The Journal of Academic Social Science Studies
International Journal of Social Science
Volume 5 Issue 3, p. 209-227, June 2012
YARATICI YAZMAYA KAYNAKLIK ETMESİ BAKIMINDAN
HALİD ZİYA UŞAKLIGİL’İN AŞK-I MEMNU ADLI
ROMANINDA MEKÂN KULLANIMI
THE USING OF PLACE IN TERMS OF RESOURCE TO CREATIVE WRITING IN
HALID ZIYA USAKLIGIL’S AŞK-I MEMNU NOVEL
Yrd. Doç. Dr. Mehmet TEMİZKAN
Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü
Abstract
Creative writing activities are generally applied related to story and novel fiction. Among the
elements of this literary outputs are event, characters, time, point of view and narrator. At the same time
the place is the most important element of fiction. The selection of place is a sentient choice in story and
novel outputs. The place choice is not randomly in fiction, but it is determined according to the social,
physical and personality features of fiction characters. The place in pre novel texts which tale, epic
poem and legend is not important in life of characters. The place element is beginning to loom large
together in modern novel. Consequently the place element is to become an element which is to image
the social and psychological features of fiction characters. The readers are knowing different important
points of characters in fiction accordind to the features of place. The using of place can analyzed open
place, closed place, place changing and person-place relations in Aşk-ı Memnu novel. In this respect
Aşk-ı Memnu novel is contain varient assortment. Therefore it will a positive behaviour the transferring
of using place in Aşk-ı Memnu novel to creative wrting activities.
Key Words: Creative Writing, Place, Aşk-ı Memnu.
Öz
Yaratıcı yazma çalışmaları genellikle olaya dayalı eserler olan hikâye ve romanla ilgili olarak
yürütülmektedir. Bu türdeki eserlerin unsurları arasında olay örgüsü, şahıs kadrosu, zaman, bakış açısı
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
210
ve anlatıcı bulunmaktadır. Bunların dışında mekân da bu eserlerin en önemli unsurlarından biridir.
Hikâye ve roman gibi olaya dayalı eserlerde mekân seçimi, yazarlar tarafından ortaya konulan bilinçli bir
tercihtir. Olaya dayalı eserlerde mekân rasgele değil; kahramanların sosyal, fiziksel ve kişilik
özelliklerine göre belirlenir. Masal, destan, efsane gibi roman öncesi metinlerde mekân, kahramanların
hayatlarında önemli bir yere sahip değildir. Modern romanla birlikte mekân unsuru ön plana çıkmaya
başlamıştır. Böylece mekân kahramanların sosyal ve psikolojik özelliklerini yansıtan bir unsur hâline
gelmiştir. Bu eserlerde okur mekânın özelliklerinden hareketle karakterlerin çeşitli yönlerini öğrenebilir.
Aşk-ı Memnu romanında mekân kullanımı açık mekân, kapalı mekân, yer değiştirme ve insan-mekân
ilişkileri başlıkları altında incelenebilir. Bu açıdan bakıldığında Aşk-ı Memnu romanı zengin örnekler
içermektedir. Bu nedenle Aşk-ı Memnu romanında mekân kullanımının yaratıcı yazma çalışmalarına
aktarılması yerinde bir davranış olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Yaratıcı Yazma, Mekân, Aşk-ı Memnu.
Giriş
Tarihin ilk dönemlerinden beri insanlar çeşitli araçları kullanarak iletişim kurmaya
çalışmışlardır. Bu bağlamda yazının icat edilmesiyle birlikte insanoğlu iletişim kurma
açısından son derece önemli ve yararlı bir araç kazanmıştır. Mesajların karşı tarafa yazı dili
kullanılarak aktarıldığı iletişim türüne yazılı iletişim denir. Her bireyin kişiliğinde doğal olarak
kendini başkalarına anlatma ve bunun sonucunda da doğal bir yazma eğilimi bulunmaktadır.
Bu nedenle ilköğretimden yükseköğretime kadar okullarımızda öğrencilerin kendilerini yazılı
olarak ifade edebilmeleri için gerekli donanıma ulaşmalarına çalışılmaktadır. Ancak yazılı
anlatım, kısa zamanda ve kolay bir biçimde geliştirilebilecek bir beceri değildir. Bu becerinin
gelişmesinin önünde önemli sayılabilecek bazı engeller bulunmaktadır. Bunlar zaman zaman
öğrencilerden, öğretmenlerden ve ders müfredatlarından kaynaklanmaktadır. Öğrencilerin
yazma işinin ancak profesyonel yazarlar tarafından gerçekleştirilebilecek özel bir uğraş alanı
olduğuna inanmaları; öğretmenlerin yazma konusu verirken öğrencilerin ilgi, istek ve
ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmamaları; ders müfredatlarının yazma becerisinin
geliştirilmesi amacıyla kullanılabilecek etkinliklere gerektiği ölçüde yer vermemesi gibi
hususlar bu engeller arasındadır. Böyle bir ortamda geleneksel eğitim verilirken yazılı anlatım
bağlamında öğrenciden beklenen duygu, düşünce ve hayallerini serbestçe ifade etmesi değil;
basmakalıp, soyut ve kuru bir biçimde yapay düşünceleri aktarmasıdır. Öğrencilerdeki
yazmaya karşı bu isteksizliğin önüne geçebilmek için yararlanılabilecek alanlardan birisi
yaratıcı yazmadır.
Yaratıcı yazmanın özünde kişinin kendisini özgürce, hiçbir baskıya uğramadan yazılı
olarak ifade etmesi bulunmaktadır. Kişiler yaratıcı yazma sayesinde duygu, düşünce ve
hayallerini dışarıdan herhangi bir müdahaleye uğramadan; edebî tür, yazma biçimi, anlatım
teknikleri, yazının uzunluğu ya da kısalığı gibi konularda kısıtlayıcı herhangi bir yönlendirme
almadan anlatırlar. Yaratıcı yazma bir süreç etkinliğidir. Buna göre yazma faaliyeti sadece
yazma işi bittikten sonra ortaya koyulan ürüne göre değerlendirilmez. Yazma işi bittikten sonra
ortaya koyulan ürünle birlikte o ürünün hangi aşamalardan geçilerek oluşturulduğu da
değerlendirilir. Bu durum kişilerin kendi yazma süreçlerini gözden geçirmelerini, bu süreç
üzerinde öz düzenleme ve denetim yapabilmelerini ve böylece yeteneklerinin farkında
olmalarını sağlar. Oral’a göre (2002: 8) “yaratıcı yazma, bir dil becerisi olmanın yanında üst
düzey düşünmeyi sağlayan bir tekniktir. Bir araya getirme, planlama, dönüştürme, gözden
geçirme gibi bilişsel kontrol gerektiren adımları içeren karmaşık bir görevdir. Yazar her
211
Mehmet TEMİZKAN
adımda bu kararları gözden geçirir. Yaratıcı yazma etkinliklerinde öğrencilerin cesaretle
istediklerini yazabilmelerini sağlamak, onların kendilerine olan güvenlerini de pekiştirecek,
bir başka özellik olan duygusal zekâlarının gelişmesine büyük katkılar sağlayacaktır.” Bu
açıdan bakıldığında yaratıcı yazmanın kişinin hem zihinsel hem de psikolojik yönlerden
gelişiminde önemli katkılarda bulunduğu söylenebilir.
Yaratıcı yazma çalışmalarında kişiler duygu, düşünce ve hayallerini diğerlerinden
faklı bir biçimde anlatmak durumundadırlar. Bu da dış dünyadan elde edilen gözlem, deney ve
izlenimlerin zihinde bir değişime ve dönüşüme uğradıktan sonra yeniden dış dünyaya
sunulmasını gerektirir. Yani yazılı olarak okura sunulan bir metin aslında hiçbir zaman
gerçeğin kendisi değildir. Mutlaka yazarın dünyayı algılayış tarzından, olaylara ve durumlara
yaklaşım biçimlerinden, beklentilerinden ve eğilimlerinden bazı izler taşır. Bu da üretilen
metnin gerçek değil, gerçeğin bir benzeri olduğu anlamına gelir. Buna göre yazarların
okuyucularına sunduğu dünya, kurmaca dünyadır. Bir yazarın dış dünyadan elde ettiği
izlenimleri, gözlemleri, düşünceleri zihninde kurduğu, bunları birbirleriyle karşılaştırarak
yeniden yapılandırdığı ve bunlara bir sanat değeri katarak okuruyla paylaştığı dünyaya
kurmaca dünya denir. Kurmaca dünyanın varlığı en fazla bir olayın anlatıldığı hikâye, tiyatro ve
roman gibi eserlerde hissedilir. Buna göre hikâye ve roman gibi eserler her ne kadar gerçekçi
gibi görünseler de tüm yönleriyle gerçeği anlatmazlar. Konularını gerçek yaşamdan alsalar bile
bu türdeki eserler gerçeği kurmaca bir dünya içinde değiştirip dönüştürerek okuyucuya yansıtır.
Bu yansıtma sürecinde kurmaca dünyanın bazı unsurları bulunmaktadır. Bunların başında olay
gelmektedir. Daha sonra bu olayı çeşitli boyutlarıyla yaşayan kahramanlar, bu olayın yaşandığı
zaman, olayı anlatan bir anlatıcı, anlatıcının olayları nereden gördüğünü karşılayan bakış açısı
ve olayların meydana geldiği mekân kurmaca dünyanın temel unsurlarını oluşturur.
Olaya Dayalı Eserlerde Mekân ve Mekân Tasvirleri: Bir kurmaca dünyanın
varlığına dayalı eserlerde mekân, en önemli unsurlardan biridir. Olaya dayalı eserlerin var
olabilmesi için nasıl olay örgüsü, şahıs kadrosu, zaman, bakış açısı ve anlatıcı gibi unsurlar
gerekliyse mekân da o derecede gerekli bir unsurdur. Bu türden eserlerde mekân, olayların
gerçekleştiği sahne durumundadır. Bu nedenle mekân olmadan olay örgüsünün cereyan etmesi
de mümkün değildir. Şahıs kadrosunu teşkil eden insan veya varlıkların itibari bir dünyada
yaşadıkları olaylar zincirinin hikâyesi olan roman, hikâye ve tiyatroda muhayyel veya gerçek
bir mekâna ihtiyaç duyulacağı açıktır. Bu sebeple adı geçen türlerin bir başka önemli unsuru
mekân olarak karşımıza çıkar. Mekân eserde yaşanan olayların sahnedir (Çetişli 2004: 77;
Çetin 2006: 135).
Mekân, roman kişilerinin kişiliklerinin belirlenmesinde, dönemin ve roman
kişilerinin kültürel ve ekonomik yapısını yansıtmada, yazarın sanattan beklentileriyle ve
sanatsal gücüyle ilgili olarak kendisini belli eder. Aslında mekân, roman kişileri üzerinde
fiziksel, toplumsal ve psikolojik olarak fazlasıyla etkilidir (Kolcu 2006: 23). Artık bugün
insanın iç dünyası ile dış dünyasını ve çevreyi birbirinden ayrı şeylermiş gibi düşünmek
imkânsızdır. Bu görüşü ünlü Fransız yazarı ve romancısı Emile Zola’nın şu sözü daha da
kuvvetlendiriyor. “Artık zevk olsun diye, tasvir için tasvir etmiyoruz. İnsanın içinde yaşadığı
çevreden ayrılamayacağını, elbisesi, evi, şehri, vilayeti ile tamamlandığını kabul ediyoruz.
Artık bugün çok ilerlemiş olan psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji bilimleri de açık seçik
göstermektedir ki insan çevrenin dışında değil, dış çevrenin içinde ve sürekli olarak etkisi
altındadır” (Kavcar 1994: 59).
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
212
Mekân, kurmaca metinde kendisini en çok mekân tasviriyle gösterir. Mekân
tasvirleri, vakanın ve şahısların ileride gösterecekleri davranışlarda bazen açık bazen de
gizemli rol oynar. Mekân tasvirlerindeki en ufak bir ayrıntı bile metni anlama hususunda
önemlidir. Mesela metnin ana unsurlarından kişileri ele alalım. Yazar, metinde geçen kişilerle
ilgili tüm bilgileri vermeyip bizim romanın diğer unsurlarından çıkarımlar yaparak, roman
kişisiyle ilgili eksik kalmış noktaları tamamlamamızı bekleyebilir. Mekân tasvirleri, eserdeki
kahramanların bazı hususiyetlerini dikkatlere sunmaya yardım eder. Bir odanın tefriş tarzı
orada, günlerini geçiren insan hakkında bilgi verir. “Anlatma esasına bağlı eserlerde mekâna
ait görünüşle vaka kahramanının uyuşması kadar mahalle has hususiyetlerle ferdin yaşayış
tarzı arasındaki çatışmalardan da yararlanılabilir. Kısacası vaka zincirinin muhtevası ve
kahramanlarının psikolojik hali, mekân tasvirlerinden de anlaşılabilir” (Aktaş 1991: 145).
Mekân tasvirleri genellikle bir amacı, bir işlevi yerine getirmek için kullanılır. Bu işlev
bazen olay örgüsü anlatılmaya başlanmadan önce mekânda yaşanacakları okuyucuya sezdirmek,
bazen o mekânda yaşayan kişiler hakkında ipuçları vermek vb. olabilir. “Mekânın ayrıntılı bir
tasviri bize o mekânda yaşayan insanın karakteri, sosyal ve kültürel kimliği ile ilgili pek çok
ipuçları verir. Böylece mekânın tasviri son derece önem kazanmış olur” (Çetişli 2004: 78).
Olaya dayalı eserlerde mekânın en önemli işlevlerinden birisi de kişilerin tanıtımında
kedisini gösterir. Okuyucu, birçok eserde içinde yaşadığı mekândan, yaşadığı mekânı algılayış
tarzından, hayalinde canlandırdığı mekânın özelliklerinden hareketle kişinin ruh hâlini
çıkarabilir. Çünkü olay o çevre içinde bir anlam taşır. “Kahramanın yaşadığı çevre, evindeki
eşyalar, giydikleri vb. onun toplumsal, ekonomik, kültürel durumu ve kişiliği hakkında bize
bilgi verir. Yazar yerlere ait ayrıntıları olayı ve kişileri aydınlatacak biçimde seçer” (Adalı
2003: 269). Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi hikâye ve roman gibi olaya dayalı eserlerde
mekân seçimi, yazarlar tarafından ortaya konulan bilinçli bir tercihtir. Olayların geçtiği mekân
ya da mekânlar rasgele değil; kahramanların sosyal, fiziksel ve kişilik özelliklerinin, olayın
geçtiği zamanın bazı özelliklerine göre belirlenir. Bu durum, bu tür eserlerde mekânın ne
derecede önemli olduğunun bir göstergesidir.
Hikâye ve roman gibi olaya dayalı edebî türler üzerinde yapılan yaratıcı yazma
çalışmalarında mekân unsurunun amaca uygun bir şekilde kullanılması önemli bir sorundur.
Öğrenciler genellikle mekân unsurunu kullanma konusunda bilinçli değillerdir. Coşkun (2005:
192) ilköğretim öğrencilerinin öyküleyici anlatımlarında bağdaşıklık, tutarlılık ve metin
elementlerini incelediği çalışmasında 5. sınıf öğrencilerinin mekân unsurunu %54,5; 8. sınıf
öğrencilerinin ise % 64 oranında kullandıklarını tespit etmiştir. Öğrencilerin öyküleyici
metinlerinde mekânın sadece adı geçmekte, mekânla ilgili diğer ayrıntılar unutulmaktadır.
Temizkan (2011: 930) yaratıcı yazma etkinliklerinin öykü yazma becerisi üzerindeki etkisini
araştırdığı çalışmasında öğrencilerin deney öncesinde mekân kullanımına ilişkin ortalamalarının
% 4 olduğunu ve bunun istenen düzeyden oldukça uzakta olduğunu belirtmektedir. Bu
çalışmalardaki bulgulardan anlaşıldığına göre mekân unsuru, öğrencilerin yazma eksikliklerinin
olduğu bir noktadır. Bu durumun geliştirilebilmesi için mekân unsurunun bilinçli ve etkili bir
biçimde kullanıldığı eserlerin öğrencilere tanıtılması ve bu kullanımların örnek alınmasının
sağlanması gerekir. Bu çalışmanın amacı edebiyatımızın en önemli eserlerinden biri olan Aşk-ı
Memnu adlı romanda mekân unsurunun çeşitli yönlerden nasıl kullanıldığını tespit etmektir.
Çalışma sonucunda ulaşılan mekân kullanımıyla ilgili tespitlerin öğrencilere örnek olarak
tavsiye edilmesi ise arka plandaki amaçtır. Bu amaca ulaşabilmek için Aşk-ı Memnu adlı
romanda mekân kullanımı a) açık mekân, b) kapalı mekân, c) yer değiştirme ve mekânda
değişiklik d) insan-mekân ilişkileri başlıkları altında incelenmiştir.
213
Mehmet TEMİZKAN
1. Aşk-ı Memnu’da Açık Mekân: Romanda açık mekânlar genellikle Firdevs
Hanım ve ailesinin sosyal, psikolojik, kültürel ve ekonomik yönlerden tanıtılması ile roman
kişilerinden Behlül’ün sosyal ve psikolojik özelliklerinin verilmesi amacıyla kullanılmıştır.
Burada birbiriyle çakışan bir durumdan söz etmek mümkündür. Firdevs Hanım ve kızları
genellikle saza, söze ve eğlenceye düşkün; dışa açık, ekonomik olarak tüketici sınıftandırlar.
Behlül de aynı şekilde hayatının tek amacı eğlence olan, çapkın, herhangi bir meslekle
uğraşmadan tüketen, dışa açık bir kişiliktir. Firdevs Hanım ve kızları ile Behlül’ün
tanıtılmasında genellikle açık mekânların kullanılması bilinçli bir tercihtir. Aşağıda romandan
alınmış bölümler Firdevs Hanım ve kızlarının tanıtıldığı ve açık mekânların kullanıldığı
bölümlerdir. Burada daha çok eğlence yerleri olan mesirelerden bahsedilmiştir. Kalender,
Boğaziçi, Göksu, Kâğıthane, Bentler, Büyükdere Firdevs Hanım ve kızlarının sürekli devam
ettikleri eğlence yerleridir. Burada mehtap safalarına, neşve şaşaalarına, sevda sularına yer
verilerek ailenin tam bir eğlence düşkünü oldukları anlatılmıştır. Bu arada Boğaziçi’ndeki
yalıdan da bahsedilmiştir. Buradaki yalı da İstanbul’un kibar hayatına mümtaz şahsiyetler
yetiştiren bir mekân olarak romandaki yerini almaktadır.
Maun sandalla müsademeyi andıran bu tesadüflere artık o kadar alışmış idiler ki
bugün Kalender’den Yeniköyle Tarabya arasında bir sayfiye yeri) dönerken gene onun adeta
çarparcasına yakından sıyırıp geçişini fark etmemiş göründüler. (s. 17).
Melih Bey’in yalısı yarım asrın inkılap silsilesinden geçmiştir. Bugün kim bilir
kimindir? Fakat ne zaman önünden geçilse Boğaziçi’nin hususi hayatına vakıf olanların
kalplerinde gizli bir parmak uzanarak orasını gösterir ve müphem fakat zengin manalar
vererek: “- Melih Bey’in yalısı.” derler. Bir vakitler pencerelerinden taşan tarap ahengi hala
rıhtımın taşları yalayan suların zemzemelerinde muhtefi geceleri Boğaz’ın suları bir zamanlar
buradan topladıkları neşve şaşaasının hala iltima bakiyesiyle Füruzan zannolunur, onun için
yalının o hayat devresini bilmeyenler bile yalnız onun manasını hissederek buradan geçerken
bir âlemin meçhul bir sergüzeştine ait zevkleri duyarlar ve kendi kendilerine: “- Evet, Melih
Bey’in yalısı.” derler. (s. 22).
Bu yalı şehrin tarihinde mümtaz bir nevi çiçek yetiştiren bir camekân hükmünde
hizmet etmiş ve İstanbul’un kibar hayatına bu mümtaz mahsulden numuneler serpmiştir.
Bunlar yarım asırdan beri bu büyük şehrin muhtelif noktalarına dağılmışlardır; fakat onları
dağılmakla beraber birbirinden ayırmayan, bütün bu muhtelif çiçekleri bir rabıta ile toplu bir
demet şeklinde bağlayan bir şey vardır ki, ailenin unvanıdır. Bu, aileyi, cereyanının dalgaları
içinde sürükleyip götüren inkılâp nehrinin üstünde, batmaz bir tahta parçası şeklinde yüzmekte
devam etmiştir. (s. 23).
Ailenin etrafında yavaş yavaş kuvvet kesb eden bir uzak kalmak hissi evlenecek
kızları için yalnız bir izdivaç zemini bırakmış idi: Mesireler… Bir gün Göksu’da –nasıl oldu
bilinmez- (Döneminde mehtap safalarıyla ünlü bir eğlence yeri) Firdevs Hanım’ın
izdivacından bahsolundu. Bu rivayet derenin sevda taşıyan sularının üstünden hafif bir hande
ile uçtu; güzergâhında hayretler uyanıyordu, bütün Göksu güya bir rivayete karşı mebhut ve
mütehayyir bir taaccüb nidasıyla titredi. (s. 24).
… Firdevs Hanım Göksu’da yine bir hafta evvel etraftan selam toplayan gözleriyle
görünüverince bütün dere bir inşirah nefesiyle şişti ve bu defa artık etrafında dolaşmakta
izdivaç ihtimallerinin girdapları açılan on sekiz yaşında şiir ve şebab ile dolu bir tehlike değil,
izdivacının vukuu akabinde seyran hayatına sadakat ispatı için Göksu’yu selamlamaya gelen
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
214
Firdevs Hanım’ın sandalına bütün derenin sevda arkasında gezginci sandalları tam bir
teslimiyet ile takıldı, sürüklendi gitti. (s. 24).
Eğlenmekte bu aile efradının hele bugün en ziyade tanınan Firdevs Hanımla
kızlarının ne dereceye kadar ilerlediklerini herkes tamamıyla tayin edemezdi. Onları
İstanbul’un zevk hayatında tefevvuk mertebesine çıkaran hususi bir şöhret vardı ki sebepleri
pek araştırılmaksızın herkesçe kabul olunmuş idi. Bütün Göksu, Kağıthane (Haliç’in
kuzeyindedir, özellikle Lale Devri’nin ünlü bir mesire yeridir.), Kalender, Bendler (İstanbul
Boğazı’nın kuzeybatısındaki Belgrat ormanlarında Osmanlı döneminde yapılmış su
bentleridir.) müdavimleri onları tanırlar, Boğaziçi’nin mehtap âlemlerinde en ziyade onların
sandalı takip olunur, en ziyade onların yalısının önünde tevakkuf olunarak pencerelerin saklı
şeyler ifşa etmesine intizar edilir, bir piyano sesine, perdelerin arkasında fark edilen bir iki
zarif gölgeye dikkat olunur, Büyükdere (Sarıyer ile Kireç Burnu arasında bir sayfiye yeri.)
çayırında onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler, nerede olursa onlar
hemen fark edilir. (s. 30).
Aşk-ı Memnu’da açık mekânların kullanıldığı yerlerden birisi de Firdevs Hanım ve
kızlarının ekonomik yönden tanıtılmasına ilişkindir. Bu bölümler Firdevs Hanım ve kızlarının
ekonomik yönden hangi düzeyde oldukları hakkında bilgi verirken okuyucuya bu ailenin
üretmeden tüketen bir yönünün de olduğunu sezdirmektedir. Bu mekânlardan Pygmalyon
(Beyoğlu’nda İstiklal Caddesinde ve Galata’da bulunan büyük bir mağaza); Au Lion D’or
(İstiklal Caddesi’nde bulunan ayakkabı dükkânı) ve De Lion (İstiklal caddesinde 1896’da
Avusturyalı bir aile tarafından açılan ve her tür ticari eşya satılan şirket) Firdevs Hanım ve
kızlarının alışveriş yaptıkları batılı tarzda mekânlardır. Romanda vurgulanan herhangi bir gelir
kaynakları olmamasına rağmen bu tarzdaki mekânlardan alışveriş yapmaları onların üretimden
yoksun olduklarını göstermektedir.
Onlar görülünce bu güzellik fark edilmemek mümkün olmazdı, yalnız bu neticenin
husul esbabı dikkatten kaçardı. İşte Pygmalyon’dan alınmış siyah işlemelerle açık kül rengi
eldivenler, işte Au Lion D’or’dan çıkma potinler, işte siyah saten De Lion’dan herkesinkine
benzer çarşaflar… (s. 32).
Bazen dururken onları bir görmek ihtiyacı alırdı. Sanihalarına sahraların
ilhamından taze bir şevk bekleyen bir ressam ihtiyacıyla Beyoğlu’na inerek yeni gelmiş
kumaşları, Tünel’den Taksim’e kadar giyilen yeni elbiseleri görmeye çıkarlardı. O zaman
alınacak ufak bir şey sebep teşkil ederek mağazalara girilir, saatlerle yığın yığın kumaşların
karşısında müzakereler edilirdi. (s. 33).
Aşk-ı Memnu’da açık mekân, Firdevs Hanım ve kızlarının tanıtılmasında olduğu gibi
Behlül’ün tanıtılmasında da kullanılmıştır. Konkordiya, (İstiklal Caddesi’nde yazlık bahçe);
Çırçır Suyu, (Suyu ile ünlü bir mesire yeri); Direklerarası, (Ramazan eğlenceleriyle ünlü bir
semt); ve Ode’on (İstiklal Caddesi’nde bir tiyatro binası) Behlül’ün sosyal, kültürel ve
ekonomik yönden tanıtılması amacıyla romanda geçen açık mekânlardır. Buna göre Behlül hoş
vakit geçirmeyi seven, eğlenceye düşkün, çapkın ve Firdevs Hanım ailesi gibi üretmeden
tüketen birisidir.
Geceyi Tepebaşı’nda bir opereti dinleyerek geçirdikten sonra ertesi gün Erenköy
bağlarında bir siyah çarşafın peşinde dolaşırken görülürdü; bir Pazar günü Konkordiya
muganniyelerinden birini araba ile Maslak’a kadar götürür, bir Cuma günü Çırçır Suyu’nda
saz dinlerdi. İstanbul’un hiçbir eğlence yeri yoktu ki Behlül oradan bir zevk hissesi almasın.
Ramazan’da akşamları Direklerarası seyranına devam eder, Ode’on’un balolarında ortalığı
neşvesinin velvelesine boğardı. (s. 112).
215
Mehmet TEMİZKAN
2. Aşk-ı Memnu’da Kapalı Mekân: Aşk-ı Memnu romanında kullanılan mekân
türlerinden birisi de kapalı mekânlardır. İç mekân da denilen kapalı mekânlar ev, oda, daire, iş
yeri gibi kapalı yerlerden oluşur. “Kapalı mekân tercihinin kahramanların kişilikleriyle
bağlantıları vardır. Bazı insanlar içe dönüktürler, yalnızlığı, kapalı mekânlara kapanmayı,
inzivaya çekilmeyi severler. Bunlar dışa dönük ve aktif kişilikler olmaktan öte içe dönük, pasif
kişiliklerdir” (Çetin 2006: 137). Aşk-ı Memnu’da Adnan Bey’in yalısı, Adnan Bey, çocukları,
yeğenleri, mürebbiye ve hizmetçileriyle, dışa kapalı, kendi kendine yeten, sevgi, masumiyet ve
mutluluğun dünyasıdır. “Aşk-ı Memnu romanında genellikle Uşaklıgil sayısı az kişilerin
arasındaki ilişkilerin yoğunluğunu sağlamak için bu insanları, kendileri dışındaki dünyadan
ayıran, kapalı ve dar bir çerçeve içinde toplar. Ne olacaksa kendi aralarında olacaktır. Çünkü
dış dünyadan müdahaleler işi sulandırarak etkiyi zayıflatır. Uşaklıgil de kişileri ıssız bir adada
bırakır gibi toplumdan tecrit edilmiş bir yalıda toplar. Adnan Bey’in yalısına Firdevs Hanım
dışında gelen olmaz; ne de yalıdakiler kimseyi görmeye giderler. Romanın karakterleri
toplumdan yalıtılmış bu yalıda kişiliklerinin ve durumun kaçınılmaz kıldığı akıbetlerine doğru
sürükleneceklerdir” (Moran 2002: 93-94). Adnan Bey’in yalısı, romanın kapalı mekânlarından
en önemlisidir. Yalının odaları ise kendi içinde ayrı ayrı kapalı mekânlardır. Bunlardan birisi
de Adnan Bey’in yalıdaki çalışma odasıdır. Adnan Bey bu odada yalnız kalmayı sever, burada
kendi kendisiyle buluşur ve hayatına dair hesaplaşmalara gider.
Adnan Bey şimdi odasının kahve renginde uzun perdeler altında yarı bir zulmete
boğulan derinliklerine dalarak iş masasının yanında meşin yarım koltuğa yaslanmış,
ayaklarını uzatmış, düşünürken Nihal ile bütün refakat hayatı parça parça levhalarla koparak
gözlerinin önünde yaşıyordu. (s. 67).
Romanda açık mekânlar kahramanların dışa açık kişiliklerini vurgularken kapalı
mekânlar durgun, sakin, bir ruh derinliğine sahip kişilikleri ön çıkarmaktadır. Adnan Bey’in
odasının tasvir edilişinden, onun sakin ve durgun bir kişiliğe sahip olduğunu anlamak
mümkündür. Odada bulunan oyma cevizden, yekpare camlı kapaklarıyla kütüphane, bütün
vakur, iri kitaplar, güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar mecmuası, resim çerçeveleri,
mendil kutuları, aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş yelpazeler gibi unsurlar, Adnan
Bey’in kişiliğini beslemektedir.
Adnan Bey kızıyla bu refakat hayatının tafsilatını görürken etrafına, odasına;
hatıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sakit şahitlerine bakıyordu. İşte ta odanın karşı
duvarını boydan boya kaplayan yüksek, geniş, oyma cevizden, yekpare camlı kapaklarıyla
kütüphane, bütün vakur, iri kitaplarla memlu; ötede, kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler
merak edilerek toplanmış güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar mecmuası ki
karmakarışık, fakat perişanlığından gözleri okşayan latif bir zevk ile tertip edilerek duvarı
kaplamış; sonra diğer duvarda, son merakının yadigârları: Oyulmuş tahtadan mini mini
hücreler, resim çerçeveleri, mendil kutuları, aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş
yelpazeler, ta ortada büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı… Bugün
bu şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi. (s. 69).
Romanda kapalı mekân ile kahramanların kişilik özellikleri arasında uyumluluk
olması durumu Mll de Courton örneğinde de kendini gösterir. Yazar, roman boyunca bu yaşlı
mürebbiye hakkında çok fazla bilgi vermez ve onu bir anlamda okuyucu için “bilinmeyen”
haline getirir. Onun bu özelliği mekân kullanımıyla bağlantılıdır.
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
216
Mürebbiye her seyrandan avdette çocukların elbiselerini değiştirdikten sonra
odasına kapanır, soyunmak, yıkanmak, tekrar giyinmek için saatlerce orada kalırdı. Bu esnada
ihtiyar kızın mahrem hücresi çocuklara, herkese karşı mesdut idi. (s. 78).
Romanda kullanılan kapalı mekânlardan birisi de Behlül’ün odasıdır. Bu odanın
tasviri Behlül’ün kişiliği hakkında bazı ipuçları verir. Romanda Behlül’ün odasının kapısı hep
yarı aralıktır. Bu durum, onun dışa açıklığının yanında dışarıdan gelenlere de açık olduğunun
bir simgesidir. Ayrıca Behlül’ün odası hep yarı karanlıktır. Odaya giren insanlar, gölgeler
halinde yarı seçilir yarı seçilmez durumdadırlar. Odanın karanlık olması Behlül’ün çapkınlık
maceralarıyla geçen karanlık hayatını okuyucuya sezdirmektedir.
Kanun-ı evvel… Yarım saatten beri mebzul bir kar bulutu parçalanmış, havanın
baygın esmerlikleri içine iri iri parçalarla, lapa lapa dökülüyordu. Bihter, yavaşça Behlül’ün
kapısını açarak içeri girmeye cesaret edemeyerek başını uzattı. Yalnız ötede henüz
tutuşturulmuş sobanın kapağından kayan kırmızı alevlerle zulmetleri titreyen odada Behlül
vardı. Bihter odaya girdi. Behlül ona doğru geliyordu. Bu yarı karanlık odanın içinde,
titreyerek halının bir kısmını, biraz ötede kanepenin kenarını, küçük bir masanın ayaklarını
dilleriyle yalayan alevlerin parıltısı arasında birbirini gölge şeklinde görüyorlardı. (s. 238).
Artık karanlıktı, Bihter bir söz söylemeyerek, şimdi fark edilmeyen resimler hâlâ
elinde, bilinemez nasıl bir korku ile bir hareket etmeye cesaret edemeyerek, duruyordu. Yalnız
sobanın kapağında iki kırmızı göz sönük, hemen büsbütün örtülecek nazarla onlara bakarak,
gülümsüyor gibiydi. Birden ikisi de titrediler, şurada bu karanlık odanın mahrem havasında,
ikisi de aynı anda öyle bir şey hissettiler ki onları bir kelime söylemekten, bir hareket etmekten
ürkütüyordu. Tehlike ile dolu bir rüya içinde gibiydiler; bir küçük şey bilinemez nasıl bir
tehlikeye sebep olacak zannediyorlardı. (s. 240).
Romanda kapalı mekânlar kahramanların kişilikleri hakkında ipuçları vermesinin
yanında kahramanların sosyal, kültürel ve ekonomik durumları hakkında da bilgiler
vermektedir. Örneğin Mll de Courton’un gözünden ilk defa gördüğü Adnan Bey’in yalısının
tasvir edilişi, bu yalıda yaşayan insanlar hakkında oldukça geniş bir bilgi vermektedir. Buna
göre Adnan Bey’in yalısı son derece batılı bir anlayışla düzenlenmiştir. Yalı tasviri burada
yaşayan insanların yüksek bir kültür düzeyine sahip olduklarını, ekonomik olarak son derece
rahat bir durumda bulunduklarını sezdirmektedir.
Mlle de Courton’un İstanbul’da bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu Türk
memleketiyle bir Türk hayatıyla yaşamak… Adnan Bey’in yalısına girerken asıl huyla yuvasına
giriyormuşçasına kalbi sevincinden helecan içinde kalmıştı. Girdikten sonra bu helecan
hayrete münkalip oldu. O, mermer mefruş azim bir sofa, taştan sütunlar üzerine kondurulmuş
bir kubbe, cabeca sedef işlenmiş, şark halılarıyla döşenmiş sedirler, bunların üzerinde
elleriyle çıplak ayakları kınalı, gözleri sürmeli, başları daima yaşmaklı, sabahtan akşama
kadar zencilerin darbukalarıyla uyuyan yahut bir kenarda küçük gümüş mangaldan amber
kokuları etrafa dağılırken elmastraş nargilelerinin yakutlara, zümrütlere müstağrak
marpuçlarını ellerinden bırakmayan çifte çifte kadınlar tahayyül etmiş, bütün o garp
muharrirlerinin ressamlarının şarka dair hurafe ve efsanelerinden hatırasında kalan uzak
yadigârlarla bir Türk evinin başka bir şey olabileceğine ihtimal vermemişti. Kendisini yalının
şık küçük misafir odasında görünce istifsar eden gözlerle delicesine bakmış idi. Sahih, beni bir
Türk evine getirdiğinizden emin misiniz? (s. 86).
Aşk-ı Memnu’da kapalı mekânlar kişilerin arasındaki ilişkilerin okuyucu tarafından
sezilmesini sağlamak amacıyla da kullanılmıştır. Yalıdaki odaların dizilişi bunun bir örneğidir.
Buna göre yatak odaları yalının en üst katında bulunmaktadır. Birinci odada Adnan Bey, ikinci
odada Adnan Bey’in çocukları Nihal ve Bülent, üçüncü odada Mll de Courton yatmaktadır.
217
Mehmet TEMİZKAN
Çocuklar annelerinin ölümünden sonra babaları ve mürebbiyelerinin koruması altındadırlar.
Bu nedenle babaları ve mürebbiyelerinin odalarının arasındaki odada yatarlar. Bu odaların
arasındaki kapılar sürekli açıktır. Odalar birbirinden sadece araya çekilen perde ile ayrılırlar.
Geceleri onu bir müddet yanından ayıramaz, beraber yatardı. Şimdi bile Nihale
Bülent aralık kapısı daima açık duran yanında bir odada yatarlardı; daha ötede
mürebbiyelerinin odası vardı. Yalnızlık bu baba ile kızı o kadar sıkı rabıtalarla bağlamış idi ki
ancak birbirinin havası muhitinde yaşamaktan haz alabiliyorlardı. (s. 68).
Yatak odaları yalının en üst katında, bahçeye nazır olan cenahta idi. Büyük sofadan
buraya genişçe bir dehlizden gidilirdi. Birinci odada Adnan Bey, üçüncüde Mll de Courton,
ikisinin arasındakinde onlar yatarlardı. Burada hem yalnız idiler hem de bir taraftan
babalarıyla diğer taraftan ihtiyar kızla berberdiler. Odalarının arasında birer aralık kapı
vardı ki geceleri yalnız perdelerin kapanmasıyla set olunurdu. (s. 96).
Romanın ilerleyen bölümlerinde Adnan Bey’in evleneceği kesinleşince odaların
arasında açık durumda bulunan bu kapılar kapanır ve bir daha açılmaz. Bu durum Adnan Bey
ile çocukları –özellikle de Nihal- arasındaki iletişimin kopmasının da başlangıcını oluşturur.
Bu sualin cevabını aldıktan sonra Nihal, henüz kapanmamış cibinliğinin altında
şüphesiz gene bir araba seyranına gülerek uyuyan Bülent’e bakarak uzun uzun düşünmüştü.
Nihayet Mll de Courton demiş idi ki: “Şimdi bey baban senden izin bekliyor, eğer sen izin
verecek olursan gelecek. Yarın sabahleyin bey babana söylersin değil mi çocuğum?” Nihal
yalnız başını hafifçe sallayarak sakit bir “Evet” demiş ve o gece yalnız kaldıktan sonra
Bülent’in yataklığına eğilerek rüyasının saadetiyle gülen bu çehreyi, güya saadet tebessümünü
orada tespit etmek isteyerek uzun bir buse ile öpmüş; daha sonra bilinemez nasıl bir hisle o
geceden sonra aralarına bir duvarın çekilmesi lüzumunu anlamışçasına, babasının odasıyla
kendi odalarının arasındaki kapıyı birinci defa olarak kapamış idi. (s. 106).
Şimdi, şimdi bu latifelerin arasında, nasıl olmuş bilinemez, kilitlendikten sonra
anahtarı kaybolan bir kapı vardı. Bu kapı… O, aralarında soğuk bir mezar taşı şeklinde
dikiliyordu. İhtimal bu izdivacı tamamıyla affedecekti, eğer babasıyla arasına böyle bir duvar
çekilmemiş olsaydı. (s. 138).
Olaya dayalı eserlerde yapılan mekân tasvirleri kişiler hakkında ipuçları verdikleri
gibi bu kişilerin özelliklerini de ortaya çıkarabilir. “Örneğin kişinin içinde yaşadığı bir odanın
düzenleniş tarzı, odada yer alan eşyalar, odanın konumu gibi mekâna ait unsurlar o kişinin bazı
özelliklerini okuyucuya sezdirir” (Aktaş 1991: 131). Yalı ve yalıdaki odalar burada yaşayan
insanlar için özellikle Adnan Bey ile Bihter’in evliliklerinden önce adeta cennet bahçesini
andırmaktadır. Yalının en üst katında çocuklar için tahsis edilen dördüncü oda ve bu odanın
tasviri cennet bahçesini somut hale getirmektedir.
Daha sonra dehlizin dördüncü ve sonuncu odasında çocuklara bir dershane teşkil
olunmuş idi. Dershaneye tahsis olunan bu oda mürebbiyenin bir derd-i daimisiydi. Bülent’in
derslerinden ziyade kasırgalarına zemin olan bu oda kadar dünyada karışıklığa mahkûm bir
yer daha olamayacağına yemin ederdi. Evin içinde bir sigara iskemlesinin yer değiştirmesine
kıyamet koparacak kadar intizam merakında ifrat gösteren Adnan Bey çocukların bu odasına
giremezdi. Oraya ne zaman girse sinirlerinde bir hastalık hissettiğini iddia ederdi. Yalıda
başka hiçbir şeye ilişmemek ahdine mukabil burada bütün istediklerini yapmak için Bülent’e
müsaade verilmiş idi, Bülent de bu müsaadeden yalının hiçbir yerine bir tahrip eseri
bırakmamak mecburiyetinin intikamını alacak derecede istifade ediyordu. Mini mini bir
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
218
yazıhaneleri vardı ki babasının bir gün birkaçını aşırdığı oymacılık aletleriyle kenarlarına
kendine mahsus rişeler hak etmiş idi. Mll de Courton sırasıyla gelen Figaro nüshalarından
gemiler, külahlar, sepetler yapılmış, duvarlara, pencerelerin mandallarına, siyah yazı
tahtasının kenarına asılmış idi. Ablasının bütün eski kitaplarından, musavver nota
kapaklarından resimler oyulmuş camlara, kapıların arkasına, ta duvarda Avrupa haritasının
denizlerine yapıştırılmış idi. Böyle oyulmuş bir şemsiye vardı ki ta bahr-i muhitin bir tarafına
atılmış, bir rüzgâra kapılarak Amerika seyahatine çıkmış idi. Daha sonra bin türlü kırılmış
oyuncaklar, koparılmış kitaplar, o her gün sabah akşam toplanıp da Bülent’in yalnız bir
uğramasıyla güya canlanarak haşarı kedi yavruları gibi odanın her tarafına dağılan ufak
tefekler ayak basacak, oturacak yer bırakmazdı. Şimdi Bülent yeni bir merak çıkarmış idi.
Elinde kurşun kalemiyle duvarlara resimler yapıyordu. Hayalinden bugün bir gemi, yarın bir
deve çıkıyor, duvarın bütün etekleri yavaş yavaş doluyordu. Artık boyu yetişecek kadar yer
kalmadığı için şimdi iki günden beri Bülent’in zihnini başka bir fikir gıcıklıyor. Behlül ona bir
kutu boya getirmiş idi. Bunların içinde her renkten vardı, bütn o resimler boyanacaktı. Deveyi
kırmızı yapacaktı. “Değil mi abla, deve kırmızı olur, değil mi?” Nihal henüz yumuşamamıştı,
“Deli misin?” diyordu, fakat devenin rengini haber vermiyordu. Hemen bütün hayatları bu
odada geçerdi. Sabahleyin uyandıktan sonra yıkanırlar, giyinirler, Mll de Courtonla beraber
aşağıya, yemek odasına inerek sütlü kahvelerini içerler, güzel havalarda bir saat kadar
bahçede gezerler, Bülent Beşirle koşar, Nihal büyük bir kestane ağacının altında Matmazelle
beraber oturur, sonra ihtiyar kız hiçbir vakit göğsünden eksik olmayan küçük saatine bakarak
haber verir: “Vakit geldi!” der, tekrar içeriye girerler ve odalarına çıkarlar. (s. 96-97).
Yalının hizmetçilerinden Şakire Hanım’ın mutfağı ile yalının bahçesi de yukarıda
ifade edilen cennet bahçesinin unsurlarından biridir. Mutfağın tasvirine ilişkin “Müşemmes,
sarmaşıklar, beyaz mermer, temiz, nezafet” kelimeleri cennet bahçesinin somut
göstergelerindendir. Bahçede ise çocuklar koşup oynamakta, mutluluk içinde yaşamaktadırlar.
Nihal’in hususuyla vakit geçirmek için hoşuna giden yer Şakire Hanım’ın mutfağıydı.
Haremde bu mutfak oyuncak kabilinden yaptırılmıştı. Ara sıra Adnan Bey senelerden beri
ıttıradına halel gelmeyen aşçısının yemeklerinden usanır, Şakire Hanım’dan bir midye
dolması, bir tatar böreği, bir çerkez tavuğu isterdi. Bu, Hacı Necip’ten gizli tutulurdu, haber
alacak olursa Hacı Necip günlerce surat asar, günlerce Adnan Bey’e görünmezdi. Bir gün
midye kabuklarını görmüş, kırk senelik aşçı olduktan sonra Şakire hanım kadar midye dolması
dolduramazsa ayıp olacağını söyleyerek gitmeye kalkmıştı. Şakire Hanımla aralarında daimi
bir çekişme vardı: Mutlaka Şakire Hanım dönme dolaptan harç verirken kavga olur, Hacı
Necip ikide birde: “Ya kiler dışarıya çıksın, ya mutfağı büsbütün içeriye alın” derdi. Bazı
defalar bu mücadeleler o kadar şiddet kesp ederdi ki Şakire Hanım’ın kocası vekilharç
Süleyman Efendi, barış için vesasetini istimale lüzum görürdü. Bu mücadelelerden evin içinde
iki kişi pek memnun idi. Bülent’le Beşir. Hatta onlar biraz da iki tarafı kızıştırmaya yardım
ederlerdi. (s. 101-102).
Burası yalının ikinci katında bahçeye nazır, müşemmes, pencerelerini sarmaşıklar
kaplamış, beyaz mermer mefruş, daima son derece temiz, bir nezafet havasıyla insana iştiha
veren bir yerdi. Bazar Allemand’dan alınmış tencereler, sahanlar, bütün o bir salon eşyası
zannolunacak kadar zarif ve narin şeyler, sarmaşıkların yeşilliklerinden süzülerek giren güneş
ziyaları altında nezafetlerinin şaşaalarını serperlerdi. Artık burada, bu sevimli mutfağın
içinde, kendisiyle merbutiyetlerini bütün ruhuyla hissettiği bu mahlukların arasında latifelerle,
sahte kavgalarla, itişip kakışmalarla, kahkahalarla geçen saatleri, Nihal bütün kalbini ısıtan
bir saadet duyarak geçirirdi. (s. 102-103).
Bahçenin üstünde ağustosun sıcak gecesinden sonra henüz dağılmaya vakit
bulamayan bir sis uçuyor, kameriyenin hanımellerinden, sarı güllerinden, yaseminlerinden
219
Mehmet TEMİZKAN
bahçede karanfillerden, şebboylardan ağır bir koku üstüne çöken bu sis arasında nefes
alamayarak güya bunalmış, yüzüyordu. Bu sabah Nihale beraber bahçe seyranına çıkan
Fındık ötede muhteriz pençesini uzatarak bu kıvırcık siyah şeylerin mahiyetini anlamak isteyen
temaslarla Beşir’in yere dökülmüş saçlarına dokunuyor, kameriyenin çardağında, çiçek
kokularından mest olmuş bir arı, mütemadi bir vızıltıyla dönüyor, ta bahçenin bir köşesinde
kelebeklerden korkan bir çift serçe oradan oraya sıçrıyordu. Bahçenin üzerinde derin bir
saadet sükûnu kanatlarını germiş bir hayat köşesini bir aramiş havası içinde uyutuyor gibiydi.
(s. 119).
3. Aşk-ı Memnu’da Yer Değiştirme ve Mekânda Değişiklik:
Olaya dayalı
eserlerde mekânla ilgili kavramlardan birisi de yer değiştirmedir. Narlı’ya göre (2002: 105)
“bazı istisna hikâyeler sayılmazsa hemen hemen hiçbir roman tek bir mekâna bağlı kalmaz.
Bazı hikâye ve romanlarda yer değiştirmeler, vakayı zincirlere bölebileceği gibi, vakayı tek
zincir hâlinde uzatabilir de. Yer değiştirmelerin sebebini bulmak, tematik tahlile de yardımcı
olur.” Aşk-ı Memnu’da mekânla ilgili yer değiştirme Nihal’e bağlı olarak gerçekleşmektedir.
Bunlardan biri Nihal’in annesinin hastalığının arttığı, ölümle yüz yüze geldiği döneme rastlar.
Nihal, annesinin ölümüne şahit olmaması için Büyükada’ya halasının yanına gönderilir. Yalıya
döndüğünde yalıdan Nihal için son derece önemli olan birisi -annesi- eksilmiştir.
Nihal bir gün mürebbiyesiyle Büyükada’ya Adnan Bey’in ihtiyar halasına gönderildi.
Çocuk orada geçirdiği on beş gün zarfında hiçbir kere ne annesini sormuş, ne evi aramış idi.
Yalnız avdet ettikleri gün birden kendisini istikbal eden yaşlı gözlerin karşısında hakikati
anlayarak bağırdı: “Anne!” (s. 91).
Romanda Nihal’e bağlı olarak gerçekleşen ikinci yer değiştirme Adnan Bey ile
Bihter’in evliliği ve Bihter’in yalıya gelmesinden önce gerçekleşir. Nihal Büyükada’ya
gönderilir. Yalıya döndüğünde bu kez annesinin yerine Bihter gelmiştir.
Birçok iş var, bu gürültünün içinde kalacağımıza… Bu sene de Ada’ya hiç
gitmemiştik, değil mi Nihal? Halana gitsek bir iki hafta misafir kalsak… Mll de Courton bu
fikri icat etmişti, ikide birde onu öne sürüyor, Nihal’i annesinin vefatından kaçırdığı gibi bu
yeni annenin gelmesinden de kaçırmak istiyordu. Nihal hep dudaklarını burarak muhalefet
gösterirdi, buradan uzaklaşacak olursa bir şey olacağından ve o şeyin babasını büsbütün
elinden alacağından korkuyordu. Bir gün tereddüt etmeden muvafakat cevabı verdi: “Bülent’le
Beşir de beraber değil mi? Öyle ise bugün hemen şimdi gideriz.” (s. 121).
Aşk-ı Memnu romanında mekânla ilgili önemli noktalardan birisi Bihter’in Adnan
Bey’in yalısına gelişidir. Bihter’in gelmesiyle birlikte öncelikle mekânda değişiklikler
yapılmaya başlar. Aktaş’a göre (1991: 131) “eserin bütünü dikkate alınarak mekânda görülen
değişikliklerin değeri üzerinde durmak, itibari yapının hususiyetlerini, nakledilen vaka
zincirinin gelişmesini ve anlatma biçimini daha iyi kavramamıza yardım edebilir. Zira birçok
eserde mekânda değişiklik metnin ritmine tesir eder.” Bihter’in gelişinden önce adeta bir
cennet bahçesi olarak tasvir edilen yalı hayatı, Bihter’in gelişinden sonra orada yaşayanlar için
yavaş yavaş çekilmez hale gelir. Bihter’in gelişinden önce Büyükada’ya gönderilen çocuklar
tekrar döndüklerinde ilk olarak odaların değiştiğini görürler.
Odaların değiştiğini hep unutmuşlardı. O zaman zabt olunamayan bir tecessüsle
Bülent’in arkasından gittiler. Bülent odanın ortasında, burasının bir vakitler duvarları kurşun
kalemiyle yapılmış gemi resimleri dolu o mümkün değil intizam altına alınamayan ders odası
olabileceğine inanamayan gözlerle, bir hareket etmeksizin, elinde duran çam dallarından
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
220
çelengi bu zarif yatak odasının neresine talik etmek lazım geleceğini düşünüyormuşçasına
duruyordu. (s. 130-131).
Nihal etrafına bakındı. Evvela pencereleri gördü. Gayet açık, beyaz bir bulut altında
saklanmış zannolunacak kadar donuk mavi atlasın yer yer boğularak kaldırılmış yarım
perdelerin arasından beyaz tüller dökülüyor, Kula’nın Garp zevkinin tesiriyle son zamanlarda
vücuda getirdiği solgun halılardan birinin üzerinde küçük küçük kümeler yapıyordu.
Tamamıyla açılmış panjurlardan dalgalanarak giren ziya ile bu perdeler mavi bir kayalıktan
dökülen, döküldükçe köpüren beyaz bir şelaleye benziyordu. Yine öyle açık mavi ile boyanmış
duvarlar, o renkte atlasla gerilerek etrafına ince sarı kornişler çekilmiş tavan, ortasında
sarkan eski mabetlere mahsus fanuslara takliden mülevven, muhtelif camlarla yapılmış büyük
bir kandil; köşede tam vaktiyle Nihal’in piyanosunun yerinde yatak, tavanda azim bir sarı
halkadan dolaşarak dökülen atlas ve tül karışık bir cibinlik; karşıda, iki pencerenin arasında,
tuvalet takımı; yanda kapısı unutularak açık bırakılmış aynalı dolap, uzun bir sedir, yine açık
mavi kalpakla bir uzun yer lambası, ufak bir geridon, mini mini bir şamdanla birkaç kitap, ta
aynalı dolabın karşısında babasının kara kalemle yapılmıştabii cesamette bir resmi… (s. 131132).
Oh! Matmazel, bakınız, dedi. Sizin oda buradan kaçmış…
Mll de Courton biraz tutuk, cevap verdi:
- Evet çocuğum, size haber vermemişler miydi? Ben ta oraya birinci odaya, beyin
eski odasına gidiyorum. Fakat bu ziyaretlerle vakit kaybediyoruz. Hâlâ üstünüzü
değiştireceksiniz. Nihal sapsarı idi. Hiçbir cevap vermedi. (s. 132).
Nihal ilerlemişti. Kendi odalarına isal eden aralık kapısının topuzunu çevirdi, kapı
açılmadı. Bir kelime söylemeksizin döndü. Hep beraber, mürebbiye Bülent’in elinden çekerek
dehlize çıktılar. Nihal kendi odalarının kapısını itti, bir adım attı. Bu defa Nihal ufak bir hayret
sayhasını zapt edemedi. Bülent arkasından kasırgalı telaşıyla atıldı.
Bu ne, dedi. Aman abla! Bu bizim odamız mı? Bu ne güzellik! Bu ne süs! Bu
karyolaların cibinlikleri yeni mi yapılmış? Kütüphanenin kırık camı değişmiş, boyanmış…
Bakınız, yazıhanede bir şeyler olmuş. Benim oymalarımı bütün çıkarmışlar. Ya perdeler… Oh!
Bizim de şimdi ipekli ve tüllü perdelerimiz var. Birden Bülent’in gözlerini yeni boyanmış
duvarın üstünde iğne ile tutturulmuş iri yazılarla bir kâğıt cezp etti. A, matmazel bu ne?
Nihal, odasının büsbütün değişmiş manzarasının karşısında bir dakika evvel
dudaklarında irtisam eden endişe hattını kaybederek, gülümsüyor, demir karyolasının
kubbesinden mavi kurdelelerle boğula boğula inen beyaz cibinliğe bakıyordu. Bülent’in
getirdiği levhayı okudu: Duvarlara gemi resimleriyle insan başları yapmak memnudur.
Bundan sonra Bülent’e kurşun kalemi vermek bitti. Artık odayı temiz tutmak lazım geliyor.
Bütün lüzumsuz oyuncakları da atarız. Bülent şimdi evin içinde intizam seven küçük bir efendi
olacak. Bu akşam bu güzel oda için beye teşekkür etmek hatırımızdan çıkmayacak, değil mi
Nihal?…
Nihal cevap vermedi. (s. 134).
Romanda kapalı mekândan açık mekâna çıkışın örneklerinden birisi Göksu
gezintisidir. Moran (2002: 96) “Göksu gezintisini romanın bir dönüm noktası olarak
değerlendirir. Buna göre Bihter’in düşüşü, yaşamında bir dönüm noktası sayılabilecek Göksu
gezintisinin yapıldığı günkü olaylarla yakından ilgilidir. Bu gezintinin işlevi Bihter’de cinsel
isteklerin uyanmasına neden olacak vesilelerin sağlanmasıdır her şeyden önce.” Özellikle
Behlül’ün Peyker’i baştan çıkarmak için etrafında dönmesi, ensesinden öpmek için eğilirken
doğan cinsel hava, bunları gören Bihter’in sonradan kendi cinsel açlığını fark etmesine ve
221
Mehmet TEMİZKAN
istekleriyle Behlül arasında belli belirsiz bir bağ kurmasına yol açar. Göksu, açık mekân olarak
görünse bile ailenin dışında kimsenin burada olmaması nedeniyle aynı zamanda kapalı bir
mekândır.
Göksu’yu ve tenha bir gün olmak üzere perşembeyi ihtiyar etmişlerdi. İki evin halkı
hemen hep orada idiler. Dört sandal olmuşlardı. Bülent Beşir’i kandırarak kürek çekmeye
çalışıyordu. Onların sandalı en önde idi. (s. 166).
Romanda yalının dışında kullanılan başka bir mekân Nihal’in gittiği düğün evidir.
Burası roman karakterlerinin dışa dönük olduğunu vurgulamak için değil, yalıdaki hayatla
dışarıdaki hayatın birbirinden ne kadar kopuk olduğunu, birbiriyle ne kadar tezat içinde
bulunduğunu göstermek için kullanılmıştır.
Bu düğün evi bir tezat mecmuası idi. Nihal birbirine benzemeyen çehrelerin,
kıyafetlerin böyle garip bir halitasına hiç tesadüf etmemiş idi. En güzide, en şık tuvaletlerin
yanında en garip kıyafetler görülüyordu. Bir yaşlı hanım vardı ki şal örneği entarisinin
üstünde mor kadife kaplı elma kürkünün azametiyle, yanında sarı krepten hotozu ile gözlerini
kaldırmaya cesaret edemeyen bir tazeyi kaşıyla, gözüyle tekdir ediyordu. Nihal bunların bir
kayın valide ile işkence altında yaşatılan “Biz zamanımızda böyle gördük” hükmüyle başına
sarı krepten hotoz giydirilen bir gelin olduğunu haber almış idi. (s. 301).
Merdivende itişenler, kakışanlar, omuzlarıyla yol açanlar vardı. Ve bütün bu halkın
fevkinde elindeki kahve tepsisiyle geçemeyerek bağıran bir hizmetçinin, annesiyle beraber
gelini seyretmeye gelerek kalabalığın içinde sıkıntısından uluyan bir çocuğun, ayağına
basıldığı için öfkesini etrafındakilere beddua etmekle çıkaran bir zenci karının, yüzüne düzgün
sürdüğü için bir hanım nineden çimdik yiyerek “Kör olasıca” diye haykıran bir fersude
halayığın, ta uzakta yemek odasından gelen tabak şakırtısının, yukarıda fark edilmez bir
terane ile devam eden ince sazın birbirine karışmış feryat ve şamatası azim bir gulgule ile
tayaran ediyordu. (s. 302).
4. Aşk-ı Memnu’da İnsan-Mekân İlişkileri: Aşk-ı Memnu’da mekân unsuru
romanın 14. bölümünden itibaren kahramanların duygu ve düşünceleri ile mekân arasında
bağlantı kurulmasına imkân veren tasvirler yapılarak kullanılmaktadır. Bu tasvirler
kahramanların içinde bulundukları duygusal durumlarına göre mekânı algılayış biçimlerini
sezdirmeyi amaçlar. Bunun ilk örneği Göksu gezintisi sırasında görülür. Burada Bihter ile Mll
de Courton ilk defa uzun uzun konuşurlar. Ancak bu konuşma, üstü kapalı bir kavga gibidir.
Çünkü bu iki kahraman birbirlerini hiç sevmemişlerdir. Konuşmaları –kavgaları- bittikten
sonra yapılan tasvir, bundan sonra olacakların habercisi gibidir.
Hava şimdi büsbütün ağırlık kesp etmiş idi. Sahra nefes alamayan bir sine
ıstırabıyla, güya çatlayacak bir gerginlikle, şişkin duruyordu. İki kadının arasında beş
dakikadan beri devam eden sükût bu sıcak havanın kasvetine başka bir ağırlık ilave ediyor
gibiydi. (s. 193).
Bihter yalıya kendini mutlu edecek büyük beklentilerle gelmiştir. Bu beklentilerin
çoğu maddi varlıkla ilgilidir. Ancak gözden uzak tuttuğu başka bir şey vardır. O da sadece para
ve zenginlik ile mutlu olunamayacağıdır. Bihter, romanın ilerleyen bölümlerinde bunun
farkına varır. Artık zenginlikle anılan bu mekân kendisini mutlu etmemektedir.
Bu suali kendi kendisine irat ederken karanlıkta ellerini kavuşturarak siyahlıklara
gömülen bu odanın isfendan takımlarından, atlas perdelerinden, bütün bu mutantan eşyadan
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
222
bir cevap bekleyerek duruyordu. Sevmek, sevmek istiyordu. Hayatında yalnız bu eksikti; fakat
hayatta her şey bundan ibaretti: sevmek, evet bütün saadet yalnız bununla istihsal edebilirdi.
Küçük, sefil, üryan bir oda, demir bir yatak, beyaz perdeler, iki hasır iskemle, işte yalnız bu
kadarcıkla fakir bir muaşaka hücresi; fakat sevmek, yarabbi! Sevmek istiyordu, hummalar
içinde mecnunca bir aşk ile sevecek bir mesut olacaktı. İşte şimdi bu mutantan odanın
servetleri içinde siyah mermerlerle örülmüş bir mezarda diri diri medfun gibiydi. Nefes
alamıyor, boğuluyordu; bu mezardan çıkmak, yaşamak, sevmek istiyordu. (s. 211).
Behlül Bihter’e olan aşkını düşünür. Ancak bu düşünüş tereddütlerle doludur. Onu
tam anlamıyla mutlu etmeyen bu aşktan sanki zorla mutluluk bekler gibidir. Behlül’ün bu
düşüncelerine odasının penceresinden gördüğü manzaranın tasviri eşlik eder. Bu manzara
Behlül’le Bihter başta olmak üzere bütün yalı sakinlerinin hayatını alt üst edecek sonun
habercisi gibidir.
Şimdi odasının içinde geziniyordu. Kendisini meşgul etmek için yavaş yavaş, kesik
kesik ıslıkla uydurma bir hava çalıyordu. Bir tefekkür ihtiyacı onu penceresinin yanına sevk
etti. Dışarıda karlar küçük küçük parçalarla gecelerin siyahlıklarına beyaza yakın bir esmerlik
vererek mütemadi bir sükut ile düşüyordu. Hiçbir şey görünmüyordu: ne karşıdan küçük bir
ziya, ne denizden ufak bir köşe… Yalnız siyah bir uçurumun içinde bu beyaz şeyler kaynaşarak
dökülüyordu. (s. 253).
Nihal, kocaman yalının içinde kendini gittikçe yalnız hissetmektedir. Yalıdaki
hizmetçilerin gidişi, Bülent’in yatılı mektebe verilişi, babasının kendisinden gittikçe
uzaklaşması gibi nedenler onu daha içine kapanık bir ruh durumuna getirmiştir. Bu yalnızlık
duyguları içindeyken yapılan gece tasviri Nihal’in duygularına eşlik etmektedir. Beyaz gecenin
hâkim olduğu geceye zamanla bu beyazlığı örterek boğan bir karanlık hükmetmeye başlar.
Beyaz, beyaz, beyaz… Bu gecenin azim, yüksek ağaçları vardı ki beyaz başlarını,
beyaz kollarını kaldırarak silkiniyorlardı; beyaz bulut kümelerinden yığıla yığıla göğsünü
germiş dağların arasında beyaz saçlarının beyaz köpüklerini savurarak yükselen dalgalarıyla
bir deniz kabarıyordu; ta yukarıda, bir sükut vakfesi içinde kalıvermiş kar tufanlarının
arkasında beyaz bir ay… Sonra bütün bu beyazlıkların üzerinden koşan alay alay gölgeler, bu
beyaz cihanı siyah bir memat nefesi içinde saran bulutlar ve her tarafta azim bir sükut; ne
bulutlarda küçük bir zemzeme ne dalgalarda hafif bir feşafeş; hiç, hiçbir şey yok, yalnız bu
ölmüş gecenin üstüne ta uzaklardan, kim bilir nerelerden, belki mevcut cihanın ötesinden
kainatın hayatına mersiye okuyan bir ses; nihayet kefenlerinin altında dinlenen bu ıstırap
mahşerinin üstüne bir rahmet kevseri hükmünde dökülen son enin…Ve bu son kainat gecesinin
tek temaşakârı olarak, bütün o karlarının altında incimat etmiş manzaraların kenarında
kendisini görüyordu; bir kişi, bu ölmüş kainatın içinde yapyalnız… Şimdi de böyle değil
miydi? Yapyalnız… O zaman rüyasıyla hakikatin müşahebetinden titrer ve musikinin şifa
verirken öldüren bu tesliyetlerinden silkinerek çıkmak isterdi. (s. 323-324).
Yalıda Behlül’ün gelmesini bekleyen Bihter, kendisini terk edilmiş, yalnız bırakılmış
ve aldatılmış hissetmektedir. Behlül’ün bir türlü gelmemesi, Bihter’de aşklarının bittiği hissini
uyandırmaktadır. Bir sonraki tasvirde ise yaklaşan feci son sezdirilmektedir.
Onu kendi kendisiyle daha yalnız bırakmak arzusuyla manzarayı hafif hafif silmeye
başlayan bir zulmet mukaddemesi yarı şeffaf tülden eteklerini salıvererek karşı sahili
sisliyordu, tepede gurubunun son bir şulesiyle kırmızı birer göz şeklinde parıldayan bir çift
pencere vardı ki yakuttan nigahını çoktan kapamış idi. Kanlıca eteğinde parlayıp hemen
sönüyor zannolunan birçok gözler açılıp kapanıyordu. Yavaş yavaş semalardan ruhu
uyuşturan bir samt ve sükun yağıyordu. Tabiata sakin bir ninni söyleniyor gibiydi. Birden bu
sükun aramişini yırtan bir ses, bir düdük sesi Bihter’i titretti; belki bununla geliyordu.
223
Mehmet TEMİZKAN
Kalbinde bir şey onun herhalde geleceğini temin ederken diğer bir şey ona “Aldanıyorsun
gelmeyecek, artık hepsi bitti, hepsi, hepsi…” diyor, sonra gözlerinin altında gizli kahkahalarla
sular tekrar ediyordu; hepsi, hepsi…(s. 373).
Bu odada daha ziyade durmak istemedi; karşıdan karanlık gecelere mahsus rüyet
hadisesiyle deniz küçülmüş, sahil yaklaşmış, etraf zulmetlerden istifade ederek birbirine
sokulmuş gibiydi. Kanlıca tepeleri mühip zulmet kütleleri şeklinde Bihter’e takarrüp ediyor,
onu ezmek istiyordu. Pencereyi açık bırakarak kalktı, aralık kapıdan bir ziya huzmesi
tozlanarak odanın biraz içerisine kadar dökülebiliyordu. Bu karanlık ve boş yerde hafi bir
cinayet ika edercesine kendisini titreten bir şey vardı. Yürürken yüzüne soğuk bir hava mevcesi
çarpıyor gibiydi. Vüudunda ihtirazsız bir hiras lerzişi koşuşarak, bu zulmetlerin uyuyan
vuhuşunu uyandırmaktan ihtiraz ediyorcasına sol eliyle arkasından elbisesini biraz kaldırarak
sağ eliyle bir yere çarpmamak için siperlenerek yürüdü… (s. 377).
Romanın sonlarına doğru uzun bir deniz tasviri yapılmıştır. Bu sırada Nihal ve
Behlül Büyükada’da bulunmaktadırlar. Nihal artık yalnız kalmaktan yorulmuş, kendisine
sığınacak bir liman aramaktadır. Hayatın gerçeklerinden biraz uzaklaşmak ve rüya âlemlerine
dalmak ister. Bu arada yanında Behlül vardır.
Nihal’le yan yana, şimdi üzerine sarı parlak bir toz serpilmiş zannolunan yolun
kenarına kadar ilerlediler. Önlerinde, ta ayaklarının altında dik bir bayır, daha sonra sahilin
eteklerini saklayan, üzerinde dağınık çamlarla, bir set vardı; burada nezaret münkati olarak
gözleri ta ötede erimiş mavi bir yaldız donukluğuyla serilen denizi görüyordu. Nihal kollarını
açarak, tabiatın bu füsun levhasını deraguş etmek isteyen bir vaziyetle: Ne güzel, ne güzel!
dedi. Ve bu manzaranın ihtişamındaki samimi şiir ile ikisi de mebhut, başka bir kelime ilave
etmeyerek, bir hareket edecek olurlarsa bu havadan, ziyadan terkip edilmiş esiri bir levha
rikkatiyle titreyen hayal serabı siliniverecekmişçesine hareketsiz, sessiz, uzun uzun baktılar.
Deniz derin bir uyku sükûtu içinde gibi, yukarıdan sarı bir ateş şişesi şeklinde afaka sekr veren
bir zülalin selsebilini isar eden kamerin altında, baygın, melül bir rüya içinde uzun nefeslerle
göğüs geçirerek, seriliyor; uzakta, müphem gölge yığıntılarıyla duran sahillerin muavveç
rişelerine sokularak daha mahrem, daha samimi köşeler, gizlenecek, siperlenecek tenha,
mahfi, muzlim etekler arıyor; beride ancak siyah birer sırtı görünen Adaların, meçhul bir
uçurumdan fışkırıvermiş binlerce sarı gözlerinin hain ateşleriyle bakıyor zannolunan bu mühip
siyah devlerin önünden kaçarak, ta uzaklara, bitmez tükenmez ufukların uzak enginlerine
doğru imtidat ediyordu. Ve aydan dökülen ziya şelalesi ile yaldızlanarak böyle serilip uzayan
deniz o uzak ufuklarda semalarla birleşiyor gibiydi; onların bu visal noktasında beyaz bir fecr
hattı inkişaf ederek, parıldayan bir toz galeyanı içinde, sanki orada tutuşup yanmış bir güneşin
hala şaşaalı külleri savrularak, kaynaşıyordu. Bu denizin uyuşturan sükûnundan öyle nüfuz
eder bir hazin mana, o kadar ruha yakın bir melal vardı ki Nihal’le Behlül kalplerinde bir
bellisiz keder, birer küçük kelime teatisinden bile men eden sükût ihtiyacı hissediyorlardı.
Denizin o uçsuz bucaksız enginlere doğru imtidatlarına bakıp dalarken bir şey onu çekiyor, ta
uzaklarda bir yere atmak için sürüklüyor zannediyordu. Ne tutunacak bir himaye eli, ne
kendisine cesaret verecek bir şefkat nazarı vardı. Etrafında hiç, hiç kimse yoktu; o zaman bu
yalnızlık vehminin haşyetleriyle titreyerek başını döndüren bu geniş ateş sahrasından, o uzak
ufukların galeyanlı enginlerinden gözlerini ayırıyor ve bakmaksızın, yanında Behlül’ün
vücudunu hissettikçe korkunç bir rüyanın dehşetiyle uyandıktan sonra kendisini yatağında
bulmaktan mütevellit bir emniyet, bir inşirah sükûnu buluyordu. O vakit hafi bir itminan hazzı
ile sakin, yalnızlıktan kaçarak, hissedilmeyen bir takarrüple Behlül’e sokuluyordu. Sayfa (s.
442-443).
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
224
Nihal Büyükada’da Behlül’ü beklerken karamsar bir ruh durumundadır. Behlül’ün
gelmesine yönelik umutları gittikçe azalmaktadır. Nihal’in bu karamsarlığına havanın ve
gecenin durumu eşlik etmektedir. “Hava tamamıyla örtülü, siyah kümeler, gök gürüldüyor,
küme küme yığılan bulutlar, uğultular, mavi bir şule ile şimşekler tutuşurken, bir raşe ile
sarsılarak, siyah bir duvar, siyah bulutlar” ifadeleri birkaç sahne sonra olacaklara zemin
hazırlamaktadır.
Hava tamamıyla örtülüydü, başının üstünde siyah kümelerle birbirinin üstüne yığılan
bulutlar vardı. Şüphesiz yağmur yağacaktı. Nihal hemen oraya, penceresinin kenarına
dirseğini dayayarak oturdu. Derin bir gulgule ile uzaklarda gök gürüldüyor, tek tük iri iri
damlalar ağaçların tozlarla örtülü yapraklarına damlıyordu. Onun da başında böyle küme
küme yığılan bulutlar ve ta uzaklarda, beyninin derinliklerinde gürüldeyen uğultular vardı.
Sonra bulutların arasında seri, seyyal, mavi bir şule ile şimşekler tutuşurken o da bir raşe ile
sarsılarak beyninin içinde tutuşup sönüveren şimşeklerle:
Gelmeyecek diyordu. Artık Beşir’i düşünmek istiyordu. Artık Beşir’in öleceğine
bugün kanaat hâsıl etmişti. Fakat kendi kendisini Beşir’i düşünememekten, ona tamamıyla
acıyamamaktan muaheze ediyordu. Ne için ağlamıyordu?
Gözlerini ancak şimdi bahçeye, daha sık, daha bol düşen o iri yağmur tanelerine
bakıyordu. Bunlardan pencerenin güneşten kavrulmuş tahtalarına düşenler vardı. Elini uzattı,
sıcak temaslarıyla bu sıcak yağmur damlaları eline dökülüyordu. Yukarıda, gittikçe kararan
semanın üzerinde is renginde bulutlar teaküp ediyor, ara sıra derinden, daha sonra pek
yakından, hemen başının üstünden gök gürültüleri çatlayarak yağmur daha mebzul bir
cereyanla dökülüyordu. Hava ratıp ve yağmurun ilk sıcaklığından sonra biraz serin idi. Bu
defa maviden ziyade kırmızı bir alevle siyah bulutlar yırtıldı; o zaman yağmur, artık ince ve sık
bir mebzuliyetle, bahçenin kumlarını şişirerek, ağaçları yıkayarak düştü, düştü. Artık Nihal’in
gözlerinin önünde siyah bir duvar çekiliyor gibiydi. Gece oluyordu. Kalbinde bir ukde ile
tekrar uzun uzun yağmuru seyretti. Yağmur gittikçe inceleşiyor; semada, hemen örtülmek
üzere parça parça mavilikler görülüyordu. Birden bu siyah bulutlar yırtıldı, parça parça
koptu, artık yağmıyordu; bulut parçaları aralarında gittikçe genişleyen mavilikler, fakat gece
mukaddemelerine mahsus esmer mavilikler bırakarak yekdiğerinden uzaklaşıyor, sonra hepsi
birden harekete gelerek birbirinin arkasından kanatlarını gergin, acib, iri kuş alaylarını
andırarak, uçuyorlardı. Nihal, dalgın bunlara bakıyordu. Bir aralık sema temizlenmiş
göründü, sonra birden esmerliğine sanki bir tabaka gölge daha düştü ve dakikalar geçtikçe bu
gölge tabakaları, daha seri, daha koyu, sıklaşıyordu. Artık gece idi. (s. 493-494).
Romanın son sahnesinde Nihal’in dalmak istediği rüya tekrarlanır. Nihal ve Adnan
Bey Büyükada’dadırlar. Baba ve kız bütün olanlardan sonra birbirine sığınmak isterler.
Bunu düşünürken babasını yavaş yavaş çekerek götürüyordu, çekti, çekti, bir de
çamlığa, o yeşil sevda aşiyanına, o bir zümrüdün içinde oyulmuş rüyaya davet etmek istiyordu;
sonra çamlığın ta kenarında durdu; ilerlemekten onu men eden bir el vardı. (s. 514).
Sonuç
Öğrencilere istenilen düzeyde bir yazma becerisi kazandırmak, yalnızca öğretici
yazılar yazdırmakla olanaklı değildir. Önemli olan, dış dünyayı algılamaları ve anlatmalarında
kendi görüş, düşünce ve hayal güçlerini kullanmalarına olanak sağlamaktır. Duyular
aracılığıyla dış dünyayı algılamak, ayrıntıların farkında olmak ve bu ayrıntıları zihinde
canlandırmak öğrencilerin yazılı anlatımda özgünlüğe ulaşmalarını sağlar. Bu nedenle eğitim
ortamlarında yaratıcı yazma çalışmalarına sıkça yer vermek gerekir.
225
Mehmet TEMİZKAN
Yaratıcı yazma çalışmaları bağlamında mekân unsuru üzerinde yapılan çalışmalar
öğrencilerin olaya dayalı anlatımlarında önemli düzeyde bir gelişme sağlamaktadır.
Temizkan’a göre (2011: 930) öğrencilerin mekân unsurunu amacına ve işlevine uygun olarak
kullanmalarında yaratıcı yazma etkinlikleri, geleneksel yazma eğitiminden daha etkilidir.
Öğrenciler yaratıcı yazma etkinlikleri gerçekleştirildikten sonra öykü türünde metin yazarken
mekân unsuruna ve gerekli yerlerde mekân tasvirlerine yer vermeye başlamaktadır. Özellikle
mekânın betimlendiği bölümler, sözcük seçimini ve sözcüklerin cümle içinde özenle
kullanılmasını gerektirir. Buradaki en çarpıcı durum yaratıcı yazma etkinlikleri doğrultusunda
mekân tasviri yapılan bölümlerde öğrencilerin sözcük seçiminde daha titiz davranmaları,
cümle yapılarını konunun gerektirdiği şekilde kullanmaları olmaktadır.
Yaratıcı yazma çalışmaları genellikle olaya dayalı edebî türler üzerinde
yapılmaktadır. Bu türdeki eserlerin güzel ve etkileyici olanların incelenerek unsurlarının ortaya
konulması, bu unsurların yazarlar tarafından kullanım özelliklerinin gösterilmesi yaratıcı
yazma çalışmaları için önemli bir adım olacaktır. Bu çalışmada kurmaca dünyanın
unsurlarından mekân ve mekânın kullanım özellikleri Aşk-ı Memnu romanı örneğinde ele
alınmıştır.
Aşk-ı Memnu romanı mekân kullanımı açısından son derece zengin bir malzeme
içermektedir. Bu romanda mekân kullanımına ilişkin örnekler açı mekân, kapalı mekân, yer
değiştirme ve mekânda değişiklik, insan mekân ilişkileri başlıkları yönünden incelenmiştir. Bu
başlıklar altında geniş ve zengin örnekler içeren mekân kullanımı, yaratıcı yazma
çalışmalarında örnek alınabilecek bir niteliktedir.
Aşk-ı Memnu romanında açık mekânlar kullanılmakla birlikte daha çok kapalı bir
mekân olan yalı tercih edilmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi yazarın, kişiler
arasındaki ilişkileri okuyucuya yoğun ve herhangi bir dikkat dağılmasına fırsat vermeden
sunma isteğidir. Aşk-ı Memnu romanında mekânla ilgili en dikkat çeken özellik romanın
kahramanlarının kişilikleri ile mekân tasvirleri arasındaki ilişkidir. Bu romanda mekân unsuru
genellikle roman kişilerinin psikolojilerini yansıtacak biçimde kullanılmıştır. Bu nedenle
yaratıcı yazma çalışmalarında mekân unsurunun kullanımı açısından Aşk-ı Memnu romanı,
çalışmada incelenen özellikler açısından örnek alınabilecek niteliktedir.
Yaratıcılığın, hayal gücünün, gözlemlerin, dış dünyaya yönelik algıların,
deneyimlerin, fantastik ögelerin (sıra dışı ögeler) vb. kullanıldığı yaratıcı yazma etkinlikleriyle
ortaya çıkan yazma ürünlerinin de söz konusu ögelerin göstergelerini içermesi beklenir. Aynı
zamanda öğrencilerin sıralanan kaynaklardan ve uyaranlardan yararlanarak oluşturduğu
yazılarda dili de yaratıcı bir şekilde kullanması gerekir. Dili yaratıcı kullanmak; dilin tüm
olanaklarının (sözcükler, cümle kuruluşları, deyimler, benzetmeler, imgeler vb.) farkında
olmaya ve bu olanakları etkili ve özgün bir şekilde kullanmaya bağlıdır (Aksan: 1993).
Yaratıcı yazma çalışmaları genellikle şiir, hikâye ve roman gibi türler üzerinde
gerçekleştirilmektedir. Bunlar arasında olaya dayalı türler olan hikâye ve romanda –özellikle
de roman- kurmaca bir dünya söz konusudur. Bu kurmaca dünyanın en önemli unsuru olaydır.
Diğer unsurlar ise kahramanlar, zaman, mekân, anlatıcı ve bakış açısıdır. Hikâye ve roman
türündeki eserler içerisinden bu unsurların güzel örneklerini içerenlerin incelenmesi ve
bunların yaratıcı yazma çalışmalarında kullanılması, daha etkili ve özgün ürünlerin ortaya
çıkmasına yardım edecektir. Bu anlamda Aşk-ı Memnu romanında mekân unsurunun yazma
çalışmalarında örnek alınması yerinde bir davranış olur.
Yaratıcı Yazmaya Kaynaklık Etmesi Bakımından Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu…
226
KAYNAKÇA
AKSAN, Doğan (1993), Türkçenin Gücü. Ankara: Bilgi Yayınevi.
AKTAŞ, Şerif (1991), Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş. Ankara: Akçağ Yayınları.
ALTUNBAŞ, Sevda (2007), Halit Ziya Uşaklıgil'in Romanlarında Kadın ve Kadın Eğitimi.
Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İzmir.
BOLAT, Salih (2009), Öykü Yazma Teknikleri. İstanbul: Varlık Yayınları.
BOURNEUR, Roland ve QUELLET, Real (1989), Roman Dünyası ve İncelemesi. (Çeviren
Hüseyin Gümüş). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
ÇETİN, Nurullah (2006), Roman Çözümleme Yöntemi. Ankara: Edebiyat Otağı Yayınları.
ÇETİŞLİ, İsmail (2004), Metin Tahlillerine Giriş 2. Hikaye- Roman- Tiyatro. Ankara. Akçağ
Yayınları.
ÇETİŞLİ, İsmail (2008), Batı Edebiyatında Edebî Akımlar. Ankara: Akçağ Yayınları.
DENER, Aytanga (1995), “Yazında Mekân”. Kuram, S. 7, s. 73-79.
ELÇİN, Şükrü (1993). Halk Edebiyatına Giriş. Ankara: Akçağ Yayınları.
ERGİYDİREN, Sevinç (2001), Edebiyat Araştırmaları. Boğaziçi Üniv. Matbaası, İstanbul.
ERUZ, S. (1994), “Yazma Uğraşının Gizil Gücü”. Çağdaş Eğitimde Sanat. İstanbul: Demet
Yayıncılık.
GÜNDÜZ, Sevim (2007), Öykü ve Roman Yazma Sanatı. Adana: Toroslu Kitaplığı.
KAVCAR, Cahit (1994), Edebiyat ve Eğitim. Ankara: Engin Yayınları.
KOLCU, Ali İhsan (2006), Öykü Sanatı. Erzurum: Salkımsöğüt Yayınevi.
KORKMAZ, Ramazan (2007), “Romanda Mekânın Poetiği”. Edebiyat ve Dil Yazıları.
Mustafa İsen’e Armağan, 2007 Ankara.
MALTEPE, Sadet (2006), Yaratıcı Yazma Yaklaşımı Açısından Türkçe Derslerindeki Yazma
Süreçlerinin Ve Ürünlerinin Değerlendirilmesi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlamamış Doktora Tezi, Ankara.
MORAN, Berna (2002), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. İstanbul: İletişim Yayınları.
Narlı, Mehmet (2002), “Romanda Zaman ve Mekân Kavramları”. Balıkesir Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi. S. 7, s. 91-106.
ORAL, Günseli (2003), Yine Yazı Yazıyoruz. Ankara: PegemA Yayıncılık.
STEVICK, Philip (1998), Roman Teorisi. Ankara: Gazi Üniversitesi Yayınları.
Şengül, Mehmet Bakır (2010), “Romanda Mekân Kavramı”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi. S. 11, s. 528-538.
TEKİN, Mehmet. (2004), Roman Sanatı. Ötüken Neşriyat, İstanbul
Tuğluk, Abdülhakim (2010), “Mustafa Kutlu’nun Mavi Kuş’unda Mekanın Poetiği”. Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 28,
s. 235-248.
UŞAKLIGİL, Halid Ziya (2006), Aşk-ı Memnu. İstanbul: Özgür Yayınları.
227
Mehmet TEMİZKAN
YILMAZ, Basri (2007), Elif Şafak’ın Romanlarında Mekân Ögesinin Zaman-Kişi Ve Olay
Bağlamında İncelenmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir.
ZAMBAK, Ferda (2007), Türk Romanında Mekân. Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla.