Academia.eduAcademia.edu
EHUD R. TOLEDANO Tel Aviv Üniversitesi'nde Osmanlı ve Ortadoğu Tarihi profesörü ve Tarih Çahşmaları Yüksek Lisans Okulu yöneticisidir. Princeton Üniversitesi'nden doktorası derecesi olan Toledano, Ox­ ford Üniversitesi, Pennysylvania Üniversitesi ve UCLA'da ders vermekte ve araştırma yapmakta­ dır. İstanbul, Kahire, Londra ve Paris'te de araştırmalarına devam eden Toledano'nun eserleri arasında The Ottoman Slave Trade and lts Suppression, 1840-1890 (Osmanlı Köle Ticareti 1840-1890), State and Society in Mid-Nineteenth-Century Egypt, Slavery and Abolition in the Ottoman Middle East adlı kitaplar bulunmaktadır. • İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSITESI YAYINLARI EHUD R. TOLEDANO SUSKUN VE YOKMUŞÇASINA ISLiM 0RTADOGUSU'NDA KÖLELiK BAGLARI ÇEVİREN Y. HAKAN ERDEM AS 1F Si LENT AN D ABSENT BONDS OF ENSLAVEMENT iN THE ISLAMIC MIDDLE EAST YALE UNIVERSITY PRESS (OPYRIGHT© 2007 BY YALE UNIVERSITY İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI 289 TARİH 33 ISBN 978-05-399-137-3 KAPAK THE SLAVE MARKET, (ONSTANTINOPLE, SıR WILLIAM ALLAN, 1838 NATIONAL GALLERY OF SCOTLAND, EDINBURGH 1. BASKI İSTANBUL, ŞUBAT 2010 © BiLGİ İLETiŞiM GRUBU YAYINCILIK MüzlK YAPIM VE HABER AJANSI LTD. ŞTI. YAZIŞMA ADRESİ: İNÖNÜ CADDESİ, No: 43/A KUŞTEPE ŞiŞLİ 34387 İSTANBUL TELEFON: 0212 311 52 59 - 311 52 62 /FAKS: 0212 297 63 14 ww.bllgiyay.com E·POSTA yayin@bilgiyay.com DAGITIM dagitim@bilgiyay.com YAYINA HAZIRLAYAN NİHAL ÜNVER TASARIM MEHMET LJLUSEL DiZGi VE UYGULAMA MARATON DIZGİEVİ DÜZELTi REMZİ ABBAS BASKI VE CiLT SENA ÜFSET AMBALAJ VE MATBAACILIK SAN. TİC. LTD. ŞTI. LİTROS YOLU 2. MATBAACILAR SİTESİ B BLOK KAT 6 No: 4 NB 7-9-11 TOPKAPI İSTANBUL TELEFON: 0212 613 03 21 - 613 38 46 /FAKS: 0212 613 38 46 lstanbul Bilgi University Library Cataloging-in-Publication Data lstanbul Bilgi Üniversitesi Kütüphanesi Kataloglama Bölümü tarafından kataloglanmıştır. Toledano, Ehud R. Suskun ve Yokmuşçasına: İslam Ortadoğusu'nda Kölelik Bağları/ Ehud R. Toledano, Çeviren Y. Hakan Erdem. p. cm. lncludes bibliographical references and index. ISBN 978-605-399-137-3 (pbk.) 1. Slavery -Middle East -History. 1. Erdem, Y. Hakan. HT1316 .T65 19 2010 EHUD R. TOLEDANO SUSKUN VE YOKMUŞÇASINA İSLAM 0RTADOGUSU'NDA KÖLELİK BAGLARI ÇEVİREN Y. HAKAN ERDEM Varlıklan ve sevgileinden dolayı ebediyen minnettar olduğum ve artık sevimli genç eişkinler olan sevgili çocuklanm Maya ve Iddo Toledano için... içindekiler vıı Teşekkür 1 GİRİŞ Şimdi ile O Zaman Arasında - Acı Sürüp Gidiyor 9 BİRİNCİ BÖLÜM İnsani Bir Bağ Olarak Köleliği Anlamak 10 İmparatorluk ve Köleleştirilenler 22 Köleleştirmeye Yeni Bir Yaklaşım 22 Patronaj ve Bağlılık: Eendi-Köle Paradigmasına Yeniden Bakış 31 Kaynakları Okumak İçin Başka Bir Yol 35 "Zorunlu Göç" Olarak Köle Ticareti Tarihyazımı ve Yeni Araştırma Ortamı 50 Kaynaklar Hakkında Birkaç Söz 43 55 İKİNCİ BÖLÜM İhlal Edilmiş Bir İlişkiyi Terk Etmek 56 Ayrılmayı Seçmek: Güçlükler 67 Ayrılık Öyküleri-Nedenler, Motifler ve Koşullar 73 Kötü Muameleyi Sona Erdirmek İçin Gitmek 76 Zorunlu Düşükten Kaçınmak İçin Gitmek 79 Sürekli İstismarı Durdurmak İçin Gitmek 82 Yeniden Satıştan Kaçmak İçin Gitmek 87 Aileyi Kurtarmak İçin Gitmek 94 Hür Olmak İçin Kölelik Bağlarını Koparmak 99 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Adalet İçin "Koruyucu Devlet"e Dönmek 105 108 116 125 127 Azat Belgelerine Gösterilen Tutumlar Tanzimat Devletiyle Çalışmak Hür Doğmuş Statüsünün Alaca Karanlık Kuşağı Azatlıların İncinebilirliği Azatlıları Yerleştirmek ve Yeniden Bağlamak 141 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Yaşayabilmek İçin Suçu Seçmek 14 Hırsızlık 152 Cinsel Suçlar 162 Kundaklama 166 Cinayet 176 Suç Olan Diğer Direniş Eylemleri 176 Bireysel Direniş 179 Grup Direnişi vi içindekiler 187 BEŞİNCİ BÖLÜM Bilinmeyeni Bilinen ile Evcilleştirmek Osmanlı Toplumlarında Zar'ın Kreolleşmesi Afrika Kültürel Hafızasına Karşı Osmanlı Tavırları 221 Osmanlı İmparatorluğu'nda Kültürel Kreolleşme Kalıpları 194 213 233 Bitiriş Düşünceleri 239 Kaynakça 249 Dizin Teşekkür u kitap, bilimsel açıdan şekillendirici olan üç alaylık bir dizi esnasında B doğdu. Cambridge World History of Slavery'nin üçüncü cildi için bir "yol haritası " belirlemek amacıyla Mayıs 2003'te Emory Üniversitesi'nde ya­ pılan bir çalıştaya hazırlanırken ve sonra da katıldığımda, Osmanlı köleliğine yeni bir yaklaşım geliştirmek gerektiğini iyice anladım. Gayet verimli bir gö­ rüş alışverişi için editörler Profesör Stanley Engerman ve Profesör David Eltis ile diğer katılımcılara çok şey borçluyum. Kitaptaki bazı temel fikirler, Doğu Akdeniz'in tarihi üzerine Mayıs 2003'te Türkiye'de, Antakya'da düzenlenen bir konferansın katılımcıları üzerinde de denendi. Önemli değişikliklerden sonra bu kitabın Beşinci Bölüm'ü haline gelen tebliğim hakkındaki değerlen­ dirmeleri için konferansın düzenleyicilerine ve katılımcılarına minnettarım. Emory ve Antakya'da atılan tohumlar, Profesör Paul E. Lovejoy tarafından Ekim 2003 'te Toronto, York Üniversitesi'nde toplanan "Slavery, Islam, and Diaspora" [Kölelik, İslam ve Diaspora] başlıklı konferansta gelişmeye devam etti. Düzenleyiciye ve onun ekibine, özellikle Behnaz A. Mirzai, Ismael Mu­ salı Montana, Yacine Daddi Addoun ve diğer katılımcılara, ana tebliğ olan ve vermiş olmaktan dolayı onur duyduğum bildirim üzerindeki değerlendirme ve tartışmalardan dolayı teşekkür ederim. Haziran 2003 'te, Aix-en­ Provence'te, Maison Mediteraneene'in konuğu iken yazım işine giriştim. Mü­ dür ve arkadaşım olan Profesör Robert Ilbert ve meslektaşları, bilimsel tefek­ kür için ideal bir ortam yarattılar. İyilikleri ve cömert ev sahiplikleri için ken­ dilerine teşekkür etmek isterim. vlli teşekkür Tel Aviv Üniversitesi'ndeki yüksek lisans öğrencilerimden de gururla bahsetmek gerekir: Michael Nizri İstanbul arşiv ve kütüphanelerinde bazı ka­ yıp bağlantıları ortaya çıkardı. Dr. Mira Tzoreff ve Doron Sakal ise kendi araştırmaları esnasında karşılaştıkları alakalı malzemenin referanslarını vere­ rek yardımcı oldular. Yale Üniversitesi yayınevinde bu kitabın yayını ile ilgi­ lenen Christopher Rogers, Eleanor Goldberg ve Mary Pasti her zaman verim­ li, yardımcı ve teşvik edici oldular. Kendileriyle çalışmak bir zevkti. Son olarak, derin minnettarlığım, müsvedde üzerinde paha biçilemez ve sezgi gücü yüksek yorumlar yaparak son ürünün kalitesini yükselten şu üç meslektaşıma ayrılmıştır: Profesörler Joseph C. Miller, Roger Owen ve Jane Hathaway. Kuşkusuz hala mevcut olan eksiklikler bütünüyle benim hatam­ dan kaynaklanıyor. GİRİŞ Şimdi ile O Zaman Arasmda Acı Sürüp Gidiyor • nsanların başka insanlar tarafından köleleştirilmesi evrensel bir olguydu. I Bu herhangi bir kültüre öznel olmadığı gibi belli bir paylaşılan sosyal de­ ğerler sisteminden de kaynaklanmıyordu. Dolayısıyla bu kitap İslami, Os­ manlı, Arap, Ortadoğulu veya Akdenizli olsun, herhangi bir istisnacılık ile il­ gili değildir. Çeşitli görünüşleriyle insan köleliği, bilinen hemen tüm tarihi toplum ve kültürlerde var olmuştur. Ahd-i Atik zamanlarından beri tüm tek­ tanrılı dinler köleliği onaylamış fakat onun katı gerçeklerini yumuşatmaya çalışmışlardır. Diğer inanç sistemleri de çeşitli şekilleriyle kölelikten azade de­ ğildi. Bu yüzden bu kitap ne suç isnat etmek ne de suçluluk duygusundan arındırmakla ilgilidir. İnsan doğasında olan bir şey, köleliği her yerde müm­ kün kılmış ve ondan kurtulmak büyük dönüşümleri gerektirmiştir. Bunlar ancak bir buçuk yüzyıl kadar önce, tarihimizin geç bir döneminde ortaya çık­ mıştır. Bu kitap insanlık ve onun başarısızlıklarıyla, köleleştirilenin savaşımı ve ayakta kalmasıyla ve özgür olmak için duyulan evrensel arzuyla ilgilidir di­ yebiliriz. Öyküler, uzun 19. yüzyılda Doğu Akdeniz'in Osmanlı-İslam dünya­ sından geliyor ama sonuçlar zaman içindeki bu yerler ve anlardan çok daha ötesini ilgilendiriyor. Maalesef, bugün yasal olmayan ve doğrudan mülk ilişkileri bağlamın­ daki köleleştirme, özgürlükten tam mahrumiyet, emeğin sömürülmesi, be­ den ve aklın baskı altında tutulması gibi geniş bir bölük olguya dönüşmüş olarak yerkürenin birçok yerinde hala sürüyor. Fakat eski zalim sahiplik bi­ çimleri bile zor ölüyor, daha beteri eski yerlerinde veya yeni yerlerde yüzeye 2 giriş çıkıp duruyor ve acilen harekete geçmemiz konusunda ilgimizi bekliyorlar. Hafıza da sıkı sıkıya tutunmuş, geri gelip duruyor, bugünü hem haberdar ediyor, hem şaşırtıyor, hala siyasi gündemlere rehberlik ediyor. Afrikalı-Ka­ rayipli-Britanyalı (kendisinin de ısrar edeceği gibi bu sıralamayla) radikal ey­ lemci ve şair Benjamin Zephaniah için köleleştirilmenin mirası, tüm acısı ve inciticiliğiyle ayakta, yaşıyor ve aynı zamanda çoktan ortadan kalkmış Bri­ tanya imparatorluğu nosyonuyla içinden çıkılamaz bir durumda iç içe geç­ miş bir durumda! 2003 Kasımında Kraliçe Elizabeth tarafından kendisine şövalyelik önerildiğinde Zephaniah bunu öfkeyle reddetti ve kamuda bir dalgalanma yaratan şu satırları The Guardian'da yayımlandı: Ben mi? Bana Britanya İmparatorluk Nişanı? diye düşündüm. Alın başınıza çalın diye düşündüm. "İmparatorluk" kelimesini duyunca tepem atıyor; ba­ na köleliği hatırlatıyor, binlerce yıllık zulmü hatırlatıyor, ninelerimin nasıl ırzıııa geçildiğini hatırlatıyor, dedelerimin nasıl zulümlere uğradığını hatırla­ tıyor. Bu imparatorluk kavramı yüzündendir ki aldığım Britanya eğitimi ka­ ra adamın tarihinin kölelikle başladığına ve hepimizin köle doğduğuna ve dolayısıyla özgürlüğümüzün sevecen beyaz efendilerimizce verildiğine beni inandırdı. Bu imparatorluk düşüncesi yüzündendir ki benim gibi kara insan­ lar gerçek isimlerimizi ve gerçek tarihi kültürümüzü bile bilmiyoruz. Kökle­ rine takmış biri değilim ve kesinlikle bir kimlik bunalımını yok; gelecek ve tüm insanların siyasi hakları benim takıntım! Britanya İmparatorluk Şöval­ yesi Benjamin Zephaniah-Asla olmaz Bay Blair, mümkün değil Bayan Kra­ liçe. Ben bütünüyle imparatorluk karşıtıyım... Kraliçeye veya kraliyet ailesi­ ne karşı bir duygum yok. Bu kadar çok nefret ettiğim monarşi kurumudur, 1 köleliği onayladığı için özür dilemeyi hila reddeden monarşi. Zephaniah açısından hafıza, kölelik, kimlik, kültür ve siyaset hepsi ay­ nı kumaşı dokumuş durumda. Bu satırlarda tazminat talebi yok ama resmi bir özür için güçlü bir talep var. Bunun yokluğu da kendi içinde ve kendiliğin­ den eylemci bir saptama olarak görülüyor. Ayrıca, köleleştirilmiş atalar Zephaniah'ı huzursuz ediyor gibi duruyor ve bazı muhayyel talepleri dayatı­ yorlar: O, hatıralarını onurlandıracak bir siyasi gündemi benimsemeli ve bel­ ki de aşağılanmalarının öcünü almalı. Robin Cohen'in gözlemlediği gibi bu tavır alışılmadık veya tek değil. " Sonradan gelen serbestliklerine, çeşitli ülke­ lerde yerleşmelerine ve vatandaşlıklarına karşın" Afrikalı-Karayipli insanla1 Benjamin Zephaniah, "Me? I thought, OBE Me? Up Yours, I Thought", The Guardian, 27 Kasım 2003 (İntenet edisyonu htpp://www.guardian.eo.uk/arts/features/story/0,11710,1094011,00. html); vurgular benim . şimdi ile o zaman arasında - acı sürüp gidiyor 3 rın "köle ticareti ile zorla dağıtılmalarının ortak tarihlerine"2 dair güçlü bir duyguları var. Bu kez, "yakışıklı büyük ödüller ve ödül paraları" kabul eden kara şairlere karşı bir şiirinde Zephaniah şöyle yazıyor: Atalar mezarlarında dönerdi Bizim ruhlarımız nasıl satıldı diye Bir zamanlar köle olan bu zavallı kara adamlar merak eder, Ve stratejilerimizi gözden geçirirdi. 3 Fakat eski usul köleleştirme Afrika, Ortadoğu ve diğer etkilenen bölge­ lerin çeşitli kısımlarında yaşamaya devam ettiği için Zephaniah'ın tavrı, diğer türlü görünebileceğinden daha fazla "tepeden tırnağa" değil. Gerçekten de kendilerine hala zulmedilenler için konuştuğu da oluyor, bazen onların bastı­ rılmış seslerini de duymayı becerebiliyoruz. Böylece, diyelim ki, öyküde, bu kez kölelik deneyimini hatırlamak yerine ilk elden yaşamış başka bir oyuncuy­ la tanıştırılmış oluyoruz. Öykü, köleliğin yaşanmış ve hatırlanmış deneyimleri arasında gerçekte bir bağlantısızlık hali olup olmadığını da doğuruyor. Bazen sadece tarihleri değiştirmek özel bir öyküyü tarihileştirmeye ya­ rıyor. Nicholas D. Kristof'un, Nisan 2002'de New York Times da yayımladı­ ğı öyküde olduğu gibi: ' Abuk Achian, Arap yağmacılar Güney Sudan'daki köyünden geçtiklerinde ve onu kaçırıp bir köle yaptıklarında 6 yaşıııdaydı. Şimdi 18 yaşında, aba­ noz tenli hoş bir hanım olan Bayan Achian son yirmi yılda kaçırılan ve kö­ le yapılan binlerce Sudanlı kadııı ve çocuktan biridir... (Oradan muhabirlik yapmamı kısıtlamak için her şeyi yapan hükümetin çabalarına karşııı ) Sudan'da karşılaştığım 30 dolayıııdaki eski köleden biriydi o. Öyküsü ti­ piktir: Hristiyan veya animist olan kara Afrikalı Dinka kabilesinin bir üye­ sidir. Kaçıranlar ise Baggara veya Müslüman Arap çobanlardır. 4 Arşiv ve anlatımsal kanıtlara dayanarak yapabileceğimiz her türlü can­ landırmaya karşın Kristof'un yazısının kalanı, köleleştirilenin yaşadığı kültür şoku ile ilgili, birinci elden ve otantik bir anlatımdır: "Çok korkmuştum" di­ ye hatırlıyor, tutsaklıktaki ilk birkaç haftasını. "Konuştukları dili anlayamı­ yor ve ağlıyordum. Fakat beni susuncaya ve kendi dillerini öğrenmeye başla2 3 4 Robin Cohen, Global Diasporas: An Introduction, Seattle, University of Washington Press, 1997, s. 144. Benjamin Zephaniah, "Bought and Sold" içinde, Benjamin Zephaniah. Too Black, Too Strong, Bloodaxe Books, Londra, 2001; vurgular benim. Nicholas D. Kristof, "A Slave's Journey in Sudan", New York Times, 23 Nisan 2002. 4 giriş yıncaya kadar dövdüler. " Hikayenin devamı Osmanlı döneminde ( 1 5 1 61 9 1 8 ) Doğu Akdeniz kırsal bölgeleri için daha tipik, kentsel bölgeleri için da­ ha az tipiktir ama kaçmanın maliyeti hakkında bir fikir veriyor: "Onun gö­ revleri, dışarıda develer ile uyumak, onları sağmak ve kaçmamalarını sağla­ maktı. Efendisi onu düzenli olarak döverdi ve diğer Dinka'lar ile konuşması­ nı bütünüyle yasaklamıştı. Bayan Achian bir kez kaçmaya çalıştığını söylü­ yor. Efendisi onu yakalamış, ellerini birbirine bağlamış ve kollarından, ayak­ ları yere değmeyecek bir şekilde, bir ağaç dalına asmış. Daha sonra, bir deve kamçısıyla kanlı bir yığın haline gelinceye kadar onu kırbaçlamış, etini bıça­ ğıyla kesmiş ve bütün gece havada sallanmaya bırakmış." Öykünün geri kalan kısmının, köleleştirilenden istenen sosyal ayarla­ ma ve Osmanlı toplumlarının onları entegre etme yöntemi açısından temsil edici olduğu muhakkaktır: Birkaç dayaktan sonra Müslüman olmayı kabul etti ve daha sonra Sudanlı Müslümanlar arasında yaygın olan genital sünnetten oldu [imparatorluğun kent bölgelerinde yaygın değildi].* 12 yaşına geldiğinde sahibi, onu genç bir adamın karısı olması için sattı. Başlangıçta Bayan Achian kocasından korkmuştu ama kısa sürede onu sevmeye başladı ve ondan bir oğul doğurdu. "Bana iyi davrandı" diyor. "O çok iyi bir adamdı." Pekala, belki de o kadar iyi bir adam değildi. O da bir köle yağmacısıydı ve düzenli olarak Dinka köylerine saldırmaya gider ve yeni köle çocuklar ile dönerdi. Bayan Achian, bu yeni köleler için üzüldü­ ğünü ama kocasına bir şey söylemeye hiçbir zaman cesaret edemediğini söyledi. Sonra kocası bu köle akınlarından birinde öldürülmüş ve Bayan Achian kendisini 16 yaşında bir dul olarak bulmuş. Eşinin anne ve babası oğlunu ondan almışlar. İtiraz edince de dövmüşler. Böylece, oğlunu arkada bırakmış ve özgürlüğe kaçmış. Kristof, anlatımını, bu uygulamaları sona erdirme amaçlı çeşitli siyasi yaklaşımları tartışarak bitiriyor ve temel olarak bu konunun kamusal alanda hala ne kadar gündemde olduğunu söylüyor. Benjamin Zephaniah çoktan top­ rak olmuş atalarının çektiklerini konuşabilir ve onların anılarını onurlandırabi­ lir. Kristof, çektikleri, saygınlığı ve onuruna duyduğu saygıdan dolayı halen ya­ şamakta olan Abuk Achian için konuşabilir. Fakat Zephaniah ile Achian bağ­ lantılı mıdır yoksa işgal ettikleri uzay kadar birbirinden ayrı olan dünyalarda mı yaşamaktadırlar? Bu kitapta onların ve onların seslerini canlandırdığı insan­ ların gerçekten de aynı söylem ve duygusal deneyim evrenini paylaştıklarını tar(*) Orijinal gazete y azısında olmayan hu a;ıklanıa, E. R. Toledano'ya aittir - ç.n. şimdi ile o zaman arasında - acı sürüp gidiyor 5 tışacağım. Hem Zephaniah hem de Achian'ın, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleleştirilmiş Afrikalılar ve dikkatli bir genişletmeyle, köleleştirilmiş Çerkesler'in tarihsel ekumeni/ortamı ile uyum gösteren bir deneyim alanını paylaştıklarını göstermeye çalışacağım. Fakat onların yerkürenin diğer kısımla­ rındaki köleleştirilen insanlar ve onların torunlarıyla da ortak özellikleri var. Gerçekten de halen süregiden, çözülmemiş bir sorun ve ayrıca acılı ve kesintisiz bir miras olarak hem tarihi hem de bugünkü köleleştirme ve bunla­ rın uzatmalı sonuçları pek çok ülkede sosyal ve siyasi gündemleri altüst edi­ yor. Biyolojik antropoloji ve kriminolojik DNA testleri, köleleştirme hakkın­ daki kamusal tartışmada kanıt üretmek ve mahkemelerde davalar açmak için kullanılıyor. Böylece, mesela, New York Times, 4 Ekim 2003'te "Honoring the Slaves of New York" [New York'un Kölelerini Onurlandırmak] başlığını taşıyan bir başyazı yayınladı. Gazete " 1 99l'de Aşağı Manhattan'da bir dev­ let binasının yapımı sırasında tesadüfen mezarları bulunan 400'den fazla Af­ rikalının yeniden gömülmesiyle" New York kentindeki köleleştirilmiş Afrika­ lıların tarihindeki üzücü bir bölümün kapanmasında, "yılların gecikmesini ve kaçırılan mühletleri" eleştiriyordu. Afrika Mezarlığı aslında on ila yirmi bin arasında mezarı kapsıyordu ve tesadüfi bir biçimde bulunması New York'un özgür bir eyalet olduğu ve antebellum Güney'in uygulamalarından etkilenmediği konusundaki bazı ef­ saneleri yerle bir etti. Köleleştirmenin 1 7. yüzyılda kurulan Hollanda koloni­ si New Amsterdam'ın inşasında kullanıldığını öğrenmekle kalmıyoruz. Kalın­ tıların incelenmesiyle tüm bir Pandora kutusu da açılmış oluyor. Kalıntıların 1 993 'te nakledildiği Howard Üniversitesi'ne mensup bir biyolojik antropolo­ ji ekibi Kuzey'deki köleleştirmenin Güney' dekinden daha yumuşak olmadığı­ nı göstermiş oldu. Başyazıya göre "Bu projede incelenen 400'den fazla iskele­ tin % 40'nın, çoğu kötü beslenmeden ölen ve kansızlık, iskorbüt ve raşitizm gibi hastalıklardan muzdarip olan 15'in altındaki çocuklardan oluşuyordu. Çevre o kadar elverişsizdi ki bunalan bazı anneler çocuklarının yaşamlarını kendileri sona erdirmişti. " Böylece, köleleştirmenin açık ve yeniden açılan ya­ raları bugün kanıyor ve yeniden tazminat taleplerine yol açıyor. Bunlardan biri Mart 2004 sonunda Londra 'da açıldı. BBC'nin bildirdiğine göre "Kara Arikalıların torunları, köle ticaretinde kullanılan gemileri sigorta ettiği için Londra Lloyd'unu dava edeceklerdi. " 5 Ün­ lü bir Amerikalı avukat on müvekkilinin adına hareket etmekteydi. Köleleştiril5 BBC News, UK Edition (lnternet), 29 Mart 2004; bu paragrafın ilerleyen kısımlarındaki vurgular hcııiın. 6 giriş miş Afrikalıların dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış durumda olan torunlarının zihinlerinde geçmişin nasıl yaşamaya devam ettiği bu avukatla yapılan röpor­ tajdan birkaç alıntı yaparak görülebilir. Edward Fagan, Birleşik Krallığın en es­ ki sigorta şirketinin 1 8 . ve 19. yüzyıllarda köle gemilerini garanti altına alarak köleleştirme ağında önemli bir rol oynadığını söylemekteydi. "Lloyd, bu göbek ve ispit fesadındaki ispitlerden biriydi" ve şirket "yaptıklarının yerli halkların ortadan kalkmasına yol açacağını biliyordu. İnsanları aldılar, gemilere koydu­ lar ve kimliklerini sildiler" (bu kültürel argümanın kullanımı için bkz. Beşinci Bölüm). Dahası, Fagan, olayların uzak geçmişte olduğunu reddediyor ve bun­ ların "insanların mağdur olduğu, sürmekte olan haksızlıklar" olduğunu söylü­ yordu. "Dünyada mağduriyete uğramış her grup kendilerine karşı işlenmiş olan soykırım ve uğradıkları zararlardan dolayı tazminat isterken siyahların tazminata hakkı olduğunu söylemek niye ileri gitmek olsun? " B u örnekte, Amerikalı davacılar Afrika ve ABD arasında işleyen ve kayıtlara girmiş köle gemilerindeki atalara kendilerini bağladığını söyledik­ leri DNA'yı kanıt olarak sunmuşlardı. İçlerinden biri elinde bulunan ve Lloyd'un, atalarının içinde bulunduğu gemiyi garanti ettiği zamana dek ge­ riye giden sigorta belgelerine gönderme yapmaktaydı. Ama BBC, bu konu­ daki başka bir sesi de gündeme getirdi. Bir tazminat kampanyacısı olan Ka­ i Klu, tazminatların sadece bir mali tazminat meselesi olmadığını tartışmak­ taydı. "Irkçılık " diyordu "tarihi ve çağdaş köleleştirmenin doğrudan ürünü­ dür. " Aynı duygu, Irk Eşitliği Danışma Kurulu üyesi olan ve İçişleri Bakan­ lığı kölelik çalışma grubunun başkanlığını yapan avukat Lincoln Crawford, OBE, tarafından da yankılanmaktaydı: "Köleliğin insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğuna şüphe yoktur ve pek çok siyah insan için köleliğin sonuçla­ rı bugün hala yaşamaktadır." Daha iyi bilinen diğer bir örnek, tarihi köleliğin devam eden etkisini ve günümüzdeki ayrımcılığı göstermektedir. 1 998 'de DNA kanıtı gösterdi ki Amerika Birleşik Devletleri'nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson'ın, Sally Hemings adında köleleştirilmiş bir kadınla cinsel ilişkisi vardı. Bu ilişkiden en az bir çocuk olmuştu ve bunun torunları şimdi kendilerini Jefferson ailesine götürüyorlar ve tarihlerini Virginia, Monticello'daki aile topraklarına bağlı­ yorlardı. Bir Jefferson aile grubu, tarihi yerde yıllık toplantılar düzenleyen Monticello Derneği'ni kurmuş, ayrıca sahibi oldukları Monticello'daki me­ zarlığın bakımını da üstlenmişti.6 Hemings'lerin iddiasının gerçek olduğu an6 Bu paragrafta anlatılan öykü şu yazıya dayanmaktadır: Lucian Upon a Hill", New York Tim,,s, 1 O Tenınıuz 200.1. K. Truscott iV, "Tlıe Reunion şimdi ile o zaman arasında acı sürüp gidiyor 7 � laşılınca bazı Jefferson torunlarının onları da aileye alma, yeniden bir araya gelişlere dahil etme ve çiftliğin mezarlığına gömülmelerine izin verme girişim­ leri Monticello Derneği'ndeki büyük bir çoğunluk tarafından boşa çıkarıldı. Hemings'lere ırkla ilgili lakaplar takıldı, üye olmaları yasaklandı ve mezarlık­ ta gömülme hakları reddedildi. Derneğin tartışmalarından birinde, üyelerden biri "Hemings torunları ile bu yaşamda veya ölümde bir araya gelmek için hiçbir ilgi duymadığını " söylemişti. "Onların cinsi" ne yapılan bir gönderme diğer üyelerin yoğun alkışlarıyla karşılandı. Bu tip olaylar ve onların temsil ettiği sürekli duygular Başkan George W. Bush'un köleleştirme konusu ve Afrikalı-Amerikalı tarihi üzerindeki etki­ si hakkında 2003'te, Senegal' de, köle gemilerinin Amerika için yola çıktıkla­ rı Goree Adası'nda bir konuşma yapmasına neden oldu.7 Başkanın konuşma­ sını yazanlar köleleştirme üzerine olan mevcut tartışmanın hemen tüm diken­ li konularına değinmeyi becermiş durumdaydılar: Zalimlik ve çekilen acılar, kültür şoku ve mahrumiyet, başkaldırı ve direniş, cesaret ve özgürlüğe kavuş­ mak için sürekli arzu ve geçmiş bir çağın ahlaki ölçülerini yargılamanın geçer­ liliği -bunların tümü konuşmada mevcuttu. Bizatihi listenin kapsayıcılığı, geçmiş köleleştirmenin bugünkü Amerikan toplumundaki ve eski köleci top­ lumlardaki siyasi önemine işaret etmekteydi. Bu konulardan pek çoğu, Os­ manlılar, Araplar ve diğerlerinin, köleleştirilmiş Afrikalılar, Avrupalılar ve kuzeybatı Asyalıların emeğini yüzyıllar boyunca sömürdükleri Akdeniz dün­ yasındaki köleleştirme ile daha az ilintili değildir. Biraz daha farklı bir bakış açısından olsa da bu temaları ilerideki bölümlerde tartışacağız. Tarihsel keşfimizin "kameraları" , standart belgesel anlatımların ço­ ğunda olduğu gibi köleleştirenlerin değil, mümkün olduğunca köleleştirilen­ lerin ellerine verilecek. Bu dediğimiz dönüşümü yapabilmek için farklı bir dil kullanmak ve yeni bir yaklaşım aramak zorundayız. Tartışacağım gibi köle­ leştirme, çoğunlukla zorlama ile oluşturulan ve sürdürülen fakat bir ölçüde ortaklık ve karşılıklı değişim gerektiren, karmaşık bir karşılıklılık ağını kuran bir patronaj ilişkisidir. Hem köleleştirilen hem de köleleştireni bir karşılıklı­ lık ağına dahil etmek ileriye doğru hareket etmemizi ol anaklı kılar ve en azın­ dan, bunlar arasındaki ilişkiyi tanımlamakta kullanılan ortak bir sömürü, baskı, direniş ve savaşım gramerinden imkanlar çerçevesinde uzaklaşmamızı sağlar. Şimdi, köleci daha az güçlü, köleleştirilen daha az güçsüz bir hale ge­ lir. Her ikisi de ilişkide bir oyuncudur ve her biri avantajı büyütmek ve zara7 htpp://www.wlıitchou,c.gov/news/relcases/200.l/07/20030708-l.hınıl, "Remarks ıııı Con'I" lslaııd, St'negal", 8 Temmuz 200.l, 11:47 (yerel). by the President 8giriş rı küçültmek için çalışmaktadır. Her iki taraf da beklentiler ve güven gelişti­ rir ve bunlar boşa çıktığında veya kırıldığında eyleme yol açabilecek bir iha­ nete uğramışlık duygusu ortaya çıkar. Eylem, bu sayfalarda açılacak ve açım­ lanacak insan öykülerinin yapıldığı maddedir. BİRİNCİ BÖLÜM İnsani Bir Bağ Olarak Köleliği Anlamak smanlı İmparatorluğu modern dönemin son ve en büyük İslami gücüy­ dü. 1 5 16/1 5 1 7 ve 1 9 1 8 arasında Ortadoğu'nun tarihi, pek çok bakım­ dan Osmanlı tarihinin bir bölümüdür ve Osmanlı izleri imparatorluğun ölü­ münden onyıllarca sonra Doğu Akdeniz'de yaşamaya devam etti. 1 Padişahla­ rın idaresi altında doğan ve gelişen bazı önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşam özellikleri 20. yüzyıl içlerine taşındı ve bunların fark edilirliği bugün için bile söylenebilir. Batı' da çoğunlukla muhafazakarlığın ve durgun­ luğun bir numunesi olarak görülse de son yirmi yılın yoğun araştırmalarının gösterdiği gibi Osmanlı İmparatorluğu uzun tarihinin pek çok döneminde karmaşık ve büyüleyici bir varlıktı; dinamik ve değişebilir, faydacı ve dayan­ ma gücü yüksek, hoşgörülü ve uyumluydu. Olumsuz imajına benzediği dö­ nemler vardı ama yönetimi altındaki çalkantılı ve zengin sosyal hayatın bü­ tüncül bir anlatımı bu imajı kesinlikle yalanlıyor. 1 8 . yüzyılın son onyıllarından 20. yüzyılın ilk iki onyılına kadar süren "uzun 1 9 . yüzyıl " Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki ve imparatorluğun uluslararası çevresindeki büyük dönüşümlerin çağıydı. Büyümekte olan Av­ rupa yayılmacılığı ve müdahaleciliği ile başa çıkabilmek için Osmanlılar, ken­ dinden dönüşmeci, kendinden menkul modernleşmelerini kabul etmişlerdi. Bazı ıslahat önlemleri Osmanlı ihtiyaçlarına göre ayarlandı, bazılarına karşı O 1 Osmanlı mirasının özlü bir değerlendirmesi için bkz. Albert Hourani, "The Ottoman Background of the Moden Middle East", Albert Hourani, The Emergence of the Moden Middle East içinde, Mac­ nıillan Prcss ve St. Antony's Colle�e işbirliğiyle, Oxford, Londra, 1 981, s. 1-18. 10 birinci bölüm çıkıldı ve reddedildi. Fakat bütün bu süreç boyunca Osmanlı toplumlarında­ ki gittikçe artan Avrupalı etkisi Akdeniz ve daha ötesinde yadsınamaz bir ger­ çeklik haline geldi. Başka bir yerde tartıştığım gibi köleleştirme ve köle tica­ retine ilişkin politikalar, Osmanlıların başlıca Britanya olmak üzere Avrupa baskısını çözmek ve sınırlamak amacıyla yaptıkları girişimlerin en göze çar­ panları arasındaydı. İmparatorluk 1 856 yılında Afrikalı ticaretini yasakladı ve 19. yüzyılın sonuna doğru tedrici bir şekilde bastırdı. Kölelik ise yasal ol­ maya devam etti.2 Bu kitapta, imparatorluktaki Britanya temsilcilerinin, kö­ leleştirilenlerin gözünde patronaj sisteminin bir parçası haline nasıl geldikle­ rini göreceğiz. İMPARATORLUK E KÖLELEŞTİRİLENLER Afrika'dan Osmanlı İmparatorluğu'na olan köle ticaretinin hacmiyle ilgili da­ ğınık :eriler ve makul çıkarımlar, 1 9 . yüzyılın büyük bir kısmında imparator­ luğa zorla getirilen kadın ve erkeklerin sayısının tahmini olarak yılda 16.000 ili 1 8 .000 arasında olduğu gibi bir sonuç veriyor.3 Uzun 1 9 . yüzyıl boyunca Afrika' dan Osmanlı topraklarına olan zorunlu göçün genel hacmi hakkında­ ki en güvenilir tahminler Ralph Austen'e aittir: Swahili kıyısından Osmanlı Ortadoğusu'na ve Hindistan'a- 3 1 3 .000; Kızıldeniz ve Aden Körfezi'nde492.000; Osmanlı Mısır'ına- 362.000; Osmanlı Kuzey Afrikası'na (Cezayir, Tunus ve Libya)- 350.000. Hindistan'a gidenlerin sayısını çıkarırsak bu bü­ yük nüfus hareketinin kabaca 1 . 3 milyon insana ulaştığını tahmin edebiliriz. 19. yüzyılın ortalarında Atlantik köle ticaretinin daralması, Afrika içindeki pazarlara olduğu kadar Osmanlı pazarlarına zorla ulaştırılan köleleştirilmiş Afrikalıların sayısını da şişirmekteydi. Bu rakamlar Türkiye'de ve 2 3 Ehud R. Toledano, The Ottoman Slave Trade and its Suppression, 1840-1890, Princeton Univer­ sity Press, Princeton, 1982. Türkçesi: Osmanlı Köle Ticareti, 1840-1 890, çev. Y. Hakan Erdem, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1994. Bu konuda en güvenilir çalışmalar Ralph Austen tarafından yapılmıştır ve aşağıda verilen rakam­ lar onun şu makalelerinden geliyor: "The 1 9th Century Islamic Slave Trade from East Arica (Swahili and Red Sea Coasts): A Tentative Census'', William Gervase Clarence-Smith (der.), The Economics of the Indian Ocean Slave Trade in the Nineteenth Centuy, Slavery and Abolition'ıı özel sayısı içinde, 9/3, 1988, s. 2 1-44; "The Mediterranean Islamic Slave Trade Out of Africa: A Tentative Census", Slavey and Abolition, 1311, 1992, s. 214-248. Ayrıca Thomas M. Rick'in ay­ rıntılı değerlendirmesi için bkz. "Slaves and Slave Traders in the Persian Gulf, 18th and 19th Cen­ turies: An Assesment", Clarence-Smith, Economics içinde, s. 60-70. Paul E. Lovejoy'un daha yük­ sek sayıları ve Austen'i eleştirmesi için bkz. "Commercial Sectors in the Economy of the Nineteen­ th-Century Central Sudan: The Trans-Saharan Trade and the Desert-Side Salt Trade" , African Economic History, 13, 1984, s. 87-95; ayrıca bkz. Lovejoy (der.), Transformations in Slavery: A History of Slavery in Africa, Cambridge University Press, Cambridge, 2000, Yedinci Bölüm. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 11 Ortadoğu'nun ve Kuzey Afrika'nın Osmanlı devamcısı Arap devletlerinde, hatta Balkanlar'da büyükçe bir Arikalı diasporaya yol açmalıydı. Buna karşın, bu bölgelerdeki Afrika kökenli insanlara bakacak olur­ sak sadece dağınık izler görmekteyiz. Türkiye'deki, Afrikalı tarım toplumları Batı Anadolu'da, Torbalı, Söke, Ödemiş, Tire ve Akhisar gibi köy ve kasaba­ larda bulunmakta, İzmir yakınlarındaki Aydın vilayetinde ve Antalya bölge­ sinde bir yoğunlaşma görülmektedir. 4 1 9 . yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu'ndaki en büyük Afrikalı nüfusun bulunduğu İzmir kentinde bile, 20. yüzyılın ilk yarısı için yapılan iki bin Afrikalı sakin tahmini, çok yük­ sek olduğu gerekçesiyle tartışmalı bulunmuştur. Afrikalı Osmanlılar ve Ari­ kalı Türkler, Müslüman ve Türk olarak görüldüğü için, bir bilim insanının deyişiyle, İmparatorluk ve sonra da Cumhuriyet'in "resmi demografik kayıt­ larında istatistik açıdan neredeyse yok gibidirler. " 5 Salnameler, rehberler ve istatistik derlemeleri gibi standart başvuru kaynaklarında onları görmüyoruz. Buna kıyasla, Afrika kökenli kişiler, Osmanlı sonrası Ortadoğu'da, Suudi Arabistan'da, Körfez Devletlerinde, çöl bölgelerindeki çeşitli Bedevi kabilele­ ri arasında ve çöle komşu köy yerleşmelerinde daha büyük sayılarda bulun­ maktadır. Afrikalılar, Mısır'da, Ortadoğu'daki herhangi başka bir yerden da­ ha fazla varlık gösteriyor gibiler. Her halükarda, şöyle bir izlenim var ki köleleştirilmiş Afrikalılar'ın torunlarının ancak küçük bir kısmı Osmanlı sonrası Akdeniz sahrasında hala mevcut durumda. Bunların tümü nereye gitti ? Bazıları akla yatkın olan çeşitli açıklamalar önerilmiştir. Bunların en çok rastlanılanı, köleleştirilmiş kişilerin pek çoğunun soğuk havaya alışık olmamalarından ve bulaşıcı akci­ ğer hastalıklarına yakalanmış olmalarından dolayı ölmüş oldukları yolunda­ dır. Hayatta kalanların yaşam beklentisi de oldukça düşüktü. Ek olarak, İs­ lam hukuku ve Osmanlı sosyal ölçüleri cariyeliği ve evsahibi toplumlara ka­ tılmayı onaylamaktaydı. Sahibi tarafından hamile bırakılan bir cariye satıla­ mazdı, onun çocukları özgür olurdu ve cariyenin kendisi de sahibinin ölü­ münden sonra hür olurdu. Böylece pek çok kuşağın geçmesiyle sadece bu öz­ gür çocukların sosyal katılımı sağlanmaz, kendileri de görsel olarak ortadan kaybolurlardı. Osmanlı topraklarına gönüllü veya zorla giriş yapan köleleştirilmiş 4 5 Günver Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe: zmir'de Zenciler ve Zenci Folkloru", Toplumsal Tarih, /62, Şubat, 1999, s. 4-10 (hu paragraftaki istatistikler sayfa 4-5 ve 9'dan alınmıştır). Esma Durugönül, "The Invisibility of Turks of African Origin and the Construction of Turkish Cultural Identity: The Need for a New Historiography", Jouna/ of Back Studies, 3313, Ocak 2003, s. 289 (Güneş'in "Kölelikten Özgürlüğe" çalışmasına dayanarak, 4 ). 12 birinci bölüm Çerkesler, Gürcüler, Rumlar, Slavlar ve diğer Afrikalı olmayanlar da benzer bir şekilde massedilirdi. Köleleştirilmiş Çerkeslerin çoğu Ruslar tarafından 1 850'lerin ortasından 1 860'ların ortasına kadar olan sürede Kafkaslar'dan sürülen mültecilerdi. Kafkaslar'daki Çerkes toplumu, ilintili dilleri, kültürel gelenekleri ve sosyal örgütlenişi paylaşan çeşitli kabile gruplarından oluşmak­ taydı.6 Rus yönetimi altındayken bağımlı tarım işçileri sınıfı (Adige dilinde pshitl) serfleştirilmiş olarak düşünülürdü ama Osmanlı hukukunda kendileri­ ne "köle" statüsü verildi. Gerçekte, pshitl daha ziyade, Adigecede pshi, Os­ manlı Türkçesinde bey denen her toprak sahibinin bağımlı-mahmileriydi (Arapçada tabic). Bu statü kalıtsaldı ve hür ile bağımlıların evliliklerinden do­ ğan çocuklar serfleştirilmiş tarafın statüsünü alırdı. Çoğunluğu genç kadınlardan oluşan başka Çerkesler ve Gürcüler de kentlerdeki seçkin haremlerinde hizmet etmeleri için esirciler tarafından Os­ manlı 1mparatorluğu'na getirilirdi. Uzun 1 9. yüzyıl boyunca, hatta daha ön­ ce de, Osmanlı imparatorluk seçkinlerinin erkek üyeleri arasında beyaz ka­ dınlar tercih edilirdi. Harem-i Hümayun ve önde gelen konaklar için çalışan aracılara Kafkasya'nın Çerkes ve Gürcü toplumlarından genç kızları topla­ maları için talimat verilirdi. Bu kızlar girdikleri hanelerde eğitilir ve seçkin ev­ lerindeki rollerini öğrenirlerdi.7 1 9 . yüzyıl sona ererken Osmanlı hükümeti­ nin uygulamaya koyduğu ve gittikçe artan kısıtlamalardan dolayı bu şekilde edinilen cariyelerin sayısında bir düşme oldu ama Harem-i Hümayun ve en üst rütbedeki memurlar bile kadın köle edinmeyi sürdürdüler. 19. yüzyılda hala görülse de düşüşe geçen başka bir uygulama da hane­ ler (kapılar) için Çerkes, Gürcü, Slav gibi açık renkli erkeklerin satın alınması ve bunların Osmanlı askeri-idari seçkinlerinin saflarına katılmaları için eğitil­ meleriydi. Bu adamlar kul olarak (Arapçada memluk) bilinirlerdi. Yüzyıllar boyunca Osmanlı imparatorluk elitinin belkemiğini oluşturmuşlardı. 1 7. yüz­ yılın ilk yarısında Osmanlı padişah kapısının kulların devşirilmesi üzerindeki tekeli kırıldı. Ağırlıklı olarak taşrada, ama payitahtta bile pek çok seçkin ka­ pısının reisleri, kapı halkı olarak kendi askerleri ve takipçileri olmak üzere kul­ lar edinmeye başladı. 19. yüzyılda bile bunlara hala kulların kulları deniyor6 7 Kısa bir özet için bkz. Seteney Khalid Shami, Ethnicity and Leadership: The Circassians in faran, Ann Arbor, University Microfilms lnternational, Michigan, 1985, s. 17-39, 53-57. Bibliyografya­ sı Çerkesler ve Kafkasyalı halklar hakkındaki temel çalışmalar ve etnografya araştırmalarını kap­ samaktadır. Shami, tarım işçilerine göndermede bulunurken "snıf" yerine "kast" terimini kullan­ mayı tercih etmektedir. Ehud R. Toledano, Slavery and Abolition in the Ottoman Midd/e East, University of Washington Press, Seattle, 1998, s. 29-4 1 . insani bir bağ olarak köleliği anlamak 13 du. Ben de bunlara kul türü köleler diyeceğim.8 Kullar ve kul türü köleler, di­ şiler için geçerli olan harem köleliği ile bağlantılandırılan akraba bir olgu ol­ duğu için her iki gruba birden kul/harem köleleri diyeceğim. Bu grupta bir un­ sur daha vardır: Seçkin haremlerindeki kadınlar ile erkekler dünyası arasında aracılık yapan hadımlar. Saraydaki Darüssaade Ağası ile idaresindeki hadım­ ların 20. yüzyıl başı gibi geç bir tarihte bile büyük bir nüfuzları vardı.9 Geriye kalan birkaç bağımlı emek türü daha var. Öncelikle not edil­ meli ki tarımsal köleleştirilme, Amerikan İç Savaşı'nın 1 860'ların başında neden olduğu pamuk kıtlığı sırasında Mısır'da da mevcuttu. Köleleştirilmiş Sudanlılar pamuk tarlalarında çalıştırılmak üzere Mısır kırsal bölgelerine götürülürdü. Bununla birlikte İmparatorlukta en yaygın köleleştirilme biçi­ mi seçkin hanelerindeki ev hizmetiydi. Bu büyük ölçüde Afrikalı, Çerkes ve Gürcü kadınları tarafından yapılırdı. Köleleştirilmiş erkekler de inci dalgıç­ lığı, madencilik ve bazen de inşaat sektöründe çalışmak gibi bedeni işler ya­ parlardı. Osmanlı toplumlarında köleleştirilmiş insanların yerine getirdiği çok sayıdaki işlev, köleleştirilenlerin koparıldığı yine çok sayıdaki bölge ile beraber önemli bir araştırma konusu oluşturmaktadır. Tüm köleleştirme türlerini birbirleriyle ilintisiz olarak görmektense bunları, değişik orijinler, kültürler, işlevler ve statülerin oluşturduğu bir devamlılık olarak görmek çok daha verimli olacaktır.10 1 9 . yüzyıl sonuna doğru köleleştirilmiş nüfus, toplam nüfusun % 5'i dolaylarındaydı. Madeline Zilfi'nin gözlemlediği gibi, köleleştirme "küçük, ayrıcalıklı bir azınlığın uygulamasıydı ve böyle olduğu için çoğunluğun dene­ yimini yansıtması zordu. "11 Zilfi, ailelerin büyük çoğunluğunun tekeşli oldu­ ğunu, köle sahibi olmadıklarını ve ayrıca hür hizmetçi istihdam etmedikleri­ ni de söylemektedir. Buna karşın, uygulamanın karmaşıklığı, uygulamanın iç çelişkilerine ve görünürdeki çözümsüzlüğüne de yer verecek bir yaklaşım ara­ mayı gerekli kılıyor: Osmanlı ve İslam köleleştirme biçimlerini tanımayan 8 9 A.g.e., s. 24-29. A.g.e., s. 41-53. Darüssaade Ağası'nın 18. yüzyılda Kahire ile olan bağlantısı için bkz. Jane Hat­ haway, The Politics of Households in Ottoman Egypt: The Rise of the Qazdaglis, Cambridge Uni­ versity Press, Cambridge, 1997, Sekizinci Bölüm. Türkçesi: Osmanlı Mısırı'nda Hane Politikaları: Kazdağlıların Yükselişi, çev. Nalan Özsoy, Türk Vakfı Yurt Yayınları, 2002. 10 Osmanlı köleleştirmesini anlamak için bir model öneren makalem için bkz. "The Concept of Sla­ very in Ottoman and Other Muslim Societies: Dichotomy or Continuum?'', Miura Toru and John Edward Philips (der.), Slave Elites in the Middle East and Africa: A Comparative Study içinde, Ke­ gan and Paul International, Londra, 2000, s. 1 59-176. 11 Madeline C. Zilfi, "Servants, Slaves, and the Domestic Order in the Ottoman Middle East", Hawwıı, 2/1 , 2004, s. 29. 14 birinci bölüm ama köleleştirme konusunda bilgi sahibi olan biri için bile burada yüksek ve düşük statüler karışmış, şeref ve utanç iç içe geçmiş görünmektedir. Bu olgu­ yu daha iyi anlayabilmek için köleleştirilmiş kişilerin durumunu, onların gör­ düğü muamele ve kaderlerini etkileyen altı ana ölçüye göre tasnif edebiliriz: • Ev içi, tarımsal, bedeni veya kul/harem olsun köleleştirilenin yerine getirdiği görevler • Kentli seçkinlerin bir üyesi, kırsal bir ileri gelen, küçük ölçekli bir köylü veya bir tüccar olsun köleci tabakası • Merkezde veya çevrede olsun yer • Kent, köy veya göçebe olsun çevre • Erkek, kadın veya hadım olsun cinsiyet • Afrikalı olsun veya olmasın etnik kimlik u matristen aşağıdaki gözlemler çıkıyor: • Kentli seçkin hanelerindeki köleleştirilmiş ev hizmetçilerine, diğer yerler ve durumlardaki köleleştirilmiş işçilerden daha iyi davranılıyordu. • Köleci tabakasının alt basamaklarına inildikçe ve merkezden uzakla­ şılıp düşük nüfus yoğunluklu çevrelere gidildikçe köleleştirilenin kötü mua­ meleye uğrama olasılığı artıyordu. • Köleleştirilmiş Afrikalılar ve köleleştirilmiş kadınların hayatı genelde köleleştirilmiş beyazlar ve erkeklerin hayatından daha güçtü. Böylece, diyelim ki köleleştirmenin en hafif olduğunu söyleyebileceği­ miz kentlerdeki seçkin hanelerinde bulunan kadınlar hiç de seyrek olmaya­ rak, bugün en ucuzundan cinsel taciz ve en kötüsünden cinsel köleleştirme olarak görülecek rahatsız durumlara maruz kalırdı. Osmanlı ve diğer İslam toplumlarındaki köleleştirmenin berrak ve düzgün bir şekilde ele alınabilmesi yolundaki ilk engel "tavır maniası" dır. İs­ lam toplumları üzerine yazanlar, dikenli, dengeli veya ima yoluyla olsun, en ufak bir eleştiri karşısında genelde duyarlı, hatta azla duyarlı olmuştur. Or­ tadoğu çalışmalarındaki oryantalist gelenek veya paradigma, tabii ki neden­ siz yere olmayarak, Arap ve Müslümanlara ve onların kültürüne, dinlerine, inanç sistemlerine, siyasi ve ekonomik yaşamlarına karşı önyargılı, tepeden bakar, ahlakçı ve aşağılayıcı olarak görülmüştür. Tüm bunların hepsi, Arap­ lar ve Müslümanlar tarafından savunulan çağdaş davalara karşı olan negatif siyasi tavırları desteklemiş, sonuçta onları uluslararası camiada marjinal hale getirir veya tamamen dışlar olarak görülmüştür. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 15 Köleleştirmenin tarihi üzerine olan tartışma, Arap ve Müslüman ya­ zarların yabancı meslektaşlarıyla insan bendeliği üzerine açık bir görüş alışve­ rişine girişme konusundaki gönülsüzlükleri nedeniyle sık sık akim kalmıştır. Çağdaş Türk bilim insanlığıhı ve Arap ülkelerinden birkaç katkıyı dışarıda tutacak olursak, Arap ve Müslümanlar tarafından meydana getirilen eserler özür dileyici ve polemik niteliği taşımış, İslam toplumlarında köleleştirilen ki­ şilerin yaşamları hakkında bize pek bir şey anlatmamıştır .12 Öte yandan, Müslüman olmayan toplumların çoğunda köleliğin çeşitli tarafları şiddetle tartışılmış, ayrıntılı olarak araştırılmış ve tahlil edilmiştir. Yine de, İslami kö­ leleştirme hakkındaki savunmacı tutumun yeni baştan şekillendirildiğine da­ ir birtakım göstergeler var. Tabii ki kültürleri ve değerlerinin sürekli olarak sorgulandığını du­ yumsayan ve ülkelerinin siyasi ve bazen de askeri olarak daha güçlü ve zen­ gin ülkeler tarafından saldırıya uğradığını düşünen Arap ve Müslüman yazar­ lara kusur bulmak kolay değildir. Küreselleşmenin bilinenleri ve bilinmeyen­ leri tarafından tehdit edilenlerin birçoğu, yerel kültürde, İslami gelenekte, ba­ zıları da radikal ve şiddet içeren eylemcilikte teselli ve bir tür güven bulmak­ tadır. Müslüman toplumlarda küreselleşme ve küreselleşmeye yönelik tepki­ ler nispeten yenidir ama İslam toplumlarında köleleştirmeye ilişkin savunma­ cı tutum en azından yüz elli yıllıktır. Bu, İngiliz ilgacıların, İslam ülkelerinde, özellikle Osmanlı İmparatorluğu'ndaki güçlü resmi temsilcileri aracılığıyla yerel ve imparatorluk yetkililerini köle ticaretini bastırmak ve köleliği ilga et­ mek konusundaki ilk ikna çabalarına kadar geri gider.13 Avrupalıların, Osmanlı köleliğini eleştirmesi, Osmanlı memurları, ya­ zarları ve aydınlarının karmaşık ve farklılaşmış olsa da savunmacı bir tepki vermelerine neden oldu.14 Kölelik, aile ve kültürün tamamlayıcı bir parçası olduğu için bu eleştiri, Osmanlı sosyal düzeninin ta temellerini hedefleyen bir müdahalecilik olarak görüldü. Yerel kölelik karşıtları görüşlerini ancak 1 9. yüzyılın son çeyreğinde basılı eserlerde dile getirmeye başladılar ki bu yayın­ lar köleleştirmeyi ahlaki temeller üzerinde eleştirenlerin sayısının arttığını gösteriyordu. Daha önceki bir çalışmamda savunmacı tutumu oluşturan temel tartış­ mayı şu kelimelerle anlatmıştım: 12 13 14 Ortadoğu toplumlarındaki kölelik üzerine söylemler için bkz. Toledano, Slavery and Abolition, Beşinci Bölüm. Bu konuların ayrıntılı bir tartışması için bkz. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti. Osmanlı tavırlarının bir çözümlemesi için bkz. Toledano, Slavery and Abolition, Beşinci Bölüm. 16 birinci bölüm Osmanlı görüş açısının nirengi noktası, diğer Müslüman toplumlarda oldu­ ğu gibi İmparatorluk'taki köleliğin de Amerikalar'daki kölelikten esas ola­ rak farklı olduğuydu. Başlıca, kölelik orada çok daha yumuşaktı çünkü kö­ leler plantasyonlarda istihdam edilmiyordu, iyi muamele görüyorlardı, ge­ nelde azat edilirler ve köle sahibi toplumla bütünleşebilirlerdi. Dahası, İs­ lam hukukunun, sahipleri, kölelerine iyi davranmaları için teşvik ettiği ve azadın, inananların karşılığını görecekleri bir sevap olarak düşünüldüğü de söylenirdi. 15 Genelde, İslami ve İslami olmayan köleliği çalışan bilim insanları bu görüşü kabul etmek eğilimindeydiler. Çeşitli tür köleleştirme biçimleri üzeri­ ne on yıllarca süren araştırmalar sonucu geliştirilen tahlil sınıflandırmalarını izleyerek İslam toplumları, "köle toplumları" olmaktan çok "köleli toplum­ lar" olarak sınıflandırıldı. Bu toplumlardaki köleliğin daha yumuşak, daha bütünle,meci, daha az dışlayıcı olduğuna, dolayısıyla köleliğin ilgasının geç geldiğine ve asla büyük bir siyasi sorun olmadığına inanıldı. Buna karşın, son yirmi yılda algılar değişmekte olup, daha eleştirel, daha az kabullenici ve bel­ ki de "iyi muamele tezi" diyebileceğimiz görüşün geniş imalarını kabullen­ mekte daha az hoşgörülü bir hale gelindi. Fakat karşımıza çıkan "tavır maniası" ile uğraşmaya başlamazdan ön­ ce içinde çalışacağımız kavramsal çevreyi yeniden kurmamız gerekiyor. Buna göre, bana öyle geliyor ki bu alanda çalışan bilim insanlarının çoğunun köle­ liği evrensel bir olgu olarak gördüğünü ve herhangi belli bir kültüre ait veya belli bir paylaşılan kültür değerleri sisteminden kaynaklanıyor olarak görme­ diğini mutlaka belirtmeliyiz. İnsan bendeliği çeşitli şekilleriyle bilinen hemen tüm tarihi kültür ve toplumlarda mevcut olmuş olduğu için hiçbir yazar, ah­ laki açıdan diğerine karşı daha yüksek bir yerde olduğunu iddia edemez. Ahlaki oyun sahasını böylece düzelttikten sonra köleleştirmeye karşı olan yargımızı hiçbir şekilde askıya almak istemeyiz. Sorumluluktan çekin­ meyi de teşvik etmeyiz. Köleleştirmenin içinde yayıldığı sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi koşulları ve tarihi toplumlardaki evrensel kabulü anlamaya çalışırken, bunun nerede ve kim tarafından uygulandığına bakılmaksızın kı­ nanacak ve lanetlenecek bir şey olduğunu söylemekten de geri durmayız. Pek çok toplumda köleleştirmenin neden bu kadar doğal olduğunu anlamaya ça­ lışmak onu hoş görmeyi gerektirmiyor. 15 Toledano, Slavery and Abolition, s. 15. Filipinler' deki kölelik hakkında hem Filipinli milliyetçiler hem de Amerikalı siyasetçilerin tavırlarındaki ilginç bir paralellik için bkz. Michael Salman, The Eınbarrasment of Slavery: Controversies over Bondage and Nationalism in the American Coloni­ a/ Phi/lipines, Ateneo de Manila University Press, Manila, 200 1 , s. 257-259. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 17 Bu tartışmayı bir adım daha ileri taşımak isterim. Burada, köleleştirile­ nin yaşadığı dünyayı yeniden kurarken, köleleştirenler ve toplumun diğer üyeleri için mevcut olan tüm seçenekleri değerlendirecek ve bunların en azın­ dan üç adet olduğunun farkında olacağız. Bir kişi köle sahibi olmamayı seçe­ bilirdi; köleciler, kölelerine kötü davranmamayı seçebilirdi ve yine köleciler, kölelerini belli bir süre sonunda azat edebilirlerdi ki bu süre Osmanlı toplu­ munda yedi ve on yıl arasında belirlenmişti. Bu seçenekler ve başkaları, Osmanlı ve İslam toplumlarındakiler de dahil olmak üzere çoğu toplumdaki hür üyeler için geçerliydi. Hür emeğin bulunmadığı, hatta hür emeğin daha az verimli olduğu veya ekonomik açıdan kullanılmasının mantıklı olmadığı durumları konuşmuyoruz.16 Köle sahibi olup olmamak, onlara iyi veya kötü davranmak ve zaman içinde, önerilen sü­ reden sonra azat etmek veya onları bu süreden daha uzun bir süre köle ola­ rak tutmak, hatta uzun bir hizmet döneminden sonra yeniden satmak bir se­ çim meselesiydi. Açıktır ki bir seçim olduğu zaman sorumluluk da vardı ama bu tarih boyunca pek çok toplumda böyleydi ve burada Osmanlı, Arap veya Müslüman kölecilere özelde bir suç atfetmiyoruz. Osmanlı Ortadoğusu'ndaki köle deneyimlerini gereği gibi araştırmak yolundaki bu can sıkıcı maniadan kurtulurken İslami köleleştirmenin benzerlerinden çok daha yumuşak olduğu ve aynı kavramsal çerçevede tartışılamayacakları yolundaki görüşü de belki yeniden gözden geçirebiliriz. Bu açıdan, iki adet ayrı fakat alakalı soru var: Daha yumuşak olduğu varsayılan Osmanlı köleleştirmesi imparatorluğun her yerinde, bütün köleler için uygulandı mı? Ve, Osmanlı'daki köle tiplerinin büyük çeşitliliği dikkate alınınca, bütün bu kategorilerde bulunan kişilerin hepsini köle olarak mı gö­ receğiz? Daha dar anlamda, kul/harem tabakasındaki kişileri de köleleştiril­ miş olarak sınıflandırabilir miyiz? Birbirinden açık çizgilerle ayrılmış şu üç grubu, Osmanlı İmparatorluk seçkinlerinin, köleleştirilmiş hizmetçilerin ve tarımsal emekçilerin tümünü birden aynı kategoriye sokabilir miyiz? Benim düşüncem ve başkalarının düşüncesi son yirmi yılda evrime uğ­ radı. 1 980'lerin başında, Osmanlı köle ticaretinin 1 9 . yüzyılda bastırılmasına dair olan ilk eserim yayınlandığında, konunun duyarlılığının bütünüyle ayrı­ mındaydım ve okuyucularım alınmasın diye gerçekten uğraştım. Osmanlı kö16 Osmanlı İmparatorluğu'ndaki hizmet emeğinin yakınlarda yapılan bir değerlendirmesi için bkz. Zil i, "Servants, Slaves". Yazar, haklı olarak işaret ediyor ki İslami-Osmanlı uygulamaları ne ka­ dar iyi olursa olsun "azatlı köleler şeklinde ortaya çıkan ucuz bir emek arzını garanti etmeye yar­ dımcı oluyorlardı." Bu uygulama daha çok kadınları ilgilendiriyordu. (8). 18 birinci bölüm !eleştirmesi ve Amerika uygulamaları arasındaki önemli farklılıkları hemen kabul ettim, fakat Osmanlı köleleştirmesinin anlaşılmak için başka bir kav­ ramsal alet takımı gerektiren ayrı bir sosyal kurum olmadığını savundum. Kölelikten ziyade köle ticaretiyle uğraştığım ve orada da benzerlikler tartışı­ labilir bir durumda olmadığı için işim o kadar güç değildi.17 Kitabı, şu inanç­ la bitirdim: "Bu kitapta kendi kanaatlerimi gizlemeden, kaba kültürel değer yargısı çukurlarına düşmekten kaçınmaya çalıştım. Böylece bu kitap, Osman­ lı köleliği üzerine Batı'daki pek çok yazının kendini üstün gören tavrını red­ dederken, organizasyon, vurgu, dil ve hatta metafor açısından yasal köleliğin, ılımlılık veya katılıkla lişkisi olmaksızın ilgasının, hala uzak bir hedef olan gerçek insan özgürlüğü yolunda olumlu bir adım oluşturduğu inanışıyla yazılmıştır. " 18 1 990'ların sonunda yazılan ve bu kez Osmanlı köleliği ve ilgasını ele alan başka bir kitapta "iyi muamele tartışması"na ilişkin daha çeşitlendiril­ miş bir duruş gerektiğini tartıştım.19 Orada, Osmanlı-Mısır Sudan'ı üzerine Jay Spaulding'in, Brezilya üzerine Mary Karasch'ın ve Afrika için Claire Ro­ bertson ve Martin Klein'in çalışmalarını kullanarak hizmet köleliği durumla­ rında bile, özellikle de kadınlar söz konusuyken, bu insanların kölelik dene­ yimlerinin yumuşak olarak nitelendirilmesinin oldukça uygunsuz olacağını vurguladım. Bu çalışmaların gösterdiğine göre evin, ailenin veya hanenin mahremiyeti, köleleştirilene iyi davranılmasını garanti etmiyordu ve cariye­ lik, çağdaş tanıklar tarafından tasvir edilen ve bunların anlatımlarını daha sonra kullanan bilim insanlarının benimsedikleri idealden çok uzaktı. Köle­ leştirilen kadının deneyimini yöntemsel olarak cinsiyet açısından yorumlayan ve "içeriden gelen sesleri" ve " dipten yukarı" görüşleri öne çeken bir yakla­ şım, köleleştirme altındaki gerçekliklerin oldukça sert bir resmini çiziyor ve bunun Müslüman ve Müslüman olmayan gözlemciler tarafından önerilen yu­ muşak versiyonla uyumsuzluğunu gösteriyordu. Şimdi artık bu "iyi muamele tartışması "na başka ve göreli olarak yeni bir tartışmayı da katmanın zamanı geldi. Bu, kendilerini Osmanlı ve Arap Ortadoğusu'na zorla götürülmüş Afrikalıların mirasçıları olarak gören Afri­ kalılardan geliyor. Bu tartışma belki de en iyi ve güçlü biçimde, Şubat 2003'teki Arapların Başını Çektiği Afrikalı Köleliği Bildirgesi'nde özetlendi. Bu tartışma, seçim ve etkin oluşun inkar edilmesi olarak nitelediğim olguyla 17 Toledano, Köle Ticareti, s. 3-5. 18 A.g.e., s . 236. 19 Toledano, Slavery and Abolition, s. 14-1 9. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 19 ilgilidir. Basitçe söylersek, güçlüler (burada Osmanlılar ve Araplar) isteksiz güçsüzlere (burada köleleştirilmiş Afrikalılar) kendi "yumuşak kölelikleri", "iyi muameleleri" ve "yüksek kültürlerinin" sorgulanabilir yararlarını ihsan etmekle suçlanıyorlar. Böylece, başka maddelerin arasında Bildirge'de şu sap­ tamaları da görüyoruz: Köleleştirilmiş kadınların zorunlu cariyeliği uygulamasını ve Afrikalı ka­ dınların, Arap efendilerin malı olan ve olmaya devam eden çocuklar yetiş­ tirmek amacıyla kullanılmasını mümkün olan en şiddetli dille KINIYO­ RUZ... Genç kızları efendilerinin seks kölesi olarak hizmet etmek için köleleş­ tiren, efendisi vermezse herhangi bir evlilik hakkından yoksun kılan ve ta­ rihi ve hala sürmekte olan uygulamadan dolayı Arap toplumlarını SUÇLU­ YORUZ ... Afrikalı insanların kültürel olarak zorla Araplaştırılması işlemlerinden dolayı sorumlu Arap toplumlarına etnik kırım SUÇLAMASI YAPIYO­ RUZ. 20 Bu açıkça, tepeden aşağı değil dipten yukarı bir söylemdir. Namevcut olan ve susturulan, kendi etkin oluşlarından yoksun kılınan ve kendi yaşam­ larını yaşayamayanlar için konuşmak istiyor. Dolayısıyla tartışma, yüklü ve politize edilmiş durumdadır. Tarihçiye, İslam köleliğinin yumuşak olduğu yo­ lundaki kanaatleri yeniden gözden geçirmesi çağrısı yapılıyor. Fakat gerçek­ ten de köleler, sanıldığı gibi etkin oluştan yoksun mu bırakılmışlardı? Bu ko­ nuyu ilerideki bölümlerde incelediğimiz zaman köleleştirilenlerin, kendileri­ nin güçsüzlüklerini nasıl yaşadıklarını ve içine zalimce itildikleri ağı çözmek için nasıl harekete geçtiklerini ve baskı ve suistimale karşı durmak için ne gi­ bi yollar bulduklarını görmüş olacağız. İlerlemeden önce, iyi muamele tartışması içindeki ikinci soruya, yani kul/harem sınıfının Osmanlı köleleştirilenleri kategorisine sokulup sokula­ mayacağına geri dönmemiz gerekiyor. Bunların, Osmanlı toplumundaki daha az şanslı hizmet ve tarım köleleriyle aynı şekilde değerlendirilemeyece­ ğini hisseden önde gelen Osmanlı tarihçileri bu gruptaki insanların duru­ munu betimlemek için alternatif terimler önermiştir. Metin Kunt, kullara " sultanın hizmetkarları " derken Suraiya Faroqhi onları "uşak" olarak ad­ landırmayı tercih ediyor. 21 Buna karşıt olarak yeni kitabı Ahlak Oyunları'nda 20 21 Declaration of the Conference on Arab-Led Slavery of Africans, Sunnyside Park Hotel, Johannes­ burg, 22 Şubat 2003 (vurgular benim); ayrıca bkz. Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe. " Metin Kunt, The Su/tan's Servants: The Transformation of Ottoman Provincial Government, 20 birinci bölüm Leslie Peirce güçlü bir şekilde vurguluyor; "seçkin köle olmanın ayrıcalıkla­ rı geçiciydi. " 22 Peirce elit kölelere, servetlerini [ekleyeyim ki ne de statülerini] çocukla­ rına miras bırakma izni verilmediğine ve vakıf mekanizması sayesinde bir boş­ luk yaratılmış olsa da servetleri öldüklerinde padişahın hazinesine geri döndü­ ğüne dikkat çekiyor. Peirce'e göre, padişah, "nasıl köle kullarının dinsel ve kültürel kimliğini, maddesel yaşam çevresini denetliyorsa, yaşama hakkını da denetleyerek, kölelik sözleşmesini çiğnediklerine karar verirse yaşamını alıyor­ du. " Peirce daha sonra "Osmanlı dizgesinin özündeki bir çelişki" olarak gör­ düğü olguyu tanımlıyor: " Sıradan kullar [tebaa] kendilerini yönetenlere tanın­ mayan haklardan yararlanıyorlardı. Bu haklardan biri, sultanın doğrudan sa­ hip olduğu yaşam ve ölüme karar verme erkinden bağışık olmaktı. " Osmanlı imparatorluk yönetiminin asırları boyunca "kul" köleliğinin bazı yönleri uygulamada tedri: olarak hafifletilmiştir ama Peirce gözlemle­ rinde kesinlikle haklıdır. Önceki eserlerimde olduğu gibi, burada da görüşüm şudur ki, sosyal tahlil açısından bakacak olursak padişahın tüm yasal kulları­ nı köleleştirilmiş kişiler olarak görmek gerekir. Bu bütüncül, kapsayıcı bir du­ ruştur yani kul/harem köleleri ile diğer tür Osmanlı köleleri arasında bir tür farkı yoktur ama Osmanlı köleliği kategorisi içinde bunlar arasında derece farkları kesinlikle vardı. İyi muamele tartışması belki de en güzel kölelerin, padişahın bazı hür tebaasının çoğundan daha iyi durumda oldukları, yani kendilerine maddi ola­ rak daha iyi bakıldığı yolunda sık sık yinelenen saptama ile özetlenebilir. Da­ hası, pek çok kölenin, kendi belirsizliklerini ve zaaflarını Osmanlı toplumla­ rındaki özgür yoksullar ve diğer marjinallerin pozisyonlarına değişmeyecek­ leri de iddia edilmiştir. Bununla birlikte, ilerideki sayfalardaki düzinelerce kö­ le deneyimi öykülerinde göreceğimiz gibi insanlar sadece ekonomik varlıklar 1 550-1 650, Colombia University Press, New York, 1 983; ayrıca bkz. Metin Kunt, Sancaktan Eyalete. 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İs­ 22 tanbul, 1978; Suraiya Faroqhi, "The Ruling Elite between Politics and the 'Economy"', Halil İnal­ cık ve Donald Quataert (der.), An Economic and Social History of the Ottoman Empire, 13001914 içinde, Cambridge University Press, Cambridge, 1 994, s. 545-575. Türkçesi: "Siyaset ve 'Ekonomi' Arasındaki Yönetici Seçkinler", çev. Ayşe Berktay, Süphan Andıç ve Serdar Alper, Os­ manlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, 1 600-1914, cilt 2, Eren, İstanbul, 2004, s. 669-698. Leslie Peirce, Moraliy Tales: Law and Gender in the Ottoman Court ofAintab, University of Ca­ lifomia Press, Berkeley, 2003. Türkçesi: Ahlak Oyunları. 1540-154 1 . Osmanlı'da Ayntab Mahke­ mesi ve Toplumsal Cinsiyet, çev. Ülkün Tansel, Tarih Vakfı, İstanbul, 2005. Burada ve aşağıdaki alıntılar 412. sayfadandır. insanı bir bağ olarak köleliği anlamak 21 değildir, köleler, çoğunlukla köleleştirilmiş olarak kalmak istemiyorlardı. Os­ manlı ve diğer İslami köle deneyimlerinin yumuşaklığı yolundaki iddialar bir yana, kölelik, köleleştirilenlerin çoğunun kendilerini kurtarmak için uğraştık­ ları bir durumdu. Birçoğu büyük sıkıntılara katlanmış, büyük riskler almış ve her şeye rağmen özgür olmak için mücadele vermişlerdi. Osmanlı tebaasının köleleştirilmiş üyeleri bunları yaparken başka herhangi bir toplumun köleleş­ tirilmiş kişilerinden farklı değildiler ve onların çabaları tanınma ve takdir edilmeyi hak ediyor. Hiç de şaşırtıcı olmayarak, köleleştirenlerin epeyi, köleleştirilenlerin, köleleştirmeyi sıcak karşılamadığının farkındaydı. Osmanlı devlet belgelerin­ de ve resmi yazışmalarında kullanılan dilin kendisi bile devlet memurlarının, köleleştirilen kişilerin durumlarından şikayetçi olduğunu ve gerek mahkeme­ ler gerekse çeşitli devlet dairelerinden sıkıntılarını giderecek etkin önlemlerin alınmasını talep ettiklerini pek güzel bildiklerini gösteriyor.23 Hatta belgeler­ de, köleleştirilenlerin, hürriyeti arzulamalarının doğal olduğu (memluklerin tabii olan arzu-yı hürriyetleri) ve aktif bir şekilde serbest bırakılmak için ça­ lıştıkları yolundaki ifadelerle karşılaşıyoruz.24 Trabzon valisinin 1 8 72' de sad­ razama çektiği bir telgrafta olduğu gibi bu tip talep ve isteklere "kölelikten kurtulmak" (memlukiyetten tahlis) şeklinde göndermede bulunmak yaygın­ dı.25 Böylece asrın sonuna yaklaşırken, Osmanlı Devleti'nin kölelik olgusu ile uğraşırken kullandığı retorik, Batı toplumlarında köleliğin ilgası üzerine olan söylemle benzerlikler geliştirmeye başlamıştı. Belki de, Batı retoriği ile olan en dikkat çekici benzerlik, 1 9. yüzyılın son on beş yılında Osmanlı hükümeti tarafından verilen azatlık belgelerinin metninde görülebilir. Bu belgelerde belirtilirdi ki, "Bu azat belgesi, [kişinin adı]'na verilmiş olup kölelik kaydından azat edildiğini ve adı geçen kişinin bundan sonra tüm diğer hür kişiler gibi olduğunu gösterir. Dolayısıyla hiç kimse tarafından, hiçbir şekilde köle olduğu iddia edilemeyecektir."26 Ekim 1890'da bir İstanbul mahkemesi, köleleştirilmiş bir kadına azat belgesi ver­ menin ona, o andan itibaren "hürriyetin tatlılığından" gelen yararları sağla23 4 Köle şikayetlerine dair böylesi tipik ve somut bir reeransta şöyle deniyor: "üsera tarafından şika­ yet ve iddia vukubulan mahallerde", bkz. BOA/Ayniyat Defterleri/1 136, Muhacirin mazuliyet ve­ saireye, 4.2. "Bunların memluk sınıfından çıkmak kasdıyla'', bu ifadeler BOA/Ayniyat Defterleri/1011, 148, Bab-ı Ali'den Umur-u Adliye ve Mezhebiye Nezaretine, 26.4. 1879'dan alınmıştır. 25 BOA/Ayniyat Defterleri/1 136/265, Bab-ı Ali'den Muhacirin İdaresine, 24. 1.1 872. 26 Bu kısımda kullanılan belgeler şuradan geliyor: F0/198/82/M 005 1 8: Azatname Formu, tarih­ siz; İstanbul mahkeme kararı, 9.10.1890 ve Selanik mahkeme kararı, 30.1.1888 (paragraftaki bü­ tiin vurgular benim). (FO kısaltması Britanya Dışişleri Bakanlığı için kullanılmıştır). 22 birinci bölüm yacağını ve onun "diğer hür Müslümanlar gibi olduğunu, istediği gibi hareket etmekte özgür olduğunu ve istediği yerde yaşamasına izin verdiğini" belirt­ mişti. Ocak 1 8 8 8 'de, bu kez Selanik'te başka bir mahkeme yine azat edilen bir kölenin hareket özgürlüğünü vurgulamış ve serbest bırakılmanın onun için "herhangi bir kişinin müdahalesi olmaksızın istediği yere taşınmak" an­ lamına geldiğini söylemişti. Tüm bunlar, dış dünya tarafından imparatorluğa yöneltilen eleştirilere karşı takınılan savunmacı retorikle ciddi bir zıtlık içindedir. İlgacılığın, Os­ manlıları utandırmak ve temelde tüm İslam kültürünü tahkir etmek için kul­ landığı düşünülen ahlaki tartışmalarını boşa çıkarmak için geliştirilen "yu­ muşaklık ve iyi muamele" söylemi Avrupa'yı hedeflemişti. Bir miktar içsel te­ fekkür ve özeleştiri içerse de bu Osmanlı duruşu imparatorluğun yok oluşu­ na ve hatta daha sonrasına kadar yaşamıştır.27 KÖLELEŞTİRMEYE YENİ BİR YAKLAŞIM Teorik alanda bir yenilik yaptığımı iddia etmeksizin Osmanlı İmparatorlu­ ğu'ndaki köleleştirme tarihi üzerine bazı yeni yaklaşımları dile getirmeme izin verin. Bunların, Osmanlı örneğine benzeyen gerçeklikler taşımaları açısından, hem İslam hem de İslam dünyası dışındaki diğer toplumlardaki köleleştirme­ nin çalışılması ve anlaşılması açısından bazı imaları olabilir. Bu kitabın köle­ leştirme üzerindeki tartışmaya katkısı üç öğeden oluşmaktadır: • Efendi-köle ikilisini, bir patronaj ilişkisi olarak görülen köleleştiren­ köleleştirilen ilişkisi çerçevesinde yeniden şekillendirmek için bir girişimdir. • Köleleştirilen kişilerin bireysel öykülerini yorumlamak için bir çerçevedir. • Köleleştirilen kişilerin evlerinden Osmanlı toplumlarına getirilmesini zorunlu diasporalar yaratan mecburi bir göç olarak sunmaktadır. Bunları, bütüncül bir yaklaşımın yapıcı öğeleri olarak kabul ederek, Osmanlı sosyal tarihinin önemli bir yönünü biraz olsun aydınlatmayı umalım. Patronaj ve Bağılık: Efendi-Köle Paradigmasına Yeniden Bakış Osmanlı toplumlarında köleleştirme, pek çok İslam ve İslam dışı toplumlar­ da olduğu gibi, bir sosyal birime "ait olma şekillerinden" biriydi. Bu kavram, Osmanlı kaynaklarında "intisap" olarak ortaya çıkıyor ki onu, burada " bağ27 Bu konuda daha fazlası için bkz. Slavey and Abolition, Dördüncü Bölüm. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 23 lılık" olarak karşılayacağım. Bireyler boşlukta var olmuyorlardı ve her biri bir sosyal birime bağlıydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleleştirilenlerin çoğu için bu bağlılık birimi haneydi. Burada hane derken, demografi ve nüfus çalışmalarında göndermede bulunulan aile birimlerini değil, sosyo-politik olarak daha karmaşık olan seçkin kentsel birimleri kastediyoruz. Diğer köle­ leştirilen kişiler için başlıca bağlılık akrabalık temelli olup genelde çekirdek (veya basit) veya geniş (veya birleşik) aile ve bu birimleri birbirine bağlayan klan, aşiret veya akrabalıkla ilgili diğer oluşumlardı.28 İnsanlar ayrıca, genelde içinde yaşadıkları topluma göre değişen akra­ balık dışı gruplara da aittiler. Kent toplulukları genelde meslek ve lonca üye­ liği, din, mezhep veya etnik gruba göre sınılandırılan semt ve mahallelere bö­ lünmüş durumdaydı. Köy ve tarımsal topluluklar normalde daha az çeşitlilik gösterirdi ama onların da iç arklılaşmaları vardı. Şimdiye kadar sözünü et­ tiklerimizle çakışan diğer tür gruplar da tasavvui-mistik gruplar yani Sufi ta­ rikatları ve ar uygulayan gruplardı. Sosyal cinsiyet tüm bu gruplarda önem­ li bir rol oynamakta olup kadınların rollerini belirler ve onların çeşitli ait ol­ ma biçimleriyle (modes d'appartenance) ilgili deneyimlerini yansıtırdı. Birey­ ler, birden çok gruba ait ola bilirler ve her birinde kendilerine verilen değişik roller ve statüleri sürekli olarak müzakare ederlerdi. Örneğin, bir kişi içine doğduğu kabilenin akrabalık grubuna, kentte yaşadığı mahalle veya semte, kendi mesleğinin mensuplarınca oluşturulmuş loncaya ve seçtiği Sui tarikatına ait olabilirdi. Köleleştirilmiş bir kişi eğer kurmayı başardıysa kendi çekirdek ailesine, kendisini satın alan köleci hane­ ye/kapıya ve eğer mahallede varsa Zar uygulayan bir birliğe ait olabilirdi. Bu çoklu bağlar, birey için zorunlu olarak bir sadakatler çatışması yaratmazdı ve bilişsel bir uyumsuzluk da oluşturmazdı. Aksine, bu bağlılıklar birbirini ta­ mamlar, güçlendirir ve hep beraber bireyin kimliğini, hatta kimlikler grubu­ nu oluştururdu. Gereği gibi sosyalize olmuş ve köleleştirilenin durumunda ye­ niden sosyalize olmuş bireyler bu çoklu bağlılıkları müzakere etmede yeterin­ ce beceri sahibi olurlardı. Yine de, pek çok köle tarafından inşa edilen köleleştirmiş kimliğin hiç­ bir şekilde tüketici olmadığını fakat köleleştirmenin sınırlarını aşacak şekilde Öz'e bir bakışı olanaklı kıldığını vurgulamak önemlidir. Bu sadece Osmanlı 8 Ortadoğu toplumlarının sosyal yapıları için en yararlı giriş kitabı şudur: Dale F. Eickelman, The Middle East and Central Asia: An Antropologica/ Approach, 3. baskı, Upper Saddle River, Pren­ tice-Hall, New Jersey, 1998. İstanbul'da 1 880'lerden Cumhuriyet yıllarına kadar olan dönemde aileler ve haneler için bkz. Alan Duben ve Cem Behar, lsanbul Haneleri: Evlilik, Aile ve Doğur­ gaıılık, 1 880-1 940, tletişim Yayınevi, İstanbul, 1996. 24 birinci bölüm kölelerine münhasır değildi. Renee Soulodre-La France'ın işaret ettiği gibi geç 1 8 . yüzyılda Nueva Granada Naipliği'ndeki köleler için de geçerliydi. O, hak­ lı olarak kölelerin "açık ayaklanmadan kaçışa, kendini azat etmeye, yasal sis­ temi bilerek manipule etmeye ve bu sistem içinde yaşamaya kadar"29 uzanan geniş bir stratejileri olduğunu not ediyor. Alıntıladığı davalardan birinde, kö­ leleştirilmiş bir kişi olan Pioquinto Contreras hakkı olarak gördüğünü yani yaşlılık halinde rahat çalışma koşulları ve dinlenme hakkını elde etmeye sa­ vaşmaktaydı. Gerçekten de onun bu savaşımı göstermektedir ki onun bir in­ san olarak kimliği, köleleştirmenin dayattığı sınırlardan çok daha ötesine uzanıyordu. 17. ve 1 8 . yüzyıllarda hane-kapı, bütün Osmanlı topraklarında temel bağlılık veya ait olma birimi olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemden önce de ha­ nelerin var olduğu muhakkak ise de, haneler, 16. yüzyılın sonundan itibaren imparatorlukta başlayan geniş kapsamlı dönüşümün bir sonucu olarak Os­ manlı toplumlarında önemli bir rol oynamaya başladı. Mevcut literatürde ga­ yet iyi tartışıldığı için bu dönüşüme neden olan değişik etkenleri burada ele al­ mamıza gerek yok.30 Burada vilayetlerde, yerelleşme ve Osmanlılaşma biçimin­ de cereyan eden ikili bir sürecin, imparatorluğun her yerinde yerel elitler tara­ ından üretildiğini kaydetmekle yeinelim.31 Osmanlı İmparatorluk elitleri da29 Renee Soulodre-La France, "Socially Not So Dead! Slave Identities in Bourbon Nueva Granada", Colonial Latin American Review, 10/1, Haziran 2001, s. 87. 30 İmparatorluğun bu dönemdeki yönetişiminin dönüşmesi üzerine olan bu tartışmaya katkıda bulu­ nanların başlıcaları şöyledir: Huri lslamoğlu ve Çağlar Keyder, "Agenda for Ottoman History", Huri İslamoğlu-İnan (der.), The Ottoman Empire and the World Economy içinde, Cambridge University Press, Cambridge, 1987, s. 47-62; Roger Owen, The Middle East and the World Eco­ nomy, 1 800-1914, düzeltilmiş yeni baskı, I.B. Tauris, Londra, 1993, s. 1-23; Kunt, The Sultan's Servants; Faroqhi; " Ruling Elite", s. 545-575 (özellikle s. 552-556); Rifat Ali Abou-El-Haj, For­ mation of the Modern State: The Ottoman Empire, Sixteenth ta Eighteenth Centuries, State Uni­ versity of New York Press, Albany, 1 991; Hathaway, Politics of Households, s. 1, 14, 24 (ve ki­ tap boyunca); Hathaway, A Tale of Two Factions: Myth, Memory, and Identity in Ottoman Egypt and Yemen, State University of New York Press, Albany, 2003, s. 4-6. Türkçesi: iki Hizbin Hikayesi: Osmanlı Mısır'ı ve Yemen'inde Mit, Bellek ve Kimlik, çev. Cemil Boyraz, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ekim 2009. 16. ve 17. yüzyıllardaki demografik ve ekonomik baskılar için Oktay Özel, "Population Changes in Ottoman Anatolia during the 16th and 1 7th Centuries: The 'Demographic Crisis' Reconsidered" , International ]ournal ofMiddle East Studies (I]MES), 3612, Mayıs 2004, s. 1 83-205. Bu tartışma, Osmanlıcıların söyleminden artık bütünüyle kalkmış bulu­ nan fakat maalesef Ortadoğu çalışmaları sahası dışında, hatta bir ölçüde buradaki bazı kısımlar­ da bile hala canlı olan "Çöküş Paradigması"nın gözden geçirilmesine yardımcı olmuştur. 31 İlerideki paragraflarda ileri sürülen tartışmalar, yayımlanmak üzere olan kitabımda genişçe ele alınmıştır ama iki makalemde de kısmen basılmış durumdadır: Toledano, "The Emergence of Ot­ toman-Local Elites (1700-1 800): A Framework of Research", l. Pappe ve M. Maoz (der.), Midd­ le Easten Politics and Ideas: A History rom Within içinde, Tauris Academic Studies, Londra, 1997, s. 145-162; Toledano, "Social and Economic Change in the 'Long Nineteenth Century"', insani bir bağ olarak köleliği anlamak 2 5 ha az hareketli bir hale geliyor ve belli bir bölge içindeki görevlere atanıyorlar­ dı. Dolayısıyla, ordu ve bürokrasi içinde özel taşra öbeklerinin ihtiyaçlarına ce­ vap verecek bir uzmanlaşma gelişmekteydi. İmparatorluk elitinin üyeleri, yerel ekonomi, toplum ve kültür ile güçlü bağlar geliştirdiler. Kendilerinin ve kendi çocuklarının geleceğini bir vilayete, çoğunlukla da bir kente bağladılar. Aynı zamanda yerel seçkinler yani kent ve kır ayanları, ulema32 ve tüccarlar da im­ paratorluk yönetiminin parçası olmayı istiyor, hükümet memurluklarını edin­ meye çalışıyor ve süreç esnasında Osmanlılaşıyorlardı. Yerelleşen imparatorluk eliti ve Osmanlılaşan yerel elitler tedrici olarak, her iki grubun çıkarlarına daha iyi hizmet edecek surette, Osmanlı-yerel elitleri olarak birbirleriyle kaynaştı. Hanenin, daha özel olarak sosyal, ekonomik, siyasi hatta kültürel bir birim olarak Osmanlı-yerel bütünleşmesini kolaylaştıran Osmanlı-yerel ha­ nesinin bu süreçte büyük bir önemi vardı. 1 7. yüzyılda haneler, bürokrasi ve ordudaki büyük mevki sahiplerinin etrafında şekillenmekteydi. Haneler, ev­ vela kurucunun çekirdek ve geniş ailesi etrafında şekillense de en başından beri hane reisi ve geniş bir bağımlılar grubu arasındaki patronaj ilişkisine da­ yanmaktaydı. Bir hanenin temel öğesi, kurucunun takipçileriydi ki bunlar, hanenin çıkarlarını koruyan, çoğunlukla küçük ve silahlı bir tür milis kuvve­ tiydi. Bunlarla beraber olan başka bir birleştiren de hanenin servetini üreten­ ler, tarım işçileri ve satılabilecek eşyaları yapanlardı ki bunların sayesinde ha­ nenin ilişkiler ağı genişleyebilir ve haneye yeni üyeler devşirilebilirdi. Değişik haneler arasında evlilik de ortak davaları geliştirmek ve gelir getiren ekono­ mik varlıkları sahiplenmek amacıyla haneler arası ittifaklar oluşturmaya ya­ rayan önemli bir öğeydi. Evlilik düzenlemeleri, hane koalisyonlarını veya ço­ ğunlukla adlandırıldığı gibi hiziplerini bir araya getiren sosyo-politik çimen­ toyu sağlamış olur, ilişkiler ağını mümkün kılardı. Özünde inşa edilmiş bir kavram olsa da hanenin fiziksel bir boyutu da vardı. Mülklerde konuşlanmış olarak düzinelerce, daha büyük mülklerde yüzlerce, insanı barındıran bir ve­ ya birden çok birim bulunurdu ki bunlar komuta ve kontrol, tatbik, mali yö­ netim, hizmetler ve ticaret gibi çeşitli işlevleri icra ederlerdi . Hane-kapı reisleri kaynaklar için rekabet eder ve genellikle yerel valiMartin Daly (der), The Cambridge History of Egypt içinde, 2. cilt, Cambridge University Press, Cambridge, 1 998, s. 252-284. 32 Ulema, bu kitapta, İslami eğitim sisteminde (medresede) eğitilmiş ve yargıda, öğretim sisteminde, medrese dünyasında, vakıf idaresinde ve camilerde (imam ve vaiz olarak) çalışan çeşitli kişileri ta­ rif etmek için kullanılmıştır. Ulemanın, uyum içinde hareket eden ve ortak çıkarları paylaşan ho­ mojen bir grup olduğu gereğinden çok vurgulanmıştır ama gerçekte oldukça farklılaşmış bir grup olup devlet ve toplumdaki d iğer gruplara birbiriyle çelişen bağlarla bağlanmışlardı. 26 birinci bölüm nin/idarecinin yaşadığı taşra kasabalarında yoğunlaşırlardı ama kaza, san­ cak hatta vilayet sınırlarını aşacak bir ilişkiler ağı inşa etmenin elzem oldu­ ğunu çabuk anlarlardı. Gerçek anlamda başarılı olan haneler, payitahtla bağlantı kurmak durumundaydılar, bu da mevki sahiplerinin orada yeni tür haneler vasıtasıyla patronaj ağlarını sağlamlaştırırdı. 1 7. yüzyılda hane sağ­ lamlaştırmaya yani sosyal olarak hanenin yeniden üretilmesine doğru giden en önemli atlama taşı kurucunun ölümünden sonra yaşayabilme ve kuşaklar arası bir yapıyı yerleştirme yeteneği idi. Yüzyılın ikinci yarısına kadar hane­ lerin pek çoğu, kurucusu öldüğünde dağılır ve taşra sahnesini yeni haneler ve hiziplere bırakırdı. Giderek bazı haneler ve hizipler daha dayanıklı olmaya, merkez ve taşradaki değişikliklere daha iyi uyum sağlamaya ve kaynaklar için olan durmak durulmak bilmez rekabeti daha uzun süreli olarak sürdü­ rebilmeye başladı. 1 8 . yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna gelince, İmparatorlu­ ğun her tarafındaki vilayetlerde, hegemonik bir haneler hizibi ortaya çıkmış, reisi ve onun yardımcıları için politika ve ekonominin hemen tümüyle dene­ timini eline geçirmişti. Başlıca devlet memuriyetleri ve dolayısıyla başlıca ge­ lir getiren varlıklara ulaşım ve onların edinilmesi bu hanenin üyelerinin eline düşmüştü. Bütün bunların tümü, kadın ve erkek, kul/harem ve hür doğmuş, İstanbul'da ve taşrada olan Osmanlı'nın merkezi ve yerel elitleri tarafından, etkin ilişkiler ağları kurmak ve dikkatli dengeleme hareketleri sergilemek su­ retiyle şekillendirilen ve yönetilen yoğun bir siyasi mücadele dünyasında ol­ maktaydı. Bu hanelerin arasında en meşhurları olan Mısır'ın Kazdağlılarını, Irak'ın (başlıca Bağdat ve Basra'da) Eyubizidelerini, Suriye'nin Azimzidele­ rini, Tunus'un Hüseynilerini ve Libya'nın Karamanlılarını saymalıyım. Mısır ve Tunus gibi bazı durumlarda hegemonik haneler 19. yüzyılda yerel hane­ danlara dönüşmüş, Suriye ve Irak gibi diğer örneklerde ise Tanzimat devleti Tanzimat reformları ( 1 830'lar- 1 8 80'ler) sırasındaki Osmanlı Devleti- bunla­ rı kaldırarak yerlerine geçmiştir.33 Osmanlı siyasi kültürü, imparatorluk yö­ netimin son iki buçuk yüzyılında gelişen ve izlerini, Osmanlı'nın ölümünden onyıllar sonra, Ortadoğu'daki siyasi hayat üzerinde bırakan kalıplar tarafın­ dan ciddi şekilde etkilenmiştir. Siyasi ve ekonomik faaliyet arasındaki güçlü bağ, riski azaltmak ve güvenliği artırmak amacıyla aile üyelerini birbirleriyle rakip ilişki ağlarına yerleştirmek suretiyle çeşitlendirmeye gidilmesi yolunda­ ki inanç, patronaj siyasetinin büyük etkisi, "ekabir ailelerinin" sürüklenip gi33 Tanzimat devletinin yapısı Üçüncü ölüm'de daha ayrıntılı olarak tanımlanacaktır. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 27 den etkisi ve resmi ve gayri resmi olarak hanedanlaşan tarikatların varlığı Os­ manlı sisteminin çağdaş Ortadoğu ve Kuzey Afrika toplumlarına miras bırak­ tığı önemli özelliklerdendir. Bizim açımızdan, hanelerin yeni üyeleri hangi yollarla devşirdiği ve on­ ları nasıl sosyalize ettiğini incelemek önemlidir. Çeşitli roller için köleleştiril­ miş kişilerin satın alınması, imparatorluk-merkez ve Osmanlı-yerel haneleri için eleman devşirilmesinin dört önemli yolundan biriydi. Devşirerek bir ha­ neye bağlamanın diğer üç şekli ise biyolojik-akrabalık ilişkileri, evlilik ve ko­ ruma karşılığında sadakat ve hizmetlerin gönüllü olarak verilmesiydi. Daha az rastlanılan ama kaynakların yine de bahsettiği kalıplar ise evlat edinme ve sütkardeşliği ilişkileriydi (bu, sütanne ve ailelerinin haneye bağlanmasıyla olurdu). Bendelik, Osmanlı toplumlarında sadakat ve patronajın yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya akmasını sağlar ve çeşitli seçkinleri, seçkin ol­ mayan grup ve bireylere bağlardı. Toplum, hem bir hanenin içinde dikey ola­ rak hem de haneler arasında ittifaklar suretiyle yatay olarak kuşatılmış ve bir araya getirilmişti. Hiç de seyrek olmayarak, bireylerin, bu bağların birden fazlasıyla bir haneye bağlandığı olurdu. Örneğin, hane reisinin satın alınmış kul cinsi takipçisi aynı zamanda onun kızıyla da evlenirdi. Bir haneye bağlan­ ma, bir kişiye koruma, iş ve sosyal statü sağlardı. Daha az önemli olmayarak, hane halkına (kapı halkı) bir ait olma duygusu ve hem sosyal hem de siyasi anlamda bir kimlik verirdi. Padişahın bağlantısız tebaası Osmanlı toplumlarında marjinalize edi­ lirdi. Marjinalleşme, fiziki ve ekonomik tehlikelere açık olmak demekti. Bir haneye mensup olmayan ve mahalle, lonca, cemaat (dinsel, Sui, etnik) türü başka bir ilişkisi de bulunmayan insanlar bir anlamda toplumdan ayrılmış de­ mekti. Bunlar, toplumun kalanı, yani bir haneye veya başka bir sosyal birime bağlı olma mutluluğuna sahip olanlar tarafından bilinmeyen kimliksiz kişiler­ di. Padişahın geniş topraklarındaki bir köy veya kasabaya göç ettiklerinde bağlantısız kişiler, birbirlerini ismen, simaen, giysileriyle ve görünüşleriyle ta­ nıyan halkın kalanının dikkatini çekerdi.34 Bağlantısız kişilerin anonimliği onları "yabancı" (Türkçe tekil, garip; Arapça Garib) olarak işaretler, şüphe ve güvensizlik uyandırırdı.35 Bunlar kendileri ve bakmakla yükümlü oldukta4 Bu tür tanınma için bkz. Nora Şeni, "Ville Ottomane et representation du corps eminin'', Les temps modernes, Temmuz-Ağustos 1984, s. 66-95 ve Şeni, "Fashion and Women's Clothing in the Satirical Press of Istanbul at the End of the 1 9th Century'', S. Tekeli (der.), Women in Modern Turkish Society içinde, Zed Books, Londra, 1994, s. 24-45. 35 Osmanlı Kahiresi'nde anonimlik ve yabancılar için bkz. Ehud R. Toledano, State and Society in Mid-Nineteenth-Century Eypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1 990, s. 200-205. 28 birinci bölüm rı kişilerin geçimini sağlamaya çalışır ve birbirlerine yardım etmek için bir araya gelirlerdi. Çoğu hukuk sistemi gibi Osmanlı hukuku da bağlantısız kişilerin ve bunların toplumun kıyısında kurduğu grupların davranışlarını cezalandırırdı. Bizatihi varlıklarıyla kent düzenini bozmak, aylaklık, fahişelik, sokak orta­ sında yaşamak ve özel mülklere izinsiz girmek bu kişilerin yapmaya zorunlu bırakıldığı davranışlar olup bunlar için sürekli olarak kolluk güçlerinin dik­ katini çekmek riskine girerlerdi. Devletin bu dışlanmışları sosyalize etmek, bütüne katmak ve bakımlarını sağlamaktaki başarısızlığı herhangi bir resm: yetkilinin ürkeceği tür davranışların ortaya çıkmasına neden olurdu. Bunlar, kentler ve kasabalarda hırsızlıktan silahlı soyguna, kırsal alanlarda da ürün çalmaktan yol kesici eşkıya çeteleri oluşturmaya kadar giderdi. Osmanlı Dev­ leti, sorunla uğraşmak gerektiğini kabul eder ama çıplak güç kullanmakta pek göniillü davranmaz, fakat mecbur kalınca itaatsizliği şiddetle cezalandır­ mak için harekete geçerdi. İmparatorluğun köleleştirilmiş nüfusu için sosyal bağlılık belki de di­ ğer her gruptan daha önemliydi. Bu, köleleştirilmiş kişilerin temelde akraba­ sız olmasından dolayı böyleydi.36 Aileleriyle birlikte toprak sahibinin mülkü üzerinde yaşayan serfleştirilmiş Çerkesler dışındaki tüm köle türü tipleri, kö­ leleştirmeyle birlikte akrabalık bağlarını yitirirlerdi. Hatta, kul/harem köleli­ ği akraba kaybını kurumun ideolojisinin önemli bir özelliği haline getirmişti. Padişahın elit askeri-ida: birliklerine devşirilen genç erkeklerin ve bir anlam­ da genç kadınların ana-babalarına duyacakları sadakati hükümdara duya­ cakları varsayılırdı. Fakat 1 7. yüzyılda bir zamanda padişah kapısının tekeli kırıldı ve kendileri de kul olan yüksek mevki sahiplerine kul türü takipçiler edinme izni verildi, kulların kulları ortaya çıktı. Evvela padişah, sonra da onun kıdemli kulları, köleleştirilmiş acemile­ rin, kulların, harem kadınlarının ve hadımların sadakatine ve sevgisine sahip oldular. Teoride, kendi akrabalık gruplarından koparılmış olan imparatorluk elitinin bu köleleştirilmiş üyeleri yeni sahiplerine bağlanmak, merkezde ve taş­ rada yüksek mevki sahibi olan bu kişilerin adamı olmak yoluyla bazen yanlış olarak " kurgusal akrabalar" denen yeni akrabalar edineceklerdi. Aslında, araştırmalar göstermiştir ki kul/harem kölelerinin memleketlerindeki akraba­ larıyla bağlarını korumaları çok da nadir değildi ama tabii ki bu yeni edinilen 36 Akrabasızlık üzerine bkz. Orlando Patterson, Slavery and Social Death, Harvard University Press, Cambridge, 1 9 82, s. 334-342. Benim bu tartışmadaki yorumlarım için bkz. Toledano, Slavery and Abolition, s. 1 55-1 68. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 29 akrabalık ilişkileri hem teori hem de uygulamada Osmanlı yönetim sisteminin önemli bir öğesi olmayı sürdürmüştür.37 Bununla birlikte, kul olmayanların erken bir dönemden itibaren ordu ve bürokrasiye girmeleriyle toplama havu­ zu büyük oranda seyreltilmiş ve ideal tipten ödünler verilmiştir. Devlet eliyle dönemsel olarak yapılan ve devşirme olarak bilinen toplama seferlerinin sona ermesinden sonra seyreltme 1 7. yüzyılın ilk on yıllarında artmıştır. Fakat, kıtadaki akrabalık gruplarından zorla koparılan ve içinde bü­ yüdükleri çevreden sosyal ve kültürel olarak çok farklı olan yabancı bir orta­ ma götürülen köleleştirilmiş Afrikalılar için de yeniden bağlanma daha az önemli değildi. Köleleştirenlerle bağ kurmak asla kolay değildi, ama kent ha­ nelerinde hizmetçi olarak çalışanlar için daha pürüzsüz, madenler ve taşocak­ larında, inci teknelerinde ve tarlalarda bedeni olarak çalışanlar için daha zor­ du. Başarıyla gerçekleştirildiğinde bir haneye bağlanmak, köleleştirilenin ge­ ride, evinde bırakarak yitirdiği akrabaları için kısmen bir telafi olurdu. Bu ka­ dın ve erkeklerin, köleleştirenin ailesine kabul edildiği durumlar hiç de az de­ ğildi. Ad vermenin öneminden bahsetmiştik. Bu, çoğunlukla eski kimliğini sil­ mek amacıyla köleleştirilmiş kişinin yeni kimliğinin yaratılması sürecinin bir parçasıydı. Köleleştirilenin eski kimlikleri değişmez bir biçimde gayrımedeni, dinsel açıdan ciddi anlamda yetersiz (çünkü Müslüman değillerdi) ve genel­ likle "ilkel" olarak görülürdü. Beşinci Bölüm, köleleştirilmiş Afrikalı ve Çer­ keslerin kültürel entegrasyonuna yönelik olan bu tür tutumların imalarıyla geniş olarak uğraşacağı için burada şu kadarını not etmek yeterli olur; yeni­ den bağlanma, bu tür görüşlerin ışığı altında, çeşitli engeller ve tuzaklar ile dolu karmaşık bir süreçti. Azat da pürüzsüz ve düz bir süreç değildi. Özgür bırakılmak pek çok köleleştirilenin arzuladığı bir şey, hürriyet kesinlikle çok istenen bir statüydü ama kölelikten hürriyete geçiş aynı zamanda köleleştirilenin, köleleştirenle ve diğer hane üyeleriyle kurmayı becerdiği zor kazanılmış bir bağı koparmak an­ lamına da geliyordu. Azatlı kişiler edinilmiş bağlarını yitirerek yukarıda sözü­ nü ettiğimiz tür tehlikelere açık olmak sonucu getiren sosyal marjinalleşme riskine giriyordu. Azat, yeniden satışta olduğu gibi, köleleştirilenin yeni oluş­ muş bağlarını koparma tehdidini içeriyordu. Tabii ki, yeniden satış hiç ol­ mazsa başka bir yeniden bağlanma şansı sunuyor ve sil baştan akrabasızlık 37 Gürcü asıllı Osmanlı-Mısır kullarıyla ilgili ilginç bir 18. yüzyıl örneği olarak bkz. Daniel Crecelius ve Gotcha Djaparidze, "Relations of the Georgian Memluks of Egypt with Their Homeland in the Last Decades of the Eighteenth Century", Joumal of the Economic and Social History of the Ori­ ent, 4513, 2002, s. 320-341. 30 birinci bölüm seçeneğini pratikte ortadan kaldırıyordu. Hala köleyken aile kurmalarına izin verilen köleleştirilmiş kişiler için işler daha iyiydi. Bu ev içi hizmet köleleri için çok yaygın değildi ama yine de oluyordu. Vefat eden köleleştirenden en az bir çocuk sahibi olarak azat edilen cariyeler (ümmüveledler) daha farklı bir konumdaydı. Bunların, haremde her daim mevcut olan rekabet ve kıskançlı­ ğa karşın sahiplerinin geniş ailesiyle bir ilişkiyi sürdürebilme şansları vardı. Serfleştirilmiş Çerkesler arasında aile kural olduğu için, eğer aile, beyin mül­ künden satış yoluyla bölünmeyi önleyebiliyorsa burada akrabasızlık ciddi bir tehdit değildi. Bundan sonra köleleştiren-köleleştirilen ilişkisi olarak niteleyeceğim efendi-köle ikilisi ilişkisine dair birkaç söz söylemek yerinde olur. Köleleştir­ menin haklı olarak en uç tahakküm ilişkisi olduğu değerlendirmesi yapılmış­ tır. Hapsedilmiş kişiler ve mukaveleli işçiler gibi özgürlüğün zorla inkarını ge­ rektiren diğer durumlara zaman zaman eğileceğiz. Buna karşın, köleleştirme en yumuşak şeklinde bile öyle bir yoksunluk ve zorlama durumudur ki diğer " özgür olmayış" olgularından ayrı durmaktadır. Bazen kavraması hatta ba­ sitçe anlaması bile güç olan şudur ki köleleştirmede bile köleleştirenin emeğe el koyma kapasitesi sınırsız değildir. Köleleştirilenin de güçsüzlüğü toptan ve mutlak değildir. Köleleştirmeyi, hiç de eşit olmayan iki ortak arasındaki gönülsüz bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi olarak algılarsak onu daha iyi anlayabiliriz. Bu ge­ niş tanım Osmanlı köleleştirmesine uygulandığında, köleleştirilmiş kişinin kendi hayatı üzerinde ancak küçük etkilerinin olabildiği örnekleri gördüğü­ müz gibi, köleleştiren üzerinde büyük etkilerinin olduğu örnekleri de görü­ rüz. Bütün örneklerde, köleleştirilen kişilerin ilişki içinde kendi konumlarını koruyabilme yeteneği, asgari gereklilik olarak gördükleri şeyleri elde edebil­ mek için emeklerini ne kadar esirgeyebileceklerine bağlıydı. Başka bir deyiş­ le, kendi etkinlikleri, tarlada olsun, madende veya hane içinde olsun sunacak­ ları hizmeti sunmamalarına bağlıydı ki bu sonuncu kalem içinde, ev işlerine ek olarak cinsel hizmetler ve çocuk besleme ve büyütme de vardı. Köleleştiren-köleleştirilen ilişkisini tanımlamada biraz daha ileri gidip bunun kişisel, korumacı, ödüllendirici ve duygusal nitelikleri olan ve yazılı ol­ mayan bir anlaşma öğesi içerdiğini de söyleyebiliriz. Değişen ölçülerde ama hem hanede hem de tarlada, denizde ve taşocağında bu ikili arasında aile ba­ ğına benzeyen ve zımnen güven gerektiren bir bağ kurulurdu. Dolayısıyla, iliş­ ki başarısız olduğunda veya çöktüğünde ortaklardan biri veya diğerinin ihane­ ti kavramını gündeme getirmek yerinde olacaktır. Çizgier köleleştirenin suis- insani bir bağ olarak köleliği anlamak 31 timaliyle aşıldığında, köleleştirilmiş kişiler kaçmaya ve daha ciddi durumlar­ da, devlet tarafından cezalandırılan intikam ve ümitsizlik hareketlerine başvu­ rurlardı. Devletin kendisi veya bir yabancı temsilci köleleştirilen ile ilişkide ko­ ruyucu rolünü üstlendiğinde eğer beklentiler yerine getirilmiyorsa aynı ihane­ te uğramışlık duygusu yine söz konusu olabilirdi. Bunun yanı sıra, köleleştiril­ miş kişiler, köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinin veremediklerini telafi etmeye çalışırlar, Zar-Bari ayinleri ve diğer kültür odaklı araçları kullanarak uğradık­ ları izolasyon ve bazen de yabancılaşma duygusu ile başa çıkarlardı. Köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinin başarısız olmasına karşı geliştiri­ len bu tür cevaplar çoğunlukla ama istisnasız olarak değil, kul/harem kölesi olmayan kölelerin dünyasında olurdu. Köleleştirilmiş seçkin mevki sahipleri­ nin, padişah ve onun idaresi nezdinde kendi pozisyonlarını yüceltmek için başka yöntemleri vardı. Bunların sistem dışına çıkmak, yani kaçmakta bir çı­ karları yoktu, fakat kendi paylarına düşeni sadakat ve yararlılık göstererek iyileştirmeye çalışırlardı. Bunun yanı sıra, kendi kişisel ve hane servetlerini ar­ tırarak padişah hizmetinde mansıp sahibi olma ayrıcalığının getirdiği riskleri düşürmeye çalışırlardı. İyi hizmet, bunların, padişah ve idaresi nezdinde olan değerini artırır, içinde bulundukları tehlikeleri ciddi surette azaltırdı. Bazen, sistem veya onun kısımları çeşitli şartlardan ötürü rasyonel bir biçimde işle­ yemez, keyfi kararların çalışkan, yetenekli ve sadık kulların sonunu getirme­ sine izin verirdi. Fakat Osmanlı güç siyasetinin cilveleri bu kitabın kapsamı dışında kalmaktadır. Kaynakları Okumak İçin Başka Bir Yol Osmanlı köleliğini çalışmak için mevcut olan başlıca kaynaklar Osmanlı res­ mi ve özel kayıtları, özellikle de Şeriat ve Nizamiye mahkemelerinin kayıtları­ dır. İlgili resmi yazışmaların kayıtları hem merkezi hem de yerel-taşra arşivle­ rinde muhafaza edilmiştir. Maalesef, ancak birkaç adet köle anlatımı vardır, bu ise Osmanlı ve Osmanlı sonrası toplumlarda köleleştirilenin sesine ulaşma­ yı güçleştirmektedir. Başlıca konsolosluk raporları olmak üzere Avrupa diplo­ matik kayıtları boşlukları doldurmak için geniş olarak kullanılmıştır ama bun­ lar, konuya uzak oldukları düşünülürse, ancak bazı kayıp halkaları tamamla­ makta yararlı olabilir. Bütün bunlarda, çeşitli kayıtlara dağılmış durumda olan bireylerin kişisel öyküleri üzerinde, özellikle de hangisi etnografik anlam­ da en "zengin tanımı" veriyorsa onun üzerinde yoğunlaştım. Öykülerle sürüp giden bir diyalog, bunların önemini değerlendirmek ve tarihi kanıt olarak ça­ lışılmasını sağlayabilmek için bir yöntem geliştirilmesini hemen zorunlu kıldı. 32 birinci bölüm Mevcut kaynaklara doğrudan bir yaklaşımın şu gözlemi üretmesi ola­ sıdır: Gerek Osmanlı gerekse Avrupa devlet ve mahkeme kayıtlarında köleler sık sık boy gösteriyorsa da ifadeleri parçalar halinde olup gerçek tanıklığı ka­ yıtlardan ayıracak bir şekilde "aracı tabakaları" tarafından ötelenmiş olduğu için doyurucu bir anlatım oluşturmaya kafi gelmemektedir.38 Bu kötümser bakışa teslim olmaktansa mevcut kaynakların yorumlanışına daha esnek bir yaklaşımı benimsememizi öneriyorum. Halihazırda sahip olduğumuz kanıtla­ rın, gerçekliği taslak halinde de olsa daha sağlam ve inanılır bir surette yeni­ den kurabilmek açısından yeterli bir temel oluşturduğunu düşünüyorum.39 Bu yaklaşımın gerektirdiği yamalama çalışmasını dönüşümlü olarak "ses ka­ zanımı" ve "deneyim inşası" olarak adlandıracağım. Bu durumda tarihçinin zanaatı, bilinebilir ve kanıtlanabilir sosyal ve kültürel bağlama başvurarak delikleri doldurmak, ölçülü ve dikkatli bir tahayyül edişle boşlukları birleştir­ mektir. Böylece, tarihçi, çoktandır yok olmuş kişileri ve cemaatleri yeniden yaama döndürebilir. Bunun işe yarayabilmesi için hem tarihçi hem de oku­ yucunun makul bir miktar spekülasyon konusunda rahat olmaları gerekir. Önce "ses" deyiminden ne anladığımızı biraz tadil etmeye ihtiyacımız var. Projemiz için bir çalışma alanı yaratmak açısından ses kavramını sadece konuşmalar, sözlü ifadeler ve ağızdan çıkanların ötesine genişletmek duru­ mundayız. Köleleştirilmiş Osmanlıların birinci elden anlatımlarının ne kadar az olduğu düşünülürse eylemden ses çıkarmaya çalışacağız. "Eylem sözcük­ lerden daha yüksek sesle konuşur" , çalışma alanımızın temel bir ilkesi ve kav­ raı olacak. Kölelerin söyledikleriyle ilgili kanıtlarımız azdır ama değişik du­ rumlarda nasıl hareket ettikleri ve ne yaptıkları hakkında bol kanıt vardır. Deneyim inşası sürecimizde eylem ve niyet neredeyse birbirinden ayrılamaz durumdadır. Önce, köleleştirilmiş bireylerin ne yaptığını belirlemeye çalışa8 " Tırnak içindeki terimi, yaklaşımı benimkine biraz benzeyen Kathryn Joy McKnight'tan aldım: 'En su tierra /o aprendi6': An African Curandero's Defense before the Cartagena Inquisition'', Co­ lonial Latin American Review, 1211, Haziran, 2003, s. 63-85. Soulodre-La France'ın yaklaşım beınzerlikleri de eserlerinden anlaşılıyor. Örneğin, "Socially Not So Dead!" 39 Burada frkı bir şekilde dile getirilmiş ve formüle edilmiş olsa da bu yaklaşımın benzer kaynakla­ ra dayanan yakın dönem çalışmalarıyla ortak noktaları vardır: Madeline C. Zilfi, "Goods in the Mahalle: Distributional Encounters in Eighteenth-Century Istanbul", Donald Quataert (der.), Consumption Studies and the History of the Ottoman Empire, 1 550-1922: An Introduction için­ de, State University of New York Press, Albany, 2000, s. 289-3 1 1 ; Peirce, Ahlak Oyunları ve iris Agnıon, Family and Court: Legal Culture and Modernity in Late Ottoman Palestine, Syracuse University Press, Syracuse, 2005. Paul Lovejoy da bu tür mikrobistorik çalışmaların verimli olaca­ ğını hisediyor: "Araştırma ve tahlilin yenilikçi yönü kölelik patikaları boyunca bireysel Müslü­ manarı izlemeye doğrudur." Paul E. Lovejoy (der.), Savery on the Frontiers of lsam, Markus Wi­ ener, Princeton, 2004, Birinci Bölüm, vurgular benim. . insani bir bağ olarak köleliği anlamak 33 cağız fakat böyle yapmakla neyi amaçladıklarnı da hemen soracağız. Yaptık­ larıyla neyi başarmaya çalışıyorlardı? Eylem her zaman kasti olmadığı, her niyet edilene de her zaman karşılık gelen bir eylem olmadığı için belirli bir kö­ leleştirilen kişi için eylemi sırasında mevcut olan tüm seçenekleri değerlendi­ recek, yaptığı seçimlere bakacak ve niyetini anlamaya çalışacağız. Birden çok seçeneğin makul olduğu durumlarda olabilirlik açısından bunları sıralamaya çalışacak ve her seçeneğin ima ettiklerine dikkat çekeceğiz. Yaklaşımımızda eylem hem yapışı hem de ihmali yani sadece köleleş­ tirilenlerin ne yaptığını değil, kendi seçimleri veya çeşitli kısıtlamalardan do­ layı ne yapmadıklarını da içerecek. Böylece, köleleştirilenin özel koşullarda oluşturacağı bir beklentiler silsilesinin haritasını çıkaracak, mevcut seçenek­ leri belirleyecek ve o kişinin eylemi veya eylemsizliği sırasında haberdar ol­ duğu veya olmadığı seçenekleri değerlendireceğiz. Hem mevcut kanıtlar hem de boşlukları doldurma bazında inanılır senaryolar önerebilmek için bu ya­ şam öykülerinin geliştiği sosyal ve kültürel çevreyi yeniden kurmak ihtiya­ cındayız. Bu alanda niceliksel ve istatistik! olarak kabul edilebilir çalışmalar göreli olarak azdır ama niteliksel, derinlemesine ve yoğun tanımlı türden eserler oldukça yaygındır. Elimizde Osmanlı uzmanları tarafından yapılmış önemli katkılar bulunuyor ki bunlar araştırmamızın ekonomik, sosyal ve kültürel çevresi hakkında çoğumuzun rahat hissetmesini sağlıyor. Fiziki çev­ re, maddi kültür, sosyal koşullar ve ekonomik ve siyasi realiteler üzerine olan mükemmel çalışmalar, köleleştirilmiş yaşam öykülerinin çoğunu kendi uygun kentsel, kırsal veya çobanlığa ait ortamlarına yerleştirmemizi olanak­ lı kılıyor. Örneğin, köleleştirenlerden kaçan köleleştirilmiş kişiler hakkındaki çe­ şitli öyküleri inceleyeceğiz, kanıtlardan koşulların nasıl olduğunu çıkarmaya çalışacağız, daha sonra da seçenekleri değerlendirip soracağız: Bu köleleştiril­ miş kişi neden ortadan kaybolmayı seçti? Amaçları neydi? Ne tür riskler alın­ dı? Kaçmak sosyal bir saptamada bulunmak anlamına mı geliyordu? Etkin oluşu mu gösteriyordu? Daha sonra köleleştirilmiş kişilerin karıştığı ceza da­ valarını tartıştığımızda soracağız: Suçlu neden kundaklama, hırsızlık veya ci­ nayeti seçmiştir? Suçun hedeflediği veya hedeflemediği kurbanlar kimlerdir? Suçun bir mantığı var mıydı? Yani sebep sonuç ilişkisi bulunuyor muydu? Yoksa bir kapris sonucu muydu? Suç kızgınlık anında veya umutsuzluktan dolayı mı işlenmişti? Somut bir hedefe ulaşmaktan ziyade bir saptama yap­ mak amacıyla mı işlenmişti? Bunlar ve diğer mülahazalar öykünün örüntüsü­ ne işlenerek kayıtlardaki boşlukları dolduracak ve Osmanlı toplumlarında 34 birinci bölüm kölelerin kaderlerini nasıl yaşadıkları ve onunla nasıl başa çıktıkları konu­ sunda bir değerlendirme yapmamızı sağlayacaklardır. Bu tür bir boz-yap işi için sosyal tarihçiler, gerekli dikkati gösterseler de, her zaman tahayyüllerini kullanmak ve kendi zamanları ve mekanlarıyla, çalışma konusu yaptıkları insanların, bizim durumumuzda uzun 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan köleleştirilmiş kişilerin zaman ve mekanları arasındaki mesafeyi aşmak durumundadırlar. Metinleri, sonuna kadar açık ve eleştirel gözlerle dikkatle okumak ve gözlerimizi kapayarak ko­ nu edindiğimiz erkek ve kadınların gerçek hayatlarını tahayyül etmek arasın­ da sürekli gidip gelmek durumundayız. Ötekini inşa etmek her ikisini de eş­ zamanlı olarak yapmamızı gerektiriyor. Hele, bu Öteki, dünyamızdan pek çok bakımdan, sadece zaman ve mekan açısından (Ortadoğu'da yaşamayan­ lar için) değil sınıf, kültür, etnik kimlik (Afrikalı ve Kafkaslardan gelmeyen­ ler açısından) ve çoğunlukla da cinsiyet bakımından da ayrılmışsa! Fakat his­ siyatım şu ki, insan empatisi tüm bu sınırları geçebilir. Yeter ki herhangi bir Öteki'yle uğraşmak isteyelim ve onu her şeyden önce duygusal, psikolojik ve maddi açılardan bir insan olarak görebilelim. Bu yöntemsel girişte son olarak şunu söylememe izin verin: Bu araştırma­ nın yapısı ve okuyucuyu tamamen içeri çekme isteği, benim anlatım tekniklerini bir şekilde karışık olarak kullanmamı gerektirdi. Bu yöne dikkat çekerken Ric­ hard Price'ın Amerika Tarih Birliği'nin Ocak 2001 'deki toplantısının açış oturu­ mundaki konuşmasını hem yararlı hem de öğretici buldum.0 Tarih ve antropo­ lojinin son yıllarda giderek artan bir şekilde birbirleriyle konuşmalarıyla birlik­ te, Price'ın, gayet yerinde olarak tarihçilerin profesyonel bir toplantısında yapı­ lan gözlemleri, tarih araştırmalarında içerik ve şekil arasındaki ortakyaşamı, ya­ zı ve öykünün üslubunu ve onu sunmak için kullanılan araçları gözden geçiri­ yor. Geçmiş onyıllarda etnograik araştırmanın sunumunda olan değişiklikleri incelerken, hareketi Jim Boon'un "yazarın görüş açısındaki üslup tabusu" ola­ rak tanımladığı ve oldukça şekilci anlatım biçimi noktasından alıyor, "antropo­ lojinin sadece bir politikası değil bir şiirselliği de vardır" deklarasyonuyla devam ediyor ve kendisinin "temsil politikaları hakkındaki teorik kaygıları temsilin şi­ irselliğini içeren pratik çözümlerlerle eşleştirmek ihtiyacına" getiriyor. Richard Price için teori, uygulama ve şiirselliği karıştırmak ihtiyacı şu tartışmayı ortaya çıkarıyor: "Farklı tarihsel ve etnografik durumlar farklı edebi biçimlere yol açar, bunun tersi de geçerlidir, etnograf veya tarihçi her 0 4 Ocak 2001'de Boston'da verilen konuşma yayımlandı. Richard Price, "lnvitation to Historians: Practices of Historical Narrative" , Rethinking Histoy, 513, 2001, s. 357-365. insanı bir bağ olarak köleliği anlamak 35 toplum ve dönem veya potansiyel kitabı yeni ve yeni problematik hale getiril­ miş bir yöntemle karşılamalıdır. O özel toplum veya o özel tarihi anı çağrıştı­ rabilmek için önceden seçilmiş ve hazır yapılmış olmayan bir edebi biçim ara­ malı, hatta icat etmelidir." Yeni anlatım stratejilerinin bu kitapta kullanıldı­ ğını küstahça iddia etmek bir yana dursun, köle deneyimlerini unutuluştan kurtarma ihtiyacının, tarihsel anlatımın bazı alışkanlıklarının makul ölçüde eğilmesini gerektirdiğini düşünüyorum. Price'ın eleştirmenlerinden birinin tartıştığına göre etnograflar "olgunun kurguyla, gerçekliğin fanteziyle, geç­ mişin bugünle ve saha araştırmasının hafızayla olan karmaşık ilişkisini" uz­ laştırmak gibi bir görevle karşı karşıyadırlar.41 Aynı eleştirmenin sözcükleri­ ni kullanacak olursak, tarihçiler de geçmişi geriye kazanmak ve üzerinde ge­ viş getirmek için uğraştıklarında aynı görevle karşılaşırlar. Sesin ve zamanın klasik yapılarına grosso modo olarak uyarken deği­ şik anlatım perspektiflerini vurgulayacak ve bazen de alışılmış tarihsel anla­ tımların zaman ekseninden ayrılacağım. Yazar ve okuyucu olarak 1 9 . yüzyıl Osmanlı toplumlarında köleleştiren ve köleleştirilenin zihinlerine girmeye ça­ lışırken kendime arada sırada küçük bir miktar edebi izin vereceğim. Clifford Geertz'in tartıştığı gibi, etkili olabilmesi için etnografyanın "kuantum meka­ niği veya İtalyan operası gibi bir hayal ürünü olduğu gerçeğini kabul etmiş ol­ ması söz konusudur. "42 Tarihçiler, tahayyülü kullandıklarını kabul etmede daha az istekli olmuş olabilirler ama bu, tahayyül etmenin onların eserleri için daha az geçerli olması demek değildir. Bu, özellikle de insan deneyimleri­ ni geri kazanma söz konusu olduğunda, zaman, mekan ve sosyal kategori kı­ sıtlarının ötesine geçerek empati yapma yeteneği gerektirdiğinde böyledir. Biz de kendimizi başkasının sıkıntısına uğramış olarak tahayyül etmek ihtiyacın­ dayız ve bu onların yaşama koşullarını, kişisel ilişkilerini, acılarını, neşelerini ve arzularını tahayyül etmeyi içeriyor. Tarihçinin yazar sesini bastırmak yeri­ ne onu burada tanıyor, meşrulaştırıyor ve varlığına hoş geldin diyoruz. "Zorunlu Göç" Olarak Köle Ticareti Başkan Bush'un, Senegal'de, Goree Adası'nda, köleci gemilerin ayrılma nok­ tasında 8 Temmuz 2003 'te yaptığı konuşmaya kısaca dönelim.43 " Bu yerde" demişti "özgürlük ve yaşam çalınır ve satılırdı. " Sonra da kitabımızın temel 41 42 3 A.g.e., s. 359. Clifford Geertz, Works and Lives: The Anthropologist as Author, Stanord University Press, Stan­ ord, 1988, s. 149. htpp:/www.whitehouse.gov/news/releases/2003/07/20030708-l.html, "Remarks by the President on Goree Island, Senegal", 8 Temmuz 200 3 , 1 1:47 (yerel). 36 birici bölüm ----- tartışmalarından biriyle uyum içinde olan şu noktaya işaret etmişti ki köleleş­ tirilmiş kişilerin zorunlu hareketi "tarihteki en büyük göçlerden biridir" ve aynı zamanda onun "en büyük suçlarından" da biridir. Gerçekten de Osman­ lı İmparatorluğu'ndaki köleleştirilmiş Afrikalılar ve Çerkeslere ilişkin pek çok sosyal ve kültürel sezgiyi onların zorunlu naklini bir tür göç olarak görür­ sek ediniriz. Bunu, son on yılda gözde olan diasporaların incelenmesiyle bağ­ lantılandırırsak daha da çok şey öğrenilebilir. Osmanlı Ortadoğusu'nda ve Kuzey Afrika'da içe ve dışa göç alışılma­ dık bir olgu değildi. Çeşitli etnik gruplara mensup büyük göçebe-çoban toplu­ luklarını hala besleyen (akla hemen Türkmenler ve Bedeviler geliyor) bir böl­ gede içe ve dışa doğru olan nüfus hareketleri tarihin alışılmış bir özelliğiydi. İn­ sanlar hem grup hem de bireyler olarak girer ve çıkarlardı. Fütuhat yapan, çe­ kilen veya geçen ordular; çöllerde, ovalarda ve platolardaki kabile göçleri; ai­ leleriyle veya tek başlarına gelen, kalan veya geri dönen hacılar ile tüccarlar; misyonerler, gezgin dervişler, hevesli murabıtlar; bunların hepsi beraberlerin­ de kendi dillerini, dinlerini, kültürlerini getirmiş, İmparatorluğun zaten çeşitli olan nüfusuyla ilişkide olmuş, kendi katkılarını yapmış, bu topraklar, kıyılar, ırmak havzaları ve dağlar boyunca yayılan geleneklerle zenginleşmiş ve onları zenginleştirmiştir. Bütün bu insan deneyimi zenginlikleri içinde burada bir ol­ gunun, Osmanlı İmparatorluğu'na gelmeye zorlanan ve uzun 19. yüzyıl bo­ yunca köleleştirilen Afrikalı ve Çerkesler'in nakledildiği ticaret üzerinde yo­ ğunlaşmak istiyorum. Fakat buna ekonomik ve siyasi bir olgu olarak değil, kültürel bir akış, karşılıklı etkileşim ve karışım olarak bakmak arzusundayım. Geçmiş yirmi küsur yılda kölelik ve köle ticareti üzerine yapılan bir grup çalışma Osmanlı İmparatorluğu'nda köleleştirilmiş insanların tarihini yorumlamak için bir çerçeve oluşturmuştur.44 Araştırıcılar Afrika'dan Kafkasya'ya kadar ticareti konu edinmiş, ana yolları tarif etmiş, köle türleri­ ni, fiyatlarını, onlar için verilen gümrük vergilerini, yaptıkları işleri, oynadık­ ları sosyal rolleri anlatmıştır. Islahat projesini, yabancı baskısının etkisini, yerli azat mekanizmalarını, kuruma olan tutumları ve bastırma ve ilganın so­ runlarını açıklamışlardır. Bazılarımız bireysel kölelerin öykülerini ortaya çı­ karmayı becermişse de köle anlatımlarının yokluğu, köleleştirilenlerin, özel­ likle de Osmanlı toplumunun alt basamaklarını işgal eden Afrikalıların sesle­ rinin bir ölçüye kadar bastırılmasını getirmiştir. Köle ticaretine bir tür zorunlu göç olarak bakmak, vurgunun sadece 4 Mevcut literatürün bir gözden geçirilişi için bkz. Toledano, Slavery and Abolition, Giriş. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 37 kültür yönelimli, sosyal olarak şekillenmiş bir yoruma kaymasını sağlamaz ay­ rıca köleleştirilen kişiye ve Osmanlı toplumlarına olan geçiş sürecine dikkatin çekilmesine de yarar. Geçiş törenleriyle (rites de passage) alakasız olmayan içe­ ri geçiş kavramı beraberinde diaspora ve göç dilinin mümkün kıldığı sezişleri ve onunla birlikte de bireysel ve toplu bir seyahatin herkesçe bilinen anlamını taşır. Köleleştirilen kişi birtakım sosyo-kültürel olarak kodlanmış bağlılıktan ve yerel patronaj sisteminden koparılır ve çok farklı bir başka bağlılık ve pat­ ronaj ağına sokulurdu. Böylece, yeni Osmanlı çevresinin içindeyken diaspora­ göç faktörleri köleleştirilmiş kişinin yeniden satış, kaçış ve azat gibi meseleleri müzakere edişini şekillendirir ve yeniden şekillendirirdi. Osmanlı toplumun­ daki köleleştirmenin durumunu yeni bir biçimde anlamaktaki gerçek potansi­ yel, kaynaklardan çıkarılan öyküleri zorunlu ayrılık ve yeniden bağlılık, bağ­ lantıların kopması ve yaşamın sürmesi terimleriyle çerçevelemekte yatıyor. Arşivler ve kütüphanelerde bireysel köle deneyimi öyküleri bol miktarda bulunsa da bunlar çoğunlukla karartılmış durumdadır. Zor ve nazik bir işlem olan öyküleri açığa çıkarmak işi etnolinguistik ve sosyal antropolojinin yöntem­ lerinden büyük ölçüde yararlanmış ve Richard Price gibi bilim insanlarının eser­ lerinden ilham almıştır.45 Price köleleştirilmiş Afrikalı-Amerikalıların dilsel ve kültürel kreolleşmesi* hakkında öyle bir şekilde yazıyor ki bu bana köleleştiril­ miş Afrikalı-Osmanlıların durumuna, belki de Çerkes-Osmanlılarınkine de, uy­ gulanabilir gibi görünüyor. Beşinci Bölüm'de kullanılan "kültürel kreolleşme" kavramı bazı önemli kavramsal çekinceleri getirse de, böyle bir yaklaşımın Osmanlı'ya ayarlanmış, Akdeniz'e uyarlanmış bir sürümünden hala pek çok se­ zişler kazanılabilir. Belki de buna girmeden önce, göç ve diaspora düşüncesinin yol haritasının temel noktalarını kısaca gözden geçirmek yararlı olabilir. Çağdaş küreselleşmenin önemli bir öğesi olan ve gittikçe genişleyen ulus ötesi ve kültürlerarası nüfus hareketleri, son yıllarda göç ve diaspora üze­ rine pek çok çalışma yapılmasına yardımcı oldu. Bu göç dalgaları, alıcı durum­ da olan pek çok toplumda kaygılara neden oldu ki bunların vatandaşları uyum hakkında endişeli ve uluslararası terörizm tehditlerinden de giderek da45 (*) Tartışmaya son katkıları için bkz. Richard Price, "The Mi racle of Creolization: A Retrospective", New West Indian Guide, 75, 200 1 , s . 35-64; Pricc; "lnvitation to listoriaııs: Practices of -listori­ cal Narrative'', Rethinking History, 513, 200 1 , s . 357-365; Price, "Paramaribo, 1 7 10: Violence and Hope in a Space of Death", Common-Place: The Interactiue fournal of Early American Life, 3/4, Temmuz 2003, http:/common-place.dreamhost.com//vol.03/no-04/paramaribo/index.shtml Ö zellikle İspanyol ve Fransız kolonilerinde, göçmen değil de kolonide doğan insanları anlatan bu sözcük zaman içinde, birden fazla dilden beslenen özel bir dili konuşan insanların melez kültürü­ nü anlatmak için kullanılır hale gelmiştir. 38 birinci bölüm ha çok korku duyar bir hale gelmiştir. Bu ve benzer konular üzerindeki çalış­ maların artmasına karşın pek az çalışma, bu kitapta temel ilgi alanımız olan köle ticareti ve onun yarattığı zorunlu diasporalar gibi konuları ele almıştır. Kabaca söylersek, 1 990'lara kadar yapılan göç teorisi çalışmaları daha çok demografik ve sosyoekonomik modeller üretmiştir.46 Göç teorisi üzerine olan sistematik yazılar E. G. Ravenstein'ın 1 8 85 ve 1 8 89'daki makaleleri ile başlamıştır. Bunlar, temel "göç kurallarını" önermiş, başka konuların yanı sı­ ra mesafe ve hareket arasındaki ilişki, göç aşamaları ve göçe eğilimde kent-kır farklılıkları gibi meseleleri ele almıştır. Bu katkılar, bir bireyin göçe karar ve­ rişinde ekonomik motifin baskınlığını vurgulayarak gelecekteki çalışmalara yol göstermiştir. Daha o zaman bile, Ravenstein, köle ticaretini zorunlu ola­ rak yapılan bir göç olarak ele almış ama o ve onu izleyenler, bir kişinin yaşam standartlarını yükseltmek için duyduğu arzu ve kişisel seçim unsurunu, göçün arkasındaki temel saik olarak vurgulamışlardı. 1960'lara kadar yeni bir göç teorisi geliştirilmedi ve özgür ve zorunlu göç arasındaki ikilem korundu. Şu kadar ki zorunlu göç, köle ticareti ve sözleşmeli emek hareketlerine ek olarak, artık mülteci hareketleri ve etnik temizlikleri de içermekteydi. Samuel A. Stouffer, göçü, "araya giren fırsatlar" diye adlandırdığı ka­ tegoriler ile ilişkilendiren bir matematiksel model getiren 1 940 tarihli maka­ lesini geliştirerek 1 960'ta yeniden yayınladı.47 Bunları, potansiyel göçmenle­ rin çıkış ve varış noktaları arasındaki mevcut alternatif varış noktalarının tür ve sayısı olarak tanımlamıştı. Stouffer'e göre, Ravenstein'ın ileri sürdüğü gibi mesafedense, bu, birbiriyle rekabet halinde olan fırsatlar varış noktası tercihi­ ni etkiliyordu. Buna göre, bir noktadan çıkış yapan ve belirli bir mesae git­ mek durumunda olan göçmenlerin sayısı, gerçek veya algılanmış olarak varış noktasında mevcut olan fırsatların sayısına bağlıydı ve yol boyunca olan se­ çeneklerin sayısından olumsuz olarak etkilenmekteydi. Everett S. Lee bu kav­ ramı bir adım daha ileri götürdü ve 1 966'da, 1 990'ların postmodern meydan okuyuşuyla karşılaşıncaya kadar göç teorisinde standart olarak kalacak olan modeli geliştirdi.48 Lee, meseleyi çok geniş olarak koymuştu. Göçü, "yaşanan yeri temelli veya süreli olarak değiştirmek" olarak tanımlamış ve "ne kadar kısa veya uzun, güç veya kolay olduğuna bakılmaksızın her göç hareketi, bir 46 Temel modeller üzerine iyi bir çalışma için bkz. Everett S .Lee, "A Theory of Migration", Demog­ raphy, 3/1, 1966, s. 47-57. 7 4 Samuel A. Stouffer, " lntervening Opportunities and Competing Migrants", Jounal of Regional Studies, 2, 1 960, s. 1-26. 8 Bkz. Durugönül, "The lnvisibility of Turks." insani bir bağ olarak köleliği anlamak 39 çıkış ile bir varış noktası ve aradaki engelleri kapsar"49 demişti. Lee'nin modeli üç temel kategoriyle uğraşmaktadır: göçün hacmi, aynı çıkış ve varış arasındaki giden ve gelen (akış ve karşı akış) hareket ve göçmen­ lerin özellikleri. Her kategori içinde bağlantılar kurmakta, hem çıkış hem de varıştaki "iten" ve "çeken" etmenleri vurgulamakta fakat "kişisel etmenleri'', yani realitelerin insanlar tarafından algılanışı ve aynı uyarıcılara insanların olumlu veya olumsuz olarak farklı tepkisini de önemli bularak eklemektedir. Lee'nin modeli, zorunlu göçü bir şekilde genel göç teorisine yerleştiren ilk mo­ deldi. Açıkça veya bilerek yapılmamasına karşın onun bazı görüşlerini, köle­ leştirilmiş kişilerin, 19. yüzyılda Afrika ve Kakaslar'dan Osmanlı İmparator­ luğu'na olan zorunlu göçünün bazı yönlerini daha iyi açıklamak için kullan­ mak mümkündür. Yine de, Lee'nin zorunlu göç tartışması temel olarak, iste­ yerek ülkelerinden ayrılan erkeklerin aksine ülkelerini bırakmak zorunda ka­ lan çocukların ve kadınların isteksiz hareketlerini konu edinmişti. 50 Bununla birlikte, Lee'nin göç "akıntıları" tartışması, köleleştirilmiş ki­ şilerin ticaretini kapsayabilecek şekilde geniş bir uygulama alanına sahiptir. Göçün "genelde iyi tanımlanmış akıntılar içinde yer aldığını" yazmaktadır. " Göçmenler genelde yerleşik nakliyat yollarını izlemek durumunda oldukları için" 51 köle ticaretinde de durum öyledir. "Pek çok durumda, geniş hareket­ lerin hem çıkış hem varışta yüksek derecede özel olan akıntılar biçimini aldı­ ğı" saptaması köleleştirilmiş kişilerin zorunlu göçü için de doğrudur. Afrika ve Kafkaslar' dan olan köle ticaretinin yolları, 1 860'lara gelinceye kadar çok­ tan belirlenmiş ve akıntılar, çıkış noktaları, nakliyat biçimleri, antrepolar ve varışlar bakımından gayet iyi tanımlanmış durumdaydı. Lee'nin "yüksek göç akıntısı yetkinliği" dediği çıkış noktalarına dönüş oranının düşük olması da en azından ve bir ölçüde onun koyduğu şekliyle "aradaki engellerin [yolculu­ ğun dehşetleri] büyük" olmasından kaynaklanmaktaydı. Fakat Lee'nin modelinin Osmanlı köle ticaretine uygulanabilirliği en çok kültürel açıdan geçerlidir çünkü Lee, göçün, yaşam döngüsünün belirli noktalarında yapılma eğiliminde olduğunu ve böylece bir "geçiş ritüeli (rites de passage) parçası" haline geldiğini kaydetmektedir. Lee'nin argümanı zo­ runlu değil istemli göçe dayanmaktadır ama Osmanlı İmparatorluğu'na götü­ rülen pek çok köle için de geçerlidir. Afrikalı, Çerkes veya Gürcü olsun, bun­ ların büyük bir çoğunluğu çok genç olup, çoğunlukla erken veya orta onlu 49 50 51 A.g.e., s. 49. A.g.e., s. 5 1 . A.g.e., s . 54-55. 40 birinci bölüm yaşlardaydı. Bunların, Osmanlı zorunlu emek pazarına devşirilmeleri, pek çok durumda, ergenliğe geçerek işgücüne katılacakları, genç dişiler için de cinsel olarak aktif olacakları bir çağa rastlıyordu. Kendi esas toplumlarında da bu geçitlerden geçeceklerdi ama köleleştirme, bütün bunların hepsinin, ye­ niden sosyalleşmenin ve yeniden kültür edinmenin yabancı bir ortamda yapıl­ masından ileri gelen yüksek gerilimi içinde cereyan etmesi anlamına geliyor­ du. Aile ve arkadaşların desteğinden ve bir memleket kültürünün normalde sağlayacağı rahatlatıcı ve sakinleştirici etkilerden yoksun durumdaydılar. Wilbur Zelinsky'nin geç 1 970'ler ve erken 1 980'lerde basılan çeşitli ma­ kalelerinde eski ve yeni düşünceleri birleştirerek anlamlı bir göç teorisi oluştur­ mak yolunda bir çabaya girişilmiştir.52 Bununla birlikte onun, modern öncesi dönemden modern döneme gelirken göçü tanımlayan beş aşamalı ve geçişli modeli köleleştirilmiş kişilerin Osmanlı İmparatorluğu'na hareketi gibi bir fe­ nomeni açıklamakta fazla yararlı değildir. Bu açıdan gerçek bir kavramsal dö­ nüşüm on yıl kadar sonra, postkolonyal ve madun çalışmalarını da içeren post­ modern yazıların gelişi ve kültürel çaışmaların yükselişiyle gerçekleşti. Burada, göç, ayrılamaz bir biçimde diasporaların çalışılmasıyla ilişkilidir ve kültürel bo­ yut temel çözümleme ekseni olacak kadar geliştirilmiş durumdadır. Köleleştiri­ lenlerin kaderini incelemeye girdiğimiz ve çeşitli Osmanlı toplumlarının üyesi olarak onların deneyimlerini keşfetmeye çıktığımız kitabımızda da kültürel yön anahtar bir unsur konumundadır ama tek başına değildir. Dolayısıyla, bizim yorumlayışımızdaki önemli bileşenler, bireysel ve toplumsal kimliğin inşası, orijin/ev ile varış/konuklayan kültür gibi kavramlar arasındaki ilişki ve onların yeniden tanımlanması ve köleleştirilen açısından mücadele, çatışma, seçim ve etkin oluş gibi kavramların yeniden değerlendirilmesi olacaktır. Göç ve diaspora kavramlarındaki önemli dönüşümde Robin Cohen'in yaptığı "geç modern dünyadaki pek çok göç deneyimini"53 bir araya getirmeye çalışan "kültürel diasporalar" kavramı katkısı vardır. Bu kavram, pek çok ba­ kımdan bu kitapta "kreolleşme" olarak adlandıracağım kavrama benzemekte­ dir. Bu, çeşitli orijinlerden gelen kültürel unsurların bir araya getirilerek birta52 53 Wilbur Zelinsky, "Coping with the Migration Turnaround: The Theoretical Challenge", Interna­ tional Re,ional Science Rel'iew, 212, s. 175-178, 1 977; Zelinsky, "The Demographic Transition: Changing Patterns of Migration " , Popu/ation Science in the Service of Mankind içinde, Internati­ onal Union for the Scicntiic Study of Population, Liege, 1979, s. 1 65-1 8 8 ; Zelinsky, "The lmpas­ se in Migration Theory: A Sketch Map for Potential Escapees", Peter A. Morrison (der.), Po/mla­ tion Movements: Their Forms and Functions in Urbanization and Development içinde, Ordina, Brüksel, 1 9 8 3 , s. 2 1 -49. Robin Cohen, Global Diasporas: An Introduction, University of Washington Press, Seattle, 1997, s. 1 28. Aşağıdaki gözlemler onun çalışmasına dayanmaktadır, bkz. s. 1 27-134. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 41 kını diaspora kültürleri halinde örülmesi, bazen "melez" kültür denen bir karı­ şımın ortaya çıkması sonucunu vermiştir. Göstermeye çalışacağım gibi bu işle­ min kendine ait belli bir mantığı vardı ve karmakarışık bir şekilde cereyan eme­ mişti. Köleleştirilenler ve köleleştirilenlerin kültürleri arasındaki arayüzde "este­ tik üsluplar, özdeşleşmeler, yakınlıklar, duruşlar ve davranışlar, müzik türleri, dilsel kalıplar, ahlaki yaklaşımlar, dinsel uygulamalar ve diğer kültürel feno­ menler" birbirleriyle etkileşime girmiş ve kreolleşen biçimlere dönüşmüşlerdi ki bunlara "senkretik", "çevrilmiş'', "dönmüş", "kes ve karıştır", "melez" ve "de­ ğişik" biçimler de denir.54 Steven Vertovec tarafından kullanıldığı anlamıyla bu­ rada, diasporanın bir "kültürel üretim tarzı" olduğunu söylüyor ve bunu "sos­ yal biçim" olarak diaspora ve "bilinç türü"55 olarak diasporadan ayırıyoruz. Cohen ve lain Chambers açısından kimlikler açık uçlu, durmaksızın devam eden süreçlerde oluşturulur ve bir son ürün de yoktur. Göçmenin bu yaşadıkları, köleleştirilenin deneyiminden çıkarsanır ve daha çok geliştirir çünkü "kaybolmak, yabancı bir ülkede bir yabancı olmak, sadece kölelik ve sözleşmeli hizmetçiliğin zorunlu kıldığı göçten muzdarip olanlar için değil in­ sanlık halleri açısından da tipiktir. " 56 Böylece, kreolleşmenin iyi tanımlanmış, kolayca tasnife gelir kültürel formlar ürettiği yolundaki saf düşüncemizi tas­ hih etmiş oluruz. Diaspora toplulukları, ev sahibi toplumla ilişki açısından, daha ziyade "iyice birleşmemiş gruplar" olup, sürekli olarak hareket halinde­ dirler ve bazılarınca "gezici kültürler" olarak adlandırılırlar. Uzun 19. yüzyılda köleleştirilmiş insanların Osmanlı İmparatorluğu'na olan zorunlu göçünü incelemeye yönelirken ilgimizi, bu süreçte zarar gören bireylere odaklıyoruz ama aynı zamanda onların Osmanlı toplumuna nasıl geçtikleri ve onunla nasıl bütünleştikleriyle de daha az ilgilenmiyoruz. 1 958'de Alexander Lopashich, Karadağ-Arnavutluk sınırı üzerindeki küçük bir pazar kasabası ve o dönemde Yugoslavya'nın bir parçası olan Ulcinj'deki (Ülgün) Afrikalı topluluğu hakkında erken, büyüleyici ve hala benzeri üretil­ meyen bir çalışma yayımladı.57 Sözlü tarihe dayanan ve güzel bir sosyal an­ tropoloji çalışması olan bu çalışma, bir ihtimalle Bagirmi ve merkezi Sudanlı olan ve köleleştirildikten sonra başlıca Trablus olmak üzere Kuzey Afrika li­ manlarına kaçırılan bu küçük Arikalı topluluğu incelemekteydi. 54 55 6 57 A.g.e., s. 128 (Steven Vertovec'le 1996'da yapılan bir kişisel haberleşmeyi alıntılıyor). Steven Vertovec, "Three Meanings of 'Diaspora,' Exemplified among South Asian Religions" , Di­ aspora, 613, Kış 1 997, s. 277-299. Cohcn, Global Diasporas, s. 133 (lain Chambers ile aynı fikirde olup onu özeliyor, bkz. Cham­ bcrs, Mirany, Culture, Identiy, Routledge, Londra, 1994). Alcxandcr Lopashich, "A Ncgro Community in Yugoslavia " , Man, 58, 1958, s. 169-173. 42 birinci bölüm Lopashich, böyle üç adet aile içindeki üç ila dört nesli belirlemeyi ve onların yaşam öykülerini bir araya getirerek diğer nüfusu Müslüman ve etnik olarak Arnavut olan bu tüccar ve denizci kasabasındaki köleleştirilmiş Afri­ kalıların kaderinin bazı ana özelliklerini taslak halinde ortaya çıkarmayı ba­ şarmıştır. 1 9. yüzyılın ortalarında yüz kadar aile ve yüzlerce kişiden oluşmuş gibi görünen bu topluluk yüzyılın sonunda giderek elli aileye ve 1 950'ler de de otuz civarında aileye kadar azalmıştı. Başından itibaren yüksek bir ölüm ve düşük bir doğum oranı, bölgede ve dışındaki diğer kentlere (İşkodra, Zag­ rep, İstanbul) göç ve hatta az da olsa Afrika'ya dönüş, Lopashich tarafından bu azalmanın nedenleri olarak zikredilmiştir. Lopashich, dış evliliklerin teş­ vik edilmediğini ama olduğu zaman da çocukların Afrikalı görünümlerini yi­ tirdiğini söylemektedir. Afrikalı diasporalar konusu hakkında daha yakında yapılan ve hala sürmekte olan çalışmalar ise Türkiye, İran ve daha çok Kuzey Afrika Arap devletleri üzerine odaklanmıştır.58 John Hunwick, daha çok Kuzey Arika'yı kapsayan ama çeşitli Osmanlı örnekleri için yararlı malzeme içeren iki adet çok ilginç makaleyle Akdeniz'deki Afrikalı diasporalar konusunda yeni bir tartışma açmıştır. Türkiye ve İran için iki yeni çalışmaya sahibiz. Esma Duru­ gönül, Türkiye, Behnaz A. Mirzai ise İran üzerine çalışmış ve her ikisi de kim­ lik ve kültür sorularını vurgulamıştır. Bununla birlikte, Afrikalı diasporalar üzerindeki çalışmaların çoğu Kuzey Afrika toplumlarını konu edinmiş durum­ dadır. Aslında, bu çalışmalar tutulma-iyileştirme kültleri (Zar ve Bori) ile yo­ ğun bir şekilde ilgilenen ve diaspora yaşamının diğer yanlarına ancak geçerken değinen incelemelerdir. Yine de Osmanlı toplumlarındaki Afrikalı toplulukla­ rın yaşamını anlamamız için yaptıkları katkı önemlidir çünkü bu uygulamalar etrafında pek çok sosyal ve kültürel uygulama bulunmaktaydı. Burada, I. M. Lewis, Ahmed Al-Safi ve Sayyid Hurreiz tarafından derlenen makalelerin tar­ tışmayı yeni ve çok şey vaadeden bir seviyeye götürdüğünü belirtelim. Esma Durugönül'ün, Antalya'daki Afrikalı topluluklarını incelemekte­ ki ilgisi başlıca olarak çokkültürlülük kavramlarını çağdaş Türk düşüncesine 58 Aşağıdaki kısa bölüm şu kaynaklara dayamyor: John Hunwick, "Black Africans in the Mediterra­ nean World: Introduction to a Neglected Aspect of the African Diaspora'', Elizabeth Savage (der.), The Human Commodity: Perspectives on the Trans-Saharan Slave Trade içinde, Frank Cass, Londra, 1992, s. 5-38; Savage, "The Religious Practices of Black Slaves in the Mediterranean Is­ lamic World'', Lovejoy, Slavery on the Frontiers of ls/am içinde, s. 149-172 ve I. M. Lewis, Ah­ med Al-Safi ve Sayyid Hurreiz (der.), Women's Medicine: The Zar-Bori Cult in Africa and Be­ yond, Edinburgh University Press, Edinburgh, 1991, özellikle Pamela Constantinides, Richard Natvig, Suheir A. Morsy ve Sophie Ferchiou'nun daha tarihsel olan yazıları. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 43 taşıyarak Afrikalı Türkler gibi kültürel açıdan değişik olan grupları daha iyi entegre etmek umudundan ileri geliyor. Bu bağlamda sorulan sorular, "ken­ di geçmişleri hakkındaki bilgilerinin boyutu [nedir], Afrika'ya hangi duygu­ sal bağları vardır ve Osmanlı döneminde ( 1516-1918) atalarının köleleştiril­ miş kişiler olarak Türkiye'ye getirilmesi olgusunun kimlik algıları üzerinde bir etkisi olup olmadığı"59 şeklindedir. Behnaz A. Mirzai de Afrikalı-İranlıla­ rın kendi geldikleri yerler ile olan kopuşu vurgulamak yolundaki bir eğilimi dışa vurduklarını saptamıştır.60 Kendilerini Afrikalı olarak nitelemektense Müslüman İranlı kimliklerini vurguluyorlarmış. Bu sonuç hiç de şaşırtıcı de­ ğildir. Diğer pek çok çalışmanın da gösterdiği gibi çokkültürlülük ve kreolleş­ miş kültürel diaspora biçimleri, en sert direnci ulusları kaynaştırmak ve azın­ lıkların ayrı etnik kimliklerini bastırarak entegre etmek isteyen ulusçuluk ve ulus-devletlerden görmüştür.61 TİYAZIMI E ENİ ARAŞTIRMA ORTAMI Dünya köleliği çalışmaları geleneksel olarak Yeni Dünya köleliğine duyulan ilgi tarafından tahakküm altına alınmıştır. Eskiçağ köleliğine duyulan yerle­ şik bir ilginin ötesinde ve Güneydoğu Asya, Afrika ve Müslüman toplumlar­ daki kölelik hakkındaki dağınık çalışmaların dışında, son yüzyılda yazılan eserlerin çoğu, Atlantik köle ticaretini ve Amerika Birleşik Devletleri, Brezil­ ya ve Karayip adalarındaki plantasyon köleliğini konu edinmişlerdir. Köleli­ ğin ekonomik yönüne olan baskın ilgiden dolayı Amerikan iktisat tarihçile­ rince oynanan rol büyük olmuştur. Başlıca İslam toplumlarında olmak üzere diğer toplumlarda köleliğin daha az ekonomik, daha çok sosyo-kültürel öne­ mi olmasından dolayı buralardaki köleliği ele alan çalışmalar, Amerikalar' daki köleleştirme hakkında toplanan "sert" niceliksel verilerden yola çıkarak ikti­ sat tarihçilerinin yaptığı çalışmalara kıyasla genelde daha "yumuşak" olarak görülmüştür. Dünya köleliği üzerine yapılan karşılaştırmalı çalışmalar bile "marjinal" tür köleleştirmeler üzerine yapılan çalışmalara yakın zamanlara kadar önem vermemiş veya pek az önem vermiştir.62 Geçtiğimiz birkaç yılda köleleştirme hakkındaki akademik ve kamusal 59 Durugönül, "Invisibility of Turks", s. 281. Durugönül'ün yayımlanacak olan kitabı Antalya böl­ gesinde yapılan geniş mülakatlardan edinilen verileri içerecektir. 0 Behnaz A. Mirzai, "African Presence in Iran: ldentity and Its Reconstruction in the 19th and 20th Centuries'', Revue franaise d'histoire d'outre-mer, (RFHOM), 891336-337, 2002, s. 24 vd. 61 Cohen, Global Diasporas, s. 135. Ayrıca bkz. Robin Cohen, "Diasporas and the Nation-State: From Victims to Challengers ", International Affairs, 72, 1996, s. 507-520. 62 Toledano, Slavery and Abolition, s. 155-158. 4 birinci bölüm ilgide yeni bir dönemsel sıçrama oldu. Belki de 1 970'lerin tartışmalarından bu yana, bu ilgi, yönelimleri açısından hiç bu kadar yoğun ve çoğulcu olma­ mıştı. 2001 'deki " Crossing Slavery's Boundaries " [Köleliğin Sınırlarını Geç­ mek] başlıklı American Historical Review Forum'u ve halen devam etmekte olan Cambridge World History of Slavery projesi bu yönelimleri göstermek açısından yararlıdır.63 AHR tartışması, köleleştirme hakkında küresel olarak karşılaştırmalı çalışmalar yapılması çağrısını yapan ve kölelik üzerine çalışan ve ilga ile ilgilenen bilim insanlarını bir araya getirmekle ortaya çıkacak olan yeni ve hiç dokunulmamış potansiyele dikkat çeken David Brion Davis tara­ fından yönetilmişti.4 Davis, şu anın, şu aşağıdaki konulara olan küresel ilgi­ den dolayı kölelik çalışmaları için yeni bir gündem belirlenmesi açısından uy­ gun olduğunu düşünüyor: Güç ve sömürü, dışarıdakiler ve içeridekiler, ırkın inşası, Avro-Amerikan Batı'nın genişlemesi, tüketicinin sürüklediği ekonomi­ lerin erken aşamaları, sosyal reform vaadi ve kısıtlamaları. Yine de, Davis, çekirdeğinde "en aşırı ve sistematik kişisel tahakküm biçimi, onursuzluk, gayrı-insanileştirme, ekonomik sömürü, birbirini izleyen kuşaklara mensup özgürleştiricilerin gözlerinde tüm Batılı ve beyaz erkek em­ peryalizmi için bir model haline gelen bir sömürü ve tahakküm şekli" gördü­ ğü Yeni Dünya köleliğinde çakılı kalıyor. Kendisi iktisat tarihçisi olmaması­ na karşın o da, Yeni Dünya köleliğini açıklamada emek ekonomisinin önde gelen rolünü kabul ediyor. 1 5 . yüzyıldaki Akdeniz-Atlantik ve Osmanlı-Hint bağlantılarının emek ve tüketici malları pazarları tarafından yönlendirildiğini kabul eden Davis, açıklanmayan bir çelişkiden dolayı şaşkınlık içinde bulu­ nuyor. "Kliometrik Devrim'den sonra tarihçiler, köleliğin verimini ve ekono­ mik büyümeyi, paternalizm, köle direnişi veya sosyal dengesizlik ve çürüme­ nin kanıtlarıyla uzlaştıracak ikna edici bir yolu henüz bulamadılar. Pazar güçlerinden göreli olarak azade olan işçiler nasıl oluyor da bu kadar çok üre­ tim yapabiliyor ve böylesi bir ekonomik büyümeyi sağlayabiliyorlardı? Özel­ likle de tarihçiler, onların ustaca geliştirilmiş direniş yöntemlerine her gün başvurduğunu iddia ederken? " B u soruya verilecek cevapların araştırılabileceği muhtemel bir çalışma alanı önerisi yaparken Davis aslında kitabımızın temel ilgisini, köleleştiren63 4 AHR Forum'un 'Köleliğin Sınırlarını' Geçmek oturumu için bkz. "Looking at Slavery from Broa­ der Perspectives", American Historical Review, 10512, 2001, s. 452-484 (David Brion Davis, Pe­ ter Kolchin, Stanley L. Engerman'nın katkılarıyla); ambridge World History of Slavery Projesi dört ciltlik bir eserdir, birinci cilt Keith Hopkins ve Paul Cartledge tarafından, 2., 3., 4. ciltler ise David Eltis ve Stanley Engerman tarafından hazırlanmaktadır. Davis'ten izleyen alıntılar AHR, 10512, (2001, s. 452, 454, 456, 457, 460 ve 465. sayfalardan. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 45 köleleştirilen ilişkisinin karmaşıklığını hedeflemiş oluyor. Davis, "mutlaka yakın gücün dinamikleri ve psikolojisine daha fazla dikkat yöneltilmesi ge­ rektiğine" inanıyor çünkü sezgileri onu doğru olarak, gerçek dünyada" ve­ rimliliğin artmasına yardımcı olan informal, kişisel düzenlemelerin yapılmış olduğunu beklemeye sevk ediyor. Gerçekten de, benim kendi varsayımım da hiçbir zorlamanın uzun vadede ekonomik olamayacağı ve köleleştiren ile kö­ leleştirilen arasında belli bir alışverişin kaçınılmaz olduğu yönündedir. Ve­ rimliliğin artması ve müreffeh bir ekonomi üretmesi için teşviklerin verilmesi ve mutlak gücün sertliğinin azaltılması gerekir. Burada, Michael Salman'ın daha genel görüşünü kabul ediyorum: "Sosyal bir ilişki olarak nerede kölelik var idiyse onun uygulanışı ve anlamı, o özel sosyokültürel düzen, bazılarının köleleştirilmesini bazılarının köleleştirilmemesini getiren bilişsel temeller ve efendilerin iradesiyle kölelerin istekliliği arasında yerel olarak belirlenen mü­ cadeleler tarafından şekillendirilmiştir. "65 Bununla birlikte öyle görünüyor ki kölelik çalışmalarında temel olarak bir Amerikan yönelimini paylaşanlar için, Kuzey, Orta veya Güney Amerika hangisi olursa olsun, yapılacak iş iktisat tarihi tarafından şekillendirilmeye devam edecek ve sosyal ve kültürel kaygılar arka koltukta oturacaklardır. Küresel ve karşılaştırmalı bir yaklaşımın yararlarını benimsemelerine karşın, bu kişiler, zengin bir prototipi, karşılaştırmaya doğal olarak daha az katkıda bulunacak fenomenlerle karşılaştırmaktan fazla memnun olmayacaklar. Kü­ resel bir bakış açısı kullanırken bile değişen ticaret yolları ve uluslararası i­ nans ve ticaretin etkisini daha çok vurgulamaya yöneleceklerdir. Ortaya çık­ makta olan bu bilimsel iş bölümünde, temel olarak ekonomik faktörlere da­ yanmayan karşılaştırmalı çalışmalar, kıtalar ve kültürlerarası karşılaştırma­ lar için hazır ve mevcut çerçeveleri kullanabilecek sosyal ve kültürel tarihçile­ re bırakılacaktır. Bu tip çerçeveler, giderek artan bir oranda, neredeyse tanım gereği olarak göç ve diasporalar gibi ulus ötesi fenomenlerle ilgilenen sosyal antropologların ve kültürel çalışmalar yapan bilim insanlarının çalışmaların­ dan alınıyor. Şanslıyız ki son yıllarda araştırma ortamı Osmanlı ve Ortadoğu kölelik çalışmalarını da kapsayacak şekilde genişliyor. Mayıs 1977'de Alan Fisher tarafından Princeton Üniversitesi'nde yapı­ lan bir konferansa sunulan bir tebliğin açış paragrafında şöyle bir dipnot var­ dı: "Bildiğim kadarıyla Osmanlı imparatorluğundaki taşınır kölelik kurumu hakkında hiçbir dilde bir kitap veya makale çıkmış değildir." Müslüman top65 Salman, Embarasment of Slavey, s. 7, vurgular benim. 46 birinci bölüm lumlarda kölelik konusunu, özellikle de Afrika'ya vurgu yaparak ele alan konferans John Ralph Willis tarafından düzenlenmişti. H. J. Fisher'in bir sap­ tamasını uyarlayan Willis sorunu şöyle koymuştu: "Afrika'daki Müslüman köleliği pek çok bilim adamınca atıfta bulunulan büyüleyici bir konu olmuş­ tur ama bunun hakkında yeni ve ayrıntılı bir çalışma yapılmamıştır. " Sonra da Alan Fisher bu saptamanın " Osmanlı İmparatorluğu için iki kere doğru" olduğunu vurgulamış ve eklemişti. "Bilim adamları orada taşınır köleliği ça­ lışmamakla kalmamışlar, varlığını bile kabul etmemişlerdir. "6 Tam olarak bir çeyrek asır sonra, Mayıs 2002'de, Eve Trout Powell bütün bir İstanbul tebliğini, Ortadoğu Müslüman toplumlarında, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Afrikalı köleliği hakkındaki literatürü gözden geçirmeye ve eleştirmeye ayırmaktaydı.67 Bu tebliğ sadece Ortadoğu toplum­ larındaki kölelik ve köle ticareti tarihini anlamak için yapılmakta olan önem­ li miktardaki araştırmayı göstermekle kalmıyor fakat araştırma gündeminin de değişmesini talep ediyordu. Troutt Powell köleleştirilenlerin seslerini geri kazanabilmek için bir çağrıda bulunuyor ve bu toplumlardaki kölelerin yaşa­ dığı hayata, azatlarına ve toplumun azatlı kölelere karşı olan tutumuna dair bir dizi yeni soru soruyor. Kölelerin sessizliğini kırmak ve onları tarihe geri getirmek için yapılan bu çağrı anlamlıdır ve tam zamanında yapılmıştır. Bu, geçen yirmi beş yılın, büyük ölçüde temeli atan ve bir sonraki aşama için ana aletleri sağlayan bilimsel başarıları sayesinde yapılmıştır. Araştırma ortamı dediğimiz şeyin herhangi bir alan için hayati bir öne­ mi de vardır. Daha önce tartıştığım gibi, Osmanlı İmparatorluğu köleliğinin çalışılması, ilgili ve faal bir kitlenin eksikliğinden, daha özel olarak dile getirir­ sek, Türkiye ve Osmanlı'nın ardılı olan Arap toplumlarında aktif ve öz bilin­ ce sahip olan Afrikalı veya Kafkasyalı köle torunları topluluklarının mevcut olmaması olgusundan olumsuz olarak etkilenmiştir.8 Bu mevcut olmayış, Os­ manlı köleliğini hiçbir grubun kendi tarihinin bir parçası olarak görmemesi anlamına gelmekteydi. Kendi geçmişinin doğru dürüst araştırılmasını talep eden bir grup yoktu. Yalnız, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki iki yeni gelişmeden dolayı bu şimdi değişiyor gibi. Benim için ilk gelişme gerçek66 Alan Fisher, " Chattel Slavery in the Ottoman Empire: Some Preliminary Considerations", John Ralph Willis (der.), Slaves and Slavery in Muslim Africa içinde, Frank Cass, Londra, 1985. 67 Eve M. Troutt Powell, "Will That Snbaltern Ever Speak? Finding African Slaves in the Historiog­ raphy of the Middle East", lsrael Gershoni, Amy Singer ve Y. Hakan Erdem (der.), Middle East Historiographies. Narrating the Twentieth Century içinde, University of Washington Press, Seatt­ le, 2006. 8 Toledano, Slavery and A/10/ition, Beşinci Bölüm ve s. 1 58. insanı bir bağ olarak köleliği anlamak 47 ten duygulandırıcıydı: Köleleştirilmiş Afrikalıların Türk torunlarından biri olan Mustafa Olpak'ın yazdığı (oto)biyografik bir kitap 2005'in başlarında İstanbul'da basıldı.69 Bu kitap, Olpak'ın atalarının Kenya'dan zorla ayrılmala­ rını ve Girit üzerinden Osmanlı payitahtına getirilmelerini anlatmaktadır. Ga­ yet yerinde olarak yazar kitabına şu kelimelerle başlamaktadır: Birinci kuşak yaşar, İkinci kuşak reddeder, Üçüncü kuşak araştırır ... Ben Mustafa OLPAK. Ailemin üçüncü kuşağıyım. 70 Kitap, Türkiye'de kamunun büyük ilgisini uyandırdı, hakkında basın­ da çeşitli tanıtma yazıları ve özel yazılar yazıldı.71 TRT2'de yayınlanmak üzere Osmanlı köleleştirme tarihi üzerine bir televizyon belgeseli bile hazır­ landı. Olpak tarafından kurulan bir sivil toplum kuruluşu ise Afrikalı Türk­ lerin, Türkiye' deki tarihi ve sosyal koşullarına dikkat çekmek için çalışmala­ rını sürdürüyor. Derneğin 1 5 Kasım 2006 tarihinde yapılacak olan ve iki yüz kişi için planlanan bir toplantısına iki binden fazla başvuru geldi. Toplantı­ nın, Türkiye'de daha da fazla ilgi uyandırması ve medyada yankı bulması beklenmekteydi.72 Öyle görünüyor ki, beklendiği gibi, Türkiye'de bir ilgi ar­ tışı, Afrikalı Türklerin mirasına yüksek dereceli bir odaklanışı getirebilir. Bu, Eve Troutt Powell'in yukarıda sözünü ettiğimiz, Ortadoğu toplumlarındaki köle seslerini geri kazanma çağrısıyla birlikte değerlendirilebilir ki çağrının kendisi, Afrikalı-Amerikalıların, eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarında­ ki suskun ve yokmuş gibi olan Afrikalı toplulukların bilinçlerini yükseltme­ de etkin bir rol üstlenmekteki istekliliklerini gösteriyor olabilir. Şaşırtıcı ol­ mayarak, Olpak da, Alex Haley'in Kökler'inden, kendisi için açık bir bağ­ lantı ve ilham kaynağı olan başka bir üçüncü kuşak Afrikalı kölelik ürünü olarak söz ediyor.73 69 Mustafa Olpak, Kenya-Girit-İstanbul. Köle Kıyısından İnsan Biyografileri, Ozan Yayıncılık, İs­ tanbul, 2005. 70 A.g.e., s. 7. Tarihsel arkaplan için yazar, benim ilk kitabımın (Toledano, Osmanlı Köle Ticareti) Türkçe çevirisine ve Y. Hakan Erdem'in eserine (Osmanlıda Köleliğin Sonu, 1800-1909, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004) başvurmaktadır. Benim için bu, tarihsel araştırma ve yazıların günü­ müzdeki olayları nasıl etkileyebileceğine hatta onları nasıl harekete geçirebileceğine dair birinci el­ den ve benzersiz bir gözlemdi. 71 Mesela bkz. Celal Başlangıç, " Osmanlı'nın Son Köleleri", Radikal, 21 Mart 2005. 72 Niambi Walker ile kişisel elektronik posta yazışması, 20 Ekim 2006. 73 Olpak, Kenya-Girit-lstanbul, s. 7. 8 birinci bölüm Troutt Powell, tartışmamız açısından hem ilgili hem de yararlı olan iki önemli noktaya dikkat çekiyor.74 ilki, Gayatri Chakravorty Spivak'ın Britanya idaresindeki Hindistan üzerine yaptığı ve "madun"un suskunluğunun yükünü tarihçiye yükleyen çalışmalarını kullanmasıdır. Belirtildiği gibi, tarihçi, daha sı­ kı çalışacağına ve kayıp sesleri zeki bir şekilde geri kazanacağına, doğrudan "ses kanıtı"nın yokluğunu gereğinden azla olarak kabullenmiştir. Troutt Powell, Spivak'ın sati yapan Hindu kadınları için yaptığı gözlemleri, Osmanlı Ortadoğusu'ndaki kölelerin durumuna uyarlamakta ve tarihçilerin, görünürde­ ki köle sesleri yokluğunu kabullenmemeleri gerektiğini önermektedir. Dikkat çektiği ikinci nokta da, bu suskunluğun, Amerika Birleşik Devlet-leri'ndeki köle anlatımı bolluğuyla kıyaslanışındaki aşılamaz görünen güçlüğe ilişkindir. Altı bin civarında anlatımı içeren bu literatürdeki yeni çalışmaları izleyen Troutt Powell, bunların bireysel köle seslerinin doğrudan ve otantik ifadeleri değil soy­ lu ilga d,vasını teşvik etmek yolunda filtrelenmiş ve kısıtlanmış reçete kabilin­ den metinler olduğu gözlemini yapmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, köleleştirilenin deneyiminin yeterli bir şekilde ele alınması, zengin bir şekilde belgelenmiş olan ABD köleliği çalışmalarında bile ideal bir durumda olmaktan henüz uzaktır. Bunun kadar önemli başka bir gelişme de 22 Şubat 2003 'te Johannes­ burg'da toplanan Afrikalı bir grubun, Arap ülkelerini, kendilerinin "Arapla­ rın başını çektiği Afrika köleliği" olarak niteledikleri olguyu tanımaya, bu­ nun için özür dilemeye ve tazminat ödemeye davet ettiği konferans olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı Afrikalı-Amerikalı önderlerin dile getir­ diği talepler kadar tartışmalı olsa da bu, Ortadoğu'daki eski Afrikalı kölele­ rin namevcut seslerini temsil etmek yolunda bizatihi Afrika'da bulunan baş­ ka bir destekleyici kitlesi geliştirmek yolunda atılmış bir ilk adımdır. "Biz in­ sanlar, Afrikalılar ve Afrikalıların torunları, burada Afrikalılar olarak kendi­ lerine göndermede bulunulan bizler, Afrika Ulusu'nun birliği için çalışıyo­ ruz" diyen konferans katılımcıları şöyle devam etmişlerdi: "yüzlerce yıllık suskunluk ve kendini ifade etmeyişten sonra, yukarıdaki ve ilgili konularda kendi adımıza konuşmak için sesimizi geri almak amacındayız" (vurgular benim).75 Bu bildirge, bu konudaki Afrikalı eylemsizliğini doğru olarak "Af­ rikalıların, Araplarca köleleştirilmesi üzerindeki toplu unutmaya" bağlıyor. "Arap ve Osmanlıların yaptığı Afrikalı köle ticareti üzerinde . . . daha fazla araştırma" yapılması ve "kıta Afrikalıları ile Arap dünyasındaki Arika dias­ porası arasında ilişkiler kurulması" çağrısında bulunuyor. 74 Troutt Powell, "Will That Subaltem Ever Speak?" 75 Arapların Başını Çektiği Afrikalı Köleliği Bildirgesi. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 49 Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Kafkasyalı köleliğine ilişkin koşut bir gelişme henüz yoktur. Hem Osmanlıların eskiden yönettiği çeşitli topraklar­ da hem de çeşitli diasporalarda bulunan Çerkesler (Abhazları da içeren) ve Gürcüler siyasi-tarihi ve kültürel miraslarıyla aktif olarak ilgilenmişler ama atalarının köleleştirilmesini incelemek için daha az eğilim sergilemişlerdir. Bununla birlikte bu durum değişebilir çünkü Kafkaslardan olan zorunlu göç veya etnik temizlik, Türkiye ve Rusya'daki çeşitli Çerkes grupları tarafından, en son Mayıs 2005'teki ortak bir bildiriyle ulusal bir trajedi olarak adlandı­ rılmış bulunmaktadır.76 Aynı zamanda, tarihçi Goça caparidze gibi Gürcü akademisyenleri ve aydınları, Osmanlı ve Safevi imparatorluklarının, Gürcü­ leri "kul" olarak edinmelerinden dolayı oluşan sürekli akışı bir "Gürcü ulu­ sal trajedisi" olarak tanımlamaktadırlar.77 Bu türden bir bilinç, Kafkas bölge­ sinden gelen köleleştirilmiş kişilerin seçkin ve seçkin olmayan Osmanlı ailele­ rine mutlu bir şekilde girdiklerine ve bir kuşak içinde, Michael Salman'ın de­ yimiyle söyleyelim, "köleliğin mahcubiyetini " sildiklerine dair olan kabul edilmiş görüşe karşı çıkmak için bir önkoşuldur.78 1 850'ler ve 1 860'larda İmparatorluğa zorunlu olarak göç etmelerin­ den sonra Çerkeslerin katlandığı ve daha ağır olan tarımsal kölelik, birçok açıdan serfliğe, o sıradaki çağdaş Rusya ve Doğu Avrupa' da bulunan akraba kuruma benziyordu. Bu köleleştirilmiş kişilerin torunları hala Türkiye, Bal­ kanlar ve hatta Ortadoğu, mesela İsrail ve Ürdün'deki, köy topluluklarında yaşamaktadır ama atalarının köleleştirilmesi-serfleştirilmesinin uyandırdığı meselelerden ne denli haberdar olduklarından kuşku duyabiliriz. Ürdünlü an­ tropologlar Amjad Jaimoukha ve Seteney Shami gibi topluluğa mensup bilim insanları, Çerkeslerin etnik mirasını çalışmış ve köle sınıfına göndermede bu76 Bu bildiri 21 Mayıs 200.S'te İstanbul'da yapılan bir konferanstan sonra yayınlandı ve Türkiye ile diasporadaki Çerkeslerin en büyük sitelerinden biri olan www.kafkas.org.tr'de görülebilir. 1864 göçüne burada "Kafkaslar'ın trajedisi" denmektedir. 77 Crecelius ve Djaparidze'de bu akışa kısa bir gönderme için bkz. " Relations of the Georgian Mam­ luks", s. 321 -322. Gürcü hissiyatı hakkındaki bu gözlemi Profesör Jane Hathaway'e borçluyum. Dr. Goça Cabaridze [Gotcha Djabaridze], Gürcülerin Osmanlılarca köleleştirilmeleri hakkında yazan diğer Gürcülerden, mesela, G. Bey Mamikonian, B. Silagadze ve V. Macharadze, söz etmek­ tedir (Kişisel elektronik posta haberleşmesi, 1 1 Eylül 2005). Ona göre, Gürcü tarihinin bu bölü­ müne olan ilgi devam etmektedir. Eski bir öğrencisinin çalışmaları için bkz. K. Peradze, "Georgi­ an Mamluks in Tunisia in the 18ty-19th Centuries", Papers Dedicated to the 80th Birtday of Pro­ fessor Archil Chkheidze içinde, Tilis, 2002, s. 200-212; "Marital Ties of Tunisian Mamluks [of Georgian Origin]" , The East and the Caucasus, 2, 2004, s. 1 1 9-126 ve "On the Solidarity among Ottoman Statesmen during the Late 1 8th-Early 19th Centuries", The Near East and Georgia, Tif­ lis, 2005, s. 82-88 (her üçü de Gürcüce olup İngilizce özetleri vardır). 78 Salman, Embarrassment of Slavery, s. 14. Salman burada Orlando Patterson'ın, köleliğin "özel kurum" olmaktansa "utandıran kurum" olduğu yolundaki gözlemini geliştiriyor. 50 birinci bölüm lunmuşlardır.79 Diaspora toplulukları da ataları olan kültürle yakından ilgi­ lenmekte ve vatanlarıyla bağlarını yeniden kurmakta olup tüm bunlar kimlik oluşumu ve bilinç yükselmesi açısından önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu'nda köleleştirme tarihine ilişkin ve değişmek­ te olan araştırma ortamı ve ayrıca Ortadoğu ve diğer Müslüman toplumların­ daki köleleştirilmenin çalışılmasına dair artan ilgi beni, mevcut kanıtların ye­ niden gözden geçirilmesinin gerekli ve zamanında olduğuna ikna etmiş du­ rumdadır. Böyle bir yeniden değerlendirme için etkin donanımı sağlamak yo­ lunda yapılacak ciddi bir girişim, Osmanlı toplumlarında köleleştirilenin ses­ leri ve deneyimlerini daha önce yapılanlara göre daha iyi aktarabilecek bir so­ nuç verebilir. Bu kitapta, şimdiye kadar ortaya çıkarılan kanıtlara geri gide­ ceğim, pek çok köle deneyimi öyküsünden bir örneklem vereceğim ve bunlar­ dan, imparatorluktaki köleleştirilmiş Afrikalı ve Kafkasyalıların hayatlarına dair bazı sezişler çıkarmak için bir yöntem geliştireceğim. Kendileri zengin ve büyüleyici olan bu öyküler kitabın özünü oluşturmaktadır. KANAKLAR KNDA BİRKAÇ SÖZ Osmanlı İmparatorluğu'nda köleleştirilmenin çalışılması açısından en önem­ li kaynaklar, resmi veya özel, Osmanlı kayıtlarıdır.80 19. yüzyıl için devlet ar­ şivleri, hem Şeriat mahkemelerine hem de Tanzimat devletinin kurduğu ve ye­ ni idari mahkemeler olarak nitelenen Nizamiye mahkemelerine ait kayıtları içermektedir.81 Bu mahkeme kayıtlarında kaçaklar veya sanıklar olarak gö­ rünen köleleştirilmiş kişiler, bu kayıtları sosyal ve kültürel köleleştirme tarihi 79 Örneğin bkz. Amjad Jaimouhka, The Chechens: A Handbook, Routledge Curzon, Londra, 2005; Jaimouhka, The Circassians: A Handbook, Richmond, Curzon, 2001; Jaimouhka (der.), Circassi­ an Cuisine, Sanjalay Press, Amman, 2003; Jaimouhka (der.), The Cycles of the Circassian Nart Epic: The Fountain-Head of Circassian Mythology, Sanjalay Press, Amman, 2000; Ziramikw Qardenghwsch', Circassian Proverbs and Sayings (çev. Amjad Jaimouhka), Sanjalay Press, Am­ man, 2003; Shami, Ethnicity and Leadership ve sonra yayına hazırladığı derlemeler. 0 Ayrıntılar için Toledano, Köle Ticareti, Toledano, Slavery and Abolition ve Erdem, Kölelik'teki bibliyografyalara bakınız. 81 Şeriat mahkemeleri üzerine bir süreden beri yapılmakta olan çalışmalar son yıllarda yoğunlaş­ mıştır. Uzun bir liste oluşturacak eserlerden bazıları şunlardır: Mahmoud Yazbak, Haifa in the Late Ottoman Period, 1 864-1914: a Muslim Town in Transition, E. J. Brill, Leiden, 1 998; Pe­ irce, Ahlak Oyunları; Beshara Doumani ve İris Agmon 'un, Beshara Doumani (der.), Family History in the Middle East: Household, Property, and Gender, State University of New York Press, Albany, 2003'teki makaleleri; Zilfi, "Servants, Slaves" ve Agnon, Family and Court. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki mahkeme sistemi üzerine yeni bir çalışma için bkz. Ruth Austin Miller, From Fikh to Fascism: The Turkish Republican Adoption of Mussolini's Criminal Co­ de in the Context of Late Ottoman Legal Reform, Doktora tezi, Princeton University, Haziran 2003. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 51 açısından mükemmel kaynaklar haline getiriyorlar. Osmanlı köleleştirilmesi tarihi üzerine şimdiye kadar yapılan az sayıda çalışma, kullanımları son yıl­ larda, alanda birtakım tartışmalar yaratan Şeriat mahkemesi kayıtlarına da­ yanıyor.82 Bu birkaç çalışma, 16. yüzyıl Üsküdar'ı, 1 6. ve 1 7. yüzyıl Kıbrıs'ı, Osmanlı Kudüs'ü, 15.-16. yüzyıllar Bursa'sı ve 1 8.-20. yüzyıllar Mısır'ı hak­ kındadır.83 Bununla birlikte, Osmanlı köleleştirmesinin tarihiyle ilgilenecek olan gelecekteki araştırıcıların önemli bir kaynak olarak şeri sicilleri kullan­ ması konusunda en ufak bir şüphe olamaz. Nizamiye mahkemeleri kayıtları­ na gelince, cinayet ve hırsızlık üzerine olan Meclis-i Vala kararlarını içeren çok önemli bir seri İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde araştırıcısını sa­ bırla bekliyor.84 Tanzimat devletinin köleleştirmeye ilişkin yazışmaları hem merkezi hükümet, hem de yerel arşivlerde bulunabilir. Osmanlı arşivleri ayrıca, esirci­ ler ve köleleştirenlerin kendi aralarında ve birbirleriyle yazışmalarını da içer­ mekte olup bunlar Afrikalı köle ticaretini bastırmaya çalışan hükümetin çe­ şitli dosyalarına dağılmış durumdadır. Azat edilmiş kölelerin kayıt edilmele­ rine ilişkin olarak İstanbul, Aydın ve yeniden iskana dair bir hükümet prog­ ramının yürütüldüğü İzmir'deki polis misafirhanelerinin kayıtları vardır.85 Şimdiki Libya' da olan Bingazi vilayetinde de bir azat sonrası programı vardı. Bunun kayıtlarının da Libya arşivlerinde olması gerekir. Benzer kayıtların 82 Mesela bkz. Dror Ze'evi, "The Use of Ottoman Shari'a Court Records as a Source for Middle Eas­ tem Social History: A Reappraisal", Islamic Law and Society, 511, 1 998, s. 35-56 (Yazarın çalış­ ması büyük oranda Kudüs şeriat mahkemesi kayıtlarına dayanmaktadır - bkz. Ottoman Century: Tbe District of Jerusalem in the 1600, Albany, State University of New York Press, 1996); Zou­ hair Ghazzal, "Discursive Formations and the Gap between Theory and Practice in Ottoman Shari'a Law", İslam hukukunda teori ve uygulama üzerine olan İkinci Joseph Schaht Konferansı'na sunulan tebliğ, Granada, İspanya, Aralık 1997, s.1-44. 83 Bu liste tüketici olmaktan uzaktır ama literatürün genel durumu hakkında bir fikir veriyor: Ro­ nald Jennings, "Black Slaves and Freed Slaves in Ottoman Cyprus, 1590-1640", Jounal of the Economic and Social History of the Orient ]ESHO), 30/3, 1 987, s. 286-302; Yvonne Seng, "A Liminal State: Slavery in Sixteenth Century lstanbul ", Shaun E. Mormon (der.), Slavery in the Is­ lamic Middle East içinde, Markus Wiener, Princeton, 1999, s. 25-42; Ovadia Salama, "Avadim be-va'alutam shel Yehudim ve Notsrim bi-Yerushalayim ha-Othmanit" (Osmanlı Kudüsü'nde Ya­ hudiler ve Hristiyanların Sahip Olduğu Köleler), Katedra, 49, Eylül 1988, s. 64-75; Erol Ayyıldız ve Osman Çetin, "Slavery and Islamization of Slaves in Ottoman Society according to Canonical Registers of Bursa between the Fiteenth and Eighteenth Centuries ", (devam eden araştırma üzeri­ ne basılmamış rapor) ve Ron Shaham, "Masters, Their Freed Slaves, and the Waqf in Egypt (Eigh­ teenth-Twentieth Centuries), JESHO, 43/2, 2000, s. 162-188. 4 BONAyniyat Defterleri/Meclis-i Vala'dan kati ve sirkate dair, ciltler 470-502 ( 1 847-1 866 yılları arasını kapsıyor). 85 Bu kayıtlara dayanan bir çalışma için bkz. Abdullah Marta!, "Afrika'dan İzmir'e: İzmir'de Bir Kö­ le Misafirhanesi", Kebikeç, 10, 2000, s. 1 71 - 1 86. 52 birinci bölüm başka vilayetler için varlığı da söz konusu olabilir.86 Şimdiye kadar bu tür ka­ yıtlar araştırıcılar tarafından kısmen kullanılmış olup, azat ve azat sonrası koşulların çalışılması açısından büyük potansiyel taşımaktadırlar. Genel olarak kabul edilir ki Osmanlı köle anlatımları mevcut değildir. Kısa bir süre önce günışığına çıkan bazı anlatımlar göz önünde tutularak bu saptama şimdi biraz değiştirilebilir ama bu tür bir kaynağın yokluğu Os­ manlı ve Osmanlı sonrası toplumlarda köleleştirme tarihinin çalışılmasını engellemiştir. Daha önce de sözünü ettiğim gibi, Amerika Birleşik Devletleri açısından mevcut köle anlatımlarının kullanılması yakın zamanlarda mercek altına alınmıştır çünkü bu durum kaynaklara fazla önem ve realiteleri yan­ sıtma konusunda makul olmayan beklentiler atfederek onları gereğinden fazla yüklü hale getirmiştir .87 Bu anlatımların hemen tümü kendileri köleleş­ tirilmeyen ilgacılar tarafından kayıt altına alınmıştı ve dolayısıyla propagan­ da amaçlı-reçeteler olarak görülmekteydi. Osmanlı kaynaklarında da bu tür sesler mevcut olduklarında bile, bize mahkeme katiplerinin el yazıları, sey­ yahların anlatımları veya yabancı konsolosların, temsilcilerin, misyoner ve tüccarların raporları şeklinde ulaşıyor. Tüm bu metinler dil ve kültürel açı­ lardan bir filtreden geçmiş durumdadır. Böylece, bunların arkasındaki sus­ kun kadın ve erkekleri konuşturmak için yeni yollar aramak durumunda ka­ lıyoruz. Yakında basılan ve bir Osmanlı saray hadımının yerel bir memura dik­ te ettirmesiyle oluşturulmuş olan bir anlatım, bu filtre edilmiş anlatımlarda bile mevcut olan araştırma potansiyelini vurguluyor.8 Başka öyküler de, kö­ leleştirilmiş kişiler tarafından sahiplerine anlatılmış ve köle sahiplerinin daha sonra bastıkları hatıralarda kaydedilmiştir. Bir kez daha söylersek, filtre edil­ miş olmalarına karşın b u anlatımlar köleleştirilenin hayatına, mesela Afrika'daki hayatlarına ve esir alınmalarına dair değerli ipuçları sağlamakta­ dır.89 Başka bir kaynak, yakınlarda basılan ve 1 8 . yüzyılda önemli bir Os­ manlı devlet görevlisi olan Ahmed Resmi Efendi'nin, Harem-i Hümayun'da olan Afrikalı harem ağalarının biyografileri üzerine kaleme almış olduğu ese6 87 8 89 BOA' da bulunan, Bingazi'de kolbaşılar veya azatlı kölelere yardımcı olan loca başları tarafından yürütülen kayıt altına işlemine dair ayrıntılı bir belge için bkz. BOA/İrade/Dahiliye/62927/Şura-yı Devlet, Dahiliye Dairesi, Mazbata, 3.9.1 884. Troutt Powell, "Will That Subaltern Ever Speak?" Hasan Ferit Ertuğ, "Musahib-i sani-i Hazret-i Şehr-Yari Nadir Ağa'nın Hatıratı-!", Toplumsal Tarih, 49, Ekim 1 998, s. 7-15. Mesela, Ebru Ana'nın kendisini büyüttüğü yazar tarafından anlatıldığı haliyle öyküsü için bkz. Ahmed Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1. Cilt: 1 888-1918, Yenilik Basımevi, İstanbul, 1 970, s. 13-14. insani bir bağ olarak köleliği anlamak 53 re benzeyen biyografik derlemelerdir.0 Daha ayrıntılı olan bu eser, daha geç tarihli olan ve 1 9 . yüzyılı ve 1 906'ya kadar yılları kapsayan bir Harem-i Hü­ mayun harem ağaları biyografileri defterini tamamlamaktadır. Bundan, bu il­ ginç saray görevlileri hakkında bazı şeyleri öğrenmek kesinlikle mümkündür ama bu bilgileri güçlendirmek için doğrudan veya dolaylı anlatımlara da ihti­ yacımız vardır.91 Avrupa diplomatik kayıtları, başlıca konsolosluk raporları, Osmanlı İmparatorluğu'nda kölelik ve köle ticaretinin çalışılması açısından çok yarar­ lı kaynaklar olduklarını göstermiştir. İngilizlerin, köleliğin ilgasına duydukla­ rı yoğun ilgi ve Fransızlar ile daha birtakım Avrupa uluslarının daha ılımlı il­ gisi dikkate alındığında, konsolosların köle ticareti hakkında Londra'ya yaz­ maya hevesli oldukları raporlar kadar, imparatorluğun, görevli bulundukları değişik yörelerindeki köleleştirme koşulları hakkında da raporlar yazdıkları­ nı söyleyebiliriz. Köleleştirilmiş kişiler kendilerini köleleştirenlerden kaçtıkla­ rında başta İngiliz konsoloslukları olmak üzere bu yabancı temsilciliklere sı­ ğınırlardı. Bu da konsolosları bunların durumları hakkında raporlar kaleme almak ve göndermeye sevk ederdi. Fakat bu tür raporlar araştırıcılar tarafın­ dan geniş bir şekilde kullanılmış olup onlardan edinilebilecek bilginin büyük ölçüde zaten değerlendirilmiş olduğu anlaşılıyor. Belki de, İngiliz yetkililer ta­ rafından 1 8 82'den itibaren devreye sokulan azat programı hakkında Mısır'daki konsolosluklarca tutulan kayıtlar hariç olmak üzere, Avrupa kay­ nakları, Osmanlı köleleştirilmesinin çalışılmasında artık ikincil olarak düşü­ nülmelidir. Bununla birlikte, araştırmacılar Avrupa arşivlerinde hala ilginç malze­ melerle, özellikle Osmanlı özel şahıs evrakını kapsayan dosyalarla karşılaşa­ bilirler. Böyle bir örnekte, British Library'deki Hekekyan Evrakı'nda bir öy­ kü bulundu. Hekekyan Bey, Mısır' da yüksek mevkili bir Ermeni-Osmanlıydı. İngiltere'de eğitilmiş ve 1 9 . yüzyılın ortalarında Mısır hıdivleri yönetiminde çeşitli görevlerde çalışmıştı. 1 846'nın ikinci yarısına uzanan günlük ve yazış­ malarında Hekekyan, harem ağası Surur'un iki kez kaçtığını ve bunun karısı­ nın şoka girmesine, hastalanmasına ve sonra da düşük yapmasına neden ol­ duğunu anlatmaktadır. Sonra da harem ağasına verdiği zalimce cezayı anlatı­ yor: Onu, çalışmak üzere bir madene göndertmiş ve Surur'un sağlığı oraday­ ken ölme noktasına gelecek kadar bozulmuş. Hekekyan, bir meslektaşından, harem ağasının, sadece madendeki hafif işleri yapmasını sağlamasını istemiş •-m·•�-• •w •---"---· -- 0 91 Ahmed Resmi Efendi, Hamiletü 'l-Kübera (der. Ahmet Nezihi Turan), Kitabevi, İstanbul, 2000. Hu deter üzerine yaptığım çalışma için bkz. Toledano, Slavery and Abolition, s. 41-53. 54 birinci bölüm ama bu olmamış. Hekekyan'a bildirildiğine göre güçsüz genç adam kaderini " filozofça" kabullenmiş.92 Araştırma vurgusu artık bu ve buna benzer öykü­ lere kayıyor ve Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleleştirme öyküsünün teme­ lini oluşturuyor. 92 British Library/Add MSS/Hekekyan Papers/37450/335, Günlük girişi, 1 846 yılı yarısı civarı; 37462/78-80, Aime Bey'den Hekekyan'a, iki mektup, Ağustos 1846 ve Eylül 1 846. 1 Ki NCİ BÖLÜM ihlal Edilmiş Bir ilişkiyi Terk Etmek öleleştirilenler, zorunlu göçlerinin sonunda kendilerini yabancı bir fi­ ziki ve sosyal çevrede bulurlar, yeni köle sahipleriyle yeni ilişkilere gi­ rerler ve onlarla yeni bağlar kurmaya çalışırlardı. Eşit olmayan iki partner arasında olan bu gönülsüz ortak bağımlılık ilişkisindeki karşılıklı etkileşim K kalıpları belli bir köleleştirici ve belli bir köleleştirilen arasındaki ilk temas­ tan itibaren başlardı. Dinamik olan bu ilişkinin içerik ve yapısı belirlenir, dikte edilir ve sınırları çizilirken, her gün, her iki tarafça yeniden sınanır ve müzakere edilirdi. Bununla birlikte, kesin sömürü bağlamında olsa da belir­ li bir güven düzeyine gerek duyulurdu ki bu da taraflar arasında kurulan bağın kalitesine bağlıydı. "Anlaşmanın" içeriği ve "oyunun kuralları" ta­ nımlanırken beklentiler de ortaya konur ve sömürünün düzeyi belirlenirdi. Kuralların sürekli ihlal edilmesiyle ortaya çıkan birikim, köleleştirilende ihanete uğradığı duygusunu uyandırabilir, ilişkinin yıkılmakta olduğu hissi­ ni verebilirdi. Böylesi kopuş noktalarında, ilişkiyi bırakma seçeneği, kaçma ve yeni bir köleleştiren-sahibe bağlanma arayışı gerçekçi bir hale gelirdi. Sürekli suis­ timalden yeniden satılma veya kölenin ailesinin parçalanması korkusuna ka­ dar sıralanan bir dizi durumlar ve insanlık halleri kaçmaya yol açabilirdi. Başka durumlarda da köleliğin dışına çıkmak ve onun yerine özgür bir inti­ sap ilişkisi koymak isteği, kaçmak için başlı başına bir neden olabilirdi. Köle­ leştiren-köleleştirilen ilişkisini bırakmak yolundaki tüm bu girişimler, başka bir köleleştiren olsun, devlet olsun veya köleye yeni ve köleleştirici olmayan 56 ikinci bölüm bir patron bulmak için aracılık yapan yabancı konsolos olsun, yeni koruyu­ cular arayışını da beraberinde getirirdi. AILMAI SEÇMEK: GÜÇLÜKLER Köleliği düzenleyen Osmanlı kanunu, büyük ölçüde, İmparatorluğun devlet kanunlarının temel kaynaklarından biri olan şeriatı, başka bir deyişle İslam hukukunun Hanefi ekolünün yolunu izlerdi.1 Buna göre kaçak kölelerin takip edilmesi ve yakalanırlarsa sahiplerine iade edilmesi gerekirdi. Sadece, genelde ciddi fiziki suistimali içeren ve mahkemede kanıtlanmayı gerektiren kötü mu­ amele, kölenin, sahibinin iradesi aranmaksızın mahkemece azat edilmesi sonu­ cunu getirebilirdi. Bu yola, kaçak olmayan köleler de başvurabilirdi ama du­ rumlarını kolaylaştırmak ve mahkemece serbest bırakılmak umuduyla bu kö­ tü muamele suçlamasını yapanlar genellikle yakalanan kaçak köleler olurdu. Böyles� muhtemel ve gerçek suçlamaları karşılamak için köle sahipleri de ka­ çak kölelerini ufak tefek şeyler çalmakla suçlarlardı.2 Kaçma tüm Osmanlı ta­ rihi boyunca olmuştur ama 1 9. yüzyılın son çeyreğinde gözle görülür bir artış yaşanmıştır çünkü Britanyalılar, kaçak kölelerin, imparatorluğun her yanın­ daki konsolosluklarına ve gemilerine sığınmasına izin vermiştir.3 Osmanlı hü­ kümetinin, köle ticaretinin bastırılmasında Britanyalılar ve diğer Avrupa güç­ leriyle resmen işbirliği yapmasına karşın özellikle köle ithal eden uzak vilayet­ lerdeki münferit yöneticiler soruna kendi yaklaşımlarını geliştirmişlerdir. Örneğin, 1 8 69'da, bugünkü Libya'da bulunan Trablus'taki İngiliz konsolosunun bildirdiğine göre köleler, azat için yabancı konsolosluklara başvurduklarında orduya veya donanmaya alınmakla veya hırsızlık suçlama­ sıyla tehdit ediliyorlardı. Ona göre kaçak kölelerin hırsızlıkla suçlanması yay­ gın bir uygulamaydı. Kızıldeniz'in Batı kıyısında olan Massava'daki Fransız konsolos yardımcısı, 1 873'te, kaçan ve azat edilmek için Fransız konsoloslu­ ğuna sığınan bir erkek köleden kendisine zalimce davranıldığını Şeriat mah­ kemesinde kanıtlanmasının beklendiği gözlemini yapıyordu. Eğer, köle bunu yapmayı becerirse ki konsolosun dikkat çektiği gibi imparatorlukta ispat yü­ kü oldukça ağırdı, azat edilir ve sonra da Osmanlı-Mısır ordusuna alınırdı. Anti Slavey Society nin (Kölelik Karşıtı Dernek) bir muhabirinin 1 8 74'te bil' 1 2 3 Kölelik hakkındaki İslam hukuku için bkz. R.Brunschvig, "Abd", Ency/opaedia of slam, 2. Bas­ kı, 1 . cilt, E. ]. Brill, Leiden, 1 960, s. 24 vd. Osmanlı İmparatorluğu'nda kaçak köleleri ilgilendiren bu ve diğer konular için bkz. Y. Hakan Er­ dem, Osmanlıda Köleliğin Sonu, s. 201-216. Osmanlı İmparatorluğu'na olan Afrikalı köle ticaretini bastırmak yolundaki Britanya girişimleri­ nin ayrıntıları için bkz. Ehud R. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti, s. 105-1 17, 1 60-185. ihlil edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 57 dirdiğine göre Kızıldeniz'in karşı kıyısındaki liman kenti Cidde'de de işler da­ ha farklı değildi. Muhabir, kölelerin daha önceleri kaçarak Avrupalıların ev­ lerine sığındıklarını fakat bunun artık durduğunu çünkü hükümetin onları yakalamaya başladığını ve "kendi elbiselerinden başka bir şey olmayan" eş­ yayı çalmakla suçlandıklarını söyleyerek yakınaktaydı. Köleleştirilenler, bu suçlamaların yakıştırma ve gayriciddi olduğunu kendileri de biliyorlardı. En azından bir örnekte, köle sahibinin arkadaşı olan bir hanım bunu kabul et­ mişti. Makedonya, Üsküp'teki İngiliz konsolosunun, kötü muameleye uğra­ mış ve ihmal edilmiş iki genç cariyeyi iade etmesini istediğinde konsolosun karısı, kölelere yöneltilen hırsızlık suçlamasını sormuş. Kadın buna Osmanlı Türkçesinde ve gülerek şu cevabı vermiş: "0 boş şeydir. "4 Eğer Osmanlı tarafında İngilizlerle olan mevcut anlaşmaların uygula­ nışında bir tutarsızlık söz konusuyduysa, Londra da iş kaçak kölelere gelince dikkatli ve bazen de tereddütlüydü. Britanya hükümeti, yasal olarak tutulan kölelerin, kendisinin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki konsolosluklarına sığın­ maları ve azat aramalarının teşvik edilmesi gibi bir siyaset izlemekten açıkça uzak duruyordu. Temsilcilere gönderilen talimatlar gayet açıktı ve sadece in­ sani kaygılardan dolayı, kötü muamelenin açıkça görüldüğü durumlarda, ka­ çak kölelere sığınak verilmesi ve onlar adına harekete geçilmesi isteniyor­ du. 5 Yine de, Londra'ya olan mesafeden dolayı uygulamada, sahadaki tem­ silcilerin anlayışına çok şey bırakılmış durumdaydı. İlgacılık taraftarı olanlar daha etkin bir yaklaşımı benimsiyor ve hatta tartışmalı vakalarda bile destek­ lerini veriyordu. Köleler, bölgelerinde bulunan Britanya konsolosluğundan ne bekleyebileceklerini biliyorlardı. Yumuşak ve sempati sahibi bir temsilci­ nin belli bir kasabada olduğu haberi köleler arasında hızla yayılıyor ve onla­ rın o kasabaya artan sayılarla hücum etmeleri sonucunu veriyordu. Bu da 4 5 Bu paragraftaki bilgiler metindeki sırasıyla şu kaynaklardan geliyor: F0/84/1305/499-506, Kon­ solos Hay'den (Trablus) Büyükelçi Elliot'a (İstanbul), 16.12.1 869; E. A. De Cosson, The Cradle of the Blue Nile: A Visit to the Court of King John of Ethiopia, J. Murray, Londra, 1877, Cilt 2, s. 303; ASS/S1 8/C43/16-16a, ASS Muhabiri, Cidde, 12.8.1 874 (ASS kısaltması bundan sonra, ev­ rakı, Rhodes House Library, Oxford'da olan Anti Slavery Society için kullanılacaktır); F0/84/1090/73-8, Konsolos Brunt'tan (Üsküp) Konsolos Longworth'e (Manastır), 1 5.3.1859. Bu bağlamda ayrıca bkz. F0/84/1 570/259-62, Konsolos Fawcett'ten Büyükelçi Goschen'e (İstanbul), 1 1 . 10.1 880. FO/ 84/1290/23-7, Wylde (Londra), FO müşaveresi, 14.8. 1 868; FO /84/1290/5-7, Dışişleri Baka­ nı Stanley'den Konsolos Reade'a (Kahire), 28.8.1 868; F0/84/1 305/79-80, Büyükelçi Elliot'dan (İstanbul) Dışişleri Bakanı Clarendon'a, 2 . 9 . 1 8 6 9 ; F0/84/ 1 3 54/16 3-4, Dışişleri Bakanı Granville'den Vekil Konsolos Green'e (Şam), 7.8 . 1 872; F0/84/1482/238, Wylde'den (İngiliz Dı­ şişleri Bakanlığı) Dışişleri Bakanı Derby'ye, dahili yazışma, 1 0 . 1 877; F0/84/1 544/100-2, Wylde'den Konsolos Zohrab'a (Cidde), 1 1 .4.1879. 58 ikinci bölüm konsolosluğun, yerel köleleştirenlerin tepkisini çekmesine neden oluyordu. Azat peşindeki kölelerin gerçek bir sonuç alamadıkları yerlerde ise bu konso­ losluklara başvuranların sayısı hızla düşüyordu. Buna çeşitli yerel Osmanlı yöneticilerinin yaklaşımlarındaki farklılığı da eklersek her zamanki geniş matrisi elde ederiz. Yumuşak bir yöneticinin gayretli bir konsolosla karşılaştığı bölgelerdeki köleler, özgürlüklerini daha kolayca kazanmayı umabilirdi ama eğer azat edilenlerin sayısı çok fazlaysa, köleleştirenler protestoda bulunur ve yönetici ya daha az işbirliği yapmaya yönelir veya İstanbul'dan azarı işitmeyi göze alırdı. Hem yönetici hem de konsolosun ilgilenmediği yerlerde, hariçten resmi desteğe güvenemeyen ka çak köleler başlarının çaresine bakardı. Konsolosun hevesli, yöneticinin düş­ manca davrandığı durumlarda, kaçan kölelerin, en azından, fazla teşvik edi­ ci görünmekte gönülsüz olan İngilizlerin, Osmanlı şikayetlerinden dolayı konsolosu Londra'dan gelen diplomatik postayla uyarmalarına kadar biraz şansları olurdu. Suriye'den, 1 873 yılına ait bir örneği aktarmama izin verin. Bu örnekte, Trablus'ta yeniden satılmak amacıyla Şam' da on altı yaşında bir Afrikalı hadım alınmıştı.6 Oldukça genç olmasına karşın adam zaten birkaç yıldır hizmet et­ mekteydi çünkü hadım etme işleminin ergenlikten önce, genellikle on yaş do­ laylarında yapılması gerekiyordu.7 Sadece büyük ve zengin seçkin haneleri ha­ dım istihdam edebildikleri için gencimizin, Suriye'nin bir yöresindeki yüksek mevki sahiplerinden birinin, belki valinin, kaymakamlardan birinin veya üst rütbeli bir asker veya bürokratın hareminde hizmet etmiş olması olasıdır. Ha­ dımlar nadiren kaçarlardı ve diğer kul/harem köleleri gibi sistemi içinden mani­ püle etmeyi dışarıda şanslarını denemeye tercih ederlerdi. Bu sınıftaki kölelerin hepsinden daha fazla olarak hadımların harem dışındaki dünyadan beklentile­ ri pek azdı. Engelli durumdaydılar, ağır bedeni işlerde çalışmak için uygun de­ ğillerdi, aile kuramaz ve toplumla bütünleşemezlerdi. Öte yandan, sistem için­ de çok değer verilen ve aranan mülk konumunda olup zenginliğin nimetlerin­ den yararlanır ve aracı olmaktan kaynaklanan nüfuzlarını kullanırlardı. Genç hadımımız Şam'da, bir ihtimalle, onu Trablus'ta yeniden satmak isteyen bir esirciye satılmıştı. Delikanlı, alışverişin ima ettiklerinden kesinlik6 7 F0/84/1370/137, Konsolos Eldridge'den (Beyrut) Büyükelçi Elliot'a (İstanbul), 1 8 .9.1 873. Os­ manlı İmparatorluğu'ndaki Afrikalı hadımlar üzerine daha fazla bilgi için bkz. Toledano, Slavey and Abolition, s. 41-53. Hadım arzının ekonomik yönleri üzerine ilginç bir analiz için bkz. Jan S. Hogendorn, "The Loca­ tion of the 'Manufacture' of Eunuchs'', Toru ve Philips (der.), Slave Elites in the Middle East için­ de, s. 41-68. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 59 le haberdardı. Oradaki koşullar hakkında sahip olduğu bilgilerden dolayı ya da vilayetin valisi veya Trablus şehrindeki üst düzey mevki sahiplerinden biri olması gereken muhtemel sahibi hakkında işittiklerinden dolayı kesinlikle Kuzey Afrika'ya götürülmek istemiyordu. Elit harem üyeleri arasında bilgi ol­ dukça düzenli bir şekilde aktığı için hadım, tepedeki harem kadını (paşanın annesi) veya kadınları (gözde kadını veya cariyesi) hakkında dedikodular duymuş olabilirdi. Bu tür bilgiler orada hizmet etmiş köle kadınlardan, ha­ rem kadınları arasında gidip gelen mektuplardan veya hadımların oluşturdu­ ğu bir ağdan geliyor olabilirdi. Her halükarda, yapılacak olan alışverişe yar­ dımcı olmamaya karar verdiği için sistem içinde kalma seçeneği yoktu ve şan­ sını harem dünyasının dışında denemek zorundaydı. Hadımımızın bilgisi ona göstermiş olmalıydı ki yakındaki Şam' dansa daha uzakta bulunan Beyrut konsolosluğundan destek alması daha büyük bir ihtimaldi. Bu, Konsolos Eldridge'nin kaçak köleleri korumada daha iyi bir namı olmasından veya Şam hükümetinin köle sahipleriyle daha güçlü bir şe­ kilde dayanışma içinde görülmesinden kaynaklanıyor olabilirdi. Bilgisinin güvenilir olduğu ortaya çıktı ve bunun sonucunda oynadığı kumar işe yaradı. Genç adam Beyrut'a kaçtı ve Britanya Konsolosluğu tarafından iyi karşılan­ dı. Konsolosun gözetiminde üç ay kaldıktan sonra hükümet kendisine Şam'a dönmesi ve devletçe desteklenen köleleştirenlerin geleneksel numarası olan hırsızlık suçlamasıyla yargılanmasını emretti. Konsolos Eldridge boyun eğ­ meyi reddetti ve meseleyi İstanbul'daki büyükelçiliğe iletti ve hadımın serbest bırakılmasını talep etti. Büyükelçi Elliot, sadrazama başvurdu ve sonunda ha­ dım, devletin emriyle resmen azat edildi. 1 8 73 yılına ait olan şu öykünün gösterdiği gibi bilgi Beyrut'tan Yemen'e de gitmekteydi.8 Habeşistanlı bir adam olan Ya'qub ibn 'Abdallah al-Habaşi, çocukken yakalanmış, köleleştirilmiş ve ülkesinden Cidde'ye götü­ rülmüş. Cidde'deyken, Yemen'e gitmekte olan ve orada görev yapacak bir Osmanlı subayına satılmış. Ya'qub orada, efendisinin hanesinde yedi yıl hiz­ met etmiş. Daha sonra subay onu Beyrut'a götürmüş. Ya'qub oradayken kaç­ mış ve Britanya konsolosluğuna başvurmuş. İlginç bir şekilde, konsolosluk memurlarına hala Hristiyan olduğunu söylemiş ve azat edilmesini talep etmiş. Bunu yapmak için niye bu kadar beklediğini açıklarken Ya'qub, Beyrut'a ulaşmaksızın azat olamayacağını bildiğini söylemiş. Arap Yarımadasında, köleleştirenler, köle bulundurma haklarına ısrarla sarılıyor ve bazen şiddete 8 F0/84/1 482/164-5, Konsolos Eldridge'den (Beyrut) Dışişleri Bakanı Derby'ye, 13.12.1 877. 60 ikinci bölüm başvuruyorlarmış. Osmanlı yetkilileri de bunların suyuna gitme eğilimindey­ miş. Dolayısıyla, bu vilayetlerdeki köleler arasında kaçma yoluyla özgür ol­ manın son derece güç olduğunun bilindiğini varsayabiliriz. Örneğimizde, Ya'qub'un sabrı işe yaramış durumdadır. Beyrut mutasarrıfı Raif Efendi, onu serbest bırakmıştır. Hicaz ve diğer Arap bölgelerinde durumun köleler açısından zor olma­ sına karşın işler koşullara ve vilayet yönetiminde görevli kişilere göre değiş­ mekteydi. Dolayısıyla, kaçmak isteyenlerin, kaçma planlarında işe yarayacak haberleri yakından izlemeleri ve istihbarat toplamaları önemliydi. Aşağıdaki öykünün gösterdiği gibi yararlı bilgiler Kızıldeniz havzasında bile hızla yayıl­ maktaydı.9 Mart 1 879'da Cidde'deki Britanya konsolosu, Ocak ayında, on gün içinde, on yedi kadar Afrikalı köle erkeğin, Cidde etrafındaki köylerde bulunan bedevi sahiplerinden kaçarak "HMS Seagull" gemisine sığındıkları­ nı bildiri,ordu. Bunun tesadüf olmadığı anlaşılıyor ve oldukça olasıdır ki İn­ giliz donanma gemisinin kaçanları geri çevirmeyerek gemide kalmalarına izin verdiği konusundaki haberler kabile adamları ve onların köleleri arasında hızla yayılmıştı. Ek olarak, bu olay, bunun, söz konusu köleleştirilmiş Afrika­ lı adamlar arasında bir şekilde ortaya çıkmış kendiliğinden bir önderlik tara­ fından koordine edilen, örgütlü bir kaçış planı olduğuna da işaret ediyor ola­ bilir. İnsanların, kıyıda demirlemiş durumda bulunan Britanya savaş gemisi­ ne doğru teker teker sürüklenerek gitmiş olmaları daha düşük bir ihtimal ola­ rak görünüyor. Kölelere sempatiyle bakan ve onlara yardım eden bir Osmanlı memu­ runun varlığının işlerin bazen Hicaz'da bile iyileşebilmesini sağlamasına Ari­ fi Bey güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu memur, 1 8 8 7 ve 1 890 yılları ara­ sında Cidde vali kaymakamı olarak hizmet etmiş ve Osmanlılar ve Britanya­ lılar tarafından bölgede uygulamaya konulan kölelik karşıtı önlemleri güçlü bir şekilde desteklemiştir. Sahiplerine iade edilmesinler diye kaçak köleler için İstanbul ve bazı diğer Osmanlı kentlerinde olduğu gibi bir sığınma evi kurul­ masını bile önermiştir. Köleleştirilmiş Afrikalı bir kadın olan Tursun'un örne­ ği burada Arifi Bey'in, onun namına nasıl hareket ettiğini, fakat aynı zaman­ da bu insan öykülerinin pek çoğunun ne kadar da karmaşık olduğunu göster­ meye yarayacaktır.10 9 10 F0/8411544196-9, Konsolos Zohrab'tan (Cidde) Dışişleri Bakanı Salisbury'ye, 15.3.1 879. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Yazmaları/ T1 072, Arifi Bey'in Cidde Vali Kaymakamlığı'nda bulunduğu zamana ait muhaberat-ı resmiye mecmuası, 9 . 1 88 7-2. 1 8 90/ s. 39, no. 408, Arifi Bey' den Hicaz Vilayetine, 7.10.1888. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 61 Doğu Afrika kıyısında bir yerlerde, belki de içerilerde yakalanan ve kö­ leleştirilen Tursun, Sudan'ın limanı Savakin'den Arap limanı Cidde'ye bir ka­ yıkla getirilmiş ve orada bizim "Birinci Sahip" olarak niteleyeceğimiz, adı bi­ linmeyen bir adama satılmış. 1 7 Temmuz 1 8 8 8'de Cidde yetkililerine kaçmış ve serbest bırakılmayı talep etmiş. Büyük Britanya ile yapılan antlaşmalara dayanan Osmanlı politikası uyarınca Tursun azat edilmiş ve aylık ücretle ça­ lışmak üzere sağlık hizmetleri müdürü Harun Bey'in evine hizmetçi olarak yerleştirilmiş. Kısa bir süre sonra yeniden kaçmış ve arandığında neresi oldu­ ğu belirtilmeyen bir yerde saklanırken bulunmuş. Gözaltına alınmış ve Cidde müftüsü Mehmet Efendi'nin evine konmuş. Birinci Sahip, bunun üzerine, Mekke Emiri'ne başvurarak, herhalde Emir tarafından azadı geçersiz kılın­ dıktan sonra Tursun'un kendisine iade edilmesini istemiş. Bu örnekteki belge­ miz, Arifi Bey'in Mekke'deki Hicaz valiliğine yazdığı ve Birinci Sahip'in Cidde'den gönderdiği dilekçe hakkında bir karar verilip verilmediğini soran bir mektubudur. Arifi Bey'in Mekke'den nasıl bir cevap aldığını bilmiyoruz fakat onun, Tursun'un Birinci Sahip'e geri verilmesi ihtimaline şiddetle karşı çıktığını biliyoruz çünkü kadın, Cidde valiliği tarafından yasal olarak azat edilmiş durumdaydı ve Arifi Bey bir ihtimalle kaçak köleleri durdurmak için böylesi bir emsal teşkil edilmesinden çekinmekteydi. Tursun'un örneği Afrikalı bir kadının özgürlüğü aramasındaki karar­ lılığı ve daha sonra da beğenmediği bir işverenle çalışmama hakkını vurgula masını gösteriyor. Birinci Sahip, görünürde ona bağlanmıştı ve henüz onu Cidde'ye getiren esircinin elindeyken Tursun'a adını verenin de kendisi oldu­ ğunu söylüyordu. Ad verme güçlü bir sembolik davranıştı; basit bir telaffuz, köleleştirilen kişinin kimliğini silip atmak ve yerine yenisini koymak amacı taşırdı. Gözlemciler ve bilim insanları, çoğu zaman, bu zalim hareketin üze­ rinde pek durmadan, sadece değişik toplumlarda kölelerin ne tür isimler aldı­ ğından bahsederek fakat hareketin kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği daha derin manasına dalmaksızın geçiştirme yoluna gitmişlerdir. Köleleştiri­ lenlerin hayatlarında büyük önem taşıyan ve ebeveynleri tarafından seçilen ve verilen adlar, onların bozuk Türkçeleriyle her gün yanlış telaffuz ettikleri, çi­ çek, meyve, mücevher veya diğer süs objelerinin Türkçe, Farsça veya Arapça­ daki adlarıyla değiştirilmişti. Aslında, ad verme, köleleştirilen kişileri eski dünyalarından ayırmayı ve kendi dil, görenek ve inançlarından çok farklı olan yeni ve yabancı bir dünyaya bağlamayı hedefleyen ikili bir hareketti. Bu­ nun ancak kısmen başarılı olacağı aşikar olmalıdır. Ad vermenin öneminin, bu hareketi, yeni cariyesiyle kurduğu özel bağın 62 ikinci bölüm ve yakınlığın bir işareti olarak gören Birinci Sahip tarafından unutulmadığı açıktı. Fakat o, Tursun'a olan bağlılığını, davayı Hicaz'daki en yüksek din: ve manevi yetkiliye, Mekke emirine kadar götürerek de göstermişti. Yine de, Tur­ sun, onun bu sevgisinden etkilenmemiş ve onun veya başkasının kölesi olarak kalmayı seçmemişti. Bunun yerine, Cidde valisine başvurmuş ve serbest bırakıl­ mayı talep etmişti. İkinci seferinde, yine bilinmeyen nedenlerden dolayı, vilayet­ teki önemli bir Osmanlı memuru olan Harun Bey için çalışmak istemeyen öz­ gür bir kadın olarak haklarını vurgulamıştı. Onun, bu hanede rahatsız edilip edilmediğini veya sadece gözünün daha yükseklerde olup olmadığını bilmiyo­ ruz ki bu, güçlü iradesini ve kararlığını iki kez göstermiş bir kadın için pek de şaşırtıcı olmamalıdır. Maalesef, Tursun'a sonunda ne olduğunu bilmiyoruz. Sa­ hibi tarafından verilmediği akat idari bir merci taraından empoze edildiği için azadı teorik olarak geriye alınabilirdi. Yine de, Şeriat mahkemelerinin bu tür konularda hevesli olmamalarına karşın, kendisi de bir Osmanlı yetkilisi olan Mekke emirinin, Cidde valisi tarafından verilen azat kağıtlarını iptal etmesinin oldukça imkansız olduğu söylenebilir. Eğer Tursun'un azadı gerçekten de ge­ çerli kaldıysa, süreç içinde serbest bırakılması, başka bir eve yerleştirilmiş olma­ sı veya kendine başka bir iş bulmuş olması ihtimal dahilindedir. Not etmeliyiz ki Osmanlı yumuşaklığı genelde insani nedenlerden kay­ naklanıyordu. Sadrazamı veya başka bir yüksek rütbeli görevlinin tavsiyesi üzerine, acı çeken, bakımsız kalan, fiziki olarak suistimale uğrayan ve yoksul olan kölelerin azadını emretmek padişah için olağan dışı değildi. Kölelerini azat etmeyi reddeden sahiplerden bu kölelerin özgürlüğü devlet parasıyla sa­ tın alınırdı. Bu tür merhamet-i hümayun hareketleri bazen de Britanyalı kon­ solosların, Osmanlı topraklarındaki konsoloshanelere sığınan kaçak köleler adına yaptıkları başvurular sonucunda ortaya çıkardı. Hem Osmanlı hem de Britanya arşivlerinde bu tür öykülere rastlanılır. Türkiye Cumhuriyeti arşiv­ lerinde bulunan böyle bir örnek, payitahttan pek uzakta olmayan Bursa'dan geliyor. Burada, 1 852 yılı sonlarında Afrikalı bir köle kadın sahibinden kaça­ rak Britanya konsolosunun evine gitmiştir.11 O, sahibinin kendisine kötü davrandığını, dövdüğünü iddia etmekte ve ona geri dönmeyi reddetmekteydi. Sadrazama sunulan Osmanlı lıükümet raporuna göre konsolos kadını teslim etmiyordu. Sadrazam, sahibin çok yoksul olmasından ötürü hükümetin kadı­ nı ondan satın almasını ve serbest bırakmasını tavsiye etti. Vakit yitirmeyen padişah da bu kararı ertesi gün onayladı. 11 BO!lrade/Hariciye/4530, Sadrazam'dan Sultan'a, 8.12.1852 ve Sultan'ın cevabı, 9.12.1 852. ihlll edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 63 Yıllar sonra, imparatorluk payitahtında, Büyükelçi Elliot, kaçmanın aynı zamanda bir cinsiyet ve etnik kimlik meselesi olduğu gerçeğine dikkat çekiyordu. Elliot'a göre, eğer köleleştirenlerin kötü muamelesi gösterilebilir durumdaysa Afrikalı kaçak kölelerin serbest bırakılmasının göreli olarak ko­ lay olduğunu söylüyor ve en azından imparatorluğun merkezinde, onların azat kağıtlarına müdahale edilmesinin yaygın olmadığını ekliyordu. Osman­ lılar kaçak Çerkes cariyelerine herhangi bir şekilde müdahale edilmesine izin vermede ise son derece gönülsüz davranıyorlardı. Büyükelçi de "Bizim tarafı­ mızdan bu konuda yapılacak herhangi bir doğrudan müdahale bütün Türk halkının duyarlılığını harekete geçirecektir" 12 şeklinde görüş belirtiyordu. Bizatihi bu andıç bile, beyaz harem kölelerinin ve Afrikalı hizmet kölelerinin durumları arasındaki farka karşın bir miktar harem kölesinin hatta birkaç hadımın bile Britanya konsolosluklarına kaçtıklarını açıkça gösteriyor.13 Harem köleleri az sayıda olabilir ama bu yine de en iyi korunan, en rahat olan, en iyi bütünleşen kölelerin bile tehlikelere ve İngilizlerin kendilerini des­ teklemedeki açık isteksizliğine karşın özgürlüğü köleliğe tercih ettiklerini ve bunu sağlamak için harekete geçtiklerini göstermesi açısından önemlidir. Bunların durumu bir ölçüde, seçenekleri ve sistem içinde hareket alanı sahibi olmaları açısından erkek muadilleri olan kullarınki gibiydi. Kaçmaları birey­ sel sıkıntılarını ve Osmanlı elit kültürünü kendi ihtiyaçları için manipüle ede­ memelerini yansıtıyordu. Kaçak kölenin zihniyet durumunu incelemeye başlamadan önce kay­ detmeliyim ki istatistik açıdan geçerli olabilecek herhangi bir gözlem yapma­ mızı sağlayacak veri tabanından hala çok uzak bir durumdayız. Şimdilik, uzun 1 9 . yüzyıl boyunca Osmanlı Ortadoğusu ve Kuzey Afrika'daki kaçak köleler hakkındaki mevcut kanıtların okunmasıyla oluşturulmuş izlenimler­ den söz edebilirim. Niteliksel açıdan imparatorluktaki köle deneyimleri hak­ kında epeyce bir şey söylemeyi umuyorsam da kaçak nüfusun cinsiyet, etnik kimlik veya köleleştirme türü açılarından niceliksel dökümlerini vermede da­ ha az rahatım. Veriler fazlasıyla parçalanmış, dağınık ve anekdot düzeyinde olduğu için izlenimsel gözlemlerin ötesine gidilmesi mümkün olmamaktadır. Derinlemesine çalışılan düzinelerce örnekten oluşan külliyat temelinde bakarsak, kaçak kölelerin çoğunun Afrikalı ve kadın olduğunu söyleyebiliriz ama unutmamak gerekir ki Osmanlı kölelerinin çoğu aynı gruptandı, dolayı12 13 FO/ 8411570128, Elliot'tan Dışişleri Bakanı Salisbury'ye, 1 5 .2.1 880. Örneğin bkz. F0/84/1 543/279-80, İstanbul konsolosluğunda köle konularıyla ilgilenen Drago­ man Hugo Marinich'in hazırladığı memorandum, 8.10.1 879. 64 ikinci bölüm sıyla, örneklemimizde de çoğunluk durumundadırlar. Fakat bu izlenim, 1 8 80 yılı Şam'ına ait olan ve bir konsolosun raporunda görülen çağdaş bir başka izlenimle çelişmektedir. O gözlemci şöyle söylüyor: " Bir adamın mülküne ulaşan Afrikalı erkek köleler daima özgürlüklerini vurguluyor ve sahiplerin bunu önlemek için yapacakları pek bir şey yok. Bu çocuklar toplumda eriyor ve azatlı Afrikalı kadınlarla evleniyorlar. " 14 1 860'lardaki pamuk patlama­ sından sonra Mısır'da istihdam edilen tarım işçileri arasında olanlar hariç ol­ mak üzere o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nda köleleştirilmiş Afrikalı er­ keklere göre çok daha fazla sayıda köleleştirilmiş Afrikalı kadın olduğunu dikkate alırsak şu aşağıdaki gözlemi de bununla telif edebiliriz ama yine söy­ leyelim ki yeterli sayılara sahip değiliz. Kaçmaya karşı olan yasal kural ve bunu uygulamaktaki kararlılık dik­ kate alındığında, kaçak kölelerin sahiplerini bırakmaya karar verdiklerinde büyük riskleri göze aldıkları konusunda bir şüphe olamaz. Bu kölelerin bazı­ ları bu riskleri bütünüyle hesaplayamıyorlardı ve hareketlerinin muhtemel so­ nuçlarından tam anlamıyla haberdar değillerdi. Bununla birlikte, kölelerin ço­ ğunluğunun Osmanlı İmparatorluğu'ndaki kent yaşamının gerçekleri hakkın­ da bilgisi vardı. Hanelerde yaşıyorlardı, diğer kölelerle ilişkileri vardı, sahiple­ rinin işlerinin peşinde koşarken hanenin dışındaki insanlar ile etkileşim halin­ deydiler ve çevrelerindeki toplumla oldukça etkin bir şekilde iletişim kurabili­ yorlardı. Kullandığım kaynakların hiçbirinde köleler bağlantısız, çevrelerin­ den ayrı yaşayan, münzevi veya bir köşeye atılmış tipler olarak betimlenmiyor. Dolayısıyla, sağlıklı bir şekilde varsayabiliriz ki onların kaçak köleler hakkın­ daki öyküleri duymuşlukları vardı. Yakalanma ve cezalandırmayla biten hika­ yeler, köleleştirenler tarafından muhtemelen abartılıyor ve kendi köleleri ara­ sında benzer düşünceleri önlemek amacıyla anlatılıyordu. Köleleştirilenler açı­ sından başarıyla sonuçlanan örnekler ise belki kendileri de benzer bir hareke­ ti akıllarından geçiren diğer köleler tarafından kulaklarına fısıldanıyordu. Fakat köleler bundan daha fazlasını biliyorlardı. Başarının garanti ol­ madığını bildikleri için dikkatli planlama, hazırlık ve önlemler almanın başarı şansını artırmak için gerekli olduğunu biliyorlardı. İlk karar vermeleri gereken şey nihai amaçlarını belirlemekti: Yerel olarak azat edilip toplumda serbest iş­ çiler olarak mı kalmak istiyorlardı, yoksa mümkün olduğunca uzağa gidip ser­ best insanlar olarak yeni bir hayata başlayabilecekleri büyük bir kent ortamı­ na mı karışmak istiyorlardı? Bu bazen içinde bulundukları asıl toplum ve he14 F0/84/1571/2 1 8-21, 10.2.1 880. ihlll edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 65 defledikleri toplumdaki baskın koşullar tarafından belirlenirdi. Köleleştirilmiş insanların çoğu, özgürlüklerini kazanmak için dışarıdan gelecek yardıma gü­ venmek gerektiğini anlamışlardı. Geniş anlamda, yardım ya resmi kaynaklar­ dan veya özel bireylerden gelirdi. İlk durumda kaçak köleler ya Osmanlı dev­ let memurlarından veya imparatorlukta bulunan yabancı güç temsilcilerinden yardım umabilirlerdi. Köleler, fısıltı gazetesi sayesinde sadece hangi Britanya ve diğer devletlerin konsolosluklarının onlara sığınak olacağını ve kimlerin kendilerini yerel yöneticinin talebi üzerine teslim edeceğini bilmekle kalmaz, nerelerde Osmanlı yetkililerinin kaçak köleleri takip edeceği ve cezalandıraca­ ğını veya tersine, nerelerde yumuşaklıkla karşılanacaklarını da bilirlerdi. Britanyalıların, Afrikalı köle ticaretini bastırması için Osmanlı hükü­ metini etkin bir şekilde teşvik etmeye başlamalarından önce köleleştirilmiş ki­ şilerin en büyük umudu mahkemelerdi. 1 840'lardan itibaren kurulmaya baş­ lanan yeni idari mahkemelere kadar Şeriat mahkemeleri Osmanlı adalet siste­ minin temel organıydı. Divan-ı Hümayun'a alelade tebaanın başvurması söz konusu olabilirse de bu sistemin içinde niceliksel olarak marjinal bir öğeydi. Tanzimat reformlarıyla birlikte (kabaca 1 830'lar- 1 8 80'ler) Nizamiye mahke­ meleri, ceza hukukunu da içerecek surette önemli yargı alanlarını Şeriat siste­ minden devraldılar. Böylece, bazı durumlarda kadı sicillerinde köleler görün­ meye devam ettiyse de çoğunlukla cezai konularda olmak üzere yeni Nizami­ ye mahkemelerinde de artan oranlarda görünmeye başladılar. İmparatorluğun çeşitli kısımlarına ait olan kadı sicilleri kölelere ilişkin pek çok örneği içermektedir. Bunları birçoğu kaçak köle vakalarıyla ilgili olup ya köleleştirilenin yakalanarak mahkemeye getirilmesi veya kaçak köle­ nin genelde kötü muameleye uğradığından şikayetle mahkemeye başvurarak özgürlüğünü istemesiyle ortaya çıkmıştır. Kadılar, isteksiz bir sahibe azadı dayatmak konusunda genelde gönülsüz davranırlardı ama kötü muamele du­ rumunun açık olduğu zamanlarda bu, kölelerin başvurduğu az sayıdaki hare­ ket tarzından biri haline gelirdi. Mahkemeler ayrıca, ister ölümden sonraki azat (tedbir), isterse kölenin kendi özgürlüğünü satın aldığı mükatebe türü ol­ sun, köleleştirilen ve köleleştiren arasındaki azat sözleşmelerinin ihlal edildi­ ği durumlara ve tabii ki yasal olmayan köleleştirmelere veya azatlı kölelerin yeniden köleleştirilmesi durumlarına da bakarlardı. Devlet, yasal yargı me­ murları olan ulema vasıtasıyla köleleştirilenler üzerindeki mülkiyet haklarını açıkça korusa da zaman zaman ve yer yer bireysel olarak bazı kadıların köle­ leştirilenlerin lehine karar verdikleri ve insani kaygıları sınıf çıkarlarının önü­ ne koydukları oluyordu. Her halükarda, kadı mahkemesindeki sınırlı başarı- 66 ikinci bölüm larına karşın köleleştirilmiş kişiler özgürlüklerini elde etmek ve adalet ara­ mak amacıyla mahkemelere başvurmaya devam ettiler. Eğer kaçmayı planlayan köleleştirilmiş bireyler, Osmanlı veya yabancı devlet görevlilerinin, özgürlüklerini elde etmek için kendilerine yardımcı ol­ mayacaklarını düşünüyorlardıysa yardım için başka yöne dönerlerdi. Böyle durumlarda, köleleştirilen kişinin hizmetçi olarak çalıştığı sırada tanımış ol­ duğu ve kendilerine güvendiği özel şahıslara başvurulurdu. Bunlar, kölenin ziyaretlerde veya dışarı çıkışlarında karşılaşmaya fırsat bulduğu köle sahibi­ nin arkadaşları veya ailesi olabilirdi. Ayrıca, kendileriyle ilişki kurulması kö­ le sahibi sınıfa göre daha kolay olan başka hanelerdeki kölelerden de yardım beklenebilirdi. Fakat onların hayatları da sahiplerinin aileleri tarafından de­ netlendiği için kölelerin yapacağı yardım kısıtlı olurdu. Hane üyelerinin bilgi­ si ve onayı olmaksızın köleleştirilmiş bir insanın kaçak arkadaşına geçici ola­ rak kalacak yer vermesi son derece güç olurdu. Dışarıya bir şekilde yiyecek kaçırılabilirdi fakat bir kaçak kölenin, özellikle de renginden dolayı daha ko­ lay bulunabilecek siyah bir kölenin, en azından kaçtıktan sonraki ilk birkaç günü geçirebileceği bir gizlenme yerini epeyce önceden hazırlaması gerekirdi. İnsani durumlar hariç olmak üzere Osmanlı hükümetinin 1 8 70'lere kadar köleleştirenlerle aynı tarafta olduğu düşünülürse kaçmanın tehlikeleri büyüktü. Tarihinin büyük bir bölümünde Osmanlı Devleti toplumu sıkı sıkı­ ya yönetmese dahi Tanzimat döneminin teknolojik ilerlemeleri devletin mer­ kezi otoriteyi hakim kılma kapasitesini artırmıştı. Yüzyıl ilerledikçe Osmanlı toplumunda birbiriyle çelişen iki ayrı süreç belirmeye başlamıştı. Padişahın hükümeti Afrikalı ticaretini bastırmaya ve köleleştirilmiş nüfusun sayısını azaltmaya yönelmişken bunlardan birincisi azat olmak isteyen kölelerin lehi­ ne çalışmaktaydı. Osmanlılar bunu kısmen yabancı, başlıca Britanya baskısı altında kısmen de Çerkes tarım köleliğinin sorunlarıyla başa çıkabilmek ama­ cıyla kendi istekleriyle yapmaktaydı.15 Diğer süreç de kaçak kölelerin izini sürmek ve yeniden yakalamak açısından gelişen iletişim sisteminin (telgraf), gelişen ulaştırma sisteminin (trenler ve buharlı gemiler) ve gelişen bir kayıt ve izin siteminin (seyahat belgeleri, sınır kontrolleri) getirdiği yetkinlik artışıydı. Bununla birlikte 19. yüzyıl kapanırken kazanan, teknolojileri izleyen fikirler oldu ve kaçak köleler ve yasal olmayan yollardan esir edilen, köle ya­ pılan ve bir yerden diğerine götürülen kişiler padişahın topraklarındaki tüm 15 Osmanlıların Çerkes köleliğine ilişkin politikaları için bkz. Toledano, Slavery and Abolition, Üçüncü Bölüm. Afrikalı köle ticaretinin bastırılması için bkz. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti, s. 105-1 16, 1 60-206. ihlil edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 67 merkezlerde ve çevre bölgelerinin çoğunda kölelikten kurtulmayı umabilir duruma geldiler. Özgürlüğünü kazanmayı beceren kaçak kölelerin sayısının artmasının ekonomik açıdan da hissedilir bir etkisi oldu. Köle sahipleri, kaçış veya hükümet eliyle azat edilmesinden dolayı kölelerini kaybetmeyi göze ala­ caklarına özgür emeği tercih etmeye başladılar. Kölelerin sayısı azalırken öz­ gür hizmetçilerin sayısı arttı.16 Fakat ev köleliği, neredeyse iptila diyeceğim, öylesine bir edinilmiş alışkanlıktı ki değişim kolay değildi. Yüzyıllardır ev kö­ leliği ile beslenen birçok elit hanesi onsuz yapamayacağını biliyordu. Geçiş döneminde ikame edici düzenlemeler yapılmış ve 20. yüzyılın ilk on yıllarına kadar bu haneler, yoksul ailelerin çocuklarını yasal olmayan bir surette evlat­ lık edinmiş, evde büyütmüş, eğitmiş ama aynı zamanda hizmetçi olarak kul­ lanmışlardır. Çerkeslerdeki atalık kurumuna benzeyen intisabın bu değişik çeşidinde, Türkçede besleme veya çırak olarak adlandırılan çocuklar daha sonra velinimetlerinin ailesi tarafından evlendirilir ve bir yaşam kurmaları sağlanırdı. Osmanlı İmparatorluğu'nda köleleştirmenin sonu böyle oldu. AYRILK ÖYKÜLERİ-NEDENLER, MOFLER VE KOŞULLAR Kabaca söylersek, Osmanlı İmparatorluğu'nda köleleştirenlerle ilişkilerini kesmeye karar vermiş çeşitli tiplerde köleleştirilen vardı. Kaynaklar bu kişile­ ri kaçak köleler olarak niteliyor. Sahiplerine karşı geçici bir protestoda bu­ lunmak niyetiyle kaçanlar vardı. Bu köleler kaçtıktan kısa süre sonra yakala­ nacaklarını biliyorlar ve daha baştan sahipleriyle bir şekilde uzlaşarak koşul­ larını iyileştirmek istiyorlardı. Bu pek övgüye layık olmayan zayıf bir çoğun­ luktu. Bu kitabın odak noktası olmamalarına karşın onların durumuna da kı­ sa bir bakış yerinde olacaktır. İşte size küçük bir gösteri: 1 8 80'lerde kendi konsolosluğuna sığınan kaçak köleler hakkında düzenli olarak rapor tutan Cidde'deki Britanya kon­ solosunun 1 8 83'te bildirdiğine göre on yedisi erkek ve yedisi kadın olmak üzere yirmi dört kaçak Afrikalı kölenin on altısı sahipleriyle uzlaşmıştı. 17 Yirmi dördün on üçü kötü muameleden yakındığı için, sahiplerine gönüllü 16 17 Mesela Cidde üzerine gözlemler için bkz. F0/84/541/25 (Gizli 4914)/8 1 , Konsolos Moncrieff'in 1 88 2 yılındaki kaçak köleler üzerindeki raporu ( 12. 1 . 1 8 83 tarihli). Baer, Mısır için şu gözlemi yapmıştır: " Köleliği etkileyen en önemli gelişme 1 8 80'lerin sonunda ve 1 890'larda bir serbest emek pazarının ortaya çıkışıdır", "Slavery and its Abolition", içinde, Baer, Studies in the Socia/ Histoy of Modem Eypt içinde, University of Chicago Press, Chicago, 1969, s. 1 6 1 - 1 89 (alıntı 1 86. sayfadan). F0/541/25 (Gizli 4914)/79-80, Konsolos Moncrieff'in 1882 yılındaki kaçak köleler üzerindeki ra­ poru (12.1 .1883 tarihli). 8 ikinci bölüm olarak dönen kölelerin en azından bazılarının onlar tarafından daha önce kö­ tü muameleye tabi tutulduğunu varsayabiliriz. Dolayısıyla, bu suistimale uğ­ ramış kölelerin hiçbir zaman tutulmayacak sözler karşılığında sahiplerine dönmeyi kabul ettiklerinde ne umabilecekleri merak konusu olabilir. Fakat anlaşılıyor ki bu da "oyunun" bir parçası olup hem köleleştiren hem de köle­ leştirilenin yazılı olmaksızın yaptıkları bir anlaşmaydı: Eğer işler bir süreliği­ ne kötüleşirse, köleleştirilen kaçabilir ve köleleştiren de eğer kölesi makul bir süre içinde gürültüsüz bir şekilde geri dönerse bunun üzerinde pek durmazdı. Kısıtlı hareketleri bile anlamamız ve çözümlememiz gereken bir sapta­ ma oluşturduğu için bu geçici kaçaklar diyebileceğimiz grup ilgiyi hala hak et­ mektedir. Şurası kesin ki Osmanlı toplumundaki kölelerin çoğu, uzun kölelik dönemlerinin herhangi bir aşamasında kaçmaya kalkışmıyordu. Çoğunlukla seçeneksiz oldukları için kaderlerini kabul ediyorlardı. Köleleştirenlerin ezici gücü ve devletten aldıkları destek kesinlikle köleleştirilmiş nüfusu etkiliyordu. Böylece, kölelerin çoğu için durumlarını değiştirmek yolunda atılacak herhan­ gi bir adımın tehlikeleri göze alınamayacak kadar büyüktü. Bu tip insanlar sis­ temden kopmaya çalışmaktansa sistemin içinde çalışmayı tercih ediyordu. Ve, sadece büyük bir değnek taşımakla kalmayıp birtakım havuçlar da öneren bir sistemde bu, kölelerin çoğu için katlanılamaz bir seçenek de değildi. Köle sahiplerinin güvenini ve takdirini kazanan yetenekli köleler, hane içinde daha iyi işler yapabilir hatta bunların hane dışında çalışmalarına ve ka­ zandıkları paranın bir miktarını kendileri için tutmalarına bile izin verilirdi. Bunlar ayrıca, eğer evin dışında karlı bir iş bulmuşlarsa mükatebe denilen bir sözleşme yoluyla ve birkaç yıllık bir dönem sonunda kendi kendilerini satın almalarına izin verilmesi için sahiplerini ikna etmeye de çalışırlardı. Alterna­ tif olarak, köleleştirilen kişiler, sahibin ölümünden sonra azat olmak ve onun vasiyetinde böyle bir şart koşmasını sağlamak umuduyla sahiplerinin hoşuna gitmeye çalışabilirlerdi (tedbir). Fakat bu seçenekler ancak köleleştirmenin meşruiyetini açık veya ka­ palı olarak kabul etmeyi gerektiren bir güçsüzlük pozisyonunda durarak mü­ zakere edilebilirdi. Bu anlayışa meydan okuyan geçici olsun, ciddi olsun her­ hangi bir kaçış, bu tür hafifletilmiş kölelik biçimlerinin gerçekleşme şansını büyük oranda azaltır veya tehlikeye atardı. Dolayısıyla, geçici olarak kaçan­ ların, sahipleriyle, kölelik koşullarını iyileştirmek türü uzun dönemli ve bir amaca yönelik anlaşmalar yapma umutları olamazdı. Başka bir ihtimal de, bir kışkırtma, anlık bir öfke veya yorgunluk gibi nedenlerden dolayı kaçtıkla­ rında hareketlerinin muhtemel sonuçlarından bütünüyle haberdar olmamala- ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 69 rıdır. Her iki durumda da, geçici kaçakların çoğunun kısa vadeli düşünce sa­ hibi olmaları büyük ihtimaldir. Birikmiş çaresizlikten dolayı harekete geçmiş ve o andaki sorunlarına bir çare aramışlardır. Yine olasıdır ki bunlar, köleli­ ğin temel engellemelerini ortadan kaldırmaya veya koşullarını iyileştirmeye inanmış kişiler değildi. Kendilerini zaman içinde kölelikten bütünüyle kurta­ rabilecek bir düzenlemeyi de planlayamaz ve düşünemezlerdi. Şimdi, bu "geçici kaçaklar" kategorisini genişleterek bir başka grup kö­ leleştirilen kişiye de yer verelim. Bunlar bizatihi geçici kaçaklar değildi çünkü biraz düzeltilmiş koşullarla sahiplerine geri dönmek istemiyorlardı. Öte yan­ dan, kaderlerini kökten değiştirmek, özgürlüklerini yeniden kazanmak ve hür kadın ve erkekler olarak toplumda yaşamayı da istemiyorlardı. Bu gruba men­ sup olan bireyler daha ziyade, burada "geçici" ve " sürekli" olarak tanımlanan iki "niyet" kategorisinin arasında bir yerlerdeydiler. Göreli olarak küçük ol­ duğu anlaşılan bu grup, özgürlük için değil belirli maddi çıkarlar için kaçan in­ sanlardan oluşuyordu. Bunları, İstanbul'daki Britanya elçiliğinin kaçak köle­ lerle ilgilenmekle yükümlü tercümanı Mr. Marinich'e Osmanlı zaptiye nezare­ ti tarafından verilen bir değerlendirmede görebiliyoruz. Zaptiye nazırı, 1 8 80'de, tercümana, Afrikalı kaçkın kadın kölelerin epey bir kısmının hükü­ met tarafından serbest bırakıldıktan sonra yeniden satılmak üzere kendilerini esircilere teslim ettiklerini ve paranın yarısını ceplerine attıklarını söylemişti.18 Bu kitapta benimsenen bakış açısıyla söylersek bu tür hareketler önemsiz veya etkisiz değildir fakat bir bağlama oturtulmalarına ve ciddi ola­ rak değerlendirilmelerine gerek vardır. Bu tür hareketlere başvuran Afrikalı kadınların etralarındaki dünya ve kendilerinin onun içindeki yeri hakkında iyi bir fikirleri vardı. Onların, temel özelliklerini aşağıdaki gibi özetleyebilece­ ğimiz görüşlerinin sinik olduğu da ileri sürülebilir: Sömürüye dayanan bir emek uygulaması olmasına karşın köleliğin de kendi çıkarımız için kullanabileceğimiz boşlukları vardır. • Bu toplumda azat edilmiş Afrikalı kadın köleler için seçenekler çeki­ ci değildir, belki de köleleştirilmiş Osmanlı tebaası olarak yaşadıklarımızdan bile daha az çekicidir. • Köleliğin ana sorunu şudur ki köleleştirilmiş kişileri sıkı çalışmala­ rından dolayı gereği gibi ödüllendirmiyor. • Eğer polise kaçarak özgürlüğümüzü kazanıyor ve daha sonra bir esir­ ci eliyle satılarak biraz peşin para kazanabiliyorsak bunu neden yapmayalım? • 18 F0/84/1570/240-50, Büyükelçi Goschen'den (İstanbul) Dışişleri Bakanı Granville'e, 25.10.1880. ]O ikinci bölüm Kendi başına özgürlüğün bu köleler için özel bir değeri yoktu. Gerçek­ te, hareket biçimleri özgürlükle ve özgürlüğün diğer köleleştirilen kişiler için taşıdığı değerle alay ediyor gibiydi. Özgürlüğünü kazanmak amacıyla kaçan ve büyük riskleri göze alanlara bu kişiler açık bir mesaj gönderiyor ve özgür­ lüğün kendisi için savaşılmasına değmediğini, onun sadece bir kişinin kölelik içindeki durumunu iyileştirmeye yarayan bir alet olduğunu söylemiş oluyor­ lardı. Muhtemelen diğer Osmanlı merkez kentlerinde olduğu gibi İstanbul'un köleleştirilmiş nüfusu arasında da parasal nedenlerden dolayı kaçmak mese­ lesi tartışılıyor ve bu yoldaki hikayeler anlatılıp duruyordu. Kaçak kölelerle uğraşan kıdemli memur olmak hasebiyle zaptiye nazırının, bunun payitahtta oldukça yaygın bir olgu olduğunu söylemesi bu sahte kaçakların, köleleştiri­ lenler için mevcut olan seçeneklere bir başkasını daha eklediklerine işaret edi­ yor. Bunun, Osmanlı hükümetinin kaçak kölelere ilişkin politikasını 1 8 70'ler ve 1 88-0'lerin başlarında gevşetmesinden kaynaklanan bir sistem suistimali olması ironiktir. Bu tür sahte kaçışları azaltmak için zaptiye, azat edilen ka­ çak kölelerin topluma dönmesine izin vermeden önce onları aylar boyunca sevimsiz bir misafirhanede tutuyordu. Tanzimat devletini kandırmak amacıyla ve onun azat ve rehabilitas­ yon siyasetini kötüye kullanarak girişilen düzeneklere dair son bir yorum da bugünkü Libya'da bulunan Bingazi'den İstanbul'daki dahiliye nezaretine, Osmanlı köle ticaretinin bastırılışında 1 890 yılı gibi geç bir tarihte gönderilen bir rapordan geliyor.19 Bu raporun ileri sürdüğüne göre vilayette iş bulama­ yan veya belki de oradaki toplumla bütünleşmek istemeyen azatlı Afrikalı kö­ leler serseri oluyorlardı. Bu tür adamlar, bir noktada kendilerini yetkililere köle olarak tanıtıyor ve azat edilmeyi istiyorlardı. Bu, Osmanlı hazinesinin bu tür amaçlar için Bingazi'ye tahsis ettiği paranın artırılması yolundaki talepler­ den bildiğimize göre yetersiz de olsa hükümetten yardım almalarını sağlıyor­ du. Yeri gelmişken söyleyelim ki, Sultan Abdülhamid, bu artırım taleplerini kabul etmiş hatta vilayetin başlangıçta istediğinden de fazlasını vermiştir.20 Eğer, İstanbul'daki Afrikalı kadınlar ve Bingazi'deki Afrikalı erkekler tarafından olmak üzere azatlı kölelerce uygulanan bu iki aldatma yöntemini bir araya getirirsek, köleleştirilenlerin kendi hayatlarını etkileyen ve değişme halindeki sosyal ve ekonomik koşullara ne kadar çabuk ve etkin olarak uyum sağladıklarını görürüz. Osmanlı köleliği mevzi yitirdikçe ve kölelikten kurtul19 BOA/İrade/Dahiliye/62927/Şura-yı Devlet, Dahiliye Dairesi, Mazbata ve diğer belgeler, 1 1. 1 1 . 1 890-10. 1 1 . 1 891. 20 Bu konuda bkz. Toledano, Köle Ticareti, s. 200-201 ve Erdem, Kölelik, s. 222-223. ihlil edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 71 mak kolaylaştıkça, eski köleler, evrilmekte olan ve hala bir geçiş halinde bu­ lunan sistemin boşluklarını sömürebileceklerini anlıyorlardı. Yetkililer tara­ fından azat edilmek bu kadar kolay olduğu için, devletin verdiği azat kağıtla­ rını dalgalandırarak köleliğe istedikleri gibi giriş ve çıkış yapabileceklerini ve süreç sırasında bir miktar parayı ceplerine atacaklarını kestirmişlerdi. Belki de bu olguya, gözlemcilerin çoğunun yaptığının aksine, Osmanlı Devleti'nin, onun memurlarının hatta diğer tabakalara mensup özgür Os­ manlıların bakış açısındansa azatlılar ve köleleştirilenlerin bakış açısıyla yak­ laşmalıyız. Bizim tabandan bakan bakışımıza göre hepsi de sokak kurnazı olan bu kişiler, İngiliz-Osmanlı azat sistemini para kazandıran bir döner ka­ pıya çevirmişti ki bu da azat sonrasının sert ekonomik gerçeklerine ve mah­ rumiyet yıllarına buldukları bir cevaptı. Dahası, onlar, genelde aleyhlerine iş­ lemekte olan bir ırksal önyargıyı yani "Afrikalı" ve "köleleştirilen" kategori­ lerinin birbirine geçmesini maharetle sömürmüşlerdi. Bu kadınlar ve erkekler yalnızca siyah oldukları için, gerçekte olmadıkları halde köle olarak kabul edilmekteydi.21 Tanzimat devletinin ve Britanyalıların tepeden aşağı bakış açılarındaysa bu insanlar, kendilerini köleleştirmenin adaletsizliklerinden ve talihsizliğinden kurtarmak için özel olarak tasarlanan bir sistemi yenmek için uğraşıyorlardı. Şimdi bu çalışmanın odak noktası olan ana gruba, kölelikten kendile­ rini kurtarmaya çalışan ve amaçlarını gerçekleştirmek için büyük tehlikelere atılmaya gönüllü olan gerçek kaçaklara dönelim. Buraya kadar kaçmanın mekanizmalarını ve çeşitli türden kaçakların niyetlerini incelediğimiz için şimdi daha ciddi ve niyetli kaçakları nelerin harekete geçirdiğine daha dikkat­ li olarak bakalım. Burada da nihayetinde köleleştirilmiş kişiyi harekete geç­ meye ve kaçmaya iten birtakım nedenler vardı. Bazen, birikmiş nedenler söz konusu olurdu ama çoğunlukla büyük tek bir neden, bir ana sıkıntı vardı. Ör­ neklerimizin çoğunda kaçmak için temel neden, köleleştirenin incitici bir ha­ reketini durdurmak gereksinimi olup dışarıdaki özgür dünyada bir çıkar sağ­ lamak değildi. Köleleştirilen kişi, köleleştirenin şu aşağıdaki şiddet içeren ha­ reketlerinden birini durdurmayı acilen arzu ederdi: • • 21 Halihazırda süren veya olması muhtemel fiziki saldırı. Hamile bir köle kadının ceninini düşürmeye çalışmak. Hür ve azatlı Afrikalıların köle oldukları gerekçesiyle devlet tarafından askerlik yapmaları için to­ parlandıkları Şeriflerin Fas'ındaki benzer bir olgu için bkz. John Hunwick, "Islamic Law and Po­ lemics over Race and Slavery in North and West Africa ( 1 6th-19th Century) " , Shaun E. Marmon (der.), Slavey in the Islamic Middle East içinde, Markus Wiener, Princeton, 1 999, s. 43-68. 72 ikinci bölüm • Olması beklenen tecavüz veya cinsel taciz. • Yıllarca hizmetten sonra yeniden satış. • Köleleştirilmiş bir ailenin üyelerinden bir veya daha fazlasını hane dı­ şına satmak suretiyle ailenin parçalanma tehlikesinde bulunması. Kaçanın, hür bir insan olarak daha iyi gelir getiren bir işe yerleşmek is­ temesi bir neden olarak şu yukarıdakiler denli yaygın değildi. Bununla birlik­ te, Cidde'deki Britanya konsolosunun 1 8 83'te rapor ettiği bir örnekte olduğu gibi bazı belirli koşullar altında durum gerçekten de böyleydi.22 Kaçış vakala­ rında bir azalma fark eden (son çeyrekte sadece yirmi dört vaka vardı) kon­ solosun gözlemine göre düşük ücretler artık ana neden olmuştu. Ona göre, kireçtaşı, un, su taşıyan, inci dalgıcı, fırıncı, kahvehane hizmetçisi olarak is­ tihdam edilen veya başka bir bedeni işte çalışan erkekler, günün sonunda ka­ zançlarını sahiplerine teslim etmek zorundaydılar. Konsolos, erkeklerin ka­ zançları�ı kendilerine saklayabilecekleri veya özgür insanlar olarak daha yüksek ücretler alabileceklerini kestirmiş olmaları gerektiği ve bu düşüncenin onları kaçmaya ve özgürlüğü aramaya ittiği önerisinde bulunmaktaydı. Bura­ da tarif edilen durum belki de piyasanın, bölgede Afrikalı köle ticaretini bas­ tırmak için uygulanmaya başlayan İngiliz-Osmanlı önlemlerine gösterdiği tepkinin sonucuydu. Bu, kölecilerin yatırımlarını yitirme riskinin dengeyi öz­ gür emek lehine çevirmesinden ve azatlı kaçak köleler için çalışma imkanları bulunmasından kaynaklanıyor olabilirdi. Bununla birlikte, bunun Osmanlı köleliğinin sona yaklaştığı 1 880'lere ait bir olgu olduğunu belirtmeliyiz. Genel olarak, sadece kölelikten kurtulmak amacıyla ancak az sayı­ daki Osmanlı kölesi kaçmaktaydı. İstatistik! açıdan temsil edici bir örnek­ lem olmasa da incelediğimiz toplumdaki köleleştirilmiş kişiler çoğunlukla kendi fiziki ve duygusal sağlıklarına karşı yönelmiş olan acil bir tehditten dolayı kaçıyorlardı. Bizatihi ideolojik olarak harekete geçmiş özgürlük ara­ yıcıları olmamakla birlikte onlar ayakta kalmayı becerenlerdi ama bu onla­ rın hareketinin önemini ve değerini hiçbir şekilde azaltmaz. Onlar, çoğu za­ man zor koşullara karşı hayatlarının akışını değiştirmeye çalışan cesur er­ kek ve kadınlardı. İlginç oldukları ve anlatım avantajlarına sahip oldukla­ rı için daha geniş bir havuzdan seçilen şu aşağıdaki öyküler en derin saygı­ mızı hak ediyor. 22 F0/84/1642/107-24, Konsolos Moncrieffin kaçak köleler üzerindeki raporu, 1 .1-30.6.1883 ta­ rihleri için. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 73 Kötü Muameleyi Sona Erdirmek İçin Gitmek Kötü muameleden dolayı kaçan köleleştirilmiş kişiler genellikle ya sürmekte olan bir şiddet hareketini hemen bitirmek veya kendilerine kısa bir süre önce zalimce saldıran, sert bir köleleştirenin evinden acilen ayrılmak için kaçarlar­ dı. Hala sürmekte olan veya henüz sona eren kötü bir olaya tepki olarak kaç­ mak ve köleleştirilenle uzun süredir sürmekte olan ve fiziki suistimale daya­ nan bir ilişkideki bir dizi şiddetli olayın en sonuncusuna tepki vermek arasın­ daki ayrım ince ama önemli bir ayrımdır. Başlıca fark şudur: Birikimsel bir incinme durumunda köleleştirilen kişi genellikle bir süredir kaçmayı düşünü­ yordur, dolayısıyla kaçışını planlayarak yapabilir, belki de bir saklanma yeri ve dışarıdan yardımcılar bulabilir. İlk kez yapılan veya uzun bir aradan son­ ra ikinci kez yapılan bir saldırıya tepki olarak gerçekleştirilen kaçışlara göre bu tür kaçışların geçici öfke veya korkudan kaynaklanma ihtimali daha dü­ şüktür. Bu ikinci tür kaçışlar genellikle iyi düşünülmemiş, dolayısıyla kötü planlanmıştır ki bu da bu tür kaçak kölelerin daha kolay yakalanmaları ve kendilerine kötü davranan sahiplerine iade edilmeleri anlamına gelirdi. Köleleştirenin, köleleştirileni suistimal ettiği vakalarla ilgili raporların çoğunda suçlama sadece belirtilir, hakkında fazla bir ayrıntı verilmez. Böyle­ ce, mesela, 1 869'da liman kenti İzmir' den yazılan bir konsolosluk raporunun kaydettiğine göre yirmi iki yaşında bulunan Afrikalı bir erkek olan Selim, sa­ hibi ona kötü davrandığı için Batı Anadolu'da bir şehir olan Manisa'daki Bri­ tanya konsolosluğuna sığınmıştır.23 Bu tür raporlar gösteriyor ki kölelere ya­ pılan kötü muamele hakkındaki sessiz bir hiyerarşi hem köleleştiren, hem de köleleştirilen tarafından normatif olarak kabul edilirdi. Bu da Osmanlı yetki­ lileri, genelde zaptiye kuvvetleri, memurlar ve kölelere davranış biçimi hak­ kındaki şikayetlerin aktarıldığı değişik mahkemelerce paylaşılırdı. Bu yazılı olmayan ama sosyal olarak onay gören davranış biçimine göre belirli bir mik­ tar şiddet kullanımı, suistimal olarak değerlendirilmeksizin kabul edilebilir olarak görülürdü. Buna karşın, bu bağlamda fiziki suistimal kavramı da mev­ cuttu. Köleleştirilenin hafif yaraları yani kalıcı iz bırakmayan ve sürekli sa­ katlıklara yol açmayan yaraları varsa, bana öyle geliyor ki, gereğinden fazla şiddet kullanıldığı düşünülürdü. " Normatif" veya " kabul edilebilir" ve "kü­ çük" kategorilerinden sonra üçüncü ve en ciddi kategoriyi vücudun bir azası­ nın veya organın kaybını getiren veya köleleştirilmiş kişiyi hayatı boyunca en­ gelli olarak bırakacak "ağır yaralar" oluştururdu. 23 F0/84/1305/402-5, Konsolos Cumberbatch'den (İzmir) Dışişleri Bakanı Clarendon'a, 28.8.1869. 74 ikinci bölüm Bir hasar ne kadar küçük ölçekteyse o oranda da yaygın görünüyor. Buradaki varsayım, köleleştirilene zarar vermek ve dolayısıyla çalışma yete­ neklerini düşürmenin bir köle sahibinin ekonomik olarak çıkarına uygun ol­ madığıdır. Küçük hasarların köleler için bir mesleki tehlike olduğu düşünülür ve bunlar kaynaklar tarafından görmezden gelinirdi. Gereğinden fazla güç kullanmak ise kötü muamele olarak sınıflandırılırdı. Kaynaklar, genelde bu tür vakalardan sadece bahsetmekte ve ayrıntı vermemektedir. Daha sonra ise, kölelerin zalimce, hatta sadistçe muameleye tabii tutulduğu örnekler gelmek­ tedir. Bu öykülerin bazıları aşağıda anlatılan en ciddi suistimal diyebileceği­ miz talihsiz kategoriye girmektedir. Kısa örneklerin ilk grubu, yine, Britanya konsolosunun sıkı bir ilgacı olduğu ve bu tür vakaları Londra'ya bildirerek bir mesaj verdiği İzmir' den ve 1 869 yılından geliyor.24 Bu örneklerden birinde Cuma adlı bir Afrikalı erkek köle sahibinden kaçmış ve konsolosluğa sığınmış. Konsolosun deyimiyle " bo­ zulmuş bir vücudu" varmış ve aktardığına göre sahibi tarafından zalimce mu­ ameleye uğramış. Görünüşe göre, köle sahibinin Cuma'ya olan saldırgan dav­ ranışı, onu yeniden satmak istediğinde, tahminen fiziki sakatlığından dolayı, bir müşteri bulamamasından kaynaklanmaktaymış. Cuma, konsolosluğa gel­ diğinde kafasında yaralar varmış ve bir parmağı kırıkmış. Bunları sahibinin yaptığını ileri sürüyormuş. Aynı konsolosluk, sahibi, komşu vilayette çalışan ve Aydınlı Hasan Ağa adındaki bir subay olan Mehmet adındaki bir Afrikalı kaçağa da sığınma hakkı vermiş. Hasan Ağa'nın kölelerini cezalandırmak için özel bir yöntemi varmış; onların kulaklarını kesmekten hoşlanıyormuş. Mehmet'e de aynı zalim cezayı uygulamak istediği sırada iki kölesinin kulak­ larını bu şekilde kesmiş imiş. Mehmet karşı koyunca Hasan onu bacağından vurmuş. Bu noktada köle, bir daha geri dönmemek üzere kaçmış. 1 858'in ortasında, İstanbul'da, Servinaz adlı bir Afrikalı köle kadın sa­ hiplerinden kaçmış ve muhtemelen karakol gibi bir yerde Osmanlı yetkilileri­ ne sığınmış.25 Servinaz'ın eski sahibi, yüksek mevki sahibi biri, Esat Paşa'nın kızı Zeynep Hanım'mış. Zeynep öldüğünde, Servinaz, Zeynep'in yasal miras­ çılarına geçmiş. Zeynep'in neden vasiyetinde Servinaz'ın kendi ölümünden sonra azat edilmesini belirtmediğini bilmiyoruz, belki aniden ölmüştür veya bu tür şeylerle ilgilenmek için çok gençti. Belki de mirasçılarına daha büyük bir miras bırakmak istemiştir. Normal olarak müteveffanın çocukları, torun24 25 F0/84/1 305/402-5, Konsolos Cumberbatch'den (İzmir) Dışişleri Bakanı Clarendon'a, 28.8.1 869. BOA/İrade/Dahiliye/27039/ Sadrazam'dan Sultan'a, 28.7. 1858. Sultan'ın cevabı, 29.7.1858 ve ekleri. ihlil edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 7 5 lan veya diğer akrabaları olması gereken mirasçıların kimler olduğunu da bil­ miyoruz. Her halükarda, Zeynep'in ölümü Servinaz'ın tam anlamıyla felaketi olmuş. Bu örnekte yetkililerce tutulan rapor, Servinaz'ın onlara geldiğinde pe­ rişan bir durumda olduğunu belirtiyor ve bu durumu "kabul edilemez" bulu­ yor. Sağlıklı bir şekilde varsayabiliriz ki bu durum, yeni sahiplerin onu ihmal etmesinden ve ağır bir surette suistimalinden kaynaklanmaktaydı. Sonuç ola­ rak, hazine, Zeynep'in mirasçılarına onun tahmini piyasa değeri kadar bir pa­ rayı ödemeyi kabul etmiş ve Servinaz'ı insani kaygılarla azat etmiştir. Sadra­ zam bu tavsiyeyi onaylamış ve padişah da bekletmeksizin iradesini vermiştir. İmparatorluk payitahtından çok uzak olmayan bir yerde, Makedonya, Üsküp'te, Afrikalı olması muhtemel olan Fikriye ve Rengisefa adlarında iki genç, kadın köle, sahiplerinin hanesinden Britanya konsolosunun evine kaç­ mış. 26 Yıl 1 8 59'du, Osmanlı yetkililerinin, kaçak köleleri korumak ve onla­ rı serbest bırakmak konusunda Britanyalılarla işbirliği yapmaya gönüllü ol­ malarından çok önceydi. Dolayısıyla, yapabileceklerinin en iyisini yaparak bu nazik meseleyle uğraşmak Konsolos Brunt ve karısına kalmıştı. Kızlar, pa­ şa rütbesi taşıyan önemli bir memurun hareminde çalışmaktaydı. Buna karşın açıkça bakımsız kalmış ve ağır suistimale uğramışlardı. Konsolosluğa geldik­ lerinde yoksul ve pis giyimliydiler ve bitlenmişlerdi. Kızlar, konsolos ve karı­ sına haremde geçen on aylık hizmetleri sırasında ancak bir kez çarşı hamamı­ na gitmelerine izin verildiğini anlattılar. Buna karşın, onları kaçmaya iten şey sadece bakımsızlık değildi, ciddi bir suistimal olayı sonunda kaçmalarına ne·­ den olmuştu. Anlattıklarına göre mutfakta çalışırken sıcak tencereleri ocak­ tan indirmek için bir bez parçası istemişler ama hanımları reddetmiş ve onla­ rı döverek tencereleri çıplak elleriyle indirmeye zorlamış. Aracıların, onların paşanın hanesine iade edilmeleri konusundaki girişimlerine karşın konsolos kızları korumaktaki taahhüdünü sürdürdü. Tek başına bile kötü muameleye yaklaşan ciddi ihmal bu durumda ol­ duğu gibi genelde fiziki suistimalle birlikte bulunurdu. Fakat bazen, sürekli bakımsızlık, kölelere bu öyküde olduğu gibi haşere şeklinde, gelecek öyküde olduğu gibi kötü beslenme türünde çeşitli dertler getirirdi. Köleleştirilmiş Afri­ kalılar özellikle, farklı iklim koşulları, bakteriler ve virüsleri olan asıl ülkele­ rinde bağışıklık kazanamadıkları hastalıkları kapmak açısından incinebilir du­ rumdaydı. Bakımsızlığa kötü hijyen, yetersiz beslenme ve suistimale ilgili stre­ si eklersek, Afrikalılar arasında zaten çok uzun olmayan yaşam beklentisinin 26 F0/8411 090/73-8, Konsolos Brunt'tan (Üsküp) Konsolos Lonworth'e (Manastır), 15-3.1 859. 76 ikinci bölüm önemli oranda düşmesi ve emek verimliğinin azalması açısından garantili bir reçete elde ederiz. Köleleştirilenlerin çoğu, kölelerinden daha çok emek elde et­ mek ve onları yeniden satmak istediklerinde değerlerinin azalmasını önlemek için kölelerine iyi bakmaları gerektiğini kesinlikle biliyordu. Fakat bazen, özel­ likle zor ekonomik koşullara ve sert bir iklime sahip olan bölgelerde, toplu­ mun daha güçsüz olan üyeleri, köleleştirilenler, daha azıyla yetinmek duru­ mundaydılar. Bazen de "az" yeterli olmuyor ve üzücü gerçeklikler üretiyordu. 1 8 80'in sonunda Kızıldeniz'de devriye gezen Britanya kraliyet donan­ ması gemisi "HMS Seagull"ın komodorunun ciddi ve sürekli ihmal örnekle­ rinden haberi olmuştu.27 Cidde dolaylarındaki sahillerde yaşayan köleler ara­ sında, İngiliz gemisinin kaçakları geri çevirmediğine dair haberler yayılmış ol­ malı ki köleler gemiye akın etmişti. Kaptan, sekiz Afrikalı erkek köleyi gemi­ ye kabul ettiğini bildiriyordu. Hallerini rapor eden kaptanın bildirdiğine göre köleler :'kötü muamele ve açlıktan dolayı güçsüz "düler. Bazılarının, kötü beslenmeden dolayı tıbbi müdahaleye ihtiyaçları vardı. Kaçakların birkaçı tayfalara inci dalgıcı olarak, diğerleri de taş ustası olarak çalıştıklarını anlat­ mıştı. Bu rapor bana, bunların bu kötü fiziki durumlarına karşın nasıl olup da bu tür güç işlerde çalışabildiklerini sorduruyor. İnsani kaygıları bir an için bir yana bırakalım, çoğunlukla bedevi aşiretlerinden gelen köle sahiplerini hangi iktisadi zihniyet harekete geçiriyor ve kölelerini ihmal etmeye ve açlığa maruz bırakmaya sevk ediyordu? Zorunlu Düşükten Kaçınmak İçin Gitmek Tıbbi sonuçları olan başka bir tür fiziki kötü muamele de hamile köle kadın­ lara özeldi. Köleleştirilmiş kişiler çeşitli türden cinsel suistimale açık durum­ daydı. Başka bir kişinin yasal malı olarak, sahiplerinin, bazı üzücü durumlar­ da pek çok sahibin birden, onlara cinsel ulaşımı vardı, kendilerini o erkeğe ve çok nadir olarak da o kadına sunmadıklarında yasaların koruması altında ol­ mazlardı. 8 Bir anakronizme düşmekten kaçınmak için evli kadınların da ay­ nı durumla karşılaştıklarını hatırlamalıyız çünkü evlilik önceden düzenleni­ yor ve cinsel ilişki dahil olmak üzere bu meselede bir seçim hakkı tanınmıyor­ du. Aralarında Britanya'nın da bulunduğu pek çok Batı ülkesinde evlilik içi tecavüze yakın zamanlara kadar suç gözüyle bakılmıyordu. Dolayısıyla, üs27 F0/84/1 579/266-81, Hal'den (Amirallik) Dışişleri Bakanlığı Müsteşarına, "HMS Seagull "ın ko­ modoru Byles'in beş adet mektubunu da içererek, 3 1. 12.1880. 8 Birden azla sahip hakkında bkz. Jay Spaulding, "Slavery, Land Tenure, and Social Class in the Northern Turkish Sudan", International Journa/ of African Historical Studies, 1511, 1982, s. 1-20. ihlil edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 77 manlı hanelerindeki köleleştirilmiş kadınların sorunlarını hemen bütün mo­ dern öncesi toplumlarda kadının genelde berbat olan durumları bağlamında ele almalıyız. Gerçekten de, köleleştirilmiş kadınlar, erkek egemen Osmanlı hanelerinde incinebilir bir konumdaydı ve onların bu incinebilirliğini yaygın ve geniş olarak kabul ediliyordu gibi bir gerekçeyle hafife almamak gerekir. Evin içinde cinsel taciz çok nadir bir olgu değildi, zorunlu seksin oldukça yay­ gın olmuş olması mümkündür. Bu kısmen, bu ortamda rıza konusunun çok elle tutulur bir şey olmamasından kaynaklanmaktaydı. Köleleştirilmiş erkek­ lerin de bu açıdan incinebilir olduğu doğrudur fakat kanıtlardan gelen izleni­ me göre onlar, kadınlara göre çok daha az olarak buna maruz kalıyorlardı. Daha fazla direnç gösterebilme yeteneğine sahip oldukları söylenebilir ama belki de, bu tür istismar vakalarını daha az bildirme ihtimalleri de vardır. 1 9 . yüzyıl ortalarında Kahire'de Şemsigül adlı Çerkes cariyenin teca­ vüze uğraması ve istenmeyen hamileliği konusunu başka bir yerde zaten ge­ nişçe tartışmış durumdayım. O sıralarda erken onlu yaşlarında olan Şemsi­ gül, bir düzine diğer köleleştirilmiş kadınla birlikte İstanbul'dan Mısır'a bir gemiyle götürülmüş. Onu Mısır'a getiren esirci yolda kıza tecavüz etmiş ve kız hamile kalmış. Bu, onu yeniden satmayı yasak hale getirdiği için, esirci, kızın hamile olduğu gerçeğini saklayarak Osmanlı-Mısır valisinin haremine satmak istemiş. Hamileliği ortaya çıkınca Şemsigül, esircinin evine geri gön­ derilmiş. Orada da, kendisinin ve çocuklarının konumunu korumak isteyen esircinin karısı kıza zorla düşük yaptırmaya kalkışmış. Fakat Şemsigül, mer­ hametli bir komşu tarafından kurtarılmış ve onun evinde çocuğunu doğura­ bilmiş. Sonra, esirci onu yeniden satmaya çalıştığında esirciler loncasına şika­ yette bulunmuş ve sonuçta kölelik ve zorunlu cariyelik fasit dairesinden kur­ tarılmış.29 Burada kısaca yeniden anlattığımız bütün efsane kesinlikle göste­ riyor ki odalık olmak pek çok gözlemcinin sunduğunun aksine olumlu olmak bir yana dursun yumuşak bir sosyal kurum bile değildi. Bu konuda Claire Robertson ve Martin Klein'in Afrika cariyeliği hak­ kında çizdikleri resmi izlemek eğilimindeyim. Onlara göre bu, kadınların top­ lum içinde erkeklere karşı olan aşağı konumunu güçlendiriyordu.30 Bununla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nda uygulandığı şekliyle İslami hukuka göre hamile kalan bir cariye yeniden satılamazdı, çocuk doğurursa, çocuğu özgür 29 30 Bu karışık öykünün tam anlatımı için bkz. Toledano, Slavery and Abolition, s. 59-80. Claire C. Robertson ve Martin A. Klein (der.), Women and Medicine in Africa, University of Wis­ consin Press, Madison, 1983, s. 6, 8-9. Tartışma, Toledano, Slavery and Abolition, s. 16-19'da özetlenmiştir. 78 ikinci bölüm olarak kabul edilir ve kendisi de çocuğun babasının ölümünde azat olurdu. Ümmüveled (çocuk annesi) olarak bilinen bu statü cariyelere önemli ölçüde koruma sağlıyordu ki bu Robertson ve Klein'in tartıştığı Afrika'nın Müslü­ man olmayan bölgelerinde mevcut değildi. Yine de tüm Osmanlı cariyeleri hamile değildi ve her hamilelik doğumla sonuçlanmıyordu. Dolayısıyla, hu­ kukun koruduğu grup, herhangi bir fayda sağlayamayan daha geniş cariye nüfusuna göre zaten oldukça küçüktü. Zaten açık olanı bir kez daha söyler­ sek, bu kadınlar sadece gönülsüzce köleleştirilmiyorlar fakat bazen çok genç yaşlarda ve zalimcesine kendilerinden çok daha yaşlı erkeklerle cinsel ilişkiye zorlanıyorlardı ve burada rıza aranması gibi bir mesele yoktu. Bir cariyenin hamileliği her zaman istenir bir şey değildi. Pek çok köle sahibi ilişkinin yasal olarak bağlayıcı bir halde ve yasal olarak kurumsallaş­ masını istemiyordu. Sadece cinsel amaçlarla ilişkiye girmişlerdi ve bir cariye­ yi hamife bırakarak sorumluluk üstlenmek kaçınmak istedikleri bir şeydi. Ek olarak, yasal bir karı veya karıların, kocalarının malına yeni mirasçılar eklen­ mesine karşı çıkmaları ihtimal dahilindeydi. Aynı mantık eğer büyümüşlerse (baba-koca-köleleştirenin orta yaşlı veya yaşlı olduğu durumlarda çoğunluk­ la böyleydi) diğer çocuklara da uyarlanabilirdi. Çoğu durumda hamile kalıp çocuk, özellikle bir erkek çocuk doğurmakla ilgilenen tek kişi cariyenin ken­ disiydi çünkü, çocuk, onun hane içindeki konumunu zenginleştirecek ve so­ nunda köle statüsünden salimen azatlı statüsüne geçmesini sağlayacaktı. Do­ layısıyla böylesi durumlarda bir cariyenin hamileliğini zorla bitirecek girişim­ lerin yapılması şaşırtıcı bir şey olarak algılanmamalı. Cariyeler, durumlarını, düşük yapmanın yasal olarak izin verilmediği ve tıbben mümkün olmadığı bir noktaya kadar saklamaya çalışırlardı. Fakat pek azı düşük yapmaya hamile kalışın ilk dört ayı içinde izin verildiğini bilecek kadar bilgili olurdu; her ha­ lükarda çocuğa tam ne zaman hamile kalındığının belirlenmesi güçtü. Düşüklerin nasıl yapıldığı konusunda pek az tıbbi bilgi sahibi olan ha­ remdeki kadınlar genelde bir ebenin uzmanlığına başvurur veya yaşlı bir ka­ dının öğüdünü almaya çalışırlardı. Şemsigül'ün örneğinde, Deli Mehmet adlı bir esirci olan müstakbel babanın karısı, ona ne olduğu belli olmayan bir ilaç vermiş ve bu istenen sonucu vermeyince sopa ile dövmeyi denemişti. Şemsigül sonunda ailenin arkadaşı ve mevkii sahibi bir kocası olan insaflı bir hanım ta­ rafından kurtarılmıştı. Bu hanım, kızı kendi evine almış ve o da bu korunak­ lı ortamda, esirci ve ailesinin tacizinden uzak bir şekilde dünyaya bir çocuk getirmişti. Sonra onun öyküsü daha karmaşık bir hale geliyor çünkü ( belki de kaprisli yapısı dolayısıyla böyle adlandırılan) Deli Mehmet onu tekrar paza- ihlll edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 79 ra çıkarmaya çalışmıştı. Daha önce bahsedildiği gibi bu kanuna aykırıydı çünkü Şemsigül artık bir ümmüveleddi. Haklarının böylesine aleni bir şekilde ihlal edilmesine sessiz kalmadığı için mesele esirciler loncası başının dikkati­ ne getirilmiş, o da Deli Mehmet'i azarlamıştı. Örneğin nasıl sona erdiğini gös­ teren belgeyi bulamadım ama Şemsigül'ün sonunda lonca reisi, polis veya mahkeme tarafından azat edilmiş olması mümkündür.31 Bu kez Haziran 1 863'te Şam'da kaleme alınan bir konsolosluk rapo­ runda bulunan başka bir örnekte, köleleştirilmiş bir Afrikalı kadın hamileliği­ nin ileri aşamalarındayken konsolosluğa kaçar.32 Hem sahibi hem de sahibi­ nin kardeşi onunla düzenli olarak cinsel ilişkide bulunmuşlar. Hamile olduğu ortaya çıkınca iki adam onu kimin gebe bıraktığı konusunda tartışmışlar. Hiç­ biri uzun dönemli sorumluluğu istemiyormuş. Bu sonucu, her ikisinin de dü­ şük yaptırmak için kadını dövmeye başlamalarından rahatlıkla çıkarsayabili­ yoruz. Konsolos Rogers, meseleyi Osmanlının Şam valisine iletmiş, o da bütün taraflarla defalarca mülakat yaptırarak konuyu inceletmiş. Görünüşe göre, bu vaka, ciddi istismara açık bir örnek olarak görülmüş ve kadın hükümet tara­ fından serbest bırakılmış. Kadın, belki de rahat ve güvenli bir ortamda doğum yapmasına izin verilmesi amacıyla bir süre daha konsolosun evinde kalmış. Çocuğun sağlıklı mı yoksa dayaklardan dolayı engelli mi doğduğunu bilmiyo­ ruz. Annesiyle ona daha sonra ne olduğunu da bilmiyoruz fakat bu, bu koşul­ lar altında beklenebilecek en mutlu sonla bitmiş bir öyküye benziyor. Sürekli İstismarı Durdurmak İçin Gitmek Bazı istismar vakaları böyle çabuk bitmiyordu. Yani istismarcı, köleleştirilen kişiyi bazen yıllarca izlemeyi sürdürüyordu. Eğer köleler de eşdeğer bir şekil­ de dayanıklı olmanın yolunu bulamazsa belki de istismarı sona erdiremiyor ve istismarcıdan kurtulamıyorlardı. Aşağıdaki iki örnek bizleri 1 860'larda İs­ tanbul, İskenderiye ve İzmir'e götürürken bu noktayı da göstermiş olacak. İmparatorluk payitahtında yeni padişah Abdülaziz ( 1 8 6 1 - 1 876) Tanzimat projesi içindeki reformları yapmaya devam ediyordu. Öykülerimizden birine daha giren Mısır'da ise yeni vali Hıdiv İsmail ( 1 8 6 3 - 1 8 79 ) , padişahı Abdülaziz'in reformlarını geçen cüretli reformlar başlatmıştı. Bu yıllar sıra­ sındadır ki Britanya hükümeti de Afrika köle ticaretine karşı almayı kabul et­ tikleri önlemleri daha ödünsüz uygulamaları için Osmanlılara yaptığı baskıyı 31 32 Bu vaka hakkında daha azla bilgi ve bazı gözlemler için bkz. Toledano, Slavey and Abolition, İkinci Bölüm. F0/84/1 204/230- 1 , Konsolos Rogers'dan Dışişleri Bakanı Russell'a, 17.7.1863. o ikinci bölüm arttırmıştı. Bu zamana kadar Britanyalılar, Babıali'yi köleleştirilmiş Çerkes ticaretini bastırmak konusunda ikna edemeyeceklerini de anlamış durumday­ dılar. Londra'nın çabaları, bu zamana kadar erişilmez bir amaç olduğu anla­ şılan köleliğin kendisinin tümden ilgasındansa artık kölelik denkleminde arz tarafını sınırlamak üzerine odaklanıyordu. 33 Ocak 1 862'de Ferah adında bir Afrikalı köle kadın, kaçak köleler için yapılan polis misafirhanesine kaçar.34 Misafirhaneye ulaştığında, adı bir is­ tihza kabilinden Rahmetullah olan ve sahibi bulunan esircinin dayağı sonucu bir gözü fena halde incinmişti. Mesele, İstanbul zaptiye yetkililerince incelen­ di ve mahkeme sürecinden sonra istismarcı Rahmetullah'a üç yıl ağır hapis verildi. Bu tür bir suç için böyle ağır bir ceza oldukça nadirdi. Bu da mahke­ menin suçu ve işlendiği koşulları ne denli ciddi olarak gördüğüne işaret edi­ yor. Bununla birlikte, padişah tarafından çıkarılan bir aff-ı hümayun sonucu suçlumuz kısa bir süre hapiste kaldıktan sonra tahliye edilir. Rahmetullah tahliyesinden sonra Ferah'ı yeniden ele geçirmek ister ama kararlı bir şekilde reddedilir. Ferah, Rahmetullah'ın kendisini yeniden denetimi altına almak için her türlü hileyi ve sahtekarlığı yapacağını söyleyerek başka bir esirciye satılmayı da kabul etmez. Bu dosyadaki Osmanlı belgelerini okurken edinilen izlenim Ferah'ın kimle uğraştığını biliyor olduğu ve Rahmetullah'ın kafayı kadına taktığı ve onu geriye almak için her şeyi yapmaya hazır olduğudur. Rahmetullah'ın şid­ detli, kararlı ve intikamcı bir kişi olduğu görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki Rah­ metullah, köleleştirilmiş bir kadın olan ve kendisinin suistimalini kabul etme­ yerek onu kamu önünde aşağılamaya cüret eden Ferah'la skoru eşitlemeyi be­ cerene kadar durmayacaktı. Bu vakada görev yapan zaptiye ve diğer hükümet görevlileri Ferah'ın kaygılarının makul ve nedenlerinin sağlam olduğunu an­ lamışlardı. Kadını Rahmetullah tarafından daha fazla izlenmekten ve taciz edilmekten korumak için yetkililer hazinenin onun hürriyetini adamdan satın almasını ve gereği gibi azat edilmesini tavsiye ettiler. Sadrazam, padişaha tav­ siyeyi götürdü. O da bir gün içinde bunu onayladı ve Ferah'ı azat etti. Ferah'a daha sonra ne olduğunu bilmiyoruz ama onun mukavemet gücünü ve güçlü iradesini dikkate alırsak, iyi bir iş bulduğunu ve Rahmetullah'ın onun haya­ tından bütünüyle kaybolduğunu varsaymak makul görünüyor. 33 Osmanlı İmparatorluğu'nda köle ticaretinin bastırılması mücadelesinde bu ve diğer gelişmelerin ayrıntılı bir anlatımı için bkz. Toledano, Köle Ticareti, s. 160-231. 34 BOtradMelis-i Vla/2 1 3 1 6/ Sadrazam'dan Sultan'a, 31. 7.1862 ve Sultan'ın iradesi, 1.8.1862 ile ilgili belgeler. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 81 Başka bir güçlü iradeli köle vakası 1 869'da İzmir'de cereyan etti ve o yılın Ağustos ayında Britanya konsolosu tarafından Londra'ya bildirildi.35 Buradaki kahramanımız konsolosluğa kaçan ve oraya sığınan Hacı Mehmet adlı azatlı bir Afrikalıdır. O sırada Mehmet yirmi dört yaşındaydı. 1 854'te Mehmet dokuz yaşındayken kendi ülkesinde esir edilmiş, Osmanlı İmpara­ torluğu'na getirilmiş ve belirtilmeyen bir yerde köle olarak satılmış. Onu sa­ tın alan adama yedi yıl boyunca hizmet eden Mehmet'i, adı verilmeyen bu kö­ le sahibi gereği gibi azat etmiş. O da on altı yaşında ve serbest bir kişi olarak Mısır'ın gelişmekte olan liman kenti İskenderiye'ye gitmeyi tercih etmiş, ora­ da yerleşmiş ve evlenmiş. Adına eklenen hacı unvanından da anlaşıldığı üze­ re bu yıllarda Hicaz'daki kutsal kentlere en azından bir kez hac ziyaretinde bulunmuş. Bununla birlikte sıkıntıları bitmiş değildi ve 1 8 63'te belli bir esir­ ci, konsolosun raporundaki deyişle onu "izlemeye " başlamış. Mehmet ve esircinin daha önce birbirlerini tanıyıp tanımadıkları söy­ lenmiyor ama öyküden edindiğimiz izlenim bunun böyle olmadığı yolunda. Eğer bu adam, Mehmet'i imparatorluğa getiren veya ilk sahibine satan esirci olmuş olsaydı Mehmet veya konsolosun bunu öyküden çıkarmaları yadırga­ tıcı olurdu ama gerçekten de bilmiyoruz. Diğer motifleri hariç tutarsak, ada­ mın Mehmet'i neden " izlediğinin " mümkün olan tek açıklaması onun Mehmet'i yeniden köle yapmak istemesi olur. İskenderiye'de on sekiz yaşın­ da bir Afrikalı adamın ya bir köle veya bir azatlı olduğu rahatlıkla varsayıla­ bilirdi. Eğer, fiziki olarak veya işsiz ve kendisiyle ailesine bakamadığı için in­ cinebilir olduğu algılanırsa böyle bir adam, esirci için kolay bir av olarak gö­ rülebilirdi. Bir esirci, eski köleyi, karlı bir alışverişle, belki de satış fiyatının bir kısmını ona vermek karşılığında yine köleliğe dönmesi için ikna etmeyi deneyebilirdi. Yine bir miktar para karşılığında sahte bir şekilde satılıp son­ radan kaçma düzeninin bir parçası olmak ihtimali de vardı. Mehmet'in öykü­ sündeki esircinin amacı ne olursa olsun ısrarlıydı ve Mehmet'in İskenderiye'den kaçmaya zorlanmış hissetmesine, Doğu Akdeniz'i geçmesine ve İzmir'e gide­ rek Britanya konsolosuna sığınmasına ve yardım istemesine neden olacak noktaya dek genç adamı yıllar boyunca taciz etmişti. Mehmet'in son hareketi, İskenderiyeli esircinin iradesine karşın onu yeniden k ölel e ş tirmek istediği varsayımını destekliyor. Kon solos Cumberbatch'ın kaçak kölelere daima yardım etmek isteyen gayretli bir ilga­ cı olarak yaptığı ün, liman kenti İzmir'in dışına çıkmıştı ve Afrikalı bir adam, 35 F0/84/1305/402-5, Konsolos Cumberbatch'den (İzmir) Dışişleri Bakanı Clarendon'a, 28.8.1869. 82 ikinci bölüm özellikle eski bir köle, eğer kölelikle ilgili bir sorun söz konusu olmasaydı İskenderiye'den kalkarak onca yolu bu belirli konsolosluğa kadar kat etmez­ di. O sıralarda, İskenderiye ve İzmir, Doğu Akdeniz'de, tamamı değil ama bü­ yük bir kısmı Osmanlı ve yabancı buharlılar vasıtasıyla yapılan, aralarında epey bir ticaret olan iki büyük Osmanlı limanıydı. Bu buharlılarla köle taşın­ ması bu kentlerdeki Britanya konsolosları için büyük bir mesele haline gel­ mişti ve Konsolos Cumberbatch'ın Afrikalı ticaretini durdurmak için giriştiği hareketler esirciler ve hükümet memurları arasında gayet iyi bilinmekteydi. Potansiyel kaçaklar, İzmir'deki Britanya konsolosluğunun kaçmak için sağ­ lam bir yer olduğundan da haberdardı ve diğer birçok vakada olduğu gibi Mehmet'in örneğinde de bunun böyle olduğu kanıtlandı. Bu iki ısrarlı taciz vakasındaki (Ferah ve Mehmet) dikkat edilecek önemli nokta, köleleştirilmiş kişilerin istismarcıların önünde kendi kararlı­ lıklarıyla nasıl çökmedikleri ve kurtulduklarıdır. Her iki öyküde de kahra­ manlar istismarcılarının kendilerini özgürlükten yoksun kılmak için soluk aldırmaksızın giriştikleri çabalarla baş etmek durumundaydı. Hem Ferah hem de Mehmet, hayatlarına olan can sıkıcı müdahaleyi reddetmek zorun­ daydı. Ferah, kendisini yeniden satış yoluyla Rahmetullah'ın intikamına ma­ ruz bırakacak güçsüz bir konumda olmayı reddederken Mehmet de bugün av peşine düşmekten başka bir şey olarak adlandırmayacağımız bir şeyle baş etmek durumundaydı. Ayrıca, her ikisi de köleleştirilmiş kişiler olarak ken­ dilerine Osmanlı toplumunda açık olan seçenekler hakkında bilgili olmak, topladıkları istihbaratı değerlendirecek ve kendi çıkarlarına kullanacak ka­ dar yetenekli olmak durumundaydılar. Fakat her ikisi de bunu dışarıdan yardım gelmeksizin yapamazlardı. Bu yardım, Ferah ve Mehmet için olduğu kadar başkaları için de Tanzimat devleti ve onun memurları eliyle gelmişti: Ferah'a, Osmanlı zaptiye memurları ve sonunda Sultan Abdülaziz de dahil olmak üzere imparatorluktaki en üst düzey adamlar yardım etmiş, Mehmet de kendisine hem geçici sığınak sağlamış hem de azadını elde etmek için Os­ manlı hükümeti nezdinde önemli bir aracılık yapmış olan Britanyalı bir me­ murdan destek görmüştü. Yeniden Satıştan Kaçmak İçin Gitmek Kaçmanın başlıca motiflerinden birisi köleleştirilenin yeniden başka bir kö­ leleştirene satılmaktan kaçınma arzusuydu. Zaten bahsettiğimiz gibi, kölele­ ri genellikle yedi ila on yıl arasında bir süreden sonra azat etmek Osmanlı toplu m unda övgüye değer bir davranış olarak görülürdü. Köleler bu genel ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 83 süre içinde azat edilmeyi bekler ve sahiplerinin bu süreden sonra kendilerini azat etmekten kaçınmasını normların ihlali olarak görürlerdi. Bu, köleleşti­ renler, köleleştirilenleri yeniden satış amacıyla pazara çıkardıkları, dolayı­ sıyla hizmet yıllarının silinip azat için saymanın yeni baştan başlamasına yol açtıkları zaman özellikle böyleydi. Köleleştirenler için normları dikkate al­ mamanın, özellikle durumları iyi olmadığında mali kaygılardan başlayan ve köleleştirilen kişinin sıkıntıları ve acısı için empati veya merhamet duyma­ maya kadar uzanan pek çok nedeni vardı. Köleleştirilenler, eğer bir şekilde ılımlıysalar köleleştirenlerle anlaşmayı deneyebilirler, özellikle azat öncesin­ de veya sonrasında köleleştirene, kendi yeniden satış bedellerinin bir kısmını ödemeyi önerebildiklerinde bunu yaparlardı. Ama köleleştiren ayak diriyor­ sa, köleleştirilenin yasal olarak yapacağı hiçbir şey yoktu çünkü hukuk köle­ lik süresini belirlememişti ve teoride köle sahipleri kölelerini sürekli olarak tutabilirlerdi. Köleleştirenlerin bir nedenden dolayı bir köleyi yedi yıldan daha kısa bir süre sonra, diyelim dört veya beş yıl sonra satmak istedikleri zamanlar pek çok sınır vakası ortaya çıkardı. Eğer bir kölenin, kendini azat kontratı oluştur­ mak için herhangi bir dayanak noktası varsa bunun kullanılacağı koşullar bunlardı. Bununla birlikte, kölelerin çoğunun böyle dayanak noktaları yoktu ve azat için yeniden sayma, yeni ve tanıdık olmayan köle sahibiyle birlikte ye­ niden başlardı. Böyle bir noktada, köleliğin tüm süresi tamamlandıktan sonra yeniden satış girişimlerinde olduğu gibi, fazladan bir dönem daha köle olarak kalmamak kararlığında olan bir köle için mevcut olan tek seçenek kaçmak olurdu. Gerçekte, yeniden satışla ilgili kaçış ve suistimalin bir bileşimini göste­ ren vakalarla sık sık karşılaşırız. Bu genelde, meseleyi yeniden satışa gerek kal­ maksızın çözmek için köle sahibini umutsuzca ikna etmeye çalışan bir köleleş­ tirilen kişi ve köleyi tekrar satışa boyun eğmesi için zorlamak isteyen inatçı bir köle sahibi arasında satıştan önceki kavgaların bir sonucu olurdu. Bu tür çe­ kişmeler ciddi şiddete tırmandığında köleleştirilen kişi kaçmayı tercih eder ve suistimalden ve yeniden satıştan kaçınmak arzusunu, bu iki nedeni gerekçe olarak yetkililere söylerdi. Ayrıca, yeniden satışı atlatamayan ve uzun süredir hizmet eden bazı köleler, esirciye nakledildiklerinde kaçarlardı.36 Yaklaşan yeniden satıştan önce kaçmayı tercih eden ve uzun süredir hizmet eden bazı köleler bir yabancı devlet temsilcisinden, genellikle bir Bri­ tanya konsolosundan yardım almak isterlerdi. Bu, 1 8 80'lere kadar isteksiz 36 F0/8411450/271-5, Vekil Konsolos jago'dan (Şam) Büyükelçi Elliot'a (İstanbul), 18.12.1876. 84 ikinci bölüm bir köle sahibine kölesini azat ettirecek yasal temelden yoksun olan Osmanlı yetkilileri bu tür vakalara müdahale etmede kararsız oldukları için böyleydi. Padişahın memurları ancak görülebilir bir suistimal varsa müdahale ederler­ di ki bu da, bu kategorideki köleleştirilmiş kişilerin bazı suistimal suçlamala­ rını açıklayabilir. Dolayısıyla, aşağıdaki üç örnekte olduğu gibi bu türden ka­ çışlar için kanıtların çoğu Britanya konsolosluk kayıtlarından gelmektedir. 1 860'ın sonunda, Girit, Hanya'daki Britanya konsolosu, köleleştiril­ miş bir Afrikalı kadının konsolosluğa kaçtığını ve yardım istediğini bildir­ di.37 Gözle görülür bir şekilde yara bere içinde olan kadın, Molla Mehmet adlı sahibi tarafından ağır şekilde dövüldüğünü söylemekteydi. Konsolos, ka­ dına sığınma sağladı ve meseleyi yerel meclise iletti. Meclisin müzakerelerin­ den sonra köle sahibinin kadını azat etmesi sağlandı ve dava kapandı. Daha başka doğrudan kanıt yokluğuna karşın meclisin meseleye nasıl yaklaştığını rahatlıkla yeıiden canlandırabiliriz. Niyet edilen yeniden satış kendi başına, köleleştiren-köleleştirilen ilişkisini bitirmek bir yana, müdahale için bile ne­ den değildi ki bu olgudan köleleştirenin de açıkça haberdar olması gerekirdi. Nihayetinde, toplumun saygıdeğer bir üyesiydi ve molla unvanının da göster­ diği gibi Şeriat ve Osmanlı sosyal uygulaması hakkında fazlasıyla bilgisi var­ dı. Bununla birlikte, müdahale kapısı, köleleştirilen kişinin kötü muamele şikayeti ve bunu gösterebilmesiyle açılmıştı. Mehmet'in kadını azat etmesini teşvik etmek için ikna edilmesine muhtemelen çok uğraşmak gerekmemişti çünkü toplum önünde daha fazla utanmak istememiş ve cömert bir biçimde kölesini azat ederek hasarı azaltmak yoluna gitmiş olabilir. İki yıl kadar sonra, Aralık 1 862'de, Balkan kenti Manastır'daki Bri­ tanya konsolosu, Afrikalı bir köle kadının konsolosluğuna sığındığını Londra'ya bildirmekteydi.8 Adı Gülidem'di ve otuz dört yaşındaydı. Kadın, konsolosa yedi yıllık dönemler halinde iki kere hizmet ettiğini ve üç sahibinin ölmesine karşın kendisinin hala köle olarak kaldığını söyledi. Ufukta herhan­ gi bir azat olmaması kadına " artık yeter" dedirtmişti. Osmanlı toplumunda Gülfidem'in deneyimlerinin ne kadar tipik olduğunu istatistik olarak bilme­ nin imkanı yok ama açık bir izlenim olarak çok da nadir olmadığını söyleye­ biliriz. Eğer onun yaşam öyküsünü yeniden gözden geçirecek olursak en azın­ dan üç tane sahibi olduğu için ve yaklaşık olarak yirmi yaşında köleleştirilme­ si uzak bir ihtimal olduğu için on dört yıldan çok bir süre çalıştığını varsay37 8 F0/84/ 1 1 20/1 1 7 - 1 8 , Konsolos Guarracino'dan (Hanya ) Büyükelçi Bulwer'a (İstanbu l ) , 10.12.1 860. F0/84/1 1 8 111 83-5, Konsolos Calvert'tan (Manastır), Dışişleri Bakanı Russel'a, 20.12.1 862. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 85 mak durumundayız. Gülidem'in köleleştirilmiş bir kadın olarak yaşam öy­ küsünü gereği gibi yeniden kurarsak aşağıdaki olaylar akışına ulaşırız: • 1 828 dolaylarında doğmuş • Muhtemelen orta onlu yaşlarındayken köleleştirilmiş (erken-orta 1 840'lar) • Birinci sahibe yedi yıl hizmet etmiş • Birinci sahip ölüyor ama onu azat etmiyor ( 1 850 dolayları) • Birinci sahibin mirasçıları tarafından yeniden satılmış (veya onlardan birine hizmet etmeye başlamış) • İkinci sahibe yedi yıl hizmet etmiş • İkinci sahip ölüyor ama onu azat etmiyor ( 1 857 dolayları) • İkinci sahibin mirasçıları tarafından yeniden satılmış (veya onlardan birine hizmet etmeye başlamış) • Üçüncü sahibe beş yıl hizmet etmiş • Üçüncü sahip ölüyor fakat onu azat etmiyor ( 1 862) • Üçüncü sahibin mirasçılarından birine geçiyor (Azat ihtimali yok) • Britanya konsolosluğuna kaçıyor Konsolos, Gülfidem'in durumunu Osmanlı yetkililerine bildirirken onun konsoloslukta kalmasına da izin verdi. Vali, dosyayı inceledi ve onu azat etmeyi kabul etti ki bu da bizim, onun deneyiminin alışılmadık bir şekil­ de haşin olduğu yolundaki izlenimimizi teyit ediyor. İnsani kaygılarla davra­ nan hükümet bir adım daha ileri gitti ve Gülfidem'e komşu İşkodra şehrinde bir iş buldu. Kadın orada, karısı konsolos tarafından "iyi kalpli bir hanım" olarak tarif edilen Abdi Paşa'nın evinde ücretli hizmetçi olarak çalışacaktı. Yukarıda bahsettiğimiz örneklerden birinde sekiz Afrikalı köleleştiril­ miş adam 1 8 80'de, Cidde açıklarındaki "HMS Seagull"a kaçmıştı.39 Geminin komodoru, bu kötü muameleye uğramış ve aç kalmış adamlardan ikisinin ya­ şam öykülerinin üzücü bir yönü daha olduğunu rapor etmişti. Biri, Kızıldeniz bölgesinde, geçen yedi yıl içinde dört kez, diğeri de aynı süre ve aynı bölgede olmak üzere beş kez satılmıştı. Görünüşe göre, bedevilerin Afrikalı köleleri in­ ci dalgıcı, taşçı ustası, taşocağı işçisi ve fiziki çalışma gerektiren diğer ağır işler­ de çalıştırdıkları Hicaz'da yeniden satışı hiç de nadir değildi. Bu sert koşullar altında, kentli hanelerde sık görülen, kişisel olan ve hafifletici nitelikler taşıyan köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinin kolayca kurulamadığı görülüyor. Bu, 39 F0/84/1579/266-81, Hall'den (Amirallik) Dışişleri Bakanlığı Müsteşarına, " HMS Seagull"ın ko­ modoru Byles'in beş adet mektubunu da içererek, 3 1 . 12.1 880. 6 ikinci bölüm özellikle erkekler için böyleydi çünkü Hicaz kentsel ortamında çalışan kadın­ lar daha iyi bir durumdaydı. Anlaşılır bir şekilde, pek çok köleleştirilen kişi sık sık olan yeniden satışların yaşamları üzerinde yarattığı istikrarsızlığı rahatsız edici buluyordu. Köleleştirenler tarafından belirli bir süre verme geleneğine uyulan kentsel bölgelerdeki bir köle bu yılları biriktirebilir ve azat olmayı bek­ leyebilirdi. Ayrıca, sahibiyle uzun dönemli ve ortak yarara dayanan bir ilişki geliştirmeye de yatırım yapabilirdi. Fakat Hicaz'daki gibi haşin bir ortam hiz­ met ilişkileri açısından kayda değer bir şekilde kötü bir etki yapar ve burada ve diğerlerinde görülen türden sürekli ihmal ve suistimalin daha sık olmasına neden olur, bu da son kertede ve temel olarak köleleştirilenlere zarar verirdi. Bazı köleler, uzun süreli hizmet veya belirli süre uygulamalarını dikka­ te almamak gibi bir mesele olmadığında bile yaşamlarının satış ve yeniden sa­ tış vasıtasıyla manipüle edilmesi girişimlerine tepki vermekteydi. Örneğin, Eylül 1 8 6 1 'de, Çerkeslerin Dikur kabilesi önderlerinden Hacı Ahmet adlı bi­ ri İstanbul'a gidiyordu.4° Kısa bir süre önce, belki de bu yolculuğa çıkarken dört tane genç Çerkes köle satın almış, onları da yanında götürmekteydi. Bir gece, Doğu Anadolu şehri Kars'ta, Hamamlı diye bir yerde kalırken, dört genç onun eşyalarını çalarak, sınırın ötesine, Rusya'ya kaçar ve akrabalarının arasında sığınak ararlar. Hacı İsmail Bey yetkililere şikayet eder ve mesele, ilerleyen Rus kuvvetleri tarafından Kafkasya'dan sürülmekte olan Çerkes mültecilerin sorunlarıyla uğraşmak için kurulan bir Osmanlı kurumu olan Muhacirin Komisyonu'na havale edilir. Mülteciler Müslüman oldukları için Osmanlılar onlara sığınma hakkı vermiş ve çoğu sınırlarda olmak üzere im­ paratorluğun ekilip biçilmeyen bölgelerine onları serf-köleleriyle birlikte yer­ leştirmişlerdi. Bir Osmanlı raporu, 1 850'lerin sonundan 1 860'ların sonuna kadar imparatorluğa giriş yapan mültecilerin sayısını, 150.000'i, Adige dilin­ de pshi; Osmanlı Türkçesinde bey, emir denen sahipleriyle birlikte gelen ta­ rımsal köleler olmak üzere 1 . 5 milyon olarak tahmin ediyordu.41 Rusya'da bu insanlar serf olarak görülürdü ama Osmanlı İmparatorluğu'na girdiklerin­ de onlar için uygulanabilir tek yasal kategori köleler için olandı. Muhacirin Komisyonu, İsmail Bey'in şikayetini, meseleyi Ruslara gö­ türmesi için Osmanlı hariciye nezaretine havale etti. Osmanlı belgeleri dört kaçağın gerçekten de kalıtsal bir serf statüsü olan "köle cinsi"nden mi oldu0 41 BOJBEO/Muhacirin Komisyonu/Cilt 758-38: 1/no. 126, 9-10.1861 (Bundan sonra Babıali Evrak Odası için BEO) Çerkes mülteciler meselesinin ayrıntılı bir tartışması için bkz. Toledano, Slavery and Abolition, Üçüncü Bölüm. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 87 ğunu yoksa İsmail Bey'e esirciler veya kendi yoksullaşmış ailelerince yasal ol­ mayarak satılan özgür Çerkeslerden mi olduğunu söylemiyor. Onların kaç­ maktaki ilk amacı kölelikten kaçınmak olabilir ama tüm istediklerinin İsma­ il Bey'i soyarak kaçmak olması da mümkündür. Kayıtlardaki bilgi eksikliği­ ne karşın bu öykünün ana fikrini hala keşfedebiliriz. Dört gencin Hacı İsmail'in imparatorluk payitahtına gittiğini bildikleri açıktır. İsmail, onlara, orada onları satma niyetinde olduğunu söylemiş olabilir ama söylemediyse bile bu kadarını tahmin edebilirlerdi. Yoksa kendi toprağında muhtemelen köleleri olan bir Çerkes beyi ne diye yeni aldığı köleleri İstanbul'a götürsün? Ayrıca sağlıklı bir biçimde varsayabiliriz ki gençler orada tanımadıkları in­ sanlara kar amacıyla yeniden satılma ve onlar tarafından koca imparatorlu­ ğun başka bir yöresine götürülme fikrini beğenmemişlerdir. Büyük ihtimalle dört kaçağın temel amacı İsmail'in planlarını ve onun kendileri için hazırladığı kaderi boşa çıkarmaktı, çalınan eşyalar herhalde yan kazanımlardı. Fakat bu olay bize, Tanzimat devletinin hem köleleştirilen hem de köleleştirenin gözünde kölelik açısından ne gibi bir rol oynuyormuş gibi gösterebilir. 1 86 1 'de bu köleleştirilmiş Çerkesler ve muhtemelen diğerleri de, Osmanlı Devleti'nin, kendilerinin köleci beylerin mülkiyet hakları karşısında­ ki özgürlük iddialarını desteklemesine güvenmektense Rusya'daki kabileleri­ ne sığınmayı tercih etmişlerdi. Beş yıl sonra mahkemeler hala, köleler özgür doğumlu olduklarını ve yasal olmayarak köleliğe satıldıklarını vurguladıkla­ rında bile köleleştirenler tarafına doğru ciddi bir eğilim gösteriyordu. Fakat yirmi yıldan kısa bir süre içinde tavırlar önemli ölçüde değişti. Aileyi Kurtarmak İçin Gitmek Belki de en çok yürek burkan kaçma vakaları, kaçanların ailelerinin bir veya birden fazla üyesinin başka bir köleleştiriciye satılmasından kaçınmak için mücadele etmeleridir. Bu öyküler, köleleştirilenler arasında aile bağlarının za­ yıf olduğu varsayımını veya Osmanlı toplumlarında güçlü köle aileleri bulun­ madığı yolundaki görüşleri çürütmektedir. Gerçekte, köleleştirilmiş bir aileyi parçalamayı meşru göstermek amacıyla, köleleştirenlerin kendilerinin bu tür düşüncelerin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş olmaları ihtimali vardır.42 Kar amacıyla veya bakım masraflarnı azaltmak için böyle aileleri zorla par42 Tanzimat dönemindeki edebi kaynaklardaki kölelik için bkz. İsmail Parlatır, Tanzimat Edebiya­ tında Kölelik, Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1987; Börte Sagaster, "Herren'' und "Sklaven'': Der Wandel im Sklavenbild türkischer Literaten in der Spitzeit des Osmanischen Reiches, Harra­ sowitz, Wiesbaden, 1 997. 8 ikinci bölüm çalamak insani olarak kabul edilebilir bir davranış değildi ve köleleştirenler bu yaptıklarını kendilerine, ailelerine, arkadaşlarına ve komşularına karşı sa­ vunmak için hafifletici koşullar arardı. Burada, bu tür hareketlere karşı koy­ maya çalışan köleler, sadece yabancı konsoloslardan değil, Şeriat mahkeme­ leri çoğunlukla köle sahiplerinin tarafını tutsa ve bu tür satışları onaylasa bi­ le Osmanlı yetkililerinden de yardım bekleyebilirlerdi. Öyle görünüyor ki bu­ radaki aşikar insani yaklaşım, köleleştirenlerin bu tür kendilerini parçalama niyetlerine karşı mücadele etmeyi seçen köleleştirilmiş ailelere yardım etme konusunda hükümetin elini güçlendiriyordu. 1 857'de, bir çocukla anne ve babasından oluşan üç köleleştirilmiş Af­ rikalı, Kuzey Afrika liman kenti Trablus'taki Britanya konsolosluğuna geldi ve personele, sahiplerinin anne ile çocuğu satmak ve babayı tutmak istediği­ ni anlattılar.43 Ailenin işbirliği yapmayı reddedeceğini doğru olarak tahmin eden köle sahibi, hızla ve kandırarak harekete geçmişti: Baba tarlaları sürer­ ken, anne ve çocuğu bir esirciye sattı. O da onları hemen alarak götürdü. Ba­ ba tarladan döndüğünde ne olduğunu anladı ve şiddetle protestoda bulundu ama köle sahibi tarafından çiftlikte bir yerlere kapatıldı. On beş gün sonra kaçmayı becerdi ama başka bir esirciden karısı ve çocuğunun biraz önce li­ mana götürüldüğünü ve İzmir ve İstanbul'a gidecek olan Mesut adlı gemiye bindirilmek üzere olduklarını öğrendi. Adam iskeleye koşarak gemiye bin­ meden biraz önce karısı ve çocuğunu kurtardı. Ondan sonra da ailesiyle bir­ likte doğruca Britanya konsolosluğuna giderek sığınma talebinde bulundu. Vekil Konsolos Reade vilayetin valisiyle temasa geçti. O da vakayı inceledik­ ten sonra bütün aileyi serbest bırakmaya karar vererek köle sahiplerini hap­ se koydu. Ekim 1 866'da Şam Britanya konsolosunun bildirdiğine göre köleleşti­ rilmiş bir kadın (muhtemelen Afrikalıydı ama bu açıkça söylenmiyor) konso­ losluğa gelmiş ve yardım talebinde bulunmuştu.44 Kadın, söylediğine göre, Sbini köyündeki bir şeyhin ailesine çok uzun bir zamandır hizmet etmektey­ di. Kırk yıldır köle olduğunu söylemesine karşın bunun biraz abartıldığı an­ laşılıyor çünkü kırk rakamı "gerçekten çok uzun bir süreyi" gösteren sembo­ lik bir rakamdı. Kadının, bu süre içinde köle bir erkekle evlendiği ve ondan üç çocuk sahibi olduğu ortaya çıkmıştı. Şimdi sahibi çocuklardan ikisini sat­ mak istediği için bunu engellemek umuduyla perişan bir halde konsolosa gel43 F0/84/1029/85-92, Albay Herman'dan (Trablus konsolosu) Dışişleri Bakanı Clarendon'a, 8.2.1 857. 11 F0/84/126011 7-18, Konsolos Rogers'dan (Şam) Dışişleri Bakanı Stanley'ye, 3 1 . 10.1 866. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 89 mişti. Konsolos durumu hemen vali kaymakamı Edhem Paşa'ya iletmiş. O da öyküyü gözden geçirdikten sonra bütün aileyi serbest bırakmış. 1 867'nin sonunda iki Osmanlı memuru, Hafız Ahmet Efendi ve İshak Bey ve karıları olan Hamide ve Zehra Hanımlar, on bir tane olan Çerkes kö­ lelerinin altısını alarak satmak üzere Tekfurdağı'ndan İstanbul'a getirirler.45 Köleleştirilmiş kişilerin hepsi Şumaf ailesinin üyeleriydi. Öyle görünüyor ki Şumaflar üzerindeki mülkiyet hakları yukarıdaki iki çifte aitti çünkü daha başka bir düzenlemeye göndermede bulunulmuyor. Belki de köle sahipleri birbirleriyle akrabaydı veya haneleri aynı toprak parçasında olduğu için kö­ leleştirilmiş aileye birlikte sahiplik edebiliyorlardı. Her şekilde, buradaki önemli sosyo-legal nokta şudur ki Şumaf ailesi köleleştirilmiş Çerkesler sını­ fına mensup olup bu kalıtsal özelliklerinden dolayı imparatorluğun her yerin­ de satışa sunulabilirlerdi. Aslında Kafkaslarda serfleştirilmiş olmalarına kar­ şın Osmanlı yönetimine girdiklerinde köle olarak sınıflandırılmışlar ve sonuç olarak harem ve ev kölesi olarak satılmışlardı. Kanıtlar, bu grubun üyeleri arasında aile üyelerinin, özellikle ekonomik koşullar kötü olduğunda ve genç çocuklar, özellikle kızlar için seçkin haremlerinde daha iyi bir hayat sağlamak amacıyla, aile dışına satıldığı durumlar olduğunu gösteriyor. Şumaf ailesinin parçalanması hem geniş aileyi hem de onun içindeki çekirdek aileyi etkileyecekti. Bu insanların özgür doğmamış oldukları gerçeği sadece gösterdikleri direnci daha önemli kılıyor. Resmi belgelerin gösterdiği­ ne göre sahiplerinin niyetini öğrendiklerinde Şumaflar sert bir şekilde karşı koymuş. İstanbul'dan Tekfurdağı'ndaki kendi evlerine ve arkada bıraktıkları beş aile üyesine geri gönderilmelerini talep etmişler. Mücadelelerindeki ilk basamak Şeriat mahkemesinde cereyan etmiş. Orada, köle sahipleri, inatçı köleleri üzerindeki mülkiyet haklarını ve onların bazılarını satabileceklerini teyit ettirmek istemişler. Şumaflar özgür doğmuş olmadıkları için onların du­ rumunda yasal olmayan köleleştirme suçlaması yapılamazdı. Kendi özgür­ lüklerini satın alınmasına izin verilmesi seçeneği de kapanmıştı çünkü piyasa değerleri olarak tahmin edilen parayı bulamamışlardı. Sonuçta Şeriat mahke­ mesi köle sahiplerini desteklemeye karar verdi ve onların altı kişiyi satma ve dolayısıyla geniş Şumaf ailesini parçalama haklarını teyit etti. Şumaf ailesi direndi: Hükümete başvurarak parçalanmayı önlemeye çalıştılar. Öyle görünüyor ki onların yalvarmaları ve kararlılığı yetkilileri Şe45 BOA/İrade/Meclis-i Vala/25956/Lef 2, İdare-yi Muhacirin'den Meclis-i Vala'ya, 26.8.1 867 ve kö­ lelerin ekli isim listesi, 30.9.1 867; BOA/İrade/Meclis-i Vala Mazbatası, 2 1 . 1 0 . 1 867; BON Ayni­ yat Defterleri/1 1 36, no.675, Babıali'den Meclis-i Vala azası Osman Paşa'ya, 7. 10.1 867. 90 ikinci bölüm riat mahkemesinin kararını reddetmeye ve bir tür uzlaşma önermeye ikna et­ ti: Osmanlı hazinesi köle sahiplerini mali olarak tazmin etmeyi üstlenecek böylece ailenin hürriyetini satın almış olacak ve altı aile üyesinin Tekfurdağı'na gönderilmesi kolaylaşmış olacaktı. Davaya bakan bütün nizamiye mahkeme­ leri ve devlet meclisleri hem insani tarafı hem de Şumafların ısrarına dikkat çekmiş, o kadar ki bu örnek, köleleştirilmiş ailelerin satış yoluyla parçalan­ masına karşı yapılan mevcut düzenlemeleri teyit etmek için kullanılmıştı. Bu kısıtlama, Çerkes köleleştirenler ve onların köleleştirilen kiracıları arasında bulunan ve ailenin parçalanmasını yasaklayan geleneksel bir sessiz anlaşma­ ya dayanmaktaydı. Buna karşın, Şumaf örneğinde, köleleştirenler, İslam hu­ kukunda ailenin parçalanmasını önleyen bir yasak olmamasından kaynakla­ nan boşluğu sömürerek Şeriat mahkemesini kullanmaya çalışmışlardı. Ayrı­ ca, aşikar bir suistimalin açıkça gösterilemediği durumlarda bu tür mahkeme­ lerin köleleştirenlerin mülkiyet haklarını korumak konusundaki genel eğili­ mine güvenmek konusunda da haklıydılar. ŞEKİL 1 Şuma'ın Parçalanmış Ailesi Birinci Kuşak İkinci Kuşak Üçüncü Kuşak I. Kadın Eş (ölü?) Mecd b. Şumaf ( 3 8 ) Fatma (20) Mehmet (30) Oğul b. Mecd ( 8 ) Şumaf (ölü?) Kız b. Mecd ( 3 ) Tekfurdağ - - - - - İstanbul II. Kadın Eş (40) Ahmet b. Şumaf (25) Kız b. Mecd (4) Kız b. Şumaf (15) Kız b. Mecd ( 5 ) Kız b. Şumaf ( 13) (Sayı) = Yaş = bin/bint (oğlu kızı) b. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 91 Bu kategorideki son örneğimiz, Britanya konsolosunun durumlarını bir raporla Temmuz 1 8 8 1 'de Londra'ya bildirdiği Kızıldeniz liman kenti Cid­ de'deki bir Afrikalı köle aile tarafından oluşturuluyor.46 Bu vakada, ana ba­ ba ve iki kızları şehrin dışında neresi olduğu belirtilmeyen bir yerden gelerek konsolosluğa sığınıyor ve satış dolayısıyla parçalanmaktan kaçınmaya çalışı­ yorlar. Buna karşın maceraları bu noktada başlamamıştı. Öykülerinden anla­ şıldığına göre üçüncü çocukları 1 8 76'da aileden ayrılarak satılmış. Bunu ön­ leyememişler. Bu seferinde, Cidde'ye kaçmadan iki gün önce kalan kızlardan biri daha sahiplerince satılmış ama baba nasıl olmuşsa (konsolos herhangi bir ayrıntı vermemektedir) kızı geri almayı başarmış ve bütün aile konsolosluğa kaçmış. Bu vakanın sonunun ne olduğu konusunda bir bilgi verilmiyor ama süreç diğer benzer vakalardaki gibi çalışmış olabilir: Yerel yetkililere konso­ los durumu iletmiş, vali incelemesini yapmış ve sonunda devlet eliyle azat ger­ çekleşmiş olabilir. Bu örnekler, Osmanlı toplumlarındaki köle ailesi hakkındaki görüşle­ rimizi yenilememiz gerektiğini gösteriyor. Tabii ki insan ilişkileri ve onların ürettiği aileler her tür ve şekilde olabilirdi. Köleleştirmenin, ailenin yapısı ve doğası üzerinde hiçbir önemli etkisinin olmamasını beklemek makul olmazdı. Ama köleleştirilen kişilerin kurduğu ailelerin zorunlu olarak kırılgan, geçici ve aile üyeleri arasındaki bağların zayıf olduğunu varsaymadan önce bu etkinin kesin ve muhtemel etkisini değerlendirirken dikkatli olmak durumundayız. Burada aktardığımız ve benzeri öyküler bu tür aceleci sonuç­ ların geçerliliği hakkında kuşkulanmamızı sağlayabilir. Şimdi Osmanlı köle­ lerinin hangi temel koşullar altında aile kurabileceklerini inceleyelim. Köleleştirilmiş aileler, bir kent olgusu olmaktan çok daha fazla olarak kırsal bir olguydu. Bu çok yaygın olmadıkları anlamına geliyordu. Kent seç­ kini hanelerinde ve daha aşağıdaki sosyal tabakaların hanelerinde bulunan hizmet köleleri genelde azat olduktan sonra ve çoğunlukla da diğer azatlı ki­ şilerle evlenirlerdi. Bu tür azatlı kişilerin oluşturduğu aileler benzer sosyo­ ekonomik koşullarda bulunan diğer ailelerden farklı olarak görülmemeli. Dolayısıyla onları burada ele almayacağız. Hane kölelerinin genellikle, eğer alışılmış olandan daha uzun olarak kölelikte tutulmuşlarsa evlenmelerine izin verilirdi. Çift olarak veya aile olarak satın alınmışlarsa da beraber kalmaları­ na izin verilirdi. Diğer türlü, cariyelikten ve daha az zengin hanelerde ise fi­ ziki yer yokluğundan kaynaklanan kısıtlamalar köle evliliklerini olumsuz 6 F0/84/1 597/390- 1 , Konsolos Zohrab'tan (Cidde) Dışişleri Bakanı Granvillle'e, 1 .7.1881. 92 ikinci bölüm yönde etkilerdi. Fakat kırsal bölgelerde, küçük veya daha büyük çiftliklerde­ ki tarım emeği örgütlenmesi serflik türü düzenlemelere yol açtığıı kanıtla­ mıştı. Hür olmayan aileler hem etkin hem de aranır durumdaydı.47 1 860'la­ rın pamuk patlaması sırasında Mısır kırsalında Afrikalı tarım köleliğinin ge­ çici olarak yükselmesi gibi Çerkesler arasındaki serfleştirme de bu tür aile ya­ pısını teşvik etmişti. Yukarıda aktarılan ve Trablus, Şam ve Cidde çevresin­ den gelen öyküler benzer koşullarda Afrikalı kölelerin kendi ailelerini kur­ duklarını gösteriyor. Tekfurdağı'ndaki Şumafların aile yapısı Çerkes mülteci­ ler arasında yaygındı ve bu insanların toprak beyleriyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nda iskan edilmeye başladıkları 1 850'lerden itibaren Osman­ lı kırsalında tanıdık bir görüntü olmuştu. Bizatihi kölelik belası, köleleştirilmiş aileleri, çoğunlukla esirciler ol­ mak üzere yabancıların müdahalesine açık bir hale getirirdi. Bununla birlikte bu, ancak böyle ailelere verilecek yerin küçük, yaşama alanlarının kalabalık ve diğer köle veya hür hane halkının müdahalesi ve denetiminin çok olduğu kent ortamlarındaki hane kölelerinin aile hayatını şekillendirmede gerçek bir etmen olmuş gibi görünüyor. Makul bir şekilde varsayabiliriz ki mahremiyet, çocukların yetiştirilmesi ve diğer seçme özgürlüğü gerektiren konular hane içinde bir sürtüşme ve gerilim kaynağı olmaktaydı. Sınırların iyice belirlenme­ diği durumlarda veya daha önce köleleştiren-köleleştirilen arasında ilişkinin olduğu durumlarda cinsel erişim ve taciz de gündeme gelirdi. Köleleştirilmiş kişilere kent hanelerinde genelde sadece çekirdek aile kurmaları izni verilirdi. Bu aileler, özellikle dışarıdan gelecek baskıları karşılamak ve caydırmak açı­ sından bir geniş ailenin sağlayabileceği koruma ve destek sisteminden yok­ sundular. Edebi kaynaklar, bu tip sorularla karşılaştığımızda ortaya çıkan kanıt açığını kısmen kapatmaya yarayabilir ama şimdiki halde henüz olduk­ ça geçici bir zemindeyiz ve pek sağlam basamıyor durumdayız. 47 Genelde Osmanlı sistemi tarımsal köleliği teşvik etmiyordu ve Kıbrıs'ta olduğu gibi Osmanlı ida­ resinin gelişi köleleştirilmiş kişilerle yapılan tarımsal üretimin ortadan kalkması sonucunu verirdi. Bkz. Ronald C. Jennings, Christians and Musliıns in Ottoınan Cyfırus and the Mediterranean World, 1 571 -1 640, New York University Press, New York, 1 993, s. 240-241 . Osmanlı tarımsal köleliğini çalışan az sayıdaki kişiden biri Halil İnalcık'tır. Bkz. "Servile Labor in the Ottoman Em­ pire", Abraham Ascher, Tibor Halasi-Kun ve Bela K.Kiraly (der.), The Mutual Efects of the Isla­ ınic and]udeo-Christian Worlds: The East European Pattem içinde, Brooklyn College Press, New York, 1979, s. 25-52, özellikle de s. 30-35 ve "Rice Cultivation and the Çeltükci Re' aya System in the Ottoman Empire'', Turcica, 14, 1 982, s. 69- 141, özellikle de s. 88-94. Ayrıca bkz. Ehud R. To­ ledano, "Where Have Ali the Egyptian Fellahin Gone To? Labor in Mersin and Çukurova during the Second Half of the Nineteenth Century", Mersin Üniversitesi, Center for Urban Studies, Mer­ sin, the Mediterranean, and Modernity: Heritage of the Long Nineteeenth Century içinde, Mersin Üniversitesi Yayınları, Mersin, 2002, s. 21-28. ihl§I edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 93 Kentsel alanlardaki köle aileleriyle karşılaştırıldığında kırsal bölgeler­ de köleleştirilen kişiler tarafından kurulan aileler, dışarıdan olabilecek mü­ dahaleye karşı daha az incinebilir durumda olup köleleştirenlere karşı makul bir otonomi geliştirebilirlerdi. Tarımsal bir ortam, köleleştirilmiş ailelere, kendi mahremiyetlerini ve tercih ettikleri yaşam seçimlerini koruyabilmek için köleleştirenin hanesinden gerekli olan mesafeyi çoğunlukla sağlayabil­ mekteydi. Böylesi durumlarda çok kuşaklı geniş veya birleşik ailelerin yay­ gın olduğu olgusu, köleleştirilmiş ailelerin, çoğunlukla toprak sahiplerinden olmak üzere dışarıdan gelecek baskılara ve müdahalelere karşı koymasını daha çok mümkün kılıyordu.8 Tekfurdağı'ndaki Şumaf ailesinin sergilediği güçlü direnç, geniş köle ailelerindeki bağların gücünü ve üyelerin birbirine olan bağlılığını gösteriyor. Fakat aynı zamanda da köleleştirilmiş ailelerin kırsal bölgelerde bile köle sahiplerinin müdahalesine açık olduğunu vurgulu­ yor çünkü zorunlu parçalanma, onların incinebilirliğinin en zalim gösterge­ lerinden biriydi. Hatırlamamız gerekiyor ki parçalanmanın gerçekleştiği du­ rumlar vardı ve her kahramanca direniş başarıya ulaşamıyordu. Gerçekte, Şumafların direnci, Çerkes dayıların hür doğmuş yeğenlerini köle olarak sat­ tıkları (bu atalık'a benziyor) durumlarla karşılaştırıldığında daha da ilgi çe­ kici bir hale geliyor. Daha geniş sonuçlara ulaşabilmek için şimdiye kadar tartıştığımız aile çeşitlerindeki bağların gücü üzerine daha çok araştırma yapılmasına ihtiyaç varsa da köleleştirilmiş kişilerin aile kurmaları ve onun bütünlüğünü koru­ malarının pek çok durumda hür kişilere göre daha zor olduğu görüşüne şim­ dilik itibar etmeliyiz. Çünkü köleleştirilmiş aile sosyal ve ekonomik açılardan hür aileye göre daha bağımlı ve daha incinebilir durumdaydı ve ayakta kala­ bilmek ve beraber bulunabilmek için üyelerinden daha güçlü ve çok bağlılık isterdi. Bunu takdir edebilmek için sadece, kızını satmak amacıyla kaçıran adamlardan kurtarmak için yapabildiği kadar hızlı koşan babayı veya bir zin­ dana on beş gün kapatılan ama karısını ve kızını kurtarabilmek için kaçmaya çalışan, bütün bu süre içinde belki de çok geç olduğu korkusunu çeken baba­ yı veya iki kızının satılmasını ve yitimini engellemek için perişan bir halde konsolosluğa koşan anneyi veya kadının geri çevirdiği, tehlikeye maruz ve sa­ vunmasız bıraktığı ama ödünsüz ve boyun eğmeden kalan Şumaf ailesinin al8 Aile yapısı ve tanımları için bkz. Alan Duben ve Cem Behar, istanbul Haneleri, s. 61- 100. Duben ve Behar 1 9. yüzyıldan itibaren İstanbul'daki yaygın aile yapısının geniş ailedense çekirdek aile ol­ duğunu tartışıyor ve aile büyüklüğünün oldukça küçük olduğunu söylüyorlar. Kırsal bölgelerdeki çekirdek aileler daha büyüktü. Biz burada, geniş seçkin hanelerinden ve büyük, çok kuşaklı kırsal ailelerden söz ediyoruz. 94 ikinci bölüm tı üyesini tahayyül etmemiz kafi olacaktır. Ailelerini bir arada tutabilmek için onlardan talep edilen ağır bedeli anlayabilmek ve bu Afrikalı ve Çerkes köle­ lerinin yaşadığı kızgınlık, umutsuzluk, acı ve korkuyu ama aynı zamanda sev­ gilerini, dikkatlerini ve bağlılıklarını takdir edebilmek için çok bir çaba gerek­ mıyor. Hür Olmak İçin Kölelik Bağlarını Koparmak Kaçan pek çok kişi arasında kölelikten kurtulmak ve kendi yaşamlarındaki öznel kölelik koşulları ne olursa olsun yalnızca özgür olabilmek için gidenler de vardı. Kabul etmeliyiz ki sayıları azdı ama kendilerinden bahsedilmesini hak ediyorlar. Bu grup kaçakların arasında göze çarpanlar, normalde sistem­ den uzaklaşmaktansa onun içinde kalarak çalışan kul/harem köleleriydi. Ger­ çekten de bazı harem kadınları ve hadımların kaçmayı seçmiş olması onların kişisel öykülerini keşfetmeyi daha da ilginç bir duruma getiriyor. Bunu yap­ madan önce, alışılmadık bir Afrikalı kaçağın tipik olmayan ama büyüleyici olan öyküsüne bakalım. 1 8 70'te, Korfu'daki Britanya konsolosu, genç bir Afrikalı erkeğin konsolosluğa gelerek koruma ve özgürlük istediğini rapor etti.49 Sa'd ibn 'Abdallah on altı yaşındaydı ve konsolosu hayrete düşürecek surette Arapça okuyup yazabiliyor ayrıca çok iyi Türkçe konuşuyordu. Afrikalı köleleştiri­ lenler arasında bu durum nadirdi. Konsolosluğa ulaşmakta kararlı olan Sa'd, yakınlarda dolaşan bir Osmanlı gemisinden kaçmış, bir yelkenliye bi­ nerek gece Korfu'ya ulaşmıştı. Kentteki Osmanlı konsolosu önce onun geri verilmesini talep etti ama Sa'd'm geminin tayfalarından biri olmadığını anla­ yınca başvurusunu geri çekti ve onun serbest bırakılmasını mümkün kıldı. Bu vakada kölelerin kaçmasını gerektiren alışıldık amaçların hiçbiri mevcut değildi. Konsolos bunlardan söz etmediği gibi, bildiğimize göre Sa'd da ona bunlardan bahsetmiş değildi. İstismar veya taciz gibi Sa'd'ı gemiden kaçma­ ya itecek acil bir durum olduğunu da bilmiyoruz. Dolayısıyla, bu eğitim gör­ müş kölenin sadece özgür olmak ve özgür bir adam olarak yaşamak istediği­ ni varsayabiliriz. Bu amacı gerçekleştirmek için cesur bir kaçış planı yapmış, tehlikelerin üstesinden gelmiş ve planını başarıya ulaştıracak kadar kararlı­ lık göstermişti. İstanbul Britanya Konsolosluğu'nda kölelikle ilgili işlere bakan tercü­ man Hugo Marinitch'in Londra'ya rapor ettiği nazik vakada da benzer bir 49 F0/84/1324/327-40, Konsolos Everton'dan (Korfu) Dışişleri Bakanı Granville'e, 6.10.1 870. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 95 motivasyon olmuş olabilir.50 Ekim 1 879 tarihli muhtırasında Marinitch, üç Çerkes cariyenin kaçarak bugün Kuzey Yunanistan'da olan Selanik'teki konsolosluğa sığındıklarını yazmaktaydı. Kadınlar, o vilayetteki kıdemli bir Osmanlı memuru olan İskender Paşa'nın hareminden geliyorlardı. İşleri kar­ maşık hale getirense yeni ithal edilmiş köleler olmayıp uzun süredir hizmet ediyor oldukları gerçeğiydi. Bu, yasal olmayan şekillerde köleleştirilmiş ve it­ hal edilmiş kişilerin azat edilmelerini sağlayan köle ticareti karşıtı politika­ nın uygulanamaması anlamına geliyordu. Bütün kul/harem sistemi için em­ sal teşkil edebileceğinden ötürü Osmanlılar vakayla üst seviyede ve ciddi ola­ rak ilgilendiler. Bu kendi içinde, azat kapılarının açılması durumunda, köle sahibi olan seçkinlerin, uzun süredir hizmet eden kadınlar ve hadımların kö­ le olarak kalmayı gönüllü olarak isteyecekleri konusunda çok da emin olma­ dıklarını gösteriyor. Selanik valisi meseleyi Babıali'ye havale etti ve dosya orada önce Şura-yı Devlet'e oradan da uygulanacak politika konusunda bir karar verilmesi için Meclis-i Vükela'ya iletildi. Maalesef, bu konuda sonun­ da ne olduğu bilgisi arşivlerde bulunamadı fakat kesinlikle bildiğimiz bir şey var ki kul/harem köleliği, imparatorluğun ortadan kalkmasına kadar doku­ nulmadan kaldı. Mart 1 8 8 1 'de Cidde'deki Britanya konsolosu İstanbul'daki büyükel­ çiye yazarak Mekke'den kaçan ve Cidde konsolosluğuna sığınan Habeşis­ tanlı bir hadımın ilginç öyküsünü aktardı.51 İhsan Ağa adındaki adam zaten azatlı olup, özgür bir kişi olarak hayatını kazanabileceği Mısır'a gönderilme­ sini istemişti. Öyküsü, konsolosluğa gelmeden dokuz yıl öncesine, 1872'ye ve kendi ülkesine kadar geri gidiyor. Babası, Kral Yohannes tarafından ko­ nulan ağır vergileri ödeyemeyince kaçmak zorunda kalmış. Vergi toplayıcı­ lar da İhsan'a el koyarak köle olarak satmışlar. Çocuğu satın alanlar onu ha­ dımlaştırmış ve Cidde'ye getirmişler. Orada, mütevaffa Mekke Şerifi'nin adamı Ömer Nasif Efendi tarafından satın alınmış ve İstanbul'da belki de meşhur bir sadrazam olan Ali Paşa'ya gönderilmiş. Ali Paşa da onu hediye olarak padişahın annesi olması dolayısıyla haremin başı olan valide sultana vermiş. Valide sultan da onu daha sonra V. Sultan Murad olacak olan Şeh­ zade Murad'a (oğlu? ) vermiş. İhsan, padişahın tahttan indirildiği olaylı 1 8 76 yılına kadar onun hizmetinde kalmış. Bu noktada İhsan ve diğer beş harem ağası azat edilmiş ve emekli olan pek çok imparatorluk hadımının gönderil50 51 F0/84/1543/279-80, Tercüman Hugo Marinich'in hazırladığı muhtıra, 8 . 10.1 879. F0/84/1596/63-83, Konsolos Zohrab'dan ( Cidde) Büyükelçi Goschen'e ve ekler, 22.12. 1 8 8014.3 .1881. 96 ikinci bölüm diği Mekke'ye gönderilmişler ve özel bir ocak olarak ulu camide hizmet et­ mişlerdi. 52 Cidde konsolosluğuna sığınmadan önce, İhsan, üç yıl kadar iyi bir pa­ ra olan aylık 450 kuruş maaşını almış ama Cidde konsolosluğuna gelmeden altı ay kadar önce o ve iki başka harem ağası Medine'ye gönderilmiş ve maaş­ ları kesilmiş. Göründüğüne göre bu uygulama oldukça yaygındı. Onları besle­ mek ve giydirmek karşılığında genç harem ağalarının maaşları eski harem ağa­ larına verilirdi. Genç harem ağaları da yeterince kıdem kazanınca kendi maaş­ larını almaya hak kazanır, bu para da yeni gelen harem ağalarından çıkardı.53 Tüm tasarruflarını harcayan ihsan kaçmaya karar vermiş. Planı, hacca gitmek üzere Mekke'ye gitmek için izin istemek ve oradan da Cidde'ye yönelmekmiş ki bunu yapmayı da becermişti. Teknik açıdan özgür bir adam olmasına kar­ şın, Osmanlı yetkilileri meselenin açığa çıkması için ihsan'a Mekke'ye dönme­ si emrini• vermişlerdi çünkü padişah, harem ağalarını kutsal Mekke kentinde hizmet etmeleri koşuluyla azat ediyordu ve harem ağalarına her açıdan hala hür değilmiş gibi davranılıyordu. İhsan bunu yapmayı reddetti ve eğer konso­ los kendisini Osmanlılara teslim ederse canına kıyma tehdidinde bulundu. Söylediğine göre Osmanlı nezareti altına girerse hain olarak görülür, işkence görür ve öldürülürmüş. İstanbul'daki sadrazam ve Meclis-i Vükela'ya kadar çıkan üst düzey ilişkiler ve baskılara karşın Britanyalılar onu teslim etmeyi reddettiler ve sonunda İhsan'ın istediği gibi Mısır'a geçmesini kolaylaştırdılar. İhsan'ın kaçtığı zamana kadar olan yaşam öyküsünü burada özetleyelim: 1 862 dolaylarında ihsan ( başka bir ad altında) Etiyopya'da doğar. 1 870'lerde Kral Yohannes yeni vergiler koyar. • 1 872 sıralarında İhsan'ın babası kaçar, İhsan'a el konur, köleleştiri­ lir ve hadım edilir. • 1 872'de İhsan, Mekke Şerifinin bir adamı tarafından satın alınır, İstanbul'a gönderilir ve Sadrazam ( ? ) Ali Paşa'ya verilir. Ali Paşa da onu da­ ha sonra padişahın annesine (muhtemelen Murad'ın) verir, Valide Sultan da onu Şehzade Murad'a verir. • • 52 53 Kutsal kentlerdeki harem ağalan üzerine bazı bilgiler Richard Francis Burton'ın, Personal Narra­ tive ofa Pilgrimage ta al-Madina and Meccah (der. lsabel Burton), New York, Dover, 1964, adlı eserinde bulunabilir. Jane Hathaway, Kızlarağası ve onun 1 8. yüzyılda Mısır ile olan güçlü bağla­ rını çalışmıştır. Şimdi de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Darüssaade Ağaları üzerine büyük bir ça­ lışma hazırlamaktadır. Bkz. The Politics of Households in Ottoman Egypt: The Rise of the Qaz­ daglis, Cambridge University Press, Cambridge, 1 997, s. 139-164. Türkçesi: Osmanlı Mısırı'nda Hane Politikaları: Kazdağlıların Yükselişi, çev. Nalan Özsoy, Tarih Vakı Yurt Yayınları, 2002. Bu uygulama, Zohrab'ın yukarıda zikrettiğimiz raporunda tarif edilmektedir. ihlal edilmiş bir ilişkiyi terk etmek 97 1 8 72-1 876 arasında ihsan, Murad'a hizmet eder. • 1 876'da V. Murad, padişah olur fakat tahttan indirilir; İhsan azat edilir ve Mekke'ye gönderilir. • 1 876 sonundan 1 8 80 başlarına kadar İhsan, Mekke'de rahatça yaşar. • 1 8 80'in başlarında İhsan Medine'ye gönderilir ve maaşı kesilir. • 1 8 80'in ortası veya sonunda İhsan'a hac yapması için Mekke'ye gitme izni verilir. • 1 8 80 sonunda İhsan, Cidde'deki Britanya konsolosluğuna kaçar. • 1 8 8 1 'in başında İhsan sağ salim Mısır'a gönderilir. [Buradaki rasyonel: Hadım etme ergenlikten önce olmak zorundaydı, burada on yaş dolaylarında olarak alınmıştır.] • İhsan'ın öyküsü, daha azına razı olmamanın ve dostane olmayan koşul­ larda seçenekleri artırmanın bir öyküsüdür. Dikkat etmeli ki Medine'de kı­ demli bir harem ağası oluncaya kadar genç bir harem ağasının bağımlı statü­ sünü kabul etmiş olsaydı kaçmasına yol açan bir tehdide de maruz kalmazdı. Suistimal bakımından acil bir tehlike yoktu ve yaşam büyük ihtimalle oldukça kolay, sakin ve bu durumdaki bir hadım için yavaş tempoluydu. Yine de ha­ yatını daha iyi kazanacağı konusunda kendi yeteneğine güveniyor ve özgür bir insan için Mısır'da olan avantajları kullanmak istiyor ve bu seçeneği gerçekleş­ tirmek için belki de hayatına mal olacak kadar büyük riskleri göze alıyordu. Bu öykü, hayatındaki bu önemli kararları aldığında yirmi yaşında bile olmayan bu genç adamın dikkate değer gücünü ortaya çıkarıyor. Ama aynı zamanda da ihsan'ın Mekke'ye yaptığı aldatma amaçlı ve kendisinin Medine'den çıkarak Cidde'ye ulaşmasını sağlayan hac için istihbarat toplama ve plan yapma kapasitesini vurguluyor. Onun intihar tehdidi de konsolosun bu vakada karşılaştığı yüksek düzey Osmanlı baskılarına direnişini katılaştır­ mak açısından zekice bir hareketti. Zeki ve hırslı bir genç adam olan İhsan, Harem-i Hümayun'daki yaşamı tanımış ve belki de oradayken Mısır'daki gü­ zel hayat hakkında bir şeyler işitmişti. Bu yaşam deneyimi ona daha geniş bir dünyaya bakış sağlamış ve geleceği için planladığı seçenekleri artırmıştı. Kul/ harem kölesi olmayan birçok kölenin böylesi avantajları yoktu. İhsan'ın öyküsüyle kaçma üzerine olan gözden geçirmemizi tamamla­ mış oluyoruz. Bu, her biri kendi öznel koşullarına sahip olan birtakım du­ rumlardan kaynaklanan çoğul bir olgu olup kahramanlarımızı kendi köleleş­ tirenleriyle olan ilişkilerini bırakmaya itiyor ve yaşamlarında büyük değişik­ likler aramalarına neden oluyordu. Köleleştirilenler için mevcut olan diğer se- 8 ikinci bölüm çenekleri gündeme getirmeden önce Tanzimat devletinin köleleştiren ve köle­ leştirilen ilişkisindeki rolünü değerlendirmek durumundayız. Bunu Üçüncü Bölüm' de yapacağız ve yine bilerek devletin ve onun memurlarının değil kö­ leleştirilenin bakış açısıyla yaklaşacağız. Nasıl olup da Tanzimat devletinin, köleleştirilenlerin gözünde koruyucu olarak görüldüğü ve nasıl olup da bazı kölelerin bu yeni ve ümit veren koruyucu tarafından ihanete uğramış gibi his­ settikleri ilgileneceğimiz sorulardan ikisi olacak. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Adalet için "Koruyucu Devlet"e Dönmek uradan sonra kullanacağımız "koruyucu devlet" deyimi bir miktar açık­ lama yapmayı gerektiriyor. "Devlet" derken bugünküler veya 19. yüzyıl sonundaki Avrupa devletleri için bile düşündüğümüz gibi iyi bütünleşmiş mo­ dern bir varlığı anlatmak istiyorsak, bu kitapta anlatıldığı dönemdeki Os­ manlı Devleti böyle bir yapı değildi.1 O, daha ziyade, kendisinin imparator­ luk elitini oluşturan çıkar gruplarının bir koalisyonundan ibaret olan " bile­ şik" bir idareydi. Bu elit çoğunlukla erkek, Müslüman, çok kimlikli, kul/ha­ rem ve özgür doğmuş, askeri-idari-hukuki-ilmi, kentsel ve kırsal, mevki sahi­ bi ve mülk sahibi, Osmanlı-emperyal ve Osmanlı-yereldi. Geniş bir dünya im­ paratorluğunu yönetirken bu elitin üyeleri, mülkleri taşra başkentlerine ve kent merkezlerini İstanbul'a bağlayan sosyo-politik ağlar yoluyla birbirleriy­ le ilişki halinde olan hanelerde konuşlanmış durumdaydılar. Bütün bu karmaşık ağ, uzun 1 9. yüzyılda çoğunlukla ıslahatçı ve pratik önderler olan padişahların yönetimi altında gelişiyordu. Bu bileşik idarenin merkezi değişen siyasi koşullarla saraydan sadrazamın konağına ve oradan tek­ rar geriye hareket ediyor ve çıkar grupları ve önde gelen elit üyeleri arasında yer değiştirip duran koalisyonlar oluşturuluyor, çöküyor ve yeniden oluşturuluyor­ du. İşte bu bileşik idare anlamında Osmanlı "devleti" deyimini kullanıyoruz ki bu "klasik haraç imparatorluğu" kavramıyla da uyum içindedir. Yakınlarda B 1 17. ve 18. yüzyıllardaki Osmanlı Devleti'nin yapısı hakkındaki tartışma için bkz. Rifaat Ali Abou­ El Haj, Formation of the Moden State: The Ottoman Empire, Sixteenth to Eighteenth Centuries, State University of New York Press, Albany, 1991. Uzun 19. yüzyıldaki devlet için bkz. Carter V. Findley, Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire, Princeton University Press, Princeton, 1980 ve Ottoman Civil Officialdom: A Social History, Princeton University Press, Princeton, 1989. 100 üçüncü bölüm düşünülmüş bir araştırma projesinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun da çağdaşı ve öncülü olan Muğul (Hint Türk) ve Roma imparatorluklarında olduğu gibi "parçalı, gevşekçe bütünleşmiş ve kısmen örtüşen güç ve yetki şekillerine sa­ hip" bir devlet olduğu önerilmiştir.2 Burada kullanılan tanımların ne kadar ye­ rinde olabildiği ve olması gerektiğinden bağımsız olarak tüm bu çabalar, Avru­ pa için 19. ve 20. yüzyıllarda geliştirilmiş olan, iyi bütünleşmiş, yeknesak ve sı­ kı inşa edilmiş modern devlet görüşünden uzaklaşma çabalarıdır. Bu kitap boyunca geliştirilen köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinin bir patronaj durumu yani temelde eşit olmayan ortaklar arasında bir karşılıklılık bağı olduğu nosyonunu anlatmak için "devlet"e "koruyucu" sıfatı eklenmiş­ tir. Burada, bu kavramı Tanzimat dönemindeki Osmanlı Devleti'ni ( 1 830'lar1 8 80'ler) kapsayacak şekilde genişletiyorum. Tanzimat devletinin, köleleşti­ rilen karşısında tedrici olarak efendi rolünü üstlendiğini tartışacağım. Başka bir deyişle, köleleştirilenler kendilerini köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinden ayırdıklarında veya köleleştirenleriyle bağlarını koparmak istediklerinde dev­ let bu ilişkiye müdahale etmiştir. Bileşik bir idare olan Tanzimat devleti köle­ leştirenlere olan geleneksel desteğini geri çekmiş ve memurlarına başvurarak yeniden bağlanmak veya azat olmak isteyen köleleştirilenler üzerinde bir tür velayet üstlenmiştir. Osmanlı Devleti'nin erken dönemlerdeki yapısı üzerine olan farkların aksine bilim insanlarının çoğu Tanzimat esnasında padişahın hükümetinde müşahhas olan merkezi otoritenin güç kazandığı ve daha çok merkezileştiği konusunda fikir birliği halindedirler. Avrupa'dan ithal edilen yeni teknoloji­ ler, telgraf, buharlı gemiler ve demiryolu devletin gücünü arttırıyor ve daha büyük dereceli bir kontrol uygulamasını olanaklı kılıyordu. Devlet ve toplum ne ayrı ne de zıt varlıklar olup daha ziyade bir bağımlılıklar ağında birbirleri­ ne sarılmış durumdaydılar. Devlet, güç yapısını ve onu oluşturan baskın sos­ yal grupları sürdürmek ve güvence altına almanın aracıydı. Devlet, uyumlu ve anlamlı olarak gelişirken hem içeriden hem de dışarıdan gelen yeni tehditler­ le karşılaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa Uyumu'nun bağımsız bir üyesi olarak ayakta kalması meselesi Avrupa güçlerinin sürekli olarak gündeminde olup bu olgu Doğu Meselesi olarak bilinmekteydi. 3 2 3 "Royal Courts and Capitals" konferansı, Sabancı Üniversitesi, İstanbul, 14- 1 6 Ekim 2005 (COST Aksiyonu parçası, "Tributary Empires Compared: Romans, Mughals and Ottomans in he Pre-in­ dustrial World from Antiquity till tlıe Transition to Modernity") Tanzimat dönemini içeriden ve dışarıdan inceleyen en iyi giriş kitapları hala şunlardır: Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, 2. baskı, Oxford University Press, Londra, 1 968; Ro­ derick H. Davison, Refomı in the Ottonıan Empire, 1 856-1876, Princeton University Press, Prin- adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 101 Britanya, Fransa, Rusya, Habsburglar, hepsi, üzerinde nüfuz sahibi ol­ dukları veya olmayı arzuladıkları Osmanlı denetimindeki topraklardaki me­ seleleri etkilemeye çalışıyorlardı. İmparatorluk içindeki gayrimüslim azınlık­ lara koruma sağlayarak, davet edilmiş olsalar veya olmasalar da Osmanlı iç işlerinde basacak bir yer elde etmek için birbirleriyle rekabet ediyorlar, bazı davaları teşvik ederken başkalarını etmiyorlardı. Tanzimat ıslahatçıları tüm bu kısıtlar arasında ustalıkla manevra yapıyor ve çoğu kez istenmeyen baskı­ ları savuşturmayı başarıyor veya daha da iyisi, dış müdahaleleri manipüle ederek kendi siyasetlerini geliştiriyor ve kendi amaçlarına ulaşıyorlardı. Payi­ tahttaki Osmanlı-imparatorluk haneleri ve vilayetlerdeki Osmanlı-yerel ha­ nelerinin güç ve servet kazanmasıyla devlet üzerindeki iç baskı da artıyordu. Eşzamanlı olarak, ekonomik, siyasi, sosyal ve uluslararası pek çok topu çevir­ me kapasitesi böylece padişahtan vezirlere, paşalara, beylere kadar Tanzimat' ta mevki sahibi olanlar için olmazsa olmaz bir hale gelmişti. Kölelik meselesi ise çıkarların ve tutkuların kavşağında yatıyordu. 1 9. yüzyılın ikinci yarısında Britanyalılar köle ticaretini Osmanlı iç iş­ lerine karışmak için bir alet olarak kullandılar ve önce bastırma sonra da azat için baskı yaptılar.4 Tanzimat liderleri, Arikalı ticaretini yasaklayarak İngi­ liz baskısını savuşturmak için usta bir manevra yaptı ve Kafkasya'dan ak­ makta olan köleler ve ku/harem sistemine karışmak isteyen yabancı girişim­ lerinin hepsini durdurdular. Bununla birlikte, aynı ıslahatçılar, aynı zamanda yasamayı, mahkemeleri ve kolluk güçlerini kullanarak köleliğin koşullarını hafiletmeye ve köleleştirenlerin, köleleştirilenler üzerindeki gücünü denetle­ meye çalışmışlardır. Devleti, köleleştiren-köleleştirilen ilişkisine sokmakla, hanelere ve onların gayet yaygın olan ilişkiler ağına, Tanzimat devletinin ken­ dini Osmanlı dünyasında bir güç simsarı olarak dayattığına dair bir sinyal gönderiyorlardı. Hareketlerinde daimi olarak mevcut olan çelişki ise kendile­ rinin de hane reisi olmalarından, ağ siyasetinin temel oyuncuları bulunmala­ rından ve hepsinin üstünde köle sahibi olmalarından kaynaklanıyordu. Loncalar, Sufi tarikatları, köy toplukları, kent mahalleleri, kabile olu­ şumları, yerel camiler ve yerel birlikler gibi Osmanlı toplumunun temel yapı taşlarında gömülü olmayan köleleştirilenlere daha kolay ulaşılabiliyor ve ma­ nipüle edilebiliyorlardı. Kaçak köleler kendisine başvurduğunda Tanzimat 4 ceton, 1963. Doğu Meselesi üzerine eski bir klasik için bkz. M. S. Anderson, The Eastern Questi­ on, 1 774-1 923: A Study in Intenational Relations, Macmillan, Londra, 1966; daha yakın bir eser için bkz. Stefenos Y erasimos, Questions d'Orient: rontieres et Minorites des Balkans au Cauca­ se, Livres Heredote, Editions La Decouverte, Paris, 1993. Bunun bir anlatımı için bkz. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti. 102 üçüncü bölüm devleti koruma ve lütufla karşılık veriyor yani onları azat ediyor ve sorumlu yerleştirmeler yapıyordu. Tanzimat devleti böylece patronajını genişletme fır­ satı buluyor, köleleştirmenin başarısız ve ihanete uğramış bağlarında köleleş­ tirenin yerine geçiyor ve imparatorluk elitine kendi büyümekte olan rolü ve gücünü hatırlatıyordu. Fakat burada köleler sadece manipülasyon kurbanla­ rı olarak görülmemeli çünkü onlar da kısa sürede sistemi nasıl kullanacakla­ rını ve bileşik devleti kendi çıkarları için nasıl manipüle edeceklerini öğren­ mişlerdi. Bunu, Osmanlı hükümetinin merkezileştiren reformlarının bir par­ çası olarak geliştirilen ve konuşlandırılan aletleri kullanarak yapıyorlardı. Tanzimat devletinin merkezileşmesine eşlik ederek artan bürokratik­ leşmeyle birlikte daha ayrıntılı ve daha güvenilir kayıt altına alma ve kayıt yöntemleri, sertifikalandırma ve lisans vermeye olan talep görülür bir şekilde büyüdü. 5 Çağdaş imparatorluklar ve sonraki sömürgeci devletler gibi Tan­ zimat devleti de tebaasının bedenleri ve zihinleri üzerinde gittikçe daha çok denetim kurmaya ve yeni bir düzen ülkesi yaratmaya girişti. Adamları, impa­ ratorluktaki yaşamı düzenlemeye ve tasnif etmeye çalışarak egemen gücün yaygınlaşmasına, her şeyi kapsamasına ama padişahın şahsına daha dolaylı olarak bağlantılanmasına uğraştılar.6 Yüzyıl ilerledikçe, padişahın tebaası günlük yaşamlarını yürütebilmek için daha fazla sertifika, lisans, berat, daha fazla devletçe çıkarılmış belgeye ihtiyaç duymaya başladı. Seyahat etmek, ti­ caret yapmak, bir mesleği icra etmek ve devlet ile bürokratlarından yardım almak için resmi kağıtlara ihtiyaç duyuyorlardı. Bu kağıtları okuyamayan ve­ ya yetkililere bir dilekçe yazamayan büyük çoğunluk bunları yapabilenlerden yardım almak ihtiyacındaydı. Osmanlı tarihinde her zaman olduğundan da­ ha fazla bir şekilde okur-yazar olmak önemli bir varlık haline geldi. Toplum­ daki diğer kaynaklarda olduğu gibi köleleştirilenlerin çoğunda böylesi hüner­ ler yoktu fakat devletin çıkardığı kağıtların onlar için de hayati önemi vardı. Aynen köle bulunan diğer toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı Devleti 5 6 Osmanlı merkezi bürokrasisi için bkz. Findley, Bureaucratic Reform ve Ottoman Civil Ofıcial­ dom. Osmanlı Mısırı'ndaki koşut gelişmeler için bkz. F. Robert Hunter, Egypt under the Khedi­ ves, 1805-1 879, University of Pittsburgh Press, Pittsburgh, 1984. Bu anlamda, burada Timothy Mitchell tarafından Britanya işgali altındaki Mısır için geliştirilen görüşlerden bazılarını uyarlıyorum. Bkz. Colonizing Egypt, Cambridge University Press, Cambri­ dge, 1988. Benzer bir analiz için bkz. Ehud R. Toledano, State and Society in Mid-Nineteenth­ Century Egypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1 990, s. 98-1 0 1 . Khaled Fahmy, Mitchell'in fikirlerini bazı eklemelerle birlikte Mehmed Ali Paşa yönetimindeki Mısır için uygulu­ yor. Ali the Pasha's Men: Mehmed Ali, His Army and the Making of Moden Egypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1 997, s, 29-32. Türkçesi: Paşanın Adamları, Kava/alı Mehmed Ali Paşa, Ordu ve Moden Mısır, çev. Deniz Zarakolu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 103 de köleleştirenlerin haklarını korur ve köleleştiren-köleleştirilen ilişkisine ola­ bildiğince az müdahale etmeye çalışırdı. Müdahale ettiğinde de bu çoğu du­ rumda köle sahiplerinin kaçan kölelerini geri almalarına yardım etmek veya tam aksine, kötü muameleye uğrayan köleleri istismarcı sahiplerinden kurta­ rarak serbest bırakmak şekillerinde olurdu. 1 845'e kadar Tanzimat devleti, ceza sistemini köleleştirilen kişilere uygulamak konusunda da gönülsüzdü ve cezalandırma sorumluluğunu köle sahiplerine bırakıyordu. Fakat bu, devletin ceza! konularda genel olarak artan rolünün bir bölümü olarak değişti. 1 845'in Ağustos ayında, Meclis-i Vükela, sahibi olan Mustafa Bey adh birin­ den hırsızlık yapmakla suçlanan bir Afrikalı kölenin durumunu içeren bir hır­ sızlık olayını incelerken hür olmayan suçluların da hürler gibi muamele gör­ mesine karar verdi.7 Bu tür vakalarla da bundan sonra, Şeriatın şart koştu­ ğu gibi köle sahiplerince değil, devletçe ilgilenilecek ve suçlular, hür suçlula­ rın aldığı cezaların aynısını alacaklardı. Vükelanın kararına göre köle suçlu­ lar hapiste cezalarını çektikten sonra sahiplerine geri verilecekti. Bu kararla Osmanlı Devleti kapıyı köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinde daha büyük müdahaleler için açmış oldu. Bunu yaparken de Şeriatın içinde yerleşmiş olan bazı temel nosyonları bir kenara koydu. Hükümet, kadı mah­ kemelerinin, kölelikle ilgili konularda iki ana patikayla devre dışı bırakılma­ sına izin veriyordu: 1 . Tanzimat reformlarının bir parçası olarak kurduğu ve yüksek idari mahkemeler olarak çalışan çeşitli meclisler köleleştirilenlerin köleleştirenler­ ce kötü muameleye uğradığı iddiası içeren davalara bakıyordu. 2. Hem İstanbul hem de taşralardaki polis (zaptiye) ve diğer kolluk güçleri Britanya konsoloslarının kötü muameleye uğrayan kaçak kölelerle il­ gili şikayetleriyle ilgilenmeyi kabul etmişti. Her iki patikayla da sonuç çoğunlukla köleleştirilenlerin, köle sahibi­ nin iradesine aykırı olarak azat edilmesi oluyordu ki bu hareket köleleştiren­ köleleştirilen arasında Şeriatın onayladığı bağı kemiriyordu. Bu gelişmeden sonraki ilk on beş yıl boyunca bu tür vakalar akmasa da damlar kabilinden iken 1 8 60'lardan itibaren köleleştirileni serbest bırakma iyice yerleşmiş bir uygulama oldu ve kölelik deneyimini hissedilir bir şekilde etkiledi.8 Devlet, hükümetçe önceden basılmış matbu ve resmi azat sertifikala­ rıyla kendi azat prosedürlerini geliştirmişti (bkz. Resim 3.1). Eşzamanlı ola7 8 BOlirade/Meclis-i Vala/1280/Mazbata, 23.7.1845, Sadrazam'dan Sultan'a, 5.8.1845. Devletin süreyle ilgili azat konularında nasıl hareket ettiğini görmek için bkz. Y. Hakan Erdem, Osmanlıda Köleliğin Sonu, s. 193-201. 104 üçüncü bölüm rak Şeriat mahkemeleri de hala köleleştirilen kişilerin karıştığı vakalarla uğ­ raşmayı sürdürüyor ama ceza davalarındansa usule ait davalara bakıyorlardı. Böylece, devlet, Tanzimat meclisleri vasıtasıyla bu mahkemelerin verebileceği sertifikaları düzenledi ve verilen hizmet için alacakları harçları belirledi. Aşa­ ğıdaki maddeler kölelikle ilgili belgeleri vermek için uygun yasal harçları pro­ sedür defterinde9 şöyle belirlemişti: Madde 34 Hür bir kişinin statüsünü teyit eden belge 225 Kuruş Azatname 75 Kuruş Madde 36 [Normal] bir azatnimenin teyidi için sabit bir harç konulmayacaktır. Köle sahibinin ölümünden sonra verilen bir azatname (tedbir) veya sözleşmeli bir azatname (mükatebe) için ödenecek harçlar, başvuranın ödeme gücüne göre 5 ila 30 kuruş arasında olacaktır. Madde 39 Bir kölenin üzerindeki mülkiyet hakkını teyit eden belgeler için kölenin ve­ ya cariyenin değerinin yüzde ikisi alınır. Köleleştirenin ve köleleştirilenin çıkarları açısından bu harçların anali­ zi pek bir sonuç üretmiyor. Madde 36, yalnızca, ağırlıklı olarak çok yoksul bir nüus olan kölelerin isteyebileceği hizmetler için hiç bedel istememesi ve­ ya düşük harçlar istemesi dolayısıyla kölelerden yanaydı. Mahkemelerce bu maddeye göre verilecek belgeler zaten halihazırda mahkeme arşivlerinde olan azat sözleşmelerine dayanacaktı. Köleleştirilen kişilerin kendilerini, köleleşti­ renlerin vazgeçmesinden korumak için bu sözleşmelerin kopyalarını istemele­ ri muhtemeldi. Öte yandan, Madde 39 ciddi bir şekilde köleleştirenin yanın­ dadır çünkü yalnızca köle sahiplerinin başvurabilecekleri bir hizmet için çok düşük bir harç getirmekteydi. Madde 34 ise köleleştirilen veya köleleştirene yaramak açısından kolayca tasnif edilemiyor. Sadece azatlı kişiler bir azatna­ meye ihtiyaç duyardı ama madde, köle sanılmaları ihtimaline karşı özgürlük­ lerinin kanıtına sahip olmak isteyen hür kişilere de uygulanıyordu . Bu tehli­ keli son kategori başlıca iki grup insan için anlamlıydı: derilerinin renginden dolayı azatlı Afrikalılar ve kalıtsal bir köle veya serf statüsünün varlığından dolayı hür doğmuş Çerkesler. Madde 34 ile belirlenen harçlar, özellikle hür statünün teyidi için olanı oldukça yüksekti. 9 BONMeclis-i Tanzimat Defterleri/no.1/s.1 50, İmparatorluktaki Şeriat mahkemelerinin işleyişini belirleyen düzenlemeler, tarihsiz ama muhtemelen 19. yüzyılın son çeyreği. adaet için •koruu dvle"e dönmek 105 Genel izlenim, böylece oldukça karışıktır. Madde 36, aat edilmiş ol­ sun, azat edilmeyi bekleme durumunda olsun köleleştirilen kişilerin meşru yoldan elde ettikleri yasal konumlarını vurgulamalarını sağlıyordu. Öte yan­ dan Madde 39, köle sahiplerinin, köleleştirilmiş kişiler üzerindeki mülkiyet haklarını mali bir yaptırım olmaksızın kanıtlamalarına izin veriyordu. Sonuç­ ta Madde 34'te, görünürdeki çelişki ile baş başa kalmış oluyoruz. Bu belki de yasal olarak köleleştirilen kişilerin sahte özgürlük iddialarında bulunmalarını caydırmak gibi bir arzudan ve aynı zamanda da azat için Şeriatın onayladığı tüm işlemlere tevcih edilen tercihten kaynaklanabilir. Fakat devletin empoze ettiği azat ancak tedrici olarak kök saldı ve pek çok bakımdan 19. yüzyılın son çeyreğinde bile hala oturmuş değildi. Kısmen, kölelerdense köle sahipleriyle özdeşleştikleri için, kısmen de devletin empoze ettiği azat tüm düzeylerden pek çok memur tarafından yabancı, başlıca Bri­ tanya baskısına boyun eğmek olarak görüldüğü için muhtemeldir ki yetkililer bütün bu süreç hakkında ikircikliydiler, bu baskıyı yersiz ve tepeden bakıyor olarak görüyorlardı. Bununla birlikte, azatlı köleler Tanzimat devleti ve onun resmi belgelerinin büyük inananları olarak ortaya çıktılar. Onlar için bu bel­ geler özgürlüğün ta kendisi demekti. Köleler ve azatlılar, kolluk güçlerinin, hükümet tarafından kendilerine verilen belgelere saygı göstermesini isterken esirciler ve köle sahipleri bunlarla alay ediyor, pek çok devlet memuru da bunları ciddiye almıyordu. AZAT BELGELERİNE GÖSTERİLEN TUTUMLAR Aralık 1 869'un başında liman kenti Bingazi'deki Britanya konsolosu, vilaye­ tin Osmanlı valisiyle olan can sıkıcı yazışmasını Londra'ya bildirdi.10 Bu bel­ ge bazı köle sahiplerinin, belki de kölelere el konulması ve azat edilmelerini de kapsayan Afrikalı ticaretinin bastırılması için alınan önlemlerin uygulan­ masından dolayı sinsi birtakım hareketlere giriştiklerini gösteriyor. Doğu Akdeniz'in Osmanlı limanlarına giden köle ticareti için başlıca antrepolardan biri de Trablus ve Tunus'un yanı sıra Bingazi'ydi. Dolayısıyla, söz konusu olan köle sahiplerinin pek çoğunun esir tüccarı olmaları ihtimal dışı değildir. Bu adamların azatlı köleleri kaçırarak yeniden sattıklarına dair raporlar orta­ da dolaşmaktaydı. Konsolos, Bingazi valisi Ali Rıza Paşa'ya yetkililerin bu işi durdurmak veya suçluları cezalandırmak için hiçbir şey yapmadıklarından yakınıyordu. Devlet eliyle olan azadın böylesine örgütlü ve büyük ölçekli bir 10 F0/84/1 305/5 12 vd., Konsolos ay'den (Trablus) Vali Ali Rıza'ya (Trablus), yazışma ve telgraf­ lar, 4-7. 12.1 869. 106 üçüncü bölüm şekilde dikkate alınmaması belki de nadirdi fakat daha küçük ölçekte ve mahrem olarak yapıldığı konusunda rivayetler vardı. Suçu işleyenler yakalan­ mayacaklarını ve eğer yakalanırlarsa müsamahakar Osmanlı memurlarının yaptıklarına göz yumacağını umuyorlardı. Bu daha ziyade, yerel memurların başkentteki ve merkez vilayetlerinin kentlerindeki memurlara göre daha faz­ la ihtiyari güç sahibi oldukları uzak vilayetlerde oluyordu. Çevre vilayetlerin­ deki ve belki de bir şekilde daha genel olarak Osmanlı köle sahipleri azat ka­ ğıtlarına sadece bir formalite gözüyle bakıyor ve zorunlu olarak serbest bıra­ kılan azatlı kişilere el koymada tereddüt etmiyorlardı. Vilayetin kıdemli mali memuru olan Bingazi deterdarı 1 8 83 gibi geç bir tarihte dikkatine böyle bir vaka getirildiğinde, "Allah Allah, biz bir defa azat kağıtlarını imzaladıktan ve teslim ettikten sonra kölelere ne olduğunun veya sahipleri tarafından yeniden yakalanıp yakalanmadıklarının ne önemi var?"11 demiş. Bu söz, köleleştiri­ lenlerin kendilerince benimsenen görüşle büyük bir çelişki içindedir. Onlar, resmi azat kağıtlarını almak için büyük arzu gösteriyor, mümkün olduğu ka­ dar ellerinde tutuyor veya eğer kağıtlar ellerinden alınır ve yırtılırsa, bu yırtıl­ mış kağıtlara dayanarak özgürlüklerini iddia ediyorlardı. Bingazi'deki memu­ run göndermede bulunduğu özel durumda, söz konusu olan kişi Cuma adın­ da yaşlı bir Afrikalı erkek köleydi. Cuma resmen azat edilmiş ama daha son­ ra yeniden yakalanmış ve ağır surette dövülmüştü. Kağıtları parçalanmış ken­ disi de Bingazi kent alanının dışında bir yerde hapsedilmişti. Cuma, kaçmayı başarmış ama çalınan azat kağıtlarını gösteremediği ve dolayısıyla bir köle ol­ duğu varsayıldığı için polis tarafından hapsedilmiş. Ertesi gün serbest bırakıl­ mış ama kendisine yeni kağıtlar verilmemişti ki bu da kabul edilebilir bir sos­ yal kimliği olmadığı için ileride bir suistimale açık olması demekti. Bu bizi, çoğunun okuma yazma bilmedikleri ve bu belgeleri okuyama­ dıkları düşünülürse, kölelerin Osmanlı kanunlarına göre haklarını ne kadar bildikleri konusuna getiriyor. Fakat onların bu kağıtları ne kadar ciddiye al­ dıkları ve sanki özgürlüğün kendisiymiş gibi onlardan ayrılmayı reddettikleri gerçekten de kayda değerdir. Azatlı kölelerin, kağıtlarının ellerinden alınma­ sı yoluyla suistimal edilmeleri vilayetlerde daha yaygın, payitahtta ise çok da­ ha azdı. Bu, kötü muamele dolayısıyla azat etmede gönüllü olmakla uyum içindeydi ki bu İstanbul'da daha çok, bazı vilayetlerde daha az kabul gören bir uygulamaydı. Her iki durumda da vilayetlerin ve sancakların valilerine ve mutasarrıflarının bireysel anlayışlarına çok şey bırakılmıştı. Bunlardan bazı11 F0/541125 (Gizli 4914)/68, Konsolos C.Wood'dan (Bingazi) Dışişleri Bakanı Granville'e, 10.6.1883. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 107 lan diğerlerine göre daha yumuşaktı. Bu, ayrıca köleleştirenlerin tepkileriyle de ilgiydi. Bunlar, başlıca Hicaz'da olmak üzere bazı vilayetlerde kölelerin kendilerini özgürleştirme arzularını karşılamakta daha az istekliydiler. Ger­ çekten de bu vilayetteki bazı bedeviler, kendi içişlerine karışılması olarak gör­ dükleri Britanya konsoloslarının müdahalesini sona erdirmek için şiddete başvurmuşlardı. Örneğin, Mart 1 8 79'da bildirildiğine göre, "HMS Seagull"a çıkmalarına izin verilen kölelerinin kendilerine geri verilmesini istemek için Cidde'ye üç yüz silahlı bedevinin gelmesinden sonra şehirdeki gerilim yükse­ liş halindeydi.12 1 870'lerin sonu ve 1 8 80'lerin başında tabii ki tek başına değil ama özellikle Cidde'de azadın ciddiye alınmadığı yolunda alışılmışın dışındaki sa­ yılarda vakalar görüyoruz. Şimdi hızla büyüyen ve uluslararası iş faaliyetle­ rinden dolayı gelişen bir Suudi kenti olan Cidde, o zamanlar Kızıldeniz'de bir köleci limanıydı ve Hicaz'ın ve kutsal kentler Mekke ve Medine'nin ana ka­ pılarından biri durumundaydı. Aşağıdaki üç öykü o zamanlar Cidde'deki du­ rumu gösteriyor. 1 8 8 l 'de oradaki Britanya konsolosu, özgür insanlar olarak durumları­ nı etkileyen hilelere kurban düşen kölelerle ilgili iki vakayı rapor etti.13 Birinci vaka, yirmi yaşında bir Habeş köle olan Bilal'le ilgiliydi. Bilal, Kahire'de sahi­ bi Bakır Efendi tarafından azat edilmiş, sonra Kızıldeniz'in karşı kıyısındaki Savakin'e gitmişti. Orada, Ali adındaki bir esircinin yanında, daha sonra da Muhammed Kayl adındaki başka bir esircinin yanında hizmetçi olarak çalış­ mıştı. Bir noktada, Muhammed Kay!, Bilal'i üç yüz kişilik bir köle grubuyla birlikte, onlara eşlik etmesi amacıyla Cidde'ye göndermiş ama Bilal, Cidde'ye varır varmaz muhtemelen yerli esircilerden biri tarafından zapt edilmiş. Savakin'den getirdiği grupla birlikte köle olarak satılmış. Rapor, elinde azat kağıtları olup olmadığını veya köleleştirmeye direnip direnmediğini belirtmi­ yor ama orada bulunan herhangi bir Osmanlı yetkilisinden yardım almamış. Onun ricalarını kim dikkate almadıysa ya bilerek yapmış veya ne söylerlerse söylesinler tüm Afrikalıların köle olduğu kanısından hareketle yapmıştır. Da­ ha sonra Bilal, konsolosluğa kaçmayı becermiş, konsolos da onu bir kez daha serbest bıraktırmayı ve yine salimen Mısır'a göndermeyi başarmıştır. İkinci vakada, Cidde konsolosluğuna başvuran adam, yine yirmi yaşında, Yusuf adındaki bir Habeş köleydi. Yusuf, Kızıldeniz limanı Yenbu'da adı belirtilmeyen bir adam için çalışıyormuş. Konsolosa göre "gayet zeki bir 12 13 F0/84/1544/1 1 1-19, Wylde'den (FO, Londra) Konsolos Beyts'e (Cidde), 15.3.1879. F0/84/1 597/390-1, Konsolos Zohrab'tan Dışişleri Bakanı Granville'e, 1.7. 1 8 8 1 . 108 üçüncü bölüm genç" imiş ama anlaşıldığına göre biraz da saf ve insanlara güvenen biriymiş. On iki yıl kadar süren uzun bir hizmet döneminde Yusuf, yüz dolar (muhte­ melen Avusturya, Hollanda veya İspanyol) biriktirmeyi başarmış ki bu ger­ çekten de büyük bir miktardı. Kölelikten kurtulmak ve özgürlüğünü satın al­ mak için bu miktarı sahibine önermiş. Adam parayı almış ama daha sonra hiç utanmaksızın Yusuf'u başka birine satmış, o da onu Cidde'ye getirmiş. Bu ör­ nekte de konsolos, Yusuf'u azat ettirmeyi ve Mısır'a göndermeyi başarmış ama burada suçludan hiç bahis yok. Adamın hiçbir zaman cezalandırılmadı­ ğını ve hileyle Yusuf'tan aldığı parayı geri ödemesinin kendisinden istenmedi­ ğini varsaymalıyız. O günlerin Cidde'sinde, konsolos Yusuf'u özgürlüğünü kazanarak Mısır'a gidebildiği için çok şanslı saymış olmalı. Aşağıdaki öykü­ nün gösterdiği gibi, Mısır' daysa işler azatlı kişiler için iyileşmeye başlamış ve azat kağıtlarına, diğer yerlerden, özellikle Cidde'de gösterildiğinden daha çok saygı gösterilmekteydi. Ocak 1 8 83'te Britanya konsolosu genç bir Afrikalı köleleştirilmiş ka­ dının konsolosluğa kaçtığını haber verdi.14 Adı verilmeyen bu on yedi yaşın­ daki kadın konsolosa, Saidi Efendi adında ve şehirdeki gümrüğün müdürü olan kıdemli bir Osmanlı memuru tarafından köle olarak tutulduğunu anlat­ tı. Ölüm yatağındayken Saidi Efendi genç kadını azat etmiş ve ona 20 İngiliz Sterlini bağışlamış, bu kızın durumunda olan herhangi biri için büyük bir pa­ radır. Bununla birlikte, adamın ya mirasçıları ya da malını kim yönetiyorsa o, azat kağıdını kadının elinden almış ve parayı ödemeyi reddetmiş. Tahminimi­ ze göre bunu kim yaptıysa, küstahça hareket edebileceğini ve genç bir Afrika­ lı kölenin bu vefasızlığı ses çıkarmadan kabul edeceğinden emindi ki bu da, bu bölgede İngiliz-Osmanlı kölelik karşıtı önlemlerine karşı ne gibi bir tavır takınıldığını gösteren bir kanaat olmalıdır. Yine de, daha önceki iki örnekte olduğu gibi bu örnekte de, konsolos en azından genç kadının özgürlüğünü ge­ ri alabilmişti. Ayrıca, kıza Saidi Efendi tarafından verilen asıl miktardan da­ ha fazla olan 25 Sterlin gibi bir miktar ödenmiş ve kız, Cidde vali kaymaka­ mının evinde ücretli hizmetçi olarak yerleştirilmişti. TNZİAT DEVLEYLE ÇALIŞK Osmanlı toplumlarındaki köleleştirilmiş Afrikalı ve Çerkeslerin, Gürcülerin, Rumların ve Slavların zihniyet yapısını yeniden kurmanın riskli bir girişim ol­ duğunu kabul etmek gerekir ama köleleştirilenlerin kendilerini toplumdaki 14 F0/8411642/73-81, Konsolos Moncrief'in 1 882 yılındaki kaçak köleler üzerindeki raporu (12.1.1883 tarihli). adalet için "koruyucu devlet"e dön!k 109 en alt basamakta gördüklerinden emin olabiliriz. Bir sosyal anıt, tepelerinden bakarak yükseliyordu. Tam tepelerinde onların günlük hayatları üzerinde doğrudan güç sahibi ve onları satın almış olan, kendilerine evde veya tarlada hizmet ettikleri kadın ve adamlar, köleleştiren/er bulunuyordu. Bu kitapta ge­ tirilen kanıtların göstermeye çalıştığı gibi köleleştirilenler, bundan sonraki basamakta, köleleştirenlerin cevap vermekle yükümlü olduğu daha büyük güçler olduğunun farkındaydı. Bunların en başında devlet veya köleleştiren­ lerin gördüğü gibi devleti temsil eden ve onun adamları olarak hareket eden, yakındaki kent bölgesindeki polis memurundan köy muhtarına ve padişahın kendisine kadar giden mevki sahipleri vardı. Devletten ayrı olarak yabancı devletlerin temsilcileri bulunmaktaydı ki bunlar köleleştirenlerin zor zaman­ larda kaçabilecekleri konsoloslar ve diğerlerini kapsamaktaydı. Bu hiyerarşi boyunca anlaşmak için her zaman bir zemin olurdu ve ya­ kınmalar ortaya çıkınca düzeltmenin birinci olarak talep edileceği yer de ya­ kınmaların kaynağı, yani sahipler olurdu. Bunda başarısız olunca, köleleşti­ rilmiş kişiler, sahipler üzerinde etkili güce sahip olan fakat bunu seyrek ola­ rak, o da işler gerçekten kötüleştiğinde kullanan devlet veya yabancı konso­ loslardan adalet ve yardım isterlerdi. Bunun da ötesinde bir köleleştirilmiş ki­ şi bir ilaha başvurabilirdi ama bu çoğunlukla, toplumda Tanrı veya tanrılar nezdinde şefaat etme gücü olduğuna inanılan kolbaşı (Bir Afrikalı locasının başı), Müslüman olan ve her semtte bulunan imam veya Sufi şeyhi gibi aracı­ lar vasıtasıyla yapılırdı. Islahatçı Tanzimat devleti köleleştirilenler için gittikçe daha çok so­ rumluluk üstlendikçe, gönülsüzce ama ısrarla köleleştiren-köleleştirilen ilişki­ sine girdikçe, kök sahipleriyle ilintisi gittikçe azalan bir şekilde köleler ile ye­ ni ve doğrudan bir diyalogu geliştiriyordu. Bu ilişkiyi gösteren en önemli res­ mi belge, devletin azatlı kişilere verdiği azat sertifikası veya azatnameydi. Kö­ leleştirenlerin çoğunun ve bazı memurların dikkate almayan tutumundan ba­ ğımsız olarak bu belge, köleleştirilenlerce ciddiye alınmaktaydı. Belge onlar­ dan kanunsuz bir şekilde alındığında geri verilmesini talep ediyorlardı çünkü bu devlet tarafından verilen kağıtların, kendileri ve yasal olmayan kölelik arasındaki engel olduğunu biliyorlardı. Azatlı kişiler, yeniden köleleştirmenin, Afrikalıya benzedikleri için ve­ ya eğer Çerkes iseler özgür olmayıp kul cinsinden (Adigece pshitl ve thfokotl, Türkçe köle ve hür) oldukları varsayıldığı için başlarına gelebileceğinin far­ kındaydı. Çeşitli arşivlerde azatlı kişilere devlet tarafından verilen değişik azatnameler bulunmaktadır. Üç örneği aşağıda tartışıyoruz: Osmanlı donan- 110 üçüncü bölüm ma gemileri yasal olmayarak taşınan Afrikalılara el koyduklarında dolduru­ lacak boş bir azatname, İstanbul'da bir mahkemenin belli bir kişiye verdiği azatname ve Selanik'te mahalli meclisin azatlı bir kadına verdiği belge.15 Osmanlı donanması vasıtasıyla verilen boş formun baş tarafında, bel­ genin kanuna göre Osmanlı memurları ve Osmanlı mahkemeleri tarafından verildiği açıkça belirtilmişti. Çok önemli olarak, Tanzimat devleti böylelikle 1 9. yüzyılın son çeyreğine kadar Şeriat mahkemelerinde olan ve Şeriata göre kullanılan bir yetkiyi üstlenmiş olmaktaydı. Devamı olan bölümde, belgeyi alanı belirlemek için tasarlanan ve kağıdı muayene eden herkesin onu tanıma­ sını sağlayacak sekiz kategori bulunmaktadır. Üstteki dört kategoride sırasıy­ la isim, memleketi, yaşı ve mesleği haneleri vardır. Kalan dört kategoride ise belgeyi taşıyanın fiziki özellikleri verilmiştir: Boyu, bıyığı (olup olmadığı), sa­ kalı (olup olmadığı) ve gözü (rengi). Bunlardan ikisi sadece erkekleri ilgilen­ dirmektedir ve Osmanlılar tarafından insanları tarif etmek için sıkça kullanıl­ masına karşın saç rengi tuhaf bir şekilde burada verilmemiştir. Azatnamenin metni, belgenin sadece Afrikalılar için olduğunu başlan­ gıçtan beri açıkça belirtmiştir çünkü " siyah" tanımı matbu kısmın içinde olup, doldurulacak yerde değildir. Ayrıca anlaşılıyor ki belge, yasal olmayan bir şekilde götürülen Afrikalı kölelere el koyan Osmanlı donanma gemileri­ nin kaptanlarının kullanması için hazırlanmıştır, hatta kaptanın adını yazma­ sı için boş bir yer bile ayrılmıştır. Belge metninde, ismi ve eşkali verilen köle­ nin "Devlet-i Aliyece" "esaretten istihlas" edileceği ve bundan sonra hiç kim­ senin hiçbir şekilde onun bir köle olduğunu iddia edemeyeceği yazılıydı. Ay­ rıca bu azatnamenin adı geçen kişiye verildiği de belirtilmişti. Belgenin azatlıya verilmesi, devlet eliyle olan azadı teyit ediyor ve öz­ gürlüğün kendisini sembolize ediyordu. Osmanlı toplumunda kimlik belgele­ rinin yokluğunda bu azatnameler, onları taşıyan hür insanların kim olduğu­ nun anlaşılmasına, bir yere konulmasına ve tasnif edilmesine yarıyordu. Bu belgeler, memurlara ve işverenlere taşıyanlar hakkında bilmek istediklerinin çoğunu söylüyorlardı ve "Afrikalı" kategorisiyle "köle" kategorisi arasında duran tek engel durumundaydılar. İkinci örnek, İstanbul bidayet mahkemesinin birinci ceza kısmı tarafın­ dan verilen bir azatnameydi. Bu bir Şeriat değil Nizamiye mahkemesiydi. Ni­ zamiye mahkemeleri, reform programının bir parçası olarak Tanzimat devleti tarafından kurulmuştu. Bu belgede, Bahtiyar bint Abdullah adlı, yirmi beş ya15 Her üç belge de 1 8 80'lerin sonu ve 1 8 90'ların başına tarihlenmekte olup F0/198/82, X/M 0051 S'de toplanmıştır. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 111 şında, uzun boylu, siyah gözlü Sudanlı köle kadının Safer 1 308'­ de (1 890'ın ortaları) mahkemeye başvurarak azat edilmek istediği belirtilmektedir. Bahtiyar, Mah­ mut Paşa semtindeki Şeriat mah­ kemesinin katibi olan Ali Efendi'nin kölesiymiş. Kadın, mahkemeye, Afrikalı köle ticare­ tini yasaklayan 1 857 fermanı ve "yakınlarda" onu teyit eden pa­ ..�h��Ç" .);:;. <)v�;.. ..,,,,.,. dişahın kanunundan "yararlan­ • mak" istediğini söyleyerek baş­ -;"�� (;....�, ı�-�',,� Jı;' t* vurmuş. Mahkeme, yetkililere başvuran köleleştirilmiş kişilerin ellerinde serbest olduklarını gös­ terir bir azatname veya başka bir belge olmasa bile serbest bırakıl­ malarının devlet politikası oldu­ ğunu belirtmiştir. Dolayısıyla, mahkeme Bahtiyar'ın azat edil­ Resim 3.1. Boş bir azatnime. mesine ve bundan sonra impara­ torluktaki tüm hür Müslümanlar gibi hürriyetin nimetlerinden yararlanması ve istediği yerde yaşaması için kim­ senin müdahale etmemesi amacıyla kendisine gerekli belgelerin verilmesine karar verdi. Köleliğin İslami şeklinin yumuşak ve bütünleştirici olduğunu söy­ leyerek savunanlar ne derse desin burada kullanılan dil, devletin burada mah­ keme aracılığıyla köleliğin dezavantajlarından ve hürriyetin faydalarından ha­ berdar olduğu konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Devletin verdiği azatnamelere dair üçüncü örneğimiz bugün Yunanis­ tan'da olan önemli Selanik vilayetinden geliyor. Orada, Ocak 1 8 8 8 'de, bir Nizamiye mahkemesi olarak hareket eden vilayetin idare meclisi, Zuhur* bin Abdullah adlı Afrikalı köleye bir azat belgesi verdi. Zuhur, daha önceki do­ kuz yıl boyunca, ailesi vilayetin askeri-idari seçkinlerinden olan Hacı Hüseyin Ağa'nın oğlu Osman Bey'in hizmetindeymiş. Uzun kölelik süresine karşın kö.ı • (*) Toledano'nun " Zuhur" olarak verdiği bu ismin, belgenin Osmanlıcasının zor okunabilmesine karşın "Ziver" olduğunu sanıyorum - ç.n. # 112 üçücü bölm Resim 3.2. Bir azatnime Clsanbul mahkemesi). le sahibince azat edilmemiş ve özgürlüğünü elde etmek için meclise başvur­ mak durumunda kalmış. Belgede kullanılan deyimle "tüm hür kişilerde olduğu gibi kimse tara­ fından engellenmeksizin nereye isterse serbestçe gitmek" istiyormuş.16 Diğer belgelerden de anlaşıldığına göre kısıtlanmaksızın hareket edebilmek, özgür­ lüğün ete ve kemiğe bürünmüş hali gibi görülmüş olmalı. Beklenebileceği gi­ bi, meclis, Zubur'a azatnamesini vermiş ve onu serbest bırakmıştır. Bu Osmanlı belgelerinin verilmesi, asrın ortasında başlayan ve Tanzi­ mat devletinin konumunu köle sahiplerine koşulsuz destekten, önce köle sa­ hipleri ile köleleştirilenler arasında ortada bir duruşa, sonra da köleleştirilen Afrikalıların özgürleştirilmesini destekleyen bir konuma kaydıran uzun ve zahmetli bir sürecin sonunu yansıtıyordu. Köleleştirilenler Tanzimat devletinin konumunun 19. yüzyılın ortasın­ dan başlayarak değişmekte olduğunun tabii ki farkındaydılar. Köleleştirilen­ ler arasındaki onlu yaşlarında olan gençler bile sistemi nasıl kullanacaklarını ve kendi çıkarları için nasıl manipüle edeceklerini hemen keşfetmişlerdi. 16 Ahrar-ı saire misüllü serest olarak dilediği mahale azimet eylemek ve kimesne tarafından müma­ naat olunmamak üzere. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 113 Resim 3.3. Bir atnime (Selanik mahkemesi). 1 857'de özgür olan yedi Türk çocuğu bir zanaat öğrenmeleri için aileleri ta­ rafından İstanbul'a gönderilmişlerdi.17 Geldiklerinden kısa bir süre sonra çe­ şitli dükkanlarda hizmetçi veya çırak olarak çalışmaya başlamışlar. Kısa bir süre sonra her birine ayrı ayrı yaklaşılarak şu aşağıdaki kepazeliğe katılmala­ rı önerilmiş. Oğlanlardan Çerkes köle numarası yapmaları istenmiş. Mısır'a götürülecek ve orada satılacaklarmış. Karşılığında iki taksit halinde satış de­ ğerlerinin yarısını alacaklarmış. Onlara göre hala önemli bir miktar olan kü­ çük taksiti henüz İstanbul'dan ayrılmadan önce, kalanı da Mısır'a ulaştıkla­ rında ve satıştan sonra alacaklarmış. Onlara sunulan argümana göre Mısır' da Çerkes köle olarak satılmak hayatta ilerlemek için bir şans demekmiş, kendi­ lerine "adam olursun" denmiş. Oğlanlardan birine, eğer İstanbul'da kalırsa yetkililerin onu askere alacakları söylenmiş. Çocukların hepsi bu maceraya katılmayı kabul etmişler ve İskenderiye'ye götürülmüşler. Orada daha sonra yüksek fiyatlarla Mısır genel valisi Said Paşa'nın ( 1 854-1 863) hanesine satıl­ mışlar.18 17 18 BOA/İrade/Meclis-i Vala/1 6542/Mazbaıa, 1 7.8.1 857, Sadrazam'dan Sultan'a, 2 8 .8.1857 ve Sultan'ın cevabı, aynı tarih. Yönetiminin ve 1 9. yüzyılın ortasında Osmanlı Mısırı'nın bir tartışması için bkz. Toledano, State 114 üçüncü bölüm Bununla birlikte, içlerinde Hasan adlı birine İstanbul'dayken göreli olarak az bir para verilmiş ve o da Mısır'a ulaştıklarında geri alınmış. Bu al­ datmayı kabul etmeyen Hasan, grup Kahire'ye ulaştığında, beraberine diğer çocuklardan birini daha alarak, kardeşinin aşçı olarak çalıştığını bildiği Hil­ miyya semtine yürümüşler. Hasan, hikayeyi kardeşine anlattığında kardeşi esirciler loncasına gitmiş ve tüm aldatmacayı açıklamış. Yedi çocuğun hepsi de Said Paşa'nın hanesinden serbest bırakılmış ve olayla ilgisi olan esirciler yargılanmış, sahtekarlıktan hüküm giymiş, Mısır'dan sürülmüşler ve feshedi­ len satış için Said Paşa'ya tazminat ödemeleri gerekmiş. Bu öyküden öğrendiğimiz ilk şey, vilayetlerden imparatorluk payitah­ tına gelen genç, tecrübesiz oğlanları, köleleştirmenin hayatta iyileştirme ve yukarı doğru sosyal hareketlilik getireceği konusunda ikna etmenin 1 850'ler­ de hala mümkün olduğudur. Bu, kul/harem köleliği için kesinlikle doğruydu ve seçkin hanelerinde bağımlı olarak hizmet etmek için işe alınan genç adam­ lar gerçekten de idare içinde mevki sahibi olmak üzere yükselebilirlerdi. Fa­ kat mevki sahibi olma kariyer patikası köleleştirilen Afrikalılar veya diğer et­ nik gruplara mensup hür doğmuş kişilere değil sadece beyaz ve çoğunlukla Çerkes erkekler için açıktı. Her halükarda, bir kez parasını kaptırdıktan son­ ra geriye kalan teşvik, Hasan'ı anlaşmaya uymaya ikna edecek denli büyük değildi. Bunun yerine, durumu tersine çevirmek ve kendisini, içinde yeni bul­ duğu sıkıntıdan kurtarmak için harekete geçmeye karar verdi. Delikanlının kardeşiyse esirciler loncası reisine şikayette bulunacak kadar yetkililere güve­ niyordu. Nitekim o da kanunlara uygun davranmıştır. Tanzimat devleti tara­ fından burada alınan kesin karar esircilere ve köle sahiplerine, belki de potan­ siyel olarak köleleştirilebilir kişilere açık bir mesaj göndererek hür insanların yasal olmayan bir şekilde köleleştirilmesine, Mısır'daki en güçlü elit hanesini, valininkini bile ilgilendirse, hoşgörüyle bakılamayacağını söylemiş oldu. İzleyen öykü de güçsüz köleleştirilen kişileri güçlü köle sahipleriyle karşı karşıya getiriyor ve devleti de ikisinin arasında bir yer ararken gösteri­ yor. 1 860'larda Çerkes mülteciler arasında köleleştirmeden dolayı çıkan so­ runlarla sık sık uğraşmak durumunda kalan Muhacirin Komisyonu önüne Ekim 1 861'de ilginç bir vaka getirildi. 19 Bugün Romanya'da olan Köstence (Constanta) bölgesinden beş köleleştirilmiş Çerkes erkek ve kadını komisyo­ na başvurarak hür doğduklarını ve köle olarak düşünülmemeleri gerektiği id­ diasında bulundular. Bu yıllarda komisyon, bu tip başvurularla uğraşan te19 and Sociey, 39-148. BONBEO/Muhacirin Komisyonu/Cilt. 758-38: 11 no. 179, 10-1 1 .1 86 1 . adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 115 mel hükümet birimi olarak kendisini konumlandırmakla meşguldü fakat muhtemel başvurucular, okuryazar kişilere dilekçe yazdırmak ve onu doğru kanallardan sunmak gibi yetenekler geliştirmek zorundaydılar ki bu ortaya çıkmakta olan seçenekten yararlanabilsinler. Köleleştirilmiş kişi, karar veri­ linceye kadar birkaç ay, bazen daha uzun bir süre beklemek zorunda da ka­ lırdı ki bu süre içinde toprak beyinden, burada Canpulad Bey, gelecek karşı suçlamalara açık bir halde bulunurdu . Canpulad, vilayetteki etkili memurlardan biriydi ve devletin gücünü devreye sokmaya kalkışarak bu kalibrede bir kişiye azadı dayatmak, beş kö­ le kadın ve erkek için muhakkak ki cesur bir hareketti. Bu beşinin birden Canpulad'ın mülkünü işleyen bir Çerkes aileye mensup olup olmadıklarını bilmiyoruz. Ama bu bir ihtimaldir. Eğer öyleyse, bireysel olmaktansa hep bir­ likte hareket edebilme yetenekleri böyle cesur bir hareket yapmalarını kesin­ likle kolaylaştırmıştır. Statülerini değiştirmeye çalışırken bu beş kişi vilayette­ ki en güçlü hanelerden biriyle olan patronaj ilişkilerini zayıflatma tehlikesini şüphesiz olarak göze almışlardı. Bu örnek ayrıca, Çerkesler arasındaki, yani hür doğmuşlarla kalıtsal olarak hür olmayanlar arasındaki statü arklarının önemini anlamak için iyi bir gösterge sağlıyor. Davanın nasıl karara bağlan­ dığını bilmiyoruz fakat her halükarda bu beş kişi memleketlerindeki köylerin­ den hür doğmuş olduklarına dair tanıklık edecek şahitler bulmak durumun­ daydı. Kafkaslardan Çerkeslerin zorunlu iskanını izleyen karmaşa dikkate alınınca bunun kolay bir iş olmaması gerekirdi. Bu yolu izlemeyi seçtiklerine göre beşlerin statüleri konusunda zaten kanıt toplamış olmaları mümkündür. Canpulad'ın bağımlılarının yaptığı açık seçim, süreç içinde olan açık maliyet­ ler ve yüksek risklere karşı özgürlüğü köleliğe tercih etmeleriydi. Canpulad vakasından altı ay kadar sonra Muhacirin Komisyonu önü­ ne benzer bir soru getirildi.20 Anadolu'da Amasya yöresinde yaşayan Hanife adında bir kadın tarafından İstanbul'a adı belirtilmeyen bir Çerkes erkek geti­ rilmiş ve köle olarak satışa sunulmuş. Adam, köleleştirilmesini önlemek için hür doğmuş olduğunun resmen tanınması amacıyla komisyona başvurmuş ve komisyon meseleyi araştırdıktan sonra 1 8 62'de onun serbest bırakılması em­ rini vermiş. Dahası, ileride böyle hür doğmuş insanların satılmasına kalkışıl­ maması için emirler de çıkarılmıştır. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu'na yapı­ lan kitlesel Çerkes göçünden çıkar sağlamak amacıyla, çoğunluğu genç çocuk­ lar olan hür doğmuş kişileri köleleştirmek isteyen insanları engellemek için 20 BOA/BEO/ Muhacirin Komisyonu/Cilt. 758-38: 1/ no. 371, 4-5. 1 862. 116 üçüncü ölüm Tanzimat devleti devreye girmiştir. Kafkaslarda Rusların yaptığı etnik temizli­ ğe eşlik eden kargaşa sırasında hür doğmuş kişiler bazen kendi çocuklarını ve­ ya yakın akrabalarının çocuklarını köle olarak satmışlardır. Bu, pek çok du­ rumda tamamıyla ihtiyaçtan ve bu çocuklara Osmanlı İmparatorluğu'nda kul/ harem köleleri olarak bir tehlike ve yoksulluk bölgesinde sahip olacaklarından daha iyi bir gelecek sağlamak ümidinden kaynaklanmaktaydı. Çerkes kabile liderleri ve toprak beyleri, 1 8 5 0'lerin sonunda ve 1 860'ların başında, Osmanlı tarımsal köleleri haline dönüşen eski serfleştiril­ miş aileleri bulundurmaya, satmaya veya başka bir şekilde elden çıkarmaya devam ediyorlardı. Dolayısıyla, bu liderlerden biri olan Hüseyin Bey'in bu­ günkü Bulgaristan'ın liman kenti Varna'da yaşayan kız kardeşi Arslan Koz Hanım'a böylesi beş kişiden oluşan bir hediye vermesi hiç de alışılmadık bir şey değildi.21 Daha sonraki bir noktada bu köleleştirilmiş kişiler hür doğmuş olduklarını iddia etti ve çözülmesi için mesele Muhacirin Komisyonu önüne getirildi. Yakanın komisyonca havale edildiği İstanbul'daki Meclis-i Vala, bu beş kişinin köle olup olmadıklarının doğrulanabilmesi için payitahta getiril­ melerini istedi. Doğrulanma genellikle Kafkasya'daki köylerinden tanıklıklar bulunmasını gerektiriyordu. Maalesef, yine davanın nasıl çözüldüğünü bilmi­ yoruz fakat emin bir şekilde varsayabiliriz ki eğer statüleri hakkında bulun­ dukları iddiayı doğrulayacak güvenilir tanıklar bulunmuşsa veya köle sahibi­ nin beyanında bir şüphe unsuru oluşmuşsa mahkeme, özgürlüğü varsaymaya eğilimli olmuş ve onlara azat kağıtlarını vermiştir. HÜR DOGMUŞ STATÜSÜNÜN ALACA KARANLIK KUŞAGI Tanzimat devletinin kölelerce yapılan özgürlük iddialarına olumlu gözle bak­ ma konusundaki bu eğilimi 1 860'ların ortasına doğru Çerkes tarım köleleri arasında iyi bilinir bir hale gelmişti. Bu tür vakalar hakkındaki söylentiler im­ paratorluktaki Çerkes toplulukları arasında dolaşmış olmalı. Oldukça ihti­ mal dahilindedir ki köleleştirilmiş tarım işçileri hür doğmuş olmamalarına karşın tek tek veya aileler halinde mahkemelerde şanslarını denemek de iste­ mişlerdi. Eğer başarılı olursa bir müracaatçı mahkemece onaylanmış azat ka­ ğıtlarını alır ama aynı zamanda onu padişahın üretim yapan bir tebaası duru­ muna getirecek olan bir toprak parçası ve işlemek için gerekli temel araçları da alırdı. Muhacirin Komisyonu kayıtlarında böylesi kısaca kaydedilmiş ör­ nekler bu zamana kadar oldukça yaygın bir hale gelmişti. Tipik bir giriş, ya21 BOA/BEO/ Muhacirin Komisyonu/Cilt. 758 (gelen)/no. 1 (fevkalade), Dilekçe, 6-7. 1 865. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 117 sal olmayan bir şekilde köleleştirilmiş olan iki hür doğmuş Çerkes mültecinin kul cinsinden olmadıklarını iddia ettiğini beyan etmekle yetiniyor.22 İddiala­ rını kanıtlayabildikleri için bunların hür olduğu ilan edilmiş ve 1 3 Eylül 1 864'te, aileleriyle birlikte yörede yerleştirilmelerinin kolaylaştırılması yolun­ da İstanbul'dan pek uzak olmayan İzmit vali kaymakamına emir verilmiş. Aşağıda vereceğimiz ve alışılmadık bir biçimde haşin olan Fatma ve Ahmet Ağa'nın öykülerinin göstereceği gibi bütün vakalar bu kadar basit değildi. Muhacirin Komisyonu, Aralık 1 864'te İstanbul'daki Meclis-i Vala'ya aşağıdaki öldürme vakasını havale etti.23 Aydıncık'ta yaşayan Ahmet Ağa ad­ lı bir Abaza, kölesi oldukları iddiasıyla Fatma adlı bir kadını ve çocuklarını zorla evine sokmaya çalışmış. Fatma ve çocukları direnmiş ve Ahmet Ağa'nın aile üyelerinin de karıştığı anlaşılan kavgada Ahmet Ağa'nın kardeşi Ömer Ağa öldürülmüş. Olay, yerel yetkililerce Meclis-i Vala'ya bildirilmiş. Meclis-i Vila'nın neye hükmettiğini bilmiyorsak da vakaya haifletici nedenlerle öl­ dürme, belki de kasıtlı olmayarak ölüme sebebiyet verme olarak muamele edildiğini çıkarsayabiliriz. Bununla birlikte elimizde bulunan kanıtlardan do­ layı bu vakayı, devlete başvurmaksızın köleliğe karşı direnme olarak sınılan­ dırmak güç değildir. Abazalar da komşuları olan Çerkesler gibi, aynı dönem­ de Ruslarca Kafkaslardan sürülmüş ve onlara da serflerini Osmanlı İmparatorluğu'na getirme izni verilmiştir. Ahmet ve Ömer adlı iki kardeşin kendi köy toplumlarında belirli bir mevkii sahibi olduklarını ve devletin ona­ yını aldıklarını askeri bir unvan olan Ağa'nın her ikisinin de adlarına eklen­ mesi gösteriyor. * Dönemin karmaşasında, hür olmayan mültecilerin, hür doğmuş statü­ süyle ilgili sahte iddialarda bulunmasının söz konusu olduğu gibi köle sahip­ leri de hür doğmuş mültecilere ilişkin olarak sahte iddialarda bulunuyorlardı. Fakat iki taraf denk olarak eşleşmiş değildi ve daha dengeli bir yaklaşım ge­ tirmek de devlete kalmıştı. Mültecilerin arasında bulunan yoksul ve güçsüz kişiler, Muhacirin Komisyonu ve mahkemelerin yasal olmayan ve daha son­ raları da yasal olan köleleştirmeye karşı bile kendilerini korumalarını bekli­ yorlardı. Özgürlüklerini yitirmekten kaçınmak isteyen güçsüz birey ve aileler başka bir kasaba veya köye kaçmayı deniyor ve mümkün olursa yardım için yetkililere başvuruyorlardı. Fatma ve çocukları ya haksız olarak köleleştiril22 23 BONBEO/ Muhacirin Komisyonu/Cilt. 758 (gelen)/no.91, İzmit kaymakamına emir, 1 3 .9.1864. BONBEO/ Muhacirin Komisyonu/Cilt. 758 (gelen)/no.167, Meclis-i Vala'ya durum raporu, 1 1 12.1 864. (*) Ağanın zorunlu olarak askeri bir unvan olmadığını burada belirtmek gerekir - ç.n. 118 üçüncü bölüm miş hür doğmuş kişilerdi veya kul cinsi olup sahtekarlık yaparak özgürlük is­ tiyorlardı. Her halükarda, Fatma'nın ailesi, bizim için bilinmeyen koşullar­ dan dolayı bir babaya sahip olmadığı için zaten zayıflamıştı ve eşit olmayan güçler arasındaki sert bir mücadelede güçlü bir ağa ailesiyle karşılaşmak zo­ rundaydı. Farklar kendi lehlerine olmasa da Fatma'nın ailesi yine de ağalara kar­ şı çıkmış, şiddetle karşılaştıklarında boyun eğmeyerek kendilerini savunmuş ve Ömer Ağa'nın ölümüne sebebiyet vermişlerdi. Ancak bu noktada ve o da çok geç olarak Tanzimat devleti olaya girmiş. Fatma ve çocukları, belki de adil muamele görmeyecekleri düşüncesiyle bütünüyle yetkililere güveneme­ diklerinden, Muhacirin Komisyonu veya polise daha önceden yani Ahmet Ağa'nın onlar hakkındaki niyeti belli olduğunda başvurmamışlar. Sonuç ola­ rak, denetimden çıkan ve kötü sonuçlar veren bir dizi olayı başlatmışlar. Eğer Fatma devleti güvenilmez olarak görmüşse, aşağıdaki vakadaki kişiler ise aksine, Osmanlı adalet sistemine güvenmiş ve kendileri üzerinde mülkiyet hakkı iddia eden bir esirciden ve onun haksız köleleştirmesinden kurtarmasını beklemişler. Yetkililerin buradaki performansı karışıktır. Gü­ ven konusu tabii ki Tanzimat devletinin köle sahipleriyle köleleştirilenler ara­ sındaki aracılığında önemli bir etmendi. Devletin dürüst bir simsar olarak bu eşit olmayan taraflar arasındaki imajı, hem yerel hem de bölgesel olarak geç­ miş vakalardaki müdahalesinin sonuçlarına bağlıydı. 1 866 Temmuz'unun başında Süleyman Ağa adlı bir esirci (Arap ve Mı­ sırlı olarak çeşitli şekillerde tarif edilmektedir) satmak amacıyla beş Çerkes çocuğu Mısır'a götürmeye çalışırken İstanbul'da yakalandı.24 Çocuklar, gö­ türüldükleri karakolda hür doğmuş olduklarını, dolayısıyla yasal olmayarak köleliğe satıldıklarını iddia ettiler. Esirci de 5 Temmuz' da, çocukların statüsü ve kendisinin onlar üzerindeki mülkiyet haklarının belirlenmesi için ülkedeki en büyük İslam hukuku otoritesi olan şeyhülislama başvurdu. Oğlanların dört tanesi köleleştirilmiş ailelerden gelmediklerini vurguladıkları halde Şeri­ at mahkemesi onların iddialarını doğrulamak için harekete geçmedi, sadece çocukların, iddialarını kanıtlayamadıklarını beyan ederek esircinin onlar üze­ rindeki mülkiyet haklarını teyit etmiş oldu . Buna karşın, yetkililer daha son­ ra bu vakada meselenin kurallara göre gereği gibi ele alınmadığı kararına var­ dılar. Şeriat mahkemesinin çocukların köylerinde inceleme yapması, onları tanıyan ve yasal durumları hakkında tanıklık yapabilecek durumdaki kişiler24 BOA/Yıldız/33/33:28/71/94, Beş Çerkes çocukla ilgili Arıza, Şeriat Mahkemesi belgeleri ve İrade­ ler, 5.7. 1 866-31 .6.1867. Çocukların ifadeleri 8. ektedir. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 119 le mülakat yapmış olması gerekirdi. Her halükarda, yetkililer, çocuklar ser­ best olmasa bile onların Süleyman Ağa'ya teslim edilmelerinin bir hata oldu­ ğunu vurguladı çünkü Osmanlı düzenlemeleri satış yoluyla ailelerin parçalan­ masına izin vermiyordu. Hepsi Anadolu kasabalarından gelen beş çocuğun öykülerini, Osmanlı belgelerinin dili ve terminolojisini özetleyerek aşağıda veriyorum. Ahmet, dokuz yaşında Şabigh [sic. Şapsığ] kabilesine mensup. Çarşamba kasabasında ana-babası ve iki amcasıyla yaşardı. Amcaları onu Samsun kentine götürdü ve onu orada, İstanbul'daki başka bir Türk'e satan bir Türk'e sattı. Hür olduğunu ve gerektiği üzere buna şahadet edecek iki kişi­ nin bulunduğunu beyan ediyor. İzzet, yedi yaşında, aynı kabileden. Babası Trabzon kentinde yaşar. Kendisini Trabzon'da bir Çerkes'e satan bir ağabeyi var. Bu da, İzzet'i Trabzon'da bir başka Çerkes'e satmış. Çocuk daha sonra İstanbul'da, esir­ ci Süleyman'ın eline geçmiş. İzzet de hür doğmuş olduğunu ve bunu teyit edecek iki şahidin adını verebileceğini beyan ediyor. Hatuk Osman, on bir yaşında, aynı kabileden. Samsun'da anası ve ba­ basının akrabaları var. Akrabaları onu Samsun'da bir esirciye satmış, o da orada Hafız adlı bir esirciye satmış. Hafız, onu İstanbul'daki kardeşine göndermiş. Çocuk burada Süleyman Ağa'ya satılmış, hür doğmuş olduğu­ nu beyan ediyor. İshak, yedi yaşında. Abazkha [sic. Abkaz, Abkaslu] kabilesinden. Samsun'da bir amcası ve kız kardeşi ve Kılıçhane'de başka bir kız kardeşi var. Amcazadesi onu Samsun' da, aynı kabileden bir esirciye satmış. Esirci, İshak'ı, Batum'a sonra da İstanbul'a götürmüş. Orada onu başka bir esirci­ ye satmış, o da Süleyman Ağa'ya satmış. Çocuk hür doğmuş olduğunu be­ yan ediyor. Feyzi, yedi yaşında, aynı kabileden. Çarşamba'da annesi ve bir kardeşi var. Kardeşi onu İstanbul'a getirmiş ve bir esirciye teslim etmiş. Esirci de onu başka bir esirciye satmış. Kul cinsi olduğunu sadece bu beyan ediyor. Bu vakada devlet, şeyhülislamlığın yönetimi altındaki Şeriat mahke­ meleri ve Tanzimat reformcularınca kurulan yeni Nizamiye mahkemeleri sis­ temi olmak üzere yargının iki ayrı fakat yakından bağlantılı kanadı vasıtasıy­ la hareket etmiştir. Özellikle de çocuklara el koyan ve soruşturma başlatan polis olmak üzere başka birimler de işe karışmıştır. En başta, tutarlı olarak köle sahiplerinin çıkarlarını tercih ettiği üzere Şeriat sistemi esirciyi destekle­ miştir. Çocuklar, esirciye teslim edilmiş ama göründüğüne göre karara uyma­ yı reddetmişler çünkü kısa bir süre sonra kendilerini, esirci de mevcut bulun­ duğu halde Nizamiye mahkemesi katibine ifade verirken bulmuşlar. Bu, üzer- 120 üçüncü bölüm !erinde mutlak gücü olan ve eğer Nizamiye mahkemesini, Şeriat mahkemesi­ nin kararını geri çevirmek hususunda ikna edemezlerse kendilerini feci şekil­ de cezalandırabilecek bir adama karşı koymak için gönüllü olduklarını göste­ riyor. Çocukların hareketi, Osmanlı Devleti'nden ve onun kendilerini yeni­ den özgürlüğe kavuşturarak adaleti yerine getirme yeteneğinden sadece cesa­ ret almadıklarına, aynı zamanda bir ölçüde güven duyduklarına da işaret edi­ yor. Bu örnekte Tanzimat devleti onları yüzüstü bırakmamıştır. Daha önceki Şeriat mahkemesi kararını feshetmek için Nizamiye mahkemesi, kadıyı usul konusunda eleştirmiş ama hükümetin ailelerin parçalanmasına karşı olan po­ litikasını da yeniden dillendirmiştir. Aslında, devlet böylece Çerkes çocukla­ rının kendi ailelerinin üyelerince satılmalarına müdahale etmiş ve onların ebeveyn haklarına açık bir sınır çekmiş olmaktaydı. Yüksek rütbeli Osmanlı memurları bile kölelere ilişkin işlerinde devlet müdahlesinden masun kalamıyordu. Ağustos 1 867'de, Trabzon valisinin başlıca yardımcılarından biri olan mühürdarı Muhsin Efendi'ye babasından yirmi dört tane Çerkes köle ve cariye mira s kaldı. 25 Kölelerini devralan Muhsin Efendi, içlerinden iki kadın ve bir erkeği yeniden satış için İstanbul'a göndermeğe karar verdi . Osmanlı arşivlerindeki belgeye göre Muhsin'in dik­ katsizliği veya kayıtsızlığından yararlanan köleler bir şekilde sıvışarak yetki­ lilere başvurmuşlar. Herhalde mahkemedeyken bu üçü hür doğmuş oldukla­ rını iddia etmişler ki Muhsin Efendi'nin bunlara babasından miras yoluyla sa­ hip olduğu düşünülürse bunun olanaksız bir iddia olduğu da ortaya çıkar. Söz konusu köleleştirilen kişiler Muhsin Efendi'nin sağlam bağları olduğunu ve kendi iddialarının doğru olmadığını herhalde biliyordu. Yine de özgürlük­ lerini kazanma girişimlerini sürdürmüşler ve daha da önemlisi, iddiaları bir köşeye atılmamış ve sistem içinde işlenmeye devam etmiş ve daha ayrıntılı olarak araştırılmıştır. Muhsin Efendi bu üçlünün özgürlük iddialarını çürütmek için sıkı ça­ lışmak durumundaydı ve anlaşılan o ki, bu amaç için askeri sanayi birliklerin­ de çalışan başka bir Çerkes mülteciyi devşirmişti. Bu adam sadrazamlığa bir dilekçe yazmış ve üç kaçağın durumunun incelenerek çözüme kavuşturulma­ sını istemiş. Hadisedeki payının ne olduğunu merak ederek, daha önce azat edildiğini (belki de Muhsin Efendi'nin kendisi tarafından) ve azatlı erkekler­ de hiç de az görülmediği üzere orduya yerleştirildiğini düşünebiliriz. Adam, bu üçlüyü ve ailelerini tanıyor olmalıydı ve dolayısıyla statüleri hakkında ta25 BO!Ayniyat Deterleri/1 13 6/no.398, Babıali'den Muhacirin İdaresi'ne, 29.8.1 869. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 121 nıklık yapabilecek, yani hür doğmuş olmadıklarını ve Muhsin'in babasının, sonra da Muhsin'in mülkü olduklarını söyleyebilecek durumdaydı. Bu tanığı bularak Muhsin, mahkemeyi, üç kaçağın kendisine teslim edilmesi için ikna etmeye çalışıyordu. Sadrazamlığın ve mahkemenin bütün işlemin düzgünce cereyan etmesini sağladıkları olgusu 1 860'ların ortasına veya sonlarına doğ­ ru kaçaklar ve hürriyet iddiaları için oluşturan kuralların mevcut olduğuna işaret ediyordu. Daha önce not ettiğimiz üzere, izleyen yıllarda Osmanlı Devleti kendi­ ni giderek artan oranlarda köleleştirilenler tarafından köleleştirenlerin mülki­ yet haklarını kısıtlamaya çağrılırken ve gittikçe artan sayılarda köleyi, bura­ da başlıca serfleştirilmiş Çerkes mültecileri, özgürlüğe kavuştururken bulu­ yordu. Hükümete başvuran ve serbest bırakılmayı talep eden Çerkes köleleş­ tirilenlerinin sayısı dikkate değer bir şekilde artmıştır. Örneğin, Ocak 1 872'de, Trabzon valiliği sadrazamlığa bir telgraf göndermiş ve Çarşamba yöresinden Samsun'a gelerek "esaretten kurtarılmak"26 talebinde bulunan Çerkes mülteciler hakkında nasıl bir siyaset izleneceğini sormuştur. Kuzeydo­ ğu Anadolu'nun Karadeniz kıyılarında ve başka yerlerde de birtakım insanla­ rın azat amacıyla hükümete başvurmaları İstanbul'dan taşra yetkililerine özel talimatlar gönderilmesini gerektirmiştir. Ağustos 1 878'de Adapazarı yöresinden kırk üç kişilik bir Abaza grubu Osmanlı Muhacirin Komisyonu'na başvurmuş ve özgürlüklerinin tanınması için yardım istemişlerdi.27 Altı aileden oluşan grup kendi ülkelerinde serfleşti­ rildiklerini, ama oradayken azat edildiklerini bildiriyordu. Görünüşe göre eski toprak beylerinin arazisinde hür insanlar olarak kalmaya devam etmişlerdi. Fakat büyük ihtimalle toprak sahipleriyle birlikte imparatorluğa göçlerinden sonra onların "hayatlarına karışmaya devam ettiğini" yani kendilerine hala köleye dönmüş serfleri muamelesi yapmaya devam ettiklerini söylüyorlardı. 2 Eylül 1 8 78'de konu Şura-yı Devlet'e iletildi ama hakkında nasıl bir karar ve­ rildiğini bilmiyoruz. Yine de, bu vakada belirtilmeyen özel koşulları bir kena­ ra koyarak ve özellikle eğilimleri dikkate alırsak emin bir şekilde varsayabili­ riz ki bu altı aile Kafkasya'dayken serbest bırakıldıklarına dair kanıt sunama­ mış olsalar bile Tanzimat devleti onların özgürlüğünü onaylamaya ve onları beylerinin denetiminden kurtarmaya doğru ciddi bir yatkınlık gösterirdi. Bu dilekçe, eski serflerin statülerini değiştirmek amacıyla örgütledikle­ ri bir grup eylemi biçimiydi. Aynı yöreden, farklı toprak sahipleri için çalışan 26 27 BOA/Ayniyat Deterleri/1 1 36/no.265, Babıali'den Muhacirin İdaresi'ne, 24. 1 . 1 872. BONBEO/ Muhacirin Konıisyonu/Cilt.762 (gelen)/no.89, Arıza, 28.8.1 878. 122 üçüncü bölüm altı aile bu girişimde işbirliği yapmıştı. Eylemlerinin sonucunda hayatlarının nasıl değişmesini bekledikleri açık değildir ama toprak sahiplerinin müdaha­ lesinden yakındıklarına göre serbest mülk sahipleri olarak toprağı işlemeyi sürdürmeği ummuş olabilirler. Bu durumda, olayın daha başka cepheleri de olurdu çünkü zilyetlik hakkı meselesinin çözülmesi gerekirdi. İmparatorluğa 1 860'larda gelen Çerkes mülteciler çoğunlukla sınır bölgelerinde veya iyi işle­ nemeyen yerlerdeki hükümet arazisi üzerinde ekip biçme haklarını ve hayat­ larını kazanabilmek için temel üretim araçlarını almış durumdaydı. Bu tür haklar hür mültecilere ve Kafkaslar'daki eski toprak sahiplerine verilmiş ve onlara bu toprakları kendi köleleştirilmiş ailelerini istihdam ederek işleme hakkı tanınmıştı. Bu vakadaki dilekçeciler tahminen, eğer eski sahiplerinden gelecek müdahale yetkililerce durdurulursa zaten işlemekte oldukları toprak parçala­ rı üzerindeki işleme haklarını alabileceklerini ummuşlardı. Böyle bir değişik­ liğin önemi, altı ailenin ayrı ayrı hareket ederek toprak sahibine karşı çıkma­ yı güçleştirmektense örgütlü bir girişim için aldığı kararda bir rol oynamış olabilir. Hükümetin kendi durumlarındaki insanları serbest bırakmakla kal­ mayıp büyük ekonomik gücünü kullanarak onları serbest köylüler olarak yerleştirdiğini herhalde biliyorlardı. Aynı yıl esnasında, 1 8 78'de, artık Tanzimat devleti tarafından Çerkes toprak sahiplerinin aleyhine olarak üstlenilen esaslı rolü daha iyi gösteren başka ilginç bir vaka Muhacirin Komisyonu'nun önüne getirildi. Beyleriyle birlikte imparatorluğa göç eden bir grup köleleştirilmiş Çerkes, kendi asıl va­ tanlarına dönmek için izin istedi.28 Bundan daha fazla ayrıntı verilmiş değil fakat köleleştirilen insanların hesabına eylemin kendisi yine önemli. Oldukça zorlu bir hareket yaparak geriye dönüşü seçmekle bu kişilerin kaderlerini de­ ğiştirmek istedikleri görülüyor. Beyleri olmaksızın seyahat etme izni istemiş olmalılar çünkü aksi takdirde tüm dilekçe gereksiz olurdu. Rahatça varsaya­ biliriz ki böylelikle dilekçeciler geldikleri Kafkaslara hür insanlar olarak dön­ mek ve toprak sahiplerinden kurtulmak istiyordu. Köleleştirilenden azatlıya bir statü değişikliği söz konusu olmuş gibi gözükmüyor. Bu talebe karşı çıka­ bilecek beylerden de bahis yok. Dolayısıyla, köleleştirilen kişileri geriye dö­ nüş talebinde bulunmaya iten amaçlar hakkında ancak spekülasyonda bulu­ nabiliriz. Kölelikten çıkmak bunlardan biri olmuş olabilir fakat ekonomik durumlarını iyileştirmek de başka biri, belki de daha önemli olanıydı. Diğer 28 BONBEO/ Muhacirin Komisyonu/Cilt. 762 (gelen)/no. 196, Komisyonun muhtırası, 1 7. 1 1 . 1 878. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 123 türlü, onların, Kafkasya'ya dönmenin yolunu aramak yerine bulundukları yerde bir statü değişikliğini deneyeceklerini beklerdik. Öyle görünüyor ki toprak sahipleri artık devlete mülkiyet haklarını koruması için otomatik ola­ rak güvenmiyorlardı yoksa böyle bir dilekçe Muhacirin Komisyonu'nda iş­ lem görmezdi. Gerçekten de hükümet içinde ciddi bir mücadele vardı. Bazı memurlar eski Çerkes serflerinin toptan serbest bırakılmasını savunuyordu ki bu impa­ ratorluktaki tarımsal köleliğin fiilen ilgası anlamına gelirdi. Osmanlı Meclis­ i Vükela zabıtları, Şura-yı Devlet'in, o tarihten itibaren O smanlı İmparatorluğu'ndaki tüm Çerkes mültecilerin serbest olarak düşünüleceği ve köle sahiplerinin çeşitli bireyler hakkındaki mülkiyet haklarını teyit etmek amacıyla ileri sürdükleri iddiaların, devam etmekte olan davalar da dahil ol­ mak üzere, dikkate alınmayacağı yönünde 30 Ekim 1 8 78'de bir muhtıra çı­ kardığından söz ediyor.29 Aslında, bu karar, serbest olmayan kişilerin özgür­ lüğe hakları olduğu yönündeki iddialara Osmanlı mahkemelerinde karşı çıkı­ lamayacağı anlamına geliyordu. Bu önemli karar, köleleştirilmiş kişilerin sos­ yal zaaflarından kurtulma arzusunun yalnızca münferit ve dağınık vakalar için söz konusu olmadığını fakat devletin Çerkes tarımsal köleliğini destekle­ mek konusundaki ikirciğinin giderek büyüdüğü bir zamanda, dalganın köle sahiplerinin önleyemeyeceği boyutlara ulaştığını gösteriyor. 1 860'ların ortasından 1 8 80'lerin ortasına kadar olan yirmi yıllık dö­ nemde köle sahiplerinin hakları için destek Şeriat mahkemelerinden geliyor ama Tanzimat hükümeti de bu hakları bir yandan kemirip duruyordu. Os­ manlı yönetimi içindeki bu ikirciklilik daha tutucudan daha liberal bir pozis­ yona ve bunun tam tersi olan kaymalara yol açıyordu. Mücadele, Şura-yı Devlet'in 1 8 78 kararıyla bitmiş olmadı çünkü bu karar kısa bir süre sonra Meclis-i Vükela tarafından iptal edildi. Köle sahiplerinin ve toplumdaki tutu­ cu güçlerin toptan (tek tek bireysel azatlardansa) yapılacak bir özgürleştirme­ ye tepkisinden çekinen hükümet zor durumdan çıkmak için başka bir yol ge­ liştirdi. Tercih edilen çözüm, toprak sahipleriyle onların köleleştirilmiş kira­ cıları arasında hükümetin desteklediği ve devletin finanse ettiği bireysel satın alma kontratları (mükatebet-ül mükateb) yapılmasıydı.30 Böylece, köleleşti­ rilmiş kişiler ve ailelerine yaşadıkları yerlerde yetkililerce toprak ve araçlar verildi ve onlar da ürettikleri ürünün bir kısmını vererek beylerden özgürlük­ lerini satın alabildiler. 29 30 BOA/ Medis-i Vükela Mazbata ve İrade Dosyaları, Kabine toplantısı zabıtları, 8.2. 1 8 82. Bu çözümün ana hatları için hkz. Toledano, Köle Ticareti, s. 125-159. 124 üçüncü bölüm 1 8 80'lerde devlet, Osmanlı-Çerkes toplumunda kölelik zincirlerini pratikte kıran bu azat mekanizmasına aktif olarak katıldı. Tanzimat devleti ayrıca bu azatlıları Osmanlı ordusuna almaya başladı ki yasal olarak köle ol­ dukları dönemde böyle bir şey yapamazdı. Dolayısıyla, hükümet açısından köleleştirilmiş Çerkeslerin azadını teşvik etmek için açık bir yarar vardı. Bu ise beylerin tepkisini çekti. Örneğin 1 8 83'te hepsi köle sahibi olan on bir bey, dokuz izleyici-savaşçı (Adigece werk) ve dört ulema, padişaha telgrafla bir di­ lekçe gönderdi. Köleleştirilmiş yanaşmalarının askere alınmasını şiddetle pro­ testo ederek tazminat talebinde bulundular.31 Hükümet burada köleler ve kö­ leleştirenler arasında hili dikkatli bir çizgi izliyordu. Bu tür azadan başlatmı­ yor veya köleleştirilenlerin aktif olarak hükümetin karışmasını istemedikleri zamanlarda tek taraflı olarak mükatebe işlemlerini uygulamaya koymuyor­ du. Köleleştirilmiş Çerkeslerin köleleştirenlerin "mülkiyet haklarını" sorgula­ maktan' kaçındığı, pratikte köleliği kabullendiği durumlarda devlet uyuyan yılanın kuyruğuna basmıyordu. Dolayısıyla, Ahmet Kamupulan Bey adındaki büyük köle sahibinin kırk beş tarımsal kölesini Muhacirin Komisyonu marietiyle Adapazarı böl­ gesine nakletmesi ve yerleştirmesinde tuhaf bir şey yoktu.32 Eylül 1 8 79'da böyle bir başvuru kayıtlara geçmiş ve bu birtakım ailelerin oluşturduğu çok sayıda kişiyi ilgilendirmesine karşın hükümet, Bey'in işine karışmamıştı. Bu taşınma sırasında ailelerin parçalanmadığını da varsaymalıyız aksi takdirde köleleştirilenler böyle bir adımı tepkiyle karşılarlardı ve hükümet onların le­ hine olarak müdahale ederdi. Bununla birlikte, özgürlüğe kavuşmak amacıy­ la kölelerin hür doğmuş olduklarını, dolayısıyla yasal olmayarak köleliğe sa­ tıldıklarını iddia etmeleri o kadar sık görülen bir numaraydı ki hükümetin azadı desteklemeyi istediği zaman bir gerekçe eksiği olamazdı. Gerçekten de satıcılar, satışa sunulan kişinin Çerkeslerin serfleştiril­ miş, hür olmayan sınıfına ait olduğunu beyan ve ispat ederek kendilerini ko­ rurdu. 16 Mart 1 893'te Osman adında bir adam on dokuz yaşındaki kadın kölesi Cemile'yi dahiliye nezareti müsteşarı Ahmed Refik Bey'e sattı.33 Satış belgesinin yanı sıra, Osman, bazıları kadının köyünde yerel görevliler olan al­ tı güvenilir şahit tarafından imzalanmış ve İsmail kızı Cemile'nin köle cinsi olduğuna tanıklık eden iki belgeyi daha vermişti. Osman'ın beyanına göre 31 32 33 BOAİrade/Dahiliye/88412 (Seteney Khalid Shami, Ethnicity and Leadership'te zikredilmiştir). BOA/BEO/ Muhacirin Komisyonu/762. Cilt (gelen)/no. 168, muhtıra, 29.9.1 879. BOA/ Yıldız/1 8/480/: 141/123/53, Dahiliye müsteşarına bir Çerkes cariye satılmasına ilişkin üç belge, 1 6.3.1893. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 125 Cemile, onun uzun süredir kölesiydi ve Müslümandı. Osman, Cemile'nin doğru olmayarak hür doğmuş olduğunu iddia etmesinden veya başkası tara­ fından elinden alınmasından ötürü, eğer alıcı Cemile'nin mülkiyetini kaybe­ derse satış parasını geri ödemeyi taahhüt ediyordu. Belki de Cemile'nin böy­ le yapmasını önlemek ve meşru aile haklarının kısmi bir tanınışı olarak, kızın yılda iki kez anne ve babasını görmesine izin verileceği konusunda mutabık kalındığını da ekliyordu. Bununla birlikte, 1 8 90'lar gibi geç bir tarihte ve öz­ gürlüğünü isteyen çeşitli kategorilerden köleleştirilmiş kişilerin büyük ölçekli azarlarına karşın devletin eskiden serfleştirilmiş Çerkesler üzerindeki tüm mülkiyet haklarını ilga eden bir kanun çıkarmamış olmaması önemlidir. Devletin son sıçramayı yapamamasına karşın hem köleleştirilenler hem de köleleştirenler yabancı konsolosların yanı sıra Osmanlı Devleti'nin kölelik ilişkilerinde üstlendiği merkezi rolü tanımaktaydılar. 1 8 88'de, köle­ leştirilmiş bir Çerkes kadın İstanbul'daki Britanya konsolosluğuna sığındı.34 Kadın, hür doğmuş olduğunu iddia ediyor ve yıllardır kölelikle ilgili konula­ ra bakan Dragoman Marinitch'ten statüsünün resmen onaylanması ve köle­ likten kurtarılması için yardım istiyordu. Fakat köle sahibi de aynı zamanda Osmanlı nizamiye mahkemesine başvurarak onun kendisinin yasal kölesi ol­ duğunun tanınmasını istemişti. Beyaz köleler 1 8 80 İngiliz-Osmanlı Kölelik Karşıtı Konvansiyonu tarafından kapsanmadığı için Marinitch, Aralık 1888'deki raporunda bildirdiğine göre Osmanlı yetkilileri nezdinde gayrıres­ mi olarak hareket etmek durumunda kalmış. Yine de son kertede başarılı ola­ rak kadının iddiasının mahkemece kabul edilmesini sağlamış. Böylece Tanzi­ mat devleti, mahrem olduğu için şiddetle korunan ve sadece yarım asır önce bütünüyle Şeriat'ın alanında olan kölelik ilişkilerinde vazgeçilemez bir ko­ num işgal eder duruma gelmiştir. AZATLILARN İNCİNEBİLİRLİGİ İmparatorluktaki azatlı kişilere sık sık yardımcı olan yabancı temsilciler ve konsolosların olduğu gibi Tanzimat devleti de azada eşlik eden tehlikelerin bütünüyle farkındaydı. Sultan Abdülhamid'in ( 1 8 76-1908) azatlı kişilerin desteklenmesi için uygun düzenlemeler yapılması ve mali kaynaklar bulun­ ması konularıyla şahsen ilgilendiğine dikkat çeken Hakan Erdem, hükümetin azatlı kölelerin bakımı konusunda yaptıklarını yazdı.35 Bununla birlikte Er­ dem, yetkililerin iyi niyetlerine karşın azatlı kişilerin her zaman korunmadık34 35 F0/84/1 903/147, Konsolos White'dan Dışişleri Bakanı Salisbury'ye, 7.12.1888. Erdem, Kölelik, s. 2 1 7-229. 126 üçüncü bölüm larına ve en iyi şekilde bakımlarının yapılmadığına inanıyor. Temel neden, devlet hazinesindeki kronik para sıkıntısı ve bazı çevre vilayetlerindeki yetki­ lilerin İstanbul'un talimatlarını ödünsüz bir şekilde uygulamamaları gibi gö­ rünüyor. Bizim mikro-tarih amaçlarımız açısından ise köleleştirilenlerin ve azatlıların, yetkililerin aldığı konuma olan tavırlarını incelememiz gerekiyor. Tanzimat devletinin kölelikle ilgili meselelerdeki rolü büyürken devletin he­ def nüfusun gözlerindeki inanılırlığı konusu daha önemli bir hale geliyordu. Osmanlı Devleti köleleştirenlerin çıkarları lehine ne kadar hareket et­ mek isterse istesin, temsilcilerinin köleleştirilenler arasında güç durumda olanlar için merhamet gösterdiklerini inkar etmek güçtür. İyilik ve cömertlik padişahın merhametini isteyen köleleştirilmiş kişilere nadir olmayarak verili­ yordu. Aynı zamanda, hükümdarın memurları köleleştirilmiş kişilerden hak talebi olarak gelen istekleri ele alırken gönülsüzce davranıyorlardı. Örneğin, padişahm azadını (azad-ı padişahi) elde etmek için kölelik süresine dayana­ rak yapılan başvurular seyrek olarak kabul ediliyordu. Erdem'in tartıştığı gi­ bi belli bir süre sonra azat olunmak otomatik değildi ama köleyi yedi ila on yıl arası bir süreden sonra azat etmenin övgüye layık olduğu düşünülürdü.36 Fakat devlet, köleleştirilmiş kişilerin lehine, ancak pek çok yıllık hizmetten sonra özgürlük bariz bir biçimde inkar edildiği zaman müdahale ederdi. Bu da diğer tür durumlarda sıkıntı içinde olan insanlara karşı duyarlılık göster­ me biçimi ile bir tutarlılık içindeydi. İzleyen dört öykü, eski sahiplerinin ölü­ münden sonra özel ihtiyaçları olan azatlı kişilere karşı hükümetin tutumunu gösteriyor. İsmail Efendi, Diyarbekir vilayetinde, 2250 kuruş yıllık maaşı olan or­ ta seviyede bir memurdu.37 1 85 1 'de öldüğünde geride İstanbul'da yaşayan karısı Ayşe Hanım'ı ve kendisiyle birlikte vilayette yaşayan köleleştirilmiş ca­ riyesini ve kızını bıraktı. İsmail'in ölümü üzerine köle kadın serbest oldu ama onun ve kızının herhangi bir geliri yoktu. Hükümet, İsmail'in yerine gelen memurun, Ahmet Raif Efendi'nin sadece 2000 kuruş almasına ve kalan 250 kuruşun İstanbul'daki dul ( 1 00 kuruş) ve serbest kalan cariye ve kızı ( 1 50 ku­ ruş) arasında paylaştırılmasına karar verdi. Hükümet sadece azatlı köleler için sorumluluk üstlenmekle kalmamış, dul ve yetim maaşını karı ve cariye arasında ayrım yapmaksızın paylaştırmıştı. Başka bir örnekte, 1 853'ün orta­ sında, ölü bir Osmanlı memurunun devletten maaş alan kızı ölmüş. Hükümet 36 A.g.e., s. 1 91-201. 37 BOA/İrade/Meclis-i Vala/7020/Mazbata, 4.6.1851, Sadrazam'dan Sultan'a, 1 9.6. 1 85 1 ve Sultan'ın cevabı, 21.6.1851. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 127 maaşın yarıdan fazlasını onun, kronik bir göz hastalığından muzdarip olan azatlı Arikalı cariyesine vermeye karar vermiştir.38 Üçüncü öykü, Zarafet'e, bir Osmanlı katibinin karısı olan ve Cihangir semtindeki ana caminin yakınında yaşayan Pembe Hanım'ın azatlı kölesi olan Afrikalı kadına ait.39 Pembe evini vakfettiği için, öldüğünde ev bu va­ kıflarla ilgilenen yetkililerin eline geçmiş. Ev boş kalmış ve belki de mütevef­ fa hanımın arzuları uyarınca azatlı köleye içinde yaşaması izni verilmiş. Ev, tamire ihtiyaç duyduğu için Zarafet hükümete başvurarak evi yenilemek amacıyla para istemiş. Talebi değerlendiren yetkililer kadının yoksul olduğu­ na dikkat çekerek istemiş olduğu paranın yüzde 55'inin ona verilmesine ka­ rar vermişler. Bu da bütünüyle bir hayırseverlik vakasıydı. Başvuranın Şeriat veya Osmanlı gelenekleri uyarınca hak arayışında olmamasına karşın başvu­ ru yine de padişahın merhametine layık görülmüş. Son olarak, Osmanlı Ana­ dolu ordusunda yüksek rütbeli bir subaya, bir mirlivaya ait olan bir Afrikalı köle adamın vakası var.40 Subayın ölümü üzerine devlet, köleye küçük bir ay­ lık maaş bağlamış ama azattan hiç söz edilmiyor. Köle öldüğünde de maaşı ihtiyaç duyan başka birine geçmiş. Hükümet adama insani kaygılarla bak­ mak zorunda olduğunu anlamış olmalı. Subay öldüğünde yaşlı olması müm­ kündür veya ona, bir daha piyasaya çıkarılmayacak kadar çok hizmet etmiş olabilir. AZATLILARI YERLEŞTİRMEK VE YENİDEN BAGLAMAK İnsani kaygılar Tanzimat devletini köle ticaretine ilişkin olarak da harekete geçirmiştir. Köleleştirilmiş Afrikalı ticaretinin bastırılmasının, yasal olmaya­ rak ithal edilen kişilerin bakımını gerektirdiğini hükümet başlangıcından be­ ri biliyordu. 1 857'nin başında vilayet valilerine ilk fermanlar gönderilerek onlara Afrikalı ticaretini yasaklamaları talimatı veriliyordu.41 Bu fermanlar­ da hükümet yasal olmayarak ithal edilen kişilerin durumuna ilişkin olarak açıkça sorumluluk üstleniyordu. Her valiye böylesi Afrikalıları hemen azat etmeleri ve vilayette yerleşebilmeleri için onlara gerekli yer ve kolaylıkların 38 39 40 41 BOA/İrade/Meclis-i Vala/9663/Mazbata, 1 7.6.1 853, Sadrazam'dan Sultan'a, 29.6. 1 8 5 3 ve Sultan'ın cevabı, 1.7.1853. BOA/İrade/Meclis-i Vala/1436 6/Mazbata, 5 . 6 . 1 855, Sadrazam'dan Sultan'a, 26.6.1 855 ve Sultan'ın cevabı, aynı tarih. BOA/İrade/Meclis-i Vala/1 9417/Sadrazam'dan Sultan 'a, 2 8 . 1 0 . 1 860 ve Sultan'ın cevabı, 29.10.1 860. BOA/Yıldız/33/73/1403/91, Trablus Valisine gönderilen fermanın müsveddesi, 27. 1 . 1 857. BOA/ lrade/Meclis-i Vala/1 6623/lef 70, benzer fermanlar Mısır, Bağdat ve Hicaz valilerine Şubat 1857'nin başında gönderilmiştir. 128 üçüncü bölüm sağlanması emri veriliyordu. Bu azatlı kişilere, uygun bir iş bulununcaya ve kendilerine yeterli oluncaya kadar bir tahsisat verilecekti. Ferman, bu önlem­ lere ihtiyaç duyulduğunu çünkü serbest bırakılan kölelerin kendi asıl vatanla­ rına geri gönderilmesinin fazlasıyla tehlikeli olduğunu dolayısıyla Osmanlı ülkesinde bakımlarının yapılması gerektiğini söylüyordu. Zaman zaman geri gönderme seçeneği hükümetçe düşünülse bile gerçekçi bir seçenek olduğu pek nadiren söylenebilir. Hükümet açısından pahalı olmasının yanı sıra, geri dö­ nen Afrikalıların çıkış noktalarında yeniden köleleştirmesi tehlikesine maruz kalmaları gibi bir ihtimal vardı ve ayrıca bu çıkış noktaları çoğu durumda Af­ rika içerilerinde bulunan ülkelerinden hala çok uzaktı. Köleleştirilmiş Afrikalıların ticaretini yasaklayan 1 857 yasağını izleyen onyıllarda Tanzimat devleti, yasağın gereği olarak azat ettiği kadın ve erkek­ lerin iyi durumda olmalarında kendi sorumluluğunu tanımaya devam etti. Uygulama her zaman niyetlere denk olmasa da yetkililer bu insanları aktif bir şekilde korumazlarsa ve onları iyi işlere yerleştirmezlerse azatlıların kısa süre içinde sömürüleceğini, suistimale uğrayacağını ve çoğu zaman da yeniden kö­ leleştirileceğini anlamışlardı. Hane veya akrabalık grubu gibi meşru bir pat­ ronaj sağlayan bir birimle ilgisi olmayan bireylerin sosyal incinebilirliklerini açıklamak için burada bağlamak kavramı tekrar yararlı bir hale geliyor. Af­ rikalılar azattan sonra özellikle tehlikeye açık durumda olurdu çünkü kendi­ lerini çekip çevirecek kadar dil bilmezlerdi ama derilerinin rengi, onları ço­ ğunlukla zor kullanarak yeniden yakalamak ve yeniden köle olarak satmak isteyen kötü niyetli kişileri davet ederdi. Kadınlar cinsel istismara erkekler ise fiziki şiddete daha açıktı. Azatlı Afrikalıları özel haneler veya hükümet daire­ lerine koruma altındaki hür kişiler olarak yeniden bağlamak yetkililerin ta başından beri benimsedikleri çözümdü. Kadınlara önerilen en yaygın iş seç­ kin hanelerinde ev işi yapmaktı ama bazılarının devlete ait meslek okullarına kaydolduğu da vakidir.42 Erkeklere de uzmanlık gerektirmeyen hizmet işleri verilir veya orduya alınarak bir zanaat öğretilirdi. Azatlı kişileri Osmanlı toplumuna mümkün olduğunca çabuk entegre etme arzusu Afrikalı ticareti üzerindeki yasağın uygulanması için çaba göste­ ren Britanya konsolosları tarafından da tamamen paylaşılmaktaydı. Örneğin, Kahire'deki konsolosun 1 8 77'de bildirdiğine göre, konsolosluk personeli, 42 Osmanlı seçkin hanelerindeki ev hizmeti ve bunun kölelikle ilişkisi için bkz. Madeline C. Zilfi'nin yeni katkısı, Madeline C. Zilfi, "Servants, Slaves, and the Domestic Order in the Ottoman Midd­ le East", Hawwa, 211 (2004). Yazar, ev içi emek piyasasındaki 19. yüzyıl gelişmelerinin kadınlar üzerindeki etkisini vurguluyor ve hanedeki kadın emeği değerinin, başka yerlerde olduğu gibi, şid­ detle düştüğünü not ediyor. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 129 Osmanlı yetkililerince ele geçirilen köle Afrikalıların kendi huzurlarında azat edilmesini sağlamakla doğrudan ilgilenmekteydiler. Daha sonra da bu kişile­ rin hizmetçi olarak evlere yerleştirilmeleriyle ilgileniyorlardı ama azatlı kişiler diledikleri yere gitmeyi seçtiklerinde normalde müdahale etmiyorlardı.43 Fa­ kat beyan edilen Britanya politikası " azat edilmelerinden sonra kaçak köleler için koruma ve istihdam bulmak" idi ve bunu ya oradaki Osmanlı yetkilileri ya da yerel toplumdaki kendi ilişkileri vasıtasıyla yaparlardı.44 Cidde'den 1 8 83'te yazan konsolos Moncrieff neredeyse aynı dili kullanıyor ve kölelik ve köle ticaretine karşı savaşımda anahtarın azattan sonra kölelere koruma ve istihdam sağlanması olduğunu söylüyor ve ekliyordu: " Sorumsuz özgürleştir­ menin ihtiyaç, zahmet ve sonuçta suç yaratacağı, sahada bulunan sorumlu bir kişinin gözünden kaçamaz. ,,45 Böylece, 1 877'nin ortalarında, biraz daha güneydeki yakın bir mesafe­ de, yirmi iki köleleştirilmiş Afrikalı kadın ve on sekiz böylesi adam Doğu Af­ rika kıyısından Yemen'deki Hudeyde'ye nakledilmişlerdi.46 Orada İngiliz­ Osmanh politikası uyarınca vilayetin Osmanlı valisi tarafından alıkonuldu­ lar. Davaları yerel mahkemeye iletildi. Yargıç kırk Afrikalı köleyi azat etti, onlara azat kağıtları verdi ve bundan sonra kasabadaki evlere ücretli işçi ola­ rak dağıtıldılar. Fakat vali daha ileri giderek her azatlı kişiye uygun bir işe gi­ rinceye kadar günlük bir tahsisat verecek hükümet destekli bir programı kur­ mak için Babıali'ye bir yazı yazdı. Sadrazam ve padişah girişimi onayladı ve maliye bakanına Yemen vilayeti için gerekli fonları sağlaması talimatı verildi. Burada devlet, emek piyasasının bu azatlı kişilere yeterince iş öneremediği du­ rumlarda azat ile iş bulma arasındaki geçiş süresini kapsayacak önlemler al­ mıştır. Aynı düşünce imparatorluk payitahtındaki yetkililere de rehberlik et­ mekteydi. Kölelikle ilgili konularla ilgilenmek için görevlendirilen İstanbul'daki Zaptiye Nezareti azatlı kişiler için bir misafirhane kurmuştu. Bu, onlar için uygun bir iş bulununcaya kadar bu tür insanların geçici olarak kalabilecekle­ ri bir ara konaklama yeriydi. Aynı zamanda sahiplerinden kaçan köleleştiril­ miş kişileri barındırmak için de kullanılıyordu. Fakat bu makul düşünce kısa süre içinde bozuldu. Kaçaklar kendilerini misafirhanede bazen altı ila dokuz ay gibi uzun süreler geçiriyor olarak buldular. İstanbul'daki Britanya konsaF0/84/881/31 84/4, Vivian'dan (Kahire) Dışişleri Bakanı Derby'ye 17.3.1 877. F0/84/1482/1 69-70, Dışişleri Bakanı Derby'den Konsolos Fawcett'a (İstanbul),15.6. 1 877. 45 F0/541/25/8 1, Konsolos Moncrief'den (Cidde) Dışişleri Bakanı Granville'e, 19.2.1883. 46 BOA/lrade/Dahiliye/61 192/ Sadrazan'dan Sultan'a, 12.6.1877 ve Sultan'ın cevabı, 25.6.1877. Karşılaştır, Erdem, Kölelik, s. 221-222. 43 4 130 üçüncü bölüm losu tesisteki koşulları "feci" olarak tarif etmekteydi. Polis de "misafirleri" bir yere yerleştirmek konusunda güçlük çekiyordu. Yetkililerin benimsediği görüş, dışarıdaki, hür toplumdaki çevrenin, iş ve saygın bir koruma bulun­ maksızın azatlı kişiler için güvenli olmadığı yönündeydi. Bir seferinde, 1 8 80'de, zaptiye nezareti müsteşarı, "sadece azat edilirlerse sokaklarda açlık çekecekler" diyerek meselenin azatlıların nasıl elden çıkarılacağı meselesi ol­ duğunu söylemişti. Ek olarak, zaptiye nazırı da bir Britanya memuruna, sis­ temi kötüye kullanmalarını önlemek için Afrikalı kaçak kadınların birkaç ay boyunca orada tutulduğunu söylemişti.47 Gördüğümüz gibi, azat edilen ama uygun bir yere bağlanmaksızın git­ melerine izin verilenlerin birçoğu kendilerini yeniden satılmak için esircilere teslim ediyor ve satış parasının yarısını alıyorlardı. Başkaları da fahişeliğe yö­ nelmişlerdir. Misafirhanedeki kötü koşullardan ve uzun kalış sürelerinden doğan ya­ kınmaları kısmen gidermek isteyen Britanya Elçiliği azatlı ve kaçak köleler için sığınma evi olarak bilinen kendi evini kurmuştu. Bunun başına ise, payitahtta­ ki kölelerin sorunlarıyla yıllardır ilgilenmekte olan İstanbul büyükelçilik tercü­ manı Marinitch getirilmişti. Görevi, konsolosluğa sığınan kişiler için Osmanlı yetkilileriyle, genellikle polis nezdinde aracılık yapmaktı. Marinitch'in bildir­ diğine göre böyle bir kişi "uygun bir konum" bulununcaya, yani bir Müslü­ man ailenin yanına yerleşinceye kadar sığınakta iki ya da üç gün kalırdı. Ma­ rinitch, onun durumunu polise, mahkemeye veya bir azatname vermesi için köle sahibine götürünceye kadar kaçak, sığınma evinde beklerdi. Hakan Erdem'in gösterdiği gibi İngiliz hükümetinin sandığının tersine Marinitch'in sığınağının masraflarını, bir pragmatizm gösterisi ve İstanbul polisinin sorum­ luluklarının daha fazla tanınması olarak, Osmanlı hükümeti ödemekteymiş.8 1 890'ların sonunda azatlı Afrikalılara bakmak için konaklama evleri kurulması padişahın imparatorluk çapındaki bir politikası haline geldi.49 Daha önce 1 870'lerin sonu ve 1 8 80'lerin başında, başlıca Yemen, Hicaz ve Bingazi'de olmak üzere azatlı Afrikalıları kondurmak, beslemek ve giydirmek amacıyla bir fon kurulması için birkaç girişim yapılmıştı. Paranın bir kısmı 47 F0/84/1570/251-2, Konsolos Fawcett'tan (İstanbul) Büyükelçi Goschen'a (İstanbul), 8.9.1 880; F0/84115701255-6, Eyres'dan Fawcett'a, 9.9.1 880; F0/84/1570/240-50, Büyükelçi Goschen'dan Dışişleri Bakanı Granville'e, 25.10.1 880. 8 Erdem, Kölelik, s. 228-229. 49 Hakan Erdem ve ben bu meseleyi ayrı ayrı tartıştığımıza ve ana unsurları hakkında genel bir gö­ rüş birliğine ulaştığımıza göre yapılması gereken tek şey burada bazı temel sonuçlarımızı özetle­ mektir. Bkz. Toledano, Köle Ticareti, s. 204-206; Erdem, Kölelik, s. 220-227. adalet için "koruyucu devlet•e dönmek 131 merkezi hükümet, bir kısmı yerel yetkililer tarafından ödenecek, bir kısmı da hükümetin azat programı aracılığıyla hür işçiler istihdam eden yerel işveren­ lerin ödemeyi taahhüt ettiği miktarla karşılanacaktı. 1 8 84'te Sultan il. Ab­ dülhamid bir adım daha atarak, vilayetteki uzun bekleme süresinden kaçın­ mak için azatlı Afrikalıların, Bingazi'den İstanbul ve İzmir'e getirilmelerini emretti. Kadınlar evlerde hizmetçiliğe, erkekler de askeri mızıka ve sanayi ta­ burlarına yerleştirilecekti. Temmuz 1 890'da imzalanan Brüksel Kölelik Kar­ şıtı Bildirgesi ise Osmanlı İmparatorluğu da dahil olmak üzere tüm imzacıla­ rı azatlı kişilerin iyi bakılmasından sorumlu tutmuş ve misyonerlerce kurulan sığınma evlerine destek vermiştir. Bildirge, padişahın yönetimini, Bingazi, Trablus, Cidde ve Hudeyde gibi çevre liman kentlerinde ve çekirdekteki İs­ tanbul ve İzmir kentlerinde misafirhaneler kurması için teşvik etti. Ek olarak, padişah, İzmir yakınlarında, Aydın vilayetinde azatlı Afri­ kalılar için benzersiz bir yerleştirme programı başlattı. 50 Buradaki fikir, azat­ lı kadın ve erkekleri birbirleriyle evlendirmek, onlar için yeni köy toplumları yaratmak ve onları devlet arazisine tarım işçileri olarak yerleştirmekti. Devle­ tin işlettiği bir misafirhanede geçici olarak bakılacaklar ve daha sonra yeni bir yaşama başlamak için gerekli araçlar verilerek yeni köylerine yerleştirilecek­ lerdi. Sürekli mali sorunlara karşın Hakan Erdem, 1 890'ların başında bu mi­ safirhaneler ve programların en azından bazılarının kurulmuş ve işlemekte ol­ duğunu söylüyor. Bunların başarı ve etkinliğini değerlendirirken daha dikkat­ li olan Erdem'in şu notu önemlidir: "Ne var ki, günümüz Türkiye'sinde ta­ rımla uğraşan Zenci toplulukların yalnızca eski Aydın vilayeti topraklarında ve Küçük Menderes ovasında Bayındır, Tire ve Torbalı gibi kasabalar ve çev­ resinde bulunduğu kaydedilmelidir. Yeniçiftlik, Yeniköy ve Hasköy gibi bu Zenci köylerinden bazılarının isimleri, buraların bilhassa azatlı Zencilerin yerleşimi için kurulmuş olduğunu ve tasarının sonra da yürütüldüğünü akla getirmektedir. "51 1 9 . yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun çekirdek bölgelerine götürü­ len Afrikalıların büyük çoğunluğunun kadın olduğunu en azından payitaht ve başlıca kent merkezleri için söyleyebiliriz. Bunlar, azat edildiklerinde çoğun­ lukla ev hizmetine yerleştirilirlerdi. Hanelere yatılı hizmetçi olarak yerleştiril­ dikleri için eski köle statüleriyle yeni azatlı statüleri arasında uygulamada pek az fark olduğu tartışılabilir. Fakat yasayı çiğnedikleri düşünülmeksizin işve­ ren değiştirmek gibi bir seçenekleri vardı ve eğer seçeneklerinin farkındaysa50 51 Toledano, Köle Tiareti, Erdem, Kölelik, s. 226. s. 205. 132 üçüncü bölüm lar, düşük olduğu kesin olsa da bir gelir kazanabilir ve ileride bir aile kurmak için tasarruf edebilirlerdi. Kadınların bazıları ise aşağıdaki örneğin gösterdiği gibi, başka işlerde çalışmalarını sağlayabilecek profesyonel bir eğitim alırdı. 1 8 73'te, Kuzeydoğu Anadolu'da olan Erzurum'daki yerel yetkililer İstanbul'dan, doğum sırasındaki yüksek anne ve bebek ölüm oranlarını dü­ şürmek için eğitimli bir ebe göndermesini talep ettiler.52 Merkezi hükümet, İstanbul'daki Tıbbiye-i Hümayın'da eğitilmiş ve hatta Fransızca bilgisi de olan Kamer adlı bir Arikalı kadını seçti. Bu, kadının mükemmel niteliklerine uygun profesyonel bir işti ve bir Arikalı ev hizmetçisinin kazanmayı umabi­ leceği herhangi bir miktarın çok üstünde para veriyordu. Kamer, Osmanlı hü­ kümetinin iki sorunu birden çözmek için tıp okuluna yerleştirdiği azatlı bir kadındı. Birincisi, Osmanlı ailelerinin kızlarını, 1 840'lardan başlayarak dok­ torlar, hemşireler, ebeler, veterinerler, inşaat mühendisleri ve çeşitli teknik uz­ manlar gibi seçkin profesyoneller yetiştiren Tanzimat devleti okullarına gön­ dermek konusundaki gönülsüzlükleriydi. Aynı nedenden dolayı Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ( 1 805-1849) da yeni kurduğu hemşirelik okuluna düzine­ lerce azatlı Afrikalı kadını almıştı. 53 ikinci sorun da tabii ki azatlı kadınlara iş bulma ihtiyacıydı. En azından bu örnekte, Kamer'in öyküsü büyük bir başa­ rıydı, yetenekli olduğu açık olan bir kadın, Osmanlı toplumunda profesyonel beceriler ve iyi bir iş sahibi olmayı başarmıştı. Kuzey Afrika ve Kızıldeniz bölgesi gibi uzak köleci vilayetlerde muhte­ melen Arikalı erkekler azat edilen kişiler arasında çoğunluğa sahipti. Erdem, bedenleri ve yüzleri örtülü olmadığı ve ayrıca ev dışında çalıştıkları için er­ keklerin yetkililer tarafından daha kolay bulunabildiğini ama kadınların cin­ siyet ayrımından dolayı örtülü ve evde olmalarından dolayı polisten de sakla­ nabildikleri önermesinde bulunuyor.54 Azatlı Afrikalı erkeklerden bazıları kadınların yanı sıra ev hizmetine yerleştiriliyordu fakat Osmanlı ekonomisin­ de onlar için daha başka işler de vardı. 1 865 gibi erken bir tarihte etnik ori­ jinleri belirtilmeyen iki köleleştirilmiş erkeğin Maliye Nezareti'nin uhdesine geçtiğini, bir yerlere yerleştirildiğini ve kendilerine bakıldığını okumakta­ yız. 55 Bu, sahipleri olan Nazir Hatun adlı bir esircinin ölümünden sonra ol­ muş. Muhtemelen kadının mirasçısı olmadığı için bu ikisi hazineye geçmiş ve yetkililer onları İstanbul Tophane semtindeki meslek yüksek okuluna yerleşBONİrade/Şura-yı Devlet/1216, Mazbata, 7.3 . 1 873, Padişah'ın onayı, 12.3.1 873. 'Imad Ahmed Hilal, Er-rakik fi Misr fi-1-karn et-tasi' ashar, Al-'Arabi, Kahire, 1999, s. 212. 54 Erdem, Kölelik, s. 214. 55 BONBEO/ Muhacirin Komisyonu/75 8. Cilt (gelen)/no. 1 26, Arıza, 12.12.1 865. 52 53 adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 133 tirmeye karar vermişler. Bu işlem esnasında azat edilen iki adama beceri ka­ zanabilecekleri karlı bir iş ve devletin geniş koruması sağlanmış. Afrikalı azatlı erkekler için mevcut olan yerleştirme seçenekleri arasın­ da çeşitli türden meslek okulları ve madencilik, tuz taşımacılığı gibi farklı ka­ mu hizmetleri vardı ki bunlar şüphesiz fiziki olarak daha zor işlerdi ama hem daha iyi ücret veriyor hem de belli bir bölge ve ötesinde hareket özgürlüğü sağlıyordu. Osmanlı ordusu ise herhangi başka bir hükümet organına göre Afrikalı azatlı erkeklere daha fazla bağlılık öneriyor, yiyecek, barınak, pro­ fesyonel eğitim ve yeni bir kimlik veriyordu. Azatlı Afrikalıların orduya alın­ ması Sultan il. Abdülhamid'in 1 8 80'ler ve 1 890'larda pek çok özel belgede yinelenen kat'i isteğiydi .56 Muhtemelen müzik yetenekleri olduğu veya devlet törenlerinde çalan kara derili bir bandonun görsel etkisi olduğu düşünüldüğü için, bir nedenden dolayı bu adamların birçoğu askeri mızıkaya alınırdı. Azatlı Afrikalılar için yaygın olan başka yerleştirmeler de çeşitli sanayi tabur­ ları ve denizcilik zanaatları birlikleriydi. Buralarda erkeklere teknik beceriler öğretilir ve daha sonra topçu, nakliye veya ordugah kurma gibi hizmet veya savaşçı birliklere gönderilirlerdi. Askerlikte kazanılan beceriler, hizmet süre­ sinin bitiminden sonra sivil yaşamda da kullanılabilir ve bu adamları kalifiye olmayan hizmet işlerinin sağlayabileceğinden daha yüksek gelir dilimlerine yerleştirirdi. Yine de resim kesinlikle ideal değildi. Pek çok Osmanlı yetkilisinin iyi niyetlerine ve Britanya konsoloslarının sıkı gayretlerine karşın bu kadar çok ve çelişen farklı çıkarların söz konusu olduğu böyle geniş bir imparatorlukta İstanbul'un her emri harfiyen uygulanmazdı. Saraydan ve payitahttaki ana güç merkezlerinden çıkan sesin gür ve açık olduğu zamanlarda bile ki bu her zaman böyle değildi, uzak antrepolardaki uygulama çoğu zaman epeyce ar­ kadan gelirdi. Yerel valiler ve daha düşük rütbedeki yöneticiler İstanbul'dan gelen talimatları, çoğu köle sahiplerinden oluşan veya köle sahiplerinin bakış açısına sempati duyan yerel çıkar gruplarından gelen baskıyla dengelemek zo­ rundaydılar. Britanya'nın konsolosluk memurları yakından izlese bile bu dengeleme hareketinin sonuçları arzulanan düzeyde olmaktan çok uzakta olurdu. Öyle görünüyor ki burada, arada olan devlet değil daha ziyade çeli­ şen güçler arasında sıkışmış olan ve uygulamadaki ikirciklerin bedelini sık sık hürriyetleriyle ödeyen köleleştirilenlerdi. Afrikalı ticaretini bastırmak yolun­ daki İngiliz-Osmanlı önlemlerinin başarısı yadsınamazsa da Tanzimat devle56 Toledano, Kiile Ticart•ti, s. 20 1 ; Erdem, Kölelik, s. 223. 134 üçüncü bölüm ti ve onun memurlarına güvenen pek çok kölenin hem İngiliz hem de Osman­ lılar tarafından ihanete uğradıklarını düşünmeleri kaçınılmazdı. Böylesi hayal kırıklıkları çoğu zaman, Britanya'daki Anti-Slavery Society'nin (ASS), hem uluslararası alanda hem de Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nda faaliyet gösteren bu son derece etkili ilgacı lobinin muhabirlerince dile getirilirdi. 57 Çoğunlukla Osmanlı İmparatorluğu'nda seyahat eden ve­ ya uzak vilayetlerde hizmet eden rahipler ve misyonerlerden oluşan ASS muhabirleri zaman zaman Londra'daki karargahlarına devlet politikasının umursanmadığı veya açıkça ihlal edildiği vakaları rapor ederlerdi. Londra' da, ASS, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na şikayette bulunur veya nadiren de pa­ dişah da dahil olmak üzere (mesela 1 867 ve 1 8 72'de) Osmanlı hükümetine doğrudan hitap ederdi. Whitehall, ister merkezde olsun isterse taşralarda olsun ilgili Britanya temsilcisinin vakayı uygun Osmanlı hükümet biriminin önüne koymasını isterdi. Bu, meselenin incelenmesine yol açar ve bir şekil­ de ASS'ye bir cevap verilir, o da yayın organı olan Anti-Slavery Reporter'da basardı. Böylesi hantal bir işlemle ve zincirin halkaları arasındaki yavaş ile­ tişimle işlerin bir sonuca ulaşması çok uzun bir süre alırdı. Yine de bu ASS muhabirleri, Britanya konsolosları ve iyi niyetli Osmanlı memurlarında, kö­ leler gayretli avukatlar bulur ve yavaş da olsa adaletin yerine geldiği durum­ lar eksik olmazdı. Kaçak kölelere yapılan muamele konusunda ASS'nin ve Britanya kon­ soloslarının temel ve yinelenen yakınması bazı belli bölgelerde Osmanhların, İngilizlerin göz yummasıyla izledikleri döner kapı siyasetiydi. Örneğin, Ocak 1 877'de Cebel-i Lübnan'daki ASS muhabiri Muhterem Waldmeier özgürlük­ lerini arayarak konsolosluğa giden köleler konusunda şöyle şikayet ediyordu: " . . . konsolosluklara gidiyorlar, onlar da Osmanlı yöneticilerine durumu bildi­ riyor, onlar da eğer köle hükümete teslim edilirse adaletin yerine getirileceği konusunda kesin sözler veriyor." 58 Bununla birlikte, ona göre, eğer bunlar teslim edilirse "sahiplerine geri veriliyor veya başka bir kasabada satılıyor­ lar" imiş. İki ay sonra, Cidde konsolosunun Londra'ya bildirdiğine göre ora­ daki uygulama da kaçakların " daha yumuşak muamele sözü" karşılığında köle sahiplerine iadesi yolundaymış.59 Ona göre, Cidde valisi kendisini uya­ rarak konsolosluğun kaçakları kabul etmesinden dolayı halkın kızgın oldu57 58 59 ASS'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki faaliyetleri için bkz. Toledano, Köle Ticareti, s. 196-197, 222-226. ASS, 1 8/C92/98a-99a, Rev. Waldmeier'den (Cebel-i Lübnan) Joseph Cooper'a (ASS), 1 . 1 877. F0/84/1482/206-8, Konsolos Beyts'den ( Cidde) Dışişleri Bakanı Derby'ye, 25.3. 1 877. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 135 ğunu ve protestocular harekete geçerse Avrupalıları korumak için elinde pek az imkan olduğunu söylemiş. Konsolos gerçekten de yerel Osmanlı yöneticisinin yaptığı gibi bu bas­ kıya boyun eğmiş ve öyle görünüyor ki döner kapı politikası en azından Cidde'de, belki de Osmanlı Devleti'nin özgürleştirme politikasını uygula­ mak için yeterli insan gücüne sahip olmadığı diğer uzak kasabalarda da uy­ gulanmaktaydı. Aynı yıl, köleleştirilmiş bir kişi Cidde limanına demirlemiş durumda olan "HMS Fawn"a kaçmış ama kasabadaki Britanya konsoloslu­ ğuna teslim edilmiş.60 Konsolos onu valiye, o da sahibine vermiş. ASS bu va­ ka hakkında Londra'daki Amiralliğe şikayette bulununca donanma bir so­ ruşturma açmış ve olanın " normal uygulama" olduğu sonucuna ulaşmış. Kı­ zıldeniz bölgesindeki ve çok daha ötelerdeki köleleştirilmiş kişiler durumun böyle olduğunu biliyorlar ama hala denizde veya karada Britanyalılara sığın­ mayı tercih ederek kölelik altında yaşamaktansa şanslarını onlarla denemek istiyorlardı. Aynısı Osmanlı yetkilileri, daha özelde kölelerin kölelikten kurtulmak için başvurduğu polis ve mahkemeler için de geçerliydi. Bu, payitahtta ve çe­ kirdekteki diğer Osmanlı kentlerinde özellikle böyleydi çünkü hükümet Afri­ kalı ticaretine ve onların köleleştirilmesine karşı olan politikalarını buralarda uygulamaya koyabiliyordu. İlginç ve önemlidir ki Osmanlı ve İngiliz, iki hü­ kümet, Tanzimat devletinin Afrikalı ticaretine göz yumduğu konusundaki suçlamaları karşılamak konusunda 1 9 . yüzyılın son yirmi yılında safları sık­ laştırmıştır. Şubat 1 893'te İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Osmanlıların mevcut antlaşmalar altında Afrikalı köle ticaretini bastırma yükümlülüklerine tam olarak uymadıkları yolunda ASS'nin resmi bir şikayetine cevap verdi.61 Bri­ tanya hükümeti cevabında azatlılar için misafirhaneler açılması da dahil ol­ mak üzere Osmanlıların, 1 8 8 9'dan itibaren aldıkları önlemleri sıraladı ve Trablus ile Bingazi'ye yapılan ticaretin bütünüyle durduğunu vurguladı. İngi­ liz hariciyesine göre Osmanlı önlemleri oldukça etkiliydi ve kanıtlar Osman­ lıların umursamazlığına dair genel bir suçlamayı desteklemiyordu. Aşağıdaki hikaye kölelik işlerinde Tanzimat devletinin büyüyen rolü ve Britanya ile artan işbirliği üzerindeki tartışmamızı sonuçlandırmaya yara­ yabilir. 1 8 80'in sonundaki bu vaka İstanbul polisini, Britanya konsolosluğu­ nu ve yirmi altı adet köleleştirilmiş Afrikalıdan oluşan bir grubu kapsamak- 60 61 F0/881/31 84, Yazışma, 1-3.1877. Toledano, Kiile 'art•ti, s . 205. 136 üçüncü bölüm taydı.62 Bu belge önemlidir çünkü burada köleleştirilmişlerin seslerine ilişkin şimdiye kadar gördüğümüz en yakın kanıta sahip olmaktayız ama 1 8 70'ler­ de evrimleşmeye başlayan ve 1 890'lara kadar oturan Osmanlı-Britanya-Afri­ kalı davranış kalıbını etkili bir biçimde göstermesi açısından da daha az önemli değildir. Bu öykü ayrıca bazen Tanzimat devleti ve hatta Britanya ta­ rafından yüzüstü bırakılmalarına karşın köleleştirilenlerin özgürlük umudu­ na nasıl sarıldıklarını da göstermektedir. Belki de bunun alternatifi kendileri­ ni köleliğe bırakmak olacağı için beklentilerinin başarısızlıklarla parçalanma­ sına izin vermiyorlardı. Ağustos 1 8 80'de biri çocuklu olan yirmi altı köleleştirilmiş Afrikalı İstanbul'daki başkonsolos Fawcett'a bir dilekçe sundu. Aşağıdaki metin Os­ manlı Türkçesinde olan aslının resmi bir çevirisidir (elimizde her ikisi de mev­ cuttur): Önce de ifade edildiği gibi, aşağıda imzası bulunan bizler, köle olarak, İstanbul'da çeşitli kişilerin evlerinde hizmet etmekteydik. Sekiz-dokuz ay önce özgürlüğümüzü kazanmamızda etkili olabileceğiniz için ekselansları­ na başvurduk ve emirleriniz doğrultusunda Zaptiye Nezareti'ne gönderil­ dik. Buradaki misafirhanede günlük tayın verilmeden ve sefalet içinde ken­ di halimize bırakılmış olduğumuz Ekselanslarının bilgisine sunulur. Bir kez daha Ekselanslarının merhametine sığınıyor ve sizden, bizi kölelikten kur­ tarmamzı ve özgürlüğümüzü kazanmamız için nüfuzunuzu kullanmamızı rica ediyoruz. Bu dilekçe kadınlar ve erkekler tarafından imzalanmış, daha doğrusu isimleri yazılmış ve tildeye benzeyen bir işaret imza yerine her ismin üzerine konmuş. Tabii ki dilekçeciler metni yazmamışlar ama katiplik becerisi olan birine başvurmuşlar, o da dilekçeyi oluşturmuş ve onlar için yazmıştır. Bu­ nunla birlikte bu, girişimin onların olmadığı anlamına gelmez. Bilakis, dilek­ çede anlatılan olayların akışından haberdar ve hangi düzeneklerin onları bu­ lundukları yere getirdiğinin farkında olmaları gayet mümkündür. Dememiz o ki dilekçe tarihinden sekiz veya dokuz ay önce bireysel olarak Britanya kon­ solosluğuna kaçmışlar, azat istemişlerdi ve kendilerini polise gönderenin kon­ solosluk olduğunu biliyorlardı. Beklentileri polisin kendilerini özgür bırak­ ması ve makul bir süre içinde yeni işlere yerleştirmesiydi. Fakat misafirhane62 F0/195/1299, Konsolos Fawcett'tan (İstanbul) Büyükelçi Goschen'a (İstanbul), 8.9. 1 8 80, Polis misafirhanesindeki yirmi altı Afrikalı kadın köle tarafından yazılan ve 1 9/3 1 .8.1880'de imzalanan dilekçenin Türkçe aslını ve İnilizce çevirisini ek olarak veriyor. Metinler N 00558 olarak işa­ retlenmiş. Bu dilekçe hakkında ayrıca bkz. Erdem, Kölelik, s. 216. adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 137 Resim 3.4. Köleleştirilmiş Arikalıların Başkonsolos Fawcet'e dilekçesi. de beklediklerinden çok daha uzun bir süre ve korkunç koşullar altında kal­ mışlardı. İşleri hızlandırmak için polise defalarca ve boş yere başvurduklarını da varsayabiliriz. Dolayısıyla, kendilerini polise gönderen Bitanya konsolos­ luğu dilekçenin doğal bir muhatabıydı. Dilekçenin gösterdiği gibi 1 8 80'lere gelinceye kadar ilgili tüm taralar belli bir prosedürü meşru ve kabul edilir olarak görmeye başlamıştı: Köleleş­ tirilmiş Arikalılar, Britanya konsolosluğuna kaçabilirdi - orada Türkçe ko­ nuşan Marinitch adında bir adam onlara yardım etmek için hazırdı; Osman­ lı yetkilileri bundan haberdardı ve kaçakları polis misafirhanesine kabul ede­ rek Marinitch ile işbirliği yapıyordu ve Britanya konsolosu da onların azadı­ nı sağlamak için polis nezdinde aracılıkta bulunuyordu. Fakat bu prosedür Afrikalı kaçaklara ilişkin Osmanlı politikasının pü­ rüzsüzce uygulanmadığına da işaret ediyor. İstanbul'daki ana misairhaneden geçiş kaçaklar için zordu. Ücret veren işlerde istihdam edilmek kolay değildi. Kısacası, ortada bir sistem vardı ama mükemmel olmaktan çok uzaktı. Os­ manlı toplumunda ilga lehine olan tutumların ancak 1 8 70'lerin sonunda de­ ğişmeye başladığı ve köle sahiplerinin mülkiyet haklarının hala büyük bir meşruiyet derecesi olduğunu düşünce bu bizi şaşırtmamalı. 138 üçüncü bölüm 1 9. yüzyılın sonuna doğru kaçmak Osmanlı toplumlarında kölelik­ ten çıkmanın meşru bir yöntemi haline gelmekteydi. Tanzimat devleti de gi­ derek köleleştirilenlerin tarafını tutuyor ve köle sahiplerinin mülkiyet hak­ larını korumak yolundaki uzun süreli politikasını tedrici olarak bırakıyor­ du. Bu bölümde tartışıldığı gibi, sultanın tebaasını daha etkin bir şekilde ez­ mektense, Osmanlı toplumlarında güçsüzlerin çıkarına olarak devletin ar­ tan güçlerini kullanabileceği bir durum da buydu.63 Köleleştiren-köleleştiri­ len ilişkisi köleleştirilenin beklentilerini karşılayamayınca ve aralarında ku­ rulu bağı ihlal edilmiş olarak gördüklerinde düzeltim için devlete dönmüş­ lerdi. Böylece hükümet kendisi için, geçici efendi veya locum tenens " efen­ di denebilecek yeni bir rol keşfetmiş ve köleleştirilenler de bunu böyle gör­ meye başlamıştı. Tanzimat devletinin köleleştiren-köleleştirilen ikilisi karşısında oyna­ dığı rol ,geç 1 8. yüzyılda Latin Amerika'daki Nueva Granada Niyabeti'nde gelişen role benziyor. Orada, Re�e Soulodre-La France, kölecileri, köleleşti­ rilenleri ve İspanya Tac'ını kapsayan bir "üçgen" görüyor.64 Orlando Patter­ son'ın "sosyal ölüm" kavramına karşı bir argümanla köleleştirilen kişilerin kaderleriyle nasıl uğraştıklarına dair alternatif bir yol öneriyor. Kısıtlanmış oldukları şüphesiz olsa da haklarının gayet farkındaydılar ve Tac'ın öz imajı olan Hıristiyanlaştırıcı ve insancıl oluşu başarıyla manipüle ediyorlardı diyor Soulodre-La France. Anthony McFarlane'nin başka bir örnekte not ettiği gi­ bi devletin adaletinden kaçmıyor, devletin adaletine kaçıyorlardı.65 Köleleşti­ rilen kişiler Tac'a başvurarak kolonyal sistem içinde tanınabilecek haklar id­ dia ediyor, böylece Rence Soulodre-La France'ın dediği gibi "kolonyal top­ lumda bir yer almak" ve "sosyal ölümü " kabul etmektense kendilerine sosyal bir yaşam yaratmaya çalışıyorlardı. "Anti sosyal, suça ait" davranışlarda bu­ lunduklarında bile İspanyolları, insanlıklarını kabul etmeye zorladılar ki gerBu tür bir davranışa başka bir örnek lris Agmon tarafından tarif ve analiz edilmiştir. Yazar, Tan­ zimat devletince emval-i eytam nezaretinin kuruluşunu ve 1 850'lerden başlayarak yetimler ve kü­ çüklerin haklarım korumak için olan çeşitli fonlarını inceleme konusu yapmaktadır. Bkz. iris Ag­ mon, Family and Court: Legal Culture and Modernity in Late Ottoman Palestine, Syracuse Uni­ versity Press, Syracuse, 2005, Beşinci Bölüm. (*) Locum tenens: vekil, kaymakam - ç.n. 64 Renee Soulodre-La France, "Socially Not So Dead! Slave Identities in Bourbon Nueva Granada", Colonial Latin American Review, 1011 , Haziran 200 1 , s. 90-92, 99 65 Anthony McFarlane, "Cimarrones and Palenques: Runaways and Resistance in Colonial Colom­ bia'', Gad Heuman (der.), Out of the House of Bondage: Runaways, Resistance and Marronage in African and the New World içinde, Frank Cass, Londra, 1 986, s. 131-151 (Soulodre-La Fran­ ce, "Socially Not So Dead! "de zikredilmiştir, 93). 63 . adalet için "koruyucu devlet"e dönmek 139 çekten de köleleştirilmiş kişiler bunların her ikisini de Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nda da yapmışlardır. Sultanların ülkesinde, Tanzimat devleti, köleleştirilenleri kurtarmadı­ ğında veya daha önceleri sadece geri çevirdiğinde, hepsi değilse de bazıları ka­ derlerini değiştirme çabalarında başka araçlara da başvurdular. Uç davranış­ larda bulunan köleleştirilmiş kişilerden bazıları bunu devlete başvurmadan önce yaptılar, ilişkinin çökmesi üzerine köle sahiplerine şiddetle saldırdılar. Diğer toplumlarda olduğu gibi bu hareketlerden bazıları devlet tarafından ce­ zalandırıldı çünkü yönetici seçkinler bunların mevcut düzene bir tehdit oldu­ ğunu düşünmekteydi. Kabul etmek gerekir ki suç işleyen köleleştirilmiş Çer­ kesler ve Afrikalılar, köleliği bitirmek olsun veya kendilerini başka bir efendi­ ye bağlamak olsun, her zaman özel bir amacı gerçekleştirmek peşinde değildi ama hiç de az olmayan bazılarının hareketleriyle düşündükleri kesindir. Bazı suçlar tutku, öfke veya duygusal anlamda ayakta kalabilme suçlarıydı. Bu iş­ lenen suçların doğası, hangi koşullar altında işlendikleri ve arkalarındaki muhtemel nedenler Dördüncü Bölüm'de tartışılacaktır. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Yaşayabilmek için Suçu Seçmek aşlangıçta Şeriata dayanmasına karşın, Osmanlı ceza kanunu kısa bir sü­ B re sonra İslami ilkeler ve cezalardan ayrı olarak gelişti.1 1 840'tan sonra Tanzimat devleti mevcut kanunları derledi, tasnif etti. Derleme ve vakaya da­ yalı hukukun bir bileşimi olan, Osmanlı temelli daha sonra da Avrupa'dan et­ kilenmiş bir ceza sistemini geliştirdi. Meclis-i Vükela 1 845'te, Meclis-i Vala'­ nın köleleştirilmiş kişilerin de padişahın hür tebaasının tabi olduğu aynı ceza­ larla mükellef olması gerektiği yolundaki görüşünü onayladı. Bu, Şeriattan kaynaklanan köle sahiplerinin kölelerini cezalandırmakla sorumlu olduğu uygulamasını değiştirdi, köleleri korumak amacıyla devleti köleleştirilen-kö­ leleştiren ilişkisine sokarak keyfi cezalandırmayı azalttı. Tanzimat devletince yapılan ve memurları tarafından uygulanan kanun, köleleştirilenler tarafın­ dan doğal olarak devletle özdeş görüldü. Köleleştirilenler, Tanzimat devletini giderek kendi özgürlük haklarının koruyucusu ve köle sahiplerinin suistimali ve sömürüsüne karşı bir bekçi ola­ rak gördükçe Osmanlı hükümeti bir sözde efendi oldu, köleleştirilenler de devletin bir şekilde vesayeti altına girdi. Devlet, köleleştirilenlerin koruyucu­ su imajına uygun davranamadığında bazı köleler sultanın hükümetine ve 1 Erken Osmanlı ceza kanunu için bkz. Uriel Heyd (der. V. L. Menage), Studies in Old Ottoman Criminal aw, Clarendon Press, Oxford, 1 973; Ehud. R. Toledano, "The Legislative Process in the Ooman Empire in the Early Tanzimat Period: A Footnote" , Internationa/ ]ourna/ ofTurkish Studies, 1 112, 1980, s. 99-108. Tanzimat dönemindeki gelişmeler için bkz. Ruth Austin Miller, From Fikh to Fascism: The Turkish Repub/ican Adoption of Mussolini's Crimina/ Code in the Coııtext of ],ate Ottoman Legal Reform, Doktora tezi, Princeton University, Haziran 2003. 142 dördüncü bölüm onun en aşikar temsillerinden birine, Osmanlı kanununa karşı hareketlere gi­ riştiler. Köleleştirilenlerin açısından bakılınca devletin yetersizliği, Tanzimat devletinin memurları ve mevki sahipleriyle tedrici olarak oluşturulmakta olan güven ilişkisinin bir kez daha ihanete uğraması, kendileri için bu kadar önem­ li olan üvey patronaj bağının bir kez daha başarısızlığa uğraması demekti. Tanzimat devletince suç olarak görülen her hareketin başka toplumlar ve kültürlerde de zorunlu olarak suç olması, en azından aynı şiddetle cezalan­ dırılmaları gerekmiyordu. Bu, Osmanlı İmparatorluğu'na farklı kültürel geç­ mişlerden, örneğin değişik Sahra-altı Afrikalı toplumlardan ve Kafkasya'nın çeşitli toplumlarından zorla getirilen köleler için özellikle böyleydi. Örneğin cinsel suçlar vahim bir şekilde kültür yönelimlidir ve Afrika veya Kafkasya' daki cinsel davranış normları doğal olarak Osmanlı-İslam normlarından farklıydı. Genç, ilişiksiz kadın ve erkeklerin cinselliğinin denetlenmesi veya kadınlara cinsel ulaşımın düzenlenmesi değişiklik gösterirdi. Sonuç olarak, mesela, te­ cavüz farklı şekillerde tanımlanır ve farklı ölçülerle ölçülürdü. Kundakçılık, Osmanlı hukukunca özellikle iğrenç bir suç olarak görülür ve hüküm giymiş kundakçılar ölüm cezasıyla karşılaşabilirlerdi. Bir cinayet kurbanının ailesi, ölüm cezasını, katilin, mahkemece verilen cezayı çekmesinden sonra ödeyece­ ği bir mali tazminata çevirmeyi kabul edebilirdi. Başka kültürler cinayete farklı yaklaşımlarda bulunmuştur. Fakat bu konuları köleleştirilenin bakış açısıyla tartışmaya başlama­ dan önce köleler tarafından işlenen suçları, sadece suç olanlar ve sosyal diren­ me veya boyun eğmeme hareketi olarak işlenen suçlar olarak ayırmak duru­ mundayız. Bu yapılması güç bir ayrımdır çünkü niyetleri bizimle işbirliği yap­ mayan belgelerden çıkarmak zorundayız. Uygulayabileceğimiz bir sınama, köleleştirilmiş kişi tarafından yapılan eylemin somut bir sonuç vermesi ama­ cıyla yani onu kölelikten kurtarmak, yaşama standartlarını iyileştirmek veya daha iyi bir yere gitmek ve daha rahat koşullara ulaşmak gibi bir özel niyetle yapılıp yapılmadığını anlamaya çalışmaktır. Bazen, niyet, eylemin kendisi ta­ rafından akim bırakılıyor veya köleleştirilmiş kişinin yakalanması ve cezalan­ dırılmasıyla başarısız oluyordu. Pek çok durumda bu öykülerden haberimizin olması, polis veya mahkeme kayıtlarına girmelerinden dolayıdır ki, bu kayıt­ ların yazarları olaylara kölenin bakış açısıyla bakmakla pek ilgilenmiyorlar­ dı. Yine de bu güçlüklere karşın Osmanlı toplumlarındaki özgür olmayan ki­ şilerin yaşamlarına dair pek çok şey bulabiliyoruz. Birincisi bir cinayet, diğeri bir hırsızlık vakası olan ve biri bir azatlı di­ ğeri bir köle tarafından gerçekleştirilmiş bulunan aşağıdaki iki örnek cinayet yaşayabilmek için suçu seçmek 143 ve hırsızlığın otomatik olarak direnme göstergesi olarak yorumlanamayaca­ ğını ve bazen suç davranışlarından başka bir şey olmayacakları noktasını gös­ termeye yarayabilir. 1 849'da İstanbul'da Tavukpazarı'nda bir cinayet ol­ du.2 Kurban, Ayaşlı Ali Ağa adlı önemli bir seçkin olup Saray-ı Hümayun' da çalışmaktaydı. Katil ise Abdullah adlı bir azatlıydı. Abdullah, seçkinlerin baş­ ka bir üyesi tarafından, Eşref Efendi adındaki oğlu payitahtın Bab-ı Cisr sem­ tindeki camide imamlık yapan Mustafa Ağa tarafından azat edilmişti. Vaka hakkında Abdullah'ın bir " Çerkes kaması" çekerek Ali Ağa'yı ağır bir şekil­ de yaraladığı iddiasından başka bir şey bilmiyoruz. Ali Ağa ölünce vaka bir cinayet vakası haline geldi. Kurbanın mirasçıları katili affetmeyi reddettiler ve Abdullah'ın idam edilmesi yolundaki bir emir onaylaması için padişaha sunuldu. Böyle vakalar, köleler açısından bir yorum yapılmasına pek meydan vermiyor çünkü katil zaten azat edilmiş durumdaydı ve onun bu hareketini daha önceki köleliğine bağlayacak bir bilgiye sahip değiliz. Şubat 1 855'te, Karadeniz'deki liman kenti Varna'nın defterdarı olan Ahmet Bey eski kölelerinden birinin yaptığı hırsızlıktan dolayı sadrazamlığa bir dilekçe yazdı. 3 Bu örnekteki suçlanan kişi Cevher adında bir Afrikalı kö­ leydi ve beyin iddiasına göre evden birkaç şey ve biraz nakit çalarak kaçmış­ tı. Cevher, yakındaki bir kasabanın karantinahanesinde yakalanmış ve dilek­ çeciye göre orada " boş yere " tutulmaktaymış. Bu demekti ki köle sahibi açı­ sından bir değeri olan Cevher'in kendisi Ahmet Bey'e iade edilmediği gibi ça­ lınan eşya da ondan geri alınmamış. Sadrazamdan, Cevher'in polis nezaretin­ de İstanbul'a gönderilmesini emretmesi ve böylece çalınan eşya ve paranın ondan alınmasını ve kölenin kendisinin yasal mülk sahibine geri verilerek adaletin yerine gelmesini sağlaması isteniyordu. Gerçekten de sadrazam bu yolda bir emir verdi. Peki, bu öyküden ne öğrenilebilir? Yaka, kaçak kölesi­ nin iade edilmesini hızlandırmak isteyen bir köle sahibinin uydurma suçlama­ larına dayanıyor olabilir. Öte yandan hırsızlık gerçekten olmuş olabilir fakat köleler açısından bir yorum yapabilmemizi ve hem bu özel örnek hem de Os­ manlı İmparatorluğu genelinde köleleştirilen kişilerin kaderi hakkındaki bil­ gimizi zenginleştirecek bilgiye sahip değiliz. Bazı durumlarda burası tam da durmamız gereken yerdir. Buna karşın, Osmanlı yönetimi altında gelişmekte olan çeşitli toplum­ larda kendilerini köle olarak bulan kişilerin kaderlerinin bazı yönlerini ortaya 2 3 BOA/Sadaret/Amedi Kalemi Evrakl6/65, muhtıra taslağı, 3.2.1849. BOA/Umum Vilayat Evrakı/Ahmet Bey'in arızası, tarihsiz ve Sadrazamlığın taslak muhtırası, 20.2.1 85.5. 1t dördüncü bölüm çıkaran başka öyküler vardır. Onların suçları küçük hırsızlıktan, büyük hırsız­ lığa, cinsel suçlara ve kundakçılıktan cinayete kadar uzanıyor. Hareketleri bi­ reysel veya grup eylemleri olarak tasnif ediliyor. Tarihsel kayıtlardaki boşluk­ ları, tarihsel tahayyül ile desteklemek ve doldurmak yöntemimizi uygulayarak her vakada köleleştirilenler için mevcut olan seçenekleri, seçimin varlığını ve­ ya yokluğunu, suçlanan kişilerin eyleminin önemini ve eylemin sosyal bir an­ lamı olup olmadığını değerlendirmeye çalışabiliriz. Tanzimat devletinin çıkar­ dığı ve uyguladığı kanunları çiğııediği noktada, bir suçlu neyi başarmayı umu­ yordu? Bu bölümde tartışılan örneklerin çoğunda kahramanların neye izin ve­ rildiğini, neye verilmediğini bilecek bir yetenekleri olduğunu varsayacağım ve doğruyu yanlışan ayırma yetenekleri olduğuna inanıyorum.4 SIZLK Hırsızlık{ Osmanlı cezai kayıtlarında en çok karşılaşılan suçtur. Şeriatta ve Osmanlı ceza hukukunda mülkiyet haklarına verilen büyük değer ufak hırsız­ lıkları bile cezalandırmış ve bu tür kabahatleri işleyenlere ağır cezalar vermiş­ tir. 5 Suçlar, aşırmadan büyük hırsızlıklara ve bazen de çalmak amacıyla ha­ neye tecavüze kadar sıralanıyordu. Köleleştirilen kişilerin koşuların evlerin­ den br şeyler çalarken yakalandıkları oluyordu ama onların hırsızlıkları ge­ nellikle "fırsat hedeler" olarak adlandırılabilecek yani hedefledikleri eşyaya serbest ulaşımın kolay ve engellenmemiş olduğu durumlarca tetikleniyordu. Köle sahiplerinin malları köleleştirilmiş ev işçilerinin gözleri önünde açıkta durur, köleleştirilenler değerli eşyanın saklandığı yerler konusunda mahrem bilgileri ve hane halkının gündüz ve gece rutinlerini bilirlerdi. Köleleştirilmiş tarımsal işçiler açısındansa tarlalardaki, samanlıklardaki ve çitlik evlerinde­ ki üretim araçlarına rahatça ulaşılabilirdi ve çiftçilerin programlarını bilirler­ i. Dolayısıyla, içeride bulunan köle için sürekli fırsat zengiliği sağlayan bir 4 5 Bu noktada 'Jmad Ahmed Hilal'den farklı düşünüyorum. O aşağıda daha fazla söz edileceği gibi kölelerin suç eylemlerinin çoğunu onların kısıtlı zekasına, hareketlerinin sonucunu anlama yete­ neklerinin olmamasına ve hatta ahlak ve erdem eksikliklerine atfediyor. Tanzimat dönemindeki çeşitli ceza kanunnamelerinin metinleri için bkz. Ahmed Lıtfi, Mirat-ı Adalet, İstanbul, Kitapçı Ohannes, 1304 [1 886-1887]. Osmanlı ceza kanunnamelerinin gelişimi üzerine olan tartışmadaki ana konular için bkz. Hıfzı Veldet, "Kanunlaştırma hareketleri ve Tan­ zimat", Tanzimat I: Yüzüncü Yıldönümü Münasebetiyle içinde, Maarif Vekaleti, Ankara, 1940, s. 1 39-209; Tahir Taner, "Tanzimat Devrinde Ceza Hukuku", a.g.e., s. 221-232; Gabriel Baer, "The Tanzimat in Egypt: The Pena) Code", Baer, Studies in the Social History ofModern Egypt içinde, University of Chkago Press, Chicago, 1969, s. 1 09-132; Baer, "The Transition from Traditional to Western Criminal Law in Turkey and Egypt", Stua Islamica, 45, 1977, s. 139-158; Toleda­ no, "Legislative Process". yaşayabUnek için suçu seçmek 145 ortam vardı. Eğer ilişki köleleştirilen ve köleleştiren arasında duygusal bağ­ lanma yaratabilmişse ortaya çıkan sadakat bu tür bir iğvaya uymak konusun­ da gerekli direnci genellikle sağlayabilirdi. Köleleştirilmiş kişilerin çoğu sa­ hiplerinden bir şey çalmıyordu, vakaların çoğunluğunun rapor edilmediğini hatta keşfedilmediğini düşünsek dahi aslında pek azı bunu yapıyordu. Genellikle köleleştirilenin istismar edilmesi ve kötü muameleye uğra­ ması yüzünden ilişki zayıf olduğunda aşırmak için mevcut olan fırsatlar eyle­ me dönüşebilirdi. İşte bu noktada devletin koyduğu önlemler, ceza kanunna­ mesi ve kolluk güçleri, hırsızlık için belki de son bir engel yaratabilirdi. Yok­ sunluk ve kızgınlık köleleştirilen kişilerin sahiplerinden veya sahipleriyle bir­ likte ziyarete gittikleri veya bir şeyler almaları için gönderildikleri komşula­ rından ve akrabalarından hırsızlık yapmalarına neden olabilirdi. Bununla bir­ likte yakalanma riski yüksekti çünkü hanelerdeki köleleştirilmiş kişiler he­ men her zaman otomatik zanlılar olur ve haksız olarak hırsızlık yapmakla suçlandıkları da çok olurdu. Ek olarak, hırsızlığın bir işe yarayabilmesi için köleleştirilmiş kişilerin çaldıklarını nakite çevirebilecekleri güvenli bir yol bulmaları ve çalıntı malları alacak ve onların adına satacak veya değiştirecek suç ortakları bulmaları gerekirdi. Başka insanları olaya dahil etmek hırsızları daha fazla riske maruz bırakır ve bazen köle sahipleri veya yetkililerce yaka­ lanmak ve cezalandırılmaktan daha büyük tehlikelere atardı. Fakat o yönde ilerlemeden önce köle olarak tutulan bütün kişiler için emsal teşkil eden bir hırsızlık vakasına bakalım. Nizami bir temyiz mahkemesi olarak değerlendirilebilecek Meclis-i Vala'nın kayıtları ismi belirtilmeyen ve sadece İstanbul yakınlarındaki İstan­ köy'ün eski kaymakamı olan ve kapıcılarından biri olmak hasebiyle sultana doğrudan erişimi bulunan Mustafa Bey'in kölesi olarak tarif edilen bir Afri­ kalı adama ait bir öyküyü barındırıyor.6'� 1 845 Haziran'ı başında bir zaman, kahramanımız Mustafa Bey'in evinden şu eşyaları çalmış: Çeşitli madalyalar, altın ve gümüş kaplar, iki kitap, gümüş para olarak 484.30 kuruş ve altın pa­ ra olarak 3 bin 148 kuruş. Adam kaçmış ama belki pişman olduğu için belki de kalacak yer sağlamak için Osman Efendi'nin bir kadın akrabasının evine gitmiş. Bu kadın hakkında fazla bir şey bilmiyoruz, hırsız onu sahibinin aile­ sinin bir tanıdığı olarak tanımış olabilir, fakat kadın kısa süre içinde polisi ça­ ğırmış ve onlar da 1 1 Haziran günü adamı tutuklamışlar. Çalıntı eşyalar geri 6 (*) BOA/İrade/Meclis-i Vala/1280/Mazbata, 23.7.1845 ve Sadrazam'm Padişah'a telhisi, 5.8.1845. İstanköy'ün İstanbul yakınlarında olmadığını ve Mustafa Bey'in "kapıcı "lığının büyük ihtimalle sadece unvandan ibaret olduğunu belirtmek gerekir ç.ı. - 146 dördüncü bölüm alınmış ve sahiplerine iade edilmiş ve köle yetkililerce alıkonulmuş. Dava hakkında karar vermesi istenen Meclis-i Vala 23 Temmuz'da onaylanması amacıyla sadrazama bir rapor göndermiş. Bu özel hırsızlık olayında sanığı bir yıl hapse mahkum etmişler. Fakat bir emsal teşkil eden ve cezai konularda köleleştirilmiş kişiler için bir politika değişikliği getiren Meclis-i Vala'nın gö­ rüşünün çok daha geniş imaları bulunmaktaydı. Meclis-i Vala, çalınan eşyanın değerine bağlı olarak hür kişilerce işle­ nen hırsızlığın cezasının üç aydan üç yıla kadar ağır hapis olduğunu belirtmiş­ tir. Meclis-i Vala, kanunda köle suçlulara ilişkin bir madde olmadığını ama Şeriatın, kölenin cezalandırılmasının efendiye ait olduğunu söylediğini de be­ lirtmiştir. Bununla birlikte uygun ve adil bir şekilde Şeriatı ayakta tutma ve uygulama görevinin de devlette olduğu tartışılmıştır. Meclis-i Vala'ya göre tecrübenin gösterdiğine göre bazı sahipler aşırı şiddete başvurmuş, başkaları ise haddnden fazla yumuşaklık göstererek herhangi bir cezadan kaçınmışlar. Suçluyu satarak ondan kurtulmak isteyen bazı sahipler ise köleleri için daha yüksek bir miktar alabilmek amacıyla onların suçlu geçmişini saklıyorlarmış. Dolayısıyla kanun gereği gibi uygulanmamakta ve toplumda çürüme yayıl­ maktaymış.Toplumun köle veya hür tüm suçlulardan korunması gerektiğine karar veren Meclis-i Vala, kölelerin aşırılıklardan da korunması gerektiğini söylüyordu. Bu da Ceza Kanunnamesi'nin hür ve köleleştirilmiş tebaaya eşit olarak uygulanması anlamına geliyordu. Hem bedeni cezalar hem de hapis cezaları hem hür hem de köleler için uygulanacaktı. Kadın ve erkek köle mah­ kumlar hapis cezalarını farklı hapishanelerde yatarak çekeceklerdi. Burada kısa bir değerlendirme yerinde olacaktır. Meclis-i Vala, köle­ lerce bir suç işlendiği zaman kölelerin ve köle sahiplerinin yükümlülükleri üzerine Şeriatin ne söylediğine dair yaptığı genelleştirilmiş saptamada bütü­ nüyle doğru değildi.7 İslam ceza hukukunda iki ayrım yapılır: Birinci, kaba­ hatlinin kasıtlı niyeti (Arapça, amd) konusu üzerinedir; diğeri ise büyük suç­ lar (Arapça hadd) ve küçük suçlar (Arapça cinayat) arasındadır. Eğer bir kö­ le taammüden adam öldürürse kısasa (lex talionis) tabidir ve adalet kadı ta­ rafından yerine getirilir, köle sahibince değil. Şeriat mahkemesi ayrıca kölele­ rin hadd kategorisi kapsamında işledikleri tüm suçların da yargılanma yeriy­ di. Cinayat türü suçlarda ise köle, köle sahibinin mülkü olarak görülür ve kö­ le sahibi, kölesinin neden olduğu zararlardan sorumlu tutulurdu ama bu so­ rumluluk kölenin değerini aşamazdı. Öldürme hariç kasıtlı yapılan diğer suç7 Bu, Toledano, "Legislative Process" , s. 104-106'da ayrıntılı olarak ele alınmıştır. yaşayabilmek için suçu seçmek 147 larda köle sahipleri, bazı kısıtlamalarla birlikte, suçlu köleyi davacıya teslim ederler veya konan tazminatı öderlerdi. Yine de Meclis-i Vala'nın kararı bir önemli soruyu çözmeden bırakı­ yordu: Köle mahkumlar cezalarını çektikten sonra sahiplerine geri verilecek miydi? Bu konu, sadrazamın, kararın getirdiği tüm yasal emsali onaylaması amacıyla getirdiği Meclis-i Vükela' da ele alındı. Vükela, Meclis-i Vala'nın gö­ rüşünü inceledikten ve onunla mutabık kaldıktan sonra cezalarını çeken kö­ lelerin sahiplerine iade edilmesi gerektiğine karar verdi. 5 Ağustos 1 845'te sadrazam ve padişah onaylarını verdiler ve bu nokta bir imparatorluk kanu­ nu oldu. Bu karar, köle sahiplerine, Tanzimat devletinin köleleştirilen-köle­ leştiren ilişkisinde daha etkin bir rol oynayacağı işaretini gönderirken, sahip­ lerin köleleştirilenler üzerindeki mülkiyet haklarına sırtını dönmediğini de gösteriyordu. Bu, ilerideki yıllarda tedrid olarak değişecek ve bu ilişkinin sı­ nırları yeniden müzakere edilecek ve tanımlanacaktı. Fakat biz burada, Meclis-i Vala kararında olduğundan fazla olarak hikayenin merkezindeki isimsiz adamın kaderiyle ve onun için mevcut olan seçimlerle ilgileniyoruz. İlginç olan nokta, aniden fikir değiştirerek orijinal planını değiştirmesi ve kendini yakalatmasıdır. Çalmak ve kaçmak kararı pek çok amaçtan dolayı verilmiş olabilir ve biz gerçek nedenin bunlardan hangisi olduğunu bilmiyoruz. Yine de hizmet ettiği hane, sultana doğrudan ulaşımı olan payitahttaki imparatorluk eliti üyelerinden birine aitti ki bu da zengin ve iyi bağlantılı bir hane demekti. Bizim isimsiz adamımız muhtemelen Mustafa Bey'in hanesinde hizmet eden köleleştirilmiş kişilerden biriydi ve diğer köle­ leştirilmiş hizmetçilere kıyasla, hele köle olup da ev hizmetinde çalışmayanla­ ra göre hayatının oldukça rahat olması gerekir. Eğer bir şekilde kötü muame­ leye uğramamışsa, dışarıda azatlı bir hizmetçi olarak kendisi için mevcut ola­ cak olan seçeneklerin onun durumunu iyileştirmeleri şansı düşüktü. Bunun idrak edilmesi kaçışını bitirme, kendini teslim etme ve hırsızlıktan dolayı ce­ zalandırılmayı kabullenme kararında bir rol oynamış olabilir. Bu durumda öyle görünüyor ki özgürlüğü köleliğe tercih etme veya sert gerçekler karşısın­ da direnişi seçme önemli bir rol oynamamıştır, belki de hiç oynamamıştır. Bu öykü köleleştirilmiş kişilerin yaptığı hırsızlığın genelde kaçmalarıy­ la ilgili olduğunu vurguluyor. Köle sahiplerinin, kaçakları ufak tefek çalmak­ la suçlamalarının yaygın olduğunu zaten görmüştük.8 Bu, kaçağın kötü mu­ amele iddiasını karşılamak ve inanılırlıklarına şüphe düşürmek ve kaçakların 8 Bkz. ikinci Bölüm. 18 dördüncü bölüm iadesi talebini güçlendirmek için yapılırdı. Hane içinde aşırma, öyle görünü­ yor ki, aile içinde hallediliyor ve yakalanan suçlu köle sahibi tarafından, ço­ ğunlukla dövülerek cezalandırılıyordu. Eğilim, yetkililere şikayet etmeyerek devleti ilişkinin dışında tutmak ve böylelikle hırsız köleye de bir kötü muame­ le suçlamasında bulunması fırsatmı tanımamak yolundaydı. Fakat kaçaklara karşı getirilen hırsızlık suçlamalarının tümü de uydurma değildi. Makul ola­ rak beklenebilir ki köleleştirilmiş kişiler kaçmaya karar verdiklerinde evden bazı eşya alarak onları yiyecek, barınak ve diğer ihtiyaçlar karşılığında değiş­ mek ve yeni bir gelir veya nafaka kaynağı buluncaya kadar geçinmek isterler­ di. Gerçekten de, ortadan kaybolmadan önce taşınabilir, değerli veya faydalı eşyaları belirlemek başarılı bir kaçış için elzem görünüyor. Bir kez daha söyleyelim, kaçma bağlamındaki hırsızlık benim bağlan­ a ve yeniden bağlanma dediğim daha geniş sosyal çerçevede görülmek du­ rumunadır. Bir bağlılığı bırakmak ve ikincisini kurmak arasındaki süre ka­ çak kişiler için çok önemliydi. Bu süre boyunca köleler güvenilir bir geçinme kaynağından mahrumdular, bir efendinin koruyuculuğu olmaksızın kendile­ rine bakmak durumundaydılar. Süre uzadıkça sömürülme riski de büyür, toplumun uç noktalarına itilirler ve orada sağlıkları ve bazen yaşamları bile tehlikede olurdu. Dolayısıyla kaçaklar, bu tehlikeli dönemde ayakta kalabil­ meyi kolaylaştırmak için kendi haneleri dışındaki tanıdıkları kişilere güvenir­ lerdi. Bu açıdan hayati öneme sahip olan ilişkiler, kaynaklarını açıklamaksı­ zın kaçağa çalıntı eşyayı pazarda satmak veya değişmek konusunda yardımcı olan kişiler tarafından sağlanırdı. İncinebilirlikleri başvurdukları adamın gö­ zünden kaçmayacağı için bu bağımlılık kaçakları suistimal ve sömürüye açık bir duruma getirirdi. Aşağıda, hepsi de Osmanlı Mısırı'ndan gelen üç örnek bu noktayı gösteriyor.9 Ekim 1 85 8 'de Kahire Temyiz Mahkemesi, Tharanja adlı Habeş kadı­ nın davasına baktı. Bir kadın esirciye ait olan Tharanja ondan birkaç elbise, biraz bez ve bir süslü kutu çalmıştı. iddia edildiğine göre iki suç ortağı vardı, Zahra adında bir Habeş kadın ve ilginç bir şekilde Ahmed Ağa Bonapart adında olan ve belki de askeriyeyle ilintili olan kocası. Bu vakada, Tharanja çalıntı eşyayla kaçmamış, onları komşuları olan suç ortaklarına vermişti. Hır­ sızlık keşfedildiğinde Tharanja polis tarafından yakalanmıştı. Soruşturma sı­ rasında eşyaları çaldığını kabul etmiş ve kanunlara göre üç yıl hapse mahkum edilmişti. Burada neden ekonomik gibi görünüyor ve suç ortakları çalıntı eş9 Her üçü de 'Imad Ahmed Hilal, Er-rakik fi Misr fi-1-kam et-si' ashar, Al-'Arabi, Kahire, 1 99.9, s. 223-224'te zikredilmektedir. yaşayabilmek için suçu eçmek 49 yayı satarak anlaştıkları üzere Tharanja'ya para vereceklerdi. Kölelikten ka­ çış aramamasına karşın mevcut fırsatı kullanarak planlı bir hırsızlıkla mali durumunu iyileştirmek istemiş. Aşağıdaki iki örneğin tersine suç ortakları onu kandırmamıştır, talihsizliği onlara atfedilemez. İzleyen öykü adı "kutlu" anlamına gelen Mabruka'yı, Kahire'nin Ya­ hudi sakinlerinden İshak Hanin'e ait olan Afrikalı kadını gösteriyor. 1 855'te Mabruka, Hanin'in akrabasının evinden birkaç parça altın çalmış. Daha son­ ra üç adama yaklaşarak mücevherleri satmak istemiş fakat onları daha önce­ den tanıyıp tanımadığını veya söz konusu eşyaları çalmadan önce onların hiz­ metlerinden yararlanmayı ayarlayıp ayarlamadığını bilmiyoruz. Her halükar­ da, üç adam eşyaları almış, pazarda satmış ve bir adım daha ileri giderek Mabruka'ya el koymuş ve onu Salim al-Halabi adında başka bir adama sat­ mışlar. Temyiz Mahkemesi üç adamı üç sene hapse mahkum etmiş ve Mabruka'yı bir hükümet atölyesinde bir buçuk yıl çalışmaya göndermiş. Ka­ dın, daha sonra İshak Hanin'e geri verilmiş. Ama Mısır valisi Said Paşa ( 1 854- 1 863) mahkemenin kararını değiştirerek kadının ülkesi olan Sudan'a sürülmesi emrini vermiş. Said Paşa'nın bilinen politikası mahkum olan tüm suçluların cezalarını çektikten sonra Mısır'dan sürülmesiydi. Muhtemelen is­ temeyerek de olsa bu politika köle sahiplerini de cezalandırmıştır. Mısır'a ilişkin son örneğimiz daha da trajik sonuçlara yol açmıştır. 1 865'te, Yukarı Mısır'ın Girga kasabasında köleleştirilmiş bir Afrikalı kadın olan Halima sahibinden biraz para ile bir mücevher çalmış. Kaçarak, muhte­ melen eşyaları elden çıkarmak konusunda yardım almak amacıyla belki de daha önceden tanıdığı bir adamın evine gitmiş. Suç ortağı olacak olan adam çalınan şeylere el koymuş ve kadını öldürmüş. Katilin eylemlerini önceden planlayıp planlamadığını, Halima'yı kandırmak niyetinde olup olmadığını veya onu hırsızlık yapmaya ve kaçmaya teşvik edip etmediğini bilmiyoruz. Cinayet, planın bir parçası olabilir de olmayabilir de. Kesin olan şu var ki ka­ til, Halima'nın incinebilir bir durumda olduğunu anlamış ve bundan yarar­ lanmış. Köleleştirilen kişi bir erkek, özellikle kendini savunabilecek yetenek­ te güçlü bir erkek olmuş olsaydı öykü yine aynı şekilde gelişir miydi sorusu iyi bir sorudur. Cevabımız, köleleştirilen kadınların genelde köleleştirilen erkek­ lere göre daha incinebilir durumda olduğu olacaktır. Kadınlar cinsel istisma­ ra, şiddete ve emeklerinin sömürülmesine daha açık durumdaydı. Bağlanma ve yeniden bağlanma sorunu ve iki ilişki arasındaki sürede olan incinebilirlik sadece kaçak kölelerin sorunu değildi. Kölelikten özgürlü­ ğe geçiş dönemlerinde azatlı kişiler için de aynı şekilde geçeriydi. Özellikle 150 dördüncü bölüm Arikalı ve kadınsalar azatlıların karşılaştıkları güçlüklerden bazılarını zaten gördük. Burada sadece, azattan ötürü bağlantının kaybının azatlı kişileri ka­ nunu çiğnemeye itebildiğini söylemeliyim. Yeni bir bağ kurmak konusundaki başarısızlık patronaj ve koruma eksikliği demekti ki azatlıyı ihtiyaç ve yok­ sulluğa maruz bırakabilirdi. Bu, bazılarını dilencilik ve evsizliğe, oradan da aşırma ve küçük hırsızlıklara giden kısa yolu öğrenmeye iterdi. Eğer bir azat­ lı uzun bir süre boyunca kalıcı bir geçinme kaynağı bulamazsa suça ait dav­ ranışlar alışkanlık haline gelir ve böyle bir insanı temelli olarak toplumun uç noktalarına gönderirdi. Bu talihsiz kaderden sadece güçlü ve şanslı olanlar kendilerini kurtarabilirdi. Hiçbir şekilde tek veya istisnai olmayan aşağıdaki öykü bu noktaları gösterebilir. 1 859'da Cafer adlı azatlı bir Afrikalı adam Varna'ya sürgün edildi.10 Niye sürgün edildiğini bilmiyoruz fakat bu cezalandırma, hapsedilmeyi ge­ rektirecek kadar büyük olmayan bir suçla ilgili olmalıdır. Aşağı tabakalardan tebaanın sürgün edilmesi genellikle sorunlu bir kişiyi sorun çıkardığı ortam­ dan kaldırmak amacı taşırdı. Aylaklık, fahişelik ve büyücülük sürgün için en çok anılan nedenlerdir. Öyle görünüyor ki Cafer'in kabahati, yetkililerin aşır­ maya ve daha önemli hırsızlıklara sevk edici olarak gördükleri aylaklıktı. Bir gece, Varna'da, bir kahvehanede bir şeyler satmaya çalışırken yakalanmış. Yetkililer hareketlerini şüpheli olarak görmüşler. Sorgulandığında Cafer, gün batımından bir buçuk saat kadar sonra Varna'daki yerel topçu birliğinin su­ baylarından Abdullah Ağa'nın evine girdiğini kabul etmiş. Adam ve ailesi ka­ pı komşularını ziyaret ediyormuş. Cafer eve girmiş, bir yatak odasının kapı­ sını açmış, bir sandığın kilidini kırmış ve gümüş kaplama bir ayna, bir şal, on dört başörtüsü, işli birkaç mendil ve on beş kuruş da para almış. Aşikardır ki bu eşyalar kişisel kullanım için değil pazarda paraya çev­ rilmek için alınmıştı. Cafer yakalandıktan sonra eşyalar sahibine geri verilmiş ve Cafer de İstanbul'daki Meclis-i Vala tarafından üç yıl hapse mahkum edil­ miş. Düşününce bunun bir başarısız yeniden bağlanma öyküsü olduğunu an­ lıyoruz: Köleleştirilmiş bir Afrikalı azat edilmiş ve alternatif olarak kazançlı bir iş bulmaksızın sahibinin hanesini terk etmiş. Cafer'in kendisini beslemek için hiç çaresi yoktu, elbisesi yoktu, barınağı yoktu; kendisini azat edenin pat­ ronajını yitirmişti, bu da korumanın, sosyal ilişkilerin, evlilik umudunun ve hane üyesi olarak kendi kimliğinin yitimi anlamına geliyordu. Bu durumdaki diğer azatlı Afrikalılar çoklukla yeniden köleleştirmenin hedei oluyordu fa----------�- 10 BONSadaret/Meclis-i Vala Evrakı/144/63, Varna yerel meclisinden Sadrazam'a, 23.2.1862, Mec­ lis-i Vala mazbatası, 16.4.1862. yaşayabilmek için suçu seçmek 151 kat Cafer bundan kaçınabilecek kadar güçlü gibi görünmesine karşın kendi­ sini yine de toplumun tehlikeli uç noktalarına itilmiş olarak bulmuş. Belki tek başına belki de kendi gibi bağlantısız bir grup adam içinde kasabada dolaşıp duruyordu. Bu tür adamlar arada sırada geçici olarak bedeni bir iş yapmala­ rı için kiralanırdı ama ekonomik güçlük ve işsizlik zamanlarında önce dilen­ cilik yapmaya sonra da çalmaya mecbur olurlardı. En azından bir kez yaka­ lanıp sürgün edilmesine karşın Cafer'in kendisini suç ve yoksulluğun fasit da­ iresinden kurtarmayı başaramadığı görülüyor. Öyle görünüyor ki köleleştiren patronajın koruyucu halkası dışınday­ ken Cafer ayakta kalabilmek için en temel becerileri bile geliştirememiş. Ör­ neğin, çaldıklarından rahatça kurtulmasını sağlayabilecek bir hırsızlar ve ça­ lıntı eşya satanlar ağıyla bile ilişki kuramamış. Bunun yerine, potansiyel alıcı­ lara ortalık yerdeki bir kahvehanede yaklaşmak zorundaymış ve orada kolay­ lıkla yakalanmış. Cezasını çektikten sonra yeniden bağlanma ihtimali herhal­ de daha da çok düşerdi. Onun için ulaşılabilecek en kolay seçenek hapisten tanıdıklarla bir araya gelmek ve bir suç ve cezalandırma, perişanlık ve yoksul­ luk hayatı izlemek olurdu. Bazen böyle adamlar geçici bir iş bulurdu ama Os­ manlı kent merkezlerinde tekrar sokağa düşme ihtimalleri yüksekti. Şehirler­ de ve kasabalardaki başlıca cami külliyeleri evsiz ve aç insanlar için toplanma merkezi görevi görür, evsiz barksızlar oralarda toplanır, imaretlerden çorba alır, avlularda yatar ve cemaattan küçük bağışlar toplar, amaçsız ve umutsuz bir şekilde ortalıkta dolaşırlardı. Aşağıdaki iki hırsızlık vakası gösteriyor ki köleleştirilen kişiler, kısmen ulaşımları ve fırsatları olmadığı için nadiren de olsa büyük çaplı yolsuzluklara da girişebilirdi. İlk öykü, bu kitapta anlatılan­ ların çoğundan daha farklı bir zaman ve yerde geçiyor ama özellikle ilginç ol­ duğu ve konumuzla ilintili olduğu için burada zikredilmiştir. Bu vakaya 1594'ün ortalarında Osmanlı Kıbrısı'nda Şeriat mahkemesinde bakılmıştır ve ana kahramanı Rahime bint Abdullah adında beyaz bir kadın köledir. 11 Rahime'nin sahibi adadaki sancak beylerinden biriydi ve adamın ona güven­ diği açıktır çünkü adama hazinedarı veya muhasebecisi gibi hizmet etmiştir. Hatta, dört ayrı seferde bölgeden Lefkoşa'daki vilayet hazinesine toplam de­ ğeri 15.000 altın olan mücevher, eşya ve nakit para taşımış. Sahibinin ölü­ münden sonra Rahime, vilayetin yüksek mevkili mali memurlarından Musta11 Mahkeme sicilinin metni için bkz. Ronald C. Jennings, Christians and Muslims in Ottoman Cyp­ rus and the Mediterranean World, 1 571-1640, New York University Press, New York, 1 993, s. 240. Yakaya Lefkoşa Şeriat mahkemesinde Şaban 1002'de bakılmıştır ki 22 Nisan-21 Mayıs 1594 arasına rastlamaktadır. 152 dördüncü bölüm a adlı biriyle paraları da alarak beraber kaçma planları kurmuş. Kaçmışlar ve bulunamamışlar. Belli durumlarda bir köleleştirilmiş kadının elde edebile­ ceği yüksek güveni gösteren bu öykü bir direniş öyküsü değildir ama cesaret ve kendi adına hareket edebilmekle ilgilidir. Bu dizideki son öykü bizi Tanzimat döneminin yüreğine geri götürü­ yor. 1 859'un sonunda Hurşid adlı bir Çerkes köle içinde çok büyük bir mik­ tar olan 37.500 kuruş bulunan bir bavul çalmış ve Karadeniz'in güney sahil­ lerinde bir vilayet merkezi ve liman kenti olan Trabzon'a kaçmış.12 iddia edildiğine göre Hurşid'in bir suç ortağı varmış ve polis, Hurşid'in, yüksek rüt­ beli bir memur olan ve daha önce Trabzon vilayeti posta hizmetinin başında bulunan İsmail Paşa ile birlikte hareket ettiğine dair olan şüpheleri araştırmış. Hurşid, cesaretle büyük bir hırsızlık gerçekleştirmişti. Posta hizmetlerinin [es­ ki] şefinin işe karışmasından şüphelenilmesi ise vurgunun suçun ortağı belki de planlayıcısı olan İsmail Paşa'nın elinde bulunan program ve yol bilgilerine dayandığını gösterebilir. Kayıtlar bu ilginç vakanın Osmanlı yetkililerinin ve mahkemelerinin büyük dikkatini ve mesaisini aldığını gösteriyor. "Hırsız köle" öykülerindeki dikkat edilecek nokta yasal durumdan çok sosyal kaderdir. 'lmad Ahmed Hilal'in önerdiğinin tersine "kolayca yakalan­ maları" Arikalı kadınların büsbütün aptal (Arapça kil/at 'ak/) olduğunu gös­ termekten çok uzak olup, eğer gerçekten öyleyse, onların incinebilirliğine ve büyük oranda açıkta olmalarına atfedilmelidir.13 Hırsızlık yapan köleleştiril­ miş kişiler ya bazı maddi çıkarlar veya bir kaçış planını finanse etmek için bu­ nu yaparlardı. Suç işleyen kölelerin cezalarını çektikten sonra sahiplerine iade edilmeleri yolundaki görüş Tanzimat devletinin sosyal bağlanmanın son kerte­ de tekrar suç işlenmesine karşı en iyi çözüm olduğunu anladıklarını gösteriyor. Bağlantısız ve incinebilir durumda olan köleler ve azatlıların suça başvurmala­ rı ve topluma ve kendilerine daha çok zarar vermeleri daha büyük bir ihtimal­ di. Yine de köleliğe ilişkin devlet politikasının ikircikliliğini yansıtması açısın­ dan suçluların sahiplerine geri verilmesi aynı zamanda köle sahiplerinin, köle­ leştirilenler üzerindeki mülkiyet haklarının bir yeniden teyidiydi de. CNSEL SUÇLAR Osmanlı Devleti kendisinden önceki ve sonraki pek çok başka devlet gibi ka­ baca ahlak olarak adlandırabileceğimiz alanı da suç kapsamına almıştır. AhBOA/İrade/Meclis-i Vala/ 1 8 530/ Sadrazam'dan Sultan'a, 2 . 1 0. 1 8 5 9 ve Sultan'ın cevabı, 3.10. 1 859 ve tefleri. 13 Hilal, Er-rakik, s. 223. 12 yaşayabilmek için suçu seçmek 153 lak, kültür yönelimli bir sosyal kavram olduğu için onun tanımı -çekirdek­ tense çevrede- bir kültürden diğerine, özellikle zaman içinde değişiklik gös­ termektedir. Hemen bütün örneklerde, merkezi kavram cinselliğin, çoğunluk­ la da genç ve bağlantısız kadın ve erkeklerin cinselliğinin denetlenmesi ve ma­ nipülasyonundan oluşmaktadır. Kendilerinden önceki İslam toplumlarında olduğu gibi Osmanlılar da, erkeklere karıları ve cariyelerine engelsiz cinsel erişim izni vermişti. Homoseksüellik yasaklanmasına karşın bu mülkiyetten kaynaklanan hak nosyonu köleleştirilmiş erkeklere de cinsel erişim için ses­ sizce genişletilmişti. Bununla birlikte, köleleştirilmiş erkekler söz konusu olunca bir miktar rızanın gerekli görüldüğü anlaşılıyor çünkü polis ve mah­ keme kayıtlarında bazen görülen şiddetli direnç, anlayışla karşılanıyor ve yu­ muşak cezaların verilmesini sağlıyordu.14 Diğer türlü, koca ve karı veya köle­ leştiren ve köleleştirilen arasındaki cebri seks tecavüz kategorisi altına girmi­ yordu ki o da zaten başlıca bir bakireyle cebri seksle ilgiliydi. Böylece, zorlan­ mış sekse karşı olan tutumda da Osmanlı İmparatorluğu'ndaki sosyal norm­ lar çağdaşı Avrupa toplumlarında olanlardan o kadar da farklı değildi. Kadınlar mülk olarak görülüyor ve davranışları "faziletli" değilse po­ tansiyel bir utanç kaynağı oluyordu. Köleleştirilmiş kadınlar ve erkekler de özellikle kul/harem tipi değillerse mülk olarak görülüyorlardı ama sahipleri­ ne utanç getirme potansiyeline sahip değillerdi. Böylece, zina suç olarak görü­ lürken evlilik içi tecavüz ve ahişelik suç olarak görülmüyordu. Köleleştirilen kişinin orijinleri ve ev sahibi kültürler arasındaki kültürel arayüz, cinsel dav­ ranışı da kapsayacak şekilde farklı davranışsa! normlar arasında da çatışma­ lar yaratıyordu. Bütün bu etmenler bir cinsel alaca karanlık kuşağı yaratıyor, bu da iyi tanımlanmamış sınırlarıyla zayıfın güçlü tarafından istismar edilme­ sini davet ediyordu. Bizim durumumuzda, bu kapıyı köleleştirilenin sömürül­ mesine özellikle de kadın kölelerin, özellikle erkek köle sahiplerince sömürül­ mesine açıyordu. Bu kitaptaki analizimiz büyük ölçüde güç yönelimli bir ba­ kışa dayanıyor. Hukuk ve kültürün sosyal ve cinsel güç ilişkilerini yansıttığı ise açıktır. Böylece, cinsiyet, köleleştirilmiş kadınların kurbanlaştırıldığı ve kendi cinsel otonomilerinden yoksun kılındığı başka bir tartışmalı arazi hali­ ne geliyor, devlet de sömürücüleri ceza kanunu aracılığıyla destekliyordu. 15 Yoruma dayalı bu yaklaşım, 19. yüzyılda Mısır'daki kölelik üzerine olan kapsamlı ve çok öğretici eserinde Hilal'in sahiplendiği görüşlerden çok lı 15 Örneğin zikredilen bir örnek için bkz. Hilal, Er-rakik, s. 229. Bu konuda bkz. Madeline C. Zilfi, "Servants, Slaves, and the Domestic Order in the Ottoman Middle East", Hawwa, 211, 2004, s. 8-10. 154 dördüncü bölüm köklü bir şekilde ayrılıyor ki bu eser " ahlaki" veya cinsel suçlar konusunda­ ki geleneksel görüşleri yansıtmaktadır .16 Öz olarak ve açıkça söylemeksizin Hilal bu durumlarda bir kurban ve mürtekip değil ama "paylaşılan sorum­ luluk" türü bir şey görüyor ama o da anlamaktadır ki taraflar eşit değildir. Onun için Şeriat ve Osmanlı kanunu iyi ve kötünün "doğru" şekillerini ete ve kemiğe büründüren bir çeşit "objektif" değer sistemi yaratmaktadır. Söy­ lediğine göre köleler zina, fahişelik ve cinsel sapıklık suçlarını başka faktör­ lerin yanı sıra "ahlaki zaaf" tan dolayı işliyorlarmış (bir alt bölümünün baş­ lığı şaka gibi, "Ceraim ez-zina ve 'l-biga ve'ş-şiddet"). Onun inandığına göre köleleştirilmiş Afrikalılar cinsel suçları hafifmeşrep (tayş), hoppa (tehevvür) olduklarından ve fazilet ( 'iffet) eksikliklerinden dolayı işliyorlarmış. Sonuca ulaşırken gönülsüzce kabul ediyor ki evet, suçun bir kısmı köle sahiplerine (köleleri yeterince erkenden evlendirmemekten dolayı) bir kısmı da Britan­ yalılara lüşebilir (nafaka ve koruma sağlamaksızın azatta ısrar etmekten do­ layı) ama cinsel suçlar temel olarak kölelerin ahlaki karakterinin bir özelli­ ğiymiş. Böylece, suçlama ve sorumluluk güçten boşanmış oluyor ve güçsüzler ve kurbanlar bedenlerine karşı işlenen suçlardan kendileri sorumlu tutulmuş oluyorlar. Saldırıya karşı direnmenin olabilirliği dikkate alınmıyor ve kur­ banlardan hür ve güçlü Osmanlı tebaasından beklenen faziletleri gösterme­ dikleri için hesap soruluyor. Dahası, seçim öğesi dikkate bile alınmıyor ve kurbanlar seçmedikleri halde ahlaki normları ihlal etmekle suçlanıyorlar. Pa­ radoksal olarak, bazı cinsel suçlarda, başlıca fahişelikte seçim bir ölçüde var­ dı ve köleleştirilmiş Afrikalı kadınların bir ölçüde güçlendirildiğini yansıtı­ yordu. Fakat önce sosyal olarak kabul edilebilir cinsel davranışların sınırları­ nın geçildiği birtakım vakalara bakalım ki bunlarda cinsel-ahlaki alaca ka­ ranlık kuşağı kavramı olduğu meydandadır. Tam olarak bizim zaman çerçevemizde değilse de aşağıdaki -bütünüy­ le açık olmayan- öykü, bireylerin kölelik içindeki kişisel statünün gri alanla­ rını sömürme yetenekleri üzerine bir ışık huzmesi düşürebilir. Kaynağımız Osmanlı arşivlerindeki bir özet olup Anadolu'daki Kütahya kentinin mütesel­ limi Abbas Ağa'nın 1 776'da merkezi hükümete gönderdiği çeşitli belgeleri özetlemektedir. 17 Belgeye göre 1 770 yılı dolaylarında Ali Beççe adlı esirci, Kütahya'dan çok uzak olmayan Elmalı kasabasından Halil Ağa'ya İstanbul16 17 Hilal, Er-rakik, s. 226-229. BONCevdet/Zaptiye/4327, Kütahya mütesellimi Abbas Ağa'nın gönderdiği kağıtların hülasası, 25 Nisan 1776. yaşayabilmek için suçu seçmek 155 lu bir kadın olan Safayı'yı satmış. Uzun bir süre sonra Safayı Kütahya'ya kaç­ mış, orada hür ve Halil Ağa'nın karısı olduğunu iddia etmiş. Daha sonra "kö­ tü hareketler" yani "efal-i şeni a yla uğraşmaya başlamış ki bu tanımlama genellikle fahişelik ve pezevenklik için kullanılır. Sonuçta Safayı, Kütahya' dan sürülmüş ve asıl yeri olan İstanbul'a dönmüş. Orada insanlara zarar vermek amacıyla çeşitli dolandırıcılık faaliyetlerine kaldığı yerden devam etmiş ve mesele yeniden kolluk güçlerinin dikkatine gelmiş. Onun, geçmişte taşralar­ daki hareketlerini de kapsayan soruşturma sonucunda şikayetlerin doğru ol­ madığına ve dikkate alınmamaları gerektiğine karar verilmiş. Mütesellim tarafından gönderilen asıl belgelerin Safayı'nın dolandırı­ cılıkları ve yasal olmayan hareketleri hakkında ayrıntılar verdiğini düşün­ mek makuldür. Ama bunlar mevcut olmadığı halde kolluk güçleri tarafın­ dan verilen özetten yine de bir şeyler çıkarabiliriz. Sözde köle olan bu kadı­ na atfedilen suçlar iki çeşitti: Sahtekarlık ve fahişelikle alakalı bir iş. Sah­ tekarlığı köle numarası yapmasından ve alıcısı Halil Ağa tarafından verilen paranın bir miktarını cebe indirmesinden veya Elmalı'dan Kütahya'ya kaç­ tıktan sonra hür bir kadın olduğunu iddia etmesinden kaynaklanabilir. Her iki durumda da bu vaka, statünün karışıklığını ve sıvılığını ve bu açıdan se­ çimlerin mevcut olduğunu göstermektedir. Yani bir hür kadın köle gibi gö­ rünebiliyor, satış yoluyla mali durumunu iyileştirmek için harekete geçiyor ve dolayısıyla bir haneye ve sosyal korumaya tekrar erişim sağlayabiliyor­ du. Aynı zamanda Tanzimat'ın kaçak kölelerle ilgili olarak getirdiği deği­ şikliklerden çok önce köleleştirilmiş bir kadın hür gibi görünebiliyor ve baş­ ka bir kasabada yeni bir hayata başlayabiliyordu. Bu herhalde, Afrikalı ol­ mayan ve toplumun kalanının kabulü için derisinin renginden dolayı oto­ matik olarak köle olmadığını kanıtlaması gerekmeyen bir kişi için çok daha kolaydı. Her halükarda burada toplumun uç noktalarındaki alacakaranlık ku­ şağını araştırıyoruz. Safayı, Kütahya'da ancak sahte bir bağlanma yapabilir­ di çünkü gerçekte cinselliğini bir şekilde kullanarak, muhtemelen bir fahişe olarak geçinmek durumundaydı. Osmanlı kanunu böyle bir faaliyete suç ola­ rak bakmasa da yetkililer bunu yine de "ahlaksız" olarak nitelendiriyor ve toplum tarafından "kirli" olarak görülüyordu. Bu davranış sürgüne gönderil­ mesini gerektirecek denli ciddiydi ve sürgün, fahişeler ve diğer tür kabul edil­ meyen davranışlarda bulunan kadınlar için yaygın bir uygulamaydı. Bu son kategoride pezevenklik yapan cariyeler ve medeni olmadığı düşünülen Afrika ayinleri düzenlediklerinde kolbaşılar (sosyal dayanışma localarının başı ola' " 156 dördüncü bölüm rak hizmet eden azatlı Arikalı kadınlar) da vardı.18 Belki de bu tür sürgünle­ rin en iyi bilineni 1 805'ten 1 849'da kadar Mısır valisi olan Mehmed Ali Paşa'ya atfedilen bir vakadır. Paşa, 1 8 34'te çok sayıda fahişeyi Kahire'den Yukarı Mısır'a sürgün etti. Bu kadınların bazıları birkaç yıl sonra Kahire'ye döndüyse de Gustave Flaubert'in 1 850'lerde Mısır'ı ziyareti sırasında büyük yer verdiği Küçük Hanım gibi bazıları vilayetlerde kaldı. 19 Biraz karışık olmasına karşın başka bir sürgün hadisesi de 1 786'da İstanbul'da cereyan etti.20 O yılın 1 7 Haziran'ında, Bursa kadısı Ahmed Hasbi, şehre iki bekar kadın esircinin geldiğini haber veren bir ilamı imzala­ dı. Kadınların aslen Bursalı ve Şamlı oldukları söyleniyordu. Esirciler loncası kethüdası ve bazı kolluk memurları, kölelerin alım satımı üzerine olan düzen­ lemelerin ve sultanın fermanında belirtildiğinin aksine olarak bu ikisinin, ti­ caretin kabul edilebilir normlarına sığmayacak davranışlar içinde olduklarını iddia etıekteydi. Kadınlar, Divan-ı Hümayun'dan gönderilen bir çavuşla ka­ dıya teslim edilen emre göre başkalarına ibret olsun ve esirciler loncasının dü­ zeni korunsun diye İstanbul'dan sürgün edilmişlerdi. Kadının ilamında bu ikisine atfedilen kabahat telaffuz edilmemesine karşın cinsel yapıda bir şey ol­ duğunu, yani, köleleştirilmiş kadınları özel bir evde sanki satıştaymışlar gibi erkek müşterilere sunduklarını güvenle varsayabiliriz. Bununla birlikte bu tür cezalandırmaların uygulamayı sona erdirmediğini aşağıdaki öyküden de an­ layabiliriz. Her türlü yeterli veri eksikliğine karşın iki esirci kadının örneği çeşitli esir pazarlarında kadınların ve bazen köle erkeklerin de yasal satışı ve fahişe­ lik arasındaki çizginin geçilmesi konusundaki belirsizliğe iyi bir örnektir. Gördüğümüz gibi bu çizgiyi korumak amacıyla hükümet zaman zaman pazar işlemlerini sertçe düzenlemek yoluyla müdahale etse de bu zor bir işti. Köle­ leştirilenler satın alınmalarından hemen sonraki zamanlarda, köle sahiplerine karşı kendi konumları hakkında en az bilgili oldukları bu dönemde özellikle incinebilir bir durumdaydı. Genelde, köle ticareti her türlü kişiyi çekiyor, bunlar güçsüzleri tuzağa düşürmenin, cinsel hizmetler için mevcut olan bir pi­ yasa için aracılık etmenin ve kanunu ve esirciler loncasının etik anlayışını ih­ lal ederek de olsa kolay ve çabuk karlar sağlamanın yollarını arıyorlardı. 18 19 20 Bu tür örnekler için bkz. Beşinci Bölüm. Bkz. Gustave Flaubert, Pierre-Marc de Biasi tarafından hazırlanmış ve sunulmuş Voyage en Egypt: Edition integrale du manuscrit original, B. Grasset, Paris, 1991, s. 280-288, 362-363. İngilizce bir çevirisi için bkz. Flaubert in Egypt, A Sensibility on Tour (çev. ve der. Francis Steegmuller), Aca­ demy Chicago Press, Chicago, s. 1 979, s. 1 1 3- 1 23. BOA/Cevdet/Zaptiye/4327. yaşayabilmek için suçu seçmek 157 Gerçekten de esir pazarları insanoğlunun alınıp satıldığı yerlerdi. Tica­ retin en küçük düşürücü yönlerine ve en aşağılayıcı uygulamalarına oralarda rastlanırdı. Bu kısmen, köleliğin başlıca hafifletici öğelerinden birinin, köle­ leştiren ile köleleştirilen arasındaki bağın mevcut olmamasından kaynakla­ nırdı. Esircilerin çoğu sattıkları kölelere bağlanmazdı çünkü çoğu durumda köleler onların ellerinde fazla bir zaman geçirmezdi. Alıcılar satışa sunulan köleleri muayene ettiklerinde, onlar da inceledikleri, dokundukları ve hakla­ rında esircilerle tartıştıkları kadınlar ve erkekler için özel bir duygu hisset­ mezlerdi. Dolayısıyla, satış işlemi genelde haşin ve aşağılayıcıydı. Fakat eğer gereği gibi düzenleniyor ve denetleniyorsa satışı cinsel istismar veya peze­ venklikten ayıran çizginin geçilmesi de gerekmezdi. İmparatorluktaki en bü­ yük esir pazarı İstanbul'da olanıydı ve aşağıdaki kısmın göstereceği üzere bu­ nun faaliyetlerini yeniden düzenlemek için 1 805'te yapılan girişimler oldukça öğreticidir.21 Zaman zaman suç davranışları özellikle de cinsel suçlara ait olanlar kolluk güçlerine bildirildikçe Osmanlı yetkilileri piyasayı temizlemek için fer­ manlar ve başka nizamnameleri çıkarır ve yeniden çıkarırdı - burada kullanı­ lan sözcük tathir olup temiz ve pak bir hale getirme demekti. Böylece, kapan­ masından kırk yıl kadar önce İstanbul esir pazarı mercek altına alınmış ve suçlu öğeleri ayıklamak için hükümet ile esirciler loncası ortak bir harekete girişmiştir. Bu olayla ilgili çeşitli uzun belgeler pazarda işleyen mekanizmala­ rın neler olduğunu göstermektedir. Faaliyet gösterenlerin bazıları köleleri it­ hal eden, genellikle memleketlerinden alarak pazara getiren celeplerdi. Esir pazarının esircileri köleleri ithalatçıdan alarak bireysel köle sahiplerine satar­ lardı. Esirci yamakları satışlarda yardımcı olur ve satışları kolaylaştırırdı. Tel­ lallar yeni kölelerin geldiğini veya bir esircide satış için hangi kölenin mevcut olduğunu duyururlar veya satışlarda aracılık yaparlardı. Kayıkçılar ise celep­ leri ve köleleri Boğaziçi'ndeki Tophane iskelesine getirir, gümrükçüler de her ithal edilen kölenin değerini belirler ve ona göre vergi alırdı. 1 805'te İstanbul esir pazarını esirciler loncası kethüdası yönetirdi. Yardımcısı ve pazarı denetleyen kişiye yiğitbaşı, esirciler tarafından seçilen kıdemli beş esirciye ustabaşılar denirdi. Otuz dokuz tane de akredite edilmiş usta vardı. Fakat tüm bu kişiler yeniçeri ağasının askeri otoritesine tabiydi ve bu örnekteki iki ferman da ona hitaben kaleme alınmıştır. İstanbul pazarı el­ li dört odalı büyük bir ticari handan oluşmaktaydı. Bunlar ya esirciler tarafın21 Aşağıdaki paragraflar BONCevdeZaptiye/465, Nisan 1 805 tarihli belgelere dayanmaktadır. 158 dördüncü bölüm dan kiralanır ya da kendilerine ait olurdu, normal olarak daha zengin olan esircilerin kendi odaları veya dükkanları vardı. O sıralarda pazarın kırk altı odası dolu ve sekizi boş durumdaydı. Zaman ve mekan sınırları esir pazarı operasyonunun çizgilerini çizerdi: Esir pazarının onu dış dünyadan ayıran bir kapısı vardı ve pazarın ritmi gece ve gündüz saatlerine göre belirlenirdi. Katı bir şekilde uygulandığında kurallar meşru hareketleri meşru olmayanlardan ayırırdı. Pazar, sadece gündüz ticarete açık olur ve gece kapanırdı. Gün için­ de yalnızca yetkili kişiler pazar içinde alışveriş yapabilirdi, diğerleri engelle­ nirdi. Yeniçeriler ve loncalar her meşru tacirin ve onun kefilinin hükümet ka­ yıtlarında kayıtlı olduğunu doğrulamak zorundaydılar. Keil, esircinin dürüst karakteri ve sağlam mali durumu hakkında garanti veren kişiydi. Zabıtanın soruşturma kayıtlarının gösterdiği gibi bu kısıtlamalar katı olarak uygulanmıyor ve "yolsuz ve ahlaksız uygulamalar" ile sonuçlanan ih­ laller ohıyordu. Sahtekarlık, vergi kaçırma veya fiyatı ayarlamak burada bizi ilgilendirmiyor. Bunun yerine, Osmanlı yetkililerinin kamu ahlakını etkiliyor olarak gördükleri cinsel suçlar üzerine odaklanacağız. Cinsellikle ilgili suçların işlenebilmesi için zaman ve mekan sınırlarının ihlal edilmesi elzemdi. Esirciler loncasının üyeleri dilekçelerinde beyan ettikleri üzere kendi dürüstlükleri, na­ musluluklarıyla ve işe yaramaz kişileri (erazil) pazara veya ticarete sokma­ makla övünüyorlardı. Pazarda çalışan herkes akşam karanlığı çöktüğünde pa­ zarı terk eder, ertesi sabah tekrar getirmek üzere kölelerini de beraberlerinde evlerine götürürlerdi. Esircilerin dilekçesinde vurgulandığı üzere şüpheli şahıs­ ların karanlıktan sonra aylaklık etmek için pazara girmelerine izin verilmezdi. Eğer gerçek bir alıcı adına hareket etmiyorsa aracıların girmesine izin veril­ mezdi. Kadınların akredite esirciler olmasına izin verilmemesine karşın lonca esircileri çeşitli kadınların esirci pozunda dolaştığını, köleleştirilmiş kadınları evlerine aldıklarını, erkek alıcıları oralara çektiklerini ve "çirkin işler" yaptık­ larını kabul ediyorlardı. Diğer bir deyişle, esirci olduklarını söyleyen bu kadın­ lar aslında cinsel hizmetler sağlıyor ve köleleştirilmiş kadınları fahişe olarak müşterilerine sunuyorlardı.22 Lonca memurlarına göre soruşturmadan sonra bu kadınlar cezalandırılmış ve pazar bölgesinden çıkarılmışlardı. Kolluk güçlerince hazırlanan rapor beyan edilen niyetler ile pazarın gerçeklikleri arasında bazı farklar bulmuştu. Onlara göre, geceleri odalarda " utanç verici ve kötü hareketler" (fezahat ve melanet) yapılıyordu. Bu odala­ rın yasaklanmış cinsel faaliyetler için kullanıldığını kastediyorlardı. Gündüz22 Zilfi bunun 17. ve 1 8 . yüzyıllarda kadın esircilere yöneltilen yaygın bir suçlama olduğunu not edi­ yor, bkz. "Servants and Slaves", s. 6. yaşayabilmek için suçu seçmek 159 leri bile güvenilmez adamlar pazara giriyor ve " büyük yolsuzluk" yaratacak hareketler yapıyorlardı. Yetkililer lonca önderleri ve denetleyicilerinin bu tür olayların olmasını engelleyecek daha sert önlemler almalarını istiyordu. Her­ kesçe tanınan güvenilmez insanların pazarda oda sahibi veya kiracısı olmala­ rını engellemeleri gerekiyordu ve gece dükkanlarda /odalarda kimsenin kal­ masına izin verilmemeliydi. Bütün pazar esircilerinin ve keillerinin kaydedil­ mesi lazımdı. Diğer polisiye ve bürokratik işlerde olduğu gibi, doğrudan esir­ cilere müdahale etmektense hükümet onların önderlerine şiddetle hareket edebilmeleri için yeniden yetki veriyor ve eğer görevlerinde kusurları olursa onları ağır surette cezalandırmakla tehdit ediyordu. Köle ticaretini kuşatan koşullar öyleydi ki mecburi fahişelik ile insan satışı arasındaki bu kötü aydınlatılmış sınırların geçilmesine özellikle ticare­ tin hacminin büyük olduğu imparatorluğun büyük kentlerinde devam edil­ mekteydi. Mecburi fahişeliğin hacmini ve sıklığını tahmin etmek güçtür çün­ kü bu iş çoğunlukla fark edilmeden yürütülüyor, rapor edilmeden kalıyor, dolayısıyla kayıtlara da girmiyordu. Benzer bir olay 1 83 1 'de Kahire'de yüzeye çıktı ama orada yetkililere şikayette bulunan esirciler loncası kethüdasıydı.23 Ona göre bazı esirciler şe­ hirde evler kiralamış, onları pezevenklik yapmak için kullanıyor, köleleştiril­ miş Afrikalı kadınları müşterilere sunuyorlarmış. Bu, tam da bu iş için hükü­ metin adamı olması gereken kethüdaya göre yetkililerin yeterli denetleme ek­ sikliğinden kaynaklanıyormuş. Kaçırılmanın, satışın, güç seyahatin, pazara sunulmanın travmasından yeni çıkmış olan bu kadınların gerçek bir direnme seçeneği olmaksızın fahişeliğe zorlandıkları konusunda herhangi bir şüphe olamaz. Kaçma seçeneği bile onlar için gerçekten mevcut değildi çünkü içine yeni katıldıkları ortamı henüz tanımıyor ve kendileri için mevcut olan seçe­ nekleri bilmiyorlardı. Kaçmanın mümkün olacağını düşünmek için bile köle­ leştirilmiş bir kişinin yeni bir Osmanlı sahibe yeniden bağlanması sürecinden geçmesi gerekirdi ki İstanbul ve Kahire gibi esir pazarlarında faaliyet gösteren esircilerin kölelikte tuttuğu Afrikalı kadınların durumu bu değildi. Daha önce, İstanbul polisinden veya payitahttaki Britanya konsoloslu­ ğundan azatlarını isteyen bir grup köleleştirilmiş Afrikalı kadın tarafından gi­ rişilen eylemi görmüştük.24 Polis, bazı kaçak kölelerin fahişelik yaptığını ileri sürmekte ve dolayısıyla onların azattan sonra güvenli işlere yerleştirilmelerinin çok önemli olduğunu söylemekteydi. Bir efendinin hanesine yeniden bağlana23 24 Hilal, Er-rakik, s. 227. Bkz. Üçüncü Böliinı. 1o dördüncü bölüm mayan bu kadınlar kendilerini toplumun uçlarına itilmiş olarak bulmuş ve aşağılayıcı bir şekilde başlarının çaresine bakmaya zorlanmışlardı. Bu vakalar­ da seçim unsurunun sınırlı olduğu düşünülmelidir. Bununla birlikte Mısır'dan, 1 828'in sonu ve 1 829'un başından gelen en azından bir örnek bazı köleleşti­ rilmiş Afrikalı kadınların fahişeliği, valinin hanesinde hizmete tercih ettikleri­ ni göstermektedir. Kahire' deki vilayet nizami mahkemesinden İskenderiye' deki kıdemli bir polis memuruna gönderilen bir raporda "hükümet köleleri" ara­ sındaki birkaç Afrikalı cariyenin, yönetici ailenin geniş hanesine ait olanların İskenderiye'ye kaçtığı bildirilmekteydi. Rapor, orada onların "sokak kadını" gibi davrandıklarını ve fahişelikle uğraştığını söylüyordu.25 Bu bilgiyi bağlamına oturtmak ve yorumlamak için seçim kavramını daha iyi işlemeliyiz. Şurası açıktır ki İskenderiye'ye kaçan köleleştirilmiş Afri­ kalı kadınlar, bir seçim yapmak için haklarında yeterli bilgiye sahip oldukları­ na inand,kları en azından iki seçeneklerinin olduğunu biliyordu. Biri yönetici haneye olan bağlarıydı. Orada kadınlar için mevcut olan ve çoğunlukla çok fi­ ziki güç ve dayanıklılık isteyen bedeni ev işlerinde çalışıyorlardı. Diğer seçenek de konumlarını bırakmak ve dışarıda, özellikle Kahire'den uzak olarak İskenderiye'de talihlerini aramaktı. Kadınlar, istihdam koşulları da dahil ol­ mak üzere İskenderiye'deki koşullar hakkında bazı bilgiler toplamış olmalılar. Kölelikten kurtulmak belki iki seçenek arasındaki bir farktı ama gerisi varsa­ yıma dayanıyor. Mümkündür ki fahişelik işittikleri bir seçenekti fakat tüm di­ ğer işler olmayınca son çare olarak içine düştükleri bir durum olması da müm­ kündür. Bu kadınları fahişe olarak istihdam eden kişilerin onları hiçbir zaman mevcut olmayan çekici iş fırsatları ve yalan vaatler ile kaçmaya kandırmış ol­ maları da mümkündür. Her halükarda, bu köleleştirilmiş Afrikalı kadınlar en azından Kahire'den kaçarken seçim haklarını kullanmıştı ve muhtemelen bu seçimleri yanlış veya yalan istihbarata dayansa bile fahişeliği bile bile köleliğe tercih etmiş olma ihtimallerini de göz ardı edemeyiz. Osmanlı Devleti de diğer Müslüman veya Müslüman olmayan devlet­ ler gibi bizatihi fahişeliği cezalandırmamış, onu kabul etmiş ve düzenlemeye çalışmıştır. Fahişeler yetkililer tarafından kaydedilmiş, bir loncada örgütlen­ miş ve vergi vermişlerdir. Şeriat tarafından lanetlenen fahişeliğe yine de mü­ samaha edilmiş ve Kahire'de fahişeler loncası, polis kontrolü gerektiren diğer " ahlaksız meslekler"in yanı sıra, " lanetli ve kötü" loncalar arasında tasnif edilmiştir. Mayıs 1 834'te Mehmed Ali Paşa'nın meclis-i vükelası, fahişeler25 Belge Hilal, Er-rakik, s. 227'de zikrediliyor. yaşayabilmek için suçu seçmek 161 den alınan ve hükümet için hiç de küçük bir gelir olmayan vergiyi ilga etmiş ve hepsini Kahire dışına sürgün etmiştir. Khaled Fahmy buradaki temel kay­ gının fahişelerin ordu kamplarına ve kışlalara cinsel hastalıklar ve alkolizmi sokacakları ve sonuçta askerlerin disiplinini etkileyecekleri korkusu olduğu­ nu tartışmaktadır.26 Tanzimat devleti ve daha önce de Mehmed Ali'nin Os­ manlı-Mısır hükümeti fahişeliği kamunun gözlerinden uzaklaştırmaya çalışa­ rak onu pratikte yer altına itmiş ve kadınları aracılar ve suçluların sömürüsü­ ne daha açık bir duruma getirmiştir. Bunların tümü kendilerini fahişe olarak çalışmak zorunda bulan köleleştirilmiş kadınları iki kat daha çok etkilemiştir. Onlar hür fahişeler için mevcut olan küçük korumaya bile sahip değildi çün­ kü çoğu durumda hala eski sahipleri tarafından aranılan kaçaklar durumun­ daydılar. Bir sosyal olgu olarak fahişeliğe geleneksel yaklaşım (İslami de denebi­ lir) suçun büyük bir kısmını fahişelerin kendilerinde aramaktadır. Bu yakla­ şım, 19. yüzyıl Mısırı'nı tartışırken köleliği uygulayan herhangi bir toplumda köleleştirilmiş kadınların cinsel ahlak yani iffet ve fazilet hakkında kısıtlı bi­ linci olduğunu söyleyen Hilal tarafından yansıtılmaktadır.27 Hilal, bunun, onların "el değiştirmesinden" kaynaklandığını ve bir köle sahibinden diğeri­ ne satılmanın Afrikalı köle kadınlar arasında doğrudan fahişeliğe yol açtığını düşünmektedir. Eklediğine göre bu kadınlar Bonaparte'ın Mısır'daki seferi kuvvetindeki ( 1 798- 1 8 0 1 ) Fransız askerlerin cinsel ihtiyaçlarına da hizmet et­ mişler. Edward Lane'nin gözlemlerine dayanan Hilal, kamusal alandaki per­ formans ve cinsel hizmetler arasındaki alaca karanlık kuşağında faaliyet gös­ teren kadın dansçılar ve şarkıcıların (gavazi) Afrikalı köle kadınları fahişeliğe zorlamasına göndermede bulunuyor. Bu tür kadın oyuncular aracı olarak davranıyor ve köle kadınların aldığı paranın bir kısmını ceplerine indiriyor­ larmış. Hilal, köleleştirilmiş Afrikalıların Kahire'deki bazı esirciler ve Sudan'daki köle sahibi pezevenkler tarafından da fahişeliğe zorlandıklarını bize anlatıyor ve çok şaşırtıcı bir şekilde bütün bunların çoğunlukla köleleşti26 Bu ve izleyen paragraftaki bilgiler aşağıdaki çalışmalardan alınmıştır: Gabriel Baer, Egyptian Gu­ ilds in Modern Times, İsrael Oriental Society, Kudüs, 1 964, s. 13, 27n, 35, 85, 173; Ehud R. To­ ledano, State and Society, 1 990, s. 237-239, 247; Khaled Fahmy, Ali the Pasha's Men: Mehmed Ali, Hs Army and the Making of Moden Egypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1997, s. 228-23 1 ; Judith Tucker, Women in Nineteenth-Century Egypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1985, s. 1 34, 150-155; Edward W. Lane, Account of the Manners and Customs ofthe Moden Egyptians, Dover, New York, 1973 ( 1 . baskı, C. Knight, Londra, 1 836), s. 377-382. Os­ manlı Mısırı'nda fahişelik üzerine bilgi için ayrıca bkz. 'Imad Hilal, El-Bagaya fi Mısr: Dirasa Ta­ rihiyya i:timaiyya, 1834-1 949, El- 'Arabi li-n-nashr ve-t-tavzi', Kahire, 200 1 . 2 7 Hilal, Er-rakik, s . 227-228. 162 dördüncü bölüm rilmiş kadınların ahlaki eksikliğinden kaynaklandığında ısrar ediyor! Osman­ lı toplumlarında köle fahişeliğinin ardındaki başlıca etmenin bu kadınların ve erkeklerin bariz güçsüzlüğü ve sosyal incinebilirliği olmasına karşın bu açık­ lamayı tercih ediyor. KNDAKLAMA Osmanlı Devleti kundaklamayı iğrenç bir suç olarak görüyordu. Salgınlar ve depremlerin yanı sıra kent dokusunda kısa süre içinde büyük boşluklar oluş­ turan ve çok büyük maddi kayıp ve hasara yol açarak sosyal ve ekonomik ya­ şamı altüst eden yangınların Osmanlı kentleri üzerinde büyük bir yıkıcı etki­ si vardı. Özellikle kalabalık ve ahşaptan inşa edilmiş yerlerde yangınlar deh­ şet yaratırdı. Telefat da oldukça yüksek olurdu. Doğal felaketlerin aksine yangınlar, savaşlar gibi insan eliyle yaratıldığı için bu konuda makul olarak suç d�erlendirmesi ve tahsisi yapılabilirdi. Kasten çıkarılan yangınların izini özel suçlulara kadar sürmek ve onları yargıya getirmek mümkündü. Tanzi­ mat devleti ceza kanunu potansiyel suçluları caydırmak amacıyla hüküm giy­ miş kundakçılar için idamı da içeren ağır cezalar koymuştu.28 İmparatorluk­ taki belediye yetkililerinin itfaiye birimleri mevcut olduğu halde bunlar gü­ nün teknolojisiyle ve akarsuya kısıtlı ulaşımdan dolayı pek az şey yapabili­ yordu. Bir kez başlatılan bir yangın insan çabasıyla nadiren durdurulabiliyor ve genelde yanacak malzeme kalmadığında sona eriyordu. Denetimsiz bir şe­ kilde süren bir yangından yükselen ateş ve duman, işlerin nasıl yürüdüğüne ve yürümesine gerektiğine dair olan düzenin geçici olarak bozulduğunun sembo­ lik bir göstergesi oluyordu. Varlıklılar için mülklerinin, servetlerinin ve top­ lumdaki ayrıcalıklı konumlarının yıkımı demek olan yangın yoksullar açısın­ dan belki bir intikam, belki Tanrı'nın, dünyanın adaletsizliğini düzeltmek, zengin ve yoksul, günahları için insanları cezalandırmak için indirdiği bir ga­ zap anlamına geliyordu. Köleleştirilenler yoksullardı. Fakat diğer tutunamayanların çoğu gibi kendilerine zulmedenlerin mülkünü yakmayı akıllarına bile getirmiyorlar ama bunun olduğunu gördüklerinde belki de hoşlarına gidiyordu. Özel veya kamuya ait bir mülkü ateşe vermeye karar vermek, sultanın diğer tebaası için olduğu gibi köleleştirilmiş bir kişi için de devasa bir adımdı. Dolayısıyla, mahkeme ve polis kayıtlarında az sayıda kundakçılık vakasıyla karşılaşıyo­ ruz. Ama karşılaştıklarımız özellikle ilginçtir. Aşağıda tartışacağımız iki öykü 28 Kundakçılık konusundaki Osmanlı ceza kanunu için bkz. Ltfi, Mrat-ı Adalet. yaşayabilmek için suçu seçmek 163 büyük bir miktar hırsı ve belki de büyük bir sıkıntının kaynağını, haksızlık ve aşağılanmanın yerini veya acı çekmenin sembolünü yok eden alevlerin kor­ kunç manzarasıyla uyum içinde olan yoğun duyguları gösteriyor. İlk öykü 1 862'nin başında bugünkü Bulgaristan'ın Karadeniz' deki li­ man kenti Varna'nın yakınlarında bir köyde cereyan etti.29 Kahramanlar, Süleyman adındaki birinin Afrikalı kölesi Rihan * ve köylülerden biri olan Mehmet'ti. Rihan ve Mehmet birlikte bazı bal kovanları çalmış ama sadece Rihan yakalanmış ve cezalandırılmış. Daha sonra karşılaştıklarında, kendisi kaçmayı becerdi ve Rihan yakalandı diye Mehmet onunla alay etmiş. İnci­ nen ve aşağılanan Rihan, Mehmet'in evini yakarak kozlarını paylaşmak iste­ miş. Yetkililer bunu çok ciddi bir mesele olarak görüp Varna vilayet mahke­ mesine havale etmiş. Mahkeme de Mehmet'e tazminat ödenmesine karar vermiş. Parayı kim, Rihan mı yoksa sahibi Süleyman mı ödemiş bilmiyoruz ama para ödendikten sonra dava İstanbul'daki Meclis-i Vala'ya gönderilmiş. Kundakçılığı büyük bir suç olarak gören ve potansiyel suçluları caydırmak isteyen Meclis-i Vala, Rihan'ın halk önünde çarmıha gerilerek idam edilme­ sine karar vermiş. Sadrazam, Meclis-i Vala'nın kararını onaylamış ama sul­ tan ölüm cezasına burada gerek olmadığına düşünerek cezayı yedi yıl hapis cezasına çevirmiş. Köleleştirilmiş Afrikalı bir kundakçı hakkındaki bu nadir vaka, suçu işleyenin zihni durumu hakkında bize bir şeyler söylüyor. Rihan, Mehmet'in alaylarının karşılıksız kalmasına izin vermek istememiş. Mehmet'in ne şekil­ de alay ettiğini bilmiyoruz ama hür ve beyaz suç ortağının cezadan kaçacak denli akıllı olduğu ama Afrikalı kölenin olmadığı yolunda dalga geçmiş ola­ bilir. Rihan'ın daha önce veya sık sık bu tür yorumlara maruz kalıp kalmadı­ ğını da bilmiyoruz ama bu tür alayların onun için yeni olmadığını güvenle varsayabiliriz. Bununla birlikte intikam almayı düşünecek, planlayacak ve kundakçılığı gerçekleştirecek kadar incindiğini biliyoruz. Bir ölçüde taammü­ den olsa bile bu, öfkeliyken akla gelmiş, hırsa dayalı bir suçtur da. Burada yi­ ne Sultan Abdülaziz bunu tamamıyla anlamış olduğu çünkü onun göreli ola­ rak yumuşak kararıyla Meclis-i Vala'nın sert cezası arasında büyük bir uçu­ rum olduğu ve özellikle de padişahın, Meclis-i Vala'nın cezasını onaylayan sadrazamını dinlemediği spekülasyonunu yapabiliriz. Sadrazamın tavsiye etBOİrade/Meclis-i Vall/20924Narna mahkemesi mazbatası, 22. 1.1 862, Meclis-i Vala Muhake­ mat Dairesi mazbatası, 24.2.1 862, Sadrazam'dan Sultan'a, 8 . 4 . 1 862 ve Sultan'ın cevabı, 9.4.1 862. (*) Bu adın "Reyhan" olarak okunması gerekir - ç.n. 29 164 dördüncü bölüm tiği cezayı, padişahın reddetmesi özellikle dikkate değer çünkü Abdülaziz tah­ ta çıkalı ancak birkaç ay olmuştu ve sadrazamı, daha önceden büyük Tanzi­ mat reformcusu Ali Paşa'nın yerine getirdiği, kararlı ve kendisine büyük de­ ğer verilen Fuad Paşa'dan başkası değildi. İkinci kundakçılık vakamız kötü gitmiş bir aşk hikayesidir.30 Öykü bizi Akdeniz'de büyük bir liman olan ve bugünkü Yunanistan'da bulunan Selanik'e götürüyor ve bir seçkin hanesindeki köleliğin başka bir boyutunu ortaya çıkarıyor. Ana karakterimiz Dilerah adında, yirmi bir yaşında bir Af­ rikalı köle kadın olup 1 85 7'den beri Hatice Hanım ve kocası Mehmet Ağa'nın hanesinde hizmet etmekteydi. Mehmet Ağa, Selanik gümrük müdü­ rü olup vilayet yönetiminde oldukça yüksek bir mevkii vardı. Oyundaki önemli diğer bir kahraman da aynı hanede çalışan ve on dokuz yaşında hür bir hizmetçi olan Ahmet'ti. 1 861 'e gelinceye kadar Ahmet ve Dilferah bir iliş­ kiye girmişler ve Ahmet, Dilferah'la evleneceği vaadinde bulunmuş. Bunu ba­ şarmak için ya yasal bir yoldan hareket ederek Dilferah'ın hürriyetini köle sa­ hiplerinden almak veya yasal olmayarak onunla kaçmak niyetindeymiş. İkisi­ nin içinde daha pragmatik ve baskın olduğu anlaşılan Dilferah yasal yolu ter­ cih etmiş ve Ahmet'e kendisini Hatice ve Mehmet'ten almak için parayı nere­ den bulmayı düşündüğünü sormuş. Kayıtlar Ahmet'in bu önemli soruya ne karşılık verdiğini söylemiyor ama daha sonra izleyen olaylardan ne demiş olabileceğini güvenle çıkarsaya­ biliriz. Bir sonraki aşamada Hatice Hanım ve Mehmet Ağa'nın konağının kundaklandığını ve ağır şekilde hasara uğradığını okuyoruz. Dilferah ve Ah­ met hiçbir yerde bulunamıyormuş ama polis daha sonra Dilferah'ı şehirde bir evde ele geçirmiş. Ahmet'in ele geçirildiğine dair bir kayıt yok sadece iç kale kapısından kaçtığı söyleniyor. Yanmış ev araştırılınca harem kısmındaki bir çekmecede bulunan paranın kaybolduğu anlaşılmış. Polis, kundakçının Ferah olduğu ve parayı çalmak, evi yakmak ve kaçmak için işbirliği yaptığı sonucu­ na ulaşmış ve bu yönde suçlama yapmış. Böylece ortaya çıkıyor ki Ahmet, Dilferah'ı satın almak için gerekli miktarı yasal olarak bulamamış ve bu ikisi Hatice ve Mehmet'ten ya Dilferah'ı satın almak veya kaçışlarını finanse et­ mek için parayı çalmaya karar vermişler. Bununla birlikte, o, paranın tutul­ duğu hareme kolaylıkla girebilirken Ahmet'in evin bu kısmına erişimi engel­ lenmiş olduğu için hırsızlığı gerçekte Dilferah'ın yapmış olması daha büyük 0 BOJlrade/Meclis-i Vala/20803/ Selanik mahkemesi soruşturma raporu, 4.9. 1 8 6 1 , Selanik mah­ kemesi mazbatası, 30.12. 1 8 6 1 , Meclis-i Vala mazbatası, 2.2.1 862, Sadrazam'dan Sultan'a, 14.2.1 862 ve Sultan'ın cevabı, 15.2.1862. yaşayabilmek için suçu seçmek 165 ihtimaldir. Ayrıca, Dilferah, ev rutinini biliyor ve bunu yapmak için bol bol fırsata sahip bulunuyordu. Rihan'ın durumunda olduğu gibi bu vaka da payitahttaki Meclis-i Vali'ya ulaşmış, Dilferah idama mahkum edilirken Ahmet'e belki de gıyabın­ da on yıl hapis cezası verilmiş. Fakat Rihan'ın durumundan farklı olarak pa­ dişah ölüm cezasını onaylamış ve Selanik valisi Hüsnü Paşa'ya hükmü yerine getirmesini emreden bir ferman göndermiştir. Dilferah'ın idam edilip edilme­ diğini bilmiyoruz ama bunun gerçekleşmiş olması daha büyük bir ihtimaldir. İdamdan kurtulabilmek için tek yol, sahibi Hatice Hanım'ın Dilferah'ı affet­ mesi ve cezanın değiştirilmesini talep etmesiydi. Bazı diğer vakalarda olduğu gibi eğer bu olmuş olsaydı normalde vaka dosyasına bir not iliştirilirdi, bura­ da böyle bir not yoktur. Yine de bir araştırmacı bir gün, başka bir dosyada belki başka bir tasnifte bir not bulabilir. Eğer böyle olursa açıkçası rahatlaya­ cağım çünkü aşık durumdaki bu köle kadına zalimce ve alışılmadık bir ceza verildiği aşikardır. Bir kez daha köleleştirilmiş bir kişiye, hepsinin içinde en az ayrıcalıklı olan ve kaderini kabullenmektense onu değiştirmek için bir şeyler yapmaya çalışan bir Arikalı cariyeye rastladık. Adı, istihza kabilinden "gönlün neşesi" anlamına gelen Dilferah köle olarak kalmak istememişti ve yaşamı hakkında evlilik ve aileyi de içeren planları vardı. Ama aşılamaz bir duvarla karşılaş­ mıştı. Dört yıl hizmetten sonra üç yıldan önce azat olmayı düşünemedi, belki altı yıl belki daha fazla kölelikte kalırdı. Yirmi bir yaşında ve eğer sahibinden­ se cariye olarak, azat edilirse toplumda kendi statüsüne uygun bir adamdan çocuk doğuracak yaştaydı. Aslında, Dilferah evlenecek ve beraber aile kura­ cak kadar çok sevdiği birini bulmuştu ama adam, yani Ahmet, istekli olması­ na karşın koşullar bu seçeneğin gerçekleşmesini önlemişti. Dilferah'ın karşı­ laştığı duvar onu başlıca manen kuşatıyordu. Gerçekliği kabul etmeyi reddet­ miş onu değiştirmeyi seçmiş, çizgiyi aşmış, zincirleri kırmış, kanunu çiğnemiş ve kendisiyle Ahmet'in kaçmak için ihtiyaç duyduğu parayı çalmıştı. Evin yakılması açıklaması en güç kısımdır çünkü bir anlam ifade etmi­ yor. Belgeler bunun hakkında ebediyen suskun durumdadır. Dilferah evi niye ateşe verdi? Ahmet ve onun aklındaki temel amaç açısından bu gereksizdi çünkü haremdeki çekmeceden çaldığı parayı alabilir ve hemen kaçabilirlerdi. Gerçekten de evin yakılması o kadar anlamsızdır ki hayatına mal olmuş ol­ ması muhtemel olan hareket de budur. Dilferah, mahkemenin kundakçılıktan dolayı kendisine ölüm cezası vereceğini tahayyül etmemiş olsa bile yaptığının büyük bir suç olduğunu ve eğer yakalanırsa cezanın ağır olacağını biliyor ol- 166 dördüncü bölüm malıydı. Dilferah yakalanmayı beklemiyordu ama bu yeterli değildir. Hikaye­ yi tamamlamak, kadının bu trajik öyküdeki rolünü açıklamak için başka bir şeye daha ihtiyacımız var. Eksik öğe sadece bir spekülasyon konusu olabilir ama değerlendirme­ ye değer bir ihtimaldir: Hiddet, kontrol edilemeyen hiddet. Onun kızgınlığı, ona geçmişte kötü davranmış, Ahmet ile olan aşkına kem gözle bakmış, öğ­ rendiklerinde onunla evlenme planlarına gülmüş olabilecek sahiplerinin evle­ rine yönelmişti. Veya, Dilferah'ın hiddeti daha genelleşmiş olup "sisteme", onu Afrika'daki memleketinden büyük bir Osmanlı kentine getirmiş ve öz­ gürlüğü üzerine öylesi ağır zincirler koyan, hayalini kurduğu koca ve çocuk­ lara ulaşmasını engelleyen köleliğin gerçeklerine yönelmişti. Her iki neden de geçerli olabilir fakat basit bir kaza seçeneğini hariç tutarsak onun kundakçı­ lık eylemine büyük bir hiddet, eylemi, bedel ödemeyi, maliyeti, sonuçlarını herhangİ bir rasyonel şekilde düşünmesini engelleyecek kadar büyük bir hid­ detin neden olmuş olacağını düşünmek durumundayız. Halkayı tamamlamak için, tutku ve hiddet duygularının yeni bir yaşama başlamak amacıyla terk et­ tiği evin yakılmasıyla salıverilmesi bir şekilde tam yerinde görünüyor. Amacı bir yana bıraksak bile, ateş sembolik olarak köleliğin güçsüzlüğünü ve eski aşağılamasını temizliyordu ve belki de doğada sık sık olduğu gibi küllerin içinden yeni bir yaşam doğabilirdi. CNAET İnsan öldürmek belki de intikam almak amacıyla olabilecek en son kertedeki suçtur. Güçsüz ve baskı altındakilerin son çaresi ve dolayısıyla da köleleştiri­ lenlerin kendilerini kötüye kullanan köleleştirenlerden intikam almak için mevcut olan en aşırı yoldur. Tanzimat döneminin büyük kısmı için Osmanlı İmparatorluğu'nda işlenen cinayet ve hırsızlık suçlarını nicel olarak belirle­ mek mümkünse de bu tarihe kadar hiçbir çalışma mevcut kayıtları istatistik­ sel amaçlar için kullanmamıştır.31 Bu yapılıncaya kadar benim ancak, impa­ ratorluktaki köleler arasındaki cinayet oranlarının orantısız bir şekilde yük­ sek olmadığı yolundaki açık izlenimimi söylemem mümkün olur. Gerçekten de, köleleştirilmiş kişilerin diğer protesto ve direnme biçimlerini seçtikleri, ci­ nayete nadiren başvurdukları görülüyor. Hilal, kölelerce işlenen cinayetlerin pek çoğunun, kendi hesaplarını kapatmak ve kan davalarını sürdürmek iste31 Osmanlı arşivleri İstanbul'daki Medis-i Vala tarafından 1 847'den 1 866'ya dek görülen tüm hır­ sızlık ve cinayet davaları üzerine mükemmel bir seri kayda sahiptir: BONAyniyat Defterleri/ Mec­ lis-i Vala' dan kati ve sirkate dair, ciltler 470-502. yaşayabilmek için suçu seçmek 167 yen sahiplerinin emriyle olduğuna inanıyor.32 Bu tür bir manipülasyon oldu­ ğuna dair bazı kanıtlar vardır ama buradan yola çıkarak gereğinden fazla bir genelleştirme yapmak uygun gibi görünmüyor. Bunun yerine, köle cinayetlerinin Şer'i ceza kurallarının getirdiği kısas sistemi içindeki özel durumuna dikkat çekmeme izin verin. Cinayet, maktul ve katilin mirasçıları arasında müzakere edilecek bir tür medeni tazminat da­ vası gibi görülüyordu.33 Bu kurallar, eğer kurbanın ailesi katili affederse bir ölüm cezasının hafifletilmesine olanak tanırken hüküm giymiş bir kölenin di­ yetin bir parçası olarak kurbanın yasal mirasçılarının mülkü haline gelmesine de izin veriyordu. Ama bu kavramın uygulanması her vakanın koşullarına göre değişik kişisel sonuçlara yol açıyordu. İzleyen sayfalarda en hafif sonuç­ lardan başlayacağım ve daha sert olanlarına gideceğim. İlk ele alacağımız öy­ kü, köleleştirilen kişilerin hür insanlar gibi yargılanacağı ve devlet mahkeme­ lerince cezalandırılacağı, sahipleri tarafından cezalandırılmayacağı yasal ilke­ sinin yerleşmesine hizmet etti. Mahkemelerin ve Meclis-i Vükela'nın hırsızlık konusunda emsal teşkil eden ve yukarıda gördüğümüz kararından birkaç ay sonra sistem ilkeyi aşağıdaki cinayet vakasında teyit etti. Yine de birkaç soru cevapsız kalmış durumdaydı. Köleleştirilmiş bir Afrikalı kadın olan Nursiye bint Abdullah, bugün Yunanistan'daki Tırhala sancağı Yenişehir-Fener kazasında, müteveffa Ma­ ralı Molla Yakup Efendi'nin hanesinde hizmet etmekteydi.34 Molla'nın ölü­ mü üzerine Nursiye, Molla'nın dul karısı Selime ve dört küçük çocuğu olan Ömer, Ebubekir, Abdürresul ve Ümmügülsüm'e eşit hisseler halinde miras kaldı. 1 2 Kasım 1 845 günü, öğleden sonra, hanımı dışarıda olduğu bir sırada Nursiye bir ip aldı ve evin kızını boğdu ve cesedini lağıma attı. Nursiye yaka­ landı, suçunu itiraf etti ve küçük kızı tam olarak nasıl öldürdüğünü anlattı. Anne, önce ölüm cezası uygulanmasını istedi ve bu şekilde bir hüküm verildi. Fakat sonra Selime tutumunu değiştirerek bu kararda duramadığını beyan et32 33 34 Hilal, Er-rakik, s. 221 -223. Burada yine onun, köleler tarafından işlenen cinayetleri onların hafif­ meşrep (taysh) ve hoppa (tahavvür) oldukları ve hareketlerinin sonuçlarını göremedikleri için işle­ diklerini söyleyen bu yorumuna katılmıyorum (222). Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Toledano, "Legislative Process" ve orada zikredilen kaynak­ lar. Ayrıca bkz. Madeline Zilfi, "Goods in the Mahale: Distributional Encounters in Eighteenth­ Century Istanbul", Donald Quataert (der.), Consumption Studies and the History of the Ottoman Empire, 1550-1922: An Introduction içinde, State University of New York Press, Albany, 2000, s. 292, 308-309. BOA/İrade/Meclis-i Vala/1 457/İlam-ı Şeri, 3 . 1 2. 1 845, Yenişehir-Fener mahkemesi mazbatası, 7.12.1 845, Tırhala kaymakamına arıza, tarihsiz (ama 1 845'in sonları olmalı), Meclis-i Vala maz­ batası, 5.3.1 846, Sadrazam'dan Sultan'a, 1 5 .3.1 846, Sultan'ın cevabı, 1 8.3. 1 846. 18 dördüncü bölüm ti. Kazanın kaymakamına verdiği bir dilekçede açıkladığına göre Selime, Nursiye üzerinde olan mülkiyet hakkını çocuklarına bırakmıştı ve şimdi on­ ların velisi olarak cezanın diyet yoluna girilerek değiştirilmesini yani mahke­ menin katili hapsetmesini ve çocuklarının mali tazminata hak kazanmalarını istiyordu. Selime ayrıca hapishane masralarının kaymakam tarafından düşü­ rülmesini ve köleyi Hacı Akkavi adlı bir adama satması için izin verilmesini istiyordu. Mahkeme, sadrazam ve padişah kadının isteğini kabul ettiler ve Nursiye'nin bir yıl hapisle cezalandırılmasına karar verdiler. Bu sürenin so­ nunda Nursiye, Selime ve oğullarının eline geçecek ve anne, küçük çocukları­ nın yasal velisi olduğu için katili istediği gibi elden çıkarabilecekti. Kederli an­ neye daha fazla haksızlık olmaması için Nursiye'nin hapishane masrafları da düşürülmüştü. Ceza Kanunnamesi, katillerin bir yıldan beş yıla kadar hapis­ le cezalndırılabileceğini belirtiyordu ve bu örnekte en düşük ceza verilmişti ki bu cevapladığından daha çok soruyu uyandıran bir durumdur. Hiçbir yer­ de Nursiye'nin çocuğu öldürmekteki amacı hakkında bilgi verilmiyor ve Nursiye'nin bir alıcı bulduğu gerçeği onda, akıl hastalığı, öfke, kötü davran­ mayı alışkanlık haline getirme ve itaatsizlik gibi temel bir kusur olmadığını gösteriyor. Aksine, onun için oldukça makul bir para verilmişti. Ayrıca, Nur­ siye, cinayetten sonra kaçmaya kalkışmamış ve suçlamayı reddetmemişti. Bunların ikisi de yaptığının köleliğe bir direnme davranışı olduğunu ileri sür­ meyi güçleştiriyor. Bununla birlikte, cezanın yumuşaklığı hakikaten de ilginç­ tir ve belki mahkemenin de anne ve çocuklarına paranın ödenmesini çabuk­ laştırmak istemesiyle izah edilebilir. Bu ancak Nursiye'nin hapisten çıkmasın­ dan sonra olabilirdi. Böylece, bu vaka gösteriyor ki mahkemeler, köle katille­ ri yargılarken köleliğe ait kaygıları göz önünde tutuyordu. İzleyen hikayede, yine cinayetten dolayı tazminat verilmesi gibi acı bir olayda, kanun önünde hür ve köle olmanın içkin nitelikleri iyice belirgin ola­ rak görülüyor. Nizami bir yüksek mahkeme niteliği taşıyan Meclis-i Vala ka­ yıtlarına göre Uşaklı* bir efendi ve kölesi birlikte işledikleri öne sürülen bir cinayet için 1 847'de yargılanmışlar.35 Daha fazla ayrıntı verilmemesine kar­ şın her birinin yedi yıl hapisle cezalandırıldığını okuyoruz. Mahkemenin ka­ rarını dikkate alınca, kölenin acaba daha az sorumluluk sahibi olup olmadı­ ğı haklı olarak sorulabilir. Dahası, iki mahkum arasındaki büyük fark da 35 BONAyniya/ 470. cil/s. 125, Medis-i Vala'dan Kütahya vilayetinde vergi dairesine, 24.10.1 847. (*) Toledano, metin içinde Uşak'ın bugünkü Arnavutluk'ta olduğunu sehven söylemiştir. Bu ifadeyi çevirmedim - ç.n. yaayailmek ln wçu çmek t69 gündeme geliyor bu da, köleleştirilmiş kişilerin bu tür durumlarda karşlaşı­ ğı çok daha büyük güçlükleri vurgulamaktadır. İstanbul'dak. Medis-i Vala'nın verdiği cezadan ve belgenin kendisinden anlaşılıyor i maktulün ya­ sal mirasçıları ölüm cezası isteme hakkından vazgeçmiş ve bazen kan psı olarak adlandırılan mali tazminatı (diyet) almayı kabul etmişler. Mahkeme, belirlenen süre hapiste yattıktan sonra kölein, yargılama esnasında hala kü­ çük olan maktulün mirasçılarına teslim edilmesi gerektiğine karar vermiş. Kölenin kendisi, beraber işledikleri cinayet için köle sahibinin vereceği diyeti oluşturacakmış. Cinayet tabii ki iğrenç bir suçtur ve maktulün yetim kalmış küçük ço­ cuklarının sonuçta çok mağdur olduklarına şüphe yoktur. Fakat bir kez ço­ cukların malı haline geldikten sonra ortak katil olan ve çocukları yetim bıra­ kan köleyi acaba nasıl bir yaşam bekliyordu? Çcuklar o zamana kadar muh­ temelen erişkin olacaktı. Hedefin, efendi tarafından seçildiği ve suçu işleme inisiyatifinin ondan kaynaklandığını varsaymak makuldür. Kölenin, efendisi­ nin talimatıyla hareket ettiğine kesin gözüyle bakabiliriz. Yine de, ikisinin arasında cezanın yükünü o çekiyordu. Eğer şansı varsa, kurbanın mirasçıları onu hemen satar ve babalarının katilini her gün aralarında görme sıkıntısın­ dan kendilerini kurtarırlardı. En kötüsü, böyle bir suç geçmişi olan kölenin çok az para ettiğini görür veya onu hiç satamaz ve köleyi tutmaya karar ve­ rirlerdi. Bu durumda, kölenin karşılaşacağı muameleyi ancak tahayyül edebi­ liriz. Fakat izleyen hikayemizde görüleceği gibi bu hikaye benzersiz değildi. Bu oyundaki başlıca aktörler Hurşit ve Abdülhalim adındaydı.6 Hur­ şit muhtemelen Çerkes olan bir köleydi.Trabzon kentinde Nefise Hanım ve kocası Ömer Bey'in hanesinde yaşıyordu. İkinci aktör olan Abdülhalim ise Sepetçioğlu Hüseyin'in oğlu olup o da aynı kentte yaşamaktaydı. 1 857 orta­ larında bir gün, Hurşit, bir "Çerkes kamasıyla" Abdülhalim'i kasten bıçakla­ dı ve öldürdü. Trabzon mahkemesi iki kişiyi, maktulün babası olan Hüseyin'i ve katilin sahibi olan karısını temsil eden Ömer Bey'i çağırdı. Hüseyin, ölüm cezasından vazgeçmiş ve öldürülen oğlu için diyet almaya karar vermişti. Ömer Bey de kendi hesabına katili teslim etmeyi ve üstüne biraz para vererek meseleyi çözmeyi kabul etmişti. Bu noktada yasal bir sorun baş gösterdi çün­ kü yeni çıkarılan ceza kanunları, 1 840'a kadar bu tip cinayet davalarını yö­ neten şer'i ilkelerle çelişiyordu. Maktulün babası oğlunun katilini ölüm ceza­ sından azat ettiği için, Tanzimat devletinin ceza kanunnamesi, üzerinde anla36 BONSadaret/Mcclis-i Vili Evrakı/85/100, Meclis-i Vala'dan Trabzon valisine, taslak muhtıra, 4.6.1 857. 170 dördüncü bölüm şılan diyetten bağımsız olarak suçluya Meclis-i Vala tarafından belirlenecek bir hapis cezası verilmesini gerektiriyordu. Katilin kendisinin verilecek olan kan parasının bir kısmını oluşturuyor olmasına karşın hapiste cezasını çek­ meden önce Hüseyin'in ailesine verilemiyor, dolayısıyla maktulün ailesi açı­ sından zarar daha da artıyordu. Böylece, Hüseyin sadece oğlunu kaybetmekle kalmıyor, acı kaybından dolayı kendisine verilecek olan tazminatın büyük kısmından da mahrum kalı­ yordu. Dolayısıyla yetkililere başvurarak adalet istedi. İstanbul'daki Meclis-i Vala da şikayetinde haklılık olduğuna karar verdi. Bununla birlikte bulunan çarenin işe yaramadığı anlaşıldı çünkü mahkeme Hurşit'in önce İstanbul'daki tersane hapishanesinde yedi yıllık hapis cezasını çekmesine ve ancak ondan sonra Trabzon'daki Hüseyin'e teslim edilmesine karar vermişti. Alternatif olarak, mahkeme Hurşit'in piyasa değerini tesbit ettirebilir ve kölenin sahibi­ ne bu paranın babaya acilen ödenmesini emredebilirdi çünkü diyet genelde hüküm giyen suçlunun hapsedilmesinden önce verilirdi.37 Bunun yerine Mec­ lis-i Vala yerel Şeriat mahkemesinde karara bağlanan usulü onaylamayı seçti. Bu gecikmenin, maktulün babası için önemli olmuş olması gerekir ve Hurşit'in hapis cezasının sonundaki değerinin yedi yaş daha genç olduğu za­ mana göre çok daha düşük olması gerektiğini varsayabiliriz. Babanın, bir kez ele geçirdikten sonra köleyle ne yapacağını da merak edebiliriz çünkü hüküm giymiş bir köle muhtemelen piyasada iyi para etmez, belki de hiç satılamazdı. Bunun yerine onu köle olarak tutmak ise insani açıdan neredeyse imkansız olur ve daha fazla suistimale ve trajediye yol açabilirdi. Bazı cinayetleri kuşatan esrar perdesi hiçbir zaman çözülmez ve Os­ manlı İmparatorluğu'nda köleleştirilen kişilerin işlediği cinayetler de bunun istisnası değildir. Bazen, kayıtlardaki yetersiz verilerin arkasında dramatik bir öykünün saklandığını hissederiz ama onlardan biraz daha şey çıkarmak için yapılacak pek bir şey yoktur. Bu cinsten olan bir vaka, bugünkü Yunanistan' da olan Drama kazasının Yük köyünde 1 850 yılında oldu.38 Kurbanlar, Yük köyünün sakinlerinden Hasan'ın iki kızıydı. Büyüğünün adı Fatma, küçüğü­ nün adı ise Havva'ydı. Katilin, İbrahim adlı başka bir köylüye ait olan Abdul­ lah adlı bir Afrikalı köle olduğu ortaya çıkarıldı. Abdullah'ın kızları nasıl ve niye öldürdüğünü veya bunun babalarından alınacak bir intikamdan dolayı mı olduğunu bilmiyoruz. Bir akıl hastalığının söz konusu olduğuna dair her­ hangi bir müracaat olduğunu bilmediğimiz gibi Abdullah'ın, kızların babası 37 8 Osmanlı Mısırı'nda bunu görmek için bkz. Hilal, Er-rakik, s. 222. BO/Sadare/Amedi Kalemi Evrakı/16/79/ taslak muhtıra, 7.2.1850. yaşayabilmek için suçu seçmek 171 Hasan ile olabilecek herhangi bir kavgadan dolayı sahibi İbrahim tarafından yönlendirildiğine dair bir bilgimiz de yok. Bu tür hafifletici nedenler normal olarak İstanbul'daki Meclis-i Vala'nın yaptığı ve bugün elimizde olan dava özetinde bile ortaya çıkardı. Fakat cezasını çekmesi için katilin İstanbul'a gönderilmesinin emredildiği bilgisine sahibiz. Bu, ya ölüm cezasının diyete çevrilmediği bir durumda Abdullah'ın idam edilmesi veya ona verilecek hapis cezasının belirlenmesi için gerekliydi. Bazı cinayet vakalarında da suçlunun sorumluluğunu düşürebilecek nitelikte bir belirsizlik bulunmaktaydı. İzleyen örnekte, köleleştirilmiş bir Af­ rikalı adam tam da böyle bir fırsatı kullanarak yasal durumunu iyileştirmiş gibi görünmektedir. Bu öykü, bize ayrıca herhangi bir Osmanlı hanesinde bu­ lunan daha geniş sosyal seçeneklere de işaret etmektedir. 1 855'in başında Ha­ san oğlu Şerif Ali adlı bir debbağ İzmir kentinde öldürüldü.39 Afrikalı kölesi Sait cinayetten suçlandı ve yerel mahkemenin önüne çıkarıldı. Önce suçunu kabul etti ama daha sonra itirafını geri alarak hanımının, yani Şerif Ali'nin karısının ona kocasını öldürmesini emrettiğini iddia etti. iddiasını destekleye­ cek herhangi bir kanıt sunamadığı için Sait, iddiasının doğru olduğuna dair yemin etmeyi önerdi ve kadı buna izin verdi. Mahkemenin, maktulün yakın­ larını da sorguladığından daha öte bir ayrıntı verilmemektedir. Öyle görünü­ yor ki onlar da Sait'in iddiasını kabul etmişler. İzmir valisi işlemleri gözden geçirmiş ve davayı İstanbul'daki Meclis-i Vala'ya havale etmiş. Meclis-i Vala, itirafının zorlama sonucu elde edilmemesine veya kendisinin böyle bir iddiası olmamasına karşın Sait'in yeminin şüpheli bir şekilde kabul edildiğine dikkat çekti. Dolayısıyla, dava daha fazla araştırılması için İzmir mahkemesine geri gönderildi. Bizim elimizdeki belge, İzmir valisine gönderilen ve tutarsızlığın açıklanmasını ve dosyanın cezalandırma için tekrar Meclis-i Vala'ya iletilme­ sini isteyen yazının müsveddesidir. Mahkemenin bu davadaki ikilemi, kölelik sorunu içindeki daha geniş bir konunun altını çizmekte ve ailenin hür ve köle üyelerini ilgilendiren bir sosyal ilişkiler ağına dikkat çekmektedir. Bu ikilem, kölelerin gerçekte ne de­ receye kadar seçme özgürlüğüne sahip olduklarıyla, onların etkinlik ve oto­ nomilerinin genişliğiyle, dolayısıyla da yasal sorumluluklarının pratikteki sı­ nırlarıyla ilgilidir. Efendisi ve hanımı arasında kalan Sait ne yapacaktı? Onla­ rın biriyle zorunlu veya değil cinsel ilişkisi olmadığını dolayısıyla da araların­ daki tartışmada taraf olmadığını varsayarsak hanımından gelen ve efendisini 39 BOA/Sadaret/Umum Vilayat Evrakı/ 1 8 1/6, Meclis-i Vala'dan İzmir valisine, taslak muhtıra, 4.2.1855. 172 dördüncü bölüm öldürmesini isteyen bir emre karşı çıkabilir miydi? Sonunda efendisini öldür­ düğü gerçeği, hanımına daha yakın olduğunu veya efendisine yabancılaşmış olduğunu veya her ikisini birden ima edebilir. Sait, kendisine kötü davrandı­ ğı için, ihmal veya sömürüden ötürü Şerif Ali'ye kötü hisler besleyebilir veya kendisine şefkat gösterdiği için veya romantik olarak cazip bulduğu için ha­ nımına meyletmiş olabilir. Eğer Şerif Ali'yi öldürmek için bir plan söz konu­ suysa, maktulün karısı tarafından Sait'e tabakhanenin başına geçmesi sözü verilmesi veya işyerinin satışından elde edilecek paranın paylaşılmasının öne­ rilmesi bir gerekçe olabilir. Kısaca, bu hikaye bir kez daha köle sahibi olan hanelerdeki ilişkilerin karmaşıklığını gösteriyor ki burada, kölelikle ilgili ol­ mayan normal insan ilişkileri ağına ek olarak köleleştirilmiş ve dolayısıyla tam olarak otonomisi olmayan, tam olarak tahakküme direnmeye muktedir olmayan veya kullanılmaya karşı çıkamayan kişileri de koymak ve onları da dikkate almak gerekliliği vardır. Köleleştirilmiş kişilerin karıştığı başka bir cinayet kategorisi de kölele­ rin kendilerini savunmak için girişmiş gibi göründükleri vakalardan oluşmak­ tadır. Böyle bir cinayet, kutsal Mekke kentinde, 1 853 yılında Şerif ailesinin başına geldi.40 Başlıca kahramanlar Bakhit ibn Abdallah adlı Afrikalı bir adam ve efendisi Şerif Yahya'ydı. Yahya, sultan tarafından kendisine İslam'ın en kutsal yeri olan Mekke'nin emanet edildiği müteveffa Mekke şerifinin oğ­ luydu. 13 Mart 1 853 gecesi, her ikisi de evdeyken Bakhit, Yahya'nın başına bir gürzle vurdu ve onu öldürdü. Cinayet gecesinin sabahında Bakhit'in, efen­ disi kendisini bir gürzle dövmek istediğinde gürzü elinden alarak ona vurdu­ ğu ve onu öldürdüğü yolunda yapmış olduğu itirafı mahkeme kabul etti. Şa­ hitler de yine Şerif ailesine mensup iki hür adamdı ve Bakhit, sahibinin ölü­ müyle herhangi bir bağlantıyı mahkemede inkar ettiği için bu ikisinin tanıklı­ ğına gerek duyulmuştu. Maktulün, amcası Şerif Mahdi bin Ahi Talib tarafın­ dan temsil edilen yasal mirasçıları, annesi ve iki küçük oğlu herhangi bir taz­ minatı ısrarla reddederek katilin idam edilmesini talep ediyorlardı. Dava, Mekke'deki Şeriat mahkemesinden İstanbul'a kadar gitti ve orada nizami Meclis-i Vala ve şeyhülislamın ofisinde ele alındı ve incelendi. Dava ayrıca, Cidde valisi, sadrazam ve sonunda sultan tarafından da incelendi. Nihai so­ nuç Meclis-i Vala'nın Bakhit'i on yıl hapse mahkum etmesi oldu. Bu süreden sonra hapisten çıkacaktı. 0 BOA/İrade/Meclis-i Vaia/1 1030/ İlam-ı şeri, 24.4.1853, Cidde valisinden Sadrazam'a, 30.4.1 853, Fetva emininin notu, 2 1 . 7. 1 853, Mazbata, 8 . 8 . 1 853, Sadrazam'dan Sultan'a, 2 1 .8 . 1 853 ve Sultan'ın cevabı, 22.8. 1 853. yaşayabilmek için suçu seçmek 173 Bakhit'in sonradan ifadesini geri çekmesine karşın meşru müdafaa ha­ linde hareket ettiği yolundaki iddiası bir güç ilişkisi yorumu yapmamıza kapıyı açıyor. Meclis-i Vala'nın verdiği ceza, yani Şeriata göre beklenebilecek idam ce­ zasını değil de daha yumuşak başka bir cezayı vermesi de bu yorumu güçlendi­ riyor. Bu, mahkemenin Bakhit'in cinayeti kabul ettiğine dair tanıklık eden ta­ nıklara inandığını ama ek olarak Bakhit'in meşru müdafaa iddiasına da inandı­ ğını açıkça gösteriyor. Eğer, Bakhit kendisini beyan edildiği üzere savunmuşsa gerçekten de büyük cesaret göstermiştir çünkü maktül sadece Arabistan'daki en yüksek rütbeli Osmanlı memurunun oğlu değil Sünni İslam geleneğindeki en önde gelen ailenin de bir üyesiydi. Köleleştirilmiş bir adamın, Şerif Yahya tara­ fından dövülmeyi reddederek karşı çıkması için cesur olması gerekirdi. Bir çe­ şit geçici cinnet türü bir açıklamayı kabullenmeye gönüllü olsak bile eylemin kendisi Mekke Osmanlı toplumundaki "işlerin düzenini" tersyüz ediyor olarak anlaşılmalıdır. Eğer bunun, sınırlara itilmiş bir kölenin çaresizlikten dolayı yap­ tığı bir eylem olduğu görüşünü benimsiyorsak bile yine onun kendisine bir meş­ ru müdaaa ve belki de bir karşılık verme seçeneği yarattığını dikkate almalıyız ki bu 1 9. yüzyıl ortasında Arap toplumundaki köleleştirilen kişiler için genelde mevcut olan bir seçenek değildi. Tarafların herhangi birisi tarafından onun ak­ lının başında olmadığına dair bir beyanda bulunulmaması önemlidir. Başka vakalarda bireysel direnmenin daha ikircikli bir şekilde görün­ düğünü kabul etmeliyiz ama bu yine de dikkate alınmalı ve incelenmelidir. Aşağıdaki hikaye bizi, köleliğin sıkıntılarınca beslenen bastırılmış duyguların yarattığı bir hiddet halinin oluşturduğu bir sınır vakasına götürüyor. Çeşitli nedenlerden dolayı kendilerine hane içinde veya dışarıda, toplumda bir yer bulamayan köleleştirilmiş kişiler bazen şiddete başvururlar ama bu, adam öl­ dürme şeklini nadiren alırdı. Osmanlı Meclis-i Vala kayıtlarına göre 1 850'nin sonunda Mehmet bin Abdullah adında bir köle, Biga yöresinde Karakoca ka­ bilesi reisi Hasan Bey'in oğlu olan Mehmet Bey'i öldürdü.41 Köle, Britanya konsolosunun Gelibolu'daki mülkünün kahyası olan bir Arnavut'a aitti ki bu da kendi başına ilginçtir. Osmanlı İmparatorluğu'nda Afrika köleliğiyle ilgili konulardaki yüksek Britanya duyarlılığı dikkate alınınca konsolosun, kahya­ sının evinde asi bir Afrikalı köle olduğuna dikkat etmesi beklenirdi ama bu­ na ait bir kanıta sahip değiliz. Burada da cinayet için bir gerekçe verilmiş değil ama katilin idam edil­ mesini talep eden maktulün ailesinin dilekçesinde bir ipucu bulunmaktadır. 11 BOA/lrade/Meclis-i Vala/6081, Şeriat ve nizami mahkemeler, Sadrazam ve Sultan arasındaki ya­ zışmalar, 8. 1 1 . 1 850 - 1 5 . 1 . 1 85 1 . 17 4 dördüncü bölüm Mehmet Bey'in dul karısı, üç oğlu, iki kızı ve babasından oluşan mirasçılar köle Mehmet'in "serkeş ve terbiyesiz" olduğunu beyan etmişlerdi. Ayrıca, ka­ tilin gece, maktulün bahçesine geldiğini, eşyalarını çalmaya çalıştığını ve muhtemelen Mehmet Bey hırsızlığı önlemeye çalışırken tabancasıyla kasten onu öldürdüğünü söylüyorlardı. Kanıtların pek az olduğunu kabul etmeliyiz ama belki de bu dilekçeden iki şey çıkarsamak mümkündür. Birincisi kölenin nahoş bir kişi olduğuna dair yarattığı şöhret ki bu onun asi veya daha genel olarak dik başlı biri olduğuna işaret ediyor olabilir. Diğer öğe de devlet ve da­ vacıların belirttiği gibi eylemin hırsızlık veya soygun girişimi sırasında kazara olmadığı ve kasten olduğuydu. Buna, maktulün toplumda önde gelen bir ai­ lenin üyesi olduğu verisini de eklersek anlatacak başka bir öykümüz olur. Bel­ ki de köleleştirilmiş ve hayatından memnun olmayan ve sonunda birikmiş öf­ kesini cinai bir öfke ve kızgınlıkla açığa çıkarmış bir Afrikalının boyun eğme­ me eylemi etrafında odaklanmış bir hikaye olur bu. İzleyen iki öykü de daha önce Madeline Zilfi tarafından yayımlanan bir vakayı hatırlatıyor.42 Temmuz 1 762'de köleleştirilmiş bir Çerkes kız satılması için İstanbullu bir esirciye verilmiş fakat kısa bir süre sonra itaatsiz davranış­ lar sergileyerek bakıcılarının hiddetini çekmiş. Esircinin karısı kızı azarlayıp, belki de boyun eğdirmek için zor kullanınca kız da bir bıçak almış ve kadını bıçaklayarak ölmesine neden olmuş. Kız yakalanmış ve diğer kölelere ibret ol­ ması için kızın esir pazarında alenen asılmasına karar verilmiş. Bu öykülerde­ ki benzer öğe, var olduğu ileri sürülen "itaatsiz davranış"tır ve bu kölecilerin üste çıkmak için zor kullanmasına neden olmuştur. Diğer benzerlik de zor kul­ lanarak kendilerine boyun eğdirmeye çalışan köleleştirenlerin çabalarına köle­ lerin şiddetli ve ölümcül bir şekilde tepki vermesidir. Hemen her yerde olduğu gibi arada sırada hafif bir şekilde güç kullanılması köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinin içkin bir parçası gibi görünüyor. Mahkeme kayıtlarına ve diğer çağ­ daş kaynaklara ancak köleleştirence sürekli uygulanan en aşırı suistimal ör­ nekleri veya köleleştirilenin alışkanlık haline gelmiş itaatsizlikleri giriyordu. Başka bir cinayet vakaları kategorisinde nedenler ve onları kuşatan koşullar konusunda, hele kayıtlardaki notlar son derece kısaysa, ancak tah­ min yapabiliyoruz. Böyle bir örnek vaka Osmanlı Muhacirin Komisyonu'nun 1 863 sonuna ait bir defterinde görülüyor.43 Bu kayda göre üç Çerkes köle kendi de bir Çerkes mülteci olan efendilerini öldürmüş, eşyalarını çalmış ve 42 43 Zilfi, " Goods in the Mahalle'', s. 294-295. BOA/BEO/Muhacirin Komisyonu/758. cilt (gelen)/no.190, Köstence kaymakamıyla yazışma, 12.1 863- 1 . 1 8 64. yaşayabilmek için suçu seçmek 17 5 Köstence kasabasına yerleşmişler. Yetkililer, kısa bir süre önce bildirilen bu olay hakkında araştırma yürütüyormuş. Burada, katillerin cesareti dikkat çe­ kiyor çünkü izlerini gizlemek için fazla uğraşmadıkları fakat bunun yerine komşu bir kasabada ortaya çıkarak adaletten kaçmayı umdukları anlaşılıyor. Göründüğüne göre polis veya mahkemelerden pek korkmuyorlarmış, bu bize Tanzimat devletinin hukuk üstünlüğünde köle olsun veya olmasın bir kişinin cinayetten sıyrılmayı umabildiği gibi yanlış bir his verebilir. Aslında, Osman­ ı mahkeme kayıtlarının oldukça geniş bir örneklemine dayanarak izlenimi­ mizin tam aksi yönde olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızca az sayıda cinayet va­ kası görüyor değiliz, Osmanlı kolluk güçleri görevlileri katilleri yakalamak ve cezalandırmak konusunda oldukça etkin görünüyorlar. Halk, Osmanlı Devleti'nin güvenlik sağlamasını ve kanun ve nizam için saygı uyandırmasını bekliyordu. İstanbul'daki merkezi hükümet gibi im­ paratorluğun her yanındaki yerel yetkililer de suç oranlarındaki geçici artışla­ ra duyarlıydılar. Tipik bir örnek Hicaz'da hüküm süren özel koşullarla ilgili­ dir. Bu bölge sadece dini açıdan duyarlı bir yer olmayıp, şehir merkezleri ve ticari yollar üzerinde aşiret-göçebe baskılarına da tarihsel olarak açık bir yer­ di. Aralık 1 854'te kutsal Medine kentindeki bir cinayet vakasından sonra kentin önde gelenleri İstanbul'daki Meclis-i Vala'ya güçlü bir dilekçe gönder­ diler.4 Köleleştirilmiş bir Etiyopyalı adam harem yöresinin bir sakinini bı­ çaklayarak öldürmüştü. Dilekçede şeyhülharem, yüksek mevkili memurlar ve Medine'nin önde gelen uleması padişahın, katillerin yerel mahkemenin hük­ müyle ve sultanın onayını beklemeksizin idam edilmesine imkan veren mev­ cut uygulamayı tanımasını istiyorlardı. Eşrafın bu dilekçesindeki temel mantık, cinayet vakalarındaki artışın kamu düzenini tehdit ettiği ve vilayette adaletin hızla yerine getirilmesi gerek­ tiğine dayanmaktaydı. Dilekçeciler, mahkeme kağıtlarının Meclis-i Vala ve sultanın incelemesi ve onayı için İstanbul'a gönderilmesinin uzun gecikmele­ re yol açtığını söylüyordu . Yerel kabileler arasında kan davası geleneklerinin uygulanmasından dolayı bu gecikmeler toplumsal düzenin bozulmasına yol açabilirdi. Bu tür acil bir tehlike ancak hüküm giymiş bir katilin hemen idam edilmesiyle önlenebilir, ailesi ve akrabalarının meseleyi kendi ellerine almala­ rı engellenirdi. İstanbul, dilekçecilerin mantığını kabul etti ve mahkemenin Hicaz'da yasal süreci tamamlamasına ve hüküm giymiş katillerin padişahın onayı olmaksızın vilayette idam edilmelerine izin verdi. 4 BOA/lrade/Meclis-i Vala/1 3 1 09/Mazbata, 6.2.1 854, Sadrazam'dan Sultan'a, 1 1 .2.1 854 Sultan 'ın cevabı, 1 2.2.1 854. ve SUÇ OLAN DİGER DİRENİŞ EYLEMLERİ Büyük hırsızlık, cinsel suçlar, kundakçılık ve adam öldürme gibi başlıca suç­ lardan başka Osmanlı top1umundaki köleleştirilmiş kişiler boyun eğmeme ve direnme olarak görülebilecek başka tür eylemlere de başvuruyorlardı. Bura­ da tartışılan bazı öyküler gerekli olarak sınır vakalarıdır. Bunları sosyal ve kültürel bağlamlarına oturtmaya çalışacağım. Genel olarak, bu kategoride bi­ eysel direnç ve grup direnci olmak üzere iki çeşit eylem vardı. Bizim külliya­ tımızda bir bireyin direnişi çokça kızgınlık, karşı koyma veya protestonun te­ kil bir şekilde dışa vurumu demek oluyordu. Grup eyleminin bundan farkı, belirli bir yerdeki özel duruma verilen örgütlü bir tepki olmasında yatıyordu. Köleleştirilen kişiler genelde bir çeşit önderlik varsa grup olarak hareket eder­ di. Gup içinde hareket etmek protestoyu büyütmeyi ve özel şikayetler için et­ kin çare bulmayı kolaylaştırırdı. Biresel Direniş Kasım 1 866'da Ahmet adlı bir esirci Trabzon'dan İstanbul'a kereste götür­ mekte olan bir tekneyle üç Çerkes cariyeyi nakletmekteydi.45 Üçlüden biri olan Tuti güvertedeyken, kaptan ona aşağıya, ambara inmesini söyledi. Tuti bunu reddedince kaptan onu dövmeye başladı. O da kızgınlıkla kendisini su­ ya attı ama kurtarılarak güverteye çıkarıldı. İstanbul'a gelindiğinde olay po­ lise bildirildi ve hem kaptan hem de Ahmet gözaltına alındı. Kaptan, kısa bir süre sonra, kendisine herhangi bir suçlama yapılmaksızın serbest bırakıldı ama esirci, Tuti'yi suya atmakla suçlandı ve beş yıl hapis cezası aldı. Hükmü kabullenmeyen Ahmet pek çok kişiye, çocuklarının, kendisinin yokluğundan dolayı ihtiyaç ve yoksulluk içinde olduklarını vurgulayarak yakınmış olmalı. On beş ay hapiste kaldıktan sonra onun bu çabaları başarılı oldu. Belki de aracılar sayesinde harekete geçen Fatma Sultan Camii imamı yetkililere dava­ yı tekrar gözden geçirmeleri ve Ahmet'in hakkının verilmesi konusunda di­ lekçe yazdı. Bir Meclis-i Vala soruşturması Ahmet'in öyküsünün doğru oldu­ ğunu ortaya çıkardı. Bu, onun, Tuti'nin, kaptanın dayağı yüzünden denize at­ lamasından dolayı suçlanamayacağı anlamına geliyordu. Mahkeme onun ser­ best bırakılmasını önerdi ve hem sadrazam hem de sultan bunu onayladı. Burada yine kötü muameleyi kabullenmeyen ve aşırı ve kendisine zarar vermesi muhtemel bir şekilde harekete geçerek tepki veren bir köle kadın, bu 45 BOİrade/Meclis-i Vala/26185/Fatma Sultan Camii imamının dilekçesi, 30.4.1867, Hapishane müdürünün raporu, 10.7. 1 867, Meclis-i Vala mazbatası, 1 1 .12.1 867, Sadrazam dan Sultan'a, 12.1.1 868 ve Sultan'ın cevabı, 1 3 . 1 . 1868. ' yaşayabilmek için suçu seçmek 177 kez bir Çerkes ile karşı karşıyayız. Öyküdeki boşlukları doldurmak için bel­ gelerin bize ne söylediğini, -tabii pek fazla emin olmaksızın- olmuş olanlar konusunda ne söylemediğinden ama hala tahmin edilebilenden ayırmak du­ rumundayız. Kayıtlar kaptanın davranışını açıklıyor: Tuti'ye ambara gitmesi­ ni söylemiş ve sonra onu dövmüş. Ayrıca Tuti'nin ne yaptığı da kaydedilmiş: O aşağı inmeyi reddetmiş ve dövülünce kendisini suya atmış. Bunu "kızgın­ lıkla" yaptığını ekleyerek belge onun halet-i ruhiyesini tarif ediyor ve eylemi için dolaylı da olsa bir neden veriyor. Şimdi, Tuti'nin kaptanın emrine uyma­ ması ve ambara gitmeyi reddetmesinden başlayarak boşlukları doldurmalı­ yız. Burada onun eylemi için sadece geçici bir neden önerebiliriz. Bu onun ilk itaatsizlik eylemi olduğu için mesela temiz hava almayı istemek gibi o anki bir koşul tarafından tetiklenmiş olabilir veya aşağıda ambardaki köle kadınlarla bir tartışma yaşıyorduysa oraya, onların yanına dönmeyi istememiş olabilir. Her halükarda hem köleleştirilmiş hem de kadın olmasına rağmen Tuti, öz­ gür, erkek ve teknedeki en üst yetkili olan güçlü kaptana itaatsizlik etmeyi ak­ la hayale sığmaz bir şey gibi görmemişti. İkinci aşama, onun itaatsizliği üzerine kaptanın kuvvet kullanmasına Tuti'nin verdiği tepkiyi anlamaktır. Durumu kabullenmek ve üstün güce tes­ lim olmaktansa Tuti başka bir yol seçmiştir. Suya atlayarak ve hayatını tehli­ keye atarak kaptan ve belki de esirciye belirli bir mesaj vermek, belki de gü­ vertede ne olup bittiğinden haberleri olduğu şüphesiz olan ve ilgiyle izlemek­ te bulunan diğer iki köle kadına da örnek olmak istemiştir. Bir şekilde tüm bu insanlara "Tamam, daha fazla dayak yok. Kendimi daha fazla dövdürtmeye­ ceğim" demiştir. Tabii ki bu, duygusallığın doruğunda, ümitsizce bir çıkış ararken acı ve aşağılanmaya tepki olarak alınmış anlık ve irrasyonel bir eylem olabilir ki bunu da ancak deniz sağlayabilirdi. Böylece, bir kez daha vurgula­ mak istiyorum ki mevcut seçenekleri keşfederken karşılaştığımız ikilem şudur ki köle tarafından yapılan seçimde etkinlik ve direnişin sefillik ve güçsüzlük­ ten çıktığını görebiliriz. Tuti'nin ki gibi bazı örneklerde burada önerilen yo­ rum mevcut seçeneklerin sadece birini dikkate alır. Aşağıdaki Nevres'in öy­ küsünde olduğu gibi bazı başkalarındaysa bir güçlenme açıklamasından ka­ çınmak neredeyse imkansızdır. Zeki Paşa'nın hanesinde uzun süredir hizmet eden Nevres, Afrikalı ve köleleştirilmiş bir kadındı.46 Görenekler ve insani düşüncelere göre Paşa'nın Nevres'i azat etmiş olması gerekirdi ama o, 1 864'ün ortasında Nevres'i "Mı6 BOA/İrade/Medis-i Vala/23 102/ Zaptiye meclisi mazbatası, 24.5.1 864, Meclis-i Vala mazbatası, 1 3 .7. 1 864, Sadrazam'dan Sultan'a, 21. 7.1 864 ve Sultan'ın cevabı, 22.7.1 864. 178 dördüncü bölüm sırlı Hasan" denen bir esirciye 900 kuruş gibi pek yüksek olmayan bir para karşılığında satmayı yeğledi. Azat edilme ümidi yerle bir olan Nevres tama­ men itaatsiz bir hale geldi, ne Hasan'ın nezaretinde kalmayı ne de satılmayı kabul ediyordu. Defalarca kaçtı ve polis onu Hasan'a geri getirdikçe, belgede " derece-i nihayette huysuz ve söz anlamaz" olarak tarif edilen bir şekilde davranmayı sürdürdü. Polisin açıklamasına göre Hasan yaşlı bir adam oldu­ ğu ve onu denetleyemediği için Nevres'in ayaklarına zincir vurmuştu. Dava polisçe ele alındığında Nevres, Hasan'ı ayrıca kendisini dövmekle de suçladı ama ancak zincire vurulduğu tesbit edilebilmişti. Soruşturmayı kolaylaştır­ mak için polis Hasan'ı tutukladı ve üç ay boyunca nezarette tuttu. Zeki Paşa'nın Nevres'i yeniden satmasını "iğrenç bir hareket" olarak gören polis raporunu inceleyen sadrazamlık iki aydır kaçak kölelerin kaldığı evde tutulan kadını azat etmeye karar verdi. Polis, Meclis-i Vili'dan Hasan'ın göz altında bulunmasıyla ilgili olarak, Zeki Paşa'nın 900 kuruşu büyük sıkıntı içinde olan esirciye geri vermesi yolunda bir karar almasını istemişti. Meclis-i Vili, Hasan'ı serbest bırakmaya ama Zeki Paşa'nın yerine hazinenin adama 900 kuruşu ödemesine karar verdi. Kendisi defalarca hür olmak arzusunu belirttiği için Nevres'in öyküsü açık bir boyun eğmeme durumudur. O, uzun süredir efendisi olan Zeki Paşa'nın kendisini azat etmesini haklı olarak beklemiş ve etmediğinde de onun için mevcut olan tek eyleme, kendisini başka birine satarak kurtulmak isteyen Hasan'a direnmeye başvurmuştur. Ayakları zincirli olduğu için kaça­ mıyordu ama ne halde olduğu bilgisi, hele pazaryeri veya loca gibi tüccarla­ rın kullandığı, ayakaltında veya ortalıkta bir yerde satışa sunulmuşsa, hemen polise ulaşmış olmalıdır. Hasan, Nevres'i dövmüş de olabilir, dövmemiş de ama muhtemelen Nevres, bunun durumunu sağlamlaştıracağını ve azat olma­ sını çabuklaştıracağını düşünerek yine de bu suçlamayı yapmış. Zincire vur­ mak kanuna karşı olduğu ve polis bunu şiddetle onaylamaz göründüğü için bu kadarı, hükümetin Nevres'i bir emirle serbest bırakması ve sıkıntılarının sona erdirmesi için yeterliydi. Nevres ve Tuti'nin öykülerinin, boşlukları doldurmak ve bu vakaları ku­ şatan koşulları yeniden oluşturabilmek için biraz yamaya ve desteğe ihtiyaç duyduğu kesindir. Yeniden canlandırma sadece Tuti veya Nevres'in değil Os­ manlı toplumlarında günlük hayatın sıkıntıları içinde bulunan pek çok kölenin zihniyet durumlarını tahayyül etmeyi mümkün bir hale getiriyor. Bilinçli bir şe­ kilde spekülasyon yapmak bizim, Tuti ve Nevres gibi kişiler için imparatorlu­ ğun köylerinde ve kentlerindeki hanelerde ne gibi seçimlerin mevcut olduğunu yaşayabilmek için suçu seçmek 179 gerçekçi bir şekilde değerlendirmemizi mümkün kılıyor. Köleleştirilen kişilere sık sık yapmak istemedikleri şeyleri yapmaları emredilirdi. Onlar da itaat et­ mek durumunda kalırdı. Bunun birikimli bir olumsuz etkisi olmuş olması gere­ kir. Tuti ve Nevres'in durumlarında olduğu gibi itaatsizlik ve asilik iziki zorla­ ma ile cezalandırılırdı bu da bazen kölelerin ümitsiz eylemlere kalkışmasına yol açar veya onları daha çok keskinleştirirdi. Burada tartışılan örneklerin hiçbirin­ de deliliğin veya akıl sağlığının yerinde olmamasının köleleştirilen kişilerin ha­ reketleri için bir muhtemel açıklama olarak zikredilmemesi önemlidir. Bu, on­ ların hareketlerindeki rasyonel öğenin vurgulanmasını ve açıklamayı tamamla­ mak için sıkça ihtiyaç duyulan psikolojik unsurun dokuya işlenmesini sağlar. Gup Direnişi Bireysel direniş hareketleri kişisel cesarete ihtiyaç duyarken grup eylemi ör­ gütlenme, önderlik, hedef arama ve risk hesaplamayı gerektirir. Büyük ölçek­ li grup hareketi normalde bir kalkışma veya ayaklanma olarak görülür ama Osmanlı hükümeti kamusal düzenin örgütlü bir şekilde bozulduğu büyük ey­ lemleri bile " isyan" olarak nitelendirmekte gönülsüz davranmıştır çünkü böyle yapmak şiddet kullanarak, yüksek maliyetli ve zorlu bastırma hareketi gerektirmekteydi. Bunun yerine Osmanlılar asiler ile uğraşmayı, onlarla mü­ zakere etmeyi, yapıcı bir şekilde onları bir işe koşmayı ve sonuçta da onları imparatorluk sisteminin içine almayı tercih etmişlerdi.47 Köleleştirilmiş kişi­ lerin, genelde erkeklerin, grup olarak yaptıkları ve Üzerlerindeki baskıyı kal­ dırmak ve özgürlüğe kavuşmak amacı güden birkaç örgütlü protesto vakasın­ da da yaklaşım daha farklı değildi. Kölelerce yapılan grup eylemi, kölelerin hanelerde tecrit halinde bulunmadıkları veya mesela Mısır' da olduğu gibi bi­ reysel çiftçiler için küçük gruplar halinde çalışmadıkları yerlerde mümkün olabilirdi. Bu sadece kölelerin gruplar halinde çalıştıkları ve yaşadıkları yer­ lerde olabilirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda grup halinde yaşayan ve çalışan köleler ancak şunlardı: • Feodal beylerinin mülklerini işleyen serfleştirilmiş-köleleştirilmiş Çerkes aileleri. • Osmanlı-Mısır elitinin büyük tarımsal arazilerini (çiftlik, Mısır Arap­ çasında çoğul olarak Gafalik) işleyen köleleştirilmiş Arikalılar. 47 Mesela, Osmanlıların 1 7. yüzyıldaki Celali ayaklanmalarına karşı yaklaşımını görmek için bkz. Karen Barkey, Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route ta State Centralization, Ithaca, Cor­ nell Uııiversity Press, New York, 1 994. 1o dördüncü bölüm Hicaz'da, küçük gruplar halinde göçebe efendileri için çalışan köle­ leştirilmiş Afrikalılar. • Harem-i Şerif yakınlarında köleleştirilmiş Etiyopyalı bir adamın işledi­ ği cinayetten sonra İstanbul'daki Meclis-i Vala'ya başvuran Medine önde ge­ lenlerinin Aralık 1 853'te yazdığı dilekçeyi zaten tartışmış bulunuyoruz. Bu vakada merkezi hükümet hüküm giymiş katillerin İstanbul'a sorulmaksızın ve sultanın onayı aranmaksızın Hicaz vilayetinde idam edilmelerine izin ver­ mişti. İlginç olarak bu dilekçeyi imzalayan önde gelenler, " bu ülkedeki bu olumsuz davranış ve cinayeti Bedeviler ve köleler tarafından (Arapça el­ 'urban ve-/- 'abid) örgütlenen huzursuzluklar izleyebilir" şeklinde bir uyarıda bulunmuşlardı. Bu bağlamda kölelerden söz edilmesi, eşkıyalık yapan ve bir cinayetin faili de olsa kurbanı da olsa kendi grup üyelerini savunmaya hazır olan Afrikalı kaçak köle çetelerini akla getirmektedir. Buradaki amaçlarımız açısından bu, o sıradaki Osmanlı Hicazı'nda yasal alanın dışında faaliyet gösteren ve vilayette kanun ve nizamı tehdit eden, köleleştirilmiş Afrikalılarca düzenlenen bir tür örgütlü direniş olduğu­ nu gösteren bir kanıt teşkil etmektedir. Doğrudan bir çatışmadan kaçınmak ve potansiyel olarak isyankar bir durumu önlemek ve denetimi sağlamak için Hicaz'daki Osmanlı yönetimi Bedevi kabile reisleriyle çeşitli düzenlemeler yapmıştı. Bunların arasında kabilenin içişlerine karışmamak vardı ki efendi­ köle ilişkileri de bu içişlerin önemli bir öğesiydi. Sonuçta, aşiret adamlarınca tutulan köleleştirilmiş Afrikalılar, Osmanlı mahkeme sistemi vasıtasıyla öz­ gürlüklerine nadiren kavuşurlar, Osmanlı yetkililerinin işbirliğine yanaşma­ masından ötürü Cidde'deki Britanya konsolosluğu aracılığıyla da özgür ola­ mazlardı. Yine de köleleştirilenler, çeşitli Hicaz limanlarında demirli durum­ da olan Britanya donanmasına bağlı gemilere kaçarak özgürlük peşine düşer­ ler, nadiren de konsolosluğa kaçarlardı. Ek olarak, bu kişilerin, köleliğe kat­ lanmaktansa güç çöl koşullarında kendi başlarının çaresine bakmak zorunda olan Afrikalı kaçak çetelere katılmak gibi bir seçenekleri daha vardı. Osmanlı Mısırı'nın peş peşe gelen genel valileri olarak 1 820'lerden iti­ baren Mehmed Ali Paşa ve haleleri büyük arazilerinde istihdam etmek üzere büyük bir miktar Afrikalı köleyi tarımsal emek olarak ithal etmişlerdi.8 Vali­ lere bağımlı olan ekabirin pek çoğuna da böylesi tarım arazileri bağışlanmıştı ama onlar bu çiftliklerin günlük yönetimini sadık adamlarına bırakmışlardı. Hilal, bu kahyalardan azımsanmayacak kadarının, efendileri için yapılacak ta8 Daha önce ihmal edilen bu olgunun iyi bir anlatımı için bkz. Hilal, Er-rakik, s. 1 1 0- 1 2 3 . yaşayabilmek için suçu seçmek 181 rımsal üretimi denetleyebilecek yetenekte ve sadakatte olan köleleştirilmiş Af­ rikalılar olduğunu not ediyor. İlginçtir, bu çiftliklerdeki koşulların Afrikalı kö­ lelere yetki verilmesine, özellikle de aralarından kahyalar çıkmasına elverişli olduğu anlaşılıyor. Bazı kahyaların fiili olarak bağımsız oldukları, ülkenin ka­ nununu aşikar bir şekilde ihlal eden çete liderleri olarak hareket ettikleri görü­ lüyor. Bunlar, silahlı milisler oluşturarak çiftlikleri, askerlikten, angaryadan veya devlet hapishanelerinden kaçmak amacıyla komşu köylerden gelen ka­ çaklar için sığınak haline gelen kurtarılmış bölgelere çevirmişlerdi. Mesela, Hafız Efendi, Minye yöresindeki çiftliğinde çok sayıda Arika­ lı köle istihdam etmekte olup onlardan Bakhit adındaki bir Sudanlıyı da kah­ ya olarak atamıştı.49 Bakhit, angaryadan kaçanları ve aralarında katiller de bulunan kanun kaçaklarına sığınak sağlamış olup onları yetkililere teslim et­ meyi reddediyordu. 1 85 1 'de, onun yönetimine girmiş olan bazı adamlarını geri almak isteyen bir köy şeyhi Bakhit ve bilindik bir katil olan adamınca sal­ dırıya uğramış, adam Bakhit'in silahım kaparak şeyhi vurmuş ve öldürmüştü. Katil daha sonra tutuklanmış ama Bakhit kaçmayı başarmış ve hiçbir zaman ele geçmemiş. Başka bir vakada, Vali Abbas Paşa ( 1 849-1 854) yönetimi altın­ da devlet okulları sisteminin müdürü olan Abdi Şükrü Paşa, Dakhaliye eyale­ tindeki bölgesindeki büyük arazisinin başına Mabruk adlı bir Afrikalı köleyi getirmiş ve adama arazisini yönetmek için tam yetki vermişti. Mabruk, asker­ likten ve kanundan kaçan pek çok kişiyi tarımda istihdam etmiş, bunları geri almak isteyen köy şeyhlerini dövmüş ve aşağılamıştı. Hatta şeyhlerden birini çevirmesi için öküz yerine bir su çarkına bağlamış! Bütün bölgedeki köyler ve kasabaların Mabruk'tan gözleri yılmış, gücünü bu derece kötüye kullanma­ sından mağdur olmuşlardı. Bir noktada birkaç köy şeyhi yetkililere şikayette bulunmuş ve Mab­ ruk kaza yönetimine çağrılarak kendisinden kaçakları şeyhlere teslim etmesi istenmiş. Böyle yapmayı kabul eden Mabruk serbest bırakılınca sözünde dur­ mamış. Beraberlerinde bazı polisler olduğu halde iki şeyh çiftliğe gitmiş ve adamlarının geri verilmesini talep etmişler. Hepsi silahlar ve değneklerle do­ nanmış durumda olan üç yüz kadar Afrikalı köle ve diğer kaçaklar tarafından saldırıya uğramış ve ölesiye dövülmüşler. Nihayet, 1 854 Kasım'ında kaza müdürü Mabruk'un tutuklanması ve kaçakların şeyhlere geri verilmesi için bir emir çıkarmış. Bir askeri birlik göaderilerek çiftlik kuşatılmış ve Mabruk ve kaçaklar yakalanmış. Mabruk, yanlış bir şeyden sorumlu olmadığını, sade49 Burada ve izleyen iki paragrataki örnekler Hilal, Er-rakik, s. 1 16-l l S 'den geliyor. 182 dördüncü bölüm ce arazinin sahibi olan efendisinin emirleriyle hareket ettiğini ileri sürmüş. Bütün çete vali tarafından "şiddetle cezalandırılmış " ama kayıt cezanın ne ol­ duğunu ve Mabruk'un kendisine ne yapıldığını belirtmiyor. Mısır'dan gelen ve 1 85 8 yılına tarihlenen iki örneğimiz daha var. Bi­ rincisi, etrafına küçük silahlı bir milis kuvveti veya daha doğrusu Afrikalı ve Sudanlı kölelerden oluşan bir kabadayılar çetesi toplayan Hayrullah adında­ ki bir Afrikalı kahyanın öyküsüdür. O, köle çetesini halkı sindirmek için kul­ lanıyor ve yörede kendisine karşı çıkmaya cesaret eden herkesi dövdürüyor­ du. Hayrullah ayrıca fellahları ücret almaksızın kendisi için çalışmaya zorlu­ yor ve köleden köleciye dönüşüyordu. Diğer öykü de, Minye bölgesinde, Dimyat valisi Selim Paşa'nın arazisini yöneten Bilal adındaki köleleştirilmiş Afrikalı hakkındadır. Kuzeydoğuda ve deniz kıyısında olan Dimyat vilayeti­ nin Orta Mısır'a olan mesafesi düşünülecek olursa arazi sahibinin kahyası üzerinde fazla bir denetleme gücü olamayacağı açıktır. Gerçekten de Bilal, çiftliğe her türlü kaçağı herhangi bir müdahaleye uğramaksızın alıyor, onla­ ra sığınak sağlıyor ve onları istihdam ediyordu. Tüm bunlar, koruması altın­ daki bir kişiyi döverek öldürünce sona erdi. Bunun için yargılandı ve hüküm giydi ama sadece bir yıllık, yumuşak bir ceza aldı. Ondan sonra ise, Mısır va­ lisinin hüküm giymiş suçlular hakkındaki siyaseti uyarınca Sudan'a sürüldü. Bu türden her grup eylemi, kanun ve nizamı koruma işini sokağa tes­ lim ettiği için yerel rejime bir meydan okuma haline geliyor ve Kahire'deki vi­ layet yönetimi işe karışıncaya kadar da yatıştırılmadan kalıyordu. Paradoksal olarak, grup eylemleri arazi sahiplerinin işine geliyor, emeğin kıt olduğu bir dönemde ürünlerinin arttığını görüyorlardı. Bu yüksek rütbeli mevki sahiple­ ri yerel şeyhlerin otoritesini iade etmek ve kanunsuz olarak elde edilen insan gücünü geri vermek konularında pek acele etmiyorlardı. Köleleştirilenler, ey­ lemleriyle güç yapısını tersine çevirmişler, yiyecek, koruma ve sığınak karşılı­ ğında emeklerini veren özgür kaçakların işvereni durumuna gelmişlerdi. Kahire'den uzaktaki vahşi çevrede köleleştirilmiş kahya kral gibiydi. Bu an­ cak arazi sahibi mevcut olmadığında ve köle grupları mevcut olduğunda mümkün oluyordu. Satın alabildikleri ve besleyebildikleri bir ya da iki Afri­ kalı köleyle beraberce tarlalarını işleyen küçük toprak sahiplerine ait toprak­ larda bu söz konusu değildi. Benzer bir durum Anadolu ve Balkanlar'da mülteci Çerkes beylerine bağışlanan orta veya büyük tarımsal arazilerde de vardı. Orada da aileler ha­ linde yaşayan köleleştirilmiş insan grupları ortak direniş eylemleri için gerek- yaşayabilmek için suçu seçmek 183 li önkoşullara sahip durumdaydı.50 Çerkes serfleri, sığınma hakkı arayan fe­ odal beylerince 1 850'lerin sonunda ve 1 860'ların başında Osmanlı İmpara­ torluğu'na getirildikten sonra, bu serften bozma köleler özgürlüğe ulaşmak ve kendilerini beylerinin denetiminden kurtarmak için arada sırada şiddete başvuruyorlardı. Her ikisi de silahlı olan ve birbirleriyle savaşmaya hazır bu­ lunan köleler ve köle sahipleri arasında gittikçe büyüyen bir şiddetle karşıla­ şan Osmanlı hükümeti, gerilimi yeni bir siyaset belirleyerek düşürmeye çalış­ tı. Bunun uyarınca 1 867'de, köleler tarafından işlenen devlet arazisinin köle­ cilere İslami bir azat şekli olan mükatebe çerçevesinde verilerek bu tür köle­ leştirilmiş tarımsal ailelerin azat edilmesini sağlama yoluna gitti. Bu, Tanzi­ mat devleti tarafından sahiplerinin onayı olmaksızın azat edilmek isteyen kö­ lelerle, köleleri üzerindeki mülkiyet haklarına yapılacak herhangi bir müda­ haleye inatla direnen beyler arasında bir uzlaşma getiren tipik ve pragmatik bir Osmanlı yaklaşımıydı. 5l Köleleştirilmiş Çerkes tarım işçileri tarafından sergilenen şiddetli grup direnişi üzerine olan ve aşağıda göreceğimiz üç örnek bu çekişmelerin doğası ve dinamikleri hakkında iyi bir fikir veriyor. Birincisi bir şekilde daha az ör­ gütlü bir hadiseyken diğer ikisi hedeflerini iyi belirlemiş ve daha etkili olmuş görünüyor. 1 862'nin ortasında Kütahya'dan İstanbul'daki Muhacirin Komisyonu'­ na bir dizi olayı bildiren bir muhtıra gönderildi. 52 Eskişehirli Hoca Mehmet Efendi'ye ait olan bir grup köleleştirilmiş Çerkes serkeşçe ve cezalandırılmayı gerektirecek bir şekilde davranıyormuş. Bu köleleştirilmiş kişilerin cinayet, hır­ sızlık gibi suçlara karıştıkları ve yetkililere itaat etmedikleri ileri sürülmekteydi. Daha azla ayrıntı verilmemesine karşın bu vaka birkaç kölenin karıştığı arızi bir suç faaliyetine benzemiyor. Bu, daha ziyade hepsi aynı adamın, Hoca Meh­ met Efendi'nin, yasal malı olan köleler tarafından girişilen örgütlü ve iyi yöne­ tilen bir grup eylemi gibi görünüyor. Saygıdeğer bir din adamı olduğu anlaşılan Hoca Mehmet'in belki de unvanının işaret ettiği gibi yerel hükümette bir mev­ kii vardı. Bununla birlikte metinden edindiğimiz izlenim bu grup eylemlerinin açıkça beyan edilmiş bir amacı olmadığı ve oldukça sönük olduğudur. 1 866'nın sonunda Boğaz'ın Avrupa yakası tarafında, eski Osmanlı başkenti Edirne yakınlarındaki Mandıra köyünde şiddetli çekişmeler patlaÇerkesler arasındaki tarımsal ve ev köleliği ve Çerkes köle ticareti için bkz. Toledano, Slavey and Abolition, s. 8 1 -1 1 1 . 51 Hükümet tarafından teşvik edilen mükatebe üzerine daha fazla bilgi için bkz. Toledano, Slavey and Abolition, s. 95-104. 52 BOJBEO/Muhacirin Komisyonu/758-38: 1. cilt/ no.403, 5-6. 1 862. 50 184 dördüncü bölüm dı. 53 Bu kavgalara karışan serfleştirilmiş Çerkesler kölelikten kurtulmak isti­ yor, beyleri ise bunu kabul etmiyordu. Çatışmalara karışan dört yüz hanenin hepsi de silahlıydı ve oraya gönderilen zaptiyelerin köye girmesine izin vermi­ yorlardı. Edirne valisi bir binbaşının kumandasında köye daha büyük bir zaptiye gücü gönderdi ve bu birlik durumu kontrol altına alabildi. Gerilim hala çok yükseklerde seyrettiği ve daha büyük çatışmaların tekrar patlayaca­ ğından kaygılanıldığı için vali, sadrazama başvurarak bütün köyün silahsız­ landırılması için izin istedi. Bu arada bir aracı göndererek kavgalaşan tarafla­ rı uzlaştırmaya çalıştı. Tam olarak kesin olmasa da başka kanıtlar, Mandıra köyünün, aralarında muhtemelen köleler de bulunan ve belki de en kavgacı olan bazı sakinlerinin sürgün edildiğini ve bir daha Rumeli'ye dönmelerine izin verilmeyecek şekilde Anadolu yakasında yeniden iskan edildiklerini gös­ teriyor. Bunlar ve benzeri vakalar mükatebe sözleşmesi siyasetine yol açmış olabilir ama pek çok Çerkes tarım kölesinin genel olarak azat olma talepleri­ ni karşılamaktan uzak olduğu için bulunan çözüm her zaman iyi bir şekilde çalışmıyordu. Örneğin, Ağustos 1 8 74'te, İstanbul'dan çok uzak olmayan Çorlu yöresinde köleler ve bazı kayıtsız köle sahipleri arasında ciddi bir sür­ tüşmenin çıktığı bildirilmekteydi. 54 Büyük bir grup köle kayıtsız şartsız bir şekilde azat talep etmiş ama köle sahipleri ancak mükatebe siyaseti uyarınca üzerinde ortak olarak anlaşmaya varılacak bir sözleşmeli azadı kabul etmiş­ ler ve başkaldırıyı sona erdirmek için silah kullanma tehdidinde bulunmuşlar­ dı. Burada hükümet hızla harekete geçmiş, yöreye dört sahra toplu bir askeri birlik göndererek Çerkes köle sahiplerine bir ültimatom vermişti. Ültimatom, mükatebe siyasetini yinelemekle birlikte köle grubunun azat edilişi sürecinin özel bir komisyonca denetleneceğini bildiriyordu. Buna göre komisyon ilgili kölelerin değerlerini belirleyecek ve onların beylerine tazminat olarak verile­ cek toprağı kararlaştıracaktı. Böylesi bir güç gösterisi karşısında köle sahiple­ ri teslim oldu, köleler azat edildi ve 250 kadar arabayla bölge dışına taşındı. Bu bile ayaklanmanın büyük boyutlarını gösteriyordu. Kavgacı köle sahiplerinden doksan tanesi tutuklandı ve özgürleştirilen ailelere imparatorluğun başka yerlerinde toprak verildi ve aileler iskan edildi­ ler. Yaşamlarını yeniden kurmalarına imkan tanımak üzere kendilerine üre­ tim araçları sağlandı. Bu vakada hükümet önemli bir ilke üzerinde ısrarcı ol­ muştur: Azat edilen Çerkes aileleri içerilerdeki köylerde iskan edilmiş fakat 53 54 Toledano, Slavey and Abolition, s. A.g.e., s. 100-101. 95-96. yaşayabilmek için suçu seçmek 185 herhangi bir köye ancak bir ailenin yerleşmesine izin verilmiştir. Bu olgu, yet­ kililerin, grup eyleminin ancak yeterli sayılarda kölenin birlikte yaşadığı ve birlikte hareket etmek için etkin bir şekilde örgütlenebildikleri yerlerde müm­ kün olduğunu anladıklarını gösteriyor. Bu özel örnekte tartıştığımız insan grubu azat edilmişti ama böylesi başkaldırı ve itaatsizlik eylemlerine katılmış olmaktan dolayı grup olarak da kötü bir ün kazanmışlardı. Bu tür olayların yeniden olması riskini ortadan kaldırmak için bu aileler birbirinden ayrılarak farklı köylere dağıtılmışlardı. Böylece, aralarında yeniden sözleşmeleri ve ye­ ni bir eylem planlamaları imkansız bir hale getirilmişti. Böylece, zorla ayırma ve yeni bir ilişkiye zorla bağlamaktan ve bunun tehlikeli talihsizliklerinden başlayarak kölelerin hissesine düşeni incelemiş bulunuyoruz. Artık, öykümüzün son bölümünü incelemenin zamanı geldi. Bu örneklerde, köle sahipleriyle olan eşitsiz fakat ortak ilişkileri bozulduğunda, daha iyi düzenlemeler yapılması için mücadele verdiklerinde, Tanzimat dev­ letine başvurduklarında veya onun sembolleri ve temsilcilerine karşı hareket ettiklerinde köleleştirilenleri izledik. Fakat bağların, her iki taraf için de ola­ bildiği üzere tatminkar olduğu durumlarda bile pek çok köleleştirilmiş kişi, aileleriyle birlikte veya onlar olmaksızın birtakım uygulamalarda teselli bul­ mak istiyordu. Asıl ülkelerinden gelen ve onlar için tanıdık olan bu uygula­ malar sayesinde yabancı bir ev sahibi toplumdaki tecrit edilmişlik duygularıy­ la başa çıkabiliyorlardı. Beşinci Bölüm yeninin karmaşasını evcilleştirmek ve belki de yeni evlerindeki anlaşılmazın korkusunu azaltmak için tanıdık Zar­ Bori ayinlerinin ve uzaklardaki vatanlarından gelen başka öğelerin nasıl kul­ lanıldığını gösterecek. BEŞiNCi BÖLÜM Bilinmeyeni Bilinen ile Evcilleştirmek oğu Akdeniz, kültürel çeşitliliği, birleşimi, karmaşayı, mücadeleyi ve D birlikte yaşamayı incelemek açısından en büyüleyici ve verimli alanlar­ dan birini temsil etmektedir. Osmanlı zamanlarında olduğu gibi bugün de et­ nik incelemeler yapmak için dünyanın en iyi laboratuarlarından biridir. Or­ tadoğu etnik siyasetinin geçmişteki ve yakınlardaki felaketleri bugün haddin­ den fazla iyi biliniyor ama bunların hepsinin başka bir yönü de vardır. Bu yön bilimsel çabalarda bulunulması için bir çağrıda bulunuyor ki bu çabalar da, bugün bölgedeki hayatı çok güç, çok acılı ama aynı zamanda insani açıdan da son derece ilginç kılan inatçı siyasi bataklıkların bazılarını uzun vadede ku­ rutmaya yarayabilir. Bu bölümde ele alınacak ana olguya Osmanlı kültürel kreolleşmesi adını veriyorum. Bununla Afrikalı ve Çerkes kölelerin kendi orijinal kültürle­ rinin bazı öğelerini koruduğu bir süreci, bu öğelerin yerel kültür unsurlarıyla kaynaşmasını ve sonuçta ortaya çıkan ve Osmanlı toplumlarında yayılan me­ lez tür kültürleri kastediyorum. Kreolleşme haklı olarak birleşmeye dirençle ilişkilendirilmiştir ama Paul Lovejoy'un işaret ettiği gibi bu işlemlerin bünye­ sindeki değişik direniş dereceleri birbirinden ayrılmalıdır. Güçlü direnç, onun "ayrı alt kültürler" dediği ve "kreolleşmeye dayanıklı" dokuyu yaratırken "kreol kültürleri" belli ölçüde bir özümsenmeyi, bütünleşmeyi ve baskın kül­ türü kabullenmeyi ima etmektedir.1 Osmanlı İmparatorluğu'nda kölelik ay1 "Kreol" ve "kreolleşme" deyimlerinin özlü bir açımlanması için bkz. Paul E. Lovejoy, "ldentifying Enslaved Africans in the African Diaspora", Lovejoy (der. ), Identity in the Shadow of Slavey için- 18 beşinci bölüm rı alt kültürlerdense kreolleşmiş kültürel reformülasyonlarının üretilmesini zorunlu kılmıştır.2 Süreç, yakalanan ve köleleştirilenlerin evlerinden gidecek­ leri yere olan geçişi sırasında başlardı çünkü Müslüman yapılırlar ve uzun bir kültürel-dinsel seyahat başlamış olurdu. Seyahat, köleleştireni masseden ve onları farklı başarı dereceleriyle toplumla bütünleştiren Osmanlı hanelerinde devam ederdi. Daha önceki bölümlerde dikkat çekilen Afrikalı ve Çerkesler'in görü­ nürdeki sosyopolitik suskunlukları yine görünürdeki tamama yakın bir kültü­ rel yoklukla işaretlenirdi. Arika dilleri ve Afrika bilgileri çağdaş Osmanlı son­ rası Doğu Akdeniz toplumlarında hemen bütünüyle ortadan kalkmış durum­ dadır. Bununla birlikte bazı bölgelerde, çoğunlukla köy toplumlarında Çer­ kesler dillerini ve kültürlerinin çekirdek öğelerini yaşatmayı başarmışlardır.3 Bölgedeki Afrika kültürleri kalıntılarını ortaya çıkarmak için daha fazla araş­ tırma yapılmasına ihtiyaç vardır. Çerkeslerin Kafkas geçmişinden kalanlar ise Kafkaslar'daki Sovyet sonrası vatanlarıyla yenilenen ilişkiler sayesinde diriltil­ mektedir. Bazı erişim ve yöntem sorunlarına karşın Türkiye ve Arap ülkelerin­ de devam eden bazı etnografya projeleri yakın gelecek için vaatlerde bulun­ maktadır. Şu an için bilim insanları geç Osmanlı ve erken Osmanlı sonrası dö­ nem için mevcut olan kanıtlardan çıkan bazı önemli kalıntılar ile yetinmek du­ rumundadır. Bu sınırlı verileri kullanarak ve kısmen komşu alanlarda, başlıca antropoloji, sosyo-linguistik ve kültürel çalışmalar alanlarında yapılan araştır­ malara dayanarak burada bu kanıtları uygun yöntemsel bağlama koymaya ça­ lışacağım. Ortaya büyüleyici ve karmaşık bir resim çıkmaktadır. Tartışmamızın önemli bir bölümü Afrikalı Osmanlıların ruhsal dünya­ sını ve inanç konularını ele alacaktır. Bunlar, onların ülkelerinden getirdikleri 2 3 de, Continuum, Londra, 2000 (özellikle s. 13-19). Burada kullanılan ve Lovejoy'un kabul etmedi­ ği temel kreolleşme kavramı için bkz. Sidney W. Mintz ve Richard Price, An Anthropological App­ roach to the Afro-American Past: A Caribbean Perspective, Institute for the Study of Human Issu­ es, Philadelphia, 1 976. Yukarıdaki alıntı Paul E. Lovejoy (der.), Slavery on the Frontiers of slam, Markus Wiener, Princeton, 2004, s. 8'den. Genel olarak benzer bir görüş için John Hunwick'in yeni çalışmasına bkz. "The Religious Practi­ ces of Black Slaves in the Mediterranean Islamic World", Lovejoy, Slavery on the Frontiers of ls­ /am içinde, s. 167. Örneğin bkz. Amjad Jaimoukha, The Chechens: A Handbook, Routledge Curzon, Londra, 2005; Jaimoukha, The Circassians: A Handbook, Curzon, Richmond, 2001; Jaimoukha (der.), Circassi­ an Cuisine, Sanjalay Press, Amman, 2003; Jaimoukha (der.), The Cycles of the Circassian Nart Epic: The Fountain-Head of Circassian Mythology, Sanjalay Press, Amman, Ürdün, 2000; Zira­ mikw Qardenghwsch', Cirassian Proverbs and Sayings, çev. Amjad Jaimoukha, Sanjalay Press, Amman, Ürdün, 2003; Shami, Ethnicity and Leadership ve sonra yayıma hazırlanan derlemeler. Bu yöndeki bazı aktiviteler için bkz. www.kafkas.org.tr. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 19 kültürün belkemiğini oluşturmaktaydı. Köleleştirilenlerin yaşadığı dünyaya girmek ve karmaşıklıklarını anlamak için 1. M. Lewis'in marjinal ruhsal güç­ leri de içeren popüler dinin dinamik ve göreli yapısı üzerine yaptığı uyarıyı dik­ kate alsak iyi ederiz. Onun yazdığı gibi bu güçler "etkilenme ve stres deneyim­ lerine, bunu kurbanlara ve ailelerine anlamlı kılacak bir şekilde cevap verebil­ mek için yardıma çağırılan (sürekli yenilenen) bir manevi kaynak" oluşturu­ yordu. "İnsanlar ancak ruhlara inanmaktan vazgeçtiklerinde onlara başvur­ mak etkisiz bir hale geliyor ve o zaman temel olarak irrasyonel ve dolayısıyla gerçeklikten kopuşun bir simgesi oluyordu. "4 Yine de Osmanlı toplumlarında doğaüstüne değişik ölçülerde inanıldığını ve İslam-Osmanlı ortodoksisinin bi­ le bu tür inançlar konusunda ikircikli olduğunu anlamak önemlidir. 19. yüzyıl İstanbul'undan gelen kanıtlar azatlı ve köleleştirilmiş Afrika­ lıları ilgilendiren bir çeşit örgütün var olduğunu gösteriyor. Başlıca çağdaş kay­ naklardan ve seyahat anlatımlarından gelen bu kanıtlar Y. Hakan Erdem tara­ fından Osmanlıda Köleliğin Sonu adlı kitabında çalışılmış ve yorumlanmıştır. Erdem, azattan sonra azatlı kölelere hükümet tarafından nasıl bakıldığını bul­ makla ilgileniyordu ve bunun çeşitli şekillerde nasıl yapıldığını inceledi. Onun eseri genelde işin örgütsel yönüne bakıyor ve kültürel öneminden ancak geçer­ ken söz ediyor. Erdem'in, Z. Duckett Ferriman, Lucy Garnett, Richard Davey, Leyla Saz, George Young, Halide Edip ve Emine Fuat Tugay'ın anlatımların­ dan yaptığı özet, özellikle İstanbul' da -ama belki de oraya münhasıran olma­ yarak- gevşekçe tanımlanmış bir localar ağının ilginç tarifini ortaya çıkarıyor. Bu locaların her biri kolbaşı veya bazen godya olarak adlandırılan bir Arikalı azatlı kadın köle tarafından yönetiliyordu. Erdem, onun işlevlerini gayet yerin­ de olarak "hem birlik başkanı hem de dini bir kültün rahibesi"nin işlevleri ola­ rak tanımlıyor. Loca üyeleri tarafından tapınılan ilaha değişik olarak Yavruo­ be veya Yarrabox deniyordu ve bu ifadeler Türkçeye Yavru Bey olarak geçmiş­ ti.5 Aşaıda bu yorumun bir revizyonunu önereceğim. Lucy Garnett'e göre localar "kadın ve erkek efendilerin zulmü karşı­ sında olduğu kadar hastalık ve diğer hayat kazaları karşısında da müşterek savunma ve korunma "6 için kurulmuştu. Bu görevinde yaşam boyu kalan 4 5 6 I. M. Lewis, "Zar in Context: The Past, the Present and the Future of an African Healing Cult", I. M. Lewis, Ahmed Al-Safi ve Sayyid Hurreiz (der.), Women's Medicine: The Zar-Bori Cu/t in Af­ rica and Beyond içinde, Edinburgh University Press, Edinburgh, 1 99 1 , s. 16. Y. Hakan Erdem, Osmanlıda Köleliin Sonu, s. 2 1 7-220. Bu İstanbul localarının benzer (Erdem'in eserini görmeyen ama bazı yeni kaynaklar ekleyen) bir anlatımı için bkz. "Religious Practices", s. 160-162. Erdem, Kölelik'te zikredilmiştir, s. 2 1 7. 190 beşinci bölüm kolbaşı, hasta ve işsiz azatlı Afrikalılara bakmakla ve onlara kazançlı işler bulmakla yükümlüydü. Bazen, özel ihtiyaç durumlarında kolbaşı köleleştiril­ miş kişilerin özgürlüğünü satın alırdı. Erdem tarafından zikredilen bir Os­ manlı belgesi bu örgütün loncalar, sufi tarikatleri ve diğer aracı oluşumlar gi­ bi hükümetin başka bir hizmet ve denetleme aracı olduğuna işaret etmekte­ dir. Bu kitapta tartıştığım gibi Tanzimat devleti sadece denetimini artırmaya çalışmadı aynı zamanda toplumdaki güçsüzlerin ve ihtiyaç sahiplerinin sömü­ rülmesini de sınırlamak istedi. Erdem'in sözünü ettiği özel örnekte, 1 8 1 7 yılı sonlarında Tunbuti adlı bir kolbaşı "Kendisine verilen görevleri yerine getir­ mekte gevşek ve ihmalkar davrandığı " ve "yetkililere itaat etmediği" için İstanbul'dan Bursa'ya sürgün edilmişti. 7 Hükümet, kolbaşılardan, azatlı köleleri nerelere yerleştirdikleri, kimlerle evlendirdikleri ve azatlı kölelerin başarılı bir şekilde bir yere yeniden bağlanmaları için ne gibi başka ayrıntılar gerekiyorsa onlar konusundaki kayıtlarının tam olmasını istiyordu. Hükü­ metçe desteklenen diğer aracılarda olduğu gibi kolbaşının da azatlı Afrikalı­ lardan aidat toplayarak locasını ve verdiği hizmetleri finanse etmesine izin ve­ rilmişti. Garnett'ten aktarmada bulunan Erdem, kült kurallarının erkekleri ayinlerden dışladığını fakat ihtiyaç sahibi olan ve bunu gösteren erkeklerin kolbaşından hala yardım alabildiklerini söylemektedir.8 Fakat Pertev Bora­ tav, daha sonraki bir dönem için, belki de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulu­ şundan epeyce sonrasında İzmir' deki benzer uygulamaları anlatırken godya­ ların çoğunluğunun Afrikalı erkekler olduğunu söylüyor. İstisna olan tek ör­ neği de Mustafa Kalfa adında ve çok güçlü bir godya olarak tanınan beyaz bir adam oluşturuyormuş. Güney İran'daki bu tür oluşumların önderleri kendilerine baba denen erkeklermiş. Buna karşın, Günver Güneş, 20. yüzyı­ lın başında sayıları beş ile on arasında olan İzmir'deki godyaların çoğunun yaşlı kadınlar olduğunu vurguluyor ve Afrikalıların godyalarına asla itaat­ sizlik yapmadıklarını ve onlara mümkün olan en büyük saygıyı gösterdikle­ rini söylüyor. 7 8 A.g.e., s. 220. Bu ve izleyen paragraftaki bilgiler şu eserlere dayanmaktadır: Erdem, Kölelik, s. 2 1 8; Pertev N. Boratav, "The Negro in Turkish Folkl o re Journal of American Folklore, s. 64/251, Ocak-Mart 1 95 1 , s. 83-88. Buradaki referanslar s. 87-88'e. Taghi Modarressi, "The Zar Cult in South Iran", Raymond Prince (der.), Trance and Possession States içinde, R. M. Bucke Memorial Society, Mon­ treal, 1 968, s. 149-155 ve Günver Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe: İzmir' de Zenciler ve Zenci Folk­ loru", Toplumsal Tarih, 1 1162, Şubat, 1 999, s. 6. Değişik kültürlerde tutulma ve trans için Prince'in derlediği ciltteki yazılara bakınız. Ayrıca bkz. A. Kiev (der.), Magic, Faith and Hea/ing: Studies in Primitive Psychiatry, Jason Aranson, Northvale, 1 996. ", bilinmeyeni bilinen ite evcilleştirmek 191 Öyle görünüyor ki korunan Afrika kültürü öğeleri, bu tür toplumlarda­ ki ileri gelen kişilere verilen görevler ve ayinler de dahil olmak üzere zaman içinde değişmiş ve uygulamada çeşitli yerlerdeki değişen sosyal ve ekonomik koşullara doğal olarak uyum sağlamıştır. İzmir'de, önderlik, iyi tanınan bir godya ile uzun süreli kişisel ilişkiye, onun tarafından eğitilmeye ve resmen ona­ yını almaya dayanıyordu. Giriş törenlerinde tütsü kullanılırdı. Üyeler her yıl bir tütsü ayininden geçerler ve bu sırada godyaya emeklerinin karşılığı olarak küçük bir bağış yaparlardı. Godyaların tutulmayı iyileştirdikleri ve özel bir şerbet vererek yılan ve böcek sokmalarının etkilerini giderdiklerine inanılırdı. Daha küçük ev içi ayinleri kolbaşı veya godyanın yönetiminde olarak çeşitli localarda, üyelerin etkin katılımıyla düzenli olarak yapılırdı. Fazla ay­ rıntıya inmeden şu kadarını söyleyeyim ki Osmanlı çekirdek bölgelerinde Af­ rikalı loca üyelerinin yaptıkları ayinler, müzik, dans, oyun, jestler, yüksek ses­ le bağırmalar, düzenli tütsü kullanımı ve bir eşyaya tapınmadan oluşurdu. 9 Dans, normal olarak, diğerlerinin başını çeken ve teşvik eden bir veya iki kişi­ nin ortasında bulunduğu bir halka halinde yapılırdı. Boratav'a göre kullanılan çalgı aletleri "susaktan yapılma ve tellerine küçük halkalar bağlanmış sazlar ve kenarlarına konan halkalarla süslenmiş ziller" idi. Bu aletler muhtemelen yeni çevrede bulunabilen malzemelerden yapılmıştı ama asıl ülkelerinde görü­ len ve duyulan örnekleri izlemekteydi. Bu ayinler Sufi ayinlerinden sahnelere benziyor ama bireysel olarak transa geçme Afrika sentezli versiyonda daha yaygın bir olguydu. O kadar ki Osmanlı Türkçesindeki babalı terimi "sinir krizi geçiren" bir Afrikalı köleyi anlatmak için kullanılır olmuştu.10 Bir kişiyi transtan çıkarırken kolbaşı/godyanın oynadığı merkezi rol, bu ruhsal tutulma­ nın cemaatta yaygın olarak tanınan bir olgu olduğunu gösteriyor. Afrika ayinleri kapalı alanda olduğu kadar yılda bir kez açık alanda yapılan eğlenceleri de kapsıyordu. Bu festival, İstanbul ve İzmir gibi merkezi Osmanlı kentlerinde ve ayrıca Tunus'ta ve Karadağ-Arnavutluk sınırı üzerin­ deki Ülgün kentinde de yapılırdı.11 Hem İstanbul ve hem de İzmir'de festivaErdem, Kölelik, s. 2 1 8-219'de özetlenmiş ve Boratav, "Negro", s. 87-88'de tarif edilmiştir. Buna ayrıca bir mahkeme kaydında da değinilmiştir. Bkz. BOA/Cevdet Dahiliye/92. 10 Bkz. Redhouse Yeni Türkçe-İngilizce Sözlük, Redhouse Yayınevi, İstanbul, 1 974, s. 1 1 5 . Redhouse'ın 1 884 Osmanlı baskısı b u tür krizleri transtan ziyade inatçılığa bağlıyor ama çağrışım açık bir şekilde görülüyor: "Baba-6 (siyahların) Bir tür sara krizi, dolayısıyla inatçı dikkafalılık" (J. W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, A. H. Boyajiyan, Constantinople, 1 8 84, Kısım 1, s. 314). 11 İstanbul için bkz. Erdem, Kölelik, s. 2 1 9; İzmir için bkz. Günver Güneş, " Kölelikten Özgürlüğe", s. 4-10 ( 1 5 Mayıs'a gönderi s. 7'de). Boratav, İzmir'deki festivalin Temmuz veya Ağustos'ta yapıl­ dığını ileri sürmektedir (Boratav, "Negro", s. 88). Tunus ve Ülgün içine aşağıya bakınız. 9 192 beşinci bölüm lin Mayıs ayında yapıldığı bildirilmiştir. Festival için Afrikalılar kentin her ta­ rafından ve tahminen yakınlardaki başka yerlerden gelir ve ruhsal ve cemaat bağlarını günler boyunca parklar ve çayırlarda kutlarlardı. Locaların mahre­ miyetinde yapılan ayinlerin bazı öğeleri düzenli olarak kamusal alana taşınır­ dı ama en azından İstanbul'da eğlenceleri cemaata münhasır tutmak ve ya­ bancıların bilmedikleri bir kültüre maruz kalmalarını önlemek için çayırlar­ daki bazı alanlar özel olarak işaretlenirdi. İzmir için Boratav ve Güneş, ço­ ğunluğu Afrikalı cemaata ait olmayan toplumun daha büyük bölümlerini de içeren ve mufassal bir törene benzeyen bu olayı ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. İstanbul ve İzmir'i kıyasladığımızda, imparatorluk payitahtındaki Afrikalılar üzerine olan bilgideki boşlukların, örgütlenme ve cemaat yaşamı açısından bu iki büyük Osmanlı kenti arasında niteliksel bir farktan ziyade yeterli araştır­ ma eksikliğinden kaynaklandığı gibi bir izlenim oluşuyor. Güneş, Boratav'ın etnografik çalışmasına dayanıyor ve onu önemli oranda genişletiyor. Dolayısıyla artık İzmir'deki yıllık Dana Bayramı hakkın­ da güvenilir bilgiye sahip durumdayız.12 Bu çalışmalara göre, hazırlıklar ay­ larca sürerdi ve godyaların denetimi altında yapılırdı. Bayramın süresi dört haftaydı ama eğlenceler her hafta sadece Perşembe gecesinden başlar ve Cu­ ma akşamına kadar yapılırdı. Ayinlerin Afrikalıların yaşadığı Temaşalık ve İkiçeşme mahallelerinde ayrı ayrı yapıldığı ve godyaların önderliğinde ve mü­ zik eşliğinde kapı kapı dolaşılarak bağış toplandığı ilk üç haftadan sonra her iki mahallede yaşayan ve başka yerlerde bulunan Afrikalı nüfus ortak bir bi­ tişte buluşurlardı. Toplanılan paralarla önderler güzel bir dana satın alırlar ve ayrıntılı bir törenle, boynuzlarına ve gövdesinin diğer yerlerine teller, mendil­ ler, paralar iliştirerek bu danayı süslerlerdi. Dana iki mahalleden birindeki bir açık alana götürülür ve orada godya tarafından büyük bir merasimle kurban edilir, katılımcılar parmaklarını kana batırırlardı. Daha sonra dana, meyda­ nın ortasına konan büyük bir kazan içinde pişirilirdi. Burada üye olanlar ol­ mayanlarla ve yabancılarla buluşur ve pişen eti yerdi. Bu noktada bütün mahalle bir eğlence alanı olur, insanlar danseder ve şarkı söyler, Afrika müziği dinler, sokaklarda oynanan oyunları seyreder ve eğer genç iseler neşeli ve serbest bir atmosfer içinde birbirlerine kur yaparlar­ dı. 1 9. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında İzmir Dana Bayramı'na katılan kişi sayısı dört veya beş bin dolayındaydı ama eğlenceler on veya on beş bin kişilik daha geniş bir halkayı ilgilendirirdi. Güneş, eğlenceleri "çılgın" olarak 12 Buradaki anlatım Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe" , s. 8-9 ve Boratav, "Negro", s. 88'c dayanıyor. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 193 tanımlıyor ve İzmirli gençler arasında hayli popüler olduğunu ve herkesin her yıl büyük bir sabırsızlıkla beklediği bir karnavala dönüştüğünü söylüyor. Gayrıislami yapısından dolayı dinsel eleştiriyi ve hükümetin azarlamasını dikkate almayan büyük sayıdaki genç, bu eğlencelere kendilerini kaptırıyor­ muş.13 Biraz sonra göreceğimiz gibi, karnavalın getirdiği özgürleşme duygu­ su bir anlamda Zar ayinlerinin daha küçük gruplardaki Arikalılara sağladı­ ğı zincirlerinden kurtulma deneyimini hatırlatmaktadır. 1 895'te İzmir valisi Hasan Fehmi Paşa, Dana Bayramı'nın yapılmasını yasakladı ama o görevi bı­ raktıktan sonra bu yasak unutuldu ve bayram Cumhuriyet'in ilk yıllarına ka­ dar devam etti. Erdem, çeşitli çağdaş kaynaklarda kolbaşıların ve cemaatlerinin kıya­ feti ve localarının dekorasyonu üzerine bulunan bilgileri İstanbul için bir ara­ ya getirmiştir. Daha önce pek fazla ayrıştırmaksızın sadece "Afrikalı" olarak tanımlanan bu kült uygulamalarının pek çok yerel Afrikalı geleneğin sentezi olan bir karışım olduğu burada da açıktır. Köleleştirilmiş Afrikalılar ölerek azaldıkça veya azat edildiklerinde bu kreolleşmiş kültür onların çocuklarının yerli kültürü haline geliyor ve onlar da koşullar veya seçimlerinden dolayı Türk, İranlı ve Arap haline gelseler de bu kültüre değer vermeye devam edi­ yorlardı. Arşiv kaynakları ve başka toplumlar arasında yapılacak etnografik çalışmalar bu konuda gelecek için ümit vermektedir. Hükümetin, kolbaşılar­ dan, Arikalı köleler ve azatlı kölelere verdikleri hizmetleri, mesela hangi işe yerleştirdiklerini veya kiminle evlendirdiklerini kaydetmelerini istemesinden dolayı çeşitli Osmanlı kayıtlarında ve diğer devlet belgelerinde imparatorluk­ taki bireysel Afrikalıların ve cemaatlerinin manevi ve sosyal hayatı hakkında­ ki önemli bilgiler hala ortaya çıkarılabilir. Afrika kökenli cemaatler sadece İstanbul ve İzmir'de değil Batı Anadolu'daki Aydın vilayetinin Torbalı, Söke, Ödemiş, Tire, Akhisar gibi çe­ şitli kasabalarında ve Antalya yöresindeki kırsal yerleşimlerde de mevcut du­ rumdaydı.14 İleride buraları için de verimli antropolojik çalışmalar yapılabi­ lir. Yakınlarda Behnaz A. Mirzai'nin İran üzerine olan çalışmasının gösterdi­ ği gibi Ortadoğu'nun çeşitli yerlerinde kreolleşmiş Afrika kültürlerinin var ol­ muş olduğu ve hala da varlıklarını sürdürdükleri konusunda bir şüphe ola­ maz.15 Mirzai, makalesinde, İran toplumunun çeşitli sosyal ve bölgesel bö13 14 15 Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe", s. 9. Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe", s. 9. Antalya yöresindeki Afro-Türkler için Esma Durugönül bir çalışma yapmaktadır. Behnaz A. Mirzai, "African Presence in Iran: Identity and Its Reconstruction in the 1 9th and 20th Centuries", Revue française d'histoire d'outre-mer, (RFHOM), 89/336-337, 2002, s. 240-243. 194 beşinci bölüm lütlerindeki şu Afrika kalıntıları ve devamlılıklarını listelemektedir: Belucis­ tan' da kadın sünneti, Bender Abbas yöresinde kara tütün çiğneme alışkanlı­ ğı, Hürmüzgan müzik geleneğini oluşturan ve İran'ın bütün güney kıyısı bo­ yunca kullanılan belli bazı müzik aletleri ve şarkılar ve Zar'ın etkisinin açık olduğu güneybatı İran'daki inanç sistemi ve ruhani uygulamalar. Bu kültürel içeriğin çoğu Doğu Afrika kıyısından, özellikle de Svahili kıyısından, Sudan'dan ve Etiyopya'dan gelmiştir. Kuşkusuzdur ki bu karışım sadece İran toplumuyla sınırlı değildir ve kölelerin asırlar boyunca zorla getirildiği ve emeklerinin sömürüldüğü tüm Osmanlı Ortadoğusu'nu etkilemiş ve zengin­ leştirmiştir. OSMANLI TOPLUMLARNDA ZAR'N KREOLLEŞMESİ Ne Erdem, ne Boratav, ne Güneş ne de köleleştirilmiş Afrikalılar ve onların torunlan arasındaki halk kültürü üzerine yazan diğer yazarlar imparatorluk­ ta gördükleri kült uygulamalarını bir tür tutulma kültü olan ve trans ile iyi­ leşme törenleri içeren Zar ile ilişkilendirmişlerdir. 16 Bu bölümdeki başlıca id­ dialarımdan biri 1 9 . yüzyıl İstanbul'u ve 20. yüzyılın İzmir'inde görülen ve ta­ nımlanan şeyin Sufi ayinleri ve diğer yerel İslami öğelerle karışık durumda bulunan Zar uygulamalarının açıkça korunmuş şekilleri olduğudur. Bu karı­ şık kültürel yük, kendi orijinal kültürlerinin önemli bir kısmı çeşitli şekillerde Zar olan köleleştirilmiş kişiler tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nun çekir­ dek bölgelerindeki kent merkezlerine Kuzeydoğu Afrika çevresinden getiril­ miştir. İmparatorluğun diğer yerlerinde olduğu gibi çekirdek bölgelerinde de cemaat seviyesinde kreolleşme devam etmiş ve Osmanlılaşmış Zar'ın yeni şe­ killerini ortaya çıkarmıştır. Fakat bütün Arika kalıntıları Zar'la ilgili değildi. Kamusal bayramlar gibi diğer öğeleri de inceleyeceğiz. Osmanlı İmparatorluğu'nun çekirdek bölgelerinde Arika kültürleri­ nin kreolleşmesi ve korunmasıyla ilgili tüm sorunları çözerken, Zar'ı da kap­ sayan Arika kültürlerinin değişik öğelerinin, başlıca Osmanlı kent merkezle­ rine ve çevredeki kırsal yerleşmelere nasıl ve nerelerden getirildiğini sorarak şimdiye kadar yapılmış olan bilimsel çalışmaları birkaç adım daha ileriye gö­ türebiliriz. Bu öğeler yerel kökenli İslami ayinler ve inançlarla nasıl karışmış­ tır? Bu tür unsurların, imparatorluktaki Afrikalı toplulukların sosyal, kültü­ rel, ekonomik ve manevi yaşamlarındaki rolü neydi ? 16 Zar'ın bir "tutulma kültü" olarak tasnifi için bkz. Gerda Sengers, Women and Demons: Cult He­ a/ing in lslamic Egypt, E. ]. Brill, Leiden, 2003, s. 89. Zar'ın bir "iyileşme ayini" olarak tanımla­ nışı s. 279'da. Ayrıca Lewis ve diğerlerinin katkısı için bkz. Women's Medicine. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 195 Zar'ın doğası hakkında daha iyi bir fikrimiz olması için Kuzeydoğu Arika'daki Osmanlı hudut bölgelerine, özellikle Sudan ve Etiyopya'ya uzan­ mamız gerekiyor. Burası, 1 9. yüzyıldaki haliyle Zar kültünün ortaya çıktığı ve oradan da Mısır, Hicaz ve Basra Körfezi yollarıyla imparatorluğa girdiği yer olarak görünüyor. Zar hakkındaki araştırmaların çoğu, geçtiğimiz yarım asır boyunca üyelerle konuşan ve ayinleri gözlemleyen antropologlar tarafın­ dan yapılmış olup 20. yüzyılın başlarına giden birkaç öncül de vardır. Bizim sınırlı amaçlarımız açısından en yararlı olan çalışmalar üç tane olup hepsi de Mısır ve Sudan ile uğraşmaktadır: Mısırlı antropolog Fatima el-Misri'nin yazdığı, az bilinen fakat çok değerli olan bir kitap, Janice Boddy'nin çok kul­ lanılan bir monografisi ve yakınlarda çevirisi basılan ve Hollandalı bilim in­ sanı Gerda Sengers'e ait olan bir kitap. 17 Bu çalışmalara ve Osmanlı kaynak­ larına dayanarak kültün Afrika' dan imparatorluğun kalbine uzanan patikası­ nı izlemeye çalışacağım. Osmanlı İmparatorluğu'nun Güney sınırları üzerinde bulunan Sudan, 1 9 . yüzyılda padişahın ülkelerine giriş yapan Afrikalı insanlar, eşyalar ve kül­ türel uygulamalar için bir kapı mesabesindeydi. En zengin ve en önemli Os­ manlı vilayetlerinden Mısır ile olan güçlü ilişkileri ve Mısır'a olan yakınlığı Sudan'ı, imparatorluğun diğer bölgelerine, özellikle de imparatorluk payitah­ tına ve diğer çekirdek kent merkezlerine gidecek olan yeni fikirler ve uygula­ malar için elverişli bir kanal yapmaktaydı. Hem Sudan hem de Etiyopya, Do­ ğu Akdeniz'e 1 9 . yüzyıldan önce de köle arzetmekteydi ama bu yüzyılın ilk on yıllarında ticaretin hacmi dramatik bir şekilde artmıştır. 18 1 8 . yüzyılın başında Osmanlı fütuhat çağının sona ermesi ve hür olmayan emek kaynak­ ları açısından Balkan kaynaklarının kuruması kölecilerin ilgisinin Sudan, Eti­ yopya ve Sahra altı Arika gibi çevresel kaynaklara yönelmesine neden olmuş­ tur. Köleleştirenlerin, köleleştirilenlerin tarihi ve kültürünü silme çabalarına karşın onların maruz kaldığı yeniden kültür edindirme süreci ancak kısmen başarılıydı. Birinci kuşak kültür izleri Osmanlı'da doğan ikinci kuşağa geçiril­ miş ve sulanmasına ve karışmasına karşın Zar kültünü de kapsayan bazı anahtar öğeler 20. yüzyıla rahatlıkla ulaşmıştır. Genişçe tanımlarsak, Zar " bir tür ruh, onun neden olabileceği hasta­ lık ve bu hastalığın hafifletildiği ayin, daha genel olarak, bu 'ruhları' kuşaFatima el-Misri, Az-Zar: Dirasa nefsiyya va-anthrupuluiiyya, El-Hay'a el Misriyya el- 'Amma li-1Kitab, Kahire, 1 975; Janice Boddy, Wombs and Alien Spirits: Women, Men and the Zar Cult in Northern Suan, University of Wisconsin Press, Madison, 1 989 ve Sengers, Women and Demons. 18 Ayrıntılar için bkz. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti, s. 16-76. 17 196 beşinci bölüm tan külttür. " 19 Bu tanımı yapan ve Zar üzerine önde gelen bir uzman olan Ja­ nice Boddy şunu da söylüyor: "ruhları gözlemleyen ve onlarla etkileşim için­ de bulunan kişiler ve tutulma deneyimini yaşayan kişiler için insanların dün­ yası üzerinde ruhların dünyasının durduğu temeldir; son kertede bu ikincinin anlam kaynağıdır. " Boddy, "inanç" ile " ayin" veya yakından ilgili olan ve aksettiren arasında bir ayrım yapmaktadır. Çünkü hem ayin hem de inançta, katılımcılar gerçek yaşam durumlarını oynamaktadır. Zar, belirli söylem ce­ maatlerindeki somut sosyal sorunlar için sembolik bir aracı görevi yapmak­ tadır. Boddy'nin araştırma yaptığı Kuzey Sudan köyünde ve genelleştirirsek benzer durumlardaki diğer topluluklarda, sorunların çoğu cinsiyet temelliydi ama bazıları sınıfla da ilişkiliydi. Kendinden geçiş ayinleri alegorik olduğu için karmaşık sosyal gerçeklikleri yansıtmakta ve önerilen normatif davranış­ larla normalde yasaklananı oynamayı mümkün kılmaktaydı.20 Zar ayinleri bir yerden diğerine değişebilir ama temel gösteri kalıpları ve bunların içine yerleştikleri inanç sistemleri oldukça benzer durumdadır. Benzerlikler, 1 9. ve 20. yüzyıllarda Osmanlı çekirdek bölgelerinde uygulanan kült ayinlerinin gerçekten de Sahra altı ve Kuzeydoğu Arika kültürlerinden ithal edilmiş Zar uygulamaları türleri olduklarını belirlememizi sağlıyor. Baş­ ka yerler bir yana dursun, Nil Vadisi'nde bile görülen yerel versiyonlar ara­ sındaki farkların çoğu Boddy'nin gayet yerinde olarak belirttiği gibi "dış ifa­ delerde" ve "diğer şeylerin yanı sıra elbiselerin ayrıntısında, davranışlarda, dilde, dans adımlarında, davulun ritminde, sepet örgüsü tasarımında " görül­ mekteydi.21 Fakat bu yapı ve amaç benzerliklerinin ötesinde Mısır-Sudan ve İzmir-İstanbul çeşitlerini karşılaştırırken görülen iki özelliği not etmeye değer. Biri, cinsiyet ve sınıftan, diğeriyse Zar inançlarının yerel İslam versiyonlarıy­ la kaynaşmasından kaynaklanıyor. Bu iki özellikle birlikte, Osmanlı İmpara­ torluğu'ndaki Zar uygulayan toplulukların köleleştirilmiş ve azatlı Arikalı­ lardan oluşmuş olması önemlidir. Zar inancı ve ayinindeki ana kahramanlar şöyledir: • • 19 20 21 Genellikle bir kadın olan tutulmuş kişi. İyileştirici veya ayinin önderi ki bu da çoğunlukla bir kadındır. Janice Boddy, Wombs, xxi. İzleyen alıntı s. 4'ten ve diğer gözlemler 3-10. sayfalardan alınmıştır. Bunun için bkz. S. Ammar, "Psychiatrie et traitment traditionels en Tunisie", Psychologie Medi­ cale, 16/7 ( 1 984) ve Sophie Ferchiou, "The Possession Cults of Tunisia: A Religious System Fun­ ctioning as a System of Reference and a Social Field for Reforming Actions" , Lewis ve diğerleri, Women's Medicine, s. 2 1 6-217. Boddy, Wombs, s. 10. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 197 • Tutan ruh ki çoğunlukla dişi değil erkektir, tutulanın bedenine girer ve onun üzerinde hakimiyet kurar. • Ayine katılan grup. • Tutulan kişinin fizikt olarak olmasa da psikolojik olarak mevcut olan ailesi ve yakın sosyal çevresi. • Görünmeyen varlığı ayinin içeriğini çok belirleyici olan dış cemaat. Zar sahnesinin sonuna iki tane mevcut olmayan veya görünmeyen oyuncu ekleyerek aşağıda görüleceği gibi Mısır-Sudan bağlamında yapılan önde gelen çalışmaların sonuçlarını içermiş bulunmaktayım.22 Bugün Zar üzerine olan bilimsel çalışmalar, Zar'da yapılan iyileştirme ayinlerinin hem tutulanların sosyal sıkıntılarını hem de onların cemaatince çekilen kaygıları yansıttığını kabul etmektedir. İnce arklılıklara karşın çoğu yazar, iyileştiricinin müdahalesinin, ruh ile tutulmuş kişi arasında aracılık ya­ parak, tutulanın, günlük yaşamın sorunlarıyla başa çıkabilmesini sağlayacak bir tür barış içinde beraber yaşamayı müzakere etmek olduğu konusunda da hemfikirdir. Hem Boddy hem de Sengers, tutan şeytandan bütünüyle kurtul­ mayı amaçlayan "şeytan çıkarmadan" ayırmak için iyileştirme sürecini bir "sakinleştirme" olarak tanımlamaktadırlar.23 En azından Sengers açısından Zar iyileştirmesinin bu geçici yapısı çok önemli olup onu, Zar'ı bir geçiş ayi­ ni olarak değil de daha ziyade bakım ayini olarak adlandırdığı bir şekilde tas­ nif etmeye götürüyor. Açıkladığına göre bakım ayinleri " uzun vadeli değişik­ likler" getirmek yerine "psikolojik ve/veya sosyal gerilimin geçici bir boşal­ masına yol açmaktadır. " 24 Aile ve cemaatin "muhayyel dünyalarını" Zar yorumuna dahil ederek kapının her tür sosyal ve kültürel içeriğe ardına kadar açıldığını ve bunun bi­ zim Osmanlı ve Osmanlı sonrası Ortadoğu'daki yerel temelli Zar çeşitlerini açıklamamıza yarayacağını ileri sürüyorum. Yine bu kapı sayesindedir ki cin­ siyet ve sınıfın etkisini gündeme getirebilir ve yerel İslami uygulamaların Zar ayinleri ve inançlarıyla kaynaşmasını açıklayabiliriz. Burada eserlerini zikrett­ tiğimiz Zar uzmanları, Zar uygulayanların ezici çoğunluğunun kadın olduğu fakat ruhların varlığına inancın yaygınlığı ve cinsiyet çizgilerinin ötesine geçti­ ği konusunda aynı fikirdedir. Bazıları, kültün Osmanlı zamanında zengin 22 Bu çalışmalar, Boddy, Wombs, s. 4-10, 125-266 ve Sengers, Women and Demons, s. 80-122 (Ya­ zının eleştirel bir incelemesi için bkz. s. 59-80). Senger, eski Zaire'deki Zar üzerine olan Derviş'in çalışmasını zikrediyor ki o da benzer bir yorum yapmaktadır. 23 Boddy, Wombs, s. 1 31 ; Sengers, Women and Demons, s. 23, 65. 4 Sengers, Women and Demons, s. 1 2 1 . 18 beşinci bölüm kentli kadınlar arasında tutulduğuna inanıyor bazıları ise kültün sonraları da­ ha ziyade hem kentli hem de kırsal yoksullar arasında geniş kabul gördüğü gözleminde bulunuyor. Her halükarda, Boddy ve Sengers'in ikna edici bir şe­ kilde gösterdiği gibi Zar'ın cinsiyet temelli bir yoruma ihtiyacı vardır.25Afrika toplumlarında kadınların erkekler karşısındaki güçsüzleştirilmiş konumu, is­ ter kızgınlıklarını gidermek ve protestoda bulunmak için olsun isterse kendi ruhsal tatminleri ve güçlendirilmeleri için olsun kendilerine ait bir yer yarat­ mak amacıyla kadınları alışılmadık ifade şekilleri aramaya itmiştir. Zar ayinlerinin sağladığı mahrem ve korunmuş ortamda kadınlar, nor­ mal davranışlarıyla bütünüyle uyumsuz olan hareketleri kendilerine mübah görmüştür. Boddy, Zar ayinleri sırasında kadınların sergilediği düzensiz dav­ ranışların en önemli parçaları olarak şunları sıralamaktadır: "Sigara içmek, arsızca dans etmek, itişmek, geğirmek ve hıçkırmak, kan ve alkollü içki iç­ mek, erkek elbiseleri giymek, erkekleri alenen kılıçla tehdit etmek, yüksek sesle konuşmak ve adab-ı muaşerete uygun davranmamak. "26 Normları kır­ mak için buna izin verilirmiş çünkü tutulmuş durumda olan kadınlar kendi­ lerini tutan ruhun etkisindeyken yaptıklarından sorumlu tutulmuyormuş. El­ biseler ve süsler ile donanmış ve tütsü ile müziğe gömülmüş olan mekan, ka­ tılımcıların ve gözlemcilerin hemen ayrımına varacakları üzere farklı ve sos­ yal olarak özgürleştirici bir kurallar bütününün uygulanacağı ayrı bir yer olurmuş. İyileştirici/liderin ve ruhların aracılığıyla rol değişmesi mümkün ve kabul edilir bir hale gelir, bu da sonunda perdelerin kapandığı ve ışığın sön­ dürüldüğü tiyatromsu bir olay sırasında olurmuş. Ayinin, iyileşen ve artık gerçek dünyayla (tahayyül edilenle değil) ve onun içindeki insanlarla (sadece ruhlarla değil) daha iyi etkileşim içinde olacak olan kişinin yaşamını etkileye­ ceği düşünülürmüş. Mısır ve Sudan da dahil olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu'nda ger­ çek insanlar, İslami ilke ve normların yerel yorumuna ve ayarlanmasına da­ yanan bir inanç sistemine gömülmüşlerdi. İmparatorluk seçkinleri, Osmanlı­ yerel seçkinleri ve içlerinde yaşadıkları daha geniş toplumlar açısından tek, evrensel ve genelleştirilmiş bir İslam karşısında bu yerel İslam türlerinin (ba­ zen "İslamlar" olarak adlandırılan) en önemli öğelerinden biri Sufi tarikatla­ rının yarattığı manevi-mistik-tecrübeye dayanan mekanlardı. Şehirde, kasa­ bada, köyde Sufizm uygulama ve inanç sistemi olarak sosyal yaşamın belke­ miğini oluşturuyordu. Halkın büyük çoğunluğu için tasavvuf, İslamı anlama25 Boddy, Wombs, 4-5, 389-390; Sengers, Women and Demons, s. 26 Boddy, Wombs, s. 1 3 1 . 65, 299. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 199 nın ve onunla ilişkinin yoluydu. Dolayısıyla Zar üzerine yazanların, Zar ayin­ leri ve Sufi zikirleri arasındaki benzerlikler ve farklılıklara değinmeden ede­ memelerine şaşırmamak gerekir. Boddy, Zar ayinlerinin, Sudan'daki Kadiriyye ve Hatimiyye tarikatla­ rındaki zikirle benzeştiğini ama zikrin "onların birlik ve aşkın odaklanışına sahip olmadığını"27 bulmuştur. Behnaz Mirzai de İran'dan birtakım örnek­ leri sıralayarak Zar ve Sufi ayinlerinin kaynaştığını göstermiştir. Örneğin Belucistan'da en yaygın olan tutucu ruha Gvat denirmiş ve onu çıkarmak için Kadiriyye tarikatının kurucusunu ve ünlü bir İranlı Sui önderini öven şarkı­ lar söylenirmiş.28 Gvat tutulma-iyileşme törenleri günler ve geceler boyunca süren müzik ve şarkılar eşliğinde köleleştirilmiş Afrikalılar tarafından yapılır­ mış. Sengers, Faslı Hamadşa Sufileri ve Mısır Zar'ı arasındaki benzerliğe işa­ ret ediyor, ama zikri, Zar ayinlerinden kesin olarak ayrılan bir başka katego­ riye koyuyor.29 John Hunwick ve Ismael Montana, Tunus'un Stambali ve Fas'ın İseviye tarikatlarını başlıca örnekleri olarak veriyor ve Kuzey Afrika'daki çeşitli kült/tarikatların Bori-Sufi melezliğini vurguluyorlar.30 Stambali'nin Bori-zikir seansları her iki müzik türünden de kavramları bütü­ nüyle almış, örneğin bir " Bori kısmını" (Arapça, nevbet el-Bori) zikir seansı­ nın müziksel aşamalarından biri olarak sunmuştur. Üslup ve tempo farklılığının ötesinde, kendisiyle mülakat yaptığı bazı kişilerin Zar'dan zikr harem (kadınların zikri) olarak söz etmelerine karşın Sengers, Sufi ayinlerinin İslami geleneğe iyice bağlı ve Tanrı'nın isimlerine ve Peygamber'in ruhaniyetine göndermelerle dolu olduğunu, Zar'ın ise bu ala­ nın dışında konumlandığını ileri sürmektedir. Sufi zikirlerinde bir iyileştirme öğesi bulunmasına ve kendinden geçmenin mevcut olmasına karşın buradaki temel amaç T anrı'yla, İslami bir çerçevede daha yakın bir ilişki kurmaktır. Buna karşılık Zar bütünüyle tutulma, iyileştirme, kendinden geçmeyle ilgili­ dir ve ayinin özüyle ilgili olmayan bazı yerel İslami izler taşır. Bana göre, Zar, İslami öğeler olmaksızın da (bazı Müslüman olmayan toplumlarda olduğu gi­ bi) yaşayabilir ve yaşamıştır ama İslami içerik olmaksızın bir Sufi zikri ola­ maz. Zar-Bori bireysel (çoğunlukla kadınların bir sorunu) bir transa yol açar27 A.g.e., s. 8 29 30 131. Mirzai, "African Presence'', s . 229-246 (Gvat ayinleri sayfa 243-244'te ele alınıyor) . Sengers, Women and Demons, s . 6 5 , 102, 184-185, 252. Hunwick, "Religious Practices'', s. 159- 1 60, 162-167 (Hunwick Stambali'nin Stambuli yani İs­ tanbullu ile ilgili olabileceği konusunda spekülasyonda bulunuyor, s. 159); Ismael Musa Monta­ na, "Ahmed ibn el-Kadı el-Timbuktavi on the Bori Ceremonies of Tunis", Lovejoy, Slavery on Frontiers içinde, s. 1 85. 200 beşinci bölüm ken zikir, kolektif bir kendinden geçmeye (çoğunlukla erkekler tarafından ulaşılan daha büyük bir başarı) götürür. 31 Bir genelleme olarak, Zar ve Bori temel olarak tutulma kültleridir ama zikir başlıca bir kendinden geçme ayini­ dir.32 Bunu söyledikten sonra burada bizi ilgilendirenin ikisini karşılaştırmak değil, Zar-Bori ve Sufi zikri arasındaki evrimleşen ilişkiyi bir kültürel kreol­ leşme süreci olarak incelemek olduğunu belirtelim.33 Kültün, Osmanlı İmparatorluğu'na giriş yaptığı, yol boyunca yerel malzemeyi topladığı ve örerek Zar'ın temel yapısına karıştırdığı Nil Vadisi'nin çevresel bölgelerinde bir kaynaşma zaten olmuş durumdaydı. Köleleştirilen Etiyopyalılar ve Sudanlılar Osmanlı-Mısır Sudanı'na ve sonrasında da Os­ manlı Mısırı'nın kendisine zorla sürüklenirken Sufi ayinlerinin çevresel bi­ çimleri Zar ile karşılaşıyordu. Edinim, Mısır'ı yöneten Mehmed Ali Paşa'nın Sudan'ı ethetmesinden ve ordusuna köleleri almaya başlamasından sonra 1 820'lerin başında başlamış olabilir.34 Bilim insanları, Nil Vadisi boyunca kuzeye doğru insan ve eşya akışı olurken Batı Afrikalı Bori'nin Etiyopya Zar'ıyla karışarak çeşitli inançlar, ayinler ve uygulamaları içeren melez bir tu­ tulma-iyileştirme kültü oluşturduğu konusunda kabaca görüş birliği içinde­ dir. Bu melez tür Kuzey Sudan ve Mısır'a geçmiş ve oradan da çoğunlukla Af­ rikalı köleler eliyle ama ayrıca Hicaz'daki kutsal topraklara giden hacılar sa­ yesinde Ortadoğu'daki Osmanlı topraklarına yayılmıştır. 35 Aralarındaki farkları pek dikkate almaksızın Zar veya Bori olarak adlandırılan kült için pek çok gözlemci Zar-Bori biçimini tercih etmiş, gördüklerini ve anladıkları­ nı tarif etmiştir. Olabildiğince dikkatli olmaya çalışacağım ama kategoriler ve terminoloji çoğunlukla birbirleriyle çakışıyor. Mısır'daki Zar üzerine olan ilginç çalışması daha sonraki Zar araştırLewis, "Zar in Context", s. 8 (vurgular ve yeniden ifade ediş benim). Kendinden geçme ve tutulmanın küresel bir tipolojisi için bkz. Erika Bourguignon, "World Distri­ bution and Patterns of Possession States", Prince (der.), Trance and Possession States içinde, s. 3-34 (özellikle s. 4-1 8). Psikiyatrik teşhis ve tedavi boyutları için bkz. A. Kiev (der.), Magic, Faith and Healing: Studies in Prinitive Psychiatry Today, Free Press, New York; Collier-Macmillan, Londra, 1 964 (yeni bir baskısı için bkz. Jason Aranson, Northvale, 1996). 33 Burada Lewis ve diğerleri tarafından hazırlanan derlemenin önemini vurgulamak isterim. Katkıda bulunanların çoğu başlıca Kuzey Arika, Sudan ve Mısır'daki kültürel senkretizmin çeşitlerini tar­ tışmaktadır. 34 Mehmed Ali'nin Sudan seferi için bkz. Khaled Fahmy, Ali the Pasha's Men: Mehmed Ali, His Army and the Making of Modern Egypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1 997, s. 38; Ehud R. Toledano, "Mehmed Ali Pasha", Encyclopaedia of Islan, 2. baskı, 7. cilt, E. J. Brill, Le­ iden, 1 9 9 1 , s. 425 ve 'Imad Ahmed Hilal, Er-rakik, s. 35-37. 35 Lewis, Wonen's Medicine'deki katkılara, özellikle editörün kendi makalesi olan "Zar in Context"e bakınız (Zar-Bori "karışması" için bkz. s. 2, yayılma için bkz. s. 3 ve s. 14). 31 32 bilinmeyeni bilinen ile evcilletirmek 201 macıları tarafından unutulmuş görünen Fatima el-Misri ikna edici bir şekilde tartışıyor ki Sudan'ın 1 820'lerde Osmanlı-Mısır tarafından işgalinden önce Zar, Mısır'da bilinmiyordu.36 El-Misri, 1 9. yüzyılın ilk yarısına giden etnog­ rafik anlatımların hiçbirinin Zar benzeri bir olgudan bahsetmediklerini vur­ guluyor. Bu anlatımlar, 1 798-1801 'de Napoleon'a eşlik eden Fransız uzman­ lar tarafından derlenen ve yetkin bir çalışma olan Description de l'Egypte ile Edward William Lane'in klasik çalışması Manners and Customs of the Mo­ den Eyptians ve Sir John Bowring'in meşhur raporudur. Bunların tümü ay­ rıntıya verdikleri önemle tanındıkları için Zar'a herhangi bir gönderinin bu­ lunmayışı, el-Misri'nin, Zar'ın, Sudanlı askerler ile Etiyopya ve Nil Vadisi yo­ luyla Mısır'a sürüklenen diğer köleleştirilmiş Arikalılar tarafından Mısır'a sokuldukları sonucuna ulaşmasına yol açmıştır. Mısır'da Zar'ın tarihi üzeri­ ne çalışan Richard Natvig de kültün Mısır'a 1 9 . yüzyılın ilk yarısında sokul­ duğuna ve yayılmasının Osmanlı İmparatorluğu'na olan köle ticaretiyle ve muhtemelen de Etiyopya'daki Amhara-Oromo mücadelesiyle bağlantılı oldu­ ğuna inanıyor.37 Böylece daha başından beri Zar uygulaması, Osmanlı toprağına giden yol boyunca uygulanan yerel İslam formları ile ilişkiye giren kölelerin kültü­ rünün bütünsel bir parçası olmuştu. Paul Lovejoy'un önerdiği gibi, merkezi Sudan'dan gelen bazı Afrikalıların durumunda, (külte Müslüman olmayan Hansa orijinlerini veren) maguzawa'ya ait bir ruh-tutulma kültü olan Bori bütünleşmeye karşı dirençliydi. Fakat diğer örneklerin çoğunda, Lovejoy'un da kabul ettiği üzere, Osmanlı yönetimindeki Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da ayrıntılı ve köklü bir kreolleşme meydana gelmişti. John Hunwick, 19. yüz­ yılda her iki bölgede de Zar ve Bori ayinlerinin Sufi uygulamalarıyla ne kadar kolayca kaynaşabildiğini gösteriyor. Montana da aynı dönemde böylesi uy­ gulamaların Tunus toplumunda ne kadar köklü olduğunu gösteriyor.38 Ger­ çekte, Bori, İslami uygulamanın birçok kırsal çeşidiyle ve daha sonra da Os­ manlı-yerel seçkin evlerindeki kentsel çeşitleriyle etkileşim halinde olmuştur. Köleleştirilmiş Afrikalılar, İstanbul, İzmir, Selanik, Halep, Şam gibi çekirdek­ teki kentlerde bulunan hanelere satıldıkça Zar ayinleri de kentlerdeki OsEl-Misri, Az-Zar. Tarihleme tartışması s. 26-30'da yapılıyor. Richard Natvig, "Some Notes on the History of the Zar Cult in Egypt", Lewis ve diğ., Women's Medicine içinde, s. 178-188. 8 Lovejoy'un dikkat çektiği nokta için bkz. Lovejoy, Slavey o n Frontiers, s. 19-20; Kuzey Afrika kaynaşması için Abdeljelil Temimi, E. Dermenghem, Keiko Takaki ve diğerlerinin çalışmalaı bu eserde zikrediliyor. S. 30. Not. 41 ve 42. Hunwick'in gözlemleri için bkz. "Religious Practices", s. 1 67. Montana'nın makalesi, "Ahmed ibn el·Kadı el-Timbuktavi. " 36 37 202 beşinci bölüm manlı-İslam kültürünün öğelerine maruz kalıyordu. Tüm bunlar, seyyahların ve diğer gözlemcilerin imparatorluğun çeşitli yerlerinden rapor ettikleri Zar türlerini açıklıyor. Sufi uygulamaları Osmanlı toplumlarında yaygın olduğu için yaşamın her alanına ve çeşitli tarikatlara ait konular Zar ayinlerinde ifade ediliyordu. Ortodoks İslam değişen derecelerde gönülsüzlük göstererek tasavvufu İslami yaşamın meşru bir öğesi olarak kabul ederken Zar çoğunlukla gayrıislami olarak reddediliyor ve kınanıyordu. 1 8 08-1 809'da Osmanlı'nın Tunus Ocağı'nı ziyaret eden alim-fakih Ahmed ibn el-Kadı el-Timbuktavi'nin kale­ me aldığı risaleler bu noktayı destekliyor.39 Bu eserlerde el-Timbuktavi, Afri­ kalı kölelerin Bori kültünü korumalarına ve kültün Tunus toplumunda yayıl­ masına karşı çıkıyor. Bu uygulamaların dinsizlik ve sapkınlık olduğu suçla­ masını yapıyor ve şiddetle harekete geçerek bunları ortadan kaldırması için Tunus Bey'i Hamuda Paşa'ya çağrıda bulunuyor. Bey ve Tunus uleması o sı­ ralarda, Tunus'ta tasavvufun ve marabutçuluğun tutulmasından dolayı Vah­ habi köktenciliğinin zaten saldırısı altındaydı. Fakat Timbuktavi burada eleş­ tirilere katılmamış, kendisini ortalarda bir yerde konumlandırmıştır. Tasav­ vufu doğru İslami inancın ve uygulamanın bir parçası olarak kabul ederken Bori'yi şiddetle reddetmiştir. Artık Zar-Bori üzerine olan çözümlememizi cinsiyet ve sınıf farklılaş­ malarına göre ayarlamak vakti geldi çünkü bu tür uygulamalar genelde eği­ timsiz ve batıl inançlı kadınlara özgü olarak kabul edilirdi.0 Gerçekten de kadınların Osmanlı ve Osmanlı sonrası toplumlara entegrasyonu erkeklerin gerisinde kalmış gibi görünüyor. Bu, en azından güvenilir tarihsel veriye sahip olduğumuz örneklerin çoğunda böyledir. Zar, Arikalı köle kadınlar arasın­ da, erkeklere göre çok daha yaygındı ama bu sadece 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'na getirilen köleler içinde kadınların büyük bir çoğunluğa sa­ hip olmasından kaynaklanmıyordu. I. M. Lewis, tutulma konusundaki ortak sosyo-kültürel etmeni gayet yerinde bir şekilde " hapis olma ve dışlanma ko­ şullarının şiddetlendirdiği, kimliği tehdit eden bir stres deneyimi" olarak ta­ nımlamıştır .41 Köleleştirilen kadınlar modele uyuyor. Onlar ve Osmanlı top39 Bu paragraftaki görüşler Montana, "Ahmed ibn el-Kadı el-Timbuktavi ", s. 173, 1 86, 1 88-194'e dayanıyor. 0 Sengers, Women and Demons, s. 22, 65. 41 Lewis, "Zar in Context", s. 1 0 (Bu ve izleyen paragrafta Lewis'in başka gözlemlerine de yer veril­ miştir, Lewis, s. 1-16). Bu bağlamda ayrıca bkz. Joseph C. Miller, "Retention, Re-invention, and Rememering : Restoring Identiies through Enslavement in Africa and under Slavery in Brazil'', Jose C. Curto ve Paul E. Lovejoy (der.), Enslaving Connections: Changing Cultures ofArica and bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 203 lumlarındaki diğer kadınlar için Zar-Bori, evin ve ailenin sınırlarından uzak­ laşmak, bastırılmış duygularını dışa vurmak ve kendilerine gösterilmeyen il­ giyi çekmek için bir fırsat sunuyordu. Eşzamanlı ve belki de paradoksal ola­ rak Zar-Bori kadınların "erkek egemen düzene radikal olarak karşı çıkmaya­ cak şekillerde baskıyı kabullenmelerini ve kendilerini ona göre ayarlamaları­ nı" da sağlıyordu. Genelde Sufi zikri, Kur'an tedavisi ve İslami dogmanın göz yumduğu diğer uygulamalar çoğunlukla erkeklerin alanındayken Zar-Bori kadınların teselli kaynağıydı. Ya İslami-Osmanlı ortodoksisi tarafından kendisine karşı çıkılıyor veya zorla tahammül ediliyordu. Daha geniş cinsiyet özellikleri çı­ karsamaksızın söylenebilir ki erkekler, tutulmaya karşı bir çare olarak şeytan çıkarmayı tercih etmeye eğilimliydiler. Bu sorunla tek bir adımda uğraşıyor­ du ve masrafı ve töreni fazla değildi. Öte yandan kadınlar ise, daha uzun va­ deli, sonucu belli olmayan ve açık uçlu bir tutulma tedavisine eğilim göstere­ rek ve ruhlara kült yoluyla bir şeyler vererek adorsizm veya yatıştırma yönte­ mini benimsiyordu. Adorsizm, sorunlara kesin çözümler olmayacağı ve pera­ kende bir tedavinin, daha pahalı ve ayrıntılı olsa da muhtemelen daha etkili olacağı anlayışını getiriyordu. Zar ayinlerine katılan kadınların kendilerini "iyi Müslümanlar" ola­ rak görmeleri şaşırtıcı değildir ve bu törenlerin bazı içerikleri düşünülürse İslam'la olan bu özdeşleştirmeyi hafife almamak gerekir. İslami bir meşruiyet öğesi, Zar tedavisi rahibesi olan kudya veya godya'da tecessüm etmiş durum­ daydı.42 Bunlar Mısır'da dindar kadınlardı. Epeyi de Mekke ve Medine'de lslam'ın kutsal yerlerini ziyaret ederek "hacı" unvanı almıştı (Arapça, hace). Kudyalar, çoğunlukla Sudan veya Etiyopya kökenli olurdu, beyaz giyerlerdi, sofucasına Müslüman görünürlerdi ve dini konularda halk usulü, derin bir bilgileri vardı. El-Misri'ye bilgi verenlerden Hajja Sacada adlı bir kudya, Ka­ diri Sui tarikatının şeyhi Hajj Muhanna'nın kardeşiydi. 1 970'lerde Mısır'da en iyi Zar uygulayıcıları olarak bilinen iki kadın, Zar ruhlarıyla, Peygamberi öven ayetler okuyarak haberleşiyorlarmış. Hiç de seyrek olmayarak, katılımcılar Zar ayinlerinden önce aynen Müslümanların kendilerini duadan (Arapça, vudu') önce temizlemeleri gibi temizliyorlardı. Başlangıçtaki dans ve trans aşamasından sonra kudya katı- 42 Brazil during the Era ofSavery içinde, Promeheus/Humanity Books, Amherst, New York, 2003, s. 81-121 ve James H. Sweet, Recreating Africa: Culture, Kinship, and Religion in the African-Por­ tuguese World, 1441-1 770, University of North Carolina Press, Chapel Hill, 2003. İzleyen bilgi el-Misri, Az-Zar, s. 48, 61, 65'ten ve Hunwick, " Religious Practices", s. 166-167'den geliyor. Duadan önce arınma için bkz. Modarrasi, "Zar Cult", s. 153. 204 beşinci bölüm lımcıları sakinleştirir ve sonra da Kur'an 'ın açış suresi olan Fatiha'yı okuma­ larına önderlik ederdi. Ayin sürdükçe Fatiha, her seferinde bir İslam büyüğü şerefine defalarca okunur, bu Peygamber'den başlar, ailesiyle, sonra çeşitli yerel Sufi azizleri ve diğer kamusal şahsiyetlerle devam ederdi. Zar-Bori ayin­ lerine olan bu İslami karışım Kathryn McKnight'ın Afrika-Katolik senkretiz­ mi olarak adlandırdığı olguyu hatırlatıyor.43 1 7. yüzyılda Cartegena de Indias'a gönderide bulunan McKnight, yerel iyileştirme uygulamalarına dua öğeleri katılması gibi genel bir olguyu tarif ediyor. Özel olarak, asrın ortasın­ da Engizisyon Mahkemesi karşısına çıkarılan Mateo de Arara'nın örneğinde, bu kişi şeytani olarak düşünülen bir ayini uygulamakla suçlanmaktaydı. Yap­ tığı iş Afrika şaman ayinlerinde bir grup kişiden bir yerbetaro'yu (otları kul­ lanarak zarar vermek isteyen kişi) çıkarmak niyetiyle yapılan eyleme dayan­ maktaydı. Bu, bazı kelimeler mırıldanarak ve küçük bir süpürge kullanılarak yapılırd� ama ayin sırasında Mateo ayrıca " Bakire Meryem, Efendimiz İsa Mesih "i de anmıştı. Afrika-Osmanlı Zar-Bori ayininde Fatiha'dan sonra, tutan ruhları hoşnut etmek ve sakinleştirmek amacıyla şarkı söylenmesi ve çalgı çalınması gelirdi. Bu ruhlar çeşitli tür ve kategorilerdeydi ama çoğu erkekti. Burada bi­ zim için en ilginç kategori, valiler, nazırlar, din adamları gibi çeşitli çağdaş Osmanlı mevki sahiplerini kapsayan kategoridir.4 Bu kategoride ayrıca hem İstanbul hem de İzmir' deki Zar ayinlerinde karşımıza çıkıp duran bir isim gö­ rüyoruz. Bu özel ruhu bağlamına oturtamayan gözlemciler adını duydukları bozuk şekilde, Yavroube olarak kaydetmişlerdir ki Erdem de bunu Türkçe "Yavru Bey"in bozuk bir telaffuzu olarak almıştır.45 Ben, kelimenin Yaver Bey olmasının çok daha mümkün olduğunu tartışmak istiyorum. Yüksek rüt­ beli bir subay unvanı olan Yaver Bey, Mısır ve Sudan'ın Arapça ağızlarında Yawer veya Yawra Bey olarak telaffuz edilmekteydi.46 El-Misri tarafından zikredilen bir şarkıda Osmanlı askeri bağlamı açıktır çünkü Yaver Bey askeri bir yürüyüş kolunda, at sırtında, muhafızlar­ la çevrili bir halde, altın mühür taşırken ve diğer süslerle donanmış olarak göKathryn Joy McKnight, " 'En su tierra lo aprendi6': An African Curandero's Deense before the Cartagena Inquisition'', Co/onial Latin American Review, 1211, Haziran 2003, s. 79. 4 Sengers, Women and Demons, s. 69-71, 259-263. 45 Çevirmen olarak Toledano'nun metnine müdahale etmekten kaçınıyorum ama ben, tam tersine, Yavroube, Yarrabox şeklinde telaffuzları verilen kelimenin Türkçedeki bozulmuş şeklinin Yavru Bey olduğunu yazmıştım. Bkz. Erdem, Kölelik, s. 217. 6 Bu tesadüfen Irak'ın geçici cumhurbaşkanı Ghazi A. Al-Yawer'in de adıdır ve ailesinin geçmişte, Irak'taki Osmanlı yönetimiyle ilişkisini göstermektedir. 43 bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 20 5 rülmektedir.47 1 820'lerin başından beri köle askerlerin Mehmed Ali'nin or­ dusunda hizmet ettikleri ve Afrikalıların, Mehmed Ali'nin Osmanlı-Mısır ha­ lefleri altında hizmet etmeye devam ettikleri düşünülürse bu askerlerin ve ai­ lelerinin Zar ayinlerine kendi yaverlerinin baskın figürünü katmış olmalarını beklemek ancak makuldur. Zar ayinlerinde Osmanlı askeri konularının bir yansımasının bir hatırlatıcısı da kültün Sudan kolundan geliyor.48 Orada, ayinin lideri Arapça Sancak olarak adlandırılan bir adamdır ki köle ve azatlı Afrikalı askerlerin, 19. yüzyılda zorla devşirilmiş oldukları Mehmed Ali Paşa ve haleflerinin ordularında tanımış oldukları kıdemli bir Osmanlı askeri rüt­ benin uyarlaması olduğu açıktır. Bu kültteki sanjak büyük fiziki güç sahibi­ dir. Bu da onun ağır hastalıklara neden olan kötü ruhların üstesinden gelme­ sini sağlar. Tunus'ta da, belki biraz daha az belirgin olmasına karşın ruhlar hiyerarşisi, vilayetteki yönetici seçkinlerin arasındaki güç ilişkilerini yansıt­ maktaydı.49 Kendisiyle mülakat yapılan Kuzey Sudanlı bir kişi ruhların ve bir ölçü­ de de Yaver Bey'in algılanışındaki belirsizliği ve akışkanlığı ortaya koymak­ tadır.50 Nura adındaki tutulmuş kadın, Yaver Bey'in "insanları yorgun kıl­ dığını" ve babasının Hakim Basha (Türkçe, Hekim Paşa veya Hekim Başı) ol­ duğunu, fes giydiğini ve elinde bir stetoskop tuttuğunu söylüyor. Tüm bu atıf­ lar Yaver'i Osmanlı askeri bağlamında rahatça görmemizi sağlıyor. Muhte­ melen yaver, fiziki güç gerektiren talimler yapan askerleri denetliyor, onları o kadar yoruyor ki sonuçta bazıları yorgunluk ve alakalı hastalıklardan dolayı doktorun veya Hakim Basha'nın tıbbi ilgisine gereksinim duyuyor. Bununla birlikte Osmanlı resmiyeti bağlamı belirgin bir şekilde ortaya çıkınca sahneye yeni bir karışıklık sokuluyor. Bu Zar'ın mistikliğini sadece zenginleştiriyor ve eğer Zar ruhlarının gerçek kimliğini saptamak gibi bir şey olabilirse Yaver Bey'in gerçek kimliği sorusunu yeniden açıyor. Böylece, Nura bize Yaver'in, Yeşil Sultan gibi, yeşil elbiseler istediğini söylüyor ve yeşilin İslam'ın rengi ol­ duğu yorumunda bulunuyor sonra da şu kaçamak tavrı takınıyor: "Fakat bu sultanın İslamla bir ilgisi olduğu açık değildir. O belki de bir İslami azizin muadilidir. " Ve sonra da tüm sınırları bulandıran Nura, Yaver'in yeşil elbise talebini düşünerek "Belki de o ve Yeşil Sultan tek ve aynıdır" diyor. Böylece, Yaver Bey kültü, Osmanlı-Mısır Sudanı çevresinden kırsal ve 47 8 49 50 El-Misri, Az- Zar, s. 261-262 (nmara 9). Sengers, Women and Demons, s. 90 (Gabriele Böhringer-Thirigen'in Besessene Frauen: Der Zar­ Kult von Omdurman, 1 996 adlı eserini zikrediyor). Montana, "Ahmed ibn el-Kadı el-Timbuktavi", s. 1 80. Sengers Women and Demons, s. 93-96 (Yaver Bey'e özel referans s. 94-95'te). , 206 beşinci bölüm kentsel Mısır yoluyla Osmanlı merkezine ve çekirdekteki şehirlere taşınmıştır. Orada, "Osmanlı Zar" figürü, Afrika-Osmanlı kült ayinlerinin çoğu anlatı­ mında görünen büyük bir Zar ruhu haline gelmiştir. Şaşırtıcı olmayarak, aşı­ lanmış, kreolleşmiş, yerelleşmiş-Osmanlılaşmış-İslamlaşmış Zar, Osmanlı im­ paratorluk ve Osmanlı yerel hanelerinde bir tutamak kazanmıştır. Çekirdek bölgelerinde bunun tezahürleriyle ilgilenmeden önce kısa bir süre için Zar'ın yol boyunca, Osmanlı Mısırı ve Osmanlı-Mısır seçkinleri üzerindeki etkisine bakmamız gerekiyor. El-Misri, Hıdiv İsmail'in kızlarından biri için yapılan bir Zar ayini üzerine büyüleyici bir örnek veriyor. 5 1 Prenses yaşlı ve ölüm döşeğin­ deymiş ve bütün doktorlar onu tedavi edemediğinde ve tüm konvansiyonel yöntemler işe yaramadığında harem kadınları bir Zar iyileştirme ayinini dene­ mesi için onu ikna etmişler. Saraya üç kişilik bir kudya ekibi çağırılmış ve sade­ ce aralarında Afrikalı kölelerin de olduğu ve aktif olarak törenlere katıldığı ha­ ne üyeieri hazır olduğu halde iki hafta boyunca Zar ayinleri uygulamışlar. Yaş­ lı prensesin bedeninden bir erkek ruh güya çıkarılmış ama o acı çekmeye devam etmiş, sağlığı daha çok bozulmuş ve sonunda hastalığına yenilmiş ve ölmüş. Bu anlatım, kreolleşmiş Zar'ın 19. yüzyıl Osmanlı-Mısır kültürünün dokusuna nasıl etkin bir şekilde işlendiğini gösteriyor. Fiziki ve zihni mesafe­ lere karşın kültürel nüfuz etme söz konusu olmuştur. Bunun başlıca aracı, Su­ dan ve Etiyopya'dan artan sayılarda Mısır'a ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kalanına ithal edilen köleleştirilmiş Afrikalı kadınlardı. Örneğimizde, sınıf, kültür ve eğitim sınırları şöyle geçilmiştir. • Sınıf sınırının geçilmesi kudyaların, yaşadıkları yer olan Kahire'nin yoksul kısmından şehrin daha merkezi ve zengin bölümündeki saraya at ara­ basıyla götürülmeleriyle gösteriliyor. • Kültürel sınırın geçilmesi metne masumca sokulan nottan anlaşılı­ yor. Bu nota göre, kudyaların ayin sırasında kullandıkları kelimeler Arapça imiş ama prensesin anlayabilmesi için Türkçeye çevrilmeleri gerekmiş. • Modernite ve Avrupa eğitimine zıt bir kültür olarak Zar'ın konum­ landırılması prensesin eğitimli bir akrabasının sahneye çıkışıyla vurgulanmış­ tır. Prensesin durumunun kötüleşmesine karşın ayinin devam etmesini isteyen aile üyeleri o kadar çokmuş ki kadın çaresizce ağlıyormuş. Öyle görünüyor ki Osmanlı-Mısır seçkinleri için Zar, ya bir eğlence ve vakit geçirme şekli veya diğer şeyler hiçbiri işe yaramadığında iyileşmek için son çareydi. 51 El-Misri, Az-Zar, s. 57-58. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 207 Misri tarafından aktarılan başka bir Zar ayini öyküsü daha az önemli fakat yine de hizmetlerinde pek çok köle bulunduran bir ailenin evinde geçi­ yor. 52 Köleleştirilmiş Afrikalı kadınların bu öyküde daha büyük bir rolü var gibi çünkü onlardan biri, tutucu ruh olarak çemberin ortasına geliyor, eğer kendisine gümüş bir kepçe verilmezse yemek pişirmeyeceğini, gümüş bir ütü makinesi olmazsa çamaşır yıkamayacağını saldırgan bir şekilde söylüyor. Zar ruhu adına konuşan köle kadın, eğer yatıştırılmazsa tutulmuş olan ev sahibi hanımı kör edeceği ve yerden kalkmasına izin vermeyeceği konusunda fazla­ dan tehditler savuruyor. Katılımcılar hemen köle kadına yalvarmaya başlı­ yor, ellerini öpüyor ve af diliyorlar ama o, onları reddediyor. Daha saldırgan ve huysuz oluyor. Köle kadın, nihayet, istediği her şeyin gelecek haftaki sean­ sa getirileceği konusunda kudyanın bizzat söz vermesiyle sakinleşiyor. Öyküde, bu noktada, katılımcı-anlatan kadın diğer hanımlardan biri­ ne dönüyor ve köle kadının cüretinden dolayı şok olmuş bir halde "Nasıl olu­ yor da bir köle [diğer, özgür insanlar üzerinde] bu kadar güç sahibi oluyor? " diye soruyor. Sorusu şaşkınlıkla karşılanıyor ve herkesin "efendiler" (Arapça, el-sJdJt) olarak söz ettiği oradaki Zar ruhlarını kızdıracağı korkusuyla sustu­ ruluyor. 53 Burada, Zar'ın köleleştirilen kişiler için özellikle alakalı bir tarafı­ nı, geçici olarak rollerin değişmesini görüyoruz. Bu olayda, köle kadın güçlü bir köle sahibi olmuş ve hanımının sosyal çevresine mensup olan ve normal­ de hizmet edeceği kadınlardan taleplerde bulunmaktaydı. Zar ayininin özgür­ leştirici kuralları altında şimdi onlar, onun merhametli olmasını istirham edi­ yor ve kaprislerini yerine getirmeye çalışıyorlardı. Sosyal olarak askıya alın­ mış bu uzayda ve zaman içindeki bu kısa anlarda onun elini öpen, sadakatle­ rinin kabulünü isteyen, mümkün olan her şekilde onu yatıştırmaya çalışanlar onlardı. Güçlenmenin geçici olduğu konusunda şüphe yoktur ama hem köle­ leştirenler ve hem de köleleştirilenler hatırlamış oluyorlardı ki hepsi daha bü­ yük güçlere karşı hesap vermek durumundaydı. Tanrı ve Peygamber'in aksi­ ne "efendiler" daha az rasyonel, çok daha kaprisli idiler ve her zaman arkap­ landa dolaşarak gafilleri tutmak için hazır bekliyorlardı. Zar uygulamalarının kaynaşması veya Zar kültü oluşumu olarak ad­ landırılabilecek olgu, onu kaynaktan hedef toplumlara olan seyahatı boyun­ ca izlersek daha iyi anlaşılabilir hale geliyor ki bu fenomen tarihi zaman çiz52 53 A.g.e., s. 33-36 (Konuşma s. 35-36'da) Hunwick (Rene Brunel'in Essai sur la conrerie religieuse des 'Aissaoua au Maroc [1926] adlı ese­ rini zikrederek) onlar için başka bir lakap olan ajwad dan (cömertler) söz ediyor ("Religious Pra­ ' ctices", s. 1 65). 208 beşinci ölüm gisi boyunca da gelişimini sürdürmüştür. Erken 20. yüzyıl anlatımlarına göre Sudan'da iki çeşit Zar kültü bulunuyormuş: Batı Afrika'daki Hausa tutulma kültüne yakın olan Zar-Bori ve Etiyopya' da uygulandığı şekliyle Zar'ı izleyen Zar-Tambura (bazen tumbura).54 Zar-Bori bir kadınlar kültüyken Zar-tam­ bura, Zar ayinlerinde çalan tambura grubu gibi karışıktı. Öyle görünüyor ki zamanla ve bu kültler Mısır'a girerken, ikisi birleşerek teke inmiş. Hem Sen­ gers hem de el-Misri 20. yüzyıl Mısırı'nda birden fazla Zar kültü olması gibi bir sorun olmadığını vurguluyorlar.55 El-Misri Mısır'daki Zar altdallarını Su­ filer için olduğu gibi "tarikatlar" olarak (Arapça, tara'ik; tekil tarik) adlandı­ rıyor. Ona göre böyle dört tarikat vardır ki bunlar bire indirgenmiş ayrı kült­ ler olabilir. Osmanlı çekirdek bölgelerinin daha derinlerinde biz, daha önceki Zar kültlerinin en azından bazı kalıntılarını görüyoruz ki bunlar değişik şehirler­ de olup �ek bir uygulama haline dönüşmemişlerdir. Örneğin, trans hali İzmir'de boru, İstanbul'da ise baba olarak adlandırılıyordu.56 Bu, yerelleşme veya kreolleşme ve kaynaşma sırasındaki bir geriye dönüşü gösterebilir. İzmir kültü de Etiyopya Zar-Tambura'sı gibi kadın ve erkeklerin hem godya (kol­ başı) hem de üye olarak katılımına izin veriyordu ama trans için kullandığı sözcük Hausa Zar-Bori'sinden geliyordu. Kanıtlar, İstanbul'da, Zar-Bori'de olduğu gibi sadece kadınların kült üyeleri ve godya olabildiğini gösteriyor ama trans için kullanılan sözcük olan babaya Sudan ve Mısır kaynaklarında rastlamıyoruz. Bu terime en yakın olarak Zar şarkılarında gördüğümüz şey bazı Sudan ve Yukarı Mısır metinlerinde baba adlı bir ruha yapılan çağrı­ dır.57 Bununla birlikte Sengers'e göre bu kültlerin temel uygulamaları birta­ kım organizasyon farklılıklarına karşın oldukça benzerdir. Ayrıca, Hausa Ba­ ri demonoloji repertuarı Osmanlı'da ve bugünkü Mısır'da uygulanan Etiyop­ ya-Sudan Zar'ından daha ayrıntılıdır.58 İstanbul ve İzmir'de 1 9 . yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında uy­ gulanan Zar ayinleri ve bayramlarda diğer Afrika kültürel öğeleri de korun­ muş görünüyor. Bunlarda, kana, ateşe, müzik ve dansa önemli roller yükle54 Aşağıdakilerin tarihsel bir anlatımı için bkz. Pamela Constantinides, "The History of Zar in the Sudan: Theories of Origin, Recorded Observation and Oral Tradition", Lewis, ve diğ., Women's Medicine içinde, s. 83-99 (özellikle s. 89 vd.) ve Natvig, "Some Notes." Ayrıca Sengers, Women and Demons, s. 89-90'da zikredilen kaynaklara bkz. 55 Sengers, Women and Demons, s. 90; el-Misri, Az-Zar, s. 66. 56 Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe", s. 6. 57 El-Misri, Az-Zar, s. 260 (Yukarı Mısır'dan 5 numara) ve s. 262-263 (Sudan'dan). 8 Sengers, Women and Demons, s. 90. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 209 nirdi. Güneş, daha önceki yazarların Dana Bayramı'nın orijinleri hakkındaki görüşünü kabul ediyor. Buna göre, çıkış yeri Nil Vadisi'nin eski medeniyetle­ ri olan bayram, kuraklığı savmak ve iyi bir hasadı garantilemek için süslenen bir genç kızın her yıl törensel olarak nehre atıldığı bir eski Mısır kurban töre­ ninden türemiş.59 Daha sonraki devirlerde insan kurban etmek kabul edile­ mez bir hale gelince, bu teori devam etmiş, süslenmiş dana, kızın yerini almış ve tören Arika kıtasındaki çeşitli kültürlere geçmiş. Doğru veya değil, süslen­ miş dana, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudilerin Tevrat ve Kur'an'dan bildiği Altın Dana hikayesiyle bir karşılaştırmaya davet çıkarıyor. Tabii, ora­ da kurban, ilah olarak görülen dananın kendisine sunulurdu. Bu tür pagan uygulamaların izini sürmek bu kitabın konusu ve amaç­ larının çok dışında olmasına karşın ayinlerde ortaya çıkıp duran büyük ben­ zerliklere dikkat etmezlik edemeyiz. Bu benzerlikler çoklukla gözlemciyi hep­ sinin temel bir kalıbı olduğu ve bu özel modelin değişik yerler ve zamanlarda yüzeye çıktığı gibi bir düşünceye sevk eder. Örneğin, Speros Vryonis ikna edi­ ci bir şekilde ileri sürüyor ki 14. ve 1 6 . yüzyıllar arasında, hem Hristiyan Balkanlar'da hem de Müslüman Anadolu'daki köylü ve göçebe "kitleleri" in­ ce bir ortodoksi tabakası altında pagan dini ve maneviyatının formlarına de­ rinden bağlıydı.60 Vryonis, "kabiledeki genellikle derviş kılığında olan dinsel baba aslında doğaüstü güçlerle haberleşen ve onları kısıtlayan eski kabile şa­ manıydı" diye yazıyor. Bu, acaba, Osmanlı toplumlarında Zar ayinlerinde tu­ tulan Afrikalı kişilere babalı denmesinin kaynağı mı diye düşünebiliriz. Muh­ temelen öyledir ama tarihi olarak bunu saptamak güç. Afrikalı-Osmanlı kol­ başılar sadece Arikalı ataların değil Küçük Asya ovalarını gezip dolaşan şa­ manların ve dervişlerin de mirasçısı mıydı ? Bu büyüleyici bir varsayım ama bunu delillendirmek daha da güç. Dana Bayramı'nın bölgesel öncüllerini ararsak böylesi çeşitli örnekler bulabiliriz. Yine Speros Vryonis burada da devamlılık ve koruma olduğunu güçlü bir biçimde ileri sürüyor: "Yatıştırma amaçlı hayvan kurbanı (thysia), antikiteden erken modern dönemlere kadar Yunanlıların, Ermenilerin, Bal­ kan Slavlarının halk dinindeki en istikrarlı etmenlerden biridir. "61 Osmanlı İmparatorluğu'nda köle olarak yaşayan bir Hırvat'ı zikreden Vryonis, Müs59 0 61 Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe'', s. 6-7. Speros Vryonis Jr., "Religious Changes and Patterns in the Balkans, 14th-16th Centuries", Hen­ rik Birnbaum ve Speros Vryonis Jr. (der.), Aspects of the Balkans: Continuity and Change, Mou­ ton, La Hey, 1 972, s. 1 5 1 - 1 76 (alıntı s. 1 6 1 'den). Burada ve izleyen paragraftaki bilgiler Vryonis'in yukarıdaki eserinin 1 56-157. ve 174-175. say­ alarına dayanıyor. 210 beşinci bölüm lümanlarca Anadolu'da uygulanan belli bir kurban türünün popüler Hristi­ yanlıktan geçtiğine inanıyor. Bu törende hayvan, yakılmaktansa pişiriliyor ve eti yoksullara, komşulara ve din adamlarına dağıtılıyormuş. Bu, İzmir Dana Bayramı'nın bazı bölgesel öncülleri olduğu konusun­ daki geçici öneriyi destekleyebilir. Öyle anlaşılıyor ki, '20. yüzyılda bile İzmir'de hala kutlanan bayram, ilk bakışta, Trakya'da Yunanlılar ve Bulgar­ lar tarafından kutlanan Anasterinedes ile antik ve de modern bir koşutluk içindeydi. Anasterinedes de İzmir bayramı gibi Mayıs'ta olurdu, "kendisine hayvan kurbanı, dansla gelen coşku, ateşte yürüme (pyrobasia) ve oreibasia (dağlarda geceleyin dolaşma) eşlik ederdi. " 12. yüzyıl Bizans kronikleri gibi modern gözlemciler de bu törenleri tarif ediyor ve bilimsel çalışmalar onların Hıristiyan öncesi, Dionisyak niteliğini kabul ediyor. Şimdi, Dana Bayramı bir Afrika kalıntısı mı yoksa eski yerel geleneklerle bir bağlantsı var mı? Daha çok araştırmaya ihtiyaç olmasına karşın ben, Dana Bayramı'nın aslında bir Afrika geleneği olduğunu düşünmeye eğilimliyim çünkü Afrikalılar onu uy­ guluyor ve yaşatıyordu diğerleri sadece izleyici ve ikincil derecede katılımcı konumundaydı. Dolayısıyla Anasterinedes ile olan ve muhtemelen pek çok eski inanç ve törenlerin ortak kalıplarından gelen benzerliklerin tesadüfi ol­ duğunu düşünmek durumundayız. Tunus'ta her yıl kutlanan Bori Bayramı bu görüşü destekleyebilir.62 Yılda bir kez, Şaban ayında, Bori üyeleri vilayetin her yanından gelir ve ken­ dinden geçme-iyileşmeyi kapsayan Bori ayinlerini, ziyaret ve kurban ile bir­ leştiren uygulamalar yaparlardı. Hicri takvime göre seçilen ay Peygamber'in doğum gününe rastlar ve oruç ayı olan Ramazan'dan önce gelirdi. Bunun ak­ sine Mayıs'taki Dana Bayramı görünüşe göre mevsimle belirlenirdi. Tunus'taki köle ve azatlı Afrikalılar dana yerine bir teke boğazlardı ama amaçları ve usülleri benzer durumdaydı. Tunus'taki tören yerel bir koruyucu azizin, Mornag Ovası'ndaki türbesinde kutlamalar yapılan Sidi Sa'd'ın be­ nimsenmesiyle daha da İslamileştirilmişti. Koruyucuyu yeniden dünyaya geti­ ren ve Bu Sa'diyya adı verilen kötü bir ruh ziyaret (Arapça ziyareh) sırasında yapılan çeşitli ayinlerde önemli bir rol oynardı. Tunus'ta, İzmir'de, Ülgün'de ve muhtemelen başka yerlerde de önemli bir Afrikalı nüfusun katıldığı bu yıl­ lık olayların repertuarı müzik, capoeira stili dövüş danslarını da kapsayan 62 Tunus için bkz. Montana, "Ahmed ibn el-Kadı el-Timbuktavi", s. 1 80 (Timbuktavi'den alınmış) ve Hunwick, " Religious Practices", s. 1 5 9- 1 60, 1 65-167 ( G. Zawadowski'nin 1 943 ve Rene Brunel'in 1 926 tarihli araştırmalarına dayanıyor). Ülgün için bkz. Lopaschich, "A Negro Commu­ nity", s. 1 6 9-173. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 211 dans gösterileri, ateş oyunları ve Hunwick'in saturnalia olarak adlandırdığı benzer türde eğlenceleri içerirdi.63 Öyle görünüyor ki bu yıllık eğlenceler için en yakındaki ilham kaynağı sadece Osmanlı Kuzey Afrikası'nda değil İzmir'i de içermek üzere Doğu Akdeniz' de de Afrikaydı. Böyle de olsa, orijin sorunu, herhangi bir hayvan kurbanının ayrılmaz bir parçası olan kanın rolünden daha az önemliydi. Hem mahrem Zar ayinin­ de hem de kamuya açık olan Afrika bayramında kan dökülmesi, kan içilmesi, kana parmakların batırılması veya vücuda kan sürülmesi (hepsi birden veya kısmen), işin önemli bir parçasıydı.4 Bu tür ayinlerin tüm yorumlarında kan sembolizmine büyük bir yer verilir. Ayrıntıya çok girmeden, not etmeliyiz ki kan dişiliği, doğurganlığı, yaşamı temsil ettiği gibi cinlerin de bedene giriş ve çıkış aracı olduğu için iy/saf ve kötü/pis kan arasında burada bir ikilem yara­ tılmıştır. Yahudi mistikliğinde olduğu gibi İslam okült gelenekleri de cinlerin ve ifritlerin varlığını kabul etmekte ve onları çıkarmak için yöntemler getir­ mektedir. Böylece, Kur'an tedavisinde parmaktan veya ayak parmağından bir damla kan almak cinin vücuttan çıkmasını sağlar ve iyileştiriciler bu uygula­ mayı Hz. Muhammed'e atfedilen bir hadise dayanarak meşrulaştırırlar.65 Boddy, Zar ayinleri sırasında kurban edilen hayvanın kanının dökül­ mesinin hem Zar ruhunu hem de hastayı sembolize ettiğini ve iyileştirme süre­ cinin gerekli bir parçası olduğunu söylemektedir. Bunun etkileri, kana doku­ nan ve bedenlerine bulaştıran hatta dini yasaklamaya karşın bir yudum kan içen diğer katılımcılara da geçermiş.66 Zar ayinlerinde özellikle tavuk ve ho­ roz67 olarak hayvan kurban edilmesinin ve kana dokunulmasının amacı tutu­ lan bireyi iyileştirmek iken kamusal bayramlardaki kan ve kurbanın kolektif bir işlevi olduğu görülüyor. Bu tür kamusal olaylarda belirli bir kişi iyileştirme amacıyla hedeflenmediği veya öyle görünmediği için, boğazlanan dananın ka­ nına dokunmak ve katılımcılara onun etini dağıtmanın daha geniş ve toplum­ sal bir amaca hizmet ettiği söylenebilir. Hem Zar ayini hem de bayramın ori­ jini mitinden yola çıkarak bu amacın, topluluğu, kasabayı veya köyü felaket­ lere karşı her yıl yenilenen bir şekilde korumak olduğunu da söyleyebiliriz. 63 Joseph C. Miller, capoeira'dansa candomble ile bir karşılaştırma yapılmasının daha uygun oldu­ ğunu düşünüyor (Kişisel yazışma, Mart 2005) 4 Sengers, Women and Demons, III; Hunwick, " Religious Practices", s. 153 vd. 65 Kan sembolizmi üzerine bir tartışma için bkz. Boddy, Wombs, s. 6 1-70, 1 00-106 ve Sengers, s. 165. Cinden kurulmak için kan alma uygulaması için bkz. Sengers, Women and Demons, s. 173. 6 Boddy, Wombs, s. 333. 67 McKnight'ın "En su tierra lo aprendi6"sunda belirtildiği gibi, s. 73 (Batı Afrika kültürleri üzerine antropolojik çalışmalardan pek çok alıntıyla). 212 beşinci bölüm Müzik ve dans hem özel Zar ayininde hem de halka açık olan bayram­ da ortak bir noktaydı. Zar iyileştirmesi hem beden hem de ruhtaki bir çatış­ manın çözülmesiyle olurdu. Bu çözüm için şarkı ve dans kendilerine ihtiyaç duyulan araçlardı.8 Sengers, "vücudu ve ruhu güçlendirmek" için dans ve şarkının "ritm, tempo, hareket, entonasyon ve melodiyi" kullanarak "bedeni kendi sınırlarının ve yaşayan dünyanın ötesine taşıdığını" yazmaktadır. Fa­ kat, müziğin, kelimelerin, dansın veya tütsünün ayrı ayrı etkileri üzerinde durmaktansa bunların bileşik etkisini, deneyimin birliğini vurgulamak yoluy­ la ayini daha iyi anlayabiliriz. Tutulma, beden, ruh ve zihin üzerinde olduğu için bir kişi, şahsiyetin tüm yönlerine hitap edilerek iyileştirilebilir. Cini yatış­ tırmak için tüm melekelere başvurmak ve tutan ile tutulan arasında olduğu kadar tutulan kişi ve onuıı içinde yaşadığı cemaat arasında da yeni bir modus vivendi "müzakere" etmek gereklidir. Fakat cemaatin iyiliğini de aramak ge­ rekir ki kamusal bayramların amacı da buymuş gibi görünüyor. İzmir Dana Bayramı'nın gözlemcileri yapılan dansları Türk ve Anado­ lu halk oyunlarından oldukça farklı olarak tarif ediyorlar, bu da onların bir Afrika orijini olduğunu düşündürüyor.69 Bu gösterilerin bir tarifinden yola çıkılınca Batı Afrika'dan Brezilya'ya götürülen ve köleleştirilmiş Afrikalıların kültürüyle özdeşleştirilen capoeira dansıyla bir karşılaştırma yapmak kaçınıl­ maz oluyor.70 İzmir'de gözlemlenen danslar, oyuncuların birbirlerine değnek ve hançerlerle hamle yaptığı bir dövüş dansını da kapsıyordu. Başka bir göz­ lemciyse ateşle yapılan oyunların dansın bir parçası olduğunu yazıyor. Adam­ lar, ateşi dudaklarına yaklaştırıyor ve oyuncular sıcak şişelerle bedenlerinin değişik noktalarına dokunuyorlarmış. Bu dansların şiddetli doğasından etki­ lenen bir Türk yazar onları Şiiler arasındaki Aşure törenlerine benzetiyor. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleleştirilmiş Afrikalılarca ko­ runan kültürel öğeleri gözden geçirmiş ve yorumlamış oluyoruz. Fakat, köle­ leştirilenleri içine alan çeşitli Osmanlı toplumlarının bu kalıntıları nasıl algı­ ladıklarına bakmaksızın resim tamam olmayacak. Osmanlıların farklılığa 68 69 70 Sengers, Women and Demons, s. 173. Çeşitli anlatımların bir sentezi v e yazarın kendi izlenimleri için bkz. Güneş, "Kölelikten Özgürlü­ ğe", s. 8, 10, 10 n.43. Caporeia için bkz. Maya Talmon-Chvaicer, "The Criminalization of Capoeira in Nineteenth Cen­ tury Brazil ", Hispanic American Historical Review, 82/3, 2002, s. 525-547; Talmon-Chvaicer, The Complexity of Capoeira: The Reflection of Distinctive African Slave Cultures in Rio de Jane­ rio and Bahia, Doktora tezi, Hayfa Üniversitesi (İbranice). Konu hakkındaki en yeni monograf Portekizcedir: Carlos Eugenio Libano Soares, A capoeira escrava e outras tradiçôes rebe/des na Rio de ]aneiro, 1 808-1 850, Editora da UNICAMP/CECULT, Campinas, 2001 (Bu referansı Jo­ seph C. Miller'e borçluyum). olan göreli hoşgörüsüne ve içerleyici özelliklerine karşın köleleştirilmiş Afri­ kalılar kendi kültürel kimliklerini tutabilmek ve kendi Afrikalı sosyal ve ma­ nevi alanlarını yaratabilmek için mücadele vermek ve alanlarını, ikircikli bir Tanzimat devletinin hegemonyacı seçkin anlayışlarına karşı sürekli savun­ mak durumundaydılar. AFRİKA KÜLTÜREL AFIZASNA KARŞI OSMANLI TAVIRLARI Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Afrika kültürü ve diğer tali kültürler marjinal sosyal gruplarla ilişkilendirilirdi. 19. yüzyılda en üst noktayı, sultanın sadık hiz­ metçileri ve Tanzimat devletinin belkemiği olan Osmanlı imparatorluk ve Os­ manlı yerel seçkin sınıflarının üyelerine veren bir statü ölçeğinde bunlar aşağı­ lardaydı. Geri kalan herkes, nüfusun büyük çoğunluğu bu ölçekte, aşağıya iner bir şekilde yer almaktaydı. Her grup, tam olan Osmanlı efendi veya hanıma kı­ yasla belli bir eksiklikle malul durumdaydı. Seçkinlerin gözlerinde, marjinaller ve onların kültürleri Osmanlı standartlarına ulaşamıyordu. Bu insanlar ve kül­ türleri kabaydı, az gelişmişti, doğru dürüst Müslüman değildi, ilkeldi ve anlaşı­ lamayacak kadar acaipti. Fakat egzotik olanın cazibesine sahiptiler ve bazen, Zar ve Afrika bayramlarında olduğu gibi gerçek seçkin zevklerinin alanını isti­ la etmelerine izin verilirdi. Sosyo-kültürel sınırdaki gerilim ve temas noktaların­ da olan karşılıklı kültür etkileşimlerini sonraki sayfalarda inceliyoruz. Ruslarca Kafkasya'dan sürülmelerinden sonra Osmanlı İmparatorlu­ ğu'na gelen Çerkes mültecilerin göreneklerinin onay görmemesi gibi kolbaşı­ lar ve takipçilerinin yaptıkları ayinlerin de terbiyesiz (biedebane) ve kaba ola­ rak görüldüğünü kaynaklarımız bize söylüyor.71 Tanzimat dönemindeki Os­ manlı belgelerinde Çerkes kültürüne yapılan göndermeler " vahşi", "yabani", " kötü " ve "medenileşmemiş" gibi ifadeleri içermektedir. Önde gelen reform­ culardan Ahmed Cevdet Paşa, medeni dünyanın bildiği adaba ve kurallara Çerkesler arasında rastlanmadığını söylemiştir (beynlerinde adab ve rüsum-ı medeniyye yoktur). Kalıtsal olarak köle olan Çerkes aileler arasında oldukça yaygın olan çocuk satışı Osmanlı memurlarınca bir adet-i garibe olarak nite­ lendirilmekteydi. Tanzimat döneminin meşhur yazarlarından Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt adlı eserinde Asya'daki Müslüman halklar arasındaki aynı uygulamayı "Asya'nın eski vahşiliği " (Asya vahşet-i kadimesi) olarak adlan71 Toledano, S/avery and Abolition, s. l 05-106, 109, 125-126. Filipinler'deki ilustrado milliyetçileri arasında, toplumdaki ve çevresindeki "medenileşmemişler" üzerine olan benzer algılar için bkz. Michael Salman, The Embarrassment of Slavery: Control!ersies over Bondage and Nationalism in the American Colonial Philippines, Ateneo de .fanila University Press, Manita, 2001 , s. ii. 214 beşinci bölüm dırmaktadır. Marjinalleşmiş grupların çekirdekteki seçkinler tarafından bu şekilde algılanması, Selim Deringil'in kitabının adını alıntılayarak söyleyelim, "Memalik-i Mahruse'nin" sınırlarının dışında, Sahra altı bölgelerde bulunan köleleştirilmiş Afrikalıların çoğunun çıkış kültürleri için de geçerlidir.72 Geç Osmanlı tavırlarını koloni sonrası ve madun çalışmaları ışığı altın­ da iki ayrı makaleyle yorumlayan Selim Deringil ve Ussama Makdisi'nin yakın­ lardaki çalışmalarının sağladığı çerçeveyi kullanarak bu fenomeni bağlamına oturtabiliriz. 73 Kendi başlarına ilginç olsalar da bu iki çalışmayı kuşatan teorik ayrıntılara girmemize gerek yok. Şu kadarını söyleyelim ki Deringil bu aşağıla­ yıcı çekirdek seçkini tavrını, Osmanlıların kendi Tanzimat ve Tanzimat sonra­ sı "modernleşme projelerinin" bir parçası olarak devreye soktukları daha geniş bir "medenileştirme görevi" içinde konumlandırıyor. Doğu ve Batı arasında tu­ tunan Osmanlılar, Deringil'e göre oldukça geç bir şekilde kendi kolonyalizm türlerini geliştirdiler ki o, buna "ödünç kolonyalizm" diyor. Makdisi ise bir "Osmanlı oryantalizmi" durumu olduğunu öne sürüyor. Yani, Osmanlıların bağımlı Arap halklarını kurgulama şekillerinin büyük ölçüde, Avrupalıların, içinde tabii ki Osmanlılar da bulunan, oryantal halkları kurgulama şekline ben­ zediğini söylüyor. Bu dinamik süreç, Öteki'nin hem dirençli ve yetkilendirilmiş hem de içleyen ve dışlayan bir şekilde konuşlandırılmasından oluşuyordu. De­ ringil ve Makdisi, Osmanlı-Arap seçkinlerinin bu karmaşık maceraya katıldık­ ları ve hem çekirdekteki hem de çevredeki seçkinlerin Osmanlı toplumlarında­ ki marjinalleşmiş kısımları dışladıkları ve cinsiyet, etnik kimlik ve sınıf temelin­ de ayrımlar yaptıkları konusunda görüş birliği içinde görünüyorlar. Bu çözümlemeyi bir adım daha ileriye taşırsak köleleştirilmiş Afrikalı­ ları ve Çerkesleri de bu marjinalleşmiş bölümlere rahatça dahil edebiliriz. Bu durumda, Osmanlı seçkinlerinin ve aynı zamanda Tanzimat devletinin bu grupları evvela coğrafi açıdan çevreselleşmiş olarak gördüğünü ve sonra da içsel olarak marjinalleştirdiğini söyleyebiliriz. Yani, onlar henüz Sahra altın­ daki kendi yerli topraklarındayken medenileşmemiş olarak görülüyor ve kö­ leleştirilerek zorla Osmanlı İmparatorluğu'na sürüklendiklerinde de marji­ nalleşmiş ve dolayısıyla dışlanmış olarak görülüyorlardı. Deringil, Osmanlı imparatorluk seçkinlerine atfettiği " ödünç kolonyalizme" örnek olarak saray 72 73 Selim Deringil, iktidarın Sembolleri ve ideoloji. il. Abdülhamid Dönemi (1 876-1909), Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul, 2002. Selim Deringil, " 'They Live in a State of Nomadism and Savagery': The Late Ottoman Empire and the Post-Colonial Debate", Comparative Studies in Society and Histoy, 45/2, Nisan 2003, s. 3 1 1 342 v e Ussama Makdisi, "Ottoman Orientalism", Ameriın Historical Review, 107/3, s . Haziran 2002, s. 768-796. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 215 tercümanlarından Mehmed İzzed tarafından yazılmış Yeni Afrika adlı kitabı zikrediyor.74 Bu kitapta Mehmed İzzed, Afrikalılardan " Ancak doğru dine davetle kurtarılabilecek vahşiler ve sapkınlar" olarak söz ediyor. Çerkeslere gelince, onlar da burada vahşet ve cehaletleri "modern zihinde" aşağılama ve paternalizm uyandıran göçebeler kategorisine giriyorlar. 75 Bir kez köleleşti­ rilen ve Osmanlı toplumuna giren bu toplumları medenileştirme çabalarına doğal olarak gerek vardı. Bu çabalar, Afrikalıların durumunda İslam'a ihtida ettirmeyi, Çerkesler ve Kafkasya'nın diğer kavimlerinin durumunda da İslam'ın daha ortodoks şekillerine sosyalleştirmeyi içeriyordu. Bu ödünç alınmış kolonyalizme güzel bir örnek Osmanlı seçkinlerinin, büyük bir Osmanlı kentindeki en önemli Arika kültür tezahürü olan Dana Bayramı'na karşı olan tutumlarıydı. Mayıs 1 8 94'te İzmir gazetesi Hizmet'te çıkan bir makale Dana Bayramı hazırlıklarını ve onu düzenleyenleri şunları söyleyerek alaya alıyordu: Yalnız şehrimize özgü olan dana bayramı ne kadar eleştirildiyse gene de bu adet devam etti. Bu garip ve tuhaf adetlerin tüm yazılanlara rağmen sürdü­ rülmesini halkın cahilliğine vermekten başka çaremiz kalmıyor. Bunu ken­ dilerine sorarsak şu cevabı alırız. Bu dananın kanı akıtılmazsa önce başı ke­ sik bir Arap gelerek bizi rahatsız eder, şehrimize hastalık gelir. Bu gibi riva­ yetlere ancak kahkaha ile gülünür. Böyle aslı astarı olmayan şeylere inanı­ lır mı? . . . Sırf cahilliğin bir sonucu olarak yapılmakta olan zencilerin şu ade­ tine yalnız teessüf etmekten başka bir şey yapamayız ... Dört-beş yüz kişinin öteden beri topladıkları dört-beş mecidiye ile satın alınarak bir dananın ke­ silip pişirilmesinden ibaret olan şu dana bayramına akıllı uslu beyaz ahali­ mizin de katılmasına hayret etmekten, acımaktan kendimizi alamıyoruz.. . 76 Bu ve benzer yazılar Öz ile Öteki arasında bir ikilem kuruyor. Burada ve diğer metinlerde belirtilen nitelikler için kullanılan sıfatlar şöyledir: BİZ ONLR beyaz Osmanlılar (beyaz ahalimiz) medeni ciddi eğitimli makul akıllı terb iyeli (edebane) Afrikalılar (Zenciler) vahşi tuhaf cahil gülünç garip terbiyesiz (biedebane) 74 Deringil, "They Live in a State of Nomadism", s. 3 1 2. 75 76 A.g.e., s. 3 1 7. Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe", s. 9 (vurgular henim). Dolayısıyla " bizim halkımızın" bir kısmının "onların" vahşetine kapıl­ maları çok üzücüdür. Çizgi sadece bir kez ve kazara geçilmiş olmayıp her yıl öyle bir ısrarla geçiliyor ki hiçbir ikna ve yasak işe yaramıyor. "Vahşi bir bay­ ramın" çekimi, o zaman, onun özgürleştiren cazibesinde yani medeni toplu­ mun tam da kınadığı ve eleştirdiği noktada yatıyordu. Şaşırtıcı olmayarak, kit­ le halinde olaya çekilenler, büyüklerinin öfkesini dikkate almayan gençlerdi. Afrika ayinleri ve bayramlarına itirazın en azından bir bölümü dinsel temeller üzerinde şekilleniyor ve pagan uygulamalar İslami ilkelerle uyuşmaz olarak lanetleniyor dolayısıyla da yetkililerce cezalandırılabilir bir hale geli­ yordu. Arika ayinleri doğru olarak inanç, iman ve maneviyat alanına giriyor olarak görülüyordu ki bu alanda İslam ve İslami uygulamaların rakipsiz bir üstünlüğü olduğu düşünülürdü. İslami senkretizmin yüzyıllardır baskın oldu­ ğu yoksular ve eğitimsizler arasında gayrıislaml bir kültün görünmesi özel­ likle bir' meydan okuma olarak görülüyordu çünkü bu kültler, imparatorlu­ ğun kentsel ve kırsal alanlarında popüler oluyor, İslami inanç ve dua öğeleri­ ni alarak ve Sufi uygulamalarıyla karışarak kendilerini dirençli bir hale geti­ riyordu. Bu bazen, İslamdan çıkarmayı amaçlayan sinsi bir sızma olarak gö­ rülüyor ve ortodoks ulemanın ve hükümetin üst düzeylerindeki tutucu önder­ lerin desteğini alan yerel liderler böylesi uygulamalara karşı harekete geçilme­ sini istiyorlardı. Zaman zaman böyle unsurlar yetkililerin Zar ayinlerini yö­ neten kolbaşılar veya godyalara karşı harekete geçmesini sağlayabiliyordu. Örneğin, kolbaşılar ve bazı cemaat üyeleri, 1 8 1 0, 1 8 1 7, 1 827 ve 1 8 39'da olmak üzere en azından dört ayrı kayıtlı vakada İstanbul'dan sürgün edilmiştir. 77 1 8 1 7 vakası, hükümetin koyduğu yerleştirme ve kayıt yükümlü­ lüklerini ihmal etmekten dolayı cezalandırmaya bir örnek olarak daha önce söz konusu edilmişti. En erken ( 1 8 1 0) ve en geç ( 1 839) vakalar resmi pek faz­ la değiştirmiyor ama yedi kolbaşının birden sürgün edildiği 1 827 sürgünü il­ ginç ve yararlı bilgiler getiriyor. 1 8 1 0 yılında Sultan, İstanbullu bir kolbaşı olan Nakşi Hatun'u Midil­ li adasına sürgün eden bir ferman çıkardı. 78 Nakşi, "uygunsuz davranış"ların­ dan dolayı suçlanmaktaydı ve padişah fermanı, kişisel korumalarının başı olan başbaltacıya ve Midilli Mahkemesi'ne hitaben çıkarmıştı. Başbaltacı, sürgüne giden kadını götürecek, kadı da, kadının kendi bölgesine ulaştığını 77 78 1 8 1 7 ve J 827 vakalarının her ikisi de arşiv kaynaklarından Erdem tarafından aktarılmıştır (Er­ dem, Kölelik, s. 2 19-220) ama 1827 örneğinin daha ayrıntılı bir tartışması için aşağıdaki pasaja bakınız. Bu, Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde çalışırken Erdem için bütünüyle ulaşılabilir bir du­ rumda değildi. 1 8 1 0 ve 1839 örnekleri daha önce basılı kaynaklarda ele alınmamıştır. BONCevdet/Zaptiye/1 131, 4 Mayıs 1 81 0. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 217 İstanbul'daki yetkililere bildirecek ve onun merkezi hükümetin izni olmaksı­ zın izinli :eya izinsiz bir şekilde adayı terk etmesini önleyecekti. İstanbul'dan Bursa'ya iki kadının sürgün edildiği 1 83 9 vakasının anla­ tımı, padişahın ağzından yazılmış ve şahsi onayı için ona sunulmuş olan bir ferman taslağına dayanıyor. 79 Bu metinde, padişah, saygı gösteren "Paşa Hanım" lakabıyla tanınan bir kadın ve Fatime adlı bir kolbaşıdan dolayı Bur­ sa Mahkemesi kadısına hitap ediyordu. Bu ikisi, padişahın sözlerinde "asita­ ne-i hümayunumda uygunsuz, muzır ve edepsiz işler" olarak tarif edilen ka­ bahatlan işlemekle suçlanıyordu ki bu, kültürel normlara aykırı olan ve dola­ yısıyla mevcut sosyal düzene meydan okuyan uygulamalar anlamına geliyor­ du. Kolbaşı ve onun saygıdeğer suç ortağının katıldığı Zar ayinlerine böylece bir gönderme yapılıyordu. Ferman, kadınların, hem uygunsuz davranışların­ dan dolayı cezalandırılmaları hem de benzer faaliyetlere girişebilecek olan başkalarını caydırmak için sürgüne gönderildiği yolunda devam ediyor. Bu ikisine, böyle durumlarda olduğu gibi kapıcıbaşının adamlarından biri eşlik edecekti. Mahkeme, İstanbul'dan gerekli onay alınmaksızın onların Bursa'dan ayrılmalarına, hatta " bir adım" bile atmalarına izin vermemesi için uyarıl­ maktaydı. Mahkeme katibinin raporuna bir örnek ise yedi kolbaşının sürgün edildiği 1 827 vakasında mevcuttur. Karadeniz'deki Osmanlı-Bulgar liman kenti Varna'nın mahkeme kati­ bi, İstanbul'dan sürgün edilen yedi kolbaşının kente gelişini 1 4 Ağustos 1 827'de kaydetti.80 Onun yazdığına göre, yedi Afrikalı kadın yaşadıkları ha­ neler veya localarda "rap Düğünü" olarak bilinen işi yapmakla suçlanıyor­ du. Böylesi durumlarda, loca üyeleri toplanır, müzik aletleri çalınır, ateşle oy­ nanır ve şeytanın tuttuğu Afrikalıların iyileştirilmesi işleminin bir parçası ola­ rak diğer tür " menfur" ve uygunsuz işler işlenirdi. Sürgün fermanını yankıla­ yan rapor, kadınların, kendi cemaatlerini kötülük ve ziyandan korumak ama­ cıyla Varna'ya sürgün edildiklerini belirtiyordu. Hepsi adlan ve adresleriyle birlikte zikredilen yedi kadın, şehrin çeşitli yerlerinden toplanmış ve baltacı­ başı İstanbul' dan Varna'ya giderken onlara refakat etmesi için adamlarından birini görevlendirmişti. Varna'da ikamete memur olarak kalacaklar ve du­ rumlarıyla ilgili yeni bir ferman çıkarılmadığı sürece başka bir yere doğru "tek adım [bile]" atmayacaklardı. Bütün bu fermanlar ve raporlar ama özellikle de 1 827 tarihli olanları, yetkililerin karşılaştığı ve kült önderleri olarak kolbaşıların kendi Afrikalı iz79 0 BOAfCevde/Zaptiye/1 1 94, 1 6 Nisan 1 839. BOAfCevdet/ZaptiyeDahiliye/92, 14 Ağustos 1827. 218 beşinci bölüm leyicileri için yaptıkları ayinlerden kaynaklanan sorunlara işaret ediyor. İm­ paratorluğa girdiklerinde tüm Afrikalılar ihtida ettirilirdi. Kendi köken-kül­ tür unsurlarının korunması gayriislami olarak kınanır ama gönülsüzce de ol­ sa hoşgörülürdü. Arada sırada ilke ve uygulama arasındaki fark, belki de da­ ha tutucu toplum önderlerinin teşvik etmesiyle hükümeti onlara karşı hareke­ te geçmeye iterdi. Öyle görünüyor ki kültün uygulayıcılarına, önderlik konu­ mundaki kişilere göre daha az tepki gösteriliyordu. 1 7. yüzyılda İspanya de­ netimindeki Cartagena'da da benzer bir kaygı vardı. Orada da Engizisyon Mahkemesi mohan denen ve lider konumunda olan kişileri daha çok hedef almaktaydı.81 Amer-Hintli mohanlar, iyileştirme işlevlerinden dolayı şeytan ile bir anlaşma yaptıkları öne sürülen eğitmenler ve önderlerdi. Latin Ameri­ ka Katolik Kilisesi, önde gelen bu halk doktorlarına (curanderos) şiddetle karşı çıkmaktaydı. Zar ayinleri ve Afrika bayramlarının Osmanlı İmparatorluğu'nda sa­ dece Afrikalıları cezbetmekle kalmayıp daha geniş izleyicilere hitap ettiği göz önünde tutulduğunda, kolbaşı ve godya gibi manevi önderlerin, toplum bi­ reylerinin kalbini ve aklını elde etmek açısından yerleşik Müslüman önderler­ ce potansiyel rakipler olarak görülmüş olmaları mümkündür. Böyle bir fikir­ ler, ayinler ve uygulamalar ortak pazarının mevcudiyeti, seçkin olmayan ve marjinal olan grupların inanç sistemlerinin daha önce düşünüldüğünden çok daha akışkan olduğuna işaret ediyor. Geniş seçenekler içeren bu renkli ve di­ namik kültürel ortam, birbirleriyle örtüşen ve hepsinin kendi yerel destekçile­ ri, öğreticileri ve önderleri olan geniş bir senkretik uygulamalar silsilesi oluş­ turuyordu. Potansiyel destekçileri çekmek için önderlerin yaratıcı ve yenilikçi olması gerekiyordu ve devletin desteklediği ortodoksluk sık sık geride kaldığı için onun önderleri de rekabeti durdurmak için yönetimin desteğini seferber etmek zorunda kalıyorlardı. Bu kültürel ortamın temelde seçkin olmayan bir alan olduğu söylenebilir ama Zar ve diğer gayriislami uygulamaların seçkin çevrelerin üyelerine de hitap ettiğini not etmeliyiz. Bu tür uygulamaların kalı­ cılığı, Afrikalıların, Osmanlı toplumu ile bütünleşme derecelerinin, özellikle maneviyat ve din açısından, daha önce sanıldığı kadar yüksek olmadığı yo­ lunda bir öneride bulunuyor.82 Görünürde kısa ve olgusal olan bu dört ferman ve rapordan epey bir 81 82 "En su tierra lo apprendi6'', s. 63'te McKnight, 1610 ve 1660 yılları arasında Engizisyon Mahke­ mesi önüne getirilen dört yüz vakanın %30'unun büyücülük ve cadılıkla ilgili olduğunu, % 16'sı­ nın Afrikalılarla ilgili olduğunu ve % 1 1 'inin köleleştirilmiş kişilerle uğraştığını not etmektedir. Bunun, yukarıda ele alınan "iyi muamele tartışması" açısından imalarını düşününüz. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 219 şeyler öğrenebiliriz. Kolbaşılara atfedilen bu "kınanacak davranışlar"ın hep­ si açıkça Zar ayinlerinin parçasıydılar. Tutulmuş (babalı) kişilere yapılan göndermenin daha fazla açımlamaya gereksinimi yok. Öte yandan, bu belge­ lerde sözü edilen aletli müzik ve ateşin rolünün her ikisi de iyileştime işlemiy­ le ilişkiliydi. Zar ayinlerinde çalınan müzik, sonraları iki ana tür bandodan, Tambura ve Abu Ghit'ten biri veya bazen her ikisi tarafından da ikame edi­ len sürekli ve ritmik bir davuldan ibaretti ve tutan ruhun yapısıyla uyum için­ de olmak için yapılıyordu. Tambura ve Abu Ghit, Sudan, Mısır ve diğer Arap ülkelerinde genelde kullanılan bando isimleridir. Fakat İran'da, özellikle de Zar'ın köleleştirilmiş Afrikalıların torunları arasında yaygın olduğu Huzistan ve Belucistan'da başka adlar ve değişik tür çalgılar kullanılmış ve hala da kul­ lanılmaktadır.83 Afrikalı-İranlılar, diğer aletlerin yanısıra, İran'da doho/ ve Gücerat'da dammam denen ve transa geçmek için gerekli olan monoton ses­ leri üreten daha büyük bir davul kullanıyorlar. Belgelerimizdeki kolbaşılar ayrıca ayinlerinde "ateşle oynamak" ile de suçlanıyorlardı. Büyük bir ihtimalle bu, hem küçük ve özel Zar törenlerinde, hem de İstanbul ve İzmir'deki daha büyük eğlencelerde yer alan "ateş yeme" türü bir şeye gönderme yapıyor.84 Özel olaylarda bu, izleyenlerce göründü­ ğü şekliyle ağzına giren ve çıkan ateş toplarıyla uğraşmakta uzmanlaşmış olan tek bir kişi tarafından uygulanırdı. Daha büyük kamusal olaylarda, ateş yemeyi ve capoeira usülü dövüşü de içeren pek çok sokak gösterisi olurdu.85 Ateş, ayrıca, Zar ayinlerinde büyük bir önemi olan tütsünün yakılması ve ateş lambalarının sürekli yanık tutularak uzun törenler boyunca kullanılmasını sağlamak için de kullanılırdı. Sürgün vakalarımızda "Arap düğünü"nden söz edilmesi Zar uygula­ malarına başka bir bağlantı teşkil ediyor. Düğünün sözlük anlamı hem evlilik hem de sünnet törenlerini veya daha geniş olarak da başlangıç törenlerini işa­ ret ediyor. Sengers, haklı olarak "Zar, daha genel bir başlangıç töreni mode­ lini yansılar" gözleminde bulunuyor ve bunun bir düğün töreni çizgileri etra­ fında özel olarak şekillendirildiğini söylüyor: • Tutulan kadın, tutan erkek ruhun "gelini"dir (Arapça carusa) ve ona göre giydirilir. 83 4 85 Mirzai, "African Presence", s. 241-245. Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez bölgelerindeki ban­ dolara özgü isimleri bulamadım. Bakınız, mesela engers'te tarif edilen "düğün" töreni, Women and Demons, s. 9 1 -98 (özellikle s. 92-98), 1 08 . Bu ve izleyen paragraf onun eserine dayanıyor. Veya candomble, yukarıda not 63'e bakınız. 220 beşinci bölüm • Aynı terim evlilik törenleri için de kullanılır (Mısır'da cfarah). • Damat/şeytan-efendi ve gelin/tutulan kadın arasında bir kontrat (Arapça 'akd) düzenlenir. • Misafirler, bir düğünde olduğu gibi davranırlar, mum yakar, resmi bir alay düzenler (saffat), müzik eşliğinde dans eder ve yiyip içerler. Her zaman aşikar olmayan, daha incelikli bir oyun daha vardır ki bu da giriş gibi cinsel bir konu üzerine kurulmuştur, şeytanın tutulan geline gir­ mesini yansılar. Buna, kurban kanı olmasına karşın, törenlerde kanın mevcu­ diyetinin de bekaretin kaybedilmesini simgelediğini ekleyebilirim. Son olarak, Sengers, "Zar' da düğün motifi üzerindeki vurgunun kadınların sosyal dünya­ sının önemli bir yönünü simgelediğini, bunun da şeytanlarla olan ilişkilerinde önemli bir metaor olduğunu" öne sürüyor.86 Başka ama ilgili bir yerden de Osmanlı Kuzey Afrikası'nda carifa (çoğul, cara'if) olarak adlandırılan bu "ra­ , hibelerin evlenmelerine izin verilmediğini çünkü sadece ruhlar ile evlenmele­ rine izin verildiğini öğreniyoruz.87 Buradaki tartışmamızı tamamlamak için gerçekten büyüleyici bir olgu­ ya, Zar ayinlerinin tutulma iyileştirmesinden eğlence gösterisine başkalaşımı­ na dikkat çekmem gerekiyor. İran ve Basra Körfezi taraflarından gelen kanıt­ lar gösteriyor ki Zar "düğünü " unsurları kendi asll törensel işlevlerinden ay­ rılmış ve buraların ve belki de Ortadoğu'nun diğer yerel kültürleriyle karışmış­ tır. Bir bakıma bu, Afrika-Osmanlı kültürel kreolleşmesinin diğer yüzüdür. Böylece, Zar'ın bazı unsurları alınmış ve gerçek düğün törenlerine eklemlen­ miştir. Katılımcıları toplamak için davul çalınması, tipik Zar müzikleri çalın­ ması, dans ve trans gösterilerinin sahnelenmesi, bunların hepsi eğlence progra­ mının bir parçası olarak uyarlanmıştır. Uygulayıcılar da yerel Afrika cemaat­ lerinin üyeleridir. Asılda olan iyileştirme amacını yitirmiş olan bu Zar unsur­ ları artık başka bir amaca yani para toplamaya hizmet etmeye başlamıştır. İran ve Basra Körfezi bölgesinde, Zar törenlerinin bu yeni edinilen eğ­ lence işlevi evlilik törenlerine olan yakınlığını hala korumaktadır. Mirzai, yukarıda sayılan Zar unsurlarını içeren Liwa töreninin güneydoğu İran'da, Harg, Sohar, Dubai ve Bahreyn'de hala yapılmakta olduğunu belirtmekte­ dir. 8 Aynı zamanda, Hunwick de Fas'taki Gnava'lardan (siyah, aslen köle­ leştirilmiş ve azat edilmiş) ve bazı yerel kişilerden oluşan Afrikalı müzik 86 87 8 Sengers, Women and Demons, s. 96. Montana, "Ahmed ibn el-Kadı el-Timbuktavi", s. 181 (Timbuktavi'yi aktarıyor). Mirzai, "African Presence", s. 244-245. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 221 gruplarının sokak göstericilerine dönüştüklerinden ve Bori törenlerinin mü­ zik, dans ve trans unsurlarını para karşılığında sergilediklerinden söz edi­ yor.89 Bunlar ayrıca, kötü ruhları kovmak için özel evlere de davet ediliyor­ muş. Burada, kültün, iyileştirme ve manevi destek işlevinden iyice uzaklaşa­ rak eğlenceye kaydığı, sıkıntıda olan bir cemaatin ihtiyaçlarını karşılamak­ tansa kamunun eğlence ihtiyaçlarını karşılamaya yöneldiği gibi bir durum ortaya çıkıyor. Belki de Sayyid Hurreiz'in dediği gibi bir ayin halk oyununa dönüşmektedir. 90 OSMNLI İMPARATORLUGU'DA KÜLTÜREL KREOLLEŞME KALIPLARI Asıl-kültür içeriklerinin muhafaza edilmesi, bunların yerel-kültür unsurlarıy­ la karışması ve melez versiyonların Osmanlı toplumları içinde yayılmasının hepsi birden Osmanlı kültürel kreolleşmesi dediğim olgunun parçalarıdır. Bu bölümde daha çok Afrikalı-Osmanlı kreolleşme süreçlerini tartıştım ve Çer­ kes-Osmanlı ve diğer etnik Osmanlı kreolleşme süreçlerini gelecekteki araş­ tırmalara bıraktım. İlkesel açıdan, Afrikalı-Osmanlı kreolleşmesinin diğer kreolleşme süreçlerine model oluşturduğu kabul edilebilir ama içerik ve tarih­ sel koşullardaki varyantlar için de bir pay bırakmak gerekir. Burada, bütü­ nüyle Afrikalı olmayan kreolleşmenin bazı yönlerine değineceğim. Zar'ın alegorik olarak yorumlanabileceği görüşünün kabullenilmesi bizim bunu sosyal ve kültürel bir bağlama oturtmamıza davetiye çıkarıyor. Böylece, Zar'ı "günlük yaşamın aynadaki görüntüsü" 91 olarak görebilir ve ruhlar dünyasındaki olaylar ve durumlarla gerçek sosyal hayattakiler arasın­ da benzerlikler arayabiliriz. Her iki yerde de, inananların çoğunluğunu oluş­ turan kadınlar, " manipülasyon yapmalı, yalvarmalı ve sakin" olmalıdırlar çünkü "sürekli olarak mutlu edilmeleri gereken kocalar ve ruhlar tarafından tahakküm altına alınan tehlikeli bir dünyada" bulunmaktadırlar. Tutulma, mesela Sudan'da temel kaygı olan kısırlıkla, başka bağlamlardaysa cinsellik, evlilik, aile ilişkileri, çocuklar ve ekonomik sorunlar gibi pek çok sosyal dert­ le bağlantılıdır. Buna bir de alakalı, siyasi bir yorum daha ekleyebiliriz: Zar, " bir tür karşı dil, bir alt söylem veya hegomonya karşıtı bir süreçtir."92 Gö89 90 91 92 Hunwick, " Religious Practices", s. 165 (Brunel'i aktarıyor). Sayyid Hurreiz, "Zar as Riual Psychodrama: From Cult to Club", Lewis ve diğ., Women's Medi­ cine içinde, s. 147-155. Sengers, Women and Demons, s. 89-90, Cynthia Nelson ile aynı görüştedir (bu paragraftaki alın­ tılar s. 89 ve 1 85'ten). Boddy, Wombs, s. 310. 222 beşinci bölüm rünürde zararsız bir tören, Osmanlı toplumlarındaki Afrikalılar ve onlarla bağlantılı olan Arikalı olmayanların başka şekilde ulaşamayacakları bir dün­ yaya girmelerinde güçlü bir araç olmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Afrikalılar köleleştirilmiş veya azatlı kişiler veya bunların çocukları olduğu için, onlara ait kreolleşmiş Zar uygu­ lamalarının sosyo-kültürel şifresini çözerek onların dünyasına girebiliriz. Katılımcıları hür insanlar olan Zar ayinleri hakkında yapılan gözlemleri uyarlamak, bu aracın köleleştirilenler açısından önemini ancak zenginleşti­ rir. Ailelerinden, toplumlarından, ülkelerinden zalimce koparılan ve sonra da köleleştirilen, yabancı bir toplumun içine fırlatılan ve sosyal basamakla­ rın en düşüğüne yerleştirilen bu insanlar açısından Zar ayinlerinin psikolojik olarak iyileştirici amacını görebilmek için müthiş bir çabaya gerek yok. Baş­ langıçta evlerinden koparılmaları ve neredeyse geçilmez kültürel sınırların geçilmesi çok travmatikti. Başka bir köleleştirene yeniden iliştirilmek ve bağ­ lanmak çok zordu ve çoğunlukla bireysel temelde cereyan eder bir tarzda ye­ niden eğitilmeyi ve yeniden kültür edinimini gerektiriyordu. Osmanlı top­ lumlarında çoğu zaman olduğu üzere bu başarılı bir şekilde gerçekleştirilse bile yeni bağlar hiçbir zaman bütünüyle güvenli değildi ve yeniden satış teh­ didi her zaman arkaplanda dolaştığı için hiçbir zaman garanti olarak alına­ mazdı. Fakat yeniden satış, doğal olarak en korkutucusu olmasına karşın, kö­ leleştirilenlerin rahatına ve huzuruna yönelik olan tek tehdit değildi. Umutla beklenen azat bile başıboş bırakılma yani kölelik alanı dışında yeni bir bağ­ lantı garantisi vermeksizin güçlükle edinilen yeniden bağlantıyı bir kez daha yitirme ihtimalini taşıyordu. Osmanlıların, yedi ila on yıl hizmetten sonra tavsiye ettikleri azat kuralına karşın birçok kölenin yaşamı boyunca çeşitli ayrılmalar ve yeniden bağlanmaları içeren acıklı bir hikayesi oluyor, bu da duygusal ve fiziki yorgunluklara neden oluyordu. Bu stresli gerçeklik ve psi­ ko-kültürel boşluk ortamında esas-kültürün yeniden canlandırıldığı Zar ve Bori ayinlerinin sakinleştirici bir etkisi olduğu açıktır.93 Bu törenler ve ka­ musal eğlenceler Afrikalı-Osmanlılar'a sadece çok gereksindikleri bir cemaat duygusu vermekle kalmıyor ayrıca orijinal ailelerini, komşuluklarını ve köy yapılarını kaybetmelerini ikame edecek bir telafi mekanizması olarak da işlev görüyordu. Bu bağlamda kolbaşı/godyayı bir anne/baba figürü ve aynı za­ manda da cemaati sağlamlaştıran bir önder olarak görebiliriz. 93 Benzer bir gözlem için bkz. "psikolojik travma"dan söz eden Hunwick, "Religious Practices", s. 149. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 223 Kolbaşı/godyaların, cemaatlerinin üyeleri tarafından saygı görmesi şa­ şırtıcı değildir. Bu insanlar kısıtlı kaynaklarını ve güçlükle kazandıkları para­ yı kullanarak onları desteklemede tereddüt göstermiyorlardı. Bu tür kültlere katılan köleleştirilmiş veya azatlı Afrikalılar için bu önderlere besledikleri gü­ venin ve onların özel güçlerine duydukları derin inancın yerine geçebilecek başka herhangi bir şey yoktu. Godyaların, geçici de olsa günlük yaşamın güç­ lüklerine karşı sağladıkları bu yardım üyelerden pek çoğunun zor hayatlarını sürdürebilmelerini sağlıyordu. Bunlar düzenli toplantıları ve uzaklardan ge­ len bildik davul sesleriyle ilan edilen özel toplantıları sabırsızlıkla bekliyorlar­ dı. Kolbaşıların düzenlediği ve yönettiği eğlencelere de sadıkane katılıyorlar­ dı çünkü bunlar neşeli cemaat etkinleriydi ve onları kamusal olarak perişan­ lıktan kurtarıyordu.94 Pek çok Afrika esas-kültüründe Zar'ın oynadığı psi­ kolojik ve fiziki iyileştirme rolünü, köleleştirilenlerin stresli durumlarını ve kadın katılımcıların yüksek oranını (hem köleler hem de azatlılar arasında ezici bir çoğunluğa sahip olan kadınların Zar' dan daha çok etkilendikleri dü­ şünülürdü) dikkate aldığımızda, kendisini bertaraf etmeye çalışan yöneticiler ve dinsel önderlere karşın kültün nasıl olup da yaşamaya devam ettiği hiç şa­ şırtıcı olmaz. Osmanlı toplumlarındaki köleleştirilmiş Afrikalılar (ve Çerkeslerin) bu kültürel korumacılık ve kreolleşme bağlamındaki düşünce yapısı acaba nasıldı? Bunun yeniden oluşturulmasının riskli bir iş olduğu açıktır ama orta­ ya çıkan hiyerarşinin birbirinden ayrılabilen üç değişik katmanı olması müm­ kündür: • En uzaktaki ve en güçlü katmanın, animist bir çocukluk deneyimin­ den kaynaklanan (kolbaşı/godyanın aracısı olduğu) veya, eğer birey toplum­ la daha iyi bütünleşmişse, İslami bir tanrı kavramından gelen (imamlar ve Su­ i şeylerinin aracısı olduğu) bir ilah olduğu söylenebilir. • Daha yakın ve bir şekilde daha az güçlü olan katmanın devlet oldu­ ğu söylenebilir ki onun aracılığını da padişahtan mahalle karakolundaki po­ lise kadar sıralanan mevki sahipleri yapmaktaydı. Bu kategori içinde ama on­ dan ayrı bir şekilde yabancı devletler de vardı ve onların aracılığını ise kölele­ rin yardım için kendilerine sığındığı konsolosları yapıyordu. • En yakında bulunan ve kölelerin günlük yaşamı üzerinde güç sahibi olan katman ise köleleştiren/er olurdu (onların aracısı yoktur). 94 Günlük yaşamın sefaletinden kurtarıcı bir olay olarak İzmir örneği için bkz. Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe", s. 6. 224 beşinci bölüm Köleleştiren-köleleştirilen ilişkisi dışındaki diğer ilişkilerin bir aracısı vardı. Manevi ilişkide kolbaşılar ve godyalar birleştirici bağlantıydı. Devletin ücü ise memurları vasıtasıyla uygulanırdı. Bu kitapta tanımlanan temel sü­ reçlerden biri Tanzimat devletinin köleleştiren-köleleştirilen ilişkisine müda­ halesiydi. Bu, köleliğin sıkıntılarını azaltmaya yaramış ve çoğu zaman köle­ leştirilenleri aşırı sömürüye ve suistimale karşı korumuştur. Köle ve Tanzimat devleti arasında aracılık yapan devlet memurları ve yabancı konsolosların her ikisinin de rolü son derecede önemlidir. Bunlar köleleştirilenlerle yüzyüze iliş­ kiyi sağlamışlardır. Köleliğin yumuşatıldığı diğer alan ise esas-kültür unsurla­ rının korunması ve bunların yerel olarak ifade edilen zengin Osmanlı kültür­ leriyle kreolleşmesi neticesinde ortaya çıkmıştı. Burada da aracıların rolü son derece önemlidir. Bunlar, Arikalılar için Zar dünyasını yorumluyor ve cema­ atlerinin üyeleri açısından anlamlı bir hale getiriyorlardı. İyileştirici olarak rolleri hem gerçek işlevlerini hem de onun simgesel anlamını yansıtmaktadır. Bi� ilaha ilişkin olarak manevi ve devlete ilişkin olarak dünyevi anlam­ daki bu iki tür aracılığın Zar kavramı içinde birbirleriyle güçlü bir şekilde iç içe girmesi büyüleyicidir. Bu birleşik aracılık, hem tutulanlara hem de kült üyelerine güçlü bir etkinlik ve ilgililik duygusu veriyordu. Bu ikili etkiden en çok etkilenen, yüksek dereceli Osmanlı mevki sahiplerinin ruhlarını içeren kategoriydi: Kolbaşı/godya, tutulan ile diyelim ki Yaver Bey, Hekim Paşa (ve­ ya Başı), bir vezir, hatta padişahın ruhu arasında aracılık yapmaktaydı. Aynı zamand� da Osmanlı mevki sahiplerinin ruhları, başka tür bir aracılık yapan kişilerin kendilerinin görüntüleriydi ki onlar da köleleştirilenler (veya hürler) ile Tanzimat devleti arasında aracılık yapıyordu. Bu, ilah-manevi aracılığının devlet-dünyevi aracılığı ile iç içe geçişi hem ilahı hem de devleti, tutulanlar ve onların içinde yaşadığı müminler cemaatı açısından elle tutulur, erişilir bir duruma getiriyordu. Özellikle Yaver Bey'in ama diğer Osmanlı memurlarının da ruhları tarafından tutulmanın görünür durumdaki popülerliği gösteriyor ki bunlar, ayinlere aktif veya pasif olarak katılanlara, diğer ruhlar tarafından tutulmaya göre daha çok yardımcı oluyor, daha büyük tatmin sağlıyorlardı. İki ayrı aracı görüntüsünün bir araya gelmesi yoluyla, Yaver Bey ve diğer mevki sahiplerinin hem bir ilahı hem de devleti tecessüm ettirmesinin bu tat­ mine ulaşılmasını sağladığını öne sürmek isterim. Daha önce ancak kısmen tanınan kültürel koruma ve kreolleşmenin boyutu, Osmanlı toplumlarında köleleştirilenlerin yeniden sosyalleşmeleri ve yeniden kültür edinmelerinin etkinliği üzerine farklı bir ışık huzmesi düşürür­ ken bu süreçlerin bütünüyle başarısız olduğuna işaret etmiyor. Bu, daha ziya- bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 225 de, daha önce "kölelere iyi muamele" şeklinde adlandırdığım tartışmayı za­ yıflatıyor. Yani, Osmanlı toplumlarında köleleştirilenlerin toplumla bütün­ leşmesi gerçekleşmiş, bunların pek çoğu, aileyle, haneyle ve toplumla yeni bağlar kurmayı becermişlerdir. Bununla birlikte, ancak bekleneceği gibi, kö­ leleştirilen bireylerin zihinlerinde esas-kültür unsurlarının önemli bir kısmı kalmış ve onlar da bu esas-kültürü hem bireysel hem de kolektif olarak ifade etmek yolunda güçlü ve gerçek bir ihtiyaç duymuşlardır. Bu ihtiyaç, 19. yüz­ yılın büyük bir kısmı boyunca sürekli olarak imparatorluğa sokulan yeni kö­ leleştirilmiş kadınlar ve erkekler tarafından yenilenmiş ve canlı tutulmuştur. Fakat, aynı zamanda Osmanlı'da doğmuş kuşaklara da geçirilmiş ve geçtiği­ miz bir buçuk yüzyıl boyunca kültürel olarak yeniden üretilmiştir. Yine de, Afrikalı-Osmanlı ve kreolleşmiş kültürlerin canlandırılmasına karşı büyük bir ilgiye tanık olmadık. Bu, bu kültürleri kendi mirasları olarak sahiplenecek ve gelişmesini teşvik edecek potansiyel grupların içinde bulun­ dukları sıkıntılı durumla kısmen açıklanabilir. Öte yandan, biraz da çelişkili olarak, bu kayıtsızlık, başarılı bir şekilde bütünleşmiş Afrikalıların, Türk ve Arap toplumlarına bütünüyle asimile olmak yolunda gösterdikleri güçlü isteği de yansıtıyor. Bu, Osmanlı köleliğinin yükü ve mirasıyla ilgilenmedeki gönül­ süzlüğün temel nedenidir de.95 Buna karşın, Araplar ve Osmanlıların köleleş­ tirdiği Afrikalılara dışarıdan çekilen dikkat sayesinde bu durumun değişmekte olduğunu gösteren yeni işaretler de var. 96 Bu durumun aksi olarak, etkin bir siyasi ilgiyi, 20. yüzyılın ikinci yarısında hem Karayipler hem de Hint Okya­ nusu adalarında ortaya çıkan çeşitli Kreol hareketlerinde kolayca görmek mümkündür.97 Çoğunlukla kırsal diaspora topluluklarında kısmen korunan Çerkes-Osmanlı kültürü ise Afrikalı-Osmanlı ve Kreol örnekleri arasında bir yerlerde bulunmaktadır. Bu Çerkesler, dillerini ve etnik kimliklerinin çeşitli unsurlarını korumuşlardır ama köle geçmişlerini unutmuş görünüyorlar. Kültürel kreolleşmedeki Osmanlı ve İran örnekleri tabii ki yegane de­ ğildir. Bunlar, köleleştirilmiş Afrikalıların bulunduğu Müslüman olsun veya olmasın diğer toplumlarda görülen süreçlerin tipik örnekleridir. Bu örnekler Dominika gibi çeşitli yerlerde çalışılmıştır. Buralarda, Batı Afrika gelenekle­ rinden alınma çeşitli halk sanatı gösterileri ve faaliyetleri karışık kültürün bir Toledano, Slavery and Abolition, Beşinci Bölüm. Değişmekte olan araştırma ortamı üzerine olan tartışma için bkz. yukarıda Birinci Bölüm. 97 Lambert-Felix Prudent ve Ellen M. Schnepel, "Giriş", Prudent ve Schnepel (der.), Creole Move­ ments in the Francophone Orbit, lnternationalJournal of the Socioloy of Language in özel sayı­ sı içinde, Mouton de Gruyter, Bedin, 1993, s. 5-13; ayrıca bkz. Robert Chaudenson ve Vinesh Y. Hookoomsing'in aynı sayıdaki makaleleri. 95 6 ' 226 beşinci bölüm parçasını oluşturmuş ve Afrikalıların yaşamaya başladıkları yeni toplumlar­ da korunarak kuşaklar boyunca aktarılmıştır. Dolayısıyla, Karayipler ve Hint Okyanusu Kreol toplumlarındaki dans, müzik ve tiyatro gösterilerinde­ ki Afrika unsurları fark edilebilir durumdadır.98 Bu tür olguları günümüzde bu toplumlardaki sosyal durumlardan gözlemlemek hala mümkündür ama Osmanlı İmparatorluğu açısından tarii kayıtlara dayanmak ve başka yerler­ de de rastlanan bu süreçleri yeniden oluşturarak Osmanlı özeline indirgemek durumundayız. Sözcük vericiler (lexifier), kreol ve pidgin dillerinin sözcük hazineleri­ ni büyük oranda kendilerinden aldığı dillerdir. Pidgin dillerini üreten yüzey­ sel ticari ilişkilerin aksine kreoller, ana dili veya akıcı olarak lexifier konu­ şanlar arasındaki ilişkilerin yoğun olduğu yerleşim kolonilerinde ortaya çık­ mıştır. Salikoko Mufwene, "Avrupalı olmayan azınlıkların iyi bütünleştiği ama sosyal olarak ayrımcılığa tabii tutulduğu çiftlik koşullarında kreol dili­ nin doğuşunu önceleyen ve yerleşim kolonilerinde en azından bir ebeveyni yerli olmayan kişilerden doğan" "Kreol nüfusları" diye yazıyor.99 Mufwene, kreolün, çoğu bilim insanının kullandığından daha esnek, daha tarihi ve lin­ guistik olarak daha az belirlenmiş bir tanımını öneriyor ki bu, benim bu bö­ lümde yaptığım gibi kreolleşmenin daha geniş bir kültürel değerlendirmesini olanaklı kılıyor.100 Bu yaklaşımdan yola çıkarsak, dilin ve dolayısıyla kültü­ rün kreolleşmesi için gerekli olan koşulların mühim olduğunu ve Afrika ye­ rel dilleri konuşanlar ile bir lexifier dili konuşanları arasındaki ilişkilerin sü­ rekli olması gerektiğini ve lexifier konuşanların başat sosyal grup oldukları­ nı söyleyebiliriz. Bizim durumumuzda hem Türkçe hem de Arapça, Osman­ lı İmparatorluğu'ndaki sözcük veren dillerdi . Türkçe, İstanbul'da, Anadolu'da ve ayrıca imparatorluğun her yanındaki Osmanlı-yerel seçkinle­ ri arasında, Arapça da Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da sözcük verici konu­ mundaydı; Osmanlı Türkçesi bütün Doğu Akdeniz bölgesinde lingua franca durumundaydı. Fakat, Mufwene'nin eserinin her yerinde vurguladığı gibi sözcük veri­ ciler standart değil, standart olmayan çeşitlerdi. Onun, Kurucu İlke olarak ta­ nımladığı ilkeye göre kreollerin gelişmesi büyük oranda, koloniye ilk yerleşen grubun konuştuğu dile dayanmaktaydı. 1 7. ve 1 8 . yüzyıllarda, kolonileşme8 Stephanie Stuart, "Dominican Patwa-Mother Tongue or Cultural Relic? '' , Prudent ve Schnepel, Creole Movements içinde, s. 68-69. 99 Salikoko S. Muwene, The Ecology of Language Evolution, Cambridge University Press, Cambri­ dge, 2001, s. 9. 100 A.g.e., s. 1 0- 1 1 . bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 227 nin erken aşamalarındaki yerleşimcilerin çoğu Avrupalı mukaveleli hizmetçi­ ler ve kolonyal şirketlerin alt sınıftan gelen işçileri olduğu için onların stan­ dart olmayan dilleri, Arikalı köleler gelmeye başladıktan sonra ortaya çıkan kreollerin oluşturucu sözcük vericisi haline gelmiştir.101 Köleleştirilen Afrika­ lıların kendileri de Afrika'da çeşitli bölgelerden geliyor ve beraberlerinde standart olmayan bir sürü Afrika dili ve lehçesi getiriyorlardı.102 Paul Love­ joy, Amerikalarda tek bir diasporadansa "örtüşen diasporalar"dan söz edi­ yor ve David Richardson, pek çok güney plantasyonunun, çeşitli bölgelerden gelen, çoğunlukla aynı dili paylaşmayan, Amerikan İngilizcesinin standart ol­ mayan bir lehçesini konuşan sahibin ve sahibin adamlarının aracılığı olmak­ sızın kendi aralarında anlaşamayan köleleri barındırdığına dikkat çekiyor.103 Osmanlı örneği hem farklı hem de bazı yönleriyle benzerdir. Farklıdır çünkü buradaki kreolleşme, ev sahibi toplum içinde, çoğunlukla, standard Osmanlı Türkçesinin lingua franca olduğu kentli ve büyük seçkin kapıların­ da olmuştur. Fakat bu daha ziyade harem/kul köleliği olarak adlandırdığım sistemdeki kölelerin sosyalizasyonu ve yeniden kültür edinmeleri açısından geçerliydi ki burada beyaz kadınlar, yeniden üretim ve seçkin evlerinde hiz­ met için yetiştirilirler ve erkekler idari ve askeri mevkilere gelerek padişaha hizmet etmeleri için devşirilir ve eğitilirlerdi. Kentli seçkin kapılarında, erkek­ lere ve bir ölçüde de kadınlara Osmanlı kültürünün temel kanonik metinleri öğretilirdi. Geç 1 7. yüzyıldan beri Osmanlı-yerel seçkinlerinin hem standart Osmanlı Türkçesi hem de Arapça, Rumca veya Slav lehçelerinden biri olmak üzere yerel dillerden en azından birini konuştuğu taşralardaki seçkin hanele­ rindeyse, kapının kul/harem üyeleri bu tür bir dilsel karışıma açık durumda olurlardı. Eğitimsiz olarak düşünülen ve her zaman olmasa da çoğu okur-yazar olmayan köleleştirilmiş Afrikalılar, İstanbul'da olsun, taşra başkentlerinde veya diğer şehirlerde olsun, sözcük vericilerin basitleştirilmiş bir biçimiyle karşılaşırlardı. Yine de, köleleştirilmiş Afrikalıların, hem Türkçenin hem de Arapçanın çeşitli bölgesel, etnik ve sınıf lehçelerine maruz kaldıklarını -ayrın101 102 103 A.g.e., s. 29. A.g.e., s. 25-80. Lovejoy, S/avery on rontiers, 5; David Richardson (der.), Routes ta Slavery: Direction, Ethnicity, and Mortality in the Transatlantic Slave Trade, Frank Cass, Londra, 1 997. Ayrıca bkz. Paul E. Lo­ vejoy ve David Trotman (der.). Trans-Atlantic Dimensions of Ethnicity in the African Diaspora, Continuum, Londra, 2003; Paul E. Lovejoy, "Identifying Enslaved Africans in the African Dias­ pora'', Paul E. Lovejoy (der.), Identity in the Shadow ofS/avery içinde, Continuum, Londra, 2000 (Lovejoy, bu derlemeye katkıda bulunanların tüm Afrikalı kölelerin aynı mirası paylaştıkları anla­ yışını kabul etmediklerini not ediyor). 228 beşinci bölüm tılı linguistik araştırmalar yapılıncaya kadar- rahatça varsayabiliriz. Amerika Birleşik Devletleri'nin güneyinde ve Karayipler'deki plantasyonlarda olduğu gibi ama çok daha küçük bir ölçekte olmak üzere, Osmanlı-yerel seçkinleri­ nin hanelerinde de kölelere değişik lehçelerde hitap edilirdi. Köleleştirenler Osmanlı Türkçesi, hanenin bulunduğu vilayetten gelmiş olmaları muhtemel olan hür hizmetçiler ise Arapçanın bir lehçesini konuşurdu. Buna ek olarak, köleleştirilmiş göçmenlerin ilk kuşağında Afrika dillerinin korunduğu ve izle­ yen kuşaklarda kreolleştiği yolunda göstergeler de vardır. İzmir gibi daha büyük bazı topluluklarda sözcük verici bilgisi çok da önemli değildi, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar insanlar orada sadece ken­ di Afrika dillerini konuşabiliyordu. Güneş, İzmir'in Afrikalı mahallelerinde Dana Bayram'ı için bağışlar toplandığı zaman, godyaların konuyu Borno, Afini ve diğer Afrika dillerinde açıklamak zorunda olduklarına dikkat çeki­ yor. 1"Sophie Ferchiou ve İsmael Montana, Osmanlı Tunusu'ndaki köleleş­ tirilmiş nüfusun ilginç sosyal örgütlenişini betimlemişlerdir.105 Bunlar, ülke­ lerindeki değişik Afrika etnik kimliklerine göre bir araya geliyor ve farklı koruyucu ruhları olan farklı Bori tapınaklarına (gida) devam ediyorlardı. Kendi yerli dillerini konuşmaktaydılar ve Bori medyumlarının ( Arapça cara 'ifı önderliği altında cemaatlerini sürdürmekteydiler. Ferchiou tarikat­ kültlerini, Sufizmden Bori'ye devamları açısından üç ayrı kategoriye daha ayırmıştır. Aşağıdaki senaryo oldukça muhtemeldir. 1 9 . yüzyıl ortası Kahiresi'nde, yüksek rütbeli bir Osmanlı mevki sahibinin bir adamı tarafından satın alın­ mış olan beş kişilik bir Afrikalı köle kadın grubu düşünün. Bu beşli orta Afrika' dan, Güney Sudan' dan, Kızıl Deniz kıyılarından veya Etiyopya'nın et­ nik bölgelerinden gelmiş ve her biri başka bir Afrika dili konuşuyor olabilir­ di. Haremde, hanımla ve büyük ihtimalle Çerkezistan ve Gürcistan'dan gele­ rek genç yaşlarda köleleştirilmiş diğer harem kadınları ile karşılaşırlardı. Kendi ülkelerindeyken Kafkasya'nın yerel kabile dillerinden birini konuşan bunlar da yeni hanede geçirdikleri yıllardan sonra seçkin Osmanlı Türkçesini bütünüyle biliyor olurlardı. Köleleştirilmiş Afrikalılarımız evde, muhtemelen Mısırlı kadın ve erkek hizmetçilerle de karşılaşırlardı ki bunlar da Mısır Arapçasının, Kahire, Yukarı ve Aşağı Mısır lehçelerinden birini konuşurlardı. Kendi dilini konuşan Sudanlı bir hizmetçinin etrafta olması da imkansız de­ ğildi. Yamalı bohça demesek bile bu dilsel karışım kurgusal değildir; Afrikalı 104 Güneş, "Kölelikten Özgürlüğe", s. 7. 105 Ferchiou, "Possession Cults", s. 21 O; Montana, "Ahmed ibn el-Kadı el-Timbuktavi", s. 179 vd. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 229 kölelerin içine atıldığı en olası ve gerçek çevreyi tarif ediyorum. Uzun 19. yüz­ yıldaki Osmanlı toplumları gerçekten de çok girift ve ayrıntılı bir kültürel la­ boratuvarı bize sunuyor. Arapçanın, doğu kıyıları, Akdeniz kıyı şeridi ve Sahra altı bölgelerinde Afrika kıtasına yayılması yüzlerce yıllık bir olguydu. Arapça, Arap fetihlerine ve köle ticaretine eşlik etmişti. Bu, bazı dilbilimcileri, Arapçanın kreolleşme bağlamında bir Afrika dili olarak görülmesi gerektiğini savunmaya itmiştir. Kesin olan şudur ki hem yazılı-standart hem de standart olmayan çeşitleriyle Arapça ile değişik Afrika dilleri ve lehçeleri arasındaki karşılıklı etkileşim, bu­ gün bazıları yeni Afrika dilleri olarak düşünülen ve Arapçadan etkilenmiş olan yeni dillerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.16 1 8 . ve 19. yüzyıllarda O smanlı İmparatorluğu'na gelmeye zorlanan köleleştirilmiş Afrikalılar, Arapça konuşan bölgelere de ulaşmış ve oralarda çok çeşitli işlerde istihdam edilmişlerdi. Böylece, eğer seçkin haneler tarafından satın alınmışlarsa, Türk­ çenin ve Arapçanın standart ve standart olmayan lehçelerinin bir karışımıyla başa çıkmak zorunda oldukları gibi daha ilginç bir şekilde, pidginleşen ve kreolleşen dillerinin sözcüklerini aldığı orijinal dilleriyle de karşılaşabilirlerdi. Bunların pek çoğu, özellikle erkekler, Hicaz'da Bedeviler veya özellikle 1 860'ların pamuk patlaması sırasında Aşağı ve Yukarı Mısır'daki fellahlar tarafından satın alınmışlardı. Köleleştirenlerin, köleleştirilenlerle konuşurken kullandıkları lehçeler Hicaz'da bir Bedevi Arap lehçesi veya Mısır'da Nil Deltası'nın veya Yukarı Mısır'ın Sacidi Arap lehçelerinden biriydi. Arapça kreolleşmesinin klasik örneklerinden biri 1 9 . yüzyıl esnasında Osmanlı-Mısır Sudanı'nda yer aldı. Kuzey Sudan bütünüyle Arapça konuşur duruma gelmişken güney, uzun bir süredir İslam veya Arapçadan göreli ola­ rak etkilenmemiş bir şekilde kalmıştı. Bölgede bulunan büyük ölçekli köle ta­ ciri kamplarıyla yürütülen Güney Sudan'daki köleleştirme süreci, yerli halkı bir ilişki dili olarak Arapçaya açık bir hale getirmiş ve Arap pidginleri ve kre­ olleri olarak adlandırılan dilleri üretmişti. Juba Arapçası bütün bölgede lin­ gua franca olmuş ve daha sonra, Osmanlı-Mısır yönetimi çekilince, konuşan­ larıyla beraber bugün Çad, Uganda ve Kenya olan bölgelere ulaşmıştı. Bu es­ ki köleler ve milisler, komşu Kenya ve Uganda'da iş bulmak amacıyla Sudan'dan çıkmışlar ve konuştukları kreol oralarda, özellikle de şehir alanla­ rında, bunların torunlarının ana dili olmuştur .107 Maalesef, Türkiye, Arap Ortadoğusu ve Kuzey Afrika'daki Afrikalıla16 Mufwene, Ecology, s. 1 82-184, Alamin ve Ali Mazrui'nin 1998 tarihli çalışmalarına dayanarak. 107 Londra 177, Jonathan Owens ve Catherine Miller'in çalışmalarını izleyerek. 230 beşinci bölüm rın soyundan gelenlerin konuştuğu dil ve lehçeler üzerine çok az araştırma ya­ pılmış, belki de hiç yapılmamıştır. Gerçekten de bölgede birkaç Afrikalı toplu­ luk yaşamaya devam etmektedir. Bu, sorgulama noktamızı bütünüyle, tüken­ mekte olan diller, yani evrim yoluyla ortadan kalkan diller kategorisine sok­ maktadır.18 Mufwene, "Diller birdenbire veya kendi kendilerine ölmez" diye yazıyor. "Tipik olarak, konuşanları başka dilleri konuşmayı seçtikleri için ölürler. Bu tür kaymaların etkileri öyledir ki az konuşulan diller çoğunlukla yıpranır ve/veya özellikle genç kuşaktaki olası konuşanlara artık geçirilmez. Böylece, konuşanların nüfusu kendini yenileyemez... Halihazırda dili konu­ şanlar gittikçe azalır ve sonunda bazı dillerin konuşanları hiç kalmayabilir. "109 Mufwene, bunun Amerikalar ve Hint Okyanusu'ndaki Arika dillerinin başı­ na ge ldiğini sonucunu çıkarıyor. Ben de buna, aynı şeyin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Afrika dilleri için de geçerli olduğunu ekleyeceğim. Çerkes lehçeleri, bugün Türkiye'de, Ürdün'de ve İsrail'deki iki köyde yaşamayı başarmıştır. Bu muhacir toplulukları, Rus işgalindeki Kafkasya'dan atıldıktan sonra, 1 8 60'larda Osmanlılar tarafından iskan edilmişlerdi. Muha­ cirlerin % 10 kadarının, imparatorluğa efendileri-toprak sahipleriyle birlikte giren köleleştirilmiş tarım işçileri olduğuna inanılıyor. Osmanlı yasaları tara­ fından köle olarak sınıflandırılan bu insanlar, kendilerine toprak ve üretim araçları verilerek sınır bölgelerindeki köy topluluklarında ve hassas yörelerde yerleştirilen toprak sahiplerine bağlı olarak kalmışlardı. Köleleştirilen tarım işçisi aileler 1 9 . yüzyılın son iki onyılında tanzimat devletinin desteği ve mali yardımlarıyla tedrici olarak azat edilmişlerdi.110 Bu Çerkeslerin lingua francası bugün Türkçe, Arapça veya İbranicedir ama toplumun her tarafına dağılmaktansa Çerkes toplulukları içinde kaldık­ ları gerçeği belki de kendi esas kültür ve lehçelerinin kreolleşmiş şekillerini koruyabilme yeteneklerini açıklayabilir. İsrail'deki iki köyden biri olan Rihaniye'de bir kültür-tarih müzesi var ve eski bayramlar topluluk tarafından hala korunmaktadır. 1 990'ların başından beri, Sovyetler Birliği'nin çökme­ sinden sonra, bu topluluk ile Kafkasya'daki ülkeleri arasındaki ilişkiler yeni­ den kuruldu. Muhacirlerin, çoğunlukla Osmanlı hudutları boyunca yeni köy­ lere yerleştirilmeleri olgusu Çerkes kültürünün korunmasına yardımcı olmuş­ tur. Bu, onların kültür ve dillerinin Osmanlı ve Osmanlı sonrası Ortadoğu'da ve özellikle bugünkü Türkiye'de yaşamasını mümkün kılmıştır. Durumları, -----·----· 108 A.g.e., s. 191, 199-200. 109 A.g.e., s. 199. 110 Toledano, Slavey and Abo/ition, Üçüncü Bölüm. bilinmeyeni bilinen ile evcilleştirmek 231 lıem Amerikalar hem de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleleştirilmiş Afrika­ lıların durumlarının tam aksineydi. Arikalılar, atalarının Afrikalı etnik-dilsel kökenlerine göre ayrılarak bir arada tutulmuyorlar, bu da dillerinin yaşama­ sını tehlikeye atıyordu. Fakat, Mufwene'nin arzu edilir bir ayrıcalık olarak gördüğü kısmi ay­ rım etnik-dilsel ve kültürel devamın ancak bir ön koşuludur. Diğer koşul; bel­ ki de ayrımın öbür yüzü, baskın sosyo-ekonomik grupla bütünleşmektir. Amerikalardaki köleleştirilmiş Afrikalıların ekonomik entegrasyonu, kendi yerli Afrikalı dillerinin tükenmesine de neden olmuş, bunlar plantasyonlarda yaşamamışlardır. Bir kural olarak, Mufwene'nin ileri sürdüğüne göre, "söz­ cük verici olmayan dillerin uzun süreli yaşayabilmesi, aynı dili konuşanların, sözcük vericiyi konuşanlar tarafından özümsenmemesine bağlıydı. " 111 Ger­ çekte, köleleştirilen Arikalılar ve Çerkesler, özellikle köleleştirilen Afrikalıla­ rın çoğunun yaşadığı ve pek çok özgür ve azatlı Çerkesin göç ettiği kent or­ tamlarında ve ev ortamında, Osmanlı toplumlarına hızlı bir şekilde özümsen­ mekteydi. Bu, Türkçe olsun Arapça olsun sözcük vericinin, köleleştirilenlerin imparatorluğa getirdikleri dili ve kültürü etkin bir şekilde ortadan kaldırma­ sı demekti. Osmanlı döneminde Doğu Akdeniz' deki kültürel süreçler üzerine gele­ cekte yapılacak araştırmalar, köleleştirilmiş Afrikalılar ve Çerkeslerin Os­ manlı toplumlarına özümsenmeleri ve bütünleşmeleri ile onların özgün kül­ türlerinin giderek ortadan kalkması olmak üzere iki tarihi süreç üzerine yo­ ğunlaşmalıdır. Her iki süreç de dinamik ve hala sürüyor. 111 Mufwene, Ecoloy, s. 200. Bitiriş Düşüncelei öleleştirmenin tarihine duyulan ilgi dönemsel yükselişlerinden birine da­ K ha giriyor. Burada, sahada büyümekte olan ilim yapısına bir bilgi tuğla­ sı daha eklemek yerine ki bu kendi içinde gayet değerli bir iştir, ben, uzun 1 9 . yüzyıl esnasında Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleleştirme tarihini tekrar gözden geçirdim ve yeniden yorumladım. Köleleştirmenin yorumlanışının merkezine köleleştiren-köleleştirilen ilişkisini koyarak Osmanlı İmparatorlu­ ğu haricinde, ağırlıklı fakat tek başına olmayarak İslami toplumlardaki köle­ leştirme araştırmaları üzerine yeni bir ışık huzmesi düşeceğini ümit ettim. So­ rumlu ve hatta bazen de şefkatli patronaj üzerine olan vurgu, Müslüman dün­ yadaki köleliğin temel özelliklerinden biriydi. Bu, köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinin daha az sevimli yönlerini anlamamıza ve köleleştirileni karmaşık insan ilişkileri ağının içinde bir tam kişi olarak yeniden oluşturmamıza yara­ yacak bir anahtar da olabilir. Tam kişilik tabii ki herhangi bir sosyal sıkıntı­ yı anlamamızda çok önemlidir. Şu sıralarda, aralarında John Edward Philips'in de olduğu bilim insan­ ları, köleleştirme kavramı üzerine ilginç görüşler geliştiriyor ama bu kitap, köleleştirmenin yeniden kavramsallaştırılması hakkında değildir.1 Evrensel bir model oluşturmak amacıyla Alain Testart'ın yakınlarda yaptığı hırslı giri­ şim gibi çabalar ise İslam toplumlarındaki köleleştirmeye ilişkin açığa vuru1 John Edward Philips, " Slavery as a Human Institution", Toronto, Kanada'daki York Üniversitesi'nde yapılan "Slavery, Islam, and Diaspora" konferansında verilen tebliğ, 23 Ekim 2003. 234 bitiriş düşünceleri lan kavramsal kusurların bazılarının düzeltilmesine geçerken yardımcı olabi­ lir .2 Ansiklopedik bilgisi ve tahlil gücü, Testart'ın önerdiğinden kesinlikle da­ ha ikna edici bir yorum çerçevesi sağlayan Joseph C. Miller, bu dünya çapın­ daki karşılaştırmalı yönde büyük bir çalışmaya girişmiş durumdadır. Eğer be­ nim kitabım, köleliğin kavramsallaştırılması hakkında değilse, köle ticareti, sayılar, fiyatlar, ticaret yolları, köleleştirilenlerden alınan hizmetler hakkında da değilse, o zaman ne hakkındadır? Bütünüyle insanlar, onların eylemleri ve duyguları hakkındadır. Fakat, kitabım, sadece herhangi bir halk veya Osmanlı tebaasının her­ hangi bir kısmı hakkında değildir. O, padişahın köleleştirilmiş tebaasının ya­ şamlarını oluşturan sıkıntılar ve deneyimler, zahmetler ve mutluluklar ve acı­ lar ve teselliler hakkındadır. Çoğu okuyucunun yaşam deneyimlerinden çok uzakta olsa da köleleştirilenlerin dünyası, belgeler ve yorumlar sayesinde, bi­ zim için daha elle tutulur olabilir ve geçmişte olduğundan daha fazla olarak al­ gımızın yakınına gelebilir. Afrika'daki değişik ülkelerinden zalimce koparılan ve pek çoğu çocuk yaşta olan genç kadınlar ve erkekler, diline, giyim kuşamı­ na, geleneklerine ve inançlarına bütünüyle yabancı oldukları bir toplumun içi­ ne sokuluyorlardı. Kaçırılan veya akrabaları tarafından satılan başka oğlanlar ve kızlar da Kafkasya'daki ülkelerinden alınıyor ve Osmanlı büyüklerinin ev­ lerine ulaşmak üzere imparatorluğun büyük şehirlerindeki pazarlarda alınıp satılıyorlardı. Ayrıca, Afrikalılar ve Kafkasyalılar, Mısır, Sudan, Anadolu ve Doğu Balkanlar'daki tarlaları işliyorlar, Afrikalı erkekler ise Arabistan' da ma­ denlerde çalışıyor veya inci dalgıçlığı yapıyorlardı. Buna rağmen onlar kendi­ lerine ait bir alan yaratıyor ve yaşamlarını etraflarındaki diğer insanlar gibi ya­ şıyor, büyüyor, aile kuruyor, çocuk sahibi oluyor ve yaşlanıyorlardı. Bu kitapta ortaya konan temel nokta, bireysel düzeydeki köleleştirme­ yi anlamanın yolunun onu bir patronaj ilişkisi durumu olarak görmekten geç­ tiğidir. Köleleştirmeyi daha iyi kavrayabilmek için onu bir ilişkiler ağının par­ çası olarak incelemeliyiz. Köleleştirmenin var olabilmesi için bir köleleştirene ve bir de köleleştirilene gerek vardır. Ayrıca, köleleştirmeyi, işlerin olması ge­ reken, doğal bir parçası olarak gören ve ona kabul edilebilir bir insan ilişkisi gözüyle bakan bir topluma da gerek var. İyi bilinen bir sınıflandırmayı yine­ lersek böyle bir toplumun üyeleri kabaca, failler, kurbanlar ve (göz yuman) seyircilere karşılık gelirdi. Ancak bu karşı gelişteki önemli bir değişiklik, sis­ temde, ilgacılığa yol açabilecek kölelik karşıtı ideolojiler şeklinde bir meydan 2 Ala in Testart, L 'esclavage, la dette et le pouvoir: Etudes de sociologie comparative, Edition Erran­ ce, Paris 2001, mesela 23. sayfa vd. bitiriş düşünceleri 235 okuma üretebilirdi. Bireysel ilişkilere ve onların toplum içinde yarattığı ağa bakarak, hem kişisel hem de grup deneyimi olarak köleliği anlayabiliriz. An­ cak bu şekilde, burada köleleştirilenlere atfedilen etkinliği gereği gibi değer­ lendirebilir ve onların köleleştirenlerle ilişkilerini, tabii ki işin bu boyutu da vardı ama, ezen-ezilen ikisilinden daha öte bir şey olarak görebiliriz. Bu bağlamda, bağlanmanın Osmanlı toplumlarındaki köleleştirmede ana öğelerden biri olmasının önemini vurguladım. Filipin çalışmalarındaki te­ mel, koruyucu-korunan kültürel nosyonuna göndermede bulunan Michael Salman şöyle yazıyor: "İnsanlar, akrabalık, karşılıklı ilişkiler ve diğer tür kar­ şılıklı yükümlülükler yoluyla içerilmek ve güçlenmek -bağlanmak da denebi­ lirdi- isterler. "3 İnsanlar, sosyal hiyerarşi içinde bir konum edinme yetenekle­ rini tehlikeye düşürebileceği için "bu tür ilişkiler ağından dışlanmaktan" kor­ karlar. Akrabalık bağlarını yitirdikleri ve ülkeleriyle olan kültürel ve sosyal bağlarının zalimce koparıldığı düşünüldüğünde durumun köleler için iki kat daha geçerli olduğu anlaşılır. Köleleştiren-efendiye olan ve güçlükle kazanıl­ mış bulunan bir yeniden bağlanmanın yitirileceği korkusu, yeni ortamları içinde köleleştirilenler için mevcut olan seçenekleri şekillendirmede önemli bir rol oynamaktaydı. Bu, itaatsizliğin sonuçlarını, kaçmayı veya davranış bi­ çimlerine karşı çıkmayı düşündüklerinde kaçınılmaz olarak köleleştirilenlerin seçim özgürlüklerini kısıtlıyordu. Köleleştirilenler bu tür davranışlara başvur­ duğunda, etkinlik konusunu onların davranışını yorumlarken dikkate almak ve davranışlarının, baş kaldırma ve kölelik bağlarını kırmak açısından ne denli güçlü bir arzu olduğunu değerlendirmek durumundayız. Bu kitabın her yerindeki vurgu, esasen bir aşağılanma durumunda olma­ larına karşın köleleştirilenlerin vakarlarını koruma mücadelesi üzerine oldu. Bi­ rinci Bölüm, köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinin temel özelliklerini gözden ge­ çirir ve bağlanmanın önemini vurgularken İkinci, Üçüncü ve Dördüncü bölüm­ ler ilişki çöktüğünde ne olduğuna bakıyor, bağların ihanete uğramasının sonuç­ larını inceliyorlar. Daha özelde, İkinci Bölüm, ihanete uğradıklarını hissettikle­ rinde kaçmayı tercih eden kölelerin ikilemini tartışıyor ve pek çok durumda, terk etmenin sadece belli bir köleleştiren-köleleştirilen ilişkisini değil köleleştir­ menin kendisini de açıkça reddetmek anlamına geldiğini ileri sürüyor. Üçüncü Bölüm'de, köleleştirilenler, köleleştirenlerle ilişkilerinde sorun çıktığında yardım için Tanzimat devletine başvuruyor, azat olmak veya en azından geçici olarak korunmak istiyorlardı. Devlet tarafından sorunları gi3 Michael Salman, The Embarrassment of Slavey: Controversies over Bondage and Nationalism in the American Colonial Phillipines, Ataneo de Manila University Press, Manila, 2001, s. 6. 236 bitiriş düşünceleri derilemeyen, köleleştirenler ile kopan bağlarını da tamir edemeyen bazı köle­ leştirilenler için kanuna karşı gelmek bir seçenek olmaktaydı. Bunların hangi koşullar altında hangi suçları işlediğini Dördüncü Bölüm' de inceledik. Fakat, köleleştiren-köleleştirilen ilişkisi iyi işlediğinde bile, köleleştirilenlerin pek ço­ ğu, sosyal yabancılaşmalarıyla başa çıkabilmek için tanıdık uygulamalara sa­ rılma ihtiyacı duyuyorlardı. Beşinci Bölüm, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleleştirilen deneyimlerinin bütünleyici bir unsuru ve büyüleyici bir olgu olarak kültürün korunmasını ele alıyor. Bütün bu temalar, köleleştirileni an­ latının merkezine koyan bir yaklaşımın çeşitli yüzleri olarak görülmeli. Bununla birlikte, sosyal bir fenomen olarak köleleştirmenin karmaşık yapısını vurgularken, onun köleleştirilen için olan sertliğini önemsizleştirmek türünden bir risk aldım. Kölelik gibi en aşırı bir tahakküm ilişkisinde bile bir derecede, sıklıkla büyük bir derecede, bir alışveriş unsurunun, köleleştiren­ köleleştirjlen ilişkisinin iyi çalışması için kullanılmak durumunda olduğunu tartıştığımda bu, neredeyse kaçınılmaz oluyor. Michael Salman'ın "köleliğin maddeleştirilmesi" olarak adlandırdığı ve Filipinler ve diğer yerlerde köleliğin ilgasını mümkün kılmak için gerekli olan karşıt yaklaşım da eş derecede so­ runludur. "Karmaşık ve nüfuz edici insan ilişkileri" diyor Salman, "insancıl var oluşun normatif dünyasından ayrı şeyler olarak indirgenmek ve yeniden şekillendirilmek durumundadır ki sosyal bir gövdeyi bütünüyle sarmalamış olan kanserli parçalar gibi oyulup çıkarılabilsinler. "4 Fakat, köleliğin evren­ sel bir sosyal olgu olarak ortaya çıkışını ve yaşamasını anlamak için şart olan "insanileştirme", onun varlığından dolayı ortaya çıkan muazzam maliyetleri gözden ırak tutmamıza yol açmamalı. Dolayısıyla, güç ve güçsüzlüğün, köleleştirme içinde asla yüzeysel veya "eşyalaştırılmış" bir bakışla görülebilecek kaba atıflar olmadığını anlamamız gerekiyor. Daha ziyade bunların her ikisi de, yaşamın pek çok kesitinde bir arada bulunuyor, sürekli olarak değişiyor, birbirlerini sınırlıyor ve yatıştırı­ yordu. Köleleştirenler mutlak güçlü olmadığı gibi köleleştirilenler de bütü­ nüyle güçsüz değildi ve bu güç ilişkileri, aynen diğer tür insan ilişkilerinin dö­ nemsel olarak veya arada sırada değişmesi gibi zaman içinde değişiyordu. Hayatın dinamiklerini sürekli olarak aklımızda tutmalı ve değişmeyen kate­ gorilerden oluşan katı bir modelden kaçınmalıyız. Kişilik ve koşullar, hane­ lerde ve haremlerde olduğu gibi tarlalarda, inci çıkaran teknelerde ve köleleş­ tirilen kişilerin yaşadığı ve çalıştığı diğer her yerde karmaşık bir ilişkiler dizi4 A.g.e., s. 268-269. bitiriş düşünceleri 237 limi yaratıyordu. Köleleştirilenlerin kendilerini bu ilişkiler içinde ve diğer kö­ leler arasında nasıl konumlandırdığı ve bu ilişkileri nasıl gördüğü bu kitabın temel kaygısı oldu. Köleleştiren ve köleleştirilen arasındaki ilişkinin ikili yö­ nünü ortaya çıkarmaya çalışırken, köleleştirilenler ve azatlılar tarafından oluşturulan manevi cemaatlerin kolektif yapısının da köleleştirilenlerin haya­ tında önemli bir rol oynadığını söyledim. Osmanlı köleliği bağlamında gereklilik ve meydan okuyuşu kendinde birleştiren diğer olgu da ev sahibi toplumlarda Afrika kültür öğelerinin ko­ runmasıydı. "Dinsel kültler ve mezhepler" diye yazıyor Milton Yinger, "en azından üyelerini yeni bir hayata taşımaya yardımcı olma potansiyeline sahipti. "5 "Kişiliğin kökten reorganizasyonunu da içerecek şekilde hızlı bir değişimi gerektiren durumlarda" bunlar bir "köprü işlevi" görebilirdi. Daha­ sı Richard Natvig, Zar'ın, Osmanlı topraklarına taşınan Afrikalılar için tam da böyle bir köprü işlevi gördüğüne inanmaktadır. Bu erkekler ve kadınlar moral bozukluğundan ve hastalıktan muzdariptiler ve Zar ile Bori gibi iyileş­ tirme kültlerinin onlar açısından bir güvenç kaynağı ve destek olması çok do­ ğaldı. Böylesi kült ayinleri, yerleşik din adamları ve bazen de Osmanlı yetki­ lileri tarafından eleştirildiği için, onların Afrikalılar tarafından korunmasının bir etkinlik ve baş kaldın göstergesi olarak görülebileceğini de önerdim. Açık­ çası, bunun üzerine sadece Afrikalı-Osmanlı bağlamında değil eskiden köle­ leştirilmiş olan diğer halkların, özellikle Çerkeslerin diasporalarına ilişkin olarak da daha fazla çalışmalar yapılmasına gerek var. Bu kitaptaki başlıca konulardan birisi de Tanzimat devletinin, Osman­ lı İmparatorluğu'ndaki kölelik deneyimi yaşayan bireylerin hayatlarını şekil­ lendirmedeki rolüdür. Yakın geçmişte, uzun 19. yüzyıldaki devletler ve impa­ ratorlukları, seçkinlerin sürekli merkezileştiren, baskı yapan araçları olarak görmek gibi bir eğilim vardı. Bunun aksine olarak, Osmanlı köleliği burada, köleleştiren-köleleştirilen ilişkisinde devletin gittikçe artan müdahalesinin as­ lında ilişkideki güçsüz ortağı koruduğu ve ona yaradığını tartışmak için yete­ rince kanıt sunuyor. Göstermeye çalıştığım gibi Tanzimat devleti, köle sahip­ lerinin mülkiyet hakları için olan geleneksel desteğini giderek artan bir biçim­ de çekti ve köleleştirilenlerin azat edilme iddialarına tedrici olarak olumlu bakmaya başladı. Osmanlı hükümeti, azat edilen kişilerin incinebilir bir du­ rumda olduklarının ve korumaya gerek duyduklarının bütünüyle bilincindey­ di. Bu kişilerin yeni işlere yerleştirilmeleri, yeniden bağlanmaları, yeni koru5 Aktaran Richard Natvig, "Richard Natvig, "Some Notes on the History of the Zar Cult in Egypt", Lewis ve diğ., Womeıı's Medicine içinde, s. 1 8 1 . 238 bitiriş düşünceleri yucular bulmaları gerekiyordu. Gerçekten de köleleştirilenler devleti koruyu­ cu ve bakıcı olarak görmeye başlamışlardı; devletten bunu bekliyor, onu bu­ nunla yükümlü olarak görüyorlardı. Mahkeme kayıtlarının, köleleştirilenlerin yaşamlarına girebilmek için başlıca anahtar olduğu konusunda herhangi bir şüphe olamaz. Belki de onla­ rı bir şekilde işitebilmek ve seslerini tahayyül edebilmek için bundan daha ya­ kına gidemeyeceğiz. Sesin ve eylemin yeniden oluşturulması için mahkeme kayıtlarına geniş olarak dayanırken, bu kaynaklara dikkatle ve eleştirel göz­ lerle yaklaşmak ihtiyacının başından beri farkındaydım. Yine de, köleleştiri­ lenlerin yaşam dramalarının gözler önüne serildiği yerler bu mahkemelerdi. Bu öyküler, becerikli yazarlar tarafından hayal edilmediği gibi yetenekli oyun yazarları tarafından icat da edilmedi. Onlar gerçekti ve şayet tüm verilerden bütünüyle emin olamıyorsak bile burada, bu noktada ayaklarımız sağlam bir zemine basıyor. Osmanlı mahkeme dosyalarında okuduğumuz örnekler daha geniş gerçeklikleri bütünüyle temsil etmese bile, çeşitli kaynaklardan edinebil­ diğimiz bilgilerle yanılmaz bir şekilde uyuşan bir gerçeklik duygusunu bize iletiyorlar. Sosyo-tarihsel olarak bağlama oturtulan ve daha esnek olan bir suçluluk tanımına izin vererek burada, toplumun bir bölütü için yapılan göz­ lemlerin geçerliliğini pekala ceza sisteminin sınırları dışına da genişletebiliriz. Ne bir kurum olarak kölelik, ne köle ticareti, hatta ne de bir sosyal ka­ tegori olarak köleler benim buradaki çabalarımın odağı oldu. Bu kitabın gön­ lünde daha ziyade, köleleştirilen erkek ile köleleştirilen kadın, onların kişisel köleleştirilme deneyimleri ve başlarına gelen belayla uğraşma yöntemleri yat­ maktaydı. Sosyal antropoloji ve kültürel çalışmalardaki yeni ve bir şekilde daha eski yaklaşımlar vurgudaki bu kaymayı olanaklı kıldı. Yardımcı olan başka bir şey de, sosyal tarihin yapısal yönlerindense insani yönlerini daha çok vurgulamayı talep eden değişim halindeki araştırma ortamıydı. Kaynak­ lar hep oradaydı ama ancak onların taze bir bakışla ele alınması yeni sonuç­ lar üretebilir ve yeni ufuklar açabilirdi. Eğer mahkeme sistemi, tiyatroyla bir karşılaştırmaya davetiye çıkarıyorsa, burada sahneye koymak istediğim ana kahramanlar, genç veya yaşlı, Afrikalı veya Çerkes, güçlü veya zayıf, cesur veya çekingen, delişmen veya uzlaşmacı olmak üzere köleleştirilmiş erkek ve kadınlardır. Onların yaşamları dikkatimizi, acıları merhametimizi, insanlık­ ları saygımızı ve baş kaldırılan hayranlığımızı hak ediyor. Övme niyetinde değilim ama güçlü insanlıklarının gösterilmesiyle bu kitabın gerçek kahra­ manları olarak ortaya onların çıktıklarını hissediyorum. Kaynakça ARŞİV KANAKLARI Başbakanlık Osmanlı Arşivi veya BOA, İstanbul [Türkiye Cumhuriyeti] Kullanılan tasnifler aşağıda verilmiştir. Referanslarda tasnif başlığından önce BOA kısalt­ ması kullanılmıştır. Ayniyat defterleri/Meclis-i Vala' dan kati ve sirkate dair, ciltler 470-502 ( 1 847-1 866) Cevde/Dahiliye Cevdet/Zaptiye İrade/Dahil iye İrade/Hariciye İrade/Şura-yı Devlet Meclis-i Vükela Mazbata ve İrade Dosyaları Bab-ı Ali Evrak Odası (BEO)/ Muhacirin Komisyonu Sadaret/Amedi Kalemi Evrakı Sadaret/Umum Vilayat Evrakı Yıldız tasnifi/ Meclis-i Tanzimat defterleri (ve diğer alt tasnifler) İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi İstanbul Üniversitesi KütüphanesiT1072, Arifi Bey'in Cidde Vali Kaymakamlığı'nda bu­ lunduğu zamana ait muhaberat-ı resmiye mecmuası, 9 . 1 8 8 7-2. 1 890 Foreign Ofice (FO), Public Record Office, Londra, Birleşik Krallık Aşağıdaki tasnifler kullanılmıştır. Referanslarda tasniflerden önce FO 1 95 kısaltması var­ dır. 195 198/82/X/M 005 1 8 541 881 The British Library, Londra, Birleşik Krallık Add MSS/Hekekyan Papers Anti-Slavery Society (ASS), Rhodes House Library, Oxford, Birleşik Krallık "Anti-Slavery Society"nin başına çoğunlukla "The British" veya "lnternational" sözcükle­ ri geliyor. KİTAPLAR VE MAKALELER Abou-El-Haj, Rifaat Ali, Formation of the Modern State: The Ottoman Empire, Sixteenth to Eighteenth Centuries, State University of New York Press, Albany, 1991. Agmon, iris, The Family in Court: Legal Culture and Modenity in Late Ottoman Palesti­ ne, Syracuse University Press, Syracuse, N.Y., 2005. 240 kaynakça Anderson, M. S., The Eastern Question, 1 774-1 923: A Study in International Relations, Macmillan, Londra, 1966. Austen Ralph, "The Mediterranean Islamic Slave Trade Out of Africa: A Tentative Cen­ sus", Slavery and Abolition, 1311, 1 992, s. 214-248. -, "The 19th Century Islaınic Slave Trade from East Africa (Swahili and Red Sea Coasts): A Tentative Census'', William Gervase Clarence-Smith (der.), The Economics of the lndian Ocean Slave Trade in the Nineteenth Century, Slavery and Abolition'ın özel sa­ yısı içinde, 9/3, 1 988, s. 21-44. Ayyıldız, Erol ve Osman Çetin, "Slavery and Islamization of Slaves in Ottoman Society ac­ cording to Canonical Registers of Bursa between the Fifteenth and Eighteenth Centuri­ es", devam eden araştırma üzerine basılmamış rapor, 1996. Baer, Gabriel, Egyptian Guilds in Modern Times, Israel Oriental Society, Kudüs, 1964. -, "Slavery and its Abolition", Baer, Studies in the Social Histoy of Moden Egypt için­ de, University of Chicago Press, Chicago, 1969, s. 161-189. -, "The Tanzimat in Egypt: The Pena! Code", Baer, Studies in the Social History of Mo­ dern Egypt içinde, University of Chicago Press, Chicago, 1969, s. 109-132. -, "The Trınsition from Traditional to Western Criminal Law in Turkey and Egypt", Stu­ dia Islamica, 45, 1977, s. 139-158. Barkey, Karen, Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route to State Centralization, Cor­ nell University Press, Ithaca, New York, 1994. Boddy, Janice, Wombs and Alien Spirits: Women, Men and the Zar Cult in Northen Su­ dan, University of Wisconsin Press, Madison, 1989. Bourguignon, Erika, "World Distribution and Patterns of Possession States", Raymond Prince (der.), Trance and Possession States içinde, R. M. Bucke Memorial Society, Montreal, 1968, s. 3-34. Brunschvig, R., "Abd", Encylopaedia of Islam, 2. Baskı, c. 2, E. J. Brill, Leiden, 1960, s. 24 vd. Burton, Richard Francis, Personal Narrative of a Pilgrimage to al-Madina and Meccah (der. Isabel Burton), Dover, New York, 1 964. Cohen, Robin, "Diasporas and the Nation-State: From Victims to Challengers", lnternati­ onal Affairs, 72, 1996, s. 507-520. -, Global Diasporas: An Introduction, University of Washington Press, Seattle, 1997. Constantinides, Pamela, "The History of Zar in the Sudan: Theories of Origin, Recorded Observation and Oral Tradition", Lewis, Al-Sai ve Hurreiz, Women's Medicine için­ de, s. 83-99. Crecelius, Daniel ve Gotcha Djaparidze, "Relations of the Georgian Memluks of Egypt with Their Homeland in the Last Decades of the Eighteenth Century", Jounal of the Economic and Social History of the Orient, 4513, 2002, s. 320-34 1. Davis, David Brion, " Looking at Slavery from Broader Perspectives", The 2001 American Historical Review Forum, American Historical Review, 10512, 2001, s. 452-484 (Peter Kolchin ve Stanley Engerman'ın katkılarını da içermektedir). Davison, Roderick H., Reform in the Ottoman Empire, 1 856-1 876, Princeton University Press, Princeton, 1963. Deringil, Selim, " 'They Live in a State of Nomadism and Savagery': The Late Ottoman Empire and the Post-Colonial Debate", Comparative Studies in Society and History, kaynakça 241 4512 Nisan 2003, s. 3 1 1-342. -, iktidarın Sembolleri ve İdeoloji. I .Abdülhamid Dönemi (1876-1 909), Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul, 2002. Doumani, Beshara (der.), Family History in the Middle East: Household, Property, and Gender, State University of New York Press, Albany, 2003. Duben, Alan ve Cem Behar, Istanbul Households: Marriage, Family and Fertility, 1 8801 940, Cambridge University Press, Cambridge, 1 9 9 1 . Türkçesi için bkz. Duben, Alan ve Cem Behar, İstanbul Haneleri. Evlilik, Aile ve Doğurganlık, 1 880-1 940, İ letişim Ya­ yınevi, İ stanbul, 1 996. Durugönül, Esma, "The lnvisibility of Turks of African Origin and the Construction of Turkish Cultural Identity: The Need for a New Historiography" , jounal of Black Stu­ dies, 3313, Ocak 2003, s. 281-294. Eickelman, Dale F., The Middle East and Cental Asia: An Antropological Approach, 3. baskı, Prentice-Hall, Upper Saddle River, New Jersey, 1998. Erdem, Y. Hakan, Slavery in the Ottoman Empire and its Demise, 1 800-1 909, Macmillan, Londra, 1996. Türkçesi için bkz. Osmanlıda Köleliğin Sonu, 1 800-1 909, çev. Bahar Tırnakçı, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004. Ertuğ, Hasan Ferit, "Musahib-i sani-i Hazret-i Şehryari Nadir Ağa'nın Hatıratı-1", Top­ lumsal Tarih, 49, Ekim 1998, s. 7-15. Fahmy, Khaled, Ali the Pasha's Men: Mehmed Ali, His Army and the Making of Modern Egypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1997. Türkçesi için bkz. Paşanın Adamları: Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ordu ve Moden Mısır, çev. Deniz Zarakolu, İs­ tanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010. Faroqhi, Suraiya, "The Ruling Elite between Politics and the 'Economy", Halil İnalcık ve Donald Quataert (der.), An Economic and Social History of the Ottoman Empire, 1 300- 1 9 1 4 içinde, Cambridge University Press, Cambridge, 1 994, s. 545-575. Türkçe­ si için bkz. " Siyaset ve 'Ekonomi' Arasındaki Yönetici Seçkinle r " , Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, 1 600-1 9 1 4 içinde, çev. Ayşe Berktay, Süphan Andıç ve Serdar Alper, c. 2, Eren, İstanbul, 2004, s. 669-698. -, Stories of Ottoman Men and Women, Eren, İstanbul, 2002. Ferchiou, Sophie, "The Possession Cults of Tunisia: A Religious System Functioning as a System of Reference and a Social Field for Reforming Actions", Lewis, Al-Safi ve Hur­ reiz, Women's Medicine içinde. Findley, Carter V., Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire, Princeton University Press, Princeton, 1 980. -, Ottoman Civil Officialdom: A Social History, Princeton University Press, Princeton, 1989. Fisher, Alan, " Chattel Slavery in the Ottoman Empire: Some Preliminary Considerations", John Ralph Willis (der.), Slaves and Slavery in Muslim Africa içinde, Frank Cass, Lond­ ra, 1985. Flaubert, Gustave, Voyage en Egypt: Edition integrale du manuscrit original, hazırlayan ve sunan Pierre-Marc de Biasi, B. Grasset, Paris, 1 9 9 1 . İngilizce bir çevirisi için bkz. Flau­ bert in Egypt, A Sensibility on Tour, çev. ve der. Francis Steegmuller, Academy Chica­ go Press, Chicago, 1 979. Geertz, Clifford, Works and Uves: The Anthropologist as Author, Stanford University 242 kaynakça Press, Stanford, 1 988. Ghazzal, Zouhair, "Discursive Formations and the Gap between Theory and Practice in Ottoman Shari'a Law", İslam hukukunda teori ve uygulama üzerine olan İkinci Joseph Schaht Konferansı'na sunulan tebliğ, Granada, İspanya, Aralık 1999. Güneş, Günver, "Kölelikten Özgürlüğe: İzmir'de Zenciler ve Zenci Folkloru '', Toplumsal Tarih, 1 1162, Şubat, 1999, s. 4-10. Hathaway, Jane, The Politics of Households in Ottoman Egypt: The Rise of the Qazdag­ lis, Cambridge University Press, Cambridge, 1 997. Türkçesi için bkz. Osmanlı Mısırı'nda Hane Politikaları: Kazdağlıların Yükselişi, çev. Ülkün Tansel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 2009. -, A Tale of Two Factions: Myth, Memory, and Identity in Ottoman Egypt and Yemen, State University of New York, Albany, 2003. Türkçesi için bkz. İki Hizbin Hikayesi: Osmanlı Mısırı ve Yemeni'nde Mit, Bellek ve Kimlik, çev. Cemil Boyraz, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan, Ekim 2009. Heyd, Uriel, (der. V. L. Menage), Studies in Old Ottoman Criminal Law, Clarendon Press, Oxford, 1973. Hilal, 'Irıad Ahmad, Al-Bagaya fi Mısr: Dirasa Tarihiyye ictimaiyya, 1 834-1 949, Al- 'Ara­ bi li-n-nashr wa-t-tawazi', Kahire, 200 1 . -, Er-rakik fi Misr fi-1-karn et-tasi' ashar, Al-'Arabi, Kahire, 1999. Hogendorn, Jan S., "The Location of the 'Manufacture' of Eunuchs'', Miura Toru ve John Edward Philips (der.), Slave Elites in the Middle East and Africa: A Comparative Study içinde, Kegan and Paul International, Londra, 2000, s. 41-68. Hourani, Albert, "The Ottoman Background of the Modern Middle East'', Albert Houra­ ni, The Emergence of the Moden Middle East içinde, Macmillan Press St. Antony's College işbirliğiyle, Oxford, Londra, 1 9 8 1 . Hunter, F . Robert, Eypt under the Khedives, 1 805-1 879, University o f Pittsburgh Press, Pittsburgh, 1 984. Hunwick, John, "Black Africans in the Mediterranean World: lntroduction to a Neglected Aspect of the African Diaspora ", Elizabeth Savage (der.), The Human Commodity: Perspectives on the Trans-Saharan Slave Trade içinde, Frank Cass, Londra, 1992, s. 5-38. -, " Islamic Law and Polemics over Race and Slavery in North and West Africa ( 16th-19th Century)'', Shaun E. Marmon (der.), Slavery in the Islamic Middle East içinde, Markus Wiener, Princeton, 1999, s. 43-68 . -, "The Religious Practices o f Black Slaves i n the Mediterranean Islamic World'', Love­ joy, Slavery on the Frontiers of Islam içinde, s. 149-155. Hurreiz, Sayyid, "Zar as Ritual Psychodrama: From Cult to Club", Lewis, Al-Safi ve Hur­ reiz, Women's Medicine içinde, s. 147-1 55. İslamoğlu, Huri ve Çağlar Keyder, "Agenda for Ottoman History", Huri İslamoğlu-İnan (der.), The Ottoman Empire and the World Economy içinde, Cambridge University Press, Cambridge, 1 987, s. 47-62. Jaimouhka, Amjad, The Chechens: A Handbook, Routledge Curzon, Londra, 2005. -, The Circassians: A Handbook, Richmond, Curzon, Londra, 200 1 . - (der.), Circassian Cuisine, Sanjalay Press, Amman, 2003. - (der.), The Cycles of the Circassian Nart Epic: The Fountain-Head of Circassian Myt- kaynakça 243 hology, Sanjalay Press, Amman, 2000. Jennings, Ronald, " Black Slaves and Freed Slaves in Ottoman Cyprus, 1590-1640", Jour­ nal of the Economic and Social History of the Orient JESHO), 3013, 1987, s. 286302. -, Christians and Muslims in Ottoman Cyprus and the Mediterranean World, 1 571-1 640, New York University Press, New York, 1993. Kiev, Ari (der.), Magic, Faith and Healing: Studies in Primitive Psychiatry, Jason Aranson, Northvale, 1996. Kunt, Metin, The Sultan's Servans: The Transformation of Ottoman Provincial Goven­ ment, 1 550-1 650, Colombia University Press, New York, 1 983; ayrıca bkz. Kunt, Me­ tin, Sancaktan Eyalete. 1 550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1 978. Lane, Edward W., Account of the Manners and Customs of the Modern Egyptians, Dover, New York, 1973 ( 1 . baskı, C. Knight, Londra, 1 836). Lee, Everett S., "A Theory of Migration", Demography, 311, 1 966, s. 47-57. Lewis, Bernard, The Emergence of Modern Turkey, 2. baskı, Oxford University Press, Londra, 1968. Lewis, 1. M., "Zar in Context: The Past, the Present and the Future of an African Healing Cult", Lewis, Al-Safi ve Hurreiz (der.), Women's Medicine içinde, s. 1-16. -, Ahmed Al-Safi ve Sayyid Hurreiz (der.), Women's Medicine: The Zar-Bari Cult in Af­ rica and Beyond, Edinburgh University Press, Edinburgh, 1991. Lopaschich, Alexander, "A Negro Comınunity in Yugoslavia ", Man, 58, 1 958, s. 169-173 . Lovejoy, Paul. E . , "Commercial Sectors i n the Economy o f the Nineteenth-Century Central Sudan: The Trans-Saharan Trade and the Desert-Side Salt Trade", African Economic History, 13, 1984, s. 87-95. -, "Identifying Enslaved Aricans in the African Diaspora", Lovejoy (der.), Identity in the Shadow of Slavery içinde, Continuum, Londra, 2000. -, (der.), Slavery on the Frontiers of Islam, Markus Wiener, Princeton, 2004. - (der.), Transformations in Slavery: A History of Slavery in Africa, Cambridge University Press, Cambridge, 2000. Lovejoy, Paul E. ve David V. Trotman (der.), Trans-Atlantic Dimensions of Ethnicity in the African Diaspora, Continuum, Londra, 2003. Lıtfi, Ahmed, Mirat-ı Adalet, Kitapçı Ohannes, İstanbul, 1304 [1 886-1 887]. Makdisi, Ussama, "Ottoman Orientalism", American Historical Review, 1 07/3, Haziran 2002, s. 768-796. Marta!, Abdullah, "Afrika'dan İzmir'e: İzmir'de Bir Köle Misafirhanesi " , Kebikeç, 10, 2000, s. 1 71-1 86. McKnight, Kathryn Joy, " 'En su tierra lo aprendi6': An African Curandero's Defense be­ fore the Cartagena lnquisition'', Colonial Latin American Review, 1 211, Haziran, 2003, s. 63-85. Miller, Joseph C., " Retention, Re-invention, and Remenbering: Restoring Identities throu­ gh Enslavement in Africa and under Slavery in Brazil'', Jose C. Curto ve Paul E. Love­ joy (der.), Enslaving Connections: Changing Cultures of Africa and Brazil during the Era of Slavery içinde, Prometheus/Humanity Books, Amherst, New Y ork, 2003, s. 8 1 121. 24 kaynakça -, (der.), Slavery and Slaving in World History: A Bibliography, c. 2, M. E. Sharpe, Ar­ monk, New York, 1 999. Miller, Ruth Austin, From Fikh to Fascism: The Turkish Republican Adoption of Mussolini's Criminal Code in the Context of Late Ottoman Legal Reform, basılmamış doktora tezi, Princeton University, Haziran 2003. Mintz, Sidney W. ve Richard Price, An Anthropological Approach to the Afro-American Past: A Caribbean Perspective, lnstitute for the Study of Human lssues, Philadelphia, 1976. Mirzai, Behnaz A., "Arican Presence in Iran: Identity and Its Reconstruction in the 19th and 20th Centuries'', Revue française d'histoire d'outre-mer, (RFHOM), 89/336-337, 2002, s. 229-246. el-Misri, Fatima, Az-Zar: Dirasa nafsiyye ve-antpolciyya, El-Hay'a el Misriyya al- 'Amma li-1-Kitab, Kahire, 1 975. Mitchell, Timothy, Colonizing Egypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1988. Modarressi, Taghi, "The Zar Cult in South Iran", Raymond Prince (der.), Trance and Pos­ session States içinde, R. M. Bucke Memorial Society, Montreal, 1 968, s. 149-155. Montana; Tsmael Musa, "Ahmed ibn el-Kadı el-Timbuktavi on the Bari Ceremonies of Tu­ nis", Lovejoy, Slavery on Frontiers içinde, s. 173-198. Mufwene, Salikoko S., The Ecology of Language Evolution, Cambridge University Press, Cambridge, 200 1 . Natvig, Richard, "Some Notes on the History o f the Zar Cult in Egypt", Lewis, Al-Safi ve Hurreiz, Women's Medicine içinde, s. 178-188. Olpak, Mustaa, Kenya-Girit-İstanbul. Köle Kıyısından İnsan Biyografileri, Ozan Yayıncı­ lık, İstanbul, 2005. Owen, Roger, The Middle East and the World Economy, 1 800-1 914, düzeltilmiş yeni bas­ kı, 1. B. Tauris, Londra, 1 993. Özel, Oktay, "Population Changes in Ottoman Anatolia during the 1 6th and 1 7th Centu­ ries: The 'Demographic Crisis' Reconsidered", International Journal of Middle East Studies (l]MES), 3612, Mayıs 2004, s. 1 83-205. Parlatır, İsmail, Tanzimat Edebiyatında Kölelik, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1 987. Patterson, Orlando, Slavery and Social Death, Harvard University Press, Cambridge, 1 982. Peirce, Leslie, Moraliy Tales: Law and Gender in the Ottoman Court of Aintab, Univer­ sity of California Press, Berkeley, 2003. Türkçesi için bkz. Ahlak Oyunları 1 540-1541, Osmanlı'da Ayntab Mahkemesi ve Toplumsal Cinsiyet, çev. Ülkün Tansel, Tarih Vak­ fı, İstanbul, 2005. Philips, John Edward, "Slavery as a Human lnstitution'', Toronto, Kanada'daki York Üniversitesi'nde yapılan "Slavery, Islam, and Diaspora" konferansında verilen tebliğ, 23 Ekim 2003. Price, Richard, "lnvitation to Historians: Practices of Historical Narrative", Rethinking History, 513, 2001, s. 357-365. -, "The Miracle of Creolization: A Retrospective", New West Indian Guide, 75, 2001, s. 35-64. -, "Paramaribo, 1 710: Violence and Hope in a Space of Death", Common-Place: The In­ teractive ]ournal ofEarly American Life, 314, Temmuz 2003, http:/commonplace.dre- kaynakça 245 aınhost.com//vol.03/no-04/paraınaribo/index.shtınl. Prudent, Laınbert-Felix ve Ellen M. Schnepel, "Giriş", Prudent ve Schnepel (der.), Creole Movements in the Francophone Orbit, International Journal of the Sociology of Language'in özel sayısı içinde, Mouton de Gruyter, Berlin, 1993, s. 5-13. Qardenghwsch', Ziraınikw (çev. Amjad Jaimouhka), Circassian Proverbs and Sayings, Sanjalay Press, Amman, s. 2003. Resmi, Ahmed Efendi, Hamiletü'l-Kübera (haz. Ahmet Nezihi Turan), Kitabevi, İstanbul, 2000. Richardson, David (der.), Routes to Slavery: Direction, Ethnicity, and Mortality in the Transatlantic Slave Trade, Frank Cass, Londra, 1997. Rick, Thomas M. "Slaves and Slave Traders in the Persian Gulf, 1 8th and 19th Centuries: An Assesment", William Gervase Clarence-Smith (der.), The Economics of the Indian Ocean Slave Trade in the Nineteenth Century, Slavery and Abolition'ın özel sayısı için­ de, 9/3, 1 988, s. 60-70. Robertson, Claire C. ve Martin A. Klein (der.), Women and Medicine in Africa, University of Wisconsin Press, Madison, 1 983. Sagaster, Börte, "Herren" und "Sklaven ": Der Wandel im Sklavenbild Türkischer Litera­ ten in der Spitzeit des Osmanischen Reiches, Harrasowitz, Wiesbaden, 1 997. Salama, Ovadia, "Avadim be-va'alutam shel Yehudim ve Notsrim bi-Yerushalayim ha-Ot­ hmanit" (Osmanlı Kudüs'ünde Yahudiler ve Hristiyanların Sahip Olduğu Köleler), Ka­ tedra, 49, Eylül 1988, s. 64-75 (İbranice). Salman, Michael, The Embarrasment of Slavey: Controversies over Bondage and Natio­ nalism in the American Colonial Phillipines, Ateneo de Manila University Press, Mani­ la, 2001 . Seng, Yvonne, "A Liminal State: Slavery i n Sixteenth Century Istanbul'', Shaun E . Mor­ mon (der.), Slavery in the Islamic Middle East içinde, Markus Wiener, Princeton, 1999, s. 25-42. Sengers, Gerda, Women and Demons: Cult Healiıg in Islamic Egypt, E. j. Brill, Leiden, 2003. Şeni, Nora, "Fashion and Women's Clothing in the Satirical Press of Istanbul at the End of the 1 9th Century", S. Tekeli (der.), Women in Moden Turkish Society içinde, Zed Bo­ oks, Londra, 1994, s. 24-45. -, "Ville Ottomane et representation du corps feminin", Les temps modenes, Temmuz­ Ağustos 1 984, s. 66-95. Shami, Seteney Khalid, Ethnicity and Leadership: The Circassians in ]ardan, Ann Arbor, University Microfilms lnternational, Michigan, 1 985. Shaham, Ron, "Masters, Their Freed Slaves, and thc Waqf in Egypt (Eighteenth-Twentieth Centuries), JESH0,4312, 2000, s. 1 62-188. Soulodre-La France, Renee. "Socially Not So Dead! Slave Identities in Bourbon Nueva Granada", Colonial Latin American Review, 10/l (Haziran 2001 ): 87-103. Spaulding, Jay, "Slavery, Land Tenure, and Social Class in the Northern Turkish Sudan", Intenational Journal ofAfrican Historical Studies, 1 5/1, 1982, s. 1 -20. Stouffer, Samuel A., "lntervening Opportunities and Competing Migrants" , Journal of Re­ gional Studies, 2, 1 960, s. 1 -26. Stuart, Stephanie, "Dominican Patwa-Mother Tongue or Cultural Relic? " , Prudent ve Sch- 246 kaynakça nepel, Creole Movements içinde, s. 57-72. Sweet, James H., Recreating Africa: Culture, Kinship, and Religion in the African-Portugu­ ese World, 1 441 - 1 770, University of North Carolina Press, Chapel Hill, 2003. Taner, Tahir, "Tanzimat Devrinde Ceza Hukuku" , Tanzimat I: Yüzüncü Yıldönümü Mü­ nasebetiyle içinde, Maarif Vekaleti, Ankara, 1940, s. 221-232. Testart, Alain, L'esclavage, la dette et le pouvoir: Etudes de sociologie comparative, Editi­ on Errance, Paris, 2001. Toledano, Ehud R., "Where Have Ali the Egyptian Fellahin Gone To? Labor in Mersin and Çukurova during the Second Half of the Nineteenth Century", Mersin Üniversitesi, Center for Urban Studies, Mersin, the Mediterranean, and Modenity: Heritage of the Long Nineteeenth Century içinde, Mersin Üniversitesi Yayınları, Mersin, 2002, s. 2128. -, "The Concept of Slavery in Ottoman and Other Muslim Societies: Dichotomy or Con­ tinuum? '', Miura Toru ve John Edward Philips (der. ), Slave Elites in the Middle East and Africa: A Comparative Study içinde, Kegan and Paul International, Londra, 2000, s. 159-176. -, "Social and Economic Change in the 'Long Nineteenth Century"', Martin Daly (der. ), The Cambridge History of Egypt içinde, c. 2, Cambridge University Press, Cambridge, 1 998, s. 252-284. -, Slavery and Abolition in the Ottoman Middle East, University of Washington Press, Se­ attle, 1 998. -, "The Emergence of Ottoman-Local Elites ( 1 700-1800): A Framework of Research", 1. Pappe ve M. Maoz (der.), Middle Eastern Politics and Ideas: A History (rom Within içinde, Tauris Academic Studies, Londra, 1 997, s. 145-162. - (çev. Y. Hakan Erdem), Osmanlı Köle Ticareti, 1 840-1890, Türkiye Ekonomik ve Top­ lumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1994. -, "Mehmed Ali Pasha", Encyclopaedia of Islam, 2. baskı, c. 7, E. J. Brill, Leiden, 1 991, s. 423-43 1 . -, State and Society in Mid-Nineteenth-Century Egypt, Cambridge University Press, Cambridge, 1 990. -, The Ottoman Slave Trade and its Suppression, 1840-1890, Princeton University Press, Princeton, 1 982. -, "The Legislative Process in the Ottoman Empire in the Early Tanzimat Period: A Foo­ tnote'', International ]ournal of Turkish Studies, 1 112, 1 980, s. 99-108. Troutt Powell, Eve M., "Will That Subaltern Ever Speak? Finding African Slaves in the Historiography of the Middle East", lsrael Gershoni, Amy Singer ve Y. Hakan Erdem (der.), Middle East Historiographies. Narrating the Twentieth Century içinde, Univer­ sity of Washington Press, Seattle, 2006. Tucker, Judith, Women in Nineteenth-Century Egypt, Cambridge University Press, Camb­ ridge, 1985. Velidedeoğlu, Hıfzı Veldet, "Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat", Tanzimat I: Yüzün­ cü Yıldönümü Münasebetiyle içinde, Maarif Vekaleti, Ankara, 1 940, s. 139-209. Vertovec, Steven, "Three Meanings of 'Diaspora', Exemplified among South Asian Religi­ ons", Diaspora, 613, Kış 1 997, s. 277-299. Vryonis, Speros, Jr., "Religious Changes and Patterns in the Balkans, 14th-1 6th Centuri- kaynakça 247 es" , Henrik Birnbaum and Speros Vryonis Jr. (der.), Aspects of the Balkans: Continu­ ity and Change içinde, Mouton, La Hey, 1972, s. 151-176. Yalman, Ahmed Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Cilt 1: 1 888- 1 9 1 8, Yenilik Basımevi, İstanbul, 1 970. Yazbak, Mahmoud, Haifa in the Late Ottoman Period, 1 864- 1 9 1 4: A Muslim Town in Transition, E. J. Brill, Leiden, 1998. Yerasimos, Stefanos, Questions d'Orient: Frontieres et Minorites des Balkans au Caucase, Livres Heredote, Editions La Decouverte, Paris, 1993. Ze'evi, Dror, An Ottoman Century: The District ofJerusalem in the 1 600, State University of New York Press, Albany, 1996. -, "The Use of Ottoman Shari'a Court Records as a Source for Middle Eastern Social His­ tory: A Reappraisal'', Islamic Law and Society, 511, 1998, s. 35-56. Zelinsky, Wilbur, "Coping with the Migration Turnaround: The Theoretical Challenge", Internationa/ Regional Science Review, 212, 1977, s. 1 75-178. -, "The Demographic Transition: Changing Patterns of Migration", P. Morrison (der.), Population Science in the Service of Mankind içinde, lnternational Union for the Scien­ tific Study of Population, Liege, 1 979, s. 1 65-1 88. -, "The Impasse in Migration Theory: A Sketch Map for Potential Escapees", Peter A. Morrison (der.), Population Movements: Their Forms and Functions in Urbanization and Development içinde, Ordina, Brüksel, 1 983, s. 21-49. Zilfi, Madeline C., "Goods in the Mahalle: Distributional Encounters in Eighteenth-Cen­ tury Istanbul'', Donald Quataert (ed), Consumption Studies and the History of the Ot­ toman Empire, 1 550- 1 922: An Introduction içinde, State University of New York Press, Albany, 2000, s. 289-3 1 1 . -, "Servants, Slaves, and the Domestic Order in the Ottoman Middle East", Hawwa, 211, 2004, s. 1 -33. Dizin Abaza 1 17, 121 Abkaz, Abkaslu 1 19 Abdülaziz, Sultan ( 1 861-1 876) 79, 82, 163-164 Abdülhamid il, Sultan ( 1 876-1908), 70, 125, 1 3 1, 1 33, 2 14 Achian, Abuk 3-5 Adapazarı 121, 124 193, 222, 230, 235, 237 azatlı 1 7, 29, 46, 52, 64-65, 70-72, 78, 8 1 , 9 1 , 95, 104-106, 108- 1 1 0, 120, 1251 33, 142, 147, 149-150, 156, 1 89190, 193, 1 96, 205, 210, 222-223, 231 azatlılar 71, 105, 124-128, 1 30, 135, 150, 152, 223, 237 Adige 12, 8 6 Adigece 1 2 , 109, 124 Babıali 80, 86, 89, 95, 120, 121, 129 Afrikalı-Amerikalılar ve köleleştirme 1, 3, 5-7, 10, 1 3-18, 21-24, 28, 30, 37, 40, Baggara 3 43-44, 47-48, 50-54, 63, 65, 67-68, 71, 8 1 , 89, 91, 102, 107, 109, 1 141 15, 1 1 7-1 1 8, 128, 150, 229, 233-236 bağlanma (bağlanmak) 27-29, 55, 100, 130, 145, 148-152, 155, 157, 159, 190, 222, 235, 237 Balkanlar l l , 49, 1 82, 209, 234 Ahmed Cevdet Paşa 213 Basra Körfezi 1 95, 220 Aile 13, 15, 18, 23, 25-30, 36, 40, 42, 49, 55, 58, 66-67, 72, 78, 81, 87-94, 1 1 6- Batum 1 1 9 1 17, 1 19-120, 122-124, 130, 1 32, 142, 145, 148, 160, 165, 167, 171, 1 74-175, 179, 1 82-185, 1 89, 197, 203, 205-206, 213, 221-222, 225, 230, 234 Akdeniz 1, 4, 7, 9-1 1 , 37, 42, 44, 81-82, 105, 164, 1 87-188, 1 95, 2 1 1 , 226, 229, 231 Akhisar 1 1 , 193 başkaldırı 7, 1 84-1 85 Bedevi (Bedeviler) 1 1 , 36, 60, 76, 85, 107, 1 80, 229 Belucistan 1 94, 1 99, 219 Biga 1 73 Bingazi 51-52, 70, 105-106, 1 30-1 3 1 , 135 Bori 31, 42, 1 85, 1 89, 1 99-204, 208, 210, 221-222, 228, 237 Brezilya 18, 43, 212 Bulgar 210, 217 Ali Rıza Paşa (Bingazi Valisi) 105 Bulgaristan 1 16, 163 Amhara 201 Bursa 51, 62, 156, 1 90, 217 Antakya vii Bush, George W. 7, 35 Antalya 1 1 , 42-43, 193 Büyük Britanya, Britanya 2, 1 0, 48, 56-57, Arap vilayetleri (Osmanlı) 60 59-63, 65-67, 69, 72-76, 79, 81-85, Arifi Bey 60-61 88, 91, 94-95, 97, 101-103, 105, 107- Avrupa 9-10, 22, 31-32, 49, 53, 56, 99- 108, 125, 128-130, 133-137, 159, 100, 141, 153, 206 Aydın 1 1 , 5 1 , 1 3 1 , 1 93 1 73, 1 80 azat 1 6-17, 21-22, 24, 29-30, 36-37, 46, 5 1 -53, 56-59, 61-71, 74-75, 78-86, 91, 95-96, 100-109, 1 1 1-1 12, 1 16, 120-121, 124, 126-133, 136, 143, 150, 165, 1 69, 177-178, 183-185, Canpulad Bey 1 1 5 Cariye (cariyeler) 1 1-12, 30, 5 7 , 59, 6 1 , 6 3 , 77-78, 9 5 , 104, 120, 1 24, 126127, 1 53, 1 55, 160, 165, 1 76 Cariyelik 1 1 , 18- 1 9, 77, 91 250 dizin Cezayir 1 0 Cidde 57, 59-62, 67, 72, 76, 8 5 , 91-92, Godya 1 8 9- 1 92, 203, 208, 216, 218, 222224, 228 95-97, 107-108, 129, 131, 1 34-135, Goree Adası 7, 35 1 72, 180 Gürcü (Gürcüler) 12-13, 29, 39, 49, 108 Cumberbatch, konsolos 73-74, 81-82 Gürcistan228 Çad 229 Habeş 107, 148 Çarşamba 1 1 9, 121 Habeşistan 59, 95 hadım (hadımlar) ayrıca bkz. Harem ağa­ Çerkes (Çerkesler) 5, 12-13, 28-30, 3637, 39, 49, 63, 66-67, 77, 80, 86-87, 89, 90, 92-95, 104, 108-109, 1 13-125, ları, 13-14, 28, 52, 58-59, 63, 94-97 hane (haneler) 12-14, 1 8, 23-27, 29-31, 139, 143, 152, 1 69, 1 74, 1 76-1 77, 58-59, 62, 64, 66-68, 72, 75, 77-78, 1 79, 1 82-1 84, 1 87-188, 213-215, 221, 85, 89, 91-93, 99, 101, 1 10, 1 1 3-115, 223, 225, 230-23 1, 237-238 Çerkezistan 228 ' Dana Bayramı 192-193, 209-210, 212, 215 Darüssaade Ağası 13 Devşirme 29 Dinka 3-4 direniş 7, 44, 93, 97, 147, 152, 176-177, 179-180, 1 82-1 83, 1 8 7 Drama 1 70 Diyarbekir 126 128, 1 3 1 , 144-145, 147-148, 150, 155, 159-160, 164, 167, 1 71 - 1 73, 177-179, 1 84, 1 88, 201, 206, 217, 225, 227-229, 236 Hanya 84 harem (haremler) 12-13, 28, 30, 52-53, 58-59, 75, 77-78, 89, 94-95, 97, 1641 65, 1 75, 1 80, 206, 228, 236 Harem ağası (harem ağaları) 52-53, 95-97 Hasan Fehmi Paşa ( İzmir valisi), 1 93 Hemings, Sally 6-7 Hicaz 60-62, 8 1 , 85-86, 107, 127, 130, Edirne 1 83-184 El Timbuktavi 199, 201-202, 205, 210, 220, 228 elit (elitler) 12, 20, 24-26, 28, 59, 63, 67, 1 75, 1 80, 195, 200, 229 Hint 44, 100 Hindistan 1 O, 48 Hudeyde 129, 1 3 1 99, 102, 1 14, 147, 179 Elmalı 154-155 esirci (esirciler) 12, 51, 58, 61, 69, 77-83, 87-88, 92, 105, 107, 1 14, 1 1 8- 1 1 9, 130, 132, 148, 154, 156-159, 1 6 1 , 1 74, 1 76-178 Etiyopya 96, 194-195, 200-201, 203, 206, 208, 228 evlilik, evlenme 12, 19, 25, 27, 42, 76, 9 1 , 150, 153, 165-166, 219-221 fahişe 155-156, 1 58, 160-161 fahişelik 28, 1 30, 150, 153-156, 159-162 İran 42-43, 190, 1 93-194, 1 99, 21 9-220, 225 İskenderiye 79, 8 1 -82, 1 13, 160 İsmail, Hıdiv ( 1 8 63-1 879) 79, 206 İsrail 49, 230 İstanbul viii, 21, 23, 26, 42, 46-47, 49, 5 1 , 58-60, 63, 69-70, 74, 77, 79-80, 8689, 90, 93-96, 99, 103, 106, 1 1 0, 1 13121, 125-126, 129-133, 135-137, 143, 145, 150, 155-157, 159, 163, 166, 169-172, 175-176, 1 80, 183-184, 1 89-194, 1 96, 199, 201, 204, 208, 216-217, 219, 226-227 Girit 47, 84 istismar 77, 79, 94, 128, 145, 149, 153, 157 dizin 251 İşkodra 42, 85 Mahkeme kayıtları (İslimi ve Nizami), 32, İzmir 1 1, 5 1 , 73-74, 79, 8 1-82, 8 8, 1 3 1 , 171, 190-194, 1 9 6 , 2 0 1 , 204, 208, Makedonya 57, 75 210-212, 215, 2 1 9, 228 50, 142, 153, 1 74-175, 238 Manastır 84 Manisa 73 Jeferson, Thomas 6-7 Johannesburg 48 Marinitch, Hugo 94-95, 125, 130, 137 marjinallik 14, 27, 29, 43, 65, 1 8 9, 213- Kaçma, bkz. başkaldırı ve direniş, kaçak 214, 2 1 8 köleler 4, 31, 33, 55-56, 60, 63-64, marjinaller 20, 2 1 3 66, 68, 70-73, 75, 8 1-83, 87-88, 91, Massava 5 6 93-97, 106-107, 1 17, 1 38, 147-149, Meclis-i Vali 5 1 , 8 0 , 8 9 , 103, 1 1 3, 1 16- 152, 159-1 60, 163-165, 168, 1 75, 1 8 1 , 235 Kafkasya 12, 36, 46, 86, 101, 1 1 6, 121, 123, 142, 213, 215, 228, 230, 234 Kahire 13, 27, 77, 107, 1 14, 128, 148149, 156, 159-161, 1 82, 206, 228 1 1 7, 126-2 1 7, 141, 145-147, 150, 152, 163-173, 1 75-178, 1 80 Medine 96-97, 107, 175, 1 80, 203 Mehmed Ali Paşa, Mısır valisi ( 1 8051 849)102, 156, 160, 1 8 0, 200, 205 Mekke 6 1-62, 95-97, 107, 1 72-173, 203 Karadeniz 121, 143, 152, 1 63, 217 Melez 40-41, 1 87, 1 99-200, 221 Karayip (Karayipler) 2, 43, 225-226, 228 melezlik 199 Kars 86 Mısır 1 0- 1 1 , 13, 1 8, 24, 26, 29, 5 1 , 53, 56, 64, 67, 77, 79, 8 1 , 92, 95-97, 102, 107-108, 1 13, 1 14, 1 1 8, 127, 148- Kenya 47, 229 Kıbrıs 5 1 , 92, 151 Kolbaşı 52, 109, 1 55, 1 89-1 9 1 , 1 93, 208209, 213, 216-219, 222-224 Korfu 94 Köleliğin ilgası 16, 21, 53, 236 Köstence 1 14, 1 74-175 kreol 1 87, 225-227, 229 kreolleşme 37, 40-41 , 43, 1 87-1 88, 193- 149, 153, 156, 160- 1 6 1 , 179-180, 1 82, 1 95-201, 203-206, 208-209, 219-220, 228-229, 234 Minye 1 8 1 - 1 82 Muhacirin Komisyonu 86, 1 14-1 18, 121124, 132, 1 74, 183 Murad V, Sultan ( 1 876) 95-97 1 94, 200-201, 206, 208, 220-230 Kudüs 5 1 Oromo 201 kul/harem köleliği 13-14, 1 7, 1 9-20, 26, 28, 3 1 , 58, 63, 94-95, 97, 99, 101, Ödemiş 1 1 , 1 63, 1 93 1 14, 1 16, 153, 227 kundaklama 33, 162 Patron, patronaj 7, 10, 22, 25-27, 37, 56, kundakçılık 142, 144, 162-166, 176 100, 102, 1 15, 128, 142, 150-151, Kuzey Afrika 10-1 1 , 27, 36, 41-42, 59, 233-234 63, 88, 132, 1 99-201, 2 1 1 , 226, 229 polis (Osmanlı) bkz. zaptiye 5 1, 79-80, Kütahya 154-155, 168, 1 8 3 103, 106, 109, 1 1 8-1 1 9, 130, 132, Libya 1 0 , 2 6 , 5 1 , 56, 70 135-1 37, 142-143, 145, 148, 1 52-153, 159-160, 162, 1 64, 1 75 - 1 76, 1 78, Londra 5, 53, 57-58, 74, 80- 8 1 , 84, 91, 1 8 1 , 223 94, 105, 1 34-135 Lübnan 1 34 Roma 100 252 dizin Rus 12, 86, 230 1 16, 1 1 8-128, 1 32-133, 135-136, 138- Ruslar 86, 1 1 7 139, 141-142, 144, 147, 152, 155, Rusya 49, 86-87, 101 161-162, 164, 166, 169, 175, 1 83, 185, 190, 213-214, 224, 230, 235, 237 Safeviler 49 Samsun 1 19, 121 tarımsal kölelik (Osmanlı) 49, 86, 92, 1 16, 123-124 Savakin 61, 107 Tekfurdağ 89-90, 92-93 seçkinler 12, 14, 17, 25, 27, 95, 1 1 1 , 1 3 9, Tırhala 167 Tire 1 1 , 131, 1 93 143, 1 98, 205-206, 213-215, 226-228, 237 Torbalı 1 1 , 131, 1 93 Selanik 22, 95, 1 10-1 1 1 , 1 64-165, 201 Trablusgarp (Trablus) 41, 56-59, 8 8, 92, Senegal 7, 35 Slav (Slavlar) 209, 227 Trabzon 21, 1 1 9-121, 152, 169-170, 1 76 Söke 1 1, 1 93 Travma 159, 222 suç 1, 6, 17, 1 9, 33, 36, 76, 80, 106, 129, Tunus 10, 26, 105, 191, 199, 201-202, 138-,1 39, 142-146, 148-155, 157-158, 105, 127, 1 3 1 , 135 205, 210, 228 161-163, 1 65-167, 169, 1 71, 175-176, 183, 217, 236 Uganda 229 suçluluk 1, 238 Sudan 3, 18, 61, 149, 161, 1 82, 194-201, 203-206, 208, 219, 221, 228-229, 234 suistimal 1 9, 55-56, 62, 68, 70, 73-76, 80, Ülgün 41, 191, 210 ümmüveled 30, 78-79 Ürdün 49, 230 83-84, 86, 90, 97, 106, 128, 141, 148, Üsküp 57, 75 1 70, 1 74, 224 Üsküdar 5 1 Suriye 26, 58 Svahili 1 94 Varna 1 1 6, 143, 150, 163, 2 1 7 Şam 58-59, 64, 79, 88, 98, 201 Yaver Bey 204-205, 224 Şeriat 31, 50-51, 56, 62, 65, 84, 88-90, 103-1 05, 1 1O-1 1 1, 1 1 8 -120, 123, 125, Yemen 59, 129-130 Yunanistan 95, 1 1 1 , 1 64, 167, 170 127, 141, 144, 146, 151, 154, 160, 1 70, 1 72-173 Zagrep 42 Şumaflar 89-90, 92-93 zaptiye 69-70, 73, 80, 82, 103, 129-130, 1 36, 177, 184 Şura-yı Devlet 52, 70, 95, 121, 123, 132 Zar 23, 3 1 , 42, 1 85, 193-209, 21 1-213, Tanzimat 26, 50-51, 65-66, 70-71, 79, 82, Zephaniah, Benjamin 2-4 şer'i 167, 169 216-224, 237 87, 98, 100-105, 108-110, 112, 1 14, zorunlu göç 10, 35, 37-39, 41, 49, 55