Tragedya.
Sayı: 54 Bahar 2008
Yapı Kredi Yayınlan: 2674
Cogito
Üç aylık düşünce dergisi
Sayı: 54 Bahar, 2008
ISSN 1300-2880
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş.
adına sahibi:
HALiL TAŞDELEN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
ASLIHAN DiNÇ
Dergi Editörü:
ŞEYDA ÔZTÜRK
Yayın Kurulu:
NURi Al<BAYAR, ŞEYLA BENHABİB,
BESiM F. DELLALOGLU, YüCELDEMİREL,
ZEYNEP DiREK, MÜNİR GôLE, FERDA KESKiN,
M. SABRI Koz, KAAN H. ÔKTEN,
MEHMET RİFAT, ZEYNEP SAYIN,
Genel Yayın Yönetmeni:
RAŞİTÇAVAŞ
Halkla İlişkiler:
HALUKDAG
Reklam:
SERKAN KALKANDELEN
Yazışma Adresi:
COGİTO
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş.
İstiklal Caddesi, No: 161 Beyoğlu 34433/İstanbul
Tel.: (0212) 252 47 00 (pbx)
Faks: (0212) 293 07 23
E-posta: ykykultur@ykykultur.com.tr
E-posta: seyda.ozturk@ykykultur.com.tr
İnternet adresi: http://www.cogitoyky.com
http://alisveris.yapikredi.com.tr
Yayın Türü:
Yere! süreli
GOVEN TURAN
Katkıda Bulunanlar:
KORKUT TANKUTER
Grafik Tasarım:
Partner of "European Network of Cultural Journals - Eurozine"
"Avrupa Kültürel Yayınlar Ağı - Eurozine" Üyesi
www.eurozine.com
FARUK ULAY, AKGÜL YILDIZ
Yayın Sekreteri:
GüLAY KANDEMİR
Renk Ayrımı I Baskı:
MAS MATBAACILIK A.Ş.
Hamidiye Malı. Soğuksu Cad. No: 3
Kağıthane-İstanbul
Tel.: (0212) 294 10 00
E-posta: info@masmat.com.tr
Cogito'da yayımlanan tüm yazıların
sorumluluğu yazarına aittir.
Dergide yer alan yazılar kaynak gösterilmek
kaydıyla yayımlanabilir.
Yayın Kurulu, dergiye gönderilen yazılan
yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir.
Gönderilen yazılar iade edilmez.
Sertifika No: 1206-34-003513
Bu
Sayıda:
Cogito'dan
5 • Tragedya
Rüzgar Gülü
8 • Tarihi Yargılıyorum•Hayat Kaos Olmasın! •Paul Ricreur'ün Felsefi
Yolculuğu• Mübeccel B. Kıray'ın Ardından•Trajik Ölüme Şarkılı
İnkar•Egemen İstisna Uykudan Uyanır mı?•Toprak, İnsan, Ad
Yeni Perspektifler
29 • Haldun Gülalp•Jean-Jacques Rousseau'nun İkilemi: Türkiye'de
Vatandaşlık ve Siyasal Kültür
36 • C. Cox - M. Whalen• Kötülük Üzerine: Alain Badiou ile Söyleşi
Söyleşi
46 • Cihat Arınç•Oliver Leaman ile Söyleşi: İslam Sanatı Üzerine
Dosya: Tragedya
58 • Pierre Guillon•Tiyatro
68 • Oğuz Ancı•Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği
78 • Bemard Freydberg•Coriolanus'un Oidipal Laneti ve
Trajik Kurtuluş Sorunu
9 5 • Roland Barthes•Racine Üstüne
1 1 3 • Northrop Frye• Sonbahar Mitosu: Tragedya
1 2 7 • Barış Acar• "Deus Ex Machine"ye Karşı Zerdüşt
133 • Joshua Foa Dienstag•Tragedya, Pesimizm, Nietzsche
1 45 • Kerem Eksen•Trajik Hata ve Sessizlik
1 59 • R. İlke Yiğit•Medeia'ya Acımak
1 7 1 • Münir Göle•Hep Aynı Kadının Başka Tragedyası
1 78 • Buket Deniz-Tuğba Elmacı•Athenayım Öyleyse Varım!
1 89 • Ekin Öyken• Marsyas'la İlgisi Var mı?
203 • Maurice Blanchot•Trajik Düşünce
2 1 6 • Celal Mordeniz•Tragedya ve Ta'ziye:
Rene Girard'ın tragedya yorumu üzerine düşünceler
224 • Erkan Tüzün• Ulus Baker'in İçsel Deneyiminde Trajik Olan
237 • Max Scheler•Trajik Görüngüsü Üzerine
246 • George Steiner•Tragedyanın Ölümü
Klasik
252 • Sophokles•Antigone'den
Odak: Richard Rorty (1931-2007)
256 • Jan Philipp Reemtsma•Richard Rorty'nin Ardından
260 • Richard Rorty•Demokrasi ve Felsefe
2 7 1 • Bela Egyed•"Biz Temeldencilik Karşıtları" Richard Rorty'nin
"Demokrasi ve Felsefe" Makalesine Bir Yanıt
275 • Richard Rorty•Bela Egyed'e Yanıt
Kitap
278 • Sadık Erol Er•İki Kültür Aşılabildi mi?
Sandıktan
283 • Mehmet Çetintaş•Sergüzeşt-i Perviz
Geçen Sayıdakiler
290 • Sayı 53: Fanatizm: Ya Bizdensin Ya Öteki
292 • Yazarlar Hakkında
Tragedya.
"İnsan için en iyisi hiç doğmamış olmaktır. İkinci en iyi şey ise hemen öl
mek." Bilge satir Silenos'un, Kral Midas'a verdiği bu öğüt, metafizik pesi
mizmin en kasvetli sunumu olan tragedyanın konusunun eksiksiz bir özeti
sayılır. Şimdi, bin yıllar sonra, bütün sorunlarımızın bir biçimde çözüleceği
ne inanan biz bilim çağı insanları için anlamlı mı bu öğüt? Tragedya dosya
mızın son makalesi "Tragedyanın Ölümü"nde, daha esnek bir medeni kanu
nun, Agamemnon'un kaderini değiştirmeyeceğini, toplumsal psikiyatrinin
Oidipus'un yardımına koşamayacağını belirten George Steiner'a bakarsak
evet. Tragedya dosyasının, tragedyanın ve trajik olanın ne olduğunun izine
düşen diğer metinleri, Max Scheler'in hayatta ve sanatta "trajik" görüngüsü
nün tanımını verdiği "Trajik Görüngüsü Üzerine" başlıklı metni, Northrop
Frye'ın edebiyat eleştirisinde çığır açmış çalışması Anatomy of Criticism'den
seçtiğimiz "Sonbahar Mitosu: Tragedya" ve Maurice Blanchot'nun "Trajik
Düşünce" makalesi.
Antik Yunan tragedyalarında sıklıkla işlenen motiflerin, insanın çıkışsız
lığının, güçsüzlüğünün, değer çatışmalarının belli başlı tragedya örnekleri
üzerinden ele alındığı metinler ise dosyanın ikinci bölümünü oluşturuyor.
Celal Mordeniz'in Rene Girard'ın tragedya yorumu üzerinden tragedya ve
taziyeyi karşılaştıran yazısı, Bemard Freydberg'in trajik kurtuluş sorununu
Shakespeare'in Coriolanus'u üzerinden ele aldığı metni, Ekin Öyken'in
"Marsyas'la İlgisi Var mı?" başlıklı incelemesi, Münir Göle'nin üç ayn tra
gedyaya konu olmuş Phaedra'nın trajedisini ele aldığı "Hep Aynı Kadının
Başka Tragedyası" başlıklı metni, Oğuz Arıcı'nın, soruların, belirsizliğin ve
sınırların varlığını sunan bilge sanat tragedyanın metafiziğini incelediği
Cogito, sayı: 54, 2008
6
Cogito'dan
makalesi, Buket Ancı ve Tuğba Elmacı'nın, Aiskhylos'un "Oresteia" üçleme
si üzerinden tragedyaya feminist bir yaklaşımla ele aldıkları metinleri "Athe
na'yım Öyleyse Varıml", Kerem Eksen'in "Trajik Hata ve Sessizlik" başlıklı
incelemesi ve Barış Acar'ın Nietzsche'nin tragedya anlayışına dair metni
"Deus ex machine'ye Karşı Zerdüşt" bu bölümün yazıları.
Bu sayımızın odağında, 2007 yılında kaybettiğimiz Richard Rorty var.
Üyesi olduğumuz Avrupa Kültürel Yayınlar Ağı Eurozine'in bir başka üyesi
olan Kritika &- Kontext'in izniyle yayımladığımız üç konuşma metni,
Rorty'nin demokrasi ve felsefe arasındaki çetrefil ilişki üzerine yaptığı bir
konuşma üzerinden devam eden bir tartışma. 2004 yılının Nisan ayında
Tahran Kültürel Çalışmalar Merkezi'nde düzenlenen etkinliğe Rorty'nin ya
nı sıra Paul Ricreur, Jürgen Habermas, Agnes Heller gibi düşünürler katıl
mıştı. Etkinliği düzenleyen Ramin Cihanbeglu, bu etkinlik nedeniyle İran
polisi tarafından göz altına alınmış ve Batılı aydınlarla kadife bir devrim ha
zırlığında olduğunu "itiraf edene" kadar da serbest bırakılmamıştı.
Rorty'nin demokrasi ve felsefe üzerine konuşmasını bu bilgilerin ışığında
okumak gerektiğini hatırlatırken, Yeni Perspektifler bölümüne "Jean-Jacqu
es Rousseau'nun İkilemi: Türkiye'de Vatandaşlık ve Siyasal Kültür" başlıklı
yazısıyla değerli bir katkıda bulunan Haldun Gülalp'ın makalesine özellikle
dikkatinizi çekmek istiyorum.
Cogito, bir Hegel Özel Sayısı hazırlığında olan Monokl dergisiyle işbirliği
ne girdi. Bu özel sayıya katkıda bulunan yazarların katılacağı Hegel etkinlik
leri ve 2008'in sonbaharında yapılması planlanan uluslararası Hegel konfe
ransının ayrıntılı bilgilerini web sitemizde ve sonraki sayımızda bulabilirsi
niz. 2008 yazını "giyim-kuşam" konulu bir sayıyla karşılayacağız.
Şeyda Öztürk
Cogito,
sayı:
54 2008
Tarihi Yargıhyorum
Tarihi Yargılıyoruın
Gündüz Vassaf, Har
vard Üniversitesi Or
tadoğu Araştırmaları
Merkezi'nde (3 Mayıs
2006) ve Sofya Üni
versitesi'nde düzenlenen Kriminoloji Kon:'-'(:i
1·,ıt,' 11_�
.
gresi'nde (29 Ağustos
.
2006) yaptığı konuşmaların birleştirilmiş
. .. �
..
ve genişletilmiş hali·t.;�
;:
_, '' 1"1"Yt]:
ni Tarihi Yargılıyorum (İletişim Yayınları) adlı kitapta bira
raya getirdi. İnsanlık konusunda son de
rece karamsar biri olarak, Gündüz Vas
safın kaleminden dökülen 'iyi bir gelece
ğe dair' umutları paylaşmakta güçlük çe
kiyorum. Çünkü ben, çocuklarımıza fiske
vurmamızı men eden Evrensel Çocuk
Hakları Beyannamesi'nin varlığıyla se
vinmekten ziyade, o fiskelerin inmeye de
vam ettiği durumları özellikle gözlemle
yen ve kişisel tarihine n o t d üşen bir
umutsuzum.
Ama denemeci Vassaf, daha kitabın başın
da "Eli kulağında mı yeni dünya impara
torluklarıyla diktatörler? Ezberimizi tek
rarlamakla yetinir, dünya çapında sari bir
hastalığa yakalanmış gibi 'ah başımıza ne
ler neler geldi' diye dövünmemizi, bükeme
diğimiz eli öpmeyi sürdürürsek, evet" diye
rek kabullenmişliğimi zedeliyordu! Bu psi
kolojiyi kırarım (kırmalıyım) umuduyla
okudum Tarihi Yargılıyorum'u; yargıla
mak yazarın işiydi tabii, ben de biraz ken
dimi sorguladım, biraz bilgiye bakışımı.
Ardından bu "iyimser" adamın bakışına
az daha yaklaşmak için bazı sorular sor
dum ...
J
·.·.·� .�_.91
. :D�
.L.f
Y. 0..
··. .· ·;.U
�
_
•
Cogito, sayı: 54, 2008
- Kim olarak yargılıyorsunuz tarihi?
Adem ve Havva'yla kendimizi cennetten
kovdurttuğumuzdan beri, "Biz adam ol
mayız" diye kendimizi yargılayıp duruyo
ruz. Kendi kendimize ettiklerimizi, insa
nın kaçınılmaz hali olarak algılıyoruz.
Buna hakkımız yok. Tarihimize nasıl
baktığımızı gözden geçirdiğim bu kitap
ta, kendimizi yargılamamamızı yargılıyo
rum. Tarihimize bakıp "Biz buyuz" diye
sunulanları sorguluyorum. Aklımda psi
kologların ABD'de bir ilkokulda yaptıkla
rı, ne ekersen onu biçersin diye özetleye
bileceğim bir deney var. Ahlaki açıdan
yapılmaması gereken bu deney şöyle. Öğ
retmen sınıfta bir gün, "Çocuklar, bilim
sel araştırmalara göre mavi gözlüler zeki,
kahverengi gözlülerse ağır öğrenenler
miş," der. Açıklamasını takip eden gün
lerde, sınıfta parmak kaldırmaktan ders
lerde iyi not almaya, oyunlarda kazan
maya kadar, mavi gözlüler üstündür. Bir
süre sonra öğretmen, "Size yanlış söyle
mişim, zeki olan kahverengi gözlüler
miş," der. Bu sefer de kahverengi gözlü
lerdir başarıdan başarıya koşan. Bizler
de tarihimize savaşlar tarihi diye baktık
ça, savaşı kaçınılmaz, barışı ulaşılmaz
görmeye mahkumuz. Oysa tarihimiz en
az savaşlar kadar, hatta ondan da fazla,
uzun barış dönemlerinin tarihi.
- Sizin tarih konusundaki ezberiniz
nasıl bozuldu, onu merak ediyorum...
Ufaktım. Yaşadığım bir şeye yetişkinlerin
inanmadığını, annemin de yanılabilece
ğini görünce önce çok şaşırdım. Sonra
da kendimi tutamayıp uzun süre güldü
ğümü hatırlıyorum. Daha çocukken sev
diklerimizin, bize otorite sahibi olarak
dayatılan kişilerin, üzerimizde iktidar
kurma çabalarının hepimiz tanığıyızdır.
Düzen de bu dayanaksız gücünün farkın-
Rüzgar Gülü
da ki, ha babam bize ezberletirler arkala
rına sığındıkları, sorgulanmasını hainlik,
ayıp saydıkları değerlerle, aitliklerini. Ai
lelerimizde, okullarımızda, dinlerimizde
ve de devletlerin tekerlemelerinde, bize
zorla yaptırtılan, zorla inandırtılan her
şey, aslında hepimizin ezberinin bozul
masının zeminini hazırlar. Hele, tarihin
de gösterdiği gibi, totaliter rejimlerde ya
şayanlar, sonuçta ezberi en kolay bozu
lanlar. 2 0. yüzyılın "süper gücü" Sovyet
ler Birliği, kimsenin burnu kanamadan
çöktü.
- Tarihi Yargılıyorum, Orwell'ın
1984'ündeki Doğruluk Bakanlığı'nın
perde arkasını anlatır gibi. Hatırlarsa
nız o bakanlık haberlerin vs. değişti
rildiği, tarilıin bir anlamda yeniden ve
sistemin istediği gibi yazıldığı bir bi
rimdir. Siz de böyle bir paralellik gö
rüyor musunuz?
Orwell'ın romanı totaliter, tepeden inme
ci, seçeneksiz, gücü geçmişi değiştirme
ye dayalı bir düzene özgüydü. Günümü
ze egemen düzende geçmiş, bir günden,
bir andan öteye gitmemesi üzerine kuru
lu. Yerine geçici hazlarımızı tatmine yö
nelik, dünü başka türlü hatırlatmak yeri
ne unutturan, korkularımızı besleyen,
korkularımız üzerine iktidar kuran, kor
ku tüketimine dayalı bir düzen var. Tari
hin tarihsizleştirildiği bir dönemde yaşı
yoruz. Yoksa ABD'de soykırıma uğratı
lan Cherokeeler bir otomobil markası,
Apacheler Mezopotamya'da Iraklılara
saldıran helikopterlerin adı nasıl olabi
lirdi? Dünya imparatoru ABD'de yarım
saat reklamlara bakın yeter. Ölümlü ol
duğumuzu hatırlatarak ürünlerini pazar
lıyorlar. Çoğu sağlığımızla ilgili endişe
yaratanların, dağ başında otursanız bile
size sel sigortası satanların, korkuttukla
rıyla para kazanmak isteyenlerin reklam
larına yönelik. Politikacılar da farklı de
ğil. Tarihi değiştirerek, eskiden olduğu
gibi yapay bir tarihi süreklilikten güç al
mak yerine, terörizmle savaş örneğinde
olduğu gibi bizi isimsiz düşmanlarla kor
kutuyorlar. Eskiden düşmanlarımızın
isimleri vardı. Şimdi "terör" gibi sıfatlar
la savaştırılıyoruz.
- Edebiyattan söz açmışken ... Edebi
yatın tarihin kaydında nasıl bir yeri
vardır sizce bunu da merak ediyorum.
Tarihin tanımı değiştikçe, hele her şeyin
göreceli olduğunu, bakana göre değişti
ğini iddia eden postmodernist yaklaşım
larla tarih ve edebiyat arasındaki fark gi
derek ortadan kalkmaya başladı. Tols
toy'un Harp ve Sulh romanını tarihçiler
tarih diye kabul eder mi bilmiyorum,
ama iyi bir tarihin amacı "Zeitgeist" de
diğimiz zamanın ruhunu yansıtmaksa, o
roman çok kişinin kafasında düşünce,
duygu ve davranış tarzlarıyla bir dünyayı
canlandırmıştı. Gene de edebiyat bizati
hi bir tür tarih olmaktan çok, tarihçinin
malzemesinin, arşivinin bir parçası. Ka
rakterden çok kurgunun esas olduğu gü
nümüz edebiyatı, geleceğin tarihçileri ta
rafından aynı amaçla ele alınmayabilir.
18.-19. yüzyıl romanlarının, kişileriyle,
mekanlarıyla 2 1. yüzyıl insanının bile
belleğinde, ruhunda yeri var. Çağdaş ro
manlarımız için aynı şeyi söylemek
mümkün değil. Toplum ruhunu dıştala
yan, didik deşik ettiğimiz bireyin psiko
lojisinden de bıkan günümüzün moda
yazarı, dünyasının dolambaçlı yollarında
bizi güzel güzel dolaştırıyor, ama yaşat
mıyor.
- Biraz da teknoloji-tarih ilişkisinden
bahseder misiniz? Teknolojinin ilerle
me hızı ve yapabildikleri de tarih yazı
mını etkileyecek herhalde.
Teknoloji çelişkili bir durum arz ediyor.
Elektronik ortamda tarihimizde hiç ol
madığı kadar bilgi kaydedebilirken, bir
yandan da bu bilgilerin, Google gibi bilgi
taşıyıcı şirketler tarafından topluca yok
edilmesi, tahrif edilmesi ile karşı karşıya
yız. Bugün dünya nüfusunun dörtte biri
olan Çin'de, biri internette "demokrasi"
diye yazdığında, karşısındaki ekranda sı
ralalanan maddeler, devleti yöneten po
litbüro'nun istedikleriyle sınırlı. Google'la
öyle anlaşmışlar. Kaynaklarımız kitap ve
yazılı vesika yerine giderek elektronik or
tamda muhafaza ediliyor. Yakın bir gele
cekte basılı yayınlar, gazeteler, kitaplar
olmayacak. Şimdiden elektronik ortama
geçen kitapsız kütüphaneler var. Bir kiCogito, sayı: 54, 2008
9
ı o Rüzgar Gülü
taptan bin nüsha basıldığında, o bilginin,
ayn ayn kütüphane ve kitaplıklarda bin
ayrı kopyası var demekti. Birisi kitapta
şöyle yazıyor dese, dediğinin doğru olup
olmadığını elimizdeki diğer kitaplardan
denetleme imkanımız vardı. Elektronik
ortamda kitapların, Wikipedia gibi ansik
lopedilerin, her an değiştirilebilir tek bir
kopyası var. Tarihimizde en dayanıklı
malzeme, tarihimizi, ilk belgelerimizi
kaydettiğimiz Sümerlerin kil tabletleriy
di. Sonra kullanılan papirüs kilden, kağıt
papirüsten daha az dayanıklı, daha kısa
ömürlü. Dijital ortamda kaydettiğimiz
bilgilerimiz ise her an çökebilir.
- Kitabınızın sayfaları arasından Tür
kiye'ye nasıl bakmak gerek? Bir de
Türkiye'ye nasıl bakıldığı sonınu var
tabii!
Bir ülkenin tarihi ister İngilizlerin böl ve
yönet politikası sonucu yoktan var edilen
Pakistan'ınki gibi bir çırpıda uydurulmuş
olsun, ister Çin gibi birkaç bin yıllık, mil
li aitliklerimizin yükü, bir kütüphanenin
derin sessizliğini bozan marş gibi. Hem
tarihe bir tecavüz, hem de tarihte yaşa
nanlarla orantısız. İmparatorluktan
Cumhuriyet'e geçerken Türkiye de bun
dan nasibini aldı. Yeni kuşaklar tarihleri
nin alfabesini bile okumaktan yoksun bı
rakıldıkları gibi, ısmarlama bir tarihle
düşünmeye koşullandırıldılar. Benzer bir
durum bölgemizde, sınırlarımızda yeni
kurulan ulus devletler için de söz konu
su. Sınırlara, rejimlere hapsedilen tarih
le, tarihin sınırsız uçsuz bucaksızlığına
meydan okundu. Tarih, dar bir zaman
diliminde kendimize nasıl baktığımız
dan, kendimizi nasıl görmek istediğimiz
den, kimliğimize anlam kazandırmaktan
çok (hatta hiç değil), bir bilmecenin için
de kendimizi arayışımızla, geleceğimize
nasıl bakmak istediğimizle de ilgili.
- Tarihi Yargılıyorum'un bir amacı res
mi tarih ezberimizi bozmaksa, bir di
ğer amacı da daha iyi bir gelecek ol
duğu inancınızı paylaşmak sanırım.
Biraz daha aıılatır mısınız bu geleceği,
ağzımıza bal çalınsın böylece.
30-40 kişilik gruplar halinde yaşadığımız
avcı-toplayıcı günlerimizden şehirler kuCogito, sayı: 54, 2008
rup toplu halde yaşamaya başladığımız
tarım toplumundan bu yana 10 bin yıl
ancak geçti. Bu, bir tür için daha emekle
me çağında bile değiliz demek. Bu kısa
zamanda insana verdiğimiz değerdeki de
ğişimi şu örnekle anlatayım: Roma İmpa
ratorluğu'nun bir döneminde bir köle, sa
hibini öldürmeye kalkışınca, köle sahibi
yasal olarak sade başkaldıranı değil, sahi
bi olduğu bütün kölelerini ibret olsun di
ye öldürmek mecburiyetindeydi. Düzen
bunu emrediyordu. Bugün çocuklarımıza
bile fiske vurmamızı men eden Evrensel
Çocuk Hakları Beyannamesi var. Başka
bir örnekse, çok yakın bir zamana, Birin
ci Dünya Savaşı'na kadar, devlet cephede
savaşmak istemeyeni vatan haini diye
kurşuna diziyordu. Bugün Filistinlilere
karşı savaş halinde olan İsrail'de, başka
birçok ülkede, vicdani redcilik yasal bir
hak. Artık hiçbir ülke savaş kahramanla
rının heykellerini de dikmiyor. Hatta gü
nümüzde bunca savaşa rağmen savaş
kahramanı diye kimseden söz edilmez ol
du. Artık ölüsüz savaşlar gündemde. Ge
lecekteki savaşlar, geçenlerde Rusya-Es
tonya arasında olduğu gibi, insanları öl
dürmeye yönelik değil, düşmanın iletişim
sistemlerini çökerterek dize getirmeyi
amaçlayan sibersavaşlar olacak.
- Daha iyi bir gelecek nasıl mümkün?
Bu insansız bir gelecek olsa gerek
...
Kendimizin, türümüzün daha iyi bir ge
lecek kuracağımıza inanmamızla müm
kün daha iyi bir gelecek. Nasıl anneler
babalar yeni doğan bebekleri için iyi bir
gelecek umuyorsa, bizim de bu beklenti
mizi türümüzden esirgemeye hakkımız
yok.
- Tamam, dünya tarihi sadece savaş
larla örülü değil, barışın da tarihi ya
zılmalı, biz de bireyler olarak günün
tarihçisi olmaya çalışmalıyız ama ...
Dünyada varolan dev hınç birikimini
ne yapacağız, ne olacak o birikime?
Hınca taraf olmayarak. Hele hele tarihte,
savaşlarda haklı ve haksızı aramayarak.
Birinden yana ötekine karşı olmayarak.
Bu ibret verici oyunu oynamayarak. Sa
vaşın bizatihi kendisi haksız. Her savaş
insana karşı. Haklıyız diye tarihte nice
Rüzgar Gülü
devletler, imparatorluklar birbirleriyle
savaştı. Hepsi yok oldu gitti. Hititlerle
Mısırlılar arasındaki amansız savaşlara
artık kim haklıydı, kim haksız diye ba
kan var mı? İleride bugün taraf olduğu
muz günümüzün savaşlarına da öyle ba
kılacak. Tarihimizde hiçbir güzel şey, uy
garlığımız adına sahip çıktığımız, iftihar
ettiğimiz hiçbir şey savaş adına yapılma
dı. Tersine yıkıldı. Ne Taç Mahal'ı savaş
lara borçluyuz, ne Mozart'ı, ne de Evren
sel İnsan Hakları Beyannamesini. Savaş
lar kaçınılmaz diyorsanız, bunun ne tü
rümüzde kalıtımsal kanıtı var ne de tari
himizde.
- İyi de, tarihi yazanlar da bireyler de
ğil mi eninde sonunda?
Yargılanan, bizim adımıza söylenler. Ki
tapta bizim yargılanmamızı yargılıyo
rum. Üstelik her tarih yazan, hatta tarih
yazanların çoğu, devletlerin, şirketlerin
kapıkulu değil. Ama egemen düzen çıkar-
larına uyumlu hizmetkar kalemlerin,
"terzi tarihçilerin" tarihe bakışını ön pla
na çıkarıyor. Yoksa devletler bizden, bi
reylerden korktukları için, iş savaş olun
ca referandum yapmaktan kaçıyorlar.
Bilmem ne yasa değişikliği için referan
dum yap, savaş gibi hayati bir konuda
vatandaşından kaç. İngiltere'de bugün
tek tek bireyler, nüfusun belki %80'i ül
kelerinin Irak saldırısına karşı. Oysa, ik
tidar partisi de, ana muhalefet partisi de
savaştan yana. Birleşmiş Milletler'in
meşru savaş tanımına ters düştüğü için
savaş suçlusu konumunda olması gere
ken eski başbakanları Blair meclise veda
ettiği konuşmasında ayakta alkışlandı...
Devletler bireylere karşı örgütlü çeteler
gibi. Onları çökertecek potansiyel ise din,
dil, ırk, millet ayrımı tanımayan, yüz mil
yonların haberleştiği intemet ağında ku
ruluyor.
SÖYLEŞİ: ASLI TOHUMCU
-
Hayat Kaos Olmasm!
Bölgenin adı Madrid. Burası İspanyolla
rın alışık oldukları bir yer değil. Yaz
mevsiminde kent tamamen terk edilir.
Hayat durma noktasına kadar gelir. Haf
ta sonlarında ise etraftaki dağlara çıkılır.
Bölgenin çok iyi bilinmeyen X yerinde
bir bar, ama lokanta olamaz. Karanlık,
havasız. Küçük bir pencereden süzülen
ışıkta tozlar görülüyor, içeride havalan
dırma yok. İspanyollar temiz havayı sev
mez. Ahşap her şey.
Başarılı bir banka soyguncusu, iş adamı,
gangster, uyuşturucu satıcısı, boğa gü
reşçisi... Fırsat bulsalardı olabilirlerdi.
Belki de olmuşlardır. Kendi halinde her
kes. Kimsenin bir şey çaktırdığı yok. Bel
ki de içerdekilerin tamamı başarısız tip
lerdir. Barda gizemli bir hava var. Za
man ve mekanla uyumlu olmayan bir
kitle. Bir ihtimal, içerdekilerin mahareti
kendilerini gizlemeleridir.
Bir kadın oturuyor. Yüzü, ilk bakışta sı-
radanmış gibi görünüyor. Bir memura
benziyor ya da herhangi birine. Memura
benziyor çünkü tuhaf bir görevlendiril
mişlik var tarzında. Herhangi birine ben
ziyor çünkü her memur aslında herhangi
biridir. Ancak, üzerindeki takıların ya da
barok birşeylerin varlığı kadını farklı ve
ayırtedilebilir kılıyor. Bazen yüzü silikle
şiyor, bazen de keskin ve çıplak hatları
ısrarla yanan bir ampülün ışığı altında
belirginleşiyor. Yüzü bütün kişiliğiyle as
la bir erkeği sevemeyen, parçalanmış bir
ruhu yansıtan, üst üste bindirilmiş bir
fotoğrafı andırıyor. Sevmemenin, seve
memenin yükünü diğerinin üzerine ata
bilmek için genellikle aşkına karşılık ver
meyecek birini seçmek stratejisine sahip
olmalı bu kadın. Sosyal bilimler okuma
ya başladığından beri şiddetli bir depres
yon içinde olan ve dışarıda olan her şeyi,
nesnellik prensibine bağlı olarak yok sa
yan bir canlı. Muhtemeldir ki daha önce
Cogito, sayı: 54, 2008
ıı
12
Rüzgar Gülü
yaptığı konuşmaları tekrar ediyor için
den. Sakin, ancak meşgul. Sadeleşmek
için neler yaptı acaba?
Adı sanı önemsiz barlarda pinekleyen ka
fayı yemiş çok tip var içerde.
Cadde boyunca dolaşıp duran Rumen bir
kız içeri sızıyor. Pantolonumun paçaları
na sarılıyor. Barda oturan İngiliz kadın
yüzünü benimkine yaklaştırıp şöyle diyor:
"Gün gelip sen de böyle olabilirsin!"
Çocuklukta görülen rüyalar gerçekleşi
yor! Herkes bir şekilde rüyadan müteşek
kildir. Bu rüyaların çoğunda gördükle
rim gerçek oldu: Hiçbir şey tesadüfi de
ğildir.
Kadının Rumenle ilişkisi, siyasal. Zorla
ma ile kandırmayı birlikte kullanıyor.
Rumenlinin kontrol edildiğinin farkında.
Yeni bir yönetim şekli var günümüzde.
Tek kişinin yönetimi ya da aristokrasi
değil bu. Küçük grupların yönetimi.
Bunlar, benliklerini teslim ederek iktida
ra gelmiş soyut güçlerin temsilcileridir.
Bir kral ya da Rumen bir dilenci, farklı
iktidar odakları şebekesinde olabilirler.
Ancak, kuramsal olarak aynıdırlar. Ka
dın yeni iktidar ilişkilerinin farkında.
Hayatın istasyonları sayılabilecek bar
bölgesinde hareketler yavaş ve öngörüle
bilir, insanlar ruhanidir. İçeride bir ger
çeklik hakim. Bir teori hazırlığı havası
var. Birisi, büyük teoriyi kurduğunda ha
yatın sırlarına ve nihai cevaplara ulaşıl
mış olunacaktır. Fizik bilimde, büyük ku
ram konusunda çalışmalar henüz sonuç
lanmadı. Varsayalım bir gün bu çalışma
lar başarıyla tamamlandı. İnsanlık, evren
ve sosyal hayatın sırlarını tam olarak öğ
rendi. Kendini tanıdı. Bu kuram insanları
anlamamıza yarayacak mı? Tartışmalı.
Bu kadına ilişkin kurulan bir model, bu
kadının gerçekliğiyle belki de ilişkili de
ğildir. Erkeklerin tarihi 'bana duygusal
olduğumu sen öğrettin' cümleleriyle do
ludur. Kadınlar ya farkına varmazlar ya
da oluşturulurlar.
İspanyol kadın, sınırdadır. Kadının bar
da oturuşu, bağlantısız ve şaşırtıcı. Her
hangi bir tarz ve gelenekle irtibatlı değil.
Birisi tarafından tasarlanmamış bu otu
ruş. Gelmiş ve oturmuş. Bu tarz bir otu-
Cogito, sayı: 54, 2008
ruşun tekrarlanması da mümkün değil.
Anlık, genelleştirilmesi imkansız ve kut
sal olmayan bir şekil.
İspanyol olmayanların İspanyol barları
na uğraması şaşkınlık ya da gözle görü
lür bir kızgınlığa yol açmaz. Bu mekan
lardaki yaygın içki, biradır. Küçük bar
dakta gelir. Yanında hamsi olabilir. Ya
da zeytin.
Ümit Yaşar Oğuzcan'ın niçin 'İspanyol'
ve 'meyhane' kelimelerini yan yana kul
landığı anlaşılmıyor.
İçeride domuz pastırması kokusu var.
Orta çağ devam ediyor, pastırma varlık
göstergesi olarak, bu bölgede, sergileni
yor. En ağır kokulardandır. Yerler, çöp
ten bir halı. İspanya'yı İspanya yapan şey
tek kelime ile, muafiyettir. Toplumsal ya
da dışsal bir müdahaleden muafiyet. Hiç
bir kurumsal ya da geleneksel baskı his
sedilmiyor içeride. Kadınların herhangi
bir hakkı olduğundan değil, bu işler böy
le olduğundan herkes kendi halinde takı
lıyor. Kadınları erkeklere karşı doldur
mak, kadınların erkekler tarafından nes
neleştirilmesi, karşı cinsler üzerinden ta
nım geliştirerek rant elde etmek eylemle
ri görünmüyor. Sınır, doğu ile batı tarz
larının dışında olandır.
Kadına en yakın koltukta oturan adam si
nirlenmeye başlıyor. Oğlu ille de herşeyi
istiyor: "Baba sen benim için en iyisini
alırsın." Çocuk, ısmarlama yapılan bir Da
imler peşinde. "Öyle uzun olsun ki köşeler
den bile dönemesin. Yalnız beş para etme
yen soysuz herifler döner köşelerden. Kali
teli takılırsın, oraya buraya dönmezsin."
İngiliz kadında renk değişti. Bağırıştan
rahatsız olmuş. Ama sessiz. Belli ki, böl
ge Birleşik Krallık değil. Ayrıca, bu bölge
de İngilizce bir şey sorulduğunda İspan
yolca karşılık verilir. Bir haddini bildir
me tekniğidir. Seçkinler, köylülere şöyle
seslenir: 'Biz efendiyiz. Siz köle'. İngiliz
kadın, bağımsızlıkçı. Etrafındakilere dur
madan hadlerini bildirmeye ayarlanmış
bir küstahlık. Neyi yitirdiğinin farkında
olamayacak bu ruh kendinden başladı
her şeyi maddeye indirgemeye. Açıklama
larınız ve yöntemleriniz sizde kalsın. Bu
ruhsuzluğu almayalım. Cheers!
Rüzgar Gülü
Platon, İstanbul ve Roma'da yaşar. Mad
rid'de ise tanınmaz. Platon, bir iktidar
modelidir. Erken gelenlerin kendilerini
tanımlayarak oluşturdukları iktidar mo
deli. Doğal kaynaklar, şan ve şöhret, her
türlü imtiyaz, akıl bizdedir! Siz, geçimlik
ücret seviyesindeki doğal işgücü arzısı
nız, o kadar! İnsan, en kötü şeylere dahi
alışır. Kötüye eğilimlidir. Kötüleşme ile
istikrar ortaya çıkar. Bin yıllık tarih, is
tikrarlı düzenin tarihidir. İstikarın iyi bir
şey olduğuna en çok bir köle inanır.
Kadının Platon1a irtibatı olabilir mi? Ka
dının iktidar teknolojisi ile esnek bir ilişki
si var. Her şey uydurma veya yanlış adam
ların yazdıklarından oluşur, bir antik dü
şüncedir, kadının dünyası ise istisnaidir.
İktisat kuramında bireysel tasarruf gele
cek dönemin tüketimidir. Şunu söyler:
Gelecekteki tüketiminizi artırmak isti
yorsanız, o durumda şimdi tasarruf
edin. Ancak bir durum var. Eğer herkes
böyle düşünür ve tasarruf ederse kapita
list ekonomi çöker. Bireysel olarak iyi
olan bir şey, toplumsal olarak kötüdür
böylece. Bu duruma tasarruf paradoksu
deniyor. İktisatçılar diyor. Kadınla ilgili
doğru gözlem v e analiz yapıldığını var
sayalım. Bu, işte tasarruf paradoksu gi
bidir. Kuramlar herkese açık olduğuna
göre gözlemci ortadan kalkacaktır. Ta
nınma saikiyle hareket eden gözlemci iş
sizdir.
Sistem, tanımlanması imkansız olan her
hangi bir şeyin adıdır. Analiz ise sadece
bir kurgu. Algının ortaya çıktığı ve işin
içine dahil olduğu alanda gerçeklik mut
lak olarak sistemin içindedir. Kadınlar
genel teorileri oluşturulamayacak kadar
anlıktırlar, araştırma konusu yapılama
yacak kadar değişkendirler ve asla çözül
memeleri gerekir.
Bazı bölgelere kadınların neden alınma
dıklarına ilişkin pratik gerekçeler olmalı.
Amerika'da Pasifte Union Club, SanFran
cisco'dadır, kadınların giremedikleri böl
gelerden bir tanesi. Kadınların garson
olarak çalıştırılmadıkları bölgeler dahi
olabilir. Kadın, teorik olarak, hizmet
sunmaz. Kadın kendini sunar. Bir neden
bu olmalıdır.
Duvarda şu yazı var: Hayat kaos olma
sın!
İSMAİL GÖKAL
Paul Ricamr'ün Felsefi Yolculuğu
Bir Ricreur muamması vardır. Neden
b ü t ü n dünyada en çok yorumlanan
Fransız filozoflarından biri, 1960 ve 701i
yıllarda Fransa'daki tartışmaların dışın
da bırakılmıştır? Ricreur sadece sınıra
müdahele eden Fransız entelektüel sah
nesinden nasıl uzaklaştırılmıştır? Neden
O'nun çalışmaları, 1988'in haziranında
Esprit dergisinin "Ricreur" özel sayısı ve
1991'de Zaman ve Anlatı'nın üç cilt ha
linde cep kitabı olarak yayımlanmasıyla
başlayan süreçte bir yeniden-keşfedişin
nesnesi olmuştur?
Bu muamma ve geç kalmış yeniden ta
nımayı anlamak için: Olivier Mongin'in
değerli denemesi (Paul Ricceur, Seuil
yayınlan) esere, kavramsal yeniden dü
zenlemeler ve dolambaçlara karşın, tu-
tarlılığını geri kazandırıyordu. Olivier
Abel'n yararlı eleştirisi (Paul Ricreur, La
Promesse et la regle, Michalon yayınla
rı), Ricreur'ün siyaset ve hukuk felsefe
lerini ele alıyordu. Bugün François Dos
se 'un kalın ve neredeyse 800 sayfa
uzunluğundaki biyografisiyle birlikte,
Charles E. Reagen tarafından hazırla
nan ikinci bir biyografik çalışmanın da
haberi veriliyor. Ricreur'ün 'güncel var
lığı'nı değerlendirecek kadar ipucu var
ortada.
Seksen beş yaşından sonra - 1913'te Va
lence'ta doğmuştu- Ricreur'ün hayatı,
çağın dolambaçlarında geçen örnek alı
nacak bir istikametin resmini sunuyor
bize; ve eseri, geçtiği yolların uzunluğu
nu ve O'nun üretkenliğini tasdik ediyor.
Cogito, sayı: 54, 2008
13
14
Rüzgar Gülü
Babası 191 S'te cephede öldürüldükten
sonra, erken olgunlaşan yetim Ricceur'e
bu belirleyici dönemden kötülük, hata ve
acı sorunsallarına dair takıntılı bir sor
gulama kaldı, ki bu da O'nun genç bir ye
tişkin olarak (SFIO'da)* bir komünist ve
pasifist olmasına katkıda bulundu.
1939'da silah altına alındı, tutsak düştü,
1945'e kadar savaş dönemini Pomeranie
topraklarında geçirdi. Kamplarda, Karl
Jaspers okuyor, tutukluluk arkadaşlarına
dersler verip, kağıt yokluğundan, küçük
harflerle kitap kenarlarına, tek bir ka
lemle, Husserl'in, Yahudi olduğu için ya
saklı olan bir filozofun bir çalışmasının
çevirisini yapıyordu. Kurbanının dili ara
cılığıyla düşmanın dili için eşine az rast
lanır bir dostluk örneğiydi bu.
Kurtuluş'tan sonraki senelerde, Emma
nuel Levinas, Maurice Merleau-Ponty ve
Jean-Paul Sartre'la beraber, Fransa'da
Alman fenomenolojisinin tanınmasına
katkıda bulunan Paul Ricceur, Espri! der
gisiyle temasa geçer. Orada 'felsefe gru
bu'nu hayata geçirecek, "Felsefenin Sı
nırlarında" başlıklı düzenli bir köşeye sa
hip olacak ve ellili yılların ortasında,
"Murs Blanc"a, Espri! dergisinin sahibi
olan, Emmanuel Moumier'nin Chatenay
Malabry'de sahip olduğu mülke yerleşe
cektir. Paul Ricceur, Claude Lefort gibi
bir 'dergi insanı'** dır. Süreli yayınlarda
sosyal protestanlık izleri taşıyan yazıları**
***
nı yayımlar ("Christianisme Socia", "Ter
re Nouvelle", "Reforme" ve "Temps no
uveaux").
O aynı zamanda Olivier Mongin'e göre
bir 'okuma oburu'dur: şaşırtıcı bir sabır
la, Hannah Arendt'i, Eric Weil'ı, Karl Jas
pers'i, ( Charte 77'nin*** üç sözcüsünden
biri olan) Jan Patocka'yı, Claude Levi
Strauss ve Mircea Eliade'ı, büyük edebi
yat yazılarını ve ayrıca İncil'in "Büyük
Yasa"sını okur ve yorumlar.
Eserin kendi içindeki zorluklara bu oku
ma çokluğunun eklenmesi Ricceur'ü; fel
sefenin dine oranla özerkliğini belirtme
ye özen göstermiş olan bir fikrin içindeki
saklı gücün din olduğunu söyleyen ve
eseri gizli bir tanrıbilimle sınırlandıran
lar gibi, O'nu özgün kavramların yaratı
cısı olmaktan çok, sadece bir okuyucuy
muş gibi gösteren eleştirilere karşı has
sas kılmış olabilir.
1950'li yılların Ricceur'ü önceleri bir feno
menologsa, l 960'lı yıllarınki, insan bilim
leri araştırmacısıdır. Özellikle 'Lacancı'lar
ve 'Althusserci'lerle arasında birçok yanlış
anlaşmaya sebep olacak olan Freudcu psi
kanaliz üzerine araştırmalara başlar. İşte
'Sartreçı'lık, 'Lacancı'lık ve 'Althusserci'li
ğin baskın olduğu bir dönemde, Ricce
ur'ün görece sınırlı etkisine dair verilecek
açıklamalardan biri budur. 19701i yıllar
da Ricceur'ün felsefi uğraşları giderek da
ha çok anglo-saksonlaşır. Analitik Ameri
kan felsefesinin Fransa' da yayılmasına
katkıda bulunarak, bu konuda öncü sayıl
mıştır. Sonrasında Fransa'da ancak bu
gün klasik mertbesine ulaşan yazarlarla
ayrıcalıklı 'sohbetlere girer: John Rowl'la
-muazzam "Theorie de la justice"in yaza
rı- karşı karşıya gelerek, sosyal adalet
kavramı çevresinde hem büyük bir dikkat
ve hem de derin bir ihtiyattan dolayı ger
gin bir diyalog kurar. 'Çok-kültürcü'
Quebec-Kanadalı filozof, "Source of the
Self'in ünlü yazarı Charles Taylor'la bir
araya gelerek, kültürlerin aralarında ileti-
La section française de I'Internationale ouvriere.
'homme de revue' : bu deyimin Fransızca oturmuş bir anlamı olmamakla beraber, okur-yazar olma hali
ni işaret etmektedir.
Charte 77, 1976 Aralık'ında Çekoslovak toplumunun "Normalleştirilme" sürecine karşı yürütülen muha
lif bir imza kampanyasıdır.
Cogito, sayı: 54, 2008
Rüzgar Gülü
şimi sağlamak konusunda kendi istencini
yeniden fark eder. Richard Walzer'e ve te
mel eseri "Sphere de la Justice"e dayana
rak, "Communautarisme"* ve liberalizm
arasındaki tartışmaya bir çıkar yol göste
rir. Denebilir ki bu "üç köşeli sohbetler"
ateşli bir etkinliğin sonucudur. Çoklu oku
malar ve çetin felsefi tefekkürün yanında,
Ricoeur politik güdümlülüğün zorunlulu
ğu konusunda hiçbir zaman geri adım at
mamıştır. 'Sartreçı güdümlülük'e değil
ama, kendisinin "deconexion" diye adlan
dıracağı, kendi hayatında, bir mesafe koy
maya önem vermiş olsa da, özünde felsefi
hareket ederek, asla kamusal alana dahil
olmaktan kendini geri çekmemiştir. İşte
bu noktada O bizim için bir model olabi
lir: politik varoluş ve devletin varoluş se
bebi konusunda gerekli titizliği göstererek
ya da "mantıkla hareket etme"yi savun
mayı bırakmaksızın, köktenciliğin felsefe
ve ideolojileriyle kendi arasındaki mesafe
yi koruyabilmiş olmak.
Böylece Macar ayaklanması ve sonrasın
da "sarsıntının belirsiz gücüyle" gerçek
leşen, 1956'daki Sovyet bastırması "Le
Paradoxe Politique" (Esprit, Mayıs 1957)
adlı Ricoeur'ün temel metninin kaynağı
nı oluşturur. Cezayir olaylarına karışmış
ve işkence kullanımına karşı cephe almış
olduğundan, Sceaux'da göz altına alınır.
Üniversitenin huzursuzluğuna duyarlı
Ricoeur, 1966'da Nanterre'de ders ver
meyi kabul eder, sonra 1969'da dekan se
çilir. Üniversitenin yeniden inşası için
O'na bir fırsat gibi görünen mayıs hare
ketine iyilikseverlikle yaklaşmış olsa da
daha sonra üzerine çok konuşulan bir
dönemi takiben Nanterre'i terk edecektir
(Maocu öğrenciler kafasından aşağı çöp
kutusu boşaltırlar; 1991'de "kaza"nın fai
li, uzun süren sessizlik dönemi ve piş
manlığın ardından özür dilemiştir) ama,
esas olarak, bunun sebebi polisin kam
püs içine girmesine izin veren bir rejimin
sinizmi ve 68 sonrası bu sıcak dönemde
öğretim görevlilerinin aşın siyasallaşma-
sını karşı karşıya getiren çift taraflı bir
harekettir.
Kamu hayatının taleplerinden giderek
kendini sakınmak zorunda kalsa da, Ri
coeur, ekoloji gibi temel konulan ve bi
oetiğin ortaya attığı soruları ele alarak,
"Institut des hautes etudes sur la justice"
ve birçok protestan dergilerinin kuruluş
larına dahil olarak, ön saflarda hep etkin
olacaktır. 21 Kasım 1992 günü Paris'te,
Bosna'daki savaşa karşı yapılan gösteri
lerde en önde yürüyecek, daha yakın bir
zamanda, 1995'in kasımında, "Sosyal
Güvenlik Reformu" projesinin genel fel
sefesini onaylacaktır; çünkü Paul Ricreur
siyaset problemini karşı karşıya olduğu
paradoksların merkezine yerleştirmeyi
seçmiştir. Böylece siyaset ve hukuk felse
fesi çifte-düzlemine önemli katkılan or
taya çıkmıştır. Siyasetin, etik ve politik
alana göre çifte-özerkliğini derinine ana
liz eder (tam da bu sebepten, siyasetin
ekonomiye indirgenemeyeceğini reddet
tiklerinden, Marksistler totalitarizmi an
lamayı kendilerine yasak etmişlerdir).
Ricreur "siyasetin esas sorununun, öz
gürlük olduğu"nu çok iyi anlar ve tam da
bu yüzden, güçlü bir Amerikanvari yak
laşımla, "ekonomik liberalizm"le yakınlı
ğından ötürü saygınlığını yitirmiş "siyasi
liberalizm" terimine saygınlığını yeniden
kazandırmak ister. Hannah Arendt'ten,
iktidarı totalitarizm yolundayken durdu
rabilmenin tek yolu olan "birlikte yaşa
mayı isteme" fikrini alır ve böylece Rous
seau tarafından başlatılandan daha ka
ramsar olan bir 'soy'a dahil olur: Sorun
artık iyi olanı istemek olmadığı halde kö
tü ve daha kötü olandan kaçınmaktır.
1960 ve 1970'li yıllar Ricreur'ü Fransa'da
ki tartışmalardan uzaklaştırmış olsa da,
bugün siyaset felsefesinin gücünü tekrar
kazandığı 1989 sonrası dönemde, Ricre
ur'ün eserine duyulan ilginin yeniden
uyanması anlaşılabilir; Onun, kendini
takdir duygusu, itina** ve adil kurum
lardan oluşan üçlü ahlak sistemine tam
* Communautarisme (communitarianism; ing.), radikal bireyciliğe ve sivil toplumu savunan diğer felsefele
re karşı çıkan, odak noktası bireyden çok topluluk ve toplumlar olan bir düşünce sistemi.
** Metnin orijinalinde bulunan "sollicitude" teriminin Ricreur'ün ahlak felsefesindeki yeri için bkz.:
http:l/www.philosophie-en-france.net/Etudes/amities/amitie-sollicitude.htm
Cogito, sayı: 54, 2008
ıs
16
Rüzgar Gülü
uyan bir yönelim. Buna tabii bir de ahlak
felsefesinin neden olduğu geniş yankı da
eklenmektedir.
'Pensees de soupçon'un* aksine, onun
eseri gerçekten, kendi kendine düşünme
ve hareket etmeyi olanaklı kılmaya izin
verir, ya da Ricoeuryen terimlerle, en
önemli çalışmalarından birinin harika
başlığını yeniden hatırlarsak, "bir başka
sı olarak kendi"ni düşünmeyi. Derinde,
eserin çekiciliğinin anahtarlarından biri
dir bu. Tartışmaların dışında kalarak,
protestan filozof "öteki üzerine senin
üzerinde bir gücü kalmayasıya güç uygu
lama" şeklindeki ünlü karşılıklılık kuralı*
na göre, öteki saygısı üzerine felsefesini
kurmayı bilmiştir. İdeolojik olarak şid
detli ve fazlasıyla Fransız olan entelektü
el savaşlarla geçen on yıllardan sonra,
dinlemeyi, diyalogdaki olası bakışımsız
lıktan dolayı karşısındakinin argümanına
saygı duyulmasına gösterilen sonsuz dik
kati öne çıkaran ölçülü ve hoşgörülü tu
tumuyla Ricreur, modernitenin huzur
suzlukları arasında "yanılabilir insan"a
rehber olmaya daha uygun ve daha cö
mert bir yolu göstermekte.
FREDERIC MARTEL
Çeviren: İlksen Mavituna
Türkçede "kuşku fikirleri" olarak karşılanabilecek "!es pensees de soupçon" terimiyle 1950-75 yıllan ara
sındaki dönemin baskın paradigması, yapısalcılık felsefesi kastedilmekte.
Mübeccel B. Kıray'm Ardmdan:
Sosyal Bilimler Üzerine Otobiyografik Bir Deneme*
Sosyolog Mübeccel B. Kıray 7 Kasım
2007'de vefat etti. Kıray'ın meşhur özel
liklerinden bir tanesi de hocalığıydı. Bu
nun ne anlama geldiğine otobiyografik
bir şekilde değinmek istiyorum.
Otobiyografik bir şekilde çünkü Kı
ray'dan ders almadım.
1985'te Marmara Üniversitesi'nin Kamu
Yönetimi Bölümü'ne girdim. Kıray artık
Bölüm'de lisans dersleri vermiyordu. Ne
den kamu yönetimi? Daha doğrusu, ne
den siyaset? İki nedeni vardı. Bir tanesi,
bendeki varlığının farkına lise yıllarında
vardığım belli belirsiz bir his - hayatın
anlamı denen şeyin tamamen olmasa da,
büyük ölçüde hayatın anlamını keşfet
mek olabileceği ve bunun da bir şekilde
siyaset ile ilgili olduğu. Diğeri ise,
1980'lerin siyasetten arındırılmaya çalı
şılan ortamında, siyasetin üniversitede
okumak için cool bir konu olduğu gibi
naif bir kibir.
En azından Kıray'ın öğrencilerinin öğ*
rencisi olacağım için sevinçli ve heyecan
lıydım.
Demek ki daha Bölüm'e başlamadan Kı
ray sosyolojisinden haberim varmış. Bi
rinci sınıfta "Davranış Bilimlerine Giriş"
dersini Ayhan Aktar verdi. (Ali Bayra
moğlu ise Yaşar Gürbüz'ün verdiği "Si
yaset Bilimine Giriş" dersinin asistanıy
dı.) Hemen öğrenmeye başlamıştık: siya
seti anlamak için sosyoloji bilmek gere
kiyordu; siyaseti anlamak için tarih bil
mek gerekiyordu; siyaseti anlamak için
felsefe ve sanat bilmek gerekiyordu; siya
set, ekonomi ve toplum bilimsel olarak
bilinebilirdi (yani, nedensel olarak açık
lanabilirdi); iyi bir sosyal bilimci olmak
için hem teorik bilgi, hem de ampirik
bilgi sahibi olmak gerekiyordu; sosyoloji
aracılığıyla topluma rasyonel bir şekilde
müdahale etmek mümkündü. Kıray sos
yolojisi hayret ve hayranlık dolu merak
larımızı hem meydana çıkarıyor hem de
besliyordu. Liseden üniversiteye taşıdı-
Bu yazının kısa bir versiyonu 7 Aralık 2007'de BirGün gazetesinde çıktı. Funda Hülagü, Mete Pamir ve
Devrim Sezer'e cesaret veren değerlendirmeleri için teşekkür ederim.
Cogito, sayı: 54, 2008
Rüzgar Gülü
ğım hisse bir karşılık bulmuştum. Şans
lıymışım.
Ancak, iki dönemlik "Davranış Bilimleri
ne Giriş" dersinin ilk kısmının sonuna
doğru bende sosyolojiye dair iki şüphe
uyanmaya başladı. Sosyoloji (nedensel
olarak) açıklamak istiyordu ama genel
likle tarif ediyordu. Öyle değil miydi? El
bette tarif de önemliydi ama tarif açıkla
ma değildi. İkinci olarak, sosyolojik bilgi
yi "Nasıl yaşamalıyım?" sorusunu cevap
lamaya çalışırken nasıl kullanabilirdim?
Sosyal bilimler ile hayat arasındaki ilişki
ye dair içime sinmeyen bir şeyler vardı.
O kadar çok şey öğreniyordum ki bu iki
kuşkumu bir süre için bir kenara koyma
ya karar verdim.
İkinci sınıftayken hem sosyal bilimlerin
önemine olan inancım hem de sosyal bi
limlerle ilgili kuşkulanın iyice arttı.
Üçüncü sınıfta Nihal İncioğlu "Siyaset
Sosyolojisi" ve Sema Erder "Şehir Sosyo
lojisi" verdi. Daha kendisinin öğrencisi
olmadan, üçüncü sınıfta (yoksa ikinci sı
nıfta mıydım?), Sema Hanım'ı görmeye
gittim. Sema Hanım'ın yüksek lisans ve
doktora seviyesinde sosyal bilimlerde
yöntem dersi verdiğini kendi kendime
öğrenmiştim. O dersi izleyici olarak ta
kip edersem kafamdaki sosyal bilimlere
dair sorulan cevaplayabileceğimi düşü
nüyordum. İnsan genç ve cahilken cesur
oluyor! Sema Hanım hiç unutmayaca
ğım bir cömertlik ile o dersteki tartışma
ların benim için ileri olacağını ama, is
tersem, dersin okuma listesinden kendi
sinin teker teker seçeceği kaynaklan ken
di tempomda okuyup, kendisi ile tartışa
bileceğimi söyledi. İlk olarak Durkhe
im'ın Toplumbilimsel Yöntemin Kuralla
n 1 adlı eserini bir çırpıda zevkle okudu
ğumu hatırlıyorum. Bu şekilde, kısa bir
sürede kronikleşecek olan sosyal bilimler
felsefesine olan ilgim doğmuş oldu.
Sema Hanım ne yaptığını biliyordu, bili
yormuş. Sema Hanım'ın önce sosyal bi
limlerin ancak doğa bilimlerini kendisine
örnek alarak gerçek anlamda bilim olabi
leceği iddiasını öğrenmemi sağladığının
farkına birkaç ay içinde varacaktım. Bili
min ne olduğunu doğa bilimlerini modem
mantık aracılığıyla formalize eden bilim
felsefesinden öğrendim. Kısa bir sürede
-neyse ki kısa bir süre için (!)- pozitivist
oldum. Artık bilimin ne olduğunu biliyor
dum. Bilmiyor muydum? Diğer her şeye
burun büküyordum. Sosyal bilimler ile il
gili kuşkularımı unutmamıştım ama kuş
kularıma artık farklı bir gözle bakıyor
dum. Sosyal bilimciler bilimin ne olduğu
nu biliyorlardı. Bilmiyorlarsa, bilebilirler
di. Eger sosyal bilimler yeteri kadar bilim
sel olamıyorsa, bu sosyal bilimcilerin ka
bahatiydi. Sema Hanım benim yeteri ka
dar pozitivist ve realist bilim felsefeleri
öğrenmiş olduğuma kanaat getirmiş ol
malı ki benden Thomas S. Kuhn'nun Bi
limsel Devrimlerin Yapısı'nı2 okumamı is
tedi. Okudum. Daha Kuhn'nun kitabını
bitirmeden -pozitivizm gibi- haddimi aş
tığımı anladım. O andan itibaren sosyal
bilimler felsefesi benim için beni yıllarca
uğraştıracak bir kannaşıklık kazandı. Po
zitivizm ile modem toplum arasında bir
ilişki olduğunu hissediyordum. O ilişki
tam olarak neydi? Pozitivizm gücünün en
azından bir kısmını modem toplumun ba
zı özelliklerinden almıyor muydu? Poziti
vist olmayan bir sosyal bilim nasıl bir şey
olabilirdi? Örnekleri var mıydı? Poziti
vizm ile modem toplum arasında sıkı fıkı
bir ilişki varsa, pozitivist olmayan bir sos
yal bilimin modem toplumdaki yeri ne
olabilirdi? Sema Hanım'ın Frankfıırt Oku
lu okumam için henüz erken olduğunu
söylediğini hatırlıyorum.
Lisanstan sonra, İlkay Sunar'la sosyal bi
limler felsefesi çalışabilmek için de Bo
ğaziçi Üniversitesi'nin Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler Bölümü'nün yüksek
lisans programına girdim. Giriş sınavın
da sorulan iki sorudan bir tanesi Türki
ye'de patronaj mekanizmalannın demok
rasinin gelişmesine olan katkılarının
olumlu mu, olumsuz mu olduğuydu. Sı
navda soruyu görür görmez, bu soruyu
benden daha iyi kim cevaplayabilir diye
böbürlenerek kendi kendime güldüm! Si
yasetin toplumsal temellerini kavramak
için gerekli olan sosyoloji formasyonunu
Kıray sosyolojisinden almıştım. Üstelik
Kıray'ın toplumsal değişmeyi anlamamı-
Cogito, sayı: 54, 2008
ı7
18
Rüzgar Gülü
za en önemli katkısı patronaj mekaniz
ması kavramıydı.
Boğaziçi Üniversitesi'ne sosyal bilimler
felsefesi konusunda kafam epey karışık
olarak başladım. İlkay Bey'in Düşün ve
Toplum3 kitabını tabii ki çoktan oku
muştum. O sayede hem çok şey öğren
miştim, hem de daha öğrenmem gereken
ne kadar çok şey olduğunun farkına var
mıştım; hem sosyal bilimler felsefesinde
bildiklerimin çoğunu kafamın içinde an
lamlı bir şekilde organize etmiştim hem
de kafam karışmıştı. Sözlü sınavda İlkay
Bey yüksek lisansta kafamı daha da çok
karıştıracağını söyleyince (!) çok sevin
dim. Boğaziçi Üniversitesi'ndeki birkaç
senem, diğer şeylerin yanı sıra, pozitivist
olmayan bir sosyal bilimlerin felsefesinin
ve örneklerinin peşinde geçti. Yok, teori
ve pratik bir araya gelmiyordu. Üstelik
bir taraftan postmodern olduklarını iddi
a eden teoriler, diğer taraftan siyaset,
ekonomi, toplum ve kültürdeki değişik
likler sosyal bilimlerin çok da güçlü ol
madıklarını yıllar sonra fark edeceğim
kendilerine olan güvenlerini sarsıyordu.
İlkay Bey Hans-Georg Gadamer'in Truth
and Method4 kitabını okumam için he
nüz erken olduğunu söylüyordu. Richard
J. Bernstein'nin The Restructuring of So
cial and Political Theory5 kitabındaki sos
yal ve siyasal teorinin aynı anda hem
ampirik, hem hermenötik hem de özgür
leştirici olabileceği iddiasına burun kıvır
mamı şimdi utanarak hatırlıyorum. O si
nik tepkimin nedeni sosyal bilimler felse
fesindeki tartışmalardan bazılarını haz
metmemiş olmamdı sanının.
Hazımsızlığımı doktoraya ve doktora
için gittiğim Kanada'ya taşıdım. Neden
yurtdışında doktora? Uluslararası bir si
yaset bilimi yapmak istiyordum. Şimdi
düşünüyorum da, bunun tam olarak ne
anlama geldiğini o zaman bilmiyormu
şum. Bir ülkenin taşralılığından kurtul
mak için başka bir ülkeye gidildiğinde gi
dilen ülkenin taşralılığına hapsolmanın
yüksek bir olasılık olduğunu o zaman
bilmiyordum. Taşralılığı aşmanın koşul
ları başkaymış. (Yanlış anlaşılmasın,
hangi ülkeden olursa olsun her sosyal bi-
Cogito, sayı: 54, 2008
limcinin yurtdışında sosyal bilimci ola
rak zaman geçirmesinin formasyonu açı
sından iyi olacağını düşünüyorum.)
Sosyal bilimcilerin cevaplamaya çalıştık
ları soruların normatif boyutları var. So
rularımızın normatif boyutlarına göster
diğimiz tepkilerin bilincine Kanada' da
doktorada vardım. Tepkilerden bir tanesi
daha fazla olgu sahibi olmamız ve/veya
ampirik olarak yanlışlanabilir teorileri
mizi daha rafine ve sofistike kılmamız
gerektiğini düşünmekti. Bu şekilde düşü
nen sosyal bilimcilerin daha fazla olgu
toplamalarına ve/veya teorilerini geliştir
melerine rağmen ilgilendikleri soruların
normatif boyutlarına dair tatmin edici
cevaplar bulmaları devamlı gecikiyordu.
Ampirik olan ile normatif olan arasında
ki açığın ampirik olarak kapatılamayaca
ğına doktorada karar verdim. (Ampirik
olan ile normatif olan arasındaki açığı
ampirik olarak kapatmak araçsal aklın
kontrolden çıktığı bir toplumda rasyonel
seçim teorisi ile belki mümkün olabilir.
Ancak, araçsal aklın kontrolden çıktığı
bir toplumu sosyal bilimciler gerçekten
de isterler mi? Sosyal bilimlerin bilimsel
liğini garanti edebilecek tek teori gerçek
ten de rasyonel seçim teorisi mi?)
Sosyal bilimcilerin cevaplamaya çalıştık
ları soruların normatif boyutlarına gös
terdikleri tepkilerden bir diğerinin de
sosyal bilimcilerin demokratik olması ge
reken siyasal karar alma süreçlerine kısa
devre yaptırmaları olduğunun farkına
vardım. Sosyal bilimlerin ürettikleri bilgi
nedensel olarak açıklayıcı olduğu için
faydalı ve faydalı olduğu için de önemli.
Buna hiç şüphe yok.
Ancak, sosyal bilimcilerin bilimsel olarak
doğru olanı formel siyasal ve/veya sivil ak
törler ile işbirliği yaparak hayata geçirir
ken siyasette olması gereken ile olabilecek
olan arasındaki farkın olması gerekenin le
hine neredeyse ortadan kalkması demok
rasinin bilim tarafından kaçırılmasıydı.
Demokrasiyi ciddiye alan vatandaşların
bunu kabullenmeleri mümkün müydü?
Üniversiteler (de) piyasa ekonomisi ile
kamu yönetimine ve onların araçsal ras
yonalitesine teslim oluyordu. Postmo-
Rüzgar Gülü
dem olduklarını iddia eden teorilerin bu
türel sorunların nedenlerini keşfetmesi ve
koşullarda ciddiye alınması gerektiğini
keşiflerini sorunları çözmek için uğraşan
düşünmeye başladım. Postmodem teori
larla da paylaşması bir şeydi, gerçekliğin
ler modemitenin patalojilerine dair bilin
keşfedilen nedensel ilişkilerin tuttuğu ay
cimizi bazen modem, bazen de modem
nada dönüştürülmesi başka bir şey. So
olmayan duyarlılıklar ile keskinleştiriyor
runların çoğunun kökeni araçsal aklın
du. Postmodem teorilerin siyasetin, tari
hüküm sürdüğü piyasa ekonomisi ile ka
hin, bireyin, toplumun vb.nin sonunu
mu yönetimiyken toplumsal ve siyasal
ilan etmesi hem sendrom hem teşhisti .
pratiğin ampirik teorinin uygulanmasına
Kanada'da doktora yaparken kana kana
indirgenmesi - hele de sosyal bilimler gi
su içer gibi Jean Baudrillard okumamı
derek artan bir şekilde ihtisaslaşırken ve
şimdi gülümseyerek hatırlıyorum . (Ba
teknolojideki gelişmelerden ötürü hız
udrillard'ın postmodem olup olmadığı
çoktan siyasetin bir unsuru olmuşken -
sorusu hiçbir zaman ilgimi çekmedi.)
yangına körükle gitmek değil miydi? Ye
Sosyal bilimcilerin cevaplamaya çalıştık
teri kadar verimli, eşitlikçi ya da özgürleş
ları soruların normatif boyutlarına gös
tirici olmadığı (çoğu zaman haklı olarak)
terdikleri iki tepki sosyal bilimlerin sınır
düşünülen belirli gerçekliklere yapılan
larını iyice görmemi sağladı. Lisanstaki
müdahalelerin rasyonel olmaları adına
yıllarımdan beri avuçlarımda birikmekte
sosyal bilimsel (yani, teknik) müdahaleler
olan parçalar en sonunda anlamlı bir bü
ile sınırlandırılması verimlilik, eşitlik ve
tün oluşturuyordu . Farkına vardım ki
özgürlüğün yeşerebileceği toprakları
baştan beri beni kendine çeken sadece
erozyona uğratmaktı. Benim için bunun
sosyal bilimler değil, sosyal bilimlerin ha
kadar çarpıcı olan liberalizm ile bilimsel
yatın içindeki yeriydi de. Pozitivizmin bi
rasyonalitenin birbirlerinin açıklarını ka
limi modem mantık aracılığıyla formalize
pattıkları Kanada'da sosyal bilimciler ve
etmesi gerçekten de başarılıydı. Problem
vatandaşların bunun farkında olmamala
pozitivizmin bilimin hermenötik boyutu
rıydı. Bu farkında olmama tabii ki poziti
na olan duyarsızlığından kaynaklanıyor
vizmin ta kendisiydi. Hem sosyal bilimci
du. Pozitivizmin modem mantık aracılı
hem de yabancı olduğum için Kanadalıla
ğıyla formalize ettiği belirli bilimsel sü
rın pek farkında olmadıklarının ben çok
reçlerin tarihsel ve toplumsal gerçeklikle
farkındaydım. (Yabancı bir ülkede sosyal
rine dair ciddi bir önyargısı vardı. Poziti
bilimler eğitimi almanın kişide yaratabi
vizmi eleştiren ya da pozitivizme karşı
leceği varoluşsal ve epistemolojik heye
olan bilim felsefesi ya da bilim tarihi ise
lanlar o kadar karmaşık bir konu ki ayn
tam da bu noktada devreye giriyor ve bili
bir yazı gerektiriyor.) Çare? Sosyal bilim
min hermenötik boyutuna dair bilincimi
cilerin bilim yaparken kendilerini felsefe,
zi arttırıyordu.
(İyi
bir sosyal bilimci ola
sanat ve siyasete açmaları ve vatandaş
bilmek için hem pozitivizm, hem de pozi
olarak da sosyal bilimleri felsefe, sanat ve
tivizme karşı ya da eleştirel argümanları
demokratik siyaset karşısında göreceli kı
bilmenin gerekli olduğunu düşünüyo
labilmeleri diye düşünüyorum.
rum.) Bilerek ya da bilmeyerek pozitivist
Dönüp de son yirmi yıla baktığımda, (va
bir anlayış içinde olan sosyal bilimcilerin
tandaşlık konusunda çalışan ve) siyaset
sosyal bilimlerin hermenötik boyutuna
teorisinin ampirik, hermenötik ve özgür
dair bilinçlerinin zayıflığı zaten teknik bir
leştirici olabileceğini ve olması gerektiği
faaliyet olan sosyal bilimleri iyice teknik
ni düşünen bir siyaset bilimci olarak
kılıyordu. Sosyal bilimler sadece metodun
kendimi bulmamda Kıray'ın oynadığı do
sosyal bilimlerde oynadığı önemli rolden
laylı ama büyük ve önemli rolü görüyo
dolayı değil, pratik sosyal bilimlerde te
rum. ("Ben" dediğim senteze sadece Kı
orinin uygulaması olarak düşünüldüğü
ray'ın öğrencileri olmuş hocalarımın ve
için de teknik bir faaliyetti. Sosyal bilim
onların asistanlarının değil, Marmara
lerin siyasal, ekonomik, toplumsal ve kül-
Üniversitesi'ndeki ve Boğaziçi Üniversite-
Cogito, sayı: 54, 2008
19
20
Rüzgar Gülü
si'ndeki başka hocalarımın da katkıları
oldu.) Önemli ve anlamlı olan, Kıray sos
yolojisinin toplumsal değişme ile ilgili
öğrendiğim içeriğinin yanı sıra, terbiyesi
ni hayatımda ilk defa Kıray'dan kendime
mal ederek aldığım, hem bilgiye hem de
hayata ve dünyaya hevesli bir yönelim.
Kıray'ı bu nedenle saygıyla anıyorum.
Son söz Mübeccel B. Kıray'ın olsun. Ful
ya Atacan, Fuat Ercan, Hatice Kurtuluş
ve Mehmet Türkay'ın kendisi ile 1998'in
Ekim'i ile 1 999'un Ocak'ı arasında yap
tıkları söyleşileri içeren "Hayatımda Hiç
Arkaya Bakmadım": Mübeccel B. Kıray'la
Söyleşi adlı kitapta Kıray diyor ki: "Öğ
Notlar
1 Emile Durkheim, Toplumbilinısel Yöntemin Ku
ralları, Çev: Cemal Bali Aka!, İstanbul, Bi
lim/Felsefe/Sanat Yay., 1985.
2 Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı,
Çev: Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Alan Yay., 1982.
3 İlkay Sunar, Düşün ve Toplum, Ankara, Birey
ve Toplum Yay., 1986.
4 Hans-Georg Gadamer, Truth and Method, Çev:
Joel Weinsheimer ve Donald G. Marshall, New
York, Crossroad, 1989.
5 Richard J. Bemstein, The Restructuring of Soci
al and Political Theory, London, Methuen, 1976.
6 Fulya Atacan, Fuat Ercan, Hatice Kurtuluş, ve
Mehmet Türkay, "Hayatımda Hiç Arkaya Bak
madım": Mübeccel B. Kıray'la Söyleşi, İstanbul,
Bağlam, 2001, s. 56.
renciler hocaların omuzlarına basarak
yükselirler. Bu helal. Size de benim an
lattıklarım helal olsun."6
VEYSİ T. KONDU
Trajik Ölüme Şarkıh İnkar
Kahrı görünür kılan cümleler çıkıp yara
larımızdan keser de önümüzü, biz zan
nederiz dökülür bu yazılar alnımızdan.
El ele çıkıp en sevdiklerimizle çocuklu
ğumuzdan, usul usul ilerleriz ve geçeriz
geçmemiz gereken yolumuzdan... Özgür
lük gibi bir şeydir güzel gelir, özgürlük
bir şeydir ki her şeyden güzel gelir. Yeni
yollar yeni yıllar, yeni ruhlar ve derken
rastlarız ateşi avucunda bize getirenlere
düşünürüz bu ne hoş bir aydınlık, bu ne
ulu, ne nurlu, ne mutlu bir kimse hiç
ama hiç dönmemeli oyuncaklı günleri
mize. Bilemeyiz ki o bir Prometheus'tur,
ve aydınlık veren ateşi lanetidir, korku
sudur.
Derken akar yıllar, biter yollar ve artık
önümüzde bizi derinliklerine çağıran bir
uçurum vardır, adı "yar"dır. Uçmaya yel
teniriz biz de. Ve düşeriz yar alır bizi içi
ne kırılır kanatlarımız, alın yazımızı
onayladığımız kalemimizle . . . İşte bu bir
trajedidir. . . Ve ardından kederli doku
nuşlarla döner dünya . . .
Cogito, sayı: 54, 2008
Dağılan leylakların, zambakların, erikle
rin beyaz yapraklarının ardından bildiği
miz her beste yalana çıkar. Beklemekle
son bulur her günümüz. Daha güneşli
olanı görmek için her defasında daha da
kesif bir karanlığa bürünürüz.
Çalışmakla geçer senelerimiz ve biz ge
çeriz mevsimlerden çalışmakla. İyiyi
umarak ama daha çok kötüden korun
makla. . . Ya seçim yapmak zorunda kalı
rız istediğimiz pek çok şeyin içinde, ya
da mecburuzdur hiç arzu etmediğimiz
bin türlünün binine de . . . Kethüdalık ya
parız da aleme, bir kendi halimizi kur
tarmaya yetmez aklımız, doğaçlama acı
lar yaşar trajik taraflarımız . . .
İşgal altında kanlı, yıldızlar altında ro
mantik, tehdit altında korkak, her taşın
altından çıktığında ise mümkün değil
dir ondan kaçınmak. Yağmur altında
sırılsıklam ve fakat çoğu kez derya içre
bir damla suya hasret, baskı altında
bastırılmış, aynı çatının altında yaban
cılaşmış, tüm aramalara rağmen birta-
Rüzgar Gülü
kım eller altında daima mevcut kalmış
tır trajedi.
Koruma altında korunaksız, zan altında
lal olmuş diliyle derdini anlatması ola
naksız, toprak altında inlese de duyulma
sı imkansız, gök kubbe altında herkesçe
malum ve fakat tutanaksızdır trajedi.
Nuh nebinin ellerinde tufanlar koparan
bir damla da olmuştur, yeryüzüne usul
usul indiği de kar taneleri gibi meleklerin
ellerinde. Onun için savaşlar da yapıl
mıştır, bilinir savaşlara iştirak ettiği de . . .
Kalabalık kelimelerin arasında yapayal
nız, en pastoral şiirlerde şehirli, en gü
neşli tablolarda iliklerine kadar üşümüş
bir yürektir trajedi. . . Hem onun pamuk
şekeri bile kırar dişlerini.
Afrodizyak etkili, tutkulu, körkütüktük,
ideologsuz ve de ne iş olsa yapanın kali
tesizliğinde girdiği çıktığı yer belli belir
siz bir kavram değilse de çoğu zaman
bunlann sonucudur trajedi.
Frenk tarzı telaffuzu ve bize has bir me
tin formatında mücessem hali edebiyat
tarihimize nispetle hayli yeni olmasına
karşın; tasvir ettiği resmin ağlak, muğ
lak, pespaye, kendinden geçmiş, omuzla
n düşük, kafasını o duvardan bu duvara
vuran romanesk, arabesk tarzı sebebiyle
en Fransız'ımızın bile zihninde trajediye
dair akmasa da damlayarak oluşmuş, yu
kanda bahsedilen minvalde bir aşinalık
bulunur. Bununla beraber Yunan edebi
yatına göbek bağıyla bağlı olmayan biz
şarklılar için "trajedi" gözümüzün ısırdı
ğı fakat ağzımızla tutamadığımız bir kuş
tur.
Haddizatında ağzımızla o kuşu tutsak da
ettiğimiz laf stajyer terecinin orijinal te
reciye tere satması babından ancak bey
nelmilel camiada dikkate şayan olur. Da
ha derinden, daha yakından, yani işin as
lından bakacak olursak daha iyi anlanz
neden doğuda trajedi olmaz olamaz, ne-
den ağzımızla bir trajik kuş tutamayız di
ye . . . .
Orta dünyada uçuşan kuşlar Zümrüdü
anka sulbünden geldiğinden, öyle ölmek
le falan trajik sonla hitama eren hikaye
lerin zavallı kahramanı olma performan
sını gösteremezler. Zira Zümrüdüanka
ecelin kendisine kavuştuğu her seferde
küllerinden yeniden doğar. Belki bu yüz
den, hayır belki değil işte bu yüzden, biz
de trajedi yoktur diyebiliriz. Ölümü mut
lak son olarak kabul etmeyen ve dolayı
sıyla mutlak ayrılıkla son bulmayan bir
hikayenin tadı ne kadar trajik olabilir ki..
Ölümle gelen sonu inkar eden asırlık bir
hayat algısı vardır doğunun. Sadece bir
şehri düşünsek bile bize kifayet eder. Ka
hire. Ölüler şehri.. Ecele direnen, dire
nişçi ölüleriyle yaşayan şehir. Nil'in do
ğusunda devasa Keops, Kefren ve Mike
rinos piramitleri ve Coptic Saint George
Kilisesi mezarlığındaki aile kabirleri me
sela ... Her biri birbirinden masalsı ve gi
zemli . . . Ya peki ölüler şehrine, şehrin
içinde odalan pencereleri ve kapılan ya
ni çatılan altında yaşayan ölülere ne de
meli . . . Mutlak sonu ve aynhğı inkarla
hayatı şiddetle talep eden kültürel yapı
ölümü ancak bir kapı olarak görüyorsa
yeni bir dünyaya açılan, doğuda trajedi
yi nasıl bulabiliriz ki?
Yine de:
Kısır sanatsallık algısının pişmemişi çiğ
kalmışı, taktiksel yaşam anlayışının
ümitsizi hoyratı, siber alemden devşir
me modasalhk kurbanı, sanal dünya
nın pastörize insanı: Yani ben yani biz
yani devr-i dünyanın elan mukimleri
olan hepimiz bilmeliyiz ki "trajedi"yi
aynalarda değil de googlebarda arayışı
mız tüm sözleri kifayetsiz kılacak kud
rette trajiktir.
BEHİCE TEZÇAKAR
Cogito, sayı: 54, 2008
2ı
22
Rüzgar Gülü
Egemen istisna Uykudan Uyamr mı?
1 1 Eylül saldırılarından sonra bütün ulu
sal ve uluslararası hukuk kurallarını hiçe
sayan Amerikan egemenlik makinesi, Ba
tı siyasetinde uzun zamandır bilinen, hu
kuk-i olmayan hukuki bir durumu uygu
lamaktan başka bir şey yapmamaktadır:
"İstisna hali" bir kez daha kural haline
gelmiştir. İstisna hali, bir devletin içer
den ya da dışardan tehdit altında olduğu
bir durumda anayasal düzenin tehdit ber
taraf edilinceye kadar askıya alınmasıdır.
Fransızların "etat de siege" (kuşatma ha
li) ile karşıladıkları bu olgu, özünde düş
manlar tarafından kuşatılan bir şehrin
ve/veya ülkenin kuşatma esnasında bü
tün karar alma yetkilerini egemene dev
retmesi anlamına gelmektedir. Bu du
rumda egemen gücünün zirvesindedir,
gücünü istediği gibi kullanma hakkına
sahiptir. Öyle ki, modem Batı demokra
silerinin tarihi aynı zamanda sayısız defa
askıya alınmış anayasaların tarihidir.
Anayasal düzeni ve/veya demokrasiyi gü
venlik gerekçeleriyle sürekli olarak ertele
menin anlamı bir açıdan keyfiyetin (per
sonality) resmileşmesidir. Bu yüzden yir
minci yüzyılın başında bazı neo-Kantçı
liberal düşünürler (Kelsen, Krabbe, Pre
uss . . . ) istisna halinin bütünüyle demok
rasi dışı olduğunu, gücün yasama, yürüt
me ve yargı şeklinde henüz ayrılmadığı
monarşiler çağına ait olduğunu iddia
ederek egemenin istisna yönünü kına
mışlardır. Onlara göre keyfiyet nesnel ya
pıyı aşındırmaktadır. Akıl keyfiyete açık
olamaz. Öte yandan keyfiyete burada pe
joratif bir anlam yüklemek bir başka açı
dan doğru olmayabilir. Bu perspektiften,
kaosa uygulanabilecek hiçbir kural ola
mayacağından hukuk tehdit anlarında is
tisnaya teorik olarak açıktır. Bir devlet
tehdit altında olduğu zaman anayasal
düzeni (vatandaşlara tanınmış hakları)
askıya alarak aslında hukukun güvencesi
olmaktadır. Alman hukukçu ve filozof
Carl Schmitt'e göre istisna egemen nor
mal durumlarda uykudadır, normal ol
mayan durumlarda ise kendiliğinden
Cogito, sayı: 54, 2008
uyanıverir. Schmitt'in "Siyasal ilahi
yat"ını İngilizceye çeviren Scwhab'ın de
diği gibi "egemen istisna" olağanüstü
olana karar veriyorsa olağan olana da
özünde hüküm getirendir.
Schmitt'e göre egemen istisnayı kınayan
bütün neo-Kantçı formalizmler "nesnel
lik" talep etmektedir; amaç devletten bü
tün öznel ya da keyfi normları elimine
etmektir. Bu yüzden "istisna" fikrine kar
şı çıkmaktadırlar. İstisna, Kantçı form ve
içerik arasındaki şematik ilişkiyi boz
maktadır. Bütün liberal anayasacılar için
olduğu gibi Kantçılar için de soyut bir
yasanın keyfi olmayan geçerliliği çok
önemlidir. 1 Oysa Schmitt için somut
olaylar bu teoriyi yalanlamaktadır.2
Schmitt'in iddiası şöyledir: Her somut
hukuki karar yasanın içeriğinden kayıt
sız bir anı içerir. Hukuki tümdengelim
yaslandığı dayanak noktasının son deta
yına kadar takip edilemez.3 Karar gerek
tiren bir durum, yasadan bağımsız ola
rak bir karar verme anı gerektirir.4 Yani
yasa tek olduğundan ve yasanın uygulan
dığı olaylar çok olduğundan yasanın ya
sayı uygulayan tarafından farklı olaylar
da farklı yoru mlanması zaruridir.
Schmitt'e göre burada keyfilik hukuk dışı
değil tam tersine hukukidir. Bunun dı
şında hukuku uygulamak neredeyse im
kansız olmaktadır. Yasa genel ve soyut
tur, dolayısıyla her somut olayda bütü
nüyle geçerli olması söz konusu olamaz.
Öyleyse yasa istisna'ya teorik olarak da
zaten açıktır. Her yargıç aslında yasadan
bağımsız (gerektiğinde) kendi istisnasını
yaratmaktadır, eğer yargıçlar (gerektiğin
de) kendi istisnalarını yaratıp yasayı as
kıya almazlarsa hukukun işlemesi söz
konusu olamazdı (Türkiye'de davaların
yıllarca sürmesindeki en büyük etken,
teknik eksiklikler ve karar verilemezliğin
politik çıkarları yanında, yargıçların ya
salara ne yazık ki yeterince, bizdeki hu
kuk diliyle, şerh koyamamalarıdır). Çün
kü teorik olarak hukuk, her olay için bir
kural getiremez, olaylar benzerlik ve ya-
Rüzgar Gülü
kınlıklarına göre kurallaştırılır ise de
olayların benzerlik ve yakınlıkları her za
man farklılaşır. Yargıcı bir egemen ya
pan şey, yasayı askıya alarak davaya is
tisnayı (gerekiyorsa) uygulayabilmesidir.
Amerikan egemenlik makinesi örneğinde
olduğu gibi hukukun askıya alınması ile
temelde demokrasi sürekli olarak aşındı
rılmaktadır. Fakat teorik olarak bu, de
mokrasi adına yapılmaktadır. Bizdeki
tartışma içinde demokrasi yerini cumhu
riyete bırakmaktadır. Cumhuriyet aslın
da kökeninde istisna halinden mevcudi
yete geçmiştir (Mustafa Kemal ve arka
daşları devleti -Cumhuriyet'!- kurarken
devletin -Osmanlı Devleti- artık devlet
olamadığına karar vermişler ve kendi is
tisnalarını yaratmışlardır). Fransız filo
zof Gilles Deleuze'ü takip ederek söyleye
cek olursak, devlet kökeninde neyse şim
disinde de o'dur. Halkın egemenliği dev
letin mevcudiyetini tehdit ettiği anda "is
tisna egemen" ( sovereign exception)
uyanmaktadır. Çünkü hukuk özünde is
tisnadan doğmaktadır. Schmittyen pers
pektiften, devlet anayasal düzeni anaya
sal düzen adına askıya alma hakkına sa
hiptir. Bu, bu türden bir devlet teorisinde
bir kuraldır. Darbeci bütün generaller
devlet teorisindeki, biz demokratlar için
pek sevimli olmayan, bu ilkeden hukuki
(ve belki de onlar açısından ahlaki) bir
meşruiyet zemini bulmaktadırlar. Tabii
anayasal düzenin askıya alınması "iyi"
bir şey olarak resmedilemez. Çünkü bu
durumda "şiddet" için gün doğmuş ol
maktadır. Şiddet ise etik açıdan birinin
(özel ya da tüzel) bir başkasına yapabile
ceği en kötü şeydir. Fakat devlet ile ahlak
arasındaki ilişki ne yazık ki modernite ile
kesintiye uğramıştır. Demokrasiyi icat
eden antik Yunanlar için etik, politika ve
hukuk ile sıkı bir ilişki içindeydi. Aristo
teles, adaleti uygulayan kişinin ancak
adalet erdemine sahip olan kişi olabilece
ğini yazmıştır. Machiavelli ile bu ilişki
koparılmıştır. Etik felsefi bir gevezelik
olarak görülmüştür. Devlet bütünüyle bir
güç alanı olarak kurgulanmak istenmiş
tir (Devlet adamlarının bugünün postmo
dern dünyasında dahi Etika başlıklı ki-
taplar okuduğunu hiç zannetmiyorum;
aynı hissiyatım hukukçular için de geçer
li. Hukukçular sürekli "hukuk devle
ti"nden bahsetmekteler ama hukukun
adaleti baltaladığını görmemekteler. Etik
özünde şiddeti ayıpladığı gibi vicdana
kapı aralar ve bizim başkasının acısına
istisnasız bakmamızı emreder). Siyaset
ve ahlak iki farklı entiteye dönüştürül
müştür.
Egemenin bu istisna mevcudiyetinin hu
kuki bir temeli olsa da (bazı hukukçulara
göre yoktur) halkın mevcudiyetini tehdit
eden "istisna egemen" e karşı çıkmanın
hukuki dayanakları da yok değildir. Hob
bes'un De Cive yapıtında çizdiği şekliyle
egemen her şey olsa da bir şey değildir
(Hobbes'u örnek veriyorum çünkü o dev
leti neredeyse herşeyin üstüne koymakta
dır); o da egemenin "halk"ın kendisi ol
madığıdır. Halk tek bir durumda egeme
ne, yani devlete isyan etme hakkına sa
hiptir Hobbes için: eğer egemen, uygula
malarında "halk"ını mutsuz ediyorsa
(halkın çoğunluğu olması gerekmez, "ge
nel irade"nin rahatsız olması, mutsuzlu
ğu yeterlidir) halk egemenin sözünü as
kıya alma hakkına (yani hukukuna, hu
kukla hak aynı şeydir) sahiptir. Hobbes
için aslında devlet (commonwealth) ve
halk (people) birdir. Devlet egemenliğini
halktan alır, dolayısıyla halkının mutlu
luğunu her şeyin üstünde tutar.5
Bugün ülkemizin içinde bulunduğu bü
tün siyasi tartışmaların yukarıdaki teorik
çerçeveyle çok yakından ilişkisi vardır:
cumhurbaşkanlığı seçimi, türban tartış
ması, YÖK, asker ve siyasetçi karşıtlığı
vb. Türkiye'de egemen istisna kimdir?
Egemen istisna bizde istisnasız askeri bü
rokrasidir. Çünkü devleti kuran askerler
dir (bu nokta her zaman gözden kaçmak
tadır, devlet özünde askeri bir devlettir
bizde). Egemen istisna Türkiye tikelinde
"Kürt meselesi" ve "laiklik karşıtlığı" bağ
lamında uykudan uyanmaya istekli gibi
dir. Demokrasilerde egemen istisna'nın
uyanması hoş karşılanmaz. Birleşik Dev
letler'de 11 Eylül saldırılarından sonra
kendini commander-in-chief (başkomu
tan) ilan eden Bush, demokratlar tarafınCogito, sayı: 54, 2008
23
24
Rüı.gtir Gülü
dan, istisna egemen rolüne bürünerek
Birleşik Devletler'in demokratik-sivil gele
neğini baltalamakla suçlanmıştır. Hillary
Clinton bu demokratik-sivil geleneğin
sözcüsü olarak ABD başkanlık koltuğuna
yeniden oturtulacakmış gibi görünüyor...
Kürt meselesi Türkiye'nin güneydoğusu
nun uzun zaman bir "olağanüstü hal" re
jimi ile yönetilmesine zaten vesile olmuş
tu. Şimdilerde ise egemen istisnayı en
çok huzursuz eden, islamcı geçmişi olan
AKP'nin "türban"ı "devlet alanı"nda gör
mek istemesidir. "Devlet alanı" diyoruz
çünkü genelde "kamusal alan" ile karşıla
nan bu olgu doğru bir tabir değildir. Al
man filozof Habermas'ın doktora tezi
olan "Kamusallığın Yapısal Dönüşü
mü"ne bakılırsa burjuva "kamusal alanı"
devlet dışı bir alandır; insanların özel ha
yadan ile devlet arasındaki "sivil toplum"
alanıdır; yani kamusal alan cumurbaş
kanlığı köşkünden çok caddeler, kafeler,
gazeteler, sergi salonları vs.'dir; ki bura
larda kamu özgürce kendi "iyi hayat"ını
inşa etmenin yollarını arar ve bu "iyi ha
yat" adına öteki "iyi hayat" biçimlerine
kendini kabul ettirmenin peşinden gider.
Türbanın devlet alanına girmesi laikliğin
sıkı savunucuları tarafından islami "iyi
hayat" anlayışının (başörtüsüz bir hayat
kötü bir hayattır birçokları için) toplu
mun bütününe empoze edilmesinin sim
gesel ifadesi olarak postüla edilmektedir.
Bu çetrefil meselede "türban" Müslüman
lar tarafından temel bir insan hakkı ola
rak bütün kamusal alanda (devleti içine
alan anlamıyla da) serbest bırakılmak is
tenmektedir. Egemen istisna'nın uyku
dan uyanmasını istemeyecek olan de
mokratlar için en büyük üzüntü toplu
mumuzun ne yazık ki yeterince laik bir
toplum olmamasıdır.6 Anglosakson kay
naklı "sekülerlik" ile Kıta Avrupası kay
naklı "laiklik" arasında Türkiye'deki libe
rallerin iddia ettiği türdün büyük bir fark
olmadığı için, "laik" kelimesini kullan
makta bir sakınca görmüyorum. Laik ya
da seküler toplum dinin toplumsal haya
tın merkezinde olmadığı, dinin yerini da
ha çok sanatsal etkinliklerin aldığı top
lumdur. Bilimsel etkinlikler demiyorum
Cogito, sayı: 54, 2008
çünkü bilimin toplumun gündelik yaşa
mına etkisi doğrudan olmaz, dolaylı yol
lardan olur. Laik bir toplum bilim adam
larının yaptıkları değil sanatçıların yapıt
larını görmek adına sergi mekanlarına ya
da müzelere akarlar. Laik bir toplumda
kilise ya da caminin yerini sanat müzele
ri alır. Bu olgu bizde henüz kavranabil
miş değil. Bizde dinin yerini bilim doldu
rur şeklinde Comte'cu bir bayağı poziti
vizm hala laik çevrelerde egemendir. Oy
sa Aydınlama'nın hemen akabinde ro
mantiklerin pozitivizme ve aydınlanma
akılcılığına getirdiği eleştiriler Batı'da sa
natın toplumsal yaşamda dinin yerini
doldurabilecek tek gerçek insani etkinlik
olduğu şeklinde olmuştur ve bugünün
Batısında bu düşünce pozitivizmden ve
aydınlanma akılcılığından daha etkilidir.
Laik olmak özünde dinsellikten sıyrılmak
ve sanatı neredeyse bir din statüsüne ge
tirmektir. Çünkü insan özünde fizik bir
varlık olduğu kadar metafizik bir varlık
tır. Laik bir insanın tinselliği sanat ile an
cak doyuma ulaştırılabilir. Din aracılığıy
la metafizik eğilimlerini yöneten insan la
ikleşince dünyayı öbür dünyanın vesaye
tinde kurtarır ama metafizik eğilimlerini
yok edemez. Sanat, laik insanın tinselliği
ni tenselleştirecektir. Oysa ki akıl ve bilimi
sadece kendine rehber edinen kişi sonsuz
metafizik dürtülerle baş edemeyecek ve
her tür metafizik işareti varlığına tehdit
sayan paronayak bir bilince dönüşecek
tir. Laik insan bilimi olduğu kadar sanatı
da kurumsallaştıran insandır.
Bizde laik devlet sanata asla yeterince
yatırım yapmaz. Sanata ayrılan devlet
bütçesi her zaman çok ama çok az ol
muştur. Çünkü toplumsallığın kutsallık
bağlamında gündelik anlamını veren ha
la bizde dindir. O yüzden laikler de ikti
dara geldiği zaman dinsel harcamalar
için bütçede kısıntıya gitmezler. Oysa ba
tı toplumlarında din marjinalize olduğu
için cemaatlerin din üzerindeki vesayeti
devleti ya da toplumu bizdeki gibi rahat
sız etmez. Devlette din işlerine büyük
fonlar aktarmaz. Tersine bu fonlar sana
ta gider. Örneğin ABD İkinci Dünya Sa
vaşı'ndan sonra New York'u Paris'in yeri-
Rüzgar Gülü
ne dünyanın kültürel başkenti yapmak
adına sanata büyük destek vermiştir. Öy
le ki devasa sanat müzeleri yaratılırken,
bu müzelerin içleri Avrupa'dan satın alı
nan önemli yapıtlarla doldurulmakla kal
mamış, Amerika soyut ekspresyonizmine
de büyük destek verilmiştir. Jackson Pol
lock'u kült statüsüne getirenin sadece
onun yeteneği olduğunu söylemek biraz
saflık olurdu.
Max Weber bir yüzyıl önce moderniteyi
"dünyanın büyüsünün bozulması" şeklin
de tanımlaştırmıştı. Modernite ile dünya
kutsallıktan arındırılmıştır. Türban bura
da sıkı laiklerin iddia ettiği gibi siyasi bir
simge olmaktan çok İslami bir toplum
olduğumuzun hatırlanması için önemli
gibi durmaktadır Müslümanlar için. Tür
ban islami kutsallığın simgesi olmakta
dır. Müslümanlar toplumumuzun laik
bir toplum değil islami bir toplum oldu
ğunun iddiasındalar. Küçük bir hatırlat
ma yapmakta yarar var: laik toplumlarda
kendilerini ateist olarak tanımlayan in
sanların oranı azımsanmayacak kadar
fazladır. Bizde ateist olmak sadece islam
cılar tarafından değil laikler tarafından
da pek hoş karşılanmaz ...
Türkiye'de demokratlar demokrasi için
uzun zamandır AKP'ye destek veriyorlar.
Fakat AKP'nin toplumumuzun bir İslam
toplumu olamayacağını anlaması gerek.
Egemen istisna anayasal düzeni koru
mak için gerektiği anda müdahale ede
cektir. Yukarıda bunun hukuka içkin ol
duğu şeklindeki görüşleri aktardık. Bi
zim umudumuz toplumumuzun egemen
istisnayı uykudan uyandırmadan demok
rasiyi güçlendirmeye ve laikleşmeye de
vam etmesidir. AKP ile demokrasi ancak
belli bir noktaya kadar taşınabilir.
AKP'nin "fark politikası"nın azınlıklar ve
marjinal kimlikler söz konusu olduğunda
sınıfta kaldığı aşikar. Bizlerin bir insanın
kendi öz-kimliğini gerçekleştirmesinin
etik olduğunu söylediğimiz yerde, marji
nal kimlikleri ve heterodoks yorumları
ahlaksızlık olarak gören bir anlayışla de
mokrasi uzun süreli bir evlilik yapa
maz...
Notlar
2
3
4
5
6
Cari Schmitt, Political Theology, s. 29, Çev.: G.
Scwhab, The MIT Press, Cambridge, Massac
husetts - Londra, 1985.
Fransız filozof Jacques Derrida da Schmitt'in
çalışmasındaki teori ve pratik arasındaki indir
genemez farkın ne kadar önemli olduğuna
Schmitt'in "politik olan" (the political I le politi
que) kavramı üzerinden dikkat çekmektedir.
Schmitt'e göre, hiçbir politika, politika kavra
mının kendisi ile örtüşmez. Bu örtüşmeme du
rumu, politika bir praxis olduğundan beri rans
lantısal olmayan bir biçimde vardır. Derrida,
Schmitt'in politik olanın biçimsel ya da kav
ramsal yapısını analiz ederken gerçek, mevcut
olanaklılık ya da olasılık kavramı üzerine olan
şaşmaz güvenini sürekli belirttiğine işaret et
mektedir. J. Derrida, Politics of Friendship,
s. 1 1 4, Çev.: George Collins, Verso, Londra
New York, 1997.
Cari Schmitt, A.g.e., s. 30.
A.g.e., s. 3 1 .
Thomas Hobbes, On The Citizen, s . 143., Cam
bridge University Press, Cambridge, United
Kingdom, 1998.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan sürekli olarak
toplumun ve/veya bireylerin değil devletin laik
olması gerektiğini söyleyerek bilinçli şekilde
lapsüs yapmaya devam etmektedir. Oysa laik
bir devlet yapısı için bu zorunludur. Fransızlar
Hıristiyanlıkla ilişkilerinin zayıf olduğunu ifade
etmek için "je suis laique" yani "ben laik'im"
derler; Anglo-saksonlar için ise (dinsel cemaat
leri dışarda tutuyorum, çünkü kamu düzeni
için tehdit oluşturmazlar) din neşeli bir oyun
dan başka bir şey değildir: Tann'ya sadece ina
nırlar ya da inanmazlar; dinsel dogmalar, ritü
eller, semboller hayatlarının merkezinde yok
tur; olanlar için ise bu sadece bir habitüs ola
rak işlemektedir. Bana kalırsa biz solcu-de
mokratların "demos"un neredeyse %50 oyunu
alarak iktidara gelmiş bir partiye hala sıcak
bakmamaları onların laik bireyler değil, dindar
olmalarından kaynaklanmaktadır. Dikkat edin
"dinci", yani devleti din devleti yapmak isteyen
ler, demiyorum; çünkü dindar olmanın bizatihi
kendisi laik ve/veya sektiler bir toplum olma id
diasında olan bir toplum için büyük bir proble
matiktir.
NUSRET POLAT
Cogito, sayı: 54, 2008
25
26
Rüzgar Gülü
Toprak, insan , Ad
beden hafiftir,
ayaklann taşıdığı,
ağır olan anlamdır
Eski Ahit'teki ad veriliş sahnelerine bakıl
dığında ilk adların temel kavramlardan
türetildiği görülür. Bu özel adlar, insan
aklının da temel kavramlarıdır.
Aklın temel kavramları, akla mekan ve za
man teşkil eden, genel geçer kavramlar
dır. Buradan hareketle, ilk adlar özel ad
değildir. Yaratılış sahnesindeki ilk adlara
bakacak olursak:
"Ve Allah dedi: Işık olsun; ve ışık oldu. Ve
Allah ışığın iyi olduğunu gördü; ve Allah
ışığı karanlıktan ayırdı. Ve ışığa Gündüz,
ve karanlığa Gece, dedi. Ve akşam oldu ve
sabah oldu, bir gün."
"Ve Allah dedi: Suların ortasında kubbe
olsun, ve suları sulardan ayırsın. Ve Allah
kubbeyi yaptı, ve kubbe altında olan sula
rı, kubbe üzerinde olan sulardan ayırdı; ve
böyle oldu. Ve Allah kubbeye Gök, dedi.
Ve akşam oldu ve sabah oldu, ikinci gün."
"Ve Allah dedi: Gök altındaki sular bir ye
re biriksin, ve kuru toprak görünsün; ve
böyle oldu. Ve Allah kuru toprağa Yer,
dedi; ve suların birikintisine Denizler, de
di; ve Allah iyi olduğunu gördü."
Özel adlarla adlandırılmamış yaratılışın
bu ilk sahneleri ilk oluşlarıyla "özel",
"has" olma niteliğini alırlar. Bu sahneler
bir defalıktır ve "oluş" kavramının ilk ör
nekleridir. Yaratılışın sahneleri içinde
özel adın verilmesiyle oluştan vakaya ge
çilir. İlk özel addan sonra kutsal kitap va
kalar, isimler üzerine oturur.
Oluş, suretsizdir.
Yukarıdaki ad verme sahneleri, aynı za
manda biçim verilişin de sahneleridir. Ad
ve biçim arasındaki ilişkide kutsal metin
biçimi öncelik alır. Önce biçim gelir. For
mun, form verişin addan, ifadeden önce
gelmesi, henüz bir özel adın olmadığı
sahneleri gösterir. Genel kavramlar biçi
min ardından gelir. Burada "özel" olan
Cogito, sayı: 54, 2008
sadece yaratılışta ilk sahneler olmalarıdır.
Bu biçimler henüz bir "surette" yaratıl
mamışlardır. Onların suretsizliği, adları
nın özel olmayışının yanında durur.
Özel ad, suretten kopma isteğidir.
Yaratılıştaki ilk mekan ve zaman adları
suretsizliğin tek örnekleridir. İlk suret bir
insandır:
"Ve Allah dedi; Suretimizde, benzeyişimi
ze göre insan yapalım; ve denizin balıkla
rına, ve göklerin kuşlarına, ve sığırlara, ve
bütün yeryüzüne, ve yerde sürünen her
şeye hakim olsun."
ilk suret olan insan, ad verme eylemini
devam ettirir:
"Ve Rab Allah dedi: Adamın yalnız olması
iyi değildir; kendisine uygun bir yardımcı
yapacağım. Ve Rab Allah her kır hayvanı
nı, ve göklerin her kuşunu topraktan yap
tı ve onlara ne ad koyacağını görmek için
adama getirdi; ve adam her birinin adını
ne koydu ise, canlı mahlukun adı o oldu.
Ve adam bütün sığırlara ve göklerin kuş
larına, ve her kır hayvanına ad koydu; fa
kat adam için kendisine uygun yardımcı
bulunamadı."
İnsana yardımcı olarak yaratılan kadın,
ilk özel adın da sahibi olacaktır. İlk özel
isim bir kadına bir insan tarafından veril
miştir.
Özel ad, insandan insana geçişin olanağıdır.
Kadının ilk insana yardımcı olarak yara
tılmış olması erkek ve kadın arasındaki
öncelik durumunun sadece bir yaratılış
sırasından ibaret olduğunu gösterir. Ko
nunun can damarı, yapılan işlerde bera
berliktir: yardımcı rolü gözden kaçırıl
mıştır. Gök, yer, denizler arasındaki mito
lojik kavga benzeri bir durum söz konu
sudur. Bu noktada kadın ve erkek arasın
daki kavganın mitolojik olmaktan öte bir
tarafı yoktur. Ve ilk özel isim olarak bir
kadın adının verilmesi, köken sorununu
başka bir plana taşır.
Rüzgar Gülü
"Ve Rab Allah adamın üzerine derin bir
uyku getirdi, ve o uyudu; ve onun kabur
ga kemiklerinden birini aldı, ve yerini et
le kapadı; ve Rab Allah adamdan aldığı
kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve
onu adama getirdi. Ve adam dedi: Şimdi
bu benim kemiklerimden kemik, ve etim
den ettir; buna Nisa denilecek, çünkü o
İnsandan alındı."
Yaratılış sahneleri içinde insanın yaratıl
ması iki biçimde gerçekleşmiştir. Suret
olarak insan: adam, insan olarak insan:
Nisa. İki yaratılışın birbirinden temel
farkları vardır. Suret, yaratılış sahnele
rinde ilk kez adamın yaratılışı ile onu ya
ratana bağlarken, ilk özel adın sahibi
olan Nisa yaratıcıya değil bir insana bağ
lanmıştır. İnsanın insandan gelmesi te
ması temel olarak kökenden, toprağın çı
karıldığı durumdur. Toprak kökenin dı
şında yer alacaktır.
Adamın topraktan gelenlere isim vermesi
ile kendinden gelene isim vermesi arasın
daki fark insanın insanla olan zorunlu
ilişkisinin de kurucu öğesidir. Yaratılış
sahnelerinde toprağın köken oluşturması
yanında insanın kökensel niteliği öne çı
kar; çünkü insanın doğayla, burada top
rağın nitelediği anlamı genişleterek doğa
denilirse, bu ilişki bir düşmanlık biçimi
ni gösterir. İnsan ve insan ikilisi, insan
ve toprak ikilisinin önüne geçerek topra
ğı bir hasma dönüştürmüştür.
İnsanın ilk düşmanı topraktır.
Adamın adı -burada özel ad söz konusu
değildir- ile toprak arasındaki ilişkiye
vurgu yapılmamıştır. Ad ile köken ara
sındaki ilk iliş ki Nisa ile yapılmıştır.
Tanrının ilk adlar olarak gök, yer, deniz
ler koymasında kökensel bir ilişki yoktur.
Bunlar yaratılışın sahneleridir. İnsandan
insana yaratılışın ilişkisi ise bir özel adın
anlamıyla verilmiştir. Köken doğuştan
değil anlamdan gelir. İçeriğin önemiyle
birlikte bu içeriğin bir zamanla ilişkilen
dirilmemesi de köken kelimesini zaman
dan, mekandan - toprak anlamındaki
yerden - bağımsızlaştırır. Yaratılış sah
nelerinde "gün" önemlidir: "ve akşam ol-
du ve sabah oldu, bir gün", "ve akşam ol
du ve sabah oldu, ikinci gün." ...
İnsandan insanın yaratılışında bir gün
kavramı yoktur. Nasıl ki; toprak kavra
mının olmaması gibi. Adamın ad koyma
sındaki şeyler ile adlar arasındaki ilişkide
bir anlam ilişkisi yer almadığından, top
rak ve gün yani zaman ve toprak anla
mın kendisidir. Anlamın kuruluşu ne
gösterdiğinde ne de kökenindedir.
Yaratılış, kökensizliktir.
Yaratılışın sahnelerinden hareketle, za
man ve toprağın kendi kendine köken
oluşu bu ilk sahneleri ve sahnelerin içeri
ğini kendinde, yaratandan bağımsız kı
lar. Her oluş kendinde olarak zamanın ve
toprağını taşır. Bu noktada insan dışın
daki bütün yaratılışlar kendinde yaratılış
olarak yaratıcıdan bağımsız yaratıcının
kendisidirler.
İnsanın insanla ilişkisi, zamanın ve me
kanın kuruluşudur.
Yaratılışın bütün sahneleri kendi içlerin
de tek sahnedir. Her sahnenin tekliği on
ları zamanın ve mekanın dışında tutar.
Bu teklik ancak insanın insandan yaratı
lışıyla yerini zaman ve mekan bileşenleri
ne bırakacaktır. Burada önemli olan; ya
ratılış sahnelerinin birer güne tekabül
ederken, ilk sahnelerin aynı zamanda
mekansız ve zamansız olmalarıdır. İlk in
sanın yaratılışı ile bu durum tersine dö
nerek, sahnenin gün içinde belirlenme
mesi onun zaman ve mekanla ilişkisinin
zorunlu durumunu yaratır. Toprağın kö
kene yerleştirilmesi bu durumun "çıkar
"ile ilişkilendirilmesi sonucudur. Topra
ğın somut bir belge niteliğinde köken ol
ması anlamın kuruluşunun da dışında
dır. ilk anlam ilk adın verilmesiyle kurul
muştur. İlk anlamın zamansız ve mekan
sızlığı insanı tersine toprağa bağlamıştır.
Yukarıda geçen Nisa bahsi, insanın in
sandan gelişi, ve bu gelişin zamansız ve
mekansızlığıdır. Bu kaçınılmaz durum,
toprağın belirleyici olarak alınmasıyla
dönüştürülmüştür.
Cogito, sayı: 54, 2008
27
28
Rüzgar Gülü
Anlam, zamanda ve mekanda durur.
Yaratılışın zamansız ve mekansız oluşu
yanında anlamın zaman ve mekan kuru
culuğu insanı "evrenselleştirmiştir". Do
layısıyla insanın evrenselleşmesi anla
mında bir evrenselleşme olacaktır. Düşü
nülmesi gereken toprağın evrensel oluşu
yanında insanın ve anlamın evrensel kı
lınması, toprağa karşı hasımlığın da ku
ruluşudur. Unutulmamalı ki; evrende
komşu kürelerde toprağın araştırılması
bu evrenselliğin fiziksel doğruluğudur.
Komşuda insan var mı değil, komşu da
canlı var mı sorusunu sorar anmalın ku
ruluşu ..
Toprağın, kökene yerleştirilmesi insanın
"kovuluşu"nun unutulması isteğidir. Ko
vulan insan doğaya dönüş yollarıyla ye
niden cennetini hayal eder. Toprak uğru
na yapılan savaşlar, her kimlik sahibinin
kurmak istediği dünya cennetinin hayali
dir: en güzel vatan, en güzel topraklar, en
verimli topraklar. Unutulmamalı ki; kut
sal üçlü topraksızdır. Üçlünün içinde
toprak, uğruna kayıplar verilmesi gere
ken "anlam" kuruluşlarıyla verilir. Top
rak insanın ilk mitidir.
İlk mitsel öğe, topraktır.
İnsanın toprakla, daha geniş anlamıyla
doğayla ilişkisindeki "düşmanlık" ait ol
madığını zorla sahiplenme isteğinden ge
lir. İlk özel adın bir kadına verilmesi,
dikkat çekici bir noktadır. Kutsal kitapta
Cogito, sayı: 54, 2008
Nisa sonrası bir "adlar" kalabalığı topra
ğın gölgelendiği, toprağın bir şiddet için
den var edildiği bölümlerdir. Toprağın
işlenmesi, bir araca dönüşmesi onu en
başında kökenden çıkarır. Toprağın
"ürün" almak için insanın tarihinde yer
alması onu köken durumundan uzak tu
tar. İnsanın insana şiddetiyle insanın do
ğaya şiddeti aynı değildir. İnsan insana
kökensel bağı nedeniyle şiddet uygular.
Buradaki temel soru şudur: Böyle bir ba
ğı olmadığı doğa ile neden şiddet ilişkisi
taşımaktadır? Düşüncenin tarihi içinde
bu "sapmayı" onaylayıcı kavramsallaştır
malar doğanın "ötekiliği" içinde doğaya
tahakkümün yollarını açmıştır. İnsan do
ğası bu kavramsallaştırmanın en uç ör
neklerindendir. "İnsanın insanı" vardır,
Nisa'nın adamı, adamın Nisa'sı. Doğa
burada kim? Hiçbiri. İnsan kim? Her iki
si. Hikayenin başlangıcında iki insan var
dır. Başlangıçta hikaye yoktur. Her şey
iki insan arasındadır.
İki insan arasında başlangıçta aşk vardır.
İki insan arasına doğa kavramını koy
mak istiyorsak aşk üzerinden gidebiliriz.
Aşkın doğal oluşu, heryerdeliği onu "in
sanın doğası" yapar.
Bu metin, insanın doğayla olan ilişkisin
deki şiddetin aslında "en az iki olma" is
teğinin temelinde olduğunun vurgulan
ması ve doğanın bu durumdan azat edil
mesi dileğiyle ele alınmıştır.
ZELİHA BURTEK
•
•
yenı
ek
·
.
Jean-Jacques Rousseau 'n u n iki l e m i :
Türkiye 'de Vatandaşl lk ve
Siyasal Kü ltür
HALDUN G Ü LALP
Vatandaşlık kavramı, bir kimlik (yani, aidiyet) rejimi olmanın yanı sıra
bir de "hak ve görevler" rejimini ifade eder. Bu ikinci bağlamda iki ana mo
delden söz edilebilir:
Cumhuriyetçi model: Klasik Atina demokrasisinden beri bilinen, aktif va
tandaşlık rejimi. Burada topluluğun çıkarlarının bireyden önce geldiği kabul
edilir. Vatandaşlık, haklardan çok görevlerle tanımlanır. Siyasal katılım da
bir görevdir. Vatandaşın topluluk çıkarlan doğrultusunda aktif olması bek
lenir; siyasete katılmaması düşünülemez.
Liberal model: Modern döneme özgü, bireyin çıkarlannı topluluğun önü
ne koyan rejim. Burada vatandaşlık, bireye pasif olarak tanınan haklar üze
rinden tanımlanır. Vatandaş olan birey, istemezse siyasete katılmaz; böyle
bir yükümlülüğü yoktur. Hakları, bundan bağımsız olarak vardır. Başkası
nın haklanna tecavüz etmediği sürece, vatandaş kendi bireysel çıkarlarını
istediği gibi kollayabilir.
Fransız devrim felsefesinin Türkiye için bir örnek oluşturduğu iyi bilinen
bir konudur. Jean-Jacques Rousseau'nun normatif kuramında da betimle
nen bu vatandaşlık modeli uyarınca, Türkiye'deki hak ve görevler rejiminin
klasik cumhuriyetçi, yani gayri-liberal olduğu söylenebilir.
Liberal modelde vatandaşlığın "haklar ve görevler" rejimi, vatandaşlann
devlete değil, birbirlerine yönelik olarak hak ve görev sahibi olmalarını, devCogito, sayı:
54, 2008
30
Haldun Gülalp
letin de bunların düzenleyicisi ve denetleyicisi olmasını öngörür. Klasik
cumhuriyetçi modelde ise, Rousseau'nun da kuramlaştırmaya çalıştığı gibi,
bireysel iradelerin toplamı ile genel irade arasında bir fark olduğu ve devle
tin genel iradeyi temsil ve ifade ettiği varsayımları, vatandaşlık görevlerinin
devlete yönelik olarak tanımlanmasına neden olmuştur. Türkiye'deki Os
manlı geleneği üzerine bir de Fransız cumhuriyetçi modelin oturtulması,
devletin vatandaştan bir dizi görev ve yükümlülük talep etmesine yol açar.
Sonuç olarak, siyasal kültürümüzde vatandaş, haklardan çok görevleriyle ta
nımlanagelmiştir.
Jean-Jacques Rousseau, çağının diğer "Toplum Sözleşmesi" kuramcıla
rından farklı olarak, liberal değildir; hatta bir "erken dönem" Romantik ola
rak da tanımlanabilir. Diğer Aydınlanma düşünürleri bireyler arasındaki çı
kar çatışmalarına odaklanırken, Rousseau toplumsal tesanüt (birlik, bera
berlik, dayanışma) üzerinde durmuş, daha doğrusu bunun normatif siyasal
teorisini kurmaya çalışmıştır.
Benzer bir temayı İbn Haldun'da da bulabilirsiniz; daha yakın dönemde,
kendisi modernist olduğu halde modernleşmenin "anomi"ye (kuralsızlığa,
başıboşluğa) yol açacağını, bireyleşmenin anksiyete (endişe, kuruntu) yara
tacağını, hatta intihar oranlarını yükselteceğini düşünen ve bunu önlemenin
yolunu araştıran Emile Durkheim'da da bulabilirsiniz. Bilindiği gibi, hem
Rousseau hem de Durkheim bizim milliyetçiler tarafından çok benimsen
miş, normatif felsefeleri, Cumhuriyet rejiminin kurgulanmasında siyasal
kültürümüzün temeline oturtmuşlardır.
Benzer temaları Marx'ta ve Marksist'lerde de bulabilirsiniz. Bu durum
gerek Rousseau ve Durkheim'daki, gerekse de Fransız devriminin felsefesin
deki iç çelişkileri de bir ölçüde anlamamıza yarar. Fransız devriminin üç he
defi, yani eşitlik, özgürlük ve kardeşlik, aslında kendi aralarında çelişkilidir.
Bir yanda, özgürlük, eşitlik ile de kardeşlik ile de çelişkilidir; ama, öte yan
da, eşitliğin olmadığı yerde özgürlük de, kardeşlik de olamaz.
Buna karşılık Anglosakson liberal düşünce ve siyasal kültür bireye önce
lik vererek özgürlüğü ve rekabeti kardeşliğe tercih etmiş, fakat serbest reka
betin sonuç itibariyle genel faydayı sağlayacağına inanmış ve bu yolla da, en
azından dolaylı olarak, kardeşliğin sağlanabileceğini kuramlaştırmaya çalış
mıştır.
Aynı şekilde, Marx da, Fransız devriminin ve daha genel olarak modem
dönemin içerdiği vaatler arasındaki çelişkileri çözmenin yolunu aramıştır.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Jean-Jacques Rousseau'nun İkilemi: Türkiye'de Vatandaşlık ve Siyasal Kültür
Marx'a göre, sosyalizm projesi, kapitalist toplumda eşitlik ve özgürlük gibi
gözüken ilişkilerin sadece görüntüde geçerli olduğunu, o görüntünün ardın
da bir sömürü ilişkisinin var olduğu tespitini yaptıktan sonra, bu sorunu or
tadan kaldıran rejimin, yani sosyalizmin, kardeşliği de sağlayacağını öne
sürmüştür. Bu düşünceye göre, eşitliğin olmadığı yerde kardeşlik olamaz,
özgürlüğün olduğu yerde eşitlik sağlanamaz, ama sosyalizm bunların hepsi
ni birden sağlar. Yani, Marx'a göre, sosyalizm, kapitalizmin vaat edip de
gerçekleştiremeyeceği şeyleri gerçekleştirecektir. Marx modernisttir; kapita
lizmin, modernizmin gelişme tarihinde bir ara aşama olduğuna inanır.
Pratikte ise hem Türkiye'de hem de Fransa'da kardeşliğe, yani homojenli
ğe, tesanüte yapılan vurgu, örneğin azınlık kavramının tanınmaması, çeşitli
liğin ve farklılığın yok sayılması, icabında görüldüğü yerde de ezilmesi tar
zında bir siyasal kültür ve uygulamayı teşvik etmiş, onu meşrulaştırmıştır.
Belki de, bizdeki bazı solcularla Kemalistlerin anlaşmasının kuramsal bir
yönü, bu iki akımın felsefi hedefleri arasında birlik ve beraberliğe yapılan
bu vurgu olabilir. Bu vurgu ve eğilim, daha genel olarak, asimilasyonu nor
matif bir erdem olarak kabul eden modernizmin bir türevi olarak da görüle
bilir. Bunun bazı sorunlar yaratacağının kuramsal tespitini ise postmoder
nist düşüncenin modernizme yönelttiği eleştiriye borçluyuz.
Bu noktada Rousseau'ya dönersek, birey-topluluk gerginliğinin Rousseau
için kuramsal bir çıkmaz yarattığını kolaylıkla görebiliriz. Fakat, ilk olarak,
Rousseau' dan örneklerle bizim siyasal kültürümüzde de tanıdık olan bazı
tespitler yapalım:
Rousseau'ya göre, bireyin özgürlüğü, genel iradeye teslim olmaktan ge
çer (Toplum Sözleşmesi, 1 762, Kitap 1 , Bölüm 7). Bu paradoksal fikir, bıra
kınız Türkiye'yi, Fransa'da da başörtüsü yasağını açıklar. Kızların bu yasak
yoluyla özgürleştirildiği öne sürülür. Buna bir ölçüde benzer bir mantığı,
Aristoteles'te de, Marx'ta da bulabilirsiniz: Vatandaş ancak siyasal faaliyet
yoluyla ve o siyasal ve toplumsal birlik içinde kendini bulur ve özgürleşir.
Rousseau bireysel irade ile genel iradenin farklı ve hatta zıt olabileceğini
belirttikten sonra, ekler: Bireyin genel iradeye katılması vatandaşlıktan ge
len bir haktır; o nedenle, birey genel iradeyi bir yana bırakıp kendi özel çı
karlarını korumaya kalkışırsa, siyasal bünyeye zarar verir. Böyle yapan
kimselerin o bünye tarafından genel iradeye uymaya zorlanması gerekir. İş
te bu, onların özgürleşmeye zorlanması anlamına da gelir (TS, Kitap 1 , Bö
lüm 7).
Cogito,
sayı:
54, 2008
31
32
Haldun Gülalp
Yine Rousseau'ya göre, genel iradenin sağlıklı bir şekilde oluşabilmesi
için, vatandaşların birer birey olarak doğrudan doğruya devlet ile karşı kar
şıya kalmaları, yani siyasal parti, dernek gibi ara kuruluşların var olmaması
gerekir. Çünkü o tür kuruluşlar, genel iradeyi bölerek, bir dizi yeni alt genel
irade yaratır; devlette temsil bulan genel irade karşısında da vatandaş sayısı
na uymayan bir dizi tekil irade yaratılmış olur (TS, Kitap 2, Bölüm 3). Buna
karşılık devlet, genel iradeyi bir bütün olarak, vatandaşlar arasında ayının
yapmadan, ulusun tamamı için öngördüğünden, bireyler arasında eşitliği
sağlar (TS, Kitap 2, Bölüm 4). Yani, bir bakıma, eşitlik adı altında, herkes
ulusun sıcak bağrında eriyip gider.
Bu örnekler çoğaltılabilir; fakat Rousseau'daki asıl sorun, kuramının mer
kezindeki "genel irade" kavramındadır: Genel irade, tekil iradelerin topla
mından oluşmaz. Bunlar niteliksel olarak farklı şeylerdir. Genel irade, tanım
gereği, tekil iradelerin toplamından üstündür. Rousseau'ya göre, genel irade
her zaman doğrudur ve kamunun yararını kollar. Oysa tekil iradeler bireysel
çıkarlardan kaynaklanır. Ancak, bireyler iyi niyetli olsalar bile yanıltılabilir
ler; üstelik her zaman kendi iyiliklerinin nerede yattığını anlamayabilirler; vs.
(TS, Kitap 2, Bölüm 3; Kitap 3, Bölüm 2, Bölüm 1 5 ; Kitap 4, Bölüm 1 ).
Peki, durum bu ise hem demokratik bir katılım rejimi kurup hem de o
yanılmaz ve üstün olan genel iradeyi nasıl bulacağız? Hem vatandaşlara gö
rüşlerini soracağız, ama hem de onların tekil çıkarlarını kollama olasılığını
nasıl bertaraf edeceğiz?
Rousseau'nun aslında bu bariz soruya güzel bir cevabı yoktur. Daha doğ
rusu, bir cevabı vardır ama bu cevap bir safsatadır. Rousseau der ki: Vatan
daşların demokratik katılımı durumunda, yani bir konu üzerinde onların
görüşleri sorulduğunda, sorulan soru, kendi bireysel tercihlerinin ne olduğu
değildir, çünkü o durumda elde edeceğimiz sonuç, tekil iradelerin toplamı
olacaktır; onlara sorulan asıl soru, her birinin genel iradenin hangi yönde
olduğu veya olması gerektiğini düşündüğü sorusudur. Böylece yapılan oyla
ma sonucunda genel irade belirlenmiş olacaktır. Yani, örneğin, nihai sonuç
benim oy verdiğim yönde çıkmazsa, benim oy verirken yanılmış olduğum,
genel iradenin hangi yönde oluştuğunu bilemediğim anlaşılacaktır (TS, Ki
tap 4, Bölüm 2).
Buradaki totolojik mantık çok belirgindir: Ya ortaya çıkan sonuç, gerçek
ten, Rousseau istese de istemese de, tekil iradelerin toplamıdır; bunu tanım
yoluyla değiştiremezsiniz. Ya da genel iradenin ne olduğu bir yerde birileri
Cogito,
sayı:
54, 2008
Jean-Jacques Rousseau 'nun İkilemi: Türkiye'de Vatandaşlık ve Siyasal Kültür
tarafından belirlenmiştir ve seçmenler bir tür sınava tabi tutulmaktadırlar:
"Bakalım genel iradenin ne olduğunu bilebilecek misiniz?" Ama böyle bir
şey de söz konusu olamaz; çünkü Rousseau'ya göre toplumun ortak olarak
verdiği karar demokratik bir karardır ve tanım gereği genel iradenin ifadesi
dir. Sonuç olarak, Rousseau, bu kendi içinde çelişkili kurgunun içinden ku
ramsal olarak çıkamaz.
Rousseau'nun bu kuramsal ikilemine iki farklı yoldan çözüm bulunabilir.
Bunlardan biri, eğer Rousseau'nun kuramına demokratik niyetler atfedecek
sek o niyetlere aykırı düşen, ama çelişkiyi de kestirmeden çözen ve bizim si
yasal kültürümüzde egemen olan çözümdür. Bu çözüm, siyaset bilimi litera
türünde pek rastlanmayan, belki örnekleri çok fazla yerde de olmayan, ama
buna karşılık bizim siyasal kültürümüzde neredeyse hiç sorgulanmadan ka
bul edilen bir ayrımda, yani devlet/hükümet veya devlet/siyaset ayrımında ya
tar. Tabii ki siyaset biliminde, örneğin, soyut iktidar düzenini ifade etmek
için devlet, geçerli olan yönetim kadrosuna işaret etmek için de hükümet kav
ramları iki farklı anlam taşıyarak kullanılır. Fakat bunun da ötesine giderek
bizim siyasal kültürümüzde "devlet iktidarı" ile "siyasal iktidar" (hükümet)
arasında bir ayrım yapılır. Bu ayrıma göre, hükümet daha sığ, devlet ise da
ha derin bir iktidarı işaret eder. Fakat asıl önemlisi, bu ayrıma göre devlet si
yaset-üstü, hatta siyaset-dışıdır. Siyaset, hükümeti hedef alarak yapılır; devlet
ise bunun dışında ve sorgulanmaz, ulaşılmaz bir konumda yer alır.
Bu ayrımı anlamak için Anayasa hukukçusu Profesör Erdoğan Teziç'in
yakınlarda yaptığı bir açıklamaya başvurabiliriz. 22 Temmuz 2007 seçimle
rinden önce yer alan Cumhurbaşkanlığı tartışmaları sırasında Teziç, siyasal
iktidara sahip olan AKP'nin şimdi bir de devlet iktidarına aday olduğunu be
lirtmekteydi (Radikal, 1 2.05.2007). Siyasal kültürümüzde bu ayrımın ne ka
dar benimsenmiş olduğunu gösteren bir diğer örnek ise, başka açılardan ku
rulu düzene karşı çıkan bir siyasal hareketin sözcüsü olan DTP milletvekili
Aysel Tuğluk'un, türban konusu ile ilgili Anayasa değişikliği görüşmeleri sı
rasında, 6 Şubat 2008 tarihinde TBMM'de yaptığı konuşmada söylediği şu
sözlerdir: "Siyasal İslam bugün nihayet iktidarı değil devleti de ele geçirmiş
tir." (NTVMSNBC websitesi, 6 Şubat 2008).
Burada varsayılan formül gayet açıktır: Devlet, Rousseau'nun "genel ira
desi"ni, yani tesanütü, ortak çıkarlar alanını temsil ve ifade eder; siyaset ise
bireylerin çıkarlarının yarıştığı, seçim, muhalefet vb unsurların yer aldığı
demokrasi alanını ifade eder. Bu yolla, Türkiye Cumhuriyeti, Rousseau'nun
Cogito,
sayı:
54, 2008
33
34
Haldun Gülalp
kendi içinde çelişkili ve bu nedenle de uygulanması olanaksız olan normatif
kuramını, kendine özgü bir yöntemle yaşama geçirmiş sayılabilir. Bu yön
tem ile yönetilen toplumda, bireye tanınan ve liberalizme açılan alan, tesa
nüt projesi ve dolayısıyla devletin temsil ettiğine inanılan yüce çıkarlar çer
çevesiyle kuşatılmış ve daraltılmıştır.
Bu nedenle olsa gerektir ki, Türkiye'de sık sık demokratik seçimler "genel
irade" temsilcilerinin arzuladığı sonuçlan vermediği takdirde, yani Roussea
u'nun kelimeleriyle ifade etmek gerekirse, seçmenler genel iradenin nasıl te
celli etmesi gerektiği konusunda doğru yanıtı veremeyip sınavı geçemezler
se, ya sınav tümüyle iptal edilir ya da seçmenler bütünlemeye kalarak yeni
den sınava girerler. Sonuç olarak, Rousseau'nun kuramından ilham alan ve
onun normatif önerilerini ideolojik olarak benimseyen kurucu kadroların,
Türkiye koşullannda bu birinci yolu benimsemiş olduğu ve bu yorumun si
yasal elitlere kuşaktan kuşağa aktanldığı söylenebilir.
Rousseau'nun kuramının ortaya çıkarttığı ikilemin diğer çözüm yolu ise,
kuramcının kendisinin kabul etmek istemediği gerçeği, yani demokratik yol
dan oluşan "genel irade"nin aslında tekil iradelerin toplamından başka bir
şey olamayacağını kabullenmektir. Rousseau'nun hayal ettiği demokratik
genel irade, gerçekçi birşey değildir. Rousseau bir yandan vatandaşlann öz
gür ve eşit haklara sahip olmalannı ve toplumsal kararlann katılım yoluyla
verilmesini istemekte, ama bir yandan da bireyciliğe izin vermemekte, öz
gürlüğün ve eşitliğin ancak toplum içerisinde eriyerek bulunacağına inan
maktadır.
Örneğin, Rousseau, mükemmel bir yasama düzeninde tekil ve bireysel
iradelerin tamamen yok olup genel iradenin egemen olacağını belirttikten
(TS, Kitap 3, Bölüm 2) sonra, yasama meclisinde oybirliğine yaklaşıldığı öl
çüde genel iradenin ortaya çıkacağını, buna karşılık uzun tartışmalann ve
anlaşmazlıklann özel çıkarları ön plana çıkartıp devletin zayıflamasına ne
den olacağını söyler (TS, Kitap 4, Bölüm 2). Ancak, Rousseau buradaki ne
den-sonuç ilişkisinden tam da emin sayılamaz; çünkü bu son tespitinden he
men önce, Rousseau'nun olaya tersinden bakarak, toplumsal bağların gevşe
mesi ve devletin zayıflaması durumunda, özel çıkarlann ifade olanağı bulup
küçük gruplann devlete etki etmeleri sonucunda ortak çıkarlann zarar gör
düğünü ve yasamada oybirliğinden uzaklaşılarak genel irade ile tekil irade
lerin toplamının birbirlerinden uzaklaştığını düşündüğünü görürüz (TS, Ki
tap 4, Bölüm 1 ) .
Cogito,
sayı:
54, 2008
Jean-Jacques Rousseau 'nun ikilemi: Türkiye'de Vatandaşlık ve Siyasal Kültür
B u düşünceleri Rousseau'yu endişeye sevk ederek ş u soruyu sordurtur:
Peki, bu durumda genel iradenin bozulduğuna veya yıkıldığına mı hükme
deceğiz? Rousseau, Hayır, diye devam eder: Genel irade her zaman saf, sa
bit ve değiştirilemez bir niteliktedir, ama (geçici olarak) özel çıkarların de
netimi altına girmiş olabilir; bireyler veya gruplar kendi çıkarlarını bir an
için genel çıkarların dışında görseler de, aslında onlar da genel çıkarın öne
minin (kendi özel çıkarları açısından bile olsa) farkındadırlar (TS, Kitap 4,
Bölüm 1 ).
Görüldüğü gibi, Rousseau'yu kuramsal olarak bu kadar zora sokan varsa
yım, tekil iradelerin toplamı ile genel irade arasında niteliksel bir fark oldu
ğu, daha doğrusu, genel irade olarak ifade edilen mutlak bir doğrunun o
topluluğu oluşturan bireylerden bağımsız olarak bir yerlerde barındığı var
sayımıdır. Rousseau bir yandan bireysel çıkarlarla genel çıkarların birbirle
rinden farklı, hatta zıt olabileceğini kabul etmekte, ama bir yandan da birey
lerin hem kendi çıkarlarını hem de genel çıkarları aynı anda kollayabileceği
ni öne sürmektedir; bir yandan bireyciliğe tahammülsüzlük göstermekte,
ama bir yandan da kararların demokratik yollarla alınmasını istemektedir;
bir yandan bireylerin eşit ve özgür olmasını istemekte, ama bir yandan da
genel iradenin oybirliğiyle belirmesini veya, eğer öyle olmazsa, çoğunluk ka
ran her ne yönde ise herkesin ortaya çıkan sonuçtan mutlu olmasını iste
mekte (hatta, zaten tanım gereği mutlu olacağını varsaymaktadır).
Bu düşünce tarzı Türkiye'de egemen olan ve bir yandan Türkiye'nin laik,
demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu vurgularken, bir yandan
da demokrasiyi fikir ve ülkü birliğinde arayan, aykırı görüşlere tahammül
edemeyen, hatta bireyin kimi özgürlüklerini ihanet olarak kabul eden siya
sal kültürü andırmaktadır. Tabii ki Türkiye'deki demokrasinin arızalarının
sorumluluğunu Jean-Jacques Rousseau'ya yükleyemeyiz; ama onun görüşle
rinin neden bu kadar benimsendiğini anlamak, demokrasimizin niteliklerini
anlamaya yarayabilir. Rousseau'nun kuramsal ikileminin çözümü, bireyle
rin birbirlerinden farklı olduklarını, kendilerine özgü çıkar ve görüş sahibi
olabileceklerini, ortak bir karar vermeye çalıştıklarında da kendi iradeleri
doğrultusunda oy verdiklerini, yani tekil iradelerin toplamından farklı bir
genel iradenin var olmadığını kabul etmekten geçer.
Cogito,
sayı:
54, 2008
35
Kötü lük Üzerine:
Alai n Bad iou i le Söyleşi*
CHRISTOPHER COX - MOLLY WHALEN
Kötülüğün günümüz felsefe ve siyaset söylemlerinde apaçık bir yeri olduğu
nu ve hem bu apaçıklığın hem de bu kötülük anlayışının sorunlu olduğunu
öne sürüyorsunuz. "Karşılıklı kabul ettiğimiz kötülük temsili" nedir ve niçin
sorunludur?
Kötülüğün apaçık olduğu düşüncesi, bizim toplumlarımızda, pek de eski
bir düşünce değil. Bana göre, l 960'ların sonunda, 60'lardaki büyük siyasi
hareketin sona erdiği sırada başgösterdi. O sıralar, benim Restorasyon Dö
nemi adını verdiğim tepkisel bir döneme girmekteydik. Biliyorsunuz ki,
Fransa'da "Restorasyon", Kral'ın 1 8 1 5 yılında, Devrim'den ve Napolyon'dan
sonra dönüş yaptığı dönemdir. Biz de şimdi öyle bir dönemin içindeyiz. Gü
nümüzde kapitalizmi ve onun siyasi sistemi olan parlamentoculuğu tek do
ğal ve kabul edilebilir çözüm olarak görüyoruz. Her türden devrimsel dü
şünce, ütopik ve tümüyle yasadışı bulunuyor. Kapitalizmin global yayılışı
nın ve "demokrasi" adı verilen şeyin, insanlığın ortak hayali olduğuna ve bü
tün dünyanın Amerikan İmparatorluğunun ve onun askeri polisi olan NA
TO'nun otoritesini istediğine inandırılıyoruz.
Oysa gerçekte, liderlerimiz ve propagandacılarımız liberal kapitalizmin
eşitlikçi olmayan, adaletsiz ve insanlığın ezici çoğunluğu için kabul edile-
*
Alain Badiou'yle yapılan söyleşi 2 001 Temmuz-Ağustos aylarında e-posta aracılığıyla gerçek
leştirildi. Badiou 1 1 Eylül 2 001 olaylarından sonra söyleşinin son paragraflarının eklenmesi
ni rica etti.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Kötülük Üzerine: Alain Badiou ile Söyleşi
mez bir sistem olduğunu biliyorlar. Aynı zamanda, demokrasimizin bir "il
lüzyon" olduğunu da biliyorlar: Nerede halkların iktidarı? Üçüncü dünya
köylülerinin, Avrupa işçi sınıfının, fakirlerin siyasal gücü nerede? Bir çelişki
içinde yaşıyoruz: tamamıyla eşitlikçi olmayan -varoluşun sadece para üze
rinden değerlendirildiği- vahşi bir durum bize bir ideal olarak sunuluyor.
Kurulu düzenin partizanları, muhafazakarlıklarını gerekçelendirmek için
bu durumun ideal veya mükemmel olduğunu söyleyemediler. Bunun yerine,
bunun dışındaki her şeyin korkunç olduğunu söylemeye karar verdiler. İyi
lik'in hakim olduğu mükemmel bir durumda olmadığımız kuşkusuz, diyor
lar. Ama Kötülük'ün hakim olduğu bir ortamda yaşamadığımız için şanslı
yız. Demokrasimiz mükemmel değil. Kapitalizm eşitlikçi değil. Ama Stali
nizm gibi cani de değil. Milyonlarca Afrikalının AIDS'ten ölmesine göz yu
marız ama Miloşeviç gibi ırkçı milliyetçi açıklamalar yapmayız. Iraklıları
uçaklarımızla bombalar ama Ruanda'da olduğu gibi boğazlarını palalarla
kesmeyiz vs.
Kötülük düşüncesinin bu kadar önem kazanmasının nedeni budur. Hiç
bir entelektüel, paranın gücünü ve buna eşlik eden oy verme hakkı elinden
alınmışların veya elle çalışan işçilerin siyaseten azımsanmasını savunmaz
ama birçoğu gerçek Kötülüğün başka bir yerde olduğu konusunda hemfikir
dir. Yoksa başka kim günümüzde Stalinci terörü, Afrika'daki soykırımları,
Latin Amerika'daki işkencecileri savunur? Kimse. Kötülük üzerine mutaba
kat işte bu noktada bir sonuca götürür. Kötülüğü kabul etmeme mazeretiy
le, elimizde İyilik yoksa bile en azından mümkün olan en iyi durumda oldu
ğumuza inandırılıyoruz - bu "en iyi" o kadar da iyi olmasa bile. "İnsan hak
ları"ndan imtina etmek modern liberal kapitalizmin ideolojisinden başka
bir şey değildir: Sizi katletmeyeceğiz, size mağaralarda işkence etmeyeceğiz,
siz de sesinizi çıkarmayın ve zenginliğe tapın. Tapmak istemeyenlerin veya
bizim üstünlüğümüze inanmayanların çaresine de Amerikan ordusu ve
onun Avrupalı polisleri bakar, onları susturur.
Churchill'in bile demokrasinin (yani, liberal kapitalizmin rejiminin) poli
tik rejimlerin en iyisi olmaktan çok, en az kötü olanı olduğunu söylediğini
hatırlayalım. Felsefe, her zaman çoğunluk tarafından kabul gören görüşlere
ve aşikar olduğu sanılan şeylere eleştirel yaklaşmıştır. Elinizdekini kabul
edin, çünkü onun dışındaki her şey Kötü -işte bu hemen dikkatle incelenme
si ve eleştirilmesi gereken bir düşünce. Benim kişisel duruşum şu: Çağdaş
Kötülük kuramını, insan haklan ideolojisini, demokrasi mefhumunu ayrıntılı
Cogito,
sayı:
54, 2008
37
38
Christopher Cox-Molly Whalen
bir biçimde incelemek gerekiyor. Bunlardan hiçbirinin, insanlığın gerçekten
özgürleşmesine yol açmadığını göstermek gerekli. Günlük hayatta olduğu ka
dar siyasette de Hakikatin ve İyinin haklarını yeniden yapılandırmak gereki
yor. Gerçek fikirlere ve projelere tekrar sahip olabilmemiz buna bağlı.
Liberal kapitalizmde, kötülüğün her zaman başka bir yerde olduğunu, kor
kulan öteki olduğunu, liberal kapitalizmin minnetle uzaklaştınp köşeye sıkış
tırdığına inandığı bir şey olduğunu söylüyorsunuz. Ancak çağdaş imgelemde,
çok güçlü bir içsel (sosyal, psikolojik, ev içi) kötülük mevcut değil mi? Popüler
filmler ve romanlar uzun yıllar boyunca, içeride (insanın zihninde, evinde, ya
kın çevresinde) pusuya yatmış kötülük düşüncesiyle uğraştılar. Amerika'daki
Timothy McVeigh davası, "içimizdeki kötülük"e (her birimizin içinde, Ameri
ka'nın kalbinde yer etmiş olan kötülüğe) dair siyasi endişeleri canlandırmış gi
bi görünüyor. Bundan yaklaşık bir ay önce, Teksaslı bir anne olan Andrea Ya
tes beş çocuğunu planlayarak boğdu; bu olay, hepimizde böyle bir kötülük po
tansiyeli olup olmadığına dair bir tartışmaya yol açtı. Felsefi açıdan, Kant'ın
"radikal kötülük" görüşüne (ve bu görüşün Lacancı yeniden yorumlanmasına)
duyulan yeni ilgi de bu (dışsal ve siyasi olan kötülükten çok) içsel kötülük gö
rüşüyle paralel gibi görünüyor. Gerçekten de Batı tarihinin büyük bir bölümü
boyunca kötülük "içsel" bir şey olarak, hepimize ahlaki bakımdan musallat ol
muş bir şey olarak algılanmış. O halde, şöyle sorayım: Sizin önerdiğiniz "dış
sal" kötülük kavramına ek olarak, bu "içsel" kötülük kavramını da kabul edi
yor musunuz? Bu daimi bir fikir mi, yoksa bize bu tarihsel ana özgü bir şey
mi gösteriyor? Bu iki (dışsal ve içsel) kötülük anlayışının herhangi bir biçimde
birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünüyor musunuz?
Liberal kapitalizmin ve demokrasinin İyiliğinin olumlanmasıyla Kötülü
ğün herhangi bir kişi için kalıcı bir olasılık olduğunun olumlanması arasın
da herhangi bir çelişki yok. İkinci sav (her birimizin içinde bulunan Kötü
lük) sadece siyasi olan birinci savın (İyi olan parlamenter kapitalizm) ahlaki
ve dinsel tümleyicisi. Hatta bu iki olumlama arasında "mantıksal" bir bağ
lantı bile var; o da şu:
1 . Tarih, demokratik liberal kapitalizmin gerçekten insancıl olan, insanlı
ğın İyiliğine gerçekten uygun olan tek ekonomik, politik ve sosyal rejim ol
duğunu göstermiştir.
2 . Diğer siyasal rejimlerin tümü gaddar ve kanlı bir diktatörlüktür ve tü
müyle akıldışıdır.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Kötülük Üzerine: Alain Badiou ile Söyleşi
3. Liberalizme ve demokrasiye karşı savaşan siyasal rejimlerin hepsinin
Kötülüğün aynı yüzüne sahip oluşu da bunun kanıtıdır. Bu nedenle, karşıt
gibi görünen komünizm ve faşizm aslında oldukça benzerdir. Her ikisi de
demokratik-kapitalist ailenin karşıtı olan totaliter aileye mensuptur.
4. Bu gaddar rejimler rasyonel bir proje, bir adalet görüşü veya benzer
bir şey üretemezler. Bu (faşist ve komünist) rejimlerin liderlerinin patolojik
vakalar olmaları kaçınılmazdı: Hitler'i veya Stalin'i suç psikolojisinin yardı
mıyla incelemek yeterli olacaktır. Bunları destekleyen kişilerse -ki binlerce
kişiden bahsediyoruz- totaliter gizem tarafından yabancılaştırılmışlardı. So
nunda kötü ve yıkıcı tutkular tarafından yönlendirildiler.
5. Binlerce kişi böylesine saçma ve cani girişimlere katılabilmişse bunun
nedeni şüphesiz hepimizin içinde Kötülükten büyülenme olasılığının mev
cut olmasıdır. Bu olasılık "Ötekine karşı nefret" olarak adlandırılacaktır.
Bundan çıkarılacak sonuç, öncelikle liberal demokrasiyi her yerde savunma
mız gerektiği ve ikinci olarak da çocuklarımıza Ötekini sevmeye dair etik
emri öğretme gerekliliğidir.
Ben tabii ki bu "uslamlamanın" göz boyayıcı ideolojiden başka bir şey ol
madığını söylüyorum. Birincisi, liberal kapitalizm kesinlikle insanlığın İyili
ği değildir. Tam tersine, vahşi, yok edici nihilizmin aracıdır. İkincisi, yir
minci yüzyıl komünist devrimleri tümüyle farklı bir tarihsel ve politik evren
yaratma yolunda görkemli çabalardır. Siyaset, devlet gücünün yönetimi de
ğildir. Siyaset öncelikle tümüyle yeni ve somut bir gerçekliğin icadı ve uygu
lamasıdır. Siyaset düşünce üretimidir. Ne Yapmalı yı yazan Lenin, Rus Dev
'
rimin Tarihi ni yazan Troçki ve "Halk Arasındaki Çelişkilerin Doğru Olarak
'
Ele Alınması Üzerine"yi yazan Mao Zedong, Freud ve Einstein çapında ente
lektüel dahilerdir. Şüphesiz ki, özgürlük politikaları veya eşitlikçi siyaset
şimdiye dek Devletin Gücü sorununu çözmekte başarılı olamadı. Nihayetin
de başarısız olan bir terör uygulamasına gittiler. Ama bu bizi, kapitalist, em
peryalist düşmana karşı birleşmeye değil de, sorunu onların bıraktıkları
noktada tekrar ele almaya cesaretlendirmelidir. Üçüncüsü, "totalitarizm"
entelektüel açıdan oldukça zayıftır. Komünizm tarafında evrensel bir özgür
leşme isteği, faşizm tarafında ise ulusal ve ırkçı bir arzu mevcut. Bu ikisi ra
dikal derecede karşıt projeler.
İkisi arasındaki savaş gerçekte evrensel politika fikriyle ırksal egemenlik
fikri arasındaki savaştı. Dördüncüsü, devrimci bir ortamda veya sivil savaşta
teröre başvurulması kesinlikle, liderlerin ve militanların delirmiş olduğu veCogito,
sayı:
54, 2008
39
40
Christopher Cox-Molly Whalen
ya içsel Kötülüğün olasılığını ifade ettikleri anlamına gelmiyor. Terör, insan
topluluklarının var oluşundan beri kullanılan bir siyasi araç. Bu nedenle,
çocuksu ahlaki yargılara tabi olmamalı, siyasi bir araç olarak yargılanmalı
dır. Farklı terör türleri olduğunu da eklemek lazım. Liberal ülkeler terörü
nasıl en iyi biçimde kullanacaklannı biliyorlar. Koca Amerikan ordusu, dün
ya çapında terörist şantaj yaparken, hapishaneler ve uygulamalarda daha az
şiddetli olmayan şantaj uygulamalarına başvuruyorlar. Beşincisi, tek tutarlı
özne kuramı (bunun benim kuramım olduğunu, şaka yollu da olsa ekleye
yim ! ) öznede belirli bir Kötülük niyeti olduğunu kabul etmez. Freud'un
ölüm dürtüsü bile bilhassa Kötülükle bağlantılı değildir. Ölüm dürtüsü yü
celtmenin ve yaratmanın gerekli bir parçasıdır, cinayetin ve intihann parça
sı olduğu gibi. Ötekine sevgiye ya da daha kötüsü olan "Ötekini tanıma"ya
gelirsek, bunlar Hıristiyan imalatlarından başka bir şey değildir. Böyle bir
"Öteki" hiçbir zaman olmamıştır. Dostumuzla düşmanımızı ve tarafsız kişi
leri ayırt ederken temel aldığımız düşünce veya eylem projeleri vardır. Düş
manlara veya tarafsız olanlara karşı nasıl davranacağımızı bilme sorunu tü
müyle ilgili projeye, o projeye temel oluşturan düşünceye ve projenin somut
koşullarına (Proje kışkırtıcı bir aşamada mı? Çok tehlikeli mi? vs) bağlıdır.
Bu söylediklerinizi duyan birisi, liberal kapitalizmin kendisinin, hakim
olan görüşün aksine, "kötü " olduğunu göstermek için durumu tamamen de
ğiştirmenizi bekleyebilir. Ama siz bunu yapmıyorsunuz. Bunun yerine alterna
tif bir kötülük kuramı sunuyorsunuz.
Eğer dediğiniz gibi durumu değiştirebilecek olsaydım bile her şeyi oldu
ğu gibi bırakırdım. Liberal kapitalizmin Kötü olduğunu söylemek herhangi
bir şeyi değiştirmezdi. Hala siyaseti hümanist ve Hıristiyan ahlakçılığına ta
bi kılıyor olurdum: Şöyle derdim: "Hadi, Kötülüğe karşı savaşalım". Ama
ben "bir şeylere karşı savaşmak"tan, "yapısöküm" yapmaktan, "aşmak"tan,
"sonlandırmak"tan vs bıktım. Benim felsefem olumlamayı arzuluyor. Bir
şey için savaşmak, İyi için ne yapabileceğimi bilmek ve onu yapmak istiyo
rum. "Kötünün iyisiyle" yetinmeyi reddediyorum. Şu sıralar büyük düşün
mek değil, alçakgönüllü olmak moda. İhtişam metafizik bir kötülük olarak
görülüyor. Bense ihtişamdan, kahramanlıktan yanayım. Ben düşüncenin ve
amelin olumlamasından yanayım.
Elbette ki yeni bir Kötülük kuramı gerekiyor. Ama bu özünde, yeni bir
İyilik kuramı anlamına da gelir. Kötülük, İyilik sorunundan feragat etmekCogito,
sayı:
54, 2008
Kötülük Üzerine: Alain Badiou ile Söyleşi
tir. Vazgeçmek her zaman kötüdür. Bağımsızlık politikalarından vazgeç
mek, tutkulu bir aşktan vazgeçmek, sanatsal bir yaratımdan vazgeçmek. . .
Kötülük benim, zorlayıcı İyiliğe sadık olma gücüne sahip olmadığım andır.
Kötülük sorununun temelindeki asıl soru şudur: İyi nedir? Benim bütün
düşüncem bu soruya cevap vermek için verilen bir çabadan ibarettir. Kar
maşık nedenlerden dolayı İyilik'e "Hakikatler" (çoğul) adını veriyorum. Bir
Hakikat bir karışıklıkla (bir mücadeleyle, genel bir ayaklanmayla, şaşırtıcı
bir yeni icatla) başlayan ve bu karışıklık sayesinde deneyimlenen yeniliğe
karşı beslenen sadakatle gelişen somut bir süreçtir. Bir Hakikat aynı anda
hem yeni hem de evrensel olan şeyin öznel gelişimidir. Yeni, yaratılış düze
ninde öngörülmemiş olan şeydir. Evrensel olan ise her insanı kendi saf in
sanlığına göre (ben buna soysal insaniyet diyorum) ilgilendiren şeydir. Bir
özne olmak (ve basit bir hayvansı insan olarak kalmamak) evrensel yeniliğin
vücuda gelişine katkıda bulunmaktır. Bu da çaba, dayanıklılık ve bazen de
kendini yadsımayı gerektirir. Ben sıklıkla bir Hakikatin "militanı" olmak ge
rektiğini söylerim. Ne zaman ki egoizm bir Hakikatten feragat etmeye götü
rür, işte orada Kötülük vardır. O zaman kişi öznelik niteliğini yitirir. Egoist
kişisel çıkarlar insanı büyüler, bir hakikatin (ve böylece İyiliğin) bütün geli
şimini sekteye uğratabilir.
O halde, Kötülüğü kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Kötülük bir hakikatin
belirli veya bireysel çıkarların baskısıyla kesintiye uğratılmasıdır. Sizin bi
raz önce bahsettiğiniz olay bile -beş bebeğini boğarak öldüren anne- olay
lara bu bakış açısından kaynaklanır. Tartışmaya açtığınız görüş oldukça
absürt: Elbette ki, herkes "her şeyi" yapabilir. Her yerde iyi insanların iş
kencecilere dönüştüğünü veya barış yanlısı vatandaşların önemsiz konular
yüzünden insanlara zor kullandığını gördük. Bu düşüncenin hiçbir ilginç
tarafı yok. Tek yaptığı, bize insan ırkının, kapitalist karın resmileştirilmiş
hali olan asgari çıkarlar tarafından yönetilen bir hayvan ırkı olduğunu ha
tırlatması. İyilik ve Kötülükten mahrum olan her şey, güdüler tarafından
yönetilir. Kötülük, kişinin hangi İyilikten bahsettiğini söyleyebildiği anda
başlar. Ben o beş çocuğun öldürülmesinin İyilikten (bir sevgi süreci biçi
minde) vahşice feragat edilmesine bağlı olduğuna eminim. Her durumda,
Kötülükten bahsetmenin anlamlı olduğu tek durum bu. Burada akla gelen
mit Medeia miti. O da çocuklarını öldürüyor. Ama bu, kelimenin trajik an
lamıyla Kötülük değildi, çünkü onun işlediği cinayet tümüyle İason'a olan
aşkı içindi.
Cogito,
sayı:
54, 2008
41
42
Chri.stopher Cox-Molly Whalen
O zaman size göre hayvansı insanın dünyası iyinin ve kötünün aşağısında
kalıyor (öyle ki, örneğin işkence eylemleri tam olarak "kötü " değil)? Kişinin bir
(bir hayvansı insan olarak kalmak yerine) özne olmak gibi ahlaki bir sorumlu
luğu yok mu? Ve böylece, kişinin özne olamaması, ahlaki bir başansızlık ol
muyor mu?
Bu soru aslında iki genel ahlak kavrayışını (İyi ve Kötü arasındaki ayn
ını) birleştiriyor: Rousseaucu "doğal" ahlak kavrayışı ve Kantçı "formel" ah
lak kavrayışı:
1 . Bir "doğal" ahlak; herhangi bir insani bilinç görüşüne göre net bir şe
kilde kötü olan şeyler var. Dolayısıyla, hayvansı insanda Kötülük var. Buna
verilen örnek de işkence.
2. Bir de "formel" ahlak, herhangi bir özgül durumun üzerinde olan ev
rensel bir zorunluluk. Öyleyse, durumdan bağımsız olan evrensel bir Kötü
lük de var. Buna verilen örnek de kişinin özne olma, kendini o basit hayvan
sı insanlık durumunun üzerinde konumlandırma zorunluluğuna dair bir ör
nekti. Tam bir özneye dönüşmeyi reddetmek kötüdür, bu dönüşümün özgül
koşullan ne olursa olsun.
Şüphesiz ki, bu iki kavrayışa tamamen karşı olduğumu belirtmeliyim.
Hayvansı insanın doğal durumunun İyilik veya Kötülükle hiçbir ilişkisi olma
dığına inanıyorum. Ve Kant'ın kategorik emrinde tanımlanan türden bir for
mel ahlaki zorunluluğun olmadığına inanıyorum. İşkence örneğini ele alalım.
Roma İmparatorluğu kadar sofistike bir medeniyette, işkence Kötü sayılma
makla kalmıyor, aslında izlenecek bir eğlence olarak ilgi görüyordu. Arenalar
da, insanlar kaplanlar tarafından yutuluyor; canlı canlı yakılıyor, seyirciler sa
vaşçıların birbirlerinin boğazını kesmesini kendilerinden geçerek izliyorlardı.
O halde, işkencenin her hayvansı insan için Kötü olduğunu nasıl düşünebili
riz ki? Biz Seneca veya Marcus Aurelius'la aynı hayvan değil miyiz? Ülkem
Fransa'nın silahlı kuvvetlerinin, Cezayir Savaşı'ndaki tutsakların hepsine dö
nemin hükümetinin ve kamuoyunun çoğunluğunun onayıyla işkence ettiğini
eklemeliyim. İşkencenin reddi kesinlikle doğal değil, tarihsel ve kültürel bir ol
gudur. Hayvansı insan genel olarak zulmetmeyi, acımayı bildiği kadar iyi bi
lir; bunların ikisi de çok doğaldır ve hiçbirinin İyilikle ve Kötülükle bir ilişkisi
yoktur. Bazı kritik durumlarda zulmün gerekli ve işe yarar olduğu, bazı du
rumlarda ise acımanın, başkalarını küçümsemenin bir biçiminden başka bir
şey olmadığı bilinir. Hayvansı insanın yapısında Kötülük kavramına, hatta
İyilik kavramına temel teşkil edecek herhangi bir şey bulamazsınız.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Kötülük Üzerine: Alain Badiou ile Söyleşi
Ama formel çözüm de bundan iyi değildir. Doğrusu, özne olma zorunlu
luğu, şu nedenden dolayı, hiçbir anlam taşımaz: Bir özne olma olasılığı bize
bağlı değil, her zaman tekil olan durumlarda olan şeylere bağlıdır. İyi ve Kö
tü arasındaki ayrım zaten bir özne varsayar ve bundan dolayı o özneye uy
gulanamaz. Kötülük her zaman bir özne için olasıdır, öznelleşme öncesi bir
hayvansı insan için değil. Örneğin, Nazilerin Fransa'yı işgali sırasında, dire
nişçilere katılırsam, tarihin oluşumunda rol oynayan bir özne olurum. Öz
nelleştirerek bakarsam neyin Kötü olduğunu anlayabilirim (yoldaşlarıma
ihanet etmek, Nazilerle işbirliği yapmak vs). Alışılmış kuralların dışında ne
yin İyi olduğuna da karar verebilirim. Yazar Marguerite Duras da bu suret
le, Nazilere karşı direnişle bağlantılı olarak, hainlere yapılan işkencelere na
sıl katıldığını nakleder. İyi ve Kötü arasındaki tüm ayrım, özneye dönüş
mekte olanın içinden gelir ve bu dönüşümle birlikte değişiklik gösterir (ben
buna felsefe, Hakikatin oluşu adını veriyorum). Özetlemek gerekirse: Kötü
lüğün doğal bir tanımı yoktur; Kötü her zaman, belirli bir durumda, bir öz
neyi güçsüz düşürmeye veya yok etmeye meyledendir. Bu nedenle, Kötü an
layışı tümüyle bir öznenin kendini kurarken başvurduğu olaylara bağlıdır.
Kötünün ne olduğuna hükmeden, öznedir, "ahlaklı" bir öznenin ne olduğu
nu tanımlayan doğal bir Kötü anlayışı değil. Olumsuz bir anlamda olsa bile,
Kötülüğü tanımlamak için formel bir emir yoktur. Aslında bütün emirler,
emrin öznesinin halihazırda ve belirli koşullarda kurulmuş olduğunu varsa
yar. Böylece bir özne olmaya dair bir emir olamaz, bu ancak tümüyle an
lamsız bir önerme olabilir. Genel bir Kötülük biçiminin olmamasının nede
ni de budur; çünkü Kötülük bir özne tarafından belirli bir durum üzerine ve
öznenin o durumdaki eylemlerinin sonuçları üzerine yapılan herhangi bir
yargı dışında bir şekilde var olamaz. O zaman aynı eylem (örneğin, birini öl
dürmek) belli bir öznel bağlamda Kötüyken, bir başka bağlamda İyiliğin ge
reği olabilir.
"Ötekine saygı" formülünün İyi ve Kötünün herhangi bir ciddi tanımıyla
hiçbir ilişkisi olmadığında özellikle ısrar ediyorum. İnsan düşmanla savaş
durumundayken, bir kadın tarafından bir başkası için terk edilmişken, orta
lama bir "sanatçının" eserlerini yargılaması gerekirken veya bilim "cehalet
taraftarı" tarikatlarla karşı karşıyayken vs "Ötekine saygının" anlamı nedir?
Sıklıkla, zararlı veya kötü olan "Ötekine saygıdır". Özellikle de başkalarına
karşı direniş veya başkalarına karşı nefret öznel olarak haklı bir eyleme ne
den olduğunda. Ve Kötülük sorusu ancak bu tür durumlarda (şiddetli çelişCogito,
sayı:
54, 2008
43
44
Christopher Cox-Molly Whalen
kiler, zor kullanılan değişiklikler, tutkulu aşklar, sanatsal üretim) bir özne
için gerçek anlamıyla sorulabilir. Kötülük doğa veya yasa olarak var olmaz.
Kötülük Hakikatin tekil oluşunda varolur ve değişir.
Önceki bir soruya yanıt verirken ''günlük hayatta olduğu gibi siyasette de
Hakikatin ve İyinin haklannı yeniden yapılandırmak gerektiğini" belirtmişti
niz. Hakikat etiğinin pratik anlamda nasıl harekete geçirilebileceğini ve bunun
mevcut "insan haklan" anlayışına nasıl bir alternatif oluşturabileceğini biraz
açar mısınız?
En güncel örneği ele alalım: Eylül ayında, binlerce kişinin öldüğü kor
kunç New York saldırılan. Eğer insan haklan ahlakı üzerinden akıl yürütür
seniz, Başkan Bush'a katılarak, şöyle dersiniz: "Bunlar terörist suçlulardır.
Bu İyinin Kötüye karşı savaşıdır". Ama Bush'un Filistin'de veya Irak'ta izle
diği politikalar gerçekten İyi mi? Ve bu insanların Kötü olduğunu veya in
san haklarına saygılı olmadıklarını söyleyerek, bu bombalarla kendilerini de
öldüren insanların düşünce biçimleri hakkında herhangi bir şey anlayabili
yor muyuz? Dünyada bu kadar çok acı ve şiddet olmasının nedeni Batı'nın,
özellikle de Amerikan hükümetinin gücünün maharetten ve değerden büs
bütün yoksun olduğu gerçeği değil midir? Suçlar, korkunç suçlar karşısında
herhangi bir ahlaki klişe tarafından yönlendirilmek yerine, somut siyasi Ha
kikatlere göre düşünmeli ve hareket etmeliyiz. Tüm dünya asıl sorunun şu
olduğunu anlamış durumda: Niçin her üç dünya vatandaşından ikisi batılı
güçlerin, NATO'nun, Avrupa'nın ve ABD'nin politikalarını tümüyle haksız
buluyor? Neden beş bin Amerikalının ölümü savaş nedeni sayılırken Ruan
da'da ölen beş yüz bin kişinin veya Afrika'da ölmesi beklenen on milyon
AIDS'li hastanın ölümü tarafımızdan öfkeyle karşılanmıyor? Niçin Ameri
ka'da sivillerin bombalanması Kötüyken, günümüzde Bağdat'ın veya Bel
grad'ın veya geçmişte Hanoi'nin ve Panama'nın bombalanması İyi? Benim
önerdiğim Hakikatler etiği soyut bir haktan veya harikulade bir Kötüden
çok, somut durumlar üzerinden ilerliyor. Tüm dünya bu durumları anlıyor
ve yine tüm dünya bu durumların haksızlığının yol açtığı ilgisizlikle davra
nıyor. Siyasetteki Kötülüğü görmek kolaydır: Yaşam, zenginlik ve güç konu
larında mutlak bir eşitsizlik. İyilik ise eşitliktir. Tüm insanlara su, okul, has
tane ve yeterince yiyecek sağlamak için gerekli olanın zengin Batı ülkelerin
de bir senede parfüme harcanan paranın tümüne denk düştüğü gerçeğini
daha ne kadar kabul edebiliriz? Bu bir insan hakları ve ahlak sorunu değil.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Kötülük Üzerine: Alain Badiou ile Söyleşi
Bu tüm insanların eşitliği için, kişisel veya ulusal kar hukukuna karşı temel
savaşımın sorusu.
Aynı şekilde, sanatsal eylemdeki İyilik, dünyanın anlamını ifade etmek
için yeni biçimlerin icadıdır. Bilimdeki İyilik özgür düşüncenin atılganlığı,
eksiksiz bilginin sevincidir. Benzer biçimde, aşktaki İyilik insan tek değil de
ikiyken bir dünya kurmanın asıl farkının ne olduğunu anlamaktır. O halde
Kötülük, akademik tekrarlamalar veya kültürel "ticaret"tir; kapitalist kann
hizmetindeki bilgidir; salt zevk [jouissance] tekniği olarak görülen cinsellik
tir. Tekrar ediyorum: Tüm dünya bu tecrübeleri paylaşmaktadır. Hakikatin
etiği her zaman, kati koşullarda, Kötülüğün dört temel biçimine karşı Haki
kat için savaşma şeklinde döner: bilgisizlik taraftarlığı, ticari akademisyen
lik, kar ve eşitsizlik politikaları ve cinsel barbarlık.
İngilizceden Çeviren: Şeyda Öztürk
Cogito,
sayı:
54, 2008
45
" İslam Sanatı Üzerine "
OLIVER LEAMAN İLE SÖYLEŞİ - Cİ HAT ARINÇ
İslam dünyası bugün pek çok yönden saldın altında bulunuyor. Bir yanda
Süper Güç'ün askeri harekat/an, öte yanda İsrail'in uyguladığı faşizan devlet
terörü . . . Bir yanda modernleşme tecrübesinin yıkıcılığının bir getirisi olarak
kadim birikimle ve kültürel heritajla yaşanan temassızlık hali, diğer yanda mo-
Cogito,
sayı:
54, 2008
"İslam Sanatı Üzerine"
demlik olgusunun alt basamaklannda kalmanın getirdiği psikolojik gerilim. . .
Bütün b u "zeval" (yokluk) tablosu içerisinde "cemal"i (güzellik) konuşmak an
lamlı mı? Bizce anlamlı, çünkü "zeval"den kurtuluşun yolunun "cemal"den
geçtiği aşikar. . . Sanat, metafizik güvenliğin cisimler alemindeki inşasında etki
li olduğu kadar, siyasi anlamda direniş imkanlannı da gösterir ve direnişe ha
yat bahşeder.
İslam sanatının temel problemleri nelerdir? Genel olarak İslam sanatının
önemi ve çağdaş sanat ortamı içindeki konumu nedir? İslam sanatının bugü
ne dair söyleyecek "yepyeni" bir sözü var mıdır? Son dönem çalışmalarını
İslam sanat felsefesi üzerine yoğunlaştıran Yahudi asıllı Amerikalı akademis
yen Prof. Oliver Leaman 'la bütün bu sorular üzerine konuştuk. Burkhardt,
Nasr, Massignon, Bakhtiar, Grabar, Ettinghausen gibi yazarlann oluşturduğu
literatürü derinlemesine eleştiren Leaman, İslam sanatına dair "estetik" temelli
felsefi bir kavrayışın imkanlannı soruşturuyor.
Cihat Arınç: Sayın Leaman, İslam Estetiği adlı kitabınızda "İslam sanatı"
terimini derinden sorguladığınızı görüyorum. İsterseniz konuşmaya bura
dan başlayalım. Kitabınızda, sanat felsefesi literatüründe İslam sanatına da
ir yer alan yanlışlıklara değiniyor ve bu terime ilişkin mevcut kavrayışların
yanı sıra bizatihi terimin kendisini de geçerlilik cihetinden denetliyorsunuz.
Sanatın içeriğini kavramak için dini, tasavvufi, iktisadi ve toplumsal çerçe
veleri kullanan kişileri eleştiriyorsunuz. Şurası bir gerçek ki, felsefi estetik
sizin konumunuzu destekliyor ve gerekli kılıyor. Hem dahil edici hem de
dışlayıcı yaklaşımların, İslam sanatını bazı yönleriyle diğer sanat gelenekle
rinden ayırma eğilimi var. Siz böylesi bir ayrımda bulunmayı sadece ilkeler
açısından değil, siyasi açıdan da sorunlu addediyorsunuz. Bu ayrımla ilgili
var olan sorun nedir? Sizce bu kavram "öteki"liğin, "hegemonya"nın ve "ta
hakküm"ün teorik seviyedeki meşruiyetini mi sağlıyor?
Oliver Leaman: Bence bu kavramla ilgili temel sorun genellemede bulu
nuyor olmaktır. Genelleyen insan, iddiasını destekleyecek deliller gösterme
yi açıkça göz ardı eder. Wittgenstein der ki: "Düşünmeyi bırak, gözlerini çe
virip de bak!" Bence bu söz İslam sanatı için de geçerli. İslam sanatında
olup bitenleri anlayabilmek için genellemek yerine derinlemesine bakmak
gerekir. İslam sanatının hususi bir formu ve yapısı olduğu kanaatindeyim.
Fakat genellikle İslam sanatını olduğundan büyük görme ya da onu enikonu
basite indirgeme hastalığı hakim. Bunu yaparken başvurulan dil kesinlikle
estetiğin dili olmuyor, bambaşka şeylerle tartıyorlar İslam sanatının değeriCogito,
sayı:
54, 2008
47
48
Oliver Leaman ile Söyleşi - Cihat Annç
ni. Halbuki böylesi bir yaklaşım İslam sanatının estetik özelliklerinin üstü
nü örtmekten başka bir şey değil. Estetiğin dilinin yerini çoğunlukla dini,
iktisadi, toplumsal ıstılahlar alıyor. Ben kitabımda genellemelere yaslanma
dan sanatın tekil örneklerinin arkasındaki nedensel süreçleri açığa çıkarma
ya çabaladım. Bunun İslam sanatına ilişkin tartışmalarda daha sağlıklı bir
yol olduğu kanaatindeyim.
C.A.: Peki ya terimin kendisi? Yani bizatihi "İslam sanatı" teriminin
İslam ile ilişkisi?
O.L.: Ben bu ilişkiyi de sorunlu görüyorum. Sanatın kendisi ile İslam di
ninin doğrudan bir ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Sanatkarın dini duy
gularının sanatı etkileyip etkilemediğini ölçümleyemeyiz. Dediğim gibi, sa
natı değerlendirirken kriterimiz sanat eserinin nitelikleri olmalı. Bu nitelik
lerin dinden ileri geldiğini nasıl söyleyebiliriz? Minarenin ya da kubbenin
İslami olduğunu söylemek geçerli bir iddia olarak kabul edilemez. Ben
İslam ve İslam sanatı arasındaki terim ilişkisini şöyle kuruyorum: İslam'ın
hüküm sürdüğü kültürel coğrafyada ve tarihte açığa çıkan sanat. Yani teri
min içindeki İslam kelimesini kültüre referansla anlıyorum, dine değil.
C.A.: Siz İslam sanatı terimini dine referansla açıklamıyorsunuz ama
İslam sanatına ilişkin var olan din temelli yaygın fikirlerin gerekçelerini de
görmemiz gerekir. İslam sanatı içerisinde görsel sanatların gelişmeyişi,
perspektifin kullanılmayışı, hüsnühattın gelişimi gibi olguların varlığından
söz ederek bunları dini gerekçelerle ilişkilendirenler sayıca hiç az değil.
Hüsnühat sanatını Kur'an'ın lisanına dayanması sebebiyle ayrıca mukaddes
addedenler var. Siz bu yaklaşımları tümüyle reddediyorsunuz. Niçin?
O.L.: Bir kere İslam sanatı içerisinde herhangi bir temsil geleneğinin var
olmadığı, temsil meselesinde teolojik güçlüklerin ortaya çıktığı gibi varsa
yımlar kesinlikle doğru değil. Teolojik bir bakış açısından İslam'da temsilin
niçin kullanılamayacağını gösteren geçerli hiçbir gerekçe yok, nitekim sık
lıkla da kullanıldığını görüyoruz. Hz. Muhammed karikatürleri ortaya çıktı
ğında, pek çok insan Müslümanların öfkesini Hz. Muhammed'in tasvirinin
çizilmiş olmasıyla ilişkilendirdi. Bu tarihi açıdan yanlış bir tespit, çünkü eli
mizde İran'da ve Osmanlı'da Peygamber'in tasvirlerinin yapıldığını gösteren
pek çok minyatür örneği var. Oradaki sorun tasvir etmenin kendisi değil, fa
kat karikatürlerin "küçük düşürücü" diliydi. Gerçek şu ki, İslam dünyasında
çok önemli temsil gelenekleri mevcuttur. İkinci olarak, hüsnühattın gelişi
mini bu temelsiz varsayımlarla açıklayamayacağımız gibi, Kur'an'ın dili
Cogito, sayı:
54, 2008
"İslam Sanatı Üzerine"
49
(Arapça) hususunda onu İslam'da
estetik bir yoğunlaşmayı sağlaya
cak yegane hazine yapan dişe do
kun ur hiçbir şey de yoktur. Bu
türden temelsiz iddialarda bulun
. '.-
mak, camileri, resimleri, şiiri, mu
sikisi, bahçeleri ve edebiyatıyla
bütün bir İslam sanatı geleneğini
göz ardı etmek olur. Başlangıçta
da söylediğim gibi, tekil örnekleri
ıskalayan bu genellemeler bizi
doğru sonuçlara ulaştırmıyor.
C.A.: Kitabınızda evvelki este
tik yaklaşımları kıyasıya eleştirir
ken bütünlüklü yeni bir yaklaşım
getirmemeniz eleştiriliyor.
..
�
. . . .J}·��
-..
-� ...,,,_. __�
�
.
-
--
- -�
\
.
·-
O.L.: Ben bir felsefeciyim ve
-". . #!
' .
felsefecinin görevi insanlara ne
yapmaları gerektiğini söylemek
ten çok ne yapmamaları gerektiği
ni söylemektir. Ben de kitabımda,
mevcut olandan hareketle nelerin
yapılmaması gerektiğini göster
meye çalıştım. Müslümanlar ya
da İslam sanatına ilgi duyan kim
seler İslam sanatını kavrarken
hangi yanlışlara düşmekten kaçınmalılar, buna işaret ettim. Ama
XIV. yüzyıl sufilerinden Mustafa Darir el-Erzurumi'nin
Kahire'de duru bir Türkçe ile kaleme aldığı Siyer-i Nebf
adlı eserin, yazılışından iki asır sonra Sultan III.
Murad'ın isteği üzerine sarayın nakkaşhanesinde
çalışan minyatür sanatçıları tarafından altı ciltlik resimli bir nüshası hazırlandı. III. Mehmed'e sunulan bu
nüshadaki 8 1 4 tesô.vir-i nebiden biri:
"Hz. Muhammed (s.a.v.) Kabe'de", İstanbul, 1 595
(Topkapı Sarayı, Hazine 1 222, varak nr. 1 5 1b)
kitapta hiçbir öneride bulunmadığımı söylemek de haksızlık olur.
C.A.: Kitabınızda İslam sanatı ve diğer sanat formları arasında bir aynın
olduğunu kabul etmenin, oryantalist görüşlerin ihtiyaç duyduğu meşruiyeti
sağlayacağını vurguluyorsunuz. Mevcut duruma bakıldığında bu görüşü
nüzde haklı sayılabilirsiniz. Ancak yine de ben söz konusu durumun zorun
lu değil mümkin (olumsal) bir durum olduğu kanaatindeyim. Bence İslam
sanatını, Batı sanatının evrensel ve zorunlu olduğu düşünülen mümkin ko
şullarına indirgemek ve İslam sanat formunun nevi şahsına münhasır özelCogito,
sayı: 54,
2008
50
Oliver Leaman ile Söyleşi - Cihat Annç
liklerini kabul etmemek de oryantalist görüşü meşrulaştırabilir. Okurken
dikkatimi çeken bir nokta, kitapta İslam sanatını anlatırken Arap ve İran
kültür dairelerindeki örneklerle yetinip hiçbir şekilde Türk kültür dairesin
den örneklere başvurmuyor oluşunuzdu. Tekil örneklerden hareket ettiğini
zi söylüyorsunuz ama sanki "istediğiniz" tekil örneklerden hareket ediyorsu
nuz. Böyle yapmakla, siz de İslam sanatının nevi şahsına münhasır ya da
orijinal hiçbir forma sahip olmadığı şeklinde bir genellemede bulunuyorsu
nuz. Halbuki bu doğru değil, çünkü mesela "ebru" formu tarihi ve coğrafi
olarak İslam sanatının kültürel atmosferi içerisinde yer alan orijinal bir
formdur ve Avrupa'ya Osmanlılar kanalıyla yayılmıştır. Bence hüküm verir
ken "ebru" ve "çini" gibi formları gözardı etmemelisiniz. Diğer geleneklerde
yer almayan orijinal formlara sahip olmak mümkündür ve farklılığın asla
esas olarak hegemonik, tahakküm edici ve dışlayıcı eğilimleri içinde barın
dırdığı iddia edilemez. Üstelik Edward Said'in tanımladığı türden bir oryan
talist kavrayış, aynılığa ve farklılığa karar veren öznenin kendi dışındaki var
lıklara dair idrakiyle yakından ilişkilidir, yoksa kesinlikle nesnelerin özellik
leriyle ya da nitelikleriyle alakalı değildir. Öyle değil mi?
O.L.: Bu çok sıkı bir eleştiriydi, teşekkür ederim. İslam sanatı dediğimiz
şey hakkında konuşurken genel olarak sanata atıfta bulunuyoruz. Ama bu
rada esas olan, kendisine atıfta bulunduğumuz o "öz"ün ne olduğudur. O,
(gerçekte) var olmayan metafizik bir özdür ki, özcü yaklaşımı savunanların
kitaplarında bunun ne idüğü açıklanmadan bırakılır. Felsefecinin işi kullan
dığı kavramlara ilişkin tanım vermektir, halbuki söz konusu kitaplarda ta
nım tümüyle yok değilse bile muğlak. Tanım dediğin efradını cami, ağyarını
mani olmalı. Hal böyleyken,
öz'ün varlığını kabul etmek
için de hiçbir geçerli sebep
yok. Özcü yaklaşımlar, İslam
sanatını anlamamıza yardım
cı olmuyor.
"Sınırlı mekan (dış dünya)" algısını
"sonsuz derinlik (iç dünya)"
anlayışına göre kemerler ve sütunlar
yoluyla yeniden kurmak:
İspanya'daki Kurtuba Camii
Cogito,
sayı:
54, 2008
"İslam Sanatı Üzerine"
C.A.: Mutasavvıfları eleştiriyor ve onları Tann'ya bağımlı bir güzellik an
layışı geliştiren bir zümre olarak tasvir ediyorsunuz. Siz kendi kendine ye
ten bir görüş taraftansınız, yani kendi dışında bir şeye bağlı olmayan bir
"güzellik"ten yanasınız. Bence bu tahlilinizde sorunlu taraflar mevcut. Her
şeyden önce belirtmek gerekirse, gayet açıktır ki sufi görüş, Aristoteles tara
fından Nikomakos'a Ahlak'ta ve Heidegger tarafından "Sanat Eserinin Köke
ni" başlıklı makalede savunulan "sanat eserinin kökeninin sanatkar olduğu"
fikri ile paralellik arz eder. İkinci olarak, bence tasviriniz gerçek resmi çar
pıtıyor çünkü tasavvuf kaynaklan açısından indirgemeci bir tarzı var. Mese
la İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserinde sufiler içindeki iki zümreden
bahseder. İlk zümre, mükemmel güzellik manasına gelen "hikmet güzelli
ği"ne müpteladır ve her güzellik hikmet sahibi bir zatın sanatı ve eseridir,
dolayısıyla da sırf o zat sebebiyle sevilir. Onlar Tanrı'nın cemalini her şeyde
müşahede edenlerdir. Öte yandan diğer zümre güzelliğin bizatihi kendisine
müpteladır ve Tanrı'yı da güzelliğinden (Cemil sıfatından) ötürü severler.
Yani bu ikinci zümre için, güzellik Tanrı'dan önce gelir. İbn Arabi, onların
böyle bir kavrayışa sahip olmaları dolayısıyla suçlanamayacağını belirtir, zi
ra bu durum onların meşrep ve mizacı ile örtüşmektedir. Üçüncü olarak, ilk
zümrenin görüşünü ele alsak bile, yine önemli bir soruyla yüzleşmemiz ge
rekir: Platon için Agathon (İyi)'dan, Plotinus için To Hen (Mutlak Bir)'den,
Hegel için Geist (Ruh)'tan ya da Heidegger için Die Wahrheit (Hakikat)'tan
bağımsız bir güzellik düşünülebilir mi? Bütün bu kavramlar Hakikat'ı tem
sil eder ve söz konusu filozofların ontolojilerinde merkezi bir rol oynar.*
Tıpkı bunun gibi, Hakk (Gerçek Varlık!Ianrı) da sufi ontolojinin merkezin
de yer alır ve Hakikat'ı temsil eder. Dolayısıyla sufiler için de Hakk'tan (Ger
çek Varlık!Ianrı) bağımsız bir güzellik ve sanat eserinden bahsedilemeyişi
sırf dini değil ve fakat felsefi/ontolojik bir tavrın neticesidir. Durum bu iken,
üç önemli soru beliriyor: Ontolojiden bağımsız bir estetik mümkün müdür?
Bir başka deyişle, hakikattan bağımsız bir güzellik düşünülebilir mi? Şayet
düşünülebilirse, böyle bir güzelliğin hakikat karşısındaki değeri nedir? Son
raddede, böylesi bir güzellik hakikata tercih edilebilir mi?
O.L.: Bence bu çok ilginç bir tespit ve detaylı bir analiz. Ontolojiyle kur
duğunuz ilişki, üzerinde düşünülmeye değer ve doğrusu ben kitabı yazarken
hiç bu şekilde düşünmemiştim. Sufi sanatın benimsediği perspektifi ontolo*
Heidegger ontolojisindeki asıl terimler Sein ve Dasein'dır ama o, "Sanat Eserinin Kökeni"
adlı makalesinde bu terimi kullanır.
Cogito,
sayı:
54, 2008
51
52
Oliver Leaman ile Söyleşi - Cihat Annç
jik bir tavırla ilişkilendirmek, bence çok zekice bir yaklaşım. Sanının bu ko
nu üzerine daha derin düşünmeliyim. Fakat şunu söyleyebilirim: Bence ha
diseye fenomenolojik bir çerçevede sizin söylediğiniz şekilde bakabiliriz.
Hatta meseleyi şümullü bir şekilde kavrayabilmek için, kesinlikle sizin yap
tığınız gibi ontolojik bir ilişkilendirme gerekiyor. Bu ontolojik ilişkiler tasav
vuf metafiziği dahilinde öznede ve nesnelerde mevcuttur, o sebeple siz son
derece haklısınız. Ontolojik bir ilişkilendirme için, bütün anlamları tama
men o metafizik arkaplandan, yani hakikat'tan türetmek gerekir. Bu estetik
yargılara tatbik edilebilir mi, bundan pek emin değilim. Yine de estetik ola
nı anlayabilmek ve tartışabilmek için, metafizik içerikli bir zeminden hare
ket etmemiz gerektiği fikrine sıcak bakıyorum.
C.A.: Peki, sufi perspektif hakkında ne söyleyeceksiniz? Ontolojik bir
yaklaşımı benimsemesek dahi, sufilerin güzellik anlayışının "sadece Tan
n'dan ötürü" olduğu ve güzelliğin sufiler için tek başına bir değer taşımadığı
şeklindeki görüşünüzün yine de indirgemeci olduğunu ve açıkçası gerçeği
çarpıttığını düşünüyorum. Nitekim İbn Arabl'nin metninden de bunu anlı
yoruz. Bu nokta çok önemli, zira siz bu ön-kabulden hareketle sufilerin sa
nat alanında -diğer alanlarda sanıldığının aksine- "özgürlük-karşıtı" bir tu
tum sergilediğini savunuyorsunuz. Ben bu görüşünüze katılmıyorum. . .
O.L.: Sufilerin görüşünü sadece "güzelliği Tanrı'dan ötürü sevme" fikri
ne indirgeyemeyiz, haklısınız. Fakat yine sizin de belirttiğiniz gibi Hakk
(Mutlak Gerçeklik/Tanrı) ve güzellik arasındaki bağlantıları da görmezden
gelemeyiz. Sufiler bu dünyayı hayali yahut göz-aldatıcı (illüzyona dayalı)
olarak görmezler, bu dünyada gerçek olmayan bir şey yoktur. Fakat bu
dünya, gerçekliğin tek biçimi olarak görülmemelidir; zira bu dünya, öte
sindeki dünyaya yahut daha derin seviyede var olan bir hakikata işaret
eder. Şayet yer yer onun bir "rüya" olduğunu söylemişlerse dahi, bu, onun
işaret ettiği Hakikat'a nispetle söylenmiştir. Bu sebeple sufiler güzelliği
nesnel bir şekilde ele alırlar. Sufilere göre "güzellik" nesneldir çünkü Tan
rı'nın "Cemil" ismine bağlıdır ve bu ismin de nesnel bir gerçekliği vardır.
Dolayısıyla onlar tabiata dikkatle bakarlar, bakışlarını tabiattan kaçırarak
güzelliği tahlil etmezler. Çünkü tabiat, Tanrı'nın yaratıcılığının tezahür et
tiği yerdir.
C.A.: Hem bu açıklamanızda hem de kitaptaki değerlendirmelerinizde
formalist (biçimci) bir yaklaşımın hakim olduğunu gözlemliyorum. Siz de
tıpkı Roger Fry ve Clive Bell gibi estetiğin temel belirleyicisinin "significant
Cogito,
sayı:
54, 2008
"/slam Sanatı Üzerine"
form" (başat biçim) olduğunu düşünü
yorsunuz. Yani sanat eserinde önemli
olan biçimdir, diyorsunuz. Yanılıyor
muyum?
O.L.: Kesinlikle öyle. Bence tek bir
geçerli estetik görüş vardır, o da for
malist görüştür. Çünkü diğer teoriler
genellikle özne temelli ve gerekçelendi
rilmesi zor kimi varsayımları içeriyor.
Bir nesneye ilişkin estetik tecrübemiz,
doğrudan onun biçimsel özelliklerine
bağlıdır. Yoksa o eser hakkında daha
evvelden bir şeyler biliyor olmamız, ya
da sanatkarı hakkında bir fikrimizin
olması aldığımız estetik zevki arttır
maz da, eksiltmez de.
C.A.: İyi ama Georges Braque ya da
Pablo Picasso'nun eserlerini düşüne
lim. Onların sanat görüşü hakkında
hiçbir fikrimiz olmadan bu perspektifsiz eserler bize basit çocuk çizimlerin
den farklı gelmeyecektir. Erwin Panofski, perspektifin mekanın matematik
tarafından ele geçirilmesine izin vererek ousia'yı (gerçeklik) phainomenon'a
(görünüş) dönüştürdüğünü söyler. Çocuklar ise resim yaparken perspektif
kullanmazlar. Dış dünyayı algılamalarında bir sorun olmadığına göre, Pa
nofski'nin tespitinden hareketle bu durumun çocukların matematikselleşti
rilmemiş bir "doğa"ya daha yakın olması ile alakalı olduğu düşünülebilir.
Netice itibarıyla kübizm hakkında bilgisi olmayan, Braque ya da Picasso'yu
tanımayan bir kimse bu resimlerden -bağlamını bilmediği için- pek bir şey
anlamayacaktır. Sanat eseri hakkında bir şeyler bilmenin zevk almak açısın
dan hiçbir önemi olmadığını söylemeye hakkımız var mı?
O.L.: Modem sanat gerçekten de birçok sorunu beraberinde getirdi . Bu
söylediğiniz şey, modem sanatın sorunlarıyla bağlantılı. Dadaizm'in yıkıcı
karşı koyuşunu ve postmodem sanatı da hesaba kattığımızda sanat eseri
nin sınırları iyice belirsizleşiyor. Fakat yine de şunu belirtmek gerekir: Pi
casso'nun eserlerine baktığınızda aldığınız zevkin, sanat akımlarını bilme
nizle bir ilişkisi yoktur. Muhatap olduğunuz şey, renkler ve biçimlerdir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
53
54
Oliver Leaman ile Söyleşi - Cihat Annç
Zevk bunların ilişkisinden doğar ya da doğmaz. Mensup olduğu akımları
bilmediği halde söz konusu sanat eserlerinden zevk alan insanlar bulundu
ğu gibi, o akımları bildiği halde zevk almayan insanlar da vardır. Demek ki
bilmek ile zevk almak arasında korelasyona dayalı bir ilişki kurmak müm
kün değil.
C.A.: Kitabınızda görsel İslam sanatını minyatür, hüsnühat gibi sanatlar
la ele alıyorsunuz, ama çağdaş İslam sanatının örneklerine değinmiyorsu
nuz. Bu bağlamda, mesela Abbas Kiyarüstemi, Muhsin Mahmelbaf, Cafer
Penahi ya da İbrahim Hatemikiya gibi yönetmenlerin filmlerini nasıl değer
lendirmek gerekir? Mecid Mecidi'nin o "görsel şiir" hükmündeki filmlerini
nasıl değerlendirmeliyiz?
O.L.: Bence yine burada da onun her şeyden önce bir sanat eseri olduğu
nu hesaba katarak işe başlamalıyız. Görsel ve biçimsel kıstasları tatbik ede
rek anlamaya çalışmalıyız. Tarz ve üsluptaki sürekliliği görmek açısından
İran minyatürlerinin kendine has nitelikleri ya da Farisi şiirin anlatı teknik
leri, sizin deyişinizle bu "görsel şiir"e nasıl yansıyor, onları karşılaştırmalı
bir şekilde ele almak lazım. Bu son derece ayrıntılı ve zahmetli bir iş, ama
elbette ki yapılması gerekir. Fakat başta da belirttiğim gibi, burada estetik
kriter olarak kesinlikle spekülatif temellendirmelere yaslanmaktan kaçınıl
malı.
C.A.: Batı sembolik, klasik ve Romantik dönemleri geride bırakarak me
kanik çağda modern sanat eserleri üretmeye başladı. Alman düşünür Walter
Benjamin, sanat eserinin mekanik üretim kalıpları sebebiyle "aura"sını kay
bettiğini düşünüyordu. Bugün bizler dijital yeniden-üretim çağında yaşıyo
ruz ve Douglas Davis gibi kimi düşünürler, orijinal'in ortadan kalkmasının
bizi "aura"nın çöküşüne götürmeyeceğini, hatta bilakis "aura'nın artışı"nı
beraberinde getireceğini iddia ediyorlar. Gianni Vattimo gibi kimi çağdaş
düşünürler ise Benjamin'e paralel bir şekilde mekanik yeniden-üretimin ve
kitle kültürünün bir neticesi olarak "sanatın sonu"nu ilan ediyorlar. Siz kita
bınızda sanat için geçerli olan değerlendirme kriterlerinin İslam sanatına da
bire bir tatbik edilebileceğini, hatta edilmesi gerektiğini söylüyorsunuz; zira
İslami bağlamda farklı ilkeleri devreye sokmak için hiçbir geçerli sebep yok.
Bu durumda İslam sanatını bu çağdaş sanat tartışmalarının dışında tutmak
da doğru olmayacaktır. Vaziyet buysa, sanat üzerine kıyametvari tartışmala
rın yapıldığı, vaveylaların koptuğu bu kargaşa atmosferinde İslam sanatının
konumu nedir sizce?
Cogito,
sayı:
54, 2008
"İslam Sanatı Üzerine"
55
O.L.: Bence modem çağda İslam sanatı son
derece sorunlu bir yerde duruyor. Oryantalist
bir şekilde kalıpyargılara dayalı bir üretim var
bence, mesela hüsnühat dini bir kisveyle sunulu
yor. Geleneksel formlar tekrarlanıyor ve bütün
bunlar cari sanat ortamı içerisinde bir yere otur
muyor. Burada ona "çağdaş" dememizi gerekti
recek "yeni" olan ne var, açıkçası bilemiyorum.
Aslında burada temel bir sorunla karşı karşıya
yız. Din-sonrası (post-religious) bir kültürün için
de dini bir sanat icra etmek mümkün mü? Kuş
kusuz ki, din-sonrası çağın sanatı da din-sonrası
bir yapı arz ediyor. Onun kendisine konu edindi
ği meseleler ve ele aldığı sorunlar dinin etkin ol
duğu zamanlardaki konulardan ve sorunlardan
Yeniden yorumlanmış bir modern hat
sanatı örneği: "Allah" yazısı
(Hat: Ali Toy, Efekt: Cihat Annç)
tamamen farklı. Böyle bir yerde dini olduğu iddia edilen bir sanat geleneği nasıl sürdürülebilir, açıkçası bu pek belirgin değil.
C.A.: Bence bu tartışmayı yapmadan önce bugün Müslümanların içine
itildiği atmosferi de iyi değerlendirmek lazım. Çünkü ABD, 1 1 Eylül sonra
sında Irak'a düzenlediği askeri harekatta bugün Müslümanların elinde bulu
nan Mezopotamya'nın o muhteşem kültürel mirasını hem yağmaladı hem
de tahrip etti. Irak Ulusal Müzesi'nde yer alan tarihi eserlerin de yağmala
nan bölgeler arasında yer aldığı söyleniyor. Yağmalanan eserlerin sayısının
yaklaşık on beş bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu çok ciddi bir sayı
dır. Kaldı ki, Ulusal Irak Müzesi savaştan zarar gören yerlerden yalnızca bi
ri. Kadim Sümer'in ve Osmanlı'nın eserlerinden örnekler içeren "insanlığın
ortak hafızası", ne yazık ki Süper Güç'ün ihtiraslarına kurban gitti. Colum
bia Üniversitesi Eski Yakındoğu Sanatı Tarihi ve Arkeoloji bölümünde pro
fesör olan Zeynep Behrani, The Guardian gazetesinde yayımladığı bir maka
lesinde, "eski Babil şehrinin kalbine bir helikopter pisti yapıldığını ve bölge
deki arkeolojik dokunun ortadan kaldırıldığını" yazmıştı. Behrani ayrıca her
ikisi de İ.Ö. 6. asırda inşa edilmiş olan Nabu Tapınağı'nın duvarının ve Nin
mah Tapınağı'nın çatısının 2004 yılı yaz aylarında helikopterlerin kalkışı es
nasında yıkıldığını da ifade ediyordu. Sizce insanlığın ben-bilincinin ve kül
türel hafızasının tecessüm etmiş yansımaları olan tarihi sanat eserlerinin
tahrip edilmesi, İslam dünyasının bilinç ve tarih sürekliliğini nasıl etkiler?
Cogito,
sayı: 54,
2008
56
Oliver Leaman ile Söyleşi - Cihat Annç
O.L.: Bahsini ettiğiniz eserler cahiliye dönemine ait, onlar İslami addedi
lemez.
C.A.: Ama Osmanlı dönemine ait eserler de zarar gördü. Bunu unutma
yalım . . .
O.L.: Ben b u olup biten yıkımların belli bir ihtirasın sonucu olduğunu
düşünmüyorum. Belki "zayıf planlama" demek daha doğru olacaktır. Ameri
kan askerlerinin bu yıkımlarda kasıt güttüğünü düşünmüyorum. Ama gayet
tabii ki olanlar tek kelimeyle dehşet verici! Çok büyük bir medeniyet biriki
minin ortadan kaldırılmış olması korkunç bir şey.
C.A.: Evet, korkunç bir atmosfer; ama bütün bu olanlar, ihtirasın neticesi
değilse neyin neticesi peki? Yahudi asıllı Alman düşünür Walter Benjamin
"Tekniğin İmkanlarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Eseri" başlıklı meş
hur makalesini "Bu, faşizmin estetize ettiği bir siyaset durumudur. Komünizm
ise cevabını sanatı siyasallaştırarak verir." cümleleriyle sonuçlandırır. Bu cüm
leleri, içinde bulunduğumuz bağlama aktardığımızda, ABD'nin, uyguladığı oto
riter ve faşist politikalarla yaydığı şiddeti çeşitli şekillerde estetize ettiğini gör
mekteyiz. Stephen F. Eisenman'ın da The Abu Ghraib Effect adlı kitabında be
lirttiği gibi, Ebu Garib Hapishanesi'nde çekilen işkence fotoğraflan bu "estetik
şiddet"in karakteristik örnekleriydi. Benjamin'in ikinci cümlesindeki "komü
nizm" kelimesini kaldırıp yerine "Müslüman sanatkar" terkibini koyun, cevap
yine siyasallaşmış bir sanat eseridir. Mesela Guantanamo'ya Giden Yol (yön.
Michael Winterbottom ve Mat Whitecross, 2006) başlıklı film, batılı estetik şid
detin diyalektik karşıtı -yani siyasallaşmış bir sanat eseri- idi. Biraz da İslam
sanatının çağdaş bağlamdaki siyasallaşmış durumunu konuşalım ...
O.L.: Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, ABD'nin politikalarıyla ilgili yaptı
ğınız analizlere katılmıyorum. Sorduğunuz soruyu şöyle anlıyorum: İslam'ın
dört bir taraftan saldırı altında olduğu bir ortamda İslam sanatını icra et
mek mümkün müdür? Bu, bence çok ilginç bir soru. Cevaben derim ki, ke
sinlikle mümkündür. Nitekim sanat tarihine baktığımızda çok zor zaman
larda harikulade sanat eserlerinin üretildiğini gösteren pek çok örnekle kar
şılaşıyoruz. Bugünkü İslam sanatı da gayet tabii ki Müslümanların içinde
bulunduğu durumu yansıtacaktır, tabii olan da budur. Ben bu açıdan ümit
liyim, bence İslam sanatı mevcut zor durumlara çok pozitif ve yapıcı bir ce
vap üretecektir. Buna inanıyorum.
C.A.: Benimle bu söyleşiyi gerçekleştirdiğiniz için teşekkür ederim.
O.L.: Ben de teşekkür ederim. Doğrusu hayatımda gördüğüm en zor so
rulardı!
Cogito,
sayı:
54, 2008
TRAGEDYA
Tiyatro*
P I E RRE G U I LLON
Tiyatronun yazınsal biçimlerini yaratan, İ.Ö. beşinci yüzyılın, Themis
tokles'in ve Perikles'in Atinasıdır; bunlardan biri olan tragedya klasik yazın
türleri içinde kendine saygın bir konum edinmiş, sonrasında engin ve soylu
bir değer halini almıştır.
O çağların derinliklerinden çıkan, dokunaklı yönlerini keşfedebilmemiz
ya da onlara egemen olabilmemiz için duygularımızın bilincine varmamızı
sağlayan tuhaf ikilik olgusu tiyatro, kuşkusuz insan ruhunun temelindeki
değişmez bir gereksinime yanıt verir.
Öte yandan, Atina'da çok özel dinsel, toplumsal ve yazınsal koşullarda
gelişir. Bu konularda lirizmin bir kolu olarak ortaya konup, derken şiirsel
erk ve geleneği özümseyerek kol olmaktan çıkar ve kendi özelliklerini gelişti
rir. Attike tiyatrosunun yapıtlarını, bunlar öncelikle etkilendikleri atmosfere,
bağlı kaldıkları köklere göre değerlendirilmezlerse, izlenen hızlı gelişime, ta
nık olunan belirleyici deneyimlere bakıp da anlayabilmek güçtür. Ancak bu
şekilde türün, sonradan Aristotelesçi çözümlemenin açığa çıkardığı, çağdaş
yazın türlerinin birçoğunda rastlantısal olarak ya da derince dramın yeni
den doğuşuna neden olan yasa ve özellikleri keşfedilebilir.
İ.Ö. beşinci yüzyılın ilk onyıllarında Aiskhylos'un etkisini bize yansıttığı,
daha o zamandan bir anlatıcı sesi, giderek oldukça erken bir dönemde bir
yanıtçıyla kurulmuş şematik söyleşim tarafından yorumlanan Phrynikos'un
*
Raymond Queneau'nun yönettiği Histoire des litteratures adlı kitabın (Paris, Gallimard,
Pleiade dizisi, 1 955) 1 . cildinde, Pierre Guillon'un yazdığı "Genese des genres classiques
dans la Grece antique" ("Antik Yunan'da Klasik Türlerin Doğuşu") adlı yazının "Le Theat
re" ("Tiyatro") başlıklı altbölümü, s. 82-93.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tiyatro
büyük lirik kantatından, yarım yüzyıldan daha kısa bir süre içinde, eski ve
çağdaş çözümlemelere örnek oluşturacak, olay evrelerinin kısa koro parça
larınca vurgulandığı, Euripides dramındaki bilgince ayrıntılara ve düğüm
noktalarına geçilir. Bundan yalnızca bir yüzyıl sonra, doğrusu ayrıksı bi
çimde, temsil gerekliliklerinden arınmış saf yazın çerçevesi, arkası gelme
miş Khairemon tiyatrosu -buna tiyatro denebilirse eğer- doğacaktır. Aynı
dönemlerde şiir geleneğinin büyük söylencesel izleklerinden, daha İÖ. be
şinci yüzyılın şafağında, geçmişin geri çekilmesini uzam içindeki uzaklıkla
dengeleyen Phrynikos'la ya da hatta söylencenin görkemi içinde kendini
gizliden gizliye belli eden gündelik izlekler kullanmış Aiskhylos'la birlikte
tarihsel izlek denemelerine geçilir, bunlar ileride Euripides'te bütünüyle
söylencenin yerini alacaklardır. İ.Ö. dördüncü yüzyılın başında, ozan Agat
hon'un çizdiği yoldan hareketle saf düşlem ürünü olan izlek ve kişiler yara
tılır. Son olarak da, bazı büyük ve basit dinsel, ahlaksal düşünceler içeren
lirik açılımın yerini Pindaros'un çağdaşı Aiskhylos'la birlikte, yirmi-yirmi
beş yıl içinde Sophoklesçi söyleşimin kaynaklarınca desteklenen, ruhun de
vinimlerinin çözümlenmesi, kısa süre sonra da, Euripides'in pek sevdiği,
eytişim ve tartışma kaynaklarından beslenen tutkunun doğuşu, giderek ko
nusunu yazınsal, siyasal, dinsel ya da toplumsal tartışmalardan alan yapıt
lar alır.
Burada yolu tersine kat edip Attike tiyatrosunun kökenlerini ve türlerini
kavrayabilmek amacıyla ilk yapıtların özelliklerine bakmak yerinde olacak
tır. Doğrusu, kuşkusuz Peisistratos'un desteğiyle halk ayinlerinde, site tara
fından düzenlenen temsillerde yer almaya başladığı yarım yüzyıldan beri,
Akropol'ün koruyucu tanrıçasını andırırcasına, tarihin ışığında, tepeden tır
nağa silahlı ve yapılı görünüm sergilemektedir o.
Metnini bildiğimiz ve ancak İ.Ö. 472'yle tarihlenen ilk tragedya, Aiskh
ylos'un, Salamis anlatısıyla bizlere Atina'nın yakın tarihteki zaferlerinin
yankısını taşıyan Persler adlı yapıtıdır. Ama aynı Aiskhylos'tan eskil yapıda,
hiç kuşkusuz on-on beş yıl daha eski bir tragedyanın metni de bulunmakta
dır elimizde: Yalvaran Kızlar; Persler ise Phrynikos'un, aynı konuyu işleyen
ve ondan dört yıl önce, yüzyılın ilk onyıllarına Aiskhylos'un Yalvaran Kız
lar'da yeniden ele aldığı Danaos'un Kızları ve Atina halkını gözyaşlarına
boğmuş Milet'in Ele Geçirilişi gibi yapıtlarla damgasını vuran bir meslek
yaşamının sonunda sahneye koyduğu Fenikeliler yapıtının anısını yansıtır.
Sophokles'in görkemli yapıtlarından çok sonra da Atina'da Phrynikos koroCogito,
sayı:
54, 2008
59
60
Pierre Guillon
larının gücü ve lirik çekiciliği unutulmaz; Aristophanes'in Eşek Anlan 'nda
ve daha nice yapıtında görülen iyi niyetli ve içli parodisinde de bu sezil
mektedir.
Phrynikos'un anısıyla Aiskhylos'un en eski yapıtının ışığında, ilk Attike
tragedyalarında dikkati çeken şey, bunların altıncı yüzyılın ikinci yarısında
Thespis tarafından oluşturulan tragedyanın lirik bir türün, özellikle dith
yrambos'un dönüşümünden doğduğuna ilişkin Aristotelesçi geleneği doğru
lamaktan öteye gitmedikleridir. Bir yüzyıl önce Lesbos ozanı Arion'un yay
gınlaştırdığı, belki de daha o zamandan koro şefinin resitatifinin bir parça
sı olan dithyrambos önce Sikyon'da, ardından Atina'da Dionysos tapıncı
şenliklerinde ortaya çıkmış, sonrasında tragedya ve komedyanın yanında
varlığını sürdürmüştür. Komedyaysa, sonradan bir yazın türü haline gelip
yergili dramdan Dor ya da Megara kaba güldürüsüne, hatta tragedyaya
farklı farklı kalıtlarla karmaşık bir hal aldıysa da, çok eskilerde resimli va
zolarda ve geleneklerde betimlendiği şekliyle pekala Dionysos tapıncının
komos gibi gülünç tören alaylarına eşlik eden dans ve şarkılardan doğmuş
gibi görünmektedir. Böylesi ayinlerin izi ve kuşkusuz açık seçik anısı Aris
tophanes'in parodisinde, özellikle ozanın o sıralarda sık rastlanan bir şekil
de, bir erkeklik organı şarkısı eşliğindeki bir ayin alayı gösterisi kattığı Ak
hamai 'lılar'ında görüldüğü üzere, beşinci yüzyılın ilk üçte birlik bölümüne
dek canlılığını korur.
Attike tiyatrosunun çerçevesini çizmek, atmosferini yeniden yaratmak,
şiirin devinimini, anlatının, dansın ve şarkının gelişimini izlemek, tragedya
nın klasik yapısının nasıl yaratıldığını kavramak bu kökenlerin ışığında de
nenebilir.
Dionysos sunağında, insanların tanrı tapıncına ayırdıkları, tüm sitenin
şölenler için bir araya geldiği dokunulmaz toprak parçasından flüt sesi
yükselir. Dansçı topluluğu ilerler; adımlardan, figürlerden, mimiklerden,
numaralardan oluşur dans, komedyada bunlar dizginsiz ve maskaracayken,
tragedyada yavaş ve ağırbaşlıdır. Koro üyeleri dizisi thymele adı verilen, üs
tünde, tapınağın yanında, dallarla süslenmiş ve ala boyanmış eski ahşap
putun bulunduğu yuvarlak sunağı çevreler. Dansçılar da el ele tutuşup hal
ka halinde dans ederek onları çembere alır, geri dönüp dururlar, kimi za
man birbirinden uzaklaşan, kimi zaman yan yana geçen, kimi zaman da
birleşen iki ya da üç sıraya ayrılırlar; devinim kah sıklaşır, kah genişler;
Cogito, sayı:
54, 2008
Tiyatro
böylece, thymele'nin çevresinde, toprağa vuran birçok ayak, her mevsim bu
kutsal toprağın üstüne Yunan tiyatrosunun özünü oluşturan ve orkestra,
dans etme yeri adını taşıyan bu çemberi çizer. Şölene gelen, Ksenophon'un
dediği gibi, bu boş "saflık ve güzelliğe" saygı gösterip gözeten inananlar bir
yandan da koronun gösterisini izlemek, thymele'den yükselen müziği ve
şarkıyı duyabilmek için çevrede koşuştururlar, bunun üstüne, kayalığın bu
lunduğu köşede ve beşinci yüzyıl Atinası'nda Akropol'ün en az sarp olan ya
macının karşısında toplanır kalabalık, orkestra çemberinin yalnızca yarısı
nı kaplayacak şekilde sıraya girer ve yelpaze şeklinde yamacın içine Yunan
tiyatrosunun ikinci öğesini çizer, tiyatroya adını veren theatron, görme ye
ridir bu. Böylelikle toprağa ve kayaya Yunan tiyatrosunun gerçek deseni çi
zilmiş olur.
Beşinci yüzyıl Atinası'nda gitgide büyüyen zenginlikler, dekorun gelişimi,
oyuncuların bilgece oyunlarıyla o zamana dek görülmemiş bir görkeme sa
hip olan şölenler belli aralıklarla yinelendikçe, bu kırsal yerleştirme yavaş
yavaş belli bir düzen kazanır. Siracusa'da olduğu gibi kayaların doğrudan
yontulamadıkları yerlerde kayalık yamaca ahşap, sonra da taş sıralar konur,
bunlar zaman içinde tapınak sütunlarıyla birlikte Yunan site yerleşimlerinin
en belirgin imlerini oluştururlar. Aiskhylos'tan yaklaşık bir yüzyıl sonra Epi
dauros'ta Genç Polykleitos'un sanatıyla, Kynortion Dağı'nın yamacından or
manın sınırına dek yükselen elli beş sıralı, geometrik merdiven kolu açılır,
Roma döneminde, onun için "görülmeye değer en güzel şeylerden biri" di
yen gezgin Pausanias'ın döneminde olduğu gibi bugün de ayakta durmakta
dır bu yapı. Kısa süre sonra Lykurgos'un bilgece yönetimi sayesinde Atina
da aynı zenginlikten yararlanacak ve orada da tehlikeli ahşap yığınlarının
yerine mermer ve taş kullanılmaya başlanacaktır.
Öte yandan, koro şarkılarının dışında oyuncuların söz ve oyununun ge
liştiği ölçüde, onların girişlerini-çıkışlarını bir düzene oturtmak için, sonra
da pozlarına ve gösterilerine, onlar için belki de biraz aceleyle doğrudan or
kestranın içine kurulan gösterişsiz ve alçak ahşap sekiden daha çok yakışa
cak bir platform oluşturmak için, ilk oyuncuların orkestranın arkasında gi
yinmelerini sağlayan taşınabilir bir çadır ya da baraka kullanılacaktır; bu
yerleşim düzeni, Helenistik sitelerde "sahne" [scene] önemli bir yapı halini
aldığında bile, çadır ya da skene adını koruyacaktır. Böylece oyuncuların
oyunu dramatik temsilin temelini oluşturmaya başlar; oyuncular bir aksesu
ar durumuna indirgenen koroyu bırakıp sahnenin önündeki proskenion'un
Cogito,
sayı:
54, 2008
61
62
Pierre Guillon
yüksek platformuna çıkarlar, bu platform aynca bir alt sütun dizisi, katlar
ve karşılıklı iki kanatla daha karmaşıklaşacaktır daha ileride. Aiskhylos'tan
iki-üç yüzyıl sonra, sahne orkestra çemberine sıçrayacak ve uzaklardaki te
pelerle denizden oluşan dekoru bütünüyle gizleyip revaklarla alınlıkların
görkemini taşıyacaktır onların yerine. Kazıbilimcilerin sabırlı çalışmasının
keşfedip ortaya çıkardığı, Yunan dünyasından kalma, ören haline gelmiş ti
yatroların hemen hepsi aşağı dönemden kalma bu tür yığınlarla doludur. En
azından bir uygarlığın parçası ve simgesi olmuş bir yazın türünün canlılığı
na tanıklık ederler.
Ama Parthenon'un eteğinde, Akropol'ün, deniz tarafında, eğimi en düşük
ve en çok güneş alan yamacında kurulan Atina tiyatrosu, Aiskhylos'un Yal
varan Kızlar'ının, Prometeus'unun ve Oresteia'sının, Sophokles'in Antigone'si
nin ve iki Oidipus'unun, Euripides'in Alkestis'inin, Medeia'sının ve Bakkha
lar'ının, Aristophanes'in Bulutlar'ının, Kuşlar'ının ve Servet'inin sahneye kon
duğu tiyatro aslında kazılarda Roma taş döşemelerinin altında birkaç bloğu
bulunan, gösterişsiz bir çevre süsüyle sınırlı, sıkıştırılmış topraktan yapılma
bir çemberden başka bir şey değildir. Kuşkusuz Büyük Dionysia Şenliği sa
bahında, çiçekli taçlarla, tanrının yontusuna eşlik eden gürültücü alaydan
biraz sarhoş olmuş halde, üç gün boyunca her gün için arkhon'un yeni ozan
ların yapıdan arasından seçtiği, üç tragedya, yergili dram ve komedyadan
oluşan üçlü diziyi dinleyeceğinden ötürü yanında erzak olarak peynir, zeytin
ve soğan taşıyan neşeli kalabalığın tıklım tıklım doldurduğu, kayalığın ya
macındaki ahşap sıraların düzeni kısaca böyledir işte. Uzun haftalardan be
ri, her yapıt için gerekli olan yerleştirme, bakım, koronun giysileri harcama
larını üstlenecek varlıklı kentliler, khoragos'lar belirlenmektedir; ondan son
ra, her ozan kendi yapıtı konusunda "ders verip" koroyu eğitir; hatta kimi
zaman son temsilde koroyu kendisi yönetir.
Dolayısıyla, kışın düzenlenen Lenaia Şenliği ve özellikle ilkbaharda dü
zenlenen, sitede İÖ. beşinci yüzyılda, Atina'nın koruyucu tanrıçasının Panat
henaia'sından sonra gelen en büyük şölen, Büyük Dionysia Şenliği büyük
bir şölendir; Panathenaia'da da tören alayından sonra müzik, dans ve şiir
yarışmaları, koşular ve güreşler düzenlenir; ama görünüşe göre sadece Di
onysos Şenliklerinde dithyrambos ve dram yarışmaları yapılmaktadır.
Attike'nın tüm kasabalarından, kısa süre sonra da, en azından Büyük Diony
sia Şenliği'nde komşu kentlerden, adalardan, Asya tarafından, Atina'nın
merkezini oluşturduğu deniz imparatorluğundan insanlar akın eder oraya.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tiyatro
Dramatik temsiller tapınağın yanında, Dionysos sunağında gerçekleştirilir.
Tapınma ayinlerinin de bir parçasıdırlar. Dionysos rahibi ilk sıranın ortasın
da oturur. Boyalı ahşap put eğlenen koroyu gözlemektedir.
İşte Attike tiyatrosunu bizim uygarlığımızda ona benzeyebilecek her şey
den ancak zar zor açığa çıkarabileceğimiz bir şekilde ayıran şey budur. Söz
gelimi Antigone'de birdenbire patlak veren, yaşama sevinciyle dolu Diony
sosçu ezgi hyporchemel ya da Euripides'in son yapıtı Bakkhalar'daki, baştan
sona tanrının gücünü ve gizemli görünümlerini canlandıran, lirizmle dolu,
Dionysosçu övgüyle aydınlanan tuhaf motif gibi danslar, dualar, yakarışlar
orada bambaşka bir biçimde yankılanır.
Tiyatro alanı kutsaldır, koro, hatta oradaki izleyiciler de o anda kutsal
dır: Sıraların üstünde meydana gelebilecek her türlü olay kamu hukukuna
göre değil de kutsallığa bir hakaret olarak yargılanır. Yargı anı geldiğinde,
değil mi ki üçlü temsil kutsal bir yarışmadır, kazanan sarmaşık yaprakla
rından yapılma bir çelenkle ödüllendirilir ve tanrıların yanıtlarıyla kahra
man tapınçlarının simgesel eşyasını, üçayaklı tripodu, geleneklere göre
Atina'da agorayı Dionysos sunağına bağlayan yol boyunca havaya kaldıra
rak tanrıya adar. Lysikrates khoragos'unun adağıyla inceden inceye işlen
miş bir kaidenin bulunduğu bu yol hala "Tripod Yolu" adını taşır. Kaza
nan aslında khoragos'tur; kazandığı başarılarla kısa sürede ozan, daha
sonra koruphaios ya da koronun, müzisyenlerin ve oyuncuların şefi unvan
larını kazanır.
Özetle ilkel yasaların işlediği bir ayindir gerçekleştirilen. Ayinsel ve bir
ölçüde yansılamalı danslar, dramatik motif ve temsiller özellikle tarım ve
gömüt tanrılarına adanmış yeraltı tanrılarının sunaklarında, birçok antik ta
pıncın kökeninde bulunurlar ve bu temsiller Atina'da Dionysos tapıncında
korunmuş, geliştirilmiş ve güzelleştirilmiştir, bunun nedeni hiç kuşku yok ki
Akropol'ün dışındaki, belki de yaratıcı özgürlük ve canlılık açılarından ta
pınçlann en zengini olan bu tapıncın tüm klasik dönem boyunca, büyük res
mi tapınçlardan ayrı olarak, halka ilişkin ve ilkel özelliğini korumasında yat
maktadır. Tiyatro, ayrıntılarında usul buyruklarına uymaksızın daha uzun
zaman boyunca bu ayinsel özelliği büyük ölçüde korur. En azından Aiskh
ylos döneminde, tümüyle dinin damgasını taşımaktadır, daha doğrusu -çün
kü başka bir çağa ilişkin bu tanımda sözcükler bize ihanet eder- eski uygu
lamalarca yönetilmektedir.
Oyuncuların taktıkları maskeler kuşkusuz bir süre sesin yüksek çıkmasıCogito,
sayı:
54, 2008
63
64
Pierre Guillon
nı sağlamak için kullanılmıştır. Aynca, fazla geçmeden, yoğun ışıkta ve izle
yicilerden uzakta, oyuncunun ifade çabasıyla izleyicinin dikkatini sadece
yüzün hareketine odaklanmaktan kurtarıp tüm bedeninkine yönelttiği anla
şılır. Geleneği Aiskhylos'a borçlu olunan, Sophokles'in dekoru geliştirmesini
sağlayan maske sanatı belli sayıdaki temel ifadeyi şema haline getirmeye ça
lışır; böylece maskeler antik tiyatronun sonuna dek tragedya ve komedyanın
kişi ve izlekleri üstüne değerli belgeler haline gelirler.
Ama Sparta'daki Arthemis Orthia'nınki gibi, Yunanistan'ın en eski su
naklarında bulunan, bu işin kökenindeki somurtkan ya da güleç, toprak
maskeleri unutmamak gerekir. Roma İmparatorluğu döneminde de hala,
eski Arkadia yöresinin derinliklerinde, Demeter Kidaria rahibi büyük gizli
dinsel ayinler sırasında tohumların, yaşam ve ölümün yeraltı güçlerinin
uyuduğu toprağı dövmek zorundadır, ama bu ayini gerçekleştirirken taş
tan yapılma tuhaf toplanma yerinin dibindeki sunakta saklanan bir mas
keyi takması gerekir. Dionysos'un at kuyruklu, acayip hizmetçileri Sile
nos'ları, çiçeklerin ve ölülerin tanrıçası Persephone'nin ilkbahardaki diriliş
döneminde ortaya çıktığı bir gömüt tümseğini döverken ya da yıkarken
gösteren birçok vazoda Silenos'lar genelde maskelidir. Kaldı ki böylesi
ayinler zaten dramatik temsillerdir, örneğin yergili drama çok yakındırlar.
Aristophanes'in, başka birçok kez de yaptığı gibi, Banş adlı yapıtında, ba
rış tanrıçasını, tüm iyiliklerin kaynağını taşlarla kapatılmış bir kuyudan
çıkartmak için, bir tapınç ayinini maskaraca sahnelerle gülünçleştirmesi
yeterli olur.
Dionysos putu genelde çelenkli ve süslü ahşap bir kazığa bağlanmış, ba
sit sakallı bir maske değil midir? Rahiplerin giysileri de tanrının giysisine
öykünür, bu uzun giysilerle süslenir tragedya oyuncusu.
Kuşkusuz başlangıcından beri oyuncunun giysisine, konthornos'una2 ve
maskesine etki eden bu ayinsel özellikten tragedyaya dualar, tanrıların ya
nıtları, düşler gibi yazın alanında kullanılacak birçok öğe geçmiştir. Aiskh
ylos'un Persler'indeki Atossa'nın uğursuz düşü, Sophokles'in Elektra'sındaki
Apollon'un yanıtı ve Klytaimestra'nın duası gibi. Persler eskil tragedyanın
kökeninde ölüleri diriltme büyüsünün hala ne denli önemli bir yer tuttuğu
nu kanıtlamaktadır, bu şaşırtıcı örneği Aristophanes görkemli bir güldürüye
dönüştürmekten geri kalmaz: Daha uzun yüzyıllar boyunca bilici sunakla
rında gerçekleştirilen ve ölülerden akıl almaya yönelik bu tuhaf törenlerden
biri, iç sıkıntısından çılgına dönmüş Pers kraliçesiyle ileri gelenlerinin ölü
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tiyatro
kral Darios'u kendisine danışmak için gömüdünün eşiğinde ortaya çıkarma
ya karar verdikleri, heyecanın son noktasına ulaştığı sahnede Aiskhylos tra
gedyasına bile girmiştir. Aynı şekilde, büyük ölçüde tragedyanın parodileşti
rilmiş hali olan Aristophanes komedyasında, Sokrates'le öğrencileri alacaklı
lan kapısına dayanmış yaşlı Strepsiades'in sıkıntısına çözüm bulmak için
gülünç danslar ve büyülü sözlerle Sofistlerin sonsuz erkli tanrıları "Bulut
lar"ı ortaya çıkarırlar.
Daha da genel olarak, tragedyayla komedya, tonlanyla bütünsel özellik
lerini tapınçtan almışlardır ve iki tür arasındaki fark dinsel havanın zayıfla
dığı ölçüde gitgide daha belirsizleşir. Dionysos her sonbaharda uykuya da
lıp her ilkbaharda dirilen bitki örtüsü tanrıçası Kore gibi ölen ve yeniden
doğan bir toprak tannsıdır. Kutsal dans, kutsal müzik bu ölüme ağlamalı,
ardından toprağın gücünün yenilenmesine şarkılar söylemelidir: Taşkın se
vinç şarkısından önce, her öğlen onun yerine geçen komedyanın coşkunlu
ğundan önce, Dionysos sunağında arka arkaya, tragedya dizisinin içinden
üç sabah, yaşamın güçlerinin tükenmesi üstüne büyük lirik yakınma patlak
verir.
Tüm şenliğe egemen olan ve Aristophanes'inse tersine sıklıkla komedya
için kullandığı bu gösterişli havanın Yunan şiirindeki en açık ve en güzel an
latımı belki de Bulutlar'ın koro şarkısında, başrahipleri Sokrates'in çağnsına
koşan düşlem tannçalannın dağlardan Atina'ya doğru, sunağa doğru indik
leri sahnededir. Rahibin ayinsel sözlerle sağlamaya çalıştığı dini sessizlik
içinde ağırbaşlılığına şaşırmamamız gereken bir ağıt patlak verir. Ozanın si
tesine duyduğu aşkı yansıtıp, Perikles'in ünlü Ağıt Söylevi'nde yapacağı gibi,
Atina şölenlerinin, özellikle koronun yer aldığı şölenin görkemini yüceltir ve
sunağında Dionysos'a ayinlerde kullanılan takma adıyla, Bromios (Gümbür
tülü) adıyla yakanr:
"Yağmura gebe bakireler, kahramanların memleketi, Kekrops'un güzel
yurdu olan, tarif edilemez din ayinlerinin yapıldığı, kendilerine sırlar ayan
edilmiş olanları kabul etmek için bir mabedin mukaddes ayinlerle açıldığı,
gök ilahelerine takdimeler verildiği Pallas'ın muhteşem iline doğru gide
lim; orada yüce damlımabedlerle heykeller yükselir, bahtiyarların çok mu
kaddes alayları, İlahlar şerefine güzel taçlar takılmış kurbanlar kesilmesi,
her mevsimde ziyafetler verilmesi orada olur; ilkbahar oraya Bromios şen
liğini, ahenkli koroların zevkini, fülütlerin ağır titreyişini getirir. 3"
Cogito, sayı: 54, 2008
65
66
Pierre Guillon
Ayinsel yakan, adı hala karanlıkta olan tragedya aslında her şeyden ön
ce, temelde dansın adımlarına ve mimiklerine bağlı bir şarkıdır. Kullanılan
yönteme göre, "koroyu eğitmek"le ve dansı düzenleyip, kuşkusuz ayrıca
onu yönetmekle yükümlü ozan bunun için adımları ritme oturtacak şarkıyı
besteler. Bu şarkı doğal olarak destanla liriğin sırayla daha da geliştirdiği
ve yontucuların, ressamların, çömlekçilerin de kendi işlerinde doyasıya kul
landıkları söylenceler hazinesinden alır izleğini: Herakles söylencesi, Oidi
pus söylencesi, Atreusoğulları söylencesi, Troya söylencesi, Dionysos söy
lencesi.
Dikkatimizi bu konu üstünde yoğunlaştıralım, güzel öykülere düşkün,
daha çocukluklarından başlayarak destanın tiratlanyla beslenen, daha o za
mandan söylencenin derin anlamını sorgulayabilecek durumda olan Yunan
ların da öyle yaptığına kuşku yoktur ve tragedya doğar. Kısa sürede lirik şii
rin çerçevesini de parçalar. Bir koro üyesi, şef, koruphaios, hatta belki ozan
ortaya çıkıverir, sözün ve anlatının tonu ve ritmiyle bu konuyu yorumlar:
Öyle olunca monolog koro şarkısının öncesi ya da arası gibi görünür. Bir
başkası, grup başlarından, parastatai'den biri, koroya ya da bu ilk anlatıcıya,
bu yorumu canlandırmak için, vurgulamak, açıklamak, bir ayrıntıyı tartış
mak için yanıt versin, işte o zaman da diyalog doğar. Yunan oyuncu bu ko
nuda basitçe "yanıtlayan" (hupokrites4 ) adını alır.
Aiskhylos ve Yalvaran Kızlar'ın tohum halindeki diyaloğuyla, Persler'in
ya da Thebai 'ye Karşı Yedi Kişi'nin şematik diyaloğuyla daha ileri gidemez
dik. Daha ileride Attike tragedyasının hayran olunası ve hızlı gelişimini iz
leyeceğiz.
Bunun tersine biraz daha geç, İ.Ö. beşinci yüzyılın ikinci yarısında geli
şen eski komedyaysa yazın biçimleri tarihinde tek bir parlak çıkış yaşamış
tır. Kuşkusuz, tragedyadan da geç geliştiği için, ondan daha uzun süre ken
diliğindenliği içinde ve başlangıç çevresinde korunduğu için, belki koronun
etkisiyle, belki de agon, 5 parabasis6 gibi sıkı kurallara bağlı geleneksel öğe
lerin varlığıyla, daha sonra da göreceğimiz gibi, Yunan tiyatrosunun kö
kenleri üstüne daha açıklayıcı bir unsur oluşturur. Ama kökenlerine sıkı sı
kıya bağlı, karmaşık ve bağdaştırılmaları güç geleneklerin kalıtçısı olan, ke
sinlikten, birlikten, esneklikten yoksun bir çerçeve içinde, tragedyanın hızlı
gelişimi karşısında sıkıntılı bir durumda bulunan bu komedya yazın türleri
arasında bir an olsun beliriverdiyse bunu Aristophanes'in dehasına borçlu
dur. Daha onun son yapıtlarında bozulmaya başlayıp öykünülemez, yapıtCogito,
sayı:
54, 2008
Tiyatro
lannın bugün bile uyarlanması ya da özgün biçimine oturtulması neredey
se olanaksız olan yazardan sonra yitip gider. Kısa sürede yerini kaba güldü
rünün en yaygın ya da mimin en dar çerçeveli biçimlerine geri dönüşe ve
gittikçe tragedyanın oluşturduğu dramatik çerçeve üstünde biçimlenen bir
komediye bırakır.
Fransızcadan Çeviren: Orçun Türkay
Notlar
1 Müzik aletleri eşliğinde söylenmesi ve dans edilmesi için yazılmış şiir türü, şarkılı dans (ç.n.).
2
Tragedya oynanırken giyilen yüksek ve kalın tabanlı ayakkabı (ç.n.).
Aristophanes, Bulutlar, Çev.: Ali Süha Delilbaşı, Maarif Basımevi, İstanbul, 1 957.
Bazı Batı dillerinde "ikiyüzlü" anlamını taşıyan hypocrite sözcüğünün kökeni (ç.n.).
5 Eski Komedya'da, daha çok Aristophanes komedyalarında yer alan ve oyun kahramanlarının
tasarılarını tartışma konusu yapan yapısal öğe (ç.n.).
6 Yunan komedyasının, yazarın izleyicilere kendi adıyla seslendiği bir bölümü (ç.n.).
3
4
Cogito,
sayı:
54, 2008
67
Antik Yunan Tragedyası n ı n Metafiziği
OGUZ ARICI
Kral Midas bir gün Dionysos'un bilge satirlerinden Silenos'u ormanda
yakalar. Evrenin bilgisine sahip olduğunu düşündüğü Silenos'tan paha biçil
mez bir bilgi alma peşinde olan Midas, ona insan için en iyi şeyin ne oldu
ğunu sorar. Silenos bir kahkaha patlatır ve ardından şöyle cevap verir: "İn
san için en iyisi hiç doğmamış olmak. İkinci en iyi şey ise hemen ölmek."
Bunun üzerine Midas derin bir sessizliğe bürünür. Midas'ın derinlere dalı
şından yararlanan Silenos onun elinden kurtularak kaçar.
Hikayedeki Midas, basit bir biçimde insanı temsil etmektedir; Midas'ın
suskunluğu insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini ifade eder. Hikaye bü
yük bir paradoksu işaret etmesi bakımdan ve hatta doğrudan doğruya insa
nın varoluş problemine gönderme yaptığı için, trajiktir. Midas, "trajik bilgi"
ile karşı karşıya kalır ve bu açıdan bize Oidipus'u hatırlatır. Kendisiyle dış
sal bir bağlantısı olduğunu düşündüğü bir bilginin sahibi olmayı, dolayısıy
la daha fazla varolmayı düşünürken, aradığı cevabın bizatihi kendisinde ol
duğunu, içkin bir problem halinde orada, kendisinde durduğunu görür. Ce
vap, bir cevap olmasına cevaptır; ancak yine de hiçbir şey söylemez, ne bir
bilgi verir ne de bir kapı açar. Yalnızca derin bir yarık, dipsiz bir uçurum
oluşur Midas'ın önünde. 1 Sfenks'in kendi ölümüne yol açan sorusunun2
tersten bir görünümüdür, Silenos'un cevabı. Bu kez "cevap"a maruz kalan
Midas'tır. Midas, Sfenks gibi ölmez ama cevap ölümcüldür. Soru soran
kendisiyken aldığı cevabın şiddeti onu protagonist (cevap veren) olmaya
zorlar.
Antik Yunan tragedyalarında sıklıkla işlenen motifler ve öğeler bu hika
yede de benzer şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Midas, Aristoteles'in PoetiCogito,
sayı:
54, 2008
Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği
ka'da sözünü ettiği anagnorisis ve peripetia'yı aynı anda bize gösterir. Anag
norisis: bilgisizlikten bilgiye geçiş. Midas, başlangıçta arzuladığı "bilgilerin
bilgisi"ne kavuşur. Ama bu bilgi, yukarıda da değindiğimiz gibi derin bir
boşluktan başka bir şey değildir. Şiddetli bir bilinmezlik, tekinsizlik içerir.
Bu tekinsizlik dehşet (deinon) verir, insanı susturan bir dehşet. Dolayısıyla
Midas'ın öğrendiği şey tam olarak "bilgisizliğin bilgisidir". Peripetia: Bahtın
dönüşü. Eylemlerin, düşünülenin tam tersine dönüşmesi. Oidipus'un katili
ararken kendini bulması gibi, Midas da evrenin sımnı, insanı sonsuzluğa
açacak bilgiyi ararken, cevabı kendi sınırlılığında, bir ölümlü oluşunda ve
bizatihi sınırlı ve ölümlü oluşu olarak bulur.
En iyisi hiç doğmamış olmak. Antik Yunan bu sözü çok kullanırdı.
Çünkü hayata ilişkin temel paradoksun farkındaydı. Yunan tragedyasında
kahramanın işlemek zorunda olduğu trajik hata [hamartia] sözün gerçek
anlamıyla, o kahramanın varoluşu için bir zorunluluktu [ananke] . Sile
nos'un cevabı Midas'ın önünde açtığı derin "yarık"la bu zorunluluğu bize
gösterir: En iyisi hiç doğmamış olmaktır. İkinci yol ise hemen ölmek. Ama
biz üçüncü yoldayızdır; önceki ikisinin arasındaki yolda ve varolabilmek
için ilerlememiz gerekir; hybris suçunu işlememiz, sınırı aşmamız gerekli
dir. Bu yüzden, bütün tragedya kahramanları, ölümsüzlüğü arzulayarak
sınırı aşarlar; hybris kaçınılmazdır. Ancak sınırın öte yanında insanın
ölümlü olduğu bilgisinden başka bir şey yoktur, o halde acı [pathos] da ka
çınılmazdır.
Paradoksu gören Grekler iki zıt şeyin aynı anda varolacağını, hatta varlık
için bunun kaçınılmazlığını da görüyorlardı. Harmonia, bunun bir sonucu
olarak ortaya çıkan bir düşünceydi ve tıpkı dilin varlığın evi olması gibi
(Heidegger) sôphrosCme3 de harmonianın tragedyalarda bedenleşmiş haliy
di. Antik Yunan tragedyalarının neredeyse tümü sôphrosCme'nin, yani sağ
duyunun, ölçülülüğün, orta-yolun eksikliğinden ortaya çıkar. Sosyolojik bir
açıdan bakıldığında, M.Ö. beşinci yüzyıl Atinası'nın demokrasiye giden yol
da temel argümanlarından birinin sôphrosCme olması normaldi. Atina, eski
nin yerine yeni bir düzen kurarken (Oresteia) eskiyi evcilleştirerek, ehlileşti
rerek yeniyi taçlandırıyordu; iki düzen arasında uzlaşının mümkün (Antigo
ne), ama bu uzlaşıyı çatışma [polemos] olmaksızın var etmenin imkansız ol
duğunu düşünüyordu. İki uç noktanın tam ortasıydı arzulanan. Nasıl ki bir
bedenin sağlığı, zıt güçlerin (ıslak-kuru, sıcak-soğuk vs.) eşit haklardan [iso
nomia] yararlanması anlamına gelmekteydi (Hippokrates), sağlıklı bir kent
Cogito,
sayı:
54, 2008
69
70
Oğuz Ancı
için de böyle bir orta noktanın bulunması zorunluluğu vardı. İyi bir "or
ta"nın varlığı birbirine en uzak "uç"lann varlığını gerektiriyordu. Bu yüzden
M.Ö. beşinci yüzyıl Atinası uçlan bünyesine katmaya çaba gösterdi. Ensest
suçlusu ve bir baba katilini arıtarak topraklarına gömdü ( Oidipus Kolo
nos'ta ), çocuklarının katili bir anneye (Medeia) kapılarını açarak ona mutlu
bir hayat vaat etti vs. İki uç noktayı da ortadan kaldıracak bir orta noktanın
varlığı için bu gerekliydi. Örneğin
Anaksimandros zıtların çatışmasına, bunların belli aralarla birbirine saldır
dıkları ve böylece içinden çıktıkları maddenin farklılaşmamış biçimi içine
tekrar çekilerek kendi kimliklerini yitirdikleri bir süreç gözüyle bakıyordu.4
Ama bu, yalnızca demokratik kent-devletinin -Atina'nın- var oluş soru
nu değildi; aynı zamanda insanın evrendeki varlığıyla ilgili bir problemi de
içeriyordu. Tragedyanın hemen hemen felsefeyle aynı tarihlerde doruk
noktasına ulaşması bu yüzden tesadüf değildir. Felsefe insanın nereden
gelip nereye gittiğini sormaya başlamışken, tragedya bu soruların biline
mezliğini, cevapların belirsizliğini, insanın bu bilinmezliği içeren dehşetli
bir varlık olduğunu ifade ediyordu. Örneğin Kral Oidipus: Mitsel arka pla
nı ile birlikte düşündüğümüzde bu oyun, insanın tekten mi (topraktan)
yoksa çiftten mi (bir ana ve babadan) türediğiS sorusunun yanıtsızlığını
(yanıtsız kalması gerektiğini) bize gösterir. Kim olduğumuzu, nereden ge
lip nereye gittiğimizi sormak acı veren bir yolculuğun başlangıcıdır. Ama
soruyu sormadan da varolamayacağımız açıktır. Oyundaki "veba" bunun
simgesidir. İki şey arasında bir denge noktası bulunmalıdır. Sevgi (Oidi
pus-İokaste) ile nefret (Oidipus-Laios) arasında bir dengenin bulunması
gerekliliği gibi.
Orada idiler Yer-ana ile uzak bakışlı Güneş Hatun / Kanlı Kavga ile ciddi
bakışlı Anlaşma, / Güzellik Çirkinlik, Çabuklukla Yavaşlık, / Sevimli Doğru
luk, karagözlü Vuzuhsuzluk, / Yetişme ve Göçme hatunlar, Uyku ile Uya
nıklık, / Durmazlık ile Dururluk, çelenkli Ululuk, / Çirkef Hatun, Susma ile
Konuşma / (. . . )/ Böyle kavgalardan işte, böyle inmelerden yaratıldınız. 6
Bu pasaj, dünyanın yaradılışında karşıtlıkların olduğunu ve bütün bu
zıtlıkların varolmaya devam ettiğini en açık biçimde anlatmaktadır. "Kanlı
Cogito, sayı: 54, 2008
Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği
Kavga" olarak tanımlanan Eris ile "Ciddi bakışlı anlaşma", yani Philia ara
sındaki mücadelenin sonucu olarak evren sürekli bir devinim halindedir.
Aynı durum Polis için de geçerlidir. Rakip gruplar, sınıflar arasındaki mü
cadele (Eris), toplumda bir bağlılık duygusunu uyandıracak ve toplumsal
birlik sağlayacak, insanları birbirine yakınlaştıracaktır (Philia) . Kısacası
Eris'le çatışan gruplar, Philia'yla birleşecektirler. Greklerde, yarışmanın,
mücadelenin ve tartışmanın bu kadar önemsenmesinin nedeni de bütün bu
çatışmaların toplumda birlik duygusunu, polis içerisinde harmoniyi uyan
dıracak bir gücü içerdiğini düşünmeleridir. Çünkü onlar için varlık, harmo
nia demekti. 7
Kolayca görülebileceği üzere harmonia, temel bir paradoksu dile getiri
yordu. Prometheus'un insana medeniyeti ve yaşamı getiren ateşi, aynı anda
insan hayatını süreksiz kılarak, onu acıya, çalışmaya ve en önemlisi de doğ
maya ve ölmeye mahkum ediyordu. Yaşam tam da bu paradoksun kendisiy
di. Tragedyalar bu paradoksu bize göstererek harmoniayı bulmamızı öğütlü
yordu. Yaşama "hayır" deme olasılığının korkunçluğu ile aynı anda, bir gün
yaşamın bize kesin olarak "hayır" diyeceği bilgisini, seyirciye hatırlatıyordu.
Yunan tragedyası, kendisini "olağan"mış gibi sunan bu yaşamda bir ge
dik açarak, hayatın "olağanüstü"lüğünü, "şaşırtıcı"lığını gösteriyor, aynı an
da da insanın bir ölümlü ve sınırları olduğu bilgisini tazeliyordu. Diğer ta
raftan, sınırları aşmaya kalkışmaksızın da varolamayacağını ima ediyordu.
Bu iki şeyin olası ama imkansız uyum noktasını bulmak ise insanın göreviy
di. Bu yol bizi sôphrosune ve harmonia'dan daha öteye, daimon kavramına
götürecektir.
Daimon ve Muğlaklık
Francis E. Peters, daimon kelimesini, "tanrı ile kahraman arasında bir
yerde bulunan doğaüstü varlık veya şey"8 olarak tanımlıyor. Kelimenin çe
şitli formları ve kullanım biçimlerinde (dai-ô: insanları yutan, kader, alınya
zısı ya da fiil olarak daiô: yakmak, tutuşmak, ışıtmak veya bir fiil olarak da
imonaô: tanrısal bir öc-alıcıya maruz kalmak; kötü bir cinin tutsağı olmak)9
anlamın daha da genişlediği görülmektedir. Bir başka yerde, daemôn'un bil
mek ve bilgi anlamına geldiği söylenir. 10 Sokrates'in ünlü daimon'u düşü
nüldüğünde, kelimenin bilme ile olan bağlantısı kolaylıkla kurulabilir. Diğer
taraftan kelime, Platon'un Sokrates'in Savunması adlı eserinde, tanrısal, kut
sal ve tanrıların ürünü varlık(lar) ve güç(ler) anlamlarını kapsayacak şekilde
Cogito,
sayı:
54, 2008
71
72
Oğuz Arıcı
kullanılmaktadır. 1 1 Ortaya çıkan manzarada daimon'un tanrıdan başlaya
rak, tanrısal olana, oradan da tanrılarla ilgili bir işarete, görüntüye, bir bil
giye veya bilinmeyen bir hissiyata referans verdiği görülebilir. Bütün bu ni
teliklerin ortak noktası daimon'un tam olarak bilinemeyen, kavraması zor
bir şeyi ifade ettiğidir. Nitekim,
Heidegger, Aristoteles'in daimonia terimini ölçüsüz (excessive), şaşırtıcı
(astounding) ve aynı zamanda zorlu (difficult) anlamlarında kullanımına
(Nicomachean Ethics Z, 7, 1 14 1 b) referans vererek, daimonion kelimesini
"anlaşılmaz", "tekin olmayan" (uncanny) ve olağanüstü (extraordinary)
olarak tercüme eder. 1 2
Kral Oidipus'ta koro, gözlerini çıkaran Oidipus'a "hangi daimon'un onu
buna zorladığını" l 3 sorar. Oidipus'un cevabı Apollo olur. Ancak buradaki
kullanıma daha yakından bakıldığında daimon'un, Apollo gibi belirli bir tan
rıdan çok, zorlayıcı bir güç olduğu anlaşılır; çünkü aynı satırdaki epairô fiili,
"heyecanlandırmak", "teşvik etmek", "zorlamak" anlamlarına gelmektedir.
Dolayısıyla ister tanrısal bir güç anlamına gelsin, isterse bizatihi tanrının
kendisine referans versin, daimon'un insanı -iyi ya da kötü olarak- etkiledi
ği, onu zorladığı ve eyleme teşvik ettiği kesindir. 1 4
Heidegger, An Introduction to Metaphysics [Einführung in die Metaph
ysik] adlı eserinde Antigone'nin 332. satırında başlayan koro şarkısını analiz
eder ve buradaki deinôn kelimesini "the strangest of the strange" 15 olarak
çevirir. Güngör Dilmen'in Antigone çevirisinde aynı bölüm şöyle ifade edilir:
Bunca tansıklar arasında yeryüzünün / en eşsiz varlık insan ! l 6
Çevirideki "tansık" (insan aklının alamayacağı, şaşırtıcı, olağanüstü olay,
mucize) kelimesinin deinôn kelimesini karşıladığı söylenebilir. Heidegger,
yorumunda kelimeye korku ve dehşet anlamlarını yükleyerek deinon'un an
lamını daimon'a yaklaşacak şekilde genişletir. 1 7 deinôn : uncanny (Alnı. "das
Unheimliche" [heimlich: gizli, mahrem; heim: ev, yurt]) : doğaüstü, gizemli,
olağanüstü, anlaşılmaz, tekinsiz vs.
Hayırlı Tanrıçalar'da (Eumenides) tanrıça Athene, Erinylerin (intikam
tanrıçaları) "intikam alma" vazifelerini ellerinden alırken yerine daha önem
li, daha korkutucu ve tam da bu korku ve dehşetinden dolayı saygı uyandın-
Cogito, sayı: 54, 2008
Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği
cı bir mevkii, Atina'nın deinôn'u olmayı onlara vaat eder. Halka (mahkeme
jürisine) seslenirken de deinôn'un önemini hatırlatır:
Hangi ölümlü korkuyu (deinon) bilmeden adil olabilir? Böylesine bir say
gınlığın dehşetinde (to deinon) durarak kentinizi (polis) ve varlığınızı
(chôra) koruyabilirsiniz. 1 8
Bu sözlerle deinôn, yeni kurulan Atina'da adaletin yani devletin temeline
yerleştirilir. Tragedya burada bize yalnızca devletin varlığının değil aynı za
manda insanın varlığının esaslarını da işaret etmektedir. İnsan da varoldu
ğu bu 'yer'de, kendini görünür kıldığı bu topos'ta, geleceğinin (korku veren)
belirsizliği, onun bulanıklığına karşı kendini belirlemeye, varolmaya çabala
maktadır. Geleceğe, belirsizliğe, muğlaklık ve tekinsizliğe, yersizliğe (unhe
imlich) karşı geçmişi, belirliliği, evcilliği koymaya çalışarak yaşamın denge
sini (adaletini, Dike'yi), harmonia'yı bulmaya çalışır.
Var olduğu müddetçe Dasein, "henüz olmamışlık" içinde olduğundan (ya
ni şunu olabilir / olmayabilir, şu başına gelebilir / gelmeyebilir vs.) daima
bir muallaktadır. Söz konusu muallakta oluşun başında da bizatihi Dase
in'ın "son"u gelmektedir. 1 9
Böylece insanın varlığını ölüme doğru giden, ama hem gittiği yolun hem de
varacağı yerin belirsiz olduğu bir süreç olarak tanımlayabiliriz. Bu süreç (muğ
laklık) tam da bu haliyle tragedyanın esas meselesini oluşturur. Rene Girard
bunu, baba ile oğul, anne ile eş ayrımının belirsizleşmesi (Kral Oidipus) örne
ğinde olduğu gibi, "farklılığın yitimi" olarak adlandınr.20 Trajik olanın beslen
diği kaynak tam da bu belirsizliktir. Hegel'in özellikle Antigone'yi yorumlayışın
da olduğu gibi, tragedya, kaba bir biçimde, her şeyin yerli yerinde olduğu, "bir
birine eşit iki tarafın yıkımıyla sonuçlanan", "karşıtlıkların tam bir harmonide
erimesi ile ilgili" olaylardan oluşmaz.2 1 Yine Hegel'in bizzat belirttiği gibi
Antigone, Kreon'un politik otoritesi altında yaşamaktadır. O bizzat bir kral
kızıdır ve Haimon'un (yakında kral olacak varisin) nişanlısıdır. Bu yüzden
onun krallık hükümlerine uyması bir zorunluluktur. Ama, Kreon da diğer
taraftan bir baba ve kocadır, kan bağının görünmez bağlarına saygı gös
termek zorundadır. 22
Cogito, sayı: 54, 2008
73
74
Oğuz Ancı
Burada trajik olan, bu "bağların taraflarca koparılması" 23 değil, tam ter
sine bağların daha fazla düğümlenmesi, çözülemez hale gelmesidir. İlişkiler,
konumlar ve neredeyse bütün dünya belirsizleşir. Bu durum kendini dilde
de gösterir. Örneğin, Antigone'nin İsmene'ye hitap etmek için kullandığı ke
limeler, "koinon autadelphon", çevrilmesi güç, paradoksal bir muğlaklık içe
rir. En yakın karşılığı İngilizceye şöyle çevrilmiş: "Ismene, my own true sis
teri O dear one,I Sharing our common bond of birth. " 24 Kardeşlerin birbirleri
ni tanımlaması bile içinde giz barındıran (Geheimnis), çift anlamlı ifadelerle
doludur. Anlam karışıklığı, dolayısıyla Antigone ile Kreon arasındaki görü
nüşte var olan çatışmanın temelinde de yine böylesine bir çift anlamlılık ya
tar. İkisinin de inat ettiği şey nomostur. 25
Heidegger yine Antigone'deki, koro şarkısında (332 vd.) söylenen başka
bir ifadenin altını çizer: pantoporos aporos. Yani kendine her yerde bir yol
(poros), çare bulabilen; ama aynı zamanda aciz (aporos), ölümlü. İfadenin
geçtiği satır Güngör Dilmen tarafından şöyle çevrilmiştir:
. . . her derdin bulur çaresini / ölümden gayri.2 6
Benzer şekilde bir başka ifade de yine aynı şarkıda kullanılan hypsipolis
apolis'tir. Heidegger buradaki polis'i kent-devlet ya da şehir olarak değil, bir
"yer", içinde tarihin vuku bulduğu bir topos olarak açıklar. İnsan bütün bu
toposun sahibidir, ama aynı zamanda bir apolistir, vatansızdır, yalnız, garip
ve yabancıdır. 2 7 Aslında buradaki kelimeler birbirine zıt konumda değildir,
yalnızca insanın (hem hypsipolis hem de apolis olma) "olanaklarını" göste
rir. Antigone'deki bu koro şarkısı, özetle, insanı dünyaya hükmeden ama
ölüme söz geçiremeyen, her şeyi bilen ama ölümü bilemeyen, bu haliyle de
dehşet verici, garip olağanüstü bir varlık olarak tanımlar. Trajik olanın özü
burada gizlidir. En başa dönesek, Midas'ın hikayesi bize bu olağanüstülüğü
ama aynı zamanda anlaşılmaz olanı göstermekteydi. Kral Oidipus'ta Oidi
pus, Lanet olsun o dağ yamacında otlakta / ayaklanmdaki çiviyi sökerek beni
ölümden kurtarana! / O gün ölseydim, dostlanma ve kendime bu acılan çek
tirmezdim 2 B diyerek, varlığa gelmiş olmanın acısını vurguluyor, "en iyisi hiç
doğmamış olmak" amentüsünü tekrarlıyordu. Antigone, kapatılacağı mağa
raya (ölüme) giderken "Ne insanlar arasında bir evim var, ne yeraltında. Ne
yaşayanlar arasında bir yurdum var ne de ölüler arasında"29 diyerek, "kuş uç
maz kervan geçmez bir yere" 30 atılışını, apolis ve atopos oluşunu ifade ediyor,
Cogito, sayı: 54, 2008
Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği
yaşamın gerçek tarifini yapıyordu. Yaşam, bilinmeyen (ama bilinen) 3 1 bir
toposa (ölüme) doğru gidişten ibaretti. Heidegger'in ifadesiyle bu dünyaya
fırlatılan insan, kendinden önceki dünyayı (geçmişini, bilgisini, tarihini) ha
zır buluyor, ama kendi geleceğini bilemiyordu. Bildiği tek şey ölümlü oldu
ğuydu. Ama bu da bir bilgiden ziyade sonsuz bir belirsizlik içeriyordu. Antik
Yunan tragedyaları bize böyle bir süreci sunmaktaydı. Kahraman içine atıl
dığı (halihazırda belirlenmiş olaylardan -Lanet? Kehanet? Kader?- oluşan)
bir dünyada bilinmeyen, belirsiz bir geleceğe doğru yola çıkıyor; varolabil
mek için, yani bir toposa sahip olabilmek için sınırı aşıyor, hybris suçunu iş
liyor tam da bu sebepten atopos'a sürükleniyordu. Tragedyalarda gezinen
daimon, evrene ait bu bilgiyi, bir paradoksu, "belirsiz bir belirliliği" bir an
için seyirciye gösterip kayboluyordu. Daimon, ormanda Dionysos'un peşin
den koşan Silenos gibi, ortalıkta dolanan bir ruh hızıyla tragedyada görü
nüp bize evrenin bilgisini vererek kayboluyordu. Yanıp sönen bir ışık hızıy
la, hem korku hem de huzur veren bir bilgi(sizlik) bırakarak uzaklaşıyordu.
Görünmez olan, bilinmez olan, yaşamın trajikliği tragedya sayesinde kendi
ni bir an için görünür kılıyordu.
Yunan tragedyası hybris'i cezalandıran; sôphrosCme'yi, sôphron insan ol
mayı, orta yolu bulmayı, harmonia'ya ulaşmayı öğütleyen bir görünüş ve
yapıda olsa da bütün bunlar derinlerdeki müphemliği, muallakta oluşu, pa
radoksu gizleyen örtülerdi. Bu yüzden tragedyanın asıl hikmeti cevapların
değil, soruların, belirsizliğin ve sınırların varolduğunun bilgeliğinde yat
maktadır.
Notlar
1 Yunanlıların mitolojiyi Kaos'tan başlatmaları tesadüf değil. Kaos, Grekçede 'derin yarık,
uçurum' anlamına gelmektedir. (Bkz. Henry George Liddell, Robert Scott, A Greek-English
2
3
Lexicon, (http://www.perseus.tufts.edu/ "Chaos" maddesi.)
Bilindiği gibi Thebai kentine musallat olan Sfenks, "sabahları dört, öğlen iki ve akşamları
üç ayaklı olan şey nedir?" sorusunu soruyordu. Oidipus, fazla düşünmeden cevabı bulur.
Çünkü -bir yoruma göre- kendi ismi, Oi-di-pus, zaten "iki ayaklı" (dipous), yani insan de
mektir. Bu yorum için bkz. Vernant, Jean-Pierre, Evren, Tannlar, İnsanlar, Çev.: M. Emin
Özcan, Dost, 2001 , s. 143.
SôphrosCme: özdenetim, ölçülülük, ılımlılık (Bkz. Peters, Francis E., Antik Yunan Felsefesi
Terimleri Sözlüğü, Çev: Hakkı Hünler, Paradigma, 2004, Sophrosune maddesi. Kelimenin
"kendini bilmek" düsturu ile ilişkisi oldukça yakındır. SôphrosCme kelimesinin Antik Yu
nan'daki çeşitli kullanımları ile ilgili bknz. North, Helen, Sophrosyne, Self-Knowledge and
Cogito,
sayı:
54, 2008
75
76
Oğuz Ancı
Self-Restraint in Greek Literatur, Ithaca-NY, Cornell University Press, 1 966. Sôphrosune'nin
Antik Yunan tragedyalarında işleniş biçimleri üzerine bir tartışma için Bkz. Ancı, Oğuz, An
tik Yunan Tragedyalannda Sophrosune ve Hannoni Düşüncesi, Yayınlanmamış Tez, İ.Ü. Sos
yal Bilimler Enstitüsü, 2005 ve Rademaker, Adriaan, Sophrosyne and the Rhetoric of Self
Restraint: Polysemy and Persuasive Use of an Ancient Greek Value Tenn, Brill-Leiden, Boston,
2004.
4 Thomson, George, İlk Filozaflar: Eski Yunan Toplumu Üzerine İncelemeler, Çev: Mehmet H.
Doğan, 2. bs., Paye! Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 1 78.
5 Levi-Strauss, mitsel düşüncenin kökenlerinde karşıtlıkların varlığından onlar arasında bir
uzlaşıya doğru giden bir süreç görmekteydi. Dolayısıyla ona göre mitler karşıt unsurlar ile
onları dengeleyen öğeler içermekteydi. (Bkz. Levi-Strauss, Claude, Structural Anthropology,
Çev: Claire Jacobson, Basic Books, New York, 1 963, s. 224) Levi-Strauss benzer bir analizi
Thebai Söyleni üzerinde de yapar ve söyleni ikili karşıtlıklar halinde okur. (Bkz. Leach, Ed
mund, Levi-Strauss, Çev: Ayla Ortaç, İstanbul, Afa Yayınlan, 1 985, s. 69).
6 Empedokles, Annmalar, Fr. B 1 22, 1 23, 1 24; akt: Kranz, Walter, Antik Felsefe, Metinler ve
Açıklamalar, Çev: Suad Y. Baydur, Sosyal Yayınlar, 1 994, s. 1 03.
7 "Being is . . . harmonia . . . ". Bu ifadeyi farklı bir bağlamda Heidegger de kullanıyor. Bkz. Hei
degger, Martin, An Introduction ta Metaphysics, Çev.: Ralph Manheim, Yale University
Press, 1 987, s. 1 33.
8 Peters, a.g.e., "daimon" maddesi.
9 A.g.e., s. 60 vd.
10 Liddell, H & Scott, R . , A Greek-English Lexicon , Oxford, Clarendon Press, 1 940,
(http://www.perseus.tufts.edu/, ed.: Gregory Crane, "daimôn" maddesi.
1 1 Bkz. Platon, Sokrates'in Savunması, Çev.: Teoman Yücel, Remzi Kitabevi, 1 995, s. 30 vd.
12 Gali, Robert S., "Interrupting Speculation: The Thinking of Heidegger and Grek Tragedy",
Continental Philosophy Review, 36: 1 77-194, Kluwer Academic Publishers, Netherlands,
2003, s. 1 82.
1 3 Sophocles, Oedipus Tyrannus, (ed.: Sir Richard Jebb), (http://www.perseus.tufts.edu, sat.
1 328).
14 Daimon'un insanı eyleme götüren bir güç oluşuyla ilgili Şerif Mardin'in ilginç bir açıklama
sı vardır: "Daemonic" insan şahsiyetinin tümünü bir dalga gibi kaplama potansiyeli taşıyan
herhangi bir tabii eğilimdir. Cinsiyetin kudreti, yaratıcının inadı, kızgınlığın yakıcılığı, iktidar
hırsı insanın "daemonic" uzantılannın örnekleridir. "Daemonic" bir nesne olmaktan çok, saklı
bir güç, insanın yaratıcı ve kahredici gücünün müşterek kaynağıdır. İnsan davranışının derin
liklerine nüfuz etme insanın 'daemon'unu şuurunda kabul etmeye ve anlamaya bağlıdır. . .
"Daemon"un kabul edilmediği, maskelendiği ve yalnız "kötü" ile bir tutulduğu uygarlıklarda
edebiyat ve sanat yüzeysel kalmaya mahkumdur. İslam (resmi) kültüründe (tasavvufun dışın
da kalan Ortodoks Şeriatçılıkla) ve bu arada Osmanlı kültüründe, "Daemon" "şer-şeytan"la bir
tutulduğundan yaratıcı bir güç olarak ortada yoktur. . . Mardin, Şerif, "'Aydınlar' Konusunda
Ülgener ve Bir İzah Denemesi", Toplum ve Bilim, S. 24 (Kış 1 984 ), s. 1 3- 1 5; Bu meseleyle il
15
16
17
18
gili olarak F. G. Lorca'nın "Duende Kuramı"na da bakılabilir. Bkz. Lorca, F. G, "Duende
Kuramı ve Oyunu", İstanbul Devlet Tiyatrosu, Kanlı Düğün Oyunu Program Dergisi, 1 999.
Heidegger, A.g.e., s. 149.
Sophokles, Antigone, Çev.: Güngör Dilmen, MitosBOYUT Yayınlan, 1 997, s. 77.
Heidegger, A.g.e., s. 1 50 vd.
Aeschylus, Eumenides, ed. Herbert Weir Smyth, Ph.D., (Çevrimiçi) http://www.perse
us.tufts.edu, sat. 699-700. Çeviri bana ait. Kelimelerin kullanımı göstermek uğruna parça
nın şiirsellikten uzaklaşmış bir çevirisi bu. Metinde geçen chôra kelimesini "varlık" diye çe
virdim. Oysa ki metinde kastedilen, aslında kelimenin ikinci anlamı olan toprak yada ülke
Cogito,
sayı:
54, 2008
Antik Yunan Tragedyasının Metafiziği
19
20
21
22
23
("land; country"). Ben burada kelimenin ilk anlamını, "bir şeyin içinde bulunduğu boşluk,
alan", anlamına atıfta bulunacak şekilde varlık olarak çevirdim. Çünkü Heidegger var olma
nın "ışığa gelmeyi, açığa çıkmayı, bir yerde görünmeyi, bir alanda yer almayı" içerdiğini,
Yunanlıların da bunu bu şekilde anladıklarını söyler. (Bkz. Heidegger, A.g.e,, s. 60 ve 1 03).
Ökten, Kaan H., Muallakta Var Olmak, insanın Halleri Üzerine, Agora Kitaplığı, 2006, s. 8.
Bkz. Girard, Rene, Şiddet ve Kutsal, çev.: Nemciye Alpay, Kanat Kitabevi, 2003.
Bkz. Hegel, G.W. Friedrich, "From The Philosophy of Fine Art", The Questions of Tragedy,
ed.: Arthur Coffin, EmText, San Francisco, 1 99 1 içinde, s. 33 ve 37.
Hegel, a.g.y., s. 38
Yine Hegel'in kendi ifadesi. Bkz. Hegel, a.g.y., s. 38.
24 Sophokles, Antigone, Çev.: Reginald Gibbons, Charles Segal, Oxford University Press, 2003,
sat. 1, s 53. Yunanca kavramların açıklaması için bkz. Jebb, Sir Richard, Sophocles: The
Plays and Fragments, with critical notes, commentary, and translation in English prose. Part
III: The Antigone, Cambridge, Cambridge University Press, 1 900, (http://www.perse
us tufts.edu)
25 Nomos kelimesinin muğlak kullanımları için, özellikle 449 ve 450. satırlara bakılabilir. Ayrıntılı bir açıklama için bkz. Jebb, Sir Richard, A.g.e., sat. 45 1 .
2 6 Sophokles, Antigone, sat. 360-36 1 , s. 78.
27 Heidegger, a.g.e, s. 1 52.
28 Sophokles, Kral Oidipus, sat. 1 357, s. 77.
29 Sophokles, Antigone, (ed.: Sir Richard Jebb), (http://www.perseus.tufts.edu), sat. 850. Çeviri
bana ait.
30 Kreon'un Antigone'yi cezalandırmak için kapatacağı mağarayı tarif ederken kullandığı ifa
de. Sophokles, Antigone, Çev.: Güngör Dilmen, sat. 773. Benzer bir "topos" tanımı Promet
heus'un zincire vurulduğu yerde görülür.
3 1 Uncanny'nin tekinsizliğinde ve bilinmezliğinde "garip bir tanıdıklık hissi" de vardır.
Cogito,
sayı:
54, 2008
77
Cori o lanus ' u n Oidipal Laneti ve
Traj ik Kurtu luş Sorunu
BERNARD FREYDBERG
Coriolanus genellikle Shakespeare tragedyalarının en iyileri arasında sa
yılmaz. Ancak ben bu denemede bu yapıtın giderek yoğunlaşan bir felsefi
anlama sahip olduğunu savunacağım. Her ne kadar bu yapıtın tamamen
kendine özgü bir meziyeti olduğunu düşünüyor olsam da, niyetim onun
edebi açıdan söz gelimi Hamlet, Macbeth ya da Kral Lear'dan üstün olduğu
nu iddia etmek değil. Yapmayı önereceğim şey, daha ziyade ( 1 ) Coriolanus
ile Kral Oidipus arasındaki içsel yakınlığı ikna edici bir şekilde göstermek,
(2) bu iki kahramanı, aynı ölçüde güçlü olmakla birlikte ince farklılıklar
gösteren soylu davranışları bakımından karşılaştırmak ve (3) ister Aristote
les'te gördüğümüz acıma ve korku duygularından arınma düşüncesi açısın
dan, ister Nietzscheci amor fati düşüncesi açısından değerlendirelim, Caius
Marcius Coriolanus'un, bilgiden yoksun Oidipus'la karşılaştırıldığında, izle
yiciyi/okuru daha çok zorlamasının nedenlerini göstermek olacak. Ve niha
yet sonuç bölümünde (4) kafa karıştırıcı bir güncel olgudan söz edeceğim.
Biz yirmi birinci yüzyıl insanlarının ahlakı, geniş ölçüde içsellik tarafından
belirlenmektedir ve edebiyat ve şiirimiz de çoğunlukla özel, ruhsal görünü
mü keşfeder. Bizim soyluluğumuz, içsel yaşamımızın niteliğiyle ilintilidir. O
halde neden soylulukları apaçık ihtişamlarından, kamusal cesaret, onur ve
cömertlik gösterilerinden ileri gelen trajik kahramanlar, bizim merakımızı
tetiklemeyi sürdürmektedir? Başka bir deyişle, neden şimdi hala tragedya?
Ve son olarak, Coriolanus oyunu ve ona adını veren kahraman, bugünkü ha
yatlarımızın doğasına ne türden özgün bir ışık tutabilir?
Cogito,
sayı:
54, 2008
Coriolanus'un Oidipal Laneti ve Trajik Kurtuluş Sorunu
1
Nietzsche Tragedyanın Doğuşu 'nda "Yunan sahnesinin en acılı kişisi" Oi
dipus'u soylu insanın modeli olarak ele alır. Oidipus'un tüm masumiyetiyle
çektiği, neden olduğu ve sorumluluğunu yüklendiği o devasa çilenin kefare
ti, Oidipus Kolonos'ta oyununda anlatıldığı gibi, hem sonuçlan hem de Oidi
pus açısından ödenir. Nietzsche'nin, Sophokles'in Kral Oidipus'ta sergilediği
estetik yeteneğe yaptığı övgü dikkate değerdir:
"Şair olarak önce bize, yargıcın yavaş yavaş, tek tek, kendini mahvetme
pahasına çözdüğü mükemmel oluşturulmuş bir olaylar düğümünü göste
rir; bu diyalektik çözümden duyulan sahici Helen sevinci o denli büyüktür
ki, tüm yapıtın üzerine, söz konusu düğümün ürpertici önkoşullannın kes
kinliğini her yerde törpüleyen bir baskın neşelilik dalgası yayılır." 1
Oidipus'un izlediği yol iyi bilinir. Labdakos hanesine musallat olan ve
Laios ile İokaste'nin oğullarının kendi öz babasını öldürüp annesiyle evlen
mesine yol açacak olan lanet; anne babanın çocuğun evden uzakta bir yerde
öldürülmesi için bir hizmetçiye verdikleri talimat; hizmetçinin, çocuğa duy
duğu sempati nedeniyle onun hayatını koruması; Oidipus'un, sonradan ger
çek annesi ve babası sanacağı Polybos ve Merope tarafından evlat edinilme
si; Laios'un görünürde tesadüfi katli; Oidipus'un, Sfenks'in bulmacasını çö
zerek Thebai'deki vebaya son vermesi ve taç giymesi; İokaste ile bilmeden
yapılan evlilik ve çocukları Antigone, İsmene ve Polynike'nin doğmaları; Oi
dipus'un kansının/annesinin ölümüyle doruğa ulaşan, kendi varlığının se
bep olduğu ve kendini kör ederek cezalandırmasıyla son bulan yeni veba
salgını.
Nietzsche haklı olarak Oidipus'un suçsuz olduğunu söyler. Kahramanı,
ulak Tiresias'a gözdağı vermekle ve onun için en iyisinin krallığının başında
ki belaların nedenini öğrenmek olduğunu söyleyen İokaste'nin uyarısını göz
ardı etmekle suçlayanlar, asıl meseleyi gözden kaçırırlar: Oidipus'un yılmaz
bilme ihtiyacı, onun suçsuzluğunun özel niteliğiyle, masumiyetiyle ilgilidir.
Onun deneyiminde ya da karakterinde, bilgi arayışında -ya da herhangi bir
arayışında- nasıl yönlendirdiğine işaret eden hiçbir şey yoktur. Elbette bunu
hubris olarak görmek mümkündür; ancak bu sadece hayatında hiçbir istis
nai zorlukla ya da meydan okumayla karşılaşmamış biri tarafından söylene
bilir.
Cogito, sayı: 54, 2008
79
80 Bernard Freydberg
Bununla uyumlu biçimde, böylesi bir sıradan hayatın, insan için olabilecek
en iyi hayat olduğu da söylenebilir. Başka bir deyişle, daima, mümkün olan en
büyük güvenliği sağlayan bölgede kalmaya dikkat eden kişi, en iyi hayatı ya
şar. Ancak, böyle bir hayatta, büyüklüğün, özgürlüğün, cesaretin ve hatta insa
ni sınırlara saygı göstermenin uygunluğunun gerçek niteliğinin açığa çıkması
söz konusu olamaz. Bunun olabilmesi için, masum bir trajik kahraman gerek
lidir. Bir başka deyişle, tragedyalar, birçoklarının öne sürdüğü gibi, salt uyar
mayı amaçlayan hikayeler değildir. Tragedyalar dramatik biçim uyarınca süs
lenen vaazlar, basmakalıp söylevler ya da nasihat derlemeleri de değildir. Da
ha ziyade, insanlığın gerçek doğasının kendini gözler önüne serdiği alanlardır.
Oidipus'tan farklı olarak, Coriolanus'un kahramanı herhangi bir çekici
niteliğe sahip değildir. Aşağı sınıftan insanları, yani plebleri hor görür. On
ların "bedava mısır" arzulan, tembelliklerinin ve alçak fikirli oluşlarının bir
işaretidir. Caius Marcius'ta -Coriolanus'un başlangıçtaki tam adı- canaya
kınlıktan herhangi bir iz yoktur. Başkalarının hakkı, bu haklan akılcı uzlaşı
yoluyla kabullenmek şöyle dursun, onun aklına bile gelmez. Her ne kadar
doğuştan soylu olsa da, Caius Marcius kendisini, diğer soyluların kurallarını
dikkate almayan, daha yüksek bir ahlak kuralları bütününe bağlı görür.
Onun her şeye yukarıdan bakan üstünlüğü tek bir hayati ve tartışılmaz nite
liğe dayanır. Her ne kadar oyunun geçtiği dönemdeki Romalılar da dahil ol
mak üzere herhangi bir grupta en ahlaklı ya da en yaratıcı ya da en zeki in
san olarak tanınmaya aday birçok kişi bulunabilse de, tartışma götürmeye
cek sadece bir kriter vardır: kimin en iyi savaşçı olduğu, yani savaş alanın
daki performansın kimi tartışılmaz biçimde en büyük yaptığı. Bu unvanın
Caius Marcius'e yakıştığı tartışmasızdır.
Güçlü general Aufidius'un liderlik ettiği düşman Volscan'lar, yakınlarda
ki Coriloes'tedirler ve telaşla yağmalanan Roma'ya doğru ilerlemekte olan
Roma ordularını bozguna uğratırlar. Bir tek Caius Marcius kendini Vols
can'ların ortasına atar, tek başına Volscan saldırısını püskürtür ve düşman
ordusunu kendi çabalarıyla bozguna uğratır. Roma'da dost-düşman, soylu
pleb herkes, onun büyüklüğünü kabul eder, cesaret ve kahramanlığını şeref
lendirmek için ona fethettiği şehrin adıyla hitap ederler: Coriolanus. Kent,
konseyde kendisine bir sandalye vererek onu onurlandırmak ister; ancak bu,
onun yaralarını göstermesini ve Roma halkına sözlü bir ricada bulunmasını
gerektirmektedir. Coriolanus, böylesi bir gayret gösterisi yaparak kendini al
çaltmaya tahammül edemez.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Coriolanus'un Oidipal Laneti ve Trajik Kurtuluş Sorunu
81
Peki Coriolanus'un masumiyeti nere
den gelir? Babası savaşta onuruyla öl
müştür. Annesi Volumnia kocasının ölü
müyle gurur duymaktadır. Volumnia,
Caius Marcius'un kansı Virgilia'yı dehşe
te düşürerek, oğlunun, kendini korumaya
yönelik önlemler alıp geri dönmesinden
se, babası gibi onuruyla ölmesini tercih
edeceğini söyler. Nasıl Romalı soylu kim
liği Caius'un toplumsal terbiyesinde belir
leyici olmuşsa, bu soyluluk mefhumu da
ailevi terbiyesinde belirleyici olmuştur.
Doğasındaki masumluğun kaynağı şudur:
her zaman doğru sözlü, tutarlı ve sadık
olmuştur ama hesapçılık ve zarafet onun
tamamen yabancı olduğu özelliklerdir.
Bu durum onu fiziksel çatışmalarda kor
kulan, dayanılmaz ve yenilmez bir rakip
haline getirir. Ancak kişiliği onu, bir siya
si rakip olarak çok kolay bir hedef haline
getirir.
Pleblerin iki önderi Sicinius ve Brutus,
övgüleri kabul etmek üzere halk karşısın
da yaptığı konuşma esnasında Coriola
nus'a başarıyla saldırırlar. Kışkırtmalara
Coriolanus'un Arkasından Ağlayan Virgilia,
Heykel Detayı, Thomas Woolner, 1878 .
kapılıp, aslında onu onurlandırmak üzere gelmiş olan güdümlü kitlelerin
karşısında saygısızca bağırıp çağıran Coriolanus, halka ettiği hakaretler ne
deniyle Roma'dan kovulur. Siyasi olmaktan uzak cevabında, şöyle haykırır:
Sizi adi köpek sürüsü! Siz konuştukça burnuma,
Çürümüş bataklıklardan yükselen iğrenç dumanlar geliyor;
Gömülmeden yer üstünde kalmış,
Soluduğu havayı bozan pis kokulu insan leşleri
Benim için ne kadar değerliyse,
Sizin sevginiz de o kadar değerli.
Ben sizi sürüyorum!
Cogito, sayı: 54, 2008
82
Bernard Freydberg
Olanca şaşkınlığınızla burada kalın!
Dilerim her cılız söylenti yüreğinizi titretsin!
[ . . . ] Yılgınlık estirsin içinize
[ . . . ] İşte o şehre arkamı dönüp gidiyorum.
Yaşanacak başka yerler de var! (Perde ili, Sahne lll, satır 1 1 9- 1 34)
Coriolanus sürgündeyken eski düşmanı Aufidius'u bulur ve ona kesmesi
için kendi Romalı gırtlağını sunar. Ancak Volscan'lı general çok daha iyi bir
seçenek düşünerek Coriolanus'u Roma'yı yerle bir etmeyi amaçladığı sefer
için ordusuna alır. Coriolanus'un yönettiği bir saldırıda, Roma'nın yıkımı
engellenemez görünmektedir -ki bu, hınca kapılmış olan halk önderlerinin
ve halkın gözünden kaçmış olan bir sonuçtur. Ne var ki son anda Volumnia,
Virgilia ve Coriolanus'un küçük oğlu genç Marcius gelip önünde diz çöker
ler ve doğduğu şehre kıymaması için ona yalvarırlar. Coriolanus büyük bir
isteksizlikle barışı kabul eder, diğer yandan ise bu küçük tavizin sonucunu
önceden görür:
Oh anne, anne! Ne yaptın?
Bak, gökler yarılmış, tanrılar aşağı bakıyor
Ve bu doğaya aykırı sahneye gülüyorlar.
Oh annem, anne! Oh!
Roma adına mutlu bir zafer kazandın;
Ama oğluna gelince, inan ki, oh inan ki,
Çok tehlikeli işler açtın başına,
Belki de ölümcül olabilecek korkunç işler.
Ama varsın olsun. (Perde V, Sahne ili, satır 1 83- 1 90)
Çok geçmeden Aufidius onu silahlı adamlardan oluşan bir grubun ortası
na atar; adamlar Coriolanus'la alay ederek onu katlederler. Ne var ki ölü
münden hemen sonra Aufidius bile ona olan hayranlığını gizleyemez:
Öfkem kalmadı; şimdi üzüntüyle çarpılmış durumdayım.
[ . . ] Coriolanus bu şehirde kim bilir kaç kadını dul,
.
Kaçını çocuksuz bıraktı ve hepsi de
Şu saate kadar yas tuttular; ama olsun,
Yine de soylu anısı kalacak geriye. (Perde V, Sahne V, satır 1 46- 1 53)
Cogito, sayı: 54, 2008
Coriolanus'un Oidipal Laneti ve Trajik Kurtuluş Sorunu
Elbette, Kral Oidipus ile Coriolanus'un kahramanları arasında farklar
vardır. Caius Marcius'un üzerinde, Oidipus'ta olduğu gibi bir lanet, en azın
dan açık bir lanet yoktur. Oidipus onurunu güçlü zekası sayesinde kazanır
(bu zeka aynı zamanda onun yıkımına yol açar). Coriolanus'un onurunun
kaynağı ise cesareti ve askeri meziyetleridir. Öte yandan, Nietzsche'nin Kral
Oidipus'ta işaret ettiği diyalektik güzergah, Coriolanus'ta ilham dolu bir yan
kı bulur. Tıpkı Oidipus'un ısrarlı bilme ihtiyacının, onun masumiyetinin do
ğasıyla ilgili olması gibi, Coriolanus'un açık sözlülüğü ve üstün derecedeki
dürüstlüğü de onun masumiyetiyle ilgilidir. Ve tıpkı Kral Oidipus'un şairi
nin, aktörün ellerinde ve aktörün yıkımı olarak yavaş yavaş çözülen bir siya
si/hukuki düğüm sunması gibi, Coriolanus'un şairi de bu düğümün bir ben
zerini -kahramanın, onu kendi yıkımına götüren edimleriyle çözdüğü bir
düğümü- sunar.
Her iki güçlü kahraman da suçsuzluklarıyla insanların en iyisinin içinde
ki kırılganlığı açığa çıkarırlar. İkisi de zekası sayesinde birçok tehlikeyle ba
şarıyla yüzleşebilen (aynı zamanda da birçok çılgınca ve gereksiz serüvene
girişen) ve 20 yıldan sonra evi İthaka'ya ve Penelope'ye dönebilen epik kah
raman Odysseus'a benzetilemez. Yetenekli Odysseus, tehlikenin pusuya yat
tığı bölgelerden kaçınarak, kırılganlığı "terbiye etme" şeklindeki daha prag
matik ve kurnazca eğilimi açığa çıkarır. Bu durum, şair Hölderlin'in
Akhilleus'a olan hayranlığını ve Odysseus'u küçümsemesini açıklar:
"[Akhilleus] benim favori kahramanımdır [Liebling]; son derece güçlü ve
duyarlıdır (zart) o; kahramanlar dünyasında filizlenmiş en başarılı ve kısa
ömürlü çiçektir; "pek kısa bir süre yaşamak üzere doğmuştur" Homeros'a
göre, zira çok güzeldir. Ayrıca kadim şairin, sanki Truva karşısındaki kar
gaşanın ortasında Akhilleus'un şerefine olabilecek en az lekeyi sürebilmek
adına, [ . . . ] diğerlerine bolca yaygara yaptırırken onu çok seyrek öne çıkar
dığını düşünmeden edemiyorum. Şair, Ulysses [Odysseus] hakkında bir
çok tasvir yapabilirdi. Odysseus, insanın ancak uzun zamanda sayabilece
ği bozuk paralarla dolu bir heybedir; oysa altın hemencecik sayılır."2
Bir başka deyişle, ne Oidipus ne de Coriolanus herhangi bir anlamda dü
şünür sayılabilir. Onların hareketleri kuvvetli itkilerden kaynaklanır. Ahla
kın Soykütüğü'nde Nietzsche soylu olanı tam da bu doğrultuda tanımlar:
Cogito, sayı: 54, 2008
83
84
Bernard Freydberg
"[Soylunun değer yargılan], güçlü bir bedene sahip olmayı, capcanlı, zen
gin, coşku dolu sağlığı, sağlığı korumaya yarayan savaşı, serüveni, avcılığı,
dansı, savaş oyunlarını ve genellikle sağlam, özgür, sevinçli eylemleri te
mel alıyor."3
Düşünce zayıfların alanıdır. Zayıflar, daha üstün olanlar arasında elden
geldiğince güvenli şekilde yaşayıp soyluları idare etmek ve onların bir za
manlar içgüdüsel bir eminliğe sahip olan eylemlerinde karmaşaya ve şüphe
ye yol açmak için düşünceye ihtiyaç duyarlar. Muhtemelen düşünürlerin en
kurusu olan Kant bile düşünceye bir ikincil derece olgu olarak, insan sonlu
luğunun bir işareti olarak bakmıştır. Görü (Anschauung) bizim doğrudan ve
birincil ilişkimizken, düşünce eksik durumdaki (sınırlı) birliği sağlar ve bu
yolla görüye hizmette bulunur.
Oidipus ve Coriolanus düşünce için, diyalektiğin akılcı hokkabazlığı için
fazla soyludurlar. Bu nedenle de onun kurbanı olurlar.
il
Oidipus'un başında "Oidipal lanet" yoktu. Aslında Labdakos hanedanının
lanetin farkına varması, Delfoi'deki kahine bağlı bir kahin aracılığıyla gerçek
leşti. O unutulmaz Labdakos Tahtı kitabında, şair Gjertrud Schnackenberg,
tanrının bir Kral Oidipus temsili izlediği ve kendisinin Laios ile İokaste'nin
ailesi için ördüğü o korkunç kadere tanıklık ettiği bir sahne sunar. Lanet, o
aileyi acımasızca altüst edip parçalayan Zorunluluk'un marifetidir. Schnac
kenberg'in yorumu, özgür iradeye karşı belirlenim ya da Aristoteles'in söz et
tiği düşmüş kahramana yönelik acıma gibi meselelerin ortaya atılması yö
nündeki çağdaş ve güncel cazibelere direnir. Onun yalın ve duygusallıktan
uzak beyitleri engellenemez bir biçimde yıkıcı sonuca doğru ilerler.
İlk kehanet çıkageldi: onu doğurmaktan kaçın . Ve beraberinde
Bir tel titreşti duyulmaz bir sesle, bir uyan
Ki
tanrı bile korkacaktır eğilmiş izlerken
Oidipus'un ilk temsilini,
Korku içinde tanrı
O kendini kör etme karşısında ve bir hikaye
Cogito, sayı: 54, 2008
Coriolanus'un Oidipal Laneti ve Trajik Kurtuluş Sorunu
Ki
kimse bilmiyor anlamını, ya da kimsenin bilmemesidir anlamı,
Her ne kadar bir zamanlar
Şiirin tanrısı
Söylediyse de tüm hikayesini Oidipus'un
Tek bir şimşekli cümlede,
Yüreğin tek bir çarpışında
Oidipus'a söylediği kehaneti. . .
O hikaye ki Yüzü Olmayan Kader tarafından tanrıya gönderilmişti.4
Oidipal lanet, erkek çocukla annesi arasındaki karmaşık, zarar verici ve
bozuk ilişkiyle ilgilidir. Caius Marcius'un annesi Volumnia hiç şüphesiz
son derece dikkat çekici bir karakterdir. Gördüğümüz gibi, merhum koca
sının savaştaki korkusuzluğu, onun dulluğunu gururla kutlamasına vesile
olur. Gelini Virgilia için hem dayanılmaz derecede çekilmez hem de ruh tü
ketici bir kayınvalidedir: oğlunun savaşta katledildiğini görmeyi tercih eder
ve Virgilia'nın, kocasının yataktaki okşamalarının tadını çıkarma yönünde
ki her türlü arzusuyla alay eder. Caius Marcius üzerindeki derin etkisi aşi
kardır ve Caius'un vatandaşları da sıklıkla buna dikkat çeker. (Eğer onu
farklı ve daha iyi niyetli bir açıdan görmek istersek, onurlu bir hayat sürme
fikrini her düşünceden üstün tuttuğunu tutarlılıkla söyleyebiliriz.) Caius
Marcius'un ne kendisine rehberlik edecek bir babası ne de yüreğinde yu
muşaklıktan en ufak bir iz taşıyan bir annesi vardır. Volumnia için önemli
olan tek şey, aile şerefi ve Romalı onurudur ve bu değerleri oğluna aşılama
yönündeki saplantılı kararlılığı başarıya ulaşır. Caius Marcius gerçek Roma
soyluluğunu katıksız, hatta neredeyse insanlık-dışı bir biçimde temsil et
mek üzere büyütülmüştür; öyle ki annesinin, yaralarını göstermesi ve Kon
sey'de hak edilmiş bir sandalyeye sahip olmak amacıyla halka yalvarması
yönündeki talebini reddedecek kadar ileri gider. Bu, onun başındaki Oidi
pal lanettir.
İnsanlıktan çıkmış biri midir o? Dünya işleri konusunda bilgeliğe sahip
soylu bir senatör olan ve tüm Romalıların dostu sayılan arkadaşı ve destek
çisi Menenius Agrippa, şöyle söyler:
Cogito, sayı: 54, 2008
85
86 Bernard Freydberg
Kişiliği bu dünyaya göre fazla soylu:
İltifat olur diye, Neptün'ün yanında zıpkınını anmaz;
Jüpiter dilerse gökleri gürletir, demez.
İçinde ne varsa, ağzından o çıkar.
Gönlünden ne geçerse, dili onu söyler;
Ve bir öfkelenmeyegörsün,
Ölüm denen şeyin adını bile unutur. (Perde
111,
Sahne 1, satır 256-260)
Dostunun takdirinden hareketle düşünüldüğünde, Coriolanus'un tek yön
de lanetlendiği ve bu dünya için fazla büyük olduğu söylenebilir. Nietzs
che'nin soyluya dair nitelendirmesini hatırlayacak olursak bunu şu şekilde
yeniden tarif edebiliriz: bu dünya Coriolanus için fazla küçüktür. Anneyle ço
cuk arasında sağlıklı bir kopuşun (daha doğrusu herhangi bir kopuşun) ya
şanmamış olmasının etkin sonucu konumundaki o masumiyet, bu laneti sü
rekli olarak işler hale getiren bir nedendir. Benim görüşüme göre Coriola
nus'un alışılmış tragedya mefhumlarına yönelik meydan okumasının Oidi
pus'unkinden daha büyük olmasının sebebi budur. Coriolanus bir anlamda
sempati uyandırmaktan son derece uzak bir kahramandır. Oidipus'tan farklı
olarak, Coriolanus konuştuğu zaman tehditler savurur, öfkelenir, şişinir ve
büyük bir kibre kapılır. Kişinin kendisine yönelik düşünümler içeren, güzel
ifadelerle bezeli Shakespeare tarzı kendi kendine konuşma pasajları [solilo
quies] okumak isteyenlerin Hamlet'e, Macbeth'e ve Kral l.ear'e başvurmaları
gerekir. (Bu tarz kendi kendine konuşma pasajlarının yokluğu, oyunun, giriş
kısmında değindiğim o kendine özgü meziyetidir.)
Ben aynı zamanda Caius Marcius'un bizde en büyük sempatiyi uyandıran
kahraman olduğunu iddia ediyorum. He ne kadar onun kaderinin akışı Oidi
pus'unkiyle yakın benzerlikler içerse de, Coriolanus, üzerindeki Oidipal lane
tin yol açtığı o son derece ufak yükselişi nedeniyle felakete uğrar. Önünde diz
çökmüş olan annesine, karısına ve oğluna bakar, onların yalvarmalarını du
yar ve gördüğümüz üzere özellikle Volumnia'nınkine dikkat eder. Bir uyanış
yaşar. Neden? Buna yol açan, ruhundan tamamen söküp atılmış gibi görü
nen bir duygudur: insan sevgisi. Tam da yaptıklarının meyvesini alacağı an
da, kaçınılmaz akıbetini hisseder. Teslim olmamıştır. Kendinden sonsuza
dek uzaklaştırdığı Romalılara katılmamıştır. Eylemlerinin ya da sözlerinin
birini bile inkar etmemiştir. Sadece doğduğu şehri yıkmamayı, bunun yerine
her iki taraf için de iyi olabilecek bir barışı mümkün kılmayı kabul etmiştir.
Cogito, sayı: 54, 2008
Coriolanus'un Oidipal Laneti ve Trajik Kurtuluş Sorunu
Şüphelerini haklı çıkaracak şekilde, hayatının ilk uzlaşısı onun ölümüne
mal olmuştur. İnsan sevgisine riayet ettiği anda artık Caius Marcius Coriola
nus değildir. Uzlaştığı anda artık Caius Marcius Coriolanus değildir. Gerçek
doğasından böyle feragat etmesi, böyle bir lütufta bulunması, ona herhangi
bir kurtuluş getirmemiştir. Onun doğru şekilde öngördüğü gibi, bu edim
ona ancak felaketin yolunu açmıştır. Onun kendi kendine yol açtığı felaketin
sebebi, yani yüreğine insan sevgisinin hücum etmesi de onun Oidipal laneti
olarak görülebilir. Aufidius'un, artık yardıma muhtaç durumdaki rakibi kar
şısında, elindeki kuvvetleri canice bir çılgınlığa seferber etmesi, Coriola
nus'u nafile ancak aydınlatıcı bir öfkeye itmiştir:
Aufidius: Tanrının adını anma, sulu gözlü çocuk! [ . . . ]
Coriolanus: Seni sınırsız yalancı;
Yüreğimi kalıbına sığmaz etti söylediklerin.
"Çocuk!" Seni köle! (Perde V, Sahne V, satır 99- 1 03.)
Böyle sona erer annesinin boyunduruğu altındaki erkeklerin erkeği Caius
Marcius Coriolanus'un hayatı.
Aristoteles'in Poetika'daki tragedya yorumunun anlamı konusunda büyük
anlaşmazlıklar vardır. "Trajik kusurun (hamartia - 1 453a)" yorum yelpazesi
geniştir. Söz konusu olan, bir yandan, başka açılardan soylu bulunan bir ka
rakterde ortaya çıkan ve kahramanın düşüşüne yol açan bir ahlaki kusurdur
-örneğin hubris, yani aşın kibir ya da insanlar için uygun olan sınırların ih
lal edilmesi. Öte yandan hamartia, (terimin bir başka olası çevirisinden ha
reketle) bir okçunun yapacağı türden bir "hedefi ıskalama" şeklinde, yani
örneğin belirli bir sonuca ulaşmaya girişip herhangi bir ahlaki suçlamaya
yol açmayacak şekilde bu hedefi tutturamama şeklinde de yorumlanabilir.
Ya da kahramana hiçbir suçlamanın yöneltilemeyeceği şeklindeki radikal
görüşü benimsemek mümkündür. İnsani bir açıdan bakıldığında, kahrama
nın başına bir talihsizlik gelmiştir. Ancak acı ve felaket, son kertede Ka
der'in eliyle vuku bulur (benim düşüncem bu sonuncusudur). Temel Aristo
telesçi kavramlar -korku ve acımanın uyandırılması ve kişinin bu duygular
dan arındırılması (katharsis) için de aynı şekilde geniş bir yorum yelpazesi
-
söz konusudur.
Ancak bu yorumlar ortak bir öncülün etrafında toplanır. Buna göre bir
tragedyanın izleyicileri, oyunun içerdiği eylemin özdeşleşen katılımcılarıdır
Cogito, sayı: 54, 2008
87
88 Bernard Freydberg
ve bu katılımın sonucunda kendilerini selamete götüren psikolojik bir deği
şim geçirirler. Aristoteles'in gözünde ideal tragedya olan Kral Oidipus örne
ğinde, Sophoklesçi dramanın rütbelerini fark etme konusunda pek zorluk
yoktur. Oidipus'un ruhu, tıpkı kişiliği gibi şüphe götürmeyecek derecede
soyludur. Ancak onun bilmesi uygun olmayan bir şeyi bilme yönündeki tale
bi -bunu kendisini o yasak bilgiden uzak tutmak için uyaran haberci Tiresi
as'a yönelik sürekli kötü muamelesinde görürüz- onun trajik kusurudur. Se
yirciler, gerçeğin ifşa olması karşısında yaşanan ve sonraki eylemlere de
uzanan korku ve dehşet konusunda Oidipus'la bir olurlar. Ancak eylemlere
olan mesafeleri, onların, tüm insanların maruz kaldıkları son derece insani
nitelikli potansiyel sefalet düğümünden kurtulmalarını sağlar.
Aristotelesçi şema halihazırda canlıdır ve Kral Oidipus'a uygulanırkenki
ne benzer bir kolaylıkla başka Shakespeare tragedyalarına pekala uygulana
bilir. Kahramanın trajik kusuruna bakıp, örneğin Hamlet'in soylu fakat ka
rarsız, Macbeth'in soylu fakat iktidar düşkünü, Lear'in soylu fakat kibirli ol
duğunu söyleyebiliriz. Peki ama sözünü ettiğimiz bu kahramanlardan bah
settiğimiz şekilde Coriolanus'un soylu ancak gururlu olduğunu söyleyebilir
miyiz? Bence hayır. Coriolanus'un soyluluğu, Hamlet'inki için söz konusu
olduğu gibi hem adalet hem de kesinlik arayan bir zihne dayanmaz. Aynı şe
kilde, Macbeth'te olduğu gibi iktidar isteği üzerinden hesap yapmaz. Ya da
Lear'de olduğu gibi dalkavukluk peşine düşmez.
Doğasının duygusal sertliği açısından, Coriolanus'un seyircilere olan me
safesi, burada sözünü ettiğimiz diğer tüm kahramanlardan, hatta belki de
edebiyattaki diğer tüm kahramanlardan daha büyüktür. Kendilerinde en
azından diğer kahramanların "trajik kusurlarını" saptayabilen son derece in
sani seyircilerle Coriolanus arasında çok ufak bir tanınma bağı vardır ya da
hiç yoktur. Peki ya Coriolanus'un düşüşüne yol açan "trajik kusuru" ? İnsan
sevgisinin nadide bir parçası! Bir erdem ve iyi hayatın temel bir bileşeni ola
rak görülmeyi en çok hak eden nitelik, tam da kahramanı çöküşe götüren ni
telik olur. Böyle Buyurdu Zerdüşt'te yer alan bir başka anakronik Nietzsche'ci
gözleme göre insan için acıma "son günah"tır.5 Eğer Coriolanus'un bizde acı
ma duygusu uyandırdığı söylenebilseydi, bu acıma sadece insani bir düzlem
de yaşanan acımadan tamamen farklı bir düzeyde olacaktı. Bu farklı acıma
nın yönüne göz atarsak, onun, gerçek yüceliğin burada, bu dünyada barına
mayacağı fikrinin yol açtığı bir üzüntüden ileri geleceğini görürüz.
Nietzsche'nin kaderi sevme yönündeki emri, yani amor fati, alternatif bir
Cogito,
sayı:
54, 2008
Coriolanus'un Oidipal Laneti ve Trajik Kurtuluş Sorunu
tragedya görüşüne yol açar. Bu görüşe göre, insanlar en küçük ayrıntıya ka
dar olayların olduklarından farklı olmalarını istemezler. Bu nedenle Nietzs
che, daha önceki bir alıntıda gördüğümüz gibi "[Kral Oidipus'un] diyalektik
çözüm[ün]den duyulan sahici Helen sevinci"nden bahseder. Bu sevinç, "ön
ce, yargıcın yavaş yavaş, tek tek, kendini mahvetme pahasına çözdüğü mü
kemmel oluşturulmuş bir olaylar düğümünü gösterir. Onun [ . . . ] düğümün
ürpertici önkoşullarının keskinliği[ . . . ]nden duyduğu sahici Helen sevinci . . . "
Onun, oyunun coşkusunun her türlü "korku ve acıma"yı bastırdığı yönünde
ki açık iddiası sadece Aristotelesçi görüşe ters düşmekle kalmaz, seyirci için
tamamen faklı bir deneyimi varsayar. Tabii Yunanlı seyircilerin tragedyaları
tam olarak nasıl deneyimlediklerini kontrol etmenin yolu yoktur.
Aristoteles'in görüşlerine güvenmeyi umabiliriz, zira o, Dionysosçu festi
vallere katılmış Yunanlılardan biridir. Ancak Aristoteles hayatının büyük bir
bölümünü Yunan tiyatrosunun altın çağından sonra yaşamıştır ve kendisi
her konuya yönelik bilimsel yaklaşımın yaratıcısıdır. Bu yaklaşım, bölümle
re ayırmayı ve parçaların çözümlemesini yapmayı, sonra da bu parçaların
bütünle -ki bu bütün ister doğa (Fizik), ister Ruh (De anima - Ruh Üzerine),
ister Poetika olabilir- olan ilişkileri uyarınca eklemlenmelerini gerektiriyor
du. Bir başka deyişle, Aristoteles belirleyici bir hamleyle her türlü konunun
ele alınışında akılcı süreçleri devreye sokmuştur ve bu, Nietzsche'nin güdü
ve itkiyi yeniden tesis etmesine kadar kimsenin meydan okumadığı bir mi
ras olmuştur.
Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu'nda, tragedya karşılıklı etkilen
meden, mücadeleden ve nihai uzlaşmadan doğmuştur. Güzelliğe, biçime,
düzene ve bireyleşmeye yönelik Apolloncu itki, esrikliğe, dünyeviliğe, çılgın
ca danslara ve bireyin doğanın girdabına kapılışına yönelik Dionysosçu it
kiyle buluşur. Temeldeki birlik, düzensiz Dionysosçu doğanın birliğidir. Bu
yoruma göre, kahraman her şeyden önce soylu bir birey değil, ilksel birlik
ten koparılmış olan uzuvlan parçalanmış Dionysos'tur. Oidipus'un dünyevi
ikameti, başlangıçta koparıldığı doğa birliğine dönmeye yazgılı durumdaki
insanlığa yönelik dönemsel bir ikram olarak görülebilir. Oidipus'a yönelik
acıma, tıpkı bize ve başkalarına yönelik acıma için söz konusu olduğu gibi,
ancak onun gerçek kökeninin unutulması durumunda anlamlı olabilir:
"Çünkü şu bize her şeyden önce, alçalmamız ve yücelmemiz için, net ol
malıdır ki, tüm bir sanat komedisi kesinlikle bizim için, bizim iyileşmemiz
Cogito, sayı: 54, 2008
89
90
Bernard Freydberg
ve yetişmemiz için sahnelenmez, biz o sanat dünyasının asıl yaratıcılan da
değilizdir: ama elbette kendimiz hakkında, o dünyanın gerçek yaratıcısı
nın imgeleri ve sanatsal yansıtılışlan olduğumuzu ve en büyük mevkimizi
sanat yapıtlannın anlamında kazandığımızı kabul edebiliriz - çünkü varo
luş ve dünya ancak estetik bir fenomen olarak bengi haklı çıkanlmıştır: öte
yandan, bizim bu anlamımız hakkındaki bilincimiz elbette tuval üstünde
resmedilmiş savaşçılann, aynı yerde serimlenen savaş hakkındaki bilinçle
rinden pek de farklı değildir."6
Oidipus'a acımak yerine, onu, kendi doğamızın ve kendimizin hakikatini
açığa çıkaran kişi olarak gör. Ecce homo!
O halde Coriolanus hakkında ne diyebiliriz? "Varoluş ve dünyanın bengi
haklı çıkarılışı" bu figür, bu sanat yapıtı aracılığıyla nasıl gerçekleşir? Bu so
ru, yazının başlarında belki de Coriolanus'un daha büyük meydan okuması
olarak gördüğüm şeyi gündeme getirir. Eğer Menenius Agrippa'nın iddia et
tiği gibi Coriolanus "bu dünya için fazla soylu" ise; bir yandan ölçüsü bu
dünyanınkinden farklı olan ve bu dünyanın ölçüsünü kat be kat aşan, bir
yandan da insan sevgisinin en ufak bir zerresini hissederek yegane zayıflığı
nı yaşayan bir insan için varoluş ve bu dünya kendini nasıl haklı çıkarır?
Aristotelesçi kriterde olduğu gibi, Coriolanus'a Nietzsche'ci anlamdaki este
tik haklı çıkarma açısından yaklaşabiliriz, ancak bunu yapmak için farklı bir
düzleme geçmemiz gerekir. Onun bazı hayati açılardan Nietzscheci "üst-in
san" (Übermensch) olarak nitelendirilmesi mümkündür; ancak onun insan
olarak nitelendirilebileceğine şüphe yoktur. Hepimiz gibi o da ailevi güçler
tarafından şekillendirilir; hepimiz gibi o da toplumsal güçler tarafından şe
killendirilir. Tıpkı Oidipus'un kendi gözlerini oymayı ve sürgüne gitmeyi
seçmesi gibi, o da kendini şekillendirmiştir.
Delmore Schwartz, maalesef tıpkı Coriolanus oyununun kendisi gibi göz
ardı edilmiş olan muazzam şiiri "Coriolanus ve Annesi"nde, kendisini ve ha
yatını yeniden şekillendirmek amacıyla geçmişinden kaçmaya çalışan sür
gündeki Coriolanus'un ruhunda olup bitenleri hayal eder: suyun kenarında
diz çöker, eğilir ve suya bakıp kendi kırışıklarla dolu yüzünü görür, bedeni
nin sessizlikte yol açtığı sesten dolayı hayrete düşecek şekilde öksürür ve
hapşırır! Ani bir soğuk yüzünden, bedeninin zayıflığı ve inançsızlığı nede
niyle. Yüzünü, kalın dudaklarını, kıvırcık saçlarını, kocaman burun delikle
rini, geniş alnını görür. Bu, derinlemesine görüş [vision] ve karar anıdır.
Cogito, sayı: 54, 2008
Coriolanus'un Oidipal Laneti ve Trajik Kurtuluş Sorunu
Kendisine ait olan o yüze bakarken, kendi hayatını ve reddedilen hayatları
ve yapılan seçimleri ve öfke ile hazzın kendiliğindenliğini ve hafızanın soyut
bakışını ve çiçeklerin en tuhafı olan kendi yüzünün kendisine yabancı olu
şunu görür.
Sonra annesinin yüzü kendi yüzünün yerine geçer ve suda ya da gökyü
zünde ürperen ya da titreyen devasa bir imgeye dönüşene kadar gelişip ser
pilir. Sonra, sanki oğlunun konuşmayacağına karar vermiş gibi, ona şunları
söyler:
"Benden ayrılamazsın. Benden ayn bir hiçsin, bensiz yoksun. Nereye gi
dersen git ben seninle olacağım. Senin dudakların benim, ve de senin küre
misali başın ve derin bedenin, sallanan kolların, gücün, düzenin ve çaban,
alışkanlığın, tenin ve giysilerin . . . Seni ben besledim. Sana varlığının her
bir parçasını verdim, ya da sen o parçayı benden aldın. Dilindeki söz be
nim. Benden ayrılma çaban senin acın, senin kötülüğün. Ben senin annen
ya da Roma'yım. Ben Volumnia ya da Roma'yım.
"Ama ben seninim. Sen sana aitsin; dudaklar, yüz, saç, görünüş sana ait,
senin mülkün. Bu senin özgürlüğün. Sen özgürsün. Kendi kendini seçen
sin sen, bir kralsın. Sen benim olsan da sözlerin senin [ . . . ]. Hiçbir şey seni
sınırlayamaz, hiçbir buyruk sana şunu yap demez, seçiminin gerçekliği se
nin için neyse odur, senin bireyselliğin her bir anın yeganeliğini kavrar.
Bu beni aşıyor. Bu senin özgürlüğün. Seç!"7
Coriolanus'un kendi anlamına dair körlüğü, kendisininkini anlayabilen
Oidipus'unkine göre farklı bir düzeye aittir. Caius Marcius kendi insanlığı
karşısında tamamen kayıtsız kalan insandır ve insanlığının kendisini mevcut
kıldığı o bir anı hor görür ve ondan dolayı pişmanlık duyar. "Kendini bil"
şeklindeki Delfoi kehaneti onun için geçerli olmayacaktır, tıpkı kendisinin
ya da başkalarının hayatı ya da genel olarak hayatın anlamı üzerine yapaca
ğı herhangi bir sorgulamanın geçerli olmayacağı gibi. O Sfenks'i serbest bı
rakamazdı, bunun yerine Sfenks ona üstün çıkardı ve o böbürlenerek yürü
yüp giderdi. Kendisinin şeylerin genel düzenindeki anlamı hakkındaki kayıt
sızlığı onu biricik kılar. İnsan görüşünün doğasına dair bir şeyleri açığa çı
karan, tam da onun körlüğüdür. Onun bu kırılganlığa olan kayıtsızlığında,
biz kendi kırılganlığımızla karşılaşırız.
Cogito, sayı: 54, 2008
91
92
Bernard Freydberg
111
Sokrates Theaetetos'a merakın felsefe için tek başlangıç noktası olduğunu
söyler (Theaetetos 1 55d2-3). Biz kendini felsefeye vermiş olanlar, her daim
acemi kalırız. Bu ruhu takip ederek, Oidipus ve Coriolanus gibi trajik figürle
rin dikkatimizi ayakta tutma konusundaki sürekli güçlerinin, felsefi ayrım
çizgisinin her iki tarafındaki alışılmış bilgeliğe yönelik bir meydan okumaya
yol açıp açmadığını merak ediyorum. Bu bilgeliğin kabaca çiziktirilmiş bir
taslağı şöyledir: İngiliz-Amerikan menşeli analitik filozoflar uzun süre bo
yunca bilimsel disiplini felsefi meselelere uygulamayı, hatta süreç esnasında
bu meseleleri değiştirmeyi denediler. Günümüzün kıta felsefesi, özellikle de
Derrida ve Foucault gibi Fransız filozoflarının geniş etkisiyle, temel nitelikli
yönergelerden oluşan bir öze ya da merkeze dair inancı tartışmaya açarak
felsefi geleneği altüst etmeye çalıştılar. Birinci akım, felsefenin fazlalıklardan
arındırıldığı mantıksal bir inşayı [construction] amaçlıyor. İkinci akım ise
felsefenin yapı-sökümünü [deconstruction]. Her ikisi de felsefi düşünce için
çıkış noktası oluşturabilecek bir zeminin varlığını tartışmaya açıyor.
Benim iddiama göre trajik kahramanların günümüz seyircileri ve okurları
üzerindeki nüfuzu, günümüz felsefesindeki parçalılık eğilimine duyulan bir
tepkiyle ya da daha az karmaşık ve sofistike bir döneme nostaljik bir dönüşle
ilgili değildir. Bundan ziyade, trajik kahraman adını verdiğimiz sanatsal ya
ratımlar, biz yirmi birinci yüzyıl insanları için, kuramsal söylemimizde eksik
olan birliği sağlamaya yönelik hayati rolü oynamaktadırlar. Oidipus ve Cori
olanus her zaman için kendileriyle bir olan figürlerdir. Biz parçalanmış insan
lar için, onların estetik varlığı hem en büyük olanak, hem de en büyük tehli
ke gibi görülebilecek bir varoluşu haber veriyor. Birlik kazanmış bir kimlik
olmadan, isimlerimiz sadece farklı ve genellikle çelişen nitelikler çokluğunu
bir arada tutmaya yarayan basit etiketlerdir. Hiçbir esnekliğe izin vermeyen
reddedilemeyecek nitelikteki bir ilkenin birlik kazanmış kimliğine sahip olan
bizler, yardıma muhtaç bir şekilde kaderin rüzgarlarına kapılırız; Hölder
lin'in Odysseus hakkında (belki de haksız yere) söylediği gibi, değerleri ancak
düşük değerli madeni paralarla ölçülebilecek olan zeki ancak dar görüşlü in
sanların oyuncağı gibi muamele görür ve bu şekilde yönlendiriliriz.
Benim kısa sonucum iki bölümden oluşuyor. Bunların ilki Oidipus ve
Coriolanus gibi trajik kahramanların felsefe için taşıdıkları daha genel an
lamla ilgili. Alman idealizminin filozoflarından F. W. J. Schelling (on doku
zuncu yüzyıl başları), felsefenin, Mutlak'ın içrek [esoteric] (kelime anlamıyla
Cogito,
sayı:
54, 2008
Coriolanus'un Oidipal Laneti ve Trajik Kurtuluş Sorunu
"duvarların içindeki") ifadesi, sanatın ise Mutlak'ın dışrak [exoteric] (kelime
anlamıyla "duvarların dışındaki") ifadesi olduğunu düşünüyordu. Hangi tür
den olursa olsun, günümüz felsefesinin herhangi bir tür "mutlak"tan söz et
tiği enderdir.
Buna karşılık bence Schelling'in kavrayışı gücünü tamamen korumakta
dır. Belki de biz bu kavrayışı daha ileri götürebilir ve sanatın felsefeyi ta
mamladığını, günümüz söyleminde eksik olan şeyi sağladığını iddia edebili
riz. Trajik kahramanlar, hatta ve belki de özellikle Antik trajik kahramanlar,
eksik zemini dolduracak şekilde konumlanıyorlar.
Sonucumun ikinci bölümü, Coriolanus hakkındaki, hem oyun hem de
karakter hakkındaki görüşümün özetini içeriyor. Yirminci yüzyılın en bü
yük eseri, ilerlemeye ve biz insanların akılcı doğalarına olan güveni ortadan
kaldırmış olmasıdır. Sadece iyi bilinen birkaç örneği sıralayacak olursak,
Yahudi soykırımı, Kamboçya'daki Ölüm Tarlaları, Afrika'daki soykırımlar
gibi dramatik olaylar her yerde etkisini gösterdi. Bu olaylar, yirminci yüzyı
la girişteki iyimserliği yirmi birinci yüzyıla girişteki kötümserliğe çevirdi ve
bu sürecin en tepesine bitkinlik ve melankoliyi, en altına da kasvet ve umut
suzluğu koydu.
Oidipus, kaderinin nüanslarını kavrayabilen, hatta (Oidipus Kolonos 'ta
oyununda olduğu gibi) kendisiyle uzlaşmayı ve soylu acılarının vasıtasıyla
dayanılmaz psişik yaraları iyileştirmeyi becerebilen olumlayıcı bir kahra
mandır. Bu özelliğiyle o, bizim derin bir ihtiyacımıza karşılık gelmektedir.
Durumun umutsuz olduğunu, insanın verdiği zararın devasız olduğunu söy
lemek, bilebileceğimizden daha fazlasını söylemektir. Platon'un Savun
ma'sındaki Sokrates'in diliyle söylersek, manzara ne kadar kasvetli görünü
yor olursa olsun, bunu söylemek hem aptalca hem de ayıptır.
Öte yandan Coriolanus'un açığa çıkardığı şey, bizim daha derinimize hi
tap edebilir. O olumlayıcı bir kahraman değildir. Aynı şekilde yolculuğu ha
yatın anlamsızlığını gösteren "olumsuz" bir kahraman da değildir o. Cori
olanus için ne düşüş ne de kurtuluş vardır; onun için sadece kaderin aman
sız çarkı vardır. Bu anlamda o hem geleneksel hem de çağımıza uygun bir
kahramandır.
Askeri cesaret ve korkusuzluğun yanı sıra horgören tavrı dolayısıyla belki
de Akhilleus'un en yakın benzeri olan Coriolanus, Schiller'in bu kahramana
yaptığı övgüleri hak eder. Şair Nanie'de, Akhilleus'un ölümünün ardından, gü
zel olan (die Schöne) gittiği ve mükemmel olan (das Volkommene) öldüğü için
Cogito,
sayı:
54, 2008
93
94
Bernard Freydberg
ağlayan tanrı ve tannçalardan bahseder. Aufidias'ın Coriolanus'un ölümü son
rasında düzdüğü övgüler, bu kahramanın hak ettiği onuru gösterir. Aynı şekil
de Coriolanus'un sahneyi düzleştirdiği; bu nedenle Romalılann ve Volscan'la
nn vasatlıklan ve soysuzluklan itibariyle ayırt edilemez hale geldiklerini söyle
mek mümkündür. Kahraman Coriolanus bize, sahnemizin çoğu zaman bir çöl
olduğunu ve bunun böyle olmadığını iddia eden seslerin, tıpkı halk önderleri
Sicinius ve Brutus gibi, vurguncu ve dolandıncı olduklannı açığa çıkanr.
Platon'un Devlet'inde, Sokrates mevcut rejimlerin hiçbirinin felsefe ya da
herhangi bir yüce etkinlik için uygun olmadığını ve insanın umut edebilece
ği en iyi şeyin adil yaşayarak, tanrılan onurlandırarak ve tehlikelerden uzak
durarak bireysel tatmin (agapa) sağlamayı ummak olduğunu söyler. (Ona
göre sonuncusunun -yani tehlikelerden uzak durmanın- yolu belli değildir.)
(496a-497a) Çağımız için de aynı şey geçerlidir. Büyük insanlarımız genel
likle hapse atılıyor ve/veya öldürülüyor ve velinimetlerimiz -bilim adanılan,
sanatçılar, filozoflar, alimler, devlet adanılan, hayırseverler- kıyıda köşede
yaşıyor (yüzeysel bir şöhretin tadını çıkardıkları ender durumlar hariç). Bi
zim dünyamız, güç, servet ve silah biriktirmeyi başarmış olan Sicinius'un ve
Brutus'un torunlarına aittir. Bu, sadece sanatta ve trajik Coriolanus figürü
vasıtasıyla açığa çıkanlan bir dünyanın imgesidir ve bu kahraman, bu ne
denle yakın dikkatimizi hak eder.
İngilizceden Çeviren: Kerem Eksen
Notlar
1 Friedrich Nietzsche, The Birth of Tragedy and The Case of Wagner, Vintage Books, New
York, 1 967, s. 68. [Tragedyanın Doğuşu, Çev.: Mustafa Tüzel, İthaki Yay., İstanbul, 2005,
s. 67.]
2 Friedrich Hölderlin, Werke und Briefe, Cilt 2 , Ed. Beissner & Schmidt, insel Verlag, Frankfurt
anı Main, 1969 , s. 595.
3 Friedrich Nietzsche, On the Genealogy ofMorals, Ecce Homo, Vintage Books, New York, 1 967,
s. 33 . [Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Çev. Ahmet İnam, Say Yay., İstanbul, 2003, s. 42-43.]
4 Gjertrud Schnackenberg, The Throne ofLabdacus, Farrar, Girard & Strauss, New York, 2000,
s. 4-5 .
5 Friedrich Nietzsche, Thus Spoke Zarathustra, Portable Nietzsche'nin içinde, Ed. ve Çev.: Wal
ter Kaufmann, Penguin Books, New York, 1 9 82 , s. 354 .
6 Nietzsche, The Birth of Tragedy, s. 32 [Tragedyanın Doğuşu, s. 48.]
7 Delmore Schwartz, Selected Poems (1 938-58): Summer Knowledge, New Directions, New
York, 1 95 1 , s. 124.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Racine Üstüne*
ROLAND BARTH ES
1. YAPI
Racine'de üç Akdeniz vardır. Eskiçağ, Yahudi ve Bizans Akdenizi. Ama
poetika açısından bakacak olursak bu üç mekan su, toz ve ateşten tek bir
mekan oluşturur. Trajedideki büyük alanlar, deniz ile çöl arasına sıkıştırıl
mış topraklardır, gölge ve güneş mutlak düzeye ulaştırılmıştır. Küçültül
müşlüğün yoğunluğunu anlamak ve belli "zorunluluklar"a uyan Racine tra
jedisinin, yazarının hiç görmemiş olduğu şu yerlerle ne kadar da uyum için
de bulunduğunu kavramak için bugün Yunanistan'a gitmek yeterli olacaktır:
Thebai, Buthro, Trezen; birer köydür trajedinin bu önemli merkezleri.
Phedre'in öldüğü Trezen çorak, taş yığınlarıyla berkitilmiş küçücük bir tepe
dir. Güneşli, dupduru, apaçıktır, bomboş bir dış alan vardır; yaşam gölgede
sürer, hem dinginlik, hem gizlilik, hem karşılıklı ilişki hem de yanılgıdır.
Hatta ev dışında gerçek soluk yoktur: dışarısı çalılıktır, çöldür, hiç düzen
lenmemiş bir alandır. Racine'deki yerleşme yerinin bir tek kaçış düşü vardır:
O da denizdir, gemilerdir: Sözgelimi Iphigenie'de rüzgar esmediği için bütün
bir halk trajedinin tutsağı olarak kalır.
*
Bu metin Roland Barthes'ın Sur Racine ( Paris, Seuil,
1963) adlı kitabındaki ''L'Homme
racinien" ("Racine İnsanı") başlıklı bölümün "La Structure" ("Yapı") adlı alt bölümünden
(s. 1 5-6 8 ) kısaltılarak dilimize çevrilmiştir. R. Barthes'ın söz konusu yapıtı Fransa'da La
Nouvelle critique (Yeni Eleştiri) akımının ilk örneklerinden biri olarak kabul edilir. (ç.n.)
Cogito,
sayı:
54, 2008
96
Roland Barthes
Oda
Sözünü ettiğimiz coğrafi düzen, ev ile ev dışının, Racine sarayı ile onun
arka planının özel ilişkisini destekler. Kurala uygun olarak tek sahne görül
mesine karşın trajedinin üç mekanı bulunduğu söylenebilir. Önce Oda var
dır [Fr. chambre]: Mitsel mağaranın uzantısı olan bu mekan, Gücün gizlen
diği, görünmeyen ve korkunç bir yerdir: Sözgelimi Neron'un odasıdır,
Assuerus'ün sarayıdır, Yahudi tanrının yaşadığı en kutsal ;nekandır. Söz ko
nusu korkulu mekanın yerini Racine trajedilerinde kralın (Amurat [Murat],
Mithridate, Thesee) sürgün yeri alır sık sık; Kralın yaşayıp yaşamadığı asla
bilinmediği için korkutucudur bu yer. Kişiler bu belirsiz yerden ancak say
gıyla, büyük korkuyla söz ederler, oraya adım atmaya pek cesaret edemez
ler, önünden korkuyla geçerler. Oda aynı zamanda İktidarın hem konutudur
hem de özüdür; çünkü İktidar gizden başka bir şey değildir: Onun biçimi iş
levini tüketir: görünmez olmasıyla yok eder: Sözgelimi Bayezit'de ölümü ge
tirenler, gizli Gücün o müthiş tepkisizliğini, durağanlığını, sessizlik ve ka
ranlık ile uzatanlar dilsizler ve zenci Orcan'dır.
Oda, trajedinin ikinci mekanı olan Ara-Oda'ya [Fr. anti-chambre] bitişik
tir; burası bütün bağımlılıkların, sıkıntıların değişmez yeridir, çünkü asıl
burada beklenir. Ara-Oda (yani gerçek anlamda sahne) bir geçiş ortamıdır;
hem içeriyle ve dışarıyla, hem Güçle ve Olayla, hem gizli olanla ve ortalıkta
olanla benzer yanları vardır; olayın yeri dünya ile sessizliğin yeri Oda arası
na sıkışmış Ara-Oda dilin mekanıdır: Burada, şeylerin lafzı ile anlamı ara
sında yitip gitmiş olan trajedi insanı, kanıtlarını dile getirir. Trajedi sahnesi
demek ki tam anlamıyla gizli değildir; 1 daha çok kör bir noktadır, sırdan
açılmaya, dolaysız korkudan dile getirilen korkuya kaygılı geçiş yeridir: Ko
kusu sezilen tuzaktır, bu yüzden de trajedi kişisi buradaki zorunlu duruşun
da, bekleyişinde her zaman için son derece hareket halindedir (Yunan traje
disindeyse belli bir yerde bekleyen korodur, Sarayın önüne yerleştirilmiş da
iresel mekan olan ve orkhestra denilen alanda hareket eder).
Oda ile Ara-Oda arasında, bitişikliği ve karşılıklı ilişkiyi, avcı ile avının
burun buruna gelmesini korkutucu biçimde dile getiren bir trajedi nesnesi
vardır, Kapı'dır bu. Kapı'da tehlikeye karşı uyanık olunur, tir tir titrenir; ka
pıyı aşmak hem bir iç kışkırtısıdır hem de bir yasağı çiğnemedir: Sözgelimi
Agrippine'in bütün gücü Neron'un kapısında sergilenir. İktidar Ara-Oda'yı
gözetlemek ya da orada bulunan kişiyi şaşkına çevirmek istediğinde gerekli
olan ve Kapı'nın yerine geçen etkin bir öğe vardır, Perde'dir bu (Britannicus,
Cogito,
sayı:
54, 2008
Racine Üstüne
Esther, Athalie); Perde (ya da dinleyen Duvar) gizlemek için hazırlanmış kı
pırtısız bir madde değildir, o bir gözkapağıdır, maskelenmiş Bakış'ın simge
sidir, öyle ki Ara-Oda çepeçevre özne-uzam tarafından sarılmış nesne-yer
dir; demek ki Racine sahnesi bir yandan görünmeyenin öte yandan da izle
yicinin gözünde ikili bir gösteri niteliği kazanır (bu karşıtlığı en iyi Baye
zit'in Sarayı dile getirir).
Trajedideki üçüncü mekan Dışarısı'dır. Ara-Oda'dan Dışarı'ya hiçbir ge
çiş yoktur; Ara-Oda ile Oda nasıl birbirine bitişikse Dışarısı da Ara-Oda ile
birbirine doğrudan doğruya bitişiktir. Bu bitişiklik, tiyatro sanatı açısından
trajedi alanının çizgisel denebilecek özelliğiyle dile getirilir: Yani Saray'ın
duvarları denizin içine iner, merdivenler kalkmaya hazır gemilere açılır,
surlar çatışmanın hemen üstünde yer alan balkondur; ve eğer gizli yollar
varsa, bunlar da artık trajedinin dışında kalır, çoktan kaçış noktası olmuş
lardır bile. Demek ki trajediyi trajedi-olmayandan, olumsuzlanmasından
ayıran çizgi çok incedir, neredeyse soyuttur; sözcüğün alışılmış anlamıyla
bir sınır söz konusudur burada: trajedi saf olmayana karşı, kendi kendisi ol
mayan her şeye karşı hem tutsak etme hem de koruma altına almadır.
Üç dış mekan: ölüm, kaçış, olay
Dışarısı gerçekten de trajedi-olmayanın yayılma alanıdır; üç mekan var
dır Dışarıda: ölümün mekanı, kaçışın mekanı, olayın mekanı. Fiziksel ölüm
asla trajedi alanına ait değildir: Bunun, kurallara uygunluk gereği olduğu
söylenir; 2 ancak kurallara uygunluğun tensel ölümde bir yana attığı şey, tra
jediye yabancı olan bir öğedir, bir "saf olmayıştır", ürpertici gerçekliğin yo
ğunluğudur; çünkü trajedideki tek düzen olan dilin düzenine ait değildir ar
tık o: Trajedide asla ölünmez, çünkü hep konuşulur. Buna karşılık, sahne
den dışarı çıkmak, kahraman için şöyle ya da böyle ölüm demektir: Roxane'ın [Roksan] Bayezit'e birçok kez çıkın dışan demesi ölüm kararlarıdır; bu
hareket bir dizi çıkışın örneğini oluşturur, celladın kurbanını öldürtmek için
onu kovması ya da uzaklaştırması yeterlidir, sanki dışarıdaki havayla en kü
çük teması kurbanı ortadan kaldıracakmış ya da yıldırımla çarpacakmış gi
bidir. Pek çok Racine trajedisinde kurbanlar bu trajedi yeri tarafından artık
korunmadıkları için ölürler; oysa bu kişiler söz konusu trajedi yerinin ken
dilerine ölüm derecesinde acı çektirdiğini söylemişlerdir (Britannicus,
Bayezit, Hippolyte). Trajedi ortamının dışında kurbanın ağır ağır tükendiği
bu dışarıda ölümün başlıca görünümü, Berenice'in Doğu dünyasıdır, kahraCogito,
sayı:
54, 2008
97
98
Roland Barthes
manlar burada hiç durmadan trajedi-olmayan alana çağırılırlar. Daha genel
olarak belirtirsek, Racine insanı, trajedi alanının dışına çıktığında, sıkılmaya
başlar: Her türlü gerçek mekanı bir tutsaklıklar zinciri gibi kat eder (Oreste,
Antiochus, Hippolyte): Can sıkıntısı burada açıkça ölümün yerini tutan bir
öğedir: Dili kesintiye uğratan her davranış yaşamı durdurur.
İkinci dış mekan, kaçışın mekanıdır: Ancak, kaçıştan yalnızca alt tabaka
dan yakın kişiler söz edebilir; sırdaşlar ve önemsiz kişiler (Acomat, Zares)
kahramanlara, her Racine trajedisinde gelip geçen yığınla gemiden birine
binip kaçmalarını sürekli salık verirler; bu da trajedinin olumsuzlanmasının
ne kadar yakın ve kolay olduğunu göstermek içindir (Racine'de bir tek ha
pishane-gemi vardır, o da esir alınmış Eriphile'in kendisini kaçıran adama
aşık olduğu gemidir). Dışarısı zaten şaşmaz olarak ayrı bir mekandır, yani
trajedi-dışı olan bütün kişilere bırakılmış ve onlara ayrılmış bir mekandır,
tıpkı gettonun tersi gibidir; çünkü burada tabu olan mekanın genişliğidir,
ayrıcalık olansa darlıktır: Trajediyi olay bakımından beslemekle görevli sır
daşlar, hizmetkarlar, elçiler, saygın hanımefendiler ve muhafızlar yığını Dı
şan'ya giderler, Dışarı'dan gelirler: Onların girişleri ve çıkışları işaret ya da
edim değil de görevdir. Her trajedinin uçsuz bucaksız (ve alabildiğine ve
rimsiz) toplanma yeri olduğu bu mekanda, söz konusu kişiler kahramanı
gerçek ile uygunsuz bir temastan koruyan, onu yapmak eyleminin bayağı
denebilecek entrikasından kurtaran yan resmi sekreterlerdir, olayı ona, ha
zırlanmış, salt neden haline indirgenmiş olarak aktarırlar. Dış mekanın
üçüncü işlevi budur: Bu işlev, eylemi bir tür karantinaya almaktır; oraya,
olayları seçip ayırmakla, her birinden trajedinin özünü çıkarmakla ve sah
neye, haber adı altında arıtılmış, anlatı adı altında yüceltilmiş dışarıyla ilgili
parçalar (savaşlar, intiharlar, geri dönüşler, cinayetler, şölenler, mucizeler)
getirmekle görevli yansız bir topluluk girebilir ancak. Çünkü trajedi demek
salt dilin bu düzeni karşında eylem, "saf olmayış"ın ta kendisidir.
Her iki mekanın, yani iç(erisi) ile dış(ansın)ın fiziksel açıdan uyumsuzlu
ğunu hiçbir şey, Racine'in Bayezit'te ustaca betimlediği ilginç zamansal
uyumsuzluk olgusundan daha iyi gösteremez: Dışarı'nın zamanı ile kapalı
yerin zamanı arasında, verilen haberin zamanı vardır; öyle ki, alımlanan
olay ile meydana gelen olayın aynı olup olmadığı konusunda hiç emin olu
namaz. Dışarıdaki olay sonuç olarak asla bitmiş değildir, salt nedene dönü
şümünü tamamlamaz. Ara-Oda'ya kapanmış, dışarıdan yalnızca sırdaşının
getirdiğiyle beslenen kahraman, çaresiz bir belirsizlik içinde yaşar: Olayı
Cogito,
sayı:
54, 2008
Racine Üstüne
tam olarak bilemez. Hep fazladan bir zaman, hatta mekanın zamanı vardır:
Tam da Einstein'a özgü olan bu sorun trajedideki eylemlerin çoğunluğunu
oluşturur. Sonuç olarak, Racine'de topografya aynı tarafa yöneliktir: Her
şey trajedi mekanına yönelir, ama her şey oraya yapışıp kalır. Trajedi yeri,
iki korku, iki fantasma arasında şaşınp donakalmış bir yerdir: Yaygınlığın ve
derinliğin yeridir burası.
Sürü
Trajedi kahramanının ilk tanımı şöyle yapılabilir: Kahraman içeri kapa
tılmış, ölmeden dışarıya çıkamayacak olan kişidir: Sınırlar içinde olması ay
rıcalığıdır, tutsaklığıysa ayırıcı özelliğidir. Paradoksal olarak özgür olmala
rıyla tanımlanan hizmetkarlar takımı çıkarılıp alınsa trajedi yerinde geriye
ne kalır ki? Hareketsizliğiyle orantılı ihtişamlı bir sınıf. Peki ya bu sınıf ne
reden gelmektedir?
Bazı yazarlar3 şunu ileri sürmüşlerdir: Tarihimizin en eski zamanlarında
insanlar yabani sürüler halinde yaşarlardı; her sürü en güçlü erkeğin boyun
duruğu altındaydı; bu erkek, kadın, çoluk çocuk demeden, mal mülk ayrımı
yapmadan her şeye sahipti. Oğullarının elinden nesi var nesi yok her şeyini
alırdı, babanın gücü onların, göz diktikleri, istedikleri kadınlara, kız kardeş
lere ya da annelere sahip olmalarını engellerdi. Oğullar babalarında kötü bir
rastlantıyla kıskançlık uyandırdıklarındaysa acımasızca öldürülür, iğdiş edi
lir ya da kovulurlardı. Yine aynı yazarlar şunu da söylemişlerdir: Bu yüzden
oğullar sonunda babalarını öldürmek ve onun yerine geçmek için birleştiler.
Baba öldürülünce oğulların arası açıldı; oğullar onun mirasını almak için
açgözlülükle çekiştiler ve ancak uzun bir kardeş kavgası döneminden sonra
aralarında akla yatkın bir ittifak kurmayı başardılar: Her biri anneye ya da
kız kardeşe göz dikmekten vazgeçti, böylece ensest ilişki tabu olarak kurul
muş oldu.
Burada anlatılan, her ne kadar hikayeden başka bir şey değilse de, yine
de bütün Racine tiyatrosunu oluşturur. Racine'in on bir trajedisinden tek bir
temel trajedi yaratılsa, Racine'deki elli kadar kişiden oluşmuş kalabalık, ör
nek bir tür topluluk halinde düzenlense, bu toplulukta ilkel sürünün figürle
rine ve eylemlerine rastlanır: Baba evlatlarının (Amurat, Mithridate, Aga
memnon, Thesee, Mardochee, Joad, hatta Agrippine) yaşamının kayıtsız
şartsız sahibidir; kadınlar aynı zamanda anne, kız kardeş ve sevgilidirler, on
lara hep göz dikilir, ender olarak sahip olunur (Andromaque, Junie, Atalide,
Cogito,
sayı:
54, 2008
99
1 00
Roland Barthes
Monime); erkek kardeşler her zaman birbirlerine düşmandırlar, çünkü he
nüz ölmemiş olan ve kendilerini cezalandırmaya gelen bir babanın mirasını
ele geçirmek için çekişirler (Eteocle ve Polynice, Neron ve Britannicus, Phar
nace ve Xiphares); son olarak bir de, babanın şiddeti ile onu yok etme gerek
liliği arasında ölürcesine kıvranan oğul vardır (Pyrrhus, Neron, Titus, Phar
nace, Athalie). Ensest ilişki, erkek kardeşler arasındaki rekabet, babanın kat
ledilmesi, oğlun yıkıcılığı, işte bütün bunlar Racine tiyatrosunun temel ey
lemleridir.
Biz burada neyin canlandırıldığını pek iyi bilemeyiz. Darwin'in varsayı
mına göre çok eski bir folklorik temel mi, insanlığın pek sosyalleşmemiş bir
durumu mu söz konusudur? Yoksa Freud'un varsayımına göre psikenin, her
birimizin çocukluk döneminde oluşturulmuş ilk öyküsü mü söz konusudur?
Ben doğrusu, Racine tiyatrosu, tutarlılığını, tarihin ya da insan psikesinin
çok gerilerinde yer alan bu eski anlatının düzeyinde bulmuştur ancak diye
düşünüyorum:4 Dilin arılığı, aleksandrenin [on iki hece] incelikleri, "psiko
loji"nin belirginliği, metafiziğin uygunluğu, burada incecik koruyucular ha
lindedir; arkaik temel hemen şuracıkta, çok yakındadır. Bu ilk eylemi ger
çekleştirenler sözcüğün modern anlamıyla kişiler değildir; Racine, döne
mindeki gibi onlara daha yerinde bir deyişle aktörler adını vermişti; aslında
burada farklılıklarını medeni durumlarından değil de kendilerini kapalı tu
tan genel görünüş içindeki yerlerinden alan maskeler söz konusudur; onları
kimi kez işlev ayırt eder (sözgelimi baba oğla karşı çıkar), kimi kez de soyla
rının en gerideki figürüne göre özgürleşme dereceleri (Pyrrhus Neron'dan,
Pharnace Xiphares'ten, Titus Anthiochus'ten daha özgür bir oğlu temsil
eder; Hermione Andromaque'tan daha az esnek bir sadakati canlandırır).
Bu yüzden Racine söylemi, bölünmeyen büyük dilsel bloklar sunar, sanki
farklı sözlerin arasından bir tek ve aynı kişi konuşuyormuş gibidir; bu derin
söze göre Racine dilinin son derece katışıksız olan bölümlenişi gerçek bir
çağrı gibi işlev görür: Dil özellikle aforizmalar biçimindedir, gerçekçi değil
dir; daha çok da alıntıya yöneliktir.
İki Eros
Demek ki trajedinin birimi birey değil de figürdür, daha doğrusu, onu ta
nımlayan işlevdir. İlkel sürüde, insan ilişkileri başlıca iki kategoride topla
nır: Bunlar göz dikme bağıntısı ile otorite bağıntısıdır; Racine'de de takınak
halinde bulunanlar bunlardır.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Racine Üstüne
Racine'de iki Eros vardır. Birincisi varlıgı çok eskilere dayanan bir toplu
luktaki sevgililerin arasında doğar. Sevgililer birlikte yetiştirilmişlerdir, ço
cukluktan beri birbirlerini severler ya da biri öbürünü sever (Britannicus ve
Junie, Anthiochus ve Berenice, Bayezit ve Atalide); aşkın oluşumu burada
belli bir süreye yayılır, aşk fark edilmeden olgunlaşır; sonuç olarak iki part
ner arasında bir dolayım vardır; zamanın, Geçmiş'in, kısacası bir meşrulu
ğun dolayımıdır bu: Aşkın meşruluğunu da ana babalar kurmuştur: Sevilen
kadın bir kız kardeştir, ona göz dikilmesine izin vardır, dolayısıyla sorun ya
ratmaz; bu aşk, kız kardeş Eros'u olarak adlandırılabilir; geleceğinde sıkıntı
yoktur, başına ancak kendi dışından bir aksilik gelebilir; başarısının da kö
keniyle ilgili olduğu söylenebilir: Böyle bir aşk dolayım aracılığıyla doğmayı
kabul ettiğinden mutsuzluk onun için kaçınılmaz değildir.
Öbür Aşk ise tersine dolayımsız bir aşktır; aniden doğar; oluşumunda
hiçbir gizliliğe yer yoktur, mutlak bir olay tarzında ortaya çıkıverir, genel
olarak beklenmedik belirli geçmiş zamanın kullanımı ile dile getirilir (Onu
[erkeği] gördüm; ondan [kız ya da kadından], hoşlandım vb). Bu Olay-Eros
Neron'u Junie'ye, Berenice'i Titus'e, Roxane'ı Bayezit'e, Eriphile'i Achille'e,
Phedre'i Hippolyte'e bağlayan Eros'tur. Kahraman, Eros'ta kıskıvrak yaka
lanmış, tıpkı bir kaçırma olayındaki gibi bağlanmıştır, bu yakalanma da
her zaman görsel türdendir: Sevmek görmek demektir. Söz konusu iki
Eros birbiriyle bağdaşmaz, birinden öbürüne, hayranlık-aşktan (sonu hep
umutsuzdur) süre-aşka (hep umut edilir) geçilemez. Racine'deki başarısız
lığın temel biçimlerinden biridir bu. Kuşkusuz mutsuz aşık, hayranlık
uyandırmayı başaramamış olan erkek, her zaman dolayımsız Eros'un yeri
ni kız kardeş Erosunun yerine geçecek bir şeyle doldurmaya çalışabilir;
sözgelimi onu sevme nedenlerini sıralayabilir, bu başarısız ilişkiye bir do
layım getirmeyi deneyebilir, bir nedenselliğe başvurabilir, görüle görüle
sonunda sevilebileceğini, kız kardeş aşkının temeli olan bir arada yaşama
nın, sonunda bu aşkı doğuracağını düşünebilir. Ama bunlar nedenlerdir
kesinlikle, yani kaçınılmaz başarısızlığı gizlemeye yönelik bir dildir. Kız
kardeş aşkı daha çok bir ütopya olarak, çok eskilerdeki ya da çok uzak bir
gelecekteki bir ufuk olarak sunulmuştur (kurumsal versiyonu, evlilik ola
caktır, bu da Racine için son derece önemlidir) . Gerçek Eros, resmedilmiş
olan, yani traj ik tabloda hareketsiz kılınmış olan dolayımsız Eros'tur.
Özellikle de yırtıcı bir Eros olduğu için, bir görüntü fiziği, sözcüğün ger
çek anlamıyla bir görme sanatı [optik] gerektirir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
1O1
1 02
Roland Barthes
Racine'deki aşıkların yaşıyla da güzelliğiyle de ilgili bir şey bilmeyiz.
Phedre'in genç bir kadın, ya da Neron'un bir delikanlı, Berenice'in olgun bir
kadın, Mithridate'ın hala baştan çıkarıcı bir erkek olup olmadığını anlamak
için arada bir mücadele ederiz. Dönemin yaygın kurallarını biliriz elbette;
on dört yaşındaki bir genç kıza, onurunu kırmadan aşk ilanı yapılabileceğini
ve kadının otuz yaşına geldikten sonra çirkinleştiğini biliriz, biliriz ama, bu
nun pek de önemi yoktur: Racine'e özgü güzellik, her zaman adlandınldığı
için soyuttur; Racine, "Bayezit sevimlidir", "Berenice'in güzel elleri vardır"
der; böylece kavram bir bakıma nesneden kurtulur. Denilebilir ki burada
güzellik anatomik bir durum değil görgü kurallarına bir uygunluk, bir sınıf
sal özelliktir. Bedenin nitelikleri diye adlandırabileceğimiz şey içinde hiçbir
çabanın yeri yoktur.
( . . . ) Racine'de cinsiyet, trajedi figürlerinin kendi aralarındaki temel du
ruma bağımlıdır, bu da bir güç ilişkisidir; Racine tiyatrosunda karakterler
yoktur (bu nedenle kişilerin bireyselliği üstünde tartışmak, Andromaque'ın
koket, Bayezit'in cesur olup olmadığını öğrenmeye çalışmak kesinlikle boşu
nadır), sözcüğün neredeyse biçimsel anlamıyla yalnızca durumlar vardır:
Her şey varlığını güçler ve zayıflıkların genel toplaşmasındaki yerinden alır.
Racine dünyasının güçlüler ve güçsüzler, zorbalar ve tutsaklar halinde bö
lünmesi bir bakıma cinsiyetlerin bölüştürülmesine de yayılır; biyolojik cinsi
yetleri göz önüne alınmadan bazılarını erkekliğe bazılarını da kadınlığa yö
nelten şey onların güç bağıntısı içindeki durumlarıdır. Erkeksi kadınlar vardır ( . . . ). Kişilikleri gereği değil durumları gereği kadınsı olan erkekler vardır.( . . . )
Temel ilişki
(. . )
.
Racine'de çatışma temel özelliktedir, yazarın bütün trajedilerinde buna
rastlanır. Biri seven öbürü sevmeyen iki varlığı karşı karşıya getirebilecek
bir aşk çatışması kesinlikle söz konusu değildir burada. Temel bağıntı bir
otorite bağıntısıdır, aşk ise ancak bunu açığa vurmaya yarar. Bu bağıntı öyle
genel, öyle biçimsel niteliktedir ki ben de hiç duraksamadan bunu ikili bir
denklem halinde gösterebilirim:
A B'nin üstünde her güce sahiptir
A B'yi sever, B onu sevmez.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Racine Üstüne
Ama burada asıl belirtilmesi gereken, otorite bağıntısının aşk bağıntısına
da yayılmış olmasıdır. Aşk bağıntısı çok daha kolay elden kaçar: Maskelene
bilir (Athalie ve Joas), sorunlu olabilir (Titus'ün Berenice'i sevdiği kesin de
ğildir), artık sorun yaratmaz (Iphigenie babasını sever), ya da tersi söz ko
nusudur (Eriphile zindancısını sever). Otorite ilişkisi ise tersine, değişmez
ve açıktır, bellidir; bir trajedi boyunca yalnızca aynı çifti ilgilendirmekle kal
maz; sağda solda bölüm bölüm ortaya çıkabilir. Çeşitli biçimlerde bulunabi
lir, bazen genişlemiştir, bazen sarsılmıştır ama her zaman ayırt edilebilir
durumdadır. Sözgelimi Bayezit'te otorite ilişkisi ikiye bölünür: Amurat,
Roxane üstünde, Roxane da Bayezit üstünde her güce sahiptir. Buna karşı
lık Berenice'te ikili denklem ayrışır: Titus Berenice üstünde her güce sahiptir
(ama onu sevmez); Berenice Titus'ü sever (ama onun üstünde hiçbir gücü
yoktur): Burada zaten trajediyi geliştirmeyen de rollerin iki değişik kişiye
ayrılmasıdır. Demek ki denklemin ikinci öğesi birinci öğeye göre işlevseldir:
Racine tiyatrosu bir aşk tiyatrosu değildir. Konusu, genel olarak bir aşk du
rumunun içinde bir gücün kullanılmasıdır (ama bu zorunlu değildir, sözge
limi Aman ile Mardochee'nin durumunu düşünelim): Racine' in şiddetS ola
rak adlandırdığı da bütünlüğü içindeki bu durumdur; onun tiyatrosu şidde
tin tiyatrosudur.
(. . .)
Saldın teknikleri
Otorite ilişkisi gerçek bir işlevdir: Tiran ve uyruğu birbirlerine bağlıdır
lar, biri öbürü ile yaşar, varlıklarını birbirlerine göre olan durumlarından
alırlar. Burada kesinlikle bir düşmanlık bağıntısı söz konusu değildir. Ra
cine' de sözcüğün derebeylikteki ya da Comeille'deki alışılmış anlamında as
la hasım yoktur; Racine tiyatrosundaki şövalye tavırları olan tek kahraman
Alexandre'dır ( . . . ) ve Alexandre trajik bir kahraman değildir. Birbirlerine
düşman olmak için anlaşan düşmanlar vardır, yani bunlar aynı zamanda
birbirlerinin yardımcısıdırlar. Kavga biçimi çarpışma değil de hesaplaşma
dır: Ortadan kaldırmaya gitme söz konusudur.
A'nın bütün saldırıları B'ye hiçliğin varlığını vermek amacındadır: So
nunda öteki'ni bir hiçlik olarak yaşatmak, yadsınmasını var etmek, yani sür
dürmek söz konusudur, onun varlığını çalmak ve çalınmış durumdan B'nin
yeni varlığını oluşturmak söz konusudur. Sözgelimi A, B'yi bütün olarak ya
ratır, onu hiçlikten çekip çıkarır ve yeniden oraya istediği kadar daldırır
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 03
1 04
Roland Barthes
(Roxane Bayezit'e bunu yapar); onda bir kimlik bunalımına yol açar: Trajedi
de en iyi baskı, öteki'ni ben kimim sorusunu sormaya zorlamaktır (Eriphile,
Joas). Ya da A, B'ye salt bir yansımanın yaşamını verir; ayna ya da kopya te
masının her zaman için bir engelleme teması olduğu bilinen bir şeydir: Bu
temaya Racine'de çok fazla rastlanır: Neron Agrippine'in yansımasıdır, ay
nasıdır, Antiochus Titus'ün, Atalide Roxane'ın aynasıdır. Zaten bu ayna ba
ğımlılığını dile getiren bir nesne vardır Racine'e özgü: Perdedir bu: A bir per
denin arkasına gizlenir tıpkı bir görüntü kaynağının bir aynanın arkasına
gizlenmesi gibi. Ya da A, B'nin kabuğunu bir tür polisiye saldırıyla kırar:
Agrippine oğlunun sırlarını öğrenmek ister, Neron Britannicus'ü delip ge
çer, onu tam bir saydamlığa dönüştürür. (. . . )
Görüldüğü gibi burada haksız sahiplenmeden çok engelleme, yoksun bı
rakma söz konusudur (ve Racine sadizminden de işte bu noktada söz edile
bilir): A geri almak için verir, onun saldırı tekniği budur; B'den yarım kal
mış bir zevkin (ya da bir umudun) acısını çıkarmaya çalışır. Agrippine, öl
mekte olan Claude'un, oğlunun ağladığını görmesine engel olur, Junie
Neron'un elinden tam da onun kendisini yakaladığını sandığı anda kaçıp
kurtulur, Hermione Andromaque'ı Pyrrus'ten saklamaktan zevk alır( . . . ).
Bütün bu sözü edilen hiçliğe indirgemelerin ortak silahı Bakış'tır: Öte
ki'ne bakmak, onun düzenini bozmak, sonra da onu bozulmuş düzeni içinde
sabit kılmak demektir, yani onu bizzat hiçliğinin varlığı içinde tutmaktır.
B'nin karşılığı bütünüyle söz'ünde yatar. Söz burada gerçekten zayıfın sila
hıdır. O mutsuzluğunu asıl dile getirirken zorbaya ulaşmaya çalışır. B'nin ilk
saldırısı yakınmadır( . . . ) Uyruğun ikici silahı ölüm tehdididir( . . . )
( . . . ) En yaygın trajik ölüm, en saldırgan olduğu için intihardır kuşkusuz.
İntihar zorbaya yönelik doğrudan bir tehdittir. Sorumluluğunun canlı bir
temsilidir; ya şantajdır ya da cezalandırmadır( . . . )
Bölünme
Burada bölünmenin [parçalanmanın] trajedi evreninin temel yapısı oldu
ğunu anımsatmak gerekir. Hatta bölünme trajedi evreninin belirtisi ve ayrı
calığıdır. Sözgelimi yalnızca trajedi kahramanı bölünme yaşar; sırdaşlar ve
yakınlar kendi içlerinde tartışma yaşamazlar, alternatifleri değil de çeşitli
eylemleri kestirmeye çalışırlar. Racine'deki bölünme kesinlikle ikilidir; olası
olan, Racine'de, kendi karşıtından başka bir şey değildir. Bu temel parçalan
ma hiç kuşkusuz Hıristiyanlıkla ilgili bir görüşü yansıtır; ama din dışı göCogito,
sayı:
54, 2008
Racine Üstüne
rüşlerin temsilcisi olan Racine'de manikeizm yoktur: Önemli olan ikili işle
vin kendisidir, işlevin öğeleri değildir. Racine insanı iyi ile kötü arasında
mücadele etmez: o yalnızca mücadele eder, hepsi budur; sorunu yapı düze
yindedir, kişi düzeyinde değildir. 6
En açık biçimiyle bölünme ilkin kendi kendisiyle sürekli çatıştığını sanan
ben'i [Fr. je] yakalar. Aşk burada her iki bölümün billurlaşmasını hızlandı
ran bir tür katalizör gücüdür. Monolog ise bölünmenin kendi anlatımıdır.
Racine'deki monolog zorunlu olarak iki karşıt üyeyle eklemlenmiştir (Yok
canım . . . , Ne yani. . . , vb.); monolog gerçek bir tartışıp karar verme değildir,
bölünmenin konuşan bilincidir. Çünkü kahraman her zaman kendi dışında
ki bir güç, çok uzak ve korkunç bir öte dünya tarafından harekete geçirildiği
ni hisseder, onun oyuncağı olduğunu düşünür; bu güç, kişiliğinin zamanını
bile bölebilir, kendi belleğini bozabilir ve onu yolundan döndürecek, sözgeli
mi aşktan kine geçirecek yeterli güce sahiptir. Bölünmenin Racine kahra
manının normal durumu olduğunu da eklemek gerekir; kahraman birliğine
ancak vecit anlarında, kesinlikle ve paradoksal olarak kendinde olmadığı sı
ralarda kavuşur: Öfke bu parçalanan ben'i çok hoş biçimde dondurur, katı
laştırır. Elbette bölünme yalnızca benliği değil, sözcüğün mitsel anlamıyla
figürü de yakalar. Racine tiyatrosu birbirinin benzerleriyle, kopyalarıyla do
ludur, bunlar bölünmeyi sürekli olarak sahneye taşırlar: Sözgelimi Eteocle
ve Polynice, Taxile ve Cleofile, Hector ve Pyrrhus, Burrhus ve Narcisse, Ti
tus ve Antiochus, Xiphares ve Phamace, Neron ve Britannicus, vb .. Yarattığı
acı ne olursa olsun bölünme kahramanın başlıca sorununu, yani sadakati
iyi kötü çözümlemesine yardımcı olur: Bölünmüş olan Racine insanı bir ba
kıma kişisel geçmişinden uzaklara, kendinin oluşturmadığı bir dış geçmişe
doğru sürgün edilmiştir. Onun sıkıntısı, kendisine sadakatsiz, öteki'ne de
fazlasıyla sadık olmaktır. Parçalanmayı, partnerine kabul ettirme cesareti
olmadığı için kendinde sabitleştirdiği söylenebilir: Celladıyla kaynaşan kur
ban kendi kendisinden kısmen kopar. İşte bu yüzden bölünme yaşamaya da
olanak verir: Ayakta kalmak için ödenen bedeldir: Burada bölünme hastalık
ve çarenin kapalı, anlaşılmaz anlatımıdır.
Baba
Kimdir bu kahramanın bir türlü ayrılamadığı kişi? İlkin -yani en açık bi
çimde- Baba'dır. Gerçek olarak ya da gücül olarak bulunmadığı bir trajedi
yoktur babanın.7 Onu zorunlu olarak ne kan, ne cinsiyet hatta ne de iktidar
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 05
1 06
Roland Barthes
oluşturur; varlığı önce gelmiş olmasıdır: Ondan sonra gelen ondan çıkmış,
kaçınılmaz olarak da bir sadakat sorunsalının yükümlülüğü altına girmiştir.
Baba geçmişin kendisidir. Tanımı, özel niteliklerinin (kan, otorite, yaş, cin
siyet) çok gerisinde kaldığı için o gerçekten ve her zaman bütünlüğü olan
bir Baba'dır: Doğal niteliklerin ötesinde o önemli bir olgudur, geri döndürü
lemez özelliktedir: Olmuş olan şey vardır, Racine'deki zamanın statüsü de
budur. 8 Bu kimlik Racine için doğal olarak, silinmez olana, onarılamaz ola
na adanmış dünyanın mutsuzluğudur. Baba işte bu açıdan ölümsüzdür:
ölümsüzlüğünü, yaşamasından çok geri dönmesi gösterir: Mithridate,
Thesee, Amurat (zenci Orcan'ın görünümü altında) ölümden geri dönerler
ve oğla (ya da küçük erkek kardeşe, bu aynı şeydir) Baba'nın asla öldürüle
meyeceğini anımsatırlar. Baba'nın ölümsüz olduğunu söylemek Önce'nin
değişmez olduğu anlamına gelir. Baba'nın (geçici olarak) bulunmadığı du
rumlarda her şey bozulur; geri döndüğündeyse her şey başkalaşır: Baba'nın
bulunmayışı kargaşa yaratır, Baba'nın geri dönüşü hatayı var eder.
Racine metafiziğinde çok değerli bir yer tutan kan, Baba'nın yaygın ola
rak yerini alan bir öğedir. Her iki durumda da biyolojik bir gerçeklik değil
de temelde bir biçimdir söz konusu olan. Kan daha yaygın bir Önce olma
durumudur, bundan dolayı da Baba'dan daha müthiştir: Bir ağaç gibi tutan
zaman-aşırı bir Varlıktır: Tutar, yani tek kütle olarak sürer ve sahip olur, alı
koyar, tuzağa düşürür. Demek ki Kan sözcüğün tam anlamıyla bir Yasa'dır,
bu da bir bağ, bir yasallık anlamına gelir. Oğulun yapmasına izin verilebile
cek tek hareket, kopmak değil de uzaklaşmaktır. Burada Racine tiyatrosun
daki otorite ilişkisinin oluşturucu çıkmazını, sonu felaket yaratabilecek al
ternatifini buluyoruz: Ya oğul Baba'yı öldürür, ya da Baba oğlu ortadan kal
dırır: Racine'de evlat katilliği baba katilliği kadar çoktur.9 ( . . )
.
Hata
Trajedi temelde Tanrı davasıdır, ama sonu gelmeyen, askıya alınan ve
geri döndürülen davadır. Bütün Racine, çocuğun babasının kötü olduğunu
keşfettiği ama yine de onun çocuğu olarak kalmak istediği o paradoksal an
da yatar. Bu çelişkiden bir tek çıkış yolu vardır (asıl trajedi de budur) : Oğul
Baba'nın hatasını üstlenmelidir ( . . . ). Baba haksız yere göz açtırmaz. Onun
darbelerinin haklı, yerinde olabilmesi için bunları geriye doğru hak etmek
gerekecektir. Kan da kesinlikle bu geriye doğru geçerliliği iletme aracıdır.
Trajedide her kahramanın masum olarak doğduğu söylenebilir: O Tanrı'yı
Cogito,
sayı:
54, 2008
R.acine Üstüne
kurtarmak için kendini suçlu kılar. Racine teolojisi tersine çevrilmiş bir gü
nahtan kurtulrnadır: Burada Tanrı'yı kurtaran insandır. Bu durumda
Kan'ın (ya da Yazgı'nın) işlevinin ne olduğu görülmektedir: Kan insana
suçlu olma hakkını verir. Kahramanın suçluluğu burada işlevsel bir gerekliliktir( . . . ) İnsan dernek ki suçunu, sahip olduğu en değerli şey olarak tut-
malıdır( . . . )
Sırdaş
Başarısızlık ile kötü niyet arasında yine de olanaklı bir çıkış vardır; bu di
yalektik çıkışıdır. Trajedi bu çıkışı bilir, bilir ama onu, işlevsel figürünü sıra
danlaştırarak kabul edebilmiştir ancak: Sırdaştır sözü edilen figür. Racine'in
döneminde rolün modası geçmek üzeredir, belki anlamını artıran da budur.
Racine'de sırdaş, kahramana bir tür feodal bağ ile, sadakat ile bağlıdır; bu
bağ ondaki gerçek bir benzeri, bir kopyayı, büyük olasılıkla çatışmanın ve
çözümünün her türlü bayağılığını üstlenecek temsilciyi belirtir; kısaca, tra
jedinin trajedi-olmayan bölümünü, dilin önemsizleştiği, gündelik kullanıma
dönüştüğü ikincil bir bölgede sabitleştirecek bir delegeyi belirtir. Kahrama
nın dogmatizmi ile sırdaşın arnpirizrninin sürekli olarak karşıtlaştığını bili
riz ( . . . ) Sırdaş için dünya vardır; sırdaş sahneden çıkınca gerçeğin içine gi
rebilir ve oradan geri dönebilir: Önemsizliği heryerdeliğine izin verir. Bu çı
kış hakkının ilk sonucu, onun için evrenin kesinlikle çatışkılı olmaktan kur
tulrnasıdırlO ( . . . ) Kahraman biçimler, alrnaşrnalar, işaretler dünyasında ya
şar. Kuşkusuz, "tutkunun" sesine karşılık aklın sesidir o ( fazlasıyla budala
bir akıldır ama ne de olsa akıldır biraz); ancak bu onun özellikle olanaksıza
karşılık olanaklıyı dile getirdiği anlamına gelir; başarısızlık kahramanı oluş
turur; onu aşan, ondan daha üstün bir şeydir; sırdaşın gözündeyse başarı
sızlık kahramanla ilgilidir, ona bağlı bir olurnsallıktır. Önerdiği ve her za
man alternatifi dolaylı kılmaktan ibaret olan başarısız çözümlerin diyalektik
özelliği de buradan kaynaklanır.
Kahramanla ilgili olarak sırdaşın yaptığı dernek ki "iştah açıcı" nitelik
tedir; önce sırrı açar, kahramanda, ikileminin tam bulunduğu noktayı ta
nımlar; açıklama yapmak ister. Uyguladığı teknik kabaymış gibi görünür,
ama denenmiş bir tekniktir: Yaptığı şey kahramanı kışkırtmaktır, bunu da
onun girişimine karşıt olan bir varsayımı kendisine saflıkla göstererek ya
par. Çatışma karşısında sırdaşın önerdiği davranışlar ise tam olarak diya
lektiktir, yani sonucu çarelere bağımlı kılar. Bu davranışların en yaygın
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 07
1 08 Roland Barthes
olanları kaçmak (trajik ölümün trajik olmayan anlatımıdır), beklemek (yi
neleme zamanının karşısına gerçeğin olgunlaşma zamanını koymak de
mektir), yaşamaktır (yaşayınız; bütün sırdaşların dillerinden düşürmediği
yaşayınız sözü, trajik dogmatizmi bir başarısızlık ve ölüm ifadesi olarak
belirtir özellikle: Kahramanın kurtulabilmesi için yaşamı bir değer olarak
görmesi gerekir). ( . . . )
İşaretlerden korkma
Kahraman kendini kapamıştır. Sırdaş bir an bile onun çevresinden ayrıl
maz ama onun içine de sızamaz; karşılıklı olarak durmadan konuşurlar an
cak konuşmaları hiç kesişmez. Çünkü kahramanın kapalılığı bir korkudur,
bu aynı zamanda çok derin ve çok dolaysız bir korkudur, insan ilişkisinin
tam da yüzeyindeki durumlardan beslenir: Kahraman bir işaretler dünya
sında yaşar, onların kendisiyle ilgili olduğunu bilir, ama bu işaretler kesin
değildir. Yazgı, onları hiç doğrulamadığı gibi üstelik aynı işareti farklı ger
çekliklere uygulayarak karışıklıklarını daha da artırır; Kahraman bir anlama
güvenir güvenmez, burada bir müdahale olur, işin içine bir şey karışır, kah
ramanı ayırır, karışıklığa ve düş kırıklığına iter: bu nedenle dünya kahrama
na "renkler"e bürünmüş görünür, oysa renkler tuzaktır. Sözgelimi sevilen
nesnenin kaçışı (ya da onun yerine geçen sessizlik) korkunçtur çünkü ikinci
derecede bir belirsizliktir; kaçış olduğundan asla emin olunmaz: Olumsuz
olan nasıl olur da bir işaret oluşturabilir, hiçlik anlam belirtebilir? Anlamlar
cehenneminde, kaçış işkencelerin ilkidir (kin kahramana çok büyük bir gü
ven verir, çünkü özellikle kinin kendisi kesindir).
Dünya yalnızca çiftin ilişkisine indirgenmiş olduğundan, sürekli olarak
sorgulanan, bütünüyle öteki' dir; kahraman çok büyük, acı veren çabalar
gösterir bağlı olduğu partneri okumak için. Ağız, sahte işaretlerin yeri oldu
ğundan okur sürekli olarak yüze yönelir: Ten nesnel bir anlamın umudu gi
bidir: Alın, çıplak ve parlak bir yüz gibidir, almış olduğu ileti açıkça burada
yer eder; ve gözler, hakikatin son kertesidir. Ama en kesin olan işaret kuşku
suz şaşırtan işarettir: Sözgelimi bir mektuptur: bu durumda kesin olan mut
suzluk taşkın bir sevince dönüşür ve sonuçta eyleme yol açar; bu da Ra
cine'in huzur dediği şeydir ( . . . )
Cogito,
sayı:
54, 2008
Racine Üstüne
Logos ve Praksis
Racine trajedisinin gün ışığına çıkardığı, dilin gerçek evrenselliğidir. Dil
burada, coşkulu bir artışla, başka yerlerde başka davranışlara düşen işlevleri
içine çeker; bunun neredeyse politeknik bir dil olduğu söylenebilir: Organ
dır, görme duyusunun yerini tutabilir, tıpkı kulağın görüyor olması gibi;
duygudur, çünkü sevmek, acı çekmek, ölmek burada konuşmaktan başka
şey değildir; maddedir, korur ( . . . ); düzendir, kahramana saldırganlıklarını
ya da başarısızlıklarını aklama ve bundan dünyayla bir uyum düşü çıkarma
olanağı verir; ahlaktır, tutkuyu hak'a çevirme yetkisini verir. Racine trajedi
sinin anahtarı belki de şudur: Konuşmak, yapmaktır, Logos Praksisin işlev
lerini üstlenir ve onun yerine geçer: Dünyanın bütün düş kırıklığı, sözün
içinde toplanır ve günahlarından arınır, yapma ediminin içi boşalır, dilin içi
dolar. Burada laf kalabalığı değildir elbette söz konusu olan, Racine tiyatro
su geveze bir tiyatro değildir (Corneille tiyatrosu Racine'inkine göre daha
gevezedir), harekete geçmek ve konuşmak art arda gelir ve birbiriyle ancak
hemen ayrılmak için birleşir. Denilebilir ki söz burada eylem değil de tepki
dir. Bu durum belki de Racine'in, biçimsel olan zamanda birlik kuralına çok
kolayca uyduğunu açıklar: Racine'e göre konuşulan zamanın gerçek zaman
la çakışması hiç de güç değildir, çünkü gerçeklik sözün kendisidir; bu ne
denledir ki Berenice'i dramatürjisinin modeli yapmıştır Racine: Burada ey
lem, sınırsız bir söz yararına hiçliğe yönelir.
Trajedinin temel gerçekliği demek ki bu eylem-sözdür. İşlevi apaçık orta
dadır: Güç Bağıntısını dolaylı kılmaktır. Acımasızca bölünmüş bir dünyada,
trajedi insanları ancak saldırganlık diliyle iletişim kurarlar: Kendi dillerini
oluştururlar, bölünmelerini dile getirirler; durumlarının gerçekliği ve sınırı
dır bu. Logos umut ile düş kırıklığı arasındaki değerli bir turnike gibi çalışır:
Başlangıçtaki çatışmaya üçüncü bir öğe (konuşmak, süregelmek demektir)
sağlar, bu durum da tam olarak bir eylemdir; sonra geri çekilir, yeniden dil
olur, bağıntıyı yeniden dolayımsız bırakır ve kahramanı kendisini koruyan
temel başarısızlığın içine daldırır yeniden. Trajedinin bu logos'u diyalektik
bir yanılsamanın ta kendisidir, çıkışın biçimidir, ama yalnızca biçimidir:
Kahramanın sürekli gelip tosladığı yalancı kapıdır, bu da sırasıyla ya bir ka
pının resmi olur ya da kapının gövdesi.
Şu paradoks Racine'deki logos'un çılgın özelliğini açıklar: Racine'de hem
sözcüklerin kıpır kıpır oluşu ve sessizliğin çekiciliği, hem de güç düşü ve
durma şiddeti söz konusudur. Sözün içine hapsolmuş çatışmalar burada döCogito,
sayı:
54, 2008
1 09
1 1 O Roland Barthes
nüp dönüp başladıkları noktaya gelirler elbette, çünkü hiçbir şey öteki'nin
konuşmayı sürdürmesini engellemez. Dil sonu gelmez ve sonsuz derecede
olanaklı olan görüş değiştirmelerin o nefis ve de müthiş dünyasını resme
der: Buradan da saldırganlıkla ilgili bitip tükenmez bir tür yapmacıklı üslup
doğar; Racine'de buna sık rastlanır: Kahraman tartışmayı sürdürmek, daya
nılmaz sessizlik zamanını geciktirmek için kendini abartılı biçimde budala
yerine koyar. Çünkü sessizlik gerçek olan yapma eyleminin bir baskınıdır,
her trajedi mekanizmasının yıkılmasıdır: Söze son vermek, geri döndürüle
mez bir sürece girişmektir. Demek ki Racine trajedisinin gerçek ütopyası
kendini gösterir: Bu, sözün çözüm olacağı bir dünyanın ütopyasıdır; ama
söz aynı zamanda o dünyanın gerçek sınırını da belirler: Yani olasılık diye
hiçbir şey yoktur. Dil asla bir kanıt değildir: Racine'in kahramanı kendini
asla kanıtlayamaz: Kimin kiminle konuştuğu hiçbir zaman bilinmez. 1 1 Tra
jedi yalnızca kendi kendine konuşan bir başarısızlıktır.
Ama olma ve yapma arasındaki çatışma burada görünme düzleminde çö
züme kavuştuğu için bir gösteri sanatı temellendirilmiş olur. Racine trajedi
sinin, başarısızlığa estetik bir derinlik verme konusunda yapılmış en zekice
girişimlerden biri olduğu kesindir: Gerçekten de başarısızlığın sanatıdır;
olanaksızın gösterisinin son derece girift bir kuruluşudur Racine tiyatrosu.
Bu bakımdan mite karşı koyar gibidir; çünkü mit çelişkilerden yola çıkar ve
giderek bunların dolayımına yönelir: 1 2 Oysa trajedi tersine, çelişkileri don
durur, dolayımı reddeder, çatışmayı açık tutar; Racine'in bir miti, trajediye
çevirmek için her ele alışında, bunu hep bu miti tanımamak, felce uğratmak
ve ondan kesinlikle kapalı bir hikaye yaratmak için yaptığı doğrudur. Ama
kesinlikle estetik nitelikli, derin bir düşüncenin egemenliğinde, belli bir bi
çim içine kapanmış, gerçek bir Racine trajedisinden söz edebileceğimiz bi
çimde oyundan oyuna sistemli kılınmış ve sonraki kuşaklar tarafından da
hayranlıkla ele alınan miti yadsıma olgusunun kendisi mitsel hale gelir: Tra
jedi mitin başansızlığının mitidir. Sonuç olarak trajedi diyalektik bir işleve
doğru yönelir: Başarısızlığın gösterisini yaparak başarısızlığı aşabileceğine,
dolayımsıza olan tutkudan kalkarak da bir dolayım yapabileceğine inanır.
Her şey yıkıldıktan sonra trajedi gösteri olarak, yani dünya ile bir uyum ola
rak kalır.
Fransızcadan Çeviren: Sema Rifat
Cogito,
sayı:
54, 2008
Racine Üstüne
Notlar
2
3
4
5
6
7
Racine'de mekanın kapalılığı için bkz. Bemard Dort, Huis Clos racinien, Cahiers Renaud
Barrault, VIII.
Atalide sahnede intihar eder ama sahne dışında can verir. Hiçbir şey davranış ile gerçekliğin
aynlmasını bundan daha iyi açıklayamaz.
Daıwin ve Atkinson; daha sonra Freud tarafından ele alınmıştır (Moi'se et le monotheisme,
s. 1 2 4 ).
"Racine bize insanı olduğu gibi değil de içinde bulunduğu durumun biraz altında ve kendisi
dışında olduğu durumda betimler; bu, tiyatro söz konusu olmasa, ailenin öbür üyelerinin,
doktorlann, mahkemelerin tam da gerçekten kaygılanmaya başlayacaklan ana denk düşen
bir betimlemedir." (Ch. Mauron, L'Jnconscient dans l'ceuvre et la vie de Racine).
Şiddet: "Birini istemediği bir şeyi yapmaya zorlama."
Şunu da anımsatalım ki bölünme bir nevroz durumunun ilk özelliğidir; her nevrozlu kişinin
benliği bölünmüştür ve dolayısıyla gerçek hayatla olan ilişkileri sınırlıdır (Nunberg, Prin
cipes de psychanalyse, P.U.F., 1 9 57).
Racine tiyatrosundaki babalar: La Thebai'de: CEdipe (Kan). Alexandre: (Tann-Baba). -An
dromaque: Yunanlılar, Yasa (Hermione, Menelas). - Britannicus: Agrippine. Berenice: Ro
ma (Vespasianus). - Bayezit: Amurat, ağabey (Roxane'ın delegesi). Mithridate: Mithridate.
- Iphigenie: Yunanlılar, tannlar (Agamemnon) . - Phedre: Thesee. - Esther : Mardochee. Athalie: Joad (Tann).
Racine'deki zaman konusunda bkz. G. Poulet, Etudes sur le temps humain.
1 7 . yy'da baba katilliği [Fr. parricide] sözcüğü otoriteye (Baba, Hükümdar, Devlet, Tannlar)
yöneltilen her türlü saldınyı belirtirdi.
"Öznelcilik ve nesnelcilik, tinselcilik ve maddecilik, etkinlik ve edilginlik gibi karşıtlıklar ça
tışkılı özelliklerini yalnızca toplumsal varoluş içinde yitirirler . . . " (Marx, Manuscrit economi
co-philosophique ).
Psikolojik açıdan Racine kahramanının sahiciliği sorunu çözümsüzdür: Titus'ün Berenice'e
olan duygulannın bir gerçekliğini tanımlamak olanaksızdır. Titus Berenice'ten aynldığı an
da, yani Logos'tan Praksis'e geçtiği anda gerçek duruma gelir.
Cl. Levi-Strauss, Anthropologie structurale, bölüm XI. (Plon).
-
-
-
8
9
1O
11
12
Cogito,
sayı:
54, 2008
111
Trajedi, Pablo Picasso, ahşap üzerine yağlıboya,
1903.
Sonbahar M itosu: Tragedya*
NORTH ROP FRYE
Tragedya kuramının diğer üç mitosla karşılaştınldığında genel hatlarıyla
daha sağlam duruşunu her zamanki gibi yine Aristoteles'e borçluyuz ve ala
nı daha iyi tanıdığımız için, tragedyayı nispeten kısaca ele alabiliriz. Traged
ya olmasa, bütün kurmaca edebiyat metinlerini, örneğin arzu giderme ya da
tiksinme gibi duygusal bağlanmaların ifadesi olarak akla yatkın bir biçimde
açıklamak mümkün olurdu: bir anlamda, tragedya metinleri, edebiyat dene
yiminde tarafsızlık özelliğinin teminatı işlevini görür. İnsan karakterini ha
kiki doğal temellere dayandırma anlayışı, edebiyata büyük ölçüde Yunan
tragedyaları sayesinde girmiştir. Romanslarda karakterler büyük ölçüde ha
yalidir; taşlamada karikatürleşirler, komedyada karakterlerin eylemleri mut
lu son geleneğine uygun biçimde eğilip bükülür. Tragedyanın bütün özellik
lerini taşıyan bir eserde başkarakterler hayalden azat edilmiştir fakat bu öz
gürleştirme aynı zamanda bir kısıtlamadır, çünkü doğanın düzeni sürmek
tedir. Tragedya hayaletler, alametler, cadılar ya da kahinlerle dolu olsa bile,
trajik kahramanın sorunlarından kurtulmak için bir lambayı ovalayarak ça
ğırdığı cine başvuramayacağını biliriz.
Komedya gibi, tragedyayı da tiyatro eserleri aracılığıyla incelemek en iyi
si ve en kolayıdır; fakat tragedyanın sınırlarının tiyatro oyunları ya da fela
ketle sonuçlanan eylemlerle çizildiğini söylemek doğru olmaz. Tragedya ol
duğu söylenen ya da tragedyalarla birlikte sınıflandınlan tiyatro oyunları,
Cymbeline gibi dinginlikle, hatta Alkestis ya da Racine'in Esther'i gibi mutlu
*
Northrop Frye'ın Anatomy of Criticism kitabından alınmıştır. (Princeton University Press,
1 973, s. 206-223).
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 14
Northrop Frye
sonla ya da Philoktetes gibi tanımlaması zor bir duyguyla bitebilir. Diğer
yandan, oyuna hakim olan kasvetli ruh hali trajik yapının bütünlüğünü sağ
layan parçalardan biridir, ancak bu duyguya yoğunlaşmak trajik etkiyi güç
lendirmez: öyle olsaydı, Titus Andronicus'un Shakespeare'in en güçlü tra
gedyası kabul edilmesi gerekirdi. Trajik etkinin köklerini, Aristoteles'in de
işaret ettiği gibi, trajik mythos'ta, yani olay örgüsünde aramalıyız.
Basmakalıp eleştirilerden biri de komedyanın bir sosyal grup içindeki ka
rakterleri ele almaya meylettiği, oysa tragedyanın genellikle bireye odaklan
dığı yönündedir. İlk makalemizde, tipik trajik kahramanın niçin tanrısal ve
"fazlasıyla insan" arasında bir yerde olduğunu düşündüğümüzü açıklamış
tık. Aynısı, ölen tanrılar için de geçerli olmalıdır; tanrı Prometheus ölmez,
ancak "ölenlere" (brotoi) ya da "ölümlü" insanlara sempati duyduğu için acı
çeker ve onun acısında tanrısallıktan uzak bir yan vardır. Trajik kahraman
bizlerle kıyaslandığında olağanüstüdür; ancak onun yanında, izleyicinin
karşısında olan bir şey daha vardır ve bununla kıyaslandığında trajik kahra
man bile küçük görünür. Bu diğer şey Tanrı, tanrılar, kader, kaza, talih, ge
reklilik, koşullar bunların birleşimi olabilir; ama bu şey ne olursa olsun,
onunla aramızda arabuluculuk yapan, trajik kahramandır.
Trajik kahraman genellikle kader çarkının üst noktasında, yeryüzünde
yaşayan insan toplumuyla gökyüzündeki daha büyük şeyin arasındadır. Pro
metheus, Adem ve İsa gökyüzüyle toprak arasında, cennetsel özgürlük dün
yasıyla esaret dünyası arasında asılıdırlar. Trajik kahramanlar insanlık man
zarasında öyle yüksek zirvelerdir ki, çevrelerindeki kudretin kaçınılmaz ilet
kenleri gibi görünürler; bir öbek ot değil, üzerine yıldırım düşme olasılığı
daha yüksek olan uzun ağaçlara benzerler. Bir iletken, tanrısal yıldırımların
kurbanı olduğu gibi aracısı da olabilir elbette: Milton'un Samson'u kendisiy
le birlikte Filistin tapınağını da yerle bir eder; düşüşe geçen Hamlet'in Dani
marka sarayını yok etmesine ramak kalır. Nietzsche'nin "bütün değerleri ye
niden değerlendirmenin" dağ zirvesi havası dediği şey yapışmıştır trajik
kahramanın üzerine: eylemleri gibi düşünceleri de, onlara sahip olduğu için
sürüklenip cehenneme götürülse bile, bize ait değildir. Hitabet becerisinin
ya da nezaketinin altında gizemli bir sakınganlık yatar. Bu sakınganlık neta
meli kahramanlarda -Timurlenk, Macbeth, Creon- bile rastladığımız bir
özelliktir ve insanların kötü, hatta zalim bir adam için sadakatle canını vere
bileceğini, ama aynı ayrıcalığın sevimli, arkadaş canlısı bir adama tanıma
yacağını hatırlatır. Başkalarının en güçlü bağlılığını kazananlar, hal ve tavırCogito,
sayı:
54, 2008
Sonbahar Mitosu: Tragedya
larıyla bu bağlılığa muhtaç olmadıklarını en iyi biçimde belli edebilenlerdir
ve Hamlet'in nezaketinden Aias'ın asık suratlı acımasızlığına, trajik kahra
manlar sadece onlar sayesinde görebildiğimiz, güçlerinin ve kaderlerinin
kaynağı olan o ötedeki şeyle görüş alışverişi halinde olmanın gizemiyle çev
relenmişlerdir. Yeats'i büyüleyen sözcüklerle ifade etmek gerekirse, trajik
kahraman kendisi yerine "yaşamayı" hizmetkarlarına bırakır ve tragedyanın
merkezinde -genelde olduğu üzere kahramanın bir parçası olsa bile- kötü
karakterin ihaneti değil, kahramanın yalıtılmışlığı yer alır.
Ötedeki şeye gelince, ona verilen adlar çeşitlilik gösterebilir ancak teza
hür ediş biçimi genelde aynıdır. Metnin bağlamı Yunan, Hıristiyan ya da be
lirsiz de olsa, tragedyanın, var olan ve değiştirilemez bir yasanın ifşasına ze
min hazırladığı görülür. Trajedi tiyatrosu alanında beşinci yüzyılda Atina'da
ve on yedinci yüzyılda Avrupa'da görülen büyük gelişimin, İonia ve Röne
sans biliminin yükselişiyle eş zamanlı oluşu tesadüf olamaz. Böyle bir dün
ya görüşüne göre, doğa, insan kanunlarının mümkün olduğunca öykündü
ğü, kişisel olmayan bir süreçtir ve insanla doğa yasasının bu doğrudan iliş
kisi ön planda yer alır. Yunan tragedyasında kaderin tanrılardan daha güçlü
olması aslında tanrıların öncelikle doğa düzenini onaylamak için var oldu
ğuna ve yasayı veto edebilecek hakiki kudrete sahip olan bir karakterin, tan
rısal nitelikler taşısa bile, bu gücü kullanmak istemeyeceğine işaret eder. Hı
ristiyanlıkta da İsa karakterinin Baba'nın gizemli emirleriyle olan ilişkisi
için aynısını söylemek mümkündür. Benzer biçimde, Shakespeare'in eserle
rindeki trajik süreç de, sebebi, açıklaması ya da içerdiği ilişkiler ne olursa
olsun basitçe oluvermesi açısından doğaldır. Karakterler, bizi eğlence için
öldüren tanrılar ya da kaderimizi biçimlendiren tanrısallık kavramlarını el
yordamıyla arayabilir, ancak tragedya eylemi sorularımıza tahammül et
mez; bu gerçek sıklıkla Shakespeare'in kişiliğinde de yansımaktadır.
Yasa (dike) tasavvuru, en temel biçimiyle lex talionis ya da öç [göze göz
dişe diş] kavramı gibi işler. Kahraman bir husumete neden olur ya da bir
düşmanlığı miras alır ve intikamcının dönüşü felaketi meydana getirir. İnti
kam trajedisi basit bir trajik yapıya sahiptir ve çoğu basit yapılar gibi çok
güçlü olabilir, en karmaşık tajedilerde bile sıklıkla ana izlek olarak kullanı
lır. İntikamı kışkırtan ilk eylem karşıt ya da karşılayıcı bir harekete dönüşür,
hareketin tamamlanması da trajedinin çözümüdür. Bu formül öyle sık uy
gulanır ki, komedyanın üç bölümlük şenlikli devinimi karşısında, tragedya
nın bütüncül mythos'unun ikili bir karakteri olduğunu iddia edebiliriz.
Cogito,
sayı: 54,
2008
1 15
1 1 6 Northrop Frye
Ancak intikamı tanrılar, hayaletler ya da kahinler aracılığıyla başka bir
dünyadan getirmenin de sık başvurulan bir araç olduğunu gözden kaçırma
malıyız. Bu araç, hem doğa hem yasa kavramlarını genişleterek apaçık orta
da olanla somut olanın sınırlarının ötesine taşır. Ancak hala trajik eylemin
ortaya koyduğu doğal yasa sayıldığından, bu kavramları aşmış sayılmaz.
Burada, trajik kahramanın doğanın dengesini bozuşuna şahit oluruz; doğa,
görünen ve görünmeyenden oluşan iki krallıkta da geçerli olan bir düzen
olarak tasavvur edilir ve trajik kahramanın bozduğu denge er ya da geç ken
dini düzeltecektir. Bu dengenin düzelişi, Yunanların nemesis dediği şeydir:
bir daha belirtelim ki, nemesis'in aracı ya da aracısı insan intikamı, doğaüs
tü intikam, tanrısal intikam, ilahi adalet, kaza, kader ya da olayların gereği
olabilir ama önemli olan nemesis'in gerçekleşmesi ve Oidipus Tyrannus ör
neğinde olduğu gibi, olaylara dahil olan insan güdülerinin ahlaki nitelikle
rinden etkilenmeden, kişisel olmayan biçimde gerçekleşmesidir. Oresteia'da,
bir dizi intikam hareketinin yönlendirişiyle, ahlak yasasının da dahil olduğu
ve tanrıların bilgelik tanrıçası kişiliğinde desteklediği evrensel bir öze, doğal
yasanın son bir tasavvuruna ulaşırız. Nemesis, tıpkı Hıristiyanlıktaki karşılı
ğı olan Musa şeriatı gibi, yürürlükten kaldırılmamış, aksine onun gerekleri
yerine getirilmiştir: Furia'ların temsil ettiği mekanik ya da keyfi bir yeniden
kurulmuş düzen aracılığıyla geliştirilir, mantıklı açıklaması Athena tarafın
dan yapılır. Athena'nın ortaya çıkışı Oresteia'yı bir komedyaya dönüştürmez,
aksine oyunun trajik imgelemini netleştirir.
Tragedyayı açıklamak için sıkça başvurulan iki adet indirgeyici formül
vardır. İkisi de tam anlamıyla yeterli sayılmaz ama yine her ikisi de neredey
se yeterlidir ve çelişkili oldukları için, tragedya hakkında en uçlardaki ya da
sınırlayıcı görüşleri ifade ederler. Bunlardan biri, bütün tragedyaların, gücü
sınırsız, dışsal bir kaderi sergilediği kuramıdır. Ve tabii ki tragedyaların bü
yük çoğunluğu kişisel olmayan gücün üstünlüğü ve insan çabasının sınırlılı
ğına dair düşüncelerle haşhaşa bırakır bizi. Fakat tragedyanın kaderci indir
gemeciliği trajik koşullarla trajik süreci birbirine karıştırır: bir tragedyada,
kaderin kahraman için dışsallaşması, çoğunlukla ancak trajik sürecin başla
masından sonra gerçekleşir. Yunan ananke ya da moira'sı, normal ya da tra
jik-öncesi haliyle, hayatın doğal dengeleyici koşulunu oluşturur. Tıpkı adale
tin dürüst bir adamın içsel koşulu, fakat bir suçlunun dışsal hasmı olması
gibi, ancak hayatın ihlal edilmiş bir koşulu haline geldikten sonra dışsal ya
da karşıt bir kaçınılmazlık olarak ortaya çıkar. Zeus'a Aigisthos'un hyper
Cogito,
sayı:
54, 2008
Sonbahar Mitosu: Tragedya
maron, yani kaderin ötesinde olduğunu söylettiren Homeros, tragedya kura
mı açısından son derece önemli bir ifade kullanmıştır.
Tragedyanın kaderci indirgemeciliği, tragedya ile tersinleme arasındaki
farkı ortaya koymaz ve kaderin trajedisinden değil, ironisinden söz etmemiz
de yine oldukça anlamlıdır. Tersinlemenin merkezinde olağanüstü bir ka
rakter olması gerekmez; şayet tek hedeflenen ironiyse, kahraman ne kadar
soluksa ironi de o denli keskin olur. Tragedyaya karakteristik görkemini ve
canlılığını kazandıran, formülüne eklenen kahramanlıktır. Trajik kahrama
nın geçmişinde, elini uzatsa tutabileceği, çoğunlukla olağandışı, hatta sıklık
la neredeyse tanrısal bir kader vardır ve bu ilk imge tragedya boyunca unu
tulmaz. Tragedya retoriği en usta şairlerin üretebileceği en seçkin söyleyim
leri talep eder ve felaket tragedyanın olağan sonuyken, aynı ölçüde önemli
bir büyük görkem, bir yitirilmiş cennet, felaketi dengeler.
Tragedyanın diğer indirgemeci kuramı şöyledir: trajik süreci harekete
geçiren eylem öncelikle, insani ya da tanrısal fark etmez, ahlaki bir yasa
nın ihlali anlamına gelmelidir; kısacası, Aristoteles'in hamartia ya da "ku
sur" dediği şeyin, günah ya da kötülükle temel bir bağlantısı olmalıdır.
Trajik kahramanların büyük çoğunluğunun, düşüşlerini ahlaki açıdan an
laşılır kılan bir hybris'e, yani mağrur, tutkulu, saplantılı ya da ihtiraslı bir
zihne sahip olduğu da doğrudur. Komedyada mutlu sonun, genellikle ha
ince kılık değiştirmiş bir kölenin ya da kadın kahramanın temsil ettiği al
çakgönüllü bir eylem olması gibi, böyle bir hybris de felaketi hızlandıran
olağan etkenlerden biridir. Aristoteles'te, trajik kahramanın hamartia'sı,
Aristoteles'in etik proairesis ya da özgür irade kavrayışıyla ilişkilendirilir
ve Aristoteles'in, tragedyanın ahlaki, hatta neredeyse fiziksel açıdan anla
şılabilir olduğunu düşündüğü ortadadır. Ancak Aristoteles'in tragedya gö
rüşünde merkezi bir öneme sahip olan arınma kavramının tragedyanın
ahlaki indirgemeleriyle bağdaşmadığı da öne sürülmüştür. Acıma ve deh
şet ahlaki duygulardır ama trajik koşullarla ilgili olmalarına rağmen ona
bağlı değildirler. Shakespeare, acıma ve dehşetin yönünü değiştirmek için
kahramanlarının iki yanına ahlaki paratonerler dikmekten özellikle hoşla
nır: Othello'nun iki yanının Iago ve Desdemona tarafından kuşatıldığını
belirtmiştik, ayrıca Hamlet'in iki yanında Claudius ve Ophelia, Lear'ın ya
nında kızları, hatta Macbeht'in Leydi Macbeth ve Duncan'ı vardır. Bu tra
gedyaların hepsinde geniş kapsamlı bir gizem düşüncesi vardır ve ahlaki
açıdan anlaşılabilir süreç bu gizemin sadece bir parçasıdır. Kahramanın
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 17
1 18
Northrop Frye
eylemi, kendi hayatından, hatta toplumundan bile daha büyük bir makine
nin şalterini kaldırmıştır.
Ahlaki açıdan açıklanabilir olan bütün tragedya kuramları er ya da geç
aynı soruyla karşılanır: tragedyadaki masum bir kurban (yani, şiirsel bir
masumiyeti olan kurban) lphigeneia, Cordelia, Platon'un Savunma'sındaki
Sokrates ve pasyon oyunlarındaki İsa birer trajik figür değil midir? Böyle
karakterler için can alıcı ahlaki kusurlar bulmaya çalışmak pek ikna edici
sonuçlar vermez. Cordelia babasına övgüler düzmeyi reddederken biraz
ateşli, hatta belki bir parça inatçı davranır ve asılarak idam edilir. Schiller'in
Jeanne d'Arc'ı bir İngiliz askerine bir an için sevecenlik gösterir ve canlı can
lı yakılır; daha doğrusu Schiller kendi ahlak kuramını kurtarmak için ger
çekleri kurban etmeye karar vermese, yakılacaktı. Bu noktada, tragedyadan
uzaklaşıyor, Bayan Pipchin'in uygunsuz sorular sorduğu için bir boğa tara
fından paramparça edilen küçük oğlunu anlatan öykü gibi bir tür çılgınca,
ahlak dersi veren masala yaklaşıyoruz. Kısacası, görünen o ki tragedya, tıpkı
iyi ve kötü karşıtlığından sıyrılmaya çalıştığı gibi, ahlaki sorumluluk ve keyfi
kader karşıtlığından da uzak durmaya çalışmaktadır.
Yitik Cennet'in üçüncü kitabında, John Milton, insanı "Durmaya yetkin
ama düşmekte özgür" yarattığını iddia eden bir Tanrı'yı betimler. Tanrı,
Adem'in düşeceğini biliyordu, fakat onu düşmeye mecbur bırakmamıştı,
böylece yasal sorumluluğundan feragat etmiş oluyordu. Bu, o kadar zayıf
bir savdır ki, şayet Milton tekzipten kaçmayı hedeflediyse, bu savı Tanrı'ya
atfetmesi isabet olmuştur. Düşünce ve eylem birbirinden böyle ayrılamaz:
şayet Tanrı her şeyi önceden biliyorsa, Adem'i yarattığı anda düşecek bir
varlığa can verdiğini de biliyor olması gerekirdi. Ancak her şeye rağmen, ko
lay kolay akıldan çıkmayan, imalı satırlardır bunlar. Çünkü Yitik Cennet ba
sitçe yeni bir tragedya yazma denemesi değil, Milton'ın inancına göre tra
gedyanın ilkörneksel miti olan şeyi yorumlama çabasıdır. Bundan ötürü, Yi
tik Cennet'in bu bölümü varoluşçu izdüşümün bir başka örneğidir: Milton'ın
Tanrı'sının Adem'le ilişkisinin gerçek temeli, tragedya şairinin kahramanıyla
ilişkisidir. Tragedya şairi, kahramanının trajik duruma düşeceğini bilir; an
cak bu durumu kendi amacı için istediği şekilde kullanacağı düşüncesini
uyandırmamak için var gücüyle çabalar. Tanrı'nın Adem'i meleklere sergile
diği gibi, kahramanını bizlere sergiler. Şayet kahraman durmaya yetkinse
üslup tamamen ironiktir; eğer düşmekte özgür değilse üslup tamamen ro
mantiktir; hikaye onun hakkında olduğu sürece bütün rakiplerini alt edebiCogito,
sayı:
54, 2008
Sonbahar Mitosu: Tragedya
lecek, yenilmez bir kahramanın hikayesidir. Tragedya kuramlarının çoğu,
büyük tragedyalardan birini ele almıştır: Aristoteles'in kuramı büyük ölçüde
Oidipus Tyrannus üzerine, Hegel'in kuramı da Antigone üzerine kuruludur.
Milton, Adem'in hikayesinde ilkörneksel insanlık tragedyasını görürken bü
tün Yahudi-Hıristiyan kültür geleneğiyle uyum içindedir elbette; ayrıca
Adem'in hikayesinden üretilen savlar, edebi eleştiri alanında, Adem'in ger
çekten var olduğunu, ister olgu ister sadece meşru kurmaca olarak varsay
mak durumunda olan çalışmalardan çok daha şanslı olabilir. Chaucer'ın, ne
yaptığını besbelli iyi bilen vaizi, söze Şeytan ve Adem'le başlamıştı, biz de
onun izinden gidersek akılıca davranmış oluruz.
O halde, Adem, insani bir kahramanlık durumundadır: kader çarkının te
pesindedir, tanrıların kaderi neredeyse parmaklarının ucundadır. İşlediği
suçun cezası olarak yitirdiği bu kader, bazılarına ahlaki sorumluluğu, baş
kalarına kaderin tezgahını çağrıştırır. O, sınırsız özgürlük şansını, bu değiş
tokuş eyleminin semeresi olan kaderle değiş tokuş etmiştir; onun durumu,
yer çekimi yasasının, bile bile uçurumun kenarından aşağı atlayan adam
için geri kalan kısacık ömrü boyunca kader işlevi görmesine benzer. Milton,
bu değiş tokuşu özgür bir eylem ya da proairesis olarak sunar; özgürlüğü
kaybetmek için özgürlük hakkını kullanmak. Komedya, genellikle keyfi bir
yasa yaratır ve aksiyonu bu yasayı çiğneyecek ya da savuşturacak biçimde
düzenler; tragedya da nispeten özgür bir hayatı bir nedensellik sürecine uy
gun biçimde daraltarak aksi bir izleği kullanır. Gaspetme mantığını kabul
ettiğinde Macbeth'in, öç alma mantığını kabul ettiğinde Hamlet'in, tahttan
çekilme mantığını kabul ettiğinde Lear'ın başına gelen budur. Trajik olay ör
güsünün sonunda ortaya çıkan keşif ya da anagnorisis, basitçe kahramanın
başına gelenleri anlaması değil -tipik bir trajedi örneği olarak ünlenmesine
rağmen, Oidipus Tyrannus bu açıdan özel bir örnektir-, vazgeçtiği potansi
yel hayatla üstü örtülü biçimde karşılaştırarak, kendisi için yarattığı hayatın
belirlenmiş sınırlarının ve biçiminin farkına varmasıdır. Milton'ın şeytanla
rın düşüşü hakkındaki satın, "Ah nasıl da farklıdır düştükleri yerden!" hem
Virgil'in quantum mutatus ah illa [ne kadar da başkadır şimdi eskisinden] ve
Isaiah'ın "Nasıl düştün cennetten, Ah sabahın oğlu Şeytan, sen" satırlarına
gönderme yapar, hem de Klasik ve Hıristiyan tragedya arketiplerini bir ara
ya getirir: çünkü Şeytan da başlangıçta tıpkı Adem gibi saltanat sürmektey
di. Milton'da, kader çarkının tepesinde duran ve çarkın dünyasına düşen
Adem imgesini tamamlayan öge, tapınağın sivri tepeli kulesinde duran ve
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 19
1 20
Northrop Frye
Şeytan tarafından düşmesi için kışkırtıldığı halde hareketsiz duran İsa im
gesidir.
Adem düşer düşmez kendi yaratılmış hayatına başlar, bu hayat aynı za
manda doğanın bildiğimiz düzenidir. Dolayısıyla, Adem'in tragedyası da di
ğer bütün tragedyalar gibi doğa yasasının tezahüründe çözümlenir. Varolu
şun kasıtlı ya da bilinçsiz bir eylemle değişmediği, kendiliğinden trajik oldu
ğu bir dünyaya düşmüştür. Burada, sadece varolmak bile doğanın dengesini
bozmaktır. Her doğal insan Hegelci bir savdır ve bir tepkime gerektirir: her
doğum intikamcı bir ölümün dönüşünü kışkırtır. Şimdi Angst olarak bilinen
kendinden ironik bu olgu, üzerine kaybedilmiş ve daha üstün bir kader ek
lendiğinde trajik hale gelir. O halde, Aristoteles'in hamartia'sı bir varoluş ko
şuludur, bir oluş sebebi değil: Milton'ın kuşkulu savını Tann'ya atfetmesinin
nedeni, Tanrı'yı önceden belirlenmiş nedensel bir düzenden uzaklaştırmayı
arzu etmesidir. Trajik kahramanın bir yanında özgürlük fırsatı, diğer yanın
da bu özgürlüğü yitirmek gibi kaçınılmaz bir sonuç vardır. Adem'in içinde
bulunduğu durumun bu iki ucu, Milton'ın eserinde sırasıyla İsrafil ve Mika
il'in söylevleriyle ifade edilir. Masum bir kahraman ya da şehit söz konusu
olduğunda bile aynı durum geçerlidir: Çile'de, İsa'nın Getsemani'de ettiği
duada çıkar karşımıza. Tragedya, yükselip bir Augenblick'e, yani çok önemli
bir ana dönüşmüştür ve bu noktadan hem geçmişteki olasılıklar hem de ger
çekleşecek olaylar aynı anda görülebilmektedir. Yani izleyici tarafından gö
rülebilir; şayet hybris halindeyse kahramanın görmesi olanaksızdır, çünkü o
çok önemli an hybris halindeki kahraman için baş döndürücüdür; kader çar
kının kaçınılmaz dairesel manevrasının başladığı, çarkın aşağı doğru inme
ye başladığı andır.
Adem söz konusu olduğunda, zamanın düşüşle birlikte başladığına dair
bir izlenim de vardır, bu görüşün Hıristiyan geleneğindeki kökeni Aziz Au
gustinus'a kadar izlenebilir; özgürlükten doğal döngüye düşüş, bildiğimiz
anlamıyla zamanın da başlangıcıdır. Nemesis'in zamanın ilerleyişiyle derin
den ilişkili olduğu izlenimini başka tragedyalarda da bulabiliriz; bazen in
sanlara ait meselelerde bir gelgit, 1 bazen zamanın çığnndan çıktığının2 ona
yıdır; hayatı yiyip tüketendir, potansiyelin sonsuza dek gerçek olduğu bir
önceki anın cehennem kapısıdır ya da en korkunç haliyle, Macbeth'in dediği
gibi, saatin birbiri ardına ilerleyen tik taklarıdır. Komedyada zaman telafi
edicidir: örtülü olanı açığa vurur ve mutlu sonun olmazsa olmazlarını gün
ışığına çıkarır. Kış Masalı 'nın esin kaynağı olan Greene'in Pandosto'sunun
Cogito,
sayı:
54, 2008
Sonbahar Mitosu: Tragedya
alt başlığı "Zamanın Zaferi" dir ve zamanı oyununda koro olarak takdim
eden Shakespeare'in bu tercihinin doğasını açıklar. Fakat tragedyada cogni
tio [biliş] genellikle zamandaki nedensel bir sekansın kaçınılmazlığının
onaylanması anlamına gelir ve bunu çevreleyen önceden haber verişler ve
ironik tahminlerle beklentiler dairesel bir dönüşe dayanmaktadır.
İronide, tragedyadan farklı olarak zamanın çarkı aksiyonu tamamen ku
şatır ve nispeten zamansız bir dünyayla özgün bir temas duyumu yoktur.
Kutsal Kitap'ta İsrail'in Mısır'ın hakimiyeti altına girişi Adem'in trajik düşü
şünün tarihi tekrarı, bir anlamda Adem'in düşüşünün ironik sağlamasıdır.
Geoffrey'nin İngiliz tarihi yorumu doğru kabul edilirse, Troya'nın düşüşü
İngiltere tarihindeki benzer bir olaydır ve Troya'nın düşüşü de bir elmanın
putperestlik kabilinden yanlış kullanımıyla başladığından, ikisi arasında
sembolik paraleller olduğunu söylemek bile mümkündür. Shakespeare'in en
ironik oyunu Troilus ve Cressida'da Ulysses dünyevi bilgeliğin sesidir, müt
hiş bir zarafetle düşmüş dünyadaki trajik ironi görüşünün iki temel katego
risini açıklar: zaman ve hiyerarşik varlık zinciri. Nietzsche'nin Zerdüşt'ü tra
jik zaman tasavvurunu olağanüstü bir biçimde işler: dairesel döngünün kah
ramanca kabullenilişi, özdeş dönüşler kozmolojisinin kasvetli bir neşeyle
kabullenilişine dönüşerek bir ironi çağının etkisini işaret eder.
Edebiyat hakkında ilkömeksel düşünmeye alışık olan herkes, tragedyada
bir kurban öykünmesi olduğunun farkına varacaktır. Tragedya, ürkütücü
bir hakkaniyet düşüncesiyle (kahramanın düşmesi şarttır) merhametli bir
haksızlık düşüncesinin (ama onun düşmesi kötüdür) çelişkili birleşimidir.
Kurban etmenin iki unsurunda da benzer bir çelişki vardır. Bu iki unsurdan
biri komünyondur; bir kahramanın bedenini ya da tanrısal bir bedeni bir
topluluğa bölüştürerek onları o bedenle ve o bedende bütünleştirmek. İkin
cisi de rahmetine sığınmadır; komünyona rağmen, bedenin başka, daha bü
yük ve gazaba gelebilecek bir kudrete ait olduğu düşüncesini uyandırır. Tra
gedyanın dini törenlere ait ömeksemeleri psikolojik ömeksemelerden daha
belirgindir çünkü kabusu ya da kaygılı rüyayı tasvir eden tragedya değil ter
sinlemedir. Fakat edebiyat eleştirmeninin komedya kuramı açısından Fre
ud'u açıklayıcı bulması, romans kuramı için Jung'a başvurması gibi, traged
ya kuramı için de doğal olarak Adler ve Nietzsche'nin detaylarıyla açıkladığı
güç istenci psikolojisine başvurması yerinde olacaktır. Burada, sınırsız güç
düşleriyle sarhoş olmuş, "Apolloniyen" bir dışsal ve sabit düzen düşüncesini
kötüye kullanan "Dionizyak" saldırgan bir istenç çıkar karşısına. Ayin öyCogito,
sayı:
54, 2008
121
122
Northrop Frye
künmesi olarak düşünüldüğünde, trajik kahraman gerçekte öldürülmez, yu
tulmaz fakat sanatta bunun karşılığı olan şey, hayatta kalanları yeni bir bü
tünlükte birleştiren ölüm imgesi yine de gerçekleşir. Rüya öykünmesi olarak
okunduğunda, sırrına erişilmez trajik kahraman, tıpkı mağrur ve sessiz ku
ğu gibi ölüm anında dile gelir ve izleyiciler, Kubilay Han'daki şair gibi, onun
şarkısını yeniden içlerinde canlandırır. Kahramanın düşüşüyle birlikte,
onun devasa ruhunun gizlediği daha büyük dünya bir an için görünür hale
gelir; ancak bu dünyayla ilgili bir gizem ve ıraklık duygusu da çıkar ortaya.
Romans, tragedya, tersinleme ve komedyanın hepten bir ödev-mitinin
bölümleri olduğu iddiamızda haklıysak, komedyanın potansiyel bir tragedya
içerdiğini görebiliriz. Mitlerde kahraman bir tanrıdır ve dolayısıyla ölmez,
ancak ölür ve yeniden dirilir. Komedyanın arınmasının arkasında yatan
ayin şablonu, ölümü takip eden yeniden diriliş; kahramanın anıklık ya da te
zahürüdür. Aristophanes'te genellikle ayinsel ölüm evresinden geçen kahra
man dirilmiş tanrı muamelesi görür, yeni bir Zeus gibi selamlanır ya da
Olimpik şampiyonun yarı tanrısal şeref payesini kazanır. Yeni Komedya'da,
yeni insan kitlesi hem kahraman hem de sosyal gruptur. Aiskhylos'un üçle
mesinin temeli, komik satir oyunlarıdır ve bunların bahar festivalleriyle
benzeştiği söylenir. Hıristiyanlık da tragedyayı ilahi komedyanın, büyük ke
faret ve diriliş düzeninin bölümlerinden biri olarak görür. Tragedyanın ko
medyanın prelüdü olduğu düşüncesi, açıkça Hıristiyan olan hiçbir şeyden
ayrılamaz. Besteci ve dinleyiciler hikayenin devamını bilmese, Aziz Matta
Pasyonu'ndaki son ikili koronun dinginliği elde edilemezdi. Doğru anda bir
ankayla özdeşleştirilen Samson da dirilen İsa'nın ilk örneklerinden biri ol
masa, Samson'un ölümü "bütün tutkuların tükenişine, zihinde dinginliğe"
yol açamazdı.
Bu da mitlerin aşina olduğumuz edebi gerçeklerin altında yatan yapısal
ilkeleri nasıl açıkladığına bir örnek teşkil eder; önümüzdeki örnekte, hüzün
lü bir eylemin mutlu sonla bitirilmesinin oldukça kolay olduğunu, fakat işle
mi tersine çevirmenin neredeyse olanaksız olduğunu görüyoruz. (Elbette
mutlu durumların felaketle sonuçlandığını görmekten doğamız gereği hoş
lanmıyoruz, ancak bir şair sağlam bir yapısal temel üzerinde çalışıyorsa, bi
zim beğenilerimiz ve hoşlanmadığımız şeylerin konuyla hiç ilgisi yoktur.)
Hatta her şeyi yapabilen Shakespeare bile yapmaz bunu. Kral Lear'ın bir tür
dinginliğe doğru ilerliyor gibi görünen olay örgüsü, Cordelia'nın asılmasıyla
aniden ıstıraba dönüş yapar ve kumpanyalar oyunun sonunu tiyatro sahne-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Sonbahar Mitosu: Tragedya
lerinde sergilemeyi bir yüzyıl boyunca reddetmiştir; fakat Shakespeare'in
tragedyalarından hiçbiri yanlış gitmiş bir komedi izlenimi uyandırmaz biz
de: Romeo ve Juliet'in olay örgüsü böyle bir izlenim bırakacak gibidir fakat
bu bir imadan öteye gitmez. Bundan dolayı, tragedya elbette komik bir ey
lem barındırabilir içinde; fakat bu eylemi yalnızca ikincil bir tezat ya da
ikincil bir olay dizisi yaratmak için, ayrı bir olay olarak barındırır.
Tragedyada karakterleştirme, büyük ölçüde komedyadaki sürecin tam
tersidir. Nemesis nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, kaynağı bir eiron'dur ve öf
keli tanrılardan ikiyüzlü kötü karakterlere kadar çok farklı temsilciler aracı
lığıyla ortaya çıkabilir. Komedyada üç tane ana eiron karakteri fark etmiş
tik: geri çekilen ve yine dönen yardımsever bir figür, hünerli bir köle ya da
yardımcı, erkek ya da kadın kahraman. Geri çekilen eiron karakterinin trajik
benzerini, trajik eylemi buyuran tanrıda buluruz: Aias'taki Athena, Hippoly
tos 'taki Aphrodite gibi; Hıristiyan geleneğindeki örneklerden biri de Yitik
Cennet'teki Baba Tanrı'dır. Hamlet'in babası gibi bir hayalet de olabilir; veya
bazen bir kişi değil, sadece etkileriyle anlaşılan görünmez bir güçtür; ölüm
zamanı geldiğinde Timurlenk'i sessizce alıveren ölüm gibi. Bazen de, inti
kam tragedyasındaki gibi, tragedyaya sebep olan eylemin öncülü olan bir
başka eylemdir.
Hünerli köle ya da yardımcının trajideki karşılıklarından biri, kaçınılmaz
sonu önceden gören falcı ya da kahin, veya kaçınılmaz sonu kahramandan
daha net gören, örneğin Teiresias gibi bir karakter olabilir. Daha yakın bir
örnek ararsak, Elizabeth dönemi tiyatrosundaki Makyavelci kötü adamı bu
labiliriz; o da komedideki yardımcı gibi uygun bir eylem katalizörüdür çün
kü kötülüğünün kökeni kendindedir ve harekete geçmek için fazla motivas
yona ihtiyacı yoktur. Komedyadaki yardımcı karakter gibi, yazarın imgele
minin architectus ya da izdüşümüdür fakat bu sefer trajik bir sona hizmet
eder. "Bu korkunç olayı ben yarattım" der Webster'ın Lodovico'su, "en bü
yük başarımdı bu." 3 Iago, Othello'nun olay örgüsüne adeta hükmeder ve bu
yönüyle neredeyse romanstaki siyah kral ya da kötü büyücü karakterlerinin
tragedyadaki karşılığıdır. Makyavelci kötü karakter doğası gereği şeytani ka
rakterlere benzer ve aslında Mephistopheles gibi gerçek bir şeytan bile ola
bilir; fakat bir felaket aracısına ait olmanın getirisi olmanın korkunç hissi
daha çok bir kurban töreni rahibine benzemesine de neden olabilir. Webs
ter'ın Bosola'sında bu bağlantıyı görebiliriz. Kral Lear'daki kötü karakter Ed
mund da Makyavelci kötülerden biridir; ayrıca Edgar'la tezat oluşturur. Şa-
Cogito,
sayı:
54, 2008
123
1 24
Northrop Frye
şırtıcı çeşitlilikteki kılıklara bürünmesiyle Edgar, farklı rollerle kör ya da ak
lını yitirmiş karakterlere görünür ve borazanın üçüncü kez çalışıyla ortaya
çıkmasıyla, eski komedyadaki felaket anı gibi tam vaktinde belirişiyle, yeni
bir tür deney gibidir: bir ömeksemeye başvurarak söylemem gerekirse, bir
tür trajik "erdemdir" o; doğa düzeninde bir koruyucu meleğe ya da romans
taki benzer bir yardımcıya karşılık gelir.
Trajik kahraman, kendini kandırışı ve hybris'in başını döndürüşüyle ge
nellikle alazon grubuna aittir elbette. Tragedyaların çoğunda, trajik kahra
man en azından kendi gözünde yan-tanrısal bir figürdür, derken acımasız
bir diyalektik işlemeye başlar ve sahte tanrısallık iddiasını insani gerçekler
den ayınr. Gücümün her şeye yeteceğini söylemişlerdi," der Lear: "yalanmış
meğer: sıtmaya dirençli değilmişim." Trajik kahraman, genellikle en üstün
yetkeyle donatılmıştır fakat bu hakimiyet gücünü miras yoluyla almamıştır,
Duncan gibi bir de jure [hukuki] mutlak hükümdar (basileus) değildir; ço
ğunlukla hakimiyeti kendi becerilerine bağlı olan bir tyrannos konumunda
dır. Basileus örneği daha çok doğrudan özgün tasavvurun ya da doğumla
kazanılan hakkın simgesidir ve genellikle II. Richard ya da Agamemnon gibi
biraz patetik bir kurbandır. Tragedyadaki patemal figürler diğer türlerde ol
duğu gibi kararsızlık gösterir.
Bomolochos veya buffoon [soytarı] teriminin, komedyada sadece farslarla
sınırlı olmadığını, her şeyden önce eğlendirme görevini üstlenmiş komik ka
rakterleri de kapsayabileceğini görmüştük; bu karakterler komediyi güçlen
dirme ya da komediye odaklanma işlevini üstleniyorlardı. Tragedyada buna
karşılık gelen çelişik tipler yalvaranlardır; genellikle kadın olan bu karakter
tam bir çaresizlik ve yoksulluk tablosu sunar. Böyle bir figür patetiktir ve
pathos, tragedyadan daha yumuşak, daha rahat bir duygu uyandırıyormuş
gibi görünse de aslında daha dehşetlidir. Temelinde, bir bireyin bir toplu
luktan dışlanması yatar ve böylelikle sahip olduğumuz en derin korkuya hi
tap eder; nispeten daha rahat ve toplumcul bir öcü olan cehennemden daha
derin bir korkudur bu. Yalvaran figüründe, acıma ve dehşet zirveye ulaşır ve
yalvaranı reddetmenin olaya dahil olan herkes için korkunç sonuçlar getir
mesi, Yunan tragedyasının odağında yer alan temalardan biridir. Yalvaran
figürler genellikle ölüm ya da tecavüzle tehdit edilen kadınlar veya Kral
John'daki Prens Arthur gibi çocuklardır. Shakespeare'in Ophelia'sının kırıl
ganlığı, yalvaran karakter tiplemesiyle akrabalığına işaret eder. Yalvaran da
genellikle önemli konumunu kaybetmiş olmak gibi yapısal olarak trajik bir
Cogito,
sayı:
54, 2008
Sonbahar Mitosu: Tragedya
durumdadır; Yitik Cennet'in onuncu kitabındaki Adem ve Havva, Troya'nın
düşüşünden sonra Troyalı kadınlar, Oidipus Kolonos'ta adlı oyunda Oidipus
da benzer durumdadır. Trajik duyguyu odaklama görevini üstlenen bir baş
ka ikincil figür de Yunan tragedyasında düzenli olarak gelip felaketleri bildi
ren haberci figürüdür. Komedyanın son sahnesinde, yazar genellikle bütün
karakterlerini bir arada sahneye çıkarmaya çalışır ve bazen oyuna yeni bir
karakterin dahil olduğunu fark ederiz; bu karakter, genellikle cognitio 'nun
eksik parçasını haber veren bir ulak figürüdür: örneğin Shakespeare'in Be
ğendiğiniz Gibi'sindeki Jacques de Boys ya da Yeter ki Sonu İyi Bitsin 'deki
komedi mukabilini temsil eden soylu şahinci gibi.
Son olarak, komedyadaki şenlikleri reddeden oyunbozan komik karakte
rin tragedyadaki karşılığı, Hamlet'teki Horatio gibi kahramanın vefakar ar
kadaşı da olabilen, ancak genellikle Kral Lear'daki Kent ya da Antonius ve
Kleopatra'daki Enobarbus gibi trajik eylemi sözünü sakınmadan eleştiren
açıksözlü bir dürüstlük temsilcisidir. Böyle bir karakter, felakete doğru iler
leyen trajik hareketi reddeder ya da en azından bu sürece direnir. Yitik Cen
net'teki Şeytan'ın tragedyasında Abdiel'in üstlendiği rol de böyledir. Kassan
dra ve Teiresias gibi tanıdık karakterler bu rolü kahin rolüyle birleştirir.
Böyle figürlere, bir koroyla birlikte sahneye çıkmadıkları zaman, tragedyada
genellikle koro karakterleri denir çünkü trajik koronun temen işlevlerinden
birini üstlenirler. Komedyada toplum kahramanın çevresinde biçimlenir,
oluşur; fakat tragedyada, ne kadar sadık olursa olsun, koro genellikle kahra
manın kademeli olarak uzaklaştığı, tecrit edildiği toplumu temsil eder. Böy
lelikle, koro, kahramanın hybris'iyle karşılaştırıldığında hybris'in derecesinin
anlaşılmasını sağlayan, hybris'in ölçütü olan bir toplumsal standartı ifade
eder. Koro, hiçbir şekilde kahramanın vicdanının sesi değildir ama ender
olarak kahramanın hybris'ini destekler ya da onu felaketle sonuçlanacak ey
lemlere teşvik eder. Komedyadaki şenlikleri reddeden karakterin, melanko
lik Jacques ya da Alceste'nin komedyadaki trajedi tohumu olması gibi, koro
ya da koro karakteri de, bir anlamda, komedyanın tragedideki embriyonik
tohumudur.
Komedyada, kahramanın erotik ve toplumsal eğilimleri son sahnede bir
leştirilir ve bütünleştirilir; tragedyada, aşk ve toplumsal yapı genellikle uz
laştırılamaz ve çelişik güçlerdir; bu çatışma aşkı tutkuya, toplumsal etkinlik
leri yasaklı, ürkütücü ve zorunlu vazifeye dönüştürür. Komedya, aileyi uz
laştırma ve aileyi toplumla kaynaştırıp bir bütün haline getirme endişesi ta-
Cogito,
sayı:
54, 2008
125
1 26
Northrop Frye
şırken, tragedya aileyi parçalayıp onu toplumun geri kalanıyla çelişir hale
getirmeye çabalar. Böylece, trajik Antigone ilkörneği geçer elimize; Klasik
Fransız tiyatrosundaki aşk ve onur çatışması, Schiller'in Neigung ve Pfiicht'i,
jakobenlerin tutku ve yetkesi; bunların hepsi Antigone ilkörneğinin ahlaki
terimlerle tanımlanan basitleştirilmiş halleridir. Yine, komedyadaki kadın
kahraman genellikle aksiyonu birleştiren odakken, tragedya aksiyonunun
merkezinde yer alan kadın figüıii, genellikle trajik çatışmayı kutuplaştırma
görevini üstlenir. Havva, Helena, Gertrude ve Şövayle Hikayesi 'ndeki Emily
bu kutuplaştırmanın örnekleridir; İlyada 'daki Briseis de benzer bir yapısal
rolü üstlenmiştir. Komedya, karakterlerine uygun düşen, münasip ilişkileri
geliştirip sonuca ulaştırır ve kahramanların kız kardeşleri ve anneleriyle ev
lenmelerine engel olur; oysa tragedya Oidipus'un başına gelen felaketleri ya
da Siegmund'un ensest ilişkisini sunar bizlere. Tragedyada ırk gururu ve do
ğuştan kazanılan haklarla ilgili çok şey buluruz; ancak genel eğilim, hüküm
ran ya da soylu aileyi, toplumun geri kalanından yalıtma, tecrit etme yönün
dedir.
İngilizceden Çeviren: Begüm Kovulmaz
Notlar
1 Shakespeare'in lulius Caesar'ından. (ç.n.)
2 Shakespeare'in Hamlet'inden. (ç.n.)
3 John Webster, Ak Şeytan, Çev: M. Hamit Çalışkan, YKY, Mayıs 1 995.
Cogito,
sayı:
54, 2008
" Deus Ex Machine "ye Karşı Zerdüşt
BARIŞ ACAR
Bir soruyla başlayalım: Nietzsche, en yoğun, en karmaşık, en tartışmalı,
buna karşın geliştirdiği kavramlar dikkate alındığında en önde gelen yapıtla
rından Böyle Söyledi Zerdüşt kitabında neden şaire dönüşmüştür? Özellikle
"üst insan" sorunu gibi bütün "değerleri yeniden değerlendirme"sini gerekti
recek bir çabanın tam ortasında, bir düşünür etkinliği olarak bu garip biçe
min tercih edilmesi mantıklı mıdır? Zerdüşt'ten hemen sonra gelen İyinin ve
Kötünün Ötesinde ve Ahlakın Soykütüğü Üstüne yapıtlarında, tamamlaya
madığı "Güç İstenci"nde ya da değerlendirme yönteminde bir kırılma olarak
görülen Deccal'de temel argümanlarını savunurken bir kenara bıraktığı, bu
na karşın yine de dönüp dönüp ortaya çıkan, kaçamadığı bir söyleyiş gibidir
bu. Zerdüşt'le birlikte yazılmaya başlanan ve farklı yapıtlarına dağılan, ölü
müne yakın "Zerdüşt Türküleri" altbaşlığıyla bir kitap olarak toplanan Di
onysos Dithyramboslan da aynı dili gösterir. Tüm yapıtlarında içerilen ve di
yalektiğin zıddı olarak ilişkiselliği öne çıkartan aforizmatik dilin de ötesinde
bir şeydir bu. Filozof şiir söylemektedir.
Bilinçli saptırmaların, yanlış okumaların ve yerleşik alışkanlıkların üreti
mi olan anlaşılamama duvarının ardından Nietzsche, büyük bir öfkeyle bir
şey anlatmaya çalışmaktadır. Muhtemelen anlattıkları anlatmak istedikleri
nin yakınından bile geçmemektedir. Onun yapıtında çelişki gördüğünü söy
leyenler Nietzsche'nin putları yıkma girişiminden hiçbir şey anlamamış
olanlardır) Nietzsche'nin çekiçle felsefe yapma ediminin en büyük yaralayı
cısı dildir. Filozof, ne kadar dışına çıkmaya çalışırsa çalışsın, kendisini ku
şatan dilden mustariptir. 2 Nietzsche, Derrida'dan çok daha önce dil ile onun
Cogito,
sayı:
54, 2008
128
Banş Acar
işaret ettiği şey arasındaki benzerliğin yalnızca kurmaca olduğunu vurgula
yarak yapısökümüne başlamıştır. 3
Trajik Olan ve Nietzsche'de Trajik
"Çelişki" trajik olanın özünün anlaşılmasında da kilit roldedir. İki olum
lu değerin aynı anda gerçekleşememesi olarak trajik, çelişkiyi onaylar. Ya
şamdaki zıtlıkların bir aradalığı anlamındaki onaylama değildir burada söz
konusu olan. Farklılıkların farklılık olarak onaylanmasıdır. Antigone'de ol
duğu gibi yüksek iki değer arasında bir seçim yapamama durumuna karşı
lık gelir. Topluma ait olan bir değerle tekil insanın değeri karşı karşıyadır.
Kişi hangisini seçerse seçsin doğruyu yapmış olacak, buna karşın aynı za
manda suç da işlemiş olacaktır. Suçsuz suçun, "hybris"in üremesine vesile
olacaktır. 4
Tragedyaya egemen olan, nedeni olmayan sonuçlarla sonucu olmayan
nedenlerdir. s Acı acı olarak kalır, sevinç sevinç olarak. Bunlar indirgenmez
ya da karşıtına dönüşmezler; olduğu gibi kabul edilirler. Kaos düzenlenmez.
Dışarıdan müdahaleyle kurulacak her türlü hiyerarşiye karşıdır. Kendi için
de geliştirdiği sıralanma doğal olanın tezahürüdür.
Nietzsche'nin tragedyasında, zamanla mekan olarak da okunabilecek, Di
onysos-Apollon ikiliği verili olarak vardır. Herhangi bir çözüme ulaşmaz. Bu
çözümlenemez halleriyle "ilkel birliği" de bünyelerinde saklamış olurlar. 6
Daha sonra Tragedyanın Doğuşu'nu fazla Hegelci bulduğunu söyleyen Ni
etzsche, bu ikiliği Dionysos lehine bozar. Apollon silinir. Yerine bir kutlama
öğesi olarak nişanlı, Ariadne girer. 7 İoanna Kuçuradi bunu, evrenin kendisi
olarak "ana bir"in ancak Dionysosla anlatılabileceğini söyleyerek açıklar.
Apollon'un varlığın özüyle bağlantısı dolaylıyken, Dionysos onunla dolaysız
olarak bir olmuştur. 8
Nietzsche'nin tragedyası katharsis'in arındırıcılığından faydalanmayan,
ucuz kahramanlık yapmayan bir tragedyadır. 9 Bu yüzden Güç İstenci 'nde
dramatik yapıyı trajediden def eder. Pathos durumu olarak drama, sürekli
acı, korku ve arınma üretmektedir. Bu ise yaşamın olumlanması ilkesine ay
kırıdır. Nietzsche burada kahramanca anlatımı dramanın yerine koyar. Ne
şeli, dans eden ve kumar oynayan kahraman tragedyanın özü olarak tanım
lanır. 1 0
Cogito,
sayı:
54, 2008
"Deus Ex Machine"ye Karşı Zerdüşt
Tragedya'nın Ölümü ve Deus ex Machine
Tragedya aracılığıyla yaşam sese kavuşur, görünüme bürünür. Apol
lon'un Dionysosçu öze dönmesi anlamında tragedya trajik olanı olumlar.
Oluş sonsuzca egemendir; varlığa akmaz, varlıkla kesintiye uğramaz. 1 1 Di
onysos'un esrikliğiyle kendini yalnızca ve yalnızca beden olarak ortaya ko
yar; akar.
"Dionysos'un büyüsüyle yalnızca insanla insan arasındaki bağ yeniden ku
rulmuş olmaz: yabancılaşmış, düşman ya da boyunduruk altına alınmış
doğa da, kaybolmuş oğluyla, insanla barışma şenliğini kutlar yeniden." 1 2
"Burada hiçbir şey çileciliği, maneviyatı, ödevi anımsatmaz... Mevcut olan
ne varsa, iyi kötü demeden tanrılaştınlmıştır bu varoluşta."1 3
Ta ki deus ex machine tavandan aşağı sarkıtılmasın.
"Deus ex machine, seyirciye, tehlikeyle yüz yüze gelmeye dayanamayan seyir
ciye, anlık bir huzur vermek içindir; bu bakımdan trajiğin özüne aykırıdır." 14
Nietzsche için deus ex machine, her şeyden önce, Sokrates'in görünümü
dür. Kurumsallaşmış insan, her şeyin açıklanabilir olmasını isteyen, çelişki
nin uzlaştırılmasını isteyen, dolayısıyla donmayı tercih eden insandır. Hiçli
ğe karışmak ister. Münzevidir.
Bilgeliğin değil, bilginin üzerine çöreklendiği tragedyanın ölümü bir dizi
acılı süreç sonucunda trajik bir biçimde gerçekleşir. Önce Euripides izleyici
yi koroyla birlikte sahneye taşır. Burada türdeşmiş gibi görünen, ama aslında
türdeş olmayan izleyici, politik bir tavır olarak "kentli burjuva sıradanlığı"dır.
Aslında Euripides'in kendisidir. Onun da şair yönü değil, düşünür yönüdür.
Böylece Sokrates Euripides'in aracılığıyla koroya sızar ve ahlaksal vaazını
vermek için tüm şartlan hazırlar. Ardından da makine-tanrı sahnenin ortası
na inerek tragedyanın bütün akışını ele geçirir. 1 5 Nietzsche buradaki itirazı
nın sebebini Tragedya'nın Doğuş u 'ndaki iki açıklamasıyla ele verir:
"Sokrates'in şahsında dünyaya gelen bu kuruntu, düşüncenin nedenselliği
ipucu alarak varoluşun en derin temellerine kadar ulaşacağına ve düşün
cenin, varlığı yalnızca bilebilecek değil, üstelik düzeltebilecek durumda da
olduğuna duyulan sarsılmaz inançtır." 16
Cogito, sayı: 54, 2008
129
1 30 Banş Acar
Oysa Hamlet'le Dionysos'un benzeşimi üzerinde dururken, Nietzsche'nin
trajediden öğrendiği yegane hakikat "bilgi eylemi öldürür" şeklindedir. 1 7
Gerçekten d e deus e x machine her şeye hakim olan tanrı olarak tragedya
ya sızdığında, kendisi dışındaki tüm eylemlilikleri reddetmiş olur. Aynen
çok tanrıcılığın tek tanrıcılığa dönüştürülmesinde olduğu gibi, tinselliğin
içerdiği doğal hal kaybedilir. Kant'ın "kendinde şey"i nasıl şeylerin ilişkisel
liği hakikatini yok etmişse, 1 8 deus ex machine de özünde barındırdığı nihi
list edilgenlikle tragedyanın çoklu varoluşunu ortadan kaldırır.
Hınç İnsanına Karşı Etkin Güçler
Nietzsche'nin "kara vicdan" olarak tanımladığı ve asıl olarak yaşamı in
kar eden Hıristiyan düşünüşünde temellendiğini söylediği tepkisel güçlerin
egemenliği, "bir yandan suçu üreten makine, dehşet verici acı-ceza denklemi,
diğer tarafta acıyı çoğaltan makine, acı ile aklanma, kara atölye"dir. 1 9
Dionysos'un derin uyku hali edilgen nihilist güçlerin hınç üretiminin tek
koşuludur. Köle insanı simgeleyen hınç (intikam tini), tepkisel güçlerin et
kin güçlere karşı zaferinin sonucudur. Hınç insanı sürekli tepki üretir. Tarih
yapan ve unutma bilmeyen hafızası benliğini bu tepkiler üzerinden kurar.
Dekadandır; çünkü tepkisel insan artık etkilenmeyi de bırakmış olan insan
dır. Hayran olmaz, saygı duymaz ya da sevemez; ilişkisel değildir. En temel
özelliğini ise, etkin güçleri yapabileceklerinden ayırmasında bulur. Onun
gücü, güçlüyü gücünden uzaklaştırmasındadır.
Euripides öncesi tragedyanın ürettiği güç istenci ise etkin güçlerin iste
mesidir. Vurgu istenen şeyde değil, kimin istediğindedir. Deus ex machi
ne'in ahlaksal buyruğu burada geçersizdir. Yaşayan tinin, oluşun, trajik kah
ramanın akıl yürütme gerekmeyen, önünde durulamaz istemesidir güç ola
rak tanımlanan. Temelde boyun eğdirmek ve almakla değil, yaratmakla ilgi
lidir. 20
Zerdüşt'ün türkü söylemesi, kara vicdanı üreten makine-tanrının ege
menliği sırasında tragedyanın temelinde uykuya yatan Dionysosçu özü
uyandırmak içindir.
Şiir söyleyen filozof, insanlık tarihinin çöküş anında, putların alacaka
ranlığında orta çıkar. Argümanlarını sağlamlaştırmak için temellendirme
yapmaz. Uzun uzadıya akıl yürütmelere girmez. Gerekçe göstermez. 2 1 Bu,
bilimselliğin reddi olduğu gibi, dilin de reddidir. Dilin tahakkümünden kur
tulmanın ve doğal kendiliğini kurmanın tek yolu susmaksa da, bunu yapa-
Cogito,
sayı:
54, 2008
"Deus Ex Machine"ye Karşı Zerdüşt
maz. Onun yerine dilde dili aşmanın bir başka yolu olarak şiir görünür. Di
lin uzlaşılmış anlamını bozarak, kemikleşmiş olanın yerine yeniyi olanaklı
kılan bir alan açar şiir. Bu anlamda Nietzsche'de şiir, bir sessizlik anıdır; be
denin konuşmasıdır. Tini beden olan bir filozofun, 22 satirin dansıdır Zer
düşt'ün türküleri. 23
Notlar
2
3
4
5
6
7
8
9
10
Alexander Nehamas, Edebiyat Olarak Hayat kitabının "Kişi Nasıl Kendisi Olur" bölümünde
temel olarak bu sorun üzerine odaklanır. Çokluk olarak özne fikrini tartıştığı bu bölümde,
Güç İstenci'nden hareketle Nietzsche'nin "tekil özne kavrayışı"nı reddettiğini, özdeşlik ilke
sinin kurduğu benliği tamamen kurgusal bulduğunu söyleyerek bunun yerine bir "hücreler
aristokrasisi"ni önerdiğini söyler. Böylece, özdeşliğin ve kendiliğin tümüyle iptal edildiği bir
evrende çelişkilerden söz etmek tamamen olanaksız hale gelir. "Birbiriyle çelişen düşünce
ve arzu kümeleriyle karşı karşıya bulunduğumuz fikrinin kendisi, bunlann tek bir kişinin
düşünceleri ve arzulan olduğu varsayımına dayanır: Yoksa niçin, sadece ayrılmak yerine
birbiriyle çelişecek olsunlar ki?" Nehamas, Alexander, Edebiyat Olarak Hayat - Nietzsche Açı
sından, Çev.: Cem Soydemir, İstanbul, Ayrıntı Yayınlan, 1 999 , s. 242-246.
"Her sözcük bir önyargıdır." Nietzsche, Friedrich, Geı,gin ve Gölgesi, 55 nolu aforizma, Çev.:
Mustafa Tüzel, İstanbul, İthaki Yayınlan, 2005, s. 49.
"Sanki tüm sözcükler, içine kah şunun, kah bunun, bazen bir defada birden fazla şeyin so
kulduğu birer kese değillermiş gibi!" Nietzsche, Friedrich, (2005) 33 nolu aforizma, s. 36.
Özellikle Wittgenstein'ın "susma"sına benzeyen bir mesel için bkz. Nietzsche, Friedrich,
(2005) 2 1 3 nolu aforizma, s. 1 20- 1 22. Yine Wittgeinsten'ın Felsefi Soruşturmalar'da önerece
ği susma edimini aşma yolu, dilin yaşantı içeriklerine bakılarak kurulması, İyinin ve Kötü
nün Ötesinde'de şöyle dile gelir: "Sözcükler kavramlann ses işaretleridir; kavramlarsa, aşağı
yukan belli bir imge işaretidirler, sık sık yinelenen ve birlikte ortaya çıkan izlenimlerin, izle
nim topluluklannın. Birbirlerini anlayabilmeleri için, aynı sözcükleri kullanmak yeterli de
ğildir, aynı sözcükler, aynı tür yaşantılar için kullanılmalıdır; sonunda ortak yaşantılara sa
hip olunabilir." Nietzsche, Friedrich, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Çev.: Ahmet İnam, İstan
bul, Say Yayınlan, 2007, s. 20 1 .
Kuçuradi, İoanna, Sanata Felsefeyle Bakmak, Ankara, Ayraç Yayınlan, 1 997 , s. 43.
Nietzsche, Friedrich, Tragedyanın Doğuşu, Çev.: Mustafa Tüzel, İstanbul, İthaki Yayınlan,
2006, s. 94.
"Dionysos'un gülümseyişinden Olympos tannlan, gözyaşlanndan da insanlar oluşmuştur;
Dionysos, parçalanmış tann olarak varoluşunda, gaddarca yabancılaşmış bir daymonun ve
yumuşak, iyi huylu bir hükümdann ikili doğasına sahiptir." Nietzsche, Friedrich 2006, s. 74.
Deleuze, G., Nietzsche and Philosophy, Çev.: Hugh Tomlinson, New York: Columbia Univer
sity Press, 1 9 8 3, s. 1 2- 1 4.
Kuçuradi, İoanna, a.g.e., s. 3 1 .
György Lukacs, Estetik'inde, katharsisin ahlak açısından önemli bir yorumunu yapmıştır.
Klasik yapıdan ele alırken, Dostoyevski'den hareketle "ucuz kahramanlık" olarak nitelediği
katharsis tutumu Nietzsche'nin yanlış bilinciyle (kara vicdan) benzerlikler taşır. Lukacs,
György, Estetik, Çev.: Ahmet Cemal, İstanbul, Paye) Yayınlan, 1 988, s. 26-32.
Deleuze, G., a.g.e., s. 1 7-1 8 .
Cogito,
sayı:
54, 2008
131
1 32
Banş Acar
ı ı "Var olan oluşmaz; oluşan var değildir ... " Nietzsche, Friedrich, Putlann Batışı ya da Çekiçle
Nasıl Felsefe Yapılır, Çev.: Mustafa Tüzel, İstanbul, İthaki Yayınlan, 200S, s. 2S.
ı 2 Nietzsche, Friedrich, (2006), s. 29.
1 3 Nietzsche, Friedrich, (2006), s. 3S.
ı 4 Kuçuradi, İoanna, a.g.e., s. 37.
ıs Nietzsche, Friedrich, (2006), s. 76-90.
ı6 Nietzsche, Friedrich, (2006), s. 1 0 1 .
ı 7 Nietzsche, Friedrich, (2006), s . S8.
ı8 Nietzsche, Friedrich, Deccal, (Çev.: Oruç Aruoba), İstanbul, Hil Yayınlan, ı 99S, s. 29-30.
ı 9 Deleuze, G., a.g.e., s. ı s.
20 Deleuze, G., a.g.e., s. 40-42.
2 ı "Her güç her an kendi kesin sonucunu çizer." Nietzsche'nin yayımlanmamış metinlerinden
bu ifadeyi aktaran Klossowski, kendilik sorununda olduğu gibi burada da yanlışlığın özdeş
kılma etkinliğinde olduğunu söyler. İnorganik dünyada tartışma yoktur. Klossowski, Pier
re, Nietzsche ve Kısırdöngü, Çev.: Mukadder Yakuboğlu, İstanbul, Kabalcı Yayınları, ı 999,
s. 76-79.
22 " ... Uyanmış, bilen kişi der ki: Bütünüyle bedenim ben, başka hiçbir şey değilim onun dışında ... " Nietzsche, Friedrich, (2006), s. 36. Bedene içkin tin ya da tinin beden olduğu görüşü
Nietzsche'nin farklı yapıtlarında dile getirilir. Buna ilişkin en çarpıcı satırları Deccal'de bu
luruz: "Eskiden, insanın bilincinde, "tin"de, onun yüksek kökeninin, tanrısallığının kanıtı
görüldü; insanı yetkinleştirmek için, ona, kaplumbağa gibi, duyularını içine çekmek, yeryü
züyle alışverişini kesmek, ölümlü beden örtüsünü bir yana atmak salık verildi: böylece geri
ye onun asıl önemli olan yanı, "saf tin" kalacaktı. Bu noktada da aklımız başımıza geldi: bi
linçlenme, "tin", bizim için, organizmanın göreceli bir yetkinsizliğidir, bir deneme, tadına
bakma, yanılma, bir sürü sinir kuvvetinin gereksizce harcandığı bir çabalamadır, -birşeyin
yalnızca bilinçlendirilmekle yetkin hale getirileceğini yadsıyoruz. "Saf tin", safi aptallıktır:
sinir sistemini ve duyulan; "ölümlü örtü"yü hesap dışı bırakırsak; yanlış hesap yapmış olu
ruz -başka birşey değil!" Nietzsche, Friedrich, ( ı 99S), s. 2S.
23 Klossowski, Nietzsche'nin çıldırmasını Dionysosçu duruma geçiş olarak görür. Bu birey'in,
türün ya da özdeşliğin olmadığı gücün son patlaması, satir durumuna geçiştir. Klossowski,
Pierre, a.g.e., s. ı4S.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tragedya , Pesi m izm , N ietzsche
JOSHUA FOA D I ENSTAG
Düşünebileceğimiz bütün trajediler nihayetinde tek bir tragedyaya döner:
zamanın geçişi
Simone Weil
Bugün kim kendine pesimist damgasını yakıştırır? Bu sözcüğü günü
müzde büyük ölçüde sağlıksız bir psikolojik eğilimi adlandırmak için kulla
nıyoruz. Pesimizm tıpkı gizemli bir tropik hastalık gibi yakalanmaktan
korktuğumuz, belirtilerini pek de bilmediğimiz bir şey. Tragedya ve traged
yanın tarihi bir yüzyılı aşkındır yoğun ve titiz akademik araştırmaların ko
nusu olmuşken pesimizm ve pesimizmin tarihi uzun süre karanlıkta kalmış
tır. Aslında pesimizmin bir tarihi, hem de karmaşık bir tarihi olduğu günü
müzde bile vurgulanmalıdır.
Aslında pesimizm bir felsefedir, tragedya hakkındaki politik ve estetik
tartışmalann tam merkezinde yer alan bir felsefe. Bugün "pesimist" itiraz
ettiğimiz görüşlere yapıştırmaya pek meraklı olduğumuz bir nitelemedir ay
nı zamanda. Fakat Friedrich Nietzsche 1 886'da Tragedyanın Doğuşu 'nu ye
niden yayımlattığında "Helenizm ve Pesimizm" altbaşlığını eklemiş ve yaz
dığı yeni önsözde kitapta hala onayladığı şeyin "Antik Yunanlılann o ciddi
pesimizm ve trajik mit isteminin" l incelendiği bölüm olduğunu vurgulamış
tır. O zamandan beri pesimizm ve tragedya arasındaki bağ, tragedyanın pe
simizmin sanattaki karşılığı olduğu iddiası, tragedyayla uğraşan akademik
çevrelerde gizliden gizliye yürütülen tartışmalara konu oldu. Sıklıkla traged
yanın, sadece eski Yunan'a özgü, ayırt edici bir estetik etkinlik biçimi oldu-
Cogito, sayı: 54, 2008
1 34
Joshua Foa Dienstag
ğu görüşüyle bir tutuldu, ki bence yanlıştır bu. İşte, tragedya türüne kesin
sınırlar dayatmak isteyenlerle daha kapsayıcı bir görüşte diretenler arasın
daki sınır çizgisi de budur. 1 960'ların başında George Steiner ve Raymond
Williams bu sorulara ilişkin birbirine karşıt tavırlar aldıklarından bu yana
bu tartışmanın koşulları pek çok bakımdan pek az değişikliğe uğramıştır.
Ancak gene de bu tartışma büyük ölçüde pesimist gelenek, hatta Nietzs
che'nin antik Yunan'a atfettiği pesimizmi nasıl kavradığı bilinmeden yürü
tülmüştür. Pesimizm Eski Yunanca bir terim değildir; elbette, Nietzsche'nin
kullanımı da bir anakronizmdi. Ancak bu adlandırmayla trajedi duygusu
nun ayırt edici özelliğini işaret ederken, niyeti bunu İÖ 5. yüzyıla hapsetmek
değildi pek. Aslında Nietzsche'nin kendi (çok modern) felsefesi için kullan
dığı nihai terim "Dionysos pesimizmi"ydi; burada "Dionysos" bütün traged
yaların nihai yaratıcısını ve eyleyenini işaret eder. Öyleyse tragedya araştır
macılarının bu tartışmanın köklerine inmeleri ve tragedyanın toplumsal ve
felsefi kökenleri hakkında biraz fikir sahibi olabilmeleri için tragedyanın pe
simizmle ilişkisini yeniden incelemeleri yerinde olur.
Terimlerin asıl anlamlarından çok daha fazlası bahis konusudur burada.
Tragedya meselelerinde devam eden politik yükün kaynağı da buradadır.
Terry Eagleton'ın tragedya üzerine son incelemesinde yeterince açıktır bu.
Zira tragedyanın pesimizmden kaynaklandığı iddiası (göreceğimiz gibi sor
gulanmaya değer bir iddiadır bu) tragedyaya özgü bakış açısının artık bizim
için kolayca ulaşılabilir olmadığı iddiasıyla bağlantılandırılmıştır. Ve yine
bu iddiayla tragedyanın doğal olarak seçkinci bir bakış açısını temsil ettiği
iddiası arasında da (sorgulanmaya değer) bir bağ kurulmuştur. Eagleton
"tragedyanın sağ kanatta ölümü tezi"ne gönderme yapmaktadır, sanki pesi
mizmle antidemokratik politikalar arasındaki bağlantı öyle sağlam kurul
muştur ki, açıklama falan gerektirmez.
Paul Gordon ise Nietzscheci esrik bir bakış açısını Steiner'le olan bağlan
tısından kurtarmaya çalışmaktadır. Burada çarpıcı olan, Nietzsche'nin gö
rüşlerinin pesimizmden kaynaklandığını özellikle inkar etmesidir; "Nietzs
che'nin pesimizmi," der Gordon "aslında hiç de pesimizm değildir." Öyleyse
Eagleton ve Gordon şu basit düşünceyi paylaşmaktadırlar: Eğer tragedya
pesimistse politik açıdan hiçbir yere vardırmıyor olmalıdır, ya da en azın
dan iyi hiçbir yere.
İşte sorgulamak istediğim tam da bu varsayım. Nietzsche'nin pesimizmi
kolay kolay terimin gündelik kullanımına tekabül etmese de ben pesimizm
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tragedya, Pesimizm, Nietzsche
konusundaki körlüğümüzün ve kaygımızın önümüzdeki asıl engeller oldu
ğunu öne süreceğim. Camus bir zamanlar şöyle yazıyordu: "Pesimist bir fel
sefenin ille de bir yılgınlık felsefesi olması gerektiği çocukça bir düşüncedir
ama uzun uzadıya çürütülmesi gerekir." Camus'nün bu itirazı yalnızca tra
gedyaya ilişkin kavrayışımızı derinleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda,
pesimizm ve tragedyanın politik etkilerinin genellikle varsayıldığı gibi olma
dığını da gösterecektir. Radikal bir eşitlikçi olan Camus'nün pesimizmi sa
vunduğu gerçeği bile pesimizmin varolan politik düzenlemeleri onaylamak
tan çok sarsma potansiyeli olduğunu biraz olsun gösterir. Tragedyanın pesi
mist olduğunu söylemek pasifizmi teşvik ettiğini ya da antidemokratik oldu
ğunu söylemek değildir. Pesimizm doğru ellere düştüğünde canlandırıcı hat
ta özgürleştirici bir etik olmuştur, hala da olabilir. Gerek tragedyanın kendi
si hakkında düşünürken gerekse de Steiner'in The Death of Tragedy'deki
[Tragedyanın Ölümü] savlarını değerlendirirken bu nokta da hesaba katıl
malıdır.
1
"Pesimizm" sözcüğünün kendisi ancak 1 9. yüzyılda yaygınlaşmış olsa da
toplum ve siyaset teorilerinde en azından Aydınlanma'dan beri karşıt an
lamlısıyla birlikte kalıcı bir düşünce ya da düşünceler bütününü adlandıra
gelmiştir. "Optimum" terimini ilk kez Leibniz 1 7 1 0'da basılan Theodicee adlı
yapıtında "maksimum"un korelatı (ve "minimum"un karşıtı) olarak kullanır.
Fransız yazarlar daha sonra onun doktrininden optimisme doktrini diye söz
ederler. Terim İngilizceye Voltaire'in 1 759 tarihli Candide ya da İyimserlik
adlı yapıtının kazandığı popülerlik sayesinde geçer. "Pesimizm" sözcüğünün
İngilizce bir yazıda kullanılması birkaç onyıl sonraya rastlar ama bağlam
dan sözcüğün bir süredir gündemde olduğu anlaşılmaktadır. Gelgelelim, pe
simizmin felsefede ortaya çıkış tarihi, Rousseau'nun modem insanı moral
açıdan yozlaşmış olarak nitelediği Sanat ve Bilim Üzerine Söylev adlı kitabı
nın yayın yılı olan 1 750'dir. 1 9 . yüzyılın başında Leopardi gerek Moral Es
says adlı yapıtında gerekse de şiirlerinde Rousseau'nun düşüncelerini des
teklemiş olsa da pesimizm kısa süren gerçek popülerliğine Schopenhauer'in
yapıtlarıyla ulaşmıştır: Parerga ve Paralipomena 1 85 l 'deki ilk baskısının ar
dından peş peşe birkaç baskı yaptı. Daha sonra pesimizm felsefede hiçbir
zaman egemen bir okul olmasa da birkaç kuşak boyunca kabul gören bir ta
vır oldu. Bu yapıt bugün hiç duraksamadan pesimist olarak nitelediğimiz
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 35
1 36 Joshua Foa Dienstag
edebiyatı (örneğin Dostoyevski, Ibsen, Strindberg) mümkün kılan bağlamın
da bir parçasıdır. Pesimistlerin paylaştığı, -bunu başka bir yerde de savun
muştum- insan varoluşunun temelde zamana bağlı, dolayısıyla da zamanın
değişikliklerine tabi ve kalıcı özelliklerden yoksun olduğu görüşüdür. Scho
penhauer belki de en çok şu cümleleriyle ün kazanmıştır: "Zaman ve zaman
da varolan bütün şeylerin yine zaman yüzünden yokolabilirliği. Zaman her
şeyin ellerimizde hiçliğe dönüştüğü ve bütün gerçek değerini yitirdiği şey
dir."
Nietzsche'nin kendisinden önceki pesimistlerle ilişkisi filozoftan filozofa
değişiklik göstermiştir. Rousseau'ya "ahlak tarantulası" derdi. Başlangıçta
Schopenhauer'in felsefesinden esinlenmiş olsa da sonunda (eleştirel aklına
duyduğu saygıdan vazgeçmediyse de) onun vardığı sistematik sonuçlardan
kopmuştur. Nietzsche kendi döneminin popüler Alman felsefecilerini de
sevmezdi, özellikle de Berlinli ünlü filozof Eduard von Hartmann'ı. Ona
"kör kuyu" derdi. Nietzsche, Hartmann ve Schopenhauer'in pesimizminin
doğrudan nihilizme vardıracağına inanıyordu. Aslında Nietzsche'yi, nihiliz
min yakında geçici bir süre için Avrupa'ya egemen olacağına inandıran et
kenlerden birisi tam da, 1 9 . yüzyılın sonunda bu tarz pesimizmin popülerlik
kazanmış olmasıydı.
Öyleyse Nietzsche'nin pesimizmle kastettiği, bizim bu terimi özdeşleştir
meye eğilimli olduğumuz şeyler değildir. Pesimizm ne depresif kişiliği işaret
eder ne de Arthur Schopenhauer'in felsefesini. Nietzsche, tragedyanın köke
ni bakımından pesimist olduğunu ısrarla vurguladığı önsözde kendi görü
şüyle o dönem Almanya'da popülerliğinin zirvesinde olan Schopenhauer'in
görüşleri arasındaki farkı uzun uzadıya anlatır. Öne sürdüğüne göre, kendi
"tuhaf ve yeni değerlendirmeleri Schopenhauer'in ruhu ve zevkine temelde
ters düşmektedir!" Ne var ki bu eleştiri başka türden bir pesimizmin anlatı
mıyla karışmıştır. Nietzsche bu ikinci türü "bene, benim ödevime giden bir
yol olan yürekli pesimizm" olarak görüyordu. Bu kendi alternatifine de "Di
onysos'ça pesimizm" adını vermişti.
il
Tragedyanın Doğuşu'nun amacı yalnızca Yunan tragedyasının ortaya çıkı
şını değil, Euripides sonrasında Yunan toplumunda çöküşünü de açıkla
maktı. Bilindiği gibi Nietzsche, Sokrates'in başlattığı ve Platon'un geliştirdi
ği rasyonalist felsefenin Yunan tragedyası için gereken kültürel zemini yıktıCogito,
sayı:
54, 2008
Tragedya, Pesimizm, Nietzsche
ğı hipotezini öne sürer. Yalnız, Sokrates tam olarak neyi yıkmıştır ve bu na
sıl mümkün olmuştur? Zaten bir filozof tiyatroyu etkileyecek güce neden sa
hip olmuş olsun ki? Yanıt, Nietzsche'nin Sokrates öncesi filozoflarla ilişki
lendirdiği pesimizmde ve bu filozofların düşüncelerinin erken dönem Yu
nan kültürünün özgün karakterini yansıttığına olan inancındadır. Bu döne
me ait bir notunda şöyle der: "Tragedya, mistik-pesimist bilginin çıkış yolu
dur." Pesimizm, Aiskhylos ve Sophokles'in oyunlarının fesefi temeliydi. Sok
rates öncesi filozofların sahip olduğu ve sonraki kuşakların önce inkar edip
sonra da unuttuğu bilgelik buydu. Sokrates bu değişimin failidir çünkü fel
sefesi temelde optimisttir.
Nietzsche bugün bizim düşünebileceğimizin tersine, optimizm ve pesi
mizmi birbirine zıt olsalar da eşit değerde olan dünyaya bakış biçimleri ola
rak görmüyordu. Ona göre "pesimizm optimizmden daha eski ve özgündü."
Pesimizm Sokrates'ten önce gelen ve öğretileri ancak fragmanlar halinde
elimize ulaşan İyonyalı filozofların alanıdır. Onlar Platon ve Sokrates gibi
sistematik ve düzenleyici bir felsefe kurmaya çalışmak yerine dünyanın kao
tik ve düzensiz doğasını kavramış ve bununla mümkün olduğunca baş etme
ye çalışmışlardır: "Pesimizm dünya düzeninin mutlak mantıksızlığına ilişkin
bilginin sonucudur."
Bu döneme ait başka notlarda Nietzsche, "dünyanın ahlaki ve estetik an
lamdan yoksun olduğu" doktrinini önce Demokritos'a atfeder ve bu düşün
ceyi "kazaların pesimizmi" diye adlandırır. Tragedyanın Doğuşu 'yla yaklaşık
aynı dönemde yazılan ama ölümünden sonra yayımlanan Yunanlılann Tra
jik Çağında Felsefe'deyse Anaksimandros'u Schopenhauer'e benzetir ve onu
"Antik çağların ilk filozofu" olarak niteler. Hatta Anaksimandros'u "gerçek
pesimist" olarak tanımlar ve bu etiketi haklı çıkarmak için onun günümüze
ulaşmış tek fragmanını alıntılar: "Varlıklar oluştukları yer nereyse orada son
bulmak zorundadırlar, gereğince çünkü diyet ödemeleri gerekir ve yaptıkları
haksızlık için yargılanmak zorundadırlar, devrin düzeni uyarınca."2
Başka bir ifadeyle, Nietzsche'nin yorumladığı şekliyle Sokrates öncesi fi
lozoflar pesimizme can veren ilkeyi kavramışlardı: Zaman insanoğlunun sır
tından atamayacağı bir yüktür çünkü bütün şeyleri nihai yıkıma götürür ve
bu yazgı, yüzeyde olayların gidişatını yönlendiriyor gibi görünen her düzen
ilkesini yalanlar. Elbette Presokratiklerden herhangi birisinin konuyu bu şe
kilde ifade ettiği tartışılır (gerçi özellikle Herakleitos böyle anlaşılmaktadır) .
Burada önemli olan Nietzsche'nin onları böyle anlaması, pesimizmin köküCogito,
sayı:
54, 2008
1 37
1 38
Joshua Foa Dienstag
nün sonra yazacağı gibi "zaman hastalığı [Zeit-Krankheit]" olduğunu dü
şünmesidir. Weil'ın epigramı bu düşünceyi tam olarak yansıtmaktadır: Dün
yadaki her acının nedeni zamanın yıkıcı gücüdür.
Nietzsche tragedyayı evrenin devamlı hareket halinde, devamlı oluş ve
dolayısıyla bozuluş sürecinde olduğu görüşünün bir uzantısı olarak görü
yordu. Zamanın tahribatı tragedyayla düzeltilemez ya da telafi edilemez,
yalnızca anlaşılabilir: "Tragedya, özünde pesimisttir. Varoluş korkunç bir
şeydir, insansa budala." Nietzsche, Aristoteles'ten beri benimsenen traged
yanın insanlık durumunun korkunç hakikatinin yarattığı duygulardan bir
tür arınma sağladığı görüşünü reddeder. Tragedyanın etik davranış konu
sunda öğretici olacak bir ahlak dersi içerdiği görüşünü de reddeder. Nietzs
che'ye göre tragedya yalnızca insan varoluşunun presokratiklerin betimledi
ği korkunç durumunu açıkça gözlerimizin önüne serer, bu öyle bir durum
dur ki, tragedya olmasa görmekten kaçınırdık: "Tragedya kahramanı yazgı
ya karşı savaşmaz, çektiği acıyı da hak etmemektedir aslında. Daha çok kö
rü körüne kendi yıkıntılarının içine düşer: sırtındaki o harap ama asil yükle
bu gayet iyi bilinen korkunç dünyanın ortasında duruşuyla yüreklerimizi
kanatan bir dikendir adeta."
Böylece trajik bakış pesimist bilgi temelinden türetilmiş olur. Varoluş
acılarına deva olmaz, yalnızca bu acıların derinliği ve gücünün herkes tara
fından tanınmasını sağlar.
Bu görüş de başından beri Dionysos'ça olanla, "bütün gizemlerin, traged
ya ve pesimizmin anasıyla" ilişkilidir. Atina'daki halka açık tiyatro festivalle
ri Dionysia olarak bilinirdi ve Nietzsche ilk biçimiyle Yunan tragedyasının
sadece Dionysos'un acılarını konu aldığını öne sürecek kadar ileri gitmiştir.
Nietzsche'ye göre Dionysos zamanın yol açtığı varoluş acılarını çekmekte
dir. Sonsuz akıştan kopartılmış, tek başına bırakılmış, sonra parçalara ayrı
lıp bütünle yeniden birleştirilmiştir: "Bu görüşlerle, tragedyanın gizemler öğ
retisi'ni melankolik ve pesimist bir dünya görüşünün bütün öğeleriyle birleş
tirmiş durumdayız: varolan her şeyin birliğine ilişkin temel bilgi, bireyleş
menin kötülüğün esas nedeni olarak kavranışı, bireyleşme efsununun tekrar
tesis edilmiş bir birliğin sezilmesiyle bozulacağına yönelik sevinçli umut
olarak sanat."
Dionysos'un acısı özünde insanın acısıdır. Tragedyada bu, dramanın sah
nelenişine katılan çeşitli unsurlar arasındaki bağlantıyla gösterilir. Nietzs
che'ye göre tragedya kahramanı, sadece bir bütün olarak koronun DionyCogito,
sayı:
54, 2008
Tragedya, Pesimizm, Nietzsche
sos'ça halini kişileştirmektedir. Benzer biçimde koro da "Dionysos insanın
kendi üzerine tefekküre daldığı bir ayna imgesi", aynı zamanda da "Diony
sos'çu izleyici kitlesine dair bir görüdür." Böylece tragedyada aktör, koro ve
izleyiciler Dionysos karakterinde olmalarıyla birbirlerine bağlanırlar. Her
biri bütünden koparılmış birer parçadır. Nietzsche burada koronun Yunan
halkını temsil ettiği yollu geleneksel filolojik yaklaşımı eleştirmekte, aynı za
manda da yeniden kurmaktadır. Bu görüşü savunanlara şiddetli bir saldırı
yöneltmesine karşın, bu görüşün reddedilmesini değil, değiştirilmesini öner
mektedir. Vatandaşlarla koro arasındaki bağı ancak Yunan halkının biricik
bir fenomen, bir Dionysos topluluğu, yani presokratiklerin pesimist bilgeli
ğine bulaşmış bir halk olarak görülmesi koşulunda kabul edecektir.
Öyleyse Nietzsche'nin kavrayışı sık sık benzetildiği elitizmin tam tersidir.
Trajik bilgi birkaç ayrıcalıklı insanın ulaşabildiği bir şey değildir. Tersine
Nietzsche'nin açıklamasına göre tragedya tiyatrosu yalnızca pesimizm etho
su bütün demos tarafından paylaşıldığında işlev görebilir. Nietzsche'nin,
Sokrates sonrası Atinasında zevkin demokratikleşmesine sövüp sayarken
kastettiği, halkın tragedyadan hazzetmemesi değildir, yakındığı yalnızca alt
sınıfların Sokrates'in optimizmine özellikle yatkın oluşudur. Alt sınıfların
acısına hitap ederek onlarda zenginlere karşı hınç uyandırır. (Eğer insanlar
doğaları gereği optimist olsalardı, Sokrates'in rolü önemsizleşecekti. Böyle
terimlerden kaçınan Nietzsche her ne kadar pesimizm için "daha eski ve da
ha özgün" diyorsa da doğal olan bir şey varsa o da pesimizmdir.) Sophokles
üzerine bir dersinde şöyle diyordu: "Tragedya her zaman saf, demokratik
bir nitelik taşımıştır çünkü halktan çıkar."
Nietzsche, pesimizm ve tragedyayı bir tür Dionysos bilgeliği olarak de
ğerlendiren bu açıklamanın karşısına karakteristik özelliği optimizm olan
yeni Sokrates felsefesini koyar. Sokratesçi sorgulama, optimizmin bilmez
den gelişini beyan ederken bile, sorgulamanın, her insan eylemi gibi, başarı
sızlığa mahkum olduğuna dair pesimist düşünceyi de redder: "Çünkü diya
lektiğin özündeki, vardığı her sonuçta zaferini kutlayan . . . iyimser unsuru
kim görmezden gelebilir? Bu iyimser unsur bir kez tragedyaya nüfuz ettiğin
de onun Dionysosçu bölgelerini yavaş yavaş kaplamak ve onu zorunlu ola
rak kendi kendini yok etmeye sürüklemek durumundadır." Sokrates ebedi
mutluluk vaat etmez ama hem erdemin mutlulukla sonuçlanacağını, hem de
öğretilebileceğini yani kuramsal olarak herkesin mutluluğa ulaşabileceğini
söyler. Yaşamın sonuçta gizemli, acının da kaçınılmaz bir yanı olduğunu inCogito,
sayı:
54, 2008
139
1 40
Joshua Foa Dienstag
kar eder: "Bu pratik kötümserlik karşısında Sokrates, şeylerin doğasının te
mellerini araştırılarak anlaşılabileceğine duyulan inançta, bilmeye ve bilgiye
evrensel bir tıbbın gücünü atfeden kuramcı iyimserin ilk-örneğiydi."
Nietzsche'nin Sokrates'in kaderinin yurttaşlarının elinde olduğu gerçeğine
rağmen Platon tarafından geliştirilen bu yaklaşımın tragedyayla mücadelede ni
hai zafer kazanacağından kuşkusu yoktu: "İyimser diyalektik, tasımlannın kır
bacıyla müziği tragedyadan kovar." Nasıl ki Yunanlıların daha eski bir kuşağın
ca benimsenen pesimizm tragedyanın kökenini açıklıyorsa, Yunan felsefesinde
Sokrates'in belirlediği dönüm noktası da çöküşünü açıklar. Halk optimist bakış
açısını benimseyince tragedyanın kültürel bağlamı da ortadan kalktı. Nietzs
che'nin görüş açısından bu, kuramsal bir ilerleme dışında her şeydi. Yunan pe
simizminin Sokratesçi-Platoncu felsefede olmayan temel bir dürüstlüğü vardı.
Tragedyanın Doğuşu 'na 1 886'da yazdığı önsözde bu noktayı özellikle vurgula
mıştır. Bugün pesimizm tıpkı Nietzsche'nin zamanındaki gibi genellikle kültü
rel çöküş düşüncesiyle bağdaştırılırken, Nietzsche Yunan tecrübesinin tam ter
sini gösterdiği kanaatindedir: "Kötümserlik zorunlu olarak çöküşün [ ... ] işareti
midir? - tıpkı Hintlilerde olduğu gibi, tıpkı, öyle görünüyor ki bizde, "modem"
insanlarda ve Avrupalılarda şimdi olduğu gibi? Güçlülüğün kötümserliği var
mıdır? . . .Ve yine: Tragedyanın ölümüne neden olan, ahlak Sokratesçiliği, ku
ramsal insanın diyalektiği, yetingenliği ve neşesi - nasıl? Tam da bu Sokratesçi
lik bir çöküşün . . . işareti olamaz mıydı? ... Bilimsellik belki de yalnızca kötüm
serlikten bir korku ve kaçış mıdır? İnce bir savunma mıdır - hakikate karşı?''
Sokrates kuşağının Yunanlıları insanlık durumunun acımasız hakikatle
riyle yaşamaya artık dayanamadılar ve optimist bir felsefeye sığındılar. Ni
etzsche açısından bu "ahlaki bakımdan bir tür korkaklık . . . ahlak dışı bakım
dansa hiledir." Her durumda bu, yaşamı daha katlanılır ama daha az sahici
kılan aktif bir kendini kandırmaydı. Zamana bağlı varoluşa gerçek bir bakış
tan hoş bir ilerleme ve mutluluk fantezisine doğru bir geri çekilmeydi. Böyle
ce Nietzsche kültürel çöküşün gerçek müjdecilerinin optimistler olduğu so
nucuna varır. Eski Yunanlıların duruşuyla karşılaştırıldığında kararlılıkları
nın zayıflamasına başka ne isim verebiliriz? Nietzsche'nin Sokrates ve Pla
ton'a saldırısı sıklıkla irrasyonalizmin bir savunması olarak görülür ama
onun açısından dünyanın dürüstçe bir değerlendirmesini yapmaktan geri
adım atanlar onlardır. Dünyanın temelde düzensiz, ıslah edilemez, adaletsiz
ve yıkıcı olduğuna dair pesimist görüş karşısında, bu "hakikat" karşısında
onlar gözlerini yumup mağaraya çekilirler.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tragedya, Pesimizm, Nietzsche
111
Tragedya sanatı dünyanın küçük bir parçasının örgütlenişidir. Bireysel
varoluşa amaç kazandıran bu örgütleniş olmasaydı dünya anlamdan yoksun
kalırdı. Dünyanın kaçınılmaz dönüşümüne geçici bir biçim kazandırma ça
basıdır. Dünya, başkalaşımları sırasında kimi belli biçimler kazanmak zo
runda olduğundan "sanat, bütünün eğilimini deyim yerindeyse küçük ölçek
te yinelemektir" - şimdi şu farkla ki, iradi bir çabayla. Böylece sanat aslında
varoluş modeliyle mücadele çabası değil, daha çok bu modeli tanınabilir bir
şey olarak biçimlendirmek, "kendinde, oluşun sonsuz sevincini, yok oluştaki
sevinci de içeren o sevinci gerçekleştirmektir."
Sanat bu şekle büründüğünde "yaşam yönünde büyük bir ayartı, yaşam
için büyük bir uyarıcı" olur. Ne var ki bu, böylesi bir sanatın geleneksel anla
mıyla "canlandırıcı" olması gerektiği anlamına gelmez. Yokoluştan duyulan
sevinç yaşam için bir uyarıcı olduğundan en berbat şeylerin tasvirleri de da
hil edilebilir: "Gösterdikleri şeyler çirkindir fakat onları gösteriyor olmaları
çirkinden aldıkları hazdan kaynaklanır . . . Dostoyevski ne kadar özgürleştiri
cidir!" Eğer sanatın metafizik değerden yoksun olduğunu bilen Dostoyevski
gibi bir sanatçının neden hala yazdığını anlayabiliyorsak Nietzsche'nin ne
den pesimizmin yaratıcı pathos'la sonuçlanabileceğini düşündüğünü de anla
yabiliriz. Benzer bir biçimde tragedyanın, dünyasal kaosun bu "küçük ölçek
te tekrarının" nasıl özgürleştirici oluş sevincini temsil edebildiğini anlarsak
pesimist bir etiğin politik üretkenliği hakkında da bir fikir edinebiliriz.
Bir mimarın durumu konuyu kavramamıza yardımcı olacaktır sanının:
Aklı başında her mimar hiçbir binanın sonsuza kadar ayakta kalmayacağını
bilir. Doğanın dayanıksız malzemeleri kullanılarak doğaya karşı (bir ölçüde
bütün yapıların olması gerektiği gibi) yapılmış her yapı bittiği andan itiba
ren rüzgar, su, yer çekimi vs'nin yani doğanın saldırısına maruz kalacaktır.
Başlangıçtaki inşa amacı her ne olursa olsun bu amaç günün birinde geçer
liliğini yitirecektir. İlk yapıldığında ne kadar güzel görünürse görünsün gü
nün birinde başka gözlere çirkin görünecektir. Mimarlar bütün bunları bile
bile gene de işlerini yaparlar. Evrenin işlerini nihai olarak tolere etmeyece
ğini bile bile o aynı evrenin küçük bir parçasını yerel amaçlar için düzenle
meye devam ederler. Yaptıkları işin bir amaç ya da metafizik anlamdan yok
sun oluşu önlerinde engel oluşturmaz; aslında mimarlar genellikle doğal is
raftan anlamlı yerel çevreler oluşturmayı başlı başına bir hedef, bir motivas
yon sayarlar.
Cogito,
sayı:
54, 2008
141
1 42
Joshua Foa Dienstag
Öyleyse Dionysos pesimizmi benzer türden bir ethos, bir yaşama sanatı
dır. Nietzsche bunu bir yaşama pratiği olarak önerirken bir anlamda tek ya
şam pratiği olarak önermektedir. Fakat işaret ettiği gibi, ister inkar etmek
isterse de onaylamak için olsun, yaşama bütün olarak bakılacak bir perspek
tif yoktur, böyle bir kabul yalnızca bir tür kumar ya da risk olabilir. Karan
lıkta el yordamıyla bir olumlama ya da bilinmeden verilmiş bir onaydır. Her
şeyden önce zamansal yaşantının merkezselliğine yapılan vurguya uygun
olarak bilinen bir şimdiye yapışıp kalmaktansa bilinmeyen geleceği ağırla
ma ve görülmemiş geçmişi kabul etme kararıdır. Öteki pesimizmler de (ör
neğin Schopenhauer'inki) evrende düzen, insanlık tarihinde de ilerleme ol
madığı sonucuna varırken Dionysos pesimizmi bu durumda sevilecek bir
yön bulur: "Benim 'evet'e giden yeni yolum. varlıkların korkunç ve sorgula
nabilir yönlerine dair gönüllü bir arayış olarak yeni pesimizm çeşitlemem.
Böyle bir pesimist bu yolla dünyaya olduğu haliyle Dionysosça bir evet diye
cektir: mutlak dönüşü ve bengiliği için bir arzu olarak. Bununla da yeni bir
felsefi ideal ve duyarlılık ortaya çıkacaktır."
"Dionysosça evet" başkalarının acısından sadistçe bir zevk almak demek
değildir. Daha çok, şimdiden çok geleceğe değer vermektir. Dünyanın oluş
halinde olmasından mutluluk duymak, şeylerin hep değişmekte oluşundan,
geleceğin hep gelmekte, şimdinin hep geçip gitmekte oluşundan mutluluk
duymak demektir. Şimdide varolan her şeyden kopmak demektir. Bu, baş
kalarına karşı küntlük olarak görülecektir kaçınılmaz olarak. Amor fati ya
da bengi dönüşten Nietzsche'nin kastettiği buydu. Geçmişi hep yeniden ya
şamak zorunda olduğumuz düşüncesinden çok, bu yok oluş ve yaratılış
örüntüsünün değiştirilemez olduğu ve dayanılması gerektiğiydi. İlerlemeye
duyulan inançla da bu düşünceye direnilemez. İlerleme beklentisi olmadan
da umut etmeyi öğrenmeliyiz. Modem kulaklara neredeyse saçma geliyorsa
bu, belki de bunca zamandır ilerlemenin umut edilecek rasyonel bir şey ol
duğunu dinlediğimizdendir.
Hayatımızdaki hiçbir unsur değiştirilemez değilken, acı değişim için
ödenmesi gereken değişmez bedeldir. Bize bütün olarak kabul etmek ya da
optimizmin ikiyüzlülüğüyle reddetmek dışında bir seçenek bırakmayan bu
koşuldur işte.
[. . .]
Schopenhauer şöyle yazmıştı: "Bütün ve genel olarak bakıldığında her bi
reyin yaşamı. . . gerçekten bir trajedidir; ancak ayrıntıya girildiğinde komedi
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tragedya, Pesimizm, Nietzsche
niteliğine bürünür." Burada pesimizm ve tragedya arasındaki ilişkiyi anla
mının yanlış yorumlarına karşı savunduysam da bu ikisini özdeşleştiriyor
olduğum düşünülsün istemem. Tragedya pesimizmden kaynaklanıyor olabi
lir ama pesimizmden kaynaklanabilecek tek şey değildir. Sokrates'ten önce
bile eğer savım anlaşılıyorsa bir anlamda pesimizm üzerine kurulu olması
gereken bir Yunan komedi tiyatrosu vardı. Dahası kolayca modem pesimist
komedi örnekleri bulabileceğimizi düşünüyorum, bunlardan en ünlü olan
Don Kişot'tur. Fakat bu sav başka bir makalenin konusudur. Tragedya ve
komedi arasındaki Schopenhauer'in anlattığı o ince çizginin hatırlatmaya
değer olduğunu düşünüyorum. Ona göre her iki tür de aynı insanlık duru
munu ele alırlar, diyebiliriz ki, yalnızca farklı hızlarda.
Öyleyse tragedya ve pesimizm bir ve aynı şey değillerdir. Ama aralarında
burada öne sürdüğüm gibi, yanlış anlaşılan güçlü bir bağ vardır. Pesimizm
ne antik Yunan tiyatrosunun ne de aristokrasinin teslimiyetinin eşdeğeridir.
Ne var ki, insanlık durumunun kökten bir emniyetsizlik ve kökten bir im
kan, özgürlük ve dehşetten ibaret olan temel ontolojisini yani tragedyanın
potansiyel zeminini tanımlama iddiasındadır. Pesimist sanat yapıtları bize
zaman bağımlı hayatın sınırlamalarını gösterirken aynı zamanda da böyle
bir hayatta var olabilecek seçkinlik ve onur potansiyelini betimlerler. Pesi
mizm sadece bir ruh hali de değildir, daha çok uzun bir geçmişi ve karanlık
olmasına rağmen birçok modem demokratik taraftarı olan felsefi bir gele
nektir. Antiütopyacı olabilir ama genel olarak antipolitik, antimodem ya da
antidemokratik değildir. Bundan dolayı tragedya ölü olmadan pesimist ola
bilir.
İngilizceden Çeviren: Dürrin Tunç
Notlar
1 New Literary History [Yeni Yazın Tarihi], 2004, 35: 83- 1 0 1 .
2 Nietzsche, Friedrich, Yunanlılann Trajik Çağında Felsefe, Çev.: Gürsel Aytaç, Say Yay., İstan
bul 2003, s. 58.
Cogito,
sayı:
54, 2008
143
Trajik Hata ve Sessizl ik
KEREM EKSEN
ı.
Bir süreliğine Oidipus'u düşünelim. Thebai kralıyken, şehrinin başına
musallat olan lanetin nedenini bulmaya çalışmış, soruşturma ilerledikçe
suçlama oklarının kendisine yöneldiğini görmüş, sonunda gözlerini kör edip
şehri terk etmiştir. Oidipus'un, sürgün hayatını yaşamak üzere Kolonos ken
tine yaptığı yolculuğu, bu yolculuktaki derin sessizliği hayal edelim. Ya da
Sophokles'in Kral Oidipus'undaki sessizliği, sözlerin arkasına gizlenip Oidi
pus'un bütün sözlerini yutuveren ve ona "Nerede benim rüzgarda bir o ya
na, bir bu yana savrulan sesim?" dedirten sessizliği düşünelim.
Walter Benjamin, Alman yas oyunlarını konu aldığı çalışmasında (Ro
zensweig'den aldığı esinle) trajik kahramanın sessizliğinden bahseder. 1 Sa
dece yenilginin değil, yalnızlığın yol açtığı bir sessizliktir bu. Trajik insan,
oyunun başında toplumsal yaşamda var olup dilin içinde konumlanabilen
biriyken, oyunun sonunda toplumsallığın ve onu kuşatan dilin tamamen dı
şına savrulmuştur. Ona en çok yakışanın ölüm olması biraz da bundandır:
Ölmek, trajik kahraman için "layığını bulmak"tan bambaşka bir şeydir. Ar
tık içinde bulunduğu toplumsallığın ve dilin dışına atıldığını bilen kahra
man için ölüm, mümkün olan tek insani "varoluş" biçimi olur ve kahrama
nın sessizliği bu varoluşun (ya da yok oluşun) asli ifadesi haline gelir.
Oidipus'un trajedisi üzerine düşünmeye başladığımızda şu basit soruyu
sormadan edemeyiz: Oidipus'un onurlu yaşamı neden son bulmuş, o parlak
yaşam neden sessizliğin hükmü altına girmiştir? "Neden?" sorusunu merke
ze alarak Oidipus üzerine konuşmaya başladığımız anda şunu fark ederiz:
Oidipus'un sessizliğinin bize söyleyebileceği hiçbir şey yoktur. Eğer sorulaCogito,
sayı:
54, 2008
146
Kerem Eksen
rımızı sormaya devam edeceksek, Oidipus'un sessizliğine "kulak vermeyi"
bırakmak ve kendi sesimizi dinlemek durumundayızdır. O andan itibaren
odak noktamız onun sessizliği değil, o sessizliği önceleyen bir dizi eylem, bu
eylemlere eşlik eden bir dizi söz ve bu sözlerde ifade bulan bir dizi karar
üzerine yapacağımız akıl yürütmeleri olacaktır. Tüm bunları Oidipus'un dü
şüşüne yol açan birer etken olarak düşünür, nedenselliklerin bir haritasını
çıkarır, ahlaka, adalete ve ilahiyata başvurarak Oidipus bilmecesini çözmeye
çabalarız . Böyle bir durumda şu gerçek yakamızı bırakmaz: artık Oidi
pus'un sessizliğinden uzaktayızdır.
Hiç şüphesiz bu, düşüncenin göze alması gereken bir kayıptır. Eğer felse
fe ya da eleştiri düşüncenin sınırlarını zorlayan bir sessizlik üzerine düşüne
cekse, önce o sessizliği askıya almak durumundadır. Ancak buradaki ön ko
şul, düşüncenin o sessizliğe -ya da o sessizliği doğuran trajediye- hürmet
göstermeye baştan razı olması, tüm soruları kendi kalıbına döküp cevaba
kavuşturacağı yönündeki kibrinden kurtulmasıdır. Trajik kahramanla filo
zofun buluşmasından karlı çıkacak olan taraf, ikincisidir. Trajik kahraman
düşüşünü yaşamış ve sanat yapıtının kendine hazırladığı sonla -yani sessiz
likle- çoktan buluşmuştur.
2.
Yunan tragedyası üzerine yazılmış metinleri incelediğimizde, kökleri
Aristoteles'in Poetika'sına dayanan bir terimin, "hata" (ya da Aristoteles'teki
kullanımıyla hamartia) teriminin merkezi bir konum işgal ettiğini fark ede
riz. Aristoteles Poetika'nın 1 3. bölümünde ünlü "ideal trajik öykü" tanımını
yaptığından beri, trajik kahramanın yaşadığı düşüşü bir hatayla ilintilendir
me eğilimi eleştirmenin yakasını bırakmadı. Bunun sonucunda da, trajik
kahramanlar etrafında yoğun bir soruşturma ağı kuruldu ve Oidipus'un kö
tü kaderi, Agamemnon'un katli ya da Antigone'nin kibri, meşakkatli bir ku
ramsal çalışmanın tekrar tekrar ele alınan nesneleri haline geldi. Bugün,
özellikle de 20. yüzyılın kapsamlı hamartia literatürü sayesinde, Oidipus'un
niyetleri, Antigone'nin ruh hali ya da Hippolytos'un Artemis'le ilişkisi üzeri
ne sayısız varsayıma sahibiz. Estetik, dilbilim ve etik alanlarının kesişimin
de ortaya çıkan bu bereketli kaynak, son derece verimli kuramsal tartışma
lar doğurduğu gibi, birçok durumda Stephen Halliwell'in "hamartia avı" adı
nı verdiği, bağlamın, amaçların ve çıkış noktalarının göz ardı edildiği sayısız
maceraya yol açtı.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Hata ve Sessizlik
Peki hamartia kavramındaki keramet nedir? Bu yazıda kısmen de olsa ce
vaplamaya çalışacağımız bu soru, bizce felsefenin trajediye yaklaşırken er
ya da geç yüzleşmek zorunda olduğu bir sorudur. Hamartia bize trajedi hak
kında ne söyleyebilir? Ya da hamartia kavramı bize bir şeyler söylediğinde,
trajedi varlığını sürdürür mü? Başlangıçtaki meselemize dönersek: Biz ha
martia'dan konuştuğumuzda, Oidipus'un sessizliğinden ne derece uzaklaşı
nz?
3.
Bekleneceği üzere, öncelikle hamartia hakkında konuşmuş ilk filozofa,
yani terimin babası Aristoteles'e değinmek durumundayız. Yukanda da be
lirttiğimiz gibi, hamartia'nın trajedi düşüncesinde merkezi bir konum ka
zanmasının başlıca nedeni, Aristoteles'in 4. yüzyılda kaleme aldığı ve trajik
şiir sanatını tartıştığı Poetika eserinde yaptığı önemli bir saptamadır. Aristo
teles, kitabın 1 3. bölümünde ideal trajik öykünün nasıl olması gerektiğini
anlatmaya girişir ve -bir bakıma beklenmedik bir şekilde- hamartia kavra
mına başvurur.
Mesele kısaca şöyle özetlenebilir: trajedi (daha önce Poetika 1 449b25'te
belirtildiği üzere) izleyicide korku ve acıma uyandırmak durumundadır. Pe
ki, bu duygulann uyandırılmasına hangi tür öyküler olanak sağlar? Aristote
les bu soruya cevap verebilmek için muhtemel öykü şemalannı sırayla ele
alır. Erdemli kişilerin felakete düştüklerini ya da kötü insanlann mutluluğa
eriştiklerini görmek, trajik bir etki yaratmaz. Zira birinci durum korku ve
acımadan çok öfkeye yol açar. İkinci durum ise korku ve acıma duygulannı
tetiklemekten uzaktır. Aynı şekilde kötü bir insanın düşüşüne şahit olma
mız, her ne kadar adalet duygumuzu okşasa da, korku ve acıma uyandır
maz. Aristoteles, geriye kalan ihtimali2 tarif ederken, o ünlü hamartia sapta
masını yapar:
Böylece geriye kalan bunların arasındaki kişidir: Tragedyanın konusu
olan kişi ne erdem ve adalet bakımından öteki insanlardan üstündür ne
de kötülüğü ya da acımasızlığı yüzünden mutsuzluğa düşmüştür; insan
lar arasında büyük bir üne sahip ve mutluluk içinde yaşayan, ama bir
hata (hamartia) yüzünden mutsuzluğa yuvarlanmış kişidir tragedyanın
konusu. 3
Cogito, sayı: 54, 2008
14 7
1 48
Kerem Eksen
Bu tanım, Aristoteles'e belli bir esneklik alanı sağlamaktadır. Hamartia
teriminin devreye girmesiyle, kahramanın eylemlerinin yaşanan düşüşle
olan bağlantısı muğlaklaştınlmış olur. Hamartia öyle bir hatadır ki, bir yan
dan kahramanın düşüşünü bir "suç ve ceza" nedenselliği içinde algılamamı
za mani olurken, diğer yandan -ortada bir hata olması nedeniyle- düşüşün
tesadüfi olarak algılanmasını engeller. Bir başka deyişle Aristotelesçi hamar
tia, trajedinin etik evrenindeki bir ara bölgeye işaret eder: Hamartia'nın yol
açtığı düşüş, ne hak edilen ne de hak edilmeyen bir düşüştür. Böylesi bir
trajik düşüş, ne ahlaki anlamlar kazanarak adalet duygumuza seslenir ne de
tesadüfiliğini ilan ederek eylemlerin beyhudeliğini vurgular. Bu düşüş, sade
ce ve sadece korku-acıma ikilisinin etkinleşmesine yol açar.
Aristoteles'in işaret ettiği bu ara bölge, sonraki yüzyıllarda, trajik hata
üzerine literatürün doldurmaya çalışacağı bir uçuruma dönüşecektir. Kav
ramsal çabaların büyük bir bölümü buradaki terimin ne anlama geldiğini
bulmaya yöneliktir. Eleştirmenler, dilbilimciler ve felsefeciler bir yandan
hamartia ailesine ait kelimelerin şeceresini çıkarırlar, bir yandan Aristote
les'in diğer metinlerindeki -özellikle de Nikomakhos'a Etik kitabındaki- ki
mi pasajlara4 müracaat ederek terimi aydınlatmaya çalışırlar, bir yandan da
Yunan trajedisindeki örnekleri inceleyerek genel-geçer bir hamartia tarifi
bulmaya çabalarlar.
Tutarlılık ve kesinlik peşindeki yorumcular, bu araştırmanın çeşitli saf
halarında hamartia'nın geniş anlam yelpazesinin bir ucundan diğerine sav
rulup dururlar. Bir yandan, kelimenin Homeros'taki kullanımının ön plana
çıkardığı "hedefi ıskalamak" anlamı ağırlık kazanır, derken hamartia'nın
tanrılara karşı işlenmiş dinsel bir hata olarak görülmesi gerektiği ya da
-Aristoteles'in açık uyarısına rağmen- ahlaki bir suç içerdiği öne sürülürs .
Derken -özellikle Aristoteles'in diğer metinlerine yapılan referansla- hamar
tia'nın esasen bir düşünce hatası olduğu, bir bilgisizlikten ya da muhakeme
zincirindeki bir eksiklikten kaynaklandığı söylenerek ahlakın alanından
uzaklaşılmaya çalışılır6 . Tüm bu kuramsal girişimlerin en büyük sıkıntısı,
hamartia'nın geniş anlam alanını kuşatacak bütünlüklü bir tanıma ulaşama
mak olmuştur. Bu sorun, özellikle de Aristoteles'in eylem kuramından hare
ketle trajedilerin okunmaya çalışıldığı durumlarda yaşanmıştır. Poetika'daki
hamartia kavramı, Nikomakhos'a Etik'teki hamartia tarifiyle7 birlikte okun
duğunda tutarlı bir tanıma erişmek mümkün olabilmiştir. Ancak aynı tutar
lılığı bulmak üzere trajedilere dönmek, kuramcı için birçok noktada ya
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Hata ve Sessizlik
umut kırıcı ya da yanıltıcı olmuştur. Kuramcı çoğu zaman yukarıda sözünü
ettiğimiz türden bir "hamartia avı"na girişmiş, bazen hata olmayan yerde
hata görmüş, bazen mevcut hatayı belli bir kalıba sokmak (mesela bir dik
katsizlik hatasını bir ahlaki hata olarak okumak) uğruna sayısız varsayım
üretmiş, bazen de tali önemdeki bir hatayı kurgunun merkezine doğru kay
dırarak oyunun dengesiyle oynamıştır. Örneğin, Suzanne Said'in de işaret
ettiği gibi, 8 Oidipus'un hatası üzerine yazılmış yüzlerce makalede, kahrama
nın sayısız hatası tespit edilmiştir. Kimine göre Oidipus, Apollon'a ve sözcü
sü Tiresias'a kafa tuttuğu için cezalandırılmıştır. Kimine göre onun kaderin
den kaçması başlı başına bir hata olmuştur. Başka yorumcular ise daha pra
tik hatalar üzerinde durmuş, örneğin Oidipus gibi babasını öldüreceğini ve
annesiyle yatacağını öğrenen birinin her türlü cinayetten ve evlilikten kaçın
ması gerektiğini, ya da en azından öldüreceği ya da evleneceği kişinin yaşını
hesaba katması gerektiğini vurgulamışlardır. Suzanne Said'in de belirttiği
üzere, bu zengin liste, tam da zenginliği nedeniyle şüphelidir. Zira başta
Kral Oidipus olmak üzere birçok trajedi metni, tek bir hata tanımından ha
reketle okunup çözümlenmeye direnmiştir.
Hamartia kavramına dair kuramsal çabaları Yunan tragedyalarındaki so
mut örneklerle buluşturma konusundaki bu zorluk, 20. yüzyılın ikinci yarı
sında kuramcıları daha esnek çerçeveler çizmeye yöneltmiştir. Gelinen son
aşamada, hem Aristoteles'in hamartia'yı bir teknik terim olarak kullanmadı
ğı kabul edilerek terimin esnekliği teslim edilmiş, 9 hem de yer yer Aristote
lesçi modelin bizzat kendisinin sorunlu olduğunun altı çizilmiştir. 1 0
Peki neden Aristoteles sonrası (ki buna Rönesans-sonrası da diyebili
rizl 1 ) okur, Aristoteles'in neredeyse değinip geçiverdiği hamartia kavramı
na böylesi büyük bir ilgiyle yaklaşmış, neden trajedinin merkezine hamarti
a'yı oturtmak konusunda bu denli istekli olmuştur? Bunun için Yunan tra
jedisine kısa bir dönüş yaparak, trajedideki hangi öğenin bizi, yani Aristo
teles-sonrası okuru bu denli zorladığını anlamaya çalışacak, buradan hare
ketle hamartia'nın nasıl -ve ne pahasına- işlerlik kazandığını görmeyi dene
yeceğiz.
4.
Bir insanın hatasından bahsediyor olmak, şu veya bu şekilde o insanın
eylem alanında belli bir tasnife gitmek demektir. Her bir eylemin sonsuz
sayıda daha küçük eyleme bölünebileceğini varsayarsak, bu son derece do-
Cogito,
sayı:
54, 2008
149
1 50
Kerem Eksen
ğaldır. Bir cinayet, başlı başına bir eylem olduğu gibi, çok sayıda küçük ey
leme bölünebilir ve biz bu eylemler dizisinde yapacağımız tasnife göre ci
nayetin çok sayıda anlatısını elde edebiliriz. Söz gelimi cinayetin altında
yatan nedenleri ve cinayete yol açan eylemlerin cezai karşılığını bulmayı
amaçlayan bir bakış, yani yargının bakışı, bu çok sayıda anlatıdan birini
üretir. Böylesi bir anlatıda, katilin işlediği suçun ağırlığını saptayabilmek
için belli öğeler (örneğin katilin cinayet anındaki durumu, yaşı, niyetleri)
merkeze alınırken, başkaları da (örneğin katilin öğrenim durumu) saf dışı
bırakılır. Eğer söz konusu anlatı toplumbilimsel bir bakış tarafından şekil
lendirilirse, önceliklerin sırası değişir, vurgular farklılaşır, yeni bir tasnif
ortaya çıkar. Bu kez cinayet anındaki özel koşullar göz ardı edilir, bunun
yerine katilin toplumsal konumu, ekonomik durumu, çevresi vb belirleyici
kabul edilir.
Bu basit gerçek, trajedilere hamartia sorunsalı ışığında yaklaşmanın
beraberinde neler getirebileceği konusunda aydınlatıcıdır. Ana soru "tra
jik kahramanın düşüşü hangi hatadan kaynaklandı?" olduğunda, düşüş
durumuna giden yoldaki kimi öğeler özel olarak mercek altına alınır, tra
jedinin eylem alanında belirli bir tasnif yapılır, nedensellik ilişkilerini be
lirginleştiren bir harita çıkarılır. Ortaya çıkan bu özel sorunsallaştırma
biçimi, belli soruların kilit öneme sahip olmasına yol açar: Hangi eylem
hangi itkiyle yapılmıştır? Kahraman eyleme geçtiğinde içinde bulunduğu
koşulların ve eylemlerinin olası sonuçlarının bilincinde midir? Kahrama
nın ortaya çıkan durumdaki sorumluluk derecesi nedir? Kahraman ey
lemlerini özgürce mi ifa etmiştir, yoksa başka güçlerin belirlenimi altına
mı girmiştir?
Yukarıda sorduğumuz soruya dönelim: Hamartia'yı merkeze alarak tüm
bu sorulan sormamızın, yani trajediye dair sorgulamamızı bir hata sorunsa
lı ışığında sürdürmemizin nedeni nedir? Trajedideki hangi zorlukla baş ede
bilmek umuduyla hamartia'yı merkeze alır ve eylem alanında yukarıda sözü
nü ettiğimiz tarzda bir tasnife gideriz?
Başlangıç noktası olarak, bu zorluğun net bir şekilde gözlemlenebildiği
ünlü bir sahneyi hatırlayalım: Kral Oidipus oyununda, Oidipus, farkında ol
madan yapmış olduğu tüm o eylemlerin vahametini fark edip gözlerini oy
duktan sonra koronun karşısına çıkar ve şu soruyla karşılaşır:
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Hata ve Sessizlik
- Dehşet kumkuması adam
nasıl kararttın gözlerini?
İnsan gücü buna yetmez ki.
Oidipus'un cevabı şöyledir:
- Apollon, dostlar, Apollon'dur
bu felaketleri başıma getiren
bu acılan bana çektiren.
Ama kendi ellerimdi gözlerimi karartan. 1 2
Bu pasajda, trajedilerde sıklıkla karşılaştığımız bir durum büyük bir
açıklıkla ifade edilir: bir kahramanın eylem alanı, bir tanrısal gücün eylem
alanıyla kesişir ve kahramanın düşüşü bu kesişim bölgesinde gerçekleşir.
Oidipus'un öyküsünün bütünü düşünüldüğünde, bu kesişimin sadece düşüş
anıyla, yani gözleri oyma eylemiyle sınırlı olmadığı görülür. Oidipus efsane
si, bir kehanetin adım adım gerçekleşmesi olarak düşünüldüğünde, oyunun
baştan sona Apollon'un gölgesi altında şekillendiği kabul edilecektir. Bu du
rumda Kral Oidipus gibi bir trajediyi sadece insani düzlemle sınırlı kalarak
açıklayamayacağımız aşikardır. Zira yukarıda alıntıladığımız pasajda da gö
rüldüğü üzere, Yunan trajedisinde sıklıkla insani ve tanrısal nedensellik zin
cirlerinin kesiştiğine ve durumu karmaşıklaştırdığına tanık oluruz. Bu kar
maşıklık, Yunan evrenindeki tanrısal güçlerin kalabalık ve dinamik nüfusu
da hesaba katıldığında, bir trajedinin içerebileceği olası anlatıların çoğalıp
zenginleşmesine yol açacaktır.
Hatanın merkeze alınması, bu anlatı bolluğunun sindirilebilir bir düzeye
çekilmesini ve eylem örgüsünün basitleştirilmesini amaçlayan bir kuramsal
hamle olarak görülebilir. Yorumcu, hatanın peşine düşmek suretiyle, kar
maşık nedensellik zincirlerini birbirlerinden ayırmaya, böylelikle de eylem
alanını sadeleştirmeye çalışır. Bu amaçla Oidipus'un yaşadıklarını bir düşü
şün nedenleri olarak ele alır ve Oidipus'u bir (ya da yoruma göre birkaç) ha
tanın sorumlusu olarak görür. Tannsa} güçler ise hatayı hazırlayan ve içe
ren bu eylem dizisinin müdahilleri olarak ayrı bir nedensellik zincirine dahil
edilir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, buradan hareketle sorulan sorular (Hata
kimin hatası? Hatanın altında hangi itkiler yatıyor? Fail hatayı isteyerek mi
Cogito, sayı: 54, 2008
151
1 52
Kerem Eksen
işliyor, zorlama sonucu mu?), trajediye dair özel bir sorunsallaştırma biçi
mine işaret eder. Bu sorunsallaştırmanın başlıca özelliklerinden biri, faille
rin birer eylem merkezi olarak ele alınmasıdır. Yani bu sorgulamanın temel
birimleri, birer eylem merkezi olarak görülen Oidipus, İokaste ya da Apol
lon'dur. Trajedinin alanını dolduran eylemler ise bu faillerden neşet ettikleri
ölçüde tartışılabilir hale gelir. Yani eylemlerle failler arasındaki ilişki -ne
kadar karmaşık olsa da- son kertede açıklanabilir niteliğe sahiptir. Kuram
cının oyunun akışına ya da "nedensellik haritası"na yeterli dikkatle eğilmesi
durumunda, bu karmaşıklığın üstesinden gelinebilecektir. Dikkatli bir ana
lizle failin niyetleri, itkileri ve eğilimlerinin yanı sıra eylemin oluşumunda
rol oynayan içsel ve dışsal koşullar titizlikle ayırt edilecek, böylelikle eylem
lerle failler eşleştirilerek trajik hataların doğası açıklık kazanacaktır.
Hamartia arayışının birbirinden tamamen farklı varsayımların, saptama
ların ve sonuçların çarpıştığı bir av macerası haline gelişinin sebebini bu
stratejinin açmazlarında arayabiliriz. Aşağıda göstermeye çalışacağımız gi
bi, "eylem merkezi konumundaki fail"in trajedinin temel birimi haline gel
mesi ve etik sorunsallaştırmaların buradan hareketle kurulması ciddi sorun
lara yol açar. Zira böylesi bir sorunsallaştırmada, yukarıda sözünü ettiğimiz
Oidipus-Apollon kesişiminin tek bir tarifi olabilir: Apollon, Oidipus'un ey
lemlerini belirlemektedir. Yani Apollon, Oidipus'un eyleme gücü üzerinde bir
etkide bulunmakta, onun eylem alanını dışandan kuşatarak şekillendirmek
te, ona bir şeyler yaptırmaktadır.
Kahraman ile tanrısal güçler arasındaki ilişkiyi bu şekilde tarif ettiğimiz
noktada, elimizde trajediye dair basit bir ilke kalır: kahramanlar, birçok du
rumda kendilerini aşan güçler tarafından belirlenirler. Ancak ilk bakışta iti
raza yer bırakmıyor görünen bu ilkenin sorunu, bizi trajedilerin yazıldığı
döneme ait olmayan bir sorunsallaştırma biçimine hapsetmesidir. İlk izleri
ni Yunan trajedileri yazıldıktan yaklaşık iki asır sonra ortaya çıkan Stoacı
felsefede bulduğumuz ve açık ifadesine Hıristiyan ilahiyatında rastladığımız
bu sorunsallaştırmanın temel eksenini belirlenim ile özgür irade arasındaki
gerilim oluşturur. Burada temel birim, bir eylem merkezi olarak faildir. Ve
ana sorunsal, eylemin merkezi olan failin iradesini gerçekleştirme olanağına
ne ölçüde sahip olabildiği, yani irade özgürlüğünün iradeye dışsal olan et
kenler tarafından ne ölçüde belirlendiğidir. Trajediye böylesi bir irade-belir
lenim sorunsalı açısından yaklaşmak, trajik düşüşü çözülmesi beklenen kar
maşık bir bilmece haline getirir. Zira böylesi bir durumda, kahramanı düşü-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Hata ve Sessizlik
şe götüren eylemlerin bir kısmının kahramanın özgür iradesi tarafından
gerçekleştirildiği, bir kısmının ise bir dışsal iradenin belirlenimi sonucu or
taya çıktığı söylenir. Bilmecenin çözümü için, yukarıda da bahsettiğimiz gi
bi, nedensellik haritasında ayrıntılı bir çalışma yapılmalıdır.
Böylesi bir çalışmadan hareketle, trajik düşüşe dair iki farklı sonuca varı
labilir: Birinci sonuç, trajedinin, dışsal belirlenimlere maruz kalarak kendi
ellerinde olmayan hatalar işleyen ve bundan dolayı ceza çeken insanları an
lattığını söylemektir. Bu türden bir okuma, çoğu zaman, trajedinin tam da
bu özelliği nedeniyle günümüzdeki adalet ve etik mefhumlarından çok uzak
ta olduğunu, insanın etik gelişiminin erken bir evresini temsil ettiğini kabul
eder. 1 3 Birincinin karşısında yer alan ikinci sonuç ise kahramanların, her
türlü insanüstü belirlemeye rağmen, kendilerine ait belli hataların failleri ol
duğunu söylemektir. Bu yaklaşıma göre trajedinin etik dünyasının günümüz
dünyasından çok da uzak olmadığını söylemek mümkündür; zira tanrıların
kol gezdiği o karmaşık eylem alanında her şeye rağmen trajik kahramana
-ve sadece ona- ait bir hata bulunabilecek, yani kahramanın belli eylemle
rin sorumlu faili olduğu söylenecek, böylelikle trajik düşüş izah edilebile
cektir. 1 4
Ancak eğer Yunan trajedisinin kendine has bir sorunsallaştırma biçimine
sahip olduğunu ve bu sorunsallaştırmanın günümüzdekinden büyük oranda
farklı olduğunu kabul edersek, yukarıdaki belirlenim-özgür irade tartışması
nın yersizliği açıklık kazanacaktır. Her şeyden önce M.Ö. 5. yüzyıldaki Yu
nan düşüncesinin eylem tahayyülünde irade gibi birleştirici bir kavramın
bulunmadığını göz önüne almamız gerekecektir. Jean-Pierre Vernant, kla
sikleşmiş bir makalesinde Aristoteles'in eylem kuramından hareketle irade
merkezli bir eylem anlayışının Antik Yunan düşüncesine yabancı olduğunu
göstermektedir. I S Vernant'a göre Antik Yunan insanının eylemleri, tek bir
eylem merkezine gönderme yapılarak anlamlandırılamaz. Bunun yerine, ey
lemin oluşumunda farklı düzeylerde rol oynayan çeşitli kaynaklardan söz et
mek daha doğru olacaktır. Bir eylem, tekil bir irade merkezinin değil, çeşit
lilik gösteren akılcı ve akıldışı eyleme arzularının 16 birbirleriyle girdiği iliş
kinin bir ürünüdür. Bu anlamda, bir eylemin kaynağına işaret etmek, daima
bir çoğulluğu hesaba katmayı gerektirecektir.
Bu çoğulluk, trajedi evreninde etkin rol oynayan insanüstü güçler düşü
nüldüğünde daha büyük bir önem kazanır. Bir trajedi eylemi, çoğunlukla,
sadece insanın çoğul arzularının kesişimiyle değil, insani ve insanüstü eyle-
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 53
1 54
Kerem Eksen
me güçlerinin karmaşık ilişkiler kurmalarıyla meydana gelir. Üstüne üstlük,
bu ilişkilerde insani olanla insanüstü olanı ayırmak, birçok durumda trajik
insanın eylem tahayyülüne aykırı bir çaba olacaktır. Ruth Padel'ın çok sayı
da örnekte gösterdiği gibi, trajik dünyada kişinin içsel eylem kaynaklarıyla,
bunlara etki ettiği varsayılabilecek dışsal (ya da insanüstü) güçleri ayırmak
mümkün değildir. Birçok trajedide merkezi bir unsur olarak karşımıza çı
kan ve "delilik" anlamına gelen ate, buna iyi bir örnektir. Geleneğe göre Ze
us'un kızı sayılan ve insanların delirme nöbetleri geçirmelerine yol açan bir
tanrıça konumundaki Ate, Aeskhylos trajedilerine gelindiğinde bir yandan
bu tanrısal niteliğini korurken, diğer yandan ruhun çözülüşünün trajik tem
sili halini alır ve hamartia'ya yakın bir kullanıma sahip olur. Öyle ki artık
ate, hem dışandan gelen lanet hem de kahramandan kaynaklanan hata ko
numundadır.
Buna göre "daimonik" olanla insani olanın ilişkisini sadece nedensellik
şemasına hapsetmek ve bu iki öğe arasındaki geçişkenliği göz ardı etmek,
ancak M.Ö. 5 yüzyılda Atina'da hakim olan insan anlayışının dışına çıkmak
la mümkün olabilecektir. Gene Vernant'ın belirttiği gibi, trajik insanın orta
ya çıktığı yer, tam da ethos ile daimon arasındaki alandır ve bu iki uçtan bi
rinin iptali, trajik insanın da iptali haline gelecektir. Bu alan, insani edimle
rin tanrısal güçlerle eklemlendiği bir sınır bölgesidir. 1 7
Bütün bunlar bizi, trajik insanı bir eylem merkezi olarak değil, içsel ya
da dışsal çeşitli eylem kaynaklarının ilişki içinde olduğu açık bir alan olarak
tahayyül etmeye yöneltir. Bu durum, eylemlerle eylemlerin kaynakları ara
sındaki ilişkinin karmaşıklaşmasına, yani bir eylemi düşünürken dikkate
alacağımız temel unsurların çoğalmasına yol açacaktır. Tabii ki bunun anla
mı, söz gelimi Oidipus'un karmaşık bir eylem ağının ardında yitip gittiği ve
trajedinin sadece birbirinden ayırt edilemez eylem parçalarının süreğen akı
şını anlattığı değildir. Bütün o karmaşık eylem akışının ortasında, eylemle
rin niteliğini ve kaynağını sorunsallaştıran, kendisini o eylem alanıyla belli
bir ilişki içine sokan bir Oidipus, trajedinin başından sonuna kadar sahne
dedir. Bu anlamda Kral Oidipus trajedisini bir insanın, belli meziyet ve za
yıflıklara, belli tercihlere ve belli toplumsal konumlara sahip olan Oidi
pus'un hikayesi olarak okumak bir hata olmayacaktır. Ancak burada hikaye
si konu edilen, eylemlerin tekil merkezi konumundaki Oidipus değil, eylem
lere kaynaklık eden çoğul güçlerin kesişimi konumundaki Oidipus olarak
görülmelidir. Bu anlamda Oidipus'un kendine dair sorunsallaştırması -ya
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Hata ve &ssizlik
da trajedinin Oidipus'a dair sorunsallaştırması- bu çoğulluğun sorunsallaş
tırılmasıdır. "Bu eylemi yapan Apollon'du ama eller benim ellerim" sözünde
ifade bulan şey, tam da bu içinden çıkılamaz çoğulluktur.
Bir trajedi öncelikli olarak bir insanın hikayesi olarak okunabileceğine
göre, hamartia eksenli sorgulamanın tanrısal olanı insani olandan ayırma
ya gayret etmesi yersiz bir çaba sayılmayabilir. Nitekim trajedi kahraman
ları da kendilerini tanrıların doğal uzantıları gibi görmezler ve eylem alan
larında tanrısal güçlerin oynadığı rolleri tartışma konusu haline getirirler.
Ancak hamartia araştırmasının sorunu, bu ayırt etme faaliyetini sadece iki
kutbu -yani "insan"ı ve "tanrısal olan"ı- temel alarak sürdürmesidir. Buna
göre bir eylem ya tanrısal bir güce ya da insana aittir. Böylesi bir ikilik, ço
ğulluğun damgasını vurduğu ara bölgeleri iptal ederek trajik bilinmezliği
devreden çıkarmaya çabalar. Vemant'ın sözünü ettiği o sınır bölgesinin bi
linmezliği, araştırmacının iki kutuplu okuması sayesinde, çözülebileceği
öngörülen bir bilmeceye dönüşür. Bu noktadan sonra, trajedinin sağladığı
o zengin malzemeden hareket ederek sayısız varsayıma ulaşmak mümkün
olur.
Trajik sessizliğin askıya alınmasıyla başlayan böylesi bir araştırmada,
tam da trajik bilinmezliğin bilmeceye dönüştürülmesiyle birlikte sessizlik
tamamen iptal edilmiş olur. Bu bilmecenin çözümüne dair çabalar arttıkça,
Oidipus'un sessizliğine "kulak vermeyi" bıraktığımız gibi, ona, Kolonos yo
lundaki sessiz Oidipus'a bir şeyler anlatmaya başlarız. Tüm bu açıklama
larla Oidipus'un eylemlerindeki baş döndürücü çoğulluğu derleyip toparlar,
ona kendisinin farkında olmadığı gerçekliğini anlatmaya başlarız. Bu
amaçla yaptığımız açıklamalar yoluyla trajik paradoksu çelişkiye, trajik dü
şüşü cezaya, düşüş öncesi edimlerin bir kısmını da hataya çevirerek trajik
eylem alanında büyük bir sadeleştirme harekatına girişmiş oluruz. Böyle
likle Oidipus'a onun aslında hangi hatayı işlediğini, felaketinin asıl kaynağı
nın ne olduğunu söyler, onun sessizliğini bizzat onun hikayesiyle doldur
maya başlarız.
5.
Eğer Oidipus'un sessizliğine kulak vermeyi sürdürmek istiyorsak, tüm
bu soru, cevap ve varsayım kalabalığıyla hesaplaşmak durumundayız. Bu
hesaplaşma, her şeyden önce trajik hata sorusunu sormanın trajedinin
•
alanında nasıl bir düzenlemeye yol açtığını ve trajik eylemin çoğulluğunu
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 55
1 56
Kerem Eksen
nasıl ortadan kaldırdığını anlamaya yönelik bir çabadır. Ancak bu, göster
meye çalıştığımız gibi, trajik hata literatüründeki şu veya bu argümanın
enine boyuna tartışılmasının ötesinde bir hesaplaşmadır. Buradaki asıl
mesele, günümüzdeki etik sorunsallaştırma biçimlerinin trajediyi kavrama
konusunda ne derece yeterli olduğunu görebilmektir. Dolayısıyla asıl soru,
trajediye değil, trajediyle karşı karşıya gelen günümüz insanına dair bir
sorudur.
Eğer trajediyi trajik hatadan hareketle okumaya kalkıştığımızda onu
haksız yere sadeleştirerek kendi sesimizle boğuyorsak, o zaman trajik hata
yı merkeze koymanın bizzat bir hata olabileceği ihtimalini göz önünde bu
lundurmak durumundayız. Ancak yeni bir düşünsel manevrayla bu hatanın
basit bir kuramsal hata olduğunu söylemek, trajedinin sesine yeterince ku
lak vermememiz sonucunu doğuracaktır. Trajik hata, Aristoteles'in kaynak
lık ettiği ve sonraki eleştirmenlerin/düşünürlerin tekrarladığı basit bir dü
şünsel kaza değildir. Trajik hata, trajedi sonrasında şekillenen etik evrenin
trajediyi anlamlandırabilmek için kullanabileceği bir iki temel kavramsal
araçtan biridir. Bu nedenle trajik hata kavramının tartışma alanının tama
men dışına çıkarılması, tek başına ele alındığında, trajediyle karşılaşan in
sanın geri adım atmasından öte bir şey ifade etmeyecektir. Trajedi ve trajik
hata üzerine gerçekten verimli ve zenginleştirici bir düşünce deneyimi ya
şamak, ancak mevcut etik alanının yeniden masaya yatırılmasıyla ve mev
cut etik sorunsallaştırmalarının tarihsel öncüllerinin araştırılmasıyla müm
kün olabilir.
Nietzsche'nin düşünsel kariyeri bu açıdan aydınlatıcıdır. Yola Traged
ya'nın Doğuşu başlıklı yapıtla çıkan Nietzsche, Yunan trajedisi üzerine yaz
dığı bu denemenin ilk yayımlanışından 1 4 yıl sonra ( 1 886'da), yapıtıyla ilgili
olarak şu cümleleri yazar: "Şarkı söylemeliydi bu 'yeni ruh' - ve konuşma
malıydı. O zamanlar söylemem gerekeni bir şair olarak söylemeye cesaret
edemeyişim ne yazık: belki başarırdım bunu!" 1 8 Nietzsche bu sözleriyle tra
jedi üzerine konuşmuş olmaktan neredeyse hicap duyduğunu söylemektedir
bize. Benjamin'in trajik sessizliğini çağrıştırırcasına, trajedi üzerine kuram
sal çabanın, yerini şiire ve müziğe bırakması gerektiğini söyler.
Ancak bunun basit bir geri çekilme hamlesi olmadığını, bizzat Nietzs
che'nin düşünsel macerasından hareketle bilebiliyoruz. Trajediyle -ve belki
de trajik sessizlikle- yaşadığı o parlak karşılaşma, Nietzsche'yi suskunluğun
damgasını vurduğu bir geri çekilmeye değil, yaşamdaki çoğulluğun keşfine
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Hata ve Sessizlik
yönelik büyük bir sefere yöneltmiştir. Bizim açımızdan daha önemli olan
nokta, bu müthiş yolculuğun merkezi veçhelerinden birinin, mevcut etik
alanının yaratıcı bir soykütük araştırmasıyla sorgulanması olmasıdır. Traje
di karşısında kuramsal sözden kaçan Nietzsche'nin, etiğe yönelik bir soykü
tük çalışmasına yönelmesinin tesadüf olmadığı açlıktır.
Felsefenin ve eleştirel düşüncenin kibirli denemeleri Oidipus'un etrafını
ve içini saran o korkutucu çoğulluğu kavramak için çırpınadursun, o, kitap
lardaki ve zihinlerdeki sessizliğini sürdürüyor. Bugünün okurları olan bizler
için yapılabilecek anlamlı işlerden biri, Oidipus'a hatalarını anlatmaktansa,
kendi "hata"larımızın peşine düşmek olsa gerek. Belki bu sayede hem Oidi
pus'un sessizliğine hem de yaşamın bizi sık sık mecbur bıraktığı sessizliğe
kulak verme imkanı bulabiliriz. Nietzsche'ye göre ancak o zaman gerçek an
lamda konuşabiliyor, düşünebiliyor ve aynı zamanda şarkı söyleyebiliyor
olacağız.
Kaynakça
Aristoteles, Nikomakhos'a Etik, Çev.: Saffet Babür, Ayraç Yay., Ankara, 1 998.
Aristoteles, Poetika, Çev.: Nazile Kalaycı, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 2005.
Benjamin, W., Origine du drame baroque Allemand, Çev.: Sibylle Muller, Flammarion, Paris,
2000.
Bremer, J. M., Hamartia. Tragic Error in Poetics ofAristotle and in Greek Tragedy, Adolf M. Hakkert, Amsterdam, 1 969.
Halliwell, S., Aristotle's Poetics, University of Chicago Press, Chicago, 1 989.
Nietzsche, F., Tragedyanın Doğuşu, Çev.: Mustafa Tüzel, İthaki Yayınlan, İstanbul, 2005.
Said, S., La Faute tragique, F. Maspero, Paris, 1 978.
Sophokles, Kral Oidipus, Çev.: Güngör Dilmen, Mitos-Boyut Yayınlan, İstanbul, 2003.
Stinton, T.W.C., "Hamartia in Aristotle and Greek Tragedy", Collected Papers on Greek Tragedy,
Clarendon Press, Oxford, 1 990.
Vemant, J.-P, "Ebauches de la volonte dans la tragedie Grecque", Mythe et tragedie en Grece
ancienne (/) (ed., J.-P. Vemant & P. Vidal-Naquet), La Decouverte, Paris, 200 1 .
Vemant, J.-P., "Tensions et ambigultes dans l a tragedie Grecque", Mythe e t tragedie e n Grece
ancienne (/) (ed., J.-P. Vemant & P. Vidal-Naquet), La Decouverte, Paris, 200 1 .
Notlar
1 Walter Benjamin, Origine du drame baroque Allemand, s. 1 1 4- 1 1 6.
2 Aslında argümanın simetrik yapısı düşünüldüğünde ele alınabilecek bir ihtimalin daha ol
duğu kolayca görülecektir. Bu durum da kötü bir insanın felaketten mutluluğa yükselmesi
olacaktır. Ancak Aristoteles bu ihtimali değerlendirmeye bile değer bulmaz, zira bunun kor
ku ve acıma uyandırmayacağı açıktır.
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 57
1 58
Kerem Eksen
3 Aristoteles, Poetika, Çev.: Nazile Kalaycı, s. 45 ( 1 453a8). Türkçe çeviride hamartia terimi
"yanılgı" olarak çevrilmiş. Ancak biz, metnimizin bütünüyle tutarlılığı sağlamak amacıyla
çeviride değişiklik yaparak "hata" terimini kullandık.
4 Bu konuda eleştirmenlerin sıklıkla başvurduğu pasaj, Nikomakhos'a Etik'te zarara yol açan
eylemlere dair yapılan sınıflandırmadır. Buna göre, sonuçlan tahmin edilebilir olmakla bir
likte, bir kötülük düşünmeden ve bilgisizlik nedeniyle verilen zararlar "hata" (hamartia) sa
yılır. Tahmin edilemeyecek şekilde meydana gelen zararlara talihsizlik (atukhema), bilerek
verilen zararlara ise haksızlık (adikema) adı verilir. Bkz. Nikomakhos'a Etik, s. 1 05- 1 06
( 1 1 3Sb10).
5 Bu eğilime özellikle Rönesans döneminde yapılan hamartia yorumlarında rastlanır. Bkz.
Jan Maarten Bremer, Hamartia. Tragic Error in Poetics of Aristotle and in Greek Tragedy,
s. 67-86.
6 Rönesans sonrasında gelişen ahlakçı eğilime bir tepki olarak gelişen bu yorum, özellikle
Van Braam, O. Hey, H. Phillips, M. Ostwald gibi 20. yüzyıl kuramcılarından büyük rağbet
görmüştür. Bkz. a.g.e.
7 Bu konudaki açıklamaları dört numaralı dipnotta bulabilirsiniz.
8 Suzanne Said, La Faute tragique, s. 26-28.
9 Bkz. T.W.C. Stinton, "Hamartia in Aristotle and Greek Tragedy", Collected Papers on Greek
Tragedy, s. 143- 1 8 5 ve Stephen Halliwell, Aristotle's Poetics, s. 229.
1 0 Suzanne Said, La Faute tragique, s. 24-25. J.-P. Vernant, "Tensions et ambiguites dans la
tragedie Grecque", s. 30 ve S. Halliwell, Aristotle's Poetics, s. 205.
1 1 Bunun nedeni, Aristoteles sonrasında trajediye ve trajik hata meselesine yönelik kuramsal
ilginin canlandığı dönemin Rönesans olmasıdır.
1 2 Sophokles, Kral Oidipus, Çev.: Güngör Dilmen, s. 76 (satır 1 327-1 330).
13 Bkz. A. W. H. Adkins, Merit and Responsibility: A Study in Greek values, Clarendon Press,
Oxford, 1 960 ve Bruno Snell, The Discovery of the Mind in Greek Philosophy and Literature,
Dover Publications, New York, 1 979.
1 4 Bu yaklaşımın çeşitli versiyonları için bkz. Martha Nussbaum, The Fragility of Goodness:
Luck and Ethics in Greek Tragedy and Philosophy, Cambridge University Press , New York,
1 986, Bölüm 2 ve Bernard Williams, Shame and Necessity, University of California Press,
Berkeley, 1 993.
15 Jean-Pierre Vernant, "Ebauches de la volonte dans la tragedie Grecque" , s. 51 vd.
1 6 Burada 'arzu' terimini Aristoteles'in ruh kuramında önemli bir yeri olan 'orexis' teriminin
karşılığı olarak kullanıyoruz. Ancak İngilizceye 'desire' şeklinde çevrilen bu terimin, Descar
tes sonrası felsefenin kullandığı anlamdaki 'arzu'dan farklı olduğunu, sadece akıldışı değil
akli eylem kaynaklarına da gönderme yaptığının altını çizmemiz gerekir. Bu anlamda, Aris
toteles'e göre, akli olsun ya da olmasın her eylemin kaynağında bir orexis ya da orexis'ler
kombinasyonu bulunur.
1 7 J.-P. Vernant, "Tensions et ambiguites dans la tragedie Grecque", s. 38-39.
18 Friedrich Nietzsche, "Bir Özeleştiri Denemesi", Tragedyanın Doğuşu, s. 1 1 .
Cogito,
sayı:
54, 2008
Medeia'ya Acı mak
R . İ LKE YİG İT
Acımak bir başkası için üzüntü duymaktır. Aristoteles bu duyguyu trajedi
kuramının başat öğesi yapar. Eğer oyunun kahramanı için gözyaşı dökebili
yorsak onun trajik bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Peki kendi çocukla
rını tereddüt etmeden boğazlayabilen biri için üzüntü duyabilir miyiz? Euri
pides'in Medeia adlı eserinin bir trajedi olup olmadığı bu soruda gizlidir. So
ruya cevabımız hayırsa ya Medeia gerçek bir trajik kahraman değildir ya da
acıma duygusu Aristoteles'in iddia ettiğinin aksine trajedinin özünü yakala
yamaz.
Aristoteles Poetika'da Euripides'in Medeia'sına, ilki en mükemmel trajik
olay örgüsünü ve ikincisi de karakterin özelliklerini tartışırken olmak üzere
iki kez gönderme yapar. Medeia'da vakanın çok yakın ilişkiler içindeki in
sanların -anne ve oğullar- arasında geçmesi sebebiyle bizi çarptığını söyle
yen Aristoteles yine de Medeia'nın izleyici üzerindeki etkisinin Oidipus'a na
zaran daha zayıf olduğunu söyler. İleride ele alacağımız bu ayrım Oidi
pus'un onu trajik bir sona götürecek olan edimleri tam bir bilmezlik içinde
gerçekleştirmiş olmasına dayanır. Aristoteles'in ikinci eleştirisi ise Euripi
des'in diğer oyunlarında da bolca kullandığı deus ex machina yöntemine da
irdir. Aristoteles oyun akışına dışsal bir faktör yoluyla müdahale edilmesini
yakışıksız bulur ve olayların seyrinin oyunun sonunu doğal olarak hazırla
ması gerektiğini söyler. Görüldüğü üzere bu iki eleştiri de oyunun yapısına
dair olup, onun trajik niteliğini tartışmaz. Aristoteles'e göre Medeia pek tabii
ki bir trajedidir. Peki bu trajedinin kahramanı trajik midir?
Aristoteles kahramanın eylemleri yoluyla trajik bir karaktere dönüştüğü
nü söyler. Dolayısıyla karakterin yaradılışında varolan bir özellik değil de şu
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 60
R. ilke Yiğit
veya bu şekilde davranması, yani onun praxis'i onu trajik kılar. Her bir ey
lem bir seçim barındırması sebebiyle karakterin ahlaki duruşunu şekillendi
rir; karakter şunu değil de bunu tercih ederek belli bir karaktere dönüşür. 1
Kısacası Aristoteles eyleme, yani karakterin seçimlerine öncelik verir çünkü
ancak bunlar bir insanı mutluluğa ya da mutsuzluğa taşır:
"Mutluluk ve felaket eyleme dayanır. . . karakter bir insanın özelliklerini
belirler ama ancak eylemleri onları mutlu ya da mutsuz eder.''2
fason Medeia'yı terk edip Kreon'un kızıyla evlenmeye karar verir; Kreon
Medeia'yı Korinthos'tan kovmaya karar verir ve Medeia da bu adaletsizlik
karşısında herkesten öç almaya karar verir. Medeia tragedyasına damgasını
vuran ise bu son eylem olur: intikam. Diğer bütün karakterlerin yazgısı, yani
felaketleri ve mutlulukları, Medeia'nın seçimine tabi olduğu için oyunun asıl
kahramanı olayların gidişatına eylemleriyle yön veren Medeia'dır. Eğer
Medeia'nın kahramanı trajikse onunla özdeşleşebilmemiz, yani seçiminin
korkunçluğundan ürktüğümüz gibi bu seçimin doğurduğu felaketten ötürü
ona acıyabilmemiz gerekir. Ancak bu gerçekleşmez. Bir pişmanlık, bir te
reddüt anı seyircinin Medeia'yla özdeşleşmesi için yeterli olacaktır ama
Medeia yıkılmaz. Söz konusu olan çocuklarını öldürmüş bir annenin acısı
dır ama Euripides en ufak bir nedamet gösterisini seyircisinden esirger. Pe
ki bunu neden yapar? Bu soruya cevap vermek için öncelikle oyunun belli
başlı uğrak yerlerine bir göz atalım.
Medeia ilk sahnede zavallı bir kadın olarak karşımıza çıkar. Sütannenin
tiradı Medeia'nın fason'a duyduğu aşk yüzünden katlandığı zorlukları anla
tır: babasına yüz çevirmiş, anavatanını terk etmiş, Pelias'ı fason kral olsun
diye öldürmüş ve Korinthos'ta bir sürgün hayatı yaşamayı göze almıştır.
Yaptığı tüm fedakarlıklara rağmen ihanete uğrar. fason onu Korinthos kralı
Kreon'un kızıyla evlenmek için terk etmiştir. Bu tiradın hemen ardından
Medeia'nın Kreon'un buyruğuyla Korinthos'tan da sürüldüğünü öğreniriz.
Bunun üzerine Medeia'nın evin içinden haykırdığını duyarız. Ölmek istedi
ğini söyler ve fason'u ve çocukları lanetler, fason'un aşkı için kendi ailesine
yaptıklarını pişmanlıkla anlatır. Korinthoslu kadınlardan oluşan koronun
bu haykırışlara tepkisi önemlidir. Bu erdemli kadınlar kocaların sadakatsiz
liklerine karşı bir kadının nasıl davranması gerektiğini Medeia'ya hatırlatır
lar. Kederinin bir sınırı olmalıdır. Koro Medeia'yı teskin ederek aşırıya git-
Cogito, sayı: 54, 2008
Medeia ya Acımak
mesini engellemeye çalışır. Böylelikle ilk sahneden itibaren Aristoteles'e gö
re trajedinin esasını oluşturan iki öğe, korku ve acıma, Medeia 'da mevcuttur:
çaresizdir ve ıstırap içindedir ama bu çaresizlik Medeia'nın korkutucu geç
mişi düşünüldüğünde tehlikelidir. Euripides bize daha ilk dizelerden başla
yarak bir katili takdim eder ve bizi kaçınılmaz sona hazırlar: Medeia yine
can alacaktır ve kurbanları yine evin içindekiler olacaktır. Karşılaştığı ilk
engel ise ahlaki bir buyrukla karşısına dikilen kendi hemcinsleridir.
Mitolojide Medeia metis sahibidir; büyü yapmayı bilir, kurnazlıkla alt
edemeyeceği hiçbir güç yoktur. 3 Euripides'in oyunundaysa metis retoriğe
dönüşür. Medeia Korinthoslu kadınlarla konuşur ve onu öfkesinden vazge
çirmeye çalışan bu iffet timsali kadınları yoldan çıkarır. Kullandığı büyü bu
sefer ikna sanatıdır. Hepsi intikam alınması gerektiğine kani olurlar.
Medeia'nın her şeyi kendi lehine çevirmedeki ustalığı takdire şayandır. Ko
ronun 'biz kadınlar' söylemini bir kadın dayanışmasının vesilesi yapar.4 Yi
ne aynı konuşmasında Medeia ötekiliğini de bir avantaja çevirir. İki kez ezil
miştir, hem bir kadın hem de bir barbar olarak. Bu, Korinthoslu kadınların
aklını ve kalbini çelmeye yeter. Kreon Medeia'yı siteden kovduğunda koro
üyeleri Medeia'yla özdeşleşir ve arzusunda ortaklaşırlar:
"Kadınlar için onurlu olma vakti geldi: artık kimse asılsız iftiralarla hakla
rında kötü konuşamayacak." (Medeia 4 1 5-20)
Kız kardeşlik onları öyle güçlü bir bağla bağlar ki kadınlık onurunun kur
tuluşu için kendi krallarının katlini vacip görürler. Ancak bu dayanışma tama
miyle duygusal olması itibariyle bir temenninin ötesine geçemez. Medeia'nın
planı için gereken somut koşullar Aigeus'un oyunun doğal akışında beklenme
dik bir şekilde sahneye girmesiyle mümkün olur. Oyun akışındaki bu kesinti
çeşitli yorumlara konu olmuştur.5 Kanımca yapılan yorumlardan en anlamlısı
Euripides'in Aigeus'un çocuksuzluğuna vurgu yaparak çocuk katli motifiyle
tematik bir bütünlük sağlamayı amaçladığını söyleyen yorumdur. 6 Nitekim
Aigeus'un gelişinin ardından Medeia fason yerine oğullarını öldürmeye karar
verir çünkü bu, fason için daha büyük bir ceza olacaktır. Çocukların katli fikri
koroyu dehşete düşürür ve kadınlar Medeia'ya karşı çıkarlar. Bu itiraz anlam
lıdır çünkü Aristoteles'in de tespit ettiği üzere düşmanlara karşı işlenen suçla
insanın sevdiklerine karşı işlediği suç arasında kategorik bir fark vardır. Bir
annenin çocuklarını öldürmesi öz-yıkıcı bir eylemdir ve kutsal olan her şeye
Cogito, sayı: 54, 2008
161
1 62
R. İlke Yiğit
karşı işlenmiş bir suçtur. Koronun ikinci müdahalesi ilki gibi ahlakidir ancak
bu yapısal bir müdahaledir. İlkinde Medeia verili ahlaki normları ihlal etmiş
tir ve Korinthoslu kadınlar ona katılmakta bir çekince görmezler. Ancak ikin
cisinde Medeia ahlakın kendisini iptal etmeyi göze almıştır. Mesele
Medeia'nın insani kanunlara karşı gelerek insan olmaktan çıkacak olması de
ğil böyle bir sının bir insanoğlunun aşabiliyor olmasıdır. Bu davranış ahlakın
altını oyar, öz-yıkıcı olması buradan gelir. Bu lanetten insanoğlunu kurtara
cak tek olasılık olan Medeia'nın canavarlaşmış olduğu fikrine de inanmamız
zordur. Medeia soğukkanlı bir katil gibi davranmaz:
"Çocuklarım niçin bana böyle son bir tebessümle gülüyorsunuz? .. yapa
mayacağım; elveda ey tasavvurlarım, deminki tasavvurlarım, çocuklarımı
memleketten dışarıya götüreceğim! Babalarını bu çocukların felaketiyle
müteessir etmek için felaketimi iki misli yapmak muhakkak lazımdır! .."7
Bu cinayetin acısı en fazla onun yüreğini yakacaktır ama gururu ve ço
cukları arasında bir seçim yapmak zorundadır:
"... fakat ne hislerdir bunlar? Düşmanlarımı cezasız bırakarak elaleme gü
lünç mü olacağım?"8
Son sahneye gelindiğinde Euripides'in bizden Medeia'ya karşı nasıl bir
tutum takınmamızı beklediği belirsizdir. Medeia'nın ürkütücü yanı, ne yap
tığından emin tavrıdır. Cinayeti işledikten sonra aklını yitirmez, aksine fa
son'dan öcünü almış olduğu için muzafferdir. Öyle ki trajik kahramanın fa
son olduğu fikrine bile kapılabiliriz. 9 Sonuçta statü ve para peşinde koşup
oğullarını kaderlerine terk etmekle korkunç bir hata işlemiş olan odur ve
şimdi hatasının cezasını çekmektedir. Iason suçlanmayı haketmiştir;
Medeia'ya yaptıklarından ve oğullarını unutmaktan dolayı kabahatlidir.
Ama başına gelenler suçunu aşar. O zaman kime acımalıyız?
Buraya kadar görülüyor ki acıma trajik karaktere karar vermek konusun
da çok da iyi bir rehber değildir ya da acımanın daha nitelikli bir tanımına
ihtiyacımız var. Peki, Oidipus neden trajiktir? Tıpkı Medeia gibi korkunç bir
hata işler ama bilmeden. Hakikati öğrendiğindeyse bir seçim yapmak duru
munda kalır; ya despot bir kral gibi davranacak ve halkının acı çekmesine
aldırış etmeyecektir ya da siteyi bilmeden bulaştırdığı bu kara lekeden kur-
Cogito, sayı: 54, 2008
Medeia 'ya Acımak
tarmak için kendini cezalandıracak ve düşkün bir adam olmayı göze alacak
tır. Bilmeden yaptığı bir şeyin sorumluluğunu üstlenen Oidipus için acı du
yarız. Vebadan sorumlu tutulamayacağını iddia etseydi Oidipus'la böyle bir
yakınlık kuramazdık. Medeia ise Oidipus'un aksine sorumluluk kabul et
mez. Çocuklarının ölümünden dolayı kendini suçlu hissetmez. Tüm olanlar
dan hatta çocukların ölümünden bile Iason'u sorumlu tutar:
"Medeia: Oğullarım, sizi bir babanın deliliği mahvetti.
fason: Hayır, onları benim elim öldürmedi.
Medeia: Senin hakaretin ve yeni nikahın öldürdü." 1 0
Medeia kendinden emin tavrıyla iticidir. Her şeyden bir anda sıyrılıver
miştir.
Bu noktada Medeia'yla Shakespeare'in Macbeth'i arasında bir yakınlık
vardır. Suç ortağı olduğu cinayetlerden pişmanlık duyup aklını yitiren Leydi
Macbeth'in aksine Macbeth nedamet göstermez. Evinde konuk ettiği ve say
gıdeğer bir insan olan kral Duncan'ı öldürmekle bir cani ve bir insan olmak
arasında tercih yapmış ve insan olmanın ötesine geçeyim derken insanlıktan
çıkmıştır. 1 1 Son sahneye gelindiğinde soğukkanlı bir insan kasabına dönüş
müştür. Ancak buna rağmen durumu üzücüdür. İşlediği her cinayet onu
kendi yıkımına biraz daha yaklaştırmış, şiddeti hep kendine geri dönmüş
tür. Sonunda yaşamın anlamını çözmüş, insan olmanın yükünü kavramış
gibidir. İşte bu çok kırılgan anda ağzından şu sözcükler dökülür:
"Hayat dediğin ne ki:
Yürüyen bir gölge, bir zavallı kukla bu sahnede,
Bir saat boy gösterip, boyun kırıp gidecek.
Bir daha duyulmayacak artık sesi.
Bir aptalın anlattığı bir masal bu:
Kuru gürültüler ve deli saçmalarıyla dolu." 12
Bu bir anlık görü Macbeth'i bir zorbadan hayatın dehşetiyle karşılaşmış
bir trajik kahramana dönüştürmeye yeter. Medeia da Macbeth de katildir
ancak Macbeth Medeia'nın aksine galip değil mağluptur. Bütün bunları ha
kettiğini düşünsek bile ona acırız çünkü hırslarının kölesi olan zavallı bir
adam olduğunu görürüz. Ama katil olmanın Medeia'nın şahsında nasıl bir
Cogito, sayı: 54, 2008
1 63
1 64
R. İlke Yiğit
yıkıma yol açtığına tanık olmayız. Asıl bozguna uğrayan tam da Medeia'nın
planına uygun olarak Iason'dur.
Medeia Iason'u cezalandırmak için çocuklarının ölümüne karar vermiş
tir. Epiktetus'a göre Medeia korkunç bir mantık hatası yapmıştır. Çocukları
nın ölümünün kendisi için de büyük bir ceza olacağını kestirememiştir. Dü
pedüz yanlış olan bir şey Medeia'ya doğru görünmüştür. Belki de oyunun en
dehşetli yanı buradadır. Medeia çocuklarını öldürmenin en doğru seçenek
olduğunu düşünür çünkü bu gururunu korumanın yegane yolu gibi gözü
kür. Epiktetus'un çıkanını şudur:
"Ancak yanılmıştır. Ona yanıldığını gösterin, yaptığını yapmayacaktır." 1 3
Dolayısıyla Medeia için rahatça ihtiraslarına yenik düştü diyemeyiz ama
ihtirasının peşinde koşmanın daha doğru olduğunu düşündüğünü söyleyebi
liriz. Birisi hatasını yüzüne vursa Medeia çocuklarını öldürmekten vazgeçe
cektir. Ancak durum Epiktetus'un söylediğinden biraz daha karmaşıktır.
Medeia'nın yanlış bir yargıda bulunduğunu söylemek bu yanlışın bir doğru
sunun olduğuna ve düzgün bir muhakemenin bunu gösterebileceğine inan
maktır. Epiktetus'un insan aklına güveni tamdır. Medeia'nın şu sözleriyse
Euripides'in bu konudaki karamsarlığını ele verir:
"Çocuklarıma bakabilecek kudretim kalmadı, dertlerim beni ezdi. Evet,
yapacağım fenalığı biliyorum; fakat ihtiras kararlarımı yıkıyor ve insanla
rın en büyük felaketlerine o sebep olur." 1 4
Medeia çocuklarına bakıp da onları öldürmekten vazgeçtiği anı ihtirasa
kapıldığı an olarak tarif etmektedir. Medeia iki ihtiras arasında kalmıştır;
çocuklarına duyduğu sevgi ve kadınlık gururu. Birinin diğerine üstünlüğü
nü göstermek bu yüzden zordur, çünkü ikisi de aynı cinstendir, çünkü insa
nı her durumda ihtirasları yönetmektedir. Peki o zaman hangi ihtirasa göre
seçmeliyiz? Euripides daha dehşetli sorunun bu olduğunu düşünür.
Medeia'nın bütün olup bitenden sonra hiçbir şekilde ayma yaşamaması, vic
dan azabı duymaması çarpıcıdır. Cinayetleri işledikten sonra yanlışının
ayırdına varıp dehşete düşmez, aksine bir savaş kazanmışçasına kibirlidir.
Euripides'in Medeia'sında bulamadığımız düşüş temasını öykünün başka
iki uyarlamasında görmek şaşırtıcıdır. Biri son sahnesinde yaptığı ufak gibi
Cogito, sayı: 54, 2008
Medeiaya Acımak
1 65
gözüken bir değişiklikle Euripides'in
kinden çok farklı bir etki yakalayan
Anouilh'nin Medeia'sıdır. Euripides'in
yorumunda Medeia güneş tanrısının
gönderdiği kanatlı arabaya binip gi
der, kucağında çocuklarının cesetle
riyle. Anouilh'nin Medeia'sı ise inti
har eder. Yine Ozansoy'un uyarlama
sında Medeia intihar etmese de aklını
yitirmiştir. Koronun son sözleri doku
naklıdır; Medeia'nın boynunu bundan
sonra hep dört küçük el saracaktır. 1 5
Hikayenin bu iki faklı versiyonun
da da seyirci Medeia'nın ıstırabına
tanıklık eder. Euripides'teyse çocuk
lar Medeia'nın Iason'dan öcünü al
mak için kullandığı birer araca dö
nüşmüştür ve bu araçsallaştırmanın
Medea, Eugene Ferdinand Victor Delacroix,
tuval üzerine yağlıboya, 76 x 165 cm., 1 862 .
kendisi hiç tartışılmaz bile. Medeia'yı
trajik kılan nedir o zaman? Belki bu soruya Euripides'e daha genel bir bakış
atarak cevap bulabiliriz.
Dodds o ünlü The Greeks and the Irrational adlı kitabında Euripides'in
Sokratik insan anlayışıyla derdi olduğunu söyler. Euripides, Sokrates'in şid
detli duyguların gücünü azımsamasına ve bu tip duyguları açığa çıkaran du
rumların insanda tıpkı görsel yanılsamaya benzer muhakeme hatalarına se
bebiyet verdiği fikrine karşı çıkar. 16 Çünkü bu çeşit bir akıl yürütme teorik
ve ahlaki bir disiplinin insandaki bu aşırılığı düzelteceğine kanaat getirir.
Euripides'e göreyse ruhun söz dinlemez, karanlık noktaları vardır. Medeia
Sokratik doktrine bir karşı örnek teşkil eder; hem ne yaptığını hem de bu
yaptığının kötü olduğunu bilir. Eğitimin gücüne inanan Sokrates'in ve so
fistlerin aksine Euripides'in insan doğası konusunda tam bir karamsar oldu
ğunu söyleyebiliriz. Antik Yunan tragedyasının temel problematiği insanın
ve insan aklının güçsüzlüğüdür. Kanımca bu geleneğe eklenen Euripidesçi
esans insan psikolojisinin titiz bir yorumudur. İşe tarihsel bir boyut da kata
rak şöyle diyebiliriz; Euripides'in Medeia'sında tanık olduğumuz şey daemo
nik güçlerin ruhun ihtiraslarına dönüştürülerek içselleştirilmesidir. 1 7 Kera-
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 66
R. ilke Yiğit
metlerinden sual olunmaz, illetlerine deva bulunmaz cinler, periler artık in
san ruhunun bir parçası olmuşlardır üstelik eskisinden daha az karanlık ve
daha fazla bilinebilir değillerdir. Medeia'yı da bu içselleştirme sürecinin bir
parçası olarak düşünebiliriz. Euripides'in insan ruhuna ilgisi önceki yazar
lardan daha farklı bir traj ik karakter çıkarmış gözüküyor. Bu bakış
Medeia'nın neden bu kadar çok psikolojist yorumu olduğunu da açıklıyor.
Yine bir yorumcunun çok doğru bir şekilde saptadığı gibi
"Medeia felsefeciler için ara sıra acınacak ama ekseriyetle hastalıklı bir ru
hun paradigmatik örneği, tehlikeli, barbar bir kadın olarak kalır." 1 8
Euripidesçi trajedinin esası tanrıların etkisinin yavaş yavaş silinmesinde
ve insan ruhunun mesele edilmesinde yatar. Bu bağlamda Nussbaum'un
trajedi okumasının çok iyi yakalamış olduğu bir nokta şudur:
"İnsanlar ahlaki başarının, doğru davranmak ve iyi yaşamanın yalnızca in
sanın kendi çabasına dayanan şeyler olduğuna inanmayı dilemişlerdir, in
sanoğlunun her zaman kontrol edebileceği şeyler olduğuna, onları kuşatan
dünyada ne olursa olsun . . . iyi insanların ahlaki öneme sahip kırılmalara
karşı savunmasız olması trajedinin en temel temalarından biridir." 19
İnsan ne kadar iyi olmaya çalışırsa çalışsın her zaman kendi iradesi dı
şındaki güçlerin etkisi altına girmeye mahkumdur. Oidipus iyi bir kral ol
maya çalışırken başına korkunç bir bela gelir ama bu hak etmediği altüst
oluşa metanetle karşılık vermesi bizde derin bir acıma hissi uyandırır. Aris
toteles Retorik'inde bu hissi şöyle tanımlar:
"Acımak yıkıcı veya acı verici bir kötülüğün bunu haketmeyen birinin ba
şına geldiğini ve bizim başımıza ya da bir arkadaşımızın da başına gelebi
leceğini ve hatta bunun çok yakın olduğunu görmenin bizde uyandırdığı
acı hissi olarak tanımlanabilir. ''2 0
Bu yüzden acımanın nesnesi başkalarının acısıdır. Bir talihsizlik eseri acı
çekmektedirler. Tamamiyle suçsuz oldukları ya da suçlu olup da hakettikle
rinden çok daha fazla bir cezaya çarptırıldıkları için ve bu talihsizliğin bir
gün bizi de bulacağı korkusuyla acırız.
Cogito, sayı: 54, 2008
Medeia ya Acımak
Trajedinin kahramanı da bir talihsizliğin kurbanı olarak en azından bir
süreliğine erdemli biri olmaktan çıkar. Ama bunlar soylu karakterini zedele
yemez çünkü bir zamanlar iyi bir insandır. Nussbaum'a göre trajedi bu soy
lulukta yatar ve acıma dediğimiz şey de soylu bir insanın başına gelen kötü
şeylere karşı en insani tepkimizdir.
Nussbaum, Aristoteles'ten hareketle bir trajik kahraman tanımı yapar: 2 1
trajik kahraman iyi bir insan olmak durumundadır, başına gelen belala
n
haketmemiş olmalıdır ve seyirciyle benzerlik taşımalıdır, onlardan ne çok
uzak olmalı ne de onların aynısı olmalıdır. Bu iki öğe seyircinin kahramanla
özdeşleşmesine olanak verir ve bu da beraberinde acıma duygusunu getirir.
Şimdiye dek Medeia'nın bu iki kriteri de yerine getiremediğini tartıştık.
Medeia iyi bir insan değildir ve Atinalı erkek vatandaşlardan oluşan bir se
yirci kitlesiyle barbar bir kadın arasında özdeşleşmeye dayalı bir bağın nasıl
kurulabileceği ise belirsizdir. O halde Medeia trajik bir kahraman değildir.
Ancak şimdiye dek tartıştıklarımız bize Medeia'nın gizemini çözebilecek ve
onun gerçek bir trajik karakter olduğunu iddia etmemize izin verecek başka
bir okumanın ipuçlarını vermektedir.
Medeia'yı acıma duygusu üzerinden tartışmamız Euripides'in seyircide
var etmek istediği başka bir ruh halini görmemizi engeller. Eğer Aristote
les'in da iddia ettiği gibi trajedi evrensel olanı amaçlıyorsa ve trajediden aldı
ğımız haz yalnızca duygusal değil ama aynı zamanda bilişsel bir hazsa, 22 o
zaman trajediyi yalnızca kahramanla özdeşleşme ve acıma kavramlarıyla tar
tışamayız. Euripides'in bizde uyandırmayı amaçladığı etkileri anlamak için
trajedinin neyi açığa çıkarmak istediğini, neyi bilgimize sunmak istediğini
düşünmemiz gerekir. Euripides'in peşinde olduğu şey insan deneyiminin ür
kütücü sınırlarını göstermek ve bunlardan yola çıkarak insan ruhunu ahlaki
bir tartışmanın konusu yapmaktır. Sahnede olup biten bizim için de olasılık
dahilindedir. Aristoteles'in de söylediği gibi trajedi olma olasılığı taşıyan
olaylan ele alır. Euripides'in sahnelemek istediği şey çıplak insan deneyimi
dir ve Medeia bu amaç için çok iyi bir örnek teşkil eder; sindirilmesi zor bir
karakterdir ama bir canavar da değildir. Hatta Medeia'da korkunç olan şey
onun tamamiyle insan yanıdır; çocuklarını seven bir anne, aşık bir eş ve gu
rurlu bir kadındır. Euripides'in tartışmaya açtığı şey, bir annenin çocuklarını
öldürmesi, fikrine bile katlanamayacağımız bir insanlık durumudur.
Nietzsche Euripides'in tragedyanın katili olduğunu söylerken haklıdır. 23
Euripides'te insan ruhunun derinliklerini bilme ve tartışma isteği Aristote-
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 67
1 68
R. İlke Yiğit
les'in esas trajik etki olarak ilan ettiği korku ve acıma duygularının yerini
almıştır. Medeia'yla özdeşleşmemiz beklenmez ve aslında bunun trajedinin
şartı olmadığını anlarız. Beklenen şey onun aşırıya kaçan davranışlarını
görmemiz, kavramamız ve bu durumda kendimizin ne yapacağını düşün
memizdir çünkü ruhumuz bize öyle oyunlar edebilir ki biz de kendimizi
gün gelir Medeia'nın yerinde bulabiliriz. Euripides'in amacı ihtiraslarımı
zın bizi nasıl kör edebileceğini göstermektir ancak bunu özdeşleşmeyle de
ğil, kahramanla seyirci arasına mesafe koyarak yapar. Euripides seyircisi
nin sahnede ve kendi içinde olan biteni kavramasını ister, kendini kapıp
koyvermesini değil. Medeia'yı da bu yüzden seçmiştir; barbar, katil ve ka
dın olan Medeia izleyenler ve oyun arasında bir mesafe yaratacak ve oyu
nun düşünsel bir etki yapmasını mümkün kılacaktır. Euripidesçi dramada
seyircinin ilgisinin kahramandan çok konuya çekilebilmesi için acıma etki
si azaltılmıştır.
Sonuç olarak Euripidesçi drama ve acıma ilişkisini düşündüğümüzde
Medeia'nın Oidipus gibi bir traj ik karakter olmadığını söyleyebiliriz.
Medeia'da tanık olduğumuz yeni bir trajik karakterin doğuşudur. Medeia'yı
kavramak, onu çözmek ve çözümlemek Medeia'ya acımak, onun için üzül
mekten daha elzemdir.
Notlar
Aristoteles, The Ethics ofAristotle: The Nicomachean Ethics, Çev.: Thomson, J.A.K .. Penguin,
New York, 1 976, sat. 1 1 1 1 b5.
2 Aristoteles, Poetics, Çev.: Malcolm Heath, Penguin, Londra, 1997, sat. 1 1 50a1 6-20. Çeviri
bana ait.
3 Vemant, J. P. ve Detienne, M. . Cunning lntelligence in Greek Culture and Society, University
of Chicago Press, Chicago, 1 99 1 , s. 1 89.
4 Medeia'da kadın dayanışması teması üzerine bir tartışma için Gould, J., "Tragedy and Col
lective Experience", Silk, M. S. (yay.), Tragedy and the Tragic, Oxford University Press, Ox
ford, 1 998, s. 229 ve Bulutsuz, S., "Atinalı Savaşçı Medeia", Akyol. F. (yay.), Navisalvia Sina
Kabaağaç'ı Anma Toplantısı 2004 Trajedi, Arkeoloji ve Sanat Yayınlan, İstanbul, 2005, s. 1 1 6
5 Aigeus tartışmasının detaylı bir analizi için Buttrey, T. V.. "Accident and Design in Euripi
des Medeia" American Journal of Philology, C. 79 s. 1 - 1 7
6 Sclesinger, E .. "On Euripides Medeia", Segal, E. (yay.), Euripides: A Collection of Critical Es
says, Prentice Hali, NewJersey, 1 968, s. 80.
7 Euripides, Medeia, Çev.: Ahmet Hamdi Tanpınar, Maarif Vekaleti Yayınlan, Ankara, 1 943,
sat. 1 039-48.
8 Euripides, 1 049-50.
9 Sclesinger Medeia'nın trajik yönünün burada yattığını düşünür. Medeia artık insanlıktan
Cogito,
sayı:
54, 2008
Medeia 'ya Acımak
çıkmış, tanrısal bir figüre dönüşmüştür (bkz. s. 78). Ama bu aşın olduğu söylenebilecek
okumada bile sorun çözülmemiştir: bir tann için nasıl gözyaşı dökeriz?
10 Euripides, 1 364-6.
1 1 Macbeth trajedisini toplumsal istikrar ve sınır aşımı kavranılan üzerinden ele alan harikula
de bir okuma için Eagleton, T., William Shakespeare, Çev.: Cüneyt Yalaz, Boğaziçi Üniversi
tesi Yayınevi, İstanbul, 1 998, s. 1-9.
1 2 Shakespeare, W., Macbeth, Çev.: Sabahattin Eyüboğlu, Çan Yayınları, İstanbul, 1 962, s. 1 49.
13 Epictetus, Discourses, ( l .28.7), aktaran Dillon, J., "Medeia among the Philosophers", Clauss
J.& Johnston, S. I. (yay.), Essays on Medeia, Princeton University Press, NewJersey, 1 997,
s. 2 1 4. Çeviri bana ait.
1 4 Euripides, Medeia, Çev.: Ahmet Hamdi Tanpınar, Maarif Vekaleti Yayınlan, Ankara, 1 943,
sat. 1077-80.
1 5 Ozansoy, M.F., Medeia, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1 963, s. 45.
16 Dodds, E. R., The Greeks and the lrrational, University of Califomia Press, Califomia, 1 962,
s. 1 85. Epiktetus da Medeia'yı tartışırken Platoncu ruh anlayışından hareket ettiğini söyler.
1 7 Euripides'in tragedyayı sekülerleştirdiği tezi için Nietzsche, F., Birth of Tragedy, Çev.: W.
Kaufmann, The Modem Library, New York, 2000, s. 77-86 ve Dodds, s. 1 86.
18 Dillon, J., "Medeia among the Philosophers", Clauss J.& Johnston, S. I. (yay.), Essays on
Medeia, Princeton University Press, NewJersey, 1 997, s. 2 1 8.
19 Nussbaum, M., "Tragedy and Self-sufficiency", Rorty, A. O. (yay.), Essays on Aristotle's Poe
tics, Princeton University Press, NewJersey, 1 992, s. 263. Çeviri bana ait.
20 Aristoteles, The Art of Rhetoric, Çev.: Hugh Lawson-Tancred, Penguin, 1 992, sat. 1 385b l 21 6 . Çeviri bana ait.
21 Nussbaum, s. 273.
22 Daha detaylı bir tartışma için bakınız Halliwell, S., Aristotle's Poetics, University of Chicago
Press, Chicago, 1 998, s. 42-82.
23 Nietzsche, s. 75.
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 69
Hep Ayn ı Kad ı n ı n Başka Tragedyası
MÜN İ R GÖLE
Phaidra, Yunan Mitolojisi'nin temel kişilerinden biri değildir. Korkunç
öyküsü, Theseus'un yanıbaşında bir yan öyküden öteye gitmez. Phaidra, bu
anlaşılmaz kahramanın yaşamında geçici bir başlıktır olsa olsa. Ama kimi
zaman hayatın geçici başlıkları, bütün bir hayatın baştan kurgulanması ge
rekliliğini getirir beraberinde. Phaidra, Theseus'un öyküsünü temelden sar
san bir başlıktır. Tragedyanın ta kendisidir. Pausanias da, Ovidius da ilgisiz
kalmazlar Phaidra'nın yazgısına.
Theseus, aldatma konusunda, Gide'in kaleminden 'böyle kuruntular yü
zünden benim bir işin ardını bıraktığım görülmemiştir; bütün minnet duy
gularının, görgü kurallarının üzerindedir benim arzum' der, 'ben içgüdü
mün ardına takılırım sadece'. Evlilik sözü aldıktan, sonra Minotauros'un la
birentinden çıkmasına yarayacak yumağı eline tutuşturan Ariadne'yi terk
edip gider. Belki yumağın bir ucunu Ariadne'nin eline bırakmak ağırına git
miş, kendini fazla bağımlı hisetmesine neden olmuştur; belki de Ariadne'nin
kız kardeşi Phaidra'yı canı daha çok çekmiştir, bilinmez.
Theseus, Phaidra ile evlenir işte. Karısını bir zarafet, bir iffet örneği ola
rak görür; ona güveni sonsuzdur. Evlendiği sırada bir Amazon'dan olma
gencecik bir oğlu vardır. Hippolytos, büyüdükçe babasının gençliğine ben
zer. Güzeldir, güçlüdür, gözüpektir; ormanlarda, ay ışığınd a koşarken çırıl
çıplaktır. Ama çıplaklığını kimselere vermemeye ant içmiştir; hiçbir kadın
ona el süremeyecektir, kimse onun bekaretini bozamayacaktır.
Oysa Phaidra, kendi oğluymuşçasına büyüttüğü Hippolytos'a fena kaptır
mıştır kendini. Theseus'a doğurduğu kendi çocuklarının varlığı da, üvey oğ-
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 72
Münir Göle
lu Hippolytos'un belki de yalnızca içinde yanan ateşin bir hayali olan Ariki
a'ya yakınlık duyması da bu umutsuz aşkı körüklemekten başka işe yara
maz. Yourcenar, Phaidra'nın aşkına ilginç bir denklem kurar: Phaidra'nın
nefret ederek yetiştirdiği Hippolytos'un bu nefrete karşılık olarak kadınlar
dan sakınmayı öğrendiğini, bunun da Phaidra'nın Hippolytos'un güzelliğini,
iffetini, zaaflarını yaratmasına neden olduğunu öne sürer. Phaidra, These
us'un yatağında, 'gerçekte, sevdiği kişiyi aldatmanın, hayalinde ise, sevmedi
ği kişiyi aldatmanın buruk hazzını yaşar'.
Kocasının, uzun seferlerinden biri sırasında, Hippolytos'a açar aşkını
Phaidra. 'Kısacık bir süre için bile olsa, kaçıp gidemez miyiz, beraber yaşa
yamaz mıyız? Soranlara ava çıktığımızı söyleriz. Hem kimse şüphelenmez
bizi bağlayan gerçek duygulardan, her şey sıradan, masum görünür gözleri
ne'. Hippolytos, dehşetle kaçar üvey annesinden. Yüreği, bu dışlanmayı kal
dıramayan Phaidra, yolculuktan dönen kocasına, oğlunun kendisine tecavüz
etmeye kalktığı (ya da ettiğini) anlatarak iftira eder. Theseus, oğlunu kovar,
Poseidon'a onun canını o gün almasını yakarır. Theseus'un aklı başına gel
diğinde, Hippolytos, bir deniz canavarının kurbanı olmuştur bile. Phaidra,
belki pişmanlıkla, belki de gölgeler diyarında Hippolytos'a kavuşabileceği
inancıyla, intihar eder.
Phaidra'nın mitolojideki öyküsü, kimi değişkeleri hesaba katmazsak, bu
kadardır. Phaidra, annesini boğaya terk etmiş, kız kardeşini aldatmış, koca
sıyla üvey oğlunu birbirine düşürmüş bir kadındır. Hayatı bir yanlışlıklar,
sakarlıklar, uğursuzluklar, bedbahtlıklar çizelgesidir; kendi kendinin laneti
dir. Yaşadığı yoldan ölür.
Phaidra'nın yazgısı evrenseldir, üç ayrı tragedyaya konu olur. M . Ö
5 . yüzyılda Euripides Hippolytos'unda, M.S 1 . yüzyılda Latin Seneca Phaid
ra'sında, 1 7. yüzyılda da Racine Phedre'inde, bu kadını sahnenin önüne çe
kerler. Onun hikayesini sıradan bir başlık, bir yan öykü olmaktan kurtarma
ya kararlıdırlar. Seneca, Euripides'ten alıntı yapar, Racine ise her ikisinden.
Bu esinlenmeler, hatta bazen tıpatıp benzeşmeler, sanki aralarında bir çizgi,
bir bağ oluşturmayı amaçlamaktadır. Her biri kendi yolunu, kendi dilini iz
ler, değişkeler, farklar çoktur; yine de bir yerlerde bir bütün çıkar ortaya.
Phaidra'nın Hippolytos'a olan aşkı, Hippolytos'un üvey annesini reddet
mesi, Theseus'un oğlunu sürgüne gönderirken ardından beddua etmesi,
Hippolytos'un ölümü, Phaidra'nın intiharı her üç tragedyada da aynıdır.
Her üçü aynı öyküyü işliyorlarsa ve birbirlerinden tatlı çalıntılar yapıyorlar-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Hep Aynı Kadının Başka Tragedyası
sa da, yaşadıkları dönemleri ayıran yüzyıllar -Batı kültürünün temelinde bir
ortaklık yakalanabilirse de-, her birinin kültürel ve sosyal aynlıkları, ayrıntı
da büyük önem taşır kuşkusuz.
Euripides'in yaşadığı, demokrasinin beşiği Atina'da tragedyalar, Diony
sos onuruna yapılan şenliklerde tek bir kez bir yarışmada sahnelenir; sosyal,
siyasal olduğu kadar ulvi bir içerik taşımaları beklenir. Oyunun temsiline
(daha doğrusu art arda birkaç oyunun temsiline) hemen hemen bütün halk
katılır. Oyunun konusu, halkın iyi bildiği, her bireyin kendince yorumlamış
olduğu bir mitostur ve temsilin sonunda seyirciler tepkilerini en açık şekilde
göstermeye çağrılırlar. Alkışlarla sövgülerin nerede ayrıldığı kesin değildir
çoğu kez. Grek tiyatrosu düşünceye seslenir.
Seneca'nın Romasında tiyatro yalnızca oyundur, eğlencedir. Yılın nere
deyse yansına yayılan bu oyunlar, kimi zaman arenadaki gladyatörleri andı
ran bir gösteriye dönüşür. Halk, oyundan düşünce beklemez. Seyirci katıl
mak, kurtlarını dökmek için gelmiştir tiyatroya. Roma tragedyası duyulara
seslenir.
On yedinci yüzyıl sonu klasik Fransız tiyatrosu, yazılı metnin çoktan ge
çerlilik, öncelik kazanmış olduğu; profesyonel aktörlerin, haftanın birkaç
günü, özel olarak hazırlanmış dekorların ortasında, rollerine uygun kostüm
lerle sahne aldıkları, kent seçkinlerinin başyapıtları alkışlamak üzere hazır
lıklı geldikleri meşalelerle aydınlatılmış kapalı bir ortamdır. Racine dönemi
tiyatrosu sosyal bir olgudur, sanatsal değer taşır.
Euripides'in Hippolytos'u aşk tanrıçası Aphrodite'ye yalnız uzaktan saygı
gösterdiğini, ayinleri gece yapılan tanrıçayı sevmediğini söyler. O, kendini,
gövdesini arı, arınmış olarak bakire tanrıça Artemis'e adamayı seçmiştir.
'Aphrodite kendine tapınacak başka birini bulsun' der. Phaidra'nın kendine
olan aşkını, Phaidra'nın dadısı elçiliğiyle öğrendikten sonra, toy Hippoltytos
Zeus'a yakarır: 'Neden yarattın bu kadınları, bu değersiz cinsi? İnsanlığı var
ederken, kadınlara can vermemen gerekirdi . . . Ama şimdi, bu belayı evimize
almayı düşündüğümüz an, talihimiz ters gitmeye başlıyor. Kadının ne bü
yük bir bela olduğunun kanıtı da var: ona can veren baba, başka bir eve ge
lin verip başından savmak için üzerine çeyiz düzmek zorunda. Bu asalak
bitkiyi evine aldığı için sevinen kocaysa, bu aşağılık sevgi nesnesini zengin
takılarla, giysilerle donatıyor. . . En katlanılabilir olanı, erkeğin evinde aklı kı
sa, boş bir kansı olması. En beter kadınsa bilmiş olanı; çünkü Aphrodite
ona bütün dalaverelerini dayatabiliyor; hiç değilse basit kadın, aklı basma-
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 73
1 74
Münir Göle
<lığından iffetsizliğe kapılmıyor . . . Asla kadınlara duyduğum nefret dinmeye
cek, hepsinin kötü ruhlu olduğunu biliyorum.'
Seneca, önce Phaidra'nın dadısının sözleriyle Hippolytos'u tanıtır: 'Biz
kadınlardan nefret ediyor, sadece kadın sözcüğü onu ürkütmeye yetiyor;
kendine karşı acımasız, yaşam boyu bekarlığa adıyor kendini, evlilikten ka
çıyor'. Phaidra, duygularını doğrudan Hippolytos'a açtığında, delikanlının
tepkisi korkunçtur: 'Kadının ahlaksızlığı her şeyden beterdir; yeryüzündeki
bütün suçların nedeni de, işçisi de odur; yasak aşkları yüzünden, nice kent
lerin kül olmasına, nice ulusun başka uluslara savaş açmasına, nice krallığın
yıkılmasına o neden olmuştur . . . Bütün kadınlardan nefret ediyorum, onlar
dan tiksiniyorum, kin duyuyorum, kaçıyorum . . . onlardan nefret etmek isti
yorum'. Seneca'nın Hippolytos'u sanrılarının kurbanıdır.
Racine'de ise Hippolyte yine bakir bir erkektir; buna karşın onun kadın
düşmanlığının yerini Aricie'ye (Arikia) olan gizli aşkı almıştır. Aricie, baba
sının en büyük düşmanı Atina kralının kızıdır, aşkları yasak kalmaya yazgı
lıdır. Hippolyte, babası onu sürdükten sonra Aricie ile kaçma planlan yapar,
genç kız da her şeyi bırakıp ardından gitmeye hazırdır ama delikanlının er
ken ölümü bu tasarıyı boşa çıkarır. Racine önsözünde, Aricie'yi kendisinin
uydurmadığını, Vergilius'un daha önce iki sevgiliyi bir araya getirmiş oldu
ğunu belirtir. Racine'de aşkın yüceltilmiş, kadın düşmanlığından anndınl
mış olması ilk bakışta daha sulandırılmış bir seçim gibi görünse de, Raci
ne'in eklediği bir başka ayrıntı olguyu iyice karmaşık hale getirir.
Euripides'te ve Seneca'da Theseus orada değildir, ama yaşıyordur, dön
mesi bekleniyordur. Oysa Racine'de, Phedre kocasının ölmüş, evlilik düğü
münün çözülmüş olduğunu sanır. Bu da onun, yasak aşkını daha derinden
hissetmesine, yüreğini üvey oğluna daha rahat açmasına izin verir. Dul bir
kadın olduğuna göre, en azından aldatan, zina işleyen kadın olma riskinden
korunabilir. Phedre'in bu daha 'ahlaklı' tutumu, Hippolyte'in onu reddetme
sinden ve Aricie'ye olan aşkının kulağına gelmesinden sonra bambaşka bir
boyut kazanır: 'Neler duyuyorum ben? . . . Hippolyte duyarlıymış, ama benim
için bir şey hissetmiyormuş. Aricie varmış gönlünde . . . Ben, onun yüreğini
aşka kapattığını, bütün kadınlara karşı silahlarını kuşanmış olduğunu sanı
yordum. Meğer küstahlığını başkası kırmış onun. Acımasız gözlerinde bir
başkası lütuf bulmuş. Belki kolay erişilir bir yüreği var onun, belki tek çeke
mediği kadın benim'. Phedre'in içinde intikamın ateşi tutuşmuştur. 'Sevi
yorlar birbirlerini ! Hangi büyüyle kandırdılar beni? Nasıl gördüler birbirle-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Hep Aynı Kadının Başka Tragedyası
rini? Ne zamandır sürüyor aşkları? Nerelerde buluştular? . . . Beni hakarete
uğratan bir mutluluğa katlanamam; kıskançlık dolu öfkem dinmeli, Aricie
yok olmalı'.
Görünümlerin ötesinde, Racine'in Phedre'i diğerlerinden daha bilinçli bir
'kötü'lük taşır. O, olayların örgüsünü kendi iradesiyle yönetir, yönlendirir.
Phedre, daha oyunun başında, dadısına, evlendikten hemen sonra, Hippoly
te'i gördüğü an kızardığını, solduğunu, ruhunu huzursuzluğun sardığını,
gözlerinin görmez olduğunu, konuşamaz hale geldiğini, bütün bedeninin tit
rediğini ve yandığını itiraf eder. Onu, kocasıyla yaşadığı aşkta hayal edip
durmuştur. Sonrası, zamanlamanın tutması, bir talih eseri kocasının öldü
ğünü öğrenmesiyle hızlanır, biçimlenir.
Euripides'te, Hippolytos'un saygısızlığına içerleyen Aphrodite, Phaidra'yı
ona aşık ederek, delikanlıyı cezalandırmak, böylece intikam almak ister.
Phaidra, sadece tanrıçaya alet olduğundan, masumdur. Asıl suçlu, aşkın ni
metlerine sırt çevirme küstahlığını gösteren Hippolytos'tur. Phaidra, kadın
doğasının kaprisli yanı yüzünden utanç verici arzularla kıvranmaktadır, Ar
temis'in etkisinden bütünüyle kopmuştur. Aphrodite, Phaidra'yı kullanarak,
kendine tapınmayı reddeden, Hippolytos'u yok etmiştir. İkisi de, tanrılar
arası bir oyunda, kendi iradelerinden yoksun, birer oyuncu olma işlevini
üstlenerek, yazgılarına boyun eğerler.
Seneca, işin içine tanrıçaları karıştırmaz. Phaidra, Hippolytos'un aşkın
dan, bu aşkın ona verdiği utançtan, suçluluk duygusundan, acıdan yatağa
düşmüştür, can çekişmektedir. Dadısı, önce onu vazgeçirmek, bu suçlu aşk
tan, bu iğrenç tutkudan kurtarmak ister: 'Babayla oğulun yatağını karıştır
mak geçiyor aklınızdan, mahrem zinaya açılan kasıklarınızda ikisinin kanla
rını karıştırmak istiyorsunuz, böyle yaparak iğrenç aşkınızla bütün doğayı
kirleteceksiniz'. Ama Phaidra'nın ölme kararında direttiğini görünce, bu aş
kı kabul edilebilir hale getirmek için, Phaidra'nın duymayı beklediği sözcük
leri kullanarak onun aklını çeler: 'Duyarsız Hippolytos'un yüreğini yola geti
rin; öğrensin sevmeyi, paylaşılan tutkunun ateşini hissetsin, bir aşığın sesine
kulak versin. Onun yabani yüreğini alt edin, onu aşkın ağlarına düşürün'.
Bu sözlerin Phaidra'nın içinde uyandırdığı umut, tragedyanın daha da geniş
aksta yayılmasına neden olur. Dadı, Phaidra'yla Hippolytos'u bir araya getir
me görevini üstlenir.
Phaidra'ya anası kadar yakın olan dadısı, her üç tragedyada da belirleyici
bir rol üstlenmiştir. Euripides'te durum Seneca'dan farklı değilidir. Dadı,
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 75
1 76
Münir Göle
Phaidra'sının eriyip gitmesine dayanamayıp hayatını kurtarmak uğruna,
onu Aphrodite'nin isteğine boyun eğmeye iter; sevmekte şaşırtıcı bir şey ol
madığını, aşk yüzünden insanın canına kıymaması gerektiğini söyler, Phaid
ra'nın içine su serper, onu bir tanrıçanın buyruğu olan aşkını açmaya yürek
lendirir. Euripides'te dadı, Phaidra'nın aşkını bizzat Hippolytos'a açar; Pha
idra kapı arkasından konuşulanları dinler; Hippolytos'un dehşet içinde dadı
ya sövüp saydığını işitince de ölüme kaçar.
Racine'de, Thesee'nin öldüğünü Phedre'e bildiren dadı CEnone'dur: 'Yaşa
yın artık, kendinizi ayıplayacak nedeniniz kalmadı, içinizdeki ateş sıradan
bir ateşe dönüştü . . . Artık suçluluk duymadan görebilirsiniz Hippolyte'i'. Da
dının üstelemesiyle, Phedre Hippolyte'e olan aşkını açar. Hippolyte, anla
maz önce Phedre'in dediklerini, babasından söz ettiğini zanneder. Racine'in
Hippolyte'i diğerlerinden farklı bir dille aynı tepkiyi verir: 'Özür dilerim,
Madame, kızararak itiraf ediyorum, söylediklerinizin masum olduğunu dü
şünmekle büyük hata etmişim. Utancım, sizi görmeme izin vermiyor' der ve
kaçar. Thesee'nin döndüğünü duyduktan sonra, CEnone, kocasının tepkisin
den korkan Phedre'e 'ilk suçlayan siz olun . . . onurunuzu kurtarmak uğruna
her şeyi feda etmek gerekir, erdemi bile' der ve haberi Thesee'ye verme işini
üstlenir.
Racine'de Hippolyte'i suçlayan dadıdır. Hippolyte'in ölümünden sonra,
Phedre pişmanlıkla Thesee'ye suçunu itiraf eder, ardından intihar eder. Eu
ripides'te, Theseus geldiğinde Phaidra kendini asmış, geriye Hippolytos'a
suç bulaştırıcı bir tablet bırakmıştır. Hippolytos'u temize çıkaran onun ta
pındığı tanrıça Artemis olacaktır. Seneca'da, Phaidra, dadının kışkırtmasıyla
Hippolytos'a iftira eder; Hippolytos'un ölümünden sonra suçunu itiraf eder
ve üvey oğlunun kılıcıyla canına kıyar. Euripides'le Seneca'da, Phaidra Hip
polytos'u onu iğfal etmekle suçlar, Racine'de sadece niyet vardır. Her üçün
de de Hippolytos, bir iftiranın kurbanı olacaktır, Phaidra onun katilidir. Her
üçünde de Theseus, Phaidra'nın söylediklerine kanar, Hippolytos'un söyle
diklerini duymazdan gelir. Bir daha altından kalkamayacağı en büyük yanıl
gıya düşer, artık sırtında omuzlarının asla taşıyamayacağı bu ihanetin yü
küyle, kendi cehenneminde yaşamaya mahkum olacaktır; onun da yazgısı
değişmez. Asıl suçlu odur.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Athe nayım Öyleyse Var1 m !
BUKET DENİZ - TUGBA ELMAC I
"Hiçbir uygarlık belgesi yoktur ki, aynı zamanda
bir barbarlık belgesi olmasın"
Walter Benjamin
Yüzyıllar boyunca toplumsal bilinçaltına kodlanan mitler, tragedyanın
içeriğini oluşturur. Tragedyalar sosyal düzenin tesisine bir şekilde değinir
ken sosyal yapı içinde oluşan muhalif tavrı kendi söylemine dahil ederek
onu toplumsal uzlaşma boyutunda yeniden üretir. Mitsel malzemenin tra
gedyalarda toplumsal kod ve anlamlarla uyum içinde yeniden işlenerek su
nulmasıyla, sosyal değişimi açıklama rolünü de üstlenmiş olur. Aiskhylos da
"Oresteia" üçlemesinde, Argos ve Atina, Argiv ittifakı, Panathenia festivali
gibi Atina yaşamına özgü unsurları oyununa katar ve Atina demokrasisini
üçlemenin merkezine koyarak demokratik yapının kurulum sürecinde olu
şan toplumsal düzenin ve değişimin kendisiyle ilgilenir. Şehir devletlerine
geçişte demokratik söylemi meşrulaştırmak için, zaten varolan ama haklan
kısıtlanan Areopagus mahkemesinin kuruculuğunu Athena'ya yükleyerek ta
rihsel gerçeklik zeminini kaydırır.
Aiskhylos'un "Oresteia" üçlemesinin ilk bölümünde kızı İphigeneia'yı Ar
temis'e kurban eden Agamemnon, kansı K.lytaimnestra tarafından öldürü
lür. İkinci bölümde ise sürgünden dönen Orestes, kardeşi Elektra'nın isteği
ve Apollon'un cesaretlendirmesiyle babasının intikamını almak için annesini
öldürür. Tragedyanın son bölümünde ise annesini öldüren Orestes'in Athe
na başkanlığında yargılandığı mahkeme yer alır. Geçmişin intikam peşinde
koşan Erinyeler'i de hayırlı tanrıçalara, Eumenidlere dönüşür. Ana tanrıça
Cogito, sayı: 54, 2008
Athenayım Öyleyse Varım!
kültü gelenekleri, monarşi, aristokrasi ve demokrasinin farklı pratikleri ara
sındaki çatışma, tragedyada ifadesini cinsiyetlerarası mücadelede bulur. Bu
noktada kadının konumunun değiştirildiğine, değerinin düşürüldüğüne ta
nık oluruz. İlginç olan, kadının bu marjinalizasyonunun demokratik söylem
adı altında gerçekleşmesidir.
Üçlemede sosyal düzen, tanrılar, tanrıçalar ve insanların karşılıklı iliş
kileri üzerinden kurulur. Oyunun hakim söylemi, ataerkil söylemin, yarat
tığı simgesel evreni ikili karşıtlıklar aracılığıyla açıklamasının örneğidir.
Üçlemede öne çıkan kavramlar olan suç-ceza, kabilesellik-demokrasi, kirli
lik-arınma, eski-yeni, Yunan-barbar, kadın-erkek, kan-hukuk, anaerkil-ata
erkil, doğa-kültür gibi ikili karşıtlıklar kendi içlerinde hiyerarşik olarak
meşrulaştırılır. Bu meşrulaştırmanın temel zeminini, dikatomik şemada
olumsuzlanan her şeyin dişiliğe atfedilmesi oluşturur. Bu bağlamda dişil,
erilin karşısında abject* öteki olarak konumlandırılırken, bilinçaltındaki
güvensizlik duygularından ve endişelerinden beslenen korkularının da
kaynağını oluşturur. Ataerkil söylemde bilen ve bir şeylerin bilincinde olan
eril-özne, kendisinin dışında kalanı nesne yani öteki olarak konumlandı
rır. Kendisini özne yapan bizzat ötekinin varlığıdır. "İğrenç olan, düşmüş
nesne ise radikal olarak bir dışlanmıştır, beni anlamın çöktüğü yere doğru
sürükler. " 1 Simgesel düzen kendisine karşı olanı mantığına uygun hale ge
tirerek yapısına dahil eder. Bunun mümkün olmadığı durumlarda ise
Kristeva'nın belirttiği gibi ötekini nihai olarak dışlar. Oyunda geçen kadın
figürlerinden Athena, Artemis, Erinyeler, Kassandra ve Elektra için ilk du
rum geçerliyken Klytaimnestra'nın, kuralları site tarafından belirlenen ge
leneksel kadın rolünden uzaklaşarak erkeğin kamusal alanıyla mücadele
etmesi, ölümüne dışlanmasının nedenini oluşturur. Oyun demokratik bir
yapı kurarken kadını abject olarak konumlandırmasıyla, kadının sosyal
yaşamdaki değerini düşürür. Demokrasi ve eşitsizlikten aynı anda bahse
den ifadenin mantıksal çelişkisi, "demos cratos" (yetişkin erkeğin egemen
liği) anlamıyla içeriklendirilmesiyle ortadan kalkar. Demokrasiye günü
müz pratikleriyle yüklenen anlam, farklılıkları içine alacak şekilde genişle
mesine rağmen kelimenin kökeninde yatan temel problematik aşılabilmiş
değildir.
*
abject: Kristeva terminolojisinde, verili simgesel sisteme özgü sınıflandırma kurallarına ay
kırı olan şey; tiksinme, korku ve jouissance'dan oluşan estetik deneyim, din ve sanatla yakın
dan ilişkili şiirsel katharsis.
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 79
180
Buket Deniz - Tuğba Elmacı
Kristeva dışlama sürecini abject ile ilişkilendirir ve bunu simgesel düze
ne entegrasyonun ön koşulu olarak ortaya koyar: "İğrenç ve iğrenme orada
benim korkuluklarımdır. Kültürüme doğru atılan ilk adımlardır."2 Kurulan
yeni düzen kutsalın dışında kalanı kadın ve kadın bedeniyle ilişkilendirir.
Sosyal yaşamda yer edinebilmek, kabul görmek ancak abject ötekini dışla
yıp uzaklaştırmakla mümkün olur. Oyun boyunca İnsani, Tanrısal ve Demo
nik (canavar) düzlemde karşımıza çıkan kadın figürlerinin bu izlek üzerin
den daha geniş bir perspektifte değerlendirilmesi gerekir. Biz demokratik
söylemin üzerine temellendiği toplumsal yapının kodlarını, kadının konum
landırılışı üzerinden değerlendirmek amacıyla Klytaimnestra ve Athena üze
rinde duracağız.
Oresteia üçlemesinde Klytaimnestra güç ve iktidar peşindedir ve bunlara
ulaşabilmek için gerekli araçların da neler olduğunun farkındadır. Klytaim
nestra bilgiye sahip olduğu için dili istediği gibi kullanırken niyetinin tersi
bir söylemde dahi inandırıcıdır: "Kadın, bilge erkek gibi iyi düşünerek söz
söylüyorsun" . 3 İletişim sürecini kendi lehine çevirmede ustadır. Bilgisi, dil
becerisi ve cinselliği ile erkek egemen düzene tehlike oluşturur. Kurnazlık ve
farkındalık erkekte kabul görürken onda korkutucu bir hal alır, açık ilişki
doğal karşılanırken, onda onaylanmaz. Kocasına sadık kalmayıp bir aşık
edindiği için onun cinselliği hastalıkla ve ölümle özdeşleştirilir.
"Birkaç istisnanın dışında imgelemimiz hala Yunan mitolojisi ve tragedya
sında ortaya konan şema üzerinden işliyor. [ . ] Aiskhylos'un Oresteia adlı
.
.
Yunan trajedisinde Klytaimnestra, yüzyıllardır kadınlık ideali olarak öne
sürülen bakire-anne arketipinden oldukça uzaktır. Klytaimnestra aktif ve
tutkulu bir aşık ve arzulayan öznedir."4
Klytaimnestra gücün ve bilginin peşindedir. Oysa, güç [cratos], bilgi [logos],
kurnazlık [kapatsos] ve farkındalık [enimerotita] erkeğe özgü niteliklerdir.
Oyunda sağduyu ve ahlakı temsil eden koro, onu bu özelliklerinden dolayı
eleştirir: O, erkek gibidir. Klytaimnestra, Aiskhylos'un diğer kadın karakterleri
nin aksine ataerkil kodların dışında bilen, eyleyen, arzulayan bir özne olduğu
için dışlanır. Olduğu haliyle simgesel varoluşun mantığı içine yerleştirilemedi
ğinden ölümle cezalandırılır. Eş ve anne olarak kadınlık görevlerini yerine ge
tirmeyenler yasal ve ahlaki sonuçlarına da katlanmak zorunda bırakılırlar.
Klytaimnestra geleneksel pasif kadın rolünden oldukça uzaktır. Kökleri daha
Cogito, sayı: 54, 2008
Athenayım Öyleyse Vanm!
eski bir gelenek olan ana tannçaya uzanmaktadır. Onun davranışlan MÖ 5.
yüzyılda Yunan ülkesinde bir kadının nasıl olmaması gerektiğini tanımlamak
tadır. Diğer yandan onun harekete geçmesi oyunun temel çatışmasını ortaya
çıkarır, eylemlerinde haklılık payının aranmayacağı hatta ölümünden sonra
yasının tutulmayacağı yeni düzenin oluşumunu tetikler. Ölümüyle beraber ya
sal ve ahlaki süreç onun aleyhine işlemeye başlar: Ana katili Orestes'in haklı
bulunmasıyla, kadına ait rollerde kısıtlama ve ayrımcılık sabitlenir. Bu kural
lara uymayan, düzen, toplum ve erkek tarafından kontrol edilemeyen kadın,
ölüm ve dehşet saçan karanlık anaya dönüştürülür. "Kl.ytaimnestra kelimenin
tam anlamıyla bir hain değildir, analıkta garip bir güç vardır. "5 Kadının erkeği
öldürmesi, çocuğunu reddetmesi normal değildir, diğer yandan o, tüm bunları
Woolfun da belirttiği gibi salt kötülük yapmış olmak için yapmaz. Oğlu onu
öldürmek üzere karşısına geçtiğinde, annelik görevlerini ihmal etmiş bile olsa,
Klytaimnestra'nın anne olarak kadın kimliğine sahip çıkmasına ve bu durumu
yüceltmesine tanık oluruz: "Oğlum benim! Sus! Yan uykuda/ Defalarca dudak
larınla süt emdiğin/ Bu göğse kıyma!"6 Anaerkil gelenekten ataerkile geçiş sü
recini ve bu durumun yarattığı çelişkileri aynı anda bir tek Orestes üzerinden
okuyabiliriz. O, babası Agememnon'un anaerkil toplumun belirlediği kutsalın
alanını kızını kurban ederek ihlal ettiğini bilir. Küçük kardeşinin ölümü ve an
nesinin acısının farkındadır, hatta "Ana kanına girmesem mi, ne dersin Pyla
des?"7 derken davasından vazgeçirilmek ister gibidir. Ama yeni düzeni temsil
eden Apollon'a uymak durumundadır ve annesine son kez "Yasalan çiğnedin,
ettiğini bul şimdi" 8 diye seslenir ve onu öldürür. Hemen sonra suçluluk duygu
suna kapılır: "Babamı kıskıvrak yakalayan bezle konuşuyorum/ Pişman oluyo
rum yaptığıma."9 Burada, erilliği temsil eden yasa karşısında, kadınlığı temsil
eden yaşamın olumsallığı karşımıza çıkar. Zira tragedyada insan psikolojisinin
olumsallığı ön plandadır. Bachofen Analık Hukuku'nun önsözünde "İçimizde
ki iyi tarafların ortaya çıkarılmasını anneliğin sihrinde aramalıyız. Annelik
zorluk dolu bir hayatın içine sevgi, banş ve anlayışın ışığı gibi doğmaktadır.
Kadın yavrusunu koruduğu için bir erkekten daha öce sevgiyi öğrenmektedir.
Sonra da sevgisini kendi benliğinin sınırlan dışına çıkarmayı, onu başkalarına
aktarmayı ve bütün yaratıcılığını kullanmayı geliştirecektir" lO derken anne
olarak kadının yaşamsal öneminin altını çizer.
Klytaimnestra'yı tarihsel anlamda anaerkil dönemde iktidarın kadın tara
fından belirlenmesinin son temsilcisi olarak düşünebiliriz. Orestes'in anne
sini öldürmesi anaerkil çizgiyi takip eden geleneğin Yunan dünyasında soCogito,
sayı:
54, 2008
181
1 82
Buket Deniz Tuğba Elmacı
-
nunu getirir. Daha sonra ele alacağımız Zeus'un Metis ile ilişkisi de sonuçla
n
açısından benzerlik taşımaktadır. Klytaimnestra'nın Agamemnon'u öldür
mesinin anaerkil düzenin intikamı bağlamında açıklanabilecek haklı sebep
leri vardır: Kızının öldürülmesi; kocasının kendisini aldattığını düşündüğü
Chryseis ve Kassandra'yı kıskanması; Aigisthos'a olan aşkı; iktidar sahibi ol
mayı arzulaması; eski düzene duyduğu özlem gibi. Ama diğer yandan oyu
nun çeşitli çağdaş yorumlarında olduğu üzere bunların göz ardı edilerek söz
konusu cinayetin Aegisthus'un aile düşmanlığının intikamının bir parçası
olarak göstermek ne kadar açıklayıcı olabilir?
Kassandra ise mitolojide gücü ve etkisi giderek azalarak işlenen bir Athe
na rahibesidir. Troya savaşından sonra Athena Tapınağında Aias'ın tecavü
züne uğraması kadın tanrıçaların değerinin düşürüldüğünün göstergesidir.
Kassandra'nın bilicilik yeteneği ona Apollon'un bağışıdır ama onunla birlik
te olma sözünü yerine getirmediğinden geleceği görse bile buna kimseyi
inandıramayacaktır. Aiskhylos'un Oresteia üçlemesinde Kassandra'nın, yani
uzağı gören bilinçli kadını temsil edenin, bir başka kadın tarafından (Klyta
imnestra) öldürülmesi de yeni düzenin kadına bakışı ve konumlandırışında
stratejik bir hamledir. Kassandra erkek arzusuna boyun eğmeyen kadının
temel göstereni iken, erkek egemenin dilsel kodlarını çözmüş bir başka ka
dın tarafından öldürülmesi, egemen söylemin meseleyi bir iç hesaplaşma gi
bi göstererek üstünü örtme eğilimine işaret eder. İktidarı her iki cinsin de
arzuladığını ama yalnızca tek bir cinsin kazanabilmesine izin verildiğini dü
şünürsek, Klytaimnestra'nın seçeneklerinin ne kadar az olduğunu anlayabi
liriz. O yüzden Klytaimnestra'nın da susturulması bizi şaşırtmaz.
Kardeşi Orestes'i annelerini öldürmeye ikna eden Elektra da Tanrıça At
hena gibi babasından yanadır. "Elektra: İlkin baba demek zorundayım sa
na" l l diye seslenir kardeşine. Elektra eve [oikos] bağlıdır. Babasının evine
dönmek, site tarafından belirlenen kadınlık konumuna uygun davranabil
mek için annesini öldürmekten kaçınmayacaktır.
"Eril güç, öteki güce, yani bizzat dişil güce karşı kıyasıya mücadeleyle as
lında simetrik olmayan, irrasyonel, hileli ve kontrol edilemez bir güç tara
fından tehdit edildiğini itiraf eder. Bu tehdit anne soylu bir toplumdan ge
riye kalan bir şeyden mi yoksa bir yapının özgül tikelliğinden mi kaynakla
nır.[ . . . ] öteki cins olan dişi cins, ortadan kaldırılması gereken mutlak bir
kötülüğün eş anlamlısı olarak görünür." 12
Cogito, sayı: 54, 2008
Athenayım Öyleyse Vanm!
MÖ 2 1 00 civarı ataerkil kabilelerin anaerkil kabileleri istilalarının ardın
dan kralların kendilerine tehdit olarak gördükleri eski sosyal sistemi değişti
recek güce ulaşmasıyla çeşitli durum ve pratikleri kendi çıkarları doğrultu
sunda kullanırlar. Eski zamanın ölümsüz tanrıçaları, ölümlü insanlara dö
nüştürülmedikleri durumda, sisteme hizmet eden davranış ve söylemle kar
şımıza çıkartılırlar. Kutsalın alanına dahil olan ya da olmayan tüm unsurlar
aynı dili konuştuklarında sağlam bir dünya iktidarı oluşturulur. Oluşturulan
bu iktidar tüm eril unsurları olumlarken karşısında konumlandırılan dişili
olumsuzlayarak silikleştirir.
"Kirliliğin arkeolojisinde gerilere gittiğimizde karşımıza bir güç çıkar. An
neliğe mi ya da doğaya mı atfedildiği belli olmayan ama her halükarda Ya
sa'ya tabi olmayan ya da tabi kılınabilir olmayan bu güç, özel bir kötülük
biçimine bürünebilir. Ama toplumsal ve öznel, simgesel düzenin egemenli
ği sürdüğü sürece bu güç, özerk bir kötülük biçimine bürünmez." 1 3
Simgesel alanını genişleten bu iktidar da dünya ve tanrılar evreninde ge
çerli ve değişmez bir yapıya dönüşür. Üçlemede de Erinyeler'in yeni anla
mıyla adalet dikeyi temsil eden Eumenidler'e dönüşmesi ile erkek egemen
Olimposlu tanrıların kadın toprak tanrıçalara üstünlüğü sağlanmış olur. Bu,
Zeus'un iktidarını meşru ve sürekli kılmak için gereklidir.
Athena anaerkil dönemin önemli tanrıçalarındandır. Kuzey Afrika kö
kenli olduğu düşünülmektedir. Platon Timaeus'da 14 Athena'yı anaerkil dö
nemin Libyalı tanrıçası savaşçı rahibe Neith ile ilişkilendirir. Athena'nın
Libya'da doğup Girit'e oradan da Yunanistan'a geçmiş olma ihtimali yük
sektir, hatta kalkanını süsleyen yılanlarla, Girit yılan tanrıçasından doğan
hem yer altı chthonic hem ev koruyucu yılan kültü arasında bağ kurmak
mümkündür. Bu da Athena'nın değişik doğum öyküsünün nedenini açıklar
çünkü Athena da Yunan panteonuna dışardan katılan Dionysos gibi ikinci
bir doğumla doğar. Hesiod'un Theogony'de anlattığına göre Hera'dan önce
akıl ve bilgeliği temsil eden Metis ile evlenen Zeus doğacak çocuğun kendisi
ni alt edeceğini öğrenince hamile Metis'i yutar ve böylece akıl ve bilgelik
onun kendi özellikleri olur. Zeus'un Metis'i yutuşu anaerkilliğin sonunu
temsil eder. Athena ise büyümeye devam eder. Şiddetli baş ağrılarının önce
lediği doğumla savaş zırhını kuşanmış bir yetişkin olarak babasından doğar.
Bir ananın rahminden doğmayan Athena annesini tanımadığı gibi ona karşı
Cogito, sayı: 54, 2008
1 83
1 84 Buket Deniz - Tuğba Elmacı
bir bağ da hissetmez. Anaerkil dönem ile bağları kopartmak açısından ol
dukça başarılı bir yöntem izlenmiş, doğar doğmaz yeni düzene içerden
adapte edilmiştir. Bu düzende kadına ait bir özellik olan doğum bile kadının
elinden alınarak çeşitli erkek karakterlere nakledilir. Athena'nın babasının
başından, Dionysos'un babasının baldırından, Havva'nın Adem'in kaburga
sından varlık bulması gibi. Yaratma ve yaşam verebilme yeteneği önemlidir,
bu nedenle erkeğin gücü ve kontrolü dahilinde olmalıdır. Athena, Özgürlük
Heykeli, gözü bağlı Adalet Tanrıçası, Bakire Meryem ataerkil düzen içersin
de rahimsiz tasvir edilir. Ataerkil söylem, rahimde geçen süreyi annelikle ve
anne bedeniyle dolaysız ilişki kurması bakımından önemsemez ya da yok
saymaya çalışır. Irigaray bunu "vague taboo" l 5 olarak nitelerken Kristeva da
kültüre atılan ilk adımın anne bedenini hatırlatan şeyler tarafından belirlen
diğini ve bu kimliği, sistemi ve düzeni tehdit edenin de abject (tiksinme) ola
rak tanımlandığını söyler ki bu da yine kadın bedeniyle ilişkili olandır.
Aiskhylos, Oresteia üçlemesinde Athena'yı babasının başından doğan, er
keğin haklarını koruyan, kollayan, savaşçı bir diplomat olarak gösterir. O,
ataerkil toplumda kadına ait rolleri reddeden savaşçı bakiredir. Kadınsal
sezgi ve duyarlılıkları, annesinin analığını, kadınsal duygusallığını, akıl ve
bilgeliğini ne bilir ne de tanır. Üstelik bunları yıkıcı, korku verici özellikler
olarak görür. Ataerkil düzenle birlikte güzellik ve bilgelik onun özellikleri
olarak kalsa da Zeus'un düzeninin hizmetkarına dönüşür. Bağımsız bir ka
dından babasının kızına dönüşürken kendi rolünü kurban eder ve karşı cin
se düşkünlüğü ile ön plana çıkmak yerine, öncü bir kadın kimliğiyle ortaya
çıkıp kadınların da yurttaş olarak varolma haklarını savunan bir lider olma
şansını bir kez ve tümden yitirir. Erkeğin dünyasında kabul görebilmek için
mütemadiyen bakire kalmalıdır. Kadın görünümlüdür ama kadınsı hiçbir
özelliği yoktur, erkeğe ait özellikler kuşanmıştır ama erkek de değildir. Gi
derek cinsiyetsizleşir hatta şehrin talihinin koruyucu Tyche'sine, uygarlığın
kendisine dönüşür. Athena dişile ait olanı reddederek ve üzerine atfedilen
erile ait özellikleriyle mevcut iktidarın adamı, mahkemenin de sahibi olabil
miştir. O ataerkil düzenin dilsel kodlarını içselleştiren ve oyunu onun kural
larına göre oynayan bir figür olarak karşımıza çıkar. O sanılanın-sunulanın
aksine dişil bir özne değil sadece dişil görünümlü eril bir özne olarak varo
labilmiştir. Athena yeminli hakimler seçer ve ilk mahkemeyi oluşturur, as
lında bu daha önce sözünü ettiğimiz o dönemde hak ve yetki alanı kısıtla
nan Areopagos mahkemesidir. Athena orada Erinyeler'in itirazına rağmen
Cogito,
sayı:
54, 2008
Athenayım Öyleyse Vanm!
yeni bir düzen kurar. Adalet dike bundan sonra değişmeyecek yeni bir an
lam kazanır. Athena'nın ikna edici retoriği ile beraber Erinyeler hayırlı ve
koruyucu Tanrıçalara dönüşürler. Üçlemenin başında Klytaimnestra, Age
memnon'un gücüne karşı çıkarken sonunda ise Athena, cinsel ayrımın sınır
larını kabul eder. Üçleme Klytaimnestra'nın iknası ile başlar, Athena'nın ik
nası ile biter. Üçleme kız çocuğun öldürülmesi ile başlar kız çocuğun baba
nın erkine hizmet etmesi ile biter. Klytaimnestra'nın harekete geçmesi ile
başlayan süreç Athena'nın Orestes'i yargılamasıyla son bulurken "Babamın
çocuğuyum ben. Onun için/ Evin efendisi, kocasını öldüren/ Kadının ölümü
fazla üzmedi beni" 1 6 sözleri, şehre evlilik, miras, zina gibi konularda bun
dan böyle hakim olacak kuralları tanımlarken, bir cinsel düzen kurarak cin
siyetler arası rol dağılımını da belirler. Bilen, eyleyen, şekil veren aktif erkek
kadını içinde çocuğun gelişmesi için gerekli bir tarlaya, adının devamını
sağlayacağı bir araca indirger. Artık çocuk babaya aittir, soy küçük kız yeri
ne büyük oğul tarafından sürdürülür (bu bağlamda, en küçük kız İphigenei
a'nın kurban edilerek öldürülmesi ayrıca anlamlıdır), kız babanın malı ko
numuna indirgenir, aldatan kadın vatandaşlıktan çıkarılır, kız çocukları on
iki yaşlarında evlendirilir ve erkeğin izni olmadan bazı dini bayram ya da
festivaller haricinde bir daha da evden [oikos] çıkamazlar. Bebek-gelin mo
delinin izlenmesi şehir hayatında kadının sözü geçen yetişkin bir birey [de
mos] sayılmamasının dayanağını teşkil eder. Korku ve güvensizlik kadın
düşmanlığını daha da besler. Kadına yönelik baskı, dayatma, kamusal alan
dan dışlanma ve kapatma yöntemleri işe koyulur. Böylece de eski düzenin
mitsel evreni son bulurken tragedyayı günümüze taşıyan egemen söylem
trajik meşruiyetini kazanmış olur.
Zeus, Metis'in kızı Athena'nın babası olarak siyasal erkini ve söylemini
kadın üzerinden sağlamlaştırır ve ne yazık ki zamanında kendisine şiddetli
baş ağrıları çektiren ve tam donanımlı zırhlı bir savaşçı olarak doğan kızını
da kendi politik söylemini yayacağı bir araç olarak kullanır. Zeus'un irade
sine boyun eğen Athena ataerkil düzenden yanadır. Mahkemede Zeus'un,
Apollon'un, Orestes'in ve Atinalı erkeklerin içini rahatlatmaktan başka bir
amacı olmayan kanıtlar ileri sürülür. Klytamnestra'nın cinayetini ahlaki
açıdan haklı çıkaracak kanıtlar ortaya konmaz. Tarafların fazlasıyla tatmin
olmuş ve uzlaşmış olarak ayrıldıkları mahkeme sahnesi tamamen bir yanıl
samadır. Demokrasi ve kanun önünde eşit haklara sahip olmanın ilk örneği
ve bu değerlere bir övgü niteliğinde yazılmış olmasına rağmen, kadının ye-
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 85
1 86
Buket Deniz - Tuğba Elmacı
nilgiye uğratılması bakımından cinsiyetler arası savaşın ne kadar büyük ol
duğunun altını çizerken bir ihaneti de ortaya çıkarır. Athena'nın ihanetidir
söz konusu olan. Athena kadına ve ona ait olanın haklı öfkesini susturup
onun, öteki olarak, şehrin sosyal düzenine entegrasyonunda önemli rol oy
nar. Karar veren yetkenin babaya düşkünlüğünün sonucu belirlemesi ise
kesinlikle anlaşılır bir durum değildir. Aiskhylos'un Oresteia üçlemesi poli
tik, biyolojik ve psikolojik arenadaki kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin
manifestosudur.
Anne-kadının yaratıcı gücü elinden alınmakla kalınmamış sesi de kesil
miştir. Günümüzde erkeğin hakimiyetindeki dil, Zeus'un söylemine paralel
işlemektedir. Kadın, kendi isteklerini, arzularını ve bedenini ifade etme ola
nağından yoksun bırakılmıştır. O, kendi söz ve sözcük dizinine sahip değil
dir: "Arzulayan özne" konumuna gelememiştir. 1 7 Dil erkekten yana erkekliğe
göre belirlenir, toplumsal düzen, kamusal alan yine erilin tekelindedir, dış
lanan kadın ise toplumun "bilinmeyen altyapısı"nı oluşturur. 1 8 Tecrit edilen
kadın eski tanrıçanın niteliklerini çalışma, iş bölümü adı altında görev ola
rak benimsemek durumunda bırakılmıştı. Irigaray'ın belirttiği gibi kadın
hala, bizzat kadın olarak ve iş gücü anlamında sömürülüyor. Oysa babanın
gölgesinden çıkması şart; çünkü aynı eril ilke köleliğin, sömürgeciliğin, bas
kı, şiddet ve sindirmenin de temel dinamiklerinin köklendiği yerdir. Her
şeyden önce kendisine dikta edilen karanlık ana korkusunu içinden atarak
onunla uzlaşma yoluna gitmeli ve onu kendi psikesinin bir parçası olarak
kabullenebilmelidir. Athena'nın kadınlığın temsilcisi olmadaki başarısızlığı
bu durumu kabullenemeyip dişiliğini reddetmesinden kaynaklanır.
Uygarlığın üzerinde temellendiği yanılsamanın, yani içgüdüsel kendili
ğindenin yerini alan aklın keyfiyetinin bir zafer kutlamasına dönüştüğü nok
tada öyküyü yeni baştan okumak değil yeni baştan kurmak gerekiyor. Her
şeyden önce kadının kendini toplumsal özne olarak konumlandırması ge
rekmektedir. Kadın, toplumsal özne olarak kendini kabul ettirebilmek için
özbilince sahip olmalıdır. Oresteia üçlemesinde başta agon yani oyun, çatış
ma, eşitlik ilkesi dahilinde bilen, eyleyen olarak erkeğin (Agamemnon) kar
şısında kadın (Klytaimnestra), alt edilmesi gereken öteki olarak konumlan
dınldığından beri kan, suç, kir, doğa, kabilesellik gibi özellikler de kadınla
ilişkilendirilmiş ve bütünü karşıtlıklar ile tanımlayan ataerkil söylem, karşıt
öğelere eş değer atfetmektense alt üst ilişkisi kurarak sınıflandırmıştır. Kris
teva bu tür bir sınıflandırmayı kıyamet haberciliği olarak görür:
Cogito,
sayı:
54, 2008
Athenayım Öyleyse Vanm!
"Toplumsal ve tarihsel koşullar ne olursa olsun bu kıyamet kimliklerin va
rolmadığı ya da ancak çift, belirsiz, heterojen, hayvani, dönüşmüş, başka
laşmış ve iğrenç olduğu kırılgan sınırda kök saldığını düşündüğüm bir kı
yamettir." 19
İkili karşıtlıklar temelinde anlamlandırılan dünyanın bir yanı her zaman
eksik tanımlanmış ve eksik anlaşılmış olacaktır. Aynı şekilde cinsiyetleri de
birbirleri üzerinden tanımlarken bir şeyin ne olmadığı değil, o şeyin ne ol
duğu üzerinden hareket edilmesi gerekmektedir. Dünya bir olumsuzlama
zinciri üzerinden açıklandığı sürece dışarıda bırakılanlar daima eksik ve kö
tü olarak kalacaktır. Bu durum ancak simgeselin üzerine kurulduğu dilsel
alanın dışında farklı düşünüşlerle aşılabilir. Aksi takdirde mevcut sorunlara
yeni sorunlar-kötüler eklemenin ötesine geçilemez. Dişil, erilin karşısında
konumlandırılarak anlama kavuşamaz. O kendi içerisinde anlama yetisine
sahip, kendisini ve doğayı kavrayan bir varlıktır. Kadın, doğaya ve kendisine
ne olduğu sorusunu sorduğu anda özne olma alanına kayacaktır. Kadın,
kendisi için karar verebilen, arzulayan ve bunu ifade edebilen, seçim yapa
bilen, özgür, özerk birey haline gelmelidir. Oysa kadını günümüzde, bilen ve
arzulayan etkin bir özneye dönüştürmesi gereken sosyal alan, kadının eş ve
annelik konumu üzerinden uygulanan baskıya bir son vermek yerine kadın
lan emek alanında da sömürüye açmıştır. Dolayısıyla kadın kendisini özgür
leştireceğini düşündüğü her alanda simgesel düzen tarafından sömürülmüş
tür. Önemli olan ortak oluşturulamayan tarihin ve dilin aksine yeni şeyler
söyleyebilmek ve herkesi bu alanın içine dahil ederek yeni bir söylem oluş
turabilmektir. Her yeni demokratik açılım kadını daha özgür ve daha bilgili
kılmıştır ama hala aynı hakim söylem üzerinden gidildiği sürece görünürde
ki eşitlik ilkesi uygulamada ve zihinsel dönüşümde daha çok yol kat edilme
si gerektiğini göstermektedir. Tarihsel döngüye baktığımızda da kamusal
alanda daha görünür hale gelen kadın, içeriksel olarak radikal bir dönüşüm
yaşayamamıştır. Mevcut koşullar ve oluşturulan kamusal alan, erkeğin dilsel
kodları ve okumaları üzerinden kadına dikta edildiği sürece de radikal bir
dönüşüm beklemek doğru olmaz.
Cogito, sayı: 54, 2008
1 87
1 88
Buket Deniz Tuğba Elmacı
-
Notlar
1 Kristeva, Julia, Korkunun Güçleri İğrençlik Üzerine Deneme, Çev.: Nilgün Tutal, Ayrıntı
2004, s. 14.
2 A.g.e. , s. 15
3 Aiskhylos, Oresteia Üçlemesi, Çev.: Ahmet Cevat Emre, MEB, İstanbul 1 964, s. 15.
4 Irigaray, Luce, "Body Against Body: In Relation to the Mother", French Feminism Reader
içinde, (ed.: Kelly Oliver), Lanham, MD: Rowman & Littlefield Publishers Inc., 2000, s. 243.
5 Woolf, Virginia On Not Knowing Greek, http://ebooks.adelaide .edu. au/w/woolflvirginia/w9 1 c/chapter3.html (01.02.2008).
6 Aiskhylos, Oresteia Üçlemesi, Çev. : Ahmet Cevat Emre, MEB, İstanbul 1 964, s. 1 2 1 .
7 A.g.e., s . 1 2 1 .
8 A.g.e., s . 1 25.
9 A.g.e., s. 1 28.
1 0 Fromm, Erich, Dünyadan Masallar ve Mitoslar, Çev.: Aydın Arıtan, Arıtan Yayınlan, Ağustos
1 997, s. 265.
1 1 Aiskhylos, Oresteia Üçlemesi, Çev.: Ahmet Cevat Emre, MEB, İstanbul 1 964, s. 90.
12 Kristeva, Korkunun Güçleri, s. 1 0 1 .
1 3 A.g.e., s . 1 28.
14 Sokrates, Timaeus, http://www. activemind.com/Mysterious/Topics/Atlantis/timaeus_page2.html ( 1 0. 1 1 .2007).
15 Irigaray, a.g.y.
1 6 Aiskhylos, Oresteia Üçlemesi, Çev.: Ahmet Cevat Emre, MEB, İstanbul 1 964, s. 1 70.
17 Irigaray, "Body against Body", s. 244.
18 Irigaray, "Women on the Market", French Feminism Reader içinde, s. 2 1 2.
1 9 Kristeva, Korkunun Güçleri, s. 289-290.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Marsyas'la İ l g isi Var m ı ?
EKİN ÖYKEN
Antikçağ kültürüne ait pek az konu, hem ortaya çıktığı dönemde hem de
sonraki çağlarda tragedya kadar merak ve tartışma yaratmıştır. Bunun ne
denleri çeşitlidir. Ama belki de en önemlisi, estetik bir form olarak Atina
tragedyasının kültür tarihi sahnesine çıkışıyla, başka sanatsal ve edebi form
lara yerini bırakışı arasında oldukça kısa bir zaman diliminin bulunuyor ol
ması ve yazılan tragedyaların çok azının günümüze ulaşmış olmasıdır. Bun
ların doğal bir sonucu olarak, tragedyanın hemen hemen her noktası tartış
ma yaratır ve yeni yorumlara açıktır. Önemini hiç yitirmiyor olması da sanı
rız bundan kaynaklanır. Biz de bu tartışmalarla ilgili birkaç noktaya değine
rek başlayalım.
Tanım Sorunu
Bir tanım: Aristoteles'in tanımı. 1 Hiç tragedya yazmamış bir kişinin, sı
nıflandırıcı ve erekçi yaklaşımıyla ele aldığı konularda genellikle, kendi öz
ve niteliklerinden kaynaklanan doğal bir gelişim içinde belli bir noktaya ya
da amaca yönelen olgular görmüş bir düşünürün tanımı ... Öyle bir tanım ki,
tragedyayı adeta tohumdan yeşerip olgunlaşan ve türüne göre iyisi kötüsü
olan bir bitki gibi tanımlıyor. Bu özelliği genellikle eleştiriye hedef oluyor; 2
ama yine de Aristoteles bu konuda bizim için önemli dayanak noktalarından
biri olmaya devam edecekmiş gibi görünüyor. Çünkü kendisinden kalan me
tin, içerdiği eşsiz bilgilerin yanı sıra birçok sorumuzu cevapsız bıraksa da
tragedyayı Aristoteles kadar ayrıntılı biçimde ele alan, tragedyanın şekillen
diği çağa ondan daha yakın başka bir bilgi kaynağımız yok. 3
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 90 Ekin Öyken
Toplumsal Hareketler
Elbette tragedyayla ilgili hararetli tartışmaların tek sorumlusu Aristoteles
değildir. Söz konusu dramatik form, kendi doğasından kaynaklanan bilin
mezliklerle doludur. Tragedya, hem kökeni hem konusu hem de icrası bakı
mından toplumsaldır. Bunun nedeni, konularını kendinden önceki destan
geleneği gibi mythos'tan almış olmasıdır; en azından başlangıçta. Toplumsal
yaşantıdaki işlevlerini kısmen tanımlamış olsak da mythos'ların tam olarak
neyi temsil ettiğini belirlemek, Yunan düşüncesinin kendini gizleme ve sır
barındırma niteliğini düşünürsek neredeyse olanaksızdır.
Atina toplumuyla tragedya arasındaki bağıntı çok yönlüdür. MÖ 6. ve 5 .
yüzyılda* yalnız Atina değil, tüm Yunan dünyası ve hatta Doğu Akdeniz hav
zası, önemli bir gelişmeye sahne olur: Pers yayılımı. Perslerin Anadolu üze
rinden Yunanistan'a yönelen ilerleyişi, Yunan polis'leri ile Anadolu'nun yerli
ve Yunan kökenli halkları arasındaki mevcut ilişkilere farklı boyutlar kazan
dırmıştır. Pers tehlikesini zorlu mücadelelerden sonra uzaklaştıran Yunan
direncinin mimarı Atina, bu başarısı karşılığında hem siyasal hem ekono
mik hem de kültürel açıdan zirveye ulaşacağı bir altın çağa girmiştir. Ama
çok geçmeden bu yükseliş, Sparta ve müttefiklerinin Atina'ya karşı düşman
lığını alevlendirmiştir. Bunun sonucu olan Peloponnesos savaşı, 5 . yüzyılın
son çeyreğini Atina için bir çöküş dönemi haline getirir. Dışta bunlar yaşa
nırken, Atina kendi içinde 7. yüzyılda başlayan, aristokrasiden tiranlığa ve
sonra da demokrasiye uzanan önemli bir siyasal değişim geçirmektedir. Ak
deniz'in hafızasındaki diğer önemli değişimlerle, örneğin Roma'yla karşılaş
tırdığımızda Atina'daki toplumsal değişimlerin oldukça hızlı yaşandığını gö
rürüz. Söz konusu toplumsal hareketler, tragedyanın epos ve lirik şiirden
koparak yükselişini anlamlı hale getiriyor olması bakımından önemlidir.
Anlaşılacağı gibi tragedyanın ortaya çıkışı 6. yüzyıl ortalarında, oldukça çal
kantılı bir dönemde olmuş ve Aristoteles'in deyişiyle 'kendi doğal şeklini alı
şı' da 5. yüzyıl gibi yükseliş ve çöküşün kısa süre içinde yaşandığı bir döne
me denk gelmiştir. Dolayısıyla Atina'da, tiranlıkla demokrasinin kesişme
noktasında duran Aiskhylos ile çöküş dönemini yansıtan Euripides arasında
tragedyayı nasıl tanımlayacağımız bir tartışma konusudur çünkü bu iki ya
zarın tragedya anlayışı oldukça farklıdır. Tanrı Dionysos'u ölüler diyarına
yollayıp, en iyi tragedya yazarının kim olduğu konusunda Aiskhylos ile Eu*
Buradan itibaren aksi belirtilmedikçe ana metindeki ve dipnotlardaki tüm tarihler milattan
öncedir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Marsyas'la İlgisi Var mı?
ripides arasında yaşanan çekişmeye hakem tayin etmiş olmasına bakılırsa,
sanırız bu zorluğu ilk hissedenlerden biri Aristophanes'tir.4
Nicelik Sorunu
Atina tragedyasıyla ilgili tartışmaları bu türe ait örneklerin sayıca sınırlı
oluşu da etkiler. Her ne kadar Aristoteles'in Peri poietikes'te örnek seçtiği ve
edebiyat eleştirisi alanında Antikçağ'ın bir diğer önemli yapıtı olan Peri hup
sous'un yazarının değindiği -yazarı, kesin biçimde bilinmemekle birlikte
'Pseudo-Longinos' olarak anılır- Oidipous tyrannos, Oidipus epi Kölönöi, An
tigone, Medeia, Elektra, Bakkhai, İphigeneia he en Aulidi, Iphigeneia he en Ta
urois ve Oresteia üçlemesi gibi önemli bazı örnekler günümüze ulaştıysa da,
yalnızca adları bilinen yazar ve yapıtların yanı sıra bilmediğimiz pek çokla
rının bulunuyor olması 5 . yüzyıl tragedyasıyla ilgili kesin sonuçlar çıkarma
mızı imkansız hale getirmektedir. Üstelik art arda temsil edilecek, konu ba
kımından ilişkili üç oyunluk bir bütün olarak düşünülen üçlemelerden (tri
logia) yalnızca Aiskhylos'un Oresteia'sı tam olarak günümüze ulaşmıştır.
Aslında burada Antikçağ kültürünün bütününü ilgilendiren önemli bir
soruyla karşı karşıyayız: "Acaba metinleri günümüze ulaşan yapıtlar, yara
tıldıkları çağın ya da belli dönemlerin en beğenilen yapıtları mıydı?" Bu ko
nuda gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta, metinlerin günümüze
ulaşmasında rastlantının rolüdür, ki bu yalnız filoloji değil, arkeoloji ve Es
kiçağ tarihinde de geçerlidir. Le Guen, 1 9 . yüzyılda Mısır çöllerinin kumları
arasında Oksyrhynkhos papirüsleri bulunmasaydı, 4. yüzyıl komedyasının
Menandros gibi usta bir yazarını hiç tanımamış olacağımızı hatırlatarak, 5
sayısı bin civarında olan 5. yüzyıl tragedyalarından günümüze yalnızca otuz
kadar örneğin ulaşmış olmasının, bütünü görmemiz açısından ne denli
önemli bir engel oluşturduğunu anlamamızı sağlar.
Elimizdeki tragedyaların tümü, Atina'nın üç büyükleri olarak anılan
Aiskhylos, Sophokles ve Euripides'e aittir. Yunan tragedyasıyla ilgili kaynak
larda Thespis, Phrynikhos, Pratinas, Agathon, İon ve Akhaios gibi başarı ka
zanmış olmalarına rağmen yapıtları günümüze ulaşmamış tragedya yazarla
rının dışında genellikle hep bu üç yazar anılır. 6 İlk kez 386 yılı Dionysia şen
liğinde yarışmadan bağımsız olarak, daha önce temsil edilmiş eski bir tra
gedyanın tekrar oynandığını biliyoruz. Bunun tragedya için bir gelenek hali
ne gelmesi yani eski oyunlardan birinin her yıl şenlikte yeniden sahnelen
mesi tahminen 340 yılından sonra olmuştur.7 Bu, bir repertuar tiyatrosu ge-
Cogito,
sayı:
54, 2008
191
1 92 Ekin Öyken
!eneğinin başlangıcına işaret eder. Ayrıca, Atinalıların üç büyükleri, Diony
sos Tiyatrosu'na büstlerini yerleştirerek onurlandırdığını da biliyoruz. Bu
bilgiler, Aiskhylos, Sophokles ve Euripides'in kendi çağlarının en beğenilen
yazarları oldukları düşüncesini desteklemektedir. Ama buna rağmen 3. yüz
yılda İskenderiye bilginlerinin eski yapıtları derleme, sınıflandırma ve yo
rumlama çalışmaları sırasında oluşturdukları, belli bir türün en iyi yazarla
rını içeren listeleri bile tam anlamıyla bir kanönB olarak nitelendirmenin
doğru olmayacağı düşünülmektedir. 9 Nitekim söz konusu listeleri tanımla
mak için kullanılmış olan enkrithentes terimi 'dahil olanlar' anlamına gelir
ve mutlak bir değer sıralamasına işaret ettiğini kabul etmek zordur.
Görüldüğü gibi tartışmaya son noktayı koymak şimdilik mümkün değil.
Genel tartışmalardan, tragedyanın kökeniyle ilgili
bir mythos'a doğru
Üzerine pek çok şey yazılan tragedyayla ilgili bu genel sorunlara değinme
amacımız, ortaya koymak istediğimiz bir mythos yorumunu bağlamı içine
yerleştirebilmektir. Çünkü ele alacağımız mythos'un, Aristoteles'in başlattı
ğı, tragedyanın kökeni tartışmasıyla ilgili olduğu kanısındayız.
Günümüzde, tragedyayla ilgili köken sorunu, genellikle söz konusu for
mun Dionysos tapımından kaynaklanıp kaynaklanmadığı sorusunu cevapla
ma sorununa dönüşmüştür. Aristoteles'e dayandırılan eski ve halen yaygın
olan görüş tragedyanın, dythrambos şarkılarının giriş bölümünde başlatıcı
(eksarkhontes) denilen koro şefinin sunduğu konuşma ağırlıklı öykülerden
doğduğudur. Bu görüş, dythrambos korosundakilerin Dionysos'un uyruğu
altındaki satyros1ara öykünen teke kıyafetleri giydikleri ve adı geçen tanrı
nın tapım törenlerinde de olduğu gibi maskeler taktıkları; tragödia adının
'keçi şarkısı' ya da 'keçi kılıklıların şarkısı' anlamına geldiği; Atina'daki ilk ti
yatro yapısının, Dionysos tapınağının bulunduğu kutsal bölgenin bitişiğine,
seyircilerin sahnenin hemen arkasında tapınağı görmelerini sağlayacak bi
çimde bilinçli olarak inşa edildiği; başından beri tragedyanın Dionysos'a
adanan bir şenlikte sahnelendiği gibi dayanaklarla desteklenmiştir.
Dionysos-tragedya ilişkisinin yeterince irdelenmeden kabul edildiğini dü
şünen Scullion gibi araştırmacılarsa, Geç Antikçağ yazarlarının "Dionysos'la
hiç ilgisi yok" (ouden pros ton Dionyson) deyişini yeni bir Atina tragedyası
yorumu için yola çıkış noktası seçmişlerdir. Antikçağ kaynaklarının kendi
sinde bu ifade genellikle şöyle açıklanır: Zamanla tragedya, konu, kahraman
Cogito,
sayı:
54, 2008
Marsyas 'la İlgisi Var mı?
1 93
seçimi ve koronun kimliği açısından, ortaya çıkış sebebi olan Dionysos'tan
uzaklaşınca, ihmal edilen tanrıyı yeniden onurlandırmak için, Dionysia şen
liklerinde art arda sahnelenen üç tragedyadan sonra bir de satyros oyunu
sahnelenmeye başlanmıştır. 1 0 Scullion ise geleneksel yaklaşımın, tüm yönle
ri tek tek ele alınarak çürütülebileceğini ortaya koymaya çalışmıştır. 1 1
Bu tartışmada temel sorun, 534 yılının Dionysia şenliğinde düzenlenen
yarışmada Thespis'e birincilik getirdiğini bildiğimiz ilk 'resmi' tragedyayla
formun ilkel biçimi arasındaki ve 534 tarihli bu oyunla metni günümüze
ulaşmış en eski oyun olan 472 tarihli Aiskhylos'un Persai tragedyası arasın
daki gelişim evresini tam olarak bilmiyor olmamızdır. Dolayısıyla, tragedya
nın izleyebildiğimiz gelişimi, üç büyüklerde şahit olduğumuz değişimdir. İş
te biz de, tragedyanın kökeniyle ilgili bu tartışmada, ünlü Apollon-Marsyas
mythos'unu farklı biçimde değerlendirmenin mümkün olup olmadığını araş
tıracağız.
Söz konusu mythos'ta, Apollon'un, müzik konusunda kendisine meydan
okuyan Phrygialı Marsyas'ı, Maiandros Irmağı'nın (Büyük Menderes) doğ
duğu Kelainai (bugünkü Afyon-Dinar İlçesi) yakınlarında yapılan flüt
yarışmasında mağlup ettikten sonra ağaca bağlayıp canlı canlı derisini yüz
düğü ya da yüzdürttüğü anlatılır. 1 2 Apollon'un cezanın aşırılığı nedeniyle
duyduğu pişmanlıkla kithara'sının tellerini kopardığı, Nysa (bugünkü Aydın
Sultanhisar İlçesi) halkının, Marsyas'ın öğrencisi Olympos ile nympha'ların
kedere kapılıp gözyaşı dök
tükleri ve sonunda Mars
yas'ın bir akarsuya dönüş
tüğü söylenir. Marsyas'ın,
görsel kültüre de esin kaynağı olan akıbetiyle ilgili
;;.� ·�:
anlatılar arasında bizim
için en ilgi çekici olanlar
dan biri Aelianus'un (yak.
MS 1 7 5-235) şu aktarımı
dır: "Derler ki, Kelainai'da
birisi Phrygialı'nın (Mars
yas) derisinin yakınında
aulos'la Phrygia makamı
çalarsa deri hareket eder
Apollo ve Marsyas, Jose de Ribera,
tuval üzerine yağlıboya 1 7 . yüzyıl.
Cogito, sayı:
54, 2008
1 94 Ekin Ôyken
ama Apollon onuruna çalarsa sağırmış gibi görünür, titreşmez bile."1 3 Bu il
ginç ayrıntıyı yorumlamadan önce söz konusu mythos'un gelişimini incele
yelim.
Uzun süre önce Salomon Reinach, müzik yarışması (eris peri mousikes
ya da agön peri mousikhes) temasının bu mythos'a, görece geç bir dönemde,
olasılıkla 5. yüzyılda eklenmiş olduğu görüşünü ortaya koymuştur14 ve bile
bildiğimiz kadarıyla bu görüş günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.
Reinach'a göre söylencenin ilkel biçiminde ne kithara ile aulos ne de bir mü
zik yarışması vardır. Bu mythos'taki yerel Apollon'un, insan görünümlü tan
rılardan kurulu Yunan panteonunun henüz şekillenmemiş olduğu, hayvan
tapımı dönemi olarak tanımlanan erken evreye özgü, Kuzey'den Makedonya
kökenli Phrykslerin Anadolu'ya getirdiği 'ilkel' bir eşek tanrı (Apollon Onos)
olduğu sanılmaktadır. I S Bu erken dönemde tanrılar ile tanrıları temsil eden
hayvanlar arasında bir özdeşlik varken daha sonralan bu hayvanlar söz konu
su tanrılara kurban edilen kutsal hayvanlar haline gelmiştir. Bu durumda il
kel Marsyas da Apollon'a kurban edilen kutsal eşeği temsil ediyor olmalıdır ve
'insan benzeri' bir yaratık olarak düşünülmeye başlaması daha sonralan ol
muştur. 1 6 Yunan mitolojisinde Marsyas, bazen insan bedenli, teke kuyruklu
ve ayaklı satyros'lardan biri, bazen atınkine benzeyen kuyruğu ve kulaklarıyla
bir silenos, bazen de bütünüyle insan görünümünde, bir çoban (poimen)
olarak tanımlanmıştır. 1 7 Kimilerine göre, bu kırsal ve vahşi yaşam cinlerine
ilişkin ikonografik karışıklık, Atinalıların Anadolu kökenli, at benzeri sile
nos'ları Peloponnesos'un teke benzeri satyros'larıyla kaynaştırmasından doğ
muş ve çok geçmeden tüm Yunan dünyasına yayılmıştır. 1 8
Bu mitolojik unsurların Atina tragedyasıyla nasıl ilişkilendirilebile
ceğini açıklamadan önce Marsyas'la ilgili başka bir mythos'tan söz etmek
uygun olacaktır: aulos'un icadı. Bu konuda iki farklı anlatı vardır. İlkinde
çalgıyı Phyrigialı Marsyas'ın bulduğu anlatılır; diğerindeyse Athena'nın adı
geçer. Athena'yı aulos ile ilişkilendiren anlatı, Boiotia'dan Attika'ya geçe
rek, 1 9 yukarıda aktardığımız Marsyas-Apollon mythos'undaki müzik yarış
ması motifi gibi 5. yüzyılda yaygınlaşmış olmalıdır. Athena aulos'u bulduk
tan sonra, çalarken yanaklarının havayla şişmesinin yüzünün doğallığını,
güzelliğini bozduğunu fark eder ve rahatsız olup, aulos'ları bir kenara fırla
tır. Atılanı Marsyas bulur ve almak üzereyken Athena'nın öfkeli bakışlarına
yakalanır ama aldırış etmez ve aulos'ları yerden alıp öttürmeye koyulur. Bi
ze ulaşan yazılı kaynaklarda bu mythos'un nasıl sonlandığı anlatılmamıştır
Cogito,
sayı:
54, 2008
Marsyas'la ilgisi Var mı?
ama Pausanias (MS 2. yüzyıl), Atina'da gördüğünü söylediği Athena-Mars
yas heykel grubunu betimlerken merakımızı kısmen giderir:20 Athena uzağa
fırlatarak unutmak istediği aulos'lan 'bulan' Marsyas'a öfkelenmiş, ona vur
maktadır.
Peki, Leto'nun çocukları, Polis'in koruyucuları Athena ile Apollon ne isti
yordu bu Phrygialı'dan?
Antikçağ kaynaklan Marsyas'ı bazen Dionysos'la bazen de 'Ana Tanrıça'
Kybele'yle ilişkilendirmiştir. Kybele'yle ilgili bazı mythos'larda Marsyas, ade
ta Attis'in yerini almıştır. 2 1 Aynca aulos'un Kybele törenlerinde önemli yeri
olduğu, tanrıça onuruna seslendirilen ilahilerde eşlik çalgısı olarak kullanıl
dığı bilinmektedir. Kybele tapımı, tarihöncesi çağlardan Eski Yunan'a, Hel
lenistik Çağ'dan Roma'ya uzanan serüveni boyunca Anadolu'daki yaygınlığı
nı koruduğunu göre22 Marsyas'ın, kendisi gibi Phrygia'lı olan tanrıçanın uy
ruğu altında olduğuna inanılmış olması da şaşırtıcı değildir. 23
Diğer yandan, mythos'lann Marsyas'ı kah birine kah diğerine dahil ettiği
satyros ve silenos'lar Dionysos'un sadıkları arasında yer alırlar ve yırtıcı au
los ezgileriyle, onun uyruğuna girmiş coşkulu kadınlar topluluğunu (maina
des) adım adım çılgınlığın zirvesine taşırlar. Marsyas'ın ya da aulos'unun
akarsuya dönüşmesiyle ilgili ünlü mythos24 ve Antikçağ yazarlarının onun
adıyla anılan birden fazla akarsu olduğuna ilişkin aktanmlarıysa25 bir başka
önemli ilişkiyi ortaya koyar: İster satyros ister silenos, isterse çoban yani bü
tünüyle insan olarak düşünülmüş olsun, kültürü şekillendiren temel unsu
run mythos olduğu dönemlerde Marsyas ve aulos'u, insanlara yabanıl doğayı
özellikle de rüzgarın ve suyun sesini çağrıştırmış olmalıdır ve muhtemelen
bu özellikler Marsyas'ı hem 'Gürültücü' Dionysos'a (Bromios), 26 danslar ve
koro şarkıları (dithyrambos'lan) içeren aulos eşlikli tören alaylarına (komoi),
hem de yaşamın zorluklarından 'Azat eden' Dionysos'a (Lykios) yakınlaştır
mıştır. Yunan kültürü açısından son derece önemli olan Kybele ve Dionysos
benzer biçimde tabiat, bereket ve sonsuz yaşamı temsil ediyor olmalarının
yanı sıra Arkaik ve Klasik Çağ Yunan kültüründe genellikle yabancı tanrılar
olarak görülmüş olmaları açısından da benzerlik gösterirler. 27 Bu bağlamda
Marsyas'a ilişkin mythos'lar Yunanistan'ı farklı coğrafya ve kültürlerle ilişki
lendiren mythos'lardandır ve bizce 'Phrygialı'nın öyküsü Atina tragedyasıyla
işte bu noktada buluşmaktadır.
Antikçağ'da Dionysos tapınımı benimsemiş olanlarla özdeşleştirilen taş
kın şarkı ve dansların polis'in ağırbaşlılığına gölge düşüreceğinden endişe
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 95
1 96
Ekin Ôyken
duymuş olacak ki, Atina tiranlarından Peisistratos 6. yüzyılda, büyük olası
lıkla Lenaia ve 'kırsal' Dionysia (Dionysia ta kat' agrous) kutlamalarının vah
şi yönünü yumuşatmak ve özellikle alt sınıflardan kalabalık halk kitleleri ta
rafından benimsenmiş olan Dionysos tapımıyla ilgili toplumsal hareketleri
daha kolay yönlendirip denetleyebilmek için, 'kent' Dionysiası (Dionysia ta
en Astei) ya da Büyük Dionysia (Dionysia ta megala) olarak bilinen kutlama
ları başlatmıştır. Bu kutlamalar da yeni bir törensel form olan tragedyanın
ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Tragedya'nın kökeni Dionysos kutlamala
rına özgü dithyrambos şarkılarına, diğer bir deyişle halkın bağrında kendili
ğinden yeşermiş bir unsura dayanıyorsa da,28 5. yüzyıldaki parlak çağında
tragedyanın, içerik ve biçim özellikleri açısından dönemin egemen söylemi
nin etkisi altında şekillendiği ve devlet tarafından desteklendiği açıktır. Bu
bakımdan tragedya 6. ve 5. yüzyılda Yunan dünyasında yükselen Atina po
lis 'inin tasarımı ve üretimidir. Bir sanat formundan, hele tragedya gibi bütü
nüyle 'insanca' bir türden, fabrikada üretilmiş bir araçmışçasına söz etmek
yadırganabilir. Ama şurası gerçek ki tragedya Atina'nın tiranlıkla başlayıp
demokrasiyle devam eden siyasal ülküsünün, kendi kendini tanımlama ve
tanıtma aracıdır ve artık ne kökenindeki dithyrambos şarkısıyla ne de genel
likle hatalı biçimde ilişkilendirildiği satyros oyunuyla, adının çağrıştırdıkları
dışında bir bağı yoktur. 29 Dithyrambos şarkısının ve satyros oyununun ilksel
ikonografik simgesi olduğu düşünülen satyros'lar yukarıda belirttiğimiz ta
biatla ilgili çağrışımların yanı sıra vahşi coşkuyu, şehveti ve sarhoşluğu da
temsil eder. İşte bu noktada ilginç olan tragedyanın içinden çıktığı bu sat
yros tarzı (satyrikos) gülünçlükten ve basitlikten sıyrıldığı ölçüde gelişmiş ol
masıdır. 3 0
Aristoteles Peri poietikes 1 448a35'te, Peloponnesosluların tragedyayı baş
latanın kendileri olduğunu iddia ettiklerini söyler. Tragedyanın köklerinin
Atina' dan başka bir yerde olabileceğiyle ilgili bir diğer bilgi de Herodo
tos'tan gelir. Kleisthenes (yak. 600-570 arasında Sikyon tiranı), Argoslularla
yaptığı savaştan sonra Sikyon'da, 3 1 rhapsödos'ların Argos'u ve Argosluları
konu alan Homeros şiirlerini terennüm ettikleri yarışmaları yasaklamıştır.
Bununla da yetinmemiş olacak, halkın büyük saygı gösterdiği eski kral Ad
rastos'u hafızalardan silmek için onun adına yapılan kurban törenlerini ve
şenlikleri Adrostos'un can düşmanı Melanippos için kurdurduğu bir tapıma
aktarmıştır. Herodotos'un aktardığına göre Sikyonlılar, Adrastos'un başın
dan geçen acı olayları tragedya korolarıyla (tragikoi khoroi) yüceltiyorlardı.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Marsyas'la İlgisi Var mı?
Ama söz konusu korolar Dionysos'un değil kahramanın onuruna kuruluyor
du. Kleisthenes'in bu tragedya korolarını Dionysos'a geri vermiştir. 3 2
Diğer yandan mitolojide, dithyrambos'un yaratıcısı kabul edilen Arian da
Sikyon'la ilişkilendirilir. Bizans dönemine ait bir ansiklopedik sözlük olan
Suidas Lexicon'da kimilerinin ilk tragedyayı Sikyonlu Epigenes'e atfettiğini
aktarır. 33 Tüm bu özellikleriyle Sikyon, tragedyanın ortaya çıkışı için uygun
bir yer gibi görünmektedir. İşte, Pausanias'ın Apollon ve Marsyas'la ilgili şu
aktarımı da Sikyon'a bağlanır: "Skyon'da . . . Apollon tapınağı yeni agora'da
yükselir. Marsyas'ın aulos'larının burada bulunduğunu söyleyen bir öykü de
vardır. Silenos (Marsyas) felaketiyle yüzleştiğinde Marsyas akarsuyu aulos'la
rı Maiandros'a taşımıştır, oradan da Asopos'a kapılıp Sikyon yakınlarında kı
yaya vurmuşlar ve bir çoban tarafından bulunup Apollon'a teslim edilmişler
dir. Tapınak yandığında yanarak yok olduklarından o zamana kadar var olan
bu sunuların hiç birini göremedim."34
Bu sözler Orpheus'la ilgili anlatıyı hatırlatır. Orpheus'un, Dionysos'un et
kisiyle kendilerinden geçen mainas'lar tarafından parçalanan bedeninden
ayrılan başı ve lyra'sı Hebros ırmağına (bugünkü adıyla Meriç Irmağı) kapı
lıp denize ulaşmış, oradan da dalgalarla Lesbos Adası'na sürüklenmiştir.
Orpheus'un hala ezgiler söyleyen başını ve lyra'sını bulan ada sakinleri onun
için bir mezar yaparak tanrısal ozanı onurlandırmışlardır ve mezardan sık
sık güzel lyra ezgileri geldiğine inanılmıştır. 35 Bir anlatıya göre Marsyas'ın
Sikyon'daki aulos'ları gibi Orpheus'un lyra'sı da Lesbos'ta Apollon tapınağın
da bulunuyordu. 36 Lyra ya da barbyton gibi telli bir çalgıyla ozanın kendi
şarkısına eşlik ettiği solo liriği formunun doğduğu yer olarak, Sappho ve Al
kaios'un yurdu olan Lesbos Adası'nın gösteriliyor olması, Sikyon'un, traged
ya korolarının doğduğu yer olarak anılması kadar ilginçtir.
Bu iki anlatıda Yunan kültürünün, daha doğrusu Atina'nın -bu durumda
Atina'nın yükselişte olduğu 6.-4. yüzyıllar arasındaki dönemi düşünüyoruz
etkisi altında kaldığı yabancı kültür unsurlarını kendisine mal etmek için
benzer mitoloji kurguları kullandığını görüyoruz. Nitekim Marsyas da Orp
heus da tanrılarla insanlar arasında bir yerde durur. Orpheus'la ilgili tüm
anlatılar onun ırmak kral Oiagros'un oğlu olduğunu kabul ederken, bazı an
latılar da Marsyas'ı aynı Oiagrus'un oğlu yapar. Biri Trakyalı diğeri Phrygia
lı olan bu iki kişilik de Yunanistan için yabancı figürlerdir. Üstelik Anado
lu'daki Phrygialıların kuzeyden gelmiş olduğu göz önüne alınırsa ikisinin de
aynı yabancı kültüre, Trakya'ya ait olma ihtimali de bulunmaktadır. 37
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 97
1 98 Ekin Öyken
Dolayısıyla Marsyas'ın 'su' yoluyla Yunanistan'a taşınması, basit bir rast
lantıdan fazlasıymış gibi görünüyor. Gelelim Marsyas'ı, dithyrambos'u ve
tragedyayı birleştiren unsura: aulos . . . Kamış, farklı ağaçlar ya da hayvan ke
mikleri gibi oldukça çeşitli malzemelerden yapılan, genellikle çift bazen de
tek dilli, nefesli bir çalgıdır. Phrygia'ya özgü elymos denilen yerel bir türü ol
duğunu bildiğimiz38 aulos ve bu çalgıya özgü müzik Atina'da 5 . yüzyıl orta
larında yükselmeden önce lyra ya da kithara karşısında uzun süre dışlanmış
ve kırsal olanla özdeşleştirilmiştir. Ama elimizdeki 5 . yüzyıla ait vazo resim
lerine bakılırsa aulos'un Yunan kültürüne nüfuz etmesi pek de zor olmamış
tır. Bu durum, Yunan kültürü açısından pek şaşırtıcı değildir. Nitekim Yu
nan kültürü Dionysos ve Kybele gibi yabancı kabul ettiği tapınılan da, başta
gösterdiği dirence rağmen çok geçmeden kendininmişçesine benimsemiştir.
Marsyas'ı Phrygia'dan Sikyon'a yani Yunanistan'a taşıyan Pausanias ak
tarımı, ister yerel bir inanışı ister Atina'nın bakışını yansıtıyor olsun, traged
yanın ilişkili olduğu aulos eşlikli dithyrambos korolarının Phrygia'dan Yuna
nistan'a geçtiğini destekleyici niteliktedir. Üstelik Marsyas'ın satyros kimliği
tragedia teriminin köken bilgisi açısından da önemlidir. Bu konudaki onca
tartışma ve akıl yürütmeden sonra, yerel bir inanışı yansıtıyor olma ihtimali
yüksek olan bir anlatının, söz konusu tartışmaya bir anda açıklık getirmesi
beklenemez. Ama şu da bir gerçek ki, terimin kökeniyle ilgili karışıklık hala
sürmektedir. Örneğin bir yanda Scullion, yukarıda değindiğimiz 2002 tarihli
makalesinde, terimin eski yorumu olduğunu söylediği, 'ödülü keçi olan şar
kı' anlamının doğruluğunun Burkert tarafından uzun zaman önce ortaya
konulmuş olduğunu ve artık kimsenin keçi kılıklı satyros'lara inanmadığını
söylerken diğer yanda Latacz, 2003 tarihli kitabında "tragodia sözcüğüne, en
eski durumun en eski deyimi gözüyle bakanlar haklı çıkıyor: 'Keçi kılıklıla
rın şarkısı', 'keçilerin şarkısı"' diyerek terimin kökenine ilişkin önerilerin ta
rihçesi konusunda da ne denli büyük bir karmaşa yaşandığını ortaya ko
yar. 39 Dolayısıyla hala açık olan bu tartışmada yeni öneriler sunmak müm
kün görünüyor.
Sonuç olarak biz, daha önce Nietzsche tarafından açıklanmış olan Mars
yas-Apollon mythos'u-Atina tragedyası ilişkisini destekleyecek bir yorum or
taya koymaya çalıştık. 40 Bilindiği gibi Nietzsche, mythos'un kahramanların
dan ve kurgusundan yola çıkarak, Marsyas ile Apollon arasında yapılan, yö
re halkı, esin perileri, Midas ya da nympha'ların şahit ya da hakem olduğu
yarışmayı, seyircinin ve koronun önünde yapılan karşılıklı atışma niteliğin-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Marsyas'la İlgisi Var mı?
deki Atina tragedyasının arketipi olarak yorumlamıştır. Bu çekişme, sadece
kır ile polis, aulos ile lyra arasında değil, duyma ile görme, ezgi ile söz ara
sındadır. Nietzsche söz konusu mythos'a, Apollon-Dionysos gerilimine oturt
tuğu düalist bir felsefe spekülasyonuyla yaklaşmıştır. Biz ise daha çok, tra
gedya korolarının Phrygia kökenli olup olmadığını, eğer öyle ise Yunanis
tan'a hangi unsurlarla, ne şekilde taşındığını merak ediyoruz.
Gelelim Aelianus'un aktardığı Marsyas'ın Kelainai'daki derisine . . . Ne
dersiniz, Yunanistan'ın vahşi fatihine yaptığını acaba Anadolu da Yunanis
tan'a mı yapmıştı?41
Notlar
Peri poietikes'te (Şiir Sanatı Üzerine) özellikle, drama, tragedya ve komedyanın kökenine iliş
kin 1 448a25-38; tragedyanın acıma (eleos), korku (phobos) ve benzer duygulanımların
(pathemata) yarattığı arınma (katharsis) ile ilgili olan 1 449b24-28 ve 1 453 bt- 14; peripeteia
(baht dönüşü), anagnörisis (tanıma) ve felaket (pathos) unsurlarının açıklandığı 1452a22-
1452b 1 3 ve 1 454b19-1 455a2 1 ; karakter (ethos)
seçimiyle ilgili
1454a 16- 1454b 1 8;
en 'iyi' tra
gedya türünün tanımlandığı ve olay örgüsüne göre sınıflandırılmış dört temel tragedya tü
rünün açıklandığı
1452b3. 1453a3 9
ve
1 455b24- 1456a32
üzerine pek çok farklı görüş ve yo
rum ortaya konulmuştur.
2
Tragedya konusunda Aristoteles'e kavramsal düzlemde modem eleştiriler Hegel'le başlamış,
Nietzsche'yle devam etmiştir. Bu konuda Aristoteles günümüzde de farklı açılardan eleştiril
mektedir. Örneğin Hooker, onun, Sophokles'in Oidipus tyrannos yapıtını sabit bir şablon
olarak fazlaca benimsediği görüşündedir. Bkz. Edna M. Hooker, "Changing Fashions in An
cient Drama-!", Greece&Rome, 2nd Ser, C. 7, No.
1 , 1960,
s.
36 .
Diğer yandan Aristoteles'e
düşünme tarzının teleolojik yönü nedeniyle şüpheli yaklaşanlar da vardır. Bkz. Scott Sculli
on, "Nothing to Do with Dionysus: Tragedy Misconceived as Ritual", The Classical Quarterly,
New Series, C.
3
52,
No.
1 , 2002, s.
107.
Tragedyayla ilgili bilgi veren diğer Antikçağ kaynakları arasında sayabileceğimiz Pseudo
Longinos'un Peri hypsous'u tragedya yazarlarına ve oyunlara ilişkin oldukça önemli yorum
lar içermekteyken, Horatius'un Ars Poetica 'sında Roma'ya özgü birtakım bilgilerin dışında
büyük ölçüde Aristoteles'in Peri poietikes'i izlenmiştir. Aynı şekilde Quintilianus da Institutio
Oratoria'da Aristoteles'i izlemiştir.
4 Batrahoi (Kurbağalar), 405 yılı Lenaia şenliğinde sahnelenmiş ve birincilik kazanmıştır.
5 B. Le Guen, "Theatre et cites a l'epoque hellenistique", Revue des etudes grecques, Tome 108 ,
No. 1 , 1 995 , s. 69.
6 Örneğin, Diogenes Laertios, 4. yüzyıl düşünürlerinden Herakleides Pontikos'un Üç tragedya
yazan üzerine (Peri tön triön tragödopoiön) başlıklı bir yapıtının adını verir ( 5 .88). Demek ki
4. yüzyıl gibi erken bir dönemde tragedyada bir 'üç büyükler' düşüncesi oluşmuş gibi görü
nüyor. Ama Laertios'un yapıtında, Aiskhylos, Sophokles ve Euripides'le birlikte; bazen de
bağımsız olarak; İon ve Akhaios'un da en iyi tragedya yazarları arasında anılmış olması ve
yaşam öyküleri anlatılan düşünürlerin tragedya beğenileri aktarılırken üç büyüklerden kah
birinin, kah diğerinin adının geçmesi, söz konusu sınıflandırmanın tam anlamıyla bir ka
non olmadığını düşündürmektedir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
1 99
200 Ekin Ôyken
7
8
Le Guen, a.g.e., s.
65.
Yunancada kanon, genellikle 'en iyi yazarlar' anlamında değil, belli bir edebi türün model
oluşturabilecek yetkinlikteki yazarları için kullanılır. Örneğin tragedyaya ilişkin bir kanon,
Aiskhylos'un Euripides'ten daha iyi bir yazar olduğuna değil her ikisinin de yetkin tragedya
yazarları olduğuna işaret eder.
3 . bs., (Ed. by. Simon
1 996, s. 286
1 0 Bkz. Suidas Lexicon, o. 806 (Ouden pros ton Dionyson); Zenobios, V. 40.
1 1 Scullion, a.g.m.
12 Bazı anlatılarda cezayı Skythialı bir kölenin uyguladığı aktarılır: Pseudo-Hyginus, Fabulae,
165. 3 .2.
13 Claudius Aelianus, Poikile historia, 1 3 . 2 1 .
14 S. Reinach, Cultes, Mythes et Religion, Robert Laffont, Paris, 1 996, s. 497
1 5 A. H. Krappe, "Apollon Onos", Classical Philology, C. 42, No. 4, 1 94 7, s. 223-234; Krappe bir
diğer makalesinde ("Apollon Kyknos", Classical Philology, C. 3 7, No. 4, 1 942 , s. 3 5 3 -3 70) Ku
9
Bkz. Patricia E. Easterling, "canon", The Oxford Classical Dictionary,
Hornblower, Antony Spawforth), Oxford, Oxford University Press,
ğu Apollon tapımının da Kuzey kökenli olduğunu, Kuzey Almanya kıyılarından Balkanlar'a
taşındığını ortaya koymuştur.
16
s.
17
504;
223 -234 .
A.g.y., s.
karş. A. H. Krappe, "Apollon Onos", Classical Philology, C.
42 ,
No.
4, 1 947,
2 1 5 B, Pseudo-Ploutark
1 0.2; Anthologia Palatina, 7.696; Anthologia Planudea, 8; Ovidius, Meta
morphoses, 6 . 393 ; Fasti, 6.703 ; Epistulae ex Ponto, 3 . 3 .42, Statius, Thebais, 4 . 186 ; silenos ola
rak anıldığı kaynaklar: Herodotos, Historiai, 7. 26 . 14; Strabôn, Geögraphika, 1 0. 3 . 1 4. 1 ; Pa
usanias, Hellados periegesis, 1 .24. 1 . 1 ; 2 .7.9.4; 2 .22.9.2; Nonnos, Dionysiaka, 19.325, Mars
yas'ın 'çoban' olarak anıldığı kaynaklar: Anthologia Palatina, 9. 3 40; Philostratos, Eikones,
1 .20; Palaiphaton, Peri apistön, 47; Pseudo-Hyginus, Fabulae, 165 . 3 . 2
Marsyas'ın satyros olarak anıldığı kaynaklar: Platon, Symposion,
hos, Peri potamön,
18
O. Navarre, "Satyri-Sileni", Dictionnaire des antiquites grecques et romaines, (ed. Ch. Darem
berg, E. Saglio, E. Pottier}, Librairie Hachette, Paris,
1 877- 19 19, Tome IV-2,
s.
109 1
l 9 Jessen, "Marsyas", Ausführlisches Lexikon der Griechischen und Römischen Mythologie, hrsg.
W. S. Roscher, Teubner, Leipzig,
1 894- 1 897,
Band
II-2,
s.
2440;
S. Reinach, a.g.e., s.
495.
Reinach, Yunan kaynaklarının bu mythos1a ilgili aktanmlannda aulos'un 'bulunuş' öyküsü
anlatılırken genellikle heuriskein fiilinin kullanılmış olmasını, Atinalılann polis'in koruyucu
tanrıçası olan Athena'yı, Phrygia kökenli olduğunu gayet iyi bildikleri bu önemli çalgıyı icad
etmiş olma onurundan mahrum etmek istememiş olmalarına bağlar. Nitekim heuriskein fii
li hem 'bir yerde bir şeyi şans eseri bulmak' hem de 'icad etmek' anlamına gelir. Böylece au
los'u bulanın Marsyas olduğunu bildiren eski mythos da 'açıklanmış' olur: Marsyas atılanı
bulmuştur. Bu kelime oyunu sayesinde hem gerçekler bütünüyle göz ardı edilmiş hem de
Athena onurlandırılmış olmaktadır. Türkçede 'bulmak' fiilinin benzer biçimde bu iki ayn
anlamı banndınyor olması Reinach'ın yaklaşımını bizim açımızdan daha anlaşılır kılmak
tadır.
20
Pausanias, Hellados periegesis,
1 .24. 1 .
Romalı yazar Plinius, Athena-Marsyas mythos'uyla il
gili bir başka heykel grubundan söz eder (Naturalis Historia,
34 .57).
Plinius'un Myron'a at
fettiği bu ikinci yapıtın diğeriyle bağlantısıyla ilgili olarak bkz. H. Anne Weis, 'The "Mars
yas" of Myron: Old Problems and New Evidence', American Journal of Archaeology, C.
No.
2, 1979), s. 2 1 4-2 1 9.
83 ,
Diodôros Sikelietes, Bibliotheke Historike, 3 .58. 3 . Aynca bkz. J. G. Frazer, The Golden Bo
ugh: A Study in Magic and Religion, Oxford University Press, Oxford, 1 994, s. 3 55.
22 Bkz. Lynn E. Roller, Ana Tannça'nın /zinde: Anadolu Kybele Kültü, Çev.: Betül Avunç, Ho
21
mer Kitabevi, İstanbul,
Cogito,
sayı:
54, 2008
2004.
Marsyas'la ilgisi Var mı?
23 Diodöros Sikelietes'in, Marsyas'la ilgili anlatısına (3.58 . 1 ), Kybele'nin Phrygia'da doğmuş ol
duğuna ilişkin yaygın inanışı aktararak başlamış olması ilgi çekicidir. Marsyas-Kybele ilişki
si için ayrıca bkz. Strabon, Geögraphika, 10.3 . 1 4 .
2 4 Marsyas'ın akarsuya dönüşmesiyle ilgili anlatı ilk kez Roma döneminde Metamorphoses, 6.
382-400'de karşımıza çıkar ve daha sonra yalnızca Pseudo-Hyginus, Fabulae, 1 65.5.4'te ve
Nonnos, Dionysiaka, 1 9. 324'te benzer bir anlatıma rastlanır. Bu durum Ovidius'un söz konu
su anlatıyı dönüşüm öykülerinden oluşan yapıtına uygun hale getirmek için edebi açıdan yo
rumladığını düşündürmektedir. Önceki Yunan anlatılarındaysa, adıyla anılan akarsuyla
Marsyas arasındaki ilişki, suya düşen aulos'ları ya da akarsuyun doğduğu yerde gerilmiş olan
derisi üzerinden kurulur. Bkz. Herodotos, Historiai, 2.26.3; Pausanias, Hellados periegesis,
2.7.9.4.
25 Heredotos Anadolu'da Marsyas ya da benzeri adla anılan başka akarsuların da olduğunu ak
tarır (5 . 1 1 8). Bunlar Karia'daki Marsyas ve Lydia'daki Masyes ya da Masses akarsularıdır.
26 Dionysos'un 'Bromios' sanlığının, 'kükremek, gürüldemek, gümbürdemek' anlamlarındaki
bremein fiilinden geldiği kabul edilir. Bkz. Pierre Chantraine, "bremö" Dictionnaire etymolo
gique de la langue grecque, Klincksieck, Paris, 1 968, Tome I, s. 1 94
27 Elimizdeki filolojik ve arkeolojik bulgular Kybele'nin Anadolu kökenli Ana Tanrıça Kuba
ba'yla bağlantılı olduğu noktasında birleşirken, Dionysos tapımında durum farklıdır. Pylos'ta
(Peloponnesos'un Güney batısında) bulunan Miken dönemi Linear B tabletlerinde 'Dionysos'
adının (DI-WO-NI-SO-JO) okunmuş olması (PY Xa 102, Xb 1419, bkz. L. R. Palmer, The ln
terpretation of Mycanean Greek Texts, Clarendon Press, Oxford, 1 963, s. 1 03 ve 4 1 4), adına
Homeros'ta rastlamadığımız Dionysos'un Yunanistan'a görece geç bir çağda (kimi araştırma
cılar bunun 8. yüzyıldan önce olamayacağını öne sürmüştü. Bkz. U. von Wilamowitz-Moel
lendorf, Der Glaube der Bellenen, I, 60) kuzeyden, tapım merkezlerinin yoğun olduğu Trakya
ve Makedonya'dan yayılmış yabancı bir tapım olduğu görüşünü şüpheli duruma düşürmüş
tür (bkz. Cari Kerenyi, Dionysos Archetypal lmage of Indestructible Life, Princeton University
Press, New Jersey, 1 996, s. 1 38). Dionysos tapımının nüvesinin Mynos kültüründe görüldü
ğünü öne süren Kerenyi ise bu iki olasılığı uzlaştırmak istercesine Dionysos tapımının, Gü
ney'den Kuzey'e yayılan şarap ve bağcılık kültürü gibi Girit'ten Trakya'ya doğru yayılmış ola
bileceğini söyler. Doğru yorumladıysak Kerenyi, Yunanistan'ın güneyindeki Phylos'ta Miken
dönemine ait bir Dionysos tapımının bulunuyor olmasını, Kuzey'e yönelen bir kültürel hare
ketin farklı noktalara yayılımı olarak açıklamaktadır (bkz. a.y.).
28 Aristoteles, Peri poietikes, 1 449a'dan, tragedyanın, koro tarafından seslendirilen dithyram
bos şarkılarında başlatıcının (eksarkhos) tek başına doğaçtan yaptığı girizgahlardan, komed
yanın da phallos şarkılarının aynı şekilde doğaçlamaya dayalı girizgahlanndan doğduğu an
laşılmaktadır.
29 Joachim Latacz, Aristoteles, Peri poietikes, 1449a, 20'deki satyrikos sıfatının, 'satyros oyunu'
olarak değil, 'satyros tarzı' olarak anlaşılması gerektiğini savunur ve bu ikincisinin tragedya
nın doğuşuyla ilgili olduğunu, ilkinin ise tragedyayı hazırlayan ama ondan bağımsız kendi
içinde tamamlanmış bir drama türü olduğunu vurgular. (Antik Yunan Tragedyalan, Çev.:
Yılmaz Onay, Metis-Boyut Yayınları, İstanbul, 2006, s. 50.)
30 Peri poietikes, 1 449a'da satyros tarzını tanımlamak için, 'küçük öykü' ve (mikros mythos),
'güldürücü konuşma' (leksis geloia) ifadeleri kullanılırken tragedyanın saygınlığından, say
gınlık kazanmış olmasından (apesemnunte) söz edilir. Aristoteles'e göre, şarkı/dans ile söz
ve gülünçlük ile ağırbaşlılık arasındaki bu karşıtlığı iki türde kullanılan farklı vezinler de or
taya koyar.
3 1 Yunanistan'da, Peloponnesos'un kuzeyinde bir kent.
32 5.67.
33 Suidas Lexicon, 8. 282: Thepsis.
Cogito,
sayı:
54, 2008
201
202
Ekin Öyken
34
35
36
Pausanias, Hellados periegesis,
Phanokles, frag.
1
2 . 7 .9
Başka bir gelenek Orpheus'un başının İzmir yakınlarındaki Meles Irmağı'nın (bugünkü
adıyla Halkpınar Çayı) ağzında kumlara gömüldüğünü ama hala şarkılar söylemeye devam
ettiğini anlatır. Bu, ikonografisindeki Anadolu'ya özgü unsurlarla örtüşmektedir. Bkz. W. K.
C. Guthrie, Orpheus and Greek Religion, Methuen, London,
37
1952 , s. 35 .
Orpheus'un Trakya'yla ilişkisi için bkz. Fritz Graf ve Saralı Iles Johnston, Ritual Texts far
The Afterlife: Orpheus and The Bacchic Gold Tablets, Routledge, New York, 2007, s. 167 .
Thomas J. Mathiesen, Apollo's Lyre: Greek Music and Music Theory in Antiquity and The
Middle Ages, University of Nebraska Press, Lincoln, 1999, s. 194.
39 Lesky 'keçilerin şarkısı' anlamını benimserken (Albin Lesky, Greek Tragedy, Çev.: H.A.,
38
Frankfurt, Londra ve New York
1 965 ),
Burkert, 'ödülü keçi olan şarkı' açıklamasını tercih
etmiştir (Walter Burkert, "Greek tragedy and sacrificiel ritual", GRBS
7 , 1966 ,
s.
87- 1 2 1 ).
Chantraine, Burkert'in ortaya koyduğu, 'ödülü keçi olan şarkı ve dans yarışması' anlamının
yanı sıra 'keçinin kurban edilmesiyle ilişkili şarkı ve dans' anlamını da kabul edilebilir olası
lıklar arasında sayar. (Pierre Chantraine, "tragödos", a.g.e., Tome IV. l , s.
görüşüne karşı çıkan Latacz ise (Joachim Latacz, a.g.e., s.
52)
1 128 ).
Burkert'in
Lesky'i izlemiştir. Diğer yan
dan bu konuda Burkert'in görüşünü geçerli sayan Scutt Scullion,
2002
tarihli makalesinde
"satyros tarzı dythrambos'lara (diğer bir deyişle dythrambos şarkılarının keçi kostümleri giy
miş kişiler tarafından seslendirildiğine) artık kimse inanmıyormuş gibi görünüyor" diyerek
sanırız fazla geniş bir genelleme yapmaktadır.
40
Friedrich Nietzsche, The Birth of Tragedy, Çev. : Douglas Smith, Oxford University Press, Ox
ford,
41
2000.
Özellikle, ele aldığımız mythos açısından önemli olan
8 . bölüm, s. 47- 53 .
"Graecia capta ferum victorem cepit et artis intulit agresti Latio": Yunanistan vahşi fatihini
fethetti ve kırsal Latium'a sanatları getirdi. (Horatius, Epistulae,
2. 1 . 156-7)
Horatius'un bu
dizesi, erken dönemlerinde 'çiftçi toplum' olarak tanımlanan Roma'nın, askeri alandaki üs
tünlüğüne rağmen kültür alanında Yunanistan'ın etkisi altında kaldığını ifade etmek için
kullanılır.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Traj ik Düşünce
MAU RICE BLANCHOT
Sık sık söylendiği üzere, Pascal karşıtlığın fikir oyunlarından kaynaklan
dığını düşünmüştür hep. Bir diyalektik varsa, kökenleri farklılaştırılmış ve
Hz. İsa'nın bir araya gelen ikili doğasının en eşsiz ve ulu gizemini temel alan
yaratıdaki gerçekliğin diyalektiğidir o. Çünkü Hz. İsa Tanrı'dır ve insandır.
Birbirine sıkı sıkıya bağlıdır bu iki sav; ve her ne kadar birbiriyle çelişse de,
gerçeğin izini çelişki ve karşıtlıkta aramamız gerekir. Bunu yaparken, yal
nızca karşıt savları benimseyip onları bir bütün halinde tutmak yetmez.
Karşıt oldukları için gerçek sayılmalıdırlar, bu da temel aldıkları düzenden
daha yücesini istemek zorunda bırakır bizi. 1
O halde, nedenin başlangıcı, kavranmasını sağlayacak bir kesinlik ışığın
da değil, kendisi de belirsiz bir karanlıktadır, düşünce ancak onun keşfi,
kavranması ve doğrulanmasıyla işe koyulur ve kendi ışığını bulup yayar.
"Herkese anlaşılmaz gelecek bu gizem olmadan kendimizi anlayamayız." "Baş
langıç, anlaşılmazı açıkladıktan sonra. " Şunu iyi görelim, içinde bulunduğu
muz karşıtlıklar, nereden başlayacağını hiç bilmeyen ve bir sonsuzluktan bir
başkasına dağılan bir düşüncenin sıkıntısı, içinde savrulduğumuz, olduğu
yerde durmayan, sürekli bir oraya bir buraya gidip gelen, ne var ki hiçbir
yerde olmayan, biz hiçbir yerde durmayalım diye her şeye merak gösteren
bu anlaşılmazlık, varlığın yokluğun olmadığı, yakınlığın uzaklığın olmadığı,
her şeye sahip olduğumuz yanılsamasını yaratarak her şeyi elimizden kaçı
ran dünya dağılmış, savrulmuş, handiyse başıboş bir karanlığın devamıdır,
onu sabitleyecek gücümüz yoktur bizim.
Eğlence bu ikircilli ışık oyunudur.
Cogito,
sayı:
54, 2008
204
Maurice Blanchot
Her şeyin belirsiz olduğu yerde, sürekli yön değiştirerek yaşanılabilir an
cak, çünkü sadece bir şeyle yetinmek demek ele alacak belli bir şeyin oldu
ğunu varsaymak, dolayısıyla karanlıkla aydınlığı, anlamla anlamsızlığı ve
son olarak da mutlulukla mutsuzluğu kesin biçimde ayırmayı varsaymak
demektir; kaldı ki biri aynı zamanda öteki olduğundan ve bunu, bir yandan
aydınlanmamıza fırsat vermeksizin bizi yolumuzdan alıkoyan bir cahillikle
bildiğimizden, belirsizliği korumaya ve ona boyun eğmeye çalışırız; aslında
şeylerin içinde bulunan cesaretten yoksun olduğumuzdan cesaretsizizdir,
sırtımızı hiçbir şeye dayayamayız çünkü dayanacak hiçbir şey yoktur ve bu
narinlik de yalnızca ikircilliği açısından zengin ikircilli varlığımızın gerçeği
ne karşılık gelir, bu ikircillik de gerçeğe dönüşmek istediği anda kayboluve
rir: Hiç de olasılık dışındaki bir şey değildir bu.
Descartes yorumlan kuşkusuz çok değişmiştir ama Pascal'inkiler kadar
değil. İlki bilge felsefecilerin alanında kalırken, öteki sakınımsız yazıncıların
eline düşmüştür: Farklı tepkilere yol açmış bir yanlış anlama yüzünden 1 8 .
yüzyılda dinsiz, 1 9. yüzyılda patetik ve kahin, 2 0 . yüzyılda varoluşçu olarak
bilinen, eşsiz bir yürekliliğe sahip Pascal'de yazın'ı büyüleyen özelliklerden
fazlası bulunur. Kendisinin çok parlak bir yazar olmasının yanı sıra, gerçi
kuşkusuz bunun da payı yadsınamaz ama bunda başka bir neden daha var
dır. Pascal'in eğlenceyi adlandırıp gerekçelendirerek geleceğin yazın sanatı
na ayrıcalıklı uzamlarından birini kazandırdığı söylenebilir belki. Hiç kuşku
yok ki onun düşündüğü gündelik yaşamdır, gerçekdışı ve pek anlam taşıma
yan yaşamdır, o yaşamda bizler yan uyanık, yan yanıltıcı halde, kör bir bi
lim ve tembel bir inatla daimi kıldığımız bir yanılsama içinde bocalarız.
"Tüm yaşam böyle akıp gider. " Ama Pascal bir yandan da eğlenceyi kınamaz,
çünkü bu eylemi açıklayan ve yargılayan düşüncenin, doğrudan eğlenceli
bir yaşamın değişkenliklerine ait olduğunu ve sadece aldatıcılığı güçlendi
ren aptalca bir sonucu gösterdiğini bilir. "Sonuçta ötekiler tüm bunlan orta
ya koymak için birbirlerini öldürürler, daha bilge olmak için değil, yalnızca bu
nu bildiklerini göstermek için, ve bunlar grubun en aptallandır, değil mi ki bile
bile yaparlar. . . " ". . . bunu yazan ben de. . . belki okuyacak olanlar da. . . " O hal
de eğlencenin bilgisi olmaz: Sonsuzluğa doğru bu tür bir geri çekilme, eğ
lencenin özünü oluşturan bu kötü sonsuzluk kendisi üstünde kullanılan bil
giyi yıkar ve bu konuda kullanılacak bilginin de kendisini farklılaştırmasına,
yıkmasına neden olur. Eğlence gerçeğine bağlı kalmak isteniyorsa, işin özü
nü, demek ki ikircilliği yitirme korkusuyla onu bilmemek, doğru ya da yan-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Düşünce
lış olarak görmemek gerekir, çünkü doğruyla yanlışı ayrılmaz biçimde birbi
rine karıştıran2 ikircillik her şeye karşın yaşamımızı ışıltılı ayrımlarla renk
lendirir olağanüstü biçimde.
Gündelik insan en tutarlı ve en bilge insan olur böylece. Ama Pascal'in
başka bir olasılık daha ortaya koyduğu açıktır: İkircilli yaşam bilinmese de,
onu "betimlemeye", yazmaya kalkışılamaz mı? Yazı aracılığıyla betimleme,
içinde bulunduğumuz, katışıklığı katışıksız kılmayan ve bize yaşamımıza
ilişkin, olduğu haliyle, sonsuz bir gerçekdışılık kazandıran -gerçekdışı ve bu
yüzden çok gerçek- ortaya çıkış ve kayboluşların tuhaf büyüsüne zarar ver
meyecek tek sunum yolu değil midir? Doğal olarak, yüzeysel bir betimle
meyle yetinemeyiz; Pascal'in de yaptığı gibi derinlere inip sürekli daha de
rinlerde, sürekli daha ikircilli, açık ama sahte bir açıklıkla, karanlık ama sü
rekli daha çok dağılan bir karanlıkla yüzeyler buluruz ve böylelikle, her tür
lü son anlamdan yoksun olan şeyin gözümüze anlamlı gelmesi için, bu yolla
insan yaşamının uyumsuz işaretleriyle uyum sağlayabilmek için devinimi
durdurmadan, dinlenmeden ikircilliği koruma yönündeki tek kurala uyarız.
O halde, sanatın korkunç gelip geçiciliği eğlenceyi sonuna kadar sürdürüp
tamamlanmazlığı içinde tamamlayarak, boşuna olana, onu doğrulamadan
doğruluk kazandırmasından kaynaklanır, biz de eğlenceden kaçamadığımız
gibi bunu istemeyiz de. Peki Pascal sanatın ikircilliğinden nasıl kaçacaktır?
Şöyle denebilir: tutarlılığını dünyaya trajik bakışında arayan başka bir
sanat biçimiyle. Kaldı ki, burada, Lucien Goldmann'ın açtığı yol izlenmeli
dir. Kendisi Pascal'i okuyup incelerken okuma ve incelemesinde bazı diya
lektik materyalizm ilkelerini kullanan ilk yorumcudur. 3 Goldmann bu trajik
algılayışın öğelerini György Lukacs'ın elli yıl önce yayımlanmış bir kitabın
dan almıştır: L'ame et les formes. Ne var ki Pascal'e uyarlayarak, bu algıya
onu yenileyen bir kesinlik kazandırmıştır. Dünyanın akıldışı anlamı olan ve
bilmezlikten gelemeyeceğimiz ikircillikten içten içe arzuladığım o saltık ger
çekliğe, o saf ve eksiksiz aydınlığa nasıl geçilecektir? Anlaşılmazlık nasıl be
nimsenir de kabul edilmez? Belirsiz ve parlak anların eğlendirici karmaşa
sında, bu "ışık-gölge anarşisinde"4 nasıl yaşanır? Özünde kesinsiz olanı ke
sin bir sava dönüştüren bu özel karşıtlık içinde nasıl hareket edilir? Görünü
şe bakılırsa, Pascal'in çabası, keşfi ve aynı zamanda felsefi de olan değişimi,
tüm karanlığı gizeme dönüştürecek daha yüce bir bölgede toplamaya ve an
laşılmazlığın anlayışa kaynak olacağı, anlama gücü vereceği şekilde karanlı
ğı konumlandırmaya yöneliktir. Bunu da akıldışılığın "gizemciliğine" hiç ka-
Cogito,
sayı:
54, 2008
205
206
Maurice Blanchot
pılmadan yapar. Karanlığı sabitlemek gerekir, her şeyden önce o ulu bölge
ye bir sıçrayışla çıkıp, dünyanın gizli ayrımlarını hafifletmek şöyle dursun,
gizemin ilk karanlığının onları aydınlattığı ve şiddetlendirdiği halleriyle keş
fetmek gerekir: uzlaşmaz karşıtlıklar, birbiriyle bağdaşmaz savlar, çatışan
istekler, onların karşıtlıklarının isteği ve daha da büyük bir istek olan bütün
içinde zorunlu gerçekliklerinin isteği.
Toplum insanı küçük farklılıklarda, derecelerde, ışık-gölgede, karışık es
rimede ya da belirsiz sıradanlıkta -çevrede- yaşar. Trajik insansa karşıtlık
lar arasındaki aşın gerilimde yaşar, karşıtlıkları içinde açıkça korunan, apa
çık evet ve hayırlara karışmış evetlerle hayırları aşar. İnsanı ortalama nite
liklerin ve dürüst hataların bir karışımı olarak değil, aşın büyüklükle aşın
yoksunluğun dayanılmaz buluşması olarak, iki sonsuzluğun çarpıştığı yersiz
bir hiçlik olarak görür.
Peki ama insan nasıl trajik insan olur? Bununla ne kazanır? Neler yitirdi
ği açıkça ortadadır: rahatlık, unutuş, tatlı sıkıntılar, yavan hazlar, yumuşak
bir değişkenlik, handiyse mutlu bir bulantı, gerçekle yalanın yerine bunların
yanılsamaları; belki de artık adına yaşam denemeyecek aldatıcı bir yaşam,
ama her şeye karşın onu yitirmemek için elden gelen her şeyin yapıldığı bir
görünümler yaşamı. Öte yandan, trajik insan, varoluşu birden değişen insan
dır: Işık-gölge hem saltık açıklık isteğine, hem koyu karanlıkların buluşma
noktasına; hem gerçek bir söze çağrıya, hem sonsuzca sessiz bir uzanım de
neyimine; sonuç olarak da, sadece ve sadece saltığa gereksinim duyulduğun
da, adalet yetisi bulunmayan, uzlaşmalarla yalnızca alay eden bir dünyanın,
içinde eğleşilmesi zorunlu eğleşilmez bir dünyanın varlığına dönüşür. Trajik
insan için, her şey bir anda sertleşmiştir, her şey aykırılıkların çatışmasıdır.
Nasıl olur bu? Bu ani başkalaşım nasıl olur?
Arayarak, kendisinin sonsuzca dışında ve üstünde olup bir başlangıç ola
yında en büyük aydınlıkla en büyük karanlığı bir arada tutan şeye rastlamış
tır, artık karşısında durduğu anlaşılmaz bir birlikteliktir, bir yandan yaşamı
mızı olanaklı kılmaya yönelik kapalılıkları ortadan kaldıran aşırı bir karşıt
lıkla içindeki ve çevresindeki her şey değişir. Bu başlangıç olayı İsa' da tanrı
sallıkla insanlığın, her türlü yücelikle her türlü alçaklığın bir araya gelmesi
dir. Aynı şekilde ilk günahın gizemi ve yücelik ya da en azından aşamayaca
ğımız ısrar da -saklı Tanrı'nın varlığı gizemi- insanın içindedir.
Tamamlanmış Düşünceler'in düzeni olmasa da (büyük olasılıkla böyle bir
düzen düşünülemez), Pascal'in geçici olarak düzene koyduğu sayfa yığınları
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Düşünce
ve dosyaları temel aldığını ileri süren Lafuma baskısında, her şeyin çıkış
noktası olarak başlangıca denk gelen şey Deus absconditus adı ve düşüncesi
dir: "Saklanan Tanrı'nın varlığı" . Gerçekten de her şey için kesin bir çıkış
noktasıdır bu, çünkü bu ilke Cogito'dan farklı olarak kendi içinde saltık ke
sinlikle saltık kesinsizliği barındırır, yalnızca belirsiz olan belli olabilir der.
Kendisi için Tanrı'nın burada olmadığını, onu görmediğini ileri sürüp bu
başlangıcı reddeden kuşkucu, aslında Tanrı'nın görünmezliği düşüncesini
desteklemekten başka bir şey yapmamaktadır, Tanrı'nın insanların içinde
bulunduğu karanlıklar gibi uzakta durduğuna tanıklık etmektedir sadece.
Kuşkusuz, bu sadece bir çıkış noktasıdır, bununla henüz hiçbir şey başla
maz; kaldı ki bir temele ulaşılmıştır, çünkü karanlık bilinci ışık-gölge uzlaşı
mını ayırarak bize hem dünyada gerçek aydınlığın bulunmadığını, hem de
buna karşın, insanın aydınlığı istediğini, aydınlığın hepsini, eksiksiz olarak
istediğini gösterir. İşte bu yüzden Pascal şunun altını çizer: "Tanntanımazlar
tamamıyla açık şeyler söylemeliler", ama onların bunu söylemesi olanaksız
olduğundan, "Tann 'nın varoluşu da varolmayışı da; ruhun bedenle birlikte ol
ması da, bir ruhumuzun olmayışı da; dünyanın yaratılmış olması da, olma
ması da vb.; ilk günahın olup olmaması da anlaşılmaz" olduğundan, bizler
akılcı biçimde değil de özel bir devinimle, her şeye karşın bağdaşmaz özel
liklerini ikişer ikişer birleştiren bu korkunç anlaşılmazlıkları demetler hali
ne getirmek ve onları en bağdaşmaz oldukları, artık sonsuz bir güçle kendi
lerini benimsettikleri noktaya, demek ki en aşırı kesinliğin en aşırı kesinsiz
liğine, burada olmayan Tanrı'nın varlığına yükseltmek durumunda kalırız:
Vere tu es Deus absconditus.
*
Trajik insan saklı Tanrı'nın ışığına sahipse, bu ışığın her şeyi başkalaştır
dığı, ayrımları ortadan kaldırdığı ve ortayolu varlıkla hiçliğin çarpışma ala
nına dönüştürdüğü anlaşılacaktır. Sıradan bir yaşam sürme olanağı kalma
mıştır artık. Kesin isteklerin gerilimi içinde dinlenmeden, alçaklığımla bir
likte yücelikle, bir yüceliğin anısıyla silinip gitmiş halde, bir günahkardan
başka bir şey olmayan makbul bir kimse olarak, duası gerekli olan ama du
asının kabul edilmesi gerekmeyen makbul bir günahkar olarak yaşamam ge
rekir. Evet, dünya artık değerini yitirmiştir. Ne ki, dünyayı reddederek baş
ka bir dünyanın gerçekliğine, bakışları altında umut ve en son uzlaşmanın
Cogito,
sayı:
54, 2008
207
208
Maurice Blanchot
beklentisi içinde yaşayacağımız Tanrı'nın gerçekliğine sığınmak olanaklı
-kolay olmaz elbette-, ama olanaklı değil midir? Trajik insan burada, Tan
rı'ya inancı, içini daraltan sorulara bir yanıtın başlangıcını sağlayan "tinsel"
insan değil midir?
Ama bunu yapamayacaktır, çünkü her aydınlıkla her karanlık Tanrı'da
bir araya geliyorsa, bunların şimdiden başlayarak bizlere rahatlık ve mutlu
luk verecek kutlu bir uyum içinde birbirlerini etkisiz hale getirmeyeceğini
-her şeyi unutmadıkça- unutamaz. Belki de aslında öyle olacaktır ama şim
di, içinde bulunduğumuz şu anda, bu hiçbir anlam taşımaz ve kazanılan şey
ne her türlü karanlığı dağıtan bir aydınlık, ne de her türlü kesinsizliği içeren
bir kesinliktir. Kazanılan şey her ikisinin de katı gizemleridir; bu da her za
man mevcut ve her zaman namevcut olan Tanrı'da, saklı Tanrı'yı oluşturan
sürekli bulunuş ve bulunmayışta ifade bulur; Tanrı saklıdır çünkü görünür
dedir, yokluğu içinde vardır, birbirine eşit ve eşit oranda saltık bir kesinlikle
kesinsizliktir bu.
Bu temel karşıtlık gizeminin ikircilliği canlandırmaması gerektiği anlaşıl
malıdır. Tanrı'nın varlığı-yokluğu ikircil değildir. Kesinliğiyle kesinsizliği
onu ne kuşkulu ne de olası bir hale getirir, yalnızca belirsiz olduğunca belir
lidir. Onun karşısında içinde bulunduğumuz, bizim karşımızda da onun is
tencinin içinde bulunduğu karanlık, hedeflerimizi açıkça biliyormuşuz gibi
bir kesinlikle hareket etmek durumunda bırakır bizi. Ama burada da başka
bir sonuca varılır: Tanrı'nın varlığı, değerli hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceği
bir dünyada trajik insanın asla tatmin olamamasına neden olur; öte yandan,
aynı zamanda, Tanrı'nın yokluğu da ona sığınılmasına engel olur; ancak tek
maddi gerçeklik olarak, sofuca sonsuzluğa bağlanır gibi bağlanılabilir ona.
Dolayısıyla, trajik insan her şeye karşın reddettiği dünyaya itilir yeniden, bu
ret artık yön değiştirmiştir çünkü dünyaya, dünyanın içinden, onun sınırları
içinden karşı çıkması gerekmektedir; bu karşıtlıkla da insanın ne olduğu
nun, ne olmak istediğinin bilincine varır.
O halde, trajik insan saklı Tanrı'nın varlığı-yokluğu karşısında, karşıtla
rın anlaşılmaz birliğinden ne kesin ne kuşkulu olan bir anlama gücü edine
rek "bir rol üstlenmeden ve zevk almadan" dünyada "yaşamayı" öğrenmelidir
ve dünyayı genel ve soyut değil, değişmez ve belirli reddi aracılığıyla tanı
mayı öğrenmelidir, bilgiye her türlü akılcı iyimserlikten daha iyi hizmet
eder bu, çünkü bu akıl onu yanlış bilginin aldatmacalarından kurtarırS .
Böylece dünyayı ve kendisini anlaşılmazdan hareketle anlayan insan, trajik
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Düşünce
olarak adlandırılabilecek daha akılcı, daha doyumsuz ve daha engin bir an
layış yoluna girer, ikircilliği benimseyip kabul etmez, daha doğrusu eğlence
yi ve ikircilliği bırakıp -birbirine karışmış evet'le hayır'ın yakınlığı- her biri
saltık, katışıksız, karmaşasız, bununla birlikte hep birlikte aynı oranlarda
kullanılan evet'le hayır'ların eşzamanlı ifadesine, çelişkiye geçer çünkü
evet'le hayır'ın eşzamanlı aydınlığında ve bu eşzamanlılığın, her birinde öte
kinin aydınlığının yansıması olarak ortaya çıkardığı karanlıktadır gerçek.
*
Dolayısıyla, trajedinin merkezinde saklı Tann vardır. Bu düşünce Pascal
için güçlük oluşturur, ama her açıdan güçlük oluşturur, bu kaçınılmazdır ve
güçlükler bu düşüncenin geçerliliğini sağlar. Kuşkuya yabancı olduğu kadar
dolaysız bir kesinlikten ya da gizemci bir kavrayıştan da uzak olan kesinsiz
kesinlik akla asla egemen olamayacağı bir sav sokar, akıl da her an tehlikesi
ni ölçeceği bir kabullenişle katlanır ona. Ulaşılması asla olanaklı görülmeyen
bu çelişkili savın, ne akıldışı, ne entelektüel olacak bir yoldan gerçekleşmesi
olası mıdır? İşte Pascal bu aklın özü olarak yeni bir kabulleniş tarzı keşfeder:
bahis. Bahiste, bir matematik biçiminin kesinliğiyle hesap engelini kullan
mak amacıyla bir çaba gösterilir, bu yolla o biçim ve o engel aşılmaya çalışı
lır. Burada Pascal'in düşünce alanında nasıl kolaya kaçmayan bir adam oldu
ğu görülür. Katıksız eğlenceli kurgularda geleceğin biliminin ciddiyetini du
yumsayacak denli gözüpektir o; önemsiz işler için elverişli bir akıl yürütme
tarzını en yüce olanda, kendisi adına en saygıdeğer olanda kullanmaktan çe
kinmemesi daha da büyük bir gözüpekliktir. Kendisi Jansencidir.
Tehlikeyi göze almak gerekir: Bu da belirsizlik için çalışmak anlamına
gelir. Bilmeden kendimizi adadığımız bu gerekliliğin, bahsin öncelikli amacı
bizi bilinçlendirmektir. Ardından, bilinçli olarak bahse girmek gerektiğinde,
akılcı bir şekilde bahse girilmelidir. Bir yandan bilinci güçlendirmek, bir
yandan da sıçrayışın çılgınlığını gerçekleştirebilmemiz için ikili bir çaba
gösterilmesi zorunludur; öyle ki bu çılgınlık aklın aydınlatacağı, olabildiğin
ce uzağa taşıyıp katlanabileceği bilinçli bir eylem olmalıdır.
Bahiste hem aklı çalıştıran hem de akla zarar veren bir şey vardır. "İna
nılmaz bir güce sahip makine" der E. Souriau sıkı bir incelemesinde. 6 Yal
nızca oyunun amatörleri için değil, Pascal için de bahsin değer taşıyan te
mel özelliğini herhangi bir bölümde7 görebiliriz ve aynca isteğimiz dışında
Cogito,
sayı:
54, 2008
209
210
Maurice Blanchot
dahil olduğumuz, her şekilde yanıtçılık işlevini üstlendiğimiz ve her şeyin
aydınlatmak, güven vermek, bir yandan da kararlarımızı şaşırtmak üzere
düzenlendiği bu eşsiz söyleşimin görkemli hareketine tanık oluruz. Belki de
"Evet, ama bahse girmek gerek. . . işin içindesiniz. Öyleyse hangisini seçeceksi
niz?" dendiği andan başlayarak her şey ortaya sürülmüştür. Bu temel andır,
trajik aklın devreye girdiği andır: Bahse girmek, seçim yapmak gerekir. De
mek ki: seçimi reddeden, hatta onu ret bile etmeden, yalnızca bir olasılık
olarak alan, asla sonuna götürmeyen ikircillikten vazgeçmek gerekir. (Bura
da belki de, ikircilliğe haksızlık ediyoruz; çünkü onun için anlam her za
man, seçeneğin ortaya konduğu ve bir seçim istendiği anın berisinde bulu
nur. İkircillik bu noktada bahsin erişemeyeceği bir konumdadır; bu onun
bir atılımda bulunmak istememesinden kaynaklanmaz, ama görünen o ki,
seçim yapma olanaksızlığıyla seçim yapmama zorunluluğunun kendilerini
dayattığı bir bölge vardır, bunun nedeni olasılıkların yarattığı endişe değil
dir, asıl temel bir olasılık eksikliğidir, öyle olunca da tüm yüreklilik ya da
öylesi yeğlenirse, tüm maneviyat varlığın kararsızlığını gözetmekten ve ka
rarsızlık hafiflediğinde onu canlandırmaktan ibaret olur.) Pascal'e göre, biz
ler hep daha önceden bahse girmişizdir, trajik akıl da bu kaçınılmaz bahsin
bilincine varmamızı, bahisle düşünceye giren ve onun tüm devinimlerinden
ayrılmaz kılınan tehlikeyi göze almamızı zorunlu kılar.
Öyleyse bahse girmek, kesin hareketimizi kesinkes kesinsiz olan bir şey
uğrunda kullanmak gerekir. Ama hangi kesinsizlik uğrunda? Tanrı mı, hiç
lik mi, insanın gelişimi mi, sınıfsız bir toplum mu? Burada trajik aklın yeri
ni bir matematik akıl almış gibidir; bu akıl rastlantının önüne geçebileceğini
düşündüğünden -rastlantı deneyimi, Andre Breton'un da fark ettiği gibi, iç
kinlikte, bilinmeyen bir tür aşkınlık deneyimidir- bir aşma gücü kazanıp bi
zi akılcı biçimde atılıma sürükler, gelgelelim atılımın özü akıl için bir tehli
ke oluşturur. Her önlemden kurtulabilse de hesaplanmış tehlike.
Bu noktada belki de artık trajik düşüncenin kesinliğine uyum gösterme
yen bir ikircillik vardır. Bu şu şekilde ifade edilebilir: Varsayalım ki bahis,
beklenen değer hesabının sonucuna uygun olarak, Tanrı'yı seçmeye sürükle
sin bizi. Bu tür bir seçim seçtiğimiz Tanrı'yla bağdaşır mı? Ya da
E. Souria
u'nun söylediği gibi, "sonsuzluğu seçme yollarından bazıları sonsuzluğu el
verişsiz kılabilirlerse ne olur?" Dahası, yine
E. Souriau'nun söylediği gibi:
Hesap doğruysa ve oyunun sonunda gerçekten Tanrı -saklanan Tanrı- var
sa, bizi oynamak zorunda bıraktığı bu haksız oyundan sorumlu olmaz mı?
Cogito,
sayı :
54, 2008
Trajik Düşünce
Haksız bir oyundur bu çünkü Tanrı belli bir şekilde oynayana olağanüstü
bir armağan verir; sanki bahse istemdışı katılınmıştır, - haksızlığın başka
bir nedeni de "bahis konusu" yaptığı belirsiz varlığı üstünde bizi yazı-tura
oynamaya itmesidir. Bu durumda da tüm "saklanan Tanrı" düşüncesi rezil
bir hal alır ve bu rezalet trajik düşüncenin özüne yabancı değildir. Rezalet
öyle büyüktür ki Tanrı'yı bu konuda haklı çıkarmanın ve bahis gerekliliğinin
yansıttığı ahlaki çöküşü haklı çıkarmanın tek yolu bahsin olası başarısızlığı
olarak görülür. Tanrı'nın bahis konusu olması ancak onun varolmayışıyla
haklı çıkarılabilir. Şu söylenebilir: Bahsin insan doğasına aykırı tek gücüyle,
zorunlu olarak varlığa sırt dönen bu yolla, kazanılacak olan ne olursa olsun
bahiste hep hiçliğe oynarız: Kimi zaman adı Tanrı, kimi zaman dünya olan
bir hiçliğe oynarız ve iki durumda da, kazanacak olan pekala sonsuzluktur
ama hiçliğin sonsuzluğudur. 8
Tanrı'nın kesinsiz kesinliği yüzünden Tanrı'nın ne varolduğunu, ne varol
madığını, ne de bunlardan birinden kuşkulanılabileceğini kanıtlayabiliriz
(dahası, yaşamımız her zaman Tanrı'dan yana ya da ona karşı olan pratik
bir doğrulama ifade eder). Dolayısıyla, ikisini de doğrulamak ve düşüncemi
zi, o egemen karşıtlığı düşündüğü andan başlayarak bölen sertliğe yatırmalı
yız gerçeği. Bu yüzden bahis çifte bahistir. Trajik düşüncenin bahsi: Bahis
oynamak, ancak bahisle yaşanabileceğinin bilincine varmak gerekir ve bu
açık, değişmez ve sert bilinç, tehlikenin bilinmesi ve başarısızlığın önceden
sezilmesiyle tamamlanan bahsi sonsuz bir eyleme dönüştürür, onun içinde
şu durumda bizleri sonsuzluğa elverişli kılarak, ne kadar belirlenmiş olsa
da, ilelebet rastlantısal kalacak bir sonsuzluktan yana karar verebiliriz. İkin
ci bahis, matematik aklınki ise, şansların nesnel hesabı yoluyla, tehlikenin
sonsuzluğuyla kararın kesinsizliğinin seçimimizi keyfi bir eyleme dönüştür
mesini engellemek amacıyla devreye girer; yazı-tura oyunu değildir bu, cid
di biçimde, tüm varlığı ve soğuk biçimde hesap yapan ve hesabıyla sonluluk
la sonsuzluk arasında bir ilişki kurmayı başaran aklı da işin içine sokar.
Buna karşın bahisten kazanılan Tanrı, bahsi rezil ve olanaksız kılmak
durumundadır.
Bu açıdan -Pascal'in bahis Tanrısıyla (bir yüzü varlık, bir yüzü hiçlik
olan tanrı) yetinmediği, tinsel ilişkiler ya da gizemci ilişkiler kurulan bir
Tanrı'ya geçtiği göz önünde bulundurulursa-, düşüncenin en büyük istekle
rine ulaştığı noktaya geliriz ve belki de bunlara ne Pascal'de, ne başka birin
de bir daha ulaşmamıştır. Tanrı'dan temelli ayrılmış ve dünyadan ayrılmış,
Cogito,
sayı:
54, 2008
211
212
Maurice Blanchot
ne var ki ancak ayrılarak ulaştığı o Tanrı için yaşayan ve sadece yetersizlik
leriyle tanıdığı -ki bu yetersizlikleri reddetmiştir- dünyanın içinde yaşayan
böylesi bir trajik bilinç, kaçınması gereken iki eğilimle karşılaşır. Bunlardan
biri tinselliğin ona sunduğudur: içinde içsel yaşamı, gelişmeyi ve zevki bul
duğu "dünyadan yavaş yavaş uzaklaşma", "ruhun Tann'ya doğru hareketi";
daha da korkunç olan öteki ise, sonsuz ayrılığın sonsuzlukla birleşmeye
döndüğü gizemci deneyimin eğilimidir ve Tann'nın varlığı-yokluğunda, yok
luk esrik biçimde varlığa duyulan bir hayranlığa dönüşür. Belki de önüne
geçilemez eğilimlerdir bunlar.
Şurasını iyi görmek gerekir ki saklı Tann düşüncesi eskilerden kalıt bir
düşüncedir, olumsuz tannbilimin kutsal kitaplarıyla aktarılmıştır ve her za
man için gizemci bir harekete neden olabilir. Goldmann'ın büyük başarısı
onu bir şekilde anlaştırmak ve varlıkla yokluğun karşıt kutupları arasındaki
aralıksız bir hareket olarak düşünmektir: "bengi ve anlık olduğundan asla
ilerlemeyen hareket ilerlemenin ve gerilemenin olduğu zamana yabancıdır".
Burası önemli. Ama saklanan Tanrı düşüncesi Pascal'de de bu şekilde mi ele
alınmıştır? O Tann'nın kendisini arayanlara yüzünü gösterdiğini, insan gü
cünü aşan işlere kalkışanlardan saklandığını söyler. Aynca Tann'nın kısmen
saklandığını ve kısmen görünürde olduğunu ileri sürer (ne bütünüyle saklı,
ne de bütünüyle açıktır). Doğrusu, hiçbir insan sadece arayan bir insan de
ğildir; bu yüzden, biri Tann'yı bulursa, Tanrı her zaman saklı olur, çünkü
seçilmişler için bile aydınlık ve karanlık vardır. "Seçilmişleri aydınlatmak
için yeterince aydınlık, anlan küçük düşürmek için yeterince karanlık var. Dış
lanmışlan kör etmek için yeterince karanlık, anlan mahkum etmek için yete
rince aydınlık var. " Tann'yı, onun yoksunluğunu bilmeden bilmek insan için
tehlikelidir, yoksunluğunu bilip Tanrı'yı bilmemek de aynı şekilde. Ama
Tanrı bilinir ve yoksunluğu da bilinirse, ancak Tann'nın uzaklığının biline
bileceği bilinir: uzakta oluşuyla görünen Tanrı. Ya da Tann'nın bulunama
yacağı ama aranabileceği, ya da Tann'ya sahip olunamayacağı ama onun ar
zulanabileceği. Öte yandan, Pascal "Tann kendisini içtenlikle arayanlann ta
nıması için Kilise'ye somut işaretler yerleştirmiştir; ne ki anlan öyle gizlemiştir
ki sadece onu tüm kalpleriyle arayanlar fark edebilir" derken ifade ettiği ve ge
nelde de bu haliyle ifade ettiği9 saklı Tanrı düşüncesi bir trajik düşünce ol
maktan çıkar (ancak sessizliğiyle konuşan Tanrı), aynı şekilde üstünde du
rulması gereken bir nokta vardır, L. Goldmann da ona işaret eder, orada
Pascal karşıt hayır'ı eklemeden evet der: İnsanın çelişkili doğasıyla Hıristi-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Düşünce
yanlığın çelişkili içeriği arasındaki uyumu doğruladığı noktadır bu. Burada,
Hıristiyan dini kısmen değil, bütünüyle gerçektir; çünkü anlaşılmazı dağıt
madan onun farkına vardığından, karanlığı gizeme, gizemi aydınlığa -yeni
bir aydınlık- dönüştürdüğünden, olası her tür gerçeğin anahtarlarını elinde
bulundurur. ı o
*
Saklı Tann: Hölderlin de son şiirlerinden birinde bu düşünceyi dile getir
miştir: ".
Tann bir bilinmeyen midir? Yoksa, gökyüzü gibi, apaçık ortada mı
dır? Buna inanırdım ben daha çok. " Başka bir parçada da: "Nedir Tann? Bi
. .
linmeyen, ama/ona ilişkin göğün bize sunduğu/görünüm nasıl da zengindir.
Şimşekler, demek ki/öfke bir Tann 'dan gelir. Bir o kadar da/görünmezdir, ya
bancılığını doğrularcasına"l l Burada karşılaştığımız, saklanan tarın düşün
cesine özgü harekettir. Tann bilinmeyen, aynı zamanda ortada olandır. Or
tada olduğu yerde, bilinmezken bizim onu tanımamızı sağlayan nitelikleri
vardır. Tanıdıkken, kendisinde yabancı olan şeyi gösterir (doğrular) ve bir
şey ne kadar görünmezse, bu yabancılık gösterisine o kadar yazgılı olur.
Ama bu yüzden de kendine yabancılaşır, bizim onu tanımamızı sağlayan bu
yabancılık içinde yabancı olur, göründüğü an saklanır, ortaya çıktığı yerden
kaçıverir. Tann bilinmezdir, Tann apaçık ortadadır. Gökyüzü gibi açık bi
linmeyen, onu saklı olarak göstererek, olduğu gibi görünmesini sağlar: Bi
linmeyen. 1 2
Peki ama nedir bu düşünce? Gizemci midir? Diyalektik midir? Yoksa tra
jik midir? l 3
Fransızcadan Çeviren: Orçun Türkay
Notlar
"İnanç birbirinin karşıtı gibi görünen pek çok gerçekliği kucaklar. Gülme zamanı, ağlama
zamanı vb. Yanıtla. Yanıtlama vb. Kaynak Hz. İsa'nın ikili doğasının birliğidir. Aynca iki
dünyadır (yeni bir göğün ve yeni bir yeryüzünün yaratılması; yeni yaşam, yeni ölüm; her
şey adlarını koruyarak ikili duruma gelmiştir). Son olarak da doğru yolda olan iki insandır
(değil mi ki onlar iki dünyadır ve Hz. İsa'nın bir parçası ve imgesidirler). Dolayısıyla tüm
adlar onlara uygundur: doğrular, günahkarlar; ölü, canlı; canlı, ölü; seçilmiş, dışlanmış vb.)
Cogito,
sayı:
54, 2008
213
2 14
Maurice Blanchot
(462. Parça, Lafuma Yay.) "İki karşıt neden. Buradan başlamak gerek: Bu olmadan, hiçbir
şey anlaşılamaz, her şey aykın kalır; hatta her gerçeğin sonuna karşıt gerçekten akılda kalan
eklenmelidir" (460. Parça). Aynı şekilde, Karşıtlıklann Kaynağı
(448. Parça).
2 "Doğruyla iyiye ancak kısmen sahibiz, kötü ve yanlış kanşmıştır onlara da" (298. Parça).
3 Le dieu cache (Gallimard) (Saklı Tann). Bu yorumun Pascal'e, düşüncesinin kesinliğine ve
araştırmasının kutsallığına Hıristiyan yorumculann pek çoğundan daha fazla destek çıktığı
nı görmek şaşırtıcıdır. Elbette L. Goldmann tüm sorunlann çözüldüğünü düşünmez hiç de
çünkü Marksizm'in büyük yorumculannın bazı kilit tümceleri onlara bir yanıt verebilir. So
runlara yaklaşımında ve güçlükleri incelerken, sakınımla, özgürlükle, hatta sarsılmaz bir ya
lınlıkla hareket eder o. Goldmann Pascal'de Descartesçı akılcılıktan olduğu kadar septik
karşı çıkıştan da farklı olan, yerine yürek sözcüğünün kullanılmasına karşın doyumsuz bir
akıl olarak kalan bir düşünme biçimi görmüştür. Bunu daha önce başkalan yapmıştır. En
basit okuma bunu fark etmemize yeter. Descartes'a karşı çıkış apaçık ortadadır. Kaldı ki
Descartes'ta egemence kendini göstermekten hoşlanmayan düşüncenin, neredeyse aynı an
da, bir o kadar buyurgan bir beyinde bambaşka bir egemenlikle ortaya çıkışı, ötekine karşı
ilkelerin belirsizliğini keşfedişi ve bu belirsizlikte de yepyeni bir doğrulama gerekliliği bul
gulaması görkemli bir olgudur. Bu iki olasılık bitip tükenmek bilmeyen, neredeyse sarsıl
maz birer kaynak olarak kalacaktır. Başlayabilme kuvveti, başlangıçtaki açıklık, ilk ve kesin
karann özgürlüğü, bugün de bundan üç yüzyıl önce olduğu gibi, Cogito'nun gücündedir.
Ama bu başlangıçla yetinilemediği zaman, başka bir akıl hiçbir çıkış noktası olmadığını ve
durmadan yeniden başlamak gerektiğini fark eder yalnızca, lehte aleyhi görür ve lehin aley
he dönüşmesinde de daha şiddetli bir güç sezinler; bununla birlikte, bu karşıtlar araştırma
sında bölünmekle kalmaz, kesinlenir ve toplanır ve bu akıl Pascal yetkesinde hayat bulacak
tır.
4
Bu ifade György Lukacs'tan alınmıştır.
5 L. Goldmann Pascal'in yaşamındaki karşıtlıklan da bu şekilde açıklar. Düşünceler'i yazar
ken, çok katı bir dindar olduğu dönemde, belli ölçüde bilimsel etkinliklere yönelir, sonra
1 660'a doğru, büyük olasılıkla sağlık sorunlan yüzünden bu etkinlikleri bırakıp dünyevi işle
re yönelir: beş paraya gösterişli arabalarla kent ulaşımını sağlama girişimi. "Artık ne dünya
dan ne de militan Kilise'den özel bir şey" bekleyen Pascal "bütünlük isteğini siyasal güçlere
ve Kilise adamlanna dışandan bir boyun eğişle, toplum içinde bir yaşam ve bilimsel etkin
likle, çelişkiyle, trajediyle, Tann'ya seslenişle kurtanr; çünkü bunlar aynı zamanda erklerle
her türlü uzlaşımı kökten reddetmek demektir." L. Goldmann bu tutumu Jacqueline Pascal
ve Barcos'a ait, iki farklı aşın tutumdan çok iyi ayınr.
6 Etienne Souriau, L'ombre de Dieu (P.U.F.).
7 Goldmann'ın yorumladığı bölüm buna bir örnektir: "Sizin gibi bağlı olanlardan ve şimdi
tüm mallannı mülklerini bahse yatıranlardan öğrenin. . . " Goldmann bahse girmenin inan
mak anlamı taşıdığını söyler. Bu eşanlamlılık fazla basit görünüyor.
8
E. Souriau çok farklı bir sonuca vanr: "Tanrı varolduğu için haklı çıkar; görünerek, kendini
bağışlar. . . " Souriau'ya göre, bahis Tann'yı Bahse sokma girişimidir (Valeur actuelle du pari
de Pascal [Pascal Bahsinin Bugünkü Değeri]).
9 ". . . iyice saklanarak geldiği, sadece onu içtenlikle arayanlann tanıyabileceği de doğru değildi.
Kendini bütünüyle onlara göstennek istedi ve onu tüm kalpleriyle arayanlara görünmek, on
dan tüm kalpleriyle kaçanlardan saklanmak için tanınabilirliğini zayıflattı, öyle ki kendisini
arayanlara kendisinden görünür işaretler verdi, onu aramayanlara ise vennedi. Yalnızca gör
mek isteyenler için yeterince ışık vardır, başka düşünceleri olanlar için de yeterince karanlık."
(309. Parça)
10 Pascal'in de Anılar'ında bütünüyle gizemci bir belge bulunup bulunmadığı sorgulanmalıdır.
Aynı şekilde şu haliyle trajik düşüncenin gizemci bir harekete dönüşüp dönüşemeyeceği de
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Düşünce
sorgulanmalıdır. Georges Bataille'ın bir denemesinden alıyorum: "Kendini bilen, ölmek ve
yokolmak gerektiğini bilen, gizemci tanrıtanımaz, Hegel'in de söylediği gibi 'saltık parçalan
ma' içinde kesinlikle kendince yaşayacaktır, ama onun için söz konusu olan yalnızca bir sü
reçtir: Hegel'in tersine, bu süreçten 'Olumsuz'u karşısına alıp izleyerek' çıkmayacak, onu as
la Varlığa taşıyamayacak, bunu reddedecek ve ikircillik içinde kalacaktır" (Hegel, la mart et
la sacrifice, [Hegel, Ölüm ve Kurban Etme] "Deucalion"). Buradaki ikircillik sözcüğü çeliş
kiyle değiştirilirse, Georges Bataille'ın gizemci olarak gördüğü hareket trajik düşünceninki
ne denk düşer.
1 1 Bu parçanın bir başka çevirisi, bir başka yorumu da olasıdır: "Nedir Tann? Kendisini bilme
yen, ne var ki/göğün görünümündeki nitelikleri nasıl da/zengindir. Şimşekler aslında/bir Tan
n 'nın öfkesi. Bir o kadar da/görünmez, yabancılığını gösterircesine (ortaya koyarcasına)."
12
Bkz. Heidegger'in yorumu: " . . . Dichterisch wohnet der Mensch . . . " "Şiirlidir insanın konakla
yışı": Tann, olduğu haliyle, Hölderlin için bilinmeyendir ve Bilinmeyen'dir ozan için asıl öl
çü. Kimdir ölçü? Tann mı? Hayır! Gökyüzü mü? Hayır! Gökyüzünün gösterisi mi? Hayır!
Ölçü Tann'nın, olduğu haliyle, hala bilinmeyen Tann'nın gökyüzü tarafından sergilenme
şeklidir. Böylece bilinmeyen Tann gökyüzünün gösterisiyle bilinmeyen olarak görünür. Bu
görünüm türü insanın kendi kendini ölçtüğü ölçüdür. (Vortriige und Aufsiitze.)
13 Trajik düşünceye nasıl bir biçim uygun düşer? Çelişkili bir biçim, der L. Goldmann, ve kar
şılığını yalnızca parça'da bulan bir ifade. Çelişkili: Bu şunu demeye gelir, düşünce birlikte
tutmak zorunda olduğu karşıt savlan aşın biçimde taşır, gerçi çelişkinin önüne geçemese de
onu kabul de edemez, çünkü düşüncenin aradığı, saltık olarak, ama saltık bir yokluk şeklin
de ileri sürdüğü sentezin tamamlanmasıdır. Dolayısıyla çelişkililik ikircilliğin karşıt anlam
lısıdır. Çelişki her zaman en büyük karşıtlık içinde en büyük açıklığı gerektirir; sözcükler
son derece güçlüdür hep ve ancak sahip oldukları güçle duyulmaları halinde anlaşılabilirler,
ne var ki bu anlayış kırılmış, parçalanmış gibidir. Parça: Goldmann'a göre, Düşünceler dü
şünce olarak kaldılarsa, bunun nedeni çelişkili bir kitaba uygun gelecek tek biçimin parça
olmasıdır, bu şekilde insanın çelişkili bir varlık olduğu ve gerçeği ancak bir gizemin karanlı
ğında bulabileceğini ortaya koyar, bu karanlık da çelişkidir. "Düşünceler'in 'gerçek' planını
aramak, bu yüzden tamamıyla Pascal-karşıtı bir girişim olarak görünür bize." Doğrusu, bu
kitap mantıksal plandan rahatsız olmadan, parçalar arasındaki sert kınlmalan, bağlantısız
lıkları tanımadan okunamaz. Aslında bu parçalar asla bir düzensizliğe işaret etmeyen o bağ
lantısızlıkla birbirlerine bağlanmışlardır. Çünkü Düşünceler aynca bir düzen arayışı, bir dü
zen isteğidir ve bu yüzden de düşünceler hiçbir planda tatmin edici değildir. O halde, trajik
yapıt böyleyse, trajik sanat nedir? Tek bir trajik yapıt var mıdır?
Cogito,
sayı:
54, 2008
215
Tragedya ve Ta 'ziye
Rene G i ra rd ' ı n tragedya yoru m u üzerine
düşünceler
CELAL MORDENİZ
Mit ve tragedyaya ilişkin özgün okumalardan birini yapan Rene Girard'a
göre şiddet yaşamın ve varlığın matrisinde saklıdır. Ona göre şiddetin üç te
mel özelliği vardır: bunlardan birincisi, şiddetin açığa çıkmak için bir gerek
çeye ihtiyacının olmamasıdır. Şiddet bir kez ortaya çıktığında kendine ge
rekçeler bulma konusunda oldukça yaratıcıdır. Şiddetin ikinci özelliği, onu
yatıştırmanın uyandırmaktan her zaman için daha zor olmasıdır. Üçüncü
temel özelliği ise insanları birbirlerine benzetme konusundaki başarısıdır.
Öfkelenmiş bir insana öfkelenmiş başka bir insandan daha çok benzeyen bir
şey yoktur. 1 Tüm bunlara ek olarak şiddetin yokluğu diye bir durumdan
bahsedemeyiz; zira yaşamda hep bir miktar şiddetin olması zorunludur.
Başlangıçta az da olsa, şiddet geometrik olarak artıp kontrolden çıkabilir,
her yere yayılarak insanın varoluşunu tehdit edebilir. Bu tehdit, fiziksel ola
rak yok olma tehdidinden çok, insanların aynılaşarak farklılıklarını yitirme
leri tehdididir. Tamamen ortadan kaldırılması mümkün olmayan şiddetin
insan yaşamını tehdit etmemesi için kontrol edilmesi gereklidir, ki bu da an
cak kısmi olarak mümkündür. Bu kontrol, insanın toplum halinde yaşama
sını, yani uygarlık ve kültürü mümkün kılar. Kontrol etmenin başarılama
ması ise uygarlığın, kültürün, dilin ve dolayısıyla tüm insani farklılıkların
yok olması anlamına gelir.
Şiddet doğası gereği sürekli kontrolden çıkma eğilimindedir. Paradoksal
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tragedya ve Ta'ziye
olarak bu kontrolden çıkma tehdidinin bertaraf edilmesi eylemi de şiddet
içerir. 2 Hukukun olmadığı toplumlarda şiddet kontrolden çıkıp herkesi etki
si altına aldığında, bu şiddet kirliliği tüm sorumluluğun tek bir insana yıkıl
masıyla temizlenebilir. Bu kişi toplumdaki kirliliği üzerinde toplayıp herke
sin masumiyetini garanti altına alan günah keçisidir. Günah keçisi yaratma
eylemi her yere yayılan şiddeti bir an durdurarak kültürel düzeni tekrar te
sis eder.
Girard'a göre mitos bu bozulmuş düzenin tesis edilmesi eyleminin (gü
nah keçisi avının) hatırlanmasını sağlar. Ancak mitos bu eylemi hatırlatır
ken asıl problemi, yani her yere yayılmış şiddet gerçeğini gizler. Bunun yeri
ne tek bir kişinin tüm temel yasakları ihlal ederek düzenin bozulmasının
müsebbibi olduğu varsayımını öne çıkarır. Mitos, bir tek o kişinin tüm ya
saklan ihlal ederek kirlenmeye neden olduğunu, temizlenmenin de o kişinin
dışarı atılmasıyla gerçekleştiğini resmeder. Yanlış değilse de özellikle eksik
tasvir edilmiş bir resimdir bu.
Örneğin Girard'a göre Oidipus miti, şiddetin şehri bir veba salgını gibi
kasıp kavurduğu olgusunu gizler; temel yasaklan ihlal ederek bu salgının se
bebi olan Oidipus'u gösterir. Herkesi eşit derecede etkisi altına almış olan
şiddetin gizlenmesi, aslında insanın varoluşuna dair bir ilkeden kaynakla
nır: "İnsanlar kendi şiddetlerinin anlamsız çıplaklığıyla yüzleştiklerinde, o
şiddete teslim olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar." 3
Tragedya ise mitosun gerçekleştirdiği bu gizleme çabasının altını oyarak
yaygın şiddetten kaynaklanan dehşeti sahneye koyar. Mitosun tersine, tra
gedya toplumsal alanı kuran kökensel eylemdeki rahatsız edici şiddet içeriği
ni açığa çıkarır. Girard'a göre karşılıklı şiddetin hakimiyetini veba imgesin
den daha iyi bir imge açıklayamazdı. Sophokles'in Kral Oidipus'u şehri etkisi
altına almış bir salgınla açılır: "Kent ölümün öfkeli dalgalarından kaldıramı
yor başını,\ . . . yavuz bir salgın çöktü üstümüze.''4 Trajik sanat bu açığa çıkar
ma işlemini mitosun etkisi zayıflamaya başladığı anda yapar. 5 Mitosun anla
tarak taklit ettiği kurucu eylem artık uzaklaşmaya başlamış ve kuruculuk
vasfını büyük oranda yitirmiştir. Dolayısıyla insan ve uygarlık kendini yeni
den tehdit altında hisseder. Şairin trajik esini böyle bir varoluş kaygısının de
rinden hissedildiği anda oluşur. Tragedya, mitosun zayıflamasına yönelik ra
dikal bir tepkinin adıdır. Mitosun sakladığını son bir hamleyle tüm çıplaklı
ğıyla ifşa eder ve etkisi zayıflayan mitosa öldürücü bir darbe vurur.
Paul Connerton Antik Yunan'da mitosun çeşitli kereler dramaya aktarıl-
Cogito,
sayı:
54, 2008
217
218
Celal Mordeniz
<lığından bahsederken6 Aiskhylos'un, Oresteia'sını örnekler. Dediğine göre,
mitosta anlatılan ana katli eylemi dehşet verici yanını ilk kez Aiskhylos gös
termiştir. Ondan önce birçok şair bu mitosu konu edinmiş, ancak hepsi de
söz konusu ana katlini tanrılar tarafından Orestes'e yüklenmiş bir eylem
olarak göstermişlerdir. Böylece tanrısal zorunluluk, eylemdeki dehşetin üs
tünü örtmüştür. Orestes'in cinayetinin bu yorumları, mitosu tekrar eden mi
tik dramalardır. Aiskhylos'unki ise, mitosun gizlediği dehşeti açığa çıkarttığı
için trajiktir. 7
Dil ve toplumsal düzen bir farklılık rejimiyle mümkündür. Bu rejim hem
şiddetler arasında meşru-gayrimeşru farkını üretir hem de insanların birbir
lerinden farklı olarak kalmasını garanti eder. Ana-baba katlindeki dehşet en
sestin dehşetiyle aynıdır: en temel farkın yitirilmesi. Anne ile başka bir ka
dın arasında bir fark olması zorunluluğu, toplumsal alanı ve dili mümkün
kılan farklılıkların temelini atar.
Tragedyanın izleyende korku üretmesi, bu farklılık yitimini tüm çıplaklı
ğıyla göstermesiyle olur. Yani insanı insanlıktan, toplumu toplum olmaktan
çıkarabilecek, dili iptal edebilecek farklılık yitiminden doğan kriz açıkça gö
rülür. Tragedya ortaya çıkan bu farksızlaşmadan dolayı tam anlamıyla bir
simetri sanatıdır. Sahnedeki karakterleri iyi ya da kötü olarak niteleyeme
memize yol açar bu farksızlaşma veya simetri. Örneğin, Antigone ile Kreon
karakterleri birbirinin karşıtı oldukları, yani farklı oldukları için değil, bir
birlerinin benzeri oldukları için çatışırlar. İkisi de 'yasa'yı temsil eder: biri
ilahi, diğeri dünyevi yasayı. .. İkisi de sınırları aşmak konusunda birbirleri
nin ikiz kardeşi gibidir. Oidipus ile Teiresias ise geleceği bilme iddiasındaki
iki bilici olarak tartışırlar ve bu tartışma sırasında ikisi arasında bir fark gö
remeyiz.
"Tragedya sanatını tek bir cümleyle tanımlamak gerekse, tek bir veriden
söz edilebilirdi ancak: Simetrik öğelerin karşıtlığı. Bu simetri, tragedyanın
entrikasıyla, biçimiyle ya da diliyle ilgili tüm yönlerde temel bir rol oynu
yor."8
Kanımca Aristoteles'in Poetika'da tragedyanın olmazsa olmaz unsurların
dan biri olarak ele aldığı kahramanın düşüşünü nasıl yorumlayacağımız da
açıklık kazanıyor böylece. Aristoteles'in ne çok iyi ne de çok kötü olan biri
nin mutluluktan felakete geçişi olarak tarif ettiği trajik düşüş, insanın varol-
Cogito, sayı: 54, 2008
Tragedya ve Ta'ziye
ma koşulu olan farklılığın yitimi anlamına gelir. Yani düşüş, kahramanın
tüm özgül farklılıklarını bir şiddet döngüsünün içinde kaybetmesidir. Sade
ce bu tip bir düşüş korku uyandırır.
Girard'a göre tragedya açısından işin en ilginç yanlarından biri de trajik
çatışma halindekilerden hangisinin düşüş yaşayacağının baştan neredeyse
sona kadar belirsiz olmasıdır. Mitosta son derece önemli olan hata traged
yada önemsizleşir, çatışma öne çıkar. Trajik çatışma bir tarafın kendini sa
vunmaya takati kalmayana kadar sürüp gider. Dışarı atılabilmesi için sonra
dan eline bir hata tutuşturulur adeta. Ne kadar rasyonel bir yanı olduğu ve
bir hataya dayandığı söylenirse söylensin, trajik tartışma aynen "bir mikro
fonla hoparlör arasında amplifikatörde artarak gidip gelen bir cızırtı" gibi
dir. Cızırtının mikrofonu mu, amplifikatörü mü, hoparlörü mü patlatacağı
bilinemez.
Kahramanın düşüşü, şiddet bir kez çığırından çıktıktan sonra kim ne ya
parsa yapsın engellenemez. Üstelik şiddetin şirazesinden çıkması için çok
ciddi bir hataya gerek yoktur. Şiddeti kontrol etmek için aşın özen gösteril
memesi yeter de artar. Bir kişinin dikkatsizliği sonucu veba misali yayılan
şiddetin, durdurulması için yine o kişide sonlanması zorunluluğu da yoktur.
Başlatıcı olarak ilan edilen kişinin doğru kişi olması değildir mesele. Önemli
olan oybirliği ile düşüşü yaşayacak bir kişi üzerinde karar kılmaktır.
Girard, Kral Oidip us 'ta, dediğine göre şimdiye kadar yorumcuların dikka
tini çekmeyi başaramamış, iki repliği tartışır. Oidipus, Kreon'u suçlu ilan et
meye çalışırken korobaşı, Kreon'u savunur, suçsuzluğuna inandığını söyler.
Bunun üzerine Oidipus korobaşına şöyle seslenir: "İyi bil ki onun affını iste
mek, kendi ölümümü veya bu memleketten sürülmemi istemektir."9 Ya Kre
on ya kendisi düşüşü yaşayacaktır. Koro Kreon'u savununca Oidipus henüz
kendisine yüklenecek suçlan bilmeden, suçlu ilan edileceğini anlamış görü
nür. Girard'a göre Sophokles'in mitosa eklediği bu replik Oidipus'un düşü
şünün, işlediği canavarca suçlara bağlı olmadığını, trajik çatışmadan yenil
giyle çıkmasına bağlı olduğunu gösterir. Ok yaydan çıkmıştır. Taraflardan
birini vurması için bizim anladığımız anlamda bir nedenselliğe ihtiyaç yok
tur.
Özetle, hata felaket ya da şiddet doğuran eyleme dönüşecekse yaşamın
kendisi zaten bir hatalar manzumesidir. Arendt'in dediği gibi, eylemin iki
özelliği vardır; bunların birincisi sınır aşma eğilimi ikincisi ise sonucunun
asla tahmin edilemeyecek olmasıdır. 1 0 Dolayısıyla herkesin her an dilden ve
Cogito,
sayı:
54, 2008
219
220
Celal Mordeniz
toplumsal evrenden fırlatılma, düşme ihtimali vardır. Çünkü karşılıklı şid
det sarmalından doğan aynılaşma bir kez belirdiğinde, yani trajik çatışma
bir kez başladığında, bu çatışma taraflardan biri dilin ve toplumsal alanın
dışına atılana kadar sürüp gider.
"Trajik tartışmanın çözümü yoktur. İki tarafta da aynı arzular, aynı savlar,
aynı ağırlık: Hölderlin'in dediği gibi, Gleichgewicht (denge durumu-ç.n.).
Tragedya, adaletin değil şiddetin sağladığı bir denge durumudur. Tartının
gözlerinden birinde ne varsa hemen ötekinde de o olur; karşılıklı olarak
aynı hakaretler edilir; hasımlar arasındaki suçlama trafiği tenis maçındaki
top trafiği gibidir. Çatışma sonsuza uzar gider, çünkü hasımlar arasında
en küçük bir fark yoktur." 1 1
Girardcı analiz çerçevesinden Aristoteles'in tragedya teorisine bakmaya
devam edelim. Aristoteles tragedyanın korku ile birlikte acımaya da yol aç
ması gerektiğini söyler. Kanımca acıma, kahramanın yaşadığı felaketin
olumsallığının bir ifadesidir. Söz konusu felaket çatışma içindeki birinin
başına gelecektir. Bu kişinin seçilmesi aynen günah keçisinin bulunması
mekanizması gibi işler. Geri kalan herkesin o kişinin toplumda yayılan
adaletsizliklerden (Kral Oidipus'ta vebadan) sorumlu olduğuna karar ver
mesi için bu kararın oybirliği ile alınmasından başka bir kanıta ihtiyaç yok
tur. Herkes hastalanmıştır ve bir kişinin herkesten "ayrıştırılarak" sorumlu
luğu yüklenmesi gerekmektedir; aksi takdirde herkes yok olma tehdidi ile
karşı karşıya kalacaktır. Elbette burada seçilen 'kurban'ın bir kez tüm par
maklar onu işaret ettiği zaman kendi cezasını kendisinin vermesi gerekli
dir, ki bu ceza verme işlemi yeni bir karşılıklı şiddet sarmalına yol açmasın.
Oidipus'un kendi gözlerini oyup kendi iradesiyle kendini şehirden sürmesi
bu şartın sonucudur. Antigone'de de karakterler kendi yaşamlarına kendile
ri son verirler. Öyleyse acıma, felaketin bizim değil de onun başına gelmiş
olduğunu ve onun bu felaketi kabullenişini duyumsamamızla ilintilidir. Ya
ni tragedya, şiddet mekanizmasını doğru sergilediği zaman korkuyla bera
ber acıma uyandırır.
Tragedyanın özgünlüğünün mitosun korkutucu gizini açığa çıkarmasın
da yattığını söylüyoruz. Mitosun gizi insan varoluşundaki dehşettir; insanın
varoluşundaki dehşet ve felaketindeki tesadüfiliktir. Bu gizleme ediminin
aşkın bir amacı vardır: Topluluğun tekrar şiddet sarmalına girmesini önle-
Cogito, sayı: 54, 2008
Tragedya ve Ta'ziye
mek. Zira şiddetin sadece hatırlatılması bile insanda şiddetin tekrar doğma
sına yol açabilir. Tragedya böyle yapmayıp mitosun gizlediğini aynen gizle
meye devam etmeyi de tercih edebilirdi. Böyle yapsaydı nasıl bir drama
olurdu? Kanaatimce Ta'ziye bize bu cevabı verebilir. 1 2
Metin And, ta'ziyeyi tragedya ile karşılaştınrl 3 ve ta'ziyenin bir tür tra
gedya olduğu çıkarımını yapar. Ona bu karşılaştırma ve benzetme ilhamını
veren esas unsur, ta'ziyelerin baş kişisi Hz. Hüseyin'in mitolojik karakteri
dir. And, Lord Raglan'ın bir şema halinde çıkardığı mitos kahramanının 22
niteliğinin 1 8'inin İmam Hüseyin'e uyduğunu gösterir. Kral Oidipus 22'de
2 1 niteliğe sahip olarak mitos kahramanları içindeki en yüksek şematik ora
na sahiptir. 1 4
Girard, mitosun toplumları yok olmaktan kurtaran suçsuz kurban yarat
ma eylemlerinin anlatısı olduğunu söylerken, ta'ziyenin dramatik bir forma
nasıl dönüştüğünün formülünü verir. Ta'ziye, Girardcı mitos kalıbına uygun
olarak bir kişinin toplumdaki bütün günahları (biriken şiddeti) arındırmak
adına kendini kurban edişini gösterir. Bir ta'ziye metninde Cebrail, Hz. Mu
hammed'e şöyle seslenir:
"Hayır, günah lekesi, ailenin hiçbir ferdini asla kirletmeıniştir; ey ka
inatın eşi benzeri olmayanı; fakat onlar, İslamiyeti kabul eden halkların
selameti için, kurban edilecekler ve böylece şehitlerin alınları, Allah'ın
seçkinlerinin beyazlığını ebediyen aksettireceklerdir. Eğer sen kötülük ya
pan bu halkların günahlarının bağışlanmasını istiyorsan, bu güllerin vaktin
den önce bahçenden toplanmasına mani olma! " (Vurgular bana ait)
Hüseyin'in kurban edilmesi ya da kendini kurban etmesi ta'ziyelerin en
çok tekrar ettiği temadır. Demek istiyorum ki, ta'ziye mitik bir dramadır.
Kurucu eylemi mitos kalıbına uygun olarak, yani yaygın şiddeti gizleyip
farklılığı öne çıkararak taklit eder.
Ta'ziyenin formu Evliya ile Eşkıya arasındaki mücadeleye dayanır. ı s Bu
özelliği trajik olmadığının kesin delilidir. Ta'ziye için ınitik drama yerine
karşıtlıklar draması da diyebilirdik. Bu karşıtlık ilkesi gösterinin her ala
nında sürekli olarak kendini gösterir. Kostümlerin renklerinden oyuncuların
ses kullanımına kadar her öğe karşıtıyla var olur. Kural olarak iyiler yeşil,
kötüler de kırmızı renk kıyafetler giyerler. İyiler belli makamlarda şarkılı
konuşurken kötüler kulak tırmalayıcı bir ses kullanırlar. Yani iyi ile kötü
nün bir an için bile olsun birbirlerine karışmasına izin verilmez; hiçbir şey
şansa bırakılmaz. Kaynaklan Zerdüşt! iyi ve kötü'nün mücadelesi anlayışın-
Cogito,
sayı:
54, 2008
22 1
222
Celal Mordeniz
da bulunan bu özellik, farklılığı ön plana çıkarır. Antik Yunan tragedyasında
ise söz konusu olan 'aynı'lığın yarattığı 'çatışma'dır. İran'da, 1 2. İmam Mu
hammed el-Mehdi'nin 1 200 yıllık büyük gizlilikten (Gaybet-i Kübra) çıkıp
mutlak adaleti sağlayacağına ve kıyameti başlatacağına dair canlı bir inanç
mevcuttur. Dolayısıyla tarihin sonunun geleceğini önkabul olarak alan Meh
di inanışının olduğu bir toplumda eşitlerin sonsuz çatışmasına değil, 'fark
lı'ların (zıtların) geçici ('iyi' kazanacaktır) mücadelesine tanıklık edilir. Yani
trajik bir anlatının önünde çok sağlam bir duvar örülüdür. Çünkü Mehdi'nin
geleceği yerde çatışma -Mehdi tarafından çözüleceği öngörüldüğünden- er
telenir; tartışmaların hepsi arızidir, uzamaz. Mehdi, geri gelip mutlak adale
ti sağlayacak olmasıyla adeta insanın varoluşunun dehşetli özünü kalın bir
örtüyle örter.
Ta'ziyedeki bu iyi-kötü mücadelesi tragedyanın daha ilk anda deşifre
edip parçaladığı bir yanılsamadır. Bu anlamda ta'ziyeyi tragedyaya benzet
mek tragedyanın mitos ya da ritüelden başka bir şey olmadığını söylemek
olur, ki bu da tragedyanın gösterdiğini görememektir.
Antik Yunan'ın trajik esinin araladığı perdeden görünen dehşete bu dere
ce açıkça bakma cesareti nerden kaynaklanır?
Vemant, Dor istilasıyla çözülene kadar Miken Krallığının Mezopotamya
krallıklarından çok farklı olmadığını anlatır. Krallık çözüldükten sonra Yu
nanlılar yeniden tanrısal bir krallık kurmak yerine kent meselelerinin Ago
ra'da tartışıldığı eşit vatandaşlık sistemini geliştirirler. Böylece en azından
Yunan tragedyasının doğuşunun mutlak iktidarın çözülüp yerine 'demokra
tik' bir düzenin gelişiyle aynı zamana denk geldiği söylenebilir. O halde An
tik Yunan'ın, kurulmakta olan yeni düzenin verdiği özgüven sayesinde deh
şete böyle tereddütsüz bakma cesareti gösterdiğini düşünmek mümkündür.
Sonsöz olarak; yaşamdaki dehşetin gizlenmesine dayanan mitosun ve
mitik dramanın, insanın varoluşundaki kaygıyı teskin edici, uygarlığı yapıcı
ve koruyucu bir yanı vardır. Trajik sanat ise insanın varoluşundaki dehşeti
açığa çıkarıp dilsel, toplumsal, insani farklılığın her an tehdit altında oldu
ğunu gösterir. Böylece farklılıkların değerini hatırlatırken onların yeniden
ve yeniden tanımlanması gereğini de hatırlatmış olur.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tragedya ve Ta'ziye
Notlar
1 Antony Stor, Human Agression, Atheneum, 1968, Aktaran Rene Girard, Şiddet ve Kutsal,
Çev.: Necmiye Alpay, Kanat Yay., İstanbul, 2003 , s. 2.
2 Modem toplumlarda şiddet döngüsünün önüne hukukla geçilir. Adalet dediğimiz şey de as
3
4
5
6
lında şiddetin mutlak ve intikama yol açmayacak benzersiz halinden başka bir şey değildir.
Hukukun kendinden başka hiçbir şeyi temsil etmemesi, yani bağımsız olması zorunluluğu
bundandır.
Rene Girard, Şiddet ve Kutsal, s. 1 1 6 .
Sophokles, Kral Oidipus, Çev.: Güngör Dilmen, Mitos Boyut, İstanbul, 200 1 , sat. 24 ve 28 .
Vemant, tragedyanın anlattığı mitlerin seyirciye hem uzak hem de yakın olması gerektiğini
söyler. Bu mitler seyircinin kendini içinde tanıyacağı kadar seyirciye yakın, ama aynı zaman
da üzerinde tartışıp eleştirebileceği kadar da seyirciye uzak olmalıdır. Bu mesafenin çok az ol
duğu durumda insan seyirci olamaz/kalamaz. Çünkü görebilmek için bir mesafe şarttır. Ben
zer bir şekilde bu mesafe çok büyükse de seyirci olamaz çünkü görüş mesafesi aşılmıştır.
Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?, Çev.: Alaeddin Şenel, İstanbul, Ayrıntı Yayınlan,
1999.
7 O halde Hz. İbrahim'i konu alacak bir tragedya yazılsaydı, bu eylemdeki dehşet görünür
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
olurdu diyebiliriz. Çünkü bu mitin aslında her babanın oğlunu boğazlama olasılığını gizle
diğini iddia etmek yanlış olmaz.
Rene Girard, Şiddet ve Kutsal, s. 60.
Sophokles, Kral Oidipus, Çev.: Bedrettin Tuncel, Maarif Matbaası, 1941 s. 5 7 .
Hannah Arendt, insanlık Durumu, Çev.: Bahadır Sina Şener, İstanbul, İletişim Yayınlan,
1 994 s. 1 54.
Rene Girard, Şiddet ve Kutsal, s. 62.
Burada dehşeti "gizleyen" drama türü olarak melodramlar da akla gelebilir. Bana kalırsa
melodramı bir üçüncü kategori olarak değerlendirmek daha doğru olur. Yani insan varolu
şundaki gizi açığa çıkarıp çıkarmamaları açısından dramayı trajik, mitik ve melodramatik
şeklinde üçe ayırabiliriz. Melodram "gerçeği" gizlemez çünkü gerçeklikle bağını yitirmiştir
zaten. Gizlemede bir bilme koşulu varken melodram işi "organik riyakarlığa" vardırmıştır,
yani gizlemeyi o derece ileri götürmüştür ki neyi gizlediğini dahi unutmuştur. Max Sche
ler'in "organik riyakarlık" kavramı için Orhan Koçak'ın Romansal Hakikat ve Romantik Ya
lan için kaleme aldığı sunuşa bakılabilir: Rene Girard, Romantik Yalan ve Romansal Haki
kat, Çev.: Arzu Etensel İldem, İstanbul, Metis Yay., 2001 .
Ta'ziye İslam Peygamberi Muhammed'in torunlarından İmam Hüseyin ve 72 yakınının Kerbe
la'da Halife Yezid'in ordusu tarafından katledilişinin anıldığı Muharrem yas törenlerinin için
den 19. yy.'da İran'da, doğup gelişmiş bir tiyatro formudur. Taziyenin tragedya ile karşılaştı
rılması yaygındır ve en kapsamlı karşılaştırmalardan biri Metin And tarafından yapılmıştır.
Metin And, Ritüelden Drama-Kerbeld-Muharrem-Ta 'ziye, İstanbul, YKY, 2002, s. 1 82 . Kanım
ca And'a ta'ziyenin bir çeşit tragedya olduğunu düşündüren başka özellikleri de vardır.
Ta'ziye de tragedya gibi mitosun etkisinin zayıfladığı anda sahne alır. Taziyenin ortaya çık
tığı 19. yüzyılda İran'da Şiiliği tek geçerli inanç yapan hem siyasi hem de dini otorite olan
Safevi hanedanlığı çözülür ve yerine hiçbir dini iddiası olmayan Kaçar Hanedanlığı iktidara
gelir. Dinsellik zayıflama eğilimine girmiştir. Ancak taziye mitosu parçalamaya değil güç
lendirmeye niyetlenir. Çünkü çözülen kültürel düzenin benzeri tekrar inşa edilmektedir. Sa
dece hanedanlık el değiştirmiştir.
A. Chodzko, "Theatra Persan", Paris, 1 878 s. 5, lsldm Ansiklopedisi içinde "Ta'ziye" maddesi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, İstanbul.
Cihan Aktaş, Şarkın Şiiri: lran Sineması, İstanbul, Kapı Yay., 2005.
Jean-Pierre Vemant, Yunan Düşüncesinin Kaynaklan, Çev.: Hüsen Portakal, İstanbul, Cem
Yay., 2002 s. 14.
Cogito,
sayı:
54, 2008
223
U l us Baker'i n
İçsel Deneyi m i nde Traj i k O la n
ERKAN TÜZÜN
"Görmek ateşse, dolu dolu istiyordum ateşi,
görmek delilik salgınıysa, delice istiyordum bu deliliği. "
M. Blanchot
Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme'den Duygular Sosyolojisi Ku
ramı'na, Aşındırma Denemeleri'ne, tanrıtanımazlığa, cemaat arayışına ve öte
sine dek her yeri işgal eden Ulus Baker'in Ölüm'ü, uzun uzun düşünülüp ta
sarlanmış bir intihardan başka birşey olmadığı anlaşılan bu ölüm, bir "eser"
olarak ya da "eser olmayan bir eser" olarak nasıl okunabilir?
Ölüm'ü bir "eser" olarak okuyanlar ondan pay alırlar. Ulus Baker'in ölü
münü kendi üzerimize alarak bizler, onun düşüncesini farklılaştırarak de
vam ettiririz. Ölen'in yakınlan olarak, -ne şekilde olursa olsun, bunun bir
parçası olduğumuzu reddetsek bile- aramızda ortak olan bir şeyden çok
farklı olan bir ortaklık kurarız. İnşa halindeki bir eser olarak Ulus Baker'in
Ölümü, ortak bir şeyleri olmayanların bu ortaklığına hizmet eder. Böylece,
"Kurban etmeye dayalı bir ölümü icra etme projesini benimseyerek" 1 biz de
Ulus Baker'le birlikte Yok Oluruz. Biz de Ulus Baker'le birlikte Doruğa Çıka
rız ve Düşeriz. Ulus Baker, "tek başına ölünemeyeceğini" ve tek başına yazı
lamayacağını bilen eser'inde, ölümcül hasta olmasına rağmen, bunun bede
lini ödemeyi göze alarak, alkol yoluyla2 deliliği taklit etmeyi sürdürdüğünü,
"üstelik kendine bakmadığı ve hep dağınık, hep parasız pulsuz olduğu için,
Cogito, sayı: 54, 2008
Ulus Baker'in İçsel Deneyiminde Trajik Olan
herkesin çok büyük bir rahatlıkla acıyabileceği ve insani duygular besleyebi
leceği, kendi insanlığını kendine ispat etmesini sağlayabilecek birisi olduğu
nu" 3 ve kendi canına kıydığını anlatır. Bu anlatıya göre Ulus Baker'in ölümü
bir cinayet değil bir kurban edilmedir. Ulus Baker kendisini biz sonradan
gelenler için kurban etmiştir. Bizler bu kurbanla özdeşleşerek, onun yerini
alarak, birbirimizle -ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığına dayanan ce
maatin diğer üyeleriyle- iletişime geçeriz ve Ulus Baker'in düşüncesini,
Ulus Baker'in ignoramus'unu, farklılaştırarak daha üstün bir amaç doğrultu
sunda devam ettiririz.
Anti-Ulus Baker diyebileceğimiz egemen iktidar, bu dünyanın kendisi olan
Çokluğu ve kendiliğinden başlayan bir çekicilik ve ilişkinin belirmesi olarak
Arzuyu İnsanın değerinin içine, İnsanın değerini de Ölümün içerisine kapat
maya çalışır. Sanki ölümün "içi" varmış gibi. Ulus Baker, bu büyük kapatıl
ma 'ya bir simülakrum tavrı takınarak cevap verir: Üzerine gelen ölümden ka
çacağına, onun yıkıcı etkilerini azaltmaya çalışacağına, ölüme kendisini verir
(hediye eder, sunar). Ölüme maruz kalarak ve ölümün gözlerini kamaştırarak
(alkol yoluyla deliliği taklit ederek, kendisine özen göstermeyerek, kendisini
cehennem olan başkasına açarak) kendisini tehlikeye atar. Ulus Baker, ege
men iktidarın, öznelerine sunduğu (hediye ettiği) tehlikeyi (krizi) olumlulukla
onaylayarak kendi üzerine alır ve bir simülakrum tavrı takınarak bu krizi (bu
tehlikeyi) yeni bir anlamda farklılaştırarak egemen iktidarlara geri yollar (he
diye eder). Çünkü egemen iktidar, öznelerini tehlikeye atarak ve sürekli bir
kriz halinde, bu tehlikeyi, bu krizi, bu olağanüstü durumu (Benjamin'in Tarih
Tezleri'nde tespit ettiği gibi) olağan hale getirerek yönetir. İşte, Ulus Baker
kendisini tehlikeye atarak ve kendisine özen göstermeyerek, aslında özneleri
ni tehlikeye atarak yöneten bu egemen iktidarı tehlikeye atmış olur.
Anti-Ulus Baker diyebileceğimiz egemen iktidar, bizleri, kendimizi ey
lemlerimizin öznesi olarak gördükçe özgürleştiğimiz düşüncesini yücelterek
yönetir. Bu yolla bizleri denetimi altına alır ve kendisi yararına daha üret
ken kılar. Egemen iktidar bizleri, makro-iktidarlarla mikro-iktidarlar arasın
daki bu belirsizlikle, bu krizle, bu olağanüstü durumla, bu olağanüstü duru
mu kural haline getirerek yönetir. Ulus Baker, aynı Benjamin'in yaptığı gibi,
fiilen varolan bu olağanüstü durumu, bu belirsizliği, bu tehlikeyi, bir simü
lakrum tavrı takınarak farklılaştırır ve fiilen varolan belirsizliğe, krize ve
tehlikeye karşı devrimci bir belirsizliği, devrimci bir tehlikeyi ve devrimci
bir ölümü yücelterek karşı saldırıda bulunur.
Cogito,
sayı:
54, 2008
225
226
Erkan Tüzün
Tehlikeyi, belirsizliği, krizi ve gelmekte olan ölümü olumlulukla onayla
yan Ulus Baker'in eseri, ya da Blanchot'nun deyişiyle eser olmayan eseri, bu
esere dokunmaya çalışanlardan, kendisiyle aynı türden bir tehlikeye, belir
sizliğe ve ölüme açık olmalarını talep eder. Bizi Ulus Baker'le birleştiren şey,
savunmasız ve tehlikeye açık oluşumuzdur. Biz, bu tehlikenin imkanlarını
çoğaltarak Ulus Baker'in ignoramus'una yakınlaşabiliriz. Ulus Baker de za
ten bu yüzden kendisini kurban etmiştir. Egemen iktidar, öznelerini denet
lemek ve üretken kılmak için onları tehlikeye atar. Bu tehlike, bu belirsizlik,
bu olağanüstü durum, tehlikeye açık Özne-Ulus Baker'e canını almak üzere
saldırdığında, Özne-olmayan-Ulus Baker bu hamleye bir karşı saldırıyla
(Contre Attaque) yanıt vermiştir: Cellat-egemen iktidar, ölüm anında bıçakla
Kurban- Ulus Baker'in boğazını keserken, aynı anda, Kurban-Ulus Baker de
Cellat-egemen iktidann kafasını uçurmuştur. Ulus Baker, tehlikeye açık ya
şantısını, öznelerini tehlikeye atarak yöneten egemen iktidara karşı bir savaş
makinesi olarak kullanmıştır.
Ulus Baker her filozofun ignoramus=bilmiyoruz'u olduğunu yazmıştır.
Ulus Baker'in ignoramus'u, varolmanın acımasız nedensizliğine katlanmak
için bilimleri, dinleri, felsefeleri, ideolojileri icat etmiş insanoğluna, varol
manın acımasız nedensizliğini doğrudan yaşaması için, bilmemenin (nonk
nowledge) eşitlerini hediye eder. Bilmemek sürekli soru sormaktır. Sürekli
soru sorarak kendimizi tehlikeye atarız. Soru sorarak, kendimizde bir yara
açarız ve bu dünyayı sürekli sorgulayarak yaramızı hep açık tutarız. Ulus
Baker'in kendisini kurban ettiği Ölüm Eser'ini okumak için onu üzerimize
alırsak, Ulus Baker'in ignoramus'unu ve onu ölüme götüren hastalığını da
üzerimize almış oluruz: İgnoramus eşittir bilmiyoruz eşittir sürekli sorgula
mak eşittir tehlikeli yaşamak eşittir yaranın sürekli açık olması eşittir hastalık
eşittir her yerde dilin kullanımını görmek eşittir şiir eşittir sözcüklerin kendi
lerini suskunluk yaranna kurban etmeleri ...
Sözcükler kendilerini suskunluk yararına kurban ederlerken, Ulus Baker
de kendisini biz sonradan gelenlerin birbirimizle iletişime geçmemiz yararı
na kurban eder. Kurban-Ulus Baker ölür ve olaya katılanlar (biz sonradan
gelen kardeş ruhlar), bu olaya (bu kurban edilmeye, bu tehlikeye açık yaşa
maya) atfedilen kutsallıkla (sözcüklerin intihar etmeleriyle oluşan sessizlik
le), süreksiz bir varlığın (Özne ve Nesne Ulus Baker'in) ölümüne (artık ol
mamasına) dikkatlerimizi yoğunlaştırarak varlığın (özneleşmeyen ve nesne
leşmeyen Ulus Baker'in) sürekliliğini (artık hep bizimle olmasını) anlarız.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Ulus Baker'in içsel Deneyiminde Trajik Olan
"Ölüm bir yanıyla benimle ve bedenimle kesin ve belirgin bir ilişki kurar,
bende büyür; ama bir yanıyla da benimle hiçbir ilişkisi yoktur - cisimsizdir
ve belirsizdir, kimseye ait değildir, yalnızca kendisinde temellenir."4 "Blanc
hot haklı olarak, ölümün iki yönü olduğunu savunur. Birisi, özneye aittir,
beni ya da benliğimi ilgilendirir. Ötekisi tuhaf bir biçimde öznesizdir, 'be
nimle' hiçbir ilişkisi yoktur, ne mevcuttur ne de geçip gitmiştir; ama her za
man gelmektedir, sürekli soru sormanın kaynağıdır." 5 Pierre Klossowski, bu
ikinci ölümün aslında bir ölüm simülakrumu (ölümün kötü kopyası) oldu
ğunu söyler. Bir ölüm simülakrumu olarak özneleşmeyen ve nesneleşmeyen
Ulus Baker'in kendisini biz kardeş ruhları yararına kurban etmesi, bir özne
ve bir nesne olarak Ulus Baker'in iç organlarının iflas etmesi yüzünden öl
müş olması gerçeğinin yerini alır.
Tanıl Bora ve Mahmut Mutman, Ulus Baker'in ölümünden sonra yazdık
ları yazılarda Baker'in bir "melek" olduğunu ifade etmişlerdir. Hatta Mut
man daha ileri gitmiş ve "Dostlarının bir kısmı gibi ben de onun bu 'me
lek'liğini en sorunlu yönü olarak gördüm" 6 demiştir. Ama Melek-Ulus Ba
ker'in yanında bir de Mesih-Ulus Baker vardır. Melek-Ulus Baker'in hayvan
oluş'unun yanında Bir de Mesih-Ulus Baker'in makinesel düzenleme olarak
belirmesi yer alır. Benjamin'in değerler hiyerarşisinde Mesih, Meleğin daha
üstündeyken, Deleuze'ün değerler hiyerarşisinde Makine, Hayvan-oluş'un
daha üstindedir. Benjamin'de "melek" (tarih meleği) yıkıntı yığınları olarak
geçmişe (kendindeki-tarihe) bakar ve bu geçmişe dair hiçbir şey yapamaz
ken, Mesih, geçmişi (tarihi), yıkıntı yığınları olmaktan kurtarır ve onu fark
lılaştırarak ona yeni bir anlam verir. Deleuze'de "hayvan-oluş", içine girdiği
Oidipal ilişkileri patlatmak için onu kendi ucuna kadar sürükler. Bürokrasi
yi ve aileyi defalarca hırpalayarak kaçış çizgilerinin imkanlarını çoğaltır.
Ama sonunda başarısız olur. Makinesel düzenlemeler, hayvan-oluş'un zaaf
larının üstesinden gelirler. Arzunun akışının kesintiye uğramamasını yalnız
ca makinesel düzenlemeler sağlayabilir. Çünkü yalnızca makinelerin söküle
bilirlik özellikleri vardır.
Ulus Baker, tehlikeye açık yaşayarak kendini kurban etmiştir. Fakat ben
bu kurban edilmeyi, "hayvan oluş"tan "makinesel düzenleme"lere geçiş ola
rak görüyorum. Melek-Ulus Baker'in hayvan-oluş'u, Mesih-Ulus Baker'in
makinesel düzenleme olarak belirmesi lehine kendini tehlikeye atmış, kur
ban etmiş ve öldürmüştür. Melek-Ulus Baker, kendisinden daha üstün olan
Mesih-Ulus Baker'in yaşaması için sistemli bir şekilde intihar etmiştir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
227
228
Erkan Tüzün
Mesih Ulus Baker kimdir? Melek Ulus Baker'in kendisini, birbirleriyle
iletişime geçsinler diye tehlikeye atarak kurban ettiği "ortak bir şeyleri ola
mayanların ortaklığı" ilkesi üzerine kurulmuş ignoramus=bilmiyoruz cema
atinin üyelerinin her biri aynı zamanda cemaatin tamamı olduğu için, sü
rekli soru sorarak kendilerini tehlikeye atan, kendilerini tehlikeye atarak
yaralarını sürekli açık tutan, cemaatin her bir üyesi, her bir kardeş ruh,
Melek-Ulus Baker'in kurban edilmesini olumlulukla onayladıkları an, ce
maatin kendisi olan Mesih-Ulus Baker'in ta kendisi olurlar. Kendiliğinden
başlayan bir çekicilik ve ilişkinin belirişi olarak arzu, bu ortak açık ya
ra'dan akar. Cemaatin kendisi açık bir yaradır. Yara kapandığında, cemaat
dağılacaktır.
Ulus Baker'in ignoramus'u olan içsel deneyimi aynı zamanda bir kurban
edilme deneyimidir. İbrahim, oğlunu kurban etmek üzere Tanrı'ya adamış
tır. Tam o sırada Tanrı, İbrahim'e oğlunun yerine kurban etmesi için Melek
vasıtasıyla koç gönderir. Fakat Melek-Ulus Baker, İbrahim'in bıçağının altı
na koçun boynunu uzatacağına kendi boynunu uzatır. Melek-Ulus Baker,
Tanrı'ya karşı gelir ve kendisini kurban eder. Neden? Çünkü ölüm anında,
ölüme ramak kala Melek, kendisini kurbanlık koçtan ayıramaz. Melek de bir
Hayvan-oluş'tur çünkü. Melek-Ulus Baker, Tanrı'ya doğru batacağına Tan
n'ya karşı gelir ve Mesih-Ulus Baker'e doğru batar. Her şey bir makinedir ve
"her makine bir makinenin bir makinesidir. Makine, arzunun akışını üreten
bir diğer makineye bağlandığı müddetçe arzunun akışının kesilmesini üre
tir." 7 Melek-Ulus Baker kendisini Mesih-Ulus Baker'e doğru kurban ederek,
kendisini Tanrı-Makinesi'nden söker ve Mesih-Makinesi'ne takar. Kurban
edilme olayı sırasında Melek-Ulus Baker ile Mesih-Ulus Baker arasından
ölüm akar. Tehlike akar. Devrimci olağanüstü durum akar.
Melih Başaran'ın Kurbansal Sunu 'nun bir yerinde belirttiği gibi, "Ger
çekte kurban edilen şey, 'mevcudiyet' değil, ama 'mevcudiyetinde' olunama
yan şey, izdir." Melek-Ulus Baker, egemen iktidarın, öznelerini yönetmek
için kullandığı belirsizliği, olağanüstü durumu ve tehlikeyi olumlulukla
onaylayarak ve tehlikeyi bir tehlike simülakrumuyla kendi üzerine alarak,
içsel deneyiminin ya da ignoramusunun kendi kendisinin otoritesi olması
nın bedelini, "ölerek" ödemiştir. Ben, bu ölümü, bu transformasyonu, Me
lek-Ulus Baker'e göre daha üstün bir form olan Mesih-Ulus Baker'i (yani ya
şamlarını tehlikeye atan ignoramus cemaatinin üyelerini, yani bizleri) yarat
mak ve biçimlendirmek için zorunlulukla yaşanması gereken bir kurban
Cogito,
sayı:
54, 2008
Ulus Baker'in lçsel Deneyiminde Trajik Olan
edilme deneyimi olarak görüyorum. Ulus Baker'in ölümü ona ait değildir.
Hiç kimse ölümü tek başına yaşayamaz.
Ulus Baker'in ölümü Hegel'i hem onaylar hem de ona karşı çıkar. Melek
Ulus Baker'den Mesih-Ulus Baker'e geçiş, bu arzunun akışı, bu ölüm, bu ba
tış, bir içerip aşma ve bir kaldırma (aufheben, relieve) deneyimidir. Kurban
edilme olayı sırasında Melek Ulus Baker "aşılmış"tır. Ölümüyle Ulus Baker
"aşılmış"tır. Ama gene de ondan geriye birtakım izler kalmıştır. Ben, Mesih
Ulus Baker'in (yani, cemaat üyeleri olarak bizlerin), Mesih Ulus Baker'den ge
riye kalan izler olduğumuzu düşünüyorum. Gerçekte Biz kurban ediliyoruz.
Ulus Baker'in ignoramus'u, dışarının düşüncesini önüne koyar. Melek
Ulus Baker'in kendisini tehlikeye atarak kurban etmesiyle elde kalan Mesih
Ulus Baker, kaldırılan Ulus Baker'in "dışarısı"dır. Ama burada, "stratejik dı
şarısı"yla (Deleuze'ün "exteriority" dediğiyle) "taktik dışarısı"nı (Deleu
ze'ün "outside-dehors" dediğini) birbirinden ayırmamız gerekir. 8 İkincisi,
bizi doğrudan, içerinin aşılmasına değil de, içeride yaşanan dışarının dene
yimine gönderiyor. Biz, içteki dışın, yani akıldaki deliliğin imkanlarını ço
ğaltarak birbirimizle iletişime geçiyoruz. Kimimiz de, Ulus Baker gibi, bu
iletişimi çiçeklendirmek için kendimizi kurban ediyoruz. Çünkü "Tehlikeye
atılan, izole edilmiş öznenin içe aitliği değil, öznenin sınırlarını çizen içerisi
/ dışarısı bölünmesinin dışa aitliğidir."9 "Ortak yaşamın ölüm yüksekliğinde
durması zorunludur. Fakat bir cemaat ancak ölümün yoğunluk düzeyinde
varlığını sürdürebilir, cemaat, tehlikenin o çok özel büyüklüğüne erişemedi
ğinde çözülür." 1 0 Ulus Baker'in içsel deneyiminde bu cemaat arayışı çok be
lirgindir. Tehlikeye attığı yaşamını başka tehlikeye atılmış ignoramus 1arla
daha da tehlikeli kılmak için Ulus Baker, Özgürlük ve Dayanışma Parti
si'nden "Aralık" dergisi projesine, Norgunk Yayınları'ndan "Körotonomed
ya" ağına kadar birçok grubu desteklemiş ya da fiilen içinde yer almıştır.
Çünkü "iletişim, kendi varlıklarını tehlikeye atmış, ölümün, hiçliğin sınırına
yerleşmiş varlıkları gerektirir. " l 1 Ne ki, Ulus Baker'in desteklediği ya da
içinde yer aldığı projelerin hiçbiri "cemaat" değildir. Olsa olsa grupturlar.
Melek'tirler. Hayvan-oluş'turlar. Ulus Baker bu grupları desteklemiş, kışkırt
mış, bizzat kurucusu olmuştur. Çünkü Melek'te, Hayvan-oluş'ta ve Grup'ta,
eksik de olsa yine de bir Mesih-Makine-cemaat belirmesi potansiyel olarak
mevcuttur. Mesela Ulus Baker, ÖDP için "Herşeye karşın özellikle 'biçimler
le' uğraşabilecek gerçek bir potansiyele sahip tek oluşum olarak sivriliyor
Türkiye'de." 1 2 diye yazmıştır.
Cogito,
sayı:
54, 2008
229
230
Erkan Tüzün
Ne ÖDP, ne "Aralık" dergisi projesi, ne Norgunk Yayınlan ne de Körotono
medya ağı. .. Bunlann hiç biri, "ortak bir şeyleri olmayanlann ortaklığı" ilkesi
üzerine kurulmuş ve ortak tehlike olan Ölüm eserine açık olan üyeleri, kendi
lerini, açık yaralan olan bilmiyoruz'a kurban eden ignoramus cemaatinin yeri
ni alamazlar. Evet, bu gruplar, "atlayışın anlamını kavramaya muktedir"<lirler,
Ulus Baker'in içsel deneyiminin oluşmasında birinci dereceden faildirler. Ek
sik olan şey, Meleği Mesih'ten, hayvan-oluş'u makinelerden, bu gruplan da ce
maatten uzaklaştıran şey, "atlayışı yaşamaktan aciz" olmalarıdır. Melek
Ulus Baker'in dostlan, hasta olduğu halde alkol almasından, sağlığına dikkat
etmemesinden, yazılannın azlığından, etrafında bir efsane yaratılmasına izin
vermesinden ve daha birçok şeyden şikayet ederler. Efsaneyi yaratanlar olarak
bizler de burada soruyoruz. "Atlayışın anlamını kavramaya muktedir; fakat at
layışı gerçekleştirmekten aciz olanlar onu anlayabilecekler midir?" 1 3
Kendisini -onun ignoramus'unu izleyen bizler için- kurban etmiş Me
lek-Ulus Baker, Nietzsche'nin deyişiyle Mesih-Ulus Baker'e doğru "batmış",
Bataille'ın deyişiyle Mesih-Ulus Baker'e doğru "atlamış"tır. Bana kalırsa,
Mesih-Ulus Baker, atlayışın, tehlikede yaşayışın ve batışın ta kendisidir.
Mesih-Ulus Baker ve ignoramus cemaati, "anlamsızlık rejimi"nde nefes
alır. Çünkü tehlikeli olan, "anlamsızlık rejimi"dir. Tersine, Melek-Ulus Baker
ve dostları, kendilerini eylemlerinin özneleri olarak gördükçe özgürleştikleri
yanılsamasıyla sözde sürü insanlanna dışandan bilinç aktardıklan "anlam
rejimi"nde konumlanırlar. Oysa, fiilen var olan iktidar ilşkilerini anlamak
için, kendimizi Mesih'in, Makinesel düzenlemelerin ve ignoramus=bilmiyo
ruz=tehlikeye açıklık cemaatinin bulunduğu "Direniş"in yerine konumlandır
mamız gerekir. "Direniş"in yerinden baktığımızda; geç modernliğin, özneleri
ni birden fazla iktidar rejimiyle yönettiğini keşfederiz. (Zaten birden fazla ik
tidar rejimi olduğu için birden fazla direniş rejimi olmalıdır.) Fiilen var olan
toplum, anlam rejimi ve anlamsızlık rejimi olmak üzere ikiye bölünmüştür.
Devletin üstlendiği ve merkezine de bireylerin doğal hayatlannı oturttuğu po
lis-bilim prosedürleri ve makro-iktidar ilişkilerinin uygulandığı "anlam reji
mi"nde temel direniş biçimi, hayvan-oluş'a özgü kaçış çizgilerinin imkanlan
nı çoğaltmak ve sözde sürüye dışarıdan bilinç ve anlam aktararak onları
Kantçı-Sartrecı-Habermasçı perspektifle aydınlatmaktır. Klasik anarşizmden
Stalinizmin türevlerine ve Kuçuradizm'e dek birçok Kantçı proje bu anlam
rejiminde performans gösterir. Toplumun ezici çoğunluğu, temel paradigma
sı stratejik siyaset felsefesi olan bu "anlam rejimi"nde nefes alır. Anlam reji-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Ulus Baker'in İçsel Deneyiminde Trajik Olan
mi kendi içinde "özgür insanlar" ve sözde "sürü insanları" olmak üzere ikiye
bölünmüştür. Demek ki, Melek-Ulus Baker ve dostlarının hayvan-oluş'ları,
sözde sürüye dışarıdan bilinç aktaran özgür insanların kaçış çizgilerinde do
laşırlar. Ne ki, anlamsızlık rejimi de kendi içinde ikiye bölünmüştür. Temel
paradigması taktik siyaset felsefesi olan "anlamsızlık rejimi"nde, geç mo
dernliğin ürettiği en yetkin insan tipi olan "yüksek insanlar", ve hayatlarını
tehlikeye=helirsize=ölüme=hilmiyoruz'a açan "trajik insanlar" arasında, kaza
nanı anlam rejiminin dilini belirleyecek olan simülakrum savaşları yaşanır.
Modernliğin son iki yüz yılı, bize, trajik insanların, modern edebiyat=yazannı
öldüren eser demek olan delilik deneyimi geleneğinde "biriktiklerini", birleş
tiklerini ve cemaat oluşturduklarını göstermiştir.
Nietzscheci anlamda en yetkin insan tipi olan "yüksek insanlar" , anlam
rejimindeki sözde sürü insanlarının idolüdürler. Yüksek insanlar, yetkindir
ler, aşkındırlar, çünkü bütünüyle anlamsızdırlar. Tamamen anlamsız olmayı
başarmışlardır. Hiçbir değerleri, hiçbir orijinleri yoktur. Zaten bunun için
çok güçlüdürler. Yüksek insanlar, "Anti-Darwin" ilkesinin de yardımıyla top
lumun en üstüne gelmişlerdir. En sağlıklı, en bakımlı, en eğitimli, en kültür
lü, en üretken . . . olan yüksek insanlar, geç modernliğin yaşam biçimi olan
Debordcu Gösteri Toplumu'nu, Baudrillardcı "simülasyon evrenini" ve fiilen
var olan şu imajlar cehennemini yeniden ve yeniden üretirler. Anlamsızdır
lar, çünkü gösteri toplumunun yararına eylemlerinde simülakrum tavrı takı
nırlar. Anlamsız oldukları için aslında düpedüz psikozludurlar. Ne ki, onla
rın psikozlu olmaları asla bir hastalık düzeyine varmaz. Çünkü yüksek in
sanları idolleştiren gösteri toplumu, anlamsızlık rejimi ve geç kapitalizm de
düpedüz psikotiktir. Gösteri Toplumu, içerilmiş faşizmin yararına psikozlu
ruh halini meşrulaştırır.
Melek-Ulus Baker'in, kendisini ona doğru "batırdığı" Mesih-Ulus Baker,
Nietzsche'ci anlamda bir "trajik insan" olarak, Türkiye'deki delilik deneyi
mi=ignoramus geleneğinin orijinidir. Ulus Baker sadece atlayışın anlamını
kavramakla yetinmemiş, atlayış, batış ve kurban edilme deneyimlerini kendi
ucuna kadar götürmüş ve orada mümkün kılmıştır. Mesih-Ulus Baker, an
lamsızlık rejiminde yaşar ve insan hakları, özne, etik, değer felsefesi gibi re
aktif tuzaklara kapıları kapatır. Anlamsız ve gerçeksiz olduğu için Mesih
Ulus Baker aslında düpedüz delidir, psikozludur. Ve Ulus Baker, gösteri top
lumuna bilinçli olarak zarar verdiği için, onun deliliği, egemen iktidar için
bir hastalık biçimini alır. Ulus Baker bu hastalığı=tehlikeyi=helirsizliği dibine
Cogito,
sayı:
54, 2008
231
232 Erkan Tüzün
kadar onaylar; çünkü bilmektedir ki, onu öldürmeyen hastalık, onu şeytan
gibi güçlü yapacaktır. Demek ki, Mesih-Ulus Baker yalnızca deli değil, şey
tandır da. İgnoramus cemaatinin her bir üyesi cemaatin tamamı demek ol
duğu için ve cemaatin tamamı Mesih-Ulus Baker olduğu için, cemaat, arzu
felsefesine özgü devrimci deliliği, içsel deneyime özgü devrimci ölümü ve
Kötülük Çiçekleri'ne özgü devrimci satanizmi meşrulaştırır.
Egemen iktidar birden fazla iktidar ilişkisini öznelerine uygulamaktadır.
Egemen iktidarı altetmek için, demek ki birden fazla direniş hamlesinde bu
lunmak gerekir. Çünkü bu dünya Çokluk'tur. Mesih-Ulus Baker=atlayış=ba
tış=kurban edilme deneyimi, egemen iktidara ve kendine karşı dört hamlede
bulunur, dört yerden saldırır: 1 .) Gösteri toplumunu yücelten anlamsız yük
sek insanlara karşı simülakrum silahını devrimci anlamda yeniden modifiye
eder. (Baudrillard'da simülakrumlar edilgen, düzen yanlısı ve asalak olduk
ları halde, Deleuze'de, Foucault'da ve Klossowski'de simülakrum, devrimci
bir silah hüviyetini kazanır.) Ulus Baker'in kurban edilmesi bir ölüm simü
lakrumudur. 2.) Sözde sürü insanlarına dışarıdan bilinç=anlam aktaran öz
gür insanlar, artık ekonomik olmadıkları için egemen iktidar tarafından de
ğerden düşürülmektedirler. Tarihin ve büyük anlatıların sonunu bundan da
ha iyi ne açıklayabilir? Egemenler için ekonomik olmadıklarından yeryü
zünden silinen bu Kantçı edilgenliklere bir tekme de Mesih-Ulus Baker atar.
Onları öldürmek onlara en büyük yardımdır. (Yardım=Mesihsellik.) 3.) Ege
men iktidar, öznelerini (yani özgür insanların dışarıdan bilinç=anlam aktar
dıkları sözde sürü insanlarını) milliyetçilikleri ve dinleri içselleştirerek yö
netmektedir. Mesih-Ulus Baker'in de içinde bulunduğu trajik insanların bi
riktiği ve şimdilerde siyaset felsefesinin Anarşist olduğu savunulan yazannı
öldüren eser=modern edebiyat=dışannın düşüncesi=delilik deneyimi geleneği,
milliyetçilikten ve dinci gericilikten kaçacağına, ağlayıp sızlanacağına, gel
mekte olan felaketi bastıracağına, milliyetçiliğin ve dinin simülakrlarını icat
ederek bir karşı saldırıda bulunur. Rus Devrimi'nde ve İspanya İç Savaşı'nda
anarşistler, milliyetçiliğin ve dinin çok güçlü olduğu bu toplumlarda bir si
mülakrum tavrı takınarak sistemde yarıklar açmışlar, rütbeleri kaldırmışlar,
geçici otonom bölgeler yaratmışlardır. Yurtseverlik, vatanseverlik, nasyonal
sosyalizm ve mistisizm, milliyetçiliğin ve dinin iyi kopyaları oldukları hal
de, mesela Heidegger'in ignoramus'u, milliyetçiliğin kötü kopyasıdır=simü
lakrıdır. Heidegger bir milliyetçilik simülakrumuyla nasyonal sosyalizme
saldırmış ve fakat başarısız olmuştur. (Ölüm simülakrumu Mesih-Ulus Ba-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Ulus Baker'in İçsel Deneyiminde Trajik Olan
ker'in Spinoza tutkusundan Tanrı simülakrumuna akar.) 4.) Mesih-Ulus Ba
ker, kalan son kurşunu kendisine sıkar. Bu son hamle, Ulus Baker'in atlayışı
olan içsel deneyiminden başka bir şey değildir. Georges Bataille'ın malum
içsel deneyime dair üç önerisi vardır: " l . İçsel deneyim, temel ilkesine ve
ereğine yalnızca kurtuluşun yokluğunda ve bütün ümitlerden feragat edil
mesinde sahip olur. 2. İçsel deneyim yalnızca deneyimin kendisinin otorite
olmasını onaylar. 3 . İçsel deneyim yalnızca anlaşmazlığa ve bilmemeye da
yanır." 14 Maurice Blanchot, İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulan Sokratik
Fakülte grubunda bu ikinci ilkeye şöyle bir katkı yapmıştır: "İçsel deneyim
otorite olarak yalnızca kendisini kabul ettiği için bunun bedelini öder." De
mek ki, Ulus Baker'in ölümü aynı zamanda bir bedel ödemedir de.
Melek-Ulus Baker'in kendisini Mesih Ulus Baker'e doğru batırmasından,
yani Meleğin kurban edilmesinden sonra, İgnoramus cemaatinin üyeleri tek
tek Ulus Baker'in ötekisi olurlar. Melek-Ulus Baker, atlayışın anlamını kav
ramaya muktedir fakat atlayışı yaşamaktan aciz edilgen dostlarını kendinde
konuk etmiştir. Mesih-Ulus Baker'se, atlayışı gerçekleştirmeye muktedir ce
maat üyelerini kendinde tutsak alacaktır. Bizler Mesih-Ulus Baker'in tutsak
larıyız. (Ulus Baker'in ölümü bizi birbirimize bağlamıştır.) Bir tutukluluk
halinde, Mesih-Ulus Baker'in bütün sorumluluğunu yüklendik biz. Mesih
Ulus Baker bizim ötekimizdir. Biz kendimizi Mesih-Ulus Baker'de tanırız.
İgnoramus cemaati, tıpkı Derrida'nın söylediği gibi, kendisinin yapımbo
zumunu temin ederl S ve Mesih-Ulus Baker demek olan cemaat, Melek-Ulus
Baker'in "İgnoramus, Sokrates'e atfedilen tanım değildir artık." 1 6 sözünü
yapımbozuma uğratır. Zira, Sokrates'in, Spinoza'nın, Georges Bataille'ın ve
Ulus Baker'in ignoramuslan arasında kan bağı vardır: Bataille'ın Sokratik
Fakülte'de belirttiği gibi, Sokrates'in "Kendini bil." maksimi, içsel deneyimin
temel ilkesidir. Sokrates'in "Tek bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmedi
ğim" maksimi ise bilmemenin (nonknowledge) temel ilkesidir.
İgnoramus cemaati, Ulus Baker'in "kadın" görüşünü yapımbozuma uğra
tır. Ulus Baker "Kadın ve Çocuk" başlıklı makalesinde, "Yetkin kadın yetkin
erkeğe göre daha yüksek bir insan tipidir, üstelik çok enderdir. Hayvanbili
mi bu varsayımın olasılığını göstermek için bir yoldur." 1 7 diye yazdığında,
aslında İnsanca Pek İnsanca 'nın yazarı Nietzsche'yi, gayet aristokratik bir
anarşizmi yücelterek kelimesi kelimesine tekrarlama zahmetine girmiştir.
Derrida, Mahmuzlar'da, Nietzsche'nin birbiriyle çelişir görünen böyle çok
sayıda kadın görüşünün olduğunu, dolayısıyla Nietzsche'de sabit bir kadın
Cogito,
sayı:
54, 2008
233
234
Erkan Tüzün
görüşünün bulunmadığını yazar. 1 8 İlginç olan, Derrida'nın buradan hare
ketle, kadının kendisi ve Nietzsche'nin kendisi diye bir şeyin olmadığını ima
etmesidir. Georges Bataille'ın "Nietzsche" yorumu, Nietzsche'yi anlamak
için onun gibi delirmemiz gerektiğini ima eder. Derrida'nın "Nietzsche" yo
rumu, Nietzsche'nin kendisi diye bir şeyin olmadığını ima eder. Kendisini
daha üstün bir form için kurban ederek Nietzsche'nin atlayışını gerçekleşti
ren Ulus Baker'in "kendisi" diye bir şeyden de söz edilemez. O halde Orhan
Koçak, Aşındırma Denemeleri'ne yazdığı sonsözde, "Her zaman Ulus Ba
ker'in kendisini bulma imkanımız var." diyerek fevkalade yanılmıştır. Çünkü
Orhan Koçak sadece Melek-Ulus Baker'i tanımıştır.
Güçlerin bolluğu demek olan trajik yoğunluk demek olan ölçüsüz enerji
harcamalan demek olan varlıklann bütünlüklerinin bozulması demek olan
kötülük demek olan tehlikede yaşamak demek olan sürekli soru sormak de
mek olan bilmiyoruz=ignoramus, yalnızca Doruğa baktığında "Bilmiyorum"
der. Doruğun ulaşılmazlığı, yani Ulus Baker'in ignoramus'unun alabileceği
en üstün biçim olan Mesih-Ulus Baker, "Ulus Baker'in kendisine" olanaksı
zın alanında, ama yalnızca orada nefes aldırır. Melek-Ulus Baker'in olanaklı
kendisini tehlikeye atarak ona doğru kurban ettiği Mesih-Ulus Baker maki
nesi, en yüce doruk'tur. Zerdüşt'ün burada başladığı öğle zamanıdır. Doruk,
tanımı gereği, ulaşılmazdır, imkansızdır. Doruk, ulaşılması ve anlaşılması
gereken bir şey değildir. Mesih-Ulus Baker, doruğun kendisi değildir. Çünkü
olanaksızın kendisi diye bir şey olamaz. Mesih-Ulus Baker, doruğun ulaşıl
maz olmasıdır. İmkansız olanın imkansızlığının onaylanmasıdır. Belki de
Mesih-Ulus Baker, doruğu onaylayarak gülen Dionysos'tan başkası değildir.
Doruk ulaşılmazdır. Düşüş de kaçınılmazdır. Tükenme ve yorgunluk de
mek olan varlığı koruma ve zenginleştirme kaygısı demek olan ahlak kurallan
demek olan iyilik demek olan Düşüş'ün kaçınılmaz olması, "tehlikede yaşa
ma"nın Ulus Baker'e kendini kurban etme olarak ödettiği ve bizim olumlu
lukla onayladığımız ve bizim şimdi daha üstün bir kurban edilme deneyimi
için gözlerimizi kamaştıran bedeldir.
Melek-Ulus Baker'in dostları, Ulus Baker'in çıktığı doruğa (Mesih-Ulus
Baker'in "zamanın zamanı" geldiğinde kurban edilmesi gereken bir trajik
yapı olmasına) gözlerini sımsıkı kaparlarken, Ulus Baker'in tehlikede yaşa
yarak kendisini kurban etmesine ödediği kaçınılmaz bedeli (DÜŞÜŞÜ) onun
bir zaafı olarak görürler. Atlayışın anlamını (Melek-Ulus Baker'i) kavramaya
muktedir; fakat atlayışı (Mesih-Ulus Baker'in deneyimini) gerçekleştirmek-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Ulus Baker'in İçsel Deneyiminde Trajik Olan
ten aciz, Melek-Ulus Baker'in dostları, Ulus Baker'i anlamaktan çok uzaktır
lar. Doruğa bakacak kadar güçlü olan Mesih-Ulus Baker'in dostları ise doru
ğa baktıkları zaman, Melek-Ulus Baker'in ölmesine sanki Tanrı'yı öldürmüş
lercesine sevinerek gülerler. "Ulaşılmaz" Doruğa bakamayacak kadar güçsüz
olan Melek-Ulus Baker'in dostları ise kaçınılmaz DÜŞÜŞE bakarak boş yere
ağlarlar. Boş yere ağlarlar; çünkü DÜŞÜŞ kaçınılmazdır.
Fiilen var olan iktidar ilişkilerini anlamamız için kendimizi öncelikle
Mesih-Ulus Baker'in bulunduğu direnişin yerine konumlandırmamız gere
kir. Bu yer, ya da yer olamayan yer, "olması gereken"in değil, "fiilen var
olan"ın yeridir. Mesih-Ulus Baker, geleneksel etiğin aksine, "olması gere
ken"i "fiilen var olan"ın yerine taşır. Gelecek, Mesih-Ulus Baker'in arkasın
dadır. Geçmiş, Mesih-Ulus Baker'in önündedir ve kurtarılmayı bekler. Fiilen
var olan iktidar ilişkilerini anlamak için, her yeri işgal etmiş olan o olanak
sız mevcudiyete, Melek-Ulus Baker'in Mesih-Ulus Baker'e doğru kurban
edilmesinden arta kalan izlere (DORUGA) gülerek bakarız. Çürümekte olan
kurban demek olan Melek-Ulus Baker'in leşi, iz-kuvvetler'in rastlantısal mü
cadele yeri olarak Bizi, her biri cemaatin tamamı demek olan, ignoramus
cemaatinin üyelerini ele geçirir. Leş-Melek-Ulus Baker ile Leş yiyen (Leş'i yi
yerek kurtaran) Mesih-Ulus Baker, Bizi tutsak almak için yarışırlar. Leş-Me
lek-Ulus Baker'i kurban ederek bu sonsuz acıyı oyulmuş göz yuvarlarımızda
besleriz. Melek-Ulus Baker'in kurban edilmesinden arta kalkan izleri (Leşi),
bir simülakrum tavrı takınarak, Mesih-Ulus Baker'in üretken bilinçdışını ye
ni bir anlamda farklılaştırmak için kullanırız. Oyulmuş göz yuvarlarımızdan
kan gelene kadar güleriz. Bundan böyle Mesih-Ulus Baker demek olan kendi
mizi kurban etmek için, gülmek ve kurban etmek dışında hiçbir ortaklığımı
zın olmadığını düşündüğümüz ignoramus ceamaatinin üyelerinden birisi
olan Türkiye Nihilizmi'nin bıçağının altına gövdemizi (Mesih-Ulus Baker'in
gövdesini) yatırırız. (Mesih-Ulus Baker'in başı yoktur. Başsızdır.)
Dostlarının "melek" dedikleri Ulus Baker, kendisini Mesih-Ulus Ba
ker uğruna tehlikeye atarak kurban etmiştir. Mesih-Ulus Baker'in dostları,
bu kurban edilme olayının kutsallığı etrafında birleşerek birbirleriyle iletişi
me geçerler ve ignoramus=bilmiyoruz cemaatini kurarlar. Ulus Baker, kendi
sini kurban ederek bir "Ulus Baker cemaati" oluşturmuş ve süreksiz varlığı
nın sürekliliğini sağlamıştır. Varlığın sürekliliği için kurban etme olayının
devam etmesi zorunludur. Şimdi sıra Mesih-Ulus Baker'in kurban edilmesi
ne gelmiştir. Ulus Baker'in içsel deneyiminde trajik olan, Melek-Ulus Ba-
Cogito,
sayı :
54, 2008
235
236
Erkan Tüzün
ker'in Mesih-Ulus Baker'e doğru batmasıdır. Bizim içsel deneyimimizde tra
jik olacak olan, zamanın zamanı geldiğinde hiç duraksamadan Mesih-Ulus
Baker'i batırmamız olacaktır. Tragedyanın tamamlanması için tüm trajik
yapıların yıkılması zorunludur. Cemaat üyelerinin her biri aynı zamanda ce
maatin tamamı oldukları için, ignoramus cemaatinin her bir üyesi Mesih
Ulus Baker'den başkası olamaz. Mesih-Ulus Baker, kurban edilmek üzere
başsız gövdesini güle oynaya en yüksek belirsize, istisna haline, tam da kri
zin içine ve tehlikeye fırlatıp atar. Bu durumda, Egemen İktidar şunu çok iyi
görmektedir ki, Mesih-Ulus Baker, Melek-Ulus Baker'den çok çok daha teh
likelidir.
Çünkü Cellat-Egemen İktidar, Kurban-Mesih-Ulus Baker'in canını alma
ya geldiğinde, Kurban-Mesih-Ulus Baker bu kez daha önce davranıp, Türki
ye'deki şu Cellat-Egemen-İktidar'ın canını alabilir.
Notlar
Maurice Blanchot, İtiraf Edilemeyen Cemaat, Çev.: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınlan, ı 997, s. 25 .
2 Osman Çakmakçı, "Ulus Baker'in 'Oluşan' Ölümü", cogito, S: s ı , s. 22.
3 Mahmut Mutman, "Ulus Baker'in Yaşamı ve Ölümü: Eros ve Etik", tesmeralsekdiz, no: 2 , s. ı41 .
4 Gilles Deleuze, Logic of Sense, Çev.: Mark Lester ve Charles Stivale, New York: Columbia
University Press, ı 990, s. ı s ı .
5 Gille Deleuze, Difference and Repetition, Çev.: Paul Patton, New York: Columbia University
Press, ı 994, s. ı ı 2 .
6 "Ulus Baker'in Yaşamı ve Ölümü: Eros ve Etik", s. ı 4 1 .
7 Gilles Deleuze, Anti-Oedipus, Çev.: Robert Hurley, Mark Seem ve Helen R. Lane, Continu
um: 2007, s. 3 9.
8 Gilles Deleuze, Foucault, Çev.: Sean Hand, Continuum: 2006, s. 72 .
9 Zeynep Direk, "Erotic Experience and Sexual Difference in Bataille", Reading Bataille Now
içinde, Ed.: Shannon Winnubst, Bloomington: Indiana University Press, 2007.
1 0 Georges Bataille'dan aktaran Maurice Blanchot, İtiraf Edilemeyen Cemaat, s. 22 .
ı ı Georges Bataille, Nietzsche Üzerine, Çev.: Mukadder Yakuboğlu, Kabalcı Yayınlan, 2000, s. 46.
ı2 Ulus Baker, Aşındırma Denemeleri, s. ı41 .
1 3 Georges Bataille, "Nietzsche'nin Gülüşü ", cogito, S. 2 ı , s. ı 09.
ı4 Georges Bataille, "Socratic College", the unfinished system of nonknowledge içinde, Çev.:
Michelle Kendall and Stuart Kendall, University of Minnesota Press, 200 ı , s. 1 2 .
ı s Jacques Derrida, "The Ends of Man", Margins of Philosophy içinde, Çev.: Alan Bass, Heme!
Hempstead: Harvester Wheatshaef, ı 982, s. 1 35 .
ı6 Ulus Baker, Aşındırma Denemeleri, s. 28 .
ı 7 Ulus Baker, "Kadın ve Çocuk", cogito, S. s ı , s. 327 .
ı 8 Jacques Derrida, "The Gaze of Oedipus", Spurs içinde, Çev.: Barbara Harlow, The Univer
sity of Chicago Press, 1 979.
Cogito,
sayı :
54, 2008
Trajik Görüngüsü Üzerine
MAX SCH ELER
B u yazıda, trajik olayların tasvir edildiği belirli bir sanat dalını konu
edinmeyeceğiz. Her ne kadar günümüze kadar ulaşan tragedya formlarını
inceleyerek, trajik olanın gerçek bilgisini edinmek mümkünse de, trajik gö
rüngüsüne salt sanat yapıtı üzerinden ulaşmak imkansızdır. Trajik olan, da
ha çok, evrenin esas öğelerinden biridir. Sanatsal sunum ve tragedya yazan
tarafından kullanılan malzeme, bu öğenin karanlık cevherini peşinen içinde
barındırmalıdır. Bir tragedyayı hakiki tragedya yapan şeyin ne olduğunu an
lamak için öncelikle bu görüngüye dair olabildiğince net bir görüşe sahip ol
mak durumundayız. Trajik olanın esasında "estetik" bir görüngü olup olma
dığı da şüphelidir. Trajik olaylarla ve durumlarla dolu olan hayattan ve ta
rihten bahsederken bile, belirli bir estetik yaklaşımda bulunmayız. Trajik
olanın duygularımıza nasıl etki ettiğine veya sanatsal bir biçimde sunulan
trajikten nasıl olup da "zevk aldığımıza" dair sorulan da ele almayacağız.
Çünkü bunların hiçbiri bize trajik olanın ne olduğunu söyleyemez. Trajik bir
olayı gözlemleyen kişinin deneyiminden yola çıkarak bu deneyimin "nesnel
koşullarını" ve hatırlattıklarını bulmaya ve anlamaya çalışan alışıldık "psi
kolojik" gözlem yöntemi, meseleyi netleştirmekten çok, bizi ondan uzaklaş
tırır. Bize trajik olanın ne olduğunu değil, nasıl etki ettiğini açıklar.
Trajik, her şeyden önce, olaylarda, yazgılarda, karakterlerde ve benzerle
rinde algılayıp gözlemlediğimiz ve onların gerçekten de içinde varolan bir
özelliktir. Bu şeylerin kendisinden çıkan ağır bir nefes, onların etrafını kuşa
tan bulanık bir parıltı gibidir; bu nefeste, benliğimizin, onun duygularının,
acı ve korku deneyimlerinin değil de dünyanın yapısının belirli bir özelliği
görünür bize. Trajik olanı gözlemleyen kişinin, şeylerden etrafa yayılan bu
Cogito,
sayı:
54, 2008
238
Max Scheler
ağır nefesi duyumsayıp, "trajik kahramanın" başını çevreleyen bulanık hale
yi görürken yaşadıkları, bu kişinin, bu görüngüyü dünyanın yapısının belirli
bir özelliğini kendine özgü sembolik kavrayışıyla anlayabilme yetisiyle ilişki
li değildir. Trajik olana karşı kör ya da yarı kör olanlar vardır - örneğin Rap
hael, Goethe ve Maeterlinck. Bu deneyimleri betimleyebilmek için, trajik
olanın ne olduğunu bilmek kesinlikle gereklidir. Ayrıca, bu deneyimler ta
rihsel açıdan, trajik olanın kendisine göre çok daha değişkendir. Her ne ka
dar Aiskhylos'un tragedyalarındaki trajik öğe her çağda aynı biçimde algıla
nabilir olsa da, bu tragedyaların günümüzde, Aiskhylos'un dönemindekin
den tümüyle farklı duyguları harekete geçirdiğine şüphe yoktur.
İzleyicinin trajik olayı gözlemlerken yaşadıkları, trajik olanı anlamanın
zihinsel süreçlerinden, izleyicinin görsel ve işitsel algılayışından ayrı tutul
malıdır; bunlar, trajik olanın "deneyim" kuramının konusudur; trajik olanın
üzerimizdeki psikolojik etkilerinin betimlemeleriyle ilgisi yoktur. Bizim me
selemiz, trajik olanın özüyle, trajik olanın tezahürünün koşullarıyla ilgilidir
ve bunlardan ayrı ele alınamaz.
O halde, nasıl bir usul izleyeceğiz? Trajik olanın örneklerini, yani, insan
ları, trajik olma özellikleriyle etkileyen olayları ve deneyimleri rasgele bir
araya getirip, "ortak" noktalarını mı bulmaya çalışacağız? Bu, deneysel açı
dan da desteklenebilecek bir tümevarım yöntemi olurdu. Ama, trajik olan
üzerimizde etki ederken benliğimizi gözlemlememizden başka bir işe de ya
ramazdı. Hem, herhangi bir şeye trajik yakıştırması yapan insanların sözle
rine güvenmeye hakkımız var mı? Burada işimize yarayacak olan görüş çok
luğu değil. Trajik olanın ne olduğuna dair herhangi bir bilgimiz olmaksızın,
ağır basan ve basmayan görüşlerden birinde karar kılmaya zorlanabilir mi
yiz? Diyelim ki, bu yöntemi gerekçelendirdik ve elimizde "trajik" tanımına
uygun çeşitli örnekler içeren alacalı bir yığın var; bu hükmü geçerli kılacak
"ortak nokta" ne olacak? Tek ortak nokta, bu örneklerin her birinin "trajik"
olarak tanımlanması olacak.
Tümevarım yöntemlerinin hepsi, hangi şeylerin ve olayların trajik oldu
ğunun değil, "trajik" olanın, onun özünün ne olduğunun zaten bilindiğini ve
hissedildiğini varsayar.
Bizim izleyeceğimiz yöntem ise farklı olacak. Diğerleri tarafından verile
bilecek olan az sayıda örnek ve görüş, tümevarım yöntemiyle bir trajik kav
ramı soyutlamamıza yaramaz; daha çok, "trajik" sözcüğünü algılama ve an
lamlandırma biçimlerini, bu anlamda ifade edilen görüngüyü, bu görüngü-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Görüngüsü Üzerine
nün hangi deneyimlerde mevcut durumuna ulaştığını, sözcüğü kullanan ki
şiyi ve o kişinin niyetini hesaba katmadan kabaca görmemiz için gerekli ze
mini hazırlar. Örneklerin, trajik olanın bir nitelik olarak üzerlerine yapıştığı
olgular olduğunu varsaymıyoruz; onlar sadece trajik olanın temel tezahürle
rini içeren şeylerdir. Bize, bu tezahürleri arayıp bulma ve nihayetinde trajik
olanın kendisine ulaşma olanağını sağlayacaklar. Burada peşine düşeceği
miz kanıtlar değil, belirtiler ve imler olacak.
Trajik olanı, metafizik, dini vb her türlü tartışmalı anlamlandırmaları
olan bir görüngü olarak ele alma eğilimine de karşı koymalıyız. Trajik, dün
yanın ve dünyadaki önemli olayların bir yorumunun sonucu değil; belirli
şeylerin bıraktığı sabit ve güçlü bir izlenim - bu izlenimin kendi de çeşitli
yorumlara tabi olabilir. Maeterlinck'in teklif ettiğine benzer teoriler (temel
de bütün rasyonalizm ve panteizm teorileri) bütünüyle yanıltıcı. Bu teorilere
göre, trajik olan, uygarlık öncesi zamanların algılama biçimlerinin ve denet
lenmeyen tutkularının etkilerini temel alan, yanlış ve dayanıksız bir dünya
yorumunun sonucu. Veya, kişinin hiçbir biçimde içinden çıkamadığı dünya
illetlerinin karşısında birdenbire şaşkına uğraması, ya da -Maeterlinck tara
fından da belirtildiği üzere- işleri yoluna koyacak aklıselim birinin etrafta
olmamasının basit bir sonucu. Bu teoriler, trajik olanın özünü aydınlatmaz,
kendi dünya yorumlarının ve bu özü görmeyi unuttukları zamanların lehine
bulanıklaştırır. Ancak biz, yadsınamaz trajik olgusuna yer bırakmadıkları
için, bu dünya yorumlarının yanlış olduğunu ve onun önemini algılamayan
her dönemin önemsiz olduğunu düşünürüz.
Trajik olanın metafizik yorumları çok ilgi çekicidir. Ama, bu yorumlar da
görüngünün kendisini şart koşarlar. Eduard von Hartmann gibi kimi meta
fizikçiler Tanrıyı trajik kahramanın kendisi olarak görür. Diğerleri, trajik
olanın şeylerin sadece yüzeyinde bulunduğunu, bütün tragedyaların arka
sında trajik olayların çözüme ulaşacağı algılanamaz bir uyum bulunduğunu
savunur. Ama trajik olayların kaynağının nerede, varoluşun temel yapısında
mı, insani tutkuların ve huzursuzluğun içinde mi olduğunu bilmek de zaten,
trajik olanın ne olduğunu bilmek olurdu.
Her "yorum", kendini sessizliğe gömen gerçekliğin katılığı karşısında ba
şarısızlığa uğrar.
Dönemin gidip gelen aklını gerçeklerle karşılaştırarak sınama gerekliği,
sadece trajik meselesi için geçerli değildir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
239
240
Max Scheler
Trajik Olan ve Değerler
Trajik adı verilebilecek olan her şey değerlerin ve değerler arasındaki ilişki
lerin alanında olup biter.
Değerlerin olmadığı bir evrende -örneğin, mekanik fiziğin inşa ettiği ev
rende- trajik olan ortaya çıkamaz.
Sadece yüksek ve aşağı, asil ve sıradan gibi değerlerin olduğu bir yerde
trajik bir olay olabilir.
Trajik olanın kendi de güzel, çirkin, iyi veya kötü gibi bir değer değildir.
Trajik olan, şeylerde, insanlarda ve nesnelerde, ancak onlara içkin değerler
aracılığıyla ortaya çıkar.
Bunun yanı sıra, her zaman değerler üzerine kurulur veya değerlerle iliş
kilidir. O sadece içinde, değer taşıyıcıların hareket ettiği ve birbirlerine şu ve
ya bu şekilde etki ettiği alanlarda bulunur.
Dingin değerler dünyasında, huzur, hüzün, ihtişam ve ciddiyet vardır burada trajik olana yer yoktur. O, değişen değerlerin alanına aittir, ortaya
çıkması için bir şey olması gerekir. İşte bu nedenle, bir şeyin olduğu ve mey
dana geldiği, yok olduğu veya ortadan kaldırıldığı zaman dilimi, trajik ola
nın tezahürünün koşuludur.
Schiller'in ileri sürdüğünün aksine, boş uzamda yücelik boldur ama tra
jik olan yoktur. Tragedya mekansız bir dünyada mümkündür ama zamansız
bir dünyada mümkün olamaz.
"Trajik", esas anlamıyla, her zaman eylemede ve elemde belirli bir etkili
liği işaret eder. Trajik eylemelerde bulunmak ve acı çekmek, trajik karakte
rin yaradılışında olmalıdır. Benzer biçimde, güçlerin çatışmasını veya uzlaş
masını gerektiren bir durum da, ancak böylesi bir etkililiğe sahip olduğu sü
rece trajiktir. Ancak, trajik olanın ortaya çıkması için, bu etkililiğin belirli
bir yönü olmalıdır: olumlu bir değerin belirlenimli bir hiyerarşide yok edilişi
ne yönelmiş olmalıdır. Onu ortadan kaldıran gücün kendisi de değersiz ola
maz, o da olumlu bir değer olmak durumundadır.
Trajik olanın gerçekleşmesi için bir değerin yok edilmesi gerekir. Bunun
muhakkak insanın varlığı veya hayatı olması gerekmez. Ama, en azından ona
dair bir şey yok edilmelidir - bir planı, arzusu, gücü, sahip olduğu bir şey ve
ya bir inancı. Trajik olan tek başına bu yok ediş değildir; trajik olan, daha dü
şük veya eşit bir değeri -ama asla daha yüksek bir değeri değil- taşıyan bir
şeyin bu yok edişe etki etme yönüdür. İyi bir adam, kötü bir adamın (veya,
asil bir adam, sıradan bir adamın) yenilgisini ve çöküşünü sağladığında, tra-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Görüngüsü Üzerine
jik olan tezahür etmez. Burada, ahlaki açıdan kabul edilebilirlik, trajik olanı
dışarıda bırakır. Ancak, bu ne kadar tartışma götürmezse, yok eden değerin
sırf bir değer taşıyıcısı olmaması, aynı zamanda yüksek olumlu bir değer taşı
yıcısı olması gerektiği de kesindir. (Burada, olumlu değerler, kendileri veya
taşıyıcıları, kötüye karşı iyi, çirkine karşı güzel vb olarak nitelendirilebilecek
değerlerdir. Elbette ki her değer -"yüksek" ve "aşağı" sıralamasındaki yerle
rinden bağımsız olarak- bu zıtlığa ve ikiliğe sahiptir.) Demek ki, trajik olanın
tezahürünün koşulu, daha yüksek olumlu değerleri yok eden kuvvetlerin de
bu olumlu değerin taşıyıcısından çıkıyor olmasıdır; aynca eşit yüksek değer
lerin taşıyıcılarının birbirlerini zayıflatıp yok etmeye "mahkum" oldukları za
man, en an ve kesin trajik tezahürü gerçekleşecektir. Herkesin "haklı" olmak
la kalmayıp, mücadeleye dahil olan her insanın ve gücün eşit derecede yük
sek bir hakkı temsil ettiği veya aynı derecede yüksek bir göreve sahip olduğu
ve bu görevi yerine getirmekle yükümlü olduğu tragedyalar da, trajik görün
güsünün en etkili tasvirleridir. Eğer yüksek olumlu değer nesnesi, örneğin,
iyi ve adil bir adam, önemsiz bir kötü nesne tarafından alt ediliyorsa, trajik
hem anlamsızlaşacak hem de irrasyonelleşecektir; asla acı ve iğrenmede kay
bolmayıp, her zaman belirli bir miktar soğukkanlılık ve sakinlik barındırması
gereken trajik merhametin yerine, olsa olsa acı dolu bir öfkeye neden olur.
Sonuç olarak: Trajik, her şeyden önce, yüksek olumlu bir değerin taşıyı
cıları (örneğin, bir ailenin, bir çiftin veya devletin bütününün yüksek ahlaki
doğası) arasındaki çatışmadır. Trajik, olumlu değerlerle, o değerlerin taşıyı
cıları arasındaki "çatışma"dır. Bu nedenle, tragedya yazarının yapması gere
ken, her şeyden önce çatışmadaki her tarafın değerlerini bütün yönleriyle
göstererek, kişilerin iç hukukunu eksiksiz ve net bir biçimde geliştirmektir.
Trajik Olan ve Keder
Bütün trajik olayların kederli olduğu doğrudur; ancak bu, oldukça farklı
bir kederdir. Dört yanı keder niteliğiyle çevrelenmiş bir olay, bir kaderdir örneğin, bir manzaranın veya bir yüzün kederi. Öte yandan, insanda keder
duygusunun uyanmasına neden olur. Ruhu kederlendirir.
Ne var ki, kederli olan her şey ve bütün kederli insanlar trajik değildir.
Her ölüm üzücüdür ve geride kalanları kederlendirir ama, şüphesiz ki, her
ölüm trajik değildir. Bir anlığına, herhangi bir değer algısından bağımsızca
oluşan, handiyse "nötr" bir duygunun neden olduğu kederi bir kenara bıra
kıp, duygularımızı harekete geçiren ve kederlenmemize neden olan belirli
Cogito,
sayı:
54, 2008
241
242
Max Scheler
bir olayın içeriğinin neden olduğu, "bir şeye kederlenme" durumunu ele ala
lım. Bu kederin nedeni bireysel arzularımız veya hedeflerimiz değil de, nes
nenin gerçek değeri olsun. Trajik kederin, hem kendi içinde hem de öznele
rinde köklenen ikili bir özelliği vardır.
Bu keder türü, her türlü öfkeden, kızgınlıktan, kınamadan ve "başka tür
lü olabilirdi" arzusuna eşlik eden her türlü duygudan arınmıştır: durgun, sa
kin bir büyüklüktür, özgül bir huzur ve sükun içerir. Trajik keder atmosferi,
müdahale etmek üzere harekete geçtiğimizde yok olur. Olay tamamına erip,
en üst noktasına çıktıktan sonra, herhangi bir uzlaşı belirtisi veya felaketin
engellenmesi olasılığı, trajik kederi imkansızlaştırır.
Trajik keder belirli bir soğukkanlılık içerir; bu soğukkanlılık onu, belirli
bir biçimde kişisel olan, "herhangi bir şeye üzülmek"ten kaynaklanan kişisel
bir deneyimin neden olduğu bütün kederlerden ayrılır. "Trajik" olayların se
bep olduğu keder dışarıdan gelerek, ruhumuza nüfuz eder. Özellikle Aiskh
ylos tragedyaları bu keder atmosferinin en yalın haliyle nasıl uyandırılacağı
nın mükemmel örnekleridir.
Trajik kederin her iki atmosferi de, trajik olanın ikili özelliğinde temelle
nir: her bireysel kederli olayın belirleyicisi olan dünya yapısının doğasında
ve (her trajik olanın içermesi gereken) bir değerin imhasının "kaçınılmazlı
ğının" dolaysız olarak tezahür edişinde.
Her hakiki tragedyada trajik olaydan daha fazlasını görürüz. Trajik ola
yın üzerinde ve ötesinde, dünyanın yapısındaki kalıcı unsurları, ilişkileri ve
güçleri görürüz - "böyle bir şeyi" olası kılanlar da zaten bunlardır . Her tra
jik olayda, dünyanın yapısının belirli bir durumuyla dolaysız bir biçimde
-herhangi bir biçimde irdelemeden, kavramsal vb bir yorumda bulunma
dan- yüzleşiriz. Bu durum bizi olayın kendinde yüzleştirir; onu meydana
getiren şeylere yaptıklarının bir sonucu değildir. Olayla sadece anlık bir iliş
kisi vardır ve kendini meydana getiren şeylerden bağımsızdır; zayıf bir önse
zi biçiminde belirir.
Kederin -yani, trajik süreci çevreleyen nesnel kederin- özgül bir derinliği
(burada "derinlik" kelimesini, uzanım "derinliği" gibi aktarımlı bir anlamda
kullanıyorum) ve onu sınırlı, belirli olaylar karşısında hissedilen kederden
farklı kılan bir öngörülemezliği de vardır. Bu derinliğe yol açan, konusunun
ikili olmasıdır. Biri, gördüğümüz olaydır, diğeri, olayın örneklendirdiği dün
ya yapısıdır. Keder olayın içinden çıkıp sınırsız, belirsiz bir genişliğe yayılır
gibidir. Bütün trajik olaylarda aynı olan evrensel, kavramlarla belirlenebilir
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Görüngüsü Üzerine
bir dünya yapısı değildir bu; aksine her zaman farklı, bireysel, garip bir dünya
yapısıdır. Trajik olanın belirsiz kalan konusuysa her zaman bir bütün olarak
dünyanın kendisi, böyle bir şeyi mümkün kılan dünyadır. Bu dünya, kedere
boğulmuş nesnenin kendisi gibi görünür. Konu edinilen olay ve kader, keder
le örülmüş bu karanlık arka plan sayesinde çok daha net biçimde öne çıkar.
Bu olaylara neden olan dünya yapısındaki unsur, önceden herhangi bir
uyanda bulunmaz. Olaya neden olurken, olayın nedenlerinin sıra dışı özel
liklerini ve hatta normal etkilerini göz ardı eder. Trajik olanın ikinci esas
öğesine, önlenemezliğe neden olan da budur.
Bu konuya daha sonra açıklık kazandıracağız. Şu anda, trajik olanın ke
derine verdiği o özel atmosferle ilgileniyoruz.
Bir değerin yok edilişiyle ilişkilendirilebilecek bir duygular ve duygula
nımlar kategorisi vardır. Bunların, bu belirli durumda önlenebilir veya önle
nemez olmalarından bağımsız olarak, özlerinde "önlenebilir" oluşlarıdır. Bu
duygular ne olursa olsun -dehşet, korku, kızgınlık, iğrenme vb- genel olarak
hepsinde bir "heyecan yaratma" özelliği vardır; bu, olayların başka türlü ve
hatta daha iyi biçimde gelişebileceğini düşünmenin verdiği heyecandır. İn
sanlarda sıklıkla "Şu ve şu farklı davranmış olsalardı" düşüncesiyle ortaya
çıkar. Bu heyecanın bir insanı eline geçirebilmesinin tek nedeni insanın pra
tik bir varlık ve her olaya dahil olabilecek potansiyel bir aktör olmasıdır.
Değerin yok edilişinin değiştirilemezliği ve önlenemezliği imkansızlığa
dönüştüğünde heyecan yatışır. Keder olduğu şey olmaya devam eder ama,
"tatminsizlik yaratan", "heyecanlandıran" ve "acı veren" vb özelliklere sahip
olur, dar anlamıyla bu olaya fiziksel olarak eşlik eden korku, dehşet ve ben
zeri duygularla aynı olur.
Trajik keder saftır, bedensel olarak hissedilmez, heyecan içermez ve be
lirli bir anlamda "hoşnutluk" duygusuyla ilintilidir.
Bir değerin yok edilişine yol açan olaydan kurtulmaya yönelik herhangi
bir arzu yoktur; bu arzu, olayın önlenemezliğinin idrakiyle birlikte yok olur.
Trajik kederin nihai kökeninin dünyanın temel yapısında olduğunu, bu
kederden sorumlu tutulabilecek her şeyin dünyanın esasına ve her olası dün
yaya ait olduğunu görünce, varlığa ve öze dair bütün ilişkilerin kavranıp gö
rülebildiği bu olayın varlığı ve içeriğiyle bir tür uzlaşmaya gidilir. Bizi banş,
huzur ve teslimiyet duygularıyla dolduran bir uzlaşma türüdür bu. Bu uz
laşma, daha iyi bir dünya üzerine düşünmenin vereceği çaresizliği ve acıyı
def eder.
Cogito,
sayı:
54, 2008
243
244
Max Scheler
Demek ki, trajik olana özgü o keder, aslında olayın kendisinin nesnel bir
özelliğidir ve izleyicinin bireysel bağlamından tümüyle bağımsızdır. Heye
can, öfke, suçlama vb gibi duygulara yol açabilecek her şeyden bağımsızdır.
Bir derinliği ve öngörülemezliği vardır. Fiziksel duygular veya gerçek acı adı
verilebilecek şeyler gibi eşlikçileri yoktur. Olası bütün varoluşlarına teslimi
yetle, tatminle ve uzlaşıyla yaklaşır.
Trajik Düğüm
Trajik olanda iki yüksek olumlu değer taşıyıcısı arasında bir çatışma ol
duğunu ve iki taraftan birinin yenilmesi gerektiğini söylemiştik. Bu koşulun,
eksiksiz yerine getirildiği bir örnek var elimizde. Bu, sözkonusu nesnenin,
farklı olaylar, kişiler veya şeyler olmadığı, tek bir olayda, kişide veya şeyde
ya da tek bir nitelikte, güçte veya yetenekte bir araya geldiği durumdur.
Olabilecek en trajik olay kendini veya başka bir değer taşıyıcıyı yüksek
olumlu değer taşıyıcısı haline getiren şeyin, onu yok eden şeyle aynı olması,
özellikle de bunu eşzamanlı olarak gerçekleştirmesidir.
Yüksek bir değerin gerçekleştirildiği bir eylem izlerken bu eylemin, yük
sek değere taşıdığı varlığın zayıflatılmasına da yol açtığını görmek, üzeri
mizde eksiksiz ve net bir trajik intiba bırakır.
Aynı trajik intiba, bir kişinin kahramanca bir şey yapmasını sağlayan ce
saretinin veya ataklığının o kişiyi, ihtiyatlı bir adamın kaçınacağı bir tehli
keye maruz bırakmasıyla da oluşur -"Yeterince ihtiyatlı olsaydım, adım Tell
olmazdı." Bir başka örnek de, ruhani bir ideale yönelik yüksek değerleri
olan bir adamın, bu değerlerin hayatın önemsiz ayrıntıları tarafından yok
edilmesine izin vermesidir. Madame de Stael'in da dediği gibi, herkes er
demlerinin hatalarına da sahiptir: bir insanın en iyisini başarmasına izin ve
ren karakter özellikleri, onu felakete de götürür.
Burada sadece insanlardan bahsetmek zorunda değiliz. Bir tabloyu mu
hafaza etmek için yakılan bir ateş, sanat galerisinin yanıp kül olmasına ne
den olabilir. Bu olay, keskin bir trajik karaktere sahiptir. İkarus'un uçuşu
trajiktir. Kanatlarını vücuduna yapıştırırken kullandığı balmumu, güneşe
uçarken erir.
"Trajik düğüm" ifadesi, uygun bir eğretilemedir. Trajik etkiyle trajik ola
yın dinamik birliğindeki değer yaratıcı ve değer yok edici nedensel dizilerin
ortak noktası olan çözülemez bağlılığı ifade eder.
Bu dediklerimizden başka bir çıkarımda da bulunabiliriz. Trajik olayın
Cogito,
sayı:
54, 2008
Trajik Görüngüsü Üzerine
yeri -tezahürünün sahnesi- ne değerler arasındaki ilişki ne de o değerlerin
taşıdığı nedensel olaylar ve kuvvetler arasındaki ilişkidir. Onun yeri, değer
ilişkileriyle nedensel ilişkiler arasındaki özel ilişkidir. Olayların nedensel akı
şının, şeylerin değerini dikkate almayışı dünyamızın -ve böylece her dünya
nın- temel özelliklerinden biridir. Nedensellik dizisi, bir birliğe doğru ilerle
yen veya ideal ergilerine doğru açımlanan değerlerin ihtiyaçlarını dikkate al
maz. Güneşin iyileri de kötüleri de aynı biçimde aydınlattığı basit gerçeği,
trajediyi olası kılar. Nedensel ilişkilerin gelişiminin bir süreliğine değerlerin
yükselmesiyle eşzamanlı olarak gitmesi tesadüfi olarak görülebilir, ancak bu
durumun nedeninin ikisi arasındaki esasi bir anlaşma olduğu, değerlerin,
gerçekleşmek için neye ihtiyaçları olduklarının nedensellik tarafından dik
kate alındığı düşünülmez.
Şu temel koşul olmadan trajik veya tragedya olamaz:
Her şeyin, kendi değerleriyle orantılı kuvvetlere ve yeterliklere sahip ol
duğu ve eylemlerinin sadece bu değerleri geliştirme veya birleştirme gereksi
nimine yönelik olduğu bir kurallar sistemine göre işleyen bir dünyada trajik
olamaz. Benzer biçimde, kuvvetlerin bu değerlerin gereksinimlerinin karşı
sında durduğu, onları kasten muhalefet etttiği bir kurallar sisteminde, trajik
iş göremez. Trajik olan tanrısal bir dünyada da, şeytani bir dünyada da zen
ginleşir - bu, Schopenhauer'ın trajiği ele alırken göz ardı ettiği bir gerçektir.
Trajik olanı, hem şeylerin nedenselliğini hem de onların içkin değerleri
nin gereksinimlerini kesintisiz bir bakışta kavradığımızda görürüz. Bu birle
şik bakışta zihnimiz, elde etmeye çalıştığı birliğe ulaşmak için, bu değerleri
bulduğu koşulları bireştirmeye çalışır ve olayların akışını nedensel sırasında
izler. Sonuçta, bu iki şeyin birbirinden bağımsızlığını net bir biçimde görür.
Bütün tragedyaların nihai resmi "arkaplanı"nı işte böylece kavrarız.
Şüphesiz ki, trajik olan bu gerçeği salt bilmede mevcut değildir. Trajik
ancak bu iki öğenin birbirinden bağımsızlığı somut bir olayda yüzeye çıktı
ğında görünür olur.
Bu söylediğimiz şey, tanımımıza yeni bir ışık tutar. Çünkü görüşümüz,
aynı eylemin bazı yerlerde yüksek bir değer yaratırken başka yerlerde -ol
dukça farklı biçimde- bu değeri yok ettiğini gördüğümüz an olduğu kadar
net ve yoğun olamaz. O halde burada -bir eylemenin birliğini, mantık yürü
tüp bağlantı kurarak, adım adım ilerleyerek değil de, bir bakışta görebildiği
miz bu yerde- daha önce sadece kavram olarak tanıdığımız bir durum, bi
zim için elle tutulur, hissedilebilir bir gerçek haline gelir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
245
Tragedya n ı n Ö l ü m ü
G EORGE STE I N E R
Bütün insanlar hayattaki trajedilerin farkındadır. Ama tragedya, evrensel
bir drama formu değildir. Doğu sanatında şiddetin, kederin ve doğal veya
suni felaketlerin indirdiği darbeler mevcuttur; Japon tiyatrosunda vahşetten
ve törensel ölümlerden geçilmez. Ancak, trajik drama adını verdiğimiz kişi
sel acı çekiş ve kahramanlık sunumları Batı geleneğine özgüdür. İnsan dav
ranışının olanaklarını algılayışımızın öyle ayrılmaz bir parçası haline gel
miştir, Oresteia, Hamlet ve Phedre ruhsal alışkanlıklarımızda öyle bir yer et
miştir ki, özel ıstırapları halka açık bir yerde sahneye koymanın aslında ne
kadar garip ve karmaşık bir fikir olduğunu düşünmeyiz bile. Bu fikir ve ima
ettiği insan görüsü Grekler'in, bütün trajik formlar Helen kültürünün mira
sıdır.
Tragedya, Yahudi dünya anlayışına yabancıdır. Eyüp Kitabı her zaman
trajik görüşün bir örneği olarak alıntılanmıştır. Ne var ki bu kara fabl, Ya
hudiliğin dış sınırında durur ve orada bile ortodoks bir kudret, adalet iddi
alarıyla tragedyaya karşı çıkar:
Rab, Eyüp'ün sonunu başından hayırlı kıldı: On dört bin koyuna, altı bin
deveye, bin çift öküze ve bin eşeğe sahip oldu.
Tanrı, hizmetkarının uğradığı tahribatı telafi etmiş; Eyüp'ü şiddetli ıstı
rabından kurtarmıştır. Ancak, telafinin olduğu yerde, trajedi değil, adalet
söz konusudur. Bu adalet talebi, Yahudi geleneğinin gururu ve yüküdür. Ye
hova, hiddetliyken bile adildir. Genelde ceza veya mükafat dağılımının den-
Cogito, sayı: 54, 2008
Tragedyanın Ölümü
gesi bile korkunç biçimde çarpık veya Tanrı'nın usulleri dayanılmaz derece
de yavaş görünür. Ancak, uzun bir süre sonra, Tanrı'nın insanlara karşı adil
davrandığı şüphe götürmez biçimde ortaya çıkar. Sadece adil olmakla kal
maz, rasyoneldir de. Yahudi ruhu, evrenin ve insanın düzeninin akla açık ol
duğunu şiddetle savunur. Tanrı'nın yapıp ettikleri nedensiz de, anlamsız da
olamaz. İtaatin bahşettiği akıllıkla düşünüp sorgularsak, bunların ayırdına
varabiliriz. Marksizm, adalete ve akla yaptığı vurguyla, Yahudidir ve Marx
tragedya kavramının bütününü reddetmiş, gerekliliğin, anlaşılmadığı sürece
kör olduğunu beyan etmiştir.
Trajik drama, tam da karşıt iddiadan doğar: gereklilik kördür ve insan,
gereklilikle yüzleşince, ister Teb'de olsun ister Gazze'de, gözlerini kaybede
cektir. Bu, bir Grek iddiasıdır ve bu iddiayı temel alan trajik yaşam anlayışı,
Grek dehasının bize en önemli mirasıdır. Formel tragedya mefhumunun
tam olarak ne zaman ve nerede imgelemimizi ele geçirdiğini söylemek im
kansızdır. Ancak İlyada ilk trajik eserdir. Trajik anlayışının Batı şiirini yak
laşık üç bin yıllık gelişimi boyunca billurlaştıran motifleri ve imgeleri bu
eserde ortaya konulmuştur: insan hayatını kısalığı, insanın insan olmayanın
öldürücülüğüne ve kaprislerine maruz bırakılmış oluşu, Kent'in düşüşü. Şu
önemli ayrıma dikkat edelim: Erika'nın veya Kudüs'ün düşüşü salt adil bir
durumken, Truva'nın düşüşü tragedyanın ilk büyük eğretilemesidir. Tanrıya
karşı gelindiği için bir şehir yok edildiğinde, bu yok ediş Tanrının rasyonel
tasarımında kısa bir andan başka bir şey değildir. İnsanların ruhları şükret
meye başladığında, şehrin duvarları da, bu dünyada veya cennetin krallığın
da yeniden yükselecektir. Truva'nın yakılışı ise nihaidir çünkü bu olaya yol
açan, insanların nefretinin ve ahlaksızlığının vahşeti, kaderin gizemli seçi
midir.
İlyada'da insanı çevreleyen gölgeler dünyasına aklın ışığını tutma yönün
de girişimler vardır. Kadere bir ad verilir ve unsurlar tanrıların anlamsız ve
güven tazeleyen maskelerini takınır. Ama mitoloji, dayanmamıza yardımcı
olacak bir fabllar toplamından fazlası değildir. Homeros'un savaşçısı, kade
rin yaptıklarını anlayamayacağını, onlara hükmedemeyeceğini bilir. Patrok
los katledilir, harabeye dönmüş olan Thersites ise salimen evine döner. Ada
let veya açıklama talep edilirse, deniz o sessiz feryadıyla gürler. İnsan, tanrı
larla hesaplaşamaz.
İroni daha da derinleşir. Bilimsel kaynaklar ve maddi güçlerdeki artış
insanın trajik durumunu hafifletip değiştireceğine, insanı daha da savun-
Cogito,
sayı:
54, 2008
24 7
248
George Steiner
masız hale getirir. Bu düşünce Homeros'ta henüz dışa vurulmaz ama bir
başka büyük tragedya şairinde, Thucydides'te ifade edilir. Burada da, ni
hai zıtlığı gözlemlemeliyiz. Eski Ahit'te aktarılan savaşlar kanlı ve ağırdır
ama trajik değildir. Sadece adil veya adil değildir. İsrail orduları, Tanrının
istencini ve emirlerini gözlerlerse galip gelir. İlahi akdi bozarlarsa veya
kralları putperest olursa, bozguna uğratılırlar. Buna karşın, Pelopennes
Savaşları trajiktir. Muğlak felaketler ve yanlış hükümler yüzünden çıkmış
tır. Etrafı yalan beyanlarla sarılmış, net biçimde hesabı verilemeyen poli
tik zorlamalarla harekete geçirilen insanlar, nefret barındırmayan bir öf
keyle birbirlerini yok etmek için yola çıkarlar. Biz Pelopennes Savaşlarını
hala sürdürmekteyiz. Maddi dünya üzerindeki denetimimiz artmış ve po
zitif bilimimiz inanılmaz derecede gelişmiş durumda ama kendi eyledikle
rimiz aleyhimize işleyerek politikayı tesadüfi, savaşları da daha gaddar
hale getiriyor.
Yahudi görüşüne göre, felakette belirli bir ahlaki hata veya anlayış bo
zukluğu söz konusudur. Grek tragedya şairi, hayatlarımızı şekillendiren
veya yıkıma uğratan kuvvetlerin aklın veya adaletin hükmü dışında oldu
ğunu öne sürer. Daha da kötüsü: etrafımız, ruha sıkıntı verip çıldırtan ve
ya kendimize ve sevdiklerimize onarılamaz biçimde zarar vermemize yol
açacak biçimde irademizi zehirleyen kötücül enerjilerle çevrilmiş durum
da. Thucydides'in çizdiği trajik tasarıyla ifade edecek olursak: herkes fela
kete doğru sürüklendiğinin az çok farkında olsa da filomuz her zaman Si
cilya'ya doğru ilerliyor olacaktır. Eteokles, yedinci kapıda öleceğini bilir
ama yine de yolundan dönmez. Antigone başına geleceklerin farkındadır inatçı kalbinin derinliklerinde Oidipus da. Ama, bilgiden çok daha yoğun
olan hakikatlerin hakimiyetinde, başlarına gelecek vahşi yıkıma doğru
ilerlerler. Yahudiler için, bilgi ve eyleme arasında muhteşem bir süreklilik
bulunur - Grekler içinse alaycı bir abis. Greklerin trajik akıldışılığının
gaddarca aktarıldığı Oidipus destanı, büyük Yahudi şairi Freud'a, sağaltım
üzerinden rasyonel anlayışa ve kefarete ulaşmanın simgesi olarak hizmet
etmiştir.
Grek tragedyasında kefarete yer olmadığını unutmayalım. Eumenides'te
ve Oidipus Kolonos 'ta 'da trajik eylem, bir şükran notuyla sonlanır. Bunun
üzerine çok tartışılmıştır. Ancak biz, yorumumuzda ihtiyatlı olmalıyız. Her
iki durum da istisnaidir; içlerinde Atina'nın kutsallığının özel yönlerinin
anısına düzenlenmiş ritüel bir tören yapılır. Ayrıca, Grek tragedyalarında
Cogito,
sayı:
54, 2008
Tragedyanın Ölümü
müziğin rolü geri getirilemeyecek biçimde yok olmuştur ve bence müzik
kullanımının bu iki tragedyaya vakur bir seçkinlik vererek, finaldeki anlan,
daha önce yaşanan dehşetten biraz da olsa ayn tutmaktır.
Bunu vurgulamanın nedeni, her gerçekçi tragedya anlayışının, felaket
gerçeğinden yola çıkması gerektiğini düşünmem. Tragedyalar kötü sonla
nır. Trajik kişiler, rasyonel sağgörüyle tam olarak anlaşılması veya üstesin
den gelinmesi mümkün olmayan kuvvetler tarafından yıkılır. Bu da çok
önemli bir noktadır. Felaketin nedenlerinin geçici olduğu, çatışmanın tek
nik veya toplumsal araçlarla çözümlenebildiği yerde, elimizdeki tragedya
değil, ciddi bir drama olur. Daha esnek bir medeni kanun, Agamemnon'un
kaderini değiştirmez, toplumsal psikiyatri Oidipus'un yardımına koşamaz.
Ancak, daha makul ekonomik ilişkiler veya daha iyi döşenmiş borular Ib
sen'in dramalarındaki vahim krizlerin çözülmesini sağlayabilir. Bu ayrımı
zihinlerimizde keskinleştirmeliyiz. Tragedya onarılamaz. Eskiden çekilmiş
acıların adilane biçimde, maddi açıdan telafi edilmesi olası değildir.
Eyüp'e, kaybettiği eşeklerin iki katı geri verilir; çünkü Tanrı onun üzerin
den adalete dair bir ders vermiştir. Oidipus ise ne gözlerini ne de Teb
manzarasını geri kazanır.
Trajik drama bize akıl, düzen ve adalet alanlarının çok sınırlı olduğunu
ve bilimde veya teknik kaynaklarda kaydedilen gelişmelerin bu sının geniş
letmeye yaramayacağını gösterir. İnsanın dışında ve içinde, dünyanın "öte
kiliği" vardır. Buna istediğiniz adı verin: gizli veya kötü niyetli bir tann, kör
talih, cehennemin tahrikleri veya damarlanmızda akan hayvani kanın verdi
ği vahşilik. Dönüm noktasında pusuya yatmış, yolumuzu gözlemektedir. Bi
zimle dalga geçer, yıkımımıza neden olur. Bazı ender durumlarda, yıkımdan
sonra bizi kavranamaz bir istirahate gönderir.
Bunların hiçbirinin bir tragedya tanımı olmadığının farkındayım. An
cak, basit ve muntazam bir soyutlamanın hiçbir anlamı olmaz. "Trajik
drama" dediğimizde neden bahsettiğimizi biliyoruz; tam olarak olmasa
da, karşımıza çıktığında tanıyacak kadar. Ne var ki, bir tragedya şairi, tra
jik hayat görüşünün net bir tanımını vermeye çok yaklaşır. Euripides'in
Bacchae'si, antik, artık farkedilemeyen trajik duygular kaynağının yakının
da durur. Oyunun sonunda, Dionysos Cadmus'u, sarayını ve Teb şehrinin
tamamını feci bir akıbete mahkum eder. Cadmus itiraz eder: bu cümle
fazlasıyla serttir. Tanrıyı tanımayan veya onu gücendiren kişinin suçuyla
orantılı değildir. Dionysos bu soruya yanıt vermekten kaçınır. Huysuzca,
Cogito,
sayı:
54, 2008
249
250
George Steiner
kendisine büyük hakaret edildiğini tekrarlar ve sonra da Teb'in başına ge
lecek felaketin kaderde yazılı olduğunu söyler. Rasyonel bir açıklama veya
merhamet dilemenin bir yararı yoktur. Biz suçumuzu kat be kat aşan bir
cezaya mahkum ediliriz.
İşte bu insan hayatının berbat, çıplak bir açıklamasıdır. Ancak, insanın
acısının aşırılığında, haysiyet iddiası da mevcuttur. Güçsüz ve iflas etmiş,
şehirden kovulmuş kör bir dilenci olarak, yepyeni bir ihtişamı vardır. Tanrı
ların kindarlığı veya adaletsizliği, insanı soylulaştırır. Onu masumlaştırmaz
ama ateşin içinden geçmişçesine kutsar. İşte bu nedenle, ister Grek traged
yaları ister Shakespeare'in tragedyaları veya neoklasik tragedyalar olsun,
bütün büyük tragedyaların son anlarında keder ve neşenin, insanın düşüşü
ne hayıflanışın ve ruhunun kurtuluşuna sevinmenin bir birleşimi verilir.
Başka hiçbir şiirsel form bu etkiyi yaratamaz; Oidipus'u, Kral Lear'ı ve
Phedre'yi zihnin işlediği en soylu yapıtlara dönüştürür.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Antigone'den
(332.-383. dizeler)
SOPHOKLES
Koro
müthiş müthiş şeyler çok ama müthişi yok insandan
ister boz deniz olsun yanp geçen kim
lodos fırtınasını arkasına alıp kim kendine yol açan
şaha kalkmış gözdağı dalgalar dibinden
isterse tannlann anası toprak
o yok olmaz o yorulmaz toprak olsun isterse
canını çıkarır onun bile insan
ileri geri saban süre süre yıldan yıla
at ırkıyla altını üstüne getiren kim
faka bastıran kim gafil kuş milletini bile
vahşi hayvan kavmini
ve denizin suyunda gezenler ehlini
sıkı örülü ağına düşürüp götüren kim
her şeye erer insan aklı düzen yapar hükmünü geçirir
yaylalarda koşup tepe aşındırana
koca yeleli atı yabani boğayı
ensesinden yakaladığı gibi
boyunduruğa vuran kim
Cogito,
sayı:
54, 2008
Antigone 'den
öğretmiş kendine konuşur düşünür rüzgar hızında
şehir yasasınca yaşayışlar bulmuş
açık havada don belasından tipinin oklanndan
paçasını kurtarmayı bilmiş
her şeyin yolunu bulmuş tedbirsiz gitmez hiçbir şeye
gelecekte
ölüm yok mu tek ölüm var
tek onun açığını yakalayamaz
amansız hastalıktan sakınmayı ama
akıl eden kim
çare kimde çözüm kimin buluşlan umulandan aşın
eli bir kötüye varır bir iyiye vanr
yerin yasalarını
ant içtiği tann adaletini el üstünde tutsun
şehri mamur olur
şehrinden olur güzel olmayan işlere bulaşıp gidince bir cüret
düşündüklerimi düşünmesin
evlerden uzak olsun
öyle işlerin adamı
ne ilahi örnek bu ne ibret neye alamet
şaşırdım kaldım ama göz gördü bir kere inkar etmek ne mümkün bu kız
Antigone
bedbaht baba Oidipous'un gene bedbaht kızı
neler oluyor gerçekten sen misin akılsızca kral yasalanna o karşı gelen
sen misin kıstırdıkları
Eski Yunancasından Çeviren: Ömer Aygün
Cogito,
sayı:
54, 2008
253
RICHARD RORTY'NİN ARDINDAN
( 1 93 1 -2007)
Richard Rorty' n i n Ard ı ndan
JAN P H I LI PP REEMTSMA
Richard Rorty öldü. Bu cümle, onu yakından tanıyıp sevenlere olduğu
kadar, uzaktan tanıyanlara da -ben onunla Hamburg'da bir akşam geçirme
şansına nail oldum- acı veren bir cümle. Ama onu bir kuramcı olarak seven
ler için mesele, bu cümlenin başka ne gibi anlamlan olduğudur. Yirminci
yüzyılın tartışmasız en büyük filozoflarından biri öldü. Şimdi ne olacak, biri
onun yerini alacak mı? Diğer büyük filozoflar ve yazarlar için olduğu gibi,
bu sorunun yanıtı da, elbette hayır. İnsan böyle kayıplarla başa çıkabilmeli;
bunlar, sonsuza dek sürecek kayıplar. Ama Rorty durumunda, sorular ve ya
nıtlar, herkes tarafından bilinen gerçeklerin daha ötesinde. İşte bunu açıkla
mak için, biraz kişisel konulara girmek durumundayım.
Christoph Martin Wieland'ın Artistipp und einige seiner Zeitgenossen [Aris
tippus ve Birkaç Çağdaşı] başlıklı romanı üzerine kaleme aldığım kitap için
bir sayfiye evine kapanmıştım. Wieland'ın romanı, daha birçok başka şeyin
yanı sıra, şu soruya da verilmiş bir yanıt aslında: Aydınlanma nedir? Yunan
antikitesinde, Platoncu felsefenin yükselişe geçmesinden önceki dönemi, so
fizmin ve Sokratesçi sofist felsefenin henüz kendi jargonuna sahip akademik
bir konu haline gelmediği, iyi ve adil bir yaşamın nasıl sürdürüleceğine dair
bir uslamlama yöntemi olduğu dönemi tanımlar. Romanı, felsefenin Alman
ya'da Kant'ın öğrencileri ve Fichte'nin takipçileri tarafından kendi jargonuna
sahip akademik bir dal olarak kabul edildiği dönemde geçer.
Rorty'nin Doğanın Aynası kitabının bir kopyası sayfiye evindeki kitaplık
ta bir süredir duruyordu. Zaten bir süredir okumaya niyetlendiğim bu kitabı
kendi kitabımı yazarken verdiğim molalarda okumaya başladım. Kitabın
Cogito,
sayı:
54, 2008
Richard Rorty'nin Ardından
düşünsel keskinliği ve her şeyden önce Rorty'nin, sonunda sorun bile olma
dığını beyan edeceği entelektüel sorunları ele alış biçimi beni büyüledi.
Rorty felsefi ana akımdan, bu ortamda herkesle başa baş gidebilecek du
rumda olduğunu gösterdiği ve bundan büyük bir entelektüel zevk aldığı bu
kitapla ayrılıyordu; aynı zamanda, tartışılan meselelerin, "akademik felsefe"
ortamı tarafından üretilip devam ettirilmese var olmayacaklarını da net bi
çimde gösteriyordu.
Garip olan, Wieland'ın romana adını da veren kahramanıyla aşağı yukarı
aynı düşünür tipini resmetmeye çalışmış olmasıydı - tek fark, daha sonra
"felsefe" olarak bilinecek olan şeyin tesis edilmesinden çok önceki bir za
man diliminde geçmesiydi olayların. Akademik felsefeye dair temel eleştiri
sini, felsefenin başlangıç dönemine aktarıyordu ve ben de bu nedenle, Wie
land'ın Aristippus'u üzerine kaleme aldığım kitabımın "Felsefe" başlıklı bö
lümünü Doğanın Aynası 'nın son paragrafıyla bitirdim:
"Üzerinde ısrarla duracağım tek nokta şudur: Filozoflann esas ahlaki me
selesi, modern felsefenin geleneksel sorunlarının Batının diyalogundaki
yeri üzerinde ısrarla durmaktansa bu diyalogu devam ettirmek olmalı
dır." 1
Rorty, resmi geleneğe -süreksizlik içinde olsa da- her zaman eşlik etmiş
bir felsefi geleneği yenileştirmiştir. Resmi felsefenin büyük düşünürleri var
dı ama onlarsız da yapabilirdi. Bu dönem bir Platon, bir Descartes, bir
Kant, Hegel veya bir Heidegger çıkartmış olmasaydı, on sekizinci yüzyılın
sonlarına doğru akademik bir disiplin olarak inşa edilen şeyi, daha vasat dü
şünürler de pekala yürütebilirdi. Gösteri devam etti. Diğer geleneğin, kendi
dillerini kullanarak müdahalede bulunacak ve kurulu yapıyı temellerinden
sarsacak bireylere gereksinimi vardı. Geriye bakıldığında, bu bireylerin bu
süreçte kendi geleneklerini kurdukları ama birbirlerini de nadiren önemse
dikleri görülebilir. Bu ikinci akımın herhangi bir temsilcisinin kendini ger
çekten süregelen önemli bir geleneğin temsilcisi olarak gördüğünü düşün
müyorum; çünkü hepsi için asıl önemli olan şey muhtemelen ilk gelenekle
fikir ayrılığına düştükleri andır.
1 Richard Rorty, Philosophy and the Mirror of Nature, Princeton, N.J.: Princeton University
Press, 1979.
Cogito, sayı: 54, 2008
257
258 lan Philipp Reemtsma
"İkinci gelenek" derken kimlere atıfta bulunuyorum? Belki de onları
böyle çağırmak adil değil, çünkü, bu geleneğin Sofistlerle (ve Platon'un ona
giydirdiği maskeden tümüyle farklı bir kişi olan, sofizm karşıtı sofist Sokra
tes'ten) başladığını söylersek, gerçekten de Platon'la başlamış olan ve bütü
nü, sistemi hedefleyen felsefenin, bir tepki olarak ele alınmaması gerektiği
üzerine düşünmek gerekir. Platon entelektüel enerjisinin bütününü sofistle
rin ana düşüncelerinden birine, değerlerin ve normların keşfedilmediği, ak
sine icat edildiğine dair düşünceye karşı yönlendirmiştir. Bu, Rorty için de,
merkezi bir düşüncedir. Stephen Toulmin'in de gayet güzel gösterdiği üzere,
Descartes Montaigne'e tepki vermiştir. Montaigne'de, asla tam olarak emin
olamayacağımız gerçeğinin verdiği bariz haz, Descartes'ta başlangıç noktası
olarak, felsefe yapısının temel taşı olarak kuşkuya dönüşür - o taş o kadar
derindedir ki, gözden kaybolmuştur. Montaigne, kendinin kedisiyle mi yok
sa kedisinin kendisiyle mi oynadığından emin olamamaktan haz duyarken,
bu haz karşısında dehşete düşen Descartes hayvanları makineler gibi görür.
(Belki de onun hiç kedisi olmamıştı). Kant'ın sistem oluşumundaki o asabi
yet, Hume'un entelektüel kayıtsızlığına verilen tepkidir.
Sofistler, Sokrates, Kyreneli Aristippus (hem tarihsel kişilik hem kurgu
sal kişi), Pyrrhoncular, Montaigne - sonra da bu soruyu şöyle formüle eden
David Hume: Hangi sorunlar salt benim belirli bir yapının içinde olmam ne
deniyle ortaya çıkıp, ben hayatımı değiştirdiğimde ortadan kaybolurlar? Tu
tarlı davranarak kurumu terk edip, son yıllarını, İskoç-İngiliz mutfak kültü
rünü nasıl geliştireceği üzerine kafa patlatarak geçiren Hume. Bir anlığına
hem felsefeyi hem de edebiyatı temelinden sarsanları, örneğin Diderot'yu ve
Wieland'ı dikkate almazsak, karşımıza başlı başına çetin bir mesele olan Ni
etzsche; yirminci yüzyıldan da, Rorty'nin her zaman başvurduğu John De
wey ve Felsefi Araştırmalar'ın ve devamındaki eserlerin, özellikle de Kesinlik
Üzerine'nin Wittgenstein'ı çıkar. Bütün bu yazarlar felsefi söyleme kendi ke
lime dağarcıklarını sunmuş ve bu süreçte felsefeyi değiştirmişlerdir. Hepsi
de geleneksel felsefi tartışmaya bir son vermek istemiş ama tartışma çetin
ceviz çıkmıştır: bahsi geçen yazarların tümü, şu veya bu şekilde, batılı felse
fe kurumunun bir parçası haline gelmiştir. Rorty'nin başına da aynısı gel
miştir. Ama o, sonraki kuşaklar tarafından bir reformcu olarak görülecek
olan son devrimci değildi.
Rorty'yi kişisel olarak tanıma şansına sahip olmuş herkes, bu kaygısız
düşünürün aslında kaygısız falan olmadığını hemen anlardı. Melanie Kle-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Richard Rorty 'nin Ardından
in'ın deyişiyle: sistemin ve şüphe barındırmayan bilginin paranoyak konu
mundan uzaklaşan herkes, kendini depresif konuma yerleştirir. Daha az ku
ramsal bir biçimde ifade edecek olursak: kaygısızca düşünmeyi öğrenmiş
olan kişi, dünyayı iyi tanımalıdır, dünyayı iyi tanıyan kişi de kaygısız bir ya
şam süremez. Richard Rorty öldü, kitapları burada; demek ki ölümsüzlük
diye bir şey gerçekten var.
Almancadan Çeviren: Şeyda Öztürk
259
Demokrasi ve Felsefe*
R ICHARD RORTY
Felsefe, Batı siyaset düşüncesinin yukan tırmandıktan sonra bir kenara
attığı bir merdivendir. On yedinci yüzyıldan itibaren, Batı'nın demokratik
yapılarının inşa edileceği zemini hazırlamakta önemli bir rol oynamıştır.
Bunu, siyaset düşüncesini laikleştirerek -Tann'nın istencinin nasıl uygula
nacağına dair soruları insanların nasıl daha iyi bir hayat sürdüreceklerine
dair sorularla ikame ederek- yapmıştır. Felsefeciler, insanların dinsel vahiy
leri, en azından politik amaçlar için bir kenara bırakıp, kendi başlannaymış
gibi -ihtiyaçlarına karşılık verecek yasaları ve kurumlan şekillendirmekte,
yeni bir başlangıç yapmakta özgürmüş gibi- davranmalarını önermiştir.
On sekizinci yüzyıldaki Avrupa Aydınlanması sırasında, siyasi kurumlar
ve siyasi akımlar arasındaki farklar, farklı felsefi görüşleri de yansıtıyordu.
Eski rejime sempatiyle yaklaşanlar arasında, devrimsel bir toplumsal deği
şim isteyen insanlar arasında olduğundan çok daha az sayıda maddeci ateist
vardı. Ancak, Aydınlanma değerleri günümüz Batısında az çok kanıksanmış
durumda olduğundan, artık durum farklı. Bu günlerde politika önden gidip
* Bu makale, Richard Rorty'nin Nisan 2004'te Tahran Kültürel Çalışmalar Merkezi'nde yaptığı
bir konuşmanın metnidir. Konuşma, Ramin Cihanbeglu tarafından organize edilen ve çok
sayıda batılı düşünürün katıldığı bir etkinlik kapsamında yapılmıştır. Etkinliğe Rorty'nin ya
nı sıra Jürgen Habermas, Noam Chomsky, Agnes Heller, Timothy Garton Ash, Michael Igna
tieff, Adam Michnik ve Paul Ricreur katılmıştır. Ramin Cihanbeglu 30 Mart 2006'da İran po
lisi tarafından tutuklanmış, uluslararası tepkilere rağmen gözaltında tutulmuştur. Beş aylık
bir soruşturma sürecinden sonra 2006 yılının ağustos ayında serbest bırakılmıştır. Sorgula
masında, batılı diplomatlarla işbirliği içinde, İran'daki rejimin yerine batılı bir rejim getire
cek bir "kadife devrim" planladığını baskı altında itiraf etmiştir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Demokrasi ve Felsefe
kılavuzluk ederken, felsefe politikanın arkasından gidiyor. Kişi önce politik
görüşünün ne olacağına karar veriyor ve sonra, eğer böyle bir merakı ve ilgi
si varsa, felsefi destek arıyor. Ama böyle bir merak tamamen kişinin isteğine
bağlı ve oldukça ender görülüyor. Batı entelektüellerinin büyük bölümünün
felsefe bilgisi sınırlıdır ve bu pek de umurlarında değil. Onlara göre, politik
görüşlerin felsefi inançları yansıttığını düşünmek, köpeğin kuyruğunu değil,
kuyruğun köpeği salladığını düşünmekle eşdeğer.
Konuşmamın devamında, felsefenin, demokrasi açısından önemsiz sayı
lışını ayrıntılandırmak istiyorum. Söyleyeceklerimin büyük bölümü kendi
ülkemdeki durumla ilgili olsa da, çıkarılacak sonuçların Avrupa demokrasi
lerinin tümü için geçerli olduğunu düşünüyorum. ABD'de olduğu gibi, bu
ülkelerde de "demokrasi" kelimesi zaman içinde iki farklı anlama sahip ol
du. Daha dar, minimalist anlamı, erkin, seçilmiş resmi yetkililerin elinde ol
duğu bir yönetim sistemini işaret ediyor. Bu anlamdaki demokrasiye "ana
yasacılık" adını vereceğim. Daha geniş anlamdaysa toplumsal bir ideali, fır
sat eşitliğini işaret ediyor. Bu ikinci anlama göre, bir demokrasi, bütün ço
cukların hayatta eşit şanslara sahip olduğu, hiç kimsenin fakir doğmuş ol
mak veya atalarının köleliği veya kadın olmak veya eşcinsel olmak yüzün
den zorluklarla karşılaşmadığı bir toplumdur. Bu anlamıyla demokrasiye
"eşitlikçilik" adını vereceğim.
2004 ABD başkanlık seçimlerinde Başkan Bush'un tekrar seçilmesini bü
tün kalpleriyle dileyen seçmenlere demokrasiye inanıp inanmadıklarını sordu
ğumuzu düşünelim. Bu soru onları çok şaşırtırdı ve elbette inandıklarını söy
lerlerdi. Ama bu yanıtla, anayasal rejime inançlarından fazlasını dile getirmiş
olmazlardı. İşte bu inançları nedeniyle, seçimin sonuçlarını, bu sonuçlar ne
olursa olsun, kabul etmeye hazırlardı. John Kerry kazanmış olsaydı kızmış
hatta dehşete düşmüş olacaklardı. Ama yönetimdeki bu değişikliği sokaklara
dökülerek engellemeyi akıllarından bile geçirmeyeceklerdi. Pentagon'daki ge
nerallerin Bush'u Beyaz Saray'da tutmak için bir askeri darbe yapmaları ge
rektiği önerisi onları dehşete düşürürdü. Bush'un modem zamanların en kötü
ABD Başkanı olduğunu düşünen ve Kerry'nin kazanmasını umut eden 2004
seçmenleri de anayasacıydı. Kerry seçimleri kaybettiğinde perişan oldular,
ama bir devrime ön ayak olmayı düşünmediler. Solcu demokratlar ABD ana
yasasını korumaya en az sağcı cumhuriyetçiler kadar bağlıydı.
Ancak, bu iki gruba demokrasiye inanıp inanmadıklarını sormak yerine,
"demokrasi" derken neyi kastettiklerini sorsaydık farklı yanıtlar alabilirdik.
Cogito,
sayı:
54, 2008
261
262
Richard Rorty
Bush'a oy verenler demokrasiyi basitçe özgür seçimler sonucunda işbaşına
getirilmiş memurların halkı yönetmesi olarak tanımlarlardı. Ama Kerry'ye
oy verenlerin büyük bölümü -özellikle de entelektüeller- Amerika'nın, yüz
yıllardır yapılan özgür seçimlere ve zamanla oy kullanma hakkının bütün
yetişkin vatandaşları kapsayacak biçimde düzenlenmesine rağmen, henüz
tam ehliyetli bir demokrasi olmadığını söylerler. Demek istedikleri, anayasal
anlamda bir demokrasi olduğu şüphe götürmezken, eşitlikçi anlamda henüz
bir demokrasi olmadığıdır. Çünkü fırsat eşitliği henüz tam olarak sağlanma
mıştır. Zenginle fakir arasındaki uçurum kapanmamakta, aksine giderek
açılmaktadır. Güç, gittikçe daha az sayıda kişinin ellerinde yoğunlaşmakta
dır. Bu solcu demokratlar bize, anne ve babanın tam zamanlı çalışarak yılda
40.000 dolar kazandığı bir evde yetişen, iyi eğitim almamış siyah ve beyaz
Amerikalı çocuklarının makus kaderini hatırlatacaktır. Bu meblağ kulağa
hiç de az gelmeyebilir ama Amerika'da, gelir seviyesi bu civarda olan ebe
veynlerin çocuklarının üniversite eğitimi alma ve iyi bir işe girme olasılığı
yok denecek kadar azdır. Siyasi görüşlerinin solda olduğunu düşünen Ame
rikalılar için bu eşitsizlik, düpedüz insafsızlıktır. Amerika'nın demokratik
olarak seçilmiş bir hükümeti olmasına rağmen hala demokratik bir topluma
sahip olmadığının kanıtıdır bu. Walt Whitman, on dokuzuncu yüzyılın orta
sında "Democratic Vistas" makalesini yazdığında ABD'deki eğitimli kamu
oyunun önemli bir kısmı için "demokrasi", "temsili hükümet"ten çok "top
lumsal eşitlikçilik" anlamına geliyordu. Terim bu anlamıyla "İlerleme Çağı"
sırasında kullanılmaya başlanmış, "New Deal" döneminde ise daha da yay
gınlaşmıştır. Bu kullanım, Martin Luther King'in önderliğindeki toplumsal
haklar hareketinin, feminist hareketin ve eşcinsel haklar hareketinin kendi
lerini "Amerikan demokrasisinin vaatlerini hayata geçirme" yolunda zincir
leme girişimler olarak sunmalarına olanak tanıyordu.
Buraya kadar Amerikan demokrasisinde dinin yeri üzerine hiçbir şey söy
lemedim. Ama anayasalcı ve eşitlikçi demokrasi anlayışları arasında sürege
len kavgayı anlamak için sol kanattaki Amerikalıların dini inançlarının sağ
kanattaki insanlarınkinden daha zayıf olduğunu ve dinsel açıdan daha az ak
tif olduklarını da bilmek gerekir. İnançlı solcular, dini inançları ve siyasi ter
cihleri arasında denge sağlamak için pek çaba harcamazlar. Onlar, dini özel
bir mesele olarak görür, Jeffersoncu dini hoşgörü geleneğine bağlı kalır ve ki
lisenin ve devletin keskin sınırlarla ayrılması gerektiğini ateşle savunurlar.
Buna karşın, sağcı kanat için dini ve politik inançlar genelde iç içe geçmiştir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Demokrasi ve Felsefe
Katı Bush taraftarlarının kiliseye gitme olasılığı, katı Kerry taraftarlan
nınkinden daha fazladır ve Bush'un Tanrı'yı önemseyen memurlar seçme
gerekliliği konusundaki ısranna sempatiyle yaklaşma olasılıkları da daha
fazladır. Onlar genelde Amerika Birleşik Devletleri'ni Hıristiyan Tannsının
kutsadığı bir ulus olarak tanımlarlar. Ülkelerinin "Hıristiyan bir ülke" oldu
ğunu söylemeyi ve Yahudi ve Müslüman Amerikan vatandaşlannın bu sözü
gücendirici bulacağını göz ardı etmeyi severler. Amerika'nın ayakta kalan
tek süper güç olmasını, tarihsel bir rastlantı olarak değil de ilahi lütfun bir
kanıtı olarak görürler.
Bu farklı yaklaşımları yüzünden, siyasi solla siyasi sağ arasındaki karşıt
lığın, demokrasinin dini temeller üzerinde inşa edildiğini düşünenlerle felse
fi temeller üzerine inşa edildiğini düşünenler arasındaki aynını yansıttığı
düşünülebilir. Ama, daha önce de belirttiğim üzere, bu yanıltıcıdır. Birkaç
teoloji ve felsefe profesörü dışında, hem sağcı hem solcu Amerikalı entelek
tüeller, anayasal demokrasinin bu iki temelden hiçbirine dayanmadığını dü
şünür.
Anayasal yönetim biçimi tercihlerini gerekçelendirmeleri istendiğinde
her iki taraf da dini veya felsefi ilkelerden ziyade tarihsel deneyimlere baş
vuracak ve Winston Churchill'in sıklıkla alıntılanan şu ifadesini tekrarlaya
caklardır: "Demokrasi, şimdiye kadar denenmiş olan yönetim biçimleri dı
şında, tahayyül edilebilecek en kötü yönetim biçimidir." Her iki taraf da öz
gür medyanın, özgür bir yargı sisteminin ve özgür seçimlerin eski Avrupa
monarşilerinin ve faşist ve komünist rejimlerin karakteristiği olan yönetim
erkinin kötüye kullanımını önlemenin en iyi biçimi olduğunda hemfikirdir.
Solcular ve sağcılar arasındaki eşitlikçi sosyal mevzuat üzerine tartışma
larda da, çakışan dini inançlar veya felsefi ilkeler konu edilmez. Demokrasi
ye bağlılığı eşitlikçi topluma bağlılık olarak görenlerle refah devletini ve fır
sat eşitliğini sağlamak için tasarlanmış düzenlemeleri gereksiz bulanlar ara
sındaki tartışmalar da dini veya felsefi temelde yürütülmez. En fanatik kök
tenciler bile, Amerikan hükümetinin vergi ödeyenlerin parasını fakir çocuk
ların eğitimi için kullanmaması gerektiğini İncil'den pasajlarla gerekçelen
dirmeye çalışmaz. Soldaki muhalifleri de, vergileri bu amaçla kullanma ge
rekliliğinin, Kant'ın "saf aklın mahkemesi" adını verdiği şey tarafından dikte
edildiğini iddia etmezler.
Bu iki kutup arasındaki tartışmalar çok daha pragmatik bir düzeyde yü
rütülür. Sağ kanat, fakirlerin yararına yüksek vergi uygulamasının merkezi
Cogito,
sayı:
54, 2008
263
264
Richard Rorty
bir hükümete, bürokratların iktidarına ve hantal bir ekonomiye yol açacağı
nı iddia eder. Sol ise devletin aşırı bürokratlaşma ve aşırı-merkezileşme ris
kinin her zaman olduğunu ama kapitalist bir ekonomik sistemin -binlerce
insanı bir gecede işsiz bırakıp, çocuklarını eğitmek bir yana, karınlarını do
yurmayı bile imkansızlaştıran bir sistem- yol açtığı eşitsizlikleri giderme ih
tiyacının bu tehlikelerden daha ağır bastığını öne sürer. Sağ, solun kendi be
ğenilerini toplumun bütününe empoze etmeye aşırı eğilimli olduğunu öne
sürer. Sol da buna, sağın "bir beğeni meselesi" adını verdiği şeyin gerçekte
bir adalet meselesi olduğunu söyler.
Bu tür argümanlarda, taraflar evrensel geçerliliğe sahip ahlaki yükümlü
lüklere değil, tarihsel deneyimlere -bir tarafta aşırı mevzuat ve aşırı vergi
lendirme deneyimleri, bir tarafta da fakirlik ve utanç deneyimleri- başvurur.
Sağcılar solcuları bireysel özgürlüğün yeşerebilmesi için hükümeti küçük
tutma ihtiyacını idrak edemeyen duygusal sersemler -yürekleri kan ağlayan
liberaller- olmakla; solcular da sağcıları kalpsizlikle -kendilerini, kızını okul
arkadaşları gibi iyi giyinmesini sağlayacak parayı kazanamayan bir ebevey
nin yerine koyamamakla ya da bunu istememekle- suçlarlar. Bu tür pole
mik yaratan atışmalar pragmatik bir düzeyde sürdürülür ve bunun için te
olojik ve felsefi karmaşıklıklara gerek görülmez. Zaten, böyle bir karmaşıklı
ğın taraflardan birine ciddi bir üstünlük sağlaması beklenmez.
Buraya kadar, Amerika'daki güncel siyasi anlaşmazlıkların nasıl bir şekil
aldığını aktardım ve felsefenin bu tartışmalarda bir önemi olmadığını vurgu
ladım. Sol ve sağın, ne anayasal hükümeti korumanın gerekliliği üzerinde
vardıkları mutabakatın ne de hangi kanunların yürürlüğe gireceği konusun
daki anlaşmazlıklarının dini inançla veya felsefi ilkelerle ilgisi olmadığını tar
tıştım. ABD gibi günümüz demokratik toplumlarında dine veya felsefeye kar
şı en ufak bir ilginiz olmasa da, politik tartışmalarda çok maharetli ve faydalı
bir katılımcı olabilirsiniz. Bu gerçeğe rağmen, hala arada sırada demokrasi
nin "felsefi temellere sahip olup olmadığı" ve bu temellerin neler olabileceği
üzerine tartışmalara rastlıyoruz. Benim özellikle yararlı bulmadığım bu tar
tışmaların hala sürdürülüyor olmasının nedenini anlamak için, konuşmamın
başında işaret ettiğim şu noktayı hatırlamakta yarar var: on sekizinci yüzyı
lın demokratik devrimleri gerçekleşirken, din ve felsefe arasındaki kavga şu
an sahip olmadığı bir öneme sahipti. Çünkü bu devrimler, geçmişe başvur
muyor, demokratik ve laik rejimlerin geçmişteki başarılarını işaret edemiyor
du. Örnek olarak gösterilebilecek çok az sayıda demokratik ve laik rejim var-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Demokrasi ve Felsefe
dı ve onların da pek azı başarılı olmuştu. İşte bu nedenle, kendilerini sadece
felsefi ilkelere başvurarak gerekçelendirmek durumundalardı. Devrimciler,
aklın evrensel insan haklarını açığa vurduğunu, toplumu rasyonel bir temele
oturtmak için de devrimin gerekli olduğunu söylüyorlardı.
On sekizinci yüzyılda, ruhban sınıfı karşıtları, ruhban sınıfının "iman"
adını verdiği şeyin yerine "akıl"ı koydular. O zamanların bütün devrimcileri
istisnasız ruhban sınıfı karşıtıydı. Esas şikayetlerinden biri, ruhban sınıfının
feodal ve monarşik kurumların tarafından olmasıydı. Örneğin Diderot, son
kralın, son papazın bağırsaklarıyla boğulduğunu görmeyi dört gözle bekli
yordu. O dönemde Spinoza ve Kant gibi sektiler filozofların çalışmaları,
devrimsel siyasi etkinliklere ön ayak olacak entelektüel iklimi yaratmada bü
yük rol oynayacaktı. Kant, İsa'nın sözlerinin bile evrensel insan aklının
emirlerine referansla değerlendirilmesi gerektiğini öne sürüyordu. Jefferson
gibi Aydınlanma düşünürleri için, aklın ahlaki ve siyasi düşünceler için ye
terli bir temel oluşturduğu, vahyin gereksiz olduğu savı çok önemliydi.
Virginia, Din Özgürlüğü Yasasının ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi
nin yazarlarından biri olan Jefferson zamanının tipik solcularındandı. Felse
fe eserlerine büyük ilgi duyar, felsefeyi gerçekten ciddiye alırdı. Bildirgede
şu cümleleri yazmıştır: "Biz şu gerçeklerin apaçık oldukları görüşündeyiz:
bütün insanlar eşit yaratılmıştır, yaratıcıları onlara vazgeçilemez bazı hak
lar vermiştir; bu haklardan bazıları yaşama, özgürlük ve refaha erme hakla
rıdır." İyi bir Aydınlanma rasyonalisti olarak, aklın bu tür hakikatlerin kay
nağı olduğu ve ahlaki ve siyasi konularda rehberlik sağlamada yeterli oldu
ğu konusunda Kant'la hemfikirdi.
Çağdaş batılı entelektüellerin birçoğu (en etkili ve tanınmış yaşayan filo
zof olan Jürgen Habermas da bunlardan biridir) Aydınlanma rasyonalizmi
nin çok doğru ve anlamlı bir yönü olduğunu düşünür. Habermas felsefi dü
şünümün gerçekten de ahlaki ve siyasi bir rehber olabileceğini, çünkü, ken
di deyimiyle "evrensel geçerliliği" olan ilkeleri açığa vurduğunu düşünür.
Habermas gibi temeldenci filozoflar, felsefenin kültürde, Kant ve Jeffer
son'ın ona atfettiği rolü oynadığını düşünürler. Habermas'ın "rasyonel ileti
şimin koşulları" adını verdiği şeyin ne olduğunu anlamak ve bu yolda ahlaki
ve siyasi kararlarımızı yönlendirecek kriterleri belirlemek için sadece dü
şünmek yeterli olacaktır.
Amerika'da ve genel olarak Batı'da, solcu entelektüellerin büyük bir bölü
mü, demokrasinin de böyle bir temel üzerinde inşa edildiğini kabul eder.
Cogito,
sayı:
54, 2008
265
266
Richard Rorty
Onlar da belirli ahlaki ve siyasi hakikatlerin, tam olarak "apaçık" olmasa da,
kesinlikle kültürlerüstü ve tarih dışı olduklarını ve bu halleriyle, salt tarihsel
olaylar dizisinin sonuçları olarak görülemeyeceklerini, aksine insan aklının
ürünleri olduğunu düşünürler. Benim gibi temeldencilik karşıtı felsefecile
rin "insan aklı" diye bir şey olmadığını öne süren yazıları onları kızdırır ve
rahatsız eder.
Ne var ki, biz temeldencilik karşıtı filozoflar Aydınlanma rasyonalizmini,
dini kendi silahlarıyla -insanlık tarihinin ötesinde ve üzerinde olan ve bu ta
rih hakkında yargılara varabilen bir şey olduğunu varsayarak- alt etmeye
yönelik başarısız bir girişim olarak görürüz. Bizler, haklı olarak, demokratik
toplumların feodal toplumlardan, eşitlikçi toplumların ırkçı veya cinsiyetçi
toplumlardan daha iyi olduğunu öne sürerken, kıstas alabileceğimiz, neyin
"daha iyi" olduğunu gösteren kültürlerüstü bir kriter olmadığını öne süreriz.
Okuma yazması olan ve iyi eğitimli seçmenler tarafından özgürce seçilmiş
görevliler tarafından yönetilmenin, rahipler ve kralları tarafından yönetil
mekten daha iyi olduğuna şüphemiz yoktur ama bu iddianın gerçekliğini te
okrasi veya monarşi taraftarı bir insana ispatlamaya da çalışmayız. Tarih
okumak, bu kişiyi, görüşlerinin yanlış olduğuna ikna edemiyorsa, başka hiç
bir şeyin de edemeyeceğinden şüpheleniriz.
Benim gibi temeldencilik karşıtı felsefe profesörleri, felsefeyi Platon ve
Kant'ın önemsediği kadar önemsemez. Bunun nedeni, ahlaki dünyanın fel
sefi düşünümle ayırt edilebilecek bir yapısının olmadığını düşünüyor oluşu
muzdur. Tarihçiyizdir çünkü Hegel'in "felsefe, düşüncede yakalanmış za
mandır" tezine katılırız. Bana göre Hegel bu teziyle, genelde insanların top
lumsal eylemelerinin, özelde de siyasi kurumların somut tarihsel durumla
rın bir sonucu olduğunu ve bu durumların yol açtığı ihtiyaçlara göre değer
lendirilmeleri gerektiğini söylemektedir. İnsanlık tarihinin dışına çıkıp, şey
lere sonsuzluğun açısından bakmanın imkanı yoktur.
Bu bakış açısına göre, felsefe tarihyazımının yardımcısıdır. Felsefe tarihi,
tıpkı sanat ve edebiyat tarihi gibi, felsefi öğretileri ve sistemleri üreten top
lumsal durumların bağlamında ele alınmalıdır. Felsefe, kalıcı hakikatlerin
dereceli olarak biriktirilmesi anlamında bir bilim dalı değildir ve asla da ol
mayacaktır.
Hegel' den önceki batılı filozofların çoğu evrenselci ve temeldenciydi.
Isaiah Berlin'in de belirttiği gibi, on sekizinci yüzyıldan önce, batılı düşü
nürler insan hayatını bir yapboz bulmacayı çözme girişimi olarak görüyor-
Cogito,
sayı:
54, 2008
Demokrasi ve Felsefe
lardı. Berlin benim, bu düşünürlerin kültürü evrensel felsefi temellere oturt
ma umutlan olarak belirlediğim şeyi şöyle tanımlar:
"Bu parçaları anlamlı bir biçimde bir araya getirmenin bir yolu olmalı.
Bilge bir kişi, kadiri mutlak bir varlık, -bu, ister Tanrı olsun ister kadiri
mutlak bir canlı, siz nasıl algılamak isterseniz öyle olsun- ilkece bütün
parçaları anlamlı bir örüntüde bir araya getirme kapasitesine sahiptir. Bu
nu başaran herhangi biri, dünyanın düzeninin bilgisine vakıf olacaktır:
şeylerin ne olduğu, eskiden ne olmuş oldukları, ne olacakları, tabi oldukla
rı yasaların neler olduğu, insanın ne olduğu, insanın şeylerle ilişkisinin ne
olduğu ve böylece insanın neye ihtiyacı olduğu, neyi arzuladığı ve bunu
nasıl elde edeceği."l
Ahlaki dünya da dahil olmak üzere, zihinsel dünyanın bir yapboz bulma
ca olduğu ve filozofların bütün parçalan yerine oturtmakla yükümlü olduğu
düşüncesi, tarihin gerçekte bir önemi olmadığını, yeni bir şey olmadığını ve
olmayacağını varsayar. Bu varsayımı temellerinden sarsan üç tarihsel olay
vardır. İlki, Amerika'daki ve Fransa'daki devrimler başta olmak üzere, on se
kizinci yüzyılın sonunda gerçekleşen demokratik devrimlerdir. İkincisi, ede
biyatta ve sanatta, toplumsal gelişmeye en çok katkı sağlayacak olanın filo
zoflar değil de şairler olduğunu ileri süren romantik harekettir. Bunlardan
bir süre sonra ortaya çıkan üçüncü olay da, Darwin'in insan türünün kökeni
ne dair açıklamalarıydı. Bu üç olayın etkilerinden biri, şeylerin yapboz bul
maca halini reddeden felsefecilerin önayak olduğu temeldencilik karşıtı felse
fedir. Bu filozoflara göre, Batı felsefe geleneği kalıcı ve istikrarlı olanın, yeni
ve olumsal olana tercih edilir olduğunu düşünerek hata etmiştir. Özellikle de
Platon, matematiği bir bilme modeli olarak ele almakla hata etmiştir.
Bu bakış açısına göre, insan doğası diye bir şey yoktur çünkü insanlar
kendilerini yaşarken, toplumsal eylemelerde bulunurken oluştururlar. Nasıl
şairler şiir üretirse, insanlar da kendilerini üretir. Devletin doğasını veya
toplumun doğasını kavramak gibi bir şey söz konusu olamaz - sadece göre
ce başarılı ve görece başarısız, düzenin ve adaletin bir bileşimini oluşturma
ya yönelik bir dizi girişim vardır.
1 Isaiah Bedin, Roots of Romanticism, s. 23.
Cogito, sayı: 54, 2008
267
268
Richard Rorty
Temeldenciler ve temeldencilik karşıtları arasındaki farkı daha ayrıntılı
biçimde resmetmek için izninizle, Jefferson'ın yaşama, özgürleşme ve refa
ha erme haklarının apaçık olduğuna dair iddiasına döneceğim. Temeldenci
ler bu tür hakların evrensel geçerliliğe sahip hakikatler olduğunu, (Asya ve
ya Afrika'dan farklı olarak) özellikle Avrupa'yla ve antik tarihten ziyade mo
dern tarihle ilgili olmadığını savunurlar. Onlara göre, bu tür hakların varlı
ğı, 2'nin kare kökü gibi irrasyonel sayıların varlığına benzer - yeterince çaba
göstererek üzerinde düşünen birinin anlayabileceği türden bir şeydir. Bu fi
lozoflar, Kant'ın "ortak ahlaki bilinç"in tarihsel bir ürün olmadığı, insan ras
yonalitesinin yapısının bir parçası olduğu savını paylaşırlar. Kant'ın, diğer
insanları salt araçlar -salt şeyler- olarak kullanmamamız gerektiğini dikte
eden kategorik emri daha sonra Jefferson ve Helsinki İnsan Hakları Beyan
namesinin diğer yazarları tarafından somut politik terimlere tercüme edil
miştir. Bu tür tercümeler, Platon'un ve İskender'in zamanında şimdi oldu
ğundan çok daha apaçık kabul edilen ahlaki inanışların tekrar formüle edil
miş hallerinden başka bir şey değildir. Felsefenin görevi, kalbimizin derin
liklerinde doğru olduğunu bildiğimiz şeyi bize hatırlatmaktır. Bu anlamda,
ahlaki bilmeyi bir hatırlama meselesi olarak, ampirik deneyimlerin bir so
nucu olarak değil, a priori bir mesele olarak gören Platon, haklıydı.
Buna karşın, benim gibi temeldencilik karşıtları, Kant'ın kategorik emri
nin, sadece tarihsel deneyimin sağlayabileceği somut ayrıntılarla doldurul
madığı sürece boş bir soyutlama olarak kalacağını söyleyen Hegel'le hemfi
kirdir. Jefferson'ın insan haklarının apaçık olduğu iddiasına da aynı biçim
de yaklaşırız. Bize göre, ahlaki ilkeler, belirli deneyim bütünlüklerini bir
araya getirmenin yollarından fazlası olamaz. Onları "a priori" veya "apaçık"
olarak nitelendirmek, Platon'un ahlaki kesinlik ve matematiksel kesinlik
arasında kurduğu yanıltıcı örneksemeyi kullanmakta ısrar etmektir. Hiçbir
önerme hem devrimsel siyasi çıkarımlar içerip hem de apaçık biçimde doğ
ru olamaz.
Biz temeldencilik karşıtları, bir önermenin apaçık olduğunu söylemenin
salt retorik bir hareket olduğuna inanırız. On sekizinci yüzyıl devrimcileri
nin bütün insanlar için talep ettiği hakların varlığı, önceki bin yıl boyunca
çoğu Avrupalı düşünür için apaçık değildi. İlk dile getirilişlerinden yaklaşık
iki yüzyıl sonra Amerikalılar ve Avrupalılar için apaçık hale gelişleri, insan
zihniyle ahlaki hakikat arasındaki bir tür doğal birlikten çok kültür belirle
nimli telkinle açıklanabilir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Demokrasi ve Felsefe
Biz temeldencilik karşıtları, savlarımızı savunmak için şu gibi nahoş ta
rihsel gerçekleri işaret ederiz: Sözde demokratik ABD hükümetine göre, bil
dirgedeki maddeler sadece Avrupa kökenli yurttaşlar için geçerliydi. Ameri
ka'nın Kurucu Babaları bu maddeleri sadece, Avrupa'nın monarşilerinden
kaçıp, Atlantik Okyanusu'nu geçerek Amerika'ya gelen göçmenler için uygu
ladılar. Amerikan yerlilerinin -bu toprakların esas sahipleri olan Kızılderili
lerin- de aynı haklara sahip olduğu düşüncesini pek ciddiye alan yoktu. Di
renişçi Kızılderililer katledildi.
Aynı şekilde, Amerikan vatandaşları, kadın haklarını ciddiye almaya,
Amerikalı kadınların refaha ermek için Amerikalı erkeklerle aynı olanaklara
sahip olup olmadığını kendilerine sormaya, Bağımsızlık Bildirgesinin ya
yımlanmasından ancak yüz yıl sonra başladılar. Siyah Amerikalıların köle
olarak görülmemesi, ancak yüzyıl gibi bir süreden ve çok masraflı ve kanlı
bir iç savaştan sonra mümkün oldu. Siyah Amerikalıların beyazlarla aynı
haklara sahip, tam mükellef vatandaşlar sayılabilmesi içinse aradan bir yüz
yıl daha geçmesi gerekti.
Ülkemin tarihinin bu gerçekleri, Amerika'nın tamamıyla ikiyüzlü bir ülke
olduğunu, insan hakları ihlallerine yapılan itirazları hiçbir zaman ciddiye
almadığını göstermek için sıklıkla öne sürülür. Ama ben ABD'nin bu yolla
reddedilmesinin haksızca ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. ABD'nin ge
çen iki yüzyıl süresinde çok daha iyi, adil, dürüst ve cömert bir ülke haline
gelmiş olmasının nedenlerinden biri, demokratik özgürlüklerin -özellikle
basın özgürlüğünün ve konuşma özgürlüğünün- kamuoyunun Avrupa kö
kenli beyaz erkekleri, Kızılderililere, kadınlara ve siyahlara geçmişte ve gü
nümüzde neler yaptıklarını düşünmeye zorlamasını olanaklı hale getirmiş
olmasıdır.
Bana göre, Batı demokrasilerinde insan hakları kapsamının giderek ge
nişlemesinde kamuoyunun oynadığı rol, demokrasiyi mümkün olan diğer
yönetim şekillerinin tümüne tercih etmek için en iyi nedendir. ABD tarihi,
esasen, malsahibi olan beyaz erkeklerin refahını sağlamayla ilgili bir toplu
mun, nasıl fakir siyah kadınların senatör, bakan ve yargıç görevlerine atan
dığı bir topluma adım adım ve barışçıl yollardan dönüştüğünü gösterir. Jef
ferson ve Kant, Batı demokrasilerinin son iki yüzyılda geçirdiği değişimi
görselerdi, çok şaşırırlardı. Çünkü onların telaffuz ettiği felsefi ilkeler, siyah
ların beyazlarla eşit muamele görmesini veya kadınlara seçme ve seçilme
hakkı verilmesini öngörmüyordu. Onların farazi şaşkınlığı, temeldencilik
Cogito,
sayı:
54, 2008
269
270
Richard Rorty
karşıtlarının, ahlaki düşüncenin, matematikten farklı olarak, rasyonel düşü
nümün bir sonucu olmadığına dair savlarının da bir kanıtıdır. Burada esas
mesele, daha iyi bir gelecek tasarlamak ve bu geleceği hayata geçirmeye ça
lışırken olanları çok iyi gözlemlemektir. Ahlaki bilme de, bilimsel bilme gibi,
her şeyden önce deneyler tasarlamak ve bu deneylerin sonuçlarını bekle
mekle oluşur. Örneğin, kadınlara seçme ve seçilme hakkı iyi sonuç vermiş,
güdümlü ekonomiyse başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Aydınlanmadan bu yana ahlaki ilerlemenin tarihi açıkça göstermiştir ki,
demokrasilerde önemli olan, ifade ve basın özgürlüğü olduğu kadar, kızgın
vatandaşların iyi iş yapmayan seçilmiş görevlileri daha iyileriyle değiştirebil
mesidir. Bir ülkede demokratik seçimler yapılıyor olabilir, ama kötü mu
amele gören vatandaşlar mağduriyetlerini ifade etme şansına sahip olma
dıkça o ülke ahlaki açıdan bir ilerleme kaydedemez. Bir ülkede iş başındaki
hükümet fırsat eşitliğini sağlamak için herhangi bir adım atmasa bile, o ül
ke teoride kurumsal bir demokrasi sayılır. Pratikte, siyasi meseleleri açıkça
tartışma ve siyasi adaylar gösterme özgürlüğü, eşitlikçilik anlamındaki de
mokrasinin, anayasal hükümet olarak demokrasinin doğal sonucu olmasını
sağlar.
Temeldencilik karşıtı bu uzun konuşmamın ana fikri, Avrupa Aydınlan
masının en önemli sonucu olan laikleşmeyi yaşamamış olan veya ancak yeni
yeni anayasal hükümet oluşturma yoluna giren ülkeler için, Batı felsefe tari
hinin özellikle faydalı bir alan olmadığıdır. Çeşitli ülkelerde yürütülen çeşitli
toplumsal deneylerin başarılarının ve başarısızlıklarının tarihini incelemek
çok daha faydalı olacaktır. Eğer biz temeldencilik karşıtları haklıysak, toplu
mu felsefi temeller üzerine oturtma girişimi, tarihsel kayıtlardan ders çıkar
ma girişimiyle ikame edilmelidir.
İngilizceden Çeviren: Şeyda Öztürk
İlk yayımlandığı yer: Kritika&Kontext 33 (2007)
© Richard Rorty/Kritika&Kontext
Avrupa Kültür Dergileri Ağı Eurozine'in izniyle cogito için Türkçeye çevrilmiştir.
Cogito,
sayı: 54,
2008
" Biz Temeldencilik Karşıtlan "
Richard Rorty'nin " De mokrasi ve Felsefe "
Maka lesine Bir Yan ıt
BELA EGYED
Bu satırları Bratislava'da geçirdiğim harika ve verimli altı haftanın biti
minde Kanada'ya dönmek üzere hazırlanırken yazıyorum. Bu zaman zarfın
da Bratislava Uluslararası Sosyal Bilimler Fakültesi'nde, meslektaşlarımla
siyasi ve felsefi sorunları tartışmanın heyecanını yaşadım. Tartışmalar bana
lisansüstü öğrencisi ve sonrasında genç bir felsefe profesörü olduğum yıllan
hatırlatan bir ciddiyet ve yoğunluktaydı. Aynı zamanda bir kere daha, felse
fe çalışmanın önemine kuşkuyla yaklaşan genç öğrencileri ikna etmenin
zorluğuyla karşılaştım. Onlara Platon'un Devlet'inin siyaset, etik, eğitim ve
felsefe hakkında bize hala önemli dersler verebileceğini göstermek her za
man kolay değildi. Meslektaşlar arası tartışmalarımız da, Platoncu mutlak
çılığı bir kenara bırakmışken felsefe geleneğinden neyi muhafaza edebilece
ğimiz sorusu üzerine odaklandı. Ona alternatifler bulma sürecinde, nesnel
lik ve eleştirel rasyonalizmden vazgeçilmemesi gerektiğini anladık.
Tesadüfen, Kritika & Kontext'in yıldönümü sayısı ziyaretim sırasında çık
tı. Makaleler arasında Richard Rorty'nin de bir makalesi olduğunu görmek
beni memnun etmişti. Makaleye verdiğim ilk tepkinin oldukça olumsuz oldu
ğunu itiraf etmeliyim. Ben burada, felsefeye ve özel olarak bu disiplinin en
görkemli metinlerinden birine duyduğum tutkuyu öğrencilerimde uyandırma
uğraşı verirken, orada "felsefenin demokrasi için yersizliği konusunu işleyen"
Rorty vardı. Tereddütlerimi duyan dergi editörü, makalenin aslen İran'da öğ-
Cogito,
sayı:
54, 2008
272
Bela Egyed
rencilerden oluşan bir dinleyici grubuna yapılmış bir konuşma olduğunu
açıkladı. Bunu aklımda tutarak, daha yakından bakmak üzere makaleye dön
düm ve "altmetin"i aradım. Kendime, Rorty'nin bu İranlı öğrencilere ne söy
lemeye çalıştığını sordum. Aklıma hemen iki şey geldi. Biri, bir yerlerde oku
duğuma göre Ayetullah Humeyni'nin Platon'un eserlerine dair olumlu görüş
bildirmiş olduğu, diğeriyse Devlet'in akıl adına yaptığı gelenek eleştirisiydi.
Geleneklerine ilişkin eleştirel bir anlayış için gerekli araçlara aç olan öğrenci
lere hitap etmekte olan ünlü bir felsefecinin, onları felsefi düşünüşü bırak
maya değil, ona sarılmaya teşvik etmesi gerekmez mi? Rorty gibi bir Platon
eleştirmeninin, bu felsefe devinin eserlerinden neyin kurtarılıp neyin kurtarı
lamayacağı üzerine ciddi bir felsefi tartışma açması gerekmez mi?
Rorty örnekle mi öğretmeye çalışıyordu? Kendi toplumunun değerlerini
eleştirmekle, dinleyicilerine kendi değerlerine yönelik eleştirel bir tavrın
önemini mi göstermeye çalışıyordu? Yapmak istediği bu olsa dahi, ne yazık
ki, Rorty'nin ne Amerikan siyaseti eleştirisine ne de Batı felsefe geleneği
eleştirisine katıldım. Vurgusunu "siyası sağ"ın ekonomik tercihleri ve askeri
duruşuna yaparak, onun toplumsal muhafazakarlığının yol almasını sağla
yan güçlerin çözümlemesi namına çok az şey söylüyordu. Oysa, dini sağın
Amerikan siyasetindeki yükseliş nedenlerinden birinin, ne "liberaller"in ne
de "solcular"ın, dini aşın tutuculuğa karşı yeterli bir ahlaki (felsefi) alterna
tif sunamamaları olduğu öne sürülebilirdi.
Dahası, Rorty'nin "Aydınlanma değerleri bütün Batıda hemen hemen hiç
sorgulanmadan özümsenmiştir" iddiasına da katılmıyorum. Rorty, Fox ha
berlerine hiç göz atmamış mıydı? Eşcinsel evlilik, kürtaj ve "akıllı tasanın"
tartışmalarını takip etmemiş miydi? Bu tartışmalar temel felsefi sorunları
öne çıkarır ve felsefi üstünlüğe sahipmiş gibi görünenler genellikle muhafa
zakarlardır. Rorty'ye, Batı Aydınlanmasının yol göstericiliğinin bir kısmını
kaybettiği konusunda hak verilebilir. Hatta bu, savunucularının "felsefeyi
bir kenara itmiş" olmaları gerçeğine bağlanabilir. Ancak benim, Rorty'nin
bu gerçek karşısında duyduğu sevince katılmam mümkün değildir. Bana gö
re solun güncel temel tartışmalara katkıda bulunma yeteneğindeki düşüşün
asıl nedeni, solun yeni sorular sorma ve eski soruları yeniden formüle etme
tarihsel rolünden vazgeçmiş olmasıdır.
Rorty'nin bu makalesindeki temel sorunu, dar "tarihselcilik" ve "temel
dencilik karşıtlığı" anlayışlarıyla çalışması. Rorty'nin radikal kültürel ve ta
rihsel göreceliğini paylaşmadan, tarihin önemi ve onun "ortak ahlaki bi-
Cogito,
sayı:
54, 2008
"Biz Temeldencilik Karşıt/an"
linç"in belirlenmesinde oynadığı önemli rol konusunda ona hak verilebilir.
Ne, örneğin, Rorty'nin "[Avrupa Aydınlanması] laikleşme sürecini yaşama
mış ülkeler için [ . . . ] Batı felsefe tarihi faydalı bir çalışma alanı değildir" iddi
asını haklı çıkarabilir? Rorty, bu ülkelerin faydalı biçimde felsefe çalışabil
meleri için laikleşmeyi beklemeleri gerektiğini mi söylemektedir? Batı felse
fesi tarihinin başka yerlerdeki laikleşme süreçleri hakkında edecek önemli
sözleri bulunmadığını mı? Yoksa, laikleşmenin bu ülkeler için istenen bir
sonuç olmadığını mı? Tüm bu iddialar, eğer Rorty bunları öne sürdüyse,
ciddi biçimde sorunlu olacaktır. Savunulamaz olduğunu düşündüğüm ilki
dışındaki diğerleri, Batı felsefesinin reddini değil, ona bir ilgiyi gerektirir.
Platon, Spinoza, Kant, Hegel, Nietzsche ya da hatta Habermas'ın eserleri
nin, İran'daki öğrencilerle ya da geleneksel dini inançlarla moderni tenin
üzerlerinde uyguladığı baskı arasında bir uzlaşma sorununa yakalanmış
herhangi başka bir ülkedekiler için yalnızca zayıf bir ilgi teşkil edebileceğini
kabul edemem. Ancak Rorty'nin akıllı İranlı dinleyicilerinin, onun Batı fel
sefesini küçümseyen bu sözlerini ciddiye alacağından şüpheliyim. Bizim öğ
rencilerimiz gibi, muhtemelen onların da Batılı felsefeciler arasında kendi
kahramanları ve kötü adamları vardır.
Slovak öğrencilerimle Platon'u tartışırken, direnişlerinin ya da daha kö
tüsü, aldırmazlıklarının Rorty'nin Kritika & Kontext'te yer alan makalesini
okumuş olmalarından kaynaklanıyor olabileceği tekinsiz hissine kapıldım.
Sonuç olarak bu beni, Rorty'nin felsefe anlayışıyla olan anlaşmazlığımı net
leştirmek zorunda bıraktı. Uzun süre Rorty'nin çalışmalarına hayranlık bes
lemiş ve onun felsefedeki özcülüğe duyduğu güvensizliği her zaman paylaş
mış olmama rağmen, "temeldencilik karşıtlığı"nı kavrama biçimine razı
olamayacağımı açıklamalıydım. Rorty'nin makalesi boyunca "felsefi temel
lendirme" eleştirileri bulunur ve Rorty, ister demokrasi ister daha genel ola
rak ahlak hakkında olsun, inançlar için güvenli ve kalıcı dayanaklar arama
nın beyhudeliğini savunuyor gibidir. Bu bence felsefede takınılması faydalı
olan bir tavır. Gelgelelim bu, insanların hayat "yapboz"larını bir biçimde
bir rasyonel düzene sokma girişiminde bulunmayacakları ya da bu süreçte
filozofların önemli bir rol oynamayacağı anlamına gelmez. Filozofların bu
girişimlerin ancak göreceli ve geçici olabileceğini gösteren rolleri can alıcı
olabilir. Filozoflar bunu, başarıları ve kayıplarıyla geçmişteki yapılış biçim
lerine işaret ederek yapabilirler. Ancak kendi "içkinlik düzlemleri"nin tarih
sel inşaasına da yardım edebilirler. Diğer bir deyişle, insanların özel şartlar
Cogito,
sayı:
54, 2008
273
274
Bela Egyed
altında az çok yaşanabilir bir dünya görüşünü kendileri için nasıl yaratabil
diklerini gösterebilirler. Neticede, Platon'un "İyi Formu"yla, Spinoza'nın
"Tanrı"sıyla, Kant'ın "Aklın İdeal"iyle öğretmeye gayret ettikleri bu değil
miydi? Ve bu, çağdaş birçok "temeldencilik karşıtı" felsefecinin işaret ettiği
yön değil midir?
Bu nedenlerle Rorty, temeldencilik karşıtlığında biraz fazla ileri gitmiş
gibi geliyor bana. Siyasi, ahlaki ve sosyal görüşlerimize, geçici de olsa tutarlı
temellendirmeler sağlayabileceğimizi ya da sağlamamız gerektiğini reddedi
yor. Bana göre, felsefe bu göreve önemli bir katkıda bulunabilir. Rorty "gü
neşin altında yeni şeyler" var derken elbette ki haklı, ancak bunların yeniliği
tam da, halihazırda bildiklerimize ve henüz bilmediklerimize bağlı.
Başta belirttiğim gibi, Bratislava'dan ayrılmama az bir zaman kaldı. Bu
satırları birkaç gün önce yazsaydım, eminim ki meslektaşlarımla tartışma
olanağım olacaktı ve onların yorumlarından faydalanabilecektim. Durum
böyleyken yalnızca, şayet yazdıklarımı okuyacak olursa Richard Rorty'nin,
yorumlarımı sunuldukları arkadaşlık ruhu adına kabul edeceğini umabili
yor ve aynı zamanda, Rorty'nin makalesini okuyarak önemli dersler çıkaran
öğrencilerimin benim makalemi "temeldencilik karşıtı" olmanın ne anlama
geldiğine dair daha derin bir anlayış kazandıracak bir bakış açısıyla okuma
larını diliyorum.
İngilizceden Çeviren: Esen Ezgi Taşcıoğlu
İlk yayımlandığı yer: Kritika&Kontext 33 (2007)
© Bela Egyed/Kritika&Kontext
Avrupa Kültür Dergileri Ağı Eurozine'in izniyle cogito için Türkçeye çevrilmiştir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
Bela Egyed'e Yan ıt
RICHARD RORTY
Bela Egyed felsefe öğrencilerini "felsefi düşünceden" soğutmamam, onla
rı felsefi düşünmeye sevk etmem gerektiğini düşünüyor. Beni, Platon'dan
"kurtarılabilecek ve kurtarılamayacak olanlar üzerine ciddi bir felsefi tartış
ma yapmaya" davet ediyor. Bu önerisini şaşırtıcı buluyorum, çünkü kitapla
rımın tam da felsefi düşünüm örnekleri olduğunu ve tam olarak bu konuyu
ele aldıklarını düşünüyorum.
Platon'u eleştiren diğerleri -örneğin Dewey- gibi, ben de Platon'un, geçi
ci olumsallıklardan kaçınıp şeyleri sonsuzluk açısından ele alarak kesinliğe
ulaşma yolundaki umudundan vazgeçip, Sokrates'in geleneksel inançlara
karşı eleştirel yaklaşımını kurtarmamız gerektiği konusunda ısrarlıyım.
Eğer Platon'un yolundan gidersek, Egyed'in "dünyanın az çok yaşanabilir /
çekilir hali" adını verdiği şeyi oluşturmak / elde etmek için felsefeden değil
de tarihten ve yaratıcı edebiyattan medet ummuş oluruz. Tarihsel gelişmele
ri -siyaseti laikleştirince, kadınlan erk sahibi yapınca veya Devletin güç te
kelini varlığı tekrar dağıtmak için kullanınca olanları- incelemek, tarihin dı
şında kalan bir şeyi rehber edinme girişimlerinin yerini alır. Kurmaca ede
biyat yapıtları okumak bize, insanların belli bir yaşam biçimini tercih ettik
lerinde dünyanın nasıl bir yer olacağını anlamamıza yardımcı olur.
Platon'un eleştirmenleri genelde, Platon gibi, Egyed'in "nesnellik ve eleş
tirel rasyonellik" adını verdiği şeye -Sokrates'in örneklediği erdemlere
bağlıdırlar. Ne var ki, Egyed, "felsefi temeller" düşüncesinden vazgeçip yeri
ne "tarihten alınacak dersler"i koyarsak, bu erdemlerin tehlikeye atılacağını
düşünüyor. ABD'de dindar sağın son dönemde iktidarı ele geçirmiş olması-
Cogito,
sayı:
54, 2008
2 76
Richard Rorty
nın nedenlerinden birinin, liberallerin "dinsel köktenciliğe, uygun veya ka
bul edilebilir ahlaki (felsefi) bir alternatif sunamamaları" olduğunu düşünü
yor. Aynı zamanda, "felsefi üstünlüğe" sahipmiş gibi görünenlerin muhafa
zakarlar olduklarını söylüyor.
Ben, liberallerin muhafazakarları onların silahlarıyla yenmeye -zaman
dan ve olasılıklardan kaçmak için insanların arzularını ve zaaflarını kullan
maya- çalışmalarının büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Felsefi te
meller düşüncesini böylesi bir kaçıştan kurtarabileceğimizden şüpheliyim.
Dinsel köktencilik bizim güvenlik ve kesinlik arzumuza hitap eder, felsefe
nin rasyonalist geleneği -Planton'u Kant ve Spinoza'yla biraraya getiren ge
lenek- de aynı şeyi yapar. Nietzsche ve Dewey'nin bakış açısından, bu, bas
tırmamız gereken alçak bir arzudur. Bu arzuya boyun eğmek, yükselmek
değil; alternatif tutumların somut sonuçları üzerine düşünme gönüllülüğü
nü çözülemez bir soyutlamalar ihtilafıyla değiştirmektir.
Egyed eşcinsel evililiği, kürtaj ve 'akıllı tasanın' tartışmalarının temel fel
sefi sorunları öne çıkardığını düşünüyor. Ben böyle düşünmüyorum. Niçin
sadece heteroseksüellerin veya aynı ırktan olanların evlenmesine izin veril
diği sorusu, faydacılığın (eğer kimseye zarar vermiyorsa, yanlış değildir) do
ğal hukuk kuramıyla (eşcinsellik ve ırkları karıştırmak doğal değildir, o hal
de yanlıştır) yüzleştirileceği soyutlama düzeyine çıkarak yanıtlanamaz. Bu
sorunun yanıtının bulunacağı yer, edebiyat ve tarihtir - eşcinselliğe ve ırk
ayrımına karşı farklı yaklaşımların benimsendiği toplulukların tarihinde ve
eşcinsel veya farklı ırktan çiftlerin hayatlarının ve ilişkilerinin resmedildiği
özyaşamöykülerinde ve romanlarda. Soyut zıtlıkların nasıl çözüleceğini
kimse bilemez ama somut vakalann incelenmesi yoluyla, insanların yakla
şımlarında önemli değişikliklere yol açılabilir.
Kürtajı "İnsan hayatı ne zaman başlar?" gibi yanıtlanamaz sorular üze
rinden tartışmak da, soyut ilkelere yapılan yararsız başvurulara bir örnektir.
Bir kişinin kürtaj konusundaki görüşleri, onun hangi tarafa -fetusa veya an
neye- daha fazla sempati beslediğiyle belirlenir. Bu iki canlıdan hangisinin
yaşamının somut aynntılannı daha fazla bilirse, sempatisini de o derece an
lamlı biçimde yönlendirir. Platon, Spinoza, Kant, Nietzsche veya Dewey'den
alıntılanacak hiçbir görüş, kişinin tutumunu belirlemesine yardımcı olamaz.
Felsefi temellere Egyed gibi büyük önem atfetmek için "Akıl" adı verilen
bir hakikat kaynağına inanmak gerekir. Platon, Spinoza ve Kant'ın "Tann
ne der?" sorusunun ikamesi olarak kullandıkları "Akıl ne der?" sorusunu
Cogito,
sayı:
54, 2008
Bela Egyed'e Yanıt
ciddiye almayı gerektirir. Benim görüşümce, rasyonellik bir yeti değildir.
Rasyonellik basitçe, diyalog kurmaya, darbe yerine sözcük kullanımına gö
nüllü olmaktır. Hal böyleyken, Egyed'in, Platon'un "akıl adına, bir gelenek
eleştirisi" sunduğunu söylemesine itiraz ederim. "Akıl adına" ifadesi bana
tıpkı "Tanrı adına" gibi boş bir retorik hareket gibi görünür. Rasyonelliği
-Sokratesçi açık fikirlilik ve diğer tarafı dinleme gönüllülüğünü- sonuna ka
dar savunurum. Ama rasyonel olmanın, temelleri aramakla veya ahlaki an
laşmazlıkları soyut ilkeler arasındaki çatışmaya indirgemekle ilgisi olmadı
ğını düşünüyorum.
İngilizceden Çeviren: Şeyda Öztürk
İlk yayımlandığı yer: Kritika&Kontext 33 (2007)
© Richard Rorty/Kritika&Kontext
Avrupa Kültür Dergileri Ağı Eurozine'in izniyle cogito için Türkçeye çevrilmiştir.
Cogito,
sayı:
54, 2008
277
İki Kü ltür Aşılabildi m i ?
SADI K EROL ER
İki Kültürü
Aşmak
Modern Dünya
Sisteminde Fen
Bilimleri ile
Beşeri Bilimler
Aynlığı
Ed. Richard E.
Lee/lmmanuel
Wallerstein
Çev.: Aysun
Babacan, Metis,
2007
Yeni Kozmoloji'nin sonsuz Evren'i,
Zaman ve Uzam anlamında sonsuz
dur ve sanki sonsuz maddenin içinde,
sonsuz ve zorunlu yasalara uygun
olarak sonsuza dek amaçsız olarak
dolandığı bu sonsuz mekan İlahi
Güç'ün ontolojik bütün özelliklerini
devralmıştır. Yine de Evren'in devral
dığı özellikler, Tann'nın giderken ya
nında götürdüklerinin dışında kalan
özelliklerdir.
Alexandre Koyre
Yirminci yüzyılın modern/postmo
dern konjonktüründe disiplinlerin sı
nırlarını veya disiplinlerarasılığın meş
ru ya da gayrimeşru ilişkilerini özgün
bir şekilde betimleyen "iki kültür" teriCogito, sayı: 54, 2008
mi, C. P. Snow tarafından 1959 yılında
ortaya atıldığında/icat edildiğinde mev
cut kavram henüz entelektüel paramet
relerle ölçülecek düzeyde tartışılma
mıştı. Tarihsel süreç içerisinde dönem
dönem entelektüellerin ve bilim adam
larının çalışmalarıyla bıçağın hangi yü
zünün (fen bilimleri/beşeri bilimler) bi
leylendiğini keskinliği oranında tespit
etmemiz mümkün olmuşsa da, bu kar
gaşa ya da "otorite tutkusu" sürekli bir
birlerini aşındıragelmiştir. Disiplinle
rin saflarının belirlenmesi -arka planı
Descartes'a kadar uzansa da- büyük
çapta yirminci yüzyıl ölçeğinde fen ve
beşeri bilimlerin yeniden inşası para
digması doğrultusunda renklenmeye
başlar. 1 Her ne kadar bu dönem, siya
set sosyolojisi açısından, insanlık için
"cehennemde bir mevsim" yaftasına
maruz kalmışsa da, müjdelediği para
doksal yaşam tarzlarıyla bir anlamda
yukarıda bahsettiğimiz " saf" tut
mak/belirlemek gibi modernist bakış
açılarının altını aşındırmasıyla da fark
lı bir yerde durur. Olayları daha iyi yo
rumlayabilmek ve temellendirebilmek
için resmin bütününü oluşturan ve bu
yüzyılın karmaşık dokusunda meydan
okuyucu tezleri ve argümanlarıyla kit
leleri peşinden sürükleyen eğilimlere
bakmakta fayda var. Kıta felsefesi gele
neğinde filizlenen, Husserl'in başlattığı
görüngübilim (fenomenoloji), geçen
yüzyılda Kierkegaard'ın öncülüğünü
İki Kültür Aşılabildi mi?
yaptığı, Sartre, Heidegger, Marcel ve
Jaspers'dan Cioran'a kadar geniş bir
zemini biçimlendiren varoluşçuluk,
Gadamer ile olgunluğa erişen yorum
bilgisi (hermenötik), ilk elde sayılabile
cek düşünce akımları olarak göze çar
par. Yine kıtada gelişen Carnap ,
Schlick, Ayer gibi felsefecilerce savu
nulan yirminci yüzyılın en etkili dü
şünce akımlarından mantıkçı poziti
vizm, Wittgenstein'ın özellikle Tracta
tus'taki ilk dönem düşüncelerinin bü
yük etkisi altında kalarak "dil felsefe
si" ne farklı bir bakış açısı kazandırır.
Siyasi ontolojinin merkezinde yer alan
işçi sınıfının "merkezsizleştirilmeye"
çalışıldığı süreçte, Marksist düşünce
nin yirminci yüzyıldaki toplumsal eleş
tiri boyutunu temsil eden Frankfurt
Okulu'nun savlan, Habermas'ın güncel
yorumlarıyla günümüze kadar taşınır.
Aynı zamanda, yüzyılın ortalarında Sa
ussure'ün dilbilimsel görüşlerinden
esinlenen yapısalcılık, değişik alanlar
daki etkisiyle öne çıkar. 1 960'ların çal
kantılı döneminde, batı bilim-felsefe
geleneğine özeleştire! yaklaşımlar için
de kendini gösteren olguculuk sonrası
ve yapısalcılık sonrası düşünme yor
damlarıyla karşılaşıyoruz. Karşı kıyıda
ise kendi geleneği doğrultusunda daha
farklı felsefi düşünceler gelişti. Fre
ge'nin mantıksal çözümlemeleri ile
başlayan "dil"i temel alan çözümleyici
düşünürler, bazı kıta düşünürlerinin
de katkısıyla kendi bakışlarını geliştir
diler. Russell ve Moore'un, dil-düşünce
ilişkisinden yola çıkarak felsefe sorun
larına dilsel çözümleme aracılığıyla
yaklaşan tutumları, o dönemde İngilte
re'de varolan yeni-Hegelci felsefeye de
tepki niteliği taşıyordu. Yirminci yüz
yılın ikinci yarısında, sistematik felsefe
çerçevesi dışında yer alan, belli alan
larda yoğunlaşan düşünceleriyle felsefe
ortamına katkıda bulunan birçok ismi
görüyoruz. Bataille, Levinas, Blanchot,
Derrida, Lyotard gibi düşünürlerin or-
tak noktası da yine Nietzsche'den hare
ketle Hegelci sistematik düşünce kar
şıtlığıydı. Sistematik bir bütünlükten
söz edilemezse de, 1 970'lerden itiba
ren, eril epistemoloji ve söylemine kar
şı, kökleri ondokuzuncu yüzyıla uza
nan feminist görüşlerin daha olgun bi
çimde dillendirildiğini görmekteyiz. Si
mon de Beauvoir'ın öncüsü olduğu bu
alanda, Helene Cixous, Luce lrigeray,
Julia Kristeva anılmaya değer isimler.
Yirminci yüzyılın son çeyreği ise, post
modern düşünce ekseninde, Lyotard,
Derrida, Baudrillard gibi düşünürlerin
günümüzde hala tartışılan görüşlerine
sahne oldu. Ayrıca, ayrıksı bir felsefe
tarihçisi kimliğinin yanı sıra psikanaliz
ve şizoanaliz çözümlemeleriyle edebi
yatın doğasını farklılaştıran Deleuze ile
modernitenin dışarıda bıraktığı kişileri
ve sorunları cesur ve olağandışı kav
ramlarla cilalayan ve böylelikle döne
minde "insanın/öznenin ölümü" gibi
radikal söylemlere imza atan Foucault
görmezden gelinemez. Edebiyatın, ola
ğan felsefe yapma biçiminde karşılaşı
lan çeşitli epistemolojik, metafizik,
yöntembilgisel sorunların ketleyici or
tamının dışında felsefe yapma olanağı
nı kullanan, M. M. Bakhtin, Roland
Barthes, G. Bataille, M. Blanchot, P. de
Man, iris Murdoch, Ayn Rand, Miguel
Unamuno gibi isimleri de unutmamalı
yız. İnsanoğlunun doğanın evrimsel
yapılarına dışarıdan müdahalesi sonu
cu çevrenin hızla bozulmasına bir tep
ki olarak ortaya çıkan, en köktenci söy
lemini Arne Naes'in temsil ettiği (derin
ekoloji) ve diğer tarafta Murray Bookc
hin gibi düşünürlerle desteklenen çev
reci felsefi görüşlerin yüzyıl sonu felse
fesinde yeri olmalıdır. Büyük ölçekte
hukuk ve adalet sorunu üzerine kışkır
tıcı söylemleriyle tanınan Rawles yine
anılmaya değer. Marksist felsefenin
farklı tezahürlerini temsil eden yirmin
ci yüzyıl düşünürleri arasında, Antonio
Gramsci, György Lukacs, Ernst Bloch,
Cogito, sayı: 54, 2008
279
280
Sadık Erol Er
Henri Lefebre, Louis Althusser, Han
nah Arendt, Frederic Jameson ilk akla
gelen isimlerdir. Günümüzde yaşayan
düşünürlerden, hermenötik gelenekte
anılan Gianni Vattimo, dil ve ahlak tar
tışmalarına önemli katkılarda bulunan
Karl-Otto Apel, mantık-bilim felsefesi,
daha sonra zihin felsefesi alanındaki
görüşleriyle Hilary Putnam, kıta felse
fesi geleneğinin önemli sorunlannı çö
zümleyici geleneğin sunduğu olanakla
rı kullanarak özgün bir şekilde işleyen
Richard Rorty, Devlet felsefesi alanın
da çalışmalarıyla Robert Nozick, sos
yal bilimlerin önünün açılması gerekti
ğine samimiyetle inanan Gulbenkian
Komisyonu editörü sosyolog/iktisatçı
Immanuel Wallerstein ve değinemedi
ğimiz birçok düşünür yirmibirinci yüz
yıl düşünce evrenine katkıda bulunma
ya devam etmişlerdir.
Elbette ki, çerçevelemeye çalıştığı
mız ve fütursuzca "dikişsiz" sıfatını
iliştirebileceğimiz bu yüzyılda, sadece
yukarıda saydığımız eğilimler yoktur.
Ancak yazımızın mahiyeti açısından
kısa tutmaya çalıştığımız bu yüzyılın
topografisi, sosyal bilimlere getirmiş
olduğu yeni açılımlar ve alternatif di
siplin modelleriyle göz kamaştırıcı ve
dikkate değerdir. Varolan bilginin Batı
dünyasındaki teolojiye boyun eğmesiy
le başlayan skolastik dönem ve daha
sonra bu teolojik bilginin prestij kaybı
na uğrayarak yerini "doğa incelemele
ri" adı altında sektiler bilgiye (ve Ay
dınlanma'nın araçsal akılcılığına) bı
rakması, kuşkusuz yüzyılın epistemo
lojik anlamda ana gövdesini oluştur
maktaydı. Başka bir ifadeyle, Tanrının
giderken yanında götürdüğü özellikleri
sorgulamaktan ziyade, geride bıraktığı
boşluğu doldurma girişimi olan Aydın
lanma rasyonalizmi yirminci yüzyılda
ki disiplinlerin sınıfsallaşmasında
önemli bir aktördü. Her ne kadar iki
kültür arasındaki derin yarılmanın ge
tirmiş olduğu kurumsallaşma çabalan
Cogito, sayı: 54, 2008
ilk önce Fransa'da, daha sonralan Kıta
Avrupası'nın diğer ülkelerinde baş gös
terse de, asıl olgunluğuna okyanusun
öte tarafında, ABD'deki entelektüel ça
lışmalarla erişecekti. Bu bağlamda,
"bilimsel bilginin ya da bilimin, misyo
n unu tamamlamak üzere olduğunu
ilan eden yorumbilgisel açıklamalar"
özellikle C. Maxwell ve M. Faraday'in
elektromanyetik alan kavramına yasla
narak ilerlerken, bir yandan da New
toncu mekanik dünya görüşünü aşın
dırmaktaydı. Bunun yanı sıra, çarpıcı
bir diğer gelişme ise Heisenberg ve
Schrödinger'in geliştirdikleri "belirsiz
lik kuramı" ile ivme kattıkları "kuan
tum mekaniği"nin ve Einstein'ın çalış
malarının farklı bir bilim anlayışına
-postmodern bilimsel bilgiye- kapı
aralamakta olmasıydı. Görelilik kura
mı ve kuantum mekaniğinin getirmiş
olduğu eleştirel düşünceyle ayrıcalıklı
konumunu pekiştiren bilim, teknolojik
gelişmeleri tetiklerken aynı zamanda
sosyal bilimlerdeki düşünsel evrilmeye
de katkıda bulunmaktaydı. Gerçekten
de 18 50-1945 arası dönem dünya ge
nelinde kabul gören belli başlı katego
rileri az sayıda disipline indirgeme sü
reciydi. Ayrıca bu dönemde hız kaza
nan ulusalcılık ya da ulusal özgüllük
yaklaşımı sosyal bilimleri belirleyen
farklı bir etmendi. Mauro di Meglio'ya
göre bu "ulusal özgüllük sosyal bilim
lerin geçtiği süreçte kilit bir rol oyna
mıştır. Hatta bu süreci, çizgisel bir ta
rih olarak değil, birbirine zıt iki model
arasındaki sürekli çekişmenin tarihi
olarak nitelendirmek daha açıklayıcı
olabilir; bu iki zıt modelin biri daha
"disiplinli", bilimsel, pozitivist bileşen
leri daha çok vurgulayan "hegemonya
cı" ve evrenselci model, diğeri ise siste
min işleyişini daha bütüncü bir yakla
şımla anlamayı vurgulayan, zaman ve
mekan farkındalığına özel bir önem
yükleyen direniş modeliydi."2 Başkan
lığını Wallerstein'ın yaptığı Gulbenki-
İki Kültür Aşılabildi mi?
an komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın 3
başlıklı raporunda bu indirgeme nos
yonunun ve direniş modellerinin ne
kadar akılcı olup olmadığını tartışır
ken, özellikle disiplinlerin örgütlenme
parametrelerini tespit etmemizi salık
verirler. Sorun aslında sosyal ve fen bi
limleri disiplinlerinin sınırlarının yeni
den çizilmesine katkı sağlayan kurum
sal modellerin yirmibirinci yüzyılda
geçerliliğini ne derece koruyacağıdır.
Yani, yirmibirinci yüzyıl sınırların ye
niden çizildiği ondokuzuncu yüzyıl ör
gütlenme aygıtlarını mı kullanacaktır
ya da farklı bir yapılanma sürecine sa
parak yeni bir entelektüel hassasiyet
üzerinden taleplere cevap verebilecek
eğitim modelleri mi oluşturacaktır?
Wallerstein, tarihsel bağlamda kon
jonktüre! olarak değişen entelektüel
iletişimse! düzeye bağlı araçsal model
leri şu şekilde sıralar: ondokuzuncu
yüzyılda entelektüel iletişimin gerçek
leştiği düzey, ulusal bilimsel toplantı
lar ve ulusal bilimsel dergiler. Bu tür
kurumlara talep çok artıp tıkanma
başlayınca, yerini bir ölçüde, 1 945'ten
sonra dünya çapında çok yaygınlaşan
kolokyumlar aldı. Günümüzde artık
bu kanal da aşın talep sonucu tıkanın
ca, birbirlerinden fiziksel olarak uzak
ta bulunan az sayıda bilim adamının,
elektronik ağların sağladığı artan ileti
şim olanaklarının da yardımıyla ger
çekleştirdiği, sürekli ilişkilere dayalı
küçük yapılar ortaya çıktı.4 Bu aslında
içinde bulunduğumuz yüzyılda ister
dünya isterse ülkemiz açsısından ku
rulması gereken sosyal bilimlerin ya
da diğer bilimlerin hangi çerçevede ör
gütlendiğini gösterir. Bu durumun ül
kemiz açısından hangi olgunlukta olup
olmadığı yazımızın mahiyetini aştığın
dan bu konu başka bir yazıda etraflıca
tartışılacaktır. Ancak yine de kavram
sal bir çerçeve oluşturması bakımın
dan dikkat çekici bir çalışma olan Sos
yal Bilimleri Yeniden Düşünmek adlı
çalışma bu konuda atlanmaması gere
ken bir eserdir. 5 Bu bağlamda Richard
E. Lee'ye göre, günümüzün sürekli iliş
kilere dayalı küçük yapıların getirdiği
yeniden düşünme süreci, indirgeyici
değil sentetik bir yaklaşımı, çapraz di
siplinci güçlü bir tavrı ve "çetin" prob
lemleri de içerecek bir arayışı temsil
etmek zorundadır. Bu durum Newton
cu dünya görüşünden ve klasik bilim
sel anlayıştan uzaklaşma gibi okunma
lıdır. Çünkü modernleşmeyle birlikte
terk edilen mutlak uzay ve zaman gibi
değerlerin altını kazan modern düşün
cenin arkaplanı büyük ölçüde Max
Weber'in ifadesiyle "dünyanın büyüsü
nün yok edilmesi"ne yaslanır. Aydın
lanma projesinin temelinde yer alan
bu büyü bozma ve arayış motifi mo
dernizmin iç dinamiklerini oluşturur
ve son birkaç yüzyılın alın yazısı niteli
ğindedir. Gulbenkian Komisyonu, ra
porunda bu durumu şu şekilde tasvir
eder: "Dünyanın büyüsünü yok etme"
kavramı, vahiy yoluyla geldiği için ve
/veya başka bir gerekçeyle kabul edilen
bilgelik ya da ideolojinin kısıtlanmadı
ğı nesnel bilgi arayışını temsil ediyor
du. Sosyal bilimlerde bu, tarihi, varo
lan iktidar yapılan adına yeniden yaz
mamız gerektiği yolunda bir uyarıydı.
Bu uyarı, entelektüel faaliyeti, önünü
kesen dış baskılardan ve mitolojilerden
arındırmakta çok önemli bir adım ol
du ve bugün de geçerli olmaya devam
ediyor. 6 Baconcı bir düsturla dünya
nın büyüsünü bozan/bozmaya devam
eden insanoğlunun, yedeğine aldığı
teknolojik gelişmeler ışığında büyüme
ye çalışırken "şişmanlayan" bir kültü
rel mirasın dekadansına maruz kalma
sı da gerçekte bir tesadüf olamaz. Bu
yüzdendir ki, varolagelen tartışmalara
bağlı olarak La nouvelle alliance'da
[Yeni İttifak] Prigogine ve Stengers,
"dünyaya büyüsünü geri verme"yi
önerdiler. Yine bu komisyon raporuna
göre "dünyaya büyüsünü geri verme"
Cogito, sayı: 54, 2008
281
282
Sadık Erol Er
kavramı bir mistifikasyon çağrısı de
ğildir; ancak kendimizi disiplinler kar
şısında ya da disiplinlere rağmen yeni
den farklı pozisyonlara göre konum
landırmak zorunluluğunu beraberinde
getirir. Farklı bir ifadeyle "bu, insan
larla doğa arasındaki yapay sınırların
kırılması, ikisinin de zaman okunun
çerçevelediği aynı evrenin parçası ol
duklarını görmeleri için yapılan bir
çağrıdır. "Dünyaya büyüsünü geri ver
me" kavramı, insan düşüncesini bugü
ne kadar olduğundan çok ötede özgür
leştirmeyi amaçlamaktadır." Yazımı
zın başlarında çıkardığımız yirmibirin
ci yüzyılın düşünsel eskizi gerçekten
de insanın kendisini özgürleştirme ve
sosyal bilimleri dönüştürme yolunda
akla yatkın ilkeler bulma girişimi ola
rak değerlendirilmelidir, ki sosyal bi
limcilerin yapması gereken en acil ey
lem planı da buna yönelik olmalıdır.
Bu bağlamda önemli tespitlerden biri
de "kültüre dönüş" açılımıdır. Çokkül
türlülük, postkolonyalizm, oryanta
lizm, sinoloji, antropoloji vb kültürel
soruşturma sahaları Eric Hobsbawn'ın
ifadesiyle dünyayı bir teleskopun değil
mikroskobun merceğinden görmeyi
tercih edenlerin perspektifi olarak de
ğerlendirilebilir. 7
Son tahlilde toplumsal/siyasal/kül
türel etkinliklerin merkezinde yer alan
"değişim" olgusu, Descartes'tan bu ya
na modern düşünceye sinmiş olan in
sanlar ve doğa arasındaki ontolojik ya
rılma kırılmadığı, disiplinlerarasılık
olumlanmadığı, yenidünya düzeni/dü
zensizliği kurumlarının kimlikleri eski
kavramlara göre tanımlandığı, siyasi
ontolojinin merkezi "merkezsizmiş" gi
bi görüldüğü sürece amacından sap
mış olacaktır. 8 Bu yüzden sosyal ve
fen bilimlerinin tarihsel sürecini, bu
günkü durumunu daha ayrıntılı oku
mak/kavramak isteyenlerin İki Kültürü
Aşmak adlı kitabı gözden kaçırmaması
gerekir.
Cogito, sayı: 54, 2008
Notlar
1 Bu sürecin nasıl işlediğinin özeti için bkz.,
Boris Stremlin, "Otoritenin Kuruluşu: Mo
dem Dünyada Bilimin Yükselişi" İki Kültü
rü Aşmak: Modem Dünya Sisteminde Fen Bi
limleri İle Beşeri Bilimler Ayrılığı içinde
s. 1 7-50.
2 Mauro di Meglio, "Sosyal Bilimler ve Alter
natif Disiplin Modelleri", a.g.e. , s. 80.
3 Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri
Açın, Çev: Şirin Tekeli, Metis Yay., 1 996.
4 A.g.e., s. 7 1 .
5 Ayrıntılı bilgi için bkz., Sosyal Bilimleri Ye
niden Düşünmek, Yay. Haz.: K. Şahin, S.
Sökmen, T. Bora, Metis Yay . , İstanbul,
1 998.
6 Sosyal Bilimleri Açın, s. 72.
7 Ayrıntılı bilgi için bkz., Biray K.Kırlı-Deniz
Yükseker, "Sosyal ve Beşeri Bilimlerde Kül
türe Dönüş", İki Kültürü Aşmak içinde
s. 1 65-1 85.
8 Gulbenkian komisyonunun bu konudaki
önerileri için bkz. Sosyal Bilimleri Açın
s. 88-97.
Sergüzeşt-i Perviz
MEHMET ÇETİ NTAŞ
Trajedi yahut tragedya bizim söz
lüklerimize geçen yüzyılın başlarında,
daha daha 19. yüzyılın son çeyreğinde
iyiden iyiye girmiş bir kelime, hatta sa
dece bir kelime değil; dahası bir kav
ram. Ne var ki daha önceki dönemler
de de yer yer kullanılmışlığı var. . . Keli
me olarak tragedyanın bizde tiyatro
oyunu türü şeklinde kullanımı ise ilk
defa 1 865'e (yahut 1 866'ya) tesadüf
ediyor. Günlük lisanda kullanımı ise
çok sonraki senelerde, 1 920'lerden
sonra olmuştur.
Geleneksel tiyatromuz dikkate alın
dığında bizde komedyanın yahut ko
medi tiyatrosunun geçmişinin çok da
ha eskilere gittiği kabul edilir. Batının
aksine bizim kültürümüzde trajedi tü
ründe oyun ise yoktur. Karagöz ve or
taoyunu önemini yüzyıllar boyunca
korudukları gibi Tanzimat'ın ilanından
sonra Batı tiyatrosuyla tanışan ne eka
birin ne de halkın gözünden 1 920'lere
gelinceye kadar düşmemiştir. Bununla
birlikte 20. asrın başından itibaren ge
rek karagöz ile kuklaya ve gerekse or
taoyununa olan düşkünlüğün gün gün
den azaldığı da bir hakikattir. Yine de
Ramazan geceleri zengin konaklarında
kurulan perdelerin arkasında ve sahne
lerde kukla ve karagöz oynatıldığı gibi
aksesuarı birkaç tabure, bir zilli maşa
ve üçlü bir paravandan ibaret olan or
taoyunu da yine bu konakların yayvan
sofaları ile divanhanelerinde ve şayet
Sergüzeşt-i Perviz 'in 1 865 (yahut 1866)
tarihli ilk ve tek baskısının kapağı.
mevsim yaz ise bahçelerinde oynanır
dı. Bu gösterileri sadece konak halkı
izlemez, civar mahalleli ile bilhassa ço
cuklar da birkaç gün evvel haberdar
oldukları bu oyunları seyretmeye gelir
lerdi.
Tanzimat'ın ilanıyla birlikte sahneye
birbiri ardına çoğunluğu gayrimüslimCogito, sayı: 54, 2008
284
Mehmet Çetintaş
lerden oluşan tiyatro kumpanyaları çık
maya başladı. Bunlar başta Batı'nın ti
yatrosunun kötü birer taklidinden öteye
geçmezken zaman içinde çok başarılı
metinlerin çok başarılı oyuncular tara
fından sahnelendiği görüldü. Tiyatro
halk arasında kısa sürede öyle benim
sendi ki, bir taraftan devrin padişahları
nın emriyle 1 85 8 'de Dolmabahçe ve
1 889'da Yıldız tiyatroları yaptırılırken,
diğer taraftan büyük şehirlerin değişik
yerlerinde birkaç haftada büyük sahneli
ahşap tiyatro binaları yükseldi. İstanbul
Galatasaray'da inşa edilen Naum Tiyat
rosu bunların en meşhuru idi. Özel ti
yatro kumpanyalarının çoğu Ermeni ti
yatrocuların meydana getirdikleri heyet
lerden oluşuyordu. Bu devirde sahnele
nen oyunların tamamına yakını tercüme
yahut adapte iken iki elin parmaklarını
geçmeyecek sayıda da telif eser oynan
mıştı. Geleneksel Türk sahne sanatları
mizaha daha teşne olduğundan bu türde
oyunlar haliyle daha çok ilgi görmüştü.
Trajedi ise Türk tiyatrosunda çok
daha geç bir dönemde; telif oyunlar
çok daha evvelki tarihlerde yazılmış ol
masına rağmen neredeyse 1 900'lerin
başında tanınmıştı.
Sergüzeşt-i Pervfz, 1 bizde yayımla
nan ilk trajediydi. İstanbul'da, 1 866'da
basılan 5 5 sayfalık kitap, Ali Haydar
Bey'in telif eseriydi ve yazarın henüz
29 yaşındayken kaleme aldığı oyun üç
perde üzerine tertip edilmişti. Ali Hay
dar Bey, trajedi türünde bundan başka
İkinci Esrarı isminde ikinci bir eser
daha kaleme almıştı. 3
Yeri gelmişken bu ilk telif trajedi ör
neklerini yazan Ali Haydar Bey hakkın
da da birkaç söz söylemek lazım. Ali
Haydar Bey 1 836'da İstanbul'da dünya
ya gelmişti. Babası eski posta ve telgraf
nazırlarından Sağır Ahmed Bey, amcası
ise Rus taraftarlığından dolayı halk ara
sında Moskof lakabıyla tanınan sadra
zam Mahmud Nedim Paşa idi. Babası
nın yalısında özel eğitim alan ve Farisi
Cogito, sayı: 54, 2008
ile Arabi lisanlarını öğrenen Ali Haydar
Bey, dönemin diğer pek çok devlet ada
mının yakını gibi memuriyete girdi ve
burada yükseldi. Genç yaşlarından iti
baren çektiği romatizma ağrıları ihti
yarlığında onu güçlükle yürür hale ge
tirse de Ali Haydar Bey, ratip iklimine
rağmen İstinye'deki yalısında da Büyü
kada' daki köşkünde de ikametten vaz
geçmedi. 1 9 1 6'da 80 yaşında öldüğünde
ardında dört risale, üç tiyatro oyunu ve
kitap haline getirilip basılmamış yüzler
ce beyitten oluşan şiirler bıraktı.4 Kabri
Eyüp'tedir.
Kütüphanemdeki nüshası hala pırıl
pırıl duran Sergüzeşt-i Pervfz 'in bana
enteresan gelen birkaç özelliğinden de
bahsetme ihtiyacı hissediyorum doğru
su. Hepsi de döneminin hassasiyetleri
ne atıf yapan bu noktalardan ilki, kor
san baskının önüne geçmeye yönelik . . .
Kitabın son sayfasında yer alan notta
"İşbu kitabın sahibi tarafından mezuni
yet alınmadıkça tab . ve füruhtu caiz de
ğildir. " kaydı düşülerek belli ki kaçak
baskıların önü alınmaya çalışılmış. O
tarihlerde İstanbul'da yayıncıların en
büyük dertlerinden biri de bilhassa
İranlı matbaacıların yaptıkları kaçak
baskıların yayıncılık faaliyetlerine vur
duğu darbe idi. Çemberlitaş'ın meşhur
Vezirhanı'ndaki onlarca matbaada bu
türden korsan baskılar, kimi zaman
orijinalinden de daha iyi şekilde ve kısa
sürede basılıyor ve el altından piyasaya
sürülüveriyordu. Bu kitapların satış fi
yatı da gerçeğinin neredeyse dörtte biri
idi. Bizim legal yayıncılar çareyi bir
ara yazarın ve yayıncının yaptırdığı
mühürlerle kitapların künye sayfasını
yahut arka kapağını mühürlemekte
bulmuşlar ama bunun da kar etmediği
kısa sürede anlaşılmıştı.
Ali Haydar Bey, benzer kitapların
başına geleni görmüş olacak ki, korsan
baskı yapmaya teşebbüse yeltenecekle
re uyandan çok rica içerikli bu notu ki
tabının son sayfasına iliştirivermişti.
Sergüzeşt-i Pervfz
Kitabın bir ikinci özelliği de yine bu
dönemin yayınlarında sıklıkla rastlanan
"Satılan mahaller" bölümüdür. Kitabın
basıldığı Tasviri Efkar Matbaası'nın, bu
matbaada basılan kitapların satılmasına
mahsus bir mağazası, dükkanı olmadığı
için, böyle yayınlar, farklı yollarla oku
yucuyla buluşuyordu. İkbal, Kanaat,
Hilmi gibi yayıncılar, bastıkları kitapla
rı Cağaloğlu'nun candaman olan Babıa
li Caddesi üzerinde yer alan dükkanla
rında satışa sunabiliyor, okuyucuyla bu
luşturabiliyordu. Yazık ki yetişemedi
ğim o devirlerde türlü çeşit kapaklı ki
tapla süslenen o kitapçı vitrinlerini her
hayal ettiğimde görememiş olmaktan
dolayı samimi bir üzüntü duyanın.
Tasvir-i Efkar gibi matbaalarda ba
sılan kitaplar ise tıpkı mani, makam,
güfte mecmuaları ile devrin popüler
kanto yahut şarkı notalarının satıldığı
usulle satılıyordu. Sergüzeşt-i Pervfz de
böyle satılan kitaplardandı. Kitabın ar
ka kapağında "Satılan Mahaller: Hami
diye 'de tütüncü Mustafa Ağa'nın dükka
nı, Bağçekapusunda tönbeküci dükkanı,
Divanyolu 'nda kıraathane" ibaresi var.
Demek, o vakitler fiyatı beş kuruş olan
bu kitap, o dükkanlarca meraklısına
ulaştırılıyordu. Okuyucu, aradığı kitabı
dükkan sahibinden acaba nasıl talep
ediyordu? "Mustafa Ağa 'm, geçende sa
na getirilen Sergüzeşt-i Pervfz'den elinde
var mı?" mı diyordu? Birkaç hafta ev
vel Beşiktaş'ta bir kahveye girdim. Dik
katinizi istirham (!) ediyorum. Yer Be
şiktaş, sene 2008 . . . Bir adres sordum.
Sorduğum adres, kahvenin de üstünde
olduğu sokakta, beş-on adım ilerisi.
Hazindir. Değil adresi öğrenmek, o
aziz ocakçının ağzından çıkan seslerin
ne olduğunu dahi anlayamadım. Ben
de son senelerde İstanbul'daki dehşetli
değişim karşısında çaresizlikle karışık
takındığım geçiştirme tavrını sergile
dim. Söylenenleri anlamış gibi samimi
yane teşekkür ettim. Dükkanın kapısını
kapatıp, başımın çaresine baktım.
�,ı�,,ı,
:J'.l" "...J� ;Uôiı
� ;ı ..u1c .ı.,;.;
;l:l
,J.i:.� ..S::;A
;..tı..ıi'.1. �!:ıt
r.-1:1 ..:.t·: �:: ı..)ı.::.ı. .:..-ı.Aı ..tı .!l.ı ·<
.:, IJ� �
·
285
ti
•
.....
•
>ll;.ı� J!o :,� ($;.Ü ı!t ._.;.;
.:...,.
.�� ç. ı.:ı-'.ıı..s)ı...ı..:..;;;vı;�;.ı .(;..ı.1;-t
.J-'
-'
Ali Haydar Bey'in telif eseri Sergüzeşt-i
Pervfz'in içeriği ile ilgili açıklayıcı bilgilerin
yeraldığı sunuş bölümü. Sunuşu takip eden
ikinci kısımda ise Osmanlı tiyatro
edebiyatında o güne dek neden trajedi
türünde eser verilmemiş olduğu ve yazarın
neden bu türde bir eser kaleme aldığına dair
açıklamalar vardır.
Ama dünün kahvecisi, tütüncüsü,
ocakçısı sadece kahve yahut çay servisi
yapmıyor, ocağa ce zve sürmüyor,
demlikte çayı kıvamlandırmıyor, dük
kanının kapısını aralayan meraklı oku
yucunun sorusunu da cevaplıyor, raf
larda yahut belki de tezgahının altında
istif edilmiş çeşit çeşit kitap arasından
isteneni bulup çıkarıveriyordu.
Gelelim Sergüzeşt-i Pervfz'in, yazan
Ali Haydar'ın ağzından aktarılan hikaCogito, sayı: 54, 2008
286
Mehmet Çetintaş
yesine . . . "Üç fasıldan ibaret trajedi" alt
başlığıyla tanımlanan oyun için yazan
"işbu trajedinin mebni-f aleyhi olan hi
kaye vaktiyle Pervfz namında bir miras
yedi olup hüsn ü melahatle meşhCtre ve
Hoş-hüma ismiyle müsemma olan bir
mekkare-i hezar-aşinanın nasıl mübtela
yı derd-i aşk ü muhabbetf olduğu ve
sonra ne halde bulunduğu beyan olun
muştur. " diyor. Yazar, hemen bu satır
ları takip eden önsözünde de mütevazı
eserini şöyle takdim ediyor: "Bilirim ki
bu manzume enzar-ı umumiye arz olun
mağa layık bir eser değildir. Fakat alem
de fena eser olmadıkça asar-ı nefisenin
kadri bilinmez. Misl-i meşhuriyle bazı
zevat-ı kiramın teşvikatına istinaden
tanzimine cür'et eyledim. Amiddir ki
derkar olan hatalan ddmen-i afv ü mer
hamet ile mestur buyurulur. Şurasını
dahi ifade eylerim ki şiirimize bir trajedi
yolu açdım. ikmal ve intizamına bu yol
da beni takib edecek zevat-ı kiramın mu
vaffak olmalannı temenni eylerim. "
Ali Haydar Bey'in bugün kulakları
mıza fısıldarcasına kaleme aldığı yuka
rıdaki satırlarından da anlaşılıyor ki
eserin ilk telif trajedi olmasının hari
cinde bir iddiası yoktur.
Trajedi türünün klasik formu, ihti
ras hisleriyle dolu hayatların felaketler
le sonlanışını seyircide dehşet, ürperti
ve acıma hisleri uyandırarak edebi şe
kilde sahnede sergilemektir. Ancak
oyun esnasında oyuncular metin halin
de kaleme alınmış diyaloglarla değil es
ki edebiyatta beyit, bugünkü ifadeyle
dize olarak adlandırılan ikiliklerle mu
hataplarına seslenir; oyunun düzenine
göre belirli aralıklarla devreye giren ko
ro da üst perdeden birkaç dize okuya
rak durum tespitinde bulunur.
Sergüzeşt-i Pervfz'de yer alan beyit
ler sahnede gerçi içerik olarak hayli ib
retlik durumların ortaya çıkmasını
sağlayacak türdendir. Ne var ki üç bö
lümden oluşan oyunda, karakterlerin
üst perdeden söyleyecekleri beyitler Cogito, sayı: 54, 2008
yazıldığı devrin günlük hayatı ve cemi
yetin duruşu göz önünde tutulduğun
da bile- hayli alaturka bir ifade ile ka
leme alınmıştır denilebilir.
"Sizi sevdiğinden siyanet eder,
Beni sevse yan sehabet eder.
Sehabet olur mu o gaddara hiç?
Himayet olur mu mekkare hiç?
Eğer doğrusunu sorarsan bana;
Derim, kıl feragat bu işten sana.
Ki sonra nedamet çekersin inan,
Yakar nara başın o kız bir zaman . . . "
yahut:
"Hayalin ne mümkün çıka dideden,
Ayırmak kolay mı onu sineden?
O da olmasaydı n 'olurdum aman,
O teselliyet eyler dile her zeman.
işim pek yaman oldu aşkınla ah!
Aceb haram etmez mi baht-ı siyah?
Eder haram elbet kılarsın kerem;
Kılarsın kerem, ben ne şüphe idem?"
gibi beyitler Sergüzeşt-i Pervfz trajedisin
de yer alan karşılıklı hitaplardan sadece
birkaçıdır. Trajedi böyle uzayıp gider.
O devrin kalem erbabı, trajedi ya
zarlığına da alaturka bir isim bulur: fa
cia-nüvis ! Çok sonraları bazı yazarlar
bu kelimeyi hdile-nüvis olarak değişti
rir. Ama 1 866'dan itibaren "trajedi" ke
limesi de Türkçeye girer. Bundan son
ra ise dilde sadeleşme çığırına kadar
her üç hal de eleştiri yazılarında, ma
kalelelerde ve tiyatro ile ilgili diğer ki
tap ve risalelerde arz-ı endam eder.
Gerçi bizde telif oyun yok denecek
kadar az, olanlar da oynanabilirlikten
hayli uzaktır ama, günü Halide Edip'in
Shakespeare'den adapte ettiği trajedi
lerle Abdülhak Hamid'in ağır oyunları
kurtarır. Projenin altında ise 1 2 kişi
den oluşan Sahne-i Osmanf'nin imzası
vardır. Sene 1 9 1 2'dir. . .
Dolayısıyla denebilir ki bizde oyna
nan ilk trajedilerin iki kahramanı var-
Sergüzeşt-i Pervfz
dır, telif eserlerde Abdülhak Hamid'in
trajedilerini sahneleyen Burhaneddin
Tepsi ve adapte edilenlerde de genç ye
tenek Ertuğrul Muhsin. Ondan önce
kör topal bir şeyler yapmaya çabalayan
Türk Tiyatrosu'nda trajedi namına bir
şey olmadığını sonraki senelerde hatı
ralarını yayımlayacak olan Muhsin Er
tuğrul da acı bir lisanla dile getirecek
tir. Kaldı ki, Türk tiyatrosu dendiğinde
kimse ne Ali Haydar Bey'i ne de bizde
ilk telif trajedi olan Sergüzeşt-i Pervfz'i
hatırlamayacaktır. . .
Darülbedayi, yayın hayatına 1 930'da
başlamış Cumhuriyet'in en eski tiyatro
dergisidir. Şehir tiyatrolarının yayın or
ganı olan derginin ilk sayılarından iti
baren modern tiyatroya olan özlem ve
bu arayışa mecra verecek fikirler örgü
sünün şekillenebilmesine yönelik ola
rak seslendirilen kaygılar hemen dikka
ti çeker. Darülbedayi'nin 1 5 Mart 1 930
sayılı üçüncü sayısında yer alan çığlık
gibi başyazı "Perdeci" takma ismiyle
Ertuğrul Muhsin tarafından kaleme alı
nır. Yazının hemen girişindeki satırlara
göz atıldığında bile tiyatronun bizdeki
emeklemeleri, emekleyen örneklerin de
tiyatroyla görece ilgisinin acı bir üslup
la dillendirildiği hemen fark edilir:
"Eski Yunan'da Aishkylos tiyatro eserlerini
bundan 2400 sene evvel yazmaya başladı.
Sophocles ve Euripides de ondan elli sene
sonra birer san'at abidesi olan tragedyala
rını yazdılar. Bugüne kadar Avrupa tiyatro
yazarları hep onların örneklerinden fayda
landılar. Bu eserlerin arasında öyleleri var
dır ki, bugünün en ünlü, güçlü tiyatro ya
zarları bile o eserlerden daha sahneye uy
gununu yapamaz, yazamaz. (. . . ) Seneca
da Roma tragedyalarını yazdı ve Fransız
tragedya yazarlarına Yunanlılardan sonra
hoca oldu. Demek, eski Roma 'da tiyatro
,
edebiyatı 2000 seneden beri var. ,5
Türk tiyatrosunun 1 860'lardan 1 930'la
ra kadar geçen 70 küsur senelik safaha
tını özetler niteliktedir: "Kısır kadınlar
dan çocuk isteyen babalar gibi göğsümü
zü dövüyor, başkalannın piçlerini kendi
mize evlat etmek istiyoruz. 'Çeviri kötü,
adaptasyon yanlış' diyenler kısır değilse
niz, başkalannın eserlerini kıskanıyorsa
nız, siz yazın. Artık karihalannızı (yaratı
cılığınızı) çiftleştirin. Doğurun da öz ev
latlanmızı bir görelim!"
Sergüzeşt-i Pervfz, telif olmasına te
lif eserdir ama yavan bir örnektir. Er
tuğrul Muhsin'in haykırdığı bütün de
formasyon bu oyunda da vardır. Öyle
ki Sergüzeşt-i Pervfz literatürde yer bile
bulamaz.
Ali Haydar Bey, amatörce bir heves
ile kaleme aldığını önsözünde belirttiği
eserinin girişini, klasik trajedilerden il
ham alarak tarihe bağlayarak başlatır.
"Tevarih-şinasan ederler beyan
Ki kalmış bu alem-i tehf çok zeman
Kalaydı n 'olurdu o hal üzre ah!
Ne talf' olurdu ne baht-ı siyah!
Ne ağyar olurdu ne aşık ne yar;
Ne handan olurduk ne giryan ü z{ir. . . "
Halbuki sözleriyle, kurgusuyla, hi
kayesinin arka planıyla ve üslubuyla
Sergüzeşt-i Pervfz, klasik formda hazır
lanmaya çabalanmış bir taklid-teliften
öteye gidemez.
Ertuğrul Muhsin, bugün bir yanıyla
hayli hazin bir hal almış olan bir başka
gerçeğe daha değinir ve "Sophocles'in
Kral Oidipus'u ayannda ölmez bir eserin
iskeletini bile kurmaya imkan yoktur.
Yirmi beş asırlık bu haile (trajedi) hala
dipdiri ayakta duru. Daha dünkü şahsi
yetlerin unutulduğu bugünün sahnesin
de bu kadar muvaffakiyetle ayak direye
bilmek kaç esere nasip olmuştur? İşte
Kral Oidipus, bu ayardaki eserlerin baş
tacıdır. . " tespitinde bulunur bir başka
.
Sonraların Muhsin Ertuğrul'u hiç de
haksız değildir. Yazının son cümlesi,
287
yazısında . . . 6 Tespit hazindir zira dün
ya bugün, 25 asırdan beri soluk alıp veCogito, sayı: 54, 2008
288
Mehmet Çetintaş
ren böylesi miraslarına dahi sahip çı
kamayacak bir acziyet içerisindedir
2 1 . yüzyılda. Ve kültürün ne olduğuna
dair derin bir karmaşa hüküm-ferma
olmuştur.
Yine de bu erken devir örneğinde
olgun bir metin aramaktan çok türü
nün ilk örneklerinden oluşu dolayısıyla
üslup, içerik ve yaklaşım açısından teş
his ve tesbitte bulunmak ve eseri bu
şekilde yorumlamak yerinde olacaktır.
Notlar
1 Ali Haydar, Sergüzeşt-i Perviz. Tasvir-i Efkar
Matbaası, İstanbul, 1 282 ( 1 865-66).
2 Ali Haydar, Sasaniydn Hükümdarlarından
ikinci Ersas'ın Sergüzeşti, Tasvir-i Efkar
Matbaası, İstanbul, 1 282 ( 1 866). Ali Haydar
bundan başka 1 892'de İkinci RCtya yahut
RCtya Oyunu ismini taşıyan iki perdelik bir
de komedya yazmış ve bu oyun aynı sene
Edirnekapı'da Maktul İbrahim Paşa Tekke
si'ndeki Şeyh Yahya Efendi'nin matbaasın
da basılmıştı. Belli ki Ali Haydar sahne sa
natlarına bilhassa metin boyutuyla hayli
düşkündü. Ali Haydar Bey'in devirdaşı sayı
labilecek Şemsi Efendi ise, Teddbirde Kusur
ismi altında sekiz fasıldan mürekkep bir tra
jedi yazmış ve bu oyun 1 874'te Zataryan
Matbaası'nda basılmıştı.
3 Bu devirde tiyatro eseri yazmış Ahmed Mid
hat, Abdülhak Hamid (Tarhan), Direktör Ali
Bey, Mustafa Naci Bey gibi edebiyatçılar da
var. Ne var ki bu edebiyatçılardan hiçbiri
trajedi türünde örnek vermemiştir. Bu dö
nemi takip eden senelerde Servet-i Fünfın,
Fecr-i Ati ve Edebiyat-ı Cedide akımlanna
mensup yazarlar arasında yer alan Cenap
Şahabeddin, Şehabeddin Süleyman, Hüse
yin Suat (Yalçın), Mehmed Rauf, Sermet
Muhtar (Alus) ve Ömer Seyfettin gibi yazar
lar da trajedi dışındaki diğer alanlarda tiyat
ro eserleri vermişlerdir. Buna mukabil Hü
seyin Rahmi, kaleme aldığı tiyatro oyunla
rından bazılannda tipoloji olarak trajediyi
benimsememekle birlikte üslup ve seyir açı
sından bu türe çok yakın piyesler kaleme al
mıştır. 1 9 1 4'te yayımlanan Hazan Bülbülü
bu türden bir eserdir. Hüseyin Rahmi Bey,
bu eserinin başında yer alan takdim yazısın
da "Memleketimizde henüz tiyatro san 'ati nd
mına nisbet-i istihkiik gösterecek teşkil ede-
Cogito, sayı: 54, 2008
medi. Çünki bu büyük san'atin de darüttali
mi vardır. Hüdayindbit mantar gibi mümes
sil yetişemez. Bizim sefil sahnelerimizin üze
rinde, en basit cümlelerde bile acz-i ifdde ile
sıçrayan, haykıran, didinen maharetsiz, liya
katsiz hatta ekserisi terbiye-i evliyaya bigane
bir takım zavallılara san 'atkdr denemez. "
cümleleriyle o tarihte bile doğru dürüst bir
kumpanyanın olmayışından yakınır. Yaza
rın sahnelenmek üzere tertiplediği, ancak
daha sonra kısa hikayeye çevirerek yayımla
dığı Hayattan Sahifeler isimli yanın kalmış
eseri de 1 9 1 8'i, yani Birinci Dünya Sava
şı'nın koşullan hayli ağır son günlerini re
simleyen ve bu türden kabul edilebilecek bir
diğer örnektir.
4 Ali Haydar Bey'in biyografisi ile ilgili yuka
ndaki satırlar için meşhur bibliyomanımız
ibnülemin Mahmud Kemal İnal'ın kıymetli
çalışması Son Asır Türk Şairleri isimli mu
hallet eserinin birinci cildinin 573. sayfasın
dan itibaren başlayan hayli uzun "Haydar
Bey" maddesine müracaat ettim. Bundan
başka hiçbir kaynakta Ali Haydar Bey ile
alakalı doğru dürüst bir bilgi yoktu. Doğum
tarihinden, devlet katında aldığı türlü me
muriyete ve bu meyanda aldığı maaşlara;
emekliliğinde kaleme aldığı eserlerden vefa
tı tarihine ve hatta defnedildiği yere kadar
Ali Haydar Bey'in hayatına dair bütün el
zem bilgilerin kaydedildiği bu dört başı ma
mur eser olmayaydı Ali Haydar Bey ile ilgili
bilgi hatta fotoğrafı acaba nereden bulunur
du? Dünün bütün imkansızlıklan ile tezkire
edebiyatı sahasında verilmiş son büyük eser
olarak kabul edilen bu çalışmadan sonra
her türlü imkana rağmen ne yapılmış, hangi
orijinal çalışma ortaya konmuştur? Yüzyıl
ötesinden bizlere kuvvetli ışığını saçtığı,
kör-topal ilerlemeye çabaladığımız yolu bizi
aydınlattığı için İbnülemin Mahmud Kemal
Bey'e bu vesileyle bir kez daha rahmet dile
yelim. Ali Haydar Bey'in biyografisine dair
daha detaylı bilgi için bkz. İbnülemin Mah
mud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Or
haniye Matbaası, İstanbul 1 930, C: 1 , s. 573576.
5 Perdeci (Ertuğrul Muhsin) "Başyazı" Darül
bedayi, S: 3, 1 5 Mart 1930.
6 Muhsin Ertuğrul "Sanat Dünyasında Harp
Sonrası /V: Londra 'da Gördüklerim" Türk Ti
yatrosu, S: 1 95, 1 5 Kasım 1 946, s. 6-7.
•
, eçeı
·.da
•
..
Fanatizm : Ya Bizdensi n Ya Oteki
Cogito I Sayı :
53
Cogito'dan I Y a Bizdensin Y a Öteki • Kubilay Akman: Ayrışma,
Çatışma ve Fanatizm • Cengiz Çağla: Fanatizm ve Sivil Toplum
Üstüne Sorular • Hakan Poyraz: Fanatizm, Bağlanma ve Ahlak •
Erol Göka: Fanatizmin Psikolojisi ve Türklerin Psikolojisinde Fa
natizm • Esra Arsan-Mete Çubukçu-Ragıp Duran: Medyada Fana
tizm • Barış Tut: Futbol Fanatizmi: Sıradan Faşizmin Mihenk Taşı
• Levent Cantek: Kutsal Kitaplara Saldıran Bir Ateistin Hatıraları
ya da Zagor Bize Kızarsa Vay Halimize? • Mehmet Çetintaş: Yan
gın Delisi Mustafa Ağa'nın Hatırlattıkları . . . • Zeliha Burtek: Ya
şam-Ölüm Teki Yaşam ve Ölüm Çiftine Karşı • Gökhan Gökulu:
"Kramponlu Mehmetçikler" Medya'da Futbol Haberlerinin Sunu
munda Fanatizm ve Milliyetçilik • Ahmet İnam: Bağnazlığa Bir
Bakış • Mete Tunçay: Kemalist Fanatizm Üzerine • Mete Tunçay Murat Paker: Fanatizm İlkelliktir • Kaan H. Ökten: Taassuba Karşı
Kant'ın "Ebedi Barış" İlacı • Armağan Öztürk: Kant, Adalet, Barış
Geçen Sayıdakiler I Sayı 5 2 : Walter Benjamin • Yazarlar Hakkında
Cogito,
sayı:
54, 2008
Yazarlar Hakkında
Banş Acar: 1 977 Aydın doğumlu. Sanat tarihçisi. 1 997 yılından bu yana yayıncılıkla uğraşıyor.
Sanat kuramı üzerine çalışmaları Rh+, Artist, Sanat Dünyamız, Sanatçının Atölyesi gibi dergi
lerde; eleştiri yazılan, denemeleri Evrensel Kültür ve İnsancıl dergilerinde; sinema yazılan Alt
yazı dergisi ve Radikal gazetesinde; öyküleri Kitaplık dergisinde yayımlanmaktadır.
Oğuz Ancı: 1 976 yılında Almanya'da doğdu. Yanın kalan SBF Uluslararası İlişkiler Bölümü
deneyiminden sonra, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümünden
2002 yılında mezun oldu. "Antik Yunan Tragedyasında Ölçülülük (Sôphrosune) ve Uyum (Har
monia) Düşüncesi" başlıklı teziyle yüksek lisansını tamamlayarak, 2005 yılında aynı bölümde
doktora programına başladı. Halen tez aşamasında. Çoğunluğu Yunan tragedyası üzerine olan
makaleleleri ile bazıları sahnelenmiş oyunları bulunmaktadır.
Cihat Arınç: 1 98 1 yılında Kayseri'de dünyaya geldi. Halen Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölü
mü'nde lisansüstü eğitimini sürdürüyor. Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli uluslararası konfe
ranslarda sanat felsefesi, sufi estetik, film araştırmaları alanlarında akademik bildiriler sundu.
Çeşitli dergilerde makale ve tercümeleri yayımlandı.
Alaıı Badiou: 1 937 Fas doğumlu Fransız düşünür. College Intemational de Philosophie'de ve
Ecole normale superieure'de dersler vermektedir. Akademik kariyerinin yanı sıra siyasal alan
daki militan kişiliğiyle de tanınan Badiou halen L'Organisation Politique içinde siyasal müca
delesini sürdürmektedir. Birçok roman, oyun ve deneme kaleme almış olan yazarın başlıca
eserleri: Theorie de sujet ( 1 982), L'etre et l'evenement ( 1 988), Manifeste pour la philosophie
( 1989), L'Ethique ( 1993), Deleuze ( 1997).
Rolaııd Barthes: (Cherbourg, 1 9 1 5-Paris, 1 980) Fransız denemecisi, eleştirmeni ve göstergebi
limcisi. Sorbonne'da öğrenim gördü, C.N.R.S.'de (Bilimsel Araştırma Ulusal Merkezi) çalıştı,
Ecole Pratique des Hautes Etudes'de ve College de France'ta göstergebilim dersleri verdi. Başlı
ca yapıdan: Le degre zero de l'ecriture (Yazının Sıfır Derecesi} ( 1 953]; Michelet [ 1 954]; Mytholo
gies (Çağdaş Söylenler) ( 1 957]; Critique et verite (Eleştiri ve Gerçek) ( 1966]; Systeme de la mode
(Modanın Dizgesi) ( 1 967]; L'Empire des signes (Göstergeler İmparatorluğu, YKY 1 996) ( 1970];
SIZ (YKY 1 996) [ 1 970]; Sade, Fourier, Loyola [ 1971 ]; Nouveaux essais critiques (Yeni Eleştiri
Denemeleri) [Le degre zero de l'ecriture ile birlikte, 1 972]; Le plaisir du texte (Metnin Verdiği
Haz) ( 1 973]; Roland Barthes (Roland Barthes YKY 1 998) [ 1 975]; Fragments d'un discours amo
ureux (Bir Aşk Söyleminden Parçalar) ( 1977]; La chambre claire (Aydınlık Oda) ( 1 980]; Le grain
de la voix [konuşmalar, ö.s., 1 98 1 ]; L'aventure semiologique (Göstergebilimsel Serüven YKY
1 993) [ö.s., 1 985].
Cogito,
sayı:
54, 2008
Yazarlar Hakkında
Mauıice Blanchot: 1 907'de Fransa'da, Saône-et-Loire'da doğdu. Roman, anlatı ve deneme ya
zan. Georges Bataille'ın kurduğu Critique dergisinde Marcel Arland, Raymond Aron, Fernand
Braudel, Rene Char, Michel Deguy, Michel Foucault gibi yazarlarla çalıştı. Daha çok edebiyat
ile dil arasındaki ilişkiyi ele alan denemeleriyle tanınmıştır. Melville, Kalka, Bataille, Sade, Ar
taud, Proust, Musil ve Nietzsche gibi yazarlar ve Mallarme, Char, Lautreamont, Rilke ve Höl
derlin gibi şairler üzerine incelemeler kaleme aldı. Türkçe yayımlanan eserleri: Thomas l'obscur
( 1 94 1 , Karanlık Thomas, Metis, 1 993); L'arret de mart ( 1 948, Ölüm Hükmü, Kabalcı, 1 999); L'es
pace litteraire ( 1 955, Yazınsal Uzam, YKY, 1 993); La folie du jour ( 1973, Günün Deliliği, Altı
kırkbeş, 1 996); Le pas au-deliı ( 1 973, Öteye Adım, Aynntı, 2000).
Mehmet Çetintaş: 29 Eylül 1976'da İstanbul'da dünyaya geldi. 1 997'de İstanbul Üniversitesi
Avrupa Topluluklan Hukuku ve 2003 senesinde ise Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilim
ler Fakültesi'ne bağlı Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun oldu. 2003'ün Eylül ayından
buyana Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne bağlı Tarih Bölümü'nde yüksek li
sans eğitimini sürdürmektedir.
Küçük yaşlardan beri ilgi duyduğu tarih ve edebiyat alanında çeşitli araştırmalan bulunan Çe
tintaş'ın siyasi tarih, tıp, Türk müziği ve sanat tarihi ile şehircilik alanlannda araştırmalan ve
iki kitabı bulunmaktadır.
2005 yılında çıkan "Dolmabahçe'den Nişantaşı 'na" isimli semt monografisi ile 2006 Sedat Sima
vi Sosyal Bilimler Ödülü'ne layık görülmüştür.
Buket Deniz: 1 977'de İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı ve Yıl
dız Teknik Üniversitesi Modern Dans bölümlerini bitirdi. Yüksek lisans derecesini İstanbul
Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünden aldı. Doktora öğrenimine aynı
bölümde devam etmektedir. Halen Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi GSF'de ve Yıldız Tek
nik Üniversitesi Sanat ve Tasanın Fakültesinde öğretim görevliliğini sürdürmektedir.
Joshua Foa Dienstag: University of Virginia, Siyaset Bilimleri bölümünde öğretim görevlisi.
Dancing in Chains: Narrative and Memory in Political Theory ( 1 997) başlıklı bir kitabı ve Witt
genstein, Nietzsche, ve Amerikan siyaseti üzerine çeşitli makaleleri yayımlandı. The Pessimis
tic Spiril: The Past and Future of an Untimely Ethic başlığıyla yayımlanacak bir kitap üzerine
çalışıyor.
Kerem Eksen: 1 976 İstanbul doğumlu. Halen Boğaziçi Üniversitesi ve Paris-1 0 Nanterre Üni
versitesi Felsefe bölümlerinde doktora eğitimini sürdürüyor, trajedi ile etik ilişkisi üzerine araş
tırmalar yapıyor. Seyyar Sahne tiyatro grubunun kurucu üyesi.
Tuğba Elmacı: 1 9 8 l 'de Ankara'da doğdu. Yüksek lisans derecesini aldığı Dokuz Eylül Üniversi
tesi Sinema bölümünde doktora öğrenimine devam etmektedir. Halen Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi GSF'de öğretim görevliliğini sürdürmektedir.
Bernard Freydberg: University of Rochester'da felsefe ve tarih lisansı, Duquesne University'de
felsefe alanında yüksek lisans ve doktora dereceleri aldı. Alman ve Yunan felsefesi, estetik, fel
sefe tarihi ve fenomenoloji alanlannda çalışıyor. Kitaplanndan bazılan: Provocative Form in
Plato, Kant, Nietzsche (and Others) , Peter Lang (New York: 2000); The Play ofthe Platonic Dialo
gues, Peter Lang, Inc. (New York: 1 997); Imagination and Depth in Kant's Critique of Pure Rea
son, Peter Lang, Inc. (New York: 1 994 ).
Northrop Frye: ( 1 9 1 2- 1 99 1 ) Kanadalı edebiyat eleştirmeni ve kuramcısı. University of Toron
to' da ve Emmanuel College'da teoloji eğitimi aldı. William Blake'in şiirlerini çözümlediği,
1 947'de yayımlanan Fearful Symmetry başlıklı kitabıyla uluslararası üne kavuştu. Yirminci yüz-
Cogito,
sayı:
54, 2008
29 3
294
Yazarlar Hakkında
yılın en önemli edebiyat kuramı incelemesi kabul edilen Anatomy of Criticism başlıklı kitabı
1 971 yılında yayımlandı.
Münir Göle: 1 96 l 'de İstanbul'da doğan Münir Göle, Boğaziçi Üniversitesi'ni bitirmiş, once Flo
ransa, ardından Lozan, Yens ve Cenevre'de yaşamıştır. Halen Como yakınlarında fotoğraf ve
yazı çalışmalarını sürdüren Göle'nin kitaplarından bazıları: Yansılar Kitabı, Uzak Bir Göle, Su
rat Buruşturmalık 52 Metin ve Fısıltılar.
Haldun Gülalp: Türkiye'de, İngiltere'de ve ABD'de ekonomi, siyaset bilimi ve sosyoloji dalla
rında eğitim gördü ve yine bu ülkelerin çeşitli üniversitelerinde görev yaptı. Gelişme sosyolojisi,
devlet-sınıf ilişkileri, sosyal teori, siyasal İslam, demokrasi ve vatandaşlık konularında çok sayı
da çalışmaları yayımlandı. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İliş
kiler Bölümünde öğretim üyesidir.
Oliver Leaman: Felsefe ve Zantker Yahudi Araştırmaları Profesörü. Felsefe doktoru unvanını
1 979 yılında Cambridge Üniversitesi'nden aldı. İslam felsefesi, Yahudi felsefesi ve Doğu felse
feleri alanlarında uzman olan Leaman, Ağustos 2000'den beri ABD'de Kentucky Üniversitesi
Felsefe Bölümü'nde öğretim üyeliği görevini sürdürüyor. Prof. Oliver Leaman, bazıları Türk
çeye de tercüme edilen An Introduction to Medieval Islamic Philosophy ( 1 985), Averroes and
His Philosophy ( 1 988), Evil and Suffering in Jewish Philosophy ( 1 995), A Brief Introduction to
lslamic Philosophy ( 1 999), Key Concepts in Eastern Philosophy ( 1 999), A Reader in Jewish Phi
losophy (2000), An Introduction to Classical Islamic Philosophy (2002), Islamic Aesthetics: An
lntroduction (2004), Jewish Thought (2006) adlı kitapları kaleme aldı. Companion Encyclopedi
a of Middle Eastern and North African Film (2001 ), The Qur'an: An Encyclopedia (2005), The Bi
ographical Encyclopaedia of Islamic Philosophy (2006) adlı eserlerin editörlüğünü yaptı. Ayn
ca, History of Jewish Philosophy ( 1 996) adlı eserin editörlüğünü Daniel Frank ile, History of Is
lamic Philosophy (200 1 ) adlı eserin editörlüğünü ise yakın arkadaşı Seyyid Hüseyin Nasr ile
birlikte yürüttü.
Celal Mordeniz: İ.Ü. Dramaturji Bölümü Doktora öğrencisi, tiyatrocu.
Ekin Öyken: ( 1 977), İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nda sürdürdü
ğü 'Roma Dinsel Törenlerinde Esrime' konulu doktora çalışmasının yanı sıra, araştırmalarını
Antikçağ müzik felsefesi alanında yoğunlaştırmıştır.
Jan Philipp Reemtsma: 1 952 Bonn doğumlu. Hamburg'ta Alman filolojisi ve felsefe eğitimi
gördü. 1981 'de Amo Schmidt'in adıyla bir vakıf kurdu, 1 983'ten beri bu vakfın yöneticiliğini ya
pıyor. 1 984'te Hamburger Institut für Soziolforschung'u kurdu ve halen bu kurumun başkanlı
ğını sürdürüyor. Hamburg Üniversitesi'nde Alman edebiyatı profesörü. Yapıtlarından bazıları:
Das Buch vom leh: Christoph Martin Wieland's Aristipp und einige seiner Zeitgenossen ( 1993);
Mehr als ein Champion: Über den Stil des Boxers Muhammed Ali ( 1 995); Der Vorgang des Ertau
bens nach dem Urknall: Zehn Reden und Aufsaetze ( 1 995); im Keller ( 1997); Mord am Strand: Al
lianzen von Zivilisation und Barbarei ( 1 998); Warum Hagen jung-Ortlieb erschlug: Unzeitgemae
[Jes über Krieg und Tod (2003).
Richard Rorty: ( 1 93 1 -2007) New York'ta doğdu; ailesi Amerikan Kömünist Partisi'yle yakın
ilişki içindeydi. Chicago Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi gördü, doktorasını Yale Üniversite
si'nde tamamladı. Kendi deyişiyle, on iki yaşına bastığında, yaşamının olası tek amacının "sos
yal adaletsizlikle savaşmak" olduğu gerçeğiyle yüzleşti. Postmodern liberalizmin en özgün tem
silcilerindendir. Virginia, Princeton ve Stanford üniversitelerinde dersler verdi. Türkçede ya
yımlanan kitapları: Olumsallık, İroni ve Dayanışma (Ayrıntı Yayınlan, 1 995); Felsefe ve Doğanın
Aynası (Paradigma Yayınlan, 2006).
Cogito,
sayı:
54, 2008
Yazarlar Hakkında
Max Scheler: ( 1 874-1928) Münih ve Berlin'de Wilhelm Dilthey ve Georg Simmel'in öğrencisi
olarak tıp ve felsefe öğrenimi gördü, 1 896'da Jena Üniversitesi'nde felsefe okumaya başlayarak
Rudolf Eucken ve Otto Liebmann'ın öğrencisi oldu. 1 899'da Transandantal ve Psikolojik Yön
tem adlı çalışmasıyla Jena'da profesörlük unvanına sahip oldu. 1 928'de Frankfurt anı Main
Üniversitesi'nde felsefe ve sosyoloji profesörü olarak görev yaptı. Eserlerinden bazıları: Zur
Phtinomenologie und Theorie der Sympathiegefühle und von Liebe und Hass ( 1 9 1 3); Der Genius
des Krieges und der deutsche Krieg ( 1 9 1 3); Der Formalismus in der Ethik und die materiale Wer
tethik ( 1 9 1 3/ 1 6); Vom Ewigen im Menschen ( 1 92 1 ); Die Stellung des Menschen im Kosmos
( 1 928).
George Steiner: ( 1 929, Paris) The Economist dergisinin editörlüğünü yaptı, ABD'de ve Avru
pa'da çeşitli üniversitelerde dersler verdi. İlk kitabı Tolstoy or Dostoevsky: An Essay in Unders
tanding'i 1 959'da yazdı. Şiir, edebiyat, siyaset üzerine makaleleri çeşitli dergilerde yayımlandı.
Cenevre Üniversitesi'nde karşılaştırmalı edebiyat profesörüdür. Eserlerinden bazıları: The De
ath of Tragedy ( 1 96 1 ), Language and Silence: Essays 1 958-1966 ( 1 967), Heidegger ( 1 978), On Dif
ficulty and Other Essays ( 1 978), A Reading Against Shakespeare ( 1 986), Lessons of the Masters
(2003), Nostalgia for the Absolute (2004).
Erkan Tüzün: 1 9 8 l 'de Akşehir'de doğdu. Ankara Fen Lisesi'ni bitirdi. Siyahi'de, Felsefelogos'ta
yazıları, çevirileri yayımlandı. Hacettepe Üniversitesi'nde felsefe eğitimi görüyor.
R. İlke Yiğit: ( 1 977-) Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü doktora öğrencisi. Sabancı Üniver
sitesi'nde araştırma görevlisi.
Cogito,
sayı:
54, 2008
295