Academia.eduAcademia.edu
DÜŞÜNEN ŞEHİR HAZİRAN 2022 SAYI: 16 Ücretsizdir Yerel Süreli Yayın ISSN: 2564-6354 E-ISSN: 2564-7121 İMTİYAZ SAHİBİ Kayseri Büyükşehir Belediyesi adına Kayseri Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Hüseyin Beyhan HAKEM VE DANIŞMA KURULU Prof. Dr. Muharrem Akoğlu Prof. Dr. Yunus Apaydın Prof. Dr. Hakkı Büyükbaş Dr. Aynur Erdoğan Coşkun Mehmet Çayırdağ Prof. Dr. Celaleddin Çelik Dursun Çiçek Prof. Dr. Ayhan Çitil Dr. Abdulkadir Dağlar Dr. Can Deveci Prof. Dr. Muhittin Eliaçık Prof. Dr. Alev Erkilet Doç. Dr. Fatih Ertugay Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Dr. Yonca Gençoğlu Fatih Gökdağ Prof. Dr. Tahsin Görgün Dr. M. Fazıl Himmetoğlu Leyla İpekçi Semih Kaplanoğlu GENEL YAYIN YÖNETMENİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Yusuf Yerli yusufyerli38@gmail.com YAYIN KURULU Prof. Dr. Celaleddin Çelik Dursun Çiçek Dr. M. Fazıl Himmetoğlu Doç. Dr. Faruk Karaarslan Prof. Dr. Atabey Kılıç Salih Özgöncü Gürcan Senem Yusuf Yerli Erkan Küp YAPIM Barbaros Mahallesi Oymak Caddesi Sümer Hukuk Plaza A Blok Kat: 10 D: 55 Kocasinan - KAYSERİ t: +90 352 221 16 16 bilgi@bilgegrafik.com KAPAK TASARIMI Ali Saraçoğlu TASARIM Ahmet Deniz Doğan REDAKSİYON Rumeysa Ersözlü FOTOĞRAF KURULU Dursun Çiçek Ali Saraçoğlu Abdullah Koç Faik Çiftçi Fatih Çolak Doç. Dr. Faruk Karaarslan Fikret Karakaya Prof. Dr. Atabey Kılıç Prof Dr. Turan Koç Prof. Dr. Yurdagül Mehmedoğlu Ayşe Önder Prof. Dr. İlhan Özkeçeci Prof. Dr. Osman Özsoy Prof. Dr. Ali Uzay Peker Prof. Dr. Selahattin Polat Prof. Dr. Şefaettin Severcan Doç. Dr. Lütfi Sunar Prof. Dr. İhsan Toker Prof. Dr. Ömer Türker Prof. Dr. Nur Urfalıoğlu Doç. Dr. İbrahim Halil Üçer Yusuf Yerli Hasanali Yıldırım Dr. Ali Yıldız İLETİŞİM Milli Mücadele Müzesi Tacettin Veli Mah. İnönü Bulvarı No.72 38050 Melikgazi / KAYSERİ t: (0352) 220 70 50 - 90 sehir38@kayseri.bel.tr BASKI EKSPRES BASKI VE FOTOKOPİ HİZ. LTD. ŞTİ Anbar, Organize Cd. No:29 D:C, 38170 Melikgazi/Kayseri (0352) 222 28 78 www.expressbaski.com Düşünen Şehir Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin altı ayda bir yayımlanan hakemli dergisidir. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonların elektronik ortamlar da dahil olmak üzere çoğaltılma hakları yalnızca Kayseri Büyükşehir Belediyesi’ne aittir. Yazılı izin olmadıkça makul alıntılar dışında bir kısmının ya da tamamının çoğaltılması yasaktır. Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Dergimiz TÜRDEB -Türkiye Dergiler Birliği üyesidir. DÜŞÜNEN ŞEHİR | | 2 Tabak/Selçuklu Uygarlığı Müzesi BAŞKAN'DAN eni bir tadın, yeni bir yemeğin keşfi, yeni bir teknolojik aletin keşfi kadar önemlidir. Yoğurdun keşfinin tekerleğin keşfinden daha önemsiz olduğunu kim söyleyebilir? Hayatımız hem besinsel hem de bilimsel keşiflerin akışında akıp gidiyor. Düşünen Şehir dergimiz bu sayısında Yemek ve Şehir ilişkisi eksenine odaklanmış; yemeğin sadece yemekten ibaret olmadığının, aynı zamanda toplumların kültürel kodlarının dürümlü olduğu bir insani üretim biçiminin ifadesi olduğunun altını çizmeye gayret göstermiş. Kimi şehirlerin yemekleri ile kimi yemeklerin de şehirleri ile öne çıktığını biliyoruz. Kayseri’miz kısaca PASUMA olarak ifadelendirdiğimiz pastırması, sucuğu ve mantısı ile ülkemiz çapında bilinirlik kazanmış ve bu ünü ülkemiz sınırlarını aşmaya başlamıştır. Osmanlı sarayında pastırmanın hatırının yüksek olduğunu saray mutfağı üzerinde çalışanlar bizlere bildirmektedirler. Evliya Çelebi bu tattan tatmadan ve tadından bahsetmeden edemez. Kayseri mutfağının zenginliği malum. Bu zenginliğin kaynağı olarak pek çok sebep sıralayabiliriz, ama ilk sırada şehrimizin İpek Yolu güzergâhında olması gelir. Kervanlar yük taşırken aynı zamanda tat/lezzet de taşımaktaydılar. Üstelik kervancılar besleyici ve dayanıklı yiyeceklerle yola çıkmak zorundaydılar. Şehirler arasında tatlı bir rekabetin olduğunun farkındayız ve bu durumun altını hep çizmişimdir. Şehirler tarihî geçmişi, mimari mirası, insani zenginliği, ekonomik kalkınmışlığı, eğitilmiş insan kalitesi vb. konular ile kendini tanıtmak ve yarıştan kopmamak ister. Son yıllarda kentler kimliklerini kilerleri, yemekleri, sofraları üzerinden öne çıkarmaya ve kentler arası rekabette bir adım daha öne geçmeye çalışmaktadırlar. Gastronomi etkinlikleri olarak kentlerin gündemine gelen bu durum kentler için yeni bir kalkınma biçiminin ifadesi olmuştur. Küresel mutfaklar karşısında yerel mutfakların sönmemesi için yerel yemeklerin desteklenmesi ve ön plana çıkarılması bir zarurettir. Gastroturizmin kentler için bir imkân olduğunun bilincinde olarak yerel mutfağımıza yönelik tanıtıcı çalışmalarımız her geçen gün artarak devam ediyor. Bu vesile ile davetimizi yineleyelim: sizleri Kayseri’mizde, mükellef bir sofra etrafında ağırlamak bizleri mutlu edecektir. Dr. Memduh Büyükkılıç Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı DÜŞÜNEN ŞEHİR | | Y 3 EDİTÖR'DEN DÜŞÜNEN ŞEHİR | | Mide, Maide, Mamure 4 Bebeğin dünyaya geldiğinde ağlamasının nedeni beslendiği bağdan kopması mı, barındığı barınaktan boşalması mı? Bebek annesini emdiğinde mi sakinleşmekte, bağrında barınma imkânı bulduğu için mi susmakta? İki edim de aynı anda vuku bulduğuna göre hangisinden olduğuna dair bir tercih yapmak yerine iki durumun bir aradalığını tercih etmek daha doğru. Dolayısıyla beslenme ile barınma arasında kopmaz bir bağdan söz edebiliriz demektir. Her iki durum da insanoğlunun doğuştan getirdiği vazgeçilemez ve ertelenemez iki ihtiyacıdır. Dosya konumuzu Şehir ve Yemek bağlamında seçmemizin arka planında bu bakış açısı yatmaktadır. Kişinin sıhhati için midesine (insan), saadeti için sofrasına (aile), selameti için sûk’una (şehir) girip çıkanın hem kemmiyeti hem de keyfiyetinin önemi yadsınamaz ama keyfiyet en önce gelendir. Kadim geleneğimiz kişinin, ailenin ve şehrin hem maddi anlamda hem de manevi anlamda sıhhat ve selameti için, mideye giren, sofraya konan ve çarşıda satılanların kazanılma ve kullanılma biçimlerinin belirleyici olduğunun altını ısrarla çizer. Geleneğimiz şehri “Cuma kılınan, Pazar kurulan” yer olarak tanımlar. Pazarlar şehirlerin sofralarıdır, mideleridir. Nasıl kişinin sağlığı mide fesadından bozulursa, şehrin selameti de pazarının fesadıyla kaybolur. Atalarımız ne de isabetle ifade etmişler: Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar. Yemeğin kişi üzerindeki belirleyici- anlamaya, anlatmaya ve anlamlandırliğinin altını çizmek için dile getirilen maya çalışıyor. bir cümle var: “Ne yediğini söyle, kim Gülsen Çankal Bolluk ve Bereketten olduğunu söyleyeyim.” Bu ifade “yeme- Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure başlıklı ğin sadece yemekten ibaret olmadığı”nın yazısında aşurenin anlam dünyasından başka bir şekilde altının çizilmesidir. tatlar sunarak bir hafıza tazelenmesinin Biz de bu sayımızda yemeğin besinsel imkânını bir yemek ve tat üzerinden değerinden daha çok ve önce betimsel yokluyor. Benzer bir okumayı Ayşe (sembolik) değerinin altını çizmeye Şahin Şivlilik üzerinden yapıyor. çalıştık. Çünkü şahsın ve şehrin kimİsmail Doğu Bileşke ve Çeşitliliğin T/ liğini, midesi/sofrası/pazarı belirler. adı: Ramen Teh yazısında Ramen Teh Dosyamızın ilk yazısı İsmail filmi üzerinden yemek ve hayat görüşü Doğu’dan. Tüten En Son Ocak, hem farklılaşmasını anlatıyor. Uygur kökenli yemeğin üzerinde piştiği hem de şehrin bir Japon yiyeceği Ramen ile Alman üzerine bina edildiği ocak kavramının kökenli bir ABD yiyeceği Hamburger soy kütüğünü ve muhtemel uzantıla- üzerinden simgesel bir okuma da yapıyor. rının hikâyesini anlatıyor. Yusuf Yerli Son Akşam Yemeği Mi, Tahsin Görgün hocamız Şehir, Yemek Ahir Zaman Sofrası Mı? başlıklı yazıve Medeniyet Üzerine yazdığı yazıda sında, bizi iki meşhur sofra/maide’nin yemekle gelenin sadece yemek olma- taşıdığı anlam dünyasına doğru bir dığının altını çizer ve “yemek, sadece yolculuğa çıkarıyor. yemek değildir” diyerek hükmünü verir. Sevim Demir Akgün Hz. Peygamber Celaleddin Çelik ise Sofradan Atıştır- Dönemi Yemek Kültürü başlıklı yazısında malığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini Hz. Muhammed as’ın yaşadığı dönemde ve “Fark”ını Kaybeden Yemek yazısı ile yenilen yiyecekler ve tüketilen içecekbaşlıkta geçen kavramların değişim, lerden bahsediyor. dönüşüm ve evrimleşme süreçleri ile Kemal Yüksel yazısında Nimet’in iki kanadı üzerinde bizleri tefekbizleri tanıştırıyor. Ahmet Dağ Yemek/ler, Şehrin Epis- küre çağırıyor. temolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır Dursun Ali Tökel Mevlânâ’nın yeme başlıklı yazısında insanla yemek arasında, içme konusundaki duyarlılığından dolayısıyla şehirle beslenme arasındaki hareketle kaleme aldığı yazısında şu temel bağlara dikkatimizi çekiyor. soruyu soruyor: Peygamber Sofrası Mı Yusuf Yerli Aşure Şehirler- Hambur- Firavun Sofrası Mı? Büsam Şehir Akademi öğrencileger Kentler başlıklı yazısında iki farklı şehirleşme/kentleşme pratiğini (galaksi rimizden Oğuzhan Erdinç ise Bediüzve grid) iki farklı yiyecek üzerinden zaman Said Nursi’nin yeme-içme Yusuf Yerli DÜŞÜNEN ŞEHİR | | konusundaki yaklaşımlarını merkeze dikkat çekip, Eros üzerinden bir çıkış mutfağını, Yusuf Kartal kendi deneyialdığı yazısında mide-maide-medine umudunun olup olmadığını irdeliyor. minden ve gözlemlerinden hareketle ilişkilerine dikkat çekiyor. Bir yerde Dionysos’un adı geçer de Kayseri sofrasını yazdı. Kültür dünyamıza İktidarların Sof- orada hazdan bahsetmemek elbette Mutfak kültürümüz bunca zengin rası kitabı ile çok önemli ve değerli bir olmaz. Hasanali Yıldırım Yurtsuz Hazlar olunca bir türlü mutfaktan çıkamadık. eser kazandıran Artun Ünsal Türklerde Mezarlığı başlıklı yazısında besin-beden Çıkamazdık çünkü mamurelerin (şehir) Sofra-Siyaset ve Sembolizm konulu bir ve bilinç üzerinden hazzın tezahürle- selameti imarathanelerin (aşhane) rine odaklanıyor ve şu soruyu sorup çalışmasına, imarathanelerin adil bir yazı ile dergimize konuk oluyor. XVI. yüzyılda İstanbul’da bulunmuş cevabını araştırıyor: Haz şeytanın oltası biçimde fonksiyon icra etmesi emaretbir Batılı olan Pedro’nun anlatımıyla mı, Rahman’ın tesellisi mi? hanelerin (idari merkezlerin) dirayet ve Türkler Nasıl Yemek Yer’in tasvirini Mustafa İbakorkmaz İhtiyaçlar, siyasetlerine bağlıdır. Bu hususun altını okuyoruz, diğer yandan. Hazlar ve Medeniyetler başlıklı yazı- çizen bir yazı ile yolculuğumuza devam İşin içine tarih girer, efsane girer sında haz arayışı ile cenneti aramak ediyoruz. Mustafa Özel üstadımız Şiir ve seyahatname girer de orada Evliya arasında bir süreklilik olup olmadığına Diliyle Yönetim başlıklı yazısı ile halk bulunmazsa olmaz. Dursun Çiçek Seyyah, yoğunlaşmış ve bir haz nesnesi olarak ozanlarımızın herhangi bir alanda Şehir ve Yemek başlıklı yazısında bir baharat yolundan medeniyetlere doğru yönetici konumunda olanların dikkat yandan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde yolculuğa çıkmış. etmesi gereken hususlar konusunda Yemek Kültürü adlı kitabı tanıtıyor, diğer Yasemin Demirel Yolda Yemek uyarıcı, sakındırıcı ve yönlendirici yandan yemek ve şehir konusundaki Yapmak: Lezzetin Göçü başlıklı yazısında tavsiyelerinden bir demet ikram etmiş. düşüncelerini bizimle paylaşıyor. göçmenlerin sadece bedenlerini değil Son olarak BÜSAM Şehir Akademi Aylin Yonca Gençoğlu Yemek Kül- bavul bavul besinlerini/lezzetlerini de öğrencilerimizden gelen yazıları takdim türüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak gittikleri yere taşıdıklarının ve yeni etmek istiyorum. 1 kitap 3 tanıtım-1984 konulu yazısında gündelik hayat içinde, bir terkiple yeni lezzetlere nasıl yol (George Orwell) üst başlığında üç okuma özellikle de mutfakta oryantalist, özel- verdiklerinin hikâyesini yazmış. arkadaşı, romanın farklı yönlerini likle de yerli oryantalist bakışın şaşılığına Gamze Şenyayla Yemek ve Piyasada mercek altına almışlar. Hatice Kılıç, dikkatleri yönlendiriyor. Sunumu üzerinde dururken Ömür Nihal 1948’den 1984’e, Seda Gürdap 1984’den Ömür Nihal Karaarslan Parazit Karaarslan Zenginlik Kültürü, Yemek ve 2022’ye, Ahmet Buğra Han Arıcı filmi dolayımında yazdığı yazıda Koku Sofra başlıklı makalesi ile zenginliğin 1984194884194819 başlıkları ile okuma ve Lezzetin Sınıfsallığı üzerinden bir göstergesi olarak yemek yeme ve sunma notlarını bizlerle paylaşıyorlar. Rukiye toplumsal tabakalaşma okuması yapıyor. biçimlerine dikkat kesiliyor. Er ise bir mimarlık fakültesi lisans İbn Haldun’dan bir alıntımız var: Dr. Murat Balanlı Geçmişten Günü- öğrencisi olarak Columbus Filmi Üzerine Meskûn Yerlerin Bolluk ve Kıtlık Yönünden müze “Beslenmeye Bakış” başlıklı yazı- Düşünceler’ini aktarıyor. Farklı Olması ve Bunun İnsanların Bedenleri sında mesleki birikiminden de hareketle Düşünen Şehir dergimiz Şehir ve ve Ahlakları Üzerindeki Etkileri Hakkında. “Kılavuzumuz ‘karga’ olmasın: Modern Yemek temalı 16. sayısı ile sizleri bir İrfan Kaya Şehir Uygarlığında Eros Kar- beslenme kılavuzlarından uzak durun!” ziyafet ortamı içinde ağırlamak istiyor. şıtlığı başlıklı yazısında Apollon-Diony- çağrısını yapıyor. Soframız ve sofranız, verimli, lezzetli sos karşıtlığının bir anlamda sanallığına Şimdi sıra Kayseri mutfağında. ve bereketli olsun. Yunus Emre Akkor Tarih boyu Kayseri 5 DOSYA İSMAİL DOĞU Tüten En Son Ocak 8 AYŞE ŞAHİN Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği 46 TAHSİN GÖRGÜN Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine 14 İSMAİL DOĞU Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh 50 CELALEDDİN ÇELİK Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? 20 54 AHMET DAĞ SEVİM DEMİR AKGÜN Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır 28 YUSUF YERLİ içindekiler YUSUF YERLİ Aşure Şehirler, Hamburger Kentler 32 GÜLSEN ÇANKAL Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure 40 Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü 60 KEMAL YÜKSEL Nimet 66 DURSUN ALİ TÖKEL Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme 70 DÜŞÜNCE OĞUZHAN ERDİNÇ İBN HALDUN Mide-Maide-Medine Meskûn Yerlerin Bolluk ve Kıtlık Yönünden Farklı Olması ve Bunun İnsanların Bedenleri ve Ahlakları Üzerindeki Etkileri Hakkında 76 ARTUN ÜNSAL Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik 82 MUSTAFA ÖZEL Şiir Diliyle Yönetim 158 KITAP 104 1 kitap 3 tanıtım 1984 (George Orwell) İRFAN KAYA 166 Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı SEYYAH PEDRO 108 1948’den 1984’e Türkler Nasıl Yemek Yerler 88 HATİCE KILIÇ HASANALİ YILDIRIM 166 Yurtsuz Hazlar Mezarlığı DURSUN ÇİÇEK 114 SEDA GÜRDAP 1984’den 2022’ye Seyyah, Şehir ve Yemek 90 MUSTAFA İBAKORKMAZ AYLİN YONCA GENÇOĞLU 118 168 İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak AHMET BUĞRA HAN ARICI 1984194884194819 YASEMİN DEMİREL 96 Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü ÖMÜR NİHAL KARAARSLAN 124 Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine GAMZE ŞENYAYLA 100 Yemek ve Piyasada Sunumu 170 SINEMA RUKİYE ER 128 Columbus Filmi Üzerine Düşünceler ÖMÜR NİHAL KARAARSLAN 172 Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra 134 DR. MURAT BALANLI Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” 140 YUNUS EMRE AKKOR Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı 148 YUSUF KARTAL Kayseri’de Yemek... 156 Dosya İsmail Doğu Tüten En Son Ocak DOSYA Tüten En Son Ocak DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak İSMAİL DOĞU 8 OCAK-ODAK-OTAĞ T ürkçemizde kullanılan ocak kelimesinin kökü aslında od’dan gelir. kelimenin aslının böyle olması şaşırtıcı olsa da sonuçta oldukça manidardır ve sebebini kendiliğinden açık eder. Malum olduğu üzere ocak derken ilk elden akla gelen “ev içerisinde üzerinde yemek pişirmek, su kaynatmak için ateş yakılmak üzere oluşturulan oyuk” kastedilir. Teknoloji çağında bile, oyukların yerini alan makinelerin adı da hâlâ aynıdır. Anlaşıldığı üzere ocak kelimesi zaten içinde “ateş” barındırır. Ateşi olmayan ocak olmaz. İşte od kelimesi, eski Türkçede “ateş” anlamında kullanılan bir kelime olduğu için ocak kelimesi de odak kelimesinden bozma bir şekilde ateşin yakıldığı yer anlamında kullanılmıştır. Türkçemizde ek alma marifeti kadar ses değişimi imkânları ile kelime zenginliğine ulaşılması yaygın âdetlerdendir. C harfi ile d harfinin ses değişimine uğraması da bizlere sadece zaman içinde söylem farklılığını ortaya çıkarmamış, ocaktan başka bir anlam dağarcığı oluşurken odak kelimesinden de başka kapılara yol açılmıştır. Türkçemizde odak kelimesi Arapça mihrak kelimesinin karşılığı olarak “bir noktaya sabitlemek, merkezi bulmak” anlamında ayrıca kullanılır. Çok ilginçtir Arapçadaki mihrak kelimesi DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak de “yanma” anlamına gelen haraka’dan türemiş, “yanma yeri” anlamında kullanılmıştır. Kelimenin içinde yanma fiilini barındırması aslında yansımadan kaynaklanır. Odak ifadesi bu yüzden bir yansıma yapsa bile asıl olarak merkeze işaret eder. “Yansıma” pek tabiidir ki ateşi/alevi ortaya çıkarır ama aynı şekilde çıkartılmış bir yanmayı da aksettirir. Ocak kelimesi içinde bir zamanlar od denilen ateşi barındırdığı gibi oçak kelimesiyle ses değişimine uğrayarak “üç ayaklı” bir kullanım malzemesini de doğurmuştur. Eğer bir taş oyuğu ise pek tabiidir ki ayağa gerek yoktur, sadece ateş yakılacak oyuğun tencere üstte kalacak şekilde oyulması gerekir. Otağ kelimesi de, ot ismiyle beraber düşünüldüğünde içinde ateş yanan kapalı Yok, eğer bir oyuktan bahsedemiyorsak, o zaman orada kabın üzerinde durması bir yere işaret ederken, otlak yere kurulmasını da hatırlatır. Farsça çadır kelimesi için üç ayak üzerinden bir yapının tesis bizde otağ olarak kullanılır. Eskiden tek parça olması hasebiyle bütün bir ev edilmesi gerekir. Bu demektir ki, ocak için kullanılan otağ kelimesine bugün kısaca “evin bir bölümü” olarak oda kelimesi başka bir kullanımda kısaltılmış olarak üç ile ayak (üç-ayak/üçak/oçak/ diyoruz. Bu meyanda otağ ile ocak, içinde ateşin yandığı, dolayısıyla canlılığın ocak) kelimelerinden türeme bir şekilde barındırıldığı, hayatın ikame ve idamesini çağrıştıran bir mekân anlayışı için ihtiyaç malzemesine dönüşmüştür. geliştirilmiş kelimelerdir. Otağ kelimesinden otaklamak yani bir araya toplanBiz buradan od kelimesine geri mak anlamının verilmesi de bundandır. Otağ kurulmuşsa otaklama/toplanma dönersek, od ile ot arasında da ses değişimi ile başka bir anlam dizgesine gerçekleşmiştir. Otağ sayesinde otaklamanın yapıldığı yere de bugünkü “çiftlik” geçeriz. D ile t arasındaki ses dönüşümü, anlamında otar adı verilmiştir. bizlere hem “yeşil çimenlikler”i akla getiren ot kelimesini hem de göçebe insanların hastalıklarını tedavi eden ve idamesini çağrıştıran bir mekân Türklerde bir yere iskân edildiğinde “şifacı” anlamında otacı kelimesi hâlen anlayışı için geliştirilmiş kelimelerdir. oluşturulan otağ kelimesini hatırlatır. kullanılır. Ot kelimesinden doğan ilaçla Otağ kelimesinden otaklamak yani bir Ot kelimesiyle başlarsak, “ateş” anla- tedavi metodu, ilginç bir şekilde otala- araya toplanmak anlamının verilmesi mındaki yanma eyleminin “çayır-çimen” mak fiili ile tersine döndürülür. Ottan de bundandır. Otağ kurulmuşsa otakanlamındaki ot ismiyle yakın ilişkisi, ateşli hastalık giderilirken, otalamak lama/toplanma gerçekleşmiştir. Otağ aşırı sıcaklıkta otların yakıcı bir nesne fiili ile “ağılamak” yani “zehirlemek” sayesinde otaklamanın yapıldığı yere gibi tutuşturulması ya da güneşten anlamı çıkarılmaktadır. Bu demektir de bugünkü “çiftlik” anlamında otar sanki yanmış gibi kararıp solmasını ki ot hem şifa hem zehir hükmündedir. adı verilmiştir. çağrıştırır. Bu kadarla kalmaz tabii Otağ kelimesi de, ot ismiyle beraber DİL:YEMEK, DÜŞÜNCE: SOFRA, anlam genişlemesi. Ot kelimesinin bir düşünüldüğünde içinde ateş yanan DİMAĞ/HAFIZA: ŞEHİR kullanımı da, kendisinden “ilaç” yapıl- kapalı bir yere işaret ederken, otlak yere Bu çok uzunca bahsettiğimiz kelime ması sebebiyledir. Bu bağlamda “ilaç” kurulmasını da hatırlatır. Farsça çadır anlamındaki ot, bir bakıma ateşli hasta- kelimesi bizde otağ olarak kullanılır. hazinesi ile anlam dağarcığı için kökenları iyileştiren bir tarza dönüşmektedir. Eskiden tek parça olması hasebiyle lere gitme arayışı, sıradan bir ders Zaten eskiden ilaçlar, tabiatta bulunan bütün bir ev için kullanılan otağ keli- nitelemesi gibi anlaşılmamalı. Dil ile otlardan yapılmaktaydı ve hâlen de mesine bugün kısaca “evin bir bölümü” düşünce arasında doğrusal bir ilişki kullanılmaktadır. Bu yönde de otamak olarak oda diyoruz. Bu meyanda otağ ile olduğunu buyur edebileceğimiz gibi, fiili türetilmiştir, yani “otlarla tedavi ocak, içinde ateşin yandığı, dolayısıyla bunun kültürel dokuyu tespit için bir etmek”. Bitkilerden yapılan ilaçlarla canlılığın barındırıldığı, hayatın ikame anahtar olduğunu da baş tacı yapabi- 9 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak F.: Merve Hatice Turan 10 liriz. Heidegger boşuna “dil varlığın evidir” demez. Dilimiz evimiz ise dile gösterdiğimiz özen, aslında evimizi fark edişimiz ve hem onu zaman içinde düzenleyişimiz hem de onunla bu süreç içinde düzene girişimizin niteliği olur. Evimizin adresi, düzeni, içeriği dilimizde saklıdır. “Şehir ve Yemek” dosyasını içeren bu sayıda yemek fiilinin şehirle alakasını buralardan kurabiliriz diye düşünüyorum. İçinde ateş yakılan ocak aynı zamanda oturduğumuz otağdır. Sürekli yanan bir ateştir, başka bir ifadeyle. “Ocağın sönmesi” deyimi, işte bu ateşin sönmesidir, otağın çökmesidir. Otağ bize ev kavrayışını verirken, otarımız bize şehir anlayışını gösterir. Tüm bunların kökeninde ise, her ne kadar ısınma, barınma ihtiyacını karşılamayı kapsasa da, yemek için yakılan ateş anlamında bir mekân adı olarak ev yapısı kurulmuştur. Hem toplanmayı hem tohumu içeren ev kelimesinin, aynı kökten gelen evirmek fiilini de düşündüğümüzde, neden dil ile ilişki kurulup varlığın adresi olduğu belki daha iyi anlaşılır. Biz sadece kişisel olarak kendi oturduğumuz yapıya ev demeyiz; bunun yanında tüm arza/ kâinata da ev kelimesinden türeyen evren deriz. Biri özel (ev) diğer genel (evren) olan evimiz, bizi bir araya toplar, sürekli bir evrim içinde döndürüp durur. Evlenmek/evermek de zaten “yeni bir ev ” Madem yemek fiilinin kökeninde ilaç anlamına gelen em kelimesi var, o hâlde yemek faaliyeti aslında bedensel ihtiyacı en güzel ve en sağlıklı biçimde karşılamayı salık verir. Ateş anlamındaki od’un ses değişimi ile ot’a dönüşmesini konuşmuştuk. Ot kelimesinin ateş ile bağlantısından da bahsetmiştik. Bahsi geçenler içinde ot kelimesinden tedavi anlamında otamak fiili çıkarıldığı gibi sadece bir l harfinin eklenmesiyle otalamak fiilinin tam tersi bir şekilde zehirleme anlamında kullanıldığını da okuyuculara tekrar hatırlatmak isterim. Yemek fiilinin kökeni olan em kelimesi de işte aynen ot’taki gibi yeri gelir şifa yeri gelir zehir olur. Can’ın boğazdan geldiği gibi boğazdan gitmesi de mukadderdir. kurmak” anlamında zincirin halkaları gibi birbirine bağlı ama sürekli uzayan bir dizgeyi oluşturmak içindir. Bir tohum atılır ve oradan ağaç, derken orman olur. Evden şehire geçiş, aslında dilimizdeki harflerden kelimelere, oradan da cümlelere bir akıştır. Hepsinin kökeninde de elbette düşünce ya da başka bir deyişle dünya görüşü yatar. İnsanlar her ne kadar şehri kurarken bir dünya görüşüne ait olarak ifa ederse de, unutulmamalıdır ki şehir de insanı kurar. Kurulan evler ve şehirler, kişinin ayinesi olur; tıpkı dil içeren söylem ve eylemi gibi. “Nasıl yaşarsanız öyle inanırsınız” hesabından hareketle, nasıl kurarsanız öyle yaşarsınız. Aynı şekilde, inanç esaslarının yaşamayı belirlemesi gibi, yaşanılan şehirler de kişileri kurar, kurcalar. Kurmaca yaşam içinde ev’lenerek atılan tohumlarla yeni oluşumlara gebe bırakılır, bireysel doğumlar zamanla topluma/topluluğa evrilip kün/ol kavrayışıyla mekân/ yer duygusu içerisinde kâinat/evren’i oluşturur. Tüm bunların kökeninde ateş vardır dense yeridir. Herakleitos bağlamında ateş, evrenin oluş ve bozuluşunu en veciz bir şekilde ve tam da yerinde simgeler. Od’un ocağı oluşturması, ocağın otağa dönüşmesi, otağdan otara evrilmesi, bize bir topluluk fikri kadar bir devinim-değişim algısını da beraberinde getirir. Yine Herakleitos’a dönersek, asıl logos, işte bu oluş ve bozuluşun arkasındaki yasanın adıdır. Bu evrenin/varoluşun yasasıdır ve bu yasa tektir. Logos, bir nomostur bu açıdan. Ev demek, içinde bir ateşin yanması demekse; şehir de bu bağlamda ateşler zümresidir. Her evde ateşin var olmasının temel esprisi ısı ve ışıktır. Aydınlanma kişinin görmesini sağlar ve bu ona güven verir. Aynı şekilde ısınma da bir rahatlık ve sıcaklık kazandırır. Güven, bedensel ısınmanın dışında kişinin içini ferahlatan ve yeni atılımlara sebep olan manevi bir yöndür. Burada ateşin bizim dosya sayımıza temel teşkil eden yemek fiili ile çok yakından ve doğrudan ilişkisini ise asla gözden kaçırmamalıyız. Hatta denilebilir ki, ısı ve ışık olayı dahi bunun için vardır ya da başka dendik de ısınma ve ışınma faaliyetinin yegâne sebebi de budur. Bu ifade ile her şeyi yemeğe bağlayan bir haz çıkarsaması yapıldığı sanılabilir. Moliere’in Cimri’sindeki “yemek için kurar? Aslen sığınma barınma olan ve bir şekilde tanınmayı ve ulaşılmayı sağlayan ev, çatısı çökmüş ve üzerinden yağmur suları akan bir virane/harabe için de kullanılır, aynı şekilde sağlam çatısı ve duvarları olan imrenilesi bir yapı için de kullanılır. Dil varlığın evi ise ve evi de insanın kendisi kurarsa, bu demektir ki nasıl kurar ve yaşarsa öylece de tanınır. Dil, içinde gizli bir kimlik, olmadı düzeltelim, kişilik taşır. Dilin düşünce ve kültürel doku ile ilişkisi bundandır. Dilin tıpkı ot kelimesindeki gibi “bal ile yağ ide” bir tarafı olduğu gibi, “aşı ağulu” hâle de getiren çift taraflı bir yapısı vardır. Evin ve şehrin kuruluşu da aynen burada olduğu gibi, durumuna/konumuna göre şifa verir ya da zehirler. Bu dil ve ev ilişkisi, beni fazlasıyla sardı. Buradan devam edelim derim. Ev kelimesi hakkında hem tohum hem toplum havasının olduğunu söylemiştik. Tabii bunu sağlayan metaforumuz da ateşti, hatırlarsak. Bir evin ocak olması, içinde ateşin yanması demekti. Ateş bize bir taraftan bireysel anlamda yaşamı ikame ve idame ettirecek temel ihtiyaçlarımızdan olan besin giderini karşılarken başka taraftan da toplumsal açıdan yeni oluşumlara zemin hazırlar. Mesela vakti gelen everilir ve evlendirilir. Bu evrimsel döngü içinde oluşan topluluklar bize ev dışında şehirlerin oluşumunu sağlar. Ancak tam burada gözden kaçırılmayacak husus, bir evin içinde beslenme biçiminin ortak olmasıdır. Öyle ya, herkes için ayrı ayrı besin çıkarılmaz ve yapılamaz. Evin içinde her gün farklı bir besin de olsa, sonuçta bir gün içinde bir ya da iki çeşit yemek yapılır. Herkes sofraya birlikte oturur ve yemekler bir arada yenilir. Bununla nostaljik bir hatırlatma ya da romantik bir algılama yapmak değil niyetim. Bunu açmamdaki kasıt, ev ortaklığının bir dil ortaklığı kadar bir besin ortaklığına dönüşmesidir. Pek tabiidir ki besinlerin elde edilmesi ve tüketilmesi, evlerin konumlandığı şehir yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Diyelim ki suya yakın olanlar balık türünü daha çok tüketirken, toprağa yakın olanlar başka et türü olan sığırlardan faydalanır. Meyve ve sebze tüketimi, tabiatın elverdiği ölçüdedir. Kimi yerlerde bitmeyen sebze ve meyve türü, başka yerde fazlasıyla tüketilir. Et ve ot biçimlerinin konumlara göre değişiklik arz etmesi, bir açıdan şükür nişanesi olarak zaman ve mekâna göre Allah’ın sonsuz nimetlerini hatırlatırken, asıl konumuz gereği olacak şekilde farklı beslenme kültürlerini açık eder. Bu da farklı kelimelerin doğmasına ya da bazı kelimelerin fazlaca kullanılmasına zemin hazırlar. Gerek Doğu’da gerekse Batı’da kimi yazarların beslenme biçimlerine göre toplumlara ait karakter analizleri yapmalarının nedeni de budur. Bu analizler çok genellemeci bir tarz içerir, hatta komedi derecesinde açılımlar gerçekleştirir. Ancak şurası bir gerçektir ki, yediklerimiz bize kişilik oluşumunda inkâr edilemeyecek kadar bir katkı sağlar. Bireysel anlamdaki karakter oluşumu yanında, toplumsal alana da kayar bu ve bir veri olarak kaydedilebilir. Tabii ki sadece yediklerimiz değil, yaşadığımız coğrafya ve iklimin de tesiri vardır, tüm bunlar yanında adını koyabileceğimiz ya da sebebini bulamayacağımız sayısız tesirler de bulunmaktadır. Bu yüzden bunların her biri etken olsa da birine indirgeyerek açıklamak oldukça yanıltıcı olur. Kesin olan, yediklerimizin dilimize ve düşüncelerimize sirayet edecek kadar, bizlerde kimi kişilik özelliklerini belirtecek kadar dikkate değer olmasıdır. Tüm bunları bir bağlam içinde ele aldığımızda dimağımız ve hafızamız yaşadığımız ve yaşattığımız şehrin içe dönük halidir. Bu dimağ, bir düşüncenin sonucudur ya da, deposudur. Bu da bize sofrayı imler. Sonuçta sofralar, toplumsal dokuların dışa vurulmuş halidir. Bu açıdan bakıldığında bir şehri sofralarından tanıyabilirsiniz. Sofra şehrin açık göstegelerindendir. Tabii ki sofraya gelen yemekler, dile DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak mi yaşamalı, yaşamak için mi yemeli?” dilemmasını hatırlayabiliriz hemen. Bizim bahse mevzu edeceğimiz yemeğin şehirle ilişkisi, hangi kısım öne çıkarılırsa çıkarılsın sonuçta yaşamın kendisinin yemekle doğrudan ilişkisi olduğu hep göz önünde tutulduğunda, meselenin aslının yaşam ve yemek fiillerinin nasıl tezahür edeceğine göre değişeceğidir. Daha kısa ifade edecek olursak, ister yemek için yaşansın ister yaşamak için yenilsin, yaşama dair algımız ona dair beslenme biçimini oluşturur. Bunu tersten de söylemek mümkündür. Yemek fiilinin, aslında ilaç anlamına gelen em fiiline y harfinin başa zaid kılınması sonucunda oluştuğunu hatırlarsak, işin içinden başka tavşanların çıkacağı malum olur. Yemek fiili bu meyanda bir ilaç biçimidir. Bu aynı zamanda şu demektir: “Ne yerseniz o’sunuz.” Kabaca başka bir mottoyu da hatırlayabiliriz burada: “Ne yerseniz onu çıkarırsınız.” Madem yemek fiilinin kökeninde ilaç anlamına gelen em kelimesi var, o hâlde yemek faaliyeti aslında bedensel ihtiyacı en güzel ve en sağlıklı biçimde karşılamayı salık verir. Ateş anlamındaki od’un ses değişimi ile ot’a dönüşmesini konuşmuştuk. Ot kelimesinin ateş ile bağlantısından da bahsetmiştik. Bahsi geçenler içinde ot kelimesinden tedavi anlamında otamak fiili çıkarıldığı gibi sadece bir l harfinin eklenmesiyle otalamak fiilinin tam tersi bir şekilde zehirleme anlamında kullanıldığını da okuyuculara tekrar hatırlatmak isterim. Yemek fiilinin kökeni olan em kelimesi de işte aynen ot’taki gibi yeri gelir şifa yeri gelir zehir olur. Can’ın boğazdan geldiği gibi boğazdan gitmesi de mukadderdir. O hâlde ipleri bir nakış gibi yavaş yavaş ama yerinde örerek gittiğimizde, şehri/otarı kuran düşüncenin yapısına göre şehir bir hapishaneye de dönüşebilirken tertemiz havası ve yemyeşil çayırları olan bir çiftliğe de dönüşebildiğini gözlemleriz. Evet dil varlığın evidir ama bu evi kim nasıl 11 gelen sözcükler gibidir. Dimağdan, hafızadan süzülür ve bir yemek çeşidi olarak sofraya getirilir. Dilin düşünceyi yansıtması gibi, sofralardaki yemekler ve yeme biçimleri bireysel ve toplumsal yapıyı hem kurar hem de o toplumsal yapı tarafından kurulur. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak VAHYİN NİMETİ, NİMETİN VAHYİ 12 Kur’an’da nimet kelimesi hem vahy hem de yenilen rızıklar için kullanılır. Aslında bu bakış açısına göre nimetler de birer vahydir, vahyin bir nimet olması gibi. Biri ruhsal diğeri bedenseldir. Ruh ve beden ayrımını dikotomik bir tarzda birbirine karşıt kutuplarda değil de bir arada ve birbirini tamamlar vaziyette dilsel bir ayrım olarak ele alırsak, vahyin nimet, nimetin de vahy olması gibi, ruha etki edenin bedene, bedene etki edenin de ruha etki edeceğini söylemek kolaylaşır ve anlamlanır. Kur’an’ın vahy olgusunu bir nimet/rızık şeklinde örneklendirmesi, örnekler içinde sıradan bir seçim değildir. Örneği örmek kelimesi ile kök bağlantısını kurarak devam ettirdiğimizde, kişinin yeme biçiminin aslında vahyi algılama ve yaşama noktasındaki tutumuna işaret etmek için olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Bu demektir ki helal olanı bulmak ve yemek konusundaki öneri, vahye tabi olma ve vahy üzere yaşama için ilk ve tek şart/kayt olmasa bile, önemli ve öncelikli bir uyarıdır. Tersi biçimde haram olanın yenmesi, kişinin karakterini bozacağı için, vahye karşı tutumu da oldukça kibir ve inat üzere olmayı sağlar, sağlamlaştırır. Haram lokma hem kişiliksiz bir tutum kazandırır hem de toplumsal açıdan soysuzlaştırır. “Harsın ve neslin ifsadı”ndan bahseden ayetler, insanların Allah’ın bahşettiği nimetleri yapıbozuma uğratması yani haramlaştırması sebebiyledir. Yaratılış mahza Hak ve Hayr üzeredir. Başka dendik de batıl ve haram üzere bir şey var kılınmamış, yaratılmamıştır. Haram ve batıl denilen şey, aslında hak ve hayr üzere olanın bozuma uğratılmasıdır ki, işte bu da fesadı içerir. “Hakka batıl elbisesi giydirilmemesi”ne yönelik ayet/ler, hem besin nimetinin hem de zihin nimetinin butlana taşınmaması konusunda ciddi bir uyarı niteliği taşır. Besin nimeti bir rızık olarak Allah’tan gelmiş olması hasebiyle tertemizdir ve dilediğimizden yeme serbestiyetini içerir; sadece israf etmemek yani boşa tüketmemek şartıyla. Bunun yanında bu nimetler, kendi emeğimizle de olsa bir şekilde kazanıldığında, paylaşma (infak) olgusunu da ortaya döker. Tertemiz olanlardan yemek, yenilenlerden de üleşmek esastır. Helali haramlaştırmak, haram olandan yemek nasıl ciddi bir sorun ise aynı şekilde helal olsa dahi onu infak yerine istif etmek de o denli sorundur. Haramlardan uzak durmayı salık veren ayetler, zımnen haramlaştırma ameliyesinden uzak kalmayı imler. Haramlaştırma konusunda, işte vahşi hayvanlar tarafından parçalanan ya da kendiliğinden uçuruma düşüp parçalanan hayvanlar kastedilirken, Allah adı dışında kurban edilen hayvanlar da dâhil edilir. Doğal ya da yapay şekilde oluşan bu yapıbozumlar, elbette haram olarak sınıflandırılır ve yenmesi istenmez. Bunları yemek, aslında nefsin ve böylece de neslin fesadına yol açar. Domuz eti gibi varoluş açısından haram kılındığı sanılan hayvanlar sorulacak olursa, aslında buradan başka açılımlar da yapılabilir. İlk söylediklerimize tezat gibi görünen ve doğal harama örnek kabilinden gösterilecek olan domuz (ve onun gibi hayvanlar) haddizatında batıl ve şer türleri değildir. Evet, onlar her hâlükârda haramdır ama bundan kasıt aslında şudur: Evrende yaratılan her şey insanın yemesi/tüketmesi için yaratılmamıştır. Bu meyanda domuzun haram kılınmaz hikmeti, domuzun herşeyi yiyen bir tür olmasıyla çok yakın alakalı olsa gerek. Herşey yenmek için olmadığına göre herşeyi yiyenler bir ortaklık da olamaz. Yaratılış hangi tür açısından olursa olsun hak ve hayr üze- redir. Ancak bir şeyin insan için haram olması, onun ille de varlık açısından butlan taşıması anlamına gelmez. Onun varoluşunun amacı, yararı vardır, ancak bu insan için geçerli değildir. Buradan hareketle, her şeyin insan için olduğu anlayışını öngören, insanı merkez alan düşünce tarzlarının çöktüğü görülür. O da varoluş açısından bir nimet ve bir ayettir, ancak her nimet insan tarafından yenilecek ve tüketilecek diye bir şey yoktur. Bu yüzden de helal olanlardan istediğiniz kadarını yiyin der; ve sadece hem israf hem istif edilmemesini de yanına ekler. Yiyeceklerin ve yeme biçimlerinin şehirle ilişkisi de tam burada yatar. İnsanın her yere ev ve şehir kurma iştiyakı, tıpkı her var olanı yeme ya da var değilse bile genetiğiyle oynayarak var etme arzusu ile oldukça paraleldir. Aynı şekilde sürekli binalar çoğaltarak iskân edilmesi ile helal de olsa yiyeceklerin israf ve istif edilmesi arasındaki bağlantıyı çok net olarak ortaya döker. Açgözlü bir şekilde iskân ve inşaat anlayışı, dere yataklarını doldurma ve kıyı şeritlerini bozma üzerinden delice bir yapılanmayı serdeder. Ancak gün gelir dere taşar, deniz kabarır ve önündekileri/üstündekileri silip süpürür. Aynı şekilde her şeyin yenilmesi ve her şekilde yenilmesi meselesi de, onlarca hastalığa davetiye çıkarır. Vahyin nimet olarak algılanması, işte bu idrakin sağlanması için hoş bir sembol içerir. ŞEHİRLERİ KURAN İNSAN, İNSANLARI KURAN ŞEHİR İnsanlar şehri kurarken şehir de insanları kurar demiştik ya, dil de böyledir işte varlığın evi olarak. İnsanlar dil aracılığı ile konuşup evlerini, bu meyanda kişiliklerini/benliklerini inşa ederken ve tüm bunlarla bir ikamet, bir adres beyan ederken; dil de kendisini ele alan insanı, ele aldığı şekilde konuşur, onu tanır ve tanımlar. Nimeti külfete, rahmeti zahmete dönüştüren ya da nimeti nimet bilip bölüştüren, rahmeti kelimesini hatırlarsak, bu kelimenin estetik ile aynı kökten geldiğini ve fakat zıddını içeren bir yapı taşıdığını fark ederiz. Anestezi, bir duyu yitimidir ki, bir verildiğinde ölüm uykusuna yatırırken, diğer verilişinde de o uykudan kaldırır. Bu da bize estetiğin aslında anestezik bir etkisi olduğunu gösterir, zıddını aynı kelime içinde barındırarak. Bu açıklamalar, besin ve şehir olgusu açısından oldukça anlamlı ve yararlıdır. Besin tezgâhları da bir estetik düzenleme oluşturmakta, şehirlerin bulvarları da bu vitrinlere ev sahipliği yapmaktadır. Ama aslında bunlar anestezik etki yapan simülasyonlardır ki, harsın ve neslin fesadı anlamında bir çeşit asimilasyondur. Bu illüzyonları bertaraf etmek için bir asa ve bir yedi beyza yeter de artar bile. FASTFOOD: HAZ VE HIZ KÜLTÜRÜ Hamburg usulü yiyecekler, Hippodomus türü kentlerden doğar ancak. Bunun tersinden ifadesi de doğrudur. Burada içilen kolalar birer kolonyalizm içerir aslında. Bir espri gibi gelebilir ama kolonyalizm kelimesinin kökünde kültür kelimesinin olduğunu söylersek, sanırım bu espri ciddiye alınabilir. Kültür kelimesi toprağı işlemek demektir. Ne var ki toprağı işleme ameliyesi bir yerleşik durumu çağrıştırır. Bu açıdan bireyi ve bireylerden oluşan topluluğu işleyen algı biçimleri, dünya görüşü oluşturarak yerleşik bir biçime dönüşür. Artık kültürlü olmak, bu toprağın nimetlerinden faydalanmayı ve o toprağa bağımlı olarak yaşamayı çağrıştırır. Yerleşik düzen, kurgusal bir sistemle görgü kurallarını estetik adına ortaya koyar ve tanımlar. Artık bunun dışında kalan yabanidir. Kültürün oluşturduğu besinler ve kentler, birbirini tamamlar mahiyette, Sanayi Devrimi’ne çanak tutar. İlerleme miti üzerinden çağdaşlık kurulur. Eğer toprak vermiyorsa, toprağın genetiği ile oynanır ve orada yaratılır. Veriyorsa da bu çoğaltılma yoluna gider. Her şey sunileşir, sathileşir. Salt karın doyurma ve salt barınma adına dil de feda edilir, vahy de nimet de; ya da tüm bunlar heva ve heveslerin hizmetlerine amade kılınır. Bilgiyi bir güç olarak addeden Bacon, işte bu sebeple, sonsuzluk ve mülk arzusuyla dopdolu bir şekilde tanımlamak ister. Allah’ın ilminden verdiği ve hâlen de isteyene vermeye devam ettiği süreçte, gerçekte Allah’ın indinde ebedî olan ve Allah’ın melekût âleminde melekelerle donatılmış, meleklerin kendisine secde ettiği insan, tüm bunları kenara iterek sonsuzluk ve mülkiyet arzusuyla şaşkın şaşkın yaratılışı değiştirme adına yaratışlarda bulunur, dolaşıp durur. Ütopyalar ihdas eder ama bunlar sonuçta kaçınılmaz biçimde distopyaya dönüşür. Dimyat’a pirince giderken elindeki bulgurdan olur. İnsan, hâsılı, kendi dili ve eliyle kendi besinini ve kendi kentini kurar. Bu kendilik olma ve kurma sürecine göre de, kendini tanımlar. Ne ekerse onu biçer, ne söylerse onu eyler. Şu da bir gerçektir ki, al sancağın bu şafaklarda yüzmesi için en son da olsa tüten bir ocağın olması gerektir. Ocaklar tütmüyorsa aydınlık gitmiş yerine karanlık gelmiş demektir. Bakmayın sizler neonlarla ışıl ışıl yanan ve göz kamaştıran evlere/şehirlere, onların hepsi ankebut hükmündedir. Ne kadar güzel görünse de dışarıdan, aslında içi boştur ve en zayıfıdır. Yanmak ile uyanmak aynı kökten olduğuna göre evleri ocak edinmek, o yanış ile uyanışı gerçekleştirmenin, o evle aydınlanmanın ve aydınlatmanın iskânı/mekânı hâline getirecektir her daim. Çünkü orada pişen ve onunla beslenilen, göksel sofranın ikramıdır. ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Tüten En Son Ocak merhamet ile gösteren anlayış, bu dil sayesindedir. Bu yüzden de aslolan kalp dilidir ki, eğer o yoksa, meramı anlatabilmek hakikaten bizar kılar insanı. Dilin bu iki kullanım biçimi, ayrı tarzlarda da olsa sonuçta bize bir ev bahşettiği gibi şehri de kurar ve gözetir. Tüm bunlarda ekip biçtiklerimiz ve yiyip içtiklerimiz önemli bir rol oynar. Hız ve haz üzere yaşam biçimi beraberinde, on dakikada felsefe türü kitapların yayımlanması, hızlı okuma kursları türünden atılımları getirir. Bunun yemek versiyonu da herkesin bildiği hamburger ve coladan oluşan fast food türüdür. Şehirler de buna göre dizayn edilir. Dolambaçlı değildir. Bulvarlarla kaplıdır. Ufuk bellidir, çünkü ızgara planlıdır. Bu plan her şeyin gözaltına alınmasını sağlar. Göz bir noktada toplanır. Aslında göz tembelleşir bu yolla, yol anlamını kaybeder. Adına “perspektif” denilen ve aslında bir dayatma biçimi olan bu bakış açısı, sözümona estetiği sağlar ya da estetik adına sağlanır. İyi de, estetik de bir dayatma biçimi değil midir sanki? Kök itibarıyla duyuları ve duyulanımları içeren bu Antik Yunan terimi, çok sonraları, özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra güzelin tanımlanması adına sanatta bir ölçü olarak kullanılmış bir kavramsallaştırmadır. Kelimenin bugünkü anlamına gelmesinin ve tedavüle girmesinin Sanayi Devrimi ile paralellik arz etmesi boşa değildir sanırım. O hâle gelmiştir ki estetik, güzel için değil her şey için kullanılan bir turnusol kâğıdına dönüştürülmüştür adeta. Çirkin de estetik konusu kılınmıştır bu hâliyle. Bir ölçü ve kalıp içeren estetik, bu hâliyle bile neyin nasıl güzel olduğunu belirleyen bir dayatma rejimi iken, karşıtı çirkinliği absorbe etme adına, onu da içine/içeriğine dâhil ederek uçlaşma yoluna gitmiştir. Aslında bu hâliyle estetik, kendi kendisini yok etmiştir. Ama olacağı buydu zaten ve bu sonuç kaçınılmazdı. Tıbbi bir kelime olan ve ameliyatlar için kullanılan anestezi 13 Tahsin Görgün Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine TAHSİN GÖRGÜN İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü 14 F.: Nazan Çetin GİRİŞ: M odern batı düşüncesi ve bilimi hayatın daha çok tümel ciheti ile ilgilendiği için, insanların hayatını yapısal cihetten ele alarak, insanı, fert olarak değil de bir toplumun parçası olarak ele almayı, onu anlamanın ön şartı hâline getirmiştir. İslam dini başından itibaren ferdi esas alıp, her şeyi fert ile başlatarak, sonunda yine ferdî kemâli, gaye edindiği için, hayatı sadece tümel/yapısal boyutu ile değil, tikel boyutu ile de mevzu hâline getirmiştir. Son iki yüzyılda yaşanılan ve adına Batılılaşma veya modernleşme denilen süreçte Müslümanlar modern Batı medeniyetinin yapısal cihetten tasallutuna maruz kalmış; adım adım bu süreçle yüzleşerek, bu sürecin üstesinden gelmenin makul yollarını geliştirme hususunda önemli bir tecrübe ve bu tecrübe üzerinden bir tefekkür cihetinde önemli gayretlere sahne olmuştur. Son zamanlarda yaşanılan süreçte mesele sadece yapısal cihette kalmamış, bunun da ötesine geçerek, başta sinema ve televizyon olmak üzere, internet ve ona bağlı olarak yaygınlaşan sanal âlemin etkisi ile, gündelik hayat da doğrudan küresel etkileşim alanına katılmıştır. Bugün artık sadece ulaşım imkânlarının yaygınlaşması sebebi ile değil, bunun ötesinde sanal âlemdeki etkileşim imkânlarının yaygınlaşması ile birlikte, insanların gün- F.: Uğur Aydın izhar ettikleri temel alanlardan birisi maveraya yönelik olana ise “ahiret hayatı” veya gelecek hayat anlamında yemek kültürüdür. Yemek insanın bedeni olmasının son “ukbâ” denilir. ucudur. Beden hücrelerden oluştuğu İnsan canlılığını sürdürürken başta ve hücrelerin varlığını sürdürmesi, gıda olmak üzere zaruri ihtiyaçlarını beslenmesine bağlı olduğu için, insanın belirli bir oranda ve bir şekilde karşılarbedeninin devamı uygun bir şekilde ken, bu bir düzen kazanır ve ihtiyaçların beslenmesini iktiza eder. belirli bir düzen içinde karşılanmasının Kısaca ifade etmek gerekirse bedeni son ucu aynı zamanda bir düzen olan sürdürmenin ön şartı, yeterli gıda dünya hayatıdır. Dünya hayatı, yani almaktır. İnsanın doğumu ile birlikte yakın hayat, bir sıfat tamlamasıdır; bu hayatı boyunca gıdaya bağımlı olması, sıfat tamlamasından isim düşürülerek/ her şeyin başladığı bir hususu işaret hazf edilerek sıfat isim yerine kullaederken, her şeyin bittiği noktayı işaret nılmıştır ki, bu sebeple dünya hayatı ettiği anlamına gelmez. kısaca “dünya” olarak kullanılagelmiştir. İnsan, yaşamak için yemek zorundaİnsan ihtiyaçlarını karşılarken bir dır; ancak yemek, yaşamanın sadece ön dünya kurar ve bu dünyada ikamet şartıdır. Yemek, insanı diğer canlılardan eder. Aslında bunu daha açık ifade ayıran önemli alametler taşır: insan etmek gerekirse, insan kendisinden yemek ile yaşar; yemek için yaşamaz. önce yaşamış olan insanların oluşturYaşamak ile canlılığı muhafaza etmek duğu az çok belirli bir düzenin, yani bir arasındaki fark, fark edildiğinde, insan dünyanın içine doğar ve bu dünyada ile diğer canlılar arasındaki fark da ikamet etmeyi öğrenerek, canlılığını birbirinden tefrik edilebilir hâle gelir. sürdürebilir. Canlı olmak ile “yaşamak/hayat”ı 2. Neyin gıda olarak kabul edileceği, birbirinden tefrik etmek gereklidir. coğrafi ve fiziki şartlar yanında, inanç İnsan canlı olmanın ötesinde, “hayat” ve hayat tarzı ile doğrudan alakalıdır. sahibidir. İnsanın bir hayatının olması, Bir şeyin gıda olmasının ön şartı, insan onu diğer canlılardan ayırır. bedenini oluşturan hücre yapısını İnsanın hayatı, ona verilmiş anların beslemeye uygun olmasıdır. Gıda toplamını ifade eder. Bu hayatın bir olabilecek nesneler ise esas itibarıyla, yüzü ân’a, yani duyulara bakarken, insan bedeni gibi, insana verilmiştir. diğer bir yüzü öteye, maveraya bakar. Verilmiş olma her şeyden önce bilkuvve İnsan hayatının hissî olanına yakın tasarrufa açık olma, insana musahhar hayat, “dünya hayatı” denilir. Öteye, kılınma ile alakalıdır. Âlemde bulunan DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine delik hayatı da küresel etkileşimin bir parçası hâline gelmiştir. On veya yirmi yıl öncesinde olduğu gibi evine kapanmak veya evinde bulunmak dış dünyanın tesirine kapanmak anlamına gelmemekte, insanın evi de artık farklı manaları ile korunaklı/mahrem bir alan olmaktan çıkmaktadır. Yeni şartlarda eve geri çekilerek kendini korumak ve bu anlamda inziva üzerinden kendine bir korunak oluşturmak, anlamını gittikçe kaybetmektedir. Bu durumu en açık şekilde yemek ve yemek kültüründe görmek ve ele almak mümkündür. İnsanın en temel ihtiyacı olarak yemek, genellikle korunaklı alanın bir parçası gibi gözükmekte idiyse de, bugün artık bu alanda, daha önce olduğu gibi, helal haram sınırına riayet etmek kolay değildir ve bu durum gittikçe zorlaşmaktadır. Bu meydan okuma bizi çaresizliğe ve umutsuzluğa sevk etmek yerine, yüzleşmeye zorlamaktadır. Çünkü artık kaçacak bir yer, sığınacak bir “ev” kalmamıştır. Bu bizi meseleyi esasından düşünerek, adım adım önce neyle karşı karşıya olduğumuzu belirlemeye, sonra da bunun üstesinden gelmenin makul yollarını aramaya sevk etmektedir. Bu yazıda ana hatları ile insan hayatının olmazsa olmazlarından birisi olan “yemek” mevzusunu ele alarak, bazı hususlara yine ana hatları ile işaret etmeye çalışacağız. 1. Canlı bir bedeni olan insanın temel ihtiyaçları arasında yemeğin tayin edici bir yeri vardır. İnsan, canlılığını, düzenli ve yeterli gıda alması sayesinde muhafaza edebilir. Bu durum insan hayatta olduğu müddet böyledir. Üç günlük dünya beş günlük yiyecek ister. Yemek her insanın temel ihtiyaçlarından birisi olduğu için, bütün insanları ilgilendirir. Temel ihtiyaçların karşılanmasının keyfiyeti insanların hayat tarzları ile, hayat tarzları da inançları ile doğrudan alakalı olduğu için de, medeniyetlerin özgünlüklerini 15 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine 16 her şey, insana musahhar kılınmıştır; insana verilmiştir. İnsana verilmiş olma, âlemde bulunan şeylerin varlıklarının ötesinde, insan ile birlikte kazandıkları mananın esasıdır. Mevcudat; manasını, mucidinin icadı olmanın, Halik’ının mahlûku olmanın ötesinde insan ile irtibatı içinde kazanır. İşte tam da bu anlamda bazı şeyler insan ile irtibatı içinde gıda manası kazanır. Nimetlerin hepsi gıda olmamakla birlikte, bazısı gıda olabilir. Coğrafi ve fiziki şartlar, insanın sahip olduğu kabiliyetlere, bilgi ve becerilere bağlı olarak, insan hayatında yer alırlar. Bu cihetten şartlar ve şeyler manalarını, insanın ilgi, bilgi ve kabiliyeti çerçevesinde kazanırlar. İnsanın bedeni olmasaydı, nesneler gıda/yiyecek manası kazanamazlardı. Nesnelerin yiyecek manası kazanmasının ön şartı insanın bedeninin olmasıdır. Mevcudatın insan ile irtibatı içinde kazandığı manayı belki en güzel anlatan âlimlerimizden birisi olan Yusuf Hemedani şöyle der: “Kâinât (Kevn), göründüğü şekliyle (zâhiren) senin emrine âmâdedir. Sen de manen kâinatın emrine âmâdesin. Zîrâ kâinât bir yiyecektir. Sen onu alır, yer, sindirirsin. Kâinat bir içecektir. Onu alır, içer ve boşaltırsın. Kâinât giysidir, sen onu giyer, eskitirsin. Kâinat evdir, orada oturursun.”1 Bu bir taraftan insanın alet kullanma ve geliştirme kabiliyeti ile doğrudan alakalıdır. İnsanın eli olduğu için, gıda olması mümkün olan nesnelere uzanır ve onları ağzına götürerek, yiyebilir. İnsanın bu anlamda yiyebileceği şeylere, yiyecek denir. Daha başka bir ifade ile insanın ulaşabildiği yerde bulunan ve canlılığını sürdürmesinin vasıtası olan yiyebileceği nesneleri tanımlarken bir inceliğe dikkat etmek gerekir: Yiyecek tanımı altına giren nesnelerin gerçekten yiyecek olabilmesi için, onun insanın 1 Yusuf Hemedani, “İnsan ve Kâinât”, Hayat Nedir?, çev. N. Tosun, İnsan Yay., İstanbul 2000, içinde, s. 100. önüne getirilmesi gerekir. Bilkuvve yiyecek olan bir nesnenin gerçekten de yiyecek olabilmesi için, insanın onu önüne getirecek ve sonrasında ağzına götürecek, başta eli olmak üzere aletlere ihtiyacı vardır. Dolayısı ile neyin gerçekten yiyecek olduğu, insanın sahip olduğu aletlere de bağlıdır. Bu durumu şu şekilde kısa yoldan daha açık hâle getirebiliriz: Bugün soframızda bulunan yiyeceklerin, yiyecek olarak önümüze gelmesinin ön şartları çok fazladır. Hele hele ulaşım imkânlarının hızlanması ile birlikte bilkuvve yiyecek olan nesnelerin sınırları, daha önceki yüz yıla göre oldukça genişlemiş durumdadır. Bırakın yüz yılı elli yıl öncesinde adını bile bilmediğimiz tropikal bölgelerde yetişen meyveler bugün el altında olduğu gibi, artık yiyecekler bölgeler ve mevsimlerle de sınırlı olmaktan çıkmış durumdadır. Yerkürede her an her mevsimin ve hemen her bölgenin ürünlerini hemen her yerde bulmak artık mümkün bir hâle gelmektedir. Bu aynı zamanda insanın gıdasını temin etme sürecini etkiler. Bu demektir ki, insanların bilgi ve becerilerindeki gelişmelere bağlı olarak geliştirdiği aletler ile birlikte, yerkürede bulunan ve bilkuvve gıda olan hemen her şey, hemen herkes için bilfiil gıda olabilmektedir. Bu durum bir taraftan önemli imkânlar sunmakla birlikte, ciddi sorunları da beraberinde ortaya çıkarmaktadır. İmkânlar teknik olarak gıdaya ulaşılabilirlik cihetinden kendisini izhar etmekte ise de sorunlar, bir taraftan yenilebilir olan her şeyi yemenin uygun olup olmadığı ile ilgili olarak kendisini göstermektedir. Bunun bir tarafı gıda üretim teknolojileri ile alakalı iken, diğer tarafı insanların inanç ve hayat tarzı ile doğrudan alakalıdır. Canlılar yiyebilecekleri her şeyi yiyebilirler; hatta onların fıtratı, onlara bu cihetten ciddi bir şekilde yol gösterir, destek olur. Hâlbuki insan önüne gelen her şeyi yiyemez: meselenin bir taraftan kültürel bir ciheti vardır. Bu kültürel cihetin esasında da din bulunmaktadır. Din, farklı alanlarda olduğu gibi, gıda alanında da sınırlar belirleyerek, insanın hayatını makul bir şekilde düzenlemesini sağlar. Dinin ihmal edildiği şartlarda insanlar insan olma boyutundan eksik kalarak, tamamen canlı kategorisinde hayatlarını sürdürürler. Bu durum İslam dini özelinde helal ve haram kavramları üzerinden belirlendiği için, yiyecek genel olarak insanlar gibi, özel olarak Müslümanlar için de, sadece biyolojik olarak canlılığı muhafaza etme anlamına gelmez; daha öte bir anlamı vardır. Helal ve haram sınırının konusu, önce insanın gıdaya nasıl ulaştığı ile alakalıdır. İnsan gıda olarak önünde bulunan nesneye nasıl ulaşmıştır? Bu ulaşmanın yolu helal midir? Daha başka bir ifade ile insan bu yiyecek nesnesine helal yolla mı ulaşmıştır? Verili şartlar içinde gıdaya helal yolla ulaşmak ne demektir? Bunun ön şartları nelerdir? Bu şartlar yerine getirilmiş midir? Gıdaya ulaşmanın keyfiyeti insanın içine doğduğu ve üstlendiği dünyanın düzeni ile doğrudan alakalı olduğu için, meselenin bir yapısal tarafı, bir de ferdî tarafı bulunmaktadır. Eğer yapısal olarak yiyeceğe ulaşmanın yolları helal’i sağlamıyorsa, insanın yediğinin muhtevası ne olursa olsun, haram ile karşı karşıyadır. Ferdî taraf ile ilgili cihet yapısal veya sistem ile alakalı olan taraf hallolduktan sonra anlamlı olur. Eğer sistem insanların helal yolla kazanmalarını mümkün kılıyorsa, o zaman fertlerin, bu şartlarda helal olmayan yollara yönelip yönelmediği sorgulanabilir. Bir tefecinin sofrasında bulunan hurma nerden gelirse gelsin, muhtemelen helal değildir. Gazali’nin İhya’da yemek adabını ele alırken helal kazancı özellikle vurgulaması, insanların dünyasına mahsus bir mana boyutu ile alakalıdır. Yani sofrada yemeğe uzanan el, daha öncesinde, onu sofraya kadar getirirken bunu meşru/helal yollardan 3. İnsanların gıdasını temin etme sürecinde, önceleri basit unsurlar yeterli iken, zaman içinde, imkânlar ve ihtiyaçları artar; gıda alanı da kaçınılmaz olarak bir iş bölümüne konu olur. Bu durum tek yönlü değildir; imkânları azalan insanlar veya iradi olarak ihtiyaçlarını sınırlayan insanlar ihtiyaçlarını kontrol ederek, fazlası mümkün iken, daha az ile iktifa edebilirler veya etmek zorunda kalabilirler. Bir vakitler refah seviyesi yüksek olan bölgelerde yaşayan insanların, bir zaman sonra bu refah seviyelerini kaybettikleri, tarihin gösterdiği en açık sonuçlardan biridir. Klasik fıkıh eserleri kadar farklı eserlerde yapılan zaruriyat, hâciyat ve tahsiniyat ayrımı, ilk bakışta göründüğünün aksine tek yönlü bir gelişmeyi değil, insanların hayatlarındaki farklı irtibat çerçevelerini ve buna bağlı olarak da farklı ilişki şekillerini ifade etmektedir. Zaruri olarak nitelenen ihtiyaçların sadece insanın canlılığı ile alakalı olmadığı açıktır; bazı şeyler aile hayatı açısından zaruri olduğu gibi, başkaları da çarşı-pazar, zanaat ve hatta bazı kurumların varlığı açısından zaruri olabilir. Bu sebeple zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat ayrımı, ilk bakışta göründüğü anlamda bir toplumsal gelişme bağlamının ötesine delalet eder. Zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat hem tek tek fertlerin hayatında, hem de toplumların hayatında, meseleler müzakere edilirken dikkate alınacak varoluşsal çerçeveyi işaret eder. Toplumsal hayat planlanırken ve bununla ilgili siyasetler geliştirilirken zaruri olanların farkında olunarak öncelikli olarak dikkate alınması, sonrasında haci olan ve sonra da tahsiniyatın dikkate alınması, yiyecek ve yemek ile de irtibatlı olarak önem arz etmektedir. Tahsiniyat alanına öncelik verilerek zaruriyatın ihmal edilmesi durumu, toplumda adaletin eksik tahakkukunun en bariz misalidir. Tahsiniyatın tayin edici bir konum kazanmasının en önemli sebebi, insana F.: İlayda Sena Özçelik sunulan/verilen nimetlerin, onun ihtiyaçlarından fazla olması ve insanların kendilerine verilen imkânları sahih bir şekilde kullanması durumunda, nimetlerin ihtiyaçlardan fazla olacağının farkında olunmaması/unutulması ile alakalıdır. Bir taraftan ihtiyaçların ihtiraslara indirgenmesi veya ihtiyaçların ihtiraslara bağlanması sebebi ile insanların hayatı sınırsız ihtirasların tahakkümüne girmektedir. Bu durum insanların ferdî olarak kendi ihtirasları ve tûl-i emellerine kendi iradelerini teslim etmeleri ile alakalıdır. Bunun en önemli sebebi, hayr ile irtibatın gevşemesi veya kopmasıdır. Diğer taraftan insanların fiillerinin son ucu olan oluşumların, insanın kendinde taşıdığı sınırsızlık yönelişinin formel yapılara taşınması ile birlikte ortaya çıkan sınırsız güç ve tahakküm arayışı sonunda, insanların hakiki ihtiyaçları ile alakası olmayan ve tek tek insanların aleyhine bir durum oluşturan ihtiyaç tanımlamaları, tahsiniyat alanını ön plana çıkarırken, insanların önemli bir kısmının zaruri ihtiyaçlarını karşılamaları cihetinden eksik bırakmaktadır. Bu durumun keyfiyetini kolayca şehrin yemek kültürü üzerinden yakalamak mümkündür. Bazı lokantalarda bazı insanların bir öğün yemeğinin maliyetinin, bazı mahallelerde yaşayan bir ailenin bir aylık ihtiyacından daha fazla olabilmesi, insanların tahsiniyat alanının sınırlarını zaruriyat alanı DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine yapmamışsa, o sofranın esasında bir sorun vardır. Yiyecek olarak sofrada bulunan nesnelerin farklı cihetlerden helal olup olmadıkları meselesi, kendi başına bir mevzu olduğu için, burada üzerinde duramayacağız. Her şeyden önce insan fıtratına uymayan, insanların kerih gördüğü şeyler kadar Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde leş, domuz eti, sarhoş ediciler gibi haram kılınan nesneler ve onların benzerlerinin yiyecek olamayacakları açıktır. Bu durum kendi başına Müslümanlara, farklı ortamlarda farklı bir aidiyet şuuru da verir ki, sırf bu husus bile kendi başına ele alınmayı hak eder. Nelerin yiyecek olabileceği ile ilgili yapılan ayırımlar, kimlerin aynı sofraya oturabileceklerini ve dolayısı ile kimlerin kimlerle yakınlık/sıhriyet kurabileceklerini belirlediği için, toplumsal hayatın temel kategorilerinden birisini teşkil eder. Bir toplumun kimliği ile yiyecek ve içeceklerdeki temel tercihleri arasında doğrudan bir irtibat bulunmaktadır. Helal ve haram sınırı, insanın yiyecekle irtibatını tanzim eden sınırları işaret ederken, bu sınırlar içinde meselenin edeb kısmı, insanlar arasında varoluş düzenlerini nezaket ve zevk inceliği ile irtibatlı olarak nasıl oluşturduklarını gösterir. Ne yediğin kadar, nasıl ve kiminle yediğin de kim olduğunu belirleyicidir. Gıdaların ve yiyeceklerin yanında yemeğin nasıl hazırlandığı ve nasıl yenildiği; yani sofranın nasıl kurulduğu, kendi başına önemli meselelerdir. Bunların her birisi bir cihetten insanın hayatı ve hayat düzeni ile irtibatlıdır. İnsanın hayatı ve hayat düzeni, bireysel ve toplumsal olduğu kadar, kurumsal olarak da gerçekleştiği için, yiyecek ve yemek, şehir hayatının da mütemmim cüz’üdür. Şehir hayatı insanın kemalinin ön şartı olduğu için, bir şehrin kemali, o şehirdeki yiyecek ve yemek düzeninde de kendisini izhar eder. 17 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine 18 aleyhine genişletmeleri ile doğrudan alakalıdır. Zaruriyat alanı aleyhine işleyen tahsiniyatta israfı görebiliriz. Meşru bir şekilde yemek ve içmek ancak israf söz konusu olmadığında tahakkuk edebilir. İsraf, rızkın yerinde ve yerine sarf edilmemesi ile alakalıdır. Yemenin ve yedirmenin, ikram ve infakın ihtiyaç karşılamanın ötesinde bir zevk ve zevk inceliğinin tecessümü hâline gelmesi, kısaca yemek kültürü ile alakalıdır. Burada üzerinde fazlaca durmak mümkün olmadığı için, sadece bir misal olarak ikramda bir inceliği, bir zevk ve nezaket boyutunu işaret eden çok sayıda misal vardır. Bunlardan birisi yemek alanında ikramın bir zevk hâline gelmesinin temsil gücü olan bir örneği olarak “diş kirası”dır. Diş kirası, ikramı bir vecibe olarak kabul eden bir tavrın, kendisine bir vecibesini ifa etme noktasında yardımcı olarak, ona ikram etme imkânını sunan bir misafire, teşekkür olarak takdim edilen bir hediyedir. Mesele misafirine yemek ikram ederek, onun temel bir ihtiyacını karşılamaktan çıkmakta, ikram edecek kadar nimete mazhar olan bir insanın, bu nimete şükretmek gibi bir vazifesi olduğunu idrak ederek, bunu ifa etmesi ve bu ifa sürecinde kendisine ikram imkânını sunan bir insana ayrıca teşekkür etmesi anlamına gelmektedir. Burada biraz daha yakından bakıldığında ihtiyaç sahipleri yer değiştirmekte ve dolayısı ile kimin kime teşekkür edeceği sorusu yeniden bir mana kazanmaktadır: kendisine ikram edilen, ikram için ikram edene müteşekkir iken, ikram eden, kendisi sayesinde ikram etme imkânına kavuştuğu misafirine, bu imkân vesilesi ile müteşekkir olmaktadır. Kısaca yemek nasıl bir ihtiyaç ise, ikram da bir ihtiyaç hâline gelmekte; iki muhtaç birbirinin ihtiyacını karşılamış olmaktadırlar. Mesele burada kalacak olursa, teşekkür ve şükür her hâlükârda eksik kalacaktır: teşekkür ve şükrün esas mercii olan Cenab-ı Hakk’a, her iki taraf da, kendilerine verilen iki ayrı nimetten dolayı şükredecektir: birincisi yemek nimeti ile alakalı iken ikincisi, her iki tarafa da, ikram ile mükellef kılan dinin gönderilmesi ile alakalıdır. Çünkü bütün bunların tahakkuku, müminleri ikram ile mükellef kılan din ile mümkün hâle gelerek gerçekleşmiştir. Yemek alanında ikram ve infakın impersonel formu olarak imaretler/ aşevleri ve benzeri kurumlar kendi başına önemlidir ve İslam şehri ve medeniyetinin temayüz ettiği mütemmim cüzleridir. Bu konularda yeterli olmasa da bazı çalışmalar mevcut olduğu için burada konunun bu tarafı üzerinde durmayacağım. 4. Bütün bu süreçte, demek oluyor ki, insanın gıdasını alması, “yemek yemesi” sadece fiziki olarak insanın gıda olması uygun olan nesneleri eliyle alıp ağzına götürmesinden ibaret değildir; bunun ötesinde, gıdayı almanın keyfiyeti kadar, gıdayı almanın ferdî ve toplumsal boyutu da, yemek yemeye dâhildir. Dolayısı ile yemek yemenin İslam medeniyetinde ferdî ve toplumsal boyutu kadar sistem ile alakalı kurumsal boyutunu da dikkate almadan, onu kavramak eksik kalacaktır. Buradaki temel soru yemek yemenin kendisi ile birlikte neleri ortaya çıkardığı, yemek yemekle birlikte nelerin teşekkül ettiği ile alakalıdır. Sorumuzu şu şekilde de sorabiliriz: İnsan gıda almakla ne yapıyor? Gıda almakla gerçekleştirdiği şey ile ne yapmış oluyor? Yemek yemenin kendisi ile birlikte neleri getirdiğini ele almak ve bunun sebepleri ve neticelerini kavramak, İslam şehri ve medeniyetini kavramanın da bir yoludur. Bu konuyu da geniş bir şekilde ele almak mümkün olmadığı için bazı hususları işaret etmekle iktifa edeceğiz. Her şeyden önce yemek, yaşamanın ön şartı ve aynı zamanda mütemmim cüz’üdür. Dolayısı ile Müslümanlar yemek için yaşamaz, yaşamak için gerektiği kadar ve gerektiği gibi bes- lenirler. Beslenme insanın sıhhatli bir şekilde yaşaması ile alakalı olduğu için, genellikle beslenme kültürü tıp kültürü ile irtibat içinde kavranır. Tıp kitaplarında yemek ile ilgili bölümlerin bulunması, yemek meselesinin insanın sıhhati ile irtibatlı olarak düşünüldüğünün sonuçlarındandır. Diğer taraftan yemek, rızık olarak gıda anlamından daha farklı bir mana boyutuna sahiptir. Rızık denildiğinde ilk akla gelenin gıda olması, bu sebepledir. Rızık, insanın bedenini de yaratanın, bu bedeni sıhhatli bir şekilde muhafaza etme bağlamında anlamlıdır. Gıdanın rızık olması, verilmiş olması ile alakalıdır ve rızık verenin hakkını gözetmek, rızık ile sahih bir irtibat kurmanın ön şartıdır. İnsanın rızık ile irtibatının insanın kendi sıhhatini sürdürmesi ile alakasının ötesinde, başka insanlarla da paylaşılması onun üzerinde tasarruf imkânının sonucu olarak önem arz etmektedir. Bu tasarruf şeklinin adına infak denilmektedir. İnfak insanın kendisine rızık olarak verilene yönelik tavrının adıdır. Rızık infak üzerinden yaşatmanın, yani rahmetin yayılmasının yollarından birisi hâline gelir. Dolayısı ile İslam şehri ve medeniyetinde yemek kültürü, rahmetin mazharı olan bir düzenin mütemmim cüzünü teşkil eder. Bütün bu süreç hem bireysel/ahlaki, hem toplumsal/kültürel hem de kurumsal/hukuki olarak tahakkuk eder. 5. Yemeğin bireysel/ahlaki, toplumsal/kültürel ve kurumsal/hukuki boyutlarının olması, onu sıradan bir beslenme meselesi olmaktan çıkarır; onu bir kültür ve medeniyet meselesi hâline getirir. Norbert Elias modern Batı medeniyetinin teşekkül sürecini ele aldığı Uygarlık Süreci2 isimli eserinde, bu sürecin izlerini farklı unsurlar yanında 2 Norbert Elias, Über den Prozess der Zivilisation, Suhrkamp, Frankfurt/Main 1976, 2 Bde. (Türkçe çevirisi: Uygarlık Süreci, çev. E. Ateşman, 1. Cilt Adab-ı muaşeret ise daha çok seçkin sınıflara ve aristokrasiye özgü bir alan olarak kabul edilmiş, bu anlamda kültür ve medeniyet ile özdeşleştirilmiştir. Toplumun geri kalan kısmı yönetilecek ve yönlendirilecek kitleler olarak kabul edilerek, yapısal analizlerin konusu olarak kabul edilmiştir.4 Sofra adabı, kendi başına bir kültür ve medeniyet işidir. Bir medeniyetin özünü yemek kültüründen okumak mümkündür. Kast sisteminin en önemli/ tanımlayıcı kuralı, yemek cihetinde ortaya çıkar: Hangi kasta ait olduğunuz, kiminle yemek yiyebileceğiniz/kiminle aynı sofraya oturabileceğiniz üzerinden belirlenir. Özünde bir sınıf toplumuna dayanan Batı medeniyeti için de benzer bir durum söz konusudur. Son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeler gündelik hayatı da bütün ehemmiyeti ile ortaya çıkardığı için, günümüzde yemek ve sofra adabı, bireysel ve toplumsal bir hadise olmanın ötesinde, Müslümanların Müslüman olarak varlıklarını sürdürmelerini de ilgilendirir bir konum kazanmıştır. Yirminci yüzyılda Müslümanlar tarihin en ağır şartlarında yaşamış ve her şeye rağmen kendi varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Bunun en önemli sebebi, emperyalizmin Müslümanların mahrem/korunmuş alanlarında nüfuzunun sınırlı ölçüde gerçekleşme imkânı bulması idi. Ancak durum şimdi oldukça farklıdır: Müslümanların artık dokunulamaz olarak kabul edilebilecek bir mahrem/korunmuş alanları nerdeyse kalmamıştır. Modern dönem denilen şartlarda insanlar, oluşturulan ve fertlere gaib/ bir anlamda gizli, dolayısı ile de “aşkın” olarak kurgulanan yapılar/güç merkezleri üzerinden “yönlendirilerek yönetilirken”, post modern adı verilen şartlar, 4 3 ve E. Özbek, 2. Cilt, İletişim, 3. Baskı, İstanbul 2004, 2 cilt). Bak: Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, Darü’l-Minhac, Cidde 2011, c. III, s. 9-88. Bu konu için bak: Andy Bennet, Culture and Everyday Life, Sage Publications, London 2005 (Türkçe çevirisi: Kültür ve Gündelik Hayat, çev. N. Tokdoğan, B. Şenel ve U. Y. Kara, Phoenix Yayınevi, Ankara 2013). bu yapıların/güç merkezlerinin deşifre edilmesi/keşf edilmesi ile birlikte, geri plana çekilerek, yeniden görünmez/ gaib hâle getirilmesi anlamına gelmektedir. Fertler yine yönlendirilerek yönetilmeye devam edilirken, bunu yapan güç merkezleri/yapılar kendilerini yeni bir perde ile perdeleyerek, yine görünmez hâle gelmiş; bu yolla teşhis edilerek/deşifre olarak hedef hâline gelmelerini, zorlaştırmışlardır. Bu sayede küresel boyutta etkin olma imkânını elde eden “güç merkezleri”, yerel yapıları o yapılarla irtibatlı olanların gözünde sorun hâline getirmeyi başararak, bunun üzerinden yönlendirerek yönetme cihetinde önemli bir imkân elde etmişlerdir. Bu durumu biz farklı alanlarda takip edebileceğimiz gibi yemek konusu üzerinden araştırma mevzuu hâline getirebiliriz. Buraya kadar dile getirmeye çalıştığımız gibi yemek meselesi, sadece bir beslenme meselesi değildir: ne yiyeceğiniz kadar, kimin sofrasında oturabileceğiniz sorusu, kiminle nereye kadar yakınlaşabileceğiniz sorusuyla da alakalıdır. Bu sorunun diğer bir ciheti kiminle evlenebileceğiniz ile alakalıdır: Aynı sofraya oturamayacağınız birisi ile evlenemeyeceğinize göre, insanlar arasındaki ilişkilerin temel formu, yemek kuralları içinde bulunur. 7. Gıdanın temini, zaman içerisinde bireysel ve toplumsal bir hadise olmaktan çıkarak, bir sistem sorunu hâline gelir: belirli bir aşamadan sonra gıda güvenliği, bir toplumun kendi kendine yeterliliğinin ön şartı olarak kendisini gösterir. Kısaca yemek, sadece yemek değildir.▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir, Yemek ve Medeniyet Üzerine özellikle sofra adabı üzerinden adım adım tespit ederek sunmaya; hatta bunun üzerinden bir toplum teorisi geliştirmeye çalışmaktadır. Her ne kadar Elias’ın kullandığı kaynaklar ve kullanım yöntemi epeyce yoruma ve eleştiriye açık olsa da, “medenileşme” ile sofra adabı arasındaki irtibatı görüp, göstermeye çalışması önemlidir. Kısaca sofra tamamen toplumsal bir hadisedir. Her toplumsal hadise gibi bir örfü ve edebi/adabı iktiza ve icab eder. İslam medeniyeti başından itibaren gündelik hayatı tanzim ederek varlığa geldiği ve varlığını gündelik hayatı tanzim ederek sürdürdüğü için, insan hayatının merkezine ilm-i hâli yerleştirmiş; ilm-i hâl de, aynı zamanda yemek ve sofra adabını ihtiva etmiştir. Başta Hadis külliyatı olmak üzere, bütün bir adab literatüründe sofra adabına verilen yer, bu cihetten henüz yeterince araştırılmış değildir. İslam medeniyetinde yemek sadece gıda almak veya beslenme meselesi değil, sofra kurmak ve sofrada bir araya gelmek demek olur. Bu sofranın kurulması hayatı inşa eden bütün değerler ile irtibatlıdır ve bu değerler kendilerini aynı zamanda sofra adabında izhar eder. Bu konuda derli toplu bir metin okumak isteyenler, Gazali’nin İhyau Ulumi’d-Din isimli eserinin “Kitabu Adabi’l-Ekl/Yemek Yemenin Adâbı” isimli bölümüne bu gözle bakabilirler.3 6. Batı medeniyetinde kültür, asırlarca, yüksek sınıflara özgü olarak kabul edildiği için, gündelik hayat ve onun önemli bir parçası olan sofra adabı sosyal bilimlerin ve felsefenin olduğu kadar ahlakın da konusu olarak ele alınmamıştır. Mesele daha çok yapısal cihetten araştırma konusu hâline getirilerek, fertlerin hayat düzeninde esas teşkil ettiğini hareket noktası olarak kabul eden bir tavır söz konusu olmamıştır. 19 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek Celaleddin Çelik Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek 20 SOFRADAN ATIŞTIRMALIĞA “YEMEK”TEN “BESLENME”YE “EV”İNİ VE “FARK”INI KAYBEDEN YEMEK CELALEDDİN ÇELİK Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğr. Üyesi. İ nsanî gelişim sürecinde günlük yaşam döngüsüne ait bütün rutinlerde olduğu gibi yemek ve beslenme edimleri de zamanla sembolik ve kültürel anlamlar kazandı. Kişisel ihtiyaçların dinî, mahallî ve kültürel bağlamları gündelik yaşama ilişkin her aşama, geçiş ve örüntüyü bir geleneğe ve değere dönüştürdü. Bu çerçevede yeme-içme ve beslenme gibi beşerî ihtiyaçlar da kültürel kimlik ve kolektif hafızanın ayrıştırıcı kodları olarak biçimlendi. Böylelikle bütün evreleri içinde günlük hayatın seremonik rutinlerinden olan yemek, özünde birlikteliğin, ailevi buluşma ve kaynaşmanın, kurulacak ilişki ya da irtibatların bir odağı hâline geldi. Kültürel hafızanın ve sosyal yaşamın ritmik unsurlarından olan yemek, zaruri bir ihtiyacın ötesinde kültür ve aidiyet tamamlayan esaslı bir gösterge oldu. Her şeyden önce aileyi ve onun kuşatıcı sıcaklığını temsil eden bir fenomen olarak ocak ise daima yemek için yandı. Yemek ailenin bir sofra ya da masa çevresinde mahrem ve müstesna yakınlığını sürekli F.: Mustafa Aksebzeci Her şeyden önce aileyi ve onun kuşatıcı sıcaklığını temsil eden bir fenomen olarak ocak ise daima yemek için yandı. Yemek ailenin bir sofra ya da masa çevresinde mahrem ve müstesna yakınlığını sürekli yenileyen bir tecrübe olarak kutsandı. Sofra ise insanın hanesinde varlığını nimet ve bereketle taçlandıracak bir adabın zemini oldu. Zamanla dışarıda yemek giderek daha sınırlayıcı kurallara bağlanırken ev ise yemeğin etrafında sofrada biçimlenen bir haneye dönüşmüştür. Öte yandan yemeğin ev-merkezli mahrem bir alana sıkışması ya da çekilmesi, yemek yapma ile kadının rolü arasında kalıcı bir irtibatın kurulmasına yol açtı. Kadın evde diğer rollerinin yanı sıra yemeğin de sorumlusu konumuna geçti. Bütün âdetleri içinde yemeğin zaman içerisindeki yolculuğu kültürel sembollerin ayırt edilmesi bakımından özel anlamlar kazanmıştır. Nitekim kadim toplulukların günlük yaşamlarını gösteren ocak, yemek ve beslenme araçlarının arkeolojik değeri oldukça yüksektir. Antropolojik gelişim sürecinde de yine avlanma, ehlî hayvan yetiştirme ve toprağı ekip biçme gibi bütün zirai faaliyetin merkezinde yemek ve beslenme ihtiyacının merkezî konumu görülür. Yemeğin kültürel arka planı ise tarihsel kimliğin sürekliliğini temin eden kimliksel bir boyut taşır. Kültürel yaşam bize neyi ne zaman yiyeceğimizi öğretir ve buna sadık kalmamızı ister, bu yüzden yemek rutinleri, ritimleri ve tutumları kültür çevrelerine göre değişebilmektedir. “Örneğin çoğu kültürde ana yemek öğlen yenir, Amerikalılar ana yemeklerini akşam yemeyi tercih ederler. İngilizler kahvaltıda balık yerler; Amerikalılar ise kahvaltıda sıcak kek ve soğuk tahıl yemeyi tercih ederler. Brezilyalılar, sert olarak hazırlanmış kahveye sıcak süt koyarlar; Amerikalılar ise, daha hafif, sıcak bir içeceğe soğuk süt koyarlar, Orta Batılılar akşam yemeğini saat beşte veya altıda yerler; İspanyollar ise saat onda. Avrupalılar yemeği, çatalı sol elde, bıçağı sağ elde tutarak yerler. Et bıçakla kesilip çatalla ağza götürülür. Amerikalılar ise kestikleri eti ağza götürmeden önce çatalı sağ ele geçirirler vb.” (Kottak 2002, 51). Sofra düzeni ya da sofranın tezyin edilmesi, amaç ve önemine göre sunumun çeşitlenmesi de kültürel farklılıklar gösterir. Ancak bugün mumlar eşliğinde yemeğin paylaşıldığı bir sofra düzeni neredeyse bütün kültürlere sirayet etmiş geçmişin kutsal törenlerinden bir kalıntıdır. Bütün kültürlerde yemeğin evlilik, doğum, düğün, bayram, tabiat rutinleri DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek yenileyen bir tecrübe olarak kutsandı. Sofra ise insanın hanesinde varlığını nimet ve bereketle taçlandıracak bir adabın zemini oldu. Aile muhitinde yemek sağlık, afiyet ve maişet için zaruri olsa da samimiyet, saadet ve muhabbet için özel bir zamanmekân eksenidir. Bedenin kendine has ritimleri olsa da, birlikteliğin yerel, kültürel ve hatta dinî desenleri bir sofra ve mutfak mecrasında kişiyi ve aileyi içine alır. Ailenin hane içinde şekillenen varlığı en çok belirli vakitlere ayarlı sofra çevresinde buluşur. Mutfak, hemen her kültürde zamana ve mevsimlere yayılmış nimetleri, bir sofra düzeninde yer alan bütün araçları ve hepsinden önemlisi bunları bir ziyafete ve âdete dönüştüren hikâyelerin yaşandığı bir ocak olmuştur. Mutfak sofra tecrübesinde geçmişten geleceğe uzanan bir hafızanın saklandığı ve aslında yaratıcı bir eylemin sürekli yenilenerek tekrarlandığı bir sahnedir. Orada icra edilen sanat biteviye sıradanlaşan bir şey değil, aksine tabiatın verimleri ve ritimleriyle eşgüdümlü bir oyundur. Muhabbet ve ciddiyetle tefriş edilen bu oyun her defasında sahnelendiği hane içinde birlikteliğin manevi ikliminde dolaştıran lezzete ve kokulara karışmış anlatılar ile sürekli rötuşlanan bir senaryodur. Birlikte ihya edilen sofra âdetleri bedenî tatminin ötesinde bir sohbet ve muhabbetle, bazen de kuşatıcı bir sessizlikle herkesi içine alır. Elbette mutfağın mekânsal özerkliği için uzun zaman gerekiyordu, ancak her evin topluma ait ruhun yaşadığı bir ocaktan müstakil aileler şeklinde özelleştiği bir zamana doğru (18. yüzyıl) evlerde “yemek pişirilen yer” ile “yemek yenilen yer” de birbirinden ayrıldı (Duby 2021, 69). Yine bu bakımdan N. Elias’a bakılırsa yemeğin evde yenmesi ile mahremiyete dair benlik bilincinin gelişimi arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır. Mutfak ve yemeğin ailevî karakteri evin özerkliği ve mahremiyeti ile belirginleşmiştir. 21 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek 22 ile cenazeler bağlamında törensel bir boyutu bulunur. Törensel yemekler geçiş törenlerini kıymetlendiren ve sosyal ağda yer alan herkesi birbirine yakınlaştıran bir ziyafettir. Toplu yemek törenleri için büyük ve küçükbaş hayvanlar kurban edilir, bitkisel ürünler ve diğer müştemilat hazırlanır, ateşler yakılır, yemeğin adanması ve bereketlenmesini kutsayan şarkılar, ilahiler ve dualar söylenirdi. Sofrada kimlerin bulunacağı ya da kimlerle yemek yenebileceği gibi hususlar bir hafıza zinciri içinde aktarılır. Bir kimlik ve aidiyet çerçevesi olmaya başladıkça şehre özel ya da şehir mutfağına özgü yemek türleri ortaya çıkmıştır. Geçmişte her bir şehir kendine özgü tarihsel yemekleriyle kimlik vurgusunu öne çıkarırken, bugün çokkültürlülük ve etnik çeşitlilikle zenginleşen mutfaklar sahiplenilmektedir. Diğer taraftan aile içinde yemek öğünleri ve türlerinin bir çeşitlenme sürecine girmesi gündelik hayatın ritimlerine göre farklılaşır. Sabahları çorba içerek güne başlamak bugün köylerde bile terk edilmiş bir itiyattır. Bedenin biyolojik ya da organik vakitleri küresel tüketim kültüründe yerinden edildiği için, ihtiyaçlarla birlikte lezzet farkları ve atıştırma öğünleri her tür birlikteliği ve müşterek yemek rutinlerini saf dışı bırakmıştır. Gündelik hayatın öğünleri gibi lezzetleri de tektipleşmiş, örneğin kahvaltı yapmadan önce güne bir fincan kahve (nescafe vb.) ile başlamak değişimin sembolik göstergelerinden olmuştur. Günümüzün bilimsel disiplinleri içinde farklı adlarla yer edinmiş beslenme ekonomisi ve kültürü, zamanında büyük toplulukların kitlesel göç ve değişim hareketlerinin de ana sebeplerinden biriydi. Modern öncesi dönemlerde hayatın ve yaşanılan çevrenin ekolojik döngüsünde biçimlenen beslenme ve yemek kültürü, günümüzde yüksek bir standardizasyonla hem tüketimci kapitalizmin ilgi ve pazar alanına hem de bilimsel disiplinlerin tanımlama ve belirleme alanına girmiştir. Oysa modern öncesi hayatta yemek yaşamın ve çevrenin tabii akışına ve verimine uygun bir ritim ve muhtevayla şekillenmekteydi. Bugün beslenme pratikleri kültürel farklılıklarını kaybetmekle birlikte, yaşlara, dönemlere, sosyal, kültürel, ekonomik tabakalara, tüketim ve piyasanın yönlendirmeleriyle güdülenen açlık ve doyma krizlerine göre sürekli değişmektedir. Bugün piyasa ekonomisi içinde beslenme, artık sınırı ve değeri belirsiz bir tüketimin konusu olarak hem küreselleşmekte hem de bu yeni tarzın yarattığı beden ve sağlık krizlerine yol açmaktadır. Yiyecek endüstrisi gelişen biyo-teknoloji ve gen çalışmaları sayesinde besinlerin uzun süre saklanması ve pazarlanmasına imkân verirken bu durum gıda ürünlerini bir yandan iktisadi bir pazar değerine dönüştürmekte diğer yandan da tabiatın doğal dengelerini bozmakta ve telafisi zor ekolojik hasarlara kapı açmaktadır. Genel bir kabul olarak bilinir ki kadim zamanlara özgü yemek ve beslenme tecrübesinde canlıların doğal gelişim evrelerine müdahale ederek onları olduğundan farklı kılacak yapay zorlamalara gidilmezdi. Tabiatın kendi doğal akışında varlık bulan canlılığın ve tabii süreçlerin genetik, mekanik ve organik yapılarına müdahale tabii düzeni sarsarak asli tabii dengeyi bozmakta, bir yandan da insani yaşamın manevî-zihnî boyutları üzerinde ağır hasarlara yol açmaktadır. Doğrusu bütün bu gelişmeleri göz önünde tutarsak cevabı verilmesi gereken soruların sayısı da artmaktadır; elbette ilk olarak deriz ki, nasıl oldu da insan bu hâle evrildi; oldukça mutmain bir şekilde zamanı ve mekânı şenlendiren, manevi ve bedenî bir hazzı kokular ve tatlar eşliğinde kültürel meskene ve hayata nakşeden yemek sanatı nasıl oldu da popüler bir tüketime, standart bir ürüne ve sıhhî bir soruna dönüştü? Nasıl oldu da günlük hayatın söyleşme, halleşme, buluşma ve kaynaşma gibi ihtiyaçlarını bir davet ve şölen atmosferinde renklerinden sofra gelenekleri altüst oldu? Nasıl oldu da bir ziyaret ve muhabbet, bir ziyafet ve afiyet dünyasını inşa eden deruni sofra kodları, insanları bir anda paketlenmiş vakitsiz, mekânsız, doyumsuz ve sebepsiz bir atıştırmalıklar dünyasına savurdu? Bu sorular popüler hâle gelmiş bir şikâyet ve sızlanmaya, kültürel tepkiler ve sloganik nakaratların kolaycılığına düşürmeyen değerlendirmeler için bir fırsat sunabilir. Öte yandan bu durum hem kimliğin korunarak devam ettiği hem de ayırt edici mana ve sembollerin hızla aşındırıldığı şehir kültürü bağlamında çok özel bir konuma işaret edebilir. Küresel tüketim kültürü şehirlerin tarihsel, dinî, sanatsal, mimarî ve medenî boyutlarıyla birlikte kimliğin yaşayan döngüselliğini ve yenilenmesini temsil eden beslenme ve yemek kültürlerini de tektipleştirmeye maruz bırakmaktadır. Standartlaşma ve piyasalaşma ile şehrin yalnızca kokuları, tatları ve yemek çeşitleri değil, onlar vesilesiyle ruh bulan muhabbet ve sohbet vakitleri, birlikteliğe güç veren davet fasılları, yalnızlığa mahal bırakmayan fırsatları ve sofraya çağırmanın bütün âdetleri kaybolmaktadır. Şehir kendine has kılan yemekleriyle de farklılaşırken küresel kapitalizm bütün bu farklılıkları geçmişle sınırlamakta, bir yandan da yemeği sokağa taşırmaktadır. Şehrin sofrası ıssızlaşmakta ve aslında ağzımızın tadı kaçmaktadır. GIDA ENDÜSTRİSİ VE BESLENME TEKNİKLERİNDE ARAÇSALLAŞAN YEMEK Kültürel arka planı içinde günlük hayatı ve ilişkileri anlamlı kılan sofra ve yemek müktesebatı modern kapitalizmle birlikte geleneksel özelliklerinden uzaklaşarak yeni işlevler kazandı. Kentsel yaşamın mesai düzeni içinde yemeğin mekânsal ve zamansal tanzimi, teşrifatı ve mutfağı da değişmek durumunda kaldı. İnsan ve doğa tasavvurunun F.: Aynur Ekici N. Elias’a bakılırsa yemeğin evde yenmesi ile mahremiyete dair benlik bilincinin gelişimi arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır. Mutfak ve yemeğin ailevî karakteri evin özerkliği ve mahremiyeti ile belirginleşmiştir. Zamanla dışarıda yemek giderek daha sınırlayıcı kurallara bağlanırken ev ise yemeğin etrafında sofrada biçimlenen bir haneye dönüşmüştür. kaygı vericidir. Yeni kapitalizmin tayin ettiği gıda üretim ve tüketim piyasasına özgü eşitsizlikler bir yanda dizginsiz refahın ve hadsiz israfın şaşkınlık yaratan görünümlerine, diğer yandan sistem dışında kalan dünyanın dehşete düşürücü yoksulluk, açlık ve yetersiz beslenme trajedisine sebep olmaktadır. Endüstriyel beslenme düzenine özgü yeni gelişmelerden biri de genetik ve biyo-teknolojik bakımdan doğal ürünlerin organik yapılarına müdahale edilmesi, kısa zamanda yüksek verim alabilmek için tohum ıslah çalışmalarının yaygınlaşmasıdır. Yeni ekonomi, nüfus ve piyasa baskısı nedeniyle gıda ve beslenme meselesi giderek ekonomik ve teknolojik bir karakter kazanmıştır. Tarım ve ziraat ürünlerinin suni yollarla verimliliğinin ve rekoltelerinin artırılması, bir yandan sağlık ve çevre sorunlarına yol açarken diğer yandan temiz çevre ve organik gıdalar konusunda küresel reaksiyonlara sebep olmaktadır. Burada asıl trajik olan gıda ve beslenme çeşitliliği ile hacmini artıran sözde biyo-teknolojik gelişmelere rağmen dünya üzerindeki açlık, yoksulluk, yetersiz ve sağlıksız beslenme gibi eşitsizlik ve adaletsizlik durumlarının da artarak devam etmesidir. SOFRANIN MEDENİ KODLARI VE ADAB-I MUAŞERET Kadim dünyanın bütün erkân ve âdetleri içinde bir hazırlık, sanat ve adab-ı muâşeretine sahne olan sofra, İslami medeniyet pratiğinde de kişiye ve hayata nüfuz etmiş bir tasavvurun muhitiydi. Sofra rutin ve ritim olarak geleneğin varlığa içkin dünya görüşünü yansıtan nimet, şükür, sabır, kanaat gibi irfan ve ihsan kavramlarında tecelli eden bir tasavvurun tahkimi anlamına geliyordu. Günlük yemek vakitlerine ve sofraya iştirak ederek bir şükür sebebi olan nimete, birlikte oturmayı anlamlı kılan geleneğe, ailenin topladığı geçmiş ve geleceğe, ocağın tütmesine, kokunun ve lezzetin cezbetmesine, yalnızca bedenin değil ruhların da huzur ve sükûnet bulmasına kapı açılırdı. Mutfağından ocağına, davetinden sofrasına yemek âşina usul ve süreçlerin bütün şeyleri ve canlı-cansız varlığı da içine alan bir zaman-mekân bileşkesinde şekille- DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek dönüşümü, toprak ve tarımın seküler mekanik algıyla işlenmesi, yeni biyo-teknolojilerin verimlilik ve kazancı maksimize edecek müdahaleleri meşrulaştırması, yemek bağlamındaki kültürel çeşitlilik ve tatların benzeşmesine ve standartlaşmasına yol açtı. Yemeğin kültür içindeki sembolik, seremonik işlevleri ve önemi kentsel yaşamın yeni sosyal sisteminde ve dakikleşen çalışma düzeninde gündelik hayatın rutin aralıklarına sıkışmış bir atıştırma eylemine dönüştü. Geniş manada insani ilişkiler ve yaşamın duygusal uzlaşmalar, zihnî yakınlıklar ve manevi zenginlikleri için zaman durdurucu mekânsal muhitleri olan geleneksel sofralar artık sembolik ve derûnî estetiğinden yoksunlaşarak hızlı “atıştırma” seanslarına evrilmiştir. Geleneksel yemeğin tüm müktesebatı, protein değerleri ile büyüleyen, albenili tekniklerle paketleyen ve pazarlayan gıda teknolojileri sayesinde daha çok ekonomik boyuta taşınmış bir beslenme sektörünün aracı hâline dönüştü. Niceliksel değerlerle kuşatılmış yeni beslenme olgusu popüler tüketim kültürü içinde yemeğin araçsallaşması anlamına gelmektedir. Geleneksel hayatı tamamlayan ve günlük ilişkilerine içkin olan yemek ve sofra âdetleri tüketimci kapitalizmin sosyo-ekonomik sisteminde daha nicel, profesyonel ve sektörel bir beslenme endüstrisine teslim olmuştur. Dakikliğin maddî kültürüne angaje olmakla kalmayan yeni beslenme düzeni yalnız sosyal ve kültürel ilişkiler dünyasını değil, aynı zamanda başta şişmanlık olmak üzere çeşitli sağlık sorunlarını tetikleyen bir beden pratiğine yol açmıştır. Geleneksel yemek ve beden tasavvurunda ortaya çıkan bu kırılma, tüketimci kapitalist yemek kültürüyle iç içe geçmiş ruhsal ve fiziksel rahatsızlıkların kaynağını oluştururken bir yandan da sağlık alanında alternatif tıp, maneviyatçı şifa ve spritüel arayışları güçlendirmiştir. Öte yandan sorunun daha üst planda ortaya çıkan küresel yansımaları da oldukça 23 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek 24 nirdi. Yemeğin kültürel çeşitliliği ile hangi sırada ve nasıl sunulacağından, yemek esnasında eller, ağız ve bütün olarak bedenin kullanımına kadar hemen her şey bir gelenek içinde aktarılır ve uyulması beklenirdi. Bir medeniyet kodu olarak sofra adabı günlük hayatın rutin akışını temin ederken bir şahsiyet olarak insanı da herhangi bir boşluk ya da belirsizliğe bırakmıyordu. Bu bakımdan sofraya ilişkin adab-ı muâşeret modern öncesi ailenin günlük hayat düzeninde hem aile mensuplarını hem de şehirle temsil olunan medenî dokuyu ahlakî ve estetik bir çerçevenin içinde tutuyordu. Öte yandan eskiden Avrupa’da olduğu gibi Anadolu’da da erkeklerle kadınların ve çocukların bir araya gelmeleri ve aynı sofraya oturmaları söz konusu değildi. Yemek vakitlerinde önce erkeklerin sofrası kurulur, kalanları sonra kadınlar ve çocuklar yemeye devam ederlerdi. Bu âdet selamlık-haremlik bulunan varlıklı ailelerde de değişmez, selamlıkta evin efendi ve beyleri ile hizmetçileri, haremde ise kadınlar, çocuklar ve halayıklar yemeklerini yerdi (Emiroğlu 2002, 100). Sofra sadece yemeğin vaktini değil, yerine göre bazı sohbetlerin dile geldiği bir toplanma vaktini de simgeler. Aile bir hane içinde yaşamak, yemek ve sofra vakitlerinde bir araya gelmekle mekânsal anlamını ikmal eder. Başından sonuna belli kurallar ve beklentiler yumağı içinde her bir kişi sofranın kendine açtığı yerde bir şahsiyet ve rol içinde olacağını bilir. Adab-ı muâşeret kitapları yemek masasının etrafında özellikle mutluluğu yaratmayı bilen ev hanımının rolü üzerinde çok durur. Toplumsal yaşam erkeklere aile yaşamı içinde yemek saatleri dışında başka bir zaman bırakmaz, çünkü ömrü uzatma sanatı ve tecrübesi sindirimi kolaylaştırmak, hissedilemez bir hâle getirmek için yemek zamanının sevinç içinde geçirilmesini öğütler (Duby/4 2021, 208). Sofra adabı yemeğe her F.: İsmail Daşgeldi Bütün kültürlerde yemeğin evlilik, doğum, düğün, bayram, tabiat rutinleri ile cenazeler bağlamında törensel bir boyutu bulunur. Törensel yemekler geçiş törenlerini kıymetlendiren ve sosyal ağda yer alan herkesi birbirine yakınlaştıran bir ziyafettir. işte olduğu gibi besmeleyle başlanmasını gerektirir; Avrupa’da yemeğin başında yapılan dua İslami gelenekte yemek sonuna bırakılmıştır. Yemek bir eğlence değildir, “işret” sınırları dışında kalmaya özen göstermek gerekir, ancak hiç konuşmamak da mekruh görülmüştür (Emiroğlu 2002, 102). Sofraya ve yemeğe hürmetin boyut ve ölçüleri adab kitaplarının dışında fıkhi boyut kazanmış ilmihallerde bile yer tutmuştur. Bugün her ne kadar yemek kültürü bütün süreç ve unsurlarıyla birlikte hem şeklî hem de kültürel dokusuna ait manevi hususiyetlerini yitirmiş olsa da zaman zaman geleneği yeniden inşa etme çabalarıyla hatırlanmaktadır. Bununla birlikte kadim sofra adabının modern araçsal rasyonalizasyon bağlamında bir mer’iyyeti ve meşrûiyeti kalmamış gibidir. Zamane bireyi için yemeğin bereketi ile sofranın nimeti seküler tatlar ve lezzetler arayışında araya gitmiştir. Yemek sonunda yapılan dua bile geleneksel ailevi desteğinden koparken, ancak törensel yemek davetlerinde muhafazakârlığın ayrıştırıcı bir aracı olarak yerini almaktadır. Tarihsel bağlamda yemeğe ilişkin bütün sarfiyat ve münderecat, tüm süreç ve rutinler, içinde örfü, irfanı ve vahyi birleştiren bir geleneği tamamlarken, sofra günlük rutinlerde medeniyetin DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek cüzî bir temsili olarak tekerrür ediyordu. değildi, sofra rutinleri aynı zamanda Bugün alışveriş merkezlerinin yiyecek Yemek ve sofrada tahakkuk eden ailenin ve bütün bir muhitin terbiye ve fast-food kısımlarında müşterilerin simgesel anlamlar ve işlevlerin zaman sistemine dâhil olması demekti. Yemek dakikalar içerisinde atıştırarak ticari içinde geri çekilmesi ve değersizleşmesi, ve sofra adabına ilişkin zihniyet ve kârlılık ve akışa dâhil olmaları sağladaha çok bereket, helal rızık, nimet, şükür, tutumların hayattan uzaklaşması aile nıyor. “Yeme hızı” fast-foodlarda ve davet, ziyafet ve dua gibi temsil edici eksenli bir terbiye ve irfan geleneğinin hamburger dükkânlarında menünün eylemsel kodların dilden, hayattan ve altüst olmasına yol açıyor. Elbette bunda “hazırlanma hızına” eriştirilmeye çalıkültürden buharlaşmasıyla ilgilidir. Bu modern çekirdek ailede bireylerin şılmaktadır. Tüketimci kapitalist topkavramların ördüğü dinî ve medenî değişen konumları da etkili olmak- lumda yemek ve beslenme pratikleri dokunun modern beslenme pratikleri tadır; mutfağın yoksullaşması kadar de sistemin ritimlerine ve verimlilik ve süreçlerinde karşılığını bulmak artık ailenin çocuk merkezli hâle gelmesi kriterlerine ayak uydurmak için genel çok zordur. Bazı şeklî unsurları devam de bu dönüşümü hızlandırmaktadır. bir McDonaldlaştırma düzenini tesis etse bile sofradaki ürünlerin doğal Günümüzde çocuğun beslenmesi piya- etmiş durumdadır. Özünde fast-food yapısı ticari ve teknolojik müdahalelerle saya göre şekillenmiş tüketimci hazır yemek kültürünü yaygınlaştıran ilkeler değiştirilmiş, yemek etrafında örülmüş gıda ve beslenme sektörüne emanet verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebinimet ve ekmek seküler bir beslenme edilmiş durumdadır. Doğal olarak bir lirlik ve denetim gibi kapitalist tüketimi sürecinin parçasına dönüşmüştür. sofra ve aile yemek düzeninde yemek rasyonelleştiren ve süreklilik kazandıran Sofraya hürmet, nimete şükür ve adaba süreçlerinin kazandıracağı bütün temellerdir. Fast-foodla ikame olunan riayet gibi cansızlaşmış motifler ise tecrübe ve bilgi tarzları da devreden McDonaldlaşma ve yemek tüketimi eskimiş bir adab-ı muâşeretin folklorik çıkmaktadır. Paketlenmiş ürünlerden aslında günümüz toplum yapısındaki kalıntıları durumuna düşmüştür. Yoğun dolayı yeni kuşaklar doğal ürünlerin değişimi karakterize eden bir kavramdır. mesaili çalışma düzeni ve dakiklik doğal kaynaklarından arındırılmış ya Nitekim Ritzer fast-food üzerinden kültürü içinde yemeğin büyük ölçüde da katkı maddeleriyle rafine edilmiş ve çağdaş toplum yaşamının değişen dışarıda ve acûl bir şekilde yenmesi, değerleri değiştirilmiş bir gıda endüstri- yapısını ve ilişkilerini vurgulamıştır gündelik hayatın artan ritmi ve meş- sine muhatap hâle gelmiştir. Kaybolan (Ritzer 1998). Söz konusu değişim o guliyetlerinde meşruluk bulmaktadır. sadece adab-ı muaşeretin kadim kodları kadar kuşatıcı ve tektipleştirici bir Bir sükûnet ve muhabbet ahvali içinde değil, muhiti ve ilişkileri içinde ailenin süreçtir ki klasik yemek kültürüne ait kurulan sofra muhiti modern dünyada kendine has derûni havasıdır. “pide, lahmacun ve kebap” gibi mahallî davetler, konuşmalar, etkinlikler ya da yemek türleri de aynı paketleme, reklam YEMEĞİN DIŞARIYA sohbetlerin araçsallaşmış bir etkinliğine ve satış stratejilerine intibak etme duruTAŞINMASI, TENHALAŞAN EV dönüştü. Modern dinamiklerin hayatı mundadır. “Dışarıda yemek” alışkanlığı Modern kent yaşamıyla birlikte ev yeni orta sınıfın hafta sonu kahvaltıları, dönüştüren gücü nedeniyle geleneksel sofra ve yemek kültürü bugün folklorik dışında yani “dışarıda” yemek bugün kadınların günleri ve oturmaları, iftar anlatılar, medyatik nostaljiler ve törensel sektör mahiyetli kültürel bir olgu hâline davetleri ile lokanta ve restaurantlara kutlamaların konusuna indirgenmek- gelmiştir. Bazı yaklaşımlarda bu durum taşınan bir hizmet sektöründen de güç tedir. Bu durum elbette kadim olanın kadının ev dışı çalışma hayatına katıl- almaktadır. Çeşitli vesilelerle yapılan kendi içinde yenilenme cehdini yitirmesi, masıyla açıklanmaktadır; ancak temelde kutlama ve etkinliklere özgü yemekli kökler ve hafıza üzerinde yeni usul ve mesai düzenli sınaî, ticarî ve bürokratik toplantı ve ziyafetler artık yalnızca kentin gelenekleri ihdas edememesiyle ilgili- sistem zaten toplu eğitim, etkinlik ve seküler ailelerinde değil muhafazakâr dir. Ne yazık ki zamanın lezzetleri gibi çalışma alanlarına kurumlarda ya da dindar kesimlerinde de hane dışında geleneksel arka planı içinde tüm sofra dışarıda bir yemek zamanı ihdas etmişti. özel mekânlarda gerçekleştirilmektedir. müktesebatı da tüketimci kapitalizmin Neticede çalışanlar için yemek sorunu Kamusal alanda, seyirlik ve yürüyüş piyasa gereklerine angaje olmaktan bu ara zamanlarda standartlaşmış ve mekânlarında halka açık yemek artık kurtulamıyor. Bugün yemek daha paketlenmiş bir ürüne ve kısa süreli bir sakınılması gereken ya da utanılarak çok göze hitap eden bir süs nesnesine, rutine dönüşmüştür. Esasen kentsel yapılan bir şey olmaktan çıkmıştır. masayı tamamlayan bir görsel dekora zaman ve mekân sıkışması hayatın Yemek yemenin bedensel vaziyeti ile bütün rutinleri ve ilişkilerinde olduğu yemek esnasında eller, ağzını kapalı dönüşmek üzeredir. Yemeğin bir adab sürecinde hazır- gibi yemek meselesini de artık “ayakta”, tutma ya da şapırdatmama gibi gelelanması yalnızca nimete hürmet ve “seyir hâlinde” ve hatta “arabada” geçiş- neksel tutumlar zihin dünyasından ve bereketin talebiyle sınırlı bir durum tirmeyi bir zorunluluk hâline getiriyor. davranış haritasından silinmiş gibidir. 25 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek 26 İslami gelenek her şeyden önce alenî yenilen yemeklerde “göz hakkı”nı ve mahremiyet ihlalini tartışır. Gelenekte yemeğin alenî yenmesi veya ifşâsı adab-ı muâşerete uygun görülmez, evde yapılan yemeklerin kokusuyla hane dışına sirayet etmesine karşı da mümkün olduğunca ve ikramlık düzeyinde de olsa en yakın komşularla paylaşılırdı. Yeni muhafazakârlar yemeğin mahremiyetinden çok muhteviyatındaki helal standartlarıyla yetinmekte, artık yemekten ziyade seçkin mekânlarda yemekli görüntüleri paylaşmaktadır. Dışarıda yemenin cazibesiyle evler tenhalaşırken, oturma odasına dönüşen mutfaklarda ise rutin yemek vakitlerinin yerini programlara ya da açlık krizlerine göre zamansız atıştırmalar almıştır. Mutfak dijital çağın bütün aletleriyle ve marketlerin son kullanma tarihli ürünleriyle tıka basa doludur, ama sofra bir türlü kurulamamaktadır. Öte yandan yoksulluk sarmalına düşmüş kesimler için bir handikap ve soğukluktan başka bir şey olmayan mutfak ise gözlerden ıraktır. BEREKET VE NİMETİN PAYLAŞIMINDA SOFRANIN MEDENİYET KODLARI Modern-öncesi zamanlarda ve ötesi muhitlerde yemeğin misyonu insanları berekete, nimete, hayra ve sohbet etrafında bir huzura çağırmaktır. Sofra esasen bedenî bir ihtiyacın telafisinden çok kişilere şahsiyet kazandıran, hanenin ve muhitin ruhuna âşina kılan bir meclistir. Geleneksel topluluklarda meydana kurulan sofra uzun yıllar süren kavgalar, çatışma ve hasımlıkların sona ermesini mühürleyen bir ahit ve sözleşme zeminidir. Yemeğin etrafında bir araya gelmek, sorunların konuşulması, ihtilaf ve anlaşmazlıkların unutulması, geçmişin ve düşmanlığın bertaraf edilmesi, yeni bir ittifak ve anlaşma döneminin başlamasını simgeler. Yemek davetleri geniş akraba ve aile toplumlarında önemli kararların istişare edilmesi, sıkıntı ve dertlerin halledilmesi için ritüelleşmiş kritik zamanlardır. Camia ya da grup yemekleri müşterek bir mazi ve mekâna mensubiyeti daimî kılarak tescil ederler. İnsanın yalnızlığa ve yalnız taam etmeye tahammülü zayıftır. Davet yemekleri gerçekte insanların bir araya gelme, birlikte olma ve bir aidiyet içinde sükûn bulmanın temel araçlarından biridir. Yemek davetleri ya da davet yemekleri hâlen modern bireyci toplumda mahallesini kaybetmiş tekil insanın diğerleriyle yan yana ve göz göze gelebilme fırsatı bulabildiği nadide zamanlardır. Kentsel yaşamın çekirdek ailesinde bile yemek vakitleri ailenin bir araya gelme sebebidir. Akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık bağları zayıflayan yeni ailenin yegâne buluşma sığınağı yemek masasıdır artık. Duby gündelik hayatın tarihinde orta ve alt tabaka kentli ailelerde haftanın bir veya iki gününde ancak yemek etrafında toplanıldığına dikkat çeker. Ailenin yemek etrafında bir araya gelme alışkanlığı en çok hafta sonu ve pazar yemeklerinde gerçekleşmektedir. Diğer taraftan bu öyle özel bir andır ki, evin hanımı bu ortamı ayrıcalıklı hâle getirmek için elinden geleni yapar (Duby/4 2021, 174, 206). Yemek esnasında ebeveynin ya da aile büyüklerinin öğrettiği şeyler vardır, yemeğe başlamadan önce söylenmesi gereken besmele ile yemeğin sonundaki şükür duası sesli olarak yapılır. Nimete şükür ve bereketle ziyadelenme yemek faslıyla medeniyete nüfuz etmiş ahlaki ve estetik bir tasavvurdur. Yemeğin fenomenolojik boyutu ve simgelediği anlamlar silsilesi onun fiziksel ve mekânsal boyutunu tamamlar. Yemek açlığın yatıştırılması bedensel gücün ve fiziksel yeterliğin sürdürülmesi bakımından sanki sadece zorunlu maddi ihtiyaçların başında yer alıyormuş gibi algılanır. Oysa yemek insanın hayatla ve varlıkla hissedilir derecede kurabileceği irtibat vesilelerinden biridir. Tefekkür ederek yemek ya da yerken tefekküre dalmak, sohbet ederek yemek ya da yemeği bir muhabbete dönüştürmek insanın yemekle birlikte zamanın yavaşladığı mekânın duyumsandığı bir tecrübeyi yaşamasına fırsat verir. Bu tecrübe hayata ve içinde yaşanan zaman ile mekâna medenî bir estetiğin ve ahlakın güzelliklerini katar. Ancak bütün bu özelleştirilmiş bir zemin içinde varoluşu tatlandıran tecrübe, belki de daha çok rutin bir beslenmeye, biyolojik bir zarurete ve piyasanın bir aracına dönüştüğünde yani kısaca bir beslenme sorunu hâline geldiğinde insan sadece ahlakî ve manevî eksikliklerle değil sıhhî ve kültürel risklerle de yüzleşmek zorunda kalmaktadır. YEMEK BİR “FARK”TI, AYRIŞTIRAN VE YOKSUNLAŞTIRAN YEMEK ARZUSU Yemeğin kültürel boyutu aslında her bir evin içinde “kendiliğin” dâhil olduğu sofranın ve lezzetin kişisel yaratımını gölgeleme ihtimalini güçlendirir. Oysa yemek ile her bir hanede kişinin münferit tatlar ve kokuları ruha dinginlik veren bir bestenin ahenkli notaları gibi birleştirmesi düşünce ve duyguların güçlü bir bireşimini temsil eder. Bu bakımdan yemek sadece ve yalnızca kültürle açıklanacak bir örüntü değil, aynı zamanda şahsiyet olarak bir aktörün bütün farkını ve hünerini sofranın bütün aşamalarına yansıtmasıdır. Günümüzde medyatik yemek programları, yemek pazarlaması ve dağıtımı yapan internet siteleri, paketlenmiş yemek sektörü ve hülasa kapitalist modernliğin beslenme pratikleri her şeyden önce yemekte kişisel tecrübenin kendini ve farkını ifade etme gücünü elinden almış, insan tecrübe edemediği, müdahil olamadığı bir beslenme parodisine aktör olarak değil bir tüketici olarak düşmüştür. Yemeğin mekânsal ve zamansal koordinatları öylesine mekanikleşmiş ve sıradanlaşmıştır ki, onun adabına MODERNLİĞİN “POST”LU ZAMANLARINDA EVSİZ VE FARKSIZ BİR SOFRAYA DÜŞMEK Günlük hayatta nelerin yenilip yenilemeyeceğine dair bilgi ve eylemler ile yeme-içme pratiklerinin kaynağı kültürel örüntülerde içkindir. Kişisel beğenilerimiz ile damak tatları aile, çevre ve toplumsal iştah kriterlerinden bağımsız değildir. Bir yiyeceğin iştiha ile arzu edilmesi ya da kerih ve tiksindirici görülmesini sağlayan şey hafızada yerleşik kültürel sınırlardır. Günlük hayatın bedenî ihtiyaçlarına ilişkin özel bir boyutu olan beslenmenin tayin, tanzim ve tekrarı coğrafi çevre, fiziki imkânlar, dinî ve kültürel kodlarla iç içe geçmiş bir koordinasyonda şekillenir. Ancak kültürel zemin sürekli olarak değişmekte, tarihî ve dinî motifler zamanla eklektik ya da sentetik etkileşimlerle yenilenmektedir. Nitekim kültürü ve günlük hayatın değişimini hedefleyen Türk modernleşmesi bu minvalde Batılı adab-ı muaşereti yemek sofrasında görmenin altyapısını hazırladı. Türk modernleşmesinin “asrileşme” ile Batılı yaşam tarzı ve kültürel kodlarını taklidi içermesi geleneksel ayaküstü yemeklerin de modern tüketim kültürüne uyum sağlamasını kolaylaştırmış, gündelik hayatın geleneksel formları ve muh- tevası adeta “McDonaldlaştırma”nın şiddetine maruz kalmıştır. Mutfak ve sofra düzeni ile odayı, masayı ve yemek araçlarını da içine alan mekânın zihniyet ve davranışa yansıyan değişimi Tanzimat’la birlikte Türk hanesinin Batılılaşmasını simgeleyecek bir kimlik dönüşümünde yer bulmuştur. Gelenekte adab-ı muâşeret bir varlık tasavvuruna uygun şekilde insana günlük hayatta yemesini, içmesini ve davranmasını öğreten bir terbiye kodu olarak işlev görüyordu. Ancak geleneğin modernlik karşısında savunmasız ve yetersiz kalan formları, öykünmeci seküler stratejilerin güç ve geçerlik kazanmasına yol açtı. Tanzimat sonrası dönemde halkın inanç ve kültürünü bir gerilik ve taassub olarak niteleyip aşağılayan eğilimler adab-ı muâşereti artık daha çok seçkinler, üst düzey bürokratlar ve aydınların modern yaşam tarzıyla özdeşleştirmiştir (Emiroğlu 2002, 87). Seksen sonrasında kültürel modernleşmenin öncülüğünü devralan muhafazakâr siyaset, neoliberal kapitalist ilkelerin sekülerleştirici rüzgârıyla gündelik hayatın içsel değişimini hızlandırdı. Bu süreçte İslami referansların dâhil edildiği tatil ve eğlence sektörü, boş zamanları değerlendirme endüstrisi, medya, moda, sinema, sanat ve müzik gibi alanlarda gündelik hayat tüketim kültürüne evrildi. Yemek konusu da hız ve haz eksenli bu dönemle birlikte devasa bir endüstri hâline gelen hizmet sektörünün merkezine oturdu. Hamburger çağının hızlı standart ve ayaküstü yemekleri geleneksel yemek mirasının yerini aldı. Yemek artık her şeyin simüle edildiği medyatik şov programlarında tüketim odaklı popüler kültürün nesnesi olarak araçsallaşmaktadır. Ancak bu durum sürekli değişen ve belirli ritimlerini kaybeden yeni orta sınıf aileler için cezbedici bir önem taşımaktadır. Yeni kentsel aile içe kapandıkça yemek ve sofra üzerinden taşınan paradigmatik birikimden mahrum kalmakta, biteviye bir yiyecek endüstrisine teslim olmaktadır. Şehir kültürü tarihsel mekânları, doğal ve fiziki özellikleri dışında yemek gibi günlük hayat rutinleriyle her vakit dile gelen bir hafızaya dayanır. Bugün kültürel ve insani “fark”ları tarihe gömen piyasa kapitalizmi, şehirlerin kimliğine can veren geleneksel yemekleri marjinalize etmektedir. Küresel lezzet menüsü belli markalarla özdeşleşmiş yiyecekleri her yerde ve bütün zamanlarda ulaşılabilen bir aidiyete dönüştürmüş durumdadır. Öğünleri, kahvaltıyı, öğleyi ve akşamı tanımlayan sofralar yok artık. Artık istediğimiz her yerde ve yaşadığımız her anda yiyecek kapımıza gelebiliyor; seçkin konak ve köşk lokantalarına gitmek herkes için mümkün olmasa da dünyanın öbür ucunda yenen hamburger bile masamıza erişiyor. Tek kişilik paketlerde evlere gelen yiyecekler bizi birlikte yemek sofrasından muaf kılıyor. Menüler çeşitlendikçe her defasında bir diğeri için rezervasyon yapıyor, bedenin yükü arttıkça bu sefer de diyet menülerine koşuyoruz. Şehirlerin farkını ve havasını temsil eden yemekler kendine kıyı-köşe ve salaş mekânlarda ancak yer buluyor. Çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler ve yaşlılar her biri şehrin bir köşesinde bir şeyler atıştırıyor. Ne sofra kuruluyor bu şehirde artık, ne de masada bizi sükûna eriştiren ve huzura davet eden bir yemek var... ▪ KAYNAKLAR ▪ Duby, Georges (2021). Özel Hayatın Tarihi 4, Çev. Ali Berktay, Alfa Yayınları, İstanbul. ▪ Emiroğlu, Kudret (2002). Gündelik Hayatımızın Tarihi, Dost Kitabevi, Ankara. ▪ Kottak, Conrad Phillip (2002). Antropoloji; İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Çev. Heyet, Ütopya Yayınevi, Ankara. ▪ Ritzer, George (1998). Toplumun McDonaldlaştırılması Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme, Çev. Şen Süer Kaya, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Sofradan Atıştırmalığa “Yemek”ten “Beslenme”ye “Ev”ini ve “Fark”ını Kaybeden Yemek ilişkin müşterek hafıza ve ritüellerle birlikte ocağın sıcaklığı, aşın bereketi ve sofranın nimeti kaybolmuştur. Farklar silinir ve etkisizleşirken mideler fesada uğramış, beden hiç olmadığı kadar bütün ölçü ve ritimleriyle tüm iştiha ve şevkiyle irade ve seçimin pasifleştiği küresel bir metalaştırmanın nesnesi olmuştur. İnsan “yemek”te söz hakkını, her dem bir “fark”la yaşadığı lezzeti tecrübe etme vasfını yitirmiştir. Zincir marketler, restaurantlar ve lokantaları ile fast-food uygarlığı bütün tatları ve lezzetleri merkezîleştirerek farka savaş açmakta, sofranın tecrübesini prangalamaktadır. 27 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır Ahmet Dağ Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır 28 Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır AHMET DAĞ Doç. Dr. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü M ekân ile insan arasındaki bağlantı, yalnızca ontolojik bir ilişki biçimi değil aynı zamanda epistemolojik bir ilişki biçimidir. Söz konusu olan hem ontolojik hem epistemolojik düzlem, insanın yalnızca varoluş düzlemini değil bilinç veya zihin düzlemini de yapılandırır. Kişinin ontolojik dünyası, onun epistemolojik düzlemini de inşa eder. İnsanlık, yaşadığı mekânın en büyük dönüşümüne sanayileşme vasıtasıyla şahitlik etmiştir. Sanayileşme ile insanların kazanma biçimi, yaşam alanları, giyim-kuşamı ve yeme-içme alışkanlıkları da toptan değişmiştir. Sanayi Devrimi’ne kadar şehirler ile yemek kültürü arasında doğrudan bir ilişki vardı, yani şehirler ve şehrin insanları, yörenin yemekleri üzerinden tanımlanabiliyordu. Sanayileşme, bu ilişkiyi kıran bir darbı mesel olmuştur. Gıdalarda kullanılan kimyasal katkılar, yalnızca yemeği dönüştürmemiş o yemekle beslenen insanı da dönüştürmüştür. Yöresel yemek biçimlerinin fast-food tarzına dönmesi, zaman-mekân olgusunun da değişmesine yol açmıştır. Yemeklerin ve yeme alışkanlığının dönüşmesi, kültürel kimliği ve yerel aidiyeti buharlaştırmıştır. lere dair enformasyonun internetle sınırları aşması, endüstriyel ürünlerin pazarlara ve mutfaklara ulaşmasını kolaylaştırmıştır. Süpermarketlerin rafları ve hanelerin mutfakları, dünyanın çeşitli mutfaklarını barındırır. Yemek yenilecek mekânlar, yemeklerin hızlı servisinin yapıldığı ve yenilip hızla kalkılabilecek bir doldur boşalt uzamı hâline getirilmiştir. Bu mekânların en DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır 20. yüzyılda sanayileşmeye bağlı olarak şehirlerin; önce kozmopolitan veya metropol hâline gelmesi, sonrasında ise küreselleşmenin etkisiyle kendi yerel kimliklerinden koparak küresel şehirler yani benzeşen şehirler hâline gelmesi söz konusu olmuştur. Sofraya değil artık masaya konulan yemekler, küreselleşme ve endüstrileşme kaynaklı yemek türleri hâline gelmiştir. Yemeklerin endüstriyel ve küresel oluşu, şehir ile yemek arasında var olan organik bağın ve ilişkinin kopmasına dolayısıyla yaşam biçiminin özünden kopuşuna yol açmıştır. Endüstrileşmenin gelişmesi, tarlanın geri çekilmesi ve köylünün kayboluşuna, marketlerin artışı ise köylünün gözden çıkarılmasına NEDEN OLMUŞTUR. Market raflarındaki yerel olmayan endüstriyel yemeklikler, egzotik ürünler, mevsimsiz sebzeler ve meyveler; yalnızca insanın boğazından geçip midesine giren gıdasal veya maddi ürünler değildir; kişinin giyimini, kuşamını, konuşma biçimini değiştirmiş dolayısıyla tüm hayat biçimine sirayet etmiştir. Endüstriyel mutfak, endüstriyel toplumun meydana gelmesinde çok önemli etken olmuştur. Endüstriyel gıdalar; yalnızca endüstrileşmiş toplumları etkilememiştir, endüstrileşmemiş toplumların mutfaklarına girmiş ve mutfaklarını da etkilemiş ve dönüştürmüştür. Gıda sektörünün endüstrileşmesi, hem yeni ekonomik tahakküm süreçlerini doğurmuş hem de devasa gıda üretim merkezleri (fabrikalar) üzerinden çevresel tahakkümü de meydana getirmiştir. Gıdalarda kullanılan kimyasal katkılar, yalnızca yemeği dönüştürmemiş o yemekle beslenen insanı da dönüştürmüştür. Yöresel yemek biçimlerinin fast-food tarzına dönmesi, zaman-mekân olgusunun da değişmesine yol açmıştır. Yemeklerin ve yeme alışkanlığının dönüşmesi, kültürel kimliği ve yerel aidiyeti buharlaştırmıştır. Gıda ürünlerinin ulaşım imkânlarıyla farklı mutfaklara erişmesi ve yemek- 29 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır Sanayi Devrimi’ne kadar şehirler ile yemek kültürü arasında doğrudan bir ilişki vardı, yani şehirler ve şehrin insanları, yörenin yemekleri üzerinden tanımlanabiliyordu. Sanayileşme, bu ilişkiyi kıran bir darbı mesel olmuştur. 30 bariz örnekleri; KFC, McDonald’s ve Burger Kings gibi mekânlardır. Harvey için mekân; varlıkbilimsel (ontolojik) bir kategori değil, insanı biçimlendiren ve insan tarafından biçimlendirilen toplumsal bir düzlemdir. Dünyanın tüm mutfakları, market raflarında veya etnik restoranlarda bir araya getirilmiştir. Harvey’e göre küresel yemeklerin yükselişi, “zamanmekân sıkışmasının” bir göstergesidir. Harvey’in dikkat çektiği bu sıkışma, küreselleşme ile ilgili bir durum olup yemek ile yerellik arasındaki maddi ve manevi ilişkiyi zayıflatmaktadır. Yemeğin pakete girmesi ve küreselleşmenin enformasyon teknolojisi ile yaygınlaşması, mutfakların melezleşmesine yani postmodern bir hâl almasına yol açmıştır. Mutfakların somut ahlaki sözleşmelerin göstergesi olduğunu düşünen Baudrillard’ın ifadesiyle çağdaş bir terim olan tüketim, yemeğe sirayet etmiş, “daha güzel” ve “daha çok yemek” düsturuyla hem mutfakları hem de yeme alışkanlıklarını dönüştürmüştür. Geleneksel toplum anlayışımızda yatak odası ve mutfak, iki mühim mahrem alandır. Mahrem olan mutfa- ğın yitirilmesi, neticesinde şeffaflığın ve gösterişin temsili olan “Amerikan Mutfağı” modellerinin ülkemizde dahi yaygınlaşmasını doğurmuştur. Mutfak biçiminin mahremlikten ve yerellikten kopuşu, hem yemeğin küreselleşmesini hem de mutfakların benzeşmesini veya klonlaşmasını doğurmuştur. Sanayileşmeyle birlikte, aile için hazırlanan “nimetler”, marketlerin paketler hâline getirdiği veya yemek fabrikalarının kitleler için hazırladığı “ürünler” hâline gelmiştir. Söz konusu bu durum, yemeğin kozmopolitleşmesini, metropolleşmesini dolayısıyla yersiz-yurtsuzlaşmasını doğurmuştur. Yemeklerin de eklektik olmasını ve melezleşmesini doğurmuştur. Yemeklerin yersiz-yurtsuzlaşması, bir nevi insanın da yersiz-yurtsuzlaşmasına yol açmıştır. Nitekim C. Classen, yersiz-yurtsuzlaşmanın sadece Batılı uluslarda değil Doğulu uluslarda da olduğunu söyler. Market tezgâhlarında bir araya gelen farklı ulusların farklı gıdalarının, mutfaklarda bir araya gelmesi de çok zor olmamıştır. Farklı gıdaların farklı mutfakları sentezlemesini veya melezleştirmesini, yemeğin sepete (yemek sepeti) girme sürecini kolaylaştırmıştır. Yemeğin hem yapılışı hem de yeniliş biçimi hatta sunuluş veya ikram ediliş biçimi, insanları ve toplumları biçimlendiren önemli etkenlerdendir. Nitekim “insan yediklerine bir baksın” ayeti, hem yenilen ürünlerin bir “nimet” olduğuna hem de bu nimetlerin insanla olan organik bağına yani insanın varoluşunda etkisine dikkat çeken bir ayettir. Yine Feuerbach’ın “İnsan ne yerse odur.” sözünün önemli bir karşılığı vardır. Beslenmenin ahlaki ve siyasi bakımdan önemli olduğunu düşünen filozofa göre yiyecekler, kan üzerinden kalbe ve beyne ulaşarak düşünceye dönüşmektedir. Biyolojik düzlemle psikolojik ve epistemolojik düzlem arasında ilişki kuran Feuerbach’a göre gıda, insani eğitimin ve zihniyetin temelidir. Ona göre esas olan şey, dinî vaaz yerine kişilere daha iyi yiyecekler vermektir. Beslenme veya yemek yeme, hem kişinin ahlak yapısının oluşumunu hem de toplumların ilişki biçimlerini belirler. Yemek, sadece birey ve toplumların davranış biçimlerini ve ilişki biçimlerini bir alameti gibi açık büfelere uzanan yeni bir yemek serüvenimiz var. Hem yenilen yemeklerin hem de mutfakların, sanal düzlemde kamusal/şeffaf hâle getirilişinin tecrübesine şahit olunan modern dönemleri yaşamaktayız. Hem yenilen yemeklerin endüstrileşmesi hem de mekânların dönüşmesi, insanların suretlerine ve siretlerine yansımıştır. Feuerbach’ın dediği “İnsan, ne yerse odur” sözünün karşılığı olarak yiyip içtiği şeyler kişinin karakterine de sirayet eder. Yine B. Turner, yemek yeme ile toplumsal düzen arasında sıkı bir bağ olduğunu vurgular. Her ne kadar “yeni olana” karşı tepkili olduğumuz eleştirilse de toplum olarak bu tutumumuz yöresel mutfağımızın korumasında önemli bir koruyucu olmuştur. “Kayseri ve diğer şehirlerin mantısı, yine Kayseri’nin yağlaması ve Çankırı’nın Ekmek Muskası, Adıyaman’ın Meyir Çorbası, Trabzon’un Arpa Çorbası vs. ülkemizde bulunan binlerce yöresel yemek çeşitlerinin varlığının nedeni olarak bu direnci görebiliriz. Yemek, sadece yemek değildir. Yemek, şehrin ne kadar kadim ve muhkem olduğunun en önemli göstergesidir. Şehrin yemeklerinin ne kadar çeşitliliğinin olduğu ve yemeklerini ne kadar koruyabildiği şehrin kadimliğini ve muhkemliğini gösterir. Yine beslenme türü ve biçimi ile kişilik oluşumu ve toplumsal düzen arasında doğrudan ilişki olduğu için yemekler, şehrin insanının kişiliğini ve toplumsal düzenini belirler. Yemeklerini koruyan şehirler, insanlarının kimliklerini de toplumsal düzenlerini de korurlar. Şehrinin geleceğini dert edinenler, geçmişte olan yemeklerini dirilterek ve mevcut yemeklerini koruyarak şehrinin kimliğini derinleştirirler ve korurlar. Yemekler şehrin hem hafızasıdır hem de anlam haritalarından biridir. ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek/ler, Şehrin Epistemolojik ve Ontolojik Anlam Haritasıdır belirlemez, toplumsal katmanların da sonra hemen kalkılmaz. Yemek sofrası, önemli bir göstergesidir. Sınıfsallığın bir has sohbetlerin yapıldığı mekândır. göstergesi de olan yemekler, kişilik ve Yöresel yemekler, yalnızca doyurmaz toplum biçimlerine de etkide bulunurlar. yani aynı zamanda yemeğin lezzetini Fast-Food türü yiyeceklerle beslenen alarak damak tatlandıran lezzetlerdir. toplum biçimleriyle kuru fasulye-pilav Yine yemek yeme, edep-adap öğrenile beslenen toplum biçimlerinin ben- menin öğrenildiği önemli terbiye zerlikten çok farklıkları söz konusudur. süreçlerinden biridir. Çocuğun toplum Nitekim Bauman, mutfak kültürünün içinde yemek yeme adabını öğrendiği salt olarak bir karın doyurma eylemi sofra, ailenin bir arada toplandığı nadir olmadığını, bireylerin ve toplumların mekânlardan biri olduğu gibi zamanı kültürel belleğini ve kimliğini yansıtan koordine eden yani hayatı takvimlenönemli bir faktör olduğunu iddia eder. diren bir muvakkithanedir. Sofra hem Chul Han da Japonya’da yemeğin bir hayatta muhkem/sağlam olmayı hem de kült ve estetik meselesi olduğunu söyler. insanlarla irtibatı sağlayıcı bir vasıtadır. Yöresel mutfağını küreselleşmenin Aile bağının güçlendirilmesinin mekânı getirdiği fast-food türü fırtınalara kap- olan sofrada buluşulma nadirleştikçe tırmayan aileler ve milletler, benliğini ailedeki bağlar da zayıflar. Sofranın muhafaza etmede ve sürdürmede mut- kaybolmasıyla ailenin de buharlaşması fağını bu fırtınaya kaptırmış ailelere söz konusu olur. ve milletlere göre daha şanslılardır. Yemek, yalnızca beslenme ürünü Özgün yemekler ve yöresel mutfaklar, değil aynı zamanda mahremiyet unsuyerel kimliğin önemli bir göstergesi- rudur. Kadim gelenekte insanların dir. Zira özgün yemekler ve yöresel yediği ve içtiğinden bahsetmesi, hem mutfaklar, tarihî süreçlerde yaşanan “ayıp” hem de “lüzumsuz” bir iş olarak olumsuz hadiselere (göç, kıtlık, savaş görülmüştür. “Yediğin içtiğin senin ve hastalık) dayanıklılığını sürdüre- olsun, gezip gördüğün yerleri anlat” bilmiş tarihsel bir gerçeklik ve maddi sözü, görgü’nün, yenilen içilenden kültürün esaslarından biridir. Yöresel daha mühim olduğunun önemli bir mutfak, kültürel kimliğin ve belleğin göstergesidir. Yemek fabrikalarının hem tezahürü hem de söz konusu bu ve restoranların araçlarının, “getir-gökimliği ve belleği belirleyen önemli bir tür”lerin, “sepetlerin” yemeklerle taşınetmendir. Yöresel mutfakları yutan bir dığı ortamda yemeğin mahremiyeti kara delik olan Fast-Foodlar, sadece yitirilmiştir. Adına müstehcenleşme yöresel mutfağı değil mekânı da dönüş- diyebileceğimiz bu durumla yetiniltüren adeta mekân parçalayıcı hiltiler memiş “The Chef Show” ve “Top Chef” gibidir. Fast-Food’la beslenen bir insanın gibi ithal programlarla “gösteriş”, yerli düşünce derinliği ile pilav ve fasulye “Usta-Şef”lerle ülke topraklarına da pişirip yiyen insanın düşünce derin- girmiştir. Doymadan kalkmanın bir liğinin aynı olması mümkün değildir. inanış ve sünnet olduğu bu topraklarda, Mutfağın dönüşmesi ve yenilen mekâ- çatlayana kadar yenilen yemek yarışnın da dönüşmesi, bireylerin kimlik maları yapılmıştır ve yapılmaktadır. dokularını yitirmesini ve yurtsuzluğu Endüstrileşme, kentleşme veya metmeydana getirmiştir. Yemek, sadece ropolleşme, yemeğin melezleşmesine boğazdan geçip mideye giden bir ürün ve yemek mahremiyetinin yitirilişine değil aynı zamanda toplumların yaşam yol açmıştır. Oysa şehrin büyümesi ile biçimini, davranış şeklini ve mekân yemek mahremiyetinin korunması aynı tasavvurunu da etkileyen bir etkendir. düzlemde sağlanabilirdi. Sefer tasları Yemek-yeme, kültürel hayatımızda ile taşınan ve kapalı kaplar içinde servis adeta bir ritüeldir. Yemek yenildikten edilen yemeklerden “görmemişliğin” 31 Yusuf Yerli Aşure Şehirler, Hamburger Kentler Aşure Şehirler, Hamburger Kentler “Bilinci, biçimler dünyasına yansıtmaktır yapmak istediğim” Turgut Cansever DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler “Modern kentlere özgü olan ızgara planı kapitalist rejimin talep ettiği değer değişimine imkân veren ve böylece kapitalist biçimlerin kente hâkim olmasını sağlayan mekanizmalardır.” Lewis Mumford 32 YUSUF YERLİ K imi imgeler, simgeler ya da nesneler; birçok kültür ve medeniyet tarafından kullanılmış, zaman içinde anlam kaymaları, anlam dönüşümleri ve değişimlerine uğrayarak belli bir kültür ve medeniyeti imleyen, simgeleyen alem olarak yoluna devam etmiştir. Hilal ve haç bu konuda en bilindik iki örnektir. Yazımızın başlığı ve makalemizin konusunun bir unsuru olarak ele alacağımız aşure ve hamburgerin de benzer sembolik ve tarihsel anlamları bünyelerinde taşıdıklarını biliyoruz. Hamburger ve bu yiyeceğin ilk üretici firması olan McDonald’s dolayımında bir dönemi, bir kültürü, bir zihniyeti, bir medeniyeti anlatmak ve açıklamak üzere AŞURE Aşurenin içine konan malzemelerin miktarı ve cinsi geçmişten günümüze bazı farklılıklar arz etmişse de tüm aşure tariflerinde birincil ana malzeme buğdaydır. Nohut ve kuru fasulye ikincil ana malzemedir. Bunların dışında mısır, yeşil mercimek, az pişmiş pirinç, çiğ bulgur katılabilmektedir. Aşurede meyve olarak ayva, elma; baharat ve çerez olarak ise ceviz, çörekotu, badem (dolma fıstığı), fındık, fıstık, fesleğen, karabiber, karanfil, kuru incir, kuru kayısı, kuru üzüm (çekirdeksiz), kuşüzümü, tarçın, çir (kaymak), zemzem suyu ve şerbet kullanılmıştır. Aşure hazırlandıktan sonra üzerine gül suyu serpilerek ikram edilmiştir. Aşureye bu malzemeler dışında Türk mutfak kültürünün en eski baharatlarından biri olan, doğal bir koku ve renk verici olarak safranın da konulduğu anlaşılmaktadır. Tekke yaşantısında aşure pişirilmesi ve yenilmesi bir çeşit ibadet olarak görülmüştür. Aşure içine konan her malzeme birer “esmâ”ya (Allah’ın isimleri) işarettir. Bu malzemeler çiğ olarak kazana girerler, pişerler, olgunlaşırlar ve en sonunda durulur, teslimiyet hâline gelirler. Özellikle Osmanlı toplumunda en küçük ve mütevazi mutfaktan ihtişamlı saray mutfağına kadar, lezzet arama ve damak zevkine cevap verme kaygısı daima var olmuş, aşure de bu bağlamda hazırlayan kişilerin varlık seviyesine göre farklılık arz etmiştir. Aşurenin içine konan malzemelerin Sünni ve Alevi gelenekte farklılıklar gösterdiği anlaşılmaktadır. Alevi geleneğinde aşurenin içine en az oruç tutulan gün sayısı kadar (12 ya da 15) malzeme konmasına özen gösterilirken, Sünni gelenekte oruç tutulan gün sayısından bağımsız olarak bu sayının en az 7 çeşit olduğu anlaşılmaktadır. “Aşure sadece İslam toplumlarına özgü bir gelenek değildir. Theofania (İsa’nın vaftizi yortusu) öncesi ve Paskalya öncesi oruç sırasında evlerde aşure pişirilmiştir. Aşure yılbaşından artan kuruyemiş, buğday ve baklagillerle yapılmıştır. Ermeniler ve Türklerin de sevdiği ve pişirdiği aşure hazırlandığında komşulara dağıtmak âdettendi. Yine Yahudilerde de bugün ‘Yom Kipur katan’ olarak ifade edilmiştir. O gün Yahudi takviminin en kutsal günüdür. Nedamet, pişmanlık, dua, kişinin vicdanıyla ve Tanrı ile hesaplaşarak yargılanma ve sonra da kendini yenileyerek temize çıktığı Teşuva’ya ulaştığı gündür. Yahudi inancında bugünün kutsallığı İslam toplumlarının aksine herhangi bir olaya dayandırılmamaktadır.”1 Bütün dinlerde ve toplumlarda birlik ve beraberliği sağlamaya yönelik olarak bazı yiyecek ve içecekler ön plana çıkmıştır. Aşure de bunlardan birisidir. Ancak zaman içinde aşure Müslüman toplumlarına özellikle de Osmanlı İslam toplumuna ve günümüzde ise Anadolu coğrafyasına has bir yemek olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Osmanlı döneminde Safer ve Muharrem aşuresi olmak üzere iki çeşit aşure pişirildiği anlaşılmaktadır. Muharrem aşuresi Kerbela vakasının sene-i devriyesi anısına, Safer aşuresi ise Hz. Zeynelabidin’in Kerbela’dan sağ kurtulması ve Peygamber neslinin devamının bu vesile ile sağlanmasından dolayı, bu günlerin hatırlanması ve bir bayram kıvamında kutlanması amacıyla pişirilmiştir. Böylelikle pişirilen aşurelerden birisi hüznü diğeri ise sevinci temsil etmiştir. Bu gelenek 1925’te tekkelerin kapatılmasına kadar sürdürülmeye çalışılmıştır. Anadolu’da Çepni, Tahtacı, Abdal gibi zümreler arasında bu anane daha kuvvetli olarak yaşamıştır.2 Günümüzde ise aşure, kimi vakıf ve tekkelerde belli zamanlarda yapılıp halka ikram ediliyor olmasına ilaveten Anadolu insanı tarafından aşure zamanlarında pişirilerek komşulara ikram edilmeye devam etmektedir. 1 2 Özlü, Zeynel. «Osmanlı Devletinde Tekkelere Bir Bakış: Aşure Geleneği”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi /57 (2011). Özlü, agm. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler yazılmış olan makale ve kitaplar (McDonaldlaşma, Hamburger Çağı, Hamburger Medeniyeti vb) bir yiyeceğin ne türden bir tarihsel tecrübeyi, bir yaşam biçimini ifade etmek için kullanışlı sembolik imkânlar taşıdığını ortaya koymaktadır. Benzer bir açıklama ve anlamlandırma imkânını bize aşure yemeği de vermektedir. Aşure ve Hamburger bu yazıda bir zihniyet dünyasının, bir dünya görüşü ve hayat tarzının en geniş çerçevede hayat bulduğu, ete kemiğe büründüğü mekânsal zemin olması bakımından şehir/kent bağlamında sembolik/metaforik bir anlatım olarak ele alınacaktır. Önce Aşure ve Hamburger’in tarihi, kültürel ve simgesel değerleri üzerinde duralım ve daha sonra şehir/kent bağlamında ne türden bir metaforik boyut kazandıklarını göstermeye çalışalım. 33 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler AŞURENİN ANLAMI (BÜTÜNLEŞTİREN YEMEK): 34 Aşure gününe İslam toplumlarında muhtelif kutsallıklar atfedilmiştir. Aşure tüm zamanların kırılma anlarını, köklü değişimlerin ve dönüşümlerin zuhur ettiği olayları sembolik olarak bünyesinde taşır. Ve bu olayları soframıza getirerek onlardan ilham ve ibret alarak bilinçsel ve bilgisel olarak beslenmemizi sağlar. Taşıyıcı ve bütünleştirici işlevi ile dünyamızda ve soframızda yer edinmiş olan aşure aynı zamanda bir hatırlatıcı olarak da zihnimizde kodlanmış olarak varlığını sürdürmektedir. Dünyanın yaratılışı, ilk yağmurun inişi, Adem peygamberin tevbesinin kabul edilmesi, Hz. İdris’in semaya yükseltilmesi, Hz. Nuh’un gemisinin Cudi Dağı’na oturması, İbrahim (as)’ın ateşten kurtulması, Hz. Yusuf’un kuyudan çıkışı (üçüncü günü), Hz. Yakub’un gözlerinin iyi olması ve oğlu Hz. Yusuf ile kavuşup buluşması, Hz. Eyyüb’ün hastalığının iyileşmesi, Hz. Yunus’un yunus balığının karnından çıkması (dokuzuncu gün), Hz. Musa’nın Tur Dağı’na çıkışı (beşinci gün), Hz. Davud’un tevbesinin kabul edilmesi, Hz. Süleyman’a mülkünün geri verilmesi, Hz. Zekeriya’nın yaşlılığında çocuğu olsun diye Allah’a ettiği duanın kabul edilişi, Hz. Yahya’nın doğuşu, Hz. İsa’nın doğumu ve göğe çıkışı, Peygamber Efendimizin geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlandığı müjdesinin Hz. Peygamber’e verdiği değerler dolayımında inşa ve imar ediyor. Aşuredeki her bir yiyecek kendi tatlarını muhafaza ediyor; ama herhangi bir tat öne çıkmıyor. Her birinin tadını ayrı ayrı hissediyorsunuz; ama baskın bir tat yok. Ortada yeni bir tat var: aşurenin tadı. Aşurenin pişirilmesi kadar servis edilmesi de önemli. Zira katılan yiyeceklerin pişme süreleri farklı. Önce ayrı ayrı pişiriliyor. Kimi ıslatılıyor. Kimi öylece katılıyor. Eğer aşureyi usta biri pişiremezse, o canım tat gidiveriyor. Fasulye, nohut dilinize takılıyor. Aşure, aşure olmaktan çıkıyor. İnsanlık son üç yüzyıldır tek tipleştirmenin, farklılıkları yok etmenin, farklı renklere, kültürlere, ırklara, dinlere, inanç ve mezheplere tahammül edilemeyen bir anlayışın tahakkümü altında. Aşure bu tahammülsüzlüğe dur demenin ve yeni yollar göstermenin bir imkânı olarak sofralarımızda bulunuyor. Aşure’nin aynı zamanda ikram edilen bir yiyecek olması da bize farklı bir medeniyet ve dünya görüşünün ipuçlarını ilham ediyor: İstif ekonomisi değil İnfak ekonomisi, İsraf ekonomisi değil İkram ekonomisi. verilmesi ve İmam Hüseyin’in şehit edilmesi (onuncu gün) vs., tüm bu olayların hep aşure günlerinde vuku bulduğuna inanılır. Yukarıda zikredilen ve zikredilmeyen binlerce olayın aşure günlerinde vuku bulduğuna dair inancın kimileri tarafından sorgulanmaya, tarihî gerçeklik ile uyuşmadığına dair eleştiriler getirilerek bu bilinç durumunun küçümsenmeye çalışıldığını görmekteyiz. Burada aşure isminin, sadece Muharrem ayının onuncu günü için bir ad olarak kullanılmasından öte bir anlamının olduğunun altını çizmek lazım. Kur’an’da üzerine yemin edilen “leyalin aşr” yani on geceden bahsedilir. HAMBURGER Aşure günlerinin ve bu günlerde vuku 1850’lerde Hamburg-Amerika bulduğuna inanılan olayların bu on gece hattında teknelerle ABD’ye gelen ile bir bağlantısının olma ihtimalini de göçmenler yanlarında sevdikleri bazı hesaba katmamız gerekir. yemekleri de getirmişlerdi. Bunlardan Aşureye yüklenen bu tarihsel derin- biri de Hamburg Biftek’ti. Almanların liğe, tecrübe ve bilince bir de birbiriyle kıyılmış düşük kalite dana etini kendi alakası olmayan yiyeceklerin bir araya baharatlarıyla tatlandırarak hem pişigelmesi ile oluşan mekânsal bir boyut rilmiş hem de çiğ olarak fakir sınıfın ilave edilir: Kuru fasulye, nohut, kuru standart öğünü hâline getirdikleri bakla, buğday, kuru üzüm, kayısı, bu lezzet, “Hamburg’a ait” anlamına incir, portakal kabuğu, fındık, ceviz, gelen “Hamburger” adıyla bilinmeye çam fıstığı, kestane, kuş üzümü, gül başlamıştı. Hamburger’e bir geçmiş suyu, pirinç, süt, şeker ve üzerine nar yüklemek isteyenler bu tadı ta Moğollara taneleri… Böylesine farklı zamanlarda kadar götürmüşlerse de günümüzdeki zuhur eden olayların ve bu derece çeşitli hamburger köftesi ve sunum biçimi ile mekânlarda yetişen envai çeşit yiye- Moğolların tükettikleri arasında doğruceklerin bir kurgu içinde bütünleşmesi dan bir benzerlik kurmak zorlamadır. ve bu bütünlüğün anlam katmanları… Bu hâliyle Hamburger’in ve bu lezzeti Aşureyi keşfeden zihniyet aynı zamanda üreten Mcdonalds’ın ortaya çıkışı ile toplumu da şehri de bu zihniyetin yön ABD’nin kuruluş dinamiği arasında Yunan ne de Fransızdır. O sadece basit bir yemektir. Dahası, hamburger, insanın ailesiyle değil, tek başına yediği bir yiyecektir. Hamburgeri araba sürerken, yarı uyur vaziyette ya da bir işçi işini yaparken yiyebilir. Hamburger, kamusal hayatta bulunan insanın bireysel yemeğidir. Hamburger, bütün medeniyetleri peşinden sürüklemektedir.”3 Hamburger Çağı adlı kitabında Christiane Grefe hamburgerin üretim süreçlerine ve aşamalarına dikkat kesiliyor ve daha ucuz, daha fazla ve daha bağımlılık yapacak biçimde hamburger köftesinin gayri sıhhı ortamlarda nasıl üretildiğini Amerika ve Almanya üretim örneklerinden hareketle gözler önüne seriyor ve ekliyor: “Hamburgerler bol makyajlı orospulardır ve kendilerine uygun kerhanelerde, süslenip, eksantrik promosyonlarla satılırlar.4 Grefe hızını alamaz ve ekler: “Yakında klozet kapağı büyüklüğünde köfteler mi yiyeceğiz?”5 diye sorar ve kitabının kapağına bir klozet resmini yerleştirir. McDonaldlaşma süreci, hızlı-yiyecek restoranı ilkelerinin Amerikan toplumunun gitgide daha fazla kesimi üzerinde olduğu kadar dünyanın geri kalanında da egemen olmaya başlamasına aracılık eden süreçtir. 3 4 5 Hamburger Medeniyeti, Abdulvahap el Messiri, s. 183. Christiane Grefe, Hamburger Çağı, s. 21. Grefe, aynı eser, s. 25. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler ilginç bir bağ vardır: Avrupalı göçmenlerin getirdiği bir göçmen lezzet ve Avrupalı göçmenlerin kurduğu kentler ve ülke. 1948 yılında Mcdonald’s tarafından fastfood kültürünün bir ürünü olarak insanların damak tadına sunulan Hamburger, çok kısa zamanda dünyaca en çok tüketilen yiyeceklerin başında yer almayı başarmıştır. Bugün yedi kıtada, onlarca ülkede, binlerce kentte, on binlerce Mcdonalds istasyonunda ya da “tüketim katedrali”nde, milyarlarca insan tarafından sayısız hamburger tüketilmekte ve hamburger Amerikan yaşam tarzının, damak tadının küresel bazda dünya egemenliğinin somut ve geçirme yoluyla denetim ve paradoksal sembolik değeri olarak boy göstermek- olarak rasyonelliğin irrasyonelliği. tedir. Hamburger ve Mcdonald’s; taşıdığı Kapitalizm öncesi toplumlarda gerek fazlaca bir tarihî birikim olmasa bile üretim gerekse tüketim mekânlarının günümüzü, Batı’yı ve onun lokomotifi verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörüleolan Amerikan yaşam tarzını anlamak bilirlik gibi boyutlara sahip olmadığını ve anlamlandırmak bakımından oldukça iddia etmek de yanlış olacaktır. Ancak sembolik ve işlevsel değeri olan bir söz konusu boyutların anlamları ve göstergedir. mantığı kapitalist toplumlardan çok Mcdonald’s ve hamburgerin bu denli daha farklıdır. Birinde mantık nitelik tüketilmesinin ve yaygınlaşmasının üzerinden oluşup işlerken diğerinde farkında olan sosyal bilimciler, egemen nicelik üzerinden oluşup işlemekteve küresel Batı yaşam tarzının üretildiği dir. Burada Rene Guenon’un çağın ve dolayısıyla bu yaşam tarzının ürettiği alametlerinden biri olarak “niceliğin kapitalist kentleşme pratiğinin çözüm- eğemenliği”ne dikkat çektiğine işaret lenmesi ve anlamlandırılmasında bu etmekle yetinelim. tadı merkeze almışlar ve ona sembolik Kapitalist kentleri ve Amerikan bir anlam yüklemişlerdir. Bu çerçevede yaşam biçimini Hamburger Medeniyeti Amerikan sosyolog George Ritzer’in isimli kitabında anlamaya ve anlamToplum’un McDonaldlaştırılması adlı landırmaya çalışan Abdulvahap el eserinde ortaya koyduğu analiz oldukça Messiri, “Hamburger Medeniyeti ve önemli savları içermektedir. İnsan” konulu makalesinde şöyle der: Ritzer, fastfood sektörünün simge “Bu medeniyetin en önemli ve en ‘güçlü’ ismi McDonald’s üzerinden makro bir sembollerinden biri, hamburgerdir. toplumsal değişme analizi yapar ve Hamburger, tektipleşmenin, yüzeybunu “toplumun McDonaldlaştırılması” selleşmenin, mekanikleşmenin, sıraolarak adlandırır. Buna göre günümüz danlaşmanın göstergesidir. Herhangi toplumları sosyal hayatın hemen her bir hamburger dükkânına girdiğinizde alanında farklı derecelerde de olsa sizin daha önce yediğiniz ve daha sonra Weberyen anlamda bir rasyonelleşmeye da yiyeceğiniz hamburgerin aynısını uğramaktadır. McDonaldlaşma süreci- yersiniz. Karşınızda aynı satıcıları, nin doğası, beş temel boyut üzerinden aynı yapay gülümsemeleri ve aynı ana hatlarıyla açıklanarak betimlenebilir: fiyatları bulursunuz. verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörüAyrıca hamburger zamanı ve mekânı lebilirlik, insanların yerine teknolojiyi aşar. Ne Çinli ne Hintli ne Mısırlı ne 35 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler 36 McDonaldlaşma birden ortaya çıkmamıştır. Birtakım toplumsal, politik ve iktisadi gelişmelerin neticesinde oluşmuştur. Ritzer’e göre bu gelişmeler şunlardır: bürokratikleşme, Yahudi soykırımı, F.W. Taylor’ın bulduğu bilimsel yönetim, Henry Ford’un bulduğu işçileri robotlara dönüştüren montaj hattı, Levittown’daki toplu inşa edilen banliyö evleri, alışveriş merkezleri (AVM) ve Ray Kroc’un McDonald’s zincirini yaratması. Ritzer; Weber’in rasyonelleşme ve bürokratikleşmeyle alakalı korkularının mantıksal en uç noktası olarak görülebilecek bir toplu imha yöntemi olan Yahudi soykırımını McDonaldlaşma bağlamında ele alarak soykırımı McDonaldlaşmanın öncüleri arasında ele almıştır.6 Ritzer McDonaldlaştırma sürecinin aynı zamanda insanlığı kafesleme sürecinin (mahkûmiyet) bir diğer adı olduğunu söyler ama bu kafesin malzemesi noktasında farklı belirlemelerin olabileceğini de ifade eder. “Demir kafes”le, McDonaldlaştırma toplumun giderek daha fazla kesimine egemen oldukça ondan kaçmanın gittikçe daha olanaksızlaşacağını söylemek istiyorum.”7 “Kafes kadifeden mi yapılmış, yoksa lastik ya da demirden mi? Birçok insan geleceği, McDonaldlaştırmanın ‘kadife kafesi’ olarak görmektedir. McDonaldlaştırmanın onları istikrarlı bir şekilde kuşattığını kabul edebilseler de, bunu çok rahat bir şey olarak görürler. McDonaldlaştırılmış dünyayı severler, hatta özlerler ve sürekli büyümesini, çoğalmasını iyi karşılarlar. Bu kesinlikle tercih edilir bir tutumdur; yalnızca McDonaldlaştırılmış toplumlarda yaşamış ve McDonaldlaştırılmış dünyanın ortaya çıkmasından sonra dünyaya gelmiş olanlar bunu özellikle kolayca 6 7 George Ritzer’in Toplum’un McDonaldlaştırılması, s. 54 George Ritzer’in Toplum’un McDonaldlaştırılması, s. 209 benimserler. Bildikleri tek dünya, McDonaldlaştırılmış dünya, onların lezzet ve kalite standartlarını temsil eder. Giderek akılcılaştırılan dünyadan daha iyi bir şey düşünemezler, birçok seçim ve seçeneği olmayan bir dünyayı tercih ederler. Yaşamlarının birçok yanının öngörülebilir olmasından hoşlanırlar. İçinde insanlarla, hatta insan olmayan otomatlarla ilişki kurdukları kişiliksizleşmiş bir dünyada rahat ederler. Hiç değilse dünyanın McDonaldlaştırılmış kısımlarında insanlarla temastan kaçınırlar. Nüfusun gün geçtikçe büyüyen bir kesimini temsil eden bu tür insanlara göre McDonaldlaştırma bir tehdit değil, nirvanadır.”8 Max Weber’in Demir Kafesi (Iron Cage)9 Eflatun’un mağara metaforunu akla getirir. Denebilir ki tüm Batı tarihi sürekli olarak bir kafeslenme (mağaraya tıkılma) ve bu kafesten kurtulma (bir kafesten başka bir kafese tıkılma) şeklinde de okunabilir. Mitoloji’nin mağarasından (kafesinden) filozofi ile çıktığını sanan Batı insanı, kendini teolojinin kafesinde (mağarasında) 8 9 George Ritzer’in Toplum’un McDonaldlaştırılması, s. 256 Demir kafes metaforu, Max Weber’in bürokrasi modelinde olumsuz bir anlama sahiptir. Bireysel inisiyatif ve yaratıcılığı baskı altına alan, bir tür çelik kurallar ve düzenlemeler kafesine tıkılmış, yukarıdan gelen emirlere mecburen uyan ruhsuz uzmanlar yaratan bir hiyerarşik kontrol tehlikesini ifade etmek için kullanmıştır. buldu. Orta çağ/karanlık çağ olarak nitelendirdikleri bu kafesten (mağaradan) filozof, bilim adamı ve sanatçıdan oluşan rehberlerin aydınlattığı yoldan giderek kurtulabileceklerini sandılar ama bu sefer modernitenin ve onun geliştirdiği ideolojilerin kafeslerinde buldular kendilerini. İdeolojilerin kafeslerinden çıkmanın yolu olarak da teknolojinin peşine düştüler ve gelinen noktada ideolojilerin kafesinden / mağarasından çıkmak için çırpınırken teknolojinin dijital kafesine/mağarasına tıkıldılar, mahkum edildiler. Ne yazık ki mahkumiyetlerinin ve kafeslendiklerinin de farkında değiller. HAMBURGER KENTLER Kentsel mekânın tüketim toplumunun ideolojik yapısına uygun olarak biçimlenmesinin en iyi örneklerinden birisini McDonald’s yemek kültürü oluşturmaktadır. Bu kültür; Richard ve Maurice McDonald’ın 1929 ekonomik bunalımından sonra iş bulmak amacıyla Güney California’ya gelmeleriyle başlayan, film stüdyolarındaki set işçiliğinden 1940’ların sonlarında McDonald’s restoranlarının açılmasına ve oradan günümüze uzanan bir süreci temsil etmektedir. McDonald’s dili ve ortak kültürü bir ‘fastfood’ yemek alışkanlığı geliştirmiş olup dünya gıda sektörünün önemli bir kısmını da elinde tutmaktadır. Amerikan kaynaklı küresel kültürün getirdiği yaşam biçimini simgeleyen McDonald’s; gıda restoran zincirleriyle küreselleşmenin temellerini atan ve modern olarak algılanan yaşam biçimini kolaylaştıran, ürettiği hamburgerlerle yoğun ve stresli iş ortamlarının akışını hızlandıran bir popüler yaşam biçimini de kendiliğinden sunmaktadır. Böylece kentler McDonald’s aracılığıyla hazın ve hızın egemen olduğu ortak bir kültürü paylaşıp çoğaltırken, bu kültür karşısında kendi özgün kimliklerini korumaktan giderek uzaklaşmaktadırlar. “Türkiye gibi tarihi, kültürel ve çevresel özellikleriyle öne çıkan ve yöresel yemek 10 Jale Karahan, “Fast-Food İmparatorluğunun Zihniyetini Ritzer’in ‘Mcdonaldlaşma’ Kavramı Üzerinden Okumak”, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 8, Cilt: 8, Sayı: 16, Güz 2018, http://busbed.bingol.edu.tr. 11 Doç. Dr. Ayşe Özcan, Yrd. Doç. Dr. Gülizar Çakır Sümer, Küreselleşmenin Kimliksiz Kentleri ve Mcdonalds Kent Kültürü, Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi Yıl: 2015, Cilt: 7, Sayı: 13. istasyonlarını kapatma kararı almasının, Rusların bu tat/hazdan mahrum bırakılmasına yönelik bir cezalandırıcı yaptırım olarak simgesel bir boyutu vardır. Rusların ise son bir kez hamburger yemek için bu karardan sonra McDonald’s istasyonlarında uzun kuyruklar oluşturması ABD yaşam biçimi ve tat alma pratiğinin Ruslar üzerindeki derin etkisinin bir göstergesi olarak okunabilir. “Aytaç’ın Baudrillard’ın “tüketim toplumuna” ilişkin çözümlemelerine sadık kalarak yaptığı değerlendirmelere göre; kentsel mekânlar, modern temsil, gösterge ve işaretlerin diline yatkınlık göstermeleri açısından adeta, modernliğin kutsal mekânları gibidirler. Örneğin alışveriş merkezleri sadece nesnelerin tüketim mekânı değildirler, ya da restoranlar, eğlence yerleri kentte yaşayanlara salt karın doyurma ya da salt eğlence hizmeti vermezler; aynı zamanda, sınıf, statü, ırk, etnisite, cinsiyet ve benzer türde sosyal belirleyicilere dair işaret ve semboller de atfederler. Coca Cola, McDonalds gibi ‘her yerde’ bulunabilen örnekler popüler kültürün önemli simgeleridir. Tutarlı bir marka tüketiciliğinin var olduğu küresel kentlere baktığımızda, kültürel küreselleşmenin bir çözücü gibi hareket ettiği görülebilir, çünkü marka tüketiciliği kültürel farklılıkları eriterek (çözerek) dünya genelinde kültürel homojenlik yaratmaktadır. Batının kendi dışındaki toplumları dönüştürme aracı olarak kentlere yerleştirilen batıya özgü yapıların büyük bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmede önemli bir rol oynadığı söylenebilir.”12 Giyim kuşam, yeme içme, eğlenme ve zevk alma dâhil hayatın hemen hemen bütün alanlarında egemen bir yaklaşım olan tek tipleştirme, düzleştirme, farklılıklara tahammül edememe yaklaşımı grid (ızgara sistem) kentsel yapılaşmaların da temel karakteristiği olmuştur. Lewis Mumford’un da dediği gibi ızgara sistem kapitalist kent yapılanmasının omurgasını oluşturmakta ve modern yaşam biçimini belirlemekte en temel faktörlerden biri olmaktadır. İlk örneğini Hippodamus’un Miletos için çizmiş olduğu grid kent planı Yunan polislerinin, Roma garnizon kentlerinin zaman içinde ideal fizyolojik yapılanmasını oluşturmuştur. Yunan ve Roma’nın yeniden keşfi olan hümanist-aydınlanmacı değerlerin egemen olduğu ve Sanayi Devrimi’nin inşa ettiği kapitalist kent yapısı da fizyolojik ve ideolojik ilhamını buradan almış ve grid kent planlaması üzerine kapitalist kentler inşa edilmiştir. Bu kent sistemi günümüzde tüm kentleri belirler konumdadır ve bu plana uymayan kentler artık kurulamaz durumdadır. Kalıcılığın ve ölümsüzlüğün arandığı ve bir üst iradenin bir seferde tayin ettiği, değiştirilemez çözümlemeler olarak adeta dayatıldığı kentsel doku grid şemalı (ızgara sistem) kentlerde açıkça izlenebilmektedir. Turgut Cansever bu duruma örnek olarak Roma şehirlerini, Bonaparte’ın Paris’ini ve Çin’in Pekin’ini örnek olarak verir: “Pekin, birbirine dik yolların arasında teşekkül eden yapı adaları- DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler tatlarının çeşitli ve zengin olduğu çok sayıda kentsel yerleşmelere sahip ülkeler için McDonald’s kendine özgü kentsel kültürün aşınmasının en önemli araçlarından birisi konumundadır. Bugün ülkemizde herhangi bir AVM’ye gidildiğinde McDonald’s görülebileceği gibi onun verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim ilkelerini kendilerine uyarlamış olan fast-food tarzı pek çok tantuni, kebap, döner, kahve, simit, lahmacun vb. yerel restoran zincirleriyle de karşılaşılır.10 “Fast food yaşam biçimi (haz, hırs ve hız) aynı zamanda kendine özgür bir kültürel sistem de yaratmaktadır. Fast food üretimiyle piyasaya girmiş çok uluslu şirketler herhangi bir ürünü satarken o ürünün adı, markası, sloganı ve sembolüyle sadece ürünü/malı değil aynı zamanda kendi kültürlerini de satmaktadırlar. Günümüzde McDonald’s’da hamburger, Pizza Hut’da pizza, Kentucy Fried Chicken’da kızarmış tavuk yemek ve Starbucks’ta kahve içmek modern yaşam biçiminin göstergeleri arasında yer almaktadır. … McDonald’s Batı tarzı yemek kültürünün küresel alanda dolaşıma çıkmasını içermektedir. Böylece McDonalds, Batı’nın kendi değerlerini tüm dünyaya yaymanın simgesi olmuş, küresel ile yerel arasında ilişki kuran önemli bir ağ hâline gelmiştir. SSCB dağıldığında ilk Mcdonald’s restoranının Moskova’da açılması ve önünde oluşan uzun kuyruk, McDonald’sın bu ilk imgesini güçlendirir niteliktedir.”11 Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonucu ABD öncülüğünde Batı’nın Rusya’ya karşı uyguladığı yalnızlaştırma ve Batı’dan soyutlama yaptırımları kapsamında McDonald’s’ın Rusya’daki 37 12 Özcan, Çakır Sümer, agm. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler nın, tamamen dik açılı bir düzen ile belirlemiştir. Üst iradenin yansıması insanın gözü ile algılaması, şehirlerin planlanmış parseller üzerinde inşa olan şehrin değişmez çizgileri, varlığın yapılanmasını düzenleyen iki farklı edilen evlerin plan düzeni, yapı sistemi, dinamik yapısını da inkar eden bir varlık telakkisi, şehre iki farklı nitelik renkleri, çatılarının biçimi ve renkleri, tavrın ürünüdür.”14 kazandırmaktadır. Hareket eden göz ile bahçe duvarlarının ve harpuştalarının Cansever şehrin, Batı Avrupa ana- algılanan varlık telakkisinin en çarpıcı renkleri, bahçeye dikilecek ağaçların nesinden tamamen farklı bir biçimde örnekleri, Asya, Avrupa steplerinin cinsleri ve yerleri gibi pek çok hususta oluşumunun mümkün olduğunu ve hareketli kültürlerinin asli bir özelliği önceden tayin edilmiş esasların aynen bunun en belirgin örneklerinin İslam olan menhirler (10-12 m boyunda dikili uygulanması veya renkler üzerindeki iki Şehirleri olduğunu söyler ve ilave eder: taş) ve daha sonra da minareler, İran alternatiften birini seçmek gibi sınırlı “En parlak ve İslami özelliği en üst ve Orta Asya’nın renkli kubbeleri her elastikiyete ve seçme yetkisine yer veren düzeyde yansıtan şehirlerin de Osmanlı yönden görmek için tasarlanmış tekbir yapı nizamı ile gerçekleştirilmiştir. şehirleri olduğu söylenebilir.”15 toniklerdir… Hareket hâlinde insanın Paris’de bütün yapıların yüksekliğive var olan tektoniklerin etrafında, AŞURE ŞEHİRLER nin, yolların, büyük bulvarların istikabunların içinde yer aldıkları mekânın Cansever, Osmanlı İslam şehirle- sonsuzluğunun kabulünü de zaruri metleri değişmez kabul edilerek, bu yol veya bulvarlara cehpesi olan 5-6 katlı rini mümkün kılan idrak dünyasının kılmaktadır. Nitekim Allah’tan başka apartmanların mimari farklılaşması, mekâna ve şehre yansımasının kodla- hiç kimsenin zaman ve mekândan şahsiyet sahibi olması; bu yapıların rını çözümler ve pratize ediliş biçimini münezzeh olmadığı şeklindeki İslami küçük teferruata ait farklılaşmaları İstanbul üzerinden anlatmaya çalışır: varlık zaman-mekân telakkisinin zaruri “…her ailenin, her evi vücuda getiren neticesi olarak İslami inanca göre, kimlik sahibi olmalarını hiçbir şekilde sağlayamamakta ve bu yapılar; üst ira- mimarın, mahalli ve aktüel gerçeğin tektonikler ve insanlar bu iki temel denin belirlediği cephe çizgisi içinde yer ışığında, nihai mimari çözümü her kategorinin ve bunların oluşturduğu alan, anonim, sıradan nesneler olarak yapıya şahsiyet kazandıracak şekilde zaman-mekân bütünlüğünün içinde geliştirmesi mümkün olmuştur. Bu üst varolmaya mahkumdurlar. Sonsuzluk kalmaktadırlar.”13 Cansever’e göre Paris’e nazaran ve mahalli idarenin, evrensel olan ile içinde varolan tektoniklerin bir arada Pekin’de, sınırlı da olsa insanların ferdi, mahalli ve aktüel olanın zahiri bulunmaları ile oluşan, açık, üzerlealdıkları kararlar ile oluşan şehir doku- tezadının, insanlık tarihinde benzeri rine ilaveler alabilen bütünlük biçimi, sunun izine rastlayabiliriz; ama Paris belki de olmayan çözümlemesi; her Osmanlı şehirlerinde bütünlüğün biçimi Krallığı’nın, Napoleonların mutlakiyetçi yapıya bir kimlik kazandırarak, her yapıyı belirlediği gibi bazen de bu bütünlüktavrından kaynaklı nedenlerle Paris’te bir tektonik olma vasfına ulaştırarak, lerin mekân içinde yıldız kümesi gibi bu ize bile rastlayamayız. Çünkü Paris, şehri, tektoniklerin tezyini topluluğu yerleşmelerine imkân veren yaradılışın ferdin ferdiyetinin yüceliğini yok eden olarak düzenleyen Osmanlı şehirlerinde yapısının kaçınılmaz ve uyulması zaruri bir toplum ve insan telakkisinin ürünü gerçekleştirilmiştir.”16 olan düzenleme biçimidir.”17 Osmanlı şehrini insanlık tarihinin olarak inşa edilmiştir. Cansever’e göre şehir ve şehir imajı Cansever bu mutlakiyetçi tavrın yeni müstesna bir kültürel aşaması olarak İslam kültürlerinde cennet tasavvuolmadığını, tarihten gelen bir anlayış selamlayan Cansever grid şemalı kent- runun bir yansımasıdır. Cennet ise ve kavrayışın günümüze bir yansıması leri mümkün kılan, rönesansı doğuran bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. olduğunu ifade eder: “Mutlakiyetçi bilinç durumu ile galaksivari şehir Cansever bu tespitleri yaptıktan sonra tavrın Batı Ortaçağ Katolik Hristiyan yapılanmalarını mümkün kılan bilinç geleceğin şehrini/cennetini kurmakla kültürünün de asli vasfı olduğunu durumlarının bir kıyaslamasını yapar: görevli olanlara şu hususları öğütler: biliyoruz. İnsanı günahkar, ve dünyayı; “Bu noktada öncelikle Rönesans’ta, “Kendi cennetini, şehirlerini inşa edecek günahkar insanın günahının kefaretini insanın dünyayı anlaması için durduğu insanın, vücuda getireceği şehrin bu ödediği yer, kiliseyi; günahının kefare- yerden karşısına bakması esas iken, temeller üzerinde vücuda getireceği tini ödeme yolunda insanı yönelten üst hareketli kültürlerde, insanın bir nesneyi mimarinin vasıfları ile biçim ve üslup organ olarak kabul eden Batı Avrupa algılaması için o nesnenin etrafında özelliklerini belirlemek ilk ve en önemli kültürünün bu asli tavrı, Ortaçağ dolaşması, ona her cephesinden üstten, görevidir.”18 şehirlerinin olduğu gibi, son beş asırlık alttan bakması, varlığı hareket eden “Şehir, ahlakın, sanatın, felsefe ve dönemde de Avrupa şehrinin imajını dini düşüncenin geliştiği ortam olarak, 38 13 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996. 14 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996. 15 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996. 16 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996. 17 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996. 18 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996. şında olmuş. Hamburger tek tipliliğin, benzer hazzın, her zamanda ve zeminde aynı kıvamın garantisini verir, aşure çok renkliliğin, çok tatlılığın, farklı zamanlarda ve mekânlarda farklı ikramların sunumunu yapar. Kentler ve Şehirler de hamburger ve aşure gibidirler: Kentler rant-nifak üretim üsleri, şehirler ikram-infak dağıtım merkezleri. Kent hamburger gibi vazgeçilmez ve küreselleşmiş haliyle içinde bulunduğumuz haz ve habitattır. Şehir aşure gibi zaman zaman hatırlanan, geleneğin geleceğe aktarılmasını bekleyen, kıyıda köşede, turistik tatminler için bir tat, bir mekan hüviyetindedir. Hamburger kar hırsı ile, kentler rant hırsı ile yaygınlaşırken; aşure sevap kazanlarında kaynatılıyor; şehir, inşa edilmiyor adeta ibadet aşkı ile imar ediliyordu. SONUÇ: Yemek üzerine yazan, konuşan kimi yazarlar “Bana ne yediğini söyle, sana ne olduğunu söyleyeyim”, “ne yiyorsanız, o’sunuz” türünden, yemek ile yiyen arasındaki geçişkenliğin altını çizen ifadeler kullanmışlardır. Beslenme ile insan karakteri ve hatta hayvanların karakter oluşumuyla doğrudan bağ kurmak suretiyle kadim zamanlardan beri eserler yazıldığı da bilinmektedir. Yediklerimiz ve içtiklerimiz bizleri değiştirip dönüştüreceği gibi kimliğimizin de göstergeleri olmaktadırlar. Yemek, sadece hayatı idame ettirmek için gerekli olan fizyolojik bir ihtiyaç değil aynı zamanda evrensel, yerel, iletişimsel, kültürel, dini, sınıfsal, etnik, sembolik, ideolojik, iktisadi, ahlaki, coğrafi, tarihsel, siyasi ve toplumsal bir olgudur. Dolayısıyla yemek kültürümüzle kentleşme/şehirleşme pratiklerimiz arasında da bir bağ olması, bir etkileşim bulunması yadırganacak bir konu değildir. ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Aşure Şehirler, Hamburger Kentler insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst yakıştığı şehir olarak da Kudüs bizi düzeyde varlığının anlamını tamamla- selamlıyor. Gerek aşureye Müslüman dığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin muhayyelesinin yüklediği tarihsel oluşmasını da sağlar ve insanın en üst olaylar, gerek aşurede kullanılan malgelişme düzeyine ulaşmasının teme- zemelerin yetiştiği coğrafi zemin ve lidir. Tarih boyunca toplumumuzun zengin çeşitlilik, gerekse yukarıdan bir kesiminde ulaşılmış bir bilgi-idrak beri anlamlandırmaya çalıştığımız düzeyinin mutlak ve hiç değişmez, tam başkalarının ferdiyetini ezmeden, yok ve mükemmel olduğu şeklindeki inanç- etmeden, kendi kalarak bir üst anlam lardan hareket ederek, bu bilgiye sahip zeminine taşınan ve kesrette vahdeti, toplum kesimlerinin şehirleri değişmez vahdette kesreti bünyesinde tezahür yapılar hâline getirdiği yaklaşımlar, ve tecelli ettirebilen bir coğrafyanın bunların belirgini olan Firavunların şehri olarak Kudüs ile Aşure aynı ve Firavunlar gibi önemsizlik iddiasın- dalga boyunda mesaj sunmaktadır. Tin dakilerin ortaya koyduğu ürünler ve Suresi’nde altı çizilen iki yiyecek türü yapılardır. Varlığın dinamik bir süreç incir ve zeytin, müfessirler tarafından olduğu gerçeğinin fark edildiği çağların Kudüs ve çevresinin iki yiyecek türü ise (bu dinamik sürecin gereğine göre üzerinden anlatılmasının bir ifadesi hayatı biçimlendirmenin, yeni şartların, olarak yorumlanmıştır.20 imkânların önünde kalıcı yapıların Kudüs tarih ile metafiziğin, ontolojik teşkil ettiği engellerin, hayatın, varlığın varoluş ile tarihî varoluşun kesiştiği dinamik yapısı ve oluşumu ile çelişki- bir serüvenin mekânıdır. Kudüs’ün sini yok etmenin) en çarpıcı örneğini (aşurenin) barındırdığı şehir (yemek) de, göçebe hareketli kültürlerin teşkil ruhunun özünde, bu mekânın (yiyeettiğini biliyoruz. Cengiz Han’ın bütün ceğin) insanlığın varoluşu ile tarihî Asya’nın kalıcı yapılarını yok etmeyi serüveni arasında kurduğu güçlü bağı adeta ilahi bir vazife sayması, Hüla- görmekteyiz. gü’nün, Halife Mansur’un dairevi planlı AŞURE VE HAMBURGER Bağdat şehrini, bir ilk iradenin bütün Aşure tüm zamanların kırılma gerçeği sınırlayan ve kendi tasavvuru içine hapseden tutumunu yok etmek anlarını, tüm mekânların tatlarını büniçin yıkması, bu karşıt varlık görüşle- yesinde taşır. Hamburger nevzuhurdur. rinin çatışmasının en çarpıcı bir diğer Aşure ikram amaçlı üretilir, Hamburger örneğidir. Yukarıdaki örnekler, şehirleri kâr amaçlı. Aşure kadim ve küresel bir oluşturan iradeye teşkil eden varlık tattır, Hamburger modern ve küresel. görüşünün, şehirlerin biçimlenmesinde Aşure günümüzde nostaljik bir değer ne kadar önemli bir etken olduğunu dolayımında da olsa bir hatırlama vesilesi olarak hayatiyetini sürdürürken göstermektedir.”19 hamburger dünyada girmediği köşe kalmamış ve adeta kendi lezzetinde TARİHİN RUHU, RUHUN TARİHİ: KUDÜS insanlığı birleştirmiştir. Aşurede tat Bir İslam şehrini yemek üzerinden alınır, hamburgerde haz. Hamburgerde bir metaforla anlatmaya çalıştığımızda hızlı, hırslı ve hazlı yaşamın, aşurede aşure, meramımızı en derli toplu, eski- tatlı, kanaatkâr ve yavaş hayatın izlerini mez deyimle, ağyarını mani efradını buluruz. Hamburger daha fazla rant/ cami bir tasvirle anlatabileceğimiz bir kazanç elde etmek için türlü metotlarla besin/yemek/tatlı olarak bize gülüm- yaygınlaşırken, aşure daha fazla sevap süyor. Aşure metaforunun en çok kazanabilmek için yaygınlaşma arayı- 39 19 Turgut Cansever, Şehir, Cogito, S. 8, Yaz 1996. 20 Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, Tin suresi. Gülsen Çankal Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure BOLLUK VE BEREKETTEN MATEME: TOPLUMSAL HAFIZADA AŞURE 40 GÜLSEN ÇANKAL Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Doktorant. E-mail:gulsencimen42@hotmail.com Y emek, sosyolojik anlamda sadece yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesi adına yapılan bir eylem değildir. Yemek, kültür ile şekillenen, inanç ile harmanlanan, hafıza ile kodlanan, toplumsal statü ile belirlenen geniş bir alanın anlatıcısıdır. Yemek toplumsal grupların birlik ve beraberliğine işaret eden tüm yaşamsal faaliyetler içerisinde yer alan temel bir unsurdur. Bu anlamda acının ve hüznün, sevinç ve mutluluğun, ölüm ve yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan topluluklarının belirli bir zaman diliminde, belirli bir düzende ve belirli birtakım ritüel kodlarla, neyi, nasıl ve neden yiyip içtiklerini anlamak sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal kimliği anlamaktır. Aslında yemek, kimliğin anlatıcısıdır. Kimlik ise bir aidiyet bilincidir. Her toplumsal grup kendi kimliğini inşa etmek adına tarihsel bir anlatıya sığınır. Tarihsel anlatıya sığınmak hem kimliğin meşruiyetini hem de sürdürülebilirliğini mümkün kılacaktır. Tarihsel anlatıyı sürdüremeyen toplumlar nesne üzerinde birlikte olması garanti altına alınır. Ritüelin ardında bir kutsal barındırması ise onun sürekliliğine işaret eder. Kutsal olan nesne ya da varlıkla kurulan herhangi bir iletişim, genel olarak değişmeyecek şekilde içeriklere sahiptir. Bu nedenle bilginin, inancın ya da değerin hatırlatılması ve aktarılmasında ritüeller önemli bir konum elde etmektedir. Toplumsal hafıza ise önemli anıların biçimlendirilerek canlandırılmasıdır (Assmann, 2015). Bu biçimlendirme ile hem toplumlar dün ile bugünleri arasında bir köprü inşa ederek bugünün referans noktasını geçmişten almakta hem de bir aidiyet bilinci geliştirerek toplumsal bağlılığı güçlendirmektedir. Aidiyet bilinci bir yere, bir kimseye ya da bir gruba bağlılıkla ilişkili bir kavramdır. Dolayısıyla toplumsal hafızanın, topluluk üyelerine bir aidiyet bilinci kazandırması sahip olduğu toplumsal kimliğin süreklilik göstermesi adına önemlidir. Toplumsal hafıza belirli birtakım formlara ihtiyaç duyar ve bu formları Karaarslan (2019), mekânsal kurgu, tarihsel anlatı, bedensel pratikler ve dilsel ögeler olarak kaleme alır. Her biri birbiri ile ilişkili olan bu dört unsur, toplumsal hafızanın muhafaza edilmesi DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure toplumsal hafızanın kaybolmasıyla yeni anlatılara gebe kalacaktır. Bu bağlamda toplumsal hafızaya sahip çıkmak aidiyet bilincine sahip olmayı gerektiren sosyal bir sorumluluktur. Birçok toplumsal grup tarihsel anlatıyı hatırlamak, canlandırmak ve kuşaklar boyunca sürdürülebilirliğini sağlamak amacıyla ritüellere başvurur. Bu noktada tarihsel bir anlatıdan yola çıkarak, toplumsal hafızanın sürdürülmesinde önemli bir konumda bulunan aşure geleneğini ele almak mümkündür. Bilindiği üzere aşure; buğday, fasulye, nohut gibi baklagiller ile mevsimine uygun meyvelerin şeker ile harmanlanması sonucu elde edilen bir tür tatlıdır. Farklılıkların bir araya getirilerek harmanlandığı en güzel TOPLUMSAL HAFIZANIN lezzetlerden birisidir. Zamanı geldiTAŞIYICISI OLARAK RİTÜEL ğinde kazanlar kaynatılır, eşe, dosta, Gündelik olarak hayatın içerisinde komşuya dağıtılmak üzere çokça aşure olan ve neyin, neden, nasıl yapıldığı tam yapılır. Bir haneye değil bin haneye olarak bilinmeyen, ancak bir şekilde ulaşması istenen aşureyi vermek kadar “böyle yapılması gerektiği” için yapılan almak da kıymetlidir. Bir haneye aşure birçok davranış kalıbı bulunmaktadır. veren daha sonra verdiği haneden Genel olarak ritüel olarak adlandırıgelen aşureyi de kabul eder. Böylece lan bu davranış kalıpları insanların komşuluğun, tanış olmanın ya da kutsal olarak nitelendirdiği zamanlar tanışmanın imkânı doğar. Ancak aşure içerisinde daha çok belirginlik gössadece komşuluğun pekiştirilmesi için terir. Doğum gibi, ölüm gibi, düğün yapılan bir eylem değildir. Esas olarak gibi zaman dilimleri belirli ritüeller aşure tarihsel bir anlatıya dayanan ve ile şekillenir. Her bir kalıbın kendine anlatının dile gelmesine yardımcı olan has ritüelleri vardır. Düğünde olması ritüeldir. Bu tarihsel anlatı kimileri gereken ritüelin ölümde sergilenmesi için bolluğu ve bereketi temsil ederkınama ile sonuçlanır. Benzer şekilde ken kimileri için hüznün ve kederin olması gereken ritüelin olmaması anlatısıdır. Bir tatlı olmanın yanı sıra da yine kabul edilebilir bir davranış hatırlamanın ve unutmanın, hatırlatolarak nitelendirilmez. Bu nedenle manın ve unutturmanın mücadelesini ritüeller gündelik hayatın içerisinde yansıtan bir ritüeldir. Bu mücadele, aynı toplumsalı belirli bir kalıba sığdıran coğrafyayı paylaşan insanlar arasında ve ona şekil veren yegâne unsurlardan farklı anlatıların referans alınmasıyla birisidir. En genel anlamı ile ritüel, belirmektedir. Aynı coğrafyayı paylaşan zaman, mekân, varlık ya da nesne üzeinsanların farklı inançları ve aynı inanç rine ortak anlam yüklenen geleneksel içerisinde farklı mezhepsel aidiyetlerin davranış kalıplarıdır. Daha çok kutsala olması aşure gününe ve aşureye olan yönelik hareket tarzını biçimlendiren yaklaşımı da farklılaştırmıştır. ritüeller aracılığıyla bir toplumsal grubun belirli bir zaman diliminde, belirli bir mekânda, belirli varlık ya da 41 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure 42 ve süreklilik göstermesi adına önemli olduğu gibi yine toplumsal hafızaya müdahale edilmesinde de önemlidir. Her anı bir mekânda gerçekleşir, önemli kabul edilen anılar ise tarihsel anlatıyla efsaneleşir, bedensel pratikler ve dilsel ögeler ile bugüne taşınır. Her müdahale ise bir mekânı yıkar ve yerine yenisini inşa eder, tarihsel anlatıyı yeniden kurgular, bedensel pratiklere yön verir ve dilsel ögeleri yok eder. Toplumsal hafızaya sahip çıkmak bu dört unsura sahip çıkmanın zorunlu bir koşuludur. Birinde meydana gelecek herhangi bir değişim er ya da geç diğer unsurları da etkileyecek ve toplumsal hafıza yeniden kurgulanacaktır. Toplumsal hafızanın birbiri ile ilişkili bu dört unsuru aynı zamanda birinden yola çıkarak diğer unsurlara ulaşılmasını da mümkün kılmaktadır. Bir toplumsal grubun bedensel pratiği olan ritüel davranışı aslında tarihsel bir olayın anlatılmasıdır. Ritüeller ve dilsel ögeler ile belirli bir mekânda cisimleşen tarihsel anlatı zamanın sınırlarını aşarak yeniden hayat bulur. Bu bağlamda bir toplumsal grubun ritüel davranışının ardında yatan tarihsel anlatıya ulaşmak, o toplumsal grubun hafızasına ulaşmayı beraberinde getirir. Tarihsel anlatı toplumsal grupların neden ve nasıl ortaya çıktıklarının yanıtını verir. Assmann (2015), tarihsel anlatı ile toplumların nereden geldikleri, neler yaptıklarına dair bir köken oluşturma çabası içerisinde olduklarını ifade eder. Ona göre tarihsel anlatıda kim olduğunu keşfeden toplumlar, kültürel dünyanın niteliklerini keşfedecek ve geleceği geçmişin ışığında sürdüreceklerdir. Hemen hemen her toplumsal grubun neden ve nasıl ortaya çıktığı, nereden geldiği efsanevi bir kökene dayanmaktadır. Bu nedenle Connerton’ın da ifade ettiği gibi tarihsel anlatıyı bir mistikleştirme ile değiştirilen ve daha sonrasında değişmeyen ve değiştirilemez özler kazandırılan tarihsel olaylar olarak ele almak doğru olacaktır (Connerton, 2014: 68). Tarihsel anlatıda önemli anıların mistikleştirilip biçimlendirilerek efsaneye dönüşmesi bizleri kültürel hafıza konusuna yönlendirir. Toplumsal hafıza ile hatırlanan ögelerin ritüel kodlarla bir gelenek hâline gelmesi ve bu gelenekler sayesinde bugünün hafızasının inşa edilmesi kültürel hafızanın konusudur. Bedensel davranışlara yön veren kültürel hatırlama biçimi hem kültürel örüntüleri yeni kuşaklara aktarmakta (Assmann, 2015: 99) hem de taşıyıcısı olduğu bu unsurlar tarafından şekillenmektedir. Bu noktada beden, toplumsal hafızanın hem öznesi hem de nesnesidir (Karaarslan, 2019: 158159). Bedensel pratikler ile kültürel hafıza belirli bir düzenlilikte süreklilik gösterir. Ritüel davranışların belirli bir düzenlilikte süreklilik göstermesi grubun kimliğinin de süreklilik göstermesi adına önemlidir. Her yeni kuşak daha önceki kuşaklar tarafından belirli bir düzenlilikte tekrar eden ritüel davranışı içselleştirir. Kurumsal dünyanın nesnelliği insan tarafından inşa edilmiş bir gerçekliktir. Nesnelleşme, insani faaliyetin dışsallaşmasıdır. İki kişinin etkileşimi ile biçimlenen sosyal dünya bir sonraki kuşağa aktarılır. Birey üzerinde zorlayıcı bir güce sahip olarak değişime karşı direnç gösterir ve sosyalleşme sürecinde içselleşir (Berger ve Luckmann, 2008). Bir toplumun üyesi olarak birey, içerisinde yer aldığı toplumda nelerin unutulmaması gerektiğini sosyalleşme sürecinde öğrenir. Unutulması istenilmeyen kutlamalar, bayramlar, şenlikler gibi geçmiş zamanın mutluluğu ritüeller aracılığıyla bugüne aktarıldığı gibi belirli dönemlerde tutulan yaslar da aynı şekilde geçmişin kötü hatıralarının bugüne ulaşmasını sağlamaktadır. Bireyler, ritüeller ile aktarılan anlatıyı içselleştirir ve ne yapıp ne yapmayacakları hakkında fikir sahibi olurlar. Bedensel bir pratik olan ritüel, tarihsel bir anlatıyı meydana geldiği zamanın ötesine taşımaktadır. Böylece geçmişin izleri düzenli tekrarlarla geleceğe taşınır. HATIRLAMA VE UNUTMANIN ÇORBA HÂLİ Arapça bir kökene sahip olan Aşure, hicri takvimin ilk ayı olan muharrem ayının onuncu gününe denk gelen ve buğday, fasulye, nohut gibi baklagiller ile çeşitli kuru meyvelerin şeker ile harmanlanarak kaynatılmasıyla elde edilen bir tür tatlıdır. Yapanın yemesinden ziyade eşin, dostun, komşunun yemesi önemsenir. Bu yüzden bir hane yerine daha çok haneye ulaşması istenir. Büyük kazanlarla ya da geniş tencerelerle kaynatılan aşure evin küçük çocuğu tarafından dağıtılır ve bir başkası tarafından yapılan aşure kabul edilir. Peki ya neden aşure muharrem ayının onuncu gününde yapılır? Neden eşe dosta dağıtılır ve neden başkasından gelen aşure evde var olduğu hâlde kabul edilir? Tüm bu soruların yanıtı insandan insana, kültürden kültüre farklı yanıtlara gebedir. Bu noktada aşure bir tatlı olmanın ötesinde anlamını derinlerde taşıyan hatırlatıcı ve unutturucu bir ritüeldir. Esasında farklı tarihsel anlatı ve olaylara dayanan aşure, farklı anlatı ve olayları dile getiren bir ritüeldir. Hatırlama kültürü zamana vurgu yapar. Aşure, önemli birtakım olayların belirli bir zamanda meydana geldiği ve nelerin unutulmaması gerektiği noktasında hatırlatıcı bir öneme sahiptir. Bu tarihi önemli bir yerde konumlandıran ise aynı coğrafyayı paylaşan insanların önemli birtakım olayların o tarihte gerçekleştiğini kabul etmeleridir. Aşure geleneği ile ilgili karşımıza çıkan ilk anlatı Hz. Nuh ile ilgili olmakla birlikte anlatının örüntüsü farklı kaynaklarda farklı şekilde ele alınmaktadır. Bir anlatıda Hz. Nuh, muharrem ayının onuncu gününde tufandan kurtulduktan sonra oruç tutar ve bugünü kutlamak için geminin ambarında kalan erzakı karıştırıp bir tür tatlı yiyecek hazırlar. tarihe verilen anlam da bu ayrılıklardan nasibini almıştır. 680 yılının muharrem ayının onuncu gününde Hz. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin ve beraberindekilerin şehit edilmesinden sonra bu tarih artık sadece kurtuluş anlatılarının hatırlandığı bir tarih olmaktan çıkarak hüznün ve bir nebze sevincin temsilcisi olmuştur. Bu anlatı kimi Müslümanlarca hüznün temsilcisidir çünkü Müslümanların hafızasında tarihin en dramatik olaylarından birisini temsil etmektedir. Esasında bir hilafet kavgası olan Kerbela olayında, Hz. Muhammed’in torunu olan Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 yakını Yezid’in görevlendirdiği askerler tarafından günlerce susuz bırakılarak işkence görmüş, daha sonra muharrem ayının onuncu gününde şehit edilmişlerdir. Bu anlatı aynı zamanda sevincin temsilcisidir çünkü Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin bu olaydan sağ olarak kurtulmuş ve peygamber soyu devam etmiştir. Kerbela olayının meydana gelmesiyle birlikte İslam dini içerisinde çeşitli ayrılıklar görünür bir hâl almış ve hem Şiiler, hem Aleviler hem de Sünniler için bu olayı hatırlama pratikleri de bu ayrılıktan nasibini almıştır. Şiiler, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi anısına muharrem ayının onuncu gününü hem bir yas hem de intikam günü olarak kabul etmişlerdir (Polat, 2019). Şiiler için; bu günün Hz. Âdem’in yaratılışı, Hz. İsmail’in kurban edilmekten kurtuluşu, Hz. Nuh’un tufandan Hz. Yusuf’un zindandan çıkışı, Hz. Yakup’un gözlerinin açılması, Hz. Süleyman’a mülkünün verilmesi, Hz. Davud’un tövbesinin kabul edilmesi, Hz. İsa’nın doğumu gibi, birçok peygamberin sıkıntılardan kurtulduğu gün olarak kabul edilmesi Emeviler tarafından Kerbela olayını unutturmak adına kutlamaların teşvik edilmesi için izlenen bir yoldur (Bozkuş, 2008: 36-37). Şiiler, pek çok peygamberin kurtuluş anlatısını dönemin siyasi iktidarı olan Emeviler’in Kerbala olayını unutturma adına izlediği bir politika olarak görmüşlerdir. Siyasal erk karşısında konumlanan Şiiler bu dönemde matemlerini gizli yaşamışlardır. Şii gelenekte, Emevi idaresi Şiilerin aşureyi yas günü ilan etmesine karşılık Kerbela olayını unutturmak ve peygamberlerin kurtuluş anlatısını yaşatmak için o günlerin bir bayram havası içerisinde kutlanmasının yollarını aramıştır. Unutturma için bir yas gününden ziyade yeni elbiselerle, süslemelerle, davet ve ziyafetlerle adeta bir şenlik havasında kutlamalar yapılmıştır. Kaynatılan aşureler eşe dosta dağıtılarak DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure Bu nedenle aşurenin neden yapıldığının sorusu sorulduğunda birçok insan şükür yanıtını verir. Tıpkı Hz. Nuh’un Allah’a şükretmesi gibi insanlar bu dönemde şükranlarını Allah’a iletir ve aşure şükrün anlatıcısı olur. Diğer bir anlatıda ise Hz. Nuh’un gemisinin uzun süre su üstünde kalmasıyla yiyecekler azalmıştır ve son kalan erzaklar birleştirilerek bir çorba olan aşure pişirilmiş ve karaya ulaşana kadar yenmiştir. Bu durumda kimileri için aşurenin neden yapıldığı sorusunun yanıtı bolluk ve bereket için yapıldığı üzerinedir. Dar vakitte az olanın çoğalması gibi elde olan tüm malzemelerin bitmek bilmeyen günler boyu insanlara yetmesinin anlatısıdır. Bunların yanında İslam tarihi kaynaklarında yer alan ve muharrem ayının onuncu gününe kutsallık atfeden diğer iki olay Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edilmesi ve Hz. Musa ile İsrailoğulları’nın Firavun’un zulmünden kurtulmalarıdır. Hz. Âdem, Hz. Havva’ya aldanmış ve cennetteki yasak meyveyi yemiş, ancak Allah’ın sözünü de bu meyve ile çiğnemiştir. Yasak meyve yüzünden dünyaya gönderilmekle cezalandırılan Hz. Âdem’in Allah’tan af dilemesi ve Allah’ın bu affı kabul etmesi muharremin onuncu gününde gerçekleşmiştir. Bu anlatıların yanında Hz. Âdem’in yaratılışı, Hz. İsmail’in kurban edilmekten kurtuluşu, Hz. Yusuf’un zindandan çıkışı, Hz. Yakup’un gözlerinin açılması, Hz. Süleyman’a mülkünün verilmesi, Hz. Davud’un tövbesinin kabul edilmesi, Hz. İsa’nın doğumu gibi anlatılar da kaynağı net olmamakla birlikte onuncu güne kutsallık atfeden tarihsel olaylar olarak çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. 680 yılına kadar bu anlatılar aynı coğrafyayı paylaşan Müslümanların ve Hz. Musa anlatısı ile Yahudilerin ilk olarak oruç tuttukları ve daha sonrasında aşure yaparak kurtuluşu anlatan anlatıları hatırladıkları hadiselerdir. 680 yılına gelindiğinde ise İslam dini içerisinde birtakım ayrılıklar yaşanmış ve bu 43 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure 44 peygamberlerin kurtuluş hikâyeleri kutlanmıştır. Traverso, tarihte bir travma şeklinde meydana gelen bir olayın çeşitli evrelerden geçerek bellek takıntısına dönüşmesinden söz eder. İlk evre baskı evresidir. Bu evrenin ardından kaçınılmaz olarak bastırılanın geri gelişi olan “anamnez” meydana gelecektir ki bu durum bir bellek takıntısının işaretidir (Traverso, 2009). Şiilerin baskı evresi Emevi döneminde yaşanmış ancak kaçınılmaz olarak bastırılan duygular daha sonraki iktidarlar döneminde kamusal bir görünümle günümüze kadar tazelenerek ulaşmıştır. Şiiler Hz. Hüseyin’in öldürüldüğü bu günde ağlamış, kabir ziyaretinde bulunmuş, oruç tutmuş ve bu gün kendileri için dünyalık olan faaliyetlerde bulunmamışlardır (Baş, 2004:168). Emeviler’in baskıcı politikası Abbasiler döneminde esnemiş (Blake 2013’den akt. Polat, 2019: 464) Büveyhiler zamanına gelindiğinde ise aşure matemi resmî bir kimlik kazanmış, muharrem ayının ilk on günü matem olarak ilan edilmiştir (Bozkuş 2008). Böylece hatırlama pratikleri görünür bir biçim alarak sosyal hayata yansımıştır. Matemin resmî olarak ilan edilmesiyle muharremin on günü boyunca alışverişlerin yapılması yasaklanmış, kurban kesilmesine izin verilmemiştir. Ayrıca kadın ve erkekler sokak ve caddelerde matemlerini yansıtacak eylemlerde bulunmuşlar, kılık kıyafetlerini mateme göre şekillendirmişlerdir. İnsanlar kıldan yapılmış elbiseler içerisinde ağıt yakarak, yüzlerini siyaha boyayıp kendilerine vurarak, kanlarını akıtarak acılarını yaşatmışlardır (Bozkuş, 2008: 46). Böylece baskı evresinden sonra “anamnez” gündelik ve kamusal alana sirayet etmiştir. Kerbela olayı, Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden çok önce yaşanmış bir olay olsa da Türkler de bu olayın anlatısına sahip çıkmıştır. Edebî metinler üzerinde Hz. Hüseyin’in Kerbala’da şehit edilmesini anlatan mersiyeler yazılmış, Yezid’e beddualar edilmiştir. Osmanlı aşure geleneği ise hem Kerbela’yı referans almış hem de birbirine zıt iki duyguyu bünyesinde barındırmıştır. Hüznün ve sevincin anlatısı olarak hüzün ve sevinç durumlarında muharrem ayından bağımsız olarak hatırlama nesnesi hâline gelmiştir. Hz. Hüseyin ve diğer şehitleri hatırlamak ve anmak için hüznün aşuresi olan muharrem aşuresi, Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin’in Kerbala’dan sağ olarak kurtuluşu neticesinde Peygamber neslinin devamını kutlamak amacıyla safer aşuresi olmak üzere iki çeşit aşure pişirilmiştir (Özlü, 2011: 195). Bu nedenle Osmanlı döneminde aşure yapımı sadece aşure günü ile sınırlı kalmamıştır. Sevinçli bir durum saray tarafından aşure yapılarak kutlanırken bir sultanın vefatı sonrasında yine hüznün anlatıcısı olarak günü gözetmeden aşure yapılmıştır. Günümüz Sünni geleneğinde ise aşure daha çok Hz. Nuh’un tufandan kurtuluş anlatısını referans almış, bolluk ve bereketin bir simgesi olarak değerlendirilmiştir. Anadolu Aleviliğinde ise Şii gelenekteki kendini dövme, karalar giyinme, kan akıtma gibi uygulamalar bulunmamakla birlikte, muharrem ayında aşureden önce tutulan orucun kaynağı hakkında farklı kabullerin dile getirildiği görülmektedir. Bu kabullerden ilki peygamberlerin kurtuluş anlatıları (Tur, 2002), ikincisi peygamberlerin af dilemek ve şükretmek için tuttuğu orucu devam ettirmek ve üçüncüsü Kerbela’da şehit edilenlerin anısını yaşatmak için tutulduğu yönündeki kabullerdir (Üçer, 2015: 50). Bu üç kabul nedeniyle Alevi gelenek Şii gelenekten ayrı bir şekilde konumlanmaktadır. Zira peygamberlerin kurtuluş anlatıları Şii gelenekte yer almaz. Şii gelenek kurtuluş anlatısını Emeviler’in unutturma politikası olarak görürken Aleviler için peygamberlerin kurtuluş anlatısı bir unutturma politikası değildir. Daha çok tasavvufi bir anlayışa sahip bu gelenek içerisinde hem muharrem ayında tutulan oruç hem oruç sonrası kaynatılan aşure, diğer anlatıları da referans alsa da, daha çok bir matemin izlerini taşır. Kaynağı ne olursa olsun günümüz Alevileri oruçlarını matem algısı ile tutmaktadırlar. Dolayısıyla Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi nedeniyle tutulması gereken matem gereği zevk ve eğlenceden kaçınmak için birtakım hususlara dikkat etmektedirler (Üçer, 2015: 51). Bu bağlamda muharrem orucu Kerbala olayını anlatmak, canlandırmak gibi bir işleve sahiptir. Bu oruca kaynaklık eden, Hz. Hüseyin’in susuzluğunu yaşamak ve onun çektiği acı ve ıstırabı anlamak, anlatmaktır. Alevilerde bu oruç, muharremin birinci gününden başlayıp, Hz. Hüseyin ve onunla birlikte şehit edilen on iki imam adına toplamda on iki gün tutulur (Okumuş, 2010: 168). Yas tutmak, acı ve ıstıraba ortak olmak için, oruç tutulan günün akşamı kana kana su içilmez, düğün, nişan, sünnet gibi etkinlikler bu döneme denk getirilmez, kurban kesilmez, et yenmez (Dedekargınoğlu, 2014: 37; And, 2002: 34). Muharrem günleri boyunca bir şey kesmeme, bıçak kullanmama uygulaması, Hz. Hüseyin’in boynuna aldığı kılıç darbesiyle şehit edilmesine bağlı olarak yapılan bir uygulamadır. Bıçak kullanmaktan kaçınmak adına, kesilen şeylerin el ile parçalanması söz konusudur (Üçer, 2015: 53). Alevi geleneğinde muharrem ayı boyunca tutulan oruç bir matemin, orucun sonunda pişirilen aşure ise şükrün nedenidir. Alevi gelenek Kerbela’da şehit edilen Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin’in sağ kurtulmuş olması nedeniyle aşureyi kurtuluşla ilişkilendirir. Bir hatırlama ve hatırlatma ritüeli olarak aşure yapılırken bu pratikler Alevi geleneğinde daha görünür bir hâl alır. Aşurenin kazanda kaynaması sıradan bir yemeğin pişmesi şeklinde değildir. Bu nedenle aşureyi kaynatan kişi de sıradan bir kişi değildir. Sırayla KAYNAKÇA ▪ Assmann, J., (2015). Kültürel Bellek, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. ▪ Baş, E., (2004). Aşure Günü, Tarihsel Boyutu ve Osmanlı Dini Hayatındaki yeri Üzerine Düşünceler. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 1, s: 167-190. ▪ Berger ve Luckmann (2008). Gerçekliğin Sosyal İnşası, Çev. Vefa Sayın Öğütle, Paradigma Yayınları, İstanbul. ▪ Bozkuş, M., (2008). “Aşure Günü, Muharrem Matemi/Orucu ve Sivas’ta Aşure Uygulamaları” C. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII/1, 33-61. ▪ Connerton, P., (2014). Toplumlar Nasıl Anımsar?, Ayrıntı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul. ▪ Dedekargınoğlu, H., (2014). “Muharrem ve Aşure”, Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi, s. 31-46. ▪ Karaarslan, F., (2019). Toplumsal Hafıza, Ketebe Yayınları, İstanbul. ▪ Okumuş, E., (2010). “Kerbela: Hz. Hüseyin’le Randevu”, Çeşitli Yönleriyle Kerbela, (Din Bilimleri,, III. Cilt, Ed. Alim Yıldız, Asitan Yayınları, Sivas. ▪ Özlü, Z., (2011). Osmanlı Devleti’nde Tekkelerine Bir Bakış: Aşure Geleneği. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 57, s: 191-212. ▪ Polat, K., (2019). “Aşure Geleneğinin Tarihsel Arka Planı ve Osmanlı Kültür Dünyasına Yansımaları”, Akademik Dil ve Edebiyat Dergisi, 3 (4), 457-474. ▪ Traverso, E., (2009). Geçmişi Kullanma Kılavuzu, Çev. Işık Ergüden, Versus Kitap, İstanbul. ▪ Tur, S. D., (2002). Erkânname Aleviliğin İslam’da Yeri ve Alevi Erkânları, Can Yay. İstanbul. ▪ Üçer, C., (2015). “Aleviliğin Yanlış Algılanması: Muharrem Uygulamaları Örneği”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, (74). DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bolluk ve Bereketten Mateme: Toplumsal Hafızada Aşure kepçeyi eline alan her mürşit “Ya imam” Hünkar Hacı Bektaş Veli demine Hu…” diyerek kazanı karıştırır ve kepçeyi (Dedekargınoğlu, 2014: 44). öperek geri aşçı babaya verir. Kepçeyi Görüldüğü üzere toplumsal hafıza, alanın “ya imam”, verenin “ya Hüseyin” tarihsel anlatıya ve bu anlatının taşıyıcı demesi de ritüelin pişirme anında unsuru olan ritüellere ihtiyaç duyar. Aynı başladığının göstergesidir. Kepçeyi alıp dine mensup insanlar farklı tarihsel verme işlemi de sıradan bir uygulama anlatıları referans alarak hatırlama değildir. Bozkuş’a göre bu bedensel ve unutmanın mücadelesi içerisinde pratikte başka bir anlamın canlandı- kendilerine ilişkin bir aidiyet bilinci rılmasıdır; “Aşureyi kepçeyle karıştıran, geliştirmişlerdir. Bu anlamda kendi kepçeyi öperek bir başkasına verir; o da aralarında birlik olurken daha geniş öperek alır; kazandaki aşı, sağdan sola, çerçevede ayrılıklar yaşamışlardır. soldan sağa karıştırır… Bektaşilerde kepçe Şiiler, Aleviler ve Sünniler tarihsel ‘Ya İmam’ diye alınır veren ‘Ya Hüseyin’ der süreçte hatırlama ve unutmanın mücave hep birden ‘Selamullahi al’el-Huseyn, delesinde çatışmalar deneyimlemiş, la’netullahi ala kaatili-l-Huseyn’ denir. kayıplar vermişlerdir. Neredeyse 1350 Aşureyi bu tarzda karıştırmaya ‘Çifte Vav yıl öncesine dayanan Kerbela olayı hiç Çevirmek’ denir. Ebced hesabında ‘vav’ şüphesiz tüm Müslümanları derinden altıdır; iki ‘vav’ iki altı eder ki yan yana etkileyen bir olaydır. Ancak aralarında yazılınca, ‘Allah’ lafza-i celalisinin ebced farklılıklar olsa da hem Şiiler hem de hesabında tutarı olan ‘66’ sayısı belirir. Aleviler hatırlamanın periyodik ritmi ‘Çifte Vav Çevirmek’, aynı zamanda zikir sayesinde Kerbela olayını zamanın sayılır.” (Bozkuş, 2008: 42). Bu uygula- ötesine taşıyarak toplumsal hafızayı mada gülbengler, dualar, mersiyeler sürekli canlı tutmakta, yaşatmakta ve okunarak aşure yapımı devam eder. geleceğe aktarmaktadırlar. Gülbeng ilk olarak Kerbela olayının Şii ve Alevilerin Kerbela olayını anlatıcısıdır: “Bism-i Şah, Allah… Allah… süreklilik içerisinde tekrar edilerek Barekallah. Şehitler Şahı İmam Hüseyin hatırlanan bir mite dönüştürmesi bir Efendimizin ve Kerbela şehitlerinin yüce anma ritüeli olan aşure geleneği ve ruhlarının şad olması için barekallah. Cümle muharrem orucu ile sağlanmaktadır. erenlerin ruhu için barekallah. Yurdumuzun, Bu bağlamda aşure, Şii ve Aleviler için ulusumuzun, cumhuriyetimizin esenlikte Kerbela olayını dile getirici bir eylemdir. olması için berakallah. Ordularımızın Sünniler ise Kerbela olayını derinden güçlü olması için barekallah. Ahirete hissettikleri gibi diğer tarihsel anlatılara göçenlerimiz ve bugün yaşayanlarımız için da sahip çıkarak hem sevincin hem barekallah. Gökten hayırlı rahmet, yerden de matemin izinde aşure geleneğine hayırlı bereket vermesi için barekallah. sahip çıkmışlardır. Ancak Sünnilerin Muhammed Mustafa, Aliyye’l Mürteza, hatırlama pratikleri toplumsal hayatta İmam Hasan, İmam Hüseyin ve Kerbela Şii ve Aleviler gibi görünür bir yas tutma Şehitleri hakkı için el-Fatiha ve salavat. şeklinde değildir. Süreklilik içerisinde Gerçeğe Hu…” Aşure yendikten sonra her yıl düzenli olarak tekrar edilen aşure bitiş gülbengi okunarak aşure aşure geleneği günümüzde daha çok erkânı tamamlanır. “Bism-i Şah, Allah… bolluğun ve bereketin simgesidir. Bu Allah… Muhammed, Ali, On iki İmam bağlamda aşure, Sünniler için daha çok Efendilerimizin ruhu revanları, şad ve bolluk ve bereketin temsilcisi iken Alevi handan ola. Münkir ve münafıklar mat ola, ve Şiiler için matemin anlatıcısı olarak müminler şad ola. Lokmalarımız dertlere hatırlama ve unutmanın mücadelesiyle deva ola. Matem-i Hasan ve Hüseyin ola. varlığını sürdürmektedir. Cümlemize haklı, hayırlı kısmetler verilmesi için Nur-ı Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz 45 Ayşe Şahin Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği 46 AYŞE ŞAHİN Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Doktorant. Email:sahinaise94@gmail.com Can konağını aramadaysan, cansın Bir lokma ekmek arıyorsan, ekmeksin, Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir: Neyi arıyorsan o’sun sen. İ Kaynak: Url-2: Şivlilik Market Reyonları Konya halkına göre Hz. Peygamber’e duyulan muhabbet ve hicri takvime göre üç ayların (Recep, Şaban ve Ramazan) başlangıcını temsil eder. Şivlilik kültürünün önemi, eğlence ve çeşitli yiyeceklerle, hediyelerle (küçük oyuncak, şeker, çikolata, kuruyemiş vb. birçok yiyecek) çocuklara dolayısıyla nesilden nesile aktarılır. Peki, bu gelenek nasıl icra edilir? DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği nsanın yolculuğu bir lokma ekmek olarak görünüyor olsa da bir lokma ekmeğin içinde birbiri ile ilintili nice hayatlar vardır. Her bir hayat, belli bir yapı içinde bulunur. Hayatı ve yapıları belirleyen inanç, kültür, tarih ve hafızadır. Şehir, bu iki unsurun (hayat ve yapı) birbirine dokunduğu, birbirine anlam kattığı ilginç bir birleşimin adıdır (Alver, 2012: 10). Kültür ve inanç farklılaştıkça hayat ve şehir de değişir. Nasıl ki insanın terk ettiği ev metruk ve harabeye dönmeye mahkûm ise şehir de viran olmaya mahkûm olur. Bu anlamda şehri canlı kılan, ona hayat veren insandır. İnsanı tanımak; şehri tanımayı, şehirle hemhâl olmayı mümkün kılar. İnsan, değerlerini şehre giydirmek ve bunu görmek ister. Kendi aynasında gördüğü inancı, tarihi, edebî özellikleri ve hayat tarzını mekâna yansıtır ve mekâna biçim verir. İnsanı ve yaşadığı şehri okumanın ilk göze çarptığı yer; asırlara meydan okuyan, sembol hâline gelen eserlerdir. Elbette şehrin okunacağı tek alan mimari değildir. Tarihî, coğrafi, edebî ve kültürel değerler de mevcuttur. Geniş bir alana sahip olan maddi-manevi kültürel değerler içerisinde şehirler kendilerine has bir kimlik oluşturur, bu kimlik ile tanınırlar. Tanpınar’ın deyimi ile “bir bozkır çocuğu olan” eski başkent Konya şehrinin de onu diğer şehirlerden ayıran tarihî, insani, ekonomik yönlerinin yanında bilgi, kültür sanat olarak da birçok yönü bulunmaktadır. Asırlardır devam ettirilen Şivlilik geleneği de Konya şehrinin ruhunu yansıtan ve Konya’yı diğer şehirlerden farklı kılan bir gelenektir. Tarihi, kültürel geçmişi ve “şivlilik” adındaki yiyecek ikramı ile Konya’nın kimliğini oluşturur. Nitekim “şivlilik” yalnız bir gelenek adı değildir, bu ismin altındaki derin anlam ve kültürün de kodlarını barındırır. Ve bunu ikram kültürü ile taşımaya devam eder. Konya’nın şehir merkezine özgü, hicri takvime göre recep ayının ilk perşembesi ile sınırlı ve çocuklara yönelik bir eğlence olan şivlilik geleneğinin ortaya çıkışı Friglere dayandırılmış (Işık, 2017) olmasına rağmen, Konya halkı bu geleneği büyüklerinden dinledikleri menkıbeye dayandırır. Bir Türk İslam mutasavvıfı olan Ebu Bekir Şibli bir gece rüyasında Hazreti Peygamber’in, annesinin rahmine recep ayının ilk perşembesi intikal ettiğini öğrenir. Büyük bir sevinç içerisinde uyanarak bunu, oturduğu semtin bütün evlerine vararak “Şibli” nidasıyla müjdeler. Her hane sahibi de müjdelik olarak ona bir parça yiyecek verir. Eski Konyalılara göre şivliliğin çıkışı bu şekildedir (Url-1). Bunun yanında bir nevruz eğlencesi olarak da yorumlanmıştır. “Şib” kelimesi, Farsça “uyuşma”, Arapça “doyuran” anlamı itibarıyla şivliliğe köken olarak görülmüştür (Şivlilik, 2015). Ortaya çıkış ve kökeni itibarıyla söylenegelen farklı görüşler bulunsa da Konya şehir halkı bu geleneği benimsemiş ve asırlardır aktarmaya devam etmektedir. Bir anlamda şivlilik, 47 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği yakın mahallelere şivlilik toplamak için giderler. Bunun için tanış olmaya gerek yoktur. O günü halk bilir ve yiyecekleri ikram etmek için ayırt etmeksizin herkese kapısını açar. Bayram havası içinde gelen çocuklar Şivliliiik diye bağırır. Hatta meşhur bir de tekerlemeleri vardır: Şivli şivli şişirmiş Erken kalkan pişirmiş / Ergen oğlu bişirmiş İki çörek bir börek Bize namazlık gerek Şivlililikkk. 48 Recep ayı -Konya halkının tabiri- ile “ilk namaz” (Görgülü, 2018: 71) girmeden önce marketler şivlilik reyonları ile halka “şivlilik geliyor, Recep ayı geliyor” mesajı verir. Konya halkı bütçesine göre ikramlıklarını almaya başlar. Regaib Kandili’nin (Recep ayının ilk perşembe günü) bir gün öncesi akşam çocuk, genç, yetişkinlerin hep birlikte dışarı çıktığı “fener alayı” isminde eğlence olur. Mahallelerde Bu tekerlemelerle, ellerindeki kese, poşetlerle kapı kapı fenerler yakılır, lastik veya ateş yakılıp üzerinden atlanır. gezip şivliliklerini toplarlar. İkramlar geçmişten günümüze Fenerlerin olmadığı yokluk yıllarında ise tenekeler içine çeşitlenmiştir. Şivlilik ikramları eskiden kuru üzüm, kayısı, konulan gaz yağı çıra ile yakılıp hep birlikte eğlenmenin leblebi, mısır patlağı, ambalajı olmayan halk dilinde açık tadı çıkarılırmış. gofret iken günümüzde ambalajlı oyuncaklı şekerler, Günümüzde ise mahalle eğlencelerinin yanında fener çikolata, kek, tatlı-tuzlu bisküviler olarak daha fazla çeşitalayı, Kültürpark eski ismiyle Fuar alanında da icra edilir. lenmiştir. Çocuklar küçük yaşlarda ise “Şivliliikk” nidaları Yeni söylemle “dilek fenerleri”nin usul usul yukarı doğru ve ellerindeki şivlilik keseleri ile evlere gelir. Yaşları biraz çıkmasıyla Hacıveyiszade Camii ve Kültürpark’taki görü- daha büyük çocuklar “Kandiliniz mübarek olsun” veya nümü geceyi süsler ve fener alayına katılanlar büyük bir “İlk namazınız mübarek olsun” diyerek ev sahiplerinin üç coşku yaşadıklarını dile getirir. aylarını kutlar. Toplama sürecinde çocuklar birbirleri ile Bu akşamın sabahında yani Regaip Kandili günü ise yiyecek değiş tokuşu yaparlar. Hangi apartmanda sevdikleri önceden alınan ikramlıklar hazırlanır. Komşu ve misafirler çikolata, şeker varsa diğer arkadaşları da alsın diye birbiriçin “bişi” denilen hamur kızartmaları yapılır. Ve çocukların lerine iletirler. Bu şekilde sabah erken saatlerde başlayan ikramlıkları almaları için gelmeleri beklenir. Sabah erken şivlilik toplama öğle vakti son bulur. Şivlilik keseleri dolan saatlerde veliler veya arkadaşları ile birlikte şivlilik topla- çocuklar evlerine giderek tüm hasılatı döker ve önce yemek maya çıkan çocuklar önce komşularını ziyaret eder, sonra istediklerini bir yere, sonra yiyeceklerini başka bir tarafa Kaynak: Url-3 Şivlilik Hediye Kutusu KAYNAKÇA ▪ Alver, K. (2012). “Kent İmgesi”, Kent Sosyolojisi, (Ed.) Köksal Alver, Ankara: Hece Yayınları. ▪ Görgülü, D. (2018). Konya’da Aşure, Şivlilik ve Fener Alayı Geleneği, Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD) 5 (12): 66-82. ▪ Işık, A. (2013). Şivlilik Adı ve Kökeni Üzerine, Merhaba Akademik Sayfalar, Cilt.13 (16) s. 254-256. ▪ Şivlilik. (2015). Konya Ansiklopedisi içinde (Cilt.8 s.250). Konya: Konya Ansiklopedisi. ▪ Url-1 https://konyayazilari.blogspot.com/2017/10/sivlilik.html Erişim Tarihi: 22.11.2021 ▪ Url-2 https://www.merhabahaber.com/sivlilik-reyonlarda-yerini-aldi-744643h.htm Erişim Tarihi: 04.03.2022 ▪ Url-3 https://haberdairesi.com/konya/konya-100-bin-sivlilik-hediye-kutusu-ne-zaman-gelir-2022-66162h Erişim Tarihi: 04.03.2022 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Medeniyetin Lezzet İkramı: Konya’da Şivlilik Geleneği ayırırlar. Nihayetinde bir süreç içerisinde tüm toplanan şivlilikler paylaşılarak yenir. Günümüzde başta Konya halkı olmak üzere Konya Büyükşehir Belediyesi de bu çocuk şenliğini önemsemektedir. Belediye olarak içinde yiyecek, oyuncak, kırtasiye eşyalarının bulunduğu yüz bin adet “şivlilik” kutusunu 5-10 yaş arası çocukların evlerine ulaşacak şekilde hediye etmiş ve 2-6 Şubat 2022 tarihi arası çocuk ve yetişkinler için çeşitli etkinlikler düzenlemiştir. Şivlilik yalnızca birkaç şeker, çikolata ve fener alayından ibaret değildir. Şivlilik adı altında paylaşmak, mutlu olmak, mutlu etmek, birlik ve beraberliği sürdürmek gibi bir kültür ve hafıza yatar. Dolayısıyla şivlilikten ne arıyorsak onu buluruz, ailesinden neyi aramayı öğrendiyse çocuk onu arayacaktır. Kimi bereket olarak, sadaka vermek olarak görecek şivliliği, kimi ikramlıklar konusunda çocukların mutlu olacağı şeylerden alıp bilhassa çocukları bekleyip teker teker ellerine ikramları verirken diliyle de çocukların gönlüne dokunacak ve bu geleneği bu şekliyle aktaracak, kimi ise kapıya bile çıkmadan apartman görevlisine ikramları bırakıp gidecek. Bazısı eğlence, fener alayı kısmıyla ilgilenecek. Bazısı akşam gelecek olan misafirlerini önemseyecek. Ve çocuklar en çok mutlu olmayı, sevinmeyi, doyasıya eğlenmeyi, arkadaşlarıyla birlikte olmayı isteyecek; tablet ve bilgisayar oyunlarından vazgeçebildikleri ölçüde… Bu anlamda şivlilikte kim neyi görmek istiyorsa onu bulup önemseyecektir. Şivlilik; eskisi kadar olmasa da yer yer devam eden komşuların birbirlerine “bişi” ikramı yaptığı, akrabaların, komşuların birbirini ziyaret ettiği, kandilini tebrik ettiği, Konya şehrinin özellikle çocukların bayram havası içerisinde geçirdiği bir gündür. Çocukların ailelerinden şivlilik gününü nasıl geçirdiğini öğrendiği ve öğrendiği şekliyle hatırlayacağı, belki de yaşatmaya devam edeceği bir gün. Paylaşma, birlik ve beraberlik, bereket gibi kök hafızanın birleşimi ve kutsallıkla harmanlanmış bir gelenek. Kutsallığın olduğu törenlerde olduğu gibi şivlilikte de yemek yedirme, ikram etme geleneği var olmuştur. Bu anlamda şivlilik yalnız ikramın adı değil bu ikramın içinde çocuk sevindirme, infak etme düşüncesinin toplumsal hafızada derin anlamlarının bulunduğu ve bu kültürel kodların devam edeceği bir geleneğin de adı olmuştur. ▪ 49 İsmail Doğu Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh İSMAİL DOĞU 50 R amen teh, bir singapur-japon-fransız ortak yapımıdır. eric khoo’nun yönettiği film dünya prömiyerini şubat 2018’de berlin uluslararası Film Festivali’nde yaptı ve 29 Mart 2018’de Singapur’da gösterime girdi. Filmin orijinali olan Ramen Teh, Ramen lokantası anlamına gelse de Türkçede Geçmişten Gelen Lezzet adıyla gösterime girmiştir. Bu adı almasındaki hikmeti ve film içindeki yerini ve ilişkisini ilerleyen satırlarda ele alacağız. Filmin kısaca konusuna değinirsek ana karakter olan Masato, Japonya’nın Takasaki şehrinde genç bir ramen şefidir. Duygusal olarak mesafeli babasının ani ölümünden sonra, o henüz on yaşındayken ölen Singapurlu annesinin geride bıraktığı hatıralarla dolu bir bavul ve derin düşünceler ve eski fotoğraflarla dolu kırmızı bir defter bulur. Bir önseziyle hareket ederek, ailesinin yanı sıra kendi hayatının hikâyesini bir araya getirmeyi umarak defterle Singapur’a doğru yola çıkar. Orada, bak kut teh işleten dayısı Ah Wee’yi bulmasına yardım eden bekâr bir anne ve Japon yemek blogcusu Miki ile tanışır. Masato, büyükannesi Madam Lee’nin hâlâ hayatta olduğunu ve anne babasının hassas ama çalkantılı aşk hikâyesinin anahtarının onda olduğunu keşfeder. Masato ve büyükannesi birbirlerinin kırılan ruhlarını iyileştirmeye çalışırlar ve melhemi, pişirdikleri yemeklerin malzemelerin toplamından daha fazlası olduğu mutfakta bulurlar. ERİŞTE VE ÇORBA Filme ismini de veren ramen yemeği, bir karakter tiplemesi gibi karşımıza çıkar. Ramen sadece yemek adı değildir, içerdiği yapı ve insanların severek yapıp yediği bir aş olması sebebiyle aslında önemli bir simgeselliği barındırır. Ramen, Uygur kökenli olan ve çorba içinde sunulan eriştenin Japon mutfağındaki adıdır. Genellikle çorbası et suyu ile yapılır ve dilimlenmiş et, kurutulmuş deniz yosunu, kamaboko, yeşil soğan ve hatta mısır gibi üst malzemeleri ile servis edilir. Herkesin bildiği ve sıklıkla tercih ettiği bir yemek çeşidi olmasına rağmen kıvamını tutturmak o kadar da kolay değildir. Bu durum bizlere önemli bir ipucu sağlar. Zira yemekler bir toplumun kültürel kodlarına işaret ettiği gibi, birliktelikleri açısından da önemli bir katkı sunar. Bir millete has özellikli yemekler, alt zeminde bir zihniyete işaret eder. Çünkü gerek o yemeğin malzemesi ve gerek yapılış biçimi, hatta bizzat sunum çeşidi bile bu zihni- Haz ve hızın esas olduğu bir dünyada her şey tüketime yöneldiği gibi bu tüketimi de çabuklaştırıcı ürünler ve üretimler yapılmaya başlanmıştır. Her yerde ve en hızlı bir şekilde tüketilebilen bu nesneler, sanki kıyamet kopacakmış gibi insanları aceleye sevk ettirmektedir ama asıl ecele gidiş buradadır. edilir ki önemlidir. Bu asla beğendirme faaliyeti değildir, her ne kadar ilk elden öyle görünse de. Bu, öncelikle ve özellikle kişinin kendine saygısının göstergesidir. Malzemenin iyi yerden alınması, güzel bir şekilde hazırlanması, gereği gibi pişirilmesi ve en sonunda da en müstesna biçimde sunulması gerekir ki yenilmesi rahat ve sağlıklı olsun, ağızda hoş bir tat bıraksın. Çünkü tüm bunlar hem zihnimize kazınacak ve hem de midemize kazandırılacaktır. Zihnin ve midenin fesadı, tüm bu olmazsa olmazların göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Ne olsa ve nasıl yapılsa yenir düşüncesi, ne olsa gider diyen liberalizm gibi hiçbir zihniyet inşa etmez, hatta tüm zihniyetleri imha eder. Liberalizmin, kapitalizmin ileri aşaması olması da bundandır. Kapitalizm her şeyi metalaştırır, ihtiyaç kabilinden tüketim zincirine sokar; liberalizm de güya felsefe adına her şeyi mübahlaştırarak bu tüketimleri anlamlaştırır. Zaten liberalizmin ismini özgürlük/serbestiyetlik anlamında alması, kullanması bundandır. Bu özgürlük aslında bir illüzyondur. Hiçbir özen, özellik, gizlilik içermez. Liberaldir, ne yapsa yeridir. İşte filmde ramen sadece bir çorba adı ve kullanımı değildir. Yönetmen muhteşem bir şekilde onu karakterize etmiştir. Böylelikle aslında hem bireysel donanım hem de toplumsal kuşanma adına simgesel bir değer taşır. Başka bir dendik de, ramen yapmak, aslında kendi olmak, toplum oluşturmaktır. Ramen yaparken kendini bulur ve kendi olur. ŞEHİR VE YEMEK Her milletin kendine has bir rameni vardır. İtalyanlar için makarna örneğini vermiştik. Kayseri’de de mantı baş tacıdır. Bir kaşığa kırk tane sığdırmak marifettir, maharettir. Değilse o mideye kazandırılmaz, mideye oturtulur. O da karın ağrısı yapar. Buradan ramenin malzeme karışımına da dikkat etmek gerekir. Aslında bir çeşit erişte olan bu yemek, sulu hazırlanır ve yenilir. Erişte, elbette o yörelerde kuru bir şekilde de yapılır ve yenilir. Ama ramen, bu tarzlardan farklıdır. Farklılığı sadece sulu olmasında da değildir. İçeriğine tekrar dikkat edersek hem et hem de sebze vardır. Tabii yemeklerin olmazsa olmazı sos biçimi de onu ayrıcalıklı kılar. Biz her ne kadar bir çırpıda ve sayılı/sınırlı biçimde aktarsak da, genel bilgilerden yola çıktığımız kadar filmde de satır aralarına işlendiği gibi yöreye ve satıcısına göre değişen geniş bir ramen çeşitliliği vardır; bazen, aynı adı paylaşan ramen türleri dahi lezzet farkı gösterebilir. Ramen, kabaca, iki ana içeriği ile kategorize edilir; erişte ve çorba. Birçok ramen eriştesi dört temel malzeme ihtiva eder: buğday unu, tuz, su ve -sodyum karbonat ile genelde potasyum karbonattan, bazen DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh yeti açık eden göstergelerdir. Bugünlerin ifadesiyle coğrafi tescilli yemekler, onu tüketen insanlar için birlikte olma ve bunu paylaşma noktasında katkı sağlar. Zaten içeriğine dikkat edilirse, ramen yemeğinin aslında çok basit malzemeleri ve yapılış biçimleri açısından bile bunları görebiliriz. Lakin bu bildik ve sevdik havaya rağmen, herkesin kolaylıkla yapacağı bir çeşit olmanın dışında, maharetli eller sayesinde ancak yenilir. Bu biraz İtalyanların makarnasına benzer. Makarna denilince herkesin kolaylıkla yapacağı bir yemek akla gelir ama İtalyan mutfağı ve aşçıları açısından durum sanıldığı gibi değildir. Çokça bilinen ve tüketilen olması, sanıldığı gibi kolayca yapılması anlamına gelmez. Her şeyden önce çiğ olan makarna çeşitlerinin ta başlangıçta hazır edilirken kullanılan un, hamurun yoğruluşu, onun en ince şekilde açılması gerekmektedir. Pişirimden önce malzemenin kaliteli olması gerekir ki pişirim sonrasında o lezzet ortaya çıkarılsın. Bu demektir ki, eğer malzeme daha ilk yapım aşamasında özensiz bir şekilde hazırlanıp kullanıma konmuşsa, aşçının üstün nitelikli maharetleri birçok ayıbını kapasa da, sonuçta asla istenilen kıvama getirilemez. Tabii bu hazırlık aşaması yetmez. Çok iyi hazırlanan malzemeler, acemi ellerde ziyan edilebilir. Bu da yetmez. Hazırlanan ve pişirilen yemeğin o aşamaya getirilene kadarki tüm titizlik ve özeninin sunum sırasında da gösterilmesi gerekir. Sunum sanılanın aksine çok ama çok önemlidir. Bu tür anlatımlar, birçokları için hazcılık olarak değerlendirilebilir ve “ne gerek var, sonuçta karnımızı doyuracağız” diyerek bir çırpıda reddedilebilir. Ancak bu aceleci bir davranış ve sevimsiz bir yargılamadır. Kişinin diline özen göstermesi gereği, düşüncesine özen göstermesindendir. Düşüncesine özen göstermeyen, başka bir ifadeyle savruk düşünen kişilerin dili de, zihniyetinin aynası gibi yansır ve ne dediği anlaşılmaz bir tarza bürünür. “Sonuçta konuşuyoruz” diye kabul edilmesi bir gerekçe olamaz. Sadece söylem için de geçerli değildir bu. Her tür eylemin de bir özen içinde gerçekleştirilmesi gerekir. Giyim-kuşam da buna dâhildir ve takdir 51 de az miktarda fosforik asitten oluşan bir çeşit alkalin mineral suyu olan- kansui. Temelde kansui, adını, büyük oranda bu mineralleri içeren ve erişte yapımı için ideal olduğu söylenen İç Moğolistan’ın Kan Gölü’nden almıştır. Erişteleri kansui ile yapmak, onların sarı bir renk almasına neden olmakla beraber dokusunu da dayanıklı kılar. Kansui, JAS standartlarına göre imal edilmesine rağmen II. Dünya Savaşı’ndan sonra kısa bir süre için düşük-kalitede, bozulmuş kansui satılmıştır. Ayrıca yumurta da kansui yerine kullanılabilir. Bazı ramen erişteleri ne yumurta ile ne de kansui ile yapılır ve sadece yakisoba için kullanılmalıdır. Ramen erişteleri farklı şekillerde ve uzunluklarda olabilir. Kalın, ince, hatta kurdele-şekilli olabileceği gibi düz veya kırışık da olabilir. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh SİMGESEL BİÇİMLER 52 Yönetmen bu tür anlatımlarla meşhur bir yemek çeşidini överek kendi yörelerini kutsuyor ya da yemek tarifini vererek insanlara öğretiyor değil. Biz de zaten bunun için bu ayrıntıları nakletmiyoruz. Ramen hem bir tarih hem bir toplum biçimlemesidir bu film içinde. Karakterize edilmesini söylememizdeki temel espri de budur aslında. Film yemek üzerinden bir tarih ve toplum okuması yapmaktadır. Bunun için de en iyi bilinen ve tüketilen bir yemek çeşidini seçmiştir. Tabii bunun seçiminde az önce bahsi geçen ramen çorbası içindeki farklı unsurların bileşkesi kadar farklı ramen çorbalarının yapılabilmesi yatmaktadır. İçindeki malzemeler ve pişirme teknikleri, bunu öğrenmek isteyen ve bunun için de ramenin yapıldığı asıl bölgeye giden çocuğun, bir bakıma bununla geçmişle yüzleşmesi ve hesaplaşmasını da içerir. Aynı şekilde farklı ramen çorbası yapım teknikleri de, kültürel çoğulculuk adına ilişkileri ve etkileşimleri açık eder. Ramen yapmayı öğrenmeye çalışan genç, bir taraftan kendi annesi ve anneannesi açısından özel bir geçmişe doğru yolculuk yaparken ve hayatında giz olarak kalan meseleleri aydınlatmaya çalışırken; diğer taraftan tarihsel bir yolculuğa çıkarcasına iki ülke arasındaki derin düşmanlığın farkına varır bu sayede. Ancak düşmanlık çoktan yerini dostluğa bırakmış olsa da anneannenin kini devam etmektedir. Ramen burada devreye girip anneanne açısından hem ölmüş kızını gıyabında affetme ve torununa sahip çıkmayı sağlarken aynı zamanda geçmişi unutmasa da bugünü yaşama ve ondan faydalanma adına kapandığı evden dışarıya çıkmasını da sağlamıştır. Böylelikle et ve sebzenin, kuru ile sulunun bileşkesi gibi, hem geçmiş ile gelecek hem öfke ile sevgi, ilki ikincisinin lehine dönüşerek muhteşem ve muazzam bir birlikteliğe erişiyor. Sadece birbirlerine uzak, hatta düşman kalmış aile fertleri değil, ülkeler ve toplumlar ramenin bileşkesi ve çeşitliliği adına aynı sofrada, aynı tatta buluşabiliyor. Ramen yapımı farklılık arz eder demiştik, yörelere göre. Bu farklılık düşmanlığı ve dolayısıyla çatışmayı değil, tam aksine hoş bir rekabeti yansıtır. En güzelini yapma ve sunma yarışı, mutluluğun elde edilmesi konusunda bir rekabettir. Zaten bunu öğrenme konusunda şehirler aşan ve azimle uğraşan genç, daha çok insanların yedikten sonraki mutluluğunu görme sevdasındadır. Geçmişten Gelen Lezzet ismini almasına sebep olan da, aslında bu kültürel dokuya ve tarihsel sürece işaret eder. Zira nevzuhur yiyecekler, bir hatıra ve bir lezzet taşımaz. Sadece ve sadece o ana aittir ve tek amacı da tıkınma vesilesiyle doy/ur/maktır. MERHAMET VE ÇORBA Filmde sürekli Merhamet Tanrıçası olarak da bilinen Guan Yin heykeline atıf yapılmaktadır. Keelung Limanı’na bakan 22,5 metre yüksekliğindeki bu heykel, Uzakdoğuda Budistler tarafından kutsal kabul edilen Merhamet Bodhisattvası’dır aslında. Kaynağını Hindistan’daki Sanskrit Avalokiteśvara inancından almaktadır. Guan Yin, Dünyanın seslerini dinleyen anlamında Çince Guan Shih Yin kelimesinin kısaltılmış şeklidir. Guan Yin inancı ilk olarak MÖ 1. yüzyılda Budizm ile birlikte Çin’de yayılmaya başlamıştır. Ancak zamanla Çin ve diğer Uzakdoğu ülkelerindeki halk inanışları Guan Yin’e çok farklı özellikler atfetmiştir. Hindistan ve Tibet’te Avalokitesvara bir erkek olarak resmedilirken, onun Çinli versiyonu, Guan Yin Song hanedanlığından itibaren bir kadına benzetilmiştir. Çin’deki Guan Yin heykelleri ve resimleri genelde Guan Yin’i beyaz uzun bir elbise giymiş, boynunda kraliyet ailesinin simgesi bir gerdanlıkla gösterir. Kimi yerde ise Kuan Yin’in on bir başlı ve bin kollu olarak resmedildiğini görürüz. Sağ elinde içinde su olan bir çömlek, sol elinde ise bir söğüt dalı bulunmaktadır. Başındaki taçta ise, Kuan Yin’in Bodhisattva olmadan önceki ruhani hocası Amitabha Buddha’nın resmi bulunur. İnanışa göre Kuan Yin yeryüzündeki acılardan yani samsara döngüsünden kendisi kurtulmuş olmasına rağmen, dünya üzerindeki tüm duyarlı canlılar kurtulana dek bu dünyada canlıların yardımına koşmaya kendini adamıştır. Adından da anlaşılabileceği gibi yeryüzündeki her sesi duyabilmek gibi bir yetenek geliştirmiştir. Buradaki okuyucuya fazla gelecek ayrıntı, aslında ramendeki gibi benzer özelliklere sahip olmasına dikkat çekmek için yapılmıştır. Ramendeki çeşitlilik gibi Guan Yin de çeşitlilik arz eder. Ancak ikisinin de hem kendi içinde hem de beraberce buluştuğu bir nokta vardır: merhamet. Dünyanın seslerini dinleyen heykel, dünyanın çeşitliliklerini bir araya getiren bir çorba ile aynı sekansta yer alır. Bu çeşitliliğe ister heykel üzerinden merhamet diyelim, ister çorba üzerinden mutluluk diyelim sonuçta birlikteliğinin nedeni kadar sonucunu da doğuran bir duygu bütünlüğü sağlanmıştır iyilik ve güzellik adına. Yönetmenin başarısı bir kez daha kendini gösterir. Ramen çorbasını içenler karınlarını doyurmanın yanında hatta daha da ötesinde mutludurlar; tabii usta ellerde yenildiği vakit. Kaynaştırıcı etkisi de göz ardı edilmemelidir. Zaten mutluluk o kaynaş/tır/mayı sağlar. Aynı şekilde Guan Yin de merhamet adına insanları toplar. Denilebilir ki zaten toplanmak, bir araya gelmek merhametin bir göstergesidir. Düşmanlıklar gider, dostluklar başlar. HAMBURGERE KARŞILIK RAMEN Haz ve hızın esas olduğu bir dünyada her şey tüketime yöneldiği gibi bu tüketimi de çabuklaştırıcı ürünler ve üretimler yapılmaya başlanmıştır. Her yerde ve en hızlı bir şekilde tüketilebilen bu nesneler, sanki kıyamet kopacakmış gibi insanları aceleye sevk ettirmektedir ama asıl ecele gidiş buradadır. Bu durum tabii aynı zamanda tek tipleşmeyi de çağrıştırmaktadır. Aynı tornadan çıkmış bir topluluğu var etme adına herkesin her yerde ve her zaman bulabileceği bir yemek biçimi, beraberinde aynı şeyleri düşünme ve dillendirme, aynı duygulanım içinde katarsizme ulaşmayı sağlar. İnsanları bu hız içinde tutmanın elbette bir politikası ve amacı vardır: gerçekten içine düşmeyi ve bu sayede düşünüp düşlemeyi engellemek. Zira içine düşen kimse artık farklı düşünür ve düşler. Dışına düşen ise her daim vehim ve kâbus içindedir. O hâlde ucuz olduğu için çokça ve çabuk tüketilen giyimler gibi yiyecek ve içecekler ihdas edilmelidir. Dil ve düşüncenin de buna benzer bir kadere sahip olması da mukadderdir. Çünkü kudret sahipleri çoğulculuğa izin vermez, her ne kadar çoğulculuk adına türküler söylese de. Çoğulculuk teraneleri müzeliktir, arada bir seyredilebilir ama içine girilmez ve içine düşülmez. Dıştan bir seyir ile nostaljiye, en fazla arada bir yâd etme adına var ederek showa dönüştürür. Çünkü her şey emrine amade şekilde, üstelik fazlasıyla elinin altındadır. Çeşitlilik ve farklılık dahi türsel değil şekilseldir. McDonald’s esastır ama onun çeşidi beyaz ya da kırmızı ettir; veganlar için etsiz çeşidi de vardır. Bu da bir mutluluk biçimi olarak sergilenir. Hatta Friedman daha da ileri gider ve öneri mahiyetinde şöyle bir tespitte bile bulunur: McDonald’s restoranlarının bulunduğu iki ülke arasında, her ikisinin de McDonald’s zincirlerine kavuştuğu andan itibaren savaş çıkmamıştır. Buradan hareketle “çatışmayı önleyici altın kemerler teorisi”ni ortaya atar. Kemer ifadesine dikkatinizi çekmek isterim. Malum olduğu üzere kemer hem kavuşturucu hem bağlayıcı hem de sıkı tutucu bir işlev görür. Buna göre bir McDonald’s ağını ayakta tutacak büyüklükte bir orta sınıfa sahip oldukları ekonomik gelişim düzeyine ulaşan ülkeler, birer McDonald’s ülkesi olurlar. Hâliyle McDonald’s ülkelerindeki insanlar savaşmaktan hoşlanmaz, bunun yerine hamburger kuyruğunda beklemeyi tercih ederler. Bu teori, bir zamanların “savaşma seviş” sloganının yeni bir eklentisini ortaya çıkarır, yine savaşmama ama sevişme yanında başka bir eklenti: “savaşma, tıkın”. Ayaküstü sevişmeler yanında ayaküstü yemeler. Teorideki açığa çıkarılması ve bir sonuca varılması gereken nokta, orta sınıfın yaratılma modelinde saklıdır. Haz ve hızın sembolü olan fast-food ve bunun en büyük göstergesi olan McDonald’s (her ne kadar Friedman bahsetmese de yanına da mutlaka cola’yı eklemek farzdır), bir ülkeye girdiğinde liberal ekonomi girmiş demektir. Bu da özgürlük ve seçicilik adına orta sınıf isteklerine cevap niteliğinde, onların istemesine gerek bile kalmadan, önüne sunulmuş hazır reçetelerin varlığını sağlar: “Ye iç eğlen çok kısa ömrün / sev çünkü sevmek en kolay.” Friedman teorisi bugünlerde sarsılmış gibi gözükebilir ama yanılan o değil, böyle düşünenlerdir. Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşta Rusya aleyhine McDonald’s zincirlerinin kapatılması kararı, aslında teoriyi bozan değil, bu anlayışı bozan Rusya için bir ders niteliğine dönüşürken, teori açısından da tahkim edici bir örneklik yaratılmıştır. Madem McDonald’s sahibi iki ülke arasında savaş çıkmamalıdır, o hâlde çıkarsa biri buna layık görülmeyerek cezalandırılmıştır. Hâlen devam eden bu savaşta Rusya, elinden McDonald’s zincirlerini kaybederek cezalandırılmıştır, zira fatura ona kesilmiştir. Teori ise kaldığı yerden devam etmektedir. Bu aşamada eğer Rusya’nın aklı varsa, savaş için sorun yaratmış ve haksız pozisyonlara düşmüş gözükse de, McDonald’s kapatılması aslında hayra işarettir, kadir kıymet bilene tabii. Belki bu sayede Rusya, kendi ramenlerine dönme fırsatını yakalar da, düşmanlıklar son bulur. Çünkü McDonald’s türü dostluk ve sevgi, obez bir biçimdir, sadece hasta eder adamı; belki bir sevgi zehirlemesi de denilebilir buna. Ama ramen üzerinden gidersek, burada kalıcı bir dostluk ve gerçekten de mutluluk/merhamet bahşeden sevgi vardır. Film elbette bu zincire atıf yapmaz, yaparsa da zaten tadını kaçırır. Ancak bizler, dikkatlice seyreder ve bir film okuması yaparsak, bir siret oluşturur ve oku hedefine atarak isabet ettirebiliriz.▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Bileşke ve çeşitliliğin t/adı: Ramen Teh Anneannesinin, kocasının savaşta kaybedilmesine neden olan düşman bir ülkenin genciyle evlenmesi sebebiyle kızını dışlaması ve ondan olan torununu kapı dışarı atmasına rağmen merhamet devreye girer ve anneanne ramen yapımı için torununa destek verir. Burada kilit rol oynayan ise gencin annesine ait olan ve kendisine yadigâr kalan, yemek tariflerinin yer aldığı kırmızı bir defterdir. Tüm yemek tarifleri en ince noktasına kadar anlatılmıştır ama tüm bunlara rağmen eksik bir şey vardır. Her ne kadar malzemeler ve yapım aşamaları tek tek hem de açıklayıcı tarzda yazılsa da, bu bir kümülatif bilgidir. Deneyim aktarılamaz, yazılamaz. Yazılan ve aktarılan deneyimin bir karşılığı yoktur zira. El marifeti için sürekli deneyim yapılmalıdır. Gerçi gencimiz sürekli öğrenme sevdasında kalarak deneyimler gerçekleştirir lakin yine de başaramaz. Bunun için anneannesine başvurur ama anneannesi kızından dolayı torununa da sert tavırlıdır. Çocuğun merhamet dilemesi ve anneannenin merhamete karşılık vermesi sonucunda en güzel ramen çorbasını yapmasıyla ünlenir. Zira bilginin yanında araya el marifeti ve daha da önemlisi kalp ünsiyeti girmiştir. Bu başlı başına bir merhamet değil de nedir? Merhamet yoksa o yemeğin tadı olmaz ve yenilen yemekten hayır da gelmez. 53 Yusuf Yerli Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? 54 YUSUF YERLİ K ur’an-ı kerim; diğer dinlerin gerek kitaplarında gerekse zihin dünyalarında yer etmiş ve inananlarına yön vermekte olan kimi anlatıları, kimi sembolleri kendisine konu edinir ve o konu hakkında kendi duruşunu ortaya koyar. Kimi zaman ortaya konulan iddiaları temelden tenkit ve tekzib eder, kimi zaman sukut ile geçer, kimi zaman o konuya doğrudan işaret etmeden benzer bir konuyu gündeme taşıyarak o konu hakkında bir vizyon çizer. 1 2 Nisa suresi, 157. Kehf suresi. geçen sembolik/metaforik ya da gerçek bir yaşanmışlığa işaret eden bir olayın bambaşka bir yerden/zaviyeden anlatımını kendisine konu edinir ve yeni fetihlere doğru okuyucusunu kanatlandırır. Bu tespitimize en iyi örnek ise İncillerde Son Akşam Yemeği olarak geçen anlatı ile Kur’an-ı Kerim’in 5. suresi olan Maide suresinin son ayetlerinde söz konusu edilen, havarilerin İsa (as)’dan Göksel Sofra’nın indirilmesine dair isteklerinin yer aldığı ayetlerdir. Son Akşam Yemeği ile Maide talebini İncil ve Kur’an’da geçtiği şekilde aktardıktan sonra değerlendirmemizi yapalım. FISIH YEMEĞİ “Mayasız Ekmek Bayramı’nın ilk günü öğrenciler İsa’nın yanına gelerek, ‘Fısıh yemeğini yemen için nerede hazırlık yapmamızı istersin?’ diye sordular. İsa onlara, ‘Kente varıp o adamın evine gidin’ dedi. ‘Ona şöyle deyin: ‘Öğretmen diyor ki, zamanım yaklaştı. Fısıh Bayramı’nı, öğrencilerimle birlikte senin evinde kutlayacağım.’’ Öğrenciler, İsa’nın buyruğunu yerine getirerek Fısıh yemeği için hazırlık yaptılar. Akşam olunca İsa on iki öğrencisiyle yemeğe oturdu. Yemek yerlerken ‘Size doğrusunu söyleyeyim, sizden biri bana ihanet edecek’ dedi. Bu söz onları kedere boğdu. Teker teker, ‘Ya Rab, beni demek istemedin ya?’ diye sormaya başladılar. O da, DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? Kur’an, mevcut Tevrat ve İncil anlatımlarında söz konusu edilen gerek peygamber kıssaları gerekse İsa imajı ve gerçekliği hakkında İncil yazarlarının iddialarını bir biçimde yeniden ele alır ve işin hakikatini ortaya koyar. “İsa’nın tanrı oğlu değil Meryem oğlu olduğunu net bir dille ortaya koyması; İsa (as)’ın İncillerin ifade ettiği gibi çarmıha gerilmediğini ve öldürülmediğini1 açık bir dille ifade etmesi bu konudaki en bilindik örneklerdendir. Kur’an, kimi zaman İncillerde yer almasa bile Hristiyanlar nezdinde kutsal bir yeri olan bazı anlatıları da gündemine alır ve o işin hakikatinin neye tekabül ettiği noktasında bir açılım ve vizyon sunar. Hristiyan tasavvurunda merkezî yeri olan Yedi Uyurlar olarak da bilinen efsanevi gençlerin mitolojik hikâyesini kendisine konu edinir ve işin ehem kısmı nedir onun altını çizer. Ve Ashab-ı Kehf ve Rakim’in kıssasını anlatırken, Yedi Uyurlar’ı bir mitolojik anlatı olmanın ötesine taşıyarak, bir menkıbe ve kıssa gerçekliği üzerinden, tüm zamanlarda karşılaşılabilecek olan benzer durumlarda nasıl davranılması gerektiğinin ipuçlarını verir.2 Kimi zaman da Kur’an; İncillerde yer almasına rağmen doğrudan o anlatıma gönderme yapmadan, ama o anlatımda 55 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? 56 ‘Bana ihanet edecek olan’ dedi, ‘Elindeki ekmeği benimle birlikte sahana batırandır. İnsanoğlu, kendisi için yazılmış olduğu gibi gidiyor, ama İnsanoğluna ihanet edenin vay haline! O adam hiç doğmamış olsaydı, kendisi için daha iyi olurdu.’ O’na ihanet edecek olan Yahuda, ‘Rabbî, yoksa beni mi demek istedin?’ diye sordu. İsa ona, ‘Söylediğin gibidir’ karşılığını verdi. Yemek sırasında İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. ‘Alın, yiyin’ dedi, ‘Bu benim bedenimdir.’ Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine vererek, ‘Hepiniz bundan için’ dedi. ‘Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan antlaşma kanıdır. Size şunu söyleyeyim, Babam’ın egemenliğinde sizinle birlikte yenisini içeceğim o güne dek, asmanın bu ürününden bir daha içmeyeceğim.’ İlahi söyledikten sonra dışarı çıkıp Zeytin Dağı’na doğru gittiler.” (Matta-26) MAİDE-İ KUR’AN “Havâriler ‘Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?’ diye sormuşlardı. O şöyle cevap verdi: ‘Eğer iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun.’ Onlar ‘İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz güvenle dolsun, bize doğru söylediğini bilelim ve buna tanık olalım’ dediler. Meryem oğlu Îsâ şöyle yalvardı: ‘Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten öyle bir sofra (maide) indir ki, ilk gelenimizden son gelenimize kadar bizler için bir şölen (bayram) ve senden bir işaret (ayet) olsun. Bizi rızıklandır, sen rızık verenlerin en hayırlısısın.’ Allah da şöyle buyurdu: ‘Onu size mutlaka indireceğim; fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, varlıklar âleminde hiç kimseye etmediğim azabı ona edeceğim.’” (Maide Suresi;112-115) Burada Maide suresinde zikredilen sofra (Maide) ile İncil’de geçen Son Akşam Yemeği arasında bir irtibat aramıyorum, ancak İsa (as)’ın içinde yer aldığı iki ayrı sofranın (maide) mesajlarını anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum. Son akşam yemeğinde altı çizilen, havarilerden birinin ihanet edeceği anlatısı Kur’an’da geçmimez. Kur’an havarileri istisnasız şekilde tezkiye eden bir dil ile hikâye eder.3 İncillerde anlatılan ve Hristiyanlıkta kabul edilen anlatılardaki havari tiplemesi ile Kur’an’ın bahsettiği havariler arasında hiçbir benzerlik de yoktur. Kur’an Hz. İsa’nın temelde iki görevinin olduğunun altını çizer: Tevrat’ı tasdik, tadil ve tebliğ ile Ahmet (as)’ı tebşir etmek.4 İncil’deki Son Akşam Yemeği’nde altı çizilen ve daha sonra evharistiya sakramenti olarak devam ettirilen “ekmek benim etimdir, şarap benim kanımdır, bu ikisinden yemek suretiyle benimle bütünleşirsiniz” şeklindeki anlatıyı; İsa’nın taşıdığı misyon ile hemhâl olmanın, fenâ fî tarîki İsa olmanın bir sembolik ifadesi olarak okuyabiliriz: Ekmeği Tevrat, Şarabı, Ahmed’e verilen şarab-ı kevser olarak ele alabiliriz (Nanı aziz ve abı leziz). Böylece buradaki sakramentte vurgulanan şeyi Ahmed’i müjdenin bir sembolik anlatısı olarak anlamlandırabiliriz.5 Göksel Sofra, Kur’an Dili’nde zaman zaman vahiy nimeti/ rızkı ile dünyevi besin/rızık, nimet arasında paralellikler ve hatta benzerlikler kurularak ifade edilir ve birinden diğerine geçiş sağlanır.6 Havarilerin arzuladığı, İsa (as)’in aracı olduğu ve Allah’ın mutlaka indireceğim dediği o sofra indi mi inmedi mi? Bu sorular müfessirlerin gündemini epeyce meşgul etmiş, çoğunluk bu sofranın İsa (as) zamanında indirilmiş olduğu yönünde kanaat sahibi olmuştur.7 İsa (as) ve Hristiyanlıkla 3 4 5 6 7 Âl-i İmrân 52; Saf 14. Saf 6. Kevser suresi Enam suresi Diyanet tefsirinde konu ile ilgili şu görüşler aktarılmıştır: Havârilerin “Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” şeklindeki sorusunu “Rabbinin buna gücü yeter mi?” anlamında düşünen müfessirler, o esnada havârilerin henüz tam bir teslimiyet içinde olmadıkları ve imanlarında zaaf bulunduğu yorumunu yapmışlardır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ise bu sorudaki yardımcı fiili “güç yetirme” anlamına göre düşünmemek gerekir. Zira onların bu talebi -müteakip âyette ifade edildiği üzere- olumlu amaçlara yöneliktir. Şu halde bu soruyu -Arap dilindeki örneklerin ışığında- “Rabbin bize gökten bir sofra indirir mi, indirmesi O’nun hikmetine uygun olur mu; Allah’ın Hz. İsa’nın duasında yer alan ve “ziyafet” diye çevirdiğimiz îd kelimesi “dinî, millî, yöresel bayramlar veya belirli münasebetlerle yapılan toplantılar ve sevinçlerin paylaşıldığı özel günler” anlamındadır. Bazı müfessirler Hz. İsa’nın “Bize gökten öyle bir sofra indir ki, ilk gelenimizden son gelenimize kadar bizler için bir ziyafet... olsun” ifadesini “ki o günü ibadet ederek kutlayalım, biz ve bizden sonrakiler onu tâzim edelim” şeklinde açıklamışlardır. Aynı duadaki “Senden bir işaret olsun” ifadesi, “Benim peygamberliğime ve söylediklerimin doğruluğuna kanıt (mucize) olsun” demektir; fakat burada “senden” kaydı konarak asıl kudret sahibinin Allah Teâlâ olduğuna ve Hristiyanların Hz. İsa’yı rab olarak nitelemelerinin yanlışlığına dikkat çekilmiş olmaktadır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Hz. İsa’nın bu duası üzerine gökten bir sofra indirilmiştir. Tefsir kitaplarında bu sofrada hangi yiyeceklerin yer aldığı, bu ziyafetin ne kadar bir süre devam ettiği ve kimlere nasip olduğu hususunda ayrıntılı açıklamalar yer almıştır. Fakat bu bilgileri destekleyen sahih rivayetler bulunmamaktadır. Bazı tâbiîn bilginlerinden gelen bir rivayeti esas alan müfessirlere göre yüce Allah’ın “Kuşkunuz olmasın, ben onu size indireceğim; fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, varlıklar âleminde hiç kimseye etmediğim azabı ona edeceğim” buyurması üzerine, sofra indirilmesini isteyenler bu taleplerinden vazgeçmişler ve sofra indirilmemiştir. Reşîd Rızâ, Hristiyanların kutsal kitabı olan İncillerde bu konuda bir bilginin bulunmamasını ve bunun Hristiyanlar arasında bilinegelen bir olay olmamasını bu yorumu destekler nitelikte bulur, İncillerdeki Hz. İsa’nın yiyecekleri bereketlendirmesiyle ilgili bilgilerin gökten sofra indirilmesi mucizesiyle ilgisinin bulunmadığını açıklar. Şu var ki İncillerde bu konuda bilgi bulunmamasını bu görüşe destek kılmak isabetli görünmemektedir. Zira sofranın indirilip indirilmediği bir yana -Kur’an’ın haber verdiği- havârilerin bu isteği ve Hz. İsa’nın bu duası da İncillerde zikredilmemektedir. Taberî, Resûlullah’tan, ashabından ve selef bilginlerinden nakledilen rivayetleri dikkate alarak ve Allah Teâlâ’nın vaadini mutlaka yerine getirmiş olduğunu düşünerek sofranın indiği görüşünü tercih etmek gerektiğini savunur. Ancak DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? âdetine (sünnetullah) göre bu olabilir mi; sen Rabbinden bize gökten bir sofra indirmesini isteyebilir misin, istersen Rabbin buna rızâ gösterir mi veya isteğini yerine getirir mi?” gibi mânâlarda anlamak daha uygun olur. 111. âyette onlardan “İman ettik, şahit ol ki bizler yürekten teslimiyet içindeyiz, demişlerdi” şeklinde söz edilmiş olması da bu anlayışı desteklemektedir. Gerçi Hz. Îsâ “Eğer iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun” cevabını vererek, onları Allah hakkındaki düşünce ve ifadelerinde daha saygılı olmaları gerektiği yönünde uyarmış ve mûcize talep etmenin gönülden inanmış insanlara yaraşmayacağını hatırlatmıştır. Fakat konuşmanın akışı dikkate alınırsa bu, onları itham etme niteliğinde değil, bilâkis onların neyi amaçladıklarını açıklamalarına imkân veren bir cevaptır. Nitekim havârilerin niçin böyle bir istekte bulunduklarını açıklamaları üzerine Hz. Îsâ onları reddetmeyip isteklerini yüce Allah’a arz etmiştir. Havâriler gökten sofra indirilmesini istemelerinin sebeplerini şöyle açıklamışlardı: “İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz güvenle dolsun, bize doğru söylediğini bilelim ve buna tanık olalım.” Böylece onlar buna hem kendi ihtiyaçlarının bulunduğunu hem de Hz. İsa’nın tebliğini sonraki nesillere aktarmada bunun önemli bir role sahip olacağını ifade etmiş oluyorlardı. Onların buna ihtiyaç duyması, o esnada aç oldukları şeklinde açıklandığı gibi, böyle kutlu bir sofradan yiyerek manevi hazza erişme arzusu olarak da anlaşılmıştır. “Kalplerinin güvenle dolmasını” istemeleri ise Hz. İbrahim’in Bakara suresinin 260. ayetinde aktarılan konuşmada geçen isteğine benzetilmiştir. Bu konuşma şöyle cereyan etmiştir: İbrahim, “Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster!” deyince Rabbi, “Yoksa inanmıyor musun?” demişti. O, “Hayır inanıyorum, fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabını verdi. Bunun üzerine yüce Allah onu mucizevi bir olaya tanık kılarak kalbinin güvenle dolmasını sağladı. Havâriler bu taleplerinin yerine getirilmesiyle, Hz. İsa’nın doğru söylediğinden, önce kendileri emin olacaklar, gözleriyle görüp tanık olunca onun öğretilerini tebliğ ederken bu tanıklıklarını tekrar tekrar ifade edip bundan güç alacaklardı. 57 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? 58 ilgili kimi anlatılardan bahseden Kur’an ayetleri, olayların Hz. İbrahim söz konusu isteklerinin nasıl gerçekleşeceği nasıl sonuçlandığına dair genelde net ifadeler kullanmak noktasında meraklandı ve bu merakının giderilmesini yerine ucu açık ifadeler kullanır. Bu nedenle olayın geldiği Rabbinden istedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ cevaben kuş noktadan sonraki akışı üzerine yoğun tartışmalar gündeme meselini, yüz yıl uyuduktan sonra uyandırılan adamın gelir. İsa (as)’ın akıbeti (öldü mü, ref mi oldu), Ashab-ı meselini verdi.14 Ahmed’in gelişi de maide meseli üzerinden Kehf’in akıbeti gibi konularda net bir sonuç üzerinde ittifak bir metaforla anlatılmıştır. edilemez. Maide konusu da böyledir. Sofra indi mi, indi ise Gerek Kur’an (başak misali),15 gerek Tevrat (men ve selva)16 ne zaman indi, inmedi ise neden inmedi… gerekse İncil (tuz)17 yiyecek/gıda sembolizmi/metaforu üzeHavariler ve İsa (as) tarafından istenen, Allah tarafından rinden bazı önemli konuları anlatmıştır. Maide suresinde indirilmesi kabul edilen Maide mucizesinin Maide suresinde söz konusu edilen sofra isteği de böyle bir olayın sofra konu edilmesi de dikkate değerdir. Özelde Maide suresi, metaforu üzerinden dillendirilmesidir. Ayette geçen ve İsa genelde Kur’an’ı Kerim gerçek anlamda göksel bir maidedir (as) tarafından dile getirilen “Bize gökten öyle bir sofra indir ve bu surenin inmesi o vadedilen göksel sofranın bu vesile ki ilk gelenimizden son gelenimize kadar bizler için bir şölen ile indirildiğinin açık delilidir. Maide suresinin “akitlerinizi (bayram) ve senden bir işaret olsun.” şeklindeki talep yine yerine getirin”8 emri ile başlamış olması, Allah’ın “vadinden Hz. Muhammed’in (as) ilk insan ve ilk Peygamber’den (Hz. dönmeyen”9 olması bakımından da önemlidir. Akitleşmenin Âdem) itibaren hep müjdelenen olmasına bir göndermedir ve bir gereği olarak insana sorumluluk yükleyen taleplerin kıyamete kadar gelenler için de bir işarettir. Müjdeleyenlerin ilkinin de yemek ile ilgili olması (Âdem ve eşine şu ağaca müjdesi gerçekleşmiş, bekleyenlerin beklentisi tahakkuk yaklaşmayın)10 ve son peygambere gelen son ayetin yine etmiş, gelecekler için de sofra hazır beklemektedir. Herkes yenmesi helal ve haram olan yiyeceklerin anlatıldığı bir bayram etmektedir. Kur’an bu anlamda kıyamete kadar pasaj içine yerleştirilmiş olması,11 üzerinde düşünülmesi devam edecek olan bir bayram ziyafeti sofrasıdır. gereken bir ayrıntı olarak orada duruyor (Kur’an’da ayrıntı Maide suresi 3. ayette geçen “Bugün sizin için dininizi olmaz, her bir ayrıntı kabilinden görülen şey aslında temel tamamladım…” ayeti, peygamberler sofrasına gelen son esastır da). lezzettir. Bu ayet müfessirlerin çoğu tarafından son gelen Bu durumda söz konusu Maide talebini nasıl yorum- ayet olarak kabul edilmiştir. Bir bayram günü nazil olan layabiliriz? Bu soruyu Hz. İsa (as)’ın temel görevinin ne bu ayet bayramın da ta kendisi olmuştur. Bursevi, Ruhu’l olduğu noktasından hareketle cevaplandırabiliriz. Kur’an’da Beyan’ında şu rivayetleri aktarır: “Hazreti Ömer’den rivayet geçtiği üzere İsa (as)’ın temel görevi Tevrat’ı tasdik, tadil edildiğine göre, Yahudilerden bir adam bir gün, kendisine ve tebliğ ile Hz. Muhammed’i (Ahmed’i) tebşirdir. Tüm demiş ki: ‘Ey mü’minlerin emiri! Sizin kitabınızda okuduğunuz önceki peygamberler gibi İsa (as) da Muhammed (as)’ı tebşir bir âyet vardır ki, eğer bize inmiş olsaydı; biz o günü bayram etmiştir.12 İsa (as) havarilerine Ahmed’i o kadar anlatmıştır edinirdik.’ Hazreti Ömer: ‘Hangi âyettir’ diye sorduğunda, ki havariler o anlatılanları dünya gözü ile görmek ya da Yahudi: ‘Bugün, dininizi kemâle erdirdim... diye başlayan âyettir’ Ahmed’in İsa (as)’ın müjdelediği geleceği nasıl tahakkuk cevabını vermiş, bunun üzerine Hazreti Ömer: ‘Biz o günü ve ettireceğini anlamak istemişlerdir. İsa (as) da bu hususu âyetin peygambere indiği o yeri çok iyi biliyoruz. Bu âyet cuma ancak Allah takdir ederse anlatabileceğini söylemiş ve günü Peygamberimiz Arafat’ta iken inmişti’ karşılığını vermiş. Allah’tan kendilerine bir vizyon çizmesini istemiştir. Tıpkı İbn Abbas (ra) der ki: ‘Bu ayetin nazil olduğu gün, beş Hz. İbrahim meselinde olduğu gibi. İbrahim (as) Allah’tan bayram bir araya gelmiştir. Bunlar Cuma, Arefe, Yahudilerin, bir takım istekte bulunmuştu. Allah Teâlâ da bu istekleri Hristiyanların ve Mecusilerin bayramı idi. Ne bundan önce ne yerine getireceğine dair Hz. İbrahim (as)’a söz vermişti.13 de sonra farklı din mensuplarının bayramları böylesi bir günde toplanmamıştır.’”18 Yine “Onu size mutlaka indireceğim; fakat bundan sonra Taberî’ye göre, neler içerdiğini belirleme cihetine gitmeksizin üzerinde içinizden kim inkâr ederse, varlıklar âleminde hiç kimseye yiyecekler bulunan bir sofra indiğini kabul etmekle yetinilmelidir; zaten etmediğim azabı ona edeceğim.” şeklinde geçen ayet, sofrabunları bilmenin bir yararı olmadığı gibi, bilmemenin de bir zararı yoktur. Konu ile ilgili daha geniş ve ayrıntılı bir değerlendirme için Kurtubî tefsirinde nın ineceğinin kesin kanıtıdır. Bu sofra Hz. Muhammed’in ilgili ayetin tefsirine bakılabilir. kurduğu sofradır. Ve bu ayet; Hz. Muhammed ve onun 8 9 10 11 Maide 1. Âl-i İmrân 9. Bakara 35. Maide 3: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim.” 12 Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, Beşâirü’n-nübüvve mad. 13 Bakara 124-129, Maide 97, Hac 27. 14 15 16 17 18 Bakara, 259-260. Fetih 29. Tevrat, Mısır’dan çıkış16/12-14; Kur’an, Bakara 57. Matta 5:13-16. İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l Beyan, Maide suresi tefsiri. Takvim 610’u gösterdiğinde Mesih’in müjdelediği Ahmet (as) gelmiş, havarilerin Mesih’ten istedikleri, Mesih’in Allah’a arz ettiği ve Allah’ın da “mutlaka indireceğim” diyerek söz verdiği ziyafet sofrası da Hz. Muhammed’in evinde kurulmuştu bile. Bu sofranın sayılamayacak kadar çeşit yiyeceği, içmekle tüketilmeyecek denli kevseri mevcuttu. KUDÜS’TE İSTENEN (MÜJDELENEN) SOFRA, MEKKE’DE KURULUYOR Fil vakası gerçekleşmiş, kuşlar Mekke semalarını selamlamıştı. Takvim 610’u gösterdiğinde Mesih’in müjdelediği Ahmet (as) gelmiş, havarilerin Mesih’ten istedikleri, Mesih’in Allah’a arz ettiği ve Allah’ın da “mutlaka indireceğim” diyeKUR’AN BİR ZİYAFETTİR. rek söz verdiği ziyafet sofrası da Hz. Muhammed’in evinde Abdullah ibni Mesud (ra) Hz. Peygamber’in (sav) şöyle kurulmuştu bile. Bu sofranın sayılamayacak kadar çeşit buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bu Kur’an Allah’ın ziyafet yiyeceği, içmekle tüketilmeyecek denli kevseri mevcuttu. sofrasıdır. Yiyebildiğiniz kadar onun nimetlerinden yiyiniz. Resûlullah Efendimiz, Müddessir suresinin nâzil olmasıyla, Şüphesiz ki bu Kur’an, Allah’ın ipidir, apaçık nurdur ve faydalı insanları İslâm dinine dâvete başlamıştı. Bunun üzerine şifadır. Kur’an kendisine sarılanın koruyucusu, kendisine uyanların Muhammed aleyhisselâm, akrabasını dine dâvet etmek için kurtarıcısıdır. Kur’an’a uyan doğru yoldan sapmaz ki kınansın. Hazreti Ali’yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Eğrilmez ki doğrultulsun. Kur’an’ın bambaşka üstünlüğü kay- Önlerine bir kişiye yetecek kadar, bir tabak yemek ve bir tas bolmaz, çok okumakla eskimez. Onu okuyunuz. Çünkü Allah süt koydu, önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabaonun okunmasının her harfine on ecir verir. Dikkat edin elif, sına “Buyurun” dedi. Yemekten sonra Peygamber Efendimiz, lam, mim bir harftir demiyorum. Fakat elif tek başına bir harftir, akrabalarını İslâm’a dâvet etmek için söze Fatiha suresi ile mim bir harf ve lam da bir harftir.” (Terğib ve Terhib.3/276) başladı. Ebû Leheb hâriç, oradaki akrabaları ve amcaları Hz. İbrahim (as)’ın iki oğlunun (İshak ve İsmail (as)) yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb; “Ey Abdülmuttalib soyundan gelen iki oğul (İsa ve Muhammed (as)), atalarının oğulları! Başkaları onun elini tutup mâni olmadan önce siz geleneği olan Maide kurma geleneğini sürdürmektedirler. mâni olun. Eğer bugün onun dediklerini kabul ederseniz, zillete, Bu bağlamda İsa (as) İkindi Vakti’nin Sofra müjdecisi, hakârete uğrarsınız. Onu korumaya kalkarsanız hepiniz Muhammed (as) ise sofra kurucusu olarak ahir zamanda, öldürülürsünüz…” diye tehditler savurdu. Bu sofradan ikindi vaktinde göksel sofrayı kurar ve insanlığı bu bitimsiz Ebu Leheb eli kurumuş olarak (tüm hayalleri, beklentileri, ziyafete davet ederler. imkânları tükenmiş olarak) kalkarken, Peygamber’in eline ve evine Kevser’den maideler ikram edilmişti. O gün bugündür bu mükellef sofradan beslenenler, bitimsiz ve betimsiz bir kaynaktan beslenmiş olmanın hazzını yaşamakta ve bayram etmektedirler. ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Son Akşam Yemeği mi? Ahir Zaman Sofrası mı? getirdiği Kur’an eğer bundan sonra kabul edilmeyecek olursa (özellikle kendisini İsa (as)’a atfedenler tarafından), bu kadar açık ve net mesajdan sonra inkâr etmelerinin müsamaha ile karşılanmayacağı ve en sert biçimde cezalandırılmayı hak edecekleri konusunda uyarı mahiyetinde gelen bir ayettir. 59 Sevim Demir Akgün Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü 60 SEVİM DEMİR AKGÜN Hz . peygamber dönemi yemek kültürü; arabistan coğrafyasının imkân verdiği ölçüde oluşmuş, Câhiliye dönemi yemek kültüründen İslâm dininin yasakladığı yiyecek ve içeceklerin çıkarılması ile ayrılmış, ticaret yoluyla gelen yiyecekler ile zenginleşmiş bir yemek kültürüdür. Hz. Peygamber döneminde ekmek olarak genellikle arpa ve buğday ekmeği tüketilmekteydi. Yufka ekmeği sofralarda bolca bulunan bir yiyecek türü değildi. Ebû Hüreyre (ö. 58/678) ve Enes b. Mâlik’in (ö. 93/711-12) ifadelerine göre Hz. Peygamber, vefat edinceye kadar halis buğday unundan yapılmış ince yufka ekmek yememiştir. Hz. Peygamber ve arkadaşları çoğu kere elenmemiş arpa ekmeğine yağ, sirke, ciğer, hurma gibi yiyecekleri katık yapıp yemişlerdir. Hz. Peygamber, yerin ve göğün emrine verildiğini ifade ederek ekmeğe değer verilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır. Ayrıca insanların birbirlerine ekmeği ikram etmelerini ve kendisine bu çorba ikram edilmiştir. Sahabeden Es‘ad b. Zürâre (ö. 1/623) bazı gecelerde Hz. Peygamber’e herîse hazırlardı ve rivayetlerden Hz. Peygamber’in bu çorbayı sevdiği anlaşılır. Hz. Peygamber dönemi yemek kültüründe et ve et yemekleri önemli bir yere sahiptir. Zira Araplar büyük ölçüde hayvânî gıdalarla besleniyorlardı. Et en çok sevilen yemeklerin başındaydı. Hz. Peygamber davet edildiği et yemeğine icabet etmiş, kendisine sunulan eti de daima kabul etmiş, eti, hem dünya hem cennet ehlinin yemeklerinin efendisi olarak zikretmiştir. Bu dönemde özellikle deve, koyun, sığır ve keçi eti yenilmekteydi. Bu hayvanların etlerinden başka tavşan, tavuk, toy kuşu, balık gibi hayvanların etlerinden de faydalanılıyordu. Çekirge, keler, yaban eşeği, at eti de bazı durumlarda yeniliyordu. Et yemekleri olarak da şiva, hanîz, tirit, irt, tafeyşel, kadîd adlarını taşıyan yemekler yapılıp yenilmekteydi. Deve eti özellikle zengin kişilerce verilen ziyafetlerde ikram ediliyordu. Bundan başka, savaşçıları doyurmak amacıyla da deve kesiliyor ve eti yeniliyordu. Deve eti genellikle kızartılarak ya da kaynatılarak yeniliyordu. Bu dönemde günlük hayatta aile veya misafir için koyunun da kesilip etinden faydalanıldığı bilinmektedir. Koyun eti kebap yapılarak ya da kaynatılarak yenilirdi. Enes b. Mâlik (ö. 93/711-12) Hz. Peygamber’in Hz. Zeyneb (ö. 20/641) ile yapılan nikâhında düğün yemeği için bir koyun kestiğini, herkesin doyana kadar et yediğini anlatmıştır. Hz. Peygamber ve arkadaşlarını yemeğe davet eden bir kadın sahâbî Medine yakınlarındaki otlaklardan biri olan Bakî’den bir koyun almış ve pişirmiştir. Koyun ya da diğer hayvanların ciğer, dalak, beyin gibi etleri de Araplar tarafından yeniliyordu. Hz. Peygamber helal kılınan iki kanın karaciğer ve dalak olduğunu söylemiştir. Abdurrahman b. Ebû Bekir (ö. 53/673) bir sefer esnasında da Peygamber’le beraber ekmekle birlikte, kesilen bir koyunun ciğerini pişirip yediklerini anlatmıştır. Hz. Peygamber’e getirilen ikramlardan biri DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü sofradaki ekmek kırıntılarını yemelerini de tavsiye etmiştir. Bu dönemde çorba genelde toprak kaplarda pişirilirdi. Bu dönemde deşîşe, hazîre, pazılı arpa çorbası ve herîse isimli çorbalar pişirilip sevilerek yenilmekteydi. Deşîşe öğütülmüş hububatın et veya hurma katılıp pişirilmesiyle yapılırdı. Hadislerde bir kısım sahâbînin Hz. Peygamber’e deşîşe pişirdiği, bazen de onun ashâbı deşîşe yemeye davet ettiği belirtilir. Hazîre (‫َزیرة‬ َ ‫ )الخ‬su ile kepeksiz undan pişirilen bir çorbadır. Hazire çorbası yağlı çorba ve etli un çorbası olarak da anlaşılmıştır. Bu da bu çorbaya bazen farklı malzemeler konulduğunu göstermektedir. Sahabeden Itbân b. Mâlik (ö. 50/670), Hz. Peygamber’i ve Hz. Ebû Bekir’i (ö. 13/634) evine davet etmiş ve hazîre çorbası ikram etmiştir. Diğer bir çorba çeşidi de “pazılı arpa çorbası”dır. Hz. Ali’nin (ö. 40/661) hastalanması üzerine pazı ile birlikte arpa çorbası pişirildiği rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber dönemi çorba çeşitlerinden bir diğeri de etli un çorbası “herîse”dir. Hz. Peygamber hacamat yaptırdığında 61 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü 62 de tabak içinde bulunan beyin olarak rivayet edilmektedir. Paça da yenilen et yemeklerindendi. Hz. Peygamber paça hediye edildiği zaman kabul etmiş, paça yemeye davet edildiğinde icabet etmiştir. Hz. Peygamber döneminde tavşan eti de yenen etler arasındadır. Enes b. Mâlik (ö. 93/711-12) Mekke’ye yakın bir yerde tavşan yakaladığını ve üvey babası Ebû Talha’ya (ö. 34/654-55) getirdiğini, onun da tavşanı kesip iki budu ve arkasını Rasûlüllah’a gönderdiğini Peygamber’in de bunu kabul ettiğini bildirmiştir. Bir diğer et çeşidi de tavuk etidir. Hz. Peygamber ve sahabenin tavuk eti yediği rivayetlerde yer almıştır. Kuş etinin yendiğine dair rivayetler de mevcuttur. Hz. Peygamber’in hizmetçisi Sefîne (ö. 80/699 [?]) Peygamber’le birlikte toy kuşu eti yediklerini ifade etmiştir. Hz. Enes de annesinin kendisini kızarmış kuş eti ve buğday ekmeğiyle Peygamber’e gönderdiğini ve orada bulunanlarla birlikte bu etin yendiğini anlatmıştır. Ayrıca bu kızartılmış kuş etinin keklik/ bıldırcın eti olduğu ve Hz. Ali’nin de bu ziyafette yer aldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Bu dönemde keçi eti de yenilen et yemekleri arasındaydı. Hâzım, Hz. Peygamber’e dağ keçisinin etini hediye ettiğini ve Peygamber’in kabul buyurup bu etten yediğini anlatmıştır. Câbir b. Abdullah da (ö. 78/697) Hendek Savaşı’nda (5/627) savaşa katılanların açlık çektiğini görünce eşine yemek hazırlamasını söylemiş, o da ekmekle birlikte keçi yavrusu eti pişirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Denizden taze et yiyesiniz diye denizi hizmetinize veren O’dur” ayetinde balıktan bahsedilmektedir. Hz. Peygamber döneminde, Câbir’in (ö. 78/697) anlattığı rivayette, Ceyşü’l-Habat gazvesinde (8/629) açlık çekildiği, deniz kenarında “anber” adı verilen büyük bir balık görüldüğü, balığın büyüklüğünün, kaburga kemiklerinden biri havaya doğru dikildiğinde altından bir süvarinin geçeceği kadar büyük olduğu, bu balıktan iki hafta boyunca yenildiği anlatılmıştır. Her defasında bir öküz gövdesi kadar et koparılacak kadar büyük olan bu balığın (balinanın) eti tuzlanıp kurutularak uzun süre bozulmadan saklanmıştır. Hatta Medine’ye dönüldüğünde Hz. Peygamber’e de ikram edilmiştir. Zor zamanlarda mecburiyetten veya başka kültürlerin alışkanlıkla- rından kaynaklanan nedenlerle bazı etler tüketilmiştir. Çekirge bunlardan biridir. Peygamber helal kılınan iki ölü hayvandan biri olarak çekirgeyi zikretmiştir. Sahabeden Abdullah b. Ebî Evfâ, (ö. 86/705) Peygamber ile birlikte altı-yedi savaşa katıldığını ve çekirge yediklerini anlatmıştır. O dönemde yenilen hayvan etlerinden biri de kelerdir. Hz. Peygamber’e İbn Abbas’ın teyzesi yoğurt, tereyağı ve birkaç keler hediye etmiş, Peygamber sofrasında bunlar yenilmiş, ancak Hz. Peygamber keler yememiştir. Hz. Peygamber döneminde genellikle dağlık arazide oturanlar av eti yerlerdi. Av hayvanları arasında yaban eşeği, yaban sığırı, ceylan, tavşan, aktavşan, sırtlan vardı. Ancak Hz. Peygamber yırtıcı hayvanların ve pençeli kuşların yenmesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber evcil eşek etini yasaklarken yaban eşeği avlayan kimselere bunu yiyebileceklerini söylemiş kendisi de kol kemiğindeki eti kemirerek yemiştir. Esma bint Ebî Bekir de (ö. 73/692) Peygamber zamanında atı gerdanından kesip etini yediklerini anlatmıştır. Hayber günü de at eti yendiği rivayetler arasındadır. Hz. Peygamber dönemi et yemekleri içinde en önemli yeri tirit (serid) yemeği almaktadır. Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin (ö. 58/678) faziletini anlatırken diğer kadınlardan onun üstünlüğünün, tiridin diğer yemeklerden üstünlüğü gibi olduğunu belirtmiştir. Tirit; ekmeği küçük parçalar hâlinde doğrayıp et suyunda ıslatmaya ya da içine ekmek doğranmış et suyuna denmektedir. Hz. Peygamber’e gittiği bir yemekte tiridi ve parça eti bol olan bir yemek getirildiğinin anlatılmasından, tiritten et suyu içindeki ekmeklerin kastedildiği ve bunun yanında tirit yemeğine et suyundan hariç parça etler de konduğu anlaşılmaktadır. Ensar’dan olan Sa’d b. Ubâde’nin (ö. 14/635 [?]) Hz. Peygamber ailesine gön- olarak da yapılıyordu. Etsiz yapılırsa buna “asîde” deniliyordu. Hz. Peygamber döneminde et kurutularak saklanır ve yenilirdi. Bu et bazen çorbalara bazen de yemeklere konulurdu. Et, uzunluğuna yarılır ve güneşte kurutulursa “kadid”, enine yarılır da kurutulursa “safif” denilirdi. Kendisiyle görüşmeye gelip korkudan titreyen adama Hz. Peygamber kendisinin kral olmadığını, tuzlanıp güneşte kurutulmuş et yiyen kadının oğlu olduğunu söylemiştir. Parça parça kesip güneşte kurutmak anlamına gelen teşrik kelimesinin hacdaki teşrik günlerinde kurban etinin güneşte kurutulduğu zaman dilimini ifade etmesinden dolayı isim olarak verildiği rivayet edilmektedir. Özellikle kurban edilen hayvanların eti tuzlanarak saklanmaktadır. Rivayetlerde zikredildiğine göre özellikle yolculuklarda kurutulmuş et azık olarak taşınıyordu. Resûlullah döneminde kabak, pazı, mantar, soğan, sarımsak, pırasa, şalgam gibi sebzeler tüketiliyordu. Enes b. Mâlik (ö. 93/711-12) Hz. Peygamber’in bir terzi tarafından davet edildiği yemekte Peygamber’e içinde kabak ve et bulunan yemek takdim edildiğini, Hz. Peygamber’in tabağın etrafında kabakları araştırdığını, bunun üzerine Peygamber’in önüne kabakları yaklaştırdığını anlatmıştır. Bu dönemde yapılan sebze yemeklerinden biri de pazıdır (‫)سلق‬. Sehl b. Sa’d’ın cuma günü çok sevindiklerini, çünkü ihtiyar bir hanımın pazı bitkisinden toplayıp tencerede arpa taneleriyle pişirdiğini, cuma namazından sonra onlara ikram ettiğini ve bu yemeğin içinde iç yağı ya da et yağı olmamasına rağmen severek yediklerini anlatan ifadelerine rastlanılmaktadır. Bu dönemde yemek olarak ya da tek olarak yenilen sebzelerden bazıları da soğan (‫صل‬ َ َ‫)ب‬, sarımsak (‫ )الثُّوم‬ve pırasadır. Bu sebzelerin kavrularak pişirilmesinden başka közlenerek de pişirildiği bilgisine ulaşılmaktadır. Arabistan coğrafyasında yer alan bu sebzeleri kokusundan dolayı çiğ olarak yiyip mescide gelme konusunda Hz. Peygamber’in uyarıları bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in en son yediği yemeğin soğanlı olduğu ve soğanın tencerede kızartılmış, yani pişirilmiş olduğunu anlatan hadisler bulunmaktadır. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü derdiği yiyecekler arasında tiridin sirke, zeytinyağı veya hayvani yağ kullanılan çeşidinden de bahsedilmektedir. Yine Abdullah b. Büsr el-Mâzinî annesinin misafir olarak davet ettiği Rasûlüllah’a tereyağlı tirit yaptığını söylemiştir. Hz. Peygamber sahur yemeğinden başka tirit yemeğinin bereketi için de dua etmiştir. Bu dönem yemek pişirme şekillerinden biri de “şiva”dır. Koyun, deve gibi hayvanların etleri genellikle kebap edilerek (şiva) yeniliyordu. Bir rivayette sahabe Peygamber’le birlikte Dımeşkî’nin mangal eti olarak anlattığı kebap edilmiş bir parça eti yediklerini belirtirken Enes b. Mâlik’ten (ö. 93/711-12) gelen rivayetlerde Peygamber’in kuzu kebabı yemediği, önünden kebap artığı kaldırılmadığı anlatılır. Buna göre bu dönemin en meşhur yemeklerinden olan kebap etinin Hz. Peygamber tarafından çok az yendiğini ya da deve etinin kebap edilmişini yemesine rağmen kuzu kebabı yemediği anlaşılmaktadır. Bir diğer kebap çeşidi olarak “Hanîz” görülmektedir. Haniz de kızartılmış anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in misafirlerine kızartılmış buzağı ikram ettiği anlatılmaktadır. Hanîz kebabı; etin parçalanıp taşların karşılıklı dikilmesi, ateşin yakılıp taşların etrafının çamurla sıvanması ve duman bittiği zaman etin konulup bir müddet bırakılmasıyla hazırlanmaktadır. Kaynatılarak yapılan et yemeğine de “veşîka” denilmekteydi. “İrt” adı verilen, belli bir süre sirkede bekletilerek pişirilen ve yolculuk için götürülen et yemeği de rivayetlerde yer almaktadır. Medine’ye hicret yolculuğunda Hz. Peygamber’e kılavuzluk yapan Sa’d el-Eslemî irt yemeği yediklerini anlatmaktadır. Bu dönem et yemeklerinden olan tafeyşel, et ve bulgur ile yapılırdı. Hz. Peygamber’in sevdiği bir yemek olduğu rivayetlerde yer alır. Çorbalar kısmında zikrettiğimiz hazîre daha katı şekilde et bulamacı 63 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü 64 Hz. Peygamber dönemi sebze yemek- hüzünlerinin giderilmesi için de yapıldığı lerinden biri de mantardır (‫)الك َْمأَة‬. Hz. anlaşılmaktadır. Bu dönem yemeklePeygamber, yer mantarını külfetsiz rinden olan harîka, unun suyun ya da nimetler çeşidinden olan kudret helva- sütün içerisinde inceltilip karıştırılması sına benzetmiş ve suyunun da faydalı ile yapılır, bu yemek bulamaçtan daha olduğunu söylemiştir. Bu dönemde koyu kıvamdadır. Zikrettiğimiz dönemde salatalık ve acur da yenilen sebzeler- açlık günlerinde insanlar çocuklarını dendir. Hz. Peygamber’in taze hurma bu yemekle doyururdu. Sehîne yemeği ise undan yapılır, ile “kıssa” (‫ )قِثّاء‬olarak geçen salatalığı yediği rivayetler arasındadır. Hz. Pey- asîdeden ince hasâdan katıdır. Senenin gamber döneminde pişirilen sebze zor zamanlarında yenilirdi. Özellikle yemeklerinden biri de şalgam yapra- Kureyş’te bu yemek meşhurdur. Fakir ğından yapılan yemektir. Hz. Ali’nin yemeği olarak düşünüldüğünden olsa hastalanması üzerine Peygamber onun gerek Hassan b. Sâbit sehîne yiyen bazı hurma yemesine izin vermemiş, onun kişilerden bahsederek onları ayıplamıştır. için yemek yaptırmıştır. Ümmü’l-Münzir Bu dönemde sıklıkla yenilen yemekşalgam yaprağı ile arpadan bir yemek lerden biri de haystır. Hays, hurma, pişirmiş ve Hz. Ali bu yemeği yemiştir. ekıt (lor) ve de tereyağının karıştırılBir defasında Eyle halkı Hz. Peygamber’e masından oluşturulan yemektir. Hz. yer elması hediye etmiş, Peygamber de Peygamber’in Safiyye (ö. 50/670 [?]) bu sebzeyi beğenmiştir. ile evlenmesinden bahseden rivayette Hz. Peygamber döneminde et bulun- bu malzemelerin deri sofralar üzerinde madığı durumda unla yapılan bulamaçlar karıştırılıp düğün yemeği olarak ikram çokça tüketilmiştir. Hays, sevîk, asîde, edildiği anlatılmıştır. Hays yemeği Hz. beş’i, harîka, sehîne, besîse, atriyye, Peygamber’in Safiyye’den başka Zeyneb lemze, akke, sahîra, azîra, rağîde, rehiye, bint Cahş (ö. 20/641), Meymûne bint velîka, hazîfe gibi çok sayıda bulamaç Hâris (ö. 51/671) ile de evliliği sırasında çeşidi bulunmaktadır. Kavrulmuş un verdiği düğün yemeğidir. anlamına gelen “sevik” de yenilirdi. Hamidullah, Hz. Peygamber’in Kavrulmuş un suyla karıştırılır ve bir askerî sefer esnasında deve kuşu bulamaç yapılırdı. Hayber’e doğru yumurtası yediğini söylemektedir. Peygamber ile sefere çıkan Süveyd b. Tebük Savaşı’nda Peygamber’e peynir Nu’man, Peygamber’in yiyecek istemesi getirildiği ve Peygamber’in nerede üzerine, sadece sevîk bulunduğunu üretildiğini sorması üzerine kendisine ve suyla bulamaç yapıp yediklerini bunun Acem ülkesine ait bir yiyecek anlatmıştır. Hasâ denilen muhallebiye olduğunun söylendiği ve Peygamber’in benzeyen bulamaç, özellikle hasta de bıçakla kesip yemelerini buyurduğu olanlara yapılan bir yemek türüydü. rivayet edilir. Bu dönemdeki yiyecekHasâ un, yağ ve su karışımından yapılan lerden biri de tereyağıdır. Tereyağı bir yemekti. Hasâ yemeğine telbine de hem yalnız başına katık olarak, hem de denilmiştir. Mekke halkı ise telbineyi yiyecek çeşitlerinin tatlandırılmasında harire olarak adlandırmıştır. Hz. Pey- kullanılıyordu. gamber hasta kişilere hasâ (telbine) Hz. Âişe (ö. 58/678) Hz. Peygamber’in yemeğine hoşlanılmamasına rağmen tatlıyı çok sevdiğini belirtmiştir. Burada yararı çok olduğu için devam etmeyi, geçen tatlının helva olduğu anlaşılmaktelbine çömleğinin hasta iyileşene ya tadır. Peygamber’in sevdiği helva çeşidi da vefat edinceye kadar devamlı ateş “meci’” isimli olup bu helvanın kuru üzerinde olmasını tavsiye etmiştir. hurmanın süt içinde yoğrulmasıyla Telbine yemeğinin sadece hasta için yapıldığı kaynaklarda açıklanmaktadır. değil vefat eden insanın yakınlarının Kur’ân-ı Kerîm’de de zikri geçen balı, Peygamber’in çok sevdiği, kendisine bal hediye edildiği zaman onu ashâbı arasında kaşık kaşık bölüştürdüğü nakledilmektedir. Yine Sakîf kabilesi heyeti Medine’ye gelirken Peygamber’e hediyeler getirmiştir. Bunlar arasında Hz. Peygamber’in kokusunu ve tadını beğendiği Tâif balı da bulunmaktadır. Bal bazen içecek olarak kullanılırdı. Baldan yapılan içeceğe (‫ )ال ِبتْع‬denilirdi. Bu içecek çok keskin olurdu. Hz. Peygamber de en faziletli içecek olarak bal şerbetini söylemiş, baldan da “helvaül barid” (soğuk içecek) olarak söz etmiştir. Bazen de baldan yemek yapılırdı ve buna ye’kîd (‫ )اليَ ْعقِيد‬adı verilirdi. Bu dönemde genellikle hurmadan yapılan tatlılar yeniliyordu. Mec’i, nehale, esıyye, gafiha gibi tatlılar hurmadan yapılan tatlı çeşitlerindendir. Hurma, yağ ve undan yapılan ve felluzeç olarak anlatılan tatlının Osman b. Affân (ö. 35/656) tarafından yapıldığı Hz. Peygamber’e ikram edildiği ve Peygamber’in bu tatlıyı sorması üzerine Osman b. Affan’ın Acemlerin yaptığı ve “habis” olarak isimlendirdikleri tatlı dediği ve Peygamber’in de bundan yediği nakledilmiştir. Bundan dolayı İslâm’da ilk un helvası yapanın Osman b. Affân olduğu söylenir. Hz. Peygamber döneminde birçok meyve çeşidi biliniyordu. Hurma, kavun, karpuz, ayva, üzüm, yabani yemiş gibi meyveler yenilmekteydi. Nar, şeftali, dut, incir gibi meyvelerin de yenildiğine dair rivayetler vardır. Hamidullah Mekke’nin Tâif gibi bir yayla bölgesinin yanı başında kurulmasının, Medine’nin de bereketli ve sulak topraklara sahip olmasının birçok meyve çeşidinin yetişmesine özellikle de çok çeşidi bulunan hurmanın yetişmesine imkân verdiğini anlatır. Meyvenin ilk çıkanı getirildiğinde Peygamber’in dua ettiği ve sonra da o meyveyi çocukların en küçüğüne verdiği rivayetlerde anlatılmaktadır. Arapça hurma ile ilgili kelimeler bakımından en zengin dildir. Hurmanın acve, berni, dekal, tadut, Hz. Peygamber’in en sevdiği içecek tatlı ve soğuk olan içecekti. Çok sıcak olduğunu bildiğimiz Arabistan’da su, bazı kaplarda soğutularak içilirdi. Hz. Peygamber dönemindeki içeceklerden biri de süttür. Sağmal hayvanlardan alınan süt, günlük içecek olarak tüketilirdi. Bu dönemde deve, koyun, davar sütünün içildiğine dair rivayetlere rastlanmaktadır. Hz. Peygamber kendisine süt ikram edildiğinde sütün bereket olduğunu belirtir, sütü bereketli kılması için dua eder ve hem yiyeceğin hem içeceğin yerini ancak sütün tutacağını söylerdi. Yine Hz. Peygamber terk edilemeyecek üç şeyden biri olarak sütü zikretmiştir. Kur’an’da da zikri geçen sütü, Hz. Peygamber tavsiye etmiş ve onda şifa olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber şırayı gece hazırlanmışsa gündüz, gündüz hazırlanmışsa gece içerdi. Bir rivayette Hz. Peygamber’in hazırlanan şırayı en çok üçüncü güne kadar içtiği, bundan sonra kalanın ise döküldüğü nakledilmektedir. Kendisine getirilen cer şırasının kaynayıp kabardığını gören Hz. Peygamber, bunun içki olduğunu belirtmiş ve bahçeye dökülmesini emretmiştir. Hz. Peygamber en faziletli içecek olarak balı zikretmiştir. Hz. Peygamber’e Zeynep bint Cahş (ö. 20/641) bal şerbeti ikram etmiş, Peygamber de içmişti. Halil b. Ahmed sözlüğünde (‫)النَّقِيع‬ denilen, kuru üzümden elde edilen ve üzümün suyun içine pişirilmeksizin konduğu bir içecekten; ayrıca (‫)الفَقَد‬ denilen, balın içecek yapılıp kuru üzüm konularak hazırlanan içecekten ve de (‫ )السَّكركَة‬denilen, darıdan yapılan içecekten bahsetmektedir. Hz. Peygamber dönemi içeceklerinden biri de Mekke’ye has olan zemzem suyudur. Hz. Peygamber döneminde zikri geçen yiyecekler büyüklüğüne ve yapıldığı malzemeye göre değişen isimleriyle desia, cefne, kas’a, mektele, feyha, sükürrüce, mircel, bürme, tuluk, misab, bed’i gibi kaplar ile tüketilmek- teydi. Bu dönemde ağaçtan, deriden, camdan, taştan, topraktan yapılan ve büyüklüğüne göre ya da içine konulan içeceğe göre isimlendirilen maşraba, kırba, testi gibi su kapları kullanılıyordu. Taş değirmeni, havan, kalbur, sepet, sofra, tepsi, bıçak, el bezi gibi mutfak eşyaları mevcuttu. ▪ KAYNAKLAR ▪ Demir Akgün, Sevim, Hz. Peygamber Döneminde Yemek Kültürü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007. ▪ Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Müsnedü Ahmed b. Hanbel (nşr. Abdullah Muhammed el-Dervîş), I-XI, Beyrut 1991. ▪ Buhârî, Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), el-Câmiu’s-Sahîh, I-VIII, 2. Baskı, İstanbul 1992. ▪ Cevâd Ali, el-Mufassal fî Târîhi’l-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Bağdat 1993. ▪ Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş‘as es-Sicistânî (ö. 275/889), Sünenü Ebî Dâvûd, I-V, 2. Baskı, İstanbul 1992. ▪ Halîl b. Ahmed, Ebû Abdirrahmân el-Ferâhîdî (1994), Kitâbü’l-Ayn (thk. Mehdî el-Mahzûmîİbrâhim es-Samerrâî), I-III, 1. Baskı, Beyrut. ▪ İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (1343), Uyûnü’l-Ahbâr, I-IV, Kahire. ▪ İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd (ö. 273/887), es-Sünen, I-II, 2. Baskı, İstanbul 1992. ▪ İbn Sa’d, Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa’d b. Menî’ el-Kâtib (1???), et-Tabakâtü’l-Kübrâ (thk. İhsan Abbas), I-VIII, Beyrut. ▪ Müslim, Ebü’l-Hüseyin el-Haccâc el-Kuşeyrî (ö. 261/875), el-Câmiu’s-Sahîh (nşr. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-III, 2. Baskı, İstanbul 1992. ▪ Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb (ö. 303/915), Kitâbü’s-Süneni’l-Kübrâ, 2. Baskı, İstanbul 1992. ▪ Tirmizî, Ebû Îsâ (ö. 279/892), el-Câmiu’s-Sahîh, I-V, 2. Baskı, İstanbul 1992. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Hz. Peygamber Dönemi Yemek Kültürü safran, seyhaniye gibi birçok çeşidi vardır. Hurmanın bir çeşidi de berni hurmasıdır. Peygamber berni hurmasının hurmaların en iyisini olduğunu, derdi giderdiğini söylemiştir. Hz. Peygamber döneminde olan meyvelerden biri de ayvadır. Arapçada ayva için (‫سف َْر َجل‬ َّ ‫ )ال‬kelimesi kullanılmaktadır. Hz. Peygamber elinde ayva bulunuyorken içeri giren Talha’ya (ö.34/654-655) ayva yemesini tavsiye etmiş ve ayvanın gönlü rahatlatacağını söylemiştir. Hz. Peygamber’e Tâif’te yetişen üzüm hediye edilmişti. Peygamber de bir salkımı annesine göndermek üzere Nu’man b. Beşîr’e (ö. 64/684) vermiş, Nu’man’ın kendisinin yiyip annesine götürmemesini de vefasızlık kabul ederek ona kızmıştır. Hz. Peygamber döneminde Tâif’te yetiştirilen meyveler olarak kaynaklarda şeftali (‫ ) ُخوخَة‬ve nar (‫)الر َّمان‬ ُّ yer almaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de de zikri geçen narla ilgili olarak İbn Hibban, İbn Abbas’ın (ö. 71/690 [?]) Peygamber’e nar getirildiğini, Peygamber’in de yediğini anlattığını söylemiştir. Yine Sakîf kabilesi heyeti Medine’ye gelirken Peygamber’e hediyeler getirmiştir. Bunlar arasında nar da bulunmaktadır. Hz. Ali (ö. 40/661) narı içindeki zarla yemeği tavsiye etmiş ve mideye iyi geleceğini söylemiştir. Hatib, Bera b. Âzib’in (ö. 71/690 [?]) Peygamber’i bir kapta dut yerken gördüğünü söylemiştir. Ebû Zerr Peygamber’e bir tabak incir hediye edildiğini, peygamberin de ashâbına yemelerini söyleyip, Kuran’da da zikri geçen incirin, cennet meyvelerinden olduğunu söylediğini anlatmıştır. Ebû Saîd el-Hudrî (ö. 74/693-694) Peygamber’e Hint hükümdarının zencefil gönderdiğini, Peygamber’in orada bulunanlara yedirdiğini anlatmıştır. Sahabeden Dıhye’nin (ö. 50/670 [?]) Şam’dan Peygamber’e fıstık, badem gibi kuru meyveler getirdiğini anlattığı rivayet de bulunmaktadır. 65 Kemal Yüksel Nimet Nimet DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Nimet KEMAL YÜKSEL 66 “İki böyük nimetim var biri anam, biri yârim... ikisine de hörmetim var…” diyordu Neşet Ertaş. Usta’ya hörmetsizlik etmek istemem ama bu nimet tanımıyla ya fena hâlde yanılıyor ya da “evvelim sen oldun, ahirim sen” derken yaptığı gibi yine hedefi tam on ikiden vuruyordu. Kur’an terminolojisinde nimetin çoğul kullanımına pek rastlamayız, çoğunlukla tekil kullanılır ve o durumda da Yaratıcı’nın kuluyla diyalog kurması, ona ilahi vahye muhatap olmayı lütuf ve ihsan etmesi anlamı ağır basar. Sanki Kur’an kullara “Âlemlerin Rabbi sizinle konuştu, bunun dışında neye nimet diyebilirsiniz ki?” der gibidir. Nitekim Allah’la olan ahidlerini bozanlar için ahirette onları bekleyen cezalar sayılırken Âl-i İmran 77. ayette ilk zikredilen “… Allah onlarla konuşmayacak…”tır. F.: Yasin Çetin Allah’ın kitabı “bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet” duasını bize öğretirken kitabın başı olan Fatiha’da, kuşkusuz bizi at, yat, kat… verdiklerinin yoluna ilet demeye yönlendirmiyordu. Kitabın sonunda Duha suresinde “Rabbinin nimetini çokça anlat” derken de kastedilen “Rabbim bana ev verdi, araba verdi, arazi verdi…” diye mal beyanında bulunmamız değildi. Burada “Şüphesiz ki Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.” (Tirmizi, Edep 54; Ebu Davud, Libas 17) hadisine de açıklık getirmek lazım. İnsanlar bu sözü gerekçe göstererek ev, araba, kıyafet, yeme, içme gibi nimetleri gösterme eğilimindeler. Özellikle toplumun İslami duyarlılık sahibi kesimlerinde bu argümanla sınıf atlama eğilimi son zamanlarda giderek artmakta; pahalı markalar cahiliye dev- rinin putları gibi etkili olmakta, rağbet görmekte… Oysa nimetin anası, burada bırakmayacağımız, hesap gününde bize eşlik edecek olandır. Nimetin büyüğü, nimeti verenin nazarında değerli olandır. Bu durum bize mutluluk-saadet ikilemi metaforunu hatırlatmakta. Ana nimet olan Vahy’i ve Vahy’in sahibi ile kurulması gereken muhabbete dayalı kulluk ilişkisi ile kalbin mutmain olmasını önemsemeyenler, maddi nimetlerle DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Nimet Nimetin sahibi ile sıhhatli ilişki içinde olmak kulu nimetin sahibine yaklaştırıp nimetlerin bol olduğu anlamındaki Naîm cennetlerine ulaştırırken [“İşte o yaklaştırılanlar, nimet (Naîm) cennetlerindedirler.” (Vakıa, 11-12)] bu ilişkinin kopması durumunda kulu bekleyen akıbet yine nimet kökünden türeyen bir terim olan “en’âm”a (deve, sığır, koyun türü hayvanlar) dönüştürmekte, insanlık onurunu ve değerini kaybettirmektedir. 67 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Nimet 68 F.: Şaban Ok mutluluğu yakalamayı seçiyorlar ve bu durum saadet getirmiyor. Evet, Allah kuşkusuz nimetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister, Kuluna nimet vermesi suretiyle Allah ile kul arasında kurulan ilişki kalıcı bir ilişkidir, dünyada da ahirette de devam edecektir. O yüzden kuldan ulaştırıldığı nimeti unutmaması, sürekli hatırlaması, anması istenir. İmam Gazalî, ancak şartını tam olarak taşıması hâlinde şükrün anlam kazanacağını belirttikten sonra bu şartı şöyle ifade eder: “Senin mutluluğunun sebebi ne doğrudan doğruya nimet, ne de onun sana verilmesidir (İn’am); mutluluğunun asıl sebebi nimeti sana veren (Mün’im) Allah olmalıdır.” (İhyâ, IV, 83) Kulun nimetin sahibi ile ilişkisinin sıhhatli olmasının önemine binaen Kur’an terminolojisinde küfrün (nankörlüğün, nimetin sahibinin üstünü örtüp gizlemenin) karşıtı iman değil şükürdür. Kur’an’ın nimet mürâdifi olarak kullandığı önemli bir diğer kelime de Âlâ’dır. Özellikle Rahman suresi baştan sona “O hâlde Rabbinizin hangi nimetini (âlâ) yalanlayabilirsiniz?” ifadesiyle doludur. Âlâ tüm insanlığı kuşatan nimetlerdir; süreklidir, değişmez. Su, hava, deniz, ağaçlar, hayvanlar, Güneş, Ay vs… Bunlara hamd edilir. Nimet ise umumi olabildiği gibi kişiye, kavme, döneme, mekâna ait hususi boyutu da vardır; artar, eksilir, kesilebilir. Devamlılığı için şükretmek gerekir. “Amma insan (öyle gafil ki), her ne zaman Rabbi onu imtihan edip de ona ikram eyler, ona nimetler verirse o vakit ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Amma her ne zaman da imtihan edip rızkını daraltırsa o vakit de ‘Rabbim bana ihanet etti’ der. Hayır, hayır (refah ve nimeti mutlak ikram, rızık darlığını mutlak ihanet ve hakaret saymak doğru değil). Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz ve birbirinizi fakir ve yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz. Hâlbuki mirası öyle bir yiyiş yiyorsunuz ki dermecesine kulunun, kendisine emanet olarak veri- ve malı öyle bir seviş seviyorsunuz ki len nimetten kendi ihtiyacını ayırdıktan yığmacasına.” (Fecr, 15-20) Ayette bahsedilen ikram; elçisini, sonra artanını Allah’ın başka kullarının kitabını, meleklerini, rızkını, ecrini, üzerinde göstermesini daha çok sever. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Nimet sahabeyi Kerem sıfatıyla vasıflandı- Müslümanlarının arpa ekmeği ve hurma dünyalığın yanı sıra, nezdinde yakınlık ran Kerîm Rabbimizin ikramı… İsrâ sahibi olmayı vaad etmektedir. yediklerini ve hasır üzerinde yatıp uyu70. ayette “Andolsun ki Âdemoğlunu “Sihirbazlar Firavun’a geldiler, ‘Eğer duklarını ve o çağa İslami terminolojide tekrîm ettik” (onurlandırdık, şereüstün gelen biz olursak bize muhakkak fini, değerini yükselttik) vurgusuyla “asr-ı saadet” dendiğini hatırladığımızda bir ödül olmalıdır’ dediler. O da ‘Evet, ulaştırılan nimet, kulu beşer ve insan günümüz insanının yeryüzü nimetlerine ayrıca sizler mutlaka yakınlarımdan düzleminden çıkarıp Âdemoğlu kılan, olacaksınız’ dedi.” (Araf, 113-114) çok ötelere, yukarılara taşıyan bir ikram. gömülmüş hâlde depresyon tedavisi “Bir de Davud’a Süleyman’ı bahşettik, Ve bu ikrama mazhar olan kul görmesinin sebebinin kuşkusuz nimetin ne güzel kul(du). O cidden (her daim) için artık “ana” da, “yâr” da başka bir sahibi ile sıhhatli ilişki içinde olmamak bize yönelirdi/bir evvâb idi.” (Sad, 30) duyarlılığın ikliminde birleşecek ve Kul nimetin sahibine böyle yönelir olduğunu görürüz yeniden anlam kazanacaktır. de Rabbi ona icabet etmez mi? “… Allah’ın nimetini her kim kendine cennetlerindedirler.” (Vakıa, 11-12)] bu “Vaktiyle Nuh bize yakarmıştı; biz de ulaştıktan sonra değiştirirse, şüphe yok ilişkinin kopması durumunda kulu ne güzel karşılık vermiştik.” (Saffat, 75) ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Bakara, 211) bekleyen akıbet yine nimet kökünden “Öyle ya, her kim Allah’a ve peyAllah, hem vahiy hem de yeryüzü türeyen bir terim olan “en’âm”a (deve, gambere itaatkâr olursa, işte onlar hayatı için kula verilmiş tüm nimetlerin sığır, koyun türü hayvanlar) dönüştür- Allah’ın kendilerine nimetler verdiği fıtratını, orijinini, genetiğini bozmama mekte, insanlık onurunu ve değerini nebiler, sıddıklar, salihler ve şehitlerle konusunda kulları uyarıyor ve nimetin kaybettirmektedir. birliktedirler.” (Nisa, 69) fıtratını bozmanın doğuracağı olumsuz Bu sayılan sınıfların hepsi de nime“Gerçek şu ki cinnden ve insten çoğalsonuçların beşeriyete ödettiği/ödeteceği tılmış olanların birçoğu cehennemliktir. tin sahibi ile kurdukları yakın ilişki bedelleri bildiriyor. Ki onların kalpleri vardır onunla kavra- sayesinde nimet sahibi olmuşlardır. Zaten şeytanın da Allah’a meydan mazlar, gözleri vardır onunla görmezler, Fatiha suresinde Rabbimizin kendini okurken vaad ettiği “ürünü ve nesli kulakları vardır onunla işitmezler. İşte tanıttığı giriş ayetlerini müteakip kuluna ifsad etmek” değil miydi? bunlar hayvanlar (en’âm) gibidirler, söz hakkı verdiğinde, kulun ağzından “Hâkimiyeti ele aldığında ise ülkede hatta daha da bilinçsizdirler. İşte gafil çıkan ilk kelime, nimetin sahibiyle bozgunculuk çıkarıp ürünleri ve nesilleri olanlar bunlardır.” (Araf, 179) kurulması gereken ilişkinin fıtratını yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu Artık o, karnından besin artıklarıyla ortaya koyuyordu: “İyyâke na’büdü ve sevmez.” (Bakara, 205) kan arasından içenlere lezzet veren iyyâke nestein…” Ancak sana kulluk “Sonra o gün naîmden (nimetler) saf süt çıkaran sağmal hayvanların ederiz, ancak senden yardım dileriz… hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür, 8) da altında bir seviyeye düşmüştür. İyyâke… İyyâke… ayetinin üzerlerine indiği ilk dönem Artık düştüğü bu seviyede o, nimete Yalnızca Sen… yine de Sen… ille de Müslümanlarının arpa ekmeği ve ulaşmanın yolunun “Nimet abla milli Sen… ancak Sen… hurma yediklerini ve hasır üzerinde piyango gişesi”nin önündeki uzun kuyAncak “NİMET”in kadrini bilen, yatıp uyuduklarını ve o çağa İslami ruğa katılmaktan geçtiğini düşünmeye nimetlerin şükrünü eda edebilir. terminolojide “asr-ı saadet” dendiğini başlayacaktır. Neşet Usta’nın türküsünü bu duyarhatırladığımızda günümüz insanının lılıkla okuduğumuzda sanki şunu Lakin en’âm için ölüm bir son iken, yeryüzü nimetlerine gömülmüş hâlde nimete muhatap kılınan insan için demiş oluruz: depresyon tedavisi görmesinin sebebinin nankörlük mü yoksa şükür mü ettiği“Anam da (evvelim, varlık sebebim) kuşkusuz nimetin sahibi ile sıhhatli nin tespiti için hesaba çekilme dönemi Sensin, Yârim de… (ahirim, hedeilişki içinde olmamak olduğunu görürüz. başlamaktadır. fim, yönelimim)” Nimetin sahibi ile sıhhatli ilişki Kulun Sen’den gayrı nimeti mi olur?▪ Nimetin sahibi ile iyi bir ilişki içinde içinde olmak kulu nimetin sahibine olmak o kadar önemlidir ki, Firavun bile yaklaştırıp nimetlerin bol olduğu anla- Hz. Musa’ya karşı kullanmak istediği mındaki Naîm cennetlerine ulaştırırken sihirbazları motive etmek için onlara [“İşte o yaklaştırılanlar, nimet (Naîm) 69 Dursun Ali Tökel Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme 70 DURSUN ALİ TÖKEL M evlânâ’nın eserleri, tesirleri, bütün insanlığı derinden etkileyen düşünceleri hakkında, pek çok değişik alt başlığa ayrılabilecek konulardan bahsetmek mümkündür. Ölümünden sekiz yüz yıl sonra bile düşünceleri insanlığa hâlâ umutlar sunabiliyorsa, eserleri dünya dillerine çevrildikçe mesajından bir şeyler kaybetmiyor ve insanlığı aynı kavramlar altında toplayabiliyorsa, onunla tanışanların ve derinlemesine inceleyenlerin bakışı asla eskisi gibi kalmıyorsa Mevlânâ’dan bugün de yarın da alacağımız çok şeyler olacak demektir. Biraz klasik bir söz söylenecekse, Mevlânâ’nın bize bir ihtiyacı yok, ama bizim Mevlânâ ve benzeri insanlara hâlâ çok ihtiyacımız var ve bu ihtiyaç günümüz dünyasına bakıldığında gün geçtikçe daha da artıyor. Paranın, maddi değerlerin, zenginlik ve tüketim seviyesinin tek değer kabul edildiği dünyamızda sevgi, fedakârlık, beni değil ötekini düşünme gibi kavramların zaruretini anlatmak çok zor. Bugün ileri ülkeler veya geri kalmış ülkeler sınıflamasında da ilk değerlendirme millî gelir rakamlarına göre yapılmaktadır, gerisi işte bu rakamların peşinden gelen birtakım teferruattan ibarettir. Geliri ve gideri bu rakamların altında kalmış insanların ileri sıfatından alacakları şüphelidir ve belki de Mevlânâ genelde işte bu tür kavramaların tablolaştırdığı insan üzerinde durmaktadır. Buradan şu da anlaşılıyor ki bilgelerin insanı tarifi de, sıradan insanların insanı tarifi de tarih boyunca hemen hemen hiç değişmemiş. “Mevlânâ’ya sordular, ‘Efendim bu derecelere ne ile çıktınız?’ o da şöyle cevap verdi: Açlık, açlık, yine açlık...” Buradan Mevlânâ’nın yemeğe bakışı açıkça anlaşılmaktadır. Manevi derecelerin başlangıcı boğaza sahip çıkma adımını atmakla başlar. Peki, neden bu böyledir? görecektir. Mevlânâ nasıl bir ideal insan tanımlaması yapıyor ve bu ideal insanın yeme içmeye bakışı nasıl olmalıdır? EVİN ERZAK DURUMU Mevlânâ hakkında en geniş bilgiyi veren ve Mevlevîlik hakkında da temel kaynak olan Ahmet Eflâkî’nin Menâkibü’l-Ârifîn adlı eserde Mevlânâ’nın özel hayatı hakkında geniş malumat vardır. Orada Mevlânâ’ya şöyle bir soru sorulduğundan bahsediliyor: “Mevlânâ’ya sordular, ‘Efendim bu derecelere ne ile çıktınız?’ o da şöyle cevap verdi: Açlık, açlık, yine açlık...” Buradan Mevlânâ’nın yemeğe bakışı açıkça anlaşılmaktadır. Manevi derecelerin başlangıcı boğaza sahip çıkma adımını atmakla başlar. Peki, neden bu böyledir? Yemek yemede aşırıya gitme konusunda tıbben ve ilmen olduğu kadar dinen de pek çok uyarılar yapılmıştır. İslam dininin peygamberiyle ilgili rivayetlere bakıldığında onun bu konuya özel bir yer ayırdığı görülecektir. “Dolmuş midenin, kalbi sıkıştıracağı ve insanı tembelliğe sevk edeceği, bunun da insanı gaflete sürükleyeceği; hastalıkların temel kaynağının mide olduğu; Müslümanların sofraya acıkmadan oturmadıkları ve doymadan kalktıkları için hasta olmadıkları, doldurulan en kötü kabın mide olduğu vb. konular Hz. Peygamberin dikkat çektiği konulardır. En’am sûresinin doksan birinci ayetinin inişiyle ilgili şöyle bir rivayet vardır: Yahudi bilginlerinden Mâlik b. Sayf, Rasulullah’ın yanına gelerek kitaplar üzerinde dedikodu etmeye başladı. Resulullah “Tevrat”ı Mûsâ’ya indiren Allah hakkı DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme Mevlânâ’nın eserlerini inceleyenler onun yüzlerce değişik konudan bahsettiğini göreceklerdir. Mevlânâ konulu sempozyum, panel vb. etkinliklerde pek çok değişik başlık altında bildiriler sunulmaktadır. Böylesi bir sempozyum için davetiye aldığımda, Mevlânâ’nın nesi hakkında konuşacağım düşüncesi beni hayli sıkıntıya soktu. Mesnevi okuduğum zamanlarda beni derinden etkileyen konular hakkında düşünmeye başladım. Dönüp dolaşıyordum ama hep aklım Mevlânâ ve yemek yeme mevzuuna takılıyordu. Bu konunun beni hayli etkilediğini anladım ve bu konuda bir bildiri hazırlamaya koyuldum. Mevlânâ’nın eserleri ve ona dair yazılanların bir kısmına baktığımda bu konunun pek işlenmediğini gördüm. Hâlbuki Mevlânâ belki de en çok bu konu üzerinde duruyordu. Zira ona göre hangi konudan bahsederseniz bahsedin, konular insana dönecektir. Mevlânâ ve benzeri düşünürlerin ideal insan tipinde yemek yeme derin bir yer tutuyor. Aslında tasavvufi eğitimin hemen ilk basamağında da zaten nefis terbiyesi bahsi vardır ve bu bahsin de en çetin mevzuu yeme-içmeye ayrılmıştır. Bunu kısaca şöyle özetleyebiliriz: Boğazına sahip olamayan nefsine sahip olamamış demektir; nefsine sahip olamayan da insan-ı kâmil olma yolundaki ilk sınavını kaybetmiş demektir. Bütün diğer sınavlar yeme-içme kontrolünün ardından gelir. Sadece Mevlevîlikte değil bütün riyâzî hareketlerde en çetin mevzular nefsi kontrol bahsindedir ve bu bahsin en karmaşık ve zorlu sınavı da yemeiçme faslında verilir. Bundan dolayı Mesnevî’yi dikkatlice okuyanlar Mevlânâ’nın bu konulara geniş bir yer ayırdığını 71 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme 72 için bana haber ver: Kitabınızda ‘Allah şişman olan âlimlere buğzeder’ diye bir ibâre görmedin mi?” dedi. Şişman bir adam olan Mâlik’in buna canı sıkılarak “Allah hiçbir beşere hiçbir kitap indirmedi” dedi. Ve bütün kitapları inkâr etti. Bunun üzerine aşağıdaki âyet nâzil oldu: “(Yahudiler) Allah’ın kadrini hakkıyla takdir etmediler. Çünkü ‘Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi’ dediler. De ki: ‘Öyle ise Mûsâ’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup açıkladığınız, (yahut işinize gelmediği için de) çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi?...’”1 Buradan da anlaşılıyor ki Hz. Peygamber’in de yeme-içme hususunda çok özel dikkatleri vardır. Sahabenin de bu konuda ne kadar titiz davrandığı ve yeme-içme konusunda çok hassas davrandıkları bilinmektedir. Mevlânâ’nın “ayağının toprağı” olduğunu söylediği Peygamberinin izinden gideceğine şüphe yok. Yeme- içme mevzuunda Mevlânâ’nın özelliği bu konuda çok somut örnekler ileri sürmüş olması ve etrafındakilerin de bu somut örnekleri bize ulaştırmış olmasıdır. Belki de en somut örnek, onun evinde yiyecek içecek bir şeyler bulunup bulunmaması durumda gösterdiği tepkidir. “Evinde yemek pişirme ve külfete girildiği gün, ev halkına kızar; yemek işleri ve külfet az olduğunda da son derecede büyük sevinç gösterir ve ev halkına çok inayetlerde bulunurdu. ‘Bugün ev halkının alnında fakirlik nuru parlamaktadır’ derdi.”2 “Hz. Mevlânâ hizmetçisine sorup ‘evde mutfakta ne var’ dediği zaman eğer hizmetçi ‘hiçbir şey yoktur’ diye cevap verirse çok memnun olup: ‘Allah’a şükürler olsun, bugün bizim ev peygamber ve sahabe evine benzemiş’ der imiş. Eğer hizmetçi ‘bugün evde her şey var, hiç bir şeye ihtiyacımız yok’ diye cevap verirse mahzun ve mükedder olup: ‘Bugün bizim evimizden Firavun ve Hâmân evlerinin kokuları geliyor’ diyerek huzursuz olurlarmış.”3 Bugün böyle bir soru karşısında bizim nasıl bir tavır takınacağımız az çok bellidir ve eminim bu tavır Mevlânâ’nın hiç de hoşlanmayacağı bir hâl olacaktır. Modern insanın evindeki erzak yığılması, hele hele yokluk bilinci Mevlânâ’ya ne kadar terstir. Mevlânâ’yı sevmek, sevdirmeye çalışmak, okumak ve okutmak kolay belki ama işte bu düşünceleri hayata geçirmek hiç de kolay değildir. Kaldı ki Mevlânâ’nın peygamber evi ve Firavun veya Hâmân evi tanımlamaları tarihen de doğrulanabilir. Hz. Peygamber’in bir dinarı bile evinde iki gün üst üste tutmadığı malumdur. Kendisi son derece zengin iken o hayli yoksul bir hayat yaşamayı 1 2 3 En’am suresi, ayet: 91. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, (Haz: Ali Özek, Hayrettin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İ. Kafi Dönmez, Sadreddin Gümüş.) Cidde, 1987, s. 138. Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, (Çev: Tahsin Yazıcı), İstanbul 1977, s. 47. Murat Tarık Yüksel, Hz. Mevlânâ’nın Hayatı ve Menkıbeleri, Demir Kit., İstanbul 1976, s. 52. tercih etmiştir. Firavunların evlerinin ise nasıl olduğunu tartışmaya bile gerek yoktur. MEVLÂN VE ÖZEL HAYATINDA YEME İÇME Mesnevî’de yemek konusunda pek çok aykırı değerlendirme vardır. Fakat bunların sadece şiir olarak kalmadığı ve Mevlânâ’nın özel hayatında da önemli bir yer tuttuğu anlaşılıyor. Burada bir iki örnek vermekle yetinelim: Sipehsâlâr kitabında Mevlânâ’nın şöyle dediğine işaret ediyor: “Açlık yeryüzünde Tanrı’nın taâmıdır; Tanrı son derece doğru olan arkadaşların bedenlerini onunla diriltir.”4 Sonra Mevlânâ da “Tanrı beni yedirdi içirdi” hadisini rivayet ediyor. Sipehsâlâr’a göre: Mevlânâ şöyle buyurdu: “Tam kırk yıl geceleyin midemde yemek bulunmadı.” Yine Mevlânâ buyurdu: “Tanrı çok iyi bilir ve elçisi de şahiddir ki kuvvetim ve azığım Tanrı’dan gelir. Şimdi tam kırk yıl oldu yemeğe muhtaç olmadım.” Sipehsâlâr’a göre Mevlânâ bütün Ramazan boyunca iki defa iftar ederlerdi; bazen de sadece bayramda iftar ederdi. Mevlânâ buyurdu: “Gerçekten hem haram, hem de yazık arpa ekmeğine, sen nefsin önüne kepek ekmeğini koy.” En çok yediği yemek de on lokmayı geçmezdi ve bir müddet sonra da tekrar midesini temizler ve derdi: “İçimde öyle bir ejderhâ var ki, yemeğe tahammül etmiyor.”5 YEME-İÇME İLE OLAN NEDİR? Mevlânâ, ten ile ruhu belli bir düzlemde ayırmakta ve ruhun selameti için bedenin tahribine gerek olduğunu söylemektedir. Bu bakışta sanki birbirine zıt olan iki hâlden bahsediliyor ve bu iki zıtta kime değer verilirse, diğerinin zayıflayacağına işaret ediliyor. Buna göre ruha ve öze değer verenler, bedenlerini tahrip etmeliler; yok eğer bedeninizi beslerseniz ruhu tahrip etmiş olursunuz. İşte yemek yeme bu arada devreye girmektedir. Mevlânâ’ya göre yemek yemekle bedenlerini semirtenler aslında ruhlarını öldürmektedirler: “Tene yağlı, ballı şeyler verdikçe cevherini, hakikatini semirmiş göremezsin.”6 Beden aslında dışarıda aradığımız asıl yabancıdır ve yemek, bu yabancıyı sürekli besleyip durmaktadır, sonuçta derviş bile olsalar yemeğe düşkün olanlar, nefisleri için didinip duran köpeklerdir ve bu yolun sonu da helak olmadır: “Yabancı kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama, eleme düşmen de onun yüzündendir. “Boğazına düşkün, yemeğe alışkın sofiler köpek gönüllülerdir. Fakat kedi gibi yüzlerini yıkarlar, temiz görünürler.”7 4 5 6 7 Sipehsâlâr, age., s. 45. Sipehsâlâr, s. 46. Mesnevî, C.II, s. 21. Mesnevî, C.II, s. 32. YEMEK MERHALELERİ Mevlânâ, manevi rızık ile maddi rızkı karşılaştırıyor ve “Her şeyin bir boğazı var, insanın mizacı toprak yemeğe alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hâle gelir. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider yüzü 8 Mesnevî, C.II, s. 44. 9 Mesnevî, C.II, s. 56. 10 Mesnevî, C.II, s. 83. çırağ gibi parlar.” diyor ve hemen peşinden insanın yemek yeme merhalelerini ana rahminden başlayarak saymaya ve geri dönüşlerin ne kadar vahim olduğunu düşünmeye davet ediyor. Mevlânâ yemek yeme hususunda aşağıdaki örnekleri vererek düşüncelerini inanılmaz bir berraklıkla somutlamış olmaktadır. Bu örnekler karşısında insanın diyecek pek bir sözü kalmamaktadır. Mevlânâ’nın savunduğu şey bizim bildiğimizin de ötesinde bilmediğimiz hakikatlerin ve âlemlerin var olduğudur. İnsan nasıl ana karnındayken kanla beslenir, sonra ana sütüne başlar ve oradan da yemeklere geçerse, yemeği bıraktığı zaman da gıdalanacağı bir yemek âlemi vardır. Çocuk, nasıl ana karnında kanla beslenmeyi reddeder, ama sütü görünce “iyi ki kanı bırakmışım, meğer ana sütü ne kadar lezzetliymiş derse” tıpkı bunun gibi, bir gün ona “artık ana sütünü bırakacaksın ve normal yemekler yemeye başlayacaksın” denir ve çocuk bu sefer sütü bırakmaya direnirse, tıpkı bunun gibi, yemek yemeyi kesip ruhun özgürlüğe kavuşmasını savunan düşünceye de karşı çıkacaktır. Mevlânâ’ya göre ana sütü nasıl dünyanın diğer leziz nimetlerinden istifade etmeye bir engelse işte yeme ve içme de gerçek nimetlerden beslenmeye bir engeldir. Yani lokmadan kesilmeden Lokman olunmaz: Mevlânâ işte bütün bu merhaleleri çok açık somutlamalarla anlatmaktadır. “Dadı süt emen çocuğu türlü türlü nimetlerden gıdalandırır. Ama çocuğu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar. Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır. Hulâsâ yaşamamız, sütten kesilmemize bağlıdır. Sen de yavaş yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış vesselam. İnsan ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, beden kanla vücut bulur. Kandan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma yemeye başlar. Lokmadan da kesildi mi LOKMAN kesilir, gizli matluba tâlip olur. Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki: dışarda pek düzgün, pek güzel bir âlem var. Boyuna enine geniş bir yeryüzü... Orada nice nimetler var, nice sonsuz yiyecek şeyler. Dağlar, denizler, ovalar, bostanlar, bağlar, çayırlar... Pek yüksek, ziyadar bir gökyüzü. Güneş, ay ışığı, binlerce ay ışığı, yüzlerce süha yıldızı... Yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller... Bağlar, bahçeler gelin gibi süslenmekte, bezenmekte. O âlemdeki şaşılacak şeyler anlatılamaz ki… Sen neden bu kapkaranlık yerde mihnetler içindesin? Bu daracık çarmıhta kan yemektesin. Hapis içinde, pislikler içinde, sıkıntılar içindesin. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme “Sofuyu yoldan çıkaran tamahtır. Yoldan çıkarır da sofinin hâli tebah olur, ziyan içinde kalır.” Yemek ve dolayısıyla tensel zevklere meylediş aklın sağlıklı çalışmasını da engeller: “Yemeğe, zevk ve semaa tamah ediş hakikate akıl erdirilmesine mani olur”8 Yukarıda Mevlânâ’nın ten için yabancı tabirini kullandığını söylemiştir. Mevlânâ, daha da ileri gider ve bir yerde de ten için düşman tabirini kullanır. Bu düşman hakikati anlamamıza izin vermeyen, kendi benliğimizde var olan düşmandır. Eğer biz sırlara vakıf olamıyor, gerçeği idrak edemiyor ve her şeyi olduğu gibi göremiyorsak bu düşman yüzündendir. Bizler de düşmanı dışarıda ararız. Oysa Mevlânâ’ya göre asıl düşman yemek- içmekle beslediğimiz, semirttiğimiz bedenimizdir. “Tenini besleyip yetiştiren; nefsine hizmet eden, sonra da başkalarının kendisine haset ettiği, düşmanlıkta bulunduğunu sanan kişi gibi, bu benim düşmanım, şu bana haset ediyor der durur. Hâlbuki kendisine haset eden kendisine düşman olan o tendir, kendi nefsidir. O adam Firavun’a benzer, bedeni de Musa’ya. Böyle olduğu hâlde dışarıda ‘Nerede düşman’ diye koşmaktadır.”9 Mevlânâ’nın tene düşman diye seslenişi boşuna değildir, çünkü insan topraktan beslendikçe, göklerden beslenme şansını yitirir. Mevlânâ, yemek yemekle olan durumu, bedene niçin düşman dediğini açıklıyor. Ona göre asıl gıda Tanrı nurudur. Topraktan beslenmek aynı zamanda hastalıklara davetiyedir. Tanrı şehitler için “onlar rızıklandırılır” buyurur. Demek ki ilahi bir rızıklanma vardır, ki o hastalık yapmaz. “İnsanın asli gıdası Tanrı nurudur; ona hayvan gıdası layık değil! Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir. Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır, ayağı tutmaz, kalbi helecena uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası, nerede bu? O gıda, devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız, aletsiz yenir. Güneşin gıdası arş nurundandır, hasetçinin, Şeytan’ın gıdası ferş dumanından Tanrı şehitler için ‘onlar rızıklanırlar’ buyurdu. O gıda için ne ağız vardır, ne tabak! Gönül her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır.”10 73 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme 74 Çocuk kendi hâline bakıp bunları inkâr eder, bu elçilikten yüz çevirir, kâfir olur. Olmayacak şey, hileden, yalandan başka bir şey değil der. Buna benzer bir şey görmediği için münkir idraki bunu da kavrayamaz...”11 Gerçekten açık konuşma ancak bu kadar olur. İnsan son derede acizdir ve hemen bir sonraki adımı kavrayamaz, oysa bir önceki adımlara baksa, sonraki adımları kestirmek işten bile değildir, ama bunun için de Mevlânâca bir bakış lazımdır. NASIL MÜMKÜN OLACAK Mevlânâ bunları söylüyor ve yemenin derecelerini sayarken geri dönüşlerle bu işin ne kadar kolay anlaşılabileceği çok güzel örneklendiriyor. Peki insan topraktan çekilip gökten nasıl beslenecek? Bunun mümkün olması için tutulacak yolun şu olması gerektiğine işaret ediyor: “Fakat ey yoksul adam, Hak’tan hayat bulursan topraktan müstağni olur, bu balçığı o vakit terk edersin. Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeğe başlar, artık onu bırakır gider. Sen topraktan biten taneler gibi yerin sütüne bağlanmış, ona alışmışsın. Kalblerin gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak.”12 Bu meselede, Mevlânâ’nın tavsiyelerine kulak asmak gerektiğidir. İnsan, ana rahminden kesilmeden kandan, memeden kesilmeden sütten kopamazsa ve bir sonraki leziz nimetleri tadamazsa, tıpkı bunun gibi bu topraktan ilişiği 11 Mesnevî, C.III, s. 4-5. 12 Mesnevî, C.III, s. 103. kesmeden de hakiki nimetlere kavuşamayacaktır. Şüphesiz kandan süte, sütten de normal yemeklere geçişin bir alıştırması vardır. Yani bu iş kendiliğinden olmaz, bir süreci takip etmek gerekir ki, tasavvufun en önemli bahislerinden biri zaten bu konuya ayrılmıştır. Yoksa çıplak gözle ve bu materyalist bakışla bu konunun anlaşılacağı söylenemez. Zaten Mevlânâ da ana karnındaki veya süt emen çocuğun bir sonraki merhaleleri inkâr edeceğini söylemiştir. Yani sonraki adımlara inanmak ve onları hazmetmek her kula göre değildir ve özel bir bakış ister. Mesnevî gibi eserler de zaten bu bakışa sahip olmanın yollarını anlatırlar. Mısır Mevlevî şeyhi Abdülmecid Çelebi’nin şu cümlesi bu işin özel bir eğitimle olacağını ve Mevlevîlerde gıdâ-yı rûhânî anlayışının olduğunu gösterir: “Reşit mürid, gıdâ-yı rûhânî tahsiline çabalayıp günden güne o gıdâ ile perverişyâb olmağa müsâit olur”13 Bu bahsi somutlamak için Mevlânâ, Dekûkî adlı bir ârifin hikâyesini anlatıyor. Bu hikâyeden de anlaşılıyor ki bu âlemde başka bir rızk biçimi vardır, ama nasıl süt emen çocuk o nefis yemekler yiyen insanları görmüyor, anlamıyor ve ondan istifade edemiyorsa, normal insanlar da Dekûkî’nin gördüklerini görmüyorlar. Hakikaten pek ilginç olan bu hikâyede, çok garip maceralara işaret ediliyor. Kalp gözü açık olan Dekûkî, pek çok maceralar yaşıyor ve bir seferinde mumlar görüyor, bu mumlar bir müddet sonra ağaç oluyor, ardından adam oluyor, Dekûkî bunlara namaz kıldırıyor. Dekûkî, bu yolculukta ulu ulu ağaçlar ve pek leziz muhteşem meyveler görüyor, fakat halk orada sadece çöl ve dağlık bir yer gördüklerini söylüyorlar. Onlar Dekûkî’nin gördüklerini görmüyorlar. Demek ki bunların beslenmesi böyle oluyor. “Halk, şaşılacak şey, bu ses nedir? Sahrada ne ağaç var, ne meyva. Kara sevdaya tutulmuş olanların yakınınızda bahçe var, sofra var demelerinden adeta aptallaştık. Gözümüzü ovuyor bakıyoruz. Fakat burada bahçe yok ki… Önümüzdeki saha ya çöl, yahut aşılması güç bir yol!”14 İşte bunun nasıl olacağına Mevlânâ Mesnevî’de işaret ediyor bu yemek, bu başka rızık nedir ve nerede bulunur, nasıl elde edilir: “Zahmetsiz rızık nedir, bilir misin? Ruhların gıdası, peygamberlerin rızıkları. Fakat bunu elde etmek, öküzü öldürmeye bağlıdır. Hazine öküzün içindedir ey hazine arayan, yerleri kazıp duran”15 DÜN BİRAZ BİR ŞEY YEMİŞTİM: YEMEK VE İLHAM Mevlânâ, yeme içme bahsinde bugünkü bilgilerimizle güç anlayacağımız hassas meselelere giriyor ve şiir söylemek veya ibadet isteğini duymakla yemek yeme-içme 13 Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB. Yay., İstanbul 1993, C:1, s. 224. (Bin Bir Gün maddesi). 14 Mesnevî, C.III, s. 166. 15 Mesnevî, C.III, s. 204. 16 Mesnevî, C.III, s. 138. 17 Mesnevî, C.III, s. 204. 18 Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, (Çev: M.Ülker Anbarcıoğlu), MEB. Yay., İstanbul 1990, s. 198. 19 Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s. 199. 20 Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, s. 200. 21 Sultan Veled Maârif, (Çev: Meliha Anbarcıoğlu), MEB. Yay., İstanbul 1991, s. 190. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Peygamber Sofrası mı Firavun Sofrası mı: Mevlânâ ve Yeme İçme arasındaki bağlara işaret ediyor. Yeme-içme faaliyetleri Bâyezid’e: “Ey Bâyezid! Ne istiyorsun?” buyurdu. Bâyezid: bugünün insanı için bir dengeli veya dengesiz beslenme “Bir şey istememeyi istiyorum.” dedi.20 eylemidir. Eğer gerekli besinleri alırsanız dengeli beslenBizler kendimizi istemek hususunda bir sigaya çeksek miş, eğer yeterli besinleri alamadınızsa dengesiz beslenmiş acaba durumumuz Bâyezid”in dediğinin neresindedir? Yani olursunuz. Yemenin mutlulukla, motivasyonla, başarı veya bütün dünyayı isteyen ve doymayan tarafımızla ne kadar başarısızlıkla tabii ki bir ilgisi vardır. Ama Mevlânâ başka özgür olduğumuzu söyleyebiliriz? noktalara işaret eder, bizi başka meseleleri düşünmeye SULTAN VELED VE YEME-İÇME davet eder. Yemek yemekle ibadet, yeme-içmeyle ilham Mevlânâ’nın oğlu ve kendisi de önemli bir düşünce insanı arasındaki bağlara işaret eder. Aşırı yemenin kalbi kararolan Sultan Veled, aşağıdaki sözleri ile Mevlânâ’nın yeme tacağı, kişide ibadetlere karşı bir isteksizlik doğuracağı, nefsi azdırıp kişiyi gaflete ve atalete sürükleyeceği bilinen içme konusundaki görüşlerine açıklık getiriyor ve gerçekten mevzulardandır. Fakat Mevlânâ’nın temas ettiği mevzular çok güzel bir örnekle meramı ifade ediyor. Sultan Veled diyor ki: Rivayet ederler ki, bir ceylanla bir günümüz insanı için çetrefil mevzulardır. Özel bir ihsas olmadan ve derinlemesine araştırılıp incelenmeden anla- kurt evlenmiş ve bir çocukları olmuş. Halk müftüye gidip sormuşlar. “Bu yavruyu kurt mu sayalım, yoksa ceylan şılacak konular değildir. Şu örnekte olduğu gibi: Mevlânâ, su içmekle ilgili bahiste, Bayezid’den bir mı? Eğer kurtsa eti haram olur, yok eğer ceylansa helal. Ne yapalım?” Akıllı müftü demiş ki: “Yavrunun önüne bir örnek veriyor: “Bâyezid, kendisinde namaz kılma hususunda bir tembellik tutam ot ve biraz kemik koyun. Eğer ota meylederse ceylan, gördü; o çok akıllı şeyh, sebebini düşündü, fazla su içmesinde buldu. ete meylederse kurttur.” Sultan Veled diyor ki: “Bunun gibi ‘Tam bir yıl su içmeyeceğim’ dedi. Dediğini de yaptı, Tanrı Ulu Tanrı, yeri gök ile karıştırdı birleştirdi. Biz her ikisinin çocuklarıyız. Eğer ilme meyleder ve kuvvetimiz ilim ve sabır ve tahammülünü verdi.”16 Sadece bu kadarla değil, Mevlânâ, ilhamla yeme-içme hikmet olursa göksel ve helal oluruz. Eğer yemeğe, uykuya arasında da bir ilişki kurar. Bu da izahı zor konulardandır. ve cihanın nimetlerine, giyeceklerine meyledersek hayvânî Bilindiği gibi Mesnevî Mevlânâ’nın söylemesi ve Hüsameddin ve yere ait oluruz.”21 Bugün insanlık âleminin iki temel problemi var; birisi Çelebi’nin yazmasıyla oluşmuştur. Mesnevî okuyanların açlık, diğeri ise tokluk. Dünyanın bir tarafı açlıktan kırılırken, bileceği gibi, bazen Mevlânâ bugün bir şeyler diyemeyeceğini, zira dün veya evvelsi gün biraz fazla su içtiğini veya diğer tarafında insanlar tokluktan patlamak üzere. Obezite ekmek yediğini söylemektedir. İlhamın gelmemesiyle gibi halli müşkül hastalıklar almış başını yürümüş. Her iki yeme-içme arasında nasıl bir bağ vardır? “Dün biraz bir uç da insanlığın aleyhine bir çatışma ortamı yaratıyor. Belli şey yemiştim, onun için layıkıyla anlatamıyorum. Yoksa bunu bir gayeye matufen, disipline edilmiş açlık Mevlânâ’ya göre tamamıyla anlatır, yuları anlayışının eline teslim ederdim.”17 insanın olgunlaşma serüvenindeki en önemli adımlardan Fîhi Mâfîh’te buna kısmen cevap buluyoruz. Mevlânâ, biridir. Sadece Mevlânâ’da veya İslam tasavvufunda değil, oruç hakkında şunu söylüyor: “Oruç, insanı bütün zevklerin, hemen bütün riyazi hareketlerde açlık önemli bir kemale güzelliklerin kaynağı olan yokluğa doğru götürür.”18 Buna göre erme yoludur. Mevlânâ’yı çeşitli fikirleri bakımından asırbelirli bir anlayış ve eylem biçimleriyle sistematize edilmiş larca yaşatan ve insanlığı ona hayran bırakan yönlerini iyice açlık, bütün güzelliklerin, zevklerin kaynağına yapılmış bir araştırmak gerekiyor. Mevlânâ, böylesi bir insan olmanın en yolculuk demektir. Sonra Mevlânâ’nın şu sözüne kulak önemli şartlarından birinin açlık olduğunu söylemektedir. vermek gerekiyor: “Bir şey fani olmadıkça faydası belli Buna örnek verirken de neyden bahseder ve “Eğer kamışın olmaz. Mesela konuşurken, sözün harfleri ziyan olmadan içini boşaltmazsan neyden o yakıcı sesi duyamazsın” der. dinleyicilere faydası dokunmaz.”19 Beden belli bir düzen Yani sazlıklarda salınıp duran kamışlar ancak birer bitkidâhilinde, içerisinde hapsettiği ruhu özgür bırakmak için dirler, kurutursan belki de birer odun olurlar; ama bazı kırılmadıkça özgürlük olmaz. Bu anlayışa göre ruh, beden kamışlar var ki, alırlar, içini boşaltırlar, kamışın göğsünü kafesindedir. Ruhun özgürlüğü, kafesin kırılmasına bağlıdır şerha şerha yararlar ancak bundan sonra o kamışlar ney ve onun nasıl kırılacağını anlamak için de Mevlânâ gibileri adını alırlar ve üflendikçe insanın içini yakarlar. Bu tesir takip etmek gerekiyor. Mevlânâ bu hususta en önemli dururken oluşmuyor. Mevlânâ işte böyle buyuruyor, ney ▪ ipuçlarından birini Bâyezid’in şu sözüyle veriyor: Ulu Tanrı gibi yakıcı olmak istiyorsan içini boşalt! 75 Oğuzhan Erdinç Mide-Maide-Medine DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine OĞUZHAN ERDİNÇ Erciyes Üniversitesi İletişim Fak. Lisans ve Büsam Şehir Akademi öğrencisi GİRİŞ H enüz anne karnındayken midemize takılı bir kordon vasıtayla, rızka/gıdaya bağlı olarak var oluruz. Doğumumuzla birlikte bu göbek bağımız kopsa da rızıkla olan bağımız kopmaz ömrümüz boyunca. Öyle ki rızıkla olan bağımız örselendiği sürece diğer bütün maddî-manevî uzuvlarımızda arızalar başlar ve hatta bu örselenme kesintiye dönüşürse hayatımız son bulur. İnsan gözsüz, kulaksız, elsiz, ayaksız yaşayabilir ama bizde rızkın mahalli olan mide olmadan veya o mide dolmadan, yaşamsallığımızı yitiririz. Bununla beraber bizler, Hz. Âdem olarak cennetteki ilk sınavımızı da yine mide ve meyve/rızık üzerinden veririz. Her ne kadar bu meyvenin, bâtınî manaları bulunsa da nihayetinde olay bizlere Kur’ân-ı Kerim’de sarih manasıyla, maddi bir yeme faaliyeti üzerinden aktarılmaktadır. Buna ek olarak Kur’ân’da bir sûre ismi olan “mâide” kelimesi, “mide” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Yine Kur’ân-ı Kerim’in son inen ve dinin tamamlandığını belirten ayetinin1, haram-helal gıdalardan bahsetmesi ve bu ayetin, üzerine 76 1 Mâide Sûresi (5:3). yiyecek ve içecek konmuş sofra manasına gelen Mâide sûresinin içerisine yerleştirilmesi, nazar-ı dikkatimizi rızık, mide ve insan üzerine çekmektedir. Mide ve rızık kavramları üzerine bu kadar işaretin/ayetin bulunmasından dolayı bu kavramlar, Kur’ân-ı Kerîm’i, Kitab-ı Kebîr veya büyük Kur’ân olarak da isimlendirilen âlemi, zübde-i âlem veya âlem-i asgar denilen insanı anlamaya çalışan âlimlerimizin de birçok eserinde kendilerine yer bulmuştur. Bedîüzzaman Said Nursî de bu âlimlerimizden birisidir. Biz de bu yazıda, onun çeşitli risalelerinde ayrı ayrı noktalarına değindiği rızık, mide ve mâide kavramları üzerine bir okuma yapma niyetindeyiz. 2 A’râf Sûresi (7:31). F.: Serap İkiyek lüzumu yoksa ‘Yasaktır’ der, dışarı atar. Bunun en temel sebebini Bedîüzzaman, Bazan da, bedene menfaati olmamakla “kuvve-i zâikanın okşanması” tabiri ile beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, ifade eder. Ağza gelen gıdanın en temel yüzüne tükürür.” Böylece zararlı, haram/ vazifesi, şehrin efendisi olan mideye bir yasak, gereğinden fazla gıdadan korunan hediye gibi sunularak, şehrin hayatî şehir, karışıklıklar ve hastalıklardan ihtiyaçlarının karşılanmasıyken, kuvve-i korunmuş, asayişi sağlanmış olur. Fakat zâika, sırf o yemekteki lezzet için zararşehri bekleyen, kapıcıya görevini unut- lı-zararsız demeden her geleni içeriye/ turup onu baştan çıkaracak, büyük bir şehre almaya başlar. Bedîüzzaman bu tehlike vardır. Bu tehlike, yemek-içmek meseleyi peynir ve baklava üzerinden faaliyetinin amaç hâline gelmesidir. şöyle anlatır: “İşte, bu sırra binaen, şimdi DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine I. “… yiyin için fakat israf etmeyin…” ayet-i kerimesinden2 yola çıkarak, yemeye-içmeye yönelik israfın bu ve buna benzer birçok ayet ve hadiste yasaklanmasının, iktisat ve kanaatin ise emredilmesinin hikmetlerini, On Dokuzuncu Lem’a isimli İktisat Risalesi’nde açıklar Bedîüzzaman. Dergimizin de çıkış noktası olan “Şehir insandır” tanımını, bu risalenin ikinci nüktesinde “Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış” ifadesiyle tersine çevirip “İnsan şehirdir” benzetmesiyle, cisim ve ruh olarak iki muhtelif nesneden yaratılan insanın, cesedi üzerinden bir okuma yapar. Bu insan cesedinin/şehrinin idare noktasında efendisi ve hâkimi midedir. Bu şehrin kapıcısı ise ağızdaki kuvve-i zâikadır (tat alma duyusudur). Bu kuvve-i zâikanın göreviyse, şehre girmek isteyen; ağza gelen maddeleri Bedîüzzaman’ın telefon ve telgraf tellerine benzettiği sinirler ve damarlar vasıtasıyla şehrin hâkimi olan mideye haber vermektir. Kuvve-i zâika bu maddeyi/gıdayı, “bedene (şehre), mideye 77 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine 78 iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.” Biz de meselenin biraz daha somutlaşması için bugünden şöyle bir örnek verebiliriz: Modernitenin benimsediği ve içerisinde yaşadığımız kapitalist sistem, sosyal medya ile, filmlerle, sokakta yürürken karşılaştığımız reklam afişleriyle, her yerde karşımıza çıkan fast-food zincirleriyle etrafımızı adeta örümcek ağı gibi sararak kuvve-i zâikamızı okşamakta ve bütün sermayeyi kendinde toplamak için cebimizi ve bedenimizi, sırf yarım dakikalık geçici bir zevk uğruna kendine sarf ettirmektedir. Bu sistemde ihtiyacımız olmayan, şehre/bedene menfaati olmayan şeyler ihtiyaçmış gibi gösteri- Bu sistemde ihtiyacımız olmayan, şehre/ bedene menfaati olmayan şeyler ihtiyaçmış gibi gösterilerek; gıdaların üzeri sahte lezzetlerle süslenerek, bir nevi propagandayla israf, ihtiyaç ambalajında bize sunulur. lerek; gıdaların üzeri sahte lezzetlerle süslenerek, bir nevi propagandayla israf, ihtiyaç ambalajında bize sunulur. Bedîüzzaman bu durumu kuvve-i zâikanın baştan çıkması olarak tanımlar ve insan şehrine/cesedine verdiği zararı şu şekilde misallendirir: “Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. ‘Hâkim benim’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. ‘Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün dedirmeye’ mecbur edecek.” İnsanın midesindeki boşluğun/ muhtaciyetin farkında olan kapitalizm, bu muhtaciyeti kullanarak bu ihtiyacı birden bine çıkarıp insanı israfa, israf ise elinde olmayana karşı hararetiyle insanı hırsın eline teslim eder. İsraf ve hırs ise kanaatsizlikle neticelenir. Böylelikle insan şehrinin kapıları, zararlı-zararsız gözetmeksizin -ihtiyaç vardır diyerekgelen her şeyi zahirî lezzetini amaç edinerek içeriye alır. Mideyi, cesedi karıştırır. Bedîüzzaman’ın ifadeleriyle “iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.” Giriş bölümünde bahsettiğimiz gibi nasıl rızık olmadan, midemiz dolmadan hayatî fonksiyonlarımızı yitiriyorsak, şehrin merkezi olan mideye gelecek maddeler noktasında da ölçülü ve titiz davranmadığımız zaman, mideye giren zararlı ve menfaatimiz üzerinde olan fazla gıda da hayatî fonksiyonlarımızı olumsuz yönde etkiliyor. Zira Bedîüzzaman’ın İktisat Risalesi’ni yazarken yola çıktığı “… yiyin, için fakat israf etmeyin…” ayetini İbn-i Sina tıp noktasında “İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa II. Buraya kadarki tüm anlatı rızkın, rızıktan kaynaklı israfın ve zararlı gıdaların insanın cesedine olan etkisi üzerineydi. Eğer insan, sırf cesetten ibaret bir varlık olsaydı yazımızı burada noktalayıp, Bedîüzzaman’ın İktisat Risalesi’nin, ikinci nüktesinde işaret ettiği noktalarla yetinerek, bundan sonraki hayatımızı, kuvve-i zâikamızın/tat alma duyumuzun bir kapıcı olduğunun farkına varmış, midemizin merkeziyetini idrâk etmiş bir şekilde, ona giren-çıkana dikkat ederek devam ettirirdik. Ama giriş kısmında bizi mide üzerine düşünmeye sevk eden birçok hadise üzerine tefekkür edememiş, sadece, baklava da yese peynir de yese; biraz daha rahat ya da hasta, elbet bir gün toprak olup gidecek bir şehir/ceset üzerine konuşup durmuş olurduk. Biraz zamanı geriye saralım, hatta zamanın sınırlarını da aşalım, anlatıya cennetteki Hz. Âdem hâlimizden3 başlayalım. Hadise bize Bakara sûresinin 35. ayetinde şöyle anlatılmaktadır: “Ve demiştik ki: ‘Ey Âdem, sen eşinle beraber cennette yerleş, Ondan (cennetin yiyeceklerinden), neresinden isterseniz, ikiniz de bol bol yiyin. (Fakat) şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de (nefsine) zulmedenlerden olursunuz.’” Hz. Âdem olarak bize bu sesleniş rızık üzerinden yapılıyor. Önümüze üzerinden bol bol yiyebileceğimiz, cennet sofrası/mâidesi 3 “Sem’ânî “Âdem” derken, o bu kelimeyi, temel nitelikleri tüm insanlar tarafından paylaşılan ilk ya da aslî örneğe atıfta bulunacak şekilde anlar (Bu kullanım, A’râf 7:11’de olduğu gibi, zaten Kur’ân’da da vardır). Âdem’in düşüşü herkesin düşüşüdür.” William Chittick. kuruluyor ve bir ağaç işaret edilerek, ihtiyacımızın nesnesini bize yanlış yalnızca onun meyvesinden yememiz göstererek aldatmıştı. yasaklanıyor/haram kılınıyor. Peki biz Hz. Âdem’in (as) üzerinden bizlere ne yapıyoruz? Önümüzdeki cennet anlatılan bu kıssanın sonunda, insan nimetlerinden bol bol yememize rağmen şehrinin midesinin dışında doymayı/ bir türlü doymuyoruz ve A’râf sûresinin tatmin olmayı bekleyen “Kalb” adında 21. ayetinde belirtildiği üzere o yasaklı bir uzvunu keşfediyoruz ki, o doymaağaçtan yemeye tenezzül ediyoruz. dan, midemiz her ne kadar cennet Bir insan muhtaç/yoksun olmadığı, nimetleriyle doldurulursa doldurulsun kendisinde var olan, doyumuna ulaş- doyamıyoruz, kanaat edemiyoruz. Zaten tığı bir şeyi istemez, peşine düşmez. Ahmet Sem’ânî de dünya serüvenimizÖnümüzdeki tablo henüz cennetteyken deki rızık peşinde koşuşumuzun ve bir bile bizim fıtrat olarak yoksun/muht-aç türlü doyamayışımızın da Hz. Âdem bir şekilde yaratıldığımızı gösteriyor. babamızdan bize miras kaldığını şu Tasavvuf âlimlerinden Ahmet Sem’ânî ifadelerle dile getiriyor: “Levh-i Mahde “Ravhu’l-ervâh fî şerhi esmâi’l-mâli- fuz’da, ‘Âdem, buğdayı yeme’ diye yazılı ki’l fettah” adlı eserinde bu açlığımızı, olduğunu söylerler. Ve aynı yerde, Âdem’in yine Bakara sûresinin 35. ayetine atıfta onu yediği de yazılıdır. ‘Gerçekten insan bulunarak şöyle ifade ediyor: “Âdem’in çok açgözlü yaratılmıştır’ (Meâric 70: tabiatı ihtiyaç ve iftikardan oluşturuldu ve 19). Âdem’in çocuklarının açgözlülüğü o yoksulluğun yardımını gördü, melekler bizzat Adem’in zamanına kadar geriye onun önünde secdeye kapanmak zorunda gider. Açgözlü ve haris olmayan insan kaldı. Âdem saltanat ve hilafet tahtına değildir. Bir insan ne kadar yerse, daha oturtuldu ve mukarreb melekler onun fazlasını ister. Eğer bir insan bir şey yerde, yanına yerleştirildi. Ama onun iftikarı ‘Doydum’ derse, yalan söylüyordur. Hâlâ (yoksulluk ve ihtiyacı) bir toz zerresi kadar (eğer midesinde yer olsa) fazlasıyla yer.” eksilmedi. O, cennete alındı ve kendisine İnsanın açgözlülüğü her ne kadar şu duyuruldu: ‘Bundan böyle, orada kötü bir ifadeymiş gibi dursa da istediğinizi bol bol yiyin’ (Bakara 2:35), aslında bizi hakikî rızkımıza götüren sekiz cennet size aittir; istediğiniz gibi bir vasfımız oluyor. Eğer yeme içmeyle, özgürce dolaşın.’ Ama Âdem’in fakirliği makam-mevkiyle vb. herhangi bir meyve ile doysaydık sonunda sadece toprak son bulmadı.” İşte bu yoksulluğumuzun farkında olup gidecek -hiç/şey-lerle oyalanmış olan şeytan ise vesvesesiyle bizi yasak olurduk. Ama bu tatminsizliğimiz bizi ağacın meyvesi ile kan-dırıyor. (A’râf hakikî soframıza/mâidemize yani kalbin 7:22) Ve o ağacın meyvesi ile kan-aca- gıdasına götürüyor. Râgıb el-İsfahani, ğımızı/kanaat edebileceğimizi/tatmin müfredat isimli lügatinde mide ile olabileceğimizi zannederek o meyveyi aynı kökten gelen mâide kelimesinin, yiyoruz. Fakat senaryo yine doyumsuz- Mâide sûresinin 114. ayetinde geçen Hz. lukla sonuçlanıyor. Hz. Âdem (as) ve Hz. İsâ’nın “Ey Allah’ım! Ey bizim Rabbimiz! Havva’nın elbiseleri çıkartılıyor ve ayıp/ Üstümüze gökten bir sofra indir ki bizim noksan yerleri onlara gösteriliyor/fark hem öncekilerimiz hem sonrakilerimiz için ettiriliyor. William Chittick, Tasavvuf bir bayram ve senden bir âyet (mu´cize) adlı kitabında bu hadisenin sonunda “… olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızk verenlerin Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain en hayırlısısın” duasındaki kullanımıolur.” (Ra’d 13:28) ayetini işaret ederek: nın, “bir görüşe göre bu ‘yiyecek isteyiniz’ “Âdem asla tatmin olmaz zira O, Allah’a anlamındadır. Bir başka görüşe göre ise, muhtaçtır ve Allah ise sonsuzdur.” Zaten ‘İlim isteyiniz’ anlamındadır. (İlmi) ‘mâide’ şeytan da bize o meyveyi sonsuzluk/ olarak adlandırmıştır; çünkü nasıl yiyecek ebedîlik meyvesi olarak tanımlayarak, bedenlerin gıdasıysa, ilim de kalplerin DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hâl, taam taam üstüne yemektir” diye tefsir ederek midenin ve rızkın insanın hayatının ne kadar merkezinde olduğunu ve hayatın üzerinde ne kadar etkili olduğunu veciz bir şekilde gözler önüne serer. 79 Hz. Âdem’in (as) üzerinden bizlere anlatılan bu kıssanın sonunda, insan şehrinin midesinin dışında doymayı/tatmin olmayı bekleyen “Kalb” adında bir uzvunu keşfediyoruz ki, o doymadan, midemiz her ne kadar cennet nimetleriyle doldurulursa doldurulsun doyamıyoruz, kanaat edemiyoruz gıdasıdır” diyerek yersel (yiyecek), göksel (ilim) sofra olarak iki manayı da içinde barındırdığını ifade eder. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine III. 80 Rızık, mide, kalb ve insan üzerine buraya kadarki okumamızı desteklemek için biraz da İslâm’ın namazdan sonra en önemli ibadetlerinden birisi olan oruç üzerinde durmamız gerekiyor sanırım. İmsak vakti ile başlayan bu ibadette, akşam ezanına kadar, normalde helal sayılan yiyecekler dahi bizlere haram/ yasak kılınıyor. Yani akşam vaktine kadar bütün yiyecek ve içecekler bir nevi cennetteki yasak ağacımız oluyor. Ama akşam ezanıyla birlikte, istediğimiz yiyecekten bol bol yiyebiliyoruz. Açıkça anlaşılıyor ki mevzu yemek-içmekle doğrudan alakalı değil. Bedîüzzaman, Ramazan Risalesi’nin 5. nüktesinde bu oruç ibadetinin hikmetlerinden birisini, midemizdeki muhtaciyet üzerinden şöyle anlatır: “Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez… İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; MİDESİNDEKİ İHTİYACINI anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin Firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır…” I. bölümde bahsettiğimiz, kuvve-i zâikanın baştan çıkmasıyla, asıl ihtiyaç nesnesini şaşırmasının; II. bölümde Hz. Âdem’in yine muhtaciyetini giderecek/ bir şehirdir, onun hemen ardından kendini doyuracak sofrada isabet mide dairesi gelir ve insan şehri artık edemeyip yasaklı ağacın meyvesinden “Medine” ismini alır. (Medine derken, yemesinin, Bedîüzzaman’ın işaret ettiği coğrafî bir konumdan ziyade Peygamber “gafletten” kaynaklandığını görüyoruz Efendimiz’in (asm) kuruduğu şehri ki zaten, Tâhâ sûresinin 115. ayetinde kastediyoruz.) O’nun (asm) Medine’side “And olsun ki daha önce biz, Âdem’e nin merkezinde ilk inşa ettirdiği daire, (cennetteki ağacın meyvesinden yeme Kâbe’yi temsil eden mescid vardır. Burası diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz insanda göksel sofranın mahalli olan onda bir kararlılık bulamadık.” denilerek kalbi temsil eder. Zira Kâbe’nin diğer cennette gerçekleşen ilk sürçmenin bir ismi de Beytullah’tır. Ev anlamına göksel gıdasızlıktan/ilâhî emri unut- gelen “Beyt”4 kelimesi tasavvufta aynı maktan kaynaklandığına işaret edili- zamanda “kalb” için de kullanılır. Zira yor. İnsan, gafletle ihtiyaç nesnesini bir kutsî hadiste de “Ben yere göğe sığşaşırıyor. İşte Bedîüzzaman’ın bir üst madım, mümin kulumun kalbine sığdım” pasajdaki ifadeleriyle midemizin rızka ifadesiyle kalb, Beytullah olarak vasıfmuhtaç yaratılmasının bir hikmeti landırılır. Mescitten sonra Suffa kurulur ortaya çıkmış oluyor: oruç ile ortaya fakat medreseyi temsil eden bu kurum çıkan midemizdeki muhtaciyet, gaflet mescidin içerisinde yer alır (ki ilmin anlarımızda kulağımıza eğilip bize yerinin kalb olduğunu vurgulamıştık). hakikî gıdamız olan göksel sofrayı Bu nedenle inşa edilen ikinci daire, arzuladığını fısıldıyor ve böylece bir insanda yersel sofranın mahalli olan şükr-ü manevî’nin doğmasına vesile olan mideyi temsil eden çarşıdır diyebiliriz. rahmet ve şefkat sofrasına oturuyoruz. Bir yerin şehir olabilmesi için gerekli Akşama kadar oruç vasıtasıyla devam olan adalet/hukuk ise, (insanda ahlâkı eden muhtaciyet hatırlatması ile kalb, temsil eder) medine vesikası olarak inşa rahmet ve şefkatten neşet eden şükür edilen dairelerden birisi olur. ile gıdalanınca mide de iftar sofrasına/ Fakat şehrin medine olarak kalabilyersel sofraya oturup doyarak kalkıyor. mesi için kalbin/Kâbe’nin/mescidin Böylece I. bölümde Bedîüzzaman’ın etrafında dönmelidir. Yani önce göksel İktisat Risalesi’nin ikinci nüktesinde sofradan rızkını alarak mutmainliğin/ tarifini ettiği insan şehri, kalbin keşfiyle, muhtaciyetin kaynağında isabet edilsin On Birinci Şuâ adlı Meyve Risalesi’nde ki çarşısında/midesinde haram ağadairesel bir şekilde yeni bir görünüm cına, hile ağacına, faiz ağacına, israf kazanıyor: “Birbiri içinde mütedâhil ağacına yaklaşılmasın. İnsan şehri ve dâireler gibi, her insanın kalb ve mide Medine arasında çekirdek bir şehir dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, olan aile kurumunda da durum aynen mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve geçerlidir. Aile’nin midesi mâidedir/ memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i sofrasıdır. Sofrası olmadan yaşamını beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya devam ettiremez. Bu sofraya da haram, dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. faiz, zararlı gıda ve israfın girmemesi Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede 4 Sözlükte “ev” anlamına gelen beyt tasavvufta mecazi en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife olarak “kalp” mânâsında kullanılır. Sûfîlere göre dış var.” İnsan şehri artık kalb merkezli dünyadaki Kâbe ve arş gibi insanın mânevî âlemindeki kalp de “Beytullah”tır. (TDV, İslâm Ansiklopedisi) SONUÇ YERİNE, İnsanın açgözlülüğü her ne kadar kötü bir ifadeymiş gibi dursa da aslında bizi hakikî rızkımıza götüren bir vasfımız oluyor. Eğer yeme içmeyle, makam-mevkiyle vb. herhangi bir meyve ile doysaydık sonunda sadece toprak olup gidecek -hiç/şey-lerle oyalanmış olurduk. Ama bu tatminsizliğimiz bizi hakikî soframıza/mâidemize yani kalbin gıdasına götürüyor. Tam burada haram lokma yemekle ilgili yapılan nasihatler de daha anlamlı bir hâle geliyor. Mesela “Haram yemek kalbi öldürür, helal yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünya ile, lokma var seni ahiret ile meşgul eder. Lokma var seni Hâlık-ı Teâla’ya rağbet ettirir.” der Abdülkâdir Geylânî Hazretleri. Haram lokmaya meyl muhtaciyetin nesnesini şaşırması ile gerçekleşiyor. İrfanî geleneğimizde de bir kişinin kapasitesini aştığı zâika da taamlar adedince mizancıklarla hâlde, daha fazlasına hırs gösterdiği nimet-i İlâhiyenin envâını (çeşitlerini) zamanlarda kullanılan “gözün doysun” tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî deyimi de sanırım tüm anlatımızı hülâsa suretinde cesede, mideye haber vermektir. ediyor. Göz irfanî gelenekte kalb gözü İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî manasında kullanılır, “göz değil kalp cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde görür” denilir. Kalbi önceleyen insan midesi, aile hükmü var, makamı var. İsraf etmemek mâidesi, şehrin Medine’si (çarşısı) bilir şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine ki rızık ağaçtan değil, Allah’tan gelir. getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip Gözü/kalbi doyan/tatmin olan artık tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet haram gıda, fâiz, hile gibi herhangi bir ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, ağaca tenezzül etmez. Böylece “Ayakları lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı yere basan insan, yönünü bulmak için gök- taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için yüzüne bakar, metafizik açıdan yukarının leziz taamları tercih edebilir.” Genelde ahengi, aşağının düzenini belirler. Göklerin bizler insanı anlamak için kalb, akıl, nizamı, yerin istikâmetini belirler.” 5 İnsa- ilim gibi kavramlar üzerine konuşurken, nın göksel sofranın farkına varması ve mide ile ilgili bu kadar çok meselenin gafletinin dağılmasından sonra Bedîüz- ortaya çıkması gösteriyor ki en az bu zaman da İktisat Risalesi’nin üçüncü kavramlar kadar mide hakkında da nüktesinde, I. bölümde kapıcı olarak düşünülmesi gerekiyor. Çünkü anlıisimlendirdiği kuvve-i zâikanın görevini yoruz ki bir atasözünde denildiği gibi de medineleşen bu insan şehrine göre “Erkeğin (biz insan diyelim) kalbine yeniden tanımlar: “Sabık İkinci Nüktede, giden yol midesinden geçer.” Bu neticeyle artık “Nerelisin?”, ‘Kuvve-i zâika kapıcıdır’ dedik. Evet, ehl-i “Kimsin?” sorularına cevap vermek için gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür nüfus cüzdanına değil midemize bakmesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir mamız gerektiğini anlıyoruz. Midemiz kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı 6 bize Medine mi?/Me-denî mi olduiçin isrâfâta ve bir dereceden on derece ğumuzu gösterecektir. Bu mevzuyu fiyata çıkmamak gerektir. Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i daha iyi idrâk edebilmemiz için gelin kalbin kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere kıssa olarak matbahlarına (mutfaklarına) bir nâzır ve aktarılan Ashab-ı Kehf/Yedi Uyurlar bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i sofrasına/mâidesine misafir olalım. 6 5 İbrahim Kalın, Açık Ufuk, İnsan Yayınları. Denî: alçak, aşağı. Dünya, kelimesi ile aynı kökten gelir. Roma’nın Hristiyanlığı resmen kabul ettiği ama onu olduğu gibi kabul etmek yerine yeniden belirlediği MS 330’lu yıllarda Yedi Uyurlar uykularından uyandırılır. “Korkusuzca ve heyecanla beklenen ve müjdelenen Ahmed’in zuhur ettiğini ve göksel mâidenin kente indiğini, kendilerinin de o mâideden nasiplerini almaları gerektiğini düşünerek kente gidecekler. Kentin kimliğini kentin sofraları belirler. Kentin kaçtıkları kent olup olmadığını temiz ve helal gıdaya ulaşıp ulaşmamakla ölçecekler. Buradaki gıda maddi yiyecekler olduğu kadar (domuzun yasak olması) ilâhî gıdanın, göksel sofranın bu kentte helal (geçerli) olup olmadığı ile ölçülür. Kentliler onların parasını, giyimini ve domuz karışmamış, temiz ve helal yiyecek arayışlarını görünce şaşırırlar. Gençler kentlilerin kendilerine yadırgayarak bakmalarından hareketle henüz Müjde’nin mesajının bu kente ulaşmadığını, yaşanmakta olanın bir fecri kazib olduğunu, henüz fecri sadık’ın gelmediğini anlarlar ve tekrar kehflerine sığınıp uykularına yeniden dönerler.”7 İnsanın midesine, ailenin mâidesine (midesine), şehrin çarşısına (midesine) bakalım acaba Müjde’nin mesajı bu şehirlere ulaşmış mı? ▪ KAYNAKLAR ▪ Bedîüzzaman Said Nursî (2015). Risale-i Nur Külliyatı’ndan Lem’alar, Mektubat, Şuâlar. RNK Neşriyat, İstanbul. ▪ William Chittick (2020). Tasavvuf, İz Yayıncılık, İstanbul. ▪ Hasan Basri Çantay (2019). Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Risale, İstanbul. 7 Karşı Kent: Kehf (Mazlum İnsan’ın Şehri), Yusuf Yerli. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Mide-Maide-Medine içinde yine ailecek önce göksel sofra etrafında oturulmalıdır. 81 Artun Ünsal Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik 82 ARTUN ÜNSAL T oy ritüel bir iktidar sofrasıdır. orta asya siyasasında, sırayla ya da birlikte egemen olan Hun, Türk-Moğol dünyasında, “toyilan” ya da “aş” olarak da bilinen şölen geleneğinde, “budun”u oluşturan boyların önderleri bir araya gelerek ülkelerini ilgilendiren önemli konuları ele alırlardı. Söz konusu toylar, egemen kişinin toplumsal ve siyasal bir yükümlülüğü yerine getirmesinin yanı sıra, budun aidiyeti ve boylar arası birlikteliği güçlendirmeye yönelik bir toplumsal dayanışma platformu sağlıyordu. Toylar özellikle, soylu, cömert kağan ve ailesinin gücünü ve görkemini de simgesel olarak ortaya koyan kutlamalardı. Ne var ki, bu toylardaki oturma düzeni ve yemek paylaşımlarının hiyerarşik özellikleri bizi, öncekilerden daha da önemli simgesel boyutlara taşır. Zira toy düzeni, hem ziyafeti verenin hem de konuklarının mevki, derece ve toplumsal statülerinin karşılıklı olarak tanınması ve/veya taşır. Bunu da yadırgamamak gerekir... Hele böyle bir ziyafete çağrılmamış, dışlanmış bir bey iseniz, biliniz ki artık ziyafet sahibi size eskisi kadar önem vermiyor. Bu yüzden doğabilecek düşmanlık hissi bir gün aralarında savaşıp kozlarını paylaşmaya kadar gidebilir. İlk kez kağana daha yakın oturtulan bir mevki sahibi için bu bir toplumsal yükseliş anlamına gelecektir. Kağanın, bir beyi yakın çemberinden daha uzak çembere itmesi, belki de hiç davet etmemesi veya tam tersi, özellikle onurlandırması gibi tercihler de; iktidar sahibi ile konukları arasındaki karşılıklı ilişkilerin son durumuna ilişkin, hem “yapısal” hem de “kanıtlayıcı” bir edimi simgelemektedir. OĞUZ SÖYLENCELERİNDE TOYLAR Hayvancılık ve sürekli savaş ve talan ekonomisi ile yaşayan ve gerilerinde çok az yazılı kaynak bırakan erken Orta Asya konar-göçer boylarının hiyerarşik bey sofraları konusunda kuşaktan kuşağa aktarılan efsaneler aracılığıyla en azından fikir sahibi olabiliriz. Zira bir toplumun mitosları (söylenceleri) ve kozmolojik inanç sistemleri, var olan düzende toplumsal yaşam kilidinin simgesel anahtarlarını da sunar. Bu bağlamda, örneğin, Batı Orta Asya’daki Türk boylarının merkeziyetçi bir yönetim altında bir araya gelişinin mitolojik anlatısı Oğuz Destanı’nda, gerçek yaşamın ipuçlarını bulabiliriz. Bu manzum destanda Oğuz Han’ın Türklerin DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik yeniden onaylanmasını simgesel olarak açığa vurur. Toy konuklarının “şerefli oturak” ya da başköşede el üstünde tutulması kadar, kimilerinin uzak bir köşeye itilmeleri, önemsizleştirilip dışlanmalarını da görünür hale getirilir. Siyasal iktidarı elinde bulunduran kağan, konuklarına yemek ikramında bulunurken aynı zamanda bu kişilere otoritesini göstermek ister. Kağan “vericidir”; oysa onun sunduğu yemeği paylaşmak için oturan “alıcı” boy beyleri (görünürde bireyler, aslında boylarını oluşturan aile köklerinin temsilcileri) kimlikleriyle, sadece önlerine gelen et parçalarını tüketmezler. Aynı zamanda, simgesel açıdan, mevcut sosyal statülerini ve siyasal mevkilerini ve bunun boyları için içerdiği sosyal, hukuksal ve ekonomik hakları iktidarın yeniden-bölüştürücü sofrasında onlara düşeni kabul ederler. Bu kabulle birlikte, kağanın otoritesini meşrulaştırır ve/veya yeniden üretirler ve barışta da savaşta da onunla birlikte olacakları, ona itaat edecekleri mesajını verirler. Bu yüzden, yiyecek paylaşımı sadece “birliktelik”, “dayanışma”, “antlaşma”, “barışıklık”, “aidiyet” gibi toplumsal erdemleri ifade etmekle sınırlı kalmaz. Toy sofrasının toplumsal dinamiğinde, paylaşanlar arasında “benzerlikler” kadar, “farklılıklar” da vurgulanır. Bu sofraya çağrılmayan ya da artık çağrılmayanları, simgesel olarak dışlar ve bir biçimde, “yabancılaştırır.” Bu nedenle “ötekileştirilen” gruplara karşı bir ayrıştırma ve hasımlaştırma potansiyeli 83 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik 84 Büyük Kağan’ı olması geleneksel bir toyla kutlanıyordu. Uygurca kayda alınmış bu efsanenin günümüz Türkçesine çevirisinde bu Oğuz toyu şöyle anlatılıyor: “Emir verdi Oğuz Han, kendinin iç iline;/ Toplandı halk sözleşti, koştu onun eline./ Oğuz kırk masa ile sıra dizdirmiş idi,/ Türlü şaraplar ile aşlar pişirtmiş idi./ Halk oturdu sofraya, ne kımızlar içtiler,/ Ne şaraplar içildi, ne tatlılar yediler!/ Toy bitince Oğuz Han verdi şu buyruğunu:/ Ey benim beğlerimle ilimin ey budunu!/ Sizlerin başınıza, ben oldum artık kağan,/ Elimizden düşmesin, ne yayımız ne kalkan! [... ] Demir kargılar ile olsun ilimiz orman!/ Av yerlerimiz dolsun vahşi at ile kulan [yaban eşeği]./ Yurdum ırmaklarla denizler ile dolsun./ Gökteki güneş ise yurdun Bayrağı olsun, / İlimizin çadırı, yukarıdaki gök olsun,/ Dünya devletim olsun, halkımız da çok olsun! [... ] Bana itaat etmek, sizlerden dileğimdir,/ Benim ağzıma bakıp, durmanızdır isteğimdir!/ Bana kim baş eğerse, alırım hediyesin,/ Dost tutarım onu ben, her zaman bana gelsin!” Oğuz Han’ın tahta çıkışını kutlamak için düzenlediği bu toy gibi ölmeden önce düzenlediği veda toyu da,1 cömert kağanın yöneticilerine ve halkına sunduğu mitik toyları öykülemekten öte, simgesel olarak Oğuz kavminin kuşak- 1 17. yüzyılda eski Türklerin efsanelerini derleyen Ebulgazi Bahadır Han ise, Türkmenlerin Soyağacı’nda Oğuz Han’ın bu kez ölmeden önce düzenlediği ve ülkesini oğulları arasında bölüştürdüğü son toyu şöyle aktarıyor: “Dokuz bin koyun ve dokuz yüz yılkı [at] öldürttü. Derilerinden doksan dokuz havuz yaptırıp dokuzuna rakı, doksanına kımız doldurttu. Bütün maiyetini çağırıp getirtti. Altı oğluna çok nasihatler edip beylere öğretip yurtlar, şehirler, iller ve nimetler verdi.” Bu söylencedeki dokuz rakamındaki simgesellik de dikkat çekiyor: “Tokkuz” (dokuz) Türklerin kutsal rakamlarından biridir. Nitekim en eski Oğuz boylarının sayısı dokuzdur: “Dokuz Oğuzlar” (Dokuz Oklar) Altay Türkleri ve Şamanları omuzlarında dokuz ok ve yay taşırlardı. lardan kuşaklara soyağacının kökenini, kuruluş ve budunu beyleri arasında paylaştırma söylencesini sunmaktaydı. Toy, herkese açık bir “sofra” değildi.2 Bununla birlikte, kağan ailesine bağlı bir boy beyinin oğlu olarak görece düşük statüde bir aileden gelse de, sadakat yeminiyle bağlandığı kağanın hizmetinde bir “nöker”, onurlu, cesur ve kahraman bir asker (alp) ve komutan kimliğiyle, toya oturan büyük beyler arasında yer alabilirdi. Bu da zaten, onun bu toplulukça “içre” kabul edilip, saygı gördüğünü simgesel olarak kanıtlardı.3 Sözgelimi, soylu ya da cesur bir kahraman olabilirsiniz; ancak, evli olup da hâlâ oğlunuz ya da kızınız yoksa daha az saygınlığa sahipsinizdir. Çünkü sülaleyi devam ettirecek bir çocuk sahibi olmamak, Orta Asya Türklerinde hem tanrı hem de toplumun lanetini, ilencini (bedduasını) çekerdi. Bu da, sofradaki konumunuzu etkilerdi. Dede Korkut Kitabı’nda örneğin, Bayındır Han’ın verdiği bir şölende oğlu olan beyleri ile kızı olanları ve hiç çocuğu olmayanları, toplumsal önemlerine göre, farklı çadırlarda oturtup farklı yemekler yedirdiği anlatılır. O sıralarda hâlâ çocuksuz olan Dirse Han, Bayındır Han’ın toyuna gelir: “Bayundur Han’un yiğitleri Dirse Hanu karşuladılar. Getürüp kara otağa kondurdular. Kara kiçe altına döşediler. Kara koyun yahnısından önine getirdiler. Bayındır Han’dan buyruk böyledür hanum dediler. Dirse Han aydur [sorar]: Bayındır Han benüm ne eksikligüm gördi, kılıcımdan mı gördi, soframdan mı gördi, benden alçak kişileri ağ [ak] otağa kızıl otağa kondurdı, benüm suçum ne oldı-kim kara otağa kondurdı didi. Ayıtdılar [yanıtladılar]: Hanum, bugün Bayındır Han’dan buyruk şöyledür kim oğlu kızı olmayanı Tanrı Ta’ala kargayuptur [lanetler, ilençler] biz dahi karganız [lanetleriz] dimişdür didiler.” Bunun üzerine, kendini alçalanmış hisseden Dirse Han, yerinden kalkar ve “bu karayıb [lanet] bana ya bendendür ya da hatundandır” diyerek, toyu terk eder. Evine döndüğünde “selvi boylu” eşine olanları anlatır: “Oğlu kızı olmıyanı kara otağa kondurun, kara kiçe altına döşen, kara koyun yahnısından önine getirün. Yir ise yisün, yimez ise tursun gitsin dediler.” Düşük konum, sıradanlık ifade eden “kara” sözcüğü otağ, keçe ve yahniyi de nitelendirdiği gibi, Dirse Han, çocuğu olmadığı için Bayındır Han’ın “ak” çadırından dışlanmıştı. 2 3 Ama istisnalar vardı: Örneğin, Kırgızların yaratılış söylencesi Manas Destanı’nda Hükümdar Manas, kendine baş eğen kabilelerin şefleriyle yemek yer, köleleriyle aynı sofraya otururdu. Gelgelelim, söylenceye göre, bu “kara başlı halklar”, hükümdarın “yakın duruş”undan yararlanarak onu zehirlemeye teşebbüs ederler, hatta öldüremeseler bile, yaraladıkları olurdu. (Ögel 1993, Cilt I: 497,518) Hunlarda da örneğin, soylu bir aileden gelmeyen, ancak savaşlarda gösterdikleri kahramanlıklar nedeniyle ünlenen kimi savaşçılar da (bagatur, bahadır) soylular arasına kabul edilir, onlar ve onların aile üyelerinin toplumsal statüsü yükselirdi. (Vaczy: 6566) 0) Gün Hanla veziri Irkıl-Hoca; 1) Kay ve Bayat, *Sorki; 2) Alka-Evli ve Kara-Evli, *Lale; 3) Yazır ve Yasır, *Komi, 4) Dodurga ve Döker, *Merdeşöy 5) Avşar ve Kızık, Turumcu, 6) Bekder ve Karkın, *Karaçık 7) Bayandır ve Becne, *Kazığurt; 8) Çavuldur ve Çepni, *Kanlı, 9) Salur ve İmur, *Kalaç; 10) Alayuntlu ve Ürker, *Teken. I11) İğdır ve Böğdüz, *Karlık; 12) Ava, ve Kınık, *Kıpçak. Oğuz Han destanı bizi sadece toyun ritüeli ve simgeseli konusunda bilgilendirmemektedir. Aynı zamanda, Oğuzların kozmogonisini, yani içinde yaşadıkları evrenin yaratılış ve gelişimine ilişkin mitik inançlarını da içermektedir. Toy öncesi hazırlıklardan başlıyabiliriz: Kırk kulaçlık direk, aslında “Altın Kazuk”u, yani Kutup Yıldızı’nı simgeliyordu. Bu direk, dünyayı birleştiren ve ayakta tutan Kozmik Ağacı simgeliyordu. Dünya Dağı veya kutsal tapınak olarak da değerlendirilmelidir. Kuzey (Kutup) Yıldızı’nın çevresinde dolaşan takım yıldızlar gibi, mitik toyda Oğuzlar, yeryüzünde Tengri’nin temsilcisi olan hanın çevresine sıralanmış on iki çadırdaki boy beyleri tarafından temsil ediliyorlardı. Abdülkadir İnan, söylentilere göre Oğuz boyları arasında mevcut orun (mevki) sıralamasını ve oturuş düzenini şöyle canlandırıyor: Gün (Kün) Han’ın küçük kardeşlerini ve oğullarını mevKİM NEREDE OTURUYOR, NE kilerine (orun) göre, kurulmuş çadırlarda oturtması ve her YİYOR: ORUN VE ÜLÜŞ birine düşen paylarını (ülüş) önlerine koymasını izleyelim: Devlet kurucu Oğuz Han ikinci Büyük Kurultay’ı topladığı “Altın çadırın başköşesinde [tör] Kün Han oturdu. Halkın veda toyunda konuklarını büyük bir ziyafetle ağırlarken bütün iyileri ittifak ederek [İl ileri gelenlerinin hepsi], mevkisine (orun) göre “kimin nerede oturtulduğu” ve payına koyunun başını, arkasını, kuyruklu sağrısını ve bağrını, (ülüş) göre “neler yediği” daha da önem kazanıyordu. Uygu- sırtının (uca) üzerinde koyup, Kün Han’ın önüne koydular. lanan sağlı sollu oturma düzeni, devletin hiyerarşik yapısını ‘Her kim Han olursa, payı bu olsun’ dediler.4 imgesel bir biçimde ortaya koyarken, konuklara etlerin en “Irkıl Hoca, kapının iç eşiğinde oturdu. Koyunun göğsünü değerli parçalarından daha az değerlisine sofradaki yerle- [töş] onun önüne koydular. ‘Kim vezir olursa onun payı da rine göre ikramı da, ölümünden sonra devlet yönetimini bu olsun’ dediler.” devralacak oğulları ve öteki Oğuz beylerinin budun içinde “Sağ koldaki ilk çadırda Kün Han’ın büyük oğlu Kayı’yı hangi görev ve mevkileri üstleneceklerinin işaretiydi: oturttular. ‘Kayı’ya [koyunun] sağ aşıklı [arka bacak] “Kırk kulaçlık bir direk, sağa dikip sağladı,/ Direğin kemiğini, pay verdiler. ‘Bayat’ bu eti doğradı; ‘Sorki’ [Sorhı] üzerine, altın bir tavuk koyup,/ Direğin altına da bir ak atlarını tutdu [baktı]. İkinci çadırda ‘Alka evli’yi oturttular. koyun bağladı./ Kırk kulaç, bir direk de, sola dikip solladı,/ Direğin üzerine, gümüş bir tavuk koyup,/ Direğin altına 4 Koyunun başı ve sağrısı halkının başı olan kağana sunulduğunda, kağan mantıken hayvanın en üstteki kısımlarını alır, yere daha yakın değen parda, kara koyun bağladı/ Sağ yanında Bozoklar, sol yanında çaları toplumsal hiyerarşide daha az önemli sayılan kişilere ayrılır. Örneğin, da Üçok,/ Oturup eğlendiler, kırk gün kırk geceden çok./ koyunun beyni, en değerli parçalardan biridir. Kaşgarlı Mahmud, Lugat’inde Yediler hem içtiler, erip muradlarına,/ Oğuz böldü yurdunu, “Er menğiledi” der. Anlamı “Adam beyin yedi.” Kaşgarlı’ya göre, “Vücutta en değerli yer dimağdır; kendisi için koyun kesilerek o koyunun beyni sunulan verdi evlatlarına.” kişi, hatırı sayılır kişidir.” (Kaşgarlı, Atalay çevirisi, Cilt III: 405) DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik Ama, bir çocuk sahibi olduğunda, saygınlığına yeniden kavuşacaktı. Dirse Han’ın oturtulduğu kara çadır önüne “kara yahni” konması, yemek yenirken aslında sosyo-kültürel ve “ak” çadıra uzaklığı ile de siyasal anlam ve simgeler tüketildiğini açığa vuruyordu. Tüm bu örnekler bize aynı zamanda, bozkır insanlarının yaşam süreçlerinde geçişlerin, sosyal eşik atlamaların, yoğ ritüelinde görüldüğü gibi, ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor. Toy sofrasında saygın bir yere sahip olmak için, sadece soylu bir aileden gelmek yetmiyor. Ayrıca savaşta yararlılık göstermek, düşman öldürmüş olmak, sıradan bir savaşçı değil bahadır olmak gerekiyor. Dahası evli ve çocuklu olmak da önemliydi. Ve nihayet, soylu olmayan bir alp de, beyinin hizmetinde savaşçılığı ile öne çıkarsa o da “aile”ye dahil ediliyor, o da artık soylu sayılıyordu. 85 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik Toyun sofra düzeni, protokolü, ortaya konan et konuklara pay edilirken gözetilen simgesel ayrım, konuk kişilerin toplumsal hiyerarşideki yerlerine işaret etmenin dışında; Orta Asya fiziksel coğrafyasında siyasal egemenlik alanının paylaşımını, başka bir deyişle, doğal kaynaklara erişim, üretim ve üretim ilişkileri bazında yaşamsal önemi olan paylaşımların da boyutlarını ilan ediyordu. 86 Ona sağ karı iligi [sağ ön bacak kemiği] pay olarak verdiler: ‘Karaevli’ bunu doğradı. ‘Lala’ onların atlarını tuttu. Üçüncü çadırda Ay Han’ın büyük oğlu ‘Yazırı’ oturttular. Ona sağ yan başını [sağ kalça kemiği] verdiler. ‘Yapar’ [Yasır] bunu doğradı. ‘Kumçı’ [Kumı] atlarını tuttu. Dördüncü çadırda ‘Dodurga’yı oturttular. [Koyunun] sağ umacasını [kuyruk sokumu kemiği] pay olarak verdiler. ‘Döger’ bunu doğradı, ‘Murdeşuy’ atlarını tuttu. Beşinci çadırda Yıldız [Yulduz] Han’ın büyük oğlu ‘Avşar’ı oturttular. Sağ uyluğu [but kemiği] pay verdiler. ‘Kızık’ bunu doğradı. ‘Turumçı’ [Torumçı] atlarını tuttu. Altıncı çadırda ‘Begdili’ni oturttular. Sağ yağrını [kürek kemiği] pay olarak verdiler. ‘Karkın’ bunu doğradı. ‘Karaçık’ atlarını tuttu.” “Sol yandaki en ön çadırda ‘Kök [Gök] Han’ın büyük oğlu ‘Bayındır’ı oturttular. Ona sol uyluğu [but kemiği] pay verdiler. ‘Beçene’ onu doğradı. ‘Kazgurt’ atlarını tuttu. İkinci çadırda ‘Çavuldur’u oturttular. Sol yan tarafı [sol kalça kemiği] verdiler. ‘Çepni’ onu doğradı. ‘Kanklı’ atlarını tuttu. Üçüncü çadırda ‘Tağ [Dağ] Han’ın büyük oğlu ‘Salur’u oturttular. Sol aşık kemikli iligi [sol arka ayak] pay olarak verdiler. ‘Eymür’ onu doğradı. ‘Kalaç’ atlarını tuttu. Dördüncü çadırda ‘Ala Yuntlı’yı oturttular. Sol kuyruk kemiğini pay verdiler. ‘Üregir’ bunu doğradı. Tiken [Teke, Teken] atlarını tuttu. Beşinci çadırda Tenggiz [Deniz)) Han’ın büyük oğlu ‘İgdir’i oturttular. Sol karı iligi [ayak kemiği] verdiler. ‘Bügdüz [Böğdüz] onu doğradı. ‘Karluk atlarını tuttu. Altıncı çadırda Yıva’yı [Ava] oturttular. Sol yağrını [kürek kemiği] pay olarak verdiler. ‘Kanık’ bunu doğradı. ‘Kıpçak’ atlarını tuttu.” Siyasal bir ritüel özelliklerini taşıyan bu mitik kurultay ziyafetinde, boylar arasındaki hiyerarşi, dolayısıyla iktidar dağılımı, simgesel bir biçimde ortaya konuyordu. Gün Han ve beş kardeşinin her birinin soylu asıl hanımlarından dörder, toplamda yirmi dört oğlu vardı. Ama Oğuz Han’ın bu yirmi dört torunu arasında en büyükleri ve kimi zaman daha küçük kardeşleri de çadırlarda et yiyorlar, kimi ise et doğruyordu. Atlara bakanlar ise Oğuz Han’ın kumalarından peydahladığı “yanaşmalar”dı. Gün Han’ın sağındaki en itibarlı birinci çadırda et yiyen en büyük oğlu Kayı, eti doğrayan Bayat onun kardeşi, atlara bakan Sorhi ise yanaşmaydı. İkinci çadırda oturan Alkaevli, Gün Han’ın üçüncü, eti doğrayan Karaevli ise en küçük oğluydu. Atları tutan Lala da, Ebulgazi’ye göre, yine Oğuz Han’ın kumalarından birinden doğmaydı. Oturma düzeni ve paylaşımın niteliği “kürke” yani mevkiye göre değişiyordu, çünkü budunun “töre”si bunu öngörüyordu. Merkezdeki Gün Han’ın Kayı boyu “et yiyen”, Oğuz kökenli olmasına karşın, ona tabi sayılan Bayat boyu “et doğrayan”, Oğuz Han’ın kumasından doğduğu için soylu Oğuz sayılmayan, ancak ona bağlı Sorkı boyu da “atları tutan” seyisler olarak, farklı ve eşitsiz konumdaydılar. Bu sıralama aşağı doğru aynı üçlü ayrımla devam ediyor, “et yiyen”, “doğrayan” ve “atlara bakanların” her biri aslında Oğuz düzenindeki boylar arası hiyerarşiyi simgeliyordu. 0ğuz’un yirmi dört torunu her ikisi on iki çadırda oturtularak on iki bölük oluyorlardı. Bu on iki bölükten doğanlar, “Bir şeyin yüzü arkasından iyi olduğu için halkın ve devletin yüzüne dönüktür” anlamıyla, “yüzlük” olarak nitelendiriliyordu. Oğuz Han’ın ad koyduğu ya da kumalarından doğan torunları, kapıda duran ya da at tutan olarak da yirmi dört kişiydi. Bunlar da daha alçak konumdaki oymakları temsil ediyorlardı. Mitolojik kökenli olsa da, “oturan”, “et doğrayan” ve “atlara bakan” ayrımı, Oğuzların gerçek yaşamlarındaki katı hiyerarşik düzenini yansıtan bir kültürel aynadır: Soylu konukların çadırları, merkezdeki hükümdar çadırının sağında ve solunda ve her birinin mevkiine göre sıralanmış, ikram edilen kızartılmış bir koyunun kemikli et parçaları da aynı hiyerarşi uyarınca belirlenmiş ve tüketilmişti. Böylelikle, kurultaya katılanlar arasındaki siyasal konsensüs, sofra düzenine de yansıtılmış, boylar arasındaki güç dengelerine göre ileride değişme potansiyeli taşısa da, o anki iktidar paylaşımını simgesel olarak yeniden üretmişti. Oğuzların atası Oğuz Han’ın Oğuz boyları arasında hiyerarşik önem ve saygınlığın öne çıkarıldığı, iktidarın paylaştırıldığı mitik toy gibi, siyasal bir ritüel pratiği olarak toyun ve han ve beylerin ritüel kurultay şölenlerinin, bu dünyaya DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türklerde Sofra Siyaset ve Simgesellik yönelik siyasal simgesellikler taşıdığı, bir bakıma kurulu paylaşımların da boyutlarını ilan ediyordu. Toyda olduğu düzeni yeniden ürettiği açıktır. “Mit ve onu somutlaştıran gibi, ülkesinin ekonomik kaynak ve zenginliklerinden ritüelin” sadece grup yaşamına anlam kazandırmadığı, “aslan payı”nı alan hükümdarın düzenlediği boylar genel aynı zamanda “sosyal ilişkileri düzenlediği ve toplumsal kurulunda, onunla birlik olan beyler ve boylarının her tabakalaşmayı koruduğu veya yeniden ürettiği” saptaması, birinin ülüşü, onlara gündelik yaşamlarında tanınan siyaOrta Asya toplumları için de geçerlidir: Mitik Oğuz Han sal, hukuksal ve ekonomik hak ve çıkarları yansıtıyordu: ziyafetinin simgesel ritüeli aracılığıyla, onun soyundan Toy düzeninde bir boy beyinin sofradaki yeri, ortak bir av gelen Oğuz halkı ve müttefik boylar kimlik ve saygınlık- bölgesinde vurulan kuş ve geyiklerden ya da kazanılan bir larını koruma ve sürdürme olanağına kavuşuyorlardı. savaşın ganimetlerinden ne kadar pay alabileceğinin de Zaman içinde Oğuz budununu oluşturan boyların üyeleri göstergesiydi. Bu yönüyle toyun, toy veren ile toya katılanlar ve beyleri değişse de, simgesel kimlikler aynı kalacak ve arasındaki hiyerarşik ilişkileri, genel anlamda toplumsal geride bıraktıkları aile üyelerine devrolacaktı. Tıpkı, ölüm hiyerarşiyi yeniden üretme aracı olarak değerlendirilmesi sonrası yapılan yoğ ritüelinde olduğu gibi, resmî toy ritüeli yanlış olmaz. de çoğu zaman mevcut iktidarları ve izleyen yeni iktidarlaGrubun temsili ve gerçek varlığı açısından, kağan ve rın ideolojisini meşrulaştırıcı ya da sorgulayıcı, hatta karşı konuklarının oturma düzeni ve yenilen etler işin maddi çıkıcı işlevleriyle karşımızdadır. yönüdür. Bir de psikolojik ve kültürel boyutu vardır. Zira, çadırlar arasındaki hiyerarşik “mesafe” ve paylaşımda “KOYUN ZİYAFETİ” SOSYAL VE farklılık, zaten katılan konuklarca önceden “içselleştirilSİYASAL DÜZENİ BESLER miş” olduğundan normal karşılanır. İster Orta Asya’da Yemek ve iktidar ilişkilerinin iç içe olduğu kamusal toylar, ister Ortaçağ Avrupa monarklarının masalarında olsun, sosyal aidiyet, barış ve dostluğu pekiştirirken, boylar arası maddi ya da somut bileşkenlerle psikolojik veya simgesel hiyerarşik orun ve ülüş dağılımının korunması ve buna saygı bileşkenler arasındaki ilişkiler, bir yandan yemek paylaşan gösterilmesi de büyük bir önem taşıyordu. Zira Orta Asya grubun gerçek varlığını, öte yandan da bu grubu ve onun bozkırlarında hayvancı ve savaşçı konar-göçer halkların içindeki farklı kimlikleri temsil eder. oluşturdukları kısa ya da daha uzun ömürlü esnek boylar konfederasyonları bünyesinde, “koyun ziyafeti” siyasal iktidar BOZKIR EKONOMİSİNDE paylaşımının kültürel anahtarını sunan simgesel bir özellik YENİDEN BÖLÜŞTÜRME de içeriyordu. Bahaeddin Ögel’in yıllar önce vurguladığı Barış içinde birlikte yemek yenirken, hükümdara düşen gibi, “Bir koyundaki et payı, çok daha geniş bir manada, bir “aslan payı”nın ve beylere düşen hiyerarşik payların dağılımı, devlet ve hukuk anlayışının, başka bir şekilde anlatılışı”dır. fiziksel güç yerine, kurultaya katılan aktörler arasındaki Başka bir deyişle, “Yemek Türklerde, sosyal düzeni kuran siyasal-ve toplumsal fikir birliğinden kaynaklanmaktadır. bir sembol gibiydi. [...] Yemek topluluk düzeniyle, disiplin Başka bir deyişle, kurultayın şölen sofrası bir siyasal konsensüs sofrasıdır. Toyu “ev sahibi” kağan yerleşik normlara (tör) ve onurları da kuran, bir vasıta ve sembol oluyordu.” Koyun sürülerinin yanı sıra, at sürülerinin de bozkır göre yönetir. Sofraya gelen kemikli et parçalarının eşitsiz yaşamında sadece kısrak sütü ve kımız üretimi ve eti için dağılımı da ona göredir. Ama konuklarını ağırlamadaki değil, çobanlık ve göçte hareket yetisini artırmada ve özellikle simgesel değerlerin, aslında merkezde oturan ve ziyafeti savaş bineği olarak taktik önemini zaten belirtmeye gerek yöneten, şahsında “iktidar sahipliği” ve “ev sahipliği”ni yok. Hayvancılığın başlıca uğraş ve geçim kaynağı olduğu birleştiren kağan ile sofrasına sağlı sollu çağrılı müttefik bozkır obalarında, bolca tüketilen koyun ya da at eti sadece beylerin hiyerarşik konumlarının, sosyal ve siyasal eşitbesin değeri yüksek bir gıda değildir. Et tüketmek beylere sizliklerin ötesinde, bozkır ekonomisi bağlamında “yeniden-bölüştürücü patron-müşteri” ilişkisini vurguladığı da layık simgesel bir eylemdir aynı zamanda. açıktır. Ama mevcut sosyal dinamikler ve güçler dengesine BUDUNUN EKONOMİK KAYNAK VE göre belirlenen bir uzlaşma sofrasından söz edilmelidir; bir ZENGİNLİKLERİ DE PAY EDİLİR sonraki toyda kağan da dahil, öteki toy müdavimleri boy Toyun sofra düzeni, protokolü, ortaya konan et konuklara beyler arasında değişmeler söz konusu olabilir. ▪ pay edilirken gözetilen simgesel ayrım, konuk kişilerin toplumsal hiyerarşideki yerlerine işaret etmenin dışında; Orta Asya fiziksel coğrafyasında siyasal egemenlik alanının paylaşımını, başka bir deyişle, doğal kaynaklara erişim, üretim ve üretim ilişkileri bazında yaşamsal önemi olan 87 Seyyah Pedro Türkler Nasıl Yemek Yerler Türkler Nasıl Yemek Yerler [1552] DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türkler Nasıl Yemek Yerler SEYYAH PEDRO Bu metin Ümit Meriç, Seyyahların Aynasında Şehirlerin Sultanı İstanbul, Albaraka Türk Yayınları, İstanbul 2010, s. 142-145’den alıntılanmıştır 88 K anuni devrinde İstanbul’daki türk hayatını anlatan ve üç kişi arasında (pedro, juan ve maca) geçen bir konuşma şeklinde kaleme alınan bu eser, 1557’de yazılarak İspanya Kralı II. Philippe’e takdim edilmiştir. Eserin amacı, o tarihlerde Avrupa’nın kuvvetli hükümdarlarından biri olan II. Philippe’e, İspanya’nın ve bütün Avrupa’nın en büyük hasmı olan Türkler hakkında bilgi vermektir. Konuşmacılardan biri Türkler elinde esir olarak İstanbul’da birkaç yıl yaşamış bir gemici, diğer ikisi ise ondan Türk hayatı hakkında bilgi alan arkadaşlarıdır. “MATA- Türklerin bütün adetlerini öğrenirken az daha yemeklerini unutuyorduk. PEDRO- Bu konuda da şimdiye kadar anlattığım şeyler kadar söylenecek şey var. JUAN- Bizim saraylardaki gibi onlar da yemeği debdebe ile mi yerler? Hiç değilse Büyük Senyör böyle yapmaz mı? PEDRO- Sinan Paşa’nın yemek yiyişini anlatırsam yüksek tabaka için örnek vermiş olurum. Oninkine biraz gösteriş ilave ederek, Büyük Senyör’ün yemek adeti hakkında bilgi edinmiş olursunuz. Türkler hemen her zaman yerde oturdukları gibi yemeklerini de yerde yerler. Halıların kirlenmemesi için at derisine benzeyen kalın ve renkli sahtiyan sererler. Peçete görevini yapması için de dört kenarını dizlerine çekebilecekleri genişlikte bir bez yayarlar. Bu durum, komünyonlardaki kiliselere benzer. Yerdeki deriye fosra derler. Orada senyörlerin bile sofrasında meyve, bıçak, tuzluk, tabak bulunmaz. MATA- Yemiş yemezler mi? PEDRO- Çok yerler ama yemekte değil. JUAN- Yenecek şeyi neyle keserler? PEDRO- Pide adını verdikleri ekmeklerini üçe bölerek sofraya getirirler. Bu parçaların üzeri tabak gibidir. Herkes etini kendi pidesinin üzerine koyar. Aşçı- DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Türkler Nasıl Yemek Yerler lar çok usta oldukları için yemeğe gereken çeşniyi verirler, yanındakinin sahanını sofraya koyar. Diğerleri ellerindekini böylece sofrada tuz kullanılmaz. Çaşnıgîr denilen içoğlanları, birbirlerine devrederek çaşnıgîrbaşıya verirler, böylece Sinan Paşa’nın konağında günde bir buçuk riyal alarak sof- Paşa’nın sofrasına bütün yemekler getirilir. Yine aynı terraya yemek taşırlar. Bizde çaşnıgîrin karşılığı ‘metrdotel’dir. tipte sofra toplanır. Başlarına yeniçerilerin uçları yatık üsküflerinden, yalnız MATA- Başlıca yemekleri nelerdir? kırmızı renkli olanlarını giyerler. PEDRO- Yemekleri hep yağlıdır. Et kızartmasını pek nadiren yerler, hatta yemezler. İtalyanların ‘minestra’sı MATA- Bunların tanesi ne kadardır? PEDRO- Yatırmanın gümüşüne taş işlenirse elli eskudo eder. gibi çorba dedikleri bir yemekleri vardır ki kaşıkla yerler. MATA- Sadece yemek taşırken mi giyerler? MATA- Bütün sahanlar çorbayla mı dolu? PEDRO- Ara sıra paşa ile dışarı çıktıkları zaman da PEDRO- Pilav diye her gün yedikleri bir pirinç yemeği giyerler. Bellerine sardıkları kemere kuşak derler. Gümüş vardır. İnek yağı ve koyun etinin suyu ile yapılır. Sulu değil telden örülü ve zırh gibi olan bu kuşakların eni bir karıştır. tane tanedir. Ufacık, çekirdeksiz İskenderiye üzümünü de bu pilava karıştırdıkları olur. Pilavın yanında bizdeki gibi En hafifi elli eskudo eder. karanfilli salça ve bal değil, parça parça edilerek pişirilen JUAN- Göze nasıl görünür? PEDRO- Semer bile altın veya gümüş işlemeli olursa güzel semiz koyun eti konur. Taze ve kuru erik hoşafına badem görünür. Bunların hepsi, başkanları yanlarında olmak üzere taneleri de karıştırırlar. Zerde dedikleri koyu sarı renkte, mutfağa gidip yemeklerini sahanlarla alırlar. pirinçten yapılmış bir şey daha yerler ki bu çok bal ister. Ayrıca pirinçten tavuk çorbası da yaparlar. Tavuğu parMATA- Bu sahanlar gümüşten midir? PEDRO- Şeriatleri gümüş kapla yemek yemeyi, gümüş çalayarak pirinç ve biber katarak pişirirler. Hiçbir yemeği kaşık ve gümüş tuzluk kullanmayı men eder. Büyük Türk, inek yağı koymadan pişirmezler. Kızartma, yahni, kavurma, mercimek, nohut; hiçbiri yağsız yenmez, hatta ekmeği bile prens, büyük, küçük hiç kimse de bu yetkiyi vermez. MATA- Neler söylüyorsun? Hiç Büyük Türk’ün sofrasında yağa bularlar. Sinan Paşa’nın sofrasında en fazla tereotlu gümüş takım bulunmaz olur mu? nohut, soğanlı kuzu yahnisi bulunur. Ispanak da sık yenir PEDRO- Vardır; hem de en güzelleri. Kocaman şamdanları ve lezzetlidir. Diğer yemeklerine gelince: Etli, kabukları vardır ama hiç birini Büyük Türk kendisi yaptırmamıştır. soyulmuş buğday ve şehriye yemeği, limonla yenilen merciVenedik’ten, Fransa’dan, Macaristan’dan, Hırvatistan’dan mek, asma zamanı biberli baharlı yaprak dolması, kâğıt gibi hediye gelir. Hiçbirini kullanmaz, hazinesinde saklar. Sinan yufkalara sarılan kıymalı börekler... Yemekte ayrıca salça Paşa’ya da çeşitli yerlerden gümüş hediyeler gelmişti, ama kullanmazlar. Yemeğe fazla düşkün olmadıkları için bence ancak yaşamak için yerler, zevk aldıkları için değil. Kaşığı kullanmazdı. ellerine aldıkları zaman o kadar acele ederler ki aralarına MATA- Kim engel oluyor? karışan şeytanı kovalıyorlar zannedersin. İyi huylarından PEDRO- Hiç kimse değil, din. biri de yemekte konuşup eğlenmemeleri. Karnı doyan MATA- Neye dayanarak? PEDRO- Onlara sorulduğu zaman, dünyada gümüş kap- ‘Allah’a şükür.’ deyip kalkar ve yerini başkasına bırakır. Yemek yönünden aralarında herhangi bir ayrılık yoktur. Hiç larla yiyenler ahirette bunu yapamazlar, derler. tanımadıkları bir kimse bile ayakkabılarını çıkarıp sofraya MATA- Peki neyin içinde yerler? PEDRO- Bakır kaplarda. Orada bakır, İngiltere’de işlenen oturur ve hemen yemeğe başlar. Paşa yemeğini bitirince ‘peltre’den daha güzel işlenir. Bizim şimşir veya başka bir Allah’a şükreder ve ‘Sofrayı kaldırın.’ derdi. ağacı tornada işleyerek çeşitli güzel şeyler yaptığımız gibi MATA- Demek onlar da bizim gibi Allah’a şükrederler? onlar da bakırı işleyerek yaparlar. İstenilen şekil verilirken PEDRO- Bizden daha çok. Bizler ancak yılda bir kere bakır kalaylandığı zaman gümüşü andırır. İşte bütün ileri hatırlayıp şükrederiz. gelenler ve Büyük Türk bu sahanlarda yemek yerler. Bunlar JUAN- Ne gibi şeyler söyleyerek şükrederler? eskidikçe yeniden kalaylanır ve çok ucuza çıkar. PEDRO- Elhamdülillah, çok şükür Yarabbi, Allahu Teala MATA- Bizim tencere ve tavaları kalayladığımız gibi mi Padişahımızın bir gününü bin etsin, derler. JUAN- Doğrusu güzel bir dua. Biz de aynısını etmeliyiz. kalaylarlar? Hatta etmeyenleri ceza ve aforoz yoluyla zorlamak gerek.”▪ PEDRO- Bizde yapılan düpedüz maskaralık. Onlar en iyi cins kalaya nişadır katarlar. Dört saat içinde Büyük Türk’ün bütün sofra takımını, usta bir kalaycı kalaylar. Çaşnıgîrler ellerinde kapaklı sabanlarla iki sıra halinde mutfaktan yemekleri gayet muntazam bir surette 89 sofraya getirirler. Çaşnıgîrbaşı önce kendi sahanını, sonra Dursun Çiçek Seyyah, Şehir ve Yemek Seyyah, Şehir Ve Yemek DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Yemek Kültürü Kitabı Üzerine 90 DURSUN ÇİÇEK B u dünyadaki insanlık hikâyemiz yemekle başladı desek yalan söylemiş olmayız. hz. âdem ile havva’nın cennette iken kendilerine yasaklanmış ağacı/meyveyi yemesi ile başladı bir bakıma bu dünya hayatımız. Yenilme özelliği olan bir şeyin yenilmemesi bir yasaydı. Ancak insan verdiği sözü unuttu ve yedi. Yerken de üstün niteliklere sahip olacağı vehmiyle yedi. Şeytanın ayartmasıyla gerçekleşen bu olay diğer yanıyla da insanın dünya hayatının başlamasının vesilesi oldu. İnsanın bu dünyada hep ekmek peşinde koşacağı, ekmek kavgası yapacağı, ekmek kaygısı ile yaşayacağı hayatı başlamış oldu. Dolayısıyla ekmek kaygısı insanı insan yapan bir bağlama oturdu. Bir bakıma bu dünyada insanın hayatı boyunca çekeceği ekmek kaygısı (yeme-içme bağlamı) meşru olursa, cennette yaptığı hatayı telafi edecek ve yeniden asıl yiyeceklerin ve içeceklerin kendisine ulaşacaktır. Bu aynı zamanda yanlış şeyi yemenin bedeli olarak bu dünyada sâlih olanı yaparak sâlih olanın hakikatine ulaşmadır da. Bu anlamda tarih biraz da yediklerimizin ve içtiklerimizin tarihidir. Bir milleti, bir topluluğu ve bir insanı yedikleri üzerinden anlayabilir ve anlamlandırabiliriz. Hatta bir memleketi, bir coğrafyayı, bir şehri yemek üzerinden tanıyabiliriz. Bu yanıyla yemek bir hafıza ve hatırlamadır. Yani insanın yemek yeme biçiminin de ötesinde yemeği yapması, ne tür yemekler ürettiği önemlidir. Daha insanlığın başında onun yasası olan helal haram bağlamı (dinî bağlam) belirleyici olduğu kadar aynı zamanda coğrafi ve sosyal bağlam da önemlidir. Bir toplumun yemeklerinden yola çıkarak o toplumun hem dinî hem de kültürel yapısını rahatlıkla ortaya çıkarabiliriz. Biz her yediğimiz ve her içtiğimizde meşruiyet bakımından her seferinde cenneti hatırlarız ve bu dünyada helal rızkın derdine düşeriz. Bu hafıza ve hatırlama bizim yemek kültürü ile ilgili ana mihengimizi de tayin eder. Bununla beraber sosyal hayatımızda da belirli yemekler belirli olayları, insanları, milletleri, şehirleri hatırlatır. Bir cenaze yemeğinde hatırladığımızla bir düğün yemeğinde hatırladığımız aynı değildir. Sünnet yemeğinde ayrı, bayram yemeğinde ayrı şeyler hatırlarız. Yemeklerin ve tatların bizi çocukluğumuza, bazı mekânlara götürmesi, bazı insanları hatırlatması unutulmamalıdır. Yemek aynı zamanda bir toplumun kimliğidir. Bir şehre gittiğinizde orada hayvan eti yenmiyorsa veya bir şehre gittiğinizde orada domuz eti yenmiyorsa bu bir kimlik beyanıdır. Birinci gittiğiniz yer bir Budist veya Brahmanist toplulukken ikinci gittiğiniz yer Müslüman topluluktur. Çünkü dinî kimliğimiz yeme içme ile ilgili kimliğimizi de belirler. Bir toplumun yemeği medeniyeti ile doğrudan ilgilidir. Çünkü yemek de hem nazarî hem de amelî bir bağlama sahiptir. Nazarî anlamda dinî, coğrafî, gelenek bağlamımızı amelî yana taşırız. Tıpkı nazarî bir düşüncenin amelî olarak zaman, mekân ve siyasette uygulanması, ete kemiğe bürünmesi gibi, yemek de amelî anlamda ete kemiğe bürünen bir terkiptir. Biz yemek vasıtası ile çokluğu yekpareleştiririz. Yeni bir birlik kurarız. Bu anlamda yemek yapmak ile teori geliştirmek arasında bir benzerlik de söz konusudur. Yemek yapmak pratik bir düşünme eylemidir. Düşüncedeki terkibe benzer bir biçimde yemeklerimizi de bir terkib üzere yaparız. Nasıl ki insanın iman etmesi ve düşünmesi nazarî DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek Bir şehre gittiğinizde orada hayvan eti yenmiyorsa veya bir şehre gittiğinizde orada domuz eti yenmiyorsa bu bir kimlik beyanıdır. Birinci gittiğiniz yer bir Budist veya Brahmanist toplulukken ikinci gittiğiniz yer Müslüman topluluktur. Çünkü dinî kimliğimiz yeme içme ile ilgili kimliğimizi de belirler. 91 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek Seyyahla yemek arasında yapay olmayan bu ilişki, dönemi gerçek bağlamında görebilmek ve değerlendirebilmek açısından ayrıca önemlidir. Bir seyyahta yemek, görmenin izini ve göstergesini taşır. Sadece yemekler üzerinden bir seyyahın neleri görüp görmediğini anlayabiliriz. 92 yanını beslerse onun amelî yanını da söz konusu inancın ve düşüncenin gereğini yapması gerçekleştirir. Tıpkı bunun gibi yemek de bizim amelî olarak gerçekleştirdiğimiz bir hikmettir. Bedenin sıhhati ve sürekliliği için yemek gerekir. Tıpkı ruhun sıhhati ve sürekliliği için ibadet gerektiği gibi… Yemeğin bu amelî bağlamını yani birleştirme özelliğini bir düğünde, sünnette, cenazede, bayramda, şenlikte görebiliriz. Bir cenazede ve düğünde nasıl farklı insanların yekpareliği söz konusuysa yemekte de benzer bir durum söz konusudur. Hem içerik olarak hem de o içerik etrafında bir araya gelme ve onu tüketme bakımından… Dolayısıyla yemek bu yanıyla bir düzeni de temsil eder. Tertip ve disiplindir yemek… Yemekte bir yeme ve sofra düzeninin olması, yemek yeme ile ilgili kuralların bulunması tesadüf değildir. Ne yediğimiz, nasıl yediğimiz, yediğimizi nasıl kazandığımız, nereden yediğimiz ve ne kadar yediğimiz önemlidir. Öte yandan yemek bize paylaşmayı, vermeyi de öğretir. Açlığı ve tokluğu öğrettiği gibi. Oruç ve perhiz yemek üzerinden anlayabileceğimiz hadiselerdir. Yemek hikâyeleri, yemek türküleri, hangi yemeğin hangi insanı, şehri, milleti temsil ettiği de ayrı bir öneme sahiptir. Bu anlamda yemekteki tatların ferdî mi sosyal mi olduğu meselesi de gündeme gelir. İçinde yaşadığımız Aydınlanma ve modernleşme süreci ile birlikte her alanda gördüğümüz sekülerleşme ve rasyonelleşme yemek alanında da karşımıza çıkar maalesef. Son birkaç yüzyıldır yemekteki terkibin ve çeşitliliğin bozuldu- ğunu ve bunun yerini bir tek tipleşmenin ve tekdüzeliğin aldığını da görmekteyiz. Kafe kültürü toplumun her alanını kuşatırken hamburger bütün insanların ortak yemeği hâline geliyor. Bazı düşünürlerin Hamburger Çağı olarak da nitelediği bu çağ Batı burjuva yemek alışkanlıklarının aslında evrenselleştirilerek insanlara dayatılmasından başka bir şey değildir. Yemeğin, içeceğin, mutfağın ve yemek yeme biçiminin zamanın mekanikleşmesi ve rasyonelleşmesi ile ilgisi üzerine uzun uzun düşünmek ve konuşmak gerekiyor. Hatta belki de bu kısır döngüyü ve tek tipliliği bertaraf etmek için seyyahların eserlerine yol almak gerekiyor. En çok da, yeni bir nazarî ve amelî bağlamı oluşturmakla yemek yapmak arasındaki ilişkiyi daha iyi düşünmek gerekiyor. * Seyyahlar şehir ve mekânla ilgili birinci dereceden kaynak sayılırlar. Onların gezdiği mekânlarla ilgili izlenimleri, gözlemleri, notları bizim için önemli malzemelerle doludur. Bir şehrin sosyal ve kültürel hayatını, dinî ve geleneksel yapısını birinci elden onların aktardıkları olmadan yazabilmek çok zordur. Seyyahlardan bize gelen malzemeden derinlikli analizler beklemek de doğru değildir. Asıl onlardan gelen malzemenin işlenmesi önemlidir. Seyyahlar açısından görmek ile yemek birbirinden ayırt edilemez. Onlar biraz da yemek yemek için dolaşırlar. Çünkü yemeden gezebilmeleri mümkün değildir. Mutfaklarını sırtlarında taşımadıkları için tabii olarak gittikleri her yerde o yörenin yemeklerini zorunlu olarak yemek zorundadırlar. Bu anlamda seyyah ve yemek ilişkisi özel bir öneme sahiptir. Seyyahla yemek arasında yapay olmayan bu ilişki, dönemi gerçek bağlamında görebilmek ve değerlendirebilmek açısından ayrıca önemlidir. Bir seyyahta yemek, görmenin izini ve göstergesini taşır. Sadece yemekler üzerinden bir seyyahın neleri görüp görmediğini anlayabiliriz. Kimi seyyahlar aynı zamanda analitik bir biçimde gördüklerini yorumlama özelliklerine de sahip olabilirler. Evliya Çelebi, İbn Battuta, Marco Polo, Herman Hesse, Strabon bunlardan birkaçı. Bundan dolayı onların eserlerinde bize anlattıkları ayrı bir öneme sahiptir. Ancak bunların içinde Evliya Çelebi ve Seyahatname’sinin yeri ayrıdır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi; üzerine onlarca kitap, yüzlerce makale yazılmış, hakkında yine onlarca tez hazırlanmış bir seyahatnamedir. Her okunduğunda okuyan kişinin ilgisine göre önemli malzemeler çıkar. Türkiye’de ve dünyada Seyahatname ile ilgili önemli çalışmalar yapılmaktadır. Şüphesiz ki bunların en önemlilerinden biri Marianna Yerasimos’un Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Yemek Kültürü isimli çalışmasıdır. Hem dikkat çektiği konu hem de meseleyi ele alış biçimiyle önemli bir metin söz konusudur. Bu yazıda söz konusu kitap üzerinden Osmanlı coğrafyasında yemek 3 (dükkân, çarşı, pazar); gıdaların üretimi için kullanılan araç gereçleri, tüketimleriyle ilgili mekânları; örneğin aşçı, şerbetçi, helvacı vb. dükkânlarını da etraflıca anlatır. s. 12. Yerasimos, s. 15. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek kültürü ve şehir ilişkisini ortaya koymaya çalışıp kitabın yemeklerin içinde sunulduğu kapları, mutfağın içeriğini ve analizini yapacağız. ana unsurlarını anlatması çok önemlidir. 17. yüzyıl mutfağının gıda taşıma gereçleri ile ilgili yapılacak bir araştırma * Kitabın yazarı bu coğrafyada yaşadığı için içinde yaşadığı ancak Seyahatname üzerinden yapılabilir. kültürü iyi bilen birisi. Dışarıdan bir bakış gibi değerlendiYönetici sınıf ile halk arasında kullanılan mutfak rilse de aslında içeriden bir bakış. Bu anlamda yazar adeta gereçleri bakımından bir farklılık var mıdır veya Osmanlı Evliya Çelebi’nin eseri üzerinden, onun yaptığı yolculuğun toplumunda kendi dışındaki başka kültürlerle bu konuda bir benzerini Seyahatname içinde yapar. Başka bir deyişle bir etkileşim var mıdır bunu çok rahatlıkla anlayabiliriz. Evliya Çelebi’nin eserinde tıpkı onun gibi bir yolculuğa Mesela onun verdiği bilgilerden mutfaklarda Çin porseçıkar. Kitabı yemek bağlamında okuduğu için gezdiği her lenlerinin kullanıldığı, özellikle de mertebanilere rağbet edildiğini öğrenebiliyoruz.4 şehri de yemek üzerinden anlatmaya çalışır. Yazar için de Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin önemi Evliya Çelebi’nin yolculuğunu dikkatle takip eden birisi birinci derecede hafıza hususundaki değeridir. Ona göre Osmanlı sanatı ve iktisadi yapısıyla ilgili önemli bilgilere, Evliya, Osmanlı dünyasının coğrafî, siyasî, toplumsal ve detaylara da ulaşabilir. Mesela onun eseri İznik ve Kütahya duygusal yapısını nakleder; bir yandan da gündelik yaşamın seramikleri ve bunların mutfak bağlamında kullanımı hakayrıntılı bir panoramasını çizer.1 Ona göre Seyahatname kında önemli bilgiler verir bize. Başka deyişle döneminde yaptığı yüzlerce şehir tasviri ve aktardığı kültürel bağlam- Kudüs’ten, Acem’den hatta Batı’dan gelen mutfak eşyaları larla önemlidir. Kitabın ana bağlamı çerçevesinde yazar için ile bilgi veren Evliya Çelebi, bunlarla beraber Anadolu’da özellikle gıda ve yemekle ilgili aktarımlar daha öne çıkar. üretilen mutfak eşyaları ve bunların iktisadi zemini ile ilgili Yazarın ve kitabın birinci derecede kaygısı, yemek detay bilgiler de verir. 1648’de Osmanlı’daki tüm imaretleri üzerinden şehirlerin, toplumların ve sosyal yapıların ana- süsleyen çinilerin üretildiği İznik’ten söz eder. Çinilerin lizini yapmaktır. Yazara göre Seyahatname yemek ve gıda nasıl üretildiğini anlatır. Çini kâse, tabak ve ibrikleri över. üzerinden bir sosyal ve iktisadi yapıyı da bize sunmaktadır.2 Ama aynı zamanda yaşanan Celali isyanlarıyla çiniciliğin Dolayısıyla yazar sadece Seyahatname ile de yetinmeyerek nasıl zarar gördüğünü de anlatır. Evliya Çelebi’nin beslenme alışkanlıklarıyla ilgili anlattıkKullanılan eşyaların yansıttığı sosyal dokuya da dikkat larını, yolculuklarında afiyetle yiyip içtiği, gördüğü ya da çeken Yerasimos, Evliya Çelebi’nin mutfak ve yemek üzerinden sicillerde okuduğu veya sadece adını duyduğu yiyecek ve bilhassa yönetici kesimde ortaya çıkan altın ve gümüş kap içeceklerle ilgili kaydettiklerini on iki ana başlık altında kullanımına dikkat çektiğinin de altını çizer. Yöneten-yönederleyerek, eldeki kaynaklarla karşılaştırır ve değerlendir- tilen arasındaki iktisadi ve sosyal farklılıkların durumuyla ilgili önemli anekdotlar sunar. Adalet üzere kurulan, israfın melerini buna göre yapar.3 Kitabın en önemli vurgularından biri de Osmanlı coğraf- haram olduğu ilkesini her demde tazeleyen bir sosyal yapıda yasıyla birlikte Osmanlı’nın komşularının yemek kültürü ile bilhassa yöneticiler düzeyinde bozulmanın nasıl başladığının ilgili yaptığı mukayeseleridir. Osmanlı yemek kültürünün işaretlerini bile yemek üzerinden çok rahatlıkla çözümler. İran yemek kültürüne veya İran yemek kültürünün Osmanlı Dolayısıyla bir sosyal yapıdaki bozulmalar sırf yemek ve yemek kültürüne etkileri yazar için önemlidir. mutfak kültürü üzerinden ele alınıp analitik bir biçimde Kitabı iki ayrım üzerine oturtan Yerasimos, birinci yazılabilir. Bu anlamda Evliya Çelebi Seyahatnamesi ciddi ayrımda 12 bölüm olarak Evliya Çelebi’nin yemekle ilgili malzemelerle doludur. aktarımlarını sistematik bir biçimde sunar. İkinci ayrım Evliya Çelebi’nin eseri bize çininin İznik, seramiğin ise sistematik anlamda bir dizindir. Kütahya ve bakırın da Kastamonu ile beraber Tokat, Belgrad, İkinci ayrımın birinci bölümünde Seyahatname’de geçen Saraybosna’da üretildiğini belirtir. Böylelikle yemek araç ve mutfak eşyaları ve sofra gereçlerini inceleyen Yerasimos, gereçlerinin hangi şehirlerle özdeşleştirildiğini öğrenmek Evliya’nın özellikle analitik bakış açısına, detayları aktarma- bakımından da önemli bir kaynaktır. sına dikkat çeker. Yaşadığı dönemde yemekleri anlatırken İstanbul’daki kalaycılar, Eyüp’teki çömlekçiler, Güzelhisar’daki helvacı dükkânları da Seyahatname vasıtası ile 1 Marianna Yerasimos, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Yemek Kültürü, Kitap öğrendiğimiz detaylardan. Hatta öyle ki Eyüp çömleklerini Yayınevi, İstanbul, 2011, s. 9. İznik ve Çin porselenleri ile mukayese eder Evliya Çelebi. 2 Yerasimos, s. 12. Evliya Çelebi kaydettiği gıda maddeleriyle yetinmez, bunlarla Bugünün değer yargıları ile dünün değer yargıları arasındaki ilgili resmî görevlileri (eminler); üreten ve satan esnafları, satış yerlerini 93 4 Yerasimos, s. 47. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek 94 farkı seyahatnameler vasıtası ile seyyahların izlenimleri üzerinden daha sağlıklı anlayabiliyoruz. İkinci bölümde Seyahatname’de geçen hayvansal ve bitkisel yağları inceleyen Yerasimos, yine Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilerden yola çıkarak Osmanlı yemek kültürünün bir başka boyutuna dikkat çeker. Mesela dönem itibarı ile onun verdiği bilgilerden Yahudilerin susamyağı, Müslümanların sadeyağ kullandığını, zeytinyağının yok denecek kadar az olduğunu öğreniyoruz.5 Teleme yağı, kuyruk yağı daha istisna olarak geçerken, susamyağı, beziryağı ve zeytinyağı daha sık geçer. Osmanlı coğrafyasında ve İstanbul’da zeytinden ve zeytinyağından söz eder. Bilhassa Bugünkü Suriye, Filistin coğrafyasında zeytinin ve zeytinyağının önemine dikkat çeker. Şam zeytinlerinin cennet kokulu olduğunu belirtir. Dolayısıyla yine yemek ve yemek malzemeleri üzerinden göçlerin, sosyal geçişlerin, kültürel farklılıkların ve etkilerin nasıl hareket ettiğini çok rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Bu anlamda göçlerin tarihini yemekler üzerinden ele almak önemli ve mümkündür. Ancak bütün bunlara rağmen o dönem Osmanlı mutfağında ağırlıklı olarak zeytinyağının kullanılmadığı da bir gerçektir. Zeytinyağıyla pişen yemeklerin sayısı asgari düzeydedir. Seyahatname’de otuz dört çeşit kebap, otuz yedi çeşit pilav, ayrıca değişik borani, kapama, yahni ve dolmalar arasında sadece üç adet zeytinyağlı yemeğin adı geçer ve üçü de deniz mahsulleriyle ilgilidir.6 Baharatlar bölümünde otların gerek mutfakta ve gerekse tıp alanında nasıl kullanıldığıyla ilgili doyurucu anlatımlar var. Bunun yanı sıra bazı yiyeceklerin yenmesi ve yenmemesiyle ilgili dinî gerekçelerin yanı sıra geleneksel inançların da etkisi olduğu muhakkak. Mesela sığır etinin koyun etine göre daha az tüketilmesinin gerekçesi dinî ve töresel bağlamın ötesinde tıbbî sebeplerden dolayıdır. Çünkü ona göre, sığır eti insanda kan, balgam, safra ve kara safra dengesini bozduğu için daha az tüketilmekte, onun yerine koyun eti tercih edilmektedir.7 Öte yandan sığır eti yemeklerden ziyade kurutularak veya pastırma yapılarak tüketilen bir besindir. Evliya Çelebi’ye göre sultanlara layık pastırma Kayseri’de imal edilirdi ve ayrıca Kayseri sucuğu da sadece Osmanlı coğrafyasında değil dünyada da ünlüydü.8 * Konumuz bakımından kitabın en önemli bölümü birinci ayrımın sekizinci bölümüdür. Çünkü bu bölümde Yerasimos, Seyahatname’deki meyveler üzerinden şehirleri anlatır. 5 6 7 8 Yerasimos, s. 61. Osmanlı’da sadeyağ ile birlikte tereyağının da yoğun biçimde kullanıldığı yine Seyahatname’ye dayanarak söylenebilir. s. 63. Yerasimos, s. 67. Bu yemekler: İstiridye yemeği, midye pilavı, hamsi pilakidir. Yerasimos, s. 108-109. Yerasimos, s. 111. İstanbul’un kirazı ve şeftalisi; Bursa’nın “kırk çeşit”, Malatya’nın “seksen çeşit” armudu; İstanbul, Niksar ve Urfa’nın “âdem kellesi” kadar narları; Beypazarı, Geyve, Diyarbakır kavunları; Urla’nın razakı, kadın parmağı ve ter gömlek üzümleri; Şam’ın zeyni, Bozcaada’nın misket üzümü; İzmit’in ferik, Kocaeli’nin misket elması; İstanköy’ün kebbâtı, limonu, Medine hurması, Basra’nın hastavî hurması; Mısır’ın nabikası, cümmeyzi ve muzu… Evliya’nın zevkle yediği ya da sicillerde görüp kaydettiği yüzlerce meyveden sadece bir kaçıdır.9 Şehirlerin tanıtımında o şehrin yemekleri ve bilhassa da meyveleri ayrı bir yer tutar. Bugün biz de şehirleri gezerken hangi yemeği, hangi içeceği ve hangi meyvesi meşhurdur üzerinden bilir ve tanırız. Bunları bize anlatan birincil kaynaklar da yine seyyahlardır. Özellikle Evliya Çelebi Seyahatnamesi bu anlamda büyük bir kaynaktır. Nitekim Yerasimos da kitabının onuncu bölümünü şehir üzerinden bilinen meyvelere ayırmış. Dolayısıyla bu bölüm ve bilgiler o dönem Osmanlı mutfağının, yemek kültürünün nasıl olduğuyla ilgili önemli bilgileri haizdir. Yerasimos’un aktarımına göre Bursa; kırk çeşit armudu, sulu üzümü, kayısısı, kirazı ve kırk dirhem ağırlığında iri kestanesi ile meşhurdur. Bursa’da kestanenin kebabı da yapılmaktadır. Mesela ilginçtir, bugün Bursa şehri ile özdeşleşen şeftaliden Seyahatname’de söz edilmez. Evliya Çelebi, Bursa ile özdeşleşen şeftaliden söz etmediğine göre bu meyvenin 17. yüzyıldan sonra şehre geldiği rahatlıkla söylenebilir. Trabzon deyince akla elbette balık ve hamsi gelir. Ancak Evliya Trabzon’daki zeytin ağaçlarından ve Trabzon hurmasından da hatta daha sık söz eder. Amasya elmasından değil de rayihası güzel misket elmasından söz eder. Yine bu dönemde bildiğimiz Amasya elması henüz yeterince bilinmemektedir veya meşhur olmamıştır. Tebriz’in armudu ve üzümü; Erzincan’ın armudu, hevenk üzümleri, kurutulmuş meyveleri ve dutları; Ankara’nın armudu; Beypazarı’nın kavunu; Geyve’nin üzümü ve üzüm turşusu dikkat çeker. Konya deyince Meram bağları gelir akla. Evliya da Meram bağlarını cihanda mislini görmedik diye tanımlar. Meram bağında yetişen yirmi çeşit armut, kiraz ve şeftali dışında kayısısından da söz eder ve bunun Şam kayısısından daha lezzetli olduğunu söyler. Gazze’nin zeytini, limonu, turuncu, narı, inciri, abdar üzümü, kavunu ve karpuzu; Urfa’nın insan kellesi kadar olan narları; Darende’nin zerdalisi; Harput’un hezari elması ve ağırbinik üzümü; Sofya’nın vişnesi ve çileği; Edirne’nin ayvaları da dikkat çeker. 9 Yarasimos, s. 189. Malatya’nın kayısısı ve elması, Diyarbakır’ın kavunları öne çıkar. Mesela yine Diyarbakır bağlamında Seyahatname’den bugün ünlü olan karpuzun o dönemde çok da ünlü olmadığını anlıyoruz. Hatta karpuzun ünlü olmadığı gibi fazla makbul olmadığını da yine Evliya’dan öğreniyoruz. Yine Seyahatname’de Gemlik zeytinleriyle değil narları ile biliniyor. Bitlis tütünü ile değil armudu ile biliniyor. Van armudu ve bühtan kavunu ile. Bağdat o dönemde de hurmasıyla meşhur. İzmir narı ve bademi ile bilinir. Zeytininden, incirinden ve limonundan da söz edilir. Maraş üzümdür Seyahatname’de, Batı Şeria üzüm ve zeytin. Şam’ı anlatırken bağlar üzerinden cennete benzeten Evliya Çelebi; kayısısını, elmasını, ayvasını, limon ve turuncunu öve öve bitiremez. On yıl yaşadığı Mısır’da ise dikkatini en çok çeken hurmasıdır. Evliya Çelebi için İstanbul ise merkez olması itibarıyla zaten her çeşit yemek ve meyvenin toplandığı şehirdir. Ancak bunun yanı sıra İstanbul kendisi de bir cennettir. Sanki tüm Osmanlı coğrafyasında anlattığı meyveler ve yiyecekler ayrıca İstanbul’da da yetişir. Bu yanıyla yemek üzerinden İstanbul anlatımları bir bütüne ve bir terkibe delalet eder. Çünkü çevredeki her şey merkeze hareket eder. Bu yanıyla bütün şehirler üzerinden anlattığı yemekler, içecekler ve meyveler İstanbul’a aktığı gibi aynı zamanda mümkün mertebe İstanbul’da da yetiştirilir. Bir başka açıdan, Seyahatname’sinde anlattığı tüm şehirler ve yemek kültürü İstanbul’un zeminini oluşturur. Hatta bu anlatım ikili bir durum arz eder. Tüm çevre merkeze akarken aynı zamanda İstanbul da çevre için bir zemindir. Nitekim Evliya Çelebi, sokak satıcılarının ve yöresel mutfakların baharatlı yiyeceklerini anlatırken, bize İstanbul merkezli bir saray mutfağının, daha geniş bir coğrafyanın ve toplumsal kesimin mutfak anlayışına nasıl yansıdığını da fısıldar.10 Kitapta yemeklerle ilgili dinî bağlam zaman zaman belirtilmiştir. Hatta bazı yiyecekler, içecekler ve meyvelerle ilgili dinî atıflara sık sık yer verilmiştir. Bir yiyeceğin ve içeceğin dinî anlamda önemi, Peygamberimiz tarafından sevilip sevilmediği, Ashab tarafından yenilip yenilmediği zikredilir. Dinî gerekçelerle bazılarından söz edilmez mesela. Bazılarıyla ilgili yapılan dinî tasvirlere yer verilir. Cenneti, Peygamberi çağrıştıran tasvirlerden söz edilir. Yemekle ilgili anlatımlarında bilhassa bir toplumun dinî yapısını da çok rahatlıkla çözümleyebiliyorsunuz. Nitekim Evliya Çelebi’nin anlatımlarından Osmanlı toplumunun yiyecek ve içecek hususunda haramlara ve helallere nasıl riayet ettiğini de görebiliyorsunuz. Dolayısıyla yemek üzerinden bir toplumun dinî değerlere bağlılığının göstergelerini, yani genel durumunu çıkarmak da mümkündür. Ancak Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde yemek kültürü üzerinden ciddi bir mitoloji/efsane anlatımı ve aktarımı da söz konusudur. Kitap bu konuda bazı malzemeler taşımakla birlikte daha yüzeysel düzeyde kalmıştır. Çünkü kitabın öne çıkardığı kültürel yan daha çok zâhirî bağlamdır. Aslında Seyahatname’de yiyecekler, meyveler ve içecekler üzerinden anlatılan hikmetli hikâyeler ve efsaneler zengindir ve bu da ayrıca bir çalışma konusudur. Bilhassa Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ndeki yemek kültürünün aşkın bağlamı bu boyutla ancak daha sağlıklı bir biçimde anlaşılabilir. * Hâsılı cennette yasak bir ağaçtan yemekle başlayan insanın bu dünya hayatı yine yemekle devam ediyor. Bizâtihi hayatın kendisinin ekmek kaygısı olarak nitelenmesi bile mevzuyu anlamamız için yeterlidir. Nasıl cennette Hakk’ın yasakladığı o ağacın/meyvenin neliği bizim kimliğimizi belirliyorsa, bugün dünyada yediklerimiz, içtiklerimiz de kimliğimizi belirlemeye devam ediyor. Bu anlamda cennette neyi yediğini unutmayan bir insan bu dünyada neyi yemesi gerektiği üzerinden bir hatırlamayı sürekli yaşama biçimi hâline getirerek bir hayat nizamı oluşturuyor. Yediklerimiz ve içtiklerimiz cennete yeniden dönüşümüzün de temsilî bağlamını oluşturuyor. Bu anlamda bu dünyadaki sâlih amelimizin merkezine de ekmeğimiz oturuyor. Dolayısıyla bir insanın ve toplumun yedikleri ve içtikleri onun hafızası, hatırlaması, kimliği ve neliğidir. Yol hikâyesindeki azığıdır. İnsan ve toplum iyisini kötüsünü, doğrusunu yanlışını, güzelini çirkinini ve helalini haramını daha çok bu azık üzerinden belirler. İnsan ve onun mensup olduğu millet yolunu, yolculuğunu, içinde yaşadığı şehri bu anlamda azığı üzerinden kurar ve yaşar. ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Seyyah, Şehir ve Yemek Dolayısıyla bir insanın ve toplumun yedikleri ve içtikleri onun hafızası, hatırlaması, kimliği ve neliğidir. Yol hikâyesindeki azığıdır. İnsan ve toplum iyisini kötüsünü, doğrusunu yanlışını, güzelini çirkinini ve helalini haramını daha çok bu azık üzerinden belirler. İnsan ve onun mensup olduğu millet yolunu, yolculuğunu, içinde yaşadığı şehri bu anlamda azığı üzerinden kurar ve yaşar. 95 10 Yerasimos, s. 76. Aylin Yonca Gençoğlu Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak 96 AYLİN YONCA GENÇOĞLU Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi Sosyoloji Bölümü N orbert elias’ın uygarlık süreci eserinin önemli bir kısmı, batı’da yemek ve sofra kültürü, adabı ve dönüşümünü konu alır. fernand Braudel, Maddi Medeniyet, Ekonomi ve Kapitalizm isimli çalışmasında buğdayın bir medeniyetin inşasında oynadığı rol üzerinde durur. George Ritzer, McDonalds ve hamburger üzerinden bir toplumun standartlaşan yaşam biçimini analiz eder. Dolayısıyla beslenme, insanın fiziki varlığını devam ettirmek üzere gerçekleştirdiği bir eylem olmanın çok daha ötesinde bir anlam taşır. Bu gerçeğin temelinde ise insanoğlunun biyolojik donanımının onun doğada bilinç dışı içgüdüsel davranışlarla varlığını sürdürmesine imkân vermemesi yatar. İnsanın varlığını devam ettirebilmesi ancak doğal gerçeklik üzerinde bilinçli olarak yeni bir şeyler imal etmesiyle mümkündür. Tam da bu nedenle insan, diğerleri ve doğayla etkileşimi içerisinde ürettiği sosyokültürel gerçeklik içinde gerek fiziki gerek psikolojik gerekse sosyal varlığını devam ettirebilir. İnsan, bilinçli eylemlerinin bir ürünü sosyokültürel gerçeklik içindeki varlığını çevresinde olan biten her şeye -ki bunlara kendi üretimi olan kültürün tüm unsurları da dahildir- anlam atfederek inşa eder. Nitekim Sorokin, insanın her şeyden önce düşünen bir varlık olduğunu, bu nedenle onun ve ürettiği sosyokültürel gerçekliğin kendi varlığına, evrene ve çevresindeki her şeye atfettiği anlamlar üzerinden kavranabileceğini ileri sürer. Bir hayvan sürüsünün yiyecek aramasıyla besinini Yemek kültürü, bir taraftan gündelik hayat içinde inşa edilirken bir taraftan da gündelik hayat yemek kültürünün içinde yaşanır. Bir medeniyeti anlamak ise zorunlu olarak o medeniyet içinde yaşanan gündelik hayatı anlamaktan geçer. lerek ve değişerek biçimlenir. Elbette bu değişim gözle görülür derecede hızlı gerçekleşmez. Bir düzeni vardır. Her an yeniden üretilen ve değişen bu düzen ve gerçeklik alanı tıpkı akreple yelkovanın nasıl hareket ettiğini anlamadığımız gibi kendi ritmi içinde ama bizzat insan etkileşimleri ile değişir ve dönüşür. Biz sosyal gerçekliği fiziki, ruhsal ve sosyal varlığımızı bir bütünlük içinde devam ettirme çabası içinde olduğumuz gündelik hayattaki faaliyet ve etkileşimlerimizle üretiriz. Gündelik hayat her birimizin birer toplumsal aktör, fail olarak sosyal gerçekliği üretmek üzere faaliyet gösterdiğimiz alandır ve gündelik hayatımızın bizzat kendisi bu sosyal gerçekliğin bir parçası olarak vardır. Lucien Febvre (Febvre, 1995, s. 11), medeniyeti en yalın hâliyle bir insan grubunun ortaklaşa hayatının bir gözlemciye sunduğu maddi hayat, ruhani hayat, siyasal hayat kısaca toplumsal hayat olarak tanımlar. Yemek kültürü toplumsal hayat içindeki tüm bu unsurları yaşar ve yaşatır. Bu anlamıyla bir medeniyetin içinde yaşanan gündelik hayat ve yemek kültürünün mevcut hâli ve tarihsel süreç içindeki değişimi, o medeniyetin maddi hayatından ahlak tasavvuruna kadar tüm unsurlarını bağrında taşır. Hatta yemek kültürünün kendisi bir toplumun medeni olup olmadığı hususunda verilecek kararın belirleyicisi bile olabilir. Elias’ın Uygarlık Süreci (Elias, 2011), isimli eserinde sofra adabını merkeze alması bu durumun açık bir göstergesi olarak görülebilir. Bu eserde sofra adabı, sofrada kullanılan araç ve gereçler üzerinden Batı Avrupa toplumlarının uygarlık sürecinin tarihi anlatılır. Elias, uygarlaşma sürecini diğer tüm boyutlarının yanı sıra insan davranışlarının özel bir değişim biçimi olarak ele alır. Bu değişim biçimi, insanın diğerleri ile etkileşiminde utanma duygusunun davranışların merkezine alınmasıyla ortaya çıkar. Bu anlamıyla uygarlık, farklı toplumsal kesimlerin gündelik hayatlarında diğerleri ile bir aradayken utanma duygusuna dayalı olarak geliştirdikleri nezaket ve kibarlık göstergesi olan davranışların bir örüntüsünü ihtiva eder. Sofradaki davranış biçimleri bir toplumun diğer davranış biçimlerinden ayrı görülemez. Hatta bunlar toplumun oluşturduğu ortak davranış biçimlerinin oldukça anlamlı bir kesitidir. Uygarlığın yavaş ve küçük adımlarla inşa edilen tarihini, sofra adabı ve görgü kuralları üzerinden keşfetmek mümkündür (Elias, 2011, s. 153,174). Elias’a göre, yeme ve içmenin toplumsal yaşamın merkezini oluşturduğu ve insanlar arasındaki eğlenme biçimlerinin en önemlisi olduğu Orta Çağ Avrupa’sında görgü kuralları ve sofra adabı sadece üst tabakalara ait bir özellik olarak düşünülür. Bu dönemde üst tabakalar (saray ve şövalyeler) arasında burnun elle temizlenmesi mendil henüz bulunmadığından gayet doğaldır. Ancak sofrada dikkatli olunmalı, burun masa örtüsüne silinmemelidir. Çatal, 16. yüzyılda İtalya’da ortaya çıkmış, sonra Fransa, İngiltere ve Almanya’ya gelmiştir. 17. yüzyılda üst tabakanın lüks araçları arasında sayılmaktadır (2011, s. 143-154). 18. yüzyıl sonunda Versailles Sarayı’nda yenilen bir yemekte, kahve tabakta soğutularak içilmekte, çorba içerken çatal kullanılmaktadır. Zaman içinde çorba içerken kimse çatal kullanmamaya ve kahve fincanda içilmeye başlamıştır. Elias’ın çalışmasında yukarıda ifade edilen çok sayıda örnek bulunmakta ve uygarlaşma süreci açısından yorumlanmaktadır. Her biri kendi zamanlarında uygar olanı temsil DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak sağlamak için araç geliştiren insanın faaliyetleri arasındaki fark da buradadır (Erkilet, 2013, s. 13-14). Dolayısıyla insanın en temel maddi ihtiyaçlarından birini oluşturan beslenmeye yönelik faaliyetlerini, ürettiği sosyokültürel gerçeklik ve onun her bir unsuruna atfettiği anlam dünyasından bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bu nedenle insanın beslenmesinde kullandığı malzemelerden yemek yapım tekniklerine, kullanılan kap kacaktan sofra adabına her maddi unsur ve eylem, içinde yaşanılan sosyokültürel gerçekliğin, başka bir ifadeyle medeniyetin temel bir unsurunu oluşturur. Yemek kültürü, bir taraftan gündelik hayat içinde inşa edilirken bir taraftan da gündelik hayat yemek kültürünün içinde yaşanır. Bir medeniyeti anlamak ise zorunlu olarak o medeniyet içinde yaşanan gündelik hayatı anlamaktan geçer. Örneğin sofra bezinin dört köşesinden katlanıp silkilmeye götürülüp ardından kasnakla birlikte divanın altında konulması ya da yerde bulunan ekmeğin üç kere öpülüp başa konulduktan sonra kimsenin üzerine basamayacağı bir yere kaldırılması gibi gündelik hayatın en basit rutinleri, içinde yaşanılan medeniyetin en temel anlam kodlarını verir. Gündelik hayat sıradan insanların belirli bir mekân ve zaman içinde her gün kendi fiziksel, ruhsal ve sosyal varlıklarını yeniden üretmek üzere, daha öncesinde verili olan anlam ve davranış kalıpları çerçevesinde eylemde bulunduğu bir sosyal alandır. Sosyal gerçeklik gündelik hayat içerisinde inşa edilir ve sürekli yeniden üretilir. Dolayısıyla sosyokültürel gerçekliğin ontolojik özelliklerinden ilki onun sürekli bir değişim süreci içinde olmasıdır. Bu değişim ve inşa yoktan ortaya çıkmaz. Her seferinde verili olan üzerine bina edilir. Zaman içinde verili olan doğal gerçeklik dönüştürülürken, sosyal gerçeklik de mevcut hâli üzerinden bir sonraki andan itibaren yeniden üreti- 97 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak Elias’ın sofra adabı ve görgü kuralları üzerinden Batı uygarlığının tarihsel sürecini analizi, Batı medeniyetinin anlamlandırılmasında nasıl bir anakronizme düşüldüğünün kanıtlarıyla doludur. Bu durumun bizdeki tipik bir örneği milyonlarca kişinin ekran başında merakla izlediği “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde görülebilir. Dizinin bir bölümünde İbrahim Paşa Venedik’ten getirdiği masada, ayrı tabaklar ve çatal bıçağın kullanıldığı bir sofrada ağırlar Kanuni Sultan Süleyman’ı. Oysa aynı dönemde ayrı tabaklar, çatal bıçak kullanımı yoktur bile Batı’da. Ancak dizideki bu sahne onu izleyen sıradan insanlara Batı medeniyetinin üstünlüğünü dayatır. 98 eden davranış biçimleridir. Bunlar saray ve üst tabakanın sofra adabında ortaya çıkarak zamanla alt tabakalara yayılır. Belirli bir gelişim çizgisine sahiptir ve bu çizgi uygarlaşmanın çizgisidir. Civilite yani uygarlık kavramı, Batı geleneğinin özgün bir biçimine işaret eder. Uygar davranış biçimleri üst tabakaların gündeliğinden sızarak alt tabakaların gündeliğine sızan yavaş, köklü bir dönüşüm olarak sofra adabı ve görgü kuralları üzerinden kendini somut bir şekilde gösterir (2011, s. 134,193-195). Uygarlık kavramı, diğerinden üstün olunduğu anlamını da zımnen içinde barındırır. 19. yüzyıldan itibaren Batı’nın siyasi, ekonomik ve kültürel hâkimiyeti tüm Batı dışı toplumlarda yerleşmiştir. Bu durum hem Batılı hem de Batılı olmayan toplumlarda yeni bir bakış açısına yol açmıştır. Batı’yı uygar, diğerlerini daha aşağı konumda gören bu bakış açısı, gündelik hayatın en önemli unsurlarından biri olan yemek kültürü ve sofra adabında Batılı teknik, yöntem ve ritüelleri kullanmayı bir üstünlük ya da aşağılık göstergesi olarak görme eğilimini de beraberinde getirir. Oysa Elias’ın sofra adabı ve görgü kuralları üzerinden Batı uygarlığının tarihsel sürecini analizi, Batı medeniyetinin anlamlandırılmasında nasıl bir anakronizme düşüldüğünün kanıtlarıyla doludur. Bu durumun bizdeki tipik bir örneği milyonlarca kişinin ekran başında merakla izlediği “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde görülebilir. Dizinin bir bölümünde İbrahim Paşa Venedik’ten getirdiği masada, ayrı tabaklar ve çatal bıçağın kullanıldığı bir sofrada ağırlar Kanuni Sultan Süleyman’ı. Oysa aynı dönemde ayrı tabaklar, çatal bıçak kullanımı yoktur bile Batı’da. Ancak dizideki bu sahne onu izleyen sıradan insanlara Batı medeniyetinin üstünlüğünü dayatır. Okullarda, televizyonda, dost sohbetlerinde gündelik hayatın hemen her aşamasında uygar Batı örnek alınması gereken bir model olarak bizlere sunulduğu ve yaşandığından sıradan insan farkında bile olmadan bu dayatmayı içselleştirir. Böylece sofrada ekmeği yemeğe banmak utanılacak bir eylem olarak görülür, çatal bıçakla yemek yemek ise olması gereken. Yemeği sağ elle yemeye atfedilen kutsallık ortadan kalkar. Onun yerini sağ eldeki bıçakla sol eldeki çatala aktarılan pilavın yine sol eldeki çatalla yenilmesinin bir statü göstergesi olarak görülmesi alır. Tüm bu örnekler Batı medeniyeti ile diğer medeniyetleri hiyerarşik bir sıralamaya tabi tutmanın ve onu en tepeye yerleştirmenin gündelik hayattaki somut görünümlerini ihtiva eder. Batı’nın kültürel hegemonyasının temel ayağı olan oryantalist bakış açısının gündelik hayatın en temel anlam kodlarına kadar sızdığını gösterir. Oryantalizm, en yalın hâliyle Batı Avrupa’nın kendisi dışındaki tüm toplumları ve kültürleri kendi ideolojisi üzerinden algılamasını ifade eder. Bu algıya göre farklı kültür ve toplumlar arasında hiyerarşik bir sıralama vardır. Hiyerarşinin tepesinde ise Batı yer alır. Söz konusu üstünlük Batı’ya, kendisi dışındaki toplumları tanımlama, başka bir ifadeyle bir inceleme nesnesi hâline getirme ve yönetme hakkı verir. İlginç olan bu hakkın sadece Batılılar tarafından değil büyük ölçüde Batı dışı toplumların bizzat kendileri tarafından da meşru görülmesidir. Günümüzde oryantalizmin bilimi, sanatı, ekonomisi, siyaseti gerek gündelik hayatın gerekse modern kurumsal yapıların içine sinmiştir. İlkokul hayat bilgisi kitabından televizyon dizilerine, bilimin ne olduğundan girişimcilik kültürüne, sofra adabından devlet yönetimine toplumsal hayatın hemen tüm veçhelerinde örtük ya da açık olarak oryantalizmin izlerini ve belirleyici gücünü bulmak mümkündür. Gündelik hayat, sıradan insanın bir fail olarak kendi sosyal gerçekliğini, kimliğini, varlığını inşa ettiği alandır. Sıradan insan, gündelik hayatın içinde sosyal gerçekliği bir taraftan inşa ederken bir taraftan da içinde yaşadığı sosyal gerçekliğin kurumsallaşmış makro yapıları tarafından belirlenir. Söz konusu makro yapılara devlet örgütlenmesi, ekonomik sistem, eğitim kurumları, modernleşme çabaları, kentleşme, küreselleşme gibi çok sayıda örnek verilebilir. Batı dışı toplumlarda söz konusu süreçler, özellikle son iki yüzyıldır Batı’nın kültürel, ekonomik ve siyasi hegemonyası altında biçimlenmektedir. İçselleştirilen oryantalist bakış açısı Batı’nın her daim diğerlerinden üstün bir medeniyetin temsilcisi olduğu yanılgısının da içselleştirilmesini beraberinde getirir. Hatta karanlık orta çağlar kavramının altında bile var olmayan bir aydınlığın ipuçları zorlanarak bulunmaya çalışılır. Buna göre karanlık orta çağlar Batı’nın aydınlığa ulaşmasını sağlayan tohumların ekildiği bir dönem olarak tasavvur edilir. Orta çağlardan bugüne Batı’nın anlam kodları, davranış biçimleri, maddi kültür unsurlarında zorunlu olarak bir evrensellik olduğu algısı zihinlere yerleşir. Zira medeniyet yerel değil evrensel olma iddiasını da içinde barındıran bir kavramdır. Oryantalist düşünce yemek kültüründe de ken- unsuru, evrensel bir temsilcisi olmaktan çıkar. Bugün dikkatli bir göz “kabak öğreten”in Batılı köklerini görebilir. Ancak belki de zaman içinde o köklerin kaybolup görünmez hâle geleceği günleri de görmek mümkün olacaktır. Böylece Türk yemek kültürüne yeni bir yemek katılacaktır. Bu örnek, başka bir medeniyetten alınan bir kültür unsurunun, sıradan insanın gündelik hayat örüntüleri içinde öğütülüp bağlamından koparılıp başka bir kültürün parçası hâline getirilebilme becerisine ilişkin ipuçlarını bizlere vermektedir. İkinci örnekte ise sıradan insan, kendi medeniyetine ait mahremiyete ilişkin anlam kodunu Batılı müşterisine bizzat dayatır. Bilinçaltında oryantalizmin kodlarını içselleştirmiş biri için “we have family saloon upstairs” yazısı abes, hatta komiktir. Ama sıradan insan için bunun hiçbir önemi yoktur. O, kadın müşterilerine duyduğu saygıyı bu zorlama üzerinden ifade eder. Bir Batılıyı onun anlam dünyasında olmayan bir şeyi yapmaya zorlar. Batılı o yazıyı okuduğunda bir şey anlamasa da kadının mahremiyetini korumak üzere üst kata gitmek zorundadır. Böylece sıradan insan gündelik hayatın içinde kendi anlam kodlarını yaşatmanın hiç tahmin edilemeyecek yollarından birini üretmiş, Batı’nın anlam kodlarının evrenselliğini reddetmenin pratiğini üretmiş olur. Sıradan insanın ve gündelik hayatın gücü tam da burada yatar. Batı’nın kültürel hegemonyasının dayattığı evrenselliği deler ve geçer. ▪ KAYNAKÇA ▪ Ardıç, E. (2020, Haziran). Sabah. ▪ Ardıç, E. (2022, Mart). Sabah. ▪ Elias, N. (2011). Uygarlık Süreci (Cilt 1). (Ö. Ateşman, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları. ▪ Erkilet, A. (2013). Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları. Ankara: Hece Yayınları. ▪ Febvre, L. (1995). Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler. (M. A. Kılıçbay, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi. ▪ Kalın, İ. (2018). Barbar, Modern, Medeni: Medeniyet Üzerine Notlar. İstanbul: İnsan Yayınları DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek Kültürüne Oryantalizm Üzerinden Bakmak disini gösterir. Buna göre Batılı sofra kültürüne tüm unsurları bu değerler adabında, mutfak kültüründe, yemek manzumesinin bir yansımadır. Kibarlık yapım tekniklerinde ve çeşitlerindeki ve nezaketi, yerel zenginliği ve evrenselincelmenin beraberinde getirdiği kültüre liği kendi değerler manzumesi içinde sahip olmak, davranış biçimlerini uygu- barındırır. Biri diğerinden daha kibar lamak medeni/uygar olmanın zorunlu ya da evrensel değildir. koşuludur. Batı dışı medeniyetlerin Toplumsal hayatın tüm alanlarında yemek kültüründeki zenginlikler ise olduğu gibi, yemek kültürüne, sofra yerel ya da alt kültürlerin yaşatılması adabına, pişirme tekniklerine atfegereken ürünleri olma dışında bir anlam dilen anlamların hiyerarşik bir bakış taşımaz. Örneğin lazanya evrensel bir açısı dışında yeniden inşa edilmesi, değer taşırken yağlama Kayseri yerel içselleştirilen oryantalizmin dışına mutfak kültürünün bir parçası olmanın çıkmanın mekanizmalardan biri olma ötesine geçemez. Sarımsaklı ekmek potansiyeli taşır. Zira gündelik hayatın incelmiş evrensel bir mutfak kültürü- sağduyu bilgisi oryantalizmin hegenün ürünü olarak görülürken bazlama monik baskısının ötesine geçmeyi köy hayatının nostaljisi olma dışında mümkün kılacak bir direniş zeminini bir anlam ifade etmez. Kayseri yemek içinde barındırmaktadır. Zira gündeliğin kültürünün sembolü olan bir kaşığa sağduyusu medeniyetler arasında bir kırk tane sığan mantıyı yapabilmek hiyerarşinin, yemek kültüründe elit ünlü bir lokantanın ünlü bir şefinin olanla yerli olanın ayrımına bakmadan mahareti olarak değil de gelinlik kızın kendi yaşam koşullarının anlam dünmahareti olmakla kalır. yasını üretir. Oryantalizmin sunduğu Batı dışı toplumlarda bir mutfağın evrensellik ve seçkinliği alır, ters çevirir, yerellikten kurtulup evrensel bir mutfak sallar ve kendi bakış açısının bir ürünü olarak kabul edilmesi onun Batı tara- olarak sunar. fından gördüğü kabul ve ona verdiği “Lokantacı ‘kabak ograten’ pişirip değer üzerinden şekillenir. Suşinin satıyor. Aslı ‘au gratin’. Kabak öğreten tadına varabilmek, noodleı çubukla olarak algılamış ve etiketine yazmış. yiyebilmek bir statü göstergesidir. Yetmemiş turist de anlasın diye kendince Arabaşına tahta kaşıktaki hamuru dal- İngilizceye çevirmiş. ‘Pumpkin teaches’” dırmak ise turistik bir merakı giderme (Ardıç, 2022). anlamını taşır. Çatal bıçak kullanmak “… gözümle gördüm, bir kahvehanede medeni olmanın bir göstergesidir. ‘we have family saloon upstairs’ yazıyordu... Sofrasında çatalın ve kaşığın yerinin Yukarıda aile salonumuz vardır...” (Ardıç, olmadığı Hint mutfağında çatal kaşık Sabah, 2020) istemek kibarlığın ve medeni olmanın Engin Ardıç’ın köşe yazılarında sembolü olarak davranışlara yansır. verdiği yukarıdaki örnekler, sıradan Oysa hiçbir kültür ya da medeniyet insanın kendi gündeliği içinde Batı’nın diğerleriyle hiyerarşik bir üstünlük medeniyetinin ve yemek kültürünün aşağılık sıralamasına tabi tutulamaz. egemenliğini nasıl kolayca aşabildiğini Her medeniyet, o medeniyetin göstermektedir. İlk örnekte sıradan insanının kendine ve evrene karşı insan gündelik hayatı içinde belki de takındığı ahlaki ve insani tutumları sırf kolaylık olsun diye “au gratin”i şekillendiren bir değerler manzumesi ograten olarak kendi diline uyarlar. Ama üzerine inşa edilir (Kalın, 2018, s. 16). bu yetmez. Onu kendi bağlamından Her medeniyetin davranış biçimlerin- tamamen sökerek Türkçeleştirir. Adını den bilimine ve sanatına, düğün-do- öğreten koyar. Bir de onu İngilizceye ğum-ölüm ritüellerinden mimarisine, çevirerek yeniden Batılıya satar. Au tüketim alışkanlıklarından mutfak gratin artık Batı medeniyetinin bir 99 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine Ömür Nihal Karaarslan Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine 100 Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine ÖMÜR NİHAL KARAARSLAN B ir ekonomik sistem olarak bütün dünyayı etkisi altına alan kapitalizmin dünya halkları üzerindeki yıkıcı tavrı birçok açıdan dile getirilmektedir. Özellikle dünya üzerindeki büyük savaşların varlığı, göç ve mülteci sorunu, dünyada zenginlerin artmasına karşılık yoksulluğun hâlâ devam ediyor oluşu, kapitalist sistemin insanlık için doğru bir sistem olup olmadığı yönünde bazı çalışmaların artmasına neden olmuştur. Kapitalist sistemin giderek toplumsal tabakalar arası eşitsizliği artırması, dünya üzerinde sınıflar arası eşitsizliğin görüngülerini daha belirgin hâle getirmiştir. Parazit filmi de dünya genelinde ve Güney Kore özelinde var olan eşitsizliği iki sınıfın birlikteliği ile ekrana taşımıştır. Parazit filmi kapitalizmin yoksullaştırdığı sınıfların gündelik hayat içindeki yaşam tarzlarını, beklenti ve hayallerini, gündelik rutinlerini, yaşadıkları mekânları Kim ve Park ailesinin yaşantıları üzerinden gözler önüne sermektedir. sınırlar öteki yaşam biçimlerine öylesine kapalıdır ki bu durum üst sınıfın öteki sınıflara karşı kör sağır ve dilsiz olmaları sonucunu doğurmuştur. Üst sınıfın ötekinin varlığını görmezden gelmesinin yolu ise yaşam alanları ve duvarlardır. Var olan duvarlar filmde de Kim ailesinin varlığını gösterebilmesi için aşması gereken sınırlardır. Kim ailesi bu sınırları aşmak için gayri ahlaki yollara başvurmakta bir problem görmemekte, olması gereken insani duygularından vazgeçerek, yaşamlarını devam ettirebilmek için Park ailesine parazit misali eklemlenmektedirler. Kim ailesi kendi kimliklerinin ve toplumsal statülerinin dışında kimlikler ve statüler ile Park ailesinin evinde yaşama imkânı bulmuşlardır. Kendilerini farklı kişilikler ile tanıtsalar da içinden geldikleri sınıfı ve toplumsal statüyü belli eden, taşıdıkları ve üzerlerinden atamadıkları etken ise kokudur. Filmde senarist mekân, sınıf ve koku arasında birbiri ile bağlantılı ve iç içe geçen bir ilişki kurmuştur. Mekânın kurgulanışı ve içinde yaşanılır bir biçimde mekâna dair yüklenen anlam bireylerin statülerinin ve içerisinde bulundukları tabakaların bir göstergesi olma sonucunu Kim ailesi bu sınırları aşmak için gayri ahlaki yollara başvurmakta bir problem görmemekte, olması gereken insani duygularından vazgeçerek, yaşamlarını devam ettirebilmek için Park ailesine parazit misali eklemlenmektedirler. Kim ailesi kendi kimliklerinin ve toplumsal statülerinin dışında kimlikler ve statüler ile Park ailesinin evinde yaşama imkânı bulmuşlardır. Kendilerini farklı kişilikler ile tanıtsalar da içinden geldikleri sınıfı ve toplumsal statüyü belli eden, taşıdıkları ve üzerlerinden atamadıkları etken ise kokudur. Filmde senarist mekân, sınıf ve koku arasında birbiri ile bağlantılı ve iç içe geçen bir ilişki kurmuştur. doğurmuştur. Mekânın zaman, yer ve insan üçlemesinin bir sonucu olarak kurgulanması mekânın kendisine dair bir koku temelinde de ele alınmasını gerekli kılmıştır. Koku, taşıyan ve taşınan özelliği olan bir duyudur. İnsanlar bir mekân içerisinde var olur ve oraya en önemli duyularından olan kokuya dair izler bırakır. Kokuya dair izleri mekâna bırakan insan, içerisinde olduğu mekânın aktarılan kokusuna da sahip olur. Parazit filminde de koku, taşınan ve taşıyan bir kritere sahiptir. Fakir olan sınıfın yaşamını sürdürdüğü mekânlar, fakir olan karakterlerin kokusunu gidermeye yönelik imkânlar sunmamaktadır. Yaşadıkları yerin iç içeliği, sıkışmışlığı ve darlığı dört kişilik ailenin yaşamını rahat bir biçimde sürdürmesine imkân tanımamaktadır. Filmde Kim ailesi bodrum katta yaşamaktadır. Bodrum kattaki tek manzaraları yürüyen insanların bacaklarını görmektir. Kendileri ise yaşadıkları mekânda görünmezdirler. Bodrum katta yaşamaları görünmezliklerini sembolize ederken bodrum katın karmaşık alan kurgusu kokunun ve tadın iç içe geçmişliğini sembolize DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine Senarist mekânsal ayrışmanın görselliğinde, sınıfsal ayrımların varlığı üzerinde durmuştur. Mekân, filmde insanın doğup büyüdüğü ve barınma ihtiyacını karşıladığı yer olmanın ötesinde yaşam tarzlarının sergilendiği sosyolojik bir alan olarak ele alınmıştır. Zenginlerin yaşam alanı kentin en güzel yerinde, her türlü dış müdahaleden arınmış, ötekine kapalı, sanatsal bir içeriğe sahip bir yaşam alanı olarak kurgulanırken ve kurgulanan bu mekân burjuvazi hayat tarzını temsil ediyorken diğer bir mekân öteki sınıfa ait sosyal sınıfların mekânsal gerçekliklerini somutlaştırmaktadır. Öteki kesimin temsil ettiği mekân ise alt sınıfların mekânı olarak tanımlanmıştır. Her türlü müdahaleye açık, mahremiyetin olmadığı, barınma ihtiyacını öyle böyle karşılayan, dışarı ile doğrudan ilişkili, alt sınıfın yaşadığı yerler olarak tanımlanmıştır. Kurgulanan her iki mekân ile sosyal adaletsizlik ve var olan sınıfsal eşitsizlik bu mekânlarda yaşayan aileler üzerinden aktarılmıştır. Aslında var olan; mekânların ve bu mekânlarda yaşayan insanların yoksulluğu değil, ekonomik şartlardan dolayı iki ayrı mekânda yaşayan ailelerin toplumsal ve kültürel kodları arasındaki uçurumdur. Senarist bir yandan ahlak ve sanat gibi önemli değerlerin ekonomik güç ile olan ilişkisini ele alırken diğer yandan var olan eşitsizliğin şehir çeperindeki varlığı ile nasıl gözler önünden kaldırıldığını vurgulamaktadır. Kim ailesinin, ihtiyaçları söz konusu olduğunda her türlü yolsuzluğa başvurarak Park ailesi üzerinden parazit misali geçinmeye çalışması ile, ekonomik yoksunluk içerisinde olan insanların ahlak gibi en önemli insani değeri nasıl göz ardı ettiklerini anlatmaya çalışmıştır. Diğer taraftan kentin avantajlarından sonuna kadar faydalanan üst sınıfın kente dair gerçekliğini sorgulamakta ve öteki yaşam biçimini ne kadar bilip bilmediklerini düşündürmektedir. Filmde üst sınıf yaşam alanının belirlendiği 101 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine 102 Koku, taşıyan ve taşınan özelliği olan bir duyudur. İnsanlar bir mekân içerisinde var olur ve oraya en önemli duyularından olan kokuya dair izler bırakır. Kokuya dair izleri mekâna bırakan insan, içerisinde olduğu mekânın aktarılan kokusuna da sahip olur. Parazit filminde de koku, taşınan ve taşıyan bir kritere sahiptir. etmektedir. Banyo, tuvalet ve mutfak aynı karenin içerisinde resmedilmiştir. Bu iç içe geçmişlik içerisinde koku ve tadın ayrımı söz konusu olmamaktadır. Kim ailesinin görünür olmalarının tek yolu komşularının ağlarından gizlice bağlandıkları internet aracılığı ile iş bulabilmektir. Paraları yokken internete ulaşma imkânlarının olmaması da internetin getirdiği eşitliği sorgulayan önemli bir noktadır. KOKUNUN SINIFSALLIĞI Filmde koku sınıflar arası eşitsizliğin en somut göstergelerinden biridir. Koku Sanayi Devrimi’nden sonra sanayileşen kentlerin kalabalıklaşması ile yaygınlaşan hastalıkların çözümü için giderilmesi gereken hastalık yayıcı bir unsur olarak tanımlanmış, böylece ilk defa kokunun toplumsallığı üzerinde durulmuştur. Şehirde yayılan pis kokuların giderilmesine yönelik çalışmalar bireylerin de güzel kokmayı temizlik ile bağdaştırmasına neden olmuş ve parfümün geliştirilmesi ile güzel kokma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Üretilen parfümleri alabilen sınıfın zengin üst sınıf olması güzel kokmayı zengin üst sınıf ile kötü kokmayı da alt sınıflar ile bağdaştırmayı beraberinde getirmiştir. Alt sınıfların zor işlerde çalışıp yaşadıkları mekânlar nedeni ile de günlük bakım ve temizlik ihtiyaçlarını karşılayamamaları onların kötü koku ile özdeşletirilmelerine neden olmuştur. Gelişen teknoloji ile birlikte modern zamanlarda görselliğin ön plana çıkarılması ile koku bir belirleyici kriter olmaktan uzaklaşsa da toplumsal tabakalar arasında koku tabakayı belirleyici bir unsur olarak hâlâ önemini korumaktadır. Yaptığı işin, yediği yemeğin ve gündelik hayatta kişinin kendisinin ne olduğuna ilişkin koku üzerinden gerçekleştirilen çıkarımlar oldukça önemlidir. Parazit filminde de tabakalar arasındaki belirleyici unsur koku olarak belirlenmiştir. Kim ailesi koku ile bütünleşmiş bir birlikteliğe sahiptir. Sahip oldukları koku alt sınıfa ait kötü bir kokudur. Bunu filmde ilk fark eden Park ailesinin küçük çocuğudur. Park ailesinin yanında çalışan Kim sınıflar arası sınırın çok net gösterilmesi bunu destekler niteliktedir. Alt yapı üst yapı arasındaki dengesizlikler, iki sınıf arasında var olan uçurum, alt yapının hayatta kalma mücadelesi, her türlü değeri yok edip var olma çabası filmde üzerinde durulan önemli bir husustur. Filmde eşitsizlik vurgusu keskindir. sonucu olarak oluşturulan kurgu koku Adeta eşit olan hiçbir gösterge yoktur. ve mekân üzerinden somutlaştırılmıştır. Mekânlar, eşyalar yeme içme biçimi, Koku yediklerimizden bağımsız yaşam tarzı, hatta yağmur bile eşit değildir. Bedenimizin kokusu yiyeceklerimizin kokusudur. Bu sebeple kötü değildir. Bir sınıf için yağmur yaşadığı ya da iyi koktuğumuz iddiası esasında yerin yıkımı demek iken bir sınıf için kötü ya da iyi beslendiğimiz iddiasıdır. yağmur koltukta oturup hoşça vakit Yediklerimiz bir yağın besinden çıkar- geçirilen bir ana tekabül etmektedir. tılma sürecinde olduğu gibi bedenimize Eşitsizlik hayatın her anında var olana Koku yediklerimizden bağımsız değildir. Bedenimizin kokusu yiyeceklerimizin kokusudur. Bu sebeple kötü ya da iyi koktuğumuz iddiası esasında kötü ya da iyi beslendiğimiz iddiasıdır. Yediklerimiz bir yağın besinden çıkartılma sürecinde olduğu gibi bedenimize siner ve farklı kokulara sebebiyet verir. Bu sebeple kokudaki farklılaşma yediklerimizdeki farklılaşmayı beraberinde getirir. Yaptığı işin, yediği yemeğin ve gündelik hayatta kişinin kendisinin ne olduğuna ilişkin koku üzerinden gerçekleştirilen çıkarımlar oldukça önemlidir. Parazit filminde de tabakalar arasındaki belirleyici unsur koku olarak belirlenmiştir. Kim ailesi koku ile bütünleşmiş bir birlikteliğe sahiptir. Sahip oldukları koku alt sınıfa ait kötü bir kokudur. siner ve farklı kokulara sebebiyet verir. Bu sebeple kokudaki farklılaşma yediklerimizdeki farklılaşmayı beraberinde getirir. Bu durum hayat şartlarının imkânları ya da imkânsızlıkları ile birleştiğinde yemenin toplumsal tabakalaşmadaki yerini ifşa eder. Beslenme alışkanlıkları imkânlarla doğru orantılı hâle gelir. Beğeniler ve zevkler böylelikle imkân ölçüsünde estetik değere ulaşır. Fakat konu edindiğimiz filmde de açık bir şekilde işaret edildiği üzere estetik değerden daha önce etik değerler insani olanı tanımlamaktadır. Bu sebeple filmin üzerinde durduğu bir diğer unsur ise sosyal sınıfların etik değerleridir. Etik dediğimiz öğretilerin evrensel biçimi her iki sınıf açısından da filmde sorgulanmıştır. Din, inanç, ahlak ve sanat hakikaten üst yapı kurumu mudur? İnsan temel ihtiyaçları karşılanmadığında ekonomik olarak bir eşitsizlik ile karşı kaşıya kaldığında ahlak göz ardı mı edilmektedir? Film açısından bunun cevabı evettir. İkili sınıf yapısı, ait bir gerçekliktir. Ekonomik durumun belirleyiciliği dışında, metaya yüklenen anlamın farklılığının ve ayırt ediciliğinin yanında koku da sınıfsal ayrımı belirginleştiren durumdur. Üst sınıfa dâhil oldukça ayrıştırıcı bir unsur hâline gelen koku ve kokuya dair tanımlar bir sınıfa ait olma durumunu da beraberinde getirmektedir. Alt sınıfta oraya ait olma hâli üst sınıfın belirleyiciliğinde ötekileştirici bir araç hâline gelmektedir. Kapitalizmin ironiler ile birlikte varlık göstermesi de filmin temel sanatsal kaygısı olmuştur. İnsanın var olabilme çabasını çatışma temelinde ele alan film alt sınıftan insanların zincirlerini kırıp hınç ile üst sınıfla hesaplaşması ile son bulmaktadır. ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Koku ve Lezzetin Sınıfsallığı: Parazit Filmi Üzerine ailesinin birlikteliğini onları koklayarak bunlar aynı kokuyor şeklindeki ifadesi ile dile getirmiştir. Kim ailesinin sahip olduğu koku taşınan bir kokudur ve aynı yerde yaşayıp aynı sınıfa dâhil olmalarının bir göstergesidir. Kokunun bir birlikteliğe karşılık gelmesi ve sınıfsal bir ayrıma tabii tutulması ise kokunun sosyal yönünün bir ifadesidir. Filmde Park ailesindeki baba da seçkin beğenileri olan üst sınıf zengin olarak kurgulamıştır. Fizyolojik, psikolojik ve sosyal pek çok eyleyen kokunun etrafındadır. Karakter, kişilik, mekân ve zaman kokunun etrafında tanımlanmaktadır. Kokusuz olma hâli bir arınmışlık ve bir aidiyetten sıyrılmış bir hâl olduğundan Kim ailesi filmde sabunlarını değiştirerek bulundukları sınıfın açığa çıkmasına engel olmaya çalışmışlardır. Koku üzerinden ötekileştirme Kim ailesinin maruz kaldığı bir diğer unsurdur. Bay Park’ın, Bay Kim’in şoförlüğünü yaptığı arabaya her bindiğinde pis koku aldığına dair belirli hareketler yapması bu konuda Bay Kim’in koku üzerinden kendisini sorgulamasına neden olmuştur. Bay Kim kokusu sebebi ile Bay Park ile aynı kulvarda değildir ve rahatsız olunan pis kokuya sahiptir. Kokunun ötekileştiriciliğinde Bay Kim sahip olduğu koku itibarı ile öteki konumundadır. Yine filmin son sahnesinde Bay Park’ın, Bay Kim’den arabanın anahtarını alırken Bay Kim’in kokusundan rahatsız olarak burnunu kapatması ötekileştirilen Bay Kim için bir öfke patlamasına neden olur ve Bay Park’a öldürücü bir saldırıda bulunur. Sınıfsal farklılıklar, eşitsizlikler, üst sınıfa dâhil olanların alt sınıfa dair yaklaşım biçimlerinin bir 103 DÜŞÜNEN ŞEHİR |Dosya|MeskûnYerlerinBollukveKıtlıkYönündenFarklıOlmasıveBununİnsanlarınBedenleriveAhlaklarıÜzerindekiEtkileriHakkında İbn Haldun Meskûn Yerlerin Bolluk ve Kıtlık Yönünden Farklı Olması ve Bunun İnsanların Bedenleri ve Ahlakları Üzerindeki Etkileri Hakkında 104 Meskûn Yerlerin Bolluk ve Kıtlık Yönünden Farklı Olması ve Bunun İnsanların Bedenleri ve Ahlakları Üzerindeki Etkileri Hakkında İBN HALDUN Bu metin, Halil Kendir tarafından çevirisi, Yeni Şafak tarafından basımı yapılan, Mukaddime, I. Cilt, Beşinci Fasıl, s. 123126'dan alıntılanmıştır. il ki iklimi mutedil olan kuşakların her tarafı yerlerde bolluk içinde yaşayanlardan daha iyi olduğu görüverimli değildir ve buralarda yaşayanların lüyor. Evet, onların renkleri daha canlı, bedenleri daha diri, tamamı da bolluk ve rahat içinde yaşamazlar. Aksine şekilleri daha mükemmel ve güzel, ahlakları aşırılıklardan toprağının verimli ve elverişli olmasından dolayı her türlü uzak ve ilimleri anlayıp kavrama noktasında akılları daha hububat ve meyvelerin yetiştiği yerler olduğu ve buralarda parlak ve keskindir. Bu, bütün kavimler için gözlemsel bolluk içinde yaşayanlar bulunduğu gibi, toprakları verimsiz tecrübenin şahitlik ettiği bir durumdur. (Çöllerde yaşayan) ve taşlık olan, ekin hatta ot bile bitmeyen yerler de vardır Araplar ile (bolluk içinde yaşayan) Berberîler arasında, yine ve buraların halkları da darlık ve yokluk içinde yaşarlar. verimsiz topraklarda yaşayan Mülesseminler ile ziraata Hicaz’da ve Yemen’in güneyinde yaşayanlar ve yine Sudan ve elverişli yerlerde yaşayanlar arasında bu söylediklerimiz açık Berberî bölgeleri arasındaki kumlukların etrafında ve Mağrib bir şekilde görülür. Onların durumlarıyla ilgili haberlerden sahrasında yaşayan Sanhâca halklarından Mülesseminler bu gerçek anlaşılır. gibi... Bunlar hububat türü şeylerden tamamen mahrumBunun sebebi -Allah en iyisini bilir- çok fazla ve karışık durlar. Bütün gıdaları ve yiyecekleri süt ve etten ibarettir. gıda almak, vücutta kötü kokulara ve artıklara neden olur. Çöllerde göçebe hayatı yaşayan Arapların durumu Bunun sonucunda vücut dengesiz olarak gelişir ve şişda aynıdır. Onlar her ne kadar ziraata elverişli olan bazı manlıktan dolayı renk perişan ve şekil çirkin görülür. Aynı yerlerden hububat elde ediyorlarsa da, bu, o yerlerde az şekilde, bu gıdalardan oluşan bozulmuş ve kötü sıvıların bulunmaları ve ekinlerini korumadaki güçlükler yüzün- beyne gitmesiyle aklın ve düşüncenin üzeri örtülür, bunun den, rahat ve bolluk içinde yaşamalarını sağlamak bir yana sonucunda anlayışsızlık, gaflet ve genel olarak bütün iyi ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde bile olmamaktadır. Onlar hâllerden sapma baş gösterir. da çoğu zaman süt ürünleriyle beslenmektedirler ve bunlar Bu durum, çöllerde ve kurak yerlerde yaşayan ceylan, hububatın yerini en iyi şekilde tutmaktadır. deve kuşu, zürafa, yaban eşeği (zebra) ve yaban sığırı gibi Buna rağmen hububattan mahrum bir şekilde çöllerde hayvanlar ile otu bol olan verimli yerlerde yaşayan hayvanyaşayanların bedenleri ve ahlaklarının, ziraata elverişli olan ların karşılaştırılmasıyla da anlaşılabilir. Bu karşılaştırmada DÜŞÜNEN ŞEHİR |Dosya|MeskûnYerlerinBollukveKıtlıkYönündenFarklıOlmasıveBununİnsanlarınBedenleriveAhlaklarıÜzerindekiEtkileriHakkında B 105 DÜŞÜNEN ŞEHİR |Dosya|MeskûnYerlerinBollukveKıtlıkYönündenFarklıOlmasıveBununİnsanlarınBedenleriveAhlaklarıÜzerindekiEtkileriHakkında 106 Buna rağmen hububattan mahrum bir şekilde çöllerde yaşayanların bedenleri ve ahlaklarının, ziraata elverişli olan yerlerde bolluk içinde yaşayanlardan daha iyi olduğu görülüyor. Evet, onların renkleri daha canlı, bedenleri daha diri, şekilleri daha mükemmel ve güzel, ahlakları aşırılıklardan uzak ve ilimleri anlayıp kavrama noktasında akılları daha parlak ve keskindir. çöllerde ve kurak yerlerde yaşayan hayvanlar, derilerinin yemekleri hafif oluyor ve vücutta sebep olduğu kötü artıklar parlaklığı, şekillerinin güzelliği, uzuvlarının orantılılığı ve da az oluyor. Onun için şehirde yaşayanların bedenlerinin, anlayışlarının keskinliği ile diğerlerinden çok farklı olduğu kırsal kesimde ölçüsüzce yemek yiyerek yaşayanlarınkingörülür. Oysa ceylan keçinin, zürafa devenin, yaban eşeği den daha zarif oldukları görülür. Aynı şekilde badiyelerde ve yaban sığırı (evcil) eşek ve sığırın kardeşidir. Ancak açlığa talim ederek yaşayan bedevilerin vücutlarında da görüldüğü gibi aralarında çok fark vardır. Bunun sebebi hiçbir fazlalık yoktur. ise, verimli topraklardaki bolluğun bu hayvanların bedenBil ki çok yemek yemenin bedendeki (olumsuz) etkileri lerinde kötü artıklara ve bozuk karışımlara yol açmasıdır. din ve ibadetler konusunda bile ortaya çıkmaktadır. BadiÇöllerdeki hayvanların aç kalması ise onların bedenlerini yelerde ve şehirlerde, lüks içinde yaşamayıp, kendilerini zevklerden ve lezzetli şeylerden uzak tutanların, bolluk ve ve şekillerini güzelleştiriyor. İnsanlar için de aynı şey geçerlidir. Her türlü meyve, lüks içinde yaşayanlara göre daha dindar ve ibadetlere daha sebze ve ürünün bulunduğu verimli yerlerde bolluk içinde düşkün oldukları görülür. Hatta çok fazla et, birbirinden yaşayan insanların genellikle kıt anlayışlı ve kaba cisimli farklı ve abartılı gıdalar ile has (kepeksiz) buğday ekmeği kişiler olduklarını görüyoruz. Berberîlerin durumu böyle- yemeleriyle bağlantılı olarak kalplerinin katı ve gafil olmadir. Diğer taraftan Masâmide, Gımare ve Sûs halkları gibi sından dolayı, şehirliler arasında ibadetlere düşkün dindarlar sadece arpa veya mısırla yetinenlerin akıl ve cisimlerinin azdır. Âbidler daha çok darlık içindeki bedevilerden çıkar. ise onlardan daha iyi olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde Yine bu konuda, lüks ve bolluk içinde yaşayışlarının bolluk içindeki Mağrib halkıyla, toprakları verimsiz ve yiye- değişik olmasına bağlı olarak, bir şehir halkının durumu cekleri çoğunlukla mısır olan Endülüs halkının durumu da da birbirinden farklıdır. Diğer taraftan bedevilerden ve böyledir. Endülüs halkının başkalarında karşılaşılmayacak şehirlilerden lüks ve bolluk içinde yaşayanlar kıtlık ve ölçüde zeki, bedenleri hafif ve öğrenme kabiliyetlerinin çok açlıkla karşı karşıya kaldıklarında başkalarına göre daha yüksek olduğu görülür. çabuk ölürler. Mağrib’teki Berberîler, Fas ve Mısır halkı gibi... Mağrib’in (ziraata elverişli) kırsal kesimlerinde yaşayanlar Aynı şey sahralarda ve çöllerde yaşayan Araplar, yiyecekleri ile kentlerde ve şehirlerde yaşayanların durumu da aynıdır. genel olarak hurma olan hurmalık sahipleri, günümüzde Her ne kadar şehirdekiler de, kırsal kesimdekiler gibi, bolluk yiyecekleri çoğunlukla arpa ve zeytin olan Afrika halkı ve içinde yaşıyorlarsa da, yiyeceklerini, ona kattıkları şeylerle yine yiyecekleri genel olarak mısır ve zeytin olan Endülüs iyice terbiye edip hafifletiyorlar ve tam kıvamına getiriyorlar. halkı için geçerli değildir. Bu halklar kıtlık ve açlıkla karşı Zaten genel olarak yiyecekleri koyun ve tavuk etidir. Lezzetli karşıya kaldıklarında, bolluk içinde yaşayanlar gibi hemen olsun diye yemeklerine çok fazla yağ da katmıyorlar. Böylece Bir keresinde üstadlarımız, Sultan Ebu Hasan’ın meclisinde bulundukları bir sırada Ceziretu’l-Hadra ve Rende şehirlerinden, senelerdir hiçbir şey yemeyen (yemediği söylenen) iki kadın getirilmiş. (Gözetim altında tutulup) işin gerçeği araştırılınca, söylenenlerin doğru olduğu anlaşılmış. Ölene kadar da onların bu hâli devam etmiş. Yine pek çok dostumuzun, sadece keçi sütüyle yetindiklerini gördük. Bunlardan biri gündüz veya iftar vakti keçinin memesinden süt emiyor ve bu onun gıdası oluyordu. Bu hâli tam on beş sene devam etti. Onun dışında buna daha uzun süre devam edenler de çoktur. Bunlar inkâr olunamaz. Bil ki, güç yetirilebiliyorsa açlık veya az yemek yemek, vücut için her açıdan çok yemekten daha sağlıklıdır. Bunun, söylediğimiz gibi, cismin ve aklın sağlık ve berraklığında ciddi etkisi vardır. Gıdaların (çok yemenin) vücutlarda meydana getirdiği olumsuz eserlerden söylediğimizin doğruluğu kolayca anlaşılabilir. İri cüsseli hayvan etleriyle beslenenlerin nesillerinin de aynı şekilde olduğunu görüyoruz. Bu gerçek, bâdiyelerde yaşayanlar ile şehirde yaşayanlar arasında da gözlemleniyor. Yine deve sütü ve etiyle beslenenlerin, zorluklar ve ağır yükler karşısında sabır ve tahammül gösterdiklerine şahit olunmaktadır. Bilindiği gibi böyle durumlar karşısında sabır ve tahammül sergilemek develerin bir özelliğidir. Aynı şekilde bu kişilerin bağırsakları da develerinki gibi sıhhatli ve dayanıklı oluyor. Başkalarına zarar veren gıdalar bunlara zarar vermiyor. Karınlarını boşaltmak için hiç korkmadan sütleğen1 otlarının sütlerini içiyorlar ve olgunlaşmamış ebucehil karpuzu2 yiyorlar ve bunlar onların bağırsaklarına zarar vermiyor. Eğer içlerinde zehir barındıran bu bitkileri, yedikleri leziz yemeklerden dolayı bağırsakları yumuşak (dayanıksız) olan şehirliler yemiş olsalar, göz açıp kapanıncaya kadar ölürlerdi. Yine tavuklar hakkında çiftçilerin ve gözlemcilerin anlattıkları, gıdaların vücut üzerindeki etkisi hakkında bir başka örneği teşkil ediyor. Buna göre, develerin dışkılarındaki hububat taneleriyle beslenen tavuklar yumurtlayıp, bu yumurtalar üzerine kuluçkaya yatınca, bunlardan çıkan tavuklar diğerlerine göre son derece büyük oluyor. Bunun örnekleri çoktur. Gıdaların vücut üzerinde görülen etkileri gibi, açlığın da vücut üzerinde etkilerinin olduğuna şüphe yoktur. Çünkü zıt şeyler, etkilerinin varlığı veya yokluğu konusunda aynıdır. (Aşırı) gıdalar, vücutta zararlı fazlalıklara, yağlanmalara yol açtığı ve aklı körelttiği gibi, açlık da vücut ve aklın berraklığını, vücudun zararlı fazlalıklardan ve yağlardan arınmasını sağlar. Allah ilmiyle her şeyi kuşatandır. ▪ 1 2 Birçok türleri olan, sütü andıran beyaz ve zehirli öz suyu olan bitki. Kabakgillerden, elma büyüklüğündeki acı meyvesi müshil olarak kullanılan bitki DÜŞÜNEN ŞEHİR |Dosya|MeskûnYerlerinBollukveKıtlıkYönündenFarklıOlmasıveBununİnsanlarınBedenleriveAhlaklarıÜzerindekiEtkileriHakkında ölmezler. Bu halklar içinde açlıktan ölenlerin sayısı çok değildir. Hatta neredeyse hiç yoktur. Bunun sebebi -Allah en iyisini bilir- bolluk içinde yaşayanlar, özellikle çeşitli ve yağlı yemeye alışkın oldukları için, bağırsakları da kendi doğal rutubetlilik sınırının üzerinde bir rutubetlilik kazanmaktadır. Sonra alışkın olunan yiyecekler alınmayınca ve bunun yerine sert ve kuru şeyler yenilince, son derece zayıf bir organ olan bağırsak kuruyup büzülmekte, hastalığa yakalanmakta ve anında sahibini öldürmektedir. Çünkü bu öldürücü bir durumdur. Dolayısıyla açlıktan ölenleri, açlık değil, daha önce alışkın oldukları tokluk öldürmektedir. Bol ve yağlı şeyler yemeyenlerin bağırsakları ise doğal rutubet sınırında kalmakta ve bu hâliyle her türlü yiyeceği almaya uygun bulunmaktadır. Onun için alınan gıdaların değişmesi bağırsakların kurumasına ve bozulmasına yol açmaz. Dolayısıyla bu kimseler, çok yemek yiyenlerin öldükleri kıtlık zamanında genellikle ölmezler. Bütün bunların temeli ise, alınan veya terk edilen gıdaların bir alışkanlık oluşturmasıdır. Bir kimse belli bir gıdayı almayı alışkanlık hâline getirdiğinde vücudu onun alınmasına uygun hâle gelir ve o gıdanın değiştirilmesi hastalığa sebep olur. Gıdalar da genel olarak ölçü kaçırıldığında zehir gibidir. İnsan buğday yerine, süt ve sebze yemeye başlasa ve alışkanlık edinene kadar buna devam etse, artık yeni yiyecekler onun için (zehir değil) gıda olur ve buğdayın yerini tutar. Aynı şekilde nefis terbiyecilerinin (sofilerin) naklettiklerine göre, insan kendini açlığa sabretmeye ve yemek yememeye de alıştırabilir. Biz o kimselerden öyle şaşılacak haberler duyuyoruz ki, bu konuları bilmeyen biri, kolay kolay bunlara inanamaz. Şaşılacak bu durumların meydana gelmesinin sebebi alışkanlıktır. Nefis bir şeyi alışkanlık edinince, artık o şey onun tabiatından olur. Nefis, tedricen ve alıştırarak açlığı da alışkanlık hâline getirir ve artık açlık da onun tabii hâlinden olur. Hekimlerin, “açlığın ölüme yol açacağı” şeklindeki düşünceleri, ancak tek bir seferde ve bütün gıdalar kesilerek açlıkla karşı karşıya kalındığında doğrudur. Çünkü bu durumda bağırsaklar kurur ve insanı öldürmesinden korkulan bir hastalığa tutulur. Ancak, mutasavvıfların yaptığı gibi, tedricen ve gıdalar yavaş yavaş azaltıldıktan sonra aç kalınırsa, böyle bir açlık ölümle sonuçlanmaz. Burada tedricilik şarttır. Hatta açlıktan dönülürken (tekrar yemeye başlanırken) bile, bunun tedricen yapılması gerekir. (Çok uzun süre aç kalındıktan sonra) birden bire (ağır şekilde) yemek yemek ölümle sonuçlanabilir. Bu yüzden nefislerini terbiye edenlerin (sofilerin) yaptığı gibi (açlıktan sonra) yemeye başlamanın da tedricen ve alıştırarak olması gerekir. Kırk gün, hatta daha fazla aç kalanlara şahit oluyoruz. 107 İrfan Kaya Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı Şehir Uygarlığında EROS Karşıtlığı 108 İRFAN KAYA Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Din Sosyolojisi Ana Bilim Dalı ikaya@cumhuriyet.edu.tr P laton patentli rasyonel bakış açısına göre, insanın duyu dünyası bir karar mercii olamaz. Zira duyular yanıltıcı ve ayartıcı olduğu gibi kesinlik ihtiva etmez. Nitekim İngilizcede müphemlik anlamına gelen ambivalence kelimesine “duygusal yönden karmaşık olma hâli” anlamı verilmektedir. Belli ki insanın akli yönü; tanımlayan, tasnif edebilen, hesap edebilen ve böylece düzeni sağlayabilen yönüyle net bir görünüm sergilerken, aynısını insanın duygusal yönü için söyleyemiyoruz. Bu bizi akıl-duygu gibi bir ikilemle karşı karşıya bırakır. Dahası rasyonel muhakemenin mekânı olan akıl, kamusal alanda erkek tarafından karşılanırken, irrasyonel muhakemenin mekânı olan duyu, duygu ve sezi ise ancak bir ev ortamında kadın tarafından sunulur. İrrasyonelliğin kadın tarafından sunulması, esasında kadının yaptığı bir tercih değil, erkeğin bu dikotomik yapıda simetriye uygun olarak kadına yakıştırdığıdır. Dolayısıyla kadın tahlil ederken, karar verirken DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı duygusuyla hareket eder. Hâlbuki egemen akla göre duyusal ve duygusal olan hesap dışıdır, bir kalibresi yoktur, karmaşıktır. İnsanın duygusal yönü, karmaşık olmasıyla karanlıktadır. Kötü olan da karanlıktır. Pek çok korku filminde eve izinsiz giren “kötü” niyetli “yabancı”nın karanlıkta saklanması ya da karanlıkta belirmesi, seyirciye yabancının kötü olması gerektiği algısını verir. Bu algı, asıl olan ve olması gerekenin tanınır ve belirgin olması gerektiğine inanmamız içindir. Bu yüzden karanlıkta kalanın aydınlığa kavuşturulması, o karanlık dünyanın yabancısı ve o yabancının müphemliğinin açık seçik hâle getirilmesi zaruriyeti vardır. En genel anlamda bilimsel ve akademik faaliyetler dahi açık seçik hâle getirme gayretiyle çalışır. Hatırlayacak olursak Platon da ünlü mağara metaforuyla karanlık ve aydınlık arasında bir karşıtlık oluşturmuş, insanları mağaranın karanlık dünyasından dışarıdaki aydınlığa (Nietzsche’de Apollon ışık tanrısıdır) davet etmişti. Bugünün aktüel konularından biri olan metaverse (Nietzsche’de ışık tanrısı olan Apollon aynı zamanda yansımalar tanrısıdır) de esasında, insanlara mağara yaşamını özendiren tersinden bir Platoncu pratik olarak değerlendirilebilir. Anlaşılan o ki mutlak hakikat adına insanların mağara mekânı ile olan mücadelesi Bugünün aktüel konularından biri olan metaverse (Nietzsche’de ışık tanrısı olan hiç bitmeyecek görünüyor. Yazımızda şehir uygarlığını, doğa-kül- Apollon aynı zamanda yansımalar tanrısıdır) de esasında, insanlara mağara tür/uygarlık ikilemi üzerinden okumaya yaşamını özendiren tersinden bir Platoncu pratik olarak değerlendirilebilir. Anlaçalışacağız. Bunu, Batı düşüncesinin şılan o ki mutlak hakikat adına insanların mağara mekânı ile olan mücadelesi eros karşıtlığını, Platoncu metafizik dünhiç bitmeyecek görünüyor. yayla kavgası iyi bilinen Nietzsche’nin nihilistçe bir yön verdiği Apolloncu-Dibastırılması ön şartına bağlıdır. Başka APOLLON-DİONYSOS onysoscu, yanılsama-gerçeklik ayrımına türlü söylenirse, insanın kendini “doğa KARŞITLIĞI başvurarak yapacağız. Sonrasında yine durumu”ndan sıyırıp bir şehir ortamında Akıl ve duygu arasındaki karşıtlık, Nietzsche’nin, Platon’un metafizik dünkültürle yetiştirmesi gereği vardır. Son Apolloncu biçimcilik ile Dionysoscu yasını sahiplenen Hıristiyan dünyasına tahlilde yazının, Byung-Chul Han’ın biçim yoksunluğu arasındaki karşıtait çileci ahlak anlayışına vurduğu çekiç “eros’un ıstırabı” ile sonuçlandırılması lığa denk gelir. Apollon “bireylere... darbelerinin, uygarlığın esasında bir amaçlanmaktadır. etraflarında sınırlar çizerek ahenk yadsıma üzerine kurulu olduğu görüşü kazandırmaya çalışan” biçim-verici paylaşılacaktır. Zira uygarlık, ilk etapta güçtür; Dionysos ise, Apolloncu eğilim beden merkezli arzu ve duyu dünyasının 109 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı Zira uygarlık, ilk etapta beden merkezli arzu ve duyu dünyasının bastırılması ön şartına bağlıdır. Başka türlü söylenirse, insanın kendini “doğa durumu”ndan sıyırıp bir şehir ortamında kültürle yetiştirmesi gereği vardır. Son tahlilde yazının, Byung-Chul Han’ın “eros’un ıstırabı” ile sonuçlandırılması amaçlanmaktadır. 110 “biçimi kadim Mısır’a özgü bir katılık ve soğukluk içinde taşlaştırmasın” diye, bu “küçük daireler”i zaman zaman yıkan güçtür.”1 Apolloncu-Dionysoscu karşıtlık, Apollon’un -ışıldayan tanrınıngörsel temayülü ile Dionysos’un görsel olmayan müzik âlemine hükmeden temayülü arasındaki karşıtlık olarak bilinir. Ancak Allan Megill, Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu’nda, pek çoklarının kabul ettiği ve geleneksel hâle gelmiş olan, Yunan kültürünün özüne dair, “soylu yalınlık” ve “sakin ihtişam” şeklindeki inancı reddettiğini 1 Friedrich Nietzsche, Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşuna, çev. İsmet Zeki Eyuboğlu (İstanbul: Say Yayınları, 2011), 9. Bölüm. belirtir.2 Megill’e göre, Dionysoscu olanın Yunan kültüründe oynadığı rolü bilen dikkatsiz bir okur, Tragedyanın Doğuşu’nu, kültürdeki Dionysoscu unsura düzülen bir methiye zannedebilir: “Oysa Nietzsche aslında, Apolloncu olanın oynadığı kültürel rolle çok daha fazla ilgilenir. Nietzsche’nin görüşüne göre, bütün ilkel halklar Dionysoscu enerjilerden nasiplerini fazlasıyla almışlardır. Antik dünyanın her köşesinde şu ya da bu türden Dionysoscu festivallere rastlanabilirdi ve bunların çoğu cinsel serbestliğe ve vahşi doğal içgüdülerin 2 Allan Megill, Aşırılığın Peygamberleri, Nietzsche, Heidegger, Foucault ve Derrida, çev. Tuncay Birkan (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1998), 76. dizginlerinden boşalmasına dayanıyordu. Grekleri barbar muadillerinden ayıran şey, güçlü şahsiyetiyle “Gorgon’un kafasını, bu grotesk denecek kadar kaba saba Dionysoscu güce karşı çıkaran” Apollon’a duydukları bağlılıktı.”3 Böylece “Apollon, Dionysos’u öldürmemiş, aksine yola getirmiş”4 olmaktadır. Nietzsche’nin görüşüne göre, halkları ilkel yapan, Dionysoscu enerjilerden nasiplerini fazlasıyla almalarıdır. İşte barbarlık ile kültür arasındaki farkı yaratan da “Apollon’un şahsiyeti”dir. Barbarlar, Dionysoscu itkilerine gem vurulmadığı için barbar kalmaktadır. Grekler ise Apollon’un etkisiyle bu itkileri yeniden yönlendirip dönüştürdükleri, onları salt bir doğa ifadesi değil, birer kültür bileşeni hâline getirdikleri için Grek olmuşlardır. Dolayısıyla Grekleri barbarlığa karşı koruyanın Apollon olduğunu söylemek, aynı zamanda Grek kültürünün yanılsama üzerine kurulmuş olduğunu da söylemek demektir. Dahası, genel olarak kültürün bu şekilde kurulduğunu söylemek demektir.5 Nietzsche şöyle der: “Doymak bilmez irade, şeyler üzerine yayılmış bir yanılsama yoluyla kendi yarattıklarını oyalamanın ve onları yaşamayı sürdürmeye zorlamanın bir yolunu her zaman bulacaktır; bu ebedi bir olgudur.”6 Megill’ın yorumuyla Nietzsche’nin görüşünde, insanlar gerçekliğin yüküne dayanamazlar. Sonuç olarak, kültür ancak yanılsama sayesinde serpilir, hatta hayatta kalır.7 Biçim tanrısı olan Apollon (aklı) rasyonel düşünceyi temsil ederken Dionysos ise esrime tanrısıdır ve biçim yoksunudur. Apolloncu yanılsama sayesinde Dionysos’a biçim verilmiş olur. Tersinden, oluş dünyası Varlık niteliği ile damgalanmış, Dionysos’un rahatlatıcı 3 4 5 6 7 Megill, Aşırılığın Peygamberleri, 76. Megill, Aşırılığın Peygamberleri, 76. Megill, Aşırılığın Peygamberleri, 77. Nietzsche, Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşuna, 18. Bölüm. Megill, Aşırılığın Peygamberleri, 78. 8 Georg Simmel, Modern Kültürde Çatışma, çev. Tanıl Bora vd. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017), 56-57. Akıl-duygu, Apollon-Dionysos gibi gerçeklik-yanılsama arasındaki yadsımaya varan gergin ve gelgit ilişkiyi doğa-kültür/uygarlık arasında da gözlemlemek mümkündür. Nasıl ki Dionysoscu coşkunluk, taşkınlık ve şenlik unsuru, Apolloncu yanılsama tarafından “terbiye edilerek” yaşanır hâle getiriliyorsa, doğanın akıcılığı da kültür ile kültürlenerek işlenir hâle getirilmektedir. hayatın hızlı ritmi, iniş çıkışları, sürekli yenilenişi, bunlardan bağımsız olan formlara baskın gelir. Hayat bir yandan durmaksızın formlar yaratırken, diğer yandan da durmaksızın formları yıkar. Bu formlarda, hem kendilerinden uzaklaşan yaratıcı hayatı taşıyan, ama bir süre sonra kuşatamaz oldukları paradoks bir durum söz konusudur.9 Akıl-duygu, Apollon-Dionysos gibi gerçeklik-yanılsama arasındaki yadsımaya varan gergin ve gelgit ilişkiyi doğa-kültür/uygarlık arasında da gözlemlemek mümkündür. Nasıl ki Dionysoscu coşkunluk, taşkınlık ve 9 İrfan Kaya, “Simgesel Bir Form Olarak Perspektiften Dinin Seküler İnşasına Mekânın Poetikası”, Eskiyeni 41 (Eylül 2020), 498. şenlik unsuru, Apolloncu yanılsama tarafından “terbiye edilerek” yaşanır hâle getiriliyorsa, doğanın akıcılığı da kültür ile kültürlenerek işlenir hâle getirilmektedir. Nitekim “doğal olan, akış hâlinde olan bir dünyaydı ve doğal olanın zaptedilebilmesi için düzen yaratılmalıydı” derken Thomas Hobbes’ta doğa, düzenlenmemiş, kültürlenmemiş hâliyle baş edilesi değildir. Doğanın karmaşıklığı, rasyonel muhakemenin mekânı olan bir polis ortamında kültür ile dizginlenir, hizaya getirilir. Nihayetinde doğa, öncelikle kentlinin ussal yaşamı olan şehir ve kültürün dışında kalan biyolojik yaşama işaret etmesiyle, rasyonel insanın bütün yönleriyle yetişebildiği ortam olan polisin alanını da belirlemektedir. Sonuç itibarıyla DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı Apolloncu yanılsama ile forma kavuşması sağlanmış olur. Böylece gözünün içine bakmanın insan için imkânsız olduğu hakikatin Apolloncu yanılsama ile bakılabilir düzeye çekileceği düşünülmektedir. Belli ki Dionysos’a Apolloncu bir bakışla yaklaşılmakta, bakılamıyor oluşu rasyonel muhakemeyle yargılanmaktadır. Apolloncu yanılsama belli bir hakikati temsil etme iddiasındaki formlarda üstü örtük bir hakikat istencini çağrıştırır. Her form, özü gereği, daha ortaya çıktığı andan itibaren, geçiciliği aştığı iddiasıyla hayattan bağımsız bir şekilde geçerlilik ve gerçeklik talep eder. Bu talebin sonunda gerçeklik, kendine içkin anlamı olmayana, maddi ve atıl olana indirgenmiş olur. “İlk oluşma anlarında hayatla uyumlu olabilirler, ama hayat kendi evrimini sürdürdükçe, bu formlar katılaşıp sabitleşmeye başlar, hayata yabancı hatta düşman hâle gelirler. Hayat ise kendisine bağımlı olan herhangi bir şeyin egemenliği altına girmeye direnir, hatta egemenliği altına girmeyi toptan reddeder.”8 Klasik dönem sosyolojinin “öteki” sosyologlarından Georg Simmel hayatın birtakım yapıtlar -sanat, din, kültür, bilim, teknoloji gibi- aracılığıyla formlar hâlinde gerçekleştiğini ve kendisini bu formlarla ifade ettiğini ileri sürer. Bunlar, hayatın yaratım kuvvetini içlerine almak suretiyle hayata form, içerik ve düzen kazandırır. Kendisi formsuz olan hayatın kendisini fenomen olarak gösterebilmesi forma girmesine bağlıdır. Lakin her form, özü gereği, daha ortaya çıktığı andan itibaren, geçiciliği aştığı iddiasıyla hayattan bağımsız bir şekilde geçerlilik ve gerçeklik talep eder. Her form zorla hayata dayatılmış bir şey olarak duyumsanmaya başlayınca, hayat formlardan kurtulmaya çalışır. Dolayısıyla hayat ile formlar arasında gücül bir gerilim devam edegelir. Ama her defasında 111 bir politik hayvan olarak insanın yapması gereken, doğal hâlini yadsıyarak, uygarlığa adım atmasıdır. Zira sürgit “doğa durumu”nda yaşanamaz. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı BİR YADSIMA FORMU OLARAK UYGARLIK 112 Batı düşünce tarihi içinde ruh-beden ayrımında ruhtan yana konulan tavır Platon’a kadar geriye gider. Eski çağ filozoflarından Platon, idealizm düşüncesinin de etkisiyle var olanın kendisini arka plana iterek düşünceyi merkezî bir yere koymuştur. Platon’a göre idealar dünyasında ruh merkezî bir yerdedir, ölümsüzdür ve idealar dünyasından gelerek bedenle birleşir, böylelikle asıl yurduna kavuşmuş olur. Bedenin işlevi ise sadece bu yeri pekiştirmeye yarayan bir araç olmaktan ibarettir. Sosyoloji disiplini için de bir beden sosyolojisini bünyesinde açık bir şekilde barındırmadığı hâlde, sosyolojik teoride çok daha yeni tartışmaları haber veren arzu ve akıl arasındaki klasik Batı dikotomisini miras aldığı söylenebilir. Buna rağmen bu örtük teori, yeterince ve sistematik olarak incelenmiş değildir. Kabaca söylemek gerekirse sosyal felsefeyi, toplum/teknoloji/aklın aksine değerin ve mutluluğun kaynağı olarak doğa/ beden/arzuyu işleyen bir gelenek ile zihni yaşamda yerleşen insan değerinin olumsuzlaması olarak arzu/zevk/bedeni düşünen ikinci bir gelenek şeklinde ikiye bölebiliriz.10 Söylemek istediğimiz tam olarak şudur: esasında üstü kapalı bir şekilde de olsa, sosyolojik teori ikilemler üzerine temellendirilmiştir: uygarlığa karşı arzu: Sosyal denge ve sosyal düzen adına tutkuyu akla boyun eğdirme gerekliliği. Başka bir deyişle Dionysos üzerinde Apollon. Platon’dan beri Batı felsefesi kutuplaşmayla karakterize edildiği hâlde, tutkularla ilgili tartışma özellikle 19. yüzyılda tartışılır hâle gelmiştir. Örneğin Fourier’e göre uygarlık, 10 Bryan S. Turner, Beden ve Toplum, Sosyal Teoride Yeni Arayışlar, çev. İrfan Kaya-Meryem Berrin Bulut (Ankara: 2019), tutkuya karşı durur ve arzuya yapay olmayanların ise büyük oranda doğal sosyal görevler dayatmak suretiyle arzunun ağına düşmeleri kaçınılmazdır, öznenin doğal özgürlüğünü tahrip eder. fakat çeşitli erdem araçları -af dileme, Marx için de durum aynıdır: uygarlık Kominyon, baptizm ve cenaze törenibu sıkıntılardan kısmen rahatlama vazgeçişle denktir: Politik ekonomi, bu zenginlik bilimi, sağlamak için devreye sokulur. Özellikle bu yüzden eş zamanlı olarak vazgeç- evlilik için, doğal cinsel dürtülere kutsal menin, isteğin, birikimin bilimidir -ve bağlanma yoluyla bazı faydalı amaçlara aslına bakarsak insanın orada idareli -üreme gibi- yönlendirilebilen birtakım kullandığı ya temiz hava ihtiyacını düzenlemeler getirdiği söylenebilir. ya da fiziksel egzersizi veren noktaya Neticede Hıristiyan dünyasında askeulaşır. Bu mükemmel endüstri bilimi tik sınırlama, arzunun laik toplumun eş zamanlı olarak asketizmin bilimidir profan dünyasında yayılmasına, aklın ise ve gerçek ideali asketiktir, fakat insafsız manastırın iç alanına tahsis edilmesine efendidir ve asketiktir, fakat üretken yol açmıştır. Esasında Reformasyon köledir. Ahlaki ideali, çalışanın maa- hareketine de Weber’in Protestan Ahlakı şının bir kısmını tasarruf-bankasına ve Kapitalizmin Ruhu’nu oluşturan bırakmasıdır ve hatta bu gözde fikrini temel argüman olarak, yani arzunun somutlaştırmak için hazır bir sanat eseri asketik inkârını manastır hücresinden buldu… [P]olitik ekonomi -dünyalık ve seküler aileye nasıl çekip çıkardığının ahlaksız görünümüne rağmen- gerçek bir açıklaması olarak bakabiliriz. Hâl bir ahlak bilimidir, bilimlerin en ahlaki böyle iken, Nietzsche’ye soracak olursak, olanıdır. Öz-vazgeçme, yaşamdan ve Hıristiyan geleneğinde yer edindiği tüm insan ihtiyaçlarından vazgeçme, hâliyle bu kutsal-kutsal dışı ayrımı, onun temel tezidir.11 çökmekte olan dünyanın, çöküş ve Yunan düşüncesinin hâlâ kabul etti- nihilizm dünyasının bir arazıdır ve ğimiz, insan davranışının ya içgüdüyle toptan reddi gerektirir. (doğa) ya da çevre (nurture) tarafından Sosyolog Bryan Turner, kartezyen belirlendiği şeklindeki bu tezatlık, zihin-beden ayrımına karşıt olarak yeni akabinde, tutku ve şiddetin egemen bir sosyal teori arayışına girdiği Beden olduğu dünyevi şehir ile gerçek manevi ve Toplum isimli eserinde, Hıristiyan varlıkların fark edilebildiği “Tanrı şehri” dünyasının dinî-toplumsal tarihine şeklindeki, insanoğlunun iki şehrin yönelik önemli analizlere yer verir. sakini olduğunu ileri süren özellikle Turner’a göre Hıristiyan dünyası, asketik St Augustine nezdinde Hıristiyan bir bakış açısından, yemek ve cinselliğin teolojisi tarafından benimsenmiştir. her ikisi bedenin kesintisiz aktivitelerine Böylece Hıristiyan öğretisi, insan sahne olmuştur. Yemek yeme, özellikle doğasını (tutkuları ya da arzuları) ahlaki sıcak, baharatlı yemekler cinsel isteği öğreti, af dileme ve disiplin (ya da ruhu uyarır. Bu yüzden Protestanlar, cinselterbiye etme) yoluyla itaat etmeye liği kontrol etmek için bir diyet rejimi zorlar. Hıristiyanlık, doğal insanı diyet yoluyla bedeni düzenleme çabasına formu ağırlıklı olmak üzere asketik girmişlerdir. Dolayısıyla 17. yüzyılın düzenleme yoluyla düzene sokmak için Püriten devrimine yemek, mutfak ve oluşturulmuş bir dizi disiplin (Fouca- tüketim üzerine bir dizi sınırlama eşlik ult’nun deyişiyle benlik teknolojileri) etmiştir. Turner’ın aktardığı bilgilere geliştirmiştir. Örneğin dindarlar, oruç göre, baharatlar yasaklandı ve Noel tutarak arzunun hayvansal yaşamının gibi büyük festivaller, seküler zevk sınırlarını aşmaya çalışır. Din adamı için fırsatlar olması nedeniyle durduruldu; 21. Gece etrafındaki şenlikler 11 Karl Marx, Economic and Philosophical Manuscripts de bastırıldı. Arzunun aklın lehine of 1844 (London, 1970), 98. 12 Georg Stauth-Bryan S. Turner, Nietzsche’nin Dansı, Toplumsal Hayatta Hınç, Karşılıklılık ve Direniş, çev. Mehmet Küçük (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2005), 135. 13 Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı, çev. Şeyda Öztürk (İstanbul: Metis Yayınları, 2019), 9-10. 14 Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, çev. Tahsin Yücel (İstanbul: Metis Yayınları, 1992)’den aktaran Han, Eros’un Istırabı, 10. kurmadığı bir armağan. Sanırım sorun böylesi bir armağana hazır olup olmamakla alakalı. En azından bu yazının armağan olmasını diliyorum… KAYNAKÇA ▪ Han, Byung-Chul. Eros’un Istırabı. çev. Şeyda Öztürk. İstanbul: Metis Yayınları, 2019. ▪ Kaya, İrfan. “Simgesel Bir Form Olarak Perspektiften Dinin Seküler İnşasına Mekânın Poetikası”. Eskiyeni 41 (Eylül 2020). 491-513. ▪ Nietzsche, Friedrich. Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşuna. çev. İsmet Zeki Eyuboğlu. İstanbul: Say Yayınları, 2011. ▪ Marx, Karl. Economic and Philosophical Manuscripts of 1844. London. 1970. ▪ Megill, Allan. Aşırılığın Peygamberleri, Nietzsche, Heidegger, Foucault ve Derrida, çev. Tuncay Birkan (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1998), ▪ Simmel, Georg. Modern Kültürde Çatışma. çev. Tanıl Bora vd. İstanbul: İletişim Yayınları, 2017. ▪ Turner, Bryan S. Beden ve Toplum, Sosyal Teoride Yeni Arayışlar. çev. İrfan Kaya-Meryem Berrin Bulut. Ankara: 2019. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Şehir Uygarlığında Eros Karşıtlığı baskılandığı bu eski dikotomide sosyal politikası”, Aynı karşısında benliğin denge aile, kilise ve devlet gibi kurumlar giderek daha da narsistleşmesinin eşlik aracılığıyla bedenin arzularını zihinsel ettiği, Başka’yı aşınma sürecine maruz nedenlere tabi kılmaya bağlıdır. Bu bırakmaktadır. Byung-Chul Han’a göre görüşe göre uygarlık, tenin inkârını ve eros, Başka’yla katı anlamıyla, Benliğin duygu kontrolünü gerektiren bir yok- ele geçirilemediği Başka’yla ilgilidir. luktur. Protestanlığın asketik pratikleri, Han’ın iddiasına göre arzuladığım ve manastıra özgü inkârları aile, okul ve beni büyüleyen Başka mekânsızdır. fabrikanın günlük yaşamına taşınmış Aynı’nın dilinin dışına çıkmıştır.13 olur. Dolayısıyla modern toplumların Barthes’ten şu alıntıları yapar: Başka tarihi, bu asketik sürecin çeşitli beden atopos olarak, dilde bir sarsılmaya yol bilimleri yoluyla rasyonelleşmesi olarak açar: Başka’dan söz edilemez, Başka hakgörülebilir. Nihayetinde modern toplum, kında konuşulamaz; her ayırıcı özellik panoptik toplumdur. yanlış, sancılı, densiz, nahoştur…”14 Zira Nietzsche’nin Dionysoscu ilkeyle günümüzün karşılaştırma/kıyaslama hesaplaşmasını ussal olmayanın sos- kültürü aynılaşmayı beslemektedir. yolojik çözümlemesi bağlamına yer- Eros ise Başka’yı, Bir’i narsisistik cehenleştirmek olarak görmek mümkündür. neminden çıkaracak başkalığı içinde Haddizatında hem Nietzsche’yi hem deneyimlemeyi olanaklı kılar. de Freud’u, ussal olmayanın ve usdışı Öte yandan Han’ın savına göre, olanın bireysel ve toplumsal yaşamdaki Aynı’nın cehenneminde, Atopik Başönemini yeniden gündeme getiren ka’nın gelişi kıyamet habercisi edasınkuramcılar olarak sayabiliriz. Ayrıca dadır. Daha anlaşılır şekilde söyleyecek Norbert Elias’ın uygarlık çözümlemesi, olursak: bugün Aynı’nın cehennemintoplumsal görgü kuralları ve düzen- den kurtularak Başka’ya yönelmemizi lemelerinin insan bedeninin terbiye sağlayacak olan şey kıyamettir. Lars edilmesi için dayatılması üzerinedir. von Trier’in Melancholia filmi de kıyaKalın puntolarla söyleyecek olursak met benzeri bir olayın, bir felaketin bedeni uygarlaştırmak duyguyu ussal- bildirilmesiyle başlar. Melancholia, laştırmaktır. Hem ussallaşma hem bütün uğursuzlukları gün yüzüne de uygarlaşma, dışsal kısıtlanımın çıkaran bir felaket olduğu gibi, iyileşözkısıtlanım lehine çökmesini içeren tirici, ıslah edici etkiye sahip negatif görgü kurallarının biçimselleşmesinin bir gezegendir. Justine, ölüm getiren genel süreci olarak görülebilir.12 gezegenin mavi ışığı altında beklentiyle kıvranmaktadır. Yaklaşmakta olan SONUÇ felaketi, aşığıyla mutlu bir birleşme Yukarıdaki analizlerden hareketle gibi beklemektedir. Eros ile ölüm, Batı dünyası için, duygunun akıl, kıyamet ile selamet büyülü bir şekilde bedenin ruh, doğanın kültür/uygarlık, yan yana gelir. Bu birleşme, Justine’i Dionysos’un Apollon lehine yadsındığı, canlandırır ve narsisistik esaretinden yanılsama ve yadsıma üzerine kurulu kurtarır. Kıyamete zorlayan Aynı, Başka olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Akıl armağanı sayesinde selametle netice karşısında duygu, mantık karşısında buluyor. Öyle bir armağan ki, alanın aşk, zihin karşısında beden “evcimen herhangi bir mahcubiyet duymadığı, bir husumet” içerisine çekilerek yıp- verenin de alan üzerinde tahakküm ratılmış olmaktadır. Bu “yıpratma 113 Hasanali Yıldırım Yurtsuz Hazlar Mezarlığı Yurtsuz Hazlar Mezarlığı DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yurtsuz Hazlar Mezarlığı HASANALİ YILDIRIM 114 D ünyaya gelir-gelmez evvelâ derin bir çığlık atarız; bir vaveylâ. Akabinde yaptığımız iş, beslenmek. Çığlık ve beslenmek. Beslenmek, yemek yemek, doymak. Eksik iken tamamlanmak. İlk acıyı izleyen ilk haz: Az önce eksiktin, yani tam değildin ama şimdi doydun; muvakkaten dahi olsa tamama erdin. Ardından tekrar eksilecek, tekrar tamama ereceksin. Tamama erdiğini varsaydıkça hazla telezzüz edeceksin. Burada aslen basit bir fani iken artık kendini baki (!) hissedeceksin. Doğmak, yukarıdan aşağıya yuvarlanmak; hatta yücelik âleminden aşağılık âleme inmek demek; beslenmek ise çığlığı sonlandırmak: alışmak. İlk beslenme, ilk haz. Demek ki bu aşağılık âleme alışmayı mümkün kılmak için hazza muhtacız. Faniliğin son raddesinden habersizliğin beraberinde getirdiği gafletin lûtfu: Burada bulunduğun müddetçe haz almaya devam edebilirsin. Ve vermeye. Vakti gelince bu sığ hazdan daha incesine tırmanacaksın. Varolmanın, kendini dünyada bulmanın ve bu varoluşun bebek idrakiyle olsun farkına varmanın getirdiği o en büyük acıyı dindireceğimiz yegâne şey: haz. İlk başta yaşanan, bir ömür sürgit tekrar edecek: Bedenî veya ruhi ne vakit canımız yansa peşisıra hemen hazzın sökün etmesini bekleyeceğiz. O haz tekrar geri gelir mi peki? Neredeee! Haz gelmezse ne yapılır? Zorla geri getirilir! Peki ama haz dediğimiz nazenin zorla geri getirilebilir mi? Hem de ona bunca ihtiyaç hissettiğimiz ânda? Gelir elbette! Basit ve sığ nasihatname değil ki hayat; bal gibi de zorla güzellik olur ve haz bir şekilde gittiği Doğmak, yukarıdan aşağıya yuvarlanmak; hatta yücelik âleminden aşağılık âleme inmek demek; beslenmek ise çığlığı sonlandırmak: alışmak. İlk beslenme, ilk haz. Demek ki bu aşağılık âleme alışmayı mümkün kılmak için hazza muhtacız. HAZZA DAVETİYE ÇIKARMAK Üç nevi hazdan bahseder eskiler: yeme-içme hazzı, cima hazzı ve zihin hazzı. Bir de şimdilerde kimi mütefekkirlere göre modernitenin hediyesi hız hazzı; bahsi diğer sadedinde. İlkine bütün yiyip içtiklerimiz girmekte: Her nevi gıda, meşrubat, müskirat ve dahi enfiye nevinden şey; damardan zerkedilen zehir nevileri dâhil. Bizi beslese de, bize keyif verse de idamei hayatımızla alâkalı tagaddiyata dair envaiçeşit gıda. Her birini içimize aldıkça hissettiğimiz o his: lezzetin zevki. Yemek, beslenmeyi aştıkça biz hayvanlıktan insanlığa doğru tırmanmaya başlarız; ne ki hayatta kalmak yerine bu tırmanıştaki hazzı öncelemeye başladıkça da bu sefer hayvanlığın aşağısına sürükleniriz. Dünyaya alışalım diye bize bahşedilen bu lütfun ilk ikisi apaçık bir şekilde bedenî iken ruhi/hissî olanı sadece biri. Bu sefil hayata tahammülümüzü mümkün kılan, mümkünlük ne kelime, bir vakit sonra tıpkı bir kene gibi ona yapışmamızı sağlayan şey ise hem sefaletimizin zemini, hem de vezaretimizin. Kabûllenerek veya gaflet ederek onun kölesi hâline geldiğimizde, dışarıdan bakıldığında kişinin gününü gün ettiği zehabına kapılınabilir; ama içeride, bazen derinlerde pişmanlıkların ve çilelerin haddi-hesabı yok. Vezirlik hazzı reddetmekte değil, terbiye etmekte. Dünyanın sefaletine tahammül edelim diye bize bahşedilen lûtfun kölesine dönüştüğümüzde, maddeten olmasa dahi manen sefalet kaçınılmaz. Üstelik hedonizmin bu felâket çığırtkanlığı, hazzın bir tek ilk iki nevisi için de geçerli değil. Bunu kabûllenmekte zorlansak bile zihnî hazlar da kişiyi zelilleştirebilir: Öğrenme ve öğretme arzusu öğrenme ve öğretme hırsına, itibar talebi mevki-makam hırsına, meşru ilim talebi yerini dinmeyen bir merak saikine bıraktığında kişiyi sürükleyeceği uçurumların haddi-hesabı tahayyülfersa. Bir kıstas aynı zamanda haz. Deresinin kenarında bir yaz şöleni verebilirsiniz ama içine girip yıkanmak hayati tehlike arzetmede. HAZ HAYATIN BİZATİHİ KENDİSİ Yeme-içme, cinsî münasebet ve zihnî faaliyet. Birbirinden farklı ve birbirleriyle alâkasızmış gibi duran bu faaliyetlerin beklenmedik bir asgari müştereği var: hayatın bizatihi kendisi! Hayat bu üçünden ibaret. Sahiden böyle mi acaba? Yeme-içme elde var bir ama ya ötekiler? Bu esaslı üçlü sacayağının öteki kolları gerçekten de her “hayvan” için cari mi? Yoksa birçok vaziyette bir kişide bu üçlünün birarada bulunduğunu mu farzediyoruz? Öyle ya, bırakalım adamakıllı bir zihnî faaliyeti, cinsî faaliyet hakkı dahi bizzat hemcinsi tarafından modern yaşama tarzıyla zamanımızın insanının elinden, kısmen veya tamamen (ç)alınmış değil mi? Öte yandan bilmekteyiz ki idamei hayat için vazgeçilmez vasıf arzeden bir nevi havaici asliye cinsinden şeylerin DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yurtsuz Hazlar Mezarlığı yerden, kaçtığı delikten geri getirilir. İyi ama ne pahasına? Zorla geri getirilen hazzın bedeli ne? Elcevap: Hazzı izleyen yeni acılar ve insanın yakasını bir türlü bırakmayan pişmanlıklar. Üzeri ne kadar maharetle örtülürse örtülsün, topraktan yeni yeni çıkayazan buğday filizleri misali o yeni pişmanlıklar. Ve şeytan çıkarır gibi onları kovalamak için ihtiyaç hissedilen yeni hazlar... Her çığlık yeni bir haz şöleninin davetçisi. 115 zihnen de katılabildiğimiz durumlarda yahut o hazzın yalnızca temin ânında, düzayak tedarikinde değil, hazırlık safhasında da zihnî bir inceltme devreye girmişse o hazzın tesirinin kalıcılığından bahsedebilmekteyiz. HAYIR İLE HAZZIN ARASINDA DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yurtsuz Hazlar Mezarlığı Bir kıstas aynı zamanda haz. Deresinin kenarında bir yaz şöleni verebilirsiniz ama içine girip yıkanmak hayati tehlike arzetmede. 116 mahrumiyeti ihtimâl dışı. Başka bir ifadeyle yaşamak veya insanca yaşamak için esastan ihtiyaç hissettiklerimizin yeri aslen doldurulamaz. Peki bu kaide her vaziyette aynen cari midir yoksa zamanımızın kanunları gibi elâstiki midir? Hazla alâkalı şaşırtıcı hususlardan biri de burada karşımıza çıkmakta: Tuhaf bir şekilde bu üç hazdan birinden, tamamen veya muvakkaten mahrum kaldığımızda, mahrum kaldığımız o haz kanalını bir başkasıyla yer değiştirmekte bir beis görmeyiz. Hatta bu vaziyeti farketmeyebiliriz bile. Evet, hakiki değil, hayali bir ikame bu; bir zan. Yukarıdan aşağıya misallendirirsek, her ne sebeple olursa olsun zihnî haz alma veya verme imkânından mahrum kalmış biri, zihnî haz vasıtasıyla ulaşacağı hazzın bir benzerini cinsî hazda aramaya başlar. Bulur da hatta. Yahut yeme-içmede. Benzer bir şekilde cinsî hazdan mahrum kalan biri, oradan alacağı haz hakkını yeme-içmeye veya zihnî faaliyetlere aktarmaya meylettiğini farketmez bile. Bu vaziyet bir tek işaret ettiğim cihetten ilerlemez; tersi de cari. HAZ ŞEYTANIN OLTASI Şurası da mühim: Bazı hâllerde haz mahrumiyeti, işin tabiatının şartı. Zihin faaliyetlerinden misal: Öğrenme ve öğretme, yüksek seviyede fehm ve idrak, keşif, icat, temaşa, istima nevinden yaratıcılık faaliyetlerinin beherinde veya düzayak merak saikinin diriliğinde bile öteki hazları def ihtiyacı mecburi. Demek ki herhangi bir ânda insani acziyetimiz icabı hazlardan ancak bir tanesine garkolabilmekle sınırlandırılmışız. İki hazzı aynı ânda tatmamız gayrı kabil; en azından zati hususiyetlerini bütünüyle kuşanarak. Bu husus aynı zamanda şu mânâya da işaret etmede: Bunca yapıştığımız dünyaya aslında en fazla bir tek bağla bağlanabilmekteyiz. Yoksa hazzın kölesi hâline gelmemiz işten bile değil. Gerçi bu da birçoklarına epeyce haz verir ya; orası ayrı mesele. Demek ki neymiş? Haz şeytanın oltasıymış. Yahut Rahman’ın tesellisi... Öte yandan bu üç haz nevinin düpedüz insan bedeninin üç temel aksamının hizasına denk gelmesi de tuhaf değil mi? Bel, belüstü ve belaltı. Yani hazların ikisi süfli iken ancak bir tanesi ulvi. Tabii ki en az taliplisi çıkanı. İhmâl edilmeyesi husus şu: Haz, hissî olduğu kadar zihnî bir şey de. Hatta hazzın miktarını, tesirini ve kalıcılığını belirleyen hissî hassasiyetten çok, zihnî faaliyet. Başka bir ifadeyle o haz vericiye Sıradan kabûle göre bir insanı ötekinden ayıran, fikirleri ve fiilleri; zahiri yani. Aysbergin su üstündeki kısmı. Hâlbuki alenileşen husus şu: Bir insanın şahsiyetini tayin eden asıl husus, onun batını. Yani yapmadıkları, düşünmedikleri, yapmayı düşünüp de yap(a)madıkları, düşünmekten çekindikleri; hülyaları, hayalleri, korkuları, umutları, umutsuzlukları, arzuları, istekleri, tercihleri, ben idraki, sen idraki, hazzettikleri, tiksindikleri... Şüphesiz hazların en sefili ama en revaçtakisi durumundaki yemek hazzı, zamanımızdaki bütün iltifatına ve dünyanın bütün mutfaklarını hercümercine rağmen insana daha önceden takdim edemediği bir lezzet sunamadığı gibi, insanın eskiden tabii bir şekilde ulaşabildiği lezzeti bile elinden almış durumda. Her ne kadar o lezzet hissini incelttiğini vaadetse de. Hatta tersine mutfak, pişirme, kap-kacak nevinden nice tekâmüle rastladığımız hâlde modern mutfaklar bize lezzet değil, ancak lezzet görüntüsü verebilmekte. Peki ama bu ciddi bir eksiklik mi? Değil yazık ki! Çünkü zamane insanı, lezzet ihsaslarının bedeninden sökülüp alındığının farkında bile değil. Tıpkı kavuşulamayan bir hazzın bir başkasıyla değiştirilmesindeki, sahte ikamesindeki gibi o da artık modern mutfaktan daha leziz yemekler değil, daha leziz görünen yemekler beklemekte. Başka bir ifadeyle günümüz insanı için yemek lezzeti, tadılan değil, görülen ve gösterilen bir hususiyet. Cima ise bir zülfikâr adeta. Çünkü haz, ilkece faydayı dışarıda bırakan bir mahiyet arzederken burada faydaya göbekten bağlı. Başka bir ifadeyle hem Bir insanın şahsiyetini tayin eden asıl husus, onun batını. Yani yapmadıkları, düşünmedikleri, yapmayı düşünüp de yap(a)madıkları, düşünmekten çekindikleri; hülyaları, hayalleri, korkuları, umutları, umutsuzlukları, arzuları, istekleri, tercihleri, ben idraki, sen idraki, hazzettikleri, tiksindikleri... İNSANIN SINIRI Haz en çok da insanın sınırlılığının işareti; sınırlılığının ve sınırlarının. Ne kadar imkânınız olursa olsun haz yolunda ancak bir yere kadar ilerleyebilirsiniz. Ahlâki sınırların aşıldığı yerde kanunun sınırları başlıyor; ötesinde de hayal kuvvetinin hududu... O yüzden de sınırları en geniş arazinin zihin hazzında bulunduğunu ifade, bir tespit kudreti taşımamakta: Haz bir umman ama aynı zamanda insanı insanlığa yani toprağa (=özüne) bağlayan, tanrılık iddiasını tahdit eden bir ufukla çevrili: Sen öyle zannetsen de dünyaya geldiğinde bile bir ilâh değildin ama ilâhiydin; Rabbin nefesinin rayihası henüz üzerindeydi ama memeyi ilk defa çektiğin ânda ilâhilikten insaniliğe düştün ve bu düşüşün teskin ettirici hissi de haz. Haz almak kadar, bu üç hazdan herhangi birini bir başkasına vermek de verenin hazzında eksilmeye yol açmadığı gibi, tersine, arttırır da. Hesap-kitap muhakemelerini geçersiz kılabilecek bir kudret barındırır haz. Belki de bu yüzden haz mahrumiyeti, yerine göre intiharın hem sebebi, hem de neticesi. Çünkü zamane insanı, lezzet ihsaslarının bedeninden sökülüp alındığının farkında bile değil. Tıpkı kavuşulamayan bir hazzın bir başkasıyla değiştirilmesindeki, sahte ikamesindeki gibi o da artık modern mutfaktan daha leziz yemekler değil, daha leziz görünen yemekler beklemekte. Başka bir ifadeyle günümüz insanı için yemek lezzeti, tadılan değil, görülen ve gösterilen bir hususiyet. atmayız bu çığlığı, attırırız. O da bazen. Artık ya dağarcığımızda topladığımız Ne ki haz, mânânın da zıddı, hazzı süfli ile iktifa edeceğiz yahut maneviyatın da. hazzı ulviye doğru kanat çırpmadayız. İnsan ya mânânın peşinde koşar veya Hayır, gözü açık gitmek, buradan hazzın. Ve bunlardan birine meyleden devşirdiğimiz hazların miktarıyla öbürünü terk mecburiyetinde kalır. alâkalı değil; o hazlarla maneviyatıKabûllenmekte zorlandığımız husus: mızın hangi kuytularını beslemeyi İnsan bir şeyden aynı ânda hem haz, tercihimizle irtibatlı. Haz bizi aşağılara hem hayır devşiremez. Hayırdan gelen da çeker, yukarılara da uçurur. Dikkat manevi hazdan bahsetmediğim açık. buyurunuz ama; misal, katoliklerdeki Fakat kişinin kendisini kolaycana gibi handiyse mutlak bir haz mahrumialdatmasına zemin hazırlayan tuzak da yetinden bahsetmiyorum burada; belki burada saklı: Bir şeyin hem haz verici, bir haz terbiyesine işaret ediyorum. hem de aynı zamanda hayırlı olmasını Terbiye edilmemiş bir çocuğun hevesleri dilediğimiz için o şeyin bu birbirine gibi terbiye edilmemiş bir haz hissi de taban tabana zıt hususiyetleri aynı tatminden uzak. ânda barındırdığına inanmak isteriz. Bizatihi haz, bizim buraya ait olmaVe çevremizdekileri de inandırmak. dığımızın işareti. O yüzden böylesine Hâlbuki meşru haz hakkımızı gidesınırlı, bunca tehlikeli ve onca sığ. rirken o şeyin aynı zamanda başkalarına Haz saikiyle haddi aşana haddinin hayırlı gelmesi icap etmiyor ki. Onlara bildirildiğine her daim şahitlik ederiz zarar vermemesi kâfi. Mihenk apaçık: ama gene de gafleti seçeriz. Hazzın dünyaya alıştıracak kadarı Hâlbuki hazzın hakikisi burada makbûl, ona bağlanacak kadarı menhus. değil, ötede. Buradaki hazzın hakikisi Haz ruhumuzun gıdası çünkü. de öteyi sahiden kabûllendiğimizde.▪ Bedenimiz vasıtasıyla ruhumuzu doyurma gayreti. Ama en azgın beden RUHUMUZUN GIDASI HAZ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yurtsuz Hazlar Mezarlığı şahsi idamei hayatın tahammüllüğünün hazla irtibatlı zemini, hem de bir başka ve yeni ikamei hayatın. Buradaki fayda idamei hayattan çok, idamei nesil. Bu yönüyle baktığımızda cima hazzında, sığ bir beden hazzını bütünüyle aşmasa da ötesine geçmeye meyilli bir tavırdan da bahsetmek kabil. Öte yandan tarih boyunca aşk erkeklere mahsustu. Kişinin gözünün önündeki bir kadının bedeninde tecessüm eden muhayyel tasavvur aşk diye tesmiye edildi. Modernite aşkın bütün maneviyatını sıyırıp aldı; postmoderniteyse aşkı bedenî hazza indirgedi. Bu durumun bir de teselli mükâfatı var: Artık kadınlar da âşık olabilmekte. Diledikleriyle çiftleşebilmekte yani. Hazzın temini, mânânın ölçüsünü zedelemek mecburiyetinde mi? bile doyabiliyorken ruh doyurulası mı? Nihayetinde bedenin sınırları aleni iken ruh, sınırsız intibaı uyandıracak kadar belirsiz sınırlarla çevrili bir mahiyette. Bedeni ihtiyaç haddinden fazla beslersek nasıl daha çok acıkıyorsa ruh da öyle; onu istiabından fazla hazza boğarsak adeta haz iptâline maruz kalır. Haz, miktarı arttıkça tesiri artan bir mahiyet arzetmez ki. Bu sefilleştirici dünyadan giderken de derin bir çığlık duyulur. Bu sefer biz 117 Mustafa İbakorkmaz İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler 118 MUSTAFA İBAKORKMAZ GİRİŞ  dem ve havva (as) cennetteki hayatlarında ihtiyaç denilen duyguyu hissetmiş olsalardı bulundukları mekân cennet olarak adlandırılamazdı. Hayallerin ötesinde yiyecekler, içecekler, tahayyülümüzün ötesinde bir güzelliği oluşturan ağaçlar, baldan ve sütten ırmaklar... Bütün hayal dünyamızı aşan zevk ve lezzetlerin kusursuz biçimde yaşandığı bir mekân söz konusu. İhtiyaç söz konusu olmadığı gibi, tüm arzuların tatmin olduğu bir yaşantıdan bahsediyoruz. Öyle bir mekân ve öyle bir zaman ki orada zaman bizim bu dünyada algıladığımız zamanla kıyaslanamaz. “Ebediyen genç kalan uşaklar, onların etrafında; içmekle başlarının dönmeyeceği ve sarhoş olmayacakları, cennet pınarından doldurulmuş sürahileri, ibrikleri ve kadehleri, beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş 1 Vakıa Suresi, 17-21. hayat tanımlanmaktadır ki biz kendi şartlarımız içerisinde hayal bile edemeyiz. Bizim için bir hayal, bir ütopya olan cennet hayatını bizzat yaşayan Âdem ve Havva (as) ütopik bir mekândan bu dünyaya düşüşleriyle kendilerini bir kabusun, bir distopyanın içinde mi bulmuşlardı? Geldikleri mekânda “sabah akşam rızıkları”2 varken, “tahtlar, koltuklar üzerinde kurulmuş olarak otururken ve ne yakıcı bir güneş ne dondurucu bir soğuk”la3 baş etmek zorunda oldukları bir hayat yaşarken bu dünyaya düştüler. ZORUNLULUKLAR VE GELİŞMELER İnsanın dünyadaki hayatını bir maceraya dönüştüren şey herhâlde dünyada var olduğu andan itibaren 2 3 Meryem Suresi, 62. İnsan Suresi, 13. temel ihtiyaçlarıyla yüz yüze gelmiş olmasıdır. Bu karşılaşma, bakir bir doğa ile bu doğada hayatta kalmak zorunda olan ve o andaki doğası itibarıyla çaresiz bir varlığın karşılaşması olarak düşünülebilir. Dolayısıyla insanın içine düştüğü doğada hayatta kalma mücadelesi çetin bir çabaya dönüşmüş olmalıdır. Aralarında yaşamak zorunda kaldığı bitkiler ve hayvanlardan oluşan çevreden korunabilmek herhâlde en önemli önceliklerden biri olmalıdır. Buna paralel olarak bir diğer öncelikli gereksinim de beslenmedir. Eski medeniyetlerin ortaya çıkardığı anıtsal yapılar, heykeller, mozaikler gibi kalıntılar arkeolojinin bize tarih hakkında ipucu mahiyetinde ulaştırdığı belgelerdir. Bu belgelere dayanarak dönem insanlarının hayatı hakkında fikir sahibi oluruz. Bu tür kalıntılar genellikle bir medeniyetin siyasi iktidarı, gücü, estetik seviyesi DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler etlerini dolaştırırlar.”1 Ne çocuk ne yaşlı olunan bir zaman diliminde ebedî bir gençlik vaadinin insanları beklediğini düşününce buradaki hayatı ister istemez çekilmez bulmak mümkün. Zaten tüm dinler inananlarına bu dünya ile kıyaslanamayacak bir cennet sunmaktadır. Dünyadaki olumsuzlukları çözme iddiasındaki ideolojilerin de nihai hedefi cennete benzer bir ütopyadan başka bir şey değildir. Tahayyüller ve tasvirler farklılık gösterse de eninde sonunda dünyanın zorlukları, sorunları ve meşakkatlerine katlanmaya değecek bir sona ulaşmak insanoğlunun vazgeçemeyeceği bir arzu olarak karşımıza çıkmaktadır. Cennet tasvirlerinde karşımıza çıkan manzaralar burada yaşadıklarımızla kıyaslanarak algımıza hizmet eder. Çünkü cennette öyle bir 119 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler İHTİYAÇLAR, ZEVKLER VE MEDENİYETLER 120 gibi konuları açıklayan göstergeler olarak değerlendirilir. Gündelik hayatı idame ettirmek için kullanılan alet edevatlar, takılar da sıradan insanın yaşantısına dair izlenim edinmemizi sağlar. Birçok benzer örneği olmakla birlikte, “Antalya yakınında bulunan Karain Mağarası’nda bulunan Orta Paleolitik Çağ’a ait tabakada ocak, yanmış kemik ve odun kalıntıları, 92-110 bin yıl önce burada yaşayan insanların ateş kullandıklarını ve olasılıkla yemek pişirdiklerini göstermektedir.”4 Ateşin kullanılmaya başlamasıyla birlikte ister avcı toplayıcı ister tarım toplumunun insanları olsun beslenme ihtiyacının boyut değiştirdiğini düşünebiliriz. 4 Tulga Albustanlıoğlu, “Gastroarkeoloji: Tarihsel Serüveni İçinde Ateşin Bulunması ve Yemek Pişirme”, Bilim ve Ütopya, Ağustos 2021, s. 16. İnsan yeryüzünü paylaştığı canlılarla, özellikle tüm hayvanlarla müşterek olan temel gereksinimlere sahiptir. İhtiyaçların asgari düzeyde karşılanması hayat için yeterli midir? İhtiyaçlarını karşılamayı yaşamak için yeterli görmeyişi insanı diğer canlı türlerinden ayıran en önemli özelliklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Nitekim insanı, düşünen, alet kullanan hayvan vb. olarak tanımlamanın arka planında hayvanlarla canlı oluşumuzdaki ortaklığa yapılan vurgu temeli teşkil eder. Hayvandan farklılık konusunda yapılan tanımlama çabası üzerinde tartışma vardır, temelde bir tartışma yoktur. Eğer insan, hayatta kalmak için gerekli olan temel ihtiyaçlarını karşılamakla yetinip bir adım öteye gitmeyi düşünmeseydi medeniyetler ortaya çıkmazdı. Medeniyet dediğimizde zihnimizde ilk canlanan görüntü, görkemli kalıntılarıyla hemen karşılaşabildiğimiz için mimariye baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Fakat elbette medeniyet mimari ile sınırlı değildir. Düşünsel etkinlikler, kılık kıyafetler, siyaset, ticaret gibi diğer etkinliklerin tamamı aynı gerekçelerden hareket eder. Beslenme de insanın diğer etkinlikleriyle paralellik gösterir. Açlık sorununun giderilmesinin hemen ardından girişilen çaba lezzet arayışıdır. Fizyolojik ya da ruhsal ihtiyaç ve arzuların karşılanmasından duyulan hazlar Türkçede çoğunlukla zevk kelimesiyle ifade edilirse de literatürde bu anlamda en sık kullanılan ve terim hâline gelen kavram lezzettir.5 Modern gastronomiyi tanımlarken de geldiğimiz yer tam olarak burasıdır. Her ne kadar bu iki alan birbiriyle büyük ölçüde kesişse de giderek beslenmeyi gastronomiden ayırma noktasına gelmiş bulunmaktayız. Beslenme bir ihtiyaçtır, gastronomiyse 5 TDV İslam Ansiklopedisi, Mustafa Çağrıcı, Zevk maddesi. 6 Vitaux, Jean, Gastronomi, Dost Kitabevi Yay., s. 15. Temel hayati ihtiyaçlara tekabül etmiyor oluşuna rağmen baharat insanlık tarihinde önemli bir yer bulmuştur. Antik dönemlerden itibaren baharat dünya ticaretinin en önemli nesnelerinden biri olagelmiştir. Bazı baharatların, sadece belli coğrafyalarda yetişen bitkilerden üretilmesi ve bu baharatlara yönelik talepler ticareti etkilediği kadar siyaseti de etkileyecek kadar önem kazanmıştır. sunda yaşanan zorlukların aşılmasına, tarımla ilgili faaliyetlerin başlamasına işarettir. Yine bir tabiat hareketi olarak sonbaharın gelişi de hasat mevsimi olarak kutlanır. Bu ritüellerin Dyonisos ayinlerinde görüldüğü gibi hazzı merkeze alan kutlamalara dönüşmesi elbette tesadüf değildir. Yemekle ilgili ritüeller elbette yalnızca bahsi geçenlerle sınırlı değildir. Her toplumda yemek ve gelenek arasında sıkı ilişkiler kurulduğu görülür. Düğünler, ölümler ve çeşitli vesilelerle yapılan kutlamalarda birlikte ve bir arada yemekler yenir; festivaller, şölenler, ziya- fetler düzenlenir. Bu boyutuyla yemek, beslenme ihtiyacını aşan anlamlar kazanır. Din ve gelenekle birlikte kültürü de oluşturan toplumsal bir eyleme dönüşür. “Yemek kültürünün çeşitlenip özelleşmesinde ekolojik çevre, dinsel inançlar, kültürel birikimler, sosyal ve etnik farklılıklar, eğitim düzeylerinin ve kültürel mirasın toplamının damak zevkleri ile bütünleşmesinin etkisi büyük önem taşımaktadır.”7 Sonuçta, yemek 7 Doc. Dr. Adem Sağır, “Ölüm Sosyolojisi Bağlamında Yemek, Cenaze ve Ölümün Sofra Pratikleri Üzerine”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, Nisan 2016, s. 213. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler uçsuz bucaksız bir araştırma, sürekli bir kalite arayışı, hazcı bir tutku, bir zevk, bir bilgi ve bir kültürdür.6 Gastronomi her ne kadar modern bir kavram olsa da beslenme/yemek ve yemekten alınan hazla ilgili arayışlar yeni bir olgu değildir. Tüm tarih boyunca medeniyetlerin kendilerine göre, mutfakta kullanılan yemek malzemelerinden mutfak aletlerine, oradan sofraya kadar yemeği bir sanata, dinsel veya toplumsal ritüellere dönüştürdüğü gözlemlenebilir. Dolayısıyla yemeğin felsefesinden, ahlakından da bahsedebilmeye müsait bir insanlık birikiminin varlığı yadsınamaz. Dünyanın her yerinde, en ilkelden, en gelişmiş medeniyetlere kadar baharın gelişinin dinî bir ritüele dönüştüğü gözlemlenir. Baharla birlikte tabiatın canlanışı aynı zamanda avlanma konu- 121 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler 122 alışkanlıkları, coğrafya ve buna bağlı Son tahlilde insanın bu tür yönelişlerle olarak coğrafyanın beslenme açısından asıl hedefinin kaybettiği cennete ve o censunduğu imkânlar başta olmak üzere netteki hazlara ulaşma çabası olduğunu birçok bileşenle birlikte, ihtiyaçları unutmamak gerekmektedir. Sözlükte karşılamaktan zevkleri tatmine, oradan “hoşlanma, zevk alma” anlamındaki lezâz da bir medeniyeti diğerinden ayıran (lezâze) mastarından isim olan lezzet özelliklerden biri olmanın yolunu açar. genellikle fizyolojik veya ruhî ihtiyaç ve arzuların karşılanması, insanın HAZ VE CENNET ARAYIŞI çeşitli melekelerinin kendi yetkinliğine Otto Rank “Doğum Travması” adlı doğru ilerlemesiyle hissedilen zevki ve çalışmasında anne rahmindeki yaşan- bir tür mutluluğu ifade etmek üzere tımızın adeta ekmek elden su gölden kullanılmaktadır.10 Yemekten alınan diye tabir edilebilecek ütopik bir yaşantı lezzet de elbette, insanın fıtrat olarak olduğunu vurgular. Anne rahmi, hiçbir taşıdığı cennet bilgisiyle ilgili olarak gayret, çaba göstermeden, barınma ve değerlendirilebilir. İnsanın doğasındaki beslenme gibi en temel ihtiyaçlar için bu potansiyel, dünyada doğal olarak herhangi bir kaygı taşınmadan yaşanan bulunan nimetleri, insanın zevklerine bir nevi cennettir. Dolayısıyla, doğum/ hizmet edecek biçimde dönüştüren dünyaya gelme, Âdem ve Havva’nın bir hâle gelir. Nasıl ki bu mimaride cennetten düşüşü gibi travmaya yol doğadaki taşa sirayet ederek güzellik açar. Her ne kadar Âdem ve Havva ve haz arasındaki ilişkiyi tesis ediyorsa, (as)’ın cennetten dünyaya düşüşünün yemek açısından da aynı durum geçerli psikolojik etkilerini bizzat hissetmesek olmaktadır. “Hurma ağaçlarının ve bile, her birimiz kendi cennetimizden üzüm asmalarının meyvelerinden hem ayrılışımızın etkilerini bilinçaltımızda sarhoşluk veren bir içki hem de güzel yaşarız. Yani cennetten kovulma, sık bir rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki sık gerçekten yaşantılanmış bedensel bunda aklını kullanan bir toplum için heyecanlar ve ayrıntılarla birlikte yeni- kesin bir delil vardır.”11 ayetinde işleyişi den üretilmektedir.8 Dolayısıyla, hayat açıklayan bir işaret olduğunu düşünebikarşısında vermek zorunda olduğumuz liriz. Buradaki değerlendirmemiz ister mücadele bunalıma yol açtığı kadar, bizi psikanaliz açısından ele alınsın isterse düştüğümüz cenneti yeniden aramaya dinî kaynaklara gönderme yapılarak yöneltir. “Bunaltı duygusal bir durumdur bu sonuca ulaşılsın yargıda değişiklik yani haz-hazsızlık dizisinden birtakım ortaya çıkmamaktadır. Kutsal metinduyguların, onlara uygun gelen boşal- lerde tasvir edilen cennet, dünyada maların birleşimidir.”9 insana sunulan nimetlerle benzerlik Bu yönelişi belirleyen en önemli arz etmektedir. Dolayısıyla dünyada unsurlardan biri olarak elde bulunan yemek üzerinden tecrübe edilen haz imkânlar ve ulaşılması zor olan nesneler kutsal metinlerin öngördüğü cennete arasında ilginç bir dengenin de etkili bir nevi davet anlamı taşımaktadır. olduğunu görebiliriz. Kaldı ki bu durum Zihnimizde “tat, koku ve hatıra iç içe üzerinden medeniyetler arasında iliş- geçmiş hâlde yer alır. Uzak bir zaman ve kiler kurulur. Başta ticaretin gelişmesi, mekânı gerçekten anlamak için onun birinin elinde olan imkânlarla diğerinin eski dönemlere ait lezzetini tatmanız, talebi üzerinden gerçekleşir. Ticaretle kadim havasını koklamanız ve geçmişbirlikte siyaseti ve hatta savaşları da bu ten gelen tutkularına iştirak etmeniz tür dengelerin tetiklediği tarihte sabittir. 8 9 Otto Rank, Doğum Travması, Metis Yay., s. 77. Emine Ebru, Sigmund Freud Ruh ve Haz, Kafe Kültür Yay., s. 83. 10 TDV İslam Ansiklopedisi, İlhan Kutluer, Lezzet maddesi. 11 Nahl suresi, 67. gerekir.12 Bu duygular özlediğimiz, arzuladığımız, ulaşmak istediğimiz cennet açısından da geçerlidir. Öyle ki söz konusu o cennet ister geçmişimizde yer alsın, isterse ümit edilen bir gelecek zaman için geçerli olsun. BİR HAZ NESNESİ OLARAK BAHARAT Yukarıda, sahip olunan imkânların arzı ve talebi üzerinden ticaretin geliştiğine değinmiştik. Bu önemli bir nedendir çünkü “İnsanoğlu her zaman egzotik olanın, evde bulunmayanın peşindedir. Dünyanın öte yanındaki tatlar ve kokular, her zaman zor, yavaş, pahalı ve tehlikeli kara ve deniz yolculukları sayesinde yemeklerimize katılır, kutlamalarımızı şenlendirir.”13 Bu bağlamda ele alındığında, temel hayati ihtiyaçlara tekabül etmiyor oluşuna rağmen baharat insanlık tarihinde önemli bir yer bulmuştur. Antik dönemlerden itibaren baharat dünya ticaretinin en önemli nesnelerinden biri olagelmiştir. Bazı baharatların, sadece belli coğrafyalarda yetişen bitkilerden üretilmesi ve bu baharatlara yönelik talepler ticareti etkilediği kadar siyaseti de etkileyecek kadar önem kazanmıştır. Coğrafi keşifler, sömürgecilik gibi dünya siyasetini etkileyen önemli olayların gelişiminde ipek ve İpek Yolu ne kadar belirleyici olmuşsa, hemen yanı başında baharat ve Baharat Yolu da o kadar etkili olmuştur. Baharat, iki yönüyle stratejik bir önem taşımıştır. İlki, yukarıda belirtildiği gibi egzotik olana yönelik arayış ve bunun arkasında yatan, kayıp cennete haz üzerinden ulaşma arzusudur. Zor ulaşılan bu ürünler, aynı zamanda bu ürünlere sahip olanlara toplumsal statü olarak da katkı sağlamıştır. Sofrada baharat kullanabilmek, zenginliği ve ayrıcalıklı olmayı sergileyen önemli bir gösterge 12 Michael Krondl, Lezzet Fetihleri, Üç Büyük Baharat Kentinin Yükselişi ve Çöküşü, İletişim Yay., s. 11. 13 Andrew Dalby, Tehlikeli Tatlar Tarih Boyunca Baharat, Kitap Yay., s.10. olmayı uzun zaman sürdürmüştür. Öyle ki hem Baharat Yolu’ndaki ülkeler, belli başlı duraklar hem de özellikle Avrupa’da baharat ticaretinin merkezi olmayı başaran şehirler bile diğer şehirlere nazaran üstün bir konum elde etmiştir. Baharatın ikinci stratejik önemi ise, bugün de devam ettiği gibi tıpta ve eczacılıkta yoğun olarak kullanılmasıdır. Sağlık söz konusu olduğunda, hazdan, lezzetten, verdiği statüden bağımsız olarak baharatların ayrıca değer kazandığı açıktır. Kaldı ki tıp bilimi insanın ve hatta bazı hastalıklar söz konusu olduğunda toplumların hayatını cehenneme çeviren hastalıkların devasını baharatlarda aramıştır. Elbette bu durum baharatın ayrı bir önemle hayatta yer almasının nedenidir. “Baharat Yolu, Endonezya’nın doğusundan başlayıp Sri Lanka’dan ve Hindistan’ın güneyinden geçerek Arabistan sahillerine erişir. Ayrıca Endonezya’nın doğusundan Filipinler kanalıyla Çin’e, Kore’ye ve Japonya’ya doğru ilerleyerek kuzeye gider.”14 Baharat Yolu’na hâkim olan devletler ise, başladığı yer ile bittiği yer arasındaki ticaret üzerinden ayrıca zenginleşiyordu. Geçmişin imkânları düşünüldüğünde, baharatın yolculuğu uzun ve zahmetliydi. Antik kaynaklara dayanılarak aktarılan bilgilere göre, kervanlar Çin Denizi’nden Suriye kıyılarına uzanan bu yolu 283 günde kat ederlerdi. Roma döneminde İranlı tüccarlar Nisibis ve Armenia pazarlarında bu ürünleri Romalılara satarlardı. Uzak Doğu ürünlerinin Akdeniz’e açılması ise Suriye ve Fenike bölgesi üzerinden 14 Andrew Dalby, Tehlikeli Tatlar Tarih Boyunca Baharat, Kitap Yay., s. 9. gerçekleşirdi.15 Tarihin uzun zamanları boyunca baharat uğruna zahmetli yolculuklar yapıldı. Stratejik değere sahip böylesi ürünlerin zaman zaman kötüye kullanılan bir koza dönüşmesi de elbette söz konusu olmuştur. Diğer yandan temel olmasa da kaçınılmaz bir ihtiyaca dönüşen baharata ulaşmak için birçok durakta bedel ödemek zorunda kalmak, kolay ulaşmanın yolunu aramayı da gerekli kılmıştır. İşte tam da burada, en az ipek kadar, baharata da kolay ulaşabilmek için özellikle Avrupa’da girişilen çözüm arayışları coğrafi keşiflerin ve sömürgeciliğin yolunu açan temel etkenlerden olmuştur. SONUÇ İnsanın özlemini çektiği ütopik yaşantıya yaklaşma çabasında yemek ve ondan alınan haz, toplumsal hayatı ve medeniyetleri etkileyecek boyutlara ulaşmıştır. Yemek, geleneksel etkinliklerde kültürün bir parçasıdır. Batı kültüründe sıkça resmedilen Hz. İsa’nın son yemeği örneğinde görüldüğü gibi, birçok ritüelde dinî bakımdan da temsil değeri kazanmıştır. Öte yandan sefahat âlemlerinde ve işret meclislerinde müzik ve şiirle birlikte yer alarak hem sanatsal etkinliklerin bir parçası hem de entelektüel hazzın ortağı olmuştur. Bütün tezahürleriyle yemek ve kültür ilişkisi ulvi olanla süfli olan arasında gidiş gelişlerle insan psikolojisinin derinlikleriyle bağlantılıdır. “Benin kendini koruma dürtülerinin etkisi altında haz ilkesi, haz kazanma amacını elden bırakmadan doyumun ertelenmesi, kimi doyum olanaklarından vazgeçilmesi 15 Murat Durukan, Adalya, XVIII, s. 244. ve bir süre hoşnutsuzluğa katlanmak gibi uzun ve dolambaçlı yollardan hazzı sağlayan ve gücünü̈ gösteren gerçeklik ilkesi ile yer değiştirir.”16 Nihai bir değerlendirme yapılacak olursa, özlemi çekilen hazzın arayışında geçmiş medeniyetlerin baharata ve kimi lezzet unsurlarına ulaşma gayreti daima mevcuttur. Bu durum günümüzde, televizyonlardaki yemek programları, dünyaca ünlü şeflerin farklı kültürlerdeki farklı tat arayışları, yemek kültürü üzerinden gelişen yerel ve dünya çapında bir turizmi beraberinde getirmiştir. Kimi durumlarda abartılı sefahat âlemlerine konu olan yemek çağımızda aynı zamanda hayat memat meselesi olarak da bir problem olmaya devam etmektedir. Günümüz dünyasında açlık büyük insan topluluklarının en önemli sorunu olarak hayatımızın bir parçasıdır. Tarihle, siyaset, ticaret, sanat, kültür ve eğlence gibi tüm etkinliklerle birlikte yemek konusunu ele alırken dünyadaki açlık sorunu da görmezden gelinmemelidir. “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı temiz ve güzel nimetleri kendinize haram kılmayın! Haddi de aşmayın; çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”17▪ 16 Emine Ebru, Sigmund Freud Ruh ve Haz, Kafe Kültür Yay., s. 154. 17 Maide Suresi, 87. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | İhtiyaçlar, Hazlar ve Medeniyetler Kimi durumlarda abartılı sefahat âlemlerine konu olan yemek çağımızda aynı zamanda hayat memat meselesi olarak da bir problem olmaya devam etmektedir. Günümüz dünyasında açlık büyük insan topluluklarının en önemli sorunu olarak hayatımızın bir parçasıdır. Tarihle, siyaset, ticaret, sanat, kültür ve eğlence gibi tüm etkinliklerle birlikte yemek konusunu ele alırken dünyadaki açlık sorunu da görmezden gelinmemelidir. 123 Yasemin Demirel Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü 124 YASEMİN DEMİREL Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Doktorant, yasdem2@gmail.com, ORCID: 0000-0002-0571-3988 B ir akşamüstü ansızın kapı çalar ve bir komşu eli size buharı üstünde tüten bir kap yemek uzatıverir. Tabağı elinize aldığınızda yemeğin ne olduğuna dair bir soru oluşur aklınızda. Komşunun “bizim oraların yemeği” demesiyle ve ardından yemeğin yöresel adını eklemesi ile aklınızdaki soru cevabını kazanır. Uzattığı sadece yemek değildir aslında. O tabakta memleketinden göç etmiş bir lezzet vardır. Göç en genel tabirle insanların bir yerden bir yere taşınması olarak algılansa da göç eden sadece insan değildir. Toplumun üyesi olarak insan, içerisinde yer aldığı toplumun kültürünü de beraberinde taşır. Birey çoğu zaman taşıdığı kültürün farkında olmasa da gündelik hayat pratiklerinde komşuya uzanan o bir kap yemekte kültürü görmek mümkündür. Yaşamın devamlılığı olan yemek nasıl oluyor da kültürün bir parçası oluyor ve diyar diyar göç ediyor? İnsan değil midir göç ettiği yerde İlginçtir ki insan nasıl göç ederken memleketinden lezzet taşıyorsa aynı insan memleketine geri döndüğünde de göç ettiği yerdeki lezzetleri memleketine getirir. Gurbetçi söylemiyle “Alaman Çikolatası”ndan acı kahvesine, yabancı çayından peynirine kısacası yolculukta bozulmayacak lezzetleri yanına alabildiği kadarıyla bavuluna sığdırır. Böylelikle insanlar gibi lezzetler de göç eder. hatta yerel bölgenin ürün farklılığı yaşamasına neden olmaktadır. Sıcak iklimlerde tropikal meyveler yetişirken soğuk iklimlerde daha farklı ürünler yetişmektedir. Toprak yapısının verimliliği ve suya duyulan ihtiyaca göre de sulu ya da kuru tarım yapılmaktadır. Coğrafya ve lezzet arasındaki ilişkinin en temel hususu budur. O yöreye ait hasat ürünleri, baharatlar, pişirme yöntemleri, tüketme ve saklama biçimleri de buna dâhildir. Bu lezzetler o yöreye anlam katmakla kalmayıp oranın tanınmasında da önemli rol oynamaktadır. Bundandır ki Konya etliekmek, Kayseri pastırma, Malatya kayısı, Afyon kaymak, Adana kebap, Hatay künefe, Trabzon hamsi gibi diğer iller için de sayabileceğimiz pek çok lezzetle tanınmaktadır. Küresel düzeyde ise Uygur yemekleri, Özbek Pilavı, İtalyan Pizzası, Washington Portakalı, Brezilya kahvesi gibi daha pek çok lezzet vardır. Fakat bu lezzetler kendi sınırlarına hapsolmamıştır. Lezzeti ile sembolleşen ürünler gerek yemek sektöründe gerek ticari sektörde lezzet ithalat ve ihracatla göç ettirilmiştir. Bir diğeri tarihsel süreçte savaşlar ve göçler sonucunda yaşanan etkileşimdir. Bunun en bariz örneği, XI. ve XII. yüzyıllar arasında yaşanan Haçlı Seferleri esnasında Batı, Doğu’nun yemek kültürünü ülkesine taşıyarak yeni lezzetleri kendi lezzetleriyle harmanlamıştır. Ticaret yolları da etkileşim açısından önemlidir. Nitekim Baharat Yolu dönemin ihracatıdır. Doğudan batıya baharatın taşınması kültürler arası lezzet etkileşimini artırmıştır. Baharat, lezzetin olmazsa olmazlarındandır. Mudara’nın belirttiği gibi, bu dönemde baharata ulaşma güçlüğü baharat kullananların ayrıcalıklı olmasına ve statü kazanmasına neden olmuştur (Mudara, 2012: 45-46). Özellikle ticaret ve göç güzergâhında olan bölgeler bu lezzetlerin taşınmasının en büyük aktörlerindendir. Etkileşim hususunda göçün güncel bir örneği de 2011’den bu yana Suriye’de yaşanan iç savaştan dolayı ülkelerinden göç eden Suriyelilerin lezzetlerini beraberlerinde taşımaları durumudur. Suriye lokantasını bugün Suriyelilerin göç ettikleri bölgelerde görmek mümkündür. Bu lokantalara Suriyeliler kadar yerli halk da giderek farklı lezzetleri tatmaktadırlar. Bunun yaygın olduğu bölgeler Hatay gibi Arap kültürüne yakın olan yerlerde daha yoğun olarak görülmektedir. Ya da bu durumun tersi bir örnek Avrupa’da açılan Türk restaurant ve lokantalarıdır. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü memleketine hasret duyan, öğrendiklerini hafızasında taşıyan ve onu yaşatmaya çalışan? Göç insanın sadece yaşadığı yerden ayrılması demek değildir ki. Ailesinden, tanıdıklarından, değerlerinden ve kültüründen de ayrılması demektir. İnsanoğlu göç ile tanıdık bildik dünyasından ayrılarak bilinmezler silsilesine doğru yolculuğa çıkar. Gidilen mesafe ne kadar kısa ise bilinmezlikler daha az, mesafe uzadıkça bilinmezlik de artar. Göçün mekânsal olarak kategorize edildiği iç göç ve dış göç tanımlaması durumu daha iyi özetlemektedir. İç göç ülke sınırları içerisinde bir yerden başka yere yapılan göç olmasına rağmen yerel ve bölgesel birtakım uyum sorunlarını beraberinde getirir. Dış göç ise ülke sınırlarını aşarak yerel ve bölgesel uyum sorunlarının yanı sıra din ve dil gibi önemli uyum sorunlarına da yol açar. Hayatta kalmanın temel fonksiyonlarını devam ettiren besin ihtiyacı da coğrafi, dinî ve kültürel açıdan bir uyum sorunu olarak karşımıza çıkar; çünkü bu sorunun kendisi aslında bizatihi lezzetleri farklılaştıran unsurlardır. Her coğrafyanın toprak ve iklim yapısı, tarihsel süreçte yaşanan savaş ve göç, sanayi ve teknolojik gelişmelerle ortaya çıkan toplumsal değişimlerle, dinî ve kültürel unsurlar yemek kültürünün oluşumunda etkilidir. Dünya üzerinde ülkeler bulundukları coğrafi konuma göre kendilerine özgü toprak ve iklim yapısına sahiptirler. Hasat çeşitliliği açısından önemli bir faktör olan bu unsurlar her ülkenin 125 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü Memleketinde yaptığı yöresel yemek tariflerini orada devam ettirir. Özel günlerde aidiyetin devamlılığı yemekle sergilenirken pekiştirilmesi de söz konudur. Bayram sofraları, misafir ağırlamaları, düğünler ve cenazeler gibi bütün özel günlerde yemek kültürü devam ettirilir. Lezzet oradaymışlık hissi verir, lezzetler üzerinden memleketini misafirlerine tanıtır. 126 Elbette ki bu girişimin iktisadi boyutu göz ardı edilemez bir niteliğe sahipken, kültürel boyutu da azımsanmayacak öneme sahiptir. Sadece dış göçte değil iç göçte de Türk mutfağından Konya, Kayseri, Şanlıurfa, Gaziantep, Karadeniz yahut Akdeniz sofrasını farklı bir bölgede görmek mümkündür. Lezzetlerin kendi bölgelerini aşarak lokanta ya da restaurant tarzı yerlerde hizmete sunulması onların da göç ettiğinin göstergesidir. Dedik ya insan göç ederken kültürünü de taşımıştır diye, işte lezzetlerin göç serüveni de böyledir. Bireysel hikâyemizde başlayan komşu yemeği yakın çevre ve ülkeler arasında göç edebilmektedir. Hatta lezzetler insanla göç etmesinin yanı sıra iç pazar piyasasında da farklı şehirlere ticari amaçla göç ettirilmiştir. Daha global düzeyde ise farklı ülkelere ihraç edilmiş ve farklı ülkelerden ithal edilmiştir. Sanayi ve teknolojik gelişmelerle ortaya çıkan toplumsal değişimler ise yemek sektörüne de yansıyarak yemek kültüründe değişim yaşanmasına neden olmuştur. Fabrika üretimi olan ürünler pazarlama stratejileri ile kolay ve hazır yiyecekler sunmaktadır. Bugün Kayseri mantısını dondurulmuş bir şekilde marketten alıp, saatlerce uğraşmadan ve yorulmadan 15 dk. içinde misafirlerinize servis edebilirsiniz. Fakat lezzet yönünden fabrikasyon ürünlerin tartışmalı bir konu olduğu aşikârdır. Teknolojik gelişmelere örnek olan ilginç bir hikâye de pizzanın Türkiye’de tutunmasıdır. Türk mutfağında pide ve lahmacunun varlığı pizzaya olanak tanımamaktadır. Türkiye’ye açılan pizza dükkânlarının başarısızlığı sonucunda dükkânların kapatılması sektörün çözüm arayışına girmesine neden olur. 1991 yılında Murakami-Wolf-Swenson Production’ın ürettiği çizgi film karakterleri Ninja Kamlumbağaların her öğünde pizza yemesi sonucunda pizza çocukların hafızalarına yerleştirilmiştir. Pizzanın ne olduğunun anneler tarafından bilinmemesi pizza dükkânlarına imkân sağlamıştır. Böylelikle pizzanın önce çocuklar sonra da gençler arasında yenilmesi yaygınlık kazanmıştır (URL 1). Bugün pizza toplumda yaygınlık kazanarak yerel ve küresel pazarlara kapı aralamaktadır. Bahsi geçen pizza hikâyesinde yediklerimizin, teknolojinin ürünü olan medya ve pazarlama stratejileri tarafından yönlendirildiği görülmektedir. Ya da bu durumun tam tersi Avrupa’da Türk pizzası olarak tanıtılan lahmacunun o ülkedeki insanlar tarafından tüketilmesi. Tanınırlığı noktasında pazarlama stratejisi olarak bu söylem kullanılsa da lahmacunun Avrupa’ya göç serüveni 1950 sonrasında DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yolda Yemek Yapmak: Lezzetin Göçü Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan işçi yüklerini bir yere bırakmış, uçağının ifade eder (Levi Strauss, 2013). Ayrıca göçlerine dayanmaktadır. Türk mutfağı saatini bekleyen göçmen yolcular… insanlar yemekte bir araya gelir ve yemek Avrupa’da sadece lahmacunla değil döner Bir ara İngiltere’ye transfer olan bir kültürü insanlar üzerindeki birleştirici ve kebapla da tanınmaktadır. Lezzetin futbolcunun havalimanında çekilen gücünü gösterir. Eğer ki memleketine farklılaştığı önemli etkenlerden en fotoğraflarında görünen sarı kapaklı özgü lezzetleri var eden gıda maddeleri çok karşımıza çıkan ise kültür ve dinî turşu bidonu gündem olmuştu. Sosyal yoksa yemek bulunduğu yerdeki üründeğerlerdir. Kültürel ve dinî değerlerin medyada transferinden çok içinde turşu lerle harmanlanır. Böylece var olan en başında bazı yemeklerin yapımında mu yoksa zeytin mi olduğu konuşul- lezzet korunmakla birlikte değişime kullanılan malzemelerin uygun olma- muştu. Kameraya yansıyan boyutuyla de uğramaktadır. Farklı kültürlerle ması gelir. Domuz eti, alkollü ürünler ya altı bavulu ve bir tane sarı kapaklı içinde harmanlanmış lezzetler ise zenginlik da böcek mahsullerinin her toplumda ne olduğu tartışma konusu olan bidonu yaratmaktadır. tüketilmemesi bunun göstergesidir. vardı. Bu örnek her ne kadar özel bir İlginçtir ki insan nasıl göç ederken Üzümden şarap yapmak ya da pekmez örnek olsa da havalimanında bu tarz memleketinden lezzet taşıyorsa aynı yapmak kişinin kendi tercihine bağlı benzer olayların yaşandığını gözler insan memleketine geri döndüğünde olsa da tercihin arka planı nihayetinde önünü serer. Bu şahitlik ister aktör de göç ettiği yerdeki lezzetleri memtoplumun dinine, kültürüne ve tarihine olarak ister gözlemci olarak yaşansın, leketine getirir. Gurbetçi söylemiyle dayanmaktadır. Dolayısıyla lezzet işte göç edenlerin götürebildiği en fazla “Alaman Çikolatası”ndan acı kahvesine, farklılıklarının sadece bahsi geçen bu kadardır. Götüremedikleri için ise yabancı çayından peynirine kısacası coğrafi etkenler, etkileşim boyutu ya da kendi mutfaklarının ürünlerini satan yolculukta bozulmayacak lezzetleri teknolojik gelişmeler ve dinî-kültürel marketler ile lokanta ve restaurantları yanına alabildiği kadarıyla bavuluna açıdan farklılıklardan kaynaklanmadığı ya da damak tatlarına yakın lezzetleri sığdırır. Böylelikle insanlar gibi lezzetler görülmektedir. Aslında bizatihi bu tercih ederler. İlk bakışta anlamsız de göç eder. Göçmen yakınlarına ve süreçler iç içe yapılar olabilirken bazen gözüken bu davranışların her birinin sevdiklerine farklı diyarlardan getirdiği tek bir neden lezzette fark yaratabilir. altında farklı anlam kodları yatmaktadır. farklı lezzetleri tattırarak onların da bu Ve bütün bunlar lezzetin göç ettirilme- Ana düşünce orada yiyecek olmadığı lezzetlerden haberdar olmasını ister. sinde önemli unsurlar olarak karşımıza için ya da aç kalırım korkusu ile değil; Bu aynı zamanda göçmen için Baharat çıkmaktadır. sevdiği lezzeti yanında götürmek iste- Yolu’ndaki gibi bir statü göstergesi, diği içindir. Böylelikle memleketini yakınları içinse bir beklentidir de. BAVUL BAVUL LEZZET yanında götürmüş olur. Kendisini ait Gelenin elinin boş gelmeyeceği bilinir. İnsanoğlu göçle gelen belirsizliklerle hissettiği yerden bir lezzet gitmiştir Çikolata ya da çay getirmesi beklenir ve baş edebilmek için bavuluna sığdır- onunla. Yanında götüremediklerini ise lezzet tadıldıktan sonra hep şu söylem dıklarını yanında, gündelik hayatını hafızasında taşır. Fischler, göçmenlerin yankılanır ziyaretlerde “oranın çikoladevam ettirebilecek unsurların bilgi- dillerini kaybetseler de mutfak kültü- tası da bir başka”. Sahiden göçle gelen sini ise hafızasında taşır. Bir bavula rünü daha uzun süre yaşattıklarını ifade lezzet başka mıdır yoksa uzaklardan ne sığar? Giysiden arta kalan kısma etmiştir (1988: 280). Memleketinde gelmesi midir onu lezzetlendiren… ▪ kuru yiyecekler mi? Belki de hasır bir yaptığı yöresel yemek tariflerini orada çantaya da dökülmesi muhtemel olan devam ettirir. Özel günlerde aidiyetin KAYNAKÇA yiyecekleri koyar. Eğer memleketine devamlılığı yemekle sergilenirken ▪ Fischler, C. (1988). Food, self and identity, yakın bir yere göç etmişse memleketten pekiştirilmesi de söz konudur. Bayram Social Science Information, 27 (2), 275-292. kışlık erzakını, salçasını, turşusunu sofraları, misafir ağırlamaları, düğünler ▪ Lévi-Strauss, C. (2013). The Culinary Triangle. Food and Culture içinde (ss. 40-47). New götürerek, mutfağını, kilerini yahut ve cenazeler gibi bütün özel günlerde York: Routledge. da buzluğunu bu ürünlerle doldurarak yemek kültürü devam ettirilir. Lezzet ▪ Mudara, M. (2012). Baharat mekânları: Antalmemleket özlemini sofrasında tattığı oradaymışlık hissi verir, lezzetler üzeya’da yerel ve turistik baharatçılar. Folklor/ Edebiyat, 18 (69), 41-58. lezzetlerle gidermeye çalışır. Sofrası rinden memleketini misafirlerine tanıtır. memleket gibi kokarken kendini ait Kişi lezzetlerle kültürünü tanıtarak ▪ URL 1: https://www.thegeyik.com/pizza-kulturunun-turkiyede-tutunmasinin-ilginc-hikayesi/. olduğu yerde hisseder. Peki, daha uzak- kimliğini ortaya koyar. Göç etmiş olsa Erişim Tarihi:07.03.2022 lara giden ne götürür yanında, bu kadar da aidiyetini kaybetmediğini kültürüne taşıyabilir mi lezzeti yoksa götürebildiği sahip çıktığını misafirlerine kanıtlar. kadarını mı sırtlanır? Havalimanında Levi Strauss yemeğin özelde ise lezzetin eşyalarıyla oradan oraya giden insanlar, kimlik ile arasında yakın ilişki olduğunu 127 Gamze Şenyayla Yemek ve Piyasada Sunumu DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu Yemek ve Piyasada Sunumu 128 GAMZE ŞENYAYLA Doktorant, Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü B ireyin en temel ihtiyacı olarak karşımıza çıkan “yemek yemek” farklı hizmet ve sunumlarla bütünleşmektedir. Ürünün rafine hâli işlenerek yeni bir lezzete bürünmektedir. Kültürel bir bütünleşme ile ele alınan “yemek sosyolojisi” ise mutfağın ve yiyeceklere bakışın yönünü bizlere tarif etmektedir. Bu reçete her bir kesim için farklı nitelikler taşımaktadır. Yemeğin tüketilme amacı temel ihtiyacı karşılamak mıdır? Yoksa bir kimlik edimi sağlamak mıdır? “İnsan ne yiyorsa o’dur.” söylemi sağlıklı beslenmeye işaret etse de sağlıklı beslenebilmek bir sosyo-ekonomik durum ile doğrudan ilişkilidir. Kimin ne ile beslendiği, hangi besin ürünlerini tercih ettiği ya da erişebildiği meselesi sadece bir yaşam tarzı değil aynı zamanda bir imkânı temsil etmektedir. Örneğin etin nasıl tüketildiğini düşündüğümüzde, bulgur ile çoğaltıp bir yemek hâline getirilmesi bir de yalnızca pişirilerek sunulması arasında farklılık vardır. Kişinin önündeki tabağı değerlendirme biçimi de aynı şeyi gösterebilmektedir. Bu tabağı protein, karbonhidrat ve yağ açısından değerlendirmek sağlıklı bir çerçeveye uyum sağlamak ya da bu ihtiyaçları sağlamak için temel bir kaide olsa da doymak için yemek yeme eylemi tabağın kime sunulduğu ile ilintilidir. Sunum bir piyasa meselesidir. Çünkü piyasa bölüşüm ve tüketim faaliyetlerini belirlemesinin yanı sıra, canlı bir işleyiş için elindekilere bir değer biçer. Bu değer tüketenin kimliğine ilişkin bir yansımadır. Tabakta neyin yer aldığından çok nasıl yer aldığı meselesi, restoranların ya da yemeği çıkaranların sattığı şeydir. Bir patatese şekil vermek ya da etin üzerine yeşil bir yaprak bırakarak göze hitap etmesini sağlamak, ürünün pazardaki yerini bir statü gibi temsil etmektedir. Bu konuda sektör oldukça geniştir. Çünkü piyasa sistemi her daim yenisini üretmenin peşindedir. Farklı kimlik gruplarına mensup bireyler kendilerine uygun olanı temin ederek tüketmelidir. Köyden kente göç meselesi temel alındığında, Hatay’dan çıkıp İstanbul’da yaşamaya başlayan bireyin kendi kültürüne ait bir yemek gördüğünde yönelmesi kaçınılmaz hâle gelmektedir. Çünkü kendini ait hissedebileceği şey o yemeğin kendisinin yanı sıra o mekânın kendisidir. Aslında bu şekilde mekânda yalnızca yemek satılmaz. Mevcut kültür de satışa sunulmuş olur. Bu kültürün pazarlanması lüks restoranlarda ana maddenin modernleşmiş hâli ile karşımıza çıkar. Tarhana çorbasının kesilmiş yuvarlak bir ekmek içerisinde sunulması bu duruma örnek olarak verilebilir. Modern olan şey ekmek değildir, ekmeğin satış için araçsallaştırılmasıdır. Çünkü oradaki ekmek artık bir tabak görevi görmektedir. Piyasa, bireyin temel ihtiyacına erişebilmesi noktasında hedef kitlesini DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu Sunum bir piyasa meselesidir. Çünkü piyasa bölüşüm ve tüketim faaliyetlerini belirlemesinin yanı sıra, canlı bir işleyiş için elindekilere bir değer biçer. Bu değer tüketenin kimliğine ilişkin bir yansımadır. Tabakta neyin yer aldığından çok nasıl yer aldığı meselesi, restoranların ya da yemeği çıkaranların sattığı şeydir. 129 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu 130 Aslında bu şekilde mekânda yalnızca yemek satılmaz. Mevcut kültür de satışa sunulmuş olur. Bu kültürün pazarlanması lüks restoranlarda ana maddenin modernleşmiş hâli ile karşımıza çıkar. gruplara ayırır. Kimin ne tüketeceği piyasa için hâlihazırda bellidir. Mavi yakalı ya da beyaz yakalanın beslenme biçimleri birbirinden farklıdır. Mavi yakalı için öğle aralarında tabldot usulü sunulan yemeğin temel hedefi tokluğun sağlanmasıdır. Haftalık çıkması gereken et miktarı ya da karbonhidrat yerine geçecek makarna ya da pilav muhakkak sunulurken beyaz yakalı için durum farklıdır. Çünkü beyaz yakalının gün içerisindeki beslenme pratiğinde tüketmesi gereken yemeğin içeriği önemlidir. Ara öğünler ile desteklenen bir rutine sahip olabilir. Piyasa, herkese ulaşabilmek için zincir restoran algısını hayatımıza tam anlamıyla yerleştirmiş hâldedir. Neredeyse bütün şehir merkezlerinde küresel anlamda tüketilebilecek yiyeceklere erişim sağlanabilir. Aylık kartına yemek parası yüklemesi yapılan bir işçi bu konuda fazlasıyla seçeneğe sahip olduğunu hissedebilir. Ancak bu seçenekler de kısıtlı bir hâldedir. Çünkü zincir restoranlar lezzeti ya da sağlığı değil fazla üretim ve tüketimi hedefler. Defalarca kullanılabilen ürünler, çevre sağlığı göz ardı edilerek kullanılan tabak, bardak vb. materyaller düşünüldüğünde temel hedefin çok satıp, kısa zamanda tükettirip hızlı bir akış olmasını sağlamak olduğu rahatlıkla görülebilir. Piyasa “Amerika’nın kotlaşma” hikâyesi misali bu zincir restoranları oluştururken yerel kültürü tüketir. Markalaşma çabası tehlikeli bir hâle bürünebilir çünkü o yerelde bu yemeğe ve yemeğin ham maddesi olan ürüne sahip olan kişi, piyasadaki sunulmuş hâlinden bihaber olabilir. Kakaonun üreticilerinin çikolata tadını bilmemesi bu duruma örnek verilebilir. Yabancılaşma çerçevesinde düşünüldüğünde ürüne yabancılaşmanın örneklerinin verilebildiği alanlardan biri de yemektir/ gıdadır. Bu durum bir üretimin yolculuğunu gösterdiği kadar bir sömürü hikâyesi olarak da karşımıza çıkar. İyi bir yemek tüketmek için hammaddeye sahip olanın hem toprağını hem de emeğini sömürmek, günümüzde devamlılığını korumaktadır. Yemeğin sunumu kadar bu sunulan yemeğin tüketilme şekli de sosyo-ekonomik bir durumu temsil edebilmektedir. Çift servis açılmış bir yemek tabağı iyi bir restoranda lezzetli bir yemek akışı için yer alır. Sıcak ya da soğuk bir giriş ile başlanan, ara sıcak ile devam edilen, ana yemek ile asıl lezzetin alındığı ve tatlı ile kapanışın yapıldığı bir akış, toplumdaki her bireyin eşit bir şekilde ulaşabileceği bir görüntüyü göstermemektedir. Bir sofrada da önce çorba ile başlanıp sonra ana yemek ve çayın yanındaki tatlı ile kapanış yapılabilir. O sofranın kurucusunun sunmuş olduğu bu hizmet karşılığında sağladığı fayda duygusal aşamada kalabilmektedir. Ancak piyasada maddi olarak net bir karşılık bulabilmektedir. Tek öğünlük bir “fast food” tüketim biçimi de bir eşitsizliği temsil edebilmektedir. Fast food yemek kültürü başlı başına yeme alışkanlığını değiştiren bir konudur. Bireylerin hızlı bir şekilde yemeklerini yiyerek tekrar sistemdeki yerlerine döndüğü, lezzetten ziyade stratejik ve psikolojik bir tükettirme biçimidir. Bu tükettirme biçimi, hayatımızın geçtiği her noktada mevcuttur. Bir öğle arasını düşündüğümüzde bir buçuk saatlik molanın uzun bir parçasını kaplayan yemeğin hızlı bir şekilde sunulup tüketilmesi gerekmektedir. Fast food anlayışı tam da bu noktada karşımıza çıkar. Plastik tepsilerin üzerindeki tepsiyi kaplayan kâğıtların üzerinde, yemeklerin sarıldığı diğer kâğıtlar eşliğinde, rahatsız sandalye ve masalarda tüketilmesi sağlanır. Bu masalarda oturma süresi uzun olmaz çünkü görevliler hızlı bir şekilde bir sonraki gelecek kişi için masaları temizleyip toplar. Bu toplayış ve masayı siliş biçimi oradan kalkma gerekliliğinin hissiyatını oluşturur. Çay/kahve içebilmek için başka bir mekâna geçmek gerekir. Bu sayede hem yemek hazırlayan zincir fast food restoran hem de çay/kahve üzerine açılmış olan mekânlar kâr sağlar. Elbette yemek sonrası çay kahve ikramında bulunulan esnaf lokantaları bu işleyişin nispeten uzağında kalmaktadır. Orada aile kavramı üzerine daha hassas DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu Aylık kartına yemek parası yüklemesi yapılan bir işçi bu konuda fazlasıyla seçeneğe sahip olduğunu hissedebilir. Ancak bu seçenekler de kısıtlı bir hâldedir. Çünkü zincir restoranlar lezzeti ya da sağlığı değil fazla üretim ve tüketimi hedefler. Defalarca kullanılabilen ürünler, çevre sağlığı göz ardı edilerek kullanılan tabak, bardak vb. materyaller düşünüldüğünde temel hedefin çok satıp, kısa zamanda tükettirip hızlı bir akış olmasını sağlamak olduğu rahatlıkla görülebilir. 131 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu 132 olunan bir ortam söz konusudur. Bir masaya birden fazla kişinin hizmette bulunduğu, yemeğin lezzetinin ve ilgi alakanın yüksek seviyede sunulma gayretinin olduğu mekânlar olarak karşımıza çıkabilmektedir. Elbette burada geçirilen süre de belirli bir plan dâhilindedir. Önceden sunulan mezeler yemek hazırlanana kadar bir tokluk hissiyatına eşlik ederken, ana yemek tam bir doygunluğu sağladıktan hemen sonra hızlıca toplanan masa ve küçük ince belli bardakta sunulan çay ile yemek yeme ritüeli tamamlanmış sayılır. Peki, yemek yemek bireyin sosyal hayatında nasıl bir yere sahiptir? Ne yediği ve neden yediği nasıl bu kadar önemli olabilmektedir? Bu sorulara verilen yanıtlar elbette farklı olabilir ancak bu yazıda üzerinde durulmak istenilen konu kimliktir. Yenilebilir altın suyuna batırılmış bir yemeği yemek, sosyo-ekonomik düzeyin yüksek olduğu anlamına gelmektedir. Bunu bir şova dönüştürmek ise bu imkâna sahip olduğu mesajını vermektir. Ürünlerin nasıl tüketildiği kadar kiminle tüketildiği de önemli bir konudur. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü birlikte uzun yıllar sürebilecek bir dostluğa ve dayanışmaya işaret ederken gündelik hayatta “Bir kahve içelim.” demek oturup sohbet etmek ve bir şeyleri paylaşmak anlamına gelmektedir. Bu paylaşımın ve birlikteliğin süresi kahvenin başlangıcı ve bitişi ile sınırlıdır. Küresel kahve piyasasının yerelden alıp genele satma biçimi sosyalleşme ilişkilerini de değiştirmiştir. Eskiden bir çay bahçesinde ya da evlerde bir araya gelinerek gerçekleştirilen paylaşımlar şimdi dışarıda hızlı tüketimin ve üretimin gerçekleştiği yerlerde yerini almıştır. Bu durum olumsuz bir eleştiri olarak görülmemelidir. Değişen bir sosyalleşme biçiminin ortaya konması belirtilmek istenmiştir. Kozmopolit bir yaşam ağında ortak dil “Birlikte kahve içmek” olmuştur. Tek öğünlük bir “fast food” tüketim biçimi de bir eşitsizliği temsil edebilmektedir. Fast food yemek kültürü başlı başına yeme alışkanlığını değiştiren bir konudur. Bireylerin hızlı bir şekilde yemeklerini yiyerek tekrar sistemdeki yerlerine döndüğü, lezzetten ziyade stratejik ve psikolojik bir tükettirme biçimidir. Yemeği üretim ve tüketim aşama- turistin yönlendirilmesini sağlamaktır. larında gastronomi alanı önemli bir Diğer yemek programlarına bakıldıyere sahiptir. Gastronomi sektörünün ğında ise yemekte lezzetin ve sunumun dünyaya açılmak, paylaşmak ve tanıtmak yarıştırıldığı görülmektedir. Alanında amacı piyasa içerisinde kullanışlı bir uzman olan ya da olmayan kişiler araçtır. Yerelde mevcut olan yemeği bu programlara katılarak bildikleri dünyaya taşıyıp pazarlamasını yapmak yemekleri yapmakta ve en iyi şekilde bir kültürü piyasa aracılığı ile dünyada yaparak yarışmanın sonunda verilen satışa sunmak görüntüsü vermektedir. ödülü kazanma gayretinde olmaktadır. Bu işin kazananı elbette bu ürünü işleyen, Aslında bu bireyleri birer “ürün pazaryemek hâline getiren ve satışını yapan layıcısı” olarak görmek yanlış olmayakişiler olmaktadır. Bir emeğin olmadığı, caktır. Çünkü amaçları yaptıkları yani bir başarı hikâyesinin gizlendiği gibi işledikleri ürünü diğerlerine doğru bir bir şey elbette söylenmemelidir. Belir- şekilde pazarlayarak satabilmektir. Bu tilmek istenen şey, piyasada yer alma satış beğeni ya da puan ile ilk aşamada biçiminin legal bir görüntüye sahip karşılık bulsa da elbette finalde bir olmasıdır. Bu kişiler toplumca sevilen, paranın varlığı söz konusudur. sayılan ve saygı duyulan kişiler hâline Medya ve yemek ilişkisine bakıldıdönüşebilmektedir. Çünkü yerelden ğında sosyal medyanın piyasada önemli alınanı işlemek, başarıyla sunmak ve bir yere sahip olduğu konusu bariz bunu satabilmek yoğun ve çetrefilli bir gerçektir. Belli başlı platformların piyasa içerisinde zorluklarla dolu bir temel amacı ürün pazarlama üzerinedir. yolu tamamlamak demektir. Yeme- Bu ürünlerin önemli bir kısmını ise ğin sunumunu ve satışını yapan kişi yemekler oluşturmaktadır. Bu noktada mesleği gereği bu kimlikle bütünleşir piyasa kimlik üzerine bir oyun kurgular. hâle gelir ve alanında uzman kabul Beden üzerinden bir dayatma sağlar ve edilir. Uzmanlık, kazanç sağladığı kişilerin “mükemmel” bedene kavuşatakdirde olumlu karşılanabilmektedir. bilmelerinin yolu bu beslenme düzenini Kâr sağlamayan uzmanlık her zaman yerine getirmektir. Bunu sağlayabilmek beklediğini bulamayabilir. Bulması için belirli besin değerine sahip olan ancak bir istisnayı oluşturur ki yemek ürünleri tüketmek gerekmektedir. de burada önemli bir işleve sahiptir. Protein-karbonhidrat-yağ konuları Büyük piyasada yemeği yalnızca güzel daha geniş bir şekilde değerlendirilir. yapmak yeterli olmaz. Güzel bir sunum Besleyici niteliğinin olması, tokluk hissi ve iyi bir rakama satışın gerçekleşmesi oluşturması, belirli saatlerde tüketeasıl hedeftir. bilmeye uygun olması ve erişilebilirlik Medyanın yemek ile ilişkisine bakıl- imkânı gibi konular sosyal medya üzedığında televizyonlarda sıklıkla görülen rinden sıklıkla vurgulanmaktadır. Spor yöresel ürünleri tanıtma programları eğitmenleri, diyetisyenler, hekimler mevcuttur. Bu programları yemeği iyi ve dijital içerik üreticileri tarafından bilen ya da hiç bilmeyen ancak gezmeyi pazarlanan farklı gıdalar vardır. Çok seven kişiler sunabilmektedir. Amaç uzak bir geçmiş olarak düşünmeden bölgenin hem kültürünün hem de yukarıdaki aynı örnek ile kahveyi yemeğinin tanıtılması ve yerli/yabancı düşünelim. Kahve bir sosyalleşme DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Yemek ve Piyasada Sunumu aracının haricinde, metabolizmayı “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü birlikte uzun yıllar sürebilecek bir hızlandıran, tokluk hissi sağlayan ve içeriği sayesinde daha zinde bir gün dostluğa ve dayanışmaya işaret ederken gündelik hayatta “Bir kahve içelim.” geçirmemize yardımcı olan temel bir demek oturup sohbet etmek ve bir şeyleri paylaşmak anlamına gelmektedir. içecektir. Kahve ile güne başlamak ve Bu paylaşımın ve birlikteliğin süresi kahvenin başlangıcı ve bitişi ile sınırlıdır. acıkıldığında kahve içmek önemli gün içi eylemlerindendir. Kahvenin değişen materyallerden geçmektedir gibi bir larının sunum için yemekleri servis bir anlamının olduğunu bu bağlamda algıyı, piyasa bizlere sunmaktadır. biçimleri oldukça yüksek izlenmelere söylemek yanlış olmayacaktır. KültürYeni tarifler sosyal medyada sağlıklı sahip videolar arasında yer almaktadır. den farklı, hiçbir yerele ait olmayan yaşam üzerine kurgulanır. Bu kurguda Restoranın öne çıkma biçimi ürün ya da yemekler de sosyal medyada sıklıkla en önemli kelime “hız”dır. Çünkü lezzetten ziyade sunum şeklidir. Büyük yer almaktadır. “Bowl” yani Türkçe hızla akan bir çağın içerisinde yemek porsiyonlar, karmaşık yemekler ya da ismiyle kâsede yemek yemek oldukça hazırlama süresinin de hızlı olması sunumdan sonra devam eden ikram popüler bir sunuma sahiptir. Hayatı- gerekmektedir. Bu noktada pratik biçimleri fast food yemek kültürü mıza “sağlıklı yaşam için” başlığıyla tarifler karşımıza çıkmaktadır. Bu gibi iştah açma üzerine kurgulansa da giriş yapan yulafın pişirilerek temel pratik tarifler eskiye karşıt nitelikler kültürden oldukça uzak bir görüntüye maddeyi oluşturduğu, şuruplar ile taşımaktadır. Örneğin; şekersiz, unsuz sahiptir. Yemek, içerisinde yaşadığılezzetlendirilen ve meyve ile sunulan ve glütensiz beslenmek bunlardan bir- mız coğrafya gereği oldukça önemli bu kâse içerisindeki yemekler piyasada kaçıdır. Bu konuda rehberlik sağlayan bir yere sahipken piyasa içerisinde sıklıkla gösterilmektedir. Kendisini paylaşımların yanı sıra düzene uygun hor kullanılan ve şova dönüştürülen pazarlattıran şey içerik vurgulamasıyla bir beslenme şekli de gösterilmektedir. bir hâle bürünmesi normalleşmiş bir sunum biçimidir. Otantik Hindistan Az malzeme ile hazırlanan yemekler en hâldedir. Nostaljik bir bakış açısıyla cevizinden yapılmış kâsenin satışlarının çok aratılan tariflerden olabilmektedir. birlik beraberliği sağlayan yemek sofyükselmesi bu sebepledir. Bu kategorinin fazlaca talep görmesi rası alışkanlığının değişimi gündelik Sağlıklı yaşama geçişi sosyal medya sosyo-ekonomik düzeyle ilişkilen- eylemleri anlamayı sağlamaktadır. vasıtasıyla kurgulayan bireyler için dirilebilir. Örneğin “3-5 malzeme ile Ekmek kırıntısına bile özen göstehayatlarında yeni ürünlerin yer alması hazırlanan pratik tatlı” başlığı yüksek ren bir sofra ve sunum anlayışından, kaçınılmaz hâle gelmektedir. Sağlıklı izlenmelere ve pişirilmeye sahiptir. büyük porsiyonlar eşliğinde, yüksek yaşam için su içmek önemlidir. İnsan Bunların yanında kalori hesabına uygun fiyatların ödendiği bir sofra ve sunum vücudunun suya ihtiyacı olduğu bir beslenme düzenleri oluşturulmuştur. anlayışına doğru geçiş söz konusudur. gerçektir ancak bu suyu nasıl bir kap Bir insanın vücuduna günlük alması Elbette bu geçiş popüler bir görüntüye ile içtiğiniz de önemlidir. Sunulan gereken kalori miktarını hesaplayacak sahiptir. Toplum içerisinde yaşayan reklamdaki görüntüye sahip olmak için aplikasyonlar da geliştirilmiştir. Bu bireylerin kendi hanelerinde nasıl bir reklam figürünün kullandığı su kabını programa uyumu sağlayan fit gıdaların sofra hazırladığı bir saha araştırması kullanmak sıklıkla su içme isteği oluş- tüketilmesi ve yemeklerin hazırlanması gerçekleştirilerek öğrenilebilir. Bu turması ya da unutturmaması üzerinden için de farklı malzemelere ihtiyaç vardır. yazıda dikkat çekilmeye çalışılan husus, pazarlanabilmektedir. Örneğin kinoa Örneğin blend etme (parçalama) işlemi piyasanın hızla değiştirip dönüştürdüğü bitkisi salatalara bile katılabilen, normal yiyeceklerin besin değerinin yüksek yemek yeme pratiğinin özelliklerine bulgurun aksine küçük bir porsiyonla hâle getirilmesi için farklı malzeme- odaklanmaktır. Bu açıdan toplumu bile yoğun tokluk hissi sağlayan gıdadır. lerin bir araya getirilmesi amacıyla yönlendirme gücüne sahip pazarlama Bu örnekler elbette küreselleşmenin kullanılmaktadır. Bu amaca hizmet tekniğinin yoğunlaştığı mecralara eseridir. Ancak piyasanın taktiği bir edilmesi için bu ürünün de alınması odaklanmak istenmiştir. ▪ ürünü pazarlarken diğerini tedavülden gereklidir. Hikâyenin tamamı beslenme kaldırma üzerine kuruludur. Eskinin biçiminin sağlıklı hâle getirilmesi zararı muhakkak vurgulanır. Hiçbir üzerine kurulurken finalde mutlaka faydasının olmadığı, aksine zararlar ile bir ürünün satışı hedeflenmektedir. bürünmüş ve korkunç bir etkiye sahip Restoranların sosyal medya aracıolduğu söylenir. Bunu telafi etmenin lığı ile yapmış oldukları sunumlar da yolu yeni gıdaları hayatımıza sokmaktan oldukça dikkat çeken bir görüntüye ve bu gıdaları tüketebileceğimiz önemli sahiptir. Restoran sahibi ya da çalışan- 133 Ömür Nihal Karaarslan Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra 134 ÖMÜR NİHAL KARAARSLAN GİRİŞ S osyal bilimler için yemek; sadece insanın biyolojik ihtiyacı doğrultusunda gerçekleştirdiği yeme eyleminin konusu değildir. Bu genel geçer tanımın yanı sıra yemek; toplumsal ve kültürel birlikteliklerin bir yansıması olmakla birlikte insanların bu biyolojik eyleme kendi gerçeklikleri üzerinden anlam yüklediği, böylece insan etkileşimlerinin ve iletişimlerinin okunabildiği, sosyal birlikteliklerin göstergesi olan bir alandır. İnsanlık tarihi boyunca yemek yemenin toplumsal boyutu hep var olagelmiştir. Toplumsal birlikteliğin olduğu her olay ve olguda yemek bu birlikteliği bir araya getirici önemli bir unsur olmuştur. Bundan dolayıdır ki yemek yeme eylemi; yemek yeme biçimi, ne yenildiği ve nasıl yenildiği hususları üzerinde; içinde yaşanılan toplumun kültüründen izler taşımaktadır. Yemek olgusu taşıdığı bu kültürel özellikler nedeni ile toplumsal dayanışmanın ve bütünleşmenin en birleştirici olgusudur. Toplumsal iletişim ağının en başat faktörü olan yemek; taşıdığı bu özellik nedeni ile tarihsel süreç içerisinde toplumsallığı olan en önemli unsur olarak tanımlanabilmektedir. Toplumlar yemeğe yönelik yapmış olduğu her müdahalede kendi kimliğinden kendi toplumsallığından birçok unsuru yemek olgusuna aktarır. Toplum ve insanların her an kendisinden yemek olgusuna bir anlam katması ile yemek sosyal bir içerik kazanır. Yemeğin toplumsal tarafı, bir statü, hayat tarzı ve bir dünya görüşüne karşılık gelmektedir. Yemek bireyin kendisine kattığı anlam ile çeşitlenmekte ve bir gösterge unsuru sayılmaktadır. İnsan için bir ihtiyacı karşılamaya yönelik bir düzen değil, sosyal bir kimliğin ve statünün taşıyıcısı olma özelliği kazanmaktadır. İnsan hem en temel ihtiyacı olan yemek yemeyi bir ihtiyaçtan hareketle gidermekte hem de yemek olgusuna içinde bulunduğu statüye ve toplumsal yapıya uygun anlamlar yüklemektedir. Yemek, sofra, kullanılan malzemeler, mutfak, yemeğin yenildiği mekân, yemek sırasında kullanılan araç ve gereçler bu yorum ile birer gösterge hâline gelmektedir. Yemeğin toplumsal boyutunu sınıf farklılıkları, statü, değişen toplumsal yapı ile birlikte yemeğin geçirdiği değişim, gösteriş kültürü içerisinde yemeğin konumu üzerinden okuyabilmemiz mümkündür. Tarihsel süreç içerisinde birlik beraberliğin ve toplumsal dayanışmanın en önemli aracı olan yemek bu süreç içerisinde kültür ve topluma yönelik her değişim ve gelişimden etkilenmiş ve bir değişim geçirmiştir. Özellikle toplumları derinden sarsan olaylar yemek olgusunun da içerik değiştirmesine neden olmuştur. Örneğin: “sanayi sonrası toplumda yemeğin dönüşümünde mutfakla ilgili mekân, teknik ve bilgilerin değişim değeri elde ederek bir meta hâline gelmesi öne çıkan bir unsurdur” (Gürhan; 2017, 562). Denizcilik ve ulaşım imkânlarının sanayi devrimine bağlı olarak gelişmesi yiyeceğin küresel düzlemde ulaşılabilirliğini arttırmış ve yiyeceğe ulaşılabilirlik yemek kültürü üzerinde derin değişikliklerin olmasına neden olmuştur. Besin maddelerinin küreselleşmesi yemek ve mutfak üzerinde en önemli değişikliklerin meydana gelmesine neden olmuştur. İnsanların istedikleri zamanda, istedikleri yerde her yiyeceğe ulaşabilmesini mümkün kılan küreselleşme beslenme alışkanlıklarında kökten değişimlerin meydana DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra İnsan hem en temel ihtiyacı olan yemek yemeyi bir ihtiyaçtan hareketle gidermekte hem de yemek olgusuna içinde bulunduğu statüye ve toplumsal yapıya uygun anlamlar yüklemektedir. Yemek, sofra, kullanılan malzemeler, mutfak, yemeğin yenildiği mekân, yemek sırasında kullanılan araç ve gereçler bu yorum ile birer gösterge hâline gelmektedir. 135 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra 136 gelmesini sağlamıştır. Küreselleşmenin yemek üzerindeki en önemli etkisi, yerel yemek kültüründe yaşanan kaybolmadır. Savaş ve kıtlık gibi toplumsal yapıyı doğrudan etkileyen olaylar da yemek üzerinde derinden etkiler bırakmıştır. “Yemek yeme eylemi yenilecek besinin üretiminden hazırlanmasına, pazarlanmasından tüketimine kadar tarih boyunca her coğrafyada, o coğrafyanın koşullarına özgü anlamları oluşturarak farklı yemek kültürlerin ortaya çıkmasını sağlamakta; zaman içerisinde de insanlık tarihinin sosyal, ekonomik ve siyasi değişimi ile birlikte beslenme biçiminin kodları yani yemek kültürü değişmektedir.” (Gürhan; 2017, 562). Yemeğe dair algının değişiminde toplumların refah düzeyinin artması ile daha görünür hâle gelen zengin üst sınıfının yemeğe dair belirleyici tavrının etkisi de büyüktür. Bu algı değişiminde zengin üst sınıfın tarihsel olarak geçirdiği dönüşümün anlaşılması önemlidir. Tarih boyunca toplumlar için var olan tabakalaşma ve eşitsizlik durumunun iktisadi bir boyutu temele alarak oluşması, zengin üst sınıfın varlığını mümkün kılmıştır. Her dönemde var olan ve varlık kriterleri değişen zengin üst sınıf modern dönem ile birlikte sahip oldukları mülkiyet ile varsıl sınıfı oluşturmuşlardır. Modern dönemde de zenginlik diğer dönemlerde olduğu gibi kendi sınırları olan bir anlam taşımaktadır. Bankacılık ve paraya dair sermayenin artması zenginlik kültürünün içeriğine tüketim ve gösteriş kavramlarının yerleşmesine neden olmuştur. Tüketim ve gösterişe dayalı olarak belirlenen zenginlik varlığın ve bu varlığa dayalı duygu, düşüncelerin dışavurumunu ifade etmektedir. Gösteriş ise sahip olunan zenginliği başkasına gösterme eğilimini beraberinde getirmiştir. Zenginliğin, toplumsallığın her biçimine konu olması zenginlik kültürünü ifade etmektedir. Bu toplumsallığın içinde her türden toplumsal eylem, rutin ve ritüel de yer almaktadır. Zevkler, tercihler, talepler, gezme tozma, satın alma ve yeme içme zenginlik kültürü içerisinde anlam değiştirerek birer tüketim nesnesi olma içeriğine sahip olmuşlardır. Tüketim nesnesi olma özelliğinin arkasında varsıllığın gücü, bunun psikolojik ve kültürel arka planı mevcuttur. Bundan dolayı birey için tüketilen her şey; ihtiyacın ötesinde, bireyin kendisini gerçekleştirdiği, arzu ve beğenilerini yansıttığı ve zenginliğini ötekine kabul ettirdiği tüketim nesneleridir. Giyim kuşam, yaşadığı mekân, mekânın dizaynı, çalışma hayatı dışındaki uğrak yerleri, kullandığı araç, markalar bu yeni düzende modern kalabalıklar içinde yalnızlaşan bireyin kendisini var ettiği ve sözsüz iletişim ile bütün bunlara anlam yüklediği, kendisini ötekine tanıttığı araçlardır. Zenginlik ve göstergeler bireyi var eder. Ve bireyin varsıllığını diğer insanlara hatırlatır. En az zenginlik kadar, bunun sunumu, gösterilmesi ve başkasına hatırlatılması önemlidir. Tüketmek ve tükettiğini göstererek sosyal hayatta yer edinmek zenginliğin temel argümanıdır. Zira öteki bu zenginliğe ortak edilmedikçe zengin olmanın bir anlamı yoktur. Tüketicinin bireysel ve sosyal dünyası, kimliği, kişinin sahip olduğu statü ve ait olduğu toplumsal gruplar ile ilgili ipuçları sunmaktadır. Görünme ve başkasının gözünden itibar tanımlaması, zenginlik kültürü içerisinde metalar ile görünmenin değerini artırmıştır. Modern zamanlarda yeme içmeye dair her unsur da bir tüketim nesnesi hâline gelmiş ve görünür olmanın araçlarından biri olarak tanımlanmıştır. Özellikle günümüzde sosyo-ekonomik göstergelerden bir tanesi de yemek ve sofra üzerinden gerçekleşmektedir. Yemeğin bireyin kendisini ifade etme aracı olarak görülmesi ve statünün bir göstergesi olması üzerinden zenginlik ve zenginlik kültürünün yemeğe dair bir okumasını yapmayı gerekli kılmaktadır. Yemeğin zenginlik kültürünün bir yansıması olarak var olması tarihsel süreç içerisinde zenginlik kültürü sınırlarında kendisini tanımlayan gruplar için de hep söz konusudur. Ancak 18. ZENGİNLİK KÜLTÜRÜ VE YEMEK Günümüzde özellikle zenginlik kültürü içerisinde yemek ayrı bir yer tutmaktadır. Çünkü zengin sınıf yemek ve yemeğe yüklediği anlam üzerinden toplumsal yapı içerisinde ayrışmakta ve diğer sınıflara bir sınır çizmektedir. Zenginlik kültürü içerisinde kendisini tanımlayan gruplar zenginlik kültürüne ilişkin yeme içme âdeti de geliştirmişlerdir. Geliştirdikleri yeme içme tarzı dışında var olan yeme içme alışkanlıklarını bayağı olarak tanımlayıp, belirledikleri tarza uygun davranış kalıpları geliştirmişlerdir. Yemeğe dair oluşturulan bu belirleyici tavır zengin kesimler tarafından bilerek tercih edilmekte ve yapılan tercih sosyal hayat içerisinde bu sınıfı var etmektedir. Yemeğin ihtiyaçtan öte varsıllığın bir göstergesi olması yemeğin biçimsel açıdan, varsıllığın tahakkümü altında değişmesine neden olmuştur. Örneğin geleneksel Türk mutfağında bir yeri olmayan suşi ve havyar, 1980’ler ile beraber Türkiye’de görünürlüğü medya aracılığı ile artan zenginlik kültürü içerisinde yer alan gruplar için verilen davetlerin en önemli yemeği olarak ikram edilmiştir. (Bali; 2009, 40, 130) Her önemli partide, her yemekli top- lantıda ve bu statüye sahip kişilerin her toplumsal birlikteliğinde suşi ve havyar birlikteliğin olmazsa olmazı olarak belirlenmiştir. Suşi ve havyar ikram edebilmek zenginlik kültürü içinde olup olmamakla ölçülmüştür. Aynı zamanda zenginler arasında moda olan ve başka bir kültürden ithal edilen suşi ve havyar medya aracılığı ile topluma dayatılan bir yemek hâline gelmiştir. Bir müddet sonra toplum tarafından suşi ve havyar medya aracılığı ile duydukları bir yemek hâline gelmiştir. Suşi, havyar Türkiye toplumuna eklemlenen bir yemek hâline gelmiştir. Yine aynı dönemde Türkiye’de zenginliğin bir göstergesi olarak bir çiftlikte şarap üretmek temel kriter olarak görülmüştür. Zenginlik kültürü içerisinde kendisini tanımlayan bireyler bir şarap fabrikasının sahibi olmayı bir statü göstergesi olarak değerlendirmiştir. Güler Sabancı o dönemde bu kategoride yer alan en önemli isimdir (Bali; 2009, 153) Yemeğin bir yaşam tarzı göstergesi olma özelliği yemeğe sosyo-kültürel bir anlam katmaktadır. Zengin üst sınıf iş adamları, sanayi ticaret ve finans alanındaki büyük şirketlerin yüksek gelirli üst düzey yöneticileri, medya starları elde ettikleri zenginlik seviyelerine koşut yemeğe yeni anlamlar yüklemişlerdir. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra yüzyıla kadar yiyeceğe ulaşım imkânlarının sınırlılığı, teknolojinin kısıtlı bir biçimde kullanılması, yoksulluk ve varsıllığın günümüzdeki tanımından daha farklı içerikler ile tanımlanması nedeni ile damak tadını belirleyen bir varsıl sınıftan ziyade yiyeceği elde eden bir varsıl grubun varlığı söz konusudur. Toplumsal yapıda tarihsel süreç içerisindeki hiyerarşide yemek temel belirleyici bir faktör olarak var olagelmiştir. Özellikle toplumsal sınıfların en belirgin ayrılıklarından biri yemektir. Sınıfların kendi içerisindeki birleştirici ve kendi dışındaki sınıfları ayırıcı unsuru yemek şeklinde belirlenmiştir. “Yiyecekler çoğunluk için yeterli miktarda sağlanamadığında ve neredeyse herkes için güvensiz ve düzensiz tedarik edildiğinde üst sınıflar kendilerini, yedikleri miktarlarla alt sınıflardan ayırmaktadır” (Kınlı; 2020, 428). Tarihsel süreç içerisinde 18. yüzyıla kadar üst sınıf ve saray elitleri sahip oldukları kültürün mutfağını bir gösterge olarak sunma ve yiyeceğe sahip olabilme görevini üstlenmiştir. 18. yüzyıldan sonra restoran kültürünün ilk olarak Fransa’da, sonrasında tüm dünyada yavaş yavaş yayılması ile önce sokaklara, sonrasında evdeki mutfaklara kadar mutfak bir dönüşüme uğramıştır (Kınlı; 2020, 428). Özellikle modern devletlerin oluşum sürecinde zenginlik kültürü içerisinde kendisini tanımlayan grupların diğerlerinden farklılıklarını vurgulamak adına yemek konusunda nicelik üzerinden sağladığı üstünlük, niteliğe doğru evrilmiştir. Bu anlamda yiyeceklerin ulaşılabilirliğinin artması ve standartlaşması mutfak kültüründe zıtlıkların azalması ve çeşitliliklerinin artması ile sonuçlanmıştır (Kınlı; 2020, 432). Toplumsal sınıflar arasındaki artan bağımlılık ve eşit güç dengelerinin varlığı gıda maddelerinin de eşit dağılımı ile sonuçlanmıştır. Daha eşit dağılım mutfakların benzerliğine yol açmıştır, ziyafetler ve gündelik yemekler arasındaki bariz farklılıklar azalmıştır. 137 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra 138 Bu anlamlardan bir tanesi de yemek için kullanılan malzemenin kendisi ve yemek sırasında kullanılan araç ve gereçlerin kendisidir. Yemek için kullanılan malzeme, tarih boyunca bir sınıfın diğer sınıfa nazaran kullanılan malzemeye ulaşılabilirliği açısından her daim zengin sınıfın belirleyiciliğinde modern dönemlere kadar gelmiştir. Zengin sınıfın alım gücünün fazlalığı bazı yiyeceklerin sadece bu sınıfa özgü bir yiyecek olarak belirlenmesine neden olmuştur. Tarihte egzotik meyveler, baharatlar, çikolata ve deniz ürünleri zengin sınıfın sofrasında olan yiyeceklerin başında gelmektedir. Fakat değişen ekonomik sistem ve küreselleşen dünya ile her türden yiyeceğe ulaşımın kolaylığı bir nevi öncesinde belirlenen bu yiyecek kategorisinin değişmesine neden olmuştur. Bunda geçmişe nazaran alım gücünün biraz daha artmasının ve bu yiyeceklere dair talebin görünürlükleri sayesinde hemen herkes tarafından bilinen yiyecekler hâline gelmesinin etkisi büyüktür. Ulaşılabilirlik arttıkça sıradanlaşan yiyeceklerin dışında başka yiyeceklere yönelme durumu zengin sınıfı diğerlerinden ayıran başat unsurun yeniden belirlenmesine neden olmuştur. Bu belirlenim içerisinde bazen çok ulaşılabilir bir yiyeceğin özel üretimi farklılık yaratan bir kriter olabilir. 1990’lar Türkiye’sinde ekmek ve zeytinyağı bu kategoride değerlendirilebilmektedir. Ertuğrul Özkök 1998 tarihli bir yazısında zeytinyağının şişesi üzerinden yeni elitlerin ve zengin sınıfın göz zevkine hitap edecek zeytinyağı reklamı yapmaktadır. Ertuğrul Özkök’e gönderilen hediye ekmekler ile birlikte kaleme aldığı bir yazıda ise ekmek ve zeytinyağı üzerinden yeni sınıfın yönelimlerini belirtmektedir. “Şimdi Türkiye dördüncü ekmek devrimini yaşıyor. Mustafa Tavioğlu geçen gün bana büyük bir sepetin içinde müthiş ekmekleri gönderdi. Yabancı sermaye ekmek üretimine de girdi. Ankara’da başlayan Paul rüzgârı şimdi İstanbul’a geldi. Türkiye aynı zamanda zeytinya- olgusu ile zenginlik ve onun sahip ğını yeniden keşfediyor. Hayat güzel- olduğu seçkinlik bir anlamda somutleşiyor. Kutsal ekmek hayatın en güzel laşmaktadır. Sahip olunun eşyalar ve şeylerinden biri olmaya devam ediyor.” sergilenen zenginlik ile başkaları ile bir (Bali; 2009, 132). ayrışma yaşanmaktadır. Yemek salonu 1980 sonrası Özal politikaları ile ve içindeki eşyalar zengin sınıfın bir alt yaygınlaşan zenginlik kültürünün sınıfa hissettirdiği sınırdır. Zenginlik gözler önündeliğinin artırılmasında kültürü içinde yer alan beğeni, tarz kullanılan en önemli araçlardan birisi estetik gibi unsurların yemek üzerinde bu sınıfın yemek organizasyonları, ver- vücut bulduğu bir gerçektir. Yemek dikleri partiler ve gittikleri lüks yemek mekânları maddi olarak ulaşılabilirliğin restoranlardır. Yemek organizasyonla- karşılığıdır. Bu ulaşılabilirlik beğeni, rının niteliği bu sınıfın dışarıya açılan tarz ve estetiğin de ulaşılabilirliğidir. pencereleridir. Bu organizasyonlar Burada var olan zenginlik ve saygınve partilerin niteliği, gittikleri yemek lık yarışıdır. Yemek içinde kullanılan mekânlarının ulaşılmazlığı ile toplumun araçların biricikliği, kalitesi, markası, diğer her kesimden ayrışacaklardır. zenginliğin seçkinliğine karşılık gelir. 1990’lı yılların en seçkin mekânları, Zenginlik kültürü ile yansıtılan bu gösŞamdan, Safran, Ece Bar’dır. Bu mekânlar tergelerin ulaşılamazlığıdır. Yemeğin ünlülerin sığınağı ve koruma kollama ve yemek sırasında kullanılan araç mekânlarıdır. (Bali; 2009, 128). Mekânsal gereçlerin varlık sebebi bundan dolayı olarak ayrıştıkları oturma alanlarında başkasını etkilemektir. Başkası muhatap sahip oldukları mutfaklar ile gösterge- olduğu yemek organizasyonu ile sossel biçimde sundukları mekânlarda yo-ekonomik düzlemde bir kıyaslama ulaşılması güç yiyecekler ile çoğunluk yapar. Bu kıyaslama sosyal yapı içindeki için belirleyici ve dikte edici bir içerik yerinin kabulüdür. sunmaktadırlar. Yemek organizasyoGeleneksel kültürlerde ise yemek ve nunda sunulan yiyeceklerin, yemek yemeğin gösterimi, içerisinde yemeğin yeme biçimi, yer alan eşyaların çokluğu, yenildiği mekân ve yemeğe katılanlar çeşitliliği ve niteliği ailenin yaşam ile sınırlıdır. Günümüzde ise yemeğin düzeyinin göstergesidir. Ailenin gelir sunulma biçimi ve yemeğin kendisi, düzeyi yükseldikçe yemeğe olan yatırım yemek için kullanılan malzemeler; da buna paralel olarak artmaktadır. kültürlere, yaşam biçimine, cinsiyete, Yani yemek ve yiyecek varsıllığın bir ekonomik duruma ve sosyal statüye sembolüdür. Var olanın sergilendiği göre farklılaşmaktadır. Bundan dolayı bir alandır. Zenginliğin hangi boyutta oturma mekânları ve bu mekânların olduğunun hissettirildiği unsurlardan- donatıldığı eşyalar fizyolojik ihtiyacı dır. Yemek yeme eylemindeki her bir karşılamanın yanı sıra kültürel, sosyal ayrıntının zenginlik kültürü açısından birçok anlamı içermektedir. Kültürler sembolik bir değeri vardır. Kullanım birbirlerinden farklı olsa da oturma değerinden öte her bir eşyanın taşıdığı mekânları ve eşyalar tüm kültürlerde anlam yemeği kurgulayan birey için hiyerarşi simgesi olarak kullanılmıştır oldukça önemlidir. Yemek aracılığı (Demirarslan; 2018, 72). Mutfak geleile misafirler ağırlanarak eşyalar, ev, neksel Türk mimarisinde, temiz tutulan, ailenin sosyo-ekonomik durumu ve sadece ev ahalisinin yemek yapmak için statüsü görücüye çıkmaktadır. Böylelikle kullandığı yer olarak tanımlanmaktadır. yemeğin yenildiği mekân ve yemeğin Yemek yenilen yerde ise aile fertlerinin kendisiyle, zengin için, sosyal yapı yediği yer ile misafir ile birlikte yenilen içinde sahip olunan konumu başkaları yer şeklinde bir ayrım söz konusudur. tarafından algılanmaktadır. Yemek Misafirin gerektiğinde ağırlandığı ev sadece üst sınıfların ulaştığı bir durumdan herkesin ulaşabildiği bir duruma gelmiştir. Herkesin ulaşabildiği yiyeceklerin varlığı; zengin sınıfın yiyecek üzerinden belirleyiciliğini yiyeceğin sunumu, kalitesi, yiyeceğin yenildiği mekân şeklinde değişmiştir. Özellikle sosyal medya ve internetin kullanımı da yiyeceğin sadece estetik ve göstergesel değerini artırmıştır. Zengin üst sınıf da özellikle yemek mekânlarına ilişkin paylaşımlar ile herkes tarafından bilinmeyen yemek mekânlarını tanınır hâle getirmekte ve mekânın sunumu ile de ulaşılamazlığının altı çizilmektedir. Sosyal medyada zengin üst sınıfın yemek alışkanlıklarına dair yapılan paylaşımlar bu sınıfa dâhil olup olmamaya ilişkin bir sınır da belirlemektedir. Kullanılan yiyecekler ve yemeğin sunumu sırasında paylaşılan mutfak gereçleri üzerinden de bir statü ve bir kimlik belirlenmektedir. ▪ KAYNAKÇA ▪ Danış D., Perouse J. (2005) “Zenginliğin mekanda yeni yansımaları: İstanbul’da Güvenlikli Siteler”, Toplum ve Bilim Dergisi, No. 187-188, ss. 92, 103. ▪ Demirel G., Karanfiloğlu M. (2020) “Sosyal Medyada Yemek Fotoğraflarının Kimlik İnşası Bağlamında Tüketim: İnstagram Örneği”, Akdeniz İletişim Dergisi, ss. 237-255 ▪ Gürhan N. (2017) “Toplumsal Değişme ve Yemek Üzerine Sosyolojik Bir Çözümleme: Mardin Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, No. 54, ss. 563, 569. ▪ Karaarslan N., Karaarslan F. (2017) “Modern Kent Mekanlarında Mahallenin Konumu” içinde Magnetsiz Kentler der. Alev Erkilet. İstanbul: İLEM Yayınları. ▪ Odabaşı Y. (2006) Tüketim Kültürü: Yetiştiren Toplumdan Tüketen Topluma İstanbul: Sistem Yayınları. ▪ Özgören, Kınlı, İ. (2020) Stephen Mennell’in Yemek Sosyolojisine Katkıları: İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, No. 40, ss. 419-441. ▪ Simmel G. (2014) Paranın Felsefesi (çev. Yavuz Alogan) İstanbul: İthaki Yayınları. ▪ Yanıklar C. (2006) Tüketim Sosyolojisi İstanbul: Birey Yayınları. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Zenginlik Kültürü, Yemek ve Sofra içinde bir alan iken gösterişçi ve lüks hangi yiyeceklerin zenginler arasında tüketimin artması ile birlikte evin en tüketildiğine dair bir bilgi çeşitliliği güzel eşyalarının sergilendiği bir alan sunmak ile birlikte bu yiyecekleri diğer olan salon, aynı zamanda yemek odası kesimlerin de gündemlerine almalarını şeklinde kurgulanmıştır. Yemek odası kolaylaştırmaktadır. Yemeğin görüntü ve salon eşyaları evin diğer bütün eşyala- üzerinden yaygınlığı yemeğin ya da rından daha büyük ve daha gösterişlidir. o anda paylaşılan yiyeceğin tadınGeleneksel Türk yaşamındaki sedir, dan ziyade estetik kaygı ile sunum ve divan, tabure, sofra tahtası gibi misafir gösteri değeri ön plana çıkmaktadır. odasının temel eşyalarının yerini on Yemek fotoğrafları sıradan değil lüks sekizinci yüzyılda Batılılaşmanın etkisi marka ve ünlü yerlerde çekildiğinde ile birlikte yemek masası, sandalye ve bir prestij, statü ve gösteriş simgesine koltuk takımları almıştır. Gösterişli dönüşebilmektedir. Birey gidebildiği yemek masası, sandalyeler, gümüş lüks yerleri, yiyebildiği lüks yiyecekleri ikramlıklar, porselen yemek takımları, göstererek kendine kimlik ve statü koltuklar, kanepeler, puflar, berjerler, kazandırmayı hedeflemektedir. Sahip vitrinler salondaki yerini almıştır. Batı- olabildiğini göstermenin en kolay lılaşmanın etkisi ile misafir odasının yolu sosyal medya paylaşımlarıdır. salon ve yemek odası şeklini alması Aslında zenginlik kültürü içerinde bir aslında bir zihniyet değişikliğinin gös- anlam bulan sosyal medya paylaşımları tergesidir. Aynı zihniyet değişikliğini yemeğe dair anomik bir durumun yemek odasında yer alan eşyaların ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. dönüşümünü bir gösterişe yönelik Tarihsel süreç içerisinde yemeğin taşıdığı dönüşüm ile açıklamak mümkündür. kadim anlam yerini o an paylaşılan ve Özellikle internetin cep telefonları paylaşıldığında önemi de kaybolan bir aracılığı ile erişim kolaylığı sunması metaya dönüştürmektedir. (Demirel, ve sosyal medya kullanımının yay- Karanfiloğlu; 2020, 243) gınlığı yemeğin zenginlik kültürünü Tarihsel süreç içerisinde toplumda gösteren ve sunan bir araç şeklinde var olan eşitsizlik bir veya birkaç nedene sunulmasını kolaylaştırmıştır. Yeme- bağlı olarak var olagelmiştir. Ancak 15. ğin sosyal statünün en yaygın ifadesi yüzyıldan itibaren eşitsizliğin en temel olarak sosyal medyada sunulması nedeni mülkiyete dayalı olarak ortaya yemeğe dair kültürel kodların yeni bir çıkmasıdır. Mülkiyete dayalı olarak içerik kazanmasına neden olmuştur. ortaya çıkan eşitsizlik üst tabakaya Artık yemeğin ve yemek mekânları- mensup sınıfların kendilerini mülkiyet nın göstergesel değerlerinin bir sınırı üzerinden tanımlamalarına neden bulunmamaktadır. Sosyal medya var olmuş ve bu durum sahip oldukları olan sınırların ortadan kalkmasına mülkiyetlerini sergileme ihtiyacını neden olmuştur. Zenginlik kültürü doğurmuştur. Mülkiyetin içinde yemek içerisinde kendisini tanımlayanlar bir aracılığı ile zenginlik kültürünün önceki dönemde olduğu gibi gazete sergilenmesi ise her daim var olan yazılarına ya da gazete haberlerine gerek bir gösteriş biçimidir. Yemeğin bir duymadan gündelik hayat içerisindeki kültürün gösterge biçimi olarak kullayemeğe dair deneyimlerini, anında nılması sadece zenginlik kültürüne ait fotoğraflayarak sosyal medyada paylaşma grupların yapmış olduğu bir davranış imkânı bulmaktadırlar. Bu durum hem biçimi değildir. Ancak sanayileşme zenginlik kültürünün paylaşılmasını ile birlikte yemeğin geçirdiği kökten kolaylaştırmakta hem de paylaşan dönüşüm göstergesel olarak sunulan bireye psikolojik tatmin sağlamaktadır. yemeğin ayrı içerikler kazanmasına Sosyal medyada yemek paylaşımları neden olmuştur. Bunlardan ilki, yiyecek 139 Dr. Murat Balanlı Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” Kılavuzumuz “Karga” Olmasın: Modern Beslenme Kılavuzlarından Uzak Durun! 140 DR. MURAT BALANLI M odern yaşam biçimi ile hız ve haz konusunda hep daha fazlasını arzulayan insanoğlunun yeme alışkanlıkları da değişti. Ailece birlikte yemek yenilen sofralar yerini fast-food türü yiyeceklere, dondurulmuş mezelere, işlenmiş atıştırmalıklara ve bir düğmeye basarak sipariş verilebilen yemeklere bıraktı. Beslenme piramidini sanırım aramızda duymayan yoktur. Daha ilkokul sıralarında tazecik beyinlerimize göz alıcı renkli şemalarla kazınmıştı... 1970’lerin sonlarında hazırlanan bu piramit insanlar için en doğru ve en uygun beslenme modeli olarak öne sürüldü. Sağlıklı ve uzun yaşamanın şartı olarak daha fazla karbonhidrat (şeker) ve tahıl tüketimini salık verirken, yağ alımını neredeyse sağlıklı yaşamla bağdaşmayacak düzeylerde düşük tutmayı vurguluyordu. Yani gözümüzün feri, sinir sistemimizin ham maddesi yağlar piramidin üzerine konarak neredeyse yok sayılıyordu. YAĞ KORKUSU Piramidin en tepesine itilerek neredeyse diyetimizden çıkarılmak istenen yağların suçu neydi sizce? Bu “yağ korkusu” nasıl oluşturuldu? Yağlar hakkında bugüne değin bize anlatılanların yalan olduğuna inanmak size biraz zor gelebilir. Öyleyse gelin 1950’li yıllara gidelim birlikte... O dönem ABD’de görülen en sık ölüm nedeni “kalp krizi”, yani koroner arter hastalığı... Devlet başkanı Eisenhower 1950 yılında bir kalp krizi geçirdikten sonra bilim adamları çalışmalarını bir anda bu alana yoğunlaştırır. 1961’de Time dergisi, “Doymuş yağların damarlarımızı tıkayıp kalp hastalığı yaptığı” iddiasına kapağında yer vermiştir. Araştırmayı yayımlayan Ancel Keys’in adı, yaptığı ve birazdan vereceğimiz detaylarla çürütülecek bu manipülasyon ile tarihe kara bir leke olarak geçmiştir. İleri sürdüğü tez şu: Kalp hastalıklarının nedeni beslenme yoluyla alınan “fazla yağ”a bağlıdır. Bu hikâye oldukça uzun, lakin burada vurgulamak istediğim şey, yağ tüketiminde bugün körü körüne öğretilere ve dayatılanlara bağlı olduğumuz ve modern tıp bilimi ismini verdiğimiz silahın bu durumu nasıl acımasızca kullandığıdır. Bu çalışmanın yayımlanmış olduğu yarım asırlık bir dönemde düşük yağlı beslenme diyetlerin piri kabul edildi ve yağlı yiyenler, yağlı yemek yapanlar çeşitli argümanlarla küçük düşürüldü. Ardından sıfır yağlı ürünlerin market DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” GÜNÜMÜZ HASTALIKLARININ TEMELİ, ÜZÜLEREK SÖYLEMELİYİM Kİ, BU BESLENME KILAVUZLARI VE BUNLARA PARALEL OLARAK HIZLA DÖNÜŞEN GIDA ENDÜSTRİSİ İLE ATILMIŞ OLDU. Besin ihtiyaçlarında kişiler arası görülebilecek değişiklikleri pek de önemsemeyen, oldukça basit olan bu piramit insanları tek tip bir beslenme şekline mahkûm ediyordu. Herkes için en uygun beslenme şeklinin bu olduğu, garip bir şekilde yağ içeriğinin oldukça düşük, karbonhidrat oranının ise oransal olarak çok fazla olmasının gerektiği her platformda vurgulanıyordu. Hatta kalp damar hastalıklarından korunmak için neredeyse tamamen yağsız ürünler market raflarında yerini alırken, bu bildiğimiz bütün doğruları yerle bir eden gelişmeleri hiç de yadırgamıyorduk. İmkânlar dâhilinde hepimiz bu trendlerin peşinden az koşmadık. BÜTÜN BUNLARDAN ÇIKARILACAK SONUÇ, SON YÜZYILDA KÜRESEL BOYUTTA SUNULAN BESLENME MODELLERİNİN SAĞLIKLI YAŞAMAK DIŞINDA BAMBAŞKA AMAÇLARA HİZMET ETTİĞİDİR. Kaldı ki beslenme söz konusu olduğunda dünyadaki birey sayısı kadar farklılığın olması göz ardı edilemez bir gerçektir. Keza tıp fakültesinde hastalıklara yaklaşımda öğretilen en önemli ilke, “hastalık yoktur, hasta vardır” iken, her bireyin müstesna olduğu bu âlemde insana dayatılan bu tekdüze yaşam sorgulanmayı gerektirmektedir. 141 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” 142 raflarında yer almasıyla ve formda kalma kaygısıyla “light” ürünsüz yapamayan, bu ürünleri tükettikçe mental ve duygusal durumu bozulan insanların sayısı hızla çoğalmaya başladı. “Kalp dostu” ürün etiketiyle satılan ürünleri hiç sorgulamadan satın almaya başladık. Oysa kolesterolden zengin diye düşmanlar listesine alınan yumurtanın bile, içerdiği “kolin” itibarıyla beynimizin biricik dostu olduğunu yıllar sonra öğrendik. Kılavuz olarak gösterilen bilimin bize servis ettiklerini yegâne hakikat olarak görmememiz gerektiğini anlamak zaman aldı. SAĞLIKLI BİR BEDENE VE ZİHNE SAHİP OLMANIN BELKİ DE KADİM BİR SIRRI OLAN SAĞLIKLI YAĞLARLA BESLENME GERÇEĞİ GÜNÜMÜZ ANA AKIM TIBBININ ELİNDE OYUNCAK OLMUŞTU. Bilim ne derse o yoldan şaşmayan, düşünceleri demir parmaklıklar arkasında kalan pek çok hekim de kanaatimce hâlen derin bir uykudadır. BİLİMİN YOLU DAİMA HAKİKATE ÇIKMAZ, HAKİKATE GİDEN TEK YOL DA BİLİM DEĞİLDİR! Anadolu’da asırlardır tüketilen paha biçilmez bir temel gıda maddesi olan tereyağı, bir anda ikinci sınıf gıda muamelesi görmeye başladı. Uzun yıllar boyunca medyanın da işbirliğiyle tereyağı tüketimine karşı toplumsal bir korku yaratıldı. Akabinde de tereyağının tahtına, mahiyetine henüz vâkıf olduğumuz “hidrojenize nebati yağlar” oturtuldu, bunlar “bitkisel” ve kalp dostu olduğu propagandalarıyla pazarlandı, köylümüze tenekelerle margarin satıldı. Büyüklerimiz de bizi fırından çıkmış sıcak ekmeklerin üzerine margarin sürüp sokağa göndermedi mi? Feraseti yüksek Anadolu insanı ise köyünde tereyağını yapıp yemeye devam etti. Yıl 2014... 53 yıl sonra Time dergisi sağlığa yeni bir yön veren bir kapakla gündem oldu. “Bilim”, yarım asırdır karalanan yağların artık bol bol tüketilmesini salık veriyordu. Bilim insanları doymuş yağlar konusunda yanılmıştı, belki de yanıltılmıştı… Endüstrileşen tıp uygulamaları koca bir nesli öyle veya böyle yok etti. Az yağlı, bol tahıllı ve karbonhidratlı diyetlerin ateşli savunucusu olan meslektaşlarımız iyileşmeyen hastalıklardan “hastaları” sorumlu tuttular. Ya hastalar reçetelere “uymuyor”du ya da bu hastalıklara genetik olarak “eğilimli’ydiler. Bir türlü iyileşmeyen kronik hastalıkların faturası yine hastalara kesildi. Tıpta ve bilimde kusur olmazdı, olamazdı! Tıp doktorları hastaların ne yediğinden ve nasıl bir çevrede yaşadığından ziyade farklı reçeteler üzerinden ilaç tedavileri uygular hâle geldiler. Geçen gün gelen bir hastam anlatıyordu… Köpeğinin tüyleri dökülüyormuş. Onu veterinere götürdüğünde sorduğu ilk soru, “Onu ne ile besliyorsunuz?” olmuş. Ne güzel bir soru! YAŞAMAK İÇİN Mİ “YİYORUZ”? Sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği… Günde üç öğün, yani üç kez yemek ritüeli. Yalnızca bu kadar mı? Öğleden önce küçük bir atıştırma, ikindi vaktinde çayın yanında bir şeyler yemek ve akşam yemeği sonrası meyve ve tatlılar ile yatıncaya kadar sürecek olan atıştırma alışkanlıkları... Ne zamandan beri bu şekilde beslenir olduk? Türklerde eski kayıtlara bakıldığında iki öğün yemek yenmekte idi. Keza peygamberimizin alışkanlığının da 2 öğün şeklinde olduğu bize aktarılmaktadır. İlerleyen zamanlarda kahvenin Anadolu’ya gelmesiyle kahve öncesinde hafif bir şeyler atıştırma ihtiyacı ile birlikte kahvaltının doğduğu bilinmektedir. Batı’daki Sanayi Devrimi ile birlikte çalışma saatlerinin uzaması sonucu erken saatlerde çalışmaya başlayan bireylerde verimliliği artırmak amacıyla kahvaltı, öğlen yemeği ve mesai çıkışı da akşam yemeği olmak üzere 3 öğün yenmeye başlanmıştır. Tanzimat sonrası Batı’ya uyum sağlama gayretiyle ülkemizde de 3 öğüne geçilmiştir. Zamanla değişen gıda ve ilaç endüstrisi ile çeşitli beslenme, diyet ve formda kalma trendleri sonucu öğün sayıları giderek arttı ve aç olmasak dahi, bütün gün bir şeyler yemek zorunda hissetmeye başladık. Hâlbuki yemek, bedenin yaşamsal ihtiyaçlarını giderecek miktarda ve mutlaka ihtiyaç duyulan zamanda yenmelidir. Çok eski çağlardan bu yana da yemek belli bir gayretin ve emeğin sonucunda elde edilmiştir. Bütün gününü ihtiyacı olmadığı hâlde ne yiyeceğini düşünerek geçiren bizler yeme ritüelleri üzerine kurguladığımız hayatlarımızı ne kadar anlamdan yoksun bıraktık... Hayat gibi en kıymetli hazinemizi salt yemek ile anlamlandırmak onu değersizleştirmek değil de nedir? Şimdi yemenin geçmişine kısa bir yolculuk yapalım… Avcı toplayıcı dönemde “yemek” denilen şey beslenme ihtiyacı ile hâsıl olan avlanmanın sonucunda ortaya çıkan bir ödül, hatta av büyükse bir “şölen” idi. Bu durumda, doyan insan tekrar avlanma ihtiyacı duymuyordu. Öğüne dayalı zorunlu bir beslenme alışkanlığı yoktu. Günümüz insanının kahvaltı bitmeden öğlen yemeğini, öğlen tıka basa doyduktan sonra akşam ne yiyeceğini düşündüğü, buna bütün zihinsel enerjisini sarf ettiği durum ilkel varsaydığımız dönemlerde bile görülmüyordu! Hızlı tüketim çağına adım atana dek bizim için yemek, aş, taam, ekmek gibi kavramlar kutsaldı. Bu yazıyı okuyanlar düşen ekmeği yerden büyük bir saygıyla alıp, öpüp alnımıza koyduktan sonra yüksek bir yere koyduğumuz günleri çok iyi hatırlayacaklardır. Bu nedenledir ki eski dönemlerde yaşamış atalarımız yaşamlarını özünden ayrılmış biz günümüz insanı gibi beslenme teması üzerine kuracak kadar manadan uzak değillerdi. Ancak, modern yaşamdaki tüketim odaklı bireyler, eski çağlarda yaşamış atalarını ilkel görmeye başlamıştır. Yine 5000 yıl önce yerleşik hayata geçen büyük büyük dedelerimiz gıdaya daha kolay ulaşabilmek ve en azından bu uğurda canlarından olmamak için avlanmak yerine ekip biçmeye başladılar... Kıtlık dönemleri hariç yiyeceğe ulaşmak artık o kadar da zor olmuyordu. Beslenme kültüründen bahsederken, Roma medeniyetinin bu süreçte hatırı sayılır bir yeri bulunmaktadır. Roma, bugünkü Batı medeniyetinin tohumlarının atıldığı yerdir. Romalılar zamanında hem ticaret, sanat, hukuk, mimari anlamda hem de toplumsal ve ahlaki anlamda büyük değişimler yaşandı. Bütün bunların yanında elbette sosyal yaşamın temeli sayılan beslenme alışkanlıkları da değişime uğradı. Denizaşırı coğrafyalara yayılarak sömürü sistemiyle çok büyük bir sermayeye ulaşma anlayışının bugün de varlığını sürdürdüğünü görmek hiç de zor değil. Romalılar, yatarak yemeyi çok severlermiş. Varlıklı Romalıların en önemli özellikleri de çok obur olmalarıymış. Hatta daha çok yemek için kusarlarmış. Öyle ki daha çok yiyebilmek için kusmayı kolaylaştırıcı metotlar geliştirmişler. Romalılardan kalma tarihî mekânları gezecek olursanız, yemek yenilen mekânların yanında yedikten sonra kusmaları için yapılmış özel taş oyukları gördüğünüzde şaşırabilirsiniz. Biçim ve isimler değişse de, hayatını haz veren faaliyetler üzerine kurgulayan günümüz insanı artık bir Romalı gibi yaşamaktadır. Şimdi bu noktada biraz durup düşünelim... AÇ OLDUĞUMUZ İÇİN Mİ, YOKSA YEMEK ZAMANI GELDİĞİ İÇİN Mİ YİYORUZ? Burada günlük yaşamımızı biyolojik DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” İlginç bir şekilde, aynı hastam o hafta şiddetli mide ve bağırsak yakınmaları ile doktora gitmek zorunda kaldığında, inanmak güç ama doktor kendisine beslenme düzenini, ne yediğini veya içtiğini sormadan bir ilaç verip geri göndermiş. Ancak hastam doktorun önerdiği ilacı kullanmak yerine veterinerin tavsiyesine uyarak -köpeği ile birlikte- beslenme düzenini değiştirmiş. Çok geçmeden de rahatsızlıklarından kurtulmuş ve ilaca ihtiyacı olmadığını anlamış. Madem bu hastalıklar tedavi olmuyordu, öyleyse belirtileri hafifleten ilaçlarla hiç olmazsa hasta da hekim de avunabilirdi... Bu kısırdöngü hastayı ve hekimi öğrenilmiş bir çaresizliğe ve bıkkınlığa sürükledi. Hastaların tıp sistemine değil ama hekime güveni çok büyük yara aldı. Bu hengâme içinde hastalıkların bir kök nedeni ve beslenmenin de aslında tedavinin en önemli unsuru olabileceğine hiçbirimiz ihtimal vermiyorduk. Doğal olarak hızla artan hasta sayısına hekimin zamanı ve enerjisi yetemez oldu. Hızlı ve basit reçeteler ile aslında küçücük sağlık sorunlarını kendi ellerimizle devleştirdik. 143 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” 144 saatimize göre düzenleme gerekliliğiyle karşı karşıyayız. ğından ötürü, hazır gıdaların içeriğinde şeker adı altında Bedensel faaliyetlerimizi bize dayatılan saatlere göre değil yaygın şekilde kullanılmaktadır. Bu maddelerin daha yoğun de içinde yaşadığımız evrenle uyumlu çalışan, kusursuz bir tatlılık hissi vermesi ve insan beyninde ödül merkezini işleyen iç saatimize göre ayarlamalıyız. Bu sebeple tekrar şiddetli bir şekilde harekete geçirmesiyle, normal şekere vurgulamakta fayda var ki kendimize çok daha yakından oranla daha potansiyel bir bağımlılık ortaya çıkmaktadır. Bu bakmalıyız. İçinizden gelen sinyalleri dinlemeyi öğrendi- şeker tüketimine yanıt olarak insülin kanda hızlı bir şekilde ğinizde şu an mücadelesini verdiğiniz pek çok problemden yükselir ve akabinde şeker dokulara geçerek hızlı bir şekilde kolayca kurtulabileceğinizi göreceksiniz. düşer. Bu şekilde bir gıdanın şekeri yükseltme hızına kabaca YEMEK İÇİN OTURDUĞUNUZDA ÖNCE GERÇEKTEN AÇ “glisemik indeks” denilir. SÜREKLİ OLARAK ŞEKER YA DA OLUP OLMADIĞINIZI KENDİNİZE HİÇ SORDUNUZ MU? ŞEKER İÇEREN KARBONHİDRATLARI TÜKETTİĞİMİZDE Buraya kadar öğrendiklerimizle hepinizin doğru cevabı KANDAKİ ŞEKERİN HIZLI İNİŞ ÇIKIŞLARI ENERJİ SEVİYEbulacağından eminim. MİZDE DE CİDDİ İNİŞ ÇIKIŞLARA YOL AÇAR. Bu iniş çıkışlar ÖĞÜN VAKTİ GELDİ DİYE DEĞİL, EĞER AÇSAK aşırı sinirliliğe, duygudurumda değişikliklere, dikkatsizliğe, YEMEK YEMELİYİZ. yorgunluğa ve zihinsel becerilerin azalmasına yol açar! Bu konuda yeterince bilgi sahibi olmayanların ve de Zira beslenme, diyet, formda kalma ve sağlıklı yaşama uğruna katlandığımız fedakârlıkları düşündüğümüzde, olmama konusunda ısrarcı olanların yüksek miktarda açlıktan daha ucuz, daha zahmetsiz ve daha kıymetli bir karbonhidrat içeren, yağ oranı oldukça düşük olan diyet hediye neredeyse yok gibi… Sağlık, gıda ve ilaç endüstrisinin önerileri çoğunlukla yüksek seyreden kan şekeriyle uzun ve sağlıklı yaşam ve yaşlanma karşıtı gibi sloganlar sonuçlanmaktadır. ile yarattıkları devasa pazara neredeyse bütün zihinsel “TATLI TATLI” YERKEN KAYBETTİKLERİMİZ enerjimizi ve cebimizi boşalttık. Şeker elbette ki yüksek düzeyde enerji veren bir gıdadır, Nereden nerelere geldik değil mi? “Tatlı krizim geldi”, “Sürekli bir şey atıştırmasam elim ayağıma dolaşıyor”, “Ben lakin kan şekerinin hızlı bir şekilde yükselmesine yanıt olarak aç kalamam doktor bey” diye feryat eden zihniyete sanki salınan insülin, kan şekerini yine aynı hızla düşürür. Bu hâli yaşayanlar çoğu zaman müptelalar gibi içine düştükleri bu ışık hızıyla ulaştık... Çikolatadan gevreklere, salata soslarından pirinç ve durumu Mecnun misali Leyla’dan bilmezler. Aşırı karbonbeyaz una, hatta süt ürünlerine, sebze ve meyvelere kadar hidrat tüketiminin kronik bir hâl alması, dinlenmekle bile akla gelebilecek her türlü besinde bulunan şekerin erken geçmeyen kronik yorgunlukla sonuçlanır. Modern tıp, beynin hastalıklardan hep en son etkilendiyaşlanmadan Alzheimer hastalığına, depresyon ve dikkat eksikliğinden pek çok duygudurum bozukluğuna, metabolik ğini varsayar. Oysa durum tam tersidir. Araştırmalara göre, sendrom ve obeziteden tutun da kalp damar hastalıklarına şeker beyinde fonksiyonel bağlantılar kurmayı engelleyerek kadar pek çok sağlık sorununa yol açtığı, son yıllarda sayısı bellek ve bilişsel işlevleri bozar ve bu da yeni şeyler öğrenmeyi güçleştirir. Ayrıca ARTMIŞ ŞEKER TÜKETİMİ BEYİNDE hızla artan çalışmalarla kanıtlanmıştır. Gelin, şu tatlı ama ölümcül şeye biraz yakından bakalım… DOPAMİN, SEROTONİN VE ENDORFİN DENGESİNİ BOZARAK Şeker, Yunanca “tatlı” anlamına gelen “glukus” ve ANİ RUH HÂLİ DEĞİŞİKLİĞİ, ANKSİYETE, DİKKAT EKSİKkimyada şekerlere verilen “-oz” son ekinden türetilmiş LİĞİ, DEPRESYON GİBİ BOZUKLARA YOL AÇMAKTADIR. Burada bir hususun da altını çizelim: Çok sayıda ebeolup, meyvede bulunan şekline fruktoz, sütte bulunana laktoz, sofra şekeri olarak tükettiğimiz şekline ise sukroz veyn, ne yaparlarsa yapsınlar çocuklarının ders başarısının yeterince iyi olmadığından ve dikkatin sürdürülmesi adı verilmektedir. NİŞASTA İÇEREN GIDALAR, BEYAZ UNDAN ELDE EDİL- konusunda sorunlar yaşadıklarından yakınırlar. Elbette MİŞ ÜRÜNLER, ŞEKER İÇEREN GIDALAR VE MEYVELER buradaki maksadımız bu yakınmaları yalnızca bir nedene TÜKETİLDİĞİNDE KAN ŞEKERİ HIZLI BİR ŞEKİLDE YÜKSELİR. bağlamak değil. Ancak GÜNÜMÜZDE ARTAN DİKKAT Burada yeri gelmişken değinelim, şekerin glisemik indeksi EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE İLE ÖZEL ÖĞRENME GÜÇdüşük gelmiş olsa gerek ki hazır gıda ve gazlı içeceklerde LÜKLERİNİN ALTINDA ÇOK BÜYÜK ORANDA İŞLENMİŞ glisemik indeksi daha yüksek olan maltodekstrin de yaygın KARBONHİDRATTAN ZENGİN BESLENME VE BUNA BAĞLI GELİŞEN GEÇİRGEN BAĞIRSAK SENDROMU OLDUĞUNA bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu arada tek tehlikenin beyaz şeker olduğunu düşünü- DİKKATİNİZİ ÇEKMEK İSTERİM. Şeker içeren gıdaları ve unlu mamulleri diyetinizden yorsanız hemen hatırlatayım, yüksek oranda tat verdiği için kullanılan glukoz şurubu ve yüksek fruktozlu mısır şurubu çıkarmayı denediniz mi hiç? Evet, yanlış duymadınız! da ürün etiketlerinde belirtilme zorunluluğu bulunmadı- Beyaz ve tatlı düşmanımızın bize kaybettirdikleri yalnızca bunlar mı peki? İnsüline direnen hücrelerimizin büyük bir keyifle yediğimiz tatlıları yağ öbeklerine dönüştüren makineler hâline gelmesi işten bile değil... Yıllarca yağ yemekle yükseldiği iddia edilen kan lipidlerimiz yüzünden hayatımıza giren “light” kavramını kazanılmış bir değer olarak saydıktan sonra tereyağının hayatımızı terk ederken götürdüklerini anlatmaya kelimeler yetmez. “AÇLIK” BİR GEREKLİLİKTİR, BESLENMEDEN DAHA ÖNEMLİDİR! Bize başvuran hastalarımızın aç kalma konusunda ciddi kaygılar yaşadığına şahit oluyorum. Tedavinin bir parçası olarak aralıklı aç kalmanın neredeyse kural olduğunu önerdiğimizde bir anda ortamda soğuk rüzgârlar eser ve hastayla görüşmeye devam etmek artık güçleşir. Açlıkla ilgili sahip olduğumuz bu çarpık algının oluşmasında son yıllarda sağlık otoritelerince önerilen az ve sık beslenme merkezli tavsiyelerin ve buna bağlı olarak değişen beslenme alışkanlıklarının payı oldukça büyüktür. İnsan kolay alışkanlık edinebildiği hâlde alışkanlıklarını terk etmekte büyük zorluklar yaşar. Yaşamını alışkanlık üzerine kurgulayan insanoğlunu daha iyisi için ikna etmek DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” Neleri kastediyorum, gelin bu gıdalara birlikte biraz daha yakından bakalım… Şekeri vücudumuza yalnızca doğrudan şeker içeren gıdalarla almayız. Burada aslında yapısında basit ya da kompleks karbonhidrat içeren meyve, sebze ve tahıllar, buğday ürünleri gibi pek çok şeyi de kastediyoruz. Özellikle de başımızın dertte olduğu işlenmiş karbonhidratlı gıdaları, simidi, ekmeği, poğaçayı, bisküvileri, kola ve gazlı içecekleri kastediyoruz... BAĞIRSAK GAZI ÇOĞUNLUKLA KARBONHİDRAT İÇEREN GIDALARIN AŞIRI MİKTARDA TÜKETİLMESİNDEN İLERİ GELMEKTEDİR. Semptomları gidermeye yönelik tedaviler çoğu zaman işe yaramamaktadır. Dahası, yakınmalara yönelik bilinçsizce kullanılan antiasitler mide asidini azalttığı için gıdaların sindiriminin bozulmasına yol açarak pek çok hastalığa davetiye çıkarmaktadır. Şeker, beynimizde dopamin ve serotonin gibi hormonların salınmasına yol açarak tıpkı bağımlılık yapan maddelerde olduğu gibi kendimizi daha mutlu ve sakin hissetmemizi sağlar. Bağlandıkları reseptör bölgelerinde kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan bu hormonların normale dönmesi yavaş bir şekilde düzenlendiğinden, duygudurumunda bozulmaya, hatta depresyona bile yol açmaktadır. Bu durum bir kısırdöngüye ve daha fazla şeker tüketmemize yol açmaktadır. Düşük dopamin seviyeleri ile artmış endişe arasında da ilişki bulunmaktadır. Dopaminin yeterince olmadığı durumlarda aşırı yeme, aşırı uyarılma ve cinsel aktiviteye düşkünlük, fazla olması hâlinde ise bağımlılık davranışları görülmektedir. Yine stres, hem dopamin miktarını artırır hem de artan enerji ihtiyacını karşılamak için yemeye teşvik eder. SONUÇ OLARAK ŞEKER YEDİKÇE DOPAMİNİ ARTIRIYORUZ, DOPAMİNİN BİZE SAĞLADIĞI HAZ VE MUTLULUK DUYGUSUNU TEKRAR YAŞAMAK İÇİN DAHA SIK VE DAHA FAZLA MİKTARDA ŞEKER ARIYORUZ. Şekerle gelen mutluluğu yaz yağmuruna benzetebiliriz, başladığı gibi biter. Bu yalancı mutluluğun bizi soktuğu kısırdöngü ise hücrelerin insüline duyarlılığının azalmasıyla sonuçlanır (bu yol tip-2 diyabete çıkar). İnsüline duyarlılığın azalması, kanda sürekli olarak olması gerekenden fazla insülin bulunması anlamına gelir ki bu durum aynı zamanda düşük serotonin düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur. İnsülin arttıkça serotonin düşer ve depresyona eğilimle sonuçlanır. Yine düzenli olarak şekerli içecek tüketenlerde depresyon riskinin toplum ortalamasına göre artması da bu tezi desteklemektedir. DAHA DA ÜRKÜTÜCÜ OLAN BİR GERÇEĞİ İSE BEYİN GÖRÜNTÜLEME ÇALIŞMALARI GÖZLER ÖNÜNE SERMEKTEDİR: ŞEKER EN AZ KOKAİN KADAR BAĞIMLILIK YAPICIDIR! 145 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” de oldukça zahmetlidir. Benim gibi tedavi prensiplerini yaşam biçimi değişikliklerinin üzerine oturtan hekimlerin karşılaştığı en büyük zorluk budur diyebilirim. Aç kalmanın beslenme sürecinin bir parçası olduğunu düşündüğünüzde bu kadar endişe verici olmadığını görecek, hatta gıdaların sindirilmesi esnasında ortaya çıkan toksinlerin ve atıkların temizlenmesi ve vücudun yeni bir öğüne hazırlanması için ne kadar gerekli olduğunu fark edeceksiniz. YEME İSTEĞİNİ DOĞURAN ŞEY AÇLIKTIR. AÇLIK NE DENLİ DERİN OLURSA SİNDİRME EYLEMİ DE BİR O KADAR KUVVETLİ OLUR. Lakin bu doğal döngünün kırıldığı günümüz insanının yaşamında açlığa yer açması biraz zaman alacak gibi görünüyor. Fiziksel açıdan kolaylaşan hayat aşırı ve besleyici değeri düşük bir yeme içme biçimiyle birleştiğinde bugün kâbusumuz olan pek çok kronik hastalıkla boğuşmak işten bile değil. Buraya kadar yeme içme düzeninden, saatinden ve yediğimiz gıdaların içeriğine kadar olan geniş bir yelpazeden bahsettik. Ayrıca gerçek anlamda sağlıklı beslenmenin ne olduğuna dair kitlelerin bilinçli bir şekilde yanlış yönlendirilmesinin sonucunda çığ gibi büyüyen hastalığın pençesine nasıl düştüğümüzü anlatmaya çalıştık. Buradan sonra da bu kördüğümü çözmenin aslında ne kadar kolay olduğunu, şifanın zaten içimizde bulunduğunu anlatmaya çalışacağız. Amacımız, kadim bir sırrı bugünün kelimeleriyle anlatmak dışında başka bir şey değildir. 146 “Düşünmek ibadetin yarısıdır, az yemekse ibadetin ta kendisidir.” Hz. Muhammed BOĞAZINIZI KAPATIN, “KALBİNİZİN KAPILARINI AÇIN”! Hep beraber geçmişe bir yolculuk yapalım mı? Büyük düşünürler, filozoflar ve din âlimleri oruç tutmanın insanların sağlığı ve ruhsal iyiliği üzerindeki inanılmaz gücüne vâkıftılar. ARİSTOTELES, PLATON GİBİ FİLOZOFLAR, HİPOKRAT VE PEK ÇOK BAŞKA TIP ÂLİMİ ORUÇ TUTMANIN YARARLARI HAKKINDA KONUŞTULAR. ORUCUN İLAÇ TEDAVİSİNDEN ÖNCE GELMESİ GEREKTİĞİNİ SAVUNDULAR. Bir hastalığa yakalandığınızda iştahınızın kesildiğini deneyimlemişsinizdir. Bu faaliyet yaşamsal enerjimizin sindirim ve detoksifikasyon yerine sağlığın geri kazanılması için kullanılmasının biyolojik bir mucizesidir. Bunun yanı sıra en önemli bağışıklık elemanı olan bağırsaklarımızın sindirim işlevi ile meşgul edilmesi yerine hastalığın tedavi sürecine aktif olarak katılması için gerçekleşen doğal bir süreçtir. Başka bir deyişle, İÇİMİZDEKİ DOĞAL İYİLEŞTİRME GÜCÜNÜ İÇSEL BİR SAAT DEVREYE SOKAR. Hipokrat, “Hasta olduğunda yemek yersen içindeki hastalığı körüklersin” diyerek, hastalanan çocuğunu ağzından burnundan beslemeye çalışan annelerin nasıl da boşa bir uğraş içinde olduklarına parmak basmıştır. Oysaki HASTALIK SÜRECİNDE GELİŞEN İŞTAHSIZLIK HAYATTA KALMAMIZA YÖNELİK GENETİK BİR BİLGİDİR. Doyasıya yedikten sonra kendini iyi hisseden birine bugüne değin rastlamadım. Bu kadar tokluk sonrası kendimizi herhangi bir mental faaliyetin içinde bulunamayacak kadar yorgun hissederiz. Bu durum, dolaşımdaki kanın sindirim sistemine yönlendirilmesinin bir sonucudur. Beynimiz ve vücudumuz saatler süren sindirim nedeniyle koma benzeri bir duruma girer. Sindirim tamamlanmadan tekrar tekrar beslendiğimizde ortaya çıkacak tabloyu anlatmaya gerek yok sanırım… Basitçe, kronik bir şuursuzluk hâli! İşte oruç bu tehlikeli kısırdöngüyü daha sağlıklı bir metabolizma ve düzgün bilişsel fonksiyonlar için kırar. Nitekim orucun kelime anlamı da “alıkoymak, tutmak’tır. İnsan bedeni, duyu ve algılarla çevresel dünyaya adapte olan bir varlıktır. Pek çok bedensel faaliyetimiz aslında bize haz verir. Yani bedenimiz haz alma üzerine kurulu bir makine gibidir. Hatta daha da ileri giderek diyebiliriz ki, insan düşünmek, öfkelenmek, konuşmak, tefekkür etmek ve hatta ibadet etmekten bile esasen haz duyar. Haz verici bütün eylemler alışkanlığı, alışkanlık ise yine haz duygusunu besler. Sürekli hâle gelen bazı tedavi edici uygulamaların dahi bir süre sonra fayda vermemeye başlaması da bu sebepledir. Alışkanlık ve hazza dayalı yaşam insanlık makamının altında kalır. ORUÇ EYLEMİ BEDENSEL HAZ VERİCİ EYLEMLERİN TAMAMINDAN BİLİNÇLİ OLARAK UZAK DURMA HÂLİ OLMASI DOLAYISI İLE DİĞER İBADETLERDEN ÜSTÜN SAYILMIŞTIR. İnsan Açlığa Tahammül Edebilir! Hz. Âdem ve Havva’dan bildiğimiz bu hikâyeyi bilmeyen yoktur. Cennetten yasak elmayı yedikleri için kovulan atalarımızın hikâyesi oldukça ironiktir. Genetik miras olsa gerek, bugün de Âdemoğlunun yegâne sorunu bu değil mi? Hipertansiyon, şeker hastalığı ve aşırı kiloları nedeniyle gelen bir hastam vardı. Kilo vermek istediğini, ama bunu bir türlü başaramadığını söylüyordu. İnsülin direnci yüksek olduğu için, tahmin edebileceğiniz gibi, “su içsem yarıyor” diyordu. Kendisine sahip olduğu kronik hastalıkların aslında bir enflamasyon, oksidatif stres ve insülin direncinin sonucu olduğunu anlattım. Bu nedenle tüm bunların düzeltilmesi için kendisine yeni bir yaşam tarzı önerdim. Kaliteli ve yeterli EĞİLMEK, DOYUMSUZLUĞUN NEREDE BAŞLADIĞININ BİREYSEL OLARAK KEŞFİNE YÖNELMEK GEREKMEKTEDİR. İNSAN, ÜSTÜN OLARAK YARATILMASI DOLAYISIYLA ÖZÜNDE KENDİSİNE YAŞAMI BOYUNCA GEREKLİ OLACAK BİLGİLERLE DONANMIŞ OLARAK YERYÜZÜNDE YARATILMIŞTIR. İnsanın kendini iyileştirme ve düzeltme gücü, doğasında bulunmaktadır. Buradan çıkarımla, “şifa bulma” öncelikle içimizde başlayan ve dışarıdan fiziki bedene yapılacak uygulamalarla da desteklenmesi gereken bir süreçtir. Şifa, yalnızca gerçek nedenin içinden doğacaktır! Tıbbın pek çok uygulama alanında ve diğer bilim dallarında da artan düzeylerde bütüncül yaklaşım çabaları gözlemlemekteyiz. Zira pozitivizmin parçacı ve indirge“KITLIKTAN ÇIKMIŞ” GİBİ YEMEYİN! meci yaklaşımları herhangi bir alanda derinleşmenin Yemek yemenin tek bir amacı vardır, o da yaşamımızı önüne geçmektedir. Örnek vermek gerekirse, evren ve sürdürmek için gereken “besinleri” alabilmektir. Elbette uzayla ilgili “holografik evren” düşüncesi oldukça yaygın aldığımız gıdalar yalnızca besin öğeleri içermiyor. Biz- bir şekilde kabul görmektedir. Bu evren modelinde iç içe deki haz ve lezzet duygusunu geliştirirken aynı zamanda geçmiş katmanların varlığı söz konusudur. Evreni ve insanı bedenimize ve ruhumuza da şifa oluyor. Her eylem gibi birbirinden ayrı değerlendirmemiz mümkün değildir ve amacından uzaklaşıldığında yeme faaliyeti de zahmete bu boyuttan bakıldığında, insan küçük bir âlemdir. Yani dönüşür ve bedenimiz bizi cezalandırır. İhtiyacımız olan evrenimiz “makrokozmos” ise, insan da “mikrokozmos’tur. besinleri almamak kadar beslenme kisvesinde kronik bir İNSAN BU HÂLİYLE EVRENİN KÜÇÜLTÜLMÜŞ HÂLİDİR zehirlenmenin kollarına atılmak da kendimize yapacağımız VE DOLAYISIYLA ÂLEMİN ÖZÜ VE YARATILIŞ SERÜVEen büyük kötülüktür. NİNİN NİHAİ MAKSADIDIR. İnsana zarar vermek, bütüne ACIKTIĞIMIZ ZAMAN BİZE SÜREKLİ “YE, YE ARTIK” DİYE zarar vermektir! HAYKIRAN HORMONLARIMIZ OLDUĞU GİBİ, KARNIMIZ İnsanı doğanın/evrenin özü, yani kendisi olarak tanımDOYDUĞU ZAMAN “TAMAM ARTIK, DOYDUM” DİYEN ladığımız bu noktada, insan doğadan koptuğu ölçüde kendi HORMONLARA DA SAHİBİZ. Buradaki doğal mesajlaşma özünden de uzaklaştığı için, çılgın bir tüketme arzusu ile sisteminin bozulması ile beş yaşındaki bir çocuk 80 kg bedenen ve ruhen hızlı bir şekilde yozlaşıyor. ağırlığa ulaşabiliyor. Genetik sebeplerin yanı sıra birtakım Âlemde var olan her şey insanın kendini bilmesi ve varokimyasal, toksik, çevresel, sosyolojik ve kültürel nedenlerle luş maksadını keşfetmesi amacına hizmet etmektedir. Zira de içsel mesaj sistemlerimiz allak bullak olabilmektedir. her şeyiyle vâkıf olamadığımız bir şeyi değiştirmemiz de Açlık hissiyle baş etmenin ne kadar zor olduğunu tahmin mümkün olmayacaktır. Bu süreçte kendimize ait bilgimiz etmek güç değil. Sürekli aç olduğunu hisseden birinin ne kadar derinse, neyin bizi hasta edebileceğini, hastalığın kaçınılmaz olarak yapacağı şey bu sesleri susturmaktır. nerede ve ne zaman başladığını vakit geçirmeden sezebilir ve YEMEK YEMEK İÇİN KARNINIZIN GURULDAMA- sorunların bütünümüze sirayet etmesinin önüne geçebiliriz. SINI BEKLEYİN! Sağlık, en kestirme şekilde, ruhen ve bedenen kendini iyi Açık büfe yemek ortamlarını ve insanların tabaklarını hissetme hâli olarak tanımlanabilir. İşe öncelikle kendimizi nasıl doldurduklarını gözlemlediniz mi hiç? Bunu yalnızca yaşadığımız çevre ve âlemle bir bütün, hatta onun özü olarak metabolik, genetik, hormonal nedenlerle açıklayabilir miyiz? görmekle, yani bakış açımızı değiştirerek başlamalıyız. Çok çeşitli gıdaya zahmetsizce ulaşabilmek, sık sık yeme- Bunun için de önce niyet etmeliyiz! nin değişik otoriteler tarafından en sağlıklı beslenme şekli Kendimizde yapacağımız küçük değişimlerin evrensel olduğuna dair süren amansız propaganda, karşı karşıya boyutta büyük yansımaları olacaktır. Tıpkı küçük bir olduğumuz sorunun daha çok sosyal ve ahlaki bir boyutta kar topunun hareket ederek büyük bir çığ ile sonuçolduğunu gözler önüne sermektedir. lanması gibi. ▪ KITLIKTAN ÇIKMIŞ GİBİ YEMENİN ALTINDA YATAN NÖROBİYOLOJİK, SOSYAL VE DAVRANIŞSAL NEDENLERE DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Günümüze “Beslenmeye Bakış” uyku almasını, hareket etmesini, yürüyüş yapmasını ama en önemlisi, aç kalmasını, yani oruç tutmasını önerdim. Bunun üzerine bana şunu söyledi: “Hocam, açlığa tahammül ediyorum ama sofraya tahammül edemiyorum.” Son derece haklı olan hastamıza bunun bir kısırdöngü olduğunu ve bütüncül olarak yaklaşırsak hem açlığa hem de sofraya tahammül edebileceğini anlattım. ARALIKLI ORUÇ İLE BAŞLADIĞIMIZ SÜREÇ DAHA SONRA BİR GÜNLÜK VE ZAMAN ZAMAN İKİ GÜNLÜĞE KADAR VARAN ORUÇLAR İLE DEVAM ETTİ. HASTAMIZ ŞU ANDA KİLO VERMENİN YANINDA ARTIK NE TANSİYON İLACI KULLANIYOR NE DE ŞEKER İLACI! 147 Yunus Emre Akkor Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı 148 YUNUS EMRE AKKOR T ürkiye’nin kültür, sanat, bilim ve turizm merkezlerinden biri olan kayseri, tarihin en eski zamanlarından beri pek çok uygarlığa beşiklik etmiş ve her dönemde önemini korumuştur. Kayseri tarihinin tamamını ele almak çalışmamızın kapsamı dışındadır. Bu bölümde tarihî gelişmeleri kronolojik olarak ortaya koyma amacımız, okurda Kayseri mutfağının tarihsel derinliği hakkında bir farkındalık yaratılmasıdır. Kayseri çevresinde bilinen en eski yerleşim yeri, şehre yaklaşık 20 kilometre mesafede bulunan Kültepe/Kaneş’tir. Kaneş’in önemini kaybetmesi üzerine o dönemlerin kutsal dağı olan Argaios’un (Erciyes) kuzey eteğinde bulunan Mazaka’nın ön plana çıktığını ve şehrin merkezi olduğunu görmekteyiz. Kayseri kronolojik olarak “Hatti, Hitit, Asur, Kimmer, Med, Pers, Makedon, Kapadokya, Ermeni, Roma, Sasani, Arap, Bizans, Anadolu Selçuklu, Moğol, İlhanlı, Eretna, Karaman, Kayseri; Selçuklu Devleti, Eratna Beyliği, Dulkadiroğulları, Kadı Burhaneddin, Karamanoğulları ve Osmanlı Devleti dönemlerini yaşamış, başta Selçuklular olmak üzere her dönemde önemli bir Türk kültür merkezi olmuştur. Kayseri, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı yenilgisi günlerinde, bağımsız bir sancak olarak yönetiliyordu. Kayseri’nin nüfus yapısını etkileyen başlıca gelişme savaş yıllarındaki göçlerdi. Ermeni, Rum nüfus şehri terk ederken Anadolu’nun işgal altındaki yerlerinden Türk göçleri geldiği gibi Kafkasya’dan göçen Çerkesler de Kayseri’ye yerleşiyordu. Kayseri yöresi, Mondros Mütarekesi sonrasında başlayan Fransız işgalleri döneminde üçüncü bir göçe tanık oldu. Kayseri ili, Milli Mücadele Dönemi’nde Develi’ye bağlı Taşçı Bucağı dışında işgal görmemiştir. Kayseri, Cumhuriyetle birlikte 1924 Anayasası gereği vilayet oldu. Birçok medeniyetin Kayseri şehrini ele geçirmek için mücadele etmesi ve burada uzun yıllar hüküm sürmesi Kayseri’nin zirai, ekonomik, kültürel, ticari ve jeopolitik önemini göstermektedir. Kayseri’de yaklaşık 1000 yıldır kesintisiz Türk mutfağı yemeklerinin yenildiğini ve Türk mutfağının kurucu unsurlardan birisinin Kayseri mutfağı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. KAYSERİ YİYECEKLERİ Kayseri’de 77 çeşit hububat, yeşillikler, 77 türlü sebzevat ve ot yetiştiğini söyleyen Evliya Çelebi arpa ve buğdayının meşhur olduğunu belirtir. O yüzden has beyaz ekmeği, lavaşı, yufkası, katmer çöreği, katmerli baharatlı böreği gibi yiyeceklerini sayar. Özellikle “lahm-ı kadid” yani “kurutulmuş et” denilen pastırmasından bahis açar. Kimyonlu ve baharatlı sığır pastırması ve kokulu DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı Dulkadir ve Osmanlı” medeniyetlerine ev sahipliği yapmıştır. Türkler Afşin Bey komutasında, 1067 tarihlerinde Kayseri’yi fethettiler. 1071 Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya büyük bir Türk göçü gelmeye başladı. 1071’den 15 sene sonra, 1085 yıllarında Kayseri artık bir Türk ve Müslüman şehri olmuştur. Kayseri Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad zamanında Türkiye Selçuklu devletinin Konya ile beraber başşehrinden birisi olmuş ve Fatih Sultan Mehmet zamanında, 1474 yılında Osmanlı toprağına katılmıştır. 1474 Karaman Eyaleti’ne bağlı sancak merkezi 1839 Bozok Eyaleti’ne bağlı sancak merkezi 1867 Ankara Eyaleti’ne bağlı sancak merkezi 20 Nisan 1914 bağımsız liva (sancak) 1924 vilayet oldu 149 et sucuğu için yeryüzünde benzeri yoktur, padişahlara hediye gider der. KAYSERİ MUTFAĞININ TARİHSEL KÖKENLERİ Anadolu’nun tam ortasında tarih boyunca tarım ve hayvancılığa müsait bir coğrafya ve iklime sahip olmuş bir şehirdir Kayseri. Kayseri mutfağını tarihin başından bugüne değin belirleyen unsurlar; tahıl tarımı başta olmak üzere bağcılık, sebze ve meyvecilik ile küçük ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliğidir. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı ANADOLU’NUN TARİHTEKİ İLK GIDA TİCARET MERKEZİ KAYSERİ’DİR. 150 Kültepe kazılarından elde edilen çivi yazılı tabletlere göre, bu dönemde Anadolu’nun yerli halkı, tarım ve hayvancılık yaparak geçimini sağlıyordu. Halk ağırlıklı olarak tahıl tarımı yapsa da bunun yanında bağ ve bahçelerde sebze ve meyve de yetiştirmekteydi. Yerli halk aynı zamanda bu ürünleri satarak geçimlerini sağlıyordu. Arkeolojik kazılar Anadolu’nun ilk ticaret merkezinin Kültepe Kaneş Karumu olduğunu ve burada yerli halkın tahıl, meyve, sebze ve hayvan ticareti yaptığını ortaya koyduğundan Anadolu’nun ilk ve en eski gıda ticaret merkezinin Kayseri Kültepe’deki Kaneş Karumu olduğunu söylemek mümkündür. Kayseri Kültepe Kaneş Karumu’nun Anadolu’nun ilk gıda ticaret merkezi oluşu Anadolu’daki yiyecek malzemelerinin de uluslararası dolaşıma ilk kez Kayseri’de girdiği sonucuna varıyoruz. Bu gıda alışverişi zamanla Anadolu insanının farklı lezzetlerle ve yiyeceklerle tanışmasına ve böylece mutfağın zenginleşmesine yol açan bir süreci başlatmıştır. Kayseri daha sonraları gelişecek ipek yolunun da kavşak noktası olarak gıda ticaretini kesintisiz olarak bugünlere değin taşımış ve bu yönüyle de dünya mutfaklarını etkileyen tarihsel bir derinliğe sahip olmuş önemli bir mutfaktır. ANADOLU TARİHİNDE YİYECEKLERLE İLGİLİ YAZILAR İLK KEZ KAYSERİ’DE YAZILMIŞTIR. verebiliyordu. Birkaç metinde bal, ekmek ve soğanla birlikte faiz olarak ödenmektedir. Çeşitli yiyecek, içecek ve eşya için yapılan harcamaların yer aldığı bir listede, miktarı belirtilmeyen bal için 1 1/3 şeqel gümüş ödendiği yazılmıştır. Anadolu’daki ilk çivi yazılı tabletler, ilk organize ticaret merkezi olan Kayseri Kültepe’de bulunmuştur. Yazının icat edildiği Mezopotamya bölgesinde yaşayan Asurlu tüccarlar yazıyı Anadolu’da BORÇ BELGESİ ilk kez Kayseri’ye getirmişlerdir. Prof. Kültepeli kadın tüccar Madawada; Dr. Fikri Kulakoğlu Kayseri Kültepe Tamuria, Talia ve karısı Iatalka’dan 1 Kaneş Karum höyüğündeki kazılarda mina (1/2 kg) gümüş, yarısı arpa ve bulunan 25,000 çivi yazılı kil tabletin diğer yarısı buğday olmak üzere 30 bugün kullandığımız kelimelerin köke- çuval tahıl ve 60 ekmek alacaklıdır. ninin 5,000 yıl öncesinden geldiğini (Bu senet) Enna-Suen’in görev yılını söyleyerek, bu tabletlerin bir saraya takip eden sene, Sarratum (Şubat) ayı(nda), ya da krala ait olmadığını, tamamen Ikuppia’dan sonra gelen Kaşşum görevlisio dönemde yaşayan halka ait olduğu nin haftasında (düzenlenmiştir); (borçlular tespit etmiştir. Prof. Dr. Kulakoğlu borçlarını) tahılı orak tutma zamanına ayrıca bulunan çivi yazılı tabletlerin kadar vereceklerdir. Gümüşü ise hasat Anadolu’nun ilk yazılı belgeleri oldu- zamanına kadar tartacaklardır (ödeyeğundan dolayı Anadolu’da yazılı tarihin ceklerdir). Eğer tartmazlarsa 1 minaya, 1/2 başlangıcının Kayseri bölgesi olduğunu mina daha (gecikme faizi) ilave edeceklerdir. söylemektedir. Ayrıca arkeolojik araştırGümüş onların sağ olanlarının başmalar Anadolu’da yaşayanların okuma larında bağlanmıştır (borç ailenin sağ yazmayı ilk kez Kayseri’de öğrendiklerini üyelerini de bağlar). (Tahılı) Madawada’nın ortaya koymuştur. ölçü kabı ile ölçeceklerdir. Bu çerçevede yiyeceklerle ilgili birçok Yerlilere ait birçok senette borcun yazı da Kayseri Kültepe Kaneş Karum’da “hasat zamanında (ina harpim)”, “orak bulunan çivi yazılı tabletlerde yer tutma zamanında (ina şibit nigallim)”, almakta olduğundan Anadolu tarihinde “hububatın dolgunlaşması zamanında yiyeceklerle ilgili ilk yazıların Kayseri’de (ina kubur uțțatim)”, “(tarlanın) sürülyazıldığını söylemek mümkündür. mesi zamanında (ina itti erāšim)” ödeHititlerde hayatın önemli bir kısmı neceği gibi ziraî tâbirler kullanılması, evlerin zemin katındaki ocaklı, fırınlı halkın çoğunun çiftçilikle uğraştığını ve tandırlı odada geçiyordu. Tanınmış göstermektedir tüccar Uşur-şa-İştar’ın kız kardeşi ŞimatBorç belgesi de denilebilecek bazı Su’en bir mektubunda, evde yiyecek çivi yazılı tabletlerde ekmeğin ve tahılın ve içecek bir şey kalmadığını, “boş bir ticari hayatın asli unsurlarından birisi kilerde oturmaktayım” diye açıklamıştır. olarak yer alması, tahılın Hitit yemek kültüründeki önemi ve değerini açıkça TAHIL göstermektedir. Yerli halk birbirlerine gümüş dışında, Bugün Kayseri mutfağında tahıl başta hububat olmak üzere, ekmek ve ürünlerinden yapılan yemeklerin çoknadiren koyun borçlanıyorlardı. Arala- luğu bizlere Hitit mutfağının günümüz rında düzenledikleri senetlerde borcun Kayseri mutfağında yaşamaya devam vadesi, başta hasat zamanı olmak üzere, ettiğini düşündürmektedir. bazı ziraî tabirlerle belirleniyordu. Borç Tohum ekmek için tarlalar, metinveren tüccarlar gümüş para dışında lerde epinnum denilen araçla sürülüarpa, buğday ve ekmeği de borç olarak yordu. Akademik çevreler bu aracın BULGURA İLİŞKİN ANADOLU’DAKİ İLK YAZILI KAYITLAR KAYSERİ’DEDİR. Kültepe Kaneş kazılarında, hemen her evde duvar diplerine sıralı bir şekilde yerleştirilmiş zahire küpleri içerisinde kömürleşmiş buğday taneleri ve arpa kabukları ve öğütme taşları bulunmuştur. Esma Öz, Kültepe metinlerinde kayıtlı hašlātum kelimesinin tahıldan elde edilen bir besin maddesi olarak göründüğünü hašlātum’un “ezmek, kırmak, parçalamak, öğütmek” anlamındaki hašālu fiilinden türetilmiş olduğu ve bu kelimenin kuvvetle muhtemel bulgura karşılık gelebileceğini yazmıştır. Bulgurun Anadolu’dan dünyaya yayıldığı bilinmektedir. Bazı yabancı mutfaklarda bulgurun yer alma sebebi Türklerin bulguru Balkanlara ve daha ilerisine taşımış olmasıdır. Günümüzde Orta Asya Türk mutfaklarında bulgurun bulunmayışı bize bulgurun Hititlerden beri Anadolu’da kullanıldığını ve bulgura ilişkin ilk yazılı bilgilerin Kayseri’de bulunduğunu göstermektedir. BAĞCILIK Tabletler Kaneş’te üzüm bağlarının bulunduğunu gösterir. Bu bağlar Kültepe çevresindeki dağ eteklerinde yetiştirilmiş olmalıdır. “Üzüm” karşılığındaki kirānum/karānum Sami dillere mahsus bir sözdür ve “asma/üzüm çubuğu” için de aynı söz kullanılmaktadır. Kültepe tabletlerindeki, borç senetlerinde “bağ bozumunda / bağ bozumuna kadar / bağ bozumundan sonra” şeklindeki ifadelerin yer alması bağcılığın, üzümün Kayseri Kültepe Kaneş mutfağındaki önemini de göstermektedir. Asur Ticaret Kolonileri ve Hitit devirlerinde saraylarda bağlardan yüksek memurlar sorumluydu. Hitit kanunlarının altı maddesinde bağlarla ilgili hükümler bulunmaktadır. Kültepe antik şehrinden ele geçen yazılı kaynaklardan anlaşıldığına göre bağ bozumu şenlikleri yapılmakta ve bu şenliklere “üzümün sapından koparılması” anlamına gelen Eski Asurca “kitip karânim” denmekteydi. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı Anadolu’da tarla sürme aracı olan kara saban, pulluk olduğunu söylemektedir. Kültepe’de oval ve içe bombeli şekildeki bazalt öğütme taşları ve bazılarında yanık tahıl taneleri bulunan zahire küpleri ele geçmiştir. Kültepe kazılarında ilk defa, yerden yüksekçe bir platforma, üzerlerinde hububatı ezen taşların da bulunduğu, aşağı eğimli olarak yerleştirilmiş yan yana iki öğütme taşı ve önlerinde ezilen hububatın toplandığı büyük küpler bulunan basit bir değirmen düzeneği ortaya çıkarılmıştır. Birçok metinde öğütme taşları söz konusu edilmektedir. 151 türlerine rastlanmaktadır. Hititlerin ekmeklere küçük, kalın, ince ekmek (yufka/ pide), tatlı, ballı, yağlı, acı, ekşi ekmek gibi ayrı ayrı isim verdikleri bilinmektedir. Hititler hamurun içine ya da üzerine başka yiyecek malzemelerini ekleyerek çeşitli ekmekler üretmişlerdir. Bezelyeli ekmek, susamlı ekmek, narlı ekmek gibi. Hititler ekmek çeşitliliğinin yanı sıra bu ekmelerin arasına soğan, pişmiş et, ciğer vb. ekleyerek bir tür börek ve sandviçler de üretmişlerdir. Kaniş Karum'un havadan görünüşü Bugün Kayseri mutfağında tahıl ürünlerinden yapılan yemeklerin çokluğu bizlere Hitit mutfağının günümüz Kayseri mutfağında yaşamaya devam ettiğini düşündürmektedir. Bugün Kayseri mutfağında asma yaprağından yapılan sarma ve siyah üzüm hoşafı pekmez vb. ürünler bizlere Hitit mutfağının Kayseri mutfağında yaşayan izleri olduğunu düşündürmektedir. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı MEYVE VE SEBZELER 152 Metinlerde geçen “bahçe” (kirium) ve “bahçıvan” (nukarribbum) kelimelerinden, sulanabilir arazide çeşitli meyve ve sebzelerin yetiştirildiği sonucunu çıkarabiliriz. Hububat türleri dışında, soğan (šumkum) tabletlerde en sık geçen üründür. Bir metinde toplam 44 çuval soğanın yerli şahıslar arasında bölüşülmesinden bahsedilmektedir. Kaneş sarayında, sarayın meyve sebze bahçelerindeki işlerin yürütülmesinden sorumlu yüksek memurlar vardır. Çivi yazılı metinlerde, yemek tarifleri bulunmamakta ise de yiyecek malzemeleri hukuk, ticaret ve din gibi farklı alanlardaki metinlerde yer aldığından Hititlerin yedikleri yiyecekler ve yemek kültürleri hakkında yorumlar getirebilmek mümkün olabilmiştir. ANADOLU’NUN İLK DEVLETİNİ KURAN HİTİTLER KAYSERİLİDİR. KAYSERİ MUTFAĞININ KÖKLERİ HİTİT MUTFAĞINA KADAR GERİYE GİTMEKTEDİR. Akademik kaynaklardan derlediğimiz Hitit mutfağına ait bir kısım bilgilere burada yer vererek Kayseri mutfağında ağırlıklı olarak yer alan et ve hamur ilişkisinin Hitit mutfağında da yoğun olduğunun görülmesini istemekteyiz. Bugün Kayseri mutfağında yaşayan etli, hamurlu, bulgurlu yemeklerin birçoğunun Hitit mutfağının Kayseri mutfağındaki izdüşümleri olduğunu düşünüyoruz. HİTİT MUTFAĞI “İşte bu yağ nasıl eriyip gittiyse kötülük de aynı şekilde erisin, yok olup gitsin” Hitit Duası EKMEK Çivi yazılı tabletlerde 180 civarında ekmek, börek, çörek ve unlu mamul HAYVANCILIK VE ET YEMEKLERİ Hayvancılık Hitit ekonomisinde oldukça önemli yer tutmaktadır. Hititlerin hayvansal gıdaları çokça tükettiği hayvancılığın gelişmiş olmasından ve çivi yazılı tabletlerdeki etli yiyecek anlatımlarından anlaşılmaktadır. Hititler koyun, sığır, domuz, keçi ve tavşan gibi hayvanların etlerinden ve sütlerinden faydalanmışlardır. Hititlerde etler, kimi zaman ekmeğin içine kimi zamansa üstüne konarak yenmekteydi. Et haşlamasından, et suyunun yanı sıra, metinlerde “sulu et yemeği” denilen bir yemek de elde edilmekteydi. Et suyunu elde etmek için iliği bol olan kaval kemiklerinin kaynatıldığı da metinlerde geçmektedir. Hitit metinlerinde sık sık geçen bir yemekte, šaramna denilen ekmekler bir şişe dizilmekte ve aralarına pişmiş hayvan yağı konmaktadır. Ekmekler yağı emdikten sonra, yağ parçaları çıkarılır, etler kimi zaman ekmeğin içine, kimi zamansa üstüne konarak tüketilirdi. Zincirli’de bulunan Geç Hitit Dönemi’ne ait bir rölyefteki kaya üzerine oyulmuş bir yemek sahnesi tasvirinde masada üst üste konmuş beş tane pide veya ekmek benzeri bir hamur ürünü ve onların üstüne konmuş iki adet köfte veya et parçası görülmektedir. Bu rölyeftekine benzer bir üst üste konulmuş pide veya ekmek görüntüsü Kültepe kazılarından çıkarılan bir mühür üzerinde de yer almaktadır. Bu tasvirler günümüz Kayseri mutfağındaki yağlamaya benzemektedir. Tabletlerde etlerin lezzetini artırmak için üzerlerine zeytinyağı ve balla hazırlanan özel bir sos sürüldüğü ve etlerin üzümden elde edilen sosta bekletilip yumuşatıldığı anlatılmaktadır. O dönemlerde büyük ve küçükbaş hayvanların en makbul yerlerinin kalp, ciğer, kaburga, kasık, kelle, kulak ve ayak (paça) olduğu, güveç ya da fırında yapılan etin nar taneleriyle lezzetlendirildiğine dair bilgiler yine çivi yazılı tabletlerden anlaşılmıştır. SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ YEMEK TERMİNOLOJİSİ Hititlerde yemekle ilgili terimlerde pişirmek, kızartmak, haşlamak, kaynatmak, ızgara yapmak, ateşte çevirmek, aşırı derecede pişirmek, eritmek, etin içini bir şeyle doldurmak, kurutmak, öğütmek gibi kelimelere sıkça rastlanmaktadır. Hitit mutfağındaki et yemekleri arasında etlerin ateşte kızartılması yani ızgara edilmesi önemli yer tutmaktadır. Et ve tencere yemeklerinde ise; şişler, ızgaralar, pideler, haşlamalar mevcuttur. SEBZE VE MEYVELER Amerika kıtasının keşfinden önce domates, biber, patates gibi pek çok sebze Anadolu’da bilinmemekte idi. Hitit mutfağında soğan, pırasa, salatalık, bezelye, fasulye, mercimek ve nohut sebze ve baklagil örnekleri olarak öne çıkmaktadır. Bunların birtakım çorba ya da sulu yemeklerde kullanıldıkları anlatılmaktadır. Hitit tabletlerinde elma, üzüm, armut, erik, kayısı, incir, hurma ve nar gibi meyvelerden bahsedilir. Bunların içinde hurma ve nar, büyük ihtimalle güneydeki eyaletlerden ithal ediliyordu. Meyveler mevsiminde taze taze, mevsimleri bittikten sonra da kurutulmuş halde tüketiliyordu. Zeytin ağacı, Hititlerin egemen olduğu topraklarda bugün yetişmemektedir. Ancak Hititlerin, zaman zaman elinde tuttuğu Batı ve Güney Anadolu’da zeytinle karşılaştıkları, belki de yetiştirdikleri ve zeytinyağı elde ettikleri anlaşılabilir. Zira bu önemli besini mutfak kültürlerine katmışlardır. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı Keçi, koyun ve inek sütünden tereyağı, lor, peynir gibi çeşitli gıdalar üretilmekteydi. Yağ üretiminde kullanıldığı düşünülen yayık ve benzeri kaplar arkeolojik kazılarda bulunmuştur. Hititlerde tereyağı ise hem günlük tüketimde hem de ayinlerde kullanılırdı. Hititler tereyağını ekşi sütü yayıkta çalkalayarak ya da döverek elde etmiştir. Çalkalama işlemi ahşap bir karıştırıcı ile yapılmakta olup çalkalamadan sonra sütün üzerinde biriken yağ topakları alınarak ya da küpte karıştırılan süt süzülerek bir başka kaba aktarıldıktan sonra kalan yağ topakları toplanarak tereyağı elde edilmektedir. 153 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı İPEK YOLUNUN ANADOLU’DAKİ KAVŞAK NOKTASI KAYSERİ’DİR. 154 Erciyes’in eteğinde, bereketli bir ovanın ortasında, Malatya ve Sivas’tan gelen güneydoğu ile Kahramanmaraş ve Adana’dan gelen tarihî ve doğal ana yolların birleştiği noktada yer alan Kayseri coğrafyanın sağladığı bu avantaj, onun eski dünya ticaretinde önemini arttırmış ve Anadolu-Suriye-Mezopotamya arasında parlak bir ticaret ve kültür merkezi olmasını sağlamıştır. Bir zamanlar ipek, baharat, bal, cam, fildişi, kıymetli taşlar, kürk, tahıl ve yağ gibi ürünlerin kervanlarla Çin’den başlayıp Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve İran üzerinden taşınarak İstanbul vasıtasıyla Avrupa’ya ulaştırılmasında kullanılan tarihî rota, İpek Yolu olarak anılmıştır. İpek Yolu’nun Anadolu hattında Kayseri önemli bir kavşak noktası oluşturmaktadır. Ticaret yolu üstünde stratejik öneme sahip Kültepe bu özelliğini Roma çağının sonuna kadar sürdürmüştür. Kayseri’nin Selçuklu ve Osmanlı döneminde İpek Yolu’nun bir parçası ve günümüzde de Türkiye’nin ticaret alanında en aktif şehirlerinden biri olması Kültepe ile başlayan bu ticari hareketliliğin devamı mahiyetindedir. Kayseri’nin günümüzde halen Anadolu’nun önemli bir gıda ve ticaret merkezi oluşu Kayserililerin ticaretteki başarılarının Asur ticaret kolonileri zamanına kadar binlerce yıllık bir geçmiş tecrübeye dayandığını söyleyebiliriz. SELÇUKLU MUTFAK KÜLTÜRÜ KAYSERİ MUTFAĞINDA YAŞAMAYA DEVAM ETMEKTEDİR. Türk mutfağı çağlar boyunca üç kıta üzerinde etkin olmuş, göçler, değişen iklim koşullarına uyum ve etkileşime girdiği mutfaklar ile zenginleşmiş dünyanın sayılı mutfaklarından biridir. Türk mutfak kültürü Mezopotamya’nın tahılı, Anadolu’nun zengin tarım ürün- leri, Güney Asya ve Afrika’nın baharları, saklamak günümüzde de yapılan bir Orta Asya’nın zengin et ve süt ürünleri, işlemdir. Türkler eti pastırma yaparak Akdeniz’in, Karadeniz’in ve çeşitli göl da saklıyorlardı. Bazı baharat ile kuruve nehirlerin su ürünlerine ve verimli tularak pastırma yapılan ete “yazok et” Akdeniz ovalarının sebze ve meyve deniliyordu. Türkler karaciğer ile etin, çeşitlerine hâkim olmuş, kurulan teda- baharat karıştırılmak suretiyle bağırsağa rik yolları ile malzemeler ve yiyecekler doldurulmasından elde edilen bir çeşit yaygın bilinir ve yapılır hale gelmiştir. sucuğa da aynı yüzyılda “soktu” adını Günümüz Kayseri yemeklerinin Sel- vermişlerdir. Kayseri mutfağının en çuklu mutfağının yaşayan bir temsilcisi belirgin ürünlerinden olan pastırma ve olmasının nedeni Kayseri’de Selçuklu, sucuk Selçukludan günümüze devam Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti ile eden bir Türk mutfak geleneğidir. süregelen ve yaklaşık 1000 yıldır kesinKaşgarlı Mahmud’un ünlü eseri tisiz devam eden Türk mutfak kültürü Dîvânü Lugati’t-Türk’te yemeklerin yapıhâkimiyetidir. lışları hakkında verilen bilgiler Türklerin Kayseri bir dönem Türkiye Selçuklu yoğurt ve sirke gibi şeyler katılan ekşili Devleti’nin üç önemli şehrinden birisi yemekleri sevdiklerini göstermektedir. olmuştur. Selçuklular zamanında Türkler kesilen hayvanın ayaklarından saraylarda aşçıbaşıların yönettiği büyük paça çorbası yapmışlar ve bu çorba mutfaklar olduğu gibi Türk halkı da halen mutfağımızda yaşamaktadır. evlerinde bir odayı yemek pişirilen yer Türkler et ve baharat ile doldurulan bir anlamında aşlık olarak kullanıyordu. çeşit bumbar dolmasını da biliyorlardı. Selçuklu zamanlarındaki aşlıkta yani Yoğurt tek başına tüketilmekten başka mutfakta kullanılan birçok eşyalar “tutmaç” ve benzeri birtakım yemeklere günümüz Türk mutfağında halen o de dökülüyordu. tarihlerdeki isimleriyle kullanılmaya Türk mutfağında tutmacın yeri çok devam etmektedir. Buna ilişkin birkaç önemlidir. Bu yemek Orta Asya’da örnek olarak bardak, bıçak, etlik, kova, yaşadıkları günlerden beri Türklerin sac, şiş, küp, çanak çömçe, kaşuk, tekne, mutfağında yer almıştır. Tutmaç ilk tuzluk, sarnıç, tepsi vb. verilebilir. Türkler kez yazılı olarak Kaşgarlı Mahmut’un Selçuklular zamanında en çok koyun eti “Dîvânü Lugati’t-Türk”ünde geçer. Sözyerler ve kebap yapmaya yarar kuzu ve lükte tutmaç; erişte, kavrulmuş kıyma oğlağa söğüş derlerdi. Söğüş kelimesi ve yoğurttan oluşmakta olan bir yemek de halen günümüzde benzer anlam- olarak yer alır. Bu haliyle et, hamur ve larda kullanılmaya devam etmektedir. yoğurt birleşiminden oluşan tutmacın Türkler, sütten elde ettikleri sade yağa, aynı malzemelerin başka formda bir bugün söylendiği gibi sağ yağ diyor- araya getirildiği mantıyla benzerliği lardı. Selçuklular buğdayın kırılması dikkat çekicidir. Kayseri yemekleri suretiyle “yarmaş” elde ediyorlardı. arasında paça çorbası, bumbar dolması, Yarmaş günümüz Kayseri mutfağında yoğurt ve sirkenin varlığı ve mantıya “yarma” şeklinde ifade edilmektedir. yoğurt dökülmesi gibi alışkanlıklar Türkler Selçuklu zamanında da çok Selçuklu mutfağının günümüze yançeşitli ekmekler yapıyorlardı. Yapılan sımalarıdır. Selçukluların tatlı olarak ekmeklerin başında yufka geliyordu. en çok tükettikleri gıda pekmez idi ve Günümüzde yufka halen Kayseri mutfa- ayrıca sütlaç da yapıyorlardı. ğının en önemli yiyeceklerinden birisidir. Yukarıda verdiğimiz birkaç örnek Et taze olarak tüketildikten başka dahi Selçuklu mutfağının günümüzde güneşte kurutularak saklanıyordu. Kayseri mutfağında yaşadığını gösterTürkler kurutulmuş ete Selçuklu zama- meye yetmektedir. nında “kak et” derlerdi. Eti kurutarak dolması, Fincan ağzı, Ekmek kadayıfı, Taş kadayıfı, Gül reçeli, Kayısı reçeli, Kayısı şurubu, Üçgen baklava, Gülbaru suyu, Gül şerbeti, Kayısı hoşafı, Siyah üzüm hoşafı, Yağlı ağaç, Buğa dikeni, Kangal, Engir (taze asma sürgünü), Kuzukulağı, Oğlakkulağı, Yemlik, Madımak, Kursalık, Çıtlık (hindibağ), Efelik, Su teresi, Yarpuz, Kuşburnu, Alıç, Bitli bakla, Salatalık turşusu, Biber turşusu, Domates turşusu, Kelek turşusu, Karpuz turşusu, Gülbaru turşusu, Düğün yemeyi (Takım yemeği), Yoğurt, Maydanozlu yumurta dolgusu, Pastırmalı yumurta, Yumurta piyazı, Patates piyazı, Meyve kuruları, Peynirler, Salamura peynir, Çömlek peyniri, Havuç, Pekmez, Patlıcanlı ve kabaklı pekmez, Duru pekmez, Ekşi pekmez, Köfter, Sirke, Ceviz sucuğu, Baharatlar, Cacık, Cıvıklı, Örgülü pilav, Altın kesesi, Bezdirmeç köftesi, Köfte çöreği... KAYSERİ MUTFAĞINI ZENGİNLEŞTİRENLER; Kayseri mutfak kültürünün zenginleşmesini sağlayan unsurlardan biri de zaman içinde çeşitli sebeplerle gelip Kayseri’ye yerleşen Çerkes, Avşar, Uygur ve Ahıska Türklerinin (93 Muhacirleri) beraberlerinde getirdikleri kültürel ögelerle Kayseri mutfak kültürünün gelişmesini sağlamalarıdır. Çerkes mantısı (Çerkeslerin haluj, psihalive veya gurize dedikleri bir mantı türüdür.) etli Çerkes mantısı, halive, hengel, kırnış, şips-paste, etli börek, gubate, velibah, nış ve maramisa gibi yemekler Kayseri mutfağına Çerkesler sayesinde girmiştir. Mercimekli pilav, çiriş aşı, çiriş çorbası gibi yemekler Avşar kökenlidir. Çöçüre, buharda et mantısı, etli mantı kavurması, etli havuçlu pilav gibi Uygur kökenli yiyecekler Kayseri mutfağında yaşamaktadır. Feselli yahni (Kars yahnisi), patatesli ve etli yahni, kete, bişi, mafiş, sarığıburma, pağaç, külleme, hıngel gibi çeşitli Ahıska yemekleri Kayseri mutfağına girmiştir. ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Geçmişten Geleceğe Kayseri Mutfağı Erişte makarna, Kesme makarna, El kesimi kare makarna, Pırtımpırt, Lahana, Etli lahana dolması, Kıymalı lahana dolması, Zeytinyağlı lahana dolması, Anadolu binlerce yıl öncesinde de Musakka, Kapuska, Ispanak kavurma, bugünkü gibi tarıma elverişli bir bölgeydi. Ispanak borani, Kuru fasulye, Mercimek, Arkeolojik kazılar Anadolu’da özellikle Nohut, Patlıcan, Kovalama, Kızartma, tahıl tarımının yaygın olduğunu ve Karnıyarık, İmambayıldı, Patlıcan kazılardan elde edilen tohum örnekleri dolması, Közleme, Taze fasulye, Etli de tahıl tarımının çok farklı türlerde fasulye, Zeytinyağlı fasulye, Kabak yapıldığını ortaya koymaktadır. çiçeği dolması, Kabak dolması, Kabak Hitit ve Asur dönemlerine ilişkin çıtması, Patates kovalama, Patlıcan arkeolojik kazılarda Kayseri Kültepe’de kovalama, Kurutulmuş yeşil fasulye, birçok gıda çeşidi tespit edilmiştir. Patlıcan çıtma kurusu, Kızartma etler, Hititler ve Selçuklulardan bugüne Pehli, Kavurma, Yağda kızarmış köfte, dek birçok yiyeceğin varlığını Kayseri Sarımsaklı köfte, Sulu köfte, Kuru köfte, mutfağında halen devam ettirdiği Fırın köftesi, Haşlama, Tas kebabı, Kıyma gerçeğini birlikte değerlendirdiğimizde soğanlaması, Üzümlü gerdan, Bayram Kayseri mutfağının dünyanın günü- yahnisi, Kabak musakka, Mücver, Etli müzde yaşayan en eski mutfaklarından biber dolması, Zeytinyağlı biber dolması, birisi olduğunu söyleyebiliriz. Taze bamya, Kuru bamya, Etli yaprak Kayseri Yemeklerini sayacak olursak; dolması/sarması, Zeytinyağlı yaprak Fırın ekmeği, Tandır ekmeği, Yufka, dolması/sarması, Kuru biber dolması, Bezdirmeç, Kurşun aşı, Düğ çorbası, Hakırdaklı lahana sarması, Av etleri, Börek çorbası (Böre çorbası), Un çor- Mumbar karın dolması, Kelle paça, bası (Kayseri çorbası), Pirinç çorbası, Yağbari, Ciğer yahni, Arnavut ciğeri, Yoğurt çorbası (Toğga çorbası), Tarhana Yürek, Dalak, Beyin, Tavuk, Hindi çorbası, İşkembe çorbası, Mercimek dolması, Soğan baskısı, İçli köfte, Pasçorbası, Arabaşı çorbası, Bulamaç tırmalı kuru fasulye, Bayram yahnisi, çorbası, Bulgur çorbası, Kuru bamya Sac kavurma, Böğür dolması, Kaburga çorbası, Soğuk çorba, Sulu köfte, Yeşil dolması, Şaştım aşı, Bezdirme, Borani, mercimek çorbası, Yoğurtlu yarma Gerdan haşlama, Haşlama (Düğün eti), çorbası, Şebit yağlaması, Kıymalı yağ- Nohut yahnisi, Güveç, Kayseri güveci, lama, Domatesli yağlama, Peynirli Fırınağzı, Kıyma kavurması, Kıymalı yağlama, Sade yağlama, Hakırdaklı, İçli pide, Peynirli pide, Bastırmalı pide, bazlama, Tahinli bazlama, Halka kete, Tahinli pide, Tereyağlı pide, Kelle Açma kete, Etli mantı, Börekaşı, Tepsi tava, Sac kebabı, Pide içi (hakırdaklı, mantısı, Peynirli mantı (Prov / Piravu kıymalı, peynirli), Pastırmalar, Çemen, mantısı), Yağ mantısı, Paşa mantısı, Kâğıtta pastırma, Sucuklar, Sucuk içi, Çerkes mantısı, Cevizli peynirli erişte, Açma baklava, Güllü baklava, Kayseri Arabaşı, Susamlı halka, Kayseri mantısı, baklavası (düğün baklavası), Nevzine, Patates mantısı, Su böreği, Hazır yufka Kamış baklava, Aside, Un helvası, Un böreği, Yufka börek, Kıymalı börek (Puf kurabiyesi, S kurabiye, Şekerli kurabiye, böreği), Tandır böreği, Katmer, Tahinli Teltelli, Lokma tatlısı, Yoğurt tatlısı, İncir katmer, Açma börek, Kıvrım börek, Peta tatlısı, Kabak tatlısı, Pekmez helvası, (Avcarlı börek), Sac böreği, Pastırmalı Şeker helvası, Şekerli katmer, Kadayıf, börek, Kravat böreği, Kuru börek, Pirinç Tel kadayıf, Reçeller, Sütlü, Muhallebi pilavı, Bulgur pilavı, Pıtpıt pilavı, Kuskus (Kayseri muhallebisi), Düğün aşuresi, pilavı, Erişte pilavı, Taze makarna (Üzengi Aşure, Kuru kaymak, Üzümlü, Oğmaç Makarna), Makarna, Cevizli makarna, (Çoban baklavası), Oklava baklavası, İncir KAYSERİ MUTFAĞI DÜNYANIN GÜNÜMÜZDE YAŞAYAN EN ESKİ MUTFAKLARINDAN BİRİSİDİR. 155 Yusuf Kartal Kayseri’de Yemek... Kayseri’de Yemek... DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Kayseri’de Yemek... Y 156 YUSUF KARTAL edi yaşındayım, bir evin bir oğluyum, kıymetliyim, ondan dolayı sünnet düğünü yemekli yapılacak diye babam karar verdi. O dönemlerin en ünlü aşçısı Naylon Aşçı, yemekleri yapmak için tutuldu. Bir hafta önceden düğün hazırlıklarına başlanır, yemek takımları kapalı çarşıdan zücaciyecilerden kiralanırdı. Düğün günü geldiğinde, sünnet olduktan sonra, önce erkekler olmak şartıyla Naylon Aşçı’nın yaptığı yemekler yirmişer gruplar hâlinde masalara oturan davetlilere dağıtılmaya başlanırdı. Düğün çorbasıyla yemeğe başlanır, sırayla, kuzu eti haşlama, muska börek, kızıl üzüm hoşafı, etli yaprak sarması, muhallebi, baklava, pirinç pilavı, bamya çorbası, salata ve turşu ikram edilerek yemek faslı dua ile biterdi. Kayseri’nin geleneksel yemekleri olmasına rağmen, burada daha farklı bir yol izlenirdi. Düğün çorbası yoğurtlu olurdu, evlerde her zaman yapılan yemekler değildi. Özellikle kat kat fas diye olan muska börek, içine çok az kıyma ya da peynir konularak yapılırdı. Kat kat olan böreği ısırdığınızda haşırtılı bir ses çıkar, dökmeden yemesi de marifet isterdi. Yaprak sarması Erkilet bağlarının yapraklarından olup sarmaya özel bir tat verirdi. Muhallebi de büyük porselen tabaklarda ortaya konur, üzerine tüm tüm fındıklar dökülürdü. Ne çok koyu ne de çok cıvık olurdu. Baklava en az kırk kat, içi cevizli olurdu; ağzınıza aldığınızda börekteki gibi ses çıkardı. Pirinç pilavı tereyağı ile yapılır, tane tane olurdu. Finalde, kuru bamyadan yapılan çorbanın içinde küçük küçük küp şeklinde etler olur, üzerine de limon sıkılır, afiyetle yenirdi. Düğün yemeğinin ertesinde, komşularca yemeklerin lezzetiyle ilgili bir hafta konuşulur, “Tevatir bir düğün yemeği oldu” denirdi. Babam kale içi esnafı olduğundan, esnaf yemekleri de birbirinden lezzetli olurdu. Fırın Ağzı yemeği her zaman yapılmazdı, önemli üst yetkili biri davet edildiğinde yapılırdı. Büyük bir tepsiye pirzola ve biftekler dizilir, domates biber sarımsak eklenir, doğruca fırına verilirdi. Fırının ateşe en uzak yerinde iki saate yakın bir zaman zarfında pişer, uzun pidelerle birlikte dükkâna gelirdi. Şehre yeni tayin olmuş bir bürokrat ilk defa yiyorsa yemekten sonra yemeğin tadından o gün parmaklarını bulamazdı. Tadı damağında kalır, zaman zaman onlar da “Şu fırın ağzından yaptırın da yiyelim” diye haber gönderirlerdi. Esnafların efsaneleri bitmezdi. Çanak güvecinde güveç içerisine alt kısma kuyruk yağı, parça kemikli etler konur, üzerine patlıcan, sarımsak, soğan, biber, onun üzeri de domatesle kaplanır, tuz atılır, doğruca fırına giderdi. Fırın ustaları güveç pişirmeyi çok iyi bilirlerdi. İki saat pişmesi gerekirdi. Bir saat sonra kürekle fırından çıkarılıp iyice karıştırılır, tekrar fırına konurdu. Güveç, çıktıktan sonra yine fırının yaptığı pidelerle dükkâna gelir, afiyetle yenirdi. Esnafların en çok yaptığı kıymalı pidelerin de yediğiniz zaman tadı damağınızda kalırdı. Kıymanın içine domates, biber, maydanoz doğranır; içine kekik, tuz, toz biber atılırdı. Elle iyice karıştırılır kaç ekmek olacaksa fırınına verilirdi. Fırında yirmi dakikada pişer, hemen dükkânlara getirilir, üzerine de limon sıkılıp afiyetle yenirdi. Bu enfes yemeklerin yanında çabuk olsun diye dükkânlarda küçük tavalarda eskiden gaz ocağıyla sonraları piknik tüplerle kıyma sote yapılırdı. Tavaya konulan kıymanın üzerine domates biber doğranır, tuz toz biber atılır, piştikten sonra sofra olarak eski gazeteler tezgâhın üzerine serilir, Şeyh Aslan (Şihaslan) fırınından alınan somun ekmeklerle yenilirdi. Yerken okumaya yeni başlamış biz küçüklerin serilen gazeteleri okuma hevesi yemek yememizi ağırlaştırdığı için ensemize hafiften vurularak “Ağzını ayırma yemeğini ye” diye uyarılırdık. Ramazan geldiğinde öğleden sonra sucuk içi (sucuiçi) hazırlığı başlardı. Akşama iftarda sucuk içi yemek bir gelenek olmuştu. Kıyma, sarımsak, kırmızı toz biber, tuz, karabiber, kimyon konulur, iyice karıştırılır, iftarda çeşni olarak yenirdi. Herkes kıvamını tutturamazdı, babam gibi işin ehli olmanız gerekirdi. Bunların yanında katık olarak çemen karılırdı. Çemen içine kuru pastırma harika eşlik ederdi. Yine çemen otu, toz biber, karabiber, kimyon, tuz, suyla karıştırılır, orta kıvamda ne çok cıvık ne de çok koyu olmasına dikkat edilirdi. Ekmek arasına sürülüp yenirdi. Öyle ki kale içinde Hüseyin amca evini gün içerisinde sattığı çemen ekmekle geçindirirdi. Kayseri ağzıyla “Çamaaan Ekmeeeek” diye bağırır, gelenler çeyrek ya da yarım somun ekmek arası yer giderlerdi. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Dosya | Kayseri’de Yemek... Bir de kış akşam oturmalarında arabaşı çorbasıyla takmasını ilk defa görüyordum. Bana bile papyon kravat hamuru yapılırdı. Arabaşı günlerinde sırayla geceye alınmıştı, bu tür yerlere giderken takıyordum. Türkidoğru saat yirmi ikiden sonra, önceden yapılan arabaşı ye’nin her şehrinde açılan şehir kulüpleri asrileşmenin misafirlere ikram edilirdi. Su kaynatılır, içine un konur, örneklerini sunuyordu. Çok farklı olamamakla birlikte iyice karıştırılır, muhallebi kıvamına gelince büyük genelde et kebap yemekleri ve içki mezeleri oluyordu. tepsilere iki santim kalınlığında dökülür, donsun diye Kayseri Şeker Fabrikasının kurulmasıyla birlikte aynı dışarıdaki buz gibi havaya konur, iyice ayazını alır, Sümer bez Fabrikasındaki gibi restoranlar ve düğün misafirlerin yeme saatinde yer sofrasına konulurdu. salonları açıldı, fabrikanın etrafında ayrı bir yaşam Arabaşının çorbasına tiftiklenmiş tavuk göğsü eti konulur, merkezi oluşmaya başladı. Memur ve işçi kulüpleri içinde acı toz biberiyle sıcak sıcak ikram edilirdi. Arabaşı yemeğin yanında içki servisleri de yapmaya başladılar. sinisinin ortası açılır, büyük bakır tastaki çorba ortaya Bu rahatlamayla birlikte şehrin içinde de içkili restokonulurdu. Arabaşında kaşığınızla aldığınız parçaları ranlar açıldı. Bunların içinde esnafların da gittiği, eski çorbanın içine daldırıp, içine düşürmeden, ağzınıza Alemdar Sinemasının yanında Yıldız Restoran vardı. aldığınızda çiğnemeden güp diye yutmanız lazımdır. İçkili yerlere ailece gitmeyen Kayserililer yavaş yavaş Çiğnerseniz tadını alamazsınız. Yani bu yemeği yemesi ailece de gitmeye başladılar. de ayrıca marifet ister. Büyükler kocaman alır, çorbaya 1960’lı yıllarda en ünlü restoranların başında İskendaldırır, güp diye yutarlardı, güp sesi öyle duyulurdu der Kebap geliyordu. İskender yemek olarak Bursa’dan ki hep beraber gülüşmeler olur, nasıl da yuttu diye yayılmasına rağmen, Kayseri’de yapılan İskender arabaşı sonrası konuşmalar devam ederdi. Arabaşının kebap tadının bir başka oluşuyla karşılaştırmalarda çorbasına hamurunu düşürene haftaya sıra sende der hep öne geçerdi. Orduevinin şehirde yenileşmesiyle birlikte içkili dalga geçerlerdi. Yine akşam çaylı oturmalarda kalkmadan önce Nevzine restoranlar da faaliyete geçti. Orduevi düğün salotatlısı ve Gilaburu suyu ikram edilirdi. Nevzine tatlısı un, nuyla, sinemasıyla birlikte şehir hayatına farklılıklar tereyağı, süt, tahin, ceviz içi ile yapılır; şerbetine de toz getirmeye başladı. şeker, pekmez, su ve limon suyu eklenir; piştikten sonra Bunların arkasından öğretmenevlerinin kurulması şerbeti üzerine dökülür. Kayseri ağzı “içiniz gıyılmadan” restoran ve otelcilik faaliyetlerini de geliştirdi. yenir. Gilaburu da Kayseri’ye özgü bir bitkidir. Bağlarda Şehir büyüdükçe başka şehirlerin lezzetleri de ve bahçelerde su kenarlarında kendiliğinden biten salkım yaygınlaşmaya başladı. Eski Taş Sinemasının yanında salkım, kırmızı, boncuktan büyük meyveler veren bir açılan Asmaaltı Lahmacun, tadı hâlâ unutulmayanların bitkidir. Böbrek taşı ve kumunu döktüğü için salamura arasındadır. Pastanelerin pasta çeşitleri şimdiki pastakonulur, kışın suyu sıkılıp içilir. Kekremsi bir tadı vardır, nelerde yok. Şambaba tatlısı, Alman pastası, Zümrüt içemeyenler içine şeker karıştırarak da içebilir. Pastanesinin enfes tatlılarıydı. Bu anlattıklarımız, mantı ve çeşitleriyle birlikte Durak 71 çay bahçesinin köşesine yazdan yaza gelen yağlamamız da hepsi birbirinden nefis yemeklerdir. Roma dondurmasıyla birlikte dondurmada da farklı bir Su böreği, tandır böreği, sucuğumuz pastırmamız da tat şehrimize gelmiş oldu. ▪ bunlara eşlik ettiğinde yeme de yanında yat tarzında yiyeceklerimizdir. Geleneklerin haricinde, hayatın yaşamın etkilediği, asrileşmeyle başlayan yemek alışkanlıkları da şehrin hayatına yavaş yavaş girdiler. Bunların başında, Kayseri Sümer Bez Fabrikasının 1930’lu yıllarda kurulmasıyla birlikte fabrikanın içinde kurulan restoran kulüpler şehrin havasını değiştirmeye başladı. Fabrikanın düğün salonu olarak da kullanılan havuzlu restoranıyla birlikte yemek alışkanlıkları kebap ve içkili ortamlara dönmeye başladı. Düğünlerde artık modern müzik grupları çalmaya başladı. Biz de düğünlere giderken babamın takım elbiseyle birlikte kravat 157 Düşünce Mustafa Özel Şiir Diliyle Yönetim DÜŞÜNCE Şiir Diliyle Yönetim DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim MUSTAFA ÖZEL 158 S osyal gelişme ve ilerlemenin en önemli şartı, kendine saygı ve güvendir. özgüveni olmayan, gerçeği hep kendi dışında arayan toplumlar, atılım yapamazlar. Bilgi ve düşünce hiçbir toplumun tekelinde değildir. Doğru bilginin ancak dışarıdan ithal edilebileceğini düşünenler, bu aşağılık kompleksinden kurtulmaya fırsat bulamadan yok olup giderler. Ülkemizde yönetim düşüncesi alanında her yıl yüzlerce kitap yayımlanıyor. Bunların neredeyse hepsi Batı dillerinden, özellikle de İngilizceden çeviridir. Çeviri hataları bir yana, büyük bir kısmı kendi insanımızın psikolojisini asla yansıtmıyor. Bunlar arasında elbette çok değerli olanları da vardır. Fakat bu çeviri anlayışı, sanki yönetim alanında Türkler hiçbir şey bilmiyor hissini doğuruyor. Oysa güneş altında yeni bir şey yok! Ekonomik ve siyasî yönetimle ilgili olarak yüzyıllar boyunca sayısız eser verilmiş. Bunları fütüvvetnâme ve siyasetnâme genel başlıkları altında KALBİ SELÎM OL! Levnî ile başlayalım. Edirneli Levnî, 17. yüzyılın başlarında yaşamış ünlü bir minyatür sanatçısı. Aynı zamanda iyi bir halk ozanı. Tahminen 400 yıl önce, Edirne esnafına uzun bir nasihatnâme yazmış. Muhtemelen bir esnaf toplantısında, diyelim bir ustalık veya kalfalık kuşağı takınma merasiminde, çalmış ve söylemiş. Öyle şeyler söylemiş ki, kendisinden yüzyıllar sonra gelen yönetim düşünürleri, onun söylediklerine parlak etiketler takarak ciltler dolusu eserler yazmışlar. Etik demişler, rasyonalite demişler, odaklanma demişler, CRM (müşteri ilişkileri yönetimi) demişler, uzmanlaşma demişler… Tut atalar sözün kalbi selîm ol Gönülden gönüle yol var demişler Gider yavuzluğu tab’ı halîm ol Sert sirke kabına zarar demişler Osmanlı toplum sisteminin üç selim üzerine kurulduğu söylenir: Yavuz Selim, Sarı Selim, Bestekâr Selim… değil; aklı selim, kalbi selim ve zevki selim. İş ahlâkı üzerinde yoğunlaşan günümüzün yönetim düşünürleri, tıpkı Levnî gibi, yöneticilere kalbi selîm sahibi ve yumuşak huylu olmayı öğütlüyorlar. Yani, para kazanmada bile, önce ahlâk ve maneviyat! Akıbet-endîş ol gönül dibelik Yetişmez mi sana nümûnelik Kaçan lori kuşu bulsa bir kemik Evvel ölçer sonra yutar demişler Akıbet-endîş ol; yani atacağın adımın sonunu iyi düşün. Günümüzde her kitabı birkaç milyon adet satan Stephen Covey, “Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı” başlığıyla Türkçeye de çevrilen eserinde, ister şirket ister devlet yönetiminde olsun, etkili yöneticinin proaktif olduğunu, sonucu kafasında canlandırarak işe giriştiğini yazmıştı. Onun kitabını su gibi içen yöneticilerimizin Levnî’den haberleri yok! Kaçan lori kuşu bulsa bir kemik Evvel ölçer sonra yutar demişler Önce ölç, sonra yut. Ölçüm, rasyonelliğin ana ilkesidir. Verimli bir iş hayatı, hatta siyaset hayatı, aile hayatı, sağlıklı ölçümlere dayanır. Yakın geçmişte birçok başarılı iş adamı, ya devletle ilişkilerindeki hesapsızlık yüzünden; yahut piyasa gelişmelerini yeterince ölçemediklerinden DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim toplayabiliriz. Fakat bir de benim çok önemsediğim halk şiiri geleneği vardır. Halk ozanlarımızdan birçoğu, bugünün yönetim gurularına taş çıkartır. 159 Çarşûy-ı dehirde nice toz kopar Vaktini gözeten çok takye kapar Kapar ama, şayet bunu ahlâkî ilkeleri zorlayarak yapmışsa, sadece ahiretini mahvetmekle kalmaz, bir süre sonra piyasadan da dışlanma tehlikesine maruz kalır. Levnî bunun çaresini de hemen ekliyor: Helâlzâde gelir pazarlık yapar Haramzâde pazar bozar demişler Günümüzün işletme filozofları bu sözleri ballandıra ballandıra anlatıp ciltler dolusu kitap yazıyorlar. Oysa meselenin püf noktası, kişinin helalzâde mi yoksa haramzâde mi olduğudur. Modern dünya helal/haram kavramlarına uzak düştüğünden, laf ebeliğine boğuluyoruz. MÜŞTERİYE KIYMA! silinip gittiler. Sayısız hükümet bu yüzden devrildi; ülke hazineleri iflaslarını ilân ettiler. Levnî iş insanlarına bir yandan tetikte olmayı, kurtlar sofrasında yem olmamayı öğütlerken, diğer yandan “müşteriyi kollamayı” sürdürülebilir işletme başarısının temeli sayıyor. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim HER İŞE SULANMA, ODAKLAN! 160 İşletme yönetiminde ODAKLANMA diye tarif edilen stratejinin özü, Levnî’nin müthiş ifadesiyle, her kâra elin eteğin uzatmamaktır. Diyelim ki marketçilikle meşgulsünüz. İşleriniz gelişiyor, sermayeniz birikiyor; işinize odaklanıp marketi genişletmek veya ikinci bir market açmak gerekirken; “abi, otomotivde patlama yaşanıyor; hemen bir bayilik kapalım!” veya inşaat işinde çok para var, arsa alalım diyenlere iltifat etmemelisiniz. Her işin ayrı zorlukları, yükseliş ve düşüş zamanları vardır. Muhtemelen siz otomobil bayiliğini alıncaya kadar, sektör kârsız bir döneme geçecek ve yok yere para kaybedeceksiniz. İnsanlara birçok mal ve hizmet sunmaya değil; herkese bir temel mal veya hizmeti en iyi biçimde sunmaya bakalım. (Bir temel maldan kasıt, bir tek mal değil; ustası hâline geldiğiniz, üretim ve pazarlanmasındaki bütün inceliklerine vakıf olduğunuz bir mal veya hizmet grubudur.) Her kâra uzatma elin eteğin Yelkovana döner âhır emeğin Nitekim şaşkını gölde ördeğin Başın kor kıçından dalar demişler PAZAR BOZUCU OLMA! Tereciye tere satmayalım: Ortalama bir Kayserili iyi bilir ki, iş hayatının özü, fırsatları iyi değerlendirmektir. Levnî bu hakikatı şöyle dillendiriyor: Dilden ister isen kaygı gam gide Gönlün metaını açma hâside Kıskanç olanlara, plan ve projelerinizi açmayın. Ne kadar parlak görünümlü olurlarsa olsunlar, onların görüşlerine başvurmayın. Sadakatinden emin olmadıkça, insanları gelişigüzel sırdaş edinmeyin. Kıyma müşteriye az al fâide Alan da satandan umar demişler Buna günümüzün işletme düşünürleri CRM diyorlar: Customer Relationship Management (Müşteri İlişkileri Yönetimi). Yapılan araştırmalar (ölçümler!), yeni bir müşteri kazanmanın, eski müşteriyi elde tutmaktan tam beş misli daha zor olduğunu gösteriyor. O zaman, asıl marifet, eldeki müşteriyi kaybetmemek oluyor. Bunun yolu, müşteriye kıymamaktan geçiyor. UCUZ SATAN TİZCEK SATAR! Levnî diğer bir dörtlüğü ile etkili pazarlamanın bütün esrârını fâş ediyor: Yâr ile ettiğin kavle ver karâr Kâr etmezsen bâri eyleme zarâr Aza kanaat et olma tamahkâr Ucuz satan tizcek satar demişler Dostuna verdiğin sözü tut. Vaatlerini yerine getir. Para kaybet, fakat itibar kaybetme. Ticarette en büyük sermaye, itibardır. “Kâr etmezsen bâri eyleme zarâr.” Burada da rasyonelliğe vurgu var. Eşe dosta kıyak geçmek için, ticaretin temel ilkeleri çiğnenmemeli, zararına satış yapılmamalıdır. Aza kanaat et olma tamahkâr. Açgöz olma. Aşırı kazanç hırsı, istikrarlı büyümenin düşmanıdır. Kârın az, satış hacmin yüksek olsun. Japon şirketlerinin sırrı, uzun yıllar %1, %2 gibi akılalmaz kâr oranlarıyla mal satıp, pazarları ele geçirmeleridir. Şimdi aynı stratejiyi Çinliler uyguluyor. Levnî nasihatı pîrlerin böyle Durûb-ı emsâli nazmile söyle Meydân-ı hünerde ağırlık eyle Ağır basar yeğni kalkar demişler. Yoruma gerek olmasa da, gençlerin daha rahat anlayacağı bir dille söyleyelim: Levnî, büyüklerin, ustaların öğütleri böyle. Ata sözlerini şiirle söyle. Hüner meydanında, beceri meydanında ağırlığın olsun. Uzman ol. İşinin ustası ol. Ağırlığı olan, daha hızlı hareket eder; daha çok yol alır. Evet, işte bunlar 400 yıl önce Edirneli Levnî’nin söyledikleri. Güneş altında yeni bir şey var mı? Eşya değişiyor, organizasyon biçimleri değişiyor; fakat yönetimin ana ilkeleri aşağı yukarı aynı kalıyor. GİRİŞİMCİ, UYKUYU YENEBİLENDİR! kendilerini motive ederler. Perde arkasından fısıldayarak insanları savaş meydanına süren bir komutan olabilir mi? Âşıklarda hayat gam ile tasa Böyledir kaderi, değişmez yasa Asa ile sır gösterdi ol Musa Musa değil isen Nil’den uzak dur (Âşık Feymanî) Arı için her bir çiçek bal oldu Ferhat için yüce dağlar yol oldu Kerem, Aslı için yandı kül oldu Mecnun değil isen çölden uzak dur (Âşık Abdülvahap Kocaman) Evet, birinci maddemiz bu: Bedenini yormazsan, aklın kendini yormaz. Beyin de bedenin bir parçası değil midir? İkinci maddemiz: Sen kendini yormazsan, kimse senin için yorulmaz. İşe sabah 8.30’da gidiyorsan, adamların 9.30’da gelir. Eğer kendini zorlayıp 7.30’da gidersen, adamların 6.30’da gelir. İnsanlar kül yutmaz. Laf ile hiç kimseyi motive edemezsin. Uygun ortamı hazırlarsan, insanlar kendi Kimi dağ bel aşar menzile erer Kimisi düz yolda şaşırır gezer Kimi zerrak sofu kimi yol eri Kimi yol iz bilmez gezer serseri Kimi başta eser kavak yelleri Aldığı sattığı yel poyraz olur Kimisi yel kovar şaşkın kaz olur Akıl için mihenk derler söz yeter Söz de yetmez söz yanında iş ister Kimi hâl ü şâna uygun söz söyler Kimi hâlden bilmez pek yanaz olur Kimi a’lâlanır kimisi pesti Kimi su akarken doldurur testi Kiminin elinde sen gibi Mestî Para pul bulunmaz kırık saz olur. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim Girişimci insanın, kamu veya özel sektördeki sıradan memurdan temel farkının ortaya ilk çıktığı yer, uykudur. Bir şirkette yönetici koltuğuna oturmayı hak etmenin Girişimci “az yer, az uyur, az konuşur.” Bunları bir hadis-i başlangıçta bir tek kıstası vardır: Sabah herkesten önce şeriften hatırladığını söyleyenlere cevabım hazır: Müslüman gelmek; akşam herkesten sonra gitmek! Eskilerin tabiriyle zaten girişimci demektir. Girişimcinin yöneleceği “kazanç” “Yol Eri” olmak. Âşık Mestî, kafası ve gönlü hayallerle dolu türü değişebilir. Kimisi için ilim, kimisi için para, kimisi olup da bu hayalleri gerçekleştirmek uğruna çaba harcayan içinse başka bir şey olabilir. Fakat girişimcinin karakteri (ve harcamayan) insanları ne güzel tasvir ediyor: değişmez. Üzerine güneş doğan insandan girişimci olmaz! 161 MERT, MERDİ BULUR! DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim Mertlik günümüzün iş ve siyaset hayatının da olmazsa olmazlarındandır. Her ne kadar hem iş hem de (özellikle!) siyaset hayatında kaypakların daha başarılı olduğu gibi bir izlenim varsa da, vahim bir hatadır bu. Namert ve kaypaklar kısa vadeli zaferler kazanabilirler. Fakat iş ve siyaset dünyasının büyük zaferleri mertlik damgası taşır. Ciddi yönetim düşünürleri, kişinin siyaset ve iş hayatında “ruhunu şeytana satmadan da kazanabileceğini” söylüyorlar. Her iki alanda da ancak ilkeli olanlar başarıya ulaşır. İşte birkaç temel ilke: 162 1. Mert insanlarla ittifak edin. Kısa vadede bazen daha kazançlı gözükse de, mertlik, dostluk, cömertlik gibi temel değerlerinizi küçümseyenlerle fazla oturup kalkmayın, ilişkilerinizde mesafeli durun. Hangi kademede olurlarsa olsunlar, mert insanların kadrini bilin. Namert dostunuz olacağına, mert düşmanınız olsun! Mert elinden sille yedim gam değil Namerdin dilinden kem-yâremiz var Ben merdi hoş dedim felek namerdi Düştük bir davaya mahkememiz var (Hicranî) Nuh’un gemisine bühtan edenler Yelken açıp yel kadrini ne bilir O Süleyman kuş dilini bilirdi Her Süleyman dil kadrini ne bilir (Karacaoğlan) Hercai elinden deng oldum baştan Boş gafa adamdan üreği daşdan Bed nazar gomşudan kötü yoldaşdan Kadir bilenlerin iti yahşıdı (Âşık Şenlik) Bakarsın ki vefasızdır bir adam Uzak dolaş arkasına takılma Sakın ülfetine aldanma her dem Aklın topla ataşına yakılma (Posoflu Zülalî) 2. Doğru sözlü danışmanlar edinin. Sizi boyuna pohpoh- layanlardan uzak durun. Kibir ehliyle düşüp kalkmayın. Huylar bulaşıcıdır. Herkesin aynı ayarda, aynı kavrayış düzeyinde olamayacağını bilin. Arzeyle bu pendi kendi özüne Dost addetme her güleni yüzüne İncinme dostunun doğru sözüne Doğru söz insana batar demişler Benlik sarayında kendin kuranlar Kibir döşeğinde hem oturanlar Nefsi hâkim edip davâ görenler Tekellüm ettiği sözden bellidir (Hicranî) Akıl yaşta değil baştadır başta Kişinin mikdârı bilinir işte Herkes bir değildir yaradılışta İnsandan insana imtiyaz olur Âdem oğlanını böylece kabul Eylemek gereksin sen dahi oğul Her türlü noksanı sende ara bul Kendi özün gören serfirâz olur (Mestî) 3. Rakipleriniz hakkında öğrenebileceğiniz her şeyi öğrenin. Rekabet sürecinin kumaşı bilgiyle dokunur. Bilgi olmazsa, üstünlük tesadüfen gelebilir ancak. Bilgisiz ne meşruluk sağlanır, ne etkinlik. Hayatın kendisi birçok bakımlardan uzun bir yarış olduğuna göre, şu üç kelimeyi aklınızdan çıkarmayın: İLGİ, BİLGİ, TAKİP. İlgi duyun, bilgi edinin, takip edin. İnsanın temel güç kaynağı, kişiliğinde içkin bu hasletlerdedir. Bilgisiz insanlardan uzak durun. Çiçeksiz bahardan bülbülsüz gülden Sümbülsüz selviden lâlesiz daldan Hizmetsiz ustadan yarım molladan Elbet meyhanenin sazı şirindir (Hicranî) Cahilin vadine kanma yalandır Kâmilin her sözü derde devadır Mert yiğidin zehri derde şifadır Namerdin balından olur bıkılma (Posoflu Zülalî) Tâlib-i mârifet çekerse emek Yüğrük at artırır yemin giderek Şâire ses ile saz ü söz gerek Yalınız taş olmaz duvar demişler (Levnî) 4. Rakipleri farklı bir seçeneğiniz olduğuna, böyle bir seçenek yoksa bile, inandırın. Burada dürüstlük sını- rını biraz zorlamıyor muyuz? Maksat rakibi makul bir noktaya getirmekse, hayır. Ameller, niyetlere göredir. Mesele, kar üstünde yürüyüp iz belli etmemektir. Tedbirli olun, tesirli olursunuz. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim Eşkin at yanına bağlansa güre Huy alır huyundan ol göre göre Hizmet eyler isen eyle bir ere Su aktığı yere akar demişler (Levnî) 163 İl âriftir yoklar senin bendini Dağıtırlar tuzağını fendini Alçaklarda otur gözet kendini Katı yükseklerden uçucu olma (Karacaoğlan) Hicranî bu söze verdin mi karar Kârın içindedir gizlenen zarar Merhemin yok ise yaraya yarar Dolanıp da Lokman olsan fayda ne (Hicranî) 7. Size gözdağı vermeye kalkarlarsa, asla korkuya kapılmayın. Tehdit çoğu zaman zaaf işaretidir. Her gürültüye pabuç bırakmayın. Cesaret ayakta kalmanın en emin yoludur. Kûy-ı dilârâya eylersen akın Hele gâfil olma etrâfa bakın Karda yürü izin belirtme sakın Arif olur il tiz duyar demişler (Levnî) Mevlâm hidayet kıl Hicranî kula Tedbirsiz tesirsiz bırakma yola Amelin kalkan et sağ ile sola Kurtarsın öz başın beraber götür (Hicranî) Kestim bu arsada ben de bir koyun Meydân-ı hünerde gel sen de soyun Feleğin zoruna dayanmaz oyun Katı zor oyunu bozar demişler (Levnî) 8. Dinlemeyi bilin. Dinlemeyen dinlenmez. Dinlenmeyen anlaşılmaz. Anlaşılmayan kabul görmez. Bilge gibi düşünün, fakat halk gibi konuşun. Mecliste ârif ol kelamı dinle El iki söylerse sen birin söyle Elinden geldikçe iyilik eyle Hatıra dokunup yıkıcı olma (Karacaoğlan) 5. Sınırlarınızı iyi tespit edin. Nelerden vazgeçemeyece- DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim ğinize başta karar vermiş değilseniz, yarış esnasında çok değişik rüzgârlar esebilir. Rüzgârgülü olmayın. Eksik yanlarınızın (dezavantajlarınızın) farkında olun. 164 Gahi bakkal olur alış verişe Gahi agah olur her türlü işe Gahi tüccar olur çıkar satışa Gahi kervan gahi yoldur bu gönül (Hicranî) Herkes sükût eder dil dergâhında Akılda noksanı ben bende buldum Ta’n etmem kimseye hâlimden billâh Katreyi tufanı ben bende buldum (Hicranî) 6. Yarışırken bile çatışma ortamı değil, işbirliği ortamı hazırlayın. Çatışma, galibi olmayan sonuçlara götürür. Dünya savaşlarını düşünün: Kazananlar da en az kaybedenler kadar yıkıma uğramıyor mu? Bir meclise varsan muhibb-i dostum İkamet etmeli pir irfan gibi Kâmilden cahilden bir söz alırsan Halletmeli onu ârifân gibi (Hicranî) VERİMLİLİĞİN SIRRI NERDE? Verimlilik Deming’den Juran’a, Drucker’dan Porter’a kadar bütün çağdaş yönetim düşünürlerinin “vird-i zebanı”. Kaizen’den Yalın Yönetim ve Altı Sigma’ya kadar bütün çağdaş yönetim metotları verimliliği amaçlıyor. Tüm bu yaklaşımları on başlık altında topladım ve her birine halk şiirimizden uygun bir dörtlük ekledim. Bakalım âşıklarımızın çağdaş yönetim gurularından eksiği var mıymış? 1. Verimlilik ÖLÇÜ bilincidir. Belirli bir işi, minimum maliyetle başarma sürecidir. Olacakları önceden kestirme, hesapsız kitapsız davranmama anlayışıdır. Edirneli Levnî’ye nazire: Elli adamın olsa makul ve çevik Gölgen dünyayı tutar demişler Ahmak bir kuş bile bulsa bir kemik Evvel ölçer sonra yutar demişler Var oğul mert oğlu mert ile konuş Şeker olsa yeme muhannet ile Asilzâde olan azmaz yolundan Can verir uğruna sadakat ile 2. Verimlilik ODAKLANMA bilincidir. Herkesin tamamen 7. Verimlilik ÇÖZÜM bilincidir. Her türlü sorun için, yaptığı işe yoğunlaşması, başka şeyleri kafaya takmamasıdır. İşinin ustası olmayan, verimliliği yakalayamaz. adamlarınla beraber çözüm geliştir ve uygula. Çözüm sürecine ilgisiz kalıp, sonra adamlarına çatma veya onlara küsme. Ruhsatî: Arabî Farisî dilin olmazsa Bülbüle münasip gülün olmazsa Asla bir meslekte elin olmazsa Dava ile sultan olsan fayda ne (Sümmanî) Edepliden edep öğren ödlü gez Ham yere basmanın sırası değil Halk içinde hatır yıkma tatlı gez Boş yere küsmenin sırası değil 3. Verimlilik SİSTEM bilincidir. Yapılacakları gelişigüzel değil, belirli bir metotla yapmak; standartlar belirleyip bunlara uymaktır. Sistem eğri olursa, doğru adamlar iş göremez. Olacaksa, eğrilik bile “sistem gereği” olmalıdır, yayda olduğu gibi. Zannetme Seyranî yıldız ay olur Doğru oku atan eğri yay olur Katreler karışır ırmak çay olur Bulur deryasını çay gide gide 8. Verimlilik GELİŞTİRME bilincidir. Kaliteyi sağlamak ve üretkenliği artırmak için her gün daha iyi yöntemler geliştir. Aklın fikrin hep daha iyide, en iyide olsun. Seyranî: Her kim temizlese taşlı pirinci Kendi gözü nuru ile bakıyor Akıl bir ipliğe düzüyor inci Fikir merâmınca delip takıyor 9. Verimlilik KONTROL bilincidir. Ortak amaca ulaşmak Niçin, Nasıl, Nerede, Ne Zaman, Kiminle?) Her dönem için neyin, kim tarafından, ne zamana değin, hangi maliyetle yapılması gerektiğini belirlemektir. Ümmî Sinan: Bir pınarın başına Bir testiyi koysalar Kırk yıl anda durası Kendi dolası değil 5. Verimlilik PAYLAŞMA bilincidir. İş, itibar, sorumluluk ve yetkiyi paylaş ki, emrinde çalışanlar kabiliyetlerini maksimum kullanabilsinler. Mestî: Akıl yaşta değil baştadır başta Kişinin mikdârı bilinir işte Herkes bir değildir yaradılışta İnsandan insana imtiyaz olur 6. Verimlilik İŞBİRLİĞİ bilincidir. Adamlarının birey ve grup olarak çalışmalarında destek ol. Emir verip köşene çekilme. Mert ol! Mertlik, cömertliktir; bildiklerini aktararak onları geliştirmendir. Sadakat, mertliğe verilen cevaptır. Ruhsatî: için, ilerlemeyi ölç ve gerektiğinde düzeltici eyleme geç. Yaptıklarının fark edilmeyeceğini düşünme. Âşık Ruhsatî’yi gülmez belleme Dünyaya geleni ölmez belleme Ettiğin işleri bilmez belleme Kara karıncayı gece gören var 10. Verimlilik HAK bilincidir. Bir felsefedir, hayata bakış tarzıdır verimlilik. “En verimli yağmur, alın teridir” demiş Cenap Şahabettin. Verimlilik, alın teri dökerek kazanma; kazandırarak kazandığı için, kazancını gönül ferahlığı ile hak etme bilincidir. Muhammed, Ali’ye selam gönderdi Oturduğu yeri pâk etsin dedi Miraç’dan indikte yine söyledi Yediği lokmayı hak etsin dedi... ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Düşünce | Şiir Diliyle Yönetim 4. Verimlik PLAN bilincidir. Saati, günü, haftayı, ayı, mevsimi, yılı… 5N 1K anlayışıyla düzenleme girişimidir. (Ne, 165 Kitap 1 kitap 3 tanıtım 1984 (George Orwell) Hatice Kılıç 1948’den 1984’e KİTAP DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1 kitap 3 tanıtım 1984(George Orwell) 1 kitap 3 tanıtım 1984 (George Orwell) 166 İ nsanların robotlaştırıldığı ruhsuz ve totaliter rejime karşı olan Winston Smith’in isyanını ve nazik yenilişini anlatan olağanüstü bir kitap. Başkaldırının, dilin, özgürlüğün, düşüncenin ve hatta duyguların yok edildiği; ama sadece bu eylemlerin değil, kavramların da yok edildiği bir distopya romanı 1984. Modern dünyayı protesto eden bu romandan bahsederken Orwell’in haklı öngörüsündeki kavramlara değinmek istiyorum. Ülkenin dört bir yanında posterleri olan despot lider Büyük Birader’in yönettiği Okyanusya, yasaklar ve korkularla sindirilmiştir. Öyle ki okurken zaman zaman benim de korkuya kapıldığım yerler olmuştur. Her evde bulunması zorunlu olan tele-ekran ile özel hayat ortadan kaldırılmıştır. Bu tele-ekranlar sayesinde insanların yaptığı her şey görülüp dinleniyor. Aynı zamanda bu ekranlar sayesinde parti propaganda yapıp isyankârlara karşı nefret aşılıyor. Bir çeşit televizyon-telefon görünümlü olan bu tele-ekranları günümüzdeki internet ve web ortamıyla denkleştirmeden edemedim. Buna şu açıdan dikkat çekmek istiyorum; internet ve web ortamının bireylere ait bütün enformasyonu (şahsi, finansal ve genetik bilgiler gibi) dijital bir dilde tek bir elde toplanmasıdır. Dijital teknolojinin, getirdiği refah sayesinde insanların sisteme ve sosyal yapıya rahat bir şekilde güven duymalarını sağlaması ve teknolojinin bireylere ait enformasyonu basitçe tek elden kontrol edebilmesi yaşadığımız toplumsal sistemi rahatça totaliter bir yapıya sokabilir zannımca. Gelişen teknolojiyle cep telefonlarının kişileri rahatça izleyip dinleyebilmesi de cabası. Burada “panoptikon” kelimesi aklıma hücum ediyorken bu kelimeye de 1948’den 1984’e yer vermek istiyorum. Panoptikon: oluşan dil, 1984 ve günümüz toplumu Mahkûmların görülebilecekleri duy- içerisindeki dil kullanımı basitliğini gusu nedeniyle davranışlarını kurallara sorgulatıyor. İlginçtir ki günümüzdeki uygun yapmasına sebep olan modern bu dil yukarıdan gelen baskıyla değil bir hapishane modelidir. 1984 ve günü- bireylerin kendi isteğiyle oluşmuştur. müz karşılaştırması yaparak bu kelime Son olarak değinmek istediğim konu ışığında “insanların çağdaş sandığı Okyanusya’da kurulan bakanlıkların hayatlar” tabirini buraya bırakıp şu isimleri ve görevleri. Barış Bakanlığı cümleyle eşleştirebilirim: “savaş barıştır!” sloganıyla savaşlar, “Çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acı- Sevgi Bakanlığı “sevilmesi gereken masızlığı ve güvensizliği değil yavanlığı, tek kişi Büyük Birader’dir!” ilkesiyle donukluğu ve kayıtsızlığı olduğu…” (sf. 84) işkenceler, Varlık Bakanlığı da insanEşitlikten bahseden yöneticiler ve ların azla yetinmesini sağlayabilmek halk arasındaki yaşam kalitesi uçurumlar adına yoklukla görevlidir. Beni en çok kadar olmasına rağmen uyutulan halk etkileyen ve sarsan bir diğer kurum bunun bilincinde dahi değil. yalanlarla çalışan Gerçek Bakanlığıdır. “Bilinçleninceye kadar asla başkaldı- “Bugünü kontrol etmenin yolu tarihi ramayacaklar ama başkaldırmadıkça da kontrol etmekten geçer” ilkesiyle tarih bilinçlenemezler.” (sf. 81) her gün yeniden yazılmaktadır: “Hiçbir şeyi kavrayamadıkları için hiçbir “Geçmişe hükmeden geleceğe hükmezaman akıllarını kaçırmıyorlardı.” (sf. 172) der. Bugüne hükmeden geçmişe hükmeBu alıntıya Lessing’ten bir alıntıyı der.” (sf. 45) ekleyebilirim: Geçmişi yalnızca değiştirmekle “Aklınızı kaybetmenize neden olacak kalmayıp resmen yok eden bu bakanlık şeyler vardır ya da kaybedecek aklınız yoktur.” halk belleğini zayıflatarak iktidara karşı Bir başka önemli konu dilin sadeleş- bağlılığı kuvvetlendirmek istemektedir. mesidir. Okyanusya’nın dili sadeleştiril- Bellekler zayıflatılınca içinde bulundumektedir. Sözlükten zıt kelimeler ya da ğumuz an daha önemli olur. (!) eş anlamlı kelimeler çıkartılmaktadır: Kitap boyunca anlatılan dünya kötü yerine iyi değil, mükemmel ya da ilk bakışta bize uzak gibi görünse de fevkalade yerine artı-iyi, çifte-artı-iyi okudukça, sorgulamaya, karşılaştırkelimeleri gibi… Böylece kimse Büyük maya başladıkça anlatılanlara pek Birader’e muhalefet yapamayacaktır. çok yönden yabancı olmadığımızı Düşünce kodlarını iktidar belirlemeli, fark ediyorum. Kitabın bu kadar kalıcı zihinleri dilediği gibi biçimlendirmelidir. olmasını sağlayan unsurun da aslında “Bağlılık düşünmemek demektir, düşün- kitabın belli bir döneme hitap etmekten meye gerek duymamak demektir.” (sf. 64) çok bütün dönemlerde geçerliliğini Dil düşüncenin yansımasıdır. Dola- koruması ve Orwell’in bu konudaki yısıyla dil ne kadar kısıtlanır, ne kadar öngörüsü olduğunu düşünüyor ve son tekdüzeliğe evrilirse düşünceler de bir alıntıyla bitiriyorum: bir o kadar sığlığa dönüştürülebilir. “Hiçbir yararı olmadığını bile bile insan İnternet ve mesajlaşma günlük yaşa- kalmanın çok önemli olduğunu düşünümımızın bir parçası hâline geldiğinde yorsan onları yendin demektir.” (sf. 183)▪ insanların bu sanal ortamlarda yarattığı kısaltmalardan ve yeni terimlerden DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1948’den 1984’e HATİCE KILIÇ Aksaray Ünv İslami İlimler Fak. Lisans mezunu ve Erciyes Ünv. Edebiyat Fak. Lisans ve Büsam Şehir Akademi öğrencisi 167 Seda Gürdap 1984’den 2022’ye 1984’den 2022’ye Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenmeyecekler. DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1984’den 2022’ye SEDA GÜRDAP AGÜ Biyomühendislik Fak. Asistan ve Doktora ve Büsam Şehir Akademi Öğrencisi 168 E ric arthur blair, çoğunluğun bildiği ismi ile george orwell, 1903-1950 yılları arasında yaşamıştır. Kısa olarak ifade edilebilecek bir süre yaşamış olsa da yazar, kısa hayatına pek çok şeyi sığdırmış ve günümüzde bile hâlâ ilgiyle okunan kitapları kaleme almıştır. Yazar II. Dünya Savaşı’nı yaşamış ve insanların savaş sonrasında yaşadığı acıları birebir de gözlemlemiştir. Bütün bunların ardından George Orwell savaş ve totaliter rejimlere karşıt olarak kendini pozisyonlandırmıştır. Bu pozisyonlandırma yazarın hayata dokunmak adına uğraşı içerisinde bulunmasını sağlamıştır. Kitapları, isyanını dile getirmesini sağlayan en önemli araçlardan biri hâline gelmiştir. 1984’te totaliter rejimler ile dalga geçercesine “SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELEİKTİR, CAHİLLİK GÜÇTÜR” demiştir. Cahilliğin ancak totaliter rejimin gücüne katkı sunacağı fikri kitabın genelinde farklı unsurlar ile beraber çok güzel bir şekilde açıklanmıştır. Günümüzde en çok okunan kitaplar arasında bulunsa da eserin “totaliter rejimler ve sansür hakkında sunduğu kasvetli içerik” dolayısıyla bir dönem bazı ülkelerde yasaklı kitaplar listesinde bulunduğu detayını da ekledikten sonra artık kitabın tahliline geçebiliriz. Kitap ilk defa yayımlandığında “Avrupa’daki Son Adam” ismi ile yayımlanmış olmasına rağmen, ABD ve Birleşik Krallık’taki yayımcısı tarafından kitabın ismi bir pazarlama stratejisi olarak “1984” şeklinde değiştirilmiştir. 1948 yılında yayımlanan kitabın distopik dünyasında kurduğu korku ve kaygının gelecekte bir zaman karşımıza çıkabileceğini hatırlatmak mahiyetinde, bir kelime oyunu yapar gibi rakamların yerlerini tersine çevirerek kitabın isminde yapılan bu değişiklik gerçekten dikkate şayandır. Bireyselliğin tamamen yok edildiği ve her daim kontrol altında tutulan bir toplum düzenini anlatan yazar, bunu başkahramanımız Winston’un yaşadıkları üzerinden bize anlatıyor. Kitapta konuşulması gereken pek çok kavram (Büyük Birader, düşünce suçu, proleterler, bakanlıklar, iki dakikalık nefret…) olmasına rağmen, günümüzde de yansımaları görülen ve kitapta da özellikle çok iyi işlenen iki kavramdan bahsedilmezse olmaz. Yenisöylem Çiftdüşün. İlk olarak Yenisöylem’in ne olduğu ve önemi üzerine konuşalım biraz. Okyanusya devletinde bir devrim yapılmış ve Büyük Birader’in liderliğini yaptığı parti, İngsos (İngiliz sosyalizmi) devrimi ile ülkenin yönetimini ele almıştır. İnsanların her daim mutlu (!) olacakları iddiasında olan parti yönetimi, ülkede konuşulacakları/konuşulamayacakları doğal gelişim sürecinde gözlemlenmesi muhtemel olan değişimin bir parçası olarak gerçekleşmiyor. Düşüncelerin sınırlandırabilmesi amacıyla bilinçli bir şekilde dil değiştiriliyor (geriletiliyor). Diğer türlü 50 yıl önceki bir dille aramızdaki mesafe bu kadar fazla olabilir miydi? Ayrıca günümüzde Orwell’in distopyasındaki gibi sloganlar üzerinden ve fikriyatı ifade etmekten ziyade papağanvari tekraratlar ile konuşanların toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturmaya başladığına şahitlik etmeye başladık. Peki nasıl mı bu hâle geldik? Kitapta da bahsi geçtiği gibi geçmişle bağı sağlayacak kitaplar, yazılı ve sözlü kaynaklar hayatlarımızdan çıkarıldı. Boş ve kafa karıştırıcı haber metinleri ile kişilerin zihinleri oyalandı. Düşünen zihnin varlığına imkân sunacak kelimelere ulaştıracak yollara taşlar konulurken düşünme ihtiyacını ortadan kaldıran slogansal dil her daim teşvik edildi. Bazen televizyon, internet ya da sosyal medya bu görevi üstlendi ve bazen ise eğitim kurumları, siyasetçiler ya da futbol takımları bu dilin oluşmasına katkı sağladı. İşin sonunda seküler zihinli ve kültürel değerleri yok denilebilecek seviyedeki insanlar yetişmeye başladı. Aynılığın olduğu yerlerde kelimeler aynileşti ve zihinler belli kişi ve kurumların yönlendirmelerine bırakıldı. Ama hâlâ geri dönülebilir bir noktada olduğumuzu düşünmekle beraber işimizin kolay olmadığını da ifade etmek mecburiyetindeyim. İkinci olarak ise “Çiftdüşün” tekniği çıkıyor karşımıza. Hükümetin her ne söylerse söylesin her an haklı çıkmasını sağlayan yöntemin adıdır “Çiftdüşün”. Birbiriyle çelişen açıklamaları olsa bile hükümet her zaman haklıdır. Mesela; bugün yapılan bir açıklamada Okyanusya hükümeti Avrasya ile 4 yıldır savaşta denildikten bir gün sonra Okyanusya ile Avrasya son on yıldır savaşa hiç girmemiştir denilebilir. Ama hiç kimse bu çelişkilerde bir gariplik olduğunu düşünmez. Düşünecek olan birkaç kişi olsa dahi onlar da düşünce polisi aracılığıyla doğru (!) yola iletilecektir zaten. Çiftdüşün yöntemi, zihinlerin kuşkuya yönelmesine engel olan muhteşem bir yöntem olarak gönüllere su serpmektedir. Ki zamanla bu tekniğe bile gerek duymaksızın insanlar karşılarına çıkan her yeni durumun savunucusu hâline gelebiliyorlardı. İşin garip yanı dün ben neyi savunuyordum demeyi bir an dahi akıllarına getirmeksizin bunu yapmaktaydılar. 1948 yılında George Orwell’in öngördüğü bu düzenin yansımalarını 2022’de bile hâlâ görebiliyoruz. Böylesi durumlar ile bazen hükümetlerin yaptığı açıklamalarda bazen de bilim insanlarının (!) açıklamalarında karşılaşabiliyoruz. Diğer taraftan sosyal medya da çiftdüşün tekniğinin gözlemlenebileceği en ilginç alanlardan birisi. İki gün önce düşman olarak belletilen devletler/şirketler/ ünlüler… bir anda en kadim dostmuş gibi sunulabiliyor. Bununla birlikte günümüzde sanki bir toplumsal bilinç göstergesiymiş gibi acılara/sevinçlere slogansal bir dille sosyal mecralarda karşılık veriliyor. Bu slogan tarzlı söyleme dâhil olmayanlar ise günümüzün gönüllü düşünce polisleri tarafından eleştiri bombardımanına tutulup zamanla toplumun çarklarında eritiliyor. Peki biz hangi düşünme şekliyle bu yapılanları yargılamaksızın kabul edebiliyoruz? Çiftdüşün tekniğimiz mi var, sağından solundan kırp kırpıştır diyeceğimiz bir teknik mi oluşturduk? İşin özü bir hafıza sahibi olabilmekte. Bu hafızanın kaydedilmesindeki en önemli nokta ise nesilden nesile aktarımı sağlayabilecek kelimelerimizin varlığında. Diğer türlü fikrî ve duygusal bağın olmadığı bir kültür meydana gelecek ve insan kendi varlığının farkında olmadığı bir yaşama mecbur bırakılacaktır. Başkalarının güdümü altında yaşanıp sonunda insan olmanın değeri anlaşılamadan yaşanmış bir ömre mecbur bırakılabiliriz. ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1984’den 2022’ye belirlemek için bazı değişiklikleri gerekli görmüştür. İngsos devrimi ancak dilde yapılacak bir devrim ile gerçek manada tamamlanabilecektir. Eski zamanlardaki gibi yaşayarak gelişen canlı bir dil artık toplumun (devrimcilerin) ihtiyaç ve isteklerini karşılayamayacağı için kontrollü bir dil çalışmaları başlatılmıştır. Yeni geliştirilen bu dile verilen isim ise “Yenisöylem”. Eski ile bağı koparacak ve yeninin muhteşemliğine (!) kapı aralayabilecek bir dil… Bu dilin bir diğer fonksiyonu ise İngsos devriminin yaygınlığını artırmaktır. Bunda ise geliştirilen slogan dilin azımsanamayacak katkısı olmuştur. Yazar Yenisöylem’in amacını ise başkahramanımız Winston ile filolog olan Syme’in sohbeti sırasında geçen konuşmalar aracılığıyla bizlere açıklamış oluyor: “Sözcüklerin yok edilmesinin güzelliğini kavrayamıyorsun… Yenisöylem’in dünyada sözcük dağarcığı her yıl biraz daha küçülen tek dil olduğunu biliyor musun?. Yenisöylem’in tüm amacının düşünce ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşünce suçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirebilecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilebilecek.” (s. 62,63) Yazar, öyle bir dil devriminden söz ediyor ki bu dil aracılığıyla bir kültür ve medeniyet inşâsının yapılabilmesi bir yana, mevcut dilin yıkımı hedeflenmiştir. Dildeki yıkım ile yozlaşan insanların düşüncede de yozlaşacağı vurgusu harikulade şekilde işlenmiştir. Günümüze gelsek peki Orwell’in distopyası ne durumda? Yeni teknolojik gelişmelerin hayatımıza kattığı kelimeler olmasına karşın hayatımızdan çıkan o kadar çok kelime var ki. Dolayısıyla kelimelerin ifade ettiği durumlar/nesneler/ duygular… da zamanla hayatımızdan çıkıyor. Ve maalesef ki bu, dillerin 169 Ahmet Buğra Han Arıcı 1984194884194819 1984194884194819 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1984194884194819 AHMET BUĞRA HAN ARICI Nevşehir Hacıbektaş Ünv. İlahiyat mezunu ve Büsam Şehir Akademi öğrencisi 170 Y azımın başlığının ilginç, karışık, ahenksiz ve anlamsız olduğunun farkındayım, tıpkı bugünlerde olup bitenler gibi. Bu yazıda elimden geldiğince 1984 kitabını günümüzle mukayese ederek kitaptan bahsetmeye çalışacağım. George Orwell’ın büyük bir öngörü ile ortaya çıkardığı bu eser geleceğe dair ışık tutma konusunda oldukça başarılı. Günümüz insanının bu kitabı okurken büyük bir dehşete kapılmaması ve ürkmemesi nerdeyse imkânsız. Kitapta olup bitenlerin ilk etapta, ilk elden görünümlerinde her ne kadar ütopik bir hava görülse de, ilerleyen sayfalarda bunun bir illüzyon olduğu ve arkasında korkunç bir dünya saklı olduğu görülüyor. Distopya olarak tanımlanan durumların birçoğunun gerçekleşmiş olması ve insanoğlunun bu gerçekliğin içerisine, tam ortasına düşmüş olmasının dehşetini yaşatıyor insana. Örneğin yazıldığı dönemde çok mümkün görülmeyen tele-ekranların artık her birimizin siyam ikizleri hâline dönüşmüş olması bu ramından bahsediliyor. İnsan beyni çelişik bilgiler depo edilecek bir hangar görevi görüyor. Ne zaman, nerede, hangi çelişik bilginin kullanılması gerekiyor ise o ortaya çıkartılıyor. Bir diğer dikkate değer olay ise hikâyenin kahramanı olan Winston’un da yaptığı iş olan arşivlerin temizlenmesi yahut yenilenmesi olayı oluyor. Bu kitap hem geçmişten hem gelecekten izler taşıyor; insanın var olduğu andan itibaren vermiş olduğu iktidar mücadelesinde sırf iktidarını sağlamak için göze alabileceklerini iyi analiz eden yazarın bu denli başarılı olmasının sırrı da bence bu analizi oluyor. İnsanın var olduğu andan yani Habil-Kabil’den beridir süregelen iktidar kavgası bizim kendi coğrafyalarımızı ve tarihimizi de kapsayacak şekilde devam eden, tüm dünyayı ilgilendiren bir sorun olarak çıkıyor karşımıza. Son olarak, olan bitenlere direnen ve âşık olan Winston, aşkını yitirdiğinde mücadelesini de kaybetmiş oluyor. Belki de tüm bu olan bitenlere direnmenin yolu aşktır. Neşet Ertaş’ın söylediği gibi; “aşkınan koşan yorulmaz.” ▪ DÜŞÜNEN ŞEHİR | Kitap | 1984194884194819 gerçeklerden birisi, siyam ikizlerimizin olay örgüsü bu. Basmakalıp düşünceleverilerimizi nasıl ilmek ilmek işlediği rini insanlığın geneline hâkim kılmaya çalışanların tam olarak yapmaya çalışhepimizin malumudur. Kitapta bahsedilen tele-ekranlar tıkları şey de bu. Uluslararası düzeyde sürekli olarak insanların davranışlarını kanunları koyanlar ve o kanunların izlemekte ve o davranışların kontrol uygulayıcıları, insanların kendilerine altına alındığı, insanın davranışlarının ait olanlardan beridirler; İsmet Özel’in sürekli olarak bir merkez tarafından “bize ait olan ne kadar uzakta” dediği gözetlendiği, bilindiği, iktidarın istekleri gibi… Coğrafya, inanç, kültür, iklim doğrultusunda hareket etmeyenlerin ve ahlak farklılığı gözetmeksizin tüm tespit edildiği ve buna müdahale etme dünyada hâkim kıldıkları şey kitapta noktasında işe yarayan bir kontrol anlatılan Büyük Birader’in yaptığının cihazı olarak çıkıyor karşımıza. Hatta ta kendisi. Yine kitabın içerinde bahsebu yazının oluşturulduğu ve paylaşıl- dilen nefret söylemleri bugün farklılık dığı ortamın da bu siyam ikizlerimiz kabul etmeyen tekdüze bir model çizen aracılığı ile olacağı ve yine bu verilerin insan tiplemesi ile karşılık buluyor. ilmek ilmek işleneceği her birimizin Farklı olandan nefret etmeyi yahut bildiği bir gerçek. Doğruların totaliter farklı olanın yanlış olduğunu dayatıyor rejim tarafından belirlendiğinden ve bizlere sistem: “Siyah beyazın zıddı doğruların dışında kalanların rejim değildir.” Çoğunluğun bu dayatmanın tarafından düşünce suçu işlemekle farkında olmadan gerçekten inanarak yaftalandığından, bunun da düşünce bu dayatılanı gerçek kabul etmesi de polisi aracılığı ile kontrol altında tutul- cabası oluyor. Tapılası formlar hâline masından bahsediliyor kitapta. Rejime dönüştürülen bilgiler hiçbir zaman ait olan değerlerin tüm halkın da sorgulanmıyor; yahut sorgulanmasına kabullenmesi zorunlu olan değerler fırsat bırakılmıyor. olduğundan bahsediliyor yine ayrıca. Kitapta dikkat çeken birkaç olaya Günümüz insanı için tanıdık gelen bir değinelim: İlkinde çift-düşün kav- 171 Sinema Rukiye Er Columbus Filmi Üzerine Düşünceler SİNEMA DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler Columbus Filmi Üzerine Düşünceler 172 RUKİYE ER AGÜ Mimarlık lisans ve Büsam Şehir Akademi öğrencisi F ilm amerika’nın Indiana eyaletinde, modernitenin mekke’si kabul edilen columbus şehrinde çekilmiştir. 1820’lerde başlayan bir tarihe sahip olan bu şehirde şehir planlaması ve bina tarzları modernitenin etkisi altındadır. Bunun bir başka nedeni ise memleketi Columbus olan J. Irwin Miller’in bir modern mimari patronu olmasıdır. The New York Times gazetesinde Eric Pace’in1 belirttiğine göre Miller kendi memleketine kazandırdığı modern binalar ile Columbus’a ulusal bir anlam kazandırmıştır. Columbus filmi biri kadın ve diğeri erkek olmak üzere iki başrolün birbirleri ile tanışmalarını ve aralarındaki iletişimi konu alıyor. İki farklı dünya bakışı ve farklı sorunlara sahip olan Jin ve Casey’nin birbirleri ile olan etkileşimleri Jin’in babasının bir mimar olması ve Casey’nin mimarlığa ilgisi olması ile başlıyor. Jin babasının hastalığı nedeni ile Columbus’a gelmek zorunda kalıyor ve Kore’deki işlerine ara veriyor. Jin bir Koreli ve film içerisinde bahsettiğine göre eğer bir insan aile üyesi yanında olmadan ölürse ruhu amaçsızca dolaşır ve bir hayalete 1 Eric Pace (19 August 2004). “J. Irwin Miller, 95, Patron of Modern Architecture, Dies”. The New York Times. p. C 13. oldu. Dikkat çeken diğer bir unsur ise ev içerisinde bulunan camdan ya da seramikten yapılmış olan masa üzerindeki dekorasyonlardı. Nedenini bilmiyorum fakat farklı şekillerde ve farklı renklerdeki bu dekorasyonlar bana aynı malzemeden yapılabilecek olan çeşitliliği düşündürdü. Jenerik kısmında ev içerisinde telaşlı bir şekilde konuşan ve dolaşan, bir şeyi ya da birini arayan bir kadın vardı. Bu kadın ev içerisinde profesörü arıyor, onu evin bahçesinde yağmura ve yeşil alana bakarken buluyor. Daha sonrasında ise mekân değiştirerek solda dikdörtgen, sağda ise dairesel kolonların olduğu bir yapının altında kadın kadrajın sağ kısmında telefonda konuşuyor, adam ise kadrajın sol kısmında düşünceler içerisinde kadını umursamadan şemsiyesini alarak yağmurun altında yürümeye başlıyor ve bir anda bayılıyor. Sadece jenerik kısmında gördüğümüz bu adamın Jin’in mimar olan babası olduğunu anlıyoruz filmin devamında. Bize bu adamın yüzü hiç gösterilmemekle birlikte hareketlerinden, giyinişinden, düşünceli yapısından ve inatçı kişiliğinden onu tanımlama yolları ortaya çıkıyor. Filmde birçok yapı tanıtıldı. Bazen oyuncular arasındaki diyaloglar ile bazen de bir tur rehberinin bir anda kamera kadrajına girmesi ile yapının mimarından ve öneminden bahsedildi. Filmi izlerken yapıları incelemeye ve yorumlamaya çalışmak istedim fakat yapıların birbirine olan benzerliklerinden mi yoksa birbirleri ile olan ilişkilerinin filmde yansıtılmasından dolayı mı bilmiyorum, hangi yapının ne işlevde kullanıldığını, nerede bulunduğunu ya da yapı içerisinde yapılan bir çekimin hangi dış cepheye ait olduğunu algılamakta zorluk çektim. Kütüphane binası, hastane binası ya da kilise binası, hepsinin farklı işlevlere sahip olmasına rağmen masif dikdörtgen kütleler olarak tasarlanması dikkatimi çeken diğer bir nokta oldu. Farklı olarak kırmızı taşıyıcıları olan bir köprü ve bahsettiğim binalardan sonra inşa edilen altıgen yapılı bir kilise gösterildi. Bu yapılar hakkında tek tek elimden geldiğince yorum yapmak istiyorum. İlk olarak jenerikten sonra kütüphane binasının iç kısmını görüyoruz. Dikdörtgen planlı olan bu yapının girişi bile bir düzen ve tertip içerisinde tasarlanmış. İçeri girildiğinde dikdörtgen kolonlar, hatta kapatılmamış, belki de bilerek açık bırakılmış bir kaset tavan var. Bu da daha çok dikdörtgen ya da kare demek. Sıralı, düzenli ve simetrik olarak yerleştirilen kitap rafları ve o raflarda muhteşem düzenli bir kitap sıralaması. Hatta bir sahnede kolonları, kitapları, kitap raflarını ve kaset tavanı hep beraber görebiliyorduk. Ve Casey bu kütüphanede çalışıyor. Düzenliyor. Kitapları, dergileri, dosyaları, belki de bazı hayatları… Casey’nin bu düzen içerisinde bulunması, hatta bu düzeni sağlayan insanlardan birisi olması onun özel hayatını da etkilemiştir. Casey sadece kütüphanede değil, aynı zamanda annesi ile beraber yaşadığı evde de düzenleyici bir role sahip. Kore’den babasının sağlık sorunları nedeni ile gelen Jin ve babası arasında DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler dönüşürmüş. Bu nedenle Jin babası ile arası iyi olmamasına rağmen kültürel düşünceler yüzünden Columbus’a gelmek zorunda kalıyor. Casey ise liseyi bitirdikten sonra diğer arkadaşları gibi şehri terk ederek, ilgilendiği mimarlık mesleğini okumaya gidemiyor. Bunun sebebi ise annesine karşı hissettiği sorumluluklar yüzünden şehri terk edemeyeceğini düşünmesi. Bu açıdan Jim ile Casey’nin ebeveynlerine karşı mecburiyetten bile olsa sorumluluk duymaları açısından da bir çakışma görüyoruz. Bu vesileyle Jin’in, babasının mimar olması ama babasıyla anlaşamaması dolayısıyla mimarlıktan hoşlanmaması, buna karşın Casey’nin mimarlıktan hoşlanması ama annesine karşı sorumluluğu sebebiyle okuyamaması arasında ilginç bir birliktelik ve kesişme söz konusu. Jin ve Casey tanıştıktan sonra Columbus’taki yapıları beraber geziyor ve yapılar hakkında konuşmaları ve kendi hayatlarını anlatmaları ile yakınlaşıyorlar. Filmin beyaz ağırlıklı ve içerisinde kot farkları bulunan bir evin içerisinde dolaşan kamera açıları başlıyor. Bu ev modern mimarinin patronu olan J. Irwin Miller ve eşi için Eero Saarinen tarafından 1957 yılında yapılmıştır. 2000 yılında Ulusal Tarihî Dönüm Noktası seçilen evin J. Irwin Miller’in eşi vefat edene kadar sahibi oluyor, sonrasında 2009’da ev müze hâline getiriliyor. Filmi izlemeden önce evin modern yapılar arasında bu kadar önemli bir değere sahip olduğunu bilmiyordum. Dikkatimi çeken kısımlardan birisi mobilyaların özenle seçilmiş olmasıydı. Belki de evin mimarı tarafından bu eve özel tasarlanmış mobilyalar olabilirler diye düşündürüyor. Bu şekilde düşünmemin bir nedeni mobilyaların evin planı ve birbirleri ile olan uyumuydu. Piyanonun durduğu yer, evin hem çıkışına referans veriyor hem de oturma alanının bir parçası durumunda. Kütüphane ve kütüphanede kitapların diziliş şekilleri dikkatimi çeken bir başka unsur 173 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler Bu açıdan Jim ile Casey’nin ebeveynlerine karşı mecburiyetten bile olsa sorumluluk duymaları açısından da bir çakışma görüyoruz. Bu vesileyle Jin’in, babasının mimar olması ama babasıyla anlaşamaması dolayısıyla mimarlıktan hoşlanmaması, buna karşın Casey’nin mimarlıktan hoşlanması ama annesine karşı sorumluluğu sebebiyle okuyamaması arasında ilginç bir birliktelik ve kesişme söz konusu. 174 bazı sorunlar olmuş ve uzun süredir görüşmüyorlarmış. Gelmesinin nedeni babasını isteyerek son bir defa görmek değil, diğer insanların ve geleneğinin bunu yapması gerektiğini söylemesi. Jin, Columbus’a geldiğinde babasının kaldığı misafir evinde kalıyor ve babasının zaman geçirdiği mekânlarda zaman geçiriyor. Jin babasını anlamayan ve babasının mesleğine saygı duymayan birisi olmasına rağmen misafir evinde babasının odasında kaldığı süre boyunca babasını anlamaya başlıyor. Filmin başlarında Jin’in gelişi de ilgimi çeken başka bir kısım oldu. Arabadan iniyor ve direkt bir kapıya yöneliyor. Yürüdüğü bina kütüphane binasına o kadar benziyor ki eğer üzerinde hastane yazmasaydı binanın fonksiyonunu kapısından ya da kamera kadrajı ile gösterilen kısmı ile anlayamazdım. Adam sağ kapıdan girerken, sol kapıdan ise sırayla, düzenli bir şekilde hepsi kadın olan bir grup kırmızı üniformalı hastane çalışanı çıkıyor. Ve bu kırmızı üniformalı hastane çalışanlarından birisi de kızın annesi. Casey kapıda annesini beklerken Jin’i ilk defa görüyor. Çünkü o alanda zaman geçirmek zorunda kaldı. Merak etti. Bu odada konaklayan babasının odayı nasıl kullandığını, nasıl vakit geçirdiğini. Jin babasının dolaplarını karıştırdı, eşyalarını inceledi, kitaplarını okudu, hatta babasının kamerası ile babasının not aldığı mekânları fotoğraflamaya, keşfetmeye gitti. İlk geldiğinde babası hakkında soğuk düşüncelere sahip olan, hatta ilk zamanlarda babasının konakladığı odada bile kalmak istemeyen Jin filmin sonunda babası ile hastane odasında bir gece geçirdi. Yaşanılmış, anılara sahip olan bir mekânın bir insanın düşüncesini nasıl değiştirebileceğini fark ettim. Jin’in düşünceleri o kadar değişmişti ki bir masa oyunu satın alarak o mekânda babasının ceketi ile bir oyun oynadı. Babası ile o mekânda yaşamanın nasıl bir his olduğunu anlamaya çalıştı. Hatta Miller evinde babasının bahçede durduğu aynı yerde durarak zaman geçirdi. Bu da onu anlamaya başladığının, onun gibi düşünmeye başladığının bir göstergesiydi. Misafir evi diğer modern binaların dışında klasik bir cepheye ve süslü bir iç mekâna sahip. Yeni modern binalar gibi dikdörtgen değil, üçgen çatılara sahip, insan ölçeğinde kat yüksekliğine ve yeterli ışık alınabilecek büyüklükte pencerelere sahip bir ev. Evin önce bahçe kapısını, sonra bahçesini, daha sonrada cephesini görüyoruz. Dışarıdan içeriye doğru bizi sürükleyen bir yapı. Yapının eski olduğunu, diğer binalardan çok önce yapıldığını sadece dış cephesi ile değil, içeride gıcırdayan kapı ve yer zemini, eski ahşap pencereler ile de anlayabiliyoruz. Misafir evinin diğer binalara kıyasla daha samimi bir havası var. Bunun nedeninin eski ya da antika olan mobilyalar olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepsinin bir yaşanmışlığı ve hatıraları var. Jin eve ilk geldiğinde bu antikalardan hoşlanmıyordu fakat zaman geçtikçe onların samimi duruşu ile yumuşamaya başladı. Hem kendi yaşantısında hem de babasına karşı olan fikirlerinde. Casey ve annesinin yaşadığı ev ise eski ama lüks olmayan bir mahalle evi. Evin bulunduğu mahalle ise diğer modern mimariye sahip olan binaların uzağında onlara hiçbir referans vermeyen ya da onlardan hiçbir referans almayan bir alanda ve tarzda. Mahalle modernitenin dışında bir alanda. Bunu Casey’nin evine yürüdüğü yoldan, çevresinde bulunan diğer evlerden ve insanlardan anlayabiliyorum. Evin iç mekânı ise sıcak bir aile ortamının yaşanabileceği gibi seçilen rahat mobilyalar, battaniyeler, yastıklar vb. objeler ile donatılmış. Bu evde Casey ve annesinin nasıl yaşadığını görebiliyor ya da tahmin edebiliyoruz. Bazı sahnelerinde ise zaten Casey ve annesini yemek yaparken ya da oturma odasında film izlerken görüyor ve mekânları nasıl kullandıklarını görüyoruz. Örneğin mutfakta bir masaları olmasına rağmen, mutfakta yemeği hazırladıktan sonra yemeklerini masada yemek yerine oturma odasında yiyorlar. Annesi ve Casey arasında yemek yerken doğru ya da yeterli bir diyalog kurulamıyor, çünkü televizyon izlerken yemek yiyorlar. Buna ek olarak, kızın ev içerisinde yapılan bütün çekimlerinin bir kapının eşiğinden ya da kapının gerisinden yapıldığını fark ettim. Kızın ev içerisindeki sahnelerinde hep kadrajın bir köşesinde duvar ya da kapı var. Kızın tam olarak kendi evinin içerisinde açık olamamasına ya da kapana kısılmasına yorumladım. Daha sonralarında Casey’in arkadaşları ile olan konuşmalardan anladığım kadarı ile kızın annesini bırakıp şehir dışına gidememesi ve hayallerini yaşayamamasından dolayı olduğunu anladım. Ayrıca, jenerik kısmında gösterilen Miller evinde bulunan cam objelerden kızın evinde de vardı. Kız evden dışarı çıkamadığı için hayallerini evin içerisine taşımaya çalışmış. Çünkü Casey’in favori binası jenerikte gösterilen Miller Evi. Casey, Jin’i ilk kez hastaneye girerken görüyor fakat ilk tanışmaları kütüphane ve misafir evi arasında bulunan demir parmaklıklarda gerçekleşiyor. Kızın kütüphane düzeninden sıyrılıp dışarıda Filmin başlarında Jin’in gelişi de ilgimi çeken başka bir kısım oldu. Arabadan iniyor ve direkt bir kapıya yöneliyor. Yürüdüğü bina kütüphane binasına o kadar benziyor ki eğer üzerinde hastane yazmasaydı binanın fonksiyonunu kapısından ya da kamera kadrajı ile gösterilen kısmı ile anlayamazdım. Adam sağ kapıdan girerken, sol kapıdan ise sırayla, düzenli bir şekilde hepsi kadın olan bir grup kırmızı üniformalı hastane çalışanı çıkıyor. nuyorlardı. Hatta bu köprünün gerek olmamasına rağmen üzeri de kapalıydı ve bir tüneli andırıyordu. Birbirleri ile girdikleri bir diyalogdan adamın kızı arkasında bırakarak köprünün diğer ucundan çıktığı bir diyalog. Bu sahnede de bir geçişten ya da farklı bir düşüncenin rahatsız edici varlığı ile karşı karşıya kalmaktan kaçınma olarak düşünebilir miyiz? Köprünün bulunduğu bir kısım daha vardı. Aslında köprü mantığı ile yapılmış olan hastane binası. Hastane binasının bir kısmı suyun üzerine bir geçişi temsil etmek için köprü gibi inşa edilmiş. İç mekânın hastane içerisinde hangi amaçla kullanıldığını bilmiyorum, belki filmde gösterildi ama ben fark edemedim. Daha öncede değindiğim gibi yapıların dış kısmı iç plana referans veren özelliklere sahip değil. Yapının dışında çekilen bir sahnede başroller bu yapının huzur verdiğini ve iyileştirici bir yanı olduğunu söylüyorlar. Fakat ben aynı şekilde düşünmüyorum. Yapının bulunduğu arazi bu özelliklere sahip, yapı değil. Jin’in babasını ziyareti sırasında hastane binasının bir bölümünü görebildik. Fakat gösterilen bu kısım cephe ile çok farklı bir tarza sahip. Girişte ve cephede bulunan geniş pencereler ve tuğlalar iç mekâna hiçbir referans vermiyor. Hastane binasında uzun ve dar bir koridor kadrajda gösteriliyor. Koridor dar olmasına rağmen hastane mobilyaları ile daha da daraltılmış bir alana dönüştürülmüş. İyileştirici bir etkiye sahip olması gereken bu yapının iç mekânı basık ve dar. Başrollerimizin DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler sigara içtiği ve adamın da babasının odasında iş konuşmak yerine dışarıda kendini daha rahat hissedebileceği bir alanda telefon konuşması yaptığı sırada karşılaşıyorlar. Aslında ikisinin de bulundukları mekândan kopmaya ve rahat olabilecekleri bir alana geçmeye çalışmaları ikisi arasındaki ilk ortak nokta olabilir. İlk tanışmalarında aralarında bir demir parmaklık var. Önce bu demir parmaklıklar aralarında iken konuşmaya, tanışmaya başlıyorlar. Bu konuşma esnasında da demir parmaklıkların bittiği noktaya doğru yürümeye başlıyorlar ve birbirlerinin isimlerini doğru bir şekilde öğrendikten sonra aralarındaki demir parmaklık bitiyor ve kapı girişine ulaşıyorlar. Filmin sonunda ise vedalaştıklarında arka planda bir geçişi temsil eden köprü var. Tanışmaları ve vedalaşmalarının aslında farklı düşüncelere, farklı hayatlara geçişlerini temsil edecek noktalarda olduğunu düşünüyorum. Bu bir kapı ya da bir köprü olarak. Aslında köprüler filmin birçok yerinde vardı. Casey ve Jin, tartıştıkları bir sahnede de köprü içerisinde bulu- 175 DÜŞÜNEN ŞEHİR | Sinema | Columbus Filmi Üzerine Düşünceler 176 mekânın dış cephesine bakarak iyileştirici olduğunu söylemesi içeride hasta olarak bulunan bir insan için bir şey ifade etmez. Önemli olan hastanenin dışından formun nasıl olduğundan çok iç mekânda hasta insanların ne hissettiğidir. Filmde binalar dışında dikkatimi çeken başka bir nokta da renkler oldu. Ve renkleri ilk fark ettiğim yer kütüphane oldu. Kütüphanede önce kırmızı dosyaları, kırmızı kitap arabasını ve kırmızı koltukları gördüm. Kırmızının o an için düzenlenmesi gereken şeyler olduğunu düşündüm. Dosya içerisinde bulunan belgeler. Araba içerisinde yerleştirilmeyi bekleyen kitaplar ve koltuğa kitap okumak için oturan insan. Daha sonrasında kütüphane içerisinde kitap alınıp verilen ofis masasının arkasında kırmızı mavi dosyalar dikkatimi çekti. Mavi ise belki de düzenlenmiş olan belgelere aittir. Buna ek olarak başrol kızımızın kütüphanede beraber çalıştığı arkadaşının sürekli mavi giymesi de gözümden kaçmadı. Ve bu çocuk arka planında mavi dosyalar varken kitap okuyor. Renkler, ilgimi çekmesine rağmen anlam veremediğim bir unsur. Ofis ortamında çalışan bir kadın ve Casey’in konuşması sırasında kırmızı koltuklar, kırmızı termoslar dikkatimi çekti. Ofis olarak kullanılan yapının tavan yüksekliği normal bir yapıdan yüksek olmasına ve geniş, yüksek, boydan boya camlara sahip olmasına rağmen ofis çalışanlarının masası ve kendilerine ait kullanabildikleri alan çok sınırlı. Hepsi aynı masalara, aynı koltuklara, hatta aynı termoslara sahipler. Sarı rengi de ilk burada fark ettim. Ofis masasında asılı bulunan kırmızı, mavi, sarı renkli, düzenli bir şekilde sıra içerisinde yapıştırılan post it. Buna ek olarak, hastanede bilgilendirme masasının yanında bulunan bilgilendirme panosunda sırayla dizilmiş olan kırmızı, mavi sarı kartların yanına yeşil de eklenmiş. Fakat sürekli dikkatimi çeken bu renklere mekân içerisinde ve insanlarla olan ilişkisinde bir anlam veremedim. Columbus’un modernizmin Mekke’si olduğu söyleniyormuş. Mimar olan baba ve oğulun, Eero Saarinen ve Eliel Saarinen’nin yapıları ile buna referans veriliyor. Fakat bu modern düşüncede bile baba ve oğlunun farklı düşüncelere ve hayal gücüne sahip olduğunu yapılan iki kiliseden anlayabiliyoruz. Mimar olan babanın oğlu ile yaptığı, Columbus’un ilk modern kilisesi; simetrinin ve asimetrinin hâkim olduğu, masif ve insan ölçeğinin üzerinde bir yapı. Öncesinde yapılan, süslü ya da görsel şölene sahip bir kilise olmak yerine düz duvarları ile bir tiyatro salonunu andıran bir kilise. Sonrasında ise oğlunun yaptığı kilise olarak altıgen yapısı ile Kuzey Hristiyan Kilisesi’ni görüyoruz. Modernizmin masif, dikdörtgen yapılarına bir karşıtlık gibi fakat yine insan ölçeğinde olmayan, hatta diğer kiliseden de yüksek bir yapıya sahip olan, bu sefer de bir tiyatro salonu değil de kongre alanı gibi tasarlanan bir kilise. Modern yapı adı altında tasarlanan fakat bir haç ve org dışında dinî referansı olmayan yapılar. Dinî yapının bile modernizm ile değişime uğradığı bir durum. Modernizm ve din paradoksu. İkisinin bir bütün olamadan birbiri içerisinde kaybolması. Modern olarak bahsedilen yapıların hepsinin geniş camlara sahip olması ve şeffaflık göstermesi insanların özel alanlarına ne kadar saygı gösteriyor? İnsan ölçeğinden büyük olması sadece yapının kutsallığını artırır, peki ya içinde zaman geçiren insanlar da bina kadar kutsal ya da değer verilmiş hissediyor mu? Modern yapıların tavanlarının yüksek yapılması insanın daha ferah hissetmesine, o mekânda verimli zaman geçirmesine olanak tanır mı? Köprü gibi yapılması, dış cephesinin bir geçiş ve iyileşme hissi vermesi iç planda da aynı duyguyu devam ettiriyor mu? Mekânların dış cephelerinin birbirine çok benzemesi, hatta fonksiyonlarını ayırt ettirmeyecek kadar benzemesi ne kadar doğru? Aşırı sadeleştirilen yapıların modernizmin bir parçası olmasının nedeni ne? Miller evi modernizm akımı ile tasarlanmış bir ev. O yapı bir ev olarak inşa edilmiş. Dış cepheden ne kadar dikdörtgen prizma olarak gösterilse de ev içerisinde bulunan taşıyıcıların, şöminenin dairesel yapıya sahip olmasının bir nedeni de bu değil mi? Dışarıdan ne kadar sade görünürse görünsün insanlar yaşadıkları ortamın renkli olmasını, farklı dokulara sahip olmasını istiyor. Evin duvarları, sandalyeleri, koltukları beyaz olabilir. Fakat duvarda bulunan kütüphane renkli bir tasarıma sahip. O çok modern, özel tasarım olduğunu düşündüğüm modern beyaz sandalyelerin altında geleneksel bir halı, bembeyaz olan o kanepelerin üzerinde ise farklı renk ve dokularda kırlentler var. Yaşanılan alanda bir renklilik ve samimiyetin olması için. Modern adı altında yapılmış bir yapı bile olsa eskiyi referans alan kırlent kumaşları bize bazı değerlerden vazgeçemeyeceğimizi anlatıyor bence. Filmde muhteşem modern binaların olduğu Modernizm’in Mekke’si Columbus anlatılırken o yapıların hepsi bir yeşil uyumu ile anlatılmaya çalışılmış. İnsanoğlunun yapay, köşesel, düzen, simetri sapkınlığı ve ağaçların doğal, organik, kendi içerisinde kurallı bir doğa ile çatışma hâlinde olduğunu görüyorum sadece. Tasarlanan binalar bir ağacın arkasında güzel çünkü masif yapısı bir tek bu şekilde absorbe edilebiliyor. Keskin çizgiler, soğuk yüzeyler ve çıplak işlevler modern mimariyi oluşturan unsurlardır. Ve bu unsurlar filmin akışına ve insanların diyaloglarına da yansımıştır. Samimiyetin sadece ev içerisinde ya da bar masalarında bulunduğu ve kamusal olmanın samimiyetsizlik getirdiğini anlatan bir film oldu benim için. ▪