Academia.eduAcademia.edu
BOSTAN VE GÜLİSTAN (Ey bizim toprağım ıza m e z a r ım ı­ za uğrayan z iy a r e tç ile r ! A z iz le rin top­ rağı için olsun: Şu sö y le y e ce ğ im s ö z ­ le r i hatırlayın: Sâdi,toprak olm uşsada ne beis v a rd ır? O zaten sağlığında da toprak idi:Sâdi rü zgar gibi dünyayıdolaştıy sa ,da nihayet kendisini kara top­ rağa teslim etti. Çok geçm eden toprak onu y iy e ce k ; sonrada rü zgâr o toprak ­ la r ı dünyanın h er tarafına sa v u ra ca k tır. Mâna Gülistanı açıld ı a ç ıla lıvhiç b ir bülbül Sâdi kadar güzel terennüm etm e m iştir. Böyle b ir bülbül ölü r de toprağın­ dan gül b itm ezse hayret e d e r im .) S â d i-îŞ ir a z î LM Ü M t D AĞ IT IM Y E R L E R İ: M E R A L Y A Y IN E V İ: B a k ır cıla r,İb n ü l. em in Han: 13/14 -İS T . - T e l: 26 39 61 CAN K İT A P E V İ: R ski Mü/..- C a d : 24 K O N Y A - T e ): I . ı.V Ş eyh SüUİMrî S ı'ra.7.î BOSTAN GÜLİSTAN Tercüme e d e n : KİLÎSLİ RIFAT BÎLGE — ONİKİNCİ BASKI — (Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN’ın bir mukaddimesini hâvidir) MERAL YAYINEVİ Beyazsaray No: 25/2 Beyazıt - İSTANBUL CAN KİTABEVİ Eski müze cad. No. Konya «Ey bizim toprağımıza, mezarımıza uğra­ yan ziyaretçiler: Azizlerin toprağı için oslsıim Şu söyleyeceğim sözleri hatırlayın: Sâdi, top­ rak olmuşsa da ne beis var. O, zaten sağlığında da. toprak idi. Sâdi, rüzgâr gibi dünyayı dolaştıysa da nihayet kendisini kara toprağa tes­ lim etti. Çok geçmeden toprak onu yiyecek; sonra da rüzgâr o toprakları dünyanın her ta­ rafına savuracaktır. Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbüt Sâdi kadar güzel terennüm etmemiştir. Böyle bir bülbül ölür de toprağından güt bitmezse hayret ederim.» Sâdi-Î Şirazî ZAFER MATBAASI İSTANBUL — 1980 İLKSÖZ Sâdî ve bu eseri yani (Bostan=Bustan) hakkında edinilen malûmat: 1 — Şeyh Sâdî Bostan’ı 644 tarihinde yani Gülistan’dan bir yıl evvel telif etmiştir. Mahbu nüshanın 6 ncı sahifesinde 15 inci beyit bunu göstermektedir. 2 — Sâdî’nin Bostan’ı nerede tasnif ettiği kitapta tasrih edilmiyor. Şârih Sûdi Efendiye göre Şam’da telif etmiştir. İkinci cildin 291 inci sahifesine bak. Fakat Stjdî Efendi birinci cildin 21 inci sahifesinde Şam’da yahut Şiraz’da yazılmıştır, diyor. Demek ki, Sûdi Efendinin bu bapta katî bir kanaati yoktur. 3 — Eserin admın (Bostan) olduğu da metinde musarrah değildir. 1340’da Matbaai Âmire’de basılan (Ferhenkname-i Sâdi) tercümesinin mukaddimesinde, vaktiyle yazmış olduğum mu­ kaddimenin buraya taallûk eden kısmını naklediyorum: Müm­ kün ki, Bostan adını Sadi’nin kendisi vermemiştir. Çünkü sara­ hat yoktur. Mümkün ki, kitapta tasrih etmediği hâlde, ağızdan böyle işitilmiştir. Mamafih tetkik ettiğim altmış kadar nüsha­ nın yalnız birisinde (Edepname) ismi yazıldığı hâlde, diğerlerin­ de hep (Bostan) adı yazılıydı. Gördüğüm nüshaların bir kısmı ise musavver idi. 4 — Bostan’ın (Ferhenkname-i Sâdi) adında bir de muh­ tasarı vardır. Bununda nüshaları muhteliftir. Bir tanesini Hoca Mes’ut intihap ile, nazmen tercüme etmiştir. 1073 beyitten iba­ rettir. 5 — Sâdi, Bostan’ı on bölüm üzere tertip etmiş ve bunu mukaddimede yazmıştır: Birinci bölüm: Adalet; ikinci bölüm: İhsan; üçüncü bölüm: Aşk ve muhabbet; dördüncü bölüm: Tevazu; beşinci bölüm: Rı­ za; altıncı bölüm: Kanaat, yedinci bölüm: Terbiye; sekizinci bölüm: Sükût; dokuzuncu bölüm: Tövbe; onuncu bölüm: Münacat ile hatmi kitap hakkındadır. Sâdi, şü eserini, yazdığımız veçhile on bölümıe taksim etmiş İse de, bu taksim, fen kitaplarında olduğu gibi, birbirine girmiyen müstakil bölümler değildir. Belki bu bölümlerin herhangi birisinde diğer bölümlere ait hikâyeler, makaleler de vardır. 6 — Ben, Bostan’ı baştan sona kadar süzdüm. Gördüğüm başlıca başlıklar şunlardır: Adalet, siyaset, merhamet, asker bes­ lemek, hüner sahiplerini himaye etmek, müdârâ, sır saklamak, cömertlik, misafirperverlik, tevazu, bahil, aşk-ı hakiki, aşk-ı mecazî, sabit, sebat, mevcudatın fâniliği, sema, acep, kibir, töv­ be, kazaya rıza, İhlâs, riya, sıdk, kizp, sükût, ayıp örtmek, gıy­ bet, gammazlık, kadınlar, terbiye, uzlet, şükür, sun’u İlâhi, genç­ lik, ihtiyarlık, Sommat puthanesi. Bunları şöyle tasnif edebiliriz: 1 — Adalet, 2 — Siyaset, 3 — Hüsnü idare, 4 — Ahlâk-ı hamide, S — Ahlâk-ı zemine, 6 — Halika karşı vazifemiz, 7 — Etvarı beşer, 8 — Terbiye, 9 — Aşk, muhabbet, sema, 10 — Teehhül, 11 — Tarihe müstenit, teracime müteallik hikâyeler, 12 — Din, dindarlık. 7 — Sâdi şu eserinde yazdığı parçaların bir kısmına (hikâ­ ye) bir kısmına (güftar) diyor ki, makale demektir. 8 — Hikâyelerin bir kısmı uzunca, uzun, bir kısmı ise bir fıkra teşkil edecek derecede kısadır. Fakat Sâdi, gerek hikâyele­ rin, gerek makalelerin sonlarında bir takım hikemi sözler geti­ riyor ki, bu sözler, bizim (vecize) dediğimiz takımdadır. Oku­ nurken görülür ki, eserin yarısı böyle vecizelerden ibarettir. Bun­ lar çok yüksek, çok doğru sözlerdir. Bu vecizeler ya Sadi’nin ken­ di buluşudur, yahut okuduğu kitaplardan çıkarılmış şeylerdir. 9 — Sâdi, Ehli Sünnet Vel-Cemaat mezhebindendir. 10 — Eserin başında Cenabı Hakkı methettiği gibi, Hazreti Peygamber için naat-ı şerif yazmış, Çiharyâr-i güzîn hakkında da sitayişte bulunmuştur. 11 — Bunlardan başka eserinde mevzuubahis ettiği eşhas: Peygamberlerden İbrahim ALeyhisselâm; Hulefayı Râşidin'den Hazreti Ömer ve Hazreti Ali, evliyâdan Bayezidi Bistami, Gü­ neydi Bağdadi, Maruf Kerhl, Zünnun-i Mısrî, Hatem Asam, Babayi Kûhî, mutasavvıfadan kendi şeyhi Sühreverdi, Padişahlar­ dan Mahmut Gaznevî, Harzemşah, Tekîs, Alpaslan, Kızılarslan, Adududdevle, Gor padişahı ve Melik Salihtir. Bunlar hakkın­ da eserde hikâyeler vardır. 12 — Sâdi, aşk bahsinde usuf ve Zeliha’ya, Mecnun ile Leylâ’ya, Şem ile Pervane’ye dair hikâyeler yazmıştır. 13 — Sâdi dört büyük şairin sözünü veya fikrini tenkid ve­ ya iktibas suretiyle kitabına koymuştur. 9 uncu sahifenin 12 ncl beyitinde (Zahiri Faryabî) yİ tenkid etmiştir. 20 nci sahifenin 16 ncı beyitlnde (Esedî) nin bir beyitini iktibas etmiştir (bunu Sûdî söylüyor) 54 üncü sahifenin 16 ncı beyitinde (Firdevsî) nin bir beyi­ tini iktibas etmiştir. 148 inci sahifenin 16 ncı beyitinde (Unsuri) nin bir beyitini iktibas etmiştir. 14 — Sadi’nin hikâyeleri, fikirleri ekseriyetle kendisinin şa­ hit olduğu vak’alardan veya kendi karihasından sâdır olan söz­ lerden ibarettir. Yalnız 78 inci sahifedeki, 26 ncı beyitinin maz­ mununu (Sindibad) dan aldığını söylüyor. 15 — Sâdi, kendisinin seyyah olduğunu birçok yerde söylü­ yorsa da, adını yazdığı memleketler, şunlardır: Bağdat, Şam, Mısır, Hindistan, Yemen, Hicaz, İsfahan. Bilhassa (Somnat) şehrine giderek, oradaki putun sırrım meydana çıkardığım, 137 nci sahifede uzun uzadıya anlatıyor. 16 — Sâdi, Bağdat’ta Nizamiye’de tahsil ettiğini ve orada bir medresede muitlik yaptığını, 119 uncu sahifede söylüyor. 17 — Sâdî, büyük bir vaizdir. Vaaz icap eden yerlerde gayet güzel, mâkul, mukni sözler söylemektedir. Bu vâdide harikulâde beliğdir. 18 — Sâdî mutasavıfadan olduğu için arasıra tasavvuftan da bahsetmektedir. Şeyhi Sühreverdî’dir ve onunla bir gemide seyahat ettiğini bize bildiriyor. 19 — Bostan, taassuptan âzâde, gayet tabiî, bîtarafane ya­ zılmıştır. Her türlü saadıeti temin edecek nasihatleri hâvîdir. Kilisli Muallim Rifat Bilge Beylerbeyi SÂDÎ Sâdi, îran ’m birinci derecede gelen büyük şairle­ rindendir. Firdevsı hamasiyatta, Enverî kasidede, Sâdi .gazelde en büyük şair addedilebilir. Gazel vâdisinde bazıları Sadi’yi H âfız’a tercih ederler. İkisi arasında tefevvuk haiz oldukları kudretten ziyade okuyanların zevkine tâbidir. Yalnız Sâdi aynı zam anda nesir ve mesnevi üstadıdır. Gazellerinde H âfız’dan daha realist ve daha İnsanîdir. Lisânı harikulâde denebilecek dere­ ced e fasih ve beliğdir. İslâmiyetten sonra İran edebiyatı Arap nüfuzu al­ tına girmiş, fakat bu nüfuz, İran üzerinde çok devam etmemiştir. Samanilerden sonra inkişafa başlıyan İs­ lâmî İran edebiyatı, Gaznevi ve Selçukî devirlerinde büyük tekâmüller göstermiş, fakat muhakkak ki Sâdi ve Hâfız gibi iki büyük simasını M oğol istilâsı dev­ rinde saklamıştır. Sâdi, (655) senesinde yazdığı (Bostan) adlı eserin­ de kendine hitaben “Ey öm rü yetmişe varan, uyan! Uyuyor m u idin ki bu yetmiş yıl heba olup gitti” (1) dediğine nazaran Hicretin 585. .senelerinde Şîraz’da doğmuştur. Bostan’dan bir sene sonra yazdığı (Gülis­ tan) d a d a “ ömründen elli sene geçip gitti” diyor ki o zam an Hicretin (606) yılında doğm uş oluyor. (M. 1184) (i) bad reft. Elâ ey ki omert be heftad reft, Meğer hofte buûî ki ber- 7 Babasının ism i Abdullah, lâkabı Muslihiddin’dir. Kendisinin adı malûm değildir. Lâkabı M üşerrefüddin’dir. Babası (Atabek Sa’d) m hizmetinde bulunduğu için şair (Sâdi) mahlası almıştır. Bu ikinci kayıt haki­ kate daha, yakın gözüküyor. “Ben çocukların ıstırabını bilirim. Çocukluğum da babam ı kaybettim.” (2) dedi­ ğine bakılırsa küçük yaşta yetim kalmıştır. Şahsî te­ şebbüsü veya hüküm darın himayesi onu tahsil için Bağdad’a şevketti. Bağdat’ta M edreseli Nizam iye’de tahsiline devam eden şair, orada tasavvufun büyük simalarından Şahabüddin Ömer bin M ehmet Sühreverdi ve Ebülferec bin Elcevzî gibi üstadlara mülâki olmuş, onlardan büyük istifadeler etmiştir. O zaman İran M oğol istilâsı altında Harzemşahlar ile Atabeklerin m ücadele sahnesi olmuştu. Sâdi uzun bir müddet seyahat etti. Otuz kırk sene süren bu seya­ hati esnasında Mekke, Şam ve Şimalî A frika’yı dolaştı. Bir müddet Şam’da kaldı. Orada Ehlisalibe esir düş­ tü. Gülistan’daki hikâyeler hakikat telâkki edilirse Sâdi Kaşgar, Türkistan ve Hindistan’ı dahi görm üş­ tür; Bu uzun seferlerden büyük tecrübelerle çok olgun bir hakîm olarak dönen Sâdi Atabek (Sa’d ibni Zengî) nin oğlu (Ebubekir) zamanında Şîraz’a gelip y er­ leşti. Artık orası büyük bir asayiş içinde idi. (Gülis­ tan) da: “Avdet edince memleketi huzur içinde buldum. Kaplanlar huyunu terketmişlerdi. Âdil sultan (Ebube­ kir bin Sa’d ibni Zengî) zam anında memleket bu halde id i...” diyor. Mühim iki eseri olan Bostan ve Gülistan’ı hayatı(2) Mera başed ez derdi tıflan haber, ki der herdi ez şer bireftem peder. 8 nm bu devresinde yazdı. Atabeklerden büyük hürmet gören şair, M oğollar devrinde de takdir ve hürmete^ mazhar oldu. (Hoca Şemseddin M ehmet Sahip Divan) ile biraderi (Tarihi Cihanküşa) sahibi (Ata Melik Cüveynî) şaire büyük bir alâka göstermişlerdi. Kaside­ lerinde Atabeklerden Ebubekir bin Sa’d (623 - 688) Selçukşah (660 - 662) Ebubekir’in oğlu Sa’d ve devrin diğer büyüklerini ve yukarıda ismi geçen (H oca Şem­ seddin) ile beraber kardeşi (Ata Melik Cüveynî) yi metheder. Sâdi, 690 ile 694 seneleri arasm da Şîraz’da vefat etmiştir. M ezarı Şîraz’a yarım fersah mesafede (Sâdiyye) namiyle m âruf bir yerdedir. Eserleri: 1 — BOSTAN 655 senesinde yazdığı bu eser manzum bir mesne­ vidir. İran edebiyatının çok mühim mahsûllerinden ad­ dedilir. On bâba ayrılmıştır. 1 — A dil ve insaf. 6 — Kanaat. 2 — İhsan ve cömertlik. 7 — Terbiye. 3 — Aşk ve sarhoşluk. 8 — Afiyete şükür. 4 — Huzu’ ve huşu’. 9 — Tövbe ve inabe. 5 — Teslim ve rıza. 10 — M ünacat ve hatime.. Bu fihrist bize eserin manevî mahiyeti hakkında esaslı bir fikir verir. Bostan’da bu bahisler daha ziyade hikâyeler arasmda cidden büyük bir edebî zevk ve mükemmel bir lisan ile izah edilmiştir. 2 — GÜLİSTAN Gülistan, cihanşümul bir şöhrete sahip bir şahe­ serdir. Birçok noktalardan tetkike şayan olan bu ese9 Tin yeni bir tercümesi elimizde bulunduğu için bundan sonra genç Türk m ünevverleri bunu zuasır zihniyete göre lâyıkiyle tetkik imkânını bulacaklardır. Farsça ile meşgul olanlar; Gülistan’ı bugün hakkiyle ve bütün edebi inceliklerini m uhafaza ederek tercüme etmenin m uhal olduğunu takdir ederler. İhtiva ettiği fikirleri itibarile çok yüksek olan bu eserin bir de yazıldığı dil­ deki bedii kemali vardır ki bunu n aza n itibara alm a­ dan verilecek hüküm çok yanlış olur. Nazım ile nes­ rin âhenktar bir im tizacından doğan bu küçük, fakat çok kıymettar eser çok az bir zam anda yazılmış ol­ masına rağm en hiç bir noktasında en ufak bir ihmale tesadüf edilmez. Nesri çok tabiî ve külfetsiz seci’lerle nazım kadar ahenklidir. Nazmı tabiîliğe nesre o kadar yaklaştırmıştır ki okuyan nazmı ile nesir arasındaki bu san’atkârane kaynaşm ayı zevk ve hayretle takip eder. Gülistan’a (sehli mümteni) derler. Müellifinin k e­ mal devrinde yazdığı bu eser o kadar sehli mümtenidir ki farşça ile biraz meşgul olanlar (Gülistan) gibi bir kitap yazabileceklerini tahmin ederler. Halbuki Kâtibî’nin (Deh Bab) ı, (Müinüddini Cüveynî) nin (Nigâristan) ı, (Camî) nin (Baharistan) ı, (Kaanî) nin (Pe­ rişan) ı gibi nazireler onun ka’bm a varamamıştır. Sa­ d i’nin Gülistan’ında, her şeyden evvel olgun bir fikir ve orjinal bir görüş vardır. Her hikâye, senelerce süren bir tecrübe ve teemmülün teksif edilmiş komprimesi­ dir. Bu icaz o derece m âhirânedir ki m ânanın bütün hassalarmı ihtiva eder. Sadi’deki ruhî tekâmül onu tanzire yeltenen şair­ lerin hiç birisinde yoktu. Bunların ileri gelenlerinden Cam î tasavvufun kadroları içine kapanmış, hayatı o zaviyeden görmüş. Kaanî ancak bir lâfız san’atkân olarak kalmıştır. Sâdi’deki hür ve müstehzi geniş te­ 10 fekkür, m od em denebilecek bir zevk ve lisana kuvvetli hâkim iyeti ile iki üç kelime içinde bir cihan sığdırma kudreti hiç birisinde yoktur. Sonra (Gülistan) m mühim bir meziyeti de M oğol istilâsı devrinde İran nesrinin düştüğü lâfızperestliğe tamamen yabancı kalmasıdır. Eserde mûnis olm ıyan kelimelerle, haşivlere hemen hiç rastgelinmez. A ncak bazı yerlerde, meselâ A llah’a, Peygam ber’e, Padişaha yazdığı methiyelerde zaruri olarak innaba düşülmüş­ tür. Fakat bu itnab hiç bir zaman aynı devrenin m ah­ sûlü olan (Tarihi Vassaf) ile mukayese dahi edilemez. Asırlarca şark âleminin klâsik kitabı olan (Gülis­ tan) ın Türkçe birçok şerhleri ve hattâ tercüm eleri var­ dır. Bu şaheser şöhretini garbda da teşmil ederek m uh­ telif garp dillerine birçok defalar tercüme edilmiş ve Fars edebiyatı mütehassıslarının tetkik mevzuu olm uş­ tur. Bu iki mühim eserden m aada şairin külliyatında bir çok kasideler, gazeller, terciibentler, rubailer, kıt’ala r vardır. Gazellerini Tayyibat, Bedayi’, Havatim namı altında toplamıştır. Gazellerinde tasavvuf neşvesi ile derin bir dünya ve hayat sevgisi mücadele halindedir denebilir. Sâdi her ne kadar m utasavvifeden addedilir­ se de bu telâkki ifrata vardınlm am alıdır. Onun aşkı çok defa realist ve İnsanîdir. Elfazdaki fesahat ile m ânadaki güzelliği onun kadarim tizaç ettiren bir şair yoktur. Gazel vadisinde Sâ­ di hakikaten üstaddır. Büyük şairin, benzerine ender tesadüf edilecek de­ recede değerli eserini, Türk m ünevverine hediye eden m ütercim ve tabii hararetle tebrik etmeyi bir vicdan borcu addederim. Prof. Dr. A li Nihat TARLAN 11 Kudretiyle can yaratan, hikmetiyle dilde söz y a ­ ratan Allahın adıyla başlıyorum. O, kullarm a acıyan, düşenlerin ellerinden tutan bir efendidir; bol bol verir, hatâları bağışlayan, özürleri kabul eden bir kerîmdir. Öyle bir büyüktür ki; O ’nun kapısından baş çevi­ ren insan, hangi bir kapıya gitse izzet bulamaz. Büyük padişahlar, O’nun dergâhm da başlarını y e ­ re koyarak O ’na niyâz ederler, yalvarırlar. Buyruğuna karşı gelenleri hemen cezalandırmaz; özü r dileyenleri zalimane kovmaz. Kullarının günahla­ rını görür, hilmile örter. Fena bir işinden dolayı bir kuluna gazap edecek olsa, kul tövbe edince o işin üze­ rine kalem çeker. Birisi babasına karşı gelse, şüphe yok ki, babası on a çok kızar, birisi akrabasından m emnun değilse, onu yanına uğratmaz; köle emredilen işi şüratle yap­ m azsa efendisi ona hakaret eder; arkadaşlarına karşı şefkat göstermezsen senden bir fersahlık yere kaçar­ lar; askerler vazifelerini yapmazsa kumandan onlan a ğ ır cezaya uğratır; fakat yerlerin, göklerin sahibi olan yüce Tanrı, isyan eden kullarm a n zık kapısmı kapamaz. O ’nun ilmi denizine nisbetle, iki cihan bir dam la sugibidir. Her günahı görür, fakat hilm ile örter. Yeryüzü O ’nun umumî sofrasıdır. Canlılar destur­ suz gelir, yer, yedikten başka istedikleri kadar da alır 13 götürürler; hem de bu sofrada dost ile düşman birdir. Zalimi kahretmek istediği zaman elinden kurtulmak imkânsızdır. O’na karşı duracak bir zıd olmadığı gibi, eşi, ben­ zeri de yoktur. Öyle ulu bir padişahtır ki, cinlerin, insanların, bü­ tün yaradılmışlartn taatinden müstağnidir. Karıncalar, sinekler, kuşlar, âdem oğullan, herhes, her şey O’nun emrine baş eğmektedir. Kerem sofrasını öyle enine boyuna yaymıştır ki, Kaf dağındaki zümrüdü Anka da nzkını o sofradan ye­ mektedir. Zâti şerifi lâtiftir, keremi her yere yayılmıştır, iş­ leri bitiren O'dur, mahlûkatm Rabbı ve sahibidir; en gizli sırlara vâkıftır. Büyüklük, benlik ancak O’na yaraşır. Çünkü salta­ natı kadîm, zâtı her şeyden ganidir. Birinin başma talih tacını giydirir, bir diğerini de tahtından kara toprağa indirir. Birisinin başında saadet tacı, diğerinin sırtında şakavet çulu vardır. İbrahim’e ateşi gülzar eder. Bir takımlarını da Nil suyu yoluyla ateşe gönderir. Hulâsa bahtiyarlık da, bedbahtlık da O’nun fermaniyle olmaktadır. Perde arkasında işlenen gizli günahları görür, fa­ kat perdenin üzerine bir perde daha örter. Eğer celâl sıfatiyle tecelli edecek olsa, meleklerin de dehşetten kulakları işitmez, dilleri tutulur. Eğer cemal sıfatiyle “buyurun lûtfuma” diyecek ol­ sa, şeytan bile “bu lûtuftan benim de payım var” de­ meğe başlar. O’nun büyüklüğü huzurunda büyükler, büyüklü­ ğü, tasavvur dahi edemezler. Darda kalanlara acır; onlara yakın olur; yalvaran­ ların dualarına icabet eder. 14 Henüz vukubulmamış halleri, ifşa edilmemiş sırla­ rı hep bilir. Yukarıyı, aşağıyı kudretle tutup hıfzeden O’dur; hesap günü kurulacak divanın hâkimi yalnız O’dur. Herkes O’na itaate mecburdur. Kimse O’nun sö­ zünden bir harfine parmak uzatamaz. Her işi iyi olan ve iyiyi beğenip seven bir kadim­ dir: kaza kalemi ile ana kamında çocuklara şekil verir. Toprak yaygısını, evliyaların seccadesi gibi, su üzeine sermiştir. Ay ile güneşi, denizde yüzen bir gemi gibi şarktan garba sevkeder. Yeri yarattığı zaman arz sarsıntıdan muzdarip ol­ du. Onu bu titremeden kurtarmak için eteğine çivi vazifesini gören dağlar çaktı. Bir damla suya peri gibi suret verir. Su üzerine kim resim yapabilmiştir? Taşın sulbünden lâ’l ve firuze yaratır; yeşil dalla­ rın üzerine lâ’le benzeyen kırmızı güller kondurur. Buluttan bir damla suyu denize, bir damla erlik suyunu da rahme damlatır, o sudan parlak bir inci; bu sudan selvi boylu bir insan yaratır. Hiç bir zerre yoktur ki, O’nu bilmesin. Zira, O’na göre açık gizli birdir. Karınca âciz, yılan elsiz ayaksızdır. İşte bu âciz, mahlûkların rızkını O, hazırlar, verir. O, “ol” deyince, yokluktan varlık husule geldi. Yok­ tan var etmeği O’ndan başka kim yapabilir? Bu varlığı tekrar yokluğa, oradan da mahşer sah­ rasına götürür. Bütün cihan O’nun ilâhiyetinde müttefik olmakla beraber. Zâtı’mn mahiyetini bilmekten âcizdirler. İnsanlar O’nun büyüklüğünü, gözler O’nun kema­ linin nihayetini bulamamışlardır. 15 Vehm kuşu ne kadar yükselse, O’nun Zâtı’nın ev­ cinde uçamaz; akıl ne kadar düşünse, O’nun vasfının eteğine el eriştiremez. O’nun mahiyeti öyle bir girdaptır ki; bu girdapta binlerce akıl gemileri batmış, hem de, öyle batmış ki, bir tahtası olsun kenara çıkamamıştır. Ben de, gecelere, bu uçsuz bucaksız, düşüncelere daldım ve dehşet kolumdan tutup bana: «Kalk, ne ya­ pıyorsun? Vazgeç. O’nun ilmi kâinatı ihata etniiştir, senin küçük aklın O’nu nasıl ihata eder? Ne idrâk O’nun künhüne erişebilir, nefikir, O’nun sıfatlarını hakkıyle anlar...» dedi. O’nun Zatı’nı ancak kendi bi­ lir. Bu merhalede akla yok yoktur. Evet, bir kimsenin belâgatte Sehban’a yetişmesi mümkün, fakat eşi, benzeri olmıyan Süphanm künhü­ ne erişilmesi muhaldir. Bu öyle olmaz bir şeydir ki; Cenabı Hakkın nice has kullan bu vâdide at sürmüşler, fakat sonunda: — «Yarabbi, Senin ettiğin senâ şeklinde Senin ev­ safım sayamam...» diye atlarının dizginlerini çekmiş, ^durmuşlardır. Evet, her yerde at sürmek olmaz. Öyle yerler olur ki, orada, kalkanı atarak kaçmak lâzım gelir. Bir sâlik bu sırra mahrem oldu mu, artık geri dönemez. Bu sim ifşa edemez. Kime ki bu mecliste dolu sunarlar, ona o kadeh içinde bihuşluk ilâcını verirler. Karun’un hâzinesine kimse girememiştir. Şayet girmişse orada kalmış, bir daha çıkamamıştır. Âkilolan bu kan denizinden ürker. Zira kimse ora­ da gemisini kurtaramamıştır. Eğer sen bu yolda yürümek istiyorsan evvelâ, seni geri getirecek atı sihirleyip onu dönemiyecek hale ge­ tirmelisin. 16 Gökler aynasına sık sık bakmalı, tedricen saffet kesbetmelisin.. Bu sayede belki aşkı İlâhînin kokusu seni mesteder. (Elestü) bezmindeki zamanını ararsın; istiyerek yürür, yol alır, o makama erişir, oradan da muhabbet kanadiyle uçarsın. O makamdan senin için yakin hâsıl olur. Bu yakin sayesinde hayâl perdeleri yırtılır. Ce­ nabı Hak ile senin aranda ancak celâl perdesi kalır. Artık akıl beygiri daha ileri gidemez. Hayret onu diz­ gininden tutup «dur» der. Bu tevhid denizinde ancak çalışan insan arzusuna vâsıl olmuştur. Mürşidin arkasından gitmiyen yolunu kaybeder. Bu yoldan, yani Hazreti Peygamber yolundan sa­ panlar çok gitmişlerse de, başlan dönmüş perişan ol­ muşlardır. Hazreti Peygamberin hilâfına yol intihap eden as­ la bir menzile erişmiyecektir. Ey (Sâdi), safa yoluna Hazreti Mustafa'nın izine düşmekten başka bir suretle gitmek mümkündür zan­ netme. NAATİ ŞERÎF Hazreti Muhammed güzel huylu, güzel âdetlidir. Bütün insanlara şefaatçidir, bütün insanların peygam­ beridir. O. peygamberlerin imamı, doğru yolun rehberi Ce­ nabı Hakkın emini, Cebrail’in vahy için yanma gelip gittiği bir zattır. O, beşeriyetin şefaatçisi, kıyamet gününün efendi­ si, hidayetin imamı, mahşer divanının en büyüğüdür. O, bir kelîmdir ki, onun turu gök olmuştur. Tek­ mil nurlar onun nurunun bir ışığıdır. O, bir dürrü yetimdir ki, okuyup yazmayı bilme- F.: 2 17 diği halde ne kadar milletin kütüphanesini silip süpür­ müş, kitaplarını hükümsüz bırakmıştır. Ondaki inzar san’atı, kılıcını çekince ay’ı ortadan ikiye böldü. O’nun şöhreti dünyaya yayılınca (doğduğu gece> Kisra’nm eyvanı sarsıldı, 14 taşı düştü. O, Kelime-i Tevhidin ilk harfi olan (Lâ) ile Lât’ı hur de-vü haş etti; dini İslâmî izaz ile Uzza’yı hor ve hakir kıldı. O, yalnız Lât ile Uzza’nın külünü savurmakla kal­ madı; Tevrat ve încil’i de neshetti. O, gecenin birinde Burak’a bindi, feleklerden geç­ ti, şan ve şerefle memleketleri geride bıraktı. Kurbü, Îlâhî fezasında o kadar süratle at sürdü ki, arkadaşı olan Cebrail (Sidre) de kaldı, daha ileri gide­ medi. Cebrail Sidre’de kalınca Cenabı Risaletpenah ona: «Ey Allahın vahyini hâmil olan Cebrail, ileri yürü. Se­ ni ne kadar ihlâs ile sevdiğimi bilirsin. Niçin bana ar­ kadaş olmaktan vazgeçtin?» dedi. Cebrail cevaben: «Artık mecalim kalmadı, kana­ dımda kuvvet kalmadı, eğer buradan bir kıl ucu kadar ileri, gidecek olursam, tecellî-i İlâhi ziyası kanadımı ya­ kar, onun için gidemem.» dedi. Böyle muhterem bir sahibe mâlik olan ümmet, umarım ki isyan sebebiyle cehenneme girmeyecektir. Ey, bütün insanlara gönderilen büyük pergamber, seni övmekte aczim var. Ey bütün mahlûkata gönde­ rilen peygamber, sana selâm olsun. Ey, hal ve hareketi pek mübarek olan büyük zât, bir avuç fakirler senin dârüsselâmmda mihman olan­ lara uyuntu olsalar, Cenabı Hakkın nezdinde olan yü­ ce şanından ne eksilir? Cenab-ı Hak seni övmüş, ağır­ lamış, Cebrail’e kadrinin huzurunda yer öptürmüştür. 18 Yüce gökler senin şerefinin yüceliğine karşı mahçuptur. Âdem henüz balçık halinde iken sen yaradılmıştm. İptida varlığın aslı, esası sen oldun, diğer mevcudat hep senin fer’indir. Bilmem ki seni mehd için ne söy­ leyeyim? Çünkü ne söylesem ondan âlisin. Senin iz­ zetini, makamını göstermek için (Levlâk) hitabı, seni medh için (Tâhâ), (Yasin) sûreleri kâfidir. Bu nakıs Sâdi, seni nasıl hakkiyle tavsif edebilir? Ey büyük peygamber, sana salât, selâm olsun. ç îh a r y Ar -î g ü z în v e Al î r e s u l ü n NAATt Çiharyâr’in birincisi Ebubekir’dir ki, yaşlılar ara­ sında ilk İslâm olan odur. İkincisi Ömer’dir ki, şeyta­ nın kolunu bükmüş, mağlûp etmiştir. Üçüncüsü akıl ve irfan sahibi, pek mahçup olan Osman’dır. Dördün­ cüsü Düldül’e binen Şah Ali’dir. Yarabbi, Hazreti Fatma’nın evlâdı hürmetine son nefesimde beni îmandan ayırma. Yarabbi, benim duamı dilersen kabul, dilersen red buyur. Ben Âli Resulün eteğini elimden bırakmam. Cenabı Hakkın selâmı sana, eshabına ve sana tâbi olanlara olsun. ŞU KİTABIN NAZMININ SEBEBİ Dünyanın her tarafını gezdim, dolaştım; birçok in­ sanlarla günler geçirdim; her köşede bir faide buldum; her harmandan bir demet başak topladım. Bununla beraber, Şîraz’m, temiz insanları gibi mütevazi insan­ lar görmedim. Cenabı Hak bu toprağa lûtfunu, ihsanı­ nı yağmur gibi yağdırsın. Bu iklimdeki olgun insanların muhabbeti gönlümü 19 Şam’dan, Rum illerinden çekti, aldı. Şiraz’a dönmek is­ tedim. Fakat bu güzel bahçelerden dönerken dostları­ mın yanına elim boş dönmek ağrıma gitti. «Mısır’dan dönenler, gittikleri yere, Mısır şekeri götürürler, ben ise elim boş gidiyorum» dedim. Düşünceye vardım. Dü­ şünürken: «Dostlanma şeker götüremiyorsam da şe­ kerden daha tatlı sözler götürebilirim» dedim, müte­ selli oldum. Fakat bu şeker alelade ağızda çiğnenen şeker değildir. Mânaya âşinâ olanlann kâğıt üzerine yazdıklan tatlı sözlerdir. Ne yazacağımı düşündüm, tertibimi yazdım. Dü­ şündüğüm şeyler âdeta güzel bir saray oldu. O saray­ da on kapı yaptım: Birinci bölüm — Adalet, tedbir, rey, ahaliyi hüs­ nü muhafaza, Cenabı Haktan korkmak hakkındadır. İkinci bölüm — İhsan hakkındadır. Bu bölümü okuyan zenginler, Cenabı Hakkın lütfuna teşekküre borçludurlar. Üçüncü bölüm — Yalancı değil, hakiki aşk; aşk sarhoşluğu cezbe hakkındadır. Dördüncü bölüm — Tevazu hakkındadır. Beşinci bölüm — Rıza hakkındadır. Altıncı bölüm — Kanaat edenler hakkındadır. Yedinci bölüm — Edep, terbiye hakkındadır. Sekizinci bölüm — Sıhhat ve afiyete şükretmek hakkındadır. Dokuzuncu bölüm — Tövbe, doğru yol hakkında­ dır. Onuncu bölüm — Münacat ile hâtimedir. Kitabım, mes’ut bir senenin mübarek bir gününde, yani Hicretin 655 inci yılında Zilka’de ayında hitama erişti. Kitabım inci ile dolu bir hazine halini aldı. Şu ka­ dar var ki, kitaba koymak istediğim şeylerin bir kısmı­ 20 m koyamadım. Etek dolusu cevahirlerim açıkta kaldı. Utancımdan başımı kaldırıp etrafa bakamıyorum. Lütfen kusuruma bakmayın. Bilirsiniz ki, her ci­ hetle mükemmel eser yazmak, güç bir iştir. Denize ba­ lan, içinde inci varsa sedef de vardır; bahçelere bakın, uzun boylu ağaçlar varsa, bodur ağaçlar da vardır. Ey akıllı, güzel huylu insanlar; bilgili ve olgun hiç­ bir insan duymadım ki, bir kusur bulacağım diye uğ­ raşıp dursun. Bir kaftan, nakışlı ipek kumaştan da ol­ sa, yüzü ile astan arasında kıtık bulunur. Sözümün kumaşı hoşa gitmezse de, kerem buyurun, onu kıtığiyle kabul edin, giyinin. Ben faziletim sermayesiyle iftihar etmiyorum, si­ ze ilticâ ediyorum. İşittim ki, kıyamet gününde kerîm olan Tanrı kötüleri iyilere bağışlarmış. Siz de sözümün fenasını görürseniz, Cenabı Hakkın sıfatiyle muttasıf olunuz. Şayet bin beyitten birisi hoşa giderse, lütfen onun hatm için ötekilerini gözden düşürmeyin. Size şunu da arzederim ki (Pars) ikliminde benim yazıla­ rım (Hutem) deki misk gibi kıymetsizdir. Şunu da itiraf edeyim ki, benimle görüşmeyip de adımı duyanlarca kusurlanm gizli kalmakta ve şöhre­ tim davulun sesi gibi uzaktan hoş gelmektedir. Benim bu eseri yazışım gül bahçesinde bir gül, Hindistan’a fülfül (karabiber) götürmek gibidir. Eserim âdeta hurmaya benzer. Üstü tatlı bir mad­ de ile kaplıdır, üzerinden tatlısı alınınca içinden çekir­ dek çıkar. İSLÂM PADİŞAHI EBU BEKİR BİN SA’D BİN ZENGÎ’NİN METHÜ SENÂSI Tabiatım padişahlan methe mâil değildir. Gön­ lüm böyle şeylerle uğraşmayı istemez. Böyle iken, bu 21 kitabı Ebu Bekir Bin Sa’d’ın namına olarak nazmettim. Böyle yapmakla, ilim ve irfan sahiplerinin «belâgatte birincilik kazanan Sâdi, Ebu Bekir Bin Sa’d’in zamanında idi» diye beni bu suretle yâd etmelerini ar­ zu ettim. Hazreti Peygamberin, Nuşirevan zamanında doğmasiyle iftihar buyurduğu gibi ben de bu padişahın zamanında bulunmakla ne kadar iftihar etsem hakkım vardır. Padişahım öyle bir padişahtır ki, cihanı muhafaza ediyor, dinin itilâsına çalışıyor, adaletlidir. Hazreti Ömer’den sonra Ebu Bekir Bin Sa’d gibi bir padişah gelmemiştir. Uluların ulusu, büyüklerin başlarının ta­ cıdır. Hey dünya, onun zamaniyle övün, iftihar et. Bir kimse fitneden sığınacak bir yer arayacak olsa bu iklimden başka sığınacak, dinlenecek yer bulamaz. Padişahımın kapısı ne güzel bir kapıdır. Kâbe kapı­ sına benzer. Dünyanın geniş, derin yollarından, her­ kes, hacılar gibi oraya koşarlar. Böyle saltanat, böyle taht, çocuklara, gençlere, ih­ tiyarlara vakfedilmiş böyle hazine görmemişimdir. Ya­ nma dertli bir kimse gelmez ki, 'onun hatırına bir mer­ hem koymamış olsun. Daima hayır işlemeye tâliptir. Cenabı Hakka karşı ümitvardır. Yarabbi, onun umdu­ ğu mura,tlannıhâsü kıl. Tacının köşesi yüce göğe dokunduğu halde, o tevazula başını yere eğmiştir. Tezavuun yüksek insanlar­ dan suduru takdire şayandır. Fakir mütevazi olursa, bunun kıymeti yoktur. Çünkü tevazu onun huyu ve âdetidir. Kumanda altındaki inşan tevazu gösterirse ne çı­ kar? Buyruk sahibi kimse tevazu gösterirse, Allah ada­ mı olduğuna delâlet eder. 22 Padişahımın zikri cemili gizli kalamaz; çünkü ke­ rem ve ihsanının şöhreti cihana yayılmıştır. Onun gibi güzel huylu bir zat, cihana, cihan olalı gelmemiştir. Onun zamanında bir zâlim zulmünden gönlü incinmiş bir kimseyi göremezsin. Onun saltanat usulü, onun şahane âyini diğer pa­ dişahlarda görülemez. Feridun bile o kadar şevket ve şanına rağmen bu devlete nâil olmadı. Zayıflar onıın sayesinde kavi olduğu için onun derecesi nezdî İlâhîde kavidir. Aleme öyle bir gölge salmıştır ki, Bir Icoca kan bile Rûstemden korkmaz. Cihan tarihine bakılınca görülür ki, insanlar za­ manın uygunsuzluğundan, feleğin tersine dönmesin­ den inlerler. Fakat ey âdil padişah, senin zamanında kimsenin zamandan da, felâketten de şikâyeti yoktur. Ancak senin zamanında insanlann huzur ve rahat içinde yaşadıklannı görüyorum. Bilmem ki, senden sonra bunların hali ne olacak? Sâdi’nin senin zamanında yaşaması da yine senin talihindeiıdir. Zira gökte ay, güneş durdukça, Sâdi’nin bu kita­ bında senin adın da ebedî olarak kalacaktır. Eski padişahlar içinde iyi nam ve şöhret bırakan­ lar varsa da, bunlar padişahlık usul ve âdabını kendi­ lerinden evvel gelenlerden öğrenmişlerdir. Halbuki sen onlar gibi değilsin. Sen bu suretle meşhur olan eski padişahların hepsini geçtin. Büyük İskender, Ye’cüclerin yollannı, tunçtan, taştan duvar ile kapatmıştır. Küfür Ye’cücüne karşı se­ nin şeddin altındandır. İskender’inki gibi tunçtan de­ ğildir. Bu emniyet ve adalet devrinde yaşayan hangi şa­ ir, edip seni methetmezse, onun dili tutulsun. 23 Sen öyle kerem denizi, cömertlik madenisin ki, mevcudat senin varlığına dayanıyor. Padişahımın güzel evsafı hadsiz hesapsızdır. Bu ki­ tabın dar meydanına sığışamaz. Sâdi, bütün bunları yazmış olsa, ayn bir kitap vücude gelir. Bu kadar kerem ve ihsanın teşekküründen âcizim. İyisi odur ki, hemen elimi dua için açayım: Cihan gön­ lünce olsun, felek sana yâr olsun, cihanı yaradan Tanrı seni her türlü kederden saklasın. Yüce talihin, alemi parlatsın. Zeval* düşmanının yıldızını yaksın. Zamanın dönmesinden sana keder gelmesin. Gönlüne kaygı tozu konmasın. Çünkü padişahların gönlüne konan bir gam, bütün âlemin hatırını perişan eder. Gönlün, iklimin huzur içinde ve mâmur olsun.. Milkinden perişanlık uzak olsun. Vücudün din gibi daima sağlam, hasutla­ rın gönülleri tedbir gibi gevşek olsun. Kalbin, Cenabı Hakkın teyidi ile şad olsun. Gönlün, dinin, iklimin mâ­ mur olsun. Hulâsa cihanı yaradan Tanrı seni esirge­ sin. Bu dua kâfidir. Bundan başkası boş sözlerdir. Cenabı Hak sana okadar lütuf buyurmuştur ki, bu hayırlara muvaffak oluşun, fevkalâdedir. Pederin Sa’d Zengi cihandan kederli gitmemiştir. Çünkü senin gibi adı yüce halef bırakmıştır. Öyle pâk asıldan böyle evlât yetişmesine taaccüp edilemez. Onun cismi toprakta ise can-ı pâki âlây-i illiyyindedir. İlâhî, fazlın hakkı için o muhterem pederin şanlı türbesine rahmet yağmurunu yağdır. Sa’d Zengi’nin güzel adı cihanda mesel halinde kaldıkça, Cenabı Hak Şehzade Ebu Bekir Sa’d’m yar­ dımcısı olsun. 24 ATABEK MEHMET SA’DİN M*ETHÜ SENÂSI Atabek Mehmet, bahtiyar bir şahtır. Taç vq tahtın sahibidir. Gençtir, talihlidir, parlak fikirlidir. Salta­ natça genç, rey ve tedbirce ihtiyardır. İlimce büyük, himmetçe yücedir. Kolca kuvvetli, kalbi pek müdrik, pek hassastır. Zaman annesi için ne devlettir ki böyle bir çocuğu kucağında beslemiştir. Cömertlik eliyle denizi mahçup etmiş, şan ve şe­ refte Ülker yıldızından öte geçmiştir. Ey yüce başlı padişahların reisi, devlet gözü hep senin yüzüne bakıyor. İnci ile dolu bir sedef, içinde tek inci saklayan sedef kadar kıymetli değildir. İşte sen, sedefinde bir tane olarak yetişen incisin. Saltanat ha­ nesinin ziynetisin. Yarabbi, onu sen lûtfunla muhafaza buyur; nazar­ dan sakla. Yarabbi, sen bu şehzadeyi âlemde meşhur eyle; onu sana taate muvaffak ederek aziz kıl. Yarab, sen onu insaf ve takvada mukim yıl; dün­ yada, ukbada muratlarını ihsan buyur. Şehzadem, menfur olan düşmandan sana gam erişmesin; zamanın devrinden sana zarar gelmesin. Cennetlik ağaç senin gibi meyva verir. Babası namdar olduğu gibi oğlu da iyi ad kazanmak ister. Bu hanedana düşman olan herhangi bir hanedan­ dan hayır bekleme. Ne güzel din, ne güzel ilim, ne güzel adalet; Allah ebedî kılsın; ne güzel saltanat ve ne güzel devlet. Padişahın keremleri kıyasa sığmaz. Dil bunların şükründe âcizdir. İlâhî fakirleri seven ve sayesinde halkın rahat et­ mekte olduğu bu padişahı halkmbaşı üzerinde daim 25 kıl. Taate, muvaffakiyet ihsaniyle, onun kalbini ihya buyur. Ey Sâdi, böyle san’atlı, tekellüflü sözleri bırak. Eğer hakiki sadık dost isen söyleyeceğin iyi sözleri yani nasihatlan haydi getir, gel. Sen menzilleri tanı­ yan rehbersin; Padişah ise yola giden yolcu gibidir. Sen doğruyu söyleyeceksin, padişah ise doğru sözleri din­ leyicidir. 26 BİRİNCİ BÖLÜM ADALET VE İNSAF HAKKINDADIR Zahir Faryabi Kızılarslan’ı methederken: «Tefek­ kür onun ayağını öpmek için (onu idrâk için) iskemle­ ye benzeyen dokuz feleği ayağının altına koyar» de­ miş- Halbuki Kızılarslan’m bir ayağı ötekinden kısa imiş. Zahir’i sevmiyenler: «Şair bu beyit ile sana aksak­ lık isnat etmiştir» diyerek Zahir’i katlettirmişler. Şim­ di Sâdi bu vak’aya işaretle ve Zahir’in ruhuna hitap ederek ona dokunuyor diyor ki: Hey Zahîr, ne lüzum vardı ki, iskemleye benzeyen dokuz göğü Kızılarslan’m ayağının altına koydun. Hey Zahir, büyüklük ayağmı feleklerin üzerine koy deme, belki «ihlâs yüzünü toprak üzerine koy» de... Padişahım! Bana gelince, sana nasihatim şunlar­ dır: Taatla yüzünü eşik üzerine koy, çünkü doğruların tuttukları en emin yol budur. Eğer kul isen başını bu kapıya koy. Padişahlık tacmı başından çıkar. İbadet ettiğin vakit şahlık libasını giyme. Hâlis, muhlis bir derviş gibi feryada başla. Buyruk sahibi ulu Tan­ rının dergâhında^ zenginin önündeki fakir gibi inle, şöyle de: Allahım, zengin Şensin. Fakirleri besleyen, kuvvet, kudret sahibi Şensin. Ben ne memleketler fet­ heden bir hükümdarım, ne de ferman sahibiyim. Bu dergâhın dilencilerinden birisiyim. Senin lütfün bana yâr olmazsa benim elimden ne gelir, ne iş yapabilirim? Allahım, beni hayra, iyiliğe Sen muvaffak eyle. Sen 27 kudret vermezsen benim kimseye bir haynm dokun­ maz. Padişahım, gündüz padişahlık ediyorsan geceleri dilenciler gibi yana yakıla dua et. Birtakım âsiler, zor­ balar senin kapında kul iken, sen yine başını ibadet eşiğinden kaldırma. Cenabı Hakka ibadette kusur etmiyen kul, kullar için ne güzel padişahtır. HİKÂYE Hakikati yakin göziyle tanıyan din ulularından hi­ kâye ederler ki, bir velî, bir kaplanın üzerine binmiş, bir yılanı eline almış, kamçı edinmiş, kaplanı süratle sürerdi. Birisi ona dedi: Hey Tanrı yolunun adamı, bu gittiğin yolda gitmek için bana rehberlik et. Sen ne yaptın ki, yırtıcı hayvan sana râm oldu? Adm saadet yüzüğünün taşma yazıldı. Velî cevap verdi: Kaplan, yılan, fil, herkes bana karşı zebun ise taaccüp etme. Sen de Allahın emrini yerine getir, görürsün ki, herşey senin emrine râm olur. Bir padişah, Cenabı Hakkın emrini tutarsa, Ce­ nabı Hak onun muhafız ve yardımcısı olur. Cenabı Hakkın seni sevdiği halde düşman elinden bırakması mümkün mü? Yol işte budur. Bu yoldan sapma, yürü­ meye devam et. İstediğini bul. Sâdi’nin sözünden hoş­ lanan kimseye, onun nasihati faydalı olur. KİSRA’NIN; OĞLU HÜRMÜZ’E NASİHATİ İşittim ki, Nuşirevan, ihtizar halinde iken, oğlu Hürmüz’e şu öğütleri vermiştir: Fakirlerin gönüllerini gözet. Yalnız kendi rahatını düşünme. Eğer sen yalnız rahatını düşünecek olursan, senin ilinde kimse rahat edemez. Çoban uyumuş, kurt sürüye dalmış! Bunu 28 akıllı insan kabul etmez. Fıkara takımını muhafaza et ki, şah ahali sayesinde taç taşımaktadır. Padişah bir ağaca benzer, kökü ahalidir. Ağaç ise kökünden kuv­ vet alır. Elinden geldiği kadar halkın gönüllerini yara­ lama. Eğer yaralarsan kendi kökünü baltalamış olur­ sun. Eğer sana, doğru bir yol lâzımsa, padişahların yolu iimit ve korku yoludur. Bir insanda iyilik ümidi, kötü­ lük korkusu olunca akıllılık ona tabiat olur. Eğer bir padişahta bunun her ikisini bulursan; onun ikliminde, mülkünde sığmak bulursun. Çünkü padişah, Cenabı Hakkın lütfuna ümitvâr olduğu için halka merhamet eder. Saltanatı elinden gider diye korktuğu için de hal­ ka zarar vermekten korkar. Bir padişahın tabiatinde ümit, korku yoksa o ik­ limde rahatın kokusu bulunamaz. Öyle bir padişahın mülkünde bulunduğun zaman, ayağın bağlı ise (evli isen), zulme, cefaya razı ol, otur; yok tek at, tek mızrak isen (bekâr isen) başını al başka yere kaç... Bir iklimde ahaliyi padişahtan memnun görmez­ sen, o iklimde refah, saadet arama. Kafa tutan, kabadayı padişahlardan, kahraman­ lardan korkma, fakat Allahsan korkmıyandan kork. Bir padişah memleket ahalisinin gönlünü yıkıyorsa, o, memleketin mâmur olmasını ancak rüyada görür. Bir memleketin harap, padişahın bednam olması zulüm­ den ileri gelir. Bu sözün hakikatini ancak ince, derin düşünen kimse bulur. Ahali saltanatın yardımcısı ol­ duğu için ahaliyi zulümle öldürmek lâyık değildir. Köylüyü, çiftçiyi kendi faiden, saadetin için gözet. Çünkü, ecir aldığı ücretten memnun olursa, daha çok iş yapar. Hem de kendisinden iyilik gördüğün kimseye kötülük etmek erlik, insanlık değildir. 29 HUSREV PERVİZ’İN OĞLU ŞÎRUYEYE NASİHATİ İşittimki, Husrev Perviz ölürken, oğlu Şiruye’ye şu öğütleri vermiştir: Hangi bir işe niyetlenirsen, o işte ahalinin iyiliğini düşün. Eğer herkesin sana mutî ol­ masını istersen, daima âdilâne ve âkilane hareket et. Ahali zalim padişahtan kaçar ve onun çirkin adı­ nı cihana yayar, onu dillere destan eder. Saltanatmı kötü bir temel üzerine istinat ettiren padişah çok geçmeden kendi temelini yıkmış olur. Bir kocakarının âhmın yaptığı tahribatı kılıç çalan bir yiğit yapamaz. Bir dul kadının yaptığı çıranın bütün bir şehri yaktığı çok görülmüştür. Saltanatta insaf ile hareket eden padişahtan daha bahtiyar âlemde kim vardır? Öyle bir padişah, nöbe­ ti gelip de şu âlemden göçtüğü zaman herkes ona rah­ met okur. İyilik kötülük; ikisi de geçer. Kötüsü geçecek, göçecektir: iyisi odur ki, adını iyilikle yâdetsinler. Halkın başma Tanrıdan korkanları koy, çünkü mülkü ancak Tanrıdan korkanlar mâmur ederler. Se­ nin menfaatini halkı inciterek temin etmek isteyenler, sana düşman olanlar ve halkın kanını içenlerdir. Hal­ kın elleri onlara beddua ile göklere açılan kimseleri iş başma getirmek hatâdır. Alçak vali, memleketin idaresi ve hâzinenin zen­ ginleşmesi böyle icap ediyor diye, halka eza ve cefa eder. Eğer hakkı gözetmezsen, o uğurda çalıştığın pa­ dişah dahi seni cezalandırır. Bedbaht zalim bir gün ölür gider, fakat Allahın lâneti onun üzerinde bâki ka­ lır. İyi adam yetiştirip kullanan padişah kötülük gör­ mez. Eğer kötüyü besliyorsan, sen kendine düşman­ 30 sın. Halka zulmeden kimseyi müsadere ile bırakma; öy­ le zalimlerin köklerini kazımak lâzımdır. Halka zulme­ den vali vesair memurlara karşı çok titiz ol: o gibilere aman, zaman verme. Zira o kadar semirmiştir ki, ar­ tık öldürülmesi zamanı gelmiştir. Kürdim başını, koyunlan paralamadan evvel kesmek gerektir. Sonra kesmek, yaptığı zararı ödemez. HİKÂYE Bir tacirin etrafını hırsızlar oklarla çevirmiş, onu esir etmişler. Tacir o sırada şöyle demiştir: Görülüyor ki hırsızlar galip geliyor, istedikleri fenalıkları yapıyor­ lar. Şu halde, padişahın askerleriyle kadınlar arasın­ da ne fark var? Tüccarı aramıyan, onların menfaatini korumıyan bir padişah gerek şehre, gerek askere re­ fah kapısını kapatmış demektir. Bir memlekette fena kanun, fena âdet olduğu işi­ tilince, akıllılar o şehre artık nasıl giderler? Padişahım, iyi ad sence makbul ise, sana iyi ad lâzım ise tüccar ile postacıları iyi tut. Büyükler yolcuları, züvvarı, seyyah­ ları can ile beslerler. Çünkü iyi adı her tarafa götü­ renler bunlardır. Hangi bir memlekette bir garip incinirse, o mem­ leket çok geçmeden mahvolur. Gariplerle görüş, seyyahlar ile dost ol; çünkü bun­ lar iyi adı yayarlar. Memlekete gelen misâfiri, yolcuyu ağırla, Fakat şerlerinden, fitne fesatlarından da sakın. Ecanipten sa­ kınmak çok iyidir; çünkü dost kıyafetinde düşman ol­ maları da mümkündür. Emekdarlannm derecesini, rütbesini, maaşını art­ tır.. Çünkü kendi beslediğin insanlardan gadir gelmez. 31 Bir memur eskidikçe, onun yıllarca hizmetinin hak­ kını unutma... Bir memur ihtiyar olup da işten âciz kalırsa* ona karşı kerem göster. «Artık işten kaldı» diye onu sefil etme. Onun hizmet eli bağlandıysa, senin kerem elin bağlı değildirya! HİKÂYE İşittim ki, Husrev, Şabur’un yaptığı resmi artık beğenmeyip, onu işten çıkardığı zaman Şebur sükût et­ miş. Fakat sonra zarurete düşünce, Husrev’e şu meâlde bir mektup yazmış: «Ey adaletiyle kâinatı ihata eden hükümdar, eğer ben ölür gidersem sen yine faziletinle bakisin. Gençliğimi senin uğrunda çürüttüm, ihtiyar­ lığımda beni kovma.» Bir garip ki, başının altında binbir çeşit fitne, fe­ sat buluna; onu öldürme, incitme, kendi memleketin­ den, toprağından harice çıkar. Onu memleketinden kovar ve bu nefyi kâfi bir ceza addedip aynca cezalandırmazsan, doğru bir hareket yapmış olursun. Zira o, cezasını kendisi bulacaktır. Çünkü onun fena huyu peşinden ayrılmayan bir düşmandır. Fitneye mail, fesada muktedir insan eğer İranlı ise; onu Yemen’e, Rusya’ya, Rum diyanna nefyeyle, halkın başına belâ etme. Belki ona kuşluk vaktine kadar aman vermeyip idam eyle. Öyle fitnekârı hudut hari­ cine çıkaracak olursan, gittiği şehrin ahalisi: «Böyle fitneci insan yetiştiren memleket zirüzeber olsun» di­ ye memleketine beddua eder; lânet .savururlar. İş verecek olursan paranın, servetin kıymetini bi­ len insana ver. Çünkü müflis, batakçı kimse padişah­ tan korkmaz. Ona ne söylersen başını eğer, feryat ve figane başlar. 32 Muhasebecilere hıyanet etmeye meydan verme; üzerlerine bir murakıp dik. Baktın ki, muhasebeci ile murakıp uyuştular, hemen ikisini de azlet. Kendisine, iş, para tevdi edilecek kimsenin mah­ kemeden, cezadan, idamdan değil, Tanrıdan korkar, emanete hıyanet etmez takımdan olması lâzımdır. Bir işe emin sıfatiyle tâyin ettiğin kimse Allah’tan değil, senden korkuyorsa, onu emin tutma. Emin olan Allah’tan korkmalıdır; yoksa azil, hapis ve idamdan değil. Emin tâyin etmiş olduğun kimsenin sık sık hesa­ bına bak. Onu kendi haline bırakma, çünkü yüz ki­ şiden bir tane emin bulamazsm. Eskiden birbiriyle sıkı-fıkı arkadaş, kafadar olan iki kimseyi bir yere birlikte memur etme, çünkü ne bilirsin ki, elele verirler; birisi hırsız olur, öteki perde tutar. Hırsızlar birbirlerinden korkar, çekinirlerse, aralarından kervan selâmetle geçer. Birisini bir vazifeden azlettiğin zaman, aradan bi­ raz geçince kabahatini affet. Ümit besleyen bir kimsenin ümidini yerine getir­ mek, bin tane ayağı prangalı mahpusu itlâf etmekten hayırlıdır. Elinde hitabeti olan kimse işten çıkarılacak olur­ sa meyus, olmasın. İyi bir padişah, hükmü altında olanlara peder mu­ amelesi yapmak gerekir. Bir peder bazan çocuğuna öf­ kelenir, döver, acıtır; bazan da eliyle gözünün yaşını siler. Padişah da öyle olmalıdır. Padişahın, düşmana karşı yumuşak, gevşek olur­ sa sana galebe eder; sert olursan senden herkes usa­ nır. İyisi odur ki, yumuşaklık ile serltlik birlikte olma­ lıdır. Kan alan kimse gibi olmak lâzımdı r. O hem yara açar, hem açtığı yaraya merhem koyar. F .: 3 33 Padişahım, cömert ol, güzel huylu ol, mükrim ol. Cenabı Hak sana saçtığı için, sen de saç. Dünyaya gelen ölür gider. Fakat kendisinden son­ ra iyi ad bırakan, ebedî yaşamış olur. Kendisinden sonra köprü, mesci, misafirhane, kârvansaray gibi hayrat bırakan kimse, ölmemiştir. Bu dünyadan giden, hayat namına bir şey bırak­ mayan kimseye, kimse fatiha okumaz. Adının ebedî olmasını istersen, büyüklerin adla­ rını gizleme (büyükleri hürmetle yâdet.) Senden evvelki padişahlar ne yapmışlar, ne gibi iyilik ile yâdolunmuşlarsa, sen de kendi zamanında böyle yap. Bilirsin ki, geçen padişahlar naz ile yaşadılar, mu­ rat sürdüler, zevk ve safa ettiler; sonra, hepsini bırak­ tılar, gittiler. Kimisi iyi, kimisi kötü bir ad bıraktı gitti (sen iyileri taklit et). Bir suçlu, “Unuttum da yaptım» diye özür dilerse, özrünü kabul eyle. Aman diyenlere aman ver. Bir suç­ lu dehalet edecek olursa, onu hemen öldürmek, mürüv­ vete münafidir. Edilen tembihi, edilen nasihati dinlemezse kula­ ğını çekmek, hapsetmek, ellerini kollarını bağlamak lâzımdır. Nasihatten anlamıyan, zindandan mütenebbih olmıyan kimse ise murdar bir ağaçtır. O zaman onun kökünü koparmak lâzımdır. Öldürmeden evvel bir ke­ re hapsetmelidir. Zira kesilen bir başı tekrar yerine koymak kabil değildir. Bir kimseye kızdığın zaman mücazat için acele et­ me, düşün. Çünkü Bedehşan la’lini kımıak kolay ise de, kırılan parçaları toplayıp eski haline getirmek mümkün değildir. 34 PADİŞAHIN, İŞİN SONUNU DÜŞÜNMESİ, MÜCAZATA AĞIR DAVRANMASI Umman denizinden gemi ile bir adam çıkageldi. Bu adam denizlerde gezmiş, sahralarda dolaşmış; Arabi, Türkü, İranlıyı, Rum halkını görmüş; her mille­ tin bilgilerini temiz ruhunda toplamıştı. Elhâsıl cihanı elek elek elemiş, bilgiler kazanmış, seferler yapmış, görüşmeyi, konuşmayı öğrenmişti. Vücudu iri yapılı, fakat çok fakirdi. Elbisesinde iki yüz yama vardı. O elbise içinde kav gibi yanmıştı. Bu adam sahilde bir şehre çıktı. O taraflarda bü­ yük bir padişah vardı. Bu padişah, adını iyilikle çıkar­ mak ister; fıkaraya karşı tavazu gösterir, onlan hoş tutardı. Padişah o seyyahı duyunca, sarayına davet etti. Uşaklarına emretti, seyyahı hamama götürdüler, yı­ kadılar, temizlediler. Sonra padişahm huzuruna çıkar­ dılar. Seyyah huzura çıkınca tekâpu kıldı, padişahı öv­ dü, el bağladı. Padişahım, fermanın her tarafa yürü­ sün, diye duada bulundu. Padişah sordu: “Nereden geliyorsunuz? Şehrimize niçin geldiniz; burada güzelden, çirkinden neler gör­ dünüz,” Seyyah dedi: “Ey yeryüzünün padişahı, Cenabı Hak sana yardımcı, devlet, saadet arkadaş olsun. Padişa­ hım, memleketinde birçok yerleri gezdim. Ahalisi zu­ lüm görmüş, gönlü incinmiş bir yer görmedim. Bir pa­ dişah için, kimsenin incinmesine razı olmamak mezi­ yeti kâfi bir ziynettir. “Bir de padişahımın memleketinde kimseyi sarhoş görmedim. Sarhoşluk şöyle dursun, meyhaneleri yıkıl­ mış gördüm.’’ Elhâsıl seyyah güzel sözler söyledi. San35 ki elek elek cevahir saçtı. O kadar hoş şeyler anlattı ki, padişah zevkinden elini, kolunu çarpmaya başladı. Seyyahın güzel sözleri şahm hoşuna gitti. Onu yanına çağırdı; ona ihsan, ikram, etti. Memleketini be­ ğenip geldiği için ona altınlar, cevherler verdi. 'Sonra, ona aslını, vatanını sordu. Seyyah sergüzeştini anlattı ve bu suretle diğer sa­ ray erkânından ziyade padişahın teveccühüne mazhar oldu. Onu sadrazam yapmak da içinden geçiyordu. Memlekete de böyle bir vezir lâzımdır, diye çok düşün­ dü. Yalnız: “Acele etmiyeyim. Belki yanlış bir iş yap­ mış olurum. Ahali reyimin zayıflığına gülmesinler. Evvelâ onu bir zaman deneyeyim, sonra hünerine gö­ re rütbesini arttırayım” dedi. Padişahın bu düşüncesi doğru idi. Çünkü tecrübe etmeden iş yapan insanların, birçok kederlere uğra­ ması zaruridir. Nasıl ki, hâkim, dâvayı etrafiyle düşü­ nür, sonra hüküm verirse maiyetindeki âlimlere karşı mahçup olmaz. Yayı elde tutarken, oku atmamışken, atmak lâzım mı, değil mi? Hedef neresidir, neresi ol­ malıdır? diye düşünmek lâzımdır. Oku attıktan sonra düşünmenin faydası yoktur. İnsan Yusuf gibi seneler­ ce iffet, nezahetle yaşamalıdır ki, Mısır’a aziz olsun. Birçok zaman geçmedikçe bir kimsenin ne olduğunu anlamak imkânsızdır. Bu suretle padişah seyyahın ahlâkını tetkike, tef­ tişe koyuldu. Neticede onu âkil, iyi ahlâklı, edip ve in­ sanların değerini ölçmekte mahir buldu. Bu suretle seyyahın büyük memurlarına faik bulunduğunu anla­ yan padişah, seyyaha veziri azamdan dahi üstün bir selâhiyet verdi. Seyyah memleketi öyle akıl, hikmet ve marifet ile idare ediyordu ki, emrinde, ne hyinde kimsenin kalbi­ 36 ni incitmiyordu; dürüst hareketleriyle kusur ve fenalık arayanların dillerini bağladı. Eski vezir, yenisinin bu faaliyeti neticesinde padişahın huzur ve rahat içinde yaşadığını, onun iyiliği sayesinde devletin yükseldiğini görünce üzülmeye başladı. Tenkit edilecek hiç bir nok­ ta bulamıyordu. Çünkü dürüst adam, bakır leğen, fe­ nalık arayan insan, karınca gibidir. Karınca ne kadar uğraşsa bakır leğene gedik çamaz. Padişahın güneş yüzlü iki kölesi vardı. Bunlar dai­ ma padişahın hizmetinde bulunuyorlardı. Bunlar hu­ riler, periler kadar güzel idiler. Birisi sanki güneş, ötekisi ay idi. Bu iki köle güzellikle tamamen birbirinin dengi idi. Sanki birisi hakiki insan, ötekisi onun yanında ak­ si idi. Bu köleler ilim, marifet sahibi yeni vezirin tatlı sözlerini işittikçe, onun sözleri bu fidan boylu köleler üzerinde tesir bırakıyordu; güzel ahlâkını gördükçe ta­ biî olarak onu sevmeye mecbur oldular. Gitgide yeni vezirin de gönlü onlara aktı, onlan sevmeye başladı. Şu kadar ki, kısa gören insanlar gibi kötülükle sevmiyordu. Belki bunların cemallerine âşık oldu. Öyle bir hale geldi ki, ancak onların yüzünü gör­ düğü zaman rahat ne demek olduğunu hissederdi. Arkadaş, sana nasihatim olsun. Eğer kadrinin, şe­ refinin yüce kalmasını istersen, pâk yüzlülere gönül bağlama. Ara yerde bir garaz olmasa bile, mehabet ve hürmetine ziyan verir. Derken eski vezir, yeni vezirin o iki köleye gönül verdiğini hissetti ve hemen padişaha arzetti. Şöyle de­ di: “Padişahım, bilmem ki bu yeni vezir kimin nesidir, necidir, adı nedir? Şu memlekette rahat ve saadetle yaşamak istemiyor. Evet, mücerreptir; çok geızenler böyle lâübali olurlar. Çünkü bu gibiler bir devletin 37 nânü nimetiyle beslenmiş değildirler. Nânü nimet kıy­ metini bilmezler. İşittim ki, şehvetperest imiş. Efendi­ mizin kölelerine göz koymuş, efendimize hiyanet edi­ yormuş. Böyle hayâsız, aşağılık insan padişahımın vezirlğine yakışmaz. Bunun vezarette bulunması, salta­ natımıza leke getirir.” Bu fenalığı işitince hemen arzetmeye mecbur 'oldum. Arzetmeseydim, efendimin ni­ metini unutmuş olurdum. Hem de bu arzımı şüphe ve zan üzerine yapmadım. Bana yakin hâsıl olmayınca, söylemedim. Şunu da ilâveten arzederim ki, kölelerim­ den biri, bu yeni vezir bu kölelerden birisini kucak­ larken gözleriyle gördüğünü bana söyledi. İşte işin olup bitenini arzettim. Üst tarafı padişahımın reyine, iradesine kalmıştır. Padişahım arzu buyurursa, benim gibi tecrübe buyurabilirler.” îyilik bulmayası eski vezir, işi bu kadar çirkin su­ rette anlatır. Böyle anlatması da tabiîdir. Çünkü kötü­ lük düşünen insanlar ufacık bir tutamak bulunca bü­ yüklerin kalplerini ateşe verirler. Ufak bir şeyle ateşi yakmak ve sonra onunla büyük odunları tutuşturmak kabildir. Bu haber padişaha öyle bir hareret verdi ki, ateş üzerinde kaynayan tencereye döndü. Mezkur yeni ve­ zirin kanını hemen dökmek istedi. Fakat aklı vicdanı karşısına çıktı; ona dur, diye işaret etti ve ona şu söz­ leri söyledi: “Bir insanın kendi yetiştirdiği birisini öl­ dürmesi mertlik değildir. Adalet ve lûtuftan sonra zu­ lüm çok soğuk kaçar. Kendi yetiştirdiğin kimceyi in­ citme. Senin aman okunu tutan kimseyi sen ok ile vur­ ma. Birisinin kanını zulüm ile içecek isen onu boş ye­ re nimet ile besleme. Onun hünerleri sence lâyıkiyle malûm olmadıkça, divanda ona bir mevki vermemiş­ tin. Şimdi de suçu tahakkuk etmedikçe düşman ağzı­ na barak onu cezalandırma.” 38 Birisini öldürmeden evvel zindana atmak muva­ fıktır. Çünkü kesilen başı bitiştirmek mümkün değil­ dir. Ferman, rey, şevket sahibi padişahların, insanla­ rın zahmetinden aciz göstermeleri caiz değildir. Tahammülden boş, gurur ile dolu başa padişahlık tacı haramdır. Sana cenk zamanında sebat göster de­ mem, belki öfkelendiğin zaman yıkılma, gazaba ka­ pılma derim. Aklı olan her kimse tahammül eder, fakat maksat hışma mağlûp olmıyan akıldır. Öfke bir kere askerini pusudan hücum ettirince ortada ne insaf kalır; ne Tanrı korkusu kalır; ne din kalır. Feleğin altında öfke gibi bir dev görmedim. Bunun dehşetinden cinler, melekler bile ürküp kaçarlar. Padişah, gazabını yenerek eski vezirden duymuş olduğu sim kimseye açmadı. Çünkü hakimler: “Ey âkil, gönül sırlann zindanıdır; söyleyince onu kaçırmışolursun, bir daha zincire çekemezsin” demişlerdir. Padişah, o akıllı sayılan yeni vezirin işini teftişe ve tarassuda başladı. Neticede onun reyinde bozukluk gördü. Bir gün yeni vezir kölelerden birine bakınca, kölenin dudak altından güldüğünü gördü. Vezirin ba­ kışı, kölenin gülüşü, ara yerdeki sevişmeyi gösteriyor­ du. Çünkü iki kimsenin canı ile aklı birleşince dudak­ ları kımıldamadan birbiriyle konuşurlar. Sonra göz bakmaya doymaz, didâra doyum olmaz. Nasıl ki su­ saklık yani istiska illetine tutulan kimse Dicle nehrini içse doymaz. Padişah yeni vezir ile köle arasındaki birliği görün­ ce suizannı kafileşti. Bu hal kanına dokundu, gazabı arttı. Böyle olmakla beraber, gazaba mağlûp olmıyarak yine, âkilâne davrandı. Ona yavaşça şu sözleri söy­ ledi: “Seni ben akıllı sanıyordum. Memleketimizin es39 ranna seni emin ittihaz ettim. Bilmedim ki sen ser­ sem, medhe değil, zemmedilmeye lâyık insan imişsin, sana tapşırdığım vezaret senin yerin değilmiş. Fakat bu işte kabahat sende değil, bendedir. Tabiidir ki, soy­ suz insan beslersem, sarayımda hiyanet edeceği mu­ hakkaktır.” Padişahın bu tahkiri üzerine, o çok bilen yeni ve­ zir, başını kaldırdı, şöyle dedi: “Ey iş bilen ulu şahım, benim eteğim kabahatten temiz olunca, kötülük düşü­ nen insanların isnat edecekleri fenalıktan korkmam. Sarayı hümâyununa karşı hiyanet fikri, asla gönlüm­ den geçmemiştir. Bu hiyaneti bana kim isnat etmiş­ tir, bilemem?..” ' Cevap olarak, padişah şöyle dedi: “Sana söyledi­ ğim şeyleri düşmanların yüzüne karşı söylemeye ha­ zırdır. îşi açıklayayım: Bunu bana eski vezirim söy­ ledi. îşte hakkında söylenen budur. Bir diyeceğin var­ sa söyle.” Yeni vezir parmağını dudağına götürdü, güldü, şöyle dedi: “Eski vezir benim hakkımda ne söylese taaccüb edilemez. Beni kendi yerinde gören bir hasut, benim fenalığımdan başka ne söyler? Efendim beni ona tercih edince, tabiîdir ki o benim düşmanım olmuş­ tur. O beni kıyamete kadar sevemez. Nasıl sevebilir ki, ben aziz oldukça, o zelil yaşayacaktır. Padişahım, eğer bendenizi dinlerseniz temsil tarikiyle bir hikâye arzedeyim: Bilmem hangi kitapta gördüm. Birisi şey­ tanı rüyasında görmüş. Bakmış ki, selvi gibi boyu, huri gibi çehresi var. Yüzü güneş gibi ziya saçıyor. Yanma gitmiş, demiş: Bu ne hal, melek bile bu kadar güzel olamaz. Mehtap kadar güzel bir yüzün varken niçin dünyada çirkinlikle dillere düşmüşsün? Herkes seni korkunç sanırlar. Hamam kapılarında seni çirkin bir surette resmederler. Hattâ sarayın nakkaşı saray 40 divanhanesinde seni asık, ekşi, iğrenç bir surette nakşetmiştir. Bu sözleri işitince bedbaht şeytan inlemiş, feryat etmiş, şöyle demiş: “Hey Âdem oğlu, benim için yapı­ lan resimler, benim hakikî resmim değildir. Ben haki­ katte gördüğün gibi güzelim. Fakat ne çare ki, kalem düşman elindedir. însanlann beni çirkin resmetmele­ rine gelince, ben onların büyük ataları olan Âdem’i cennetten attırdım. Onların bana hınçları var. Onun için beni böylie resmederler.” îşte padişahım, ben temizim, masumum; ne çare ki, beni kıskanan, bir maksadı mahsus ile beni kötü bildirmiştir. Benim mansıbım onun şerefini ihlâl edin­ ce, onun mekrinden yüz fersahlık yere kaçmam lâ­ zımdır. “Padişahım, ben şu dakikada sizin gazabınızdan korkuyorum ve bigünah olduğum için cesaretle söz söylüyorum. Çarşı ağası çarşıyı dolaşırken okkası dir­ hemi eksik olan korkar. Kalemimden çıkan söz doğru olunca, kusur bulmak için cihan toplansa, umurumda olmaz.” Padişah yeni vezirin cesaretli sözlerine şaştı ve onu bir el işaretiyle susturarak: “Ne suçlular var ki, riya ile, hilekârlık ile, yaptığı suçtan kendisini kurtar­ maya çalışır. Sana isnat edilen hiyanet cürmünü yal­ nız düşmanından işitmekle kalmadım, ben de gözüm­ le gördüm. Sarayımda bu kadar insan varken, hiç bi­ rine bakmıyor, yalnız kölelerime bakıyorsun.” dedi. Vezir güldü, şöyle dedi: “Söylediğiniz söz doğru­ dur ve doğruyu gizlememelidir. Ben o kölelere arasıra bakıyorum, bunu inkâr edemem. Bu işte ince bir nok­ ta var. Müsaadenizle o noktayı arzedeyim.- Padişahımızca malûmdur ki, zavallı bir fakir bir zengini görün­ ce, bakar, içini çek*7?. İşte ben o fakire benzerim, köle 41 de o zengine benzer. Padişahım, vaktiyle ben de genç idim. Ne çare ki, gençliğin kıymetini bilmedim. Genç­ liğimi boş yere geçirdim. Gençliğime olan hasretimden dolayı durmadan ona bakıyorum, bakmadan kendi­ mi alamıyorum. Ben bugün gençliğimi kaybetmişim. O ise gençliğe, güzelliğe tamamen mâlik ve sahip bulu­ nuyor. Ben bakmıyayım da kim baksın? Vaktiyle be­ nim de gül gibi çehrem vardı. Güzellikle vücudum billûr gibi idi. Benim de onunki gibi gece renkli kıvırcık saçlarım vardı. Giyindiğim kaftan vücudun nazikliğin­ den utanır, buruşurdu. Şimdi pîr oldum, saçlarım ağardı, pamuk oldu. Vü­ cudum kurudu, iğ oldu. Artı^c bu vücuda bir kefen do­ kumak lâzımdır. Vaktiyle ağzımda iki sıra inci vardı. Bu dişler gümüş tuğladan yapılmış bir duvar gibi du­ ruyordu. Birisi kalmadı, birer birer döküldü. Şimdi es­ ki bir kale duvarına benziyor. Şu halde bu güzel gençlere nasıl bakmıyayım? On­ lara bakıp telef olan ömrümü anıyorum. Yazıklar olsun, değerli günler geçti, gitti. Bu ömür de bir gün ansızın sona erecektir.” O âlim yeni vezirin güzel sözlerini padişah beğen­ di. Erkânı devlete hitab ile şöyle dedi: “Bundan daha güzel söz söylemek muhaldir, bundan daha tatlı lâfız, bundan daha değerli mâna aramayın. Güzel civanlara böyle özür beyan edecek kimseler baksınlar. Başkaları için bakmak doğru değildir.” Sonra padişah döndü, yeni vezire şöyle dedi: “Eğer âkilâne hareket etmeseydim; hasımın sözleriyle seni incitecektim. Acele ederek kılıca el atan adam, sonra pişman olarak; elinin arkasını dişleriyle ısınp durur. Sakının, garazkâr kimselerden söz dinlemeyin; çünkü onun sözüyle iş yaparsan, pişman olursun.” Neticede padişah yeni vezirin mansıbını, şerefini, 42 malını arttırarak onu taltif etti. Fena söyliyenleri sayasinde padişahın adı iyililt ile ülkesinde yayıldı. Adar letle, keremle yıllarca saltanat sürdü; nihayet o da göçtü. Fakat dillerde iyi adı kaldı. Böyle dindar padişah din bazusu ile devlet topu­ nu çelmiş olurlar. Bugün öyle padişahlardan kimse yoktur. Varsa ancak Ebû Bekir Sa’d Hazretleridir; on­ dan başka yoktur. Padişahım, sen bir cennetlik ağaçsın. Gölgen bir yıllık yola kadar yayılmıştır. Talihim uğurlu olsun da başıma Hüma kuşunun gölgesi düşsün diye arzu ede­ rim. Bu arzuma vâkıf olan akıl karşıma çıktı, bana şöyle dedi: İnsana devleti, Hüma kuşu vermez. İkbal, devlet istiyorsan bu padişahın gölgesine gel. Allahım, sen bize acımışsın da, halkın üzerine bu gölgeyi sen yaymışsın. Bu devlete köle gibi duacıyım. Yarabbi, bu gölge­ yi ebedî kıl. ZAYIFLARA MERHAMET HAKKINDA Şer’i şerifin hükmü olmadıkça, su içmek caiz ol­ maz. Fakat fetvayı şerif olunca kan dökmek caizdir. Böyle değil mi? Bir kimsenin katline şer’i şerif fetva verince, onu katletmekten hiç korkma. Şu kadar var ki, eğer onun çoluğu çocuğu varsa onu öldürme, çoluğuna çocuğuna bağışla, Onlara rahat eriştir, çünkü suç o haksızlık eden adamındır. Biçare kadınların, çocukların ne gü­ nahı var? Ne kadar kuvvetli olsan, askerin de çok olsa, durupdururken düşman iklimine asker çekme. Çünkü o senin düşmanın olan hükümdar, müstahkem bir ka­ leye kaçar. Ona mukabil günahı, kabahati olmıyan iklime zarar erişir. 43 Hapishanede bulunanları sık sık teftiş et. Arala­ rında suçsuz kimselerin bulunması da mümkündür. Memleketinde bir tacir öldüğü zaman malına el sürme. Böyle mala el sürmek, alçaklıktır. Hem de ölen tacirin malını zaptedecek olursan, memleketimizde ak­ rabası: “Zavallı adam gurbet elde öldü. Bıraktığı malı zalim padişah zaptetti” diye ağlar, inlerler. Yetimlerin ağlamasından, dertli gönlünün âlım­ dan sakın. Kötülük yapma, iyi adını kötüye çevirme. Nice elli yılda hâsıl olan iyi adı, bir çirkin hareket mahveder. İyilikle ebedî nam bırakan değerli insanlar halkın malına el uzatmamışlardır. Dünya padişahı da olsa, bir zenginden para,, mal aldı mı, o padişah değil, dilencidir. Hür ve asil insan zaruretten ölür, bir âcizin malı­ na tenezzül ederek onunla karamı doyurmaz. AHALİYE ŞEFKAT HAKKINDA HİKÂYE İşittim ki, âdil bir padişahın bir kaftanı vardı. İki yüzü de astardı. Birisi ona: “Ey bahtiyar padişah, Çin kumaşından bir kaftan diktirsen olmaz mı?” dedi. Padişah şöyle cevap verdi: “Elbise insanın vücudünü örtmek, insanı rahat ettirmek içindir. Bu kaftan da o işi görüyor. Bundan fazlasını araşan, süs halini alır. Ben halktan haracı, kendimi, tahtımı süslemek için al­ mıyorum. Eğer kadınlar gibi ipekli süslü elbiseler ya­ pınır, kadınlaşırsam, erlik yaparak düşmanımı nasıl defedebilirim. Vakıâ içimden türlü hırslar, arzular geç­ mektedir. Fakat unutmıyalım ki, hazine benim için değildir. Hazineler asker içindir; yoksa eğlence, süs için değildir. Padişahından hoşnut olmıyan asker, memleketin hududunu muhafaza etmez. 44 Düşman (hırsız), köylünün eşeğini alır götürürse, padişah ne hakla âşâr vergisi alabilir. Düşman köylünün eşeğini; padişah, haraç diyerek parasını alırsa, o taht, o taç nasü yükselir. Düşkünlere zorbalık etmek, mürüvvete münafidir. Karıncanın elinden taneyi kapan kuş, alçaktır. Ahali ağaç gibidir. Beslersen, iyi timar edersen, istediğin kadar meyva alabilirsin. Sakın zalimlik edip de ağacı kökünden çıkarma. Çünkü zararını mucip olur. Kendi zararına iş gören kimse ise, ahmaktır. Hâkimiyeti altında bulunanları incitmeyen insan­ lardır ki, gençlikten, talihten müstefit olurlar. Zulüm gören ahalinin inleyerek ettiği bedduadan kork. Bir ili, bir memleketi yumuşaklık ile tutmak, almak müm­ kün ise, kimsenin burnunu kanatmamaya çalış. Erlik hakkı için, yeryüzünün baştan başa saltanatı, yere damlayan bir damla kana değmez.” HİKÂYE îşittimki, güzel huylu Cemşit, bir çeşme başının üstüne şunu yazdırmış: Bizim gibi nice kimseler bu çeşme başında oturmuş; dinlenmiş; sonra gözlerini ka­ payarak gitmişler. Mertlik ile kuvvet ile dünyayı tuttu­ lar. Fakat aldıkları yerleri mezara beraber götüremedi­ ler. Süleyman Aleyhisselâmın tahtı akşam, sabah rüz­ gârlar tarafından sevkedilmez miydi? Nihayet görme­ din mi ki, o taht rüzgâr gibi uçtu gitti. Asıl bahtiyar in­ san, ilim ve adalet ile şöhret kazanan kimsedir. Her gelen gider. Ne ekti ise onu biçer. İnsana iyi, kötü ad­ dan başka bir şey kalmaz. Düşmana galip geldiğin za­ man canına kıyma; ona mağlûbiyet acısı kâfidir. Düş­ manının etrafında minnetle pervane gibi dolaşması, eteğini onun kanma bulaştırmaktan daha iyidir. 45 PADİŞAHLARIN DOSTLARINI, DÜŞMANLARINI TANIMALARI HAKKINDA İşittim ki, asîl Dârâ, bir av eğlencesi esnasında as­ kerlerinden uzak düşmüş. O sırada bir at çobanı Dâ­ râ’ya doğru koşarak gelmeğe başlamış. Dârâ tanımadığıbu adamın kendine doğru gelmekte olduğunu gö­ rünce, içine şüphe girmiş ve kendi kendine: “Bu bir düşman olsa gerektir. Şunu yanıma yaklaştırmıyayım, oklayayım, olduğu yerde dikilekalsm.” demiş. Key’lere mahsus yayını kurup nişan almış, vir vuruşta o ge­ len kimseyi yok etmek istemiş... Dârâ’mn yayını kurduğunu, okunu atmağa hazır­ landığını gören çoban: “Ey îranm, Turanın şahı, za­ manın fena gözü senden uzak olsun, düşman değilim. Bana kıyma, ben şahımın atlarını besliyorum. Bu iş için şu çayırda bulunuyorum.” diye haykırmış. Çobanın haykırması üzerine Dârâ müsterih olmuş ve gülerek: “Hey düşüncesiz adam, sana bir mübarek melek yardım etti. Yoksa yayı kurmuştum. Öldüğün gün idi.” demiş. Çoban gülmüş ve şöyle cevap vermiş: “İnsan iyili­ ğini gördüğü insanlara, doğru yolu göstermek mecbu­ riyetindedir. Haddim olmıyarak, nasihat olmak üzere söylüyorum. Bir padişahın dostunu düşmanından ayırt edememesi, o padişah için iyi bir şey değildir. Büyük­ ler öyle yaşamalıdırlar ki, her küçüğün kim olduğu­ nu bilmelidirler. Sen beni sarayda kaç kere görmüş; atlardan, otlaklardan sormuştun. Şimdi huzurunuza muhabbet ve hürmetimi arz için geliyorum. Yine beni düşmandan farkedemediniz. Halbuki bençoban kulu­ nuz, istenilen bir atı yüz atm içinden derhal bulup çı­ karırım. Demek ki, çobanlığım akıl ve fikir iledir. Sen de benim gibi ol, sürünü, atını muhafaza buyur.” 46 Dârâ çobanından bunasihati dinlemiş ve onu tal­ tif etmiş, kendi kendinden de utanmış ve bu nasihati, insan, kalbine yazmalı demiş. Bir ülkede padişahın tedbiri çobanlardan aşağı olursa, o ülkenin mahv-ü pe­ rişan olmasından korkulur. PADİŞAHLARA AHALİNİN HALLERİNE VÂKIF OLMANIN LÜZUMU Padişahım, sen adalet isteyenlerin iniltisini nasıl duyabilirsin ki, karyolanın cibinliği Zuhal yıldızına bi­ tişiktir. Öyle uyu ki, adalet isteyen birisi kapma gelecek olursa feryadını işitesin. Zamanında birisi gelir de, bir zalimden şikâyet ederse, bilmiş ol ki, o şikâyet, senden sanadır. Çünkü onun zulmü senin zulmün demektir. Köpek yolcunun eteğini paraladığı zaman, eteği para­ layan köpek değil, belki de öyle köpeği besleyen nâdan kimsedir. Sâdi, sen söz söylemede cesursun. Kılıç elinde iken çal. Adalet iklimini aç, adalet etmiyenleri adalete ça­ ğır. Sâdi, bildiğini söyle, zira hak söz söylenmelidir. Sen ne rüşvet kabul edersin, ne de dalkavuksun. Sâdi, bir kimseden bir şey çekmek fikrinde isen, ki­ tabında, hikmete, hakikate yer ver, değil isen ne is­ tersen söyle. HİKÂYE Irak’ta cebbar bir padişah, sarayın kemeri altında bir fakirin şöyle dediğini duydu: Padişahım, sen de bir kapıya üıiıit bağlamışsın. O halde kapıda bekliyenlerin muratlarını yerine getir. Gönlünün dertli olmasını iste­ 47 mezsen, dertlilerin gönüllerini ıstıraptan kurtar. Ada­ let isteyen mazlumların gönüllerinin perişan olması, padişahı memleketten atar, tahtından indirir. Sen öğ­ leye kadar .serin sarayında uyu; zavallı garip, güneşin altında, sıcakta kavrulsun. Bu olur mu? Padişahtan adalet istemeğe cesaret edemiyen insanın hakkını ya­ rın kıyamet gününde Cenabı Hak alacaktır. ESKİ PADİŞAHLARIN AHALÎYE ŞEFKATLERİ Akıl ve irfan sahibi büyüklerden biri, Ömer bin Abdülâziz’e dair bir hikâye nakletmiştir. Hikâye şudur: Ömer’in parmağında, Bir yüzük taşı vardı ki, cevahir­ ciler ona kıymet takdirinde âciz kalmışlardır. O dün­ yayı aydınlatan yıldızı geceleyin görsen, gündüz ay­ dınlığından yapılmış bir inci zannedersin. Bir sene kuraklık oldu. İnsanların bedir gibi yüz­ leri hilâle döndü. Ömer insanlarda rahat, kuvvet kal­ madığını görünce, kendisinin rahat içinde olmasını, mürüvvete münafi gördü. Evet, halkın ağzında zehir gören bir insanın boğazından nasıl tatlı su geçer? Ömer gariplere, yetimlere acıdı. O yüzüğü gümüş para ile sattırdı; parasını fakirlere, muhtaçlara verdi­ ler. O para onları bir hafta idare etti. Yüzüğün satıldığını duyanlar, Ömer’e: “Böyle bir şey bir daha ele geçmez. Niçin sattırdın?” diye itirazda bulundular. İşittim ki, Ömer ağlamış ve gözyaşları, balmumu gibi sararmış yanağından aşağı akarken şöyle demiş: “Farkr-ü zaruret ile bir şehrin gönlü yaralı iken, padi­ şahın s.üs hevesinde olması çirkin bir şeydir. Ben taş­ sız bir yüzük taksam olur; fakat gönlünün mağmum, mahzun olması münasip değildir.” 48 Erlerin, kadınların rahatını kendi rahatına tercih eden kimseye ne mutlu, ne saadet... Vicdanlı insanlar, başkalarını kederlendirerek el­ de edilen zevke rağbet etmezler. Padişah tahtında rahat uyursa,, fakirin rahat uyu­ yacağını aklım kesemez. Bilâkis, padişah geceleri uya­ nık kalırsa, halk rahat ile, safa ile uyurlar. Cenab-ı Hakka hamdolsun, bu dediğim güzel âdet, ahlâk, Atabek Ebû Bekir Sa’d’da mevcuttur. Pars ikli­ minde mehveş civanların boylarında^ başka halkı der­ de uğratan bir fitne yoktur. HİKÂYE Dün gecebir mecliste hanendeler beş beytimi te­ rennüm ediyorlardı. Beyitler şunlardır: Hayatımda, bir dün geöe rahat ettim. Çünkü ay yüzlü güzelim kuca­ ğımda idi. Onu uyku sarhoşu gördüm. Ona: “Ey yakı­ şıklı boyu servileri utandıran dilber, ey cihan fitnesi fey güzelliğiyle cihanı altüst eden) dilber; nerkislerini bir dakikacık olsun tatlı uykundan yıka, gül gibi gül, bülbül gibi öt, lâ’l renkli şarabı getir” dedim. Ben böyle deyince, o cânan, uyku mahmuru göz­ lerini süzerek, bana baktı: “Sâdi, ne söylüyorsun. Ba­ na hem fitne diyor, hem de ujruma diye tembih ediyor­ sun, Bilirsin ki, parlak fikirli padişahımızın zamanın­ da artık fitneyi kimse uyanık göremez.” dedi. HİKÂYE Eski padişahların menkıbeleri arasında rivayet edilir ki: Kardeşi Sâd Zengî’nin yerine tahta geçen Tikle’nin zamanında kimse kimseden incinmemiş. Bu pa­ 49 dişahın başka meziyeti olmayıp da yalnız bu meziyeti olsa kâfidir. Bir gün Tikle, evliyadan bir zata şöyle demiş: "Öm­ rüm boş yere geçti. Bu saltanat, bu taht hep geçip gi­ der. Asıl saltanatı kazanan fakirlerdir. İstiyorum ki, saltanattan vazgeçeyim. Bir tarikate intisap ile bir kö­ şeye çekilip, ibadet ile meşgul olayım. Hiç olmazsa şu kalan geş günlük ömrümü boş yere geçirmiyeyim.” Muhatabı olan parlak fikirli zat Tikle’den bu sözü işitince kızmış ve şöyle cevapvermiş: Ey şah, ne diyor­ sun? Bu fikirden geç. İbadet halka hizmetten başka bir şey değildir. İbadet teşbih, seccade, hırka demek değildir. Tahtında otur, padişahlık eyle. Fakat ahlâkın, tevazuun fakirler gibi olsun. Sadakatle, sevgi ile hiz­ met et. Şeyhler gibi atıp tutmaya, benliğe kapılma. Tarikatte kadem, yani ifayı vazifeye hakkıyle çalışmak* ibadete hasn vücut etmek lâzımdır. Dem (lâfü güzaf) lâzım değildir. Çünkü fiiliyat olmazsa lâfın kıymeti ol­ maz. Safayi kalbe mâlik büyükler, kaftanların altına böyle hırka giyerlerdi. HİKÂYE İşittim ki, Sultanı Rum, ehli ilimden bir iyi zatın huzurunda ağlamış, ona dert yanarak şöyle demiş: «Düşmana karşı kudretim yok. Şu kale ile şu şehirden başka elimde bir şey kalmadı. Çok çalıştım, istedim kî benden sonra oğlum da bu illere sahip olsun. Vaktiyle hükmettiğim yerlere hükmetsin. Ne çare ki, soysuz düşman bende kudret bırakmadı. Kolumun kuvvetini, gücünü bitirdi. Ne tedbir yapayım, ne çare bulayım? Kederden canım eriyip gidiyor.» Âlim zat sözleri dinledikten sonra kızmış ve bu 50 ağlamak, lüzumsuz yere ağlamaktır, demiş. Ağlamak lâzım ise senin akima, gönül bağladığın arzuya ağla­ mak gerektir. Kardeş, sen kendini düşün. Ömrünün çoğu hemde en iyi kısmı geçip gitmiştir. Sen öldükten .sonra yerine birisi gelir. Bu gelen kim olursa olsun, akıllı olsun, akılsız olsun, ne olursa olsun, kendisini kendi düşünsün. Mademki ölüm var, mademki herşeyi bırakıp git­ mek var; şu cihana kılıç çekip cengetmek, cenk ile onu elde etmek ve sonra bırakıp gitmek zahmetine değmez. İran Şahlarından Feridun’a bak, Dahhak’e bak, Cem’e bak, gör, Iran şahlarından hangisinin tahtına, mülkü­ ne zeval etmemiştir. Bâki saltanat, ancak Tanrıya mahsustur. Dünyadaki bu beş günlük hayata, ikamete mağrur olma. Âhiret için ne tedbirin varsa onu düşün. Hangi bir padişahtan artakalan altın, gümüş, ha­ zine, mal ondan az sonra telef olur? Fakat hangi bir kimseden câri bir hayır kalırsa, herkes daima onun ruhuna fâtiha okur. Büyük o kimsedir ki, iyi ad kala. Böyle kimseye ölmemiş nazariyle bakılabilir. Padişahım, kerem ağacı dikip yetiştirmeğe bak. Zira ondan meyva almak mümkün olur. Padişahım, kerem et, lütuf ve ihsanda bulun. Yarın mahşerde divan kurulunca, herkesin derecesi ihsanı­ na göre olur. Padişahım, her kimin ayağı ibadet ve taatte ileri ise, Hak dergâhında onun derecesi de ileridir. Nef sine hıyanet eden, ibadet ve taa,t’te bulunmıyan kimse mah­ şer günü mahcup olur; Tann’dan bir şey dileyemez. Çünkü bir iş görmeden ücret istenilmek âdet değildir. Gafil kimseleri kendi hallerine bırak, yann pişman olurlar. Çünkü tandır kızgın iken ekmeği pişirmemiştir. Ekin ekmiş olanlar harman vakti mahsûl kaldı­ 51 rırken ekmemiş olanlar, ne kadar gevşeklik etmiş ol­ duklarını anlayacaklardır. HİKÂYE Şam vilâyetinin içerilik bir yerinde, akıllı bir kim­ se vardı. Bu zat bir mağara içinde yaşardı. Sabrederek o karanlık yeri yurt edinmiş, kanaat hâzinesi içinde yaşıyordu. O kimsenin adı Hudâdost idi. Görünüşte insan, fa­ kat hal ve harekette melekti. Büyükler onun kapısına baş koymuşlardır. Çünkü onun başı büyüklerin kapısmdan içeri girmezdi. Arif odur ki, kendi nefsinden hırsı, tamahı bir ta­ rafa atmayı ister. Bir kimseye nefsi (Haydi bana yiye­ cek bul) diye hükmedecek kadar mütehakkim ise, o nefis onu köy köy, zelilâne dolaştırır. O akıllı ihtiyarın bulunduğu vilâyette zalim bir padişah vardı. Bu padişah, en ziyade zayıflara, âciz­ lere zulmederdr. Gördüğü zayıfın kolunu bükerdi. Bu zalim, cihanı yakıcı, merhametsiz zebunküş idi. O taraf ahalisi onun yüzünden meyus ve muztarip yaşıyorlardı. Ahalinin bir kısmı da onun zulmün­ den, öyle bir zalimin hükmü altında bulunmak hacetin­ den kurtulmak için, şuraya, buraya dağılmışlar; gittik­ leri yerlere onun kötü adını yaymışlardı. Hicret et­ meyip kalanlar ise, birtakım kalpleri yaralı fıkara ta­ kımı idiler. Ona gece gündüz lânet okurlardı. Zalim denilen mel’un nereye el uzatırsa, orada neşre ve şe­ taret namına bir şey kalmazdı. Bu zalim padişah, arasıra, Hudâdost’un ziyareti­ ne gelirdi. Fakat Hudâdost onun yüzüne bakmazdı. Bu zalim, bir gün Hudâdost’a şöyle dedi: “Ey mü­ barek adam; beni gördükçe yüzünü ekşiterek, benden 52 nefret etme. Bilirsinki, ben seni severim. Bana karşı düşmanlığının sebebi nedir? Şu vilâyetin padişahı ol­ madığımı farzedeyim. Fakat şerefçe bir fakirden de aşağı değilim. Beni başkalarına tercih et, bana hür­ met et, demiyorum. Yalnız başkalariyle nasıl görüşüyorsan benimle de öyle görüşmeni isterim.” Akıllı âbit bu sözleri işitince kızdı ve şöyle cevap verdi: Senin yüzünden halk perişan olmuştur. Ben halkı perişan edenleri sevmem. Sen benim sevdikleri­ me düşmansın. Binaenaleyh, beni sevdiğine ihtimal vermem. Gelip muhabbetle benim elimi öpeceğine, git, benim sevdiklerimi sev. Seni Cenab-ı Hak da sevmez. Seni düşman tutar. O halde ben seni sevmediğim hal de, nasıl sevdim derim. Hudâdost’un derisini yüzseler, Tanrının düşmaniyle dost olmak istemez. O taş yürekli insanın uyumasına şaşarım ki, halk ondan muztarip olarak uyumadıkları halde, o uyur. FAKİRLERİN RAHATINI GÖZETMEK HAKKINDA HİKÂYE Ey büyük adam .küçüklere karşı zorbalık yapma. Çünkü, cihan bir kararda kalmaz. Bu zayıfın kolunu bükme; çünkü kudret bulacak olursa insanı ağlatır. Kimsenin ayağını kaydırma, kimseyi yıkmağa çalış­ ma; çünkü ayağın kayarsa, elinden tutup kaldıran bu­ lunmaz. . Ey büyük adam; düşmanı küçük görme; çünkü şu koca dağlar ufacık taşlardan vücuda gelmiştir. Gör­ mez misin, karıncalar birle şince yırtıcı arslanı zebun ederler. Bir saç telinin, bir sap ibrişim kadar metaneti yok­ 53 tur. Fakat birkaç tel bir araya gelince, zincirden daha sağlam olur. Hazine toplamadan ziyade, dostların gönüllerini topla. İnsanları sıkıntıya sokmadan ise, hâzinenin boş kalması daha iyidir. Kimsenin işini ayağa bırakma. Olabilir ki, birkaç kere onun ayağına düşersin. Ey âciz, sen de güçlüğe karşı tahammül göster. Olabilir ki, bir gün, ondan daha kuvvetli olursun. Cebbar olan kimseden intikam almak için bütün himmetini sarfet. Zira himmet kolu, kuvvet elinden daha, kuvvetlidir. Mazlumun kurumuş dudağına söyleyin, gülsün; çünkü zalimin dişi, nasıl olsa sökülecektir. Sabahleyin davul sesiyle uyanan büyük adam, bek­ çinin gecesinin nasıl geçtiğini ne bilir? Kârvan halkı ancak kendi yüklerini, denklerini düşünürler. Sırtı yağır eşeğe kimsenin içi yanmaz. Tutayım ki, düşkünlerden değilsin. Bir düşkün görünce niçin durur, yardım etmezsin? Buna dair sana başımdan geçen bir hali anlatma­ ya mecburum. Çünkü, sırası gelince söz söylememek de kusur sayılır. KUDRET ZAMANINDA ÂCÎZE MERHAMET HAKKINDA HİKÂYELER Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki, âşıklar aşkı unuttular. Gök yere öyle bahil oldu ki, ekinler, hurma ağaçlan dudaklarını ıslatamadılar. Ne kadar eski pı­ nar varsa kaynamaz oldu. Öksüzün gözyaşından baş­ ka su kalmadı. Bir pencereden göğe doğru bir duman yükselecek olsa, bir dul kadının âhı idi. Yoksa gökyüzünde duman namına bir şey yoktu Cbulut görülmez oldu.) 54 Ağaçların yapraklan kalmamıştı; zavallı ağaçlar çıplak fakirlere dönmüştü. Kollan kuvvetli babayiğit­ lerde zor, güç bitmişti. Dağlarda yeşillik, bahçelerde balçık görünmez oldu. Çekirgeler bostanlan, insanlar da çekirgeleri yediler. Hal bu merkezde iken, bir gün, yanıma bir dos­ tum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Halbuki para­ lı, zengin, şan ve şeref sahibi, hem de vücutlu bir in­ sandı. Halini görünce şaştım; ona sordum: “Güzel huylu dostum; ne oldun, ne felâkete uğradın? Gördüğüm ha­ lin sebebini söyle.” dedim. Dostum, kızdı, bağırdı ve şöyle dedi: “Sebebini bil­ miyorsan, ne gaflet. Biliyorsan niçin soruyorsun? Gör­ müyor musun ki, felâket son dereceyi bulmuştur. Ne gökten yere yağmur iniyor, ne yerden göğe âh eden­ lerin feryadı çıkıyor.” Cevap olarak, dedim: “Biliyorum, pekâlâ. Fakat kıtlıktan ne korkun var. Zehir, tiryak olmıyan yerde adam öldürür. Senin herşeyin var. Başkalan açlıktan helâk olsa, sana ne? Dünyayı tufan kaplasa, kaza ne?” Bir âlim olan dostum, âlimin cahile bakması gibi bana mânidar bir bakışla baktı ve şöyle dedi: “Sahilde olup da dostlarının denizde doğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbi, müsterih olmaz. Benim yüzüm yokluktan sararmamıştır. Beni fakirlerin kederi sarartmıştır. Akıllı insan ne kendi âzasmda, ne de baş­ kasının âzasında yara görmek ister. Tannya hamdolsun yaram yok, fakat başkalarında yara görünce, vü­ cudum tir tir titriyor. Hastanm yanında oturan bir insan sıhatte de olsa keyifli olabilir mi? “Zavallı fakirin bir şey yemediğini görünce yedi­ ğim her lokma zehir, zıkkım oluyor. Dostlan zindanda bulunan bir kimse, gülistanda nasıl eğlenir?..” 55 HİKÂYE İşittim ki, bir gece, halkın yanık yüreğinden çıkan bir âh, bir ateş halini alıp.Bağdad’m yansını yakmış. O sırada birisi: “Çok şükür, bu yangın bizim dükkânı­ mıza zarar vermedi” demiş. Cihan görmüş birisi ona şöyle demiş: “Ey idraksiz adam, sen yalnız kendini mi düşünürsün? Koca bir şe­ hir yansın da, senin evin kurtulsun, hoşuna gider mi? İnsanların açlıktan karınlarına taş bağladıklarını gö­ ren kimse,eğer taş yürekli değilse, midesini doldurmaz. Bir fakirin açlıktan kan yuttuğunu gören bir ren­ gin, ağzına aldığı lokmayı nasıl çiğner? Hastanın sahi­ bi sağlamdır, sıhhattedir deme. Çünkü o da, kederin­ den» o hasta gibi kıvrım kıvrım kıvranmaktadır. Mer­ hametli yolcular konak yerine vardıkları zaman, yolda kalanlar gelip yetişmeyince, uyumazlar. Diken taşı­ yan kimsenin eşeği çamura battığı zaman, padişahla­ rın gönlü muztarip olur. Mesut olmak isteyen ârif için (anlayışlı adam için) Sadi’nin bir sözü kâfidir.- (Anlayana sivrisinek saz). Dinlersen, sana bir nasihat vereyim: “Diken eker­ sen gül biçemezsin.” ADALET İLE SEMERESİ, ZULÜM İLE ÂKIBETİ Eli altındaki ahaliye zulmeden Acem şahlarından haberin var jnı? Ne o şevket kaldı, ne o şahlık kaldı, ne o köylülere yapılan zulüm kaldı. Zalimin yanlış bir iş yaptığını seyret. Zulmetti, zulmü kaldı, fakat ken­ disi defolup gitti. (O zulüm ile cihanda ebedi kalaca­ ğını sanıyordu, halbuki iş tersine çıktı kendi gitti, zul­ mü kaldı). 56 Âdil insana ne mutlu. Mahşer günü Arşı Âlânın gölgesinde rahat edecektir. Hangi bir kavme Cenabı Hak lütfedecek olursa on­ lara, akıllı, fikirli, adaletli, padişah verir. Bilâkis han­ gi ülkeyi viran etmek isterse, saltanatı bir zalimin eli­ ne bırakır. Zalimden iyiler sakınırlar; çünkü o, Cenabı Hak­ kın bir gazabıdır. Ey padişah, büyüklüğü Cenabı Haktan bil; O’na şükret. Çünkü şükretmeyenin nimeti elinden gider. Bu mülke, bu mala şükredersen, zevalsiz mala, zevalsiz mülke erişmiş olursun. Padişah iken zulmedersen, pa­ dişahlığın elden gidince, dilencilik edersin. Bir memlekette zayıf kavim eziyet görüyorsa, ora, nm padişahına uyku haramdır. Halkı bir hardal tanesi kadar incitme. Çünkü halk sürü, padişah çobandır. Eğer halk padişahtan zulüm, tecavüz görüyorsa, o padişah çoban değil, kurttur. Fer­ yat, öyle padişahtan! Zalim padişah, halka kötülük düşündüğü için, kö­ tü ölümle ölür. Ahaliye zulmeden padişah, fena bir âkıbete duçar olur, zira yanlış düşünmüş ve kötü hareket etmiştir. Ahaliye yapılan zulüm geçer gider; fakat padişa­ hın fena adı ölmez. Arkandan lânet edildiğini istemezsen, iyi ol. Tâ kı­ sana kimse kötü demesin. BİRİ ÂDİL, ÖTEKİ ZALİM İKİ KARDEŞ HİKÂYESİ VE SONLARI İşittim ki, şark tarafından babalaı^ bir, iki kardeş vardı. Bunlar kılıç kullanmasını, ordu idaresini bilir; kabadayı, filvücutlu, iyi fikirli âlim kimseler idiler. 57 Babalan baktı ki, bunlar cenkci yaman yiğitler. Ülkesini ikiye ayırdı. Yansını birisine, yansını birisi­ ne verdi. Padişahın böyle yapmaktan maksadı, vefa­ tından sonra oğullarının, ben padişah olacağım, yok sen değil ben olacağım diye birbiriyle muharebe etme­ melerini temin, etmekti. Padişah memleketi iki oğluna pay ettikten bir müddet sonra, tatlı canını Tanrıya verdi. Ecel onun ümidi ipini üzdü, eli işten kaldı. Şehzadelerden her biri kendi hissesine kanaat edi­ yordu. Her birinin hâzinesi, askeri hesapsızdı. Bu şehzadelerden herbiri kendi görüşüne göre bir yol tuttu. Birisi öldükten sonra hayır ile anılmak için adalet yolunu tuttu. Diğeri de zengin olmak için zali­ mane hareket etti. Âdil şehzade lütuf ve ihsanı kendisine âdet edindi; fakirlere, muhtaçlara paralar veriyordu. Misafirhane­ ler, tekkeler, zaviyeler yaptırdı; askere iyi baktı, fakir­ ler için yemekhaneler açtırdı. Hazine boş, fakat asker­ lerin keseleri dolu idi. Evet, bir memlekette yaşamak kolay, hoş olunca herkes oraya koşar. Ebu Bekir Sa’d’m zamanında Şîraz’da olduğu gibi, her haneden zevkü safa sesleri yükselirdi. O Ebu Bekir Sa’d ki, akıllı, güzel huylu bir padi­ şahtır. Ümidinin dalı meyvali olsun. Gelelim hikâyeye.- O, ad kazanmak isteyen küçük şehzade, güzel huylu, iyi işli idi. Halkın gönüllerini ele alıyor, sabah akşam Cenabı Hakka şükrediyordu. Ka­ run gelse o memlekette korkusuz yürür, gezerdi. Çün­ kü p'adişah âdil, ahali ise toktu. Onun zamanında kim­ senin gönlüne diken değil, bir gül yaprağı bile dokunmamıştı. Saltanattaki kuvvetiyle diğer padişahlara tefev­ 58 vuk etti. Etrafındaki büyükler, hep onun fermanına muti oldular. Gelelim diğer şehzadeye: Bu şehzade, tahtını .ta­ cını yükseltmek için ahali ve köylüden çok vergi aldı. Tüccarların mâllarına göz koydu. Âcizleri binbir belâ­ ya uğrattı. Fakat fakirlere değil, asıl kendisine düş­ manlık etti. Arttıracağım diye ne verdi, ne yedi. Fakat akıllı insan bilir ki, o iyi bir şey yapmıyordu. Cebir ile altınları topluyor, askerlere bir şey vermiyordu. Bunun neticesinde askerler bizar olup dağılıverdiler. İklimin­ de zulüm yapıldığını duyan tüccarlar alış verişi kes­ tiler. Ekin ekilmez, oldu. Ahali perişanlıkla, kıvrandı. İkbal,saadet ondan dostluğu kesince zarurî olarak düşman baş kaldırdı, yerine yürüdü, ilini bastı, feleğin darbesi onun kökünü kazıdı. Düşman atlarının tırnak­ lan yurdunun tozunu göğe çıkardı. Bu halde kimden vefa umabilir ki, kendisi hiçbir ahdine vefa etmemişti. Kimden vergi, para isteyebilir­ di ki, ahali kaçmıştı. O kara, gönüllü herif kimden iyilik umar ki, bed­ dua onun peşini bırakmıyordu. Ezelde şaki olarak yaradıldığı için, iyilerin dediklerini tutmamıştı. İyiler toplandılar, onun ilini, yurdunu, saltanatını zapteden düşmana: “Sen bahtiyar ol. Zira, o bedbaht, zalim olduğu için sonu gelmedi. Düşünüşü gevşek, se­ zişi yanlıştı. Adaletle olacak şeyi zulümde aradı” de­ diler. Mezkûr iki kardeşin birisinden iyi ad, ötekinden kötü ad kaldı. Kötülerin sonlan iyi olmıyacaktır. HİKÂYE Birisi, bir daim üzerine binmiş, kökünü kesiyordu. Bahçıvan gördü, şöyle dedi: Bu herif bana değil, ken59 dişine kötülük ediyor. Dinlersen her nasihat yerindedir. Nasihat ziyan vermez. Dinlersen, sana bir nasihat vereyim: Gücüne dayanıp, kuvvetine güvenip zayıfları yıkma. Yarın kıyamet gününde bir arpa değmiyen bir fakir, koca bir padişahı çeker, ulu mahkemeye götü­ rür. O gün büyük kalmak istiyorsan, burada küçükleri kendine düşman yapma. Çünkü bu saltanat geçince, o dilenci dediğin insan kahır ile eteğine yapışır. Zayıfla­ ra zulümden el çek, seni yıkacak olursa utanırsın. Kü­ çüklerin elleriyle yıkılmak, hür ve asîl insanlar naza­ rında insanı utandırır. Doğruların arkasından eğri git­ me. Doğru söz istersen Sadi’den dinle. HALLERİNE RAZI OLAN FAKİRLERİN GÖNÜL HOŞLUĞU Saltanattan daha yüksek bir mansıp olamaz de­ me; o rütbe, fakirin derecesinden daha üstün değildir. Yükü hafif insanlar rahat yürürler. Doğru söz budur. Arifler bu sözü kabul ederler. Eli boş kimse yalnız ek­ mek kaygusu çeker. Padişah ise, sırtında koca bir ikli­ min kaygusunu taşır. Fakir, akşam ekmeğini elde edin­ ce, Şam padişahı gibi huzur ile uyur. Kaygu, sevinç her ikisi de geçer. İnsan ölünce iki­ si de savuşur gider. Madem ki ölüm var, ha birisinin başında taç olmuş, ha birisinin boynunda vergi yükü bulunmuş. Birisi Zühal’e kadar yükselse, birisi de zaruretten zindana girse, ölüm kapısından içeri girince müsavi olurlar. Ecel her ikisinin üzerine saldırınca, birbirin­ den tanınmaz olurlar. Padişahlık baş belâsıdır. Dilencinin adına bakma, asıl padişah odur. 60 ÇÜRÜMÜŞ BİR KAFA İLE BİR ÂBİDİN HİKÂYESİ İşittimki, bir kere Dicle kenarında bir çürümüş ka­ fa bir âbide şöyle demiş: Ben buyruğunu yürütmede ileri gidenlerden biri idim. Başımda büyüklük tacı var­ dı. Felek bana yardım etmiş, nusret arkadaşım olmuş­ tu. Devlet bazusiyle Irak iklimini zaptettim, az geldi. Kirmanvilâyetine de göz diktim. Fakat Kirman’ı alma­ dan kirman (kurtlar) başımı yediler. Hey âkil kişi, ku­ lağından gaflet pamuğunu çıkar ki, benim gibi ölmüş, çürümüş bir kafanın nasihati kulağına girsin. İYİ İŞ İLE KÖTÜ İŞ VE BUNLARIN NETİCELERİ İyi işli kimseye kötülük uğramaz. Kötülük edenin yoluna iyilik gelmez. Kötülük kaynatanın başı, kötü­ lük yolunda gider. Akrep gibi ki, deliğinde az bulunur, deliğine dönmesi az olur. Eğer sende kimseye fayda vermek hissi yoksa,, ha sen ha mermer taş ikiniz birsi­ niz. A benim güzel huylu dostum; faydasız kimseyi ta­ şa benzetmekle hatâ ettim. Çünkü taşm da, demirin de, tuncun da faydası vardır. Böyle kimsenin geber­ mesi iyidir, gebersin. Zira taşm bile bir meziyeti, bir değeri vardır. Her insan hayvandan iyi ve şerefli de­ ğildir. Zira vahşi hayvanlar, kötü bir insana mürec­ cahtır. Fakat kötü insan, hayvandan aşağıdır. Bir insan yemeden, uyumadan başka bir şey bil­ miyorsa, böyle insan hayvandan nasıl efdâl olabilir. Yol bilen yaya, yol bilmiyen, kılavuzu olmıyan atlı­ dan evvel menzile varır. İyilik tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder. 0 61 Ben ömrümde işitmedim ki,kötü bir adamın uğru­ na iyilik gelmiş olsun. ZALİM BİR KÂHYANIN HİKÂYESİ Bir kâhya vardı. Öyle yedi belâ idi ki, onun korku­ sundan erkek arslan, dişi arslan olurdu. Derken, bu herif kuyuya düştü. İnsanlar hakkında kötülük düşünen daima kötülük ğörür. Bu kâhya da oraya düşünce; aciz ve ıstırap içinde kaldı. Kuyu içinde gece sabaha kadar uyumuyor, can kurtaran yok mu diye haykırıyordu, inim inim inliyordu. Kuyunun yanından geçmekte olan birisi onun ba­ şına bir taş attı, kafasını yardı ve hem de şöyle dedi: Nasılsın? Şimdiye kadar sen bir kimsenin imdadına koştun mu ki, şimdi imdatçı arıyorsun. Daima insani­ yetsizlik tohumunu ektin; işte şimdi de meyvasını topluyorsun. Senin yaralı canına kim merhem koyacak? Sen dertli gönülleri hiç düşünmüyor muydun? Sen dai­ ma bizim yolumuza kuyu kazıyordun. Şimdi, kazdığın kuyuya kendin düştün. İnsanlar için kuyuyu iki mak­ satla kazdırırlar: İyi huylu insan susamışlara su temin etmek için, kötü adam da halkı o kuyuya yuvarlamak için. Kötülük ediyorsan, iyilik umma. Ilgın ağacı ye­ miş vermez. Sonbaharda arpa ekeiı, hasat vaktinde buğday alamaz. Zakkum ağacını can ile beslesen ondan meyva yiyeceğini ümit etme. Ağu ağacı hurma vermez. Bu ağacı ektin mi, onun meyvasmı bekle. DOĞRU SÖZLÜ BİRİSİ İLE HACCACI ZALİM İN HİKÂYESİ Naklederler ki, bir ihtiyar adam, Haccacı Zalim’e 62 hürmet etmedi, ona karşı mücadele yolunu tuttu. O ne dediyse sözünü delil ile çürüttü. Haccac kızdı, cellâ­ dına emretti: Çabuk, siyaset derisini yay, şunun boy­ nunu vur, kanını dök, dedi. Çünkü âdettir. Zalim kim­ se söz ile başa-çıkamazsa, hemen suratını asar, cenge başlar. Adam evvelâ güldü, sonra ağladı. Haccac, adamın haline şaştı: “Neye güldün, niçin ağladın?" dedi. Adam şöyle cevap verdi: “Güldüm, çünkü toprağa zâlim olarak değil mazlum olarak gireceğim. Ağladım çünkü dört tane küçük çocuğum var.” Birisi Haccac’a şöyle dedi: “Ya emir, şu ihtiyardan ne istiyorsun? Vazgeç. Bakınız, birkaç can ona dayanı­ yor, onun sayesinde geçiniyorlar. Şimdi bu kadar in­ sanı öldürmek münasip değildir. Büyüklük yap, bağış­ la, kerem göster. Kendisine acımazsan yavrucaklarına acı. Sen kendi ailene düşmanlık ediyorsun. Çünkü bir aileye böyle bir cezayı revâ görüyorsun. Bu kadar gönüle dağ basarak yara açarsan, yarın kıyamet günün­ de ceza görürsün.” Haccac nasihat dinlemedi, adamcağızın kanını döktü. Cenabı Hakkın fermanından kim kaçabilir? Bir büyük zat bu acıklı hâdiseden mütessir olup o geceyi ıstırap içinde geçirdi ve o gece, maktûlü rüya­ da gördü. “Nasılsın, nasıl can verdin?” dedi. Maktul şöyle dedi: “Cellâdın siyaseti bir dakika içinde bitti. Fakat Haccac kıyamete kadar cezasını çe­ kecektir.” Mazlum uyumaz. Onun âhından kork. Sabah vak­ ti yana yana ettiği bedduadan çekin. Temiz kalpli maz­ lumun geceleyin ciğeri yanarak Yarabbi demesinden sakın. Şeytan kötülük etti. İyilik görmedi. Kötü tohum­ dan iyi meyva gelmez. Biriyle mücadele ederken onu 63, şerefsiz mevkie düşürecek sözler söyleme. Onun kötü­ lükleri hakkında ifşaatta bulunma. Çünkü, senin de ne gizli fenalıkların vardır. Yumruklaşmada çocuklar ile başa çıkacak kudret­ te değilsen, arslan yürekli erlerin yanında nâra atıp meydan okuma. HİKÂYE Birisi oğluna şöyle nasihat verdi: Çocuğum; aziz, muhterem olmak istersen, akıllı insanların nasihatle­ rini tut;küçüklere cefa etme. Bir gün senden daha bü­ yüğü gelir ve başına belâ olur. Hey aklı eksik! Bir gün karşına bir kaplan çıkıp seni parça parça edeceğinden korkmaz mısın? HİKÂYE Çocukluğumda yumruğum kuvvetliydi. Uşaklan, kendimden küçükleri incitirdim. Bir gün benden kuv­ vetli birisinin yumruğunu yedim, bir daha zayıflara eziyet etmedim. DÜŞKÜNLERİ OKŞAMAK HAKKINDA Sakın gafletle uyuma ki, millet reisinin gözüne uy­ ku haramdır. Daima halkı düşün, onlarla meşgul ol. Zamanın sana galip geleceğinden kork. Garazdan hâli olan nasihat, derdi gidermede ilâç gibidir. HİKÂYE Naklederler ki, Acem şahlarından biri iplik çıbanı «4 çıkarmış ve bu yüzden iğ gibi incelmişti. O kadar za­ yıf düşmüş ki, emri altındaki vücutlu insanlara haset ederdi. Satranç arasında şah her ne kadar adlı, şanlı ise de, zayıflayınca payitahtan aşağı olur. Padişahın nedimelerinden birisi, padişahın önünde yer öptü: “Padişahımın saltanatı daim olsun” duasın­ dan sonra, şöyle arzetti: Bu şehirde mübarek nefesli birisi var. Âbidlikte eşi yoktur. Her kim mühim bir iş için yanına giderse, onun nefesi sayesinde maksadı hâ­ sıl olur. Bu âbid ömründe uğursuz bir iş yapmamıştır. Gönlü nurlu, ağzı kuvvetli, duası makbuldür. Ferman buyur, gelsin, dua etsin. Belki Tanrı merhamet eder de, bu hastalıktan kurtulursunuz. Padişah emretti; hademenin büyüklerinden birkaç kişi gittiler; o ayağu uğurlu ihtiyan davet ettiler. ihtiyar âbid geldi. Fakirâne bir libas giyinmişti. Elbisesi değersiz, fakat içindeki insan pek değerliydi. Âbidin geldiğini şaha arzettiler. Padişah ihtiyara şöyle dedi: “Ey akıllı zat, bana dua buyur. Çünkü iğne gibi iplik illetine müptelâyım.” İki büklüm olmuş ihtiyar, padişahın sözünü işitin­ ce, kızdı ve biraz dikçe bir sesle: “Cenabı Hak adalet edenlere merhamet eder dedi, sen de merhamet et ki, Tanrının merhametine nâil olasın. Benim duam sana nasıl fayda eder ki, mazlum esirler zindanda zincirler içindedir. Sen halka acımazsan, devlet ve saltanat hu­ zurunu bulamazsın. Evvelce yapmış olduğun hatâlar­ dan tevbe etmeli, sonra iyilerden dua istemelisin. Maz­ lumların bedduası arkadan ayrılmazken, iyilerin dua­ sı sana nasıl müessir olur?” Acem şahı bu sözleri işitince utandı, kızdı, müte­ essir oldu ve nihayet kendi kendine: “Kızmamalıyım; ihtiyar doğru söyledi” dedi. Emretti; ne kadar mahpus varsa salıverdiler. 65 Bundan sonra ihtiyar iki rekât namaz kıldı. Elini kaldırdı, dua etti: “Ey gökleri yücelten Tanrı! Ona gü­ cenmiş, onu derde salmıştın. Şimdi onunla barış, onu kurtar” dedi. İhtiyar duayı bitirmeden, daha eli duada iken, düş­ kün hasta iyi oldu, ayağa kalktı. Ayağında artık ip görünmiyen tavus gibi sevincinden âdeta uçacaktı. Em­ retti, hâzinesinde nekadar cevahir varsa ihtiyarın aya­ ğına, nekadar altın varsa başına saçtılar. îhtiyr o cevahirden eteğini çekti, birisini almadı ve padişaha şöyle dedi: “Bâtıl uğruna hakkı gizlemek yaraşmaz. Ben vazifemi yaptım. Bir daha iplik çıbanı çıkarmamak istersen, zulüm ipinin ucuna yapışma. Bir kere nasılsa düştün, bir daha ayağın kaymasın, düşme­ meye çalış.” Ey kitabımı okuyanlar; Sadi’den şu doğru sözü din­ leyin: Düşen kimse her vakit kalkamaz. BAKASI OLMAYAN SALTANAT VE DEVLET HAKKINDA Ey oğul; dünya ebedî kalır bir mülk değildir. Dün­ yadan vefakârlık umulmaz. Seher vakti, akşam vakti Süleyman'ın tahtı yel üzerinde gezmez miydi? Sonucu ne oldu? Saltanatını yel götürmedi mi? Şu halde ilim ile, adalet ile geçen padişahlar bahti­ yardırlar. Halkın rahatı için kim çalışırsa, devlet topu­ nu o çelmiş olur. Padişahların toplayıp bıraktıkları değil, beraber götürdükleri (Hayır için sarfettikleri) işe yarar. İnsanların ıstırapları mukabilinde mesut olan in­ sanlar, şu yaşadıkları üç beş gün içinde ne safa sürebi­ lirlerse onunla kalırlar. 66 İŞİN ZEVALİ, MÜLKÜN İNTİKALİ HAKKINDA HİKÂYE îşittim ki, Mısır’da büyükbir beyin ömrünün gü­ nüne ecel asker sürmüş. O parlak yanağındaki güzel­ lik gitmiş, gün sonunda sararan güneşe dönmüş. Mısır’ın ukalâsı acele ilâç olmadığını bildirdikleri için «Eyvah! Beyimiz ölecektir.» diye oğunup duruyorlarmış. Her taht, saltanat zevale vanr. Zeval görmiyen bir saltanat varsa, Tanrının saltanatıdır. İşittim ki, ömrü gününün geceye yaklaştığını gö­ ren bey, kesik kesik, titrek bir sesle şöyle demiş: «Mısır’da benim gibi aziz birisi yoktu. Fakat neti­ ce bu olunca, anladım ki, ortada bir şey yokmuş. Cihanı yığdım, meyvasmı yiyemedim. Şimdi hepsi­ ni bıraktım; âciz fakirler gibi gidiyorum.» Aklı başında olan insan dünyayı kendisi için top­ lar. Hem yer, hem bağışlar. Bir işe çalış ki, öldükten sonra seninle beraber ka­ la. Çünkü senden geriye kalan senin değildir. Sen yal­ nız onun hasretini ve ziyan korkusunu çekersin. Zen­ gin adam, hayatını eriten döşekte (ölüm yatağında) bir elini uzatır, birini çeker. O zaman söylemeye kud­ reti olmadığından fikrini sana eliyle anlatmak ister, Yani «Bir elini lütuf ve ihsan ile uzat; öteki elini de zulümden, hırstan, tamahtan çek» demek ister. Arkadaş; Şimdi elinden gelirken iyilik yap. Yoksa yann kefeni yırtıp elini çıkaramazsın. Ay, ülker, güneş nice zaman parlayacak; sen ise lâhit yastığından başını kaldıramıyacaksm. KIZILARSLAN’IN BİR ÂLİM İLE HİKÂYESİ Kızılarslan, sarp bir kaleyi zaptetti. Öyle kale ki, 67 Elvent dağı ile boy ölçüşürdü; kimseden korkusu, bir şeye ihtiyacı yoktu. Yoluna gelince, gelin hanımların zülfü gibi, büklük büklüm idi. Bu kale, nadir bulunur bir bahçenin üzerinde idi. Sanki lâcivert bir tabak içinde bir yumurta idi. İşittim ki, huzuru mübarek bir zat, uzak yoldan, şahın yanına gelmiş, dolaşmış, hünerli, gayet fasih, iş bilir, hakim, güzel konuşur, çok bilen birisi imiş. Kızılarslan ona sormuş: «Çok yerler gezmişsinizdir. Böyle muhkem bir kaleyi nerede gördünüz?» O zat gülmüş: «Hoş kaledir, demiş, fakat bence muhkem değildir. Senden evvel birtakım kudretli pa­ dişahların ellerine geçmedi mi? Onlar burada bir za­ man oturup sonra bırakarak gitmemişler mi? Senden sonra da diğer padişahların ellerine geçmiyecek mi? Senin ümidinin ağacından onlar da yemiş yemiyecekler mi?» Pederinin zamanını, saltanatını yâd eyle de, gön­ lünü teselli et. Felek pederini bir köşeye öyle oturttu ki, bir pula hükmü geçmez oldu. Herşeyden, herkes­ ten ümidini kesince, Cenabı Hakkm lûtfuna bağlandı. İyi düşünen insanın yanında dünya çörçöp gibi de­ ğersizdir. Çünkü her zaman başka gimseye mekân ol­ muştur.» HİKÂYE Acem ilinde bir meczup, Kisra’ya şöyle demiş: «Ey Cem mülkünün vârisi! Eğer saltanat, taht Cem’e kal­ saydı, sana nasıl nasip olurdu? Kârun’un bütün hâzinelerini ele geçirsen, ancak bağışladığın kısmını götürmüş olursun, kalanı burada kalır.» Ne zaman ki Alparslan canını, onu vermiş olan 68 Tannya verdi; şahlık tacını oğlunun başına giydirdiler onu da tahtından alıp toprağa gömdüler. Evet, dünya felâket oklanna nişangâh olduğu için, oturup duracak yer değildir. Buraya gelen kal­ maz, gider. Alparslan'ın oğlu tahta çıktıktan sonra, bir gün, ata binmiş gidiyordu. Bir akıllı divane onu gördü, şöy­ le dedi: «Baş aşağı olası, yıkılası. Bu dünya saltanatı ne tuhaf şeydir. Babası gibi, oğlu da ayağı özengide (gitmek üzere). Dünya böyledir, çabuk geçer. Zaman vefasız, sebatsızdır, ihtiyar birisi gününü, bitirince bir talihli beşikten başını kaldırır.» Cihana gönül verme ki, sana yabancıdır. Çalgıcıya benzer. Her gece başka bir evde geceler. Her gece başka birisinin koynunda yatan kadın dilber de olsa aşka, gönül vermeye lâyık değildir. Bu yıl, köy senin iken iyilik yap; çünkü gelecek yıl köy başkasının olacaktır. Bir hakim, Keykubad’a: «Saltanatına zeval erme­ sin» diye dua etti. Büyük bir zat bu duaya kusur buldu: «Hakim olan zatın böyle söylemesine şaşarım. Dediği şey muhaldir. Hakime yaraşmaz bir sözdür. Feridun gibi, Dahhak gi­ bi, Cem gibi Acem şahlarından hangisinin saltanatı­ na zeval ermemiştir? Kimse burada ebedî kalmıyor. Kalmayınca bunu istemek mânasızdır» dedi. Duayı etmiş olan hakim cevap olarak şöyle dedi: «Hakim olanlar akla, fikre, mantığa uymaz söz söyle­ mezler. Ben o duayı ettimse, onun için ebedî ömür iste­ medim, hayra muvaffak olmasmı temenni ettim. Eğer padişahımız âbid, salih yaşar; doğru yolu bilir, hak sö­ zü işitirse, bu dünya mülkünden yüz çevirince, otağını öbür mülkte kurar. Şu halde padişahımm saltanatı ze­ vale uğramamış, belki bu âlemden öbür âleme intikal etmiş olur.» 69 Bir padişah âbid ise ölümle onun bir şeyi eksil­ mez. O öbür dünyada da padişahtır. Hâzinesi, fermanı, ordusu, şevketi, şanı olan, her istediğini elde eden, güzel yaşayan, bir padişah, eğer iyi huylu ise, o her zaman mesut ve bahtiyardır. Eğer fakirlere karşı zalimane hareket ederse süreceği safa ancak bu yaşadığı üç beş güne münhasır kalır. Fir’avun kötülüğü bırakmadığı için, mezarının başına ka­ dar saltanat sürebildi. GÖR PADİŞAHININ HİKÂYESİ İşittim ki, Gör padişahlarından birisi, zor ile köy­ lünün eşeklerini angaryeye tutturdu. Zavallı eşekler yem verilmediğinden ağır yükler altında bir iki gün içinde telef olurlardı. Kendisini beğenen bir alçağın evinin damı, başka­ larının damından yüksek ise aşağı damlara işer, süp­ rüntü atar. İşittim ki, o zalim padişah bir kere av için şehirden dışarı çıkmış; bir av görmüş, atını dörtnala sürmüş; bu süratle akşam olmuş; yanındaki insanlardan uzak dü­ şerek, yalnız kalmış. Yol iz bilmediği için şaşırmış. Ni­ hayet bir köy görerek, oraya inmiş. Köyde insan tanır, adam sarrafı eski hocalardan bir ihtiyar varmış. Çocuğuna şöyle diyormuş: «Oğlum, yarın şehre gideceksin, ama, sakın eşeği beraber gö­ türme. Piyade git. Çünkü taht üzerinde değil, tabut üzerinde görmek istediğim şu uğursuz, bedbaht padi­ şah, şeytana kul olmuş, beline kul kemerini bağlamış; zulmünün elinden halkın feryadı göklere yetişmiştir. O günahkâr, pis, murdar herif gebermedikçe, cenaze­ sinin arkasından lânetler savrularak cehenneme git­ medikçe, şu koca iklimde onun yüzünden kimsenin 70 gözü rahat, huzur, ferah görmiyecektir.» (Senin de eşeğini zaptedeceği muhakkaktır). Çocuk şöyle dedi: «Muhterem babacığım; yol uzak, hem çetin, yayan gidemiyeceğim. Fakat eşeği vermek de istemem. Aklım, fikrim fazla, reyim parlaktır. Bir çare bul. Hem eşeği götüreyim, hem de almasınlar.» Baba biraz düşündükten sonra, şöyle dedi: «Bul­ dum oğlum, buldum: Eline bir taş al; hayvanın başına, koluna, sırtına birkaç kere vur. Başı, kolu kanasın; sırtı yağır olsun. Böyle yapacak olursan padişah böyle eşe­ ği beğenmez. Ben bu çareyi Hızır Aleyhisselâmdan öğ­ rendim. Sana vak’asını anlatayım: Vaktiyle bir zalim padişah vardı. Denizde gördüğü gemileri gasbederdi. Hızır Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm ile arkadaş olarak, bir gemiye bindiler. Gemici bunları sevdi. Bun­ lardan gemi ücreti almadı. Biraz açılınca Hızır Aley­ hisselâm bir balta buldu. Geminin orasını burasını balta ile kırdı; gemiyi çirkin bir hale getirdi. Sonra, za­ limler o gemiyi çevirdiler, fakat beğenmediler, bırak­ tılar. Gemi yoluna devam etti. îşte hızır, zâhirde fena­ lık gibi görünen o işi, geminin selâmeti için yapmış­ tır.» Çocuk, babasının emrine itaat etti. Bir taş aldı. Za­ vallı eşeği iyice dövdü. Eşeğin kolu, kanadı, ayağı to­ pallandı (Bu, birinci vak’adır). Çocuğun babası eşeği bu halde görünce: «Oğlum, işte maksat hâsıl oldu. Şimdi istediğin yoldan gidebi­ lirsin.» dedi. Bunun üzerine çocuk, topal eşekle kârvana katıldı. Fakat eşeğe acıyor, padişaha ağzına gelen küfürleri savuruyordu. Oğlan yola çıktı; babası köyde kaldı. Adamcağız yüzünü göğe tuttu; «îlâhi, doğruların seccadesi için ol­ sun, bana şu zalimin kahra uğradığını görecek kadar 71 zaman ver. Eğer, ben onun lıelâk olduğunu görmezsem, mezarımda toprak üzerinde gözüme uyku girmez» diye yalvardı ve: «Gebe kadın, şeytan kadar habis bir in­ san doğuracağına, bir yılan doğursa daha hayırlıdır» dedi. Zulmeden erden, kadın çok daha hayırlıdır. İnsan inciten kimseden köpek daha hayırlıdır. Kadın yapılı, kadın kılıklı ahlâksız çocuk, ahlâk­ sızlık ederse kendinedir. O bile kötülük eden insandan daha hayırlıdır. Bir mal düşmanının elinde sağlam bulunacağına, senin elinde kınk olarak bulunsun, daha iyidir. O sırada padişah, güçlü kuvvetli, koşan, yol açan, yol çeken bir eşek gördü. Derken birisi geldi, eline bir taş aldı, eşeğe öyle vurdu ki, biçare eşeğin kemiğini kırdı (bu ikinci vak’adır). Padişah bu hali görünce, kızdı. Şöyle dedi: (Hey, delikanlı! Bu hayvancağızın ağzı dili yok, neye ona böyle zulmediyorsun? Eğer kuvvetli isen, kendini gös­ termek için âcizlerin üzerinde kuvvetini deneme.» Padişah sözü levent gencin hoşuna gitmedi, kızdı, Padişaha karşı bağırdı: «Sana ne... Dövdümse, eşeğimi dövdüm, senin atma bir şey yaptığım yok. Yürü, eşeği­ me karışma. Ben bu işi nahak yere yapmıyorum. Sen işin aslını bilmiyorsun. Nene lâzım, haydi işine git. Ni­ ce insanlar var ki, sence mâzur değildir. Fakat haki­ kati görecek 'olsan yapılan işin maslahata muvafık olduğunu öğrenir, ona hak verirsin.» Delikanlının cevabı, padişahın canını sıktı-, «Söyle bakalım; işin neden doğru imiş, anlat. Aptal olduğun malûm. Zira sarhoşsun desem, değilsin. O halde diva­ nesin.» Delikanlı söze başladı, şöyle dedi: «Hey cahil, sus. Sen hızır Aleyhisselâm hikâyesini işitmemiş misin? 72 Ona kimse ne divane, ne de sarhoş diyor. Niçin birta­ kım biçarelerin içinde bulundukları bir gemiyi kırdı?» Padişah şöyle bir cevap verdi: «Hey zalim insan. Bilir misin, Hızır o işi niçin yaptı? Bak sana anlatayım. O denizlere hâkim, zalim bir padişah vardı. Onun kor­ kusundan gönüller keder deryası olmuştu, insanlar onun elinden feryad-ü figan ediyorlardı. Cihan onun elinden deniz gibi coşup köpürmekte idi. Binaenaleyh Hızır Aleyhisselâm o yaptığı işi, zalim padişah gemiyi almasın diye, maslahatı icabı olarak yaptı. Çünkü bir mal, bir meta, sağlam olarak düşman elinde buluna­ cağına, çatlak, kusurlu olsun da, sahibinin elinde bu­ lunsun.» Açık fikirli köylü güldü ve şöyle cevap verdi: «O halde hey bey, ben haklıyım. Ben, boş yere eşeğin aya­ ğını kırmıyorum. Belki bu işi, zalim padişahımızın şer­ rinden korkarak yapıyorum. Eşeğim obada kalsın, be­ nim olsun. Aksak olsun, topal olsun, topallaya topallaya iş görsün. Tek padişahın eline geçip de, angarye yük çekmesin.» Tuh böyle devlete, tuh böyle saltanata ki kı­ yamete kadar lâneti mucip olmaktadır. Gebe kadın yı­ lan doğursun, böyle şeytan sıfatlı insan doğurmasm! Zalim şunu bilmelidir ki, yaptığı zulmü biçâre fa­ kire değil, kendi nefsine yapmıştır. Çünkü yatın o iyi­ liğin, kötülüğün hesabı görülecek günde, fakir o za­ limin yakasına, sakalına yapışacaktır. Mazlum, bütün günahlarını o zalimin boynuna yükletecek, zalim ise utandığından başını kaldırmıyacaktır. Tutayım ki, bugün onun yükünü çekiyor. Yarın o zalim, eşeklerin yüklerini nasıl çekecektir? Hakikaten bedbaht kimdir, diye soracak olsan, de­ rim ki, rahatını başkasının zahmetinde, meşakkatin­ de arayan kimsedir. 73 Sevincini halkın ıstırabında arayan zalim, ancak şu beş günlük dünyadan sürdüğü safa ile kalır. Zulmü yüzünden insanların ıstırap içinde uykuya daldıkları ölü gönüllü (duygusuz) zalim, bir kere uy­ kuya dalarsa, bir daha uyanmasın; bu daha hayırlıdır. Padişah gerek birinci vak’adaki ihtiyarın, gerek bu ikinci vak’adaki delikanlının sözlerini dinledi, bir şey söylemedi. Atını bağladı. Başını eğer keçesinin üzerine koydu. Uyumak istedi, fakat bir türlü uyuyamadı. Bütün gece yıldızları saydı. Merak, endişe uy­ kusunu kaçırmıştı. Seher kuşu ötmeğe başlayınca, gecenin perişanlı­ ğım unuttu. Beri taraftan süvariler bütün gece at koşturdular, iz sürdüler. Nihayet padişahın izini buldular. Geldi­ ler, padişahı o meydanda at üzerinde gördüler. Atla­ rından indiler, yayan olarak koştular huzura geldi­ ler, yerlere eğildiler. Askerin dalgalanmasından yer deniz gibi oldu. Büyükler oturdular, sofralar kuruldu, yediler, içti­ ler, eğlenceli bir âlem geçirdiler. İçlerinden birisi var­ dı ki, padişahın eski dostlarmdandı ve gece arkadaşı, gündüz nedimi idi: «Padişahım, dün gece ahali (köylü) zatı şahanelerine ne yemek çıkardılar? Çok merak et­ tik. Bütün geceyi endişe içinde geçirdik» dedi. Padişah, başına gelen türlü serzenişleri, beddua­ ları açıktan söylemedi. Başını o nedimin kulağına doğ­ ru götürdü, yavaşçacık kulağına şöyle dedi: «Dün ge­ ce kimse önüme bir tavuk ayağı getirmedi; fakat eşek ayağı endazeyi geçti.» (Eşek ayağına çok cefalar ya­ pıldı.) Padişah içmeye başladı, sarhoş oldu. Dün geceki köylü akima, geldi. Emretti köylüyü aradılar, buldu­ 74 lar. Elini, kolunu bağlayıp getirdiler, tahtının dibine attılar. Kara gönüllü padişah keskin kılıcını çekti. Zavallı köylü, kaçmak imkânını bulamadı. Anladı ki, hayatı­ nın son dakikasıdır, hayattan ümidini kesti; akima ge­ leni söylemeye başladı. Hayattan meyus olanlar güzel sözler söyler. Görmezmisin ki, kalemin ucu kalemtıraş ile kesilince, ka­ lemin dili daha çevik olur. Köylü baktı ki, hasmmdan kaçmak mümkün de­ ğil; başını kaldırdı. Tirkeşini boşaltmaya başladı: «Pa­ dişahım, kabirde yatılacak gece, köyde yatılmaz, dedi ümitsiz. Padişahım, sana bedbaht, kötü diyen, senin zulmünün elinden feryad eden yalnız ben değilim. Bin­ lerce insan hep benim gibi diyorlar. Şimdi beni öldü­ rürsen bir tek insanı öldürmüş olursun. Senin zama­ nın merhametsizlikle dolmuş, zulmün cihanı tutmuş­ tur. Niçin bana kızıyorsun? Söylüyorlar. Sana yalnız benim sözüm mü ağır geldi? Elinden gelirse bütün in­ sanları öldür. Seni zemmetmem ağırına gittiyse insaf et de, zemme sebep olan şeylerin kökünü kazı. Madem­ ki zulmediyorsun, adının ilerde iyilikle anılacağım umma. Sözüm gücüne gidiyorsa, böyle sözleri icap et­ tirecek işler yapma. Senin için bir çare var: Zulümden çekil. Yoksa, biçare insanı öldürmek, çare sayılmaz. Hayatımdan beş gün kalmış. Bunun da ancak bir iki günü belki rahat geçecek. Farzet, şimdi beni öldürür­ sün, büyük bir şey kaybetmiş olmam. Fakat sen kay­ bedersin. Çünkü kanıma girmiş olursun. Zamanı kö­ tülükle geçen zalim kalmaz ölür gider; fakat üzerin­ deki lanet ebedî olarak kalır. Mazlumlar senin zul­ münden uyumuyorlar. Bilmem ki senin gözün nasıl uyuyor? Dinlersen, sana iyi bir nasihat vereyim,- din­ lemezsen muhakkak pişman olursun. Bilmiş ol ki, bir 75 padişah ne zaman mâkûl olur; huzuruna çıktığı halk takımı onun divanhanesinde överlerse, o zaman mâ­ kul ölür. Çıkrık çeviren anneler, nineler bir padişa­ ha lânet okurken, resmî meclistekilerin padişahı övme­ lerinin faydası yoktur.» Köylü, başı üzerinde kılıç olduğu halde, canmı ka­ der okuna, nişan ederek, yukarıdaki sözleri söyledi, bi­ tirdi. Bu söz üzerine padişah gaflet sarhoşluğundan ayıldı; mübarek melek onun kulağına yavaşçacık ses­ lendi: «Bu ihtiyardan siyaset elini çek. Hoş öldürsen ne olur? Binlerce kişiden bir tanesini öldürmüş olur­ sun» dedi. Padişah bir zaman başım yakasına çekti, başını göğsüne doğru eğdi. Sonra, elini salladı: «Affettim!» diye haykırdı, yerinden kalktı. Kendi elleriyle onun bağlarını çözdü, başını öptü, onu kucakladı ve büyük bir memuriyete tâyin etti. İhtiyarın' ümidi dalı meyva verdi. Padişah ile köylünün hali dillerde destan oldu. Tabiî, iyi olan kimse, doğruların izlerinden gider. Sakın ayıp arayan câhilin arkasından gitme. Belki, akıllı insanlardan güzel ahlâk öğren. Halini, etvannı, gidişini düşmandan dinle; çünkü fenalığın dostun gözünde iyi görünür. Seni methedenler, dostun değildirler; seni kınayanlar senin dostların­ dırlar. Hastaya şeker vermek günahtır; onun için acı ilâç faydalıdır. Serzenişi hoş tabiatlı dostlar değil, ekşi suratlı insanlar daha iyi yaparlar. Bundan daha iyi nasihati sana kimse söylemez. Akim sana yâr ise, bir işaret kâfidir. MEMUN İLE CARİYESİNİN HİKÂYESİ Hilâfet sırası Memun’a eriştiği zaman ay yüzlü bir cariye satın aldı. 76 Bu cariyenin yüzü güneşe, teni gül fidanına benzi­ yordu. Şivesi, işvesi de âkilâne idi. Elini âşıklarının kanlarına batırmış, onun için par­ maklarının uçları ünnap rengini almıştı. Sofuları baştan çıkaran rastıklı kaşları güneşe mu­ kabil kudret yayı (kavs-i kuzah) gibi idi. Gece oldu. Memun halvete girdi. Fakat o huri yav­ rusu bebecik, Memun’a râm olmadı. Memun çok hid­ detlendi. Cariyesinin başını cavza gibi iki parça etmek istedi. Cariye Memun1 'un kızdığını anlayınca: «İşte başım, kes at. Fakat, benimle yatma!» dedi. Memun sordu: «Ne yaptım da seni incittim, benim nemi beğenmedin?» Cariye: «Beni öldürsen, ikiye biçsen, seninle yatamam, dedi, çünkü ağzının kokusuna dayanamıyorum. Kılıç bir kere öldürür, ok bir kere saplanır. Fakat ağız kokusu insanı mütemadiyen öldürür.» Cariyeden bu sözü işiten Memun acındı, incindi. Bütün gece bu ağız kokmasının çaresini düşündü, uyuyamadı. Sabah olunca, gerek Bağdat’ta, gerekse baş­ ka memleketlerde bulunan tekmil ukalâyı, hükemayı, etibbayı toplattı. Aralarında muhtelif şeyler üzerinde, fakat arada ağız kokması hakkında da mübahaseler yaptırdı. Bu sayede sezdirmiyerek, ağız kokusunu gi dermek için en mühim ilâcı öğrendi, kullandı, ağız ko­ kusu geçti. Memun evvelâ cariyesinin sözüne kızmıştı. Fakat o söz üzerine tedavi ile, o fena kokudan kurtulduğu, ağzı gonca gül gibi güzel kokulu olduğu için, cariyenin sözünden memnun oldu. Cariyeye sarayda büyük bir mevki verdi. Onun hakkında: «Bu benim ayıbımı yüzü­ me karşı söyledi; bu benim dostumdur» derdi. Bence: «Senin yolunda şöyle bir kuyu vardır» di­ yen adam senin hayırhahındır. 77 Yolunu şaşırmış bir kimseye: «İyi gidiyorsun» de­ mek; büyük zulümdür. Çok kere olur ki, kendisine ayıbı söylenilmiyen kimse cahillik ayıbım hüner sayar. Bir kimseye sekmunya C*) lâzım ise ona: «Bal tat­ lıdır, şeker emsalsizdir» demeyin. Bir eczacı bir gün ne güzel söylemiş: «Sana şifa lâzım ise acı ilâç iç.» Eğer sana faydalı bir şerbet lâzımsa, Sadi’den acı nasihat ilâcı al. Sadi’nin nasihati marifet eleğiyle elen­ miş, söz balı ile karıştırılmıştır. ZALİM PADİŞAH İLE SADIK DERVİŞİN HİKÂYESİ İşittim ki, bir fakir, bir padişah huzurunda doğru bir söz söylemiş, bu söz o büyük padişaha dokunmuş, incinmiş. Azametini, kudretini göstermek için, fakiri zindana arttırmıştı. Fakir, hapishanede iken, dostla­ rından biri o fakire gizlice: «A kardeş, demiş, sen de o sözü söylememeliydin.» Buna karşı fakir: «Cenabı Hakkın emrini tebliğ et­ mek ibadettir. Zindandan korkmam, çünkü zindan bir saatlik bir iştir!» cevabını vermiş. Fakir ile dostunun bu konuştuklarını birisi duy muş ve hemen padişaha yetiştirmiş. Padişah gülmüş: «Zavallı, yanlış düşünüyor-, zin­ dan bir saatlik iştir, diyor. Bilmiyor ki, o hapishanede ölecektir.» demiş. Bu söz de padişahın kölelerinden birisi tarafından fakirin kulağma fısıldanmış. Fakir o köleye şöyle de­ (*) Sekmunya - Sekemunya: Bir nevi müshil otudur ki bingöz otu da derler. 78 miş: «Tarafımdan padişaha söyle. De ki, ben hiç mü­ teessir değilim. Bence zaten dünyanın kendisi bir sa­ atliktir, ziyade değildir. Beni elimden tutup hapisten çıkaracak olsan sevinmem. Başımı kesecek olsan ona da gam yemem. Senin hâzinen varsa,, buyruğun her yerde yürüyorsa; ben de aile derdi, mahrumiyet ve ıs­ tırap içinde, korku, mihnet içinde bunalmış kalmış­ sam, ölüm kapısından içeri, girdiğimiz zaman bir haf­ ta içinde müsavi oluruz. Şu beş günlük dünya devle­ tine gönül verme. Halkın gönlünün dumaniyle kendini yıkma. Senden evvel, senden daha fazla kazananlar bulunmadı mı? Onlar, zulmederek cihanı yıkmadılar mı? Öyle yaşa ki, öldüğün vakit seni tahsin etsinler, iyilikle ansınlar, mezarına lânet savurmasınlar. Kötü âdet koymamaya çalış; çünkü kötü âdetler için herkes bu âdeti çıkarana lânet olsun der. Kudret, kuvvet sahibi bir kimse, yücelikte en son noktayı bulsa, âkıbet mezar toprağı onu altına almıyor mu?» Padişah ihtiyarın sözlerine kızdı: «Şu ihtiyarın di­ lini ensesinden çıkarın» dedi. Hakikatleri bilen ihtiyar cevap verdi: «Padişahım* senin bu sözlerinden de korkmam. Dilsizlikten de gam yemem. Çünkü Cenabı Hak gönülden geçen şeyleri de bilir. Gerek zaruret çekeyim, gerek zulüm göreyim, so­ num hayır olsun ikisinin de ehemmiyeti yoktur.» Arkadaş! Sonun iyi olursa, çektiğin matem güveyilik yerine geçer. HİKÂYE Bir yumrukçu vardı. Zavallı adam talihsizdi, zaru­ ret içinde yaşıyordu. Açlıktan ölme derecesine gelmiş­ ti. Yumruk ile para kazanmak muhal olduğundan, kar79 mm doyurmak için sırtı ile çamur taşırdı. Bu zaruret­ ten çok müteessir oluyordu. Bazan coşar, zebunlan öldüren felek ile cenkeder; bazan da talihine küser ve ye’se düşerdi. Halkın tatlı geçimlerini görür, boğazma acı sular tıkanırdı, zehirlenirdi. Bazan bu perişan haline ağlar: «Bundan daha acı hayatı kim görmüştür? Ne adamlar var ki, bal şer­ beti içiyorlar, tavuk etleri, kuzu etleri yiyorlar. Bana gelince ekmeğime bir yaprak tereyi bile katık edemi­ yorum. Adalet gözüyle bakılırsa ben çıplak kalayım, kedi kürk giysin! Bu doğru bir şey değildir. Ne olur­ du, bu çamur işiyle uğraşırken ayağım köklüce bir de­ fineye batmış olaydı! Ne olurdu felek bir cilve edeydi de elime bir hazine geçseydi. Ben de bir zaman yaşasaydım, felekten murat alaydım, murat süreydim. Üze­ rimden bu mihnet tozunu silkeleyeydim!» der, durur­ du. îşittim ki, bir gün yumrukçu, toprak kazıyormuş. Kazarken toprakta dura dura dağılmış, üzerindeki diş­ ler düşmüş bir çene kemiği çıkmış. Kemik yumrukçuya hali diliyle şöyle nasihatta bu­ lunmuş: «Efendi, fakr-ü zarurete tahammül et. Yann toprak altında ağzın hali bu değil midir? Son ucu böy­ le birdir. Zamanın iyi, yahut kötü geçmesini hoş gör. Çünkü zaman bizsiz pek çok dönecektir.» Çürümüş çene kemiğinin karşısında bu duygular la sarsılan yumrukçu, gönlündeki kederi bir tarafa bı­ raktı; kendi kendine şöyle bir hitapta bulundu.- Ey akıl­ sız, tedbirsiz nefis! Fakr-ü zaruret yükünü çek. Ken­ dini öldürme. Eğer bir kul, başı üzerinde yük taşırsa, diğer birisinin de şan ve şerefle başı göğe değerse, her ikisinin de hâli başkalaştığı zaman, birincinin ba­ şındaki yük, ötekinin şan ve şerefi geçer gider. Bu dün­ 80 yada keder de, sevinç de ebedi kalmaz. Ebedî kalan şey, işin cezası ile iyi adıdır. Ey padişah! Ne taht kalır ne taç kalır, yalnız ke­ rem kalır. Eğer iyi bahtlı isen lütuf ve ihsanda, kerem­ de bulun. Sana ancak bu kalır. Saltanatına, mansıbı­ na, maiyetinde bulunan insanlara güvenme. Çünkü senden evvel, senin gibi çoklan geçmiş, senden sonra, da nice senin gibileri gelecektir. Devlet sahibi insan, dinin evamiri dâhilinde hare­ ket etmeye gayret eder. Çünkü dünya nasıl olsa geçer gider. Saltanatının karmakarışık, altüst olmamasını istersen saltanatla beraber dini düşünmek lâzımdır. Mademki dünyayı bırakıp gideceksin, altmlan saç, müstaha kanna ver. Nasıl ki Sâdi de böyle yapıyor. Al­ tını olmadığı için, inci saçıyor. NASİHAT KABUL ETMİYEN KİMSEYE KARŞI SÜKÛT ETMEK HAKKINDA HİKÂYE Naklederler ki, bir zalim, bir iklime padişah ol­ muştu. Onun zamanında insanlann günleri, gecesi gi­ bi idi. Geceleyin onun korkusundan uyku haram idi. Bütün gün iyiler onun elinden dert ve belâda idiler. Gece olunca, temiz insanlar ellerini kaldırır, ona bed­ dua ederlerdi. Bir takım insanlar o zamanın bir şeyhine gittiler. O zalim padişahın elinden zâri zâri ağladılar: «Ey âlim, güzel reyli zat. Rica ederiz, bu padişahın yanı­ na git, ona nasihat ver, Allah’tan kork de!» dediler. Şeyh cevap verdi: «Yazık değil mi, onun yanında Tanrı adını anayım? Çünkü o, bu mübarek adın anıl­ ması ve Tanrıya ait sözlerin söylenmesine lâyık de­ ğildir.» Hocam, bir kimseyi, haktan bir kenara çekilmiş 81 görürsen, öyle kimsenin yanında hak sözünü ortaya koyma. Alçak insanlara ulûm ve fünundan bahsedilir­ se, ulûm ve fünuna yazık olur. O gibilere ulûm ve fü­ nundan bahsetmek, daneyi çorak yere ekmek gibidir. «O gibilere nasihat kâr etmeyince, sana düşman olur. Can-ü gönülden incinir, seni de incitir.» Padişahım, senin âdetin hak üzere yürümektir. Bundan dolayı huzurunda kemali cesaretle haktan bahsedilebilir. Ey temiz düşünceli padişah; ben sana hak ne ise onu söyledim. Çünkü Allah adamının huzurunda hak­ tan bahsetmek kabildir. Yüzük taşındaki mühürün bir hassası var, basılır. Fakat muma basılırsa çıkar, katı taşa basılırsa çıkmaz. Zalim kimse benden can-ü gönülden incinse taac­ cüp etmem,- çünkü o hırsızdır, ben bekçiyim. Sen de insaflı, adaletli bir bekçisin. Cenabı Hakkm hıfz-ü hi­ mayesi de senin bekçin olsun. Sayende rahat ediyoruz. Bize minnet yükletsen, hakkın var, fakat yükletme. Çünkü, hakikatte minnet, fazla ihsan, şükür, Cenabı Hakka mahsustur. Yüce Tanrı seni halkın hizmetine memur etmiş, seni başkalan gibi aylâk bırakmamıştır. Herkes çalış­ ma meydanında koşuyor; fakat devlet topunu herkes çelemiyor. Sen cenneti çalışma ile kazanmadın; belki Cenabı Hak sende cennet ehlinin ahlâkını yaratmıştır. Gönlün aydın ve müsterih olsun. Devletin payidar, derecen yüce, yaşaman hoş, gidişin doğru, ibadetin be­ ğenilmiş, duan kabul edilmiş olsun. PADİŞAHLARIN REYİ, MEMLEKET İDARESİ, ÂYİNİ SALTANAT, ASKER ÇEKMEK KANUNU Düşmana müdara ile iş bitiyorsa, müdara muha­ 82 rebeden daha iyidir. Kuvvet ile düşmanı kahretmek mümkün değilse ona ihsan, in’am ederek, cemileler göstererek fitne kapısını kapatmak lâzımdır. Düşma­ nın zarar vermesinden korkuyorsan ihsan nüshasiyle onun dilini, ağzını bağla. Düşman askerlerini tâciz etmek için, kale etrafına demir diken dökecek yerde, altın dök. Çünkü ihsan keskin dişi kesmez eder. Tedbir ile, yüz gülme ile cihanı yenmek mümkün­ dür. Isıramadığm eli öp. Düşmana hoş gölün, onu okşa, kendine dost yap. Fakat sonra, fırsat bulduğun zaman derisini yüz. Kemendinden Isfendiyar’ın bile kurtulamadığı Rüstem, tedbir ile tutulmuş, bağlanmıştır. Düşman az bile olsa sakın, ihtiyatlı bulun. Çünkü sel suyu, damla damla yağmurun toplanmasından hâ­ sıl olur. Düşmana kaş çatarak onu ürkütme. Çünkü zayıf ise de dost olması daha iyidir. Bir kimsenin düşmanı dostundan çok olursa, onun düşmanı mesrur, dostu mahzun olur. Kendi kuvvetinden fazla düşman askerine kendi­ ni vurma, hücum etme. Çünkü neşter üzere yumruk vurulmaz. Hasmın zayıf, sen daha güçlü, kuvvetli isen düş­ manı ezmeye heves etme. Âcize karşı kuvvet göster­ mek mertlik değildir. Fil kadar kuvvetli, arslan pençe­ li de olsan, bence sulh cenkten daha iyidir. Sulhü devam ettirmek için bütün çareler müfit ol­ mazsa o zaman eli kılıca vurmak caiz olur. Düşman sulh isterse, baş çevirme. Mutlaka cenk isterse, o zaman da atın dizginini büküp yüz çevir­ me. Cenk kapısını düşman bağlarsa senin şerefin, me­ habetin on bin misli artar. 83 Düşman cenk ayağını üzengiye korsa (cenk is­ terse), kıyamette Cenabı Hak senden hesap sormaz. Birisiyle arada kin, adavet hâsıl olursa, onunla cenk için hazırlan. Çünkü kin tutan kimseye dostluk hatâdır. Alçak kimseye mülâyemetle, tatlılıkla söylersen kibri artar. O zaman Arap âtlariyle, yiğit insanlar ile düşmanın tozunu havaya savur. Düşman âciz kalarak kapma gelir; dostluk isterse, gönlünden kini, başından öfkeyi çıkar. Düşmanın tatlı­ lıkla ve âkılâne bir tavırla sana müracaat ederse, onu sert ve gazaplı bir şekilde karşılama!... Düşman aman dilerse, kerem göster, keremden şaşma, lütfet. Fakat mekrinden, hilesinden de emin olma! İhtiyarların reyinden, tedbirinden çıkma. Çünkü yaşlılar çok iş tecrübe etmiştirler. Tunç kaleleri genç­ ler kılıçla, ihtiyarlar akıl ve tedbir ile temelinden yıkıp zaptederler. Filleri yıkan, arslanları mağlûp eden genç­ ler, ihtiyar tilkinin hilesini bilmezler. Muharebe üzerinde ordunun merkezinde bulunur­ ken, kaçmayı da aklından çıkarma. Çünkü ne bilirsin ki, zafer kime nasip olacaktır. Muharebede asker bozulacak olursa, tek başına müdafaa ve mücadele hevesine düşme, canım ateşe atma, sen de bir tarafa kaç. Ordunun kenarında isen bir tarafa savuşmaya ça­ lış. Orta yerde kalmış isen düşmanlardan birinin el­ bisesini giyin, düşman neferi gibi görünmeye çalış; bu suretle kendini kurtarmaya bak. Sen maiyetinle beraber bin kişi, düşman da iki yüz kişi olsa, gece olunca düşman memleketinde dur­ ma. Çünkü geceleyin pusudan çıkan elli kişi, beş yüz kişi kadar heybetlidir. 84 Geceleyin yola devam etmek istersen, ilk evvel pu­ su yerlerinden sakın. Düşman ile aranızda bir günlük yol kalınca dur, orada çadır kur. O halde düşman sana tecavüz edecek olursa gam yeme. Efrasiyap da olsa beynini çıkar. Bil­ mez misin ki, düşman o bir günlük yolu kat’edinceye kadar kuvveti hayli yıpranır. İşte o zaman sen o yor­ gun askere hücum et. Bu suretle cahil düşman kendi­ sine zulmetmiştir. Düşmana hücum ettiğin zaman düşman bayrağını yıkmaya gayret et. Bayrak yıkılınca, bir daha toplanar mazlar. Düşman bozulduğu zaman onu uzun uzadıya takip etme; olmıya ki, yardımcı kuvvetinden uzak düşesin. Hem de düşmanı çok kovduğun zaman büyük kuvvetin geride kalır. Sizin azlığınızdan düşman süvarileri üze­ rinize atılırlar. Atların ayaklarından çıkan tozlar bu­ lutlar teşkil eder. Düşman etrafınızı kargılar, kılıçlar ile kuşatırlar. Düşman bozulduğu zaman askerin ganimet sevda­ sı ile düşmanın arkasına düşüp gitmesin. Çünkü böyle yapılacak olursa şahın arkası boş kalır. Muharebeler­ de ordunun canı ise şahtır. Binaenaleyh ordunun şahı muhafazası cenge girmesinden çok hayırlıdır. SULH ZAMANI ASKERÎ OKŞAMAK Bir dilâver, bir yürekli asker bir kere kükreyip düşmana saldıracak olursa, haline göre onu terfi et­ tirmek lâzımdır. Böyle celâdet gösteren yiğitler terfi ettirilirse, ikinci defa da canlarını ölüme atar; harpten korkmazlar. Askeri sulh hâlinde hoş tut ki, sıkıntı zamanında işe yarasın. Cenkçi yiğitlerin bugün ellerini öp; yoksa 85 düşman kösünü çalmaya başladığı zaman el öpmenin faydası yoktur. îşi düzgün olmıyan asker, muharebe gününde na­ sıl kendisini ölümlere atar? Düşmanın tecavüzüne kar­ şı memleketi asker ile, askeri de para ile muhafaza et. Bir padişahın askerinin kalpleri rahat, karınlan tok ise düşmanına galip olacağı muhakkaktır. Askerler kendi başlannm diyetini yiyorlar. Yazık­ tır onlara. Sıkıntı, eziyet çektirmemek lâzımdır... Padişahlar, hâzineyi askere sarfeymiyelim, yazık­ tır, derlerse, askerler de: «Beyhude kılıca el atmayalım, bu uğurda hayatunızı feda etmiyelim, yazıktır.» der­ ler. , Eli boş, işi gücü inlemek olan asker; muharebe gününde ne kadar yiğitlik yapabilir? İŞ TECRÜBE ETMİŞ YİĞİTLERİ TAKVİYE HAKKINDA Düşman ile cenge yürekli insanlan gönder; arslanlarla cenge arslanlan gönder. Cihan görmüş insanlann reyi ile iş gör; eski kurt av avlamasını çok iyi bilir. Kılıç çalan gençlerden korkma; çok bilen ihtiyardan kork. Cihan görmüş in­ san, akıllı olur; zira soğuğu, sıcağı çok tatmıştır. Talihi yâr olan değerli gençler ihtiyarların reylerinden baş çevirmezler. Memleketinin mâmur olmasını istiyorsan, büyük işleri yeni yetişenlere verme. Cenklerde çok bulunmuş insandan başkasını askere kılavuz yapma. Büyük iş­ leri küçüklere buyurma; çünkü örsü yumruk ile kır­ mak kabil değildir. Ahaliyi okşamak, askeri idare et­ mek oyuncak değildir. Zamanında büyük işlerin başanlmasmı istersen, 86 iş görmemişlere iş buyurma. Av köpeği kaplandan yüz çevirmez; fakat cenk görmemiş aslan, tilkiden ürker kaçar. Kucakta beslenmiş insan muharebe görünce kor­ kar; fakat güreş tutarak, av avlayarak, top oynayarak yetişen genç, cenkçi olur. Hamamda* üıcada zevkü sefa ile yetişen çocuk, muharebe kapısını açık gördü­ ğü zaman korkar. İki kişinin yardımiyle ata binen kimseyi, bir ço­ cuk bile vurabilir. Muharebeden kaçmak isteyeni eğer düşmanı öl­ dürmemişse, sen öldür. Muharebe gününde kadın gibi muharebeden baş çeviren kimseden, ahlâksız çocuklar bile daha iyidir­ ler. HİKÂYE Oğlunun cenk için tirkeşini takındığını gören Gürgin pehlivan oğluna şu güzel sözleri söylemiştir: Kadmlar gibi çabuk kaçacaksan, harbe gidip de yiğitlerin yüzleri suyunu dökme. Bir süvari cenkte ar­ kasını gösterecek olursa, yalnız kendisini değil, bütün yiğitleri öldürmüş olur. Hakikî kahraman odur ki, cins­ leri bir, dilleri bir, sofrada yemek yiyen iki dostun cenk halkasına birlikte düştükleri zaman muharebenin ciğergâhında can-ü gönülden çalışır, çarpışır ve karde­ şi düşman eline esir düşmüş iken kendisi okun önün­ den kaçmaya tenezzül etmez. Zaten bir ordunun asker­ leri de böyledir. Cenge girenler birbirlerine yâr değilse, birbirini korumak fikrinde değilse, öyle askerden hayır gelmez. Askerlerde öyle bir hal görecek olursan, oradan kaç­ mayı ganimet bil. 87 HÜNER SAHİPLERİNİ OKŞAMAK Ey memleketler fethetmek istiyen padişah! İki sı­ nıf insanı besle, hoş tut. Bu sınıflardan birisi cenk için hazırlanan erlerdir diğeri rey, fikir, tedbir sahibi in­ sanlardır. Ancak âlimleri, kılıç çalan kahramanlan besleyen padişahlar, devlete nâil olurlar. İnsanlar için iki büyük meziyet vaf: Biri kalem, di­ ğeri kılıç sahibi olmak. Bu iki meziyetten hiçbirine sa­ hip olmıyan birisi, ölürse, öldüğüne acıma. Kalem kul­ lananları, kılıç çalanları iyi tut! Onlara riayet et. Çal­ gıcı makulesine meyletme, onlar kadın taifesi gibidir. Hayır gelmez. Düşman cenge hazırlanırken beri tarafta çengile­ re çenk çaldırmak, sâkilere bayılmak erkeklik değil­ dir. Devletli insanlar için oyun da fenadır. Oturup da oyun ile meşgul olan devletlerin devletleri, bir oyunla ellerinden gitmiştir. HER HALDE DÜŞMANDAN SAKINMAK HAKKINDA Düşman cenk açtığı zaman kork demem-, belki düşmanın sulh hâlinde bulunduğu zaman daha ziya­ de kork derim. Çünkü nice insanlar vardır ki, gündüz sulh âyetini okur; fakat gece olunca uykuda bulunan­ ların üzerlerine hücum eder. Cengâver yiğitler zırhlariyle toprak üzerinde uyur­ lar. Döşek kadınların habgâhıdır. Kılıç çalan yiğitler çadır içinde bile, kadınların evde uyudukları gibi çıp­ lak uyumazlar. Düşmanın amansız, habersiz hücum etmesi ihti­ 88 maline binaen de daima gizli gizli harbe hazırlanma lısın. Sakınmak, ihtiyatlı bulunmak iş bilen yiğitlerin işidir. Karakol, ordunun tunçtan yapılmış duvarıdır, surudur. DÜŞMANLARI REY VE TEDBİR İLE DEFETMEK HAKKINDA Fenalık düşünen, fakat düşündüğü fenalığı yap­ maya kudreti olmıyan iki düşman arasında emin, ra­ hat oturmak akıl işi değildir. Çünkü eğer o iki düş­ man ittifak edecek olurlarsa o zaman kısa elleri uzun olur. İki düşmanın varsa iptida hile ile birisini meşgul et. O rahat otururken ötekinin kökünü kazı. Bir düşman muhakkak harbetmek isterse, onun kanını âkılâne bir surette dökmek için git; onun düş­ manı ile dost ol. Bu suretle onun gömleği vücudüne zin­ dan olur. Düşman askerinin arasına muhalefet düşecek olur­ sa sen kılıcı kmına koy. Kurtlar birbirine düştükleri zaman, aralarından koyunlar rahat geçerler. Bir düşman diğer düşman ile uğraşacak olursa, sen dostlarınla, huzuru kalp ile muhabbet et. DÜŞMANA TATLILIK GÖSTERMEK HAKKINDA Cenk için kılıç çektiğin zaman bir taraftan da giz­ lice, barışmak yolunu araştır. Ordular çeken, tulgalar paralayan kumandanlar zahirden harp ederlerse de; gizlice musaleha ararlar. Meydanı tutan yiğidin gönlünü ele al; onu okşa. 89 Tâ ki lüzumu takdirinde top gibi ayağına düşsün, ba­ şını yoluna koysun. Düşmanın kumandanlarından biri ele geçince ağır davran; hemen öldürme. Çünkü düşman tarafından olduğu gibi, senin tarafından da bir büyük adam esir düşebilir. Eğer sen düşmanın esir düşen büyüğünü öldürürsen, onlar da senin adamını öldürürler. Bir da­ ha onu göremezsin. Esir tutulup bende çekilenlere cefa eden kimse, za­ manın kendisini de o hale getireceğinden korkmaz mı? Bendlere çekilen esirlere o kimseler iyi muamele ederler ki, kendilerine de vaktiyle öyle bendlere çekil­ miş (kollan bağlanmış) bulunurlar. Düşman büyüklerinden birisi gelir sana tâbi olur­ sa, onu hoş tut. Çünkü onu gören birisi daha geliı. İNKIYAT EDEN DÜŞMANDAN SAKINMAK HAKKINDA Düşmanın akrabasından birisi sana dost olursa hilesinden kat’iyyen emin olma, çünkü akrabalığı, dostluklan hatmna geldikçe, içi sana karşı kin ile do­ lar. Düşmanın tatlı sözüne aldanma. Bal içinde zehir bulunmasa mümkündür. Kendi dostlarını bile düşman farzederek ihtiyatlı davranan kimse, düşmanın fenalığından ve zaranndan kurtulur. Herkesi yankesici zanneden kimse, kesesindeki in­ ciyi kaptırmaz. Beyine karşı gelen bir askeri, bir daha hizmette kullanma. Çünkü beyinin nimetini bilmiyen, 'ona nan­ körlük eden, sana da nankörlük yapsa gerekir. O gibi bir askeri hizmette tutmaya mecbur olursan, ahdine, 90 yeminine inanma. Onu daima gizlice göz altında bu­ lundur. Hizmete yeni girenlerin iplerini uzat, onları pek sıkma. İpi koparacak olursan kaçar gider, bir adam kaybetmiş olursun. Düşman iklimini muhasara ile, cenk ile zaptetti­ ğin zaman memleketin zabıta vazifesini o memleketin zindanında mahpus olanlara ver. Çünkü onların yü­ rekleri yanıktır. Dişlerini zalimin boğazına batırır ka­ nını içerler. Düşman elinden bir hisan, bir şehri aldığın za­ man ahalisini eski sahibinden daha güzel, daha ferah tut. Böyle yapacak olursan, o düşman kıyam edecek olsa, onu o ahali tepeler. Aldığın şehrin halkını inciterek: «Düşman geldi, kapıya dayandı. Düşman girmesin» diye kapılar kapa­ ma. Çünkü senin düşmanının ortaklan şehir içindeki ahalidir. SIR SAKLAMAK HAKKINDA Düşman ile cenk etmek istediğin zaman, tertiba­ tını gizli gizli ikmale çalış. Fakat niyetini gizle, sakla, kimseye anlatma. Sırrını herkese açma. Bir sofrada yemek yiyen iki dosttan birisinin diğeri aleyhinde casusluk ettiğini çok gördüm. Derler ki; İskender, Doğuya sefer açmak istediği zaman, çadmnı Batı tarafına kurdururdu. Behmen Şah, Zabilistan’dan hareket ettiği zaman, sola gideceğim diye etrafa yaydı fakat sağa gitti. Maksadının ne olduğunu senden başkası bilirse, öyle reye, öyle bilgiye ağlamak gerektir. 91 Kin tutarak herkesle cent etmekten ise, kerem göster ki, âlemi hükmün altına alasın. Bir iş mülâyemetle, tatlılık ile hâsıl olacak ise sertlik, inatçılık göstermek mânâsız olur. Gönlünün dertli olmasını istemezsen, dertli gönül­ leri dertlerinden kurtar. Yalnız askerlerin kuvvetli kollarına güvenme. Âciz zannolunan iyi kimselerden de himmet iste. Sana ümit bağlamış zayıfların dualan, babayi­ ğitlerin kollarından daha ziyade iş görür. Allah adamlarından himmet alan kimse Feridun’a karşı cenk açsa, onun da hakkından gelir. 92 ÎKÎNCİ BÖLÜM İYİLİK HAKKINDA Akıllı isen, herşeyin mânâsına meylet. Çünkü su­ ret kalmaz; lâkin mânâ kalır. Kimde ki ilim, cömertlik, Allah korkusu yoksa, o kimse mânâsız, kuru bir surettir. Kimin hayatında halk rahat uyursa, o adam top­ rak altında rahat uyur. Âhiret azığını hayatında kendin tedarik et. Çün­ kü öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamaz­ sın, ıstırap için hiçbir iyilikte bulunmazlar. Altını, nimeti elinde iken bugün sen ver. Sen öl­ dükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamazsın, ıstırap çekmemek istersen, ıstırap çekenleri hatırdan çıkarma. Bugün hazine elinde iken lâzım gelen yerle­ re çabuk dağıt, yarma bırakma,. Çünkü yarm anahtar elinden çıkmış olur. Azığını bugün sen götür. Öldük­ ten sonra karından çocuğundan şefkat bekleme. Azığını öbür dünyaya kendi götüren kimse, dev­ let topunu çelmiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım ka­ şır, başkası kaşımaz. Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy. Ve­ rilecek yerlere ver. Vermezsen, yarın dişinle elinin ar­ kasını ısırırsın. Fakir olan kimselerin sırrını sakla! Onların ku­ 93 surlarını setretmeye çalış ki, Cenabı Hak da senin ku­ surlarını setir buyursun. Kapma bir garip gelirse, eli boş gönderme. Allah göstermesin belki bir gün sen de garip olur, kapılan dolaşırsın. Büyük kimse, bir gün kendisinin de başkasına muhtaç olacağmı düşünerek, muhtaç olanlara iyilik eder. Gönlü yaralı olanların hatırlannı sor, onlara bak. Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin. Muztar kalmış insanların gönüllerini sevindir. Bel­ ki bir gün sen de muztar kalırsın. Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına git­ miyorsun, buna şükran olmak üzere, kapıya gelen di­ lenciyi kovma. ÖKSÜZ OKŞAMAK, HALİNE ACIMAK HAKKINDA Babası ölmüş çocuğu himaye et, tozunu silkele, bir yerine diken batmış ise çıkar. Öksüzün ne derece âciz olduğunu bilir misin? Hiç öksüz ağaç neşvünemâ bulabilir mi? Bir yetimi başını eğmiş, düşünceli, meyus, gördü­ ğün zaman, sen kendi çocuğunun yüzünü öpme. Yetim ağlarsa nazmı, kim çeker? Öfkelenirse öf­ kesini kim hoş görür? Amanın yetim ağlamasın, çünkü o ağlarken arşıâlâ titrer... Yetime merhamet göster, gözünün yaşını sil. Yü­ zünde toz toprak varsa, onu şefkatle temizle. O yavruyu himaye eden babası ölmüş ise, onu sen gölgende besle. Babam beni oğlum diye kucakladığı zaman ken­ dimi taçlı bir padişah sanırdım. Üzerime bir sinek kon­ sa idi, babam hâne halkının hepsini haşlardı. Şimdi o 94 haldeyim ki, beni düşmanlar esir alacak olsalar, bir dostum yok kiyardımıma koşsun. Ben yetimlerin derdinden anlarım. Çünkü pede­ rim beni çocukluğumda yetim bırakmış, gitmiştir. ÖKSÜZLERE İYİLİK ETMEK HAKKINDA Birisi, bir öksüzün ayağına, batmış olan bir dikeni çıkardı. Vefatından sonra Sadri Hoca namındaki bü­ yük şeyh o kimseyi rüyada gördü. Baktı ki, cennet bahçelerinde salmıyor. «O, bir diken yüzünden benim için ne güller bitti» diyordu. Elinden geldiği kadar merhamet et ki, zahmete dûçâr olduğun zaman herkes de sana acısın. Birisine iyilik ettiğin zaman: «Ben efendiyim, be­ yim; o bana muhtaçtır!» diye kendini büyük görme. Zaman, o muhtaç kimseyi vurmuş deme. Zira vuran kılıç henüz kmma girmemiştir; mümkün ki seni de kılıçlar. Devletine dua eder binlerce kişiyi gördüğün za­ man, sen kimsenin eline bakmadığın halde birçok in­ sanlar senin eline bakıyorlar diye Cenabı Hakka şük­ ret. Bir kitapta, kerem büyüklerin âdetidir, diye oku­ muştum. Hayır, yanlış söyledim, peygamberlerin âde­ tidir. İBRAHİM ALEYHİSSELÂMIN HAVASS VE AVAMA KARŞI KEREMLERİNE DAİR HİKÂYE İşittim ki, İbrahim Aleyhisselâmm misafirhanesi­ ne bir hafta misafir gelmemiş. O mübarek zat, belki bir misafir gelir diye beklemiş ve yemeğin vaktini ge­ çirmiş. 95 Misafir gelmediğini görünce evinden çıkmış, dere­ lere, tepelere, yollara, her tarafa bakınmış. Kırda saçı sakalı kar gibi ağarmış, söğüt gibi bir ihtiyar görmüş. İhtiyara iltifat gösterip, merhaba de­ miş ve kerîm insanların âdeti veçhile: «Gözümün be­ beği! Tenezzül buyurun yemeği bizde yiyelim» diye teklifte bulunmuş. İhtiyar, İbrahim Aleyhisselâmm ahlâkını bildiği için teklifini kabul ile, birlikte yürümeye başlamış. İbrahim Aleyhisselâm, misafirhanesinde bulunan adamları o gösterişsiz ihtiyarı izzetle karşılamışlar. İbrahim Aleyhisselâm emretmiş, sofra yayılmış, mevcut misafirler sofraya oturmuşlar. Yemeğe başlar­ ken mevcut cemaat bismillâh dedikleri halde, ihtiyar­ dan ses çıkmamış. Bunun üzerine İbrahim Aleyhisse­ lâm: «Ey çok yaşamış adam! İhtiyarlar dinine' sâdık olurlar. Tanrıya yana yana dua ederler. Sende bun­ dan eser görmüyorum. Niçin susuyorsun? Yemeğe başlanırken Cenabı Hakkın ism-i şerifini söylemek, ye­ meğin şartı değil midir?» demiş. İhtiyar cevap olarak: «Puta tapan pirimden böyle bir şey söyleneceğini işitmemişimdir. Başka türlü de hareket edemem» demiş. İbrahim Aleyhisselâm, bedbaht ihtiyarın Mecusî olduğunu anlamış. İslâmiyete yabancı olduğu ve te­ mizler indinde münkir, murdar addedildiği için ihtiya­ rı kovmuş. Bu hâdise üzerine Cebrail Aleyhisselâm, Cenabı Hak tarafından gelip İbrahim’e heybetle hitap etmiş: «Yâ İbrahim! Ben o ihtiyarı yüz senedir yaşatıyorum, rızkını veriyorum. O, ateşe tapıyorsa sana ne? Sen on­ dan kerem elini niçin çektin?» diye ağır bir itap ge­ tirmiş. «6 Rivayete göre, bu itabı İlâhî üzerine İbrahim ih­ tiyarın arkasından koşmuş, çok özür dilemiştir. İhtiyar bu özürün sebebini sormuş, İbrahim anlat­ mış. Bunu işiten ihtiyar: «Ne ulu Tanrıdır ki, benim gi­ bi bir âciz ihtiyar için peygamberine itap ediyor. İbra­ him’in dini ne güzel dindir» diye ateşperestliği terk ile müslüman olmuştur. İYİYE, KÖTÜYE İHSAN ETMEK HAKKINDA Lütuf ve ihsanı bir kese içine koyup ağzını düğüm­ leme. İhsanını kimseden esirgeme. Bu riyacıdır, öteki hilecidir, deme. Varsın öyle olsunlar, sana ne? Akıl ya­ hut şeriat, dini dünyaya satmaya fetva vermez. Bu­ nunla beraber, birisi dini dünyaya satarsa, sana ne. Tefsirci bir âlim ilimini ekmek mukabilinde satıyorsa, kendini ziyan eder, sana ne? Bunlar mallarını ucuza sattıkları için bunlardan satın almak akıl kândır. Çünkü akıllılar daima ucuz satanlardan alırlar. ÂBİT ÎLE CERRAH BİRİSİNİN HİKÂYESİ Birdil ebesi ihtiyar bir âbide geldi ve: «Bir çamura battım, âciz kaldım. Çıkamıyorum.- Bir soysuz adama on akça borcum var. Bu borcun en küçük parçası ba­ na bir batman kadar ağır geliyor. Gece olunca, hep o borcu düşünüyorum uykum kaçıyor; gündüz olunca alacaklı gölge gibi arkamdan aynlmıyor. Acı sözler söyleyerek gönlümü yara içinde bırakıyor. Gelip git­ meden kapımın eşiğini aşmdınyor. Sanki anasından doğdu doğalı Tanrı ona bu on dirhemden başka bir pa­ ra vermemiş. Din defterinden elif okumamış, nahiv okumuşsa da (gayri münsarif) bâbından başkasını 97 bilmiyor. Hergün güneş doğar doğmaz bu kaltaban derhal geliyor, kapıyı çalmaya başlar. Şaşırdım kal­ dım. Düşünüyorum. Hangi cömert adam bana yardım edip beni bu taş yürekli insandan kurtarır?» dedi. Mübarek ihtiyar, bu sözleri işitince o adama iki altın verdi. Bu palavracı altınları alır almaz, yüzü ta­ ze altın gibi gülerek odadan çıktı, gitti. Orada hazır bulunanlardan birisi, şeyhe şöyle de­ di: «Şeyhim, bu adam kimdir, bilir misin? Bu öyle de­ ğersiz bir insandır ki, ölse ona ağlamak caiz değildir. Bu öyle hilekâr bir dilencidir ki, erkek arslana eğer vu­ rur. Ebu Zeyd Süruhî’ye at sürer, onu mat eder.» Bu söz üzerine âbit kızdı: «Sus, dedi, sen daha söze karışacak adam değilsin ve söylenenleri dinleyecek mevkidesin. Sen işin felsefesini iyi düşünmüyorsun» Burada iki ihtimal vardır: Eğer, bu adam benim zan­ nettiğim veçhile doğru söyledi ise, ona, ben para ver­ mekle, onun şerefini kurtardım ve eğer bu adam cer­ rar, riyakâr ise beni aldattı sanmaym. Belki öyle ya­ vuz, boşboğaz bir cerrardır; kendi şerefimi muhafaza etmiş oldum.» Arkadaş! İyiye, kötüye para ver. Verdiğin kimse iyi ise hayır kazanmış olursun, kötü ise şerrini defet­ miş olursun. Bahtiyar odur ki, akıllılar ile düşe kalka ehli dille­ rin ahlâklarını Öğrenir. Eğer aklın, fikrin, tedbirin varsa, Sadi’nin nasiha­ tini ehemmiyetle dinlersin. Sâdi başka şairler gibi, bü­ tün zamanını güzellerin gözleri, zülüfleri, yanakları, benleri hakkında söz söylemekle, geçirmez. Böyle nasi­ hat, hikmet kabilinde olan manzumelere de çok ehem­ miyet verir. 98 BAHİL KİMSE ÎLE HAYIRLI ÇOCUK HİKÂYESİ Birisi öldü, yüz bin altın bıraktı. Akıllı, hayırlı bir çocuğu vardı: Bu çocuk bahiller gibi altını sıkı tutma­ dı. Mala, mülke meyletmiyen insanlar gibi paraya tap­ madı. Kapısı fakirlerden, konağı misafirlerden hâli de­ ğildi. Babası gibi altını keseler içinde hapsetmedi, ver­ di, dağıttı. Akrabanın, yabancıların, hepsinin gönlünü hoş etti. Birisi onu ayıplayarak: «Ne yapıyorsun! Malını, mülkünü birden dağıtıp kendini perişan mı edecek­ sin! Altın mal, nân-ü nimet pâyidar olmaz. Bir hikâ­ ye var: Anlaşılan sen o hikâyeyi işitmemişsin.» dedi. Çocuk: «Nasıl hikâyedir?» diye sordu. Adam anlatmağa başladı: «Şu günlerde işittim ki, bir zâhit kendi çocuğuna şöyle demiş: «Ey babasının canı, bekâr yaşa, evde ne varsa fıkaraya ver. Cömert ol, dünya malına kıymet verme.» Çocuk tecrübe görmüş, ileriyi görenlerden imiş. Babasma teşekkürden sonra, şöyle demiş: «Bir harman, bir senede vücuda gelir. Onu bir dakikada yakmak insanlığa yakışmaz. Zarurete katlanmazsan, genişlik vaktinde hesaplı hareket et.» TEMSİL Bir kere bir köylü hanım, kızma şöyle demiş ve pek güzel söylemişti: «Kızım! Varken yokluk günü için zahire sakla. Kırbayı, tulumu dolu bulundur. Çün­ kü köyde dere her vakit akmaz.» Para ile âhiret kazanmak, altın ile arslanın pençe­ sini bükmek mümkündür. Elin dar ise yârin huzuruna gitme. Gümüşün varsa gel ve getir. Eğer elin boş ise yâr ayağının bastığı toprağa yüzünü, gözünü de sür99 sen sana cevap vermez. Altın sahibi insan devin gözü­ nü çıkanr. Sahrei cinniyi hile ile tuzağa düşürür. Elin boş ise güzel yüzlülerin etrafında dolaşma. Çünkü pa­ rası olmıyan kimsenin, onların nazarlarında hiç bir kıymeti yoktur. Eli boş kimsenin ümidi hâsıl olmaz. Para varsa ak devin gözünü çıkarabilirsin. Düşmanın şerefini düşün de, dostlar üzerine altın saçma. Eğer bütün varını onlar uğrunda israf edecek olursan, ihtiyaç zamanında elin boş kalır. Tekmil di­ lencileri doyurup şişman yapamazsın; korkarım ki, sen cılız, sıska olursun. İyilik sevmeyen, iyiliğe mâni olan, bahil bu hikâ­ yeyi, bu temsili, bu sözleri söyleyince, cömerdin da­ marındaki kan şiddetle harekete geldi. Kendisini ayıp­ layan bu münasebetsiz adamın sözüne kızdı, şöyle ce­ vap verdi: «Sen hezeyan ediyorsun. Şu benim bugün mâlik olduğum servet, pederimin bana deyişine göre dedemden kalmıştır. Dedem ve babam hakikatte bu serveti muhafaza etmişlerdir; ölürken hasretle ölmüş ve bırakıp gitmişler. Pederime intikal eden bugün ba­ na geçti. Benden de oğluma geçecektir: İyisi odur ki, bugün bu malı muhtaç olanlara vereyim, yesinler. Çünkü yarma kalırsa, benden sonra oğlum, akrabam yağma ederler.» Ey cömert! Ye, giyin, ihsan et; halkın refahına ça­ lış. Şunun bunun için neden saklayacaksın? Akıllı insanlar mallannı, paralarını öbür cihana giderken beraber götürdüler. Hasislerdir ki, hasretini çekerek burada bırakarak giderler. A benim canım! Âhireti dünya ile satın almak mümkün iken al. Yoksa, fırsat geçer, alamaz, hasretle ölürsün. Altın, mal, işe yarar pek değerli şeylerdir. Lâkin, âhiret sarayının duvarlarını yaldızlamak için. 100 O bahil adamın çocuğu parayı malı, öyle yedi, öy­ le bağışladı bitirdi ki, bakanlar malından mülkünden bir eser görmediler. Herkes o çocuğa; «Aferin sana; cö­ mertsin, âlicenapsın, hak yoluna para döktün, iyi işler yaptın!» diye methü senalarda bulunurlardı. O ise bu methü senadan sıkılır, başını yakasına çeker: «Methü senaya değer ne yaptım!» diye utanır ve: «Cenabı Hakkın lûtfuna dayanıyorum. Çünkü in­ sanın kendi işine dayanması hatâdır» derdi. Tarikat işte bundan ibarettir: İyi işli olmalı, ken­ disini daima kusurlu görmeli. Şeyhler bütün gece iba­ det eder: Seher vakti olunca kimse görmesin diye sec­ cadeyi büker, kaldırırlar. Erenlerin sözlerini erlikle dinle. Sözü Sadi’den de­ ğil, Sühreverdi’den dinle: «Su üzerinde gemide birlik­ te gittiğimiz zaman mürşidim, şeyhim Şahabüddini Sühreverdî bana iki nasihat vermişti: 1 - Kötü gören­ ler, kötülük beğenneler arasında bulunma; 2 - Kibirli, kendini beğenmiş olma.» İşittim ki, şeyhim, cehennemlik hakkında nâzil olan âyetleri okurken ağlarmış. Bir gece, bilirim, müşarünileyh Sühreverdî Haz­ retleri cehennemin korkusundan sabaha kadar uyuma­ dı, sabah vakti de şöyle diyordu: «Ne olurdu, cehenne­ mi ben doldursaydım da, başkaları kurtulsaydı.» HİKÂYE Bir vakit bir kadın, kocasına şikâyet etmiş: «Efendiciğim; ekmeği bir daha bu mahallenin bakkalından alma. Buğday ekmeği satanlardan al: «Bu adamcağız buğday gösterip arpa satıyor (bizi aldatıyor). Dükkâ­ nına müşteri yerine sinekler üşüşüyor ve o derece ki, sineklerden dolayı bir hafta yüzünü kimse görmüyor.» 101 Kocası, hareminin hatırını kırmamak için., mülâyemetle cevap vermiş: «Gözümün nuru hanımım, rica ederim, bu bakkalın ekmeğiyle kanaat edelim. Başka yerden almayalım: Çünkü, bu adam bu mahallede bu­ lunan insanlara güvenerek bu dükkânı tutmuştur. Onu istifadesinden mahrum etmek, mürüvvete münafidir.» Arkadaş! Alicenap, iyi insanların yollarını tut. Sen ki ayaktasın, düşmüş insanı kaldırmak için elini tutuver. îyilik etmeğe bak: Tann erleri, daha ziyade kim­ senin uğramadığı, alış veriş etmediği dükkândan alış veriş ederler. Cömert insan, doğrusunu istersen velîdir. Çünkü cömertlerin pîri, Şâhı Merdan Hazreti Ali’dir. KENDİNİ GÖREN ÂBİDİN HİKÂYESİ İşittim ki, bir âbit, Hicaz yolunda her adımda iki rekât namaz kılardı. Hak yolunda o kadar aşk ve şevk ile giderdi ki, ayağına batan devedikenini çıkarmazdı. Âbit bu yolda devam etmekte iken kendini beğen­ meğe başladı, gurur getirdi. Şeytan ona: «Kimse sen­ den daha güzel bir surette ibadet,hareket edemez» di­ ye vesvese verdi, onu kuyuya düşürdü. Eğer ona Ce­ nabı Hakkın lütfü, keremi erişmeseydi, kibir ve gu­ rur, onun başını doğru yoldan çevirirdi. Kayıptan bir hâtif, o âbide seslendi: «Ey iyi talihli, güzel huylu kimse, yaptığın ibadet ile Cenabı Hakka lâyık bir hediye takdim ettim sanma. Bir iyilik ederek, bir gönlü dinlendirmek, her menzilde bin rekât namaz kılmaktan efdaldir.» KENDİSİNİ DÜŞÜNEN ÂBİD HİKÂYESİ / Bir Çin Padişahının bir çavuşu vardı. Bir gün ha­ 102 nımı ona şöyle dedi: «Mübarek adam, haydi kalk, yi­ yecek bul. Padişahın mutfağına git, çocuklara yiyecek getir. Bak, çocuklar uyandılar, gözleri yoldadır.» Çavuş şöyle cevap verdi: «Hanım, bugün mutfak soğuktur. Bugün mutfakta yemek pişmez; çünkü pa­ dişah bugün oruçludur. Kadın çavuştan bu sözü işitince mahzun oldu, ba­ şını önüne eğdi. Yokluktan gönlü yaralı olarak, kendi kendine: «Padişah bu oruçtan ne bekler ki? Nafile oruç tutup da ne olacak? Onun iftar etmesi, çocuklarım için bayramdır.» Fazla oruç tutmayıp da iyilik yapan, parasını sak­ layıp da yıl on iki ay oruç tutan kimseden daha iyidir. Bir fakire kuşluk yemeği veren adam oruç tutabi­ lir. Böyle olmadıktan sonra zulmet çekmeğe ne lüzum var. Yiyeceğini kendinden kısıyorsun, yine kendin yi­ yorsun. Halvete çekilen bir takım cahillerin hayalâtı, onla­ ra küfür ile dini birbirine karıştırır. Su da parlaktır, ayna da parlaktır. Fakat bunlar­ da parlaklığı ayırdetmek lâzımdır. HİKÂYE Birisi cömertti. Fakat parası, mürüvveti nisbetinde değildi. Alçak kimse varlık sahibi olmasın; cömerde Tann el darlığı göstermesin. Himmeti yüce olan kimse istediğini her zaman ke­ mendine düşüremez. Sel suyu yüksek yerde durmadı­ ğı gibi, maksat da yüksek himmetten kaçar. O cömert adam parasının azhğıyle beraber, ser­ mayesinden fazla surette cömertlik eder; bu yüzden el darlığı çekerdi. 103 Fakat birisi ona şöyle bir mektup gönderdi: «Hey güzel huylu, sonu iyi insan! Bana şu kadar para vere­ rek yardım et. Borçluyum. Kaç gündür o parayı vere­ mediğim için hapisteyim.» Mahpusun istediği para, o cömerdin nazarında bir şey değildi. Fakat, ne yapsın ki, elinde bir pul olsun yoktu. Mektubu alınca, mahpusun alacaklılarına bir mek­ tup yazdı-. «Ey güzel adlı, âlicenap kişizadeler. Şu mah­ pusun yakasını bırakın. Onu hapisten çıkartın. Şayet kaçacak olursa, ben öderim, kefilim.» dedi. Alacaklılara mektubu gönderdikten sonra, hapis­ haneden çıkan borçluya geldi: «Arkadaş, şimdi kalk, bu memleketten kaç. Başka bir yere git. Üst tarafını düşünme» dedi. Borçlu, kafesin kapısını açık gören kuş gibi bir ne­ fes dinlenmedi, şehirden çıktı. Sabah yeli esti: Sabah yeli esti dedim, yanıldım. Öyle koşuyordu ki, rüzgâr onun tozuna yetişemiyordu. Borçlunun kaçtığını duyan alacaklılar, derhal ke­ fili bulunan cömert kimseyi yakaladılar. Ya kaçan borçlumuzu bul, teslim et; yahut parayı ver, diye ya­ kasına sarıldılar. Kafesten kaçan kuşu tutmak kabil olmadığı gibi, parası da olmadığmdan, hapsedilmeyi kabul etti. Hapiste bir zaman kaldı. Fakat bu müddet zarfın­ da ne feryat etti, ne de alacaklılara rica yollu bir kâğıt gönderdi: Hiç rahatı, huzuru yoktu. Geceleri uyuyamıyordu. Bir gün bir âbit, o mahpusa uğradı: «Ey mü­ barek adam-, sen insanların parasını yiyecek, hapise girecek kimselerden değilsin. Ne oldu ki böyle hapise girdin?» dedi. Cömert adam cevap verdi: «Ey mübarek dost! Kimsenin parasını yemedim. Bir mahpus bana hapis104 tenşikâyet etti. Benden yardım istedi. Onun yerinekendimin hapse girmesinden başka çare bulamadım. Kendimin rahat yaşamasını, ötekinin hapishanede bu­ lunmasını hoş görmedim.» dedi. Günü geldi: o cömert adam öldü. Fakat iyi adı kal­ dı. O ne güzel hayattı ki, öldükten sonra iyi bir nam bırakır. Toprağın altında cismi ölmüş, fakat gönlü diri kim­ se, gönlü ölmüş, kendisi diri âdemden daha iyidir. Diri gönül hiçbir zaman helâk olmaz. Gönlü öl­ müş bir vücut ölürse hiç keder etme. İYİYE, KÖTÜYE İYİLİK ETMEK HAKKINDA Birisi çölde bir köpek gördü. Zavallı köpek susa­ mıştı. O kadar susamıştı ki, susuzluktan hemen can vermek üzereydi. Köpeği o halde gören güzel huylu adam, başın­ dan külâhmı çıkardı, kova yaptı; sanğmı çözdü, ip yap­ tı; kollarım sıvadı, orada bulunan bir kuyudan su çek­ ti; köpeğe verdi. Köpek suyu içti canlandı. Peygamber efendimiz bu işi duyunca: «Cenabı Hak o kimsenin günahlarını af buyurmuştur» diye haber verdi. Arkadaş! Eğer zalim isen, sonunu düşün, zulmün­ den geç. Vefakâr ol, iyiliği âdet editı. Bir köpeğe yapılan iyilik, Allah indinde zayi olma­ yınca, iyi bir kimseye yapüan iyilik nasıl zayi olur. Elinden ne kadar gelirse o kadar iyilik et. Çünkü Cenabı Hak kimseye iyilik kapısını kapamamıştır. Şunu da unutma ki, herkesin iyiliği kendi kudre­ tine göredir. Bir zenginin hâzinesinden bir kantar altın vermesi, bir fakirin el ekmeğinden bir kırat vermesi kadar olamaz. 105 Herkes yükü kendi gücüne, kuvvetine göre götü­ rür. Çekirge ayağı, karıncaya ağır yüktür. HALKLA ÎYl GEÇÎNMEK, TEVAZU GÖSTERMEK HAKKINDA Ey talihli kimse, halk ile yumuşak geçin ki, Cenabı Hak da sana yumuşak muamelede bulunsun. Halk ile güzel geçinen, düşkünlerin elini tutan kimse, bir felâkete düşecek olsa, o musibet içinde kal­ maz, çabuk kurtulur. Köleye, azarlayarak emir verme... Olur ki bir gün o köle ferman sahibi olur. Kudretin, mansıbın berdevam olsun istersen, faki­ rin, halk tabakasının zâafmdan istifade ile onlara güç, ağır tekliflerde bulunma. Çünkü bakarsın ki, günün birinde paytağın ferz olması gibi, o fakir de mansıp ve kudret sahibi olur. Nasihat dinle: Uzağı gören insanlar kimsenin gön­ lüne kin tohumu ekmezler. Harman sahibi olan kimse, başakçıya kafa tutar­ sa, kendisi ziyan eder. Zengin korkmaz mı ki, Cenabı Hak o zenginin ser­ vetini fakirlere verir; fakirin de derdinin yükünü o zenginin gönlüne yükletir. Nice güçlü, kuvvetlil insanlar vardır ki, zarurete düşmüşlerdir. Nice düşkünler vardır ki, talih, sonradan önlann yüzüne gülmüştür. Ey büyük adam! Emrin altında olanların gönlünü kırm a Olur ki, sen de bir gün onlar gibi emir altında yaşamağa mecbur olursun... 106 ZAYIFLARA ACIMAK VE NETİCESİ HAKKINDA HİKÂYE Bir fakir; mallı, mülklü fakat ekşi yüzlü bir zengi­ nin yanma gitti; fakımdan, zaruretinden şikâyet etti, inledi. O kara gönüllü zengin, zavallı fakire bir habbe bile vermedi. Üstelik kızdı: «Ne geldin? Haydi, yıkıl git!» diye azarladı. Bu muameleden fakirin kalbine kan oturdu. Gö­ nül azabmdan başını kaldırdı, şöyle dedi: «Ne şaşıla­ cak şey. Ben fakirim. Yüzüm ekşi olsa, yeri var. Y a bu zenginin yüzü niçin ekşidir. Bir gün gelipte dileneceği­ ni düşünmez, korkmaz mı?» Bu söz üzerine kısa düşünceli zengin, büsbütün kızdı. Kölesine emretti: «Şu dilenciyi hakaretle kov, sür, defet!» dedi. Köle de vazifesini yaptı. İşittim ki, o zengin Cenabı Hakkın lûtfuna karşı şükretmediği için işi tersine dönmüş. O azamet, ser­ vet kalmamış, Utarit kalemini siyah mürekkebe batı­ rıp bahtının altına kara yazı yazmış. Bedbahtlık, sır­ tındaki saadet libasmı çıkarıp onu sarmısağa çevir­ miş. Ne yükü kalmış, ne yük çeken beygiri. Kazâ onun başına fakirlik toprağını saçmış; kesesi, eli boş hokka­ baza dönmüş. Elhâsıl hali tamamen başka türlü ol­ muş ve bir zaman böyle geçmiş. O felâket günlerinde kölesi satılmış, onu cömert bir kimse almıştı. İyi huylu, hem gönlü, hem eli zen­ gin bir cömert. Fakir kimse mal, mülk, para için nasıl iştiyak gösterirse, o da fakirleri görmeğe öyle müştak idi. Bir sabah kapısına bir fakir geldi, bir lokma iste­ di. Öyle bir fakirdi ki, sıkıntıdan, mihnet çekmeden ayaklarında yürümeğe kuvvet, kudret kalmamıştı. 107 Konak sahibi cömert zengin adam kölesine «Koş. şu biçâre fakiri memnun et, ne isterse ver» dedi. Köle sofradan bir tabak yemek aldı, fakire götür­ dü. Fakat, fakiri görünce gayriihtiyarî bir nâra attı. Perişan, mahzun bir halde efendisinin yanına geldi. Gözünün yaşlan, muztarip olduğunu ifade ediyordu. Güzel huylu bey sordu: «Ne oldun, kimden cefa gördün, seni kim ağlattı?» dedi. Köle: «Sofradan bir tabak yemek aldım, fakire gö­ türdüm. Fakat, fakiri gördüğüme ağlıyorum. Bu adam­ cağız vaktiyle mal, mülk, para, pul sahibi zengin bir kimse idi. Ben de onun kölesi idim. Şimdi o servet, o sa­ man gitmiş. Bugün kapılarda dileniyor, el uzatıyor, avuç açıyor» dedi. Konak sahibi bey güldü: «Çocuk ağlama! Zaman kimseye zulmetmez. Bu, o aksi suratlı bezirgân değil midir ki, göklere bile kafa tutardı. Benim kim olduğu­ mu anlamak istersen söyliyeyim: Vaktiyle onun kapı­ sına gittiğim zaman beni hakaretle kovmuştu. İşte ben o kimseyim. Felek bana tekrar yâr oldu. Yüzümdeki gam tozunu sildi onu da benim yerime koydu, ona be­ nim halimi verdi.» Cenabı Hak hikmeti icabı olarak, bir kapıyı kapar­ sa; fazl-ü keremi ile başka bir kapı açar. Nice bir şeye malik olmıyan müflisler vardır ki, zengin olmuş, nice zengin insanların işleri altüst ol­ muştur. İYİ İNSANLARIN GİDİŞLERİ HAKKINDA HİKÂYE Eğer iyi isen, erler gibi gidici isen, iyi erlerin na­ sıl hareket ettiklerini dinle; öğren: Şibli Hazretleri bir buğdaycıdan bir torba buğday aldı, köye götürdü. Buğ­ 108 dayı boşalttı. İçinden bir kannca çıktı. Şaşkın şaşkın o yana, bu yana gitmeğe başladı. Şibli Hazretleri kamıcanm yer değiştirmesinden dolayı rahatsız olduğunu görünce, bu hayvancağızın yerinden ayrılmasına sebep ben oldum, diye sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca karıncayı aldı, yeri­ ne götürdü, bıraktı. Kalbi, perişan olan kimselerin gönüllerini perişan­ lıktan kurtar ki, felek de senin gönlünü perişan e t ­ mesin. Helâlzâde Firdevsi ne güzel söylemiştir: Tane ta­ şıyan karıncayı bile incitme. Çünkü onun da canı var. Tatlı can ise hoştur. İnsan kara gönüllü, taş yürekli olmalıdır ki, bir karıncanın gönlünün incinmesini istesin. Âciz kimsenin eline kuvvetli yumruğunla vurma. Olur ki, bir gün onun ayağına kannca gibi düşersin. Mum pervaneye acımadığı için seyret mecliste na­ sıl yanmaktadır. Farzedelim ki, senden daha âciz çok kimse vardır. Lâkin bir başkası da senden kuvvetlidir. CÖMERTLİK VE SEMERESİ HAKKINDA Çocuğum, ihsan et ki, insan oğlu ihsan ile, vahşî hayvanlar tuzak ile avlanır. Düşmanlann bile boyunlarını öyle bir lütuf ke­ mendi ile bağla ki, onu kılıçla dahi kesemesin. Düşman lütuf (kerem, semahat) görürse); artık ondan kötülük gelmez. Kötülük etme ki, sonra iyi dosttan bile kötülük görürsün. Fena tohumdan iyi yemiş hâsıl olmaz. Dostunu şiddet ve mihnet içinde tutarsan, bir da­ ha senin suratmı görmek istemez. 109 Bir büyük zat düşmanlarına iyi muamele ederse» çok geçmeden düşmanlan dost olurlar. GÖNÜLLERİ İHSAN İLE AVLAMAK HAKKINDA HİKÂYE Bir yolda karşıma bir genç çıktı. Arkasından boy­ nu tasmalı, tasmasının ipi gencin elinde bir koyun ko­ şuyordu. Gence: «Bu iple bu tasmadır ki, koyunu senin ar­ kandan koşturuyor. Eğer bunlar olmasaydı koyun senin arkandan gelmiyecekti» dedim. Ben böyle deyince, genç hemen ipi bıraktı, tasma­ yı çıkardı; sağa, sola koşmağa başladı. O, hangi tarafa koşarsa, koyun da arkası sıra koştu. Koştu; çünkü o, gencin elinden arpa, ot yemişti. Genç epey koştuktan, koyunu da arkasından koş­ turduktan sonra yanıma geldi: «Ey akıllı adam! Gör­ dün ki, koyunu arkamdan koşturan ip değilmiş. Onu koşturan, benim ona karşı olan ihsanım, onu besleyişimdir. Şu halde ihsanım onun boynunda bir kement olmuştur.» dedi. Kükremiş fil, o kadar zorlu, heybetli bir hayvan iken, sahibinin üzerine hücum etmez. Çünkü lûtfunu görmüştür. Ey iyi adam. Kötüleri okşa. Çünkü köpek bile, ek­ meğini yediği takdirde seni muhafaza eder. Pars denilen hayran, dilini bir iki gün sahibinin peynirine sürecek olursa, sahibine karşı dişi kesmez olur. HİKÂYE Bir derviş bir tilki gördü. Hayvancağızın hem eli, hem ayağı yoktu. Derviş bu elsiz ayaksız tilkinin ya,110 şadığun görünce, Cenabı Hakkın lûtfuna hayran oldu: «Hem eli yok, hem ayağı. Bu ne yapar, ne yer, ne içer?» diyordu. Derviş bu düşünceye dalmışken bir de gördü ki„ bir çakal avlamış olan bir arslan geldi. Arslan çakalın bir kısmını yedi, doydu. Kalanını bırakıp gitti. Onu da tilki yedi. Tilkinin rızkının ayağına gelişi, dervişin gözünü açtı: «Madem ki Cenabı Hak tilkinin nzkmı ayağına gönderiyor, benim rızkımı da gönderir. Çalışmama ne lüzum var? Bir köşeye çekileyim. Kannca gibi otura­ yım. Çünkü Cenabı Hak nasip etmezse, arslan bile kuvvetine güvenerek yiyecek bulamaz» dedi. Bir köşe­ ye çekildi: «Rızkım Cenabı Hakkın gaip hâzinesinden kendiliğinden gelir» diye oturdu, murakabeye vardı. Zavallı derviş bekledikçe bekledi. Yanma ne dost geldi, ne düşman, bir taraftanda yiyecek zuhur et­ medi. Adamcağız jenk (*) gibi bir deri, bir kemik, bir damar kaldı. Zayıf düştü, aklı fikri şaştı. Bu halde iken, bulunduğu mescidin mihrabından bir ses geldi: «Hey kalk, tembel adam! Kendini elsiz ayaksız tilkiye benzeterek ne oturuyorsun? Kalk, yır­ tıcı arslan ol. Öyle çalış ki, arslan gibi artık bırak. Ar­ tık yiyen âciz tilki gibi olma. Arslan gibi boynu yoğun iken, âciz bir tilki gibi oturan, başkasından yiyecek bekliyenden köpek daha iyidir. Haydi çalış, nzkını te­ darik et, hem sen ye, hem de âcizlere yedir. Sakın baş­ kasının artığına göz koyma! Er gibi çalış yorul, zahmet, çek. Başkalarına rahat eriştir. Alçak insanlar gibi baş­ kasının ellerinin emeklerini yeme!» Ey genç! İhtiyar fakirin elini tut. Aman elimi tu­ tun diye kendini salıverme! (*) Bir nevi saz. 111. Cenabı Hak o kuluna lütuf ve ihsan eder ki, halk «onun vücudu sayesinde istirahat içinde yaşarlar. Hangi başta beyin varsa o baş lütuf ve kerem et­ meğe çalışır. Dün himmet olanların kafalarında beyin yoktur. Kafaları kuru bir deriden ibarettir. İki cihanda o kimse iyilik görür ki, Allahın kulla­ rına iyilik eriştirir. Babendikiş yolunda bir deveci oğluna bak ne dedi: «Oğlum! Azığını iyi kimselerle birlikte ye. Çünkü iyi­ ler arkadaşsız yemek yemezler.» BAHİL ZÂHİDİN HİKÂYESİ İşittim ki, Aksâyı Rum’da temiz bir memlekette ârif, âbit bir şeyh vardı. Birkaç seyyah ile birlikte ö şeyhi ziyaret için o memlekete gittik. Şeyh Efendi bizi görünce her birimizin başını, gö­ zünü, elini öptü, bizi izzet, ikram ile kabul etti. Bizi karşısına aldı, oturttu. Gördüm ki, şeyh efendi zengin bir adamdır. Çift­ likleri var. Uşakları var, her takımdan malı, mülkü var, altını var. Fakat ne çare ki, meyvasız ağaca ben­ ziyordu. Ziyaret için gelenleri güzel güzel kabul edi­ yor, hadden aşın bal dudak bir adam. Lâkin mutfağı­ nın ocağı soğuk, tenceresi kaynamıyordu. Şeyh efendi gece sabaha kadar uyumadı. Teşbih tehlil ile meşgul oldu. O, ibadet yüzünden uyumadı; biz de açlıktan uyumadık. Seher vakti olunca şeyh efendi yerinden kalktı, kapıyı açtı, yanımıza geldi. Yi­ ne bize iltifatlarda bulundu, bizi öpmeğe başladı. İçimizde hoş tabiatli, nükteci biri vardı. Şeyh efendi bizi öperken: «Bize buseyi tashif ederek (*) ver. (*) Muamma, ıstılahında (tasni!) kelimesinin harf veya noktalarının değiştirilmesine derler. Öpmek mânasına gelen buse), tasüif edilince rızk mânasına gelen (buşe) olur. 112 Fakire buse değil, tuşe (nzk) lâzımdır. Iram ve izaz ederek pabucumu çevireceğine, bana ekmekver de pabucumu kafama vur!» dedi. Erler başlarını, kendi nefislerine tercih ile kazan­ mışlardır. Asıl erler o gibi kimselerdir. Yoksa, gönlü öl­ müş olduğu halde, geceyi diri tutanlar değildirler (ge­ ce sabaha kadar uyumayıp ibadet edenler.) Gönlü ölmüş, fakat geceyi diri tutan şeyhlerin Mo­ ğol bekçilerinden ne farkları var? Onların da gönül­ leri ölmüş. Fakat gözleri sabaha kadar uyumaz. Keramet, cömertlik ekmek vermektir. Bu olmadık­ tan sonra boş sözler, boş davulun sesleri gibidir. Kıyamette o kimseyi cennette görürsün ki, dâvayı bırakmış, mânaya bakmıştır. Dâvayı mâna ile sağlamlaştırmak lâzımdır. Mânâ­ sız lâf, gevşek bir dayanaktır. HATEMİ TAYİ HİKÂYESİ İşittim ki, Hatemi Tayî’nin atları içinde rüzgâr ayaklı, duman gibi siyah bir at vardı. Bu at koşmada saba yeli, kişnemede gökgürültüsü idi. Siyahtı. Şimşek ile yanşa çıksa, şimşeği geçerdi. Koşarken ovalara, dağlara dolu yağdırırdı. Gör­ sen, oralardan nisan bulutu geçmiş sanırdın. Bu at sel yürüyüşlü idi. Ovalar, sahralar aşardı.. Rüzgâr ona yetişmez; toz gibi onun gerisinde kalırdı. Gemi suda nasıl yüzer giderse, bu da çölde öyle giderdi. Kartal kuşu ondan ileri koşamazdı. Hatem’in her memlekete, her iklime, her yere ya­ yılan evsafından bir parçasını Rum padişahına söyledi­ ler: «Atının koşmada, cenkcilikte eşi olmadığı gibi, kendisinin de cömertlikte eşi yoktur» dediler. Padişah, âlim vezirine şöyle dedi: «Şahitsiz dâva, 113 insana utanç getirir. Ben Hatemi Tayî’den o Arap atım istiyeceğim. Verecek olursa, bilirim ki, onda büyüklük şerefi var. Şayet vermiyecek olursa, anlarım ki, şöhre­ ti, içi boş davul sesidir, kuru şöhrettir.» Padişah Tay kabilesinin ahvaline vâkıf hünerli bir elçi gönderdi. Bu elçinin maiyetinde on kişi daha vardı. Bu heyet kara duman gibi korkunç, karanlık ve yağmurlu bir gecede Hatem’in kabilesine indiler. Ade­ ta yer ölmüş, gök onun üzerine eğilmiş, ağlıyor. Sabah yeli esmeğe başlayınca, bu ölmüş toprağa yeniden can vermişti. Heyet Hatem’in menziline vardılar. Zinderud ır­ mağının kenarına yetişen susamışlar nasıl rahat eder­ lerse, öyle rahat ettiler. Hatem heyeti kabul ile bir at kesti, şeker döktü. Bunlara ziyafet çekti. Herbirine avuç avuç altın verdi. Heyet o gece Hatem’in konağında gecelediler. Sa­ bah olunca, heyetin reisi olan vezir, şahın ricasını an­ lattı. Hatem at meselesini duyunca şaşkın, sarhoşa dön­ dü. Hasret dişiyle elini ısırdı: «Ey hünerli, şanlı Rum serveri. Bu haberi bana niçin gelir gelmez söylemedi­ niz. O yel yürüyüşlü, düldül koşuşlu atı dün gece kes­ tim. Size etinden kebap yaptım... Çünkü o sırada yağ­ murlar yağıyor, seller akıyor, yılkıların otlağına ka­ dar gidip at getirmek korkulu işti. Size ziyafet için baş­ ka vasıtam da yoktu. Misafirleri karınlan aç olarak uyutmayı mürüvvetime yakıştıramadım. Çünkü bana her tarafa yayılacak ad lâzımdır. Meşhur bit at ister­ se olmasın* dedi. Sonra Hatem heyete hil’atler giydirdi, paralar ver­ di. Arap atlan verdi. Ahlâk denilen şey yaradılış icabıdır. Sonradan ka­ zanılamaz. 114 Heyet döndü, işi padişaha olduğu gibi anlattı. Hatem’in cömertliği diyarına yayıldı. Herkes onun güzel tabiatını alkışladılar. Arkadaş! Hatem’e ait bu kıt’a ile iktifa etme. Bun­ dan daha gökçek bir macera dinle. YEMEN PADİŞAHININ HATEMİ TAYİ İLE HİKÂYESİ Bilmem ki bana bu hikâyeyi kim söyledi. Hikâye şudur: Yemen’de bir padişah vardı. Bu padişahın di­ ğer adlı, şanlı padişahlardan ileri idi. Hazine bağışla­ mada benzeri yoktu. Ona cömertlik bulunu denilse, ya­ raşırdı. Çünkü eli yağmur gibi para saçardı. Bu padişah, kendisini dünyanın en cömerdi bildiği için, kimse onun yanmda Hatem’in adını anamazdı. Şa­ yet anacak olsalar, fena halde kızar, kızgınlığı da geç­ mezdi. Hem de: «Kimdir bu Hatem? Nedir ona ait söz­ ler? Onun cömertliğinden ne olur, saltanatı yok, hâzi­ nesi yok, emir ve ferman sahibi değildir» diye Hatem’­ in şanına dokunacak şeyler söylerdi. İşittim ki, padişah, bir kere şahane bir ziyafet ver­ di. Ziyafette bulunanları bir sazende çengini nasıl ok­ şarsa öyle okşardı. Fakat o ziyafette bulunanlardan bi­ risi, arzusu hilâfına olarak Hatem adını andı. Diğer bi­ risi de Hatem’i övmeye başladı. Padişah kıskançlığından o kadar kızdı, Hatem’e o kadar kin tuttu ki: «Bu Hatem dünyadan kalkmadık­ ça benim cömertliğim birinciliği kazanmıyacaktır» de­ di ve bir câniyi Hatem’i öldürmeğe memur etti. Hatem’i öldürmeğe memur olan zalim, Hatem’i öl­ dürmek maksadiyle.- «Neredesin Tay obası!» diye yola düştü. Süre süre sora sora geldi. Tay obasına yetişti. Daha obaya girmeden, yolda .sevimli, cana yakın bir genç gördü. 115 Bu genç güzel yüzlü idi, âlim, ârif idi, zarif idi, tat­ lı sözlü idi. Yemen’den gelen o yolcuyu: «Bu gece ben­ de misafir olunuz.» diye aldı, konağına getirdi, misafir edindi. Ona keremkârlık gösterdi. Yol zahmetini, garip­ liği unutacak aşinalıklarda bulundu. Bununla beraber hizmet edemediği için özür diledi. Elhasıl o kötülük düşünen kötü herifin gönlünü iltifatlar ile kaptı. Misafir akşam yattı. Seher vakti olunca kalkıp yo­ luna devam etmek istedi. Ev sahibi onu bırakmak istemedi. Elini, ayağını öptü. Ne olur, bir kaç gün daha kalınız diye ricada bulundu. Misafir, itiraz ederek, şöyle dedi: «Kalmak ister­ dim. Ne çâre ki, mazurum, kalamıyacağım. Çünkü çok mühim bir işim var. O işi görmeğe mecburum.» Bu kerîm adam, misafire: «Sizi sevdim, dedi, işini benden saklamıyacak söyleyecek olursan, birlikte dü­ şünür, can ile çalışırım.» Misafir şöyle dedi: «Ey âlicenap, asîl! Beni dinle, tabiîdir ki, senden sır çıkmaz. Çünkü cömertsin. Cö­ mertler sır saklarlar. Buralarda Hatem denilen biri varmış. Güzel fikirli, iyi muylu, muhterem bir zat imiş. Onu tanır mısın? Padişahım Yemen padişahiyle onun arasında ne geçmiş bilmem? Padişahım ona pek kız­ mış. Başını kesip götürmek için beni memur etti. Eğer lütfen; bana kılavuz olur, Hatem’in bulunduğu yeri gösterirsen, lütfuna minnettar olurum.» Misafirden bu sözleri duyunca genç Hatem gül­ dü: «Hatem benim, işte başım. Haydi kılını çal, başımı gövdemden ayır. Sabah olup ortalık ağarmadan bu işi bitir. Çünkü gecikirsen kabilemden sana zarar gelir. Yahut maksadını elde edemezsin.» dedi ve kesilmek için başını misafirin önüne eğdi. Genç misafir Hştem’den bu sözleri işitince, bu tes­ 116 limi görünce içinden kaynayıp gelen bir çığlık koptu, yere yıkıldı, sonra kalktı. Kâh toprağı öptü, kâh Ha­ tem’in elini ayağmı öptü. Kılıcım bıraktı. Tirkeşini attı. Âcizler gibi hayretle ellerini göğsüne kavuşturdu. Şöy­ le dedi: «Eğer sana gül yaprağiyle vuracak olursam, erler yanında er değil, kahpeyim.» Sonra misafir, Hatem’in gözünü öptü’ Onu kucak­ ladı, nihayet ayrıldı. Yemen yolunu tuttu. Yemen’e vardı. Padişahm huzuruna çıktı. Melik o memurun iki kaşı ortasına baktı. Anla­ dı ki bir iş görmeden gelmiştir. Sonra melik ona hitap ile: «Söyle ne var, ne oldu? Hani ya terkinde Hatem’in başı yok. Anlaşılan, Hatem senden yiğit çıktı. Cenkte onunla başa çıkamadın.» dedi. Memur, padişahın önünde yer öpüp lâzım gelen hürmet merasimini ifadan sonra söze başladı, şöyle dedi: «O şöhret sahibi Hatem’i hünerli, sevimli, güzel yüzlü, cömert, akıllı, mertlikte benden daha üstün gör­ düm. Bana karşı pek lütuf ve kerem gösterdi. Bu ke­ rem yükü belimi iki kat etti. Beni iyilik, âlicenaplık kılıcı ile kesti.» Elhâsıl, Hatem’den gördüğü cömertliği etrafiyle anlattı. Bunun üzerine padişah Tay hanedanını övdü. Cö­ mertlik Hatem’de hatmolmuştur. Hatem hakkında edi­ len şahadet doğrudur. Onun şöhreti ile işi birbirine mutabıktır, dedi ve memura bir kese akça verdi. PEYGAMBER EFENDİMİZİN ZAMANI SAADETİNDE HATEM’İN KIZINA AİT BİR HİKÂYE İşittim ki, Peygamber Efendimizin zamanı saade­ tinde Tay kabilesi henüz îmana gelmemişlerdi. Pey­ 117 gamber efendimiz mezkûr kabile üzerine bir fırka gönderdi. Onlan îmana dâvet ettiler. Daveti kabul et­ meyince onlan esir aldılar, götürdüler. îş Peygamber Efendimize arzedildi. Müşrik olduk­ ları ve dini islâmı kabul etmedikleri için katillerine ferman buyurdu. Esirler arasında bir kadın seslendi: «Ey müslümanlar! Ben Hatemi Tayi’nin kızıyım. Reisiniz olan büyük zattan beni dileyin» dedi. O sırada Peygamber Efendimizi gördü. Zâtı şerifi­ ne hitap ile-. »Ey muhterem zât! Benim babam kerem ehli idi» dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Hatem’in kı­ zını istisna ile diğerlerinin katlini emir buyurdu. Kızın elini, ayağmı çözdüler. Diğerlerini idam ile kanlarını akıtmak istediler. Hatem’in kızı idamın icrasına memur olan kimse­ ye yanaştı: «Ben tek başıma zincirden kurtulup diğer­ lerinin kement içinde kalmalarına razı değilim. Beni de kavmimle beraber kesiniz.» dedi. Tay kavminin fe­ lâketine ağlamağa, feryada başladı. Kızın sesini Peygamber Efendimiz işitti. Derhal hepsinin affmı emir buyurdu ve: «Pâk asıldan hata gelmez!» dedi. CÖMERT HATEM’İN HİKÂYESİYLE İSLÂM PADİŞAHI EBU BEKİR BİN SA’D BİN ZENGÎ’NİN YÂDI Bir ihtiyar, Hatem’in çadırından yüz dirhem şeker istedi. Râviden öyle işitmişimdir ki, Hatem o ihtiyara bir denk şeker göndermiş. Çadır içinde bulunan hanımı Hatem'e «İhtiyar yüz 118 dirhem şeker istemişti. Siz bir denk verdiniz. Bu fazla kaçmadı mı? Bu fazla verişe sebep nedir?» dedi. Bu söz üzerine Hatem güldü: «Ey Tay kabilesinin şerefli kadını! İhtiyar kendine lâzım olduğu kadar is­ tedi. Fakat Hatem hanedanının cömertliği de böyle vermeği icap etti» dedi. Hatem gibi bir cömert bu âlemde bir daha gelme­ miştir. Onun gibi var ise ey güzel huylu dostum an­ cak padişahlar padişahı Ebu Bekir bin Sa’d’dır. Öyle ihsan, öyle in’am eder ki, istiyen kimsenin bir daha ağzını açıp istemesine imkân bırakmaz. Ey ahalinin sığındığı padişah; gönlün şâd olsun. Çalışman sayesinde müslümanlık mâmur olsun. Adaletin sayesinde İran toprağı, Yunan, Rum ik­ limlerinden üstünlüğünü, yüceliğini ilân ile iftihar eder. Eğer Hatem olmasa idi, Tay kabilesinin cihanda adı söylenmezdi. O şöhretli insandan kitaplarda met­ hü sena kalmıştır. Fakat senin için hem sena, hem se­ vap kalmıştır. Hatem’in cömertliği, insanlar için çalışması ad, şan, şöhret içindi. Halbuki senin ciddî surette çalışman Allah içindir. Ben bir derviş insanım. Yapmacık yapamam, ya­ ranmak bilmem. Size nasihat olarak bir söz söyliyeceğim.- Elinden geldiği kadar iyiliğe çalış, senden iyilik, Sadi’den söz kalsın. BİR PADİŞAHIN HİLMİNE DAİR HİKÂYE Bir kişinin eşeği çamura batmış. Bu kaygu ile adamcağız çok müteessir 'oluyordu. Eşeğin çamura battığı yer kırdı. Yağmurlar yağı­ 119 yor, seller akıyor, soğuk yeller esiyor, karanlık her ya­ na eteğini sarkıtmıştı. Eşeğin sahibi bu tasa içinde sabahadek kötü sözler söyledi, lanetler savurdu, şuna buna sövdü. Dilinden ne dost kurtuldu, ne düşman, ne ahali kurtuldu, ne de sultan. Adam böyle sövüp saymakta, küfürler saçmakta iken, olacak ya, padişah oradan geçti. Adamın uygun­ suz sözlerini işitince ne dinliyebildi, ne de cevap vere­ bildi. Fakat kızdı: «Eşeği çamura batmışsa benim su­ çum ne! Ben batırmadım ya. Benden ne istiyor, bana niçin sövüyor?» dedi. Maiyetindekilerden biri padişa­ ha: «Padişahım, boynunu vurdurun. Dünyadan nam ve nişanı kalksın» dedi. Büj-ük padişah düşündü, taşındı baktı, gördü ki adam mihnet içinde bunalmış, eşeği çamura batmış­ tır. Zavallı adamın haline acıdı. Uygunsuz, yolsuz söz­ lerinden kabaran öfkesini yuttu. Tuttu, ona altın verdi, at verdi, kürklü kaftan verdi. Öfke zamanında merhamet ne güzel şeydir. Birisi o ihtiyara: «Ey akılsız ihtiyar, ölümünden nasıl kurtuldun, hayretteyim?» dedi. İhtiyar şöyle cevap verdi: «Sus, ben o sırada dertli idim, kendime mâlik değildim. Bana yakışan şeyi yap­ tım. Padişaha gelince, o da kendisine yakışan ihsan ve in’amı yaptı.» Kötülüğe kötülükle mukabele kolay bir şeydir. Mert isen kötülük edene iyilik yap. HİKÂYE İşittim ki, kibirli şarhoş bir mağrur kapışma ge­ len bir fakire bir şey vermediği gibi, onu payladı, ka­ pıyı yüzüne kapattı. 120 Zavallı fakir içlendi; bir tarafa çekildi, 'oturdu. Ci­ ğeri yanmağa, soğuk ahlar çekmeğe başladı. Bir kör, o fakirin meyus, mahzun olduğunu duydu. Kalktı, yanma geldi, niçin böyle muzdarip olduğunu sordu. Fakir başına geleni anlattı. Kör, o fakire teselli verdi. Müteessir olma, gel bu gece benim evimde yemek ye, diye ricada bulundu. Onu çok okşadı. Fakir, karnı doyduktan, gönlü hoş olduktan sonra: «Kadir Mevlâ senin gözünü açsın» diye dua etti. Gece olunca, körün gözlerinden birkaç damla yaş damladı, sonra birdenbire gözleri açıldı. Dünyayı gör­ meğe başladı. Bu haber şehrin içine yayıldı. Şehir çalkalandı. Bu haberi fakiri kapısından zorlayıp kovan taş yürekli in­ san da duydu. îşi anlamak için kalktı, gözü açılan kör ile görüştü ve: «Çok talihin varmış. Bu müşkül iş na­ sıl oldu da kolaylıkla vücuda geldi? Gözünü kim açtı?» diye sordu. Gözü açılan kimse.- «Hey cefakâr adam, sen talih­ siz, kısa görüşlü, fikri, düşüncesi gevşek, çürük bir adammışsın. Öyle mübarek bir fakiri azarladın, mah­ zun ettin. Hüma kuşunu bıraktın, baykuş ile meşgul oldun. Gözümün kapısını, senin yüzüne kapıyı kapadı­ ğın kimse açtı» dedi. Arkadaş! İyilerin bastıkları toprak tutyadır. O top­ rak göz açar, o toprağı öpmek lâzımdır. Fakat gönlü, gözü kör insanlar o tutyadan gafildir. Kıymetini bil­ mezler. Bedbaht mağrur, gözü açılan kimseden bu hikâye­ yi işitince: «Kendime yazık ettim. O, bir şehbaz imiş, avlayamadım, sen avladın; bir devlet imiş, bana değil, sana nasip oldu» diye haset çekti ( kıskandı), nedamet parmağını ısırdı. 121 Dişini sıçan gibi hırsa batırmış kimse koca doğa­ nı nasıl avlayabilir. HUSUSÎ ARZUNUN HUSULÜ ÎÇİN UMUMUN ARZUSUNA RİAYET HAKKINDA Velîlere rastgelmek istiyorsan, bir zaman hizmet­ ten gaflet gösterme, Serçeye, kekliğe, güvercine yem ver. Belki bir gün de tüzağma bir hüma kuşu düşer. Her tarafa doğru durmadan niyaz okunu at. Umulur ki, oklardan birisi bir ava rastgele. Bir çok sedeften ancak bir inci elde edilir. Birçok oklardan da yalnız birisi hedefe dokunur. Bir yere konmuş kervandan birisinin bir çocuğu kayboldu. Adamcağız geleceyin kafile içinde döndü, dolaştı. Her çadırdan sordu, her tarafa koştu. Nihayet gecenin karanlığı içinde, gözünün nurunu buldu. Çocu­ ğu aldı, getirdi. Kervan halkı ile konuşmağa başladı. «Çocuğu nasıl oldu da, buldun?» diye sordular. «Önüme kim çıktı ise, kime rastgeldimse çocuğum budur diye onu tetkike başladım. İşte, bu surette bul­ dum» dedi. İşte bundan dolayıdır ki, velîlere rastgelmek iste­ yen gönül sahipleri, belki bir gün menzile varırız, diye herkesin arkasından koşarlar. Bunlar bir gönül için birçok yükleri götürür. Bir gül için birçok diken acısı­ nı çekerler. HİKÂYE Nahşep ovasmda Cenah denilen yerde, bir Türk şehzadesinin tacından bir lâ’l parçası, geceleyin bir taşlığa düştü. Şah babası.- «Oğlum, görüyorsun, hem gecedir, 122 hem de karanlıktır. Cevahir hangisi, taş hangisidir seçilemiyor. Binaenaleyh, sen şuradan bulduğun tekmil taşlan topla, muhafaza et. Gündüz olunca, tabiîdir ki, lâ’l onların arasından meydana çıkacaktır» dedi. Avam takımıyle onlann arasına kanşmış meczup şekilli velîler, ayniyle âdi taşlar ile aralarında bulu­ nan lâ’l gibidirler. Madem ki temiz, mübarek velîler cahiller ile kanşmıştırlar; o halde, bir velîye rasgelebilmek, onun neşeli bir zamanında ondan müstefit olmak için, her cahilin yükünü isteyerek çekmek, ona katlanmak lâ­ zımdır. Birisinin bir güzel ile başı hoş olunca, onun hatırı için kaç rakibin ezâsını, cefasını çeker. Gül dikenin cefasına dayanamaz. Onun elinden el­ bisesini paralar. Fakat âşık öyle değildir. O, rakiplerin cezasına dayanır; üstünü başmı paralamaz. Yüreğine kan oturduğu halde, o; nar gibi güler. Arkadaş! Birisinin hatırı için birçoklarının cefala­ rına katlanmalısın. Birisi için, yüz kimsenin hatmnı gözetmelisin. Mademki nefsi temiz velîler, cahillerle karışmışlar­ dır ve halkın nazannda fakır, hakîr, itibarsız, âdeta ayak türabı insanlardır, onlar senden itibar beklemez­ ler. Onlara Cenabı Hakkın itibar buyurması kâfidir. Sen birisine fenadır diye kötü zanda bulunabilirsin. Fa­ kat ne bilirsin, belki asıl velî odur. Nice mihnet, sefalet, açlık çeken insanlar vardır ki yann onlar eteklerini sürüyerek cennete girerler. Aklın, tedbirin varsa, ileride padişah olacak şehza­ denin elini, şehzadeliğinde öp ki, günün birinde padi­ şah olup yücelince, sana da yücelik bağışlasın. Sonbaharda gül ağacım yıkma ki, ilkbaharda onun güzel manzarasından mahrum olmıyasm. 123 HASİS BABA İLE LÂÜBALİ ÇOCUĞUN HİKÂYESİ .Birisi zengin idi. Çok altını, gümüşü vardı. Yiye­ mezdi, harcetmeğe kıyamazdı, yiyemezdi ki gönlü hoş olsun. Kimseye yedirmezdi ki, yarın işe yarasın. Adam; gece, gündüz altın gümüş, biriktirmek der­ dinde idi. Altın, gümüş de onun elinde mahpus idi. Bu zenginin bir oğlu vardı. Babasını gözetlerdi. Pa­ raları toprak içinde nereye sakladığını öğrendi ve he­ men paraları topraktan çıkardı, rüzgâra verdi (boş ye­ re sarfeyledi) ve yerine de bir taş parçası koydu. Çocuk, bu paralan elinde çok tutmadı. Belki para­ lar bir elinden giriyor, öbür elinden çıkıp gidiyor, çar­ çur oluyordu. Baba ise, o kötü ahlâkından dolayı şimdi takkesi pazarda satılan, gömleği rehine bırakılan bir müflise benzemişti. Baba kederinden elini boğazına atarak kendi ken­ disini boğmak isterken, oğlu çenkler, neyler çaldın yordu. Bir gece baba ağladı, İnledi; sabaha kadar uyuma­ dı. Oğlu ise sabahleyin gülerek ona şöyle dedi: «Baba! Altın yemeğe yarar. Sakladıktan sonra, al­ tın ile taşın farkı kalmaz. Altını dostlarla yemek için katı taştan (bin meşakkatle) çıkarırlar.» Dünyaya tapan; yemeyen, yedirmeyen kimsenin elindeki altın, hâlâ taş içinde bulunmaktadır. Sen ailen ile fena bir yaşayıştasın. Onları sıkıntı içinde tutuyorsun. Bundan dolayı senin ölümünü ister­ lerse, gücenme. Sen Çeşmar çağlayanı gibi elli arşınlık bir yerden düşüp helâk olmadıkça onlar doymazlar. Altını, gümüşü saklıyan hasis, define üzerindeki yılan tılsımına benzer. Hasisin altını, gümüşü yıllarca 124 kalır. Çünkü, başında böyle bir yılan beklemektedir. Ecel taşı gelip tılsımı kıracak olursa, o zaman mi­ rasçılar o hâzineyi paylaşırlar. Karınca gibi topladığın malı, mezarda kurtlar seni yemeden evvel sen ye. Sadi’nin sözü ile amel edersen, işine yarar. Sözleri hep temsilidir, nasihattir. Sadi’nin sözünden yüz çevi­ renlere acırım. Çünkü bu sözleri tutan, devlet ve saa­ dete erişebilir. AZ İYİLİK ÇOK MÜKÂFAT HAKKINDA HİKÂYE Bir ihtiyar, bir gençten bir akçanm dörtte birini istemiş o da vermişti. Günün birinde, o genç bir cürüm sebebiyle yaka­ landı. Padişahın huzuruna çıkardılar. Padişah, onun idamını emretti. Genci aldılar, siyaset meydanına gö­ türdüler. Herkes ve bilhassa Türkler toplandılar; kadın­ lar kapılara, damlara çıktılar. Bu gencin iyiliğini gören ihtiyar oradan geçiyordu. Genci ohalde görünce, vaktiyle yapmış olduğu iyiliği düşündü, ona acıdı, yüreği yandı. Gencin kurtulmasına bir çare düşündü. Elini eline vurdu: «Eyvah! Güzel huylu, mübarek padişahımız vefat etti. O gitti, dünya boş kaldı» diye haykırdı, ağladı, inledi. Kılıçlarını çekmiş, durmuş Türkler, oradaki bütün insanlar ihtiyarın sözünü işitince feryat ve figan etti­ ler. Bir cüş-ü huruştur koptu. Herkes ıstırap içinde dö­ vünmeğe başladı. Atlılar at bıraktılar. Hepsi, padişahın sarayına, tahtına kadar koştular. Baktılar ki padişah sağdır, tahtında oturuyor. Beri tarafta siyaset meydanı boşalınca, genç kaç­ mış, ihtiyar kalmıştı. 125 Haberin yalan çıkması üzerine saray adamları, ih­ tiyarı yakaladılar, padişahın huzuruna götürdüler, tahtın dibine koydular. Padişah kızdı. Korkunç bir surette: «Benim gibi ah­ lâkı temiz,'adaleti sever, ahalisini sever bir padişahın ölümünü neden arzu ettin, söyle!» diye sordu. Cesur ihtiyar kemali fesahatle :«Hükmün cihana yürüsün, diye duadan sonra, padişah öldü dememle pa­ dişahım ölmedi. Fakat bu sözle bir can kurtuldu» dedi ve hikâyeyi anlattı. Padişah hikâyeden memnun oldu, ihtiyan affetti ve bir şey demedi. Siyaset meydanından kaçan gence gelince, can havliyle, düşe kalka koşuyordu. Siyaset meydanında bulunanlardan birisi ona: «Yahu, ne yap­ tın ki ölümden kurtuldun?» diye sordu. Kurtulan genç eğildi, sonra o kimsenin kulağına: «Bir akçenin dörtte biriyle kurtuldum» dedi. Yere tohum ekenler, sıkıldıkları zaman meyvasindan istifade için ekerler. Koca bir belâyı bir arpa defeder. İşittim ki bir sopa Oç’u öldürmüştür. Peygamber Efendimiz hadîsi sahih olarak «Sadaka belâyı defeder» buyurmuştur. Şîraz ikliminde düşman ayağı görmezsin. Çünkü padişah Ebu Bekir bin Sa,’d bin Zengî’dir. Padişahım, cihan seninle seviniyor. Cihanı zaptet ki o, sayende şâd olsun. Zamanında kimse kimseden şikâyet etmiyor. Çemendeki güller dikenden eziyet çek­ miyor. Sen yer yüzünde Cenabı Hakkın lûtfunun gölgesisin. Peygamber Efendimiz gibi âlemlere rahmetsin. 120 Senin kadrini bilmeyen varsa ehemmiyet vermem. Çünkü kadir gecesini dahi bilmezler (1). İYİ İŞLİ İNSANIN ÂHİRETTEKİ SEMERATI HAKKINDA HİKÂYE Birisi düşünde mahşer sahrasını gördü. Yer orada güneşin sıcaklığından demirci ocağından kızarmış ba­ kıra dönmüştü. İnsanların çığlıkları göğe çıkıyor, sıca­ ğın tesiriyle beyinler fıkır fıkır kaynıyordu. Bu arada mahşer halkından birisi, ayrıca bir yerde, bir gölgede cennet hüllesi ile bezenmiş oturuyordu. Rüyayı gören; o rahat, ziynet içindeki insana sor­ du: «Ey bulunduğu yere ziynet veren insan! Bu bulun­ duğun makama sahip olmak için sana kim şefaat etti?» dedi. Makam sahibi şöyle cevap verdi: «Vaktiyle dünya­ da iken, evimin önünde bir asma vardı. Bir gün, Tan­ rının iyi kullarından birisi gelmiş, bu asmanın altında uyumuş. Şimdi, kıyamet kopunca, o zat geldi. Cenabı Hakka niyaz ile, Yarabbi, ben hayatımda bunun as­ ması altında uyumuş, rahat etmiştim. Bu kulun güna­ hından geç. Bunu bana bağışla, dedi. Onun niyazı üze­ rine Cenabı Hak beni af ile, bana bu makamı ihsan buyurdu» dedi. Şimdi, bu rüyadan mülhem olarak derim ki: Şîraz padişahına müjdeler olsun ki, milyonlarca ahali onun himmetinin gölgesinde, nimetinin sofrasında oturuyor. Bir asma altında birisinin uyuması öyle bir sâadeti mu­ cip olursa milyonlarca insanın onun saye-i adaletinde yaşaması, yemesi, içmesi ne gibi saadetlere sebep ola(1) Ramazanın yirmi altıncı gecesi kadir gecesi itibar edi­ lirse de hakikaten hangi gecenin kadir gecesi olduğu malûm değildir. 127 cağını anlamak kolaydır. îşte bu kıssadan alman hisse budur. Cömert insan kök salan bir ağaçtır; keremsiz in­ san ise dağlarda yetişen odundur. Eyhüner ağacı! Çok zaman payidar ol. Çünkü hem meyvali, hem gölgelisin. PADİŞAHLARIN MEHABETLERİ VE SİYASETLERİ HAKKINDA İhsan hakkında çok şeyler söyledik. Fakat herkese ihsan etmek doğru değildir. Belki zalimin kanını iç, malını müsadere et; yaramaz kuşun kanadı kırık, tüyü tüsü yoluk olması iyidir. Bir kimse ki senin efendin ile cenk ediyor, onun eline niçin sopa, taş verirsin? Diken yetiştiren bir kökü kaz, çıkar. Besliyeceğin ağaç meyva veren ağaç olsun. Büyüklerin yerlerini öyle kimselere ver ki, küçük­ lere kafa tutmasınlar. Nerede bir zalim varsa acıma; çünkü zalime acı­ mak, halka zulümdür. Cihanı yakan zalimin çırası söndürülmelidir. Halkın yanık içinde kalmasından, birisi­ nin ateş içinde yanması iyidir. Her kim yol kesene acır­ sa, kervanı kendisi vurmuş olur. Zalimin başını yele ver, zalimi dünyadan kaldır. Zalime zulüm, adaletin ta kendisidir. LÂYIK OLAN KİMSEYE İHSAN HİKÂYESİ VE KARI İLE KOCA KISSASI İşittim ki, evinin tavanında eşek arıları yuva yap­ mışlardı. Ev sahibi bunun neticesinden korkarak, bun­ ların yuvalarını dağıtmak istedi. 128 Karısı razı olmadı: «Zavallı hayvancıklardan ne is­ tiyorsun? Yurtlarım dağıtma» dedi. Bir gün adam işine gitti. Arılar kadının üzerine hücum ile onu soktular. Akılsız kan dört tarafa koşuyor, sokaklara fırlıyor ölüyorum diye feryat ediyordu. Derken kocası geldi. Kansma şöyle dedi: «Kancı­ ğım, kimseye surat etme. Zavallı hayvancıklan öldür­ me diyen sen değil miydin?» Her kim kötülere iyilik ederse, kötülük artar. Gördün ki bir kafada halkı incitmek fikri var, ça­ buk keskin kılıçla o başı gövdesinden ayır. Köpek kim oluyor ki onun önüne sofra çekesin. Onun hakkı kemik parçasıdır. Söyle, onun önüne bi­ raz kemik atsınlar. İhtiyar bir köylü, güzel bir mesel söylemiş, dillere düşmüş, her yerde anılmıştır. Mesel şudur: Depeken (çifteli) davarın yükü ağır olmak iyidir. Bekçi, nezaket, mülâyemet gösterecek olursa; hır­ sız korkusundan geceleri kimse uyuyamaz. Cenk meydanında kargı kamışı, şeker kamışından yüz bin kere değerlidir. Herkes ihsana, in’ama lâyık olmaz. İhsanların ki­ misi para ile, kimisi de kulağmı burmak ile yola geti­ rilir. Kediyi pek okşarsan güvercinleri yakalar, kurdu naz ile beslersen, Yusuf’u paralar. Bir binanın temeli sağlam değilse, üzerine (çıkma) (1) çıkacak olursan yıkılmasından kork. (1) Tavanarası. 129 HİKÂYE Bir gün Behram Gür, bir kula ata bindi, ovalarda dolaşmağa başladı. Derken at onu yere vurdu. O za­ man Behram şöyle dedi: Sürüden bana öyle bir at ge­ tirin ki serkeşlik, hırçınlık ederse onu idare etmek, zap­ tetmek mümkün olsun. Hey çocuk! Dicle'nin önüne sed yapacak isen, su­ yu azaldığı vakit yap. Çünkü taştığı zaman bir şey ya­ pamazsın. Habis, mel’un kurd kemend ile tutulduğu zaman, aman verme, hemen öldür. Acır da bırakacak olursan, Jcoyunlarından ümidi kes. Şeytandan rahmana secde gelmediği gibi, aslı kö­ tü kimseden de iyilik vücuda gelmez. Kötülük düşünen kimseye mansıp, rütbe verme. Düşman kuyuda, cinni şişede olmak daha iyidir. Yüanm başı, taşının altına gelmişken vur, ez. Son­ ra bir sopa vurur öldürürüm diye, ihmal etme. Kâtip, memur, hiyanete başladığı zaman, onun eli­ ni kılıç ile kalem yapmak iyidir. Memleketi idareye memur olan müdebbir, fena kanun koyacak olursa, seni cehenneme götürmek is­ tiyor demektir. Ona müdebbir deme, onu iş başında tutma. O müdebbir değil müdbir (uğursuz) dir. îyi kimse Sâdi’nin sözüyle hareket eder. Çünkü Sâdi’nin sözleri memleketin tedbirlerine ve fikrine dairdir. 130 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM AŞK, MUHABBET, TARİKAT HAKKINDA Aşkın verdiği gam ile delirmiş hak âşıklarının ne güzel âlemleri vardır. Yara ile merhem onların naza­ rında birdir. Âşıklar o dilencilerdir ki, padişahlığa meyletmez, kaçarlar. Cenabı Hakkın visali ümidiyle dilencilikte dayanır, dururlar. Âşıklar durmadan elem şarabı çekerler. Şarap acı değilse susarlar, ses çıkarmazlar. Şarap zevkinin arkası sıra hurma derdi var. Gül padişahının yanında silâha davranmış diken var. Cenabı Hakkı yâd ile çekilen sabır acı olmaz. Dost elinden gelen acı şey şeker olur. Dostuna esir olan âşık, zincirden kurtulmak iste­ mez. Dostuna şikâr olan âşık, dostun kemendinden kurtulmak istemez. Âşıklar uzel âleminin sultanı, obanm dilencileri­ dir. Âşıklar menzilleri bilen, fakat izlerini kaybeden kılavuzlardır. Onlar melâneti içerler, yârin sarhoşlarıdır. Sarhoş deve, yükü çabuk götürür. Onların âlemlerine başkaları nasıl yol bulabilir? Bulamazlar; çünkü zulmet içindeki abıhayat gibidirler. Onların içleri Mescidi Aksa gibi kubbeler ile dolu­ dur. Onlar zahirdeki duvarları mahsus harap bir hal­ de bırakmıştırlar. 131 Âşıklar kendilerini pervane gibi ateşe vururlar, îpek kurdu'gibi üzerlerini ipek ile örmezler. Âşıkların sevdikleri yanlarındadır, fakat onu arar­ lar. Bunlar ırmak kenarında^ bulundukları halde, du­ dakları susuzluktan kurumuş, çatlamıştır. Âşıklar su içmezler demem. Hayır, içerler. Fakat Nil kenarında olsalar bile, içtikçe susuzlukları artar. MECAZÎ MUHABBETİN İSBATI HAKKINDA Senin gibi su ile topraktan yaratılmış bir güzelin aşkı, senin sabnnı, gönlünün rahatım kapıp alıyor. Uyanıklıkta onun yanağının, benine bakarak meftun oluyorsun. Uyuduğun zaman hep onun hayaliyle uğ­ raşıyorsun. Onun ayağına öyle hulûs ile baş koyuyor­ sun ki, dünyada ancak onu görüyorsun. Koca cihan gözüne girmiyor. Cihana varlık vermiyorsun. Altının onun gözüne görünmiyecek olursa, altın ile toprak yakında bir oluyor. Ondan başkasiyle görüşmez oluyorsun. Çünkü gönlünde yalnız o bulunduğu için, başkasma yer kal­ mıyor. Gözün açık iken, gözünde yer tutuyor; gözünü kapasan mekânı gönlün oluyor. Aklına rüsvay olmak korkusu gelmiyor. Bir daki­ ka ayrılığa sabredemiyorsun. Eğer sevdiğin canım isteyecek olsa, canını dudağı­ na getirerek buyurun diyorsun. Eğer kılıçla başını kes­ mek istese, kes diye başını uzatıyorsun. AŞKI HAKİKİ İSPATI HAKKINDA Esası cismanî olan aşkı mecazî seni bu derece mef­ tun eder; sana böyle hükmünü geçirirse; mâna deni­ 132 zinde garkolan tarikat sâliklerinin hallerine taaccüp eder misin? Etmemek lâzımdır. Hakiki âşıklar canan sevdasıyla candan; dost yâdiyle cihandan vazgeçmiş insanlardır. Onlar yalnız Allahı bilir. O’nu yâdeder. O’nu yâd için halktan kaçarlar. Onlan sâkînin güzelliği sarhoş etmiştir, şaraba ihtiyaçları yoktur. Binaenaleyh şarabı dökmüştürler. Onlann dertlerine deva etmek mümkün değildir. Çünkü dertlerine kimse vâkıf olamaz. Ezel bezmindeki (Elestü) hitabı; hâlâ, onların ku­ laklarında duruyor. Onlar hâlâ (Beli) diye cuşu huruşta bulunuyorlar. Onlar çatıştılar, tasarruf sahibidirler. Fakat zahir­ de uzlete çekilmiş, işsiz gibi görünürler. Dereceleri top­ rak gibi tevazudan ibaret, lâkin nefesleri ateşlidir, mü­ essirdir. Bir nâra ile bir dağı yerinden koparırlar. Bir kere inseler bir şehri harap ederler. Rüzgâr gibi göze görünmezler, fakat çabuk koşarlar. Taş gibi sessiz, se­ dasız görünürler; fakat durmadan teşbih ederler. Seherlerde o kadar ağlarlar ki, gözyaşlan, gözle­ rinden uyku sürmesini yıkar, bırakmaz. Atlannı geceleyin o kadar sürerler ki, atları helâk olmuştur. Bununla beraber, seher vakti, çok geç kal­ dık diye bağnşırlar. Gece gündüz, sevda, yanmak, yakılmak denizi içinde bulunurlar. Hayretten geceyi gündüzden farkedemezler. Sûretleri nakşeden nakkâş-ı ezel’in hüsnüne öyle meftundur ki, hiçbir güzelin suretinin güzelliği ile bir alâkalan yoktur. Velîler deriye yani zâhire gönül vermediler. Her kim zâhire gönül verirse o ahmaktır, içsiz kabuk gi­ bidir. 133 Vahdetin halis şarabını içen dünyayı da, ükbayı da unutur. BİR FAKİR ÇOCUĞUN BİR ŞEHZADE İLE HİKÂYESİ İşittim ki, bir Gedazade yani bir fakirin çocuğu bir şehzadeye âşık oldu. Bu Gedazade, her zaman şehzadenin bulunduğu yere gider, onunla görüşeceğini umar, onun hayali kendisini işgal ederdi. Şeyzadenin meydanında mil gibi, atının yanından fil gibi ayrılmazdı. Nihayet zavallı fakir çocuğun gönlüne kan otur­ du. Fakat sim gönlünde kaldı. O kadar ağlardı ki, ayaklan çamur içinde kalırdı. Gedazadenin şehzadeye vurulmuş plduğunu rakip­ leri haber aldılar. Ona bir daha şehzadenin etrafında dolaşma diye tenbih ettiler. Çocuk, meydandan biraz aynldı. Sonra sevgilisi akima geldi, tekrar kalktı gitti. Şehzadenin mahallesinin başında dikildi, durdu. Onu şehzadenin kölesi gördü, fena halde dövdü, elini ayağını kırdı: «Bir daha buraya gelme demedik miydi?» dedi. Gedazade dayağı yedikten sonra oradan aynldı. Fakat sabredemedi yine gitti. Onu şekere konmak istiyen sinek gibi kovalardı. Fakat o yine geri dönerdi. Birisi ona şöyle dedi: «Hey divane kılıklı arsız adam! Sen taşa, dayağa ne kadar mütehammilsin!» Gedazade şöyle cevap verdi: «Bu cefa bana dos­ tumdan geliyor. Dostun elinden inlemek ise muhabbe­ te yakışmaz. O, bana ister dost olsun, ister düşman olsun. Ben onu seviyorum. O olmayınca bende sabır arama! Onu görecek olsam yine rahat edemiyorum. 134 Ne sabra kudretim, ne mücadeleye kabiliyetim vardır. Ne beraber bulunabiliyorum, ne bırakıp kaçabiliyo­ rum. Başını kesip çadır ipine bağlamak için kazık ya­ pacağız deseler, yine onun dergâhından başımı çevir­ mem. Pervane kendisini şem’a vurur, yanar, Dostun ayağında can verir. Bu ölüm onun nazarında diri ola­ rak mum gölgesinde yatmağa müreccahtır. Fakat ben­ ce o ölmemiştir. Belki sevdiğinin yanında yattığı için ebedî bir hayat kazanmıştır.» Aralarında şu muhavere cereyan etti: «Şehzade eline çevgânını alıp başına vurmak iste­ se ne yaparsın?» «Onun ayağına top gibi düşerim.» Adam tekrar sordu: «Şehzade eline kılıcı alıp ba­ şını kesmek istese ne yaparsın?» Gedazade şöyle dedi: «Bu kadar küçük bir şey ondan esirgenir mi? Zaten benim başımdan haberim yok. Başımda taç mı var, teber mi var, bilmiyorum. Ar­ kadaş bana sabırsızsın diye hitap etme. Çünkü âşık sabredemez. Aşk sabır ile birleşemez. Ağlamaktan Yakup gibi gözlerime kara su inse, Yusuf’un diyarında ümit kesmem. Birisine tutulan kimse, onun hiçbir ce­ fasından incinmez.» Bir gün, bu fakir çocuğu, şehzadenin üzengisini öptü. Şehzade kızdı, ondan dizgin çevirdi. Gedazade güldü: «Dizgin çevirme. Sultan olan zat bir hiçten dizgin çevirmez. Sen var iken benim varlı­ ğım bitmiştir. Var olan yalnız sensin. Eğer benden bir cürüm sâdır oldu ise, onu yapan ben değilim, sensin. Çünkü ben sen olmuşumdur. Yakadan baş gösteren ben değilim, sensin. Benliğim kalmadığı için üzengine el vurmak cesaretini gösterdim. Ben hem kendi adı­ mın, hem kendi muradımın üzerine kalem çektim. Za­ 135 ten beni o sarhoş gözlerin ok ile vurup öldürüyor iken beni öldürmek için kılıç çekmeğe ne hacet.» Arkadaş! Sen kamışlığı ateşle; geç git. İnan ki ne kuru kalır ne yaş kalır. MUHABBET EHLÎNİN KENDİNDEN GEÇMESİ HAKKINDA HİKÂYE İşittim ki, bir hanende, bir mecliste, bir parça oku­ muş. Bu parça, orada bulunan bir peri peykerin hoşu­ na gitmiş, raksetmeğe başlamış. Raksederken eteği muma dokunmuş biraz yanmış. Bu yanış zahirde mumdan oldu. Fakat hakikatte periye benziyen güzelin etrafındaki âşıkların gönülle­ rinin ateşi onun eteğini yakmıştır. Güzelin buna canı sıkümış, öfkelenmiş. Oradaki âşıklardan birisi şöyle demiş: «Sevgilim, ateş senin eteğini yaktı fakat benim, bütün varlığımı yakmıştır.» Âşıkm bu sözü aşk noktasından kusurludur. Çün­ kü kendisine varlık vermiştir. Ey âşık! Eğer sen âşık isen, kendinden bahsetme. Yoksa şirke düşmüş olur­ sun. İŞTİYAK İLE MUHABBETİN MÂNASI HAKKINDA HİKÂYE Âlim bir pirden işittim, hatırımdadır-. Birisi cezbe­ ye düşmüş; başını alıp sahraya kaçmış. Orada yaşama­ ğa başlamış. Eve gelmez olmuş. Pederi onun firkatin­ den müteessir olarak yemiyor içmiyormuş. Meczubu bilenler, 'onu ayıplamışlar. «Pederini bı­ raktın. Adamcağız müteessir oluyor. Niçin böyle yapı­ yorsun?» demişler. 136 Meczup şöyle cevap vermiş: «O zamandan beri ki„ yârim bana adamım demiştir. Artık başka kimse ile âşinalığım kalmamıştır. Yârin hakkı için, o bana ce­ malini gösterdiğinden beri gördüğüm bütün şeyler nazarımda hayal olmuştur.» Aşk ile halktan yüz çevirip sahraya düşen, yahut bir köşeye çekilen zayi olmadı, insanlıktan çıkmadı. Belki kaybetmiş olduğu şeyi buldu. Hak âşıkları feleğin altında şuraya buraya dağıl­ mış bir takım insanlardır. Bunlara vahşî denilse de olur, melek denilse de olur. Bunlar melekler gibi dai­ ma Cenabı Hakkı zikrederler, dinlemezler. Sonra ge­ ce gündüz vahşiler gibi insanlardan kaçarlar. Bunların kollan kuvvetli, elleri kısadır. Bunlar akıllı deli, aklı başında sarhoşlardır. Bazan bir köşe­ de rahat rahat oturur, hırkalannı dikerler-, bazan bir mecliste cezbelenir, hırkalannı yakarlar. Bunlar ne kendilerini düşünür, ne de kimseden korkarlar. Bun­ ların tevhitleri köşesinde kimsenin yeri yoktur. Bunlann akıllan, fikirleri perişan, nasihatçiye kar­ şı kulaklan tıkalıdır. Kaz denizde batmaz; semender ateş azabını ne bilir? Bunlann elleri boş, fakat gönülleri doludur. Bun­ lar kafilesiz olarak çöllerden geçerler. Bunlar halkın gözlerinden gizli, azizlerdir. Bunlar sırtlarına hırka giyip, gizli zünnar taşıyanlardan de­ ğildirler. Bunlar asma gibi meyvalı, gölgelidirler. Bizim gibi dışı derviş, içi mürai değildirler. Bunlar sedef gibi başlarını içeri çekmişler, deniz gibi köpürmezler. Eğer akim varsa mürailerden kaç; çünkü onlar, in­ san kıyafetinde şeytandırlar. İnsan yalnız deri ile kemik değildir; her surette manevî can yoktur. 137 Padişah her köleyi satın almaz; her yamalı elbise­ nin içindeki diri değildir. Eğer her çiğ tanesi inci olsaydı, katırboncuğu gibi çarşı inci ile dolardı. Bunlar, cambazlar gibi kendilerine tahtadan, iğ­ reti ayak takmazlar, çünkü, iğreti ayak kayınca şiddet­ le düşerler. Bunlar, Elestü meclisinin harimine girmiş insan­ lardır. Orada içtikleri bir yudumluk şarap, onları kı­ yamete kadar sarhoş eder. Bunlar küıç altında kalsalar, maksatlarından el çekmezler; çünkü aşk ile korku, şişe ile taşa benzer. AŞKIN TAŞKINLIĞI VE SALTANATI HAKKINDA HİKÂYE Bir âşıkm Semerkand’de bir sevdiği vardı. Söyler­ ken ağzından söz yerine şeker akardı. Güzellikte gü­ neşi geçmişti. Şivekârlığmdan sofuluğun temeli yıkıl­ mıştı. Yüce Tanrı onu o kadar güzel yaratmıştı ki, gö­ renler, bu Cenabı Hakkın kemali kereminden bir âyet­ tir derlerdi. O güzel, yolda yürürken gözler onun arlcası sıra giderdi. Onu sevenler, ona çanlarını feda için hazır­ dılar. Bir gün âşık, onun yüzüne gizlice bakıverdi. Güzel kızdı. Âşıka.- «Şaşkın adam, arkamdan ne Tcadar koşacaksın; bilmez misin ki, ben senin tuzağına düşecek kuş değilim. Seni bir daha peşim sıra görür­ sem, acımam, başını düşman gibi kılıcımla keserim» diye çıkıştı. Ahvale vâkıf olan birisi âşıka nasihat verdi: «Şim­ dilik başını kurtarmağa bak. Bu olmıyacak güç işten 138 vazgeç. Sevilmesi daha kolay olan başka birisini sev. Zannetmem ki, sen bu işi başa çıkarasın. Olmıya ki gönlünün arzusu yolunda baştan olasın.» Sadık âşık bu aci nasihati işitince, içinden dertli bir inilti koptu: «Arkadaş, bırak dedi, ben isterim ki kı­ lıç ile vursun, başımı düşürsün. Başımı kanlı toprak içinde yuvarlasın. Dostum, düşmanım, bu adam onun kılıciyle katledilmiştir desinler. Ben onun mahallesi­ nin toprağından ayrılmam. Söyleyin, bana ne kadar hakaret edecekse etsin. Ey kendisini beğenen öğütçü! Bana tevbe et diyorsun. Asıl sen, böyle sözler söyle­ mekten tevbe et. Bana dokunma. Sevdiğim benim hak­ kımda her ne yaparsa, hattâ kanımı da dökerse iyidir. Onun aşkı beni her gece yakıyor. Fakat seher vakti olunca, bâdı saba onun kokusunu getirip beni dirilti­ yor. Eğer bugün dostumun mahallesinde ölürsem, kı­ yamet gününde çadırımı onun yanında kuracağım.» Arkadaş! Aşk çenginde gücün yettiği kadar dayan, kaçma. Sâdi diridir. Çünkü onu aşk öldürmüştür. HİKÂYE Birisi pek susamıştı. Susuzluktan can vermek üze­ re bulunurken: «Su içinde ölen kimse ne kadar talihli­ dir!» diyordu. Kısa akıllı birisi, bu sözü işitti. «Ne tuhaf söz de­ di, mademki öleceksin-, ha suya kanmışsın, ha dudağın kuru ölmüşsün, ikisi birdir.» Susamış kimse cevap verdi: «Can verinceye kadar su arzusunda bulunmıyayım ve bu arzu ile dudağımı ıslatmış ölmıyayım mı?» dedi. Susuz kimse suda boğulanın suya kanacağını bil­ diği için ölürken derin göle düşer gibi ölür. Eğer âşık isen yârin eteğini tut. Eğer yâr sana ca­ nını ver derse, al de ve derhal ver. 139 Zevku safa cennetine yokluk cehenneminden geç­ tikten sonra varabilirsin. Ekincilerin gönülleri iptida birçok sıkıntı çeker. Fakat harman meydana gelince tatlı tatlı gülerler. Aşk meclisinde kadehin son dönüşünde kim bir ka­ deh çekerse muradına ermiş olur. ZAMANA KARŞI SABRI SEBAT HİKÂYESİ Zahirde fakir, hakikatte mün’im, zahirde geda, hakikatte şah olan yol erenlerinden işitmişlerdir ki, bir ihtiyar bir sabah bir şey dilenmek maksadiyle bir mescidin kapışma gitmiş. Cemaatten birisi ona: «İhtiyar burası halkın evi değildir ki sana bir şey versinler. Yüzünü berkitip bu­ rada durma» demiş. İhtiyar: «Burası insan evi değilse kimin evidir? Ka­ pışma gelen kimsenin haline acıyıp bir şey vermez mi?» demiş. Öteki: «İhtiyar, sus, hatâ ediyorsun, demiş, bu evin sahibi hepimizin efendisidir.» Bunun üzerine ihtiyar mihraba, kandile bakmış, yanık ciğerinden bir ah çekmiş ve: «Buradan gidersem bana hayıflar olsun. Bu kapıdan mahrum dönersem bana yazıklar olsun. Şimdiye kadar hangi mahalleye gittimse boş dönmedim. Nasıl olur da Cenab-ı Hakkın kapısından yüzüm san döneyim! Ben buraya dilenci­ lik elini uzatacağım. Çünkü, biliyorum ki, buradan eli boş dönmiyeceğim» demiştir. İşittim ki, ihtiyar o mescitte bir sene mücavir kal­ mış ve daima elini uzatır. Cenabı Haktan dilekler di­ lermiş; Cenabı Hakka tazarru ve niyazda bulunurmuş. Bir gece ömrünün ayağı çukura batmış, zayıflıktan kalbi çarpmağa başlamış. 140 Seher vakti idi. Birisi bir mum yaktı. Onun başı ucuna geldi. Baktı ki, bütün gece yanıp, sabaha kal­ mış mum gibi hayatından az bir şey kalmış. Bunun­ la beraber seviniyor: Cömerdin kapısını kim çalarsa açılır» sözünü terennüm ediyordu. îstiyenler çok sabırlı, çok tahammüllü olmak lâ­ zımdır. Âdeta kimyacı gibi olmalı ki, kimyacıların usandığı işitilmemiştir. Kimyacılar bir gün bakırı altın etmek maksadiyle, nice altınlan kara toprağa atarlar. Altın bir şey satın almak içindir. Dostun vuslatın­ dan daha iyi ne alacaksın ki!.. Gönlün bir dilberden son derece daralırsa, onu bı­ rak; elbet daha münis bir güzel eline geçer. Ekşi yüzlü dilber ile acı hayat geçirme. Onun ver­ diği ateşi daha tatlı bir içkinin serinliği ile söndür. Fakat çok güzel bir sevgili eline geçerse, ehemmi­ yetsiz geçimsizliklerinden dolayı onu bırakmağa kal­ kışma. Bir sevgiliyi, onsuz yaşayabilecek isen bırak; fa­ kat, onsuz yaşıyamıyacak isen bırakma. Her türlü na­ zma, cefasına katlan. ŞUNUN BUNUN AYIPLARINDAN KAÇMIYAN CEFAYI DÜŞÜNMEYEN ÂŞIKIN HİKÂYESİ İşittim ki, bir pir, sabaha kadar ibadetle meşgul olduktan sonra, seher vakti elini kaldırıp Cenabı Hak­ tan hacet dilemiş. Pirin kulağına: «Dilediğin olamaz. Bu kapıda se­ nin duan makbul değildir. Var, başının çaresine bak. Fakat ruhunda izzeti nefis yok ise yalvar, dur» diye hafiften bir ses gelmiş. Pir, hatifin söziyle ibadetinden kalmamış; ikinci geceyi de yine zikr-ü ibadet ile geçirmiş. 141 Müritlerinden birisi pirin haline vâkıf olunca ona? «Gördün ki dilediğin şey olmıyacaktır. Beyhude yere dua edip durma!» demiş. Pir hasretle gözlerinden yakut renkli yaşlar akıta­ rak: «A çocuğum, eğer bu kapıdan daha iyi bir kapı görseydim, buradan umudumu keserek o kapıya gider­ dim. O benden dizgini çevirmekle zannetme ki ben onun terkisinden çekilirim. Dilenci bir kapıdan mah­ rum dönebilir; fakat başka bir kapı daha varsa me­ raklanma öteki kapıya gider. Hâtiften işittim ki, bu mahalleye yol yokmuş, yani bu maksadım hâsıl olmıyacakmış. Fakat ne yapayım ki başka bir mülke yol yoktur» diye cevap vermiş. Pir bu sözü söyledikten sonra, bütün hulûs ve tes­ limiyetiyle secdeye varmış. O sırada canının kulağına hâtiften şu nida, gelmiş: «Bize lâyık hüneri yoksa da, kabul ettik. Çünkü bizden başka sığınacak bir şey tanımıyor.» HÎKÂYE Nişabur şehrinde birisi vardı, bir de oğlu vardı. Bir gece oğlu yktsı namazını kılmadan uyudu. Babası oğluna şöyle nasihat verdi: «Çocuğum, eğer insan isen düşün ki, kimse çalışmadan bir makama erişemez. Çalışmayan fikirin varlığı yokluğu birdir. Oğlum, kazanmağa heves et. Ziyanından kork. Çünkü boş gezenler her türlü istifadeden mahrumdurlar.» Bir taze gelin, şefkati az güveyden yani kocasından bir ihtiyara şikâyet etti, şöyle dedi: «Beybaba! Bu ço­ cuk yani kocam ile hayatımın acı geçmesi reva mı? Şu konakta bizimle birlikte bulunan diğer aileler de vardır. Onlar bizim gibi perişan geçimsiz değildirler. Kan koca birbiriyle öyle geçiniyorlar ki, onları bir ka­ 142 buk içinde iki iç zannedersin. Halbuki ben gelin olalıdanberi kocamın yüzüme bir kere güldüğünü görme­ dim.» Söz bilen irfanlı, yaşlı ihtiyar, gelin hanıma "şu tatlı cevabı verdi: «Eğer kocan güzel ise, tahammül et, kahrını çek! İnsan bir şeyi, ona benzer bir başka­ sını bulamıyacaksa terketmemelidir, yazıktır. Böyle bir kocadan serkeşlik edip ayrılan, onun ayrılığına daya­ namaz, canından olur.» Kul olduğunu düşün. Cenabı Hakkın emirlerine boyun eğ. Çünkü onun gibi başka Tanrı bulamıyacakşm. HİKÂYE Bir gün bir bey, kölesini satılığa çıkarmış, tellâle vermişti. Köle, o sırada efendisine şöyle dedi: «Efendim, siz benden daha çok iyi köle bulabilirsiniz; fakat ne ya­ zık ki ben sizin gibi efendi bulamam.» Kölenin bu sözü gönlüme çok dokundu, yüreğimi yaktı. HİKÂYE Vaktiyle Merv şehrinde bir tabip vardı. Peri yüzlü idi. Boyu gönüller bahçesine salınır servi idi. Nice gö­ nüller onun derdi ile yaralı idi. Fakat onun bu yaralar­ dan haberi yoktu. Hasta, mahmur gözlerinin güzelliği nice âşıkları perişan etmişti. O bundan da haberdar değildi. Bana onun âşıklarından bir dertli garip nakletti: «Hasta idim, tabiîdir ki, hastalar iyi olmak isterler, fa­ kat ben iyi olmak istemiyordum. İstiyordum ki hep 143. hasta kalayım. Çünkü iyi olduğum gibi, artık tabip gelmiyecekti.» Buna aşk derler. En güçlü, kudretli, keskin akıl­ lan zebun eder. Aşk aklın kulağını bir kere burunca, o baş bir da­ ha akıllanmaz. AŞKIN, AKLIN ÜSTÜNDE YÜKSELMESİ HAKKINDA Bir yiğit arslan ile pençeleşmek için bir demir kol­ çak yaptırdı, arslanm karşısına çıktı. Arslan onu pen­ çesiyle çekiverince, pençesinde kuvvet kalmadı. Arslanın elinde zelil oldu. Birisi onun arslanm pençesi altında miskin miskin durduğunu görünce: «Arslanm altında kan gibi uyu­ yup ne duruyorsun! Elinde demir pençe var. Arslana bir pençe vursana!» dedi. Zavallı adam: «Bu pençe ile arslanla savaşmak mümkün olamıyor» cevabını verdi. İşte aşk arslan, akıl demir pençe yerindedir. Aşka karşı aklın hükmü yoktur. Akıl daima aşka yenile gel­ miştir. Arslana benziyen insanlar da arslan gibidirler. Onlara karşı da demir pençenin faydası yoktur. Aşk ortaya gelince, artık aklın adı okunmaz. Çevgân topu nasıl çelerse, aşk da aklı öyle çeler. HİKÂYE Bir köyde, asil bir aileden bir genç, amcasının kı­ zıyla evlenmişti. Gerek oğlan, gerek kız, ikisi de gü­ zeldi. Birisi güneş, birisi aydı. Kızın ahlâkı güzel, hem de munisti. Oğlan ise hırçın, inatçı idi. 144 Bunların hallerine vâkıf köy ihtiyarlan bir gün meclis kurdular, oğlanı oturttular: «Oğlum, mademki hanımını sevmiyorsun, nikâhı olan yüz koyunu ver de, bırak!» dediler. Oğlan bu sözü işitince.- «Oh he âlâ! Yüz koyun ile bu ağdan kurtulacağım. Bu işte hiç aldanmak yok» dedi. Kıza gelince, bu haberi işitir işitmez, o peri yüzü gibi olan yüzünü yırttı: «Ben sevgili kocamdan aynlığa dayanamam. Ben sevgilimi görmemeğe yüz koyun değil, üç yüz bin koyun verseler razı değilim. Böyle bir şey istemem» dedi, feryada başladı. Arkadaş! Seni sevgilinden hangi şey alıkoyarsa, doğrusunu ister misin, sevdiğin o şey olmuş olur. HİKÂYE Birisi bir meczuba yazı ile.- «Cenneti mi istersin, yoksa cehennemi mi?» diye sordu. Meczup şöyle cevap verdi: «Bana öyle sual sorma, O, (yani Cenabı Hak) benim için ne dilerse onu seve­ rim» dedi. MECNUN UN LEYLÂ’YA HAKİKÎ MUHABBETİ HİKÂYESİ Birisi Mecnun’a dedi ki: «Ey yollu, akıllı, irfaniı Mecnun! Ne oldu ki artık Leylâ’nın obasına gitmiyor­ sun? Yoksa başından Leylâ’nın aşkı uçtu mu, hayalin değişti mi, Leylâ’ya meylin kalmadı mı?» Zavallı Mecnun bu sözleri işitince zâri zâri ağladı: «Efendi, benden elini çek, bana ilişme, dedi, benim gön­ lüm zaten, dertlidir, yaralıdır. Sen de yarama tuz ek­ me. Ayrılığa katlanmak aşkın azlığına* gönül geçmesi­ ne delâlet etmez. Aynlıkların çokları zaruri olur.» 145 Sonra adam bu defa Mecnun’a: «Ey sefalı, güzel huylu Mecnun! Ben Leylâ’nın kabilesine gidiyorum. Leylâ’ya söyliyecek bir sözün varsa söyle, söyliyeyim» dedi. O zaman Mecnun: «Sakın, Leylâ'nm yanında be­ nim adımı anma, dedi, çünkü onun bulunduğu yerde benim adımın anılması mânasızdır. Ben onun varlığıyle varım; aynca varlığım yoktur.» HİKÂYE Birisi Sultan Mahmut Gaznevvî’ye dahletti: «Aca­ yip şey, dedi, Ayaz’m güzelliği yok, Sultan Mahmut bunun nesini seviyor? Bir gülün rengi, kokusu olmaz­ sa onun sevdasından çırpman bülbüle şaşılır.» Birisi bu sözü Sultan Mahmud’a nakletti. Sultan Mahmud’un pek canı sıkıldı : «A efendi, dedi, ben Ayaz’m boyunu bosunu değil; ahlâkını seviyorum.» İşittim ki, dar bir geçitte bir deve yıkılmış, üzerin­ deki inci dolu sandık kırılmış. Sultan Mahmut bu hali görünce: «Yağmadır, alan alsın» demiş; kendisi atını sürmüş gitmiş. Mahmud’un «Yağmadır!» demesi üzerine maiye­ tindeki atlılar yağmaya koşarak padişahtan ayrılmış­ lar. Padişahın arkası sıra giden atlılardan yalnız Ayaz kalmış. Mahmut Ayaz’ı görünce onun güzelliğinden zevk almış ve: «Ey sümbül gibi kıvrım kıvnm saçlı dil­ ber. Yağmadan sen ne getirdin bakalım?» demiş. Ayaz cevap vermiş.- «Padişahım, hiçbir şey alma­ dım. O nimet beni sizin hizmetinizden alıkoymadı.» Arkadaş! Cenabı Hakkın dergâhında yakınlık is­ tersen, ihtiyaç peşinde koşup da haktan gafil olma. Evliya, Allah’tan ancak Allah’ı ister. Başka bir şey istemeleri tarikat usulüne muhaliftir. Eğer dosttan ih­ 146 san bekliyorsan, sen kendini düşünme, dostu düşünme­ miş olursun. Ağzın hırs ile açık ise, kulağına gayıptan sır gelmez, girmez. Hakayik, esran İlâhiye bezenmiş bir saraya, hava ve heves ise göklere çıkan toz dumana benzer. Toz kalkarsa göz görmez olur. HİKÂYE Tesadüfen bir pir ile arkadaş olarak Feryab şeh­ rinden birlikte yola çıktık. Seyahata devam ile mağnp tarafından bir suya eriştik. O sudan yelkensiz geçil­ mezdi. Adam başına bir akça navlun alıyorlardı. Be­ nim bir akçam vardı, verdim, gemiye bindim. Arkada­ şım olan pirin parası yoktu. Ben de de bir akçadan başka bulunmadığı için onun parasını veremedim. Kap­ tan Allah’tan korkmaz birisi idi. Onu orada bıraktı. Gemiyi sürdü. Arkadaşım gemiye binemediği için içim yandı, ağ­ ladım. Pir ağladığımı görünce güldü: «Ağlama: Gemi­ yi yürüten Tanrı beni de götürür,» dedi. Seccadesini su­ yun üstüne serdi, geçti, üzerine oturdu. Seccade gemi gibi yüzmeye başladı. Biz karşıya çıktığımız zaman, o da çıktı. Pirden gördüğüm hal bana dehşet verdi. Aman Yarabbi! Bu ne keramet diye sabaha kadar uyuyama­ dım. Acaba gördüğüm hayal mi idi, rüya mı idi? diye söylendim, durdum. Sabah olunca pir beni gördü ve «şefkatli arkadaşım, seccade işine taaccüp mü ediyor­ sun? Seni gemi götürdü, bizi de Tanrı» dedi. Kuru davacılar niçin böyle şeye, yani evliyanın suda yürüyeceğine, ateşte yanmıyacağma inanmazlar Ateşten haberi olmıyan bir çocuğu şefkatli annesi ko­ 147 rumuyor mu? Vecd hâlinde müstağrak olanlar, gece gündüz Cenabı Hakkın muhafazası altındadırlar. O Tanrıdır ki, İbrahim’i ateşin sıcaklığından, Mu­ sa’nın sandığını Nil’de batmadan muhafaza buyurmuş­ tur. İyi bir yüzücünün elinde olan yavru, Dicle’nin ge­ nişliğinden korkmaz. Arkadaş! Tann erleri gibi deniz üzerinde nasıl yü­ rürsün ki, karada eteğin yaştır (kötü adamsın). CENABI HAKKIN VÜCUDU KARŞISINDA BÜTÜN MEVCUDATIN FÂNİLİĞİ HAKKINDA HİKÂYE Akıl yolu kıvrım kıvnm, karmakarışık, pek dola­ şıktır. Ariflere göre Cenabı Haktan başka hiçbir şey yoktur. Bu söz, Cenabı Hakkın hakikatşinas olan ermiş kullarına söylenebilir. Fakat her şeyi akliyle hallet mek istiyen ehli kıyas, bu söze itiraz ile: «Allah’tan başka bir şey yoksa, bu gökler, bu yerler, insanlar, kuş­ lar, yırtıcılar... nedir?» derler. Onlara; «Ey akıllı dostum, güzel sordun. Beğenir­ sen fikrimi söyliyeyim: Ovalar, denizler, dağlar, gök­ ler, yerler, periler, insanlar, şeytanlar, melekler... Ce­ nabı Hakkın varlığına nisbetle, kendüerine varlık sıfa­ tı verilmeğe lâyık olmıyan şeylerdir. Vâkıa dalgalanan deniz, senin nazarında muazzam bir şeydir. Gökte parlıyan güneş, çok yüksektir. Güneşe kıymet veren in­ sanlar mânâ âlemine nasıl girerler? O âlemdeki insan­ lara göre yedi deniz bir katre, o güneş bir zerre bile de­ ğildir. İzzet, azamet zâti şerifine mahsus olan Cenabı Bâri bayrak kaldırırsa, bütün cihan başını yokluk ya­ kasına çeker. Senin o var sandıkların yok olur.» 148 KÖY KÂHYASI İLE PADİŞAHIN ASKERİ HİKÂYESİ Bir köy kâhyası, oğlu ile yolda giderken, padişahın bulunduğu bir alaya rastgeldiler. Çocuk baktı; bir takım çavuşlar gördü; kılıç gördü, teber gördü, atlastan kaftanlar, altm kemerler gördü ki av vuran pehlivanlar var, ellerine yaylarını almış­ lar; ok atan köleler var, tirkeşlerini takınmışlar, biri­ sinin sırtında en ağır ipekli kumaştan kaftan, birisi­ nin başında hüsrevanı külâh, altm tas. Çocuk bu şevketi, bu debdebeyi görünce, kendi ba­ bası onun gözünde pek küçüldü. Babasına gelince, onun hali pek değişti, rengi attı, korkusundan bir buca­ ğa kaçtı. Çocuk babasına sordu-, «Baba, sen köyün en büyü­ ğü değil misin? Bütün büyüklerden büyük değil misin? Sana ne oldu, canından ümidi kestin. Heybet yelinden söğüt yapyağı gibi titredin» dedi. Babası cevap verdi: «Evet oğlum; köyün en büyü­ ğüyüm; buyruk sahibiyim. Fakat benim büyüklüğüm köyüme göredir.» Arkadaş! Büyükler padişahın dergâhında bulun­ dukları için büyük korku içindedirler. Ey bihaber! Sen hâlâ köydesin. Orada kendine bir pâye veriyorsun. Güzel söz bilen bir söz söylemezler ki, Sâdi o söz hakkında bir temsil yapmasın. HİKÂYE Arkadaş! Belki görmüşsündür. Bağlarda, dağlarda geceleyin bir böcek çıra gibi parlar. Birisi ona: «Ey gece parlayan böcek, dedi, niçin gündüz çıkmıyorsun, saklanıyorsun?» 149 Bak, yer maHûkatmdan olatı ateşin böcek, bu su­ ale ne arifane cevap verdi: «Ben gece gündüz sahra­ dayım, meydandayım. Bir yere saklanmıyorum. Fakat güneşin ziyası yanında görünmez oluyorum.» HİKÂYE Şam vilâyetlerinden bir şehirde bir kavga oldu. Bu kabahatlidir, diye mübarek bir piri yakaladılar; elini ayağını zincire bağladılar. Pir o sırada bir söz söyledi. Hâlâ kulâğımdadır. Şöyle demişti: «Eğer sultan ferman buyurmasaydı bana böyle cefa etmek kimin haddine düşmüştü. Bana cefa eden düşmanı da dost tutmak lâ­ zımdır. Gerçek izzet, gerek mansıp olsun, ben bunların hepsini Amr’den, Zeyd’den değil, Cenabı Hak’tan bili­ rim.» Hey akıllı zat! Sen hastalıktan korkma. Çünkü ta­ bibin sana bir acı ilâç gönderecektir. Dostun elinden gelen her şeyi ye. Hasta tabipten daha mı iyi bilir? HİKÂYE Birisi rahmetli Sâd bin Zengî’ye methü senada bu­ lundu. Sâd bin Zengı memnun oldu, ona para verdi, hil’at giydirdi, hünerine göre memuriyet, pâye verdi. Bu adam, kendisine verilen altın sikke üzerinde (Allah bes = Allah kâfidir) yazısmı görünce cezbelen­ di. Cezbenin harareti canına öyle bir tesir etti ki, pa­ ralan bıraktı, üzerindeki hilâatı çıkardı, sıçradı, sahra yolunu tuttu. Savuştu gitti. Onu sahrada gören bir arkadaşı ona sordu: «Ne gördün ki, hâlin birdenbire değişti. Evvelâ üç kere yer 150 öpmüştün, böyle yaptığına göre sonra tekme vurup paralan, hil’ati reddetmemeliydin.» Adam güldü, şöyle cevap verdi: Evvelâ korku ve ümit ile vücuduma söğüt gibi titreme düştü. Sonra (Al­ lah bes) yazısı bana kuvvet verdi, gözüme bir kimse, bir şey görünmedi» dedi. HİKÂYE Benim gibi birisi de gönlünü bir güzele vermiş, kurtamıyordu. Ondan çok hakaret çekerdi. Adamca­ ğız, akıllı, fikirli iken delidir diye tefe konulup çalmı­ yordu. Dost yolunda düşmanlardan çok cefa çekerdi. Fakat bu cefalardan müteessir olmazdı. Dostun sundu­ ğu zehir ona tiryak yerine geçerdi. Kendi arkadaşla­ rından bir tokat yerdi, danlmaz; tablalı çivi gibi alnı­ nı ileri tutardı. Dostun hayali onun başını öyle sarmıştı ki, dima­ ğının damında tepinirdi. Arkadaşlarının dokunaklı söz­ leri ona vızıltı gelirdi. Denize batmışm yağmurdan ha­ beri olur mu? Kimin gönlünün ayağı taşa dokunursa (Büyük bir mâni karşısında ümitsizliğe düşerse), artık âr, namus şişesini düşünmez. Bir gece düşünde şeytan kendisini peri çehreli bir kız şekline koydu. Onun kucağına atıldı. Seher vakti olunca uyandı. Gusül lâzım geldiğini anladı. Arkadaşlanndan kimse sım na vâkıf değildi. Sabaha karşı yakın bir su kenanna vardı. Fakat mev­ sim kıştı. Soğuk, su üzerine mermerden bir kapı yap­ mıştı. Buzu kırdı, suya daldı. Birisi ona nasihat ederek: «Bu soğuk su içinde öle­ ceksin, niye böyle yapıyorsun?» dedi. İnsaflı genç şöyle cevap verdi: «Arkadaş, sus! Gün­ 151 ler var ki bir güzel gönlümü aldattı, aldı. Aşkiyle sab­ rım, kararım yoktu, merhamet ederek bir kerecik ol­ sun halimi sormadı. Canımı dişime alıyor, çekilmiyecek bir yükü çekiyordum. Şimdi sevdiğim bir insan için bu kadar cefaya katlanırsam, beni topraktan ya­ ratan, kudretiyle toprağa can veren, ihsan ve in’amiyle yaşadığım Cenabı Hakkın emrini güç de olsa nasıl ifa etmiyeyim?» dedi. EHLİ DİLLERİN SEMA’YANI MUSİKİYİ SEVMELERİ HAKKINDA Eğer aşkı seviyorsan, aşkın hakkını ödiyerek mert isen, kibri azameti bırak, kendini küçük gör. Böyle yapamjyacak isen aşka atılma, aşktan uzak dur, ra­ hatına bak. Aşk beni yakar, kül eder, toprak eder diye korkma. Aşk seni helâk ederse, ebedî olursun. Tane sağlam durdukça ondan bir şey gitmez. Ne zaman toprağa düşer, üzerini toprak örter, rutubetten ikiye ayrılırsa, o zaman uç verir, filizlenir. Seni benliğinden kim kurtarırsa, seni Cenabı Hak­ ka o zat aşina eder. Sende benlik oldukça, kendine yol bulamazsın. Bu sözü benliğinden geçmiş olanlar anlarlar. Hanendeye ihtiyaç yoktur. Eğer sende aşk varsa, yürüyen hayvanların ayaklarından çıkan ses de saz­ dır. Bir sinek bir âşıkm yanında kanadım çırpınca, âşıklar vecde gelir; elini (sinek gibi) başına vurmaya başlar. Âşık için sazın lüzumu yoktur. Âşık bir kuşun ötmesiyle de inler. 152 Âlem saz ile doludur; fakat ne çare ki her kulak açık değildir. Aşk şarabını içip sarhoş olan âşıklar, dolap sesiy­ le de cuşu huruşa gelirler. Dolap gibi döner; dolap gibi ağlarlar. Âşıklar her şeye eyvah eder, başlarını yakalarına çekerler fakat güçleri tükenince yakalarını yırtarlar. Kendini kaybetmiş sarhoş dervişi ayıplama. O, aşk denizine düşmüştür. Eli ayağı ondan dolayı çırpınır. SEMA NIN HAKİKATİ HAKKINDA Kardeş, bana; «Sema’ (musiki) nedir?» diye sora­ cak olursan, dinleyen kimdir, ne kabiliyettedir? Anla­ madıkça birşey söylemiyeceğim. Musikiyi ruh ve maneviyatı ile dinler, yani ruhu mâna burçlarından uçarsa, melekler dahi onun yük­ sekliği âlemine varamazlar. Eğer bu dinliyen eğlence, oyun, maskaralık ada­ mı ise sema’ ile onun ruhunda oturmuş olan şeytan kuvvet bulur. Hayvan gibi şehvetine tapan kimse sema’ eri ola­ maz, ona sema’ haramdır. Güzel sesle uyuyan adam uyanır; kör kandil sarhoş uyanamaz. Seher yeli gülleri açar, fakat odunu açamaz. Onu ancak balta açar. Cihan, güzel ses, güzel saz, sarhoşluk, aşk ile dolu­ dur. Fakat kör olanlar aynada ne görebilir? Görmez misin, develer güzel sesli kervancıların mavallariyle aşka, şevka, raksa gelirler. Gâzel ses ile develer neş’elendiği hâlde insan neş’elenemezse o insan değil eşektir. 153 HİKÂYE Şeker dudaklı bir civan ney öğreniyor, gönülleri ney gibi dağlıyordu (1). Babası çok kere ona bağırmış, çağırmış, ona betelmiş, neyini ateşe atmıştı. Fakat faydası olmuyor, ço­ cuk neyzenlikte devam ediyordu. Bir gece çocuk ney üflerken babası dinledi. Neyin sesi adamcağıza dokun­ du. Aşka, şevka geldi, içi karmakarışık oldu, kendin­ den geçti, içine hararet düştü, terlemeğe başladı: «Kaç­ tır ben neyi ateşte yakıyordum, bu defa ney beni ateş­ te yaktı» dedi. Âşıkların gönüllerine varidatı ilâhiyeden bir kapı açılır. Onun zevkiyle ellerini kâinattan silkeler, kâinatı terkettiklerini ellerinin vaziyetiyle an­ latırlar. Onların dostu yâd ederek yaptıkları raks helâldir. Çünkü onlar raksederken her yerinde bir can vardır, yani onlar serâpa can olmuşlar. Tutayım ki yüzmede birincisin. Fakat yüzerken elini, ayağını serbest kullanmak için çıplak olman lâ­ zımdır. Binaenaleyh ar, namus, riyâ hırkasını çıkar, at. Çünkü elbise ile suya batan kimse âciz kalır, kolay yüzemez. Dünya alâkası vuslata mânidir; perdedir. Ne z a ­ man alâkalan kesersen o zaman vuslata nâil olursun. PERVANENİN (2) ŞEM’A OLAN RİYASIZ MUHABBETİ HİKÂYESİ Birisi pervaneye şu sözleri söyledi: «Hey minimini­ cik kuş. Haydi, sen kendine yaraşır bir dost tut. Biraz (1) Neyin deliklerini yakarak açarlar. (2) Kilis’te pervaneye (yepelek), Kemaliye taraflarında (kepenek) derler. 154 muvaffakiyet ümit edebileceğin bir yola git. Sen nere­ desin, mumu sevmek nerede? Semender değilsin, öyle ateşin etrafmda dolaşma. însan iptida yiğitliğini dene­ meli, sonra cenge girmelidir. Yarasaya bak, güneşten nasıl saklanır. Demir pen­ çeli (başa çıkamıyacağm) insan ile görüşmek bilmez­ likten ileri gelir. Düşman bildiğin birisini dost tutmak akıl dışı de­ ğildir. Hey pervane: Sana kimse, boşu boşuna mumun uğrunda ölüyorsun, iyi ediyorsun, demez. Bir dilenci, padişahın kızını isteyecek olursa, saçma fikir besle­ miş olur. Yüzüne tokat, kafasına yumruk yer. Bir mecliste mum yandığı zaman, padişahların, bütün büyüklerin yüzleri ona dönüyor. Hiç böyle olan mum senin gibi âşıka ehemmiyet verir mi? Karşısında o kadar padişahlar, büyükler dururken senin gibi müf­ lise iltifat eder mi? Bunu zannetme. Mum bütün halka yumuşaklık (nezaket) gösterse bile, sana kızgınlık gösterir. Çünkü sen biçâresin.» Yanık pervane bu sözlere bak ne cevap verdi: «Çok şey! Mum beni yakarmış, yanarmışım. Ne ehemmiyeti var? Yanarsam ne olur? Yanmadan korkum mu var? Yanarsam yanayım. Gönlümde İbrahim’in ateşi gibi bir ateş var. (Nemrud’un ateşi İbrahim’e gülzar oldu­ ğu gibi) mumun ateşi benim için güllük gülistanlıktır. Gönül cananın eteğini çekmez, belki cânanın aşkı canın yakasını çeker. Ben kendimi ateşe isteğimle vu­ ruyorum, boynumda bir aşk zinciri var (o beni ateşe sevkediyor). Mumun ateşi nasıl ondan uzak iken beni yakmıştı, alevine kavuştuğum zaman değil. Yar güzellik icabı, sevilmek icabı olarak istediğini yapar. Ona: «Yazıktır, günahtır, yapma, etme!» deni­ lemez. 155 Ben yârimi severim. Ayaklan altında can verme­ ğe hazırım, Zevkim, emelim budur. Can benimdir; be­ ni sevmeden, ölmeden kim menedebilir? Ben ölmeğe niçin can atıyorum. Çünkü dost var­ ken bana varlık yakışmaz. îsterim ki yalnız o var ol­ sun. Yârimpek güzel, her cihetçe beğenilmiştir. İste­ rim ki yanayım, isterim ki yanarken çıkardığım alev, ona sirayet etsin, onun ziyasına katılsın. Her öğütçü! Bana öğüt veriyor; kendine göre biri­ sini bul, onu dost edin diyorsun. Bu öğüdün bana kâr etmez. Sen bilir misin, âşıka öğüt vermek, akrep sok­ muş bir kimseye inleme! demeğe benzer. Ey acayip adam, öğüdün kâr etmiyecek kimseye öğüt verme. Bi­ lir misin bu öğüdün neye benzer: Dizgini elinden git­ miş bir kimseye atını koşturma, yavaş yürüt demeğe benzer. Sen okumadın mı? Sindikat kitabında zarif bir nükte var, nükte şudur: Aşk ateş, öğüt yeldir. Yel ateşi alevlendirir. Kaplanı ne kadar dövsen, o nisbette öf­ kesi artar. Hey öğütçü! İyi görüyorum ki sen fenalık yapıyor­ sun. Çünkü yüzümü senin gibi soğuk kimseye dönme­ mi istiyorsun. Bu dediğin hüner değildir. Hüner yükselmektedir. Şimdi öğüdü sen benden dinle: Fırsat bul, daima senden iyisini ara. Çünkü kendin gibisi ile zamanını kaybedersin. Senin gibilerin arkası sıra putperestler, kendini be­ ğenenler gibidirler. Nasıl ki, korkulu mahalleye sar­ hoşlar giderler. Ben bu aşk işine girişmek istediğim zaman bütün facialarını düşündüm. Başımı bu yola koydum da gir­ dim. 156 Eğer sâdık bir âşık isen canından elini çek! Canını vermeğe kıymıyan korkaklar dost değil, kendi şahıs­ larına âşıktırlar. Bir gün nasıl olsa ecel pusu kuracak, beni tutacak öldürecektir. Madem ki öleceğim; iyisi odur ki, beni nazlı sevgilim öldürsün. Onun elinde güle güle can vereyim. Mademki başa ölüm yazılmıştır,- cânan elinde öl­ mek daha güzeldir. Bir gün çar nâçar can vereceksin. İyisi mi, yârin ayağı altında can ver! ŞEM’İN PERVANE İLE KONUŞMASI Hatınmdadır. Bir gece gözümü uyku tutmadı. O sırada işittim. Pervane muma şöyle diyordu: «Sevgilim ben sana âşıkım. Yanarsam yakışır. Ya sen niçin ağlı­ yor, yanıyorsun?» Mum şöyle cevap verdi: «A benim zavallı âşıkım. Ağladığım, yandığıma sebep şudur ki: Benim Şirin Ba­ lım vardı. Beni ondan ayırdılar. Şirinim haksızlıkla elimden alınınca, Ferhat gibi tepemden ateş çıkmak zaruridir.» Zavallı mum bir taraftan böyle söylüyor, bir taraf­ tan da sararmış yanağından sel gibi göz yaşı okuyordu. Mum tekrar pervaneye döndü ve «A pervane, mec­ lisleri aydınlatan nuruma bakma; sel gibi içime akan ve beni yakan ateşe bak. Senin aşkın kuru dâvadan ibarettir. Aşk senin için değildir. Sende ne sabır var, ne metanet. Sen azıcık bir şule görünce kaçarsın. Ben ise tamamiyle yamncaya kadar dikilip dururum. Aşk ateşi yalnız senin kanadını yakar. Beni gör ki, beni baştan ayağa kadar yakmıştır.» Sâdi de mum gibidir. Görünüşü parlaktır, fakat iç yüzüne bakarsan görürsün ki, yanmıştır. 157 Şem’ilepervane böyle dertli konuşuyor, halleşiyor gece ise henüz bitmemiş bulunuyordu. Derken, peri yüzlü bir halayık muma yaklaştı, püf dedi, söndürdü. Zavallı mumun dumanı tepesinden çıkarken: «îşte aşkın sonubudur» dedi, can verdi. Âşıklığın ne demek olduğunu öğrenmek istersen anlatayım. Ölerek, yanmaktan kurtulmak. Bir âşıkı sevgilisi öldürecek olursa sakın mezarına gidip de ağlama. Belki: «Ne saadet! Sevgili onu kabul ile öldürülmüştür» de, onu tebrik et. Eğer âşık isen, bu dertten kurtulmağa çabalama! Yalnız Sâdi gibi garazsız, ivazsız âşık ol. Âşik fedai demektir. Bir fedai maksadını elde et­ medikçe başına taş yağsa, ok yağsa, çekinmez, çekile­ mez. Ben sana denize çıkma demem. Fakat çıkacak olursan, tufana dahi katlan. 158 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TEVAZU HAKKINDA Ey insan! Cenabı Hak seni topraktan, yaratmıştır. Toprak gibi gönülsüz, mütevazi ol. Mademki toprak­ tan yaratıldın, ateş gibi haris, cihanı yakıcı, inatçı ol­ ma. Korkunç ateş baş çekti, yükseldi, sivrildi. Toprak ise acz ve alçaklık gösterdi. (Serkeş, baş çeken de ate­ şin vasıflarındandır). Ateş yükseldiği için (kibirlendiği için) ondan şey­ tan yaratıldı. Toprak tevazu gösterdiği için, ondan Âdem yaratıldı. YUKARIDAKİ MAZMUNDA BÎR HİKÂYE Bir buluttan deniz üzerine bir damla damladı. De­ nizin genişliğini görünce utandı. Kendi kendine: «Deniz bulunan yerde ben kim olu­ yorum. Eğer o var ise, doğrusu, ben yok sayılırım» dedi. Damla kendini hakir gördüğü için, sedef onu bağ­ rına bastı, naz ile besledi. Felek o damlayı öyle yükseltti ki, padişahların taç­ larına lâyık inci oldu. Damla kendisini alçak gördüğü için yücelik buldu. Yokluk kapısını kaktığı için var oldu. 159 YUKARIDAKİ MAZMUNDA BÎR HİKÂYE DAHA îyi bir memleketten akıllı bir genç, deniz yoluyle Rum iskelesine indi. Bu genci faziletli, akıllı irfanlı gördüler; eşyasını aldılar, iyi bir yere götürdüler, onu misafir ettiler. Misafirlik müddeti bittikten sonra âbitlerin başı, şeyh efendi o gence: «Şu mescit tozlanmıştır. Ötesinde berisinde çörçöp toplanmıştır; onu sil süpür, temizle» dedi. Genç yolcu bu sözü işitince savuştu gitti. Bir da­ ha kimse nişanını göremedi. Gerek şeyh efendi, gerek müritler misafirin görün­ memesini hizmetten kaçtığına, yahut elinden hizmet gelmediğine verdiler. Günün birinde şeyh efendinin uşaklarından birisi o genç yolcuya yolda rastgeldi: «Arkadaş! İyi düşün­ medin ve iyi bir şey yapmadın. Ey kendini beğenmiş genç, bilmiyor musun ki insanlar hizmet ede ede yük­ selir ve bir mevki sahibibi olurlar» dedi. Genç yolcu ciddî olarak yana yana ağladı: «Ey can­ lar besliyen, günüllere sürür veren dostum; emri aldı­ ğım gibi mescidi temizlemek için gittim. Baktım ki mes­ citte toztoprak yok, tertemiz. O yerde bir kirli varsa, o da bendim ve artık oraya uğramadım. Çünkü, mes­ cidi temiz tutmak lâzımdır» dedi. Tarikate giren her derviş kendisini âciz görecek­ tir. Başka türlü olamaz. Yücelik istersen, tevazu ihtiyar et. Çünkü yücelik damına, çıkmak için, tevazudan başka merdiven yok­ tur. Meyvalı dal başını aşağı tuttuğu gibi, akıllı insan da mütevazi olur. 160 BAYEZİDİ BİSTAMÎ’NİN HİKÂYESt VE TEVAZUU İşittim ki,bir bayram sabahı Bayezidi Bistami ha­ mama gitmiş, gusül etmiş, çıkmıştı. Sokakta giderken birisi bir evden dikkatsizlikle Bayezid’in başma bir le­ ğen kül döktü. Bayezid’in sarığı, san küle bulaşmış ol­ duğu hâlde, elini yüzüne sürerek, Cenabı Hakka şük­ retti ve nefsine hitab ile: «Ey nefis! Ben ateşe lâyıkım. Başıma kül döküldü diye kızar mıyım?» dedi. Büyükler kendilerine bakmazlar. Kim ki kendisi­ ni görürse, Cenab-ı Hakkı görmeği ondan beklemeyin. Büyüklük kendisine pâye vermek, yüksekten atıp tutmak değildir. Büyüklük, kuru dâva ile, tekebbür ile olmaz. Tevazu senin dereceni yükseltir; kibir ise seni ye­ re çalar, alçaltır. Sert huylu, kibirli kimse boynu üstüne düşer. Yü­ celik istersen yücelik arama. UCB İLE ÂKIBETİ, TEVAZU İLE BEREKETİ HAKKINDA Dünyada mağrur olan kimse din yoluna gidemez. Kendisini gören kişi, hakkı göremez. Eğer sana rütbe, derece lâzım ise, alçaklann yaptığı gibi kimseye ha­ karet gözüyle bakma. Akıllı insan yüceliğin, şan ve şerefine kibir etmek­ le hâsıl olacağını hiçbir zaman hatırından geçirmez. Eğer halk sana ahlâkı güzel diyorlarsa, bundan ■daha yüksek bir fırsat arama. Âkilâne düşün! Senin ayarında birisi gelip sana ki­ bir satarsa, sen onu hakikaten büyük görebilir misin? Sen de onun gibi başkalanna karşı kibirlenirsen, 161 karşısmdakilerin nazarlarında sen de, o kibirlenen kimse gibi olursun. Büyük birmevki, makam sahibi olduğun zaman, akıllı isen düşkün kimselere gülme. Çünkü nice ma­ kam sahibi kimsenin ayıptan düştüğü, düşkünün onun yerine geçtiği görülmüştür. Tutayım ki ayıptan pâk ve berisin. Fakat bana ku­ surlu olduğumdan dolayı hakaret etme. Birisi eliyle Kabe’nin halkasını tutar, birisi de mey­ hanede sarhoş olur, sızar. Eğer Cenabı Hak o sarhoşu hidayete dâvet ederse kim mâni olur? Eğer o makam sahibini kovarsa, onu eski yerine kim getirir? Ne o makam sahibi ameline güvenebilir; ne bu sar­ hoşa tövbe kapısı kapalı kalır. İSA ALEYHİSSELÂM İLE BİR HODBİN ÂBİT, PİŞMAN BİR FÂSIK HİKÂYESİ Hikâye ederler ki, İsa Aleyhisselâm zamanında birisi varmış. Hayatını cahillik, azgınlık ile heder et­ mişti. Katı yürekli, cesur bir günahkâr idi. O kadar pisti ki, şeytan bile ondan utanırdı, ona sahip çıkmaz­ dı. Günlerini boş yere geçirmiş, sağ oldukça elinden kimse rahat edememişti. Başında kibir çok, fakat akıl yoktu. Karnı haram lokmalarla dolmuştu. Eğri gidişiy­ le eteği bulaşmış günahtan yüzü simsiyah kesilmişti. Ne görenler gibi doğru yürüyen ayağı, ne de insan gi­ bi nasihat dinleyen kulağı vardı. Kötü yıl gibi herkes ondan kaçardı. Yeni ay gibi herkes onu uzaktan birbi­ rine gösterirlerdi. Kötü arzular onun ömrünün harma­ nını yakmış (ömrünü mahvetmiş), bir arpa kadar iyi adlılık kazanmamıştı. Bu günahkâr kimse kötü arzulan o kadar yerine 162 getirdi ki, kötülüğe ait amel defterinde yazılacak yer kalmadı. Günahkârdı. Kimseyi dinlemezdi. Şehvetperestti. Gece gündüz, gafletle ya sarhoş, ya mahmur idi. İşittimki, İsa Aleyhisselâm sahradan döndüğü za­ man yolda bir âbidin hücresine uğradı. Halktan çekilmiş âbit İsa Aleyhisselâmm geldiğini görünce ibadet ettiği yerden inip Hazreti İsa’nın aya­ ğına düştü, başını yere koydu. Bedbaht günahkâr uzaktan bunlan görüyor; bun­ lara karşı nura uzaktan bakan pervaneye benziyordu. Bir fakir bir zengin kimsenin eline nasıl bakarsa, öyle bakıyor, hem utanıyor. Hem de hasretle bunlan süzü­ yordu. İçi yanıyor, dudak altından gaflet içinde geçir­ diği günler için özürler diliyordu. «Eyvah! Ömrüm gaf­ letle geçti, diye hasret çekiyor, gözlerinden bulut gi­ bi yaşlar döküyordu. «Aziz ömür sermayesini telef et­ tim. İyilik namına bir şey elde edemedim. Kimse benim gibi olmasm. Zira benim ölümüm, yaşamamdan çok hayırlıdır. Çocuk iken ölenler kurtuldular. Çünkü gü­ nahkâr ihtiya rolup da hacâlet görmediler. Ey cihanı yaratan Tanrı! Günahımı sen bağışla. Bağışlamazsan bu günahlar bana ne fena yoldaştır!» diyor; utançtan baş aşağı eğilmiş, gözyaşlan döküyordu. Bu köşede günahkâr ihtiyar inliyor.- «Ey düşmüş­ lerin elini tutan Tann, imdadıma sen yetiş!» diye yalvanyor, öbür tarafta âbidin kafası gurur ile dolarak o günahkâra uzaktan bakıyor, kaşlarını çatıyor, şöyle diyordu.- «Bu bedbaht uğursuz neden bizi süzüyor. Ya­ nımıza gelmek mi istiyor? O bizim yanımıza gelecek adam mıdır? Gırtlağına kadar ateşe düşmüş, ömrünü boş yere geçirmiş, onun mülevves etekli Cmurdar, re­ zil) şahsından ne iyilik gelmiştir ki benimle ve Hazreti İsaile konuşmak istiyor. Ne olurdu karşımızdan yıkı­ lıp cehenneme gitse. Onun çirkin suratından iğreniyo­ 163 rum. Belki ateşi bana da sirayet eder. Yarabbi, yann mahşer kurulunca beni bu adamla birlikte haşretme.» Bunlar bu hâlde iken, büyük sıfatlarla mevsuf Ce­ nabı Haktan îsa Aleyhisselâma vahiy geldi ki, bu âlim, öteki câhil olmakla beraber ben ikisinin de duasını ka­ bul ettim. Bu bedbaht günahkâr ömrünü telef etmiş ise de inleyerek, yanarak, bana yalvardı. Her kim ken­ disini âciz görerek benim huzuruma gelirse, onu kere­ mimden mahrum etmem. Onun günahlarını bağışla­ dım. Onu in’am ve ikram ile cennetime alırım. Âbide gelince,mademki cennette o günahkâr kul ile beraber bulunmaktan utanıyormuş; ona söyle üzülmesin. Gü­ nahkârı cennete kendisini de cehenneme gönderirim. Günahkârın ciğeri harâret ile, dert ile kan doldu. Âbit ibadetine güvendi; biçareliğin, herşeyden gani olan dergâhımda kibirden, benlikten daha iyi olduğunu bi­ lemedi. Arkadaş! Kimin üstü başı temiz fakat ahlâkı pis ise, ona cehennem kapısı açmağa anahtar lâzım de­ ğildir. Cehennemin anahtarı onun fena ahlâkıdır. Cenabı Hakkın eşiğinde âcizlik, miskinlik, kendi ibadetine güvenerek gururlanmaktan daha iyidir. Eğer mert isen, mertlikten bahseyleme. Her binici topu çelip çıkaramaz. Kendini iyilerden sayacak olursan kötüsün. Allahlık insanda benlik olmaz. Fıstık gibi kendinde bir iç var zanneden kimse, so­ ğan gibi hep kabuk çıkar. Benlikli itaat işe yaramaz. Binaenaleyh benliği bı­ rak da, itaatte kusur ediyorum diye özür dilemeğe bak. Hakka karşı iyi,halka karşı kötü olan kimse, iba­ detinden müstefit olamaz. Nezdi İlâhîde bedbaht ayyaş ile, kendisini ibadet 164 için sıkan zahidin farkı yoktur. Cenabı Hak birincinin günahından mutazarrır, İkincinin ibadetinden müste­ fit olmaz. Arkadaş: Zühtü takvaya, sıtkı safaya çalış. Fakat Hazreti Peygamberin yaptığından fazlasını yapmağa kalkışma. Derecesiz beyazlık isteme. Çok beyazlık da, çok siyahlık da istemez (1). Akıllardan yadigâr söz kalır. Sâdi’den şu sözü ya­ digâr tut: Allahtan korkan günahkâr, ibadetine güve­ nen âbitten daha iyidir. FAKİR ÂLİM İLE KADI HİKÂYESİ Eski elbiseli fakir bir fakih, bir kadı’nm divanha­ nesinde ulemâ sarasında oturdu. Kadı o fakire sert sert baktı. Onun bakması üzeri­ ne (Muarif) yani kadı’nm adamı, fakirin eteğine yapış­ tı: «Oradan kalk. Bilmez misin ki meclisin yukarı ta­ rafı senin yerin değildir. Sen, ya aşağı otur, yahut sa­ vuş git. Herkes meclisin üst tarafına lâyık olmaz. İn­ sanın şerefi fazileti ile, rütbesi değeri ile mütenasip­ tir. Benim sana nasihatim kâfidir. Bir daha başkasının nasihatine muhtaç olma. Bugünkü mahçubiyet sana ceza olarak elverir. Her kim derecesini bilir, aşağı otu­ rursa, oturduğu yerden kaldırıp daha aşağı bir yere oturtulmak hakaretine uğramaz.» Büyüklerin yerlerine geçmek cesaretinde bulun­ ma; pençende kuvvet yoksa arslanlık yapma! Şimdi o derviş kıyafetli akıllı kimse, baktı ki, tali(1) İran’da bir darbımesel vardır: Duru beyaz yüz tümen, pembe beyaz iki yüz tümen, esmer güzeli yüz altmış tümen. Sâdi bu darbımesele telmih ederek: «İnsan ne çok masum olmalı, ne de çok günahkâr olmalı. Bunların ikisi de iyi değildir» demek İstiyor. 165 hi kendisiyle cenge başladı, yanık bir ah çekti. Otur­ duğu yerden kalktı, aşağı oturdu. Derken meclisteki fakihler ilmi fıkıh muhasebesi­ ne koyuldular: «Niçin öyle, hayır öyle olamaz, kabul edemeyiz» gibi sözlerle birbirlerine giriştiler; herbiri diğerini ilzam etmek sevdasında: «Hayır, evet» diye mücadeleye başladılar. Sen onların hâllerini görsen: «Cenkçi horozlar gagalariyle pençeleriyle dövüşmeğe düştüler» derdin. İçlerinden birisi öfkesinden sarhoş gibi görünüyor, diğer birisi iki elini birden yere vuruyordu. Karmakarışık kördüğüm gibi açılmaz bir çıkmaza girdiler. Müşkülü hâl için hiçbir yol bulamadılar. Bunun üzerine son sırada oturan o eski elbiseli fakih, arslan gibi haykırdı, şöyle dedi: «Ey Kur’an-ı Keri­ mi tebliğe, usul-i fıkhı neşrü tâlime memur olan şer’i şerif büyükleri! Müddeayı ispat için getirilecek delil­ ler, kuvvetli, hakiki olmalı yoksa boyun damarlarını şişirmek hüccet olmaz. Lütfen bir kere de beni dinler misiniz? Bu meydanda benim de vuracak çevgânım, çelecek topum var.» Fakihin bu sözü üzerine diğer âlimler: «Buyurun, iyi bir şey biliyorsan söyle» dediler. Fakih, mâlik olduğu fasih bir ifade ile söze başla­ dı. Söylediği sözü yüzük taşma hakkeder gibi, gönülle­ re hakketti. Münakaşaya bahis olan meselenin iç yüzünü, hü­ rünü anlattı. Doğru bir surette halletti. Dâva da bit­ miş oldu. Meclisin sağında, solunda oturanların hepsi: «Aklı­ na, irfanına, idrâkine bin aferin olsun» dediler. Fakih sözünü öyle bir yere kadar sürdü ki, kadı, çamura saplanmış eşek gibi geride kaldı. Kadı, fakihin faziletini takdir ederek, raftan cüb­ 166 besini, sangını indirip fakihe takdim etmelc istedi ve: «Yazık olsun, senin kıymetini bilemedik. Meclisimize teşrifinizden dolayı teşekkürlerimizi sunamadık. Sizin bukadar fazilet ile meclisin son kısmında oturmanızdan dolayı çok müteessirim» dedi. Kadı’nın iltifatını gören muarif de koştu, fakirin yanma geldi, ona iltifatlar gösterdi, gönlünü almağa çalıştı. Kadı’nm takdim ettiği sanğı, fakihin başma sarmak istedi. Fakih, muarrife: «Dur, çekil o sanğı sarmak iste­ mem. Çünkü elli arşmlık sanğı sararsam, bana kibir gelir. Yann eski elbiseli birisi görürsem, onlan beğenmemezlik yapanm. O sank başımda oldukça, beni gö­ renler bana.- «Mevlâna, sadri kebir» lâkaplannı verme­ ğe kalkışır; halkı gözümde küçük göstermeğe uğraşır­ lar» dedi. Arkadaş! Elverir ki su temiz, berrak olsun. Kabına gelince ister altın tas., ister toprak çanak olsun, ehem­ miyeti yoktur. Kap ile suyun mahiyeti değişmez. İnsanın başında akıl ve beyin lâzımdır. Güzel, kıy­ metli sank değil. Böyle bir sank senin başma lâzımdır. İnsanın başı büyümekle insan büyümez. Su kabağı da büyüktür, fakat beyinsizdir. Sarığına, sakalına bakıp da kafa tutma. Çünkü sa­ nk pamuktandır, sakal ise bir tutam ot gibidir. Kalıp kıyamet ile insan görünenlerin heykel gibi durup ses çıkarmamalan hayırlıdır. İnsan hüneri nisbetinde makam istemelidir. Zuhal gibi büyük, fakat uğursuz olma! Hasır kamışına yücelir yakışır doğrusu; çünkü şe­ ker kamışının da hassası onda mevcuttur Cl). (1) Hasır kamışında, şeker kamışının hassası yoktur demek istiyor. Bu beyitte tariz san’atı vardır. 167 Aklın, himmetin bu derece kesîr iken, arkandan yüz köle de yürürse, sana kimse insan demez. TEMSİLİ TARİKİYLE HİKÂYE Bir câhil, çamur içinde bir katır boncuğu bulmuş, onu kıymetli bir cevher sanarak, ipek bir mendile sar­ mış. Katır boncuğu ona, lisan-ı hâl ile; «Ben öyle bir boncuğum ki, satılığa çıkanlsam kimse bana para ver­ mez. Delilik edip de beni ipek mendil ile sarma» de­ miş. Bokböceği gelincik çiçeklerinin arasında günlerce kalsa, yine bokböceğidir. Zengin kimse mal ile iyilik, büyüklük kazanamaz. Eşeğe atlas çuval vursalar yine eşektir. Söz söylemesini bilen fakih, bu tarzda birtakım sözlerle gönlündeki kini biraz teskin etti. Gönlü inci­ nen kimsenin sözü sert olur. Hasmın yıkılınca gev­ şeklik etme. Elinden gelirse düşmanının beynini çıkar. Çünkü fırsat bulunca düzmanı ezmek, gönlündeki ke­ deri yıkar, temizler. Kadı fakihin öyle acı sitemine uğradı ki: «Bugün benim kıyametimdir» demeğe mecbur oldu. Fakihin ke­ maline taaccüp edip, parmağını ısırdı. İki gözü Ferkadan (1) gibi, fakihin yüzüne dikildi, kaldı. Fakih çıktıktan sonra kadı: «Bu küstah adam ne­ reden geldi?» diye sordu. Mecliste bir gürültü koptu. Bunun üzerine mahkeme muhzırı onun arkasın­ dan koştu; her tarafa gitti: «Şu sıfatta bir adam gören var mı?» diye rastgelene sordu. Kime sordularsa: «Bu (1) Kuzey kutbuna yakın bulunduğu yerde doğup batan iki parlak yıldız. 168 şehirde Şeyh Sadi’den başka böyle tatlı sözlü kimseyi bilmiyoruz» dediler. Acı hakikati böyle tatlı surette söyliyen kimseyeyüz bin aferin olsun. ŞEHZADENİN TEVBE ETME HİKÂYESİ (Gence) şehrinde bir şehzade vardı. İşitenlerden uzak olsun, durdar, zâlimdi. Bir gün içmiş, kafa tutkun, elinde bir bardak şa­ rap, şarkı söyliyerek mescide girdi. Caminin bir maksuresinde tatlı dilli, temiz yürek­ li, âlim bir âbit oturmuş başındaki cemaate vaaz edi­ yordu. İnsana böyle olmak yaraşır. İnsan ya âlim ol­ malı, ya âlimi dinlemeli. Şehzadenin böyle, bedmest olarak mescide girmesi mescidin kudsiyetine hürmet etmemesi, oradaki aziz­ leri müteessir etti. Fakat padişahlar, şehzadeler Al lah’m emrine aykırı iş yaptıkları zaman, onlara kimr «Bu iş şeriate uymaz, vazgeç» diyebilir? Sarımsak kokusu gül kokusunu, davul sesi çengi sesini bastırır. Şeriate uymıyan bir şeyi menetmek elden gelirse „ elsiz ayaksız gibi oturmak yakışmaz. Uygunsuz şeyi el ile menetmek mümkün olmazsa, dil ile menet. Çünkü birçok fenaları nasihat vererek yola getirmek kabildir. Bu da olmazsa, o zaman eren­ ler gönülden himmet ile menetmeğe çalışırlar. Mescitteki cemaatten birisi o halvette oturan âli­ min yanma gitti, başını yere koydu; inledi, ağladı: «Ey aziz! Biz elsiziz, dilsiziz, birşey yapamıyoruz. Şu çapkın sarhoşa beddua ediniz. Ariflerin gönlünden çıkan ya­ nık bir nefes yetmiş kılıç ve teberden daha kuvvetli­ dir» dedi. 169 Cihan görmüş âbit el kaldırdı: «Ey gökleri, yerle­ ri yaratan Tanrı; şu çocuk çok keyiflidir, çok bahtiyar­ dır. Zaman onun gönlünce gidiyor. Allahın onun key­ fini bozma!» dedi. Duayı işitenlerden birisi âbide: «Ey doğruluk kıb­ lesi! Bu kötüye niçin iyilik istedin? Kötüye iyilik iste­ mekle, bütün bir şehir halkma kötülük ediyorsun. Hal­ ka yazık değil mi?» diye itiraz etti. iyi görücü, keskin akıllı âbit cevap verdi: «Arka­ daş! Sözün sırrını anlamıyorsan sus! Ben ona Cenabı Hakkın tövbe nasip buyurmasını istedim. Fakat mak­ sadımı ince ve nükteli bir tarzda ifade ettim. Her kim çirkin huyundan vazgeçerse, cennette ebedî bir haya­ ta kavuşur. Şarabın verdiği zevk beş gün sürer. Onu bırakmakta ise ebedî zevkler vardır.» Âbidin bu beliğ ve güzel sözünü orada bulunanlar­ dan birisi şehzadeye ulaştırdı. Şehzade âbidin sözünü işitince bulut gibi yaş yağ­ dırdı. Bu yaşlar sel gibi yüzünden akmağa başladı. Tövbe etmek için öyle bir iştiyak hâsıl oldu ki, içini yaktı. Utancından gözlerini yere dikti, başını kaldırdı. Âbide: «Lütfen zahmet edip buyursunlar. Doğru yolu idrâk edemiyen başımı ayaklarının altına serip, tövbe edeceğim» diye haber gönderdi. Nasihatçi âbit kalktı, sarayın kapışma geldi. Asker­ ler iki tarafa dizildiler, abidi selâmladılar. Âbid saraya girdi. Şehzadenin divanhânesinden sağma soluna bak­ tı. Ne görsün? Şeker var, ünnap var, mum var, şarap var. Hülâsa, türlü nimet mevcut, fakat adamlar harap, bitik. Birisi kendinden geçmiş, birisi çakır keyf, birisi şarap şişesi elinde gazel okuyordu; bir taraftan hanen­ deler, sazendeler âhenklerine devam ediyorlar. Bir ta­ raftan sâki; «İçiniz, âfiyetler olsun» diye şarap sunuyor. Lâ’l renkli şarap birçoklarını mestetmiş. Çenk ça­ 170 lanın başı çenk gibi göğsüne düşmüş. Ortada bulunan büyük rütbeli nedimlerin dik başlan eğilmiş. Mecliste nerkisin gözünden başka bütün gözler kapalı. Tef ile çenk birbirine uygun gidiyor, yalnız ney uymuyor. Ara yerde inil inil inliyor. Şehzade emretti. Ne varsa kırdılar, parça parça et­ tiler. O saf muhabbet bulandı. Çengi kırdılar, kiriş­ leri kopardılar, hanendeler sustular, tıs oldular, süt dökmüş kediye döndüler. Şaraphanede ne kadar küp varsa taşa tuttular. Şarap kabaklarının bir kısmını çö­ kerttiler, boynunu vurdular. Kaz biçimindeki bir kıs­ mının başlarını yere eğdiler. İçindeki şarap kaz kanı gibi şarıl şanl aktı. Şarap küpü dokuz aylık yüklü idi, hem de yükü oğ­ landı. Bu kargaşalıkta korktu, bir kız çocuğu düşürdü. Şarap tulumunun kamını göbeğine kadar yardılar. Onun o hâli pürmelâline kadehlerin gözleri kan ağlar­ dı. Yakut renkli şarabın kızıllığına boyanan döşeme taşlarını, yıkanmak ile temiz olmıyacağı için söktüler, dişli çekiç ile yonttular, tekrar yerlerine koydular. Sarnıç son derece sarhoş oldu ise taaccüp etmeyin. Çünkü o gün dökülen o kadar şarabı hep habis, içti. Kobuz yasak edildi. Her kimin elinde kobuz görül­ se, tef gibi ensesine silleyi yerdi. Bir fâsikin omuzunda çenk görülecek olsa, gören­ ler onun kulağını tambur gibi burardı. Hülâsa, başı kibir ile, gurur ile mest olan şehzade, ihtiyarlar gibi ibadet köşesine çekildi. Mezkûr şehzadeye bundan evvel babası, kaç kere tehdit ile, makbul gidişil ol, değerli sözlü ol, fiskü fü­ curdan vazgeç demiş olduğu halde nasihat dinlememiş, asla müteessir olmamıştı. Babası bazan onu uslandır­ mak için ceza verirdi. Aldırış etmez, cezayı çekerdi. Babası onu zindana attırmak, ayaklanna, ellerine zin­ 171 cir koydurmak istemiş- şehzade ona da razı olmuş, gö­ ze almıştı. Şehzadeyi bundan evvel hangi bir serviş; «Böyle işleri câhiller yapar sen bundan vazgeç!» demiş olsay­ dı, onun başını kestirir, diri komazdı. Arkadaş! Kükreyen aslanlar cenkten kaçmaz; kap­ lanlar keskin kılıçtan korkmazlar. Yumuşaklıkla düş­ manın derisini yüzmek kabildir. Sert muamele dostu bile düşman eder. Örs gibi katı yüzlülük eden herkes, kafasına mu­ hakkak çekiç yer. Büyük kimselere bir şey söyler, teklif ederken sert­ likle söyleme. Onun sertliğini gördükçe sen yavaşlayıver. Küçük, büyük her insana karşı daima iyi huylu oi. Yumuşak, tatlı muamele edersen, fakir sana kul, kurban olur; zengin de yumuşar; tevazu gösterir. Muvaffakiyet, tatlı dildedir. Acı ve sert muamele daima hırçınlık ile karşılanır. Arkadaş! Gel, tatlı dilliliği Sâdi’den öğren. Ekşi su­ ratlı, haşin adam huşûneti içinde gebersin, gitsin. DOLAŞAN BALCI HİKÂYESİ Tatlı, güler yüzlü bir civan bal satardı. Bu, öyle bir civan idi ki, gönüller onun tatlılığından yanar, erirdi. Boyu, beli saz ile bağlanmış şeker kamışına ben­ zerdi. Müşterisi sinektan daha çok idi. Öyle bir civan idi ki, faraza bal satmayıp zehir sa­ tacak olsaydı, herkes zehiri onun elinden bal gibi yerdi. Suratsızın biri, o civanın satışım, kazancını kıska­ nıp; o da bal satmak istedi. Bal tablası başında, ekşi sirke kaşında, mahalle mahalle dolaştı. Bal, bal diye bağırdı. Fakat balma müşteri değil, bir sinek bile kon­ madı. 172 Akşam oldu, eve döndü. Eline bir para geçmemişti. Fena halde kızdı, bir köşeye çekildi, oturdu. Günahının cezasından korkan günahkâra, bayram günü zindanda bulunan bedbahta benziyordu. Kansı ona, lâtife suretiyle: «Ekşi yüzlünün balı acı olur» dedi. Çirkin huy insanı cehenneme götürür. îyi huy ise cennetten çıkmıştır. Arkadaş! Yürü, ırmaktan sıcak su iç, ekşi yüzlü in­ sanın elinden soğuk şeker şerbeti içme. Kaşları sofra gibi çatılmış olan kimsenin ekmeğini yemek haramdır. Efendi, hırçınlıkla işini sarpa sardırma, çünkü hır­ çınlar daima bedbaht olurlar. Farzedelim ki, altının, gümüşün, bir şeyin yok. Sa­ di gibi tatlı dilin de mi yok? HİKÂYE İşittim ki, çapkm bir sarhoş, saf kalpli, akıllı, iyi bir kimsenin yakasına sarılmış, ona bir tokat atmış. Saf, temiz yürekli adam bu vicdanı lekeli sarhoşun ce­ fasını hoş görmüş, mukabelede bulunmadığı gibi, ses de çıkarmamış. Birisi ona: «Sen erkek değil misin? Böyle câhil, terbiyesiz kimseye karşı tahammül göstermen esef edi­ lecek şeydir doğrusu!» demiş. O temiz huylu zat, şu cevabı vermiş: «Rica ederim, bir daha böyle söyleme. Çünkü arslan ile cenketmeği kuran cahil sarhoş, insanın yakasını yırtar. Akıllı ayık kimseye öyle câhil sarhoşun yakasına el vurmak ya­ kışmaz.» Hünerli insanlar öyle yaşarlar ki, cefa görseler bile ona iyilikle mukabele ederler. 173 ERLERİN İZZETİ NEFSİ HAKKINDA HİKÂYE Kırda oturan bir kimsenin ayağını köpek ısırdı. Hem de öyle bir öfke ile ki, sanki dişlerinden zehir damlıyordu. Biçare adam gece ayağının acısından uyuyamadı. Bir küçük kızı vardı. Kız, babasının hâline acıdı. Bi­ raz sertçe: «Babacığım, senin dişin yok muydu? Sen de onun ayağını ısırmalıydm» dedi. Adamcağız ayağmm acısından ağlarken güldü: «A benim güzel anacığım. Evet, benim de dişim var. Hem de köpeğin ayağını ısırmaya gücüm yeterdi. Fakat ağ­ zımın, dişimin köpeğe dokunmasma gönlüm razı ol­ madı. Bu iş o kadar iğrenç, o kadar ağırdı ki, birisi eline kılıç alıp şu köpeğin ayağmı ısıracaksın, yoksa başını keserim dese yine o işi yapamam.» Köpek yaradılışta kötüdür. Fakat insan olan kö­ peklik yapmaz. İYİ HUYLU EFENDİ İLE, KÖTÜ İŞLİ KÖLE HİKÂYESİ Faziletli meşhur bir büyük zat vardı. Kölesi de ina­ dına kötü huylu idi. Köle çirkindi. Sirke gibi ekşi, çirkin bir suratı var­ dı. Ejderha gibi, dişlerinden zehir akardı. Şehirde on­ dan daha çirkin kimse yoktu. Koltuğunun soğan gibi acı kokusundan, kızıl damarlı, perdeli olan gözü sula­ nır, çapaklanırdı. Yemek pişirirken kaşlarını çatar, fa­ kat pişirince sofraya efendisiyle beraber otururdu. Be­ raber ekmek yediği efendisi: «Öldüm, bir yudum su!» dese, vermezdi. Ona ne söz tesir ederdi, ne dayak. Bu yüzden gece 174 gündüz evde gürültü, çatırdı eksik olmaz evin temeli sarsılırdı. Çor çöp, süprüntü, ne bulursa yola saçardı; tavukları kuyuya atardı. Yüzünden vahşet fışkırırdı; gittiği işten geri gel­ mezdi. Efendisinin dostlarından biri ona şöyle dedi: «A mübarek zat. Bu kötü huylu kölenin terbiyesine mi, hü­ nerine mi, cemâline mi, nesine tutkunsun? Bu kellesi, ciğeri bir para etmiyen münasebetsizin neden kahrı­ nı çekiyorsun? Bunu esirciye ver, bir pul veren olursa* durma sat. Hattaâ doğrusunu ister misin, parasız ver­ sen yine pahalıya satmış olursun. Onun yerine ben sana güzel huylu, güzel yüzlü bir köle bulayım.» İyi huylu büyük adam bu sözleri işitince güldü: «Güzel tabiatlı dostum: Hakikaten, bu köle dediğin gibi berbat, kötü huyludur. Fakat onun yüzünden be­ nim tabiatım güzelleşiyor. Ben onun münasebetsiz hal­ lerine tahammüle alışınca, artık herkesin cefasını çe­ kebilirim.» dedi. Tahammül insana önce zehir gibi görünür. Fakat tabiatte yerleşince bal olur. MARUZ KERHİ İLE HASTANIN HİKÂYESİ Bir kimse şan, şeref, şöhret arzularını başından at­ madıkça Maruz Kerhi’nin yolunu tutmasın. İşittim ki, Maruf Kerhi’ye ölmek üzere bulunan bir hasta misafir olmuş. Başının saçı dökülmüş, yüzünün rengi, revnakı uçmuş. Can vücuduna bir çengel ile asılmış, o da kopmak üzere. Maruf Kerhî, hastaya yatak sermiş. İstirahatini temin etmiş. Fakat hasta hemen bağırmağa; inlemeğe başlamış. Gece sabaha kadar kendisi bir nefes uyumadığı gi- hi, feryadından hâne halkından da kimse uyuyama­ mış. Hasta, kötü huyly, sert tabiatli! Kendisi ölemiyor, fakat halkı sitemler ile öldürmeğe çalışıyor. Feryadına, iniltisine, kalkmasına, oturmasına ev­ dekiler dayanamamışlar, birer birer, başka yerlere kaç­ mışlar. Evde hasta ile Maruf Kerhî’den başka kimse kalmamış. İşittim ki, Maruf Kerhî geceleri uyumamış, onun arzularını yerine getirmek için didinmiş, durmuş. Bir gece Maruf Kerhî’yi uyku bastırmış. Uyumakta da haklı! Çünkü geceleri uykusuzluğa insan nasıl da­ yanır? Maruf uyuyunca, hasta hezeyanlara başlamış. «Bu murdar derviş takımına lânet olsun. Bunlann zâhirde adlan, sanlan var; hakikatte riyâcıdırlar, her işleri havadır. Bunlann temiz giyinmelerine de bakma. İtikatlan pistir. Sofuluk satan bir takım aldatıcı kim­ selerdir. İşte bu adam da durmadan uyuyor. Kamını doyurup uykuya dalmış kimse, biçare hastanın göz­ lerini yummadığını ne bilir.» Elhâsıl, bir dakikacık, onun hizmetinden kafil ol­ duğundan dolayı Maruf Kerhî kerem gösterdi. O acı sözleri yuttu. Fakat, hastanın böyle terbiyesizlik etti­ ğini evdekiler işittiler. Bilhassa bir kadın, Maruf Kerhî’ye gizlice şu sözleri söyledi: «Hasta dervişin neler söylediğini, tabiîdir ki duymuşsunuzdur. Artık onu evde tutmak 'olmaz. Ona söyle, ağırlık vermesin, bura­ dan gitsin. Başının çaresine baksın. Ölecek ise de baş­ ka yerde ölsün. Adamına iyilik edilir, acınır; kötülere iyilik kötülüktür. Alçak kimsenin başı altına yastık koyma. Zâlim kimsenin başı taş üstünde gerekir. Ey bahtiyar kimse; kötülere iyilik yapma. Çorak yere ağaç dikmek doğru değildir. Ben sana insanlara iyilik etme demiyorum, belki kötülere yapma diyorum. 176 Kaba, yontulmamış, adî kimselere yumuşaklık gös­ terme. Çünkü köpeğin sırtı kedi gibi okşanmaz. Doğrusunu istersen, hak, hukuk bilen köpek; te­ şekkür etmiyen insandan ahlâkça daha iyidir. Alçak kimseye karlı su verme; verirsen mükâfatı­ nı buz üstüne yaz. Ben bu hasta gibi aksi, berbat in­ san görmedim. Böyle kimseye sakın acıma.» Evin hanımı, Maruf Kerhî’ye bu sözleri söyleyince, Maruf Kerhî müteessir oldu ve: «Hanım, vazgeç, dedi, var rahat rahat uyu. Onun söylediği sözler seni incit­ mesin. Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik yap­ mış ise bana yapmış. Bana onun nâhoş görünen işleri, sözleri hoş gelir. Asıl hüner, böyle kimselerin cefası­ na katlanmaktır. Görüyorsunuz ki, daimî ıztırap için­ dedir. Bir nefes uyuyamıyor.» Arkadaş! Kendini güçlü, kuvvetli, sıhhatte gördü­ ğün zaman, şükrane olmak üzere, zayıfların yükünü çek. Eğer sen tılsım gibi yalnız kuru bir suretten ibaret olursan öldüğün zaman cismin gibi ismin de ölür. Eğer kerem ağacını beslersen, iyi adlılık yemişini muhakkak yersin. Görmez misin ki, (Kerh) de türbe var. Fakat Maruf Kerhî’nin türbesinden daha maruf olanı yoktur. Büyüklüğüne kapılan insan kibreder. Bilmez ki, büyüklük hilm ve mülâyemettedir. NÂEHİLLERİN SEFAHATİ, İYİ KİMSELERİN TAHAMMÜLLERİ HAKKINDA HİKÂYE Bir aç gözlü dilenci tamaha düşerek, bir zattan pa­ ra istedi. O zatın o sırada parası yoktu. Kemeri, eli boş, tertemizdi. Yoksa parası olsaydı, o dilencinin yüzüne altın saçardı. 177 Dilenci o zattan bir şey koparamaymca, oradan ayrıldı. Suratını astı. Mahalle içinde o zatı zemmetme­ ğe başladı: «Bu şeyhler, diyordu. Sesi çıkmayan akrep­ lere benzerler. Bu yüz elbise içinde yırtıcı kaplandır­ lar. Kedi gibi dizlerini göğüslerine koyup otururlar (her şeye eyvallah eder görünürler). Fakat av görün­ ce köpek gibi derhal atılırlar. Evde iyice avlıyamadıklan için hile, riyâ dükkânını mescit tarafına getirmiş­ ler. Arslan yiğitler kârvanlan vururlar, fakat elbise­ lerini bunlar soyarlar. Hırkalarına ak, siyah parçalar dikerler; halbuki diğer taraftan hânelerinde paralan, altmlan, yığın yı­ ğın yığarlar. Bunlar parayı buğday diye satarlar (hal­ kı aldatırlar). Bunlar dünyayı dolaşan harman çingenesidirler. İbadet ederken ihtiyarlar gibi acizlik, halsiz­ lik gösterirler. Fakat raksetmek lâzım gelse, gençle­ şirler, çevikleşirler. Raksa gelince güçlü, kuvvetli; fa­ kat namazı oturarak kılarlar. Bunlar oburlukta Musâ’nm âsâsma benzerler... Bilmem ki, o kadar çok ye­ dikleri hâlde yüzleri niçin san, vücutlan niçin zayıftır? Bunlar ne günahtan sakınırlar, ne de âlimdirler. Şu­ rası muhakkaktır ki, bunlar dini vasıta ederek dün­ yayı yiyen insanlardır. Sırtlanna kaplan postu gibi yamalı yamalı aba gi­ yerler. Fakat kanlarının elbisesini Habeş kumaşından yaptmrlar. Bunlarda sünnet namına ancak iki şey görülür. Bi­ risi kuşluk uykusu, diğeri sahur yemeği. Midelerini dilencinin yetmiş renkli zembili gibi ağ­ zına kadar sıkı sıkı doldururlar. Elhâsıl ben de tarikat mensubu olduğum için, ken­ dime de dokunacak sözleri daha fazla söylemek iste­ miyorum.» 178 îftiracı dilenci bu yolda birçok şeyler söyledi. Çün­ kü ayıp arayan kimsenin gözü hüneri görmez. Yüzünün suyunu dökmüş (şerefsiz) olan kimse, başkasının yüzü suyuna (şerefine) ehemmiyet verir mi? Şeyh efendinin müritlerinden birisi, o dilencinin hezeyanlarını işitmiş geldi, onun sözlerini şeyh efendi­ ye nakletti. Doğrusunu istersen âkılâne bir harekette bulunmadı. Bir köle benim arkamdan kötülüğümü söylemiş olsa söylenmiş, bitmiş, geçmiş gitmiştir. Onun sözünü alıp bana getiren kimse, söyliyenden daha beter fena­ lık yapmış sayılır. Birisi bir ok atsa da yola düşse, vüdumu incitmemiş, bana bir fenalık vermemiştir. Fa­ kat oku sen alır getirir de, vücudama saplarsan, oku sen vurmuş olursun. Müridinden dilencinin zemmini işiten iyi huylu şeyh efendi güldü: «Bu naklettiğin şey kolay bir şey­ dir. Bundan daha güç bir şey varsa söyle, dedi. Çünkü benim kötülüğüme dair onun söylediği şeyler, benim kötülüğümden azdır. Benim kendi bildiğime göre yüzde birdir. Bir de o, söylediği şeyleri zan üzerine söylemiş­ tir. Halbuki o kötülüklerin bende mevcut olduğunu ben yakinen bilirim. O beni, bu sene gördü benim yetmiş senelik ayıbımı nasıl bilebilir? Benim ayıbımı gaybı bilen Tanrı müstesna, benden daha iyi kimse bilmez. Bu adam ne iyi ve hüsnüzan sahibi insan imiş ki, be­ nim ayıbımı ancak bu kadar sanmıştır. Kıyamet gü­ nünde eğer benim günahıma o şahit olursa, cehen­ nemden korkmam. îşim yolunda olmuş olur. Ey benim kötülüklerimi arayan kimse, bana gel; benden sor. Sana onu tamamiyle gösteren cedveli ben vereyim.» Birtakım kimseler, hak yolunun erleri olmuştur­ 179 lar. Bunlar belâ okuna nişangâh oldukları için o merte­ beye varmışlardır. Bunlar kibar külâhmı almış, mânâ tacım başları­ na giymişler. Velîler edepsizlerin kahnna tahammül eden insanlardır. Sen de o mertebeye yükseltmek is­ tiyorsan, bırak, halk senin derini yüzsün. Erlerin top­ raklarından testi yapıtsan, halk onu melâmet taşma tutarak kırarlar. DERVİŞLERİN KÜSTAHLIĞI VE PADİŞAHLARIN HİLMİ HAKKINDA HİKÂYE Şam padişahlarından Melik Salih, her seher vakti tebdil olur, kölesiyle saraydan çıkardı. Arap usulünce yüzünün aşağı tarafım kapatır; memleketin çarşısını, pazarını, her tarafını dolaşırdı. Bu padişah herşeyi iyi görür, fıkrayı severdi. Her kimde bu huy varsa, iyi adam olur. Melik Salih, gezerken bir mescide girdi. Baktı ki, iki fakir meyus, mustarip oturuyor. Mevsim de kış, ha­ va soğuk, fakirler gibi soğuktan üşüyerek uyumamışlardı. Güneşe bakan güller gibi güneşi bekliyorlardı. Bunlardan birisi ötekine söyle dedi: «Yann mah­ şer gününde hâkimi mutlak Cenabı Hak olacaktır. Eğer eğlence, oyun, zevk ve safa içinde yaşıyan mütekebbir padişahların âcizler ile birlikte cennete girecekle­ rini anlarsam, ben mezarımdan başımı kaldırmam. Yüce cennet bizim yerimiz, yurdumuzdur. Çünkü gam zinciri bugün bizim ayağımızdadır. Arkadaş! Tekmil ömrümde bu padişahlardan ne gördüm ki! Âhirette de bunların zahmet ve sıkletlerini çekesin. Bunlar dünya­ da yüreğimizi yaktılar. Eğer o gün Melik Salih, cenne­ tin duvarına yaklaşacak olursa, ayağımdan pabucumu çıkarır, kafasına vurur, beynini patlatırım.» 180 Melik Salih fakirden bu sözleri işitince, artık ora­ da fazla durmağı münasip görmedi, ayrıldı. Sonra bi­ raz daha gezdi, güneş doğdu, herkesin gözünden uy­ kuyu sildi. Melik Salih saraya avdet edince, o iki dervişi ça­ ğırttı. Mehabet gösterdi. Mehabet göstermekle bera­ ber, dervişlere hürmet etti, yer gösterdi, oturttu. Bun­ ların üzerine cömertlik yağmurunu yağdırdı. Vücut­ ları üzerindeki zillet tozunu temizledi. Bunlar evvelce kışın çektikleri yağmur, sel, soğuk zahmetiden sonra sarayın şanlı memurlariyle birlikte oturur oldular. Geceleyin, çıplak sabahlıyan fakirler şimdi elbise­ lerini öd ağacı yakarak dumanına tutuyorlardı. Bu iki fakirden birisi padişaha gizlice şöyle dedi: «Ey bütün cihan kendisinin kulağı küpeli kölesi olan padişah, büyük insan olmak için insanda birçok me­ ziyetler bulunmalıdır. Biz kölelerinizde ne meziyet gör­ dünüz ki bizi bu makama çıkardınız?» Bu söz üzerine padişah gül gibi açıldı güldü. Dervi­ şe şöyle cevap verdi: Ben şevketimin çokluğuna baka­ rak fıkaradan yüz çeviren insanlardan değilim. Sen de bana karşı çirkin huyluluk yapma. Cennette benimle güzel geçin. Ben bugün iyi geçinmek kapısını açtım. Sen de yarın benim yüzüme cennet kapısını kapama. Eğer ikbalin, tarihin varsa böyle yola git. Sana şe­ ref lâzımsa fakirlerin elinden tut. ref lâfımsa fakirlerin elinden tut. Bugün muhabbet tohumunu ekmiyen, yarın tûba dalından yemiş yiyemez. Sevgin yoksa saadet arama. Saadet topu hizmet çevgâniyle çelinia. Sen ağzına kadar benlik suyu ile dolmuş bir kan­ dile benziyorsun. Sende ışık olmaz. 181 Mum gibi sinesinde yanacak bir şey bulunan, mec­ lisleri aydınlatır. KENDİNİ BÜYÜK GÖRENLERİN MAHRUM OLMASI HAKKINDA HİKÂYE Birisinin ilmi nücumda biraz eli vardı. (Mahareti vardı.) Fakat başı kibir ile sarhoştu. Kendisini çok büyük müneccim görürdü. Bu adam uzak yoldan kalktı, Gûşiyâr’m (1) yanı­ na geldi. Gönlü öğrenmek hevesiyle, fakat başı gurur ile dolu idi. Bu adam Gûşiyâr’m yanında biraz kaldı. Fakat Gûşiyâr buna bir şey öğretmek istemiyor, onu atlatıyor­ du. Nihayet, bu adam bir şey öğrenmediği hâlde, gel­ diği yere gitmek istedi. O zaman büyük âlim Gûşiyâr; ona birkaç söz söyledi: «Sen kendini akıl ile, ilim ile dolu zannetmişsin. Dolmuş kap tekrar doldurulur mu? Dâvâ ile dolusun, onun için boş gidiyorsun. Boş gel ki, ilim ile dolu avdet edesin!» Arkadaş! Sâdi gibi varlığını terke t ki, marifet har­ manını elde edesin! BENDELERE HAKŞİNASLIK VE TAZARRU TALÎMİ HAKKINDA HİKÂYE Bir köle kızdı, padişahından kaçtı. Padişah ara­ nıp bulunmasını emretti. Ne kadar aradılarsa da bula­ madılar. Sonra kölenin öfkesi geçti, kendi ayağiyle geldi. Bu sefer padişah cellâda emredip, şunun kanını dök, dedi. (1) 182 Fars hekimlerinden birinin adıdır. Kana susamış merhametsiz cellât, susamış insan­ ların diline benziyen hançerini çıkardı. O sırada köle mustarip, yaralı gönlünden kopan şu sözleri söyledi: «Allahım ben, kanımı padişaha he­ lâl ettim. Senelerce onun sayesinde nazü naim içinde yaşadım. Onun devleti sayesinde dostlarımın istediği gibi vakit geçirdim. Yarın benim kanım için yakalan­ masın; düşmanlan sevinmesin.» Padişah kölesinin bu sözlerini işitince öfkesi ya­ tıştı. Kölenin başını, gözünü öptü. Ona tabii, küs., bay­ rak verdi, onu bey yaptı. Yumuşaklığı sayesinde za­ man onu böyle korkunç bir siyaset yerinden aldı, bey­ lik makamına eriştirdi. Bu hikâyeden maksat şudur ki: Yumuşak söz, insanlann ateşine karşı soğuk su yerine geçer. Ey dost! Aksi, hırçın düşmanına da tevazu göster ki, yumuşaklık keskin kılıcı kesmez eder. Görmez misin ki, kılıca, oka karşı yüz kat ipekten yapılmış kaftan giyerler. TEVAZU VE NİYAZLIK HAKKINDA HİKÂYE Bir ârif, yamalı elbise giyiyor ve bir viranede otu­ ruyordu. Birisi oradan geçerken kulağına köpek sesi geldi. Adam, kendi kendine.- «Burada köpek ne gezer? Burada sâlih bir derviş vardır. Bakayım, bu köpek nerededir?» diye aramağa başladı. Viranenin önünü, arkasını gezdi, köpekten nişan bulamadı. Viranede o âriften başka bir kimseyi göremedi. Viraneye ait bir .sim anlamak için yaptığı teşeb­ büsten utanarak geri döndü. Adamın ayağının sesini işiten ârif, seslendi: «Ya­ hu! Kimsin? Niçin kapıda duruyorsun. İçeri gel!» dedi. 183 Adam içeri girdi. Arif ona: «Gözümün nuru; bura­ da köpek var zannetmiyesin: köpek gibi seslenen be­ nim. Çünkü gördüm ki, Cenabı Hak biçareliğimden hoşlanıyor. Canlılar arasında ise köpekten daha mütevazi bir canlı bulunmadığı için, ben de başımdaki kibiri, aklı, fikri bir tarafa attım. Onun kapısında kö­ pek gibi havlamağa başladım» dedi. Arkadaş, eğer yüksek makama erişmek istersen, o makama tevazu inişinden çıkabilirsin. Mütevazi insanlar, dergâhı İlâhîde büyük maka­ ma nâil olurlar. Sel suyu korkunç, heybetli aktığı için baş aşağı yu­ varlanıp gidiyor. Çig ise, âciz, ufacık olarak düştüğü için güneş onu muhabbetle ayyuka eriştirmektedir. HATEM ASAM’IN TEVAZUU VE NİYAZLILIĞI İLE GİDİŞİ Söz sahiplerinin bir takımları Hatem Asam için sağırdır derler. Sakın bu söze inanma. Sağır olmadığı­ nı isbat için sana bir fıkra söyliyeyim: Bir sabah örümcek ağını kurmuş, bir köşeye çe­ kilmiş, sessiz, hareketsiz duruyor, av bekliyordu. Bu sessizliği hilekârlığındandır. Bir zavallı sinek ağın bağ olduğunu bilmiyerek, onu şeker sanarak ağa düştü. Düşünce vızlamağa başladı. Hatem, sineğin vızıltısını işitince, ona şöyle dedi: «Ey aç gözlülükle ayağı bağa geçen sinek, vizlama. Ta­ hammül et; her yerde şeker, bal bulunmaz. Köşelerde böyle tuzaklar bulunur.» Mecliste hazır bulunan ukalâdan birisi, Hâtem’in sinek vızıltısını duyduğunu, ona karşı söylediği sözü işitince şöyle dedi: «Ey haki yolunun adamı! Ben bu işe şaştım. Bizim kulağımıza güçlükle erişen sineğin 184 feryadını nasıl işittin! Onun sesinden haberdar oldun. Bundan sonra biz sana sağır demiyeceğiz.» Hatem gülümsiyerek: «Ey keskin akıllı kimse, de­ di, bâtıl sözü dinlemeden ise, sağır olmak yekdir. Be­ nim halvette mahremi esrarım olan kimseler, beni över, ayıplarımı örterler. Onlar benim kötü huylarımı örttükleri için varlığım nefsine zebun oluyor. Ben hal­ ka kendimi sağır bildirdim ki, yanımda bulunanlar beni sağır bildikleri için iyiliğime, kötülüğüme dair ne diyorlarsa söylesinler. Ben sözlerden kötülüklerimi anlıyorum ve o kötü huydan vazgeçmeğe çalışıyorum. İşte kendimi sağır tanıtmaktan maksadım budur.» Arkadaş! Methü sena ipiyle kuyuya inme. Hatem gibi sağır ol, kendi kusurunu kendi kulağınla dinle. Sadi’nin sözünden yüz çeviren, saadet ve selâmet bulamaz. Benden daha iyi nasihatçiye ihtiyacın varsa, vay olmuş senin başma, ZÂHİT İLE HIRSIZ HİKÂYESİ Tebriz taraflarında mübarek bir zat vardı. Gece­ leri uyumaz, tâat ve ibadet ederdi. • Bu zat, bir gece hırsızın elindeki kemendini halka halka yapıp bir dama fırlattığını ve orada bir yere iliş­ tirdiğini gördü. Hemen: «Hırsız var!» diye bağırdı, herkesi uyan­ dırdı. Bir gürültüdür koptu. İnsanlar sopa ile dışarı fır­ ladılar. Alçak hırsız, insanların «Tutun, tutun!» diye bağırıp çağırdıklarını duyunca tehlike içinde durmağı münasip görmedi. Kaçmanın vaktidir, diye kaçıverdi. Hırsızın akşamdanberi uğraştığı hâlde eli boş ola­ rak kaçmasına âbit acıdı. Gönlü mum gibi eridi. Gece­ nin karanlığı içinde evden çıktı. Hırsızı takip etti. Baş­ ka bir yoldan dolaştı, hırsızın önününe çıktı. Hırsıza 185 iltifat etti: «Ben senin dostunum. Eskiden seninle aşi­ nalığım var: Senin yiğitliğini takdir edenlerdenim. Sa­ na hâkipay olacak kadar hürmetim var. Yiğitlikte se­ nin gibisini görmedim. Fakat yiğitlik iki türlüdür. Bi­ risi hasmm karşısına çıkıp onunla merdane uğraşmak; diğeri tehlikeli bir yerde, kaçıp kurtulmaktır. Sen bu iki cihette de ustasın. Ben sana kulum. Adın nedir? Adına köle olayım. Eğer reyinize muvafık gelirse size kılavuzluk ederek, sizi başka bir yere götüreyim. Gö­ türeceğim yer, alçacık bir evdir. Kapısı sıkı kapalı, zannederim içinde kimse yoktur. îki tuğlayı üstüstüne koyar, üsttekinin üstüne bastıktan sonra ya sen benim omuzuma çıkarsın, ya ben senin omuzuna çıkarım. Oradan içeriye girebilirsin. Fakat girdiğin zaman ar­ tık en kıymetli şeyleri almak için uğraşma. Eline ne geçerse al, bana ver. O kadar pahalı bir şey olmasa bile eli boş dönmeden iyidir ya!» dedi. Elhâsıl âbit hırsızı kandırmak için ona türlü dil­ ler döktü, onu kandırdı. Önüne düştü. Aldı, gitti, kendi evi tarafına götürdü. Evine vardılar. Hırsız âbidi omu­ zuna bastırdı, kaldırdı. Âbit dama çıktı. Damdan indi, eve girdi. Entari, sarık, elhâsıl ne varsa yakaladı, yu­ karıdan aşağıya uzattı, hırsıza verdi, ve hemen kaç­ masını söyledi. Hırsız kaçtıktan sonra âbit dam üs­ tünde: «Hırsız var! Gençler koşun, tutup sevap kaza­ nırsınız» diye yaygaraya başladı. Hırsız zannetti ki, ev sahibi uyanmıştır. Yakalan­ mamak için aldığı eşyayı koltuğuna sıkıştırarak fira­ ra kadem bastı. Bunun üzerine iyi yürekli âbit, biçare hırsız bermutad ettiği için ferahladı, içi rahat etti. Hülâsa o kimseye acımıyan hırsıza o iyi yürekli âbit acıdı. Akıllıların ahlâkma hayret etmeli: Onlar kemali keremlerinden kötülere de iyilik ederler. Kötüler iyi­ 186 liğe lâyık değilseler de, iyiler sayesinde onlar da ya­ şarlar. DOST ÎÇİN DÜŞMAN CEFASINI ÇEKMEK HAKKINDA HİKÂYE Sâdi gibi kalbi temiz birisi bir güzele âşık olmuş­ tu. Rakiplerinden türlü cefalar, sitemler çekerdi. Top gibi mihnet çevgâmndan kurtulamazdı. Zavallı âşık ra­ kiplere kaşını çatmazdı. Onların öfkelerini, sitemlerini şakaya vururdu. Dostlarından birisi onu kınadı: «Yahu» Hiç sende âr, namus yok mu? Bu kadar sitem, hakaret görüyor­ sun, bunlardan müteessir olmuyor musun? Düşma­ nın kabahatini affetmeğe gelmez. Sonra hakkında âciz, biçâre, miskin, derler. Böyle yaşamak mı istiyorsun?» dedi. Bu sözleri işiten âşık ne güzel cevap verdi. Öyle bir cevap ki, altın ile yazılmağa değer: «Gönlüm yârin sevgisiyle o derece doludur ki, oraya kin sığmaz.» HİKÂYE Ârif bir kimse birisi ile kavga ederken Behlûl onun yanından geçiyordu. Şöyle dedi: «Ârif zannolunan şu adam, eğer Cenabı Hakkı hakikaten sevseydi, düşma­ nı ile uğraşmağa vakit bulamazdı; eğer bu adam Ce­ nabı Hakkın varlığından haberdar olsaydı, bütün hal­ kı yok bilecekti.» LOKMAN HEKİMİN TAHAMMÜLÜ İşittim ki, Lokman Hekim siyahı imiş. Şişman ol­ duğu gibi, nazik vücutlu da değilmiş. 187 Bir gün Lokman bir yerden geçerken, birisi onu kaçan kölesine benzetmiş: «Gel bakalım!» demiş, onu tutmuş, bırakmamış. Bir sene ona cefa etmiş, cevretmiş ve bir sene çalıştırarak bir ev yaptırmış. Bir sene sonra kaçan köle pişman olmuş. Efen­ disinin yanma gelmiş, özür dilemiş. Fakat efendisi Lokman’a haksızlık etmiş olduğu için, Lokman’dan fena hâlde korkmuş. Lokman’m ayağını çözmüş, özür di­ lemiş. Lokman gülmüş: «Özrün faydasızdır. Çünkü bir senedir bana kan yutturdun’ ettiğin ezalar cefalar iki söz ile gönülden nasıl çıkar? Böyle olmakla bera­ ber, ey iyi adam, seni affediyorum. Çünkü sen beni çalıştırdın, müstefit oldunsa da, benim de ayrıca istifa­ dem, kârım var. Sen kârlısın-, çünkü bedava bir ev yap­ tırdın. Ben de kârlıyım; çünkü ilmim, irfanım, tecrü­ bem arttı. Benim de kölelerim vardı. Onlara zaman za­ man ağır işler gördürürdüm. Şimdi çamur işlerinde çalıştığım, zahmet ne demek olduğunu öğrendiğim için bundan sonra kölelerime ağır iş teklif etmem.» demiş. Böyledir: Her kim büyüklerin çevrini çekmezse kü­ çüklere, âcizlere gönlü yanmaz. Eğer büyüklerin söz­ leri sana ağır geliyorsa, elin altındakilere sertlik yap­ ma. CÜNEYD’İN TEVAZUU, HİLMİ HAKKINDA Güneydi Bağdadî, San’an çölünde gezerken bir av köpeği görmüş. Bakmış ki dişleri dökülmüş, arslanlara saldıran pençesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş, kocamış tilkiye dönmüş. Vaktiyle yaban öküzlerine, geyiklere atılır, onlan tutarken, şimdi ev koyunlanndan tos yemeğe başlamış. 188 Cüneyd o köpeği öyle miskin, halsiz görünce ken­ di ağzından ona bir parça bir şey vermiş. Ve bu köpeğe karşı ağlıyarak şu sözleri söylemiş: «Köpek® Bilmem yarma ikimizden hangimiz daha iyi çıkacağız? Zahire bakılırsa, bugün insan olduğum için ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kazâ başıma ne getirecektir. Eğer imanımın ayağı kaymazsa, başıma Cenabı Hakkın affı tacını giyeceğim. Eğer üzerimdeki marifet kisvesi soyulacak olursa, senden çok aşağı ola­ cağım.» Köpek nekadar kötü huylu olursa olsun, onu ce­ henneme götürmezler. Sâdi! Hak yolunun erleri kendilerine, büyüklük vermezler ve kendilerini köpekten daha, iyi tutmadık­ ları için şerefçe melekleri geçerler. ÂBİT İLE KOBUZCU HİKÂYESİ Bir kobuzcu bir gece sarhoştu, kobuzunu koltuğu­ na almış, gidiyordu. Y'olda bir âbide rastgeldi. Sarhoş­ lukla kobuzu âbidin başına çaldı, kobuz kırıldı. Gündüz olunca, halim, selim olan âbit, bir avuç gü­ müş para aldı. Kobuz parası olmak üzere o taş yürekli kobuzcuya götürdü. Ona.- «Arkadaş, dedi, dün gece sarhoş idin. Sarhoşlukla senin kobuzun, benim başım­ da kırıldı. Başımın yarası geçti, korku kalmadı. Halbu­ ki senin kobuzun ancak para ile tâmir olunur. Şu pa­ rayı al, kobuzunu tâmir ettir,» dedi. Başlarına halktan cefa taşları yağdığı için, Tanrı dostlarının baş üstünde yerleri vardır. NAEHİLLERİN CEFALARINA MERTLERİN SABIRLARI HAKKINDA HİKÂYE Vahş toprağında büyüklerden birisi bir halvet kö189 şeşine çekilmişti. Dünyayı hakikaten bırakmıştı. Hal­ ka dilencilik elini uzatan hırkalı âriflerden değildi. Saa­ det onun taraf ma bir kapı açmış, fakat kapısına baş­ kalarına kapatmıştı. Akılsız dili uzunlardan birisi, edepsizlikle o iyi adam hakkında kötü sözler söylemeğe başladı.- «İnsanlar! Bu adamın, hilesinden, mekrinden, şeytanâtmdan sakının. Bu, Süleyman'ın yerine geçen iftrite benzer. Bu âbitler, bu sofular mahallenin farelerini avlamak için, mü­ temadiyen abdest alır gibi yüzlerini yuyan kedilere benzerler. Bunlar boş davulun sesi uzaklara gittiğini bildiklerinden dolayı, ad için, şöhret için riyazet çe­ kerler.» Elhâsıl o boşboğaz adam, durmadan âbidi zemmediyor, başına toplanan kadın, erkek, birçok halk da onu dinliyordu. İşittim ki, bu hâli duyan âbit ağlıyarak bir dua etmiş.- «Yarabbi, bu adam eğer yalan söylüyorsa ona, eğer doğru söylüyorsa bana tövbe ihsan buyur ki helâk olmıyalım. Benim ayıbımı arayıp, bulup söyliyenin sözü bence makbuldür. Çünkü kötü huyumu bana, bildiriyor.» Arkadaş! Düşmandan bir söz işittiğin vakit bakEğer onun dediği gibi isen incinme; değilsen.- «Haydi oradan boşboğaz-, söyle söylen bakalım» de geç. Umu­ runda olmasın. Bir ahmak misk için fena kokuyor derse canın sı­ kılmasın. Çünkü bu söz saçmadır. Eğer bu söz soğan için söyleniyorsa: «Böyledir!» de, onu tasdik et. Kokmuş beyinlilik yapıp da itiraz et­ me. Fikri parlak, akıllı kimse düşmanı susturmak için sokaklarda muskalar satan şarlatan büyücülerden dil dağı muskası almaz. Çünkü hokkabazlığını bilir, ona aldanmaz. 190 Halktan çekilip kendi işi gücüyle meşgul olan kim­ se, kendisine karşı fenalık düşünenlerin dillerini esa­ sen bağlamıştır. Sen iyi gidişli ol ki, fenalık düşünenler senin ku­ surunu bulup söylemeğe imkân bulmasınlar. Eğer düşmanın sözü sana güç geliyorsa bak, dik­ kat et, düşman hangi kusurunu ele almışsa, onu bir daha yapma. Benim hakikî dostum, hayırhâhım, kusurumu yü­ züme karşı söyliyen insandır. EMİRÜLMÜMİNİN HAZRETÎ ALİ NİN TEVAZUU HAKKINDA HİKÂYE Birisi müşkül bir meselenin halli için Hazreti Ali’­ ye müracaat etti. Şehirler fetheden, düşmanları bağlıyan, İslâmlann Emiri Hazreti Ali o husustaki bilgi ve düşüncesini söy­ ledi. O mecliste hazır bulunan bir şahıs, Hazreti Ali’nin cevabına itiraz ile: «Ya Ebelhasen! Bu müşkülün ceva­ bı buyurduğunuz veçhile değildir» dedi. O şahsın itirazına, büyük namdar, ilmi ve kemali herkesçe müsellem olan Hazreti Ali incinmedi. O şahı­ sa: »Pekâlâ. Daha iyi bir hâl sureti bilirsen söyle.» dedi. Bunun üzerine o şahıs bildiğini söyledi ve doğrusu­ nu söylemek lâzımsa, meseleyi pek güzel halletti. Hakkı söylemek, hakkı kabul etmek bir vazifedir. Güneş çeşmesi balçık ile sıvanmaz. Şahı Merdan Hazreti Ali 'o şahsın cevabını pek be­ ğendi ve orada bulunan cemaate hitap He: «Ben yanıl­ mışım, yanılmamak, insanların fevkinde olan bir Tan­ rıya mahsustur. Bu zat daha iyi cevap buldu, daha doğru söyledi» dedi. 191 Böylece bir itiraz, büyük bir makam sahibi birisi­ nin. sözüne karşı yapılsaydı kibrinden onun yüzüne bakmadığı gibi: Büyüklerin huzurunda söz söylemek terbiyesizliktir. Bir daha böyle edebsizlik etmeyesin, der ve adamlarına emreder, onu huzurundan kovdu­ rur, hem de haksız yere onu dövdürürdü. Arkadaş! Kimin başında büyüklük, benlik varsa onun hakkı, hakikati dinleyeceğini zannetme. Böyle benlik sahibi kimseler ilimden usanır; na­ sihatten arlanırlar. Evet ne kadar yağmur yağsa, taş üzerinde gelincik çiçeği bitmez. Eğer sende fazilet denizinin incileri varsa, hayli, kibirden, benlikten âzade olan kimselerin ayaklarına dök., Görmez misin gül, kendisini hakir gören kara top­ rakta biter. . Kendisini büyük gören kimse kendisinden daha büyük kimse görmediğinden, gözü kimseyi görmez. Ey hakîm! Etek dolusu incilerini benlik ile dol­ muş kimselerin üzerine saçma. Sen kendini övme; seni eller övsün. Eğer sen ken­ dini översen, başkalarından methü sena bekleme. EMİRÜLMÜMİNİN HAZRETÎ ÖMER’İN TEVAZUU HAKKINDA HİKAYE İşittim ki, daracık bir yerde, Hazreti Ömer kazara bir fakirin ayağma basmış. Fakirin ayağı acımış, aya­ ğına basan zâtın Hazreti Ömer olduğunun farkına var­ mamış. Böyledir: canı yanan kimse, dostu düşmandan farkedemez. Fakir kızmış, Hazreti Ömer.e: «Kör müsün?» diye haykırmış. Bu hakarete karşı âdil reis Ömer: «Kör değilim, 192 fakat kaza oldu, bilmiyerek basmışım. Kusurumu afret» demiş. Bunlar ne kadar insaflı din ulusudurlar ki, halka karşı böyle gönülsüzlük, kibirsizlik, samimiyet üe ha­ reket etmişlerdir. Hakikaten akıllı, seçme insanlar mütevazi olurlar, meyvasi çok olan dal, başını yere doğru eğer. Hayatında tevazu gösterenlerin başlan yann kı­ yamet gününde çok yükselir; burada kafa tutanlar ise yann utançlanndan başlannı yere eğerler. Arkadaş! Eğer sen hesap gününden korkuyorsan, senden korkan insanların hatırından geç. Ey aşağılık insan! Elin altındakilere sitem etme. Unutma ki el üstünde el. vardır. GÜZEL HUYLULUĞUN FAYDASI HAKKINDA HİKÂYE Güzel ahlâklı bir adam vardı. Bu zat fenalar hak­ kında da iyi söyler, onlara iyi muamele ederdi. Vefat ettikten bir müddet sonra birisi onu rüyasında gördü ve «Öldükten sonra başına ne geldi, bana anlat» dedi. Vefa tetmiş olan zat ağzını gül gibi tebessüm ede­ rek açtı ve bülbül gibi güzel sesle dedi ki: «Ben haya­ tımda kimseye sert ve fena muamele etmedim. Onun için bana sert ve fena muamelede bulunmadılar.» ZÜNNUN MISRÎ İLE TEVAZUUNUN HİKÂYESİ Hatınmdadır ki, Nil Sekkası bir yılın suyunu Mı­ sır’a sebil etmedi, yani taşmadı. Yağmur duası için birçok .insanlar dağlara çıktılar. Feryat ederek yağ­ 193 mur istediler. Belki hâllerine acır da gök yüzü ağlar diye ağlaştılar, gözlerinin yaşlan ırmak gibi aktı. Fakat ancak göğün gözü sulandı: Lâkin yağmur yağmadı. Mısır halkından birisi Zünnun Mısri’ye koştu: «Halk mihnet içindedir. Sıkıntı pek çoktur. Şu âciz in­ sanlar için dua buyur. Çünkü Cenabı Hak sevdiği kul­ larının dualarını reddetmez» dedi. îşittim ki, bu müracaat üzerine Zünnun Medyen şehrine kaçtı. Gidişinden yirmi gün geçtikten sonra ihtiyar Zünnun, kara gönüllü bulutun ağlamış olduğu­ nu ve havuzlann bol sularla dolmuş olduğunu haber aldı. Haber alınca Medyen’de duramadı, Mısır’a döndü. Bir ârif, Zünnun’a gizlice sordu: «Halk senden dua istedi, sen dua etmedin. Kalktın Medyen’e gittin. Bun­ daki hikmet nedir?» dedi. Zünnun şöyle cevap verdi: «îşittim ki, kötülerin kö­ tü işleri yüzünden kuşların, kanncalann, yırtıcı hay­ vanların nzkları darlaşır. Sonra memleket halkını tet­ kik ettim. İçlerinde benden daha günahkâr bir kimse göremedim. Anladım ki, bu kıtlık, bu yağışsızlık benim yüzümden oluyor. Halka benim fenalığım dokunuyor. İyilik kapısı benim şerrimden kapanıyor. Halkı darlık­ tan kurtarmak için içlerinden çekildim.» Arkadaş! Büyüklük lâzım ise herkese hürmet et. Kimseyi kendinden daha fena görme. Büyükler böyle yaparlar. Sen kendini hiçe saymadıkça, insanlar katmda aziz olamazsın. Kendini küçüklerden sayan büyük, dünyada âhirette büyüklüğe nail olur. Bu toprak yığınında (dünyada) en temiz kul, en aşağılık bir köleye hâkipay olan kimsedir. 194 Ey bizim toprağımıza (mezarımıza) uğrayan ziya­ retçiler! Azizlerin toprağı için olsun şu söyliyeceği'm sözleri hatırlayın: Sâdi toprak olmuşsa ne beis var. O, zaten sağlığında da toprak idi. Sâdi rüzgâr gibi dünyayı dolaştı ise de, nihayet kendisini kara toprağa teslim etti. Çok geçmeden toprak onu yiyecek, sonra da rüzgâr o topraklan dünyanın her tarafına savuracaktır. Mânâ gülistanı açıldı açılalı, hiçbir bülbül Sâdi kadar güzel terennüm etmemiştir: Böyle bir bülbül ölür de, toprağından gül bitmez­ se, hayret ederim. 195 BEŞİNCİ BÖLÜM RIZAYA DAİRDİR Bu gece, düşünmek (fikir) zeytinyağını yakmış; belagat çerağını parlatmıştım. Boşboğazın birisi sözlerimi işitti. «O, ne âlâ!» de­ meden başka bir yol bulamadı. Fakat kıskançlıkla bi­ raz kusur bulmak istedi. Çünkü hasedinden dertlenmişti. Dert|inin ise feryat edeceği tabiîdir. Bulduğu kusur şudur: «Sâdi beliğdir, fikri yüksek­ tir. Şu kadar var ki bütün sözleri tasavvufa, tarikate ait şeylerdir. Mızraklar, topuzlar, ağır gürzlerden bah­ sedemez. Bu yolda söz söylemek başkalarına mahsus­ tur.» Kıskanç adam bilmiyor ki, bizim kimse ile çengi­ miz yoktur. Eğer cenkçi olsaydım, ne korkunç cenkler tasvir ederdim! Bana o yolda söz söylemek de güç de­ ğildi. A hasut! İstersen gel seninle cengedelim, düş­ manın başını yastık taşı yapalım. Söz kılıcını çekecek olursa, söz âlemini teshir et­ mek de elimçlen gelir. KAZA HÜKMÜNE RIZA HAKKINDA Saadet, Cenabı Hakkın lûtfiyledir. Kol kuvvetine güvenerek cenketmek ile değildir. Yüce felek bağışla­ mazsa, devlet kahramanlıkla kemende girmez. 196 Ne karınca, zayıf, âciz olmakla aç kalır; ne de arş­ ları pençesi güçlü, kuvvetli olduğu için kamını doyu­ rur. Eflâke el eriştirmek, dönüşünü döndürmek kabil değildir. O hâlde onun dönüşüne uymak lâzımdır. Eğer senin için uzun bir hayat yaratılmışsa, seni ne yılan sokar, ne yırtıcı arslan paralar. Eğer hayattaki nasibin kalmamışsa Naşradu (l) zehir olur, seni öldürür. Nasıl ki, Rüstem ömrünü bi­ tirmiş olmakla, kardeşi Şegad onun tozunu çıkardı. İSFAHANI! PEHLİVANIN HİKÂYESİ İsfahan’da kavgacı, cesur, hilekâr bir dostum var­ dı. Elinden uçan, kaçan kurtulmazdı. Eli, hançeri kan ile kınalı idi. Elinden düşmanın gönlü ateşte kebap gi­ bi yanar dururdu. Bir gün tirkeş takınmadığını, oku­ nun çelik ucundan ateş çıkmadığını görmemişlerdi. Yürekli idi, pençesi kuvvetliydi. Boğa kadar güçlüydü. Korkusundan arslanlar tirtir titriyordu. Önce bahse girer, öyle atardı. Cevzanm her parçası­ nı birer okla vururdu. Okunun demreni (2) kalın kal­ kanlara öyle girerdi ki, diken bile gül yaprağına o ka­ dar kolaylıkla giremez; kimin başına kargı ile, yahut gürz ile vuracak olsa, tulgasiyle başını birbirine katar, hamur yapardı. Sığırcık kuşu çekirge sürüsüne nasıl girer, düşman yığınına öyle girerdi; ona göre adam öl­ dürmek ile serçe öldürmek birdi. Feridun’un üzerine hücum edecek olsa, ona kılıç çektirmezdi. Kaplanlar onun pençesinden zebun olmuştu. Zira bu kahraman; tırnaklarını arslanlann beyinlerine geçirirdi. En cesur (1) (2) Tiryak: Panzehir. Ucu. 197 bir insanı kuşağından yakaladığı zaman dağ olsa ye­ rinden koparırdı. Zırhlı bir süvarinin kafasına bir teber indirse, teber atlıyı biçer; atm eyerinde karar tutardı. Gerek erlikte gerek insanlıkta, cihanda kimse onun İkincisini görmemişti. İsfahan’da bulunduğum zaman beni bir nefes ya­ nından bırakmazdı. Çünkü hüsnü tabiat sahibi insan­ ları severdi. Derken İsfahan’da rızkım kesildi, o topraktan ay­ rıldım, sefere çıktım. Kader beni Irak’a çekti. Şam’a götürdü. Mübarek Şam toprağı bana ho şgeldi. Orada oturdum, kaldım. Sözümü uzatmayayım. Şam’da epey zaman kaldım. Bazan sıkmtı çektim, bazan rahat ya­ şadım. Kâh ümitlendim, kâh korku geçirdim. Derken Şam’da ölçeğimiz doldu. Kendi evimi öz­ ledim. Şiraz’a gitmek istedim. Yolculuk hali tekrar Irak’a uğramaklığım icap etti. Bir gece başımı eğdim, geçen zamanları düşün­ düm. Şunu bunu düşünürken, İsfahanlı dostum aklı­ ma geldi. O dostum elinden tuz yediğim için, tuz eski yaramı tazeledi. Onu sevdiğim için görmek arzusiyle kalktım, İsfahan’a gittim. Ne göreyim: Vaktiyle civan gördüğüm o dostum, zamanın dönmesiyle pır olmuş;; oku kemana dönmüş, erguvanı san ot rengini almış; ağarmış başı karlı da­ ğa benziyor. İhtiyarlıktan gözünün suyu, eriyen kar suyu gibi yüzünün üzerinden akıyordu. Felek kuvvetli eliyle onu zebun etmiş, yiğitlik bazusunu bükmüş. Za­ man ile eski gururu kalmamış; miskinleşmiş, başmı ku­ cağına doğru eğmiş. Ona: «Ey arslanlan yakalayıp ye­ re vuran yiğit, nasıl oldu da ihtiyar tilkiye döndün?» dedim. Güldü: «Moğollarla yaptığımız bir muharebe günündenberi harbi, cengi bıraktım» dedi. 198 Ve Moğol çengini şöyle anlattı.- «Düşman tarafın­ da o kadar kargılı asker vardı ki, yeryüzü kamışlık ol­ muştu. Ötede beride görülen bayraklar, kamışlıkta çı­ kan ateşin alevini andırıyordu. Cenk tozunu kaldırdırîı. Akar ırmak gibi düşman tarafına aktım. Fakat devlet olmayınca öfkenin ne faydası olur? Ben oyum ki, hamle ettiğim zaman, kargı ile par­ maktaki yüzüğü alınm. Ne çare ki, yıldızım yardım etmedi. Düşmanlar çev­ remi yüzük halkası gibi kuşattı. Kaçmağı ganimet bil­ dim.’ Çünkü kaza ile cehil pençeleşir. Parlak yıldızım bana yâr olmayınca, başımdaki tuğla, sırtımdaki zırh ne iş görür? Zafer anahtarı elde olmayınca, zori bazu ile muvaffakiyet kapısını kırmak mümkün olmaz. Karşımdaki düşman askerleri kapılan devirici, fil kadar kuvvetli idi. Erlerin başında, atlann tırnağına varıncaya kadar demir içinde idi. Düşman askerinin tozunu görür görmez, zırhı elbise, tulgayı külâh yap­ tık. Ata bindik, dört nala sürdük. Yağmur gibi ok yağ­ dırdık. Pusudan çıkan iki ordu birbirine girdi. Zanneder­ sin ki yer gök çarpışmağa başladı. Oklar durmadan dolu gibi yağıyordu. Her köşede ölüm tufanı kopuyor­ du. Cenkçi arslanlan avlamak için kementler ejderhâ gibi ağızlannı açmışlardı. Esmer tozdan yer gök olmuştu. Kılıçlann tulgalara dokunmasiyle çıkan şimşekler, o gök üzerinde yıl­ dızlar gibi parlıyordu. Düşman süvarilerine çattık; atlardan inip kalkan kalkana piyade harbi yaptık. Ok ile, kargı ile kılı yardık. Fakat ne çâre ki devlet bizden yüz çevirmişti. Biz de düşmandan yüz çevirdik. Tevkifi îlâhi bazusu yarSım etmeyince, yiğidin gayret pençesi ne yapar? Zorlu, gazaplı yiğitlerimizin 199 kılıçlan künt değildi. Ne yapayım ki, yıldızımız bize gazap etmişti. Askerlerimizin harpten, zırhlan kan içinde ola­ rak çıkmıştı. Askerlerimizin oklan demir örsü delip geçerken düşmanın ipekten çukallanna (1) geçmiyor­ du. Evvelce yüz taneli bir başağa- benzerken, dağıl­ dık; her tanemiz bir köşeye düştü. Biz namertlik edip aynlmadık; belki her birimiz zırhlı balık gibi ağa düş­ müştü. Talih bizden yüz çevirmiş olacağı için, kaza oku­ na karşı tuttuğumuz kalkanın hiçbir kıymeti, hizmeti olmadı.» bundan daha acayip bir hikâye dinle: Bedbaht kim­ senin çalışması iki arpa değmez. ERDEBİLLİ OKÇU HİKÂYESİ Erdebilli demir pençeli birisi vardı. Okunu sapan demirinden geçirirdi. Bununla cengetmek üzere, kepenekli birisi geldi. Bu gelen kimse cihanı yakan savaşçı bir gençti. Bu genç, savaşkan Behram Gür gibi idi. Omuzunda ya­ ban eşeğinin derisinden bir kemendi vardı. Erdebilli o genci görünce yayını kurdu, ona elli ok vurdu; oklann hiçbirisi geçmedi. Bundan sonra genç kahraman, Rüstem gibi orta­ ya atüdı. Kemendini attı. Erdebilliyi kıskıvrak bağla­ dı, aldı, çadınna götürdü. Kanlı hırsız gibi, ellerini boy­ nuna bağladı. Erdebilli ânndan, utandığından bütün gece uyuyamadı. Seher vakti olunca, kepeneklinin uşaklanndan (1) 200 Harp elbisesi. birisi ona şöyle dedi: «Sen, ok ile demiri deliyorsun, na­ sıl oldu ki kepenekliye esir olsun?» Gözünden kan yaşı akıttı ve şöyle cevap verdi: «Bilmez misiniz eceli gelen yaşamaz. Ben Rüstem’e harp ve darp öğretecek kudrette bir adamım. Bahtımın kolu güçlü iken, kalın demir okuma keçe gibi geliyor­ du. Şimdi demir oluyor. Ecel gelince kargı zırhı deler; fakat eceli gelmiyen kimsenin gömleğinden geçmez.. Kahretmek için acele kılıç çektiği adam, kat kat zırh giymiş olsa, yine çıplak sayılır. Birisinin, talihi yaver ve zaman ona arka olursa, çıplak da olsa, satır ile vursalar, bir şey olmaz.» Âlim ne kadar çalışsa ecelden canını kurtaramaz: eceli gelmemiş olan câhil de, ne kadar ihtiyatsızlık et­ se yine ölmez. BÎR TABÎP ÎLE PEHLİVANIN HİKÂYESİ Bir pehlivanın bir gece yanı ağrıyordu. Ağrıdan uyuyamadı. Bir tabibe gitti. Tabip ona: «Bu kadar yaprağı yiyen bir kimsenin geceyi sabaha çıkarmasına şaşırdım. Göğüste Moğol okunun yatması; hazmıgüç, uygunsuz çerez yemeden daha iyidir. Bir lokma sebebiyle barsaklara buruntu gelince, câhil kimsenin ömrü telef olur, gider» dedi. Olacak bu ya: O gece tabip öldü gitti. Hasta peh­ livan kırk sene yaşadı. Nice ilâç bilen insanlar var ki, ağn ile kıvrılır gi­ der. Ne âciz kimseler olur ki, sapasağlam yaşar. HİKÂYE Bir köylünün eşeği öldü. Köylü, eşeğin başını bostandaki bir asmanın üzerine, nazarlık olarak dikti. 201 Cihanı görmüş bir ihtiyar oradan geçerken, eşek başını gördü, güldü. Bostan bekçisine şöyle dedi: «Mürd olan bu zavallı eşek kendi başından, kendi kıçından so­ payı menedemedi. Nihayet, yara, bere içinde öldü. Şim­ di onun kuru kafası bu bostanı nasıl nazardan muha­ faza edebilir?» Tabip hastadan ağnyı, acıyı nasıl izale edebilir ki, kendisi de ağrıdan âciz kalarak ölmektedir. HİKÂYE Zavallı bir müflisin bir tek altını vardı. Onu da dü­ şürdü. Ne kadar aradı ise de bulamadı. Nihayet umu­ dunu kesti, başını çevirdi, savuştu, gitti. Sonra oradan geçen birisi, hatır ve hayalinde yok iken o altını gördü, aldı. İnsanlara bahtiyarlık bedbahtlık kalemi, daha ana kamında iken çalınmıştır. Güçlü kuvvetli insanlar nzıklannı kuvvetleriyle yemezler. Belki güçlülerin nzkı daha da dar olur. HİKÂYE Bir ihtiyarın bir oğlu vardı. İhtiyar bir gün onu değnekle döğdü. Oğlan babasına şöyle dedi: «Baba, ben suçsuzum, vurma! Birisi bana cefa edecek olsa sana koşar, ağlar, şikâyet ederim. Şimdi, sen bana cevrediyorsun. Kime şikâyet ederim?» Ey akıllı adam Allah’a şikâyet et, Al­ lah’tan şikâyet etme! FAKİR ADAM, UYGUNSUZ KADIN, ZENGİN KOMŞU HİKÂYESİ Bahtiyar bir adam vardı. Adı da Bahtiyar’dı. O 202 kadar zengindi ki, altını ölçekle ölçerdi. Bu adam fu­ kara mahallesinde otururdu. Bunun birtakım fakir komşuları vardı; bunun hali­ ne imrenirlerdi. Fakirin zengini naz, saadet içinde gö­ rünce haset etmesi zarurîdir. Komşularından bir ka­ dın, akşamüstü eli boş geldiği için kocasiyle kavgaya başladı: Sen ne kadar bedbaht fakirsin. Eşek ansı gibi iğneden başka bir şeyin yoktur. Ben para, pul, yiyecek, içecek, giyecek isterim. Yalnız zevk için kullanılacak âdi kadınlardan değilim. Sen erkekliği komşudan öğ­ ren. Onun altını, gümüşü, malı, mülkü, eşyası var. Evi­ ni, barkını geçindiriyor. Sen niçin onun gibi zengin olamıyorsun?» Kalbi temiz derviş bu sözleri işitince davul gibi boş bağrından bir ah çekti, şöyle dedi: «Benim elimde kudret yoktur. Zor ile zekânın elini bükmek kabil de­ ğildir. Kimse ihtiyanna sahip değildir ki, ben zengin olacağım deyip zengin olayım.» FAKİR İNSAN İLE ÇİRKİN KARI HİKÂYESİ Kış toprağından fakir bir insan, çirkin karısına şu sözleri söyledi: «Hanım, kazâ ile senin yüzünü çir­ kin yaratmıştır. Boş yere yüzüne allık sürme. Zor ile kim bahtiyar olur? Körün gözünü sürme ile kim açar. Daman kötülerden iyilik gelmez. Köpek insanlık, mert­ lik yapamaz. Tekmil Yunan, Rum filozoflan bir ara­ ya gelseler, zakkumdan bal yapamazlar. Vahşiden in­ sanlık gelmez. Onu terbiye için edilen gayret, çekilen «mek boşa gider. Aynadan pası gidermek kabildir, fa­ kat taştan ayna yapılmaz. Çalışmakla söğüt dalında gül bitmez. Zenci hamamda yıkanmakla ak olmz.» 203 AKBABA İLE ÇAYLAK HİKÂYESİ Bir akbaba, bir çaylağa: «Benden daha ziyade uza­ ğı gören hiçbir insan, hiçbir kuş yoktur» dedi. Çaylak ona: «Bu bir dâvadır, isbatı lâzımdır. Hay­ di bakalım, şu ovanın etrafında neler görüyorsan, söy­ le» dedi. Akbaba bulunduğu nokta ile toprak arası bir gün­ lük olan yüce yerden aşağılara doğru baktı ve; «Eğer sözüme inanırsan, ovanın filânca noktasında bir tane cik buğday gördüm» dedi. Akbabanın bu sözü çaylağm hayretini mucip oldu: «Pekâlâ! Haydi inelim, bakalım. Sözün doğru mudur? » dedi. Birlikte aşağı indiler. Akbaba hemen taneye doğru koştu. Halbuki o buğday tanesi bir tuzağın üstüne konulmuş imiş. Akbaba buğdayı alayım derken tuzağa tutuldu. Zavallı akbaba feleğin ona tuzak kurduğunu, bir buğday için tuzağa esir olacağını bilemedi. Her sedef inciye gebe olmaz. Her atıcı, nişangâha vuramaz. Akbabanın tuzağa tutulduğunu gören çaylak ona hitaben-, «Arkadaş! Tuzağı göremedikten sonra taneyi görmekten ne çıkar?» dedi. Akbaba ayağında tuzak ipi olduğu hâlde: «Kazaya karşı sakınmanın faydası yoktur» diyordu. Ecel birisinin kanma el batırmak istediği zaman, ilk evvel kaza onun ince gören gözünü bağlar, Ucu bucağı olmıyan suda yüzgecin gururu işe ya­ ramaz. NAKIŞLI DOKUMA DOKUYAN ÇIRAK Bir dokumacı çırağı, dokuduğu kumaş üzerine An­ ka, Zürafe, Fil resimleri işliyordu. 204 Birisi sordu: «Niçin bu resimleri intihap ediyor­ sun; daha güzel resimler işlesen olmaz mı?» Çırak: «Benim elimden resim gelmez, dedi, resmi yapan ben değilim. Bütün bu nakışlan üst kattaki us­ tam yapar. Ben onun çizdiği resmi dokurum!» dedi. Arkadaş! Senin halin iyi ise de, kötü ise de onu nakşeden takdir elidir. Şu halde beni Zeyd dövdü. Amr incitti sözünde gizli şirk var. Eğer sana hükmü ezelî sahibi olan Cenabı Hak hakikati görecek göz ihsan ederse, o zaman Zeyd’i, Amr’ı, göremezsin. Zannetmem ki Cenabı Hak kulundan vazgeçsin, rızkına kalem çeksin. Sen cihanı yaratan Tannya yal­ var. Sana nzk açıklığı versin. Yoksa o nzkı bağlıyacak olursa* kimse açamaz. DEVE YAVRUSUNUN-HİKÂYESİ Bir deve yavrusu annesine: «Anne, hep yürüyor­ sun. Artık yeter. Biraz da dur, uyu» dedi. Anne: «Yavrum, dedi, eğer yulanm elimde olsaydı kimse beni katarda yük taşırken görmezdi.» Gemici üstünü, başını paralasa, yine Tann gemiyi dilediği tarafa yürütür. Sâdi, kimsenin eline bakma; çünkü veren ancak Tanndır. Eğer hakperest isen, sana başka kapı lâzım değildir. Tann kapısı kâfidir. O kapıdan ayrılma. Eğer, ö, seni kovarsa seni kimse istemez. Eğer Tann seni tacdâr yapmak dilerse başını uzat. Eğer Tann istemiyorsa, otur, ümitsiz başmı kaşı. Mümkün ise sen erliğini halka gösterme. Fakat gösterince ona riyâ kanştırma. İnsan olduğu gibi görünmelidir. Olduğundan az gö­ rünen adam sonunda mahcup olmaz. 205 insan derecesinden fazla görünmek fenadır. Çün­ kü üzerindeki iğreti süslü libası alacak olurlarsa, sır­ tındaki eski elbise ile dımdızlak kalırsın. İHLAS İLE BEREKETİ, RİYA İLE ÂFETİ HAKKINDA İbadet ihlâs ile olursa yani halis Allah için olursa iyidir. Ihlâssız ibadet, içsiz kabuğa benzer. Halka kendini sofu göstermek için hırka giyiyor­ san, bu hırka ile Mecusilerin bellerine bağladıkları zünnar arasında fark yoktur. Mümkün ise sen erliğini halka gösterme. Fakat gös­ terince ona riyâ karıştırma. İnsan olduğu gibi görünmelidir. Olduğundan az görüne nadam sonunda mahcup olmaz. İnsan derecesinden fazla görünmek fenadır. Çün­ kü üzerindeki iğreti süslü libası alacak olurlarsa, sır­ tındaki eski elbise ile dımdızlak kalırsın. Doyun kısa ise, çocukların gözlerine uzun görün­ mek için bacağına tahta bağlama. Gümüş suyuna batırılmış bakırı, ancak bilmiyenlere yuturmak kabildir. A benim canım, bir paralık pula altm suyu sürme. Çünkü maharetli sarraf, o gibi yaldızlı pula on para vermez. Yaldızlı madenleri ateşe sürerler. O zaman bakır mıdır, yoksa altm mıdır belli olur. BABA KÛHÎ İLE İHLÂSININ HİKÂKESİ Bilmez misin, evliyadan Baba Kûhî, mürailik ede­ rek gece uyuyamıyan bir kimseye ne dedi: «Ey babanın canı, haydi ihlâsa bürün. Çünkü halk­ tan bir şey edinemezsin. Senin işini iyi görenler, senin 206 zahirine aldanıyorlar. Huri gibi giyinmiş, kuşanmış; melek kıyafetli bir güzel ala tenli ise, dışındaki güzel­ liğin ne kıymeti olur? Cennete hile ile girilmez. Çünkü yüzündeki perde yarın açılacaktır.» ORUÇ TUTAN ÇOCUK HİKÂYESİ İşittim ki, bulûğa ermemiş bir çocuk oruca niyet etti.,Yüz sıkıntı ile kuşluğa kadar tutabildi. Böyle küçük çocuğun oruç tutması, kalfasının na­ zarı takdirini celbetti. O gün çocuğu mektebe götür­ medi. Babası gözünü, anası başmı öptü. Başına âdetleri veçhile altın, badem saçtılar. Öğle vakti olunca midenin hareketi çocuğa tesir etmeğe başladı. Kendi kendine: «Gizlice birkaç lokma yiyeyim. Babam annem ne bilecektir» dedi. Hem deyedi. Şu kadar var ki, orucu akşama kadar tutmuş gi­ bi göründü. Şimdi o çocuk orucu babasına ve ailesine yaran­ mak için tutmuş oldu ve 'oruç tutar gibi görünüp giz­ lice kamını doyurdu. Sen Allahı düşünmedikten, ondan korkmadıktan sonra istersen abdestsiz namaz kıl-, kim ne bilecek? Çocuk, çocukluk icabı olarak orucu babası için tu­ tar. Fakat yaşlı bir kimse ibadeti halk için yaparsa,, çocuktan daha nâdan olmuş olur. Halkın gözü önünde halka sofu görünmek için uzun uzadıya kılman namaz, cehennem kapısının anahtarıdır. Eğer tuttuğu yol, Allah’tan başkasına gidiyorsa yarın seccadeni cehenneme sererler. 207 MÜRAl ZÂHÎDÎN HİKÂYESİ İşittim ki, bir mürai bir merdivenden düşmüş, der­ hal can vermiş. Oğlu birkaç gün ağlamış, nihayet dostlariyle otu­ rup kalkmağa başlamış. Oğlu bir gece babasını rüya­ da görmüş ve: «Haşirden, neşirden, sorudan nasıl kur­ tulsun?» diye sormuş. Babası: «Oğlum, Allah aşkına saçmalama! Merdi­ venden doğru cehenneme düştüm» demiş. Dışı gösterişsiz, iyi huylu kimse; adı iyi, fakat içi harap kimseden daha iyidir. Bence gece yol kesen uğru âbit gömlekli fâsikten daha iyidir. Birisi halk kapısında mihnet çekiyorsa, yanrı kı­ yamette Cenabı Hak ona çok mükâfat verecektir. Oğul! Sen Zeyd’in evinde çalışıyorsan Amr’dan üc­ ret bekleme. Bu yolda her kimin yüzü dost işe, dosta ondan başkası varamaz. Doğru git ki, menzile erişesin. Doğru yolda gitmez­ sen daima geride kalırsın. Susam yağı çıkarmak istiyen, susamı dövmek için değirmen taşı kullanır. O taşı bir öküz çevirir. Yağcı onun gözünü bağlar. Zavallı öküz sabahtan akşama kadar taban teper. Akşam olunca kendisini yine eski yerinde bulur. Doğru yola gitmiyen adamın hali de böyledir. Bir kimse yüzünü mihraptan çevirse, mahalle ahalisi onun küfrüne şehadet ederler. Namaza durduğun vakit niyaz ederek Cenabı Hak­ ka yönelmiyorsan, arkasını kıbleye dönerek namaz kı­ lan kimseye benzersin. Bir ağaç kök tutmuş ise, onu besle ki meyva versin. Eğer senin ibadetin zemininde köke benziyen ihlâs yoksa, bu kapıda senden daha mahrum kimse yoktur. 208 Taş üzerine tohum bırakırsan, harman vakti eli­ ne bir tek bir arpa girmez. Riyâmn vereceği âb-ı rûy’a yer vermez. Çünkü bu suyun altında çamur vardır. Ben iç yüzümde kötü ve alçak isem, zahirdeki şe­ refimin ne faydası vardır. Eğer Cenabı Hakka satabilirsen, riyâ ile hırka dik­ mek kolaydır. Elbise içindeki insanın kim olduğunu insanlar ne bilirler? Mektup içinde ne olduğunu, ancak onu ya­ zan bilir. Adalet terazisinde, adalet divanında rüzgâr ile do­ lu tulum tartıda ne çeker? Eğer bir kimsenin hüneri varsa, onun söylemesine hacet yoktur. Hünerin kendisi, kendisini gösterir. Dünyada o kadar takvâ gösteren mürâinin tulu­ mundan bir şey olmadığı o zaman görülecektir. Eğer misk’in hâlis değilse, bende misk var deme. Eğer halis ise derhal kokusu yayılır. Bu altın mağribî altındır. Hâlistir diye yemin et­ me. Yemine hacet yoktur. Onun nasıl altm olduğunu mihenk taşı söyler. Kaftanın yüzü göründüğü, astan görünmediği için, insanlar kaftanın yüzünü astardan daha iyi, daha kıy­ metli kumaştan yaparlar. Büyükler ise görünüşten vazgeçmişlerdir. Bundan dolayı onlar kaftanın içini ipekliden yaparlar. Eğer her tarafta şöhretinin yayılmasını istiyorsan, içine kıymetli, ağır elbise giy de, dışın ne olursa ol­ sun. Bayezidi Bistamî Hazretleri: «Bence münkirler mü­ ritlerden daha emniyetlidirler. Çünkü münkirin mün­ kir olduğu mâlûm; fakat acaba mürit hakikî mürit mi­ dir?» demiştir. 209 Şol kimseler ki hakikatte büyük padişahlardır; on­ ların hepsi bu dergâhın dilencileridir. Hakikati bilen, mânâyı anlıyan insanlar, dilenci­ lerden bir şey beklemezler; onlara el uzatmazlar. Eğer sende inci varsa, sedef gibi başını içeri çek. Eğer senin ibadetinin yüzü Cenabı Hakka ise, bı­ rak seni Cebrail de görmesin. Çocuk! Eğer Sadi’nin nasihatini baba nasihati gi­ bi dinlersen sana kâfidir. Eğer bugün bizim sözümüzü dinlemezsen, Allah saklasın, yann pişman olmıyasın. ★ 210 ALTINCI BÖLÜM KANAAT HAKKINDA Cenabı Hakkın verdiği bahta, rızka kanaat etmiyen kimse Allah'ı bilmemiş, O’na itaat etmemiş sayılır. Hırs ile dünyayı dolaşan kimseye haber ver: İn­ sanı kanaat zengin eder. Ey, sebatsız, ey rızk peşinde durup dinlenmeden koşan kimse, biraz sakin ol; yuvarlanan taş üzerinde ot bitmez. Akıllıca hareket etmek istersen vücudunu pek bes­ leme. Çünkü beslerken ölümüne sebep olursun. Akıllı insanlar, hüner kazanırlar. Görevlerini şi­ şirmeye bakanlar hüner cihetinde zayıf olurlar. Yalnız yemek, içmekle meşgul olmak hayvanlar yoludur. Bu yola akılsızlar giderler. Her kim insan olmak isterse ilk evvel nefs köpe­ ğini susturmak lâzımdır. Bir köşeye çekilip hakikî irfan elde etmeğe çalı­ şan insan, ne bahtlı insandır. Hakkın sırrı, kendilerine âşikâr olar kimseler ar­ tık o hak üzerine bâtılı ihtiyar edemezler. Zulmeti nurdan farketmiyenlere göre, şeytanın yüziyle hurinin yanağı birdir. Sen kuyuyu yolda farketmediğin için kendini ku­ yuya attın. 211 Doğan yavrusu feleğe nasıl uçabilir ki, sen onun kanadına hırs taşım bağlamışsın. Eğer o doğan yav­ rusunu şehvet pençesinden kurtarırsan, sidre-i müntehaya kadar uçar. Âdetten az yemekle insan yavaş yavaş melekler kadar iyi huylu ve masum olur. Yabanî arslan meleğe nasıl erişir? Çünkü yerden göğe uçmak mümkün değildir. Binaenaleyh iptida adam ahlâklı ol, melek huylu olmağı düşün. Sen çamış (ham) bir taya binmiş, bir köprü üze­ rindesin. Ama dikkat, başını senden çekmesin. Eğer senden dizgini çekecek olursa, kendi helâk olduğu gibi senin de kanını dökmüş olur. Eğer insan isen yemeği itidal üzere ye. Kamını çok doldurma. Sen insan mıson, küp müsün? insanın içi gıda yeri, zikir yeri, nefes yeridir. Sen sanıyorsun ki, ihsanın içi yalnız ekmek içindir. Hırs tulumuna zikir nasıl sığar ki, nefes bile aya­ ğını zorla uzatıyor. Vücut besliyenlerin haberi yoktur ki, midesi, dolu olan kimsede hikmet bulunmaz. Yani çok yemek ha­ makat getirir. Bu iki göz ile kann hiçbir zaman doymaz. Bu bu­ laşık kıvrımlı, bükümlü barsağm boş olması daha iyi­ dir. Doymak bilmiyen karın, cehennemin örneğidir. Nasıl ki cehenneme o kadar mahlûk atıldığı hâlde da­ ha yok mu diye bağıracaktır. İsa zayıflıktan ölüyor. Sen ise eşeği beslemek için uğraşıyorsun. Ey soysuz kimse, dini dünyaya satma. İsa'nın In­ cil’ini verip de eşeğe arpa alma. Görmüyor musun ki, yırtıcı hayvanlar, kuşlar ye­ mek hırsiyle kapana, tuzağa düşüyorlar. 212 Bütün bu yırtıcılara kafa tutan kaplan, sırf yemek iştihasiyle fare gibi kapana yakalanıyor. Fare gibi olma: O birisinin ekmeğini, peynirini yer; sonra kapana düşer; kapanın iğnesini, okunu yer. HİKÂYE Bir sofunun bir altını vardı. Boğazına sarfetti; iyi bir yemek yedi. Dostlarından birisi ona sordu: «Altını ne yaptın?» dedi. Sofu: «Kamıma ziyafet çektim. Fakat aldandım, altın gitti. Lâkin kamım hâlâ doymadı yine istiyor» dedi. Gıda gerek lâtif olsun, gerek şöyle, böyle olsun; ele geçince tatlı tatlı yersin. Akıllı kimse o zaman uyur ki, uyku bunu kemen­ de çekerek sürükler. Söze meydan görmeyince sakın .söyleme. Meydan görmedikçe topunu sakla. Endazeden dışarı, endazeden eksikne söyle, ne ayak at. Yürü, kalbini saf etmeğe bak. Kamınla uğraşma. Onu ancak toprak doyurur. HİKÂYE Allah hacılardan razı olsun. Bir kere bir hacı ba­ na fildişinden bir tarak verdi. Sonra duydum ki, o hacı bana gücenmiş, bana kö­ pek demiş. Bu sözü işitince hacı babanın tarağını iade ettim ve: «Kemiğini alsın; bir daha bana köpek demesin» di­ ye haber gönderdim. Ben kendi sirkemi yedikçe, helvacının çevrini çek­ mem. Hey nefs. Aza kanaat etki, sultan ile fakiri bir göresin. 213 Bir şey istemek için sultanın yanına niçin gidiyor­ sun? Tamahı bir tarafa bırak, kendin bir sultan ol. Eğer boğaz düşkünü isen kamını tabla yap; şu­ nun bunun kapısını kıble edin. Eğer her nefes, nefesin sana ver, ver diye hükme­ decek olursa, seni hareketle köy köy dolaştırır. Ey akıllı insan! Kanaat, insanın başını yüceltir. Tamahkânn ise başı omuzundan kalkmaz. HİKÂYE Birisi sabahleyin erkenden Harzem Şahın yanına gitti. Huzura girdi. Padişahı görünce, ihtiram için iki kat oldu, sonra doğruldu, sonra yere kapandı, yüzünü toprağa sürdü, kalktı. Çocuğu babasının bu halini işitince: «Babacığım, bir müşkülüm var, sorabilir miyim?» dedi. Babası: «Sor» dedi. Bunun üzerine çocuk şu suali sordu: «Adlı, şanlı babacığım; sen Kıble Hicaz tarafmdadır, derdin. O hâlde padişah huzurunda namazı niçin padişahtan tarafa kıldın?» Arkadaş! Şehvetperest nefse kul olma. Onun her saat başka bir Kıblesi vardır. Tamah, senin yüzünün suyunu çok döküyor (şerefini azaltıyor). Bir arpa ta­ nesi için bir teke inci harcediyorsun. Akıp giden ırmaktan kana kana içmek mümkün iken neden kar için yüz suyu döküyorsun? Ya nefsin arzusundan geçersin, ya da zarurî ola­ rak kapı kapı gezer, dilenirsin. Efendi yenini uzatmaktan bir şey çıkmaz; hırs eli­ ni kısaltmağa bak. Bir kimse tamah defterini dürerse, artık, kimseye kulunuz köleniz diye mektup yazmağa hacet kalmaz. Ümit insanı her meclisten sürer. Sen ümidi sür ki, seni kimse sürmesin. 214 HİKÂYE Ehli dillerden, birisi sıtmaya yakalandı. Birisi ona: «Şeker sıtmaya ilâçtır. Filân adamda ise şeker var. On­ dan biraz şeker iste» dedi. Adam şöyle cevap verdi: «Çocuğum, bana ölüm acılığı, onun ekşi yüzünün çevrini çekmeden daha iyidir.» Akıllı kimse kibir ile yüzü sirke yapan kimsenin elinden şeker yemez. Nefsin her istediği şeyin arkasın­ dan koşma. Çünkü vücut kuvvetlendikçe canın nuru eksilir. İnsanı nefsi emmâresi hor ve hakir eder. Akıllı isen nefsi emmâreye kıymet verme! Eğer her istediğini yiyecek olursan, zaman seni birçok arzularından mahrum eder. Karın tandırını durmadan kızdırmak, yokluk gü­ nünde bir musibet olur. Bol zamanında mideni dar tutarsan, darlık za­ manında yüzün sararıp solmaz. Obur kimse, karın yükünü bulamadığı vakit gam yükünü taşır. Kamına kul olan çok hacâlet çeker. Bence, gönül dar olmadan ise, kamın dar olması da­ ha iyidir. Şeref sahibi olan Âdem oğullarının hayvanlar gi­ bi, belki de hayvanlardan daha aşağı olmaları ne ka­ dar hazindir. Çok yiyen öküze acıma; çünkü çok yiyen çok uyur. Eğer sana öküz gibi semizlik lâzım ise, eşek gibi olmalı; insanların cevrü cefasına katlanmalısın. HİKÂYE Bilir misin ki, Basra’dan bir kıssa getirdim ki yaş hurmadan daha tatlıdır. 215 Dinle: Bir kere doğrular hırkası içinde bulunan birçok arkadaş, Basra’da bir hurmalığın kenarına uğ­ radık. Aramızda birisi ambar mideli, aç gözlü olduğu için ona hakaretle bakardık. O bedbaht hemen etek­ lerini beline çaldı, hurma ağacına çıktı. Çok geçmeden tepe üstü düştü. Düşer düşmez öldü. Derken hurmalığın sahibi geldi: «Bu adamı kim öldürdü?» diye haykırmağa başladı. Ben: «Dur, bağırma, dedim, bu adam boğazına düşkündü, karnı eteğini çekti (iştihasmın şevkiyle), hurma ağacına çıktı. Çünkü geniş barsaklar, dar yü­ rekli olurlar. Arzularına, mukavemet edemezler. Fa­ kat her vakit hurmanın bir miktarını yemek, bir mik­ tarını alıp götürmek nasip olmaz. Bazan da yiyip öl­ mek vardır.» Kann el bağı, ayak zinciridir. Kamına kul olan, Allah’a kulluğunu az yapar. Çekirge baştan ayağa kadar kann olduğu için küçük kannlı bir karınca, onu bacağından çeker gö­ türür. Birisi tabla üzerine kamış şekeri kor, şehir içinde sağa sola gezdirir, satardı. Şehrin bir köşesinde bir mübarek zata rastgeldi ve «Efendi almız, dedi, parasını eliniz genişlediği zaman verirsiniz.» O akıllı, iyi huylu, mübarek adam şöyle cevap ver­ di. Öyle bir cevap ki, göz üzerine yazılmağa değer. Ce­ vap şudur: «Belki sen paran için sabredemezsin. Fakat ben şeker kamışına sabredebilirim. Arkasından acı bir para mutalebesi olan şekerde tatlılık olmaz.» HİKÂYE Erenlerden gönlü mirlu birisine, Huten emîri bir ipek hil’at verdi. 216 O zat sevindi. Gönlü gül gibi açıldı. Hil’atı giydi, emirin elini öptü, şu sözü söyledi: «Huten şahının hil’atı ne kadar hoştur! Fakat insana kendi hırkası daha gü­ zeldir.» Eğer azade isen, yani kimsenin minneti altında yaşamak istemiyorsan, toprak üstünde uyu. Bir halı parçası edinmek için kimsenin önünde yer öpme. HİKÂYE Bir adamcağızın soğandan başka katığı yoktu. Başkaları gibi azığı yoktu. Birisi ona şöyle dedi: «Ey zamane eğlencesi bed­ baht! Filân yerde hân-i yağma (1) var. Git, o sofradan bir şey getir ye.» Adamcağız eteğini beline çaldı; kolları sıvadı, ye­ mek dağılan yere koştu. Orada kaftanı yırtıldı, eli kı­ rıldı. Zavallı adam kan ağlıyarak söyleniyordu: «Bu der­ di kendi başıma kendim açtım, çâresi yok. Tamahkâr olan belâsını arar. Bundan sonra evimden, soğan ek­ meğimden ayrılmıyacağım. Kollarımın çalışmasıyie yiyeceğim arpa ekmeği, kerem sahibi insanların sofrasındaki bol ve nefis ye­ meklerden daha iyidir.» Himmetsiz kimse dün gece başkalarının sofrasın­ dan yemek bekliyerek ne kadar ızdırap ile uyumuştur. HİKÂYE Bir kedi, bir kocakarının hanesine alınmıştı. Ka­ dıncağızın hali perişan, geçimi fena idi. (1) Herkese açık olan sofra, fakirlere verilen yemek. 217 Kedi, sefüâne yaşamadan usandı. îyice beslenmek için padişahın misafirhanesine kaçtı. Padişahın köle­ leri kediyi okladılar. Zavallı kedi can korkusiyle, vü­ cudundan kan akarak kaçıyor, şöyle diyordu: «Eğer bu okçunun elinden kurtulursam, kocakarının virane­ sinde, oranın faresiyle geçinirim, oradan ayrılmam.» Arkadaş! Seninbal diye bayıldığın, armm iğnesine değmez. Kendi pekmeziyle kanaat daha iyidir. Kısmetine razı olmayan kuldan, Cenabı Hak râzı olmaz. HİKÂYE Birisinin çocuğu diş çıkardı. Babasmı bir düşünce­ dir aldı; zevcesine şu sözleri söyledi: «Ben buna ekmek, yiyecek nereden getireyim? Halbuki bu ciheti düşün­ meğe mecburum. Düşünmezsem mürüvvetsizlik etmiş olurum.» Bak, zevcesi ne erkekçe cevap verdi: «Vesveseye kapılmazsan şeytan kahrından geberir. O çocuğa dişi veren, Yaradan, ona ekmek de verir. Âleme rızk ve­ ren Cenabı Hak kadirdir. Bir çocuğun rızkını da verir. Sen kendini üzme! Çocukları ana kamında tasvir eden, onlann ömürlerini, rızklarını da yazmıştır. Zen­ gin bir adam bir köle satın alır, onu yaşatmayı düşü­ nür. Kul sahibi insan böyle olursa, yaratan Tann ku­ lunu düşünmez mi? Kulun efendisine olan itimadı kadar senin Cenabı Hakka itimadın yok mudur?» HİKÂYE İşittim ki eski zamanda, bir evliyanın elinde taş gümüş olurmuş. Bu sözü mânâsız zannetmiyesin. Bu­ nun mânâsı şudur. İnsan Cenabı Hakkın takdirine râzı 218 olunca, ona göre taş ile gümüş bir olur. Nasıl ki çocuk ihtiras sahibi olmadığı için, onun elinde altınla toprak müsavidir. Padişaha dayanan fakire haber ver ki, sultan fa­ kirden daha muhtaçtır. Bir fakiri bir dirhem gümüş doyurur. Halbuki Feridun tekmil Acem mülküne mâlik olduğu hâlde yarı aç, yan toktur. Bir melik, bir devlet reisi olmak ne belâdır. Asıl dilenci padişahtır, adı dilencidir. Hatın bir kayıt ile mukayyet olmıyan fakir, ka­ naatkar olmıyan padişahlardan daha iyidir. Bir köylü ile zevcesi o kadar tatlı uyurlar ki, pa­ dişah saltanat sarayında öyle uyuyamaz. Gerek padişah olsun, gerek ekinci olsun, uyuduklan vakitte her ikisinin de gündüzleri gece olur. Uyku hâlinde gönül teşevvüşünden kurtulurlar. Uyku seli bastığı zaman her ikisini de alır götürür. Taht üstünde uyuyan sultan ile, ovada uyuyan Kür­ dün farkı olmaz. Ey fakir, bir zengini kibir ile sermest gördüğün zaman, başkasını incitecek iktidara mâlik olmadığın için Cenabı Hakka şükret. Ehli dil, iyi bir zat, boyunca bir ev yaptırdı. Birisi ona dedi ki: «Kudretin var. Bundan daha iyi bir ev yaptırsan olmaz mı?» Ev sahihi şöyle cevap verdi: «Yüksek, köşk, saray yaptırmaktan ne çıkar? Bırakıp gitmek için bu da kâ­ fidir.» Oğlum, sel yolunda ev yapma. Böyle yerde yapı­ lan bina daima yıkılagelmiştir. Kervan halkının yol­ da saray, ev yaptırması, akıl ve irfana uyar bir şey değildir. HİKÂYE Azametli pir padişahın ömrünün güneşi dağ arka219 smda batmak üzereydi. Kendi ocağından, yerine pa­ dişah olacak kimsesi de yoktu. O taraflarda bir şeyh vardı; saltanatı ona terketti. Evvelce halvete alışmış olan şeyh, devlet kuşunu işitince artık halvet köşesinde zevk bulamadı. Sağa, sola asker çekmeğe başladı. Yiğitleri, kahramanlan ürküttü. Öyle katı kollu, yırtıcı pençeli oldu ki, baha­ dır savaş erleriyle cengetmek istedi. Şuraya buraya da­ ğılmış insanlardan bir kısmını katlettirdi. Neticede ondan ürken insanlar toplandılar, birleş­ tiler, birbirlerine arka oldular, yürüdüler, şeyhin mem­ leketini şiddetle muhasara ettiler. Yağmur gibi ok yağ­ dırdılar, mancınık ile taşlar attılar. Şeyh bunaldı. İyi bir zata «Pek âciz kaldım. Benim imdadıma yetiş. Her cenkte kılıç, ok iş görmez. Ba­ na kalbden himmet buyurun» diye haber gönderdi. O zat bu haberi işitince güldü: «Niçin yarım ekmek yiyip de uyumadı?» diye cevap gönderdi. Mala, mülke tapan Karun bilmedi ki selâmet hâ­ zinesi feragat köşesindedir. İYİLİK ÜMİDİYLE KUDRETSİZLİĞE SABIR HAKKINDA HİKÂYE Kerim insan, esasen kemâl sahibidir. Altını olma­ ması onun için bir noksan olmaz. Fakat alçak insan Karun da olsa, zannetme ki, alçak tabiati değişir. Cömert insan ekmek bulmasa dahi ruhtan zen­ gindir. Mürüvet bir tarla; para ise ekin yerindedir. Pa­ ra ek ki hasılâtmdan istifade edesin. Topraktan insan yaratan Hûdâ, insanlığın, kerem ve mürüvvetin mükâfatını elbette verir. Para toplamakla yükseleceğini zannetme. Duran su fena kokar. 220 Bağışlamağa çalış ki, akan suya gök yardım eder. Yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz. Değersiz kimse mansıp ve devletten düşecek olur­ sa, kolay kolay doğrulamaz. Eğer sen kıymetli bir cevher isen, gam yeme. Seni zaman katiyen zayi et­ mez. Yola bir kesek parçası düşecek olsa, geçenlerden birisinin ona baktığını görmezsin. Eğer smdı (1) ile kırpılmış bir altın parçası düşse, herkes onu mum ile arar. Kabiliyetli olan taştan sırça yaparlar. Aynayı hiç bir zaman paslı tutmazlar. İnsana hüner, fazilet, din, kemal lâzımdır. Mansıp mal kâh gelir, kâh gider. HİKÂYE Tatlı sözlü ihtiyarlardan işittim ki, bir şehirde pek yaşlı bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyar birkaç padişah za­ manında bulunmuş, devran sürmüş, çok haller gör­ müş. Amr’m ömrü gibi ömür sürmüştü. Derken koca ağaç bir taze meyva verdi. Yani ihti­ yarın bir çocuğu oldu. Güzelliği şehir içinde velvele saldı: «Selvinin elma verdiğini görmiyen varsa, gelsin görsün. Onun gönülleri meftun eden eneğine (1) bak­ sın.» Çocuk büyüdü. Yosma oldu. Âşıkların gönüllerini tırmalamağa başladı. Babası, onun güzelliğini azalt­ mak için başını traş etmek istedi. Uzun ömürlü, kısa ümitli ihtiyar usturayı aldı, çocuğun başını traş etti. Başını Musa'nın eline benzetti. Keskin ağızlı, çelik yürekli ustura, peri yanaklı çocuğun güzelliğini azaltmak için ağzını açtı. Güzel(1) (1) Makas. Gerdan. 221 ligine büyük tesiri olan saçlarım traş etti. Fakat yaptığı bu fenalıktan dolayı görenler, usturayı aldılar, ona ce­ za olmak üzere başını kanıma soktular, yani kapat­ tılar. Traş edilen saçlar, çocuğun önüne düştüğü gibi,, çocuk da utancından çenk gibi başını aşağı saldı. Çocuğa gönül vermişlerden birisi vardı. Onun gö­ nülleri esir eden gözlerinin aşkiyle mest idi. Birisi o âşıka şöyle dedi: «Âşık! Çok cefa, çok dert, çektin. Artık bu olmıyacak sevdanın peşinde dolaşma! Çünkü makas onun cemali şem’asm kesti, sönsürdü. Ne zülüf kaldı, ne kâkül kaldı. Ne yazık ki onun hüsnü zevâle uğradı. Bundan sonra ona pervane gibi arkanı dön.» Bu sözü işiten âşık, haykırdı: «Evet, ahlâksızların muhabbeti, ahdi gevşek olur. Halbuki benim sevdiğim güzel yüzlü, güzel huylu olunca; varsan, babası cehâletle saçlarını traş etsin. Onun sevgisi benim canımla imtizaç etmiştir. Yoksa kalbim, zülfüne asılmış değil­ dir. Yüzün güzelse hiç keder etme. Saç düşerse tekrar biter. Asma çubuğu her zaman taze salkım vermez. Belki bâzan yemiş verir, bâzan yaprak döker.» Büyükler bâzan bulut yüzünden hicaba uğrayan güneşe benzerler. Hasutlar ise suya düşen ateş korla­ rına benzerler. Güneş buluttan kurtulur, tekrar meydana çıkar. Ateş koru ise su içinde ölür (söner) kömür olur. Ey aziz dostum. Zulmetten korkma. Mümkün ki,, içinbe âbı haya bulunur. Kürrei arz hareketten sonra sükûn bulmadı mı? Nasıl ki Sâdi birçok sefer, seyahatten sonra muradını bulmadı mı? Muradım elime geçmedi diye keder eyleme. Gece­ ler gündüzlere gebedir. 222 YEDİNCİ BÖLÜM TERBİYE HAKKINDADIR Bu bapta söz, salâhı hâl, tedbir, hüsnü ahlâk hak­ kındadır. Attan, meydandan, toptan, çevgândan bah­ sedecek değilim. Nefsin dizginini haramdan çekenler, mertlikte, Rüstem’i Sam’i geçmiştirler. Ağır gürz (1) ile düşmanın beynini ezecek yerde,, kendini çocuk gibi değnek ile terbiye et. Sen kendin ile başa çıkamayınca, senin gibi düş­ mana kimse ehemmiyet vermez. Vücudun iyi, kötü ile dolu bir şehirdir. Sen o şeh­ rin sultanısın, akıl da onun âlim veziridir. Bu şehirde serkeş alçaklar vardır ki, onlar, kibir,, sevda, hırstır. Rıza, takvâ bu şehrin iyi adlı hür insanlarıdır; ha­ va, heves, yol kesici, yankesicidirler. Sultan kötülere ihanet ederse, akıllı insanlarda ra­ hat, huzur kalır mı? Şehvet, kibir, hırs, haset damardaki kana; ceset­ teki cana benzerler. Eğer bu düşmanlar kuvvet bulurlarsa, senin hük­ münden, reyinden baş çevirirler. (1). Uzun saplı demir topuz. 223; Akim pençesini kuvvetli görünce, hava, heves inar dı bırakır, emre râm olurlar. Düşmana riyaset etmiyen hâkimin düşman eliyle riyasetten düşeceği şüphesizdir. Bu bapta çok söylemeğe hacet yoktur. Nasihatle­ rim dairesinde hareket etmek istiyen adam için bir söz kâfidir. SÜKÛTUN FAZİLETİ HAKKINDA Eğer dağ gibi ayağını eteğine çekersen, başın gök­ lerden daha yüksek olur. Eyçok bilen kimse, dilini çek. Çünkü yarın dilsiz­ lere sorgu sual yoktur. Sırrın, hakikatin incisi gibi olan kıymetini bilen­ ler, ağızlarını ancak inci saçmak için açarlar. Çok söy­ leyenin kulağı tıkalı olur. Nasihat ancak susmuşlara tesir eder. Nefes nefese durmadan söyleyecek olursan, kim­ se sözünün zevkine varamaz; o sözün tatlılığından müs­ tefit olamazsın. Dizilmemiş sözü söylemek, gerekmez. Nasıl ki öl­ çülmemiş kumaşı biçmek olamaz. Hatâyı, sevabı düşünerek sö? söyleyenler, hazır cevap olan saçmacılardan daha iyidirler. Söz insanın zatında bir kemaldir. Öyleyse söz ile kendini küçültme. Az söyliyen asla mahçup olmaz. Bir arpa kadar misk, bir yığın çamurdan hayırlıdır. On adam kadar söyleyenden sakın. Âlim gibi bir söyle, fakat pir söyle. Yüz ok attın, yüzü de boşa gitti. Akıllı isen bir at, fakat hedefe isabet ettir. Bir adam, duyulduğu zaman yüzünün sararacağı sözü niçin gizlice söyler! 224 Duvar dibinde kimseyi gıybet etme. Belki duvar ar­ kasında birdinleyen vardır. Gönlünün içi sır saklamağa mahsus kapalı bir hi­ sardır. Bak, dikkat et, hisann kapısı açık kalmasın. Mum, dili yüzünden yandığı cihetle, âlim insan ağzını dikmiştir. HİKÂYE Türk padişahlarından Tekiş, kölelerinden birisine bir sır söyledi. Hem de, sakın kimseye açma diye tenbih de etti. Tekiş o sun kendisi bir sene saklamış, kimseye söylememişti. Fakat kölesine söyledikten sonra, bir günün içinde cihana yayüdı. Sım n meydana çıkmasına Tekiş kızdı, cellâda: «Şu kölelerin boyunlarını vur» emrini verdi. Kölelerden birisi af dileyerek, şöyle dedi: «Padi­ şahım! Kölelerini öldürme. Çünkü kabahat şenindir. Sır sende iken bir pınar gözü idi. Sen etrafını açtın, su yayıldı, sel oldu. Sel olunca artık önü almmaz ol­ du.» Arkadaş! Kimseye sırrını söyleme. Çünkü sen ona söylediğin gibi, o da başkalarına söyler. Cevherleri hazinedara teslim et. Fakat sim kendin muhafaza et. Bir sözü söylemedikçe o söze sen galipsin. Fakat söyledikten sonra o sana galip olur. Söz, gönül kuyusuna atılmış bağlı bir devdir. Onu damağa, ağıza çıkmağa bırakma. Yani ondan bah­ setme, kimseye açma. Bilirsin ki, dev kafesten kaçmca, lahavle... demek­ le geri gelmez. Hapisteki erkek dev’e yol versen verebilirsin, fa­ kat bir daha onu aldatıp hapse koymak imkânsızdır. 225 Küçük bir çocuk da Rahş’ın (Rüstem’in atının) bağını çözebilir; fakat sonra yüz Rüstem toplansa, onu kemende getiremezler. Ortaya düştüğü zaman belâ çıkaracak mâhiyette olan sözü söyleme. Câhil kâhyaya karısı ne güzel demiş: «Bilerek söz söyle, yoksa sus!» Cevabına dayanamıyacağm sözü söyleme. Çünkü arpa eken buğday biçemez. Küfredersen dua ile muka­ bele göreceğini zannetme. Ne ekersen ancak onu bi­ çersin.» Bir Hind hâkimi şu meseli söylemiştir: «Herkesin hürmeti, kendisinden olur. Çok oyun oynamak doğru değildir. Oynayacak olursan kendi kıymetini kırmış olursun. Eğer sert ve nobran olursan, bu sefer de herkes senden kaçar. însan ne âciz, ne biçâre, ne de zâlim olmalı. HİKÂYE Mısır’da birisi vardı. İyi huyluydu. Eski giyerdi. Epey vakitten beri Mısır’da sükût ile meşhur olmuştu. Yakından, uzaktan birtakım akıllı insanlar ziyare­ tine gelir, etrafında nur isteyen pervane gibi dolaşırlardı. Bu adam bir gece kendi kendine düşündü: «İnsan dilinin altında gizlidir. Niçin sükût ediyorum? Eğer böyle konuşmazsam kim benim âlim olduğumu bile­ cek?» Şununla bununla konuşmağa başladı. Başlayınca dost, düşman onun ne olduğunu bildiler. Anladılar ki, Mısır içinde en câhil birisi varsa odur. Adamın mahiyeti meydana çıktığı için, rahatı kaçt, işi çirkinleştil Mısır’da oturmadı. Başka bir yere 226 gitmeğe mecbur oldu. Giderken, mescidin kemerine şu mazmunda bir şey yazdi: «Eğer aynada kendimi gör­ müş olsaydım, cahillikle perdeyi yırtmazdım. Bu ka­ dar çirkin olduğum hâlde üzerimdeki perdeyi kaldır­ dım. Çünkü kendimi güzel yüzlü sandım.» Az söyliyenin sesi keskin olur, yani şöhret kaza­ nır. Söyledin mi, revnakın kalmaz-, o zaman kaçmalısm. Ey akıllı insan! Sükût senin için vakardır. Ey bil­ gisiz insan! Sükût senin için perdedir. Binâenaleyh eğer âlim isen mehabetini kaçırma. Eğer câhil isen perdeni yırtma. Gönlünün içinde sim çabuk gösterme. Çünkü ne zaman istersen gösterebilirsin. Fakat bir kere sırrın meydana çıktı mı, çalışmak ile tekrar gizliyemezsin. Kalem padişahın sırrını ne güzel sakladı. Başının üzerine çakı gelmeyince söylemedi. Hayvanlar söylemez, insanlar söyler. Fakat saçma söyliyen insanlar, hayvanlardan daha aşağıdırlr. jhsn ya insan gibi âkilâne söylemeli, yahut hay­ vanlar gibi susmalıdır. Âdem oğlu nutuk ve akıl ile mümtazdır. Binaen­ aleyh tutu gibi söyle. Fakat tutu gibi nâdan olma. HİKÂYE Birisi kavga ederken kötü söyledi. Derhal yakası­ na yapıştılar. Yakasını yırttılar, ensesine tokadı bas­ tılar. Üstü başı paralandı. Oturdu ağlamaya başladı. Cihan görmüş bir adam oradan geçti. Hâline vâkıf oldu: «Ey, kendisini beğenen kimse, senin ağzın gonca gibi kapalı olsaydı, gömleğin böyle yırtılmazdı» dedi. Sersem kimse saçma söyler, sersem kimse içi boş (beyinsiz), lâfi çok tambura benzer. 227 Ateşin yalını yalnız dil olduğu için bir nefeste bir parçacık su ile söndürmek kabildir. İnsan hünerli ise hüner kendi kendini bildirir; hü­ ner sahibinin söylemesine hacet yoktur. Hâlis misk’in varsa söyleme. O misk kokusiyle kendi kendini ilân eder. Bu mağrip altınıdır diye yemin etmek boştur. Mi­ henk onun değerini meydana çıkanr. Kusur bulanlar bu noktadan tutturur. İyidir, hoş­ tur, fakat munis, değildir., insanlara katılmaz, kaçar giderler. Evet öyleyim. Derimi yüzseler saçma sözlerle bey­ nimin patlamasına razı olamam. ADUDUDDEVLE HİKÂYESİ Adududdevle’nin bir oğlu fena halde hastalandı. Babası çok perişandı. Âbitlerdenbirisi Adududdevle’ye: «Şu yabanî kuş­ lan kafesten âzat et. Belki oğlunuz kurtulur» dedi. Adududdevle âdil ve hakki kabul eden bir insandı. İhtiyarın bu nasihatmı kabul etti ve bahçedeki sara­ yın kemeri üzerinde pek güzel öten bir bülbülden baş­ ka, tekmil kuşlann kafeslerini kaldırdı. Kafes kınlınca artık hangisi durur; kuşlar hep kaçtılar. Kuşlann bırakılması üzerine oğlu iyi oldu. Bir sa­ bah vakti bahçeye gitti. Gördü ki kuşlar kaçmış. Yal­ nız kemer üzerinde bir bülbül kalmış’ Çocuk bülbülü görünce güldü: «Ey güzel sesli bülbül, sen sözünün yü­ zünden kafeste kalmışsın» dedi. Sen bir şey söylemedikçe kimsenin seninle alış ve­ rişi olmaz. Fakat bir şey söyliyecek olursan, delilini getirmelisin. Sâdi de çok zaman dilini bağlamış, hasutlann hak­ sız dedikodulanndan kurtulmuştu. 228 Halktan, uzak kaçan gönül, rahatını yanıbaşmda bulur. Ey akıllı kimse, halkın ayıbını yaymakla uğraşma, sen kendi ayıbın ile meşgul ol. Bâtıl bir söz işitirsen kulak verme; çıplak birisini görürsen, gözünü kapa. HİKÂYE İşittim ki, sarhoş Moğollar meclisinden bir mürit, çalgıcıların teflerini patlatmış, çenklerini kırmış. Bunun üzerine sarhoşlar, onun saçından tutmuş, çenk gibi bir müddet sürüklemişler, yüzünü tef gibi tokatlamış; orasını, burasını çevgân ile dövmüşler. Gece olunca zavallı mürit, tokadın, çevgânm acı­ sından uyuyamamış. Sonria pirinin yanma giderek, vak’ayı anlatmıştır, dert yanmıştır. Piri şöyle demiş: «Tef gibi yüzü yaralı olmak iste­ mezsen, çenk gibi başını aşağı tut!» HİKÂYE İki kişi gördüler ki, bir tozdur kalkıyor, taşlar fır­ lıyor; ayakkabıları şuraya, buraya dağılmış, bir kav­ ga, bir kıyametir gidiyor. Bu iki kişiden birisi kargaşalığı görünce yan çiz­ di, sıvıştı. Öteki, kavga edenlerin arasına girdi, ara yer­ de kafası kırıldı. İnsan için en güzel şey kendi hâlinde olup kimse ile alış verişi olmamak, kimsenin iyisiyle kötüsüyle alâ­ kadar bulunmamaktır. Cenabı Hak sana göz, kulak, ağız, gönül vermiştir. Göz görür, kulak işitir, ağız söyler, gönül düşünür. Bunları hüsnü istismar ile, inişi yokuştan farket229 meli. Sonra başkasının işine karışarak bu uzundur, bu kısadır, dememelisin. HİKÂYE Akıllı adam ihtiyarın sözünü zevkle dinler. Nasır zamanında Mekke’den Bağdad’a sefer etmiş­ tim. Bir gece izbe bir yere vardım, orada yelda gecesi gibi simsiyah, sırık gibi uzun bir Hintli gördüm. Bu Hintli, kucağına ay gibi bir kızı almış, dişlerini kızın dudağına batırmıştı. Bu vaziyeti görsen, ifrit ile Belkis, huri ile iblis bir araya gelmiş zannederdin. Kızı onun kucağında gören gece, gündüz üzerine abanmış, onu kapatmış sanırdı. Hintli ile kızı bu hâlde görünce, Allah’ın emri fe­ nalığı menetmek olduğu için, işe karıştım. Ukalâlık ettim. Önden arkadan bir takım sopa, taş topladım: «Hey Allahtan korkmaz ârsız, namussuz» diyerek Hintlinin üzerine yürüdüm. Hintliye ağır sözler söyledim, söv­ düm, saydım. Herifi kovdum. Fecir gibi beyazı siyah­ tan ayırdım. Bağın üzerinden o kara bulut sıyrıldı ve karganın altındaki beyaz yumurta gözüktü (gece ve güneş). Benim «lahavle...» çekmemden şeytan suratlı Hint­ li atladı-, gitti. Fakat o peri yüzlü kız bana asıldı. «Hey riya seccadeli, gök giyici, kötü işli, dünyayı alıcı, dini satıcı; ben nice zamandan beri buna candan âşık ol­ muştum. Ham lokmam şimdi pişmişti. Sıcak sıcak ağ: zımdan kaptın. Sen beni âşıkımdan ayırdın, dedi, ve in­ saf, merhamet kalmadı mı? Yetişin, imdadıma koşun! Gençler nerede? Bana yardım edin bu ihtiyardan inti­ kamımı alsınlar. Şu ihtiyar, ihtiyarlığından utanmıya230 rak üzerime geldi. Şunun hakkından gelin» diye hay­ kırmağa başladı. Kız feryat ediyor, hem de eteğimi elinden bırakmı­ yordu. Ben, utancımdan başımı yakama çekmiştim. Bak­ tım ki kızın elinden kurtulamıyacağım; feryat üzerine gençler, ihtiyarlar da toplanıp bana cefa etmeleri muh­ temel idi, aklımı başıma topladım. Sarımsak gibi elbi­ semi çıkarıverdim. Çıplak olarak kızın yanından kaç­ tım. Çünkü elinde elbisemin bulunmasını, benim bulun­ mamdan daha iyi gördüm. Başa çıkamıyacağm hasım ile tutuşursan seni ökü­ ze bindirir, cihanı dolaştırır. Bir vakit sonra o kız bana rastgeldi. Bana: «Beni tanıyor musun?» dedi. Cevap olarak: «Çok iyi biliyorum. Allah şerrinden saklasm. Fakat ben senin elinde tövbe ettim. Bir daha boşboğazlık etmiyeceğim» dedim. Her kim kendi işinin arkasında oturursa, önüne böyle iş gelmez. O biçimsiz işten şu nasihati kazandım: Gördüğümü görmemiş gibi olacağım. Eğer aklın, fikrin varsa dilini tut. Ya Sâdi gibi söz söyle, yahut sus. BİR KUSURU ÖĞRETMENİN HAYSİYETİ VE SÜKÛTUN SELÂMETİ HAKKINDA HİKÂYE Bir sofu, Davut Taî’nin yanma geldi. Oturdu, söy­ lenmeğe başladı: «Filân sofuyu falan yerde gördüm. Şarap içmiş, sarhoş olmuş. Sarığına, gömleğine şarap bulaşmış. Bir takım köpekler etrafına halka olmuş» dedi. 231 Mübarek huylu Davut Taî bu vak’ayı işitince, söyliyene karşı canı sıkıldı, kaşlarını çattı: Bir zaman dalgın1durdu, sonra şöyle dedi: «Arka­ daş, şefkatli arkadaş böyle gün için lâzımdır. Git, o so­ fuyu uygunsuz yerden al! Tabiîdir ki, sarhoştur, yürü­ yemez. Sırtına al, yüklen, yerine götür. Çünkü onun yaptığı iş haram olduğu gibi kisvesi için de ayıptır.» Bunun üzerine işi haber veren sofu, şeyhin tekli­ finden sıkıldı. Çamura batmış eşek gibi düşündü. Çün­ kü şeyhin emrini kıramıyacağı gibi, koca sarhoşu omuzlayıp götürmeğe de gücü yetmeyecekti. Sofu bir zaman hayrette kaldı. Sonra şeyhin em­ rini mutlaka icra etmek lâzım olduğu için, sarhoşu götürmeğe karar verdi. Kalktı, sarhoşun olduğu ye­ re gitti. Eteklerini beline çaldı. Kuşağını berkitti, sar­ hoşu omuzuna aldı. Orada bulunan şehir halkı yığıldılar, eğlenmeye, gürültü, patırdı yapmağa başladılar. Meselâ içlerinden birisi şöyle diyordu: «Dervişe bakın dervişe. Vah gidi sofular vay! Hay temiz dinli âbitler hay! Ey ahali, ba­ kın bakın, bu sofular şarap içmişler; hırkalarını mey­ haneciye rehin bırakmışlar» diyor ve bunları el ile göstererek; «Şu zilzuma, parmağa bulaşmaz boş sar­ hoş, baştan kara, küfelik, bulut mu bulut! Fakat öteki yanm sarhoş, çakır keyfi, kafası biraz dumanlı!» diye kinayeler söylüyorlardı. Bir insanın boynuna zulüm ile düşman kılıcının inmesi, halkın teşniinden, umumun tahkirinden daha iyidir. Zavallı sofu bin türlü belâ yuttu, türlü mihnet çek­ ti. Zar zor sarhoş sofuyu yerine götürdü. O gece kede­ rinden, teesüründen sabaha kadar uyuyamadı. İkinci gün Davut Taî’nin yanma gitti keyfiyeti ona anlattı. Davut Taî ona şöyle dedi: «Kardeşini mahallede 232 rezil etme. Yoksa zaman seni şehirde dillere destan eder.» AYIPTAN DİL ÇEKMEK HAKKINDA HİKÂYE Ey mürüvvetli, akıllı kimse; iyi olsun, kötü olsun kimsenin hakkında kötü söyleme. Çünkü kötlüğünü söylediğin kimse hakikaten kötü ise, onu kendine düş­ man etmiş olursun. Eğer iyi ise sen bir kötü iş yapmış olursun. Sana birisi gelir de filân kimse kötüdür derse, iyi­ ce bil ki, o kendi ayıbını söylemiş olur. Çünkü filânın işi şöyledir dediği zaman, beyan ve ispat lâzımdır. Yal­ nız söylemekle olmaz. O ise sözünü ispat etmiyor. Sözü yalnız gıybet derecesinde kalıyor. Demek ki gıybet et­ tiği sabit oluyor. Gıybet ise kötü bir iştir. Bu surette kendi sözü kendi aleyhine delil ölüyor. Sana doğrusunu söyleyeyim mi: Birisini gıybet et­ tiğin zaman, doğru da söylesen, sen kötüsün. HİKÂYE Bir şahsa birisi gıybet ederek dil uzattı. Orada bu­ lunan bir yüksek âlim ona şöyle dedi: «Benim yanımda kimseyi kötülükle anma. Beni kendi hakkında fena zanna düşürme. Çünkü sen birisini gıybet edersen, ben seni fena bilirim. Hem de bu gıybetten ne çıkacak bil­ mem de. Tutayım ki sen onu gıybetle, onun derecesin­ den bir şey eksilsin. Fakat bu eksilen şey senin dere­ cene ilâve edilmez.» HİKÂYE Bir gün birisi: «Haramilik gıybetten daha iyidir» dedi. Bunu lâtife tarikiyle söyledi sandım. Ona sordum: 233 «Dostum, saçmaladın. Bu söz bana tuhaf geldi. Hara­ milikte iyilik namına ne gördün ki, ona gıybet üzere tercih ediyorsun?» dedim. Cevap olarak şöyle dedi: «Haramiler babayiğit in­ sanlardır. Bir kervan görünce, tehevvür ile ona sal­ dırırlar, çekişirler, boğuşurlar, kervanı yakalarlar. Yenerler, vurgun vururlar. Para, mal kazanırlar; kesele­ rini doldururlar, bol bol yaşarlar. Fakat biçimsiz, may­ mun, sinsi gıybetçiler ne yaparlar: Gıybetle defterlerini karartır, bir şey kazanamazlar.» HİKÂYE Nizamiye medresesinde vazifem vardı. Gece gün­ düz ders müzakere ederdim. Bir gün üstadıma: «Filân dostum bana haset edi­ yor; ben hadisi şerifin mânâsını hakkiyle verdiğim za­ man o habisin içi karmakarışık oluyor» dedim. Çok edip bir insan olan üstadım benden bu sözü işitince kızdı: «Çok şey, dedi, dostunun hasutluğu ho­ şuna gitmedi. Pek âlâ! Gıybetin iyi bir şey olduğunu sana kim haberverdi? Eğer o kıskançlık cihetinden ce­ hennem yolunu tuttu ise, sen de başka bir yoldan ona yetişeceksin» dedi. Bir genç, Haccac hakkında: «Bu herif hunhardır. Gönlü, kara taş parçası gibidir. Halkın âhından, ferya­ dından korkmaz. Yarabbi! Halkın hakkını bundan al!» dedi. Cihan görmüş yaşlı bir ihtiyar bunlan işitince, o gence ihtiyarca, şöyle bir nasihat verdi: «Evet oğlum, Haccac’tan mazlûm, miskin insanlann haklannı, başkalanndan da niçin gıybet etti diye onun hakkım so­ racaktırlar. Sen ondan, onun zamanından el çek. Çün­ 234 kü zaman önu mağlûp edecektir. Bana gelince, ben ne onun zulmünü beğeniirm, ne de senin gıybetini.» Peymanesi dolduğu zaman defteri kara bir bed­ bahtı, günahı cehenneme çeker götürür. Fakat onun orada yalnız kalmmaası için, diğer birisini de gıybet sebebiyle onun arkasından koşturur. HİKÂYE İşittim ki, âbitlerden birisi bir genç çocuğa bak­ mış, hem de lâtife ederek gülmüş. Halvette oturan diğer âbitler onun arkasından çe­ kiştirmişler; bununla da kalmayarak, işi şeyhlerine anlatmışlar.Şeyh efendi onlara şöyle demiş: «Hali peri­ şan dostunuzun ayıbını ortaya atmayın. Lâtife haram değil, gıybet de helâl değildir.» HİKÂYE Çocukluğumda oruç tutmağa heveslendim. Fakat, o zaman o kadar küçüktüm ki, sağ hangisi, sol hangi­ sidir, bilemiyordum. Mahalle âbitlerinden birisi bana el yüz yuvmayı yani abdesti öğretti. Şöyle dedi: «Sünneti şeriftir. İlk evvel (Bismillâh) de, ikinci olarak niyet et. Üçüncü olarak avucunu yuv (1). Sonra üç kere ağzına* üç kere burnuna su ver. Fakat burnunun deliklerini küçük par­ mağınla karıştır. Bir de başparmağınla dişlerini ov. Misvake gelince, zevalden sonra memnudur. Sonra üç avuç su ile yüzünü saç bittiği yerden çeneye kadar yuv. Sonra ellerini dirseklerine kadar yuv. Bütün bu işleri yaparken zikr teşbih namına ne biliyorsan söyle. (1) Gusletmek, oğuşturarak yıkamak. 235 Sonra başına ve boynuna meshet. Sonra ayağını yuv. Hûda hakkı için, abdestin tamam olması böyledir. Bu usulü benden daha iyi bilen yoktur. Görüyor musun ki mahallenin eski hocası bunamıştır.» Âbidin bu sözünü mahallenin eski hocası işitince kızdı a âbide şöyle dedi: «Ey habis, ey recim! Sen, oruç­ lu iken misvak kullanmak caiz değildir, dedin. Ölmüş insan eti yemek caiz midir? Sen şunu da söylemeliydin, demeliydin ki: «Ağzını yenmesi caiz olmıyan şeylerden yuvmadan evvel, söylenmesi caiz olmıyan şeylerden yuvmalısm.» Arkadaş! Kimin adı ortaya gelirse onu güzel bir ad, güzel sıfat ile söyle. Sen ise muttasıl: «İnsanlar eşşektir» diyorsun. Zannetme ki senin adını insana ya­ raşır sıfatla yâdederler. Mahallede benim ahlâk ve etvânmı öyle söyle ki, yüzüme karşı yine öyle söyleyebilmelisin. Eğer bakan gözden çekinerek yüze başka, arkadan başka söylersen, bilmiş ol ki gaybı bilen Ce­ nabı Hak hazırdır. Karşısındaki adamdan sıkıldığın hâlde Cenabı Haktan sıkılmaz mısın? Bu ciheti düşün de, kendin­ den utan. HİKÂYE Tarikatın kadrini bilip yollarında sabit kadem olanlardan birkaçı birlikte halvete girdiler. İçlerinden birisi yabancı birisini gıybet etmeğe başladı. Bir başka­ sı bir biçâreyi diline doladı. Diğer birisi ona, şöyle dedi: «Hey savruk arkadaş! Sen frenk gazvesinde bulundun mu?» O, cevap verdi: «Ben tekmil ömrümde dört duva­ rımdan dışarıya ayak atmamışım.» Bu cevap üzerine o doğru sözlü adam: «Ben böyle 236 bedbaht, uğursuz kimse görmedim. Çenginden kâfirler emin bulunuyor; fakat müslümanlar dilinden kurtu­ lamıyor.» HİKÂYE Mergazlı bir divane ne güzel söyledi. Bir söz söy­ ledi ki, o söze karşı hayretle dudağını ısırsan yeri var­ dır. Sözü şudur.- «Ben eğer insanlan gıybet edecek ol­ sam, anamdan başkasını gıybet etmezdim. Çünkü akıl­ lı insanlar bilirler ki, insanın taat ve ibadetinin ana­ sına verilmesi daha münasiptir.» Ey iyi adlı kimse, bir arkadaş kaybolunca ona karşı iki vazife var: 1 — Onun malını nahak yere ye­ memek; 2 — Onu gıybet etmemek. Birisi sana gelir de birisini gıybet ederse, onun sana teşekkür edeceğini, senin iyiliğini söyliyeceğini ümit etme. Bu cihanda bence akıllı insan kendisiyle meşgul olan, cihandan gafil bulunan insandır. GIYBET EDİLMELERİ CAİZ OLANLAR HAKKINDA HİKÂYE İşittim ki, üç kişiyi gıybet etmek caizdir. Bunların dördüncüsü yoktur. Birincisi halka zararı dokunan ve halkın ayıpladı­ ğı yolda giden padişahtır. Halkın ondan sakınmaları için, o padişaha ait olan sözleri, işleri, ötede, beride nakletmek caizdir. İkincisi hayâsız insanlardır. Bunla­ rın kötülüklerini örtmek caiz değildir. Çünkü zaten perdelerini kendileri yırtmışlar. Böyle hayâsız, fâsık kimseyi havuza düşmesin diye muhafaza etme. Çünkü faydasızdır. Sen onu burada havuza düşmekten kur237 tarsan bile, gider ötede kendisini kuyuya atar. Üçüncüsü eğri terazili yalancıdır. Bu gibinin de kötü işlerine dair ne bilirsen söyle. HİKÂYE İşittim ki, kırlarda dolaşan bir gece hırsızı, bir şey çalmak için Sistan şehrine geldi. Çarşıya gitti, bakkal­ dan bir şey satın aldı. Fakat hayrını görmedi. Bakkal onun bir miktarını çalmıştı (eksik tartm ıştı). Farkına varan hırsız haykırdı, şöyle dedi: «İlâhi sen gece hır­ sızlarını cehennem ateşine yakma. Çünkü Sistanlılar gündüz hırsızlık ediyorlar. Ben gece kendi yaptığım işlerden korkuyorum. Bu adam güpe gündüz kimseden korkmuyor.» Bu remzi bir yiğit adam ne güzel söyledi: «Tulgadan, zırhtan nefret ettik. Yani lâyık olmıyanlar da giy­ dikleri için nefretimizi mucip oluyor.» GAMMAZLIĞIN ZEMMİ VE GAMMAZLARIN SIFATLARI HAKKINDA HİKÂYE Gönlü saf, temiz bir sofuya birisi : «Haberin var mı? Filân kimse arkandan ne söylüyor?» dedi. Sofu: «Aman kardeşim, sus söyleme, düşmanın ne dediğini bilmemek daha iyidir» dedi. Düşmanın sözünü alıp getirenler, düşmandan daha ziyade düşmandırlar. Düşmanın sözünü ancak düşma­ na yâr olan kimse alır, dosta götürür. Ey gammaz! Düşman benim karşımda bana şöyle sin, böylesin diye vücudumu titretecek bir söz söylemi­ yor. Asil düşman sensin ki, bana geliyor, düşman se­ nin hakkında gizlice şöyle söyledi diye söz taşıyorsun. Söz taşıyanlar eski cenkleri tazelerler. En yumu­ 238 şak insanları coştururlar. Uyuyan fitneye: «Ne yatı­ yorsun,haydi kalk!» diyen arkadaştan kaçabildiğin ka­ dar kaç. Bir yerden bir yere söz taşıyarak fitneye sebep ol­ madan ise, ayaklan bukağılı olmak daha iyidir. Kavga iki kişi arasında yanmış bir ateştir. Söz ta­ şıyanı ise o ateşi söndürmemek için odun taşıyan odun­ cuya benzer. Feridun’un herkesçe övülen, beğenilen bir veziri vardı. Fikri parlaktı. Uzağı çok iyi görürdü. Bu vezir birinci derecede Allahın rızasını, ikinci derecede padişahın fermanını gözetirdi. Halbuki fena memur, memleketin idaresi bunu icapettiriyor, devletin varidatını arttırmak lâzımdır di­ ye halka türlü yükler yükletir. Ey memur! Sen eğer haktarafından gözetmezsen, bilmiş ol ki, sana padi­ şahtan da zarar gelir. Ahaliden birisi bir sabah Feridun’un yanma gitti. Günün asayiş içinde olsun, bütün arzuların hâsıl olsun diye duadan sonra: «Padişahım, garez üzerine değil, sadakat namına olarak bir arzum var. Dinlemenizi rica ederim. Arzum şudur: Vezir size düşmandır. Çün­ kü ordunun büyüklerine, küçüklerine ödünç para ve­ riyor. Hem de ne zaman büyük padişahımız vefat eder­ se, borcunuzu o zaman ödersiniz diyerek, paranın ödenmesini vefatınıza bağlıyor. Böyle olunca verdiği paralar yanmamak için, sizin ölümünüzü istediği sa­ bit olur» dedi. Bunun üzerine Feridun vezirini çağırttı. Ona, bir yaman bakış bakti: «Huzurumda dost gibi görünür, fa­ kat içinden benim için fenalık düşünürsün. Böyle değil mi?» dedi. Vezir taht önünde yer öptü, şöyle dedi: «Padişa­ hım, sordun, artık işin aslını saklamak olmaz. Arzede239* yim: Ey adı cihanı tutan padişahım. Ben isterim ki bütün cihan, benim gibi sizin iyiliğinizi istesin. Borca vâde olarak vefatınızı gösteriyorum. Bilirsiniz ki borç ödemek insanlara ağır gelir. Herkes vâdenin uzamasın­ dan hoşlanır. Bunun için ne kadar borçlu varsa gece gündüz padişahımız çok yabasın, ömrü uzun olsun, şu borcun vâdesi çabuk gelmesin diye sıdk ile dua eder­ ler. Dua ise mühimdir. Erenler duayı ganimet sayarlar. Dua kazâ okunun önünde zırhtır, kalkandır.» Padişah Vezirin söylediği sözü beğendi. Yüzünün gülü tatlı bir surette açıldı. Vezirin şan ve şerefini pek yüceltti. Onu gamzeden adamı da öyle cezalandırdı ki, söylediğine pişman oldu. Ben gammaz kadar başı dönmüş, ters talihli, uğursuz, sersem görmedim. Gammazlar cehalet ve kafasızlık yüzünden iki dostun araşma nifak sokarlar. Sonra o iki dost işi an­ lar, barışırlar. Gammaz da ara, yerde rezil olur,- kalır. îki kimse arasında ateş yakmak, fakat ara yerde kendisi yanmak, akıl işi değildir. Sâdi halvet zevkini tatmış, iki âlemden dilini çek­ miştir. Ey Sâdi, bildiğin faydalı sözü beğenen bulunmaz­ sa bile söyle. Bugün beğenmiyen yarın eyvah, o hak sözü dinlemedim diye feryad edecektir. KADINLAR, KADINLARIN İYİ, KÖTÜ HUYLARI HAKKINDA Söz dinliyen, Allahın emrini tutan güzel kadın, fa ­ kiri padişah yapar. Arkadaş! Sana diyorum, sineye sardığın hanımın uygun ise kapıda her gün beş kere nöbet çaldır. Her gün sabahtan akşama kadar gamlı, kederli 240 isen gece olunca yanında gönlünü eğliyecek, kederini dağıtacak bir hanım olduktan sonra hiç korkma! Kimin ki evi mamur, yatak arkadaşı onu candan seviyorsa, Cenabı Hak ona rahmet nazariyle bakmış­ tır. Kiminki evi mamur yatak arkadaşı ona candan baktıkça kendini cennette bilsin. Dünyada en büyük bahtiyar o kimsedir ki, gönlü­ nün eğlencesi olan hanımı ona uygun olur. Kadın dindar ise, tatlı dilli ise artık onun güzelli­ ğini, çirkinliğini aramak fazladır. Ahlâkı güzel olan kadın güzel olmasa da ehemmi­ yeti yoktur. Çünkü güzel ahlâkı kusurlarını örter. Çirkin fakat ahlâkı güzel olan kadın, peri yüzlü fakat ahlâkı çirkin kadından daha makbuldür. îyi huylu kadın odur ki, kocasının elinden sirkeyi helva gibi yer. Kötü huylu kadın odur ki, helvayı yer­ ken suratı sirke satar. Kocasının iyiliğini istiyen kadın gönül eğlencesi­ dir. Huysuz kadınlara gelince, bizi o gibilerden Tanrı saklasın. Huysuz bir kadma eş olan erkek, karga ile kafese konulmuş tutuya benzer ki, kafesten kurtulmağı ga­ nimet sayar. Hanımın yaramaz ise ya başını al kaç, yahut otur, zahmete, meşakkate katlan. Ayakkabı darsa yalınayak gezmek daha iyi oldu­ ğu gibi, yaramaz kadın ile oturup kavga etmeden ise sefer etmek daha iyidir. Evde kaşlarını çatmış bir kadın görmedense, zin­ dana girmek daha iyidir. Evinde kadını çirkin olan adama sefer etmek bay­ ram sayılır. 241 Bir evde kadının sesi yüksek çıkarsa, o evde hayır yoktur; saadet umma. Kadını çarşıya pazara bırakma. Söz dinlemezse döv. Sözünü yürütemezsen kan gibi evde otur; o erkek gibi gezsin, yürüsün. Kadın erkeğinin sözünü dinlemezse, eri er değil­ dir, kadındır. Ona kadının kemba (ipek) donunu giy­ dir, hanım olsun. Aldığın kadın câhil, hain çıkarsa, kan değil, başı­ na belâ almış sayılırsın. Kadm arpa kilesinde azıcık hiyanet edecek olursa, buğday ambarından el yuv. Hangi erin hanımının eli, gönlü doğru ise; Cenabı Hak o adama çok lütuf buyurmuştur. Kadın yabancı erkeğin yüzüne bakıp gülecek olur­ sa kocasına: «Artık, sakın erkeğim deme» diye söyle. Yabancılara karşı kadının gözleri kör olmalıdır. Evden çıkınca doğru mezara gitmelidir. Kadm kaşlarına rastık çekecek olursa, o kadma söyleyin, kocasının yüzüne allık sürsün. Baktın ki kadm evde durmuyor, senin artık o evde durman akıl işi değildir. Uygunsuz kadının elinden timsahın ağzma kaç. Namus ile ölmek, namussuz yaşamakdan çok iyidir. Hanımına yabancılara yüz açtırma. Sözünü dinle­ mezse, o erkek sen kadm olmuş olursun. Kadm güzel ise, güzel huylu ise, devlettir, saadet­ tir. Öylesini sıkı tut. Çirkin ise kötü huylu ise bıralc gitsin. HİKÂYE Hanımlardan pek sıkılmış olan iki kişi arasında bir konuşma pek hoştur. 242 Bunlardan, birisi şöyle dedi: «Allah kimseye kötü kadın nasip etmesin.» Öteki şöyle dedi: «Dünyada kadın olmasın.» Ey zengin, her baharda yeni bir kadm al. Zira ge­ çen seneki takvim işe yaramaz. Bir kimseyi kötü ka­ dına düşmüş görürsen onu ayıplama, Ey Sâdi, sen de kannı bir gece kucaklıyorsun ama, ne kadar çevrini, kahnnı çekiyorsun. HİKÂYE Bir genç hanımının hırçınlığından şikâyet için bir ihtiyarın yanına gitti, şöyle dedi: «Hanımım bana ga­ liptir. Elinden öyle eziyet çekiyorum ki, bu eziyeti de­ ğirmenin alt taşı çekmemiştir.» İhtiyar: «Sabret! Sab­ reden mahcup olmaz» dedi ve ilâve etti: «Ey evi yıkı­ lası ; gece değirmenin üst taşısın, gündüz de alt taşı oluver. Bir gül ağacmdan güller deriyorsan, dikenin cefasını hoş görmelisin.» ÇOCUKLARI TERBİYE HAKKINDA Çocuğun yaşı on’u geçince ona söyle. Namahrem kadınların yanma oturmasın. Pamuğun yanında ateş yakma caiz olmaz. Kıvıl­ cım sıçrar, pamuk yandığı gibi ev de yanar. Adının yerinde kalmasını istersen, çocuğuna ilim, hüner, marifet öğret. Onu akıllı fikirli yetiştir. Eğer çocuğa edep, terbiye, hüner, marifet öğret­ mezsen, sen ölürsün; yerinde de kimse kalmamış olur. Baba çocuğunu nazik beslerse o çocuk çok zaman şiddet, mihnet çeker. Çocuğunu akıllı, hüsnü hül sahibi olarak yetiştir. Eğer çocuğunu çok seviyorsan, onu nazlı olarak yetiş­ tirme. 243 Çocuğun daha küçük iken onu okut. Arasıra azar­ la. İyi şeyler için mükâfat vadet, kötü şeyler için kor­ ku ver. Yeni öğrenenler için aferin, tahsin, hoş sözler, ok­ şamalar hocanın tekdirinden, tehdidinden daha iyi­ dir. Karun kadar hâzinen olsa bile evlâdına, sanat, hü­ ner öğret. Çünkü ne bilirsin ki, zamanın dönüşü onu diyar diyar gezdirir. Elindeki servete güvenme; olur ki o servet elde kalmaz. Eğer çocuk bir sanat edinmişse, kimseye ihti­ yaç elini uzatmaz, avuç açmaz. Keseler dolusu altın gümüş olsa biter, tükenir; fa ­ kat san’atkânn kesesi hiç boş kalmaz. Üstadın çevrini çekmiyen çocuk, zamaneden çok cefa görür. Çocuğunu iyi tut. Onu rahat ettir, sefil bırakma. Kimselerin ellerine göz dikmesin. Bir baba çocuğunun her hâlini düşünmezse, o gibi çocuğu yabancılar düşünür, baştan çıkarırlar. Daha yüzünde tüy tüs bitmeden yüzü kararan ahlâksızdan daha bedbaht kimse yoktur. Namertliği, erkekliğin şerefini kaçıran o gayretsizden kaçmak lâ­ zımdır. Kalenderler arasmda oturan bir çocuğun ba­ bası, artık ondan elini yuvmalıdır. O ölse de acıma, babasının yerini tutmayacak çocuk, babasının önün­ de ölmelidir. Çocuğu iyi hocaya, dinli, diyanetli, namuslu usta­ ya ver. Eğer hoca, usta dinsiz, yaramaz, kötü ise; çocu­ ğu da kendisi gibi yapar. Bilmez misin Sâdi, sahralar geçmeden, denizler aşmadan muradını neden buldu. Çocukluğunda iyi hocalara teslim edilmiş, onlardan tokat yemiş, nihayet büyüklüğünde safa sürmüştür. 244 Büyüklerin buyruklarına boyun eğenler, çok geç­ meden, kendileri de buyruk sahibi olurlar. HİKÂYE Bir gece mahallemizde bir eğlence vardı. O cemi­ yette her cins insan toplanmıştı. Çalgı sesi mahalleyi aşıyor, âşıkların hay huyu göklere erişiyordu. Peri yüzlü sevgili bir arkadaşım vardı. Ona: «Aziz dostum, bu cemiyete sen de gelsen, meclisimizi ruşen kılsan olmaz mı?» dedim. Cevap olarak şöyle dedi: «Erler gibi sakallanma­ dıkça, erler yanında oturmak hoş değildir.» GÜZEL YÜZLÜLERDEN SAKINMAK HAKKINDA Ev yıkan delikanlı seni yıkar bitirir, mahveder. Hanenin mamur olmasını istersen evlen. Her sabah karşınsa başka bir bülbül bulunan güle heves etmek, akıl kârı değildir. Her gece başka bir meclise mum olan delikanlının etrafında pervane gibi dönme. Güzel huylu, yaradılıştan süslü bir kadına, bıyık­ lan terlemiş bir delikanlı benzer mi? Hâşâ, sümme hâşâ. Kadın bir gonca güldür; onu tatlı söz güldürür; açar. Delikanlılar aksi, inatçı, sert, hırçın olur. Taş ile kırılmıyan Ebucehil karpuzunun yemişine benzer­ ler. Delikanlıların iki yüzü olur. Bir yüzü huriyi an­ dırır, öteki yüzü dev gibi çirkin, ifrit gibi murdardır. Delikanlı nankör olur; ayağını öpsen teşekkür et­ mez. Hâkipay olsan acımaz. Seni inadına çiğner öldü­ rür. 245 Delikanlı sevecek olursan başında beyin, elinde pa­ ra kalmaz. Eğer kendi çocuğunun namuslu kalmasını istiyor­ san; başkalarının çocuklarına fena g-özle bakma. KÖLELERİ TERBİYE HAKKINDA HİKÂYE Bu şehirde bir kere kulağıma geldi; bir bezirgan bir köle almış. Köle gümüş çeneli, gönül aldatıcı imiş. Gece olunca efendi kölenin çenesini okşamış. Köle kızmış, vurmuş, efendisinin başmı yarmış. Kölenin hareketinden efendi müteessir ve mahçup olmuş. Bir daha böyle hareket etmiyeceğine yemin et­ miş. Allahı ve Peygamberi şahit tutmuş. O hafta göç etmek icabetmiş. Tüccar, yüzü gözü yaralı, müteessir yola çıkmış. Kervandan bir iki mil mesafe ayrılınca, korkunç bir kayalığa rastlamış. Bu kalenin adı nedir? diye sormuş. Yaşıyan çok acayip pey­ ler görür. Kervan halkından birisi: «Burası (Tenki Tür­ kân) dır Bilmiyor musun?» demiş. Türklerin işmini işitince, düşmanla karşı karşıya gelmiş gibi korkmuş. Kervanbaşıya: «Ey bahtlı adam, olduğun yerde konak­ la. Arpa kadar aklım, irfanım olmamalı ki ben Tenri Türkân’dan geçeyim» demiş. Ya kendine şehvet kapısını kapa; yoksa eğer âşık isen sopa ye, sesini çıkarma, başını sar. Efendi! Kölen varsa onu muhabbetle besle. Efendi­ liğini icra et ki, hizmetinden müstefit olasın. Efendi, kölesinin dudağını ısırsa, köle efendilik arzusuna düşer. Köle su çekmek, kerpiç yapmak, velhasıl hizmet için tutulur. Köle nazenin olursa, efendisine yumruk atar. 246 YALANCI CEMAL ÂŞIKLARI Bir takım insanlar delikanlılarla oturur ve: «Biz temiz kalbli, cemâl âşıkıyız» derler. Rüzgârın her türlü hâlini görmüş ben ihtiyara sorunuz. Oruçlu kimse sofraya hasret çeker. Koyun, hurma küfesine yetişemediği için çekirdek yer; yağcı öküzü susam çuvalına yetişemez, saman yer. CEMAL ÂŞIKI BİR DERVİŞ İLE SOKRAT’IN HİKÂYESİ Bir derviş cemâl sahibi birisini gördü, aşkına düş­ tü. Aşk ile gönlü karmakarışık oldu. Cennet ağaçlarında açılan çiçeklerin yaprakları nasıl şebnemlenirse, derviş de öyle bir ter dökmeğe başladı. O sırada Sokrat bir ata binmiş, oradan geçiyordu. Dervişi gördü: «Bu adama ne oldu?» diye sordu. Birisi cevap verdi: «Bu bir âbittir. Asla elinden fe­ na bir iş çıkmamıştır. Gece gündüz kırlarda, dağlarda eğlenir; insanlardan kaçar, görüşmek istemez: Şimdi bir güzeli gördü; güzel onun gönlünü kapmış. İçinden çıkılamıyacak bir bataklığa düşmüştür. Halk onu tayid ettikçe o: «Vavgeçin, susun der, inliyorsam boşuna değildir. Feryadımın sebebi var. Benim gönlümü ka­ pan o güzelin yüzünün nakşı değil, o nakşı bağlıyan nakkaştır.» Yaşlı, başlı, pişkin, olgun, büyük tecrübe, fikir sa­ hibi Sokrat: «Bu âbit belki dediğiniz gibi hüsnü şöh­ rete mâliktir. Fakat her şöhrete inanmak da doğru de­ ğildir. Sizin sözünüze göre bu âbit: «Ben bu nakşın nakkaşına âşıkım» diyormuş. Fakat o nakkaşın nakşı, yalnız onun gönlünü yağma eden o gördüğü nakıştan 247 mı ibarettir? Bir günlük çocuk onun aklını, fikrini ni­ çin yağma etmiyor? Cenabı Hakkm kudretini göster­ mede 14 yaşındaki insan ile küçük bir çocuğun ne far­ kı var?» demiştir. Hakikati görenler Çin’in Çekerin ay yüzlü güzel­ lerinde sun’u ilâhı namına ne görürlerse, devede de onu görürler. Bu kitabımın her satın, dilfirip bir yanak üzerine sarkıtılmış bir nikaptır. Her siyah harfin altmda perde altındaki güzel, bu­ lut içindeki ay gibi nice mânâlar var. Sâdi’nin sözlerini okuyan sıkılmaz. Zira perde ar­ kasında bu kadar cemâl sahibi güzellere rastgelir. Meclisleri aydınlatan bu sözlerim ateş gibidir ki, onda hem nur, hem nâr vardır. Hasımlann muztarip, bîhuzur olurlarsa canım sı­ kılmaz. Çünkü onlar bu Pars ateşinden sıtmadadırlar. BİR KÖŞEYE ÇEKİLİP OTURMADAKİ SELÂMET, HALKIN CEFASINA KARŞI SABIR HAKKINDA Bu cihanda cihan halkının dilinden kurtulan varsa, kapısını üzerine bağlayıp, bir köşeye çekilen kimse­ dir. Bir kimse gerek mürâi olsun, gerek hakperest ol­ sun; dillerin çevrinden kurtulamamıştır. Eğer melek gibi göğe uçacak olsan; suizan sahibi Kimse eteğini bırakmaz, eteğine yapışır. Çalışıp Dicle’nin önünü bağlamak mümkündür. Fakat kötü fikirli insanların dillerini bağlamak müm­ kün değildir. Bir takım eteği kirli alçak insanlar toplanır: «Filân kuru sofudur, falan ekmeğine tuzak kurmuştur» diye şunun bunun hakkında söz söylerler. 248 Arkadaş! Halk seni isterlerse hiçe saysınlar. Sen Hakka ibadetten yüz çevirme. Pâk olan Tanrı senden râzı olunca, bir takım napâk insanlar râzı olmazlarsa ne ehemmiyeti vardır? Halkın fenalığını düşünen insanlar, Cenabı Haktan bihaberdirler. Çünkü onların halk ile uğraşmadan Ce­ nabı Hakkı düşünmeğe vakitleri yoktur. Bu gibiler Hak yolunda bir makama ermemiştir. Çünkü ilk adımda yanlış yola sapmıştırlar. Bâzan bir sözü iki kişi dinler; fakat aralarında me­ lekle şeytan kadar fark vardır. Birisi o sözü nasihat olarak kabul eder; o melek sıfatlıdır. Öteki o sözde kusur aramaktan nasihat tarafına bakmaz, o şeytan sıfatlıdır. Karanlık bir yerde âciz kalmış olan bir insan, Cemşid’in dünyayı gösteren kadehinden ne anlar, ne isti­ fâde eder? Gerek arslan ol, gerek tilki ol; ne mertlik ile, ne hi­ le ile insanlardan kurtulamazsın. Halvet köşesini ihtiyar edip kimse ile görüşemiyecek olursan: «Bunun yaptığı riyâdır, hiledir; şeytan in­ sandan nasıl kaçarsa öyle kaçıyor» derler. Birisi güzel yüzlü, mûnis olursa; iffetsiz, takvâsız, şuhmeşrep, açık, yüzsüz derler. Birisi zengin ise gıybetle derisini yüzer: «Öyle ki­ birlidir ki, âlemde Fir’avun varsa odur» derler. Birisi fakir ise fakrü zaruretten yanıp yıkılıyorsa: «Bedbaht, uğursuz, kara günlü» derler. Bir fakir sıkıntı çekiyorsa, uğursuzluğundan, beceriksizliğindefıdir, derler. Murat süren bir zengin felâkete uğrarsa, onu ga­ nimet bilir: «Malına, mansıbına güvenerek kibirli idi. Her sadaetin arkasından felâket geleceğini düşünmü­ yordu. Oh! Çok şükür, Allah ne güzel yaptı, lâyığını verdi» derler. 249 Eli yufka bir fakirin işi yoluna girer; hâli, vakti iyileşirse, zehirli dişlerini gıcırdatır: «Bu alçak felek, alçaklara meyleder, o gibileri besler» derler. Elinde bir iş görseler: «Ne kadar haris, ne kadar dünya perest adamdır. Durmadan çalışıyor» derler. İş tutmayıp boş duracak olsan: «Dilenci huylu, piş­ miş yiyen, hazıra konan, lüpçü» derler. Güzel sözler söyliyerek konuşacak olsan: «Heze­ yanla dolu davul, susacak olsan hamamdaki nakış» derler. Tahammül edenlere: «Biçare korkudan baş kaldı­ ramıyor» derler. Birisi korkunç olur, kahramanca hareket ederse, onu görünce kaçışır: «Ne deli adam» derler. Birisi az yiyecek olsa: «Malı başkasına nasip ola­ caktır; mirasçılara mal yığıyor» derler. Güzel yiyecek olsa: «Tenperver, kamının kölesi, obur, pisboğaz» derler. Birisi zengin olsa, fakat süse ehemmiyet v ern i­ yen feylesoflar gibi süssüz gezse: «Bedbaht adam! Pa­ rasını kendisinden esirgiyor» diye, kılıç gibi dil kulla­ nırlar. Birisi saray, kâşane, köşk yaptırır; nakışlatır yal­ dızlatır, güzel elbiseler giyerse: «Şeddâdî binalar yap­ tırıyor, kadın gibi süsleniyor» diye teşniler ile onu ca­ nından bezdirirler. Birisi seyahate çıkmamış ise, seyahat yapmış olan­ lar: «Karısının kucağından ayrılmamış insanın ne hü­ neri, ne fenni olur?» diye zemmederler, ona adam de­ mezler. Birisi seyyah ise serseri, bedbaht, bir ayak üstüne dünyayı dolaşıyor, avare diye onun derisini yüzerler ve: «Azıcık ikbali, serveti olsaydı yurdundan çıkmaz, şehirden şehire kovulmaz, sürülmezdi» derler. 250 Birisi bekâr ise, her şeyi inceden inceye görenler: «Bunun vücudu yer üzerinde bir sıklettir. Y er onun ya­ tıp, kalkmasından inciniyor» derler. Birisi evlenecek olsa: «Gönlünün elinden, boynu üstüne çamura çöken eşeğe benzedi» derler. Birisi öfkelenip yerinden fırlıyacak olsa: «Sersem, divane, kaçık, savruk» derler. Birisi sâbur, mütehammil, halim, selim olursa: «Gayretsiz, hamiyetsiz» derler. Birisi cömet ise: «Yeter yahu! Ne dağıtıyorsun o kadar. Yarın avret yerini örtecek bez bulamaz, bir eli­ ni önüne, bir elini arkana tutarsın» derler. Birisi kanaatkâr, tutumlu ise; halkın teşniine ya­ kalanır: «Bu alçak da babası gibi olacaktır. O da bu­ nun gibi yığdı, yığdı; hasretle bıraktı gitti» derler. Çir­ kine çirkindir; güzele güzeldir diye cevrederler. Selâmet köşesinde kim oturabilir? Hazret-i Pey­ gamber Aleyhisselâm Efendimiz bile kötü insanların dillerinden kurtulamadı. Eşi, ortağı, zevcesi, oğlu olmıyan Cenabı Hak için bile işitmedin mi Hıristiyanlar neler söylediler. İnsanların ellerinden kurtuluş mümkün değildir. Dile düşen insanlara çâre, ancak sabırdır. HİKÂYE Mısır’da bir köle vardı. Gayet utangaçtı. Başı göğ­ sü üzerinden kalkmazdı. Birisi bana: .«Bu çocuğun aklı, idrâki yoktur. Ter­ biye için şunun biraz kulağını bur» dedi. Bir gece mezkûr köleye şiddetle haykırdım. Evcelve onu tedip etmemi istiyen adam, haykırmamı işi­ tince: «Vah zavallı! Köleyi öldürdü» dedi. 251 HİKÂYE Bir genç hünerli, âkil idi. Vaızda çalâk ve merda­ ne idi; iyi bir gönül sahibi, hakperesetti. Yanağının tü­ yü tüsü alnının yazısından daha güzeldi. Nahivde kuv­ vetli, belâgette mahirdi Fakat (şın) farkini hakkiyle çıkaramazdı. İyilerden bir zata-. «Filân vâızın ön dişleri yoktur» dedim. Ben böyle deyince o zat kızdı, kızardı: «Bir daha böyle saçma söyleme. Sen onun yüzüne baktın, yalnız ayıbını gördün. Onda bulunan bu kadar hüner, fazilet­ ten aklının gözü bağlandı mı?» dedi. İyice bilki, yakîn gününde (kıyamet gününde) iyi görenler, insanların kötülerini görmezler. Birisinin fazileti, edebi, terbiyesi, hüneri, güzel dü­ şünmesi bulunur da ondan bir kusur sâdır olursa, o ufacık kusurdan dolayı ona cefayı hoş görme. Baksa­ na, büyükler: «Huzmâ safa, dâ’mâ keder = Duru olanı al, bula­ nığı bırak» demişlerdir. Ey akıllı zat! Gül diken ile beraber bulunur. Sen diken ile uğraşma; gülü demet yap. Eğer tabiatinde daima ayıplan, kusurları görmek varsa, tavusta çirkin ayaktan başka bir şey göremez­ sin. Ey donuk yüzlü! Kalbini tertemiz, mücellâ tut. Çünkü bulanık yüzlü, kararmış ayna iyi göstermez. Kendini ukubetten kurtaracak bir yol ara. Şunun, bunun parmak basacak ayıbını arama. Ey alçak adam! Halkın ayıbını gözüne koyma. Çünkü bununla meşgul olmak, gözünü kendi ayıbını görmeden alıkoyar. 252 Kabahatli olduğunu bilirken başka kabahatliye nasıl had değneği vuruyorsun. Te’vil ile kendine müzaheret için, yani eli kötüleye­ rek kendini iyi göstermek için başkasına sertlik etmek yakışmaz. Kötü bir şey hoşuna gitmezse evvelâ kendi yap­ ma. Sonra komşuya: «Kötülük yapma» de. Eğer ben hakperest isem yahut mürai isem, dışı­ mı sen bilirsin, içimi Cenabı Hak bilir. Benim dışım günahsız ve afif ise; artık sen benim eğrime doğruma karışma. Ahlâkım iyi ise de, kötü ise de, iç yüzümü Cena­ bı Hak senden daha iyi bilir. Kötü işinden dolayı o kimseye azap et ki, iyilik sebebiyle senden mükâfat umsun. Ben iyi isem de, kötü isem de sen sus, karışma. Çünkü kârımın da, ziyanımın da hammalı benim. Bir kimsenin hüsnüniyetle yaptığı işi Cenabı Hak bir yerine on yazar. Çocuğum; sen de birisinin bir hünerini görür­ sen, on ayıbından geç. Yoksa bir ayıbını parmağına dolayıp bir fazilet cihanını hiç yerine koyma. Sadi’nin kara kaibli düşmanı gibi ki, Sâdi’nin şii­ rine nefretle bakar; gayet güzel, lâtif yüz nükte gör­ se kulak vermez de, bir ufak kusur görse yaygarayı basar. Düşmanın böyle yapmasına sebep, hasedin, o kö­ tü şeyleri beğenen hasudun iyilik gören gözünü çı­ karmış olmasıdır. Hail âkı âlem Âdem Babamızı yarattığı zaman, hikmeti icabı olarak zürriyeti çeşitli oldu. Kimisi si­ yah, kimisi beyaz, kimisi güzel, kimisi çirkin oldu. Her gördüğün göz, kaş, güzel değildir. Sen fıstığın içini ye, kabuğunu at. 253 SEKİZİNCİ BÖLÜM ŞÜKÜR HAKKINDADIR Dosta şükür için söz söyleyemiyorum. Çünkü O’na lâyık şükrü bilemiyorum. Vücudumdaki her kıl O’nun bir ihsanıdır. Nasıl mümkün ki herbir kıl için bir şükredeyim. Ne kadar methü sena varsa bağışlayıcı Tanrıya mahsustur. Çünkü O, kullarını yoktan var etmiştir. O’nun ihsanını vasfetmeğe kimde kudret var? Çünkü ne kadar vasıflar varsa, O’nun şanmda müstağraktır. Bir yaratıcıdır ki, çamurdan insan yaratmış; ona can, akıl, gönül bağışlamıştır. Baba belinden, tâ ihtiyarlığın sonuna kadar bak sana gayıp hâzinesinden neler ihsan buyurmuştur. Seni yarattığı zaman temiz olarak yaratmıştır. Aklını topla, toprağa kirli girmek ayıptır. Gönül aynasından tozu durmadan sil. Çünkü pas tutacak olursa, cilâ kabul etmez. Çalışıp bir iyilik elde ettiğin zaman kendi bazunun zoruna güvenme. Ey kendisine tapan kimse! Niçin Hakkı görmü­ yorsun ki, kolunu, elini harekete getiren O’dur. • Çalışıp bir iyilik ettiğin zaman, onu Cenabı Hak­ kın tevfikinden bil; kendi çalışmandan bilme. 254 K‘ol kuvvetiyle kimse topu gelemez. Cenabı Hak seni ona muvaffak etmiştir. O’na hamdet. Sen kendi kendine kalsan bir nefes ayakta dura­ mazsın. Daima sana gayıptan medet yetişir. Evvelâ söz söylemez, dili bağlı bir yavrucak idin. Ana rahminde rızkın göbekten gelmez miydi? Göbek kesilince oradan gelen nzkm da kesildi. Bu defa iki elinle ananın memesine asılmadın mı? Bir garip, gurbet diyarında hastalanırsa, ona ilâç olmak üzere vatanından su getirir, verirler. Sen de öyle oldun. Çocuk karında beslenmiş, mide dağarcığından yi­ yecek yemiştir. Onun sevdiği iki meme; onun besle­ diği yerden gelen iki çeşmedir. Şefkatli annenin kucağı, göğsü çocuğun cenneti, memeleri süt ırmağıdır. Annenin can besleyen güzel boyu bir ağaçtır; ço­ cuk o ağacın nazlı, sevimli meyvasıdır. Memelerin damarları kalb içinde değil midir? O halde bakarsan süt kalbin kanıdır. Şu halde çocuk iğne gibi dişlerini annesinin kal­ bine batırdığı halde, annesinin vücudu, kanını içen çocuğun muhabbetiyle yoğrulmuştur. Çocuk kuvvet­ lenip dişleri katılaşınca, taya hanım memeye azvay sürer. O azvay çocuğa sütü, memeyi unutturur. Arkadaş: Sen de tövbe hususunda yol çocuğusun. Günahı sabırla unutabilirsin. HİKÂYE Bir genç annesinin sözünü dinlemedi. Dertli ka­ dının gönlü ateşle yandı. Annesi çocuğa itaate getir­ meden âciz olunca, beşiğini getirdi, önüne koydu: «Ey gevşek muhabbetli eski halini unutan çocuk; daima ağ­ 255* layan âciz bir minimini değil miydin? Geceleri senin hizmetini yapmak için uyumazdım. Şu beşikte iken bir şeye kudretin yoktu. Yüzüne konan sineği koya­ mazdın. Bir sinekten incinirdin. Bugün büyüdün; kuv­ vet, kudret sahibi oldun. Nihayet gün gelir, ölür, me­ zarın çukuruna girersin. Kendinden bir karıncayı defedemezsin. Göz bir daha çerağını nasıl parlatır? Çünkü mezardaki böcekler dimağın iç yağını yerler. Bir amayı görürsün. Giderken yolu kuyudan farketmez. Onu görüp de sen gözlü olduğuna şükretmelisin. Şükretmeyecek olursan sen de kör sayılırsın. Aklı, fikri sana hoca öğretmedi. Senin çamurunu Cenabı Hak bu sıfatlarla yoğurdu. Eğer Cenabı Hak sana hakkı kabul edecek kalb vermeseydi hak ve hakikat kulağına bâtılın tâ ken­ disi gibi gelirdi. İNSAN HİLKATİNDE CENABI HAKKIN SUN U HAKKINDA Arkadaş! Bak, Cenabı Hakkın kudretiyle kaç bo­ ğum bir araya getirilerek bir parmak vücuda getiril­ miştir. Şu halde sun’u İlâhinin bir harfine parmak basmak divanelik, ahmaklık olur. Düşün ki insanın yürüyebilmesi için kaç tane ke­ mik bir araya getirilmiş, sinirlerle bağlanmıştır. Topuk, diz, ayak hareket etmedikçe, ayağı yerin­ den kaldırmak mümkün değildir. İnsanın belindeki omurga yekpâre kemikten ol­ madığı için secde etmek insana zor olmamaktadır. Cenabı Hak 200 mühreyi birbirleriyle terkip ve terkip ederek seni balçıktan vücuda getirmiştir. 256 Vücudunda 360 damar var. Vücudun zemin, da­ marlar ırmaklar nisbetindedir. Cenabı Hak başa göz, akıl, fikir koydu. Azalar gönülle de ilimle de azizdir. Hayvanlar yüzleri yere doğru hakir olarak yara­ tıldıkları halde, sen elif gibi, ayaklan üstünde yürür olarak yaratılmışsın. Hayvanlar yemek için başlarını eğerler, sen izzetle-taamımı önüne getirirsin. Sende bu kadar bolluk varken, başını taatten gay­ ri bir şey için eğmek sana yaraşmaz. Cenabı Hak sana in’am ile yemek için tane halketmiştir; hayvanlar gibi başını samana sokmamıştır. Şu kadar var ki, bu güzel surete aldanma; güzel huylar elde etmeye çalış. Doğru boy değil, doğru yol lâzımdır. Yoksa kâfir de suret itibariyle bizim gibidir. Akıllı isen sana söz, ağız, kulak veren Cenabı Hakkm emri hilâfına çalışma. Tutayım ki, düşmanı taş ile ezmiyorsun. Fakat cahillik yapıp da dost ile cenge girme. İyilik bilen akıllı insanlar, nail olduklan nimeti şükür çivisiyle mıhlarlar! NİMETE ŞÜKÜR HAKKINDA HİKÂYE Bir padişah attan düştü. Boyun kemikleri birbiri­ ne girdi, fil gibi boynu içeri battı. Bütün gövdesi dön­ meyince, başı dönmez oldu. Tekmil tabipler tedavisinden âciz kaldılar. Yalnız Yunanlı bir tabip, başını eski haline getirdi. Damar­ ları düzeltti. Eğer o tabip olmasaydı, padişah sakat kalacaktı. Padişah iyi olduktan sonra bir aralık tabip onu 257 ziyaret için gitti. Fakat iyilik bilmeyen padişah, tabibe iltifat etmedi. Akıllı, hünerli tabip, edilen hakaretten müteessir oldu, başını eğdi. İşittim ki şahın yanmdan çıkıp giderken şöyle de­ mişti: «Eğer ben onun boynunu çevirip eski haline getirmeseydim, bugün yüzünü benden çevirmezdi.» Bunun üzerine tabip şahtan intikam almak için bir tohum gönderdi. Bunun şah buhurdana koyup yaksın, güzel bir tütsüdür, diye haber gönderdi. Pa­ dişah o tohumu yaktırınca dumandan aksırdı; aksırdı; aksırınca başı, boynu, eskisi gibi çarpıldı. Padişah emretti, tabibi buldurmak istedi. Ne ka­ dar arattı ise de bulunmadı. Arkadaş! Boynunu Cenabı Hakka şükürden çevir­ me ki, kıyamet günü eli boş kalmayasın. HİKÂYE Birisi çocuğun kulağını burdu, ona şöyle dedi: «Şaşkın, bedbaht çocuk. Ben sana kazmayı odun kır diye verdim. Mescidin duvarını yık demedim.» Dil şükür ki, hamd içindir. Hakşinas olan kimse onunla gıybet etmez. Kulak, Kur’an, nasihat dinlemek içindir. Bühta, bâtıl dinlemeye çalışma. İki göz Cena­ bı Hakkın âsan kudretini görmek içindir. Kardeşinin,, dostunun ayıbından göz yum. CENABI HAKKIN ÂSARI KUDRETİ VE ŞÜKÜRGÜZARLIK HAKKINDA Cenabı Hak geceyi senin rahatın için, gündüzü çalışman için yaratmıştır. Ay geceyi, güneş de gün­ düzü parlatır. Güneşin ziyası ferraş gibi senin için bahar yaygı­ 258 sını döşer. Rüzgâr, kar, yağmur, bulut, çevgân vurup bulutlan süren gök gürlemesi, kılıç gibi parlayan şim­ şek hepsi senin ektiğin taneyi, tohumu beslemek için iş görüyor ve Cenabı Hakkın emrini tutuyorlar. Susuz kalınm diye telâş etme. Çünkü bulut sekkası (saka) sana omuzunda su getirebilir. Cenabı Hak gözünü, burnunu, dimağını, ağzını hoş etmek için topraktan renkler, kokular, yiyecekler vücude getirmiştir. Andan bal, havadan kudret helvası, hurma ağa­ cından hurma, çekirdekten hurma ağacı vücuda ge­ tirmiştir. Nahılcılar (1) hakikî hurma ağacı (nahl) gibi bir nahıl yapamaz; ona karşı hayretle ellerini ısmrlar. Güneş, ay, Ülker senin içindedir. Bunlar senin sa­ rayının tavanını, damını aydınlatan kandillerdir. Senin için dikenden gül, nafeden, (2) misk, ma­ denden altın, kuru daldan taze yaprak vücuda getir­ miştir. Gözlerini, kaşlannı kendi kudret eliyle nakşetmiştir. Çünkü bunlar mahremdirler. Mahremi yabancıla­ ra bırakmak olmaz. Kadirdir; kullannı naz ile, türlü nimet ile böyle besler. Canü gönülden, hem de yalnız dil ile değil, belki tekmil âza ile durmadan O’na şükretmek lâzımdır. Yarabbi! Yüreğime kan oturdu; gözlerim yara ol­ du; Senin in’ammın şükrünü söylemeğe imkân göre­ miyorum. Yerdeki yırtıcılar, kanncalar, balıklar değil; felek­ ti) Mum ve gümüşten ağaç dalı şeklinde yapılarak gelin önünde götürülen süs. Hurma mânâsına gelen (Nahl) den. (2) Misk keçisinden çıkarılan güzel koku. 259 lerdeki meleklerin hepsinin şükrü, sana yapılacak şük­ rün binde birini teşkil edemez. Sâdi, sonu olmayan bir yolda dolaşma. Aczini göster, haddini bil. RABBÜLÂLEMİN’IN NİMETLERİNİ TANIMAK HAKKINDA Bir kimse minnete, felâkete düşmedikçe iyi gü­ nün kıymetini bilemez. Katlık yılında fakirin kışı, servet sahibinin yanın­ da ne kadar kolay görünür. Sıhhati yerinde olan kimse, inleyerek uykusuz kalmadığı için, sıhhatinden dolayı şükretmek aklına gelmez. Sen erler gibi gidiyorsun, ayağına çeviksin. Buna şükrane olarak kafile içinde ayağı ağırlar varsa, on­ ları beklemeyi unutma. Gençler ihtiyarlara, kudretli olanlar olmayanlara merhamet etmelidir. Ceyhun’un kenarındakiler suyun kıymetini ne bi­ lirler. Sen suyun kıymetini, güneşin altında susuzluk­ tan düşüp kalmış olanlara sor. Dicle’nin kenarında oturan Araplar, Zerud çölü­ nün susuzluklarını düşünürler mi? Sağlığın kıymetini, bir zaman sıtmadan eriyen bi­ çâre insanlar bilir. Sana karanlık gece hiç uzun görünür mü? Çün­ kü naz ile bir yandan öbür yana dönüyorsun. Hara­ retten başı kesilmiş tavuk gibi yatak içinde kıvrana­ nı bir düşün. Gecenin ne kadar uzun olduğunu has­ ta bilir. Davul sesiyle uyanan zengin kimse, bekçinin ge­ ceyi nasıl geçirdiğini ne bilir. 260 TUĞRUL ŞAH İLE HİNTLİ BEKÇİ HİKÂYESİ İşittim ki, Tuğrul Şah sonbaharda bir gece sarayı beklemekte olan Hintli bir bekçiye uğramış. Bekçinin adı Nikbaht imiş. Kâh kar yağıyor, kâh yağmur yağıyor, sel akı­ yor; zavallı bekçi. Süheyl yıldızı gibi titriyormuş. Tuğrul bekçiye acımış: «Dam kenarında azıcık bekle. İiçeriye gider, sırtımdaki kürkü bir köle ile sa­ na gönderirim. Giy, üşüme» demiş. Bu konuşma esnasında soğuk bir yel esmiş; Tuğ­ rul hemen içeri kaçmış. Saray takımı arasında peri yüzlü birisi varmış. Padişahın gönlü ona biraz akıyormuş. Onu görünce, cemalini temaşa ile kendinden geçmiş; zavallı Hintli­ yi unutmuş. Biçare Hintli ise kürk sözünü işitmiş ama, onu omuzuna almak nasip olmamış. Ona soğuğun zahme­ ti yetişmiyormuş gibi bir de ha geldi, ha gelecek diye kürk beklemek derdi çıkmıştı. Nihayet Tuğrul yatıp uyumuş, sabah olmuş. Bir aralık bekçi fırsat bulmuş, ona şöyle demiş: «Padi­ şahım sen sevdiğin deraguş edince Nikbahtı unuttun. Senin gecen eğlence, zevk ile geçiyordu; bizim üze­ rimizden nasıl bir gece geçtiğini ne bileceksin?» Kazanını kaynatmış, önüne almış, kotarıp yeme­ ğe başlamış olan kervan halk, geride kalmış, ayak­ ları kuma batmış âcizleri düşünür mü? Hey, gemici! Gemiyi sürüp gitme, dur. İmdada yetiş. Bak kaç biçare suya düşmüş. Dalga başlarından aşıyor. Hey ayağına çevik gençler yavaşlayın, ağır olun; azıcık durun. Kervan içinde ihtiyarlar var. Sen kervanda deve üzerinde mahfeye binmişsin; devenin yulan devecinin elinde, rahat rahat uyuyor­ 261 sun. Çöl ne, dağ ne, kum ne bilmezsin. Bunlann ker­ van döküntülerine, kalıntılarına sor. Seni iki hörgüçlü beserek deve götürüyor. Piyadenin nasıl yürüdüğü­ nü bilmezsin! Huzura kalb ile konak yerinde çadırda yatanlar; açlıktan kıvrılan gözünü uyku tutmayan kimsenin ha­ lini ne bilirler. HİKÂYE Gece zabiti, birisini hırsızlık ederken yakalamış, ellerini bağlamış. Hırsız bütün gece uyumadı, rahat­ sız oldu. Bir aralık karanlık gece içinde bir fakirin zaru­ retten inlediğini, şikâyet ettiğini, söylendiğini işitti. Ona hitap ile: «Zaruretten dolayı bu kadar inlemek olur mu? Haydi Allahına şükret. Benim gibi elin ar­ kana bağlanmamıştır ya! İnleme, uyumaya bak» dedi. Kendinden daha fakiri gördüğün zaman, fakirlik­ ten inleme. HİKÂYE Bir çıplak, birisinden bir akçe borç aldı. Onunla kendisine ham deriden bir giyecek yaptı. Sonra, şikâyetle inleyerek: «Ey uğursuz talih, de­ di, bu ham derinin içinde sıcaktan piştim.» O ham adam çektiği sıkıntıdan şikâyeti uzatınca zindandan birisi ona şöyle dedi: «Hey ham adam! Al­ laha şükret ki, bizim gibi elinde, ayağında bağ yok­ tur.» Birisi bir âbideye rastladı. Onu çıfıt sandı, ense­ sine bir tokat attı. Âbit, darılmaktan başka, çıkardı ona gömleğini bağışladı. 262 O kimse utandı: «Bana atâ değil, afiv lâzımdır. Beni affet, hatâ ettim» dedi. Âbit: «Ne kadar teşekkür etsem azdır, dedi, çün­ kü senin zannettiğin değilim.» HİKÂYE Yolda kalmış bir piyade: «Bu sahrada benden da­ ha âciz, kim var?» diye ağlıyordu. Yük çeken eşek onun sözünü işitti: «Hey akılsız, ne var ki feleğin çevrinden şikâyet ediyorsun? Yürü, Allahına şükret. Eşeğe binmemişsen, benim gibi yük altında değilsin ya!» dedi. HİKÂYE Bir fakih, yere düşmüş bir sarhoşun yanından geç­ ti. Kendisinin iyi halli olmasından dolayı, gururlandı; sarhoşa göz ucuyla olsun bakmadı. Sarhoş başını kaldırdı, ona şu sözleri söyledi: «Hey iyi adam! Nail olduğun nimetten dolayı Cenabı Hakka şükret. Sakın kibirlenme. Çünkü kibirden, mahrumluk hâsıl olur. Birisini zincir içinde gördüğün zaman gülme. Olmaya ki sen de düşesin. Mümkün de­ ğil midir ki yarın sen de benim gibi sarhoş olup yıkı­ lasın. Felek sana mescidi mukadder etmiş, çok güzel: Fakat kiliseye giden diğerlerine ta’netme. Belki mecusi zünnan bağlamadığın için şükret, namaz kıl, el bağla. Kime ki Cenabı Hak diler, ona inayet ederse lûtfiyle onu çekerek götürür. Bunun içindir ki Cena­ bı Haktan tevfik, inayet dilemek lâzımdır.» 263 VÂSILLARIN NAZARLARI ALLAHA OLUP ESBABA OLMADIĞI HAKKINDA Cenabı Hakkın iradesini gör. Esbaba bakma, es­ baba dayanma. Esbab adidir. Cenabı Hak dilemezse esbab bir şey yapamaz. Balda şifayı Cenabı Hak yaratmıştır. Hastalığa faydası olur. Fakat ecel gelmiş ise bal eceli savamaz; çünkü ecelin ilâcı yoktur. Her ot da böyledir. Evet, otların faydalan vardır, fakat ecel müstesnadır. Candan bir nefesciği kalan kimsenin ağzına bal sürme, faydası olmaz. Bal ağzında iken can çıkar. HİKÂYE Birisi beyninin üzerine bir polat gürz darbesi ye­ miş. Birisi de ona yaralı yere sandal yağı sür demiş. Arkadaş, Elinden geldiği kadar tehlikeden kaç, fakat kaza ile pençeleşme. İnsanın içerisi yemeye, içmeye kabiliyetli olduk­ ça beden taze, şekli pakize olur. Bilir misin, bu hane ne zaman tamamen harap olur? Tabiat tam uyuşamadıkları zaman harap olur. Mizaç dörttür: Yaş, kuru, soğuk, sıcak. Anasın erbaa da bu dörtten mürekkeptir. Bu dörtten birisi galip gelince, tabiatı nitidali, te­ razisi kmlır. Eğer nefes ile soğuk rüzgâr içeri girmezse, mide­ nin harareti canı feryada götürür. Eğer mide taamı kaynatmazsa, nazlı vücudun işi ham olur. İrfanı olanlar bunlara gönül bağlamazlar. Çün­ kü bunlar birbirleriyle uyuşamazlar. 264 Vücudun kudretini, gücünü yemekten bilme. Vü­ cuda beslenmeyi, kurdeti Cenabı Hak ihsan ediyor. Yemin ederim ki, eğer Cenabı Hak için gözünü kılıç ve bıçak üzre koysan, anın şükrünü ödeyemez­ sin. Hürmetlerini arz için yüzünü yere koyduğun za­ man O’na sena et, kendini görme. Teşbih çekmek, zikretmek, namaza hazır olmak Hakka karşı dilenciliktir. Dilenciye gurur yakışmaz. Tutayım ki, Cenabı Hakka hizmet ediyorsun. Et­ melisin, borcundur. Çünkü boyuna O’nun rızkını yi­ yorsun. SAÎKAİ EZEL VE AMELDE TEVFİKİ İLÂHİYE NAİL OLMAK HAKKINDA İptida, Cenabı Hak bir kulunun gönlüne sevgi bırakır, sonra o kul ibadete başlar. Eğer Cenabı Hak bir kuluna iyilik yapmak için tevfik ihsan etmeseydi, o kuldan kimseye hayır gel­ mezdi. Dil Cenabı Hakka ikrar ediyor. Bu hoştur. Fakat sen dili görme. Dile ikrar etmek, söylemek haysiyetini kim verdi? O noktayı düşün. İnsanın gözü marifet tahsili için bir kapıdır. Bu kapıyı, gökleri, yerleri temaşa için kim açmıştır? Eğer Cenabı Hak sana bu kapıyı açmasaydı, iniş yokuşu nasıl anlardın? Cenabı Hak kulunu Âdem’den vücuda getirdi. Eli­ ne cömertlik, başına secde etmek kabiliyetini verdi. Eğer Cenabı Hak bu kabiliyetleri vermeseydi, el nasıl cömertlik yapar, baş nasıl secde ederdi? Eğer dile söylemek haysiyetini vermeseydi, gön­ lünün sırrını anlatmak nasıl mümkün olurdu? 265 Eğer kulağın, casus gibi malûmat toplamak has­ sası olmasaydı, akıl sultanına haber nasıl erişirdi? Dil ile kulak, padişahın iki hâcibi (1) gibidirler. Bunlar, akıldan gönüle, gönülden akla haber götü­ rürler. Bana tatlı söyleyen dili, sana anlayan kulağı Ce­ nabı Hak vermiştir. İşlerim iyidir diye kendine paye verme. İyi bak, gör anla ki, o iyi işler hep Cenabı Hakkın tevfikiyle meydana gelmektedir. Biz! amelimize âdeta padişahın bahçesinden pa­ dişahın sarayına hediye olmak üzere yemiş götüren bahçıvana benzeriz. HİNDİSTAN SEFERİNDE VE PUTPERESTLERİN DALÂLETİNE DAİR HİKÂYE Somanet kilisesinde fildişinden yapılmış bir put gördüm. Arapların menat putu gibi üzeri mücevher­ lerle işlenmişti. Putu yapan usta o kadar güzel yap­ mıştı ki, ondan daha güzel bir suret yapmak imkân­ sızdı. Her taraftan insanlar o cansız sureti görmek için kafile kafile, akın akın oraya gelirlerdi. Sâdi taş yürekli sevgilisinden vefa umduğu gibi, Çin, Çekel ikliminin padişahları da bu puttan iyilik, lütuf umarlardı. Her yerde şairler, hatipler, oraya gelir; o dilsiz pu­ tun karşısında yalvarırlardı. Hayat sahibi insanların böyle cansız bir puta tap­ malarının sırrını bir türlü bulamıyordum. Somenat şehrinde benim oda arkadaşı, putu se­ ven, iyi sözlü mecusi bir dostum vardı. (1) 266 Kapıcı, perdeci. Derdimi ona açtım. Yumuşaklıkla ona şöyle de­ dim: «Dostum ben bu memleketin işine şaşıyorum. Bu âciz putun üstüne niçin bu kadar düşüyor, ona bu kadar bayılıyorlar? Bence bunlar azgınlık kuyusuna düşmüş, çıkamıyorlar. Halbuki tapındıkları putun ne elinde kuvvet var, ne ayağında yürümek kudreti var. Onu şöyle devirecek olsun, yerinden kalkmaz. Gözlerine bak: Kehribardandır. Taş gözlülerden vefa ummak ise hatâdır.» Bu sözleri dinleyen Brehmen fena halde öfkelen­ di, ateş kesildi. Beni düşman saydı. Gitti, mecusilere, kilisenin başpapazına haber verdi. Mecusiler toplandı­ lar, iş fenaya vardı. Pazend okuyan mecusiler bana beteldiler, kemik için kavga eden köpekler gibi hırla­ dılar. Onlarca o eğri yol doğru olduğu için benim gösterdiğim yolu eğri gördüler. İnsan ne kadar âlim olsa, iyi adam olsa, cahillerin yanında cahil sayılır. Mecusilerin hücumu üzerine âciz kaldım. Müdaradan başka bir yol bulamadım. Cahilin kinlendiğini, kölürdüğünü görürsen, selâmet ona karşı tatlılık gös­ termek, evet demektir. Ben de bu fikri kurdum. Onların en büyüklerini yüksek perdeden övmeye başladım. Şöyle dedim: «Ey Zendavesta kitabının büyük müfessiri; ben de putun nakşına bayılıyorum. Ne güzel şekli, ne gönül çekici boyu var. Sureti gözümde görülmemiş bir güzellik teşkil ediyor. Fakat bu putun mânevi kudretini, aza­ metini bilmiyorum. Çünkü garibim, buraya yeni gel­ dim. Garipler ise iyiyi kötüden farkedemezler. Sen bu satranç meydanının süvarisisin; bu yerin padişahına da nasihat edebilirsin. Şu putun büyüklüğünü bana anlat ki, ona tapanların birincisi ben olayım. Bilirsin ki, taklit ile inanmak azgınlıktır, vukuf ile yola giden­ ler bahtiyardırlar.» 267 Sözlerim Brehmenin hoşuna gitti. Sevindi, yüzü güldü, bana şöyle dedi: «Sualin doğrudur. îşin güzel­ dir. Her kim delil ararsa muhakkak menzile erişir. Ben de senin gibi seyahatler yaptım. Çok dolaştım. Kendisinden haberi olmayan çok putlar gördüm. Fa­ kat bu put başka bir puttur. Bu put, her sabah ol­ duğu yerde elini âdil Yezdana uzatır. Arzu edersen bu gece burada kal, yann bu söylediğim şeyi gözün­ le göreceksin.» Bunun üzerine ihtiyar Brehmenin emriyle o gece orada kaldım. Yani Bijen gibi belâ kuyusuna düş­ tüm (1). O gece sanki kıyamet gecesi idi. Uzadıkça uzadı. Taharetsiz mecusiler etrafımda sahabeden âyin yap­ tılar. Bunların çoklan mecusi papazlar idiler. Bunlar öyle insandırlar ki, ömürlerinde suyu incitmemiştirler. Kızgın güneşte leş nasıl kokarsa bunlann koltukları da öyle kokuyordu. Her halde büyük bir günah işlemiştim ki, o gece o günahın elim azabını çektim. Bütün gece gam zin­ cirleriyle bağlanmıştım. Bir elim yüreğimin üstünde, bir elim Cenabı Hakka duada idi. Yarabbi sen kurtar diye yalvarıyordum. Derken sabah davulu çalındı. Brehmenin birisi ho: roz gibi öttü. Gecenin karalar giymiş hatibi gün kılı­ cını kınından çekti. Sabahın kıvılcımı kavı tutuştur­ du. Cihan birdenbire yalmladı. Sanki Zengibar kıt’asında bir köşede birdenbire Moğol askerleri çıktılar. Ömründe yüzünü yuvmamış, kokmuş fikirli mecusiler dereden, tepeden, ovadan, köyden gelmeye başladı(1) Zaloğlu Rüstem’in yeğeni olup Afrasiyab’m kızı Men ije’ye âşık olup Efrasiyab tarafından bir kuyuya atılan efsa­ nevî bir kahraman. 268 lar. Şehirde erkek kalmadı. Hepsi kiliseye toplandı. Ki­ lisede bir dan tanesi atacak yer kalmadı. Ben. ise merakımdan hasta uykudan sarhoştum. Bir de gördüm ki put birdenbire elini kaldırdı. Orada bulunan insanlardan bir çığlıktır koptu; zannedersin ki bir deniz coştu. Sonra o demek bozuldu, gelenler yavaş yavaş da­ ğıldılar. Brehmenle ben kaldım. O vakit Brehmen gü­ lerek bana baktı: «Biliyorum, artık müşkülünüz hal­ lolmuş, hakikat açığa çıkmış, bâtıl bir şey kalmamış­ tır» dedi. Baktım Brehmen cehaletinde ayak diriyor, muha­ li mümkün görüyor. İtikadından dönmüyor. Hak ve hakikat namına bir şey söylemedim. Çünkü bâtıl eh­ linden hakkı gizlemek lâzımdır. Görürsün ki birisi mevki itibariyle senden üstün, kolu senden kuvvetlidir; onunla uğraşıp kolunu kır­ dırmak erlik değildir. Binaenaleyh ben de mürailik ederek ağladım: «Söylediğim sözden pişman oldum» dedim. Mecusiler ağladığıma inandılar. Sel suyu, taşı bi­ le ağlatır. Buna taaccüp edilmemelidir. Mecusiler bana hizmet için koştular. İzzet, ikram ile koluma girdiler. Özür dilemek için, abanoz taht üzerinde altın kak­ malı, sandalye üstünde, fildişinden yapılmış putun ya­ nına gittim. Putcağızın bir iki kere elini öptüm. Hal­ buki içimden sana da, tapanlara da lânet olsun di­ yordum. Hülâsa birkaç gün yalandan kâfir oldum. Zend kitabının ahkâmına göre Brehmen oldum. Sonra bir gün baktım ki kilisede kim, kimse yok. Bana emniyet geldi, sevincimden yerlere sığamaz ol­ dum. 269 Kilisenin kapısını gece olunca muhkem kapattım. Akrep gibi sağa, sola koşmağa başladım. Putun bulunduğu tahtın üstüne, altına baktım. Gördüm ki bir tarafta altm ile işlenmiş bir perde var. Perdeyi kaldırdım. Bir de ne göreyim? Gördüm ki içeride bir ateşperest papaz var. Putun içinde yer tutmuş. Putun kolunu kaldıracak ip de onun elinde. Putun el kaldırması neden ileri geldiğini anladım. Elindeki demir, muma dönen Davuda benzedim. Y a­ ni anladım ki, papaz ipi çekince putun eli kalkıyor. Brehmen pek utandı, gizli ayıbı meydana çıktı ve kaç­ maya başladı. Ben de arkasından koştum. Nihayet yakaladım. Başaşağı bir kuyuya, attım. Düşündüm, kendi kendime dedim: Eğer bu papa­ zı sağ bırakırsam, sırrını meydana çıkardığım için benden intikam alacak, beni öldürtecektir. Bir müfsidin işinden, sana karşı suikastinden ha­ berdar olduğun gibi onu durma öldür. Eğer o soysuzu bırakacak olursan, ayaklarına kapansan bile, seni di­ ri bırakmayacak, fırsat bulduğu gibi başını kesecek­ tir... Hilekânn izince gitme, ona uyma. Şayet izince gidip de hilesine vâkıf olursan ona aman verme. Brehmeni kuyuya attıktan sonra tekrar çıkma­ masını, izinin kaybolmasını temin için üzerine taşlar attım. Habisi iyice geberttim. Sonra düşündüm, baktım, ben kilisenin içinde bü­ yük fenalık yaptım. Artık orada durmayı münasip görmedim, kaçtım. Bir kamışlığı ateşe verdiğin zaman akıllı isen, ora­ da, durma. Oradaki arslanlardan sakın. însan sokan yılanın yavrusunu öldürme. Öldürür­ sen artık o evde oturma. 270 Arının yuvasına değnek sokup anları kızdırdığın an kaç. Çünkü sana hücum ile sokarlar. Ateşler için­ de kalırsın. Senden daha çevik insana ok atma. Atacak olur­ san, eteğini beline çal, kaç. Sadi’nin kâğıtlannda böyle nasihat çoktur; bir duvarın temelini kazarsan orada durma. Somenatta kıyamet kopardıktan sonra kaçtım. Hind’e geldim. Oradan da Yemen yoluyla Hicaz’a gel­ dim. Başıma gelen bu acılardan sonra ancak bugün ağzım tatlılandı. Bu da şimdiye kadar eşi gelmemiş, bundan sonra da gelmeyecek olan Ebu Bekir bin Sâd’ın saltanatının ikbal ve saadeti sayesindedir. Feleğin çevrinden dâda geldim. Bu adalet sayesi­ ni yapan padişaha sığmageldim. Bütün kullan gibi bu padişahın devletinin duacısıyım. Yarabbi! Sen bu devletin sayesini ebedî kıl. Padişahım, yarama, yaraya yakışır derecede de­ ğil, kendi in’am ve ihsanına yakışır surette merhem koydu. Hizmetinde başımı ayak yapsam, bu nimetin şük­ rünü yine yerine getiremem. O gamlardan hâlâs oldum. Fakat o gamlardan kulağımda nasihatlar kaldı. Şöyleki: Ne zaman ki niyaz elimi sırlan bilen Cenabı Hakkın dergâhına kaldırsam, o süslü put hatm m a gelir. Kibir ve gururumu kırmak için gözüme toprak serper; kaldırdığım eli kendi kuvvetimle kaldırmadığımı bilirim. Demek ki gönül sahipleri ellerini kendi iradeleriykaldırmıyorlar. Belki göze görünmeyen bir el, gizli ipi çekiyor... Hayır kapısı, taat kapısı açıktır. Fakat herkes iyi işe kadir değildir. 271 Padişahın dergâhına padişahın fermanı olmadan girilmediği gibi, iyi iş de Tann’nın iradesi olmadıkça yapılamaz. Kaza anahtarı kimsenin elinde değildir. Kadiri mutlak ancak Cenabı Haktır. Şu halde, ey doğru yola koşan kimse, sakın taat, ibadet ediyorum diye Cenabı Hakka karşı nazlanma; kendine pâye verme. Belki sana tevfik, inayet buyur­ duğundan dolayı Cenabı Hakka minnettar ol. Cenabı Hak seni yaratırken sana güzel huylar vermiş olmak­ la, kötülük yapamıyorsun. Çünkü iyi huydan kötü iş gelmez. Andan bal hasıl eden, yılandan zehir yaratan Tan­ rıdır. Senin mülkünü, saltanatını viran etmek isterse, evvelâ senin elinle halkı perişan eder. Eğer sana lütuf ve ihsan buyurursa, senin elinle halka rahat, saadet eriştirir. Arkadaş! Doğru yolda gidiyorum diye kibirlenme. Çünkü senin elinden tuttular da kalktın. Dinlersen söz faydalıdır: Yola gitmekte devam edersen erenlere erişirsin. Sana yol verirlerse bir ma­ kama erişirsin. Orada sana izaz ve ikram ile ziyafet çekilir. Yalnız rica ederim, o güzel yemekleri yerken biçare Sâdi’yi düşünesin. Arkamdan bana rahmet gön­ deresin. Çünkü güvenilecek işim yoktur. :272 DOKUZUNCU BÖLÜM TÖVBE HAKKINDADIR Ey ömrü yetmişe ermiş kimse, acaba uyuyormu idin ki bu ömür heba olup gitti. Daima burada bulunmak için çalıştın. Bir kere git­ mek tedarikini görmedin. Belki de gönlünden bile ge­ çirmedin. Yarın kıyamette cennet azarı kurulacak; herkes orada ameline göre menzil alacaktır. Oraya ne kadar sermaye götürürsen o kadar kazanacaksın. Eğer müf­ lis isen eline utanmaktan başka bir şey geçmeyecek. Bir çarşı ne kadar tıklım tıklım dolu olsa, eli boş giden o kadar perişan, mahzun döner. Elli akçelik bir malı, beş akçen eksik olsa alamaz, gönlün gam pençesiyle yaralı olarak dönersin. Elli yılın, elinden çıkmış gitmiştir. Giden geri gel­ mez. Bari geride kalan beş gününü olsun ganimet say; kıymetini bil. Ölünün dili olsaydı ağlaya inleye, bağıra çağıra şöyle diyecekti: «Ey diri insan! Dilin dönerken Cenabı Hakkı zikret. Dudaklarını yumma. Bizim zamanımız gaflet ile geçti. Sen bizim gibi olma, birkaç nefesini fırsat say.» 273 BİR İHTİYARIN GEÇEN GENÇLİĞİNE İÇİNİ ÇEKMESİ HAKKINDA HİKÂYE Gençliğimde, yemişin bol zamanında bir gece bir­ kaç genç birlikte oturmuştuk. Yüzlerimiz gül gibi ta­ ze idi, bülbüller gibi şakıyorduk. Utanmayı kaldırmış, gürültümüzle mahalleyi doldurmuştuk. Yanıbaşımızda cihan görmüş bir ihtiyar oturuyor' du. Feleğin çevriyle saçmın gecesi gündüz olmuştu. Bizim dudaklarımız fıstık gibi güldüğü halde, onun dudağı fındık gibi kapalı idi. İçimizden birgenç, ihtiyarın yanma gitti ona: «Ba­ bacığım, başmı gam yakasından kaldır. Gel, gençle­ rin meclisinde bizimle gez, biraz neşelen» dedi. Çok yaş yaşamış ihtiyar, yavaşçacık başını kal­ dırdı. Hakimane bir edâ ile şöyle dedi: «Gül bahçesin­ de saba yeli estiği zaman salınmak, genç ağaçlara yaraşır. Ekin kısmı, yeşil ve taze iken salınır; sarardı mı kırılır. İlkbaharda kokulu söğüt yapraklanır; fa­ kat kocamış ağaç kuru yapraklarını döker. Bana artık gençlerle gezip tozmak yaraşmaz. Çünkü yanağında ihtiyarlık sabahı belirmiştir. Ayağı bağlı doğanım evvelce uslu uslu dururken, şimdi aya' ğmdaki ipi koparmak istiyor (canım bedenimden uç­ mak istiyor.) Bu sofra şimdi sizindir, mübarek olsun. Biz artık yaşamadan el yuvduk. Başa ihtiyarlık tozu çökünce, artık gençlikteki zevk ve neşheyi bekleme. Benim kuzgun kanadıma kar yağdı. Artık bana bülbül gibi bahçe temaşası yakışmaz. Güzellik sahibi tavus salma salma gezebilir; fakat kanadı kopmuş, yolunmuş doğandan ne beklersin? Benim ekinim kemale erdi, biçmek vakti geldi çat­ tı. Sizin ise ekininiz yeni yeşeriyor. 274 Bizim, gülistanımızın tazeliği geçti. Solan güller­ den kim demet yapar? Şimdi ben değneğe dayanıyorum. Artık hayata dayanmak benim için hatâdır. Bir ayak üzerinde seksen defa sıçramak gençle­ re mahsustur. Zavallı ihtiyarlar elleriyle tutunmadan kalkamazlar. Bakınız, yüzünüzün kızıl gülü san altın olmuştur. Güneş sarannca batması yakın demektir. Çocukların büyüklüğe yeltenmesi, ihtiyarların gençlik göstermesinden daha çirkindir. Bana çocuklar gibi yaşamak değil, günahlanmdan utanarak çocuklar gibi ağlamak yakışır. Lokman ne güzel söylemiştir: «Hiç yaşamamak, yıllarca hatâ içinde yaşamaktan daha iyidir.» Kân, sermayeyi elden çıkarmadan ise, dükkânın kapısını sabahtan kapamak daha iyidir. Genç siyahlığı nura eriştirinceye kadar, aklık za­ vallı ihtiyan mezara götürür.» (1) TABÎB İLE İHTİYAR ADAM HİKÂYESİ Ölüm haline gelmiş pek yaşlı birisi inliye inliye bir tabibin yanma geldi: «Ey iyi fikirli tabip, nabzıma bak. Ayaklarım kolay kolay yerinden kalkmıyor. Şu eğilmiş boyumla çamura çökmüşe benziyorum» dedi. Tabib şöyle dedi: «İhtiyar! Artık dünyadan el çek ki, yarın kıyamette ayağın çamurdan çıksın. Gençlik çevikliğini ihtiyarlardan bekleme. Akan su tekrar ırmağa gelmez. Gençlikte sefahat âleminde yuvarlandmsa, bari ihtiyarlıkta akimı, fikrini başına topla,. (1) Gencin saçı ağarıncaya kadar ihtiyarın saçı onu me­ zara götürür. 275 Yaş lcırkı geçince artık çabalama; çünkü su baş­ tan aşmıştır. Benim zevkim, keyfim, neş’em; akşamım sabahım olduğu zaman kaçtı. Artık hava ve hevese vedâ etmek lâzımdır. Çün­ kü o arzuların zamanı artık geçmiştir. Gönlüm nasıl tazelenir, yeşillenir ki, nerede ise toprağımdan yeşillikler bitecektir. Biz eğlenerek, zevkederek birçok kimselerin top­ raklarının üzerinden geçtik. İleride geçecekler de, ge­ lip, bizim toprağımızdan geçeceklerdir. Yazık, yazık; gençlik faslı geçti. Hayatın oyun ile, eğlence ile geçti. Yazık ki o can besleyen zaman üzerimizden Ye­ men şimşeği gibi geçti. (1) Şunu mu yiyeyim, bunu mu giyeyim sevdasından kurtulup da din kaygusunu yiyemedim. Yazık yazık; boş şeylerle uğraştım; Haktan uzak kaldım, gafil oldum. Bir muallim bir çocuğa ne güzel söylemiş: İş yap­ madın, zaman da geçti. İHTİYARLIK ZAAFINDAN EVVEL GENÇLİĞİ GANİMET SAYMAK HAKKINDA Ey genç! Taat, ibadet yolunu bugün tut; çünkü yarm ihtiyar olursun! İhtiyarlardan ise gençlik gelmez. Gönlün rahat, gücün kuvvetin yerinde, meydan geniş; haydi şu topu çeliver. Ben gençlik gününün kıymetini bilmedim. Şimdi bildin^ amma, elden çıkmış bulunuyor. (1) 276 Bu şimşek yağmuru müjdeler. Felek öyle günlerimi kaptı ki, her birisi Kadir ge­ cesinden daha kıymetli idi. Yük altındaki ihtiyar eşek ne yapabilir. Sen geç git ki, yel ayaklı ata binmişsin. Kırık kadehi ne kadar dikkatle kenetleseler, yine sağlamı kadar değerli olmaz. Şu kadar var ki, bir kadeh düşüp kırılacak olsa, iyi kötü onu kenetlemek lâzımdır. Sana: «Kendini Ceyhuna at» diye kim söyledi. Böyle olmakla beraber, düştüğün zaman kurtulmak için çırpınmaya bak. Elinde temiz su varken gafletle elinden çıkarmış­ sın. Şimdi abdest lâzım, su yok. Çâre ne? Temiz top­ rakla teyemmüm etmelisin. Koşu yarışma girdin, koşuda birincilik kazanmaz­ san da, düşe kalka yürü. Yel ayaklılar uçup gittilerse elsiz ayaksız gibi otur­ ma. Ey çok akıllı, hünerli kimse! Eğer akıllı isen sö­ züme kulak ver: Sâdi’nin sözünü yerine getirecek olur­ san, yüce feleği ayağın altına almış olursun. HİKÂYE Bir gece Feyd çölünde uyku ayağımı bağladı. Yü­ rümeye kudretim kalmadı. Yattım, uyudum. Uyurken korkunç bir halde deveci geldi, başıma deve yularıyla vurdu: «Kalk, ne yatıyorsun? Niçin kalkmıyorsun? Çan çaldı, duymadın mı? Yoksa bura­ da ölmek mi istiyorsun? Yolculara, kafileye nasıl ye­ tişirsin? Deveci deve davulunu çaldı. Kafilenin bir ucu konak yerine vardı. Bahtlı insanlar onlardır ki davulcudan evvel kalkar, eşyalarını bağlayıp hazırla­ nırlar. Çabuk kalkanlar yol alır, başkalarını geçerler. 277 Kervan gittikten sonra uyumanın ne faydası olur» de­ di. Birisi baharda arpa ekse, hasat çağında buğday alabilir mi? Hey uyuyan kimse! Şimdi uyanman lâzımdır. Se­ ni uykudan ölüm uyandıracak olursa, ne faydası olur? Yüzündeki gençlik yerine, ihtiyarlık geldi. Gecen gündüzoldu. Öyle ise gözlerini uykudan aç. Ben, dalıa saçlarım ağarmaya başladığı gün ha­ yattan ümidimi kestim. Yazıklar olsun şu kıymetli ömür geçti. Kalan şu bir kaç nefes de geçecektir. Geçen ömrüm heba olup gitti. Eğer çâresine bak­ mazsam kalanı da öyle geçecektir. Eğer harman sahibi olmak istiyorsan zamanıdır durma. Tane ek, tımar et. Kıyamet şehrine züğürt gitme. Gidip de hasretle bakınmadan ne çıkar? Eğer akimın gözü varsa, gözünü karıncalar ye­ meden mezar için tedarikte bulun. Çocuğum, sermayen varsa bir şey kazanabilirsin. Sermayeyi yiyecek olursan, artık kazanç kapısı ka­ panmış olur. Şimdi çalış ki, su ancak kemerini geçiyor. Fakat sel suyu başından aştığı zaman bir şey yapamazsın. Şimdi gözün varken, gözyaşını yağdır. Ağzında dilin varken özrünü söyle, itiraf et. Can, her vakit bedende bulunmaz, dil de her va­ kit ağızda dönmez. Kusurdan dolayı özür beyan etmek lâzım ise, di­ lin dönerken beyan et. Kabrinde Münkir, Nekirin dehşetle soracakları so­ ruların cevaplarım bilenlerden, bugün öğren. Şu aziz nefsini ganimet bil. Kuşsuz kafesin kıy­ meti olmaz. 278 Ömrünü boş şeylerle geçirme. Fırsat ele az geçer. Vakit ise keskin kılıçtır. HİKÂYE Kazayı ilâhı birisinin canının damarını kesti. Di­ ğer bir kimse onun ölümünden dolayı yakasını yırttı. O kimsenin feryadını işiten keskin akıllı, ileriyi görücü birisi: «Eğer ölen kimsenin eli olsaydı sizin eli­ nizden üstündeki kefeni yırtardı (mustarip olurdu). Derdi ki: Benim için bu kadar kederlenmeyin, bu ka­ dar üzülmeyin. Öldümse ne oldu? Sizden bir iki gün evvel sefere çıktım. Sen de öleceksin. Bunu galiba unu­ tuyorsun da benim için bu kadar üzülüyorsun.» Hakikati gören insan, bir meyyitin üzerine, top­ rak atarken ona değil, kendi üzerine attığının farkı­ na varır, yüreği yanar. , Toprağa gömdüğün yavrucak için inleme. Çünkü o, temiz geldi, temiz gitti. Sen kendini düşün. Pâk geldin, sakın napâk git­ meyesin. Eğer napâk gidecek olursan pek ayıp etmiş olursun. Kuşun ayağını bağlamak lâzımise, şimdi bağla. Kaçacak olursa, ipin ucu elinden gitmiş olur. Sen hayatmda çok kimselerin yerinde, yurdunda oturdun. Yarın da senin yerinde başka kimseler otu­ racaktır. Gerek pehlivan ol, gerek kılıç eri ol; dünyadan ancak bir kefen götürebilirsin. Yaban eşeği kemendini koparacak olsa bile kum içine girdiği zaman ayağı bağlanır. Senin de kuvvetin, kudretin; ayağın mezarın ku­ muna batınca,ya kadar devam eder. Bu çok yaşlı dünyaya gönül verme. Çünkü kubbe­ nin üzerinde toz durmaz. 279 Dün geçti, yarın daha gelmedi. Hesabı yalnız şim­ diki bir nefes üzerinde yapmaya bak. HİKÂYE Cem Şahın nazlı bir oğlu öldü. Onu ipekböceği gibi ibrişimden bir kefene sardılar: Birkaç gün sonra çocuğunun halini görmek, ona karşı ağlamak, inlemek için Cem kabre girdi. Baktı ki ipek kefeni çürümüş. Kendi kendine şöy­ le dedi: «Ben ipeği ipekböceğinden zorla almıştım. Şim­ di o ipeği mezardaki böcekler çocuğumun üzerinden zorla geri, almışlar.» Bir gün bir hanende, rebap çalarak iki beyit oku­ du. Bu beyitler ciğerimi kebap etti. Beyitler şunlardı: Yazık yazık! Nice zaman gül­ ler bitecek, taze papatyalar açacak. Fakat biz bulun­ mayacağız. Mevsimler gelip geçecek, biz ise toprak yahut ker­ piç olacağız. Bizden sonra gülistanlarda yer yer güller açacak, dostlar biraraya toplanıp oturacaklar. HİKÂYE Âbit huylu, Hakka tapan ihtiyar birisinin eline bir altın kerpiç geçti. O kerpiç yüzünden aklı başı ser­ sem oldu, parlak gönlü bulanık bir renk aldı. Bütün gece şöyle düşünüyordu: Bu bir hazinedir ki, hayatı­ mın sonuna kadar bitmez. Bundan sonra fakir halim­ den bahisle bir şey istemek için kimsenin önünde eğil­ mem. Bir saray yaptırırım, zemini mermer döşeli ol­ sun, tavanının kirişleri ham öd ağacından olsun. Ah280 baplarım için ayrı bir oda yaptırırım, kapısı bahçeye açılsın. Yama yama üstüne dikmekten âciz kaldım. Oca­ ğın harareti gözümü beynimi yaktı. Artık aşçılarım yemek pişirsin. Ruhumu rahat rahat besleyeyim. Bu katı keçe döşek beni öldürdü. Bundan sonra döşeceğimi, 'en birinci ipek kumaştan yaptıracağım.» Hayâl kurmaktan münacat etmeye, yalvarmaya,, yemeğe içmeye namaz kılmaya vakit kalmadı. Altın sevdasıyla sarhoş olmuştu. Bir yerde dura­ mıyordu, nihayet şehir haricine çıktı. Orada gördü ki birisi mezardan toprak kazmış„ üzerine su koymuş, çamur yapmış, o çamurdan ker­ piç (tuğla) dökmek istiyor. Bu hali görünce ihtiyar düşünceye vardı, kendi kendine: «Ey kısa görüşlü nefis, ibret al dedi, gönlü­ nü neden bu altın kerpiçe bağladın? Bir gün senin toprağından da kerpiç yapacaklar. Hey alçak nefis! Sen bu altın kerpiçten vazgeç. Ceyhun nehrinin önü­ nü bir kerpiç ile bağlamak kabil değildir. Hırsın so­ nu yoktur. Sen kâr ve mal düşünüyorsun. Halbuki ömür sermayesi payimal oluyor, haberin yok. Bu toprağın üzerine saba yeli kaç bin kere uğ­ rayacak, her zerremiz savrulup bir yere gidecektir. Gaflet sürmesini gözünden temizle. Zira yarın toprağın gözüne sürme olacaksın. HİKÂYE îki kişi birbiriyle kavga edip duruyorlardı. Birbi­ rine karşı başlan kaplan gibi kibirle dolu idi. O kadar birbirlerini görmek istemezlerdi ki, san­ ki gök kubbesi bunlara dar geliyordu. Ecel birisinin başına asker gönderdi. Ömrü, ha­ yatı sona erdi. 281 Düşmanının gönlü şad oldu. Bir zaman .sonra onun kabrine uğradı. Baktı ki, hayatındaki sarayı gi­ bi, kabri de yaldızlanmış, süslenmiştir. Çalınca baş ucuna geldi. Dudaklarını aça aça kıs kıs güldü. Ken­ di kendine şöyle dedi: «Düşmanı öldükten sonra yaşa­ yıp sevgilisiyle sarmaş dolaş olan kimse ne kadar bahtiyardır. Düşmanı öldükten sonra bir gün olsun yaşayan kimse, öldüğü zaman ağlamamak lâzımdır.» Sonra o adam mezann üzerinden bir tahta kal­ dırdı. Baktı ki, vaktiyle o taçlı olan baş, çukur içinde toprakta yatıyor. Dünyayı gören gözlerine topraklar dolmuş. Vücudu kabir zindanında küreğe konulmuş. Gövdesi böceklere yemek, karıncalara yağma olmuş. Kemiklerinin içini topraklar öyle tıkamış ki, sanki fil­ dişinden sürmeliğe tutya dolmuştu. Feleğin devrinden bedre benzeyen cemali hilâl ol­ muş; zamanın çevrinden selvi boyu hilal (1) olmuştu. Adamın çine meyyite karşı o kadar merhamet geldi ki, toprağını gözünün yaşıyla çamur etti. Yap­ tığına eski huyuna pişman oldu. Emretti, mezar taşı­ na şunu yazdılar: «Kimsenin ölümüne sevinme. Za­ man ondan sonra seni de çok bırakmayacaktır.» Bu kıssayı işiten akıllı bir arif, hazin hazin söy­ leniyordu: «Ey kadir Allah, şu meyyite düşmanı bile acıdı, inledi, ağladı. Eğer sen buna merhamet buyur­ maz isen aklıma dokunur. Fakat şüphe etmem ki, merhamet buyuracaksın.» Bir gün vücudumuz da onların gibi toprak olacak ve ona düşmanlarımızın bile gönlü yanacaktır. Bana düşmanımın bile acıdığını gören dostum, belki acır. Evet, ergeç başımız öyle bir hale gelecek ki, bu başta hiç göz yoktu diyeceklerdir. (1) :282 Kürdan denilen diş karıştırılan alet. HİKÂYE Bir gün bir toprak yığınına bir kazma vurdum. Kulağıma iniltili bir ses geldi. Şu sözler işitiliyordu: «Eğer kerem sahibi insan isen, kazmayı çok yavaş vur. Çünkü kazmanı gözüme, kulak tozuma, yüzüme, ba­ şıma vuruyorsun. Ben bir zaman cihana sahip bir adamdım. Şimdi toprak oldum.» HİKÂYE Bir gece sefer niyetiyle uyumuştum. Seher vakti kalktım, kervanın izine düştüm. Yolda korkunç bir kasırga çıktı. Dünya kapka­ ranlık kesildi. Kafile içinde nazlı büyütülmüş, sefer görmemiş bir kız çocuğu vardı. Bir havlu ile babasının yüzün­ deki tozları siliyordu. Babası «A benim nazlı, peri çehreli kızım, dedi, beni çok sevdiğin için yüzüme toz konduğunu istemiyorsun. Konarsa canın'sıkılıyor. Fa­ kat kızım bu toz hiçtir. Asıl toz, öldüğüm zaman ko­ nacaktır. Hem de o kadar konacak ki, havlu ile temiz­ lenmesi kabil olmayacaktır.» Arkadaş! Seni bu râ ’nâ nefes azgın hayvan gibi mezar çukuruna kadar koşarak götürür. Orada ecel gelir. Ansızın üzengiyi koparır, bir daha dizgini geri çeviremezsin. VAİZ VE NASİHAT HAKKINDA Bu kervansaraya niçin gönül bağlayalım ki, a r­ kadaşlar gittiler, biz de yoldayız. Gönlünü şu dünya güzeline verme. O kiminle bi­ raz oturduysa, gönlünü kopanp almıştır. Onun vazi­ fesi o kadardır. 283 Madem ki insan lâhit çöplüğünde uyuyacak, yü­ züne konan tozlan ancak kıyamet günü temizleyecek­ tir. Öyle ise, şimdi başını gaflet yakasından çıkar ki, yarın utancından başın aşağı eğilmesin. Seferden Şiraza geldiğin zaman yol tozundan ba­ şını, vücudunu yıkarsm. Öyleyse ey günah tozuna, toprağına bulaşan kimse, bilmiş ol ki, yakında bilme­ diğin, işitmediğin bir şehire sefer edeceksin. Bundan dolayı baştan göz çeşmelerini akıt. Üzerinde toz, top­ rak, kir, pas, namına ne varsa yıka, temizle. HİKÂYE Kabrine her zaman rahmet yağmuru yağsın; pe­ derimin zamanından hatmmdadır. Pederim benim için bir yazı tahtası, bir defter, bir de altm yüzük aldı. Sonra birisi bana bir hurma verdi. Onun yerine yü­ züğü aldı. Çocuk kısmı mazurdur. Tatlı bir şey mukabilinde elinden yüzüğü almak mümkündür. Fakat arkadaş, sen büyük olduğun halde ömrün kıymetini bilmiyor, onu tatlı bir eğlenceye feda ediyorsun. Yarın kıyamet günü iyiler yüksek makamlara nail olur, yeryüzünden Ülkelere yükselirler. O zaman se­ nin çirkin âmellerin etrafını alır. Başın önünde kalır. Kardeş, kötü işlerden şimdiden utan ki, yarın iyi­ lerin karşısında mahcup olmayasın. Kıyamet günü herkese sözünden, işinden sorar­ lar. Ülülazim peygamberlerin bile korkudan vücut­ ları titrer. Bir yerde ki Peygamberler dehşet içinde kalırlar, sen ne yapacaksın? Günahlannı ne ile mazur göste­ receksin, söyle. Taate ibadete erlerden ziyade rağbet göstermiş 284 olan kadınlar yarın ibadette kusurlu erleri geçerler. Kadın senden ziyade kabul, şeref görürse, sen erkekliğinden utanmaz mısın? Kadınlar kadınlık icabı bâzan namaz kılamazlar. Sende o da yoktur. O halde niçin taati bir tarafa bı­ rakıyorsun? Yürü hey kadınlara yetişemeyen insan, erlik lâfını etme. Bu hususta benim gibi şairin ne hükmü olur? Ba­ kınız Hakim Unsurî ne demiştir: Doğruluktan geçtin mi eğri olur. Kadına, yetişme­ yen er nasıl er olur. Naz ile, safa ile nefsini besleme. Böyle yaparsan, düşmanını kuvvetlendirmeye çalışmış olursun. HİKÂYE Birisi bir kurt eniğini beslerdi. Enik büyüyünce efendisini paraladı. Düşmanı böyle naz ile beslersen, çaresiz ondan yara yersin. Şeytan bizim hakkımızda: «Âdem oğullarından Icötü işten başka bir şey gelmez» diye bizi utandıracak şeyler söylemedi miydi? Feryat şu nefsimizdeki kötülüklerden. Korkuyo­ rum ki, şeytanın hakkmdaki zannı doğru çıkaracak­ tır. Halbuki mel’un şeytan, bizim kahrolmamızı iste­ diği için Cenabı Hak onu bizim için sürmüştü. Şimdi ânınızdan nasıl başımızı kaldıralım ki şeytan ile barı­ şık, Cenabı Hak ile kavgalıyız. Sen yüzünü düşmanına çevirirsen, dostun sana pek az bakar. Eğer dostunu seviyor, ondan istifade etmek diliyorsan düşmanın sözünü tutmamalısın. Düşman ile bir evde birlikte oturup kalkan kim­ se, dostuna yabancı kalmaya hoş görüyor demektir. Bilmez misin bir yerde düşmanının bulunduğunu lıaber alan kimseğ o yere ayak basmaz. 285 Yusuf’un muhabbetinden gönlünü kesip de kalp akçe ile ne alsa gerektir. Eğer düşmanm sana fena gözle bakmamasını di­ lersen dosttan dönme. HİKÂYE Birisi bir padişaha serkeşlik etti. Padişah da onu düşmanma teslim etti. Al şunun kanını dök, dedi. Zavallı adam, kinci düşmanının elinde esir oldu­ ğu halde, inleyerek, yanarak şöyle derdi: «Eğer ben dostumu kendime gücendirmeseydim, düşman elin­ den cefa mı çekerdim? Dostunu gücendiren insan ken­ di derisini düşman tırnağıyla yırtmış olacaktır.» Sen dost ile bir gönüllü, bir sözlü ol. Böyle olursan düşmanın kökü dibinden kendi kendine çıkar. Zannetmem ki düşmanı memnun etmek için dos­ tunu gücendirmek gibi çirkin bir iş iyi görülsün. HİKÂYE Birisi tezvir ile, hilekârlık ile halkın malını yerdi. Sonra meclisten veya sofradan kalkınca, şeytana lânet savururdu. Bir gün şeytan, karşısına çıktı: «Senin gibi ahmak görmedim, dedi, mademki benimle karışıksın. Her sö­ zümü dinliyorsun, o halde niçin bana lânet ediyor­ sun?» Yazık, çirkin şeytanın emrini tutuyorsun. Sonra o fena işi defterine melek yazacaktır. Yüreğin götürür mü, vicdanın râzı olur mu ki cehalet ve korkusuzluk yüzünden yaptığın pis işleri temiz melekler yazsınlar. Arkadaş! Sen iyi bir yol tut. Cenabı Hak ile ba286 nş, bir de şefaatçi edin. Geçmiş günahların için de özür dile. Bu işleri çabucak yap, vakit geçirme. Yarm a bı­ rakma. Çünkü zamanın dönmesiyle peymanen dolduğu zaman sana bir lâhza aman verilmez. Şayet işi işler yapmaya kudretin yoksa, biçâreler, âcizler gibi inleyerek el kaldır, Allaha yalvar. Yaptığın fenalık ölçüsüz denilecek kadar olsa da, günahını ikrar ile tövbe edersen, kötülükten kurtul­ muş, iyi olmuş olursun. Şimdi mademki sulh kapısını açık görüyorsun, durma, sulh yap. Çünkü tövbe kapısı belki yarın ka­ panır. Çocuğum; günah yükünün altına girme. Çünkü yolculukta yük taşıyanlar, âciz kalırlar. iyi kimselerin yolundan git. Bu saadeti kim diler­ se bulabilir. Lâkin bakıyorum ki, sen alçak şeytanın kuyruğundan ayrılmıyorsun. Bilmem ki, iyilere ne za­ man erişeceksin! Peygamber efendimiz, şeriatinin geniş yolunda gidenlere şefaatçidir. HİKÂYE Balçığa bulanmış bir kimse, ters talihine canı sı­ kılarak, şaşkınlıkla bir mescide girmek istedi. Mesci­ din yanında bulunan birisi onu menetti: «Hey Allah’­ tan bul, öyle temiz bir yere, böyle berbat bir elbiseile girilir mi?» dedi. Onun girmek, bunun bırakmamak istemesi dikka­ timi celbetti. Derhal cenneti aklıma getirdim. Kendi kendime: «Yüce cennet temizdir, temizlerin yeridir. Orayı temizler ümit edebilir. Günah çamuruna bulan­ mış olanların orada ne işi var?» dedim. 287 Cenneti taat görenler alır. Kime altın, gümüş ak­ çe lâzım ise pazara mal götürür. Eteğin zillet çamuruyla mülevves olmuşsa, çabuk ırmağa git yıka. Bekleme, vakit geçirme. Çünkü olur ki ırmağı yukarıdan keserler. Devlet kuşu (1) bağını çekip uçtu, kaçtı deme. Çünkü henüz bağın ucu elindedir. Geç kaldınsa çevik ol, çok koş. Çünkü dürüst ge­ len, geç gelmekten gam tutmaz. Ecel senin istek elini henüz bağlamamıştır. Böyle -olunca durma, Cenabı Hakkın dergâhına el kaldır. Ey günah yapmış da uyumuş kimse; uyan, kalk. Günahından özür dileyerek gözyaşları dök. Günahlarından dolayı çâresiz olarak yüzünden suyu dökülecektir. Öteki dünyada dökülmeden ise, burada bu toprak üzerine dök. Arkandan kimse sana şefaatçi olamaz. Sen şefi’ini burada bul. Öyle bir şefi’ bul ki, yüzünün suyu seninkinden ziyade olsun. Cenabı Hak kahr ile beni kapısmdan sürecek olur­ sa, büyüklerin ruhlarını şefaatçi getiririm. HİKAYE Aklımdadır: Çocuktum, bir bayram günü pederim­ le dışarı çıktım. Bakarak, eğlenerek insanlar ile meş­ gul oldum. Kalabalık içinde pederimi kaybettim. Ca­ nım sıkıldı, korktum, feryat ettim. Pederim sesimi işitince, koştu, geldi, kulağımı çek­ ti: «Seni yaramaz seni; sana kaç kere elimi bırakma, demedim mi? Küçük çocuk yalnız gitmeği bilmez. Görülmiyen yola gitmek güçtür» dedi. (1) :288 İnsanın ömrü. Ey fakir, sen de çalışmada yol çocuğusun. Yürü, İyi erlerin yolunu tut. Alçak insanlarla düşüp kalkma. Yoksa hürmet ve şerefinden kaybedersin. İyilerin ter­ kilerine yapış. Arif olanlar istifade etmekten sıkılmaz­ lar. Müritler küçük çocuklardan daha âcizdirler. Şeyh­ ler ise sağlam duvarlara benzerler. Yeni yürüyen ço­ cuk duvarı tutarak yürür. Sen de yürümeyi onlardan -öğren. Âbitler halkasına girenler fâsiklerin zincirlerinden kurtulurlar. Eğer bir dileğin varsa bu halkaya yapış. Sultan bile bu kapıdan müstağni olamaz. Yürü, Sâdi gibi başakçı ol ki marifet harmanını elde edesin. Ey Allahın sevgili kulları; yarm Cenabı Hakkın mukaddes sofrasına ‘oturmak için hâlinden utanan di­ lencilerden yüz çevirmeyin. Bizim gibi uyuntuları kov­ mayın. HİKÂYE Bir aptal yaz ayında ekinini harman etti. Akimdan kış düşüncesini attı. Bir gece sarhoş idi. Harmanın yanında ateş yaktı. Ateş harmana sirayet etti, harman yandı. Bir tanecik bile kurtulmadı. Harman yanmca, aptal, başak top­ lamağa çıktı. Tarlalarda başak toplayan o serseriyi görenlerden birisi uşağına: «Şu adam gibi bedbaht olmak istemez­ sen, delilik edip de harmanını yakmayasın!» dedi. Arkadaş. Eğer ömrün kötülük içinde heba olup git­ ti ise, sen harmanını yakan o sersem adama benzer­ im . 289 Koca harmanı yaktıktan sonra başakçılık etmek, rüsvaylıktır. A benim ruhum; adalete, dine, diyanete çalış. îyi adlılık harmanım yele verme. Bir bedbaht bir musibete düşerse, iyi bahtlılar on­ dan ibret alırlar. Sen cezaya uğramadan evvel af ka­ pısını çal. Çünkü dayak altında feryat etmenin fayda­ sı yoktur. Yarın utanarak başının göğsünün üzerine eğilmemesi için bugün başını gaflet yakasından çıkarıver. HİKÂYE Bir adam bir münasebetsiz işe devam ederdi. O işi ile meşgul iken kazara köyün iyi huylu şeyhi ona uğ­ radı. Onu o iş üzerinde gördü. Adam utandı. Ter dökmeğe başladı: «Yazık, kö­ yün büyüğü yanında rezil oldum» diyordu. Parlak fikirli şeyh bu sözü işitince ona kızdı: «Hey delikanlı, dedi. İşittim benden utanmışsın. Bu sözünü hoş görmedim. Hâzır ve nâzır olan Cenabı Haktan utanmayıp da benden utanmak, çok utanılacak bir ha­ rekettir. Bu hiç doğru değildir. Sen akrabadan, yaban­ cılardan utanmıyorsun, âlâ... Fakat asıl Cenabı Hak­ tan utanmalısın. Bilmiş ol ki Cenabı Haktan başka kimseden iyilik, rahat görmezsin: Öyle ise daima On­ dan utanmalı ve rızâsını muhafaza etmelisin.» HİKÂYE Züleyha bir gün aşk şarabından sarhoş olmuştu.. O gün Yusuf’u mutlaka kendi arzusuna ram edecekti. Mermerden bir putu vardı: Sabah akşam yanından ayırmazdı: Taşkınlık yapmak istiyor, fakat puttan da 290 utanıyordu. Bundan dolayı putun başını yüzünü örttü. Sonra Yusuf’un üzerine kurt gibi hücum etti. Yusuf kaçtı, Züleyha arkasından koştu. Yusuf’un eteğini yakaladı, sımsıkı tuttu. Yusuf’un elini, ayağını öptü: «Hey vefasız, merhametsiz, serkeş adam: kalbin çelikten midir? Kaçma, otur. Suratını asma, ekşitme. Kendine sıkıntı verme» dedi. Bunun üzerine Yusuf iki elini yüzüne tuttu, ağla­ mağa başladı: »Züleyha! Sen taştan yontulmuş bir put­ tan utandın. Put görmesin diye başını, yüzünü örttün. Ben Cenabı Haktan utanmaz mıyım?» dedi. Bir insan ömür sermayesini telef ettikten sonra, perişan olmaktan ne fayda çıkar. Şarabı yüz kızıllığı için içerler. Fakat neticede şa­ rap içenlerin yüzü san olur. Bir özrün varsa bugün söyle. Çünkü yann söyliyemezsin. HİKÂYE Kedi bir temiz yeri kirletir; döner bakar, gözüne çirkin görünür. Onun için kirlettiği yeri toprak ile ör­ ter. Kedi hayvan olduğu hâlde öyle yapıyor. Sen insan iken çirkin şeylerden hicap duymuyorsun. Yaptığın kö­ tülükleri birisi görür diye düşünmüyorsun. Bir köle, farzet ki efendisine karşı birçok kabahat yapmış, korkusundan kaçmış olsun. Bir zaman dönme­ se; sonra pişman olup gelse, yalvarsa, tövbe etse; efen­ disi onu ne hapseder, ne de zincire çeker. İşte sana gü­ zel bir misal. Birisine karşı kin tut ki, ya ona muhtaç olmıyasm yahut odan nefret edesin. İşlerini şimdiden kendin hesap et. Kıyamet kopup da amel kâğıtlarının dağılmasına bırakma, 291 Bir kimse kötülük yapar; fakat burada iken kıya­ meti düşünür, istiğfar edecek olursa, yapmamış gibi olur. Aynaya karşı ah çekilirse, ayna dumanlanır, ka­ rarır, iyi göstermez olur. Fakat gönül aynası böyle de­ ğildir. O ah ettikçe parıltısı artar. Adam, sana diyorum: Yarın kimseden korkmamak için bugün günahından korkmağa bak. HİKÂYE Habeş memleketine yapayalnız gittim. Gönlüm r a ­ hat, hayatımdan memnun idim. Bir gün gezerken yolda bir hapishaneye uğradım. Gördüm ki birkaç zavallının ayaklarına zincir vurmuş­ lar. Bu hâli görünce müteessir oldum. Kafesten kaçan kuş gibi, oradan kaçtım, çöl yolunu tuttum. Birisine o mahpusların niçin hapsedilmiş olduğu­ nu sordum. Sorduğum adam şöyle cevap verdi: «Bunlar nasi­ hat dinlemez, hakkı kabul etmez, hırsız, yol kesiciler­ dir.» Kardeş! Kimseye bir fenalığın dokunmadıktan sonra, dünya polis dolsa, sana kimse bir şey yapmaz. iyi ad kazanmış kimseye kimse leke süreme?. Öy­ le ise sen Allahtan kork, beyden korkma. Valinin eğer fenalığı yoksa, işinin divana ref’edilmesinden korkmaz. Vali gösterişte afif, hakikatte hain ise, hesap za­ manında cesur olamaz. Eğer ben hizmeti beğenilecek tarzda yaparsam, bozuk fikirli düşmanı düşünmem. Eğer kul, kulluğa yakışacak surette çalışırsa efen­ disi onu aziz tutar. 292 Bir kııl, kullukta tenbel ise, silâhtarlıktan katırcı­ lığa iner. Daima ileri gitmeğe bak ki, melekleri geçesin. Sa­ kın geri kalma, çünkü hayvanlardan daha aşağı olur­ sun. HİKÂYE Damgan şehrinin hâkimi birisini çevgân ile dövdü. Adamcağızı davul gibi bağırttı. Adamcağız, dayak acısından sabaha kadar uyuyamadı. Bir âbit ona rastladı ve: «Gece sübaşıya gidip y a­ nıp yakılsaydın, kabahat sebebiyle gündüz yüzünün suyu dökülmezdi.» dedi. Geceleri dergâhı İlâhîye gönül yakınlığı ile yalva­ ranlar, yarın mahşer gününde mahçup olmazlar. Eğer sulh yapmak niyetin varsa, yapabilirsin. Ke­ rim olan Tanrı, özür dileyenlere kapısını kapatmamış­ tır. Eğer akıllı isen gündüz yaptığın günah için gece tövbe et, af dile. Seni yoktan var eden Tanrı düştüğün zaman elini tutacaktır. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Eğer Tannnın kulu isen, herşeyi O’ndan dile. Eğer günahtan utanıyorsan, gözlerinden hasret suyunu akıt. Bu kapıya özür dileyerek kim gelirse, nedâmet seli onun günahını temizleyecektir. Günah için kim göz yaşını dökerse, Cenabı Hak onun yüzü suyunu dökmez. Sanan’da bir yavrucuğum vefat etti. Onun vefatı dolayısiyle başıma neler geldiğini nasıl anlatayım bil­ mem. Y aratan Tanrı, Yusuf’un güzelliğinde birisini y a­ ratmam ıştır ki, kabir balığı onu Yunus diye yutmasın. 293 Bu bahçede yüce bir selvi yetişmemiştir ki, ecel yeli onu kökünden koparıp atmasın. Bir fidan otuz senede ağaç oluyor. Sonra hırçm bir rüzgâr geliyor, onu deviriyor. Yerden güller bitmesine şaşmayıp. Düşünün ki bu yere nice gül endamlılar gömülmüştür. Kendi kendime düşündüm: «Küçük çocuk temiz ve mâsum olarak öldü. Sen ey ihtiyar, hâlâ kirli ve günah­ kâr yaşıyorsun. Artık geber.» Çocuğumu gömdüm. Birkaç ay sonra dayanama­ dım, sevdam kabardı. Şaşırdım, kendimi tutamadım. Kabrini açmak, boyunu bosunu görmek istedim. Meza­ rının üstündeki uzun bir taşı kaldırdım. Daracık, karanlk kabri görünce üstüme korkular geldi. Benzim a t­ tı. Aklım, fikrim perişan oldu, kendimi kaybettim. Bu buhran geçip aklımı başıma topladığım zaman, sevimli çocuğumdan kulağıma şöyle bir ses geldi: «Ba­ bacığım! Eğer bu karanlık yerden ürküyorsan, aklını başına al. Buraya ışık ile gel. Mezarda geçecek gece­ lerin gündüz gibi olmasını istersen, dünyadan gelirken çerağ ile gel.» Bahçıvanların ne güzel bir duygusu var: Ah, bu yıl hurma ağaçlan meyva tutmıyacaklar mı diye titreşir­ ler. Buna mukabil bir takım kafasızlar, buğday ekme­ den harman yığma kuruntusunda bulunurlar. Sâdi! Kim ağaç dikti ise meyvayı o yedi. Kim to­ hum ekti ise harmanı o yığdı. 294 ONUNCU BÖLÜM MÜNACAT İLE KİTABIN BİTMESİ HAKKINDADIR Gelin, canü gönülden el kaldıralım ki, yarın top­ rak içinde, kaldıramayız. Hazan faslında ağaçlan görmez misin? O sert so­ ğuktan yapraksız kalınca, o boş ellerini göğe kaldmr, niyazda bulunurlar. Cenabı Hak onlan elleri boş gön­ dermez. Allahın kazası, onlara bahar hil’ati verir; k a­ der kucaklarına meyvalar doldurur. Tann kapısı asla kapanmıyan bir kapıdır. El açan­ ların mahrum döneceğini zannetme. Âbitler ibadetlerini takdim ederler; âcizler niyaz­ da bulunurlar. Ey âcizler, gelin o âcizleri okşıyan der­ gâhına çıplak kollar gibi el kaldıralım. Artık böyle yapraksız kalmıyalım. Allahım! Bize kereminle bak. Bizden ancak günah vücuda geliyor. Hakir kullann Senin affına ümit bağ­ lıyarak günah işliyorlar. Ey cömert Tann! Senin nzkmla beslenmişiz. Se­ nin lûtfuna, keremine alışmışız. Dilenci, kerem, lütuf gördükçe, nazı çekildikçe cö­ merdin arkasından aynlmaz. Bizi dünyada aziz kıldır. Öbür dünyada da böyle olmamızı umarız. insanlara azizliği, horluğu sen bağışlarsın. Senin aziz kıldığın kimse, kimseden horluk görmez. 295 Îlâhî! İzzetin hakkı için beni tahkir etme. Günahı­ mın fenalığı sebebiyle beni mahcup etme. Başıma benim gibisini musallat kılma. Ukubet çek­ mem lâzım ise Senin elinle olsun. Âlemde insanın kendi gibi birisinden cefa çekmesi kadar kötü bir şey olamaz. Yarab! Ben Senin yüzünden utanıyorum; bu bana kâfidir. Beni artık başkalarının önünde utandırma. Eğer senden başım üzerine bir gölge düşerse, fe­ lek benim yükseldiğim merdivenin ne alçak basamağı olur; eğer bana taç ihsan edersen, o taç başımı yük­ seltir. Tanrım! Beni Sen kaldır. Beni kimse yere atmasın. HİKÂYE Bir meczup, Haremi Şerifte Cenabı Hakka münacat ediyordu. Aklıma, geldikçe hâlâ vücudum titrer. Gönlü yaralı meczup, münâcatmda yana yana şöy­ le diyordu: «İlâhî! Beni af buyur. Beni tahkir etme. Be­ ni bırakma. Senden başka elimi tutan bulunmaz. İster beni lütuf ile çağır, istersen beni kov. Başım senin eşiğinden başka bir yer bilmez. Allahım! Bilirsin ki, ben âcizim, biçâreyim. Nefsi emmârenin elinde zebunum. Nefsim pek azgındır. Ak­ lım onun dizginini çekemiyor. Nefis ile, şeytan ile kim başa çıkabiliyor? Karıncalar kaplanlarla cengedebilirler mi? Yolunda giden erler hürmetine, bana, da yol ver. Beni düşmanlardan sen sakla. İlâhî, Zât-ı Ulûhiyetin hürmetine, İlâhî eşi menendi olmıyan sıfatın hürmetine, A rafat’ta (Lebbeyk) çağı­ ran hacılar hürmetine, Medine’de yatan habîbin Hazreti Muhammed hürmetine, yiğitlerin tekbirleri hürme296 tine, düşmanı kadın sayan gaziler hürmetine, temiz ihtiyarların ibadetleri hürmetine, doğrulukla yetişen gençler hürmetine, feryadımıza sen yetiş; bizi son ne­ feste bire iki demekten sen sakla. Umarım ki kendilerini gece güdnüz tâate verenler bizim gibi tâatsizlere şefaat buyururlar. Yarabbi! Temizler hakkı için bizi bulaşıklıktan uzak tut. Eğer bilmiyerek bir kusur yaptıksa, bizi ma­ zur gör. İbadetten beli iki kat olan, bununla beraber gü­ nahtan utanarak gözleri ayaklarına bakan ihtiyarlar hürmetine, gözümü saadet yüzüne bakmaktan, dilimi şehâdet getirmekten menetme. Yakîn çerağmı yoluma tut. Kötülük yapmaktan elimi kısalt. Görülmeğe yaramıyan şeylerden gözümü çevir. Şeriatçe makbul olmıyan şeyleri yapmak için bana kudret verme. Ben senin aşkında durmuş bir zerreyim, hakirim,-: varlığımla yokluğum müsavidir. Senin lûtfun güneşin­ den bana bir tel ışık el verir; görenler beni o ışık içinde görsünler. Yarabbi! Âsi kullarına bak. Bakılacak, acınacak onlardır. Sen padişahsın biz gedâyız. Senin bize iltifa­ tın kâfidir. Yarab! Bana ceza verecek isen adaletine göre ver. Amelime göre verecek olursan inlerim ağlarım, vâdin böyle değildi diye feryat ederim. Yarab! Beni hakaretle kapından kovma. Çünkü be­ nim başka kapım yoktur. Kapından cehaletle birkaç gün ayrıldımsa, nâdim oldum. Şimdi geldim, yüzüme kapıyı kapama. Yaptığım murdarlıktan dolayı acz ile başımı eğ­ mekten başka bir özrüm yoktur. Allahım! Sen zenginsin, ben fakirim. Bana güna­ hımdan dolayı ceza verme. Âdettir, zenginler fakirlere acırlar. 297’ Zaaf hâlimden dolayı ağlasam da yeri vardır. Çün­ kü zayıf isem de, Efendim kavidir. Yarabbi! Gafletle Elestü bezmindeki ahdi unut­ tum. Ne yapayım, böyle oldu. Gayret eli kazaya ne ya­ pabilir? Bizim tedbirimizin elinden ne gelir? îşte bu nokta bize kusurumuzdan dolayı özür olarak kâfidir. İlâhî! Ben ne yaptımsa Sen yıktın. Efendiye karşı kulun elinden ne gelir? Îlâhî, ben senin hükmünden baş çekmiyorum. Fa­ kat iraden ne ise o oluyor.» HİKÂYE Bir gence birisi, çirkin dedi. Genç, öyle bir cevap verdi ki, söyliyen şaşırdı, kaldı. Cevap şu idi: «Sûretimi ken kendim yapmadım ki, beni fena yapmışsın diye ayıplıyorsun. Ben çirkin isem de, güzel isem de sana ne? Esasen güzeli çirkini y ara­ tan ben değilim ki!» Îlâhî, önce alnımıza yazılacak şeyleri yazmışsın. Ondan ne artık, ne de eksik olur. İlâhî, Sen bilirsin ki, ben kadir değilim. Kâdir Şen­ sin. Ben kim oluyorum? İlâhî, eğer bana yol gösterirsen iyiliğe kavuşurum! Eğer beni reddedersen yoldan, yolculuktan geri kalı­ rım. . Cihanı yaratan Tann yardım etmezse, kul nasıl gü­ nahtan kaçar, ibadete koşar? HİKÂYE Bir derviş vardı. Nefsine hükmü geçmezdi. Gecele­ yin tövbe eder, seher vakti tövbesini bozardı. 298 Hâlini anlatmak için şöyle dedi: «Eğer tövbeyi Ce­ nabı Hak ihsan ederse dürüst kalır; yoksa bizim kendi­ liğimizden tövbemiz sebatsız ve gevşektir.»' İlâhî, ulühiyetin hakkı için gözümü bâtıldan çevir, nûrun şerefine yarın beni nârında yakma. Miskinlikten yüzüm topraklara sürünmede, güna­ hımın tozu göklere çıkmaktadır. İlâhî, Sen rahmet yağmurunu yağdır. Yağmurun önünde toz kalmaz. Cürmüm dolayısiyle mülk-i İlâhîde benim için bir yer yoktur. Fakat başka memlekete hangi ayakla gire­ yim. İlâhî, Sen sükût edenlerin kalblerinde ne varsa bi­ lirsin. Yaralı gönüllere sen merhem koyarsın. HÎKÂYE ihtiyar bir mecusî bir odaya çekilmiş, kapıyı üzeri­ ne kapamış, kimse ile görüşmüyordu. Bunun bir putu vardı. Vaktini hep onun hizmetine hasretmişti. Birkaç sene sonra o kötü mezhepli mecusîye y a­ pılması lâzım bir iş zuhur etti. ihtiyar mecusî puta koştu, iyilik ümit ederek maksûresinn toprağı üzerinde, putun önünde yuvarlandı. «Hey put! Âciz kaldım, canım boğazıma geldi. Bana merhamet et, bana imdat et!» dedi. Huzurunda birkaç niyazda bulundu. Fakat işi yoluna girmedi. Put insanların mühim işlerini nasıl halledebilir ki, kendisinden sineği bile kovamaz. Bunun üzerine mecusî kızdı, putu tahkir etmeğe başladı: «Bu kadar senedir sana taptım. Yapılması mü­ him bir işim var. Yapmıyacak olursan beni bırak, Ce­ nabı Haktan dilerim» dedi. Mecusî daha putun karşısında, yüzü toprakta iken, pâk olan Cenabı Hak onun muradını hâsıl etti. 299 Hakikatleri aramak, taram ak ile meşgul bir zat mecusînin işine hayrette kaldı, düşünceye daldı. O, kendi aklınca, şöyle diyordu: «Bir sersem, âdi, bâtıla ta ­ pan, başı henüz puthâne şarabı ile sarhoş, gönlünü kü­ fürden; elini hiyanetten yuvmamış iken Cenabı Hak onun muradını verdi.» İşte o zat bu işin sırrım düşünmekle meşgul iken, gönlünün kulağına şöyle denildi: «O aklı eksik ihtiyar, putun önünde çok yalvardı. Fakat sözü makbule geç­ medi, istediği olmadı. Onun niyazı eğer bizim dergâhı­ mızda da kabul edilmeseydi, sanem ile Samed arasın­ da ne fark olurdu?» Ey dost! Gönlünü Samede bağla ki, insanlar sanem­ den daha âcizdirler. Eğer bu kapıya baş koyarsan, eli boş dönmek mu­ haldir. Yarabbi! İşimizde kusurlu geldik. Elimiz boş, fa­ kat ümitli geldik. HİKÂYE İşittim ki, bir sarhoş, şarabın tesiriyle bir mescidin odasına girdi. Orada Cenabı Hakkın keremi eşiğinde inledi: «Yarabbi! Beni Firdevsi Âlâ’ya koy!» dedi. Bu hâle vâkıf olan müezzin, sarhoşu yakasından yakaladı.- «Ey akıldan, dinden gafil, senin mescit ile ne münasebetin var? Sen ne amel işledin de, hâcet dili­ yorsun? Bu çirkin yüze naz yakışmaz» dedi. Sarhoş bu sözleri işitince ağladı, şöyle dedi: «Mü­ ezzin efendi, ben sarhoşum. Benden elini çek. Bana do­ kunma, kalbimi kırma. Cenabı Hakkın lûtfuna günah­ kârlar da ümitlenirler. Bana taaccüp mü ediyorsun? Benim sana sözüm yok, senden bir şey istemiyorum. Özrümü kabul et demiyorum. Tövbe kapısı açıktır. Ce­ 300 nabı Hak yardımcıdır. Cenabı Hakkın lûtfu o kadar bü­ yüktür ki, o büyüklüğünün yanında kendi günahımı büyük görmeğe utanıyorum. Günahıma büyüklük ve­ remiyorum.» Birisi ihtiyarlık dplayısiyle ayaktan düşerse, elin­ den tutmadıkça yerinden kalkamaz, işte ben o ayaktan düşmüş ihtiyarım. İlâhi, bana lütuf buyur, elimi tut. Bir dost bir dostun kusuruna vâkıf olursa, onu akılsızdır diye herkese yayar, perdeyi yırtar. Bunun için biz bir­ birimizden korkarız. Halbuki sen kabahatimizi, bütün günahlarımızı gördüğün hâlde, onları örtersin. Kullar cehâletle asilik, serkeşlik edecek olursa, efendileri onların kusurlarına bakmazlar. İlâhî eğer Sen kullarına gazap edip de günahları­ na göre ceza verecek isen, teraziyi kaldır, hepsini ce­ henneme gönder. İlâhî, eğer Sen benim elimi tutarsan, erişeceğim ye­ re erişirim. Eğer sen beni bırakacak olursan elimi kim­ se tutmaz, düştüğüm yerden kimse beni kaldırmaz. İlâhi eğer Sen bana yardım edersen, kimse karşı­ m a çıkmaz. Sen beni kurtaracak olursan, beni kimse yakalıyamaz. Mahşerde insanlar iki fırka olacaktır. Bilmem ki ben hangi fırkadan olacağım: Eğer sağ kol fırkasından olursam şaşanm. Çünkü benden sol kol fırkasına yakı­ şan işlerden başka bir şey sudûr etmedi. Zaman zaman gönlüm bana ümit veriyor: «Cenabı Hak ak saçtan utanır» diyor. İlâhî kulun Yusuf Peygamber birçok belâlar gördü, zindanlara girdi. Fakat derecesi yüksek, hükmü revan kardeşlerin fenalıklarına bakmadı. Onların cüz’î pa­ ralarını onlara geri verdi, onlan afetti; «Size bugün serzeniş yoktur» dedi. Ben de bugün suçlu, sermayesiz olarak huzuruna geldim. Senden af bekliyorum. Af buyur ey Aziz olan Allah. 301 Defteri benimkinden daha kara olan birisini kim­ se görmemiştir. Amel defterinde beğenilecek bir işim yoktur. Sana lâyık tâatim, ibadetim, yok. Ancak senin lûtfuna güveniyorum. Senin affına umutlanıyorum. Îlâhî huzuruna sermaye getirmedim, ümit getir­ dim. Allahım, beni afivden ümitsiz etme. BİTTÎ 302 ŞEYH SADÎ-I ŞİRAZÎ GÜLİSTAN TÜRKÇE TERCÜMESİ Birinci tercüme — (Kadı Menyasoğlu Mahmut) ta­ rafından yapılmıştır. Bu tercümenin iki nüshası var. Birisi bendedir. Mukaddemesinde beyan ettiği veçhile Hicrî (833) de yani Gülistan telifinden 177 sene sonra aynen tercüme ile (Murat bin Mehmet Han) a yani Murat II. ye takdim etmiştir. Bu nüshada beyitler dahi nesir suretiyle tercüme edilmiştir. Yazık ki bende mevcut olan nüshanın dört­ te üçü eksiktir. Ziyana uğramıştır. Mütercim bu nüshada tercüme tarihini göstermek için üç beyit yazmıştır ki şunlardır: Bu sekiz bâbı kim eyledim beyan Söyledim her birinden şehrin ayan Başladıkta düzmeğe bu nazmı bil Kim sekiz yüz otuz üçüncüydü yıl Hem de on üç gündü Şaban aym a Nazmım oldu hayr ile her âyine Mütercim mukaddemede Murad Han’ı methederek dokuz beyit yazıyor. İkisi arabî, yedisi türkçedir. Şu be­ yit onlardandır. Hasret harimi meclisine gülşeni Behişt Hayran safayı sohbetine ravzai İrem 305 Mütercimin ifadesi açıktır. O zam ana mahsus bir tarzdadır. Meselâ; birinci hikâyeden şu parçaya bakı­ nız: Zamânı evvelde bir padişah bir esiri buyurdu ki tepeliyeler. Biçâre ki dirlikten nevmit oldu, padişaha söv­ dü ve hayli sakat söyledi. Bu mücerreptir ki her kim dirlikten ümidin kese her ne kim gönlünde var diline, gelir. Vakti zaruret çü nemaned giriz Dest bigired seri şemşiıi tiz Çaresizlik vaktinde ki kişinin kaçacak yeri olmıya, elini tiz kılıca karşı tutar ki Arap demiştir: îza yeisel insan tâle lisanuhu Kesinnevri mağlıibin yesulü alel kelbi Kişi ki canından nevmit ola dili uzun olur. Şol çetük (1) gibi kim kelp elinde zebun olacek kelbin yüzü­ ne yapışır. Bu tercümenin ikinci nüshası Üniversite kütüpha­ nesinde yazma kitaplar arasında (3010) numarada mu­ kayyettir. Bu nüshanın da dörtte üçü eksiktir. Şu kadar var ki bu nüsha ötekine benzemiyor, ila­ veli bir tercümedir. Mütercim sözü uzattığı gibi müna­ sebet aldırarak tercümeye başka hikâyeler, fıkralar da katıyor. Bir de nüshada beyitler, kıt’alar, mesneviler, rübaîler hep nazım ile tercüme edilmiştir. Hattâ bazan aslın üzerine bir veya iki beyit bile ilâve edilmiş­ tir. Meselâ şu beyit ilâve beyitlerdendir: (1) 306 Çetük eski türkçede kedi demektir. Ger var ise sende Menyasoğlu Devlet o kapuya bağla gönlü Sonra bu nüshada iki garabet var. Birincisi bu nüsha Mehmet bin Beyazit Han’a takdim edilmiştir ki m aksat (Çelebi Sultan Mehmet) olacaktır. Fakat ter­ cüme tarihi öteki nüshada olduğu gibi (833) gösteril­ miştir. Bu yanlıştır. Çünkü Çelebi (824) de vefat etmiş­ tir. O hâlde (833) doğru olamaz. Belki (824) den ev­ velki bir tarih olmalıdır. Hülâsa, ya isim yanlıştır' (Mehmet bin Beyazit) olmayıp (Murat bin Mehmet) olmalıdır, yahut tarih yanlıştır. Meselâ (823) olmalıdır. Bundan şu anlaşılıyor ki mütercim bir kere ilaveli bir surette tercüme ile Çelebi Sultan Mehmed’e, bir kere de aynen tercüme ile oğlu (İkinci M urad)a takdim etmiştir. Mamafih telif tarihi her iki nüshada da 833 olmak­ la (Mehmet bin Beyazit) ibaresinin hattat tarafından sehiv suretiyle yazılmış olması daha muvafıktır. Demek istiyorum ki her iki tercüme de (Muradı Sâni)ye takdim edilmiştir ve zannederim ki hakikat bu merkezdedir; çünkü birbirinden az farklı olsa bile aynı kitabın tercümesini iki padişaha takdim etmek biraz nâhoş kaçar. Öyle zannediyorum ki mütercim ev­ velâ geniş tercüme etmiş, fakat bir de aynen tercüme­ si istenilmiş olduğundan tekrar aynen tercüme etmiş­ tir. Şu kadar ki eğer hakikat böyle ise mütercim bir kusur etmiştir, şöyle ki; ikinci tercümenin mukadde, meşinde evvelâ geniş bir surette tercüme etmiştim, vâki olan emir veya arzu üzerine bir de aynen tercü­ me ettim. Yahut, evvelâ dar, sonra, geniş tercüme et­ miş ise; önce aynen tercüme ettiğim hâlde muahharen aldığım bir emir veya bir arzu üzerine genişletmeğe mecbur oldum demeliydi. 307 İkinci tercüme — Ahmet I. zamanı saltanatında Şeyhülislâm Eset Efendinin tercümesidir ki matbudur. Şu kadar var ki bu tercüme aslından farklıdır; çünkü mütercim sözü biraz uzatmış, bazı kelime ilâveleri yap­ mıştır. Beyitlere gelince nazmen tercüme edilmiştir. Üçüncü tercüme — İzzet ve Saip beylerin müşte­ rek tercümeleridir ki bu da matbudur. Bunlar da be­ yitleri nazmen tercüme etmişler. Bu tercüme oldukça aslına uygundur. Dördüncü tercüme — Vaktile Şehzade Reşad Efendi’nin hocası olan Mehmet Sait Efendi’nin tercümesi­ dir. Mütercim tercümesine (Mülistan) adını vermiştir. Bu tercümede beyitler neşren tercüme edilmiştir. Bu tercümede türkçenin kavaidinden ziyade, Farisî ke­ limelerin istifine bakıldığından tercüme nahiv nokta­ sından kusurludur. Türkçeye benzemiyen bir türkçe vücuda getirmiştir. Bunlardan başka son vakitlerde her kelimenin al­ tına türkçe mukabili konulmak suretiyle muhtelif tarz­ da tercümeler vücuda getirilmiş ise de hakikatte bun­ lar tercüme sayılmaz, Şerhlere gelince bunlar müellifin maksadının iza­ hı için yazılmış eserlerdir. Binaenaleyh bunlar da ter­ cüme sayılmaz. Kilisli RÎFAT DİKKAT: Gülistan’ın aslında bir'kısmı manzum, bir kısmı mensurdur. Aslında manzum olan parçalar ( ) işareti arasında olanlardır. 308 Minnet, buyruğunu tutmak kendisine yakınlığa se­ bep olan ve şükredildikçe nimetini arttıran eşsiz, Ulu Tanrıya yaraşır. Göğse giren hava hayatı uzatır, çıkan hava vücu­ da ferah verir. Şu hâlde bir nefeste iki nimet mevcut ve her nimete bir şükür vâciptir. [Kimin dilinden ve elinden gelir ki Cenabı Hakka hakkile şükredebilsin? Ey âli Davut şükrediniz, kullarımdan şükreden az­ dır. Kul için iyisi odur ki Allah’a karşı kusurunu bile, özür dileye. Yoksa Cenabı Hakkın ilâhiyetine lâyık kul­ luğu kimse yapamaz.! Onun sayısız rahmetinin yağmuru herşeye eriş­ miş, esirgemediği nimetinin sofrası her yere çekilmiş­ tir. Kulların namusunun perdesini ağır günah ile yırt­ maz; rızk maaşını hatadan dolayı kesmez. [Ey görünmiyen hâzinesinden puta tapanlara, kâ­ firlere rızk maaşı veren Tanrı! Dostlarını nasıl mahrum bırakırsın, sen ki düşmanlan bile gözediyorsun.l Tannm! Sabah rüzgârı, döşemecisine: zümrüt yay­ gıları yay, demiş. Bahar bulutu, tayasına nebat kızla­ 309 rını yer beşiğinde beslemesini emretmiş. Ağaçlara Nev­ ruz hilâati (bayram elbisesi) olarak yeşil yapraktan kaftanlar giydirmiş; baharın teşrifine dal çocuklarının başlarına çiçekten taç koymuş; kamıştan çıkan su onun kudretiyle eşsiz bal olmuş; onun yetiştirmesile hurma çekirdeği koca ağaç olmuş. Kâinatın serveti, mevcudatın merhari, âlemlerin sebebi saadeti. Aleyhisselâtü vesselâm efendimiz. [Şefaatçidir. Sözü dinlenir, hükmü tutulur; p ey ­ gamberdir, cömerttir, güzel vücutludur, güler yüzlü­ dür, nübüvvet mührüyle nişanlanmıştır. Senin gibi arkası olan ümmetin duvarı için ne kaygı var? Gemicisi (Nuh) olan kimseye deniz dalga­ sından ne korku var? O, Kemalile yüksek derecelere yetişti; CemaJile ka­ ranlıkları açtı; bütün huyları güzeldir. Ona ve âline saîâvat getiriniz.] Bir hadisinde demiş ki: «Günahkâr bir kul kabul edilmek ümidile tövbe elini yüce Tanrının dergâhına kaldırsa, fakat yüce Tanrı ona bakmasa, o kul Tanrıyı tekrar çağırsa, fakat Tanrı ona yine bakmasa, o kul yine yalvararak, inliyerek Cenabı Hakkı çağırsa bu defa Cenabı Hak meleklere hitaben: — «Ey meleklerim, ben bu kuldan utandım, bunun benden başka Tanrısı yoktur. Duasını kabul ettim, is­ tediğini verdim; çünkü çok çağırmasından, inlemesin­ den mahcup oldum.» buyurur. [Tanrının keremini, lütfunu gör ki, kul günah iş­ liyor, Tann utanıyor.! Onun ululuğu kâ’besinden aynlmıyanlar (sana hakkile ibadet edemedik) diye ibadette kusur ettikle­ rini ikrar ederler. Onun cemalini, kemalini övenler Cseni hakkiyle bilmedik) cliye hayrette kaldıklarını söy­ lerler. 310 [Birisi benden Tanrının vasfını soracak olsa sö züm şu olur: Ben âşıkım; Tanrı ise bînişandır. Ne söyliyebilirim? Âşıklar maşuklar için ölmüştürler, ölüden ses çıkmaz.] Ariflerden birisi başını mürakabe yakasına çek­ miş ve münakâşefe denizinde garkolmuştur. O hâl ge­ çin de kendisine gelince dostlarından birisi: Bulundu­ ğunuz bahçeden bize ne hediye getirdiniz? dedi. O zat cevaben şöyle dedi: «Gönlümden tuttum ki gül ağacına yetiştiğim zaman eteğimi gül ile doldura­ yım, arkadaşlarıma hediye götüreyim. Vakta ki gül ağacına yetiştim, gülün kokusu beni öyle sarhoş etti ki eteğim elimden gitti.» [Bülbül! Sen aşkı pervaneden öğren. O, yanığın canı çıktı. Sesi çıkmadı. Bu sülük dâvasında olanlar onu istemesini bilmiyorlar. Hakikaten haberdar olan kimse mahvolup gitti. Ondan bir haber geri gelmedi. Ey hayalden, kıyastan, zan ve tahminden, vehim­ den işittiğimiz, okuduğumuz sözlerden yüce olan Tanı­ rı! Meclis bitti, ömür sona erdi, fakat hâlâ senin evsa­ fının bidâyetindeyiz.l İSLÂM PADİŞAHININ GÜZEL SIFATLARI (Sâdi) nin güzel adı halkın diline düşmüş, sözünün şöhreti yer yüzünü tutmuştur. Sözünü herkes şekerka­ mışı gibi çiğner, yazmış olduğu mektupları altın yap­ rak gibi taşırlar. Bütün bu hâlleri Sâdi’nin faziletine, belâgatte ke­ mâline vermemeli; belki cihanın sahibi, zaman dairesi­ nin kutbu, Süleyman'ın yerini tutan, îman ehline y ar­ dım eden, ulu padişah, büyük Atabek, yeryüzünde Tan­ rının gölgesi (Sa’d ibni Zengî) oğlu (Muzafferrüddin Ebu Bekir «Allah ondan razı olsun, onu da kendisin­ 311 den hoşnut etsin», Sadi’ye inayet gözile bakmış, onu tahsin ve takdir buyurmuş, onu gerçekten sevmiş ol­ masından dolayı, bütün havas, avam ona meyi ile mu­ habbet göstermişler. Çünkü: (Halk padişahların tut­ tuğu yolda giderler.) • [Sen bu âcize nazar buyurduğun gündenberi eser­ lerim güneşten daha meşhur oldu. Bütün ayıplar, ku­ surlar bende mevcut ise de padişahın hoş gördüğü ayıp hüner yerine geçer. Bir gün hamamda bir sevimli insan bana bir par­ ça güzel kokulu kil verdi. O kile: «Misk misin, yoksa anber misin, güzel kokundan mestoldum.» dedim. Kil cevap olarak bana şöyle dedi: Ben adî bir kil idim, fakat bir zaman gül ile arkadaş oldum, onun gü­ zel kokusu bana sindi, yoksa ben bildiğin toprak parça­ sıyım.] Îlâhî, okunan âyetler hürmetine müslümanlarm is­ tifadesi için o padişahın ömrünü uzun eyle, güzel işle­ rinin sevabmı kat kat ver. Onu sevenlerin, onun vali­ lerinin derecesini âlî kıl. Düşmanlarını, ona buğzedenleri kahret. Yarabbi, onun memleketini eminlik yap, oğlunu da muhafaza buyur. [Dünya o padişahla mes’ut olmuştur. Saadeti (oğ­ lu) Sa’d daim olsun. Tanrı nusret bayraklarile onu mansur ve muzaffer buyursun. Onun dalı, budağı sa ­ yılan oğlu da onun gibi yetişmektedir; çünkü kökü odur. Otların güzelliği tohumun güzelliğinden ileri ge­ lir.] Yüce, eşsiz Tanrı, temiz (Şiraz iklimini âdil hâ­ kimlerin heybeti, âmil âlimlerin himmetiyle kıyamete kadar selâmet ve emanette hıfz ve himaye buyursun.) [Bilmezsin ben niçin uzun zaman gurbet illerde eğlendim kaldım; çünkü - Şîraz mülhakatından (Ten312 ki Türkân) dan çıkınca gördüm ki cihan zenci saçı gi­ bi birbirine girmiştir. Vâkıa onlar da Âdem oğullan idiler, fakat kurtlar gibi kan içicilikte keskin pençeli idiler. Haricen cenkçi arslanlar gibi olan bu halk ahlâk itibariyle melek gibi güzel huylu idiler. Sonra buraya döndüğüm zaman iklimi- âsûde gördüm. Kaplanlar kaplanlık huyunu bırakmışlardı. Padişahımın zamanından evvelki zamanda ciham iğtişaş, ihtilâl, darlık ile dolu görmüştüm. Fakat padihım (Atabek Ebu Bekir bin Sa’d Zengî) nin zamanın­ da böyle emin, âsûde gördüm. Başında senin gibi Cenabı Hakkın bir gölgesi bu­ lundukça (Pars) ikliminde dehrin fitnesinden kaygı yoktur. Bugün şu uzayıp giden yer üzerinde senin eşiğin gibi halk Hakkın nzası üzere muamele edilen bir yer­ den kimse haber veremez. Sana biçârelerin hatırlannı gözetmek, bize şük retmek, âlemleri yaratan Tannya da güzel mükâfatlar vermek yaraşır. Tanrım! Toprak, rüzgâr durdukça (Pars) toprağını fitne yelinden sen sakla. 1 KİTABIN TELİFİNİN SEBEBİ Bir gece, geçen günlerimi düşünüyor, telef olan ömrüme acıyıp, gönül sarayının taşını gözyaşımm elmasile deliyor, hâlime münasip olan şu beyitleri söy­ lüyordum: [Her nefeste ömrümden bir nefes eksiliyor. E tra­ fıma bakıyorum, kimseler kalmamış. Be adam, elli yaş yaşadın, hâlâ uykudasın. Bu kalan beş gününün mü kıymetini idrâk edeceksin? Hayatını boşuna geçirip iş görmiyen, göç davulu çaldığı hâlde yükünü hazırlamıyan kimse utanacaktır. Göç sabahının tatlı uykusu 313 zavallı piyadeyi yoldan alıkoyar. Bu dünyaya her ge­ len bir bina kurdu; ölünce başkasına bıraktı. Yerine ge­ len de onun gibi kuruntuya kapıldı. O da öldü. Binayı kimse başa getirmedi. Bakası olmıy&n dostu (dünyayı) dost tutma, bu gaddar, dost edinmeğe yaramaz. M a­ demki iyi, kötü herkes ölecektir o halde, bahtiyar, iyi­ lik topunu çelen kimsedir. Azığını kabrine kendin gön­ der; senden sonra kimse gönderemez. Sen önden gön­ der. Ömür, temmuz güneşine maruz kalan kardır. Bu k ar erimiş, pek az kalmış. Halbuki efendinin işten ha­ beri yok; hâlâ gurur içinde aldanıp duruyor. Ey paza­ ra eli boş giden kimse! Korkanm ki mendilini dolu ge­ tiremezsin. Ekinini yeşil iken yiyen adam harman za­ manında ancak başakçılık yapar. Sâdi’nin nasihatini can kulağiyle dinle: Yol budur, mert ol, bu yoldan yü­ rü.] Bu mânâyı düşündükten sonra onu münasip gör­ düm ki çekileyim, bir köşeye oturayım: görüşmek, ko­ nuşmaktan eteğimi çekeyim. Perişan sözlerden defteri yıkayayım; bundan sonra da perişan söylemiyeyim. [Dili kesilmiş bir dilsiz yahut sağır olarak bir kö­ şede oturan kimse dili kendi hükmünde olmıyan (dili­ ni idare edemiyen) kimseden daha iyidir.] Fikrimi tatbike başladım. O vakte kadar ki, gam mafhesinde yoldaşım, keder hücresinde arkadaşım olan bir zat her zaman olduğu gibi kapıdan içeri girdi; birçok şakraklık gösterdi, şakalaşmak istedi. Cevap vermedim, başımı ibadet dizinden kaldır madım. Murakabeye devam ettim. O zat hâlimden incindi, dargın dargın baktı. Dedi k i: [Kardeş, bugün söz söylemek mümkün iken söyle. Tatlı tatlı konuş; çünkü yarın ecel habercisi gelince ç a ­ resiz olarak dilini çekerek, susacaksın. 1 314 Mensuplarımdan birisi, onu işten haberdar etti. «Sâdi azmü cezmetmiş. Bundan sonra sağ oldukça itikâfta yaşar gibi yaşıyacak, kimse ile konuşmıyacak. Sen de böyle yaşıyabilirsen başının çaresine bak, halk­ tan uzak ol» dedi. Buna cevap olarak arkadaşım: «Tan­ rının büyüklüğüne, kadîm olan arkadaşlığıma yemin ederim ki, dedi, (Sâdi) benimle alıştığımız veçhile tatlı tatlı konuşmadıkça buradan çıkmam ve rahat huzur bulmam. Dostlan incitmek cehildir. Şayet yemin etmiş ise kefaret vermek kolay iştir. Hem de Ali’nin Zülfikan kında, Sâdi’nin dili damağında durması doğru yolun hilâfına, ve ukalânın reylerinin aksindedir.» [Ey akıllı zat, ağız içindeki dil nedir? Hüner sahi­ binin hanesinin anahtandır. Bir dükkânın kapısı ka­ palı olunca o dükkânın sahibi cevahirci midir, yoksa çerçi midir bilinemez. Ukalâ katında sükût etmeli ise de, lüzumu takdi­ rinde söylemek gerekir. İki şey akıl hafifliğine delâlet eder: Söyliyecek yerde susmak, susacak yerde söyle mek.l Hülâsa o zat, uygun arkadaşım, sâdık dostum ol­ duğu cihetle onunla konuşmamayı, yüzümü, onun musahabetinden çevirmeyi insaniyete muvafık görme­ dim. [Kavga etmek istediğin zaman öyle birisiyle yap ki, ne ona ihtiyacın ne de ondan korkun olsun. 1 Çaresiz olarak konuştuk ve geze geze şehirden dı­ şarı çıktık. Mevsim ilkbahar idi. Soğuğun şiddeti din­ miş, gülün devletinin zamanı erişmiş idi. [Ağaçların üzerindeki yapraktan gömlekler bahti­ y ar insanlann bayramlık elbiseleri gibi idi. Celâleddin Melikşah tarihince ilkbaharın ikinci ayı nisanm iptidalan idi. Dalların minberlerinde bülbüller hutbeler okuyordu. Kızıl gül üzerine çiğlerden inciler 315 düşmüştü. Bunlar öfkelenmiş bir dilberin yanağındaki ter tanelerini andırıyordu. I O gece dostlar ile bir bahçede geceledik. Bulundu­ ğumuz yer gönül açıcı, hoş bir yer idi. Baktıkça gönül çeken ağaçların dallan birbirile sarmaş dolaş olmuş­ tu. Geceleyin zemine baksan sanırdın ki billur taneleri saçılmış, göğe baksan sanırdım ki Ülker yıldızı top kan­ dil olmuş, asılmış. [Bir bahçe ki içinde âbi hayata benzer soğuk ve tatlı sular akıyor. Büyük ağaçların üstündeki kuşlar mevzun ötüyor. Bahçenin zemini renk renk lâlelerle dolu, ağaçlann üzeri meyva olacak türlü çiçeklerle do­ nanmış. Ağaç altlarına bakacak olursan görürsün ki bâdi sâbâ onlara bukalemun renkli halılar yaymış. 1 Sabah olunca gitmeğe karar verdik. Baktım ki dos­ tum eteğini gül, reyhan, sümbül ve ispergam ile dol­ durmuş, şehre götürmek niyetinde. Dedim ki: Bilirsin ki gülün ömrü az olur. Çok sürmez bu gülistan bozu­ lur, ne gül kalır, ne gülistan kalır. Hükema, gelip geçi­ ci şeylere gönül bağlamayın, demişler. Dostum dedi ki: «Pekâlâ, o halde ne yapalım?» Ben: «Gülistan adlı bir kitap yazmak istiyorum, okuyanlann gözleri sevinsin, içleri açılsın. Sonbahar rüzgân onun yaprağına ilişmesin. Feleğin dönüşü, onun baharını hazana çevirmesin.» dedim. [Bir deste gül ne işine yarar, onun yerine gel be­ nim gülistanımdan bir yaprak al. Gül, ancak beş altı gün yaşar. Bu gülistan daima ter-ü tazedurur, solmak bilmez.] Ben bu sözü söyleyince dostum eteğine doldurmuş, olduğu gülleri döktü, eteğime yapıştı. «Haydi bakayım kişizade verdiği sözü yerine getirir» dedi. Ben de «Peki» dedim. Yazm ağa başladım. Hemen 316 o gün güzel geçinmek, yoliyle konuşmak hakkında bir iki bap yazdım ve beyaz ettim. Yazıda öyle bir üslûp kullandım ki konuşanların işine gelir; münşilere de belagat öğretir. Sözü uzatmıyalım, gül faslı bitmeden, dallar üze­ rinde hâlâ güller gülerken, Mennan olan Tanrının yardımile Gülistan kitabı bitti. Bitti dedim fakat hakikatte bitmedi. Belki ne za­ man Padişah-ı âlem, Şehinşah-ı muazzam, milletlerin efendisi, Arap, Acem padişahlarının Şâhı, denizin, ka­ ranın Sultanı, büyük Atabek Muzafferüddin Ebu Be­ kir bin Sa’d ibni Zengî’nin oğlu, cihânm penâhı, Allah’­ ın gölgesi, Cenabı Hakkın lûtfunun ziyası, zamânm şahiresi, eman merkezim Allah tarafından düşman üzeri­ ne mansur, kahir devletin bazısı, parlak dinin çerağı, Süleyman mülkünün vârisi (Sa’d) şâhâne lütfederek göz ucile bakarsa ikbâlini daim etsin. Arzularını dai­ ma hayrat ve hasenâta müteveccih bulundursun. [Şehzadenin şâhâne iltifatı kitabımı süsleyecek olursa kitabım Çin nigârhânesi ve (Nakkaş Erjenk) in âsan gibi olur. Um anm ki Şehzade bu kitabımı mütaleadan sıkılmıyacaktır: çünkü meşhur sözdür. Gülis­ tan sıkıntı yeri değildir, bâhusus ki onun kuvvetli di­ bacesi (Sa’d ibni Zengî) oğlu (Ebu Bekir) in mübârek namınadır. EMÎR-Î KEBÎR (EBÎ NASIR) OĞLU (FAHREDDİN) İN EVSAFI Arzusu fikrim olan bu eser güzellikten bibehre ol­ duğu cihetle bana başını aşağı etmiş, yukan tutamıyor. Yeis ile gözünün ayağının üstüne dikmiş kaldıramı­ yor’ Âşıkların arasına katılıp da arzı endam edemiyor. Meğer âlim, âmil, müeyyet, muzaffer, mansur; garip­ 317 lerin ilticagâhi; fudalâyı besliyen, himaye eden, âbitleri seven, (Fars) ahalisinin iftiharı, saltanatın sağ eli, din ve devletin fahri, İslâm ve müslümanlann yardımcısı; meliklerin; sultanların itimatgâhı, emîri kebîr (Ebu Be­ kir ibni Ebu Nâsır) bu eseri kabul ile esere ziynet ve­ recek olursa o zaman eserim de kendisini gösterecek­ tir. Tanrı onun ömrünü uzun etsin, kadrini, şerefini arttırsın; gönlünü ferahlatsın; mükâfatını iki misli et­ sin. Zira o, cihan büyüklerinin memduhu ve mekârimi, ahlâkın mecmağıdır. . [Her kim onun sâyei inayetine girecek olursa, gü­ nahı tâat telâkki edilir ve düşmanı derhal dost olur.l Bütün bendelerin, mensupların onun zatına karşı muayyen bir hizmeti vardır. Eğer o hizmetin edasında azıcık tenbellik, gevşeklik gösterecek olurlarsa huzu­ ra celbedilir ve itaba uğrarlar. Bundan yalnız derviş takımı müstesnadırlar. On­ ların da vazifeleri, görülen iyiliklere teşekkür etmek, büyüklerini hürmetle yâdetmek, onlara hayırlı dualar­ da bulunmaktır. Dervişlerin bu hizmetleri huzurda ol­ mayıp gizli bir surette cereyan eder ve bu hizmetin gıyabî olması daha muvafıktır; çünkü huzurda yapı­ lacak olsa tasannu olur, riyâ olur. Gıyabî olduğu su­ rette ise tekellüften uzak olur ve Allah bu duaları ka­ bul eder. îşte bundan dolayıdır ki dervişler itaba uğ­ ramazlar. [Zaman annesi senin gibi bir çocuk doğurunca fe­ leğin iki kat olmuş beli sevincinden doğruldu. Cihanı yaratan Cenabı Hakkın, halkın işini görmek için kabi­ liyetli bir kul yaratması, işleri onun eline vermesi bü­ yük bir lûtuftur. Hikmet de bunu icap eder. Her kim iyi ad ile yaşarsa ebedî hayat budur; çünkü vefatından sonra hayr ile yâdedilmiş, kendi adını daima yaşatmış olur. Ey büyük emîr! Fazilet ehli olanlar, seni ister met­ 318 hetsinler, ister etmesinler güzel olarak yaratılmış bir yüz süs için m eşşataya (yüz yazıcıya) muhtaç olma­ dığı gibi sen de kimsenin methine muhtaç değilsin.] HİZMETTE KUSURDAN DOLAYI İTİZAR VE UZLET İHTİYAR ETMENİN SEBEBİ Efendim, dergâhına hizmet için devam edemediği­ min sebebini (Büzürmihr) in bir söziyle arzetmek is­ terim: Hint hükemâsmdan bir taife (Büzürcmihr) in fazi­ letine dair konuşuyorlardı. Neticede onun için bir ku­ sur buldular. Dediler ki: «Çok ağır söz söylermiş, çok düşünür, karşısındaki dinleyiciler, o, sözü bitirinceye kadar çok beklerlermiş...» (Büzürcmihr), aleyhinde söylenen bu sözü işitince cevap vermiş ve: «Ne söyliyeyim diye düşünmek, niçin söyledim diye pişman olmaktan daha iyidir» demiştir. [İyi yetiştirilmiş, eski ihtiyar ve söz bilen kimse iptida düşünür, sonra söyler. Düşünmeden söze başla­ ma. İyi söyle. Geç söylersen beis yoktur. Düşün, sonra söyle. Başkalan seni susturmadan sen susmasını bil. İnsanın hayvanlardan efdâl olması nutku sebebiyledir. Fakat eğer doğru söylemezsen hayvan senden efdâl olur.] Hele ariflerin mecmaı, mütebahhir âlimlerin m er­ kezi olan efendimin divanında ona' mensup büyük zat­ ların karşılarında söz söylemeğe cesaret edersem h a­ yâsızlık etmiş ve pek değersiz olan sermayemi aziz haz­ retlerinin huzüruna getirmiş olurum. Çünkü cevahir­ ciler çarşısında boncuk bir arpa getirmez. Güneşin kar­ şısında mum ışık'vermez. Yüksek minare Elvend dağı­ nın eteğinde alçak kalır. [Her kim benlik ile kafa tutarsa düşmanlar her ta­ 319 raftan ona koşarlar. Sâdi, âciz, azadedir. Âciz ile kini­ me cenge gelmez. İptida fikir, sonra söz, İptida temel, sonra duvar. Ben nahiİçiyim, fakat bahçede değil. Ben güzelim, fakat Ken’an’da değil.] Lokman hekime: «Hikmeti kimden öğrendin?» de­ mişler. Cevap olarak: «Körlerden öğrendim; çünkü bir yeri değnekleriyle yoklayı piyice anlamayınca ayak atmaz­ lar» demişti. Girmeden evvel çıkmayı düşün. Erkekliğini dene, sonra evlen, evine bir kız getirip de sonra fedyâda baş­ lama. [Vâkıâ horoz kavgada çeviktir, fakat tunç pençeli doğanın önünde yaşıyamaz. Kedi fareyi tutmada arslandır, fakat kaplan ile cenge girerse fare olur.] Bendelerinin ayıplarına göz yuman, küçüklerin ka­ bahatlerini ifşaya çalışmıyan, büyüklerin ahlâklarının büyüklüğüne itimat ile bu kitaba, nevâdiri âsar, hikâ­ yeler, eş’ar, geçmiş padişahların siretlerinden m uhta­ sar surette birkaç kelime dercettik ve kıymetli ömrün bir parçasını buna harcettik. İşte (Gülistan) kitabının tasnifine sebep buolmuştur. Tevfik Allah’tandır. [Toprağa inkılâp eden vücudumuzun her zerresi ■dağılıp bir yere düştüğü hâlde bu nazım, bu tertip yıl­ larca kalacaktır. Bu kitabı bizden sonra bir nakış, bir iz, kalsın diye yazdık, çünkü varlık bâki değildir. Umarım ki hulûsukalb sahibi bir insan bizim gibi dervişlere «Allah rahmet etsin» diye duada buluna. Kitapların tertibinde, bapların tanziminde sözü m uhtasar ^söylemek münasip görüldü. Bundan dolay] bu güzel ağaçların dallan, birbirine uzanan bu bahçe 320 cennet gibi sekiz bap üzere muhtasar olarak tertip edildi; çünkü fazla olsaydı usanç verirdi. Birinci bap, padişahların güzel âdetlerinden, ikinci bap dervişlerin ahlâkından, üçüncü bap kanaatin fazi­ letinden, dördüncü bap sükûtun, faydalarından, beşin­ ci bap gençlikten, aşktan, altıncı bap ihtiyarlıktan, hâl­ sizlikten, yedinci bap terbiyenin tesirinden, sekizinci bap sohbetin âdâbmdan bâhistir. 321 PADİŞAHLARIN ÂDETLERİ HAKKINDADIR HİKÂYE İşittim ki bir padişah bir masumun öldürülmesMi emretmiş. Zavallı canından ümidi kesince kendi diliyle padi­ şaha sövmeğe, hakkında fena sözler söylemeğe başla­ mış. Çünkü hükemâ: «Her kim canından el yursa gön­ lünde olanı söyler.» demişler. [Zaruret vaktinde kaçmıya imkân kalmayınca el keskin kılmcın ucunu tutar. Mağlûp kedi köpeğe hü­ cum ettiği gibi insan da ye’se düşünce ağzına geleni söyler. 1 Padişah, esirin söylendiğini görünce sormuş: «Bu ne söylüyor?» İyi huylu vezirlerden birisi: «Cennet, öfkesini tu­ tanlar, Suçlunun suçundan geçenler için hazırlanmış­ tır.» demiş. Bu söz üzerine padişah acımış, onun kanı­ nın sevdasından vazgeçmiş, Caffetmiş). Birinci vezirin zıddı başka bir vezir, işe karışmış ve: «Bizim gibilere padişah huzurunda yalan söylemek yakışmaz. Padişahım, o size sövdü, fena sözler söyle­ di.» demiş. Bu ikinci vezirin sözünden padişahın canı sıkılmış ve: «Bana onun yalanı senin doğru sözünden daha makbul geldi, demiş, çünkü onun sözü iyiliğe müte­ veccih idi: seninki ise kötülüğe mebnidir.» 322 Hufcemâ: «İş bitiren yalan; fitne koparan doğrudan iyidir.» demişler. IHer kim ki padişah onun sözünü dinler; dediği­ ni yaparsa o adam iyilikten başka bir şey söylemesin. Söyliyecek olursa ona yazıklar olsun. Feridun sofasının (salonunun) duvarında şu maz­ munda beyitler yazılmıştı: «Kardeş, dünya kimseye kalmaz. Gönlünü cihanı yaratan Tanrıya bağla işte okadar. Dünya mülküne itimat etme. Çünkü dünya senin gibi çok kimseyi bes­ lemiş; sonunda öldürmüştür. Mademki pâk olan can çıkıp gidecektir, ha taht üzerinde ölmüşsün, ha toprak üzerinde..»] HİKÂYE Horasan padişahlarından birisi (Sebüktekin) in oğlu (Sultan Mahmut Gaznev) yi vefatmdan yüz sene sonra rüyada, tekmil vücudu dökülmüş, toprak olmuş, yalnız gözleri gözevinde dönüyor ve bakıyor bir hâlde görmüş. Yekmil hükemâ bu rüyanın tâbirinden âciz kal­ mışlar. Yalnız bir derviş padişaha arzı tazimat ettik­ ten sonra tâbir edip demiş ki: Gözleri hâlâ bakıyor, çün­ kü mülkü başkalarının elindedir. Hasret çekiyor, mül­ küm ne oldu, kimlerin elindedir, diye bakıyor. [Nice adlı sanlı kimseleri toprağın altına gömmüş­ ler. Bugün, onların varlığından yer üzerinde bir nişan kalmamıştır. O zayıf, nahif ihtiyarı (Sultan Mahmud’u) toprak altına teslim ettiler. Toprakonu öyle yedi ki ondan kemik bile kalmadı. (Nuşirevan) öldü­ ğü ve çok zaman geçtiği hâlde adaleti sebebiyle müba­ rek adı diridir. Arkadaş «filân öldü» diye tellâllar nidâ etmeden iyilik yap ve ömrü ganimet bil.] 323 HİKÂYE İşittim ki bir padişahın şehzadelerinden birisi kısa boylu, gösterişsiz imiş. Öbür kardeşleri ise uzun boylu, güzel yüzlü imişler. Bir gün padişah o kısa boylu oğluna onu beğen­ mediğini sezdiren manâlı bir bakışla bakmış. Zeki şeh­ zade işi anlamış. Babasına lâzım gelen hürmeti ifadan sonra şöyle demiş: — Şah baba! Akıllı kısa, câhil uzundan daha iyi­ dir. Boyca her büyük (boyu uzun) olanın kıymette da­ ha iyi olması lâzım gelmez. Koyun pâktir; fil murdar­ dır. [Yer üzerindeki dağların en küçüğü Tur’dur; fa­ kat Cenabı Hakkın indinde kadir ve mertebece diğer dağlardan daha büyüktür. İşittin mi, bir gün bir zayıf âlim bir şişman ahm a­ ğa şunu demiş: Arap atı zayıf ise de bir tavlı eşekten daha iyidir. 1 Şehzadenin sözüne babası gülmüş, devlet erkânı beğenmişler, fakat kardeşleri yürekten incinmişler. [Bir insan söz söylemedikçe ayıbı, hüneri gizli olur. Her ormanı boş sanma; içinde bir kaplanın uyu­ muş olması pek mümkündür.! İşittim ki o sırada çetin bir düşman padişaha yüz göstermiş, harp ilân etmiş. İki ordu karşı karşıya gel­ mişler. Meydanda ilk evvel atını oynatan o şehzade ol­ muş ve — düşmana hitaben — şöylew demiş: [Ben o kimse değilim ki cenk gününde arkamı görmüş olasın. Kanlı toprak arasında bir baş görür­ sen işte bu benim, (yani başımı verir, dönmem.) Harbe giren kendi kaniyle oynar. Kaçacak olursa ordunun kaniyle oynamış olur.l Şehzade bunu söyledikten sonra düşman askeri­ 324 ne hücum etmiş. îşe y arar yiğitlerden birkaçını öldür­ müş. Sonra dönüp babasmın huzuruna gelerek yer öp­ müş ve: [— Muhterem baba, demiş, şahsım sana hakir gö­ rünmüştü. Sakın şişmanlığı hüner saymıyasm. Muha­ rebe meydanında da ince belli Arap atı işe yarar, be­ sili öküz bir şey yapamaz. 1 Nakletmişler ki, düşman çok, bunlar az imişler. As­ kerin bir kısmı kaçmak istemiş. Şehzade: «Yiğitler, çalışın, tâ ki kadmlar elbisesi giymiyesiniz!» diye hay­ kırmış. Şehzadenin bu sözü üzerine süvarilerin hiddeti, şiddeti artıp bir uğurdan hamle etmişler. İşittim ki hemen o gün içinde düşmanı mağlûp et­ mişler. Bunun üzerine padişah şehzadenin başını, gözünü öpmüş, onu kucaklamış. Ona karşı hüsnü nazarını her gün biraz daha arttırmış. Nihayet onu veliaht yapmış. Kardeşleri kıskanmışlar, yemeğine zehir koymuş­ lar. Çardaktan bu suikasdi gören kızkardeşi pencere­ nin kanatlarını birbirine vurmuş. Zeki çocuk işi anlıyarak yemekten elini çekmiş ve: «Hünerliler olsun de hünersizler onlann yerlerini tut­ sunlar, bu olmıyacak bir iş» demiş. [Dünyada hüma kuşu kalmasa dahi baykuşun göl­ gesi altına kimse gelmez.] îşi padişaha, duyurmuşlar. Padişah diğer oğulları­ nı çağırtıp, lâzım geldiği surette cezalandırmış. Sonra memleketi çocukları arasında taksim etmiş, her birine memnun olacak bir parçayı vermiş. Bu suretle fitne yatışmış. Münazaa kalkmış. Zira hükemâ demişler ki: «On derviş bir kilimde uyurlar, iki pâdişâh bir iklime sığamaz.» 325 [Allah adamı, bir ekmeğin yansını yerse, yansını fakirlere verir. Bir padişah yedi iklime mâlik içen, diğer iklimi de zaptetmek arzusunda bulunur. 1 HİKÂYE Bir takım arap haramileri bir dağ başında yerleş­ miş, kervanın yolunu kapatmışlardı. O civardaki memleketlerin ahalisi onlann hilele­ rinden korkmuş, üzerlerine giden hükümet askeri de yenilmiş idi. Çünkü sarp, varılması müşkül bir dağ başını ele geçirmişler ve orasını kale gibi kendilerine sığmak edinmişlerdi. O taraflardaki memleketlerin du­ rendiş büyükleri bunlann mazarratını def için istişare yaptılar ve «Bu taife bu hâl üzere biraz daha kalırsa artık onlar ile başa çıkılmaz» dediler. [Yeni kök salan bir ağacı bir adam zorlarca yerin­ den çıkarabilir; fakat o ağacı bir zaman hâli üzere bı­ rakırsan birçok pehlivanlar getirsen dahi onu kökün­ den koparamazsın. Pınar başını bel ile kapatmak müm­ kündür. Su çoğalınca, fil ile dahi geçilemez.! İstişare neticesinde bir gözcü gönderip fırsatı gö­ zetmeğe karar verdiler. Gözcü bunlan gözetliyordu; nihayet bir gün bun­ lar bir kavmin üzerine sürmüş, gitmiş ve yerleri boş kalmıştı. Gözcü geldi, haber verdi. Derhal bir takım başından işler geçmiş, cenklerde bulunmuş yiğitler gönderdiler. Bu yiğitler dağdaki hendeklerde saklan­ dılar. Nihayet gece oldu, hırsızlar döndüler, uzak yer­ lere gitmişler, ganimet getirmişlerdi. Silâhlannı çıkar­ dılar. Ganimet eşyasını bir tarafa koydular. Bunlann başma ilk hücum eden düşman, uyku idi. [Çörek şeklindeki güneş batmış, karanlığa girmiş­ ti. Sanki Yunus peygamberi balık yutmuştu.] 326 Gece, üç saat kadar bir zaman geçince yiğitler pu­ sudan çıktılar, onlann ellerini arkalanna bağladılar. Sabah vakti padişahın huzuruna getirdiler. Padişah bunlan görünce hepsinin katline ferman buyurdu. Nasılsa bunların aralarında henüz gençliğin ilk çağlarında bir delikanlı vardı. Henüz başlıyan gençli­ ğinin meyvası yeni yetişmişti. Yanağı bahçesinin ye­ şilliği iyeni bitmişti. Vezirlerden birisi padişahın tahtmın ayağmı öptü, şefaat yüzünü yere koydu ve: «Bu çocuk hayat bahçe­ sinden henüz meyva vermemiş, yeni başlıyan gençliğindenbir fayda görmemiştir. Onun kanını bağışlamak­ la. bendelerinin minnettar buyurulmasını efendimin kerem ahlâkından rica ederim.» dedi. Padişah bu sözden yüzünü ekşitti, bu söz onun yü­ ce reyine muvafık gelmedi ve şöyle dedi: [«Soysuz kimse iyilerin terbiyesini alamaz. Kabili­ yetsiz kimseyi terbiyeye çalışmak kubbe üzerinde ce­ viz durdurmak gibidir.»] Bunların çoluk çocuklarını, kavim ve kabilesini kesmek daha mâkûl; köklerini, temellerini kazımak, çı­ karmak daha iyidir; çünkü ateşi söndürüp korunu bı­ rakmak, yılanı öldürüp yavrusunu muhafaza etmek akıllıların işi değildir. [Bulutlar âbı hayat yağdırsâ dahi söğüt dalmdan asla meyva yiyemezsin. Soysuz kimse ile vaktini geçir­ me; çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.] Vezir, bu sözü dinledi, ister istemez beğendi; pa­ dişahın güzel reyini takdir ile hakikaten böyledir diye tasdik etti ve: «Allah mülkünü daim etsin, padişahın buyurduğu mahzı hakikattir», dedi. Ancak eğer bu ço­ cuğun o kötülerle arkadaşlığı devam etseydi onlann terbiyelerini alacak ve onlardan birisi olacak idi. 327 Halbuki o henüz çocuk denecek kadar gençtir. O güruhun isyan ve tuğyanından ibaret huylan onun ta­ biatında henüz yerleşmemiştir. Ümit ederim ki iyilerle bir arada bulunarak güzel bir terbiye alır ve akıllı insanlann ahlâkını benimser. Peygamberimizin bir hadisinde: (Ne kadar doğan çocuk varsa müslüman yaratılışı ile doğar; fakat ebe­ veyni onu hali fıtrîde bırakmıyarak. Yahudi, Nasranî veya Mecûsî yaparlar buyurmuştur. [Hazreti Lût’un zevcesi (Musahhah nüshada: Nuhun oğlu) kötülerle arkadaş olduğu için hanedanı nü­ büvvetten olmak şerefini kaybetti. Halbuki Ashabı Kehfin köpehi birkaç gün iyilerin arkasına düştü, insan şerefi kazandı.» 1 Vezir bunu söyledi ve padişahın nedimlerinden bir takımı da şefaat hususunda ona yardım ettiler. Nihayet padişah, doğru bulmadımama hadi af­ fettim, dedi ve sözüne şöyle devam etti: [Bilirmisin Zalkahraman Rüsteme ne dedi? Dedi ki: «Düşmanı ehemmiyetsiz, âciz saymak doğru değil dir; çünkü çok gördük ki küçük bir kaynağın suyu çoğaldıkça deveyi yüküyle beraber almış götürmüş­ tür».! Hülâsa vezir çocuğu aldı, evine götürdü. Naz ve nimetle besledi, terbiyesi için edip bir üstad tâyin etti. Ona, güzel konuşmayı, güzel cevap vermeyi, padişa­ hın huzurunda bilinmesi lâzım gelen her türlü âdabı öğrettiler. Çocuk pek iyi yetişti ve herkes artık onu çok beğeniyordu. Bir gün vezir padişahın huzurunda çocuğun ah­ lâkından, evsafından biraz bahs ile: «Akıllı insanların terbiyesi ona tesir etmiş, eski cehaleti tabiatinden zail olmuştur» dedi. Padişah bu sözü işitince gülümsedi ve şöyle dedi: 328 [«Kurt yavrusu, insanlar arasında büyüse de, so­ nunda kurt olur(l)»I Bunun üzerine bir iki yıl geçti-oğlan büyüdü-mahalle çapkınlarından bir takımları o hırsız oğlana ya­ naştılar. Onunla arkadaşlığa karar verdiler. Oğlan bir fırsat düşürdü, veziri iki oğlu ile birlik­ te öldürdü. Bitmez, tükenmez parayı, malı kaldırdı, hırsızlar mağrasmda babasının yerine geçti, oturdu; âsi oldu. Padişah bu vak’ayı işitince hayretinden ellerini dişleriyle ısırdı, şöyle dedi: [İnsan kötü demirden nasıl iyi kılıç yapar? Ey Akıllı zat bilmiş ol ki alçak kimse terbiye ile adam ol­ maz. Misâl istersen yağm ura bak ki, yağmurun tabi­ atı lâtif, temiz olduğundan ihtilâf yoktur; böyle ol­ makla beraber, yağan yağmurun tesiriyle bahçede lâle, çorak yerde çerçöp biter. Çorakyer sümbül bitirmez. Boş yere orada ümit tohumu ekip zayi etme. Kötülere iyilik etmek iyilere kötülük etmek gibidir.] HİKÂYE (Sultan Oğulmış) m sarayının kapısında bir ça­ vuş oğlunu gördüm. Aklı, zekâsı, anlayışı, sezişi ne ka­ dar methedilse ondan ziyade idi. Hem de oküçük ça­ ğında alnında büyüklük âsan göründü. [Akıl ve zekâsından dolayı başının üstünde bü­ yüklük yıldızı parladı.] Hülâsa o çocuk padişahın hüsnü nazarına mazhar oldu,çünkü surette cemali, hakikatte kemali var idi. Hükema şöyle demişlerdir: (1) Gürk zade akıbet gürk şeved. 32» Zenginlik hüner iledir, mal ile değil, büyüklük akıl iledir yaş ile değil. Akran ve emsali o çocuğu kıskandılar, onu bir hiyanet ile itham ettiler, idam edilmesi için boş yere ç a ­ lıştılar. iDost, dostu hakikaten severse düşman ne yapa­ bilir?] Padişah çocuğa sordu: «Bunların sana düşman ol­ m alarına sebep nedendir?» Çocuk cevaben: «Sâyei devletinizde herkesi mem­ nun ettim; fakat hasudu memnun edemiyorum! Çün­ kü o ancak benim saadetimin ve efendimin ikbâl ve devletinin zevâliyle memnun olur» dedi. [Kimsenin gönlünü incitmemek, elimden gelir; fa­ kat hasuda ne yapayım ki, o kendiliğinden ıstırap için­ dedir. Hey hasud sana diyorum, sen öl ki kurtulasın; •çünkü haset öyle bir hastalıktır ki ölümden başka bir şeyle ondan kurtulmak mümkün değildir. Bedbahtlar, bahtiyarların saadetinin, mevkiinin zevâlini arzu ederler. Y arasa gözlü kimse gündüz gör-, mezse güneşin ne günahı var? Doğrusunu ister misin, güneşin kararmasından ise bin öyle gözün kör olma­ sı daha iyidir.] HİKÂYE Hikâye edereler ki bir Acem Şahı halkın malını gasbederdi. Ahaliye eza ve cefaya başlamıştı. Bu zu­ lüm o dereceye vardı ki nihayet birçoğun onun zulmü­ nün fenalıklarından öteye, beriye dağıldılar, onun çevrinin şiddetinden gurbet yollarını tuttular. Halk azalınca memleketin şevketi de azaldı; hazine boş kal­ dı. Düşmanlar her taraftan zorladılar. 330 İHer kim musibet gününde feryadına yetişecek bir kimse istiyorsa sen ona: «Arkadaş, selâmet günle­ rinde cömertliğe çalış.» de. P ara ile alınmış kulağı hal­ kalı köleyi okşamazsan kaçar gider. Sen lütfet, lütfet ki yabancılar senin kulağı halkalı kölen olsunlar.] Bir gün o padişahın meclisinde (Şehnâme) kitabını okuyorlardı. Okudukları bahis Dahhâk’in saltanatının zevali ve Feridun’un saltanata nâil olması hakkında idi. Vezir padişaha sordu: «Feridun’un hâzinesi, malı, mülkü, kölesi, kullan, uşaklan, başında, dam lan yok iken nasü oldu da padişah oldu?» Padişah cevap verdi: «îşitmişsindir bir takım halk ona hararetle taraftar oldular, başına toplandılar, onu kuvvetlendirdiler. Böylece padişah oldu.» Bunun üzerine vezir: «Madem ki halkın toplanma­ sı padişahlığa sebep oluyormuş, o halde sen niçin halkı dağıtıyor, perişan ediyorsun, yoksa sen padişah olmak istemiyor musun?» dedi. [Askeri can ile beslemek lâzımdır. Çünkü sultan, asker sayesinde hüküm sürer. 1 Padişah: «Dağılan asker ve ahalinin toplanması için ne yapmak lâzımdır?» diye sordu. Vezir cevap verdi: «Padişah kerim olmalıdır, tâ ki halk onun etrafında toplansın. Merhametli olmalıdır ki herkes onun sayesinde emin, müsterih olarak yaşasın. Sende ise ikisi de yoktur.» IZalim insan padişahlık edemez; nas;l ki kurt ço­ banlık yapmaz. Zulüm temelini atan padişah kendi salnatatı duvarının temellerini kazmış olur.] Nasihatçı vezirin sözleri padişahın tab’m a hoş gel­ medi: «Bağlayın şunu» dedi. Veziri zindana yolladı. Çok geçmeden padişahın amcası oğullan saltanat dâ­ vasına kalkıştılar ve ordu tertip ederek babalannm mülkünü istediler. 331 Padişahın zulmünden bıkarak şuraya buraya da­ ğılmış olan ahali öbür tarafa geçtiler; oraya kuvvet verdiler. Nihayet saltanat padişahın elinden çıktı. Di­ ğerlerine geçti. [Bir padişah ahaliye zulmederse dostu bile felâket gününde onun kuvvetli düşmanı olur. Sen halk ile hoş geçin ve düşmanının çenginden korkma; çünkü âdil bir padişah için ahalisinin hepsi askerdir.] HİKÂYE Bir padişah, acemi bir köle ile gemiye binmişti. Köle deniz görmemiş, geminin mihnetini tecrübe et­ memiş idi. Ağlamıya, inlemiye başladı: Tirtir titriyordu. Onu avutmak için çok uğraştılar, bir türlü sakinleşe­ miyordu. Padişahın keyfi kaçtı. Herkes âciz bir vazi­ yette iken gemide bulunan bar hâkim padişahın huzu­ runa çıktı: «Müsaade buyurursanız ben onu susturu rum» dedi. Hâkim emretti, köleyi denize attılar. Köle birkaç kere suya battı çıktı, sonra saçından yakaladılar, onu gemiden tarafa çektiler. Köle gemiye yaklaşınca iki eliyle geminin dümeni­ ne asıldı; oradan gemiye çıktı. Bir köşede uslu uslu oturdu. Hâkimin yaptığı iş padişahı hayrete düşürdü. «Bu işte hikmet, nedir?» diye ona sordu. Hâkim cevap verdi: «Köle evvelce suya batmayı tat. Huzur ve saadet de böyledir, bir felâkete duçar olmıyan kimse onun kıymetini bilemez.» [Ey tok kimse! Sana arpa ekmeği hoş görünme? Halbuki sence çirkin olan o arpa ekmeği benim sevdiğimdir. Cennet Hürilerine (Araf) cehennemdir. Fakat, 332 cehennem halkına soracak olsan âraf için cennettir derler. Birisi var yârini sinesine sarmış; birisi var acaba yâr gelir mi diye gözlerini kapıya dikmiş. Bu ikisi a ra ­ sında ne kadar büyük fark varil (Hürmüz Tâcdâr) a : «Babanın vezirlerinden ne fenalık gördün ki, hepsini bağlattın, zindana gönder­ din?» dediler. Cevap verdi: «Hapsi mucip olacak bir fenalık gör­ medim; fakat baktım ki, benden son derece korkuyor­ lar ve kendilerine karşı verdiğim söze kat’iyyen itimat etmiyorlar; kendi zararlarından korkarak canıma kas­ tederler diye korktum ve bu bapta hükemânm sözüyle amel ettim. Hükemâ şöyle demişler: [Ey akıllı kimse, birisi senden korkuyorsa sen onun gibi yüz kişiyle cenk edip başa çıkacak kudrette olsan bile yine ondan kork. Görmez misin kedi âciz kalınca- tımağiyle kaplanm gözünü çıkarır; görmez misin yılan çobanı görünce bu adam taşla başımı eze­ cektir korkusuyle çobanın ayağını sokar.] HİKÂYE Arap meliklerinden birisi hem ihtiyar, hem de hasta idi. Hayatından ümidini kesmişti. Derken bir atlı geldi, huzura girdi, müjde verdi: «Efendimin devleti sayesinde filân kaleyi fethettik. Düşmanlar esir oldu­ lar; o tarafın tekmil ahali ve askerleri efendimizin fermanına muti oldular.» dedi. Melik bu sözü işitince içini çekti: «Bu müjde bana değil, düşmanlanma, yani benden sonra tahta kimler geçecek iseler onlaradır» dedi. [Gönlümden bir türlü çıkmak bilmiyen bir m ura­ dım vardı: yazık ki kıymetli ömrüm o muradımın mey­ 333 dana gelmesini beklemekle geçti. O muradım hâsıl ol­ du; fakat ne fayda!.. Geçen ömrüm geri gelmiyecek. Ecel eli göç davulunu çaldı. Her iki gözüm, başa vedâ ediniz, ayaklarım, bileklerim, kollarım, hep birbi­ rinize vedâ ediniz. Düşmanların benim içir* istedikleri ölüm geldi, başıma kondu. Ey dostlarım, bakınız, haya­ tım câhillikle geçti. Ben bir gün gelip de öleceöimi dü­ şünmedim ve lâyıkı veçhile günahlardan sakınmadım. Siz bu hâlime/ bakın. 1 HİKÂYE Bir sene (Demişk) camiinde medfun (Yahya) pey­ gamberin başı ucunda itikâfa girmiştim. Benî Tamin Arap meliklerinden insafsızlıkla meş­ hur birisi kabri şerifi ziyarete geldi; namaz kıldı; dua etti, hâcet diledi. [Gerek fakir, gerek zengin, herkes bu kapının top­ rağının bendesidir. Hem de zengin olanlar daha muh­ taçtırlar.! Namazdan sonra yüzünü bana döndü: «Dervişlerin himmeti var, onların Cenabı Hak ile gerçek işleri var. Bana gönülden himmetinizi yoldaş ediniz; çetin bir düş­ manım var. Ondan endişeler içindeyim» dedi. Cevap olarak: «Kavi düşmandan zahmet görmek istemiyorsan zayıf ahaliye merhamet eyle» dedim. [Zorlu bazular, kuvvetli pençelerle^ zavallı bir âcizin kolunu kırmak hatâdır. Düşkünlere, biçârelere acımayan kimse korksun; çünkü bir kere yıkılacak olursa kimse elinden tutup onu kaldırmaz. Her kimse kötülük tohumunu eker de iyilik biçeceğini um arsa yanlış fikre saplanmış, saç­ ma bir hayale bağlanmış olur. Kulaktan pamuğu çı­ kar, halkın dileklerini dinle, halka adalet göster. Şayet 334 göstermiyecek olursan unutma ki, bir adalet günü var­ dır. Âdem oğullan bir vücudun âzalan gibidirler. Çün­ kü hepsi aynı cevherden yaradılmışlardır. (1). Vücudun bir yerinde bir dert, bir ağ n hâsıl olur­ sa diğer âzanın k aran kalmaz. Onlar d a rahatsız olur­ lar. Sen ki başkalarının mihnetinden keder duymuyor­ sun, sana ihsan adını vermek yakışmaz.] HİKÂYE Bağdat’ta duası kabul olan bir derviş zuhur etti. Bunu (Haccac-ı Zâlim) e haber verdiler. Haccac onu çağırdı. «Bana bir hayırlı dua et» dedi. Derviş-, «Yarabbi, H accac’m canını al!» dedi. Haccac: «Derviş, Allah için söyle, bu nasıl duadır?» dedi. Derviş.- «Bu, hem senin için, hem de tekmil müslümanlar için hayırlı bir duadır» dedi. IEy eli altındakileri inciten yüksek elli kimse« Ne vakte kadar böyle pervâsızca zulüm edebileceksin? Cihandarlık ne işine gelir; senin ölmen daha iyidir-, çün­ kü insanlan incitiyorsun.] HİKÂYE İnsafsız meliklerden birisi bir âbide sordu: «İbadetlerden hangisi efsaldir?» Âbid cevap verdi: «Senin için öğleye kadar uyumak efdaldir; çünkü uyuduğun müddetçe halkı incitmez­ sin..» (1) Beni Âdem âzay yekdiğerinde Ki der âferineş zi yek gevherend. 335 [Bir zâlimi öğle vakti uyumuş gördüm de, bu fit­ nedir, fitnenin uyumuş olması iyidir, dedim. Uykusu uyanlığından iyi olan kötü yaşayışla kim­ senin gebermesi iyidir. Fitne uyumuştur. Allah onu uyandırana lânet etsin.] HÎKÂYE İşittim ki padişahlardan birisi birgece sabaha, ka­ d a r işret etmiş. Son derece sarhoş bir halde, şöyle di­ yormuş: [«Bize cihanda şu dakikadan daha hoş bir zaman yoktur; çünkü iyiyi, kötüyü düşünmediğimiz gibi kim­ seden de kay kumuz yoktur.»] Mevsim kış mevsimi imiş. Çıplak bir derviş açıkta saray civarında yatıyormuş. Padişahın sözünü işitip, şöyle demiş: «Padişahım ikbalce âlemde eşin yoktur. Tutayım ki kimseden kaygun yok; fakat bizim için kaygulanmaz mısın?» Dervişin sözü padişahın hoşuna gitmiş. İçinde bin altın bulunan bir keseyi pencereden dışarı uzatmış ve: «Derviş, aç eteğini!» demiş. Derviş: «Eteği nereden bulayım ki elbisem yok tur.» demiş. Bu söz üzerine padişahm merhameti artmış, bir kat hil’at ile beraber altın kesesini dervişe göndermiş. Derviş az vakit içinde o parayı telef etmiş, tekrar saraya gelmiş. [Âşıkm gönlünde sabır, kalburda su durmadığı gi­ bi kalenlderlerin avucunda da para durmaz.] Derviş, padişaha öyle bir zamanda gelmiş ki pa­ dişahın onunla görüşmeğe, onun halini sormağa vakti .336 yokmuş. Mâbeyinciler dervişingelişini, hâlini padişaha arzetmişler. Padişah kızıp, yüzünü ekşitmiş. Böyle olması da tabiidir, çünkü zekâ ve tecrübe sahibi insanlar demiş­ ler ki: Padişahlar çok zaman memleketin mühim iş­ leriyle meşgul olurlar, himmetlerini büyük şeylere sarfederler; öyle vakitlerde âdi işler için âvamm kendi­ lerini işgal etmelerine kızarlar. [Münasip zaman gözetmiyen kimseye padişahın nimeti haram olsun. Söylemek için zamanı müsait gör­ medikçe söyleme, çünkü hem kadrin kıymetin zail olur, hem de sözün güme gider.] Padişah dervişin halini anlayınca: «O kadar para­ yı az müddette telef etmiş olan bu müsrif, yüzsüz, di­ lenciyi kovun. O bilmiyor mu ki beytülmal hâzinesinde hakiki fakirlerin haklan vardır; yoksa hazine şeytanlann kardeşleri olan müsrifler için yemlik değildir» de­ miş. [Parlak bir günde, gündüzün, kâfûrî mum yakan ahmağı çok geçmeden görürsün ki kandiline koyacak yağ bulamaz.] Nasihat etmeğe muktedir bir vezir demiş ki: «Pa­ dişahım, bence bu gibi kimselerin nafakalarını günü gününe vermek daha münasiptir. Böyle olursa israf ya­ pamaz; fakat onları terbiye için dahi olsa efendimizin buyurduğu veçhile onu kovmak, bir daha ona bir şey vermemek muvafık değildir. Çünkü bir kısmı bunu ha­ sisliğe hâmleder. Sonra birisine bir kere bir şey verip ümide düşürmek arkasından onu meyus ederek in­ citmek himmet sahiplerine yaraşmaz. lîrisan ya lütuf ve ihsan kapısını açmamalı ve kimseyi tam aha düşürmemeli; yahut açtıktan sonra huşunetle kapatmamalıdır.] Hicaz ilinde Kâbe yolunda susayanların acı su et­ 337 rafına toplandıklarını kimse görmemiştir. Her nerede tatlı bir çeşme bulunursa insanlar, kuşlar, karıncalar, onun etrafına toplanırlar. [Kuş, dane bulunan yere gelir; hiçbir şey bulun­ mayan yere gitmez.] HİKÂYE Eski padişahlardan birisi memleketi idarede gev­ şeklik ederdi. Askere de sıkıntı çektirirdi. Derken çetin bir düşman yüz gösterdi; askerleri de ondan yüz çevirdiler. [Padişah hâzineyi askerlerden diriğ ederse asker­ ler de kılıca el vurmayı ondan esirgerler. Eli boş, -işi ah ve feryat olan kimse harb zamanı nasıl kahramanlık gösterebilir?] Padişahlarına vefasızlık eden o askerlerden birisi­ nin benimle dostluğu vardı. Onu ayıpladım ve: «Azı­ cık hâlinin fenalaşmasiyle eski efendisinden yüz çevi­ ren ve senelerce yediği nimetin hukukunu unutan kim­ se insan değildir, nimeti inkâr eden soysuzdur, haknâşinastır» dedim. Asker şöyle dedi: «Hâlimi sana anlatırsam beni mâzur görürsün. Atım arpasız kalmak, eyer keçesi rehinde bulunmak yakışır mı? Padişah askere paraca bahillik ederse ona askerin canı ile cömertlik etmesi mümkün müdür?» [Askere altın ver ki asker başını versin. Eğer as­ kere altın vermezsen başmı alır başka diyara gider. Karnı tok yiğit şiddetle saldırır, kam ı aç ise şid­ detle kaçar.] HİKÂYE Vezirlerden birisi mâzûl oldu, dervişlere katıldı. 338 Dervişlerin sohbetinin bereketi ona tesir etti; gönül perişanlığından kurtuldu. Bir müddet sonra padişahın tekrar teveccühüne m azhar oldu. Yine onu iş başma çağırdı. Fakat vezir kabul etmedi ve‘ «Âkillerin indin­ de mâzûl olmak, meşgul olmaktan daha iyidir» dedi. Bir müddet sonra padişahın tekrar teveccühüne m azhar oldu. Yine onu iş başına çağırdı. Fakat vezir kabul etmedi ve: «Âkillerin indinde mâzûl olmak, meş­ gul olmaktan daha iyidir» dedi. [Çekilip selâmet köşesinde oturanlar köpeklerin dişlerini, insanların ağızlarını bağladılar. Kâğın yırt­ tılar, kalemi kırdılar, kusur bulan insanların ellerin­ den, dillerinden kurtuldular..! Vezir kabul etmeyince padişah ona: «Memleketin işlerini vakit ve zamaniyle düşünmek için bize akıllı, işin üstesinden gelir bir vezir lâzımdır. Kimi biliyor­ sunuz, bize tavsiye ediniz» dedi. Vezir şöyle cevap verdi: «Akıllı, fikirli insan, ken­ disini böyle işe atmıyandır.» [Hümâ kuşu kemik yediği ve canlı mahlûku in­ citmediği için tekmil kuşlardan eşreftir..! Karakulağa demişler ki: Niçin arslanm peşinde do­ laşıp duruyorsun? Karakulak şöyle cevap vermiş: Onun avının faz­ lasını yiyorum ve ouun şevketi sayesinde düşmanların şerlerinden emin olarak yaşıyorum. Bunun üzerine: Pekâlâ demişler, onun himayesi gölgesine girdiğini ve onun nimetiyle geçindiğini ik­ ra r ediyorsun, niçin ona daha fazla yaklaşmıyorsun? Eğer fazla yaklaşacak olursan seni hâs bölüğüne alır ve hâlis, muhlis bendelerinden sayar. Karakulak cevap vermiş: Evet onun nimetiyle bes­ leniyor, sayesinde düşmanlarımdan emin olarak yaşı­ 339 yorum. Bununla beraber onun hırçınlığından emin de­ ğilim. [Ateşe tapan birisi ateşi yüz yıl söndürmeden yaksa o ateşe düştüğü dakikada ateş onu yakar. 1 Padişaha nedim olan kimse bazan altın bulursa da bazan da başı gider. Hükemâ demişler ki: Pdişahlarm günü gününe uymaz. Tabiatleri daima değişir. Bundan sakmmak lâ ­ zımdır. Bazan selâm versen incinirler, bazan sövsen hü’at verirler. Yine hükemâ demişler: «Çok zarafet nedimler için hüner ise de hakimler (kendini bilen, akıllı, malû­ matlı insanlar) için ayıptır.» [Sen kadrini, kıymetini, vekannı muhafazaya ça ­ lış; oyunu, zarafetini nedimlere bırak.] HÎKÂYE Arkadaşlarımdan birisi kendisine y âr olmıyan ta ­ lihinden şikâyet etti ve dedi ki: Ailem çok, kazancım az, zaruret yüküne tahammül edemiyorum. Çok kere düşünüyorum, başka iklime gideyim; çünkü orada n a­ sıl yaşasam, kimse benim iyime, kötüme vâkıf olmaz. [Gurbet ilde nice kimseler aç yatar; fakat kim ol­ duğunu kimse bilmez. Çok can dudağa gelir, kimse ona ağlamaz.] Bununla, beraber gitmek de istemiyorum; çünkü düşmanlarım arkamdan gülecek, namusumla oynıyacak; ailem için bir şey kazanmak ümidiyle gittiğimi mürüvvetsizliğime, hamiyetsizliğime hamledecek ve şöyle diyecekler: [Şu hamiyetsize bakın, böyle insan hiçbir zaman bahtiyarlık yüzünü göremez. Yalnız kendisinin istirahatini düşündü; karısını, çocuklarını zaruretler içinde bıraktı.] 340 Muhasebe ilminde, size mâlûm olduğu üzere bir şeyler bilirim. Eğer senin yüksek mevkiin sebebiyle ve tavsiyenle kalbimin rahatlığını mucip olacak bir vazi­ feye geçecek olursam ömrüm oldukça sana minnettar olurum. Onun bu teklifine karşı ben: Dostum, dedim, pa­ dişah işinde iki şey var: Birisi ekmek ümidi, diğeri can korkusu. Bu ümit ile o korkuya düşmek ise akalı işi değildir. [Arazinin, bahçenin haremi ver diye fakirin evine kimse gelmez. Y a gönül perişanlığına, kedere razı ol, yahut böbreğini karganın önüne koy.] Refikim dedi ki: Bu söz benim hâlime muvafık de­ ğildir ve benim sualime cevap olamaz. «Her kim hiyanete çalışırsa hesapta eli .titrer.» dediklerini duymadı­ nız mı? [Doğruluk Allah’ın rızasını muciptir. Doğru yolda gidenlerden azanları görmedim. Hükemâ demiştir ki: Dört kimse dört kimseden korkar ve canı yürekten incinir: Harami padişahtan, hırsız bekçiden, fâsık gammazdan, fâhişe muhtesipten (polisten). Hesabı temiz olanın teftiş ve murakabeden ne kor­ kusu olur? Azil zamanında düşmanın sana bir şey yapmama­ sı için memuriyet zamanında ulu orta gitme. Kardeş! Sen temiz ol, kimseden korkma. Çırpıcı­ lar kirli olan elbiseyi taşa çarparlar.] Ona dedim ki: Şu tilkinin hikâyesi senin haline münasiptir: Bakmışlar ki, tilkinin birisi düşe kalka ka­ çıyor. Birisi ona sormuş: Ne âfet, ne felâket var ki bu kadar korkuya sebep oldu? 341 Tilki demiş ki: Develeri angaryaya tutuyorlarmış diye işittim. Tilkiye demişler.- Ahmak! Senin deve ile ne müna­ sebetin, deveye ne müşabehetin var? Tilki cevap vermiş: Susunuz. Eğer hasutlar, garezkârlar benim için «bu devedir» derler de yakalanır­ sam benim deve olmadığımı anlatarak beni kurtarmak için kim çalışır? Iraktan tiryak gelinceye kadar yılan sokan ölür gider. Sen de hakikaten faziletli ve dindarsın; fakat ha­ sutlar pusuya girer; haksız davacılar bir bucakta otu­ rur, gözetirler. Eğer bunlar senin güzel ahlâkının hila­ fını anlatırlar ve sen padişahın divanına çıkarılarak, suale, itaba mâruz olursan, o sırada senin lehinde kim söz söyliyebilir? Binaenaleyh ben onu münasip görü­ yorum ki kanaat mülkünü bekliyesin, büyüklük fik­ rini bırakasm. Nitekim akıllılar şöyle demişlerdir: [Denizden istifade çoktur, fakat selâmeti istersen selâmet denizin içinde değil kenarındadır.] (1). Refikim bu sözü işitince mükedder oldu, yüzünü ekşitti. Sitemle karışık sözler söylemeğe başladı ve de­ di ki: Bu ne akıl, bu ne fikir, bu ne anlayış, bu ne bu­ luştur! Hükemâ ne doğru söylemiştir: Dostlar zindan­ da işe yararlar, dostlukları o zaman anlaşılır; yoksa sofra başında tekmil düşmanlar dost görünürler. [Sen servet, saadet içinde iken dostluktan bahse­ denleri, kardeşimsin diyenleri hakikî dost sanma. Ha­ kikî dost, perişanlık, zaruret, felâket zamanında el tu­ tan kimsedir.! Baktım ki müteessir oluyor ve benim nasihatimi sadakatsizliğime hamlediyor, aramızda bulunan mua(1) 342 Bederya der menafi biştimarest Eğer hâhi selâmet derkenarest. refeye binaen (sahib-i divan) m yanma gittim. Arka­ daşımın hâlini anlattım. Onu küçük bir vazifeye tâyin ettiler. Aradan bir müddet geçince kabiliyetini, işi iyi ida­ re ettiğini, güzel düşündüğünü gördüler, beğendiler, Vazifesi yükseldi. Daha yüksek bir memuriyete nakledildi. Saadeti­ nin yıldızı durmadan terakki ediyordu. Nihayet elde edilmesi istenilen rütbelerin en yükseği olan vezaret rütbesine nâil ve padişahın yakınlarından olarak par­ makla gösterilir oldu. Ayan ve ekâbirin itimatgâhı, müracaatgâhı oldu. Onun bu yüksekliğine sevindim, dedim. [Hayatın, arzuya uygun olarak geçmezse müte­ essir olma, sabret. Sabır acıdır, fakat meyvası tatlıdır. Bir işi bağlanmış görünce çözülmez, açılmaz diye düşünme; muztarip, mahzun olma; çünkü âbı hayat zulmet içindedir. Ey musibete dûçar olan kimse, mahzûn olma. Ce­ nabı Hakkm nice gizli lûtuflan vardır. 1 O sırada tesadüfen bir takım dostlar ile Mekke’ye sefer ettim. Mekke’yi ziyaretten dönüşümde o dostum iki ko­ naklık yerden karşıladı. Hâlini perişan gördüm. Mâzûl olduğunu anladım. Zira devlet adamı bir dost, ancak azledildiği zaman dostlarını görmek hevesine düşer. Mesnet ve Devlet meşguliyetleri arasında tanıdık­ larını aramazlar. Çaresizlik ve fakirlik zamanında dert yanmak için dostlarının yanma, gelirler. Onu böyle fakir ve perişan bir hâlde görünce: Bu ne hâldir? de­ dim. Dedi ki: Senin vaktiyle söylediğin çıktı. Bir takım insanlar bana hasetle bir hıyanet isnat ettiler. Padişah işi etrafiyle tahkik etmedi. Eski dostla343 nm, merhametli arkadaşlarım hakkı müdafaa etmedi­ ler, sustular, eski arkadaşlık hukukunu unuttular. [Görmez misin ki mansıp ve ikbal ve rütbe sahi­ binin karşısında herkes onu öğerek el bağlar, durur, Eğer zaman bir mansıp ve ikbâl sahibini yıkacak olursa, herkes ayağını onun başı üzerine koyar ! Sözü kısa keseyim; türlü ukubete giriftar oldum. Nihayet bu hafta «hacılar geliyor» diye müjde gelince bu müjde şerefine beni ağır zincirden çıkardılar. Fa­ kat kendime mahsus olan malımı, mülkümü hazine namına zaptettiler: Dedim: Evvelce benim nasihatimi kabul etmedin. Ben demiştim ki, padişah işi deniz yolculuğu gibidir. Hem faydalı hem korkuludur. O, tılsımlı hâzineyi a ç­ mak için uğraşm ağa benzer ki ya hâzineyi elde eder­ sin, yahut tılsımın tesiriyle ölürsün. [Tüccar, ya sahilde iki eliyle altınları kucağma çeker, yahut bir gün dalga onu ölü olarak bir sahile atar.l Fazla söyliyerek kalbinin yarasını deşmek, hem de üstüne tuz ekmek istemedim. Sözümü şu iki beyit ile bitirdim: [Bilmedin mi ki kulağına insan nasihati girmezse ayağını zincirde görürsün? Şimdi sana bir nasihat daha edeyim: Eğer iğne acısına dayanamazsan parmağını akrebin deliğine sok­ ma.! HÎKÂYE Birkaç ahbabım vardı. Bunlar görünüşte iyi insan­ lar idiler. Büyüklerden birisi bunların haklarından fazla hüsn-ü zanda bulundu. Bunlara yâniyat bağladı. Na­ sılda içlerinden birisi dervişlerin hâllerine yakışmı344 yacak bir harekette bulundu. Bundan dolayı o zâtın husn-ü zannı bozuldu ve bunların tâyinleri kesildi. Bir suretle bunların tayinlerini tekrar bağlatmak istedim. O büyük zâtı görmeğe, ona hürmetlerimi tak­ dim etmeğe gittim. Kapıcı beni içeri bırakmadı ve ba­ na cefâ etti. Kapıcıyı mâzur gördüm; çünkü hükemâ demişlerdir öi: [Bir vasıta olmadıkça beyin, vezirin, sultanın ka­ pısının etrafında dolaşma. Zira köpek ile kapıcı bir soydandır. Bir garibi görünce köpek onun eteğine, ka­ pıcı da yakasına yapışır.] Bu sırada o büyük zatın yanında bulunan şerefli zatlar benim halime vâkıf oldular ve beni izâz, ikram ile huzura götürdüler. Huzurda bana en yukarı bir yer gösterdilerse de tevazula aşağı bir yere oturdum. [Ben kusurlu bir kul olduğum için beni bırak ben­ deler sırasına oturayım.] Ben böyle deyince o muhterem zat: Allah, Allah bu nasıl sözdür; diye bana iltifatta bulundu ve şöyle dedi: [Eğer sen benim başım, gözüm üzerinde otursaıı ben senin nazını çekerim; çünkü sen nazı çekilecek bir zatsın. ] Hulâsal kelâm oturdum. Öteden beriden konuş­ tuk. Nihayet söz sırası bizim ahbapların işledikleri hataya geldi. Şöyle dedim: [Evvelse ihsanı, in’amı sebkeden velinimet ne cü­ rüm gördü ki bendelerini nazarında hakir tutuyor? Kulun cürmünü gördüğü halde, ekmeğini eskisi gibi vermek büyüklüğü, lütfü Cenabı Hakka mahsustur.] Bu söz valinin çok hoşuna gitti ve dostlarımıntaymlannm eskisi gibi verilmesini ve kaç gün tatile uğramış ise onun da ilâve edilmesini emirle maişetle­ ri esbabını temin buyurdu. 345 O zatın lûtfuna teşekkür ettim, lâzım gelen h ü r­ meti yaptım ve böyle bir tasdia cesaretimden dolayı özür dileyerek huzurundan çıkarken bu sözü söyledim. [Kâbe hacetler kıblesiolduğu cihetle nice fersah­ lık yerlerden halk onu görmeğe gelirler. Senin gibi büyük zatlar bizim gibi fakirlerin tasdi’lerine taham ­ mül etmelidirler. Çünkü meyvasız ağaca kimse taş atmaz.l HİKÂYE Bir melikzade babasından miras olarak birçok h a­ zîneye malik oldu. Kerem elini açtı, sahaveti bütün mânasiyle icra etti. O bitmez tükenmez sanılan hâzi­ neyi askere ve ahaliye saçtı. [Öd ağacından yapılan bir tabla güzel kokmaz. Kokmadığı için de burun ondan güzel bir koku alıp da rahat edemez. O öd ağacını ateş üzerine koy ki amber gibi koksun. Sana büyüklük lâzım ise ihsan, in’am et. Çünkü daneyi saçmazsan bitmez.] idare ve tedbir hususunda kâfi derecede ehliyete sahip olmıyan vezirlerden birisi ona nasihate başladı ve dedi ki: Senden evvelki padişahlar bu kadar parayı çalışarak kazanmış ve lüzumlu bir gün için saklamış­ lar. Bu hale devam etme, zira önümüzde müşkül za­ manlar, arkamızda düşmanlar var. Hâzineyi böyle da­ ğıtırsan lüzumu zamanında âciz kalırsın. [Eğer halka bir hâzineyi dağıtacak olursan her aile reisine pirinç kadar bir şey düşer. Niçin halkıiı her birinden her gün bir arpa miktarı gümüş almı­ yorsun. Her gün sana bir hazine hâsıl olur.] Melikzade yüksek yaratılışına uymıyan bu söz­ den yüzünü ekşitti. Veziri cezalandırdı ve şöyle dedi: Hak Teâlâ hazretleri yemek ve ihsan etmek için beni 346 bu memlekete malik kılmıştır. Bekçi değilim ki bekliyeyim. [Karun’un kırk ev dolusu hâzinesi varken öldü, gtiti, iyi bir adı kalmadı. Fakat Nuşirevan ölmedi, çünkü iyi bir ad bıraktı.! HİKÂYE Nuşirevan Âdil için bir av yerinde bir avı kebap edeceklermiş, fakat tuz yokmuş. Bir parça tuz getir­ mek üzere uşaklardan birini köye göndermişler. Nu­ şirevan uşağı çağınp, tuzu para ile al, tâ ki köyden tuz almak hükümetçe bir âdet olup köy harap olmasın, diye tenbih etmiş. Nuşirevan yanında bulunanlar: Bir parça tuzdan ne fenalık çıkar? demişler. Nuşirevan: Zulmün esası cihanda evvelâ az imiş. Sonra her gelen bir parça arttırmakla bugünkü dere­ ceyi bulmuştur, demiş. [Eğer ahalinin bahçesinden padişah bir elma yer­ se uşakları ağacı kökünden çıkarırlar. Birisinden yarım yumurta almak suretiyle, padi­ şah zulmü reva görecek olursa padişahın askerleri bin tavuğu şişe geçirirler i HİKÂYE İşittim ki bir vali, sultanın hâzinesini mâmur et­ mek için ahalinin evini yıkarmış. Hükemanm şu söz­ lerinden haberi yokmuş. Hükema demişler ki: Her kim halkın gönlünüelde etmek için Cenabı Hakkı gücendirirse Cenabı Hak o halkı üzerine musallat kılar. Onun dünyadan kökünü kaldırır. IKalbin mahzun, hatırı mecruh bir kimsenin gön­ 347 lünün tütünü zalimi öyle yakar ki ateş, üzerliği o nisbette yakamaz.! Derler ki tekmil hayvanların reisi arslan, canlı­ ların en aşağısı da merkeptir. Maamafih akıllılar: «Yük çeken eşek, adam paralayan arslandan hayırlı­ dır.» derler. [Zavallı eşeğin her ne kadar idraki yoksa da yük çektiği için değeri vardır. Yük taşıyan öküzler» eşek­ ler adam inciten insanlardan daha iyidir. 1 O valinin kötü huylarından bir kısmı padişahın malûmu olmuş; ona işkence edilmesini emretmiş. Tür­ lü ukubet ile onu öldürtmüştür. [Ahalinin gönlünü aramazsan padişah senden ra ­ zı ve memnun olmaz. Eğer Cenabı Hakkın lütuf ve ih­ sanını istersen Allahın kullarına iyilik et.l Vaktiyle o validen zulüm görmüş olanlardan biri­ si ona rastlamış, halinin perişanlığını görüp şöyle de­ miş: Kolunun kuvvetine ve mansıbına güvenen her kimse halkın malını sebepsiz yere alıp saltanatla yiye­ mez İri kemiği boğazdan geçirip yutmak kabildir; fa ­ kat o kemik göbeğe inince insanın karnını yırtar. Kötü yaşayışlı zalim, ölür, gider; fakat üzerindeki lânet ebedî olarak kalır. HİKÂYE İnsanları incitmekten zevk alan birisi salih bir adamın başına bir taş vurmuş. Dervişin o zâlimden intikam almağa kudreti yokmuş. Derviş başına vuru­ lan o taşı alıp saklamış. Bir gün gelmiş Padişah o zâ­ lime kızıp, onu bir kuyuya attırmış. Derviş gelmiş, o saklamış olduğu taşı onun başı na atmış. 348 Zalim demiş ki: Kimsin; bu taşı benim başıma ni­ çin vurdun? Derviş: Ben filancayım, bu taş da filân tarihte be­ nim başıma vurmuş olduğun taştır, demiş. Zalim: Bu kadar zamandan beri neredeydin? de­ miş. Derviş cevap vermiş: Mansıbından korkarak ya­ nına uğramıyordum. Şimdi seni kuyuda görünce fır­ sat ganimet bildim. [Bir münasebetsiz âdi kimseyi bahtiyar, mes’ut görünce akıllılar ona itiraz etmez, hoş görürler. Ma­ dem ki keskin, yırtıcı tırnağı yoktur,öyleyse kötüler ile cenkleşme. Her kim polat kollu birisiyle pençeleşirse kendisinin gümüş gibi narin bileğini incitmiş olur. Sabret, felek o kötünün, polat kolunun elini bağla­ yınca o zaman istediğin gibi onun beynini çıkarırsın.! HİKÂYE Padişahlardan birisinin korkunç bir illeti vardır M o illetin adını tekrarlamak caiz değildir. Yunan etibbasından bir cemaat müttefikan de­ diler ki bu derdin devâsını ancak, şu sıfatlarla mevsuf bir insanın ödü olabilir. Padişah emretti, her tarafa arayıcılar çıktılar, o sıfatlarla mevsuf bir insan aradılar. Araya araya bir köylü çocuğunu buldular ki etıbbanın dedikleri sıfat­ lar onda tamamiyle mevcut idi. Padişah çocuğun anasını, babasını çağırttı, onla­ ra birçok para, mal, mülk vererek onları razı etti. Sonra padişah işi kadıya havale ile çocuğun katli için fetva istedi. Kadı: Padişahın vücudunun selâmeti için ahali­ den birisinin kanını dökmek caizdir diye fetva verdi. 349 Çocuğu meydana getirdiler. Cellât geldi. Çocuğun boy­ nunu vurmak için kılıcını çekti, hazırlandı, işaret bek­ ledi. Tam o sırada çocuk gözlerini göğe dikti. Gülerek kendi kendine bir şeyler söylendi. Çocuğun gülmesi padişahın dikkatini celbetti: Çocuk! Bu gülecek zaman mıdır?» diye sordı? Çocuk şöyle cevap verdi: «Padişahım, çocukların nazı anasına, babasma geçer; dâvayı kadıya götürür­ ler; adaleti padişahlardan isterler. Gel gelelim şimdi benim anam babam dünyanın fâni metâı için beni ölüme teslim ettiler; kadı kanımın dökülmesi için fet­ va verdi; padişah ise kendi sıhhatini benim ölümümde görüyor. Allahtan başka, bir penahım kalmadı. Onun için göğe baktım; onun adaletin merhametini istedim ve bana acıyacağım bildiğim için sevindim, güldüm...» dedi. [Senin elinden kime feryat edeyim? Senden yine sana şikâyetle adalet istiyorum.] Çocuğun bu sözünden padişah müteessir oldu, gözleri doluktu.- «Benim ölmem böyle bir bigünahın kanının dökülmesinden evlâdır» dedi. Çocuğu kucak­ ladı, başını, gözünü öptü, ona hadsiz hesapsız para» mal, mülk verdi, onu azat etti. Bu hikâyeyi nakledenler derler ki, padişah he­ men o hafta içinde dertten şifa buldu. INil, nehrinin kenarında bir filci beyit söylüyor­ du. Henüz hatırımdadır, diyordu ki: Ayağının altında karıncanın halini bilmezsen, bilmiş olasın ki filin aya­ ğı altında senin halin gibidir.! HİKÂYE (Amr ibni Leys) in kölelerinden birisi kaçmıştı. Arkasından adamlar gittiler. Tuttular, getirdiler, hu zura çıkardılar. 350 Vezirlerden birisinin o köleye garezi vardı; Pa­ dişahım diğer kölelerin böyle bir harekette bulunma­ ması için bunun idamı lâzımdır» dedi. Bu söz üzerine köle başını yere koydu ve şöyle dedi: [Padişahım, sen benim velinimetimsin. Hakkım­ da verilen hangi bir hükmü beğenirsen lâyıktır, razı­ yım. Kölenin ne diyeceği olur, söz efendisinindir.l Köle söze devam ile dedi ki: Yalnız şu kadar var ki bu hanedanı âlişamn nimetile beslenmişim, iste­ mem ki yarın kıyamette benim kanımdan dolayı size bir muaheze vâki olsun. Eğer bu kulunuzu öldürmek istiyorsanız şer’î şerife tatbik ile öldürünüz, tâ ki kı­ yamette muaheze olunmıyasmız. Padişah sordu: Katlinin şer’î tatbik edilmesi na­ sıl olur? Köle dedi ki: Müsaade buyurunuz ben şu veziri öldüreyim, katil olayım, o zaman kısas suretile katli­ mi ferman buyurursunuz ve hakkile öldürtmüş olur­ sunuz. N Padişah güldü, vezire hitap ile «ne dersin?» dedi. Vezir cevap verdi: Padişahım muhterem pederini­ zin kabri şerifi sadakası için olsun şu haramzadeyi af buyurunuz, tâ ki belâya sokmasın. Kabahat bendedir ki hükema sözlerini nazar-ı dikkate almadım. Hükema şöyle demişlerdir: [Kesek taş atanlarla cenk edecek olursan cehalet­ le kendi başını kırmış olursun. Düşmana karşı ok at­ tığın zaman düşün ki sen de onun karşısına oturmuş hedefdesin.l (Zevzen) padişahının bir hocası (defterdarı) var­ dı. Ahlâkı güzel, değerli bir zat idi. Herkese tevazu ile hürmet ederdi. Kimseyi arkasından çekiştirmezdi. Nasıl bir hali padişahın hoşuna gitmedi. Tekmil 351 malını müsadere ettirdi. Kendisini de hapse atıp iş­ kence edilmesini emretti. Ona işkenceye memur olan çavuşlar vaktile on­ dan iyilikler gördükleri, teşekküre borçlu oldukları için kendisineeziyet, işkenceler değil, iyi muamele eder ve zorlamayı, itap etmeyi reva görmezlerdi. [Düşman ile sulh halinde bulunmak istersen o se­ ni arkadan zemmettikçe sen onu yüzüne karşı takdir, tahsin et. Fena dilli bir kimsenin sözü nihayet onun ağzın­ dan çıkar. Acı söz istemezsen onun ağzını tatlı yapma­ ğa çalış. 1 Padişahın fermanı mucibince bir çok işkencelere maruz olduktan sonra cezasının kalan kısmını da zin­ danda geçiriyordu. O taraflardaki padişahlardan birisi o hoca hak­ kında mahremi bulunan bir kimseye mektup gönder­ di. Mektubunda şöyle diyordu: «Oranın padişahı böyle büyük bir zatın kadrini bilmedi, ona hürmetsizlikte bulundu. Bu bize ağır geldi. Eğer hoca hazretleri (Tan­ rı onun sonunu hayretsin) bizim tarafa iltifat buyura­ cak olursa hatırına son derece riayet edilecektir ve bu memleketin büyükleri onu görmeğe muhtaçtırlar. Mektubun cevabını muntazınz.» Mektup gizlice hocaya verildi; hoca mektuba vâ­ kıf olunca, işin sonundaki vehameti düşündü. Müna­ sip gördüğü veçhile kısa ve ele geçtiği zaman töhmeti mucip olmıyacak bir cevap yazıp gönderdi (Zevzen) padişahının adamlarından birisi bu işi öğrendi; padişaha bildirdi ve: Hapsettirmiş olduğunuz filânca, etraftaki padişahlar ile mektuplaşıyor, dedi. Padişah kızdı ve bu işin meydana çıkarılması için emir verdi. Mektup götüren kimseyi tuttular, mektubu oku­ 352 dular. Yazmış ki-. Büyüklerin hakkındaki hüsn-ü zanlan değerimden çok fazladır. O tarafa gidersem hüsn-ü kabûl ile şeref bulacağım yazılmış. Bunu ka­ bul etmeğe imkân yoktur, çünkü bu hanedanın nimet ile beslenmişim. Azıcık infialden dolayı velinimete ve­ fasızlık edemem. Hükema demişler ki: [Senin hakkında her zaman kerim olan bir kim­ se eğer ömründe bir kere sitem ederse mazur gör.] Hocanın hakşinaslığını padişah beğendi, onu af­ fetti; hil’at giydirdi, paralar verdi ve «Hata ettim, se­ nin gibi bigünahı incittim» diye özür diledi. Hoca şöyle dedi: «Padişahım, kulunuz bu işte bir hata görmüyorum. Belki başıma böyle nâhoş bir iş gel­ mesi takdiri İlâhide varmış. O işin sizin elinizde vukua gelmesi pek iyi oldu; çünkü üzerimde çok nimetiniz lutfunuz, ihsanınız vardır, size minnettarım. lEğer halktan bir zarar erişirse incinme; çünkü halktan ne rahat erişir, ne de mihnet erişir. Düşmanın düşmanlığını, dostun dostluğunu Allah­ tan bil; çünkü her ikisinin de kalbi Cenabı Hakkın yed-i tasarrufundadır. Atılan ok vakıa yaydan geçer; fakat akıllı insan oku yaydan bilmez; yayı tutan insandan bilir.] HİKÂYE Arap meliklerinden birisi mukarreplerine der ki: Filâncanm aylığı her kaç ise iki kat yapınız; zira sara,ya devam ediyor ve fermana fevkâlâde riayetkardır. Diğer hizmetkârlar ise eğlence ve onun ile meşgul olu­ yor ve hizmette tenbellik, gevşeklik gösteriyorlar. Ariflerden bir zat bunu işittim ve coşup vecde gel­ di. Sebebini sordular: 353 «Cenabı Hakkın dergâhında kullanılan derecele­ rin artması da böyledir.» dedi. [Bir kimse padişahın hizmetine iki sabah devam ederse, üçüncüsünde padişah ona lutuf ile bakar. îhlâs ile ibadet edenler de Cenabı Hakkın âsitânmdan elbette meyus dönmezler. Büyüklük buyruk kabul etmektedir. Buyruk tut­ mamak mahrumluğun delilidir. Kimde doğruların si­ ması varsa eşikten ayrılmaz hizmet eder.] Bir zâlimi hikâye ederler ki, fakirlerin odunlarını zulüm ile alır ve zenginlere cebren verirmiş. Ariflerden bir zat o zalime tesadüf edip şöyle de­ miş. [Sen bir yılansın ki kimi görsen sokarsın, yahut baykuşsun ki nerede otursan viran edersin. Senin gücün bize yeterse gaybi bilen Cenabı Hak­ ka yetmez. Yer ehline cebretme tâ ki göğe beddua ak­ masın.! Zâlim bu sözden incinmiş, suratını asmış. Ona il­ tifat etmemiş, böbürlenmiş. Arası çok geçmeden, bir gece o zalimin odun anban yanmış. Yalnız odunları değil, konağı, nesi var nesi yok hepsi de yanmış. Zalim yumuşak döşekten kızgın külün üzerine düşmüş. Tesadüfi olarak evvelce ona nasihat eden zat ora­ dan geçerken ona rastlamış. Bakmış ki ahbaplarını, hempalarını toplamış onlarla hasbihal ederek: «Bil­ miyorum bu ateş benim sarayıma nereden sıçradı» di­ yormuş. O zat: «Fakirlerin gönüllerinde yanan ateşin du­ manından» demiş. [Yaralı gönüllerin tütününden sakm; çünkü gö­ nül yarası nihayet tesir eder, elinden geldiği kadar 354 bir gönlü perişan etmemeğe çalış, çünkü bir ah cihanı alt üst eder. Keyhüsrevin tacında şu kıt’amn mazmunu yazı­ lıydı: Nice yıllar, nice uzun ömürler halk yeryüzünde başımızı çiğneyerek gelip geçecektir. Saltanat denilen şey elden ele bize kadar geldiği gibi böylece bizden sonra başkalarının ellerine de geçecektir. 1 HİKÂYE Birisi pehlivanlıkta birincilik kazanmıştı. Bu ilimde 360 ağır oyun bilir ve her gün birisile güreş tutardı. Birçok şakirtler vardı. İçlerinden birisi­ ni gönlü'sevdi, oha 359 oyun öğretti, geriye kalan bir oyun için şakirdi: Usta onu da öğretsene dedikçe peki peki diye atlatırdı. Çocuk san’atda, kuvvetde son de­ receyi buldu, karşısına kimse çıkamaz, zoruna kimse dayanamazdı. Nihayet o dereceyi buldu ki, bir gün padişahın huzurunda: «Ustam büyüğümdür, üzerimde hakkı var. Bu iki noktadan dolayı fazileti haizdir. Benden üstün­ dür, yoksa kuvvette ondan aşağı değilim, sanatta da ona müsaviyim.» dedi. Çocuğun bu terbiyesizliği padişahın hoşuna git­ medi. «Ustan ile güreşmelisin» emrini verdi. Geniş bir meydan tâyin ettiler, devlet erkânı, sal­ tanat âyanı, meşhur pehlivanlar oraya toplandılar. Çocuk meydana bir sarhoş fil gibi geldi. Öyle bir dehşetle geldi ki eğer karşısındaki demir dağ olsaydı, yerinden koparırdı. Ustası anladı ki genç çırak kuvvet­ çe ondan üstündür; ondan saklamış, ona öğretmemiş olduğu oyun ile ona sarıldı. Çocuk kendisini bilmi­ yordu. Nihayet usta onu iki eli ile kaldırdı, başından yukarıya götürdü ve yere vurdu. 355 Orada mevcut insanlardan bir gürültüdür koptu. Padişah emretti, ustaya bir hil’at giydirdiler, bah­ şişler verdiler, çocuğu ise azarladı, kmadi: «Seni ye­ tiştiren ustana vefasızlık ettin. Onu yenmeğe kalkış­ tın, onu da başaramadın» dedi. Çocuk: «Padişahım, ustam beni zor ile kuvvet ile yıkmadı, belki benden esirgemiş olduğu bir oyun ile yıktı» dedi. Ustası cevap verdi: Evet o oyunu böyle bir gün için saklıyordum. Hükema demişler ki: Dostuna o kadar kuvvet verme ki sana düşman olacak olursa seni mağ­ lup edemesin. [Büyüğü ile mücadeleye kalkışan küçük öyle yere serilir ki, bir daha kalkamaz.] Kendi beslediği kimseden cefa gören adamın ne dediğini duymadın mı? [(Vefa) denilen şey ya esasen bu âlemde yoktur, kuru bir adı vardır; yahut bu zamanlarda vefa eden kimse yoktur. Benden ok atmayı öğrenen bir kimse yoktur ki sonunda beni nişan almasın.] HİKÂYE Tek başına yaşıyan bir derviş bir sahra köşesin­ de oturmuş. Tesadüfen padişah oraya uğradı. Derviş kanaat mülkünde dünyadan el etek çek­ miş olduğu cihetle başmı kaldırmadı ve padişaha göz ucu ile olsun bakmadı. Padişah saltanatın taşkınlığı icabı olarak kızdı ve «bu hırka giyen insanlar hayvan gibidirler, kabiliyet ve insanlık onlarda yoktur» dedi. Vezir, dervişin yanma gelip: '«Derviş bana bak, yeryüzünün padişahı senin önünden geçti. Niçin hür­ 356 met etmedin, niçin edap şartını yerine getirmedin?» dedi. Derviş şöyle cevap verdi: «Padişaha söyle ki, hiz­ meti, hürmeti, kendisinden para, pul uman kimseden beklesin. Bir de şunu söyle; padişahlar ahalinin mu­ hafazası için o mevkie gelirler, yoksa ahali padişahla­ ra tapınmak için yaratılmış değildir.» [Heme kadar devlet, saltanat sayesinde mal, mülk para padişahların elinde ise de onlar fakirlerin bekçisidirler. Koyun çoban için değildir. eBelki çoban koyunlara hizmet içindir (1) Bugün birini muradma ermiş diğer birini de ken­ di kendine didinir, gönlü yaralı görürsün. Biraz sab­ ret, göreceksin ki o hayâl peşinde koşan kimsenin bey­ nini toprfak yiyecektir. Ölüm gelince şahlık, bendelik farkı zail olur. Birisi bir ölünün mezannı açacak olsa zengin mi, fakir mi, farkedemez.l Dervişin sözü padişaha doğru ve sağlam geldi ve «dile benden ne dilersen» dedi. > Derviş: «Senden onu isterim ki bir daha buraya gelip te beni rahatsız .etme» dedi. Padişah dervişe: «Bana nasihat et» dedi. Derviş şu beyitin mazmununu söyledi: [Bugün elinde nimetin varken fırsat bil. Çünkü bu devlet, bu mülk eden ele gider.] HİKÂYE Vezirlerden birisi Zünnûnî Mısrî hazretleriyle gö­ rüştü. «Bana himmet buyur, gece gündüz padişahın (1) Gusfend z berayi çuban nist Belki çuban berayi hizmeti ust 357 işi ile meşgulüm, iyiliğini umuyorum; fakat danlıp, itap etmesinden, korkuyorum» dedi. Zinnun ağladı ve: Eğer ben senin padişahtan kork­ tuğun gibi Allahtan korsaydım sıddıklar zümresinden olurdum dedi. [Eğer rahat, meşakkat düşüncesi olmasaydı der­ viş göğe uçardı. Eğer vezir padişahtan korktuğu gibi Allahtan korksa idi melek olurdu!. HİKÂYE Bir padişah suçsuz bir kimseyi kati için emir verdi. Adamcağız şöyle dedi: «Padişahım bana karşı vu­ kua gelen bir öfke ile kendine zulmetme.» Padişah: Nasıl olur? dedi. Adam cevap verdi: Şu katil işi benim için bir ne­ fes içinde olur biter, fakat bunun günahı ebediyen boy­ nunda kalır. [Bu hayat, şu dünyada duruş, sahra rüzgârı gibi eser geçer. Acılık, tatlılık, yakışıldık, ;irkinlik hepsi ge­ çer gider. Zalim sanır ki bize zulmediyor. Hayır, bize olan o zulüm durmaz geçer, fakat onun boynunda ebe­ di kalır. 1 Padişaha nasihati tesir etti. Onu affetti ve özür di­ ledi. HİKÂYE Nuşirevanın vezirleri memleket işlerinden mühim bir iş hususunda istişare ediyorlardı. Her birisi kendi bilgisine göre birer rey beyan ediyordu. Bu hususta padişah da düşündü, bir fikir söyledi: 358 Büzürcmihr padişahın reyini bütün reylere tercih etti. Vezirler tenhada Büzürcmîhre sordular: «Padişahhııı reyinde ne meziyet gördün ki bu kadar hakim zat­ ların fikirlerine tercih ettin?» dediler. Büzürcmihr şöylecevap verdi: «îşin sonu belli de­ ğil herkesin reyi Cenabı Hakkın iradesine bağlıdır. Bir reyin doğruluğu, yanlışlığı ancak neticede anlaşılacak. Şu halde padişahın reyine uymak münasiptir; çünkü eğer yanlış çıkarsa biz de ona uymuş olduğumuzdan onun itabından emin olmuş oluruz.» [Padişahın reyine muhalif rey aramak kendi kanı. ile el yıkamak gibi olur. Eğer padişah gündüzün şim­ di gecedir derse: «Evet efendim doğru söylediniz, işte ay ile Ülker» demek lâzımdır.] HİKÂYE Aleviler gibi saçlarını örmüş bir şeyyad (müral, hilekâr, kıssahan) Hicaz kafilesile şehre (belki maksatŞiraz şehridir) geldi. Aleviyim, Hacdan geliyorum, dedi. Bir de, ben söyledim diyerek, padişaha bir kasi­ de takdim etti. Padişah ona ihsan verdi, iltifat etti. Padişahın nedimlerinden birisi o sene seferden gelmişti. «Ben onu kurban bayramında Basrada gör­ düm, hacı nasıl olabilir?» dedi. Nedimlerden diğerbirisi de: «Onun babası (Ma­ latya) da Nasrani idi. Alevî nasıl olabilir?» dedi. Takdim ettiği kasideyi de (Enverî) divanında bul­ dular. Padişah emretti: «Şu herife bir kötek çekin, sonra sürün, çıksın gitsin. Bu kadar yalanı niçin söyledi?» dedi. Padişah güldü ve: «Tekmil ömründe bundan da­ 359 ha «Ey yeryüzünün pdişahı, bir söz daha söyliyeyim eğer doğru olmazsa ne ceza buyurursan lâyıkım» Padişah: «O nedir, söyle bakalım» dedi. Şeyyad şu mazmunu söyledi: [Sana bir garip bir külek Cbir bakraç) yoğurt ge­ tirse iki ölçeği su, bir ölçeği ayrandır. Benden saçma, yalan bir söz işitincegücenme, çünkü seyyahlar çok yalan söylerleri Padişah güldü ve: «Tekmil ömründe bundan daha doğru söz söylememişsin» dedi. Ve onun istediği şey ne ise verilsin diye emir verdi. HİKÂYE Hikâye ederler ki: Vezirlerden birisi maiyetinde kilere acır, hepsinin iyiliğini istermiş. Bu vezir, nasıl­ sa padişahın gazabına uğrayıp hapsedilmiş. Herkes onu kurtarmak için çalışmışlar. Ona işğence için tâyin edilen kimseler iyi muamele ederlermiş. Bir taraftan da büyükler padişaha onun güzel ahlâkı­ nı söylerlermiş. Nihayet padişah, onun hatasmı affetmiş. Ariflerden bir zat bu hale vâkıf olunca şöyle de­ miş: [Dostların gönlünü elde etmek için babadan kal­ ma bostanım satılması yerinde bir hareket olur. îyilik düşünen dostlann tenceresini kaynatmak için, ev içinde yanabilen şeylerin yanması lâzımdır. Kötülük düşünen kimseye iylik yap. Çünkü köpe­ ğin ağzının lokma ile kapatılması uygun olur.] HİKÂYE Harun Reşidin oğullarından birisi pek öfkeli ola­ rak babasının huzuruna geldi. Filan çavuşun oğlu jan360 neme sövdü dedi. Harun, devlet erkânına .sordu: «Ona ne ceza ver­ mek lâzımdır?» Erkânın birisi: «Onu katletmek lâzımdır.» Öteki: Dilini kesmek lâzımdır. Başka birisi de: Malını müsadere ve kendini nef­ yetmek lâzımdır, dediler. Bu sözleri dinledikten sonra Harun şöyle dedi. «Çocuğum! Onu affetmek daha kerimane bir hareket olur. Eğer affetmezsen, sen de onun annesine söz, amma o nasıl söyledi ise öyle söyle, sakın fazla söyle­ me, çünkü o' zaman intikam haddini geçmiş ve senin tarafından zulüm yapılmış olur.» [Kükremiş filile cenk eden kimse, ukalâya göre mert değildir. Asıl mert odur ki öfkelendiği vakitdahi hakikatten ayrılmaz. Birisine bir kötü huylu kimse sövdü, o adam ta­ hammül etti ve: «Sonun hayır olsun (hay Allah iyili­ ğini versin) dedikten sonra ben senin dediğinden daha berbatbir kimseyim; çünkü bilirim ki sen benim ayı­ bımı benim kadar bilmezsin.» dedi.I Bir takım büyüklerle bir gemiye binmiştim... Arka tarafından bir sandal battı ve ikikardeş bir girdaba düştüler. Büyüklerden birisi gemiciye: «Şuiki kardeş kur­ tar, her birisi için sana elli altın vereyim»dedi. Gemici suya atıldı. îki kardeşten birini kurtardı.. Öteki helâk oldu. Ben bu hali görünce: «Zavallının ömrü kalmamış. Ondan dolayı evvelâ ötekini kurtarmakla onu kurtar­ mağa geciktiniz» dedim. Gemici güldü: «Sözün doğrudur, dedi, fakat be­ nim gönlüm ilk önce bunu kurtarmak isfedi. Çünkü bir zaman çölde kalmıştım, bu beni bir deveye bindirdi.. Hâlbuki ötekinden kamçı yemiştim.» 361 Bu sözü işitince: «Cenabı Hak ne kadar doğru söy­ lüyor,» dedim.- «İyilik eden de, kötülük eden de ken­ disi için yapmış olur.» [Elinden geldiği kadar bir kimsenin gönlünü incit­ me, çünkü bu yolda çok dikenler bulunur. Zavallı bir fakirin bile işini yap, çünkü senin de görülecek işlerin bulunur. 1 HİKÂYE İki kardeş vardı: Birisi padişah hizmetinde idi. {Zengin olmuştu.) Öteki elinin emeğiyle ekmek yerdi. (Fakir kalmıştı.) Bir kere zengin fakire dedi ki: «Niçin padişah hiz­ metine girmezsin ki bu eziyetten kurtulasın?» Fakir, zengine cevap verdi: «Sen niçin iş güç tut­ muyorsun ki, padişah hizmetinde bulunmak zilletin­ den kurtulasın?» Hükemâ demişler ki: «Kendi ekmeği­ ni yiyip oturmak altın kemer bağlayıp hizmet için bir mahlûkun karşısında ayakta durmaktan hayırlıdır.» [Kızgın demiri el ile yuğurup hamut etmek bey­ ler önünde el bağlamadan daha iyidir. Kıymetli ömür iki düşünce ile geçiyor.- Yazın ne yiyeyim, kışın ne giyeyim? Ey alçak karın, bir ekmek ile kanaat et ki hizmet­ kâr olup başkalarının önünde yerlere kadar eğilmiyesin.l HİKÂYE Birisi Nuşirevan’a şu müjdeyi verdi: Yüce Tanrı filân düşmanım dünyadan kaldırdı. Nuşirevan: Beni bırakacağını duydun mu, işittin mi, ölüme sevinilir mi? dedi. 362 [Düşmanın ölmesiyle benim için sevinmek olmaz, çünkü bizim hayatımız da ebedî değildir.] HİKÂYE Hükemâdan bir takım kimseler Kisra’nm huzu­ runda bir iş hakkında konuşuyorlardı. Onlann en bü­ yüğü olan Büzürcmihr ağzını açmıyordu. Hâkimler Büzürcmihr’e: «Niçin sen de bu hususta fikrini söylemiyorsun?» dediler. Büzürcmihr cevap verdi: «Vezirler Etibba gibidir­ ler. Tabib ilâcı ancak hastaya verir. Görüyorum ki, rey­ leriniz pek doğrudur. Şu hâlde benim söylemem hik­ mete münafi olur.» [Bir iş benim müdahalem olmaksızın meydana geliyorsa, benim o iş hakkında söz söylemem doğru ol­ maz. Eğer görsem ki bir âmâ yolda gidiyor, önünde bir kuyu yar, o zaman susarsam günah işlemiş 'olurum.! Mısır iklimi Harunür Reşid’in idaresine geçince; «Azgın Firavun, Mısır mülküne mağrur olarak Tannlık dâvasına kalkışmıştı. Onu tahkir için, Mısır mül­ künü kölelerimin en aşağısına vereceğim» dedi. Huseyb isminde ahmak bir kölesi vardı. Mısır valiliğine onu tâyin etti. Mezkûr kölenin akimın, dirayetinin derecesini an­ latmak için derler ki: Bir takım Mısır ekincileri şikâ­ yete geldiler ve dediler ki: «Nil kenarında pamuk ek­ miştik, yağmur vakitsiz geldi, pamuklanınız telef ol­ du.» Huseyb : «İyi yapmamışsınız. Yün ekmeliydiniz.» dedi. Bu vak’ayı işiten bir âlim şöyle dedi: [Eğer servet ilim ile artsaydı cahilden daha fakir kir kimse olmazdı. Halbuki cahillere öyle nzıklar erişi­ yor ki yüz âlim onlara şaşakalıyor. 363 Baht, devlet iş bilmekle değildir. Tanrı vergisidir. Nice akılsız, beyinsiz kimselerin makbûl, nice âkil­ lerin hakir, hor olduğu bu dünyada çok görülmekte­ dir. Kimyacı, kaygı, keder, mihnet, meşakkat içinde ölmüş, ahmak bir kimse viranede define bulmuştur. 1 HİKÂYE Padişahın birine bir Çin cariyesi getirmişlerdi. Bir sarhoşluk sırasında ona yaklaşmak istedi. Kız, teslim olmadı. Hükümdar kızdı, Cariyeyi bendelerinden siyah bir araba bahşetti. Arabın bir dudağı yerde, bir dudağı gökte dene­ cek derecede öyle çirkin bir hâli vardı ki, Hazreti Sü­ leyman’m mührünü çalan cin, onun çehresinden ür­ ker ve onun koltuklan katran kokusu gibi kokardı. [Sanki: (Yusuf) da güzellik tamam olduğu gibi çirkinlik de bunda sona ermişti. Ondaki çirkin yüzü ne tasavvur etmek, ne de an­ latmak mümkün değildir. Koltuğu, Allah korusun» temmuz güneşi karşısındaki İaşeden daha murdar ko­ kardı.] Anlatırlar ki, Arap nefsini tutamaz, şehveti galip gelerek kızın bikrini izâle eder. Sabah olunca ayılan hükümdar cariyeyi arar, bu­ lamaz. Akşam olup biteni anlatırlar, kızar, Arapla cariyenin ellerini ve ayaklarını sağlamca bağlayıp kale­ den aşağı atmalarını emreder. İyi huylu vezirlerden biri hürmetle huzura gele­ rek derki: Diğer hizmetkâr kullanmz in’am, ihsanınıza alı­ 364 şık oldukları için Arabın bu hususta bir kabahati yok­ tur. Hükümdar sorar: Bir gece sabrederek dokunmasaydı ne olurdu? Vezir cevap verir.- Efendimiz işitmediniz mi şöyle söylemişlerdir: [Susuzluktan yanmış, tutuşmuş bir kimse, âbı hayat çeşmesine yetiştiği zaman zannetme ki kükre­ miş filden korkar. Kamı aç olan mezhepizin boş bir evdeki sofra ba­ şında ramanı düşüneceğine akıl inanır mı?l Bu lâtife padişahın hoşuna gitti. Arabi sana bağış­ ladım amma cariyeyi ne yapayım? diye sordu. Vezir cevap verdi: Cariyeyi de araba bağışlayın ki onun artığı ona yaraşır. [Onu hiç bir zaman dostluğa da lâyık görme ki beğenilmedik bir yere gidebilir. Ağzı kokmuş bir kimsenin artığı olduğu zaman, susamış bir insanın gönlü, âbı zülâli dahi istemez. Turunç, pislik içine düşse bir daha padişahın eli ona değer mi? Bardak, çıbanlı bir kimsenin ağzına değmiş olsa susamış bir insan ondan su içebilir mi?l HİKÂYE Iskender-i Rumî’ye: «Maşrik ile Mağrip diyannı nasıl fethettin? demişler. Halbuki senden evvelki pa­ dişahların hâzineleri, mallan, ömürleri, askerleri seninkinden daha çoktu. Böyle iken onlara bu kadar fütu­ hat müyesser olmadı.» İskender şöyle cevap vermiş: «Cenabı Hakkın yardımiyle her fethettiğim memleketin reayasını incitme­ dim ve geçmiş padişahların adlarını iyilikten başka bir şeyle anmadım.» 365 [Büyüklerin adlannı çirkin bir surette yâdeden kimseye ukalâ, büyük demezler. Baht, taht, emir, nehiy, vurma, tutma madem ki geçen şeylerdir, hepsi hiçtir. Geçmişlerin iyi adını za­ yi etme ki, senin iyi adm da payidar kalsın.] 366 İKİNCİ BAP DERVİŞLERİN AHLÂKI BEYANINDADIR HİKÂYE Büyüklerden biri bir zâhide sormuş: Filân âbid hakkında bir takım fena sözler söylüyorlar. Sen onu nasıl bilirsin?» Zâhit, cevap vermiş: «Görünüşte fena bir şey gör­ müyorum! İçyüzüne gelince, görünmeyen şeyi bil mem.» [Her kimi zâhit kıyafetinde görürsen kalbinde ne olduğunu bilmezsen dahi, onu zâhit bil; iyi adam zan­ net. Çünkü polis ev içerisine karışmaz.] HİKÂYE Bir dervişi gördüm, Kâbenin eşiğine başını koy­ muş ağlıyarak şöyle niyaz ediyordu: Yâ Gâfûr, Yâ Ra­ him, sen bilirsin ki pek zâlim, pek câhil olan insan kulluk vazifesini sana lâyık bir surette ifa, edemez. [Sana ibadette kusur ettiğim için özür dilemeğe geldim. İbadetime güvenmiyorum. Âsiler günahtan tövbe ederler. Arifler ibadetten istiğfar ederler.] Âbitler ibadetlerinin mükâfatmı isterler, tacirler mallarının bahasını isterler. İlâhî, ben kulun ümit ge­ 367 tirdim; tâat getirmedim. Dilenmeğe geldim; ticarete gelmedim. Bana, sana yakışanı yap, bana yakışanı yap­ ma. İster öldür, ister cürmümü bağışla. İşte yüzürçıü -eşiğe koydum. Kul bir şey teklif edemez, ne buyurur­ san razıyım. Kâbe kapısından bir dilenciyi gördüm; tatlı tatlı ağlıyor, şöyle diyordu: İlâhî, tâatimi kabul et demiyo­ rum, günahıma af kalemini çek diyorum.] HİKÂYE Abdülkadir Geylânî’yi gördüm ki, Kâbenin hare­ minde çakıl taşlan üzerine yüzünü koymuş, şöyle söy­ lerdi: İlâhî beni affet. Eğer muhakkak azab ve ikaba dûçar edeceksen, kıyamet günü beni gözsüz haşret ki iyilerin karşısında mahcup olmıyayım. [Her seher vakti rüzgâr esince aczimi bilerek, yü­ zümü topraklara sürüyor ve söylüyorum: Tannm! Bu seni hiç unutmıyan kulunu hiç hatırlıyor musun?] HİKÂYE Bir hırsız bir âbidin evine girdi. Ne kadar aradıysa da bir şey bulamadı. Canı sıkıldı. Âbit işi anladı, hırsızın eli boş dönmemesi için üzerine yattığı kilimi — sezdirmiyerek — hırsızın ge­ çeceği yere bıraktı. [İşittim ki Hak yolunun erleri düşmanlann gönül­ lerini bile incitmemişlerdir. Bu makam sana nasıl mü­ yesser olur ki, dostlarınla zıdlaşmada, çekişmedesin.] Kalbi temiz olanlann muhabbeti her zaman ayni­ dir. Onlar insanlan yüzlerine karşı gıyaben olsun se­ 368 verler. Öyle arkadan bin türlü ayıbını nakledip yüzü­ ne karşı kul kurban olmazlar. [Bazı kimse var ki, yüze karşı yumuşak koyun, ar­ kadan insan yiyici kurt gibidir. Her kim başkasının ayıbını senin yanında sayar dökerse, şüphesiz senin ayıbını da başkalarının yanın­ da söyliyecektir.I HİKÂYE Seyyahlardan birkaçı birleşmiş; keder, sefa orta­ ğı olmuş, ilden ile geziyorlardı. Onlara arkadaş olmak istedim, kabul etmediler. Dedim: Âciz insanların arkadaşlığından yüz çevir­ mek, onlan istifadeden mahrum etmek dervişlerin ke­ reminden, güzel ahlâkından beklenilmiyen bir hâldir. Halbuki ben kendimde öyle bir kudret ve çeviklik his­ sediyorum ki, arkadaşlıkta şen ve çalâk bir dost olu­ rum. Arkadaşlarıma gönül üzüntüsü olmam. [Yola, giderken, ata binmesem bile hiç olmazsa ata binen arkadaşlarımın eyer takımlarını götürürüm.] İçlerinden birisi dedi ki: «Gücenme, şu günlerde derviş kıyafetine girmiş bir hırsız geldi, bize arkadaş oldu, bizimle birlikte seyahate devam etmek istedi. [İnsanlar elbiseye bakarak içindekinin nasıl insan olduğunu bilmezler. Mektubun içinde ne olduğunu an­ cak yazan bilir.] Dervişler kendi hâllerinde, ziyansız ve doğru kim­ seler oldukları ve meydanda bir sebep bulunmadığı için onun hakkında fena düşünmedik, onu arkadaşlığa kabul ettik. [Dervişler eski bir hırka giyerler. Halk karşısına çıkmaları için bu kâfidir. Fakat zâhitlik çul giymekle değildir. Temiz zahit ol da atlas giyin. Allahın emret­ 369 tiği yolda yürü de ne istersen giyin, istersen başına tac giy. Omuzuna bayrak al. Zahitlik dünyayı, şehveti (fena arzuyu), hevesi, lüzumsuz arzuyu birakmaktır. Yoksa zahitlik elbise namına bir hırka ile iktifa etmek değildir. Zırh içinde yürekli insan lâzımdır. Korkak kim­ seye cenk âletlerinin ne faydası olur?] Hülâsa bir gün akşama kadar yürüdük, gece vak­ ti bir hisarın dibine eriştik; orada uyuduk. Uğursuz hırsız, arkadaşın ibriğini aldı, taharet için gidiyorum, dedi. Halbuki o taharet için değil, yağ­ ma için gidiyormuş. [Dervişlik hırkası giyen şu âbide bak! Kâbe örtüsü­ nü eşek çulu yapmış.] Herif ibriği aldı gitti, uzaklaştı, dervişlerin gözün­ den kayboldu. Oradan hisarın burcuna çıkmış; orada bir yerden bir cevahir kutusu çalmış ve ortalık aydınla­ nıncaya kadar da o karanlık yürekli adam epey yol almış. Biz ise, bigünah, bihaber yatıyorduk. Sabahleyin hırsızlık meydana çıkınca, hisar halkı, bizim yaptığımıza zâhip oldular, hepimizi zindana koy­ dular. işte o tarihtenberi kimseyi arkadaş almamağa ka­ rar verdik ve kendi âlemimizde yaşamak istedik. Se­ lâmet yalnızlıktadır. Felâket iki kişi arasmda zuhur eder. [Bir kavmin içinde birisi câhillik ederse ne küçü­ ğünün şerefi kalır, ne büyüğünün. Görmez misin bir otlakta öküzlerden birisi bir tarlaya girer, köyün öküz­ leri tarlaya girmiş derler.] Seyyahlardan o vak’ayı işitince, dedim ki: Yüce Tanrıya bin şükür olsun, dervişlerin sohbetlerinin fey­ zinden mahrum kalmadım. Her ne kadar onlarla ar­ 370 kadaşlık edemedimse de bu hikâyeden müstefit oldum. Benim gibilere tekmil ömürlerinde bu nasihat işe yarıyacaktır. [Bir mecliste bir yontulmamış yüzünden birçok akıllıların gönülleri incinir. Bir havuzu gül suyu ile doldursanız içine bir köpek düşmekle pis olur.l HİKÂYE Bir mürâi zâhit, bir padişaha misafir oldu. Sofra­ ya oturdukları zaman onun iyiliği hakkında daha ziya­ de hüsnü zanda bulunsunlar diye mûtadmdan daha az yedi. Namaza kalktıkları zaman âdetinden fazla kıldı. [Ey hünerlerini avucunun ortasında tutup ayıp­ larını koltuğu altmda saklıyan kimse! Evine döndüğü zaman sofrayı hazırlamalarını em­ retti. Ferasetli bir oğlu vardı. «Baba, padişahın dave­ tinde bir şey yemedin mi?» diye sordu. Babası: Onlann nazannda işe yanyan birşey ye­ medim. Pek az yedim, dedi. Çocuğu: «Baba, öyle ise namazı da kazâ et ki, işe yarar bir namaz kılmamışsın» dedi. Ey ahmak! İhtiyaç gününde, herhangi bir şey lâ­ zım olduğu zaman, geçmez akçe ile ne almak ister­ sin?] HİKÂYE Hatırımdadır. Çocukluğum zamanında ibadet et­ meğe heveslenirdim. Geceleri kalkanm; sofuluğa, takvâya düşkün idim. Bir gece babamla oturmuş, gözlerini yummamış, (Kur’an-ı Kerîm’i) kucağımda tutmuş idim. Ev halkı ise yanımızda uyuyorlardı. 371 Babama şöyle dedim: «Ne ölür, şunlardan birisi kalkıp da iki rekât namaz kılsa, ölü gibi uyuyorlar.» Babam şöyle dedi: «Canım oğul, halkı çekiştirece­ ğine, keşki sen de uyuyaydm.» [Hodbin kimse, kendisinden başkasını görmez Çünkü onun gözünün önünde gurur perdesi var. Eğer ona Cenabı Hakkı görecek bir göz bağışlasalardı, ken­ dinden âciz bir kimseyi göremezdi.] (Her şeyde Cenabı Hakkı görmeğe başlayınca ken­ disini de unutur, başkasını da unutur. Cenabı Hak­ kın (yanında başka varlık göremez.) HİKÂYE Bir büyüğü bir mecliste mütemadiyen methediyor­ lar, güzel vasıflarını haddinden ziyade büyütüyor lardı. O büyük zat başını kaldırdı, şöyle dedi: Kendi­ min ne adam olduğunu ben bilirim. [Ey benim güzel sıfatlarımı sayıp döken kimse, yeter, beni çok incittin. Görünüşüm öyledir, fakat iç yüzümü bilemezsin. Şahsım herkesin gözünde güzel görünüşlüdür, fa­ kat içimin fenalığından utanıyor, başımı kaldıramıyo­ rum. Herkese tavusu güzel, nakışlı tüyü, tüsü sebebiyle överler. O ise ayağının çirkinliğinden dolayı herkes­ ten utanır.] HİKÂYE (Cebeli Lübnan) da sulehâdan bir şeyh vardı. Mâ­ nevi mertebesi, kerametleri bütün Arap illerinde meş­ hurdu. 372 O Şeyh bir gün kalktı, Şam’da Benî Ümeyye ca­ miine geldi. (Kellâse) havuzunun yanında abdest ala­ caktı. Ayağı kaydı, havuza düştü. Havuzdan güçlükle çıkardılar. Namaz kılındı, namazdan sonra dostlarından bi­ risi ona: «Bir müşkülüm var, lütfen cevap verir misin?» dedi. Şeyh sordu: «Müşkülünüz nedir?» Dostu dedi: «Hatırlıyorum ki, Mağrip denizinin üzerinde yürürdün. Ayağın ıslanmazdı. Bugün ise bir adam boyu suda hemen hemen boğulacaktın. Bundaki hikmet nedir?» Şeyh başını önüne eğdi, gözünü kapadı, düşündü Bir çok düşündükten sonra başını kaldırdı, şu cevabı verdi: işitmedin mi Seyyidi âlem Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi vesellem: «Benim Allah ile bir vaktim vardır ki, o vakitte mukarrep melek, mürsel nebî ile görüşemem» buyurmuştur. Fakat daima böyleyim buyurmamıştır. Filhakika böyle söylediği vakit Cebrail ile, Mikâil ile meşgul olmazdı. Fakat başka bir vakit zevcelerinden (Hafsa) ve (Zeynep) ile görüşür ve ko­ nuşurdu. Evliyalar demişler ki: «İyilerin müşahedesi tecellî ile istitar arasındadır,' görünür ve kapanır.» [Tanrım, bize cemâlini hem gösterir hem saklar­ sın, bizim ateşlerimizi teskin ederek kıymetini arttı­ rırsın. Sevdiğimi vasıtasız görürüm. Bana bir hâl gelir, yolumu kaybederim. Sevdiğim ateşin alevini yükseltir, sonra su serper, söndürür. Bundan dolayı beni hem yanmış, hem suya garkolmuş görürsün.] HİKÂYE [Birisi o çocuğunu kaybeden Yâkub’a sordu: «Ey 373 parlak cevherli, akıllı ihtiyar! Mısır’dan Yusuf’un göm­ leğinin kokusunu aldın. Kenan kuyusunda iken onu niçin görmedin?» Yakup şöyle cevap verdi: «Bizim ahvâlimiz sıçra­ yan şimşeğe benzer. Bir an görünür, bir an gözden kay­ bolur.» Bazan felek-i âlânın üstünde otururum, bazan ayağımın arkasını göremem. Eğer derviş bir hâl üzere kalsaydı, iki âlemden de elini çekerdi.] HİKÂYE (Ba’lebek) camiinde vaaz tarikile birkaç söz söy­ lüyordum. Karşımda donmuş, gönülleri ölmüş, sûret âleminde kalıp, mânâ âlemine erişmemiş bir cemaat vardı. Baktım ki nefesim onlara tesir etmiyor. Sıcak ateşim onlann yaş odunlannı yakmıyor, «Hayvanlan terbiye ediyorum, körler mahallesinde ayna taşıyo dum» diye kendime acıdım. Sözü kesmek, kürsüden inmek istiyordum; fakat mâna kapısı açık, sözün zin­ ciri uzun idi. (Ve nahnü akrebü ileyhi min hablil verid = biz insana şah damarından daha yakınız) âye­ tini tefsir ediyordum. Çok derinleşmiştim. Dedim ki: [Dost bana benden daha yakındır. Lâkin ne ka­ dar acayip ki ben ondan uzağım. Ne yapayım. Kime söyleyebilirim ki o, benim kucağımda olduğu hâlde ben hicran içindeyim.] Ben bu sözün şerabiyle mest idim. Kadehin fazla­ sı elimde idi. Derken birisi vaaz meclisine uğradı. Ka­ dehin son dönüşü ona nasip oldu. Kadehte kalanı içti, sarhoş oldu. Öyle bir nâra attı ki, onun cezbesi öteki­ lerine de sirayet etti; feryada geldiler. Meclisteki o hamlar da cûşü hurûşa başladılar. 374 Bu hâli görünce dedim: Haberdâr olan uzaklar huzurda, gözsüz yakınlar uzaktadır. [Dinleyen kimse söz anlamazsa söyleyende neş’e, şevk, coşkunluk arama. Aşk ve şevk ile, can kulağile dinle ki, söyliyen kim­ se istediği gibi top oynasın.] HİKÂYE Bir gece Mekke çölünde uykusuzluktan dermanım kesildi. Bir adım atacak hâlim kalmadı. Kumlarm üze­ rine yattım, deveciye, «Benden el çek., beni bırak kala­ cağım, uyuyacağım, artık ne olursam olsun,» dedim. [Yürük develerin âciz kaldığı bir yolda zavallı yayanın ayağı ne kadar gider? Bir şişman zayıflaymcaya kadar zayıf olan kimse eziyet, meşakkat ile ölür.] Deveci şöyle dedi: «Kardeş, Harem-i şerif önde­ dir. Haramı arkadadır. Eğer gidersen canını kurtarmış olursun.Eğer uyursan ölürsün.» [Göç gecesi çöl yolunda mugaylan ağacının altın­ da uyumak hoştur. Fakat candan geçmek lâzımdır.] HİKÂYE Bir deniz kenarında bir âbidi gördüm; bir kapla­ nın hücumuna uğrayıp yaralanmıştı. Hiç bir ilâç kâr etmiyordu. Uzun zamandan beri bu yarayı çekip du­ ruyordu. Bununla beraber her nefeste Cenabı Hakka şükrediyor ve «Cenabı Hakka hamdolsun ki bir mâsiyete değil bir musibete giriftâr oldum» diyordu. [Eğer o muhterem dostum beni inleterek kati için cellâda verecek olsa, sakın o sırada canımın kaygusuna düşerim sanmayın. Evet, kederlenirim, müteessir olurum, fakat öleceğim için değil,belki benden ne gü­ 375 nah sâdır oldu ki dostum bana gücendi diye keder­ lenirim.! HİKÂYE [Bir derviş zarurete düştü, bir dostunun evinden bir kilim çaldı. Derken, hırsızlığı anlaşıldı, mahkemeye verildi ve cürüm sabit oldu. Hâkim, elinin kesilmesine hük metti. Kilim sahibi şefaat etti : «Ben ona helâl ettim» dedi. Hâkim: «Senin helâl etmen ile ben haddi şer’îyi icradan vazgeçmem» dedi. Kilim sahibi — bir hile-i şer’iye bularak — hâki­ me hitaben: «Doğruyu buyurdunuz; fakat o ferdin ma­ lını değil, vakfın malını çalmıştır. Vakıftan bir şey çalmak ise el kesilmesini mucip olmaz» dedi. Hâkim sordu: «Bu vakıf işi nereden çıkıyor, kilim senin malın değil mi idi?» Kilim sahibi: «Ben bir fakirim. Fakir kimsenin memlûkü olmadığı gibi bir şeye de mâlik olamaz. Fa­ kirlerin ellerine geçen her şey muhtaç olan insanlar için vakıftır» dedi. Hâkim bu defa — hırsızı tevbih için ona — dün­ ya başına dar mı geldi böyle bir dostun evinden çal­ dın? Başka yerde çalacak bir şey bulamadın mı? dedi. Hırsız şöyle cevap verdi: «Efendim, anlaşılan işit­ memişsin ki hükemâ şöyle demişler “Dostların hanesi­ ni sil süpür, ne varsa al, fakat düşmanların kapısını çalma.”» 1 Büyük bir zaruret içinde kalırsan acze düşme, düşmanların derisini, dostların kürkünü soy. [ 376 HİKÂYE Padişahlardan birisi bir âbide sordu: «Hiç bizi hatırladığın var mı?» dedi. Âbit: «Evet, ne zaman Cenabı Hakkı unutursam, o zaman hatırlarım» dedi. [Birisini Cenabı Hak kapısından sürerse o zavallı her tarafa koşar; fakat birisini Cenabı Hak çağırırsa onu kimsenin kapısına koşturmaz.] HİKÂYE İyi adamlardan birisi rüyasında bir padişahı cen­ nette, bir âbidi cehennemde gördü. Bu adam, hükemâdan birisine.- «Padişahın böyle âli dereceler bulmasının ,âbidin böyle çukurlara düşme, sinin sebebi, hikmeti nedir? Biz bunun aksini zanne­ derdik» diye sordu. Hakim şöyle cevap verdi: «Padişah dervişlere mu­ habbet sebebiyle cennetlik; âbid, padişahlara yaklaş­ mak sebebiyle cehennemlik olmuştur» dedi. Fakirin kapısını çalan ve bunun hâlini, hatırını soran emir ne güzel emirdir. Emîrin kapısında bulu­ nan, ondan ihsan dilenen fakir ne kötü fakirdir. [Hırka, çul, palas, yamalı elbise ne işine yarar? Bunlarile adam olamazsın. Allah’a varamazsın. Eğer adam olmak istiyorsan kendini fena işlerden uzak tut. Derviş olmak için kuzu derisinden yapılmış âdi bir serpuşa hâcet yoktur. Sen ahlâkça, sıfatça derviş ol da istersen başına tatar külahı koy.] HİKÂYE Yalınayak, başı kabak bir derviş Hicaz kervanına katılarak (Küfe) den çıktı. Bize yoldaş oldu. 377 Salınarak gidiyor, şu beyitleri terennüm ediyor­ du: [Ne devenin üstündeyim, ne eşek gibi yük altın­ dayım. Ne ilin efendisi, ne padişahın kölesiyim. Mev­ cut bir şeyim yok ki gamını taşıyayım. Yok olan bir şey için de, olsaydı diye keder etmiyorum. Rahat ne­ fes alıyorum. Her nefesim bir ömür yerine geçiyor.] Yolculardan deveye binmiş birisi ona şöyle dedi: «Derviş, nereye gidiyorsun? Geri dön, meşakkate dûçar olur, ölürsün.» Derviş bu sözü dinlemedi. Yürüyerek çöle daldı. (Küfe) den itibaren üçüncü konak olan (Na,hle-i Mahmud)a a eriştiğimiz zaman, o deveye binmiş olan zenginin eceli geldi, öldü. Derviş onun başı ucuna gel­ di. Şöyle dedi: «Biz meşakkat ile ölmedik: Sen yürük deve üzerinde öldün.» [Birisi bütün gece hastanın başı ucunda ağlamış, gündüz olunca ağlıyan ölmüş; hasta kalkmış, yaşa­ mış. Nice rahvan a,t olur ki yolda kalır; buna mukabil, topal eşek menzile varır. Nice sağlam adamları toprağa gömdüler. Beri ta­ rafta nice müthiş yara yemiş insan ölmedi.] HİKÂYE Bir âbidi bir padişah dâvet etti. Âbid düşündü: Pa­ dişahın yanma gitmeden bir ilâç içeyim de, zayıflaya­ yım. Bu sâyede padişahın hakkımda hüsnü zarınım daha ziyade celbetmiş olurum, dedi ve bir ilâç içti. Kıssayı nakledenler dediler ki âbidin içtiği ilâç öl­ dürücü imiş. Zazallı âbid içince öldü. [Fıstık gibi tamamen iç sandığın kimse, soğan gi­ bi kabuk üstüne kabuk imiş, içi hiç yokmuş. Kalbi in­ 378 sanlara müteveccih olan âbidler kıbleye arkalarını dö­ nüp namaz kılarlar. Bir kul Allahın huzuruna durup da Allahını çağığıracak olursa lâzım gelir ki Allahtan başka kimseyi hatırına getirmesin.! h îk A y e Yunan toprağında bir kervan vurmuşlar. Birçok mal ele geçirmişler. Bezirganlar ağlamışlar, inlemiş­ ler. Allah için olsun, peygamber için olsun bize acıyın, malımızı verin demişler. Tabiîdir ki bu yalvarmanın bir faydası olmamış. [Kalbi kara hırsız galip gelince kervan halkının ağlamalarından müteessir mi olur?! Tesadüfen (Lokman Hekim) de o kervan halkının arasında imiş. Kervan halkından birisi Lokmana rica etmiş: «Şu hırsızlara biraz nasihat buyur, hakîmâne sözler söyle. Belki malımızın bir kısmını- olsun geri ve­ rirler, bu kadar malın gitmesine yazıktır» demişler. Lokman Hekim: «Asıl böyle kimselere söylenecek hakîmâne sözlere yazıktır.» demiş. [Paslı bir demirden pası cilâ ile gidermek kabil değildir. Kalbi kara insana öğüt vermenin faydası yok­ tur. Hiç taşa demir çivi girer mi? Âsûde zamanlarda kalbi kırıkların gönüllerini ele al; çünkü fakirin kalbini almak belâyı savar. Bir sail gelip inliyerek sendenbir şey istediği za­ man ver. Eğer sen o saile birşey vermezsen bir zâlim gelir senden zor ile alır.l HİKÂYE En büyük âlim (Şemseddin Ebulferec Abdurrahman ibni Cevzî) beni çalgı, şarkı dinlemeden men ile 379 halvete, uzlete çekilmemi bana emrederdi. Fakat ta­ zeliğim, gençliğim galebe eder, hava ve hevesimi yenemezdim. Mürebbi olan o zâtın reyinin hilâfına gide­ rek çalgıdan, herkesle konuşmadan hoşlanırdım. Ho­ camın nasihati aklıma geldikçe kendi kendime şöyle derdim: t«Kadı bizimle oturursa neş’e ile coşar, el çırpar, polis şarap içerse sarhoşu mâzur görür.»] Nihayet bir gece birkaç dostumun teşkil etmiş ol­ dukları bir mecliste bulundum. Mecliste bir de kötü sesli mıtnp (çalgıcî) vardı ki zannedersin (muhakkak seslerin en çirkini eşek sesidir) âyeti onun hakkında sâdır olmuştur. [O çalgıcı saza mızrap (tırnak) vurdukça can da­ marını kesiyor zannederdin; sesi ise «baban öldü» di­ ye haykıran bir uğursuzun çıkardığı acı sese benziyor­ du.! [Bir muganninin sesi hoş ise tatlı tatlı dinlenir fakat ey mıtnp sen bir mugannisin ki sükûtun bize zevk verir. Ey mıtnp, senin çalgında da, söylemende de kim­ se bir zevk bulamaz. Ancak, defolup gitmek üzere sus­ tuğun vakit meclis neş’elenir. O kopuzcu kopuzunu ele alıpçalmaya, ırlamaya başlayınca ev sahibine şöyle dedim: «Allah için olsun ya kulağıma cıva akıt ki sağır olayım, duymıyayım, ya­ hut bana kapıyı aç ki çıkıp gideyim.»] Hülâsa dostların hatırı için onlara uydum ve ge­ ce sabaha kadar çilemi çektim. îMüezzin bazan sabah ezanını vaktinden evvel okur, çünkü uyuduğu için gecenin ne kadar geçmiş ol­ duğunu bilemez; sabah oldu zanneder. Halbuki gece­ nin ne kadar uzun olduğunu bir dakika uyumamış olan kirpiklerimden sor.! 380 Sabah olunca artık dayanamadım, başımdan sa­ rığı çözdüm, kemerimden attım çıkardım. Her ikisini de bahşiş olmak üzere çalgıcının önüne koydum. Onu kucakladım. Çok teşekkür ettim. Arkadaşlar çalgıcıya karşı gösterdiğim bu mu habbeti benden böyle bir hareket ummadıkları için hayretle karşıladılar. Ahmaklığıma verdiler; gizlice gülüştüler. İçlerinden birisi dayanamadı, itiraza başladı. Ha­ reketimi ayıpladı. Dedi ki: «Yaptığın iş akıllı işi değil­ dir, meşâyih kisvesinden olan sarığı öyle bir çalgıcı­ ya verdin ki, tekmil ömründe ne avucuna bir parça gümüş, ne de definin içine bir altın kırıntısı konma mıştır. [Öyle bir mıtnp ki, bu mübarek konaktan uzak olsun, kimse onu bir yerde iki kere görmemiştir. Sesi ağzından yükselince insanın tüyleri dimdik oluyor. Sesinin dehşetinden avyandaki kuşlar ürktüler, kaçtılar. Bizim beynimizi patlattı. Kendisinin de boğazını yırttı. ] İtiraz eden dostuma cevap olarak dedim ki: «Çok itiraz etme, çünkü bana o çalgıcının bir kerameti za­ hir oldu.» Dostum dedi ki: «Lütfen beni haberdâr buyurun. Öyle bir şey varsa hepimiz ona intisap ile yaptığımız alaylardan istiğfar edelim.» Ben dedim: «Kerâmeti şöyledir: Bana büyük şeyh (Ebülferec ibni Cevzi) bir çok defalar sema’ı terket buyurdu ve çok belâgatli sözler söyledi; maatteessüf kulağıma girmedi. Halbuki bu gece uğurlu talihim, kuvvetli bahtım bana kılavuz oldu, beni buraya getir­ di. İşte bu gece mıtnbın eliyle musiki meclisinden töv­ be ettim, bir daha, yaşadığım müddetçe musiki pe­ şinde koşmayacağım. 381 [Güzel damaktan, ağızdan, tatlı dudaktan çıkan güzel ses musikiye uygun olsa da olmasa da, gönül aldatır. Fakat bir ses ister uşak, ister İsfahan, ister hi­ caz makamından olsun, murdar bir mıtrıbm boğazın­ dan çıkınca; hiç bir şerefi, değeri, lezzeti olmaz.] HİKÂYE Lokman’a: Edebi kimden öğrendin? diye sordular. Cevap verdi: «Edepsizlerden öğrendim. Şöyle ki: onların işlerinden hangisi gözüme hoş görünmedi ise onu yapmaktan sakındım.» [İnsanlar şaka tarikile her ne söylerseler akıllı insan o sözden mutlaka bir hisse alır; fakat câhil kim­ senin karşısında hikmet sözlerinden yüz bap okunsa kulağına masal gibi gelir.] HİKÂYE Bir âbidi hikâye ederler; bir gecede on okka ye­ mek yer ve seher vaktine kadar uyumayıp bir hatim indirirmiş. Ariflerden biri bunu işitmiş ve «Eğer yanm ek­ mek yiyip de uyusaydı şimdiki hâlinden daha faziletli olurdu.» demiş. [İçerini yemekten boş tut ki kalbinde marifet nu­ runu göresin. Burnuna kadar yemek ile dolu oldu­ ğun için vücudunda hikmete yer kalmamıştır.] HİKÂYE Günah içinde kaybolmuş bir kimsenin yoluna lûtf-u İlâhî tevfik.çerağmı tuttu, Tanrı ona doğru yolu gösterdi. Hakikî dervişlerin arasına girdi; tarikata in­ 382 tisap etti. Dervişlerin sohbetinin bereketi, nefeslerinin tesiri ile o kimsenin kötü huyları iyi huylara mübeddel oldu. Elini havâ ve hevesten çekti. Halkı çekiştirmeden, halka kusur bulmadan zevk alan bir takım boşboğazlar adamcağızın hakkında dil­ lerini uzattılar. «O yine eskisi gibidir, onun zühdüne, salâhına inanmamak lâzımdır» demeğe başladılar. [İnsan tövbe ederek Tanrının azabından kurtula­ bilir. Fakat, halkın dilinden kurtulmanın imkânı yok­ tur.] Adamcağız halkın haksız sözlerine dayanamadı. Şeyhi olan zâta gitti, ıstırabını anlatarak şikâyet etti. Şeyh ağladı ve: «Bu nimetin şükrünü nasıl öder­ sin ki, sen onlann zannettiklerinden daha iyisin» dedi. [Hasutlar, kötülük düşünenler ben zavallının ayı­ bını anyorlar, bazan kanımı dökmeğe kalkışıyorlar, bazan oturup hakkımda kötülük düşünüyorlar diye ne söyleniyorsun? İyi olduğun hâlde halkın sana kötü demesi, kötü olup da halk tarafından iyi tanınmaktan daha iyidir. Bana gelince, görüyorsun ki halkın benim hakkımda son derecede hüsnü zanlan var. Ben ise çok nâkıs bir hâldeyim. Eğer dediklerimi yapmış olsaydın iyi huylu bir âbid olurdum. Komşulanmm gözlerinden saklanabilirim, fakat Cenabı Haktan saklanamam. O benim gizlimi tamamen bilir. Bir takım insanlar halk kusurumuzu görüp öte­ ye beriye yaymasınlar diye odaya kapanır, kapıyı ka­ parlar. Bu kapanmak, kapatmak halka karşı müessir ola­ bilirse de, Âlimülgayp olan Cenabı Hakkın gözünden saklanmak bir fayda veremez. Çünkü o gizliyi, âşikâreyi bilicidir.] 383 HİKÂYE Meşâyihten birisine şikâyet ettim: «Filânca benim hakkımda fenadır diye şehâdette bulunmuştur» de­ dim. Şeyh şöyle dedi: «Sen iyi ol, onu utandır.» [Sen iyi harekette bulun; fena düşünen kimse se­ nin noksanını söylemeğe mecâl bulamasın. Kopuzun düzeni doğru ise, mıtrıp akord etmek için onun kulağını büker mi?l HİKÂYE Şam meşâyihinden birisine: tasavvufun hakikati nedir? diye sordular. Cevap verdi: «Bundan evvel bir takım insanlar var idiler. Görünüşleri dağınık, perişan, fakat bâtmları mâmur idi; mânada cem (kalpleri dolu) idiler. îşte tasavvuf o gibi insanların hâlleri idi.» Bugüne gelince, bir takım insanlar türemişler, za­ hirleri mükemmel, fakat içleri perişandır; tasavvuf bunlann işi değildir. [Gönlün her saat bir yere gidiyorsa yalnız kalsan da bir safâ göremezsin. Malın, mansıbın, ekinin, ticaretin de olsa, madem­ ki gönlün Allah iledir, halvetnişîn sayılırsın.] HİKÂYE Hatınmdadır, bir gece kervan ile birlikte seher vaktine kadar yola devam etmiş, seher vakti bir or­ man kenanna inerek uyumuş idik. O yolculuktan bir meczup bize arkadaş olmuştu. Seher vakti bir nâra attı ve ova yolunu tuttu,, bir nefes 384 dinlenmedi. Gündüz olunca ona: «O ne hâl idi?» de­ dim. Meczup şöyle cevap verdi: Gördüm ki, ağaçlar üze­ rinde bülbüller inlemeğe, dağlardaki keklikler ötmeğe, sulardaki kurbağalar bağrışmağa, ormandaki hayvan­ lar çağrışmağa başladı. Düşündüm, mürüvvete yaraştıramadım ki bunların hepsi teşbih etsinler de ben gaflet ile uyuyayım. [Dün gece bir kuş sabaha kadar inledi; aklımı, fikrimi, sabrımı, takatimi aldı götürdü. Onun için cez­ belendim, naralar attım. Meğer hâlis muhlis dostlarım­ dan birisi sesimi işitmiş. Bana: «İnanmam ki seni bir kuşun sesi bu kadar altüst etsin.» dedi. Cevap verdim.- Kuşlar teşbih etsinler de ben susa­ yım; bu insanlık değildir.! HİKÂYE Bir vakit Hicaz seferinde bir takım kalbi uyanık gençler bana arkadaş olmuşlardı. Bunlar vakit vakit şiir terennüm ederler ve muhrikane beyitler okurlar­ dı. Aramızda henüz tahkika vâsıl olmayıp taklitte kşlmış bir âbid de vardı. Bu dervişlerin gönüllerinin der­ dinden habersiz olduğu için, dervişlerin hâlini inkâr ediyordu. Medine’nin dört konak berisinde, Benî Hilâl kabi­ lesinin bulunduğu yere vâsıl olduk. Arap obasından siyah, bir çocuk çıktı. Yüksek sesle terennüme başla­ dı. O sesin tesirinden havadaki kuşlar düşü düşüverdi. Âbidin devesini gördüm, oynamıya başladı, üzerinde­ ki âbidi yere attı. Başını alıp çöl yolunu tuttu. O zaman âbide dedim: «Ey Şeyh, güzel ses hayva­ na, tesir etti; fakat .sana tesir etmiyor.» 385 [Bilirmisiniz seher bülbülü bana ne dedi: Seıı ne adamsın, aşktan bihabersin. Deve Arabm mavalile şevke geliyor, oynamıya başlıyor. Eğer sende zevk yoksa garibe-i hilkat olarak yaradılmış bir hayvansın. Korular üzerinde rüzgârlar estiği zaman ılgın ağacının dallan sallanır, fakat katı taşlar harekete gel­ mez. Devenin bile ruhunda sevda, zevk, şevk bulunur­ ken insanda bulunmazsa o insan değil eşektir. Neyi görürsen Allahı zikir ile cûşu hurûştadır. Bu sözü o kimse anlar ki mânayı anlıyacak kulağı bu­ lunur. Allahı teşbih eden yalnız güle konmuş bülbül değildir. Belki de bir diken Cenabı Hakkı teşbih için bir dildir.] HİKÂYE Padişahlardan birisinin ömrü nihayete erdi, yeri­ ne geçecek kimsesi de yoktu. Vasiyet etti: «Sabahleyin şehrin kapısından ilk evvel kim girerse, padişahlık ta­ cını onun başma giydirin, memleketi ona teslim edin» dedi. Olacak bu ya, sabahleyin şehrin kapısından ilk giren bir dilenci idi ki bütün hayatmda yiyeceğini lok­ ma lokma kazanırdı. Yama yama üzerine vurur, giyi­ nirdi. Devlet erkânı, padişahın vasiyetini yerine getir­ diler. Kalelerin, hâzinelerin anahtarlannı ona teslim ettiler. Derviş bir müddet saltanat sürdü, nihayet beyler­ den bir takımı isyan ettiler. Etraftaki memleketlerin padişahları her taraftan memleketi almıya kalkıştı­ lar, ordular çıkardılar. 386 Hülâsa asker ile ahali ihtilâfa düştüler. Şehirlerin bir kısmı onun idaresinden çıktı. Derviş bu hâlden çok müteessir oldu. O sırada dervişin zamanındaki eski dostlarından birisi seferden geldi. Onu öyle saltanatta görünce: «Allaha şükür ol­ sun, yüce bahtın yardım, ikbâlin kılavuzluk etmiş, gülüm dikenden, dikenin ayaktan çıkmış; bu merte­ beye yetişmişsin» dedi. Her meşakkatin sonunda bir ferahlık vardır. [Çiçek bazan açılır, bazan solar. Ağaç bazan çıplanır, bazan giyinir.] Derviş şöyle dedi: «Birader! Tebrik yeri değildir. Beni taziye et! Evvelce gördüğün zaman bir ekmek kaygusunu çekerdim, şimdi cihanın türlü düşüncesile meşgulüm.» [Eğer dünyamız mâmur olmazsa derde düşeriz. Şa­ yet olursa onu sever dünyaya bağlarız. Bu cihandan daha berbat bir musibet yoktur. Çünkü var olsa da, yok olsa da gönül ızdırabma sebep oluyor. Zengin olmak dilersen kanaatten başka bir şey is­ teme, çünkü kanaat hoş, tatlı bir devlettir. Bir zengin, fukaraya etek etek altın verecek olsa onun bu yüzden kazanacağı sevaba tamah etme. Çün­ kü büyüklerden işitmişiıhdir ki fakirin sabrı, zenginin cömertliğinden daha iyidir. Behram Gür bir yaban eşeğini püryân ederek, kı­ zartıp halka dağıtırsa karıncanın getirdiği çekirge ayağı kadar olamaz. Lütuf ve ihsanın derecesini ihsan edenlerin servet­ leriyle, kudretleriyle ölçmek lâzımdır! HİKÂYE Bir adamın padişahın divanında vazifedâr olan bir dostu vardı. O adam nasılsa o dostunu bir zaman 387 göremedi. Birisi o adama, «Epey zamandır dostunu gör­ memişsin» dedi. Adam cevap verdi: «Görmek istemiyorum değil.» Orada dostunun mensuplarından birisi vardı, sûr­ du: «Ne hatâ etmiştir ki onu görmek istemiyorsunuz?» Adam cevap verdi: «Görmek istemiyorum değil, fakat divan işinde bulunan dost mâzûl olduğu vakit görülebilir; ben onu görmekle sevinirim. Fakat ziya­ retim, onu birçok işlerden alıkoyduğu için, kendisini mustarip edebilir.» [Mühim meşguliyetleri olan insanların dostlariyle görüşmeğe vakitleri olmaz. Azledildikleri, âciz kaldıkları zaman dertlerini dökmek ve teselli bulmak için dostlarını ararlar.] HÎKAYE (Ebu Hüreyre) radıyallahü anh hazretleri, Pey­ gamberimizin huzuru şeriflerine her gün gelirdi. Bun­ dan dolayı peygamberimiz ona «Ya Ebâ Hüreyre! Be­ ni gün aşın ziyaret et ki muhabbetin daha ziyade ol­ sun» buyurmuşlardı. Bir ârife: «Güneş bu kadar güzel iken onu seven, ona gönül veren bir kimseyi işitmedik, nedendir?» de­ diler. Arif şu cevabı verdi: «Her gün görüldüğü içindir. Baksanıza kış mevsiminde arasıra saklandığı için do­ ğunca sevilmektedir.» [İhsanlan görmeğe gitmek ayıp değildir, fakat usandırarak yetişir dedirtmemek lâzımdır. Eğer kötü işlerinden dolayı sen kendini ayıplar ve muâheze edersen kimse seni ayıplamaz.! 388 HİKÂYE Büyüklerden birinin karnmda fena yel dolaşmaya başladı, zabtedemedi-, ihtiyarsız, olarak yellendi. İtiraz için şöyle dedi: Dostlar, bu işte iradem elim­ de olmadığı için günaha girmedim. Size de bir ziyan gelmedi. Maamafih bu yelin çıkmasiyle rahat da et­ tim. Ümit ederim ki kerem buyurur, beni mazur görür­ sünüz. [Ey âkil adam, karın yelin hapishanesidir. Akıllı kimse onu bağlı tutmaz. Kamında yel kıvrılınca salıver, çünkü karnındaki yel, gönüle yüktür. Uygunsuz, ekşi yüzlü birisi yanından gitmek is­ terse mâni olma.l HİKÂYE Bir vakit Şam’daki dostlarımla düşüp kalkmadan bana usanç geldi, başımı aldım, Kudüs çöllerine düş­ tüm. Hayvanlar ile ünsiyet ettim. Haçlılara esir olun­ caya kadar bu böyle devam etti. Esir düşünce beni al­ dılar, (Trablus Şam) a götürdüler. Orada bir takım çıfıtlarla beraber bana siper kazdırmaya başladılar. Nihayet (Halep) rüesâsmdan vaktiyle tanıştığımız bir zat oradan geçerken beni tanıdı-, «Bu ne hâl?» dedi. Şöyle cevap verdim: [Cenabı Haktan başkasiyle meşgul olmıyayım di­ ye insanlardan dağlara, ovalara kaçıyordum. Şimdi ta­ savvur et ki bir takım hayvan sürüleriyle geçinmeğe mecburum. Hâlimin ne olduğunu ben ne söyliyeyim, sen anla. Dostların elinde zincirbend olmak yabancılarla bahçe safâsi etmekten daha iyidir.] 389 O zat hâlime acıdı. On altın vererek beni frenklerin esaretinden kurtardı. Kendisiyle beraber Haleb’e götürdü. Bir kızı varmış, yüz altın mehr ile bana ni­ kâh etti. Aradan bir zaman geçti. Kız huysuz, inatçı, dik başlı olmıya başladı. Bana dil uzatıyor; beni üzüyordu. Mes’ut değildim. Nasıl ki demişlerdir: [İyi bir adamın evinde fena bir kadın varsa o adam cehennem azâbını dünyada çeker. Kötü refika­ dan pek sakın. Allahım, bizi cehennem azâbından sakla.l O kadm bir kere bana şöyle hakaret etti: «Sen ba­ bamın on altına satın alarak frenklerin esaretinden kurtardığı adam değil misin zaten?» Ben de cevap olarak: «Evet, on altına frenk esare­ tinden kurtarıp yüz altına sana esir etti.» dedim. [Bir gün bir büyük adam bir koyunu bir kurdun elinden, ağzından kurtarmış. Gece olunca o adam ko­ yunu yatırmış, boğazına bıçağı basmış. Zavallı koyun inliyerek şöyle demiş: Beni kurdun ağzından kurtar dm, fakat nihayet gördüm ki kurdum sen oldun.] HİKÂYE Padişahlardan birisi, ailesi çok, geçineceği az bir âbide sormuş: «Aziz vaktiniz nasıl geçiyor?» Âbit söyle demiş: Bütün gece münacat ile, seher vakti dua ve ihtiyaçlarımı az ile, gündüz yiyecek, içe­ cek tedariki ile geçiyor. Padişah âbidin maksadını anlamış ve her gün için ne lâzımsa muntazaman verilsin, tâ ki aile yükü üzerinden kalkmış olsun, diye emir vermiş. [Ey aile sahibi kimse, bir daha serbestliği hayâli­ 390 ne getirme. Oğul, ekmek, elbise, yiyecek derdi senin melekâne bir hayat sürmene mâni olur. Her gün kendimce karar verir, bu gece Cenabı Hak ile meşgul olurum derim. Gece namaza başlaymca ya­ rın çocuklarım ne yer? diye düşünürüm.! HİKÂYE Şam âbitlerinden birisi bir ormana çekilmiş, sene­ lerce orada ibadet eder, ağaç yapraklarını yermiş. O tarafın padişahı onu ziyaret için yanma gitmiş. Ona,: «Eğer münasip görürseniz şehirde sizin için bir yer yapalım. Orada her türlü ihtiyacınız temin edilir. Siz de başka bir şey düşünmiyerek yalnız ibadetle meş­ gul olursunuz; hem de öteki beriki sizi ziyarete gelir; mübarek nefesinizden müstefit olur. Sizin güzel emel­ lerinize onlar da uyarlar.» demiş. Âbit bu sözü kabul etmemiş. Devlet erkânı: «Padişahı kırmak doğru olmaz; mü­ nasip odur ki padişahın hatırı için birkaç gün şehre gelseniz, orada oturmak nasıl oluyor anlasanız. Eğer orada ağyâr arasında bulunuşunuzdan sefây-ı kalbi­ nize bir keder gelecek olursa yine irade sizindir. Na­ sıl isterseniz öyle hareket edersiniz» demişler. Râviler nakletmişler ki, âbid şehre gelmiş, padi­ şahın hâs bahçesini ona tahsis etmişler. Orası gönül açan, ruhu dinlendiren, cennet gibi bir makam imiş. [Kızıl gülleri güzellerin yanaklarına, sünbülleri dilberlerin zülüflerine benziyordu. Dâye çocukları, kocakarı soğuğunun vermiş oldu­ ğu çiçekler de vardı ki, berdi acuz geçtiği hâlde onun bırakmış olduğu korkudan henüz tamamiyle açılma­ mış konca, tomurcuk hâlinde idi. 391 Üzerinde nar çiçekleri açılan dallar orasına, bu­ rasına ateş asılmış yeşil ağacı andırıyordu.] Âbid hâs bahçeye gelince, padişah derhal ona gü­ zel yüzlü bir cariye göndermiş. Âbitleri aldatabilecek derecede güzel, seçilmiş bir ay parçası, melek yüzlü, tavus kadar müzeyyen bir cariye. Öyle bir cariye ki, onu gördükten sonra zühdü takvâ sahiplerinde sabra mecâl kalmaz. Cariyeyi gönderdikten sonra, arkasından genç bir köle göndermiş ki, güzelliği görülmemiş bir derecede imiş. Boyu, bosu sevimli imiş. Güzelliğinin kuvvetli pençesi zühdü takvanın elini kıracak, gönül sahipleri­ nin kudret elini omuzlarına bağlıyacak derecede dil­ ber bir köle. [Herkes onun çevresinde susuzluktan kınlıyordu. O bir sâki idi ki, gösteriyor, fakat kimseye bir yudum vermiyordu. îstiska (susarlık) olmuş bir kimse Fırat’tan doy­ madığı gibi, göz de onu görmeden, temâşâdan doymu­ yordu.] Âbit leziz yemekler yemeğe, lâtif elbiseler giyme ğe, yemişlerden istifade etmeğe, câriyenin, kölenin gü­ zlüklerinden zevk almaya koyulmuş. Âkiller: «Güzel­ lerin zülfü akıl ayağını bağlıyan zincir, ferasetli kuşu avlıyan tuzaktır.» demişler. [Bütün bilgime rağmen gönlümü, dinimi, senin yolunda fedâ ettim. Hakikatte bugün ben bir akıllı kuş isem sen de benim tuzağımsın.I Ne sözü uzatalım; âbid devletini, yani mânevi top­ luluğunu, sefât-ı kalbini kaybetmiş; böyle olması da za­ ruridir. Nasıl ki demişlerdir: IFakih, pir, mürid, güzel söz söyliyen pâk nefesli vâız gibi dünyaya meyledince bala batmış sinek gibi olurlar.] 392 Padişah bir kere onu görmek arzu edip gitmiş,görmüş ki âzid eski şeklinden dönmüş, yüzü pembe pembe olmuş, semirmiş, ipekli bir yastığa dayanmış, peri sûretli bir köle tavus kanadından bir yelpaze ile başı ucunda duruyor. Padişah, onun işinin yolunda olduğunu görünce sevinmiş. Orada padişahın dünyayı görmüş feylesof bir ve­ ziri varmış; Padişaha şöyle demiş: Padişahım, sevme­ nin şartı var: Şartı odur ki her iki taifeye iyilik etme­ lisin; bunun için âlimlere altın ver, tâ ki başka ilimleri de okusunlar; zahitlere bir şey ver, tâ ki zâhit kalsın­ lar. [Zâhide akçe, altın gerekmez. Eğer zâhit bunları alırsa, git sen başka bir zâhit ara. Bir kimsenin güzel huyu ve Cenabı Hak ile arala­ rında bir sırrı varsa, vakıf ekmeğini yemediği, öteden beriden cerretmediği hâlde zahittir. Gönül aldatan bir güzelin parmağında firûze yü­ zük, kulağında elmas küpe olmasa yine güzeldir.] [Güzel şekilli, temizyüzlü kadının süsü, firûze yü­ züğü olmasın. Ne zaran var? Benim bir şeyim var iken İkincisini istediğim tak­ dirde bana zâhit demezlerse lâyıktır. 1 HİKÂYE Bir padişahın mühim bir işi vardı. Nezretti: «Eğer bu iş istediğim gibi neticelenirse şu kadar akçe veri­ rim» dedi. Padişahın dediği hâsıl oldu, gönlü rahat etti. Ada­ ğını şartı veçhile yerine getirmek lâzım geldi. Adadığı akçeyi bir keseye koydu; hâs kölelerinden birisine ver­ di: «Al, bu kesenin içinde ne kadar akçe varsa zahitle­ re dağıt» dedi. 393; Köle aklı başında kurnaz bir şey idi. Keseyi aldı, akşama kadar dolaştı, akşam olunca geldi, keseyi öptü, Padişahın önüne bıraktı, ve: «O kadar aradığım hâl­ de hiç bir zâhit bulamadım, kimseye bir akçe vereme­ dim» dedi. Padişah: «Bu nasıl iş, nasıl söz, dedi, ben biliyorum ki bu şehirde dört yüz zâhit var.» Köle: «Ey padişah-ı cihan, zâhit olan para almı­ yor, almak istiyen ise zâhit değildir.» dedi. Padişah güldü. Nedimlerine hitap ile şöyle dedi: «Benim bu vakitlerini Tanrıya ibadete hasreden, dün­ yadan el etek çeken insanlar hakkında ne kadar mu­ habbetim, itikadım varsa, yaramazın o kadar adavet ve inkân vardır. Maamafih o haklıdır.» [Bir zâhit akçe, lira alırsa git ondan daha zâhit birisini tedarik eyle.] HİKÂYE İlimde kemâle erişmiş bir zâta sordular: «Vakıf ekmeği hakkında ne dersin?» Âlim cevap verdi: «Eğer gönüleri perişan olm a­ mak, kendilerini ibadete vermek için alırlarsa helal­ dir ve eğer gelsin de yiyelim diye ekmek için toplan­ mışlarsa haramdır.» [Arifler vakıf ekmeğini bir köşeye çekilip huzur u kalb ile ibadet edebilmek için almışlardır. Yoksa iba­ det köşesine ekmek yemek için toplanmış değiller. 1. HİKÂYE Bir derviş bir yere misafir oldu ki, o yerin sahibi cömert bir insan idi. Mecliste mevcut olan fazlu bela­ gat sahiplerinden her birisi konak sahibi ile konuşur­ 394 ken, zariflerin âdetleri veçhile hoş bir fıkra veya hi­ kâye söylüyorlardı. Derviş ise çöl yolunu katetmiş, yor­ gun düşmüş, bir şeycik yememiş idi. Orada bulunan insanlardan birisi dervişe aşina­ lık ederek: «Baba derviş, siz de .bir şey söyleyin» dedi. Derviş şöyle dedi: «Benim başkaları gibi faziletim, belâgatim yoktur. Bir şey okumamışım, yalnız bir be­ yit söyliyeyim, onunla iktifa buyurun.» Meclis ehlinin hepsi hüsn-ü kabul göstererek pek­ âlâ söyle, dediler. Derviş şu beyti söyledi: [Yemek sofrasının karşısında ben böyle aç bîilâç tıpkı kadınlar hamamının kapısındaki bekâra benzi­ yorum.] Meclis halkı bu beyti beğendiler. Dervişin önüne sofra getirildi. Dâvet sahibi: «Dostum biraz bekle, uşaklarım köf­ te kızartacaklar.» dedi. Derviş başını kaldırdı, şöyle dedi: [Benim soframda varsm köfte olmasın; yol zah­ metinden köfte gibi olmuş bir kimseye katıksız ekmek köftedir.] HİKÂYE Bir mürit pirine dedi ki: «Birçok insanlar beni zi­ yarete geliyorlar. Onlann gelip gitmelerinden zahmet çekiyorum, kıymetli vakitlerimi kaybediyorum, ne ya­ payım? Lütfen bana bir çare bulunuz.» Pir.- «Gelen insanlar eğer fakir iseler, onlara ödünç para ver, dedi. Eğer zenginseler onlardan bir şey iste; bir daha etrafmda dolaşmasınlar.» [Eğer dilenci İslâm askerinin önünde giden kılavuz olsa, belki bizden bir şey diler diye kâfir, Çin’e kadar kaçar. 395 HİKÂYE Bir fakih oğluna: «Vaizlerin güzel sözlerinden hiçbirisi sana neden tesir etmiyor?» dedi. Oğlu cevap verdi: «İşlerini sözlerine uygun görmediğim için.» Vaizler halka dünyayı terketmeyi telkin ederler. Halbuki kendileri parayı kazanmaya, yığmaya çalı­ şırlar. Bir âlim ilimle âmil değilse, söylediği zaman kim -. seye tesir etmez. Âlim o kimsedir ki fena bir şey yapmaz. Halka ya­ pın deyip de kendisi yapmıyan âlim değildir. Cenabı Hak buyurmuşdur ki halka iyilik yapma­ yı emrediyorsunuz, kendinizi unutuyor musunuz? [Zevkince ömür süren, zevkine düşkün bir âlim, kendisi yolu kaybettiği hâlde âleme yol göstermeğe kalkan adama benzer. 1 Babası şöyle cevap verdi: «Çocuğum, bu bâtıl ku­ runtu ile vâizlerin terbiyelerinden mahrum olmak, öğütlerinden yüz çevirmek, tembellik yolunu tutmak; âlimleri azgın gibi görmek, mâsum bir âlim bulacağım diye ilmin fevâidinden mahrum kalmak yakışmaz. Sen bu bâtıl hayâl ile eski meseli yenilemiş olursun. Mesel şöyledir: Bir kör, gecenin birinde çamura düşmüş: «Müslümanlar yoluma bir kandil tutun!» diye bağırmaya başlamış. Ahlâksız bir kan, körün bu sözünü işitince: «Sen ki kandili görmezsin, kandil ile neyi göreceksin?» de­ miş. Çocuğum, vaaz meclisi kumaşçılar çarşısı gibidir. Orada para vermedikçe bir mal alamazsın. Buraya da istek ile gelmezsen mes’ut olamazsın. Âlimin işi sözüne benzemezse de sen yine onun sözünü can kulağiyle dinle, şarlatan bir kimsenin; uyu396 yan uyuyanı uyandırmaz, dediğine bakma, o saçma bir sözdür. İnsan duvar üzerine yazılan bir nasihati dahi kulağına küpe etmelidir.] HİKÂYE [Bir ârif, bir tekkede sofularla bir müddet arka­ daşlıktan sonra onlardan ayrılıp medreseye geldi. Ben o arife sordum: «Âlim ile âbid arasında ne fark var ki, âbitler fırkasını bırakarak âlimler züm­ resini ihtiyar ettin?» Ârif cevap verdi. «Âbid gemisini kurtaran kaptan­ dır, der, kendisini düşünür, âlim ise suya düşenleri, kurtarmaya çalışıyor» dedi.] HİKÂYE Bir genç kendini kaybedecek derecede sarhoş ol­ muş, bir yolun başmda yatmıştı. Tesadüfen oradan ge­ çen bir âbid, sarhoş gencin bu çirkin vaziyetine baktı. Genç sarhoş başını kaldırdı ve «İzamerru... = Allahın iyi kullan uygunsuz bir şey görseler iyilikle geçer gi­ derler» âyet-i kerimesini okudu. IBir günahkâr gördüğün zaman onun kabahatini görmemezlikten gel ve ona hilm ile muamele et. Ey benim uygunsuz işimi gören kimse, niçin bu iyiliği ben­ den esirgersin? Ey âbid, günahkârdan yüz çevirme, ona karşı lütuf ve ihsan ile hareket et. Eğer ben iyi değilsem sen iyi ol ve bana öyle muamele et.] HİKÂYE Bir takım rindler (günahtan kaçmaz, keyfine meclüb insanlar) bir derviş lekelemek, ona fenalık isnat 397 etmek istediler; yakışmıyacak sözler söylediler, onu incittiler.» Derviş şeyhinin huzuruna gitti. Başıma şöyle bir hâl geldi, dedi. Şeyhi dedi ki: «Çocuğum, dervişler hırkasını gi yen her şeye razı olmalıdır.» Her kim bir kisve içinde işinin yolunda gitmeme­ sine razı olmazsa yalancıdır, şarlatandır, ona dervişlik hırkası haramdır. [Büyük denizler bir taş ile bulanmazlar. Fena bir muameleye karşı müztarip olan ârif bir kap suya ben­ zer. Sana bir zarar erişiyorsa tahammül et; çünkü af ile günahtan beri olursun. Kardeş madem ki sonunda toprak olacaksın. Öy­ le ise ölmeden evvel toprak ol. Bu hikâyeyi dinle: (Bağdat) da sancak ile perde arasında bir mücadele başlamış. Sancak yolun tozundan, üzerinin eziyetinden do­ layı gücenmiş; perdeye şöyle demiş: Ben ve sen her iki­ miz bir tüccarın malıyız. Her ikimiz de padişahın sa­ rayında divanhanede bulunuyoruz. Ben hizmetten bir nefes dinlenmiyorum, vakitli, vakitsiz seferlerde bulunuyorum. Sen ne eziyet ne hisar, ne çöl,ne kasır­ ga, ne toz görüyorsun. Çalışmak noktasından ben da­ ha üstün olduğum hâlde sen niçin benden daha aziz addediliyorsun? Sen a,y yüzlü köleler, yasemin kokulu cariyeler yanmdasm. Ben ayağım bağlı, başım dönmüş olarak bir takım hizmetkârlar elindeyim. Söyle ey per­ de söyle, niçin sen böylesin ben öyleyim? Perde cevap vermiş: «Ben başımı aşağı eğiyorum. Senin gibi göke tutmuyorum. Her kim boş yere boy­ nunu kaldırırsa kendisini boynu üzerine bırakmış olur.»] 398 HİKÂYE Ariflerden birisi bir zorlu kimseyi gördü. Sıkılmış,, kızmış, ağzı köpürmüş. Arif sordu: «Buna ne olmuş?» Birisi cevap verdi: «Birisi ona sövdü.» Arif dedi: «Ey soysuz, bin okka taşı kaldırırsın,, bir söze mi dayanamıyorsun?» [Ey alçak nefsin elinde âciz olan kimse, kahraman­ lık, yiğitlik dâvasını bırak. Erkeklikten ne bahsedi­ yorsun? Elinden gelirse bir ağzı tatlılandır. Ağıza yum­ ruk vurmak yiğitlik değildir. Filin alnını yırtan bir kimsede insanlık yoksa mert değildir. Adem oğlu topraktan yaratılmış. Toprak gibi mütevazi olmazsa insan değildir.] HİKÂYE Bir büyük zâta tarikat kardeşlerinin ahlâkından sordular. Büyük zât dedi ki: «Bunlann meziyetlerinin en kü­ çüğü odur ki, dostlarının arzularını kendi arzulanna tercih ederler.» Bu hususta hükemâ şöyle demiştir-. Bir kardeş ki kendisini düşünür, o kardeş değildir. Hısım da değil­ dir. [Yoldaş eğer koşarsa yoldaşın değildir. Sana gönül bağlamıyan kimseye sen de gönül bağ­ lama. Akrabadan birisinin diyanet ve takvası olmazsa ondan postayı kesmek, akrabalık namına onu sevmek­ ten daha iyidir. 1 399 ) Hatınmdadır; bir iddiacı benim bu sözüme itiraz •etti, dedi ki: «Ulu, yüce Tanrı büyük kitabında akraba ile dost­ luğu kesmekten nehiy, akrabayı sevmekle emir buyur­ mamış mıdır? O hâlde senin sözün Kur’an-ı Kerim’e muhaliftir.» Ben dedim: «Yanıldın, sözüm Kur’an-ı Kerim’e muvafıktır. Çünkü Cenabı Hak, eğer ebeveynin cehâlet •eseri olarak bir şeyi Cenabı Hakka şerik koşmak için sana icbar edecek olurlarsa onlara itaat etme, buyur­ muştur.» [Cenabı Hakka bigâne olan bir akraba, Cenabı Hakka âşinâ olan bir dosta kurban olsun.] HİKÂYE [Bağdat’ta hoşmeşrep bir ihtiyar kızını bir eskici­ ye verdi. Hoyrat herif kızcağızın dudağını öyle bir ısır­ d ı ki dudağından, kan damladı. Sabah vakti babası kızını öyle görünce damadın yanma gitti: «Ey soysuz adam, dedi, bu nasıl diştir, kızımızın dudağını nasıl ısırdın? O insan dudağıdır, sahtiyan değildir. Bu sözü sana şaka yoliyle söylemedim. Şakayı bırak da sözü­ mü ciddiyetle dinle. Bu tabiatte yerleşen fena huy an­ cak ölüm günü çıkar.»] HİKÂYE Bir fakihin bir kızı vardı. Pek çirkin idi. Gelinlik •çağma yetişti. Çehizi, malı bulunduğu hâlde bir talibi çıkmadı. [Çirkin bir gelin üzerinde Mısır’ın dibası ve sair her türlü ipekli elbise çirkin olur.] Hülâsa fakîh'mecbur oldu, kızı bir âmâya nikah­ ladı. 400 Nakletmişler ki o tarihte (Serendip) arasında bir hekim gelmiş, kör gözleri açıyormuş. Fakihe: «Damadını niçin hekime göstermiyor sun?» demişler. Fakih: «Korkarım gözü açılacak olursa kızımı bo­ şar» demiş. [Çirkin yüzlü kannın kocası kör olmak iyidir.] HİKÂYE Bir padişah dervişler taifesine kıymet vermezdi. Dervişlerden birisi feraset ile anladı, şöyle dedi: «Ey padişah, biz bu dünyada askerce senden çok azız, fa­ kat yaşamamız senden daha iyidir. Ölüm hususunda müsaviyiz. Kıymette senden daha iyiyiz.» Gerek iklimler alan ve keyfinde yaşıyan padişah olsun, gerek bir ekmeğe muhtaç olan derviş olsun, öle­ cekleri zaman dünyadan bir kefenden başka bir şey götüremezler. Bu dünyadan geçilecek, göçülecek o l­ duktan sonra dervişlik padişahlıktan daha iyidir. Dervişlerin görünüşte elbiseleri yamalı ve saçları tıraşlıdır. Hakikatte gönülleri diri, nefisleri ölmüştür. [Ben şöyleyim, böyleyim diye mağrurâne atıp tu­ tan birisi, onun hilâfına hareket edilecek olursa kav­ gaya kalkışır, hep dediğim doğrudur diye tepinir. Bir dağdan bir değirmen taşı yuvarlanacak olsa o taşın yolundan savulan kimse ârif değildir.] Dervişlerin yolu on esastan ibarettir ki-. Zikir, şü­ kür, hizmet, tâat, başkasını kendisine tercih, kanaat, tevhit, tevekkül, teslim, tahammüldür. Her kim bu sıfatlarla mevsuf ise kıymetli kaftan geymiş olsa bile derviştir. Fakat boşboğaz, beynamaz, zevk ve havâsma tâbi,türlü nâhoş arzular besliyen, gündüzleri akşama kadar şehvet arkasında koşan, ge401 çeleri sabaha kadar gaflet uykusunda geçiren, ortaya ne gelirse yiyen, diline ne gelirse söyliyen kimse aba giymiş olsa bile derviş değildir. Kebe içinde ne mümin­ ler, aba içinde ne kâfirler vardır. Ey içi takvâdan âri, fakat üzerine riyâ elbisesi gi­ yinmiş olan kimse, senki evinde kuru bir hasır üze­ rindesin; kapma yedi renkli perde asma.] HİKÂYE [Bir tümseğin üzerinde otla bağlanmış birkaç de­ met taze gül gördüm-. «Bu değersiz ot ne oluyor ki gül ile birlikte bulunuyor?» dedim. Ot ağladı ve şöyle dedi: Sus, kerem sahipleri arka­ daşlığı unutur mu? Her ne kadar güzelliğim, rengim, kokum yoksa da nihayet ben de bu güllerin bittiği bah­ çenin otu değil miyim? Ben kerîm olan Cenabı Hakkın kuluyum. O’nun devam eden nimetiyle beslenmişim. Hünerli isem de, hünersiz isem de efendimden ümidim lûtuftur. Takdi­ me lâyık bir şeyim, bir tâatim yok. Bununla beraber kulun lütuf ümid edecek hiçbir şeyi olmasa da O kulu­ na bir çare bulup kurtarır. Âdettir, köle azat edenler ihtiyar köleyi azat eder­ ler. Ey cihanı bezeyen Tann, ihtiyar kuluna merha­ met buyur. Ey Sâdi, nzâ Kâbesinin yolunu tut. Ey Allah ada­ mı Allah yolunu tut. Bedbaht o kimsedir ki başmı bu kapıdan çevirir, fakat başka bir kapı da bulamaz.] Bir hekime sordular.- «Şecâat ile sehâvetten han­ gisi efdâldir?» Hakim cevap verdi: «Bir kimsenin sehaveti varsa şecaate ihtiyacı yoktur.» [Behram Gûr’un kabri, üzerine «kerem eli kol kuvvetinden daha iyidir» diye yazılmıştı. 402 Hâtem Tayi kalmadı: Fakat onun yüce ile meşhur olarak yaşamaktadır. Kıyamete kalacaktır. Malının zekâtmı çıkar ver. Çünkü bağcı buğunun fazlasını keserse çubuk daha çok rir.! adı iyilik kadar da üzüm çu­ üzüm ve­ 403 ÜÇÜNCÜ BAB KANAATİN FAZİLETLERİ HAKKINDADIR HİKÂYE (Mağripli) bir dilenci (Halep) de bezzarlar çarşı­ sında şöyle diyordu.- «Ey mal sahipleri, eğer sizde in­ saf, bizde de kanaat olsaydı, dilencilik âdeti dünya­ dan kalkardı.» [Ey kanaat, bizi sen zengin et; çünkü senin fev­ kinde bir servet yoktur. Sabır hâzinesi Lokman’m ih­ tiyar etmiş olduğu bir şeydir. O hâlde sabretmiyen ha­ kim değildir.] HİKÂYE (Mısır) da iki Beyzade vardı; birisi ilim öğrenirdi, öteki para kazanırdı. Bu, asrın en büyük âlimi, o Mı­ sır’ın maliye vekili oldu. Zengin kardeş fakir kardeşe hakaret gözüyle bakar ve: «Ben saltanata yetiştim sen miskinlikte kaldın» derdi. Fakat âlim şöyle cevap verdi: «Kardeş! Ben Ce­ nabı Hakka ne kadar şükretsem azdır. Çünkü pey­ gamberlerin mirasını, yani ilmi buldum. Sen de Fira­ vunun, Hâmân’m mirasına kondun, yani Mısır’a mâ­ lik oldun.» [Ben ayak altında çiğnenen bir karıncayım. îğnem404 le herkesi inciten kızıl arı değilim. Bana insanları in­ citecek bir kudret vermediği için Cenab-ı Hakka nasıl şükredeceğimi bilemiyorum.] HİKÂYE Bir derviş işittim ki fakirlik ateşi içinde yanıyor, yamayı yama üzerine dikiyor, gönlünü de şu beyit ile avutuyormuş: [Kuru ekmek ile, fakirane hırka ile kanaat ede­ lim. Çünkü insan için kendi mihnetinin yükünü taşı­ mak halkın minneti yükünü taşımaktan daha iyidir.] Biri ona demiş ki: «Bu şehirde oturan filânca zat iyi tabiatlıdır, keremi boldur, ömrünü fakirlere yardı­ ma vakfetmiş, herkesin sevgisini kazanmıştır. Eğer se­ nin hâline vâkıf olursa, siizin gibi aziz insanın hatırını gözetmeği canma minnet bilir.» Derviş-, «Sus, demiş, fakirlikten ölmek bir başka­ sına arzı ihtiyaç etmekten daha iyidir.» [Yama yamamak, sabır köşesinden ayrılmamak, elbise için zenginlere tezkere yazmadan daha iyidir. Doğrusu, komşu şefaati ile cennet gitmek cehennem azabı ile müsavidir.] HİKÂYE Acem şahlarından birisi bir hâzık tabibi müslümanlara hizmet etmek üzere Peygamber efendimizin yanma gönderdi. Tabip birkaç sene Arap diyarında kaldı. Kimse ona müracaat etmedi, kimse ondan ilâç istemedi. Bunun üzerine tabip bir gün Peygamber efendimi­ zin huzuruna geldi, şikâyet etti. Dedi ki: «Beni ashâbı kiramın tedavisi için göndermişlerdi. Halbuki ısmarla­ 405 nan hizmeti yapabilmem için şu kadar müddet zar­ fında kimse bana müracaat etmedi. Burada işsiz güç­ süz kaldım; vazifemi ifâ edemedim.» Peygamberimiz buyurdu ki: «Benim ashâbımm âdetleri budur: İştiha galip olmadıkça yemezler ve he­ nüz iştiha varken ellerini taamdan çekerler.» Hekim: «Doğru söyleyin yâ Resulâllah, dedi, işte sıhhatin esası budur.» Bundan sonra tabip lâzım gelen hürmeti ifâ etti ve savuştu gitti. [Hakim olan kimse ancak söylememesinden bir fenalık doğacağı zaman söz söyler. Ve yememesinden dolayı sıhhati bozulacağı zaman elini yemeğe uzatır. Şu hâlde şüphe yok ki sözü aynı hikmet olur. Yemesi sıhhati istilzam eder.l HİKÂYE Birisi çok tövbe eder, tekrar bozardı, Meşâyihten birisi ona şöyle dedi: «Öyle anlıyorum ki, çok yemeği âdet edinmişsin, nefsin bağı olan tövbe ise kıldan in­ cedir. Nefsini böyle besliyecek olursan bir gün gelir o zinciri kırar.» (Erdeşir Babekân) m hayatı hakkında yazılan bir eserde şu menkıbe rivâyet edilir: Erdeşir bir Arap he­ kimine: «Bir günde ne kadar yemek lâzımdır?» diye sormuş. Hekim cevap vermiş: «Yüz dirhem kâfidir.» Erdeşir: «Bu kadarı ne kuvvet verir?» demiş. Hekim: «Bu kadan seni sırtında taşır, bundan faz­ la olursa sen onu sırtında taşırsın.» cevabını vermiş. [Yemek: yaşamak ve Allahın nimetlerini şükür ile anmak içindir. Halbuki sen sanıyorsun ki yaşamak yemek içindir.] 406 HİKÂYE Horasanlı iki derviş vardı. Birlikte seyahat eder­ lerdi. Birisi zayıf idi, üç gecede bir yemek yerdi, öteki kavi idi, güçde üç öğün yerdi. Nasılsa bunlan bir şeh­ rin kapısında casusluk töhmetiyle tuttular, her ikisini bir odaya koydular. Odanın kapısını çamur ile sıva­ dılar. İki hafta sonra bigünah oldukları anlaşıldı. Ka­ pıyı açtılar. Gördüler ki kavi olan ölmüş, zayıf olan sağ sâlim yaşıyor. Herkes bu işe şaştı. Bu işi gören bir hekim şöyle dedi: Eğer bunun aksi olsaydı şaşardım; çünkü o çok yiyen açlığa da­ yanamadı, öldü; fakat az yiyen âdeti veçhile dayandı ve selâmette kalıp kurtuldu. [Az yemeği itiyat eden kimse tesadüf edeceği za­ ruretleri kolaylıkla karşılar. Ve eğer bir kimse geniş zamanında bolbol yeyip rahat yaşamağa alışmışsa darlık zamanında meşak­ katten ölür.l HİKÂYE Hükemâdan birisi çocuğunu, tokluk insanı hasta eder, diye çok yemekten menetti. Çocuğu: Baba, açlık da adamı öldürür. İşitmemiş misin ki hükemâ; ölmek açlık çekmeden iyidir, demiş­ ler, dedi. Hakîm: «Çocuğum, itidâli muhafaza et, Cenabı Hak yeyin, için, fakat israf etmeyin buyurmuştur» dedi. Oburluk insanlığa yaraşmaz. Köpek obur olduğu için bu kadar alçaktır. [Kusacak kadar çok yeme, zayıflıktan danm çıka­ cak kadar da az yeme. Yemek, nefis için bir haz olmakla beraber derece­ siz yenilirse ıstırabı mucip olur. 407 Gülbeşekeri zoraki yesen zarar verir; fakat acıkıp da yediğin kuru ekmek gülbeşeker yerine geçer.] HİKÂYE Bir hastaya sormuşlar: «Gönlün ne istiyor?» Hasta cevap vermiş: «Gönlüm bir şey istememeği istiyor!» [Mide dolunca kann ağnr, bir takım hakiki ilâç­ lar bile fayda vermez.! HİKÂYE (Vasıt) şehrinde bir kasabın birtakım sofularda birkaç akçe alacağı vardı. Her gün para ister, sert sözler söylerdi. Sofuların gönülleri kasabın ezâsından, cefâsından perişan oluyordu. Fakat tahammül etmekten başka bir çareleri de yoktu. İçlerinden bir ârif şöyle dedi: «Nefse yemek için vâde vermek, kasaba olan para borcundan daha ko­ laydır.» [Kapıcıların cefâsını çekmekten ise vezirin ihsanın­ dan vazgeçmek hayırlıdır. Kasapların para için bed sözlerini çekmekten ise ete hasret çekerek ölmek daha iyidir.! HİKÂYE Bir civanmert kimse Moğol çenginde korkunç bir yara almıştı. Birisi ona dedi ki: «Filân bezirganda (tir­ yak) var. İsteyecek olursan belki biraz verir.» Hal­ buki Hatem Tayi cömertlikte ne kadar meşhur ise o bezirgân da hasislikte o derece meşhur idi. 408 [Eğer onun sofrasında ekmek yerine güneş bu­ lunsa, herkes kıyamete kadar aydınlık günü göre mezdi.] Civanmert dedi ki: «O bahildeıi panzehir dahi is­ tesem, ya verir, yahut vermez. Verdiği takdirde de ba­ na ondan menfaat gelmez. Öyle bir bahilden bir şey almak, panzehir dahi olsa öldürücü zehir istemek de­ mektir. [Alçaklardan rica ile bir şey istediğin zaman, ver­ seler bile, vücutça belki artarsın; fakat canın eksilmiş olur.1 Hakimler şöyle demişler: «Eğer âbı hayatı yüz su­ yuna mukabil verseler akıllı kimse almaz, çünkü il­ letle ölmek zilletle yaşamaktan daha iyidir.» [İyi huylu bir kimsenin elinden Ebu Cehil kar­ puzu yemek, ekşi yüzlü bir kimsenin elinden tatlı ye­ meden daha iyidir.] HİKÂYE Âlimlerden birisinin çoluk çocuğu yok, geçinecek şeyleri ise az imiş. Kendi hakkında hüsn-ü zanda bu­ lunan büyüklerden bir zâta hâlini söylemiş. Bu yol­ daki arzusundan dolayı o büyük zâtın canı sıkılmış, ve bir edibin dilenciliğe tenezzülü onun nazarında çirkin görünmüş. [Muztarip bir çehre ile aziz dostunun yanma git­ me; gidecek olursan onun da zevkini kaçırırsın. Bir dilek için gittiğin zaman neşeli git. Çünkü şen ve güler yüzlü olan insanın dileği reddedilemez.] Nakletmişler ki o zat onun maaşını biraz artırmış, fakat, ona olan muhabbeti azalmış. O kimse birkaç gün geçtikten sonra o büyük zâtın kendisine eskisi gibi sevgi göstermediğini görünce şöyle, demiş: 409 [O ne fena yemeklerdir ki, sen o yemekleri zilletle kazanıyorsun — evet? tencere ocağa konulmuş; fa ­ kat şerefin düşmüş, devrilmiştir.] Ekmeğim arttı. Yüzümün suyu eksildi. Aç biilâç kalmak dilenmek zilletinden daha iyidir. HİKÂYE Bir derviş bir zarurete duçar olmuş. Bir kimse ona demiş ki: «Filân kimsenin sayılamıyacak kadar çok parası, malı, mülkü var. Eğer senin ihtiyacma vâkıf olursa derhal ihtiyacmı tesviye eder.» Derviş: «Ben onu tanımıyorum» demiş. O kimse dervişe: «Ben sana rehberlik edeyim» di­ ye, elinden tutarak o zenginin evine götürmüş, içeri­ ye sokmuş. Derviş, azametli, ters yüzlü birisi ile karşılaşınca bir şey demeden geri dönmüş. Dervişe, niçin ihtiyacını bildirmedin, bir şey söylemedin? demişler. Derviş: Onun atâsını kendisine bağışladım; parası da onun olsun, suratı da; demiş. [Ekşi yüzlü kimsenin yanında ihtiyaçtan bahset­ me; çünkü onun fena huyundan incinirsin. Derdini öyle bir kimseye aç ki yüzünden hiç olmazsa peşin olarak huzur bulasın.] HİKÂYE İskenderiye’de müthiş bir kıtlık olmuş, halkın ar­ tık tahammülü kalmamıştı. Yere karşı gökün kapılan kapanmış, yer halkının feryâdı göke yetişmiş jdi. [Yabani hayvanlardan, kuşlardan, balıklardan, karıncalardan hiç bir canlı kalmadı ki, açlıktan feryadı göke çıkmasın. 410 Şaşılacak şey ki, halkın gönlünün dumanı topla­ nıp bulut hâline gelmiyor ve sel gibi akan gözyaşları da o bulutun yağmuru olmuyor.] Böyle bir yılda ahlâksız birisi vardı. O kadar ah­ lâksız, edepsiz idi ki, onu anlatmak için söylenecek söz­ leri bilhassa büyüklerin huzurunda söylemekten uta­ nıyorum. Söylemeden de geçsem, aczime hamledilir. Yalnız şu beyit ile iktifa ediyorum. Bir şeyden azıcmı alırsan o onun tamamı hakkında bir fikir verir. Bir avuç şey bir merkep yükünün numunesidir. [Eğer bir Moğol o edepsizi öldürecek olsa, artık ona kısas lâzım gelmez.] Nasılsa o sene o edepsiz kimse çok zengin idi. Her şeyi bol bol mevcut idi. Edepsiz olmakla beraber fa ­ kirlere, zarurette kalanlara altm, gümüş verir, herkesi dâvet eder, misafirlere sofra kurdururdu. Dervişlerden bir kısmı zaruretle canlarından bez­ mişlerdi. Onun dâvetine gitmek istediler, bana danış­ tılar. Gitmelerini münasip görmedim, mâni oldum ve şöyle dedim-, [Arslanlar mağaralarda açlıktan ölürler de köpek­ lerin artıklarını yemezler, açlığa, zarurete râzı ol. Bir alçağa avuç açma. Değersiz bir kimse, mal, mülk ci­ hetinden Feridun olsa da sen ona kıymet verme! De­ ğersiz bir kimse türlü ipekten elbise giyse, o elbiseler duvara .sürülmüş boya ve yaldız gibidir.] HİKÂYE Hatem Tayî’ye sormuşlar: «Cihanda kendinden da­ ha gönlü büyük birisini gördün veya işittin mi?» Hâtem şöyle cevap vermiş: «Bir gün kırk deve kestirmiş, Arap beyleri dâvet etmiştim. Sahrânın bir 411 tarafına gezmeğe gittik. Baktım ki, bir kimse dikenleri kırmış bir yığm yapmış. Yaklaştım: «Arkadaş niçin Hâtem’in ziyafetine gitmiyorsun? Halk onun sofrasın­ da toplanmışlar» dedim. Oduncu: [Her kim kendi elinin emeğiyle yerse Hâtem Tayî’nin minnetini çekmez.] dedi. îşte ben onu, himmet ve şerefini muhafaza husu­ sunda kendimden daha yüksek gördüm. HİKÂYE Musa Aleyhisselâm bir fakiri gördü, giyeceği ol­ madığı için kumun içine girmişti. Musa Aleyhisselâm’ı görünce: «Yâ Musa, bana dua, et. Cenabı Hak bana yetişecek kadar dünyalık versin, çünkü zaruretten bittim» dedi. Musa Aleyhisselâm ona dua etti. Hak Teâlâ ona dünyalık verdi. Birkaç gün sonra Musa Aleyhisselâm münâcattan dönerken gördü ki, o fakir yakalanmış, kalabalık halk onun başına toplanmış. Musa Aleyhisselâm sordu: «Bu ne hâldir, ne var?» Dediler ki: «Bu adam şarap içmiş, kavga etmiş, biri­ sini öldürmüş. Şimdi onu kısas yerine götürüyorlar.» [Dünyanın yedi iklimini yaratan Tann herkese, lâyık olduğu şeyi vermiştir. Miskin kedi’nin eğer kanadı olsaydı, dünyadan serçenin tohumunu kaldırırdı. Öküzdeki iki boynuz eğer eşekte olsaydı, kimseyi yanma sokmazdı. Bâzı âcizler olur ki kuvvet kazanır kazanmaz, kal­ kar âcizlerin elini büker.] Musa Aleyhisselâm, Hallâkı âlemin adaletine bir kere daha îman ve bu cüretinden dolayı istiğfar etti 412 ve şıı âyeti okudu: «Eğer Cenabı Hak kullarına rızkı lüzumundan fazla verseydi, yeryüzünde ne azgınlıklar yaparlardı.» [Ey kendini ulu gören kimse, seni tehlikeye ne soktu ki, helâk oldun. Keşke kannca uçmayaydı. Alçak kimse mansıp bulur; altın, gümüş sahibi olursa,; çâre yok onun ensesi tokat ister. Eflâtun’un sözünü işitmedin mi? Karıncanın ka­ natlı olmaması hayırlıdır, demiştir.] Babasının balı çoktur, fakat çocuğun harareti var. [Seni zengin etmiyen kimse, sana münasip olanı senden daha iyi bilir.] HİKAYE Bir ârâbîyi gördüm. (Basra) da cevahircileri etra­ fına toplamış, onlara şu hikâyeyi anlatıyordu: «Bir za­ man çölde yolumu kaybettim. Yanımda yiyecek bir şey kalmamıştı. Öleceğime kanaat getirdim. Derken bir torba buldum, sandım ki içinde kavrulmuş buğday var. Öyle sevindim ki o sevinci asla unutamam. Torbayı açtım, baktım gördüm ki, içindeki inci imiş. Bunu gö­ rünce öyle meyus oldum; öyle acı duydum ki, o acıyı da asla unutmam.» [Kumların aktığı kuru çölde susamış kimsenin ağ­ zında ister inci, ister sedef bulunsun! Azığı bulunmıyan aç kimse takattan kesildiği zaman kemerinde is­ ter altın, ister saksı parçası bulunsun.] HİKÂYE Çölde son derece susamış bir Arap, susuzluktan muttasıl şöyle söylüyordu: [Ne olurdu, ölümden evvel muradıma nâil olay­ dım-, bir nehir olsaydı, dalgalan dizime çarpsaydı, kır­ bamı o nehirden dolduraydım.] 413 HİKÂYE Düz bir sahrada, bir misafir yolunu kaybetmiş, yi­ yeceği kalmamış, kuvveti bitmişti. Kemerinde birkaç akçesi vardı. Çok dolaştı, bir türlü yolunu bulamadı. Mihnetle helak oldu. Sonra bir taife oraya geldiler, baktılar ki, zavallı adam akçeleri yere atmış, toprağa da şu sözleri yaz­ mıştı: [Bütün parası Caferi altını olsa da azıksız kalan kimse muradma eremez. Çölde yanık fakir için, pişmiş şalgam, ham gümüşten daha iyidir. 1 HİKÂYE Yaşadığım müddetçe zamanın türlü haller göster­ mesinden müteessir olmamış, feleğin, muradımın ak­ sine dönüşünden ıstırap duymamıştım. Yalnız bir kere pabuç alacak param olmadığı için yalın ayak Küfe ca­ miine girdiğim zaman derin bir teessür duydum. Fa­ kat orada ayaksız birini görünce Cenabı Hakkın lûtîuna şükürler kıldım, yalın ayaklığıma sabrettim. [Sofrada kızarmış tavuk, tok adamın gözünde te­ re yaprağından daha âdi görünür. Fakat parasız, pul­ suz fakire, pişmiş şalgam kızarmış tavuk yerine ge­ çer.] HİKÂYE Padişahlardan birisi yakınlarından birkaç kişi ile bir kış günü ava gitti. Av arkasından koşarak şehirden uzak düştü. Derken gece oldu. Uzaktan bir köylü evi gördüler. Padişah: «Açıkta üşürüz, bu gece şu eve gidelim» dedi. 414 Vezirlerden birisi: «Bir köylünün evine sığınmak Padişahların şan ve şerefiyle mütenasip olmaz. Bura­ da çadır kurup ateş yaksak daha münasip olur» dedi. Köylü haber aldı. Gücünün yettiği kadar bir ye­ mek hazırladı. Padişahın huzuruna getirdi. Hürmetle yer öptü ve: «Bu köylünün evine inmekle Padişahımın yüce şâmna noksan gelmezdi; fakat köylünün dere­ cesinin yükselmesini istemediler» dedi. Padişaha köylünün sözü hoş geldi. Geceleyin köy­ lünün evine naklettiler. Sabahleyin Padişah ona hil’at giydirdi, paralar verdi. İşittim ki köylü, Padişahın rikâbmda birkaç adım gitmiş ve şunu söylemiş: [Bu köylünün evine inmekle Padişahın şanından, şevketinden bir şey eksilmedi, fakat ulu Padişahın gölgesi onun başma düşmekle köylünün külahının kö­ şesi güneşe erişti. 1 HİKÂYE Bir zengin dilenciyi hikâye ederler ki çok malı, pa­ rası varmış. Padişahlardan birisi ona müracaatla: «Sak­ lantıya hâcet yok, çok paran var, bizim de mühim bir işimiz var, eğer ödünç olarak bize biraz para verecek olursan faizi ile öderiz.» demiş. Dilenci: «Ey yeryüzünün Padişahı, benim gibi on para, on para dilenip para biriktiren dilencinin malı ile elini kirletmek cihan padişahının şâmna yakışmaz» demiş. Padişah, cevap vermiş: «Beis yok, ben parayı kâ­ firlere vereceğim; pis pisler içindir.» [Kireç çamuru temiz değil dediler, biz de onunla heladaki yanklan kapatacağız, dedik. 415 Hıristiyan kuyusunun suyu temiz değilse de ne zarar var. Biz onunla ölmüş çıfıtı yıkayacağız. 1 İşittim ki, dilenci Padişahın emrine karşı gelmiş ve hasisliğinden Padişaha karşı ukalâlık etmeğe baş­ lamış. Padişah emretmiş, irade buyurduğu miktarı o di­ lenciden tekdir ve tevbih ile almışlardır. [Bir iş tatlılıkla halledilemezse zarurî olarak zor­ la halledilir. Kendi kendine acımıyana kimse acımaz. 1 HİKÂYE Bir bezirgân gördüm ki, yüz elli deve yükü ticaret malı, elli tane köle ve uşağı vardı. Bir gece (Kaş) cezi­ resinde beni odasına götürdü: Bütün gece, filân ambarım Türkistan’dadır, filân ticaret malım Hindistan’dadır. Bu kâğıt filân arazinin tapusudur, filân şeye filân kefildir, gibi saçma sözlerle beni işgâl etti, durdu. Bazan: Havası güzeldir diye İskenderiye’ye gitmek arzu ediyor. Sonra dönüp: Hayır gitmiyeceğim, çünkü mağrip denizi karışıktır, diyordu. Nihayet: Sâdi! Şimdi bir seferim daha var. Eğer onu da yaparsam artık bir köşeye çekileceğim ve tica­ reti bırakacağım, dedi. O hangi seferdir, dedim. İran kükürdünü Çin’e götürmek istiyorum, işittim ki orada çok kıymetli imiş. Oradan da Çin kâseleri alıp Rûm diyânna gideceğim. Rûm’un ipekli kumaş­ larını Hind’e, Hind’in çeliğini Haleb’e, Haleb’in cam mâmulâtını Yemen, Yemen kumaşını da Fars’a götü­ receğim, ondan sonra ticaret için memleket memle­ ket gezmeyi bırakacak, bir dükkânda oturacağım, de­ di. 416 Bezirgan daha bunlar gibi o kadar malihulyada bulundu ki, artık söylemeğe takati kalmadı. Sonra bana dedi ki: «Sâdi! Sen de gördüklerin, işit­ tiklerin şeylerden bir söz söyle.» Bunun üzerine şöyle dedim: Belki işitmişsindir: [ CGur) çölünde bir kârvanbaşı katırdan düşünce demiş ki: dünyayı seven, dünya malı için koşan kim­ senin gözünü ya kanaat, ya kara toprak duyurur.] HİKÂYE Bir zengin işittim, (Hâtem) nasıl cömertlik ile meş­ hur ise, bu da hasislik ile öyle meşhur imiş. Görünüşü çok zengin imiş. Dünya nimetlerine sahipmiş. Fakat rûlıan çok hasismiş. Ebu Hüreyre’nin kedisini bir lok­ ma ile okşamazmış. Eshâbı Kehf’in köpeğine bir kemik atmazmış. Hüîâsa kapısı kapalı, kimseye sofra açmaz­ mış. [Fakirler onun yemeğinin yalnız kokusunu duyar­ dı. O ekmek yedikten sonra kuşlar onun ekmeğinin kı­ rıntısını toplayamazdı.] İşittim ki Mısır’a gitmek üzere Mağrip denizinden gemiye binmiş. Firavunun hayâlini kafasına yerleştir­ mişti; kibir ile gidiyordu. Apansız muhâlif bir rüzgâr gemiyi sardı. Nasıl ki demişler: [Dilber! Senin bizden usanmış olan tabiatına gö­ nül nasıl olur da alışır? Çünkü muvafık rüzgâr her zaman her gemiye na­ sip olmaz. O rüzgâr gibi sen de her vakit gönlümüzce hareket etmez, bize karşı her vakit lütufkâr bulunmaz­ sın, belki sitemler edersin.] Gemi muhâlif rüzgânn tesiri altında batarken zen­ gin de duaya başladı. Boş yere feryat edip durdu. [Kerem zamanında koltuğa kısılan bir el, sıkmtı 417 zamanında Allah yalvarmak, dua etmek için meyda­ na çıkarsa bu duanın hiçbir faydası olmaz. Mâlik olduğun altm ve gümüş ile insanlara refah ver. Sen de müstefit ol. Bil ki bu evi terkedip gidecek­ sin. İsterse bir kerpiçi altm, bir kerpiçi gümüş o l ­ sun.] Nakletmişler ki boğulan zenginin Mısır’da fakir akrabası varmış. Ondan miras kalan mal ile zengin olmuşıtur. Eski püskü elbiselerini atıp yeni ipekli, yün­ lü güzel kumaşlardan elbise biçtirmişler. Hemen o hafta içinde idi ki, onlardan birisini gör­ düm, arkasında kölesi, yel ayaklı bir ata binmiş gi­ diyordu. Kendi kendime dedim ki: [Ah, şu ölen zengin dirilip de kabilesinin, akra­ basının, aralarına gelseydi! Vârislere kondukları mirâsı geri vermek, akrabalarının ölümünden daha firak­ lı olurdu.] Eskiden onu tanıyordum. Eteğini çektim, dedim: [O talihsiz adam topladı yemedi. Ey iyi huylu, te­ miz adam sen ye.] HİKÂYE Zayıf bir balıkçının ağma kuvvetli bir balık düştü. Balıkçının onu çekip çıkaracak kadar kuvveti yoktu. Balık balıkçıya gâlip geldi. Balıkçının ağını çekti, gö­ türdü, gitti. [Bir uşak nehirden su getirmeye gitti, su fazla geldi, uşağı aldı, götürdü. Ağ her zaman balık tutardı, bu defa balık gitti, ağı da beraber götürdü.] Diğer balıkçılar teessüf ettiler; ağma böyle .balık düşmüşken muhafaza edemedin, diye balıkçıyı ayıp­ ladılar. 418 Balıkçı şöyle dedi: «Arkadaşlar, ne yapayım ki o balık benim rızkım değilmiş, balığın ise dünyada he­ nüz rızkı varmış.» [Rızıksız balıkçı Dicle’de balık tutamaz, eceli gelmiyen balık karada ölmez.] HİKÂYE Eli ayağı kesik bir kimse, bir kırkayağı öldürdü. Bir ârif ona tesadüf etti, şöyle dedi: Süphanallah, şu hayvancığın bin ayağı olduğu hâlde, ecel gelince bir elsiz ayaksızdan kaçıp kurtulamıyor. tCan alan düşman arkadan koşarken, ecel kaçan kimsenin ayağmı bağlar. Düşman birbiri arkasından hücuma kalkınca, artık okun yayını çekmek, doğru ol­ maz.] HİKÂYE Bir şişman ahmağı gördüm, sırtına ağır bir hil’at giymiş, başına Mısır âbânisi bağlamış. Birisi bana sordu: «Sâdi, şu işlemeli ipekli kuma­ şı, şu bir şey bilmiyen hayvanın üstünde nasıl bulu­ yorsun?» Ben de: «Altın suyu ile yazılmış çirkin bir yazıya benziyor» dedim. [O insana benziyen bir eşek, yahut böğüren bir öküzdür. Büyükler, bir güzel yaradılış bin tane ipekli elbiseye müreccahtır, demişler... Başmda sangı, sırtında kaftanı, zâhirî süsü olmasa bu hayvanın insana benzer yeri yoktur. Onun bütün varlığı, mülkü sahâsında dolaş, ka­ nından başka helâl bir şey bulamazsın. Şerefli bir kimse servetini kaybetse onun yüce de­ 419 recesi zayıf olur sanma. Buna mukabil, bir Yahudi eşi­ ğini gümüş döşetse, ve o gümüş kapısının gümüş eşi­ ğine altın çivi kaktırsa, şerefli olması kabil değil dir.l HİKÂYE Bir hırsız bir dilenciye şöyle dedi: «Utanmaz mısın ki, bir arpa ağırlığında gümüş için her alçağa avuç açıyorsun?» Dilenci şöyle cevap verdi: [Bir habbe gümüş için el uzatmak, bir buçuk denk için el kestirmekten daha iyidir. 1 HİKÂYE Bileği kuvvetli bir (yumruk atıcı) yı hikâye eder­ ler ki, işlerinin ters gitmesinden dolayı canından bizâr olmuş; boğazı geniş, eli dar olduğundan figâna baş­ lamış... Hâlinden babasına şikâyet etmiş ve başını alıp git­ mek için izin istemiş: «Ola ki kolumun kuvvetiyle mak­ sudumun eteğini ele alayım, (muradıma nâil olayım) servet kazanayım» demiş. Nasıl ki büyükler şöyle söyle­ mişlerdir: [İnsan, faziletini, hünerini göstermezse o fazilet ve hüner zâyi olmuş demektir. Öd ağacmı ateşe atar­ lar, miski ezerler ki kokusu çıksın. 1 Babası demiş ki: «Çocuk « Olmıyacak bir hayâli ka­ fandan çıkar, kanaat ayağını selâmet eteğine çek ki büyükler: «Devlet çalışmak ile değildir, mustarip ol­ mamak, kanaat etmek lâzımdır» demişler. [Kimse zorla devlet eteğini tutamaz, zorla mak­ suduna erişemez. Âmâ kadının kaşına rastık çekmek boşuna yorulmaktır.] 420 Eğer saçının her telinde iki yüz hüner olsa, bah­ tın kötü ise o hünerler işe yaramaz. Talihsiz bir kuv­ vetli ne yapabilir? İnsanda kuvvetli bazu yerine talih bazusu bulunmalıdır.» Çocuk cevap vermiş: «Babacığım, seferde gönül eğlendirmek, fayda kazanmak, acayip görmek, garaip işitmek, şehirler seyretmek, dostlar edinip konuşmak, mansıp, edep, mal, para kazanmak, dostlan tanımak, zamanı tecrübe etmek gibi menfaatler var. Nasıl ki o yolun yolculan: [Dükkânda, evde rehin gibi oturdukça ey ham, aslâ adam olamazsın. Cihandan gitmeden evvel çık, gez, temâşâya bak.I demişler.» Babası demiş ki: «Ey oğul, söylediğin veçhile se­ ferin menâfii çoktur, lâkm sefer beş kimseye mahsus­ tur. Birincisi bezirgândır. Bezirgânlar mal, mülk, kud­ ret sahibi insanlardır. Yakışıklı köleler, câriyeler, çe­ vik uşaklar ile her gün bir şehirde, her gece bir ma­ kamda, her dem bir teferrüçgâhta dünya saadetinden müstefit olurlar. [Zengin kimse dağdâ, ovada, çölde garip değildir; her nereye gitse çadır kurar, yatakhâneler yapar. Dünya muradına ermemiş bir kimse ise ana yur­ dunda garip, tanınmaz olur.l İkincisi âlimdir ki tatlı sözü, fesâhatte ve belâgatte kuvvet ve kudreti ile nereye varsa, herkes onun hizmetine koşar, ona ikram eder. [Âlim kimsenin vücudu yalnız altm gibidir ki, ne­ reye gitse kadrini, kıymetini bilirler. Bir zadegânm câhil oğlu ise yalnız bir şehirde geçen sikkeye benzer ki, başka şehirde kimse onu kabûl etmez.] Üçüncüsü güzel yüzlü insanlardır ki ehli diller onunla görüşmeğe meyleder. Sohbetini ganimet, ona 421 hizmeti canlarına minnet bilirler. Nasıl ki şöyle demiş­ lerdir: Azıcık cemâl, çok maldan iyidir. Güzel yüz, has­ ta gönülerin merhemi, bağlı kapıların kilididir. [Güzeli, anası, babası kahr ile kovsalar ehemmi­ yeti yoktur. O nereye gitse izzet, hürmet görür. Tavus tüyünü Mushâf-ı Şerifler arasında g örd ü ­ ğüm zaman ona hitap ile dedim ki: «Bu kadarını se­ nin derecenden fazla görüyorum.» Tavus tüyü bana cevap olarak şöyle dedi: «Sus, güzel nereye gitse, kimse onun önüne elini uzatıp dur demez.» Bir çocukta güzellik, dilberlik olunca, babası on­ dan uzak da olsa zarar yoktur. O bir incidir, isterse sedefi olmasın. Tek inciye her­ kes müşteri bulur.] Dördüncüsü güzel sesli insandır ki, dâvudî hançeresiyle suyu akmadan; kuşu uçmadan alıkoyar. Ve bu fazilet sebebiyle insanların gönüllerini avlar, ilim ve irfan sahipleri onunla bir mecliste bulunmaya rağbet gösterirler. Ona hizmet ederler. [Benim kulağım güzel terennümlere mâildir. iki telli saza dokunan kimdir? Sabah şarabiyle mest olanların kulaklarında yu­ muşak, hazin ses ne hoştur. Güzel ses güzel yüzden daha iyidir; çünkü güzel yüzden nefis hoşlanır. Güzel ses ise rûhun gıdasıdır.] Beşincisi san’atkârdır ki, kolunun çalışmasiyle na­ fakasını temin eder ve ekmek için yüz suyu dökmüş olmaz. Nasıl ki ukalâ söylemişlerdir: [Eğer bir eskici kendi şehrinden çıkıp yabancı bir şehire gitse sıkıntı, mihnet çekmez. Fakat CNimruz) 422 padişahı (1 ) kendi memleketinden onu tanimıyan bir şehire gitse aç ölür.l Beyan ettiğim sıfatlar seferde aklı başında, güzel yaşamağa sebep olur. Fakat bir kimse bu sıfatların hepsinden bibehre ise, kuruntu ile başını alır, çıkar ve bir daha nam ve şanını kimse duymaz. [Bir kimseye felek kin tutarsa, ona işine yaramıyacak şeyler gösterir. Nasıl ki, yuvasını bir daha gör­ mesi mukadder olmıyan bir güvercini kaza, dâne ve tuzak tarafına götürür. Sanat, fazilet ve geçinmenin esası olan paradan mahrum bir kimsenin seyahate çıkması cahillik ve kal­ tabanlıktır.] Çocuk cevap vermiş: Baba hakimlerin sözlerine nasıl muhalefet edeyim ki şöyle demişler: «Gerçi her­ kesin nzkı önceden ayrılmıştır, fakat bunu elde etmek için esbâbma tevessül şarttır. Belâ her ne kadar mukaddes ise de o belâya giriş kapılarından sakınmak vâciptir.» [Rızkı her jıe kadar şüphesiz erişecek ise de akıllı olan o nzkı kapılarında arar. Bir kimse her ne kadar ecelsiz ölmiyecek ise de sen ayağınla ejderhanın ağzma girme.] Malik olduğu kuvvet sayesinde heybetli fil ile cenkleşirim, kükremiş arslana pençe atanm. Seya­ hate çıkmam münasiptir; çünkü fakirliğe bundan da­ ha ziyade sabredemiyeciğm. [Yiğit kendi yerinden, yurdundan birkere uzak­ laşınca artık gam yemez bütün dünya onun yeri olur. Gece olunca her zengin sarayına döner. Fakire gelince nerede akşamlarsa orası onun sarayı olur. (1) Nimruz, Türkistan’da bir şehrin ismidir. Buradaki mâ­ nâsı (yarı dünya), veya (rub’u meskûn) padişahı demek olacak. 423 Onun makama, meskene, ne İhtiyacı var. Nereye git­ se orası Tanrısının mülküdür.] Çocuk bunu söyledi ve pederinden himmet dile­ yerek vedalaştı ve yola revan oldu. Giderken şu söz­ leri söylediğini işitmişler. [Hüner sahibinin bahtı, arzusuna yâr olmazsa adı sanı bilinmiyecek yerlere gider.] Çocuk gide gide bir su kenarına varmış, öyle kor­ kunç bir su ki şiddetinden taş taş üstünden yuvarla­ nıyor. Çağıltısı bir fersahlık yere gidiyormuş. [Korkunç bir su ki ördek o suda emin olamıyor, en ufak dalgası kenardan değirmen taşını kopanyormuş.J Çocuk bir takım insanları görmüş ki her birisi ufak bir para mukabilinde gemiye oturmuş, kalkmak için hazırlanmışlar. Gencin verecek parası yokmuş. Geimiciyi medih ve senaya başlamış. Ne kadar yalvar­ mışsa ona yüz vermemişler, demişler ki: [A ltlın yoksa kimseye zor edemezsin ,altının var­ sa zora muhtaç değilsin.] Mürüvetsiz gemici ona gülmüş, ona ehemmiyet vermemiş ve demiş ki: [Altının yok, zor ile denizden geçemezsin. On ki­ şilik kuvvet neye yarar. Bir kişilik altın getir.] Gemicinin dokunaklı sözünden gencin kalbi alt üst olmuş, ondan intikam almak istemişse de gemi kalkmış, nihayet gemiciye bağırmış, şu sırtımdaki elbi­ seyi razı olursan veririm, esirgemem, demiş. Gemici tamah etmiş, geri çevirmiş. [Tamah akıllı insanın güzünü görmez eder. Ta­ mah, kuşlan ve balıklan tuzağa bağlar. I Genç, gemicinin sakalını, yakasını ele geçirir ge­ çirmez onu kendine doğru çekmiş ve bir iyice dövmüş. 424 Gemicinin arkadaşları yardım için gemiden çıkmışlar­ sa da onlar da âciz kalıp gemiye kaçmışlar. Nihayet genç bir müsaleha etmeği münasip gör­ müşler ve gemi ücretinden vazgeçmişler. IBaktm ki iş kavgaya varacak sabret. Çünkü yu­ muşaklıkla cenk kapısı bağlanır. (Kapanır). İnat gördüğün zaman lâtif öl, çünkü keskin kılıç yumuşak ipeği kesmez. Tatlı dillilikle, lûtf ile hoşlukla bir fili kıl ile yed­ meğe kadir olursun.] Gemiciler geçen muameleden dolayı özür dileye­ rek gencin ayağma düşmüşler ve münafıklıkla onun başmı, yüzünü öpmüşler, onu gemiye alarak açılmış­ lar. Gemi ile gide gide bir direğe rastgelmişler. Bu di­ rek (sütun) Yunan âsanndan olup su içinde dikilmiş imiş. Gemici şöyle demiş: «Gemicinin bir bozukluğu var, içinizde gözü pek en birinci babayiğit kimdir ki şu direğe kadar gitsin. Şu sütununa çıkarak geminin palamarını tutsun, biz de gemiyi tamir edelim.» Yumrukçu genç, başmda taşıdığı yiğitlik gururile: «Ben çıkarım» demiş; incinmiş düşmanın halini düşünmemiş. Hâkimlerin bu hususta söyledikleri söz­ lere kulak asmamış. Hükema şöyle demişler. Her kimin gönlüne bir elem eriştirdinse arkasında yüz rahat eriştirsen bile o bir elemin intikamından emin olma; çünkü ok tem­ reni yaradan çıkar, fakat acısı yürekle kalır I (Bektaş) arkadaşına ne güzel söylemiş: «Düşma­ nını tırmaladığın zaman ondan sakın, emin olma» de­ miş. Eğer birinin gönlünü incittinse, iyi bil ki senin degönlün incinecektir. 425 Kalenin burcuna taş atma ki sana da hisardan taş gelmesin.] Yumruk atıcı geminin palamarını bileğine dolayıp sütunun üstüne çıkınca gemici palamarı kesmiş, ge­ miyi yürütmüş. Zavallı genç orada şaşakalmış, bir iki gün, belâ mihnet görmüş, eziyet çekmiş, üçüncü gün uyku yakasından yalamış, onu suya atmış. Bir gün bir gece sonra sahile çıkmış. Ölüm haline gelmiş. Ağaç yapraklan, ot kökleri yemeğe başlamış, nihayet azıcık kuvvet bulunca bir yol tutmuş, gide gide, aç, susuz, takati kesilmiş olarak bir kuyu başına gitmiş, görmüş ki bir takım insanlar toplanmışlar, bir bardak suyu bir pul mukabilinde içiyorlar. Yumrukçu gencin pulu yok. Su istemiş vermemiş­ ler. Zoraki içmek istemiş, mümkün olmamış; kızmış. Birkaç kişiyi dövmüş, onlar da el birliği ederek onu iyice dövmüşler, yaralamışlar. [Sivrisinekler çoğalmca o kadar hırçın, sert olan fili ısmr, mağlûp ederler. Kanncalar birleşince erkek arslanın derisini yüzerler.] Nâcar hasta ve mecruh olarak bir kârvana katıl­ mış, yürümüş. Kafile akşam üstü bir yere konmuş. Burada hırsız tehlikesi varmış. Genç bakmış ki kârvan halkı titreşiyor, bittik hep öleceğiz, diyorlar. Genç onlara şöyle demiş: «Keder etmeyin aranız­ da ben vanm, elli kişiye karşı koyabilirim. Diğer genç­ ler de bana yardım ederler.» Onun bu sözü üzerine adamların yüreklerine kuv­ vet gelmiş onun arkadaşlığına sevinmişler, yiyecek vermişler, su vermişler. Gencin midesinin ateşi yükselmiş, iştahla birkaç lokma yemiş, birkaç yudum su içmiş, nihayet içinin ifriti dinlenmiş, uykuya dalmış. 426 Kârvan içinde pişmiş, cihanı görmüş bir ihtiyar varmış. Demiş ki: «Arkadaşlar ben hırsızlardan ziya­ de bu sizin kılavuzunuzdan korkuyorum. Bakınız si­ ze bir hikâye söyliyeyim: Vaktile bir Arap bir miktar para toplamıştı. Hırsızların korkusundan gece, yalnız evde uyuyamazdı. Korku ve can sıkıntısını gidermek için dostlarından birisini yanma aldı; birkaç gece o dostu ile birlikte kaldı. Dostu olacak o adam, Arabm paralarına vâkıf olunca paralan aldı kaçtı. Arap, çmlçıplak kaldı, peri­ şan ağlıyordu. Sordular: «Ne oldu, yoksa paranı hırsız mı aldı?» Arap: «Hayır vallah kılavuz götürdü» dedi. [Yılanın ahlâkını öğrendiğimden beri asla ondan emin olarak oturmadım. İnsanın gözüne dost görünen düşmanın yarası daha fenadır! Arkadaşlanm ne bilirsiniz ki bugenç de hırsızlar­ dan olmasın. Kurnazlıkla aramıza sokularak fırsat vaktinde arkadaşlanna haber etmesin, bırakalım, sü­ relim gidelim.» Kafiledeki gençlere onun tedbiri doğru gelmiş, yumruk atıcıdan kalben korktuklan için takımlannı yükletmişler, onu uykuda bırakmışlar, gitmişler. Uyandığı zaman arkasına güneş vurmuştu. Başı­ nı kaldırmış, bakmış ki kârvan gitmiş. Bir çok dönüp dolaşmış yol bulamamış. Aç ve susuz, yüzükoyun uza­ nıp kendini ölüme teslim ederken şöyle diyormuş: [Ancak gurbet çekmemiş olan insan, gariplere fena muamele eder! O bu sözleri söylerken bir şahzade av arkasından koşarak askerlerinden uzak düşmüş ve yumruk atıcı­ nın başı ucuna dikilmiş durmuş. Yumruk atıcının sözünü işitince kılığına kıyafeti­ ne bakmış, görünüşünü temiz fakat halini perişan g ö­ rünce sormuş: 427 «Neredensin, bu yere nasıl düştün?» Yumruk atıcı başından geçen işleri anlatmış. Şehzadenin ona yüreği yanmış. Hil’at vermiş, pa­ ra vermiş, yanına emin bir adam katarak onun mem­ leketine göndermiş. Yumruk atıcı şehre gelmiş, baba­ sı onu görünce sevinmiş, sağ salim geldiğinden dola­ yı Cenabı Hakka şükretmiş. Yumruk atıcı o gece geminin halini, gemicinin ce­ fasını, köylülerin su başındaki halerini, kârvan hal­ kının vefasızlığını babasına anlatmış. Baba demiş ki: «Ey oğul ben sana giderken deme­ dim mi ki eli boş olanların cesaret eli bağlanmış, arslanlık pençesi kırılmıştır.» [Parasız, pulsuz bir silâhşor ne güzel söylemiş, demiş ki: Arpa kadar altın, elli batman kuvvetten da­ ha iyidir.l Çocuk cevap vermiş: «Baba, eziyet çekmedikçe hâ­ zineyi elde edemezsin. Canını tehlikeye koymadıkça düşmana zafer bulamazsın: Taneyi tarlaya saçmadık­ ça harman kaldıramazsın. Görmez misin ki azıcık ezi­ yet çekmekle ne kadar hazine kazandım. Biraz iğne yemekle ne kadar bal edindim. [Her ne kadar rızktan hariç yemek mümkün de­ ğil ise de rızkı istemede tenbellik yapmamak lâzımdır. Dalgıç, timsahın damağını (timsah tarafından yutuyormuş.] [Her ne kadar rızktan hariç yemek mümkün de­ ğil ise de rızkı istemede tenbellik yapmamak lâzım­ dır. Dalgıç, timsahın damağını (timsah tarafından yu­ tulacağını) düşünecek olursa kıymetli inciyi asla elde edemez.] Değirmenin alt başı sabit olduğu için ağır yüklere tahammül etmesi lâzımdır. 428 [Hırçın, öfkeli arslan mağara dibinde ne yer, kezalik vurulmuş doğan ne avlıyabilir. Eğer sen ev içinde a,v tutmak istiyorsan elin, aya­ ğın örümcek gibi olur, ancak sinek avlarsın. 1 Babası demiş ki: «Ey oğul bu defa felek sana yar­ dım etti. İkbal, saadet kılavuz oldu. Gülün dikenden, dikenin ayaktan çıktı. Devlet sahibi olan bir zat sa­ na yetişti, sana acıdı, ihsan, in’am etti. Eksiğini ta­ mamladı. Böyle bir tesadüf nadir bulunur. Nadire ise hükmedilemez. [Avcı her vakit çakal tutamaz. Olur ki günün bi­ rinde onu kaplan paralar.] Şöyle ki: Pars padişahlarından birisinin yüzüğünden pek kıymetli bir inci varmış. Mezkûr padişah bir kere teferrüç için Şiraz’da Musalla denilen yere çıkmış; em­ retmiş, o yüzüğü Deylem’li Adudüddevle’nin mezarı­ nın kubbesi üzerine koydurmuş. Her kim okunu bu yüzüğün halkasından geçirirse yüzük onun olsun, de­ miş. O gün tesadüfi olarak maiyetinde dört yüz mâhir okçu varmış, bunlar öyle üstad imişler ki oklarını is­ tenilen hedefe isabet ettirirlermiş. Bu üstadlar hep at­ mışlar, hiç birisi okunu yüzükten geçirememiş. Fakat bu sırada bir çocuk, bir misafirhanenin damına çıkmış, her tarafa gelişi güzel ok atıyormuş. Nasılsa bâdisabâ o çocuğun okunu halkadan geçirmiş, yüzüğü o çocuğa verdikleri gibi bir çok para da vermişler. Çocuk yüzüğü, paralan alınca okunu, yayını yak­ mış. Çocuğa sormuşlar: Niçin böyle yaptın? Çocuk cevap vermiş: Kazandığım bu ilk şeref bâki kalsın diye. [Bâzan olur ki, parlak fikirli bir hakimden doğru 429 bir tedbir sâdır olmaz, bâzan olur ki câhil bir çocuk yanlışlıkla oku hedefe vurur.] HİKÂYE Bir şeyhi gördüm, bir mağarada oturmuş; insan­ larla alâkasmı kesmiş. Dünya varlığından o derece müsnağni bir hâle gelmiş ki nazarında padişahların, zenginlerin hiçbir kıymeti kalmamış. [Her kim bir kere dilenmek yolunu tutarsa ölün­ ceye kadar şuna, buna niyazda bulunur. Tamâhı bıraktığın zaman hakikî padişah olursun. Tamahsız kimse çok şerefli ve minnetsiz olur.I O tarafın padişahlarından birisi o dervişe: Bir gün bizim lokma ekmeğe muvafakat buyururlar mı? Aziz­ lerin yüksek ahlâkı bu ricâmızın reddine müsait de­ ğildir ümidindeyiz» diye haber gönderdi. Şeyh, dâvete icabet sünnettir, kanaatiyle bu dâveti kabul etti. Bir gün sonra padişah şeyhi rahatsız etmiş olma­ sından dolayı özür dilemek için geldi. Padişahın gelmesiyle şeyh kıyâm etti. Padişahı ku­ cakladı. Gönlünü aldı. Onu medih ve senâ etti. Padişah savuşup gittikten sonra bir müridi sor­ du: Padişah ilebu kadar mülâkat âdetinize muhâlif idi, bundaki hikmet nedir? Şeyh şöyle cevap vermiş: işitmemişsin ki hükemâ demişlerdir: [Kimin sofrasında oturup yemek yersen onun hiz­ metine koşmak ve ona hürmet etmek lâzımdır. Ihsânm mükâfatmı veremezsen,hiç olmazsa çare­ sizlikten dolayı özür dile. Kulak bütün ömründe def, çenk, ney sesi işitmiyebilir. 430 Göz; bağ, bahçe temâşâsından. feragat edebilir. Di­ mağ; gülsüz, nesıinsiz yaşayabilir. Kuş tüyü doldurulmuş yastık olmazsa taşı başı altına koyup yastık edinmek kabildir. Yatakta uyku arkadaşı bir dilber bulunmazsa in­ san kendi kollarını kucaklıyabilir. Fakat büklüm büklüm olan bu değersiz karın gı­ dasız yapamaz.] 431 DÖRDÜNCÜ BAP SÜKÜTUN FAYDALARI BEYANINDADIR HİKÂYE Dostlardan birisine dedim ki: «Çok vakit söz söy­ lememeyi ihtiyar ettiğime sebep şudur: Ekseriya söz içinde tesadüfi olarak iyi de bulunur, kötü de bulu­ nur. Düşmanların gözleri ise iyiliği görmez, kötülüğü görür.» Dostum dedi ki: «Kardeş, düşmanın iyilik görme­ mesi iyidir.» [Düşmanlık göziyle bakılınca, hüner büyük ayıp görünür; Sadi güldür, fakat düşmanların gözünde dikendir. Düşman iyi bir kimseye rastladığı zaman onun hakkında, bu adam yalancıdır, serkeştir, diye taş atar. Cihanı parlatan güneş çeşmesi, kör yarasanın gö­ züne çirkin görünür.] Bir bezirgan bir altm ziyan etti. Oğluna dedi ki: «Sakm bu ziyan lâfını kimseye açma!» Çocuk: «Baba, ferman sîzindir, söylemem, fakat bunun faydasını bana anlat» dedi. Babası: «Söyleme, tâ ki musibet iki olmasın», dedi. Birisi sermayenin noksan olması, diğeri komşuların oh demesi.» 432 [Kederini düşmanlara söyleme, çünkü yüzüne kar­ şı (lahavle...) çekerler, fakat içlerinden sevinirler.! HİKÂYE Akıllı bir genç, her türlü fazileti câmi ve nâdir bir tabiate mâlikti — böyle olmakla beraber — âlimler mahfellerinde bulundukça bir şey söylemez, hep din­ lerdi. Bir kere pederi ona dedi ki: «Bildiğin şeylerden sen de söylesen olmaz mı, niçin bir şey söylem iyor­ sun?» Çocuk cevap vererek: «Korkuyorum ki bilmedi­ ğim bir şey sorarlar da mahcup olurum.» dedi. [Onu işittin mi ki, bir sofu ayakkabısının altına birkaç çivi çakıyordu, bunu gören bir çavuş sofunun yakasına yapıştı: «Sen madem ki çivi çakmayı biliyor­ sun, gel benim atımı nalla!» dedi. Söylemedikçe kimsenin seninle işi olmaz; fakat söyledin mi delilini getirmelisin.! HİKÂYE Sayılı âlimlerden birisi, dinsizlerden birisiyle mübâhaseye tutuştu. Delil getirmekte onunla başa çıka­ madı. Nihayet mübâhaseden vazgeçerek dönüp gitti. Birisi o âlime dedi ki: «Sen bu kadar ilim, edeb, fazıl, hikmet sahibi iken bir dinsiz ile başa çıkamadın mı?» Âlim cevap verdi: «Benim ilmim Kur’an’dır, hadîs­ tir, meşâyih sözleridir. O ise bunlara inanmıyor, söyle­ diklerimi dinlemiyor. -Ben mi onun küfrünü dinliyeyim?» [Kur’an ile, hadîs ile ilzâm edemediğin adama ve­ receğin en iyi cevap sükûttur.! 433 HİKÂYE Bir budala bir âlimin yakasından tutmuş, ‘ona hür­ metsizlik ediyordu. (Calinoz) bu hâli görünce: Eğer bu adam hakikî âlim olsaydı, böyle bir câhil ile işi bu de­ receye getirmezdi, dedi. [İki âkil arasında kavga, inat olmaz. Akıllı bir kimse zevzek bir insan ile çekişmez, onunla inatlaş­ maz. câhil, vahşilik, hoyratlık ile sert söyliyecek olursa, âkil yumuşaklık ile onun gönlünü yapar. 1 İki ehli dil aralarında bir kılı muhafaza ederler, koparmazlar. İki kişiden biri serkeş, öteki halim, se­ lim olursa, yine böyledir. Eğer her iki taraf câhil ise aralarında zincir de olsa koparırlar, kırarlar. [Birisine kötü huylu birisi sövmüş, sövülen kimse tahammül etmiş ve sükûn ile ona şöyle demiş: «Ben se­ nin söylemek istediğin dereceden daha fenayım. Sen benim kadar bilmezsin.»! HİKÂYE (Sahbani Vail) için, fesahatte nazirsizdir derler. Fesâhati o nisbette idi ki, bir cemiyette bir sene söz söyleseydi, bir lâfzı tekrar etmezdi. Eğer söylerken aynı mânayı söylemek lâzım gelseydi, onu başka bir ibare ile anlatırdı. Padişahlara nedim olan zatlar için bir takım me­ ziyetler lâzımdır ki, birisi de bir mecliste söylediği lâfzı tekrar etmemektir. [Söz ne kadar gönüle hoş, tatlı gelir; tasdik ve tahsine lâyık olursa da bir kere söyledin mi artık bir daha tekrar etme; çünkü bir yemekte helva bir kere yenir, iki kere yenmez. I 434 HİKÂYE Hükemâdan birinden işittim ki: «Hiçbir kimse as­ la cehaletini ikrar etmez. Ancak biri söz söylerken da­ ha sözünü tamam etmeden onun sözünü keserek ken­ disi söze başlayan kimse cehaletini meydana vurmuş olur. [Ey akıllı zat, sözün başı ve sonu vardır. Birisinin sözü bitmeden sen söze girişme. Edep, tedbir, akıl sa­ hibi insan başkalarını susmuş görmeyince söz söyle­ mez.! HİKÂYE (Sultân Mahmud-u Gaznevî) nin mukarreplerinden birkaç veziri, (Haşan Meymendî) ye: «Bugün sul­ tan filân iş hakkında size ne söyledi?» diye sormuş­ lar. (Meymendî) cevabında: «Ne söylediği sizden de gizli kalmaz, belki size de söyler,» demiş. Köleler: «Siz memleketin başvekilisiniz, size söyle­ diğini bizim gibilere söylemez» demişler. (Meymendî): «Sultan bana bir şey söylerse o sözü başkasına söylemiyeceğime itimat ile söyler. O hâlde ne söylediğini niçin soruyorsunuz?» demiş. [Dirayet, irfan sahibi olan her zat bildiğini söyle­ mez. Padişahın sırrını ifşâ etmek insanm hayâtına mâl olur. İnsanm kendi hayatı ile oynaması doğru değil­ dir. Padişah sır olarak sana bir şey söylediği zaman o sim açma yürü, kendi başmla oynama.! HİKÂYE Bir evi satın almakta mütereddit idim. Bir çıfıt de435 di ki: «Ben bu mahallenin ileri gelenlerindenim-, bu evin bütün evsafını benden sor; hiçbir kusuru yoktur. Cevap olarak dedim ki: «Evet! Senin komşuluğun­ dan başka bir kusuru yoktur.» [Bir ev ki onun senin gibi komşusu vardır. Ancak ayan bozuk on akçe eder. Şu kadar var ki, sen öldük­ ten sonra bin altın edeceği umulur.) HİKÂYE Şâirlerden birisi hırsız çetesinin reislerine gitti, onu methetti; bir kaside verdi. Çete reisi emretti, şâiri soydular, elbiselerini al­ dılar, köyden kovdular. Mevsim kıştı. Zavallı köyden çıkarken üzerine köpekler hücum etti. Yerden bir taş almak istedi, yer buz tutmuştu, ta­ şı kopanp alamadı. Bunun üzerine şöyle dedi: «Bunlar nasıl haramza­ de insanlardır, köpekleri bırakmış, taşlan bağlamış­ lar.» Çete reisi pencereden işitti, güldü ve: «Ey hikmetşinas şâir, dile benden ne dilersen?» dedi. Şâir cevap olarak şunu söyledi: «Eğer ihsan buyu­ rursanız elbisemi dilerim!» [İnsanlar, insanlardan iyilik umarlar. Bana gelin­ ce senden iyilik ümidim yoktur; yalnız kötülük etme.] Çete reisi ona acıdı, emretti, elbisesini verdikleri gibi bir de kaftan hediye etti, biraz da para verdi. HİKÂYE Bir müneccim evine geldi. Baktı ki kansı yabancı bir erkek ile oturuyor. Müneccim sövüp saymaya başladı. Arada kavga çıktı. 436 Arif bir zat işi anlayınca şöyle dedi: [Ey müneccim, sen ki evinde kimin bulunduğunu bilmiyorsun. Feleğin en yüksek noktasında ne bulun­ duğunu nasıl bilirsin?! HİKAYE Çirkin sesli bir hatip vardı. Kendisini güzel sesli sanırdı. Boşuna bağırdıkça bağırırdı. Sen onun sesini işitsen, ya uğursuz karga bağırıyor zanneder, yahut eşek anırıyor derdin. Seslerin en çirkini eşeklerin se­ sidir âyetini onun hakkında inmiş, dersin. [Eşekler babası hatip anıracak olsa öyle bir sesi var ki, Fars ülkesindeki İstahr kalesini yıkar.] Köy halkı mevki ve rütbesini nazan itibara alarak onun belâsını çeker, kendisine eziyet etmeyi münasip görmezlerdi. Nihayet onun ile gizli adâveti bulunan o iklimin hatiplerinden birisi onun hatırını sormıya geldi. Ona: «Senin için bir rüya gördüm, hayırlı olsun» dedi. Hatip: «Ne gördün?» diye sordu. «Gördüm ki, de­ di., senin güzel bir sesin varmış ve bu ses insanlara huzur ve rahat veriyormuş.» Çirkin sesli hatip bu söz üzerine biraz düşündüktan sonra şöyle dedi: «Ne mübarek bir rüya gördün ki, beni kendi ayıbıma muttali kıldın; anlaşıldı ki sesim çirkin imiş ve halkı rahatsız ediyormuş. Tövbe ettim bundan sonra yavaş okurum, bağırmam.» [Dostların görüşmelerinden üzülüyorum, çünkü onlar benim kötü huylarımı bana güzel gösteriyorlar. Dostlar, ayıbımı kemâl, hüner görürler, dikenimi gül, yasemin gösterirler. Yüzsüz, pervasız, serbest düş­ man nerede? Onlan istiyorum, seviyorum; tâ ki bana ayıplarımı göstersinler.] 437 HİKÂYE Birisi (Sincar) mescidinde parasız, Allah için ezan okurdu. Öyle bir fena sesi vardı ki, işitenler nefret ederdi. Mescidin banisi ise âdil, iyi huylu bir bey idi. Müezzinin gönlünü kırmak istemiyordu. Nihayet daya­ namadı, onu oradan aşırmak için ona şöyle dedi: «Ey civanmert, bu mescidin eski müezzinleri var, her biri ayda beş lira alır, gel sana on lira vereyim, başka bir yere git, orada müezzinlik et.» Müezzin bu sözü kabul etti. O mescitten ayrıldı, gitti; fakat bir vakit sonra tekrar beyin huzuruna gel­ di ve: «Beyim! Bana gadretmişsin. Sen beni bu mescit­ ten on lira ile ayırdın, başka yere gönderdin; şimdi o gittiğim yerden başka bir yere gitmekliğim için bana yirmi Ura teklif ediyorlar.» dedi. Bey güldü: «Sakın alma, kabul etme, ezana devam et, onlar elli liraya da razı olurlar.» dedi. IBirisi keserle mermerin üzerinden çamur kazıdığı zaman nasıl olursa senin fena sesin de gönlümü öyle tırmalıyor.! HİKÂYE Fena sesli bir hâfız durmadan yüksek sesle Kur’an okurdu. Bir arif ona tesadüf etti: «Aylığın kaçtır?» de­ di. Hafız: «Aylığım yok» dedi. Ârif: «O hâlde niçin ken­ dine zahmet veriyorsun?» dedi. Hâfız: «Allah için okuyorum» dedi. Ârif rica etti: «Allah için okuma.» [Sen Kur’an’ı böyle okudukça müslümanlığm revnâkmı giderirsin.] 438 BEŞİNCİ BAP AŞKA, GENÇLİĞE DAİR HİKÂYE (Haşan Meymeneti) ye sordular, dediler ki: «Sul­ tan Mahmud’un her biri dünya güzeli bu kadar dilber bendeleri varken nasıl oluyor da (Eyaz) ı onların üze­ rine tercih ediyor? Hiçbirini Eyaz’ı sevdiği kadar sev­ miyor? Halbuki Eyaz o kadar güzel değildir.» (Haşan) cevap verdi: «Gönlün sevdiği herşeyi göz güzel görür.» [Sultan her kimi severse, onun yaptığı her fena iş iyi olur. Padişahın gazabına uğrayıp kovulan kimseye, ne arkadaşları, ne de ailesi efradı yüz verirler. Her kim ki sevmiyerek bakarsa Yusuf’u çirkin gö­ rür. Eğer bir kimse şeytana muhabbet göziyle bakarsa şeytan onun gözünde bir melek görünür.) HİKÂYE Derler ki bir tacirin güzellikte eşi az bulunur bir kölesi var idi. Tacir onu diyanete muğayır olmıyarak seviyordu. Dostlarından biri tacire şöyle dedi: «Yazık, bu kadar güzel ve yakışıklı köle, ne olurdu küstah ve terbiyesiz olmasaydı!» Tacir şöyle cevap verdi: «Birader, bir kere birisine 439 onu sevdiğini söyledin mi, artık ondan hizmet bekle­ me. Âşıklık, mâşukluk ortaya gelince efendilik, köle­ lik ortadan kalkar.» [Efendi, peri yanaklı kölesiyle oynamaya, gülmeye başlayınca, köle efendi gibi naz eder; efendi de köle gi­ bi onun nazını çekerse taaccüp edilemez. Kölenin iş görücü olması lâzımdır. Nazlı köle yumruk vurucu olur.l HİKÂYE Bir âbidi gördüm, bir sevdaya tutulmuş, bu sevgisi herkesin diline düşmüştü. O kadar ayıplandığı, eziyet edildiği hâlde sevdâsmdan vazgeçemez, inliyerek şöy­ le derdi: [Sevdiğim, keskin kılıçla vursan bile senden vazgeçemem. Senden başka sığınacak bir yerim yoktur, kaçacak olsam yine sana kaçanm.l O âbidi ayıpladım: »Nefis aklına, ne oldu ki, hasis nefsin ona galip gelmiş» dedim. Âbid biraz düşündü, şöyle dedi: [Aşk padişahı, nereye konarsa orada sofuluğun adı sanı kalmaz. Yakasına kadar çamura düşen bîça­ renin eteği nasıl temiz kalır?] HİKÂYE Birisinin gönlü elinden gitmiş, canından vazgeç­ mişti. Fakat göz diktiği yer korkunç bir yer, ölüm gir­ dabı idi. Fakat nasip olacak bir lokma, tuzağa düşe­ cek bir kuş değildi. [Sevgilin altuna kıymet vermezse, altun ile toprak sence müsavidir.] Dostlan ona nasihatle dediler ki: «Bu muhal ha­ 440 yâlden vazgeç, niceleri senin gibi bu hevese esir ol­ muş, ayaklan zincirdedir.» O inliyerek şöyle dedi: [Dostlar, bana nasihat etmeyin ki, benim gözüm onun sevgisindedir. Cenkçiler, pençe, o omuz kuvve­ tiyle düşmanlarını; güzeller ise kendisini sevenleri öl­ dürür.] Can düşüncesiyle gönlünü canan sevgisinden, gö­ zü de güzelleri temaşadan menetmek mertliğe sığmaz. [Sen eğer kendini düşünüyorsan yalancı âşık olur­ sun. Eğer sevgiliyi elde etmek mümkün olmazsa, âşık­ lığın şartı o yolda ölmektir,. Başka tedbirim kalmadı, düşmanlarım beni kılıç­ lar, oklar ile vururlarsa da kalkayım, dostuma gide­ yim. Eğer* fırsat elverirse eteğini tutayım, olmazsa eşi­ ğinde öleyim.] Onun işini düşünen; ona acıyan akrabası nasihat verdiler, kâr etmedi. Ayağına zincir vurdular faydası olmadı. [Ne büyük dert ki tabip sabır emrediyor, haris nef­ se ise şeker lâzımdır. Onu işitmedin mi ki bir mâşuk âşıkma gizlice ne demiş, demiş ki: sen kendi kadnnı, şerefini düşünür­ sen, benim senin yanında ne kıymetim olur.] Onun âşık olduğu şehzadeye haber verdiler, dedi­ ler ki: Bir genç bu meydana gelip gidiyor, hoş tabia,tli, tatlı dillidir. Ondan lâtif sözler, işitilmemiş nükteler dinliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki başında bir sevdâ, gön­ lünde bir ateş var, deli gibi görünüyor. Şehzade, onun kendisine âşık olduğunu anladı,atma bindi, o tarafa, gitti: Şehzadenin kendisine doğru gelmek istediğini gö­ rünce, genç ağladı ve şöyle dedi: IBeni öldüren tekrar yanıma geliyor. Öldürdüğü­ ne gönlü yanmış olduğu anlaşılıyor.] 441 Şehzade civana nezaket gösterdi: «Nerelisin, adın ne, ne iş yapıyorsun?» diye sordu. Fakat delikanlı mu­ habbet denizine öyle batmış idi ki, nefes almağa kud­ reti yoktu. [Eğer sen, Kur’an’m yedide birini ezbere okursan, aşka düşünce, elifi be’den ayırt edemezsin.] Şehzade dedi ki: «Niçin benimle konuşmuyorsun? Ben de dervişler zümresindenim, belki dervişlerin kula­ ğ ı delik kölesiyim.» Şehzade böyle deyince genç muhabbet dalgalarının çarpışması arasında başını çıkardı, şöyle dedi: [Senin bulunduğun yerde benim varlığım kalırsa, sen söze başladığın zaman bende söz kudreti bulunur­ sa bu, şaşılacak bir şeydir. 1 Genç bunu söyleyince bir nâra attı, canını Cenabı Hakka teslim etti. [Dost çadırının kapısında ölene taaccüp edilmez. Oradan diri, sağ sâlim çıkana taaccüp edilir.] HİKÂYE Bir muallimin gayet güzel bir talebesi var idi. Mu­ allim, insanlık hâli, onun yüzünün güzelliğine meyil vermiş idi. Diğer çocuklara gösterdiği sertliği ona gös­ teremiyordu. Onu o derece seviyordu ki, yalnız kal­ dıkları zaman çok kere şunu söylerdi: [Ey Huri yüzlü güzel, seninle o kadar meşgulüm ki kendimi düşünmek aklıma gelmiyor. Yüzüme karşı ok gelecek olsa yine gözümü senden ayıramamJ Bir kere talebesi ona şöyle dedi: Dersimin usûl ve âdâbına gayret buyurduğunuz gibi ahlâkıma da lüt­ fen nazar buyurun. Eğer bence makbul göründüğü hâl­ de haddi zâtmda çirkin bir huyum varsa beni ikaz edin, ben de o huydan vazgeçeyim. 442 Muallim şöyle dedi: Çocuk, bunu sen başkasından sor. Ben sana yalnız hünerini gören bir ğözle bakı­ yorum. [Hasudun gözü çıksın, onun gözünde hünerler ayıp görünür. Eğer bir hünerin, yetmiş ayıbın olsa, dost o bir hünerden başkasını görmez. 1 HİKÂYE Hiç unutmam, birgece aziz sevgilim kapıdan içeri girdi. İhtiyatsız yerimden öyle sıçradım ki o sırada yenimin rüzgârı mumu söndürdü. [Cemâliyle karanlıkları aydınlatan sevdiğim gece­ leyin geldi. Bende bu talih yoktu. Bu devlet nereden esti diye hayret ettim.] Sevgilim oturunca itaba başladı: «Beni görünce mumu söndürdün. Sebebi nedir?» dedi. Ben de şöyle dedim.- «Bunun iki sebebi var.- Biri güneş doğdu sandım da onun için söndürdüm. İkincisi de şu iki beyit hatırıma geldi: [Sakil bir kimse mumun önüne gelince, kalk, ce­ mâat ortasında onu öldür. Eğer mumun önüne şeker gülüşlü, tatlı birisi ge­ lirse yeninden tut ve bu sefer mumu öldür.] (1 ). HİKÂYE Birisiçok zamandır görmediği sevgilisini görünce dedi ki: «Nerede kaldın, seni çok özledim, pek görece­ ğim geldi.» [Ey sarhoş güzel, pek geç geldin. Eteğini kolay ko­ lay bırakamayız. (1) Farisîde (söndür) karşılığı (öldür) denir. 443 Ara sıra görülen sevgili doya doya görülenden d a­ ha iyidir.l HİKÂYE Bir sevgili arkadaşlariyle gelirse cefâ etmek için gelmiştir; çünkü onu sevenler onu ya kıskanırlar, ya­ hut ona düşman olurlar. [Beni arkadaşlarınla birlikte ziyaret için geldiğin zaman sulh için gelmiş olsan bile bence sen ceng için gelmiş sayılırsın. Yâr bir nefes ağyâr ile sohbet ederse çok geçme­ den kıskançlık beni öldürür. Ben ona böyle deyince, sevgilim güldü ve dedi ki: «Sâdi» Ben meclisin mumuyum, yalnız bir kişiye mah­ sus değilim. Pervane kendisini öldürüyorsa, bana ne? Seni öldüren ben değilim, sen kendini öldürüyorsun.! HİKÂYE Hatınmdadır ki, eski zamanlarda sevdiğim ile bir kabuktaki iki badem içi gibi beraberce yaşadık. Nasıl o başka memlekete gitti. Bir müddet sonra geldi ve: «Niçin biriyle bana bir haber göndermedin?» diye si­ tem etti. «Gönderdiğim adamın gözü senin güzelliğin­ le aydınlansın ve ben bundan mahrum kalayım. Bunu gönlüm alamadı» dedim. [Benim o eski yârime söyleyin, bana dil ile tövbe ettirmesin, çünkü bana kılıç ile de tövbe ettirmek ka­ bil değildir. Gözü seni doya doya seyreden kimseyi kıskanırım. Bir de diyorum ki kimse seni görmeğe doyamaz.! 444 HİKÂYE Bir âlimi gördüm, birisinin aşkına tutulmuş ve bu sırrı da fâş olmuş idi. Birçok çevir görür, derecesiz ta­ hammül gösterirdi. Bir kere ona lâtife yoliyle dedim ki: «Biliyorum, sen bu güzeli, temiz bir aşk ile seviyorsun. Sevgin bir kötülüğe müstenit değil. Fakat kendisini kabahatli mevkide bulundurup terbiyesizlerin çevrini çekmek âlimlerin şerefine yakışmaz.» Âlim şöyle dedi: «Dostum, benim yaşayış tarzımı ayıplama! Bu dediğin makûl işi ben nice kere düşün­ düm; fakat o daha kolay geldi. Hükemâ ise şöyle de­ mişler.- «Gönlü sıkıntıya koymak, gözü müşahedei ce­ mâlden alıkoymaktan daha kolaydır.» [Her kim karşısmdabir dilber tutarsa sakalını onun eline vermiş olur. Birisi ki onsuz yaşamak mümkün değildir; eğer ce­ fa ederse çekmek lâzımdır. Boynu bağlı ceylân kendi kendine bir yere gidemez. ' Bir gün sıkılmış, «aman senin elinden» demiştim. O günden beri bu sözden kaç kere istiğfar ettim. Dost, dostundan aman demez. Binaenaleyh şimdi onun ira­ desine tabiim. İsterse lütfedip beni yanına çağırır. İs­ terse kahrederek beni kovar.] HİKÂYE Herkesin başına geldiği gibi, gençlik zamanında bir güzel sevmiştim. Yüzü ayın on dördü gibi idi. [Yanağında biten taze tüyler, âbı hayat ile besle­ nen çimenlere benziyordu. Nebat şekeri yemek isteyen­ ler onun şeker akan dudağına bakarlardı.] Nasılsa bir hareketi hoşuma gitmedi. Ondan ay445 rıldım. Muhabbet boncuğunu topladım ve dedim ki: [Haydi git; ne hâlin varsa gör, mademki bizimle alâkadar değilsin; kendi arzuna göre hareket et.] Ben böyle deyince o kalkıp gitti. Giderken şu söz­ leri söylediğini işittim: [Eğer yarasa güneşten hoşlanmazsa, güneş, kıy­ metini kaybetmez.] Bunu söyledi, kalktı başka şehire gitti. Fakat ben perişan oldum. [uslat zamanını kaybettim — evet — insanlar mu­ sibetlere uğramadıkça güzel yaşamanın kıymetini bil­ mezler. Sevgilim, geri gel, beni öldür, senin karşmda öl­ mek, senden sonra yaşamadan daha hoştur.] Cenabı Hakkın lütuf ve ihsânı ile birmüddet sonra geri geldi. O dâvudî ses bozulmuş, o yusufi güzellik ziyan olmuş! Elma gibi çenesi ayva gibi tozlanmıştı. Güzelliği eski revnakını kaybetmiş. Bununla beraber umuyor ki onu kucaklıyayım, öpeyim. [Güzel, sevimli olduğun günler senden gözünü ayırmıyan âşıkı nazarından uzak tutuyordun. Güzel tüye bugün bıyıklar, sakal telleri oturmuş; âşık ile barışmaya gelmişsin. Ey taze bahar, yaprağın sarardı. Tencereyi koyma ki ateşin geçti, ne salmıyorsun, kibirleniyorsun, eski devleti mi tasavvur ediyorsun? Seni kim diliyorsa onun yanma git, seni kim satm almak istiyorsa ona naz et. Bir takım şâirler demişler ki: Bahçe yeşilliksiz hoş olmaz. Bunu kim söylüyorsa bunu o bilir. Bunu söyliyenin maksadı şudur: Güzellerin yüzle­ rinde biten tâze tüyler âşıkların gönüllerini daha zi­ yâde celbeder. O şâirler, tüyleri yeşil çimene benzetmişler, fakat 446 sen o şâirin dediği gibi değilsin, belki senin yüzün pı­ rasa tarlasıdır. Ne kadar kesilse, biçilse yine bitiyor. Geçen sene gittin, ceylân gibi idin, bu sene geldin pars gibi olmuşsun. Sâdi, yeşil tüyü sever, fakat çuval­ dız gibi uzun elifi sevmez. Bu kulak tozundaki tüyleri ister yol, ister yolma. Güzellik günlerine mahsus devlet, her hâlde nihayet bulacaktır. Ben nasıl ki, kıyamete kadar canımın çıkmaması­ na mâlik değilsem, sen de sakalın çıkmamasma mâlik ve kadir değilsin. Yâre sual ettim: «Yüzünün güzelliğine ne oldu ki, ayın etrafında minimini karıncalar toplanmış» dedim. Yâr gülerek şöyle dedi: Yüzüme ne olduğunu bil.mem, zannederim ki yüzüm güzelliğimin mâtemini çe­ kerek siyahlar giymiştir.] HİKÂYE Bağdad’m melez Araplanndan birine: «Tüysüz de­ likanlılar hakkında ne dersin?» dediler. Cevap olarak dedi ki: «Onlarda hayır yoktur, tâze iken sertlik ederler, kartlaşınca yumuşaklık gös­ terirler.» [Tüysüz delikanlı güzel yüzlü iken acı sözlü, hır­ çın huylu olur. Sakalı gelip de çirkinleştiği zaman lûlüfkâr ve müşfik olurlar.] HİKÂYE Âlimlerden birine sordular : «Bir kimse bir ay yüzlü ile halvete oturmuş, kapıyı kapamış, rakipler uyumuş. Nefis istiyor. Şehvet gâlip, âdeta Arabm: «Hurma olmuş, bekçi dp ses çıkarmıyor» dediği gibi 447 bir hâlde. Acaba o kimse günahtan korkarak o ay yüz­ lüye dokunmadan durur mu?» Âlim şöyle cevap verdi-, «İnsan, nefsin bu icapların­ dan kurtulsa bile halkın dilinden kurtulamaz.» [İnsan kendi işi ile meşgul olup kimseye fenalık yapmamak mümkündür. Fakat halkın dilini bağlamak mümkün değildir.! HİKÂYE Bir tutiyi bir karga ile kafese koymuşlardı. Tuti karganın çirkin manzarasından üzülüyor, şöyle di­ yordu: «Bu ne iğrenç yüz, ne sevimsiz şekil, ne m ur­ dar görünüş, ne biçimsiz kılık. Hey uğursuz karga, keşki benimle senin aran maşrık ile mağnp arası ka­ dar olaydı.» [Her kim sabah kalkar kalkmaz seni görse selâmet gününün sabahı ona akşam olur. Senin arkadaşlığına, senin gibi uğursuz gerek. Fa­ kat senin gibi uğursuz nerede bulunur?] Lâkin işin daha giribi şu ki karga* da tutinin ko­ nuşmasından bizar olmuş. Boyuna (lâhavle...) oku­ yor. Başına gelen bu aksilikten muztarip oluyor. Üzün-, tü ile ellerini ovuşturarak şöyle diyordu: «Bu ne ters baht, bu ne alçak talih, bu ne bir renkte durmıyan zamâne. Benim şerefime, şânıma lâyık olan, bir bahçe­ nin duvarı üzerinde kendim gibi bir karga ile gez mekti.» [Bir âbidi ayyaşlar arasında bulundurmak, ona kâfi zindan azâbıdır.I Karga devam ile diyor ki: «Acaba, ne günah etmi­ şim ki onun cezası olarak böyle mağrur, cinsimin lıilâfı, boşboğaz bir ahmağın arkadaşlığı belâsına müp­ telâ oldum.» 448 (Bir duvara senin suretini nakşetseler, o duvarın dibine kimse gelmez. Eğer senin yerin cennette olursa başkaları cehen­ nemi ihtiyar ederler. Bir zahit, ayyaşların çalgılı bir meclisinde bu­ lundu. Onlann arasından bir Belhli güzel ona şöyle dedi: «Eğer, bizden memnun değilsen, suratını ekşitip oturma, çünkü sen de bizim aramızda acısın. Sen gül ve lâle demeti içinde bitmiş kuru bir odun, muhalif yel gibi, kış gibi nâhoşsun. Kar gibi çökmüş, buz gibi donmuşsun.» Bu masalı yazmama sebep şudur: Bilesin ki âlimin câhilden nefret ettiği kadar, câhil de âlimden tevah­ huş eder.J HİKÂYE Bir refikim vardı. Yıllarca birlikte seyahat etmiş, tuz ekmek yemiştik. Aramızda sonsuz arkadaşlık hu­ kuku hâsıl olmuştu. Nihayet az bir menfaat için gön­ lümü incitmeyi revâ gördü, dostluk bitti. Bununla be­ raber her iki taraftan aramızda bir gönül bağlılığı vardı. İşittim ki, bir gün bir mecliste şe’ânmdan iki beyit okumuşlar. Beyitler şunlardır: [Benim o sevimli, süslü sevgilim tatlı tatlı gülme­ ğe başlayınca, gönlü yaralı âşıklann yaralanna bol bol tuz eker. Ne olurdu bir kere, cömertlerin eteğinin fa ­ kir eline geçmesi gibi zülfünün ucu elime geçeydi.l Beni sevenlerden bazılan kendi güzel ahlâklannm icabı olarak bu sözün güzelliğine şehâdet etmişler. O zaman benimle dargın olan dostum da orada imiş. Bu sözün güzelliğini o da fazlasiyle medih ve eski arka­ daşlığımızın devam etmemesine teessüf etmiş ve bu hu­ 446 susta hatânın kendisinde olduğunu ikrar etmiş. Bu şehâdet üzerine anladım ki, bende olduğu gibi onda da görüşmek, konuşmak için arzu var. Şu beyitleri yaz­ dım gönderdim: lAramızda ahdü vefa yok mu idi? Böyle iken cefâ ettin, ahdinde vefâetmedin. Bütün cihanda gönlümü yalnız sana bağlamıştım. Öyle çarçabuk döneceğini bil­ miyordum. Mamafih, eğer hâlâ banşmak arzusunda isen geri gel, emin ol ki seni eskisinden daha fazla seveceğim.] HİKÂYE Birisinin güzel bir zevcesi vardı. Vefat etti. Kay­ nanası bunak bir kocakarı idi. Vefat eden zevcenin mihri sebebiyle adamcağız evde kalmağa mecbur ol­ du. Kaynanasının konuşmasından pek inciniyordu. Fa­ kat mihir sebebiyle beraber oturmaktan başka çare yoktu. Dostlarından birisi o adama sordu: «O sevgili ar­ kadaşından ayrıldın. Şimdi ne hâldesin?» Adam şöyle cevap verdi: Bana zevcemi görmemek, kaynanamı görmekten daha güç gelmiyor.» [Gül yağmaya gitti (Kapışıldı), diken kaldı, define götürüldü, yılan kaldı. Gözü temren içinde görmek, düşman yüzünü gör­ mekten daha iyidir. Bir düşmanı görmemek için bin dosttan ayrılmak vâciptir.] HİKÂYE Hatınmdadır: Gençlik zamanında bir mahalleye yolum düştü. Aylardan temmuz ayı idi. Sıcak, ağız 450 içindeki suyu kurutuyor, kızgın rüzgâr kemiklerin için­ deki ilikleri kaynatıyordu. İnsan oğlunun tahammülü azdır. Güneşin bu derece sıcağına dayanamadım, bir duvarın gölgesine sığındım. Gözlerim bir soğuk su ve­ recek, temmuz hararetini söndürecek birisini arıyor­ du. Derken karşımda bir evin kapısı açıldı. Evin ara­ lığından bir aydınlık göründü. Bu aydınlık bir güzelin yüzünün nûru idi. O güzel öyle bir güzeldi ki en fa­ sih dil onun sabahatini beyandan âcizdir. Onun orada görünüşü karanlık gecede şafak sökmesini, yahut ka­ ranlıklar içinde âb-ı hayatı andırıyordu. Elinde bir bar­ dak karlı su, içine şeker konulmuş, biraz da rakı ka­ rıştırılmıştı. Bilmem ki o şerbete gül suyu mu katıl­ mış, yoksa gül yüzünden birkaç damla ter mi damlatılmıştı. 0 şerbeti nakışlı elinden aldım, içtim. Ömrüm ta­ zelendi. fYüreğimde bir susuzluk var ki denizlerce saf, ber­ rak suyu sora sora içsem o susuzluğu kimse gidere­ mez. Gözü her sabah böyle bir yüze düşen bahtiyara ne mutlu, şarap ile mestolan, gece yansı uyanır, sâkînin sarhoşuna, ise mahşer sabahı ayrılır.] HİKÂYE Birsene (Sultan Mahmut Harzem Şah) maslahat icabı olarak (Hıtay) ile sulha karar verdi. Sulhü yap­ mak için sefâretle beni (Kâşgar) a gönderdi. Kâşgar’da bir genç gördüm. Her sıfatı tam yerinde, bütün mânasiyle bir Türk güzeli. Nasü ki şâirler o gibi dilberler haklarında şöyle söylemişler: 1Hocan sana hep şuhluk, gönül alıcılık, cefâ, naz, itap, sitem öğretmiş. 451 Ben bu şekilde, bu huyda* bu boyda, bu yürüyüşte perilerden öğrenmiştir. Senin bulunduğunyerde bulun­ mayı öğrenen adam artık ne seyahat eder, ne de vata­ nına döner.l Çocuk eline (Zemahşeri) nin Mukaddeme-i Nahiv risâlesini almış, (Dârebe Zeydün Amren = Zeyd Amr’i dövdü) diye okuyordu. Çocuğa dedim: Harzem ile Hıtay barıştılar, Zeyd ile Amr’in husûmetleri hâlâ baki. Çocuk güldü, nereli olduğumu sordu. Temiz Şîraz toprağında doğdum, dedim. Sâdi’nin sözlerinden hatırında birşeyler var mı? dedi. Dinle, okuyayım, dedim: [Bir nahivciye tutuldum, öfke ile üzerime Zeyd’in Amr’e hücumu gibi hücum ediyor. 1 Çocuk biraz düşündü, sonra şöyle dedi. Bu memle­ kette onun Farsça şiirleri meşhurdur. Eğer Farsça bir şey söylesen daha iyi anlaşılır. «Kellimünnase alâ kadri ukullihim = insanlar akıllarına göre söylemeli.» de­ dim. [Nahiv zordur, sen nâziksin. Sen bu nahvi öğre­ neyim diye çok çalışacak, üzüleceksin. Bunu düşündük­ çe aklım başımdan gidiyor. Dilber! Âşıkların gönülleri avlar gibi senin tuzağı­ na tutulmuştur. Biz seninle meşgulüz, sen ise Zeyd, Amr ile uğraşmaktasın.] Sabahleyin yola çıkmak mukarrer idi. Meğer kâr­ van halkından birisi o çocuğa demiş ki: O senin konuş­ tuğun Sâdidir. Bunun üzerine çocuk koşarak geldi. Nezaket, mülâyemet gösterdi. Ayrılıp gidişime müteessif oldu. Ve: «Bu kadar gün zarfında niçin Sâdi benim demediniz? Deseydiniz, sizin gibi büyüklerin şeref-i kudûmundan 452 dolayı teşekkür için belimize kemer bağlıyarak lâzım gelen hizmet şartını yerine getirirdik» dedi. Cevap olarak söyledim: tSenin olduğun yerde ben benim diyemedim.] Sonra çocuk şöyle dedi: «Ne olur, şu yerde birkaç gün istirahat buyursanız, bendeniz de yüksek huzuru­ nuzda müstefit olsam.» «Mümkün değil, sebebi de şu hikâyeden anlaşılı­ yor, dedim-, «Büyük bir adamı gördüm, bir dağda bir mağa­ raya çekilmişti. Ona dedim-. Azizim niçin şehire inmez­ sin? In de biraz gönlün açılsın. Cevaben: Orada pek güzel peri yüzler var, dedi, belki birisine tutulurum diye korkuyorum. Çamur çök olunca filler yıkılırlar.] Bunu söyledim ve birbirimizin başını, yüzünü öp­ tük, vedâlaştık. insan sevdiğinin yüzünü öpmek ve yine o daki­ kada vedâ etmek zarurî olunca, o busenin ne faydası olur? Bana öyle geliyor ki, elma da dostlarına vedâ et­ mişti. Çünkü yüzünün bir tarafı kırmızı, öbür tarafı sandır. Eğer vedâ günü kederden ölmezsem beni hakkiyle seven bir insan addetmeyiniz ! HİKÂYE Ehli tarikat bir fakir Hicaz kafilesi içinde yolda­ şımız idi. Arap beylerinden birisi ona çoluk çocuğu­ na sarfetmek üzere yüz altın vermişti. (Haface) kabilesinin hırsızlan birdenbire kafileyi bastılar. Ne var ne yok hepsini aldılar, götürdüler. Kafiledeki tüccarlar ağlamaya, inlemeye, boş yere feryada başladılar. 453 [Gerek yalvar, gerek feryâd et. Hırsız altınları ge­ ri vermiyecektir.I Kârvan halkı o hâlde iken yalnız o derviş hiç isti­ fini bozmamıştı. Onda hiçbir değişiklik husule gelme­ mişti. Dedim: «Aziz, senin o mâlûm olan parayı yoksa hırsızlar almadılar mı?» Derviş.- «Hayır, aldılar, götürdüler, dedi. Fakat be­ nim para ile o kadar alışıklığını olmadığı için gitme­ sine üzülmedim.» [Bir şeye, bir kimseye gönül bağlamamalı, çünkü sonra gönlü çekip almak güç bir iştir. 1 Dedim «Bu söylediğin söz benim halime pek mu­ vafıktır. Gençlik çağımda bir dilberle görüşür, konu­ şurdum. Onu pek severdim. O derecede ki gözümün kıblesi onun cemali, ömrünün sermayesi onun visali idi. İOnun gibi güzel yüzlü bir mahlûk olsa olsa gök teki melek olabilirdi. Yoksa yeryüzündeki hiçbir insan onun gibi olmazdı. Ondan sonra başkasile konuşmak bana haram oldu. O sevdiğimin başına yemin ederim ki onun gibi bir insan bundan sonra da vücuda gelmiyecektir. Derken bu sevgili vefat etti. Kavim ve kabilesi tüt­ tüler, yandılar.] Bana gelince, onun mezannm yanında mesken edindim. Onun ayrıldığından şikâyetle birçok beyitler söyledim. Şu kıt’alar o beyitlerdendir: [Senin ayağına ecel dikeni battığı gün keşke felek ölüm kılıcını benim başıma çalaydı da bugün gözüm dünyayı sensiz görmeseydi. Sevdiğim, toprak başıma, işte mezarının başmdayım. O dilber ki yatmadan evvel yatağına gül, nesrin saçılmadıkça rahat edemez, uyuyamazdı. Feleğin dö­ 454 nüşü onun yüzünün gülünü döktü. Toprağının üzerin­ de ocak ocak dikenler bitti. 1 O cananın ayrılığından sonra artık yaşadığım müddetçe hava ve heves peşinde koşmamaya, kimse ile görüşmemeye karar verdim. [Dalga korkusu olmasaydı deniz çok faydalı olur­ du. Diken üzüntüsü olmasaydı gül sohbeti hoş olurdu. Dün gece vuslat bahçesinde tavus gibi salmıyor, övünüyordum. Bugün ise yârin firakile yılan gibi kıv­ ranıyorum.] HİKÂYE Arap padişahlarından birisine (tarihlere göre Abdülmelik ibni Mervan) Leylâ ile Mecnun arasındaki macerayı naklettiler. Mecnunun halini perişanlığını ve iyi bir şair olduğu halde çöllere düştüğünü, irade dizginini elinden kaçırmış olduğunu söylediler. Melik emretti. «Mecnunu bulun getirin göreyim» dedi. Mecnunu buldular, getirdiler huzura çıkardılar. Melik, Mecnunu ayıpladı ve «İnsanlık şerefinden ne kusur gördün ki hayvanlık huyunu tuttun, insan­ lar ile yaşamayı bıraktın.» dedi. [Nice dostlar Leylâyı sevdiğim için beni ayıpladı­ lar. Leylâyı bir gün gören yok mu ki benim mazur ol­ duğumu ispat etsin? Ey gönülleri alan güzel, benim ayıbımı arayanlar ne olurdu? Bir kere yüzünü göreydiler. İsterdim ki onlar senin karşında turunç kesecek yerde kendilerinden geçip ellerini kesseler.] Tâ ki işin hakikati benim dâvamın doğruluğuna şehadet edeydide: Cenabı Hakkın (Yusuf hakkında Züleyha ağzından buyurduğu gibi) «Beni, onun için kınadığınız güzel budur» diyeydim. 455 Arap meliki, Mecnunu gördükten sonra «Leylâ ne surette imiş ki bu kadar fitneyi mucip olmuştur. Şu­ nun cemalini de bir göreyim.» dedi. Leylâyı buldurmak, getirmek için emir verdi. Leylâyı bulmağa memur olanlar Arap obalannı dolaştılar. Onu buldular. Padişahın sarayına getirdi­ ler, huzura çıkardılar. Melik Leylânm görüşünle baktı, gördü ki esmer benizli, zayıf endamlı bir kız. Hülâsa Melik (Leylâ) yı beğenmedi. Çünkü kendi haremindeki cariyelerin en aşağısı ondan daha gü­ zel, daha süslü idi. Mecnun, Melikin Leylâyı gözü kes­ mediğini ferasetle anladı ve «Ey Melik, Leylâ’ya M ec­ nunun gözile bak. Tâ ki ondaki görünüşün sırrı, ondaki ince güzellik, sana tecelli etsin, onun hakikati­ ni göresin dedi. ISen benim derdime acımazsın. Benim arkada­ şım benimle hemdert olan birisi olmalıdır ki ben ha­ limi ona gece gündüz anlatayım, iki odun birlikte olur­ sa güzel yanar. Cânanm yurduna dair kulağıma değen sözleri o yurdun güvercinleri duysalar benimle sayha ederler­ di. Hey dostlarım, afiyet ve selâmette olan kimseye söyleyin: «Sen dertli kimsenin yüreğinde ne olduğu­ nu bilmezsin» deyin. Sağlamlarda, yar derdi bulunmaz. Ben derdimi hemdert olan kimseden başkasına söylemem. Ömrüm­ de kendisini a n sokmamış olan kimseye andan bah­ setmek boş şeydir. Bizim gibi bir halin olmadıkça bi­ zim halimiz sana göre masal olur. Benim yakınlığımı, başkasına kıyas etme. Başka­ sı tuzu elinde tutuyor, halbuki benim yarama edil­ miştir.] 456 HİKÂYE (Hemedan) kadısını hikâye ederler ki bir nalbant çocuğuna âşık olmuş, tutuşuyordu. Kadı bir zaman onu teshir için yanar, koşar, göz­ ler, arar, haline mutabık olarak şu beyitleri söyledi: [Gözüm o düz selvi boylu güzeli gördü, gönlümü elimden aldı, ayağının altına attı. Benim bu küstah gözüm gönlümü kemende düşürdü. Arkadaş kimseye gönül vermemek istersen gözünü bağla. Seni yadetmekten kendimi bir türlü alamıyorum, başı ezilmiş bir yılana benziyorum, zarurî kıvranıyo­ rum.! İşittim ki çocuk yolda kadının önüne çıkmış, hak­ kında kadının yaptığı şeylerin bir kısmını ebyat eş’ar söylediğini işitip incindiği için çekinmeden kadıya sö­ vüp saymış ve hatta taşlamış, hülââsa yapmadık hareket bırakmamış. Kadı yanında bulunan şeref ve iti­ bar sahibi âlimlerden birisine şöyle demiş: [Onun güzelliği, öfkelenmesini, sevimli kaşının çatılmasını seyret. 1 Arap illerinde (Sevgilinin dayağı kuru üzüm gibi tatlıdır) derler. [Senin elinden yumruk yemek kendi elile ekmek, şeker yemekten daha tatlıdır.] Kadı sözüne devam ile: Bana öyle geliyor ki onun arsızlığından cömertlik kokusu geliyor. Padişahlar açıkta sözü sert söylerler, fakat muhtemel ki gizlice sulh ararlar. [Yeni yetişen üzümün tadı ekşi olur. İki üç gün sabredersen tatlılaşır.] Kadı bunu dedikten sonra mahkemeye döndü. Kadının maiyetinde tezkiye şahitlerinden birkaç kişi hazırdılar. 457 Kadının huzuruna çıktılar. Lâzım gelen hürmeti yaptılar. Müsaade buyururlarsa edep harici ise de bir sözümüz var dediler. Söze şöyle başladılar: Büyükler demişler ki: [Her şeyi bahsetmek caiz değildir. Büyüklerin ha­ tasını bulmağa çalışmak ise hatadır.] Fakat hayatımız müddetince efendimizin bize geç­ miş iyilikleri, lûtuflan var. Eğer bizim gibi bendeler bir işi münasip görüp te arzetmezlerse bir nevi hiyanet yapmış olurlar. Şunu arzetmek istiyoruz: Bu çocu­ ğun peşinden dolaşmazsanız daha iyi etmiş olursunuz. Bu ihtirasa kapılmayın; zira kadılık mevkii pek şeref­ li, yüce bir pâyedir. Fena bir günah ile onu kirletme­ yin. Oğlanın ne külhanbeyi olduğunu, ağzını nasıl boz­ duğunu gördünüz. [Yüzsüzlüğü hayasızlığı ele alan kimse başkası­ nın şerefini düşünmez. Nice elli senede hâsıl olmuş iyiad vardır ki bir çir­ kin ad onu ayak altına alır.] Kadıya hakikî dostlarının nasihati makbul geldi. Onlarm güzel düşüncelerini, dostluk hakkını gözet­ melerini takdir ederek şöyle dedi: Aziz dostlarımın ha­ rekâtım hakkmdaki mütaelalan pek doğrudur. Ceva­ bı hacet yoktur, ancak: [Eğer muhalefet ayıplamakla zail olsaydı beni ayıplayanlar onun aşkı zail olmuştur diye bir yalan çı­ karırlardı. Halbuki böyle bir yalan çıkaramıyorlar. Çünkü cihan bilir ki aşk, muhabbet ayıplamakla zail olmaz, binaenaleyh beni ayıplayanlar öyle bir şey uydursa halka gülünç olurlar. Beni istediğin kadar ayıp­ la. Bu faydasızdır; çünkü yıkamakla zenciden siyahlı­ ğı gideremezsin.] Kadı bunu söyledi ve çocuğun halini teftiş, mua­ 458 yene için birtakım kimseler tuttu. Bu yolda birçok pa­ ralar döktü. Hükema demiş: Kimin terazide altmı varsa kolunda kuvveti var­ dır, kimin dünyalığı yoksa bütün dünyada onun kim­ sesi yoktur. IDemir kollu terazi gibi olanlar bile altını görün­ ce baş eğerler, altm tarafına meylederler.] Hülâsa kadı için bir gece halvet müyesser oldu ve hemen 9 gece polis bunu haber aldı. Artık kadı dur­ madan şarap içiyor, güzeli bağrına basıyor, uyumu­ yor, şu şiiri terennüm ediyordu: [Bu gece zannımca horoz vaktinde ötmüyor; çün­ kü âşıklar henüz öpmeye, kucaklaşmaya kanmamış, doymamıştırlar. Yârin parlak zülfünün hükümü ara­ sında görünen yanağı, abanoz çükânm kancası arasın­ daki fildişi topa benziyor. İşte şü dakikada fitne uyu­ muştur. Aman sakın uyuma, ömrün boş yere geçme­ sin. Ulucamide sabah namazının ezanını yahut (Ata­ bek) in sarayından davul sesini duymadıkça boşbo­ ğaz horozun ötmesile horoz ibiği gibi dudaktan duda­ ğı çekmek hamakat olur.] Kadı bu halde iken adamlarından birisi içeriye girdi, kadıya şöyle dedi: Kalk, yürümeğe kudretin var­ ken, kaç; çünkü hasutlaı haber almışlar; belki bu fitne ateşini henüz az iken tedbir suyile söndürelim; yarın saçağı saracak olursa âlemi kaplar. Kadı gülümsiyerek adamına baktı ve şöyle dedi: (Avma gülümsiyerek diş geçirmiş arslan, köpek­ lerin havlamasını düşünmez. Cananla zevk ve safaya bak. Düşmanlan bırak, kıskansınlar, öfkelerinden el­ lerini ısırsınlar.] Hemen o gece padişaha: Mülkünüzde şöyle bir hâ­ dise var diye haber vermişler. 459 Padişah ihtimal vermemiş; demiş ki: Ben kadıyı bu asnn faziletli ve dünyada bir misline tesadüf edilmiyecek derecede kıymetli bir insanı olarak tanıyo­ rum. Belki onu sevmiyenler garaz ile böyle bir şey uydurmuş olsunlar. Gözümle görmedikçe bu sözü ka­ bul etmem. Hükema demişler ki-, töfke ile elini kılıca götüren kimse yazık oldu diye nedametle elini ısırır.] İşittim seher vakti padişah hususî adamlarından birkaç kişi ile kadının yanma gitmiş, bakmış ki mum­ lar yanmış, delikanlı oturmuş oraya buraya şarap dökülmüş, kadehler kırılmış, kadı dünyadan bihaber, sızmış kaimi y. Padişah, kadıyı nezaketle uyandırmış, kalk güneş doğdu, demiş. Kadı işin farkına varınca derhal: «Güneş hangi taraftan doğdu?» diye sormuş, Padişah, Maşrık tara­ fından doğdu, demiş. Kadı-. Elhamdülillah henüz tövbe kapısı açıktır, çünkü hadîsi şerifte güneş mağripten doğuncaya ka­ dar tövbe kapısı kapanmaz buyurulmuştur, demiş. Ve estağfirullah ve etubü ileyh. Tanrıdan af dilerim, ona dönüyorum, diyerek tevbe ve istiğfarda bulunmuş. [Beni günaha iki şey kışkırttı: Birisi uygunsuzlu­ ğum, öteki eksik aklım. Eğer günahımla müaheze buyurursan lâyıkım Eğer af buyurursan af intikamdan daha iyidir. Padişah: Sen artık helâk olacağım bildiğin için tövbe ediyorsun, böyle tövbenin faydası yoktur. Zira, Kur’anı Kerim’de (Onlar azabımızı görünce iman et­ miş oldukları için iman onlara fayda vermedi) buyu­ rulmuştur, demiş. Köşelere, saraylara kement atamayacak hale gel­ dikten sonra hırsızlığa tövbe etmenin ne faydası var? 460 «Elini meyvaya uzatma» diye boyu uzun kimseye tenbih et. Kısaya tenbihe hacet yoktur.; çünkü esa­ sen onun eli yetişmez. 1 Ey kadı sen bu kadar kötülüğü açıktan açığa yap­ mış olduğun cihetle senin için kurtulmak imkânı yok­ tur. Padişah bunu söylemiş ve cezaya memur olan kimseler de kadıya yapışmışlar. Kadı bu defa şöyle demiş: Ey melik, hâkipayinize söyleyecek bir tek sözüm var, lütfen dinler misiniz? Melik, nedir? demiş. Kadı şöyle demiş: [Senden usandım diye kolunun yenini silkiyorsun: fakat böyle yapmakla eteğinden elimi çekeceğimi ha­ tıra getirme. Bu günahtan kurtulmıya benim için imkân yok­ tur, fakat, senin malik olduğun kerem beni düşündü­ rüyor] Melik; yepyeni pek yakışıklı bir söz söyledin, gö­ rülmemiş, işitilmemiş bir nükte bulundu; fakat fazi­ let ve belâgatinin seni benim cezamdan kurtarması ak­ len muhal olduğu gibi şer’i şerife de muhaliftir. Baş­ kaları görüp ibret alsınlar diye seni kaleden aşağı attırmayı münasip görüyorum, demiş. Kadı: Ey cihanın sahibi, ben bu' hanedanın nime­ tiyle beslenmiştim. Bu günahı ilk defa olarak yalnız ben yapmış değilim. Maksadı hümayunumuz ibret göstermek ise, bu günah ile tutulan diğer birisini atm, tâ ki ben ibret alayım, demiş. Bu söz padişahın hoşuna giderek affetmiş. Ve onun katline işaret eden müfritlere: Hepiniz, kendi ayıbınızın hamalısınız, başkaları­ nın ayıbına dil uzatmayın, demiş. 461 HİKÂYE [Bir genç vardı, iyi idi, afif idi; fakat bir güzele tutulmuş idi. Öyle okudum ki, Okyanus’ta ikisi de bir girdaba düştüler. Gemici geldi, o gencin o halde ölmemesi için elin­ den tutmak istedi. Zavallı genç, dalgaların, birbirine karışan suların ara yerinden, beni bırak sevgilimin elini tut, onu kur­ tar, dedi ve böyle söylemekte iken büsbütün perişan oldu. Can verirken şöyle dediği rivayet edilir: «Aşk sözünü o yalancıdan dinlemek ki felâket za­ manında dostluğu unutur.» Erenler, hayatı, dediğim genç gibi yaşadılar. Ba­ şından geçen birisine sor ki bilesin. Bağdatlılar Arapçayı nasıl bilirlerse, Sâdi de, sev­ menin yolunu, usulünü öyle bilir. Birgönül eğlencen varsa gönlünü ona bağla ve ar­ tık bütün âleme karşı gözünü kapa. Eğer Leylâ ile Mecnun sağ olsalardı, aşk dersini bu defterden öğrenirlerdi.! 462 ALTINCI BAB ZAYIFLIK VE İHTİYARLIK BEYANINDADIR HİKÂYE Şamda, Beni Ümeyye camiinde bir takım âlimler ile mübahasede bulunuyordum. Derken bir genç kapı­ dan içeri girdi; «Aranızda farsça bilen bir kimse var mıdır?» dedi. Beni işaret ettiler. Hayırdır inşallah, dedim. Genç dedi ki: «Yüz elli yaşında bir ihtiyar hâle ti nezidedir. Farsça bir şeyler söylüyor, anlıyamıyoruz. Lütfen zahmet buyurursanız sevaba girersiniz. İhti­ mâl ki vasiyet edecektir.» Kalktım, gittim, başı ucuna vardım. İhtiyar şu söz­ leri söylüyordu: [Gönlümce bir dem süreyim dedim, yazık ki ne­ fes yolu tutuldu. Yazık ki ömrün türlü nimetle dolu sofrasında az bir müddet yedik. Fakat bırakmadılar, yeter dediler.] Bu sözlerin mânasını Şamlılara Arapça söyledim. Ömrünün uzunluğuna rağmen hayattan bu derece esefle ayrılmasına taaccüp ettiler. İhtiyara dedim: «Ne hâldesin?» Ne söyliyeyim dinle,» dedi: [«Bir kimsenin ağzından dişini çıkardıkları vakit o kimsenin nasıl ıstırap çektiğini görmedin mi? Aziz 463 -vücudundan canı çıkan bir kimsenin ne hâlde olaca­ ğını buna kıyâs et.»! Dedim ki: «Ölüm düşüncesini hayâlinden çıkar, vehme kapılma.. Yunan feylesofları demişler ki: Mizaç ne kadar sağlam olursa olsun bekaya itimat yaraş­ maz. Hastalık da her ne kadar korkunç olursa olsun ölüme kat’i surette delâlet etmez. Emredersen, bir ta­ bip çağıralım, ilâç tertip etsin ki iyi olasın.» İhtiyar: «Heyhat, heyhat!» dedi, şunu söyledi: lEfendi köşkü nakışlamak kaydmdadır, halbuki köşkün temeli kaymıştır. Zarif tabip düşkün adamcağızı bunamış görünce »ellerini oğuşturur. Bir ihtiyar hâleti nez’e girmiş, inliyordu. Karısı ise durmadan ona sandal sürüyordu. Mizâcın itidâli bozulunca ne efsun tesir eder, ne de ilâç.! HİKÂYE Bir ihtiyar hikâye eder ki: «Bir kızı nikâh etmiş, odayı çiçeklerle süslemiş; onunla halvete oturmuş, gö­ zümü gönlümü ona bağlamıştım. Benden ürkmesin, bana alışsın diye uzun geceler uyumaz, onun hoşuna gidecek,onu eğlendirecek sözler söylerdim. Bir gece ona şöyle söyledim: «Ne talihli imişsin ki benim gibi olgun, cihan görmüş, zamanın soğuğunu sıcağını tatmış, iyiyi kötüyü denemiş, arkadaşlık hak: kını bilir, sevmenin şartını yerine getirir, şefkatli, mer­ hametli, İıoş tabiatli, tatlı dilli bir ihtiyara kısmet ol­ dun.» fGücüm yettiği kadar gönlünü alırım; sen beni incitirsen bile ben seni incitmem. Eğer senin gıdan tuti gibi şeker olursa, tatlı canı­ mı seni beslemek için fedâ ederim.] 464 Kendini beğenen, zayıf düşünceli, başı sert, ayağı çevik, her dakika bir hava çalar, hercai meşrep, her gece bir yerde uyur, her gün dost tutar, bir gencin eli­ ne düşmedin. Gençler, her ne kadar güzel ve cazip iseler de vefa­ kâr değildirler. [Bülbüllerden vefâ umma; çünkü her dem başka bir gül üzerinde öterler.] İhtiyarlardır ki gençler gibi cehil ile değil, akıl ile, edep ile yaşarlar. Kendinden daha değerlisini ara, bunu fırsat say. Çünkü kendin gibi kimse ile vaktini zâyi edersin.» Kıza bu tarzda sözler söyledim ve zannettim ki gönlü bağlandı, benim avım oldu. Bir de ne göreyim! Eterin bir âh çekti ve dedi ki: «Bu kadar söz söyledin, bunları aklımın terazisinde ebemden işittiğim söz ile tarttım, onunla denk gelmedi. Ebem şöyle demişti: «Genç bir kadının yanında pir yatmadan ise tir (ok) yatması daha iyidir.» Hülâsa kadın ile uyuşamadık, iş ayrılmaya dayan­ dı, ayrıldık. İddeti bitti (1). Onu bir gence verdiler: Amma na­ sıl genç, suratsız, züğürt, huysuz. Kadm ondan cevrü cefâ görür; eziyet, sefalet çekerdi; fakat durmadan Cenabı Hakkı şükür ile: «Elhamdülillâh, o işkenceden kurtuldum, bu büyük nimete nâil oldum.» derdi. [Bu kadar çevrin, sertliğin, hırçınlığın ile bera­ ber nazmı çekerim, çünkü güzel yüzlüsün. Seninle birlikte cehennemde azap çekmek başkalariyle cennette bulunmaktan daha iyidir. (1) Bir kadm kocasından ayrılınca, bir çocuk doğurursa, hangisinden olduğu anlaşılır diye, üç ay başkasile evlenemez. Buna (İddet) denir. 465 Güzel yüzlü birisinin ağzmdan kokan soğan ko­ kusu, çirkin bir kimsenin elinden gelen gülden daha aladır. 1 HİKÂYE (Diyarbekir) de bir ihtiyara misafir oldum. Bu zengin ihtiyarın güzel bir oğlu vardı. Bir gece hikâye etti,dedi ki: «Tekmil ömrümde bu çocuğumdan başka çocuğum olmadı. Şu derede bir ziyaretgâh var; insan­ lar hâcet dilemek için oraya giderler. Ben de gittim, gecelerce o ağacın dibinde Cenabı Hakka yalvardım, bana bu çocuğu ihsan buyurdu. İşittim ki çocuk arkadaşlarına yavaşça şöyle di­ yormuş: «Ne olurdu, ben de o ağacın nerede olduğunu bileydim de gidip babamın ölmesi için dua edeydim.» [Efendi, oğlum akıllıdır diye seviniyor, çocuk ise pederine babam bunaktır, diye târiz ediyor. Yıllar geçer, babanm kabrine bir kere uğramaz­ sın. Sen babana ne hayır yaptın ki oğlundan ne ha­ yır bekliyesin! ] HİKÂYE Bir gece, gençlik gururiyle fazla yol yürümüştüm. Gece vakti yorgun argın bir dağ eteğine vardım. Za­ yıf bir ihtiyar kervanın gerisinde geliyordu; beni gör­ dü. dedi ki: «Ne oluyorsun, kalk, burası uyunacak yer değildir.» Dedim: «Ne gideyim ki, yürümeğe kudretim yok.» İhtiyar dedi ki: «İşitmiş misin ki: «Dinlene dinle­ ne gitmek koşup kesilmekten daha, iyidir.» demiş ier­ dir. [Ey menzile müştak olan kimse, acele etme, benim nasihatimi dinle. Sabretmeyi öğren. 466 Arap atı çabuk gider; fakat iki koşu gider, sonra yorulur, kalır, deve ise ağır gider, gece gündüz gi­ der. 1 HİKÂYE Hususî meclisimizde çevik, sevimli, güler yüzlü, tatlı sözlü bir genç vardı ki keder nedir bilmez, gül­ mekten iki dudağı bir araya gelmezdi. Bir zaman geçti; onunla görüşemedik. Sonra onu .gördüm, evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş, neş’esi kökünden kesilmiş, hevesinin gülü solmuş. «Bu ne hâldir?» diye sordum. Dedi ki: «Çocuklarım olunca bir daha çocukluğa heves etmedim.» [Nedir bu çocukluk, nedir bu hava ve heves? Hal­ buki ihtiyarlık saçlarımı ağarttı. Zamanın insan üzerinde yaptığı değişiklik insanı korkutmak için kafidir. İhtiyar olunca çocukluktan el çek, oyunu, lâtifeyi gençlere bırak. Tâze civanlara mahsus olan şakraklığı, gülüp oy­ namayı ihtiyarlarda arama. Akıp gitmiş olan su tek­ rar ırmağa gelmez. Ekinin biçilecek zamânı erişince, tâze ve yeşil ekin gibi salınamaz. Ah, yazık, o gönül parlatan gençlik zamanı elim­ den gitti. Arslan pençesi olan pençemin kuvveti gitti. Şimdi köpek gibi ihtiyarlığa razıyım. Bir ihtiyar kadın saçını siyaha boyamıştı. Ona de­ dim ki; Ey koca nine, tutalım ki saçını hiyle ile karart­ tın; fakat kamburt sırt düzelemez.] 467 HİKÂYE Bîr gün gençlik icabı olarak cahillik ile ihtiyar anamın yüzüne karşı bağırmıştım. İncinerek bir köşe­ de oturdu; ağlayarak şöyle diyordu: «Muhakkak çocukluğunu unuttun ki yüzüme kar­ şı haykırıyorsun.» [Bir ihtiyar kadm, oğlunu kaplanları yıkıcı fil vü­ cutlu gördüğü zaman ona ne güzel demiş: «Eğer kuca­ ğımda âciz, bîçâre olduğun çocukluk zamanını hatırlasaydm, sen arslan gibi bir erkek, ben de ihtiyar bir kadm olduğum bugünde bana cefâ etmezdin.] HİKÂYE Zengin hasisin haset bir çocuğu vardı. Onun iyili­ ğini isteyenler ona şöyle dediler: Çocuk için ya bir hat­ mi şerif indiriniz, yahut bir kurban kesiniz. Belki Ce­ nabı Hak şifâ ihsân eder. Zengin biraz düşündü, sonra şöyle dedi: «Hatmi şe­ rif derhal olabilir, kurbana gelince, sürü uzaktadır.» Bir ârif bu sözü işitti ve dedi ki: «Hatmi şerifi ih­ tiyar etmesinin sebebi var: Kur’an-ı Kerim, dil ucun­ dan çıkar. Kurban parası olan altm ise, canın ortasın­ dan çıkar.» [Yalnız ibadet etmek hiçbir fayda vermez. Ne olurdu, ona ihsan ve kerem de arkadaş olaydı. Allah için bir altm vermek lâzım gelse eşek gibi çamurda kalıyorlar. Sûre-i Fâtiha okumak lâzım gel­ se yüz tane okuyorlar. 1 HİKÂYE İhtiyar bir kimseye: «Niçin evlenmiyorsun?» de­ diler: . 468 İhtiyar dedi ki: «Koca kamarla yaşamak istemem.» «Genç kadın al, paran var,» dediler. İhtiyar cevap verdi: «Ben ihtiyar olduğum hâlde, ihtiyar kadınlan istemiyorum. Genç kadın benim gibi ihtiyan nasıl sever?» 469 YEDİNCİ BAP TERBİYENİN TESİRİ BEYANINDADIR HİKÂYE Vezirlerden birinin ahmak bir çocuğu vardı. Âlim­ lerden birisini onu yetiştirmeğe memur etti. Âlim bir zaman onun terbiyesiyle meşgul oldu; fa ­ kat tâlim ve terbiye çocuğa tesir etmedi. Bunun üze­ rine âlim zat, çocuğun babasına, çocuk akıllanmadığı gibi beni de deli etti diye haber gönderdi. [Eğer bir şeyin aslı, cevheri, kabiliyetli olursa ter­ biyenin tesiri olur. Cevheri kötü bir demiri hiç bir cilâ iyi yapamaz. Köpeği yedi denizin suyu ile yıkâsan, ıslandıkça daha pis olur.l HİKÂYE Bir hakim çocuklarına nasihat vererek şöyle dedi: «Canım yavrularım, hüner öğrenin çünkü mal ve dün­ ya devleti itimada lâyık değildir. Mansup ise şehir için­ den dışarı çıkmaz. Altın ve gümüşe gelince daima teh­ likeye mâruzdur: Hırsız alır götürür; yahut sahibi ya­ vaş yavaş yer bitirir. Fakat hüner, suyu kesilmez bir çeşmedir; ebedî bir devlettir. Hünerli kimse devletten düşse gam yemez; çünkü hünerin kendisi bir devlettir. 470 Hünerli kimse nereye gitse şeref bulur. Meclisin yu­ karısında oturur. Hünersiz kimse ise nereye gitse di­ lenir, mihnet çeker. Emretmeğe alışan kimsenin çevir çekmesi, ku­ manda altına girmesi zordur. Bir vakit Şam’da bir karışıklık oldu. Herkes bir ta­ rafa kaçtı. Marifetli köylü çocukları şehre geldiler. Padişaha vezir oldular. Aklı noksan vezir çocukları, köylere gittiler, dilenci oldular. Baba mirası istiyorsan babanın ilmine vâris ol. Çünkü onun bıraktığı mal on günde harcanabilir.] HİKÂYE Fuzalâdân birisi bir şehzadeyi Okuturdu; fakat çe­ kinmeden döver, çok sıkıştırırdı. Şehzade, bu tazyika dayanamadı. Babasına şikâyet etti. Vücudunu açtı; be­ releri gösterdi. Padişah kızdı; hocayı çağırttı: «Sen ahalinin ço­ cuklarına revâ görmediğin cefâyı, tekdiri benim çocu­ ğuma revâ görmektesin; sebep nedir?» diye sordu. Hoca cevap verdi: «Sözü düşünerek söylemek, makbûl harekette bulunmak herkese umumen ve padişah­ lara ise bilhassa lâzımdır. Çünkü padişahın elinden, dilinden ne sâdır olursa muhakkak herkesin ağzında dolaşır, durur. Halbuki avam kısmının gerek sözüne, gerek işine o kadar ehemmiyet verilmez.» dedi. [Eğer bir fakirden yüz tane uygunsuz iş sâdır ol­ sa, arkadaşları o yüzden birisini dahi bilmezler. Eğer padişahlardan bir münasebetsiz şey sâdır olsa, halk onu bir iklimden başka iklime yetiştirir.] Bundan dolayı Tanrı onlaıi güzel ahlâk ile yetiştir­ sin, şehzadelerin hocası onların ahlâkını güzelleştir­ mede avam çocuklarına sarfettiği gayretten ziyade gayret sarfetmelidir, dedi. 471 [Her kim küçüklükte terbiye olmazsa, büyüdüğü zaman hiç olmaz. Yaş çubuğu nasıl istersen bük; fakat kuru çubuğu doğrultmak için ateşe tutmak lâzımdır. Taze çubukları doğrultmak istersen doğrulur; fa ­ kat kuru ağaçlan doğrultmak için uğraşmak boştur.] Edip olan hocanın güzel tedbir ve takdirini padi­ şah beğendi. Ona hil’at giydirdi. İhsanda bulundu ve rütbesi ne ise 'terfi ettirdi. HİKÂYE (Mağrip) diyannda bir mektep muaalimini gör­ düm. Suratsız, acı sözlü, ters, adam incitici, dilenci tabiatlı, Tanndan korkmaz bir kimse idi.Yüzünü gö­ ren müslümanlann işi rast gitmezdi. Kur’an okuması insanlann gönüllerini karartırdı. Erkek ve kız çocukla­ rı, onun cefası altında ezilirler. Yavrucaklar ne gü­ lebilir, ne konuşabilirlerdi. Birisinin sağ yanağına to­ kat atar, ötekinin billûr gibi bacağına işkence yapar­ dı; falakaya yatırırdı. Nihayet işittim ki, çocuk velîleri onun hainliğini biraz anladılar. Onu dövdüler, kovdular, mektebi iyi bir adama verdiler. Bu ikinci muallim, abid, zâhid, halim, selim, iyi adam idi. İktizâ etmedikçe söz söylemezdi. Kimseyi in­ citecek bir söz ağzmdan çıkmazdı. Çocuklar bu mual­ limin melek gibi ahlâkmı gördüler. Eski muallimin bı­ rakmış olduğu heybet kafalanndan gitti. Birbirinin şeytanı oldular ve muallimin hilmine itimat ile çalış­ mayı bıraktılar. Çok vakit oyun için toplanır, ellerin­ de bulunan yazı tahtalannı birbirinin başında kırar­ lardı. 472 (Muallim, kendini saydırmayı, sırasında azarlama­ yı bilmezse, çocuklar pazarda uzun eşek oynarlar.] îki hafta sonra yine o mescide uğradım; baktım ki eski muallimin gönlünü hoş etmiş, tekrar yerine ge­ tirmişler. Pek müteessir oldum (lahavle...) okumaya başla­ dım ve: «İblisi yine meleklere hoca yapmışlar» de dim. Cihan görmüş ihtiyar bir kimse sözümü işitti, gül­ dü ve: «İşittin mi ki ne demişler» dedi, şu beyitleri oku­ du: [Bir padişah çocuğunu mektebe verdi; üzerine ya­ zı dersini yazmak için ona bir gümüş levha verdi. O levhanın baş tarafına altın ile şöyle yazılmıştı: Hoca­ nın eziyeti, cefâsı, babanın muhabbetinden iyidir.] HİKÂYE Bir âbidzâdenin eline, amcalarının mirasından çok mal, para geçti. Fiskü fücura başladı. Müsrifliği âdet edindi. Hülâsa günahtan, kötü şeylerden yapmadığı; müskirattan içmediği kalmadı. Bir kere ona nasihat yoliyle dedim ki: «Çocuk; in­ sanın geliri akar suya, masrafı da dönen değirmene benzer. Demek istedim ki çok masraf, o kimseye mah­ sustur ki muayyen geliri olur.» [Muayyen gelirin yoksa, masrafı az yap, çünkü gemicilerin bir şarkısı vardır, derler ki: Eğer dağlara yağmur yağmazsa bir sene içinde Dicle kurur bir de­ re hâline gelir.] Çocuk, akıl ve edep dairesinde hareket et. Eğlen­ ceyi, oyunu bırak, çünkü mal bitince sıkıntı çekersin, pişman olursun. Çocuk, nayın, şarabın lezzetinden sözümü dinle­ 47a medi. Hem de itiraz etti: «Şimdilik mevcut olan ra­ hatı, ilerde ihtimâli olan sıkıntı için bozmak akıllıla­ rın reylerine muhâliftir.» dedi. [Maksadına nâil olmuş iyi bahtlı insanlar belki ileride sıkıntı çekeriz diye korkunlanndan niçin sıkın­ tı çeksinler? Ey gönülleri şen eden dost, haydi şen ol. Zevk et, yann gelecek bir felâket için bugün ıztırap çekmek doğru değildir.] Yine çocuk dedi ki: «Dediğin şeyleri ben nasıl ya­ pabilirim ki, mürüvvet, kerem meclisinin en yukarı­ sında oturmuşum, ihsân ve in’amımın şânı herkesin ağzına düşmüştür.» [Her kim cömertlik ile, kerem ile şöhret aldıysa pa­ rasının üzerine düğüm vurmak yakışmaz. İyilik adı ile olamaz.] Gördüm ki nasihatimi dinlemiyor. Sıcak nefesim onun soğuk demirine tesir etmiyor, nasihatten vazgeç­ tim. Ve onunla selâmı, sabahı kestim. Selâmet köşe­ sine çekildim. Hakimler: «Sen üstüne düşeni söyle, ka­ bul etmezlerse sana ne?» demişler. Ben de öyle hare­ ket ettim. [Dinlenilmiyeceğini bilsen bile bildiğin kadar hayırâne nasihat et. Çok geçmez ki, nasihat dinlemiyen sersem kimse­ nin iki ayağmı bukağıda görürsün, işte o zaman yazık, âlim kimsenin nasihatini dinlemedim, diye ellerini bir­ birine vurur.] Bir müddet sonra gördüm ki, evvelce onun için düşündüğüm felâket vücuda gelmiş. Yamayı yama “üzerine dikmiş, lokma lokma dileniyordu. Hâlinin fenalığına kızdım, fakat onu ayıplayarak gönlünün yarasını deşmeyi, üzerine tuz ekmeyi mürüv­ vete muvafık görmedim. Kendi kendime şöyle dedim: 474 [Sarhoşluğun son haddine varmış bir sefil, bir gün nasıl bir zarurete düşeceğini idrâk etmez. Bahar zamanı vannı yoğunu saçan ağaç, elbette kışın yemişsiz kalır. 1 HİKÂYE Bir padişah oğlunu edip bir zâta verdi: «Çocuk be­ nim değil, şenindir. Kendi evlâdını nasıl terbiye ediyor­ san, bunu da öyle terbiye et» dedi. Edip, birkaç sene çocuğu terbiyeye çalıştı. Fakat bu sayi boşa çıktı. Halbuki edibin kendi çocukları fa ­ zilet ve belâgatte son dereceyi buldular. Padişah, edibi muaheze etti: «Sözünde durmadın» dedi. Edip: «Mâlûmu şâhâneleridir ki, terbiye müsavi, fakat istidat muhteliftir» cevabını verdi. [Altm, gümüş her ne kadar topraktan çıkıyorsa da her taşta altm, gümüş bulunmaz. Süheyl yıldızı, âlemin her tarafına ziyâ verir. Fa­ kat bir deriden, bir yerde dağarcık, bir yerde sahtiyan yaparlar; her deri süheylden kendi istidadına göre renk alır.] HİKÂYE Bir pirin yetiştirdiği müridine şöyle dediğini işit­ tim: «İnsanlar rızka bağlandıkları kadar, rızkı veren Cenabı Hakka merbut olsalardı, meleklerin fevkine yükselirlerdi.» [Sen, ana karamda akılsız, fikirsiz bir damlacık koyu su iken Cenabı Hak o hâlde seni unutmadı. Sana can, kabiliyet, akıl, tabiat, idrâk, cemâl, nutuk, rey, fikir verdi. Elinin üzerine on parmak dizdi. Omuzuna iki kol yapıştırdı. 475 Ey haris ihsan, Cenabı Hak senin rızkını unuta­ cak mı sanıyorsun?] HİKÂYE Bir arabiyi gördüm; çocuğuna şöyle diyordu: «Yav­ rucuğum, kıyamet gününde sana ne kazandın diye so­ racaklar, fakat kime mensupsun, kimin oğlusun, diye sormazlar.» [Kâbenin örtüsünü görüyorsun ki halk onu öpü­ yorlar. Onun meşhur olması ipek olmasından değil­ dir. O örtü birkaç gün bir aziz ile beraber bulundu (yâ­ ni Kâbe duvarına yazıldı.) Bundan dolayı şüphesiz a da Kâbe gibi aziz oldu.] HİKÂYE Hükemâ’nm kitaplarında yazıyorlar ki : «Akrep­ ler, şair hayvanlar gibi doğmazlarmış; akrep yavruları annelerinin içlerini yer, karınlarını yırtar, dışarı çı karlarmış. Akrep yuvalarında görülen kabuklar bun­ larmış.» Ben bu garip hâli, bir kere büyük bir zat huzurun­ da söyledim. O zat dedi ki: «Gönlüm bu sözün doğruluğuna şehâdet ediyor. Başka türlü de olamaz. Çünkü akrep yav­ rusu küçükken annesine böyle muamele ettiğinden bü­ yüdüğü zaman bildiğimiz veçhile makbul ve sevimli­ dir.» (Sâdi, alay için makbûl ve sevimli lâfızlarını kul­ lanmıştır.) IBir baba oğluna vasiyet etmiş, demiş ki: «Ey oğul, bu nasihat benden sana yadigâr olsun: Her kim soyu­ na çekmezse makbûl ve devletli olamaz.» ] 476 Akrebe, «kışın niçin dışarı çıkmazsın?» demişler. «Yazın ne hürmet görüyorum ki, bir de kışın çı­ kayım» cevabını vermiş. HİKÂYE Bir fakirin zevcesi hâmile idi. Doğum müddeti ta­ mama erdi. Fakirin tekmil ömründe çocuğu olmamış­ tı. Çocuk doğmadan evvel adak adadı. «Eğer Cenabı Hak bana bir oğlan çocuğu verirse, sırtımdaki şu hır­ kadan başka nem varsa, fakirlere tasadduk edeceğim» dedi. Mukaddermiş;-karısı bir oğlan doğurdu. Fakir se­ vindi. Nezri veçhile sofralar kurdu, fakirleri yedirdi, içirdi. O sırada ben, Şam taraflarına gitmiştim. Şam seferinden geri geldiğim zaman o fakirin mahallesine uğradım, nasıldır diye sordum. Subaşmın zindanmdadır, dediler. «Sebep ne?» dedim. Dediler ki: «Oğlu şarap içmiş, kavga etmiş, birisi­ nin kanını dökmüş; şehirden kaçmış. Bundan dolayı babasını tuttular, boynuna lâle taktılar, ayağına bu­ kağı vurdular.» Dedim: «Demek ki zavallı adam bu belâyı dua ile kendisi istemiş imiş.» [Ey akıllı adam, eğer kadınlar doğururken, yılan doğursalar, akıllılar indinde, uygunsuz çocuk doğur­ madan daha iyidir.] HİKÂYE Çocuktum. Büyük bir zâta: «Bir erkek çocuk nasıl bâliğ olur?» dedim. Dedi ki: «Kitaplarda yazılmış ki bulûğun üç nişanı var: 477 1) On beş yaşma girmek, 2) îhtilâm olmak, 3) Eçiep yerlerinde tüy bitmektir. Fakat hakikatte bir alâmeti vardır. O da, nefsinin arzusunu, zevkini, terk ile Cenabı Hakkın rızasını tah­ sile çalışmaktır. Bu vasıflar olmadıkça muhakkikler bâliğ saymazlar. Kırk gün ana rahminde kalan bir damla su, şeklen insan olur. Akıl ve edebe mâlik olmadıktan sonra kırk sene de yaşamış olsa ona hakikatte insan denemez. [insanlık, cömertlik ve lütfetmektir; onu bu görü­ nen kalıp sanma, insan olana hüner lâzımdır. Surat kâfi değildir. Hünersiz olduktan sonra köşklerde, saraylarda kır­ mızı, yeşil boya ile yapılan resme de insan demek lâ­ zım gelirdi. insanda fazl, ihsan olmadıkça duvarlardaki res­ min öyle insandan ne farkı var? Dünyayı elde etmek hüner değildir; elinden gelir­ se bir gönülü ele al; birinin hatırını yap.] HİKÂYE Bir sene çöllerde yürüyerek Hacca gidenler ara smda bir kavga çıktı. Ben de o seferde idim. Hakikat adamakıllı kavga ettik. Mahfede oturan birisini gördüm ve işittim ki, mah­ fenin öbür gözündeki arkadaşına şöyle diyordu: «Ne acayip şey, satranç arasında piyadeler başa varınca ferzin olur. Yani, evvelki hâlinden daha iyi olur. Hal­ buki hüccâcm piyadeleri çöl yolunu bitirdiler. Fakat daha kötü oldular.» [insanları ısıran, halkın derisini yüzen hacıya ben­ den söyleyin. Hacı sen değilsin, devedir. Çünkü o bîçâ­ re, hem yük çeker, hem de yediği dikendir. I 478 HİKÂYE Bir herifciğin gözü ağrıdı, bir baytara gitti. «Gözü­ me ilâç yap,» dedi. Baytar, hayvanların gözlerine ilâç için ne yapıyor­ sa, onun gözüne de onu yaptı. Herifciğin gözü kör ol­ du. Adamcağız hâkime gitti, şikâyet etti. Hâkim: «Gözün diyeti lâzım gelmez, çünkü eğer bu herif eşek olmasaydı, baytarın yanma gitmezdi.» dedi. Bu sözden maksat şudur: Her kim mücerrep olmıyan bir kimseye iş buyurur ve neticede nâdim olursa, akıllılar, ona kafasız, fikirsiz derler. [Akıllı, parlak fikirli insan soysuz kimseye büyük; işler vermez. Hasır dokuyan da dokuyucudur. Fakat, onu ipek tezgâhına götüremezler.] HÎKÂYE Büyüklerden bir zâtm, değerli bir oğlu vardı. Ve­ fat etti. Ona sordular: «Çocuğun türbesinin sanduka­ sına ne yazalım?» O zat dedi ki: «Kur’an-ı Kerim’in âyetlerinin izzet ve şerefi çok yüksek olduğu için böyle yerlere yazılmaz. Çünkü, zaman geçer, mezar bozulur, yıkılır. Halk, o mezarın üzerinden geçerler, köpekler işerler. Eğer be­ hemehal bir şey yazacak iseniz, bu iki beyti yazınız: [Ah, bostanlarda yeşillikler bitince gönlüm ne ka­ dar hoş olurdu. Dostum, ne zaman bahar olur, topra­ ğından çimenler biterse, o zaman gel, beni ziyaret et.l HİKÂYE Bir âbit, zengin bir kimsenin evine gitti. Baktı ki 47» bir kölenin elini, ayağını iyice bağlamış, ona işkence ediyor. Âbit der ki: «Oğul, senin gibi olan bir mahlûku, Cenabı Hak senin hükmüne esir etmiş. Seni ondan efdâl kılmış, Cenabı Hakkın nimetinin şükrünü yerine getir. Ona o kadar cefayı reva görme. Bu köle kıyamet günü belki Allahın indinde senden daha makbûl bir kul olur, sen mahcup olursun.» [Köleye pek azap etme, ona eziyet etme, gönlünü incitme. Sen onu nihayet on akçeye aldın. Kudret eliy­ le onu sen yaratmadın ya! Bu gurur bu azap ne vakte kadar devam edecek? Senden daha büyük Allah var. Ey arslan kucaklı efendi; emrinin altında bulun­ duğun efendini, Tanrıyı unutma.] Peygamber (Sallâllahü aleyhi vesellem) efendi­ miz şöyle buyurmuşlardır: «Kıyamet günü en büyük hasret, bir efendinin hasretidir ki, kölesini iyi olduğu için cennete, kendisini fâsik olduğu için cehenneme götürecekler.» [Hizmetine âmâde olan köleye lüzumsuz yere ga­ zap etme. Onu kahretme, yann hesap gününde köle azat olur; efendi zincire çekilirse, efendi için nerüsvâlıktır.I HİKÂYE Bir sene CBelh) den, Hint serhaddinde olan (Şamiyan) şehrine sefer vâki oldu. Yol, haramiler yüzün­ den tehlikede idi. Bir genç, kılavuz olarak bize yoldaş oldu. Kalkan oynar, katı yay çekerdi. Silâhşor, güçlü kuvvetli idi. Tüvana on iki yiğit onun kemanını ancak kurabi­ lirlerdi. Yer yüzünün bütün pehlivanları onun sırtını yere getiremezlerdi. 480 Fakat bu genç, naz, nimet içinde gölgede beslen­ mişti. Ne cihan görmüş, ne seyahat etmişti. Kahraman­ ların davullarının gök gürültüsü onun kulağına değ­ memiş, atlıların kılıçlarının şimşeğini görmemişti. [Düşman eline esir düşmemiş, etrafına ok yağ­ muru yağmamış.] Kafilede, tesadüfi olarak bu genç benim önümde yürüyordu. Yolda önüne eski bir duvar gelse, bazusunun kuvvetiyle yıkardı. Ulu bir ağaç görse, pençesinin zoriyle kökünden koparırdı. Öğünerek şöyle söyledi: [Fil nerede, gelsin de omuz kemiği, bazu, boyun görsün. Arslan nerede, gelsin de, yiğitlerin ellerini, pençelerini görsün.] Biz bu hâlde idik ki, bir taşın arkasından iki Hintli başlarını çıkardılar. Bizi öldürmek istiyorlardı. Birisi­ nin elinde bir sopa, ötekinin elinde keser ezecek uzun saplı bir çekiç vardı. Genç arkadaşa dedim: «Ne duru­ yorsun? İşte erlik demidir, göster kendini!» [Yiğitlikten, güçten kuvvetten nen varsa, göster işte düşman kendi ayağıyla mezara gelmiştir.] Bir de gördüm ki, gencin elinden ok ile yay düştü, titremeye başladı. [Zırh delen ok ile kılı yarabilen her kimse, zorlu yiğitlerin hamle ettikleri gün, belki de sebat edemez.] Nihayet eşyamızı, silâhımızı, elbisemizi bırakarak canımızı kurtarmağa mecbur olduk. (Ağır işlere, iş görmüş yiğit gönder ki, kükremiş arslanı kemendinin büklümünü altına getire. Genç kimse, her ne kadar boynu kuvvetli, fil vü­ cutlu olsa da düşmanın çenginde korkudan kösteği kırar. Şeriat meselesini nasıl âlimler bilirse, harp işini de savaşı görmüş insan bilir.] 481 HİKÂYE Bir zengin oğlunu gördüm. Babasının mezarı ucu­ na oturmuş. Bir fakir oğlu ile mübaheseye tutuşmuş: «Babamın türbesinin sandukası kıymetlidir. Üzerinde­ ki kitabe güzeldir. Türbe, mermer ile döşenmiş kâşi çinilerle süslenmiştir. Bir araya getirilmiş bir kaç ker­ piç ile yapılmış, üzerine bir iki avuç toprak saçılmış olan babanın kabrine benzemez.» diyordu. Fakir çocuğu bu sözleri dinledi, şöyle cevap verdi: «Sus! Senin baban, bu taşların altında kımıldanmcaya kadar, benim babam, Cennete erişmiş olur.» Ha,dîs-i şerifte deniliyor ki: Fakirlerin ölümü raha­ ta erişmektir. Zenginlerin ölümü hasrete düşmektir. Fakirler bir şeye mâlik değildirler ki, ondan ayrıldık­ ları için azap çeksinler. [Eşeğin sırtındaki yük hafif olursa yolda daha ra­ hat yürür. Fakirlik mihnetinin yükünü çeken fakir kimse bana kalırsa ölüm kapışma, yükü daha hafif olarak gelir. Nimet, rahat, âsâyiş içinde yaşıyan kimsenin öl­ mesi bunlardan dolayı güç gelir. Herhalde bukağıdan kurtulan bir esiri hapse atı­ lan bir emirden daha bahtiyar bil.l HİKÂYE Büyük bir zâta: «En birinci düşmanm iki yanının arasmda bulunan nefisdir» hadıs-i şerifinin mânasını sordum. Büyük zat şöyle cevap verdi: «Hangi bir düşmana iyilik edersen dost olur. Nefis ise böyle değildir. Onu ne kadar hoş tutarsan, sana o kadar kafa tutar.» 482 I İnsan, az yemekle melek huylu olur. Eğer hay­ vanat gibi yersen, cemâdât gibi düşersin. Kimin murâdını hâsıl edersen, emre muti olur. Ne­ fis ise böyle değildir. Çünkü o, dilediğini buldukça ser­ keşlik eder.l SÂDİ’NİN MÜDDEİ İLE ZENGİN VE FAKİRLİK HAKKINDA MÜBAHASESİ Dervişler kıyafetinde, fakat onlann ahlâkmda olmıyan birisi bir mecliste oturmuş, terbiyesiz terbiye­ siz söyleniyor, şikâyet ediyor, zenginlere söğüp sayı­ yordu. Sözü o dereceye varmıştı ki; fakirlerin ellerinde bir şey yok; zenginlerin ise kudreti var, fakat iyilik semtine ayak atmazlar, istek ayaklan kmktır, bina­ enaleyh iyilik yapmazlar. [Cömertlerin ellerinde para yok, parası olanlarda ise kerem yok.] diyordu. Büyüklerin nimetleriyle beslenmiş olduğum için o dervişin zenginlere bu hücumu hoşuma gitmedi. Onunla bahse girdim. Ona şöyle dedim: «Dostum! Zenginler, fakirlerin iradıdır, geliridir. Köşede oturan zahitlerin, kileridir. İlden ile dolaşanların varacaklan, yolcuların sığmacaklan yerdir. Onlar, başkalannm rahatı için ağır yükler yüklenirler. Uşaklar, maiyeti halkı yemedikçe onlar elierini yemeğe uzatmazlar. Onlann fazla yemekleri, dullara, öksüzlere, akrabaya, komşuya gider. [Zenginler vakıf yapar, adak, misafir besler. Ra­ mazanda fitre verir. Köle azat eder, zekât verir, hacca gider. Orada kurban keserler. Sen zenginlerin derece­ sine, ne zaman yetişebilirsin ki, elinden şu iki rekât­ tan başka bir şey gelmez. O da gönül rahatlığıyle de­ ğil.] 1 483 Gerek cömertlik, gerek ibadet, zenginler için daha iyi müyesser olur ki, temiz mal, temiz elbise, temiz ırz ve kalb rahatlığı sahibidirler. Âkiller bilirler ki, iba­ det kuvveti güzel yemek ile, ibadetin sahih olması da, temiz giymek ile olur. Boş midenin insana vereceği kuvvet, boş elden gelecek mürüvvet malûmdur. Çıplak ayak nasıl yürür, aç karından ne hayır gelir! [Yannki gıdasını tedârik ederecek parası olmıyan kimse, gece perişan uyur. Karıncalar, kışın düşünce­ siz yaşamak için, zahirelerini yazdan toplarlar.! Fakirlik ile feragat, kalb rahatlığı bir araya gel­ mez. El darlığında gönül rahatlığı bulunmaz. Yeyip doymuş ta yatsı namazına başlamış olan kimse: «Ak­ şam yemeği nereden gelecek?» diye bekliyene nasıl benzer? [Yiyeceği hazır olan kimse halk ile meşgul olur. Rızkı dağmık kimsenin gönlü de dağınık olur.] Şu hâlde zenginlerin ibadetleri kabul edilmeğe da­ ha yakındır. Çünkü zenginler huzur-u kalb içindedir. Bunlar yaşamak için lâzım gelen şeyleri hazırlamış ol­ duklarından evrad ile, ibadet ile meşgul olurlar. Araplar: «insanı yüzüstü düşüren, zelil eden fakirden, bir de sevmediğim kimsenin komşuluğundan Tanrı’ya sığınırım» derler. Hadîs-i şerifte ise: «Fakir iki cihan­ da yüz karasıdır.» denilmiştir. Ben bu sözleri söyleyince müddei: «Sen peygam­ ber efendimizin: (fıkaralık benim kendisiyle iftihar et­ tiğim bir şeydir) hadîs-i şerifini işitmemiş misin?» de­ di. Cevaben şöyle dedim: «Sus, o hadîs-i şerifteki fa ­ kirlik senin anladığın mânada değildir. Belki o hadîs-i şerif ile bir taifenin fakrine işaret buyurmuştur ki on­ lar rızâ meydanının erleri, kaza okuna teslim olmuş mertlerdir. Onlar evliyâ hırkası giyip, vasıftan ken­ 484 dilerine verilen erzakı, tamahlarından satanlar değil­ dir. Ey içi boş, sesi yüce davul! Hazırlanmış azığın yok, bakalım ne tedârik edeceksin? Elinde bin taneli teşbih çevirme. Eğer mert isen halktan tamah yüzünü çevir.] Marifetsiz fakir küfre kadar vanr. Bir çıplağı donatmak, bir eseri kurtarmaya çalış­ mak parasız mümkün olamaz. Bizim gibi fakirleri o zenginlerin derecelerine kim yetiştirir? Yüksek el alçak ele, nasıl benzer? Görmez misin ki Cenabı Hak, Kur’an-ı Kerim’de ehli cennetin nimetle­ rinden haber verirken: «Onların rızkı mâlûmları var, onlar cennet-i naimde izzet ve ikram içindedirler» bu­ yuruyor. Şunu da bilmiş olasın ki yiyecek tedariki ile uğ­ raşan, didinen kimse iffet saadetinden mahrum olur, bâzan haram da irtikâp eder. Bir de mâişeti yolunda olan kimsenin zihni rahat olur. [Susamışlar rüyalannde her tarafı çeşme görür­ ler.] Nerede bir sefâlet çekmiş, acılık tatmış birisini g ö­ rürsen ; bakarsın ki hırs ile kendisini korkunç işlere atar. O işin neticelerinden sakınmaz. O işin ahretteki azâbından da korkmaz. Helâli haramdan farketmez; bu helâldır, bu haramdır demez. (Helâl, haram ver Al­ lahım. Deli kulun yer Allahım.) [Bir köpeğin başına bir kesek dokunsa belki ke­ miktir diye sevincinden sıçrar. îki kişi bir tabutu omuzlarında götürürken kötü huylu alçak kimse onu yemek masası zanneder.] Fakir böyledir. Zenginlere gelince: Zengin olanla­ ra Cenabı Hak inayet göziyle bakmış, onları helale nâiliyetle haramdan muhafaza buyurmuştur. 485 Ey müddei, farzet ki ben bu sözleri söylemedim. Dâvaya bürhan getirmedim, sana başka şeyler söyliyeyim. İnsafını rica ederim. Fakirlikten başka bir se­ beple, bir hilekânn eli arkasına bağlandığını, veya bir müflisin zindana atıldığını, birisinin namus perdesi yırtıldığını, birisinin eli yırtıldığını, birisinin eli bile­ ğinden kesilmiş olduğunu gördün mü? Bu hâller an­ cak fakirlik yüzünden olmuş ve zaruret sebebiyle arslan gibi insanlar deliklere tıkılmış, aşık kemikleri de­ linerek ipe geçirilmiştir. Züğürtlükten evlenmiyen bir kimsenin zinâyı irti­ kâp etmesi ve günaha girmesi de bu fakirlik yüzün­ den değil midir? Gelelim zenginlere: Onların kalblerinin sâkin ol­ masını, gönüllerinin derli, toplu bulunmasmı mucip olacak çok sebepler var. Başlıca şunlardır: Zenginler her gece güzelliğinden, parlak sabahın eli göğsünde kalan; kıskançlıkla yüreği çarpan, boyundan, bosun­ dan salman selviler utanan, tasvir gibi güzel kadınla­ rı bağırlarına basar, her gün gençliklerini tazelerler. [Güzel kadmlann parmaklarının Uçlarındaki kına değildir. Belki onlar, parmaklarının uçlarını âşıkları­ nın kanlarına batırmışlardır. Öyle güzel kızlara, kadınlara mâlik olan zengin­ ler onların o güzel yüzlerine bakarken, günah etrafın­ da dolaşmaları, fenalık kasdetmeleri muhaldir. Bir gönlü bir cennet hûrisi kapmış, avucuna almış, o gönül artık illerin yağma ettikleri kızlara meyleder mi? Önünde istediği kadar taze hurma duran adam hurma salkımına taş atmaz. Buna mukabil eli boş olanların çokları eteklerini günaha bulaştırırlar. Ancak aç olanlar ekmek kapar­ lar. 486 Yırtıcı köpek et bulduğu zaman bu Salih Peygam­ berin devesinin eti mi yoksa Deccal’in eşeğinin eti mi diye sormaz.] Nice namuslu, perdeli insanlar fakirlik sebebiyle kötülüğün tâ kendisine düşmüş-, kıymetli dinlerini, na­ muslarını mahvetmişlerdir. [Açlık ile günahtan kaçmma olmaz. Fakirlik tak- . vânm elinden dizgin alır.I Ben bu sözleri söylediğim zaman müddeinin ta­ hammülü kalmadı. Dil kılıcını çekti. Fesâhat atını ar­ sızlık meydanında sıçrattı, üzerime sürdü, dedi ki: «Sen zenginlerin vasfına o kadar mübalâğa eyledin, saçma sözler söyledin ki işitenler tasavvur ederler ki, zengin­ ler, fakirlik zehirinin tiryağı veya erzak hâzinesinin anahtarıdırlar. Halbuki zenginler bir avuç mütekebbir, mağrur, kendini beğenmiş, halktan uzak durur, maliy­ le, parasiyle meşgul, mansıbına, servetine kapılmış kimselerdir. Yalnız sefâhatten bahseder, ancan beğenmemezlikle bakarlar, mâlik oldukları mallarına, bir şey sandıklan mansıplarının şerefine mağrur ola­ rak herkesten yukanya otururlar. Kendilerini herkes­ ten daha yüksek tutarlar. Kimseye baş eğmeyi kafala­ rına sığdırmazlar. Bunlar hükemânm «her kim tâatçe başkalarından eksik, fakat malca ziyade ise o kimse surette zengin, hakikatte fakirdir» sözlerinden haber­ sizdirler.» IHünersiz bir kimse malı sebebiyle hakîm bir zâ­ ta kibir ederse, o anber öküsü (1) ise de sen onu eşek say.I Ben dedim: «Zenginleri zemmetmeyi revâ görme. Çünkü onlar kerem sahibidirler.» (1) Aslandaki Gâvî anber (Anber öküzü) tâbiri Kaşalot ba­ lığı olacaktır ki anber, bundan elde edilen güzel kokulu bir mad­ dedir. 487 O, şu cevabı verdi: «Yanıldın; onlar para kuludur­ lar. Onlar yağmur bulutudurlar. Fakat kimsenin üzeri­ ne, kimsenin tarlasına yağmazlar. Güneştirler. Fakat kimsenin üzerine ziya salmazlar. İktidar atına binmiş, fakat sürmezler. Allah için ayak atmazlar. Başa kak­ madan, cefâ etmeden bir akçe vermezler. Meşakkat çe­ ker para toplarlar. Fakat sıkı sıkıya tutarlar. Hükemâ ise şöyle demişler: «Hasisin parası kendisi toprağa gi­ rince topraktan çıkar.» [Birisi çalışır çabalar, bir servet elde eder. Başka birisi gelir, onu eziyetsiz, meşakkatsiz sarfeder.l Dedim: «Mal sahiplerinin hasisliğine ancak dilen­ cilik sebebiyle vâkıf olmuşsun. Yoksa tamâhı bir ta­ rafa koyan kimse için cömert ile hasis müsavi görünür. Altının altın olduğunu mehenk taşı, hasisin hasis ol­ duğunu dilenci bilir.» Müddei dedi: «Tecrübem üzerine söylüyorum ki zenginler kapılarına bir takım hırçın, kaba, terbiyesiz adamlarını kapıcı olarak koyarlar. Bunlar kapıya ge­ len muhterem insanlara girmek için müsaade etmez, yakasına yapışırlar. Bey, efendi evde midir? diye soranlara: «Hayır, ev­ de kimse yoktur» derler ve bu sözü doğru olarak söy­ lemiş olurlar. Çünkü evde bulunan zengin hasis, insan­ dan sayılamaz. [Akıl, himmet, tedbir ve fikir sahibi olmıyan birisi için kapıcı; evde kimse yoktur diye ne güzel söyle miş.l Dedim: «Zenginler mâzurdurlar. Çünkü para iste­ mek için gelenlerden bıkmışlar, dilencilerin para iste­ mek için yazdıkları kâğıt parçalarından el’âman de­ mişler. Akıl hükmeder k i çöllerin kumlan inci olsa di­ lencilerin gözleri doymaz. 488 [Kuyu, şebnem ile dolmadığı gibi tamahkâr kim­ senin gözü de dünyanın parasiyle doymaz.] Hâtem Tâyi çölde otururdu. Eğer şehirde otursay­ dı dilencilerin hücumundan âciz kalırdı. Dilenciler onun elbisesini paralardı.» «Ben, onların hâline hasret etmiyorum,» dedi. Ben de.- «Hayır, onlann malına hasret çekiyorsun!» dedim. Müddeti: «Ben zenginlerin hâline acıyorum» dedi. Bu bahiste müddei ile birbirimize girmiştik. Müddei bu satranç arasında bir piyade sürünce onun d e fi­ ne çalışıyordum. (Şah) için (kiş) dedikçe (ferz) ile kapatıyordum. Nihayet himmet kesesindeki paraları bitirdi. Hüccet tirkeşindeki (okluğundaki) oklarını attı. tSakın çenesi kuvvetli insanm hamlesiyle kalkanı kırmıyasm. Çünkü iğreti aldığı mübalâğadan başka bir sermayesi yoktur. Bu söz ebeci ve seci’li konuşan marifet hırsızı; ka­ pısında silâhlar asılı, fakat içinde kimse bulunmıyan hisara benzer.] Nihayet adamın delili kalmadı, onu mağlûp ettim. Sözde mağlûp olunca tecavüze, saçma sapan söyleme­ ğe başladı. Ve zâten câhillerin âdetidir, hasma karşı delilce, âciz kaldıkları zaman put yapan Azer gibi yaparlar. Azer, hüccet ve delil ile oğluna karşı başa çıkamayınca kavgaya başlamış ve «Vazgeçmezsen se­ ni taşlıyacağım, taşa tutacağım» demişti. Müddei de. bana söğmeğe başladı. Ben de ona fena söyledim. O benim yakama yapış­ tı, ben de onun sakalından tuttum. [O bana ben ona, birbirimize yapıştık. Halk arka­ mızdan koşuyor, bakıyor, gülüyorlardı. Birbirimize söylediğimiz sözlerden halk taaccüp ederek parmaklan ağızlannda kalmıştı.] 489- Birbirimizi çeke çeke mürafaa olmak üzere kadı­ nın huzuruna gittik. Zengin ile fakirler arasında onun vereceği âdilâne hükme razı olacağımızı söyledik. Kadı bizim kılığımızı gördü, mantığımızı dinledi, düşünceye daldı. Birçok düşündükten sonra başını kal­ dırdı. Şöyle dedi: «Ey zenginleri öven, fakirlere cefâyı revâ gören zat: Bilmiş ol ki gül bulunan yerde diken, şarap bulunan yerde humar, define bulunan yerde yı­ lan, inci bulunan yerde adam yiyen timsah bulunur. Dünya hayatının lezzetinin arkasında ecel lokması var­ dır. Cennet nimetlerinin önüne hilekâr şeytân dikil miştir.» [Sevgilisini istiyen kimse düşman çevrini çekmez de ne yapar? Definenin yanında yılan, gül yanında ctiken, sevinç bulunan yerde keder bulunmak tabiîdir.] Bakmaz mısın, bostanda salkım söğüt bulunduğu gibi kuru çubuklar da vardır. işte bunlar gibi zenginler zümresinde şükredenler bulunduğu gibi kürfânı nimet edenler de bunulur. Kezâlik, fakirler içinde sabredenler bulunacağı gibi sabretmiyen, sıkılanlar da vardır. [Her şebnem tanesi inci olsaydı, katır boncuğu gi­ bi, çarşı pazar inci ile dolardı.] Hak Celle ve âlâ Hazretlerine yakın olan zatlar fa ­ kir siyretli, zenginler, zengin himmetli fakirlerdir. Zenginlerin büyüğü fakirleri düşünendir. Fakirlerin iyisi de zenginlerin eteklerini tutma­ yandır. Cenabı Hak: (Her kim Allaha tevekkül ederse Allah ona kâfidir) buyurmuştur. Kadı benden sonra yüzünü müddeiye çevirdi ve şöyle dedi: «Ey derviş! Sen dedin ki zenginler şeriata uymıyan şeyler ile meşguldür. Oyun, eğlence gibi boş şeylere dalmış sarhoşlardır. Sözün kısmen doğrudur. Evet, zenginlerin bir kısmı dediğin gibidirler. Himmet­ 490 leri kısadır. Allahın verdiği nimetin hakkını bilmezler. Çalar, çırpar, biriktirirler; yemezler, vermezler. Faraza yağmur yağmasa, yahut cihanı tûfan götürecek olsa kendi kudretlerine, varlıklarına güvenerek fakirlerin ne sıkıntı çektiklerini düşünemezler. Cenabı Haktan korkmazlar, onlar şöyle derler: [Eğer yokluktan başkaları helak olursa bana ne; çünkü benim vardır. Kaz için tûfandan ne korku var? Develer üzerinde mahfeye binmiş kadınlar, kum­ lara batan kimseleri düşünmezler. Alçaklar kendi kilimlerini sudan kurtarınca, «bi­ ze ne, isterse bütün âlem ölsün» derler.] İşte zenginlerin bir kısmı böyledir. Fakat bir takı­ mı da vardır ki nimet sofrasını kurmuş, herkese bu­ yurun demiş. Hizmet için belini bağlamış, gelenleri te­ vazu ile gülerek karşılamış, hem şöhret, hem mağfiret yani hem dünyayı, hem âhireti kazanmak isterler. Na­ sıl ki âlemin, padişahı, Tanrı tarafından takviye edil­ miş, muzaffer, düşmanma gâlip, umumun dizginlerine mâlik, İslâm serhatlerinin muhafızı, Süleyman Pey­ gamberin vârisi, zamâne padişahlarının en âdili (Muzafferüddin Ebu Bekir Sa’d) in (Tanrı onun günlerini daim etsin, sancaklarını, bayraklarını mansur kılsın) bendeleri bu takımdandır.» [Senin tütün insan oğullarına yaptığın iyiliği ba­ ba kendi oğluna yapmamıştır. Cenabı Hak bütün âleme lütuf ve ihsan buyurmak istedi de kendi rahmeti ile seni âleme padişah yaptı.] Kadı bizden daha âlimâne, müddekkikâne, müba­ lâğa atmı sürerek sözü bu dereceye yetiştirince ver? miş olduğu hükme razı olduk. Aramızda, geçen şey­ leri unuttuk. Mücadeleyi sevgiye tebdil ettik. Birbiri­ mizi memnun etmek için birbirimize hürmet gösterdik; öpüştük; şu iki beyit ile bahsimize son verdik: 491 [Ey fakir! Zamanın dönüşünden şikâyet etme. Çünkü bu yoldan ölürsen acırım sana. Ey zengin! Mademki istediğin gibi murat süren gönlün, elin vardır, öyle ise ye ve yedir ki hem dünyayı hem âhire ti elde etmiş olasın. I 492 SEKİZİNCİ BAP SOHBETİN ÂDABI BEYANINDADIR Mal ömrün rahatı içindir, yoksa ömür mal birik­ tirmek için değildir. Bir akıllıya sordular : «Bahtiyar kimdir, bedbaht kimdir? Âkil cevap verdi: «Bahtiyar o kimsedir ki hem yedi, hem ekdi. Bedbaht o kimsedir ki öldü, bıraktı. [Hiçbir iyilik yapmıyan, insan denilmeğe lâyık olmıyan kimsenin namazını kılma, çünkü ömrünü mal toplamak için sarf etmiş, sonra da yiyememiştir.] Musa (Aleyhisselâm) Karun’a nasihat etti: «Cena­ bı Hakkın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et» dedi. Karun dinlemedi. Fakat nasıl bir âkıbete dûçar olduğunu, ne olduğunu işitmişsinizdir. [Altın, akçe ile hayır kazanmıyan kimse başını nihayet altın ve akçe sevdasmdan telef etmiş sayılır. Dünya servetniden müstefit olmak istersen Cena­ bı Hak sana kerem buyurduğu gibi sen de halka ke­ rem eyle.I Arap şöyle demiştir: «Cömertlik et, ihsan, in’amda bulun. Fakat başa kakma, çünkü cömertliğin faydası sana aittir.» [Kerem ağacı nerede kök saldıysa boyu, dalı felek­ lerin fevkinde yükselmiştir. Eğer kerem ağacından meyva yemek istersen başa kakarak onun köküne destere vurma. 493 Allaha şükret ki hayra muvaffak oldun. Cenabı Hak seni lütuf ve ihamından boş bırakmamıştır. Padişaha hizmet ettiğinden dolayı padişaha min­ net yükleme, belki o seni hizmetine kabul ettiği için minnettar ol.l İki kişi boş yere mihnet çektiler, boşuna çalıştılar: Birisi kazanıp yemeyen, ötekisi ilim öğrenip ilmiyle amel etmiyen. [İlmi ne kadar çok okursan oku; amel yoksa ca­ hilsin. İlmiyle amel etmiyen kimse ne muhakkik, ne de danişment sayılır. Üzerine birkaç kitap yüklenmiş bir hayvandan başka bir şey değildir. O beyinsizin üzerinde odun mu var, defter mi var haberi yoktur. I İlim dini beslemek içindir, yoksa dünyayı yemek için değildir. [Her kim takvayı, ilmi, zühdü satarsa bir harma­ nı meydana getirdikten sonra onu tamamen yakmış gibi olur.I Günahtan kaçmıyan âlim elinde meşale tutan kö­ re benzer. Halka yolu gösterir, fakat kendisi görmez. [Boş yere ömrünü telefeden kimse bir şey satın almayıp elindeki altınları sokağa atmış demektir.] Memleket akıllılardan ziynet bulur, din ise âlim­ lerden kemal kazanır. Padişahlar akıllıların nasihatlerine akıllıların pa­ dişah yanında bulunmıyan ihtiyaçlarından daha ziyade muhtaçtırlar. [Ey padişah, eğer nasihatimi dinlersen hiç bir def­ terde bundan daha iyi nasihat yoktur. Memuriyet her ne kadar akıllı insanın işi değilse de sen akılıdan başkasına memuriyet verme. 1 Üç şey, üç şey olmadan payidar olamaz. Ticaretsiz (İşletilmiyen) mal, mübahasesiz ilim, siyasetsiz sal­ tanat. 494 Kötülere acımak iyilere zulümdür. Zalimleri affet­ mek mazlumlara zulmetmektir. [Kötüye himaye eder okşarsan senin devletine or­ tak olmak ister. 1 Padişahların dostluğuna, çocukların seslerinin gü­ zelliğine aldanma. Birincisi bir vehimle, İkincisi rüya ile değişir. [Bin tane dostu olan maşuka, gönül verme. Vere­ cek olursan kendi gönlünü mahkûm etmiş olursun.] Dostlar içinde sırrını ifşa etme. Ne bilirsin, belki biri düşman olur. Düşmanına da elinden gelen her zararı yapma. Olabilir ki bir gün dostun olur. Bir sır­ rın gizli kalmasını istiyorsan ne kadar itimadına lâyık bile olsa kimseye açma, çünkü o dostun da dostlan olur ve böylece dosttan dosta sırnn fâş olur. [Susmak; sım nı birisine söyleyip de aman kimse­ ye söyleme, demekten daha iyidir.] Ey sadedil, suyu daha taşmadan pmar başında bağla, kapat. Çünkü çoğalıp da ırmak halini alırsa kapatamazsm. 1 Zayıf bir düşman sana itaat ve dostluk gösterir­ se maksadı-vakit kazanarak-kavi bir düşman olmak­ tır. Hükema, dostların dostluğuna itimat edilemiyor,, düşmanların dostluğuna nasıl inanılabilir, demişler­ dir. Küçük düşmanı hakir saymak azıcık ateşi ihmal etmeye benzer. [Ateşi bugün söndürmek mümkün iken söndür çünkü bir kere parlarsa cihanı yakar. Düşmanı ok ile öldürmek mümkün iken öldür, ya­ yını kurmağa bırakma.] İki düşman arasında sözü öyle söyle ki onlar birbiriyle dost olduklan zaman mahcup olmıyasm. 495; [îki kimse arasındaki cenk, ateş gibidir. Bedbaht gammaz ise odun taşıyıcıdır. Bununla o, bir aralık ba­ rışıp birbirinden memnun olurlar. Fitneci ise ara yer­ de mahcup kalır. İki kişinin arasında ateşi alevlendirmek, kendisi de ara yerde yanmak akıllı işi değildir. Kan içici düşmanın işitmemesi için dost ile konu­ şurken yavaş konuş, duvar önünde koşunurken dik­ kat et. Duvar arkasında kulak bulunmasın.! Her kim dostlarının düşmanlariyle sulh ederse dostlarını incitme arzusunda bulunmuş olur. [Ey akıl sahibi, düşmanlarınla oturup kalkan dosttan elini çek.] Bir iş yapmak hususunda mütereddit olduğun za­ man zararı az olan tarafı kabul et. [Mülayim söyleyene ser söyleme, sulh kapısını ça­ lan, sulh isteyen kimse ile cenk etme.] Bir işi para ile temin mümkün oldukça canı tehli­ keye koymak doğru değildir. [Kılıç hilelerin en sonudur. Hiç bir çare kalmayınca eli kılıca götürmek helâldir.] Düşmanın aczine acıma, çünkü kudret, kuvvet kazanınca sana acımaz. [Düşmanı âciz gördüğün zaman mağrur olma, çünkü her kemikte ilik, her gömlekte insan var.l Her kim bir kötüyü öldürürse halkı onun belâ sından, onun da Cenabı Hakkın azabından, yaşayıp da fazla azaba müstahak olmasından kurtarmış olur. (Sadi’nin bu fikri yamandır, herkes bu fikirde ol­ sa dünya düzelir.) [Herkese acımak, iyilik etmek makbuldür. Fakat halkı inciden kimsenin yaraşma merhem koyma. 496 Yılana acıyan kimse bilmez ki ona merhameti âdem oğullarına zulümdür. Düşmanın nasihatini kabul etmek hatadır-. Fakat sen düşmanı dinle, sonra onun dediğinin aksini yap. [Düşmanın şöyle yap, dediği şeyden sakın, sakın­ mazsan nedamet elini dizine vurursun. Düşman sana ok gibi doğru bir yol gösterse sen o yoldan sap, onun doğru dediğinin aksine git.] Haddinden fazla hiddet nefret uyandırır. Yerinde olmıyan yumuşaklık da heybeti izale eder. N e. etrafındakileri usandıracak derecede sert ol, ne de karşısındakine cesaret verecek derecede mülâyim. [Sertlik ile yumuşaklık birlikte olursa hoştur. Kan alıcı gibi ki hem daman yaralar, hem de merhem ko­ yar. Akıllı kimse daima sertlik etmez. Kadrini tenkis edecek derecede yumuşaklık da etmez. Akıllı kimse kibir etmez, kendisini herkesten bü­ yük tutmaz. Kendisini son derece zillete de bırakmaz. Bir çoban babasına dedi ki: «Akıllı babacığım, ba­ na ihtiyarlara yakışan bir nasihat ver.» Babası şu nasihati verdi: İyilik et amma o keskin dişli kurt sana galip olacak derecede yapma: ] İki kimse mülk ve dinin düşmanıdırlar. Birisi ilimsiz öfkeli padişah, öteki ilimsiz, cahil sofu. [Allahın emrini tutinıyan padişah mülkün başın­ da buyruk sahibi olmasın.] Padişah dostlarının itimadını celbedecek derecede öfkeli olmamalıdır. Zira hiddet ateşi evvelâ sahibini yakar; ondan sonra alevi düşmâna ya erişir, ya eriş­ mez. Topraktan yaratılmış âdem oğlunun başında ki­ bir, gurur, hiddet yakışmaz. 497 [Bu kadar hiddet, serkeşlik ile sen topraktaki de­ ğil, zannederim ateşten yaratılmışsın! (Beylekan) da bir âbide rastgeldim. «Beni terbiye ile cahilden kurtar» dedim. Âbit cevap olarak: «Ey fakih, git, toprak gibi ta­ hammül et, yahut ne okumuşsan hepsini toprağa göm!» dedi.] Kötü huylu kimse kendi kötü huyunun elinde esirdir. Nereye gitse o fena huyun pençesinden ve der­ dinden kurtulamaz. [Kötü huylu bir kimse bir belânın elinden kurtul­ mak için göğe çıksa kötü huyunun yüzünden belâ içinde olur.! Düşman askeri içine tefrika düştüğünü gördüğün ’ iaman sen rahat et. Eğer düşman askeri müttehit olurlarsa sen, perişanlıktan kork!. [Düşmanlar arasında cenk gördüğün zaman git dotslarla rahat rahat otur. Eğer düşmanlan birbiriyle uyuşmuş görürsen ya­ yı kirişle düşmana atmak için, hisara gülle götür.! Düşman her hiyleden âciz kaldığı zaman dostluk göstermeğe başlar. Ondan sonra dostlukla öyle işler yapar ki düşman yapamaz. Yılanın başını düşman eliyle ez ki iki iyiliğin biri­ sinden hâli olmaz. Eğer düşman galip gelirse yılanı öldürmüş olursun. Eğer yılan galip gelirse düşmandan kurtulmuş olursun. [Savaş günü zayıf görünen düşmandan emin ol­ ma; çünkü canından geçtiği zaman, arslanın beynini çıkanr.] Bir haberin gönül incideceğini bilirsen sus, o ha­ beri başkası getirsin. [Ey bülbül sen bahar müjdesini getir, kötü haberi baykuşa bırak.] 498 Sözünün tamamiyle mevcut olduğuna emin olma­ dıkça padişaha bir kimsenin hiyanetinden bahsetme, yoksa kendi helakine çalışmış olursun. [Sözünün tesir edeceğini bilerek söyle!! Kendi fikrini kabul ettirmek için nasihat eden kimse, nasihate daha ziyade muhtaçtır. Düşmanın hiyleşine aldanma. Yüze karşı methedenlerin sözlerinden mağrur olma! Zira birincisi al­ datmak, öteki de bir şey çekmek istiyor. Ahmağa nethü sena hoş gelir. O kesilmiş koyuna benzer. Bacağından üfürürsen semiz görünür. [Bilmiş ol, sakın şairlerin medihlerine aldanma, çünkü o medihler senden edineceği menfaatler içindir. Eğer bir gün bir şairin edineceği menfaatler için­ dir. Eğer bir gün bir şairin istediğini vermezsen o, medihlerin iki yüz o kadar misli ayıplarını sayar.! Söz söyleyenin kusurunu kimse tutmadıkça onun sözü düzelmez. îyi düşünmeğe, doğru söylemeğe mec­ bur eden tenkitlerdir. [Bir cahilin tahsin ve takdirine veya kendi zannın ile söylediğin sözün güzelliğine mağrur olma.1 Herkese, kendi aklı kâmil; kendi çocuğu güzel gö­ rünür. [Bir çıfıt ile bir müslüman ağız kavğası ediyorlar­ dı. Sözleri beni güldürdü. Müslüman şöyle dedi: «Eğer bu senet doğru de­ ğilse çıfıt dininde öleyim. Çıfıt şöyle dedi: «Tevrata yemin ederim, eğer hilâfım varsa senin gibi müslüman olayım.» Eğer yer yüzünde akıl denilen şey büsbütün yok olsa kimse kendisinin cahil olduğu zannmda bulun­ maz. 1 On adam bir sofrada yerler, iki köpek bir leş üze­ rinde geçin emezler. 499 Haris kime cihana malik olsa yine aç, kanaatkâr kimse bir ekmek ile toktur. [Aç barsak katıksız bir ekmek ile doyar, fakat yeryüzünün bütün serveti aç gözü doyuramaz. Pederim ölürken bana şu nasihati etti, göçtü. De­ di ki: «Şehvet ateştir, ondan sakın; kendini cehennem ateşinde yakma! O ateşte yanmayan takatin yoksa bugün bu ateşe sabır ile su saçmış ol.»] Her kim iktidar zamanında iyilik yaparsa âciz zamanında zahmet çekmez. [Adam incitenden, zalimden daha bedbaht kimse yoktur. Çünkü musibet gününde kimse ona yâr ol­ maz.] Can bir nefesin himayesindedir. Dünya iki yokluk arasında bir varlıktır. Dini dünyaya satanlar eşektir­ ler. Yusufu satıyorlar, acaba ne alacaklar. Cenabı Hak: (Hey âdem oğullan, ben size şeyatana tapmayın diye tavsiyede bulunmadım mı. O sizin düşmanmızdır.) bu­ yurmuştur. [Düşmanın sözile dostun ahdini kırdın, bak kim­ den kesildin, kime yanaştın.] Şeytan, ibadetini Allah için yapanlar; padişah da, müfisler ile başa çıkamaz. [Açlığından ölse, Beynamaza ödünç para verme Çünkü Allahın farzını eda etmiyor, senin alacağını mı düşünecek?] Çabuçak vücuda gelen şey çok devam etmez. [İşitmişsinizdir ki şarkta, toprağı yoğurduktan sonra bir çini kâseyi kırk senede yaparlarmış. Bağda,tta ise günde yüz kâse yaparlar. Fakat şüphe yok ki böyle çabuk yapıldığı için onun da kıymeti ona göre­ dir. Piliç yumurtadan çıkınca yiyecek arar, halbuki 500 insan yavrusu doğduğu zaman akıldan, idrâkten mah­ rumdur. Böyle olmakla beraber hemen varlık gösteren o pi­ liç tekâmül edemez. însan yavrusu ise kudret ve faziletçe insan olmıyan her şeyi geçer. Cam her yerde bulunur. Ondan dolayı kıymeti yoktur. Lâ’l ise nadir olduğu ve ele güç geçtiği için kıymetlidir.] İşler sabır ile husule gelir. Acele eden kimse başaşağı yıkılır. [Gözümle gördüm ki çölde yavaş yavaş giden adam koşan kimseyi geçti. Yel ayaklı at koşamaz gidemez oldu. Deveci ise devesini yavaş yavaş durmadan boyuna sürdü.] Cahil için susmaktan daha iyi bir şey yoktur. Şu kadar var ki cahil işin böyle olduğunu bilseydi cahil olmazdı. [Eğer kemalin, ilmin yoksa susman hayırlıdır. İç­ siz cevizi hafifliği insan oğlunu dili rüsvay eder. Bir ahmak bir eşeğe konuşma talim ediyordu. Bu nun için uzun bir ömür sarfetti. Bir akıllı zat o ahmağa tesadüf etti ve «Bu işten vazgeç, insanların seni ayıplamasından kurtul. Hay­ vanlar senden söz öğrenemezler. Sen çalış onlardan sükûtu öğren» dedi. Her kim düşünmeden konuşursa sözü çok kere yanlış olur. Y a insana yakışır derecede akılâne söyle, yahut hayvanlar gibi sus, otur.] Her kim kendini halka âlim tanıtmak için kendi­ sinden daha âlim kimse ile bahse girerse; halk onun çâhil olduğunu anlar. [Senden daha iyi, daha yüksek birisi söze başlar­ 501 sa; onun söylediği şeyi daha iyi bilsen bile itiraz et­ me.] Kötülerle oturan iyilik göremez. [Bir ferişteh devler ile oturacak olsa, feriştehlikten çıkar; yabanilik, kötülük, şeytanet, fesat öğrenir.] İnsanların gizli ayıbını aşikâre etme; çünkü hem onları rüsvay etmiş olursun; hem de herkesin sana olan itimadını selbedersin. İlim okujrup amel etmiyen kimse çift sürüp de to­ hum ekmiyen kimseye benzer. İsteksiz ibadet edilemez; İçsiz kabuk bir işe yara­ maz. Çenesi kuvvetli 'olan bir insanın işi de sağlam ol­ ması icap etmez. [Çarşaf altında çok güzel endamlar görünür. Fa kat bir de çarşafı açınca annenin annesini görürsün.] Eğer bütün geceler kadir gecesi olsaydı; kadirin de kadri kalmazdı. Bütün taşlar lâ’li Bedehşan olsaydı lâ’l ile taşın kıymeti bir olurdu. Görünüşte her güzel olanın huyu da iyi olmak icap etmez. İşe yarıyacak, vücudun dışı değil, içidir, ahlâktır. [Bir gün içinde bir kimsenin hal ve hareketine ba­ kılarak ilminin derecesini anlamak mümkündür. Fa­ kat kimsenin batini ahvalinden emin olma, kimseye aldanma; çünkü ahlâk kötülüğü yıllar geçer yine an­ laşılamaz.] ' Her kim büyüklerle uğraşırsa kendi canına kıyar. [Kendini büyük görüyorsun-evet-doğru söylemiş­ ler, şaşı, biri iki görür. Sen eğer koç ile toslaşırsan yakında alnının par­ çalandığını görürsün.] Arslana pençe, kılıca yumruk vurmak akıllıların işi değildir. 502 [Sarhoş ile cenkleşme, ona karşı yiğitlik satma Senden üstün kimsenin önünde elini koltuğuna koy.! Bir zayıf bir kaviye karşı yiğitlik taslarsa kendisi­ nin helaki hususunda kendi düşmanına yardımcı ol-* muş olur. [Gölgede beslenmiş, nazlı büyütülmüş kimsenin ne kudreti var ki kahramanlar ile mukateleye çıksm. Gevşek kollu kimsenin demir pençeli kimse ile pençeleşmesin cehalet eseridir.! Her kim nasihat dinlemezse halkın azarını, dırıltı­ sını işitmek istiyor demektir. [Mademki kulağma nasihat girmiyor. Sana serze­ niş ederlerse, sesini çıkarma,] Çarşı itleri av köpeğini gördükleri zaman nasıl havlaşır da yanma yaklaşmazlarsa, hünersizlerde hü­ nerlileri görmek istemezler. Alçak kimse hünerli başa çıkamadığı kimseyi ar­ kadan çekiştirmeğe başlar. [Kudretsiz hasut yüze karşı bir şey diyemez de gıybet edeceği muhakkaktır.! Eğer açlık derdi olmasaydı, hiçbir kuş tuzağa düş­ mez; belki avcı tuzak kurmazdı. Hakimler ağır ağır, âbitler ya n doyuncaya kadar, sofular ölmiyecek kadar, gençler tabağı bitirinceye ka­ dar, ihtiyarlar terleyinceye kadar yerler. Lâkin ka­ lenderler midede nefes alacak yer ve sofrada kimseye bir şey kalmaymcaya kadar yerler. [Midesine düşkün olan kimseyi iki gece uyku tut­ maz. Biri midesinin boş olduğu diğeri de çok dolu ol­ duğu gece.l Kadınlara danışmak beyhudedir; müflislere çömertlik günahtır. IKeskin dişli kaplanlara acımak koyunlara za­ limlik olu r! 503 Önündeki düşmanı öldürmiyen kimse kendi ken­ disinin düşmanıdır... [Yılan taşın üzerinde, elde de taş varken, öl dürsem mi, öldürmesem mi diye düşünmek hamakat olur.] Hukemâdan bir kısmı bunun aksini münasip gör­ müş; demişler ki: «Mahpuslan öldürmekte teemmül evlâdır. Çünkü ihtiyar ededir bakidir. Öldürmek de mümkün, bırakmak da mümkün. Eğer düşünmeden katlederlerse öyle bir maslahat elden çıkar ki telâfisi kabil değildir. [Diriyi cansız etmek pek kolaydır. Fakat maktu­ lü diriltmek mümkün değildir. Okçu, ok atmak için sabırlı olmalıdır. Çünkü yay­ dan çıkan ok geri gelmez.] Bir hakîm cahiller ile düşer kalkarsa, onlardan izzet, hürmet ümit ediyor demektir. Bir cahil çene kuvvetile bir hakime galip gelirse şaşılmaz. Oiair taş­ tır ki bir cevahiri kırmış olur. [Karga ile bir kafese konan bülbülün dili tutul­ sa taaccüp etmemelidir. Hünerli bir kimse terbiyesizlerden cefa görürse gönlü incinmesin, mükedder olmasın. Bir kötü taş bir altm kâseyi kırarsa ne taşın kıy­ meti artar, ne de altının kıymeti eksilir.] Terbiyesizler içinde akıllının sözüne ehemmiyet verilmezse şaşma; çünkü davulun gümbürtülü sesi kopuz sesini bastınr. Kezalik sarmısağm fena kokusu anber kokusuna galebe eder. IYüksek sesli bir cahil hayasızlıkla bir âlimi mağ­ lûp edince kafa tuttu. O cahil bilmiyor ki Hicazkârdan çıkan bir nağme davul sesinin yanında işitilmez.1 Cevahir çirkefe düşse yine nefistir. Toz göğe çık­ sa yine değersizdir. Terbiye edilmiyen istidada yazık­ 504 tır. İstidadı olmıyanı terbiye etmek boş yere vakit ge­ çirmektir. Şekerin kıymeti kamıştan değildir. O kendi hasiyetinin icabıdır. [Nuh Peygamberin oğlu Kenanın zati meziyeti olmadığı için Peygamber oğlu olmak onun kadrini art­ tırmadı. Hünerin varsa, göster. Aslını, soyunu bırak. Gül dikenden, İbrahim Azerden olmuştur.] Misk odur ki kokar. Attann misktir dediği şey, misk değildir. Âlim, attar tablasına benzer: Sesi çık­ maz; fakat hünerini gösterir; cahil davul gibidir. Öter, gümler fakat içi boştur. [Câhiller arasında bulunan âlim için doğru söz­ lüler şöyle bir temsil söylemişler: Körlerin arasında bir dilsiz, zındıklar arasında bir mushat. Bir ömür zarfında elde edilebilen bir dostu bir ne­ feste incitmek yakışmaz. Bir taş nice senede lâ’l paresi olur. Sakın onu bir nefeste bir taş ile kırmayasın.] Âciz erkek kuvvetli, gürbüz karının elinde nasıl zebun ise akıl da nefsin elinde öyle zebundur. [İçinden kadm haykırması yükselen bir ev bahti­ yarlık yüzü görmemeğe mahkûmdur.] Kuvvetsiz fikir hile ve efsundur. Akıl ve tedbirsiz kuvvet ise cehalettir, deliliktir. [İnsana evvelâ akıl, fikir tedbir; sonra saltanat lâzımdır. Çünkü cahilin saltanatı, devleti Cenabı Hak ile cenk için âlettir. Yiyen veren cömert, oruç tutan fakat kimseye bir şey vermiyen âbitten daha iyidir.] Her kim kendisini halka beğendirmek için şehve­ ti terkederse; helâl şehvetten haram şehvete düşmüş Bir köşeye Allah için değil; halkın beğenmesi için çekilen biçare âbit karanlık aynada ne görecektir?] 505 Az az çok olur. Damla damla sel olur. Yani, âciz olanlar ufak taşlar saklasınlar. Tâ ki fırsat vaktinde zalimden intikam alsınlar. [Damlalar birleşir, nehir olur. Nehirler birleşir, deniz olur. Az az bir yerde toplanırsa çok olur. Koca bir anbar, tanelerle dolar. 1 Cahil insanların sefahetini affetmek âlimlere y a ­ kışmaz. Çünkü bu af ile âlimin mehareti zail olacağı gibi cahilin de edepsizliği kuvvet bulur. [Alçak kimseye lütuf ile, tatlılık ile söylersen kib­ ri serkeşliği artar. 1 Masiyetkimden sâdır olursa fenadır. Ulemadan sadır olması büsbütün fenadır. Çünkü ilim şeytan ile cenk etmek için tedarik edilmiş silâhtır. Silâhlı bir insanı esir alıp götürürler ise pek mahcubiyeti musip olur. [Avamdan câhil bir günahkâr, günahtan sakmmıyan âlimden daha iyidir. Çünkü avam gün görmedi­ ği için yoldan çıkmış, âlim ise iki gözü görürken ku­ yuya düşmüştür. Halk; hayatında ekmeğini yemediği bir adamı öl­ dükten sonra anmaz. 1 Yusuf (aleyhisselâm) Mısırın kıtlık senelerinde açlan unutmamak için doyuncaya kadar yemezdi. Üzümün tadını dul kadın bilir, üzüm sahibi bağ­ cı bilmez. [Rahat ve saadet içinde yaşıyan kimse açın hali­ nin ne olduğunu ne bilir. Âcizlerin halini ancak kendi idaresinden âciz olan bilir. Ey rahvan ata binmiş kimse, bir düşün ki diken çeken oduncunun eşeği çamura saplanmıştır. Mangal yakmak için fakir komşunun evinden 506 ateş isteme, çünkü onun bacasından çıkan duman ateş dumanı değil, belki yüreğinden çıkan dumandır.] Hali perişan fakiri kıtlık yılının darlığı içinde sor­ ma. Onun yarasına merhem olacak ona rızk verecek isen sor. [Sırtında yük yüklü bir eşeği çamura düşmüş gördüğün zaman gönlünden ona acı, fakat yanma git­ me. Yanma gidip de nasıl düştüğünü soracak olursan erler gibi kolunu sıva kuyruğundan tut kaldır.] İki şey aklen muhaldir: Birisi ezelden takdir bu­ yurulmuş olan nzıktan fazla yemek, öteki de, ecel gelmeden ölmek. [Hükmü ezeli yalvarmak veya şikâyet tarzında ağızdan çıkan bin inilti, bin ah ile değişmez. Rüzgâr hâzinelerine müvekkel olan melek dul ka­ dının mumunun söneceğini düşünür mü?] Ey rızık arkasından koşan kimse, koşma otur. Rız­ kın sana gelir yersin. Ey eceli gelmiş kimse, kaçma canını kurtaramaz­ sın. [Rızık için gerek ceht et, gerek etme. Cenabı Hak rızkını eriştirir. Arslanm, kaplanın ağzına da girsen seni ancak ecelin geldiği gün yerler.] Ezelden takdir edilmemişsen el erişmez. Ezeldentakdir edilen şey ise sahibi nerede ise gelir bulur. [İşittin mi ki İskender (Zülkameyn) abı hayatı bulmak maksadiyle nice mihnetler çekerek karanlık yere kadar gitti. Fakat abı hayatı içemedi. Kısmetsiz balıkçı Diclede balık tutamaz. Eceli gelmiyen balık da karada ölmez. Zavallı haris dünyanın her tarafında rızkm arka­ sından, ecel de onun arkasından koşar. 1 Fâsık zengin altın yaldızlı keseke yahut Firavu­ nun murassa sakalına, iyi fakir ise yüzüne, gözüne 507 toz konmuş dilbere, yahut Musanın yamalı hırkasına benzer. [Mansıbı, devleti varken gönlü hastaları yoklamıyan kimseye haber ver ki öteki dünyada hiçbir dev­ let, mansıp bulamıyacaktır.l Hasut, Allahın nimetine karşı bahil, günahsız in­ sana karşı düşmandır. [Ahmak bir herifçik gördüm. Bir mansıp sahibi­ ni zemmediyordu. Ona şöyle dedim: «Efendi eğer sen bedbaht isen o bahtiyar insanm ne günahı var?» Sakın hasut için belâ isteme. Çünkü o bedbaht zaten belâ içindedir. Ona düşman olmaya ne hacet! Onun tepesinde öyle bir düşman var ki!...l İsteksiz talebe parasız âşıka; marifetsiz seyyah kanatsız kuşa, amelsiz âlim meyvasız ağaca', ilimsiz zâhit kapısız eve benzer. Kur’anı Kerim’in inmesinden maksat; yalnız sure­ leri okumak olmayıp insanların güzel huylar tahsil etmeleridir. Kendisini ibadete vermiş bir cahil yürü­ yen yayaya, ibadette kusur eden âlim uyuyan süvari­ ye benzer. Elini Tanrıya uzatan âsi kafasında kibir ta­ şıyan âbitten daha iyidir. Bir zata sordular: «Amelsiz âlim neye benzer?» «Balsız arıya benzer» dedi. [Mürüvetsiz erkek kan; tamahkâr zahit yol kesi­ ci sayılır. [Ey halkın güzel zannını kazanmak için elbisesi­ ni ak, defteri âmelini kara eden, elini dünyadan kı­ saltmak, dünyaya gönül bağlamamak lâzımdır. Cüb­ benin yeni uzun olmuş, kısa olmuş ehemmiyeti yok­ tur.] İki kimsenin gönlünden hasret gitmez; ziyan aya­ 508 ğı çamurdan çıkmaz: Birisi gemisi parçalanmış tacir, diğeri kalenderle oturmuş mirasyedi. [Eğer malın orta yerde sebil olmazsa, fakirler ya­ nında kanın mübah olur. Ya yeşil gömleklilerle, kalenderlerle, yürüme, ya­ hut file uygun bir ev yap.l Sultanın hil’atı değerlidir. Fakat insanın kendi es­ kileri ondan daha değerlidir. Büyüklerin sofrası lez­ zetlidir. Fakat kendi dağarcığındaki kırıntılar ondan daha lezzetlidir. [İnsanın kendi el emeğiyle yediği sirke ile tere, köyağasınm ekmeğinden, kuzusundan daha iyidir.] Zan ile ilâç kullanmak; görünmemiş yola kervansız gitmek, akıllı işi değildir. İmamı Mürşit Mehmet Gazali’den sordular: «İlim-1 de bu dereceye nasıl yetiştin?» Cevaben: «Bilmediğin bir şeyi sormaktan utanma­ mak suretiyle» dedi. [Nabzını tababetten anlıyan bir tabibe göster. O zaman iyi olmayı ümit edebilirsin. Neyi bilmiyorsan bilenden sor. Vakıa sormak bir türlü zillet ise de âlimlik izzetine varmak için sana kılavuzluk eder.] Nasıl olsa öğreneceğini bildiğin bir şeyi sormak­ tan acele etme. Çünkü anlaşılacak bir şeyi sormak hikmete ziyandır. [Lokman, Davut (aleyhisselâm) m elinde demirin mucize ile mum gibi olduğunu gördü. Fakat onunla Hazreti Davudun ne yapacağı anlaşılacağını bildiği için bununla ne yapacaksın diye sormadı.] Sohbet, geçim levazımından gerisi de şudur: Ya evi boşaltırsın, yahut ev sahibi ile uyuşur, iyi geçinir­ sin. 509 [Dinliyen, kimsenin sana meyli varsa, sözünü dinliyecek ise, sözü onun mizacına göre söyle. Mecnun ile görüşen her akıllı, Leylâ'nın yüzün­ den sözünden başka bir şeyden bahsetmez.] Kötüler ile oturan her kimse onlann tabiatlannı almazsa da o yoldan olmakla müttehem olur. Meselâ birisi namaz kılmak için meyhaneye gitse onun için şarap içmeğe gitti, derler. [Cahil ile görüştüğün için kendine cahil dedirttin. Bir âlimden bir nasihat istedim. Bana: «Cahillere ya­ naşma; çünkü eğer asrın alimi isen eşek olursun, eğer cahil isen daha ahmak olursun» dedi.] Devenin yavaş huyluluğu herkesçe malûmdur. Bir çocuk yularından tutsa, yüz fersahlık yola gider. Ona tâbi olur. Fakat önüne korkunç bir dere gelir, çocuk da cahillik ile oraya gitmek isterse o zaman elinden yulan kopanr ve bir daha ona itaat etmez; sertlik zamanında yumuşaklık mezmumdur. Hükema demişler ki: Düşman mûlâyemet ile dost olmaz,belki tamahını arttmr.» [Birisi sana lütfederse onun hâkipayi ol. Eğer sa­ na aksilik ediyorsa onun iki gözüne toprak doldur. Sert huyluya sözü lûtf, kerem ile söyleme. Çünkü iyice paslanmış demir yumuşak eğe ile temizlenmez.! Her kim faziletini bilsin diye başkalarının sözü­ nün arasına girerse, cehlinin derecesini anlatmış olur. Akıllı kimse kendisinebir şey sorulmadıkça ce­ vap vermez. Çünkü sözü doğru da olsa ehemmiyet vermez, saçmadır derler.] Vücudumun görünmeyen biryerinde bir yaram vardı. Şehy (Şehabüddini SühreverdiD Hazretleri her gün bana yaran nasıldır diye sorardı. Fakat bir kere yaran nerededir? diye sormadı. Anladım ki Şeyh Haz­ retleri sakınıyor, çünkü her âzayı söylemek olmaz. 510 Hukemâ demişler ki: «Her kim sözünü tartmadan söylerse alacağı cevaptan incinir.» [Sözünün bütün mânasiyle doğru olduğunu bil­ medikçe ağzını açmayasın. Doğlu söyleyip zincire düşmek, yalan söyliyerek zincirden kurtulmaktan daha iyidir. 1 Yalan söylemek kılıç yarasına benzer ki iyi de ol­ sa nişanı kalır. Yusuf Peygamberin kardeşleri gibi ki bir kere adlan yalancı çıktığı için, ikinci doğru söz­ lerine babalan inanmayıp «Bu sizin uydurmanızdır» dedi. Mahlûkatın en ulu’su zahirde insandır. Mevcu­ datın en zelili ise köpektir. Fakat hukemâ ittifak et­ mişler ki hakşinas olan köpek nimeti inkâr eden in­ sandan daha iyidir. [Yüz defa taş ile vursan da köpek yediği lokmayı unutmaz. Eğer alçak bir kimseyi bütün ömrünce okşasan ufacık bir şeyden dolayı seninle kavgaya baş­ lar.] Nefsini düşünen kimsede hünerlilik olamaz. Hünersiz kimse ise riyasete yakışmaz. [Çok yiyen kimseye acı; zira çok yiyen zelil olur. Eğer öküz gibi şişmanlık istersen eşek gibi şunun bu­ nun cevdine katlanmalısın.] İncilde denilmiştir ki: Ey âdem oğlu sana zengin­ lik versem beni unutursun; seni fakir kılsam perişan olursun. Şu halde beni zikretmek halâvetini nerede bulacak, benim ibadetime ne zaman koşacaksın? [Zenginlik zamanmda Cenabı Hakkı unutuyor­ sun. Zaruret içinde hasta ve mecruh oluyorsun. Ge­ nişlik, darlık zamanmda halin budur, bilmem ki Ce­ nabı Hak ile ne zaman meşgul olacaksın?..! Zatı, tariften tavsiften münezzah olan Tanrının iradesi birisini padişahlık tahtmdan indirir, birisini de balık kamında muhafaza eder. 511 fSeni zikretmeyi kendisine arkadaş eden kul Y u­ nus gibi bir balık kam ında olsa da vakti hoş geçer. J Cenabı Hak eğer kahır kılıcını çekerse nebi, veli başını içeri çeker. Eğer lütuf gamzesini oynatırsa k ö­ tüleri iyiler derecesine eriştirir. [Eğer mahşerde kahır ile hitap ederse enbiya da­ hi bir mazeret bulamaz. Yarabbi lütuf yüzünden per­ deyi kaldır, çünkü eşkiya da mağfiret ümidindedir.! Her kim dünyevi te’dip ile doğru yolu tutmazsa âhiret azabına giriftar olur. Cenabı Hak buyurmuş­ tur ki. «Biz onlara büyük olan âhiret âzabmdan evvel dünya âzabım tattırırız.» fBüvükler iptida nasihat ederler, dinlenilmezse hapsederler. I Bahtiyar insanlar geçmişlerden ibret alırlar ve böylece kendilerinden sonra geleceklere ibret olmaz­ lar. [Bir kuş başka kuşu tuzağa tütülmüş görünce ar­ tık tane tarafına yakın gitmez. Başkalarının musibetlerinden ibret al. Sakın baş­ kaları senden ibret almasınlar.! İrade kulağı sağır yaratılan nasıl işitebilir? Saa­ det kemendiyle çekilen gitmez de ne yapar? [Tanrı dostlarının karşnlık gecesi aydınlık gün gibi parlar. Bağışlayan Tanrı bağışlamadıkça saadet bilek küvetiyle elde edilemez. Senden kime şikâyet edeyim ki senden başka hâ­ kim yoktur, senin elinden daha yüksek el yoktur. Se­ nin rehberlik ettiğin, yolunu azıtmaz. Senin dalâlete düşürdüğüne de kimse rehberlik edemez.] Sonu iyi dilenci, düşkün talihli padişahtan daha iyidir. [Arkasından sevineceğin gam, sonunda gam yi­ yeceğin sevinçten daha iyidir.] 512 Gökten yere rahmet iner, yerden ise göğe toz kal­ kar. Her kabın içinde ne varsa dışına onu sızdırır. [Benim hujrum sana hoş gelmediyse sen kendi güzel huyunu elden bırakma.! Cenabı Hak görür, örter. Komşu görmez haykırır. [Neuzübillâh eğer insanlar gaybı bilselerdi, kimse kendi halinde rahatlık bulamazdı.! Altm, madenden kazmak ile, bahilin elinden de canını çıkarmak ile çıkar. [Al;aklar yemezler saklarlar, onu yemiş olmaktan yerim ümidi daha iyidir, derler. Fakat bir gün görür­ sün ki düşmanın arzusuna göre altın kalmış; bedbaht adam ölmüştür.] Her kim eli altındakilere acımazsa, mafevkindeki insanların cefasına, kahrına uğrar. [Kuvvetli her insanın yiğitlik ile âcizlerin ellerini kırması doğru değildir. Zayıfların gönüllerini kırmak ki sen de senden zorlu birisinin zulmü altında âciz kalırsın.! Âkil ortada muhalefet görünce oradan kaçar. Sulh görürsen demir atar. Çünkü orada selâmet kenarda burada helâvet ortadadır. Oyuncuya se şeş lâzım iken se yek gelir. [Çayırlık, meydandan bin kere hoştur. Ne çare ki atın dizgini kendi elinde değildir. I Bir derviş münacatında şöyle diyordu: «Îlâhî kö­ tülere merhamet et. Çünkü, iyilere esasen rahmet bu­ yurmuş, onlan iyi yaratmışsın.» İptida elbiseye nişan diktiren, sol elin parmağına, yüzük takan CCemşit) tir. Cemşide sordular: «Niçin fazilet sağ tarafta oldu­ ğu halde bütün süsü, ziyneti sola verdin?...» Cemşit cevap verdi: «Sağa sağlık ziyneti kâfi bir ziynetir de onun için.» 513 [(Feridun) Çin nakkaşlarına emretti. Otağının etrafına şu beyti diktirdi. «Ey akıllı kimse, kötüleri iyi tut. Onları ıslaha çalış, Çünkü iyiler esasen büyük yaratılmış, bahtiyar kimselerdir.! Bir büyük zata sordular: «Sağ elin bu kadar fa ­ zileti varken yüzüğü niçin sol ele takıyorlar?» O zat cevap verdi: «Bilmez misin ki fazilet sahip­ leri daima mahrum olurlar.» [Rızık, nasip veren Cenabı Hak ya fazilet veriyor, yahut baht veriyor.! Padişahlara ancak başından korkmıyan ve bir menfaat ümit etmiyen insanlar nasihat edebilirler. [Muvahhit o kimsedir ki ayağına altın döksen ba­ şına Hint işi kılıç koysan, gözünde ikisi bir olur. Kim­ seden ümidi, korkusu olmaz. îşte muvahhit budur ve ancak budur.! Padişah, zalimleri defetmek içindir. Subaşı, eşkiya katiller ve caniler içindir. Kadı ise tarrarlar yani yankeseciler, hırsızlar, haksızlık edenler içindir. iki hasım hiçbir zaman hakkı razı olarak kadı huzuruna gitmezler. [Bir şeyin hak olduğunu, verilmesi lâzımgeldiğini iyice bildiğin zaman onu gönül hoşluğiyle vermek; üzülerek, kavga ile vermekten daha iyidir. Bir kimse vergisini gönül hoşluğiyle vermezse hükümet adamla­ rı onu zor ile alırlar.! Herkesin dişi ekşi ile; (kadı)nin tatlı ile kamaşır. [Kadı rüşvet olarak beş hıyar alır, yerse on tane kavun karpuz bostanım bir hüküm ile sana mal eder.I ihtiyar orospu fahişelikten; azledilmiş subaşı da insan incitmekten tövbe etmeyip de ne yapacaklar? [Şehvetten sakınmak, güçlü kuvvetli gençlere lâ­ zımdır. Zira, gevşek olan ihtiyarın zaten bir tarafı kımıldamaz. 514 Gençiken bir köşeye çekilen, kendisini ibadete ve­ ren genç Tanrı yolunun mert arslanıdır. İhtiyara ge­ lince zaten o köşeden kalkmaz bir hale gelmiştir.] Bir hakime sordular: «Cenabı Hakkın yarattığı yüce boylu, yemişli bu kadar ağaçlar varken hiçbiri­ sine azade denilmeyip de yalnız yemiş olmıyan selviye (Serv-âzad= Sultan selvi) denilmesindeki hikmet nedir? Hakim cevap verdi: «Her ağacın belli bir verimi var. Belli bir çağı var. Bir çağda açılır, bir çağda so­ lar. Çünkü, o yemiş vermediği gibi her vakit, her dem tazedir. îşte bu sıfatlar azadelerin sıfatlan olduğu için, ona vermiştir. IFani olan şeye gönül bağlama. Dicle nehri hali­ feden Ci) sonra nice seneler Bağdattan geçip gide­ cektir. Elinden gelirse hurma ağacı gibi kerim ol. Eğer hurma gibi olmazsan selvi gibi azâd ol.] İki kimse öldüler, ah vah ederek gittiler: «Birisi mal kazanıp yemeyen; öteki de bilip de bilgisi ile amel etmiyen. [Fâzıl, fakat bahil olan kimseyi birisi gördüğü za­ man onun ayıbını söylemeğe çalışmaktan kendisini alamaz. Halbuki bir kimse kerim ise ikiyüz kabahati, kusuru olsa da onun keremi ayıplannı örter.] 515 KİTABIN SONU Tanrının yardımiyle Gülistan kitabı biti. Müelliflerce kendilerinden evvele geçenlerin söz­ lerinden iğreti sözler almak âdet iken benim kitabım­ da böyle derleme, toplama yoktur. [İnsan, kendi eski elbisesini düzeltip giymek baş­ kasından iğreti elbise istemekten daha iyidir. 1 Sâdi’nin sözlerinin çoğu neş’e verici, hoşa gidici tatlı şeylerdir. Kısa görünüşlerin dili bu sebeple uzun olabilir. Belki de «Boş yere zihin yormak, faydasız mum dumanı yutmak, akıllıların işi değildir.» derler. Fakat ben, irfan sahibi insanlara hitap ettim. On­ lann parlak fikirlerine gizli kalmaz ki muhataplanmı usandırmamak, yazılarımı kabul saadetinden mahrup etmemek için inci gibi mevizleri ibare ipliğine diz­ dim, Acı nasihat ilâcını zarafet hapile karıştırdım. [Biz nasihati yerinde yaptık. Zamanımızın bir kısmmı şu kitabı yazmak için geçirdik. Bu nasihatler kimsenin rağbet kulağına girmezse bizce ehemmiye­ ti yoktur. Çünkü biz elçiyiz. Elçilerin vazifeleri ise teb­ liğ etmektir. İşte bu kadar Ey şu kitabı okuyan kimse, bunu musannifine, bunu yazana Allahtan rahmet iste, kendin için de ha­ yır iste. Sonra bu kitabın sahibi için mağfiret dile.l BİTTİ 516 MERAL YAYINEVİNİN NEŞRETTİĞİ ESERLER OSMANLI MÜELLİFLERİ Yazan: Bursalı Mehmet Tahir Efendi Osmanlılar’m Kuruluşundan zamanımıza kadar gelen ve mesleklerinde eser yazan Türk mutasavvıf, âlim, şair - edip, tarihçi, tabib, riyaziyeci ve coğrafya­ cılarının kısaca hayatlariyle eserlerine dair kâfi malû­ matı muhtevidir. 3 Cilt - her cilt 400 liradır. ZİLLETTEN İZZETE ZULMETTEN NURA (Hutbe) Yazan: Sami Aslan. Kısa ve Öz Olarak Yazılmış olan bu eserin fiati: 75 Liradır. SİYRET’İN NEBİ Peygamber efendimizin hayatı ve cenklerini nazm (şiir) şeklinde anlatan bu eser, 1132 Sayfa, lüks ciltli Fiatı : 600 TL. 517 MERAL YAYINEVİ NİN NEŞRETMİŞ OLDUĞU LEVHA ÇEŞİTLERİNİN LİSTESİ: 1— 2— 3 — 4 — 5 — — 6 7 — 8— 9 — 10— 11— 12— 13 — 14 — 15 16 17 18 19 — — — — — Yasin-i şerifin (tamamı bir levha içinde) Ayet’el Kürsî Amentü (gemi şeklinde) Fetih sûresinin ilk iki âyeti Hilye-i Şerif Şecere-i Pâki Muhammedi (Hz. Muhammed’in şeceresi) Allah (C.C.), Muhammed (A.S.) (Kalp şek­ linde ikisi bir arada) Kur’an-ı Kerîm’in açık şekli Nazar âyeti (Hadîs-i Şerif) (Ticaretle uğraşın ve cesur olun, çünkü rızkın onda dokuzu ticaret ve cesarettedir.) Fâtiha-i Şerif Hz. Ali (K.V.) ’nin Kılıcı Boğaz Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Han Sultanahmet ve Ayasofya camileri yanyana, altında Allah’ın istediği olur vs. Süleymaniye Camii Selimiye Camii Mevlâna Camii ve türbesi Tefviz nâme (İbrahim Hakkı Erzurumi) Esmâül hüsnâ (içinde ayrıca Allah lâfzı ya­ zılı) 519 20 — Esmâül hüsnâ (içinde ayrıca Muhammed lâfzı yazılı) 21 — Medine-i Münevvere 22— Mekke-i Mükerreme (Fotoğrafta canlı resim yoktur) 23 — Boğaz Köprüsünün canlı bir görünüşü 24 — Otuzbeş besmele (Ayrıca Ayet’el kürsî ve bir­ çok dualar) 25 — îmam-ı Rabbânî’nin veciz sözleri 26 — Şah Nakşı bend (K.S.)’in süslü yazılmış is­ mi ve birçok sözler 27 — Esmâül hüsnâ NOT: Bu yukarda isimlerini kısaca verdiğimiz lev­ halar, Meral Yaymevi’nce müslüman Türk halkımızın istifadelerine arzedilmiştir. Tamamı Kroma Lüks kâğıt üzerine renkli Ofset baskı yapılmış olup 35x50 ebadındadır. Fiatlan 40 liradır. 10 adetten fazla almak iste­ yenlere özel bir indirim yapılır. 520