rabbim bana ev verdi,
araba verdi, arazi verdi…” diye mal
beyanında bulunmamız değildi.
Burada “Şüphesiz ki Allah, nimetinin
eserini kulunun üzerinde görmekten
hoşlanır.” (Tirmizi, Edep 54; Ebu Davud,
Libas 17) hadisine de açıklık getirmek
lazım. İnsanlar bu sözü gerekçe göstererek ev, araba, kıyafet, yeme, içme
gibi nimetleri gösterme eğilimindeler.
Özellikle toplumun İslami duyarlılık
sahibi kesimlerinde bu argümanla sınıf
atlama eğilimi son zamanlarda giderek
artmakta; pahalı markalar cahiliye dev-
rinin putları gibi etkili olmakta, rağbet
görmekte… Oysa nimetin anası, burada
bırakmayacağımız, hesap gününde bize
eşlik edecek olandır. Nimetin büyüğü,
nimeti verenin nazarında değerli olandır.
Bu durum bize mutluluk-saadet
ikilemi metaforunu hatırlatmakta. Ana
nimet olan Vahy’i ve Vahy’in sahibi ile
kurulması gereken muhabbete dayalı
kulluk ilişkisi ile kalbin mutmain olmasını önemsemeyenler, maddi nimetlerle
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Nimet
Nimetin sahibi ile sıhhatli ilişki içinde olmak kulu nimetin sahibine yaklaştırıp nimetlerin bol olduğu anlamındaki Naîm
cennetlerine ulaştırırken [“İşte o yaklaştırılanlar, nimet (Naîm) cennetlerindedirler.” (Vakıa, 11-12)] bu ilişkinin kopması
durumunda kulu bekleyen akıbet yine nimet kökünden türeyen bir terim olan “en’âm”a (deve, sığır, koyun türü hayvanlar) dönüştürmekte, insanlık onurunu ve değerini kaybettirmektedir.
67
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Nimet
68
F.: Şaban Ok
mutluluğu yakalamayı seçiyorlar ve bu
durum saadet getirmiyor.
Evet, Allah kuşkusuz nimetinin
eserini kulunun üzerinde görmek ister,
Kuluna nimet vermesi suretiyle
Allah ile kul arasında kurulan ilişki
kalıcı bir ilişkidir, dünyada da ahirette
de devam edecektir. O yüzden kuldan
ulaştırıldığı nimeti unutmaması, sürekli
hatırlaması, anması istenir.
İmam Gazalî, ancak şartını tam
olarak taşıması hâlinde şükrün anlam
kazanacağını belirttikten sonra bu şartı
şöyle ifade eder: “Senin mutluluğunun
sebebi ne doğrudan doğruya nimet,
ne de onun sana verilmesidir (İn’am);
mutluluğunun asıl sebebi nimeti
sana veren (Mün’im) Allah olmalıdır.”
(İhyâ, IV, 83)
Kulun nimetin sahibi ile ilişkisinin
sıhhatli olmasının önemine binaen
Kur’an terminolojisinde küfrün (nankörlüğün, nimetin sahibinin üstünü örtüp
gizlemenin) karşıtı iman değil şükürdür.
Kur’an’ın nimet mürâdifi olarak
kullandığı önemli bir diğer kelime de
Âlâ’dır. Özellikle Rahman suresi baştan
sona “O hâlde Rabbinizin hangi nimetini
(âlâ) yalanlayabilirsiniz?” ifadesiyle
doludur. Âlâ tüm insanlığı kuşatan
nimetlerdir; süreklidir, değişmez. Su,
hava, deniz, ağaçlar, hayvanlar, Güneş,
Ay vs… Bunlara hamd edilir. Nimet ise
umumi olabildiği gibi kişiye, kavme,
döneme, mekâna ait hususi boyutu
da vardır; artar, eksilir, kesilebilir.
Devamlılığı için şükretmek gerekir.
“Amma insan (öyle gafil ki), her ne
zaman Rabbi onu imtihan edip de ona
ikram eyler, ona nimetler verirse o vakit
‘Rabbim bana ikram etti’ der. Amma
her ne zaman da imtihan edip rızkını
daraltırsa o vakit de ‘Rabbim bana ihanet
etti’ der. Hayır, hayır (refah ve nimeti
mutlak ikram, rızık darlığını mutlak
ihanet ve hakaret saymak doğru değil).
Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz
ve birbirinizi fakir ve yoksulu doyurmaya
teşvik etmiyorsunuz. Hâlbuki mirası
öyle bir yiyiş yiyorsunuz ki dermecesine
kulunun, kendisine emanet olarak veri- ve malı öyle bir seviş seviyorsunuz ki
len nimetten kendi ihtiyacını ayırdıktan yığmacasına.” (Fecr, 15-20)
Ayette bahsedilen ikram; elçisini,
sonra artanını Allah’ın başka kullarının
kitabını,
meleklerini, rızkını, ecrini,
üzerinde göstermesini daha çok sever.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Nimet
sahabeyi Kerem sıfatıyla vasıflandı- Müslümanlarının arpa ekmeği ve hurma dünyalığın yanı sıra, nezdinde yakınlık
ran Kerîm Rabbimizin ikramı… İsrâ
sahibi olmayı vaad etmektedir.
yediklerini ve hasır üzerinde yatıp uyu70. ayette “Andolsun ki Âdemoğlunu
“Sihirbazlar Firavun’a geldiler, ‘Eğer
duklarını
ve
o
çağa
İslami
terminolojide
tekrîm ettik” (onurlandırdık, şereüstün gelen biz olursak bize muhakkak
fini, değerini yükselttik) vurgusuyla “asr-ı saadet” dendiğini hatırladığımızda bir ödül olmalıdır’ dediler. O da ‘Evet,
ulaştırılan nimet, kulu beşer ve insan günümüz insanının yeryüzü nimetlerine ayrıca sizler mutlaka yakınlarımdan
düzleminden çıkarıp Âdemoğlu kılan,
olacaksınız’ dedi.” (Araf, 113-114)
çok ötelere, yukarılara taşıyan bir ikram. gömülmüş hâlde depresyon tedavisi
“Bir de Davud’a Süleyman’ı bahşettik,
Ve bu ikrama mazhar olan kul görmesinin sebebinin kuşkusuz nimetin ne güzel kul(du). O cidden (her daim)
için artık “ana” da, “yâr” da başka bir sahibi ile sıhhatli ilişki içinde olmamak bize yönelirdi/bir evvâb idi.” (Sad, 30)
duyarlılığın ikliminde birleşecek ve
Kul nimetin sahibine böyle yönelir
olduğunu görürüz
yeniden anlam kazanacaktır.
de Rabbi ona icabet etmez mi?
“… Allah’ın nimetini her kim kendine cennetlerindedirler.” (Vakıa, 11-12)] bu
“Vaktiyle Nuh bize yakarmıştı; biz de
ulaştıktan sonra değiştirirse, şüphe yok ilişkinin kopması durumunda kulu ne güzel karşılık vermiştik.” (Saffat, 75)
ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Bakara, 211) bekleyen akıbet yine nimet kökünden
“Öyle ya, her kim Allah’a ve peyAllah, hem vahiy hem de yeryüzü türeyen bir terim olan “en’âm”a (deve, gambere itaatkâr olursa, işte onlar
hayatı için kula verilmiş tüm nimetlerin sığır, koyun türü hayvanlar) dönüştür- Allah’ın kendilerine nimetler verdiği
fıtratını, orijinini, genetiğini bozmama mekte, insanlık onurunu ve değerini nebiler, sıddıklar, salihler ve şehitlerle
konusunda kulları uyarıyor ve nimetin kaybettirmektedir.
birliktedirler.” (Nisa, 69)
fıtratını bozmanın doğuracağı olumsuz
Bu sayılan sınıfların hepsi de nime“Gerçek şu ki cinnden ve insten çoğalsonuçların beşeriyete ödettiği/ödeteceği tılmış olanların birçoğu cehennemliktir. tin sahibi ile kurdukları yakın ilişki
bedelleri bildiriyor.
Ki onların kalpleri vardır onunla kavra- sayesinde nimet sahibi olmuşlardır.
Zaten şeytanın da Allah’a meydan mazlar, gözleri vardır onunla görmezler, Fatiha suresinde Rabbimizin kendini
okurken vaad ettiği “ürünü ve nesli kulakları vardır onunla işitmezler. İşte tanıttığı giriş ayetlerini müteakip kuluna
ifsad etmek” değil miydi?
bunlar hayvanlar (en’âm) gibidirler, söz hakkı verdiğinde, kulun ağzından
“Hâkimiyeti ele aldığında ise ülkede hatta daha da bilinçsizdirler. İşte gafil çıkan ilk kelime, nimetin sahibiyle
bozgunculuk çıkarıp ürünleri ve nesilleri olanlar bunlardır.” (Araf, 179)
kurulması gereken ilişkinin fıtratını
yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu
Artık o, karnından besin artıklarıyla ortaya koyuyordu: “İyyâke na’büdü ve
sevmez.” (Bakara, 205)
kan arasından içenlere lezzet veren iyyâke nestein…” Ancak sana kulluk
“Sonra o gün naîmden (nimetler) saf süt çıkaran sağmal hayvanların ederiz, ancak senden yardım dileriz…
hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür, 8) da altında bir seviyeye düşmüştür.
İyyâke… İyyâke…
ayetinin üzerlerine indiği ilk dönem Artık düştüğü bu seviyede o, nimete
Yalnızca Sen… yine de Sen… ille de
Müslümanlarının arpa ekmeği ve ulaşmanın yolunun “Nimet abla milli Sen… ancak Sen…
hurma yediklerini ve hasır üzerinde piyango gişesi”nin önündeki uzun kuyAncak “NİMET”in kadrini bilen,
yatıp uyuduklarını ve o çağa İslami ruğa katılmaktan geçtiğini düşünmeye nimetlerin şükrünü eda edebilir.
terminolojide “asr-ı saadet” dendiğini başlayacaktır.
Neşet Usta’nın türküsünü bu duyarhatırladığımızda günümüz insanının
lılıkla
okuduğumuzda sanki şunu
Lakin en’âm için ölüm bir son iken,
yeryüzü nimetlerine gömülmüş hâlde nimete muhatap kılınan insan için demiş oluruz:
depresyon tedavisi görmesinin sebebinin nankörlük mü yoksa şükür mü ettiği“Anam da (evvelim, varlık sebebim)
kuşkusuz nimetin sahibi ile sıhhatli nin tespiti için hesaba çekilme dönemi Sensin, Yârim de… (ahirim, hedeilişki içinde olmamak olduğunu görürüz. başlamaktadır.
fim, yönelimim)”
Nimetin sahibi ile sıhhatli ilişki
Kulun Sen’den gayrı nimeti mi olur?▪
Nimetin sahibi ile iyi bir ilişki içinde
içinde olmak kulu nimetin sahibine olmak o kadar önemlidir ki, Firavun bile
yaklaştırıp nimetlerin bol olduğu anla- Hz. Musa’ya karşı kullanmak istediği
mındaki Naîm cennetlerine ulaştırırken sihirbazları motive etmek için onlara
[“İşte o yaklaştırılanlar, nimet (Naîm)
69
Dursun Ali Tökel
Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme
Peygamber
Sofrası mı Firavun
Sofrası mı: Mevlânâ
ve Yeme İçme
70
DURSUN ALİ TÖKEL
M
evlânâ’nın eserleri, tesirleri, bütün insanlığı derinden etkileyen düşünceleri hakkında, pek çok değişik alt başlığa ayrılabilecek konulardan bahsetmek mümkündür. Ölümünden sekiz yüz yıl sonra
bile düşünceleri insanlığa hâlâ umutlar sunabiliyorsa, eserleri dünya dillerine
çevrildikçe mesajından bir şeyler kaybetmiyor ve insanlığı aynı kavramlar
altında toplayabiliyorsa, onunla tanışanların ve derinlemesine inceleyenlerin
bakışı asla eskisi gibi kalmıyorsa Mevlânâ’dan bugün de yarın da alacağımız çok
şeyler olacak demektir. Biraz klasik bir söz söylenecekse, Mevlânâ’nın bize bir
ihtiyacı yok, ama bizim Mevlânâ ve benzeri insanlara hâlâ çok ihtiyacımız var
ve bu ihtiyaç günümüz dünyasına bakıldığında gün geçtikçe daha da artıyor.
Paranın, maddi değerlerin, zenginlik ve tüketim seviyesinin tek değer kabul
edildiği dünyamızda sevgi, fedakârlık, beni değil ötekini düşünme gibi kavramların
zaruretini anlatmak çok zor. Bugün ileri ülkeler veya geri kalmış ülkeler sınıflamasında da ilk değerlendirme millî gelir rakamlarına göre yapılmaktadır, gerisi işte
bu rakamların peşinden gelen birtakım teferruattan ibarettir. Geliri ve gideri
bu rakamların altında kalmış insanların ileri sıfatından alacakları şüphelidir
ve belki de Mevlânâ genelde işte bu tür kavramaların tablolaştırdığı insan
üzerinde durmaktadır. Buradan şu da anlaşılıyor ki bilgelerin insanı tarifi de,
sıradan insanların insanı tarifi de tarih boyunca hemen hemen hiç değişmemiş.
“Mevlânâ’ya sordular, ‘Efendim bu derecelere ne ile çıktınız?’ o da şöyle cevap verdi: Açlık, açlık, yine açlık...” Buradan
Mevlânâ’nın yemeğe bakışı açıkça anlaşılmaktadır. Manevi derecelerin başlangıcı boğaza sahip çıkma adımını atmakla
başlar. Peki, neden bu böyledir?
görecektir. Mevlânâ nasıl bir ideal insan tanımlaması yapıyor ve bu ideal insanın yeme içmeye bakışı nasıl olmalıdır?
EVİN ERZAK DURUMU
Mevlânâ hakkında en geniş bilgiyi veren ve Mevlevîlik
hakkında da temel kaynak olan Ahmet Eflâkî’nin Menâkibü’l-Ârifîn adlı eserde Mevlânâ’nın özel hayatı hakkında
geniş malumat vardır. Orada Mevlânâ’ya şöyle bir soru
sorulduğundan bahsediliyor: “Mevlânâ’ya sordular, ‘Efendim
bu derecelere ne ile çıktınız?’ o da şöyle cevap verdi: Açlık,
açlık, yine açlık...” Buradan Mevlânâ’nın yemeğe bakışı
açıkça anlaşılmaktadır. Manevi derecelerin başlangıcı
boğaza sahip çıkma adımını atmakla başlar. Peki, neden
bu böyledir?
Yemek yemede aşırıya gitme konusunda tıbben ve
ilmen olduğu kadar dinen de pek çok uyarılar yapılmıştır.
İslam dininin peygamberiyle ilgili rivayetlere bakıldığında
onun bu konuya özel bir yer ayırdığı görülecektir. “Dolmuş
midenin, kalbi sıkıştıracağı ve insanı tembelliğe sevk edeceği, bunun da insanı gaflete sürükleyeceği; hastalıkların
temel kaynağının mide olduğu; Müslümanların sofraya
acıkmadan oturmadıkları ve doymadan kalktıkları için
hasta olmadıkları, doldurulan en kötü kabın mide olduğu
vb. konular Hz. Peygamberin dikkat çektiği konulardır.
En’am sûresinin doksan birinci ayetinin inişiyle ilgili şöyle
bir rivayet vardır: Yahudi bilginlerinden Mâlik b. Sayf, Rasulullah’ın yanına gelerek kitaplar üzerinde dedikodu etmeye
başladı. Resulullah “Tevrat”ı Mûsâ’ya indiren Allah hakkı
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme
Mevlânâ’nın eserlerini inceleyenler onun yüzlerce değişik konudan bahsettiğini göreceklerdir. Mevlânâ konulu
sempozyum, panel vb. etkinliklerde pek çok değişik başlık
altında bildiriler sunulmaktadır. Böylesi bir sempozyum
için davetiye aldığımda, Mevlânâ’nın nesi hakkında konuşacağım düşüncesi beni hayli sıkıntıya soktu. Mesnevi
okuduğum zamanlarda beni derinden etkileyen konular
hakkında düşünmeye başladım. Dönüp dolaşıyordum ama
hep aklım Mevlânâ ve yemek yeme mevzuuna takılıyordu.
Bu konunun beni hayli etkilediğini anladım ve bu konuda
bir bildiri hazırlamaya koyuldum.
Mevlânâ’nın eserleri ve ona dair yazılanların bir kısmına
baktığımda bu konunun pek işlenmediğini gördüm. Hâlbuki
Mevlânâ belki de en çok bu konu üzerinde duruyordu. Zira
ona göre hangi konudan bahsederseniz bahsedin, konular
insana dönecektir. Mevlânâ ve benzeri düşünürlerin ideal
insan tipinde yemek yeme derin bir yer tutuyor. Aslında
tasavvufi eğitimin hemen ilk basamağında da zaten nefis
terbiyesi bahsi vardır ve bu bahsin de en çetin mevzuu
yeme-içmeye ayrılmıştır. Bunu kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Boğazına sahip olamayan nefsine sahip olamamış demektir;
nefsine sahip olamayan da insan-ı kâmil olma yolundaki ilk
sınavını kaybetmiş demektir. Bütün diğer sınavlar yeme-içme
kontrolünün ardından gelir. Sadece Mevlevîlikte değil
bütün riyâzî hareketlerde en çetin mevzular nefsi kontrol
bahsindedir ve bu bahsin en karmaşık ve zorlu sınavı da yemeiçme faslında verilir. Bundan dolayı Mesnevî’yi dikkatlice
okuyanlar Mevlânâ’nın bu konulara geniş bir yer ayırdığını
71
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme
72
için bana haber ver: Kitabınızda ‘Allah şişman olan âlimlere
buğzeder’ diye bir ibâre görmedin mi?” dedi. Şişman bir
adam olan Mâlik’in buna canı sıkılarak “Allah hiçbir beşere
hiçbir kitap indirmedi” dedi. Ve bütün kitapları inkâr etti.
Bunun üzerine aşağıdaki âyet nâzil oldu: “(Yahudiler) Allah’ın
kadrini hakkıyla takdir etmediler. Çünkü ‘Allah hiçbir beşere bir
şey indirmedi’ dediler. De ki: ‘Öyle ise Mûsâ’nın insanlara bir nur
ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar hâline
koyup açıkladığınız, (yahut işinize gelmediği için de) çoğunu
gizlediğiniz o kitabı kim indirdi?...’”1 Buradan da anlaşılıyor
ki Hz. Peygamber’in de yeme-içme hususunda çok özel
dikkatleri vardır. Sahabenin de bu konuda ne kadar titiz
davrandığı ve yeme-içme konusunda çok hassas davrandıkları
bilinmektedir. Mevlânâ’nın “ayağının toprağı” olduğunu
söylediği Peygamberinin izinden gideceğine şüphe yok.
Yeme- içme mevzuunda Mevlânâ’nın özelliği bu konuda
çok somut örnekler ileri sürmüş olması ve etrafındakilerin
de bu somut örnekleri bize ulaştırmış olmasıdır.
Belki de en somut örnek, onun evinde yiyecek içecek
bir şeyler bulunup bulunmaması durumda gösterdiği
tepkidir. “Evinde yemek pişirme ve külfete girildiği gün,
ev halkına kızar; yemek işleri ve külfet az olduğunda da
son derecede büyük sevinç gösterir ve ev halkına çok inayetlerde bulunurdu. ‘Bugün ev halkının alnında fakirlik
nuru parlamaktadır’ derdi.”2
“Hz. Mevlânâ hizmetçisine sorup ‘evde mutfakta ne var’
dediği zaman eğer hizmetçi ‘hiçbir şey yoktur’ diye cevap
verirse çok memnun olup: ‘Allah’a şükürler olsun, bugün
bizim ev peygamber ve sahabe evine benzemiş’ der imiş.
Eğer hizmetçi
‘bugün evde her şey var, hiç bir şeye
ihtiyacımız yok’ diye cevap verirse mahzun ve mükedder
olup: ‘Bugün bizim evimizden Firavun ve Hâmân evlerinin
kokuları geliyor’ diyerek huzursuz olurlarmış.”3
Bugün böyle bir soru karşısında bizim nasıl bir tavır takınacağımız az çok bellidir ve eminim bu tavır Mevlânâ’nın
hiç de hoşlanmayacağı bir hâl olacaktır. Modern insanın
evindeki erzak yığılması, hele hele yokluk bilinci Mevlânâ’ya
ne kadar terstir. Mevlânâ’yı sevmek, sevdirmeye çalışmak,
okumak ve okutmak kolay belki ama işte bu düşünceleri
hayata geçirmek hiç de kolay değildir. Kaldı ki Mevlânâ’nın
peygamber evi ve Firavun veya Hâmân evi tanımlamaları
tarihen de doğrulanabilir. Hz. Peygamber’in bir dinarı
bile evinde iki gün üst üste tutmadığı malumdur. Kendisi
son derece zengin iken o hayli yoksul bir hayat yaşamayı
1
2
3
En’am suresi, ayet: 91. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, (Haz: Ali Özek,
Hayrettin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İ. Kafi Dönmez, Sadreddin
Gümüş.) Cidde, 1987, s. 138.
Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, (Çev: Tahsin Yazıcı), İstanbul 1977, s. 47.
Murat Tarık Yüksel, Hz. Mevlânâ’nın Hayatı ve Menkıbeleri, Demir Kit., İstanbul
1976, s. 52.
tercih etmiştir. Firavunların evlerinin ise nasıl olduğunu
tartışmaya bile gerek yoktur.
MEVLÂNÂ VE ÖZEL HAYATINDA YEME İÇME
Mesnevî’de yemek konusunda pek çok aykırı değerlendirme vardır. Fakat bunların sadece şiir olarak kalmadığı
ve Mevlânâ’nın özel hayatında da önemli bir yer tuttuğu
anlaşılıyor. Burada bir iki örnek vermekle yetinelim:
Sipehsâlâr kitabında Mevlânâ’nın şöyle dediğine işaret
ediyor: “Açlık yeryüzünde Tanrı’nın taâmıdır; Tanrı son
derece doğru olan arkadaşların bedenlerini onunla diriltir.”4
Sonra Mevlânâ da “Tanrı beni yedirdi içirdi” hadisini rivayet
ediyor. Sipehsâlâr’a göre:
Mevlânâ şöyle buyurdu: “Tam kırk yıl geceleyin midemde
yemek bulunmadı.” Yine Mevlânâ buyurdu: “Tanrı çok iyi
bilir ve elçisi de şahiddir ki kuvvetim ve azığım Tanrı’dan
gelir. Şimdi tam kırk yıl oldu yemeğe muhtaç olmadım.”
Sipehsâlâr’a göre Mevlânâ bütün Ramazan boyunca iki
defa iftar ederlerdi; bazen de sadece bayramda iftar ederdi.
Mevlânâ buyurdu: “Gerçekten hem haram, hem de yazık
arpa ekmeğine, sen nefsin önüne kepek ekmeğini koy.”
En çok yediği yemek de on lokmayı geçmezdi ve bir
müddet sonra da tekrar midesini temizler ve derdi: “İçimde
öyle bir ejderhâ var ki, yemeğe tahammül etmiyor.”5
YEME-İÇME İLE OLAN NEDİR?
Mevlânâ, ten ile ruhu belli bir düzlemde ayırmakta ve
ruhun selameti için bedenin tahribine gerek olduğunu
söylemektedir. Bu bakışta sanki birbirine zıt olan iki
hâlden bahsediliyor ve bu iki zıtta kime değer verilirse,
diğerinin zayıflayacağına işaret ediliyor. Buna göre ruha ve
öze değer verenler, bedenlerini tahrip etmeliler; yok eğer
bedeninizi beslerseniz ruhu tahrip etmiş olursunuz. İşte
yemek yeme bu arada devreye girmektedir. Mevlânâ’ya göre
yemek yemekle bedenlerini semirtenler aslında ruhlarını
öldürmektedirler: “Tene yağlı, ballı şeyler verdikçe cevherini,
hakikatini semirmiş göremezsin.”6 Beden aslında dışarıda
aradığımız asıl yabancıdır ve yemek, bu yabancıyı sürekli
besleyip durmaktadır, sonuçta derviş bile olsalar yemeğe
düşkün olanlar, nefisleri için didinip duran köpeklerdir ve
bu yolun sonu da helak olmadır:
“Yabancı kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama, eleme
düşmen de onun yüzündendir.
“Boğazına düşkün, yemeğe alışkın sofiler köpek gönüllülerdir.
Fakat kedi gibi yüzlerini yıkarlar, temiz görünürler.”7
4
5
6
7
Sipehsâlâr, age., s. 45.
Sipehsâlâr, s. 46.
Mesnevî, C.II, s. 21.
Mesnevî, C.II, s. 32.
YEMEK MERHALELERİ
Mevlânâ, manevi rızık ile maddi rızkı karşılaştırıyor ve
“Her şeyin bir boğazı var, insanın mizacı toprak yemeğe
alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir
hâle gelir. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider yüzü
8 Mesnevî, C.II, s. 44.
9 Mesnevî, C.II, s. 56.
10 Mesnevî, C.II, s. 83.
çırağ gibi parlar.” diyor ve hemen peşinden insanın yemek
yeme merhalelerini ana rahminden başlayarak saymaya ve
geri dönüşlerin ne kadar vahim olduğunu düşünmeye davet
ediyor. Mevlânâ yemek yeme hususunda aşağıdaki örnekleri
vererek düşüncelerini inanılmaz bir berraklıkla somutlamış
olmaktadır. Bu örnekler karşısında insanın diyecek pek bir
sözü kalmamaktadır. Mevlânâ’nın savunduğu şey bizim
bildiğimizin de ötesinde bilmediğimiz hakikatlerin ve
âlemlerin var olduğudur. İnsan nasıl ana karnındayken kanla
beslenir, sonra ana sütüne başlar ve oradan da yemeklere
geçerse, yemeği bıraktığı zaman da gıdalanacağı bir yemek
âlemi vardır. Çocuk, nasıl ana karnında kanla beslenmeyi
reddeder, ama sütü görünce “iyi ki kanı bırakmışım, meğer
ana sütü ne kadar lezzetliymiş derse” tıpkı bunun gibi, bir
gün ona “artık ana sütünü bırakacaksın ve normal yemekler yemeye başlayacaksın” denir ve çocuk bu sefer sütü
bırakmaya direnirse, tıpkı bunun gibi, yemek yemeyi kesip
ruhun özgürlüğe kavuşmasını savunan düşünceye de karşı
çıkacaktır. Mevlânâ’ya göre ana sütü nasıl dünyanın diğer
leziz nimetlerinden istifade etmeye bir engelse işte yeme ve
içme de gerçek nimetlerden beslenmeye bir engeldir. Yani
lokmadan kesilmeden Lokman olunmaz:
Mevlânâ işte bütün bu merhaleleri çok açık somutlamalarla anlatmaktadır.
“Dadı süt emen çocuğu türlü türlü nimetlerden gıdalandırır.
Ama çocuğu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin,
bostanların yolunu açar.
Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin,
binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır.
Hulâsâ yaşamamız, sütten kesilmemize bağlıdır. Sen de
yavaş yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış vesselam.
İnsan ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır,
beden kanla vücut bulur. Kandan kesilince gıdası süt olur,
sütten kesilince lokma yemeye başlar.
Lokmadan da kesildi mi LOKMAN kesilir, gizli matluba tâlip olur.
Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki: dışarda pek düzgün,
pek güzel bir âlem var.
Boyuna enine geniş bir yeryüzü... Orada nice nimetler var,
nice sonsuz yiyecek şeyler. Dağlar, denizler, ovalar, bostanlar,
bağlar, çayırlar...
Pek yüksek, ziyadar bir gökyüzü. Güneş, ay ışığı, binlerce ay
ışığı, yüzlerce süha yıldızı...
Yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller... Bağlar,
bahçeler gelin gibi süslenmekte, bezenmekte.
O âlemdeki şaşılacak şeyler anlatılamaz ki… Sen neden bu
kapkaranlık yerde mihnetler içindesin?
Bu daracık çarmıhta kan yemektesin. Hapis içinde, pislikler
içinde, sıkıntılar içindesin.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme
“Sofuyu yoldan çıkaran tamahtır. Yoldan çıkarır da sofinin
hâli tebah olur, ziyan içinde kalır.”
Yemek ve dolayısıyla tensel zevklere meylediş aklın
sağlıklı çalışmasını da engeller:
“Yemeğe, zevk ve semaa tamah ediş hakikate akıl erdirilmesine mani olur”8
Yukarıda Mevlânâ’nın ten için yabancı tabirini kullandığını söylemiştir. Mevlânâ, daha da ileri gider ve bir yerde
de ten için düşman tabirini kullanır. Bu düşman hakikati
anlamamıza izin vermeyen, kendi benliğimizde var olan
düşmandır. Eğer biz sırlara vakıf olamıyor, gerçeği idrak
edemiyor ve her şeyi olduğu gibi göremiyorsak bu düşman
yüzündendir. Bizler de düşmanı dışarıda ararız. Oysa
Mevlânâ’ya göre asıl düşman yemek- içmekle beslediğimiz,
semirttiğimiz bedenimizdir.
“Tenini besleyip yetiştiren; nefsine hizmet eden, sonra da
başkalarının kendisine haset ettiği, düşmanlıkta bulunduğunu
sanan kişi gibi, bu benim düşmanım, şu bana haset ediyor der
durur. Hâlbuki kendisine haset eden kendisine düşman olan o
tendir, kendi nefsidir.
O adam Firavun’a benzer, bedeni de Musa’ya. Böyle olduğu
hâlde dışarıda ‘Nerede düşman’ diye koşmaktadır.”9
Mevlânâ’nın tene düşman diye seslenişi boşuna değildir,
çünkü insan topraktan beslendikçe, göklerden beslenme
şansını yitirir. Mevlânâ, yemek yemekle olan durumu, bedene
niçin düşman dediğini açıklıyor. Ona göre asıl gıda Tanrı
nurudur. Topraktan beslenmek aynı zamanda hastalıklara
davetiyedir. Tanrı şehitler için “onlar rızıklandırılır” buyurur.
Demek ki ilahi bir rızıklanma vardır, ki o hastalık yapmaz.
“İnsanın asli gıdası Tanrı nurudur; ona hayvan gıdası layık değil!
Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece
gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir.
Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır, ayağı tutmaz, kalbi
helecena uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası, nerede bu?
O gıda, devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız,
aletsiz yenir.
Güneşin gıdası arş nurundandır, hasetçinin, Şeytan’ın gıdası
ferş dumanından
Tanrı şehitler için ‘onlar rızıklanırlar’ buyurdu. O gıda için
ne ağız vardır, ne tabak! Gönül her dosttan bir gıda ile gıdalanır,
her bilgiden bir lezzet alır.”10
73
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme
74
Çocuk kendi hâline bakıp bunları inkâr eder, bu elçilikten
yüz çevirir, kâfir olur. Olmayacak şey, hileden, yalandan başka
bir şey değil der.
Buna benzer bir şey görmediği için münkir idraki bunu da
kavrayamaz...”11
Gerçekten açık konuşma ancak bu kadar olur. İnsan son
derede acizdir ve hemen bir sonraki adımı kavrayamaz, oysa
bir önceki adımlara baksa, sonraki adımları kestirmek işten
bile değildir, ama bunun için de Mevlânâca bir bakış lazımdır.
NASIL MÜMKÜN OLACAK
Mevlânâ bunları söylüyor ve yemenin derecelerini sayarken
geri dönüşlerle bu işin ne kadar kolay anlaşılabileceği çok
güzel örneklendiriyor. Peki insan topraktan çekilip gökten
nasıl beslenecek? Bunun mümkün olması için tutulacak
yolun şu olması gerektiğine işaret ediyor: “Fakat ey yoksul
adam, Hak’tan hayat bulursan topraktan müstağni olur, bu
balçığı o vakit terk edersin.
Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeğe başlar,
artık onu bırakır gider.
Sen topraktan biten taneler gibi yerin sütüne bağlanmış, ona
alışmışsın. Kalblerin gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak.”12
Bu meselede, Mevlânâ’nın tavsiyelerine kulak asmak
gerektiğidir. İnsan, ana rahminden kesilmeden kandan,
memeden kesilmeden sütten kopamazsa ve bir sonraki leziz
nimetleri tadamazsa, tıpkı bunun gibi bu topraktan ilişiği
11 Mesnevî, C.III, s. 4-5.
12 Mesnevî, C.III, s. 103.
kesmeden de hakiki nimetlere kavuşamayacaktır. Şüphesiz
kandan süte, sütten de normal yemeklere geçişin bir alıştırması vardır. Yani bu iş kendiliğinden olmaz, bir süreci
takip etmek gerekir ki, tasavvufun en önemli bahislerinden
biri zaten bu konuya ayrılmıştır. Yoksa çıplak gözle ve bu
materyalist bakışla bu konunun anlaşılacağı söylenemez.
Zaten Mevlânâ da ana karnındaki veya süt emen çocuğun
bir sonraki merhaleleri inkâr edeceğini söylemiştir. Yani
sonraki adımlara inanmak ve onları hazmetmek her kula
göre değildir ve özel bir bakış ister. Mesnevî gibi eserler de
zaten bu bakışa sahip olmanın yollarını anlatırlar. Mısır
Mevlevî şeyhi Abdülmecid Çelebi’nin şu cümlesi bu işin
özel bir eğitimle olacağını ve Mevlevîlerde gıdâ-yı rûhânî
anlayışının olduğunu gösterir: “Reşit mürid, gıdâ-yı rûhânî
tahsiline çabalayıp günden güne o gıdâ ile perverişyâb
olmağa müsâit olur”13
Bu bahsi somutlamak için Mevlânâ, Dekûkî adlı bir
ârifin hikâyesini anlatıyor. Bu hikâyeden de anlaşılıyor
ki bu âlemde başka bir rızk biçimi vardır, ama nasıl süt
emen çocuk o nefis yemekler yiyen insanları görmüyor,
anlamıyor ve ondan istifade edemiyorsa, normal insanlar
da Dekûkî’nin gördüklerini görmüyorlar.
Hakikaten pek ilginç olan bu hikâyede, çok garip maceralara işaret ediliyor. Kalp gözü açık olan Dekûkî, pek çok
maceralar yaşıyor ve bir seferinde mumlar görüyor, bu
mumlar bir müddet sonra ağaç oluyor, ardından adam oluyor,
Dekûkî bunlara namaz kıldırıyor. Dekûkî, bu yolculukta
ulu ulu ağaçlar ve pek leziz muhteşem meyveler görüyor,
fakat halk orada sadece çöl ve dağlık bir yer gördüklerini
söylüyorlar. Onlar Dekûkî’nin gördüklerini görmüyorlar.
Demek ki bunların beslenmesi böyle oluyor.
“Halk, şaşılacak şey, bu ses nedir? Sahrada ne ağaç var, ne meyva.
Kara sevdaya tutulmuş olanların yakınınızda bahçe var,
sofra var demelerinden adeta aptallaştık.
Gözümüzü ovuyor bakıyoruz. Fakat burada bahçe yok ki…
Önümüzdeki saha ya çöl, yahut aşılması güç bir yol!”14
İşte bunun nasıl olacağına Mevlânâ Mesnevî’de işaret
ediyor bu yemek, bu başka rızık nedir ve nerede bulunur,
nasıl elde edilir: “Zahmetsiz rızık nedir, bilir misin? Ruhların
gıdası, peygamberlerin rızıkları. Fakat bunu elde etmek, öküzü
öldürmeye bağlıdır. Hazine öküzün içindedir ey hazine arayan,
yerleri kazıp duran”15
DÜN BİRAZ BİR ŞEY YEMİŞTİM:
YEMEK VE İLHAM
Mevlânâ, yeme içme bahsinde bugünkü bilgilerimizle
güç anlayacağımız hassas meselelere giriyor ve şiir söylemek veya ibadet isteğini duymakla yemek yeme-içme
13 Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB. Yay.,
İstanbul 1993, C:1, s.
224. (Bin Bir Gün maddesi).
14 Mesnevî, C.III, s. 166.
15 Mesnevî, C.III, s. 204.
16 Mesnevî, C.III, s. 138.
17 Mesnevî, C.III, s. 204.
18 Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, (Çev: M.Ülker Anbarcıoğlu), MEB. Yay., İstanbul 1990,
s. 198.
19 Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s. 199.
20 Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s. 200.
21 Sultan Veled Maârif, (Çev: Meliha Anbarcıoğlu), MEB. Yay., İstanbul 1991, s.
190.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme
arasındaki bağlara işaret ediyor. Yeme-içme faaliyetleri Bâyezid’e: “Ey Bâyezid! Ne istiyorsun?” buyurdu. Bâyezid:
bugünün insanı için bir dengeli veya dengesiz beslenme “Bir şey istememeyi istiyorum.” dedi.20
eylemidir. Eğer gerekli besinleri alırsanız dengeli beslenBizler kendimizi istemek hususunda bir sigaya çeksek
miş, eğer yeterli besinleri alamadınızsa dengesiz beslenmiş acaba durumumuz Bâyezid”in dediğinin neresindedir? Yani
olursunuz. Yemenin mutlulukla, motivasyonla, başarı veya bütün dünyayı isteyen ve doymayan tarafımızla ne kadar
başarısızlıkla tabii ki bir ilgisi vardır. Ama Mevlânâ başka özgür olduğumuzu söyleyebiliriz?
noktalara işaret eder, bizi başka meseleleri düşünmeye
SULTAN VELED VE YEME-İÇME
davet eder. Yemek yemekle ibadet, yeme-içmeyle ilham
Mevlânâ’nın oğlu ve kendisi de önemli bir düşünce insanı
arasındaki bağlara işaret eder. Aşırı yemenin kalbi kararolan
Sultan Veled, aşağıdaki sözleri ile Mevlânâ’nın yeme
tacağı, kişide ibadetlere karşı bir isteksizlik doğuracağı,
nefsi azdırıp kişiyi gaflete ve atalete sürükleyeceği bilinen içme konusundaki görüşlerine açıklık getiriyor ve gerçekten
mevzulardandır. Fakat Mevlânâ’nın temas ettiği mevzular çok güzel bir örnekle meramı ifade ediyor.
Sultan Veled diyor ki: Rivayet ederler ki, bir ceylanla bir
günümüz insanı için çetrefil mevzulardır. Özel bir ihsas
olmadan ve derinlemesine araştırılıp incelenmeden anla- kurt evlenmiş ve bir çocukları olmuş. Halk müftüye gidip
sormuşlar. “Bu yavruyu kurt mu sayalım, yoksa ceylan
şılacak konular değildir. Şu örnekte olduğu gibi:
Mevlânâ, su içmekle ilgili bahiste, Bayezid’den bir mı? Eğer kurtsa eti haram olur, yok eğer ceylansa helal.
Ne yapalım?” Akıllı müftü demiş ki: “Yavrunun önüne bir
örnek veriyor:
“Bâyezid, kendisinde namaz kılma hususunda bir tembellik tutam ot ve biraz kemik koyun. Eğer ota meylederse ceylan,
gördü; o çok akıllı şeyh, sebebini düşündü, fazla su içmesinde buldu. ete meylederse kurttur.” Sultan Veled diyor ki: “Bunun gibi
‘Tam bir yıl su içmeyeceğim’ dedi. Dediğini de yaptı, Tanrı Ulu Tanrı, yeri gök ile karıştırdı birleştirdi. Biz her ikisinin
çocuklarıyız. Eğer ilme meyleder ve kuvvetimiz ilim ve
sabır ve tahammülünü verdi.”16
Sadece bu kadarla değil, Mevlânâ, ilhamla yeme-içme hikmet olursa göksel ve helal oluruz. Eğer yemeğe, uykuya
arasında da bir ilişki kurar. Bu da izahı zor konulardandır. ve cihanın nimetlerine, giyeceklerine meyledersek hayvânî
Bilindiği gibi Mesnevî Mevlânâ’nın söylemesi ve Hüsameddin ve yere ait oluruz.”21
Bugün insanlık âleminin iki temel problemi var; birisi
Çelebi’nin yazmasıyla oluşmuştur. Mesnevî okuyanların
açlık,
diğeri ise tokluk. Dünyanın bir tarafı açlıktan kırılırken,
bileceği gibi, bazen Mevlânâ bugün bir şeyler diyemeyeceğini, zira dün veya evvelsi gün biraz fazla su içtiğini veya diğer tarafında insanlar tokluktan patlamak üzere. Obezite
ekmek yediğini söylemektedir. İlhamın gelmemesiyle gibi halli müşkül hastalıklar almış başını yürümüş. Her iki
yeme-içme arasında nasıl bir bağ vardır? “Dün biraz bir uç da insanlığın aleyhine bir çatışma ortamı yaratıyor. Belli
şey yemiştim, onun için layıkıyla anlatamıyorum. Yoksa bunu bir gayeye matufen, disipline edilmiş açlık Mevlânâ’ya göre
tamamıyla anlatır, yuları anlayışının eline teslim ederdim.”17 insanın olgunlaşma serüvenindeki en önemli adımlardan
Fîhi Mâfîh’te buna kısmen cevap buluyoruz. Mevlânâ, biridir. Sadece Mevlânâ’da veya İslam tasavvufunda değil,
oruç hakkında şunu söylüyor: “Oruç, insanı bütün zevklerin, hemen bütün riyazi hareketlerde açlık önemli bir kemale
güzelliklerin kaynağı olan yokluğa doğru götürür.”18 Buna göre erme yoludur. Mevlânâ’yı çeşitli fikirleri bakımından asırbelirli bir anlayış ve eylem biçimleriyle sistematize edilmiş larca yaşatan ve insanlığı ona hayran bırakan yönlerini iyice
açlık, bütün güzelliklerin, zevklerin kaynağına yapılmış bir araştırmak gerekiyor. Mevlânâ, böylesi bir insan olmanın en
yolculuk demektir. Sonra Mevlânâ’nın şu sözüne kulak önemli şartlarından birinin açlık olduğunu söylemektedir.
vermek gerekiyor: “Bir şey fani olmadıkça faydası belli Buna örnek verirken de neyden bahseder ve “Eğer kamışın
olmaz. Mesela konuşurken, sözün harfleri ziyan olmadan içini boşaltmazsan neyden o yakıcı sesi duyamazsın” der.
dinleyicilere faydası dokunmaz.”19 Beden belli bir düzen Yani sazlıklarda salınıp duran kamışlar ancak birer bitkidâhilinde, içerisinde hapsettiği ruhu özgür bırakmak için dirler, kurutursan belki de birer odun olurlar; ama bazı
kırılmadıkça özgürlük olmaz. Bu anlayışa göre ruh, beden kamışlar var ki, alırlar, içini boşaltırlar, kamışın göğsünü
kafesindedir. Ruhun özgürlüğü, kafesin kırılmasına bağlıdır şerha şerha yararlar ancak bundan sonra o kamışlar ney
ve onun nasıl kırılacağını anlamak için de Mevlânâ gibileri adını alırlar ve üflendikçe insanın içini yakarlar. Bu tesir
takip etmek gerekiyor. Mevlânâ bu hususta en önemli dururken oluşmuyor. Mevlânâ işte böyle buyuruyor, ney
▪
ipuçlarından birini Bâyezid’in şu sözüyle veriyor: Ulu Tanrı gibi yakıcı olmak istiyorsan içini boşalt!
75
Oğuzhan Erdinç
Mide-Maide-Medine
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine
OĞUZHAN ERDİNÇ
Erciyes Üniversitesi İletişim Fak. Lisans ve
Büsam Şehir Akademi öğrencisi
GİRİŞ
H
enüz anne karnındayken midemize takılı bir kordon vasıtayla,
rızka/gıdaya bağlı olarak var oluruz.
Doğumumuzla birlikte bu göbek bağımız kopsa da rızıkla olan bağımız
kopmaz ömrümüz boyunca. Öyle ki rızıkla olan bağımız örselendiği sürece
diğer bütün maddî-manevî uzuvlarımızda arızalar başlar ve hatta bu örselenme
kesintiye dönüşürse hayatımız son bulur. İnsan gözsüz, kulaksız, elsiz, ayaksız
yaşayabilir ama bizde rızkın mahalli olan mide olmadan veya o mide dolmadan,
yaşamsallığımızı yitiririz. Bununla beraber bizler, Hz. Âdem olarak cennetteki
ilk sınavımızı da yine mide ve meyve/rızık üzerinden veririz. Her ne kadar bu
meyvenin, bâtınî manaları bulunsa da nihayetinde olay bizlere Kur’ân-ı Kerim’de
sarih manasıyla, maddi bir yeme faaliyeti üzerinden aktarılmaktadır. Buna ek
olarak Kur’ân’da bir sûre ismi olan “mâide” kelimesi, “mide” kelimesi ile aynı
kökten gelmektedir. Yine Kur’ân-ı Kerim’in son inen ve dinin tamamlandığını
belirten ayetinin1, haram-helal gıdalardan bahsetmesi ve bu ayetin, üzerine
76
1
Mâide Sûresi (5:3).
yiyecek ve içecek konmuş sofra manasına gelen Mâide sûresinin içerisine
yerleştirilmesi, nazar-ı dikkatimizi rızık,
mide ve insan üzerine çekmektedir.
Mide ve rızık kavramları üzerine bu
kadar işaretin/ayetin bulunmasından
dolayı bu kavramlar, Kur’ân-ı Kerîm’i,
Kitab-ı Kebîr veya büyük Kur’ân olarak
da isimlendirilen âlemi, zübde-i âlem
veya âlem-i asgar denilen insanı anlamaya çalışan âlimlerimizin de birçok
eserinde kendilerine yer bulmuştur.
Bedîüzzaman Said Nursî de bu âlimlerimizden birisidir. Biz de bu yazıda,
onun çeşitli risalelerinde ayrı ayrı
noktalarına değindiği rızık, mide ve
mâide kavramları üzerine bir okuma
yapma niyetindeyiz.
2
A’râf Sûresi (7:31).
F.: Serap İkiyek
lüzumu yoksa ‘Yasaktır’ der, dışarı atar. Bunun en temel sebebini Bedîüzzaman,
Bazan da, bedene menfaati olmamakla “kuvve-i zâikanın okşanması” tabiri ile
beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, ifade eder. Ağza gelen gıdanın en temel
yüzüne tükürür.” Böylece zararlı, haram/ vazifesi, şehrin efendisi olan mideye bir
yasak, gereğinden fazla gıdadan korunan hediye gibi sunularak, şehrin hayatî
şehir, karışıklıklar ve hastalıklardan ihtiyaçlarının karşılanmasıyken, kuvve-i
korunmuş, asayişi sağlanmış olur. Fakat zâika, sırf o yemekteki lezzet için zararşehri bekleyen, kapıcıya görevini unut- lı-zararsız demeden her geleni içeriye/
turup onu baştan çıkaracak, büyük bir şehre almaya başlar. Bedîüzzaman bu
tehlike vardır. Bu tehlike, yemek-içmek meseleyi peynir ve baklava üzerinden
faaliyetinin amaç hâline gelmesidir. şöyle anlatır: “İşte, bu sırra binaen, şimdi
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine
I.
“… yiyin için fakat israf etmeyin…”
ayet-i kerimesinden2 yola çıkarak,
yemeye-içmeye yönelik israfın bu ve
buna benzer birçok ayet ve hadiste
yasaklanmasının, iktisat ve kanaatin
ise emredilmesinin hikmetlerini, On
Dokuzuncu Lem’a isimli İktisat Risalesi’nde açıklar Bedîüzzaman.
Dergimizin de çıkış noktası olan
“Şehir insandır” tanımını, bu risalenin
ikinci nüktesinde “Fâtır-ı Hakîm, insanın
vücudunu mükemmel bir saray suretinde
ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış” ifadesiyle tersine çevirip “İnsan
şehirdir” benzetmesiyle, cisim ve ruh
olarak iki muhtelif nesneden yaratılan
insanın, cesedi üzerinden bir okuma
yapar. Bu insan cesedinin/şehrinin
idare noktasında efendisi ve hâkimi
midedir. Bu şehrin kapıcısı ise ağızdaki
kuvve-i zâikadır (tat alma duyusudur).
Bu kuvve-i zâikanın göreviyse, şehre
girmek isteyen; ağza gelen maddeleri
Bedîüzzaman’ın telefon ve telgraf tellerine benzettiği sinirler ve damarlar
vasıtasıyla şehrin hâkimi olan mideye
haber vermektir. Kuvve-i zâika bu
maddeyi/gıdayı, “bedene (şehre), mideye
77
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine
78
iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir
ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk
para, diğer lokma en âlâ baklavadan on
kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden,
beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset
beslemesinde yine müsavidirler. Belki,
bazan kırk paralık peynir daha iyi besler.
Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak
noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım
dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa
çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir
israf olduğu kıyas edilsin.”
Biz de meselenin biraz daha somutlaşması için bugünden şöyle bir örnek
verebiliriz: Modernitenin benimsediği
ve içerisinde yaşadığımız kapitalist
sistem, sosyal medya ile, filmlerle,
sokakta yürürken karşılaştığımız
reklam afişleriyle, her yerde karşımıza
çıkan fast-food zincirleriyle etrafımızı
adeta örümcek ağı gibi sararak kuvve-i
zâikamızı okşamakta ve bütün sermayeyi kendinde toplamak için cebimizi
ve bedenimizi, sırf yarım dakikalık
geçici bir zevk uğruna kendine sarf
ettirmektedir. Bu sistemde ihtiyacımız olmayan, şehre/bedene menfaati
olmayan şeyler ihtiyaçmış gibi gösteri-
Bu sistemde ihtiyacımız olmayan, şehre/
bedene menfaati olmayan şeyler ihtiyaçmış gibi gösterilerek; gıdaların üzeri
sahte lezzetlerle süslenerek, bir nevi
propagandayla israf, ihtiyaç ambalajında
bize sunulur.
lerek; gıdaların üzeri sahte lezzetlerle
süslenerek, bir nevi propagandayla
israf, ihtiyaç ambalajında bize sunulur.
Bedîüzzaman bu durumu kuvve-i zâikanın baştan çıkması olarak tanımlar
ve insan şehrine/cesedine verdiği zararı
şu şekilde misallendirir: “Şimdi, saray
hâkimine gelen hediye kırk para olmakla
beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş
vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. ‘Hâkim
benim’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet
verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek,
yangın çıkaracak. ‘Aman, doktor gelsin,
hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün
dedirmeye’ mecbur edecek.”
İnsanın midesindeki boşluğun/
muhtaciyetin farkında olan kapitalizm,
bu muhtaciyeti kullanarak bu ihtiyacı
birden bine çıkarıp insanı israfa, israf ise
elinde olmayana karşı hararetiyle insanı
hırsın eline teslim eder. İsraf ve hırs ise
kanaatsizlikle neticelenir. Böylelikle
insan şehrinin kapıları, zararlı-zararsız
gözetmeksizin -ihtiyaç vardır diyerekgelen her şeyi zahirî lezzetini amaç
edinerek içeriye alır. Mideyi, cesedi
karıştırır. Bedîüzzaman’ın ifadeleriyle
“iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye
tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı
hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir.
İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için
çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı
hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden
gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir,
hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
Giriş bölümünde bahsettiğimiz gibi
nasıl rızık olmadan, midemiz dolmadan
hayatî fonksiyonlarımızı yitiriyorsak,
şehrin merkezi olan mideye gelecek
maddeler noktasında da ölçülü ve titiz
davranmadığımız zaman, mideye giren
zararlı ve menfaatimiz üzerinde olan
fazla gıda da hayatî fonksiyonlarımızı
olumsuz yönde etkiliyor. Zira Bedîüzzaman’ın İktisat Risalesi’ni yazarken yola
çıktığı “… yiyin, için fakat israf etmeyin…”
ayetini İbn-i Sina tıp noktasında “İlm-i
tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği
kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten
sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa
II.
Buraya kadarki tüm anlatı rızkın,
rızıktan kaynaklı israfın ve zararlı
gıdaların insanın cesedine olan etkisi
üzerineydi. Eğer insan, sırf cesetten
ibaret bir varlık olsaydı yazımızı burada
noktalayıp, Bedîüzzaman’ın İktisat
Risalesi’nin, ikinci nüktesinde işaret
ettiği noktalarla yetinerek, bundan
sonraki hayatımızı, kuvve-i zâikamızın/tat alma duyumuzun bir kapıcı
olduğunun farkına varmış, midemizin
merkeziyetini idrâk etmiş bir şekilde,
ona giren-çıkana dikkat ederek devam
ettirirdik. Ama giriş kısmında bizi mide
üzerine düşünmeye sevk eden birçok
hadise üzerine tefekkür edememiş,
sadece, baklava da yese peynir de yese;
biraz daha rahat ya da hasta, elbet bir
gün toprak olup gidecek bir şehir/ceset
üzerine konuşup durmuş olurduk.
Biraz zamanı geriye saralım, hatta
zamanın sınırlarını da aşalım, anlatıya
cennetteki Hz. Âdem hâlimizden3 başlayalım. Hadise bize Bakara sûresinin
35. ayetinde şöyle anlatılmaktadır:
“Ve demiştik ki: ‘Ey Âdem, sen eşinle
beraber cennette yerleş, Ondan (cennetin
yiyeceklerinden), neresinden isterseniz,
ikiniz de bol bol yiyin. (Fakat) şu ağaca
yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de (nefsine)
zulmedenlerden olursunuz.’” Hz. Âdem
olarak bize bu sesleniş rızık üzerinden
yapılıyor. Önümüze üzerinden bol bol
yiyebileceğimiz, cennet sofrası/mâidesi
3
“Sem’ânî “Âdem” derken, o bu kelimeyi, temel nitelikleri tüm insanlar tarafından paylaşılan ilk ya
da aslî örneğe atıfta bulunacak şekilde anlar (Bu
kullanım, A’râf 7:11’de olduğu gibi, zaten Kur’ân’da
da vardır). Âdem’in düşüşü herkesin düşüşüdür.”
William Chittick.
kuruluyor ve bir ağaç işaret edilerek, ihtiyacımızın nesnesini bize yanlış
yalnızca onun meyvesinden yememiz göstererek aldatmıştı.
yasaklanıyor/haram kılınıyor. Peki biz
Hz. Âdem’in (as) üzerinden bizlere
ne yapıyoruz? Önümüzdeki cennet anlatılan bu kıssanın sonunda, insan
nimetlerinden bol bol yememize rağmen şehrinin midesinin dışında doymayı/
bir türlü doymuyoruz ve A’râf sûresinin tatmin olmayı bekleyen “Kalb” adında
21. ayetinde belirtildiği üzere o yasaklı bir uzvunu keşfediyoruz ki, o doymaağaçtan yemeye tenezzül ediyoruz. dan, midemiz her ne kadar cennet
Bir insan muhtaç/yoksun olmadığı, nimetleriyle doldurulursa doldurulsun
kendisinde var olan, doyumuna ulaş- doyamıyoruz, kanaat edemiyoruz. Zaten
tığı bir şeyi istemez, peşine düşmez. Ahmet Sem’ânî de dünya serüvenimizÖnümüzdeki tablo henüz cennetteyken deki rızık peşinde koşuşumuzun ve bir
bile bizim fıtrat olarak yoksun/muht-aç türlü doyamayışımızın da Hz. Âdem
bir şekilde yaratıldığımızı gösteriyor. babamızdan bize miras kaldığını şu
Tasavvuf âlimlerinden Ahmet Sem’ânî ifadelerle dile getiriyor: “Levh-i Mahde “Ravhu’l-ervâh fî şerhi esmâi’l-mâli- fuz’da, ‘Âdem, buğdayı yeme’ diye yazılı
ki’l fettah” adlı eserinde bu açlığımızı, olduğunu söylerler. Ve aynı yerde, Âdem’in
yine Bakara sûresinin 35. ayetine atıfta onu yediği de yazılıdır. ‘Gerçekten insan
bulunarak şöyle ifade ediyor: “Âdem’in çok açgözlü yaratılmıştır’ (Meâric 70:
tabiatı ihtiyaç ve iftikardan oluşturuldu ve 19). Âdem’in çocuklarının açgözlülüğü
o yoksulluğun yardımını gördü, melekler bizzat Adem’in zamanına kadar geriye
onun önünde secdeye kapanmak zorunda gider. Açgözlü ve haris olmayan insan
kaldı. Âdem saltanat ve hilafet tahtına değildir. Bir insan ne kadar yerse, daha
oturtuldu ve mukarreb melekler onun fazlasını ister. Eğer bir insan bir şey yerde,
yanına yerleştirildi. Ama onun iftikarı ‘Doydum’ derse, yalan söylüyordur. Hâlâ
(yoksulluk ve ihtiyacı) bir toz zerresi kadar (eğer midesinde yer olsa) fazlasıyla yer.”
eksilmedi. O, cennete alındı ve kendisine
İnsanın açgözlülüğü her ne kadar
şu duyuruldu: ‘Bundan böyle, orada kötü bir ifadeymiş gibi dursa da
istediğinizi bol bol yiyin’ (Bakara 2:35), aslında bizi hakikî rızkımıza götüren
sekiz cennet size aittir; istediğiniz gibi bir vasfımız oluyor. Eğer yeme içmeyle,
özgürce dolaşın.’ Ama Âdem’in fakirliği makam-mevkiyle vb. herhangi bir meyve
ile doysaydık sonunda sadece toprak
son bulmadı.”
İşte bu yoksulluğumuzun farkında olup gidecek -hiç/şey-lerle oyalanmış
olan şeytan ise vesvesesiyle bizi yasak olurduk. Ama bu tatminsizliğimiz bizi
ağacın meyvesi ile kan-dırıyor. (A’râf hakikî soframıza/mâidemize yani kalbin
7:22) Ve o ağacın meyvesi ile kan-aca- gıdasına götürüyor. Râgıb el-İsfahani,
ğımızı/kanaat edebileceğimizi/tatmin müfredat isimli lügatinde mide ile
olabileceğimizi zannederek o meyveyi aynı kökten gelen mâide kelimesinin,
yiyoruz. Fakat senaryo yine doyumsuz- Mâide sûresinin 114. ayetinde geçen Hz.
lukla sonuçlanıyor. Hz. Âdem (as) ve Hz. İsâ’nın “Ey Allah’ım! Ey bizim Rabbimiz!
Havva’nın elbiseleri çıkartılıyor ve ayıp/ Üstümüze gökten bir sofra indir ki bizim
noksan yerleri onlara gösteriliyor/fark hem öncekilerimiz hem sonrakilerimiz için
ettiriliyor. William Chittick, Tasavvuf bir bayram ve senden bir âyet (mu´cize)
adlı kitabında bu hadisenin sonunda “… olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızk verenlerin
Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain en hayırlısısın” duasındaki kullanımıolur.” (Ra’d 13:28) ayetini işaret ederek: nın, “bir görüşe göre bu ‘yiyecek isteyiniz’
“Âdem asla tatmin olmaz zira O, Allah’a anlamındadır. Bir başka görüşe göre ise,
muhtaçtır ve Allah ise sonsuzdur.” Zaten ‘İlim isteyiniz’ anlamındadır. (İlmi) ‘mâide’
şeytan da bize o meyveyi sonsuzluk/ olarak adlandırmıştır; çünkü nasıl yiyecek
ebedîlik meyvesi olarak tanımlayarak, bedenlerin gıdasıysa, ilim de kalplerin
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine
hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin
miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve
yorucu hâl, taam taam üstüne yemektir”
diye tefsir ederek midenin ve rızkın
insanın hayatının ne kadar merkezinde
olduğunu ve hayatın üzerinde ne kadar
etkili olduğunu veciz bir şekilde gözler
önüne serer.
79
Hz. Âdem’in (as) üzerinden bizlere anlatılan bu kıssanın sonunda, insan şehrinin midesinin dışında doymayı/tatmin
olmayı bekleyen “Kalb” adında bir uzvunu keşfediyoruz ki, o doymadan, midemiz her ne kadar cennet nimetleriyle
doldurulursa doldurulsun doyamıyoruz, kanaat edemiyoruz
gıdasıdır” diyerek yersel (yiyecek), göksel
(ilim) sofra olarak iki manayı da içinde
barındırdığını ifade eder.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine
III.
80
Rızık, mide, kalb ve insan üzerine
buraya kadarki okumamızı desteklemek
için biraz da İslâm’ın namazdan sonra en
önemli ibadetlerinden birisi olan oruç
üzerinde durmamız gerekiyor sanırım.
İmsak vakti ile başlayan bu ibadette,
akşam ezanına kadar, normalde helal
sayılan yiyecekler dahi bizlere haram/
yasak kılınıyor. Yani akşam vaktine
kadar bütün yiyecek ve içecekler bir
nevi cennetteki yasak ağacımız oluyor.
Ama akşam ezanıyla birlikte, istediğimiz
yiyecekten bol bol yiyebiliyoruz.
Açıkça anlaşılıyor ki mevzu yemek-içmekle doğrudan alakalı değil. Bedîüzzaman, Ramazan Risalesi’nin 5. nüktesinde
bu oruç ibadetinin hikmetlerinden
birisini, midemizdeki muhtaciyet
üzerinden şöyle anlatır: “Nefs-i insaniye
gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki
hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez.
Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve
musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk
bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret
olduğunu düşünmez… İşte, Ramazan-ı
Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere,
zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor.
Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor;
MİDESİNDEKİ İHTİYACINI anlar. Zayıf
vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor.
Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç
olduğunu derk eder. Nefsin Firavunluğunu
bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı
İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve
bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını
çalmaya hazırlanır…”
I. bölümde bahsettiğimiz, kuvve-i
zâikanın baştan çıkmasıyla, asıl ihtiyaç
nesnesini şaşırmasının; II. bölümde Hz.
Âdem’in yine muhtaciyetini giderecek/ bir şehirdir, onun hemen ardından
kendini doyuracak sofrada isabet mide dairesi gelir ve insan şehri artık
edemeyip yasaklı ağacın meyvesinden “Medine” ismini alır. (Medine derken,
yemesinin, Bedîüzzaman’ın işaret ettiği coğrafî bir konumdan ziyade Peygamber
“gafletten” kaynaklandığını görüyoruz Efendimiz’in (asm) kuruduğu şehri
ki zaten, Tâhâ sûresinin 115. ayetinde kastediyoruz.) O’nun (asm) Medine’side “And olsun ki daha önce biz, Âdem’e nin merkezinde ilk inşa ettirdiği daire,
(cennetteki ağacın meyvesinden yeme Kâbe’yi temsil eden mescid vardır. Burası
diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz insanda göksel sofranın mahalli olan
onda bir kararlılık bulamadık.” denilerek kalbi temsil eder. Zira Kâbe’nin diğer
cennette gerçekleşen ilk sürçmenin bir ismi de Beytullah’tır. Ev anlamına
göksel gıdasızlıktan/ilâhî emri unut- gelen “Beyt”4 kelimesi tasavvufta aynı
maktan kaynaklandığına işaret edili- zamanda “kalb” için de kullanılır. Zira
yor. İnsan, gafletle ihtiyaç nesnesini bir kutsî hadiste de “Ben yere göğe sığşaşırıyor. İşte Bedîüzzaman’ın bir üst madım, mümin kulumun kalbine sığdım”
pasajdaki ifadeleriyle midemizin rızka ifadesiyle kalb, Beytullah olarak vasıfmuhtaç yaratılmasının bir hikmeti landırılır. Mescitten sonra Suffa kurulur
ortaya çıkmış oluyor: oruç ile ortaya fakat medreseyi temsil eden bu kurum
çıkan midemizdeki muhtaciyet, gaflet mescidin içerisinde yer alır (ki ilmin
anlarımızda kulağımıza eğilip bize yerinin kalb olduğunu vurgulamıştık).
hakikî gıdamız olan göksel sofrayı Bu nedenle inşa edilen ikinci daire,
arzuladığını fısıldıyor ve böylece bir insanda yersel sofranın mahalli olan
şükr-ü manevî’nin doğmasına vesile olan mideyi temsil eden çarşıdır diyebiliriz.
rahmet ve şefkat sofrasına oturuyoruz. Bir yerin şehir olabilmesi için gerekli
Akşama kadar oruç vasıtasıyla devam olan adalet/hukuk ise, (insanda ahlâkı
eden muhtaciyet hatırlatması ile kalb, temsil eder) medine vesikası olarak inşa
rahmet ve şefkatten neşet eden şükür edilen dairelerden birisi olur.
ile gıdalanınca mide de iftar sofrasına/
Fakat şehrin medine olarak kalabilyersel sofraya oturup doyarak kalkıyor. mesi için kalbin/Kâbe’nin/mescidin
Böylece I. bölümde Bedîüzzaman’ın etrafında dönmelidir. Yani önce göksel
İktisat Risalesi’nin ikinci nüktesinde sofradan rızkını alarak mutmainliğin/
tarifini ettiği insan şehri, kalbin keşfiyle, muhtaciyetin kaynağında isabet edilsin
On Birinci Şuâ adlı Meyve Risalesi’nde ki çarşısında/midesinde haram ağadairesel bir şekilde yeni bir görünüm cına, hile ağacına, faiz ağacına, israf
kazanıyor: “Birbiri içinde mütedâhil ağacına yaklaşılmasın. İnsan şehri ve
dâireler gibi, her insanın kalb ve mide Medine arasında çekirdek bir şehir
dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, olan aile kurumunda da durum aynen
mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve geçerlidir. Aile’nin midesi mâidedir/
memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i sofrasıdır. Sofrası olmadan yaşamını
beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya devam ettiremez. Bu sofraya da haram,
dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. faiz, zararlı gıda ve israfın girmemesi
Her bir dairede, her bir insanın bir nevi
vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede
4 Sözlükte “ev” anlamına gelen beyt tasavvufta mecazi
en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife
olarak “kalp” mânâsında kullanılır. Sûfîlere göre dış
var.” İnsan şehri artık kalb merkezli
dünyadaki Kâbe ve arş gibi insanın mânevî âlemindeki
kalp de “Beytullah”tır. (TDV, İslâm Ansiklopedisi)
SONUÇ YERİNE,
İnsanın açgözlülüğü her ne kadar
kötü bir ifadeymiş gibi dursa da
aslında bizi hakikî rızkımıza götüren
bir vasfımız oluyor. Eğer yeme içmeyle,
makam-mevkiyle vb. herhangi bir
meyve ile doysaydık sonunda sadece
toprak olup gidecek -hiç/şey-lerle oyalanmış olurduk. Ama bu tatminsizliğimiz
bizi hakikî soframıza/mâidemize yani
kalbin gıdasına götürüyor.
Tam burada haram lokma yemekle
ilgili yapılan nasihatler de daha anlamlı
bir hâle geliyor. Mesela “Haram yemek
kalbi öldürür, helal yemek ise ihyâ eder.
Lokma var seni dünya ile, lokma var
seni ahiret ile meşgul eder. Lokma var
seni Hâlık-ı Teâla’ya rağbet ettirir.” der
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri. Haram
lokmaya meyl muhtaciyetin nesnesini
şaşırması ile gerçekleşiyor. İrfanî geleneğimizde de bir kişinin kapasitesini aştığı zâika da taamlar adedince mizancıklarla
hâlde, daha fazlasına hırs gösterdiği nimet-i İlâhiyenin envâını (çeşitlerini)
zamanlarda kullanılan “gözün doysun” tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî
deyimi de sanırım tüm anlatımızı hülâsa suretinde cesede, mideye haber vermektir.
ediyor. Göz irfanî gelenekte kalb gözü İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî
manasında kullanılır, “göz değil kalp cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla
dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde
görür” denilir.
Kalbi önceleyen insan midesi, aile hükmü var, makamı var. İsraf etmemek
mâidesi, şehrin Medine’si (çarşısı) bilir şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine
ki rızık ağaçtan değil, Allah’tan gelir. getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip
Gözü/kalbi doyan/tatmin olan artık tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet
haram gıda, fâiz, hile gibi herhangi bir ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla,
ağaca tenezzül etmez. Böylece “Ayakları lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı
yere basan insan, yönünü bulmak için gök- taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için
yüzüne bakar, metafizik açıdan yukarının leziz taamları tercih edebilir.” Genelde
ahengi, aşağının düzenini belirler. Göklerin bizler insanı anlamak için kalb, akıl,
nizamı, yerin istikâmetini belirler.” 5 İnsa- ilim gibi kavramlar üzerine konuşurken,
nın göksel sofranın farkına varması ve mide ile ilgili bu kadar çok meselenin
gafletinin dağılmasından sonra Bedîüz- ortaya çıkması gösteriyor ki en az bu
zaman da İktisat Risalesi’nin üçüncü kavramlar kadar mide hakkında da
nüktesinde, I. bölümde kapıcı olarak düşünülmesi gerekiyor. Çünkü anlıisimlendirdiği kuvve-i zâikanın görevini yoruz ki bir atasözünde denildiği gibi
de medineleşen bu insan şehrine göre “Erkeğin (biz insan diyelim) kalbine
yeniden tanımlar: “Sabık İkinci Nüktede, giden yol midesinden geçer.”
Bu neticeyle artık “Nerelisin?”,
‘Kuvve-i zâika kapıcıdır’ dedik. Evet, ehl-i
“Kimsin?”
sorularına cevap vermek için
gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür
nüfus
cüzdanına
değil midemize bakmesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir
mamız
gerektiğini
anlıyoruz. Midemiz
kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı
6
bize
Medine
mi?/Me-denî
mi olduiçin isrâfâta ve bir dereceden on derece
ğumuzu
gösterecektir.
Bu
mevzuyu
fiyata çıkmamak gerektir. Fakat, hakikî
ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i daha iyi idrâk edebilmemiz için gelin
kalbin kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere kıssa olarak
matbahlarına (mutfaklarına) bir nâzır ve aktarılan Ashab-ı Kehf/Yedi Uyurlar
bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i sofrasına/mâidesine misafir olalım.
6
5
İbrahim Kalın, Açık Ufuk, İnsan Yayınları.
Denî: alçak, aşağı. Dünya, kelimesi ile aynı kökten
gelir.
Roma’nın Hristiyanlığı resmen kabul
ettiği ama onu olduğu gibi kabul etmek
yerine yeniden belirlediği MS 330’lu
yıllarda Yedi Uyurlar uykularından
uyandırılır. “Korkusuzca ve heyecanla
beklenen ve müjdelenen Ahmed’in zuhur
ettiğini ve göksel mâidenin kente indiğini,
kendilerinin de o mâideden nasiplerini
almaları gerektiğini düşünerek kente
gidecekler. Kentin kimliğini kentin sofraları belirler. Kentin kaçtıkları kent olup
olmadığını temiz ve helal gıdaya ulaşıp
ulaşmamakla ölçecekler. Buradaki gıda
maddi yiyecekler olduğu kadar (domuzun yasak olması) ilâhî gıdanın, göksel
sofranın bu kentte helal (geçerli) olup
olmadığı ile ölçülür. Kentliler onların
parasını, giyimini ve domuz karışmamış,
temiz ve helal yiyecek arayışlarını görünce
şaşırırlar. Gençler kentlilerin kendilerine
yadırgayarak bakmalarından hareketle
henüz Müjde’nin mesajının bu kente
ulaşmadığını, yaşanmakta olanın bir
fecri kazib olduğunu, henüz fecri sadık’ın
gelmediğini anlarlar ve tekrar kehflerine
sığınıp uykularına yeniden dönerler.”7
İnsanın midesine, ailenin mâidesine
(midesine), şehrin çarşısına (midesine)
bakalım acaba Müjde’nin mesajı bu
şehirlere ulaşmış mı?
▪
KAYNAKLAR
▪ Bedîüzzaman Said Nursî (2015). Risale-i Nur
Külliyatı’ndan Lem’alar, Mektubat, Şuâlar.
RNK Neşriyat, İstanbul.
▪ William Chittick (2020). Tasavvuf, İz Yayıncılık,
İstanbul.
▪ Hasan Basri Çantay (2019). Kur’ân-ı Hakîm
ve Meâl-i Kerîm, Risale, İstanbul.
7
Karşı Kent: Kehf (Mazlum İnsan’ın Şehri), Yusuf
Yerli.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine
içinde yine ailecek önce göksel sofra
etrafında oturulmalıdır.
81
Artun Ünsal
Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik
Türklerde Sofra
Siyaset ve
Simgesellik
82
ARTUN ÜNSAL
T
oy ritüel bir iktidar sofrasıdır. orta asya
siyasasında, sırayla ya da birlikte egemen
olan Hun, Türk-Moğol dünyasında, “toyilan” ya da “aş”
olarak da bilinen şölen geleneğinde, “budun”u oluşturan
boyların önderleri bir araya gelerek ülkelerini ilgilendiren
önemli konuları ele alırlardı. Söz konusu toylar, egemen
kişinin toplumsal ve siyasal bir yükümlülüğü yerine getirmesinin yanı sıra, budun aidiyeti ve boylar arası birlikteliği
güçlendirmeye yönelik bir toplumsal dayanışma platformu
sağlıyordu. Toylar özellikle, soylu, cömert kağan ve ailesinin gücünü ve görkemini de simgesel olarak ortaya koyan
kutlamalardı.
Ne var ki, bu toylardaki oturma düzeni ve yemek paylaşımlarının hiyerarşik özellikleri bizi, öncekilerden daha
da önemli simgesel boyutlara taşır. Zira toy düzeni, hem
ziyafeti verenin hem de konuklarının mevki, derece ve
toplumsal statülerinin karşılıklı olarak tanınması ve/veya
taşır. Bunu da yadırgamamak gerekir... Hele böyle bir ziyafete çağrılmamış, dışlanmış bir bey iseniz, biliniz ki artık
ziyafet sahibi size eskisi kadar önem vermiyor. Bu yüzden
doğabilecek düşmanlık hissi bir gün aralarında savaşıp kozlarını paylaşmaya kadar gidebilir. İlk kez kağana daha yakın
oturtulan bir mevki sahibi için bu bir toplumsal yükseliş
anlamına gelecektir. Kağanın, bir beyi yakın çemberinden
daha uzak çembere itmesi, belki de hiç davet etmemesi
veya tam tersi, özellikle onurlandırması gibi tercihler de;
iktidar sahibi ile konukları arasındaki karşılıklı ilişkilerin
son durumuna ilişkin, hem “yapısal” hem de “kanıtlayıcı”
bir edimi simgelemektedir.
OĞUZ SÖYLENCELERİNDE TOYLAR
Hayvancılık ve sürekli savaş ve talan ekonomisi ile yaşayan
ve gerilerinde çok az yazılı kaynak bırakan erken Orta Asya
konar-göçer boylarının hiyerarşik bey sofraları konusunda
kuşaktan kuşağa aktarılan efsaneler aracılığıyla en azından
fikir sahibi olabiliriz. Zira bir toplumun mitosları (söylenceleri) ve kozmolojik inanç sistemleri, var olan düzende
toplumsal yaşam kilidinin simgesel anahtarlarını da sunar.
Bu bağlamda, örneğin, Batı Orta Asya’daki Türk boylarının
merkeziyetçi bir yönetim altında bir araya gelişinin mitolojik anlatısı Oğuz Destanı’nda, gerçek yaşamın ipuçlarını
bulabiliriz. Bu manzum destanda Oğuz Han’ın Türklerin
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik
yeniden onaylanmasını simgesel olarak açığa vurur. Toy
konuklarının “şerefli oturak” ya da başköşede el üstünde
tutulması kadar, kimilerinin uzak bir köşeye itilmeleri,
önemsizleştirilip dışlanmalarını da görünür hale getirilir.
Siyasal iktidarı elinde bulunduran kağan, konuklarına
yemek ikramında bulunurken aynı zamanda bu kişilere
otoritesini göstermek ister. Kağan “vericidir”; oysa onun
sunduğu yemeği paylaşmak için oturan “alıcı” boy beyleri
(görünürde bireyler, aslında boylarını oluşturan aile köklerinin temsilcileri) kimlikleriyle, sadece önlerine gelen et
parçalarını tüketmezler. Aynı zamanda, simgesel açıdan,
mevcut sosyal statülerini ve siyasal mevkilerini ve bunun
boyları için içerdiği sosyal, hukuksal ve ekonomik hakları
iktidarın yeniden-bölüştürücü sofrasında onlara düşeni kabul
ederler. Bu kabulle birlikte, kağanın otoritesini meşrulaştırır
ve/veya yeniden üretirler ve barışta da savaşta da onunla
birlikte olacakları, ona itaat edecekleri mesajını verirler.
Bu yüzden, yiyecek paylaşımı sadece “birliktelik”, “dayanışma”, “antlaşma”, “barışıklık”, “aidiyet” gibi toplumsal
erdemleri ifade etmekle sınırlı kalmaz. Toy sofrasının
toplumsal dinamiğinde, paylaşanlar arasında “benzerlikler”
kadar, “farklılıklar” da vurgulanır. Bu sofraya çağrılmayan
ya da artık çağrılmayanları, simgesel olarak dışlar ve bir
biçimde, “yabancılaştırır.” Bu nedenle “ötekileştirilen”
gruplara karşı bir ayrıştırma ve hasımlaştırma potansiyeli
83
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik
84
Büyük Kağan’ı olması geleneksel bir toyla kutlanıyordu.
Uygurca kayda alınmış bu efsanenin günümüz Türkçesine
çevirisinde bu Oğuz toyu şöyle anlatılıyor:
“Emir verdi Oğuz Han, kendinin iç iline;/ Toplandı halk
sözleşti, koştu onun eline./ Oğuz kırk masa ile sıra dizdirmiş idi,/ Türlü şaraplar ile aşlar pişirtmiş idi./ Halk oturdu
sofraya, ne kımızlar içtiler,/ Ne şaraplar içildi, ne tatlılar
yediler!/ Toy bitince Oğuz Han verdi şu buyruğunu:/ Ey
benim beğlerimle ilimin ey budunu!/ Sizlerin başınıza,
ben oldum artık kağan,/ Elimizden düşmesin, ne yayımız
ne kalkan! [... ] Demir kargılar ile olsun ilimiz orman!/ Av
yerlerimiz dolsun vahşi at ile kulan [yaban eşeği]./ Yurdum
ırmaklarla denizler ile dolsun./ Gökteki güneş ise yurdun
Bayrağı olsun, / İlimizin çadırı, yukarıdaki gök olsun,/
Dünya devletim olsun, halkımız da çok olsun! [... ] Bana
itaat etmek, sizlerden dileğimdir,/ Benim ağzıma bakıp,
durmanızdır isteğimdir!/ Bana kim baş eğerse, alırım
hediyesin,/ Dost tutarım onu ben, her zaman bana gelsin!”
Oğuz Han’ın tahta çıkışını kutlamak için düzenlediği bu
toy gibi ölmeden önce düzenlediği veda toyu da,1 cömert
kağanın yöneticilerine ve halkına sunduğu mitik toyları
öykülemekten öte, simgesel olarak Oğuz kavminin kuşak-
1
17. yüzyılda eski Türklerin efsanelerini derleyen Ebulgazi Bahadır Han ise,
Türkmenlerin Soyağacı’nda Oğuz Han’ın bu kez ölmeden önce düzenlediği
ve ülkesini oğulları arasında bölüştürdüğü son toyu şöyle aktarıyor: “Dokuz
bin koyun ve dokuz yüz yılkı [at] öldürttü. Derilerinden doksan dokuz havuz
yaptırıp dokuzuna rakı, doksanına kımız doldurttu. Bütün maiyetini çağırıp
getirtti. Altı oğluna çok nasihatler edip beylere öğretip yurtlar, şehirler, iller
ve nimetler verdi.” Bu söylencedeki dokuz rakamındaki simgesellik de dikkat
çekiyor: “Tokkuz” (dokuz) Türklerin kutsal rakamlarından biridir. Nitekim
en eski Oğuz boylarının sayısı dokuzdur: “Dokuz Oğuzlar” (Dokuz Oklar)
Altay Türkleri ve Şamanları omuzlarında dokuz ok ve yay taşırlardı.
lardan kuşaklara soyağacının kökenini, kuruluş ve budunu
beyleri arasında paylaştırma söylencesini sunmaktaydı.
Toy, herkese açık bir “sofra” değildi.2 Bununla birlikte,
kağan ailesine bağlı bir boy beyinin oğlu olarak görece
düşük statüde bir aileden gelse de, sadakat yeminiyle
bağlandığı kağanın hizmetinde bir “nöker”, onurlu, cesur
ve kahraman bir asker (alp) ve komutan kimliğiyle, toya
oturan büyük beyler arasında yer alabilirdi. Bu da zaten,
onun bu toplulukça “içre” kabul edilip, saygı gördüğünü
simgesel olarak kanıtlardı.3 Sözgelimi, soylu ya da cesur bir
kahraman olabilirsiniz; ancak, evli olup da hâlâ oğlunuz
ya da kızınız yoksa daha az saygınlığa sahipsinizdir. Çünkü
sülaleyi devam ettirecek bir çocuk sahibi olmamak, Orta
Asya Türklerinde hem tanrı hem de toplumun lanetini,
ilencini (bedduasını) çekerdi. Bu da, sofradaki konumunuzu
etkilerdi. Dede Korkut Kitabı’nda örneğin, Bayındır Han’ın
verdiği bir şölende oğlu olan beyleri ile kızı olanları ve hiç
çocuğu olmayanları, toplumsal önemlerine göre, farklı
çadırlarda oturtup farklı yemekler yedirdiği anlatılır. O
sıralarda hâlâ çocuksuz olan Dirse Han, Bayındır Han’ın
toyuna gelir:
“Bayundur Han’un yiğitleri Dirse Hanu karşuladılar.
Getürüp kara otağa kondurdular. Kara kiçe altına döşediler.
Kara koyun yahnısından önine getirdiler. Bayındır Han’dan
buyruk böyledür hanum dediler. Dirse Han aydur [sorar]:
Bayındır Han benüm ne eksikligüm gördi, kılıcımdan mı
gördi, soframdan mı gördi, benden alçak kişileri ağ [ak]
otağa kızıl otağa kondurdı, benüm suçum ne oldı-kim kara
otağa kondurdı didi. Ayıtdılar [yanıtladılar]: Hanum, bugün
Bayındır Han’dan buyruk şöyledür kim oğlu kızı olmayanı
Tanrı Ta’ala kargayuptur [lanetler, ilençler] biz dahi karganız
[lanetleriz] dimişdür didiler.” Bunun üzerine, kendini alçalanmış hisseden Dirse Han, yerinden kalkar ve “bu karayıb
[lanet] bana ya bendendür ya da hatundandır” diyerek, toyu
terk eder. Evine döndüğünde “selvi boylu” eşine olanları
anlatır: “Oğlu kızı olmıyanı kara otağa kondurun, kara kiçe
altına döşen, kara koyun yahnısından önine getirün. Yir ise
yisün, yimez ise tursun gitsin dediler.”
Düşük konum, sıradanlık ifade eden “kara” sözcüğü otağ,
keçe ve yahniyi de nitelendirdiği gibi, Dirse Han, çocuğu
olmadığı için Bayındır Han’ın “ak” çadırından dışlanmıştı.
2
3
Ama istisnalar vardı: Örneğin, Kırgızların yaratılış söylencesi Manas Destanı’nda Hükümdar Manas, kendine baş eğen kabilelerin şefleriyle yemek yer,
köleleriyle aynı sofraya otururdu. Gelgelelim, söylenceye göre, bu “kara başlı
halklar”, hükümdarın “yakın duruş”undan yararlanarak onu zehirlemeye
teşebbüs ederler, hatta öldüremeseler bile, yaraladıkları olurdu. (Ögel 1993,
Cilt I: 497,518)
Hunlarda da örneğin, soylu bir aileden gelmeyen, ancak savaşlarda gösterdikleri kahramanlıklar nedeniyle ünlenen kimi savaşçılar da (bagatur, bahadır)
soylular arasına kabul edilir, onlar ve onların aile üyelerinin toplumsal
statüsü yükselirdi. (Vaczy: 6566)
0) Gün Hanla veziri Irkıl-Hoca; 1) Kay ve Bayat, *Sorki; 2) Alka-Evli ve Kara-Evli, *Lale; 3) Yazır ve Yasır, *Komi, 4) Dodurga ve
Döker, *Merdeşöy 5) Avşar ve Kızık, Turumcu, 6) Bekder ve Karkın, *Karaçık 7) Bayandır ve Becne, *Kazığurt; 8) Çavuldur ve
Çepni, *Kanlı, 9) Salur ve İmur, *Kalaç; 10) Alayuntlu ve Ürker, *Teken. I11) İğdır ve Böğdüz, *Karlık; 12) Ava, ve Kınık, *Kıpçak.
Oğuz Han destanı bizi sadece toyun ritüeli ve simgeseli
konusunda bilgilendirmemektedir. Aynı zamanda, Oğuzların
kozmogonisini, yani içinde yaşadıkları evrenin yaratılış ve
gelişimine ilişkin mitik inançlarını da içermektedir.
Toy öncesi hazırlıklardan başlıyabiliriz: Kırk kulaçlık direk,
aslında “Altın Kazuk”u, yani Kutup Yıldızı’nı simgeliyordu.
Bu direk, dünyayı birleştiren ve ayakta tutan Kozmik Ağacı
simgeliyordu. Dünya Dağı veya kutsal tapınak olarak da
değerlendirilmelidir. Kuzey (Kutup) Yıldızı’nın çevresinde
dolaşan takım yıldızlar gibi, mitik toyda Oğuzlar, yeryüzünde
Tengri’nin temsilcisi olan hanın çevresine sıralanmış on
iki çadırdaki boy beyleri tarafından temsil ediliyorlardı.
Abdülkadir İnan, söylentilere göre Oğuz boyları arasında
mevcut orun (mevki) sıralamasını ve oturuş düzenini şöyle
canlandırıyor:
Gün (Kün) Han’ın küçük kardeşlerini ve oğullarını mevKİM NEREDE OTURUYOR, NE
kilerine (orun) göre, kurulmuş çadırlarda oturtması ve her
YİYOR: ORUN VE ÜLÜŞ
birine düşen paylarını (ülüş) önlerine koymasını izleyelim:
Devlet kurucu Oğuz Han ikinci Büyük Kurultay’ı topladığı
“Altın çadırın başköşesinde [tör] Kün Han oturdu. Halkın
veda toyunda konuklarını büyük bir ziyafetle ağırlarken bütün iyileri ittifak ederek [İl ileri gelenlerinin hepsi],
mevkisine (orun) göre “kimin nerede oturtulduğu” ve payına koyunun başını, arkasını, kuyruklu sağrısını ve bağrını,
(ülüş) göre “neler yediği” daha da önem kazanıyordu. Uygu- sırtının (uca) üzerinde koyup, Kün Han’ın önüne koydular.
lanan sağlı sollu oturma düzeni, devletin hiyerarşik yapısını ‘Her kim Han olursa, payı bu olsun’ dediler.4
imgesel bir biçimde ortaya koyarken, konuklara etlerin en
“Irkıl Hoca, kapının iç eşiğinde oturdu. Koyunun göğsünü
değerli parçalarından daha az değerlisine sofradaki yerle- [töş] onun önüne koydular. ‘Kim vezir olursa onun payı da
rine göre ikramı da, ölümünden sonra devlet yönetimini bu olsun’ dediler.”
devralacak oğulları ve öteki Oğuz beylerinin budun içinde
“Sağ koldaki ilk çadırda Kün Han’ın büyük oğlu Kayı’yı
hangi görev ve mevkileri üstleneceklerinin işaretiydi:
oturttular. ‘Kayı’ya [koyunun] sağ aşıklı [arka bacak]
“Kırk kulaçlık bir direk, sağa dikip sağladı,/ Direğin kemiğini, pay verdiler. ‘Bayat’ bu eti doğradı; ‘Sorki’ [Sorhı]
üzerine, altın bir tavuk koyup,/ Direğin altına da bir ak atlarını tutdu [baktı]. İkinci çadırda ‘Alka evli’yi oturttular.
koyun bağladı./ Kırk kulaç, bir direk de, sola dikip solladı,/
Direğin üzerine, gümüş bir tavuk koyup,/ Direğin altına 4 Koyunun başı ve sağrısı halkının başı olan kağana sunulduğunda, kağan
mantıken hayvanın en üstteki kısımlarını alır, yere daha yakın değen parda, kara koyun bağladı/ Sağ yanında Bozoklar, sol yanında
çaları toplumsal hiyerarşide daha az önemli sayılan kişilere ayrılır. Örneğin,
da Üçok,/ Oturup eğlendiler, kırk gün kırk geceden çok./
koyunun beyni, en değerli parçalardan biridir. Kaşgarlı Mahmud, Lugat’inde
Yediler hem içtiler, erip muradlarına,/ Oğuz böldü yurdunu,
“Er menğiledi” der. Anlamı “Adam beyin yedi.” Kaşgarlı’ya göre, “Vücutta en
değerli yer dimağdır; kendisi için koyun kesilerek o koyunun beyni sunulan
verdi evlatlarına.”
kişi, hatırı sayılır kişidir.” (Kaşgarlı, Atalay çevirisi, Cilt III: 405)
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik
Ama, bir çocuk sahibi olduğunda, saygınlığına yeniden
kavuşacaktı. Dirse Han’ın oturtulduğu kara çadır önüne
“kara yahni” konması, yemek yenirken aslında sosyo-kültürel ve “ak” çadıra uzaklığı ile de siyasal anlam ve simgeler
tüketildiğini açığa vuruyordu.
Tüm bu örnekler bize aynı zamanda, bozkır insanlarının
yaşam süreçlerinde geçişlerin, sosyal eşik atlamaların, yoğ
ritüelinde görüldüğü gibi, ne denli önemli olduğunu ortaya
koyuyor. Toy sofrasında saygın bir yere sahip olmak için,
sadece soylu bir aileden gelmek yetmiyor. Ayrıca savaşta
yararlılık göstermek, düşman öldürmüş olmak, sıradan
bir savaşçı değil bahadır olmak gerekiyor. Dahası evli ve
çocuklu olmak da önemliydi. Ve nihayet, soylu olmayan bir
alp de, beyinin hizmetinde savaşçılığı ile öne çıkarsa o da
“aile”ye dahil ediliyor, o da artık soylu sayılıyordu.
85
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik
Toyun sofra düzeni, protokolü, ortaya konan et konuklara
pay edilirken gözetilen simgesel ayrım, konuk kişilerin
toplumsal hiyerarşideki yerlerine işaret etmenin dışında;
Orta Asya fiziksel coğrafyasında siyasal egemenlik alanının
paylaşımını, başka bir deyişle, doğal kaynaklara erişim,
üretim ve üretim ilişkileri bazında yaşamsal önemi olan
paylaşımların da boyutlarını ilan ediyordu.
86
Ona sağ karı iligi [sağ ön bacak kemiği] pay olarak verdiler:
‘Karaevli’ bunu doğradı. ‘Lala’ onların atlarını tuttu. Üçüncü
çadırda Ay Han’ın büyük oğlu ‘Yazırı’ oturttular. Ona sağ
yan başını [sağ kalça kemiği] verdiler. ‘Yapar’ [Yasır] bunu
doğradı. ‘Kumçı’ [Kumı] atlarını tuttu. Dördüncü çadırda
‘Dodurga’yı oturttular. [Koyunun] sağ umacasını [kuyruk
sokumu kemiği] pay olarak verdiler. ‘Döger’ bunu doğradı,
‘Murdeşuy’ atlarını tuttu. Beşinci çadırda Yıldız [Yulduz] Han’ın
büyük oğlu ‘Avşar’ı oturttular. Sağ uyluğu [but kemiği] pay
verdiler. ‘Kızık’ bunu doğradı. ‘Turumçı’ [Torumçı] atlarını
tuttu. Altıncı çadırda ‘Begdili’ni oturttular. Sağ yağrını
[kürek kemiği] pay olarak verdiler. ‘Karkın’ bunu doğradı.
‘Karaçık’ atlarını tuttu.”
“Sol yandaki en ön çadırda ‘Kök [Gök] Han’ın büyük
oğlu ‘Bayındır’ı oturttular. Ona sol uyluğu [but kemiği]
pay verdiler. ‘Beçene’ onu doğradı. ‘Kazgurt’ atlarını tuttu.
İkinci çadırda ‘Çavuldur’u oturttular. Sol yan tarafı [sol
kalça kemiği] verdiler. ‘Çepni’ onu doğradı. ‘Kanklı’ atlarını tuttu. Üçüncü çadırda ‘Tağ [Dağ] Han’ın büyük oğlu
‘Salur’u oturttular. Sol aşık kemikli iligi [sol arka ayak] pay
olarak verdiler. ‘Eymür’ onu doğradı. ‘Kalaç’ atlarını tuttu.
Dördüncü çadırda ‘Ala Yuntlı’yı oturttular. Sol kuyruk
kemiğini pay verdiler. ‘Üregir’ bunu doğradı. Tiken [Teke,
Teken] atlarını tuttu. Beşinci çadırda Tenggiz [Deniz)) Han’ın
büyük oğlu ‘İgdir’i oturttular. Sol karı iligi [ayak kemiği]
verdiler. ‘Bügdüz [Böğdüz] onu doğradı. ‘Karluk atlarını
tuttu. Altıncı çadırda Yıva’yı [Ava] oturttular. Sol yağrını
[kürek kemiği] pay olarak verdiler. ‘Kanık’ bunu doğradı.
‘Kıpçak’ atlarını tuttu.”
Siyasal bir ritüel özelliklerini taşıyan bu mitik kurultay
ziyafetinde, boylar arasındaki hiyerarşi, dolayısıyla iktidar
dağılımı, simgesel bir biçimde ortaya konuyordu. Gün Han
ve beş kardeşinin her birinin soylu asıl hanımlarından
dörder, toplamda yirmi dört oğlu vardı. Ama Oğuz Han’ın
bu yirmi dört torunu arasında en büyükleri ve kimi zaman
daha küçük kardeşleri de çadırlarda et yiyorlar, kimi ise
et doğruyordu.
Atlara bakanlar ise Oğuz Han’ın kumalarından peydahladığı “yanaşmalar”dı. Gün Han’ın sağındaki en itibarlı birinci
çadırda et yiyen en büyük oğlu Kayı, eti doğrayan Bayat onun
kardeşi, atlara bakan Sorhi ise yanaşmaydı. İkinci çadırda
oturan Alkaevli, Gün Han’ın üçüncü, eti doğrayan Karaevli
ise en küçük oğluydu. Atları tutan Lala da, Ebulgazi’ye göre,
yine Oğuz Han’ın kumalarından birinden doğmaydı.
Oturma düzeni ve paylaşımın niteliği “kürke” yani
mevkiye göre değişiyordu, çünkü budunun “töre”si bunu
öngörüyordu. Merkezdeki Gün Han’ın Kayı boyu “et yiyen”,
Oğuz kökenli olmasına karşın, ona tabi sayılan Bayat boyu
“et doğrayan”, Oğuz Han’ın kumasından doğduğu için soylu
Oğuz sayılmayan, ancak ona bağlı Sorkı boyu da “atları
tutan” seyisler olarak, farklı ve eşitsiz konumdaydılar. Bu
sıralama aşağı doğru aynı üçlü ayrımla devam ediyor, “et
yiyen”, “doğrayan” ve “atlara bakanların” her biri aslında
Oğuz düzenindeki boylar arası hiyerarşiyi simgeliyordu.
0ğuz’un yirmi dört torunu her ikisi on iki çadırda oturtularak
on iki bölük oluyorlardı. Bu on iki bölükten doğanlar, “Bir
şeyin yüzü arkasından iyi olduğu için halkın ve devletin
yüzüne dönüktür” anlamıyla, “yüzlük” olarak nitelendiriliyordu. Oğuz Han’ın ad koyduğu ya da kumalarından
doğan torunları, kapıda duran ya da at tutan olarak da yirmi
dört kişiydi. Bunlar da daha alçak konumdaki oymakları
temsil ediyorlardı.
Mitolojik kökenli olsa da, “oturan”, “et doğrayan” ve
“atlara bakan” ayrımı, Oğuzların gerçek yaşamlarındaki katı
hiyerarşik düzenini yansıtan bir kültürel aynadır: Soylu
konukların çadırları, merkezdeki hükümdar çadırının sağında
ve solunda ve her birinin mevkiine göre sıralanmış, ikram
edilen kızartılmış bir koyunun kemikli et parçaları da aynı
hiyerarşi uyarınca belirlenmiş ve tüketilmişti. Böylelikle,
kurultaya katılanlar arasındaki siyasal konsensüs, sofra
düzenine de yansıtılmış, boylar arasındaki güç dengelerine
göre ileride değişme potansiyeli taşısa da, o anki iktidar
paylaşımını simgesel olarak yeniden üretmişti.
Oğuzların atası Oğuz Han’ın Oğuz boyları arasında hiyerarşik önem ve saygınlığın öne çıkarıldığı, iktidarın paylaştırıldığı mitik toy gibi, siyasal bir ritüel pratiği olarak toyun
ve han ve beylerin ritüel kurultay şölenlerinin, bu dünyaya
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik
yönelik siyasal simgesellikler taşıdığı, bir bakıma kurulu paylaşımların da boyutlarını ilan ediyordu. Toyda olduğu
düzeni yeniden ürettiği açıktır. “Mit ve onu somutlaştıran gibi, ülkesinin ekonomik kaynak ve zenginliklerinden
ritüelin” sadece grup yaşamına anlam kazandırmadığı, “aslan payı”nı alan hükümdarın düzenlediği boylar genel
aynı zamanda “sosyal ilişkileri düzenlediği ve toplumsal kurulunda, onunla birlik olan beyler ve boylarının her
tabakalaşmayı koruduğu veya yeniden ürettiği” saptaması, birinin ülüşü, onlara gündelik yaşamlarında tanınan siyaOrta Asya toplumları için de geçerlidir: Mitik Oğuz Han sal, hukuksal ve ekonomik hak ve çıkarları yansıtıyordu:
ziyafetinin simgesel ritüeli aracılığıyla, onun soyundan Toy düzeninde bir boy beyinin sofradaki yeri, ortak bir av
gelen Oğuz halkı ve müttefik boylar kimlik ve saygınlık- bölgesinde vurulan kuş ve geyiklerden ya da kazanılan bir
larını koruma ve sürdürme olanağına kavuşuyorlardı. savaşın ganimetlerinden ne kadar pay alabileceğinin de
Zaman içinde Oğuz budununu oluşturan boyların üyeleri göstergesiydi. Bu yönüyle toyun, toy veren ile toya katılanlar
ve beyleri değişse de, simgesel kimlikler aynı kalacak ve arasındaki hiyerarşik ilişkileri, genel anlamda toplumsal
geride bıraktıkları aile üyelerine devrolacaktı. Tıpkı, ölüm hiyerarşiyi yeniden üretme aracı olarak değerlendirilmesi
sonrası yapılan yoğ ritüelinde olduğu gibi, resmî toy ritüeli yanlış olmaz.
de çoğu zaman mevcut iktidarları ve izleyen yeni iktidarlaGrubun temsili ve gerçek varlığı açısından, kağan ve
rın ideolojisini meşrulaştırıcı ya da sorgulayıcı, hatta karşı konuklarının oturma düzeni ve yenilen etler işin maddi
çıkıcı işlevleriyle karşımızdadır.
yönüdür. Bir de psikolojik ve kültürel boyutu vardır. Zira,
çadırlar arasındaki hiyerarşik “mesafe” ve paylaşımda
“KOYUN ZİYAFETİ” SOSYAL VE
farklılık, zaten katılan konuklarca önceden “içselleştirilSİYASAL DÜZENİ BESLER
miş” olduğundan normal karşılanır. İster Orta Asya’da
Yemek ve iktidar ilişkilerinin iç içe olduğu kamusal toylar, ister Ortaçağ Avrupa monarklarının masalarında olsun,
sosyal aidiyet, barış ve dostluğu pekiştirirken, boylar arası maddi ya da somut bileşkenlerle psikolojik veya simgesel
hiyerarşik orun ve ülüş dağılımının korunması ve buna saygı bileşkenler arasındaki ilişkiler, bir yandan yemek paylaşan
gösterilmesi de büyük bir önem taşıyordu. Zira Orta Asya grubun gerçek varlığını, öte yandan da bu grubu ve onun
bozkırlarında hayvancı ve savaşçı konar-göçer halkların içindeki farklı kimlikleri temsil eder.
oluşturdukları kısa ya da daha uzun ömürlü esnek boylar
konfederasyonları bünyesinde, “koyun ziyafeti” siyasal iktidar
BOZKIR EKONOMİSİNDE
paylaşımının kültürel anahtarını sunan simgesel bir özellik
YENİDEN BÖLÜŞTÜRME
de içeriyordu. Bahaeddin Ögel’in yıllar önce vurguladığı
Barış içinde birlikte yemek yenirken, hükümdara düşen
gibi, “Bir koyundaki et payı, çok daha geniş bir manada, bir “aslan payı”nın ve beylere düşen hiyerarşik payların dağılımı,
devlet ve hukuk anlayışının, başka bir şekilde anlatılışı”dır. fiziksel güç yerine, kurultaya katılan aktörler arasındaki
Başka bir deyişle, “Yemek Türklerde, sosyal düzeni kuran siyasal-ve toplumsal fikir birliğinden kaynaklanmaktadır.
bir sembol gibiydi. [...] Yemek topluluk düzeniyle, disiplin Başka bir deyişle, kurultayın şölen sofrası bir siyasal konsensüs sofrasıdır. Toyu “ev sahibi” kağan yerleşik normlara (tör)
ve onurları da kuran, bir vasıta ve sembol oluyordu.”
Koyun sürülerinin yanı sıra, at sürülerinin de bozkır göre yönetir. Sofraya gelen kemikli et parçalarının eşitsiz
yaşamında sadece kısrak sütü ve kımız üretimi ve eti için dağılımı da ona göredir. Ama konuklarını ağırlamadaki
değil, çobanlık ve göçte hareket yetisini artırmada ve özellikle simgesel değerlerin, aslında merkezde oturan ve ziyafeti
savaş bineği olarak taktik önemini zaten belirtmeye gerek yöneten, şahsında “iktidar sahipliği” ve “ev sahipliği”ni
yok. Hayvancılığın başlıca uğraş ve geçim kaynağı olduğu birleştiren kağan ile sofrasına sağlı sollu çağrılı müttefik
bozkır obalarında, bolca tüketilen koyun ya da at eti sadece beylerin hiyerarşik konumlarının, sosyal ve siyasal eşitbesin değeri yüksek bir gıda değildir. Et tüketmek beylere sizliklerin ötesinde, bozkır ekonomisi bağlamında “yeniden-bölüştürücü patron-müşteri” ilişkisini vurguladığı da
layık simgesel bir eylemdir aynı zamanda.
açıktır. Ama mevcut sosyal dinamikler ve güçler dengesine
BUDUNUN EKONOMİK KAYNAK VE
göre belirlenen bir uzlaşma sofrasından söz edilmelidir; bir
ZENGİNLİKLERİ DE PAY EDİLİR
sonraki toyda kağan da dahil, öteki toy müdavimleri boy
Toyun sofra düzeni, protokolü, ortaya konan et konuklara beyler arasında değişmeler söz konusu olabilir.
▪
pay edilirken gözetilen simgesel ayrım, konuk kişilerin
toplumsal hiyerarşideki yerlerine işaret etmenin dışında;
Orta Asya fiziksel coğrafyasında siyasal egemenlik alanının
paylaşımını, başka bir deyişle, doğal kaynaklara erişim,
üretim ve üretim ilişkileri bazında yaşamsal önemi olan
87
Seyyah Pedro
Türkler Nasıl Yemek Yerler
Türkler Nasıl
Yemek Yerler
[1552]
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türkler Nasıl Yemek Yerler
SEYYAH PEDRO
Bu metin Ümit Meriç, Seyyahların
Aynasında Şehirlerin Sultanı İstanbul,
Albaraka Türk Yayınları, İstanbul 2010, s.
142-145’den alıntılanmıştır
88
K
anuni devrinde İstanbul’daki türk hayatını anlatan ve üç kişi
arasında (pedro, juan ve maca) geçen bir konuşma şeklinde
kaleme alınan bu eser, 1557’de yazılarak İspanya Kralı II. Philippe’e takdim
edilmiştir. Eserin amacı, o tarihlerde Avrupa’nın kuvvetli hükümdarlarından
biri olan II. Philippe’e, İspanya’nın ve bütün Avrupa’nın en büyük hasmı olan
Türkler hakkında bilgi vermektir. Konuşmacılardan biri Türkler elinde esir
olarak İstanbul’da birkaç yıl yaşamış bir gemici, diğer ikisi ise ondan Türk hayatı
hakkında bilgi alan arkadaşlarıdır.
“MATA- Türklerin bütün adetlerini öğrenirken az daha yemeklerini unutuyorduk.
PEDRO- Bu konuda da şimdiye kadar anlattığım şeyler kadar söylenecek şey var.
JUAN- Bizim saraylardaki gibi onlar da yemeği debdebe ile mi yerler? Hiç
değilse Büyük Senyör böyle yapmaz mı?
PEDRO- Sinan Paşa’nın yemek yiyişini anlatırsam yüksek tabaka için örnek
vermiş olurum. Oninkine biraz gösteriş ilave ederek, Büyük Senyör’ün yemek
adeti hakkında bilgi edinmiş olursunuz. Türkler hemen her zaman yerde
oturdukları gibi yemeklerini de yerde yerler. Halıların kirlenmemesi için at
derisine benzeyen kalın ve renkli sahtiyan sererler. Peçete görevini yapması
için de dört kenarını dizlerine çekebilecekleri genişlikte bir bez yayarlar. Bu
durum, komünyonlardaki kiliselere benzer. Yerdeki deriye fosra derler. Orada
senyörlerin bile sofrasında meyve, bıçak, tuzluk, tabak bulunmaz.
MATA- Yemiş yemezler mi?
PEDRO- Çok yerler ama yemekte değil.
JUAN- Yenecek şeyi neyle keserler?
PEDRO- Pide adını verdikleri ekmeklerini üçe bölerek sofraya getirirler. Bu
parçaların üzeri tabak gibidir. Herkes etini kendi pidesinin üzerine koyar. Aşçı-
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türkler Nasıl Yemek Yerler
lar çok usta oldukları için yemeğe gereken çeşniyi verirler, yanındakinin sahanını sofraya koyar. Diğerleri ellerindekini
böylece sofrada tuz kullanılmaz. Çaşnıgîr denilen içoğlanları, birbirlerine devrederek çaşnıgîrbaşıya verirler, böylece
Sinan Paşa’nın konağında günde bir buçuk riyal alarak sof- Paşa’nın sofrasına bütün yemekler getirilir. Yine aynı terraya yemek taşırlar. Bizde çaşnıgîrin karşılığı ‘metrdotel’dir. tipte sofra toplanır.
Başlarına yeniçerilerin uçları yatık üsküflerinden, yalnız
MATA- Başlıca yemekleri nelerdir?
kırmızı renkli olanlarını giyerler.
PEDRO- Yemekleri hep yağlıdır. Et kızartmasını pek
nadiren yerler, hatta yemezler. İtalyanların ‘minestra’sı
MATA- Bunların tanesi ne kadardır?
PEDRO- Yatırmanın gümüşüne taş işlenirse elli eskudo eder. gibi çorba dedikleri bir yemekleri vardır ki kaşıkla yerler.
MATA- Sadece yemek taşırken mi giyerler?
MATA- Bütün sahanlar çorbayla mı dolu?
PEDRO- Ara sıra paşa ile dışarı çıktıkları zaman da
PEDRO- Pilav diye her gün yedikleri bir pirinç yemeği
giyerler. Bellerine sardıkları kemere kuşak derler. Gümüş vardır. İnek yağı ve koyun etinin suyu ile yapılır. Sulu değil
telden örülü ve zırh gibi olan bu kuşakların eni bir karıştır. tane tanedir. Ufacık, çekirdeksiz İskenderiye üzümünü de
bu pilava karıştırdıkları olur. Pilavın yanında bizdeki gibi
En hafifi elli eskudo eder.
karanfilli salça ve bal değil, parça parça edilerek pişirilen
JUAN- Göze nasıl görünür?
PEDRO- Semer bile altın veya gümüş işlemeli olursa güzel semiz koyun eti konur. Taze ve kuru erik hoşafına badem
görünür. Bunların hepsi, başkanları yanlarında olmak üzere taneleri de karıştırırlar. Zerde dedikleri koyu sarı renkte,
mutfağa gidip yemeklerini sahanlarla alırlar.
pirinçten yapılmış bir şey daha yerler ki bu çok bal ister.
Ayrıca pirinçten tavuk çorbası da yaparlar. Tavuğu parMATA- Bu sahanlar gümüşten midir?
PEDRO- Şeriatleri gümüş kapla yemek yemeyi, gümüş çalayarak pirinç ve biber katarak pişirirler. Hiçbir yemeği
kaşık ve gümüş tuzluk kullanmayı men eder. Büyük Türk, inek yağı koymadan pişirmezler. Kızartma, yahni, kavurma,
mercimek, nohut; hiçbiri yağsız yenmez, hatta ekmeği bile
prens, büyük, küçük hiç kimse de bu yetkiyi vermez.
MATA- Neler söylüyorsun? Hiç Büyük Türk’ün sofrasında yağa bularlar. Sinan Paşa’nın sofrasında en fazla tereotlu
gümüş takım bulunmaz olur mu?
nohut, soğanlı kuzu yahnisi bulunur. Ispanak da sık yenir
PEDRO- Vardır; hem de en güzelleri. Kocaman şamdanları ve lezzetlidir. Diğer yemeklerine gelince: Etli, kabukları
vardır ama hiç birini Büyük Türk kendisi yaptırmamıştır. soyulmuş buğday ve şehriye yemeği, limonla yenilen merciVenedik’ten, Fransa’dan, Macaristan’dan, Hırvatistan’dan mek, asma zamanı biberli baharlı yaprak dolması, kâğıt gibi
hediye gelir. Hiçbirini kullanmaz, hazinesinde saklar. Sinan yufkalara sarılan kıymalı börekler... Yemekte ayrıca salça
Paşa’ya da çeşitli yerlerden gümüş hediyeler gelmişti, ama kullanmazlar. Yemeğe fazla düşkün olmadıkları için bence
ancak yaşamak için yerler, zevk aldıkları için değil. Kaşığı
kullanmazdı.
ellerine aldıkları zaman o kadar acele ederler ki aralarına
MATA- Kim engel oluyor?
karışan şeytanı kovalıyorlar zannedersin. İyi huylarından
PEDRO- Hiç kimse değil, din.
biri de yemekte konuşup eğlenmemeleri. Karnı doyan
MATA- Neye dayanarak?
PEDRO- Onlara sorulduğu zaman, dünyada gümüş kap- ‘Allah’a şükür.’ deyip kalkar ve yerini başkasına bırakır.
Yemek yönünden aralarında herhangi bir ayrılık yoktur. Hiç
larla yiyenler ahirette bunu yapamazlar, derler.
tanımadıkları bir kimse bile ayakkabılarını çıkarıp sofraya
MATA- Peki neyin içinde yerler?
PEDRO- Bakır kaplarda. Orada bakır, İngiltere’de işlenen oturur ve hemen yemeğe başlar. Paşa yemeğini bitirince
‘peltre’den daha güzel işlenir. Bizim şimşir veya başka bir Allah’a şükreder ve ‘Sofrayı kaldırın.’ derdi.
ağacı tornada işleyerek çeşitli güzel şeyler yaptığımız gibi
MATA- Demek onlar da bizim gibi Allah’a şükrederler?
onlar da bakırı işleyerek yaparlar. İstenilen şekil verilirken
PEDRO- Bizden daha çok. Bizler ancak yılda bir kere
bakır kalaylandığı zaman gümüşü andırır. İşte bütün ileri hatırlayıp şükrederiz.
gelenler ve Büyük Türk bu sahanlarda yemek yerler. Bunlar
JUAN- Ne gibi şeyler söyleyerek şükrederler?
eskidikçe yeniden kalaylanır ve çok ucuza çıkar.
PEDRO- Elhamdülillah, çok şükür Yarabbi, Allahu Teala
MATA- Bizim tencere ve tavaları kalayladığımız gibi mi Padişahımızın bir gününü bin etsin, derler.
JUAN- Doğrusu güzel bir dua. Biz de aynısını etmeliyiz.
kalaylarlar?
Hatta etmeyenleri ceza ve aforoz yoluyla zorlamak gerek.”▪
PEDRO- Bizde yapılan düpedüz maskaralık.
Onlar en iyi cins kalaya nişadır katarlar. Dört saat içinde
Büyük Türk’ün bütün sofra takımını, usta bir kalaycı
kalaylar. Çaşnıgîrler ellerinde kapaklı sabanlarla iki sıra
halinde mutfaktan yemekleri gayet muntazam bir surette
89
sofraya getirirler. Çaşnıgîrbaşı önce kendi sahanını, sonra
Dursun Çiçek
Seyyah, Şehir ve Yemek
Seyyah, Şehir Ve
Yemek
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek
Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’nde Yemek
Kültürü Kitabı Üzerine
90
DURSUN ÇİÇEK
B
u dünyadaki insanlık hikâyemiz yemekle başladı desek yalan
söylemiş olmayız. hz. âdem ile havva’nın cennette iken kendilerine yasaklanmış ağacı/meyveyi yemesi ile başladı bir bakıma bu dünya
hayatımız. Yenilme özelliği olan bir şeyin yenilmemesi bir yasaydı. Ancak insan
verdiği sözü unuttu ve yedi. Yerken de üstün niteliklere sahip olacağı vehmiyle
yedi. Şeytanın ayartmasıyla gerçekleşen bu olay diğer yanıyla da insanın dünya
hayatının başlamasının vesilesi oldu. İnsanın bu dünyada hep ekmek peşinde
koşacağı, ekmek kavgası yapacağı, ekmek kaygısı ile yaşayacağı hayatı başlamış
oldu. Dolayısıyla ekmek kaygısı insanı insan yapan bir bağlama oturdu. Bir
bakıma bu dünyada insanın hayatı boyunca çekeceği ekmek kaygısı (yeme-içme
bağlamı) meşru olursa, cennette yaptığı hatayı telafi edecek ve yeniden asıl
yiyeceklerin ve içeceklerin kendisine ulaşacaktır. Bu aynı zamanda yanlış şeyi
yemenin bedeli olarak bu dünyada sâlih olanı yaparak sâlih olanın hakikatine
ulaşmadır da.
Bu anlamda tarih biraz da yediklerimizin ve içtiklerimizin
tarihidir. Bir milleti, bir topluluğu ve bir insanı yedikleri
üzerinden anlayabilir ve anlamlandırabiliriz. Hatta bir memleketi, bir coğrafyayı, bir şehri yemek üzerinden tanıyabiliriz.
Bu yanıyla yemek bir hafıza ve hatırlamadır. Yani insanın
yemek yeme biçiminin de ötesinde yemeği yapması, ne tür
yemekler ürettiği önemlidir. Daha insanlığın başında onun
yasası olan helal haram bağlamı (dinî bağlam) belirleyici
olduğu kadar aynı zamanda coğrafi ve sosyal bağlam da
önemlidir. Bir toplumun yemeklerinden yola çıkarak o
toplumun hem dinî hem de kültürel yapısını rahatlıkla
ortaya çıkarabiliriz. Biz her yediğimiz ve her içtiğimizde
meşruiyet bakımından her seferinde cenneti hatırlarız
ve bu dünyada helal rızkın derdine düşeriz. Bu hafıza ve
hatırlama bizim yemek kültürü ile ilgili ana mihengimizi
de tayin eder.
Bununla beraber sosyal hayatımızda da belirli yemekler
belirli olayları, insanları, milletleri, şehirleri hatırlatır. Bir
cenaze yemeğinde hatırladığımızla bir düğün yemeğinde
hatırladığımız aynı değildir. Sünnet yemeğinde ayrı, bayram
yemeğinde ayrı şeyler hatırlarız. Yemeklerin ve tatların bizi
çocukluğumuza, bazı mekânlara götürmesi, bazı insanları
hatırlatması unutulmamalıdır.
Yemek aynı zamanda bir toplumun kimliğidir. Bir şehre
gittiğinizde orada hayvan eti yenmiyorsa veya bir şehre
gittiğinizde orada domuz eti yenmiyorsa bu bir kimlik
beyanıdır. Birinci gittiğiniz yer bir Budist veya Brahmanist
toplulukken ikinci gittiğiniz yer Müslüman topluluktur.
Çünkü dinî kimliğimiz yeme içme ile ilgili kimliğimizi
de belirler.
Bir toplumun yemeği medeniyeti ile doğrudan ilgilidir.
Çünkü yemek de hem nazarî hem de amelî bir bağlama
sahiptir. Nazarî anlamda dinî, coğrafî, gelenek bağlamımızı
amelî yana taşırız. Tıpkı nazarî bir düşüncenin amelî olarak
zaman, mekân ve siyasette uygulanması, ete kemiğe bürünmesi gibi, yemek de amelî anlamda ete kemiğe bürünen bir
terkiptir. Biz yemek vasıtası ile çokluğu yekpareleştiririz.
Yeni bir birlik kurarız. Bu anlamda yemek yapmak ile teori
geliştirmek arasında bir benzerlik de söz konusudur. Yemek
yapmak pratik bir düşünme eylemidir. Düşüncedeki terkibe benzer bir biçimde yemeklerimizi de bir terkib üzere
yaparız. Nasıl ki insanın iman etmesi ve düşünmesi nazarî
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek
Bir şehre gittiğinizde orada hayvan eti yenmiyorsa veya bir şehre gittiğinizde orada domuz eti yenmiyorsa bu bir kimlik
beyanıdır. Birinci gittiğiniz yer bir Budist veya Brahmanist toplulukken ikinci gittiğiniz yer Müslüman topluluktur. Çünkü
dinî kimliğimiz yeme içme ile ilgili kimliğimizi de belirler.
91
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek
Seyyahla yemek arasında yapay olmayan bu ilişki, dönemi
gerçek bağlamında görebilmek ve değerlendirebilmek
açısından ayrıca önemlidir. Bir seyyahta yemek, görmenin
izini ve göstergesini taşır. Sadece yemekler üzerinden bir
seyyahın neleri görüp görmediğini anlayabiliriz.
92
yanını beslerse onun amelî yanını da söz konusu inancın ve
düşüncenin gereğini yapması gerçekleştirir. Tıpkı bunun
gibi yemek de bizim amelî olarak gerçekleştirdiğimiz bir
hikmettir. Bedenin sıhhati ve sürekliliği için yemek gerekir.
Tıpkı ruhun sıhhati ve sürekliliği için ibadet gerektiği gibi…
Yemeğin bu amelî bağlamını yani birleştirme özelliğini bir
düğünde, sünnette, cenazede, bayramda, şenlikte görebiliriz.
Bir cenazede ve düğünde nasıl farklı insanların yekpareliği
söz konusuysa yemekte de benzer bir durum söz konusudur.
Hem içerik olarak hem de o içerik etrafında bir araya gelme
ve onu tüketme bakımından… Dolayısıyla yemek bu yanıyla
bir düzeni de temsil eder. Tertip ve disiplindir yemek…
Yemekte bir yeme ve sofra düzeninin olması, yemek yeme
ile ilgili kuralların bulunması tesadüf değildir. Ne yediğimiz,
nasıl yediğimiz, yediğimizi nasıl kazandığımız, nereden
yediğimiz ve ne kadar yediğimiz önemlidir.
Öte yandan yemek bize paylaşmayı, vermeyi de öğretir.
Açlığı ve tokluğu öğrettiği gibi. Oruç ve perhiz yemek
üzerinden anlayabileceğimiz hadiselerdir. Yemek hikâyeleri, yemek türküleri, hangi yemeğin hangi insanı, şehri,
milleti temsil ettiği de ayrı bir öneme sahiptir. Bu anlamda
yemekteki tatların ferdî mi sosyal mi olduğu meselesi de
gündeme gelir.
İçinde yaşadığımız Aydınlanma ve modernleşme süreci
ile birlikte her alanda gördüğümüz sekülerleşme ve rasyonelleşme yemek alanında da karşımıza çıkar maalesef. Son
birkaç yüzyıldır yemekteki terkibin ve çeşitliliğin bozuldu-
ğunu ve bunun yerini bir tek tipleşmenin ve tekdüzeliğin
aldığını da görmekteyiz. Kafe kültürü toplumun her alanını
kuşatırken hamburger bütün insanların ortak yemeği
hâline geliyor. Bazı düşünürlerin Hamburger Çağı olarak
da nitelediği bu çağ Batı burjuva yemek alışkanlıklarının
aslında evrenselleştirilerek insanlara dayatılmasından
başka bir şey değildir.
Yemeğin, içeceğin, mutfağın ve yemek yeme biçiminin
zamanın mekanikleşmesi ve rasyonelleşmesi ile ilgisi üzerine uzun uzun düşünmek ve konuşmak gerekiyor. Hatta
belki de bu kısır döngüyü ve tek tipliliği bertaraf etmek için
seyyahların eserlerine yol almak gerekiyor. En çok da, yeni
bir nazarî ve amelî bağlamı oluşturmakla yemek yapmak
arasındaki ilişkiyi daha iyi düşünmek gerekiyor.
*
Seyyahlar şehir ve mekânla ilgili birinci dereceden kaynak
sayılırlar. Onların gezdiği mekânlarla ilgili izlenimleri, gözlemleri, notları bizim için önemli malzemelerle doludur. Bir
şehrin sosyal ve kültürel hayatını, dinî ve geleneksel yapısını
birinci elden onların aktardıkları olmadan yazabilmek çok
zordur. Seyyahlardan bize gelen malzemeden derinlikli
analizler beklemek de doğru değildir. Asıl onlardan gelen
malzemenin işlenmesi önemlidir.
Seyyahlar açısından görmek ile yemek birbirinden ayırt
edilemez. Onlar biraz da yemek yemek için dolaşırlar. Çünkü
yemeden gezebilmeleri mümkün değildir. Mutfaklarını
sırtlarında taşımadıkları için tabii olarak gittikleri her yerde
o yörenin yemeklerini zorunlu olarak yemek zorundadırlar.
Bu anlamda seyyah ve yemek ilişkisi özel bir öneme sahiptir.
Seyyahla yemek arasında yapay olmayan bu ilişki, dönemi
gerçek bağlamında görebilmek ve değerlendirebilmek
açısından ayrıca önemlidir. Bir seyyahta yemek, görmenin
izini ve göstergesini taşır. Sadece yemekler üzerinden bir
seyyahın neleri görüp görmediğini anlayabiliriz.
Kimi seyyahlar aynı zamanda analitik bir biçimde gördüklerini yorumlama özelliklerine de sahip olabilirler. Evliya
Çelebi, İbn Battuta, Marco Polo, Herman Hesse, Strabon
bunlardan birkaçı. Bundan dolayı onların eserlerinde bize
anlattıkları ayrı bir öneme sahiptir. Ancak bunların içinde
Evliya Çelebi ve Seyahatname’sinin yeri ayrıdır.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi; üzerine onlarca kitap, yüzlerce
makale yazılmış, hakkında yine onlarca tez hazırlanmış bir
seyahatnamedir. Her okunduğunda okuyan kişinin ilgisine
göre önemli malzemeler çıkar. Türkiye’de ve dünyada Seyahatname ile ilgili önemli çalışmalar yapılmaktadır. Şüphesiz
ki bunların en önemlilerinden biri Marianna Yerasimos’un
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Yemek Kültürü isimli çalışmasıdır. Hem dikkat çektiği konu hem de meseleyi ele alış
biçimiyle önemli bir metin söz konusudur. Bu yazıda söz
konusu kitap üzerinden Osmanlı coğrafyasında yemek
3
(dükkân, çarşı, pazar); gıdaların üretimi için kullanılan araç gereçleri, tüketimleriyle ilgili mekânları; örneğin aşçı, şerbetçi, helvacı vb. dükkânlarını
da etraflıca anlatır. s. 12.
Yerasimos, s. 15.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek
kültürü ve şehir ilişkisini ortaya koymaya çalışıp kitabın yemeklerin içinde sunulduğu kapları, mutfağın içeriğini ve
analizini yapacağız.
ana unsurlarını anlatması çok önemlidir. 17. yüzyıl mutfağının gıda taşıma gereçleri ile ilgili yapılacak bir araştırma
*
Kitabın yazarı bu coğrafyada yaşadığı için içinde yaşadığı ancak Seyahatname üzerinden yapılabilir.
kültürü iyi bilen birisi. Dışarıdan bir bakış gibi değerlendiYönetici sınıf ile halk arasında kullanılan mutfak
rilse de aslında içeriden bir bakış. Bu anlamda yazar adeta gereçleri bakımından bir farklılık var mıdır veya Osmanlı
Evliya Çelebi’nin eseri üzerinden, onun yaptığı yolculuğun toplumunda kendi dışındaki başka kültürlerle bu konuda
bir benzerini Seyahatname içinde yapar. Başka bir deyişle bir etkileşim var mıdır bunu çok rahatlıkla anlayabiliriz.
Evliya Çelebi’nin eserinde tıpkı onun gibi bir yolculuğa Mesela onun verdiği bilgilerden mutfaklarda Çin porseçıkar. Kitabı yemek bağlamında okuduğu için gezdiği her lenlerinin kullanıldığı, özellikle de mertebanilere rağbet
edildiğini öğrenebiliyoruz.4
şehri de yemek üzerinden anlatmaya çalışır.
Yazar için de Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin önemi
Evliya Çelebi’nin yolculuğunu dikkatle takip eden birisi
birinci derecede hafıza hususundaki değeridir. Ona göre Osmanlı sanatı ve iktisadi yapısıyla ilgili önemli bilgilere,
Evliya, Osmanlı dünyasının coğrafî, siyasî, toplumsal ve detaylara da ulaşabilir. Mesela onun eseri İznik ve Kütahya
duygusal yapısını nakleder; bir yandan da gündelik yaşamın seramikleri ve bunların mutfak bağlamında kullanımı hakayrıntılı bir panoramasını çizer.1 Ona göre Seyahatname kında önemli bilgiler verir bize. Başka deyişle döneminde
yaptığı yüzlerce şehir tasviri ve aktardığı kültürel bağlam- Kudüs’ten, Acem’den hatta Batı’dan gelen mutfak eşyaları
larla önemlidir. Kitabın ana bağlamı çerçevesinde yazar için ile bilgi veren Evliya Çelebi, bunlarla beraber Anadolu’da
özellikle gıda ve yemekle ilgili aktarımlar daha öne çıkar. üretilen mutfak eşyaları ve bunların iktisadi zemini ile ilgili
Yazarın ve kitabın birinci derecede kaygısı, yemek detay bilgiler de verir. 1648’de Osmanlı’daki tüm imaretleri
üzerinden şehirlerin, toplumların ve sosyal yapıların ana- süsleyen çinilerin üretildiği İznik’ten söz eder. Çinilerin
lizini yapmaktır. Yazara göre Seyahatname yemek ve gıda nasıl üretildiğini anlatır. Çini kâse, tabak ve ibrikleri över.
üzerinden bir sosyal ve iktisadi yapıyı da bize sunmaktadır.2 Ama aynı zamanda yaşanan Celali isyanlarıyla çiniciliğin
Dolayısıyla yazar sadece Seyahatname ile de yetinmeyerek nasıl zarar gördüğünü de anlatır.
Evliya Çelebi’nin beslenme alışkanlıklarıyla ilgili anlattıkKullanılan eşyaların yansıttığı sosyal dokuya da dikkat
larını, yolculuklarında afiyetle yiyip içtiği, gördüğü ya da çeken Yerasimos, Evliya Çelebi’nin mutfak ve yemek üzerinden
sicillerde okuduğu veya sadece adını duyduğu yiyecek ve bilhassa yönetici kesimde ortaya çıkan altın ve gümüş kap
içeceklerle ilgili kaydettiklerini on iki ana başlık altında kullanımına dikkat çektiğinin de altını çizer. Yöneten-yönederleyerek, eldeki kaynaklarla karşılaştırır ve değerlendir- tilen arasındaki iktisadi ve sosyal farklılıkların durumuyla
ilgili önemli anekdotlar sunar. Adalet üzere kurulan, israfın
melerini buna göre yapar.3
Kitabın en önemli vurgularından biri de Osmanlı coğraf- haram olduğu ilkesini her demde tazeleyen bir sosyal yapıda
yasıyla birlikte Osmanlı’nın komşularının yemek kültürü ile bilhassa yöneticiler düzeyinde bozulmanın nasıl başladığının
ilgili yaptığı mukayeseleridir. Osmanlı yemek kültürünün işaretlerini bile yemek üzerinden çok rahatlıkla çözümler.
İran yemek kültürüne veya İran yemek kültürünün Osmanlı Dolayısıyla bir sosyal yapıdaki bozulmalar sırf yemek ve
yemek kültürüne etkileri yazar için önemlidir.
mutfak kültürü üzerinden ele alınıp analitik bir biçimde
Kitabı iki ayrım üzerine oturtan Yerasimos, birinci yazılabilir. Bu anlamda Evliya Çelebi Seyahatnamesi ciddi
ayrımda 12 bölüm olarak Evliya Çelebi’nin yemekle ilgili malzemelerle doludur.
aktarımlarını sistematik bir biçimde sunar. İkinci ayrım
Evliya Çelebi’nin eseri bize çininin İznik, seramiğin
ise sistematik anlamda bir dizindir.
Kütahya ve bakırın da Kastamonu ile beraber Tokat, Belgrad,
İkinci ayrımın birinci bölümünde Seyahatname’de geçen Saraybosna’da üretildiğini belirtir. Böylelikle yemek araç ve
mutfak eşyaları ve sofra gereçlerini inceleyen Yerasimos, gereçlerinin hangi şehirlerle özdeşleştirildiğini öğrenmek
Evliya’nın özellikle analitik bakış açısına, detayları aktarma- bakımından da önemli bir kaynaktır.
sına dikkat çeker. Yaşadığı dönemde yemekleri anlatırken
İstanbul’daki kalaycılar, Eyüp’teki çömlekçiler, Güzelhisar’daki helvacı dükkânları da Seyahatname vasıtası ile
1 Marianna Yerasimos, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Yemek Kültürü, Kitap
öğrendiğimiz detaylardan. Hatta öyle ki Eyüp çömleklerini
Yayınevi, İstanbul, 2011, s. 9.
İznik ve Çin porselenleri ile mukayese eder Evliya Çelebi.
2 Yerasimos, s. 12. Evliya Çelebi kaydettiği gıda maddeleriyle yetinmez, bunlarla
Bugünün değer yargıları ile dünün değer yargıları arasındaki
ilgili resmî görevlileri (eminler); üreten ve satan esnafları, satış yerlerini
93
4
Yerasimos, s. 47.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek
94
farkı seyahatnameler vasıtası ile seyyahların izlenimleri
üzerinden daha sağlıklı anlayabiliyoruz.
İkinci bölümde Seyahatname’de geçen hayvansal ve bitkisel
yağları inceleyen Yerasimos, yine Evliya Çelebi’nin verdiği
bilgilerden yola çıkarak Osmanlı yemek kültürünün bir
başka boyutuna dikkat çeker. Mesela dönem itibarı ile onun
verdiği bilgilerden Yahudilerin susamyağı, Müslümanların
sadeyağ kullandığını, zeytinyağının yok denecek kadar az
olduğunu öğreniyoruz.5 Teleme yağı, kuyruk yağı daha istisna
olarak geçerken, susamyağı, beziryağı ve zeytinyağı daha sık
geçer. Osmanlı coğrafyasında ve İstanbul’da zeytinden ve
zeytinyağından söz eder. Bilhassa Bugünkü Suriye, Filistin
coğrafyasında zeytinin ve zeytinyağının önemine dikkat
çeker. Şam zeytinlerinin cennet kokulu olduğunu belirtir.
Dolayısıyla yine yemek ve yemek malzemeleri üzerinden
göçlerin, sosyal geçişlerin, kültürel farklılıkların ve etkilerin nasıl hareket ettiğini çok rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Bu
anlamda göçlerin tarihini yemekler üzerinden ele almak
önemli ve mümkündür.
Ancak bütün bunlara rağmen o dönem Osmanlı mutfağında ağırlıklı olarak zeytinyağının kullanılmadığı da
bir gerçektir. Zeytinyağıyla pişen yemeklerin sayısı asgari
düzeydedir. Seyahatname’de otuz dört çeşit kebap, otuz yedi
çeşit pilav, ayrıca değişik borani, kapama, yahni ve dolmalar
arasında sadece üç adet zeytinyağlı yemeğin adı geçer ve
üçü de deniz mahsulleriyle ilgilidir.6
Baharatlar bölümünde otların gerek mutfakta ve
gerekse tıp alanında nasıl kullanıldığıyla ilgili doyurucu
anlatımlar var. Bunun yanı sıra bazı yiyeceklerin yenmesi
ve yenmemesiyle ilgili dinî gerekçelerin yanı sıra geleneksel
inançların da etkisi olduğu muhakkak. Mesela sığır etinin
koyun etine göre daha az tüketilmesinin gerekçesi dinî
ve töresel bağlamın ötesinde tıbbî sebeplerden dolayıdır.
Çünkü ona göre, sığır eti insanda kan, balgam, safra ve kara
safra dengesini bozduğu için daha az tüketilmekte, onun
yerine koyun eti tercih edilmektedir.7 Öte yandan sığır eti
yemeklerden ziyade kurutularak veya pastırma yapılarak
tüketilen bir besindir. Evliya Çelebi’ye göre sultanlara layık
pastırma Kayseri’de imal edilirdi ve ayrıca Kayseri sucuğu da
sadece Osmanlı coğrafyasında değil dünyada da ünlüydü.8
*
Konumuz bakımından kitabın en önemli bölümü birinci
ayrımın sekizinci bölümüdür. Çünkü bu bölümde Yerasimos,
Seyahatname’deki meyveler üzerinden şehirleri anlatır.
5
6
7
8
Yerasimos, s. 61. Osmanlı’da sadeyağ ile birlikte tereyağının da yoğun biçimde
kullanıldığı yine Seyahatname’ye dayanarak söylenebilir. s. 63.
Yerasimos, s. 67. Bu yemekler: İstiridye yemeği, midye pilavı, hamsi pilakidir.
Yerasimos, s. 108-109.
Yerasimos, s. 111.
İstanbul’un kirazı ve şeftalisi; Bursa’nın “kırk çeşit”,
Malatya’nın “seksen çeşit” armudu; İstanbul, Niksar ve
Urfa’nın “âdem kellesi” kadar narları; Beypazarı, Geyve,
Diyarbakır kavunları; Urla’nın razakı, kadın parmağı ve ter
gömlek üzümleri; Şam’ın zeyni, Bozcaada’nın misket üzümü;
İzmit’in ferik, Kocaeli’nin misket elması; İstanköy’ün kebbâtı, limonu, Medine hurması, Basra’nın hastavî hurması;
Mısır’ın nabikası, cümmeyzi ve muzu… Evliya’nın zevkle
yediği ya da sicillerde görüp kaydettiği yüzlerce meyveden
sadece bir kaçıdır.9
Şehirlerin tanıtımında o şehrin yemekleri ve bilhassa da
meyveleri ayrı bir yer tutar. Bugün biz de şehirleri gezerken
hangi yemeği, hangi içeceği ve hangi meyvesi meşhurdur
üzerinden bilir ve tanırız. Bunları bize anlatan birincil
kaynaklar da yine seyyahlardır. Özellikle Evliya Çelebi
Seyahatnamesi bu anlamda büyük bir kaynaktır. Nitekim
Yerasimos da kitabının onuncu bölümünü şehir üzerinden
bilinen meyvelere ayırmış. Dolayısıyla bu bölüm ve bilgiler
o dönem Osmanlı mutfağının, yemek kültürünün nasıl
olduğuyla ilgili önemli bilgileri haizdir.
Yerasimos’un aktarımına göre Bursa; kırk çeşit armudu,
sulu üzümü, kayısısı, kirazı ve kırk dirhem ağırlığında
iri kestanesi ile meşhurdur. Bursa’da kestanenin kebabı
da yapılmaktadır. Mesela ilginçtir, bugün Bursa şehri ile
özdeşleşen şeftaliden Seyahatname’de söz edilmez. Evliya
Çelebi, Bursa ile özdeşleşen şeftaliden söz etmediğine göre
bu meyvenin 17. yüzyıldan sonra şehre geldiği rahatlıkla
söylenebilir.
Trabzon deyince akla elbette balık ve hamsi gelir. Ancak
Evliya Trabzon’daki zeytin ağaçlarından ve Trabzon hurmasından da hatta daha sık söz eder.
Amasya elmasından değil de rayihası güzel misket elmasından söz eder. Yine bu dönemde bildiğimiz Amasya elması
henüz yeterince bilinmemektedir veya meşhur olmamıştır.
Tebriz’in armudu ve üzümü; Erzincan’ın armudu, hevenk
üzümleri, kurutulmuş meyveleri ve dutları; Ankara’nın
armudu; Beypazarı’nın kavunu; Geyve’nin üzümü ve üzüm
turşusu dikkat çeker.
Konya deyince Meram bağları gelir akla. Evliya da Meram
bağlarını cihanda mislini görmedik diye tanımlar. Meram
bağında yetişen yirmi çeşit armut, kiraz ve şeftali dışında
kayısısından da söz eder ve bunun Şam kayısısından daha
lezzetli olduğunu söyler.
Gazze’nin zeytini, limonu, turuncu, narı, inciri, abdar
üzümü, kavunu ve karpuzu; Urfa’nın insan kellesi kadar
olan narları; Darende’nin zerdalisi; Harput’un hezari elması
ve ağırbinik üzümü; Sofya’nın vişnesi ve çileği; Edirne’nin
ayvaları da dikkat çeker.
9
Yarasimos, s. 189.
Malatya’nın kayısısı ve elması, Diyarbakır’ın kavunları
öne çıkar. Mesela yine Diyarbakır bağlamında Seyahatname’den bugün ünlü olan karpuzun o dönemde çok da ünlü
olmadığını anlıyoruz. Hatta karpuzun ünlü olmadığı gibi
fazla makbul olmadığını da yine Evliya’dan öğreniyoruz.
Yine Seyahatname’de Gemlik zeytinleriyle değil narları
ile biliniyor. Bitlis tütünü ile değil armudu ile biliniyor. Van
armudu ve bühtan kavunu ile.
Bağdat o dönemde de hurmasıyla meşhur. İzmir narı ve
bademi ile bilinir. Zeytininden, incirinden ve limonundan
da söz edilir. Maraş üzümdür Seyahatname’de, Batı Şeria
üzüm ve zeytin. Şam’ı anlatırken bağlar üzerinden cennete
benzeten Evliya Çelebi; kayısısını, elmasını, ayvasını, limon
ve turuncunu öve öve bitiremez. On yıl yaşadığı Mısır’da
ise dikkatini en çok çeken hurmasıdır.
Evliya Çelebi için İstanbul ise merkez olması itibarıyla
zaten her çeşit yemek ve meyvenin toplandığı şehirdir.
Ancak bunun yanı sıra İstanbul kendisi de bir cennettir.
Sanki tüm Osmanlı coğrafyasında anlattığı meyveler ve
yiyecekler ayrıca İstanbul’da da yetişir. Bu yanıyla yemek
üzerinden İstanbul anlatımları bir bütüne ve bir terkibe
delalet eder. Çünkü çevredeki her şey merkeze hareket eder.
Bu yanıyla bütün şehirler üzerinden anlattığı yemekler,
içecekler ve meyveler İstanbul’a aktığı gibi aynı zamanda
mümkün mertebe İstanbul’da da yetiştirilir. Bir başka
açıdan, Seyahatname’sinde anlattığı tüm şehirler ve yemek
kültürü İstanbul’un zeminini oluşturur. Hatta bu anlatım
ikili bir durum arz eder. Tüm çevre merkeze akarken aynı
zamanda İstanbul da çevre için bir zemindir. Nitekim Evliya
Çelebi, sokak satıcılarının ve yöresel mutfakların baharatlı
yiyeceklerini anlatırken, bize İstanbul merkezli bir saray
mutfağının, daha geniş bir coğrafyanın ve toplumsal kesimin
mutfak anlayışına nasıl yansıdığını da fısıldar.10
Kitapta yemeklerle ilgili dinî bağlam zaman zaman
belirtilmiştir. Hatta bazı yiyecekler, içecekler ve meyvelerle
ilgili dinî atıflara sık sık yer verilmiştir. Bir yiyeceğin ve
içeceğin dinî anlamda önemi, Peygamberimiz tarafından
sevilip sevilmediği, Ashab tarafından yenilip yenilmediği
zikredilir. Dinî gerekçelerle bazılarından söz edilmez mesela.
Bazılarıyla ilgili yapılan dinî tasvirlere yer verilir. Cenneti,
Peygamberi çağrıştıran tasvirlerden söz edilir. Yemekle
ilgili anlatımlarında bilhassa bir toplumun dinî yapısını
da çok rahatlıkla çözümleyebiliyorsunuz. Nitekim Evliya
Çelebi’nin anlatımlarından Osmanlı toplumunun yiyecek
ve içecek hususunda haramlara ve helallere nasıl riayet
ettiğini de görebiliyorsunuz. Dolayısıyla yemek üzerinden
bir toplumun dinî değerlere bağlılığının göstergelerini, yani
genel durumunu çıkarmak da mümkündür.
Ancak Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde yemek kültürü
üzerinden ciddi bir mitoloji/efsane anlatımı ve aktarımı da
söz konusudur. Kitap bu konuda bazı malzemeler taşımakla
birlikte daha yüzeysel düzeyde kalmıştır. Çünkü kitabın öne
çıkardığı kültürel yan daha çok zâhirî bağlamdır. Aslında
Seyahatname’de yiyecekler, meyveler ve içecekler üzerinden anlatılan hikmetli hikâyeler ve efsaneler zengindir ve
bu da ayrıca bir çalışma konusudur. Bilhassa Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’ndeki yemek kültürünün aşkın bağlamı bu
boyutla ancak daha sağlıklı bir biçimde anlaşılabilir.
*
Hâsılı cennette yasak bir ağaçtan yemekle başlayan insanın bu dünya hayatı yine yemekle devam ediyor. Bizâtihi
hayatın kendisinin ekmek kaygısı olarak nitelenmesi bile
mevzuyu anlamamız için yeterlidir. Nasıl cennette Hakk’ın
yasakladığı o ağacın/meyvenin neliği bizim kimliğimizi
belirliyorsa, bugün dünyada yediklerimiz, içtiklerimiz de
kimliğimizi belirlemeye devam ediyor. Bu anlamda cennette
neyi yediğini unutmayan bir insan bu dünyada neyi yemesi
gerektiği üzerinden bir hatırlamayı sürekli yaşama biçimi
hâline getirerek bir hayat nizamı oluşturuyor. Yediklerimiz
ve içtiklerimiz cennete yeniden dönüşümüzün de temsilî
bağlamını oluşturuyor. Bu anlamda bu dünyadaki sâlih
amelimizin merkezine de ekmeğimiz oturuyor. Dolayısıyla
bir insanın ve toplumun yedikleri ve içtikleri onun hafızası,
hatırlaması, kimliği ve neliğidir. Yol hikâyesindeki azığıdır.
İnsan ve toplum iyisini kötüsünü, doğrusunu yanlışını,
güzelini çirkinini ve helalini haramını daha çok bu azık
üzerinden belirler. İnsan ve onun mensup olduğu millet
yolunu, yolculuğunu, içinde yaşadığı şehri bu anlamda
azığı üzerinden kurar ve yaşar.
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek
Dolayısıyla bir insanın ve toplumun yedikleri ve içtikleri onun
hafızası, hatırlaması, kimliği ve neliğidir. Yol hikâyesindeki
azığıdır. İnsan ve toplum iyisini kötüsünü, doğrusunu yanlışını, güzelini çirkinini ve helalini haramını daha çok bu azık
üzerinden belirler. İnsan ve onun mensup olduğu millet
yolunu, yolculuğunu, içinde yaşadığı şehri bu anlamda
azığı üzerinden kurar ve yaşar.
95
10 Yerasimos, s. 76.
Aylin Yonca Gençoğlu
Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak
Yemek Kültürüne
Oryantalizm
Üzerinden Bakmak
96
AYLİN YONCA GENÇOĞLU
Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü
N
orbert elias’ın uygarlık süreci eserinin önemli bir kısmı, batı’da
yemek ve sofra kültürü, adabı ve dönüşümünü konu alır. fernand Braudel, Maddi Medeniyet, Ekonomi ve Kapitalizm isimli çalışmasında
buğdayın bir medeniyetin inşasında oynadığı rol üzerinde durur. George Ritzer,
McDonalds ve hamburger üzerinden bir toplumun standartlaşan yaşam biçimini
analiz eder. Dolayısıyla beslenme, insanın fiziki varlığını devam ettirmek üzere
gerçekleştirdiği bir eylem olmanın çok daha ötesinde bir anlam taşır. Bu gerçeğin temelinde ise insanoğlunun biyolojik donanımının onun doğada bilinç dışı
içgüdüsel davranışlarla varlığını sürdürmesine imkân vermemesi yatar. İnsanın
varlığını devam ettirebilmesi ancak doğal gerçeklik üzerinde bilinçli olarak
yeni bir şeyler imal etmesiyle mümkündür. Tam da bu nedenle insan, diğerleri
ve doğayla etkileşimi içerisinde ürettiği sosyokültürel gerçeklik içinde gerek
fiziki gerek psikolojik gerekse sosyal varlığını devam ettirebilir. İnsan, bilinçli
eylemlerinin bir ürünü sosyokültürel gerçeklik içindeki varlığını çevresinde
olan biten her şeye -ki bunlara kendi üretimi olan kültürün tüm unsurları da
dahildir- anlam atfederek inşa eder. Nitekim Sorokin, insanın her şeyden önce
düşünen bir varlık olduğunu, bu nedenle onun ve ürettiği sosyokültürel gerçekliğin kendi varlığına, evrene ve çevresindeki her şeye atfettiği anlamlar üzerinden
kavranabileceğini ileri sürer. Bir hayvan sürüsünün yiyecek aramasıyla besinini
Yemek kültürü, bir taraftan gündelik hayat içinde inşa edilirken bir taraftan da
gündelik hayat yemek kültürünün içinde yaşanır. Bir medeniyeti anlamak ise
zorunlu olarak o medeniyet içinde yaşanan gündelik hayatı anlamaktan geçer.
lerek ve değişerek biçimlenir. Elbette
bu değişim gözle görülür derecede
hızlı gerçekleşmez. Bir düzeni vardır.
Her an yeniden üretilen ve değişen bu
düzen ve gerçeklik alanı tıpkı akreple
yelkovanın nasıl hareket ettiğini anlamadığımız gibi kendi ritmi içinde ama
bizzat insan etkileşimleri ile değişir ve
dönüşür. Biz sosyal gerçekliği fiziki,
ruhsal ve sosyal varlığımızı bir bütünlük içinde devam ettirme çabası içinde
olduğumuz gündelik hayattaki faaliyet
ve etkileşimlerimizle üretiriz. Gündelik
hayat her birimizin birer toplumsal aktör,
fail olarak sosyal gerçekliği üretmek
üzere faaliyet gösterdiğimiz alandır
ve gündelik hayatımızın bizzat kendisi
bu sosyal gerçekliğin bir parçası olarak
vardır. Lucien Febvre (Febvre, 1995, s.
11), medeniyeti en yalın hâliyle bir insan
grubunun ortaklaşa hayatının bir gözlemciye sunduğu maddi hayat, ruhani
hayat, siyasal hayat kısaca toplumsal
hayat olarak tanımlar. Yemek kültürü
toplumsal hayat içindeki tüm bu unsurları yaşar ve yaşatır. Bu anlamıyla bir
medeniyetin içinde yaşanan gündelik
hayat ve yemek kültürünün mevcut hâli
ve tarihsel süreç içindeki değişimi, o
medeniyetin maddi hayatından ahlak
tasavvuruna kadar tüm unsurlarını
bağrında taşır. Hatta yemek kültürünün kendisi bir toplumun medeni olup
olmadığı hususunda verilecek kararın
belirleyicisi bile olabilir.
Elias’ın Uygarlık Süreci (Elias, 2011),
isimli eserinde sofra adabını merkeze
alması bu durumun açık bir göstergesi
olarak görülebilir. Bu eserde sofra adabı,
sofrada kullanılan araç ve gereçler
üzerinden Batı Avrupa toplumlarının
uygarlık sürecinin tarihi anlatılır. Elias,
uygarlaşma sürecini diğer tüm boyutlarının yanı sıra insan davranışlarının
özel bir değişim biçimi olarak ele alır.
Bu değişim biçimi, insanın diğerleri
ile etkileşiminde utanma duygusunun
davranışların merkezine alınmasıyla
ortaya çıkar. Bu anlamıyla uygarlık,
farklı toplumsal kesimlerin gündelik
hayatlarında diğerleri ile bir aradayken
utanma duygusuna dayalı olarak geliştirdikleri nezaket ve kibarlık göstergesi
olan davranışların bir örüntüsünü ihtiva
eder. Sofradaki davranış biçimleri bir
toplumun diğer davranış biçimlerinden
ayrı görülemez. Hatta bunlar toplumun
oluşturduğu ortak davranış biçimlerinin
oldukça anlamlı bir kesitidir. Uygarlığın
yavaş ve küçük adımlarla inşa edilen
tarihini, sofra adabı ve görgü kuralları
üzerinden keşfetmek mümkündür
(Elias, 2011, s. 153,174).
Elias’a göre, yeme ve içmenin toplumsal yaşamın merkezini oluşturduğu ve insanlar arasındaki eğlenme
biçimlerinin en önemlisi olduğu Orta
Çağ Avrupa’sında görgü kuralları ve
sofra adabı sadece üst tabakalara ait bir
özellik olarak düşünülür. Bu dönemde
üst tabakalar (saray ve şövalyeler) arasında burnun elle temizlenmesi mendil
henüz bulunmadığından gayet doğaldır.
Ancak sofrada dikkatli olunmalı, burun
masa örtüsüne silinmemelidir. Çatal,
16. yüzyılda İtalya’da ortaya çıkmış,
sonra Fransa, İngiltere ve Almanya’ya
gelmiştir. 17. yüzyılda üst tabakanın
lüks araçları arasında sayılmaktadır
(2011, s. 143-154). 18. yüzyıl sonunda
Versailles Sarayı’nda yenilen bir yemekte,
kahve tabakta soğutularak içilmekte,
çorba içerken çatal kullanılmaktadır.
Zaman içinde çorba içerken kimse
çatal kullanmamaya ve kahve fincanda
içilmeye başlamıştır. Elias’ın çalışmasında yukarıda ifade edilen çok sayıda
örnek bulunmakta ve uygarlaşma süreci
açısından yorumlanmaktadır. Her biri
kendi zamanlarında uygar olanı temsil
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak
sağlamak için araç geliştiren insanın
faaliyetleri arasındaki fark da buradadır
(Erkilet, 2013, s. 13-14).
Dolayısıyla insanın en temel maddi
ihtiyaçlarından birini oluşturan beslenmeye yönelik faaliyetlerini, ürettiği
sosyokültürel gerçeklik ve onun her bir
unsuruna atfettiği anlam dünyasından bağımsız olarak değerlendirmek
mümkün değildir. Bu nedenle insanın
beslenmesinde kullandığı malzemelerden yemek yapım tekniklerine,
kullanılan kap kacaktan sofra adabına
her maddi unsur ve eylem, içinde
yaşanılan sosyokültürel gerçekliğin,
başka bir ifadeyle medeniyetin temel
bir unsurunu oluşturur. Yemek kültürü,
bir taraftan gündelik hayat içinde inşa
edilirken bir taraftan da gündelik hayat
yemek kültürünün içinde yaşanır. Bir
medeniyeti anlamak ise zorunlu olarak
o medeniyet içinde yaşanan gündelik
hayatı anlamaktan geçer. Örneğin
sofra bezinin dört köşesinden katlanıp
silkilmeye götürülüp ardından kasnakla
birlikte divanın altında konulması ya da
yerde bulunan ekmeğin üç kere öpülüp
başa konulduktan sonra kimsenin üzerine basamayacağı bir yere kaldırılması
gibi gündelik hayatın en basit rutinleri,
içinde yaşanılan medeniyetin en temel
anlam kodlarını verir.
Gündelik hayat sıradan insanların
belirli bir mekân ve zaman içinde her
gün kendi fiziksel, ruhsal ve sosyal varlıklarını yeniden üretmek üzere, daha
öncesinde verili olan anlam ve davranış
kalıpları çerçevesinde eylemde bulunduğu bir sosyal alandır. Sosyal gerçeklik
gündelik hayat içerisinde inşa edilir ve
sürekli yeniden üretilir. Dolayısıyla
sosyokültürel gerçekliğin ontolojik
özelliklerinden ilki onun sürekli bir
değişim süreci içinde olmasıdır. Bu
değişim ve inşa yoktan ortaya çıkmaz.
Her seferinde verili olan üzerine bina
edilir. Zaman içinde verili olan doğal
gerçeklik dönüştürülürken, sosyal
gerçeklik de mevcut hâli üzerinden bir
sonraki andan itibaren yeniden üreti-
97
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak
Elias’ın sofra adabı ve görgü kuralları üzerinden Batı uygarlığının tarihsel sürecini
analizi, Batı medeniyetinin anlamlandırılmasında nasıl bir anakronizme düşüldüğünün kanıtlarıyla doludur. Bu durumun bizdeki tipik bir örneği milyonlarca
kişinin ekran başında merakla izlediği “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde görülebilir.
Dizinin bir bölümünde İbrahim Paşa Venedik’ten getirdiği masada, ayrı tabaklar
ve çatal bıçağın kullanıldığı bir sofrada ağırlar Kanuni Sultan Süleyman’ı. Oysa aynı
dönemde ayrı tabaklar, çatal bıçak kullanımı yoktur bile Batı’da. Ancak dizideki
bu sahne onu izleyen sıradan insanlara Batı medeniyetinin üstünlüğünü dayatır.
98
eden davranış biçimleridir. Bunlar saray
ve üst tabakanın sofra adabında ortaya
çıkarak zamanla alt tabakalara yayılır.
Belirli bir gelişim çizgisine sahiptir ve bu
çizgi uygarlaşmanın çizgisidir. Civilite
yani uygarlık kavramı, Batı geleneğinin
özgün bir biçimine işaret eder. Uygar
davranış biçimleri üst tabakaların
gündeliğinden sızarak alt tabakaların
gündeliğine sızan yavaş, köklü bir
dönüşüm olarak sofra adabı ve görgü
kuralları üzerinden kendini somut bir
şekilde gösterir (2011, s. 134,193-195).
Uygarlık kavramı, diğerinden üstün
olunduğu anlamını da zımnen içinde
barındırır. 19. yüzyıldan itibaren Batı’nın
siyasi, ekonomik ve kültürel hâkimiyeti
tüm Batı dışı toplumlarda yerleşmiştir.
Bu durum hem Batılı hem de Batılı
olmayan toplumlarda yeni bir bakış
açısına yol açmıştır. Batı’yı uygar, diğerlerini daha aşağı konumda gören bu
bakış açısı, gündelik hayatın en önemli
unsurlarından biri olan yemek kültürü
ve sofra adabında Batılı teknik, yöntem
ve ritüelleri kullanmayı bir üstünlük
ya da aşağılık göstergesi olarak görme
eğilimini de beraberinde getirir. Oysa
Elias’ın sofra adabı ve görgü kuralları
üzerinden Batı uygarlığının tarihsel
sürecini analizi, Batı medeniyetinin
anlamlandırılmasında nasıl bir anakronizme düşüldüğünün kanıtlarıyla
doludur. Bu durumun bizdeki tipik
bir örneği milyonlarca kişinin ekran
başında merakla izlediği “Muhteşem
Yüzyıl” dizisinde görülebilir. Dizinin bir
bölümünde İbrahim Paşa Venedik’ten
getirdiği masada, ayrı tabaklar ve çatal
bıçağın kullanıldığı bir sofrada ağırlar
Kanuni Sultan Süleyman’ı. Oysa aynı
dönemde ayrı tabaklar, çatal bıçak
kullanımı yoktur bile Batı’da. Ancak
dizideki bu sahne onu izleyen sıradan
insanlara Batı medeniyetinin üstünlüğünü dayatır. Okullarda, televizyonda,
dost sohbetlerinde gündelik hayatın
hemen her aşamasında uygar Batı örnek
alınması gereken bir model olarak
bizlere sunulduğu ve yaşandığından
sıradan insan farkında bile olmadan bu
dayatmayı içselleştirir. Böylece sofrada
ekmeği yemeğe banmak utanılacak bir
eylem olarak görülür, çatal bıçakla yemek
yemek ise olması gereken. Yemeği sağ
elle yemeye atfedilen kutsallık ortadan
kalkar. Onun yerini sağ eldeki bıçakla
sol eldeki çatala aktarılan pilavın yine
sol eldeki çatalla yenilmesinin bir statü
göstergesi olarak görülmesi alır.
Tüm bu örnekler Batı medeniyeti
ile diğer medeniyetleri hiyerarşik
bir sıralamaya tabi tutmanın ve onu
en tepeye yerleştirmenin gündelik
hayattaki somut görünümlerini ihtiva
eder. Batı’nın kültürel hegemonyasının temel ayağı olan oryantalist bakış
açısının gündelik hayatın en temel
anlam kodlarına kadar sızdığını gösterir. Oryantalizm, en yalın hâliyle
Batı Avrupa’nın kendisi dışındaki tüm
toplumları ve kültürleri kendi ideolojisi
üzerinden algılamasını ifade eder. Bu
algıya göre farklı kültür ve toplumlar
arasında hiyerarşik bir sıralama vardır.
Hiyerarşinin tepesinde ise Batı yer alır.
Söz konusu üstünlük Batı’ya, kendisi
dışındaki toplumları tanımlama, başka
bir ifadeyle bir inceleme nesnesi hâline
getirme ve yönetme hakkı verir. İlginç
olan bu hakkın sadece Batılılar tarafından değil büyük ölçüde Batı dışı
toplumların bizzat kendileri tarafından
da meşru görülmesidir. Günümüzde
oryantalizmin bilimi, sanatı, ekonomisi, siyaseti gerek gündelik hayatın
gerekse modern kurumsal yapıların
içine sinmiştir. İlkokul hayat bilgisi
kitabından televizyon dizilerine, bilimin
ne olduğundan girişimcilik kültürüne,
sofra adabından devlet yönetimine toplumsal hayatın hemen tüm veçhelerinde
örtük ya da açık olarak oryantalizmin
izlerini ve belirleyici gücünü bulmak
mümkündür. Gündelik hayat, sıradan
insanın bir fail olarak kendi sosyal
gerçekliğini, kimliğini, varlığını inşa
ettiği alandır. Sıradan insan, gündelik hayatın içinde sosyal gerçekliği
bir taraftan inşa ederken bir taraftan
da içinde yaşadığı sosyal gerçekliğin
kurumsallaşmış makro yapıları tarafından belirlenir. Söz konusu makro
yapılara devlet örgütlenmesi, ekonomik
sistem, eğitim kurumları, modernleşme
çabaları, kentleşme, küreselleşme
gibi çok sayıda örnek verilebilir. Batı
dışı toplumlarda söz konusu süreçler,
özellikle son iki yüzyıldır Batı’nın kültürel, ekonomik ve siyasi hegemonyası
altında biçimlenmektedir.
İçselleştirilen oryantalist bakış açısı
Batı’nın her daim diğerlerinden üstün
bir medeniyetin temsilcisi olduğu
yanılgısının da içselleştirilmesini
beraberinde getirir. Hatta karanlık
orta çağlar kavramının altında bile
var olmayan bir aydınlığın ipuçları
zorlanarak bulunmaya çalışılır. Buna
göre karanlık orta çağlar Batı’nın aydınlığa ulaşmasını sağlayan tohumların
ekildiği bir dönem olarak tasavvur
edilir. Orta çağlardan bugüne Batı’nın
anlam kodları, davranış biçimleri,
maddi kültür unsurlarında zorunlu
olarak bir evrensellik olduğu algısı
zihinlere yerleşir. Zira medeniyet yerel
değil evrensel olma iddiasını da içinde
barındıran bir kavramdır. Oryantalist
düşünce yemek kültüründe de ken-
unsuru, evrensel bir temsilcisi olmaktan
çıkar. Bugün dikkatli bir göz “kabak
öğreten”in Batılı köklerini görebilir.
Ancak belki de zaman içinde o köklerin kaybolup görünmez hâle geleceği
günleri de görmek mümkün olacaktır.
Böylece Türk yemek kültürüne yeni bir
yemek katılacaktır. Bu örnek, başka
bir medeniyetten alınan bir kültür
unsurunun, sıradan insanın gündelik
hayat örüntüleri içinde öğütülüp bağlamından koparılıp başka bir kültürün
parçası hâline getirilebilme becerisine
ilişkin ipuçlarını bizlere vermektedir.
İkinci örnekte ise sıradan insan, kendi
medeniyetine ait mahremiyete ilişkin
anlam kodunu Batılı müşterisine bizzat
dayatır. Bilinçaltında oryantalizmin
kodlarını içselleştirmiş biri için “we
have family saloon upstairs” yazısı abes,
hatta komiktir. Ama sıradan insan için
bunun hiçbir önemi yoktur. O, kadın
müşterilerine duyduğu saygıyı bu zorlama üzerinden ifade eder. Bir Batılıyı
onun anlam dünyasında olmayan bir
şeyi yapmaya zorlar. Batılı o yazıyı okuduğunda bir şey anlamasa da kadının
mahremiyetini korumak üzere üst kata
gitmek zorundadır. Böylece sıradan
insan gündelik hayatın içinde kendi
anlam kodlarını yaşatmanın hiç tahmin
edilemeyecek yollarından birini üretmiş,
Batı’nın anlam kodlarının evrenselliğini
reddetmenin pratiğini üretmiş olur.
Sıradan insanın ve gündelik hayatın
gücü tam da burada yatar. Batı’nın
kültürel hegemonyasının dayattığı
evrenselliği deler ve geçer.
▪
KAYNAKÇA
▪ Ardıç, E. (2020, Haziran). Sabah.
▪ Ardıç, E. (2022, Mart). Sabah.
▪ Elias, N. (2011). Uygarlık Süreci (Cilt 1). (Ö.
Ateşman, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.
▪ Erkilet, A. (2013). Toplumsal Yapı ve Değişme
Kuramları. Ankara: Hece Yayınları.
▪ Febvre, L. (1995). Uygarlık, Kapitalizm ve
Kapitalistler. (M. A. Kılıçbay, Çev.) Ankara:
İmge Kitabevi.
▪ Kalın, İ. (2018). Barbar, Modern, Medeni: Medeniyet Üzerine Notlar. İstanbul: İnsan Yayınları
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak
disini gösterir. Buna göre Batılı sofra kültürüne tüm unsurları bu değerler
adabında, mutfak kültüründe, yemek manzumesinin bir yansımadır. Kibarlık
yapım tekniklerinde ve çeşitlerindeki ve nezaketi, yerel zenginliği ve evrenselincelmenin beraberinde getirdiği kültüre liği kendi değerler manzumesi içinde
sahip olmak, davranış biçimlerini uygu- barındırır. Biri diğerinden daha kibar
lamak medeni/uygar olmanın zorunlu ya da evrensel değildir.
koşuludur. Batı dışı medeniyetlerin
Toplumsal hayatın tüm alanlarında
yemek kültüründeki zenginlikler ise olduğu gibi, yemek kültürüne, sofra
yerel ya da alt kültürlerin yaşatılması adabına, pişirme tekniklerine atfegereken ürünleri olma dışında bir anlam dilen anlamların hiyerarşik bir bakış
taşımaz. Örneğin lazanya evrensel bir açısı dışında yeniden inşa edilmesi,
değer taşırken yağlama Kayseri yerel içselleştirilen oryantalizmin dışına
mutfak kültürünün bir parçası olmanın çıkmanın mekanizmalardan biri olma
ötesine geçemez. Sarımsaklı ekmek potansiyeli taşır. Zira gündelik hayatın
incelmiş evrensel bir mutfak kültürü- sağduyu bilgisi oryantalizmin hegenün ürünü olarak görülürken bazlama monik baskısının ötesine geçmeyi
köy hayatının nostaljisi olma dışında mümkün kılacak bir direniş zeminini
bir anlam ifade etmez. Kayseri yemek içinde barındırmaktadır. Zira gündeliğin
kültürünün sembolü olan bir kaşığa sağduyusu medeniyetler arasında bir
kırk tane sığan mantıyı yapabilmek hiyerarşinin, yemek kültüründe elit
ünlü bir lokantanın ünlü bir şefinin olanla yerli olanın ayrımına bakmadan
mahareti olarak değil de gelinlik kızın kendi yaşam koşullarının anlam dünmahareti olmakla kalır.
yasını üretir. Oryantalizmin sunduğu
Batı dışı toplumlarda bir mutfağın evrensellik ve seçkinliği alır, ters çevirir,
yerellikten kurtulup evrensel bir mutfak sallar ve kendi bakış açısının bir ürünü
olarak kabul edilmesi onun Batı tara- olarak sunar.
fından gördüğü kabul ve ona verdiği
“Lokantacı ‘kabak ograten’ pişirip
değer üzerinden şekillenir. Suşinin satıyor. Aslı ‘au gratin’. Kabak öğreten
tadına varabilmek, noodleı çubukla olarak algılamış ve etiketine yazmış.
yiyebilmek bir statü göstergesidir. Yetmemiş turist de anlasın diye kendince
Arabaşına tahta kaşıktaki hamuru dal- İngilizceye çevirmiş. ‘Pumpkin teaches’”
dırmak ise turistik bir merakı giderme (Ardıç, 2022).
anlamını taşır. Çatal bıçak kullanmak
“… gözümle gördüm, bir kahvehanede
medeni olmanın bir göstergesidir. ‘we have family saloon upstairs’ yazıyordu...
Sofrasında çatalın ve kaşığın yerinin Yukarıda aile salonumuz vardır...” (Ardıç,
olmadığı Hint mutfağında çatal kaşık Sabah, 2020)
istemek kibarlığın ve medeni olmanın
Engin Ardıç’ın köşe yazılarında
sembolü olarak davranışlara yansır. verdiği yukarıdaki örnekler, sıradan
Oysa hiçbir kültür ya da medeniyet insanın kendi gündeliği içinde Batı’nın
diğerleriyle hiyerarşik bir üstünlük medeniyetinin ve yemek kültürünün
aşağılık sıralamasına tabi tutulamaz. egemenliğini nasıl kolayca aşabildiğini
Her medeniyet, o medeniyetin göstermektedir. İlk örnekte sıradan
insanının kendine ve evrene karşı insan gündelik hayatı içinde belki de
takındığı ahlaki ve insani tutumları sırf kolaylık olsun diye “au gratin”i
şekillendiren bir değerler manzumesi ograten olarak kendi diline uyarlar. Ama
üzerine inşa edilir (Kalın, 2018, s. 16). bu yetmez. Onu kendi bağlamından
Her medeniyetin davranış biçimlerin- tamamen sökerek Türkçeleştirir. Adını
den bilimine ve sanatına, düğün-do- öğreten koyar. Bir de onu İngilizceye
ğum-ölüm ritüellerinden mimarisine, çevirerek yeniden Batılıya satar. Au
tüketim alışkanlıklarından mutfak gratin artık Batı medeniyetinin bir
99
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine
Ömür Nihal Karaarslan
Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine
100
Koku ve Lezzetin
Sınıfsallığı:
Parazit Filmi
Üzerine
ÖMÜR NİHAL KARAARSLAN
B
ir ekonomik sistem olarak bütün dünyayı
etkisi altına alan kapitalizmin dünya halkları üzerindeki yıkıcı tavrı birçok açıdan dile getirilmektedir.
Özellikle dünya üzerindeki büyük savaşların varlığı, göç ve
mülteci sorunu, dünyada zenginlerin artmasına karşılık
yoksulluğun hâlâ devam ediyor oluşu, kapitalist sistemin
insanlık için doğru bir sistem olup olmadığı yönünde bazı
çalışmaların artmasına neden olmuştur. Kapitalist sistemin
giderek toplumsal tabakalar arası eşitsizliği artırması, dünya
üzerinde sınıflar arası eşitsizliğin görüngülerini daha belirgin
hâle getirmiştir. Parazit filmi de dünya genelinde ve Güney
Kore özelinde var olan eşitsizliği iki sınıfın birlikteliği ile
ekrana taşımıştır.
Parazit filmi kapitalizmin yoksullaştırdığı sınıfların gündelik hayat içindeki yaşam tarzlarını, beklenti ve hayallerini,
gündelik rutinlerini, yaşadıkları mekânları Kim ve Park
ailesinin yaşantıları üzerinden gözler önüne sermektedir.
sınırlar öteki yaşam biçimlerine öylesine kapalıdır ki bu durum üst sınıfın
öteki sınıflara karşı kör sağır ve dilsiz
olmaları sonucunu doğurmuştur. Üst
sınıfın ötekinin varlığını görmezden
gelmesinin yolu ise yaşam alanları ve
duvarlardır. Var olan duvarlar filmde
de Kim ailesinin varlığını gösterebilmesi için aşması gereken sınırlardır.
Kim ailesi bu sınırları aşmak için gayri
ahlaki yollara başvurmakta bir problem
görmemekte, olması gereken insani
duygularından vazgeçerek, yaşamlarını
devam ettirebilmek için Park ailesine
parazit misali eklemlenmektedirler.
Kim ailesi kendi kimliklerinin ve toplumsal statülerinin dışında kimlikler
ve statüler ile Park ailesinin evinde
yaşama imkânı bulmuşlardır. Kendilerini
farklı kişilikler ile tanıtsalar da içinden
geldikleri sınıfı ve toplumsal statüyü
belli eden, taşıdıkları ve üzerlerinden
atamadıkları etken ise kokudur. Filmde
senarist mekân, sınıf ve koku arasında
birbiri ile bağlantılı ve iç içe geçen bir
ilişki kurmuştur.
Mekânın kurgulanışı ve içinde
yaşanılır bir biçimde mekâna dair
yüklenen anlam bireylerin statülerinin
ve içerisinde bulundukları tabakaların bir göstergesi olma sonucunu
Kim ailesi bu sınırları aşmak için gayri
ahlaki yollara başvurmakta bir problem
görmemekte, olması gereken insani
duygularından vazgeçerek, yaşamlarını
devam ettirebilmek için Park ailesine
parazit misali eklemlenmektedirler. Kim
ailesi kendi kimliklerinin ve toplumsal
statülerinin dışında kimlikler ve statüler
ile Park ailesinin evinde yaşama imkânı
bulmuşlardır. Kendilerini farklı kişilikler ile
tanıtsalar da içinden geldikleri sınıfı ve
toplumsal statüyü belli eden, taşıdıkları
ve üzerlerinden atamadıkları etken ise
kokudur. Filmde senarist mekân, sınıf
ve koku arasında birbiri ile bağlantılı ve
iç içe geçen bir ilişki kurmuştur.
doğurmuştur. Mekânın zaman, yer ve
insan üçlemesinin bir sonucu olarak
kurgulanması mekânın kendisine dair
bir koku temelinde de ele alınmasını
gerekli kılmıştır. Koku, taşıyan ve taşınan özelliği olan bir duyudur. İnsanlar
bir mekân içerisinde var olur ve oraya
en önemli duyularından olan kokuya
dair izler bırakır. Kokuya dair izleri
mekâna bırakan insan, içerisinde
olduğu mekânın aktarılan kokusuna
da sahip olur. Parazit filminde de
koku, taşınan ve taşıyan bir kritere
sahiptir. Fakir olan sınıfın yaşamını
sürdürdüğü mekânlar, fakir olan karakterlerin kokusunu gidermeye yönelik
imkânlar sunmamaktadır. Yaşadıkları
yerin iç içeliği, sıkışmışlığı ve darlığı
dört kişilik ailenin yaşamını rahat bir
biçimde sürdürmesine imkân tanımamaktadır. Filmde Kim ailesi bodrum
katta yaşamaktadır. Bodrum kattaki
tek manzaraları yürüyen insanların
bacaklarını görmektir. Kendileri ise
yaşadıkları mekânda görünmezdirler.
Bodrum katta yaşamaları görünmezliklerini sembolize ederken bodrum
katın karmaşık alan kurgusu kokunun
ve tadın iç içe geçmişliğini sembolize
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine
Senarist mekânsal ayrışmanın görselliğinde, sınıfsal ayrımların varlığı
üzerinde durmuştur. Mekân, filmde
insanın doğup büyüdüğü ve barınma
ihtiyacını karşıladığı yer olmanın ötesinde yaşam tarzlarının sergilendiği
sosyolojik bir alan olarak ele alınmıştır.
Zenginlerin yaşam alanı kentin en güzel
yerinde, her türlü dış müdahaleden
arınmış, ötekine kapalı, sanatsal bir
içeriğe sahip bir yaşam alanı olarak
kurgulanırken ve kurgulanan bu mekân
burjuvazi hayat tarzını temsil ediyorken
diğer bir mekân öteki sınıfa ait sosyal
sınıfların mekânsal gerçekliklerini
somutlaştırmaktadır. Öteki kesimin
temsil ettiği mekân ise alt sınıfların
mekânı olarak tanımlanmıştır. Her
türlü müdahaleye açık, mahremiyetin
olmadığı, barınma ihtiyacını öyle böyle
karşılayan, dışarı ile doğrudan ilişkili,
alt sınıfın yaşadığı yerler olarak tanımlanmıştır. Kurgulanan her iki mekân ile
sosyal adaletsizlik ve var olan sınıfsal
eşitsizlik bu mekânlarda yaşayan aileler
üzerinden aktarılmıştır. Aslında var
olan; mekânların ve bu mekânlarda
yaşayan insanların yoksulluğu değil,
ekonomik şartlardan dolayı iki ayrı
mekânda yaşayan ailelerin toplumsal ve
kültürel kodları arasındaki uçurumdur.
Senarist bir yandan ahlak ve sanat gibi
önemli değerlerin ekonomik güç ile
olan ilişkisini ele alırken diğer yandan
var olan eşitsizliğin şehir çeperindeki
varlığı ile nasıl gözler önünden kaldırıldığını vurgulamaktadır. Kim ailesinin,
ihtiyaçları söz konusu olduğunda her
türlü yolsuzluğa başvurarak Park ailesi
üzerinden parazit misali geçinmeye
çalışması ile, ekonomik yoksunluk
içerisinde olan insanların ahlak gibi
en önemli insani değeri nasıl göz ardı
ettiklerini anlatmaya çalışmıştır. Diğer
taraftan kentin avantajlarından sonuna
kadar faydalanan üst sınıfın kente dair
gerçekliğini sorgulamakta ve öteki
yaşam biçimini ne kadar bilip bilmediklerini düşündürmektedir. Filmde
üst sınıf yaşam alanının belirlendiği
101
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine
102
Koku, taşıyan ve taşınan özelliği olan bir duyudur. İnsanlar bir mekân içerisinde var olur ve oraya en önemli duyularından
olan kokuya dair izler bırakır. Kokuya dair izleri mekâna bırakan insan, içerisinde olduğu mekânın aktarılan kokusuna
da sahip olur. Parazit filminde de koku, taşınan ve taşıyan bir kritere sahiptir.
etmektedir. Banyo, tuvalet ve mutfak
aynı karenin içerisinde resmedilmiştir.
Bu iç içe geçmişlik içerisinde koku ve
tadın ayrımı söz konusu olmamaktadır.
Kim ailesinin görünür olmalarının tek
yolu komşularının ağlarından gizlice
bağlandıkları internet aracılığı ile iş
bulabilmektir. Paraları yokken internete
ulaşma imkânlarının olmaması da
internetin getirdiği eşitliği sorgulayan
önemli bir noktadır.
KOKUNUN SINIFSALLIĞI
Filmde koku sınıflar arası eşitsizliğin en somut göstergelerinden biridir.
Koku Sanayi Devrimi’nden sonra
sanayileşen kentlerin kalabalıklaşması
ile yaygınlaşan hastalıkların çözümü
için giderilmesi gereken hastalık yayıcı
bir unsur olarak tanımlanmış, böylece
ilk defa kokunun toplumsallığı üzerinde durulmuştur. Şehirde yayılan
pis kokuların giderilmesine yönelik
çalışmalar bireylerin de güzel kokmayı
temizlik ile bağdaştırmasına neden
olmuş ve parfümün geliştirilmesi ile
güzel kokma ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Üretilen parfümleri alabilen sınıfın
zengin üst sınıf olması güzel kokmayı
zengin üst sınıf ile kötü kokmayı da alt
sınıflar ile bağdaştırmayı beraberinde
getirmiştir. Alt sınıfların zor işlerde
çalışıp yaşadıkları mekânlar nedeni ile
de günlük bakım ve temizlik ihtiyaçlarını karşılayamamaları onların kötü
koku ile özdeşletirilmelerine neden
olmuştur. Gelişen teknoloji ile birlikte
modern zamanlarda görselliğin ön
plana çıkarılması ile koku bir belirleyici
kriter olmaktan uzaklaşsa da toplumsal
tabakalar arasında koku tabakayı belirleyici bir unsur olarak hâlâ önemini
korumaktadır. Yaptığı işin, yediği
yemeğin ve gündelik hayatta kişinin
kendisinin ne olduğuna ilişkin koku
üzerinden gerçekleştirilen çıkarımlar
oldukça önemlidir. Parazit filminde de
tabakalar arasındaki belirleyici unsur
koku olarak belirlenmiştir. Kim ailesi
koku ile bütünleşmiş bir birlikteliğe
sahiptir. Sahip oldukları koku alt sınıfa
ait kötü bir kokudur. Bunu filmde ilk
fark eden Park ailesinin küçük çocuğudur. Park ailesinin yanında çalışan Kim
sınıflar arası sınırın çok net gösterilmesi
bunu destekler niteliktedir. Alt yapı üst
yapı arasındaki dengesizlikler, iki sınıf
arasında var olan uçurum, alt yapının
hayatta kalma mücadelesi, her türlü
değeri yok edip var olma çabası filmde
üzerinde durulan önemli bir husustur.
Filmde eşitsizlik vurgusu keskindir.
sonucu olarak oluşturulan kurgu koku
Adeta
eşit olan hiçbir gösterge yoktur.
ve mekân üzerinden somutlaştırılmıştır.
Mekânlar,
eşyalar yeme içme biçimi,
Koku yediklerimizden bağımsız
yaşam
tarzı,
hatta yağmur bile eşit
değildir. Bedenimizin kokusu yiyeceklerimizin kokusudur. Bu sebeple kötü değildir. Bir sınıf için yağmur yaşadığı
ya da iyi koktuğumuz iddiası esasında yerin yıkımı demek iken bir sınıf için
kötü ya da iyi beslendiğimiz iddiasıdır. yağmur koltukta oturup hoşça vakit
Yediklerimiz bir yağın besinden çıkar- geçirilen bir ana tekabül etmektedir.
tılma sürecinde olduğu gibi bedenimize Eşitsizlik hayatın her anında var olana
Koku yediklerimizden bağımsız değildir. Bedenimizin kokusu yiyeceklerimizin
kokusudur. Bu sebeple kötü ya da iyi koktuğumuz iddiası esasında kötü ya da
iyi beslendiğimiz iddiasıdır. Yediklerimiz bir yağın besinden çıkartılma sürecinde
olduğu gibi bedenimize siner ve farklı kokulara sebebiyet verir. Bu sebeple
kokudaki farklılaşma yediklerimizdeki farklılaşmayı beraberinde getirir.
Yaptığı işin, yediği yemeğin ve gündelik hayatta kişinin kendisinin ne olduğuna
ilişkin koku üzerinden gerçekleştirilen çıkarımlar oldukça önemlidir. Parazit filminde de tabakalar arasındaki belirleyici unsur koku olarak belirlenmiştir. Kim
ailesi koku ile bütünleşmiş bir birlikteliğe sahiptir. Sahip oldukları koku alt sınıfa
ait kötü bir kokudur.
siner ve farklı kokulara sebebiyet verir.
Bu sebeple kokudaki farklılaşma yediklerimizdeki farklılaşmayı beraberinde
getirir. Bu durum hayat şartlarının
imkânları ya da imkânsızlıkları ile
birleştiğinde yemenin toplumsal tabakalaşmadaki yerini ifşa eder. Beslenme
alışkanlıkları imkânlarla doğru orantılı
hâle gelir. Beğeniler ve zevkler böylelikle
imkân ölçüsünde estetik değere ulaşır.
Fakat konu edindiğimiz filmde de açık
bir şekilde işaret edildiği üzere estetik
değerden daha önce etik değerler insani
olanı tanımlamaktadır. Bu sebeple filmin
üzerinde durduğu bir diğer unsur ise
sosyal sınıfların etik değerleridir. Etik
dediğimiz öğretilerin evrensel biçimi
her iki sınıf açısından da filmde sorgulanmıştır. Din, inanç, ahlak ve sanat
hakikaten üst yapı kurumu mudur?
İnsan temel ihtiyaçları karşılanmadığında ekonomik olarak bir eşitsizlik
ile karşı kaşıya kaldığında ahlak göz
ardı mı edilmektedir? Film açısından
bunun cevabı evettir. İkili sınıf yapısı,
ait bir gerçekliktir. Ekonomik durumun
belirleyiciliği dışında, metaya yüklenen
anlamın farklılığının ve ayırt ediciliğinin yanında koku da sınıfsal ayrımı
belirginleştiren durumdur. Üst sınıfa
dâhil oldukça ayrıştırıcı bir unsur hâline
gelen koku ve kokuya dair tanımlar bir
sınıfa ait olma durumunu da beraberinde getirmektedir. Alt sınıfta oraya ait
olma hâli üst sınıfın belirleyiciliğinde
ötekileştirici bir araç hâline gelmektedir.
Kapitalizmin ironiler ile birlikte varlık
göstermesi de filmin temel sanatsal
kaygısı olmuştur. İnsanın var olabilme
çabasını çatışma temelinde ele alan
film alt sınıftan insanların zincirlerini
kırıp hınç ile üst sınıfla hesaplaşması
ile son bulmaktadır.
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine
ailesinin birlikteliğini onları koklayarak
bunlar aynı kokuyor şeklindeki ifadesi
ile dile getirmiştir. Kim ailesinin sahip
olduğu koku taşınan bir kokudur ve
aynı yerde yaşayıp aynı sınıfa dâhil
olmalarının bir göstergesidir. Kokunun bir birlikteliğe karşılık gelmesi ve
sınıfsal bir ayrıma tabii tutulması ise
kokunun sosyal yönünün bir ifadesidir.
Filmde Park ailesindeki baba da seçkin
beğenileri olan üst sınıf zengin olarak
kurgulamıştır. Fizyolojik, psikolojik
ve sosyal pek çok eyleyen kokunun
etrafındadır. Karakter, kişilik, mekân
ve zaman kokunun etrafında tanımlanmaktadır. Kokusuz olma hâli bir
arınmışlık ve bir aidiyetten sıyrılmış
bir hâl olduğundan Kim ailesi filmde
sabunlarını değiştirerek bulundukları
sınıfın açığa çıkmasına engel olmaya
çalışmışlardır. Koku üzerinden ötekileştirme Kim ailesinin maruz kaldığı
bir diğer unsurdur. Bay Park’ın, Bay
Kim’in şoförlüğünü yaptığı arabaya
her bindiğinde pis koku aldığına dair
belirli hareketler yapması bu konuda
Bay Kim’in koku üzerinden kendisini
sorgulamasına neden olmuştur. Bay
Kim kokusu sebebi ile Bay Park ile aynı
kulvarda değildir ve rahatsız olunan pis
kokuya sahiptir. Kokunun ötekileştiriciliğinde Bay Kim sahip olduğu koku
itibarı ile öteki konumundadır. Yine
filmin son sahnesinde Bay Park’ın, Bay
Kim’den arabanın anahtarını alırken
Bay Kim’in kokusundan rahatsız olarak
burnunu kapatması ötekileştirilen
Bay Kim için bir öfke patlamasına
neden olur ve Bay Park’a öldürücü bir
saldırıda bulunur. Sınıfsal farklılıklar,
eşitsizlikler, üst sınıfa dâhil olanların
alt sınıfa dair yaklaşım biçimlerinin bir
103
DÜŞÜNEN ŞEHİR |Dosya|MeskûnYerlerinBollukveKıtlıkYönündenFarklıOlmasıveBununİnsanlarınBedenleriveAhlaklarıÜzerindekiEtkileriHakkında
İbn Haldun
Meskûn Yerlerin Bolluk ve Kıtlık Yönünden Farklı Olması ve Bunun İnsanların Bedenleri ve Ahlakları
Üzerindeki Etkileri Hakkında
104
Meskûn Yerlerin
Bolluk ve Kıtlık
Yönünden
Farklı Olması
ve Bunun
İnsanların
Bedenleri
ve Ahlakları
Üzerindeki
Etkileri Hakkında
İBN HALDUN
Bu metin, Halil Kendir tarafından çevirisi,
Yeni Şafak tarafından basımı yapılan,
Mukaddime, I. Cilt, Beşinci Fasıl, s. 123126'dan alıntılanmıştır.
il ki iklimi mutedil olan kuşakların her tarafı yerlerde bolluk içinde yaşayanlardan daha iyi olduğu görüverimli değildir ve buralarda yaşayanların lüyor. Evet, onların renkleri daha canlı, bedenleri daha diri,
tamamı da bolluk ve rahat içinde yaşamazlar. Aksine şekilleri daha mükemmel ve güzel, ahlakları aşırılıklardan
toprağının verimli ve elverişli olmasından dolayı her türlü uzak ve ilimleri anlayıp kavrama noktasında akılları daha
hububat ve meyvelerin yetiştiği yerler olduğu ve buralarda parlak ve keskindir. Bu, bütün kavimler için gözlemsel
bolluk içinde yaşayanlar bulunduğu gibi, toprakları verimsiz tecrübenin şahitlik ettiği bir durumdur. (Çöllerde yaşayan)
ve taşlık olan, ekin hatta ot bile bitmeyen yerler de vardır Araplar ile (bolluk içinde yaşayan) Berberîler arasında, yine
ve buraların halkları da darlık ve yokluk içinde yaşarlar. verimsiz topraklarda yaşayan Mülesseminler ile ziraata
Hicaz’da ve Yemen’in güneyinde yaşayanlar ve yine Sudan ve elverişli yerlerde yaşayanlar arasında bu söylediklerimiz açık
Berberî bölgeleri arasındaki kumlukların etrafında ve Mağrib bir şekilde görülür. Onların durumlarıyla ilgili haberlerden
sahrasında yaşayan Sanhâca halklarından Mülesseminler bu gerçek anlaşılır.
gibi... Bunlar hububat türü şeylerden tamamen mahrumBunun sebebi -Allah en iyisini bilir- çok fazla ve karışık
durlar. Bütün gıdaları ve yiyecekleri süt ve etten ibarettir. gıda almak, vücutta kötü kokulara ve artıklara neden olur.
Çöllerde göçebe hayatı yaşayan Arapların durumu Bunun sonucunda vücut dengesiz olarak gelişir ve şişda aynıdır. Onlar her ne kadar ziraata elverişli olan bazı manlıktan dolayı renk perişan ve şekil çirkin görülür. Aynı
yerlerden hububat elde ediyorlarsa da, bu, o yerlerde az şekilde, bu gıdalardan oluşan bozulmuş ve kötü sıvıların
bulunmaları ve ekinlerini korumadaki güçlükler yüzün- beyne gitmesiyle aklın ve düşüncenin üzeri örtülür, bunun
den, rahat ve bolluk içinde yaşamalarını sağlamak bir yana sonucunda anlayışsızlık, gaflet ve genel olarak bütün iyi
ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde bile olmamaktadır. Onlar hâllerden sapma baş gösterir.
da çoğu zaman süt ürünleriyle beslenmektedirler ve bunlar
Bu durum, çöllerde ve kurak yerlerde yaşayan ceylan,
hububatın yerini en iyi şekilde tutmaktadır.
deve kuşu, zürafa, yaban eşeği (zebra) ve yaban sığırı gibi
Buna rağmen hububattan mahrum bir şekilde çöllerde hayvanlar ile otu bol olan verimli yerlerde yaşayan hayvanyaşayanların bedenleri ve ahlaklarının, ziraata elverişli olan ların karşılaştırılmasıyla da anlaşılabilir. Bu karşılaştırmada
DÜŞÜNEN ŞEHİR |Dosya|MeskûnYerlerinBollukveKıtlıkYönündenFarklıOlmasıveBununİnsanlarınBedenleriveAhlaklarıÜzerindekiEtkileriHakkında
B
105
DÜŞÜNEN ŞEHİR |Dosya|MeskûnYerlerinBollukveKıtlıkYönündenFarklıOlmasıveBununİnsanlarınBedenleriveAhlaklarıÜzerindekiEtkileriHakkında
106
Buna rağmen hububattan mahrum bir şekilde çöllerde yaşayanların bedenleri ve ahlaklarının, ziraata elverişli olan yerlerde
bolluk içinde yaşayanlardan daha iyi olduğu görülüyor. Evet, onların renkleri daha canlı, bedenleri daha diri, şekilleri daha
mükemmel ve güzel, ahlakları aşırılıklardan uzak ve ilimleri anlayıp kavrama noktasında akılları daha parlak ve keskindir.
çöllerde ve kurak yerlerde yaşayan hayvanlar, derilerinin yemekleri hafif oluyor ve vücutta sebep olduğu kötü artıklar
parlaklığı, şekillerinin güzelliği, uzuvlarının orantılılığı ve da az oluyor. Onun için şehirde yaşayanların bedenlerinin,
anlayışlarının keskinliği ile diğerlerinden çok farklı olduğu kırsal kesimde ölçüsüzce yemek yiyerek yaşayanlarınkingörülür. Oysa ceylan keçinin, zürafa devenin, yaban eşeği den daha zarif oldukları görülür. Aynı şekilde badiyelerde
ve yaban sığırı (evcil) eşek ve sığırın kardeşidir. Ancak açlığa talim ederek yaşayan bedevilerin vücutlarında da
görüldüğü gibi aralarında çok fark vardır. Bunun sebebi hiçbir fazlalık yoktur.
ise, verimli topraklardaki bolluğun bu hayvanların bedenBil ki çok yemek yemenin bedendeki (olumsuz) etkileri
lerinde kötü artıklara ve bozuk karışımlara yol açmasıdır. din ve ibadetler konusunda bile ortaya çıkmaktadır. BadiÇöllerdeki hayvanların aç kalması ise onların bedenlerini yelerde ve şehirlerde, lüks içinde yaşamayıp, kendilerini
zevklerden ve lezzetli şeylerden uzak tutanların, bolluk ve
ve şekillerini güzelleştiriyor.
İnsanlar için de aynı şey geçerlidir. Her türlü meyve, lüks içinde yaşayanlara göre daha dindar ve ibadetlere daha
sebze ve ürünün bulunduğu verimli yerlerde bolluk içinde düşkün oldukları görülür. Hatta çok fazla et, birbirinden
yaşayan insanların genellikle kıt anlayışlı ve kaba cisimli farklı ve abartılı gıdalar ile has (kepeksiz) buğday ekmeği
kişiler olduklarını görüyoruz. Berberîlerin durumu böyle- yemeleriyle bağlantılı olarak kalplerinin katı ve gafil olmadir. Diğer taraftan Masâmide, Gımare ve Sûs halkları gibi sından dolayı, şehirliler arasında ibadetlere düşkün dindarlar
sadece arpa veya mısırla yetinenlerin akıl ve cisimlerinin azdır. Âbidler daha çok darlık içindeki bedevilerden çıkar.
ise onlardan daha iyi olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde
Yine bu konuda, lüks ve bolluk içinde yaşayışlarının
bolluk içindeki Mağrib halkıyla, toprakları verimsiz ve yiye- değişik olmasına bağlı olarak, bir şehir halkının durumu
cekleri çoğunlukla mısır olan Endülüs halkının durumu da da birbirinden farklıdır. Diğer taraftan bedevilerden ve
böyledir. Endülüs halkının başkalarında karşılaşılmayacak şehirlilerden lüks ve bolluk içinde yaşayanlar kıtlık ve
ölçüde zeki, bedenleri hafif ve öğrenme kabiliyetlerinin çok açlıkla karşı karşıya kaldıklarında başkalarına göre daha
yüksek olduğu görülür.
çabuk ölürler. Mağrib’teki Berberîler, Fas ve Mısır halkı gibi...
Mağrib’in (ziraata elverişli) kırsal kesimlerinde yaşayanlar Aynı şey sahralarda ve çöllerde yaşayan Araplar, yiyecekleri
ile kentlerde ve şehirlerde yaşayanların durumu da aynıdır. genel olarak hurma olan hurmalık sahipleri, günümüzde
Her ne kadar şehirdekiler de, kırsal kesimdekiler gibi, bolluk yiyecekleri çoğunlukla arpa ve zeytin olan Afrika halkı ve
içinde yaşıyorlarsa da, yiyeceklerini, ona kattıkları şeylerle yine yiyecekleri genel olarak mısır ve zeytin olan Endülüs
iyice terbiye edip hafifletiyorlar ve tam kıvamına getiriyorlar. halkı için geçerli değildir. Bu halklar kıtlık ve açlıkla karşı
Zaten genel olarak yiyecekleri koyun ve tavuk etidir. Lezzetli karşıya kaldıklarında, bolluk içinde yaşayanlar gibi hemen
olsun diye yemeklerine çok fazla yağ da katmıyorlar. Böylece
Bir keresinde üstadlarımız, Sultan Ebu Hasan’ın meclisinde bulundukları bir sırada Ceziretu’l-Hadra ve Rende
şehirlerinden, senelerdir hiçbir şey yemeyen (yemediği
söylenen) iki kadın getirilmiş. (Gözetim altında tutulup) işin
gerçeği araştırılınca, söylenenlerin doğru olduğu anlaşılmış.
Ölene kadar da onların bu hâli devam etmiş. Yine pek çok
dostumuzun, sadece keçi sütüyle yetindiklerini gördük.
Bunlardan biri gündüz veya iftar vakti keçinin memesinden
süt emiyor ve bu onun gıdası oluyordu. Bu hâli tam on beş
sene devam etti. Onun dışında buna daha uzun süre devam
edenler de çoktur. Bunlar inkâr olunamaz.
Bil ki, güç yetirilebiliyorsa açlık veya az yemek yemek,
vücut için her açıdan çok yemekten daha sağlıklıdır. Bunun,
söylediğimiz gibi, cismin ve aklın sağlık ve berraklığında
ciddi etkisi vardır. Gıdaların (çok yemenin) vücutlarda
meydana getirdiği olumsuz eserlerden söylediğimizin
doğruluğu kolayca anlaşılabilir. İri cüsseli hayvan etleriyle beslenenlerin nesillerinin de aynı şekilde olduğunu
görüyoruz. Bu gerçek, bâdiyelerde yaşayanlar ile şehirde
yaşayanlar arasında da gözlemleniyor.
Yine deve sütü ve etiyle beslenenlerin, zorluklar ve ağır
yükler karşısında sabır ve tahammül gösterdiklerine şahit
olunmaktadır. Bilindiği gibi böyle durumlar karşısında
sabır ve tahammül sergilemek develerin bir özelliğidir. Aynı
şekilde bu kişilerin bağırsakları da develerinki gibi sıhhatli
ve dayanıklı oluyor. Başkalarına zarar veren gıdalar bunlara
zarar vermiyor. Karınlarını boşaltmak için hiç korkmadan
sütleğen1 otlarının sütlerini içiyorlar ve olgunlaşmamış
ebucehil karpuzu2 yiyorlar ve bunlar onların bağırsaklarına
zarar vermiyor. Eğer içlerinde zehir barındıran bu bitkileri,
yedikleri leziz yemeklerden dolayı bağırsakları yumuşak
(dayanıksız) olan şehirliler yemiş olsalar, göz açıp kapanıncaya kadar ölürlerdi.
Yine tavuklar hakkında çiftçilerin ve gözlemcilerin anlattıkları, gıdaların vücut üzerindeki etkisi hakkında bir başka
örneği teşkil ediyor. Buna göre, develerin dışkılarındaki
hububat taneleriyle beslenen tavuklar yumurtlayıp, bu
yumurtalar üzerine kuluçkaya yatınca, bunlardan çıkan
tavuklar diğerlerine göre son derece büyük oluyor. Bunun
örnekleri çoktur.
Gıdaların vücut üzerinde görülen etkileri gibi, açlığın da
vücut üzerinde etkilerinin olduğuna şüphe yoktur. Çünkü
zıt şeyler, etkilerinin varlığı veya yokluğu konusunda aynıdır.
(Aşırı) gıdalar, vücutta zararlı fazlalıklara, yağlanmalara
yol açtığı ve aklı körelttiği gibi, açlık da vücut ve aklın
berraklığını, vücudun zararlı fazlalıklardan ve yağlardan
arınmasını sağlar. Allah ilmiyle her şeyi kuşatandır.
▪
1
2
Birçok türleri olan, sütü andıran beyaz ve zehirli öz suyu olan bitki.
Kabakgillerden, elma büyüklüğündeki acı meyvesi müshil olarak kullanılan
bitki
DÜŞÜNEN ŞEHİR |Dosya|MeskûnYerlerinBollukveKıtlıkYönündenFarklıOlmasıveBununİnsanlarınBedenleriveAhlaklarıÜzerindekiEtkileriHakkında
ölmezler. Bu halklar içinde açlıktan ölenlerin sayısı çok
değildir. Hatta neredeyse hiç yoktur.
Bunun sebebi -Allah en iyisini bilir- bolluk içinde yaşayanlar, özellikle çeşitli ve yağlı yemeye alışkın oldukları için,
bağırsakları da kendi doğal rutubetlilik sınırının üzerinde bir
rutubetlilik kazanmaktadır. Sonra alışkın olunan yiyecekler
alınmayınca ve bunun yerine sert ve kuru şeyler yenilince,
son derece zayıf bir organ olan bağırsak kuruyup büzülmekte,
hastalığa yakalanmakta ve anında sahibini öldürmektedir.
Çünkü bu öldürücü bir durumdur. Dolayısıyla açlıktan
ölenleri, açlık değil, daha önce alışkın oldukları tokluk
öldürmektedir. Bol ve yağlı şeyler yemeyenlerin bağırsakları ise doğal rutubet sınırında kalmakta ve bu hâliyle her
türlü yiyeceği almaya uygun bulunmaktadır. Onun için
alınan gıdaların değişmesi bağırsakların kurumasına ve
bozulmasına yol açmaz. Dolayısıyla bu kimseler, çok yemek
yiyenlerin öldükleri kıtlık zamanında genellikle ölmezler.
Bütün bunların temeli ise, alınan veya terk edilen
gıdaların bir alışkanlık oluşturmasıdır. Bir kimse belli bir
gıdayı almayı alışkanlık hâline getirdiğinde vücudu onun
alınmasına uygun hâle gelir ve o gıdanın değiştirilmesi
hastalığa sebep olur. Gıdalar da genel olarak ölçü kaçırıldığında zehir gibidir. İnsan buğday yerine, süt ve sebze
yemeye başlasa ve alışkanlık edinene kadar buna devam
etse, artık yeni yiyecekler onun için (zehir değil) gıda olur
ve buğdayın yerini tutar.
Aynı şekilde nefis terbiyecilerinin (sofilerin) naklettiklerine göre, insan kendini açlığa sabretmeye ve yemek
yememeye de alıştırabilir. Biz o kimselerden öyle şaşılacak
haberler duyuyoruz ki, bu konuları bilmeyen biri, kolay
kolay bunlara inanamaz. Şaşılacak bu durumların meydana
gelmesinin sebebi alışkanlıktır. Nefis bir şeyi alışkanlık
edinince, artık o şey onun tabiatından olur. Nefis, tedricen
ve alıştırarak açlığı da alışkanlık hâline getirir ve artık açlık
da onun tabii hâlinden olur.
Hekimlerin, “açlığın ölüme yol açacağı” şeklindeki
düşünceleri, ancak tek bir seferde ve bütün gıdalar kesilerek açlıkla karşı karşıya kalındığında doğrudur. Çünkü
bu durumda bağırsaklar kurur ve insanı öldürmesinden
korkulan bir hastalığa tutulur. Ancak, mutasavvıfların yaptığı gibi, tedricen ve gıdalar yavaş yavaş azaltıldıktan sonra
aç kalınırsa, böyle bir açlık ölümle sonuçlanmaz. Burada
tedricilik şarttır. Hatta açlıktan dönülürken (tekrar yemeye
başlanırken) bile, bunun tedricen yapılması gerekir. (Çok
uzun süre aç kalındıktan sonra) birden bire (ağır şekilde)
yemek yemek ölümle sonuçlanabilir. Bu yüzden nefislerini
terbiye edenlerin (sofilerin) yaptığı gibi (açlıktan sonra)
yemeye başlamanın da tedricen ve alıştırarak olması gerekir. Kırk gün, hatta daha fazla aç kalanlara şahit oluyoruz.
107
İrfan Kaya
Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı
Şehir Uygarlığında
EROS Karşıtlığı
108
İRFAN KAYA
Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi,
Din Sosyolojisi Ana Bilim Dalı
ikaya@cumhuriyet.edu.tr
P
laton patentli rasyonel bakış açısına göre,
insanın duyu dünyası bir karar mercii olamaz.
Zira duyular yanıltıcı ve ayartıcı olduğu gibi kesinlik ihtiva
etmez. Nitekim İngilizcede müphemlik anlamına gelen
ambivalence kelimesine “duygusal yönden karmaşık olma
hâli” anlamı verilmektedir. Belli ki insanın akli yönü;
tanımlayan, tasnif edebilen, hesap edebilen ve böylece
düzeni sağlayabilen yönüyle net bir görünüm sergilerken,
aynısını insanın duygusal yönü için söyleyemiyoruz. Bu
bizi akıl-duygu gibi bir ikilemle karşı karşıya bırakır. Dahası
rasyonel muhakemenin mekânı olan akıl, kamusal alanda
erkek tarafından karşılanırken, irrasyonel muhakemenin
mekânı olan duyu, duygu ve sezi ise ancak bir ev ortamında
kadın tarafından sunulur. İrrasyonelliğin kadın tarafından
sunulması, esasında kadının yaptığı bir tercih değil, erkeğin
bu dikotomik yapıda simetriye uygun olarak kadına yakıştırdığıdır. Dolayısıyla kadın tahlil ederken, karar verirken
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı
duygusuyla hareket eder. Hâlbuki
egemen akla göre duyusal ve duygusal
olan hesap dışıdır, bir kalibresi yoktur,
karmaşıktır. İnsanın duygusal yönü,
karmaşık olmasıyla karanlıktadır.
Kötü olan da karanlıktır. Pek çok korku
filminde eve izinsiz giren “kötü” niyetli
“yabancı”nın karanlıkta saklanması ya da
karanlıkta belirmesi, seyirciye yabancının kötü olması gerektiği algısını verir.
Bu algı, asıl olan ve olması gerekenin
tanınır ve belirgin olması gerektiğine
inanmamız içindir. Bu yüzden karanlıkta kalanın aydınlığa kavuşturulması,
o karanlık dünyanın yabancısı ve o
yabancının müphemliğinin açık seçik
hâle getirilmesi zaruriyeti vardır. En
genel anlamda bilimsel ve akademik
faaliyetler dahi açık seçik hâle getirme
gayretiyle çalışır. Hatırlayacak olursak
Platon da ünlü mağara metaforuyla
karanlık ve aydınlık arasında bir karşıtlık oluşturmuş, insanları mağaranın karanlık dünyasından dışarıdaki
aydınlığa (Nietzsche’de Apollon ışık
tanrısıdır) davet etmişti. Bugünün
aktüel konularından biri olan metaverse
(Nietzsche’de ışık tanrısı olan Apollon
aynı zamanda yansımalar tanrısıdır) de
esasında, insanlara mağara yaşamını
özendiren tersinden bir Platoncu pratik
olarak değerlendirilebilir. Anlaşılan
o ki mutlak hakikat adına insanların
mağara mekânı ile olan mücadelesi
Bugünün aktüel konularından biri olan metaverse (Nietzsche’de ışık tanrısı olan
hiç bitmeyecek görünüyor.
Yazımızda şehir uygarlığını, doğa-kül- Apollon aynı zamanda yansımalar tanrısıdır) de esasında, insanlara mağara
tür/uygarlık ikilemi üzerinden okumaya yaşamını özendiren tersinden bir Platoncu pratik olarak değerlendirilebilir. Anlaçalışacağız. Bunu, Batı düşüncesinin şılan o ki mutlak hakikat adına insanların mağara mekânı ile olan mücadelesi
eros karşıtlığını, Platoncu metafizik dünhiç bitmeyecek görünüyor.
yayla kavgası iyi bilinen Nietzsche’nin
nihilistçe bir yön verdiği Apolloncu-Dibastırılması ön şartına bağlıdır. Başka
APOLLON-DİONYSOS
onysoscu, yanılsama-gerçeklik ayrımına
türlü söylenirse, insanın kendini “doğa
KARŞITLIĞI
başvurarak yapacağız. Sonrasında yine
durumu”ndan sıyırıp bir şehir ortamında
Akıl ve duygu arasındaki karşıtlık,
Nietzsche’nin, Platon’un metafizik dünkültürle yetiştirmesi gereği vardır. Son Apolloncu biçimcilik ile Dionysoscu
yasını sahiplenen Hıristiyan dünyasına
tahlilde yazının, Byung-Chul Han’ın biçim yoksunluğu arasındaki karşıtait çileci ahlak anlayışına vurduğu çekiç
“eros’un ıstırabı” ile sonuçlandırılması lığa denk gelir. Apollon “bireylere...
darbelerinin, uygarlığın esasında bir
amaçlanmaktadır.
etraflarında sınırlar çizerek ahenk
yadsıma üzerine kurulu olduğu görüşü
kazandırmaya çalışan” biçim-verici
paylaşılacaktır. Zira uygarlık, ilk etapta
güçtür; Dionysos ise, Apolloncu eğilim
beden merkezli arzu ve duyu dünyasının
109
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı
Zira uygarlık, ilk etapta beden merkezli arzu ve duyu dünyasının bastırılması ön
şartına bağlıdır. Başka türlü söylenirse, insanın kendini “doğa durumu”ndan
sıyırıp bir şehir ortamında kültürle yetiştirmesi gereği vardır. Son tahlilde yazının,
Byung-Chul Han’ın “eros’un ıstırabı” ile sonuçlandırılması amaçlanmaktadır.
110
“biçimi kadim Mısır’a özgü bir katılık ve
soğukluk içinde taşlaştırmasın” diye,
bu “küçük daireler”i zaman zaman
yıkan güçtür.”1 Apolloncu-Dionysoscu
karşıtlık, Apollon’un -ışıldayan tanrınıngörsel temayülü ile Dionysos’un görsel
olmayan müzik âlemine hükmeden
temayülü arasındaki karşıtlık olarak
bilinir. Ancak Allan Megill, Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu’nda, pek
çoklarının kabul ettiği ve geleneksel
hâle gelmiş olan, Yunan kültürünün
özüne dair, “soylu yalınlık” ve “sakin
ihtişam” şeklindeki inancı reddettiğini
1
Friedrich Nietzsche, Müziğin Ruhundan Tragedyanın
Doğuşuna, çev. İsmet Zeki Eyuboğlu (İstanbul:
Say Yayınları, 2011), 9. Bölüm.
belirtir.2 Megill’e göre, Dionysoscu olanın
Yunan kültüründe oynadığı rolü bilen
dikkatsiz bir okur, Tragedyanın Doğuşu’nu, kültürdeki Dionysoscu unsura
düzülen bir methiye zannedebilir: “Oysa
Nietzsche aslında, Apolloncu olanın
oynadığı kültürel rolle çok daha fazla
ilgilenir. Nietzsche’nin görüşüne göre,
bütün ilkel halklar Dionysoscu enerjilerden nasiplerini fazlasıyla almışlardır.
Antik dünyanın her köşesinde şu ya
da bu türden Dionysoscu festivallere
rastlanabilirdi ve bunların çoğu cinsel
serbestliğe ve vahşi doğal içgüdülerin
2
Allan Megill, Aşırılığın Peygamberleri, Nietzsche,
Heidegger, Foucault ve Derrida, çev. Tuncay Birkan
(Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1998), 76.
dizginlerinden boşalmasına dayanıyordu.
Grekleri barbar muadillerinden ayıran
şey, güçlü şahsiyetiyle “Gorgon’un
kafasını, bu grotesk denecek kadar kaba
saba Dionysoscu güce karşı çıkaran”
Apollon’a duydukları bağlılıktı.”3
Böylece “Apollon, Dionysos’u öldürmemiş, aksine yola getirmiş”4 olmaktadır.
Nietzsche’nin görüşüne göre, halkları
ilkel yapan, Dionysoscu enerjilerden
nasiplerini fazlasıyla almalarıdır. İşte
barbarlık ile kültür arasındaki farkı
yaratan da “Apollon’un şahsiyeti”dir.
Barbarlar, Dionysoscu itkilerine gem
vurulmadığı için barbar kalmaktadır.
Grekler ise Apollon’un etkisiyle bu
itkileri yeniden yönlendirip dönüştürdükleri, onları salt bir doğa ifadesi değil,
birer kültür bileşeni hâline getirdikleri
için Grek olmuşlardır. Dolayısıyla
Grekleri barbarlığa karşı koruyanın
Apollon olduğunu söylemek, aynı
zamanda Grek kültürünün yanılsama
üzerine kurulmuş olduğunu da söylemek demektir. Dahası, genel olarak
kültürün bu şekilde kurulduğunu söylemek demektir.5 Nietzsche şöyle der:
“Doymak bilmez irade, şeyler üzerine
yayılmış bir yanılsama yoluyla kendi
yarattıklarını oyalamanın ve onları
yaşamayı sürdürmeye zorlamanın bir
yolunu her zaman bulacaktır; bu ebedi
bir olgudur.”6 Megill’ın yorumuyla
Nietzsche’nin görüşünde, insanlar
gerçekliğin yüküne dayanamazlar.
Sonuç olarak, kültür ancak yanılsama
sayesinde serpilir, hatta hayatta kalır.7
Biçim tanrısı olan Apollon (aklı)
rasyonel düşünceyi temsil ederken
Dionysos ise esrime tanrısıdır ve biçim
yoksunudur. Apolloncu yanılsama
sayesinde Dionysos’a biçim verilmiş olur.
Tersinden, oluş dünyası Varlık niteliği ile
damgalanmış, Dionysos’un rahatlatıcı
3
4
5
6
7
Megill, Aşırılığın Peygamberleri, 76.
Megill, Aşırılığın Peygamberleri, 76.
Megill, Aşırılığın Peygamberleri, 77.
Nietzsche, Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşuna, 18. Bölüm.
Megill, Aşırılığın Peygamberleri, 78.
8
Georg Simmel, Modern Kültürde Çatışma, çev.
Tanıl Bora vd. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017),
56-57.
Akıl-duygu, Apollon-Dionysos gibi gerçeklik-yanılsama arasındaki yadsımaya
varan gergin ve gelgit ilişkiyi doğa-kültür/uygarlık arasında da gözlemlemek
mümkündür. Nasıl ki Dionysoscu coşkunluk, taşkınlık ve şenlik unsuru, Apolloncu yanılsama tarafından “terbiye edilerek” yaşanır hâle getiriliyorsa, doğanın
akıcılığı da kültür ile kültürlenerek işlenir hâle getirilmektedir.
hayatın hızlı ritmi, iniş çıkışları, sürekli
yenilenişi, bunlardan bağımsız olan
formlara baskın gelir. Hayat bir yandan
durmaksızın formlar yaratırken, diğer
yandan da durmaksızın formları yıkar.
Bu formlarda, hem kendilerinden
uzaklaşan yaratıcı hayatı taşıyan, ama
bir süre sonra kuşatamaz oldukları
paradoks bir durum söz konusudur.9
Akıl-duygu, Apollon-Dionysos
gibi gerçeklik-yanılsama arasındaki
yadsımaya varan gergin ve gelgit ilişkiyi doğa-kültür/uygarlık arasında da
gözlemlemek mümkündür. Nasıl ki
Dionysoscu coşkunluk, taşkınlık ve
9
İrfan Kaya, “Simgesel Bir Form Olarak Perspektiften Dinin Seküler İnşasına Mekânın Poetikası”,
Eskiyeni 41 (Eylül 2020), 498.
şenlik unsuru, Apolloncu yanılsama
tarafından “terbiye edilerek” yaşanır
hâle getiriliyorsa, doğanın akıcılığı
da kültür ile kültürlenerek işlenir hâle
getirilmektedir. Nitekim “doğal olan,
akış hâlinde olan bir dünyaydı ve doğal
olanın zaptedilebilmesi için düzen yaratılmalıydı” derken Thomas Hobbes’ta
doğa, düzenlenmemiş, kültürlenmemiş
hâliyle baş edilesi değildir. Doğanın
karmaşıklığı, rasyonel muhakemenin
mekânı olan bir polis ortamında kültür
ile dizginlenir, hizaya getirilir. Nihayetinde doğa, öncelikle kentlinin ussal
yaşamı olan şehir ve kültürün dışında
kalan biyolojik yaşama işaret etmesiyle,
rasyonel insanın bütün yönleriyle
yetişebildiği ortam olan polisin alanını
da belirlemektedir. Sonuç itibarıyla
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı
Apolloncu yanılsama ile forma kavuşması sağlanmış olur. Böylece gözünün
içine bakmanın insan için imkânsız
olduğu hakikatin Apolloncu yanılsama ile bakılabilir düzeye çekileceği
düşünülmektedir. Belli ki Dionysos’a
Apolloncu bir bakışla yaklaşılmakta,
bakılamıyor oluşu rasyonel muhakemeyle yargılanmaktadır. Apolloncu
yanılsama belli bir hakikati temsil etme
iddiasındaki formlarda üstü örtük bir
hakikat istencini çağrıştırır. Her form,
özü gereği, daha ortaya çıktığı andan
itibaren, geçiciliği aştığı iddiasıyla
hayattan bağımsız bir şekilde geçerlilik ve gerçeklik talep eder. Bu talebin
sonunda gerçeklik, kendine içkin
anlamı olmayana, maddi ve atıl olana
indirgenmiş olur. “İlk oluşma anlarında
hayatla uyumlu olabilirler, ama hayat
kendi evrimini sürdürdükçe, bu formlar
katılaşıp sabitleşmeye başlar, hayata
yabancı hatta düşman hâle gelirler. Hayat
ise kendisine bağımlı olan herhangi bir
şeyin egemenliği altına girmeye direnir,
hatta egemenliği altına girmeyi toptan
reddeder.”8 Klasik dönem sosyolojinin
“öteki” sosyologlarından Georg Simmel
hayatın birtakım yapıtlar -sanat, din,
kültür, bilim, teknoloji gibi- aracılığıyla
formlar hâlinde gerçekleştiğini ve
kendisini bu formlarla ifade ettiğini
ileri sürer. Bunlar, hayatın yaratım
kuvvetini içlerine almak suretiyle
hayata form, içerik ve düzen kazandırır.
Kendisi formsuz olan hayatın kendisini
fenomen olarak gösterebilmesi forma
girmesine bağlıdır. Lakin her form,
özü gereği, daha ortaya çıktığı andan
itibaren, geçiciliği aştığı iddiasıyla
hayattan bağımsız bir şekilde geçerlilik
ve gerçeklik talep eder. Her form zorla
hayata dayatılmış bir şey olarak duyumsanmaya başlayınca, hayat formlardan
kurtulmaya çalışır. Dolayısıyla hayat
ile formlar arasında gücül bir gerilim
devam edegelir. Ama her defasında
111
bir politik hayvan olarak insanın yapması gereken, doğal hâlini yadsıyarak,
uygarlığa adım atmasıdır. Zira sürgit
“doğa durumu”nda yaşanamaz.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı
BİR YADSIMA FORMU
OLARAK UYGARLIK
112
Batı düşünce tarihi içinde ruh-beden
ayrımında ruhtan yana konulan tavır
Platon’a kadar geriye gider. Eski çağ
filozoflarından Platon, idealizm düşüncesinin de etkisiyle var olanın kendisini
arka plana iterek düşünceyi merkezî bir
yere koymuştur. Platon’a göre idealar
dünyasında ruh merkezî bir yerdedir,
ölümsüzdür ve idealar dünyasından
gelerek bedenle birleşir, böylelikle asıl
yurduna kavuşmuş olur. Bedenin işlevi
ise sadece bu yeri pekiştirmeye yarayan
bir araç olmaktan ibarettir. Sosyoloji
disiplini için de bir beden sosyolojisini
bünyesinde açık bir şekilde barındırmadığı hâlde, sosyolojik teoride çok daha
yeni tartışmaları haber veren arzu ve
akıl arasındaki klasik Batı dikotomisini
miras aldığı söylenebilir. Buna rağmen
bu örtük teori, yeterince ve sistematik
olarak incelenmiş değildir. Kabaca
söylemek gerekirse sosyal felsefeyi,
toplum/teknoloji/aklın aksine değerin
ve mutluluğun kaynağı olarak doğa/
beden/arzuyu işleyen bir gelenek ile
zihni yaşamda yerleşen insan değerinin
olumsuzlaması olarak arzu/zevk/bedeni
düşünen ikinci bir gelenek şeklinde ikiye
bölebiliriz.10 Söylemek istediğimiz tam
olarak şudur: esasında üstü kapalı bir
şekilde de olsa, sosyolojik teori ikilemler
üzerine temellendirilmiştir: uygarlığa
karşı arzu: Sosyal denge ve sosyal düzen
adına tutkuyu akla boyun eğdirme
gerekliliği. Başka bir deyişle Dionysos
üzerinde Apollon. Platon’dan beri Batı
felsefesi kutuplaşmayla karakterize
edildiği hâlde, tutkularla ilgili tartışma
özellikle 19. yüzyılda tartışılır hâle gelmiştir. Örneğin Fourier’e göre uygarlık,
10 Bryan S. Turner, Beden ve Toplum, Sosyal Teoride
Yeni Arayışlar, çev. İrfan Kaya-Meryem Berrin
Bulut (Ankara: 2019),
tutkuya karşı durur ve arzuya yapay olmayanların ise büyük oranda doğal
sosyal görevler dayatmak suretiyle arzunun ağına düşmeleri kaçınılmazdır,
öznenin doğal özgürlüğünü tahrip eder. fakat çeşitli erdem araçları -af dileme,
Marx için de durum aynıdır: uygarlık Kominyon, baptizm ve cenaze törenibu sıkıntılardan kısmen rahatlama
vazgeçişle denktir:
Politik ekonomi, bu zenginlik bilimi, sağlamak için devreye sokulur. Özellikle
bu yüzden eş zamanlı olarak vazgeç- evlilik için, doğal cinsel dürtülere kutsal
menin, isteğin, birikimin bilimidir -ve bağlanma yoluyla bazı faydalı amaçlara
aslına bakarsak insanın orada idareli -üreme gibi- yönlendirilebilen birtakım
kullandığı ya temiz hava ihtiyacını düzenlemeler getirdiği söylenebilir.
ya da fiziksel egzersizi veren noktaya Neticede Hıristiyan dünyasında askeulaşır. Bu mükemmel endüstri bilimi tik sınırlama, arzunun laik toplumun
eş zamanlı olarak asketizmin bilimidir profan dünyasında yayılmasına, aklın ise
ve gerçek ideali asketiktir, fakat insafsız manastırın iç alanına tahsis edilmesine
efendidir ve asketiktir, fakat üretken yol açmıştır. Esasında Reformasyon
köledir. Ahlaki ideali, çalışanın maa- hareketine de Weber’in Protestan Ahlakı
şının bir kısmını tasarruf-bankasına ve Kapitalizmin Ruhu’nu oluşturan
bırakmasıdır ve hatta bu gözde fikrini temel argüman olarak, yani arzunun
somutlaştırmak için hazır bir sanat eseri asketik inkârını manastır hücresinden
buldu… [P]olitik ekonomi -dünyalık ve seküler aileye nasıl çekip çıkardığının
ahlaksız görünümüne rağmen- gerçek bir açıklaması olarak bakabiliriz. Hâl
bir ahlak bilimidir, bilimlerin en ahlaki böyle iken, Nietzsche’ye soracak olursak,
olanıdır. Öz-vazgeçme, yaşamdan ve Hıristiyan geleneğinde yer edindiği
tüm insan ihtiyaçlarından vazgeçme, hâliyle bu kutsal-kutsal dışı ayrımı,
onun temel tezidir.11
çökmekte olan dünyanın, çöküş ve
Yunan düşüncesinin hâlâ kabul etti- nihilizm dünyasının bir arazıdır ve
ğimiz, insan davranışının ya içgüdüyle toptan reddi gerektirir.
(doğa) ya da çevre (nurture) tarafından
Sosyolog Bryan Turner, kartezyen
belirlendiği şeklindeki bu tezatlık, zihin-beden ayrımına karşıt olarak yeni
akabinde, tutku ve şiddetin egemen bir sosyal teori arayışına girdiği Beden
olduğu dünyevi şehir ile gerçek manevi ve Toplum isimli eserinde, Hıristiyan
varlıkların fark edilebildiği “Tanrı şehri” dünyasının dinî-toplumsal tarihine
şeklindeki, insanoğlunun iki şehrin yönelik önemli analizlere yer verir.
sakini olduğunu ileri süren özellikle Turner’a göre Hıristiyan dünyası, asketik
St Augustine nezdinde Hıristiyan bir bakış açısından, yemek ve cinselliğin
teolojisi tarafından benimsenmiştir. her ikisi bedenin kesintisiz aktivitelerine
Böylece Hıristiyan öğretisi, insan sahne olmuştur. Yemek yeme, özellikle
doğasını (tutkuları ya da arzuları) ahlaki sıcak, baharatlı yemekler cinsel isteği
öğreti, af dileme ve disiplin (ya da ruhu uyarır. Bu yüzden Protestanlar, cinselterbiye etme) yoluyla itaat etmeye liği kontrol etmek için bir diyet rejimi
zorlar. Hıristiyanlık, doğal insanı diyet yoluyla bedeni düzenleme çabasına
formu ağırlıklı olmak üzere asketik girmişlerdir. Dolayısıyla 17. yüzyılın
düzenleme yoluyla düzene sokmak için Püriten devrimine yemek, mutfak ve
oluşturulmuş bir dizi disiplin (Fouca- tüketim üzerine bir dizi sınırlama eşlik
ult’nun deyişiyle benlik teknolojileri) etmiştir. Turner’ın aktardığı bilgilere
geliştirmiştir. Örneğin dindarlar, oruç göre, baharatlar yasaklandı ve Noel
tutarak arzunun hayvansal yaşamının gibi büyük festivaller, seküler zevk
sınırlarını aşmaya çalışır. Din adamı için fırsatlar olması nedeniyle durduruldu; 21. Gece etrafındaki şenlikler
11 Karl Marx, Economic and Philosophical Manuscripts
de bastırıldı. Arzunun aklın lehine
of 1844 (London, 1970), 98.
12 Georg Stauth-Bryan S. Turner, Nietzsche’nin
Dansı, Toplumsal Hayatta Hınç, Karşılıklılık ve
Direniş, çev. Mehmet Küçük (Ankara: Bilim ve
Sanat Yayınları, 2005), 135.
13 Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı, çev. Şeyda
Öztürk (İstanbul: Metis Yayınları, 2019), 9-10.
14 Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, çev.
Tahsin Yücel (İstanbul: Metis Yayınları, 1992)’den
aktaran Han, Eros’un Istırabı, 10.
kurmadığı bir armağan. Sanırım sorun
böylesi bir armağana hazır olup olmamakla alakalı. En azından bu yazının
armağan olmasını diliyorum…
KAYNAKÇA
▪ Han, Byung-Chul. Eros’un Istırabı. çev. Şeyda
Öztürk. İstanbul: Metis Yayınları, 2019.
▪ Kaya, İrfan. “Simgesel Bir Form Olarak Perspektiften Dinin Seküler İnşasına Mekânın
Poetikası”. Eskiyeni 41 (Eylül 2020). 491-513.
▪ Nietzsche, Friedrich. Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşuna. çev. İsmet Zeki Eyuboğlu.
İstanbul: Say Yayınları, 2011.
▪ Marx, Karl. Economic and Philosophical
Manuscripts of 1844. London. 1970.
▪ Megill, Allan. Aşırılığın Peygamberleri, Nietzsche,
Heidegger, Foucault ve Derrida, çev. Tuncay
Birkan (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1998),
▪ Simmel, Georg. Modern Kültürde Çatışma. çev.
Tanıl Bora vd. İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.
▪ Turner, Bryan S. Beden ve Toplum, Sosyal
Teoride Yeni Arayışlar. çev. İrfan Kaya-Meryem
Berrin Bulut. Ankara: 2019.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı
baskılandığı bu eski dikotomide sosyal politikası”, Aynı karşısında benliğin
denge aile, kilise ve devlet gibi kurumlar giderek daha da narsistleşmesinin eşlik
aracılığıyla bedenin arzularını zihinsel ettiği, Başka’yı aşınma sürecine maruz
nedenlere tabi kılmaya bağlıdır. Bu bırakmaktadır. Byung-Chul Han’a göre
görüşe göre uygarlık, tenin inkârını ve eros, Başka’yla katı anlamıyla, Benliğin
duygu kontrolünü gerektiren bir yok- ele geçirilemediği Başka’yla ilgilidir.
luktur. Protestanlığın asketik pratikleri, Han’ın iddiasına göre arzuladığım ve
manastıra özgü inkârları aile, okul ve beni büyüleyen Başka mekânsızdır.
fabrikanın günlük yaşamına taşınmış Aynı’nın dilinin dışına çıkmıştır.13
olur. Dolayısıyla modern toplumların Barthes’ten şu alıntıları yapar: Başka
tarihi, bu asketik sürecin çeşitli beden atopos olarak, dilde bir sarsılmaya yol
bilimleri yoluyla rasyonelleşmesi olarak açar: Başka’dan söz edilemez, Başka hakgörülebilir. Nihayetinde modern toplum, kında konuşulamaz; her ayırıcı özellik
panoptik toplumdur.
yanlış, sancılı, densiz, nahoştur…”14 Zira
Nietzsche’nin Dionysoscu ilkeyle günümüzün karşılaştırma/kıyaslama
hesaplaşmasını ussal olmayanın sos- kültürü aynılaşmayı beslemektedir.
yolojik çözümlemesi bağlamına yer- Eros ise Başka’yı, Bir’i narsisistik cehenleştirmek olarak görmek mümkündür. neminden çıkaracak başkalığı içinde
Haddizatında hem Nietzsche’yi hem deneyimlemeyi olanaklı kılar.
de Freud’u, ussal olmayanın ve usdışı
Öte yandan Han’ın savına göre,
olanın bireysel ve toplumsal yaşamdaki Aynı’nın cehenneminde, Atopik Başönemini yeniden gündeme getiren ka’nın gelişi kıyamet habercisi edasınkuramcılar olarak sayabiliriz. Ayrıca dadır. Daha anlaşılır şekilde söyleyecek
Norbert Elias’ın uygarlık çözümlemesi, olursak: bugün Aynı’nın cehennemintoplumsal görgü kuralları ve düzen- den kurtularak Başka’ya yönelmemizi
lemelerinin insan bedeninin terbiye sağlayacak olan şey kıyamettir. Lars
edilmesi için dayatılması üzerinedir. von Trier’in Melancholia filmi de kıyaKalın puntolarla söyleyecek olursak met benzeri bir olayın, bir felaketin
bedeni uygarlaştırmak duyguyu ussal- bildirilmesiyle başlar. Melancholia,
laştırmaktır. Hem ussallaşma hem bütün uğursuzlukları gün yüzüne
de uygarlaşma, dışsal kısıtlanımın çıkaran bir felaket olduğu gibi, iyileşözkısıtlanım lehine çökmesini içeren tirici, ıslah edici etkiye sahip negatif
görgü kurallarının biçimselleşmesinin bir gezegendir. Justine, ölüm getiren
genel süreci olarak görülebilir.12
gezegenin mavi ışığı altında beklentiyle
kıvranmaktadır. Yaklaşmakta olan
SONUÇ
felaketi, aşığıyla mutlu bir birleşme
Yukarıdaki analizlerden hareketle gibi beklemektedir. Eros ile ölüm,
Batı dünyası için, duygunun akıl, kıyamet ile selamet büyülü bir şekilde
bedenin ruh, doğanın kültür/uygarlık, yan yana gelir. Bu birleşme, Justine’i
Dionysos’un Apollon lehine yadsındığı, canlandırır ve narsisistik esaretinden
yanılsama ve yadsıma üzerine kurulu kurtarır. Kıyamete zorlayan Aynı, Başka
olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Akıl armağanı sayesinde selametle netice
karşısında duygu, mantık karşısında buluyor. Öyle bir armağan ki, alanın
aşk, zihin karşısında beden “evcimen herhangi bir mahcubiyet duymadığı,
bir husumet” içerisine çekilerek yıp- verenin de alan üzerinde tahakküm
ratılmış olmaktadır. Bu “yıpratma
113
Hasanali Yıldırım
Yurtsuz Hazlar Mezarlığı
Yurtsuz
Hazlar
Mezarlığı
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yurtsuz Hazlar Mezarlığı
HASANALİ YILDIRIM
114
D
ünyaya gelir-gelmez evvelâ
derin bir çığlık atarız; bir
vaveylâ. Akabinde yaptığımız iş, beslenmek. Çığlık ve beslenmek.
Beslenmek, yemek yemek, doymak.
Eksik iken tamamlanmak. İlk acıyı izleyen ilk haz: Az önce eksiktin, yani tam
değildin ama şimdi doydun; muvakkaten dahi olsa tamama erdin. Ardından
tekrar eksilecek, tekrar tamama ereceksin. Tamama erdiğini varsaydıkça
hazla telezzüz edeceksin. Burada aslen
basit bir fani iken artık kendini baki (!)
hissedeceksin.
Doğmak, yukarıdan aşağıya yuvarlanmak; hatta yücelik âleminden aşağılık âleme inmek demek; beslenmek
ise çığlığı sonlandırmak: alışmak. İlk
beslenme, ilk haz. Demek ki bu aşağılık
âleme alışmayı mümkün kılmak için
hazza muhtacız.
Faniliğin son raddesinden habersizliğin beraberinde getirdiği gafletin
lûtfu: Burada bulunduğun müddetçe haz
almaya devam edebilirsin. Ve vermeye.
Vakti gelince bu sığ hazdan daha
incesine tırmanacaksın.
Varolmanın, kendini dünyada bulmanın ve bu varoluşun bebek idrakiyle
olsun farkına varmanın getirdiği o en
büyük acıyı dindireceğimiz yegâne şey:
haz. İlk başta yaşanan, bir ömür sürgit
tekrar edecek: Bedenî veya ruhi ne vakit
canımız yansa peşisıra hemen hazzın
sökün etmesini bekleyeceğiz. O haz
tekrar geri gelir mi peki? Neredeee! Haz
gelmezse ne yapılır? Zorla geri getirilir!
Peki ama haz dediğimiz nazenin zorla
geri getirilebilir mi? Hem de ona bunca
ihtiyaç hissettiğimiz ânda?
Gelir elbette! Basit ve sığ nasihatname değil ki hayat; bal gibi de zorla
güzellik olur ve haz bir şekilde gittiği
Doğmak, yukarıdan aşağıya yuvarlanmak; hatta yücelik âleminden aşağılık âleme inmek demek; beslenmek ise çığlığı
sonlandırmak: alışmak. İlk beslenme, ilk haz. Demek ki bu aşağılık âleme alışmayı mümkün kılmak için hazza muhtacız.
HAZZA DAVETİYE ÇIKARMAK
Üç nevi hazdan bahseder eskiler:
yeme-içme hazzı, cima hazzı ve zihin
hazzı. Bir de şimdilerde kimi mütefekkirlere göre modernitenin hediyesi hız
hazzı; bahsi diğer sadedinde. İlkine
bütün yiyip içtiklerimiz girmekte: Her
nevi gıda, meşrubat, müskirat ve dahi
enfiye nevinden şey; damardan zerkedilen zehir nevileri dâhil. Bizi beslese de,
bize keyif verse de idamei hayatımızla
alâkalı tagaddiyata dair envaiçeşit gıda.
Her birini içimize aldıkça hissettiğimiz
o his: lezzetin zevki.
Yemek, beslenmeyi aştıkça biz hayvanlıktan insanlığa doğru tırmanmaya
başlarız; ne ki hayatta kalmak yerine
bu tırmanıştaki hazzı öncelemeye
başladıkça da bu sefer hayvanlığın
aşağısına sürükleniriz.
Dünyaya alışalım diye bize bahşedilen bu lütfun ilk ikisi apaçık bir şekilde
bedenî iken ruhi/hissî olanı sadece
biri. Bu sefil hayata tahammülümüzü
mümkün kılan, mümkünlük ne kelime,
bir vakit sonra tıpkı bir kene gibi ona
yapışmamızı sağlayan şey ise hem sefaletimizin zemini, hem de vezaretimizin.
Kabûllenerek veya gaflet ederek onun
kölesi hâline geldiğimizde, dışarıdan
bakıldığında kişinin gününü gün ettiği
zehabına kapılınabilir; ama içeride,
bazen derinlerde pişmanlıkların ve
çilelerin haddi-hesabı yok.
Vezirlik hazzı reddetmekte değil,
terbiye etmekte.
Dünyanın sefaletine tahammül
edelim diye bize bahşedilen lûtfun
kölesine dönüştüğümüzde, maddeten
olmasa dahi manen sefalet kaçınılmaz.
Üstelik hedonizmin bu felâket çığırtkanlığı, hazzın bir tek ilk iki nevisi için
de geçerli değil. Bunu kabûllenmekte
zorlansak bile zihnî hazlar da kişiyi
zelilleştirebilir: Öğrenme ve öğretme
arzusu öğrenme ve öğretme hırsına,
itibar talebi mevki-makam hırsına,
meşru ilim talebi yerini dinmeyen
bir merak saikine bıraktığında kişiyi
sürükleyeceği uçurumların haddi-hesabı
tahayyülfersa.
Bir kıstas aynı zamanda haz. Deresinin kenarında bir yaz şöleni verebilirsiniz ama içine girip yıkanmak hayati
tehlike arzetmede.
HAZ HAYATIN
BİZATİHİ KENDİSİ
Yeme-içme, cinsî münasebet ve
zihnî faaliyet.
Birbirinden farklı ve birbirleriyle
alâkasızmış gibi duran bu faaliyetlerin beklenmedik bir asgari müştereği
var: hayatın bizatihi kendisi! Hayat bu
üçünden ibaret.
Sahiden böyle mi acaba?
Yeme-içme elde var bir ama ya ötekiler? Bu esaslı üçlü sacayağının öteki
kolları gerçekten de her “hayvan” için
cari mi? Yoksa birçok vaziyette bir kişide
bu üçlünün birarada bulunduğunu mu
farzediyoruz? Öyle ya, bırakalım adamakıllı bir zihnî faaliyeti, cinsî faaliyet
hakkı dahi bizzat hemcinsi tarafından
modern yaşama tarzıyla zamanımızın
insanının elinden, kısmen veya tamamen (ç)alınmış değil mi?
Öte yandan bilmekteyiz ki idamei
hayat için vazgeçilmez vasıf arzeden bir
nevi havaici asliye cinsinden şeylerin
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yurtsuz Hazlar Mezarlığı
yerden, kaçtığı delikten geri getirilir. İyi
ama ne pahasına? Zorla geri getirilen
hazzın bedeli ne? Elcevap: Hazzı izleyen yeni acılar ve insanın yakasını bir
türlü bırakmayan pişmanlıklar. Üzeri
ne kadar maharetle örtülürse örtülsün,
topraktan yeni yeni çıkayazan buğday
filizleri misali o yeni pişmanlıklar. Ve
şeytan çıkarır gibi onları kovalamak
için ihtiyaç hissedilen yeni hazlar...
Her çığlık yeni bir haz şöleninin davetçisi.
115
zihnen de katılabildiğimiz durumlarda
yahut o hazzın yalnızca temin ânında,
düzayak tedarikinde değil, hazırlık safhasında da zihnî bir inceltme devreye
girmişse o hazzın tesirinin kalıcılığından
bahsedebilmekteyiz.
HAYIR İLE HAZZIN ARASINDA
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yurtsuz Hazlar Mezarlığı
Bir kıstas aynı zamanda haz. Deresinin kenarında bir yaz şöleni verebilirsiniz
ama içine girip yıkanmak hayati tehlike arzetmede.
116
mahrumiyeti ihtimâl dışı. Başka bir
ifadeyle yaşamak veya insanca yaşamak
için esastan ihtiyaç hissettiklerimizin yeri aslen doldurulamaz. Peki bu
kaide her vaziyette aynen cari midir
yoksa zamanımızın kanunları gibi
elâstiki midir?
Hazla alâkalı şaşırtıcı hususlardan
biri de burada karşımıza çıkmakta:
Tuhaf bir şekilde bu üç hazdan birinden,
tamamen veya muvakkaten mahrum
kaldığımızda, mahrum kaldığımız o haz
kanalını bir başkasıyla yer değiştirmekte
bir beis görmeyiz. Hatta bu vaziyeti
farketmeyebiliriz bile. Evet, hakiki değil,
hayali bir ikame bu; bir zan. Yukarıdan
aşağıya misallendirirsek, her ne sebeple
olursa olsun zihnî haz alma veya verme
imkânından mahrum kalmış biri, zihnî
haz vasıtasıyla ulaşacağı hazzın bir
benzerini cinsî hazda aramaya başlar.
Bulur da hatta. Yahut yeme-içmede.
Benzer bir şekilde cinsî hazdan mahrum
kalan biri, oradan alacağı haz hakkını
yeme-içmeye veya zihnî faaliyetlere
aktarmaya meylettiğini farketmez bile.
Bu vaziyet bir tek işaret ettiğim
cihetten ilerlemez; tersi de cari.
HAZ ŞEYTANIN OLTASI
Şurası da mühim: Bazı hâllerde
haz mahrumiyeti, işin tabiatının şartı.
Zihin faaliyetlerinden misal: Öğrenme
ve öğretme, yüksek seviyede fehm ve
idrak, keşif, icat, temaşa, istima nevinden
yaratıcılık faaliyetlerinin beherinde
veya düzayak merak saikinin diriliğinde
bile öteki hazları def ihtiyacı mecburi.
Demek ki herhangi bir ânda insani
acziyetimiz icabı hazlardan ancak bir
tanesine garkolabilmekle sınırlandırılmışız. İki hazzı aynı ânda tatmamız gayrı
kabil; en azından zati hususiyetlerini
bütünüyle kuşanarak.
Bu husus aynı zamanda şu mânâya
da işaret etmede: Bunca yapıştığımız
dünyaya aslında en fazla bir tek bağla
bağlanabilmekteyiz. Yoksa hazzın kölesi
hâline gelmemiz işten bile değil. Gerçi
bu da birçoklarına epeyce haz verir ya;
orası ayrı mesele.
Demek ki neymiş? Haz şeytanın
oltasıymış. Yahut Rahman’ın tesellisi...
Öte yandan bu üç haz nevinin düpedüz insan bedeninin üç temel aksamının
hizasına denk gelmesi de tuhaf değil
mi? Bel, belüstü ve belaltı. Yani hazların
ikisi süfli iken ancak bir tanesi ulvi.
Tabii ki en az taliplisi çıkanı.
İhmâl edilmeyesi husus şu: Haz, hissî
olduğu kadar zihnî bir şey de. Hatta
hazzın miktarını, tesirini ve kalıcılığını
belirleyen hissî hassasiyetten çok, zihnî
faaliyet. Başka bir ifadeyle o haz vericiye
Sıradan kabûle göre bir insanı
ötekinden ayıran, fikirleri ve fiilleri;
zahiri yani. Aysbergin su üstündeki
kısmı. Hâlbuki alenileşen husus şu:
Bir insanın şahsiyetini tayin eden asıl
husus, onun batını. Yani yapmadıkları,
düşünmedikleri, yapmayı düşünüp de
yap(a)madıkları, düşünmekten çekindikleri; hülyaları, hayalleri, korkuları,
umutları, umutsuzlukları, arzuları,
istekleri, tercihleri, ben idraki, sen
idraki, hazzettikleri, tiksindikleri...
Şüphesiz hazların en sefili ama en
revaçtakisi durumundaki yemek hazzı,
zamanımızdaki bütün iltifatına ve
dünyanın bütün mutfaklarını hercümercine rağmen insana daha önceden
takdim edemediği bir lezzet sunamadığı
gibi, insanın eskiden tabii bir şekilde
ulaşabildiği lezzeti bile elinden almış
durumda. Her ne kadar o lezzet hissini
incelttiğini vaadetse de. Hatta tersine
mutfak, pişirme, kap-kacak nevinden
nice tekâmüle rastladığımız hâlde
modern mutfaklar bize lezzet değil,
ancak lezzet görüntüsü verebilmekte.
Peki ama bu ciddi bir eksiklik mi?
Değil yazık ki! Çünkü zamane insanı,
lezzet ihsaslarının bedeninden sökülüp alındığının farkında bile değil.
Tıpkı kavuşulamayan bir hazzın bir
başkasıyla değiştirilmesindeki, sahte
ikamesindeki gibi o da artık modern
mutfaktan daha leziz yemekler değil,
daha leziz görünen yemekler beklemekte.
Başka bir ifadeyle günümüz insanı için
yemek lezzeti, tadılan değil, görülen ve
gösterilen bir hususiyet.
Cima ise bir zülfikâr adeta. Çünkü
haz, ilkece faydayı dışarıda bırakan bir
mahiyet arzederken burada faydaya
göbekten bağlı. Başka bir ifadeyle hem
Bir insanın şahsiyetini tayin eden asıl husus, onun batını. Yani yapmadıkları,
düşünmedikleri, yapmayı düşünüp de yap(a)madıkları, düşünmekten çekindikleri;
hülyaları, hayalleri, korkuları, umutları, umutsuzlukları, arzuları, istekleri, tercihleri,
ben idraki, sen idraki, hazzettikleri, tiksindikleri...
İNSANIN SINIRI
Haz en çok da insanın sınırlılığının
işareti; sınırlılığının ve sınırlarının.
Ne kadar imkânınız olursa olsun haz
yolunda ancak bir yere kadar ilerleyebilirsiniz. Ahlâki sınırların aşıldığı yerde
kanunun sınırları başlıyor; ötesinde de
hayal kuvvetinin hududu... O yüzden de
sınırları en geniş arazinin zihin hazzında
bulunduğunu ifade, bir tespit kudreti
taşımamakta: Haz bir umman ama aynı
zamanda insanı insanlığa yani toprağa
(=özüne) bağlayan, tanrılık iddiasını
tahdit eden bir ufukla çevrili: Sen öyle
zannetsen de dünyaya geldiğinde bile
bir ilâh değildin ama ilâhiydin; Rabbin
nefesinin rayihası henüz üzerindeydi
ama memeyi ilk defa çektiğin ânda
ilâhilikten insaniliğe düştün ve bu
düşüşün teskin ettirici hissi de haz.
Haz almak kadar, bu üç hazdan
herhangi birini bir başkasına vermek de
verenin hazzında eksilmeye yol açmadığı
gibi, tersine, arttırır da. Hesap-kitap
muhakemelerini geçersiz kılabilecek
bir kudret barındırır haz.
Belki de bu yüzden haz mahrumiyeti,
yerine göre intiharın hem sebebi, hem
de neticesi.
Çünkü zamane insanı, lezzet ihsaslarının bedeninden sökülüp alındığının farkında
bile değil. Tıpkı kavuşulamayan bir hazzın bir başkasıyla değiştirilmesindeki,
sahte ikamesindeki gibi o da artık modern mutfaktan daha leziz yemekler değil,
daha leziz görünen yemekler beklemekte. Başka bir ifadeyle günümüz insanı
için yemek lezzeti, tadılan değil, görülen ve gösterilen bir hususiyet.
atmayız bu çığlığı, attırırız. O da bazen.
Artık ya dağarcığımızda topladığımız
Ne ki haz, mânânın da zıddı,
hazzı süfli ile iktifa edeceğiz yahut
maneviyatın da.
hazzı ulviye doğru kanat çırpmadayız.
İnsan ya mânânın peşinde koşar veya
Hayır, gözü açık gitmek, buradan
hazzın. Ve bunlardan birine meyleden
devşirdiğimiz hazların miktarıyla
öbürünü terk mecburiyetinde kalır.
alâkalı değil; o hazlarla maneviyatıKabûllenmekte zorlandığımız husus:
mızın hangi kuytularını beslemeyi
İnsan bir şeyden aynı ânda hem haz,
tercihimizle irtibatlı. Haz bizi aşağılara
hem hayır devşiremez. Hayırdan gelen
da çeker, yukarılara da uçurur. Dikkat
manevi hazdan bahsetmediğim açık.
buyurunuz ama; misal, katoliklerdeki
Fakat kişinin kendisini kolaycana
gibi handiyse mutlak bir haz mahrumialdatmasına zemin hazırlayan tuzak da
yetinden bahsetmiyorum burada; belki
burada saklı: Bir şeyin hem haz verici,
bir haz terbiyesine işaret ediyorum.
hem de aynı zamanda hayırlı olmasını
Terbiye edilmemiş bir çocuğun hevesleri
dilediğimiz için o şeyin bu birbirine
gibi terbiye edilmemiş bir haz hissi de
taban tabana zıt hususiyetleri aynı
tatminden uzak.
ânda barındırdığına inanmak isteriz.
Bizatihi haz, bizim buraya ait olmaVe çevremizdekileri de inandırmak.
dığımızın işareti. O yüzden böylesine
Hâlbuki meşru haz hakkımızı gidesınırlı, bunca tehlikeli ve onca sığ.
rirken o şeyin aynı zamanda başkalarına
Haz saikiyle haddi aşana haddinin
hayırlı gelmesi icap etmiyor ki. Onlara
bildirildiğine her daim şahitlik ederiz
zarar vermemesi kâfi. Mihenk apaçık:
ama gene de gafleti seçeriz.
Hazzın dünyaya alıştıracak kadarı
Hâlbuki hazzın hakikisi burada
makbûl, ona bağlanacak kadarı menhus.
değil, ötede. Buradaki hazzın hakikisi
Haz ruhumuzun gıdası çünkü.
de öteyi sahiden kabûllendiğimizde.▪
Bedenimiz vasıtasıyla ruhumuzu
doyurma gayreti. Ama en azgın beden
RUHUMUZUN GIDASI HAZ
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yurtsuz Hazlar Mezarlığı
şahsi idamei hayatın tahammüllüğünün
hazla irtibatlı zemini, hem de bir başka
ve yeni ikamei hayatın. Buradaki fayda
idamei hayattan çok, idamei nesil. Bu
yönüyle baktığımızda cima hazzında,
sığ bir beden hazzını bütünüyle aşmasa
da ötesine geçmeye meyilli bir tavırdan
da bahsetmek kabil.
Öte yandan tarih boyunca aşk erkeklere mahsustu. Kişinin gözünün önündeki bir kadının bedeninde tecessüm
eden muhayyel tasavvur aşk diye
tesmiye edildi. Modernite aşkın bütün
maneviyatını sıyırıp aldı; postmoderniteyse aşkı bedenî hazza indirgedi.
Bu durumun bir de teselli mükâfatı
var: Artık kadınlar da âşık olabilmekte.
Diledikleriyle çiftleşebilmekte yani.
Hazzın temini, mânânın ölçüsünü
zedelemek mecburiyetinde mi?
bile doyabiliyorken ruh doyurulası mı?
Nihayetinde bedenin sınırları aleni iken
ruh, sınırsız intibaı uyandıracak kadar
belirsiz sınırlarla çevrili bir mahiyette.
Bedeni ihtiyaç haddinden fazla beslersek
nasıl daha çok acıkıyorsa ruh da öyle;
onu istiabından fazla hazza boğarsak
adeta haz iptâline maruz kalır. Haz,
miktarı arttıkça tesiri artan bir mahiyet
arzetmez ki.
Bu sefilleştirici dünyadan giderken
de derin bir çığlık duyulur. Bu sefer biz
117
Mustafa İbakorkmaz
İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler
İhtiyaçlar,
Hazlar ve
Medeniyetler
118
MUSTAFA İBAKORKMAZ
GİRİŞ
Â
dem ve havva (as) cennetteki hayatlarında
ihtiyaç denilen duyguyu hissetmiş olsalardı
bulundukları mekân cennet olarak adlandırılamazdı.
Hayallerin ötesinde yiyecekler, içecekler, tahayyülümüzün
ötesinde bir güzelliği oluşturan ağaçlar, baldan ve sütten
ırmaklar... Bütün hayal dünyamızı aşan zevk ve lezzetlerin
kusursuz biçimde yaşandığı bir mekân söz konusu. İhtiyaç
söz konusu olmadığı gibi, tüm arzuların tatmin olduğu bir
yaşantıdan bahsediyoruz. Öyle bir mekân ve öyle bir zaman
ki orada zaman bizim bu dünyada algıladığımız zamanla
kıyaslanamaz. “Ebediyen genç kalan uşaklar, onların etrafında; içmekle başlarının dönmeyeceği ve sarhoş olmayacakları, cennet pınarından doldurulmuş sürahileri, ibrikleri
ve kadehleri, beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş
1
Vakıa Suresi, 17-21.
hayat tanımlanmaktadır ki biz kendi
şartlarımız içerisinde hayal bile edemeyiz.
Bizim için bir hayal, bir ütopya olan
cennet hayatını bizzat yaşayan Âdem
ve Havva (as) ütopik bir mekândan bu
dünyaya düşüşleriyle kendilerini bir
kabusun, bir distopyanın içinde mi
bulmuşlardı?
Geldikleri mekânda “sabah akşam
rızıkları”2 varken, “tahtlar, koltuklar
üzerinde kurulmuş olarak otururken
ve ne yakıcı bir güneş ne dondurucu bir
soğuk”la3 baş etmek zorunda oldukları
bir hayat yaşarken bu dünyaya düştüler.
ZORUNLULUKLAR
VE GELİŞMELER
İnsanın dünyadaki hayatını bir
maceraya dönüştüren şey herhâlde
dünyada var olduğu andan itibaren
2
3
Meryem Suresi, 62.
İnsan Suresi, 13.
temel ihtiyaçlarıyla yüz yüze gelmiş
olmasıdır. Bu karşılaşma, bakir bir doğa
ile bu doğada hayatta kalmak zorunda
olan ve o andaki doğası itibarıyla
çaresiz bir varlığın karşılaşması olarak
düşünülebilir. Dolayısıyla insanın
içine düştüğü doğada hayatta kalma
mücadelesi çetin bir çabaya dönüşmüş
olmalıdır. Aralarında yaşamak zorunda
kaldığı bitkiler ve hayvanlardan oluşan
çevreden korunabilmek herhâlde en
önemli önceliklerden biri olmalıdır.
Buna paralel olarak bir diğer öncelikli
gereksinim de beslenmedir.
Eski medeniyetlerin ortaya çıkardığı anıtsal yapılar, heykeller, mozaikler gibi kalıntılar arkeolojinin bize
tarih hakkında ipucu mahiyetinde
ulaştırdığı belgelerdir. Bu belgelere
dayanarak dönem insanlarının hayatı
hakkında fikir sahibi oluruz. Bu tür
kalıntılar genellikle bir medeniyetin
siyasi iktidarı, gücü, estetik seviyesi
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler
etlerini dolaştırırlar.”1 Ne çocuk ne yaşlı
olunan bir zaman diliminde ebedî bir
gençlik vaadinin insanları beklediğini
düşününce buradaki hayatı ister istemez çekilmez bulmak mümkün. Zaten
tüm dinler inananlarına bu dünya ile
kıyaslanamayacak bir cennet sunmaktadır. Dünyadaki olumsuzlukları çözme
iddiasındaki ideolojilerin de nihai
hedefi cennete benzer bir ütopyadan
başka bir şey değildir. Tahayyüller ve
tasvirler farklılık gösterse de eninde
sonunda dünyanın zorlukları, sorunları
ve meşakkatlerine katlanmaya değecek
bir sona ulaşmak insanoğlunun vazgeçemeyeceği bir arzu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Cennet tasvirlerinde
karşımıza çıkan manzaralar burada
yaşadıklarımızla kıyaslanarak algımıza
hizmet eder. Çünkü cennette öyle bir
119
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler
İHTİYAÇLAR, ZEVKLER
VE MEDENİYETLER
120
gibi konuları açıklayan göstergeler
olarak değerlendirilir. Gündelik hayatı
idame ettirmek için kullanılan alet
edevatlar, takılar da sıradan insanın
yaşantısına dair izlenim edinmemizi
sağlar. Birçok benzer örneği olmakla
birlikte, “Antalya yakınında bulunan
Karain Mağarası’nda bulunan Orta
Paleolitik Çağ’a ait tabakada ocak,
yanmış kemik ve odun kalıntıları, 92-110
bin yıl önce burada yaşayan insanların
ateş kullandıklarını ve olasılıkla yemek
pişirdiklerini göstermektedir.”4 Ateşin
kullanılmaya başlamasıyla birlikte ister
avcı toplayıcı ister tarım toplumunun
insanları olsun beslenme ihtiyacının
boyut değiştirdiğini düşünebiliriz.
4
Tulga Albustanlıoğlu, “Gastroarkeoloji: Tarihsel
Serüveni İçinde Ateşin Bulunması ve Yemek
Pişirme”, Bilim ve Ütopya, Ağustos 2021, s. 16.
İnsan yeryüzünü paylaştığı canlılarla,
özellikle tüm hayvanlarla müşterek
olan temel gereksinimlere sahiptir.
İhtiyaçların asgari düzeyde karşılanması
hayat için yeterli midir? İhtiyaçlarını
karşılamayı yaşamak için yeterli görmeyişi insanı diğer canlı türlerinden
ayıran en önemli özelliklerinden biri
olarak değerlendirilebilir. Nitekim
insanı, düşünen, alet kullanan hayvan
vb. olarak tanımlamanın arka planında
hayvanlarla canlı oluşumuzdaki ortaklığa yapılan vurgu temeli teşkil eder.
Hayvandan farklılık konusunda yapılan
tanımlama çabası üzerinde tartışma
vardır, temelde bir tartışma yoktur.
Eğer insan, hayatta kalmak için
gerekli olan temel ihtiyaçlarını karşılamakla yetinip bir adım öteye gitmeyi
düşünmeseydi medeniyetler ortaya
çıkmazdı. Medeniyet dediğimizde zihnimizde ilk canlanan görüntü, görkemli
kalıntılarıyla hemen karşılaşabildiğimiz için mimariye baktığımızda bunu
rahatlıkla görebiliyoruz. Fakat elbette
medeniyet mimari ile sınırlı değildir.
Düşünsel etkinlikler, kılık kıyafetler,
siyaset, ticaret gibi diğer etkinliklerin
tamamı aynı gerekçelerden hareket eder.
Beslenme de insanın diğer etkinlikleriyle paralellik gösterir. Açlık
sorununun giderilmesinin hemen
ardından girişilen çaba lezzet arayışıdır.
Fizyolojik ya da ruhsal ihtiyaç ve arzuların karşılanmasından duyulan hazlar
Türkçede çoğunlukla zevk kelimesiyle
ifade edilirse de literatürde bu anlamda
en sık kullanılan ve terim hâline gelen
kavram lezzettir.5 Modern gastronomiyi
tanımlarken de geldiğimiz yer tam
olarak burasıdır. Her ne kadar bu iki
alan birbiriyle büyük ölçüde kesişse
de giderek beslenmeyi gastronomiden
ayırma noktasına gelmiş bulunmaktayız.
Beslenme bir ihtiyaçtır, gastronomiyse
5
TDV İslam Ansiklopedisi, Mustafa Çağrıcı, Zevk
maddesi.
6
Vitaux, Jean, Gastronomi, Dost Kitabevi Yay., s.
15.
Temel hayati ihtiyaçlara tekabül etmiyor oluşuna rağmen baharat insanlık
tarihinde önemli bir yer bulmuştur. Antik dönemlerden itibaren baharat dünya
ticaretinin en önemli nesnelerinden biri olagelmiştir. Bazı baharatların, sadece
belli coğrafyalarda yetişen bitkilerden üretilmesi ve bu baharatlara yönelik
talepler ticareti etkilediği kadar siyaseti de etkileyecek kadar önem kazanmıştır.
sunda yaşanan zorlukların aşılmasına,
tarımla ilgili faaliyetlerin başlamasına
işarettir. Yine bir tabiat hareketi olarak
sonbaharın gelişi de hasat mevsimi
olarak kutlanır. Bu ritüellerin Dyonisos ayinlerinde görüldüğü gibi hazzı
merkeze alan kutlamalara dönüşmesi
elbette tesadüf değildir.
Yemekle ilgili ritüeller elbette yalnızca bahsi geçenlerle sınırlı değildir.
Her toplumda yemek ve gelenek arasında sıkı ilişkiler kurulduğu görülür.
Düğünler, ölümler ve çeşitli vesilelerle
yapılan kutlamalarda birlikte ve bir arada
yemekler yenir; festivaller, şölenler, ziya-
fetler düzenlenir. Bu boyutuyla yemek,
beslenme ihtiyacını aşan anlamlar
kazanır. Din ve gelenekle birlikte kültürü de oluşturan toplumsal bir eyleme
dönüşür. “Yemek kültürünün çeşitlenip
özelleşmesinde ekolojik çevre, dinsel
inançlar, kültürel birikimler, sosyal ve
etnik farklılıklar, eğitim düzeylerinin
ve kültürel mirasın toplamının damak
zevkleri ile bütünleşmesinin etkisi büyük
önem taşımaktadır.”7 Sonuçta, yemek
7
Doc. Dr. Adem Sağır, “Ölüm Sosyolojisi Bağlamında Yemek, Cenaze ve Ölümün Sofra Pratikleri
Üzerine”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi,
Nisan 2016, s. 213.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler
uçsuz bucaksız bir araştırma, sürekli bir
kalite arayışı, hazcı bir tutku, bir zevk,
bir bilgi ve bir kültürdür.6 Gastronomi
her ne kadar modern bir kavram olsa da
beslenme/yemek ve yemekten alınan
hazla ilgili arayışlar yeni bir olgu değildir. Tüm tarih boyunca medeniyetlerin
kendilerine göre, mutfakta kullanılan
yemek malzemelerinden mutfak aletlerine, oradan sofraya kadar yemeği bir
sanata, dinsel veya toplumsal ritüellere
dönüştürdüğü gözlemlenebilir. Dolayısıyla yemeğin felsefesinden, ahlakından
da bahsedebilmeye müsait bir insanlık
birikiminin varlığı yadsınamaz.
Dünyanın her yerinde, en ilkelden, en
gelişmiş medeniyetlere kadar baharın
gelişinin dinî bir ritüele dönüştüğü
gözlemlenir. Baharla birlikte tabiatın
canlanışı aynı zamanda avlanma konu-
121
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler
122
alışkanlıkları, coğrafya ve buna bağlı Son tahlilde insanın bu tür yönelişlerle
olarak coğrafyanın beslenme açısından asıl hedefinin kaybettiği cennete ve o censunduğu imkânlar başta olmak üzere netteki hazlara ulaşma çabası olduğunu
birçok bileşenle birlikte, ihtiyaçları unutmamak gerekmektedir. Sözlükte
karşılamaktan zevkleri tatmine, oradan “hoşlanma, zevk alma” anlamındaki lezâz
da bir medeniyeti diğerinden ayıran (lezâze) mastarından isim olan lezzet
özelliklerden biri olmanın yolunu açar. genellikle fizyolojik veya ruhî ihtiyaç
ve arzuların karşılanması, insanın
HAZ VE CENNET ARAYIŞI
çeşitli melekelerinin kendi yetkinliğine
Otto Rank “Doğum Travması” adlı doğru ilerlemesiyle hissedilen zevki ve
çalışmasında anne rahmindeki yaşan- bir tür mutluluğu ifade etmek üzere
tımızın adeta ekmek elden su gölden kullanılmaktadır.10 Yemekten alınan
diye tabir edilebilecek ütopik bir yaşantı lezzet de elbette, insanın fıtrat olarak
olduğunu vurgular. Anne rahmi, hiçbir taşıdığı cennet bilgisiyle ilgili olarak
gayret, çaba göstermeden, barınma ve değerlendirilebilir. İnsanın doğasındaki
beslenme gibi en temel ihtiyaçlar için bu potansiyel, dünyada doğal olarak
herhangi bir kaygı taşınmadan yaşanan bulunan nimetleri, insanın zevklerine
bir nevi cennettir. Dolayısıyla, doğum/ hizmet edecek biçimde dönüştüren
dünyaya gelme, Âdem ve Havva’nın bir hâle gelir. Nasıl ki bu mimaride
cennetten düşüşü gibi travmaya yol doğadaki taşa sirayet ederek güzellik
açar. Her ne kadar Âdem ve Havva ve haz arasındaki ilişkiyi tesis ediyorsa,
(as)’ın cennetten dünyaya düşüşünün yemek açısından da aynı durum geçerli
psikolojik etkilerini bizzat hissetmesek olmaktadır. “Hurma ağaçlarının ve
bile, her birimiz kendi cennetimizden üzüm asmalarının meyvelerinden hem
ayrılışımızın etkilerini bilinçaltımızda sarhoşluk veren bir içki hem de güzel
yaşarız. Yani cennetten kovulma, sık bir rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki
sık gerçekten yaşantılanmış bedensel bunda aklını kullanan bir toplum için
heyecanlar ve ayrıntılarla birlikte yeni- kesin bir delil vardır.”11 ayetinde işleyişi
den üretilmektedir.8 Dolayısıyla, hayat açıklayan bir işaret olduğunu düşünebikarşısında vermek zorunda olduğumuz liriz. Buradaki değerlendirmemiz ister
mücadele bunalıma yol açtığı kadar, bizi psikanaliz açısından ele alınsın isterse
düştüğümüz cenneti yeniden aramaya dinî kaynaklara gönderme yapılarak
yöneltir. “Bunaltı duygusal bir durumdur bu sonuca ulaşılsın yargıda değişiklik
yani haz-hazsızlık dizisinden birtakım ortaya çıkmamaktadır. Kutsal metinduyguların, onlara uygun gelen boşal- lerde tasvir edilen cennet, dünyada
maların birleşimidir.”9
insana sunulan nimetlerle benzerlik
Bu yönelişi belirleyen en önemli arz etmektedir. Dolayısıyla dünyada
unsurlardan biri olarak elde bulunan yemek üzerinden tecrübe edilen haz
imkânlar ve ulaşılması zor olan nesneler kutsal metinlerin öngördüğü cennete
arasında ilginç bir dengenin de etkili bir nevi davet anlamı taşımaktadır.
olduğunu görebiliriz. Kaldı ki bu durum Zihnimizde “tat, koku ve hatıra iç içe
üzerinden medeniyetler arasında iliş- geçmiş hâlde yer alır. Uzak bir zaman ve
kiler kurulur. Başta ticaretin gelişmesi, mekânı gerçekten anlamak için onun
birinin elinde olan imkânlarla diğerinin eski dönemlere ait lezzetini tatmanız,
talebi üzerinden gerçekleşir. Ticaretle kadim havasını koklamanız ve geçmişbirlikte siyaseti ve hatta savaşları da bu ten gelen tutkularına iştirak etmeniz
tür dengelerin tetiklediği tarihte sabittir.
8
9
Otto Rank, Doğum Travması, Metis Yay., s. 77.
Emine Ebru, Sigmund Freud Ruh ve Haz, Kafe
Kültür Yay., s. 83.
10 TDV İslam Ansiklopedisi, İlhan Kutluer, Lezzet
maddesi.
11 Nahl suresi, 67.
gerekir.12 Bu duygular özlediğimiz,
arzuladığımız, ulaşmak istediğimiz
cennet açısından da geçerlidir. Öyle ki
söz konusu o cennet ister geçmişimizde
yer alsın, isterse ümit edilen bir gelecek
zaman için geçerli olsun.
BİR HAZ NESNESİ
OLARAK BAHARAT
Yukarıda, sahip olunan imkânların arzı ve talebi üzerinden ticaretin
geliştiğine değinmiştik. Bu önemli bir
nedendir çünkü “İnsanoğlu her zaman
egzotik olanın, evde bulunmayanın
peşindedir. Dünyanın öte yanındaki
tatlar ve kokular, her zaman zor, yavaş,
pahalı ve tehlikeli kara ve deniz yolculukları sayesinde yemeklerimize
katılır, kutlamalarımızı şenlendirir.”13
Bu bağlamda ele alındığında, temel
hayati ihtiyaçlara tekabül etmiyor
oluşuna rağmen baharat insanlık tarihinde önemli bir yer bulmuştur. Antik
dönemlerden itibaren baharat dünya
ticaretinin en önemli nesnelerinden biri
olagelmiştir. Bazı baharatların, sadece
belli coğrafyalarda yetişen bitkilerden
üretilmesi ve bu baharatlara yönelik
talepler ticareti etkilediği kadar siyaseti
de etkileyecek kadar önem kazanmıştır. Coğrafi keşifler, sömürgecilik gibi
dünya siyasetini etkileyen önemli
olayların gelişiminde ipek ve İpek Yolu
ne kadar belirleyici olmuşsa, hemen
yanı başında baharat ve Baharat Yolu
da o kadar etkili olmuştur.
Baharat, iki yönüyle stratejik bir önem
taşımıştır. İlki, yukarıda belirtildiği gibi
egzotik olana yönelik arayış ve bunun
arkasında yatan, kayıp cennete haz üzerinden ulaşma arzusudur. Zor ulaşılan
bu ürünler, aynı zamanda bu ürünlere
sahip olanlara toplumsal statü olarak
da katkı sağlamıştır. Sofrada baharat
kullanabilmek, zenginliği ve ayrıcalıklı
olmayı sergileyen önemli bir gösterge
12 Michael Krondl, Lezzet Fetihleri, Üç Büyük Baharat
Kentinin Yükselişi ve Çöküşü, İletişim Yay., s. 11.
13 Andrew Dalby, Tehlikeli Tatlar Tarih Boyunca
Baharat, Kitap Yay., s.10.
olmayı uzun zaman sürdürmüştür.
Öyle ki hem Baharat Yolu’ndaki ülkeler,
belli başlı duraklar hem de özellikle
Avrupa’da baharat ticaretinin merkezi
olmayı başaran şehirler bile diğer
şehirlere nazaran üstün bir konum
elde etmiştir. Baharatın ikinci stratejik önemi ise, bugün de devam ettiği
gibi tıpta ve eczacılıkta yoğun olarak
kullanılmasıdır. Sağlık söz konusu
olduğunda, hazdan, lezzetten, verdiği
statüden bağımsız olarak baharatların
ayrıca değer kazandığı açıktır. Kaldı ki
tıp bilimi insanın ve hatta bazı hastalıklar söz konusu olduğunda toplumların
hayatını cehenneme çeviren hastalıkların devasını baharatlarda aramıştır.
Elbette bu durum baharatın ayrı bir
önemle hayatta yer almasının nedenidir.
“Baharat Yolu, Endonezya’nın doğusundan başlayıp Sri Lanka’dan ve Hindistan’ın güneyinden geçerek Arabistan
sahillerine erişir. Ayrıca Endonezya’nın
doğusundan Filipinler kanalıyla Çin’e,
Kore’ye ve Japonya’ya doğru ilerleyerek
kuzeye gider.”14 Baharat Yolu’na hâkim
olan devletler ise, başladığı yer ile bittiği
yer arasındaki ticaret üzerinden ayrıca
zenginleşiyordu. Geçmişin imkânları
düşünüldüğünde, baharatın yolculuğu
uzun ve zahmetliydi. Antik kaynaklara
dayanılarak aktarılan bilgilere göre, kervanlar Çin Denizi’nden Suriye kıyılarına
uzanan bu yolu 283 günde kat ederlerdi.
Roma döneminde İranlı tüccarlar
Nisibis ve Armenia pazarlarında bu
ürünleri Romalılara satarlardı. Uzak
Doğu ürünlerinin Akdeniz’e açılması
ise Suriye ve Fenike bölgesi üzerinden
14 Andrew Dalby, Tehlikeli Tatlar Tarih Boyunca
Baharat, Kitap Yay., s. 9.
gerçekleşirdi.15 Tarihin uzun zamanları
boyunca baharat uğruna zahmetli
yolculuklar yapıldı. Stratejik değere
sahip böylesi ürünlerin zaman zaman
kötüye kullanılan bir koza dönüşmesi
de elbette söz konusu olmuştur. Diğer
yandan temel olmasa da kaçınılmaz bir
ihtiyaca dönüşen baharata ulaşmak için
birçok durakta bedel ödemek zorunda
kalmak, kolay ulaşmanın yolunu aramayı da gerekli kılmıştır. İşte tam da
burada, en az ipek kadar, baharata da
kolay ulaşabilmek için özellikle Avrupa’da girişilen çözüm arayışları coğrafi
keşiflerin ve sömürgeciliğin yolunu
açan temel etkenlerden olmuştur.
SONUÇ
İnsanın özlemini çektiği ütopik
yaşantıya yaklaşma çabasında yemek
ve ondan alınan haz, toplumsal hayatı
ve medeniyetleri etkileyecek boyutlara
ulaşmıştır. Yemek, geleneksel etkinliklerde kültürün bir parçasıdır. Batı
kültüründe sıkça resmedilen Hz. İsa’nın
son yemeği örneğinde görüldüğü gibi,
birçok ritüelde dinî bakımdan da temsil
değeri kazanmıştır. Öte yandan sefahat
âlemlerinde ve işret meclislerinde
müzik ve şiirle birlikte yer alarak hem
sanatsal etkinliklerin bir parçası hem
de entelektüel hazzın ortağı olmuştur.
Bütün tezahürleriyle yemek ve kültür
ilişkisi ulvi olanla süfli olan arasında
gidiş gelişlerle insan psikolojisinin
derinlikleriyle bağlantılıdır. “Benin kendini koruma dürtülerinin etkisi altında
haz ilkesi, haz kazanma amacını elden
bırakmadan doyumun ertelenmesi, kimi
doyum olanaklarından vazgeçilmesi
15 Murat Durukan, Adalya, XVIII, s. 244.
ve bir süre hoşnutsuzluğa katlanmak
gibi uzun ve dolambaçlı yollardan hazzı
sağlayan ve gücünü̈ gösteren gerçeklik
ilkesi ile yer değiştirir.”16
Nihai bir değerlendirme yapılacak
olursa, özlemi çekilen hazzın arayışında geçmiş medeniyetlerin baharata
ve kimi lezzet unsurlarına ulaşma
gayreti daima mevcuttur. Bu durum
günümüzde, televizyonlardaki yemek
programları, dünyaca ünlü şeflerin
farklı kültürlerdeki farklı tat arayışları,
yemek kültürü üzerinden gelişen yerel
ve dünya çapında bir turizmi beraberinde getirmiştir. Kimi durumlarda
abartılı sefahat âlemlerine konu olan
yemek çağımızda aynı zamanda hayat
memat meselesi olarak da bir problem
olmaya devam etmektedir. Günümüz
dünyasında açlık büyük insan topluluklarının en önemli sorunu olarak
hayatımızın bir parçasıdır. Tarihle,
siyaset, ticaret, sanat, kültür ve eğlence
gibi tüm etkinliklerle birlikte yemek
konusunu ele alırken dünyadaki açlık
sorunu da görmezden gelinmemelidir.
“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl
kıldığı temiz ve güzel nimetleri kendinize
haram kılmayın! Haddi de aşmayın;
çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”17▪
16 Emine Ebru, Sigmund Freud Ruh ve Haz, Kafe
Kültür Yay., s. 154.
17 Maide Suresi, 87.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler
Kimi durumlarda abartılı sefahat âlemlerine konu olan yemek çağımızda
aynı zamanda hayat memat meselesi olarak da bir problem olmaya devam
etmektedir. Günümüz dünyasında açlık büyük insan topluluklarının en önemli
sorunu olarak hayatımızın bir parçasıdır. Tarihle, siyaset, ticaret, sanat, kültür ve
eğlence gibi tüm etkinliklerle birlikte yemek konusunu ele alırken dünyadaki
açlık sorunu da görmezden gelinmemelidir.
123
Yasemin Demirel
Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü
Yolda Yemek
Yapmak: Lezzetin
Göçü
124
YASEMİN DEMİREL
Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü Doktorant, yasdem2@gmail.com,
ORCID: 0000-0002-0571-3988
B
ir akşamüstü ansızın kapı çalar ve bir komşu
eli size buharı üstünde tüten bir kap yemek
uzatıverir. Tabağı elinize aldığınızda yemeğin ne olduğuna
dair bir soru oluşur aklınızda. Komşunun “bizim oraların
yemeği” demesiyle ve ardından yemeğin yöresel adını
eklemesi ile aklınızdaki soru cevabını kazanır. Uzattığı
sadece yemek değildir aslında. O tabakta memleketinden
göç etmiş bir lezzet vardır. Göç en genel tabirle insanların
bir yerden bir yere taşınması olarak algılansa da göç eden
sadece insan değildir. Toplumun üyesi olarak insan, içerisinde yer aldığı toplumun kültürünü de beraberinde taşır.
Birey çoğu zaman taşıdığı kültürün farkında olmasa da
gündelik hayat pratiklerinde komşuya uzanan o bir kap
yemekte kültürü görmek mümkündür. Yaşamın devamlılığı
olan yemek nasıl oluyor da kültürün bir parçası oluyor ve
diyar diyar göç ediyor? İnsan değil midir göç ettiği yerde
İlginçtir ki insan nasıl göç ederken memleketinden lezzet taşıyorsa aynı insan
memleketine geri döndüğünde de göç ettiği yerdeki lezzetleri memleketine
getirir. Gurbetçi söylemiyle “Alaman Çikolatası”ndan acı kahvesine, yabancı
çayından peynirine kısacası yolculukta bozulmayacak lezzetleri yanına alabildiği
kadarıyla bavuluna sığdırır. Böylelikle insanlar gibi lezzetler de göç eder.
hatta yerel bölgenin ürün farklılığı
yaşamasına neden olmaktadır. Sıcak
iklimlerde tropikal meyveler yetişirken
soğuk iklimlerde daha farklı ürünler
yetişmektedir. Toprak yapısının verimliliği ve suya duyulan ihtiyaca göre de
sulu ya da kuru tarım yapılmaktadır.
Coğrafya ve lezzet arasındaki ilişkinin en
temel hususu budur. O yöreye ait hasat
ürünleri, baharatlar, pişirme yöntemleri,
tüketme ve saklama biçimleri de buna
dâhildir. Bu lezzetler o yöreye anlam
katmakla kalmayıp oranın tanınmasında
da önemli rol oynamaktadır. Bundandır
ki Konya etliekmek, Kayseri pastırma,
Malatya kayısı, Afyon kaymak, Adana
kebap, Hatay künefe, Trabzon hamsi
gibi diğer iller için de sayabileceğimiz
pek çok lezzetle tanınmaktadır. Küresel
düzeyde ise Uygur yemekleri, Özbek
Pilavı, İtalyan Pizzası, Washington
Portakalı, Brezilya kahvesi gibi daha
pek çok lezzet vardır. Fakat bu lezzetler kendi sınırlarına hapsolmamıştır.
Lezzeti ile sembolleşen ürünler gerek
yemek sektöründe gerek ticari sektörde lezzet ithalat ve ihracatla göç
ettirilmiştir. Bir diğeri tarihsel süreçte
savaşlar ve göçler sonucunda yaşanan
etkileşimdir. Bunun en bariz örneği,
XI. ve XII. yüzyıllar arasında yaşanan
Haçlı Seferleri esnasında Batı, Doğu’nun
yemek kültürünü ülkesine taşıyarak
yeni lezzetleri kendi lezzetleriyle harmanlamıştır. Ticaret yolları da etkileşim
açısından önemlidir. Nitekim Baharat
Yolu dönemin ihracatıdır. Doğudan
batıya baharatın taşınması kültürler arası
lezzet etkileşimini artırmıştır. Baharat,
lezzetin olmazsa olmazlarındandır.
Mudara’nın belirttiği gibi, bu dönemde
baharata ulaşma güçlüğü baharat
kullananların ayrıcalıklı olmasına ve
statü kazanmasına neden olmuştur
(Mudara, 2012: 45-46). Özellikle ticaret
ve göç güzergâhında olan bölgeler bu
lezzetlerin taşınmasının en büyük
aktörlerindendir. Etkileşim hususunda
göçün güncel bir örneği de 2011’den bu
yana Suriye’de yaşanan iç savaştan dolayı
ülkelerinden göç eden Suriyelilerin
lezzetlerini beraberlerinde taşımaları
durumudur. Suriye lokantasını bugün
Suriyelilerin göç ettikleri bölgelerde
görmek mümkündür. Bu lokantalara
Suriyeliler kadar yerli halk da giderek
farklı lezzetleri tatmaktadırlar. Bunun
yaygın olduğu bölgeler Hatay gibi Arap
kültürüne yakın olan yerlerde daha
yoğun olarak görülmektedir. Ya da
bu durumun tersi bir örnek Avrupa’da
açılan Türk restaurant ve lokantalarıdır.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü
memleketine hasret duyan, öğrendiklerini hafızasında taşıyan ve onu
yaşatmaya çalışan?
Göç insanın sadece yaşadığı yerden
ayrılması demek değildir ki. Ailesinden,
tanıdıklarından, değerlerinden ve
kültüründen de ayrılması demektir.
İnsanoğlu göç ile tanıdık bildik dünyasından ayrılarak bilinmezler silsilesine
doğru yolculuğa çıkar. Gidilen mesafe
ne kadar kısa ise bilinmezlikler daha az,
mesafe uzadıkça bilinmezlik de artar.
Göçün mekânsal olarak kategorize
edildiği iç göç ve dış göç tanımlaması
durumu daha iyi özetlemektedir. İç göç
ülke sınırları içerisinde bir yerden başka
yere yapılan göç olmasına rağmen yerel
ve bölgesel birtakım uyum sorunlarını
beraberinde getirir. Dış göç ise ülke
sınırlarını aşarak yerel ve bölgesel
uyum sorunlarının yanı sıra din ve dil
gibi önemli uyum sorunlarına da yol
açar. Hayatta kalmanın temel fonksiyonlarını devam ettiren besin ihtiyacı
da coğrafi, dinî ve kültürel açıdan bir
uyum sorunu olarak karşımıza çıkar;
çünkü bu sorunun kendisi aslında bizatihi lezzetleri farklılaştıran unsurlardır.
Her coğrafyanın toprak ve iklim yapısı,
tarihsel süreçte yaşanan savaş ve göç,
sanayi ve teknolojik gelişmelerle ortaya
çıkan toplumsal değişimlerle, dinî ve
kültürel unsurlar yemek kültürünün
oluşumunda etkilidir.
Dünya üzerinde ülkeler bulundukları
coğrafi konuma göre kendilerine özgü
toprak ve iklim yapısına sahiptirler.
Hasat çeşitliliği açısından önemli bir
faktör olan bu unsurlar her ülkenin
125
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü
Memleketinde yaptığı yöresel yemek tariflerini orada devam ettirir. Özel günlerde aidiyetin devamlılığı yemekle sergilenirken pekiştirilmesi de söz konudur. Bayram sofraları, misafir ağırlamaları, düğünler ve cenazeler gibi bütün özel
günlerde yemek kültürü devam ettirilir. Lezzet oradaymışlık hissi verir, lezzetler üzerinden memleketini misafirlerine tanıtır.
126
Elbette ki bu girişimin iktisadi boyutu
göz ardı edilemez bir niteliğe sahipken,
kültürel boyutu da azımsanmayacak
öneme sahiptir. Sadece dış göçte değil
iç göçte de Türk mutfağından Konya,
Kayseri, Şanlıurfa, Gaziantep, Karadeniz
yahut Akdeniz sofrasını farklı bir bölgede
görmek mümkündür. Lezzetlerin kendi
bölgelerini aşarak lokanta ya da restaurant tarzı yerlerde hizmete sunulması
onların da göç ettiğinin göstergesidir.
Dedik ya insan göç ederken kültürünü
de taşımıştır diye, işte lezzetlerin göç
serüveni de böyledir. Bireysel hikâyemizde başlayan komşu yemeği yakın
çevre ve ülkeler arasında göç edebilmektedir. Hatta lezzetler insanla göç
etmesinin yanı sıra iç pazar piyasasında
da farklı şehirlere ticari amaçla göç
ettirilmiştir. Daha global düzeyde ise
farklı ülkelere ihraç edilmiş ve farklı
ülkelerden ithal edilmiştir. Sanayi ve
teknolojik gelişmelerle ortaya çıkan
toplumsal değişimler ise yemek sektörüne de yansıyarak yemek kültüründe
değişim yaşanmasına neden olmuştur.
Fabrika üretimi olan ürünler pazarlama
stratejileri ile kolay ve hazır yiyecekler
sunmaktadır. Bugün Kayseri mantısını
dondurulmuş bir şekilde marketten alıp,
saatlerce uğraşmadan ve yorulmadan
15 dk. içinde misafirlerinize servis
edebilirsiniz. Fakat lezzet yönünden
fabrikasyon ürünlerin tartışmalı bir
konu olduğu aşikârdır. Teknolojik
gelişmelere örnek olan ilginç bir hikâye
de pizzanın Türkiye’de tutunmasıdır.
Türk mutfağında pide ve lahmacunun
varlığı pizzaya olanak tanımamaktadır.
Türkiye’ye açılan pizza dükkânlarının
başarısızlığı sonucunda dükkânların
kapatılması sektörün çözüm arayışına
girmesine neden olur. 1991 yılında
Murakami-Wolf-Swenson Production’ın
ürettiği çizgi film karakterleri Ninja
Kamlumbağaların her öğünde pizza
yemesi sonucunda pizza çocukların
hafızalarına yerleştirilmiştir. Pizzanın
ne olduğunun anneler tarafından
bilinmemesi pizza dükkânlarına imkân
sağlamıştır. Böylelikle pizzanın önce
çocuklar sonra da gençler arasında
yenilmesi yaygınlık kazanmıştır (URL
1). Bugün pizza toplumda yaygınlık
kazanarak yerel ve küresel pazarlara
kapı aralamaktadır. Bahsi geçen pizza
hikâyesinde yediklerimizin, teknolojinin ürünü olan medya ve pazarlama
stratejileri tarafından yönlendirildiği
görülmektedir. Ya da bu durumun tam
tersi Avrupa’da Türk pizzası olarak tanıtılan lahmacunun o ülkedeki insanlar
tarafından tüketilmesi. Tanınırlığı
noktasında pazarlama stratejisi olarak
bu söylem kullanılsa da lahmacunun
Avrupa’ya göç serüveni 1950 sonrasında
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü
Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan işçi yüklerini bir yere bırakmış, uçağının ifade eder (Levi Strauss, 2013). Ayrıca
göçlerine dayanmaktadır. Türk mutfağı saatini bekleyen göçmen yolcular… insanlar yemekte bir araya gelir ve yemek
Avrupa’da sadece lahmacunla değil döner Bir ara İngiltere’ye transfer olan bir kültürü insanlar üzerindeki birleştirici
ve kebapla da tanınmaktadır. Lezzetin futbolcunun havalimanında çekilen gücünü gösterir. Eğer ki memleketine
farklılaştığı önemli etkenlerden en fotoğraflarında görünen sarı kapaklı özgü lezzetleri var eden gıda maddeleri
çok karşımıza çıkan ise kültür ve dinî turşu bidonu gündem olmuştu. Sosyal yoksa yemek bulunduğu yerdeki üründeğerlerdir. Kültürel ve dinî değerlerin medyada transferinden çok içinde turşu lerle harmanlanır. Böylece var olan
en başında bazı yemeklerin yapımında mu yoksa zeytin mi olduğu konuşul- lezzet korunmakla birlikte değişime
kullanılan malzemelerin uygun olma- muştu. Kameraya yansıyan boyutuyla de uğramaktadır. Farklı kültürlerle
ması gelir. Domuz eti, alkollü ürünler ya altı bavulu ve bir tane sarı kapaklı içinde harmanlanmış lezzetler ise zenginlik
da böcek mahsullerinin her toplumda ne olduğu tartışma konusu olan bidonu yaratmaktadır.
tüketilmemesi bunun göstergesidir. vardı. Bu örnek her ne kadar özel bir
İlginçtir ki insan nasıl göç ederken
Üzümden şarap yapmak ya da pekmez örnek olsa da havalimanında bu tarz memleketinden lezzet taşıyorsa aynı
yapmak kişinin kendi tercihine bağlı benzer olayların yaşandığını gözler insan memleketine geri döndüğünde
olsa da tercihin arka planı nihayetinde önünü serer. Bu şahitlik ister aktör de göç ettiği yerdeki lezzetleri memtoplumun dinine, kültürüne ve tarihine olarak ister gözlemci olarak yaşansın, leketine getirir. Gurbetçi söylemiyle
dayanmaktadır. Dolayısıyla lezzet işte göç edenlerin götürebildiği en fazla “Alaman Çikolatası”ndan acı kahvesine,
farklılıklarının sadece bahsi geçen bu kadardır. Götüremedikleri için ise yabancı çayından peynirine kısacası
coğrafi etkenler, etkileşim boyutu ya da kendi mutfaklarının ürünlerini satan yolculukta bozulmayacak lezzetleri
teknolojik gelişmeler ve dinî-kültürel marketler ile lokanta ve restaurantları yanına alabildiği kadarıyla bavuluna
açıdan farklılıklardan kaynaklanmadığı ya da damak tatlarına yakın lezzetleri sığdırır. Böylelikle insanlar gibi lezzetler
görülmektedir. Aslında bizatihi bu tercih ederler. İlk bakışta anlamsız de göç eder. Göçmen yakınlarına ve
süreçler iç içe yapılar olabilirken bazen gözüken bu davranışların her birinin sevdiklerine farklı diyarlardan getirdiği
tek bir neden lezzette fark yaratabilir. altında farklı anlam kodları yatmaktadır. farklı lezzetleri tattırarak onların da bu
Ve bütün bunlar lezzetin göç ettirilme- Ana düşünce orada yiyecek olmadığı lezzetlerden haberdar olmasını ister.
sinde önemli unsurlar olarak karşımıza için ya da aç kalırım korkusu ile değil; Bu aynı zamanda göçmen için Baharat
çıkmaktadır.
sevdiği lezzeti yanında götürmek iste- Yolu’ndaki gibi bir statü göstergesi,
diği içindir. Böylelikle memleketini yakınları içinse bir beklentidir de.
BAVUL BAVUL LEZZET
yanında götürmüş olur. Kendisini ait Gelenin elinin boş gelmeyeceği bilinir.
İnsanoğlu göçle gelen belirsizliklerle hissettiği yerden bir lezzet gitmiştir Çikolata ya da çay getirmesi beklenir ve
baş edebilmek için bavuluna sığdır- onunla. Yanında götüremediklerini ise lezzet tadıldıktan sonra hep şu söylem
dıklarını yanında, gündelik hayatını hafızasında taşır. Fischler, göçmenlerin yankılanır ziyaretlerde “oranın çikoladevam ettirebilecek unsurların bilgi- dillerini kaybetseler de mutfak kültü- tası da bir başka”. Sahiden göçle gelen
sini ise hafızasında taşır. Bir bavula rünü daha uzun süre yaşattıklarını ifade lezzet başka mıdır yoksa uzaklardan
ne sığar? Giysiden arta kalan kısma etmiştir (1988: 280). Memleketinde gelmesi midir onu lezzetlendiren… ▪
kuru yiyecekler mi? Belki de hasır bir yaptığı yöresel yemek tariflerini orada
çantaya da dökülmesi muhtemel olan devam ettirir. Özel günlerde aidiyetin
KAYNAKÇA
yiyecekleri koyar. Eğer memleketine devamlılığı yemekle sergilenirken
▪ Fischler, C. (1988). Food, self and identity,
yakın bir yere göç etmişse memleketten pekiştirilmesi de söz konudur. Bayram
Social Science Information, 27 (2), 275-292.
kışlık erzakını, salçasını, turşusunu sofraları, misafir ağırlamaları, düğünler ▪ Lévi-Strauss, C. (2013). The Culinary Triangle.
Food and Culture içinde (ss. 40-47). New
götürerek, mutfağını, kilerini yahut ve cenazeler gibi bütün özel günlerde
York: Routledge.
da buzluğunu bu ürünlerle doldurarak yemek kültürü devam ettirilir. Lezzet
▪ Mudara, M. (2012). Baharat mekânları: Antalmemleket özlemini sofrasında tattığı oradaymışlık hissi verir, lezzetler üzeya’da yerel ve turistik baharatçılar. Folklor/
Edebiyat, 18 (69), 41-58.
lezzetlerle gidermeye çalışır. Sofrası rinden memleketini misafirlerine tanıtır.
memleket gibi kokarken kendini ait Kişi lezzetlerle kültürünü tanıtarak ▪ URL 1: https://www.thegeyik.com/pizza-kulturunun-turkiyede-tutunmasinin-ilginc-hikayesi/.
olduğu yerde hisseder. Peki, daha uzak- kimliğini ortaya koyar. Göç etmiş olsa
Erişim Tarihi:07.03.2022
lara giden ne götürür yanında, bu kadar da aidiyetini kaybetmediğini kültürüne
taşıyabilir mi lezzeti yoksa götürebildiği sahip çıktığını misafirlerine kanıtlar.
kadarını mı sırtlanır? Havalimanında Levi Strauss yemeğin özelde ise lezzetin
eşyalarıyla oradan oraya giden insanlar, kimlik ile arasında yakın ilişki olduğunu
127
Gamze Şenyayla
Yemek ve Piyasada Sunumu
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu
Yemek ve
Piyasada
Sunumu
128
GAMZE ŞENYAYLA
Doktorant, Erbakan Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü
B
ireyin en temel ihtiyacı olarak karşımıza
çıkan “yemek yemek” farklı hizmet ve sunumlarla bütünleşmektedir. Ürünün rafine hâli işlenerek yeni
bir lezzete bürünmektedir. Kültürel bir bütünleşme ile
ele alınan “yemek sosyolojisi” ise mutfağın ve yiyeceklere
bakışın yönünü bizlere tarif etmektedir. Bu reçete her bir
kesim için farklı nitelikler taşımaktadır. Yemeğin tüketilme
amacı temel ihtiyacı karşılamak mıdır? Yoksa bir kimlik
edimi sağlamak mıdır? “İnsan ne yiyorsa o’dur.” söylemi
sağlıklı beslenmeye işaret etse de sağlıklı beslenebilmek bir
sosyo-ekonomik durum ile doğrudan ilişkilidir. Kimin ne ile
beslendiği, hangi besin ürünlerini tercih ettiği ya da erişebildiği meselesi sadece bir yaşam tarzı değil aynı zamanda bir
imkânı temsil etmektedir. Örneğin etin nasıl tüketildiğini
düşündüğümüzde, bulgur ile çoğaltıp bir yemek hâline
getirilmesi bir de yalnızca pişirilerek sunulması arasında
farklılık vardır. Kişinin önündeki tabağı değerlendirme
biçimi de aynı şeyi gösterebilmektedir.
Bu tabağı protein, karbonhidrat ve yağ
açısından değerlendirmek sağlıklı
bir çerçeveye uyum sağlamak ya da
bu ihtiyaçları sağlamak için temel
bir kaide olsa da doymak için yemek
yeme eylemi tabağın kime sunulduğu
ile ilintilidir.
Sunum bir piyasa meselesidir. Çünkü
piyasa bölüşüm ve tüketim faaliyetlerini belirlemesinin yanı sıra, canlı
bir işleyiş için elindekilere bir değer
biçer. Bu değer tüketenin kimliğine
ilişkin bir yansımadır. Tabakta neyin
yer aldığından çok nasıl yer aldığı
meselesi, restoranların ya da yemeği
çıkaranların sattığı şeydir. Bir patatese
şekil vermek ya da etin üzerine yeşil bir
yaprak bırakarak göze hitap etmesini
sağlamak, ürünün pazardaki yerini bir
statü gibi temsil etmektedir. Bu konuda
sektör oldukça geniştir. Çünkü piyasa
sistemi her daim yenisini üretmenin
peşindedir. Farklı kimlik gruplarına
mensup bireyler kendilerine uygun
olanı temin ederek tüketmelidir. Köyden
kente göç meselesi temel alındığında,
Hatay’dan çıkıp İstanbul’da yaşamaya
başlayan bireyin kendi kültürüne ait bir
yemek gördüğünde yönelmesi kaçınılmaz hâle gelmektedir. Çünkü kendini
ait hissedebileceği şey o yemeğin kendisinin yanı sıra o mekânın kendisidir.
Aslında bu şekilde mekânda yalnızca
yemek satılmaz. Mevcut kültür de satışa
sunulmuş olur. Bu kültürün pazarlanması lüks restoranlarda ana maddenin
modernleşmiş hâli ile karşımıza çıkar.
Tarhana çorbasının kesilmiş yuvarlak bir
ekmek içerisinde sunulması bu duruma
örnek olarak verilebilir. Modern olan
şey ekmek değildir, ekmeğin satış için
araçsallaştırılmasıdır. Çünkü oradaki
ekmek artık bir tabak görevi görmektedir.
Piyasa, bireyin temel ihtiyacına
erişebilmesi noktasında hedef kitlesini
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu
Sunum bir piyasa meselesidir. Çünkü
piyasa bölüşüm ve tüketim faaliyetlerini
belirlemesinin yanı sıra, canlı bir işleyiş
için elindekilere bir değer biçer. Bu değer
tüketenin kimliğine ilişkin bir yansımadır.
Tabakta neyin yer aldığından çok nasıl
yer aldığı meselesi, restoranların ya
da yemeği çıkaranların sattığı şeydir.
129
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu
130
Aslında bu şekilde mekânda yalnızca yemek satılmaz. Mevcut kültür de satışa
sunulmuş olur. Bu kültürün pazarlanması lüks restoranlarda ana maddenin
modernleşmiş hâli ile karşımıza çıkar.
gruplara ayırır. Kimin ne tüketeceği
piyasa için hâlihazırda bellidir. Mavi
yakalı ya da beyaz yakalanın beslenme
biçimleri birbirinden farklıdır. Mavi
yakalı için öğle aralarında tabldot usulü
sunulan yemeğin temel hedefi tokluğun sağlanmasıdır. Haftalık çıkması
gereken et miktarı ya da karbonhidrat
yerine geçecek makarna ya da pilav
muhakkak sunulurken beyaz yakalı için
durum farklıdır. Çünkü beyaz yakalının
gün içerisindeki beslenme pratiğinde
tüketmesi gereken yemeğin içeriği
önemlidir. Ara öğünler ile desteklenen
bir rutine sahip olabilir. Piyasa, herkese
ulaşabilmek için zincir restoran algısını
hayatımıza tam anlamıyla yerleştirmiş
hâldedir. Neredeyse bütün şehir merkezlerinde küresel anlamda tüketilebilecek
yiyeceklere erişim sağlanabilir. Aylık
kartına yemek parası yüklemesi yapılan
bir işçi bu konuda fazlasıyla seçeneğe
sahip olduğunu hissedebilir. Ancak bu
seçenekler de kısıtlı bir hâldedir. Çünkü
zincir restoranlar lezzeti ya da sağlığı
değil fazla üretim ve tüketimi hedefler.
Defalarca kullanılabilen ürünler, çevre
sağlığı göz ardı edilerek kullanılan
tabak, bardak vb. materyaller düşünüldüğünde temel hedefin çok satıp,
kısa zamanda tükettirip hızlı bir akış
olmasını sağlamak olduğu rahatlıkla
görülebilir.
Piyasa “Amerika’nın kotlaşma”
hikâyesi misali bu zincir restoranları
oluştururken yerel kültürü tüketir.
Markalaşma çabası tehlikeli bir hâle
bürünebilir çünkü o yerelde bu yemeğe
ve yemeğin ham maddesi olan ürüne
sahip olan kişi, piyasadaki sunulmuş
hâlinden bihaber olabilir. Kakaonun
üreticilerinin çikolata tadını bilmemesi
bu duruma örnek verilebilir. Yabancılaşma çerçevesinde düşünüldüğünde
ürüne yabancılaşmanın örneklerinin
verilebildiği alanlardan biri de yemektir/
gıdadır. Bu durum bir üretimin yolculuğunu gösterdiği kadar bir sömürü
hikâyesi olarak da karşımıza çıkar. İyi
bir yemek tüketmek için hammaddeye
sahip olanın hem toprağını hem de
emeğini sömürmek, günümüzde
devamlılığını korumaktadır.
Yemeğin sunumu kadar bu sunulan
yemeğin tüketilme şekli de sosyo-ekonomik bir durumu temsil edebilmektedir.
Çift servis açılmış bir yemek tabağı iyi
bir restoranda lezzetli bir yemek akışı
için yer alır. Sıcak ya da soğuk bir giriş
ile başlanan, ara sıcak ile devam edilen,
ana yemek ile asıl lezzetin alındığı ve
tatlı ile kapanışın yapıldığı bir akış,
toplumdaki her bireyin eşit bir şekilde
ulaşabileceği bir görüntüyü göstermemektedir. Bir sofrada da önce çorba
ile başlanıp sonra ana yemek ve çayın
yanındaki tatlı ile kapanış yapılabilir. O
sofranın kurucusunun sunmuş olduğu
bu hizmet karşılığında sağladığı fayda
duygusal aşamada kalabilmektedir.
Ancak piyasada maddi olarak net bir
karşılık bulabilmektedir.
Tek öğünlük bir “fast food” tüketim biçimi de bir eşitsizliği temsil
edebilmektedir. Fast food yemek kültürü başlı başına yeme alışkanlığını
değiştiren bir konudur. Bireylerin
hızlı bir şekilde yemeklerini yiyerek
tekrar sistemdeki yerlerine döndüğü,
lezzetten ziyade stratejik ve psikolojik
bir tükettirme biçimidir. Bu tükettirme
biçimi, hayatımızın geçtiği her noktada
mevcuttur. Bir öğle arasını düşündüğümüzde bir buçuk saatlik molanın
uzun bir parçasını kaplayan yemeğin
hızlı bir şekilde sunulup tüketilmesi
gerekmektedir. Fast food anlayışı tam
da bu noktada karşımıza çıkar. Plastik
tepsilerin üzerindeki tepsiyi kaplayan
kâğıtların üzerinde, yemeklerin sarıldığı diğer kâğıtlar eşliğinde, rahatsız
sandalye ve masalarda tüketilmesi
sağlanır. Bu masalarda oturma süresi
uzun olmaz çünkü görevliler hızlı bir
şekilde bir sonraki gelecek kişi için
masaları temizleyip toplar. Bu toplayış
ve masayı siliş biçimi oradan kalkma
gerekliliğinin hissiyatını oluşturur.
Çay/kahve içebilmek için başka bir
mekâna geçmek gerekir. Bu sayede
hem yemek hazırlayan zincir fast food
restoran hem de çay/kahve üzerine
açılmış olan mekânlar kâr sağlar. Elbette
yemek sonrası çay kahve ikramında
bulunulan esnaf lokantaları bu işleyişin nispeten uzağında kalmaktadır.
Orada aile kavramı üzerine daha hassas
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu
Aylık kartına yemek parası yüklemesi
yapılan bir işçi bu konuda fazlasıyla
seçeneğe sahip olduğunu hissedebilir. Ancak bu seçenekler de kısıtlı bir
hâldedir. Çünkü zincir restoranlar lezzeti
ya da sağlığı değil fazla üretim ve tüketimi hedefler. Defalarca kullanılabilen
ürünler, çevre sağlığı göz ardı edilerek
kullanılan tabak, bardak vb. materyaller
düşünüldüğünde temel hedefin çok
satıp, kısa zamanda tükettirip hızlı
bir akış olmasını sağlamak olduğu
rahatlıkla görülebilir.
131
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu
132
olunan bir ortam söz konusudur. Bir
masaya birden fazla kişinin hizmette
bulunduğu, yemeğin lezzetinin ve ilgi
alakanın yüksek seviyede sunulma
gayretinin olduğu mekânlar olarak
karşımıza çıkabilmektedir. Elbette
burada geçirilen süre de belirli bir
plan dâhilindedir. Önceden sunulan
mezeler yemek hazırlanana kadar bir
tokluk hissiyatına eşlik ederken, ana
yemek tam bir doygunluğu sağladıktan
hemen sonra hızlıca toplanan masa ve
küçük ince belli bardakta sunulan çay ile
yemek yeme ritüeli tamamlanmış sayılır.
Peki, yemek yemek bireyin sosyal
hayatında nasıl bir yere sahiptir? Ne
yediği ve neden yediği nasıl bu kadar
önemli olabilmektedir? Bu sorulara
verilen yanıtlar elbette farklı olabilir
ancak bu yazıda üzerinde durulmak
istenilen konu kimliktir. Yenilebilir
altın suyuna batırılmış bir yemeği
yemek, sosyo-ekonomik düzeyin yüksek
olduğu anlamına gelmektedir. Bunu bir
şova dönüştürmek ise bu imkâna sahip
olduğu mesajını vermektir. Ürünlerin
nasıl tüketildiği kadar kiminle tüketildiği
de önemli bir konudur. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü birlikte
uzun yıllar sürebilecek bir dostluğa ve
dayanışmaya işaret ederken gündelik
hayatta “Bir kahve içelim.” demek
oturup sohbet etmek ve bir şeyleri
paylaşmak anlamına gelmektedir. Bu
paylaşımın ve birlikteliğin süresi kahvenin başlangıcı ve bitişi ile sınırlıdır.
Küresel kahve piyasasının yerelden
alıp genele satma biçimi sosyalleşme
ilişkilerini de değiştirmiştir. Eskiden
bir çay bahçesinde ya da evlerde bir
araya gelinerek gerçekleştirilen paylaşımlar şimdi dışarıda hızlı tüketimin ve
üretimin gerçekleştiği yerlerde yerini
almıştır. Bu durum olumsuz bir eleştiri
olarak görülmemelidir. Değişen bir
sosyalleşme biçiminin ortaya konması
belirtilmek istenmiştir. Kozmopolit bir
yaşam ağında ortak dil “Birlikte kahve
içmek” olmuştur.
Tek öğünlük bir “fast food” tüketim biçimi de bir eşitsizliği temsil edebilmektedir.
Fast food yemek kültürü başlı başına yeme alışkanlığını değiştiren bir konudur.
Bireylerin hızlı bir şekilde yemeklerini yiyerek tekrar sistemdeki yerlerine döndüğü,
lezzetten ziyade stratejik ve psikolojik bir tükettirme biçimidir.
Yemeği üretim ve tüketim aşama- turistin yönlendirilmesini sağlamaktır.
larında gastronomi alanı önemli bir Diğer yemek programlarına bakıldıyere sahiptir. Gastronomi sektörünün ğında ise yemekte lezzetin ve sunumun
dünyaya açılmak, paylaşmak ve tanıtmak yarıştırıldığı görülmektedir. Alanında
amacı piyasa içerisinde kullanışlı bir uzman olan ya da olmayan kişiler
araçtır. Yerelde mevcut olan yemeği bu programlara katılarak bildikleri
dünyaya taşıyıp pazarlamasını yapmak yemekleri yapmakta ve en iyi şekilde
bir kültürü piyasa aracılığı ile dünyada yaparak yarışmanın sonunda verilen
satışa sunmak görüntüsü vermektedir. ödülü kazanma gayretinde olmaktadır.
Bu işin kazananı elbette bu ürünü işleyen, Aslında bu bireyleri birer “ürün pazaryemek hâline getiren ve satışını yapan layıcısı” olarak görmek yanlış olmayakişiler olmaktadır. Bir emeğin olmadığı, caktır. Çünkü amaçları yaptıkları yani
bir başarı hikâyesinin gizlendiği gibi işledikleri ürünü diğerlerine doğru bir
bir şey elbette söylenmemelidir. Belir- şekilde pazarlayarak satabilmektir. Bu
tilmek istenen şey, piyasada yer alma satış beğeni ya da puan ile ilk aşamada
biçiminin legal bir görüntüye sahip karşılık bulsa da elbette finalde bir
olmasıdır. Bu kişiler toplumca sevilen, paranın varlığı söz konusudur.
sayılan ve saygı duyulan kişiler hâline
Medya ve yemek ilişkisine bakıldıdönüşebilmektedir. Çünkü yerelden ğında sosyal medyanın piyasada önemli
alınanı işlemek, başarıyla sunmak ve bir yere sahip olduğu konusu bariz
bunu satabilmek yoğun ve çetrefilli bir gerçektir. Belli başlı platformların
piyasa içerisinde zorluklarla dolu bir temel amacı ürün pazarlama üzerinedir.
yolu tamamlamak demektir. Yeme- Bu ürünlerin önemli bir kısmını ise
ğin sunumunu ve satışını yapan kişi yemekler oluşturmaktadır. Bu noktada
mesleği gereği bu kimlikle bütünleşir piyasa kimlik üzerine bir oyun kurgular.
hâle gelir ve alanında uzman kabul Beden üzerinden bir dayatma sağlar ve
edilir. Uzmanlık, kazanç sağladığı kişilerin “mükemmel” bedene kavuşatakdirde olumlu karşılanabilmektedir. bilmelerinin yolu bu beslenme düzenini
Kâr sağlamayan uzmanlık her zaman yerine getirmektir. Bunu sağlayabilmek
beklediğini bulamayabilir. Bulması için belirli besin değerine sahip olan
ancak bir istisnayı oluşturur ki yemek ürünleri tüketmek gerekmektedir.
de burada önemli bir işleve sahiptir. Protein-karbonhidrat-yağ konuları
Büyük piyasada yemeği yalnızca güzel daha geniş bir şekilde değerlendirilir.
yapmak yeterli olmaz. Güzel bir sunum Besleyici niteliğinin olması, tokluk hissi
ve iyi bir rakama satışın gerçekleşmesi oluşturması, belirli saatlerde tüketeasıl hedeftir.
bilmeye uygun olması ve erişilebilirlik
Medyanın yemek ile ilişkisine bakıl- imkânı gibi konular sosyal medya üzedığında televizyonlarda sıklıkla görülen rinden sıklıkla vurgulanmaktadır. Spor
yöresel ürünleri tanıtma programları eğitmenleri, diyetisyenler, hekimler
mevcuttur. Bu programları yemeği iyi ve dijital içerik üreticileri tarafından
bilen ya da hiç bilmeyen ancak gezmeyi pazarlanan farklı gıdalar vardır. Çok
seven kişiler sunabilmektedir. Amaç uzak bir geçmiş olarak düşünmeden
bölgenin hem kültürünün hem de yukarıdaki aynı örnek ile kahveyi
yemeğinin tanıtılması ve yerli/yabancı düşünelim. Kahve bir sosyalleşme
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu
aracının haricinde, metabolizmayı
“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü birlikte uzun yıllar sürebilecek bir
hızlandıran, tokluk hissi sağlayan ve
içeriği sayesinde daha zinde bir gün dostluğa ve dayanışmaya işaret ederken gündelik hayatta “Bir kahve içelim.”
geçirmemize yardımcı olan temel bir demek oturup sohbet etmek ve bir şeyleri paylaşmak anlamına gelmektedir.
içecektir. Kahve ile güne başlamak ve Bu paylaşımın ve birlikteliğin süresi kahvenin başlangıcı ve bitişi ile sınırlıdır.
acıkıldığında kahve içmek önemli gün
içi eylemlerindendir. Kahvenin değişen materyallerden geçmektedir gibi bir larının sunum için yemekleri servis
bir anlamının olduğunu bu bağlamda algıyı, piyasa bizlere sunmaktadır.
biçimleri oldukça yüksek izlenmelere
söylemek yanlış olmayacaktır. KültürYeni tarifler sosyal medyada sağlıklı sahip videolar arasında yer almaktadır.
den farklı, hiçbir yerele ait olmayan yaşam üzerine kurgulanır. Bu kurguda Restoranın öne çıkma biçimi ürün ya da
yemekler de sosyal medyada sıklıkla en önemli kelime “hız”dır. Çünkü lezzetten ziyade sunum şeklidir. Büyük
yer almaktadır. “Bowl” yani Türkçe hızla akan bir çağın içerisinde yemek porsiyonlar, karmaşık yemekler ya da
ismiyle kâsede yemek yemek oldukça hazırlama süresinin de hızlı olması sunumdan sonra devam eden ikram
popüler bir sunuma sahiptir. Hayatı- gerekmektedir. Bu noktada pratik biçimleri fast food yemek kültürü
mıza “sağlıklı yaşam için” başlığıyla tarifler karşımıza çıkmaktadır. Bu gibi iştah açma üzerine kurgulansa da
giriş yapan yulafın pişirilerek temel pratik tarifler eskiye karşıt nitelikler kültürden oldukça uzak bir görüntüye
maddeyi oluşturduğu, şuruplar ile taşımaktadır. Örneğin; şekersiz, unsuz sahiptir. Yemek, içerisinde yaşadığılezzetlendirilen ve meyve ile sunulan ve glütensiz beslenmek bunlardan bir- mız coğrafya gereği oldukça önemli
bu kâse içerisindeki yemekler piyasada kaçıdır. Bu konuda rehberlik sağlayan bir yere sahipken piyasa içerisinde
sıklıkla gösterilmektedir. Kendisini paylaşımların yanı sıra düzene uygun hor kullanılan ve şova dönüştürülen
pazarlattıran şey içerik vurgulamasıyla bir beslenme şekli de gösterilmektedir. bir hâle bürünmesi normalleşmiş bir
sunum biçimidir. Otantik Hindistan Az malzeme ile hazırlanan yemekler en hâldedir. Nostaljik bir bakış açısıyla
cevizinden yapılmış kâsenin satışlarının çok aratılan tariflerden olabilmektedir. birlik beraberliği sağlayan yemek sofyükselmesi bu sebepledir.
Bu kategorinin fazlaca talep görmesi rası alışkanlığının değişimi gündelik
Sağlıklı yaşama geçişi sosyal medya sosyo-ekonomik düzeyle ilişkilen- eylemleri anlamayı sağlamaktadır.
vasıtasıyla kurgulayan bireyler için dirilebilir. Örneğin “3-5 malzeme ile Ekmek kırıntısına bile özen göstehayatlarında yeni ürünlerin yer alması hazırlanan pratik tatlı” başlığı yüksek ren bir sofra ve sunum anlayışından,
kaçınılmaz hâle gelmektedir. Sağlıklı izlenmelere ve pişirilmeye sahiptir. büyük porsiyonlar eşliğinde, yüksek
yaşam için su içmek önemlidir. İnsan Bunların yanında kalori hesabına uygun fiyatların ödendiği bir sofra ve sunum
vücudunun suya ihtiyacı olduğu bir beslenme düzenleri oluşturulmuştur. anlayışına doğru geçiş söz konusudur.
gerçektir ancak bu suyu nasıl bir kap Bir insanın vücuduna günlük alması Elbette bu geçiş popüler bir görüntüye
ile içtiğiniz de önemlidir. Sunulan gereken kalori miktarını hesaplayacak sahiptir. Toplum içerisinde yaşayan
reklamdaki görüntüye sahip olmak için aplikasyonlar da geliştirilmiştir. Bu bireylerin kendi hanelerinde nasıl bir
reklam figürünün kullandığı su kabını programa uyumu sağlayan fit gıdaların sofra hazırladığı bir saha araştırması
kullanmak sıklıkla su içme isteği oluş- tüketilmesi ve yemeklerin hazırlanması gerçekleştirilerek öğrenilebilir. Bu
turması ya da unutturmaması üzerinden için de farklı malzemelere ihtiyaç vardır. yazıda dikkat çekilmeye çalışılan husus,
pazarlanabilmektedir. Örneğin kinoa Örneğin blend etme (parçalama) işlemi piyasanın hızla değiştirip dönüştürdüğü
bitkisi salatalara bile katılabilen, normal yiyeceklerin besin değerinin yüksek yemek yeme pratiğinin özelliklerine
bulgurun aksine küçük bir porsiyonla hâle getirilmesi için farklı malzeme- odaklanmaktır. Bu açıdan toplumu
bile yoğun tokluk hissi sağlayan gıdadır. lerin bir araya getirilmesi amacıyla yönlendirme gücüne sahip pazarlama
Bu örnekler elbette küreselleşmenin kullanılmaktadır. Bu amaca hizmet tekniğinin yoğunlaştığı mecralara
eseridir. Ancak piyasanın taktiği bir edilmesi için bu ürünün de alınması odaklanmak istenmiştir.
▪
ürünü pazarlarken diğerini tedavülden gereklidir. Hikâyenin tamamı beslenme
kaldırma üzerine kuruludur. Eskinin biçiminin sağlıklı hâle getirilmesi
zararı muhakkak vurgulanır. Hiçbir üzerine kurulurken finalde mutlaka
faydasının olmadığı, aksine zararlar ile bir ürünün satışı hedeflenmektedir.
bürünmüş ve korkunç bir etkiye sahip
Restoranların sosyal medya aracıolduğu söylenir. Bunu telafi etmenin lığı ile yapmış oldukları sunumlar da
yolu yeni gıdaları hayatımıza sokmaktan oldukça dikkat çeken bir görüntüye
ve bu gıdaları tüketebileceğimiz önemli sahiptir. Restoran sahibi ya da çalışan-
133
Ömür Nihal Karaarslan
Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra
Zenginlik Kültürü,
Yemek ve Sofra
134
ÖMÜR NİHAL KARAARSLAN
GİRİŞ
S
osyal bilimler için yemek; sadece insanın
biyolojik ihtiyacı doğrultusunda gerçekleştirdiği yeme eyleminin konusu değildir. Bu genel geçer tanımın
yanı sıra yemek; toplumsal ve kültürel birlikteliklerin bir
yansıması olmakla birlikte insanların bu biyolojik eyleme
kendi gerçeklikleri üzerinden anlam yüklediği, böylece
insan etkileşimlerinin ve iletişimlerinin okunabildiği, sosyal
birlikteliklerin göstergesi olan bir alandır.
İnsanlık tarihi boyunca yemek yemenin toplumsal boyutu
hep var olagelmiştir. Toplumsal birlikteliğin olduğu her olay
ve olguda yemek bu birlikteliği bir araya getirici önemli bir
unsur olmuştur. Bundan dolayıdır ki yemek yeme eylemi;
yemek yeme biçimi, ne yenildiği ve nasıl yenildiği hususları
üzerinde; içinde yaşanılan toplumun kültüründen izler
taşımaktadır. Yemek olgusu taşıdığı bu kültürel özellikler
nedeni ile toplumsal dayanışmanın ve bütünleşmenin
en birleştirici olgusudur. Toplumsal
iletişim ağının en başat faktörü olan
yemek; taşıdığı bu özellik nedeni ile
tarihsel süreç içerisinde toplumsallığı
olan en önemli unsur olarak tanımlanabilmektedir.
Toplumlar yemeğe yönelik yapmış
olduğu her müdahalede kendi kimliğinden kendi toplumsallığından birçok
unsuru yemek olgusuna aktarır. Toplum
ve insanların her an kendisinden yemek
olgusuna bir anlam katması ile yemek
sosyal bir içerik kazanır. Yemeğin toplumsal tarafı, bir statü, hayat tarzı ve bir
dünya görüşüne karşılık gelmektedir.
Yemek bireyin kendisine kattığı anlam
ile çeşitlenmekte ve bir gösterge unsuru
sayılmaktadır. İnsan için bir ihtiyacı
karşılamaya yönelik bir düzen değil,
sosyal bir kimliğin ve statünün taşıyıcısı
olma özelliği kazanmaktadır. İnsan hem
en temel ihtiyacı olan yemek yemeyi bir
ihtiyaçtan hareketle gidermekte hem
de yemek olgusuna içinde bulunduğu
statüye ve toplumsal yapıya uygun
anlamlar yüklemektedir. Yemek, sofra,
kullanılan malzemeler, mutfak, yemeğin yenildiği mekân, yemek sırasında
kullanılan araç ve gereçler bu yorum
ile birer gösterge hâline gelmektedir.
Yemeğin toplumsal boyutunu sınıf
farklılıkları, statü, değişen toplumsal yapı
ile birlikte yemeğin geçirdiği değişim,
gösteriş kültürü içerisinde yemeğin
konumu üzerinden okuyabilmemiz
mümkündür. Tarihsel süreç içerisinde
birlik beraberliğin ve toplumsal dayanışmanın en önemli aracı olan yemek
bu süreç içerisinde kültür ve topluma
yönelik her değişim ve gelişimden
etkilenmiş ve bir değişim geçirmiştir.
Özellikle toplumları derinden sarsan
olaylar yemek olgusunun da içerik
değiştirmesine neden olmuştur. Örneğin: “sanayi sonrası toplumda yemeğin
dönüşümünde mutfakla ilgili mekân,
teknik ve bilgilerin değişim değeri
elde ederek bir meta hâline gelmesi
öne çıkan bir unsurdur” (Gürhan; 2017,
562). Denizcilik ve ulaşım imkânlarının sanayi devrimine bağlı olarak
gelişmesi yiyeceğin küresel düzlemde
ulaşılabilirliğini arttırmış ve yiyeceğe
ulaşılabilirlik yemek kültürü üzerinde
derin değişikliklerin olmasına neden
olmuştur. Besin maddelerinin küreselleşmesi yemek ve mutfak üzerinde
en önemli değişikliklerin meydana
gelmesine neden olmuştur. İnsanların
istedikleri zamanda, istedikleri yerde
her yiyeceğe ulaşabilmesini mümkün
kılan küreselleşme beslenme alışkanlıklarında kökten değişimlerin meydana
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra
İnsan hem en temel ihtiyacı olan yemek yemeyi bir ihtiyaçtan hareketle gidermekte hem de yemek olgusuna içinde
bulunduğu statüye ve toplumsal yapıya uygun anlamlar yüklemektedir. Yemek, sofra, kullanılan malzemeler, mutfak,
yemeğin yenildiği mekân, yemek sırasında kullanılan araç ve gereçler bu yorum ile birer gösterge hâline gelmektedir.
135
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra
136
gelmesini sağlamıştır. Küreselleşmenin
yemek üzerindeki en önemli etkisi, yerel
yemek kültüründe yaşanan kaybolmadır.
Savaş ve kıtlık gibi toplumsal yapıyı
doğrudan etkileyen olaylar da yemek
üzerinde derinden etkiler bırakmıştır.
“Yemek yeme eylemi yenilecek besinin
üretiminden hazırlanmasına, pazarlanmasından tüketimine kadar tarih
boyunca her coğrafyada, o coğrafyanın
koşullarına özgü anlamları oluşturarak
farklı yemek kültürlerin ortaya çıkmasını sağlamakta; zaman içerisinde de
insanlık tarihinin sosyal, ekonomik ve
siyasi değişimi ile birlikte beslenme
biçiminin kodları yani yemek kültürü
değişmektedir.” (Gürhan; 2017, 562).
Yemeğe dair algının değişiminde
toplumların refah düzeyinin artması
ile daha görünür hâle gelen zengin
üst sınıfının yemeğe dair belirleyici
tavrının etkisi de büyüktür. Bu algı
değişiminde zengin üst sınıfın tarihsel
olarak geçirdiği dönüşümün anlaşılması
önemlidir. Tarih boyunca toplumlar
için var olan tabakalaşma ve eşitsizlik durumunun iktisadi bir boyutu
temele alarak oluşması, zengin üst
sınıfın varlığını mümkün kılmıştır.
Her dönemde var olan ve varlık kriterleri değişen zengin üst sınıf modern
dönem ile birlikte sahip oldukları
mülkiyet ile varsıl sınıfı oluşturmuşlardır. Modern dönemde de zenginlik
diğer dönemlerde olduğu gibi kendi
sınırları olan bir anlam taşımaktadır.
Bankacılık ve paraya dair sermayenin
artması zenginlik kültürünün içeriğine
tüketim ve gösteriş kavramlarının
yerleşmesine neden olmuştur. Tüketim
ve gösterişe dayalı olarak belirlenen
zenginlik varlığın ve bu varlığa dayalı
duygu, düşüncelerin dışavurumunu
ifade etmektedir. Gösteriş ise sahip
olunan zenginliği başkasına gösterme
eğilimini beraberinde getirmiştir. Zenginliğin, toplumsallığın her biçimine
konu olması zenginlik kültürünü ifade
etmektedir. Bu toplumsallığın içinde
her türden toplumsal eylem, rutin
ve ritüel de yer almaktadır. Zevkler,
tercihler, talepler, gezme tozma, satın
alma ve yeme içme zenginlik kültürü
içerisinde anlam değiştirerek birer
tüketim nesnesi olma içeriğine sahip
olmuşlardır. Tüketim nesnesi olma
özelliğinin arkasında varsıllığın gücü,
bunun psikolojik ve kültürel arka planı
mevcuttur. Bundan dolayı birey için
tüketilen her şey; ihtiyacın ötesinde,
bireyin kendisini gerçekleştirdiği, arzu
ve beğenilerini yansıttığı ve zenginliğini ötekine kabul ettirdiği tüketim
nesneleridir. Giyim kuşam, yaşadığı
mekân, mekânın dizaynı, çalışma hayatı
dışındaki uğrak yerleri, kullandığı araç,
markalar bu yeni düzende modern
kalabalıklar içinde yalnızlaşan bireyin
kendisini var ettiği ve sözsüz iletişim
ile bütün bunlara anlam yüklediği,
kendisini ötekine tanıttığı araçlardır. Zenginlik ve göstergeler bireyi
var eder. Ve bireyin varsıllığını diğer
insanlara hatırlatır. En az zenginlik
kadar, bunun sunumu, gösterilmesi
ve başkasına hatırlatılması önemlidir.
Tüketmek ve tükettiğini göstererek sosyal
hayatta yer edinmek zenginliğin temel
argümanıdır. Zira öteki bu zenginliğe
ortak edilmedikçe zengin olmanın bir
anlamı yoktur. Tüketicinin bireysel ve
sosyal dünyası, kimliği, kişinin sahip
olduğu statü ve ait olduğu toplumsal
gruplar ile ilgili ipuçları sunmaktadır.
Görünme ve başkasının gözünden
itibar tanımlaması, zenginlik kültürü
içerisinde metalar ile görünmenin
değerini artırmıştır.
Modern zamanlarda yeme içmeye
dair her unsur da bir tüketim nesnesi
hâline gelmiş ve görünür olmanın
araçlarından biri olarak tanımlanmıştır.
Özellikle günümüzde sosyo-ekonomik
göstergelerden bir tanesi de yemek ve
sofra üzerinden gerçekleşmektedir.
Yemeğin bireyin kendisini ifade etme
aracı olarak görülmesi ve statünün bir
göstergesi olması üzerinden zenginlik
ve zenginlik kültürünün yemeğe dair
bir okumasını yapmayı gerekli kılmaktadır. Yemeğin zenginlik kültürünün
bir yansıması olarak var olması tarihsel
süreç içerisinde zenginlik kültürü sınırlarında kendisini tanımlayan gruplar
için de hep söz konusudur. Ancak 18.
ZENGİNLİK KÜLTÜRÜ
VE YEMEK
Günümüzde özellikle zenginlik
kültürü içerisinde yemek ayrı bir yer
tutmaktadır. Çünkü zengin sınıf yemek
ve yemeğe yüklediği anlam üzerinden
toplumsal yapı içerisinde ayrışmakta
ve diğer sınıflara bir sınır çizmektedir.
Zenginlik kültürü içerisinde kendisini tanımlayan gruplar zenginlik
kültürüne ilişkin yeme içme âdeti de
geliştirmişlerdir. Geliştirdikleri yeme
içme tarzı dışında var olan yeme içme
alışkanlıklarını bayağı olarak tanımlayıp, belirledikleri tarza uygun davranış
kalıpları geliştirmişlerdir. Yemeğe dair
oluşturulan bu belirleyici tavır zengin
kesimler tarafından bilerek tercih edilmekte ve yapılan tercih sosyal hayat
içerisinde bu sınıfı var etmektedir.
Yemeğin ihtiyaçtan öte varsıllığın bir
göstergesi olması yemeğin biçimsel
açıdan, varsıllığın tahakkümü altında
değişmesine neden olmuştur. Örneğin
geleneksel Türk mutfağında bir yeri
olmayan suşi ve havyar, 1980’ler ile
beraber Türkiye’de görünürlüğü medya
aracılığı ile artan zenginlik kültürü
içerisinde yer alan gruplar için verilen
davetlerin en önemli yemeği olarak
ikram edilmiştir. (Bali; 2009, 40, 130)
Her önemli partide, her yemekli top-
lantıda ve bu statüye sahip kişilerin her
toplumsal birlikteliğinde suşi ve havyar
birlikteliğin olmazsa olmazı olarak
belirlenmiştir. Suşi ve havyar ikram
edebilmek zenginlik kültürü içinde
olup olmamakla ölçülmüştür. Aynı
zamanda zenginler arasında moda olan
ve başka bir kültürden ithal edilen suşi
ve havyar medya aracılığı ile topluma
dayatılan bir yemek hâline gelmiştir.
Bir müddet sonra toplum tarafından
suşi ve havyar medya aracılığı ile duydukları bir yemek hâline gelmiştir. Suşi,
havyar Türkiye toplumuna eklemlenen
bir yemek hâline gelmiştir. Yine aynı
dönemde Türkiye’de zenginliğin bir
göstergesi olarak bir çiftlikte şarap
üretmek temel kriter olarak görülmüştür. Zenginlik kültürü içerisinde
kendisini tanımlayan bireyler bir şarap
fabrikasının sahibi olmayı bir statü
göstergesi olarak değerlendirmiştir.
Güler Sabancı o dönemde bu kategoride
yer alan en önemli isimdir (Bali; 2009,
153) Yemeğin bir yaşam tarzı göstergesi
olma özelliği yemeğe sosyo-kültürel bir
anlam katmaktadır. Zengin üst sınıf iş
adamları, sanayi ticaret ve finans alanındaki büyük şirketlerin yüksek gelirli üst
düzey yöneticileri, medya starları elde
ettikleri zenginlik seviyelerine koşut
yemeğe yeni anlamlar yüklemişlerdir.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra
yüzyıla kadar yiyeceğe ulaşım imkânlarının sınırlılığı, teknolojinin kısıtlı
bir biçimde kullanılması, yoksulluk ve
varsıllığın günümüzdeki tanımından
daha farklı içerikler ile tanımlanması
nedeni ile damak tadını belirleyen bir
varsıl sınıftan ziyade yiyeceği elde eden
bir varsıl grubun varlığı söz konusudur.
Toplumsal yapıda tarihsel süreç
içerisindeki hiyerarşide yemek temel
belirleyici bir faktör olarak var olagelmiştir. Özellikle toplumsal sınıfların en belirgin ayrılıklarından biri
yemektir. Sınıfların kendi içerisindeki
birleştirici ve kendi dışındaki sınıfları
ayırıcı unsuru yemek şeklinde belirlenmiştir. “Yiyecekler çoğunluk için
yeterli miktarda sağlanamadığında
ve neredeyse herkes için güvensiz ve
düzensiz tedarik edildiğinde üst sınıflar kendilerini, yedikleri miktarlarla
alt sınıflardan ayırmaktadır” (Kınlı;
2020, 428). Tarihsel süreç içerisinde 18.
yüzyıla kadar üst sınıf ve saray elitleri
sahip oldukları kültürün mutfağını
bir gösterge olarak sunma ve yiyeceğe
sahip olabilme görevini üstlenmiştir. 18.
yüzyıldan sonra restoran kültürünün
ilk olarak Fransa’da, sonrasında tüm
dünyada yavaş yavaş yayılması ile önce
sokaklara, sonrasında evdeki mutfaklara
kadar mutfak bir dönüşüme uğramıştır
(Kınlı; 2020, 428). Özellikle modern
devletlerin oluşum sürecinde zenginlik
kültürü içerisinde kendisini tanımlayan
grupların diğerlerinden farklılıklarını
vurgulamak adına yemek konusunda
nicelik üzerinden sağladığı üstünlük,
niteliğe doğru evrilmiştir. Bu anlamda
yiyeceklerin ulaşılabilirliğinin artması
ve standartlaşması mutfak kültüründe
zıtlıkların azalması ve çeşitliliklerinin
artması ile sonuçlanmıştır (Kınlı; 2020,
432). Toplumsal sınıflar arasındaki
artan bağımlılık ve eşit güç dengelerinin varlığı gıda maddelerinin de eşit
dağılımı ile sonuçlanmıştır. Daha eşit
dağılım mutfakların benzerliğine yol
açmıştır, ziyafetler ve gündelik yemekler
arasındaki bariz farklılıklar azalmıştır.
137
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra
138
Bu anlamlardan bir tanesi de yemek
için kullanılan malzemenin kendisi
ve yemek sırasında kullanılan araç
ve gereçlerin kendisidir. Yemek için
kullanılan malzeme, tarih boyunca bir
sınıfın diğer sınıfa nazaran kullanılan
malzemeye ulaşılabilirliği açısından her
daim zengin sınıfın belirleyiciliğinde
modern dönemlere kadar gelmiştir.
Zengin sınıfın alım gücünün fazlalığı
bazı yiyeceklerin sadece bu sınıfa özgü
bir yiyecek olarak belirlenmesine neden
olmuştur. Tarihte egzotik meyveler,
baharatlar, çikolata ve deniz ürünleri
zengin sınıfın sofrasında olan yiyeceklerin başında gelmektedir. Fakat değişen
ekonomik sistem ve küreselleşen dünya
ile her türden yiyeceğe ulaşımın kolaylığı
bir nevi öncesinde belirlenen bu yiyecek kategorisinin değişmesine neden
olmuştur. Bunda geçmişe nazaran alım
gücünün biraz daha artmasının ve bu
yiyeceklere dair talebin görünürlükleri
sayesinde hemen herkes tarafından
bilinen yiyecekler hâline gelmesinin
etkisi büyüktür. Ulaşılabilirlik arttıkça
sıradanlaşan yiyeceklerin dışında
başka yiyeceklere yönelme durumu
zengin sınıfı diğerlerinden ayıran başat
unsurun yeniden belirlenmesine neden
olmuştur. Bu belirlenim içerisinde
bazen çok ulaşılabilir bir yiyeceğin
özel üretimi farklılık yaratan bir kriter
olabilir. 1990’lar Türkiye’sinde ekmek
ve zeytinyağı bu kategoride değerlendirilebilmektedir. Ertuğrul Özkök 1998
tarihli bir yazısında zeytinyağının şişesi
üzerinden yeni elitlerin ve zengin sınıfın
göz zevkine hitap edecek zeytinyağı
reklamı yapmaktadır. Ertuğrul Özkök’e
gönderilen hediye ekmekler ile birlikte
kaleme aldığı bir yazıda ise ekmek
ve zeytinyağı üzerinden yeni sınıfın
yönelimlerini belirtmektedir. “Şimdi
Türkiye dördüncü ekmek devrimini
yaşıyor. Mustafa Tavioğlu geçen gün
bana büyük bir sepetin içinde müthiş
ekmekleri gönderdi. Yabancı sermaye
ekmek üretimine de girdi. Ankara’da
başlayan Paul rüzgârı şimdi İstanbul’a
geldi. Türkiye aynı zamanda zeytinya- olgusu ile zenginlik ve onun sahip
ğını yeniden keşfediyor. Hayat güzel- olduğu seçkinlik bir anlamda somutleşiyor. Kutsal ekmek hayatın en güzel laşmaktadır. Sahip olunun eşyalar ve
şeylerinden biri olmaya devam ediyor.” sergilenen zenginlik ile başkaları ile bir
(Bali; 2009, 132).
ayrışma yaşanmaktadır. Yemek salonu
1980 sonrası Özal politikaları ile ve içindeki eşyalar zengin sınıfın bir alt
yaygınlaşan zenginlik kültürünün sınıfa hissettirdiği sınırdır. Zenginlik
gözler önündeliğinin artırılmasında kültürü içinde yer alan beğeni, tarz
kullanılan en önemli araçlardan birisi estetik gibi unsurların yemek üzerinde
bu sınıfın yemek organizasyonları, ver- vücut bulduğu bir gerçektir. Yemek
dikleri partiler ve gittikleri lüks yemek mekânları maddi olarak ulaşılabilirliğin
restoranlardır. Yemek organizasyonla- karşılığıdır. Bu ulaşılabilirlik beğeni,
rının niteliği bu sınıfın dışarıya açılan tarz ve estetiğin de ulaşılabilirliğidir.
pencereleridir. Bu organizasyonlar Burada var olan zenginlik ve saygınve partilerin niteliği, gittikleri yemek lık yarışıdır. Yemek içinde kullanılan
mekânlarının ulaşılmazlığı ile toplumun araçların biricikliği, kalitesi, markası,
diğer her kesimden ayrışacaklardır. zenginliğin seçkinliğine karşılık gelir.
1990’lı yılların en seçkin mekânları, Zenginlik kültürü ile yansıtılan bu gösŞamdan, Safran, Ece Bar’dır. Bu mekânlar tergelerin ulaşılamazlığıdır. Yemeğin
ünlülerin sığınağı ve koruma kollama ve yemek sırasında kullanılan araç
mekânlarıdır. (Bali; 2009, 128). Mekânsal gereçlerin varlık sebebi bundan dolayı
olarak ayrıştıkları oturma alanlarında başkasını etkilemektir. Başkası muhatap
sahip oldukları mutfaklar ile gösterge- olduğu yemek organizasyonu ile sossel biçimde sundukları mekânlarda yo-ekonomik düzlemde bir kıyaslama
ulaşılması güç yiyecekler ile çoğunluk yapar. Bu kıyaslama sosyal yapı içindeki
için belirleyici ve dikte edici bir içerik yerinin kabulüdür.
sunmaktadırlar. Yemek organizasyoGeleneksel kültürlerde ise yemek ve
nunda sunulan yiyeceklerin, yemek yemeğin gösterimi, içerisinde yemeğin
yeme biçimi, yer alan eşyaların çokluğu, yenildiği mekân ve yemeğe katılanlar
çeşitliliği ve niteliği ailenin yaşam ile sınırlıdır. Günümüzde ise yemeğin
düzeyinin göstergesidir. Ailenin gelir sunulma biçimi ve yemeğin kendisi,
düzeyi yükseldikçe yemeğe olan yatırım yemek için kullanılan malzemeler;
da buna paralel olarak artmaktadır. kültürlere, yaşam biçimine, cinsiyete,
Yani yemek ve yiyecek varsıllığın bir ekonomik duruma ve sosyal statüye
sembolüdür. Var olanın sergilendiği göre farklılaşmaktadır. Bundan dolayı
bir alandır. Zenginliğin hangi boyutta oturma mekânları ve bu mekânların
olduğunun hissettirildiği unsurlardan- donatıldığı eşyalar fizyolojik ihtiyacı
dır. Yemek yeme eylemindeki her bir karşılamanın yanı sıra kültürel, sosyal
ayrıntının zenginlik kültürü açısından birçok anlamı içermektedir. Kültürler
sembolik bir değeri vardır. Kullanım birbirlerinden farklı olsa da oturma
değerinden öte her bir eşyanın taşıdığı mekânları ve eşyalar tüm kültürlerde
anlam yemeği kurgulayan birey için hiyerarşi simgesi olarak kullanılmıştır
oldukça önemlidir. Yemek aracılığı (Demirarslan; 2018, 72). Mutfak geleile misafirler ağırlanarak eşyalar, ev, neksel Türk mimarisinde, temiz tutulan,
ailenin sosyo-ekonomik durumu ve sadece ev ahalisinin yemek yapmak için
statüsü görücüye çıkmaktadır. Böylelikle kullandığı yer olarak tanımlanmaktadır.
yemeğin yenildiği mekân ve yemeğin Yemek yenilen yerde ise aile fertlerinin
kendisiyle, zengin için, sosyal yapı yediği yer ile misafir ile birlikte yenilen
içinde sahip olunan konumu başkaları yer şeklinde bir ayrım söz konusudur.
tarafından algılanmaktadır. Yemek Misafirin gerektiğinde ağırlandığı ev
sadece üst sınıfların ulaştığı bir durumdan herkesin ulaşabildiği bir duruma
gelmiştir. Herkesin ulaşabildiği yiyeceklerin varlığı; zengin sınıfın yiyecek
üzerinden belirleyiciliğini yiyeceğin
sunumu, kalitesi, yiyeceğin yenildiği
mekân şeklinde değişmiştir. Özellikle
sosyal medya ve internetin kullanımı
da yiyeceğin sadece estetik ve göstergesel değerini artırmıştır. Zengin üst
sınıf da özellikle yemek mekânlarına
ilişkin paylaşımlar ile herkes tarafından bilinmeyen yemek mekânlarını
tanınır hâle getirmekte ve mekânın
sunumu ile de ulaşılamazlığının altı
çizilmektedir. Sosyal medyada zengin
üst sınıfın yemek alışkanlıklarına dair
yapılan paylaşımlar bu sınıfa dâhil olup
olmamaya ilişkin bir sınır da belirlemektedir. Kullanılan yiyecekler ve yemeğin
sunumu sırasında paylaşılan mutfak
gereçleri üzerinden de bir statü ve bir
kimlik belirlenmektedir.
▪
KAYNAKÇA
▪ Danış D., Perouse J. (2005) “Zenginliğin
mekanda yeni yansımaları: İstanbul’da
Güvenlikli Siteler”, Toplum ve Bilim Dergisi,
No. 187-188, ss. 92, 103.
▪ Demirel G., Karanfiloğlu M. (2020) “Sosyal
Medyada Yemek Fotoğraflarının Kimlik İnşası
Bağlamında Tüketim: İnstagram Örneği”,
Akdeniz İletişim Dergisi, ss. 237-255
▪ Gürhan N. (2017) “Toplumsal Değişme ve
Yemek Üzerine Sosyolojik Bir Çözümleme:
Mardin Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, No. 54, ss. 563, 569.
▪ Karaarslan N., Karaarslan F. (2017) “Modern
Kent Mekanlarında Mahallenin Konumu” içinde
Magnetsiz Kentler der. Alev Erkilet. İstanbul:
İLEM Yayınları.
▪ Odabaşı Y. (2006) Tüketim Kültürü: Yetiştiren
Toplumdan Tüketen Topluma İstanbul: Sistem
Yayınları.
▪ Özgören, Kınlı, İ. (2020) Stephen Mennell’in
Yemek Sosyolojisine Katkıları: İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, No. 40, ss. 419-441.
▪ Simmel G. (2014) Paranın Felsefesi (çev. Yavuz
Alogan) İstanbul: İthaki Yayınları.
▪ Yanıklar C. (2006) Tüketim Sosyolojisi İstanbul:
Birey Yayınları.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra
içinde bir alan iken gösterişçi ve lüks hangi yiyeceklerin zenginler arasında
tüketimin artması ile birlikte evin en tüketildiğine dair bir bilgi çeşitliliği
güzel eşyalarının sergilendiği bir alan sunmak ile birlikte bu yiyecekleri diğer
olan salon, aynı zamanda yemek odası kesimlerin de gündemlerine almalarını
şeklinde kurgulanmıştır. Yemek odası kolaylaştırmaktadır. Yemeğin görüntü
ve salon eşyaları evin diğer bütün eşyala- üzerinden yaygınlığı yemeğin ya da
rından daha büyük ve daha gösterişlidir. o anda paylaşılan yiyeceğin tadınGeleneksel Türk yaşamındaki sedir, dan ziyade estetik kaygı ile sunum ve
divan, tabure, sofra tahtası gibi misafir gösteri değeri ön plana çıkmaktadır.
odasının temel eşyalarının yerini on Yemek fotoğrafları sıradan değil lüks
sekizinci yüzyılda Batılılaşmanın etkisi marka ve ünlü yerlerde çekildiğinde
ile birlikte yemek masası, sandalye ve bir prestij, statü ve gösteriş simgesine
koltuk takımları almıştır. Gösterişli dönüşebilmektedir. Birey gidebildiği
yemek masası, sandalyeler, gümüş lüks yerleri, yiyebildiği lüks yiyecekleri
ikramlıklar, porselen yemek takımları, göstererek kendine kimlik ve statü
koltuklar, kanepeler, puflar, berjerler, kazandırmayı hedeflemektedir. Sahip
vitrinler salondaki yerini almıştır. Batı- olabildiğini göstermenin en kolay
lılaşmanın etkisi ile misafir odasının yolu sosyal medya paylaşımlarıdır.
salon ve yemek odası şeklini alması Aslında zenginlik kültürü içerinde bir
aslında bir zihniyet değişikliğinin gös- anlam bulan sosyal medya paylaşımları
tergesidir. Aynı zihniyet değişikliğini yemeğe dair anomik bir durumun
yemek odasında yer alan eşyaların ortaya çıkmasına da neden olmaktadır.
dönüşümünü bir gösterişe yönelik Tarihsel süreç içerisinde yemeğin taşıdığı
dönüşüm ile açıklamak mümkündür. kadim anlam yerini o an paylaşılan ve
Özellikle internetin cep telefonları paylaşıldığında önemi de kaybolan bir
aracılığı ile erişim kolaylığı sunması metaya dönüştürmektedir. (Demirel,
ve sosyal medya kullanımının yay- Karanfiloğlu; 2020, 243)
gınlığı yemeğin zenginlik kültürünü
Tarihsel süreç içerisinde toplumda
gösteren ve sunan bir araç şeklinde var olan eşitsizlik bir veya birkaç nedene
sunulmasını kolaylaştırmıştır. Yeme- bağlı olarak var olagelmiştir. Ancak 15.
ğin sosyal statünün en yaygın ifadesi yüzyıldan itibaren eşitsizliğin en temel
olarak sosyal medyada sunulması nedeni mülkiyete dayalı olarak ortaya
yemeğe dair kültürel kodların yeni bir çıkmasıdır. Mülkiyete dayalı olarak
içerik kazanmasına neden olmuştur. ortaya çıkan eşitsizlik üst tabakaya
Artık yemeğin ve yemek mekânları- mensup sınıfların kendilerini mülkiyet
nın göstergesel değerlerinin bir sınırı üzerinden tanımlamalarına neden
bulunmamaktadır. Sosyal medya var olmuş ve bu durum sahip oldukları
olan sınırların ortadan kalkmasına mülkiyetlerini sergileme ihtiyacını
neden olmuştur. Zenginlik kültürü doğurmuştur. Mülkiyetin içinde yemek
içerisinde kendisini tanımlayanlar bir aracılığı ile zenginlik kültürünün
önceki dönemde olduğu gibi gazete sergilenmesi ise her daim var olan
yazılarına ya da gazete haberlerine gerek bir gösteriş biçimidir. Yemeğin bir
duymadan gündelik hayat içerisindeki kültürün gösterge biçimi olarak kullayemeğe dair deneyimlerini, anında nılması sadece zenginlik kültürüne ait
fotoğraflayarak sosyal medyada paylaşma grupların yapmış olduğu bir davranış
imkânı bulmaktadırlar. Bu durum hem biçimi değildir. Ancak sanayileşme
zenginlik kültürünün paylaşılmasını ile birlikte yemeğin geçirdiği kökten
kolaylaştırmakta hem de paylaşan dönüşüm göstergesel olarak sunulan
bireye psikolojik tatmin sağlamaktadır. yemeğin ayrı içerikler kazanmasına
Sosyal medyada yemek paylaşımları neden olmuştur. Bunlardan ilki, yiyecek
139
Dr. Murat Balanlı
Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
Geçmişten
Günümüze
“Beslenmeye Bakış”
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
Kılavuzumuz “Karga” Olmasın:
Modern Beslenme Kılavuzlarından Uzak Durun!
140
DR. MURAT BALANLI
M
odern yaşam biçimi ile hız ve haz konusunda
hep daha fazlasını arzulayan insanoğlunun
yeme alışkanlıkları da değişti. Ailece birlikte yemek yenilen
sofralar yerini fast-food türü yiyeceklere, dondurulmuş
mezelere, işlenmiş atıştırmalıklara ve bir düğmeye basarak
sipariş verilebilen yemeklere bıraktı.
Beslenme piramidini sanırım aramızda duymayan
yoktur. Daha ilkokul sıralarında tazecik beyinlerimize göz
alıcı renkli şemalarla kazınmıştı... 1970’lerin sonlarında
hazırlanan bu piramit insanlar için en doğru ve en uygun
beslenme modeli olarak öne sürüldü. Sağlıklı ve uzun
yaşamanın şartı olarak daha fazla karbonhidrat (şeker)
ve tahıl tüketimini salık verirken, yağ alımını neredeyse
sağlıklı yaşamla bağdaşmayacak düzeylerde düşük tutmayı
vurguluyordu. Yani gözümüzün feri, sinir sistemimizin
ham maddesi yağlar piramidin üzerine konarak neredeyse
yok sayılıyordu.
YAĞ KORKUSU
Piramidin en tepesine itilerek neredeyse diyetimizden
çıkarılmak istenen yağların suçu neydi sizce? Bu “yağ korkusu” nasıl oluşturuldu?
Yağlar hakkında bugüne değin bize anlatılanların yalan
olduğuna inanmak size biraz zor gelebilir. Öyleyse gelin
1950’li yıllara gidelim birlikte... O dönem ABD’de görülen
en sık ölüm nedeni “kalp krizi”, yani koroner arter hastalığı... Devlet başkanı Eisenhower 1950 yılında bir kalp krizi
geçirdikten sonra bilim adamları çalışmalarını bir anda bu
alana yoğunlaştırır. 1961’de Time dergisi, “Doymuş yağların
damarlarımızı tıkayıp kalp hastalığı yaptığı” iddiasına kapağında yer vermiştir. Araştırmayı yayımlayan Ancel Keys’in
adı, yaptığı ve birazdan vereceğimiz detaylarla çürütülecek
bu manipülasyon ile tarihe kara bir leke olarak geçmiştir.
İleri sürdüğü tez şu: Kalp hastalıklarının nedeni beslenme
yoluyla alınan “fazla yağ”a bağlıdır. Bu hikâye oldukça uzun,
lakin burada vurgulamak istediğim şey, yağ tüketiminde
bugün körü körüne öğretilere ve dayatılanlara bağlı olduğumuz ve modern tıp bilimi ismini verdiğimiz silahın bu
durumu nasıl acımasızca kullandığıdır.
Bu çalışmanın yayımlanmış olduğu yarım asırlık bir
dönemde düşük yağlı beslenme diyetlerin piri kabul edildi
ve yağlı yiyenler, yağlı yemek yapanlar çeşitli argümanlarla
küçük düşürüldü. Ardından sıfır yağlı ürünlerin market
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
GÜNÜMÜZ HASTALIKLARININ TEMELİ, ÜZÜLEREK
SÖYLEMELİYİM Kİ, BU BESLENME KILAVUZLARI VE
BUNLARA PARALEL OLARAK HIZLA DÖNÜŞEN GIDA
ENDÜSTRİSİ İLE ATILMIŞ OLDU. Besin ihtiyaçlarında kişiler
arası görülebilecek değişiklikleri pek de önemsemeyen,
oldukça basit olan bu piramit insanları tek tip bir beslenme
şekline mahkûm ediyordu. Herkes için en uygun beslenme
şeklinin bu olduğu, garip bir şekilde yağ içeriğinin oldukça
düşük, karbonhidrat oranının ise oransal olarak çok fazla
olmasının gerektiği her platformda vurgulanıyordu. Hatta
kalp damar hastalıklarından korunmak için neredeyse
tamamen yağsız ürünler market raflarında yerini alırken,
bu bildiğimiz bütün doğruları yerle bir eden gelişmeleri
hiç de yadırgamıyorduk. İmkânlar dâhilinde hepimiz bu
trendlerin peşinden az koşmadık.
BÜTÜN BUNLARDAN ÇIKARILACAK SONUÇ, SON
YÜZYILDA KÜRESEL BOYUTTA SUNULAN BESLENME
MODELLERİNİN SAĞLIKLI YAŞAMAK DIŞINDA BAMBAŞKA
AMAÇLARA HİZMET ETTİĞİDİR. Kaldı ki beslenme söz
konusu olduğunda dünyadaki birey sayısı kadar farklılığın
olması göz ardı edilemez bir gerçektir. Keza tıp fakültesinde
hastalıklara yaklaşımda öğretilen en önemli ilke, “hastalık
yoktur, hasta vardır” iken, her bireyin müstesna olduğu bu
âlemde insana dayatılan bu tekdüze yaşam sorgulanmayı
gerektirmektedir.
141
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
142
raflarında yer almasıyla ve formda kalma kaygısıyla “light”
ürünsüz yapamayan, bu ürünleri tükettikçe mental ve duygusal durumu bozulan insanların sayısı hızla çoğalmaya
başladı. “Kalp dostu” ürün etiketiyle satılan ürünleri hiç
sorgulamadan satın almaya başladık.
Oysa kolesterolden zengin diye düşmanlar listesine
alınan yumurtanın bile, içerdiği “kolin” itibarıyla beynimizin
biricik dostu olduğunu yıllar sonra öğrendik. Kılavuz olarak
gösterilen bilimin bize servis ettiklerini yegâne hakikat
olarak görmememiz gerektiğini anlamak zaman aldı.
SAĞLIKLI BİR BEDENE VE ZİHNE SAHİP OLMANIN
BELKİ DE KADİM BİR SIRRI OLAN SAĞLIKLI YAĞLARLA
BESLENME GERÇEĞİ GÜNÜMÜZ ANA AKIM TIBBININ
ELİNDE OYUNCAK OLMUŞTU. Bilim ne derse o yoldan
şaşmayan, düşünceleri demir parmaklıklar arkasında kalan
pek çok hekim de kanaatimce hâlen derin bir uykudadır.
BİLİMİN YOLU DAİMA HAKİKATE ÇIKMAZ, HAKİKATE
GİDEN TEK YOL DA BİLİM DEĞİLDİR!
Anadolu’da asırlardır tüketilen paha biçilmez bir temel gıda
maddesi olan tereyağı, bir anda ikinci sınıf gıda muamelesi
görmeye başladı. Uzun yıllar boyunca medyanın da işbirliğiyle tereyağı tüketimine karşı toplumsal bir korku yaratıldı.
Akabinde de tereyağının tahtına, mahiyetine henüz vâkıf
olduğumuz “hidrojenize nebati yağlar” oturtuldu, bunlar
“bitkisel” ve kalp dostu olduğu propagandalarıyla pazarlandı,
köylümüze tenekelerle margarin satıldı. Büyüklerimiz de
bizi fırından çıkmış sıcak ekmeklerin üzerine margarin
sürüp sokağa göndermedi mi?
Feraseti yüksek Anadolu insanı ise köyünde tereyağını
yapıp yemeye devam etti.
Yıl 2014... 53 yıl sonra Time dergisi sağlığa yeni bir yön
veren bir kapakla gündem oldu. “Bilim”, yarım asırdır karalanan yağların artık bol bol tüketilmesini salık veriyordu.
Bilim insanları doymuş yağlar konusunda yanılmıştı, belki
de yanıltılmıştı…
Endüstrileşen tıp uygulamaları koca bir nesli öyle veya
böyle yok etti. Az yağlı, bol tahıllı ve karbonhidratlı diyetlerin ateşli savunucusu olan meslektaşlarımız iyileşmeyen
hastalıklardan “hastaları” sorumlu tuttular.
Ya hastalar reçetelere “uymuyor”du ya da bu hastalıklara
genetik olarak “eğilimli’ydiler. Bir türlü iyileşmeyen kronik
hastalıkların faturası yine hastalara kesildi. Tıpta ve bilimde
kusur olmazdı, olamazdı!
Tıp doktorları hastaların ne yediğinden ve nasıl bir
çevrede yaşadığından ziyade farklı reçeteler üzerinden ilaç
tedavileri uygular hâle geldiler.
Geçen gün gelen bir hastam anlatıyordu… Köpeğinin
tüyleri dökülüyormuş. Onu veterinere götürdüğünde
sorduğu ilk soru, “Onu ne ile besliyorsunuz?” olmuş. Ne
güzel bir soru!
YAŞAMAK İÇİN Mİ “YİYORUZ”?
Sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği… Günde
üç öğün, yani üç kez yemek ritüeli. Yalnızca bu kadar mı?
Öğleden önce küçük bir atıştırma, ikindi vaktinde çayın
yanında bir şeyler yemek ve akşam yemeği sonrası meyve
ve tatlılar ile yatıncaya kadar sürecek olan atıştırma alışkanlıkları...
Ne zamandan beri bu şekilde beslenir olduk?
Türklerde eski kayıtlara bakıldığında iki öğün yemek
yenmekte idi. Keza peygamberimizin alışkanlığının da 2 öğün
şeklinde olduğu bize aktarılmaktadır. İlerleyen zamanlarda
kahvenin Anadolu’ya gelmesiyle kahve öncesinde hafif bir
şeyler atıştırma ihtiyacı ile birlikte kahvaltının doğduğu
bilinmektedir. Batı’daki Sanayi Devrimi ile birlikte çalışma
saatlerinin uzaması sonucu erken saatlerde çalışmaya
başlayan bireylerde verimliliği artırmak amacıyla kahvaltı,
öğlen yemeği ve mesai çıkışı da akşam yemeği olmak üzere
3 öğün yenmeye başlanmıştır. Tanzimat sonrası Batı’ya
uyum sağlama gayretiyle ülkemizde de 3 öğüne geçilmiştir.
Zamanla değişen gıda ve ilaç endüstrisi ile çeşitli beslenme, diyet ve formda kalma trendleri sonucu öğün sayıları
giderek arttı ve aç olmasak dahi, bütün gün bir şeyler yemek
zorunda hissetmeye başladık.
Hâlbuki yemek, bedenin yaşamsal ihtiyaçlarını giderecek
miktarda ve mutlaka ihtiyaç duyulan zamanda yenmelidir.
Çok eski çağlardan bu yana da yemek belli bir gayretin ve
emeğin sonucunda elde edilmiştir. Bütün gününü ihtiyacı
olmadığı hâlde ne yiyeceğini düşünerek geçiren bizler
yeme ritüelleri üzerine kurguladığımız hayatlarımızı ne
kadar anlamdan yoksun bıraktık... Hayat gibi en kıymetli
hazinemizi salt yemek ile anlamlandırmak onu değersizleştirmek değil de nedir?
Şimdi yemenin geçmişine kısa bir yolculuk yapalım…
Avcı toplayıcı dönemde “yemek” denilen şey beslenme
ihtiyacı ile hâsıl olan avlanmanın sonucunda ortaya çıkan
bir ödül, hatta av büyükse bir “şölen” idi. Bu durumda,
doyan insan tekrar avlanma ihtiyacı duymuyordu. Öğüne
dayalı zorunlu bir beslenme alışkanlığı yoktu. Günümüz
insanının kahvaltı bitmeden öğlen yemeğini, öğlen tıka
basa doyduktan sonra akşam ne yiyeceğini düşündüğü,
buna bütün zihinsel enerjisini sarf ettiği durum ilkel varsaydığımız dönemlerde bile görülmüyordu!
Hızlı tüketim çağına adım atana dek bizim için yemek, aş,
taam, ekmek gibi kavramlar kutsaldı. Bu yazıyı okuyanlar
düşen ekmeği yerden büyük bir saygıyla alıp, öpüp alnımıza
koyduktan sonra yüksek bir yere koyduğumuz günleri çok
iyi hatırlayacaklardır.
Bu nedenledir ki eski dönemlerde yaşamış atalarımız
yaşamlarını özünden ayrılmış biz günümüz insanı gibi
beslenme teması üzerine kuracak kadar manadan uzak
değillerdi. Ancak, modern yaşamdaki tüketim odaklı bireyler,
eski çağlarda yaşamış atalarını ilkel görmeye başlamıştır.
Yine 5000 yıl önce yerleşik hayata geçen büyük büyük
dedelerimiz gıdaya daha kolay ulaşabilmek ve en azından
bu uğurda canlarından olmamak için avlanmak yerine
ekip biçmeye başladılar... Kıtlık dönemleri hariç yiyeceğe
ulaşmak artık o kadar da zor olmuyordu.
Beslenme kültüründen bahsederken, Roma medeniyetinin bu süreçte hatırı sayılır bir yeri bulunmaktadır. Roma,
bugünkü Batı medeniyetinin tohumlarının atıldığı yerdir.
Romalılar zamanında hem ticaret, sanat, hukuk, mimari
anlamda hem de toplumsal ve ahlaki anlamda büyük
değişimler yaşandı. Bütün bunların yanında elbette sosyal
yaşamın temeli sayılan beslenme alışkanlıkları da değişime
uğradı. Denizaşırı coğrafyalara yayılarak sömürü sistemiyle
çok büyük bir sermayeye ulaşma anlayışının bugün de
varlığını sürdürdüğünü görmek hiç de zor değil.
Romalılar, yatarak yemeyi çok severlermiş. Varlıklı
Romalıların en önemli özellikleri de çok obur olmalarıymış.
Hatta daha çok yemek için kusarlarmış. Öyle ki daha çok
yiyebilmek için kusmayı kolaylaştırıcı metotlar geliştirmişler.
Romalılardan kalma tarihî mekânları gezecek olursanız,
yemek yenilen mekânların yanında yedikten sonra kusmaları
için yapılmış özel taş oyukları gördüğünüzde şaşırabilirsiniz.
Biçim ve isimler değişse de, hayatını haz veren faaliyetler
üzerine kurgulayan günümüz insanı artık bir Romalı gibi
yaşamaktadır.
Şimdi bu noktada biraz durup düşünelim...
AÇ OLDUĞUMUZ İÇİN Mİ, YOKSA YEMEK ZAMANI GELDİĞİ İÇİN Mİ YİYORUZ? Burada günlük yaşamımızı biyolojik
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
İlginç bir şekilde, aynı hastam o hafta şiddetli mide ve
bağırsak yakınmaları ile doktora gitmek zorunda kaldığında,
inanmak güç ama doktor kendisine beslenme düzenini, ne
yediğini veya içtiğini sormadan bir ilaç verip geri göndermiş.
Ancak hastam doktorun önerdiği ilacı kullanmak yerine
veterinerin tavsiyesine uyarak -köpeği ile birlikte- beslenme
düzenini değiştirmiş. Çok geçmeden de rahatsızlıklarından
kurtulmuş ve ilaca ihtiyacı olmadığını anlamış.
Madem bu hastalıklar tedavi olmuyordu, öyleyse belirtileri
hafifleten ilaçlarla hiç olmazsa hasta da hekim de avunabilirdi... Bu kısırdöngü hastayı ve hekimi öğrenilmiş bir
çaresizliğe ve bıkkınlığa sürükledi. Hastaların tıp sistemine
değil ama hekime güveni çok büyük yara aldı.
Bu hengâme içinde hastalıkların bir kök nedeni ve beslenmenin de aslında tedavinin en önemli unsuru olabileceğine
hiçbirimiz ihtimal vermiyorduk. Doğal olarak hızla artan
hasta sayısına hekimin zamanı ve enerjisi yetemez oldu.
Hızlı ve basit reçeteler ile aslında küçücük sağlık sorunlarını
kendi ellerimizle devleştirdik.
143
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
144
saatimize göre düzenleme gerekliliğiyle karşı karşıyayız. ğından ötürü, hazır gıdaların içeriğinde şeker adı altında
Bedensel faaliyetlerimizi bize dayatılan saatlere göre değil yaygın şekilde kullanılmaktadır. Bu maddelerin daha yoğun
de içinde yaşadığımız evrenle uyumlu çalışan, kusursuz bir tatlılık hissi vermesi ve insan beyninde ödül merkezini
işleyen iç saatimize göre ayarlamalıyız. Bu sebeple tekrar şiddetli bir şekilde harekete geçirmesiyle, normal şekere
vurgulamakta fayda var ki kendimize çok daha yakından oranla daha potansiyel bir bağımlılık ortaya çıkmaktadır. Bu
bakmalıyız. İçinizden gelen sinyalleri dinlemeyi öğrendi- şeker tüketimine yanıt olarak insülin kanda hızlı bir şekilde
ğinizde şu an mücadelesini verdiğiniz pek çok problemden yükselir ve akabinde şeker dokulara geçerek hızlı bir şekilde
kolayca kurtulabileceğinizi göreceksiniz.
düşer. Bu şekilde bir gıdanın şekeri yükseltme hızına kabaca
YEMEK İÇİN OTURDUĞUNUZDA ÖNCE GERÇEKTEN AÇ “glisemik indeks” denilir. SÜREKLİ OLARAK ŞEKER YA DA
OLUP OLMADIĞINIZI KENDİNİZE HİÇ SORDUNUZ MU?
ŞEKER İÇEREN KARBONHİDRATLARI TÜKETTİĞİMİZDE
Buraya kadar öğrendiklerimizle hepinizin doğru cevabı KANDAKİ ŞEKERİN HIZLI İNİŞ ÇIKIŞLARI ENERJİ SEVİYEbulacağından eminim.
MİZDE DE CİDDİ İNİŞ ÇIKIŞLARA YOL AÇAR. Bu iniş çıkışlar
ÖĞÜN VAKTİ GELDİ DİYE DEĞİL, EĞER AÇSAK aşırı sinirliliğe, duygudurumda değişikliklere, dikkatsizliğe,
YEMEK YEMELİYİZ.
yorgunluğa ve zihinsel becerilerin azalmasına yol açar!
Bu konuda yeterince bilgi sahibi olmayanların ve de
Zira beslenme, diyet, formda kalma ve sağlıklı yaşama
uğruna katlandığımız fedakârlıkları düşündüğümüzde, olmama konusunda ısrarcı olanların yüksek miktarda
açlıktan daha ucuz, daha zahmetsiz ve daha kıymetli bir karbonhidrat içeren, yağ oranı oldukça düşük olan diyet
hediye neredeyse yok gibi… Sağlık, gıda ve ilaç endüstrisinin önerileri çoğunlukla yüksek seyreden kan şekeriyle
uzun ve sağlıklı yaşam ve yaşlanma karşıtı gibi sloganlar sonuçlanmaktadır.
ile yarattıkları devasa pazara neredeyse bütün zihinsel
“TATLI TATLI” YERKEN KAYBETTİKLERİMİZ
enerjimizi ve cebimizi boşalttık.
Şeker elbette ki yüksek düzeyde enerji veren bir gıdadır,
Nereden nerelere geldik değil mi? “Tatlı krizim geldi”,
“Sürekli bir şey atıştırmasam elim ayağıma dolaşıyor”, “Ben lakin kan şekerinin hızlı bir şekilde yükselmesine yanıt olarak
aç kalamam doktor bey” diye feryat eden zihniyete sanki salınan insülin, kan şekerini yine aynı hızla düşürür. Bu hâli
yaşayanlar çoğu zaman müptelalar gibi içine düştükleri bu
ışık hızıyla ulaştık...
Çikolatadan gevreklere, salata soslarından pirinç ve durumu Mecnun misali Leyla’dan bilmezler. Aşırı karbonbeyaz una, hatta süt ürünlerine, sebze ve meyvelere kadar hidrat tüketiminin kronik bir hâl alması, dinlenmekle bile
akla gelebilecek her türlü besinde bulunan şekerin erken geçmeyen kronik yorgunlukla sonuçlanır.
Modern tıp, beynin hastalıklardan hep en son etkilendiyaşlanmadan Alzheimer hastalığına, depresyon ve dikkat
eksikliğinden pek çok duygudurum bozukluğuna, metabolik ğini varsayar. Oysa durum tam tersidir. Araştırmalara göre,
sendrom ve obeziteden tutun da kalp damar hastalıklarına şeker beyinde fonksiyonel bağlantılar kurmayı engelleyerek
kadar pek çok sağlık sorununa yol açtığı, son yıllarda sayısı bellek ve bilişsel işlevleri bozar ve bu da yeni şeyler öğrenmeyi güçleştirir. Ayrıca ARTMIŞ ŞEKER TÜKETİMİ BEYİNDE
hızla artan çalışmalarla kanıtlanmıştır.
Gelin, şu tatlı ama ölümcül şeye biraz yakından bakalım… DOPAMİN, SEROTONİN VE ENDORFİN DENGESİNİ BOZARAK
Şeker, Yunanca “tatlı” anlamına gelen “glukus” ve ANİ RUH HÂLİ DEĞİŞİKLİĞİ, ANKSİYETE, DİKKAT EKSİKkimyada şekerlere verilen “-oz” son ekinden türetilmiş LİĞİ, DEPRESYON GİBİ BOZUKLARA YOL AÇMAKTADIR.
Burada bir hususun da altını çizelim: Çok sayıda ebeolup, meyvede bulunan şekline fruktoz, sütte bulunana
laktoz, sofra şekeri olarak tükettiğimiz şekline ise sukroz veyn, ne yaparlarsa yapsınlar çocuklarının ders başarısının yeterince iyi olmadığından ve dikkatin sürdürülmesi
adı verilmektedir.
NİŞASTA İÇEREN GIDALAR, BEYAZ UNDAN ELDE EDİL- konusunda sorunlar yaşadıklarından yakınırlar. Elbette
MİŞ ÜRÜNLER, ŞEKER İÇEREN GIDALAR VE MEYVELER buradaki maksadımız bu yakınmaları yalnızca bir nedene
TÜKETİLDİĞİNDE KAN ŞEKERİ HIZLI BİR ŞEKİLDE YÜKSELİR. bağlamak değil. Ancak GÜNÜMÜZDE ARTAN DİKKAT
Burada yeri gelmişken değinelim, şekerin glisemik indeksi EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE İLE ÖZEL ÖĞRENME GÜÇdüşük gelmiş olsa gerek ki hazır gıda ve gazlı içeceklerde LÜKLERİNİN ALTINDA ÇOK BÜYÜK ORANDA İŞLENMİŞ
glisemik indeksi daha yüksek olan maltodekstrin de yaygın KARBONHİDRATTAN ZENGİN BESLENME VE BUNA BAĞLI
GELİŞEN GEÇİRGEN BAĞIRSAK SENDROMU OLDUĞUNA
bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.
Bu arada tek tehlikenin beyaz şeker olduğunu düşünü- DİKKATİNİZİ ÇEKMEK İSTERİM.
Şeker içeren gıdaları ve unlu mamulleri diyetinizden
yorsanız hemen hatırlatayım, yüksek oranda tat verdiği için
kullanılan glukoz şurubu ve yüksek fruktozlu mısır şurubu çıkarmayı denediniz mi hiç? Evet, yanlış duymadınız!
da ürün etiketlerinde belirtilme zorunluluğu bulunmadı-
Beyaz ve tatlı düşmanımızın bize kaybettirdikleri yalnızca
bunlar mı peki? İnsüline direnen hücrelerimizin büyük
bir keyifle yediğimiz tatlıları yağ öbeklerine dönüştüren
makineler hâline gelmesi işten bile değil... Yıllarca yağ
yemekle yükseldiği iddia edilen kan lipidlerimiz yüzünden
hayatımıza giren “light” kavramını kazanılmış bir değer
olarak saydıktan sonra tereyağının hayatımızı terk ederken
götürdüklerini anlatmaya kelimeler yetmez.
“AÇLIK” BİR GEREKLİLİKTİR,
BESLENMEDEN DAHA ÖNEMLİDİR!
Bize başvuran hastalarımızın aç kalma konusunda ciddi
kaygılar yaşadığına şahit oluyorum. Tedavinin bir parçası
olarak aralıklı aç kalmanın neredeyse kural olduğunu
önerdiğimizde bir anda ortamda soğuk rüzgârlar eser ve
hastayla görüşmeye devam etmek artık güçleşir.
Açlıkla ilgili sahip olduğumuz bu çarpık algının oluşmasında son yıllarda sağlık otoritelerince önerilen az ve
sık beslenme merkezli tavsiyelerin ve buna bağlı olarak
değişen beslenme alışkanlıklarının payı oldukça büyüktür.
İnsan kolay alışkanlık edinebildiği hâlde alışkanlıklarını
terk etmekte büyük zorluklar yaşar. Yaşamını alışkanlık
üzerine kurgulayan insanoğlunu daha iyisi için ikna etmek
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
Neleri kastediyorum, gelin bu gıdalara birlikte biraz daha
yakından bakalım…
Şekeri vücudumuza yalnızca doğrudan şeker içeren
gıdalarla almayız. Burada aslında yapısında basit ya da
kompleks karbonhidrat içeren meyve, sebze ve tahıllar,
buğday ürünleri gibi pek çok şeyi de kastediyoruz. Özellikle de başımızın dertte olduğu işlenmiş karbonhidratlı
gıdaları, simidi, ekmeği, poğaçayı, bisküvileri, kola ve gazlı
içecekleri kastediyoruz...
BAĞIRSAK GAZI ÇOĞUNLUKLA KARBONHİDRAT İÇEREN
GIDALARIN AŞIRI MİKTARDA TÜKETİLMESİNDEN İLERİ
GELMEKTEDİR. Semptomları gidermeye yönelik tedaviler
çoğu zaman işe yaramamaktadır. Dahası, yakınmalara yönelik bilinçsizce kullanılan antiasitler mide asidini azalttığı
için gıdaların sindiriminin bozulmasına yol açarak pek çok
hastalığa davetiye çıkarmaktadır.
Şeker, beynimizde dopamin ve serotonin gibi hormonların
salınmasına yol açarak tıpkı bağımlılık yapan maddelerde
olduğu gibi kendimizi daha mutlu ve sakin hissetmemizi
sağlar. Bağlandıkları reseptör bölgelerinde kendimizi iyi
hissetmemizi sağlayan bu hormonların normale dönmesi
yavaş bir şekilde düzenlendiğinden, duygudurumunda
bozulmaya, hatta depresyona bile yol açmaktadır. Bu
durum bir kısırdöngüye ve daha fazla şeker tüketmemize
yol açmaktadır.
Düşük dopamin seviyeleri ile artmış endişe arasında
da ilişki bulunmaktadır. Dopaminin yeterince olmadığı
durumlarda aşırı yeme, aşırı uyarılma ve cinsel aktiviteye
düşkünlük, fazla olması hâlinde ise bağımlılık davranışları
görülmektedir. Yine stres, hem dopamin miktarını artırır
hem de artan enerji ihtiyacını karşılamak için yemeye
teşvik eder. SONUÇ OLARAK ŞEKER YEDİKÇE DOPAMİNİ
ARTIRIYORUZ, DOPAMİNİN BİZE SAĞLADIĞI HAZ VE
MUTLULUK DUYGUSUNU TEKRAR YAŞAMAK İÇİN DAHA
SIK VE DAHA FAZLA MİKTARDA ŞEKER ARIYORUZ.
Şekerle gelen mutluluğu yaz yağmuruna benzetebiliriz,
başladığı gibi biter. Bu yalancı mutluluğun bizi soktuğu
kısırdöngü ise hücrelerin insüline duyarlılığının azalmasıyla
sonuçlanır (bu yol tip-2 diyabete çıkar). İnsüline duyarlılığın azalması, kanda sürekli olarak olması gerekenden
fazla insülin bulunması anlamına gelir ki bu durum aynı
zamanda düşük serotonin düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur.
İnsülin arttıkça serotonin düşer ve depresyona eğilimle
sonuçlanır. Yine düzenli olarak şekerli içecek tüketenlerde
depresyon riskinin toplum ortalamasına göre artması da
bu tezi desteklemektedir.
DAHA DA ÜRKÜTÜCÜ OLAN BİR GERÇEĞİ İSE BEYİN
GÖRÜNTÜLEME ÇALIŞMALARI GÖZLER ÖNÜNE SERMEKTEDİR: ŞEKER EN AZ KOKAİN KADAR BAĞIMLILIK YAPICIDIR!
145
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
de oldukça zahmetlidir. Benim gibi tedavi prensiplerini
yaşam biçimi değişikliklerinin üzerine oturtan hekimlerin
karşılaştığı en büyük zorluk budur diyebilirim.
Aç kalmanın beslenme sürecinin bir parçası olduğunu
düşündüğünüzde bu kadar endişe verici olmadığını görecek, hatta gıdaların sindirilmesi esnasında ortaya çıkan
toksinlerin ve atıkların temizlenmesi ve vücudun yeni bir
öğüne hazırlanması için ne kadar gerekli olduğunu fark
edeceksiniz. YEME İSTEĞİNİ DOĞURAN ŞEY AÇLIKTIR.
AÇLIK NE DENLİ DERİN OLURSA SİNDİRME EYLEMİ DE
BİR O KADAR KUVVETLİ OLUR.
Lakin bu doğal döngünün kırıldığı günümüz insanının
yaşamında açlığa yer açması biraz zaman alacak gibi görünüyor. Fiziksel açıdan kolaylaşan hayat aşırı ve besleyici
değeri düşük bir yeme içme biçimiyle birleştiğinde bugün
kâbusumuz olan pek çok kronik hastalıkla boğuşmak
işten bile değil.
Buraya kadar yeme içme düzeninden, saatinden ve yediğimiz gıdaların içeriğine kadar olan geniş bir yelpazeden
bahsettik. Ayrıca gerçek anlamda sağlıklı beslenmenin ne
olduğuna dair kitlelerin bilinçli bir şekilde yanlış yönlendirilmesinin sonucunda çığ gibi büyüyen hastalığın pençesine
nasıl düştüğümüzü anlatmaya çalıştık. Buradan sonra da
bu kördüğümü çözmenin aslında ne kadar kolay olduğunu,
şifanın zaten içimizde bulunduğunu anlatmaya çalışacağız.
Amacımız, kadim bir sırrı bugünün kelimeleriyle anlatmak
dışında başka bir şey değildir.
146
“Düşünmek ibadetin yarısıdır, az
yemekse ibadetin ta kendisidir.”
Hz. Muhammed
BOĞAZINIZI KAPATIN, “KALBİNİZİN
KAPILARINI AÇIN”!
Hep beraber geçmişe bir yolculuk yapalım mı?
Büyük düşünürler, filozoflar ve din âlimleri oruç
tutmanın insanların sağlığı ve ruhsal iyiliği üzerindeki
inanılmaz gücüne vâkıftılar. ARİSTOTELES, PLATON GİBİ
FİLOZOFLAR, HİPOKRAT VE PEK ÇOK BAŞKA TIP ÂLİMİ
ORUÇ TUTMANIN YARARLARI HAKKINDA KONUŞTULAR.
ORUCUN İLAÇ TEDAVİSİNDEN ÖNCE GELMESİ GEREKTİĞİNİ SAVUNDULAR.
Bir hastalığa yakalandığınızda iştahınızın kesildiğini
deneyimlemişsinizdir. Bu faaliyet yaşamsal enerjimizin
sindirim ve detoksifikasyon yerine sağlığın geri kazanılması
için kullanılmasının biyolojik bir mucizesidir. Bunun yanı
sıra en önemli bağışıklık elemanı olan bağırsaklarımızın
sindirim işlevi ile meşgul edilmesi yerine hastalığın tedavi
sürecine aktif olarak katılması için gerçekleşen doğal bir
süreçtir. Başka bir deyişle, İÇİMİZDEKİ DOĞAL İYİLEŞTİRME
GÜCÜNÜ İÇSEL BİR SAAT DEVREYE SOKAR.
Hipokrat, “Hasta olduğunda yemek yersen içindeki hastalığı körüklersin” diyerek, hastalanan çocuğunu ağzından
burnundan beslemeye çalışan annelerin nasıl da boşa
bir uğraş içinde olduklarına parmak basmıştır. Oysaki
HASTALIK SÜRECİNDE GELİŞEN İŞTAHSIZLIK HAYATTA
KALMAMIZA YÖNELİK GENETİK BİR BİLGİDİR.
Doyasıya yedikten sonra kendini iyi hisseden birine bugüne
değin rastlamadım. Bu kadar tokluk sonrası kendimizi
herhangi bir mental faaliyetin içinde bulunamayacak kadar
yorgun hissederiz. Bu durum, dolaşımdaki kanın sindirim
sistemine yönlendirilmesinin bir sonucudur. Beynimiz ve
vücudumuz saatler süren sindirim nedeniyle koma benzeri
bir duruma girer.
Sindirim tamamlanmadan tekrar tekrar beslendiğimizde
ortaya çıkacak tabloyu anlatmaya gerek yok sanırım… Basitçe,
kronik bir şuursuzluk hâli!
İşte oruç bu tehlikeli kısırdöngüyü daha sağlıklı bir
metabolizma ve düzgün bilişsel fonksiyonlar için kırar.
Nitekim orucun kelime anlamı da “alıkoymak, tutmak’tır.
İnsan bedeni, duyu ve algılarla çevresel dünyaya adapte
olan bir varlıktır. Pek çok bedensel faaliyetimiz aslında
bize haz verir. Yani bedenimiz haz alma üzerine kurulu
bir makine gibidir. Hatta daha da ileri giderek diyebiliriz
ki, insan düşünmek, öfkelenmek, konuşmak, tefekkür
etmek ve hatta ibadet etmekten bile esasen haz duyar.
Haz verici bütün eylemler alışkanlığı, alışkanlık ise yine
haz duygusunu besler. Sürekli hâle gelen bazı tedavi edici
uygulamaların dahi bir süre sonra fayda vermemeye başlaması da bu sebepledir. Alışkanlık ve hazza dayalı yaşam
insanlık makamının altında kalır.
ORUÇ EYLEMİ BEDENSEL HAZ VERİCİ EYLEMLERİN
TAMAMINDAN BİLİNÇLİ OLARAK UZAK DURMA HÂLİ
OLMASI DOLAYISI İLE DİĞER İBADETLERDEN ÜSTÜN
SAYILMIŞTIR.
İnsan Açlığa Tahammül Edebilir!
Hz. Âdem ve Havva’dan bildiğimiz bu hikâyeyi bilmeyen yoktur. Cennetten yasak elmayı yedikleri için kovulan
atalarımızın hikâyesi oldukça ironiktir. Genetik miras olsa
gerek, bugün de Âdemoğlunun yegâne sorunu bu değil mi?
Hipertansiyon, şeker hastalığı ve aşırı kiloları nedeniyle
gelen bir hastam vardı. Kilo vermek istediğini, ama bunu
bir türlü başaramadığını söylüyordu. İnsülin direnci yüksek
olduğu için, tahmin edebileceğiniz gibi, “su içsem yarıyor”
diyordu. Kendisine sahip olduğu kronik hastalıkların aslında
bir enflamasyon, oksidatif stres ve insülin direncinin sonucu
olduğunu anlattım. Bu nedenle tüm bunların düzeltilmesi
için kendisine yeni bir yaşam tarzı önerdim. Kaliteli ve yeterli
EĞİLMEK, DOYUMSUZLUĞUN NEREDE BAŞLADIĞININ
BİREYSEL OLARAK KEŞFİNE YÖNELMEK GEREKMEKTEDİR.
İNSAN, ÜSTÜN OLARAK YARATILMASI DOLAYISIYLA ÖZÜNDE KENDİSİNE YAŞAMI BOYUNCA GEREKLİ
OLACAK BİLGİLERLE DONANMIŞ OLARAK YERYÜZÜNDE
YARATILMIŞTIR.
İnsanın kendini iyileştirme ve düzeltme gücü, doğasında
bulunmaktadır. Buradan çıkarımla, “şifa bulma” öncelikle
içimizde başlayan ve dışarıdan fiziki bedene yapılacak
uygulamalarla da desteklenmesi gereken bir süreçtir.
Şifa, yalnızca gerçek nedenin içinden doğacaktır!
Tıbbın pek çok uygulama alanında ve diğer bilim dallarında da artan düzeylerde bütüncül yaklaşım çabaları
gözlemlemekteyiz. Zira pozitivizmin parçacı ve indirge“KITLIKTAN ÇIKMIŞ” GİBİ YEMEYİN!
meci yaklaşımları herhangi bir alanda derinleşmenin
Yemek yemenin tek bir amacı vardır, o da yaşamımızı önüne geçmektedir. Örnek vermek gerekirse, evren ve
sürdürmek için gereken “besinleri” alabilmektir. Elbette uzayla ilgili “holografik evren” düşüncesi oldukça yaygın
aldığımız gıdalar yalnızca besin öğeleri içermiyor. Biz- bir şekilde kabul görmektedir. Bu evren modelinde iç içe
deki haz ve lezzet duygusunu geliştirirken aynı zamanda geçmiş katmanların varlığı söz konusudur. Evreni ve insanı
bedenimize ve ruhumuza da şifa oluyor. Her eylem gibi birbirinden ayrı değerlendirmemiz mümkün değildir ve
amacından uzaklaşıldığında yeme faaliyeti de zahmete bu boyuttan bakıldığında, insan küçük bir âlemdir. Yani
dönüşür ve bedenimiz bizi cezalandırır. İhtiyacımız olan evrenimiz “makrokozmos” ise, insan da “mikrokozmos’tur.
besinleri almamak kadar beslenme kisvesinde kronik bir İNSAN BU HÂLİYLE EVRENİN KÜÇÜLTÜLMÜŞ HÂLİDİR
zehirlenmenin kollarına atılmak da kendimize yapacağımız VE DOLAYISIYLA ÂLEMİN ÖZÜ VE YARATILIŞ SERÜVEen büyük kötülüktür.
NİNİN NİHAİ MAKSADIDIR. İnsana zarar vermek, bütüne
ACIKTIĞIMIZ ZAMAN BİZE SÜREKLİ “YE, YE ARTIK” DİYE zarar vermektir!
HAYKIRAN HORMONLARIMIZ OLDUĞU GİBİ, KARNIMIZ
İnsanı doğanın/evrenin özü, yani kendisi olarak tanımDOYDUĞU ZAMAN “TAMAM ARTIK, DOYDUM” DİYEN ladığımız bu noktada, insan doğadan koptuğu ölçüde kendi
HORMONLARA DA SAHİBİZ. Buradaki doğal mesajlaşma özünden de uzaklaştığı için, çılgın bir tüketme arzusu ile
sisteminin bozulması ile beş yaşındaki bir çocuk 80 kg bedenen ve ruhen hızlı bir şekilde yozlaşıyor.
ağırlığa ulaşabiliyor. Genetik sebeplerin yanı sıra birtakım
Âlemde var olan her şey insanın kendini bilmesi ve varokimyasal, toksik, çevresel, sosyolojik ve kültürel nedenlerle luş maksadını keşfetmesi amacına hizmet etmektedir. Zira
de içsel mesaj sistemlerimiz allak bullak olabilmektedir.
her şeyiyle vâkıf olamadığımız bir şeyi değiştirmemiz de
Açlık hissiyle baş etmenin ne kadar zor olduğunu tahmin mümkün olmayacaktır. Bu süreçte kendimize ait bilgimiz
etmek güç değil. Sürekli aç olduğunu hisseden birinin ne kadar derinse, neyin bizi hasta edebileceğini, hastalığın
kaçınılmaz olarak yapacağı şey bu sesleri susturmaktır.
nerede ve ne zaman başladığını vakit geçirmeden sezebilir ve
YEMEK YEMEK İÇİN KARNINIZIN GURULDAMA- sorunların bütünümüze sirayet etmesinin önüne geçebiliriz.
SINI BEKLEYİN!
Sağlık, en kestirme şekilde, ruhen ve bedenen kendini iyi
Açık büfe yemek ortamlarını ve insanların tabaklarını hissetme hâli olarak tanımlanabilir. İşe öncelikle kendimizi
nasıl doldurduklarını gözlemlediniz mi hiç? Bunu yalnızca yaşadığımız çevre ve âlemle bir bütün, hatta onun özü olarak
metabolik, genetik, hormonal nedenlerle açıklayabilir miyiz? görmekle, yani bakış açımızı değiştirerek başlamalıyız.
Çok çeşitli gıdaya zahmetsizce ulaşabilmek, sık sık yeme- Bunun için de önce niyet etmeliyiz!
nin değişik otoriteler tarafından en sağlıklı beslenme şekli
Kendimizde yapacağımız küçük değişimlerin evrensel
olduğuna dair süren amansız propaganda, karşı karşıya boyutta büyük yansımaları olacaktır. Tıpkı küçük bir
olduğumuz sorunun daha çok sosyal ve ahlaki bir boyutta kar topunun hareket ederek büyük bir çığ ile sonuçolduğunu gözler önüne sermektedir.
lanması gibi.
▪
KITLIKTAN ÇIKMIŞ GİBİ YEMENİN ALTINDA YATAN
NÖROBİYOLOJİK, SOSYAL VE DAVRANIŞSAL NEDENLERE
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış”
uyku almasını, hareket etmesini, yürüyüş yapmasını ama
en önemlisi, aç kalmasını, yani oruç tutmasını önerdim.
Bunun üzerine bana şunu söyledi:
“Hocam, açlığa tahammül ediyorum ama sofraya tahammül
edemiyorum.”
Son derece haklı olan hastamıza bunun bir kısırdöngü
olduğunu ve bütüncül olarak yaklaşırsak hem açlığa hem de
sofraya tahammül edebileceğini anlattım. ARALIKLI ORUÇ
İLE BAŞLADIĞIMIZ SÜREÇ DAHA SONRA BİR GÜNLÜK VE
ZAMAN ZAMAN İKİ GÜNLÜĞE KADAR VARAN ORUÇLAR
İLE DEVAM ETTİ. HASTAMIZ ŞU ANDA KİLO VERMENİN
YANINDA ARTIK NE TANSİYON İLACI KULLANIYOR NE
DE ŞEKER İLACI!
147
Yunus Emre Akkor
Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
Geçmişten Geleceğe
Kayseri Mutfağı
148
YUNUS EMRE AKKOR
T
ürkiye’nin kültür, sanat, bilim ve turizm merkezlerinden biri olan kayseri, tarihin en eski
zamanlarından beri pek çok uygarlığa beşiklik etmiş ve her
dönemde önemini korumuştur. Kayseri tarihinin tamamını
ele almak çalışmamızın kapsamı dışındadır. Bu bölümde
tarihî gelişmeleri kronolojik olarak ortaya koyma amacımız,
okurda Kayseri mutfağının tarihsel derinliği hakkında bir
farkındalık yaratılmasıdır.
Kayseri çevresinde bilinen en eski yerleşim yeri, şehre
yaklaşık 20 kilometre mesafede bulunan Kültepe/Kaneş’tir.
Kaneş’in önemini kaybetmesi üzerine o dönemlerin
kutsal dağı olan Argaios’un (Erciyes) kuzey eteğinde
bulunan Mazaka’nın ön plana çıktığını ve şehrin merkezi
olduğunu görmekteyiz.
Kayseri kronolojik olarak “Hatti, Hitit, Asur, Kimmer, Med,
Pers, Makedon, Kapadokya, Ermeni, Roma, Sasani, Arap,
Bizans, Anadolu Selçuklu, Moğol, İlhanlı, Eretna, Karaman,
Kayseri; Selçuklu Devleti, Eratna
Beyliği, Dulkadiroğulları, Kadı Burhaneddin, Karamanoğulları ve Osmanlı
Devleti dönemlerini yaşamış, başta
Selçuklular olmak üzere her dönemde
önemli bir Türk kültür merkezi olmuştur.
Kayseri, Osmanlı Devleti’nin Birinci
Dünya Savaşı yenilgisi günlerinde,
bağımsız bir sancak olarak yönetiliyordu.
Kayseri’nin nüfus yapısını etkileyen
başlıca gelişme savaş yıllarındaki
göçlerdi. Ermeni, Rum nüfus şehri terk
ederken Anadolu’nun işgal altındaki
yerlerinden Türk göçleri geldiği gibi Kafkasya’dan göçen Çerkesler de Kayseri’ye
yerleşiyordu. Kayseri yöresi, Mondros
Mütarekesi sonrasında başlayan Fransız
işgalleri döneminde üçüncü bir göçe
tanık oldu. Kayseri ili, Milli Mücadele
Dönemi’nde Develi’ye bağlı Taşçı Bucağı
dışında işgal görmemiştir. Kayseri,
Cumhuriyetle birlikte 1924 Anayasası
gereği vilayet oldu.
Birçok medeniyetin Kayseri şehrini
ele geçirmek için mücadele etmesi ve
burada uzun yıllar hüküm sürmesi Kayseri’nin zirai, ekonomik, kültürel, ticari
ve jeopolitik önemini göstermektedir.
Kayseri’de yaklaşık 1000 yıldır
kesintisiz Türk mutfağı yemeklerinin
yenildiğini ve Türk mutfağının kurucu
unsurlardan birisinin Kayseri mutfağı
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
KAYSERİ YİYECEKLERİ
Kayseri’de 77 çeşit hububat, yeşillikler,
77 türlü sebzevat ve ot yetiştiğini söyleyen Evliya Çelebi arpa ve buğdayının
meşhur olduğunu belirtir. O yüzden has
beyaz ekmeği, lavaşı, yufkası, katmer
çöreği, katmerli baharatlı böreği gibi
yiyeceklerini sayar. Özellikle “lahm-ı
kadid” yani “kurutulmuş et” denilen
pastırmasından bahis açar. Kimyonlu
ve baharatlı sığır pastırması ve kokulu
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
Dulkadir ve Osmanlı” medeniyetlerine
ev sahipliği yapmıştır.
Türkler Afşin Bey komutasında,
1067 tarihlerinde Kayseri’yi fethettiler.
1071 Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya
büyük bir Türk göçü gelmeye başladı.
1071’den 15 sene sonra, 1085 yıllarında
Kayseri artık bir Türk ve Müslüman
şehri olmuştur. Kayseri Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad zamanında
Türkiye Selçuklu devletinin Konya ile
beraber başşehrinden birisi olmuş ve
Fatih Sultan Mehmet zamanında, 1474
yılında Osmanlı toprağına katılmıştır.
1474 Karaman Eyaleti’ne bağlı
sancak merkezi
1839 Bozok Eyaleti’ne bağlı
sancak merkezi
1867 Ankara Eyaleti’ne bağlı
sancak merkezi
20 Nisan 1914 bağımsız liva (sancak)
1924 vilayet oldu
149
et sucuğu için yeryüzünde benzeri
yoktur, padişahlara hediye gider der.
KAYSERİ MUTFAĞININ
TARİHSEL KÖKENLERİ
Anadolu’nun tam ortasında tarih
boyunca tarım ve hayvancılığa müsait
bir coğrafya ve iklime sahip olmuş bir
şehirdir Kayseri. Kayseri mutfağını tarihin başından bugüne değin belirleyen
unsurlar; tahıl tarımı başta olmak üzere
bağcılık, sebze ve meyvecilik ile küçük ve
büyükbaş hayvan yetiştiriciliğidir.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
ANADOLU’NUN TARİHTEKİ
İLK GIDA TİCARET
MERKEZİ KAYSERİ’DİR.
150
Kültepe kazılarından elde edilen
çivi yazılı tabletlere göre, bu dönemde
Anadolu’nun yerli halkı, tarım ve hayvancılık yaparak geçimini sağlıyordu.
Halk ağırlıklı olarak tahıl tarımı yapsa
da bunun yanında bağ ve bahçelerde
sebze ve meyve de yetiştirmekteydi.
Yerli halk aynı zamanda bu ürünleri
satarak geçimlerini sağlıyordu.
Arkeolojik kazılar Anadolu’nun
ilk ticaret merkezinin Kültepe Kaneş
Karumu olduğunu ve burada yerli halkın
tahıl, meyve, sebze ve hayvan ticareti yaptığını ortaya koyduğundan Anadolu’nun
ilk ve en eski gıda ticaret merkezinin
Kayseri Kültepe’deki Kaneş Karumu
olduğunu söylemek mümkündür.
Kayseri Kültepe Kaneş Karumu’nun
Anadolu’nun ilk gıda ticaret merkezi
oluşu Anadolu’daki yiyecek malzemelerinin de uluslararası dolaşıma
ilk kez Kayseri’de girdiği sonucuna
varıyoruz. Bu gıda alışverişi zamanla
Anadolu insanının farklı lezzetlerle ve
yiyeceklerle tanışmasına ve böylece
mutfağın zenginleşmesine yol açan
bir süreci başlatmıştır. Kayseri daha
sonraları gelişecek ipek yolunun da
kavşak noktası olarak gıda ticaretini
kesintisiz olarak bugünlere değin taşımış
ve bu yönüyle de dünya mutfaklarını
etkileyen tarihsel bir derinliğe sahip
olmuş önemli bir mutfaktır.
ANADOLU TARİHİNDE
YİYECEKLERLE İLGİLİ
YAZILAR İLK KEZ
KAYSERİ’DE YAZILMIŞTIR.
verebiliyordu. Birkaç metinde bal,
ekmek ve soğanla birlikte faiz olarak
ödenmektedir. Çeşitli yiyecek, içecek
ve eşya için yapılan harcamaların yer
aldığı bir listede, miktarı belirtilmeyen
bal için 1 1/3 şeqel gümüş ödendiği
yazılmıştır.
Anadolu’daki ilk çivi yazılı tabletler,
ilk organize ticaret merkezi olan Kayseri
Kültepe’de bulunmuştur. Yazının icat
edildiği Mezopotamya bölgesinde yaşayan Asurlu tüccarlar yazıyı Anadolu’da
BORÇ BELGESİ
ilk kez Kayseri’ye getirmişlerdir. Prof.
Kültepeli kadın tüccar Madawada;
Dr. Fikri Kulakoğlu Kayseri Kültepe Tamuria, Talia ve karısı Iatalka’dan 1
Kaneş Karum höyüğündeki kazılarda mina (1/2 kg) gümüş, yarısı arpa ve
bulunan 25,000 çivi yazılı kil tabletin diğer yarısı buğday olmak üzere 30
bugün kullandığımız kelimelerin köke- çuval tahıl ve 60 ekmek alacaklıdır.
ninin 5,000 yıl öncesinden geldiğini
(Bu senet) Enna-Suen’in görev yılını
söyleyerek, bu tabletlerin bir saraya takip eden sene, Sarratum (Şubat) ayı(nda),
ya da krala ait olmadığını, tamamen Ikuppia’dan sonra gelen Kaşşum görevlisio dönemde yaşayan halka ait olduğu nin haftasında (düzenlenmiştir); (borçlular
tespit etmiştir. Prof. Dr. Kulakoğlu borçlarını) tahılı orak tutma zamanına
ayrıca bulunan çivi yazılı tabletlerin kadar vereceklerdir. Gümüşü ise hasat
Anadolu’nun ilk yazılı belgeleri oldu- zamanına kadar tartacaklardır (ödeyeğundan dolayı Anadolu’da yazılı tarihin ceklerdir). Eğer tartmazlarsa 1 minaya, 1/2
başlangıcının Kayseri bölgesi olduğunu mina daha (gecikme faizi) ilave edeceklerdir.
söylemektedir. Ayrıca arkeolojik araştırGümüş onların sağ olanlarının başmalar Anadolu’da yaşayanların okuma larında bağlanmıştır (borç ailenin sağ
yazmayı ilk kez Kayseri’de öğrendiklerini üyelerini de bağlar). (Tahılı) Madawada’nın
ortaya koymuştur.
ölçü kabı ile ölçeceklerdir.
Bu çerçevede yiyeceklerle ilgili birçok
Yerlilere ait birçok senette borcun
yazı da Kayseri Kültepe Kaneş Karum’da “hasat zamanında (ina harpim)”, “orak
bulunan çivi yazılı tabletlerde yer tutma zamanında (ina şibit nigallim)”,
almakta olduğundan Anadolu tarihinde “hububatın dolgunlaşması zamanında
yiyeceklerle ilgili ilk yazıların Kayseri’de (ina kubur uțțatim)”, “(tarlanın) sürülyazıldığını söylemek mümkündür.
mesi zamanında (ina itti erāšim)” ödeHititlerde hayatın önemli bir kısmı neceği gibi ziraî tâbirler kullanılması,
evlerin zemin katındaki ocaklı, fırınlı halkın çoğunun çiftçilikle uğraştığını
ve tandırlı odada geçiyordu. Tanınmış göstermektedir
tüccar Uşur-şa-İştar’ın kız kardeşi ŞimatBorç belgesi de denilebilecek bazı
Su’en bir mektubunda, evde yiyecek çivi yazılı tabletlerde ekmeğin ve tahılın
ve içecek bir şey kalmadığını, “boş bir ticari hayatın asli unsurlarından birisi
kilerde oturmaktayım” diye açıklamıştır. olarak yer alması, tahılın Hitit yemek
kültüründeki önemi ve değerini açıkça
TAHIL
göstermektedir.
Yerli halk birbirlerine gümüş dışında,
Bugün Kayseri mutfağında tahıl
başta hububat olmak üzere, ekmek ve ürünlerinden yapılan yemeklerin çoknadiren koyun borçlanıyorlardı. Arala- luğu bizlere Hitit mutfağının günümüz
rında düzenledikleri senetlerde borcun Kayseri mutfağında yaşamaya devam
vadesi, başta hasat zamanı olmak üzere, ettiğini düşündürmektedir.
bazı ziraî tabirlerle belirleniyordu. Borç
Tohum ekmek için tarlalar, metinveren tüccarlar gümüş para dışında lerde epinnum denilen araçla sürülüarpa, buğday ve ekmeği de borç olarak yordu. Akademik çevreler bu aracın
BULGURA İLİŞKİN
ANADOLU’DAKİ İLK YAZILI
KAYITLAR KAYSERİ’DEDİR.
Kültepe Kaneş kazılarında, hemen
her evde duvar diplerine sıralı bir şekilde
yerleştirilmiş zahire küpleri içerisinde
kömürleşmiş buğday taneleri ve arpa
kabukları ve öğütme taşları bulunmuştur.
Esma Öz, Kültepe metinlerinde kayıtlı
hašlātum kelimesinin tahıldan elde
edilen bir besin maddesi olarak göründüğünü hašlātum’un “ezmek, kırmak,
parçalamak, öğütmek” anlamındaki
hašālu fiilinden türetilmiş olduğu ve bu
kelimenin kuvvetle muhtemel bulgura
karşılık gelebileceğini yazmıştır. Bulgurun Anadolu’dan dünyaya yayıldığı
bilinmektedir. Bazı yabancı mutfaklarda
bulgurun yer alma sebebi Türklerin
bulguru Balkanlara ve daha ilerisine
taşımış olmasıdır. Günümüzde Orta
Asya Türk mutfaklarında bulgurun
bulunmayışı bize bulgurun Hititlerden
beri Anadolu’da kullanıldığını ve bulgura
ilişkin ilk yazılı bilgilerin Kayseri’de
bulunduğunu göstermektedir.
BAĞCILIK
Tabletler Kaneş’te üzüm bağlarının
bulunduğunu gösterir. Bu bağlar Kültepe
çevresindeki dağ eteklerinde yetiştirilmiş olmalıdır. “Üzüm” karşılığındaki
kirānum/karānum Sami dillere mahsus
bir sözdür ve “asma/üzüm çubuğu” için
de aynı söz kullanılmaktadır. Kültepe
tabletlerindeki, borç senetlerinde “bağ
bozumunda / bağ bozumuna kadar /
bağ bozumundan sonra” şeklindeki
ifadelerin yer alması bağcılığın, üzümün
Kayseri Kültepe Kaneş mutfağındaki
önemini de göstermektedir.
Asur Ticaret Kolonileri ve Hitit
devirlerinde saraylarda bağlardan
yüksek memurlar sorumluydu. Hitit
kanunlarının altı maddesinde bağlarla
ilgili hükümler bulunmaktadır. Kültepe antik şehrinden ele geçen yazılı
kaynaklardan anlaşıldığına göre bağ
bozumu şenlikleri yapılmakta ve bu
şenliklere “üzümün sapından koparılması” anlamına gelen Eski Asurca
“kitip karânim” denmekteydi.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
Anadolu’da tarla sürme aracı olan kara
saban, pulluk olduğunu söylemektedir.
Kültepe’de oval ve içe bombeli şekildeki
bazalt öğütme taşları ve bazılarında yanık
tahıl taneleri bulunan zahire küpleri
ele geçmiştir. Kültepe kazılarında ilk
defa, yerden yüksekçe bir platforma,
üzerlerinde hububatı ezen taşların da
bulunduğu, aşağı eğimli olarak yerleştirilmiş yan yana iki öğütme taşı ve
önlerinde ezilen hububatın toplandığı
büyük küpler bulunan basit bir değirmen
düzeneği ortaya çıkarılmıştır. Birçok
metinde öğütme taşları söz konusu
edilmektedir.
151
türlerine rastlanmaktadır. Hititlerin
ekmeklere küçük, kalın, ince ekmek
(yufka/ pide), tatlı, ballı, yağlı, acı, ekşi
ekmek gibi ayrı ayrı isim verdikleri
bilinmektedir.
Hititler hamurun içine ya da üzerine
başka yiyecek malzemelerini ekleyerek
çeşitli ekmekler üretmişlerdir. Bezelyeli
ekmek, susamlı ekmek, narlı ekmek gibi.
Hititler ekmek çeşitliliğinin yanı
sıra bu ekmelerin arasına soğan, pişmiş
et, ciğer vb. ekleyerek bir tür börek ve
sandviçler de üretmişlerdir.
Kaniş Karum'un havadan görünüşü
Bugün Kayseri mutfağında tahıl ürünlerinden yapılan yemeklerin çokluğu
bizlere Hitit mutfağının günümüz Kayseri mutfağında yaşamaya devam ettiğini
düşündürmektedir.
Bugün Kayseri mutfağında asma yaprağından yapılan sarma ve siyah üzüm
hoşafı pekmez vb. ürünler bizlere Hitit
mutfağının Kayseri mutfağında yaşayan
izleri olduğunu düşündürmektedir.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
MEYVE VE SEBZELER
152
Metinlerde geçen “bahçe” (kirium)
ve “bahçıvan” (nukarribbum) kelimelerinden, sulanabilir arazide çeşitli meyve
ve sebzelerin yetiştirildiği sonucunu
çıkarabiliriz. Hububat türleri dışında,
soğan (šumkum) tabletlerde en sık
geçen üründür. Bir metinde toplam
44 çuval soğanın yerli şahıslar arasında
bölüşülmesinden bahsedilmektedir.
Kaneş sarayında, sarayın meyve sebze
bahçelerindeki işlerin yürütülmesinden
sorumlu yüksek memurlar vardır.
Çivi yazılı metinlerde, yemek tarifleri
bulunmamakta ise de yiyecek malzemeleri hukuk, ticaret ve din gibi farklı
alanlardaki metinlerde yer aldığından
Hititlerin yedikleri yiyecekler ve yemek
kültürleri hakkında yorumlar getirebilmek mümkün olabilmiştir.
ANADOLU’NUN İLK
DEVLETİNİ KURAN HİTİTLER
KAYSERİLİDİR. KAYSERİ
MUTFAĞININ KÖKLERİ
HİTİT MUTFAĞINA KADAR
GERİYE GİTMEKTEDİR.
Akademik kaynaklardan derlediğimiz
Hitit mutfağına ait bir kısım bilgilere
burada yer vererek Kayseri mutfağında
ağırlıklı olarak yer alan et ve hamur
ilişkisinin Hitit mutfağında da yoğun
olduğunun görülmesini istemekteyiz.
Bugün Kayseri mutfağında yaşayan
etli, hamurlu, bulgurlu yemeklerin
birçoğunun Hitit mutfağının Kayseri
mutfağındaki izdüşümleri olduğunu
düşünüyoruz.
HİTİT MUTFAĞI
“İşte bu yağ nasıl eriyip gittiyse
kötülük de aynı şekilde erisin,
yok olup gitsin”
Hitit Duası
EKMEK
Çivi yazılı tabletlerde 180 civarında
ekmek, börek, çörek ve unlu mamul
HAYVANCILIK VE
ET YEMEKLERİ
Hayvancılık Hitit ekonomisinde
oldukça önemli yer tutmaktadır. Hititlerin hayvansal gıdaları çokça tükettiği
hayvancılığın gelişmiş olmasından ve
çivi yazılı tabletlerdeki etli yiyecek anlatımlarından anlaşılmaktadır. Hititler
koyun, sığır, domuz, keçi ve tavşan gibi
hayvanların etlerinden ve sütlerinden
faydalanmışlardır.
Hititlerde etler, kimi zaman ekmeğin
içine kimi zamansa üstüne konarak
yenmekteydi. Et haşlamasından, et
suyunun yanı sıra, metinlerde “sulu
et yemeği” denilen bir yemek de elde
edilmekteydi. Et suyunu elde etmek
için iliği bol olan kaval kemiklerinin
kaynatıldığı da metinlerde geçmektedir.
Hitit metinlerinde sık sık geçen bir
yemekte, šaramna denilen ekmekler
bir şişe dizilmekte ve aralarına pişmiş
hayvan yağı konmaktadır. Ekmekler yağı
emdikten sonra, yağ parçaları çıkarılır,
etler kimi zaman ekmeğin içine, kimi
zamansa üstüne konarak tüketilirdi.
Zincirli’de bulunan Geç Hitit Dönemi’ne ait bir rölyefteki kaya üzerine
oyulmuş bir yemek sahnesi tasvirinde
masada üst üste konmuş beş tane pide
veya ekmek benzeri bir hamur ürünü
ve onların üstüne konmuş iki adet
köfte veya et parçası görülmektedir.
Bu rölyeftekine benzer bir üst üste
konulmuş pide veya ekmek görüntüsü
Kültepe kazılarından çıkarılan bir
mühür üzerinde de yer almaktadır. Bu
tasvirler günümüz Kayseri mutfağındaki
yağlamaya benzemektedir.
Tabletlerde etlerin lezzetini artırmak
için üzerlerine zeytinyağı ve balla hazırlanan özel bir sos sürüldüğü ve etlerin
üzümden elde edilen sosta bekletilip
yumuşatıldığı anlatılmaktadır.
O dönemlerde büyük ve küçükbaş
hayvanların en makbul yerlerinin kalp,
ciğer, kaburga, kasık, kelle, kulak ve
ayak (paça) olduğu, güveç ya da fırında
yapılan etin nar taneleriyle lezzetlendirildiğine dair bilgiler yine çivi yazılı
tabletlerden anlaşılmıştır.
SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ
YEMEK TERMİNOLOJİSİ
Hititlerde yemekle ilgili terimlerde pişirmek, kızartmak, haşlamak,
kaynatmak, ızgara yapmak, ateşte
çevirmek, aşırı derecede pişirmek,
eritmek, etin içini bir şeyle doldurmak,
kurutmak, öğütmek gibi kelimelere
sıkça rastlanmaktadır. Hitit mutfağındaki et yemekleri arasında etlerin
ateşte kızartılması yani ızgara edilmesi
önemli yer tutmaktadır. Et ve tencere
yemeklerinde ise; şişler, ızgaralar,
pideler, haşlamalar mevcuttur.
SEBZE VE MEYVELER
Amerika kıtasının keşfinden önce
domates, biber, patates gibi pek çok
sebze Anadolu’da bilinmemekte idi.
Hitit mutfağında soğan, pırasa, salatalık,
bezelye, fasulye, mercimek ve nohut
sebze ve baklagil örnekleri olarak öne
çıkmaktadır. Bunların birtakım çorba
ya da sulu yemeklerde kullanıldıkları
anlatılmaktadır. Hitit tabletlerinde
elma, üzüm, armut, erik, kayısı, incir,
hurma ve nar gibi meyvelerden bahsedilir. Bunların içinde hurma ve nar,
büyük ihtimalle güneydeki eyaletlerden
ithal ediliyordu. Meyveler mevsiminde
taze taze, mevsimleri bittikten sonra
da kurutulmuş halde tüketiliyordu.
Zeytin ağacı, Hititlerin egemen olduğu
topraklarda bugün yetişmemektedir.
Ancak Hititlerin, zaman zaman elinde
tuttuğu Batı ve Güney Anadolu’da
zeytinle karşılaştıkları, belki de yetiştirdikleri ve zeytinyağı elde ettikleri
anlaşılabilir. Zira bu önemli besini
mutfak kültürlerine katmışlardır.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
Keçi, koyun ve inek sütünden tereyağı,
lor, peynir gibi çeşitli gıdalar üretilmekteydi. Yağ üretiminde kullanıldığı
düşünülen yayık ve benzeri kaplar
arkeolojik kazılarda bulunmuştur.
Hititlerde tereyağı ise hem günlük
tüketimde hem de ayinlerde kullanılırdı.
Hititler tereyağını ekşi sütü yayıkta
çalkalayarak ya da döverek elde etmiştir.
Çalkalama işlemi ahşap bir karıştırıcı ile
yapılmakta olup çalkalamadan sonra
sütün üzerinde biriken yağ topakları
alınarak ya da küpte karıştırılan süt
süzülerek bir başka kaba aktarıldıktan
sonra kalan yağ topakları toplanarak
tereyağı elde edilmektedir.
153
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
İPEK YOLUNUN
ANADOLU’DAKİ KAVŞAK
NOKTASI KAYSERİ’DİR.
154
Erciyes’in eteğinde, bereketli bir
ovanın ortasında, Malatya ve Sivas’tan
gelen güneydoğu ile Kahramanmaraş
ve Adana’dan gelen tarihî ve doğal ana
yolların birleştiği noktada yer alan Kayseri coğrafyanın sağladığı bu avantaj,
onun eski dünya ticaretinde önemini
arttırmış ve Anadolu-Suriye-Mezopotamya arasında parlak bir ticaret ve
kültür merkezi olmasını sağlamıştır.
Bir zamanlar ipek, baharat, bal, cam,
fildişi, kıymetli taşlar, kürk, tahıl ve
yağ gibi ürünlerin kervanlarla Çin’den
başlayıp Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve İran üzerinden taşınarak
İstanbul vasıtasıyla Avrupa’ya ulaştırılmasında kullanılan tarihî rota, İpek
Yolu olarak anılmıştır. İpek Yolu’nun
Anadolu hattında Kayseri önemli bir
kavşak noktası oluşturmaktadır.
Ticaret yolu üstünde stratejik öneme
sahip Kültepe bu özelliğini Roma çağının
sonuna kadar sürdürmüştür. Kayseri’nin
Selçuklu ve Osmanlı döneminde İpek
Yolu’nun bir parçası ve günümüzde de
Türkiye’nin ticaret alanında en aktif
şehirlerinden biri olması Kültepe ile
başlayan bu ticari hareketliliğin devamı
mahiyetindedir.
Kayseri’nin günümüzde halen Anadolu’nun önemli bir gıda ve ticaret
merkezi oluşu Kayserililerin ticaretteki
başarılarının Asur ticaret kolonileri
zamanına kadar binlerce yıllık bir geçmiş
tecrübeye dayandığını söyleyebiliriz.
SELÇUKLU MUTFAK
KÜLTÜRÜ KAYSERİ
MUTFAĞINDA YAŞAMAYA
DEVAM ETMEKTEDİR.
Türk mutfağı çağlar boyunca üç kıta
üzerinde etkin olmuş, göçler, değişen
iklim koşullarına uyum ve etkileşime
girdiği mutfaklar ile zenginleşmiş
dünyanın sayılı mutfaklarından biridir.
Türk mutfak kültürü Mezopotamya’nın
tahılı, Anadolu’nun zengin tarım ürün-
leri, Güney Asya ve Afrika’nın baharları, saklamak günümüzde de yapılan bir
Orta Asya’nın zengin et ve süt ürünleri, işlemdir. Türkler eti pastırma yaparak
Akdeniz’in, Karadeniz’in ve çeşitli göl da saklıyorlardı. Bazı baharat ile kuruve nehirlerin su ürünlerine ve verimli tularak pastırma yapılan ete “yazok et”
Akdeniz ovalarının sebze ve meyve deniliyordu. Türkler karaciğer ile etin,
çeşitlerine hâkim olmuş, kurulan teda- baharat karıştırılmak suretiyle bağırsağa
rik yolları ile malzemeler ve yiyecekler doldurulmasından elde edilen bir çeşit
yaygın bilinir ve yapılır hale gelmiştir. sucuğa da aynı yüzyılda “soktu” adını
Günümüz Kayseri yemeklerinin Sel- vermişlerdir. Kayseri mutfağının en
çuklu mutfağının yaşayan bir temsilcisi belirgin ürünlerinden olan pastırma ve
olmasının nedeni Kayseri’de Selçuklu, sucuk Selçukludan günümüze devam
Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti ile eden bir Türk mutfak geleneğidir.
süregelen ve yaklaşık 1000 yıldır kesinKaşgarlı Mahmud’un ünlü eseri
tisiz devam eden Türk mutfak kültürü Dîvânü Lugati’t-Türk’te yemeklerin yapıhâkimiyetidir.
lışları hakkında verilen bilgiler Türklerin
Kayseri bir dönem Türkiye Selçuklu yoğurt ve sirke gibi şeyler katılan ekşili
Devleti’nin üç önemli şehrinden birisi yemekleri sevdiklerini göstermektedir.
olmuştur. Selçuklular zamanında Türkler kesilen hayvanın ayaklarından
saraylarda aşçıbaşıların yönettiği büyük paça çorbası yapmışlar ve bu çorba
mutfaklar olduğu gibi Türk halkı da halen mutfağımızda yaşamaktadır.
evlerinde bir odayı yemek pişirilen yer Türkler et ve baharat ile doldurulan bir
anlamında aşlık olarak kullanıyordu. çeşit bumbar dolmasını da biliyorlardı.
Selçuklu zamanlarındaki aşlıkta yani Yoğurt tek başına tüketilmekten başka
mutfakta kullanılan birçok eşyalar “tutmaç” ve benzeri birtakım yemeklere
günümüz Türk mutfağında halen o de dökülüyordu.
tarihlerdeki isimleriyle kullanılmaya
Türk mutfağında tutmacın yeri çok
devam etmektedir. Buna ilişkin birkaç önemlidir. Bu yemek Orta Asya’da
örnek olarak bardak, bıçak, etlik, kova, yaşadıkları günlerden beri Türklerin
sac, şiş, küp, çanak çömçe, kaşuk, tekne, mutfağında yer almıştır. Tutmaç ilk
tuzluk, sarnıç, tepsi vb. verilebilir. Türkler kez yazılı olarak Kaşgarlı Mahmut’un
Selçuklular zamanında en çok koyun eti “Dîvânü Lugati’t-Türk”ünde geçer. Sözyerler ve kebap yapmaya yarar kuzu ve lükte tutmaç; erişte, kavrulmuş kıyma
oğlağa söğüş derlerdi. Söğüş kelimesi ve yoğurttan oluşmakta olan bir yemek
de halen günümüzde benzer anlam- olarak yer alır. Bu haliyle et, hamur ve
larda kullanılmaya devam etmektedir. yoğurt birleşiminden oluşan tutmacın
Türkler, sütten elde ettikleri sade yağa, aynı malzemelerin başka formda bir
bugün söylendiği gibi sağ yağ diyor- araya getirildiği mantıyla benzerliği
lardı. Selçuklular buğdayın kırılması dikkat çekicidir. Kayseri yemekleri
suretiyle “yarmaş” elde ediyorlardı. arasında paça çorbası, bumbar dolması,
Yarmaş günümüz Kayseri mutfağında yoğurt ve sirkenin varlığı ve mantıya
“yarma” şeklinde ifade edilmektedir. yoğurt dökülmesi gibi alışkanlıklar
Türkler Selçuklu zamanında da çok Selçuklu mutfağının günümüze yançeşitli ekmekler yapıyorlardı. Yapılan sımalarıdır. Selçukluların tatlı olarak
ekmeklerin başında yufka geliyordu. en çok tükettikleri gıda pekmez idi ve
Günümüzde yufka halen Kayseri mutfa- ayrıca sütlaç da yapıyorlardı.
ğının en önemli yiyeceklerinden birisidir.
Yukarıda verdiğimiz birkaç örnek
Et taze olarak tüketildikten başka dahi Selçuklu mutfağının günümüzde
güneşte kurutularak saklanıyordu. Kayseri mutfağında yaşadığını gösterTürkler kurutulmuş ete Selçuklu zama- meye yetmektedir.
nında “kak et” derlerdi. Eti kurutarak
dolması, Fincan ağzı, Ekmek kadayıfı, Taş
kadayıfı, Gül reçeli, Kayısı reçeli, Kayısı
şurubu, Üçgen baklava, Gülbaru suyu,
Gül şerbeti, Kayısı hoşafı, Siyah üzüm
hoşafı, Yağlı ağaç, Buğa dikeni, Kangal,
Engir (taze asma sürgünü), Kuzukulağı,
Oğlakkulağı, Yemlik, Madımak, Kursalık,
Çıtlık (hindibağ), Efelik, Su teresi, Yarpuz,
Kuşburnu, Alıç, Bitli bakla, Salatalık
turşusu, Biber turşusu, Domates turşusu,
Kelek turşusu, Karpuz turşusu, Gülbaru
turşusu, Düğün yemeyi (Takım yemeği),
Yoğurt, Maydanozlu yumurta dolgusu,
Pastırmalı yumurta, Yumurta piyazı,
Patates piyazı, Meyve kuruları, Peynirler, Salamura peynir, Çömlek peyniri,
Havuç, Pekmez, Patlıcanlı ve kabaklı
pekmez, Duru pekmez, Ekşi pekmez,
Köfter, Sirke, Ceviz sucuğu, Baharatlar,
Cacık, Cıvıklı, Örgülü pilav, Altın kesesi,
Bezdirmeç köftesi, Köfte çöreği...
KAYSERİ MUTFAĞINI
ZENGİNLEŞTİRENLER;
Kayseri mutfak kültürünün zenginleşmesini sağlayan unsurlardan biri de
zaman içinde çeşitli sebeplerle gelip
Kayseri’ye yerleşen Çerkes, Avşar, Uygur
ve Ahıska Türklerinin (93 Muhacirleri)
beraberlerinde getirdikleri kültürel
ögelerle Kayseri mutfak kültürünün
gelişmesini sağlamalarıdır.
Çerkes mantısı (Çerkeslerin haluj,
psihalive veya gurize dedikleri bir mantı
türüdür.) etli Çerkes mantısı, halive,
hengel, kırnış, şips-paste, etli börek,
gubate, velibah, nış ve maramisa gibi
yemekler Kayseri mutfağına Çerkesler
sayesinde girmiştir.
Mercimekli pilav, çiriş aşı, çiriş
çorbası gibi yemekler Avşar kökenlidir.
Çöçüre, buharda et mantısı, etli
mantı kavurması, etli havuçlu pilav
gibi Uygur kökenli yiyecekler Kayseri
mutfağında yaşamaktadır.
Feselli yahni (Kars yahnisi), patatesli ve etli yahni, kete, bişi, mafiş,
sarığıburma, pağaç, külleme, hıngel
gibi çeşitli Ahıska yemekleri Kayseri
mutfağına girmiştir.
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı
Erişte makarna, Kesme makarna, El
kesimi kare makarna, Pırtımpırt, Lahana,
Etli lahana dolması, Kıymalı lahana
dolması, Zeytinyağlı lahana dolması,
Anadolu binlerce yıl öncesinde de Musakka, Kapuska, Ispanak kavurma,
bugünkü gibi tarıma elverişli bir bölgeydi. Ispanak borani, Kuru fasulye, Mercimek,
Arkeolojik kazılar Anadolu’da özellikle Nohut, Patlıcan, Kovalama, Kızartma,
tahıl tarımının yaygın olduğunu ve Karnıyarık, İmambayıldı, Patlıcan
kazılardan elde edilen tohum örnekleri dolması, Közleme, Taze fasulye, Etli
de tahıl tarımının çok farklı türlerde fasulye, Zeytinyağlı fasulye, Kabak
yapıldığını ortaya koymaktadır.
çiçeği dolması, Kabak dolması, Kabak
Hitit ve Asur dönemlerine ilişkin çıtması, Patates kovalama, Patlıcan
arkeolojik kazılarda Kayseri Kültepe’de kovalama, Kurutulmuş yeşil fasulye,
birçok gıda çeşidi tespit edilmiştir.
Patlıcan çıtma kurusu, Kızartma etler,
Hititler ve Selçuklulardan bugüne Pehli, Kavurma, Yağda kızarmış köfte,
dek birçok yiyeceğin varlığını Kayseri Sarımsaklı köfte, Sulu köfte, Kuru köfte,
mutfağında halen devam ettirdiği Fırın köftesi, Haşlama, Tas kebabı, Kıyma
gerçeğini birlikte değerlendirdiğimizde soğanlaması, Üzümlü gerdan, Bayram
Kayseri mutfağının dünyanın günü- yahnisi, Kabak musakka, Mücver, Etli
müzde yaşayan en eski mutfaklarından biber dolması, Zeytinyağlı biber dolması,
birisi olduğunu söyleyebiliriz.
Taze bamya, Kuru bamya, Etli yaprak
Kayseri Yemeklerini sayacak olursak; dolması/sarması, Zeytinyağlı yaprak
Fırın ekmeği, Tandır ekmeği, Yufka, dolması/sarması, Kuru biber dolması,
Bezdirmeç, Kurşun aşı, Düğ çorbası, Hakırdaklı lahana sarması, Av etleri,
Börek çorbası (Böre çorbası), Un çor- Mumbar karın dolması, Kelle paça,
bası (Kayseri çorbası), Pirinç çorbası, Yağbari, Ciğer yahni, Arnavut ciğeri,
Yoğurt çorbası (Toğga çorbası), Tarhana Yürek, Dalak, Beyin, Tavuk, Hindi
çorbası, İşkembe çorbası, Mercimek dolması, Soğan baskısı, İçli köfte, Pasçorbası, Arabaşı çorbası, Bulamaç tırmalı kuru fasulye, Bayram yahnisi,
çorbası, Bulgur çorbası, Kuru bamya Sac kavurma, Böğür dolması, Kaburga
çorbası, Soğuk çorba, Sulu köfte, Yeşil dolması, Şaştım aşı, Bezdirme, Borani,
mercimek çorbası, Yoğurtlu yarma Gerdan haşlama, Haşlama (Düğün eti),
çorbası, Şebit yağlaması, Kıymalı yağ- Nohut yahnisi, Güveç, Kayseri güveci,
lama, Domatesli yağlama, Peynirli Fırınağzı, Kıyma kavurması, Kıymalı
yağlama, Sade yağlama, Hakırdaklı, İçli pide, Peynirli pide, Bastırmalı pide,
bazlama, Tahinli bazlama, Halka kete, Tahinli pide, Tereyağlı pide, Kelle
Açma kete, Etli mantı, Börekaşı, Tepsi tava, Sac kebabı, Pide içi (hakırdaklı,
mantısı, Peynirli mantı (Prov / Piravu kıymalı, peynirli), Pastırmalar, Çemen,
mantısı), Yağ mantısı, Paşa mantısı, Kâğıtta pastırma, Sucuklar, Sucuk içi,
Çerkes mantısı, Cevizli peynirli erişte, Açma baklava, Güllü baklava, Kayseri
Arabaşı, Susamlı halka, Kayseri mantısı, baklavası (düğün baklavası), Nevzine,
Patates mantısı, Su böreği, Hazır yufka Kamış baklava, Aside, Un helvası, Un
böreği, Yufka börek, Kıymalı börek (Puf kurabiyesi, S kurabiye, Şekerli kurabiye,
böreği), Tandır böreği, Katmer, Tahinli Teltelli, Lokma tatlısı, Yoğurt tatlısı, İncir
katmer, Açma börek, Kıvrım börek, Peta tatlısı, Kabak tatlısı, Pekmez helvası,
(Avcarlı börek), Sac böreği, Pastırmalı Şeker helvası, Şekerli katmer, Kadayıf,
börek, Kravat böreği, Kuru börek, Pirinç Tel kadayıf, Reçeller, Sütlü, Muhallebi
pilavı, Bulgur pilavı, Pıtpıt pilavı, Kuskus (Kayseri muhallebisi), Düğün aşuresi,
pilavı, Erişte pilavı, Taze makarna (Üzengi Aşure, Kuru kaymak, Üzümlü, Oğmaç
Makarna), Makarna, Cevizli makarna, (Çoban baklavası), Oklava baklavası, İncir
KAYSERİ MUTFAĞI
DÜNYANIN GÜNÜMÜZDE
YAŞAYAN EN ESKİ
MUTFAKLARINDAN BİRİSİDİR.
155
Yusuf Kartal
Kayseri’de Yemek...
Kayseri’de
Yemek...
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Kayseri’de Yemek...
Y
156
YUSUF KARTAL
edi yaşındayım, bir evin bir oğluyum, kıymetliyim, ondan dolayı sünnet düğünü
yemekli yapılacak diye babam karar verdi. O dönemlerin
en ünlü aşçısı Naylon Aşçı, yemekleri yapmak için tutuldu.
Bir hafta önceden düğün hazırlıklarına başlanır, yemek
takımları kapalı çarşıdan zücaciyecilerden kiralanırdı.
Düğün günü geldiğinde, sünnet olduktan sonra, önce
erkekler olmak şartıyla Naylon Aşçı’nın yaptığı yemekler
yirmişer gruplar hâlinde masalara oturan davetlilere
dağıtılmaya başlanırdı. Düğün çorbasıyla yemeğe başlanır, sırayla, kuzu eti haşlama, muska börek, kızıl üzüm
hoşafı, etli yaprak sarması, muhallebi, baklava, pirinç
pilavı, bamya çorbası, salata ve turşu ikram edilerek
yemek faslı dua ile biterdi.
Kayseri’nin geleneksel yemekleri olmasına rağmen,
burada daha farklı bir yol izlenirdi. Düğün çorbası
yoğurtlu olurdu, evlerde her zaman yapılan yemekler
değildi. Özellikle kat kat fas diye olan muska börek,
içine çok az kıyma ya da peynir konularak yapılırdı.
Kat kat olan böreği ısırdığınızda haşırtılı bir ses çıkar,
dökmeden yemesi de marifet isterdi. Yaprak sarması
Erkilet bağlarının yapraklarından olup sarmaya özel
bir tat verirdi. Muhallebi de büyük porselen tabaklarda
ortaya konur, üzerine tüm tüm fındıklar dökülürdü. Ne
çok koyu ne de çok cıvık olurdu. Baklava en az kırk kat,
içi cevizli olurdu; ağzınıza aldığınızda börekteki gibi ses
çıkardı. Pirinç pilavı tereyağı ile yapılır, tane tane olurdu.
Finalde, kuru bamyadan yapılan çorbanın içinde küçük
küçük küp şeklinde etler olur, üzerine de limon sıkılır,
afiyetle yenirdi. Düğün yemeğinin ertesinde, komşularca
yemeklerin lezzetiyle ilgili bir hafta konuşulur, “Tevatir
bir düğün yemeği oldu” denirdi.
Babam kale içi esnafı olduğundan, esnaf yemekleri de
birbirinden lezzetli olurdu. Fırın Ağzı yemeği her zaman
yapılmazdı, önemli üst yetkili biri davet edildiğinde
yapılırdı. Büyük bir tepsiye pirzola ve biftekler dizilir,
domates biber sarımsak eklenir, doğruca fırına verilirdi.
Fırının ateşe en uzak yerinde iki saate yakın bir zaman
zarfında pişer, uzun pidelerle birlikte dükkâna gelirdi.
Şehre yeni tayin olmuş bir bürokrat ilk defa yiyorsa
yemekten sonra yemeğin tadından o gün parmaklarını
bulamazdı. Tadı damağında kalır, zaman zaman onlar
da “Şu fırın ağzından yaptırın da yiyelim” diye haber
gönderirlerdi.
Esnafların efsaneleri bitmezdi. Çanak güvecinde
güveç içerisine alt kısma kuyruk yağı, parça kemikli etler
konur, üzerine patlıcan, sarımsak, soğan, biber, onun
üzeri de domatesle kaplanır, tuz atılır, doğruca fırına
giderdi. Fırın ustaları güveç pişirmeyi çok iyi bilirlerdi.
İki saat pişmesi gerekirdi. Bir saat sonra kürekle fırından
çıkarılıp iyice karıştırılır, tekrar fırına konurdu. Güveç,
çıktıktan sonra yine fırının yaptığı pidelerle dükkâna
gelir, afiyetle yenirdi.
Esnafların en çok yaptığı kıymalı pidelerin de
yediğiniz zaman tadı damağınızda kalırdı. Kıymanın
içine domates, biber, maydanoz doğranır; içine kekik,
tuz, toz biber atılırdı. Elle iyice karıştırılır kaç ekmek
olacaksa fırınına verilirdi. Fırında yirmi dakikada pişer,
hemen dükkânlara getirilir, üzerine de limon sıkılıp
afiyetle yenirdi.
Bu enfes yemeklerin yanında çabuk olsun diye dükkânlarda küçük tavalarda eskiden gaz ocağıyla sonraları
piknik tüplerle kıyma sote yapılırdı. Tavaya konulan
kıymanın üzerine domates biber doğranır, tuz toz biber
atılır, piştikten sonra sofra olarak eski gazeteler tezgâhın
üzerine serilir, Şeyh Aslan (Şihaslan) fırınından alınan
somun ekmeklerle yenilirdi. Yerken okumaya yeni
başlamış biz küçüklerin serilen gazeteleri okuma hevesi
yemek yememizi ağırlaştırdığı için ensemize hafiften
vurularak “Ağzını ayırma yemeğini ye” diye uyarılırdık.
Ramazan geldiğinde öğleden sonra sucuk içi (sucuiçi)
hazırlığı başlardı. Akşama iftarda sucuk içi yemek bir
gelenek olmuştu. Kıyma, sarımsak, kırmızı toz biber, tuz,
karabiber, kimyon konulur, iyice karıştırılır, iftarda çeşni
olarak yenirdi. Herkes kıvamını tutturamazdı, babam
gibi işin ehli olmanız gerekirdi.
Bunların yanında katık olarak çemen karılırdı. Çemen
içine kuru pastırma harika eşlik ederdi. Yine çemen otu,
toz biber, karabiber, kimyon, tuz, suyla karıştırılır, orta
kıvamda ne çok cıvık ne de çok koyu olmasına dikkat
edilirdi. Ekmek arasına sürülüp yenirdi. Öyle ki kale
içinde Hüseyin amca evini gün içerisinde sattığı çemen
ekmekle geçindirirdi. Kayseri ağzıyla “Çamaaan Ekmeeeek” diye bağırır, gelenler çeyrek ya da yarım somun
ekmek arası yer giderlerdi.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Kayseri’de Yemek...
Bir de kış akşam oturmalarında arabaşı çorbasıyla takmasını ilk defa görüyordum. Bana bile papyon kravat
hamuru yapılırdı. Arabaşı günlerinde sırayla geceye alınmıştı, bu tür yerlere giderken takıyordum. Türkidoğru saat yirmi ikiden sonra, önceden yapılan arabaşı ye’nin her şehrinde açılan şehir kulüpleri asrileşmenin
misafirlere ikram edilirdi. Su kaynatılır, içine un konur, örneklerini sunuyordu. Çok farklı olamamakla birlikte
iyice karıştırılır, muhallebi kıvamına gelince büyük genelde et kebap yemekleri ve içki mezeleri oluyordu.
tepsilere iki santim kalınlığında dökülür, donsun diye
Kayseri Şeker Fabrikasının kurulmasıyla birlikte aynı
dışarıdaki buz gibi havaya konur, iyice ayazını alır, Sümer bez Fabrikasındaki gibi restoranlar ve düğün
misafirlerin yeme saatinde yer sofrasına konulurdu. salonları açıldı, fabrikanın etrafında ayrı bir yaşam
Arabaşının çorbasına tiftiklenmiş tavuk göğsü eti konulur, merkezi oluşmaya başladı. Memur ve işçi kulüpleri
içinde acı toz biberiyle sıcak sıcak ikram edilirdi. Arabaşı yemeğin yanında içki servisleri de yapmaya başladılar.
sinisinin ortası açılır, büyük bakır tastaki çorba ortaya
Bu rahatlamayla birlikte şehrin içinde de içkili restokonulurdu. Arabaşında kaşığınızla aldığınız parçaları ranlar açıldı. Bunların içinde esnafların da gittiği, eski
çorbanın içine daldırıp, içine düşürmeden, ağzınıza Alemdar Sinemasının yanında Yıldız Restoran vardı.
aldığınızda çiğnemeden güp diye yutmanız lazımdır. İçkili yerlere ailece gitmeyen Kayserililer yavaş yavaş
Çiğnerseniz tadını alamazsınız. Yani bu yemeği yemesi ailece de gitmeye başladılar.
de ayrıca marifet ister. Büyükler kocaman alır, çorbaya
1960’lı yıllarda en ünlü restoranların başında İskendaldırır, güp diye yutarlardı, güp sesi öyle duyulurdu der Kebap geliyordu. İskender yemek olarak Bursa’dan
ki hep beraber gülüşmeler olur, nasıl da yuttu diye yayılmasına rağmen, Kayseri’de yapılan İskender
arabaşı sonrası konuşmalar devam ederdi. Arabaşının kebap tadının bir başka oluşuyla karşılaştırmalarda
çorbasına hamurunu düşürene haftaya sıra sende der hep öne geçerdi.
Orduevinin şehirde yenileşmesiyle birlikte içkili
dalga geçerlerdi.
Yine akşam çaylı oturmalarda kalkmadan önce Nevzine restoranlar da faaliyete geçti. Orduevi düğün salotatlısı ve Gilaburu suyu ikram edilirdi. Nevzine tatlısı un, nuyla, sinemasıyla birlikte şehir hayatına farklılıklar
tereyağı, süt, tahin, ceviz içi ile yapılır; şerbetine de toz getirmeye başladı.
şeker, pekmez, su ve limon suyu eklenir; piştikten sonra
Bunların arkasından öğretmenevlerinin kurulması
şerbeti üzerine dökülür. Kayseri ağzı “içiniz gıyılmadan” restoran ve otelcilik faaliyetlerini de geliştirdi.
yenir. Gilaburu da Kayseri’ye özgü bir bitkidir. Bağlarda
Şehir büyüdükçe başka şehirlerin lezzetleri de
ve bahçelerde su kenarlarında kendiliğinden biten salkım yaygınlaşmaya başladı. Eski Taş Sinemasının yanında
salkım, kırmızı, boncuktan büyük meyveler veren bir açılan Asmaaltı Lahmacun, tadı hâlâ unutulmayanların
bitkidir. Böbrek taşı ve kumunu döktüğü için salamura arasındadır. Pastanelerin pasta çeşitleri şimdiki pastakonulur, kışın suyu sıkılıp içilir. Kekremsi bir tadı vardır, nelerde yok. Şambaba tatlısı, Alman pastası, Zümrüt
içemeyenler içine şeker karıştırarak da içebilir.
Pastanesinin enfes tatlılarıydı.
Bu anlattıklarımız, mantı ve çeşitleriyle birlikte
Durak 71 çay bahçesinin köşesine yazdan yaza gelen
yağlamamız da hepsi birbirinden nefis yemeklerdir. Roma dondurmasıyla birlikte dondurmada da farklı bir
Su böreği, tandır böreği, sucuğumuz pastırmamız da tat şehrimize gelmiş oldu.
▪
bunlara eşlik ettiğinde yeme de yanında yat tarzında
yiyeceklerimizdir.
Geleneklerin haricinde, hayatın yaşamın etkilediği,
asrileşmeyle başlayan yemek alışkanlıkları da şehrin
hayatına yavaş yavaş girdiler.
Bunların başında, Kayseri Sümer Bez Fabrikasının
1930’lu yıllarda kurulmasıyla birlikte fabrikanın içinde
kurulan restoran kulüpler şehrin havasını değiştirmeye
başladı. Fabrikanın düğün salonu olarak da kullanılan
havuzlu restoranıyla birlikte yemek alışkanlıkları kebap
ve içkili ortamlara dönmeye başladı. Düğünlerde artık
modern müzik grupları çalmaya başladı. Biz de düğünlere giderken babamın takım elbiseyle birlikte kravat
157
Düşünce
Mustafa Özel
Şiir Diliyle Yönetim
DÜŞÜNCE
Şiir Diliyle
Yönetim
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim
MUSTAFA ÖZEL
158
S
osyal gelişme ve ilerlemenin en önemli şartı,
kendine saygı ve güvendir. özgüveni olmayan,
gerçeği hep kendi dışında arayan toplumlar, atılım yapamazlar.
Bilgi ve düşünce hiçbir toplumun tekelinde değildir. Doğru
bilginin ancak dışarıdan ithal edilebileceğini düşünenler,
bu aşağılık kompleksinden kurtulmaya fırsat bulamadan
yok olup giderler.
Ülkemizde yönetim düşüncesi alanında her yıl yüzlerce
kitap yayımlanıyor. Bunların neredeyse hepsi Batı dillerinden, özellikle de İngilizceden çeviridir. Çeviri hataları bir
yana, büyük bir kısmı kendi insanımızın psikolojisini asla
yansıtmıyor. Bunlar arasında elbette çok değerli olanları
da vardır. Fakat bu çeviri anlayışı, sanki yönetim alanında
Türkler hiçbir şey bilmiyor hissini doğuruyor.
Oysa güneş altında yeni bir şey yok! Ekonomik ve siyasî
yönetimle ilgili olarak yüzyıllar boyunca sayısız eser verilmiş.
Bunları fütüvvetnâme ve siyasetnâme genel başlıkları altında
KALBİ SELÎM OL!
Levnî ile başlayalım. Edirneli Levnî, 17. yüzyılın başlarında yaşamış ünlü bir minyatür sanatçısı. Aynı zamanda
iyi bir halk ozanı. Tahminen 400 yıl önce, Edirne esnafına
uzun bir nasihatnâme yazmış. Muhtemelen bir esnaf toplantısında, diyelim bir ustalık veya kalfalık kuşağı takınma
merasiminde, çalmış ve söylemiş. Öyle şeyler söylemiş ki,
kendisinden yüzyıllar sonra gelen yönetim düşünürleri,
onun söylediklerine parlak etiketler takarak ciltler dolusu
eserler yazmışlar. Etik demişler, rasyonalite demişler, odaklanma demişler, CRM (müşteri ilişkileri yönetimi) demişler,
uzmanlaşma demişler…
Tut atalar sözün kalbi selîm ol
Gönülden gönüle yol var demişler
Gider yavuzluğu tab’ı halîm ol
Sert sirke kabına zarar demişler
Osmanlı toplum sisteminin üç selim üzerine kurulduğu
söylenir: Yavuz Selim, Sarı Selim, Bestekâr Selim… değil;
aklı selim, kalbi selim ve zevki selim. İş ahlâkı üzerinde
yoğunlaşan günümüzün yönetim düşünürleri, tıpkı Levnî
gibi, yöneticilere kalbi selîm sahibi ve yumuşak huylu
olmayı öğütlüyorlar. Yani, para kazanmada bile, önce ahlâk
ve maneviyat!
Akıbet-endîş ol gönül dibelik
Yetişmez mi sana nümûnelik
Kaçan lori kuşu bulsa bir kemik
Evvel ölçer sonra yutar demişler
Akıbet-endîş ol; yani atacağın adımın sonunu iyi düşün.
Günümüzde her kitabı birkaç milyon adet satan Stephen
Covey, “Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı” başlığıyla Türkçeye
de çevrilen eserinde, ister şirket ister devlet yönetiminde
olsun, etkili yöneticinin proaktif olduğunu, sonucu kafasında
canlandırarak işe giriştiğini yazmıştı. Onun kitabını su gibi
içen yöneticilerimizin Levnî’den haberleri yok!
Kaçan lori kuşu bulsa bir kemik
Evvel ölçer sonra yutar demişler
Önce ölç, sonra yut. Ölçüm, rasyonelliğin ana ilkesidir.
Verimli bir iş hayatı, hatta siyaset hayatı, aile hayatı, sağlıklı ölçümlere dayanır. Yakın geçmişte birçok başarılı iş
adamı, ya devletle ilişkilerindeki hesapsızlık yüzünden;
yahut piyasa gelişmelerini yeterince ölçemediklerinden
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim
toplayabiliriz. Fakat bir de benim çok önemsediğim halk şiiri
geleneği vardır. Halk ozanlarımızdan birçoğu, bugünün
yönetim gurularına taş çıkartır.
159
Çarşûy-ı dehirde nice toz kopar
Vaktini gözeten çok takye kapar
Kapar ama, şayet bunu ahlâkî ilkeleri zorlayarak yapmışsa,
sadece ahiretini mahvetmekle kalmaz, bir süre sonra piyasadan da dışlanma tehlikesine maruz kalır. Levnî bunun
çaresini de hemen ekliyor:
Helâlzâde gelir pazarlık yapar
Haramzâde pazar bozar demişler
Günümüzün işletme filozofları bu sözleri ballandıra
ballandıra anlatıp ciltler dolusu kitap yazıyorlar. Oysa meselenin püf noktası, kişinin helalzâde mi yoksa haramzâde
mi olduğudur. Modern dünya helal/haram kavramlarına
uzak düştüğünden, laf ebeliğine boğuluyoruz.
MÜŞTERİYE KIYMA!
silinip gittiler. Sayısız hükümet bu yüzden devrildi; ülke
hazineleri iflaslarını ilân ettiler.
Levnî iş insanlarına bir yandan tetikte olmayı, kurtlar
sofrasında yem olmamayı öğütlerken, diğer yandan “müşteriyi
kollamayı” sürdürülebilir işletme başarısının temeli sayıyor.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim
HER İŞE SULANMA, ODAKLAN!
160
İşletme yönetiminde ODAKLANMA diye tarif edilen
stratejinin özü, Levnî’nin müthiş ifadesiyle, her kâra elin
eteğin uzatmamaktır. Diyelim ki marketçilikle meşgulsünüz. İşleriniz gelişiyor, sermayeniz birikiyor; işinize odaklanıp marketi genişletmek veya ikinci bir market açmak
gerekirken; “abi, otomotivde patlama yaşanıyor; hemen
bir bayilik kapalım!” veya inşaat işinde çok para var, arsa
alalım diyenlere iltifat etmemelisiniz. Her işin ayrı zorlukları, yükseliş ve düşüş zamanları vardır. Muhtemelen siz
otomobil bayiliğini alıncaya kadar, sektör kârsız bir döneme
geçecek ve yok yere para kaybedeceksiniz. İnsanlara birçok
mal ve hizmet sunmaya değil; herkese bir temel mal veya
hizmeti en iyi biçimde sunmaya bakalım. (Bir temel maldan
kasıt, bir tek mal değil; ustası hâline geldiğiniz, üretim ve
pazarlanmasındaki bütün inceliklerine vakıf olduğunuz
bir mal veya hizmet grubudur.)
Her kâra uzatma elin eteğin
Yelkovana döner âhır emeğin
Nitekim şaşkını gölde ördeğin
Başın kor kıçından dalar demişler
PAZAR BOZUCU OLMA!
Tereciye tere satmayalım: Ortalama bir Kayserili iyi bilir
ki, iş hayatının özü, fırsatları iyi değerlendirmektir. Levnî
bu hakikatı şöyle dillendiriyor:
Dilden ister isen kaygı gam gide
Gönlün metaını açma hâside
Kıskanç olanlara, plan ve projelerinizi açmayın. Ne kadar
parlak görünümlü olurlarsa olsunlar, onların görüşlerine
başvurmayın. Sadakatinden emin olmadıkça, insanları
gelişigüzel sırdaş edinmeyin.
Kıyma müşteriye az al fâide
Alan da satandan umar demişler
Buna günümüzün işletme düşünürleri CRM diyorlar:
Customer Relationship Management (Müşteri İlişkileri
Yönetimi). Yapılan araştırmalar (ölçümler!), yeni bir müşteri
kazanmanın, eski müşteriyi elde tutmaktan tam beş misli
daha zor olduğunu gösteriyor. O zaman, asıl marifet, eldeki
müşteriyi kaybetmemek oluyor. Bunun yolu, müşteriye
kıymamaktan geçiyor.
UCUZ SATAN TİZCEK SATAR!
Levnî diğer bir dörtlüğü ile etkili pazarlamanın bütün
esrârını fâş ediyor:
Yâr ile ettiğin kavle ver karâr
Kâr etmezsen bâri eyleme zarâr
Aza kanaat et olma tamahkâr
Ucuz satan tizcek satar demişler
Dostuna verdiğin sözü tut. Vaatlerini yerine getir. Para
kaybet, fakat itibar kaybetme. Ticarette en büyük sermaye,
itibardır. “Kâr etmezsen bâri eyleme zarâr.” Burada da rasyonelliğe vurgu var. Eşe dosta kıyak geçmek için, ticaretin
temel ilkeleri çiğnenmemeli, zararına satış yapılmamalıdır.
Aza kanaat et olma tamahkâr. Açgöz olma. Aşırı kazanç
hırsı, istikrarlı büyümenin düşmanıdır. Kârın az, satış
hacmin yüksek olsun. Japon şirketlerinin sırrı, uzun yıllar
%1, %2 gibi akılalmaz kâr oranlarıyla mal satıp, pazarları
ele geçirmeleridir. Şimdi aynı stratejiyi Çinliler uyguluyor.
Levnî nasihatı pîrlerin böyle
Durûb-ı emsâli nazmile söyle
Meydân-ı hünerde ağırlık eyle
Ağır basar yeğni kalkar demişler.
Yoruma gerek olmasa da, gençlerin daha rahat anlayacağı
bir dille söyleyelim: Levnî, büyüklerin, ustaların öğütleri
böyle. Ata sözlerini şiirle söyle. Hüner meydanında, beceri
meydanında ağırlığın olsun. Uzman ol. İşinin ustası ol. Ağırlığı olan, daha hızlı hareket eder; daha çok yol alır. Evet, işte
bunlar 400 yıl önce Edirneli Levnî’nin söyledikleri. Güneş
altında yeni bir şey var mı? Eşya değişiyor, organizasyon
biçimleri değişiyor; fakat yönetimin ana ilkeleri aşağı
yukarı aynı kalıyor.
GİRİŞİMCİ, UYKUYU YENEBİLENDİR!
kendilerini motive ederler. Perde arkasından fısıldayarak
insanları savaş meydanına süren bir komutan olabilir mi?
Âşıklarda hayat gam ile tasa
Böyledir kaderi, değişmez yasa
Asa ile sır gösterdi ol Musa
Musa değil isen Nil’den uzak dur
(Âşık Feymanî)
Arı için her bir çiçek bal oldu
Ferhat için yüce dağlar yol oldu
Kerem, Aslı için yandı kül oldu
Mecnun değil isen çölden uzak dur
(Âşık Abdülvahap Kocaman)
Evet, birinci maddemiz bu: Bedenini yormazsan, aklın
kendini yormaz. Beyin de bedenin bir parçası değil midir?
İkinci maddemiz: Sen kendini yormazsan, kimse senin için
yorulmaz. İşe sabah 8.30’da gidiyorsan, adamların 9.30’da
gelir. Eğer kendini zorlayıp 7.30’da gidersen, adamların
6.30’da gelir. İnsanlar kül yutmaz. Laf ile hiç kimseyi motive
edemezsin. Uygun ortamı hazırlarsan, insanlar kendi
Kimi dağ bel aşar menzile erer
Kimisi düz yolda şaşırır gezer
Kimi zerrak sofu kimi yol eri
Kimi yol iz bilmez gezer serseri
Kimi başta eser kavak yelleri
Aldığı sattığı yel poyraz olur
Kimisi yel kovar şaşkın kaz olur
Akıl için mihenk derler söz yeter
Söz de yetmez söz yanında iş ister
Kimi hâl ü şâna uygun söz söyler
Kimi hâlden bilmez pek yanaz olur
Kimi a’lâlanır kimisi pesti
Kimi su akarken doldurur testi
Kiminin elinde sen gibi Mestî
Para pul bulunmaz kırık saz olur.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim
Girişimci insanın, kamu veya özel sektördeki sıradan
memurdan temel farkının ortaya ilk çıktığı yer, uykudur.
Bir şirkette yönetici koltuğuna oturmayı hak etmenin
Girişimci “az yer, az uyur, az konuşur.” Bunları bir hadis-i
başlangıçta bir tek kıstası vardır: Sabah herkesten önce
şeriften hatırladığını söyleyenlere cevabım hazır: Müslüman
gelmek; akşam herkesten sonra gitmek! Eskilerin tabiriyle
zaten girişimci demektir. Girişimcinin yöneleceği “kazanç”
“Yol Eri” olmak. Âşık Mestî, kafası ve gönlü hayallerle dolu
türü değişebilir. Kimisi için ilim, kimisi için para, kimisi
olup da bu hayalleri gerçekleştirmek uğruna çaba harcayan
içinse başka bir şey olabilir. Fakat girişimcinin karakteri
(ve harcamayan) insanları ne güzel tasvir ediyor:
değişmez. Üzerine güneş doğan insandan girişimci olmaz!
161
MERT, MERDİ BULUR!
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim
Mertlik günümüzün iş ve siyaset hayatının da olmazsa
olmazlarındandır. Her ne kadar hem iş hem de (özellikle!)
siyaset hayatında kaypakların daha başarılı olduğu gibi bir
izlenim varsa da, vahim bir hatadır bu. Namert ve kaypaklar
kısa vadeli zaferler kazanabilirler. Fakat iş ve siyaset dünyasının büyük zaferleri mertlik damgası taşır. Ciddi yönetim
düşünürleri, kişinin siyaset ve iş hayatında “ruhunu şeytana
satmadan da kazanabileceğini” söylüyorlar. Her iki alanda
da ancak ilkeli olanlar başarıya ulaşır. İşte birkaç temel ilke:
162
1. Mert insanlarla ittifak edin. Kısa vadede bazen daha
kazançlı gözükse de, mertlik, dostluk, cömertlik gibi
temel değerlerinizi küçümseyenlerle fazla oturup kalkmayın, ilişkilerinizde mesafeli durun. Hangi kademede
olurlarsa olsunlar, mert insanların kadrini bilin. Namert
dostunuz olacağına, mert düşmanınız olsun!
Mert elinden sille yedim gam değil
Namerdin dilinden kem-yâremiz var
Ben merdi hoş dedim felek namerdi
Düştük bir davaya mahkememiz var (Hicranî)
Nuh’un gemisine bühtan edenler
Yelken açıp yel kadrini ne bilir
O Süleyman kuş dilini bilirdi
Her Süleyman dil kadrini ne bilir (Karacaoğlan)
Hercai elinden deng oldum baştan
Boş gafa adamdan üreği daşdan
Bed nazar gomşudan kötü yoldaşdan
Kadir bilenlerin iti yahşıdı (Âşık Şenlik)
Bakarsın ki vefasızdır bir adam
Uzak dolaş arkasına takılma
Sakın ülfetine aldanma her dem
Aklın topla ataşına yakılma (Posoflu Zülalî)
2. Doğru sözlü danışmanlar edinin. Sizi boyuna pohpoh-
layanlardan uzak durun. Kibir ehliyle düşüp kalkmayın.
Huylar bulaşıcıdır. Herkesin aynı ayarda, aynı kavrayış
düzeyinde olamayacağını bilin.
Arzeyle bu pendi kendi özüne
Dost addetme her güleni yüzüne
İncinme dostunun doğru sözüne
Doğru söz insana batar demişler
Benlik sarayında kendin kuranlar
Kibir döşeğinde hem oturanlar
Nefsi hâkim edip davâ görenler
Tekellüm ettiği sözden bellidir (Hicranî)
Akıl yaşta değil baştadır başta
Kişinin mikdârı bilinir işte
Herkes bir değildir yaradılışta
İnsandan insana imtiyaz olur
Âdem oğlanını böylece kabul
Eylemek gereksin sen dahi oğul
Her türlü noksanı sende ara bul
Kendi özün gören serfirâz olur (Mestî)
3. Rakipleriniz hakkında öğrenebileceğiniz her şeyi
öğrenin. Rekabet sürecinin kumaşı bilgiyle dokunur.
Bilgi olmazsa, üstünlük tesadüfen gelebilir ancak. Bilgisiz ne meşruluk sağlanır, ne etkinlik. Hayatın kendisi
birçok bakımlardan uzun bir yarış olduğuna göre, şu
üç kelimeyi aklınızdan çıkarmayın: İLGİ, BİLGİ, TAKİP.
İlgi duyun, bilgi edinin, takip edin. İnsanın temel güç
kaynağı, kişiliğinde içkin bu hasletlerdedir. Bilgisiz
insanlardan uzak durun.
Çiçeksiz bahardan bülbülsüz gülden
Sümbülsüz selviden lâlesiz daldan
Hizmetsiz ustadan yarım molladan
Elbet meyhanenin sazı şirindir (Hicranî)
Cahilin vadine kanma yalandır
Kâmilin her sözü derde devadır
Mert yiğidin zehri derde şifadır
Namerdin balından olur bıkılma (Posoflu Zülalî)
Tâlib-i mârifet çekerse emek
Yüğrük at artırır yemin giderek
Şâire ses ile saz ü söz gerek
Yalınız taş olmaz duvar demişler (Levnî)
4. Rakipleri farklı bir seçeneğiniz olduğuna, böyle bir
seçenek yoksa bile, inandırın. Burada dürüstlük sını-
rını biraz zorlamıyor muyuz? Maksat rakibi makul bir
noktaya getirmekse, hayır. Ameller, niyetlere göredir.
Mesele, kar üstünde yürüyüp iz belli etmemektir. Tedbirli
olun, tesirli olursunuz.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim
Eşkin at yanına bağlansa güre
Huy alır huyundan ol göre göre
Hizmet eyler isen eyle bir ere
Su aktığı yere akar demişler (Levnî)
163
İl âriftir yoklar senin bendini
Dağıtırlar tuzağını fendini
Alçaklarda otur gözet kendini
Katı yükseklerden uçucu olma (Karacaoğlan)
Hicranî bu söze verdin mi karar
Kârın içindedir gizlenen zarar
Merhemin yok ise yaraya yarar
Dolanıp da Lokman olsan fayda ne (Hicranî)
7. Size gözdağı vermeye kalkarlarsa, asla korkuya kapılmayın.
Tehdit çoğu zaman zaaf işaretidir. Her gürültüye pabuç
bırakmayın. Cesaret ayakta kalmanın en emin yoludur.
Kûy-ı dilârâya eylersen akın
Hele gâfil olma etrâfa bakın
Karda yürü izin belirtme sakın
Arif olur il tiz duyar demişler (Levnî)
Mevlâm hidayet kıl Hicranî kula
Tedbirsiz tesirsiz bırakma yola
Amelin kalkan et sağ ile sola
Kurtarsın öz başın beraber götür (Hicranî)
Kestim bu arsada ben de bir koyun
Meydân-ı hünerde gel sen de soyun
Feleğin zoruna dayanmaz oyun
Katı zor oyunu bozar demişler (Levnî)
8. Dinlemeyi bilin. Dinlemeyen dinlenmez. Dinlenmeyen
anlaşılmaz. Anlaşılmayan kabul görmez. Bilge gibi
düşünün, fakat halk gibi konuşun.
Mecliste ârif ol kelamı dinle
El iki söylerse sen birin söyle
Elinden geldikçe iyilik eyle
Hatıra dokunup yıkıcı olma (Karacaoğlan)
5. Sınırlarınızı iyi tespit edin. Nelerden vazgeçemeyece-
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim
ğinize başta karar vermiş değilseniz, yarış esnasında çok
değişik rüzgârlar esebilir. Rüzgârgülü olmayın. Eksik
yanlarınızın (dezavantajlarınızın) farkında olun.
164
Gahi bakkal olur alış verişe
Gahi agah olur her türlü işe
Gahi tüccar olur çıkar satışa
Gahi kervan gahi yoldur bu gönül (Hicranî)
Herkes sükût eder dil dergâhında
Akılda noksanı ben bende buldum
Ta’n etmem kimseye hâlimden billâh
Katreyi tufanı ben bende buldum (Hicranî)
6. Yarışırken bile çatışma ortamı değil, işbirliği ortamı
hazırlayın. Çatışma, galibi olmayan sonuçlara götürür.
Dünya savaşlarını düşünün: Kazananlar da en az kaybedenler kadar yıkıma uğramıyor mu?
Bir meclise varsan muhibb-i dostum
İkamet etmeli pir irfan gibi
Kâmilden cahilden bir söz alırsan
Halletmeli onu ârifân gibi (Hicranî)
VERİMLİLİĞİN SIRRI NERDE?
Verimlilik Deming’den Juran’a, Drucker’dan Porter’a
kadar bütün çağdaş yönetim düşünürlerinin “vird-i zebanı”.
Kaizen’den Yalın Yönetim ve Altı Sigma’ya kadar bütün
çağdaş yönetim metotları verimliliği amaçlıyor. Tüm bu
yaklaşımları on başlık altında topladım ve her birine halk
şiirimizden uygun bir dörtlük ekledim. Bakalım âşıklarımızın
çağdaş yönetim gurularından eksiği var mıymış?
1. Verimlilik ÖLÇÜ bilincidir. Belirli bir işi, minimum
maliyetle başarma sürecidir. Olacakları önceden kestirme,
hesapsız kitapsız davranmama anlayışıdır. Edirneli
Levnî’ye nazire:
Elli adamın olsa makul ve çevik
Gölgen dünyayı tutar demişler
Ahmak bir kuş bile bulsa bir kemik
Evvel ölçer sonra yutar demişler
Var oğul mert oğlu mert ile konuş
Şeker olsa yeme muhannet ile
Asilzâde olan azmaz yolundan
Can verir uğruna sadakat ile
2. Verimlilik ODAKLANMA bilincidir. Herkesin tamamen
7. Verimlilik ÇÖZÜM bilincidir. Her türlü sorun için,
yaptığı işe yoğunlaşması, başka şeyleri kafaya takmamasıdır. İşinin ustası olmayan, verimliliği yakalayamaz.
adamlarınla beraber çözüm geliştir ve uygula. Çözüm
sürecine ilgisiz kalıp, sonra adamlarına çatma veya
onlara küsme. Ruhsatî:
Arabî Farisî dilin olmazsa
Bülbüle münasip gülün olmazsa
Asla bir meslekte elin olmazsa
Dava ile sultan olsan fayda ne (Sümmanî)
Edepliden edep öğren ödlü gez
Ham yere basmanın sırası değil
Halk içinde hatır yıkma tatlı gez
Boş yere küsmenin sırası değil
3. Verimlilik SİSTEM bilincidir. Yapılacakları gelişigüzel
değil, belirli bir metotla yapmak; standartlar belirleyip
bunlara uymaktır. Sistem eğri olursa, doğru adamlar iş
göremez. Olacaksa, eğrilik bile “sistem gereği” olmalıdır,
yayda olduğu gibi.
Zannetme Seyranî yıldız ay olur
Doğru oku atan eğri yay olur
Katreler karışır ırmak çay olur
Bulur deryasını çay gide gide
8. Verimlilik GELİŞTİRME bilincidir. Kaliteyi sağlamak
ve üretkenliği artırmak için her gün daha iyi yöntemler
geliştir. Aklın fikrin hep daha iyide, en iyide olsun. Seyranî:
Her kim temizlese taşlı pirinci
Kendi gözü nuru ile bakıyor
Akıl bir ipliğe düzüyor inci
Fikir merâmınca delip takıyor
9. Verimlilik KONTROL bilincidir. Ortak amaca ulaşmak
Niçin, Nasıl, Nerede, Ne Zaman, Kiminle?) Her dönem
için neyin, kim tarafından, ne zamana değin, hangi maliyetle yapılması gerektiğini belirlemektir. Ümmî Sinan:
Bir pınarın başına
Bir testiyi koysalar
Kırk yıl anda durası
Kendi dolası değil
5. Verimlilik PAYLAŞMA bilincidir. İş, itibar, sorumluluk
ve yetkiyi paylaş ki, emrinde çalışanlar kabiliyetlerini
maksimum kullanabilsinler. Mestî:
Akıl yaşta değil baştadır başta
Kişinin mikdârı bilinir işte
Herkes bir değildir yaradılışta
İnsandan insana imtiyaz olur
6. Verimlilik İŞBİRLİĞİ bilincidir. Adamlarının birey ve
grup olarak çalışmalarında destek ol. Emir verip köşene
çekilme. Mert ol! Mertlik, cömertliktir; bildiklerini aktararak onları geliştirmendir. Sadakat, mertliğe verilen
cevaptır. Ruhsatî:
için, ilerlemeyi ölç ve gerektiğinde düzeltici eyleme geç.
Yaptıklarının fark edilmeyeceğini düşünme.
Âşık Ruhsatî’yi gülmez belleme
Dünyaya geleni ölmez belleme
Ettiğin işleri bilmez belleme
Kara karıncayı gece gören var
10. Verimlilik HAK bilincidir. Bir felsefedir, hayata bakış
tarzıdır verimlilik. “En verimli yağmur, alın teridir”
demiş Cenap Şahabettin. Verimlilik, alın teri dökerek
kazanma; kazandırarak kazandığı için, kazancını gönül
ferahlığı ile hak etme bilincidir.
Muhammed, Ali’ye selam gönderdi
Oturduğu yeri pâk etsin dedi
Miraç’dan indikte yine söyledi
Yediği lokmayı hak etsin dedi... ▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim
4. Verimlik PLAN bilincidir. Saati, günü, haftayı, ayı, mevsimi, yılı… 5N 1K anlayışıyla düzenleme girişimidir. (Ne,
165
Kitap
1 kitap 3 tanıtım 1984
(George Orwell)
Hatice Kılıç
1948’den 1984’e
KİTAP
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1 kitap 3 tanıtım 1984(George Orwell)
1 kitap 3 tanıtım
1984 (George Orwell)
166
İ
nsanların robotlaştırıldığı
ruhsuz ve totaliter rejime
karşı olan Winston Smith’in isyanını ve
nazik yenilişini anlatan olağanüstü bir
kitap. Başkaldırının, dilin, özgürlüğün,
düşüncenin ve hatta duyguların yok
edildiği; ama sadece bu eylemlerin
değil, kavramların da yok edildiği bir
distopya romanı 1984. Modern dünyayı
protesto eden bu romandan bahsederken Orwell’in haklı öngörüsündeki
kavramlara değinmek istiyorum.
Ülkenin dört bir yanında posterleri
olan despot lider Büyük Birader’in yönettiği Okyanusya, yasaklar ve korkularla
sindirilmiştir. Öyle ki okurken zaman
zaman benim de korkuya kapıldığım
yerler olmuştur. Her evde bulunması
zorunlu olan tele-ekran ile özel hayat
ortadan kaldırılmıştır. Bu tele-ekranlar
sayesinde insanların yaptığı her şey
görülüp dinleniyor. Aynı zamanda bu
ekranlar sayesinde parti propaganda
yapıp isyankârlara karşı nefret aşılıyor.
Bir çeşit televizyon-telefon görünümlü olan bu tele-ekranları günümüzdeki internet ve web ortamıyla
denkleştirmeden edemedim. Buna
şu açıdan dikkat çekmek istiyorum;
internet ve web ortamının bireylere ait
bütün enformasyonu (şahsi, finansal
ve genetik bilgiler gibi) dijital bir dilde
tek bir elde toplanmasıdır. Dijital teknolojinin, getirdiği refah sayesinde
insanların sisteme ve sosyal yapıya
rahat bir şekilde güven duymalarını
sağlaması ve teknolojinin bireylere ait
enformasyonu basitçe tek elden kontrol
edebilmesi yaşadığımız toplumsal sistemi rahatça totaliter bir yapıya sokabilir
zannımca. Gelişen teknolojiyle cep
telefonlarının kişileri rahatça izleyip
dinleyebilmesi de cabası.
Burada “panoptikon” kelimesi aklıma
hücum ediyorken bu kelimeye de
1948’den 1984’e
yer vermek istiyorum. Panoptikon: oluşan dil, 1984 ve günümüz toplumu
Mahkûmların görülebilecekleri duy- içerisindeki dil kullanımı basitliğini
gusu nedeniyle davranışlarını kurallara sorgulatıyor. İlginçtir ki günümüzdeki
uygun yapmasına sebep olan modern bu dil yukarıdan gelen baskıyla değil
bir hapishane modelidir. 1984 ve günü- bireylerin kendi isteğiyle oluşmuştur.
müz karşılaştırması yaparak bu kelime
Son olarak değinmek istediğim konu
ışığında “insanların çağdaş sandığı Okyanusya’da kurulan bakanlıkların
hayatlar” tabirini buraya bırakıp şu isimleri ve görevleri. Barış Bakanlığı
cümleyle eşleştirebilirim:
“savaş barıştır!” sloganıyla savaşlar,
“Çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acı- Sevgi Bakanlığı “sevilmesi gereken
masızlığı ve güvensizliği değil yavanlığı, tek kişi Büyük Birader’dir!” ilkesiyle
donukluğu ve kayıtsızlığı olduğu…” (sf. 84) işkenceler, Varlık Bakanlığı da insanEşitlikten bahseden yöneticiler ve ların azla yetinmesini sağlayabilmek
halk arasındaki yaşam kalitesi uçurumlar adına yoklukla görevlidir. Beni en çok
kadar olmasına rağmen uyutulan halk etkileyen ve sarsan bir diğer kurum
bunun bilincinde dahi değil.
yalanlarla çalışan Gerçek Bakanlığıdır.
“Bilinçleninceye kadar asla başkaldı- “Bugünü kontrol etmenin yolu tarihi
ramayacaklar ama başkaldırmadıkça da kontrol etmekten geçer” ilkesiyle tarih
bilinçlenemezler.” (sf. 81)
her gün yeniden yazılmaktadır:
“Hiçbir şeyi kavrayamadıkları için hiçbir
“Geçmişe hükmeden geleceğe hükmezaman akıllarını kaçırmıyorlardı.” (sf. 172) der. Bugüne hükmeden geçmişe hükmeBu alıntıya Lessing’ten bir alıntıyı der.” (sf. 45)
ekleyebilirim:
Geçmişi yalnızca değiştirmekle
“Aklınızı kaybetmenize neden olacak kalmayıp resmen yok eden bu bakanlık
şeyler vardır ya da kaybedecek aklınız yoktur.” halk belleğini zayıflatarak iktidara karşı
Bir başka önemli konu dilin sadeleş- bağlılığı kuvvetlendirmek istemektedir.
mesidir. Okyanusya’nın dili sadeleştiril- Bellekler zayıflatılınca içinde bulundumektedir. Sözlükten zıt kelimeler ya da ğumuz an daha önemli olur. (!)
eş anlamlı kelimeler çıkartılmaktadır:
Kitap boyunca anlatılan dünya
kötü yerine iyi değil, mükemmel ya da ilk bakışta bize uzak gibi görünse de
fevkalade yerine artı-iyi, çifte-artı-iyi okudukça, sorgulamaya, karşılaştırkelimeleri gibi… Böylece kimse Büyük maya başladıkça anlatılanlara pek
Birader’e muhalefet yapamayacaktır. çok yönden yabancı olmadığımızı
Düşünce kodlarını iktidar belirlemeli, fark ediyorum. Kitabın bu kadar kalıcı
zihinleri dilediği gibi biçimlendirmelidir. olmasını sağlayan unsurun da aslında
“Bağlılık düşünmemek demektir, düşün- kitabın belli bir döneme hitap etmekten
meye gerek duymamak demektir.” (sf. 64) çok bütün dönemlerde geçerliliğini
Dil düşüncenin yansımasıdır. Dola- koruması ve Orwell’in bu konudaki
yısıyla dil ne kadar kısıtlanır, ne kadar öngörüsü olduğunu düşünüyor ve son
tekdüzeliğe evrilirse düşünceler de bir alıntıyla bitiriyorum:
bir o kadar sığlığa dönüştürülebilir.
“Hiçbir yararı olmadığını bile bile insan
İnternet ve mesajlaşma günlük yaşa- kalmanın çok önemli olduğunu düşünümımızın bir parçası hâline geldiğinde yorsan onları yendin demektir.” (sf. 183)▪
insanların bu sanal ortamlarda yarattığı
kısaltmalardan ve yeni terimlerden
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1948’den 1984’e
HATİCE KILIÇ
Aksaray Ünv İslami İlimler Fak. Lisans
mezunu ve Erciyes Ünv. Edebiyat Fak.
Lisans ve Büsam Şehir Akademi öğrencisi
167
Seda Gürdap
1984’den 2022’ye
1984’den 2022’ye
Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar,
ama başkaldırmadıkça da bilinçlenmeyecekler.
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1984’den 2022’ye
SEDA GÜRDAP
AGÜ Biyomühendislik Fak. Asistan
ve Doktora ve Büsam Şehir Akademi
Öğrencisi
168
E
ric arthur blair, çoğunluğun
bildiği ismi ile george orwell,
1903-1950 yılları arasında yaşamıştır.
Kısa olarak ifade edilebilecek bir süre
yaşamış olsa da yazar, kısa hayatına pek
çok şeyi sığdırmış ve günümüzde bile
hâlâ ilgiyle okunan kitapları kaleme
almıştır. Yazar II. Dünya Savaşı’nı
yaşamış ve insanların savaş sonrasında
yaşadığı acıları birebir de gözlemlemiştir.
Bütün bunların ardından George Orwell
savaş ve totaliter rejimlere karşıt olarak
kendini pozisyonlandırmıştır. Bu pozisyonlandırma yazarın hayata dokunmak
adına uğraşı içerisinde bulunmasını
sağlamıştır. Kitapları, isyanını dile getirmesini sağlayan en önemli araçlardan
biri hâline gelmiştir. 1984’te totaliter
rejimler ile dalga geçercesine “SAVAŞ
BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELEİKTİR,
CAHİLLİK GÜÇTÜR” demiştir. Cahilliğin ancak totaliter rejimin gücüne
katkı sunacağı fikri kitabın genelinde
farklı unsurlar ile beraber çok güzel bir
şekilde açıklanmıştır.
Günümüzde en çok okunan kitaplar
arasında bulunsa da eserin “totaliter
rejimler ve sansür hakkında sunduğu
kasvetli içerik” dolayısıyla bir dönem
bazı ülkelerde yasaklı kitaplar listesinde
bulunduğu detayını da ekledikten sonra
artık kitabın tahliline geçebiliriz.
Kitap ilk defa yayımlandığında “Avrupa’daki Son Adam” ismi ile yayımlanmış
olmasına rağmen, ABD ve Birleşik
Krallık’taki yayımcısı tarafından kitabın
ismi bir pazarlama stratejisi olarak “1984”
şeklinde değiştirilmiştir. 1948 yılında
yayımlanan kitabın distopik dünyasında
kurduğu korku ve kaygının gelecekte bir
zaman karşımıza çıkabileceğini hatırlatmak mahiyetinde, bir kelime oyunu
yapar gibi rakamların yerlerini tersine
çevirerek kitabın isminde yapılan bu
değişiklik gerçekten dikkate şayandır.
Bireyselliğin tamamen yok edildiği
ve her daim kontrol altında tutulan
bir toplum düzenini anlatan yazar,
bunu başkahramanımız Winston’un
yaşadıkları üzerinden bize anlatıyor.
Kitapta konuşulması gereken pek çok
kavram (Büyük Birader, düşünce suçu,
proleterler, bakanlıklar, iki dakikalık
nefret…) olmasına rağmen, günümüzde
de yansımaları görülen ve kitapta da
özellikle çok iyi işlenen iki kavramdan
bahsedilmezse olmaz.
Yenisöylem
Çiftdüşün.
İlk olarak Yenisöylem’in ne olduğu ve
önemi üzerine konuşalım biraz. Okyanusya devletinde bir devrim yapılmış
ve Büyük Birader’in liderliğini yaptığı
parti, İngsos (İngiliz sosyalizmi) devrimi
ile ülkenin yönetimini ele almıştır.
İnsanların her daim mutlu (!) olacakları
iddiasında olan parti yönetimi, ülkede
konuşulacakları/konuşulamayacakları
doğal gelişim sürecinde gözlemlenmesi
muhtemel olan değişimin bir parçası
olarak gerçekleşmiyor. Düşüncelerin
sınırlandırabilmesi amacıyla bilinçli bir
şekilde dil değiştiriliyor (geriletiliyor).
Diğer türlü 50 yıl önceki bir dille aramızdaki mesafe bu kadar fazla olabilir
miydi? Ayrıca günümüzde Orwell’in
distopyasındaki gibi sloganlar üzerinden ve fikriyatı ifade etmekten ziyade
papağanvari tekraratlar ile konuşanların toplumun büyük bir çoğunluğunu
oluşturmaya başladığına şahitlik etmeye
başladık. Peki nasıl mı bu hâle geldik?
Kitapta da bahsi geçtiği gibi geçmişle bağı sağlayacak kitaplar, yazılı
ve sözlü kaynaklar hayatlarımızdan
çıkarıldı. Boş ve kafa karıştırıcı haber
metinleri ile kişilerin zihinleri oyalandı. Düşünen zihnin varlığına imkân
sunacak kelimelere ulaştıracak yollara
taşlar konulurken düşünme ihtiyacını
ortadan kaldıran slogansal dil her daim
teşvik edildi. Bazen televizyon, internet
ya da sosyal medya bu görevi üstlendi
ve bazen ise eğitim kurumları, siyasetçiler ya da futbol takımları bu dilin
oluşmasına katkı sağladı. İşin sonunda
seküler zihinli ve kültürel değerleri
yok denilebilecek seviyedeki insanlar
yetişmeye başladı. Aynılığın olduğu
yerlerde kelimeler aynileşti ve zihinler
belli kişi ve kurumların yönlendirmelerine bırakıldı. Ama hâlâ geri dönülebilir
bir noktada olduğumuzu düşünmekle
beraber işimizin kolay olmadığını da
ifade etmek mecburiyetindeyim.
İkinci olarak ise “Çiftdüşün” tekniği
çıkıyor karşımıza. Hükümetin her ne
söylerse söylesin her an haklı çıkmasını
sağlayan yöntemin adıdır “Çiftdüşün”.
Birbiriyle çelişen açıklamaları olsa bile
hükümet her zaman haklıdır. Mesela;
bugün yapılan bir açıklamada Okyanusya
hükümeti Avrasya ile 4 yıldır savaşta
denildikten bir gün sonra Okyanusya
ile Avrasya son on yıldır savaşa hiç
girmemiştir denilebilir. Ama hiç kimse
bu çelişkilerde bir gariplik olduğunu
düşünmez. Düşünecek olan birkaç kişi
olsa dahi onlar da düşünce polisi aracılığıyla doğru (!) yola iletilecektir zaten.
Çiftdüşün yöntemi, zihinlerin kuşkuya yönelmesine engel olan muhteşem
bir yöntem olarak gönüllere su serpmektedir. Ki zamanla bu tekniğe bile
gerek duymaksızın insanlar karşılarına
çıkan her yeni durumun savunucusu
hâline gelebiliyorlardı. İşin garip yanı
dün ben neyi savunuyordum demeyi
bir an dahi akıllarına getirmeksizin
bunu yapmaktaydılar.
1948 yılında George Orwell’in öngördüğü bu düzenin yansımalarını 2022’de
bile hâlâ görebiliyoruz. Böylesi durumlar
ile bazen hükümetlerin yaptığı açıklamalarda bazen de bilim insanlarının
(!) açıklamalarında karşılaşabiliyoruz.
Diğer taraftan sosyal medya da çiftdüşün
tekniğinin gözlemlenebileceği en ilginç
alanlardan birisi. İki gün önce düşman
olarak belletilen devletler/şirketler/
ünlüler… bir anda en kadim dostmuş
gibi sunulabiliyor. Bununla birlikte
günümüzde sanki bir toplumsal bilinç
göstergesiymiş gibi acılara/sevinçlere
slogansal bir dille sosyal mecralarda
karşılık veriliyor. Bu slogan tarzlı söyleme dâhil olmayanlar ise günümüzün
gönüllü düşünce polisleri tarafından
eleştiri bombardımanına tutulup
zamanla toplumun çarklarında eritiliyor.
Peki biz hangi düşünme şekliyle
bu yapılanları yargılamaksızın kabul
edebiliyoruz? Çiftdüşün tekniğimiz mi
var, sağından solundan kırp kırpıştır
diyeceğimiz bir teknik mi oluşturduk?
İşin özü bir hafıza sahibi olabilmekte.
Bu hafızanın kaydedilmesindeki en
önemli nokta ise nesilden nesile aktarımı sağlayabilecek kelimelerimizin
varlığında. Diğer türlü fikrî ve duygusal
bağın olmadığı bir kültür meydana
gelecek ve insan kendi varlığının farkında olmadığı bir yaşama mecbur
bırakılacaktır. Başkalarının güdümü
altında yaşanıp sonunda insan olmanın
değeri anlaşılamadan yaşanmış bir
ömre mecbur bırakılabiliriz.
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1984’den 2022’ye
belirlemek için bazı değişiklikleri gerekli
görmüştür. İngsos devrimi ancak dilde
yapılacak bir devrim ile gerçek manada
tamamlanabilecektir. Eski zamanlardaki
gibi yaşayarak gelişen canlı bir dil artık
toplumun (devrimcilerin) ihtiyaç ve
isteklerini karşılayamayacağı için kontrollü bir dil çalışmaları başlatılmıştır.
Yeni geliştirilen bu dile verilen isim ise
“Yenisöylem”. Eski ile bağı koparacak
ve yeninin muhteşemliğine (!) kapı
aralayabilecek bir dil… Bu dilin bir
diğer fonksiyonu ise İngsos devriminin
yaygınlığını artırmaktır. Bunda ise
geliştirilen slogan dilin azımsanamayacak katkısı olmuştur.
Yazar Yenisöylem’in amacını ise
başkahramanımız Winston ile filolog
olan Syme’in sohbeti sırasında geçen
konuşmalar aracılığıyla bizlere açıklamış oluyor:
“Sözcüklerin yok edilmesinin güzelliğini kavrayamıyorsun… Yenisöylem’in
dünyada sözcük dağarcığı her yıl biraz
daha küçülen tek dil olduğunu biliyor
musun?. Yenisöylem’in tüm amacının
düşünce ufkunu daraltmak olduğunu
anlamıyor musun? Sonunda düşünce
suçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirebilecek
tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek
duyulabilecek her kavram, anlamı kesin
olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir
sözcükle dile getirilebilecek.” (s. 62,63)
Yazar, öyle bir dil devriminden söz
ediyor ki bu dil aracılığıyla bir kültür
ve medeniyet inşâsının yapılabilmesi
bir yana, mevcut dilin yıkımı hedeflenmiştir. Dildeki yıkım ile yozlaşan
insanların düşüncede de yozlaşacağı
vurgusu harikulade şekilde işlenmiştir.
Günümüze gelsek peki Orwell’in
distopyası ne durumda? Yeni teknolojik
gelişmelerin hayatımıza kattığı kelimeler
olmasına karşın hayatımızdan çıkan o
kadar çok kelime var ki. Dolayısıyla kelimelerin ifade ettiği durumlar/nesneler/
duygular… da zamanla hayatımızdan
çıkıyor. Ve maalesef ki bu, dillerin
169
Ahmet Buğra Han Arıcı
1984194884194819
1984194884194819
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1984194884194819
AHMET BUĞRA HAN ARICI
Nevşehir Hacıbektaş Ünv. İlahiyat mezunu
ve Büsam Şehir Akademi öğrencisi
170
Y
azımın başlığının ilginç, karışık, ahenksiz ve
anlamsız olduğunun farkındayım, tıpkı bugünlerde olup bitenler gibi. Bu yazıda elimden geldiğince 1984
kitabını günümüzle mukayese ederek kitaptan bahsetmeye
çalışacağım. George Orwell’ın büyük bir öngörü ile ortaya
çıkardığı bu eser geleceğe dair ışık tutma konusunda
oldukça başarılı. Günümüz insanının bu kitabı okurken
büyük bir dehşete kapılmaması ve ürkmemesi nerdeyse
imkânsız. Kitapta olup bitenlerin ilk etapta, ilk elden
görünümlerinde her ne kadar ütopik bir hava görülse de,
ilerleyen sayfalarda bunun bir illüzyon olduğu ve arkasında
korkunç bir dünya saklı olduğu görülüyor. Distopya olarak
tanımlanan durumların birçoğunun gerçekleşmiş olması ve
insanoğlunun bu gerçekliğin içerisine, tam ortasına düşmüş
olmasının dehşetini yaşatıyor insana. Örneğin yazıldığı
dönemde çok mümkün görülmeyen tele-ekranların artık
her birimizin siyam ikizleri hâline dönüşmüş olması bu
ramından bahsediliyor. İnsan beyni
çelişik bilgiler depo edilecek bir hangar
görevi görüyor. Ne zaman, nerede,
hangi çelişik bilginin kullanılması
gerekiyor ise o ortaya çıkartılıyor. Bir
diğer dikkate değer olay ise hikâyenin
kahramanı olan Winston’un da yaptığı
iş olan arşivlerin temizlenmesi yahut
yenilenmesi olayı oluyor.
Bu kitap hem geçmişten hem gelecekten izler taşıyor; insanın var olduğu
andan itibaren vermiş olduğu iktidar
mücadelesinde sırf iktidarını sağlamak
için göze alabileceklerini iyi analiz eden
yazarın bu denli başarılı olmasının sırrı
da bence bu analizi oluyor. İnsanın var
olduğu andan yani Habil-Kabil’den
beridir süregelen iktidar kavgası bizim
kendi coğrafyalarımızı ve tarihimizi de
kapsayacak şekilde devam eden, tüm
dünyayı ilgilendiren bir sorun olarak
çıkıyor karşımıza.
Son olarak, olan bitenlere direnen ve
âşık olan Winston, aşkını yitirdiğinde
mücadelesini de kaybetmiş oluyor. Belki
de tüm bu olan bitenlere direnmenin
yolu aşktır. Neşet Ertaş’ın söylediği
gibi; “aşkınan koşan yorulmaz.”
▪
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1984194884194819
gerçeklerden birisi, siyam ikizlerimizin olay örgüsü bu. Basmakalıp düşünceleverilerimizi nasıl ilmek ilmek işlediği rini insanlığın geneline hâkim kılmaya
çalışanların tam olarak yapmaya çalışhepimizin malumudur.
Kitapta bahsedilen tele-ekranlar tıkları şey de bu. Uluslararası düzeyde
sürekli olarak insanların davranışlarını kanunları koyanlar ve o kanunların
izlemekte ve o davranışların kontrol uygulayıcıları, insanların kendilerine
altına alındığı, insanın davranışlarının ait olanlardan beridirler; İsmet Özel’in
sürekli olarak bir merkez tarafından “bize ait olan ne kadar uzakta” dediği
gözetlendiği, bilindiği, iktidarın istekleri gibi… Coğrafya, inanç, kültür, iklim
doğrultusunda hareket etmeyenlerin ve ahlak farklılığı gözetmeksizin tüm
tespit edildiği ve buna müdahale etme dünyada hâkim kıldıkları şey kitapta
noktasında işe yarayan bir kontrol anlatılan Büyük Birader’in yaptığının
cihazı olarak çıkıyor karşımıza. Hatta ta kendisi. Yine kitabın içerinde bahsebu yazının oluşturulduğu ve paylaşıl- dilen nefret söylemleri bugün farklılık
dığı ortamın da bu siyam ikizlerimiz kabul etmeyen tekdüze bir model çizen
aracılığı ile olacağı ve yine bu verilerin insan tiplemesi ile karşılık buluyor.
ilmek ilmek işleneceği her birimizin Farklı olandan nefret etmeyi yahut
bildiği bir gerçek. Doğruların totaliter farklı olanın yanlış olduğunu dayatıyor
rejim tarafından belirlendiğinden ve bizlere sistem: “Siyah beyazın zıddı
doğruların dışında kalanların rejim değildir.” Çoğunluğun bu dayatmanın
tarafından düşünce suçu işlemekle farkında olmadan gerçekten inanarak
yaftalandığından, bunun da düşünce bu dayatılanı gerçek kabul etmesi de
polisi aracılığı ile kontrol altında tutul- cabası oluyor. Tapılası formlar hâline
masından bahsediliyor kitapta. Rejime dönüştürülen bilgiler hiçbir zaman
ait olan değerlerin tüm halkın da sorgulanmıyor; yahut sorgulanmasına
kabullenmesi zorunlu olan değerler fırsat bırakılmıyor.
olduğundan bahsediliyor yine ayrıca.
Kitapta dikkat çeken birkaç olaya
Günümüz insanı için tanıdık gelen bir değinelim: İlkinde çift-düşün kav-
171
Sinema
Rukiye Er
Columbus Filmi Üzerine Düşünceler
SİNEMA
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler
Columbus
Filmi Üzerine
Düşünceler
172
RUKİYE ER
AGÜ Mimarlık lisans ve Büsam Şehir
Akademi öğrencisi
F
ilm amerika’nın Indiana eyaletinde, modernitenin mekke’si
kabul edilen columbus şehrinde çekilmiştir. 1820’lerde başlayan
bir tarihe sahip olan bu şehirde şehir planlaması ve bina tarzları modernitenin
etkisi altındadır. Bunun bir başka nedeni ise memleketi Columbus olan J. Irwin
Miller’in bir modern mimari patronu olmasıdır. The New York Times gazetesinde
Eric Pace’in1 belirttiğine göre Miller kendi memleketine kazandırdığı modern
binalar ile Columbus’a ulusal bir anlam kazandırmıştır.
Columbus filmi biri kadın ve diğeri erkek olmak üzere iki başrolün birbirleri
ile tanışmalarını ve aralarındaki iletişimi konu alıyor. İki farklı dünya bakışı ve
farklı sorunlara sahip olan Jin ve Casey’nin birbirleri ile olan etkileşimleri Jin’in
babasının bir mimar olması ve Casey’nin mimarlığa ilgisi olması ile başlıyor. Jin
babasının hastalığı nedeni ile Columbus’a gelmek zorunda kalıyor ve Kore’deki
işlerine ara veriyor. Jin bir Koreli ve film içerisinde bahsettiğine göre eğer bir
insan aile üyesi yanında olmadan ölürse ruhu amaçsızca dolaşır ve bir hayalete
1
Eric Pace (19 August 2004). “J. Irwin Miller, 95, Patron of Modern Architecture,
Dies”. The New York Times. p. C 13.
oldu. Dikkat çeken diğer bir unsur
ise ev içerisinde bulunan camdan ya
da seramikten yapılmış olan masa
üzerindeki dekorasyonlardı. Nedenini
bilmiyorum fakat farklı şekillerde ve
farklı renklerdeki bu dekorasyonlar
bana aynı malzemeden yapılabilecek
olan çeşitliliği düşündürdü.
Jenerik kısmında ev içerisinde
telaşlı bir şekilde konuşan ve dolaşan,
bir şeyi ya da birini arayan bir kadın
vardı. Bu kadın ev içerisinde profesörü
arıyor, onu evin bahçesinde yağmura
ve yeşil alana bakarken buluyor. Daha
sonrasında ise mekân değiştirerek
solda dikdörtgen, sağda ise dairesel
kolonların olduğu bir yapının altında
kadın kadrajın sağ kısmında telefonda
konuşuyor, adam ise kadrajın sol kısmında düşünceler içerisinde kadını
umursamadan şemsiyesini alarak
yağmurun altında yürümeye başlıyor
ve bir anda bayılıyor. Sadece jenerik
kısmında gördüğümüz bu adamın
Jin’in mimar olan babası olduğunu
anlıyoruz filmin devamında. Bize bu
adamın yüzü hiç gösterilmemekle
birlikte hareketlerinden, giyinişinden, düşünceli yapısından ve inatçı
kişiliğinden onu tanımlama yolları
ortaya çıkıyor.
Filmde birçok yapı tanıtıldı. Bazen
oyuncular arasındaki diyaloglar ile
bazen de bir tur rehberinin bir anda
kamera kadrajına girmesi ile yapının
mimarından ve öneminden bahsedildi.
Filmi izlerken yapıları incelemeye ve
yorumlamaya çalışmak istedim fakat
yapıların birbirine olan benzerliklerinden mi yoksa birbirleri ile olan
ilişkilerinin filmde yansıtılmasından
dolayı mı bilmiyorum, hangi yapının
ne işlevde kullanıldığını, nerede bulunduğunu ya da yapı içerisinde yapılan bir
çekimin hangi dış cepheye ait olduğunu
algılamakta zorluk çektim. Kütüphane
binası, hastane binası ya da kilise binası,
hepsinin farklı işlevlere sahip olmasına
rağmen masif dikdörtgen kütleler olarak
tasarlanması dikkatimi çeken diğer bir
nokta oldu. Farklı olarak kırmızı taşıyıcıları olan bir köprü ve bahsettiğim
binalardan sonra inşa edilen altıgen
yapılı bir kilise gösterildi. Bu yapılar
hakkında tek tek elimden geldiğince
yorum yapmak istiyorum.
İlk olarak jenerikten sonra kütüphane binasının iç kısmını görüyoruz.
Dikdörtgen planlı olan bu yapının girişi
bile bir düzen ve tertip içerisinde tasarlanmış. İçeri girildiğinde dikdörtgen
kolonlar, hatta kapatılmamış, belki de
bilerek açık bırakılmış bir kaset tavan
var. Bu da daha çok dikdörtgen ya da
kare demek. Sıralı, düzenli ve simetrik
olarak yerleştirilen kitap rafları ve o
raflarda muhteşem düzenli bir kitap
sıralaması. Hatta bir sahnede kolonları,
kitapları, kitap raflarını ve kaset tavanı
hep beraber görebiliyorduk. Ve Casey
bu kütüphanede çalışıyor. Düzenliyor.
Kitapları, dergileri, dosyaları, belki de
bazı hayatları… Casey’nin bu düzen
içerisinde bulunması, hatta bu düzeni
sağlayan insanlardan birisi olması
onun özel hayatını da etkilemiştir.
Casey sadece kütüphanede değil, aynı
zamanda annesi ile beraber yaşadığı
evde de düzenleyici bir role sahip.
Kore’den babasının sağlık sorunları
nedeni ile gelen Jin ve babası arasında
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler
dönüşürmüş. Bu nedenle Jin babası ile
arası iyi olmamasına rağmen kültürel
düşünceler yüzünden Columbus’a
gelmek zorunda kalıyor. Casey ise liseyi
bitirdikten sonra diğer arkadaşları gibi
şehri terk ederek, ilgilendiği mimarlık
mesleğini okumaya gidemiyor. Bunun
sebebi ise annesine karşı hissettiği
sorumluluklar yüzünden şehri terk
edemeyeceğini düşünmesi. Bu açıdan
Jim ile Casey’nin ebeveynlerine karşı
mecburiyetten bile olsa sorumluluk
duymaları açısından da bir çakışma
görüyoruz. Bu vesileyle Jin’in, babasının mimar olması ama babasıyla
anlaşamaması dolayısıyla mimarlıktan
hoşlanmaması, buna karşın Casey’nin
mimarlıktan hoşlanması ama annesine
karşı sorumluluğu sebebiyle okuyamaması arasında ilginç bir birliktelik
ve kesişme söz konusu. Jin ve Casey
tanıştıktan sonra Columbus’taki yapıları
beraber geziyor ve yapılar hakkında
konuşmaları ve kendi hayatlarını
anlatmaları ile yakınlaşıyorlar.
Filmin beyaz ağırlıklı ve içerisinde
kot farkları bulunan bir evin içerisinde
dolaşan kamera açıları başlıyor. Bu
ev modern mimarinin patronu olan J.
Irwin Miller ve eşi için Eero Saarinen
tarafından 1957 yılında yapılmıştır. 2000
yılında Ulusal Tarihî Dönüm Noktası
seçilen evin J. Irwin Miller’in eşi vefat
edene kadar sahibi oluyor, sonrasında
2009’da ev müze hâline getiriliyor. Filmi
izlemeden önce evin modern yapılar
arasında bu kadar önemli bir değere
sahip olduğunu bilmiyordum. Dikkatimi
çeken kısımlardan birisi mobilyaların
özenle seçilmiş olmasıydı. Belki de
evin mimarı tarafından bu eve özel
tasarlanmış mobilyalar olabilirler diye
düşündürüyor. Bu şekilde düşünmemin
bir nedeni mobilyaların evin planı ve
birbirleri ile olan uyumuydu. Piyanonun
durduğu yer, evin hem çıkışına referans
veriyor hem de oturma alanının bir
parçası durumunda. Kütüphane ve
kütüphanede kitapların diziliş şekilleri dikkatimi çeken bir başka unsur
173
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler
Bu açıdan Jim ile Casey’nin ebeveynlerine karşı mecburiyetten bile olsa sorumluluk duymaları açısından da bir çakışma
görüyoruz. Bu vesileyle Jin’in, babasının mimar olması ama babasıyla anlaşamaması dolayısıyla mimarlıktan hoşlanmaması, buna karşın Casey’nin mimarlıktan hoşlanması ama annesine karşı sorumluluğu sebebiyle okuyamaması
arasında ilginç bir birliktelik ve kesişme söz konusu.
174
bazı sorunlar olmuş ve uzun süredir
görüşmüyorlarmış. Gelmesinin nedeni
babasını isteyerek son bir defa görmek
değil, diğer insanların ve geleneğinin
bunu yapması gerektiğini söylemesi.
Jin, Columbus’a geldiğinde babasının
kaldığı misafir evinde kalıyor ve babasının zaman geçirdiği mekânlarda zaman
geçiriyor. Jin babasını anlamayan ve
babasının mesleğine saygı duymayan
birisi olmasına rağmen misafir evinde
babasının odasında kaldığı süre boyunca
babasını anlamaya başlıyor.
Filmin başlarında Jin’in gelişi de
ilgimi çeken başka bir kısım oldu.
Arabadan iniyor ve direkt bir kapıya
yöneliyor. Yürüdüğü bina kütüphane
binasına o kadar benziyor ki eğer
üzerinde hastane yazmasaydı binanın fonksiyonunu kapısından ya da
kamera kadrajı ile gösterilen kısmı
ile anlayamazdım. Adam sağ kapıdan
girerken, sol kapıdan ise sırayla, düzenli
bir şekilde hepsi kadın olan bir grup
kırmızı üniformalı hastane çalışanı
çıkıyor. Ve bu kırmızı üniformalı hastane
çalışanlarından birisi de kızın annesi.
Casey kapıda annesini beklerken Jin’i
ilk defa görüyor. Çünkü o alanda zaman
geçirmek zorunda kaldı. Merak etti. Bu
odada konaklayan babasının odayı nasıl
kullandığını, nasıl vakit geçirdiğini.
Jin babasının dolaplarını karıştırdı,
eşyalarını inceledi, kitaplarını okudu,
hatta babasının kamerası ile babasının
not aldığı mekânları fotoğraflamaya,
keşfetmeye gitti. İlk geldiğinde babası
hakkında soğuk düşüncelere sahip
olan, hatta ilk zamanlarda babasının
konakladığı odada bile kalmak istemeyen
Jin filmin sonunda babası ile hastane
odasında bir gece geçirdi. Yaşanılmış,
anılara sahip olan bir mekânın bir insanın düşüncesini nasıl değiştirebileceğini
fark ettim. Jin’in düşünceleri o kadar
değişmişti ki bir masa oyunu satın alarak
o mekânda babasının ceketi ile bir oyun
oynadı. Babası ile o mekânda yaşamanın nasıl bir his olduğunu anlamaya
çalıştı. Hatta Miller evinde babasının
bahçede durduğu aynı yerde durarak
zaman geçirdi. Bu da onu anlamaya
başladığının, onun gibi düşünmeye
başladığının bir göstergesiydi.
Misafir evi diğer modern binaların
dışında klasik bir cepheye ve süslü bir
iç mekâna sahip. Yeni modern binalar
gibi dikdörtgen değil, üçgen çatılara
sahip, insan ölçeğinde kat yüksekliğine
ve yeterli ışık alınabilecek büyüklükte
pencerelere sahip bir ev. Evin önce bahçe
kapısını, sonra bahçesini, daha sonrada
cephesini görüyoruz. Dışarıdan içeriye
doğru bizi sürükleyen bir yapı. Yapının
eski olduğunu, diğer binalardan çok
önce yapıldığını sadece dış cephesi
ile değil, içeride gıcırdayan kapı ve yer
zemini, eski ahşap pencereler ile de
anlayabiliyoruz. Misafir evinin diğer
binalara kıyasla daha samimi bir havası
var. Bunun nedeninin eski ya da antika
olan mobilyalar olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepsinin bir yaşanmışlığı
ve hatıraları var. Jin eve ilk geldiğinde
bu antikalardan hoşlanmıyordu fakat
zaman geçtikçe onların samimi duruşu
ile yumuşamaya başladı. Hem kendi
yaşantısında hem de babasına karşı
olan fikirlerinde.
Casey ve annesinin yaşadığı ev ise
eski ama lüks olmayan bir mahalle
evi. Evin bulunduğu mahalle ise diğer
modern mimariye sahip olan binaların
uzağında onlara hiçbir referans vermeyen ya da onlardan hiçbir referans
almayan bir alanda ve tarzda. Mahalle
modernitenin dışında bir alanda. Bunu
Casey’nin evine yürüdüğü yoldan,
çevresinde bulunan diğer evlerden
ve insanlardan anlayabiliyorum. Evin
iç mekânı ise sıcak bir aile ortamının
yaşanabileceği gibi seçilen rahat mobilyalar, battaniyeler, yastıklar vb. objeler
ile donatılmış. Bu evde Casey ve annesinin nasıl yaşadığını görebiliyor ya da
tahmin edebiliyoruz. Bazı sahnelerinde
ise zaten Casey ve annesini yemek
yaparken ya da oturma odasında film
izlerken görüyor ve mekânları nasıl
kullandıklarını görüyoruz. Örneğin
mutfakta bir masaları olmasına rağmen,
mutfakta yemeği hazırladıktan sonra
yemeklerini masada yemek yerine
oturma odasında yiyorlar. Annesi ve
Casey arasında yemek yerken doğru
ya da yeterli bir diyalog kurulamıyor,
çünkü televizyon izlerken yemek yiyorlar. Buna ek olarak, kızın ev içerisinde
yapılan bütün çekimlerinin bir kapının
eşiğinden ya da kapının gerisinden
yapıldığını fark ettim. Kızın ev içerisindeki sahnelerinde hep kadrajın bir
köşesinde duvar ya da kapı var. Kızın
tam olarak kendi evinin içerisinde açık
olamamasına ya da kapana kısılmasına
yorumladım. Daha sonralarında Casey’in
arkadaşları ile olan konuşmalardan
anladığım kadarı ile kızın annesini
bırakıp şehir dışına gidememesi ve
hayallerini yaşayamamasından dolayı
olduğunu anladım. Ayrıca, jenerik
kısmında gösterilen Miller evinde
bulunan cam objelerden kızın evinde
de vardı. Kız evden dışarı çıkamadığı
için hayallerini evin içerisine taşımaya
çalışmış. Çünkü Casey’in favori binası
jenerikte gösterilen Miller Evi.
Casey, Jin’i ilk kez hastaneye girerken
görüyor fakat ilk tanışmaları kütüphane
ve misafir evi arasında bulunan demir
parmaklıklarda gerçekleşiyor. Kızın
kütüphane düzeninden sıyrılıp dışarıda
Filmin başlarında Jin’in gelişi de ilgimi
çeken başka bir kısım oldu. Arabadan
iniyor ve direkt bir kapıya yöneliyor.
Yürüdüğü bina kütüphane binasına o
kadar benziyor ki eğer üzerinde hastane
yazmasaydı binanın fonksiyonunu
kapısından ya da kamera kadrajı ile
gösterilen kısmı ile anlayamazdım. Adam
sağ kapıdan girerken, sol kapıdan ise
sırayla, düzenli bir şekilde hepsi kadın
olan bir grup kırmızı üniformalı hastane
çalışanı çıkıyor.
nuyorlardı. Hatta bu köprünün gerek
olmamasına rağmen üzeri de kapalıydı
ve bir tüneli andırıyordu. Birbirleri
ile girdikleri bir diyalogdan adamın
kızı arkasında bırakarak köprünün
diğer ucundan çıktığı bir diyalog. Bu
sahnede de bir geçişten ya da farklı
bir düşüncenin rahatsız edici varlığı
ile karşı karşıya kalmaktan kaçınma
olarak düşünebilir miyiz?
Köprünün bulunduğu bir kısım
daha vardı. Aslında köprü mantığı ile
yapılmış olan hastane binası. Hastane
binasının bir kısmı suyun üzerine bir
geçişi temsil etmek için köprü gibi inşa
edilmiş. İç mekânın hastane içerisinde
hangi amaçla kullanıldığını bilmiyorum,
belki filmde gösterildi ama ben fark
edemedim. Daha öncede değindiğim
gibi yapıların dış kısmı iç plana referans
veren özelliklere sahip değil. Yapının
dışında çekilen bir sahnede başroller bu
yapının huzur verdiğini ve iyileştirici
bir yanı olduğunu söylüyorlar. Fakat
ben aynı şekilde düşünmüyorum.
Yapının bulunduğu arazi bu özelliklere
sahip, yapı değil.
Jin’in babasını ziyareti sırasında
hastane binasının bir bölümünü görebildik. Fakat gösterilen bu kısım cephe
ile çok farklı bir tarza sahip. Girişte
ve cephede bulunan geniş pencereler
ve tuğlalar iç mekâna hiçbir referans
vermiyor. Hastane binasında uzun ve
dar bir koridor kadrajda gösteriliyor.
Koridor dar olmasına rağmen hastane
mobilyaları ile daha da daraltılmış bir
alana dönüştürülmüş. İyileştirici bir
etkiye sahip olması gereken bu yapının
iç mekânı basık ve dar. Başrollerimizin
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler
sigara içtiği ve adamın da babasının
odasında iş konuşmak yerine dışarıda
kendini daha rahat hissedebileceği
bir alanda telefon konuşması yaptığı
sırada karşılaşıyorlar. Aslında ikisinin
de bulundukları mekândan kopmaya ve
rahat olabilecekleri bir alana geçmeye
çalışmaları ikisi arasındaki ilk ortak
nokta olabilir. İlk tanışmalarında aralarında bir demir parmaklık var. Önce
bu demir parmaklıklar aralarında iken
konuşmaya, tanışmaya başlıyorlar. Bu
konuşma esnasında da demir parmaklıkların bittiği noktaya doğru yürümeye
başlıyorlar ve birbirlerinin isimlerini
doğru bir şekilde öğrendikten sonra
aralarındaki demir parmaklık bitiyor
ve kapı girişine ulaşıyorlar. Filmin
sonunda ise vedalaştıklarında arka
planda bir geçişi temsil eden köprü var.
Tanışmaları ve vedalaşmalarının aslında
farklı düşüncelere, farklı hayatlara
geçişlerini temsil edecek noktalarda
olduğunu düşünüyorum. Bu bir kapı
ya da bir köprü olarak.
Aslında köprüler filmin birçok
yerinde vardı. Casey ve Jin, tartıştıkları
bir sahnede de köprü içerisinde bulu-
175
DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler
176
mekânın dış cephesine bakarak iyileştirici olduğunu söylemesi içeride hasta
olarak bulunan bir insan için bir şey
ifade etmez. Önemli olan hastanenin
dışından formun nasıl olduğundan
çok iç mekânda hasta insanların ne
hissettiğidir.
Filmde binalar dışında dikkatimi
çeken başka bir nokta da renkler oldu.
Ve renkleri ilk fark ettiğim yer kütüphane oldu. Kütüphanede önce kırmızı
dosyaları, kırmızı kitap arabasını ve
kırmızı koltukları gördüm. Kırmızının
o an için düzenlenmesi gereken şeyler
olduğunu düşündüm. Dosya içerisinde
bulunan belgeler. Araba içerisinde yerleştirilmeyi bekleyen kitaplar ve koltuğa
kitap okumak için oturan insan. Daha
sonrasında kütüphane içerisinde kitap
alınıp verilen ofis masasının arkasında
kırmızı mavi dosyalar dikkatimi çekti.
Mavi ise belki de düzenlenmiş olan
belgelere aittir. Buna ek olarak başrol
kızımızın kütüphanede beraber çalıştığı arkadaşının sürekli mavi giymesi
de gözümden kaçmadı. Ve bu çocuk
arka planında mavi dosyalar varken
kitap okuyor.
Renkler, ilgimi çekmesine rağmen
anlam veremediğim bir unsur. Ofis
ortamında çalışan bir kadın ve Casey’in
konuşması sırasında kırmızı koltuklar,
kırmızı termoslar dikkatimi çekti.
Ofis olarak kullanılan yapının tavan
yüksekliği normal bir yapıdan yüksek
olmasına ve geniş, yüksek, boydan boya
camlara sahip olmasına rağmen ofis
çalışanlarının masası ve kendilerine
ait kullanabildikleri alan çok sınırlı.
Hepsi aynı masalara, aynı koltuklara,
hatta aynı termoslara sahipler. Sarı
rengi de ilk burada fark ettim. Ofis
masasında asılı bulunan kırmızı, mavi,
sarı renkli, düzenli bir şekilde sıra
içerisinde yapıştırılan post it. Buna ek
olarak, hastanede bilgilendirme masasının yanında bulunan bilgilendirme
panosunda sırayla dizilmiş olan kırmızı,
mavi sarı kartların yanına yeşil de eklenmiş. Fakat sürekli dikkatimi çeken bu
renklere mekân içerisinde ve insanlarla
olan ilişkisinde bir anlam veremedim.
Columbus’un modernizmin Mekke’si
olduğu söyleniyormuş. Mimar olan
baba ve oğulun, Eero Saarinen ve Eliel
Saarinen’nin yapıları ile buna referans
veriliyor. Fakat bu modern düşüncede
bile baba ve oğlunun farklı düşüncelere
ve hayal gücüne sahip olduğunu yapılan
iki kiliseden anlayabiliyoruz. Mimar
olan babanın oğlu ile yaptığı, Columbus’un ilk modern kilisesi; simetrinin
ve asimetrinin hâkim olduğu, masif
ve insan ölçeğinin üzerinde bir yapı.
Öncesinde yapılan, süslü ya da görsel
şölene sahip bir kilise olmak yerine
düz duvarları ile bir tiyatro salonunu
andıran bir kilise. Sonrasında ise oğlunun yaptığı kilise olarak altıgen yapısı
ile Kuzey Hristiyan Kilisesi’ni görüyoruz. Modernizmin masif, dikdörtgen
yapılarına bir karşıtlık gibi fakat yine
insan ölçeğinde olmayan, hatta diğer
kiliseden de yüksek bir yapıya sahip
olan, bu sefer de bir tiyatro salonu
değil de kongre alanı gibi tasarlanan
bir kilise. Modern yapı adı altında
tasarlanan fakat bir haç ve org dışında
dinî referansı olmayan yapılar. Dinî
yapının bile modernizm ile değişime
uğradığı bir durum. Modernizm ve din
paradoksu. İkisinin bir bütün olamadan
birbiri içerisinde kaybolması.
Modern olarak bahsedilen yapıların
hepsinin geniş camlara sahip olması
ve şeffaflık göstermesi insanların özel
alanlarına ne kadar saygı gösteriyor?
İnsan ölçeğinden büyük olması sadece
yapının kutsallığını artırır, peki ya içinde
zaman geçiren insanlar da bina kadar
kutsal ya da değer verilmiş hissediyor
mu? Modern yapıların tavanlarının
yüksek yapılması insanın daha ferah
hissetmesine, o mekânda verimli zaman
geçirmesine olanak tanır mı? Köprü
gibi yapılması, dış cephesinin bir geçiş
ve iyileşme hissi vermesi iç planda da
aynı duyguyu devam ettiriyor mu?
Mekânların dış cephelerinin birbirine
çok benzemesi, hatta fonksiyonlarını
ayırt ettirmeyecek kadar benzemesi
ne kadar doğru? Aşırı sadeleştirilen
yapıların modernizmin bir parçası
olmasının nedeni ne?
Miller evi modernizm akımı ile
tasarlanmış bir ev. O yapı bir ev olarak
inşa edilmiş. Dış cepheden ne kadar
dikdörtgen prizma olarak gösterilse
de ev içerisinde bulunan taşıyıcıların, şöminenin dairesel yapıya sahip
olmasının bir nedeni de bu değil mi?
Dışarıdan ne kadar sade görünürse
görünsün insanlar yaşadıkları ortamın renkli olmasını, farklı dokulara
sahip olmasını istiyor. Evin duvarları,
sandalyeleri, koltukları beyaz olabilir.
Fakat duvarda bulunan kütüphane
renkli bir tasarıma sahip. O çok modern,
özel tasarım olduğunu düşündüğüm
modern beyaz sandalyelerin altında
geleneksel bir halı, bembeyaz olan o
kanepelerin üzerinde ise farklı renk
ve dokularda kırlentler var. Yaşanılan
alanda bir renklilik ve samimiyetin
olması için. Modern adı altında yapılmış
bir yapı bile olsa eskiyi referans alan
kırlent kumaşları bize bazı değerlerden
vazgeçemeyeceğimizi anlatıyor bence.
Filmde muhteşem modern binaların olduğu Modernizm’in Mekke’si
Columbus anlatılırken o yapıların
hepsi bir yeşil uyumu ile anlatılmaya
çalışılmış. İnsanoğlunun yapay, köşesel,
düzen, simetri sapkınlığı ve ağaçların
doğal, organik, kendi içerisinde kurallı
bir doğa ile çatışma hâlinde olduğunu
görüyorum sadece. Tasarlanan binalar bir ağacın arkasında güzel çünkü
masif yapısı bir tek bu şekilde absorbe
edilebiliyor. Keskin çizgiler, soğuk
yüzeyler ve çıplak işlevler modern
mimariyi oluşturan unsurlardır. Ve bu
unsurlar filmin akışına ve insanların
diyaloglarına da yansımıştır. Samimiyetin sadece ev içerisinde ya da bar
masalarında bulunduğu ve kamusal
olmanın samimiyetsizlik getirdiğini
anlatan bir film oldu benim için. ▪